Aylık Dergi Mayıs 2015 Sayı 293 İSLAM DÜNYASINDA Yeni Dinî Anlayışlar Orta Doğu’da Çatışan Sİyasİ Çıkarlar mı, Mezhep mİ? Tarİhî Selefİlİğİn İzİnde Yolunu Şaşıranlar: NEOSELEFİLER İslam Dünyasında Yenİ Dİnî Hareketler Üzerİne Doç. Dr. Ramazan YILDIRIM İle Söyleşİ FETHE SAHİP ÇIKMAK Bugünkü Orta Doğu büyük bir tarihsel kırılma anı yaşamakta ve köklü bir siyasi/sosyolojik dönüşüm sürecinden geçmektedir. İslam coğrafyasındaki kırılgan siyasi yapıların ürettiği yapısal sorunların temeline inmeden, neoselefilik olgusunu anlamak imkânsızdır. Orta Doğu; farklı din, mezhep ve etnik kimliklerin içi içe, yan yana yaşadığı ender coğrafyalardan biridir. İslamiyet açısından baktığımızda hem Sünniliğin hem de Şiiliğin tüm tonlarıyla burada yaşadıklarını görürüz. Övünelim mi, dövünelim mi? Fethe ve şehre sahip çıkmak hiç de kolay olmasa gerek… EDİTÖRDEN İNSANLIĞA barışı, huzuru, kardeşliği ve merhameti getiren İslam dini; savaşlar ve çatışmalar içerisindeki cahiliye toplumundan, bir arada barış içerisinde yaşayan bir medeniyet inşa etmiştir. İlhamını Hz. Peygamber’den ve onun inşa ettiği erdemli toplumdan alan Müslümanlar, tarihsel süreçte bugün dahi insanlığın gıpta ettiği örnek toplumun, kültürün, sanat ve estetiğin beşiği olan ülkeler meydana getirmişlerdir. Ancak bugün geldiğimiz noktada İslam’ın insanlığa hayat veren barış ve kardeşlik çağrısı âdeta unutulmuş, İslam’ın yaşandığı çoğu coğrafya isyanlar, iç çatışmalar ve dış müdahaleler ile âdeta yangın yerine dönmüş durumdadır. İslam dünyasında Arap Baharı ile birlikte ortaya çıkan değişim ve dönüşüm talepleri bölgede hareketlenmelerin ve yeni grupların ortaya çıktığı bir sürecin de ateşleyicisi olmuştur. Ancak toplumun değişim taleplerinin tüm çabalara rağmen Mısır, Libya ve Suriye gibi ülkelerde akamete uğraması, bu hareketlerin baskı altına alınmasıyla sonuçlandı. Haklı taleplerin ifade edilmediği ve karşılık görmediği bu sürecin sonunda ortaya çıkan manzaranın iç açıcı olduğunu söylemek kuşkusuz mümkün değildir. Orta Doğu’da meydana gelen kaostan nemalanmak isteyen birtakım güçler de, farklı toplum gurupları, mezhepler ve hizipler arasında gerilim ve çatışmalar oluşturmak suretiyle yangını körüklemeye çalışmaktadırlar. Ortalığın âdeta toz duman olduğu bu havada, tarihsel bağlamından kopuk bir Selefi anlayışın zuhur ettiğini görmekteyiz. İslam dünyasının içinde bulunduğu sorunların çözümünü asr-ı saadete dönüşte bulan ve bunu da şekilsel bir dindarlık biçimine indirgeyen günümüz Selefilik hareketi, daha çok tebliğ ve davet faaliyetleri üzerinde yoğunlaşarak cihat fikrini ön plana çıkaran bir anlayışa sahip. Neoselefilik olarak da adlandırılan bu hareketler, her türlü yeni dinî fikir ve yorumu bidat saymakta, farklı görüşleri tekfir etmekte ve bunlarla mücadele edilmesini kendilerine misyon olarak görmektedirler. İslam’ı katı yorumlarla dar kalıplara hapseden bu yaklaşımın neden olduğu şiddet eylemlerinden ve can kayıplarından çoğunlukla Müslümanların zarar görmesi de dikkat çekicidir. İslam âlimlerinin kahir ekseriyetinin kanaatine göre; Müslüman, bir başka Müslüman’ı müşrik görerek onunla savaş hâlinde olamaz. Böyle bir çatışma durumu İslam’ın en ulvi kavramlarından olan cihat ile anılamaz. Cihat; terörün, vahşetin ve öldürmenin değil, diriltici bir gayretin, hayat veren bir mücadelenin adıdır. Mezhebine, fikrine ve anlayışına uymayanı tekfir ederek öldürmeyi hiç kimse cihat olarak tarif edemez. Bugün ne yazık ki Hz. Peygamber’in izini takip ettiklerini söyleyenlerin, rahmet elçisinin adını kullanarak uyguladıkları şiddet ve zulüm ancak islamofobiyi beslemekte, körüklemekte ve büyütmektedir. Dinî anlamda bir daralma ve katılığın ifadesi olan bu acımasız şiddet ve hiddet; sevgi, barış ve kardeşlik tohumları yerine ancak nefret ve düşmanlık tohumları üretmektedir. Vicdanları hiç sızlamadan zulüm ve katliam işleyen bu grupların, Müslümanlara bir gelecek sunmalarını beklemek ancak safdillik olacaktır. Bu ay “İslam Dünyasında Yeni Dinî Hareketler” başlıklı gündem konumuzla, İslam dünyasında ortaya çıkan yeni dinî hareketleri ele aldık. Dosyamız, Yrd. Doç. Dr. Faruk Sancar’ın kaleme aldığı “İslam Dünyasında Yeni Dinî Hareketler” isimli çerçeve yazı ile başlamaktadır. Konunun siyasal ya da mezhepsel açıdan değerlendirmesini Prof. Dr. Birol Akgün yaptı. Ahmet b. Hanbel’den İbn Teymiye’ye ve Muhammed b. Abdülvehhab’a Selefi din söylemini tarihî süreç içerisinde irdeleyen Prof. Dr. Mehmet Zeki İşcan’ın makalesini ilgiyle okuyacağınızı düşünüyoruz. Tarihî Selefiliğin izinde yolunu şaşıran “Neoselefiler”i Prof. Dr. Adnan Bülent Baloğlu kaleme aldı. Dr. Lamia Levent’in Doç. Dr. Ramazan Yıldırım’la dosya konusuna ilişkin gerçekleştirdiği ufuk açıcı söyleşiyi de beğeniyle okuyacağınızı düşünüyoruz. Müslümanların birlik ve beraberliğinin kaybolmadığı, toplumsal barışın yok olmadığı, sahih inancın huzuruyla barış ve huzur dolu günlere ermek dileğiyle dergimizi ilginize sunuyor, iyi okumalar diliyoruz. Sa lman l e s k ü Y r. D 293 10 İslam Dünyasında Yeni Dinî Hareketler 15 Orta Doğu’da Çatışan Siyasi Çıkarlar mı, Mezhep mi? 18 Tarihî Süreç İçerisinde Selefi Din Söylemi 24 Tarihî Selefiliğin İzinde Yolunu Şaşıranlar Neoselefiler 28 İslam Dünyasında Yeni Dinî Hareketler Üzerine Doç. Dr. Ramazan YILDIRIM ile Söyleşi 34 Mültecilere Hicret Yurdu ya da Muhacire Ensar Olmak 37 Gençlerin Kimlik Oluşumunda Hz. Peygamber’in Örnekliği 40 Şehir ve Mahremiyet 44 İnsanın Temel Bir Zaafı 46 Vücutta Dolaşan Sinsi Düşman: Şeytan Yrd. Doç. Dr. Faruk SANCAR 10 Prof. Dr. Birol AKGÜN Prof. Dr. Mehmet Zeki İŞCAN Prof. Dr. Adnan Bülent BALOĞLU Dr. Lamia LEVENT Prof. Dr. Mehmet Mahfuz SÖYLEMEZ Haydar BEKİROĞLU Mahmut BIYIKLI Prof. Dr. İbrahim Hilmi KARSLI Elif ERDEM Diyanet İşleri Başkanlığı Adına Sahibi ve Genel Yayın Yönetmeni Mali İşler ve Dağıtım Sorumlusu Dr. Yüksel SALMAN Yayın Koordinatörleri Mustafa BAYRAKTAR Mustafa BEKTAŞOĞLU Sorumlu Yazı İşleri Müdürü Dr. Faruk GÖRGÜLÜ 2 DİYANET AYLIK DERGİ MAYIS 2015 Dr. Lamia LEVENT diyanetdergi@diyanet.gov.tr 24 Tashih Mesut ÖZÜNLÜ Görsel Sorumlu Burhan ÇİMEN Arşiv Ali Duran DEMİRCİOĞLU İletişim Dini Yayınlar Genel Müdürlüğü Üniversiteler Mah. Dumlupınar Blv. No: 147/A 06800 Çankaya/Ankara Tel : 0312 295 86 61 Faks: 0312 295 61 92 diniyayinlar@diyanet.gov.tr facebook.com/diyanetaylikdergi twitter.com/DiyanetDergisi 28 48 Kardeşlik ve Dostluğa Açılan Pencere: SELAM 51 Şeytanın Telkini Vesvese 54 Bir Başkadır Sabah Namazı Buluşmaları 57 “Sırat-ı Müstakim” Çizgisinde Bir Adam Eşref Edip FERGAN 60 Concordance ya da İslâm Ansiklopedisinin Değerini Anlamak 62 Bursalı Safiye Hanım ve Miraciye Vakfiyesi 64 Hamasetin Değil İradenin Ödülü Fetih 66 Yıldızlar Göz Göz Olmuş Neyi Gözlüyor? 68 Fethe Sahip Çıkmak 72 74 Hüseyin KARACA Yrd. Doç. Dr. Dursun Ali TÖKEL Dr. Erdal KILIÇ Ahmet Can Altıok ile Söyleşi Ali AYGÜN Gufranınla Ört Bizi Ya Gaffar Fatma BAYRAM 76 İstanbul’un Âlim ve Şair Müftüsü: Abdurrahman Şeref Güzelyazıcı 79 Asr Suresi Tefsiri Yrd. Doç. Dr. Kâmil YAŞAROĞLU Fatih KANCA Prof. Dr. Ömer YILMAZ Doç. Dr. İsmail KARAGÖZ Selahaddin ÇELEBİ Kâmil BÜYÜKER Hatice MERAKLI Prof. Dr. Mustafa KARA Abone İşleri Tel : 0312 295 71 96-97 Faks : 0312 285 18 54 e-mail: dosim@diyanet.gov.tr Abone Şartları Yurtiçi yıllık: 60.00 TL Yurtdışı yıllık: ABD: 30 ABD Doları AB Ülkeleri: 30 Euro Avustralya: 50 Avustralya Doları İsveç ve Danimarka: 250 Kron İsviçre: 45 Frank 48 68 Abone kaydı için, ücretin Döner Sermaye İşletme Müdürlüğü’nün T.C. Ziraat Bankası, Ankara Kamu Girişimci Şubesi IBAN: TR08 000 1 00 25 330 599 4308 5019 nolu hesabına yatırılması ve makbuzun fotokopisi ile abonenin hangi sayıdan başlayacağını bildirir bir dilekçe, mektup, yazı, faks veya e-mailin Diyanet İşleri Başkanlığı Döner Sermaye İşletmesi Müdürlüğü Üniversiteler Mah. Dumlupınar Blv. No: 147/A 06800 Çankaya/Ankara adresine gönderilmesi gerekir. Temsilcilikler; Yurtiçi: İl Müftülükleri, İlçe Müftülükleri - Yurtdışı: Din Hizmetleri Müşavirlikleri, Din Hizmetleri Ataşelikleri / Yayınlanacak yazılarda düzeltme ve çıkartmalar yapılabilir. Yazıların bilimsel sorumluluğu yazarlarına aittir. Tasarım: Aral Grup www.aral.org Fidanlı›k Mahallesi Ataç 1 Sokak No:25 / 11 Yenişflehir / Ankara Tel: +90.312 433 2725 Baskı: A4 Grafik Matbaa Yay. Rekl. Bilg. Hiz. Ltd.Şfi ti. Tel: 0212 452 40 99 Fax: 0212 639 50 49 mail: info@a4grafik.com.tr www.a4grafik.com.tr Yayın Türü: Aylık, Yerel, Süreli Yayın, Diyanet Aylık Dergi (Türkçe) Basım Tarihi: 15/05/2015 ISSN-1300-8471 B A Ş M A K A L E Prof. Dr. Mehmet Görmez Diyanet İşleri Başkanı Günümüzde Yeni Dinî Anlayışlar İSLAM dini, medeniyeti ve coğrafyasının bugün içinden geçtiği ve belki de tarihin bu en zorlu sürecinde bütün Müslümanların hayati meselesi, hiç şüphesiz, din konusunda doğru ve sahih bilgi üretme meselesidir. Ölümlerin, vahşetin, dehşetin ve şiddetin tüm korkunçluğuyla yaşandığı İslam coğrafyasının her şeyden önce doğru bilgiye, hikmetli söze ve derin irfana ihtiyacı vardır. Bugün kendisinden gururla bahsettiğimiz İslam medeniyeti bilgi, hikmet ve marifetle yoğrularak iman, akıl ve ahlakla inşa edilmiştir. İslam medeniyetinde ilk kırılma, bilginin dinî ve gayridinî diye ikiye ayrılmasıyla başlamıştır. İslam’ın muhatabı insandır. İlahî hitap insanın aklınadır. Mükellefiyet insanın idrakinedir. İnsan yeryüzünü imar ve inşa ederken din kılavuzdur. Esas olan hem bu dünya hem de ahiret saadetini istemektir. Zira dünya ahiretin tarlasıdır. Cennet, tohumlarını bu dünyada ektiğimiz bir bahçe; cehennem, ateşini bu dünyadan götürdüğümüz bir ocaktır. Ne dünya ile ahireti birbirinden ne de hayatı dinî ve gayridinî diye ayırabiliriz. Bugün en temel meselelerin başında bu ikilem gelmektedir. Değerler algısı hırpalanmış günümüz İslam dünyası ne kendi medeniyeti ve zenginliğinin farkındadır ne de farklı dinî anlayışları zenginliğe ve medeniyete dönüştürme gücüne sahiptir. Kargaşayı körüklemek isteyenlerin elinde farklılıklarımız düşmanlıklara dönüşmüş, idraklerimiz tutulmuş, basiretimiz bağlanmıştır. Nice zamandır bilgiyle arasına mesafe koyan İslam toplumları, her geçen gün maalesef Cahiliye Dönemi’nin anlayışına bir adım daha yaklaşmakta, gerek duygusal gerekse düşünsel anlamda birbirlerine yabancılaşmaktadır. Böyle bir ortamda İslam âlimi, entelektüel ve bilim adamlarının omuzlarındaki sorumluluk ağırlaşmaktadır. Bu sorumluluk, dinî ve gayridinî tasnifine girmeden, aklı ve vahyi karşı karşıya getirmeden ilim, hikmet ve marifeti ahlak, adalet ve merhametle mezcedecek bir bilginin üretim, eğitim ve öğretimi mevzuunu daima bir mesele, bir dert ve bir gaye hâline getirmektir. Aksi takdirde İslam medeniyeti söylemleri sadece geçmişle avunmanın ve çağımızda yaşananlara karşı bir savunmanın ötesine geçemeyecektir. Bizler sadece geçmişte var olanlarla günümüzü inşa edemeyiz. Dün ve tarih, bizim için sadece ibret ve örnek almak içindir. Ne dün olduğu gibi bugüne gelir, ne de bugün olanlar olduğu gibi kabul edilebilir. Her zaman ve zeminde ilahî hitabın muhatapları olarak bizler, mükellefiyetlerimizi müdrik iş ve eylemler üretmek zorundayız. Bunlar da eşref-i mahluk olarak yaratılan insanın hilafet görevleridir. Buna göre insan, yeryüzünde fitne ve fesat çıkarmayacak, bozgunculuk yapmayacak, yeryüzünü imar ve inşa edecek, bilgiyi, hikmeti ve marifeti rehber edinecek, adaletle hükmedecek, kâinatı ve tabiatı emanet bilecek, maruftan yana münkerin karşısında olacak, her zaman zulmün ve zalimin karşısında mazlumun ve mağdurun yanında duracaktır. Onun davası sadece ve sadece ahlak, adalet ve merhamet olacaktır. Bütün mahlukata şefkatle bakacak, bu dünyada yapıp ettiklerinden dolayı hesaba çekileceğini bilecektir. İşte İslam medeniyeti böyle bir bilinç üzerine inşa edilmiştir. Bugün İslam dünyası, mensubu olduğu dinin ve onun var ettiği medeniyetin ne kadar farkında olduğunu düşünmek ve kendi öz eleştirisini yapmak durumundadır. İslam, insanlık için sadece sözle bulunulacak bir barış ve esenlik temennisinden ibaret değildir. Allah’ın barış ve esenlik çağrısı, insana bütün güç ve kudretini bu uğurda sarf etme, Allah’ın kulları arasında hikmet ve adaletle hükmederek süfli çıkar çatışmalarını sulh ve uzlaşmayla sona erdirme sorumluluğu yüklemektedir. İşte İslam medeniyeti, bu sorumluluğun tarih sahnesinde yerine getirilmesiyle Allah’ın insanlığa lütfettiği göz kamaştırıcı bir ödüldür. Müslümanlar, sadece kendi yurtlarında barış ve sükûneti sağlamakla kalmamış, aynı zamanda yeryüzünü selam ve eman yurdu hâline getirmek üzere beldeleri, kıtaları ve denizleri mescit edinmişlerdir. İslam medeniyeti, Allah için çarpan rikkatli yüreklerin, Allah’a yönelmiş huşu ve muhabbetin; beldelere, insanlara, toplumlara ve bütün mahlukata şefkat, merhamet ve hizmet olarak yansımasından ibarettir. Vârisi olmakla Rabbimize hamdettiğimiz bu medeniyetin hâlihazırdaki temsilcileri olarak uzamış bunalım dönemlerinin ardından bugün, Müslüman yurtlarının içine sürüklendiği derin krizlerin orta yerinde sorumluluğumuz gerçekten çok büyüktür. Din-i mübin-i İslam, yükümlülükleri karşısında süfli mazeretlere sığınmayı değil, emaneti kuşanmayı; sırf dünyevi tatminler için zenginlik ve refahı putlaştırmayı değil, Allah’a kulluk ve kullarına hizmet için yeryüzünün zenginliklerini adaletle paylaşmayı; mağdur ve mazlum insanları zulmün karanlıklarından Allah’ın aydınlığına ulaştırmayı emreder. Bugün ateş çemberinin ortasında yer alan ülkemizin, hâlâ bir esenlik ülkesi olarak umut vaat etmeye devam ediyor olmasında pek çok sebebin yanında, din eğitimi ve öğretimi ile din hizmetlerini başından beri ciddiye alarak bugünün dünyasında ikame etmeye çalışmasının payı asla göz ardı edilemez. Bu konularda her ne kadar ülkemizde zaman zaman bazı kırılmalar yaşanmış olsa da din eğitimi ve din hizmetleri diğer İslam ülkelerine nazaran çağımız şartlarında daha sağlıklı bir zeminde seyretmektedir. 14 asırlık bilgi ve medeniyet birikimiyle doğru ilişkiler kuran, Kerim Kitab’ın ayetleriyle tabiatın ayetlerini aynı hakikatin dile gelişleri olarak anlamaya çalışan; ulum-i diniyye ile fen ve sosyal bilimleri, ilahiyat eğitimiyle hikmet ve felsefeyi birlikte veren bir eğitim anlayışının ve kurumların varlığı, hiç kuşkusuz, bu zemini bizlere sağlamıştır. İmam-hatip liseleri ve ilahiyat fakülteleri gibi eğitim kurumlarımızda üretilen bilgiyi toplumun ve insanlığın istifadesine sunan Diyanet İşleri Başkanlığımızın varlığı, gerek yurt içinde ve gerekse yurt dışında barış, güven ve huzur vesilesidir. Ülkemizin en küçük yerleşim birimlerinden büyükşehirlerine, Afrika’nın uçlarından Latin Amerika ve Karayip Adaları’na kadar yerkürenin hemen her yerine, gerek yurt dışındaki millet varlığımıza, gerek gönül coğrafyamıza ve gerekse dünya Müslümanlarına götürülen hizmet ve faaliyetler, Başkanlığımızı küresel ölçekte hizmet sunan uluslararası bir kurum hâline getirmiştir. Bu durum, ülkemiz için hem büyük bir imkân ve fırsat hem de bizleri iman ve aşkla coşturan çok önemli bir husustur. Ancak itiraf etmek isteriz ki, 14 asırlık büyük bir mirası günümüze taşıma, onu bilme, doğru anlama, doğru yorumlama; yaşadığımız çağın devasa sorunlarını çözme ve gelecek nesillerin ihtiyacına göre yeni bir medeniyet inşa etme hususlarını dikkate aldığımızda hâlihazırda ürettiğimiz bilgi ve sunduğumuz hizmetleri yeterli görmek mümkün değildir. Bugün ülkemizin, gerek bölgemizde gerek gönül coğrafyamızda ve gerekse tüm dünyada bir umut adası olması, diğer konularda olduğu gibi dinî-ilmî sahalarda da bir başvuru mercii hâline gelmesi, çabalarımızı, çalışmalarımızı, kurum ve müesseselerimizi yeniden gözden geçirmemizi zorunlu kılmaktadır. Günümüzde İslam toplumlarının karşı karşıya kaldığı çatışmalara mesnet teşkil eden farklı dinî anlayışlar, İslam’ın evrensel mesajlarını görmezden gelerek kendi dar kalıpları doğrultusunda İslam’ı temsil etme iddiaları bulunmaktadır. Bugün her ne şekilde olursa olsun İslam’ı anlama ve yaşama biçimleri bir şekilde tarihsel köklere dayanmaktadır. Ancak medeniyetimizin harici ve dâhilî sadmelerin etkisiyle kırılmalar geçirdiği uzun yıllarda sömürgelerin, istilaların, işgallerin, istibdatların ve travmatik dönüşümlerin gölgesinde oluşan yaralı bilinçler, tercih ettikleri yol ve yöntemlerle uç noktalara savrulmuştur. Bunun bir nedeni de çağımızın egemen bilgi üretim mekanizmalarının, bilgiyi gücün ve hakikatin yegâne kaynağı olarak görmesi, pozitivist eğitim anlayışının bir şekilde dini anlama biçimlerine de yansımasıdır. Ayrıca çağımız ideolojiler çağıdır. İdeolojiler kendi hakikatlerini sloganlaştırıp onların uğruna mücadele etmeyi esas alır- MAYIS 2015 DİYANET AYLIK DERGİ 5 B A Ş M A K A L E lar. Maalesef çağımızda birtakım İslami hareketler, kendilerini ideolojilerin tesirinden kurtaramamışlardır. Diğer yandan sömürgecilik döneminde başlayıp halen devam eden Hristiyan misyonerliğinin bir eğitim ve yardım hareketi görüntüsü altında dünyada kendine bir alan açarak birçok bölgede güç ve nüfuz kazanmış olması da dikkatle incelenmesi gereken bir durumdur. Bu noktada Hristiyan misyoner organizasyonu ve faaliyet tarzını kendine örnek alan bazı dinî yapıların, güç ve çıkar ağına dayalı bir çalışma ağı oluşturarak kendi dinî söylemlerini tüm dünyaya model olarak sunmaları da calib-i dikkattir. Bütün bunların neticesinde oluşan anlayışlar, farklılıkları yok kabul etmekte ve kendisi gibi düşünmeyenleri kolayca hakikatin dışına itmektedir. Bu çerçevede modern zamanlarda ortaya çıkan nevzuhur dinî tezahürlerden biri var ki, İslam’ın cihanşümul hak ve adalet anlayışına; sevgi, şefkat ve rahmet mesajına gölge düşürmüş, medeniyet yürüyüşünü sekteye uğratmış, Batı dünyasında İslamofobinin oluşmasına sebep olmuş ve medeniyetler arası çatışma üretmek isteyen görüş ve çıkar odaklarının maşası hâline gelmiştir. Afrika’nın paylaşımı ve sömürgeleştirilmesi, Afganistan’ın işgali, Bosna ve Çeçenistan savaşları, Körfez Savaşı ve Irak’ın işgali, Libya ve Suriye’nin parçalanması ve bu coğrafyaların iç savaşlara sürüklenmesi gibi İslam dünyasının dinî ve kültürel fay hatlarını sarsan büyük acılardan sonra bu anlayış sömürge, şiddet, savaş, işgal ve istibdatların gölgesinde yetişen yaralı bilinçlerin, mağdur ve mazlum kimliklerin, hatta Batı’da varlıkları ve kimlikleri yok sayılarak ötekileştirilen genç kuşakların, uğruna canlarını verdikleri ve insanları hunharca katlettikleri bir kurtuluş ideolojisine dönüşmüştür. İslam dünyasının sorunlu bölgelerinde varlığını kuvvetlendiren bu anlayış, İslam’ın ilk fitne hâdiselerinde ortaya çıkan Harici unsurların düşünce, tavır ve diliyle de birleşince bugün itibarıyla din-i mübin-i İslam ve İslam toplumları için en büyük sorun hâline gelmiştir. Söz konusu anlayış, mutlaka tarihsel bir süreç içerisinde değerlendirilmelidir. Şöyle ki; İslam medeniyeti ve toplumlarında değişik ekol, mezhep ve meşreplerin var olduğu bilinen tarihsel bir gerçektir. Mezhepler, başlangıçta siyasi sebeplerle ortaya çıkmış olsalar da zamanla dinî hüviyetleri ağırlık kazanmış, İslam’ı anlama ve uygulamada zengin bir birikim oluşturmayı başarmıştır. Kur’an ve sünnetin anlaşılması ve dinin pratik hayatta uygulanmasıyla ilgili bir yöntem tartışması başından beri hep var olmuştur. Mezheplerin olgunlaşmasından epeyce zaman geçtikten sonra hakikatin geçmişte belirlendiği, dinin “selef” olarak nitelenen ilk nesiller tarafından en mükemmel biçimde anlaşılıp yorumlandığı şeklinde bir görüş ortaya çıkmış, Müslümanlar, ağır bunalımlar altında karşı karşıya kaldıkları problemlerle mücadele etmek yerine selefin çözümleriyle yetinmeye başlamıştır. Tarih boyunca İslam medeniyetinde egemen olmayan, şaz ve marjinal kalan bu anlayış, önceleri tamamen selefe ve dinî metinlere bağlılığı ifade ederken, Moğol istilasıyla birlikte zemin bularak bir eylem ve hareket alanına dönüşmüştür. Daha sonraları Osmanlı Devleti’nin dağılması sürecinde ortaya çıkan otorite zaafından istifade etmiş; Birinci Dünya Savaşı ortamında dâhilî ve harici etkenlerle siyasî bir güç elde ederek Arap coğrafyasında egemenlik oluşturmuş ve kurulan bazı devletlerin ideolojisi hâline gelmiştir. Bu anlayışa göre hakikat “selef” adı verilen sadece ilk üç neslin inhisarındadır. Selefin kendi devir ve şartlarını yorumlama ve karşılaştığı yeni problemleri çözüme kavuşturma çabasını tümüyle göz ardı eden bu anlayış, modern hayatla, modern bilim ve zihniyetle bir hesaplaşmaya girişmeksizin dinî bilgiyi ilk üç asırdaki çözümlerle sınırlandırarak dini, ferî çözümlerden ibaret donmuş bir hayat tarzına hapsetmiştir. Bu anlayış sahipleri, modernitenin etkisiyle ihdas ettikleri kendi hakikatlerini, ilk üç mübarek nesle izafe ettiklerinin de farkında olmamıştır. Kendi hakikatlerine ve dinî anlayışlarına inanmayanları, İslam’ın ana yolunun tarih boyunca prensibi olan “Ehlikıble tekfir edilmez.” düsturunu yok sayarak kolaylıkla tekfir eden bu zihniyet, kendi dışındaki bütün inanış ve mezheplerle savaşmayı cihat olarak kabul etmeye başlamıştır. Bunlara göre Müslümanların kıyamete kadar karşılaşacakları her mesele ilk nesillerce çözüme kavuşturulduğu için halefin, yani sonraki nesillerin Kur’an ve sünnet yanında akıl, re’y ve içtihada yer veren dini anlama metotları, doğru ve geçerli değildir. 6 DİYANET AYLIK DERGİ MAYIS 2015 Bu anlayış, kendisini akıl, içtihat ve re’y karşısında muhalif bir karşıtlık üzerine konumlandırmış, dinî anlayış ve kavrayışı selefin eserinden/geleneğinden ibaret kabul ederek İslami bilgi kaynağını dirayetten arındırılmış rivayete indirgemiştir. Bu anlayışa göre doğrudan nasslara başvurmak yerine, fıkhi konularda farklı metot takip ederek oluşan mezhepler ve tarih boyunca medeniyet üreten bütün düşünce okulları ehlibidat; irfan geleneğimizin deruni dinî tecrübesini yaşayan bütün tasavvuf mektepleri de ehlidalalettir. Bu anlayışta bütün tekkeler, zaviyeler, türbeler, tarihî eserler, yıkılması ve tahrip edilmesi gereken birer şirk unsuru olarak kabul edilmiştir. Bu düşüncede Allah’ın cemal sıfatının bir tezahürü olarak İslam medeniyetinin var ettiği bilim, sanat, estetik, edebiyat, bediiyyat ve mimarinin herhangi bir yeri ve değeri yoktur. Dinî metinleri kanun metni gibi algılayan, bunlardaki hikmet ve gayeyi yok sayan bu anlayış, kendi yorumunu bizatihi dinle özdeşleştirerek bir hakikat tekeli ihdas etmiştir. Kur’an’la ilişkisi lafzi ve harfî, sünnetle ilişkisi zahiri ve şeklî olan, Allah’ın insana bahşettiği akıl ve istidatları vahyin karşısına koyarak reddeden bu anlayış, tarih boyunca İslam’ın ana yolunu temsil eden ehlisünneti kendi tekeline alarak, diğer bütün mezhepleri ötekileştirerek, mezhep çatışmalarına zemin hazırlamış, medeniyet içi bir çatışma isteyen siyasal mühendisliklere de hizmet eder hâle gelmiştir. Dini şekilciliğe mahkûm eden bu anlayış, ibadetlerde içtenliğin yaşanması, Allah sevgisinin mahlukata şefkat olarak yansıtılması, yaratılanın yaratandan ötürü hoş görülmesi, insanları rahatsız ve huzursuz etmekten sakınılması gibi ahlaki hassasiyetlerin kaybolup gitmesine neden olmuş; din adına sadece baskı, şiddet, vahşet, dehşet ve zulüm üretmiştir. Başından beri İslam medeniyetinin bir emaneti olarak kabul edilen ve Müslümanlarla birlikte yaşama ahlakı ve hukuku çerçevesinde iç içe olan ehlikitap ve diğer dinî azınlıklar üzerinde korku üreten bu zihniyetten dolayı ne yazık ki barış ve esenlik dini olan İslam, şiddet ve terörle yaftalanmaya, İslam toprakları ise selam ve eman yurdu olmaktan uzaklaşmaya başlamıştır. Bu akım ve anlayış, Allah yolunda çaba sarf etmek anlamında müminin her türlü gayretini kapsayan cihadı, neredeyse “modern bir savaş doktrini”ne indirgemiştir. Böylece İslam’ı sevgi, barış, merhamet ve adalet dini olarak tanıma/tanıtma ve anlama/anlatma imkânını ortadan kaldırmış; gittikçe fanatik bir şiddet sarmalına evrilerek başka dünyalarda ve özellikle Batı’da İslam’ın ve Müslümanların bir fobi kaynağı hâline getirilmesine neden olmuştur. İslam medeniyetinde ve günümüzde üzerinde çokça konuşulan ve tartışılan bir başka anlayış da tasavvufla ilgilidir. Daha çok kişinin kendi nefsini tezkiye etmesi ve ferdin ıslahından cemiyetin ıslahına ulaşılması üzerine kurulan bu anlayış, başından beri toplumsal bir olgu olarak tarihimizde var olmuştur. İlk fitne dönemlerinde din eksenli siyasal çatışmalardan uzaklaşan ve daha sonraları özellikle Emevi saltanatının güç ve çıkar ilişkilerine bir tepki olarak deruni dinî tecrübeyi bir yol ve yöntem olarak kabul eden tasavvufi anlayış, dünyevileşen İslam algısı karşısında uhreviliği öne çıkararak dinin ihsan boyutunu, zühd ve takvayı esas almış, Allah’ın murakabesini tüm iş ve anlayışlarına temel kılmıştır. Anadolu’nun ve Balkanlar’ın Müslümanlaşmasında büyük bir fonksiyona sahip olan bu gelenek, daha sonraları istila ve işgal yaşayan bölgelerde hem Müslümanlığın muhafazasında hem de kurtuluş mücadelelerinde büyük hizmetler görmüştür. Her türlü ahlaki eğitimle nefislerdeki azgınlıkları terbiyeyi esas alan tasavvuf, İslam medeniyetinin en önemli ahlak okulu olma özelliğini bugüne kadar korumuştur. İnsanın fıtratında böyle bir dinî tecrübeye her zaman ilgi bulunduğu inkâr edilemez. Ancak söz konusu ilgi ve düşüncenin kurumsallaşarak organize bir yapı kazanmasıyla birlikte züht ve takvaya yönelik hassasiyetlerin yerini, bu organize yapıların çıkarlarını gözeten reflekslerin aldığı da bilinen bir husustur. Tasavvufa dayalı dinî yaklaşımların, Kur’an ve sünnet çizgisinde kaldığı müddetçe insanın otokontrol ihtiyacını karşıladıkları muhakkaktır. Ancak bu tecrübenin kişisel olduğu, herkesi bağlayıcı olmadığı da bilinmelidir. Zira bu tecrübe, dinin doğru bilgisinden koptuğu takdirde kolayca subjektif bir hâle evrilebilmekte, eğitim ve pedagoji açısından da istismara dönüşebilmektedir. Bilhassa tasavvufi düşüncenin MAYIS 2015 DİYANET AYLIK DERGİ 7 B A Ş M A K A L E kurumsallaşmasıyla oluşan yapılar, zaman zaman teorik çerçevelerinin dışına çıkarak etki alanlarını güçlendirme adına pragmatizme kayabilmekte ve varlıklarının devamı için dünyevi kaygılarla hareket edebilmektedir. Burada bireyin güç ve çıkarından ziyade kurumsal güç ve çıkar, bütün hakikatin önüne kolayca geçebilmektedir. Maalesef günümüzde tasavvufi karakterdeki bazı yapıların gelenekteki temel hassasiyetlerden uzaklaşarak dünyevi çıkar organizasyonları hâline geldiği görülmektedir. Müntesiplerinin nefis murakabesinin ve terbiyesinin büyük ölçüde sözde kaldığı bazı uygulamalarda mutlak bağlılık terbiyesi esas hâline gelmiştir. Bir kısım yapılarda dinin sahih bilgisini referans almaktan ziyade kişilerin subjektif görüş ve rüyaları önemli bir bilgi kaynağına dönüşebilmektedir. Bilinmelidir ki İslam’da akıl ve irade, mükellef olmanın en başta gelen şartıdır. Söz konusu bazı tasavvufi yapılarda ise akıl ve vahiy çoğu zaman bir bilgi kaynağı olmaktan çıkmakta, kişi mürşidinin karşısında âdeta gassalın önündeki meyyit misali iradesini mutlak teslim etmektedir. Modern zamanlarda yeryüzü ahalisinin topyekûn içine sürüklendiği maddiyat düşkünlüğü, güç ve çıkar tutkusu, tüketim iştahı ve aşırı dünyevileşme olgusu karşısında insanların manevi ihtiyaçlarını karşılamak için bir sığınma limanı olarak görülmesi gereken bu yapıların, zamanla dünyevileşme meyilleri ve hâkimiyet çabalarıyla hem dinî hem de sosyal meşruiyetleri tartışılır hâle gelmektedir. İslam’ın rahmet mesajlarının yeryüzüne yayılmasında, medeniyetimizin sevgi, aşk ve merhamet boyutunun öne çıkmasında işlevi yüksek olan irfan geleneğimizin ve tasavvufi ekollerin, günümüz tezahürlerinin tarihsel misyonlarına uygun şekilde kendi iç muhasebelerini yapmaları elzemdir. Bugün tarihsel referansına uygun olmadığı hâlde bu yapıların bir kısmı başkalaşarak varlığını devam ettirmektedir. İhvanlık hâli İslam’ın özündeki uhuvveti zedelemeden, tekkenin varlığı İslam’ın varlığının önüne geçmeden, kişinin aklını ve iradesini bir başkasına teslim etmeden bu tecrübenin züht, takva ve ihsan boyutunda yaşanması başta Müslümanlar olmak üzere bugünün dünyasında herkes için manevi bir ihtiyaçtır. Üzerinde durulması gereken bir başka olgu da özellikle bütün dünyayı kurtarma iddiasıyla ortaya çıkan ve mega idealler peşinde koşarak bir misyon edasıyla hareket eden dinî yapılardır. Bu tarz yapıların, özellikle sömürgecilik döneminden itibaren başlayan, çağımızda da bir hayli etkili olan kilise tarihinde de görüldüğü bilinmektedir. Uluslararası siyasi güçlerden kendilerini korumaları pek mümkün olmayan bu tarz hareketler, görünenden farklı bir ajandayı esas alarak faaliyet yürütmektedir. İlişkileri ve işleyişleri şeffaf ve legal olmadığı için değerlendirilmesi oldukça zor olan bu yapılar, iyi niyetle ilk bakışta masum bir görünüm sergilemektedir. Başlangıçta bir kişi etrafında oluşan bu hareketler, zamanla kendi içinde bir yapıya, bir söyleme, bir gayeye ve büyük bir hedefe dönüşmektedir. Dinî referanslar ve peygamberlerin mücadelesi dahi daha çok araçsal bir boyut kazanan bu hareketlerde başarıya endeksli olmak büyük bir amaç hâline gelmektedir. Kendilerinin dışındaki hareket ve oluşumlara karşı mücadelede her yolun mubah sayıldığı bu yapılar, her türlü ortama uyum sağlamaya ve gizliliğe büyük önem atfetmektedir. Şahıs merkezli bu hareketlerde ahireti kazanma karşısında akıl ve vahiy devre dışı bırakabilmekte, körü körüne itaat kültürüyle iradeler teslim alınabilmektedir. Unutulmamamalıdır ki İslam’a göre hakikat hiç kimsenin tekelinde değildir. Mümine düşen, hakikati kendi avucunda görmek ve insanları kendi hakikatine davet etmek değil, daima hakikatin yolunda olmaktır. Elbette İslam yardımlaşma ve dayanışmayı esas alan bir ahlak doğrultusunda birlik olmayı ve tüm Müslümanların ortak hedef, ortak gaye ve ortak idealde birleşmelerini ister. Ancak Kur’an-ı Kerim, Hristiyanlık ve Yahudilik örneklerinde olduğu gibi fırka ve hiziplere bölünmeyi, kendinden başkasına cenneti layık görmeyen kibirli ve müstağni dindarlıkları zemmeder. İslam’ın daveti ve tebliği aşikârdır. Meşru olan gayeye hiçbir zaman gayrimeşru yöntemlerle ulaşılmaz. Hile yapmak, şantaj uygulamak, desise oluşturmak ve 8 DİYANET AYLIK DERGİ MAYIS 2015 fitne çıkarmak İslami ahlakın asla tasvip etmeyeceği hususlardır. İslam fitneyi savaştan beter görür. Dini, kişilere ve anlayışlara hasretmeyi değil, Allah’a has kılmayı ve tüm eylemlerin sadece O’nun rızasına uygun olmasını ister. Bilinmelidir ki, İslam dini hak, hukuk ve adalete dayalı faziletli ve ahlaklı bir toplum inşa etmeyi ister. Bunu, bir dinî sorumluluk ve vecibe olarak görür. Bu anlamıyla İslam sadece bireysel ritüellerin ikamesine dayalı dinî vazifelerin yapılmasını isteyen bir din değildir. İslam, hem bu dünya hem de ahiret hayatının saadet ve mutluluğunu esas alır. İslam’ın ibadet anlayışı bütün yapıp ettiklerimizi ve tüm amellerimizi kapsar. Ubudiyet, kişinin başta yaratıcı olmak üzere kendisiyle, yaşadığı toplumla ve tabiatla olan ilişkilerinin tümünü içine alır. Bu anlamıyla toplumsal sorunlarla ilgili olmak Müslümanlığın bir parçasıdır. Toplumsal iş ve eylemlerde hakkı, hukuku ve adaleti esas almak Müslümanlara yüklenen bir görev olmanın yanında Allah’ın rızasını kazanmanın da bir gereğidir. Hiçbir kişisel menfaat ve çıkar, bu rızanın kazanılmasının üstünde görülemez. Toplumsal birlik ve beraberliğin en önemli ortak paydası dindir. İslam, hiç kimsenin ve hiçbir yapının dini, bir çıkar aracı hâline getirerek güç ve menfaat kaynağına dönüştürmesine onay vermez. Dinî yorum, fikir ve görüşler, tarihte olduğu gibi günümüzde de farklılık arz edecektir. Bu farklılıklar, medeniyetimizin bir zenginliğidir. Bu durum, aynı zamanda İslam’ın dinî düşünce alanında bireylere tanıdığı özgürlüktür. Aslolan, düşünceden ziyade eylemlerin toplumsal bir ifsada ve zarara neden olmamasıdır. Kişi kendi dinî anlayışını hakikat gibi telakki edebilir; ancak karşısındakini ötekileştirerek tekfir edemez, onun hayat hakkını yok edemez. İslam, evrensel mesajlar içeren bir dindir. Yerel özellikler dikkate alınmadan, tarihsel uygulamalar irdelenmeden İslam’ın evrensel mesajları doğrultusunda bir medeniyet inşa etmek mümkün değildir. Biz Müslümanlar için daima biri geçici ve küçük, diğeri ise kalıcı ve büyük olmak üzere iki aidiyet söz konusudur. Bir aileye, bir ırka, bir gruba, bir mezhebe, bir meşrebe, bir cemaate, ibr ideolojiye olan intisabımız geçici, yani küçük mensubiyetimizdir. Asıl büyük aidiyet ve mensubiyetimiz ise İslam ailesine olan mensubiyetimizdir. Geçmişte olduğu gibi günümüzde de Müslümanlar için en büyük tehlike, küçük mensubiyetleri kimliğe dönüştürerek büyük mensubiyetin önüne geçirmeye kalkışmak olmuştur. Dinî yaklaşımlar, hiçbir zaman köklü geleneğimizden ve medeniyetimizden aldığımız güçle geleceğe güvenle bakmamızın önündeki engeller hâline gelmemelidir. Aksine bu farklı oluşumların ürettiği farklı tonlardaki enerji, aynı tayfta kırılarak düşünce ufkumuzu aydınlatabilmelidir. Bugün Müslüman yürekleri zayıflatan, birlik ve bütünlüğümüzü içten içe kemiren, geleceğimize endişe yükleyen sorun, dışlama, sevgisizlik, tahammülsüzlük hastalığıdır. Bu hastalık, son kırk elli yılda bizim coğrafyamıza yine Müslüman bildiğimiz coğrafyalardan bulaşmıştır. Yabancı kaynaklı nevzuhur dinî hareketler de aynı şekilde halkımızı, ilim ve fikir insanlarımızı, geleceğimiz olan gençlerimizi, kurumlarımızı tehdit etmektedir. İslam’ın müntesiplerinin yerel, bölgesel ve küresel ölçekteki sorunları iç içe geçerek büyümektedir. Hiçbir metodolojiye, usul ve erkâna bağlı olmaksızın Müslümanların halis duygularını kendi emelleri için kullanmaktan çekinmeyenler, sonuçta ortaya kötürümleşmiş bağlılıklar bırakmaktadır. Zaman akıyor ve biz bu meselelere ne gibi çözümler üretebildiğimiz hakkında sorumluyuz. Tarihin yeniden şekillendiği, ortak aklın harekete geçmesine en çok ihtiyaç duyduğumuz bu dönem, bizleri hiçbir hesap hatasını kaldırmayacak bir dikkate zorlamaktadır. İmanımızı çekilmez polemiklerle oyuna getirmeye çalışan, renkli öğretilerin gölgesinde din kardeşliğimizi talan eden, köklü geleneğimize haset dolu gözlerle bakarken hoyrat bir dille hakaret eden, akıl, izan ve ferasetten yoksun her türlü çaba karşısında uyanık olmak zorundayız. Uyarmak, uyandırmak, temkinli olmak, inisiyatif almak, “İslam dünyasında neler oluyor?” sorusunun her zamankinden daha ağır ve daha derin olan cevaplarını bulmak ve vermek zorundayız. MAYIS 2015 DİYANET AYLIK DERGİ 9 G Ü N D E M İSLAM DÜNYASINDA Yeni Dinî Hareketler Yrd. Doç. Dr. Faruk SANCAR Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Çağdaş dönemdeki Selefiyye terimi, herkesin gaye, hedef, beklenti ve stratejisine göre anlamı genişleyebilen bir mahiyete sahiptir. Bu itibarla söz konusu terimin bir mezhebin ismi olmaktan ziyade bir düşünce, paradigma hatta bir ideolojiyi ifade eden şemsiye bir kavram olduğu söylenebilir. Bu sebeple Selefilik derken aslında tek bir Selefilikten bahsedilemeyeceği de önemle vurgulanmalıdır. 10 DİYANET AYLIK DERGİ MAYIS 2015 İSLAM dünyasının son iki asırdır yaşadığı siyasi ve toplumsal travmaların en belirgin yansımalarını yeni birer dinî hareket olarak tanımlanabilecek neoselefi cereyanlar içerisinde görmek mümkündür. Burada söz konusu edilen Selefilik ile İslam’ın erken döneminin kurucu ve örnek şahsiyetlerine referansta bulunmayı ifade eden selef kavramı arasında isim benzerliği dışında ciddi bir benzerlik kurmak doğru değildir. Zira selef-i salihin veya ehl-i sünneti hâssa olarak da isimlendirilen bu dönemin fazilet ve rehberliği hususunda bütün İslam ekollerinin ittifakı söz konusudur. XIX. yüzyılın başlarında filizlenen ve özellikle XX. yüzyılın ikinci yarısından itibaren kendini belirgin bir özne hâline getiren yeni Selefi hareketler ise aynı hürmeti elde etmek şöyle dursun, metotlarına, mahiyetlerine ve yerliliklerine dair sürekli bir sorgulamanın muhatabı olmuşlardır. Bu yeni selefi dünce tarzının son otuz yıl içerisinde bünyesinden çıkardığı el-Kaide, Taliban, eş-Şebâb, Işid/ Deaş, Boko Haram ve benzeri cihatçı İslami grupların söylem, tutum ve eylemleri göz önünde MAYIS 2015 DİYANET AYLIK DERGİ 11 İbn Teymiyye G Ü N D E M bulundurulduğunda söz konusu hareketler hakkındaki şüphelerin hiç de yersiz olmadığı görülmektedir. Çağdaş dönemdeki Selefiyye terimi, herkesin gaye, hedef, beklenti ve stratejisine göre anlamı genişleyebilen bir mahiyete sahiptir. Bu itibarla söz konusu terimin bir mezhebin ismi olmaktan ziyade bir düşünce, paradigma hatta bir ideolojiyi ifade eden şemsiye bir kavram olduğu söylenebilir. Bu sebeple Selefilik derken aslında tek bir Selefilikten bahsedilemeyeceği de önemle vurgulanmalıdır. Yöntem ve düşünce tarzı açısından birbirinden farklı onlarca hareketin kendisini bu sıfatla nitelendirmesi en radikal düşünce ve tedhiş grupları tarafından bu ismin memnuniyetle kullanılması da bu tespiti desteklemektedir. Kendileri açısından bu ismin 12 DİYANET AYLIK DERGİ MAYIS 2015 tercih edilmesinde özellikle İbn Teymiye ve İbn Kayyim çizgisinden aldıkları ilhamın etkisi kadar önceki nesillerin kutsallığı düşüncesine dayanarak kendi meşruiyetlerini sağlama faydacılığının tesirinden de söz edilebilir. Her ne kadar bu zümreler kendilerini erken dönem selefiliğine nispet etseler de modern Selefi hareketlerin kökenine yönelik analizlerin ucunun çoğu kez iki asırlık Vehhabilik öğretisiyle kesiştiğini söylemek daha doğru olacaktır. Selefiliğin tarihi bir hayli eski olsa da yarı siyasi yarı dinî bir ideoloji olan çağdaş Selefiğin başlangıcını XVIII. asırda Muhammed b. Abdülvehhap (1703-1792)’ın fikirleri etrafında oluşan Vehhabilik hareketine dayandırmak mümkündür. Hanbeli bir gelenekten gelen Muhammed b. Abdülveh- hap ile o sırada Deriyye emiri olan İbn Suud arasında “silah gücüyle de olsa Allah kelamını hâkim kılmak” üzere varılan anlaşma uyarınca artık kendi dinî anlayışları dışındaki zümreler üzerinde silah kullanmanın meşruiyeti temin edilmiş oluyordu. Bu hareketin ilk düşmanı o sırada bölgenin hâkimi olan Osmanlı Devletiydi. Tevhidi tesis etmek, bidatleri ortadan kaldırmak ve asr-ı saadete dönmek gibi görünüşte temiz ideallerle zuhur eden bu hareket ve yine daha sonraları aynı ideallerden beslenen diğer Selefi anlayışlar kendilerini hakikatin yegâne temsilcisi olarak görmeleri sebebiyle Müslüman kardeşlerinin kanını helal görme noktasında herhangi bir tereddüt göstermiyorlardı. Günümüze gelecek olursak özellikle Suudi Arabistan’ın 1970’li G Ü N D E M yıllarda elde ettiği ekonomik refah ve dünyaya açılma stratejisiyle birlikte o zamana kadar kapalı devre ve dar bir muhitte faaliyet yürütmüş olan Selefiler, İslam coğrafyasında daha önceden tanık olunmayan bir pozisyon elde etmeye başladılar. Ayrıca Arap coğrafyasındaki tek tipçi baasçı totaliter yönetimlerin baskısından kaçan İslamcı önderlerin ve akademisyenlerin Suud üniversitelerinde istihdam edilmesi ve onların da katkısıyla değişen Vehhabiliğin bir bakıma mutasyona uğramasıyla beraber Selefilik daha baskın bir şekilde cihatçı karaktere bürünmüştür. Bu yönüyle Suudi Arabistan’daki yerleşik selefi zihniyetin dahi bu yeni kontrolsüz cihatçı eğilimden ciddi rahatsızlık duyduğunu iddia etmek yanlış olmaz. Nitekim 1979 yılındaki kanlı Mescid-i Haram baskının önderi Cüheyman el-Uteybi ve taraftarlarının, Suud rejimini kâfirlerle ittifak yapmak, doğal kaynakları onlara peşkeş çekmek ve nihayetinde de kâfir ve müşriklere karşı sürdürülen cihadı engellemekle suçladığı bilinmektedir. Yeni Selefi hareketler açısından bu aşama sadece uluslararası Siyonist ve sömürgeci batılı güçlere karşı değil, kendileri açısından işbirlikçi olarak gördükleri birey toplum ve iktidarlara karşı da siyasi ve silahlı bir mücadeleyi benimsemeleri sebebiyle cihadi selefilik olarak anılmaya başladıkları döneme tekabül eder. İslam coğrafyası bu tarihlerden sonra istikrarsızlığın boy gösterdiği her bölgede Selefi Genelde Selefilerin özelde ise yeni Selefi/ cihatçı grupların siyasi ideolojilerini oluşturan zihniyetin temel iman kabulleriyle ilişkili olduğunu söylemek zorundayız. söyleme sahip cihatçı grupların ortaya çıkmasına tanıklık edecektir. Bunun ilk örneği ise Sovyetlerin Afganistan’ı işgal etmesinin ardından gerçekleşmiştir. Afganistan’ın işgalden kurtarılması için sürdürülen mücadele için bölgeye gelen cihatçı gruplar düşünce ve idealler açısından homojen olmasa da düşmanın kimliği ve mücadelenin meşruiyeti konusunda hemfikirdiler. Bu durum savaşın ardından birbirilerini tekfir etme ve kanlarını helal görme aşırılığına savrulacak bu grupların savaş süresince kendi aralarındaki ihtilaflarını dondurmalarına ve ertelemelerine imkân tanıyordu. İşgalin bitmesiyle birlikte ciddi bir savaş tecrübesi de elde etmiş olan bu insanlar kendi ülkelerine kabul edilme hususunda zorluklarla karşılaştılar. Böylelikle düşünce kodları açısından son derece katı ve aynı zamanda büyük bir savaş kabiliyetine sahip olan kontrolsüz militer gruplar dünyanın dikkatini çekmeye başladı. Özellikle de 11 Eylül saldırılarıyla birlikte dünya gündeminin en önemli başlıklarından biri hâline geldi. Bundan dolayı cihatçı Selefi hareketlerin zihnî alt yapısının tahlili bu sorunun çözümü ve boyutlarının tespiti bakımından önem arz etmektedir. Genelde Selefilerin özelde ise yeni Selefi/cihatçı grupların siyasi ideolojilerini oluşturan zihniyetin temel iman kabulleriyle ilişkili olduğunu söylemek zorundayız. Bu grupların son otuz yıl içerinde uyguladıkları tedhiş eylemlerinin muhataplarının ve sebep oldukları ölümlerin %80’inin Müslüman bireyler olduğu göz önünde bulundurulduğunda, bu zümreleri böylesi soğukkanlı şekilde Müslüman kanı dökmeye iten inanç dinamiklerinin tespit edilmesi önem arz etmektedir. Her ne kadar bu hareketlerin birçok bakımdan klasik Selefilikle aralarında derin farklılıklar bulunsa da gerek klasik Selefilerin gerekse de bu yeni grupların inançları arasında bazı ortak kabullerin bulunduğu da ifade edilmelidir. İslam’ı şiddet merkezli bir kabule hapseden bu akımların zihin çözümlemesi yapıldığında şiddete yönelik motivasyonlarının iman ve imanın mahiyeti hakkındaki tercihlerine dayandığını ifade etmek yerinde bir tespit olacaktır. Onlara göre iman; tasdik, ikrar ve amelden oluşmaktadır. Allah’ın zatı hakkında Kur’an ve hadislerde nispet edilen bütün bilgilere herhangi bir tevilde bulunmaksı- MAYIS 2015 DİYANET AYLIK DERGİ 13 G Ü N D E M Selefçi/cihatçı grupların son otuz yıl içerinde uyguladıkları tedhiş eylemlerinin muhataplarının ve sebep oldukları ölümlerin %80’inin Müslüman bireyler olduğu göz önünde bulundurulduğunda, bu zümreleri böylesi soğukkanlı şekilde Müslüman kanı dökmeye iten inanç dinamiklerinin tespit edilmesi önem arz etmektedir. zın olduğu gibi iman etmek gerekir. Tevhit onlara göre rububiyet, uluhiyet ve amellerle ilgili boyutları havidir. Muvahhit olduğunu iddia eden kimsenin bu boyutların her birini eksiksiz ikmal etmesi zorunludur. Bu konuların herhangi birisinde eksiklik gösteren kimse şirke düşmüş olur. Dolayısıyla kâfir olur ve tekfir edilir. Kebair olarak isimlendirilen büyük günahları işlemek de kişiyi küfre düşürür. Küfür ve şirk hiçbir nedenden ötürü mazur görülemez, müsamahayla karşılanamaz ve Müslüman olarak bilinen kimselerden sadır oldu diye haklarında hüsnüzan beslenip hükmü Allah’a havale edilemez. Onlara göre böyle bir tercih irca anlamına gelir ki bu da sapık 14 DİYANET AYLIK DERGİ MAYIS 2015 Mürcie mezhebinin tercihidir. Bu hareketlerin temel görüşlerinden birisi de herhangi bir mezhebin mukallidi olmayı şiddetli bir şekilde eleştirmeleridir. Zira onlara göre Kur’an, sünnet ve sahabe kavli gibi şer’i delilleri anlama yeterliliğine sahip olmayanların çevrelerindeki âlimlerin fetvalarıyla iktifa etmeleri yeterlidir. Bu anlayış sadece belli başlı fıkıh ekollerinin mukallidi olmayı değil bütün tasavvuf ekollerini, kavramlarını ve pratiklerini en hafifiyle bidat kategorisi içerisinde değerlendirmektedir. Bu noktada tespit edilen bidatlerle tebliğ, vaaz, ikaz, münakaşa yöntemleriyle mücadele etmek eğer hâlâ bidatten şirk ve küfürden vazgeçilmezse zor kullanmak suretiyle bu sorunları ortadan kaldırmak şer’i bir vazife olarak görülür. Bu nitelikleriyle İslam’ın en tutucu ve muhafazakâr kanadını temsil eden Hanbeli çizgiye benzerlikler gösteren modern Selefilik kullandıkları metot, söylem ve eylemleri açısından çok daha uç bir noktaya savrulmuştur. Bu zümrelerin bu şekildeki ötekileştirici tutumlarının altında inanç ve ideolojilerinin doğruluğu hususundaki kesin kanaatleri yatmaktadır. Bu konudaki mutlak kabulleri bir taraftan tedhiş eylemlerinin meşruiyeti noktasında vicdanlarında oluşabilecek istifhamları ortadan kaldırırken; diğer taraftan kendi aralarındaki bölünmenin fitilini ateşlemektedir. Zira değişen şartlara göre dinî metinler sürekli yorumla- nırken zorlanılan yerde ortaya atılan farklı görüşler, geleneği temsil eden anlayışlarla yeninin peşinden gitmek isteyen akımlar arasında cepheleşmeye sebep olmakta ve tartışma kısa bir süre içerisinde bidat, küfür ve şirk kavramları etrafında alevlenmektedir. Bundan dolayı birbirinden farklı hatta hasım olan birçok farklı Selefi akımla karşılaşmak mümkündür. Yukarıda zikrettiğimiz iman kabullerinin büyük kısmı aslında Müslüman kitlenin çoğunluğunu ifade etmesi sebebiyle sevâd-ı âzam olarak isimlendirilen Sünni camianın da ortak kabullerini ifade eder. Ne var ki arada şöyle büyük bir fark söz konusudur. Ehlisünnet anlayışı mümin olduğunu ikrar eden kişinin herhangi bir fiil ve sözünden ötürü tekfir edilmesi konusunda son derece ihtiyatlı bir çekimserlik sergilerken; bu yeni Selefi söylem ise aceleci bir peşin hükümlülük gösterir. Gazali’nin ifadeleriyle söyleyecek olursak “kişinin imanı konusunda yanılmak, küfrü konusunda yanılmaktan evladır” şeklindeki temel strateji bu yeni hareketlerin ötekileştirici tavrıyla ehlisünnetin kapsayıcı tavrı arasındaki farkı göstermesi bakımından kayda değerdir. Bu yönüyle bu hareketler her ne kadar kendilerine bu ismi yakıştırmasalar da yeni Selefilikten daha ziyade neoharici yani yeni Haricilik olarak isimlendirilmeyi hak etmektedirler. G Ü N D E M Orta Doğu’da Çatışan Siyasi Çıkarlar mı, Mezhep mi? Prof. Dr. Birol AKGÜN Yıldırım Beyazıt Üniversitesi SBF BUGÜNLERDE hangi haber kanalını veya gazeteyi açsanız mutlaka İslam dünyası ile ilgili iç karartan çatışma ve ölüm haberlerini görüyorsunuz. Cuma namazı için camiye toplanan cemaate karşı girişilen intihar saldırıları, farklı İslami gruplar için kutsal sayılan dinî mekânlara yönelik bomba- lamalar, muhalif gruplara karşı kimyasal silah kullanılarak yapılan kitlesel kıyımlar ne yazık ki bizim de parçası bulunduğumuz Orta Doğu coğrafyasındaki Müslüman ülkelerde vuku buluyor. Pek çok Batılı ülke aydını bizim bölgemizdeki son çatışmaları dinî ve mezhepsel motivasyonlarla a- MAYIS 2015 DİYANET AYLIK DERGİ 15 G Ü N D E M isimleri farklı ama siyasi davranış kodları aynı olan ve sözde dine hizmet ettiklerine inanan terör grupları üzerinden İslam ve Müslümanlar kendi aralarında çatışmaya itiliyor. çıklama eğilimindeler. Hristiyan dünyasında Katolikler ve Protestanlar arasında 17. yüzyılda yaşanan kanlı çatışmalara istinaden Müslüman Ortadoğu’nun kendi içinde iki ana akım olan Sünniler ve Şiiler arasında “Otuz yıl savaşlarının” başladığından söz ediyorlar. Uzun mezhep savaşları sonrasında imzalanan Westphalia antlaşmasıyla Avrupa’da egemen devletlerin ve laikliğin doğması gibi, Ortadoğu’da da ancak uzun din savaşlarından sonra Müslüman modernleşmesinin önünün açılacağı beklentisi vurgulanıyor. Bu tür değerlendirmelerin ne kadar gerçeği yansıttığı, ne kadar kendi temennileri olduğu ise ayrı bir tartışma konusudur. Ancak ortada inkârı mümkün olmayan bir gerçek var ki, İslam dünyasının en kritik merkezleri bugünlerde isyanlar, iç çatışmalar ve dış müdahaleler ile yangın 16 DİYANET AYLIK DERGİ MAYIS 2015 alanına dönmüş durumda. Suriye’deki kriz beşinci yılına girdi. Sayısını bile bilemediğimiz sayıda insan hayatını kaybetti; milyonlarcası ülkesini terk etmek zorunda kaldı. Afganistan ve Irak halkı 2002’den bu yana çatışmalardan kurtulabilmiş değil. Libya ve Yemen Suriyelileşme yolunda hızla ilerliyor. Arap Baharının örnek ülkesi sayılan Tunus’taki demokratik başarı ise kanlı terör saldırıları ile gölgelenmek isteniyor. Barış ve huzur dini olan İslam’ın yaşandığı coğrafyada huzur ve istikrar kalmadı. Huntington’un 1990’lı yıllarda dile getirdiği “İslam’ın kanlı sınırları” tezi âdeta adım adım hayata geçiriliyor. İslam dünyası içeriden çökertiliyor. Medeniyetler çatışması tezi tutmadı; şimdi İslam medeniyetinin kendi içindeki teolojik ve siyasi fay hatları harekete geçiriliyor. IŞİD’den Boko Haram’a kadar Son olarak Yemen’deki İran destekli Husiler’in Aden’e doğru ilerleyişi, Suudi Arabistan liderliğinde Arap Birliği ülkelerince oluşturulan koalisyonun bu ülkeye müdahalesine yol açtı. Arap dünyasında medya ve dinî liderler Şii İran’ın, Irak ve Suriye’nin ardından Yemen’i de siyasi hâkimiyeti altına almasının mutlaka durdurulması gerektiği propagandasını yapıyorlar. Sünni Arap dünyası İran yayılmacılığına karşı işbirliği ve dayanışmaya çağrılıyor. Bu amaçla Arap ülkeleri arasında ortak bir ordu kurulması kararlaştırılmış durumda. İran ise Batıyla vardığı nükleer antlaşmanın sağladığı rahatlıkla Kerbela ve Necef’in (Irak) Şiilerin başkenti olduğunu ilan ederek Sünni Arap dünyasının korkularını haklı çıkarıyor. Peki, gerçekten Ortadoğu’da olup bitenler bir mezhep çatışması mı, yoksa siyasi çatışmalar, mezhebî argümanlar üzerinden meşrulaştırılmaya mı çalışılıyor? Mezhepsel söylemler siyasi çatışmaları örtüyor Öncelikle şunu belirtmek gerekir ki, İslam dünyasındaki çatışmalar Batılıların anladıkları anlamda dinî/mezhebî eksenli çatışmalar değildir. Çatışmaların temelinde bir yandan devletler arasında bölgenin geleceğine ilişkin bir güç ve hegemonya mücadelesi, diğer G Ü N D E M yandan ise Arap coğrafyasındaki otoriter rejimlere karşı halkların özgürlük, demokrasi, onur ve adalet arayışları yatmaktadır. Dinî, mezhebî veya etnik argümanlar, ister devlet temelinde olsun isterse ulus altı grupların iktidar mücadelesinde olsun çoğu zaman kitleleri kendi amaçları doğrultusunda mobilize etmede siyasi bir enstrüman olarak kullanılmaktadır. Gerçekte çatışan mezhepler değil, çıkarlardır. Zira siyasi çatışma ve savaş ortamlarında uzun mücadeleleri sürdürebilmek için “biz” ve “öteki” ayrımını derinleştirmek gerekmektedir. Bu amaçla taraflar sık sık din temelli şeytanlaştırma (demonize etme, tekfir) yolunu kullanmaktadırlar. Orta Doğu’da özellikle Arap baharı denilen süreçte, var olan devletler çökerek başarısız devletlere dönüşmüş; bu da güvenlik ve beka arayışına giren bireyleri ulus altı dinî/mezhepsel gruplara sığınmaya itmiştir. Gerçekten de İslam tarihinde Batı’da yaşandığı türden salt mezhep farklılığından kaynaklanan dinî çatışmalar olmadığı gibi, bugünkü çatışmaları da uzun süredir biriken mezhepsel kin ve nefretin dışa vuruşu olarak görmek yanlıştır. Ancak şu da bir gerçektir ki, soğuk savaş yıllarından bu yana Orta Doğu halklarının Müslüman kimliği küresel siyasi mücadelede özellikle Batı Bloku tarafından bilinçli şekilde kullanılmıştır. Sovyet yayılmacılığına karşı dirençli bir “yeşil kuşak” ekseni yaratma projesi; Afganistan’ı Sovyetlere mezar yapmak için desteklenen Mücahitlere ve Üsame bin Ladin İslam dünyasındaki çatışmalar Batılıların anladıkları anlamda dinî/ mezhebî eksenli çatışmalar değildir. Çatışmaların temelinde bir yandan devletler arasında bölgenin geleceğine ilişkin bir güç ve hegemonya mücadelesi, diğer yandan ise Arap coğrafyasındaki otoriter rejimlere karşı halkların özgürlük, demokrasi, onur ve adalet arayışları yatmaktadır. gibi yabancı savaşçılara askerî destek verilmesi; İran devrimi sonrasında Arap dünyasındaki otoriter laik rejimler veya Sünni kökenli İslami monarşilerle siyasi ittifaklar yapılarak halkların özgürlük taleplerinin gerektiğinde acımasızca bastırılması bu meyanda değerlendirilebilir. En son Arap baharı sürecinde Mısır’da demokratik yolla seçilen devlet başkanının askerî darbeyle görevinden alınması da aynı çarpık yaklaşımın bir sonucudur. Tam da bu nedenlerle Orta Doğu’da sistemden dışlanan kalabalıklar için otoriter rejimlere muhalefet etmek için radikal dinî gruplara sığınmak tek seçenek gözükmektedir. Bugün Afganistan’dan Kuzey Afrika’ya uzanan coğrafyada faaliyet gösteren el-Kaide; Irak ve Suriye’de kendisine toplumsal destek bulan IŞİD; Somali’deki Eş-Şebâb ve Nijerya’daki Boko Haram gibi örgütler görüntüde dinî (Selefizm) temelli yapılanmalar olsa da, aslında içinde yer aldıkları toplumlarda siyasi mu- halefeti temsil eden yapılanmalardır. Eurosentrik bir perspektifle örneğin İran’ın desteklediği Irak’taki Şii milisler ile Yemen’deki Husiler’in eylemlerini salt mezhepsel temelde açıklamak ve bu grupları ortaya çıkaran ve besleyen sosyoekonomik ve siyasi çevreyi göz ardı etmek son derece eksik bir analizdir. Benzer şekilde IŞİD gibi grupları doğuran sosyolojik altyapıyı göz ardı ederek sekteryan bir temele dayandırmak da yanlıştır. Doğru olan şey şudur: Bugünkü Orta Doğu büyük bir tarihsel kırılma anı yaşamakta ve köklü bir siyasi/sosyolojik dönüşüm sürecinden geçmektedir. Müslüman toplumlar için mağduriyetlerini ve taleplerini ifade edebilecekleri meşru siyasi kanalların tıkandığı bir ortamda, kendilerini etnik veya mezhepsel temelde şekillenen gruplar vasıtasıyla ifade etmektedirler. Siyasi hayat ister barışçıl yollarla isterse silahlı mücadeleyle olsun bu grup dinamikleri üzerinden şekillendiği için de görüntüde bir mezhep çatışması varmış algısı oluşmaktadır. Oysa temelde çatışma ve mücadelenin özü siyaseten iktidara kimin hükmedeceği meselesidir. Bununla birlikte, şu da unutulmamalıdır ki, siyasi temelli olarak başlayan bunalım dönemleri zamanla çatışmaların gerçek mahiyetini unutturarak, bir araç olarak kullanılan dinî/sosyal kimlikleri çatışmanın temel ekseni hâline dönüştürebilir. İslam dünyası için gerçek tehlike de burada yatmaktadır. MAYIS 2015 DİYANET AYLIK DERGİ 17 G Ü N D E M Tarihî Süreç İçerisinde SELEFİ DİN SÖYLEMİ Prof. Dr. Mehmet Zeki İŞCAN Atatürk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi 18 DİYANET AYLIK DERGİ MAYIS 2015 SELEFİLİK, amelî açıdan açıklanan bir tevhit ilkesi etrafında selefe dönüş, taklidi ret, dini bidatlerden arındırma anlayışına karşılık gelmektedir. Selefilikte “yabancı unsurlardan” dini temizleme ve ilk İslam toplumunun ‘saf’lığına dönme niyeti söz konusudur. Selefilik, aklın kullanımını esas alan ‘yeni yönelişler’ karşısında, Kitap ve sünnete dönmek, rey ile konuşmamak, sahabe ve tabiinin yolunu takip etmek, felsefe ve kelamı bırakıp, ‘ilm’e yani geçmişte (selef dönemi) atalar tarafından tecrübe edilerek bilinene tabi olmaktır. (İbn Teymiye, Mecmûu Fetevâ, Dâru Âlemi’l-Kütüb.) Selefi yöneliş, yaratanın elinden çıkmış olarak hayatın “geçmişte”, “Allah ve Rasulü’nün övdüğü” ilk nesiller eliyle tamamlanmış olduğunu varsaymaktadır. Bu zihniyette ‘şimdi’ ve ‘gelecek’, “geçmiş” zaman içinde anlam kazanmaktadır. İnsan, fert ve toplum için amelin tek hüküm standardı, geçmişte ortaya konmuş ‘âsar’dır; din ‘âsar’dır. G Ü N D E M İlk öncüler: Ehlihadis İlk dönem fetih hareketleri sonucu fethedilen bölge insanlarının ve kültürlerinin Arap İslam toplumuna entegrasyonu büyük bir problem olarak görünür hâl almıştır. Birbirine hiç benzemeyen yaşayış biçimlerinin temasından doğan çözücü hatta harap edici tesirlere karşı gelebilmek için çok kuvvetli sosyal bir disipline ihtiyaç duyulmuştur. Selefi söylemin ilk defa böyle bir disiplin hevesiyle başladığı söylenebilir. Bu disiplinin araçlarını sağlamada ise Arapların, çöl hayatının bir gereği olarak tarih içerisinde oluşan sosyopsikolojik tavrı, ilk ataların sünnetini takip etme devreye girmiştir. Ömer bin Abdülaziz zamanında (h. 99-101) selefe dönüş fikri dinsel içerik kazanmış, “değişik yollar” karşısında “müminlerin yolunu” tespit etmek, dinî-siyasi bir faaliyet olarak ortaya çıkmıştır. (İbn Abdilberr, Camiu Beyani’l-İlm.) Ahmet b. Hanbel’in kaydına göre Ömer bin Abdülaziz’in valilerine gönderdiği emrin sonucunda, sünnete uyulmalı, yeni icatlar terkedilmeli, Peygamberin ve ilk neslin bıraktığı bakiye yeterli olmalı (Ahmet b. Hanbel, Kitabu’z-Zühd.) şeklindeki kanaatler siyasi ve dinî güç kazanmıştır. İbn Sa’d’ın kaydına göre de “mübtedi değil müttebi olmak için ‘ihya-i sünne ve itfai bida’ (sünneti diriltme, yeniliği ortadan kaldırma) hareketi dinî-siyasi vücut bulmuştur. (İbn Sa’d, et-Tabakâtu’l-Kübrâ.) Selefi yöneliş, yaratanın elinden çıkmış olarak hayatın “geçmişte”, “Allah ve Rasulü’nün övdüğü” ilk nesiller eliyle tamamlanmış olduğunu varsaymaktadır. Bu ilk dönemde Selefi din söyleminin temsilcilerinin, “geçmiş sünnetleri iyi bilen” Ehlihadis olduğu söylenebilir. Ehlihadis; problemleri akıl, rey, görüş ve insani hüküm yolu ile çözüme kavuşturmak isteyenlerin (ehlirey) karşısında, “seleflerin geçmişte ortaya koydukları belli hayat sabiteleri” anlamına gelen ve yok olmaya yüz tutmuş “ilmi” ayakta tutmaya çalışmış; bunu, din ve dünyanın devamı için önemli düstur kabul etmiştir. (Ebu Muhammed Abdullah b. Abdirrahman ed-Darimî, Sünen-i Darimî.) Ehlihadise göre yeni olan bir şey görüldüğünde yapılacak iş, ilk duruma sarılmaktır. (fealeyküm bi’lemri’l-evvel) Çünkü iş, ancak önceki iştir. (ma’l-emru ille’l-emru’l-evvel) (Osman b. Said ed-Darimî, Reddu’l-İmam ed-Darimî.) İlk görünümü ile selefin yolunu takip etme, ağır baskı altında olan bir yerelliğin kendini sağlama alma çabası olarak görülebilir. Eskilerin izini takip etme, dış teh- dit altında gerçekleşen kabilevi bir dayanışma ideolojisidir. Emeviler gerçekte bir aşiret devleti görünümünde idi. Abbasiler ise Arapların, genel Müslüman nüfus ile karışmalarının bir sonucu olarak (Fernand Braudel, Uygarlıkların Grameri.) ‘evrensel imparatorluk’ olma gereğini duymuşlardır. İbn Haldun’un tespitiyle Abbasiler döneminde göçebe hayattan yerleşik hayata geçişin sancıları söz konusu olmuş, yaşama alanları genişlemiştir. (İbn Haldun, Mukaddime.) Ayrıca bu zamanda, İslam’ın kendi kültür çevresine katmış olduğu çeşitli halk zümreleri, girmiş oldukları bu yeni ve değişik kültür çevresinde orijinal ve enerjik çalışmalar yaparak nevi şahsına münhasır eserler vermeye başlamışlardır. Bu suretle o devreye has rönesans denebilecek bir hareketlilik yaşanmıştır. (Philip K., Siyasi ve Kültürel İslam Tarihi.) Yine bu dönemde içtihat, teoloji ve felsefe çabaları kendini göstermiştir. Bu tutum sayesinde Yunan ilmi ve felsefesi, Arapçaya tercüme edilmiştir. (Carl Brockelmann, İslam Ulusları ve Devletleri Tarihi.) Hikmet ve felsefe ilimlerine öncelik verilmesi sonucunda, eskiden belirlenmiş “hakikat” karşısında beşerî değerlendirmeler kuvvetlenmiş, din nazariyesi üzerinde tekrar durulmuştur. Başka dinler ve kültürlerle yapılan temas, teoloji ile iştigal edilmesini beraberinde getirmiştir. Selefi din söyleminin ikinci evresi, sosyal hayatta ve din nazariye- MAYIS 2015 DİYANET AYLIK DERGİ 19 G Ü N D E M sinde meydana gelen bu gelişimlerin bir sonucu olarak başlamıştır. Din nazariyesinde meydana gelen gelişmeler, dinin doktriner özelliklerinden ayrılma itirazına neden olmuştur. (Joachim Wach, Din Sosyolojisi.) Bu yüzden dini, sonradan yapılan ‘ilave ve tahriflerden’ temizleme, onu saf ve asli şekline irca etme gayesi ortaya çıkmıştır. Felsefe ve kelam çabaları, “yeni bir din için eski dini bırakmak’ olarak nitelendirilmiştir. Bu zihniyete göre bir hükme varmak için meseleler, Kur’an ve sünnete havale edilmelidir. Bunlar geç- 20 DİYANET AYLIK DERGİ MAYIS 2015 mişte tamamlanmıştır. (Mehmet Zeki İşcan, Selefilik.) Bu evrede de ehlihadis, yeni gelişmeleri, aidiyet ve tanımlama düzeyinde bir buharlaşma olarak görmüştür. Burada Selefi zihniyet kendini belli bir kimliği koruma çabası olarak göstermiştir. Bu evrede Selefi söylemin en önemli temsilcisinin Ahmet b. Hanbel (v. h. 241) olduğu ifade edilebilir. Ahmet b. Hanbel’den sonra selefe dönüş fikri Berbehari (v. 329/941) tarafından aktivist ve silahlı ayaklanma yöntemi ile savunul- Tarih içinde selefe dönüş, İbn Teymiye ile birlikte tepkisel ve retorik söylem hâlinde sentetik bir mezhebe de dönüşmüştür. İbn Teymiye’de selefe dönmek suretiyle dini ihya etme, ‘grubu’, ‘düşmanla’ ilgili olabilecek adlardan arındırmaya yönelik bir çaba olarak algılanmıştır. G Ü N D E M Emevi Camii / Halep olarak algılanmıştır. Selefiyye kavramını ilk kullanan kişi olarak görünen İbn Teymiye’de bu kavram, oluşmuş bir yapıdan, bir hareketten ziyade ‘dışarıdan’ İslam düşüncesine karışan yabancı unsurlardan dini temizleme ve ilk İslam toplumunun ‘saflığına’ dönme niyetine tekabül etmektedir. İbn Teymiye’de nebevi ve selefi yol, Allah hakkında rey ile konuşmamak, sahabe ve tabiinin yolunu takip etmek, felsefe ve kelamı bırakıp ‘ilme’ tabi olmaktır. (İbn Teymiye, Mecmûu Fetevâ.) İbn Teymiye, selefi din anlayışını tevhide dayandırmaktadır. İbn Teymiye’ye göre İslam dini tevhitten ibarettir ve tevhit sadece Allah’ın varlığına ve kâinatı yarattığına inanmak değildir. Tevhit aynı zamanda ibadeti O’na hasretmek ve ulûhiyete has şeylerde O’na hiç kimseyi ortak koşmamaktır. (Rızaaddein b. Fahreddin, Şeyhülismuştur. Bu dönemde Selefi söylem, belli bir yerelliğin yaşama imkânları ile özdeşleştirildiği için katı bir nefret ve şiddet söylemi hâline de gelmiştir. (Muhyettin İğde, Siyasi-İtikadi Bir Mezhep Olarak Hanbeliliğin Teşekkül Süreci.) Ehlihadiste insanı hüküm verebilecek bir ölçüt olarak kabul etmeye yanaşmayan belirlenmiş bir inkâr mevcuttur. Bidatin, muhdes olanın, reyin, görüşün, kelamın, felsefenin reddedilmesi, aslında değiştirme, yorum, yargılama, değerlendirme, düzeltme çeşidinden her türlü insani eyle- min inkâr edilmesinin sonucudur. Burada hedef, âdeta ‘tarihi sona erdirerek’ cemaatin normatif özelliğini koruyup daimiliğini ve denetimini sağlamaktır. Sentetik bir mezhep olarak Selefilik: İbn Teymiye örneği Tarih içinde selefe dönüş, İbn Teymiye ile birlikte tepkisel ve retorik söylem hâlinde sentetik bir mezhebe de dönüşmüştür. İbn Teymiye’de selefe dönmek suretiyle dini ihya etme, ‘grubu’, ‘düşmanla’ ilgili olabilecek adlardan arındırmaya yönelik bir çaba lam İbn Teymiye ve Mücadelesi.) “Uluhiyete has şeyler”in alanı İbn Teymiye’de oldukça geniştir. Örneğin kelam ilmi ile uğraşmak bir tür Allah’ın alanına müdahale sayılabilir. Ya da insanın rey ve görüş bildirmesi, aklı esas alarak konuşması da ilahlaşma olarak görülebilir. Nitekim İbn Teymiye’ye göre tevhit, dinde sadece Kitap ve sünnete bağlılığı da beraberinde getirmelidir. Çünkü insanların görüş ve reylerine göre hareket etmek şirk kapsamındadır. (İbn Teymiye, Minhacu’s-Sünne.) MAYIS 2015 DİYANET AYLIK DERGİ 21 G Ü N D E M Ameli tevhit ekolü: Muhammed bin Abdülvehhab ve Vehhabilik davet eden kişiler oldukları hâlde Benî Hanife ile savaşmıştır. (Mu- 18. yüzyılın buhranlı kültürel ve siyasi ortamında ilhamını Hanbeli ekolünden alan Muhammed b. Abdülvehhab (1703-1787)’ın hareketi, Selefiye’nin en önemli tarihî arka planını oluşturmaktadır. Takipçilerinin ileri sürdüklerine göre bu hareketin hedefi, İslam’ın başlangıcındaki saflığına ve katışıksızlığına döndürülmesi ve dindeki bidatlerle savaşmaktır. (Hamit İnayet, Arap Siyasi Düşüncesinin Muhammed b. Abdülvehhab’ın dinde ıslah fikri, daha çoğulcu bir din anlayışını temsil eden Osmanlı hilafet düzenine karşı isyan hareketlerinin dinî temelini oluşturmuştur. Onun bidat, şirk ve gerçek tevhit üzerinde duruşu, dini aslına irca üzerinde yoğunlaşması, selef dönemine dönüş çağrısı, siyasal açıdan şu manaya gelmekteydi: Osmanlı hilafeti gerçek dini temsil etmemektedir. Bu yüzden Osmanlıya karşı ayaklanmak vaciptir. Vehhabilik Osmanlı yönetimine karşı ayrılıkçı bir mücadeleye kaynaklık etmiştir. Seyri.) Abdülvehhab’a göre İslamiyet başkalarının söylediklerini taklitten ibaret değildir. İslam, her şeyden önce Allah’tan başka bütün ilahların reddedilmesidir. Gerçek tevhit, Allah’ın emirleri ve Peygamber’in sünneti dışında emir ve yasak tanımayarak Peygamber devrinde olmayan her şeyi, bidat ve tevessülü terk ederek Allah’ı birlemek manasına gelen tevhid-i amelidir. (Ethem Ruhi Fığlalı, Çağımızda İtikadi İslam Mezhepleri.) Bunu temsil eden selef dönemidir. (Hüseyin Gazi Yurdaydın, İslam Tarihi hammed b. Abdilvehhab, Keşfu’ş-Şubuhat.) Yusuf Akçura Vehhabilerin daha on dokuzuncu yüzyılın başlarında Arabistan’ı Osmanlı idaresi altından çıkararak, müstakil bir Arap devleti tesis etme gayesini hedeflediklerini söylemektedir. Ona göre Vehhabi hareketi millî bir Arap hareketidir. (Yusuf Akçura, Osmanlı Devleti’nin Dağılma Devri.) Dersleri.) İslami yenilik hareketi ve Selefilik Muhammed b. Abdülvehhab’a göre iman ile küfrü ayırt eden tevhit, tevhid-i amelidir. (Fığlalı, Çağımızda İtikadi İslam Mezhepleri.) Bu sebeple tevhidi sadece bir ‘itikat’ olarak görmek, onu inanç boyutuna indirgemek şirktir. Bu tür bir anlayışta olanlarla savaşılır. Bunların kanları ve malları helaldir. Nitekim sahabe ‘Lailahe illallah’ dedikleri ve namaz kılan İslam’a İbn Teymiye’nin ve Muhammed b. Abdülvehhab’ın ‘İslam’ı aslına irca’, ‘selef dönemine dönüş’, ‘taklidi ret’, ‘bidatleri yok etme’ prensipleri, on dokuzuncu yüzyılın sonlarında Cemaleddin Afgani, Muhammed Abduh gibi “modernist İslamcıları” da etkilemiştir. Çünkü bu ilkeler, sahih bir İslam anlayışına götüren temel referanslar olarak görülmüş- 22 DİYANET AYLIK DERGİ MAYIS 2015 tür. Örneğin Abduh’a göre eğer sahabe dönemi din anlayışına dönülürse İslam, gerçek safvetine kavuşacak, peygamber zamanındaki saflığını, komplekssizliğini, basitliğini yeniden elde edecek, böylece geleneksel İslam’ın modern dünyadaki açmazları ortadan kalkacaktır. Taklidi ret de, düşüncede otoriteyi, dogmatizmi, skolastisizmi ortadan kaldıracaktır. Bidatlerin reddi ile de İslam hurafelerden arındırılmış olacaktır. Selefi ilkelerden hareket etmekle beraber Selefilikten çok farklı bir sonuç elde ettiği ve İslami esaslara riayet etmekle beraber değişen dünyayı anlamaya çalıştığı için İslam modernizmini Selefi düşüncenin tarihi içerisinde değerlendirmek mümkün değildir. İslamcılığa dönüşen Selefilik İdeolojiler çağı diyebileceğimiz yirminci yüzyılda Selefilik, İslam’ı, her şeyi kapsayan, toplumsal ve siyasal varoluşun bütün boyutlarını içeren kapalı, tekelci, tasarımcı ve kapsayıcı siyasi bir kurgu; dini, devleti, insanları ve yaşama biçimlerini belirlemek isteyen, ideolojik bir yapı olarak görmüştür. (Mehmet Zeki İşcan, Siyasal İslam, Dinî ve Fikrî Temelleri.) Böylece Selefilik İslamcılığa dönüşmüştür. Selefilik, günümüzde çeşitli gelişmeler sonucunda birçok siyasal tutumu barındıran bir yelpazeyi temsil eden özellikler kazanmıştır. Ilımlı kutupta, yeniden İslamileşme hareketliliği içinde, G Ü N D E M sadece İslam’ın ve ibadetin saflaştırılması üzerinde ısrar eden muhafazakârlar, onların peşinde, eylemlerinin eksenini davet ve tebliğ üzerine kurup, egemen kültür ve topluma katılıma karşı çıkan ‘vaiz militanlar’ (Tebliğ Cemaati ve Hizbu’t-Tahrir), yelpazenin diğer ucunda da batı dünyasına karşı savaş vazeden cihatçılar vardır. Günümüzde yeni fundamentalizm olarak isimlendirilebilecek Selefiliği tanımlayan iki unsur vardır. Birincisi her şeyin Kur’an’a, sünnete ve şeriata indirgenmesi ve mutlak bir lafzilikle kaynakların ele alınmasıdır. Selefilikte insanın fiil ve davranışlarının bütünü din içinde değerlendirilir. (Olivier Roy, Küreselleşen İslam.) İkincisi, Bid’a ya da yeniliğin, saf geleneğe ilave edilen her şeyle ilgili olarak sapıklık gibi görülmesidir. Selefiliğin geçmişten günümüze en önemli özelliği, militan retçiliktir. (Olivier Roy, Küreselleşen İslam.) Ehlihadis ekolünden başlayıp günümüz Selefiliğine varıncaya dek aklı kullanma konusundaki yetersizlik, başarısızlık, yenilgi, hâkimiyetin elden gitmesinden kaynaklanan sosyal-siyasal kriz, selefe, sahih dine, sahabeye, dinî metne tutkulu bağlılığı din hâline getirmiştir. Selefilik krizle bağlantılıdır. Ahmet b. Hanbel’de dini aslına irca anlamında “selef mezhebi, “dışarıdan” gelen her türlü unsuru reddetmek suretiyle kabile ve cemaatin yapısını muhafazayı, İbn Teymiye’de Moğallara karşı mücadeleyi, Muhammed b. Abdülvehhap’da Arapların Osmanlıya karşı mücadelesinin dinî temelini, Suud devletinde şirke karşı mücadele ile kuruluş teolojisini, Afganistan’da kabile gelenekleriyle örülü bir yapının dışarıya (Sovyet işgaline) karşı cihat için bir araya gelebilmesini, İslamcılıkta batılılaşma ile birlikte oluşan melez dinî anlayışları karşılamaya, böylece heterojen bir alanın kavram düzleminde türdeşleşmesine matuftur. Selefi yönelişleri anlamak, İslam dünyasında yaşanan krizleri anlamaya bağlıdır. Selefilik başta olmak üzere hemen tüm İslamcı hareketler doğaları itibariyle siyasidir, ilahiyatla ilişkili değildir. Şu kadar var ki İslam’a burada ‘meşrulaştırıcı’ bir rol biçilmiştir. Selefilik, İslam kültürünün bir sonucu değil, İslami kültür bunalımının bir sonucudur. MAYIS 2015 DİYANET AYLIK DERGİ 23 G Ü N D E M MÜSLÜMANLAR bugün, 21. asrın ilk çeyreğinde, teşbihte hata olmasın, Batı’nın 16 ve 17. yüzyıllardaki korkunç din savaşlarını andıran bir ‘fitne’ hâlini yaşıyorlar. Batı tarihine bir “kara leke” olarak geçen din savaşları, Avrupa toplumlarının zihin yapısında ve toplum hayatında derin yaralar açmıştı. Hristiyan tebaayı birbirine kanlı-bıçaklı hasım yapan böyle felaket anlarının bir daha yaşanmaması için, toplumsal huzuru tehdit ettiğine inanılan din, toplumun kıyısına konuşlandırılmıştı. Aydınlanma sürecinde, ‘dinî olan’ ile ‘dinî olmayan’ (seküler) arasına kalın bir ayrım çizgisi çekilirken; gerekçe, din ve devlet ittifakının toplumsal huzuru bozabilecek potansiyel bir tehlike olduğu endişesiydi. Siyaset ve sosyal hayatın etkin aktörlerinden biri olan Kilise’nin elinden imtiyaz ve yetkilerinin önemli bir kısmı alındı. Avrupa’nın din savaşları, hükümdarların ‘mutlak’ iktidarlarını tesis etmeleri, o güne kadar “kesin ve eleştirilemez’ kabul edilen dinsel inanç ve dogmaların eleştiri oklarının hedefi hâline gelmesi ile sonuçlanmıştır. Diğer taraftan, bugün İslam dünyasında süregiden kavga ve kaosun sebebini, din kaynaklı farklı anlayış ve yorumların hâkimiyet mücadelesine bağlayanlar çoğunluktadır. Dikkatlice tahlil edildiğinde, kavgaların temelinde sosyal, ekonomik, jeopolitik, siyasi ve etnik sebeplerin yattığı, menfaat paylaşımı, iktidar hırsı gibi unsurların da körükleyici ko- Tarihî Selefiliğin İzinde Yolunu Şaşıranlar NEOSELEFİLER Prof. Dr. Adnan Bülent BALOĞLU Başkanlık Müşaviri 24 DİYANET AYLIK DERGİ MAYIS 2015 numunda olduğu anlaşılacaktır. Gerçekte, sebepleri ne olursa olsun, savaş ve kavgaların ağır faturasını ezici çoğunluğu oluşturan sade Müslümanlar öderken, tabiatıyla bir “barış” dini olan İslam da bütün bu olumsuzluklardan nasibini alıyor. Neticede, şiddeti ideolojik hedefleri için bir vasıta kılan ve bunu dinî metinlerle de meşrulaştıran sözde İslami gruplar yaptıkları eylemlerle, İslam’ı ve Müslümanları karalamayı bir kazanç sektörüne dönüştüren uluslararası güç odaklarının değirmenine su taşıyorlar. Bir diğer ifadeyle, Müslümanları Müslümanlara kırdırmanın ancak din ve mezhep çatışmalarıyla mümkün olabileceğini keşfeden Batılı stratejileri haklı çıkarmak için âdeta yarış hâlindeler. G Ü N D E M Günümüz dinî ve siyasi literatürüne yeni/neoselefiler olarak giren bu gruplara göre, toplumdaki her türlü kötülük, ahlaki bozulma ve dinî gevşemenin bir sebebi tasavvuf yoluyla giren hurafe ve bidatler, bir diğer sebebi ise, Batı eliyle sokulan ‘modern’ devlet kurumları ve ‘seküler’ normlardır. Onlar nezdinde, tüm bidat ve hurafeler, Batı kaynaklı modern ve seküler yapılar, kanun ve normlar haramdır; Kur’an hükümleri esastır; her Müslüman bu esasları ifa etmekle yükümlüdür. Bu kutsal çağrıya yani davaya inanmayanlar, bu uğurda mücadele etmeyenler, Müslüman dahi olsalar, kâfirdirler. ‘Halife’nin başta olduğu, şer’i hukukun uygulandığı, tüm Müslümanların ‘Ümmet’ çatısı altında toplandığı bir İslam devleti kuruluncaya kadar mücadele devam edecektir. Hedefe ulaşmada silahlı mücadele (cihat) dinsel bir vecibedir. ‘İyiliği emir ve kötülüğü yasakla- ma’ hükmü gereğince, Ehlisünnet ve selef yolundan sapan, haram ve helallere lakayt kalan Müslümanları uyarmak ve gerektiğinde cezalandırmak da dinin mutlak bir emridir. Dinsel metinlerin yalnızca lafzi manaları, ilk anlamları geçerlidir; her türlü tevil (yorum) yasaktır. Selefiliği reddeden kâfirdir; kâfir hakkındaki hüküm onlara da tatbik olunur. Emperyalist ve Siyonist güçler bütün kötülüklerin anası olup İslam’ın ve Müslümanların düşmanlarıdır. Şiilik ile mücadele de esastır. Selefi gruplar ‘Selefi’ kavramının uzanımında ittifak etseler de yekpare değildirler, mesela Müslümanlara şiddet uygulanıp uygulanamayacağı, demokrasinin bir araç olup olmadığı gibi ko- Al-Askari Camii / Irak Özellikle Orta Doğu, Kuzey ve Orta Afrika İslam ülkeleri, kendilerini ‘Selefi’ olarak adlandıran, İslam’ı yaşamak için Selefiliğin tek ve hakiki yol olduğunu iddia eden silahlı gruplarla, halkını ve ülke kaynaklarını adil biçimde yönetmekten âciz, despot, boğazına kadar yolsuzluğa batmış hükümetlerin kavga arenasına dönüşmüş durumdadır. Vaktiyle İslam medeniyetine beşiklik yapan şehirler birer korku ve dehşet mekânlarına dönüşürken, bir kısmı da hâlihazırda yerle bir olmuş durumda. MAYIS 2015 DİYANET AYLIK DERGİ 25 G Ü N D E M İslam coğrafyasındaki kırılgan siyasi yapıların ürettiği yapısal sorunların temeline inmeden, neoselefilik olgusunu anlamak imkânsızdır. Mevcut huzursuzlukların temelinde, bu kırılgan siyasi yapıların, otokrat, âciz yönetimlerinin ve yanlış politikalarının bulunduğu gerçeğini asla göz ardı edemeyiz. nularda aralarında ihtilaf vardır. Bununla birlikte, bir İslam devleti kurulup hilafet ve şeriat tesis oluncaya, Batılı emperyalist güçler ve onların modern, seküler yapıları, eğitim kurumları İslam topraklarından sökülüp atılıncaya kadar silahlı cihadın farz oluşu hakkında müttefiktirler. Bu gruplar, mevcut görüntü, anlayış, tutum ve mücadele metotlarıyla tarihi Selefiliği farklı bir mecraya sokmuşlardır. Kendilerini Selefiliğin gerçek vârisi kabul eden bu grupların Selefilik anlayışlarını, içinde bulundukları sosyosiyasi ve ekonomik iklimden, etnik, dilsel, kabilesel ve dinsel şartlardan ayrı değerlendirmek imkânsızdır. Ülkelerinin geri kalmışlığı, işsizlik, eğitimsizlik, fakirlik, yönetimsel zafiyet ve yolsuzluk, ülke kaynaklarının israfı ve yabancılara peşkeş çekilmesi, gelir dağılımındaki adaletsizlik, idarenin ve polisin despot ve keyfi muamelesi, aynı coğrafyada 26 DİYANET AYLIK DERGİ MAYIS 2015 birlikte yaşadıkları gayrimüslimlerle olan ilişkileri (Nijerya gibi), ülkenin yabancı güçler tarafından işgal altında olması (Afganistan, Irak gibi) vb. durumlar, sağlıklı bir değerlendirme için mutlaka dikkate alınmalıdır. Esasen bu gruplar, kendi ülkelerinin geri kalmışlık, fakirlik ve pespayelik kaderine isyan için, dış güçlerce sömürülmeye “yeter” demek için yola çıkmış gruplardır. Din onlar için bir “son sığınak”, bir “son umut”, bir “muhkem liman”, bir “kutsal şemsiye”dir. Onlar nezdinde İslam, kitleleri harekete geçirebilecek, organize edebilecek tek motor güç, kapsamlı siyasal muhalefeti meşrulaştırabilecek en kuvvetli araçtır. Bu gücün harekete geçmesinde, belki de bir milat olarak kabul edilebilecek tarih, Rusların Afganistan’ı 27 Aralık 1979’da işgal etmesidir. 10 yıl sonra Ruslar ‘mağlup’ vaziyette geri çekildiklerinde, farklı İslam ülkelerinden Müslüman Afgan halkının yardımına koşan binlerce Müslüman gençten sağ kalanlar ‘muzaffer’ edasıyla ülkelerine dönmüşler ve mücadele kıvılcımlarını kendi ülkelerinde çakmaya başlamışlardır. Bu gruplar kendi şecerelerini, Selefiye’nin ilk mümessili olarak kabul ettikleri Hz. Peygamber (s.a.s.) ile başlatırlar. İlk dört halifenin de içinde bulunduğu sahabe, tabiin ve tebei tabiin nesli, onlara göre İslam’ı en iyi anlayan, yorumlayan ve yaşayan ‘altın’ nesil idi. Hadis ekolünün kurucusu Ahmet b. Hanbel’i Selefiye’nin temellerine harcı ilk koyan kişi olarak kabul ederler. Onlara göre, Selefilik sonraki tarihi süreçte İbn Teymiye ile yeniden dirilmiş, ardından talebeleri İbnü’l-Kayyim el-Cevziyye, İbn Kesir ve müteakip asırda yaşayan İbn Hacer elAskalani’nin ellerinde sistemleşmiştir. Daha sonra, Muhammed eş-Şevkani, es-San’ani, Afgani, Abduh ve Reşit Rıza gibi önem- G Ü N D E M li simaların eser ve görüşlerinde ideolojik rengini almaya başlamıştır. Ardından yirminci asırda Mısırlı Hasan el-Benna, Seyyid Kutup ve Pakistanlı Mevdudi’nin fikirlerinden ilham almıştır. Selefilik bağlamında tartışmasız bir öneme sahip olan kişi ise Muhammed b. Abdülvehhap’tır. Onunla birlikte Selefilik, Vehhabi ideolojinin hayat kaynağı olurken keskin, aşırı ve tavizsiz bir karakterini de bulmuştur. Onun bu çizgiyi devam ettiren el-Elbani, İbn Bâz ve İbnü’l-Useymin gibi sıkı takipçileri de mutlaka zikredilmelidir. Selefilik bugün yeni bir görünüm ve metotla ezilen ve sömürülen Müslüman halkların âdeta bir kurtuluş ideolojisine döndürülmüşse son iki asırdaki temsilcilerinin bundaki payı büyüktür. Bu şahsiyetlerin eserleri, eylemci kişilikleri, keskin fikir ve yorumları Selefiye’nin siyasi-ideolojik zemininin beslenmesinde önemli rol oynamıştır. Bugün Selefi gruplar, Suudi Arabistan, Mısır, Ürdün, Suriye, Irak, Yemen, Pakistan gibi ülkelerde ikamet eden ve ideologâlim konumundaki şahsiyetlerin özellikle internet ve sosyal medya üzerinden servis edilen görüş ve eserlerinden beslenmektedir. Bu şahıslar, söz konusu grupların ideolojik dokusunu örmekte, görüş ve fetvalarıyla önlerini açmakta, stratejilerini tayin etmekte ve silahlı mücadelelerinde onlara moral ve cesaret aşılamaktadırlar. Onların eserleri camilerde ücretsiz dağıtılmakta, hutbe ve vaazlarda geniş bir biçimde cemaate aktarılmaktadır. İslam coğrafyasındaki kırılgan siyasi yapıların ürettiği yapısal sorunların temeline inmeden, neoselefilik olgusunu anlamak imkânsızdır. Mevcut huzursuzlukların temelinde, bu kırılgan siyasi yapıların, otokrat, âciz yönetimlerinin ve yanlış politikalarının bulunduğu gerçeğini asla göz ardı edemeyiz. Neoselefi grupları salt dinî oluşumlar olarak görmek yanıltıcı olur; bir yönüyle bu gruplar kendi köklerini mazide arayan tepkisel hareketlerdir. Dinmek bilmez öfke ve tepkileri ise, içinde yaşadıkları ülkelerin siyaseten, iktisaden ve ahlaken çökmesinin sorumluları olarak gördükleri ulusal/yerel ve küresel aktörlere yöneliktir. Bu bakımdan tek bir Selefilik yoktur, ülkelerin kendine özgü dokularından neşet eden Selefilikler vardır. Mevcut radikal Selefilik, tarihteki Selefiliğin genleriyle oynanmış, başkalaşıma uğramış hâlidir. Ufku dardır, gelecek vizyonu yoktur, beslendiği kaynakların pek çoğu siyasi-ideolojik saiklerle yazılmıştır. Felsefi, kelami, tasavvufi derinlikten yoksun, sığ, şekilci bir zihniyetin ürünüdür. Bu sebeple estetik, sanat, mimari, tarih gibi kaygıları da yoktur. Hurafe, bidat ve şirk nevinden şeyler kabul edip, tarihî eserleri, türbeleri, mezarlıkları, müzeleri tahrip etmenin aynı zamanda köklü bir medeniyetin tahribi anlamını taşıdığını özellikle vurgulamalıyız. Selefilik ve günümüzdeki moda adıyla yeni/neoselefilik, “şimdi” de geçmişi canlandırabilme idealini, “kötü zamanlar”da bile en iyiyi ikame edebilme inancını temsil eder. İslam’ın ilk üç neslinin gelmiş geçmiş en iyi nesil olduğuna olan kesin inancıyla Selefilik, bir mezhep olmanın çok ötesinde teolojik, ideolojik ve siyasi uzanımlarıyla birlikte, “altın nesil”de zirvesini bulan bir ideal hayat tarzına atıfta bulunur. Günümüz Selefiliği, sahip olduğu dünya görüşünün kaynağını iki temel kaynaktan, yani Kur’an ve sünnetten aldığını ve evrensel olduğunu iddia etse de, dinî hayatta bir daralmayı, katılığı ve statikliği ifade eder. Diğer taraftan, Selefilik iddiaları ne kadar güçlü olursa olsun, günümüz Selefi gruplarının önemli bir kısmı ve özellikle de silahlarını kendi dindaşlarına da çevirmekten imtina etmeyen gruplar, açık ve net bir biçimde, Ahmet b. Hanbel’in tohumlarını attığı Selefi anlayışın izinde yollarını kaybetmişlerdir. Tarihî Selefilik; bir din anlayışı, hayat felsefesi ve dünya görüşü olarak köklü bir geleneği ve zengin bir kültür mirasını temsil ederken, isim benzerliğinden başka ortak bir noktası bulunmayan bugünkü Selefilik ise din adına sevgi, barış, kardeşlik tohumları ekecek yerde, acımasız şiddet ve hiddetiyle nefret ve düşmanlık tohumları ekmektedir. Yaptıkları zulüm ve katliamlar için vicdanı ürpermeyenlerin, dünya Müslümanlarına bir gelecek ve umut projesi sunacaklarını beklemek, insani ve İslami bir medeniyeti dirilteceklerini ummak, çöl serabını su zannedip avuçlamakla eşdeğerdir. MAYIS 2015 DİYANET AYLIK DERGİ 27 SÖYLEŞİ Doç. Dr. Ramazan YILDIRIM: “Arap devrimlerinden sonra bu coğrafyada var olan tüm ideolojik ve siyasi guruplar geleneksel ezberler yerine yeni bir söylemle kendilerini ifade etmek zorunda kalmışlardır.” Söyleşi: Dr. Lamia LEVENT Diyanet İşleri Uzmanı İslam dünyasında ortaya çıkan yeni hareketleri anlamak için öncelikle Orta Doğu’da yaşanan toplumsal dalgalanmalara bakmak gerekir. Bunlardan biri de Arap baharı diye isimlendirilen değişim hareketidir. Sizce İslam dünyasında başlayan bu değişim ve dönüşüm hareketlerinin sebepleri nelerdir? Arap dünyası 2011 yılından itibaren sahici bir toplumsal hareketlilik yaşamıştır. Kimileri bunu bahar olarak isimlendirdi ancak işin sahibi olan halklar, bu durumu bir devrim olarak isimlendirdi. İsmi her ne olursa olsun bu süreç köklü bir toplumsal değişim talebinin dile getirilmesini temsil etmektedir. Tunus’ta başlayıp kısa bir süre içerisinde Mısır, Libya, Suriye, Yemen, Bahreyn ve Ürdün gibi ülkelere sıçrayan bu değişimdönüşüm talebi, onlarca yıldır birikmiş bir öfke patlamasıdır. Hem rejimlerin hem de onlara muhale- 28 DİYANET AYLIK DERGİ MAYIS 2015 SÖYLEŞİ fet eden geleneksel tüm aktörlerin tahmin edemediği bu hareketin öncüleri gençlerdi. Farklı ideolojik ve siyasi eğilimleri olan tüm kesimleri kuşatan değişim hareketlerinde dile getirilen taleplerden hareketle sebepleri anlamak mümkündür. Tüm gösterilerde göze çarpan özgürlük, adalet, onur ve ekmek sloganları değişimdönüşüm hareketlerinin gerçek sebeplerinin birer ifadesidir. Her türlü baskıya karşı özgürlük, her türlü haksızlığa karşı adalet, her türlü itibarsızlaştırma ve yok saymaya karşı onur ve her türlü yoksulluğa ve sefalete karşı makul bir yaşam düzeyi yani iş ve ekmek. Barındırdığı zenginliklere rağmen fakirleşen, en önemli ilkeleri adalet ve özgürlük olan bir dine mensup olmasına rağmen haksızlıklara, baskılara, dışlanmışlıklara maruz kalmış bu dünyanın halkları kendilerini idare edenlerden özgürlüklerini istiyor, adil, şeffaf, onurlu ve yaşanılabilir bir gelecek inşa etmenin gereğine inanıyor. Arap Baharı sonrasında Orta Doğu coğrafyasında ortaya çıkan yeni durumu İslami hareketler açısından değerlendirdiğimizde nasıl bir tablo ile karşı karşıyayız? Başta Orta Doğu ve Kuzey Afrika olmak üzere İslam dünyasında ortaya çıkan İslami hareketler, mezhep ve tarikat gibi geleneksel yapılardan farklı bir olgu olarak ortaya çıkmışlardır. İslami hareketler, birinci dünya savaşından sonra farklı bir evreye giren ve ulus devlet süreciyle yüz yüze kalan Müslümanların kendi değerleriyle ha- Başta Orta Doğu ve Kuzey Afrika olmak üzere İslam dünyasında ortaya çıkan İslami hareketler, mezhep ve tarikat gibi geleneksel yapılardan farklı bir olgu olarak ortaya çıkmışlardır. İslami hareketler, birinci dünya savaşından sonra farklı bir evreye giren ve ulus devlet süreciyle yüz yüze kalan Müslümanların kendi değerleriyle hayatta var olma taleplerinin bir ifadesidir. yatta var olma taleplerinin bir ifadesidir. Orta Doğu’da dili, ırkı ve dini bir olan Araplar bir sabah uyandığında yirmiden fazla devlet, bayrak, millî marş ve cetvelle çizilmiş sınırlarla karşılaştılar. Siyasi iktidarlar bu durumu fazlasıyla ciddiye aldı ve kurgu ile gerçeklik arasındaki dengeyi tutturamadılar. Kendi büyük evlerinin odaları arasında dolaşmaları vizeye, pasaporta bağlandı. Bağdat’tan Şam’a, Kahire’den Beyrut’a, Kudüs’ten Mekke’ye giden yollar birden sarp yokuşlara dönüştü. İşte böylesi bir ortamda ortaya çıkan İslami hareketler, bu suni sınır ve engelleri aşan bir dil kullanarak toparlanmanın ve tekrar buluşmanın umudunu diri tuttular. Özünde siyasi hareketler olmalarına rağmen siyaset yapma ve iktidara gelme yollarından mahrum bırakılan İslami hareketler, varlıklarını dinî bir yapı olarak devam ettirmek zorunda kaldılar. Arap devrimleriyle birlikte önlerindeki engeller kısmi olarak ortadan kalktığı için hızla partileşerek siyasal hayattaki yerlerini aldılar. Çok güçlü toplumsal destekleri vardı bu hareketlerin. Mısır, Tunus ve Libya’da şeffaflaşan siyasal katılım süreçlerinden başarıyla çıktılar. Ancak iç ve dış dinamikler bu yeni duruma hazır değildi. İçerde çatırdayan eski dinamikler dış desteklerle tekrar sahnedeki yerini aldı ve devrimlerle birlikte ortaya çıkan yeni umutları bastırmaya çalıştı. Oysaki yeni dönemle birlikte İslami hareketler kendi iç bünyelerinde büyük bir özeleştiri süreci başlatmışlardı ve hem kullandıkları dili hem de başvurdukları geleneksel yöntemleri terk etme yönünde bir irade beyanında bulunmuşlardı. Dinî bir cemaat olmak ile siyasi bir parti olmak arasındaki ince çizginin farkına varmışlardı. Bulundukları ülkenin sorunlarına rasyonel cevaplar üretmeye çalışıyorlardı. Diğer toplumsal kesimlerle birlikte iş yapma imkânlarıyla yüzleşiyorlardı ve tüm bölge için umut olabilecek bir modele doğru gidiyorlardı. Özellikle de Mısır’daki askerî darbe tüm bu filizlenmenin üzerinden tanklarla geçerek siyaset yoluyla toplumsal değişimi-dönüşümü sağlamak isteyen hareketleri tekrar baskı altına aldı ve onları eski geleneksel yöntemleriyle baş başa bıraktı. Orta Doğu’da meydana gelen halk hareketlerinde etkili olan MAYIS 2015 DİYANET AYLIK DERGİ 29 SÖYLEŞİ düşünce ve anlayışlara baktığımızda daha çok hangi gruplar ve düşüncelerin etkisinin olduğunu söyleyebiliriz, neden? Orta Doğu’daki halk hareketleri üzerinde etkili olan yapılar hiç şüphesiz İslami hareketlerdir. Zaten İslami hareketler 1960’lı yıllarda başarısızlığa uğrayan sosyalist ve milliyetçi hareketlere bir alternatif olarak yükselişe geçmişti. Özellikle yakın dönem Arap-Müslüman bilincine “nekba/felaket” olarak kazınan 1967 yılındaki İsrail karşısındaki yenilginin ardından Nasır sosyalizmi ve Arap milliyetçiliği düşünsel bir krizin içine girmişti. O yıllarda İslami hareketin önemli liderlerinin idam edilmesi, mensuplarının tutuklanması, sürgün edilmesi ve baskı altına alınması politikaları sonucu halk, bu hareketlerin mazlumiyetinin farkına vardı. Ayrıca bu hareketler, aynı zamanda büyük halk kesimlerinin ilgisine ve sevgisine mazhar olmuştu. Arap baharı sonrası bu coğrafyada yapılan tüm seçimlerde halk İslami hareketin farklı eğilimlerinden gelen siyasi partileri ve liderleri destekleyerek bu teveccühünü göstermiştir. Arap devrimlerinden sonra bu coğrafyada var olan tüm ideolojik ve siyasi guruplar geleneksel ezberler yerine yeni bir söylemle kendilerini ifade etmek zorunda kalmışlardır. Statükodan yana veya değişimden yana. Mesela Mısır’da İslami hareket havzasından gelen bazı Selefi gruplar, milliyetçiler, liberaller, solcular askeri darbenin yanında yer alarak statükocu olmuşlardır. Teorik düzeyde birbirleriyle yan yana durmaları dahi 30 DİYANET AYLIK DERGİ MAYIS 2015 Selefi olarak isimlendiren tüm gurupların dini anlama ve yorumlama biçimi, dinî metinlerin literal yorumu, şekilsel dindarlık, farklı toplumsal örf ve âdetleri din adına dışlama, her türlü yeni dinî fikir ve yorumu bidat sayma gibi hususlarda ortak bir tutum ve davranış içinde yer almaktadırlar. düşünülemeyen gruplar çok rahat bir şekilde aynı statükocu pratik içerisinde bulunmuşlardır. İslam dünyasında ortaya çıkan birtakım hareketlerin Selefilik düşüncesinden etkilendiğini görüyoruz. Hatta neoselefilik şeklinde isimlendirmelere de rastlamaktayız. Selefi düşüncenin bu hareketler üzerindeki etkisi hakkında neler söylemek istersiniz? İslam tarihinin hiçbir döneminde Selefilik, bağlamından kopuk bir şekilde bu kadar konuşulmadı ve tartışılmadı. Bir düşünme biçimi veya dinî metinleri anlama hususunda kendine özgü bir zihniyet olan Selefilik, son yüzyılda bir hareket olarak ete kemiğe bürünmüştür. İslam dünyasının içinde bulunduğu sorunların çözümünü asr-ı saadete dönüşte bulan ve bunu da şekilsel bir dindarlık biçimine indirgeyen günümüz Selefilik hareketi, diğer İslami ha- reketler gibi Mısır’da ortaya çıkmış ve birbirinden farklılaşarak diğer coğrafyalarda varlığını sürdürmüştür. Bugünkü Selefi kökenli hareketleri toplumsal değişimi sağlamak üzere benimsedikleri yöntemler açısından farklı guruplara ayırmak mümkündür. Daha çok tebliğ ve davet faaliyetleri üzerinde yoğunlaşan Selefi gurupların içinden çıkan bir akım, cihat fikrini ön plana çıkararak bu doğrultuda fiilî eylemlerde bulunurken bazı gruplar da daha çok iyi bir dindar nasıl olmalı üzerinde yoğunlaştı ve kılık kıyafet özelinde şekilsel bir dindarlık çağrısı yaptı. Arap devrimlerinden sonra diğer tüm hareketlerde olduğu gibi Selefiler de kendi içlerinde büyük bir dönüşüm yaşadılar. Her türlü siyasal katılımı, partileşmeyi, parlamentoda yer almayı küfür sayan ve bu yöntemleri benimseyen diğer İslami hareketlere ağır eleştirilerde bulunan Selefilerin büyük bir kısmı çok pragmatik davrandılar ve hızla partileşerek seçimlere katıldılar. Benimsedikleri yöntemlerin farklılığına rağmen kendisini Selefi olarak isimlendiren tüm gurupların dini anlama ve yorumlama biçimi, dinî metinlerin literal yorumu, şekilsel dindarlık, farklı toplumsal örf ve âdetleri din adına dışlama, her türlü yeni dinî fikir ve yorumu bidat sayma gibi hususlarda ortak bir tutum ve davranış içinde yer almaktadırlar. Orta Doğu’da mezhepler üzerinden özellikle Sünni-Şii çatışması ekseninde birtakım hareketlerin karşı karşıya geldiğini görüyoruz. Yaşanan gerilim ve çatışmaların İslam ve Müslümanlar SÖYLEŞİ açısından sebep olduğu parçalanmalar ve oluşan yeni yapılanmalar hakkında düşünceleriniz nelerdir? Orta Doğu; farklı din, mezhep ve etnik kimliklerin içi içe, yan yana yaşadığı ender coğrafyalardan biridir. İslamiyet açısından baktığımızda hem Sünniliğin hem de Şiiliğin tüm tonlarıyla burada yaşadıklarını görürüz. Mezhepler, tarikatlar ve cemaatler değişik yorumların birer ürünü olarak ortaya çıktıkları için özleri itibarıyla farklı etnik kökenlere, toplumsal yapılara ve anlayışlara sahip olan Müslümanların bir zenginliğidir. Yani Müslümanların farklılıkları onların zenginlikleridir aynen gökkuşağındaki renkler gibi. Müslümanlar arasındaki bu farklılıkları zenginlik olmaktan çıkaran ve birer çatışma unsuru hâline dönüştüren husus, siyasi iktidarların hırs ve beceriksizliklerinden kaynaklanmaktadır. Siyasi ve ekonomik çıkarlarını korumak veya genişletmek isteyen iktidarlar ister istemez ötekiyle bir çatışma içine girecektir. Bu çatışmasını rasyonel temellerle izah edemeyince farklılıkları körükleyerek onlar üzerinden kitleleri çatışmanın içine çekmeye çalışmaktadırlar. İslam dünyası Batı’nın ortaçağında yaşanan din ve mezhep savaşlarını yaşamamıştır ama maalesef 21. yüzyılın temel belirleyici aktörü olmaya doğru ilerleyen İslam dünyası bu çetin imtihanla karşı karşıya kalmaktadır. Eğer siyasetçiler sağduyuyu ve feraseti elden bırakmadan bu dünyanın sorunlarına geniş toplum kesimlerini memnun edici çözümler getirirlerse bu imtihan- dan fazla örselenmeden çıkabiliriz. Mezhepçi ve etnik politikalar diğer ırk ve mezhep mensuplarını tedirgin etmekte ve onları etnik ve mezhep kimliğine sımsıkı sarılmalarına ve kendilerini bunun üzerinden ifade etmelerine zorlamaktadır. Oysaki tevhit, adalet, özgürlük ve erdem gibi değerler üzerinden kendimizi ifade etsek ve sorunlarımızı bu temelde çözmeye çalışsak ortada ne mezhebî ne de etnik bir çatışma olurdu. Orta Doğu’daki siyasi iktidarların beceriksiz politikalarının ve mevcut sorunları çözmekten çok yeni sorunlar üreten icraatlarının faturasını maalesef halklar ödüyor. Orta Doğu’da oluşturulan kaos ve savaş durumundan yeni bir kimlik haritası çıkarılma gayretleri olduğunu söyleyebilir miyiz? Ayrıca İslami hareketler bu tablonun neresinde durmaktadır? Arap devrimleriyle birlikte bu coğrafyada yüzyıldır üstü örtülen ve çözülemeyen tüm sorunlar birden ortaya çıktı. Batı dünyası, elbette ki bu sorunları istismar edecek bazı girişimlerde bulunmakta ve kendi çıkarlarını sürdürmeye çalışmaktadır. An- MAYIS 2015 DİYANET AYLIK DERGİ 31 SÖYLEŞİ nın sınır çizgilerini belirginleştirmekte ve fay hatlarını hareketlendirmektedir. İslami hareketlerin büyük bir kesimi bunun farkındalar ama hiçbiri çözüm makamında olmadığı için inisiyatif alamamaktadır. Aşırı siyasallaştırılmış Şiilik ile fanatizme varmış Selefilik maalesef bu kaos ve çatışma ortamına negatif katkı yapmaktadır. Mezhep kimlikleri üzerinden bir mağduriyet oluşturarak diğer toplum kesimlerini işin içine çekmeye çalışmaktadır. Her iki grup da çatışmacı bir dil kullanıyor, aynı yöntemlere başvuruyor, farklı argümanlarla aynı tahribatı yapıyor. Ancak bunlar kaos ve şiddet ortamının ürünleri olup bu coğrafyada düzen kurucu ve kalıcı olamazlar. Müslümanların siyasal tarihi bunun örnekleriyle doludur. Adil bir paylaşım, özgür bir siyasal katılım, onurlu bir yaşam standardı sağlandığı takdirde kaostan beslenen ve şiddete başvuran yapılar kendiliğinden eriyip gidecektir. DOÇ. DR. RAMAZAN YILDIRIM Uludağ Üniversitesi İlahiyat Fakültesinde lisans eğitimini bitirdikten sonra doktorasını Ankara Üniversitesinde tamamladı. İstanbul Üniversitesi Öğretim Üyesi olan Ramazan Yıldırım SETA tarafından Arapça olarak yayınlanan Ru’ye Türkiye Dergisi’nin editörlüğünü yapmaktadır. “Hilafet Tartışmaları” ve “Mutezile’nin Kelamî Polemikleri” isimli kitapları yayınlandı. Dindevlet ilişkileri, İslam Kelam ekolleri ve görüşleri ve çağdaş İslamî hareketler alanında araştırmalarını sürdürmektedir. 32 DİYANET AYLIK DERGİ MAYIS 2015 cak Cezayirli sosyolog ve düşünür Malik b. Nebi’nin adına “sömürgeciliğe elverişlilik” dediği bir ortamın da bulunduğunu hesap etmek gerekiyor. Kendi evimizin düzenini biz kendimiz sağlamadıkça karıştıranlar çok olacaktır. Din, mezhep ve etnik temelde yeni bir haritanın çıkarılmak istendiği çok aşikâr. İçinden geçtiğimiz kaos ve çatışma ortamı henüz tasavvur aşamasında olan bu harita- Yeni İslami hareketlerin geleceğini nasıl görmektesiniz? Bu hareketler Mısır, Tunus gibi ülkelerde gördüğümüz üzere birer siyasi aktör olarak ne ölçüde var olabilirler? Yeni İslami hareketler tanımlaması yerine İslami hareketlerin “yeni hâlleri”nden bahsetmek mümkündür. İslami hareketler, birer sosyal ve siyasal oluşumlardır. Bulundukları ülkelerde legal yollarla siyaset yapma imkânı bulamadıkları için dinî bir hareket veya cemaat hüviyetinde varlıklarını devam ettirmek zorunda kalmışlardır. Bu süreçte dinî irşat ve teb- SÖYLEŞİ liğ faaliyetlerinin yanı sıra sınırlı sosyal ve eğitim faaliyetlerinde bulundular ancak fırsatlar elverir vermez hızla partileşerek siyaset arenasında boy gösterdiler. Bu hareketlerden bazıları Sudan, Ürdün ve Kuveyt gibi bazı ülkelerde partiler kurarak seçimlere katılmış, parlamentolara girmiş ve koalisyon hükümetlerine iştirak etmişlerdi. Tunus’ta siyasal katılımın yolları tamamen kapalıyken Mısır’da bağımsız adaylıklarla parlamento tecrübesi yaşanmıştı. Ancak Arap devrimlerinden sonra Müslüman Kardeşler Hareketi Mısır’da, Nahda Hareketi de Tunus’ta siyasi birer parti kurarak seçimlere katıldılar ve büyük başarılar elde ettiler. Mısır’da cumhurbaşkanlığı seçimlerinin galibi oldular. Ancak 2012 yılının temmuz ayında gerçekleştirilen askerî darbeyle Mısır’da başlayan bu siyasi süreç akamete uğratıldı. Tunus’ta ise başarılı bir şekilde süreç devam etmektedir. İslami hareketler, artık aktif siyasetin içine girmişlerdir. Özellikle bu hareketlerin içinde yer alan genç kuşaklar, siyaset yapmanın gereğini ve farklı yöntemlerini keşfetmiş durumdalar. An itibarıyla İslami hareketler havzasından doğan siyasi yapılanmalar, ülkelerinin en büyük muhalefet hareketleri konumunda bulunmaktadır. Ülkelerinin sorunlarını çözmeye aday aktörler olarak toplumsal desteğe sahipler. Siyasetin doğal mekanizmaları devrede olduğu müddetçe onlar da birer siyasi aktör olarak varlıklarını sürdürecekler. Ancak Mısır’da olduğu gibi siyaset dışı müdahaleler karşısında fazla ya- pabilecekleri bir şey yok. Ancak bu bir süreçtir ve devam etmektedir. Yenilgilerin toplamından büyük zaferler de çıkabilir. Bazı zaferler yenilgi yenilgi büyüyebilir. İslami hareketlere siyaset yapma fırsatı tanınmadığı sürece, yasal yollarla iktidara gelmelerine şans verilmediği müddetçe bu hareketler sürekli bir alternatif olma özelliğini devam ettireceklerdir. Türkiye’deki siyaset Konuya Türkiye bağlamında baktığımızda, bu yeni İslami hareketler ülkemiz açısından ne tür bir etkileşim veya değişim meydana getirebilir. Siz bu durumu nasıl değerlendiriyorsunuz? konuda çok iyi ve olumlu Siyasal hayata yeni yeni katılma teşebbüsünde olan İslami hareketlerin Türkiye üzerinde bir etkiye sahip olmaları çok zor. Aksine Türkiye’deki siyaset yapma ve partileşme tecrübesi diğer İslam ülkeleri için bir ilham kaynağı olmaktadır. Çünkü ülkemizin bu konuda çok iyi ve olumlu aynı zamanda başarılı bir tecrübesi var. Yarım asır öncesinde İslam dünyasındaki tüm İslami hareketlerin fikir ve düşünceleriyle Türkiye’deki “İslami hareketler” üzerinde etkili olduğu bir gerçekliktir. Ancak gelinen bu süreçte Türkiye, diğer İslam ülkelerindeki hareketlerden etkilenme yerine onları etkileyecek ve tecrübelerini onlarla paylaşacak bir konumdadır. Aslında ülke olarak yaşadığımız bu yeni süreçte Türkiye’deki dinî yapılar veya cemaatlerin de kendilerini sorgulamalarını, faaliyet alanlarını yeniden gözden geçirmelerini, söylem ve eylem düzeyinde şeffaflaşmalarını zorunlu kılmak- yapma ve partileşme tecrübesi diğer İslam ülkeleri için bir ilham kaynağı olmaktadır. Çünkü ülkemizin bu aynı zamanda başarılı bir tecrübesi var. tadır. Medeniyetimizin tüm dünyaya armağan ettiği vakıf müessesini kişisel ihtiras ve arzuların üzerinde tutarak, bireylerin veya gurupların siyasi ve ekonomik çıkarlarına alet etmeyen bir bakış açısıyla yeniden bir dirilişe ihtiyaç vardır. Devletin eski reflekslerine göre haklı olarak kendisini konumlandıran dinî yapıların, cemaatlerin ve tarikatların artık eski reflekslerinden vazgeçen, ülkenin tüm değerleriyle bütünleşme uğrunda adımlar atan, milletin önündeki engelleri kaldıran, onları merkeze alan bir politika benimseyen devletin “yeni hâli” karşısında eski reflekslerini terk etmeleri gerekiyor. Faaliyet alanlarını ve bakış açılarını yeniledikleri takdirde varlıklarını daha kalıcı ve sahici hâle getirebilirler. Siyaset kendisini nasıl şeffaflaştırıyorsa her türlü dinî faaliyetlerin, gönüllü sosyal ve eğitim hizmetlerinin de şeffaflaşmaya ihtiyacı vardır. MAYIS 2015 DİYANET AYLIK DERGİ 33 DİN DÜŞÜNCE YORUM Mültecilere Hicret Yurdu ya da Muhacire Ensar Olmak Prof. Dr. Mehmet Mahfuz SÖYLEMEZ İstanbul Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Zulme maruz kaldığı, harem-i ismetine el uzatıldığı, kutsalının çiğnendiği, kutsiyetinin yok edildiği, onurunun ayaklar altına alındığı, değerlerine dil uzatıldığı; inançlarının yaşanmasına mani olunduğu için yurdundan, sılasından, ailesinden, alışkanlıklarından uzaklaşarak “muhacir konumuna düşen insanlar, İslam nokta-i nazarından son derece değerli kabul edilmişlerdir. Onların bu hicretleri Kur’an tarafından 34 DİYANET AYLIK DERGİ MAYIS 2015 Allah’a yapılan bir yolculuk olarak tesmiye edilmiş ve onlara her iki cihanda da üstün bir derece, yüce bir mertebe mükâfat olarak vaat edilmiştir. Nitekim Kur’an-ı Kerim İslam tarihinin ilk muhacirlerinin çıktıkları kutsal yolculuklarını makbul gördüğünü ifade etmek amacıyla şöyle demektedir. “Allah yolunda hicret edip de sonra öldürülen veya ölenlere, Allah elbette güzel bir rızık verecektir. Rızık verenlerin en hayırlısı yalnız Allah’tır. O onları hoşnut olacakları bir yere koyacaktır. Şüphesiz Allah bilendir, halimdir.” (Hac, 22/58-59.) Tarihî bir olgu olarak “muhacir ve ensar” kavramları Hz. Peygamber’in Medine’ye hicret etmesiyle başlayan ve Mekke’nin fethiyle biten zaman diliminde kutlu yurda yani Medine’ye göç edenler ile onlara kucak açan yiğit insanlara verilen bir isim olsa da günümüzde bu ilk kutlu müjdeyle müşerref olanlarınkine benzeyen onlarca hadise yaşanmaktadır. Arakan’da onurları ayaklar altına alınmasın diye kaçanlar veya zorla yurtlarından sökülüp atılanlar; Bosna’da Müslüman oldukları için yakılan binlerce akrabasını geride bırakmak zorunda kalanlar; Mısır’da tek amaçları Müslüman DİN DÜŞÜNCE YORUM gibi yaşamak olduğu için meydanlarda kurşuna dizilenlerin yakını olduklarından dolayı derdest edileceklerini bildiklerinden sılalarından uzaklaşanlar, Çeçenistan’da Müslüman onurunu korumaya çabaladıkları için yok edilenlerin hatıralarını yaşatmak amacıyla dünyanın muhtelif yerlerine dağılanlar; Çin’in Uygur bölgesinde İslam’ı temsil ettikleri için darağaçlarına çekilenleri anlatmak amacıyla yurtlarını terk edenler; Suriye’de zulme dur demek istedikleri için her gün binlercesi öldürülenlerin arkada kalanlarından yaşam mücadelesi verenler… Evet bütün bunların tamamının o ilk muhacirlere verilen kutlu muştudan nasiplenmeyeceklerini kim bilebilir? Ya bunlara kucak açan, kol kanat geren, yurt sağlayan, kendi evlerinde ağırlayan, onur ve iffetlerini muhafaza eden, harem-i ismetini en kutsi değerlerden biri olarak kabul eden, bırak yan bakmayı onu kendi harem-i ismetlerinden ayırmaksızın mücadele edenlerin ilk ensar nesline verilen muştudan nasiplenmeyeceklerini kim bilebilir? Kur’an ilk ensar nesli üzerinden her dönem o kutlu hatırayı yeniden inşa edenlere hitaben şöyle demektedir: “Onlardan önce oraya [Medine] ve imana yerleşmiş olanlar, kendilerine göç edip gelenleri severler; onlara verilenlere içlerinde bir arzu duymazlar, kendileri zorluk içerisinde bulunsalar bile onları kendilerinden önce tutarlar. Kim nefsinin cimriliğinden korunursa, işte onlar kurtuluşa ulaşanlardır. Onlardan sonra gelenler: Rabbimiz! Bizi ve bizden önce inanmış Ülkemiz son zamanlarda sadece İslam aleminin muhtelif yerlerinde zulme maruz kalan, kan ve göz yaşı ile boğuşan insanların sığınağı olmadı. Aynı zamanda dünyanın birçok yerinde yardıma muhtaç insanların yarasını sarmak için harekete geçti. olan kardeşlerimizi bağışla; kalbimizde müminlere karşı kin bırakma. Rabbimiz! Şüphesiz sen çok şefkatlisin. Çok merhametlisin derler.” (Haşir, 59/9-10.) “İslam’ı ilk önce kabul eden muhacirler ve ensar ile iyilikle onlara uyanlar var ya, Allah onlardan razı olmuş; onlar da O’ndan razı olmuşlardır. Allah onlara içinden ırmaklar akan ve içinde ebedî kalacakları cennetler hazırlamıştır. İşte bu büyük başarıdır.” (Tevbe, 9/100.) Kur’an, bu iki kıymete şayan insanı birbirlerinin velileri olarak tesmiye etmektedir. Hatta bunları birbirinin mütemmim cüzü olarak görmektedir. “İnanıp hicret eden; canları ve mallarıyla Allah yolunda cihat edenlerle onları barındırıp yardım edenler, işte bunlar birbirlerinin velileridirler…” (Enfal, 8/72.) Ülkemiz son zamanlarda sadece İslam aleminin muhtelif yerlerinde zulme maruz kalan, kan ve göz yaşı ile boğuşan insanların sığınağı olmadı. Aynı zamanda dünyanın birçok yerinde yardıma muhtaç insanların yarasını sarmak için harekete geçti. Asya, Afrika, hatta Avrupa ve Amerika kıtasında birçok mağdur bu merhamete mazhar oldu. Birçok yardım kuruluşumuz bu hayırları hem topladılar, hem yerine dağıttılar. İnsanlık onurunu korumakla kalmadılar, Rabbimizin huzuruna vardığımızda bu yapılanlarla taçlanmamızı da sağladılar. Yurt içine gelince ülkemizde birçok mülteciyi barındırmaktayız. Dünyanın değişik yerinde baskı görenler ülkemize, onun onurlu ve vakur, çilekeş ve merhametli halkına ve onların temsil ettiği devasa geçmişe ve tarihe sığınıyor. Bu da bizi ensar konumuna yükseltiyor. Peki, ensar olmak neyi icap ettiriyor? Kanaatimce bunlara kucak açmak kadar bu onuru zedelemeden götürmektir aslında “ensar” sıfatının hak edilmesini sağlayan. Bunlardan faydalanmak değil onlarla her şeyimizi paylaşmaktır aslında ensar olmayı gerektiren. Onların harem-i ismetine göz dikmek, ondan faydalanmak değil onu korumaktır “ensar” olmayı icap ettiren. Abdurrahman b. Avf ile ensar kardeşini hatırlayalım. Medine’ye hicret eden muhacir kardeşine bir ensar olarak: -“İşte malım, yarısını al” Abdurrahman’ın buna cevabı en az bu teklif kadar yüce ve onurluydu: - “Malın sana mübarek olsun. Sen bana [geçimimi sağlayacağım] pazarın yolunu göster.” İşte ensar olmak bunu gerektiriyor, bunu icap ettiriyor. Gelen MAYIS 2015 DİYANET AYLIK DERGİ 35 DİN DÜŞÜNCE YORUM dışlamamızı, ötekileştirmemizi, toplu olarak suçlu ilan etmemizi ve onları kaderlerine terk etmemizi yasaklamaktadır. Zaten Peygamber Efendimizin uygulamaları da aynen böyle olmuştur. Nitekim o bir kurban bayramı arifesinde Medine’ye gelen muhacirleri korumak amacıyla orada yaşayan Müslümanlara: “Sizden her kim kurban keserse bayramın üçüncü gecesinden sonra evinde kurban etinden bir şey bırakmasın.” (İmam Malik, Udhiye, 2135, 2136; Buhari, Udhiye, 1886; ayrıca bkz. demiştir. Böylece onları sorumluluklarını müdrik olmaya davet etmiştir. Kuşkusuz “muhacir” olmak bir sorumluluk gerektirdiği gibi “ensar” olmak da sorumluluk icap ettirir. Ensar, kendine sığınmakta olan muhacirleri gereği gibi ağırlamalı ve onlara madden ve manen kucak açmalıdır. İbn Kayyım el-Cevziyye, II, 318.) muhacire sofrasını, ocağını açmak kadar ona geçimini sağlayacak olanaklar da sağlamayı gerektiriyor. Bunu sağlayanları Hz. Peygamber insanlığın yüz akı olarak değerlendiriyor ve onlar hakkında şöyle diyor: “Ensar’ı sevenlerin mükâfatı Allah tarafından sevilmektir. Ensar’dan nefret edenlerin cezası ise Allah’ın buğzuna uğramaktır.” (Buhari, Menakıp, 4.) “Dünyanın en değerli ve makbul insanları Ensar’dır. Allah’ım sen onları ve nesillerini koru.” (Müslim, Fezailu’s-sahabe, 172-180.) Kaldı ki dinimiz bize sığınanların Müslüman olmasına da bakmamamızı, mazlumun dininin ve 36 DİYANET AYLIK DERGİ MAYIS 2015 ırkının sorgulanamayacağını, onları himaye etmemizi bizden istemektedir. Nitekim yüce Rabbimiz Kur’an’da şöyle buyurmaktadır: “Ey Muhammed! Eğer müşriklerden biri sana sığınmak isterse, onu himayene al ki, Allah’ın sözünü dinlesin. Sonra onu güvende olacağı yere ulaştır. Çünkü onlar bilmeyen bir topluluktur. (Tevbe, 9/6.) Yani bize sığınmak zorunda kalan insanların dinleri ne olursa olsun himaye edilmeleri icap etmekte ve şayet varsa yanlışları onlara doğru yolu gösterip yanlışlarını gidermemizi bize emretmektedir. Dahası, bize sığınanları kategorize edip Kendilerine kucak açılan muhacirler de, onları bağırlarına basan, yaşamlarının bir parçası hâline getiren ensara karşı kardeşlik hukukuna uygun davranmalıdırlar. Aslında ümmet olmak da bunu gerektirmiyor mu? Hz. Peygamber İslam ümmetinden bahsederken onları bir yapının taşlarına benzeterek her iki kitlenin de sorumluluğunu yerine getirmesi gerektiğini söylemiş olmuyor mu? Öyleyse bu yapı taşlarının birbirlerine karşı sorumluluklarının olduğunu, birlikte bir aileyi teşkil ettiklerini idrak etmeliler ve bu idrakin esası içerisinde bir vücudun azaları olarak davranmalılar. DİN DÜŞÜNCE YORUM GENÇLERİN KİMLİK OLUŞUMUNDA Hz. Peygamber’in Örnekliği Gençlere güven duymak, bu güven duygusunu davranışlara yansıtmak, sorumluluk vermek ve onlara fikir yürütüp bilgi üretmeleri için imkân sunmak, gençlerin kimlik oluşumuna etki eden önemli unsurlardan biridir. Haydar BEKİROĞLU Malzeme Yönetimi ve Satın Alma Daire Başkanı Birey olarak insanın kendisiyle en güçlü şekilde buluştuğu gençlik dönemi, zihinsel, duygusal ve bedensel yoğunluklarla birlikte manevi ve ahlaki karşılaşmaların da en sık yaşandığı zaman dilimidir. Yetişkinler tarafından oluşturulan anlam ve eylem çevresi içerisinde, dıştan içe aktarılan bir hayatı yaşayan çocuk, gençlikle birlikte artık hayatın tüm alanlarında, bağımsızlık eksenli bir yaşam sergilemeye başlamaktadır. Kimliğinin belirgin çizgilerinin oluştuğu ve şekillendiği bu dönemde genç, bir yandan özgün ideallerini besleyip büyütmek için arayışa girerken, diğer yandan birey olmanın sağladığı serbest fakat riskler içeren alanlarda yol almaktadır. İmkânların ve seçeneklerin alabildiğine çeşitlendiği çağımızda, gençlerin sahip oldukları inanç, anlayış ve değerler çerçevesinde kendilerinin ve yaşadıkları toplumun geleceğine sağlıklı katkılar sunabilmeleri için, Hz. Peygamberin gençliğe bakışını, iletişim biçimini ve örnekliğini gençlerin kimlik oluşumu açısından bir kez daha düşünmeye ihtiyacımız var. Allah’a ibadeti yaşantısının bir parçası hâline getiren gencin mahşer gününde Allah’ın himayesinde gölgelendirileceğini buyuran (Buhari, Zekât, 16.) Sevgili Peygamberimiz, Allah’a kulluğu hayatın amacı hâline getiren genç kimliğini inşa ederken, onların fiziksel ve ruhsal yapılarını dikkate alan, emretmekten çok örnek olup teşvik eden, onlara inanıp güvenerek motive eden, hata arayıp azarlamak yerine merhametle muamelede bulunan, buyurup yönetmek yerine yetki ve sorumluluk vererek benliklerini güçlendiren bir anlayış sergilerdi. Gençlerle bir arada yaşayan ve onlarla birlikte hareket etmekten mutluluk duyan Hz. Peygamber, meşakkat ve zorlukların kuşattığı Mekke döneminde genç bir sahabenin evini mektep edinmişti. Sevgili Nebi’yi ve arkadaşlarını gölgesinde barındıran “Darü’lErkâm” veya “Darü’l-İslam” isimli evin sahibi Erkâm isimli sahabeydi. 17-18 yaşındayken Müslüman olmuş, gençliğini İslam dinine hizmetle yoğurmuştu. Hz. Peygamber de bu fedakâr genç arkadaşını sadakatle ödüllendirerek iltifat ve ikramda bulunmuş, Mekkelilerden ganimet olarak alınan özel bir kılıcı ona armağan etmişti. (bkz. İbn Sa’d, Tabakâtü’l-Kübrâ, c. 3, s. 225; Önkal, Ahmet, DİA “Erkam b. Ebü’lErkam” md. c. 11, s. 305.) Gençlere güven duymak, bu güven duygusunu davranışlara yansıtmak, sorumluluk vermek ve onlara fikir yürütüp bilgi üretmeleri için imkân sunmak, gençlerin kimlik oluşumuna etki eden önemli unsurlardan biridir. Bu anlamda Sevgili Efendimiz, gençlere kritik öneme sahip görevleri vermiş ve sorumluluklar yüklemişti. 19 yaşında Müslüman olan MAYIS 2015 DİYANET AYLIK DERGİ 37 DİN DÜŞÜNCE YORUM Cafer Tayyar (r.a.) Habeşistan’a hicret eden Müslümanların liderliğine tayin edilmiş, beraberindeki muhacirlerin sözcülüğünü de üstlenen bu genç sahabe Habeşistan kralının huzurunda Mekkeli usta hatiplere karşı yaptığı savunmayla onlarca Müslümanın Habeşistan’da esenlik içinde yaşamasını sağlamıştı. Cafer’in, verilen sorumluluğu hakkıyla yerine getirmesinin karşılığı, Hz. Muhammed’in (s.a.s.) derin muhabbetiydi. Hayber’in fethedildiği gün, Cafer Habeşistan’dan döndü. Sevgili Rasul (s.a.s.) onu gördü- ğünde, “Hangisine sevineceğimi bilemiyorum, Hayber’in fethine mi, Cafer’in gelişine mi?” diyerek vuslatından duyduğu coşkuyu sergiledi, ona sarıldı ve alnından öptü. Ardından, Cafer’e Hayber ganimetlerinden pay verdi. O, (s.a.s.) bu tavrıyla, görev ve sorumluluk yüklediği gençleri toplum önünde onurlandırıp, maddi ve manevi olarak ödüllendirme konusunda nazenin bir örnek sergilemişti. Gençlere sorumluluk vermekten bahsedildiğinde Muaz b. Cebel’i (r.a.) anmak kaçınılmazdır. O- nunla Sevgili Peygamberimiz arasındaki ilişki, hem yönetim ahlakı, hem fıkıh usulü, hem de gençlerle iletişim açısından anlamlı örnekler içerir: Hz. Peygamber Huneyn Savaşı için Mekke’den ayrıldığında genç Muaz’ı kendi yerine Mekke’de emir tayin etmiş, ardından da Yemen’e vali olarak atamıştı. Valilik için Yemen’e yolcu ederken ona insanları nasıl yöneteceği konusunda önerilerde bulunmak istemiş, ancak bunu tek taraflı ve buyurgan bir yöntemle yapmak yerine öncelikle onun kendini ifade etmesine ve “Haydi ailelerinize dönün. Onlarla yaşayın. (Burada öğrendiklerinizi) onlara öğretin, (iyi şeyleri) emredin, benim nasıl namaz kıldığımı gördüyseniz, öylece namaz kılın, namaz vakti geldiğinde içinizden biri ezan okusun, en yaşlınız da imamınız olsun.” (Buhari, Ezan, 18.) 38 DİYANET AYLIK DERGİ MAYIS 2015 DİN DÜŞÜNCE YORUM yönetim anlayışını ortaya koymasına imkân vermişti. Karşılıklı diyalog sırasında kutlu Peygamber Muaz’a insanları nasıl yönetmeyi düşündüğünü sormuş; Muaz, Kur’an-ı Kerim, Hz. Peygamber’in sünneti ve bu ikisinde de kanıt bulamaması hâlinde kendi içtihadına göre toplumu yöneteceğini ifade emişti. Sevgili Peygamberimiz bu cevaptan duyduğu mutlulukla Allah’a şükrederken, (Tirmizi, Ahkâm, 3.) genç yöneticiye de “Muaz, insanlara karşı davranışlarında ahlakını güzelleştir”, “Kolaylaştır, zorlaştırma; sevindir, nefret ettirme; uyumlu ol, ihtilaf etme.” tavsiyesinde bulunmuştu. (Müslim, Cihad ve Siyer, 6-8.) Gençleri bilgiye ve hikmete yönlendirerek onların geleceğini ilimle inşa etmek, Sevgili Nebi’nin bizlere emanetiydi. Genç sahabilerin sembol isimlerinden Abdullah İbn Abbas (r.a.), Peygamberimizin yanında filizlenen, büyüyen, yeşeren ve meyve veren biriydi. Onun İslam ilim mirasına kattığı zenginlikte elbette Sevgililer Sevgilisinin dua ve merhametle güçlenen eğitim anlayışının etkisi vardı. Rasulüllah (s.a.s.) İbn Abbas’ın alnına elini koyarak, “Allah’ım ona hikmeti ve Kur’an’ı yorumlayabilme kabiliyetini ver!” (İbn Sa’d, Tabakâtü’l-Kübrâ, c. 2, s. 315-317.) “Allah’ım, ona Kitabı öğret ve onu dinde mütehassıs kıl!” (Buhari, İlim, 17.) diye dua etmiş, onu atının veya devesinin terkisine bindirip gezdirirken, “delikanlı” diye başladığı şefkat dolu sözleriyle İbn Abbas’a hayata ve ahirete dair değerleri öğretmişti. (Ahmet b. Hanbel, Müsned, I/293.) Peygamberin öğrettiği bilgi ve hikmeti yüklenen bu genç sahabe, Kur’an’ı çok iyi anlayıp yorumladığı için “Kur’an tercümanı” ve “ilim denizi” olarak adlandırılmıştı. Hz. Nebi genç arkadaşlarına bilgiyi sevgiyle güzelleştirerek takdim ederdi. Bir gün Muaz’ın elinden tutup: “Muaz! Allah’a yemin ederim ki seni seviyorum.” diye söze başladı. Muaz; “Ben de seni seviyorum ey Allah’ın elçisi!” dedi. Peygamber (s.a.s.): “O hâlde sana bir dua önereyim. O duayı her namazdan sonra okumayı ihmal etme: Allah’ım! Seni zikretmekte, sana şükretmekte ve sana güzelce ibadet etmekte bana yardım et.” (Ebu Davud, Tefsiru ebvabi’l-vitr, 26; Nesai, Sehiv, 60.) Hz. Peygamber gençlerle ilişkisinde gençlik çağının bedensel ve duygusal yönlerini de dikkate almış, onlara anlayış ve zarafetle muamelede bulunmuştu. Kutlu Peygamberin yanına giden Malik b. Huveyris ve genç arkadaşları yaklaşık 20 gün orada kalmış, ancak ailelerini de özlemeye başlamışlardı. Bunu hisseden Peygamberimiz, geride bıraktıkları bir ailelerinin olup olmadığını sordu. Ailelerinden uzakta olduklarını öğrenince de, gençlere temel bazı bilgiler verip onları ailelerinin yanına gönderdi: “Haydi ailelerinize dönün. Onlarla yaşayın. (Burada öğrendiklerinizi) onlara öğretin, (iyi şeyleri) emredin, benim nasıl namaz kıldığımı gördüyseniz, öylece namaz kılın, namaz vakti geldiğinde içinizden biri ezan okusun, en yaşlınız da imamınız olsun.” (Buhari, Ezan, 18.) Bilal-i Habeşi’nin ilk ezan okumasıyla ilgili tecrübesi, Hz. Peygamber’in gençlerin kimliğini inşa ederken onlara inisiyatif tanımasının latif örneklerinden biridir. Genç Bilal’in, dinin sembollerinden biri olan ezan hakkında güzellik üretmesine imkân sunan Nebi (s.a.s.) bizlere de bireyin dinî tecrübesinin oluşumunda yapıcı olmanın örneğini hediye etmiştir. Peygamber müezzini Bilal, bir sabah vakti: “Namaz uyumaktan hayırlıdır.” cümlesini ekleyerek sabah ezanı okumuştu. Onun bu uygulamasını uygun bulan şefkat Peygamberi, (Âdem Apak, Hz. Peygamber’in İzinde, s. 311.) Bilal’in inisiyatif kullanmasını onaylamış ve artık sabah ezanlarında bu ifadenin de okunmasını emretmişti. Hz. Peygamber’in gençlere eşsiz örnekliğinin yansımaları genç sahabilerden Enes b. Malik’in hayatında da görülmektedir. O, Hz. Peygamber’in yanında yetişip bilgi ve görgü öğrenmiş, sonra da öğrendiklerini başkalarına aktarmıştır. Hz. Peygamber’in Enes’in kimliğinin oluşumundaki etkisinde şefkatinin rolü büyüktür. Enes, yıllarca Peygamberimizin hizmetinde bulunduğunu, zaman zaman onun istediği gibi davranamadığını, bununla birlikte ondan bir defa dahi azar işitmediğini anlatmıştır. (Âdem Apak, age. s. 302.) Sevgili Peygamberimizin örnekliği sayesinde, önemli bir kısmı zulüm ve vahşetle özdeşleşen Cahiliye döneminin karanlığında bulduğu gençler “gökteki yıldızlar” gibi ışıldayan bir topluluk hâline gelmiş ve bu gençler aracılığıyla da İslam dini çağlara ve coğrafyalara ulaşmıştır. MAYIS 2015 DİYANET AYLIK DERGİ 39 ŞEHİR VE KÜLTÜR Şehir ve Mahremiyet Mahmut BIYIKLI 40 DİYANET AYLIK DERGİ MAYIS 2015 ŞEHİR VE KÜLTÜR Şüphesiz insanın inancı, bilgisi ve bakış açısı şehri şekillendirmekte, şekillendirdiği şehir geleceğe miras kalmaktadır. Mahremiyet, sadece İslam toplumuna has bir kavram değildir elbette; evrenseldir. Mekân, insana hem sınırlar koyan hem de imkânlar tanıyan alandır. İnsanlar, kuşatan ve kuşatılan bir mekânda bir araya geldiklerinde birbirlerini belirleme durumuyla karşı karşıya kalırlar. Mekân, insana varlığını tamamlama imkânı sunar. İnsan; var olma sürecini, mekân inşa etme üzerinden gerçekleştirir. Değer dünyasını mekân üzerinden görünür hâle getirir. Bundan dolayıdır ki mekân, onu inşa eden insanın inancının, ideolojisinin; bir bütün olarak dünya görüşünün aynasıdır. Klasik dönemlere bakıldığında bir Müslüman şehri ile farklı bir dini benimseyen insanların inşa ettiği şehir, sadece minareleri ile değil; bütün uzviyetiyle fark edilirdi. Müslümanların inşa ettiği şehirlere bakılarak bir ‘İslam medeniyeti’ tasavvuru ortaya konulabilirdi. Müslüman insan tasvirinin silikleşmesiyle birlikte İslam şehir tasavvuru da ayırıcı özelliklerini kaybetmiş oldu. Modernist bakış açılarının önce şehirleri esir aldığını söylemek lazım. Müslüman duyarlılığının şehir karşısındaki esas duruşunun bozulmasıyla Müslüman insanın mahremiyet anlayışı da zedelenmiş oluyordu. Müslüman hayatının merkezinde dinin yer alması gibi, kadim Müslüman şehirlerinde de caminin etrafında yayılan bir mekân tutma tarzı söz konusuydu. Efendimizden (s.a.s.) itibaren Müslümanlar, şehirlerini merkeze camiyi koyarak inşa ediyorlardı. Şimdi ise camiler, konutların arasında rastgele bir mevkide aksesuar kabilinden bir yer işgal etmekte. Mimari, Allah şuurunun binalaşmış şeklidir… Turgut Cansever, “İslam mimarisi, İslam’da insanın Allah hakkındaki şuurunun, varlığın kutsal karakterinin çatısını oluşturur.” diyerek Müslüman’ın mekânla ilişkisi adına çok önemli bir tespit yapar. Allah hakkındaki şuurun kaybolması şehre zulmün hâkim olması demektir. Bir şehir tabiatın içinde kaybolmuyorsa orada tabiata karşı bir zulüm vardır. Bugün, şehrin içinde kaybolmaktan öte, şehirden kazınmış bir tabiatla karşı karşıyayız. Âlimler, insanın fazileti ile şehrin fazileti arasında mutlak bir bağ olduğundan bahsetmişlerdir. Bugün kutsal topraklar üzerinde bile faziletli şehre tesadüf etme imkânımız kalmamış durumdadır. Şehre yapılan zulmün görülmemesi için sitelerin duvarları gökleri delecekmişçesine uzayıp gitmektedir. Acı olan o ki Müslüman insan, hassasiyetlerini kaybederken kültürünü irfanını da zayi etmektedir. Şüphesiz insanın inancı, bilgisi ve bakış açısı şehri şekillendirmekte, şekillendirdiği şehir geleceğe miras kalmaktadır. Mahremiyet, sadece İslam toplumuna has bir kavram değildir elbette; evrenseldir. Ancak boyutları toplumlara ve inançlara göre değişmektedir. Bugün karşımızdaki tablo ilginçtir; İslam şehir mantığı Müslüman beldeleri terk ederken, mahremiyeti daha ziyade “özel hayat” ve “özgürlük” olarak anlayan Avrupa şehirlerinde ise mahremiyetin ve çocukların güvenliği ve rahatlığının ön plana çıktığını görmekteyiz. Son dönem yapılan şehir planları, bu iki olguyu güçlendirmekte ve getirilen kurallar ile de “suni” çıkmaz sokaklar meydana getirilmektedir. İslam şehirlerinde öngörülmüş ve yüzyıllar önce gerçekleştirilmiş evi ve ailenin mahremiyetini ön plana alan uygulamanın, Batının modern şehirlerinde artan bir şekilde talep edildiğini ve uygulandığını görüyoruz ve hayretten hayrete düşüyoruz. Çıkmaz sokaklar mahremiyete çıkardı… Ferdi açıdan baktığımızda mahremiyet, insanların inanç, çevre ve bilinçleri çerçevesinde değişmektedir. Şehirler büyüdükçe farklı öncelikler ortaya çıkmakta ve mahremiyet geri plana itilmektedir. İçimize dönersek mahre- MAYIS 2015 DİYANET AYLIK DERGİ 41 ŞEHİR VE KÜLTÜR miyet, özellikle aile hayatımızda oldukça hassas olduğumuz bir durumdur. Evlerimizin girişi, odaların formu mahremiyetin izlerini taşımaktadır. Lakin sokaklara, caddelere ve şehre baktığımızda mahremiyetin yok olmaya yüz tuttuğunu görmekteyiz. Mahremiyet bir şehrin yapısını oluştururken İslam şehirlerinde ne ifade ediyordu, bugün ne ifade ediyor? Neden İslam şehirlerinde çıkmaz sokaklar daha fazladır; şehir planlamacılarının bu sorular üzerinde düşünmesi gerekmektedir. Çıkmaz sokak, ana caddeler ile ev arasında yarı mahrem bir bölge oluşturmaktadır. Bu, aynı zamanda o bölge sakininin güvenli bölgesi konumundadır. Çıkmaz sokakların şehrin merkezinde değil, şehrin konut bölgelerinde tercih edilmiş olması da mahremiyet düşüncesinin haklılığını ortaya koymaktadır. Bu şekilde bir şehir yapısı kurulduğunda, ödül olarak tabiat ile barışık, insana huzur veren bir yol ağı ve şehir elde edilmiş olur. Turgut Cansever bu durumu, Osmanlı şehirlerini modern şehirler ile mukayese ederek şu şekilde ifade ediyor: “Modern şehirde, insan hayatını sürekli birbirine benzer duvarlar arasına hapseden, dünyaya sırtını dönen, ona karşı duyarsız olan, hatta duyarsız olması da önemsiz sayılan bir insan telakkisi görüyoruz. Buna karşılık Osmanlı şehri sakin, hareketli yol şeması üzerinde, yol boyunca yeri, biçimi, şahsiyeti, değişen evlerin arasında büyük abidelerin bulunduğu yerleri, büyük abidevi 42 DİYANET AYLIK DERGİ MAYIS 2015 ağaçların bulunduğu meydanları, alçak duvarlardan sarkan çiçekleri yahut meyve ağaçlarının sarkan dallarını görerek ve parlak, farklı renklere sahip evlerin arasından geçerek, her an yeni bir güzellikle karşılaşarak yaşayan bir insan için vücuda getirilmiş bulunuyor. Burada önemli bir mesele var; birçok insan bu muntazam olmayan yol şebekesi-ni kargaşa olarak görüyor. Oysa Osmanlı şehrinde bir taraftan sürekli değişmeyi yaşarken, bir taraftan da ‘değişme’den hiçbir rahatsızlık duymadan, onu tadı alınan bir güzellik olarak görebiliyorsunuz.” (Osmanlı Şehri, Timaş Yayınları, İstanbul, 2010.) Rezidans mabetleri… Mahallenin mahremiyetini yitirmesiyle, aileler çekirdek aileye dönüşmüş, bireyler özel alanlarına çekildikten sonra bilhassa büyük şehirlerde marazi durumlar oluşmuştur. Mesela İstanbul artık bir metropoldür ve metropolün insanları şehrin her gün daha da kalabalıklaşan kamusal alanlarından kaçmakta, kendilerine sığınaklar yaratmaktadır. Kamusal alanla özel alan arsandaki alışveriş ilişkisi bozulmuştur. Kitle insan artık şehrin gittikçe karmaşıklaşan hayatını, kendisi için kamusal kılacak şekilde bir bütün olarak idrak etmeyi başaramamaktadır. Genel olarak şehir bütünü, görülmesi zorlaşan bir ormana dönüşmüş ve birey kendi özel alanına çekilmekten başka çare bulamamıştır. Güvenlikli apartmanlar bugün kapalı sitelere, rezidanslara dönüşmüştür. Kapalı siteler aynı fikirde, aynı gelir düzeyinde, aynı beklentilere sahip insanlarla bir- likte var olmayı vaat eden dikey yaşam alanlarıdır ve bu yapıların kendi içinde bile bir kamusallık oluşturması imkânsız görülmektedir. Yeni dünya yalnızlıklar dünyası… Yeni dünya, kurallar dünyası olduğu kadar yalnızlıklar dünyasıdır da. İnsan önce tabiattan koparıldı, modern uyku evlerinde yaşamaya mahkûm edildi. Topraktan uzaklaştığı gibi gökyüzünü de unuttu. Bu yüzden büyük nüfus çoğunluğunun yaşadığı şehirlerde insanın toprakla münasebeti de sembolik düzeyde kaldı. İnsan ve çevresi bütünlük düşüncesi ile anlam kazanır. Modern dünya insanın hayata katılımını yok etmiştir. Katılımdan soyutlanmış insanın dünyayı koruma bilinci gelişmediği gibi dünyanın kayıp giden güzelliklerinin farkına varması da mümkün olmaz. “İstanbul’da üç kutsal mekân vardı: Cami, çarşı, ev. İnsanlar sokakta fazla dolaşmazlardı; gezmek amacıyla sokağa çıkmazlardı. Bu üç kutsal alandan birinden diğerine gidebilmek için sokaklardan geçerlerdi. Evlerin dışarıya bakan pencereleri sınırlıydı. Pencereler ‘hayat’ adı verilen kapalı iç mekânlara açılırdı. Özellikle kadınların hayatı ‘hayat’ta geçerdi. Yoğurtçu, sütçü kapıya gelirdi. Ev kutsaldı. Bu yaşam tarzı içinde, sokaklar kutsal değildi, köpeklere terk edilmişti. Köpek mekruh kabul edilir eve sokulmazdı. Ama sokakta bakılırdı. Çünkü ev kutsaldı!” (İstanbul’da Gündelik Hayat, Ekrem Işın, Yapı Kredi Yayınları.) ŞEHİR VE KÜLTÜR Şimdi bu satırlar bize bir masal mışıltısı gibi geliyor ne yazık ki… İnsan, ‘dünyayı güzelleştirmek’ vazifesini yeniden hatırlamalıdır. Gelecek nesillere devraldığımızdan daha güzel bir dünya bırakmanın mesuliyetini taşıyoruz. fırlatılarak hayallerinden ve kutlu istikbal rüyalarından da sürgün edilmekte. İnsan toprağa küsmüş, toprak da insandan öcünü almaya yönelmiştir. İnsanın yeniden toprakla yani kendiyle barışması ve aslına dönmesi lazım. Bilge şair Sezai Karakoç’un ifadesiyle, Bugün, yüz sene önceki Alman Bauhaus tarzı her yeri şeffaf cam mülkiyet alanlarından bahsediliyor. Şehirler de insanlar gibidir; geçmişinden koparılırsa şahsiyetini kaybeder. Şahsiyetsiz şehirlerde yaşamamak için şahsiyetli fertlerin ordular hâlinde direnmesi gerekiyor. “Cadde sokak ev bütün kent Uygun kurulmamışsa samanyollarına Mutluluk ne mümkün o kentin insanlarına.” Çünkü hayat ‘ev’in içinde yaşanır ve çocuk yeryüzüne evden açılır; ev çocuğun ilk cennetidir. Cennetten kovulmuş çocukların dünyayı imar etmesini beklemek ancak kuru bir hayal olarak kalmaya mahkûmdur. Çocuk ve toprak iki kardeş gibi birbirini tamamlar. İnsan yaratıldığı toprak parçasından uzağa “Alnından öpmeye gidiyorum Evleri balkonsuz yapan mimarların” Diyen öncü ruhları daha iyi anlayabileceğimiz bir öze dönüş, bizi mahremiyetin tılsımlı hayatiyetine de yeniden kavuşturacaktır; inanıyoruz, çünkü inanmak istiyoruz! Yeni dünya, kurallar dünyası olduğu kadar yalnızlıklar dünyasıdır da. İnsan önce tabiattan koparıldı, modern uyku evlerinde yaşamaya mahkûm edildi. Topraktan uzaklaştığı gibi gökyüzünü de unuttu. Bu yüzden büyük nüfus çoğunluğunun yaşadığı şehirlerde insanın toprakla münasebeti de sembolik düzeyde kaldı. İnsan ve çevresi bütünlük düşüncesi ile anlam kazanır. MAYIS 2015 DİYANET AYLIK DERGİ 43 VAHYİN AYDINLIĞINDA İnsanın Temel Bir Zaafı Prof. Dr. İbrahim Hilmi KARSLI Din İşleri Yüksek Kurulu Üyesi “Dediler ki: Sakın ilahlarınızı bırakmayın; hele Ved’den, Suva’dan, Yeğus’tan, Yeuk’tan ve Nesr’den asla vazgeçmeyin.” (Nuh, 71/23.) Peygamberler, beşer olmakla beraber, Allah Teala katında özel makamları olan ve O’ndan vahiy alan seçkin kimselerdir. Onların beşerî ve ilahî konumları bizzat vahiy tarafından net bir şekilde belirlenmiştir. Mesela Kur’an, bir beşer olarak tıpkı diğer insanlar gibi olduğunu muhataplarına bildirmesini Hz. Peygambere tekrarlar. (Kehf, 18/110; Fussılet, 41/6.) Ayrıca Kur’an, kendi elinde Allah’ın nimet hazinleri bulunmadığını, geçmiş ve geleceği bilmediğini ve bir melek olmadığını insanlara tebliğ etmesini Peygamberden ister. (Enam, 6/50.) Bu ayette bahsedilen kutsal niteliklere sahip olmadığı peygambere söyletilmektedir? Çünkü Cahiliye Arapları normal bir beşer olmayı peygambere yakıştıramıyorlardı. (Furkan, 25/7.) Mutlaka onda olağanüstü, harika özellikler görmek istiyorlardı. Aslında dinler tarihine bakıldığında, halk muhayyilesinin daima dinî önderlere çeşitli olağanüstü özellikler izafe ettiği görülür. İnsanın bu noktada ölçüyü kaçırdığı ve ilahî birtakım sıfatları onlara yakıştırdığı görülür. İşte bu durum, şirkin ortaya çıkmasının önemli nedenlerinden biridir. Bu olgunun, peygamberler tarihi açısından en dikkat çekici örneği Hz. İsa’dır. O, büyük peygamberlerden biriydi ve tabii ki insanlara öncelikle tevhidi tebliğ etmek için gönderilmişti. 44 DİYANET AYLIK DERGİ MAYIS 2015 Ne var ki vefatından sonra gelişen hadiseler sebebiyle o, Tanrı’nın kendisine hulul ettiğine inanılan kutsal bir varlığa dönüşmüştür. Hatta bu dine inananlar Hz. İsa’nın Allah olduğunu iddia edecek kadar ileri gitmişlerdir. Bu sapma, sadece peygamberlerle ilgili değildir. Onların dışında aziz, ermiş, yatır, gavs, kutup, mürşit vb. din büyükleri için de söz konusudur. Kimi daha yaşarken kimi de vefatından sonra beşer üstü niteliklere haiz kimseler olarak görülmüş, kendilerine sığınılıp himmet, keramet ve şefaatleri niyaz edilmiştir. Tarih boyunca tevhit çizgisine bağlı, muttaki ve veli insanlar ve bunları izleyen topluluklar daima var olmuştur. Ne var ki bağlıları tarafından kendilerine insanüstü nitelikler yakıştırılan ve böylece kutsallaştırılan kimseler de eksik olmamıştır. Kur’an, Vedd, Suva’, Yağûs, Yeûk ve Nesr putlarından bahseder. (Nuh, 71/23.) Tefsir kitaplarında bu ayetle ilgili yapılan açıklamalar, salih insanların zamanla nasıl putlaştırıldıklarını göstermek açısından dikkat çekicidir. Ayette bahsedilen put isimleri, daha önceleri yaşayan salih insanların isimleriydi. Bu kimseler vefat edince, hatıralarına saygı göstermek ve şefaatlerine nail olmak amacıyla heykelleri yapılmıştır. Ne var ki zamanla bunların asıl yapılış amaçları unutulmuş ve kutsal tanınan bu heykellere tanrı gözüyle bakılır olmuştur. Yine Kur’an bizlere, Yahudi ve Hristiyanla- rın kendi din adamlarını tanrılaştırdıklarını söyler. Bu, aslında ciddi bir sapmaya işaret etmektedir. Bununla, sadece bir tespit yapılmamış; aksine tevhidin son temsilcileri olarak bize de önemli bir uyarıda bulunulmuştur. İnsanlara aşırı hürmet göstermek, onları tazim etmek şirk çeşitlerinden biridir. Nitekim Allah Rasulü kendi şahsına dahi aşırı saygı gösterilmesine razı olmamış ve bu konuda insanları şöyle uyarmıştır: “Hristiyanların Meryem oğlu İsa’yı aşırı bir şekilde övdüğü gibi siz de beni övmeyin. Ben sadece Allah’ın kuluyum. Bu sebeple ‘Allah’ın kulu ve elçisi deyin.” (Buhari, Enbiya, 48.) Hz. Peygamberin bu davranışı bizlere şu ölçüyü vermektedir: Hiçbir insan peygamber seviyesinde değildir. Peygambere insanüstü bir konum verilemeyeceğine göre, diğer insanları kutsallaştırıcı davranışlardan zaten sakınmak gerekir. Dolayısıyla Allah Teala’ya gösterilecek hürmet ve tazim hiçbir insana gösterilemez. Biz bu konularda duygu, düşünce ve davranışlarımızı daima kontrol ederiz. Hayatta olanlara karşı ölçülü davrandığımız gibi yatırlara karşı da bu duyarlılığımızı devam ettiririz. Onların türbelerini, yaşadıkları hayattan ibret almak, örnek şahsiyetlerinden istifade etmek için ziyaret ederiz. Yoksa bir beklenti içerisine girerek onlara yalvarıp yakarmayız. Onlardan şefaat etmelerini dilenmeyiz. Çünkü biz sadece Rabbimize kulluk eder ve sadece O’ndan yardım dileriz. Yine belirtmek gerekir ki ‘Filan mürşit insanların davranışlarından haberdardır’ anlamına gelecek düşünceler de tevhit inancıyla bağdaşmaz. Bu tür yanlış itikatlarla, bilerek veya bilmeyerek gaybı Allah’ın dışındakilerin de bilebileceği kabul edilmektedir. Ne yazık ki bu tür anlayışlar, günümüzde bazı çevrelerde normal kabul edilmektedir. Oysa bu ciddi bir sapmadır. Çünkü gaybı sadece Allah bilir. O’nun bilmesi, görmesi, işitmesi sınırsızdır. Dolayısıyla müminler sadece O’nun murakabesi altında olduklarını düşünürler. Çünkü O, ‘Nerede olursanız olun ben sizinle beraberim’ diyor. (Mücadele, 58/7.) Yine Müslümanlar, günahtan korunmuş olanların sadece peygamberler olduğuna inanırlar. Dolayısıyla bir insan takva sahibi ve erdemli bir şahsiyet olabilir. İnsanlar onun üstün ahlakından, örnek kişiliğinden istifade edebilirler. Fakat bütün bu meziyetleri, onun hatalardan, günahlardan korunmuş olduğu anlamına gelmez. Mümin, böyle bir şahsı yüceltmede aşırı bir tutum içerisine girmez. Onun düşüncelerini, hâl ve hareketlerini hatadan korunmuş olarak görmez. Salih bir insan olsa dahi yanlış bir tercih ve içtihatta bulunabileceği ve günah işleyebileceğini göz ardı etmez. Mümin, böyle bir şahsın düşünce ve davranışlarının arkasında her daim bir hikmet aramaz. Yine bu kimse ‘la yüsel’; itiraz edilmez, düşünce ve davranışları sorgulanamaz biri olarak görülmez. Çünkü aksi bir durum, insanın kendini inkâr etmesi anlamına gelir. Diğer taraftan, ashaptan cennetle müjdelenenler hariç, hiç kimseye ebedi kurtuluş garantisi verilmemiştir. Üstelik kullarını gerçek manada bilen sadece Allah Teala değil midir? Şu hâlde mümin bu konuda kesin bir yargıda bulunmaz. Sadece faziletine inandığı şahsın, Allah’ın sevgili bir kulu olduğunu düşünür. Onun gidişatıyla ilgili olumlu kanaat besler, örnek hayatından istifade etmeye çalışır. Mümin bir kimse, salih bir insan olarak kabul ettiği bir şahısta Allah’ın tecelli edip göründüğü tarzında ileri sürülen batıl itikatlara onay vermez. Yine mümin, nerede olursa olsun, darda kalmış bir kimsenin ‘ya ğavs” çağrısına cevap veren ve onu bu durumdan kurtardığına inanılan özel yetkili kimselerin bulunduğu şeklindeki inancın batıl olduğunu düşünür. Çünkü namazın her rekâtında ‘yalnız sana kulluk eder, yalnız senden yardım dileriz’ cümleleriyle tekrarladığı tevhit ilkesinin bununla bağdaşmadığına inanır. MAYIS 2015 DİYANET AYLIK DERGİ 45 HADİSLERİN IŞIĞINDA Vücutta Dolaşan Sinsi Düşman: Şeytan Elif ERDEM Diyanet İşleri Uzmanı “Muhakkak ki şeytan, insanın vücudunda kanın dolaştığı gibi dolaşır.” (Müslim, Selam, 24.) Ramazan-ı şerifin son günleriydi. Rasuli Ekrem her yıl olduğu gibi mescitte itikâfa çekilmiş, kendini ibadete vermişti ki bir gece vakti Safiyye (r.a.) kendisini ziyarete geldi. Bir müddet sohbet ettikten sonra Safiyye validemiz, Usame b. Zeyd mahallesindeki evine dönmek üzere ayağa kalktığında, Allah Rasulü de kendisini uğurlamak için onunla birlikte kalktı. Mescidin kapısına vardıklarında, yanlarından geçmekte olan iki kişi Rasulüllah’a selam vererek adımlarını hızlandırdılar. Yanı başında hanımı varken Allah Rasulü’nü oyalayıp rahatsız etmek istememiş olmalıydılar. Fakat bu durumdan rahatsızlık duyan Allah Rasulü, Medineli iki adama “Ağır olun” diye seslendikten sonra hiç beklemedikleri bir açıklamada bulundu: “Bu yanımda bulunan (kadın yabancı değil, eşim) Safiyye binti Huyey’dir.” Bir ağızdan “Sübhanallah” diyerek şaşkınlıklarını dile getiren iki adam, “Hâşâ biz senin hakkında başka türlü nasıl düşünebiliriz ey Allah’ın Rasulü!” diyerek Efendimizin açıklama ihtiyacı duymasına biraz da içerlediklerini ifade ettiler. Oysaki Rabbimizin ümmetine düşkünlüğüyle andığı o merhametli elçi, şeytanın olur olmaz telkinlerle bu iki müminin imanına zarar vermesine engel olmak istiyordu. Sözlerine şu çarpıcı ifadelerle açıklık getirdi: “Muhakkak ki şeytan, insanın vücudunda kanın dolaştığı gibi dolaşır. Ben, şey- 46 DİYANET AYLIK DERGİ MAYIS 2015 tanın sizin kalplerinize kötü bir şüphe atmasından endişe ettim.” (Müslim, Selam, 24; Buhari, Farzu’l-humus, 4.) Yüce Allah’ın seçilmiş bir kulu olarak insanlığa en güzel örnek olarak takdim edilen Peygamber Efendimiz, ne O’nun katındaki bu yüksek mertebeye ne de “Anam babam sana feda olsun” diyerek etrafında pervane olan sahabe arasındaki eşsiz konumuna güvenmiş, tedbiri elden bırakmamıştı. En üstün vasıflarla donanmış olmasına rağmen Rasulüllah’ın mescitte karşılaştığı iki sahabiye, yanlış bir harekette bulunmadığını beyan etme gayreti, bu davranışının nedenini izah kabilinden söylediği sözlerin ne denli önemli olduğunu göstermektedir: “Muhakkak ki şeytan, insanın vücudunda kanın dolaştığı gibi dolaşır.” Hadis-i şerifte şeytanın insanla ilişkisini harikulade bir benzetmeyle ifade eden Rasulüllah, sinsice hareket eden şeytana karşı her an teyakkuzda olmak gerektiğine dikkatleri çekmektedir. Vücudu baştanbaşa kaplayan kanın damarlarda sessiz sedasız ama daimi deveranı gibi şeytan da bin bir türlü hilesi ve vesvesesiyle insanı çepeçevre kuşatır ve onu mütemadiyen kötülüğe çağırır. Zira o, kibrine yenik düşüp Rahman’a asi olduğu ve böylece huzuru ilahiden kovulduğu gün, lanetlenmesine sebep olarak gördüğü insana düşman kesilmiştir. Onun da kendisi gibi ilahî rahmetten uzak kalması için bütün yolları denemeyi kendine görev kabul etmiş ve Allah’a şöyle yemin etmiştir: “…Andolsun ben de onları (insanları) saptırmak için muhakkak senin dosdoğru yolunun üzerinde oturacağım. Sonra onlara önlerinden, arkalarından, sağlarından ve sollarından sokulacağım ve sen onların çoğunu şükreden kimseler bulamayacaksın.” (Araf, 7/16-17.) Bu doğrultuda insana çok çeşitli yollardan yaklaşarak onu günaha davet eden şeytan, onun Rabbinin koyduğu sınırları aşması için elinden geleni yapar. En büyük yardımcıları, insanın nefsani arzuları ve zaaflarıdır. Zira nefsin azgınlaştığı, zaafların çoğaldığı, akıl ve vicdanın sesini duyuramadığı bir bedende onun telkinleri eyleme dönüşmekte çok gecikmeyecektir. Bu nedenle şeytan bir yandan insana yeme, içme, şehvet gibi dünyevi arzulara düşkünlüğü emrederken bir yandan da açlık, fakirlik gibi korkularla onu paylaşmaktan, hayır hasenattan ve infaktan alıkoyar. Bir yandan kibir ve gurur telkiniyle benliğini güçlendirirken bir yandan da onu diğer insanlara karşı menfi düşünceler ve tavırlar içerisinde olmaya sevk eder. Daima “haklı” olduğunu söyler insana, yaptığı tüm kötülükleri süslü gösterir (Enam, 6/43.) ve dahası onu sahte vaatleriyle kandırır. (Nisa, 4/120.) Böylece onun sevgi, kardeşlik, sabır, dürüstlük, dayanışma, fedakârlık ve isar gibi ahlaki erdemlerle latif bir varlık olmak yerine süfli arzular, kin, nefret, öfke, haset gibi düşmanca duyguların esaretinde olan, dünyaya düşkün, açgözlü, haris, cimri ve/veya bencil bir varlığa dönüşmesi için çabalayıp durur. Kulun tövbe etmesine, dua, zikir ve ibadet gibi güzel amellerle günahlarından arınıp Allah’a yaklaşmasına asla razı olamaz. Bu yüzden onu salih amellerden uzaklaştırmaya çalıştığı gibi Rabbine karşı görevlerinde gevşeklik göstermeye de teşvik eder. İbadete başladığında ise kişiyi bu ibadetin ruhundan uzaklaştırıp sevabından mahrum etmeyi hedefleyerek vesveselerini daha da artırır. Tıpkı “Şunu hatırla, bunu hatırla…” diyerek hiç aklında olmayan düşüncelerle namaz kılan kimsenin zihnini bulandırdığı ve nihayetinde kaç rekât kıldığını dahi bilmez hâle getirdiği gibi. (Buhari, Ezan, 4.) Hz. Âdem’in cennetten çıkarılmasından Kabil’in kardeşi Habil’i öldürmesine; Firavunların ilahlık iddialarından Müslümanlar arasında yaşanan fitne olaylarına kadar, tarihte yaşanan her olumsuz olayda şeytanın yıkıcı izlerini sürmek mümkündür. Onun telkinlerine kapılan nice masum insan günah çukurlarına yuvarlanmış, ona uyarak âdeta suç makinesine dönmüş; tüyler ürperten katliamlara ve kıyımlara imza atmış, kısacası onun saçtığı nifak tohumlarıyla ailelerden devletlere nice bütünler parçalanmıştır. Oysaki şeytanın inanan ve Rabbine sığınan, O’na güvenip dayanan kulları üzerinde hiçbir gücü yoktur. (Nahl, 16/99.) İnsan iradesini iyiye ya da kötüye kullanmakta ve şeytana uyup uymamakta özgürdür. İşte bu yüzden şeytanın “insanın vücudunda kanın dolaştığı gibi dolaştığı”nı söyleyen Allah Rasulü, her şeyden önce inananlara şeytanın bitmek bilmeyen vesveseleri hususunda bir “farkındalık” kazandırmaya çalışmaktadır. Bu farkındalık, kişinin söz ve davranışlarında, tıpkı Rasulüllah gibi, şeytanın kışkırtmalarına fırsat vermeyecek şekilde tedbirli olmasını sağlayacaktır. Aynı zamanda bu farkındalık, kişinin başkaları hakkında hüküm verirken aceleci davranmasını önleyecek, kendisine yapılan kötülüklerde şeytanın rolünü düşünerek karşısındakine kin tutmak yerine onu affetmesini kolaylaştıracaktır. Elbette ki bu farkındalığı kazanan kişinin şeytanın telkinlerine uymama hususunda güçlü bir iradeye ve ilahi desteğe de sahip olması gerekir. İşte buna binaen Rabbimiz bizlere ilahî kelamında şöyle demektedir: “Eğer şeytandan gelen kötü bir düşünce seni ayartmaya çalışırsa, hemen Allah’a sığın.” (Fussılet, 41/36.) MAYIS 2015 DİYANET AYLIK DERGİ 47 DİN VE SOSYAL HAYAT Prof. Dr. Ömer YILMAZ Yıldırım Beyazıt Üniversitesi İslami İlimler Fakültesi Bizleri yoktan var eden Allah: “Müminler ancak kardeştir.” (Hucurat, 49/1.) ve “Müminler birbirlerinin dostudur.” (Tevbe, 9/71.) buyurmaktadır. Kadın-erkek, Acem-Arap Hz. Âdem’in birer evlatları olarak beşeriyette kardeştirler. Dinde kardeşlik ise bunun bir adım daha ötesinde başka bir anlam ve derinlik kazanır. Mekkeli muhacirler ile Medineli ensar arasında tesis edilen “muahat” bunun pratiğe yansımış hâlidir. “Al- 48 DİYANET AYLIK DERGİ MAYIS 2015 lah kalplerinizi kaynaştırdı. Onun nimeti sayesinde kardeş oldunuz” (Âl-i İmran, 3/103.) diyen Allah devamla Peygamberine; “Dünya kadar para harcasaydın onların gönüllerini böylesine birbirine raptedemezdin” buyurmuştur. Buradan kardeşlik ve dostlukta ilahî inayet ve Rabbani hidayetin kulların yanında olduğunu anlıyoruz. nim olsa, bunu bir lokma hâline getirip bir kardeşimin ağzına koysam, yine de fazla bir şey yaptım diyemem” derken aynı zat bu defa bir başka ifadesinde benzeri bir yaklaşımla, “Bir dostumun ağzına koyduğum lokmanın tadını kendi ağzımda hissederim” diyebilmiştir. Amasyalı Akif ise, Genelde İslam tarihi özelde Anadolu kültürü “Candan önce canan”ı önceleyen örneklerle doludur. Nitekim “Bin dost çok, bir düşman az değildir” anlayışının temsilcilerinden biri olan Ebu Süleyman Darani, “Tüm dünya be- Sanma kim vardır hüner teksir-i yâran etmede” “İş tahammül etmededir bâr-ı hukuk-ı sohbete Demek suretiyle dost ve kardeşliğin çoğaltılması gerektiğine vurgu yapmaktadır. Ne yazık ki pek çok açmazlarla DİN VE SOSYAL HAYAT baş başa kaldık. Evlerimizi büyüttük, ama ailelerimizi küçülttük. Geçimimizi sağlamayı başardık, ancak birbirimizle geçinmeyi başaramadık. Denizde balıklar gibi yüzmek, havada kuşlar gibi uçmak biz insanoğlu için adeta sıradanlaştı, ama ne var ki bütün bunları başarırken, kardeşçe, dostça yaşamayı bir türlü başaramadık. Çok fazla zaman tüketiyor, çok çabuk kızıyor, çok geç saatlere kadar oturuyor, çok yorgun kalkıyoruz. İletişim araçlarıyla haddinden fazla vakit harcıyor, ne var ki çok az okuyor, çok az birbirimizle sohbet ediyor ve çok az şükrediyoruz. Gelinen bu noktada yüz yüze ilişkiler yerine sanal ilişkileri tercih etmeye başladık. Yüz yüze gelsek dahi birbirimizin yüzüne daha az bakıyoruz, iletişime geçmeden ayrılıp gidiyoruz. Otobüs ve trenlerde, uçakta yan yana koltuklarda, bir birimize selam vermeden, hal-hatır sormadan ve hatta birbirimizle tanışma gereği bile duymadan uzunca yolculuğumuzu bitiriyoruz. Galiba mülk (milk) âlemini abat ederken, melekût âlemini ihmal ettik. Modernite çoğumuzun dikkatini dağıttı. Gözün gördüğü şeyler artınca, gönül daha çok şeylerle meşgul olmaya başladı. Bu arada iç dinginliğin, sükunetin temini için farklı meditasyon teknik ve seanslarına yönelenlerimiz oldu. Stres, depresyon, gerilim, korku, endişe, çaresizlik, yalnızlık, boşluk, cinnet, sıkıntı, intihar, memnuniyetsizlik insanımızın belini büktü. Hâlbuki kadim selam medeniyetinin sakinleri olarak bizler buna layık değil ve bunu hak etmedik! Anadolu coğrafyasında selam medeniyetinin sakinleri olarak yeniden birbirimizle iletişim kurmaya, yeniden birbirimizin hal ve hatırını sormaya, yeniden kalplerimize giden yolu Yunus’ça, Mevlana’ca, Hacı Bektaş-ı Veli’ce bulmaya çalışmak zorundayız. Rahmanın kulları, esenlik Peygamberinin ümmeti, barış yurdunun daimi çocukları olarak birbirimizin derdiyle dertlenmek, birbirimizin yarasına merhem olmak dururken, acaba yaraya tuz basmak da neyin nesiydi? Kardeşlerim! Vakit çok geç olmadan selam ile başlayalım kelama. Selamlaşma, iletişim kurmanın, iletişim toplumsal bütünleşmenin, toplumsal bütünleşme ise iyi bir insan olmanın temel koşuludur. Hatta selamlaşmayı bir başkasından bekleyerek değil, ilk adımı kendimiz atarak başlatalım. Kur’an’da otuz üç defa geçen ve müminlerin tam on iki kez selamlandığı bu sihirli kelime “Selamün aleyküm” ile dostluğa, kardeşliğe, insanlığa, yardımlaşmaya, dayanışmaya yeniden ve beraberce “merhaba” diyelim! “es-Selam” (Haşr, 59/23.) O’nun en güzel isimlerinden biridir. Birer mümin olarak bizler “Abdü’sSelam”, yani selamın kullarıyız. Bizleri “selam” kökünden türeyen ve “Müslüman” olarak isimlendiren, dinimize barış, sevgi, esenlik anlamları katıp etik bir kavramla ilintilendiren ve dolaysıyla “İslam”ı seçen Allah’a binlerce kez şükürler olsun. Bununla birlikte O bizlere, “Selam yurdunun yolcuları” (Yunus,10/25.) ve “Daru’sselam”ın (Enam, 127; Araf, 46; Zümer, 73.) daimi sakinleri diye seslenmiştir. Bizim inanç sistemimizde “kul hakkı” her şeyden önce selam alıp vermekle başlar. (Buhari, Cenaiz 2; Müslim, Selam 4-5.) Selam vermeyi sünnet, selamı almayı ise farz bilen bir geleneğin sahipleriyiz. Keza bizim kültürümüzde selam cennet kelamı olarak kabul edilir. (Nisa, 4/86.) Müslümanlar ebedi istirahatgâhları cennette ‘boş bir söz’ değil; sadece selam işitirler. (Meryem, 19/62.) Peygamberimiz ise bize cennete giden yolun selamdan geçtiğini öğretir: “Canım kudret elinde olan Allah’a yemin ederim ki; iman etmeden Cennete giremezsiniz, birbirinizi sevmeden de iman etmiş olmazsınız. Size yaptığınız takdirde birbirinizi seveceğiniz bir işi göstereyim mi? Selamı aranızda yaygınlaştırınız.” (Müslim, İman, 17.) Anadolu coğrafyasında selam medeniyetinin sakinleri olarak yeniden birbirimizle iletişim kurmaya, yeniden birbirimizin hal ve hatırını sormaya, yeniden kalplerimize giden yolu Yunus’ça, Mevlana’ca, Hacı Bektaş-ı Veli’ce bulmaya çalışmak zorundayız. Müslüman, Peygamberin nezih diliyle tanıdık ve tanımadıklarından tanrı selamını (Buhari, İman, 20.) esirgememelidir. Modern dünyanın barışı temsil eden beyaz güvercini ve zeytin dalından önce bizim sevgi MAYIS 2015 DİYANET AYLIK DERGİ 49 DİN VE SOSYAL HAYAT medeniyetimizin selamı çoktan keşfedilmişti. Bu anlamda zeytin dalı toprağın, tabiatın mahsulü iken, dil ile verilen samimi bir selam kendi canımızın mahsulüdür. Selam ‘benden sana zarar gelmez’ demektir. Selam, kardeşin kardeşe dua etmesi, kardeşin kardeşe iyi dilekte bulunması demektir. Selam, herkese cennet yurdu ve kurtuluş yolu sizin olsun demektir. Selam, sen de benim gibi Allah’ın bir kulusun diyebilmenin bir diğer adıdır. Malatyalı Niyazi Mısri (ö. 1693), bize insanların tek bir nefisten yaratıldıklarına dair Kur’anî gerçeği (Nisa, 4/1.) hatırlatarak, insanların gidip gelmek, tanışmak, selamlaşmak ve dostluk kurmak gibi ilişkilerinin, aradaki sevgiyi arttıracağını söylemektedir. Yine Kars’ta şehit düşen derviş meşrep Ebu’l-Hasan Harakani (ö.1034); 50 DİYANET AYLIK DERGİ MAYIS 2015 “Türkistan’dan Şam’a kadar olan sahada bir din kardeşimin parmağına batan diken benim parmağıma batmıştır. Onun ayağına çarpan taş benim ayağıma çarpmıştır. Bir yürekte hüzün varsa bilin ki o yürek benim yüreğimdir.” demiştir. Mevlana ise mürşidi Şemsi Tebrizi (ö. 1247)’nin kendisine bir şey öğrettiğini beyan ederek onu bizimle paylaşmıştır: “Dünyada bir tek mümin üşüyorsa, ısınma hakkına sahip değilsin. Ben de biliyorum ki yeryüzünde üşüyen müminler var, ben artık ısınamıyorum.” Ötelerden sesi duyulan Yunus Emre; “Gelin tanış olalım, işin kolay kılalım” derken kardeşliğe, dostluğa çağrı yapmaktadır. Hacı Bektaş-ı Veli; “Gelin canlar bir olalım” çağrısıyla yâd olanları bilişmeye, tanışmaya, selamlaşmaya ve akabinde kardeş olmaya davet etmektedir. Kardeşlerim! Hepimiz aynı kilimin desenleri, aynı tarağın dişleri, aynı gitarın telleri, aynı gökkuşağının farklı tonlardaki renkleriyiz. Gün ellerimizi yumruk yapma günü değildir. O hâlde geliniz hep beraber önce ellerimizi, sonra kollarımızı ve sonra kalplerimizi birbirimize açalım! Şu üç günlük dünyayı daha yaşanabilir bir hale getirmenin gayretini güdelim. Unutmayınız ki İslam ve insanlık âlemi bu medeniyetin ve bu toprağın sahip olduğu kardeşlik, hoşgörü, diğerkâmlık, yardımlaşma ve paylaşma erdemine eskisinden daha fazla ihtiyaç duymaktadır. Bu konuda etrafımıza bakınmaya ve bunu bir başkasından beklemeye ne hakkımız ne de haddimiz vardır. Mademki söze selamla başladık, yine selamla bitirelim: sözü Bizim Yunus’a verelim: “Biz dünyadan gider olduk Kalanlara selam olsun Bizim için hayır dua Edenlere selam olsun!” vesselam! DİN VE SOSYAL HAYAT Şeytanın Telkini VESVESE Doç. Dr. İsmail KARAGÖZ Rehberlik ve Teftiş Başkanı Sözlükte gizli ses, gizli söz anlamına gelen vesvese terim olarak, zihinde beliren ve kişiyi kötü ya da faydasız bir düşünce ve davranışa sürükleyen, fikir, şüphe ve kuruntu demektir. Bir kimseye böyle bir düşünceyi telkin etmeye “vesvese vermek” denir. Vesvesenin kaynağı; Şeytan/İblis (Araf, 7/20; Taha 20/120.), şeytanlaşan insan ve cinler (Nas, 114/1-4.) ile kişinin kendi nefsidir. (Kaf, 50/16.) 1. Şeytanın vesvesesi: “Şeytan”; cin ve insanların, şerir, azgın, kibirli, isyankâr, müşrik, kâfir ve münafık olanlarına verilen bir cins isimdir. (Yazır, I, 239.) “Şeytan” deyince ilk akla gelen iblistir. İblis, Âdem (a.s.) için secde etme emrine karşı çıkarak Allah’a isyan ettiği, azdığı ve Allah’ın lanetine uğradığı için “Şeytan” ismini almış ve bu kelime, şeytan için isim olmuştur. İblis, “çok ümitsiz ve hüzünlü” demektir. İblis, cin asıllı bir varlıktır. (Kehf, 18/50.) Kur’an-ı Kerim’de iblisin, insan ve cin şeytanlarının insana vesvese verdiği açıkça bildirilmektedir. Şeytan, ilk vesvesesine Hz. Âdem ve eşi Havva ile başlamıştır: “Şeytan, kendilerinden gizlenmiş olan avret yerlerini açmak için onlara vesvese verdi.” (Araf, 7/20; Taha, 20/120.) Şeytan’ın Hz. Âdem ile Havva’ya nasıl vesvese verdiği, onlara ne dediği ve onları nasıl kandırdığı ayetlerde bildirilmektedir. Cennete konulan Hz. Âdem ve Havva’nın bir ağaca yaklaşması yasaklanmıştı. İblis, Hz. Âdem ile Havva’ya, ‘Rabbiniz size bu ağacı ancak, melek olmayasınız, ya da (cennette) ebedî kalacaklardan olmayasınız diye yasakladı. Şüphesiz ben size öğüt verenlerdenim’ diye yemin etti.” (Araf, 7/20-21; bk. Taha, 20/120-121.) Ve bu şekilde kandırıp yasağı işleyerek nefislerine zulmetmelerine sebep oldu. Dolayısıyla vesvesenin alanı, dinî ve ahlaki kurallar, Allah ve peygamberine isyan ve kötülüklerdir. İblis, ilahî huzurdan kovulunca kıyamet kopuncaya kadar Allah’tan yaşama izni almış (Sad, 38/81.) ve “(Ey Rabbim!) Senin şerefine ant olsun ki, içlerinden ihlaslı kulların hariç, mutlaka onların hepsini azdıracağım” (Sad, 38/82.) demiştir. Nas suresinde cin ve insanlardan olup, insanların kalplerine vesvese veren sinsi şeytandan söz edilmektedir. “Kanın bedende dolaştığı gibi şeytan da insana hulûl eder.” (Buhari, Ahkâm, 21.) buyuran Peygamberimiz (s.a.s.); “Şeytanın ve meleğin Âdemoğluna tesiri, etkisi ve baskısı vardır. Şeytanın baskısı, insanı şer ile korkutup MAYIS 2015 DİYANET AYLIK DERGİ 51 DİN VE SOSYAL HAYAT “İmanım var mı yok mu? Abdestim, namazım oldu mu olmadı mı? Yeterince temizlik yaptım mı yapmadım mı? Şunu yaparsam ne olur? Yapayım mı yapmayayım mı?” gibi sürekli şüphe ve tereddüt içerisinde olmak da vesvesenin bir çeşidi olup şeytanın telkini sonucudur. Bu tür vesvese bir hastalıktır. Tedavisi, iman ve sağlam bilgidir. tehdit etmek ve hakkı yalanlamaktır. Meleğin etkisi ise hayır vaat etmek ve hakkı doğrulamaktır. Kim meleğin etkisini kalbinde bulursa bilsin ki bu Allah’tandır. Allah’a hamt etsin. Kim de şeytanın baskısını kalbinde bulursa, kovulmuş şeytandan Allah’a sığınsın buyurmuş ve “Şeytan fakirlikle korkutur ve kötülükleri emreder” ayetini okumuştur. (Tirmizi, Tefsir, 2 V, 219–220.) Bu hadis-i şerife göre insanın kalbine gelen düşünceler, iyi ve kötü olmak üzere iki çeşittir. İyilerine ilham, kötülerine vesvese denir. İlham ilahî, vesvese ise nefsani ve şeytanidir. Kalbe gelen düşüncenin iyi mi, kötü mü olduğunu anlamada ölçü, kalbe gelen düşüncenin ilahî emir ve yasaklara uygun olup olmamasıdır. İslam’ın beğendiği şeyler iyidir ve melek tarafından ilham edilmiştir. İslam’ın beğenmediği ve yasakladığı şeyler, kötüdür, şeytan veya nefis tarafından kalbe vesvese verilmiştir. İslam’ı iyi öğrenen bir Müslüman, kalbine gelen düşüncelerin ilham mı vesvese mi ol- 52 DİYANET AYLIK DERGİ MAYIS 2015 duğunu anlar. İnsanın şeytandan kurtulması mümkün değildir. Peygamberimiz (s.a.s.); “Her insanın kendine ait bir cini (şeytanı) vardır.” (Darimi, Rikak, 25.) “Doğan hiç bir çocuk yoktur ki kalbi üzerinde sinsi bir şeytan bulunmuş olmasın. İnsan, Allah’ı zikrederse geri çekilir, zikirden gaflet ederse vesvese verir. Bu, Allah’ın “elvesvâs el-hannâs” sözüdür, (İbn Ebi Şeybe, el-Musannef, No: 34774; Taberi, Nas, 114/4.) buyurmuştur. Abdullah ibn Abbas, “el-vesvâs el-hannâs” ile ilgili olarak şöyle demiştir: “Şeytan Âdemoğlunun kalbi üzerine oturur. İnsan Allah’ın zikrini unutup gafil olursa vesvese verir. Allah’ı zikrederse geri çekilip siner.” (Hâkim, el-Müstedrek, No: 3991; Taberi, Dolayısıyla insanın şeytan ile daima mücadele etmesi gerekir. Çünkü şeytan; insanlara amellerini süslü gösterir. Câmiu’l-beyan, Nas, 114/4.) (Nahl, 16/63; Enam, 6/43, 137; Enfal, 8/48; İnsanlara önlerinden, arkalarından, sağlarından ve sollarından yaklaşır (Araf, 7/17.) ve onları azdırır. (Sad, 38/82.) İçki ve 27/24; Ankebut, 29/38.) kumar vasıtasıyla insanlar arasında düşmanlık ve kin sokmak, namazdan ve Allah’ı anmaktan alıkoymak ister. (Maide, 5/91.) İnsanları fakirlikle korkutur ve kötülükleri teşvik eder. (Bakara, 2/268.) İnsanlara kötü düşünceler telkin eder. (Enfal, 8/11.) Her türlü çirkin söz, fiil ve davranışları (Bakara, 2/268; Nur, 24/21.), kötülükleri, haramları ve küfrü emreder. (Nur, 24/21; Haşir, 59/16.) Söz verir, ümitlendirir ve aldatır. (Nisa, 4/120.) İnsanların yaptığı kötülükleri, kötü sözleri, kötü fiil ve davranışları süslü, iyi, güzel ve cazip gösterir ve ümitlendirir. (Enam, 6/43; Enfal, 8/48; Nahl, 16/163; Neml, 27/24; An- Allah’ın zikrini ve gerçekleri unutturur. (Mücadele, 58/19; Enam, 6/68.) Hak yoldan saptırır (Nisa, 4/60; Araf, 7/30; Hac, 22/4; Neml, 27/24.), fitneye düşürür, azdırır, kişi ile kardeşi arasına fitne sokar. (Araf, 7/27, 175, 202; Yusuf, 12/100.) Doğru yoldan uzaklaştırır, alevli ateşe, cehenneme çağırır ve böylece hüsrana sürükler. (Nisa, kebut, 29/38; Muhammed, 47/25.) 4/60; Yusuf, 12/105; İsra, 17/53; Lokman, 31/21; Fatır, 35/6.) DİN VE SOSYAL HAYAT “İmanım var mı yok mu? Abdestim, namazım oldu mu olmadı mı? Yeterince temizlik yaptım mı yapmadım mı? Şunu yaparsam ne olur? Yapayım mı yapmayayım mı?” gibi sürekli şüphe ve tereddüt içerisinde olmak da vesvesenin bir çeşidi olup şeytanın telkini sonucudur. Bu tür vesvese bir hastalıktır. Tedavisi, iman ve sağlam bilgidir. İnsan elinden geleni, kuralına uygun olarak yapmalı, Allah’a güvenmeli ve bu tür şüpheden uzak durmalıdır. 2. Şeytanlaşan insanların vesvesesi: Ahlaken kötü insanların kötülük ve haram telkini, söz gelimi, bir insanın bir başkasını zulüm, içki ve kumar, zina ve fuhuş, sigara ve uyuşturucu, yalan ve iftira, hırsızlık ve gasp, terör ve cinayet gibi kötülük ve haramları işlemeye teşvik etmesi vesvesedir. 3. Nefsin vesvesesi: Kaf suresinin 16’ncı ayetinde insanın nefsinin kendisine vesvese verdiği bildirilmektedir. Nefsin vesvesesi; insanın içinden kendine söylediği, gönlünden geçirdiği gizli duygular, vehimler, kuruntular, kötü düşünceler, kötü kararlar ve benzeri bütün iç duygularıdır. Zihne ve gönle gelen kötü düşünceler hayata geçirilmezse bu vesvesenin sorumluluğu olmaz. Peygamberimiz (s.a.s.), şöyle buyurmuştur: “Allah, uygulamadıkları ve başkalarına anlatmadıkları takdirde ümmetimi, göğüslerinin vesvese verdiği şeyler ile zorla yaptırıldığı şeylerden dolayı cezalandırmayacaktır.” (İbn Mace, Talak, 16.) Kötülüğü emreden nefse uyan, nefsinin her arzusunu yerine getiren insan, onu tanrı edinmiş olur. “Nefsini tanrı edineni gördün mü” (Furkan, 25/43.) ayeti bu gerçeği ifade etmektedir. “Nefsini (şirk, küfür, nifak, isyan ve kötülüklerden) temizleyen (insan) kurtuluşa ermiş, onu (bu kötülüklerle) kirleten de ziyana uğramıştır.” (Şems, 91/9–10.) İnsanın en büyük düşmanı nefsidir. (Acluni, Keşfü’l-Hafa, I,160, No: 412.) Vesveseden kurtulma yöntemleri Yüce Rabbimiz ve sevgili Peygamberimiz (s.a.s.), bize vesveseden kurtulmanın yöntemlerini bildirmiştir. Bu yöntemleri şöyle özetleyebiliriz. 1. Allah’a sığınmak. İblis ve cin şeytanlarının vesvesesinden Allah’a sığınmak gerekir. Yüce Allah, “Eğer şeytandan bir kışkırtma seni dürterse, hemen Allah’a sığın” (Araf, 7/200.) “(Ey Peygamberim!) De ki: Rabbim! Şeytanların vesveselerinden sana sığınırım ve onların yanımda bulunmalarından sana sığırım.” (Müminun, 23/97– 98.) buyurmaktadır. Nas suresinde de sinsi vesveseci şeytandan Allah’a sığınılması emredilmektedir. Dolayısıyla akla, zihne, gönle bir kötü düşünce gelince hemen euzü okuyarak bundan Allah’a sığınmak gerekir. Peygamberimiz (s.a.s.), “Kovulmuş şeytanın kötülük dürtüsü, fısıldaması ve telkininden, bilen ve duyan Allah’a sığınırım.” (Tirmizi, Salat, 179.) diye dua etmiştir. 2. Allah’ı hatırlamak. “Allah’a karşı gelmekten sakınanlar, kendilerine şeytandan bir vesvese dokunduğu zaman iyice düşünür (ve hemen Allah’ı hatırlarlar) sonra hemen gözlerini açarlar.” (Araf, 7/201.) Zihnine bir kötülük yapma düşüncesi gelen insan, hemen bunun şeytanın bir telkini olduğunu bilmeli, Allah’ın bundan razı olmayacağını düşünmeli ve bu kötü düşünceyi eyleme dönüştürmemelidir. 3. Allah’a dua etmek: Peygamberimiz (s.a.s.); “Allah’ım! Kabir azabından ve gönlün vesvesesinden sana sığınırım.” (Tirmizi, Deavat, 93, No: 3586.) “Allah’ım! Beni bir an nefsime bırakma” (İbn Hibban, II, 250 bk. Suyuti, I, 173, No: 1493.) diye dua etmiştir. Çünkü “Nefis daima kötülüğü emreder.” (Yusuf, 12/53.) 4. İnsanlara güzel söz söylemek: “(Ey Peygamberim!) Kullarıma söyle: En güzel söz söylesinler. Çünkü şeytan onların aralarına girer. (onları tartışmaya ve kötülüğe sürükler.) Çünkü şeytan insanın apaçık düşmanıdır.” (İsra, 17/53.) Ayetten insanların yüzüne veya gıyabında kötü söz söylenmesinde şeytanın telkinin etkili olduğu ve bunun fitneye sebep olacağı anlaşılmaktadır. Dolayısıyla kötü sözlerden daima sakınmak gerekir. d) İlahî emirlere uymak, yasaklardan kaçınmak, şeytana uymamak ve onu düşman bilmek. Şeytan ancak kendisini dost edinenlere (Nisa, 4/119.), kâfirlere (Meryem, 19/83.), müşriklere (Nahl, 16/100.), münafıklara (Hac, 22/53.), Allah’ın zikrinden uzak kalanlara (Zuhruf, 43/36.) ve günahkârlara (Şuara, 26/221–222.) etki edebilir. Dolayısıyla insan ne kadar Allah’ın emir ve yasaklarına riayet ederse o kadar şeytanın, şeytanlaşan insanların ve nefsinin vesvesesinden uzaklaşır. Şeytanın vesvesesinden ve şerrinden korunmanın yolu daima Allah’a zikretmektir. (Tirmizi, Emsal, 3, No: 3023.) MAYIS 2015 DİYANET AYLIK DERGİ 53 DİN VE SOSYAL HAYAT Bir Başkadır Sabah Namazı Buluşmaları Selahaddin ÇELEBİ Cami Hizmetleri Daire Başkanı Sabah vakti günün en feyizli, en bereketli, en hoş anıdır. Her sabah gün yeniden doğar ve her sabah hayat yeniden başlar. Dirilişin adıdır sabah: Yeni bir niyet, yeni bir azim ve yeni bir adım, sükûnetin ardından başlayan harekettir sabah. Bugünlerde sabahlar yeniden dirilmekte ve manevi bir şenliğe dönüşmektedir. Camilerimizde ‘’sabah namazı buluşmaları’’ adıyla 54 DİYANET AYLIK DERGİ MAYIS 2015 uygulamaya koyduğumuz bu manevi şenlik katılanları cezbediyor. yaşayan insanımız mutluluğunu ifade etmekten de geri durmuyor. Cemaat zikrullah ile cem olmanın şuurunu tüm benliğinde hissederken, aynı mahalleyi paylaştığı arkadaşlarının, dostlarının ve komşularının yeni güzelliklerinin farkına varıyor. Şehirlerde yaşayanlar modern hayatın koşuşturmasına haftada bir ara verip dostlarıyla camide bir fecir vakti buluşmanın heyecanını yaşıyorlarken köylerde yaşayanlar da köye yeni bir âdetin gelmesiyle coşku ve heyecanı birlikte yaşıyorlar. 2011 yılında il ve ilçe merkezlerinde büyük camilerde başlatılan “sabah namazı buluşmaları” 5 Mart 2013 tarihinde yayınlanan Camilerin Açık Tutulması Genelgesi ile yerel şartlar ve cemaatin durumu dikkate alınarak bütün camilere teşmil edilmiştir. Asr-ı saadette her gün gerçekleşen bu uygulamayı haftada bir de olsa Kadim geleneklerin yurdu Anadolu’da camilerimiz, güzel uygulamaları tarihten günümüze taşımıştır. Her sabah Fatih Camii’nde okunan Fetih suresi, her sabah namazdan sonra imam önderliğinde cemaatin Eyüp Sultan Hazretlerinin kabri başında DİN VE SOSYAL HAYAT ayakta dua etmesi, Urfa’da Dergâh Camii’nde devam eden tesbihat ülkemizden sadece birkaç güzel uygulama örneğidir. Camilerimiz sabah namazı buluşmaları ile her hafta farklı bir buluşmaya ev sahipliği yapmaktadır. Sözgelimi; İstanbul Eyüp Sultan, Ankara’da Hacı Bayram, Ahmet Hamdi Akseki, Çukurambar Firdevs, Kars Evliya, Edirne Selimiye, Hakkâri Hacı Said, Antalya Murat Paşa Camiinde, Sinop Cezayirli Ali Paşa Camii’nde, Mardin Ulu Camii’nde, Tekirdağ Osmanlı Büyük, Kahramanmaraş Abdülhamit Han Camii’nde, Samsun Gazi Osman Paşa, Adana Sabancı, Karabük Pazaryeri, Mersin Ulu Camii’nde, Zonguldak İmam-Hatip Camii’nde ve diğer şehirlerimizin, ilçe, köy ve mahallelerimizin nice camilerinde... Halkımızın teveccüh gösterdiği “Sabah Namazı Buluşmalarının” yapıldığı cami sayımız her geçen gün artmaktadır. Görevlilerimiz böyle güzel bir uygulamayı yaptıkları için takdir edilirken, Diyanet İşleri Başkanlığı’na da tebrikler gelmeye devam etmektedir. Bütün haftayı bir sabah namazı buluşması heyecanı ile beklemiş cemaat hep birlikte zikre katılmakta, sanki şehir yeniden doğmakta ve yeniden nefes almaya başlamaktadır. Kentin bütün canları-canlıları eşlik ediyor yapılan zikre. Hatta sadece canlılar değil bütün cemadat da eşlik ediyor sanki tesbihata. Yunus’un diliyle: Seher vakti bülbüller Nede güzel öterler Açınca tüm çiçekler Birlikte zikredeler Şehirlerde yaşayanlar modern hayatın koşuşturmasına haftada bir ara verip dostlarıyla camide bir fecir vakti buluşmanın heyecanını yaşıyorlarken köylerde yaşayanlar da köye yeni bir âdetin gelmesiyle coşku ve heyecanı birlikte yaşıyorlar. Aman Allah ya Allah Dertlere derman Allah Gönle şifa veren La ilahe illallah Diyanet İşleri Başkanlığının hemen yanında yer alan Ahmet Hamdi Akseki Camii’nde cumartesi sabahları gerçekleştirilen buluşmalardan birinde, bir mümin duygularını şöyle ifade ediyor: “Bu zikir var ya, beni kendime getiriyor. Âdeta cumartesileri yeniden diriliyor ve hayata başlıyorum. Cumartesi sabahlarını hasretle bekliyorum” dediği anda: Sevgili Peygamberimizin “Allah’ı zikredenle, zikretmeyenin misali; diri ile ölüye benzer.” (Buhari, Fethu’l-Kadir Şerhi, 11/208.) ifadesi gönlüme düşüyor. Sabah namazı buluşması programının uygulanışı Öncelikle sabah namazı buluşmasının yapılacağı gün, cemaate Cuma vaazlarının sonunda, cami görevlilerimiz tarafından ilan edi- lir. O gün geldiğinde sabah namazından önce mutat olduğu üzere Kur’an-ı Kerim okunur. Sabah namazı kılınır tesbihat ve duadan sonra zikir faslına geçilir. Hep birlikte Hz. Peygamberin fem-i muhsinlerinden dökülen zikir ve dualar, imamın öncülüğünde bütün cemaatin katılımıyla söylenir: ‘’Fa’lem ennehu la ilahe illallah, la ilahe illallah...” “Nerede tevhid çekilir, Melekler saf saf gelir.” (Yunus Emre) “Biliniz ki; kalpler, ancak Allah’ı anmakla huzur bulur.” (Ra’d, 13/28.) 15-20 dakika kadar süren zikir faslından sonra sohbet ve dua ile bitirilir. Kerahet vakti çıkmış ise işrak namazı kılınır. Bazı camilerimizde bunlara ilaveten program sonrası yapılan kahvaltı ikramı da katılanlar arasında derin sohbetlere ve dostluklara vesile olmaktadır. Sabah namazı buluşmaları yapılan örnek camilerimiz Ülke genelinde köy, kasaba ve şehirlerimizde devam eden buluşmalar halkımız tarafından ilgiyle takip edilmektedir. Köy, mahalle halkı, haftada bir bu vesileyle bir araya gelmek isterken, camilerimiz meslek gruplarının, öğrencilerin, işçi ve işverenlerin sabah namazı buluşmalarına da ev sahipliği yapmaktadır. Senenin sadece belirli günlerinde, teravih namazlarında, kandil gecelerinde, düğün, sünnet ve taziye gibi vesilelerle camiye gelebilen hanım cemaatimiz, sabah namazı buluşmaları vesilesiyle camilere daha sık ve düzenli olarak gelmeye başladı. MAYIS 2015 DİYANET AYLIK DERGİ 55 DİN VE SOSYAL HAYAT İstanbul Eyüp Sultan Camii: Sevgili Peygamberimize mihmandarlık yapmış Halit b. Zeyd ‘in metfun bulunduğu Eyüp Sultan Camii, ülkemizin en çok ziyaret edilen camiidir. Bu camiye has bir özellik olmak üzere; her sabah namaz kılındıktan sonra imamın önderliğinde cemaat Eyüp Sultan’ın kabri başına gelip, ümmet-i Muhammedin sağlık ve selameti için, insanlığın barış ve huzuru için dua etmektedir. Ankara Hacı Bayram Camii: Ankara’da sabah buluşmalarının en önemli adresi şüphesiz Hacı Bayram Camii’dir. Cuma sabahları yaklaşık 5-6 bin kişinin katılımıyla gerçekleştirilen program Ankara’da ilgiyle takip edilmektedir. Fecir vaktinin bütün huzur ve ihtişamı sükûnete dönüşerek tecelli ediyor. Ankara Ahmet Hamdi Akseki Camii: 2013 yılında bir imam, bir müezzin, üç beş cemaat ve bu satırların yazarından oluşan cumartesi sabah buluşması bugün hamdolsun imamlarımızın güzel gönül ve dillerinden dökülen tesbihatla üç beş saf cemaate ulaştı. 4 Nisan Cumartesi sabahı öğretmen ve öğrencilerden oluşan iki bin kişilik cemaatle Akseki Camiinde sabah bir başkaydı. Gaziantep Emine Konukoğlu Camii: Her hafta pazar sabahları devam eden programa beş yüz civarında cemaat katılmaktadır. Kadın ve çocukların da ilgi gösterdiği programdan sonra ikram yapılmaktadır. Kahramanmaraş Abdülhamit Han Camii: Her cuma sabahı devam eden programa bin civarında cemaat katılmaktadır. Üniversite öğrencileri, esnaf, erkek ve kadın 56 DİYANET AYLIK DERGİ MAYIS 2015 cemaatin ilgi gösterdiği programın akabinde düzenli olarak ikram yapılmaktadır. Karabük Pazar Camii: Her hafta Pazar sabahları beş yüzün üzerinde, çoğu da üniversite öğrencisi olan gençlerin katılımıyla gerçekleşen programda müftülük çalışanlarının yanı sıra, ilahiyat fakültesi hocaları da görev almaktadır. Samsun Büyük Camii: Her hafta cuma sabahları takriben bin kişilik bir cemaatle buluşma gerçekleştirilmektedir. Kadın ve gençlerin ilgi gösterdiği programın akabinde kahvaltı ikram edilmektedir. Yozgat Çapanoğlu Camii: Her hafta cumartesi sabahları devam eden programı üç yüz civarında cemaat ilgiyle takip etmekte, bu programa kadınlar da düzenli olarak katılmaktadır. Mersin Hz. Mikdat Camii: Her pazar sabahı gerçekleşen programa üç yüz civarında cemaat katılmaktadır. Kars Evliya Camii: Her hafta pazar günü gerçekleştirilen programa, kar kış demeden düzenli olarak iki yüz civarında cemaat katılmaktadır. Diyarbakır Hz. Süleyman Camii: Her hafta perşembe sabahları devam eden programa yaklaşık üç yüz kişi katılmaktadır. Düzenli olarak programın akabinde ikram verilmektedir. Adana Sabancı Camii: Her hafta pazar sabahı gerçekleştirilen buluşmada iki yüz civarında cemaat hazır bulunmaktadır. Erkek cemaatin yanı sıra az sayıda kadın ve çocuk da programa katılmaktadır. Edirne Yavuz Selim Camii: Her hafta pazar sabahları devam eden programa yaklaşık üç yüz kişi katılmaktadır. Kadın ve gençler de programa ilgi göstermektedir. Burada yalnız birkaç örnek verebildiğimiz uygulama, ülke genelinde bugün itibarıyla beş bin civarında camimizde gerçekleştirilmekte ve her geçen gün uygulamaya katılan cami sayısı artmaktadır. Modern zamanlarda bile camilerimizdeki bu buluşmalar, seher vakitlerinin maneviyatına ulaşabileceğimize güzel bir örnektir. Yunus’un ifadesiyle: Dilimde Kur’an Virdim her zaman Tespihim her an Elhamdülillah Yatma seherde Uğrarsın derde Söyle her yerde Elhamdülillah Seher, melekût âleminin şahit olduğu bir vakittir. Rızıkların dağıtıldığı, insanın en dinç ve üretken olduğu zaman dilimidir. Zira Sevgili Peygamberimiz “akşamdan önce uykuyu, yatsıdan sonra sohbeti hoş görmemiştir.” (Buhari, Mevakıt 23; Müslim, Mesacit, 236.) Herhâlde sabaha dinç uyanabilmek ve güne bereketle başlayabilmek, Rahmanın mağfiretini kaçırmamak içindir bu tavsiye. Haftada bir olsa da iştirak ettiği “sabah namazı buluşmaları”yla kalbi Allah’ı zikretmekle sükûnete erip huzurla dolan bir mümin artık, huzurlu bir eş, huzurlu bir baba, huzurlu bir amir, huzurlu bir memur, huzurlu bir esnaf, huzurlu bir işveren ve huzurlu bir işçi olacaktır. MÜSLÜMAN BİLGİNLER “Sırat-ı Müstakim” Çizgisinde Bir Adam EŞREF EDİP FERGAN Kâmil BÜYÜKER Umumiyetle onu Sırat-ı Müstakim dergilerinin sahibi ve muharriri olarak tanıdık. Daha sonraları da Sebilü’r-Reşad’la tabii… Ama çocukluğumda babamın şahsi kütüphanesinde adı “Kara Kitap” olan ve alt başlığında “Milleti Nasıl Aldattılar? Mukaddesatına Nasıl Saldırdılar?” yazan bu kitabın da yazarı Eşref Edip’ti. Yıllar sonra İstanbul’a geldiğimde Cağaloğlu’nda tanıştığım ve kendisinden çok şey öğrenip zaman zaman hatıralarını dinlediğim bir zamanların Abdullah Işıklar Kitabevi yayınlarının da sahibi olan Abdullah Işıklar amcadan Eşref Edip’i tanıyan, bilen bir göz olarak da ayrıca dinleme fırsatı buldum. Zira Abdullah Işıklar hâlâ o yıllarda (2004-2005) “Kara Kitap”ı basmaya devam etmekteydi. O “Kara Kitap” ki, Eşref Edip’in bir dönem yargılanmasına sebep olmuştu. (1971) Hatta kitap hakkında toplatılma kararı da çıkmıştı. Atik Ali Paşa Camii’nde medrese derslerine devam eder. Dönemin meşhur vaizlerinin vaazlarıyla Mekteb-i Hukuk hocalarının ders takrirlerinden derlediği risaleleri bastırmak suretiyle yayın hayatına girer. Bu yıllarda yayın piyasasında Serezli Hafız Eşref Edip adıyla tanınır. Serezli Hafız Eşref Edip Türkistan muhacirlerinden bir ailenin çocuğu olarak 1882’de Serez’de dünyaya gelen Eşref Edip’in yayın sahasına girmesinin hikâyesi için, hayatının satır aralarında dolaşmak icap edecektir. Serez’de rüşdiyeyi ve hıfzını tamamlayan Eşref Edip, bir yıl Mahkeme-i Şer‘iyye kâtibi olarak çalıştıktan sonra İstanbul’a gider ve Mekteb-i Hukuk’a kaydolur. Aynı zamanda Çemberlitaş’taki İstanbul’da kitabın kokusunun bir zamanlar her daim dolaştığı, dönemin kudretli yazar, şair, edip ve muharrirlerinin arz-ı endam ettiği Babıali ve Cağaloğlu’nun her caddesi ve sokağı ayrı bir hususiyet taşımakta imiş. Nitekim Eşref Edip de vefat ettiği 1971 tarihine kadar şahitlerinin ifadeleriyle Babıali ve Cağaloğlu’nda her zaman yeni bir yayın, neşriyat, dergi ve gazete gibi meşguliyetlerin içinde olmuştur. MAYIS 2015 DİYANET AYLIK DERGİ 57 MÜSLÜMAN BİLGİNLER Mücadele ve mücahede mekânı olarak dergi ve gazeteleri Aslında onu, hayat çizgisini ve mücadelesini tanımak için yol arkadaşlarına bakmak yeterli olacaktır. Ebül‘ulâ (Mardin), Mehmet Akif (Ersoy), Musa Kâzım ve Mahmud Esad, İzmirli İsmail Hakkı, Kâmil Miras ve Ömer Rıza Doğrul, Kâzım Nami Duru, Cevat Rifat Atilhan, Tahir Olgun, Ali Fuat Başgil ve Hasan Basri Çantay gibi isimler onu ve hayat çizgisi olan şaşmaz mücadelesini anlatmaya yetecektir. Sadece bu isimler de- ğil elbet onu anlamak için Sırat-ı Müstakim, Sebilü’r-Reşad sayfaları arasında dolaşmanız gerekecektir. Yine Tevhid-i Efkâr, Yeni Sabah, Millet, Diyanet, Yeni Asya, Yeni İstiklâl, Bugün, Sabah, İttihat gibi gazete ve dergilerde yine onun ağırlığını, ismini ve imzasını bulabilirsiniz. Ancak yakın tarihimizde özellikle II. Meşrutiyet ve Cumhuriyet dönemlerinde cansiperane, hakikati eğip bükmeden dile getirme cesareti gösteren bir yayın organı olarak Sırat-ı Müstakim ve devamında Sebilü’r-Reşad mecmualarının büyük payı vardır. Elbette ki bu süreç hele ki savaşların, işgallerin hüküm sürdüğü sancılı yılların akabinde gerçekleştiği için hiç de kolay olmamıştır. İlk olarak Ebül‘ulâ (Mardin), Mehmet Akif (Ersoy), Musa Kâzım ve Mahmud 58 DİYANET AYLIK DERGİ MAYIS 2015 Esad gibi İslamcı düşüncenin önde gelen bazı şahsiyetlerinin desteğiyle Sırat-ı Müstakim adıyla haftalık bir dergi çıkarmaya karar verir Serezli Hafız Eşref Edip. 11 Temmuz 1324’te (24 Temmuz 1908) kurulan dergi, 14 Ağustos 1324’te (27 Ağustos 1908) yayın hayatına girer. Halkta büyük bir teveccüh gören dergi 40-50.000 basılır ve satılır. 182. sayıdan sonra Ebül‘ulâ’nın darülfünuna hoca olması üzerine tek imtiyaz sahibi kalan Eşref Edip derginin adını Sebilü’r-Reşad olarak değiştirir. (24 Şubat 1327/9 Mart Sırat-ı Müstakim ve Sebilü’r-Reşad’ın bütün meselesi: İslam davası 1912.), (Eşref Edip Fergan, DİA, Sadık Albay- ri caddeleri kapladı. 24 saat sürmedi, on binlerce nüshası yağma oldu. Tekrar bastık, yine bitti. Arkasından ikinci nüshası yetişti. Memleketin her tarafından telgraflar yağmaya başladı. Matbaalar gece gündüz çalıştığı hâlde yetiştiremez oldular. rak, C. 11, s. 473.) Hakikatte derginin gayesi yenilikçi düşüncelere karşı çıkıp İslam birliği idealini gerçekleştirmektir. Bu mecmualar bunda büyük ölçüde muvaffak olmuşlardır. Nitekim Türkiye’de İslam düşüncesini tartışıyorsak bu dergileri yok sayarak kesinlikle konuşamayız. Sebilü’r-Reşad, 5 Mart 1341/5 Mart 1925 tarihindeki 641. Sayısına kadar kesintisiz olarak yayınlandı. Bu nüshalar bir arada 18 yıllık cildi oluşturmaktadır. 22 yıllık bir kesintiden sonra mecmua genel bir istek üzerine yeniden fakat bu kez Latin harfleriyle yayınlanmaya başladı. Mayıs 1948 ile Mart 1965 (Şevval 1384) arasında 359 sayı (toplam 15 cilt) çıkartıldı. (Esther Debus, Sebilü’r-Reşad, çev. Atilla Dirim, Libra yayınları, 2012, s. 32.) Eşref Edip, Sırat-ı Müstakim’in ilk çıktığı günlerdeki heyecanını ve uyandırdığı tesiri şöyle anlatır: “İlk çıktığı günlerin heyecanını hiç unutmuyorum. Yıllarca hasretini çektiğimiz hürriyet güneşi doğar doğmaz matbaalara koştuk. “Sırat-ı Müstakim” unvanıyla ilk nüshamız çıkınca Babıali alt üst oldu. Müvezzilerin “Sırat-ı Müstakim, Sırat-ı Müstakim” avazele- Az zamanda İşkodra’dan Bağdat’a ve Yemen’e kadar bütün memleket Sırat-ı Müstakim’le doldu ve bütün İslam dünyasına taşmaya başladı. Büyük âlimlerin, kudretli üstatların eserleriyle, kıymetli şiirleriyle Sırat-ı Müstakim en birinci mecmua hâlini aldı. Hele Akif’in şiirleri bütün gönüllere öyle heyecanlar verdi ki…” Sırat-ı Müstakim’in devamı olan Sebilü’r-Reşad dergisinde ise Eşref Edip, mücadelesinin bu ikinci aşamasında aslında davasının MÜSLÜMAN BİLGİNLER özünü ifade sadedinde şu önemli satırları kaleme almıştır: “İşte İslam davası… Sebilü’rReşad’ın yarım asırdır takip ettiği dava budur. Muarızlarla esas çarpışma sahası da budur. Bu itibarla Sebilü’r-Reşad’ı alelade bir mecmuadan ziyade, İslam’dan ve millî ruhtan uzaklaşma hareketi karşısında mevki alan İslami millî bir müessese telakki ve kabul etmek daha doğru olur. Hele İslam’a karşı dil uzatanlar hakkında mecmuamız, hiç müsamahakâr olmayarak lazım gelen ilmi cevapları vermiş, İslam dininin müdafaasına kanatlarını germiş, her türlü tehlikelere göğüs gererek, yapılan taarruzları bertaraf etmeye çalışmıştır. Bu itibarla Sırat-ı Müstakim ve Sebilü’r-Reşad memleketimizde ve bütün İslam dünyasında, mümtaz bir mevki ihraz etmiş, yüksek bir otorite olmuş, çok geniş mikyasta yayılmış, hemen her Müslümanın hanesine girmiştir.” (Sırat-ı Müstakim Mecmuası, C1, Proje yürütücüsü: Ertuğrul Düzdağ, Bağcılar Belediyesi yay. 2013, s. IX.) Eşref Edip, bütün bu satırlardan sonra bir devrin tarihini yazmak isteyenler, bu devrin bizzat şahidi ve İslam’ın müdafii olarak Sıratı Müstakim ve Sebilü’r-Reşad’a bakmak zorunda olacaklardır, demiştir. Âsâr-ı İlmiyye Kütüphanesi ve yayınladığı kitaplar Eşref Edip sadece yazmakla kalmamış Âsâr-ı İlmiyye Kütüphanesi adı altında birçok âlimin eserleri yanında bilhassa Mısır ve Hint Müslümanları ile Batılı mühtedilerin eserlerini yayımlamaya gayret göstermiştir. Kendi hayat mücadelesi içinde sürekli olarak İslam birliği ideolojisi doğrultusundaki basını destekledi. Neşrettiği kitaplar arasında Tahir Olgun, Musa Kâzım, Babanzâde Ahmet Naim, Ali Himmet Berki, Mehmet Akif Ersoy ve İsmail Hami Danişmend’in eserleri önemli bir yer tutmaktadır. (Albayrak, s. 474.) Eşref Edip, bulunduğu bütün mahfillerde İslam adına yılmaz bir müdafaa, eğilmez bir kalem, sahih bir duruş sahibi bir kişilik olarak vardır. Geride bıraktığı eserleri bugün de hâlâ o kuvvetli sesin yankısının devam ettiğini gösterir. Eserlerinden bazılarını zikretmekte fayda var: Mehmet Akif - Hayatı, Eserleri ve 70 Muharririn Yazıları (I-II, İstanbul 1938-1939.); İnkılâp Karşısında Akif - Fikret, Gençlik - Tan’cılar: Kurtuluş Harbi’nin Kaynağı İstiklal Marşı mı, Tarih-i Kadim mi? (İstanbul, 1940.); Misyoner ve Müsteşriklerin Yazdıkları İslam Ansiklopedisi’nin İlmî Mahiyeti (İstanbul, 1941.); Pembe Kitap: Tevfik Fikret’i Beş Cepheden Kırk Muharririn Tenkitleri (İstanbul, 1943.); Çocuklarımıza Din Kitabı (4 kitap, İstanbul, 1944-1949.); Risale-i Nur Müellifi Bediüzzaman Said Nur Hayatı Eserleri Mesleği (İstanbul, 1950.); Kur’an, Garp Mütefekkirlerine Göre Kur’an’ın Azamet ve İhtişamı Hakkında Dünya Mütefekkirlerinin Şehadetleri. (İstanbul, 1958.) İslam düşüncesinin son yüzyılı içerisinde neşrettiği dergi ve kitaplarla silinmez bir iz bırakmış olan Eşref Edip Fergan, Edirnekapı şehitliğinde Mehmet Akif, Ahmet Naim gibi pek çok kıymetli dostlarıyla beraber yatmaktadır. Ruhu şâd olsun. MAYIS 2015 DİYANET AYLIK DERGİ 59 HATIRA DEFTERİNDEN Concordance ya da İslam Ansiklopedisinin Değerini Anlamak Hatice MERAKLI Sakarya Vaizi “İki şey başarının sırrıdır: Ustalardan ustalığı öğrenmek; Kendini güncellemek.” Giordano Bruno 60 DİYANET AYLIK DERGİ MAYIS 2015 Üniversiteye başladığım ilk yıl usul gereği, hocalarımız bize alanlarımızla ilgili kitapları tanıtıyorlardı. Hatta zaman zaman kitapların isimlerini vermekle kalmayıp bizi kütüphaneye de götürüyorlardı. Raflardaki kitaplarla bizleri âdeta tanıştırıyorlardı ki bunun çok faydasını görmüşümdür. Bir defasında Concordance ile tanıştırdı hocamız bizi. Her tanıştığım kitabı şeref duydum efendim edasıyla karşılayan ben, buz gibi olmuştum anlatılanları duyunca. Mahcubiyet mi dersiniz, gıpta mı dersiniz, ne derseniz deyin, hem kitabı çok beğenmiş hem de kendimden utanmıştım. Amsterdam Kraliyet Akademisinin himayesinde ve değişik ülkelere ait 15 kadar akademi ve enstitünün ilmî ve mali desteğiyle ortaya konmuş modern bir çalışmaydı bu. Wensinck (1882-1939) HATIRA DEFTERİNDEN başkanlığındaki bir grup oryantalist (Juynboll, Horovitz…) sırf kendileri rahat ulaşabilsinler diye hadislerimiz için sistematik bir fihrist ansiklopedi hazırlamıştı, hem de uzun yıllar süren titiz bir çalışmayla. 1916 yılında başlayan çalışmanın ilk cildi 20 yıl sonra 1936’da Leiden’de neşredilmiş. 8. Cildi ise 1988 yılında yayımlanarak tamamlanmış. 40 kadar müsteşrikin (oryantalist) emeği var bu eserde. Orijinal adı Concordance etIndıces de la-Tradition Musulmane. Arapça adı; Mu’cemü’lMüfehres li Elfazi’l-Hadis. Kısaca Concordance ya da Mu’cemü’lMüfehres diye tanınıyor ilim çevrelerinde. Bir hadisin kaynağını bulmak isterseniz bakacağınız ilk alfabetik eserlerden. Eser sistematik yapısıyla da kullanıcıların dikkatini çekmekte. TDV İslam Ansiklopedisinden bahsetti bir gün hocamız. Gurur duyduğu her hâlinden belliydi. Tabii o zamanlar tamamlanmamıştı henüz ansiklopedi. Sınıftaki her bir arkadaşım bir madde aradı sonra, kaynakçası gözden geçirildi. Dipnotun nasıl verildiğini ben oradan öğrendim o gün bizzat dokunduğum kitaptan. Zaman içerisinde diğer hocalarımız da bazı konularda ansiklopedinin ilgili maddesini okuyun diye ödev verdikçe, ünsiyetim arttı bu devasa esere. Devasa diyorum, hiç abartmıyorum ve gururla söylüyorum. Her şeyden önce biz Müslümanlar tarafından hazırlanmış telif bir eser. Akademik titiz çalışmaların TDV İslam Ansiklopedisi sadece akademik çalışma yapanları ilgilendiren bir kaynak da değil üstelik. Merak eden herkesin bir şeyler öğrenebileceği güvenilir kaynaklara dayanan bir eser. Gün geçtikçe önemini kaybedecek popüler ürünler arasında da değil ayrıca. Hani bize ve dünyaya kaynak deniliyordu ya tanıtımlarında, tam da öyle. ve alanında uzman yüzlerce akademisyenin imbiğinden süzülmüş binlerce madde. Hazırlık çalışmalarına 1983 yılında başlanan bu nadide eserin ilk cildi 1988 yılında neşredilmiş. Son bölümü olan 44. cilt de daha yenilerde tamamlandı. TDV İslam Ansiklopedisi sadece akademik çalışma yapanları ilgilendiren bir kaynak da değil üstelik. Merak eden herkesin bir şeyler öğrenebileceği güvenilir kaynaklara dayanan bir eser. Gün geçtikçe önemini kaybedecek popüler ürünler arasında da değil ayrıca. Hani bize ve dünyaya kaynak deniliyordu ya tanıtımlarında, tam da öyle. O güne kadar pek dikkatimi çekmemişti, ne bileyim koca ansiklopediler, dururlar kenarda öyle. Hâlbuki lise yıllarımda dönem ödevleri için ne çok ansiklopedi karıştırmıştım. O dönemleri hatırlayanlar bilirler her dönem için, her dersten dönem ödevleri hazırlatılırdı bize. O zamanlar zor gelirdi ama şimdi faydasını görmüyorum desem yalan olur. Şimdi görev sebebiyle gittiğim her camide özellikle gözlerimin aradığı bir eser. Vaazlarımı hazırlarken mutlaka göz attığım başvuru kaynağım. Fakat bu büyük eserin yeterince değerini bilemediğimizi ifade etmeden geçemeyeceğim. Genellikle kütüphanelerin en ulaşılmaz yerlerinde duran, ciltlerinin yıpranmamasına bakıldığında pek açılıp kullanılmadığı her hâlinden belli olan, ciddi bir birikimin ve mesainin mahsulü olan bu eseri muhataplarıyla buluşturmamız gerektiğini düşünüyorum. Yurt dışındayken görev aldığım camilerde ilk önce kütüphanenin en yakın bölümüne koyduruyordum ansiklopediyi. Öğrencilerimden anlayacağını düşündüklerime tek tek dokunduruyor ve bir maddeyi onlarla birlikte okuyordum. Sonra ansiklopedinin konuyla ilgili maddelerini ödev veriyordum. Camide namazı beklerken, bir maddeyi gözden geçirin diyordum. Tefekkür de bir zikir değil mi? Gittiğim her cemaate, vaazlarımın bir bölümünde onların anlayacağı şekilde anlatmaya çalıştığım bu eseri hazırlayanlara selam ve dualarımı yolluyorum. Sadaka-i cariyelerin en önemlilerinden biri olan bu eseri ortaya koyanlara saygılarımı sunuyorum. MAYIS 2015 DİYANET AYLIK DERGİ 61 kültürsanatedebiyat Bursalı Safiye Hanım ve Miraciye Vakfiyesi Prof. Dr. Mustafa KARA Uludağ Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Vakfeyledi gönlünü miras-ı Muhammed’e Sarfeyledi milkini mirac-ı Muhammed’e Vardavî Miraciye konusu ile ilgili dikkat çekici bir davranışı Bursalı Safiye Hanım ortaya koymuştur. 1888 tarihli vakfiyeye göre, Mevlit, Regaip ve Berat kandillerinde mevlit, kadir gecesinde hatm-i şerif, Miraç kandilinde de miraciye okunması sağlanacaktır. Safiye Hanım damadı Mustafa Rakım Efendi ile birlikte hazırladıkları bu vakfiyenin miraciye ile ilgili bölümü bugün hâlâ yaşamaktadır. Her sene Miraç kandilinin olduğu günün ikindi namazından sonra Nayi Osman Dede’nin Miraciyesi okunmaktadır. Miraciyehanlar görevlerini Mahkeme Camii’nde (Kız Lisesi’nin karşısında) ifa etmektedirler. (Bu miraciye Ah- Musikişinaslara göre klasik musikimizin en uzun bestesi Osman Dede’nin bu eseridir. Galata Mevlevihanesi’nde yetişen ve bu dergâhta şeyhlik yapan Nayi Osman Dede (öl. 1729) İstanbul doğumlu olup, Galata Mevlevihanesi şeyhi Gavsi Dede’nin yanında yetişti. Arapça ve Farsçaya olan vukufu edebiyat, musiki ve tasavvufa olan hâkimiyetine yardımcı oldu. Mürşidi ve kayınpederi Gavsi Dede’nin âlem-i cemâle intikalinden sonra, 1698’de Galata Mevlevihanesi’ne postnişin oldu. Kendisinden sonra yerine oğlu Abdülbaki Sırri Dede şeyh oldu. Sırri Dede’nin kızı Saide Hanım Yenikapı Mevlevihanesi şeyhi Kütahyalı Ebubekir Dede ile evlenmiş ve bu izdivaçtan üç bestekâr Mevlevi doğmuştur: Ali Nutki Dede, Abdülbaki Nasır Dede, Abdurrahim Künhi Dede. Kutb-ı Nayi Osman Dede’nin Rabt-ı Tabirât-ı Musikî, Notai Türkî ile Ravzatü’l-İ‘caz adlı eserleri günümüze gelebilmiştir. Miraciyye’nin dışında pek çok bestesi vardır: Dört Mevlevi ayini, dört tevşih, iki ilahi, yirmi sekiz peşrev, yirmi beş saz semaisi bestelemiştir. (bk. Yılmaz Öztuna, Büyülü Musikisi Ansiklopedisi, Ankara, 1990, c. 2, s.169170; Bursa Mevlevihanesi için ayrıca bkz. M. Kara, Bursa’da Tarikatlar ve Tekkeler, Bursa, 2012, s. 293.) Nayi Osman Dede ile Bursa arasında Miraciyye’den öte bir başka ‘bağ’ daha vardır. Mürşidi ve kayınpederi Gavsi Ahmet Dede tasavvufi eğitimini Bursa Mevlevihanesi’nde Cünuni Ahmet Dede’nin halifesi Zihni Salih Dede’nin (öl. 1662) yanında tamamlamış daha sonra Galata/Kulekapısı Mevlevihanesi’nde postnişin olmuştur. (bk. age.) Söz, Hüseyin Vassaf Efendi’nin: Nâzım-ı manzume-i miraciyye Osman Dede met Hatiboğlu’nun korosu tarafından iki kaset hâlinde tespit edilmiş ve Kubbealtı Akademisi Kültür ve Sanat Vakfı tarafından yayınlanmış- Bu geleneğin günümüzde yaşamasına vesile olanlardan biri de Numaniye Dergâhı son postnişini Safiyyüddin Efendi’nin oğlu Ziya Eşrefoğlu’dur. (öl. 1977) Kabri Emir Sultandadır. tır.) 62 DİYANET AYLIK DERGİ MAYIS 2015 Bursa Mahkeme Camii’nde Şakir Çetiner Mirâciyye okuyor. KÜLTÜR-SANAT-EDEBİYAT Eylemiş vakf-ı vücud-i zât Cenab-ı Ahmed’e Arif u kâmil idi ol bülbül-i bağ-ı Habib Akıbet pervaz idüp gitti makam-ı es’ade Can u dilden arz-ı hürmet eyle Vassaf daima Mahzen-i aşk u kemaldir Hazret-i Osman Dede (Sefine-i Evliya, c. 5, s. 175. Divan, s. 361.) Vakfiyede başka neler var? Kültür ve medeniyet tarihimizin en önemli yadigârlarından biri de vakıflar ve bunların yönetim şeklini belirleyen vakfiyelerdir. Maddi ve mali bir kaynağı, Allah için toplumun hizmetine sunmak anlamına gelen vakıf yüzyıllardan beri birçok hizmetin yürütülebilmesine imkân vermiştir. Hukuki belge olan vakfiyeler bize sadece vakfın kurucusu, tahsis edilen para ve harcama şekli hakkında bilgi vermez. Ayrıca dönemin dinî, siyasi, ilmî, iktisadi ve askerî konularla da başka yerde olmayan detaylar da verir. Safiye Hatun’un vakfiyesinde Miraciyye dışında bize XIX. yüzyılın Bursa’sında kandil gecelerinde neler yapıldığı hakkında renkli bilgiler sunmaktadır. (Vakıf, vakfiye hakkında geniş bilgi için bk. DİA, c. 42.) İbrahim Paşa Mahallesi’nde oturan Ataullah Efendi’nin kızı Safiye Hanım tarafından kurulan vakfın mütevellisi damadı Mustafa Ağa, oğlu Mustafa Râkım Efendi ve kızı Muhsine Hanım’dır. Vakıf için ayrılan para ve belirtilen gelir kaynakları ile yapılması gereken işler de tek tek sıralanmıştır. Ramazan ayı ve kandil gecelerinde yapılacak faaliyetlerde görev alacaklar ve bunlara verilecek ücretleri tespit ve tayin eden vakfiye metni şöyle özetlenebilir: 1. İbrahim Paşa Camii’nde Rebiulevvel’in (Mevlit) 12. gecesi, mümkün olmadığı takdirde herhangi bir cuma gecesi “Menkıbetname-i Hazreti Risaletpenahi” kıraat olunacaktır. 2. Her sene Receb-i ferdinin 27. gecesi mezkûr camide mi’racu’nnebi kıraat olunup dinleyenlere kâfi miktarda süt ve şerbet, miraçhan ve zâkir efendilere ücret verilecektir. 3. Her sene Şabanu’l-muaazzamın 15. Berat gecesi mezkûr camide mevludu’n-nebi kıraat edilecektir. 4. Her sene ramazan mağfiret nişanda mezkûr camide ehl-i Kur’an bir hafız efendi sırayla her gün bir cüz okuyacak, Kadir gecesinin seherinde tamamlanıp duası yapılacak, caminin kayyımına 50 kuruş, hatim duasını edene 20 kuruş, esnay-ı hatm-i serifte hazır bulunmuş hafız efendilere 20 kuruş verilecektir. 5. 150 kuruşluk zeytinyağı alınıp, mukabele okunurken, teravih kılınırken caminin içinde ve minarede kandil yakılacaktır. 6. Hz. Üftade’nin türbesinde seher vakti ramazan-ı şerifte her gün bir cüz okuyan mücevvid-i ehl-i Kur’an hafız efendiye 160 kuruş, cami kayyımına 50 kuruş, dua eden zata 20 kuruş, hatimde bulunan hafız efendilere 20 kuruş verilecektir. 7. 150 kuruşluk zeytinyağı alınıp mukabele okunurken ve teravih kılınırken caminin içinde ve minaresinde kandil yakılacaktır. 8. İspermeçet mumu alınıp her iki hatmi okuyan hafız efendiler ve dinleyenler huzurunda yakılacaktır. 9. İbrahim Paşa Camii’nde vakfettiğim saati kurana 60 kuruş verilecek, gerekirse tamir ettirilecektir. 10. Arife günü bir koyun alınıp mezkûr caminin önünde kesilip fakirlere dağıtılacaktır. 11. 150 kuruşluk zeytinyağı alınarak Hoca Alizade Mahallesi Camii’nde ve minaresinde kandil yakılacaktır. 12. İcray-ı şerait-i mezkûre muteazzir olursa menâfi-i vakıf mutlaka fukarây-ı müslimine yahut Guraba hastanesine yönlendirilecektir. Son maddeye dikkat: Bu harcama kalemlerinde problem oluşursa vakfın geliri fakir fukaraya ve Guraba hastanesinin masraflarına yönlendirilecektir. Evet, yaklaşık 130 yıl önce kurulan bu vakfın sadece bir maddesi işlemektedir: Her yıl miraç kandilinde Bursa Anadolu Kız Lisesi’nin yanında bulunan Mahkeme Camii’nde ikindi namazından sonra Nayi Osman Dede’nin Miraciyye’sini okumak ve dinleyenlere süt ikram etmek. Yanında bendenizin Mi’râciye kitabı da hediye. (Mi’râciye ve Bursalı Safiye Hanım Vakfiyesi, Bursa 2014.) Son söz Vardavi’ye ait: “Dersini göklerde aldı Muştusun ümmete saldı Ruhunun özüne daldı Miraç sultanı Muhammed.” MAYIS 2015 DİYANET AYLIK DERGİ 63 kültürsanat edebiyat Hamasetin Değil İradenin Ödülü Hüseyin KARACA Ömer Nasuhi Bilmen Dini Yüksek İhtisas Merkezi Eğitim Görevlisi Fetih, yirmi dokuz mayıs bin dört yüz elli üç miladi seneye muvafık tarihte mehter vuruşuna indirgenmiş bir hamaset ve hatıra nostaljisi değildir. Günübirlik söylemlerde tarihi tüketmek de değildir. Fetih bir hitam değil bidayettir. Son değil başlangıçtır. Bitiş değil özleyiştir. Reddediş değil benimseyiştir. Bakmak değil görmektir. Yenmek değil öğrenmektir. Bulmak değil buldurana teşekkürdür. Mekke fethinden ziyade Hudeybiye’ye akrabalığı bundandır. Fetih sonrasındaki fütuhatın fethe denk oluşu bundandır. Bir salih hanedanın Hicaz’a hizmet ülküsündeki ihlas bundandır. Fetih için bir Mekke lazımdır hic- 64 DİYANET AYLIK DERGİ MAYIS 2015 ret ile Medine olacak. Yeis çöllerinde “sakın edepten” redifli na’tlerde âleme reca vahası olarak bir Ravza lazımdır. Sefere tahammül lazımdır Ebâ Eyyûb delikanlılığında yaşlılığa inat surlara yakın bir yere kadar götürecek. Asırlarca bitip tükenmeyen bir fetih koşusu lazımdır adı Emevi adı Abbasi adı Selçuki adı Memluki olan. Bir Osman lazımdır Söğüt’ün bağrında bir şecere-i ihtiram olarak arz-ı endam eden. Mushafa saygıya bedel Kanuniler Selimlerle taçlanan. Bir Orhan lazımdır hakikat meydanlarında da harbi kazanmak için medresenin başına Davud Kayserileri getiren, gözünü kardeş kavgasına değil küfrün kalbine çeviren. Fetih için Konstantiniyye nehrinin bu yakasına hisar inşa ettiren, teenni ile sonraki nesillere zemin hazırlayan bir Yıldırım şecaati; şehadetinden önce Kosovalarda “attan inmeyesüz” diye haykıran Hüdavendigar fesahati gerektir. Kılı kırk yaran bir titizlikle şehzâdesini feth-i mübine hazırlayan bir Murad-ı Sani lazımdır. Ta hulefa-i raşidin devirlerinden beri surlara sevdalı askerlerin at izlerinde donmuş alın terlerinde bestesi yazılmış bir öykü lazımdır. Bir çocuk lazımdır müfettihu’lebvâb’a saygı ile yetişen, Konstantiniyye şehrine yönelik planlar yapan. Bir çocuk ki Haliç sularında Bizans surlarını aşacak hendesenin sırlarını arayan. Fetih için Akşemseddinler, Güranilerle boyanmış istişare bereketlerine “Biz sana apaçık bir fetih ihsan ettik” (Fetih, 48/1.) irşadı, “İstanbul mutlaka fetholunacaktır. Onu fetheden komutan ne güzel komutan, onu fetheden asker ne KÜLTÜR-SANAT-EDEBİYAT güzel askerdir.” (Ahmet b. Hanbel, Müsned, IV, 325.) nasibi lazımdır. Tarihî pencereden bakılacak olursa Bizans o zamanlar, sadece bir düşman değil marufu emir münkeri izaleye yönelik her türlü imkânın önündeki engeldi. Bu eşik aşıldığı zaman Balkanlar, Balkanlar geçildiği zaman yaşlı Avrupa semaları hakikat-i Muhammediye ile tanışacaktı. Ve nitekim öyle de oldu. Balkan coğrafyasının fetih sonrası asırlarda dünyaya armağan ettiği âlim ve arifler, irfan geleneğinin öncüleri olmuştur. Sadece Edirne’nin ötesinde, Balkan gülistanında yeşeren tekke gülleri, medrese bülbülleri bile İslam medeniyet baharının remzidirler. Yakine koşan iradelere yeni Konstantiniyyeler, yeni belde-i mübarekeler işaretlemek, bu işareti varoluş reflekslerinin mihveri yapmaktır. Hamaset miftahı ile fetihlere vuslatın mümkün olmadığını bilmektir. Hıra uzleti, Yesrib mihneti bir vahiy buketi Furkan’a olan cehaletimizin, onun diline olan mesafemizin nedametiyle yaşamaktır. Ayda bir dahi olsa Kur’an’ı hatmetmek, o mana denizini anla- maya vesile ulûm-ı şeriyeyi tahsile öncelik vermektir. Şiddete mahkum bir global köyde, sure-i fetih kıraatlerinde Cibril nefesini duymak, feth-i Mekke’de “hepiniz özgürsünüz” diyebilen bir Nebi’ye ümmet bilincini tazelemektir. Şerh, ihtisar ve haşiyelerle bûy-ı Muhammedî kokan hadis-i şerif külliyatının daimi ziyaretçisi sadık talebesi olmaktır. Bilime doymuş fakat ilim ve irfana susuz dünyaya “Fütûhât-ı Mekkiye” lehçesiyle selam diyebilmektir İbn Arabi eczanesinden. Görünür olmak erdemlerine hapsedilmiş şehirlere “Mefâtîhu’l-Ğayb” metafiziği sunabilmektir Razi lisanından. Boğazına kadar detaylara saplanmış, ayrıntılarda boğulmuş modern zamanlara bir sehl-i mümteni ihtisar ile aşk devşirebilmektir Yunus ebyatından. “Muhammed Mustafa sallallahu aleyhi vesellem’in, Mekke’yi ve diğer yerleri fethetmek istemesi, dünya mülkünü sevdiğinden değildi; Allah emriyleydi. Çünkü “Dünya cifedir” buyurmuştu. Peygamber, Mekke’yi fethe uğraştı diye nasıl olur da dünya sevgisiyle itham edilir? O öyle bir kişiydi ki imtihan günü (yani Miraç’ta) yedi göğün hazinesine karşı hem yüzünü yumdu, hem gönlünü kapadı. Göklerin, akılların hazineleri bile Peygamber’in gözüne bir çöp kadar ehemmiyetsiz görünürse. Artık Mekke, Şam ve Irak ne oluyor ki onlar için savaşsın, onlara iştiyak çeksin!” (Mesnevi, 3950.) diyen Mevlana Celaleddin dergâhında kalp dili çilesi çekmektir. Mazide yaşanan dervişliklere denk muasır gönül medeniyetleri inşa edebilmektir. Geleceği marufla süslemek isteyen herkes için ibnü’l-vakt olmaktır. Dünü ân köprüsünden en büyük yarın olan ahirete taşıma şuurudur. Kendini bilme bilincinde enfüsi seyr-u sülükle insanı keşfetmek insanı fethetmektir. Emmare duygulara teslim olmuş fertleri, günah zindanından kurtarmak, onlara Hudeybiyeler ikram edebilmektir. Fetihlerin hamasetin değil muradı ilahiyi gözeten iradelerin bir ödülü olduğu şuurudur. Ecdat sevgisini sanal bir oyun sanma gafletinden tövbe etmektir. Cenab-ı Hak salihlere, ariflere lütfeylediği maddi manevi fetihleri cümlemize ihsan eylesin. MAYIS 2015 DİYANET AYLIK DERGİ 65 kültürsanat Yıldızlar Göz Göz Olmuş Neyi Gözlüyor? Yrd. Doç. Dr. Dursun Ali TÖKEL OMÜ Fen-Edebiyat Fakültesi Gökleri bir yüz, orada pırıl pırıl parlayan milyonlarca yıldızı da birer göz olarak tasavvur etseniz, sizce gökler, her biri göz olmuş sayısız yıldızla acaba neye bakıyor, neyi gözlüyor olurdu? Divan şairleri Peygamberimizi yüceltmek, kendi sözlerine değer ve şeref kazandırmak için eşsiz naatlar yazmışlardır. Naat için genellikle kaside nazım biçimi kullanılmışsa da, kimi zaman gazel formunda, bazen gazellerin herhangi bir beytinde veya bir kıtada benzerine az rastlanır ihtişamda peygamber övgüsüne rastlamak mümkündür. Miraciyeler Peygamberimizin miraç hadisesini nazmen anlatan en önemli nazım türlerinden biridir. Genellikle mesnevi formunda yazılan bu eserler, miracı anlatmanın yanında aynı zamanda birer naat işlevi de görürler. Çünkü bu metinlerde şairlerimiz kalplerinden gelen en samimi ve halisane duyguyla yüce Peygambere karşı olan muhabbet ve hayranlıklarını ifade etmişlerdir. Müstakilen miraciye başlığını taşı- 66 DİYANET AYLIK DERGİ MAYIS 2015 yan eserler olmakla beraber bazen bir rubai, bazen bir gazel, bazen bir kıta formunda öyle örnekler karşımıza çıkar ki bunların sanatsal formuna, şiirsel ifadesine, imgesel yoğunluğuna ve buluşlarına hayran olmamak mümkün değildir. Bu yazımızda divan şairi Necati’nin eşine az rastlanır mükemmellikteki bir kıtasını dikkatlerinize sunmak istiyorum. Ta ki insanlar Peygamber sevgisi neymiş, miraç nasıl anlatılırmış, hüsn-i ta’lil sanatı nasıl yapılırmış bir görsünler: İşte Necati’nin miracı metaforlarla anlattığı kıtası: Yine ola diyu bir gice mi’râc Açar encüm gözin kuhl-i şeb-i dâc Feleklerde sa’âdet yıldızı var Ki yüzün görmeye gözi var (Necati Divanı, (Haz: Ali Nihat Tarlan), MEB. Yay., s. 3.) Kısaca dörtlüğün anlamına bakalım: (Ah yine miraç olsa diye kapkaranlık gece yıldızdan ibaret gözünü açtı. Feleklerin yıldızı ne kadar uğurlu ki senin yüzünü görmek için binlerce gözü var. Yani felekler seni görmek için binlerce gözü olduğu için ne kadar bahtiyardır.) Görüldüğü gibi şiir miraç konulu bir naat örneğidir. Miraç hadisesi bir gece yarısı vuku bulduğu için şairin geceden bahsetmesi olağan. Fakat burada göz-yıldız metaforunun ötesinde daha değişik metaforlar da var. Şair, gökyüzünü bir yüz, gökteki yıldızları ise o yüzde bulunan binlerce göz olarak tasavvur etmektedir: Encüm göz, yani yıldızlardan ibaret göz. Bu göze sahip olan da kuhl-i şeb-i dâc’tır. Kuhl, göze çekilen sürme anlamına geliyor ki bunun rengi siyahtır. Bundan dolayı Arapçada, kuhlun sıfat hâli olan kuhlî, simsiyah anlamına gelirmiş. Şeb Farsça, gece demektir. Dâc kelimesini ise Burhan-ı Kati şöyle açıklıyor: “Dâc: karanlık gece, leyle-i zulmânî manasınadır. Karanlık ve zulmet manasına gelir. Cimin şeddesiyle Arabide mekkâri ve tüccar manasına gelir.” (Mütercim Asım Efendi, Burhan-ı Katı, (Haz: M. Öztürk-D. Örs), TDK., Yay., s. 149.) Yine Burhan’a göre Kuhl-i Şeb (veya kuhl-i rûz): Zulmet-i leyl’den (karanlık gece) kinâyedür.” (Burhan-ı Katı, s. 459.) Bütün bu imgelerden sonra şairin nasıl bir manzara kurduğu daha iyi anlaşılmaktadır. Şair, yıldızlara göz demekle yetinmez. Nasıl KÜLTÜR-SANAT-EDEBİYAT KÜLTÜR-SANAT Gökyüzü (gece); ‘ah, tekrar miraç olsa da ben o hadiseyi tekrar yaşasam’ hasretiyle gözlerini dört açmış hasretle beklemektedir. gözlerin güzel görünmesi ve dikkat çekmesi için etrafına sürme sürülürse, gökteki göze benzeyen yıldızların da sürmesi vardır: Yıldızlar, etrafına gecenin karanlığı sürme olarak çekilmiş binlerce gözdür; öylesine belirgin, parlak ve göz alıcıdır. Yıldızların belirginliğinin fark ettirilmesi için gecenin karanlık içinde karanlık bir tasviri vardır. Sadece göz denilmeyip, sürmenin de işe katılması tabloyu daha da zenginleştirmektedir. Üçüncü ve dördüncü mısralar bir ve ikinci dizelerin pekiştirilmesinden ibaret gibi görülse de, yıldızlar bir göz metaforu olmasının yanında kendi kimliğiyle de vurgulanmış ve somut anlamıyla yerini almıştır. Fakat bu sefer başka bir göndermeyle gündelik dilde şanslı insan anlamına yorumlanan “gökte yıldızı var” inancı devreye girmiş görünmektedir. Yani ikinci mısrada göz metaforunu karşılayan yıldız kelimesi üçüncü mısrada talih, şans gösterenine dönüşmektedir. Dördüncü mısradaki bin bin (yani milyonlarca) gösterileni ise yıldızların sayısal değerine yapılan bir sıfat biçimidir. Necati, binlerce gözü olan gökyüzünün bir zamanlar çok büyük bir bah- tiyarlığa kavuştuğunu söylemektedir. Gece, binlerce gözüyle miraç gecesi Yüce Peygamberimizi görme ve gözleme bahtiyarlığına ermiş saadetli bir varlıktır. Tabii ki bu şiirdeki anlam varlığını hem olmuşa hem de olacağa doğru genişletmek lazımdır. Yani, “Miraç hadisesine binlerce gözle şahit olan gece ne kadar bahtiyardır” anlamı yanında bu dörtlüğün asıl şu anlamı da insanı derinden etkilemekte ve sarsmaktadır. “Gökyüzü (gece); ‘ah, tekrar miraç olsa da ben o hadiseyi tekrar yaşasam’ hasretiyle gözlerini dört açmış hasretle beklemektedir.” Bu anlamıyla şiirde mükemmel bir hüsn-i ta’lil sanatı örneği vardır. Yani “sen gökyüzünü yıldızlardan ibaret bir varlık olarak görme! Bilakis onu, milyonlarca yıldızıyla, ‘tekrar miraç olsa da Peygamber’i görsem!’ diye iştiyakla yanan binlerce gözle sevgiliyi bekleyen bir âşık olarak gör!” Miraç-gece-yıldız ve gezegenlerle ilgili o kadar anlatı vardır ki, bu anlatıları bilenler bu metnin daha ne kadar zengin olduğunu çok iyi anlayacaklardır. Şairlerimizin miracı nasıl anlattığı, hangi metaforlarla bu kutlu hadiseyi insan idrakine sundukları, bu sunuşun dünya edebiyatındaki yerinin ne olduğu, divan şairlerimizin hayal ve hakikati somutlama kudretindeki başarıları ve bugünün sanatçısının bu eşsiz hazine karşısındaki çaresizliği öylesine derin, kapsamlı ve özverili çalışmalar bekliyor ki! Sorunun ne olduğuna ilişkin Tanpınar’a kulak verelim: “Hemen hemen kendimizi hiç okumuyoruz. Hatta en yakınları bile… Kendimizi beğenmiyoruz ve sevmiyoruz. Maalesef realitelerimizden en hazini budur.” (Ahmet Hamdi Tanpınar, Yaşadığım Gibi, Dergah Yay.,5. baskı, s. 309.) Kendimizi okumaya başlarsak, eminim kendimizi beğenmeye ve sevmeye de başlayacak, hayranlığımızla yukarıdaki örnekte olduğu gibi daha ne eşsiz hazinelerin kapılarını aralayacağız! O eşsiz gökyüzündeki yıldızlar göz göz olmuş böylesi araştırmacıları da bekliyor mu? MAYIS 2015 DİYANET AYLIK DERGİ 67 GEÇMİŞ ZAMANIN İZİNDE Fethe Sahip Çıkmak Dr. Erdal KILIÇ Tarihimizdeki Muhteşem Mektuplar, Hayat Yay., İstanbul 2012, s. 102, 186, 202.) Muhteşem mektuplar Fetih sonrası Edirne Başhahamı Isac Tzatafi Güney Almanya’daki Yahudilere hitaben yazdığı mektubunda şöyle diyordu: “…Tanrının kutsadığı, tüm güzelliklerle dolu olan Türkiye topraklarına geldim. Burada huzur ve mutluluk buldum. Türkiye sizin için de bir barış ülkesidir. Size derim ki Osmanlı ülkesi hiçbir şeyin eksik olmadığı bir ülkedir. Eğer isterseniz şu anda burası sizler için en hayırlı yer olacaktır. Burada Türklerin topraklarında şikâyetçi olacağınız hiçbir şey yok. Büyük nimetler elde etmekteyiz. Ağır vergi yükümüz yok. Ticaretimiz serbest, engellenmiyor. Her şey ucuz ve bol. Herkes barış ve hürriyet içinde. Türkler hoşgörülü insanlar. Hristiyanlardansa Müslümanların egemenliği altında yaşamak sizin için daha iyi değil mi? Burada herkes kendi asması ve inciri altında huzur içinde oturabiliyor...” (Necdet Bayraktaroğlu, 68 DİYANET AYLIK DERGİ MAYIS 2015 Benzer bir tarihî itirafı da Sultan III. Ahmet Han döneminde yaşamış olan İsveç Kralı XII. Charles’ın kız kardeşine yazdığı mektubunda görüyoruz: “...Bugün esirim. Türklerin esiriyim. Demirin, ateşin, suyun yapamadığını onlar yaptılar. Beni esir ettiler. Ayağımda zincir yok. Zindanda da değilim. Hürüm. İs- Hak ve adaletle Fetihten hemen sonra Fatih’in Bizans ve Ceneviz halkına yani İstanbul’da yaşayan Hristiyanlara hitaben yayınladığı Emanname’de ise yukarıdaki itirafların ne denli yerinde ve gerçek olduğunu, daha 15. asırdan günümüze “çağdaş insan hakları”, “çağdaş demokrasi” ve “çağdaş hoşgörü” çerçevesinde ne kadar çarpıcı ve manidar mesajlar verdiğini görürüz: Fetihten hemen sonra Fatih’in Bizans ve Ceneviz halkına yani İstanbul’da yaşayan Hristiyanlara hitaben yayınladığı Emanname’de ise yukarıdaki itirafların ne denli yerinde ve gerçek olduğunu, daha 15. asırdan günümüze “çağdaş insan hakları”, “çağdaş demokrasi” ve “çağdaş hoşgörü” çerçevesinde ne kadar çarpıcı ve manidar mesajlar verdiğini görürüz. tediğimi yapıyorum. Lakin gene esirim. Şefkatin, uluvv-i cenabın, asaletin, nezaketin esiriyim. Türkler beni işbu elmas bağa sardılar. Bu kadar şefkatli, bu kadar âlicenap, bu kadar asil ve bu kadar nazik bir milletin arasında hür esir gibi yaşamak bilsen ne tatlı...” (Bayraktaroğlu, a.g.e. s. 102, 186, 202.) “…Şehrin Katolik papazları tarafından, bizim bab-ı hümayunumuza temsilci olarak gönderilen rahiplerle Senyör Baraban Balios, Senyör Markiz Drifango ve tercüman Nikola Pelazoni’nin dileği üzerine, Galata halkının, bize tabi olan sair halklar gibi, âdet ve GEÇMİŞ ZAMANIN İZİNDE MAYIS 2015 DİYANET AYLIK DERGİ 69 GEÇMİŞ ZAMANIN İZİNDE “Bu şehirde herkesin gözü vardır. Sizin aranızda da sen-ben kavgası başlarsa, kişisel çıkarlar ülke çıkarlarının önüne geçerse, mülklerini yabancılara satanlar çoğalır, yabancılardan medet umanlar artarsa; işte o zaman bu şehir sizin elinizden çıkar.” ibadetlerini serbestçe yapmalarına izin veriyoruz…” “…Bu kanun ve kaideler bugünden başlayıp ebediyen hükümran olacaktır. Biz onları kendimizi korur gibi koruyup gözeteceğiz…” II. Mehmet’in bir beraatıyla geleceği güvence altına alınan Patrik, devlet törenlerinde vezirlere eşit tutulmuştur. 70 DİYANET AYLIK DERGİ MAYIS 2015 Zağanos Paşa’nın imzası ve Fatih Sultan Mehmet’in tuğrasıyla çıkan bu “Emanname”, bir “insan hakları belgesi” olarak, kendi çağını çok aşan görüşleri ihtiva etmektedir kuşkusuz. Üstelik “Emanname”de belirtilen hak ve özgürlüklerin Hristiyan halka verilmiş olması, çağın kılıçla, kuvvetle değil, hak ve adaletle açıldığının da apaçık bir göstergesi olmaktadır. GEÇMİŞ ZAMANIN İZİNDE Papaz hikâyesi Fetih sonrası Bizans hapishanelerinde bir mahzende bulunan ve Fatih’in huzuruna götürülen iki papaz hikâyesi anlatılır. Bizans imparatorluğunun zulmüne karşı çıktıkları ve imparatoru ikaz ettikleri için zindana atılmışlardı. Fatih kendilerini serbest bırakır fakat onlar zulme bir tepki olarak ömür boyu hapisten çıkmamaya yemin etmişlerdir. Bu yaşananlardan haberdar olan Fatih, bu iki papazı huzuruna çağırır ve hikâyelerini dinler. En nihayetinde ise onlara şöyle bir teklif sunar: “Sizler İslam adaletinin hüküm sürdüğü bu memleketi geziniz, Müslüman hâkimlerin ve halkımın davalarını takip ediniz. Eğer hayata küsmenize sebep olan adaletsizliği burada da görürseniz gelip bana bildiriniz ve önceden verdiğiniz kararınız doğrultusunda uzlete çekilerek hâlâ küsmekte haklı olduğunuzu bana kanıtlayınız…” Bunun üzerine hiç vakit kaybetmeden yola koyulan papazlar soluğu Bursa’da alırlar ve burada bir dava ile karşılaşırlar. Bir Müslüman, bir Yahudi’den bir at satın almıştır. Atı satın aldıktan bir süre sonra ise bu atın hasta olduğunu fark etmiş ve sabah olur olmaz kadının yolunu tutmuştur. Vardığında ise kadıyı yerinde bulamayan ve bir süre bekleyen Müslüman kadının gelmeyeceğini düşünerek evine geri döner ve akşamına hasta olan atı ölür. Bunun haberini alan kadı, Müslümanı bulup şöyle der: “Eğer makamıma geldiğinizde ben burada olsaydım, atı sahibine iade edip paranızı alırdım. Ancak zamanında daireme gelmediğim için olayların bu şekilde gelişmesine sebep oldum. O yüzden atın ölümünden doğan zararı ben karşılayacağım.” renizde hiç kimsenin zulme uğramayacağına inandık.” Bu yaşananlar papazları bir hayli şaşırtır. Gezmeye devam eden papazların ikinci durağı İznik’tir. Burada bir başka dava ile karşılaşırlar. “Bu şehirde herkesin gözü vardır. Sizin aranızda da sen-ben kavgası başlarsa, kişisel çıkarlar ülke çıkarlarının önüne geçerse mülklerini yabancılara satanlar çoğalır; yabancılardan medet umanlar artarsa, işte o zaman bu şehir sizin elinizden çıkar.” Burada ise bir Müslüman, bir diğerinden tarla satın almıştır. Vakti geldiğinde tarlasını sürmeye başlayan tarlanın yeni sahibinin sabanına bir küp takılır. Çıkarıp baktığında ise içinin altın dolu olduğunu görür ve hemen kendisine tarlayı satan adamın yanına gider. Tarlayı alan “Tarlada altın olduğunu bilseydin bu kadar ucuza bana satmazdın. Al, bu altınlar senin hakkın” der. Tarlayı satan ise “Ben sana tarlanın taşını toprağını sattım, o altınlar senin hakkın” şeklinde karşılık verir. Orta yolu bulamayıp kadının yanına giderler. Kadı ise bu iki kişinin kız ve erkek çocuklarını evlendirip altını da çeyiz olarak vermeye hüküm verir. Bu iki olaya tanık olduktan sonra papazlar hemen Fatih Sultan Mehmet’in yanında alırlar soluğu: “Bizler artık inandık ki bu kadar adalet ve birbirinin hakkına saygı ancak İslam dininde vardır. Bu dinin insanları başka dinden olanlara bile kötülük yapamazlar. Bu yüzden biz zindana dönme kararımızdan vazgeçtik, sizin ida- Fatih Sultan Mehmet, papazlardan birine “Peki bu şehir bir gün gelir bizim de elimizden çıkar mı?” diye sorunca papaz şu yanıtı verir: Papazın sözleri üzerine müteessir olarak ellerini kaldıran Fatih “Ya Rabbi! Böylelerini kahrına ve gazabına uğratmanı niyaz ediyorum” diye duada bulunur. Nihai kelam Esasen yukarıda anlatılanlar Osmanlı medeniyetinin teşekkül ettiği umumi kaidelerin yansımasından başka bir şey değildir. Bu medeniyetin teşekkülü bütüncül ve tutarlı bir şekilde gerçekleşmiştir. Zira oluşum süreçleri yazılı kaynaklarla da kendini ispat etmiştir. Ahlaki yaşantılarını Allah’a karşı sorumluluk olarak kabul eden Osmanlılar bu sorumluluğun önemli bir boyutunun da topluma ve insanlığa karşı duyarlı olmak olduğunu göstermişler ve bihakkın yerine getirebilmek için de bilgiye, ilme ve gayrete değer vermişlerdir. Övünelim mi, dövünelim mi? Fethe ve şehre sahip çıkmak hiç de kolay olmasa gerek… MAYIS 2015 DİYANET AYLIK DERGİ 71 BUNU KONUŞALIM Türkiye’nin En Genç Yazarı Ahmet Can Altıok: “Düşünceleri harekete geçiren tek eylem okumaktır.” Söyleşi: Ali AYGÜN Henüz 11. sınıf öğrencisiyken “Berçem” adlı şiir kitabınızla Kültür Bakanlığı tarafından Türkiye’nin en genç yazarı unvanıyla ödüllendirildiniz. Bu ödül edebiyata merakınızın çok küçük yaşlarda oluştuğunu gösteriyor. Edebiyata, şiire nasıl ve ne zaman başladınız? Öncelikle Berçem, temellerini henüz 15 yaşındayken attığım yaşanmış gerçek bir hayat hikâyesiydi. Bir şiir kitabı olacağı muhayyilemden hiç geçmezdi. Roman olarak kaleme almıştım çünkü. Lakin şu an piyasadaki Berçem, bir şiir kitabı. Bizatihi şiire indirgemeyip edebiyata ve yazıya olan merakımı dile getirecek olursam, sebebini tek oluşuma dayandırabilirim. Çünkü yalnız olmak veya kendi semasında tek yıldız olmak insanı erken olgunlaştırır. Ve yalnızlık bir insanın üretim fabrikasıdır. Çok küçük yaşlarda babamın teşvikleriyle okumaya başladım. Okudukça da başkalarının gözünde kendimi görmeyi öğrendim, bir süre sonra da yazmaya başladım. Tabii şiir, insanın kendi şuur altında sair fi’l-menam, yani uyurgezer olarak dolaşması anlamına geldiği için şiir ile biraz geç tanıştım diyebilirim. Babanızın sizi okumaya teşvik ettiğini söylediniz. Edebiyata olan bu ilginize ailenizin desteği, yaklaşımı ve katkıları nasıldı? 72 DİYANET AYLIK DERGİ MAYIS 2015 Yazdıklarımın ilk okuyucusu annem, hangi konuda olursa olsun her türlü desteği esirgemeden veren babam… Teşbihimi mübalağa ve de ukalalık saymazsanız eğer, âdeta Yaradan tarafından onlara yazılmış bir şiirdim ben. Onlar ise, sanatkârın yansıması olarak yeryüzüne gönderilen birer şairdiler. Kalemi elime ilk aldığım zaman, babam bana yazılarımı yazmam için bir ajanda hediye edip ilk sayfasına da aynen şu cümleyi yazmıştı: “Unutma, yazanlar her gün okuyanlardır.” Onlar sayesinde kitaplarla tanıştım, en büyük destek sizce de bu değil mi? Özellikle genç yaşlarda yazın hayatına başlayan gençleri yönlendiren ve çalışmalarında onlara destek olan öğretmenleri vardır. Size bu konuda yön gösteren öğretmenleriniz var mıydı? Ahmet Can Altıok, 1998 yılında Van’ın Özalp ilçesinde doğdu. Konya’da ilköğrenimini tamamladıktan sonra Van’da Niyazi Türkmenoğlu Anadolu Lisesinde orta öğrenimine başladı. Halen bu okulda 11. sınıfta öğrenimine devam etmektedir. Altıok’un ilk eserleri Hayal Bilgisi edebiyat dergisinde yayımlandı. Berçem adlı şiir kitabı ile Ahmet Can Altıok, Türkiye’nin en genç yazarı oldu. Yazın hayatıma başladığım ilk zamanlar, yazdıklarımı hiç kimseye okutmazdım. Belki de utancımdan. Her ne kadar da ileriki zamanlarda yazdıklarımı birilerine okutma ihtiyacı duysam da, yazdıklarımı okutmadım, okutmazdım. Ve edebî çalışmalarıma öyle ciddi anlamda katkı sağlayacak bir öğretmenim de olmadı hiç. Edebiyat dünyanızı etkileyen ve sizin beslendiğiniz şair ve yazarlar kimlerdir? BUNU KONUŞALIM Yazmaya ilk başlayanların kalemleri farklı faklı renklerde yazar çarnaçar. Çünkü o ana gelene kadar birçok kişiyi okumuş ve birçok kişiden etkilenmiştir. Ve eline aldığı kalemde kendi mürekkebi olmaz asla ilk başlarda. Etkisinden kurtulamadığı yazarlar vardır, bu da normaldir. Benim de öyle oldu. Tam olarak kendi üslubumu kurdum ya da kendi mürekkebimle yazıyorum diyemem, denmez de zaten. Elbette etkisinde kaldığım yazar ve şairler vardır, bazıları da şunlardır: Cahit Zarifoğlu, Halil Cibran, Sezai Karakoç, Rasim Özdenören… Şiir ve edebiyatta gelmek istediğiniz bir yer var mı, gelecekte kendinizi nerede hayal ediyorsunuz? “İnsan âlemde hayal ettiği müddetçe yaşar.” der Yahya Kemal. Elbette gelecekle ilgili ve gelecekteki konumumuzla ilgili birtakım hayallerimiz vardır. Ama sorduğunuz soru, bana daha çok bize küçükken sorulan, “büyüyünce ne olacaksın” sorusunu hatırlattığı gibi kafamda hemen bu soruya cevaben Ali Ural’ın bir sözü geldi: “Büyüyünce doktor olmak isteyen çocuklar, büyüyünce cellât oldular.” der. Küçüklükte en sık duyduğumuz ve muhatabını sıkan sorular arasında görmüşümdür bu soruyu hep. Kendimden örnek verecek olursam, bu soruya cevap olarak bütün meslekleri sıralamışımdır belki. Yazarlığı söylemiş miyim bilmiyorum ama yazarlık sıfatım var lakin şimdi asıl görevim öğrenciliktir. Bu yazarlık sıfatının önüne ya da arkasına renk verecek olan o an hangi meslekte olduğumuzdur. Kendimi bir hukuk ya da edebiyat fakültesinde akademik kariyeri olan bir yazar olarak hayal ediyorum. Lakin zaman ve şartlar beni nerelere götürür, onu bilmiyorum. Gençlerin sanat ve edebiyata, kitap okumaya bakış açısı nasıldır? Çok sancılı bir konuya temas ettiniz. Öncelikle belirtmeliyim ki, saatçi vitrinine bakıp zamanı söyleyemediğiniz gibi okumadan da ne tarihinizden haberdar olursunuz, ne de geleceğinize yön verebilirsiniz. Ne yazık ki, teknoloji denen z/illet’in çok büyük dezavantajları var. Bir yeri onardığı gibi on yeri tahrip ediyor. Şu anki gençliğin zihinlerine vurulan prangaları, teknoloji elinde tutuyor ve şunu da söylemeliyim ki, zihinlere vurulan prangaları kırmak, ayaklara vurulan prangaları kırmaktan çok daha zordur. Gençlik… Gençlik, vatanını omuzları üzerinde yarınlara taşıyacak nesildir. Bu neslin temelleri ise çok sağlam olmalıdır ki yarınlara güçlü bir şekilde taşınabilsin. Bir milletin, bir toplumun yok olmasını istiyorsanız, geleceğini emanet edecekleri gençleri kitaplardan uzak tutmanız yeterlidir. Üzülerek söylüyorum, okumayan bir nesil yetişiyor. Oysa gençlik denilince, geçmişten nefes alıp geleceğe nefes veren bir fidan aklıma gelir. O fidanın büyümesi için her gün sulanması şarttır ki ileride çınar olsun. Her gün sulama işlemi okumaktır. Okuyan bir gençlik, geleceğini çok sağlam kolonlar üzerine inşa etmeye başlamış demektir. Yani çınar olmaya namzettir. Evet, çınar ağacı uzun ömürlüdür ama bazen onu da sarsan rüzgârlar vardır. Demek istediğim okuyup sadece bir diploma sahibi olmak değildir. Yazar ağabeyim Sait Çamlıca’nın bu konuyla ilgili “Diploma cehaleti örtmüyor, okuyun!” sözü her şeye açıklık getiriyor. “Okumanın Önemi” adlı konferanslarımızda hep şunu anlatırım, bilgisayarlarla yapılan bir araştırmaya göre ortalama 72 yıl yaşayan birisi ömrü- nün 6 yılını kuyruklarda geçiriyor. Asıl durum 6 yılını kuyruklarda bekleyerek geçirmesi ilginçtir. Bu 6 yılı iyi değerlendirmek lazım. Bu konu hakkında söylenecek çok şey olduğu gibi yapılacak çok şey de vardır. Bir toplumun ölümü, o toplumun gençlerinin kitaplardan uzak yaşaması demektir. Ve bizler bu yok oluşu izleyip duruyoruz, ölüm alkışlanır mı hiç? Bu konuda daha çok konferanslar, seminerler tertipleyip okumanın önemini topluma ve daha çok da gençliğe anlatmak gerekir. Dediğim gibi söylenecek çok şey var ancak şimdilik akranlarıma ve dahi genç arkadaşlarıma Prof. Dr. Ali Fuat Başgil’ in şu sözüyle seslenmek istiyorum: “Çalış, genç arkadaşım, çalış! Namerde muhtaç olmak ölmekten beterdir.” Edebiyat alanında başarılı olmak isteyen genç arkadaşlarınıza neler tavsiye edersiniz? Her şeyden önce üzerinde durduğum tek konu vardır; okumak. Sanat ve edebiyata ilgisi olan arkadaşlarıma, okumanın her şeyden daha elzem olduğunu hatırlatmak isterim. Yazmak, biraz da düşünme eylemidir. Düşünceleri harekete geçirecek, düşüncelere renk katacak, onu katlanılır kılacak ve etrafındaki çitleri daha da genişletecek tek eylem de okumaktır. Yazdıkça, başkalarının gözünde başkaları olmayı görürüz; kalemi alınca, işte o an zihin yüreği tetikler ve düşünceler harekete geçer. Lafı fazla dolandırmadan, bir zamanlar babamın beni teşvik eden sözleriyle yazıya ve edebiyata meraklı olan arkadaşlarıma seslenerek sözlerimi bitiriyorum. “Unutma! Yazanlar, her gün okuyanlardır.” MAYIS 2015 DİYANET AYLIK DERGİ 73 EN G Ü Z E L İ Sİ M L E R GUFRANINLA ÖRT BİZİ YA GAFFAR Fatma BAYRAM “Açıkta kalmak” fiziksel varlığımızı tehdit eder; “açığı çıkmak” ise sosyal ve ruhsal varlığımızı. Ne başımızın açıkta olmasını isteriz ne de işimizde gücümüzde açığımızın çıkmasını. Başımızın üstüne bir dam gerektiği gibi beşeri hâllerimizin üstünün de örtülmesine ihtiyaç duyarız. Rabbimizin güzel isimlerinden Gaffar, işte bu ihtiyaçlarımıza cevap verir. “Kusurları örten, suçları bağışlayan” demektir. Gazali’nin de işaret ettiği gibi Allah’ın örtücülüğü iç organlarımızı gül yaprağı gibi bir ciltle, bedenin bize özel yerlerini insana heybet veren nice güzel giysilerle örtmesiyle tecelli ettiği gibi; hepsi aleni olsa idi insan içine çıkacak hâlimiz kalmayacak nice hatalarımızı da mağfiretiyle örterek tecelli eder. Öyle ki bazen biz bile unuturuz yapıp ettiklerimizi, bir güven gelir kendimize de mangalda kül bırakmayız. Bu manada unutmak da Allah’ın örtücü rahmetinin bir tecellisidir. Örtmenin âlâsı ise hataların üstünü örtmekten de önce, Allah’ın setrinin bizi günahlardan himaye ederek hatalarla aramızı uzak tutacak şekilde benliğimizi tertemiz muhafaza etmesidir. Zaten “Gaffar” isminin kökü olan “g-f-r”nın 74 DİYANET AYLIK DERGİ MAYIS 2015 sözlük anlamları içinde kirlenmekten korumak için bir şeyin üstünü örtmek de vardır. Allah’ın dilediği kullarını günahlardan bu şekilde koruması, onlar için en büyük nimetlerden biridir. Örtmek için görmek gerekir... Dikkatsizlik, saflık, gaflet gibi nedenlerden dolayı etrafında olup bitenleri ayırt edememek, kusurları görememek gufran değildir. Gaffar kusurları görür; kimin, neyi, niçin yaptığının gayet güzel farkındadır ama ifşa etmez, kin tutmaz, örter; hiç işlenmemiş gibi kişinin kendisine bile unutturarak izlerini siler. Allah’ın güzel isimlerinin her biri bize Rabbimizi ayrı ayrı yönleriyle tanıtır. Bu isimler sayesinde O’nun hakkında yanılmaktan korunduğumuz gibi yalnızca O’na ait olan bu isimlerin muhtevası hakkında şirke düşmekten de korunmuş oluruz. Bu manada Gaffar ismi, kişiyi Allah’ın affını kazanmak için araya aracılar sokma sapkınlığından da korur. Mümin suresinin 42. ayetinde Firavun ailesinden olan mümin bir kul inkârcılarla mücadele ederken onlarla kendisi arasındaki farkın tam da bu olduğunu şöyle ifade eder: “Siz benim, Allah’ı inkâr etmemi ve O’nun ortağı olduğuna dair hiçbir bilgim olmayan şeyleri kendisine ortak koşmamı teklif ediyorsunuz. Ben ise sizi (üstün kudret sahibi ve mağfireti pek bol olan) o Aziz ve Gaffar’ın yoluna davet ediyorum.” İbn Arabi’ye göre; kul, kendini dünyada ve ahirette azaba götürecek her türlü düşünce ve hareketten korunmak amacıyla bu isme ihtiyaç hisseder. Ne kadar çok hata yapmış olursak olalım Allah’ın mağfiretinin hepsine yeteceğini bilmek ruh sağlığının en önemli şartlarından olan kendini affedebilmenin ve her zaman yeniden başlamanın mümkün olduğu inancının zeminini oluşturur. Bu inanç, insanın içindeki olumlu ve insanî özellikleri açığa çıkarabilmenin temel şartıdır. İçinde kapanmamış meseleler, affedilmemiş düşmanlıklar biriktirmek insanı zehirler. Kendini ve başkalarını affedememek, Allah’tan her daim af bekleyen insanın en büyük trajedilerinden biridir. Neredeyse Allah’ın yüceliğini inkâr sayılan ümitsizlik duygusu ise, Allah’ın; isterse, iman eden kullarının bütün günahlarını bağışlayabileceğinin (Zümer, 39/53.) göz ardı edilmesinden doğar. Allah’ın bağışlayıcılığından ümit kesmek doğru olmadığı gibi O’nun mağfiretine yaslanarak günahlara fütursuzca devam etmek de yanlıştır. Sufiler, sürekli günah işleyip de mağfiret dileme ihtiyacı duymamanın, insanın iç yüzünün tamamen karardığının alameti sayarlar. Allah’ın mağfiretini dilemek sadece bir temenni olarak kalmamalı; bu arzu bazı güzel amellerle de desteklenmelidir. Kur’an ve sün- netten öğrendiğimize göre beş vakit namaz, sadaka, seherlerde niyaz gibi ameller günahların affına sebeptir. Allah Teala, Taha suresi 82. ayette Gaffar isminin tecellisini sırasıyla tövbe, iman, salih amel ve hidayet olarak sayarken bu hakikati bize açıkça göstermiştir. Günahlar ne kadar tekrar edilmiş olursa olsun Rabbimizin her seferinde bağışlamaya hazır olduğunu vurgulayan Gaffar isminden başka Kur’an-ı Kerim’de bu kalıptan türemiş iki isim daha vardır: “Gafur” ve “Gafir”. Gafir, bir vurgu taşımaksızın mutlak anlamda günahları örten manasına gelirken; Gafur ismi, kullar ne kadar çeşitli günah işlemiş olursa olsun Rabbimizin hepsini örtüp bağışlayabileceğini ifade eder. Burada önemli olan hatasını kabul edip tövbe istiğfar ederek ilk adımın kuldan gelmesidir. Çünkü insan, günah işlemek suretiyle Yaradan’la kendisi arasındaki Rab-kul ilişkisini ihlal etmiş olmaktadır. Tövbe de bir dönüş olması hasebiyle bu ilişkinin yeniden tazelenmesi talebidir. Tövbenin tecellisi olan mağfiret, yukarıda saydığımız isimlerin ifade ettiği şekilde Allah Teala’nın kulun bu talebine cevabıdır. (Nuh, 71/10.) Kur’an-ı Kerim’de “gafr” kökünden türemiş 234 kelime bulunmaktadır. Mağfiret kavramının Kur’an-ı Kerim’de bu kadar çok tekrarlanmasının sebebi olarak insanı sürekli günah işleyen bir mücrim gibi telakki edilmesinin yanlış olacağı söylenmiş; günahlardan sakınanların dahi Allah’ın rızasına ulaşabilmek için kazanmaları gereken kemal mertebelerinde geri kalabilecekleri, bu nedenle de Allah’ın mağfiretine herkesin muhtaç olduğu belirtilmiştir. İnsan; günahlara batmış olmasa da Rabbinin kendisine ihsan ettiği, onu meleklerden bile üstün kılacak kapasitesini ziyan ettiği için de af ve mağfirete muhtaçtır. Haydi, bu hatayı da yapmadı diyelim bu sefer de her yükselişte bir önceki hâlden duyulan utancın gereği olur mağfiret dilemek. Yani sözün özü insan hangi mertebede olursa olsun ulaştığı yer Rabbinin sonsuz ihsanları karşısında çok basittir ve bu nedenle de asıl maksuda ancak O’nun bizim hata ve eksiklerimizi örtmesiyle (mağfiret) ulaşılabilir. İnsanın mevkii ne olursa olsun Allah’ın “Gaffar” isminin tecellisi olan mağfirete ihtiyacı olduğu bütün peygamberlerin Allah’ın mağfireti için yalvarmalarından da anlaşılmaktadır. (Araf, 7/23; Hud, 11/47; Şûra, 42/82; Araf, 7/151; Sad, 38/24; Sad, 38/35; Muhammed, 47/19.) lun Gaffar isminden nasibi, ifşa edilmesini istemediği kusurlarının benzerlerini başkalarında gördüğü takdirde onları yaymayıp örtmesidir. Hele hele ana baba ya da öğretmen gibi insanları idare etme pozisyonunda olan bir kişinin bu isimle ahlaklanması olmazsa olmaz bir şarttır. Öyle ki cezalandırmanın kaçınılmaz olduğu durumlarda dahi mümkün olduğu kadar alenileştirmemeye dikkat edilmelidir. Kusurları örtmek şahsiyetteki izzetin bir sonucudur. Gaffar isminin Kur’an-ı Kerim’de yer aldığı beş ayetin üçünde (Sad, 38/66; Mümin, 60/42; Zümer, 39/5.) “yenilmeyen yegâne galip” anlamındaki “Aziz” ismiyle birlikte gelmesi Allah’ın bağışlamasının, O’nun izzetinin gereklerinden olduğunu gösterir. Gaffar kusurları görür; kimin, neyi, niçin yaptığının gayet güzel farkındadır ama ifşa etmez, kin tutmaz, örter; hiç işlenmemiş gibi kişinin kendisine bile unutturarak izlerini siler. Gaffar isminin tecellileri hakkında İbn Arabi’nin dikkatlerimizi çektiği bir başka husus da bulunduğumuz hâl ve makamlara dair Allah’ın gizlediği şeyleri bizim ifşa etmememizdir. Bu yalnızca bizimle O’nun arasında kalmış olan günahlarımız için böyle olduğu gibi yine O’nun lütfu olan manevi mertebeler için de böyledir. Kemal yolunda makam izharı en büyük tehlikedir. Allah’ın affediciliğini anlatan isimleri kulun kusursuzluk arayışının da muhal olduğunu gösterir. Kur’an’daki peygamber duaları, bize kusursuzluk talep etmeyi değil; kusurlarımızın örtülmesini talep etmeyi öğretir. Gazali’nin kanaatine göre ku- Gıybet, tecessüs, kusur arama, intikam gibi izzete aykırı hâller; kişinin bu mertebeye ulaşmasının önündeki en ciddi engellerdir. Bizi “hataları örten” olabilmekten alıkoyan şey başkalarının kusurlarının büyüklüğü değil, kendi ahlakımızın düşüklüğüdür. Efendimiz (s.a.s.)’in bildirdiği üzere hataları örtmenin, kişinin kendisine dönen uhrevi neticeleri vardır: “Kim bir Müslümanın ayıbını örter, kusurunu bağışlarsa Allah da kıyamet gününde onun kusurlarını bağışlar.” (Buhari, Mezalim, 3; Müslim, Birr, 58.) Buna göre insan asla etrafındaki kişilerin aleyhine yol aramamalı, kendi üstünlüğünü başkalarının eksikliği üzerine kurmamalıdır. MAYIS 2015 DİYANET AYLIK DERGİ 75 PORTRE İstanbul’un Âlim ve Şair Müftüsü: Abdurrahman Şeref Güzelyazıcı Yrd. Doç. Dr. Kâmil YAŞAROĞLU Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi 6 Mayıs 1904 tarihinde Selanik’in Petriç kasabasında dünyaya gelir. Babası dönemin Petriç Müftüsü Müderris İbrahim Ethem Efendi, annesi müderris ve hattat Hacı Ali Siyami Efendi’nin kızı Latife Hanım’dır. Hattat dedesinin hatırasını adının yanında taşımak amacıyla daha sonra Güzelyazıcı soyadını alacaktır. Abdurrahman Şeref dört yaşında iken babasını, dokuz yaşında iken annesini kaybeder; küçük yaşta yetim ve öksüz kalır. Ağabeyi Abdullah Hulusi Efendi onu himayesine alır ve büyütür. İlköğrenimine Petriç’te Hoca Halil Efendi’den aldığı derslerle başlar. Balkan Harbi başlayınca 1912 yılında önce İstanbul’a, ardından Amasya’ya göçerler. Amasya’da bir süre devam ettiği Pendelli İlkokulu’nda Ahmet Efendi’den Kur’an, Yahya Efendi’den matematik dersleri alır. Bir yıl sonra ailesinden kalan kişilerle birlikte 76 DİYANET AYLIK DERGİ MAYIS 2015 PORTRE Kırklareli’ye bağlı Vize’ye muhacir sıfatıyla yerleştirilir. İlkokulu Saray Ayaş Paşa İlkokulu’nda tamamlar. Güzelyazıcı daha sonra İstanbul’a giderek 1924 yılında Dârü’lhilâfeti’l-aliyye Medresesi’nden pekiyi derece ile mezun olur. Aynı yıl tıbbiye mektebine kayıt yaptırsa da maddi imkânsızlıklar sebebiyle tıbbiyeye devam edemez. Dârü’l-fünûn İlahiyat Fakültesi’ne geçer. Buradaki öğrenimine devam ederken 1926 yılında imtihana girerek felsefe bölümünün üçüncü sınıfına kaydolur. İlahiyat Fakültesi’nden 1927 yılında pekiyi derece ile mezun olur. İlahiyat öğrenimi sırasında sadece fakültede verilen derslerle yetinmez; aynı zamanda Süleymaniye Kütüphanesi’nde açılan kütüphanecilik kursuna katılarak sertifika alır. O dönemde değişik hocalardan aldığı derslerle kendisini yetiştirir. Özellikle Elmalılı Hamdi (Yazır) Efendi’den istifade eder. Abdurrahman Şeref Güzelyazıcı, fakülteden mezun olduktan sonra 10 Ağustos 1927 tarihinde tayin edildiği Fatih Millet Kütüphanesi’nde memuriyete başlar. Bu göreve devam ederken İstiklal Lisesi’nde Türkçe derslerine de girer. Bu arada Hürmüz Hanım’la evlenir. Askerliği sebebiyle görevlerinden ayrılır ve 1932 yılında askerlik hizmetini tamamlayarak Fatih Millet Kütüphanesi’ndeki vazifesine geri döner. Bu görevinin yanında Hayriye ve Vefa liselerinde edebiyat öğretmenliği yapar. Resmî memuriyeti ise Murat Mol- Vakur duruşu, mütebessim yüzü, tertemiz beyaz sarığı ve cübbesiyle muhataplarında saygı uyandıran Abdurrahman Şeref Güzelyazıcı İslam ilimlerine hâkim, Doğu kültür ve irfanına vakıf iyi bir hatip ve başarılı bir şairdi. la Kütüphanesi’ne nakledilir. 1934 yılında Hilal Cavidan, 1936’da Ayşe Zühal adlarında iki kızı dünyaya gelir. 1936 yılında büyük kızı Hilal Cavidan, 1937 yılında da eşi Hürmüz Hanım vefat eder. Tek çocukla dul kalan Güzelyazıcı, biricik kızı ve sevgili eşinin kaybından dolayı hissettiği acıları yazıya döker ve kızı hakkında “Yeter” adlı şiirini, eşi Hürmüz Hanım için de Abdülhak Hamid Tarhan’ın Makber’ine nazire olarak Mezar isimli şiir kitabını kaleme alır. Bu dönemdeki hissiyatının etkisiyle tasavvufa yönelerek Nakşibendi şeyhi Serezli Hacı Hasip Efendi’ye intisap eder. 1940 yılında Kevser hanımla hayatını birleştirerek ikinci evliliğini yapar. Abdurrahman Şeref Güzelyazıcı II. Dünya Savaşı’nın başlamasıyla birlikte 1941 yılında tekrar askere alınır. 1943 yılında terhis olduktan sonra memuriyete dönerek Süleymaniye Kütüphanesi Tasnif Heyeti’ne tayin edilir. Bu arada bir yandan Zeyrek Ortaokulu’nda Türkçe dersleri verirken diğer yandan üstadı Hasip Efendi’nin arzusu üzerine Şehzade Camii’nde, Cuma günleri öğleden önce vaaz vermektedir. Bir süre sonra vaaz ve sohbetlerine Beyazıt, Valide (Aksaray) ve Fatih camilerinin kürsülerinden devam eder. İskender Paşa Camii’nde (Fatih) ramazan geceleri teravih öncesi vaazlar verir. 1948 yılında Çapa Kız Öğretmen Okulu’nda Din Dersi öğretmenliğine tayin edilen Güzelyazıcı, bu görevi sırasında Celaleddin Ökten ile birlikte imam-hatip okullarının yeniden kurulması faaliyetlerine öncülük eder. Eğitime başlamasından sonra İstanbul İmam-Hatip Okulu’nda tefsir, usul-i fıkıh, hadis ve usul-i hadis dersleri verir. 1950’de İstanbul İl Müftülüğü vaizlik ve Hademe-i Hayrat murakıplığına atanır. Ardından İstanbul ihtisas vaizliğine getirilir. 1963-1968 yılları arasında Fatih Camii’nde fahrî hatiplik yapar. 30 Kasım 1972 tarihinde İstanbul Müftülüğü görevine getirilen Güzelyazıcı’nın 1976 yılında Suudi Arabistan’ın Riyad şehrinde Türkiye’yi temsilen katıldığı İslam Konferansı Toplantısı’nda sunduğu “İçtihat” konusundaki Arapça tebliği büyük ilgi görür. Abdurrahman Şeref Güzelyazıcı, 15 Mayıs 1978 tarihinde İstanbul Müftülüğü görevi devam ederken vefat eder. Fatih Camii’nde kılınan cenaze namazının ardından Edirnekapı Şehitliği’nde mürşidi MAYIS 2015 DİYANET AYLIK DERGİ 77 PORTRE Abdurrahman Şeref Güzelyazıcı sıradan bir halk vaizi değildi. Medrese ve tekke kültürünü sanat ve edebiyatla birleştirip zenginleştirdiği için vaazlarında doyurucu olmuştur. Serezli Hacı Hasip Efendi’nin kabrinin yanına defnedilir. Vakur duruşu, mütebessim yüzü, tertemiz beyaz sarığı ve cübbesiyle muhataplarında saygı uyandıran Abdurrahman Şeref Güzelyazıcı İslam ilimlerine hâkim, Doğu kültür ve irfanına vakıf iyi bir hatip ve başarılı bir şairdi. Çok iyi derecede Arapça, Farsça ve Fransızca biliyordu. Onun çok yönlü yetişmesinde, son devir Osmanlı âlim ve meşâyihini, edip ve şairlerini yakından tanımasının önemli rolü vardır. Müslümanların âlim yetiştirme sorumluluğunun önemine sıklıkla vurgu yapan Güzelyazıcı, bir defasında “Bir Müslüman için en zor şey irfan öksüzü olmaktır. İstanbul bir ilim merkezidir. Bazı dinî meselelerde zorlanıyoruz. Soracağımız bir âlim kalmadı, irfan öksüzü olduk” demiştir. Abdurrahman Şeref Güzelyazı- 78 DİYANET AYLIK DERGİ MAYIS 2015 cı sıradan bir halk vaizi değildi. Medrese ve tekke kültürünü sanat ve edebiyatla birleştirip zenginleştirdiği için vaazlarında doyurucu olmuştur. Bir vaazında Fuzuli’nin bir beytini on beş dakika kadar anlattığı bilinmektedir. Özellikle pazar günleri ikindi namazından sonra Beyazıt Camii’nde verdiği vaazlarda kültür seviyesi yüksek seçkin bir cemaate hitap ederken aslında üniversite gençliğini aydınlatmayı amaçlamıştı. Güzelyazıcı’nın, Nur suresinin 39-40. ayetlerini esas alan ve yıllarca devam eden vaazları, ateizmin çıkmazlarını ortaya koyduğu için yüksek tahsil gençliği üzerinde çok etkili olmuştur. Topluma yönelik hizmetler ile de yakından ilgilenen Güzelyazıcı, 30 Kasım 1972 tarihinden vefatına kadar İbnülemin Mahmud Kemal İnal Vakfı başkanlığını yürütmüştür. Abdurrahman Şeref Güzelyazıcı Ehl-i Sünnet İnanışının Değişmez Metinleri isimli eserinde elFıh ķ ü’l-ekber, el-Aiķā dü’l-Adudiyye, el-Aiķā dü’n-Nesefî, el-ĶKasîdetü’nnûniyye ve el-Emâlî gibi temel akait risalelerinden faydalanmak suretiyle ehlisünnet akidesinin esaslarını 137 madde hâlinde özetlemiş ve halkın din adına bidat ve hurafeye sapmasını önlemeye çalışmıştır. 1950 yılından itibaren Çapa Öğretmen Okulu’nda vermeye başladığı din bilgisi derslerini dikkate alarak hazırladığı Din Dersleri (İstanbul 1956) isimli eseri bir ders kitabından çok daha kapsamlıdır. Eserini iki cilt hâlinde tasarlayan müellif, I. ciltte “Âmentü”de ifadesini bulan iman esaslarını işlemişse de II. cildin yazımını gerçekleştirememiştir. 1963-1968 yılları arasında Fatih Camii’nde okuduğu hutbeleri ihtiva eden Fatih Minberinden Müminlere Hutbeler (I-II, İstanbul 1966, 1970.) isimli eserinde aşk derecesinde bir iman ve ihlasın, takva ölçüsünde bir dindarlığın, İslam ahlak ve fazilet anlayışının insana kazandırdığı mutluluğun her fırsatta vurgulandığı görülmektedir. İrat ettiği her hutbenin Arapça mukaddimesinde konuya uygun bir “hamdele” ve “salvele” okumayı âdet hâline getirmiştir. Eylül Yaprakları ve Gönül Yolcuları isimli yayımlanmış şiir kitapları bulunan Güzelyazıcı’nın henüz yayımlanmamış Dîvân-ı Şeref, Bahar Dalları, Hakikat Çiçekleri, Telden Tele ve Abdülhak Hâmid’in Makber’ine nazire olarak yazılmış Mezar adlı şiir kitapları ile Yeni Türk Aruzu, Ruh Hakkında Söylenenler, Rüyalar ve Tabirler, Hakikat ve Görüşler adlı araştırmaları vardır. Abdurrahman Şeref Güzelyazıcı’nın Hz. Peygamber için yazdığı bir dörtlük: “Bir yaratmış zatını âlemde Hallâk’ın senin Örnek olmaz mı cihana yüksek ahlakın senin Sözle tasvirin ne mümkün, anlamaktan acizim Sade bir söz söylerim: Allah müştâkın senin.” KİTAPLIK Asr Suresi Tefsiri Aksekili Ahmed Hamdi Fatih KANCA DİYK Uzman Yrd. “Asr Sûresi Tefsîri” Aksekili Ahmet Hamdi’nin basılmış yirmi altı eserinden biridir. Ne var ki müellifin okurlarla buluşmayı bekleyen yirmi iki eseri daha vardır. Bu güzide eser, takriz yazan üstatların da ifade ettiği üzere, sure-i asr’ın muhtevi olduğu hikmetleri ve latif manaları güzel bir şekilde beyan eden, insanlara yol gösteren, aydınlara ışık tutan, ehl-i tefekküre fikir veren, yegâne gaye olan saadet esaslarını içeren ve selef-halef âlimlerin görüşlerine muvafık olması bakımından nadir bir eserdir. Müellif, asr suresini icaz ve i‘caz bakımından en üst seviyede bir nazım harikası olduğunu ve surenin itikat, ibadet, ahlak ve içtimaiyat konularını veciz bir şekilde beyan ettiğini ifade ederek eserine başlamıştır. Çoğu müfessirin suredeki hikmetleri, kapsayıcı bir şekilde kaleme dökemediklerinden yakınan Aksekili, İmam Şafii’nin ve bazı âlimlerin “Kur’an’dan sadece bu sure nazil olsaydı insanlara kâfi gelirdi; zira bu sure Kur’an’ın ilim ve maksatlarının tamamını şamildir.” sözü ile yetinildiğini söylemektedir. Müellif, ‘yemin nedir?’, ‘‘asrın manası nedir?’, ‘suredeki insan kelimesi ile kimler kastedilmiştir…’? şeklinde sıralanan on bir soru sorarak eserini telif etmiştir. Ayrıca akıcı bir üslupla ele aldığı eserinde surenin temel kavramları olan ‘asr, insan, iman, amel, hak ve sabır kavramlarının tahlillerini yapmıştır. Aksekili, surenin ismi de olan ‘asr’ kelimesinin ikindi anlamında da yorumlanabileceğini ifade etmiş olmakla birlikte sözcüğü, insanların fiil ve hareketlerini içine alan “zaman” manasında yorumlayarak kavrama daha geniş bir anlam yüklemiştir. Müellif tüm zamanlara hitap edecek bir bakış açısıyla, insanların tuhaf bir hâleti ruhiye ile yaşadıkları dönemden şikâyetçi olduklarını, yaşanan musibetlerden, içinde bulunulan asrı sorumlu tuttuklarını ve eski MAYIS 2015 DİYANET AYLIK DERGİ 79 KİTAPLIK dönemlerin daha yaşanılır olduğunu ileri sürdüklerini ancak zamanın hep aynı olduğunu, yüz sene öncesi ile şu an arasında bir fark olmadığını, zamanda bir şer olduğunu vehmetmenin büyük bir hata olduğunu, iyilik ve kötülüğün zamanda değil de insanların kendilerinde olduğunu ifade ederek kişileri iç muhasebe yapmaya davet etmiştir. inandığı şeyi araştırmasını tavsiye etmek ve kişinin müdellel hakikatlere ulaşmasını sağlamaktır. Sabrı ise tüm hasletlerin kendisine bağlı bulunduğu bir haslet olarak gören müellif, sabrın her şeye katlanmak olmadığını, aklın ve şeriatın ya da her ikisinin gerektirdiği şeylere göğüs germek olup ve dünyevi ve uhrevi boyutu olduğunu vurgulamaktadır. Müellif bir taraftan surenin iman, salih amel, hakkı ve sabrı tavsiye ile muttasıf olmayan bütün insanların hüsranda olduklarını; bunların dışında tasavvur edilen bir kurtuluşun ancak serap olduğunu yeminlerle zihinlere yerleştirmekte olduğuna işaret ederken, diğer taraftan surede geçen “insan” kelimesi ile reşit olan, hayrı ve şerri tefrik eden her bir insanın kastedildiğini ifade etmiştir. Ona göre suredeki vasıflarla muttasıf olmayan akil ve baliğ her bir fert mutlak hüsrandadır. Aksekili, surenin itikadi ve amelî hususların yanında ahlaki değerlerle de derin bağlantısının olduğuna değinmiştir. Ona göre imanda meydana gelen çöküş, ahlakta, terbiyede ve toplumda da çöküşe neden olur. Müellif; sure bağlamında ahlakın adalet ve ihsan boyutunu öne çıkararak, bu tür bir ahlakın kişiyi behimî arzulardan kurtaracağını ifade etmiştir. Aksekili Ahmet Hamdi, ilahî hitabın yaşamakta olan insanların hayatlarına yön vermesi zaviyesinden yaklaşarak suredeki hüsranın dünya ya da ahirete hasredilmeyeceği, umumi bir muhteva ile zararın dünyevi ve uhrevi hatta her iki âlemde de olabileceği üzerinde durmaktadır. Salih amel kavramına da geniş yer veren Aksekili, salih ameli, namaz ve oruç gibi ibadetlerle sınırlamayıp umumi menfaatleri kapsayan geniş bir tarife yer vermektedir. Ayrıca salih amellerin fahşâdan/çirkin işlerden koruyan yönüne dikkat çekerek bu tür amellerin kişide, maddi ve manevi pisliklerden eser bırakmayacağına işaret etmektedir. Müellife göre, hak kavramı kişilerin anlayışına hasredilemez. Doğru olan, insanların birbirlerine hak olduğuna 80 DİYANET AYLIK DERGİ MAYIS 2015 Aksekili bu kısa çalışmada, sure ile ilgili yazılan birçok tefsirden bahsetmiş ancak Muhammed Abduh’un “Tefsiru Sureti’l-Asr” adlı eserin önemine dikkat çekmiştir. Asr suresine yakışan veciz bir üslupla telif edilen eser, ayet ve hadislere yer vermesi ve rivayetlere dayalı bilgiler sunması gibi yönleri ile rivayet türü tefsir örneği olarak değerlendirilebileceği gibi, kavram tahlilleri, akli istidlalleri, sosyoloji ve psikoloji alanına dair değerlendirmeleri içermesi ve suredeki hikmetlerin güncel örneklerle sunulması gibi açılardan da dirayet tefsir örneği kabul edilebilir. Gerekli izahları yapan ve bazı kavramları sadeleştirip eseri Başkanlığımız yayınlarından yüz otuz bir sayfada, anlaşılır bir üslupla okuyucuya sunan Ertuğrul Özalp’in katkıları takdire şayandır. Eserin, okuyucunun dünya ve ahiret tasavvurunda tesir bırakacağı muhakkaktır. Hadisi Yeniden Düşünmek Prof. Dr. Mehmet Emin Özafşar OTTO Yayınları Ankara, 2015 İdeolojik Hadisçiliğin Tarihi Arkaplanı Prof. Dr. Mehmet Emin Özafşar OTTO Yayınları Ankara, 2015 Oryantalist Yaklaşıma İtirazlar Prof. Dr. Mehmet Emin Özafşar OTTO Yayınları Ankara, 2015 Hadis ve Kültür Yazıları Prof. Dr. Mehmet Emin Özafşar OTTO Yayınları Ankara, 2015 Sünnetin Neliği Sorunu Muhammed Yûsuf Guraya Çeviren: Prof. Dr. Mehmet Emin Özafşar OTTO Yayınları Ankara, 2015 Yenİ Yayınlarımız ŞAFİİ FIKHI Yurt içinde Diyanet Yayınları satış yerlerinden, yurt dışında Müşavirlik ve Ataşeliklerimizden temin edebilirsiniz. ww.diyanet.gov.tr Hep birlikte Allah’ın ipine (İslâm’a) sımsıkı yapışın; parçalanmayın. Allah’ın size olan nimetini hatırlayın: Hani siz birbirinize düşman kişileridiniz de O, gönüllerinizi birleştirmişti ve O’nun nimeti sayesinde kardeş kimseler olmuştunuz. Yine siz bir ateş çukurunun tam kenarında iken oradan da sizi O kurtarmıştı. İşte Allah size âyetlerini böyle açıklar ki doğru yolu bulasınız. (Âl-i İmran, 3/103.) FİYATI: 5TL