DÜBAM Immanuel Wallerstein Makaleler Seçkisi (2009-2010) Çeviren: Ertuğrul Aydın DÜNYA BÜLTENİ ARAŞTIRMA MASASI ‐ DÜBAM DÜNYA BÜLTENİ ARAŞTIRMA MASASI - DÜBAM Immanuel Wallerstein’dan Makaleler Seçkisi (2009­2010 arası) Eylül 2010 DÜBAM Yayınları Küresel İletişim Merkezi Barbaros Bulvarı, Balmumcu / Beşiktaş Tel: (0212) 274 80 21 – 274 80 22 www.dunyabulteni.net 2 DÜNYA BÜLTENİ ARAŞTIRMA MASASI - DÜBAM İçindekiler Yine İran: Herkes blöf mü yapıyor?........................................................................................... 4 Olimpiyatlar ve Jeopolitik.......................................................................................................... 6 Afganistan: Yazı da gelse kaybettik, tura da gelse kaybettik ..................................................... 8 Obama, Bush ve Latin Amerika Darbeleri ............................................................................... 10 Batı Avrupa ve Rusya biraraya geliyor..................................................................................... 12 Çin hakkında nasıl düşünmeli? ................................................................................................ 14 Amerika Brezilya'nın dünya politikasını yanlış okuyor........................................................... 16 Günlük şeylerden biri olarak kaos............................................................................................ 18 İsrail-Filistin açmazında kazananlar ve kaybedenler ............................................................... 20 Amerikan kaygıları: Önce Almanya şimdi de Japonya............................................................ 22 Korkunun anatomisi ................................................................................................................. 24 McChrystal bunu niçin yaptı? .................................................................................................. 26 Ponzi Solitaire .......................................................................................................................... 29 3 DÜNYA BÜLTENİ ARAŞTIRMA MASASI - DÜBAM ve Çin'i ikna etmeye yeterli gelmesi ümidini taşıyor. Yine İran: Herkes blöf mü yapıyor? Amerikan sağı ve İsrailliler “size söylemiştik” havasındalar. Onların görüşüne göre İran her zaman yalan söylüyordu, şimdi de yalan söylüyor ve bu yüzden ciddi şekilde cezalandırılmalı. Sadece müeyyideleri değil tesisin (ve şüphe yok ki bilinen diğer tesisin de) bombalanmasını açık açık düşünüyorlar. İran yine kamu diplomasisinin en ön saflarında. Başkan Obama, İngiltere Başbakanı Gordon Brown ve Fransa Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy ortaklaşa düzenledikleri bir basın toplantısında İran'a bir ültimatom daha verdiler: Ya onların, “uluslararası câmianın”, taleplerine bu yılın Aralık ayına kadar ayak uydur yahut yeni müeyyidelerle yüz yüze kal. Obama “İran, tüm ulusların riayet etmesi gereken kuralları çiğnedi” dedi. Şimdi yeni müeyyidelerin eşiğinde miyiz? Yahut ABD veya ABD'nin zımnî rızasıyla İsrail tarafından İran'ın bombalanmasının eşiğinde miyiz? İhtimaldir, ama gerçekten öyle olacağını sanmıyorum. Olan bitenin cümbür cemaat yapılan büyük bir blöf olduğunu düşünüyorum. İran'ın, Kum şehri yakınlarında 3000 santrifüjlük uranyum zenginleştirme tesisi inşa ettiğini duyurması - yahut batılı liderlere göre İran'ın bunu kabul etmiş olması – vesilesiyle oldu bu. Obama'ya göre zahiri amaç için – elektrik üretimi için - çok düşük bir sayı bu fakat söz konusu olan nükleer başlık üretmek olduğunda doğru sayıdır. Velhâsıl İran, niyetleri hakkında yalan söylüyor. İran'la başlayalım. İran'ın, nükleer güç konumunu elde etmek istediği hususunda ABD sağı ve İsraillilerle aynı fikirdeyim. Onlardan ayrıldığım nokta sadece bunun bana normal gelmesi, kaçınılmaz durması ve hiçbir şekilde jeopolitik bir felâket görünmemesidir. Görünene bakılırsa, batılı istihbarat kaynakları tesis inşa edildiğini bir süre önce keşfetmişler ama şimdi ikna edici şekilde doğrulanmış oldu. Batı görüşüne göre İran, tesis inşa edildiğini ilan etti çünkü batı istihbaratları zaten ortaya çıkarmışlardı ve bu gerçeği dünyaya ilan etmek üzereydiler. Cumhurbaşkanı Ahmedinejad, Nükleer Silahların Yayılmasının Önlenmesi Anlaşmasına göre böyle bir tesisin faaliyete geçmesinden altı ay evvel varlığının duyurulması gerektiğini ve şu an ilan etmelerinin sebebinin de zaten bu olduğunu söylüyor. İran nokta-i nazarından, Nükleer Silahların Yayılmasının Önlenmesi Anlaşmasını (NPT) imzalamamakla kalmayıp nükleer silahlara sahip olan üç nükleer güç – Hindistan, Pakistan ve İsrail – ve diğerleri var. “Uluslararası câmianın” kurallarını çiğneme suçlamasıyla da karşılaşmış değiller. Bu yüzden İranlılar soruyorlar: İran'a sataşmanın âlemi nedir? İran, civarındaki bu üç nükleer gücün aksine, NPT imzacısı ve şimdiye değin anlaşmanın muayyen hükümlerini çiğnemiş değil. Ama gene de diğer üç ülkeye nazaran çok daha küçük uluslararası kural ihlallerinden dolayı alenen kınanıyor. Brezilya Devlet Başkanı Lula, Brezilya'nın da uranyum zenginleştirdiğini ve İran'ın uranyum zenginleştirmesinde bir sorun görmediğini söyledi. Obama bunu her hâlükarda büyütüyor ve üzerinde mutabık olunan gerçeği (tesisin inşasını) BM'in İran'a daha ağır müeyyideler uygulaması için kullanıyor. Açıkça görülüyor ki Obama bu yeni gerçeğin BM Güvenlik Konseyi'nin yeni bir müeyyide kararını desteklemesi yahut hiç değilse karşı çıkmamaları için Rusya Obama madem ki İran'ın bu tesisi inşa ettiğini biliyordu da niçin şimdi ilan 4 DÜNYA BÜLTENİ ARAŞTIRMA MASASI - DÜBAM ediyor? Önce bir istihbaratın sağlamlığından emin olmak istediğini iddia ediyor. Ne ki iç politika için çok yararlı bir vakit bu. Obama, sağlık sistemi reformu teklifi ve Afganistan'a daha fazla asker göndermede sergilediği tereddüt yüzünden Amerikan sağının hücûmuna uğruyor. İran'a sert tarzda konuşması, sağ cenâhını biraz korumasını sağlıyor ve diğer meselelerde elini siyaseten güçlendirebilecektir. vâdeli strateji üzerinde düşünüp taşınıyor. Sanıyorum ki Obama hiç değilse kısmen razı olacak ve daha fazla asker gönderilmesine izin verecek. Benzer şekilde diğer NATO ülkelerinin de asker sayısını artırmaları son derece düşük bir ihtimaldir. Aslında onların askerlerini çekmeleri daha yüksek bir ihtimal olarak görünüyor. Afganistan'daki duruma bakınca, İran'a karşı bir askeri harekâtı destekleyecek olanlar da kimlerdir? Obama mı? Genelkurmay Başkanı mı? Amerikan kamuoyu mu? Böylesi bir askeri harekâtın hayli düşük bir ihtimal dâhilinde olduğunu söyleyeceğim. Ve kaygıları, arzuları her ne olursa olsun, İsraillilere, gerekli sınır ötesi uçuş hakkı verilmeyecektir. Aynı şey İran için de söylenebilir. Obama gibi Ahmedinejad da bazı iç siyasi zorluklarla karşı karşıya. Batı'ya karşı sert tarzda konuşmak açıktır ki rejimine karşı İran'daki ulusçu hisleri pekiştirmesine imkan vermektedir bilhassa da onu böyle konuşmaya iten Batı olduğunda. Bu bizi nereye götürür? Dünyayı açmazda bırakıyor. Bir sürü laf ve çok az eylem. Ahmedinejad'ın istediği de bu mu? Belki de. Amerikan sağı ve İsrailliler bu durumu kınayacak mı? Muhtelemen. Obama durumu değiştirmek için bir şeyler yapabilir mi? Yapabileceği bir şey göremiyorum. Gelecekteki tarihçiler, ABD'nin jeopolitik güç kaybının bir delili daha diyerek kaydedileceklerdir bunu. Gelecekteki tarihçiler, BM Güvenlik Konseyi kararlarına karşı koymada İran'ın tıpkı son elli yılda benzer şekilde hareket eden ülkeler gibi davrandığını da söyleyebileceklerdir. Ne azı ne de çoğu. Rusya ve Çin daha sert müeyyidelerin amaca ters sonuçlar üreteceğini her daim savundular. İran'la mâkul ilişkiler sürdürmede her ikisinin de ekonomik ve jeopolitik çıkarları var. Elbette Amerika'yı karşılarına almada çok fazla ileri gitmek de istemiyorlar. Bu yüzden muhtemelen yavaşça, dikkatlice ve müphemiyet çizerek ilerleyeceklerdir. Rusya Devlet Başkanı Medvedev, Eylül ayında İran'ı eleştiren, Obama'nın yüzünü gülümseten bir İran beyânatı vermiş olabilir. Ancak bu Rusya'nın Aralık ayında hakikaten ciddi müeyyide kararı lehine oy atacağı anlamına gelmeyecektir. Evvela, Ruslar (ve Çinliler) daha sert müeyyidelerin İran'ın duruşunu değiştirmede etkili olacağına gerçekten inanmıyorlar ve Batı dünyasındaki çok sayıda ciddi analist de inanmıyor. Yutturmaca, çıkmaz. Askeri harekâta gelince, şunu bir düşünün: Obama, General Stanley McChrystal'in Afganistan'da Amerikan askeri kararlılığını artırma talebiyle yüz yüze. Savunma Bakanı Robert Gates'in bu talebi nereye kadar onaylayacağı belli değil. Demokrat politikacılar arasında zaten ciddi bir muhalefet var. Ve Amerikan kamuoyu aşırı derecede şüpheli görünüyor. Obama uzun 5 gerçeklikle aynı kapıya DÜNYA BÜLTENİ ARAŞTIRMA MASASI - DÜBAM verdiği bu karara gittikçe daha fazla ilgi ve dikkat gösteriyor zira Olimpiyat yerinin seçimi hususunda hükümet başkanları kendi adayları için doğrudan lobicilik yapıyor. Bundan dolayı, Brezilya, İspanya ve Japonya liderlerinin Kopenhag'daki toplantıya katılmalarınca bakınca, Barack Obama'nın da Şikago adına boy göstermesi gerektiği açıktır. Olimpiyatlar ve Jeopolitik Modern olimpiyatların iki şey hakkında olduğu farzedilir: Politikanın üstünde olan şiddet dışı rekabet yoluyla dünyada barışı teşvik ve atletik başarının yüceltilmesi. Olimpiyatlara katılan çoğu atletin kafasında bu ikincisinin olduğuna şüphe yok. Ancak barışın teşvik edilmesi, ulusal spor alt/yapılarına verdiği desteğin, ulusal katılımcıların başarısı için her daim önemli olduğu hükümetlerin kafasındaki son şeymiş gibi görünüyor. Böylesi yarışların sonuçlarıyla ilgili olarak bahis düzenleyenler, Şikago'nun üzerine bahse tutuştular ve öncelikle Obama'nın şahsen katılacağını duyurmasına dayanarak yaptılar bunu. Gizli oylamanın ilk turunda, sonuçlar dört aday arasında dörde bölündü. Şikago, Amerikan basınını, atletleri, liderleri ve politikacıları sarsacak şekilde birinci değil de dördüncü oldu ve ilk turda elendi. En baştan beri böyleydi bu. Modern olimpiyatların meşhur fikir babası Baron de Coubertin 1863 yılında doğdu. 1871'de Almanlar karşısında yaşanan hezimetin sonucunda çoğu Fransız’ın yaşadığı ulusal travma üzerinde kafa yormaya başladığı söylenir. Mağlubiyetin, Büyük Britanya ve Almanya'nın aksine Fransız eğitiminde atletik yeteneklere yer verilmemesi sonucunda yaşandığı hükmüne varmış ve bunu düzeltmeye koyulmuş görünüyor. Üçüncü turda oyların üçte ikisini alan Rio muzaffer olarak çıktı ki olağandışı denilecek büyüklükte bir orandır. Niçin böyle olduğunu anlamak güç değil. Rio şüphesiz ki bizâtihi çekici bir mahal olsa da UOK üyeleri oylarını Rio'dan ziyâde Brezilya'ya verdiler. Diğer üç adayın hepsi de Kuzey'dendi – ABD, İspanya ve Japonya. Brezilya Güneyi temsil etti. Yıllar geçtikçe olimpiyat hazırlıkları için yapılan ulusal harcamalar gitgide arttı. Olimpiyat oyunlarının yapılacağı yerin seçimi ve oyunların kazanılması hükümetler için çok daha önemli hale geldi. Jeopolitik, olimpiyat oyunlarının hiçbir zaman uzağında olmadı. Soğuk Savaş boyunca bloklar arasındaki rekabete kazanılan altın madalyalar da dâhil edildi. ABD ve Batılı uluslarının 1980 Moskova Olimpiyatlarını boykot etmelerinin ardından 1984 Los Angeles Olimpiyatlarına Sovyet boykotu geldi. Yarışacak ülkelerin listesi, devletlerin ve hudutlarının meşruiyeti hakkındaki Soğuk Savaş argümanlarına göre belirleniyordu. Brezilya Devlet Başkanı Lula'nın konuyla ilgili başlıca savı, Güney Amerika'nın Kış Olimpiyatları Oyunlarına hiçbir zaman ev sahipliği yapmamış tek kıta olmasıydı. Bu gerçek fakat oylama sonucunu sevinçli bir şekilde “Üçüncü Dünya'nın zaferi” olarak tanımlayan Fidel Castro sanırım daha isâbetliydi. Oylamada kazanan Üçüncü Dünya'nın herhangi bir ülkesi de değildir. Güneyin yükselen devlerinden biri olan Brezilya kazandı. Lula oylamadan sonra yaptığı açıklamada şöyle dedi: “(Brezilya) ikinci sınıf bir ülke olmaktan çıkıp birinci sınıf bir ülke oldu ve bugün, hak ettiğimiz saygıyı görmeye başladık.” Dolayısıyla 2016 oyunlarının yapılacağı ülkenin belirlendiği Kopenhag'daki Uluslararası Olimpiyat Komitesi (UOK) oylamasına dünya basını tarafından jeopolitik lens üzerinden bakıldı. Hakikat, dünya basını UOK'nin dört yılda bir Geçmişte gösterilmeyen “hak ettiğimiz 6 DÜNYA BÜLTENİ ARAŞTIRMA MASASI - DÜBAM saygı”, Brezilya'nın iftiharıydı ve Üçüncü Dünya'nın geri kalanı tarafından da paylaşıldı. Obama terslenmiş mi oldu? - şahsen o değil, Birleşik Devletler. Bununla birlikte popüler Obama tüm dünyada ve popüler, ABD başkanı olarak yerinde. Oylama sonucu jeopolitik mânâda apaçık bir yerilmedir. Obama daha iyisini yapabilirdi de denemez. Ve hiç gitmeseydi, Amerikan kamuoyu bu kaybı onun orada bulunmayışına bağlayacaktı. Olimpiyatın yeriyle ilgili bir seçimde kaybetmek, Taliban'ın istila ettiği bir Afganistan'da Amerikan üsleri bulunmasından daha kötü değildir. Ne ki aynı resmin bir parçasıdır. Madem ki Obama Nobel Barış Ödülünü aldı, o halde bu durum Amerikan diplomasisini değiştirecek mi? Anlık olarak, belki. Ancak altta yatan durum değişmeden kalıyor. Esasen Obama'nın konumunu bazı bakımlardan daha bir güçleştirecektir zira artık daha yüksek standartlarla değerlendirilecek. 7 DÜNYA BÜLTENİ ARAŞTIRMA MASASI - DÜBAM ihtiyaç duyduğunda, aksi takdirde, Afganistan'daki savaşı kazanmak için çok geç olacağında ısrar ediyor. İstediği sayıdaki askeri alması yahut zımnen ifade ettiği mühlet içerisinde yeterince hızlı bir şekilde alması ihtimal dâhilinde görünmüyor. McChrystal’in 40.000 ilave askerin – Afganistan'a hemen varsalar bile - fark yaratacağını savunurken haklı olduğundan şüphe eden pek çok askeri şahsiyet var. Afganistan: Yazı da gelse kaybettik, tura da gelse kaybettik Afganistan'daki savaş, ABD yahut Başkan Obama şu an her ne yaparsa yapsın, hem ABD'nin hem de Obama'nın kaybedeceği bir savaştır. Ülke ve başkanı kazıklı hummaya tutuldu. Vaziyete bir bakın. Kabil'deki Afgan hükümetinin Afgan halkının çoğunluğu nezdinde hiçbir meşruiyeti yok. Anmaya değer bir ordusu yok. Mâli temeli de yok. Askeri yahut şahsi güvenlik diye bir şey neredeyse hiç yok. Ülkenin yarısını denetim altında tutan ve 2002 yılında Taliban'ın yabancı işgaliyle (büyük ölçüde Amerikan İşgaliyle) devrilmesinden bu yana gitgide güçlenen gerilla yani Taliban muhalefetiyle yüz yüze. New York Times gazetesi Taliban'ın, “isyancı operasyonların masrafını karşılamak üzere” Amerikan yetkililerinin yok etmek için başarısız bir şekilde mücadele ettiği “hayli gelişmiş bir mâli şebekeyi yönettiğini” kaydediyor. Birleşik Devletlerin bir noktada Afganistan'dan çekilmek zorunda kalacağını ortaya atmak cüretkârlık sayılmaz. Bu noktada Afganistan'da gerçekte kimin iktidara geleceği ucu açık bir sorudur. Uzun süre devam edecek bir sivil savaş pekala başlayabilir. “Kaybedilmiş” savaş hakkındaki kanaat, Amerika içerisinde, aşırı derecede farklı olacaktır. Cumhuriyetçi Parti genelde Demokratların özelde Obama'nın kalleşçe satışa getirdiği suçlamasını yapmaya hazırlanıyor. General McChrystal 2012'de değilse de 2016'da Cumhuriyetçi Parti başkan adayı olabilir belki de. C. Başkanı Hamid Karzai apaçık hileli bir seçimle yeniden kazandı. ABD hükümeti bunu sineye çekmeye hazır çünkü Karzai, Taliban'ın destek tabanı da olan etnik Peştunlara mensup önde gelen tek politikacı. Dolayısıyla da Taliban'ın bir kısmıyla yahut hepsiyle birlikte siyasi bir düzenlemeye gitmeyi ümit dâhi edebilecek tek kişi yine o. Amerika, şaibeli seçimleri tanıdığından dolayı herkesin gözü önünde mahcup duruma düştü ve ikinci tur bir seçimi kabul etmesi için Karzai üzerinde baskı kurmak üzere sıkıştırıldı. Karzai ikinci tur seçimleri şüphesiz kazanacak. Siyasi konumu, seçim sonrasında, çok zayıf olacak. Obama, yaptığı hiçbir şeyin karşılığını almayacak. McChrystal'in isteklerine tam destek verse, Cumhuriyetçiler tarafından çok geç davranmakla suçlanacak. Aynı zamanda, 2008'de onun için oy atanların hepsini değilse de yarısını fena halde darıltacak. Afganistan'daki savaş Obama'nın savaşı oldu. ABD bu savaşı “kaybederken”, “kaybetmekle” suçlanacak kişi Obama olacak. Bir sağlık sistemi yasa tasarısını kanunlaştırsa bile (mümkündür), Amerika ve dünya ekonomisinin durumu gelecek birkaç yıl içerisinde iyileşse bile (şüpheli) Afganistan'daki savaş, onun başkanlığı hakkında hüküm verirken en önemli tek unsur olarak görülmeye devam edecektir. Amerika'nın bölgedeki başlıca siyasi müttefiki Pakistan belli ki Talibanla danışıklı dövüşüyor – büyük ölçüde kendi bekasını güvenceye almak için. Amerikan ordusu komutanı General Stanley McChrystal bir an önce 40.000 askere Obama, çarpıcı bir şekilde başka bir istikamete – Talibanla hızlı bir siyasi 8 DÜNYA BÜLTENİ ARAŞTIRMA MASASI - DÜBAM anlaşmaya ve tam askeri çekilmeye yönelerek bu durumu tersine çevirebilir mi? Bunu yapmayı tasarladığına dair ciddi bir resmi delil olmadığı gerçeği bir kenara, bunu Obama için mâkul bir siyasi seçenek kılacak derecede halk desteği yok Amerika'da. Böylesi dramatik bir değişim için gereken desteğe kendi yönetiminde bile sahip değil. Dolayısıyla, genel askeri ve siyasi durum kötüleşirken, Birleşik Devletler ve Obama bir ya da iki yıl tökezleyecektir. Birleşik Devletler ve Obama yazı da gelse kaybedecek tura da gelse kaybedecek. 9 DÜNYA BÜLTENİ ARAŞTIRMA MASASI - DÜBAM uzak olmayan bir geçmişte başlıca iki parti sosyal kuvvetlerin çakışan koalisyonlarını temsil edermiş ki her birinin iç dengesi Cumhuriyetçi Parti'de bir parça merkez sağda, Demokrat Parti'de bir parça merkez soldaymış. Obama, Bush ve Latin Amerika Darbeleri Latin Amerika'da tuhaf bir şeyler oluyor. Latin Amerika'nın sağcı güçleri, George W.Bush'un sekiz yıllık başkanlık döneminden ziyâde Barack Obama'nın başkanlık döneminde icraata daha bir hazırlar. Bush, Latin Amerika'daki popüler kuvvetlerin asla sempati beslemediği aşırı sağ bir rejime liderlik etti. Öte yandan, Obama ise Franklin Roosevelt'in ABD'nin Latin Amerika'da doğrudan Amerikan müdahalesinin sonuna işaret etmenin bir yolu olarak beyan ettiği “iyi komşuluk ilişkilerini” tekrarlamaya çalışan merkezci bir rejime liderlik ediyor. İki parti çakışır hale geldiği için seçimler her iki partinin başkan adaylarını, nispeten küçük sayılacak ve merkezde “bağımsızlar” sıfatıyla bulunan bir seçmen yüzdesini kazanmak adına üç aşağı beş yukarı merkeze doğru itmişti. Artık durum bu değil. Demokrat Parti o her zamanki aynı geniş koalisyon fakat Cumhuriyetçi Parti sağın sağına kaydı. Cumhuriyetçilerin daha küçük tabanı var demektir bu. Mantıken seçimlerde pek çok meşakkatle karşılaşmalılar. Fakat gördüğümüz üzere iş hiç de öyle değil. Bush'un başkanlığı boyunca Amerika'nın desteklediği ciddi tek darbe teşebbüsü 2002 yılında Hugo Chavez'e karşı Venezüella'da yaşandı ve de başarısız oldu. Bunun ardından Latin Amerika ve Karayipler'de bir dizi seçim yapıldı ve neredeyse her birinde merkez sol adaylar kazandı. Bu süreç, Brezilya'da 2008'de düzenlenen ve ABD'nin davet edilmediği, Castro'nun ise fiili kahraman muamelesi gördüğü bir toplantıda doruğuna ulaştı. Cumhuriyetçi Parti'ye hâkim aşırı sağ güçlerin yüksek motivasyonları var ve hayli saldırganlar. Fazla “ılımlı” buldukları her Cumhuriyetçi politikacıyı tasfiye etmeye bakıyor ve Kongre'deki Cumhuriyetçileri, Demokrat Parti'nin ve bilhassa da Başkan Obama'nın teklif edebileceği herşeye karşı aynı tarzda olumsuz bir tutum sergilemeye zorluyorlar. Siyasi uzlaşmalar siyaseten arzulanır görünmüyor artık. Tam aksi. Cumhuriyetçiler tek bir trampetçinin arkasından yürümeleri için sıkıştırılıyor. Obama'nın başkan olmasından bu yana, Honduras'ta başarılı bir darbe girişimi yaşandı. Obama'nın darbeyi kınamış olmasına rağmen Amerikan politikası müphemdi ve darbe liderleri, yeni başkan için seçimin yapılacağı tarihe kadar iktidarda kalma iddialarını kazanıyorlar. Paraguay'da ise solcu Katolik başkan Fernando Lugo bir darbenin önüne geçti. Fakat onun sağcı başkan yardımcısı Federico Franco, Lugo'ya hasım bir meclisten tahkikat sûretinde bir darbe çıkarmak için manevra yapıyor. Ve bir dizi ülkede askeri diş bileniyor Bu arada, Demokrat Parti her zamanki gibi işliyor. Geniş koalisyonu soldan bir parça merkez sağa kadar yayılıyor. Kongre'deki Demokratlar siyasi enerjilerinin büyük bir kısmını birbirleriyle müzakere ederek geçiriyorlar. Birleşik Devletlerin sağlık hizmetleri sistemini reformdan geçirme teşebbüsünde şu an gördüğümüz gibi bahse değer yasal düzenlemeler geçirmenin çok zor olduğu anlamına gelir bu. Bu âşikar gayri tabiîliği anlamak için ABD'nin iç politikasına ve iç politikanın ABD dış politikasını nasıl etkilediğine bakmalıyız. Bir varmış bir yokmuş, çok da Bunun Latin Amerika (ve aslında dünyanın diğer kesimleri) için anlamı nedir peki? Bush, rejiminin ilk altı yılında apaçık bir 10 DÜNYA BÜLTENİ ARAŞTIRMA MASASI - DÜBAM kazandırma eğilimindedir. Ve bugün Latin Amerika'daki câri rejimler merkezin solundaki partilerdir. çoğunluğa sahip olduğu Kongre'deki Cumhuriyetçilerden neredeyse istediği herşeyi alabilmişti. Gerçek tartışmalar ilk altı yıl boyunca Başkan Yardımcısı Dick Cheney'in hâkim olduğu Bush'un beyin takımı tarafından yapılıyordu. Bush 2006 Kongre seçimlerinde kaybettiğinde Cheney'in nüfuzu azaldı ve politika bir miktar değişti. Şayet Obama gelecek iki yıl içerisinde önemli siyasi başarılara imza atacaksa (doğru düzgün bir sağlık yasası, Irak'tan gerçek bir çekiliş, azalan işsizlik) bu, Latin Amerika sağının dönüşünü engelleyecektir. İyi de böyle başarıların altına imza atacak mı? Irak takıntısı ve bir yere kadar da Ortadoğu'nun geri kalanı, Bush dönemine damgasını vurdu. Çin ve Batı Avrupa ile ilgilenmek için bir miktar enerji kalmıştı. Latin Amerika, Bush rejiminin bakış açısında arka zemine doğru kaydı. Latin Amerika sağı, onları düş kırıklığına uğratacak şekilde, Amerikan yönetiminden kendi lehlerine bekledikleri ve istedikleri olağan yakınlaşmayı bulamadılar. Obama bütünüyle farklı bir durumla yüz yüze geldi. Apayrı bir tabanı ve tutkulu bir gündemi var. Kamusal duruşu metin bir merkezci konum ve ılımlı merkez sol jesti arasında bocalıyor. Bu onun politik konumunu zayıflatıyor. Seçim sırasında uyandırdığı, pek çok davada siyasi geri çekilme halindeki sol seçmenleri hayal kırıklığına uğratıyor. Dünya ekonomi buhranı gerçeği merkezci bağımsız seçmenlerin bir kısmını büyüyen ulusal borç korkusuyla ondan uzaklaştırıyor. Latin Amerika, Bush için olduğu gibi Obama için de önceliklerin başında değil. Bununla birlikte (Bush'un aksine) Obama başını siyasi suyun üstünde tutmak için çırpınıyor. 2010 ve 2012'de yapılacak seçimler için kaygılanıyor. Ve bu hiç de anlamsız değil. Dış politikası, bu seçimler üzerindeki potansiyel etkisinden kayda değer ölçüde etkileniyor. Latin Amerika sağının yaptığı, elini ileri sürmede Obama'nın karşılaştığı iç siyasi zorluklardan istifade etmek olmuştur. Onları önleyecek siyasi enerjisinin mevcut olmadığını düşünüyorlar. İlave olarak, dünyanın iktisâdi durumu, câri rejimlere 11 DÜNYA BÜLTENİ ARAŞTIRMA MASASI - DÜBAM yakın ilişkiler kurmaya verdi. Orta ve Doğu Avrupa'daki komünizm sonrası rejimler, Batı Avrupa ve Rusya arasında yakın ilişkilerin olduğunu gösteren işaretlerin azalması sayesinde ferahladılar. Batı Avrupa ve Rusya bir araya geliyor Batı Avrupa ve Rusya'nın yavaş ilerleyen kalıcı bir jeopolitik ittifak oluşturma sürecinin uzun bir tarihi geçmişi var ki yavaşça olgunlaşıyor. Fransa Cumhurbaşkanı Charles De Gaulle'ün 1944 yılında Franko-Sovyet İttifak ve Karşılıklı Yardım Anlaşmasını imzaladığı Sovyetler Birliği ziyaretine kadar bunun izi sürülebilir. Fransa'nın Avrupa politikasındaki merkeziliğini yeniden ileri sürmenin ve bir şekilde gönülsüzlük sergileyen müttefiklerle yani ABD ve İngiltere ile arasına mesafe koymanın bir yoluydu. De Gaulle nezdinde jeopolitik çıkarlar ideolojik farklılıklara galip gelirdi. Ama ne ki Yeltsin'in ardından Vladimir Putin geldiğinde Rus politikası genelde Batı Avrupa ile özel de ise Fransa ve Almanya ile yakın ilişkiler arayışına tekrar yöneldi. 2003 Şubat'ında meyvelerini vermiş gibi duruyor: ABD ve İngiltere BM Güvenlik Konseyi'nden Irak işgaline onay almaya çalıştığında üç ülke bu teşebbüsü hezimete uğratmak için el birliği ettiler. Ancak bu kez Amerika, bu işbirliğini, hemen hemen apaçık şekilde, Amerika'nın küresel çıkarlarına hasım olarak tanımladı. Amerika husûmet beslemeyi sürdürmesine ve doğu-orta Avrupa'daki bir zamanların uydu devletlerinde genel bir korku ve muhalefet olmasına rağmen, bu ilişkiler, o zamandan beri ve dünyanın radarı altında, ilerlemeye devam etti. Çok önemli bir diğer an, Batı Almanya'nın Sosyal Demokrat Şansölyesi Willy Brandt'ın 1969'da iktidara gelmesiyle birlikte Ostpolitik'in (Doğu Politikası) peşinden gitmesiydi. Sovyetler Birliği ile yeni bir diplomatik yumuşamayı (ve Doğu Almanya ile iletişimin açılmasını) ihtiva ediyordu. Putin en büyük kozlarından birini, Rusya'nın doğalgaz ihracını, bu bağları pekiştirme tarzı olarak oynamayı sürdürüyor. 1990'lardan beri devam eden tartışma, Rusya ve Orta Asya'dan Batı Avrupa'ya uzanacak devasa boru hatlarının güzergâhı üzerinde yürümektedir. Çok önemli üçüncü an, 1970'lerin sonlarında ve 1980'lerin başlarında Sovyetler Birliği'nden Batı Avrupa'ya doğru uzanacak, Almanya, Fransa ve hatta Thatcher'ın Büyük Britanyası bile desteklediği bir doğalgaz boru hattının inşası hakkında yapılan büyük tartışmaydı. Kuzey ve Güney Akımları Rusların gözdesi. Kuzey Akım boru hattı Ukrayna, Belarus, Polonya ve Baltık Devletlerine uğramadan Rusya'dan Baltık Denizine ve oradan da Almanya'ya uzanıyor. Dördüncü önemli an ise Sovyet Başbakanı Mikail Gorbaçov'un 1987'de “ortak bir Avrupa evinin” inşa edilmesine ihtiyaç duyulduğunu ilan etmesiydi. Güney Akım ise Rusya'dan başlayarak Karadeniz üzerinde Bulgaristan'a uzanıyor ve sonra ikiye ayrılıyor; biri kuzeybatıdan giderek Sırbistan, Macaristan ve Solovenya üzerinden Avusturya’ya diğeri ise güneybatıdan, Yunanistan ve Adriyatik denizinden İtalya'ya varıyor. Bu dört ânın müşterek yanı, ABD'nin bunları en iyi halde şüpheli teklifler en kötü halde ise ABD'nin küresel çıkarlarını baltalayan inisiyatifler olarak görmesiydi. Sovyetler Birliği'nin çöküşünden sonra Boris Yeltsin yönetimindeki Rusya, tüm bu fikirleri rafa kaldırdı ve önceliği ABD ile ABD, doğalgazı Türkmenistan'dan alarak Rusya'yı atlayan ve çevresinden dolanan 12 DÜNYA BÜLTENİ ARAŞTIRMA MASASI - DÜBAM Nabuko adındaki üçüncü bir boru hattı güzergâhı için bastırıyor. Hazar Denizi'nden Azerbaycan'a ve sonra Gürcistan, Türkiye, Bulgaristan, Romanya, Macaristan ve Avusturya'ya uğruyor ve buradan da Almanya ve Çek Cumhuriyeti'ne uzanıyor. Ancak Türkmenistan'ın doğalgazı sınırlı olduğundan dolayı doğalgaz nihayetinde Rusya'dan gelmeli ki bu durum Nabuko'nun jeopolitik faydasını azaltmaktadır. Her hâlükarda Putin birlikte çalışarak Kuzey Akım ve Güney Akım boru hatlarını hayata geçirmek için Fransızlarla anlaşma imzalamak üzere Kasım ayı sonlarında Paris'e geldi; Le Monde “usta işi bir çözüm” olarak andı. Kilit bir Fransız şahsiyet, GDF Suez CEO'su Gérard Mestrallet, “Rusya, gelecek için ve Avrupa için vazgeçilmez bir ortaktır” dedi. Fransa Cumhurbaşkanı Nicholas Sarkozy, Avrupa ve Rusya arasında “ortak güvenlik alanı” çağrısı yaptı. Washington'ın 1945'ten beri en Amerikan yanlısı Fransız olarak selamladığı o aynı Sarkozy bu. Jeopolitik çıkarlar ideolojik çıkarlara bir kez daha galip geldi. Doğu ve Orta Avrupa ülkeleri mutsuz ve korku dolu bir halde galiba rıza gösterecekler. Fakat jeopolitik gerçeklik şu ki Amerika, yaklaşan büyük ittifakı yavaşlatmak adına şu an çok az şey yapabilir. 13 DÜNYA BÜLTENİ ARAŞTIRMA MASASI - DÜBAM Çin hakkında nasıl düşünmeli? olarak görenlerin sayısı az değil; yanıltıcı dış görünüşün pazar işlemleri değil de ideoloji olduğunu düşünüyorlar. Şayet dünyada herhangi bir kişiye, bir ülke ve bir dünya gücü olarak Amerika hakkında ne düşündüğü sorulsa, çok açık cevaplar alınacaktır. Kuzeyli-Güneyli, zengin-fakir, erkek-kadın, solcu-sağcı, genç-yaşlı herkesin bu konuda bir kanaati var. Fikirler aşırı lehte olandan aşırı hasım olana kadar muazzam denecek şekilde farklılık ve çeşitlilik arz eder. Fakat insanlar Amerika hakkında nasıl düşünmeleri gerektiğini bilmekte olduklarını hissetmektedirler. Aynısı sol için de doğru. Çin'in o aynı sosyalist gâyeler minvalinde idâre edildiğini, “pazar” işlemlerinin ya taktik yahut kılıf olduğunu düşünüyorlar. Fakat Çin'in câri politikaları hakkında kuşkulu yahut açıkça hayal kırıklığına uğramış kişiler de var solda. Kanaatin bölündüğü bir diğer mesele şu: Çin halen Güney'in bir parçası olmayı sürdürüyor mu yoksa artık Kuzey'in bir parçası mı oldu? Otuz yıl önce şüpheye mahal yoktu. Çin 1955'te Bandung'da düzenlenen Afro-Asya konferasına katılmıştı. Çin kendisini her yerde Güney'in jeopolitik görüşlerinin ve çıkarlarının militan destekçisi olarak takdim ederdi. Fakat bugün Çin, “yükselen” ulusların en güçlüsü ve dünyadaki ikinci büyük ekonomi olarak sınıflandırılıyor. Dünya basını gerçekte dünya gücünü paylaşan G-2'den (ABD ve Çin) bahsediyor. Çin'in, “iki süpergüç” olarak ABD ve Sovyetler Birliğine karşı herkesin birleşmesi gerektiğini söylediği 1960'lardan ne de farklı. Aynı şey otuz yıl evvel muhtemelen Çin için de aynıydı. Fakat bu artık doğru değil. Dünyadaki birçok insan hatta pek çokları, bir ülke veya bir dünya gücü olarak Çin hakkında nasıl düşünmeleri gerektiğinden emin değiller. Esasen, yalnızca bir belirsizlik konusu değil aynı zamanda sert bir tartışma konusudur bu. Çin dışındaki insanların Çin hakkında hangi meseleleri tartışmaya eğilimli oldukları üzerinde düşünmek galiba faydalıdır. Aslen üç mesele mevcut. Birincisi ve galiba en bilinen tartışma, Çin'in esasen sosyalist bir ülke olarak mı yoksa kapitalist bir ülke olarak mı düşünülmesi gerektiği üzerindedir. Çin kendisini elbette ki sosyalist olarak takdim ediyor. Komünist Parti eliyle yönetilmeyi sürdürüyor. Öte yandan, yurtiçi iktisâdi işleyişinin fiili işlemlerini ve şüphesiz dünya ticaretini, pazar/piyasa ilkelerine dayandırıyor gibidir. Dolayısıyla bugün hem Kuzey'de hem de Güney'de, Çin'e aslında Kuzey'in bir parçası nazarıyla bakan pek çok kimse var. Fakat yine hem Kuzey'de hem de Güney'de, Çin'i Güney'in başlıca sesi olarak görmeyi sürdürenler de var. En nihayet Çin nüfusunun büyük bir kesiminin halen hayli düşük bir ekonomik seviyede yaşadığını söylüyorlar. Dünya siyasi soluna ve siyasi sağına ait görüşler, bu mesele üzerinde ittifak etmiş değil. Sağ kanatta yer alanlar arasında, geleneksel Marksist-Leninist Mao Zedong ideolojisinin tarihi gâyelerini izlemenin bir hükümet niyeti olduğu yerde pazar işlemlerinin yanıltıcı bir dış görünüş olduğunda ısrar edenler var. Fakat siyasi sağda, Çin'i dört dörtlük pazar temelli bir ekonomiye “geçiş” sürecindeki bir ülke Son olarak, belki de en tartışmalı soru şudur: Çin'i önde gelen emperyalist karşıtı güç olarak düşünmeye devam mı etmeli yoksa bizzat Çin'i bir emperyalist güç olarak mı düşünmeli? Bu, Kuzey'den daha ziyâde Güney'de tartışılmaktadır. Çin'in dünyada başlıca emperyalist kuvvet olmayı sürdüren Amerikan emperyalizminin attığı 14 DÜNYA BÜLTENİ ARAŞTIRMA MASASI - DÜBAM düğümleri çözmede hayati rol oynadığında ısrar eden çok kişi var. Bundan başka, Çin'in normalde ABD ve Avrupa yardımlarına eşlik eden şartlar olmaksızın Asya'daki, Afrika ve Latin Amerika'daki ülkelere ekonomik yardım ulaştırma yöntemlerine işaret ediyorlar. Çinlilerin Güney'deki ülkelere en çok ihtiyaç duyulan ekonomik kaldıracı sunduğunu söylüyorlar – yani sosyalist işbirliğinin en iyi örneğidir. Fakat bir de Çin yardımını, yardımı alan ülkelerin optimal ihtiyaçlarını ille de gidermek durumunda olmayan yollarla kilit hammaddelere erişimi teminat altına almanın tarzı olarak görenler var Güney'de. Ve küçük Çinli tâcirlerin bu ülkelere akınından rahatsız olanlar, ticari faaliyetlerinin küçük yerli tâcirlerin altını oyduğunu ve yerleşimci kolonizasyonu'nun bir türünü teşkil ettiğini ileri sürenler var. Bu tartışma bugün için bulanık ve ayrım hatları belirgin değil. Uzun süre daha böyle sürüp gitmesi muhtemel değil. Bugün itibariyle belki on yıl, bilemediniz yirmi yıl zarfında, herkes Çin hakkında nasıl düşünmesi gerektiğini bir kez daha biliyor olacak. Olumlu ve olumsuz kanaatler yine bir kez daha muhkem olacak. 15 DÜNYA BÜLTENİ ARAŞTIRMA MASASI - DÜBAM sahip olmadığı edilmektedir. Amerika Brezilya'nın dünya politikasını yanlış okuyor herkesçe kabul ABD'nin Bush rejiminin yaptığı hatalardan ders çıkarmış olabileceği akla gelebilir. Fakat görünene bakılırsa aynı senaryoyu bugün de Brezilya'da tekrarlamaya çalışıyor. Bu teşebbüsün çözülmesi yirmi yıl sürmeyecektir. Birleşik Devletler, Batı Avrupa ve Japonya'nın artan ekonomik (dolayısıyla da jeopolitik) gücünün hegemonik hâkimiyetini tehdit ettiğini aşağı yukarı 1970'lerde fark etmiş, Batı Avrupa ve Japonya'nın dünya meselelerinde fazlaca serbest hareket etmesinin önünü almak için duruşunu değiştirmişti. Obama yönetiminin yaptığı başlıca jeopolitik hamle, G-8'i G-20'ye dönüştürmek oldu. Toplantıya alınan en önemli grup, “yükselen” ülkeler de denilen BRIC ülkeleri. BRIC, Brezilya, Rusya (hâlihazırda G-8 üyesidir), Hindistan ve Çin'den oluşuyor. ABD sözle değil ama fiilayatla şöyle demiş oldu: Size şimdiye değin uydu muamelesi yapıyorduk, dünya sahnesinde sorgusuz sualsiz liderliğimizi takip etmek zorundaydınız. Fakat artık daha güçlüsünüz. Bu yüzden sizi başıboş çok uzaklara gitmemeniz şartıyla kollektif karar alma süreçlerinde hissesi olacak ortaklar, küçük hissedarlar olarak davet ediyoruz. Bu yeni siyaset çeşitli şekillerde kurumsallaştırıldı: G-7'nin oluşturulması, Üçlü Komisyon'un kurulması ve “dostane” dünya seçkinlerinin toplanma yeri olarak Davos Dünya Ekonomi Forumu'nun icâdı. Amerika'nın Brezilya'ya sunduğu şey “ortaklık.” Amerikan Dış İlişkiler Konseyi'nin yayınladığı U.S.-Latin America Relations: A New Direction for a New Reality başlıklı bir Görev Gücü ( Task Force) raporunda çok açık bu. Amerikan Dış İlişkiler Konseyi, merkezci seçkinlerin sesidir ve bu rapor galiba Beyaz Saray'ın düşüncelerini yansıtmaktadır. Raporda Brezilya ile ilgili iki can alıcı cümle var. İlki şu: “Görev Gücü, Brezilya ve Meksika stratejik ilişkilerine derinlik kazandırılmasının ve Venezüella ve Küba'yla diplomatik çabaların yeniden formüle edilmesinin bu ülkelerle daha verimli etkileşim kurulmasını sağlamakla kalmayıp ABD-Latin Amerika ilişkilerini olumlu yönde dönüştüreceğini de inanmaktadır.” Amerika'nın ana gâyesi, kendi jeopolitik çöküşünü yavaşlatmaktı. Yeni siyaset yaklaşık yirmi yıl boyunca iş gördü. Ancak ardarda yaşanan iki olayla akâmete uğradı. Birincisi, 1989-1991'de Sovyetler Birliği'nin dağılmasıdır. Böylece ABD'nin “ortaklarına” söylediği dünya sahnesinde fazla serbest olmamaları gerektiği savı ortadan kalktı. İkincisi ise Bush rejiminin kendi kendini baltalayıcı tek taraflı maço militarizmidir. Amerikan hegemonyasını onarmak yerine ABD'nin 2003'te Irak'ı işgal için BM Güvenlik Konseyi onayını alamaması gibi sarsıcı bir başarısızlıkla sonuçlandı. Bush'un neocon politikaları bütünüyle geri tepti, Amerika'nın ağır ilerleyen jeopolitik güç kaybı, hızla ilerleyen bir jeopolitik güç kaybına dönüştü. Amerika'nın artık eski gücüne Hassaten Brezilya ile ilgili olan ikinci cümle de şu: “Görev Gücü, geniş bir yelpazeye yayılan ikili, bölgesel ve küresel meseleleri de bünyesinde barındıracak daha tutarlı, eşgüdümlü ve daha geniş bir ortaklık geliştirmek için ABD'nin Brezilya ile mevcut etanol işbirliğini temel almasını tavsiye etmektedir.” Rapor 2009 yılında yayınlandı. Amerikan Dış İlişkiler Konseyi ile Fundação Getulio 16 DÜNYA BÜLTENİ ARAŞTIRMA MASASI - DÜBAM Vargas (FGV) Aralık ayında “yükselen Brezilya” konulu bir seminer düzenlediler. Seminer tarihi, Honduras'taki siyasi krize ve İran Cumhurbaşkanı Ahmedinejad'ın Brezilya'yı ziyaretine denk geldi. Seminere katılan Amerikalı katılımcılar Brezilyalılarla aynı dili konuşmadılar. çıkarlarını” desteklemek arasında kalan Brezilya'nın tercihini ikincisinden yana yapacağında ısrar etti. ABD, Batı Avrupa ve Japonya'nın 1970'lerde artan gücü karşısında onlara terfi olarak küçük hissedar mevkiini sundu. 2003 yılında Fransa ve Almanya bağımsız bir dünya rolünde daha fazla ilerleme kararı verdi. 2009 genel seçimlerinde ve Okinawa'daki belediye seçimlerinde aynı şeye Japonya da karar vermiş görünüyor. Artan gücü karşısında Brezilya'ya küçük hissedarlık yalnızca 2009'da sunuldu. Brezilya, neredeyse hemen ve derhal bağımsız bir dünya rolünde ısrarcı görünüyor. Amerikalılar Brezilya'nın bölgesel güç olarak yani imparatorluğa tâbi bir güç olarak hareket etmesi gerektiğine inanmaktaydılar. Amerikalı katılımcılar Kolombiya'nın Amerika'yla olan askeri ve iktisâdi bağlarını Brezilya'nın tasdik etmemesini anlayamadılar. Brezilya'nın “dünya düzenini” korumada bazı sorumluluklar üstlenmesi gerektiğini de düşündüler, ki Brezilyalılar İran konusunda Amerika'nın ikiyüzlülük yaptığını hisseder dururken İran nükleer siyaseti üzerindeki Amerikan baskısına katılmaları demekti. Amerikalı katılımcılar Chavez Venezüella'sını “demokrasiden uzak” bulurken, Brezilyalılar Venezüella'nın “aşırı demokrasiden” çektiği nitelendirmesini yapan başkan Lula'nın görüşünü aksettirdiler. Muhafazakâr Amerikalı bir analist, Susan Percell, Ocak 2010'da Miami Herald'da yayınlanan eleştiri yazısında Amerika'nın Brezilya politikasını “hüsn-ü kuruntu” diye adlandırdı. Haklı olabilir. Onun görüşüne göre “Washington, Latin Amerika'daki siyasi sorunların ve güvenlik problemlerinin Amerikan çıkarlarıyla da münasip bir şekilde üstesinden gelmek için Brezilya'ya nereye kadar bel bağlanabileceği hakkındaki varsayımlarını yeniden düşünmelidir.” Yine Ocak ayında Lula'nın partisi PT'nin Uluslararası İlişkiler Sekreteri Valter Pomar, Amerika'nın G-20'yi oluşturma niyetinin “çokkutupluluğu zapt-u rapt altında tutmak için alternatif güç kutuplarını yutmak ve kontrol etmek” olduğunu söyledi. Emperyal güce tâbi bir devlet olarak dünya kapitalist çıkarlarını desteklemek ile “demokratik-halk 17 DÜNYA BÜLTENİ ARAŞTIRMA MASASI - DÜBAM susamışlığı besleyen, kızgın, yaralı seçmen.” Obama’yı önce seçtiler sonra da onu reddediyorlar. Niçin? “Avam vefasızdır.” Günlük şeylerden biri olarak kaos California’da, Yunanistan’da, dünya yönetimlerinin birçoğunda görmekte olduğumuz şey nedir? Devlet gelirleri azalıyor, en çok da vergi gelirleri azaldığından dolayı ki buna yol açan da insanların paralarının tükenmesinden korkarak daha az tüketmesi. Aynı zamanda, dünyadaki işsizlik oranının hayli büyük olmasından dolayı devletlerden harcama talepleri arttı. Olmakta olan, yaygın medyaya sürekli olarak sürprizler yapıyorsa, çeşitli uzmanların kısa vadeli tahminleri çok farklı yönlere gidiyor ve pek çok çekincelerle birlikte ifade ediliyorsa, müesses nizâm daha önce tabu olan şeyler veya sözler söylüyorsa, sıradan insanlar korku ve kaygı içinde ama ne yapacağından emin değilseler bilirsiniz ki kaos içerisinde yaşıyorsunuzdur. İşte bu, dünyanın yahut hiç değilse dünyanın büyük bir kesiminin son iki yılını gayet iyi bir şekilde tanımlamaktadır. Dolayısıyla da devletlerin daha büyük talepleri karşılayacakları daha az paraları var. O halde ne yapabilirler? Vergi artırımına gidebilirler. Ama vergi mükellefleri ödeyecekleri verginin yükseltilmesinden yana değil. Devletler şirketlerin kaçmasından da korkuyor. Pekâlâ, – şimdiki harcamaları veya emeklilik gibi gelecekteki harcamalarda kesintiye gidebilirler. Ama bu kez de ayaklanma değilse de halk huzursuzluğuyla yüz yüze gelirler. Son büyük “sürprizleri”– Massachusetts’da Cumhuriyetçi bir senatörün seçilmesini, Dubai’deki mâli çöküşü, çeşitli Amerikan eyâletlerinin ve AB üyesi dört ya da beş ülkenin iflasın eşiğinde oluşunu, dünyadaki döviz dalgalanmalarını - bir düşünün. Bu sürprizler dünya basınında önde gelen siyasetçiler tarafından her gün yorumlanıyor. Olmakta olan ve hatta durumu iyileştirmek için ne yapılması gerektiği hakkında bile mutabık değiller. Örneğin ABD’deki seçim sonuçlarıyla ilgili olarak zekice yapılmış sadece iki beyânat gördüm. Bu arada, “pazar” tepki veriyor. Peki, – döviz tercihlerini değiştirerek - tepki veren pazar da hangisidir? Dünya finans sistemi için çok kısa bir süre çalışan fakat büyük kazançlar elde eden Hedge fonları gibi çok büyük kurumlar ve mâli yapılar. Sonuç itibariyle yönetimler imkânsız seçeneklerle karşı karşıya; bireyler ise daha bir imkânsız seçeneklerle. Olması muhtemel olanı tahmin edemezler. Gitgide zıvanadan çıkıyorlar. Korumacılık, yabancı düşmanlığı veya lafebeliği (demagoji) arasında sert iniş çıkışlar yaşıyorlar. Elbette ki çok az işe yarıyor bu. Bir tanesini bizzat Barack Obama yaptı: “(Cumhuriyetçi) Scott Brown’ın (Massachusetts’da) rakiplerini geçmesini sağlayan o aynı şey benim de rakiplerimi geçmemi sağlamıştı. İnsanlar kızgın, hüsrana uğradılar.” İkincisini ise New York Times’ın AfroAmerikalı op-ed yazarı Charles M. Blow’dan geldi. Yazısının başlığı “Avam hâkimiyeti” (Mobs rule). Şöyle kaydetmiş: “Avam’a hoş geldiniz: Ekonomik gerilemenin kızdırdığı, siyasi tayf boyunca yan yatmış, halen değişime hasret, kana Bu noktada dünya bilginlerinin en büyüğü, Thomas I. Friedman “daha önce hiç duymadım” (Never heard that before) başlıklı makalesiyle çıkageliyor. Daha önce neyi duymamış? Amerikalı 18 DÜNYA BÜLTENİ ARAŞTIRMA MASASI - DÜBAM olmayanların Davos’ta ABD’deki “siyasi istikrarsızlıktan” bahsettiklerini duymuş. Geçmişteki tecrübelerine göre bu nevi ifadeler yalnızca Rusya, İran veya Honduras gibi ülkeler hakkında kullanılmıştır diyor. İnsanların ABD’nin tahmin edilemez olduğunu gerçekten düşündüğünü hayal etsenize! Thomas Friedman bunu daha önce hiç duymamış. En az kırk yıldır bunu yazan, bunu açıklayan birileri var ama Thomas Friedman daha önce hiç duymamış. Duymaz çünkü ABD siyasi seçkinlerinin ve başka yerlerdeki yardımcılarının mamul kozasında yaşıyor. Bu temel gerçekliği kabul etmeleri onlar için çok kötü olsa gerek. ABD siyaseten istikrarsız ve istikrarsızlığın gelecek on yıl içerisinde azalması değil artması daha bir muhtemel. Avrupa daha mı istikrarlı? Sadece bir dereceye kadar. Latin Amerika daha istikrarlı mı? Sadece bir dereceye kadar. Çin daha mı istikrarlı? Galiba bir dereceye kadar ama garantisi de yok. Dev sendelediğinde onunla birlikte pek çok şey devrilebilir. Her günkü kaosun benzediği şey budur – kısa vadede tahmin edilebilir bir durum değildir hatta orta vadede bile. Dolayısıyla da iktisâdi, siyasi ve kültürel dalgalanmaların büyük ve hızlı olduğu bir dönemdir. Çoğu kişi için korkutucudur bu. 19 DÜNYA BÜLTENİ ARAŞTIRMA MASASI - DÜBAM aldı ve ortalığı karıştırdı. Kudüs'te içkili araba kullanmak” başlıklı yazısında İsrail'e vardığında Doğu Kudüs'te Yahudiler için iskan planı ilanıyla selamlandığında orayı derhal terk etmediği için ABD Başkan Yardımcısı Joe Biden'ı azarladı. Friedman, Biden'ın İsrailli dostlarına “dostlar, dostun içkili araba kullanmasına izin vermez. Şu an içkili araba kullanıyorsun” demiş olması gerekirdi dedi. İsrail-Filistin açmazında kazananlar ve kaybedenler İsrail/Filistin'de statüko'nun bahse değer şekilde değişeceğini düşünenler birçok yanılsamadan muzdarip. İsrail hükümeti, Filistin devleti kurulmasına karşı çıkıyor hatta ki zayıf bir Filistin devletine bile ve İsrail'deki Yahudilerin çoğunluğunun desteklediği bir görüş bu. Filistin liderleri ise daha bir bölünmüş haldeler. Fakat en uzlaşmacı olanları bile başkenti Doğu Kudüs olacak, 1967 sınırlarına dayalı bir devletten daha azına istekli değil. Dünyanın geri kalanı ise her iki tarafı da yerinden oynatamıyor ki buna açmaz deniliyor. İsrail'in kıdemli destekçilerinden Leslie H. Gelb “İsrail ateşle oynuyor” (Israel Plays with Fire) başlıklı bir makale kaleme aldı. Yazısında “İsrailli liderler, Biden'i şamarlamanın bitiş şeklinden hoşlanmayacaklar” tahminini yaptı. O halde Biden, Friedman'ın öğüdünü niçin tutmadı? İki tür cevap var. Biri Uri Avnery'den. Uri Avnery, bu meselelerde hükümetini istikrarlı bir şekilde eleştiren birkaç İsrailliden biri. İsrail hükümetinin bir kez daha ABD'nin suratına tükürdüğünü kaydetti. Makalesini eski bir deyişle sona erdirdi: “Arsızın suratına tükürdüğünde yağmur yağıyormuş gibi yapar. Dünyanın en güçlü ülkesinin başkanı için de geçerli mi bu?” Soru şu: Açmazdan kazançlı çıkan ve kaybeden kim? İsrail siyasi seçkinleri, kazançlı çıkacaklarına ikna olmuş gibi duruyorlar. Tereddütsüzce irredantist geniş bir grup var ki bir barış anlaşmasını gerçek bir felâket olarak görüyorlar. İsrailliler ayak sürüdükleri takdirde dünyanın geri kalanının da (hatta Arap Filistinliler dâhil) er ya da geç “fiili duruma” boyun bükeceğini düşünüyorlar. Bu politika uzun zaman işe yaradı. O halde niçin değiştirmeli ki? Ama dostâne destekçiler, dünya siyasi ikliminin değişmekte olduğuna ve bunun hiç de İsrail lehine olmadığına dair koro halinde uyarıda bulunuyorlar. İki devletli çözümün alternatifinin tek devletli çözüm olduğuna, tek devlette Yahudilerin kısa sürede azınlığa dönüşeceğine işaret ediyorlar. Bu durumda, eğer evrensel oy hakkı olacaksa, o devlet artık bir “Yahudi devleti” olmayacak. Şayet Yahudi olmayanların evrensel oy hakkı inkâr edilirse, bu devletin demokrasiyle uzaktan yakında alâkası olmadığı düşünülecek. İkincisi ise ABD politikasının gerçekleri hakkında. Obama, kendinden önceki diğer ABD başkanları gibi İsrail'e sınırsız desteği defalarca yinelemesi bir yana, ciddi hiçbir şey yapmış değil meğerki İsraillilerin pek çoğu, Obama'nın Araplara (Kahire'de yaptığı konuşma gibi) öneride bulunmasını fazla buluyor olsun. İsrail başbakanı'nın kayınbiraderi geçenlerde İsrail ordu radyosunda, Obama'yı o konuşmadan dolayı anti-semit olmakla suçlamıştı. Amerikan yönetimi pek bir şey yapmıyor, ki hiç yapmamıştı zira ABD'de İsrail'e yaygın bir destek var. Bu, önemli ve saldırgan bir İsrail yanlısı lobinin, AIPAC'ın gücünden kaynaklanmıyor sadece. Sadece Hıristiyan sağın müthiş bir İsrail'in mâlum dostâne destekçilerinden Thomas L. Friedman geçen ay The New York Times'da bir (op-ed) makale kaleme 20 DÜNYA BÜLTENİ ARAŞTIRMA MASASI - DÜBAM İsrail yanlısı duruşu benimsemiş olmasından dolayı da değil. Belli başlı Demokrat liderlerin İsrail'e destek vermeye derin bir bağlılık duymalarından ötürü ve Obama'nın Demokrat politikacılarla yeterince problemi var ve onlarla bir başka cephede daha mücadele etmenin kaygısını gütmüyor. ve Petraeus Amerikan sağı tarafından, Amerika'nın Ortadoğu'daki askeri rolü hakkında dişli bir sertlik yanlısı olarak görüldüğünden dolayı satılmış diyerek onu itham etmeleri pek güç. İsrail uzlaşmazlığı kısa vadede kârlı. Fakat Friedman ve Gelb'in işaret ettiği ve Petraeus'un altını çizdiği üzere orta vadede intiharla eşanlamlı. Sertlik yanlısı İsrailliler kendilerini % 101 desteklemeyen herkesi kınamaya hazır. Friedman ve Gelb'e “kendinden nefret eden Yahudiler”, Petraeus'a ise bir “anti-semit” diyerek kazanabileceklerini sanıyorlar. Gelb yazısını şöyle noktalamıştı: “İsrailli liderlerin, Amerika'nın ülkelerine verdiği desteğin derinlik ve istikrarını test etmelerinin vakti değildir.” ABD bu politikayı sürdürecek mi? İsrail'e verilen destek, İsrail'in Filistinli Araplara karşı – bilhassa Gazze'de ama onunla da sınırlı değil - inatçılığı, katı yürekliliği ve zalimliği yüzünden son on yılda Batı Avrupa'da ciddi şekilde azaldı. İsrail'in sertlik yanlısı tutumuna verilen destek, ABD'deki Yahudi nüfusunun kayda değer bir kesimi arasında da zayıfladı. Fakat şimdi yeni bir eleştiri kaynağı olabilirmiş gibi duruyor. Netanyahu, kızgın Başkan Obama'yı yatıştırıp yatıştıramayacağını görmek için Washington'a gitti. Başarmışa benzemiyor. Marc Perry'nin Foreign Policy'de yayınlanan bir makalesinde ifşa ettiğine göre (Ortadoğu'dan sorumlu) CENTCOM'a bağlı üst düzey yetkililerden oluşan bir ekip 16 Ocak'ta ABD Genelkurmay Başkanı Amiral Michael Mullen'e CENTCOM'un başındaki General David Petraeus'un İsrail-Filistin açmazı hakkında duyduğu endişeyi anlattılar. Petraeus ve subayları, görüştükleri tüm Arap liderlerden sürekli olarak eleştiri alıyorlar galiba. Petraeus şu sonuca varmış görünüyor: “Amerika zayıf görünmekle kalmayıp bölgedeki askeri duruşu sarsılıyor.” Kısacası, bu açmaz, Amerikan ordusunun Irak ve Afganistan'daki çabalarına zarar veriyor. ABD yönetimi İsraillilere karşı bihakkın zorlu bir tavır sergilemeye ister hazır olsun isterse olmasın, İsrail liderliği zerre kadar kabul edilemez bulsun bulmasın, dünya tıpkı güney Afrika'da olduğu gibi amansız bir şekilde tek devlet çözümüne doğru yol alıyor. Perry'nın vardığı sonuç şu: Washington'da çeşitli güçlü lobiler var ( the National Rifle Association, the American Medical Association, the Lawyer ve elbette AIPAC). “Fakat hiçbir lobi Amerikan ordusu kadar önemli ve güçlü değil.” Bu yüzden de Petraues, Mullen'i uyardı: “Amerika'nın İsraille ilişkisi önemli ama Amerikan askerlerinin hayatları kadar önemli değil.” Petraeus'u o mevkiye getiren kişi George W. Bush olduğundan 21 DÜNYA BÜLTENİ ARAŞTIRMA MASASI - DÜBAM varlığı ve üslerin yönetimi. ABD, ahenksizliği azaltmak adına LDP ile oturarak Okinawa adasındaki askerlerden bir kısmını Guam'a nakledecek ve mevcut askeri üssü Okinawa'nın uzak bir köşesine taşıyacak yeni bir düzenleme üzerinde müzakere yürütüyordu. Ama ne ki Hatoyama, Amerikan askerlerinin adayı bütünüyle terk etmesini istiyor görünmekteydi. JDP'nn koalisyon ortaklarından Sosyal Demokrat Parti'nin güçlü bir sesle ifade ettiği görüş buydu. Amerikan kaygıları: Önce Almanya şimdi de Japonya 1945'ten sonra Amerika'nın jeopolitik stratejisi, sağlam kaya gibi görünen şey üzerine kuruluydu: II. Dünya Savaş'ında mağlub edilmiş iki düşman üzerinde denetim kurmak. Her iki ülke de uzun bir süre tek bir muhafazakâr parti tarafından yönetildi: Almanya'da Hıristiyan Demokratlar Birliği (CDU), Japonya'da ise Liberal Demokratik Parti. Bu iki parti, Amerika ile yakın ittifak politikası izlediler ve Amerika'nın jeopolitik duruşlarına inançla destek verdiler. Başka bir pürüz daha var. ABD ve Japonya arasında yapılan gizli bir anlaşma gün yüzüne çıktı. Okinawa 1945'ten beri ABD işgali ve tam bir ABD denetimi altındaydı. ABD 1972'de adayı Japonya'ya "iade" etmeye rıza gösterdi ve üssü elinde tutmayı sürdürdü. Ancak bir problem vardı. ABD'nin Okinawa adasında nükleer silahları mevcuttu. Japonya'nın ise nükleer silahlara sahip olmamak, nükleer silah üretmemek ve Japonya'ya nükleer silah girişine izin vermemek gibi üç ilkeden oluşan bir politikası vardı. Bu ilkeler galiba Amerikan üssüne de tatbik edilecekti ama Başkan Nixon ve Japonya Başbakanı Eisaku Sato 1969'ta Amerika'nın "olağanüstü" durumda Okinawa'ya nükleer silah sokmasına izin veren bir anlaşma imzalamışlar demek ki. Bu, Japonya'nın resmi politikasının doğrudan ihlali olduğundan dolayı gizli tutuldu ve bu durumdan, Japonya'da ancak çok az sayıda kişinin haberi oldu. Sarsılmaz destek, evvela Almanya'da sarsılmaya başladı. Hıristiyan Demokratlar Birliği, iktidarı Sosyal Demokrat Parti ile nöbetleşe devralmaya başladı; Sosyal Demokrat Parti'nin Şansölyesi Willy Brandt 1969'da Sovyetler Birliğiyle bir tür yumuşama arayışındaki Ostpolitik'i başlattı. Almanya'nın ABD ile bağlarındaki zayıflama ağır ağır ilerledi ta ki Almanya'nın ABD'nin Irak işgalini onaylama niteliğindeki ABD destekli BM Güvenlik Konseyi Kararını bozguna uğratmak için Fransa ve Rusya ile ittifaka girdiği 2003 yılında kırılana dek. Japonya'da benzer bir gelişme söz konusu olmadı ta ki Yukio Hatoyama liderliğinde Japonya Demokrat Partisi'nin (JDP) Japonya'nın ABD ile "uşakvâri" ilişkileri üzerinde yeniden düşünen bir platformda Liberal Demokrat Parti'yi (LDP) iktidardan süpürdüğü 31 Ağustos 2009 tarihine kadar. Hatoyama, ABD-Japonya Güvenlik Anlaşmasını "Soğuk Savaş kalıntısı" olarak tanımladığı ve Japonya'nın ABD'ye aşırı bağımlılığı artık terk etmesi çağrısını yaptığı bir makaleyi 1996 yılında yayınlamıştı. İlave olarak, Hatoyama göreve başladıktan sonra Çin, Güney Kore ve Japonya'yı anarak fakat ABD'yi dışarıda tutarak Doğu Asya Birliği çağrısında bulunmakla yangına benzin döktü. Tüm bu olaylara karşı Amerika'nın tepkisi duruşunu başlangıçta Hatoyama'nın "tecrübesiz ve popülist" bir hükümet söylemi olarak görmek oldu, yani çok da ciddiye alınmamıştı. Fakat Hatoyama teklif edilen yeni Okinawa anlaşması üzerinde lafı eveleyip geveledi ve ABD yönetimi ABD-Japonya ilişkilerinde çoktandır çekişmeli bir mesele vardı: Okinawa adasındaki Amerikan askeri üslerinin 22 DÜNYA BÜLTENİ ARAŞTIRMA MASASI - DÜBAM ona karşı daha bir güvensizlik beslemeye ve Japonların jeopolitik stratejisinde yeni bir dönemeç olarak görülen şeyin uzun vadeli çıkarımları hakkında üzüntü duymaya başladı. ABD Dışişleri Bakanı Hillary Clinton, ABD'nin askeri üsle ilgili olarak teklif edilen yeni düzenlemenin şartlarıyla oynamayacağını lafını esirgemeden söylemek için Aralık ayı sonunda Japonya Büyükelçisiyle bir araya geldi. Fakat şimdi Washington Post, ABD'nin Hatoyama'ya "kırgın" olduğunu ve Japonya'nın duruşunun, daha önce düşündüklerinden çok daha "sorunlu" olmasının tamamen mümkün olduğunu dikkate aldıklarını bildiriyor. Amerika'ya bağımlılıktan kaynaklanan özerklik derecesini ifşa etmektedir. Japonya ve Güney Kore'de olup bitenler Çin'in jeopolitik iddialılığıyla bağlandığında, bir sonraki on yıl, Hatoyama'nın Doğu Asya Birliği'nin kurulmasına giden kayda değer bir harekete muhtemelen şahit olacak gibi görünüyor. Almanya (ve Fransa) Rusya'ya doğru yaklaşırken, Japonya (ve Güney Kore) Çin'e yaklaşırken, Amerika Birleşik Devletleri, (bir zamanların) dünya sisteminin hegemonik gücü olarak, üzerinde jeopolitik stratejisini inşa ettiği bu iki sağlam kayayı hesaba dâhil edemez. Japonya'nın iki önemli gazetesinin, Asahi Shimbun ve Yomiuri Shimbun'un, geçen ay op-ed makaleler yayınlayarak, başyazılar kaleme alarak ABD'yle bu kopuşa karşı ihtarda bulundukları doğru. Fakat Almanya ABD'yle bulunduğu aynı saftan ayrılırken Almanya'daki muhafazakâr gazeteler de öyle yapmıştı. Hatoyama, ABD'yle arasında mesafe koymayı yavaşlatması için halen bir miktar iç baskı altında ve bu yüzden de lafı ağzında geveliyor. Fakat lafı gevelemek, daha önceleri "sağlam kayaların" sadâkati hakkında üzüntü duymaya ihtiyacı olmayan bir müttefik ile yakın bağları onarmayla aynı şey değildir. Güney Kore'deki mevcut muhafazakâr iktidarın Japonya hakkında ABD'yle aynı görüşü paylaştığı düşünülüyor şu an. Ancak Güney Kore, ABD ile arasına mesafe koymaya başlayalı çok oldu ve tekrar iktidara gelen bu aynı muhafazakâr partinin liderliğinde başladı. Güney Kore hükümeti 2003 yılında yirmi yıldır gizli olarak uranyum ve plütonyum zenginleştirdiğini kabul etmişti. Bu süreç, Güvenlik Tedbirleri Anlaşması hilafına nükleer silah üretme yönünde çok daha ileri bir seviyeye vardı ki İran'ın yapmakla suçlandığı şeyden başkası değildir bu. Fakat UAEK tarafından BM Güvenlik Konseyi'ne asla havale edilmedi ki 23 DÜNYA BÜLTENİ ARAŞTIRMA MASASI - DÜBAM Sonra bir başka açıklama dolaşıma girdi. New York Borsası, işlemler çok fazla hızlandığında yavaşlatan bir mekanizmaya sahip. Ancak diğer borsalarda benzer bir mekanizma yok. Dolayısıyla da New York borsasında yavaşlatmayla karşı karşıya gelen temsilciler, alım-satımı diğer borsalarda yapmaya karar verdiler. Bazı kişiler, bu izahtan kalkarak yeni izahlar yapıyorlar: Hata, bu tür değişimleri yapmak üzere önceden programlanmış otomatik alım-satım mekanizmalarının olduğu algoritmik alım-satım stratejilerindeydi. Çeşitli borsalar arasında eşgüdüm olmayışı, düzenleme hatasıdır deniliyor ve kimileri, tüm borsalarda müşterek bir yavaşlatma mekanizması olmalıdır diye savunuluyor. Bazılarına göre de çöküşün sorumlusu otomatik mekanizma olabilir; dolayısıyla da şahısları değil makineleri suçlamalıdır. Korkunun anatomisi Dünya’nın büyük bir kesiminde en yaygın duygu, korku. Bu korku, irrasyonel değil ama varsayılan tehlikelerin ille de aklı başında bir yaklaşımla ele alınmasını sağlayacak diye bir şey yok. Korku duygusu, yakın geçmişte yaşanan kayda değer iki olayda rahatlıkla algılanabilir. İlki, New York Borsası’nda işlem gören hisse senetlerinin 6 Mayıs’ta uğradığı çarpıcı değer kaybı. Herkesi hayrete düşüren ve birkaç dakika içinde sona eren bir düşüştü. İkincisi ise Atinalıların ayaklanmasıydı. Daha şimdiden üç kişinin hayatını kaybettiği ayaklanma devam ediyor. Hisse senetlerinin başına gelen neydi? O sabah Dow Jones sanayi endeksi 300 puan kaybetti. Hatırı sayılır bir düşüştü (yüzde 3) ama ABD’de çeşitli cihetlerden gelen kötü haberler bileşkesine ilave olarak bir de Yunanistan’ın iflastan kurtulup kurtulmayacağıyla ilgili artan belirsizlik karşısında müstesna bir tepki olduğu da söylenemez. Tüm bu açıklamalar geçerli de olabilir geçersiz de fakat hepsi de insani kararların çeşitli noktalardaki dahlini dışarıda bırakıyorlar: Çöküşün başlamasına gösterilen tepki, alım-satımı yavaşlatma, tekrar satın alma ve Dow Jones’un yükselişe geçmesine izin verme. Korku faktörü işte burada devreye giriyor. Fakat Dow Jones öğleden sonra inanılmaz bir hızla 700 puan daha kaybetti. Bir gün içerisinde yaşanan en büyük düşüştü. Kesinlikle öngörülmeyen bir düşüştü ve görünene bakılırsa borsacılar donup kaldılar. Önemli bazı hisse senetleri yüzde 90 değer kaybederek bir peniye düştü; Dow Jones, borsacılar ağzı açık izlerken, düştüğü kadar hızlı bir şekilde yükseldi ve günü “sadece” 371.80 puanlık kayıpla kapadı. Borsacılar rahatlar gibi oldular. Bir menkul kıymetler borsası, tanım gereği, risk ve belirsizlik içerir. Ama ne ki traderlar, dalgalanmaların nispeten küçük olacağı, beklenen bir aralıkta gerçekleşeceği hissine bağımlıdırlar. Dalgalanmanın şiddeti artmaya başladığında yani büyük ve ani olduğunda, traderler paniğe kapılır. Paniğe kapıldıklarında kaçınılmaz olarak dalgalanmayı şiddetlendirirler. Bir fasit dairedir bu. Elbette ki herkes bir açıklama arayışına girdi. İlk açıklamaya göre “şişman parmaklı” bir borsa temsilcisi, milyon yerine milyar yazmış olabilir. Ancak problemli bir açıklama bu. Şöyle ki, bu kişinin yerini veya böyle bir kişinin var olduğunu yahut da –böyle bir kişi varsa“şişman parmağı” olduğunu hiç kimse ispatlamış değil. New York’taki traderlar paniğe kapıldıkları anda, karşılarındaki ekranda Atina’da yaşanan ayaklanmaları görebiliyorlardı. Bu ise iki sebepten dolayı onları daha bir altüst etti. Avrupa Birliği ülkelerinin Yunanistan’a yardım konusunda nasıl bir karar alacağı (hatta 24 DÜNYA BÜLTENİ ARAŞTIRMA MASASI - DÜBAM yardım edip etmeyecekleri bile) belirsizliğini koruyordu. Yunanistan problemiyle ilgili olarak Avrupa’nın hareketinin (veya hareketsizliğinin) ABD, Batı Avrupa ve Japonya bankaları için sonuçlarının neler olacağı hakkında derin bir tereddüt içindeydiler. Yunanistan’ın potansiyel iflasının dünya piyasalarında küresel bir çözülmeye yol açıp açmayacağı konusunda da derin bir kuşku içindeydiler. erdirecek. Politikacılar, büyüme doğrultusundaki her küçük işareti sıkıca kavrıyor ve gereğinden fazla anlam yüklüyorlar. ABD’de şu son istihdam artışının alkışlanması bunun iyi bir örneğidir. İstihdam oranı, aynı dönem içerisindeki nüfus artışından daha düşüktü hâlbuki. Bu korku, irrasyonel değil. Dünya sisteminin yapısal krizinin sonucudur. Bugün karşı karşıya olduğumuz illetleri tedavi etmek için hükümetlerin kullandığı yara bantlarıyla çözüme kavuşturulamaz. Dalgalanmalar büyük ve hızlı olduğunda hiç kimse rasyonel plan yapamaz. Bu yüzden de insanlar, nispeten normal bir dünya ekonomisindeki oldukça rasyonel aktörler olarak hareket edemezler artık. Şu anki dönemin esaslı gerçeği, korkunun bu derecesidir. Fakat bilhassa da ayaklanmalardan korku duymakta haklıydılar. Ayaklanmalar, Yunan korkusunun sonucuydu. Yunanlıları en çok endişelendiren şey, gerçek gelirlerinin gelecek yıllarda esaslı bir düşüş yaşaması ihtimaliydi. Buna kızıyor, bundan çok korkuyorlardı. Bunun bir şekilde kendi hataları olduğuna, bedelini ödemek durumunda oldukları bir hataları olduğuna tam ikna olmamışlardı. Yunan vatandaşların korkuları, devlet yetkililerinin ve menkul kıymetler piyasasındaki traderların da çok iyi farkında oldukları üzere, buzdağının sadece görünen kısmıdır. Yunanistan hükümetinin problemi gâyet basittir. Vergi gelirleri çok düşük, şu anki ve gelecekteki muhtemel gelirlerine nispetle harcamaları çok büyük dolayısıyla da ya vergileri artıracak (o da şayet toplayabilecekse) veya harcamaları büyük oranda azaltacak – yahut da her ikisinin birden uygulayacak. Ancak bu, Almanya’nın, Fransa’nın, İngiltere’nin, ABD’nin de (liste devam eder gider) problemidir. Şu an başını suyun üstünde tutabilen (Brezilya ve Çin gibi) birkaç ülke, sorunun kendilerine bulaşmasından muaf değiller. Yunanlılar, protesto için caddelere akıyorlar. Protestolar daha da yayılacak. Yayıldıkça, dünya piyasaları çok daha istikrarsızlaşacak ve korku yaygınlaşacak. Dünyadaki genel tepki, borç alınmış veya basılmış kağıt parayla zaman kazanmak. Ümit o ki ödünç alınan zaman, tekrar başlayan ekonomik büyüme, güven tesis edecek, gerçek veya gizil paniği sona 25 DÜNYA BÜLTENİ ARAŞTIRMA MASASI - DÜBAM Irak’taki savaşı kaybetmek üzere olduğunu söylemeye başlamışlardı. Direniş çok güçlü görünüyordu ve ABD kayıpları her ay giderek artıyordu. Cumhuriyetçiler 2006 seçimlerinde kötü iş çıkarmışlardı. Bir şeyler yapmalıydı. McChrystal bunu niçin yaptı? Afganistan’daki Amerikan kuvvetlerinin komutanı General Stanley McChrystal, Rolling Stone dergisine bir röportaj vererek, hem kendisi hem de kurmayları, ülkelerinin sivil liderlerini aşağıladılar. Başkan Obama’ya itaatsizlik ettiğinden dolayı kovuldu. Savunucuları bile McChrystal’in sözlerini münasebetsiz ve yanlış buldular. McChrystal’in fevkalâde zeki ve çok hırslı bir kişi olduğu dikkate alınarak sorulabilir: Bunu niçin yaptı? Bir şeyler yapıldı. Başkan Bush, Rumsfeld’i kovdu. Başkan Yardımcısı Cheney, Rumsfeld’in güçlü savunucusu, nüfuzunu Dışişleri Bakanı Condoleezza Rice ve Rumsfeld’in diplomasiye vurgu yapan, daha “ılımlı” görüşler savunan halefi Robert Gates lehine kaybetti. Birdenbire yeni bir askeri strateji yani isyan bastırma stratejisi (counterinsurgency/kısaltması COIN) zemin kazandı. Bu strateji, daha önce pek az tanınan bir subay - David Petraeus tarafından geliştirilmişti. McChrystal, röportajı kovulmak için verdi. Peki o zaman niçin kovulmak istedi? Kovulmak istedi çünkü Afganistan savaşında izlediği ve savunduğu politikaların işe yaramadığını, yaramayacağını biliyordu. Kamu nezdinde sorumlu tutulan ve lekelenen o kişi kendisi olmak istemedi. Petraeus, McChrsystal kadar muhteris ve insiyaklı ama bütünüyle farklı bir şahsiyetti. Askeri entelektüel denilebilecek bir kişiydi. 1983 yılında ABD Kara Kuvvetleri Komuta ve Kurmay Kolejini dereceyle bitirenler arasındaydı. 1989’da Princeton Üniversitesi’nde Uluslararası İlişkiler doktorasını aldı. West Point’te Uluslararası İlişkiler dersi verdi. Aynı zaman zarfında, pişmiş bir muharebe subayı olarak çok işler çıkarmıştı. Washington’daki politikacıların teveccühünü de kazanmıştı. Bu röportaja giden uzun tarihi düşünün. ABD’nin Irak ve Afganistan’da uyguladığı askeri strateji aslen ABD Savunma Bakanı Donald Rumsfeld tarafından vaazedilmişti. Baştan ayağı maço bir politikaydı. Yukarıdan bombala ve kimin öldüğünü dert edinme. Yakaladığın kişiye işkence yap. Hiç kimseyle istişare etme, onlar müttefik olsalar bile. Ülkeyi süresiz olarak işgal et. 1980’lerden beri yayınladığı makale ve raporlar, isyan bastırmayı bir doktrin olarak savunuyordu. İsyan bastırma stratejisini Cezayir’de kullanan Fransızların ve Vietnam’da kullanan ABD’nin tecrübelerinden yararlanmıştı. Petraeus’un sağcı eleştirmenlerinin de kaydettiği üzere, dikkate şâyan başarılar değillerdi bunlar. İsyan bastırma, diplomatik ve politik mülâhazaları ille de askeri taktiklere katıştıran “kafaları ve gönülleri” fethetme lüzumuna vurgu yapar. Rolling Stone adına röportajı yapan Michael Hastings, isyan bastırmayı şu Bu savaşlar başlarken Stanley McChrsytal, Rumsfeld’in “altın çocuklarından” biri olarak Washington’da çalışan tek yıldızlı bir generaldi. West Point günlerinden beri ne zaman duracağını bilen gözüpek bir asiydi -, saygı duymadığı üstlerini küçük görür ve her daim kendisini ileri sürerdi. Rumsfeld, ordunun “özel operasyonlar” yürüten ve “ölüm makinesi” olarak bilinen en gizli seçkin birliklerinin başına onu atadı. McChrsytal, her zaman olduğu gibi işini parlak bir şekilde icra etti. Hatırlayacak olursanız, 2006 yılında ordu, politikacılar ve basın hepsi de ABD’nin 26 DÜNYA BÜLTENİ ARAŞTIRMA MASASI - DÜBAM şekilde tanımlamış: “Yeşil berelileri elleri silahlı barış gönüllüleri gibi düşünün.” orduların komutanı olarak McChrystal’i atadı. McChrystal, asi tarzına sâdık kalarak, Obama’dan 40.000 asker talep etti – Obama, aylar süren bir mütaaladan sonra 30.000 asker verdi ve bir çekilme takvimi talep etti. Başkan Bush 2006 yılında Petraeus’a döndü ve Irak’ta isyan bastırma stratejisini uygulaması için izin verdi. Hani Irak’ta şu meşhur “askeri güç takviyesi” (surge) ve stratejinin değiştirilmesi hâdisesi. Petraeus, Amerikan askerlerine karşı şiddeti gerçekten de azaltan iki temel iş yaptı. Birincisi, Irak’a dışarıdan gelen el Kaide birimlerine verdikleri örtük desteğe bir son vermeleri için Irak’ın orta ve batı kesimlerindeki Sünni aşiret reislerine rüşvet vermekti. Sünni Şeyhler, el Kaide birimlerinden hiçbir zaman hazzetmedikleri için bir bedel karşılığında Amerikalılara karşı besledikleri hoşnutsuzluğu unutmaya istekliydiler. Ancak McChrystal işin bu noktasında maço tarzından sakındı ve Afganistan’da isyan bastırma stratejisinin hevesli belki de hayli hevesli bir icracısı oldu. Sivil kayıplardan sakınmak için süper-katı tâlimatlar yayınladı, ki Amerikan piyâdelerinin pek de onaylamadığı bir politikaydı. Diğer ABD liderlerinin araya mesafe koyduğu Cumhurbaşkanı Hamid Karzai ile sıcak ilişkiler geliştirdi. Marja’da hızlı bir zafer kazanıp bölgeyi Afgan kuvvetlerine teslim edebileceğini düşündü. Aslında tam bir başarısızlıktı. Taliban kuvvetlerinin kalbi sayılan Kandahar’daki kilit harekâtın Eylül ayına kadar ertelenmesi gerektiğini söyledi son olarak da. Petraeus’un yaptığı ikinci şey, Bağdat’ta etnik temizliğe müsaade etmek, çok etnikli şehri birbirinden ayrılmış – daha büyük bir Şii alan ve kuşatılmış, daha küçük bir Sünni alan şeklinde - iki alana bölmekti. Irak içi şiddeti azdırma pahasına ABD askerlerine karşı şiddeti azaltmıştı bu. Irak’ta ABD çıkarlarının en ısrarcı ve en etkili muhalifi, yeni seçilen Irak Meclisi’nde kilit oyuncu olarak yükselen Muktada el Sadr’ın siyasi çıkarlarına da hizmet etti bu. McChrystal’in Harekât Komutanı Tümgeneral Bill Mayville bile Afganistan’ın Vietnam gibi olacağını söylüyor: “Bir gâlibiyete benzemeyecek, gâlibiyet kokusu olmayacak hatta gâlibiyet tadı olmayacak… münakaşayla neticelenecek.” Hastings, makalesini şu şekilde noktalıyor: “Gâlibiyet, görünene bakılırsa, gerçekten mümkün değil. İşin başındaki kişi Stanley McChrsytal olsa bile. Hastings’in, makalesi hakkında Huffington Post’un kendisiyle yaptığı söyleşide kaydettiği gibi “Petraeus bir tür dâhi. Irak’ta yıkıcı bir mağlubiyete dönebilecek olan durumu, itibarı kurtaran bir askeri çekilmeye tahvil etti.” Fakat elbette itibarı kurtaran askeri çekilme, bir zafer değildir her ne kadar Senatör McCain, (başarısız olduğu) 2008 seçimlerinde böyle olduğunda ısrar etmişse de. O halde McChrystal’in yerinde olsanız ne yapardınız? Uçakta size eşlik edip içki ziyafetine katılması için Solcu bilinen bir Rock and Roll dergisi çağırır, yönetimle alay edip küçümsersiniz. Kovulmanız kesindir. Ve gelecekte yapılacak “münakaşanın” size bulaşmayacağı anlamına gelir bu. Barack Obama, Başkanlık seçimlerine katıldığında, Irak’taki savaşın aleyhinde, Afganistan’daki savaşın lehinde olduğunu açıkça söylemişti. Dediğini yapmalıydı. Petraeus’u terfi ettirdi, isyan bastırma stratejisini benimsedi ve Afganistan’daki Obama ne yapabilirdi ki? McChrisytal’i kovmak zorundaydı. Ondan sonra da sıcak patatesi onu reddedemeyecek olan Petraeus’a attı. Gelecek yıl ya da ondan 27 DÜNYA BÜLTENİ ARAŞTIRMA MASASI - DÜBAM sonraki yıl, Obama ve Petraeus’un mağlubiyet suçlamalarını başkasının üzerine yıkmaya çalışacakları sürükleyici bir oyun olacak. Aşırı sağ, Dick Cheney ve Rumsfeld’in ahbapları öyle kanmaz ama. Onların üstatlarından biri olan Diana West “isyan bastırma kâbusu sürüyor” diyor. Ona göre isyan bastırma askerlerin, “bir bilgisayar odasında solcular nezdinde anlamı olan ama cephede dehşete düşürmekten başka bir şeye yaramayan kültürel izâfiyet fantezilerini uygulama” anlamına gelir. Daha az iğneleyici bir görüş ise emekli albay Douglas Macgregor’a ait: “Trilyonlarca dolar harcayarak İslam dünyasının kültürünü yeniden şekillendireceğimiz fikri büsbütün anlamsızdır. “ Macgregor haklı elbet. Politika seçenekleri neler? Aşırı sağ sonsuz savaş istiyor. Bunun tek alternatifi, erkenden tam çekilmedir. Obama, birinci seçeneği istemiyor ve ikincisini benimsemekten de siyaseten korkuyor. Bu yüzden de CIA başkanı Leon Panetta’yı söyleşi için ABC Bews’e gönderiyor ve Afganistan’da ilerleme kaydetmenin daha zor olduğunu, ilerlemenin beklenenden daha yavaş gerçekleşeceğini söyletiyor. Gerçekten de öyle. 28 DÜNYA BÜLTENİ ARAŞTIRMA MASASI - DÜBAM daha fazla çalışan istihdam etmeyi planlamıyorlar. Bilakis büyük bir firmanın CEO’su şöyle diyor: “Daha fazla kapasiteyi ne zaman ilave edeceğimiz, dert ettiğimiz son şeydir. Bundan ziyâde, daha fazla esneklik kazanmak için tüm operasyonel sistemimizi yeniden şekillendiriyoruz.” Ponzi Solitaire Gazete okumak, irkiltici bir tecrübe olabilir. Amerikan gazeteleri bu yıl 26 Temmuz’da birbiriyle çelişen iki haber yayınladılar. USA Today’in ilk haber makalesinde, üç ayda bir yayınladığı ekonomist tahminleri vardı ve manşet şöyleydi: Ekonomistlerin iyimserliği azalıyor.” “Avrupa’daki karışıklık, istihdamdaki yavan artış, zayıf konut piyasası ve fabrika çıktılarında azalma”, ABD’nin 8.5 milyon istihdam kaybını ufak ufak telafi etmesini imkansızlaştıracak gibi görünüyor. Ayrıca, “küresel mâli istikrarsızlıktan” da korku duyuyorlar. Amerikan sanayisi (ve dünyadaki diğer sanayiler) geleceğe doğru kârını artırmanın sihirli formülünü mü bulmuş oluyor şimdi? Dalga geçiyor olmalısınız. Henry Ford 1920’lerde çalışanlarına kural olandan daha yüksek maaş veriyordu çünkü, dediğine göre, çalışanlarının onun müşterisi olmalarını istiyordu. Onun halefleri bugün Kuzey Amerika’daki işgücünü son beş yıl içerisinde yüzde 50 oranında azalttılar. Daha fazla kâr ama daha az müşteri. Keynes ve Kalecki’nin değindikleri etkin talep hakkında pek bir problem yok. Orta vadeli hesaplara göre, yeterli müşteri olmazsa, yeterli satış olmayacak ve çok geçmeden kâr kuruyup gidecektir. İşçi sayısını azaltarak ve kalan işçileri de çok çalışmaya zorlayarak kârını artıran sanayi çok kısa vadede kârını katlayacaktır ta ki deflasyon duvarıyla karşılaşana dek. O vakit toslayacaktır. Ekonomistler iyimser değiller, ki mâkuldur. Ekonomistlerin dünya pazarları hakkında hilkatten gelen iyimserlikleri nihayet gerçekliğin duvarına çarptı. İçimizden bazıları bu sonuca çok daha önceleri varmıştı. O halde aynı gün, New York Times’ın Amerikan sanayisinde “kârların katlandığı” haberini birinci sayfadan vermesi nasıl olur da mümkün olur? Cevap yine manşette: “Sanayi, kârını kesinti artışıyla katlıyor.” Sanayinin daha fazla mamül satmasından ileri gelmiyor. Aslında daha az mamül satıyor. Fakat mâliyetleri azaltıyor yani işçi çıkarıyor. Bunu göremiyorlar mı? Elbette ki bazıları görüyor ama zevkçi “ye, iç ve neşeli ol zira yarın ölebiliriz” ilkesine göre iş yapıyorlar. Buna Ponzi solitaire diyebiliriz. Şu bildik saadet zincirlerinde (Ponzi dalaverelerinde) operatör, iskambil kule çökene dek diğer insanları tufaya getirir tıpkı Bernie Madoff vakasında olduğu gibi. Ponzi solitaire’de ise kaza olana dek kendini tufaya getirirsin. Ve tıpkı sıradan saadet zinciri yatırımcıları (potansiyel kurbanlardır) kazânın ancak kendi kazançlarını almalarından sonra olmasını ümit etmeleri gibi Ponzi solitaire oyuncuları da (sanayideki yöneticiler) tüm sanayi çökmezden evvel şahsi kazançlarıyla birlikte kaçacaklarını ümit ediyorlar. İyi şanslar! Yeterince işçi çıkarır ve kalan işçilerin daha çok çalışmasını sağlarlarsa, daha az satış yapsalar da daha fazla kâr yapacaklarını keşfetmişler. Verimliliğin zaferi olarak adlandırılıyor bu. Bank of America Merrill Lynch başekonomisti Ethan Harris bu konuda çok dürüst: “Şirketler kâr yapabilmek için işçilik mâliyetlerinden kısıyorlar.” Ancak New York Times’ın da kaydettiği üzere “kazancın büyük bir kısmı genel ekonomiye değil de hissedarlara gidiyor.” Ve Sanayi, bunun geçici bir çözüm olarak kalmasını istemiyor. Satışlar iyileşse bile 29