DÜNYA DÖNÜŞÜME HAZIRLANIYOR AHMET AKGÜL 2 İÇİNDEKİLER Takdim: Afet Ilgaz ................................................................................................................... 4 Amerika (Şiir) ......................................................................................................................... 5 Önsöz: Bağımsızlık ve Barışın Reçetesi ................................................................................. 6 1- Dünyanın Fotoğrafı ...................................................................................................................... 15 2- Türkiye’ye Yönelik ABD-İsrail Kuşatması .................................................................................... 19 3- Türkiye’nin Tavrı ve Tarafı ........................................................................................................... 37 4- Derin Devlet Gerçeği ................................................................................................................. 41 5- Derin Devlet Değerlendirmeleri ................................................................................................... 48 6- Şahsiyet ve Samimiyet Analizi .................................................................................................... 55 7- Asker ve Asalet ............................................................................................................................ 60 8- Siyonizmin Sömürü Sistemi ......................................................................................................... 67 9- Dini ve Milli Hareketlerde Kripto Yahudiler .................................................................................. 76 10- Ortak Din Şeytanlığı .................................................................................................................... 95 11- Sert İslam ve Layt İslam Siyonist Senaryosudur ....................................................................... 105 12- Sahte Osmanlıcılık .................................................................................................................... 109 13- Faşist Amerikan Derebeyliği ...................................................................................................... 114 14- Demokrasi mi, Mafya Düzeni mi? .............................................................................................. 119 15- Kültür Emperyalizmi................................................................................................................... 125 16- Avrupa’nın Adaleti ve Ahmakların Asaleti ................................................................................. 133 17- İsrail’in NATO’su, İblis’in Şatosu ............................................................................................... 138 18- İsrail ve NATO’nun Türkiye Korkusu ......................................................................................... 145 19- Dünya Nereye Sürükleniyor? .................................................................................................... 153 20- AB Çözülüyor ............................................................................................................................. 159 21- İsrail İç Savaşa Gidiyor .............................................................................................................. 167 22- Dengeler Değişiyor .................................................................................................................... 169 23- Yeni Bir Dünyanın Doğum Sancıları .......................................................................................... 185 24- Esaret Kabuğu Çatlıyor ............................................................................................................. 189 25- Gensoru Yerine Kırk Soru ......................................................................................................... 192 26- Siyonistlerin Soros’u ve AKP Operasyonu ................................................................................ 199 27- Ekonomik ve Siyasi Krize Doğru ............................................................................................... 208 28- TSK ve AKP Kol Kola (mı?) ....................................................................................................... 222 29- Sahte Kabadayılığın, Sırıtan Komedyası .................................................................................. 228 30- Çuval savaşı ve Türkiye’nin Rövanşı ........................................................................................ 236 31- D-8’lerin değeri ve Derinliği ....................................................................................................... 241 32- Çin Gerçeği ve Asya’nın Geleceği ............................................................................................. 249 33- Darbeye de Hazır Olun, Harbe de! ............................................................................................ 256 34- Soros’a Güvenen Kaosa Gider .................................................................................................. 260 35- Sonunu Sezen ABD Saldırganlaşıyor ....................................................................................... 272 36- Zafer “Marjinellerin” Olacak ....................................................................................................... 298 37- La Roche: Dolar Saltanatı Devriliyor ......................................................................................... 280 38- Dolar Çöküyor ABD Çözülüyor! ................................................................................................. 286 39- Barbar ABD Bitiyor .................................................................................................................... 299 40- ABD Çırpındıkça Batıyor ........................................................................................................... 307 3 41- Amerika’nın Tahtı Sallanıyor ..................................................................................................... 313 42- Sahte Devrimler Tezgahlanıyor ................................................................................................. 317 43- Putin’in Tarihi Ziyareti ve Armagedon Savaşı ........................................................................... 319 44- Umut Hareket ve Ufuk Şahsiyet ................................................................................................ 330 45- Milli Görüş’ün Barış ve Bereketi ................................................................................................ 334 46- 2005’te Türkiye’yi Yıkma Stratejisi ............................................................................................ 344 47- Bütün Hesaplar Türkiye Üzerine ............................................................................................... 354 48- Türkiye ABD Halkına Değil, Siyonist Barbarlara Karşıdır .......................................................... 358 49- Süper Güç Realitesi ve Türkiye’nin Güç Potansiyeli ................................................................. 362 50- Yeni Papa Seçimi ve Önemi ...................................................................................................... 370 51- 3. Dünya Savaşına Doğru ......................................................................................................... 374 52- İran Kafa Tutacak, İsrail Vuracak (mı)? ..................................................................................... 380 53- Kur’ani Mesaj ve Müjdeler ......................................................................................................... 382 54- Siyonizm; “Şeytanın Düzeni ve Tarihi Derinliği” ........................................................................ 385 55- Ahmet Akgül ve Kitapları ........................................................................................................... 392 4 TAKDİM Sayın Ahmet Akgül’ün “Dünya Dönüşüme Hazırlanıyor” isimli bu kitabı, öbür kitapları gibi oldukça ilginç ve faydalı. Orijinal, önemli yepyeni bilgiler içeriyor. Öyle sanıyorum ki Akgül Hoca, dünyanın yazıyor. ve Türkiye’nin Yani gerçek Türkiye’de, bölgemizde gerçek gayrı ve siyaset tarihini resmi siyasetini. dünya genelinde; hadiselere bakıpta çözemediğiniz bir şey varsa, açamadığınız bir kapı rastlarsa; bunun anahtarı Ahgül Hoca’nın kitabında saklıdır. Dört başı mamur bir tahsili ve irfan ehli olduğu için; kitaplarındaki açıklamalar hem çağdaş ve güncel, hem de İslami anlamda evrenseldir. “Dünya Dönüşüme Hazırlanıyor” başlığı ise bu açıklamaları tamamlayıcı bir anlam taşımaktadır. Evet, gidişat bu yöndedir, ama neden böyledir? O değişim nedir? Dünya nasıl dönüşmektedir? Perde arkasında hangi beyin ve beceri iş görmektedir? İşte kitapta bu soruların ve daha fazlasının cevaplarını bulacaksınız ve Türkiye merkezli tarihi ve talihli bir değişimle ilgili çok önemli belge haber ve yorumlarla karşılaşacaksınız. Yazar Afet ILGAZ 5 Amerika’lı Şair Allen Ginsberg Gözüyle AMERİKA! Amerika, her şeyimi verdim sana, ama şimdi bir hiçim… Tarih 17 Ocak 1956 ve 2 dolar 26 cent bütün servetim… Kendi kafam bile, destek değil artık bana… İnsanlarla savaşmaya ve masum kanı akıtmaya, Ne zaman son vereceğiz, Amerika? Al şu Atom bombanı da, Kendi başına çal ve daha fazla şımarma! Kafam bozuk, ey süper şeytan, birde sen üstüme varma! Kafam yerine gelene dek, şiir miir de yazamayacağım… Sana küfür ve kötülük edenlere kızmayacağım!... Söyle bana, ey kudurmuş katil, ne zaman melekleşeceksin? Ne zaman yeni doğmuş bebek gibi, saf ve temiz hale geleceksin? Hiç değilse, beynine sızmış, Siyonist virüsleri, ne zaman fark edeceksin? Yok eğer şeytana şövalyelik yapacaksan, Dört gözle bekliyorum, ne zaman gebereceksin? Siyasetin sahtekârlık, stratejin entrika, Tüm dünyayı ve doğayı kirlettin… Nükleer ve biyolojik silahlarının Deneme alanı oldu, Atlantik ve Antartika… Çaresi yok, Ya sen Siyonist Yahudilerden kurtulacaksın, Ya da insanlık, senden kurtulacak, Ey Amerika! Ey vahşi BatınınBarbar kahyası! Ey kendini İlah zanneden, Ve mazlumların alın teri ve etiyle beslenen Kudurmuş leş kargası!1 1 28 Şubat 2005 / Milli Gazete / Hüseyin Akın / Çevirisinden Uyarlama 6 ÖNSÖZ BAĞIMSIZLIK VE BARIŞIN REÇETESİ Dünya; Türkiye merkezli, büyük ve köklü bir değişime hazırlanmaktadır. Türkiye nerkezli diyoruz: Çünkü, tarihi deneyim ve birikimleri, tabii (çoğrafi ve stratejik) potansiyeli, ve diğer talihli fırsat ve faktörleri; Aziz milletimizi bu konuma ve sorumluluğa zorlamaktadır. Bütün devrim ve dönüşümlerin, büyük ve bilge bir liderin öncülüğünde gerçekleşmesi ise, sünnetullahtır, değişmez bir kuraldır. Böylesi değişimler; uzun zamana ve çok farklı alanlara yayılan, geniş çaplı ve ince hesaplı alt yapı hazırlıklarının tamamlanmasından… Mevcut çürümüş düzenin bütün kurumlarının altının oyulmasından sonra… Ve yaşanacak ahlaki dejenerasyonunların, sosyal bunalımların, ekonomik kriz ve devalosyonların, savaş ve felaket ortamlarının ardından meydana çıkmaktadır. İşte bu kitapta: Bütün insanlığı kasıp kavuran bugünkü zulüm ve zillet düzeninin ve bu zorla sömürme ve sindirme sisteminin yürütücüleri olan Batı (Amerika ve Avrupa) zihniyeti… Ve hepsinin perde arkasındaki Siyonist Yahudilerin; Şeytani kurumları, kuralları ve kavramları anlatılmaya… Ve bunlara karşı, bütün yeryüzünde ve ülkemizde oluşan diriliş ve direniş hareketlerinin, artık başarıya yaklaştıkları ortaya koyulmaya çalışılmaktadır. Bu kutlu devrimin amaçladığı gerçek bağımsızlık ve barışın formülü ise: Beyin+Birikim+Bilek’tir... Beyin: Bizi; ekonomik , psikolojik ve politik bakımdan çok yönlü körleştiren ve köleleştiren “düşman”ın güç ve gelir kaynaklarını.. Resmi veya sinsi dayanaklarını... Ve bunları etkisiz bırakacak her türlü hazırlıkları bilmek, bulmak ve belirlemek için, elbette “beyinlerimizi, hem de son hücresine kadar” kullanmak... Derinlemesine düşünmek, değerlendirmek ve bunları önem ve öncelik sırasına göre derecelendirmek üzere yorulmak ve yoğrulmak gerekir. Hadis’te “Bir saat tefekkür (ve tezekkür)ün bin saat ibadetten daha hayırlı sayılması” bunun içindir. Sadece kendimizin ve ailemizin değil, milletimizin ve insanlık âleminin bu zulüm ve zilletten kurtulması ve bu Siyonist sistemin yıkılması için fikir üretmek, çare düşünmek ve bilgi edinmek, haliyle en gerekli ve şerefli bir görevdir. Hz.Peygamber Efendimizin “Harb, hiledir” hadisi ile, psikolojik ve stratejik üstünlüğü elde etmek, gerekli ve gizli orijinal projeler hazırlayıp bunları taktik manevralarla pratiğe dönüştürmek için “Beynimizi” kullanmayı bir nevi emretmektedir. Birikim: Farklı sahalarda görev yapacak ekip ve elemanlardan, işimizi kolaylaştıracak kamuoyu ve ortam hazırlamaya... Gerekli ve yeterli teknolojik donanımdan, her türlü maddi imkan bulundurmaya yönelik girişim ve birikimi olmayanlara herhalde “projelerini pratiğe dönüştürme” fırsatı verilmeyecektir. “Onlara karşı gücünüzün sonuna kadar (her türlü) kuvvet hazırlayın” 2 ayeti de bu gerçeği emretmektedir. Bilek: Hain ve hakim rakiplerin, kendi saltanatlarını sürdürmek için, mutlaka sindirme faaliyetlerine başvuracağı ve silah kullanacağı kesindir. İşte bunlara karşı, nokta vuruşlarından nizami savaşlara kadar, her türlü askeri mücadele alt yapısının da hazırlanması ve “Güçlü ve cesur bilek”lerin bulunması gerekir. Bu yüzden kurtuluş formülümüzü: “Tezekkür+Teknoloji+Tetik” veya: “Strateji+Sermaye+Silah” şeklinde ifade etmek te mümkün ve münasiptir. Ne var ki; beyninden önce bileğine başvuranlar... Aklını kullanmadan kanını akıtanlar, kendilerini “israf etmiştir” , birikimlerini boşa tüketmiştir ve sonunda yenilmiştir. 2 Enfal: 60 7 İsraf: İmkan, eleman ve zaman yönünden, her türlü fırsat ve birikimlerimizi, sadece ölçüsüz ve dengesiz biçimde saçıp savurmayı değil, aynı zamanda “birikim ve becerilerimizi, bedenimizi ve bileğimizi, düşüncesiz ve projesiz olarak; getirisi ve götürüsü çok iyi hesaplanmadan harcamayı ve rastgele ortaya atılmayı da ifade etmektedir. Çağımız, bilgi çağıdır. Savaş ve barışta akıl, artık atomdan öne çıkmıştır. Silahtan ziyade, siyaset ve stratejilerle sonuca ulaşılmaktadır. Çünkü küçük bir teknolojik üstünlük farkı, çok büyük klasik silah yığınaklarını boşa çıkarmaktadır. Türkiye gibi; düşman unsurların ve “habis ur” ların, bünyesinin her organına ve sistemin her kurumuna sirayet ettiği bir durumda, oldukça sabırlı ve dikkatli bir tedavi uygulamak, ameliyat bıçağını ise elbette son çare olarak, hem de yerine ve usulüne göre kullanmak lazımdır. Böylesine kuşatılmış ve yıkıma yaklaşmış bir ortamda, Milli kurtuluş ve karşı koyuş hareketlerinin acemi, aceleci ve sadece yüreklere su serpici girişimlerden, yani güçlerini ve gayretlerini israf etmekten uzak durmaları… Akılcı tedbirlerle kalıcı neticelere ulaşmaları, hayati önem taşımaktadır. Çünkü bir ülkeyi çok yönlü kuşatıp, kontrol altına alan dış güçler ve içerideki işbirlikçiler, muhtemel ve Milli direniş ve direnişleri kontrol etmek için de gerekli hazırlık ve altyapıyı önceden hesaplamaktadır. Bugün Türkiye’mizin, son bir iki asırdır, sistemli biçimde sürüklendiği çözülme sürecini, artık hali hazırdaki kanserleşmiş kurum ve kavramlarla önlemenin maalesef mümkün olmadığı… Bu nedenle vatanseverlerin ve vicdan ehlinin yeni bir Milli Mücadele ortamını ve organlarını hazırlamaktan ve harekete başlamaktan başka çareleri kalmadığı açıktır. Ancak bütün bu hizmet ve hareketler geçici hissiyat ve heyecanlardan uzak, akıllı ve sağlıklı olarak yürütülen, hem topluma hem dünyaya karşı haklı mazeret ve meşruiyetini de üretebilen bir çizgiye oturtulmalıdır. Artık dünyanın “Hak” tan ziyade “güç” ten anladığı, gerçekten ziyade görünüşe aldandığı ve kendi insanımızın da, vicdanından çok cüzdanıyla düşünmeye başladığı da unutulmamalıdır. Bu nedenle, muarazadan (saldırıdan) önce “mantık”, silahtan önce strateji sanatını kullanmak… a-Bilgi, birikim ve üretimi b-Ekonomik gelir ve sermaye edinimi c- Teknolojik araştırma ve sanayi gelişimi d-Kamuoyu oluşturma, sosyal ve siyasal ilişkileri yoğunlaştırma girişimi alanında gerekli ve yeterli birim ve ekipleri, eski tabirle farklı sahalardaki “Kuvay-i milliye milislerini” oluşturduktan sonra; icab ettiğinde devreye sokulacak ve silah ta kullanacak “operasyonel” ve özel kuvvetlere sahip olmak, kaçınılmazdır. Düzenli, disiplinli ve Milli ordular ise, haysiyetli, cesaretli ve tecrübeli komutanlar emrinde, bütün bunlardan sonra işe yarayacaktır. Kısaca, Sesar’ın tesbitiyle: Artık vatanımızı ve kutsallarımızı, sadece “kanımızın son damlasına kadar” değil, ondan önce “beynimizin son hücresine” kadar savunma ve sahip çıkma gereği bulunmaktadır. Mantık ve mantalite, akıl ve realite: Ülkemizi bu kötü gidişattan ve düştüğü girdaptan kurtarmak için, sadece toplumu bilinçlendirmenin… Gizli ve kirli ilişkilere ve hıyanet merkezlerine dikkat çekmenin… Resmi etiketleri “Milli” olsa da, aslında dış güçlerce ele geçirilmiş ve işgal edilmiş “kurum” lara güvenip beklemenin yeterli ve tutarlı olmayacağını… Bunların yanında, farklı alanlarda Milli diriliş ve direnişi örgütleyecek güçlü ve güvenilir, bilgili ve becerikli bir “milis” leşmeye… Yani görünürde sivil, gerçekte disiplinli oluşumları, yarı askeri ve gayrı resmi yapılanmaları kurup geliştirmeye gitmenin kaçınılmazlığını ortaya koymaktadır. Bu “Vatanı kurtarma ve yeni bir dünya kurma” şuuru ve sorumluluğuyla yola çıkan milislerin yani Milli güçlerin de, klasik yöntemleri terk edip, orijinal ve organizeli sistemler uygulamadıkça, mevcut ve malum güçlerin maşası olmaktan kurtulamayacakları, ülkenin yıkılışına engel olayım derken, hızlandırıcı etken olacakları da hesaba katılmalıdır. Çünkü siyonizmin sömürü saltanatına ve küresel çaptaki şeytanlıklarına, değişik bölge ve boyutlardaki, kararlı ve proğramlı “Karşı çıkış” ları takip ve tespit etmek “yılanın başını küçükken ezmek”, bu fırsat 8 kaçırılmışsa bu sefer hareketin beynine sızıp hedef değiştirmek, hatta kendi hesabına kullanıp kontrol etmek; emperyalizmin vazgeçilmez kuralıdır. Öyle ise, tehlikenin büyüklüğünü ve yakınlığını aklımızdan çıkarmadan, ama asla telaş ve panik havasına da kapılmadan… “Bu ülkeyi mutlaka kurtaracağız!” inancı ve kararlılığı olmalıdır. “Ülke elden gidiyor!” havası ve hezeyanı artık bırakılmalıdır. Çünkü zaten gitmiştir ve kaybedilecek bir kalemiz kalmamıştır. Türkiye maalesef Atatürk’ün Samsuna çıktığı ve Amasya tamimini yayınladığı şartlarla aynı konumdadır. Gençliğe hitabesinde öngördüğü ve haber verdiği tam bir kuşatılmışlık hali yaşanmaktadır. Bu nedenle “Ülkeyi elden kaçıracağız!” diye değil “Ülkemizi nasıl geri alacağız? Diye çırpınmalıdır. Yeni ve milli bir kurtuluş heyecanı başlatılmalıdır. Evet, Türkiye çoktan kaybedilmiş ve kuşatılmıştır. Ama artık işgaller, ülkelerin sınırlarından, kıyılarından değil, bürokratlarından, bankalarından çıkarma yapılmaktadır. İşgal karakolları; medyadır, mason localarıdır. Ve artık, halkların bedenleri değil, beyinleri esir alınmaktadır. Bizden sandığımız diktatörler veya demokrasi demogojileriyle başımıza getirilen hükümetler, işgalcilerin sömürge valileri ve hatta IMF tahsildarları konumundadır. Gizli işgal rejimlerinin ve dinsiz eğitim sistemlerinin tahribatları sonucu; inanç ve ahlak yozlaşmış, toplum Milli kimlik ve kültürüne yabancılaşmıştır. Öyle ki, sonunda aklı ve vicdanı ile değil, midesi ve maddesi ile düşünen, en basit menfaatleri için bile maneviyatını rüşvet veren, dünyalık kazanımları için kutsallarını feda eden idealsiz, iddiasız ve insafsız kalabalıklar ortaya çıkmıştır. İşte Erbakan Hoca, Siyonist güçlerin böylesine her şeye hakim bulunduğu ve insanların bu denli bozulduğu bir dönemde ortaya atıldı… Uzun yollu ve zorlu bir alt yapı hazırlama gayretine başladı. Fabrika hatası olarak, sistemin çarkları arasından sağlam çıkabilmiş elemanların belirlenmesi, yetiştirilmesi, pişirilmesi, çeşitli imtihanlardan geçirilip elenmesi sürecinden sonra, elde kalan çekirdek kadroları kendi karakter ve kabiliyetlerine uygun alanlara kaydırdı. Sadece Türkiye’mizde ve İslam ülkelerinde değil, tüm yeryüzünde zulme ve sömürüye karşı direnen, gizli ve açık örğütlenen, yerel, bölgesel ve evrensel oluşumlar meydana çıktı. Erbakan Hoca, klasik ve hantal “Güç birliği” kurma yerine, stratejik ve pratik “güç ağı” oluşturma yolunu seçti ve başardı… Çünkü düşmanın önüne; Kolaylıkla fark edilip hedef haline gelecek İçine rahatlıkla sızılıp, manipüle edilecek ve yanlış yönlendirilecek Yasal veya illegal yöntemlerle etkisiz hale getirilecek Münafıklık müessesesiyle ele geçirilecek cinsten hantal bir “Güç birliği” koymanın, ne kadar hatalı olacağının farkındaydı… Böylesine “Düşman çatlatan ve dostları rahatlatan” gösterişli oluşumların, kısa vadede yapacağı “geçici bir coşku” etkisine karşılık, bütün birikim ve kazanımları ve hatta potansiyel imkânları tehlikeye atma riski de vardı… Rakipleri oyalamak, bazı amaçlar için araç olarak kullanmak, dikkatleri bunların üstüne yoğunlaştırıp başka hazırlıkları rahatlandırmak, düşman güçlerinin önüne yem olarak atıp, onların kötü niyetlerini ve hıyanetlerini topluma tanıtmak gibi hedef ve hikmetlerle kurulan resmi ve sivil teşkilatlar ise, bunların dışındaydı… Evet, Klasik “Güç Birliği” yerine stratejik “Güç ağı” oluşturmak daha sağlıklıydı. Bunun için: 1-Çeşitli birimlerin gerekli alt yapısı ve çoğu dikkat dağıtmaya yarayan kapı tabelası olsa da, hainlere hedef, medyaya malzeme olmayacak, hücum edilip karalanmayacak şekilde İSİMSİZ ve CÜSSESİZ (Belirsiz ve belgesiz) bulunan… 2-Bağlı birimlerinin, tüzel kişilikleri ve fiziki varlıkları bulunsa da, beyin merkezinin kimliği, resmiyeti ve adresi belli olmayan… Dolayısıyla sızılması, satın alınması, saptırılması veya imhası çok zor olan… 3-Birimleri ve özel ekipleri arasındaki inzibat ve irtibatı, genel hedefler doğrultusunda, ama özel iletişim ve hareket protokolleriyle sağlayan 9 4-Bir ekip veya birimin deşifre veya dejenere olması durumunda; onu bütün teşkilata zarar vermeyecek şekilde enterne ve asimile edip eritmeyi başaran ve gereğinde çoğalma ve savunma mekanizmalarını kendi içinde barındıran… 5-Gizlilik prensibini: Klasik anlamdaki “Yeraltına saklanma, çeşitli perde ve kılıflar arkasında çalışma” şeklinde değil, “Kendilerini takip ve taciz edebileceklerin kafasını karıştıracak, onların imkân, eleman ve zamanlarını boşa harcatacak… Çok önemli ve stratejik belgeleri; kasalarda, dosyalarda, bilgisayarlarda depolayarak değil, bunları formüle edip, şifreleyip parçalarını dağıtacak ve sahte kopyalarıyla rakipleri oyalayacak” yeni ve etkili bir yapılanmaya ihtiyaç vardı. Çünkü gizlediğin belge ve bilgi, haliyle ilgi odağıdır. Ve günümüzdeki teknolojik cihazlar ve analiz imkânlarıyla bunu yapmak çok ta kolaydır. Saddam döneminde, Irak merkez bankasında ve çok özel güvenlik korumaları altında 47 milyar doların, CIA ve MOSSAD ajanlarının bir operasyonuyla nasıl çalındığı hatırlanmalıdır. Öyle ise; Artık kanımızın son damlasına kadar çarpışma sloganından önce “Beynimizin son hücresine kadar araştırma, anlama, akılcı ve kalıcı yöntemlerle çalışma” zamanıydı… Çünkü: “Attığın taş, ürküttüğün kurbağaya değmedi” cinsinden gerekli ve yeterli şartlar oluşmadan ve olgunlaşmadan vaktinden önce sıkılan kurşun, kurbanı “Mazlum” tetiği çeken kahramanı ise “Katil” durumuna taşıyacak ve davamıza hizmet yerine hezimet sayılacaktır. Ve hele toplumu yönlendiren medyanın ve diğer mekanizmaların, işgal güçlerinin ve hain işbirlikçilerin elinde olduğu bir ortamda, kurbanları mazlum ve kahraman konumuna çıkarmadan saf dışı bırakmanın yollarını bilmek ve bulmak lazımdır. İşte aziz milletimizi ve tüm ezilenleri kurtuluşa ulaştıracak bu kutlu ve kutsal mücadelede; “Örgütlenme, strateji üretme, manevra yeteneğini geliştirme, davamıza zarar vermeden düşmanı etkisiz hale getirme, en az kaynakla rakiplerine en büyük kayıp verdirme” konusunda çalışıp yorulacak her beyin hücresi, akıtılacak her damla kandan daha değerli ve etkili olacaktır. Ve unutmayalım ki: Ülkemiz dâhil bütün yeryüzünde hâkimiyet kuran ve Gizli Dünya Devletini oluşturan Siyonist merkezlerde aynı şekilde yapılanmıştır. Kemiyet (Sayı ve silah çoğunluğu) bakımından değil, ama keyfiyet (stratejik ve pratik üstünlük) bakımından, Siyonistlerden daha orijinal ve marjinal bir yapılanma kaçınılmazdır… Bu anlamda “Marjinalliğin” bir avantaj üstünlüğü olduğunu kavramaktan mahrum başbakanlar, yakında ne kadar “Boşbakan” olduklarını anladıkta iş işten geçmiş olacaktır. İşte Milli Görüşün başlattığı ve artık başarıya yaklaştığı bu yeni diriliş ve direniş organizasyonları ve bunların dinamik ve disiplinli alt ve yan odakları şu özellikleri taşımalıydı: a- Kendinden emin ve rahat hareket eden, arkasındaki Milli Güce güvenen ve asla şaşkınlığa ve taşkınlığa kapılmayan b- “Tuzak bozma, tuzak kurma, taktik manevralar hazırlama” becerilerini birlikte ayarlayıp uygulayan c- Düşmandan sakınan ama saklanmayan, onların yanında, etrafında dolaşıp gözünün içine bakan ve gönlünden geçeni okuyan… d- Piyonları değil, patronları hedef alan… Artistleri değil, senaristleri kollayan… Kuklaları değil, kuklacıyı kovalayan… e- Alt ve yan birim ve bireylerin bazıları etkisiz ve çaresiz kaldıklarında; hemen yedek ekip ve elamanları devreye sokarak, cesaret ve metanetle yoluna devam edecek şekilde esneklik ve enerjisini kendi özünde barındıran… f- Ekonomik, politik, sosyolojik, teknolojik ve psikolojik yönden; her safhada ve her sahada toplum hayatının içinde bulunan, değişen ve gelişen bütün şartları kendi davası yararına kullanan… g- “Bir atımlık barut, üç beş adımlık yolculuk” değil, uzun mesafeli, geniş ve derin perspektifli, yılmaz ve yorulmaz nefesli olan bir yapılanma ve teşkilatlanmaya ihtiyaç vardı… Bu yapı, özellikle vurguladığımız gibi; “Güç birliği” kurma yerine “Güç ağı” oluşturma ve bunu vatanın (Ve tabi dünyanın) ayrı yerlerine dağıtıp, ama aynı hedefe koşturma esasına dayandığından, bu hareketin 10 “Liderlik makamı ve mekanizması” da kendine özgün ve çağın gereklerine uygun olmalıydı. Bu nedenle, siyonist Zulüm ve sömürü saltanatını devirmek ve mevcut bozuk ve barbar dünya dengelerini değiştirip düzeltmek amacıyla yola çıkan bu yapılanma: Klasik, rütbe ve yetki disiplinine ve alt-üst, emir-komuta zincirine göre ayarlanmış, HİYERARŞİK bir komuta merkezine değil; her şeyin, tek beyin merkezinin dolaylı kontrolünde bulunduğu, ama dağınık birim ve ekiplerin bu beynin kendisini ve adresini bilmediği, vücudun diğer organları bilinse de gövde üzerinde başın görülmediği bir HETERARŞİK liderlik mekanizmasına dayanmalıydı. Önemine binaen tekrar ve özellikle belirtelim ki “vatanımızın ve temel insan haklarımızın korunması yolunda, kurşun atanların da, Vücuduna kurşun batanların da, kutsal ve kahraman sayılması ne kadar doğru ise… Bugün vatanımızın, kutsallarımızın ve tüm insanlığın hayrına olacak “Çok derin ve diriltici bilgi ve belgeleri” araştırıp bulanların da… Bunların gerektiği kadarını ve kolayca hazmedilecek “hap” lar halinde topluma sunanların da… Bu bilgi ve belgelerin gizli tutulması gereken kısmını, vatani ve vicdani bir sorumlulukla saklayıp, hiçbir makam ve menfaat karşılığı satmayanların da, en az onlar kadar kutsal ve kahraman olduğu unutulmamalıdır. İşte Türkiye‘yi ve tüm mazlum milletleri, sürükledikleri bu Siyonist ve emperyalist girdaptan kurtaracak… Her yönden güçlenmiş ve gelişmiş… Ekonomik, siyasi, dini ve etnik sorunlarını halletmiş… Tabii ve tarihi şartların yüklediği liderlik potansiyelini harekete geçirmiş… Gerçekten özgür, üniter ve kendi teknoloji ve stratejisini üreten bir dünya devleti konumuna taşıyacak bu çağdaş Kuvay-ı Milliyecileri ve bu “stratejik Milis” güçlerini oluşturacak bir “beyin ve birikim” ülkemizin, hatta insanlık aleminin en büyük şansıdır… Çünkü Ülkemiz, bölgemiz ve bütün yeryüzü; Siyonist ahtapotun sinsi ve kan emici kolları arasında kıvranıp durmaktadır… İşte, AKP’nin ve emrine girdiği Siyonist sömürü sisteminin bozuk karnesine bakıldığında bu durum daha iyi anlaşılacaktır: Yeryüzündeki yaklaşık 6 milyar insanın 2,5 milyarı yani % 40 kadarı; 31 trilyon dolarlık yıllık dünya gelirinin sadece 1 trilyon dolarını alabiliyor!.. 950 milyon olan gelişmiş ülkelerdeki sadece % 5’i oluşturan yüksek gelirli bir kesim de, bu 30 trilyon doların % 45 ini yani 13 trilyon dolarını alıyor, geri kalan % 95 lik kesim ise geri kalanı paylaşıyor… Hatta bu gelişmiş ülkelerde bile, alt kesimle üst kesim arasındaki gelir dağılımı farkı 400 katına çıkıyor!.. Ve son 25 yıldır, yatırım ve üretim kapitalizmi, yani reel ekonomi, yerini giderek finans kapitalizmine yani faiz ve rantiye ekonomisine bırakmış bulunuyor!.. Türkiye’nin durumuna gelince: 1983 yılında 30 milyar dolar olan iç ve dış borç toplamı bugün 320 milyar’a ulaşmıştır. AKP’nin bu 18 ay da (1,5 yıl) aldığı yeni borç miktarı; 80 milyar dolardır. Geçmişte, kendisinden önceki DYP-CHP-ANAP iktidarı 17 milyar dolar olan faiz ödeme oranı, RefahYol döneminde 15 milyar dolara çekilmiş ve Erbakan hükümetinin de kalkınma hızı % 9’a yaklaşmıştır. Ama 28 Şubat’ın ardından ANAP hükümetinde faiz ödemesi birden 112 milyar dolara fırlamış, AKP’nin ilk bir yılında ise, 60 milyar dolar olduğu açıklanmıştır. Bunu bir günlük karşılığı 120 milyon dolardır. Elazığ Ferro-Krom fabrikasının, 2004 yılında 58 milyon dolara dikkate alınırsa, Türkiye, IMF hortumuyla Siyonistlerin kasasına her gün 2 fabrika faiz ödediği anlaşılmaktadır. 30 bin talebesi ve 7 bin öğretim üyesi bulunan ODTÜ Üniversitesi’nin bir yıllık bütçesi ise 80 milyon dolardır. AKP iktidarı 2004 bütçesini 150 katrilyon olarak bağlamıştır. Bunun 50 katrilyonu zaten açıktır… Geri kalan 100 katrilyonun 65 katrilyonu faize yatırılmıştır. Son dört ayda, 20 katrilyon, O da işçi, memur ve dar gelirli esnaftan vergi toplanmış, ama hepsi yani 20 katrilyon’un tamamı faize aktarılmıştır. Refah-Yol döneminde, işçi, memur ve esnaf’a ve yatırıma bütçenin % 60’ı ayrılırken, şimdi AKP 11 hükümetinde bu oran sadece % 14 kadardır. Türkiye, bu taklitçi ve işbirlikçi zihniyetler elinde, hızla iflasa ve uçuruma yuvarlanmaktadır. Tayland gibi bazı ülkeler bu uçurumdan, ancak uçkurunu çözerek… Yani ülkesini ucuz fuhuş pazarına çevirerek kurtulmaya çalışmışlardır. Peygamber efendimizin “Ahir zamanda, ümmetim için en çok korktuğum, fakirliğin kâfirliğe dönüşmesidir.” Mealindeki hadisinin tecelli ve tezahürleri yaşamaktadır. Evet, artık akılcı, kalıcı ve köklü bir devrim ve değişim kaçınılmazdır. Yarın, belki çok geç olacaktır!.. Bugünkü tek kutuplu şeytanlığın, genel olarak insanlığın önüne getirdiği proje Yeni Dünya Düzeni hilesidir. Özelde ise, içinde bulunduğumuz bölgeye önerilen proje Büyük Ortadoğu Projesi ya da Genişletilmiş Ortadoğu Projesidir. Bu projeyi ortaya atanlar, bölge insanlarının daha müreffeh, özgür ve huzur içinde yaşayabilecekleri bir ortam önerdiklerini iddia etmektedir. Ancak Siyonist liderlerin bu konuda samimi olmadıkları kesindir. Bugün dünyamızda yaklaşık 6.3 milyar insan yaşıyor. Bu insanların hepsi eşit yaratılmasına rağmen, nimetlerin bölüşümüne gelince, hiç de adil davranılmadığı çok açık bir şekilde gözler önündedir. Bu konuda birkaç örnek, bu zulüm ve dengesizliği çok net bir şekilde ortaya koymaya yeterlidir. Bugün dünya nüfusunun neredeyse üçte biri, 2 milyar insan açlık, hastalıklar, kötü beslenme ve sefalet içerisinde sürünmektedir. Yaklaşık 800 milyon insan her gün yatağına aç girmekter ve yaklaşık 500 milyon insan kronik olarak kötü beslenmeden dolayı hastalık çekmektedir. Ancak diğer yandan, 1.7 milyar insan, fazla beslenmeden dolayı kilo vermek için tepinmektedir. Endüstriyel ülkelerde bile 100 milyondan daha fazla insan yoksulluk sınırının çok çok altında bir yaşam süemektedir. Diğer yandan bugünkü Siyonist aileler bu fakirliği çok kısa bir zamanda yok edebilecek kadar zengindir. Dünya toplam üretimi yaklaşık 31,5 trilyon dolardır. Fakirliğin ortadan kaldırılması için gereken kaynak dünya üretiminin sadece yüzde 1’i. Yani 315 milyar dolardır. Bugün sadece ABD, yılda 10 T$ mal ve hizmet tüketiyor. Bu miktarın yüzde 3’ü bile, dünyadaki bu fakirliği ortadan kaldırabilecek kadar yüksektir. Bugün dünyaya nizam vermek isteyenlerin ilk önce yapması gereken şey, mevcut bu sefaleti ortadan kaldıracak adımları bir an evvel atarak insanlıklarını göstermelidir. Bunu yaptıkları takdirde, ortaya koyacakları BOP/GOP, BİP gibi diğer projelere karşı insanlar daha sıcak yaklaşabileceklerdir. Ancak bu kadar “himmet”i bile göstermeyen dış mihrakların, adil temellere dayalı bir dünya düzeni kurmaları mümkün değildir. Ancak bu böyle gitmeyecektir. Cenab-ı Allah bütün insanları eşit yaratmış ve insanoğlunu dünyanın halifesi olarak tanımlamıştır. Bu dünya adil temeller üzerine yeniden yapılandırılmalıdır. Dünya doğal kaynaklarının yüzde 85’i yoksul olarak tanımlanan bölgelerde yaşayan insanların elindedir. Bu insanların cari global sistemden onurlu bir pay almaları gerekirken, mevcut finans kapitalizmi (WB, IMF vb. gibi) sayesinde onlar global elitlere muhtaç hale getirilmişlerdir. İşte anlatılan bu sebeplerle dünyamızın adil temeller üzerine yeniden yapılandırılması gerekir. Bu yeniden yapılandırma ise, temel ilkelerine ve müktesebatına baktığımızda ancak D-8 projesi ile mümkün olabilecektir. Bizler buna, Savaş değil Barış, Çatışma değil Diyalog, Sömürü değil İşbirliği, Tekebbür değil Eşitlik, Çifte Standart değil Adalet, Baskı- İşgal değil İnsan Hakları ilkelerine dayalı Yeni Bir Dünya projesi diyoruz. 15 Haziran 1997 tarihinde D-8 hareketini başlatanlar Çırağan Sarayı’nda bir araya gelerek bu konunun 12 önemine bir daha en kuvvetli tonda işaret ettiler. Sn. Erbakan başta olmak üzere, Sn. Mahathir, Sn. Sheikh Hasina ve diğer delegelerin ifadeleri hem gelişen olayları açıklayıcı hem de önümüzdeki en az 20 yılı aydınlatıcı nitelikteydi.3 Özetleyecek Olursak; Hürriyet, huzur ve güvenliğimiz: Geçmişi bilmeğe, günümüzü görmeye ve geleceğimizi düşünmemize bağlıdır. 1897 yılında İsviçre’nin Basel kentinde toplanan 1. Siyonizm Kongresi’nde alınan kararlara göre: 1- 1. Dünya Savaşı çıkarılacak ve Osmanlı, Rus ve Macar İmparatorlukları yıkılacaktır. 2- 1947 yılına kadar İsrail’de hazırlık yapılıp, 2. Dünya Savaşı çıkarılacak ve dünyadaki Yahudilerin oraya göç etmeleri zorlanarak sağlanacaktır. 3- 1997’de Büyük İsrail İmparatorluğu kurulacaktır. 4- Türkiye Cumhuriyeti Devleti ise Osmanlının devamı görünümünde ama Büyük İsrail’in payandası rolüyle kurulup yaşatılacak ve 2. Dünya Savaşına sokulmayacak... Böylece 1997’de İsrail İmparatorluğu Türkiye’yi yıkarken Hıristiyanlardan arındırılacak. Böylece 1997’de İsrail İmparatorluğu Türkiye’yi yıkarken Hıristiyanlar ve Batı zorluk çıkarmayacaklardır. 5- Türkiye’nin kolay yıkılabilmesi için de halk ismen ve resmen değil ama fikren ve filen İslam’dan uzaklaştırılıp dinsizleştirilecek ve yozlaştırılacaktır. İşte, kısaca özetlediğimiz bu planın uygulanması gereği olarak, Türkiye’de 28 Şubat müdahaleleri ortaya çıktı. İran-Irak Savaşı, Körfez Savaşı, Türkiye’de 28 Şubat krizi, başörtüsü krizleri, YÖK ve meslek liseleri krizleri… Vs. bunları hepsi, hep 1897 Siyonizm Kongresi planının bir asır sonra uygulamalarıdır. Ancak evdeki hesap çarşıya uymadı. İslami diriliş ve Milli Görüş sayesinde Türkiye Cumhuriyeti Devleti yıkılamadı… İsrail imparatorluğu kurulamadı… Ortadoğu’nun Baas Partileri ile dinsizleştirilmesi gayretleri amacına ulaşmadı. Türkiye’deki din düşmanlığı anlamında uygulanan lâiklik bir işe yaramadı… Irak Savaşı’nda Fransa ve Almaya’ nın ABD’ye karşı çıkması, Rusya ve Çin’inde bunların yanında yer alması. Türkiye’de tezkerenin meclise takılması ve Euro’nun doları geride bırakması, ABD’yi süper güç sandalyesinden fiilen indirmiştir. Ayrıca, Amerika Birleşik Devletleri’nde de Clinton’un Müslümanlarla işbirliği ve Siyonizm’e rağmen seçimdeki galibiyeti, sermayeyi şaşkına çevirmiştir. 1970’lerde önce Erbakan’ın başlattığı Milli Görüş hareketi sayesinde, daha sonra 1990’ların başında da Gorbaçov’ın etkisiyle bozulan sağ-sol dengesi, sermayeyi yeni taktikler aramaya yöneltmiştir. İşte “BOP” isimli (veya her gün BİP, GOKAP, OSEGİT, gibi yeni versiyonları ortaya çıkıp başka şekilde isimlendirilen) proje, Ortadoğu’da Siyonizm’in bu mağlubiyetine karşı zaman kazanmak ve toparlanmak amacıyla ortaya atılan bir proje (ler) dir. Aslında, dünyayı iki bloka ayırıp yetmiş yıl sürdürülen danışıklı döğüşün devamı için şimdi “komünizm”in yerini “İslâmizm”e verme gayretidir. Ne var ki, sosyalizmi kurarken sömürücü sermaye zorluk çekmedi. Çıkardığı savaşlarda dünyayı koyun sürüsü gibi çatıştırdı. Belki 100 milyona varan insanın kanlarını acımasızca akıttı. Sömürü sermayesi hâlâ o kanları akıtıyor. Ama artık binlerce, milyonlarca değil, sadece onlarca civarında akıtabiliyor. Artık insanlık dersini almıştır ve Siyonizm’in zaferi için insanlar kanlarını oluk oluk akıtmayacaklardır. Tam bu sırada, Türkiye’de özellikle İstanbul’da yapılan toplantılar ve zirveler, “şaşkın sermaye”nin zaman kazanıp “tongaya düşürecek devletleri aramasından” ibarettir. “Sömürü sermayesi”nin tek istediği şey İran ile Türkiye’nin kapışmasıdır. Çünkü bu iki devletin savaşı İslâm dünyasını bitirecek; Türkiye’yi yok edecektir! Milletimizin; mertlikten ve dürüstlükten kaynaklanan bir saflığı vardır. Kolay kandırılır. Ama kandırıldığını anladığı zaman, çok keskin bir tavır takınır. İntikamları çok acı ve ani olmaktadır. Türkler çok kolay kolay savaşa da girmezler. Ama bir gün savaş kararı alınırsa, artık ölmeye hazırdır ve hiçbir engel tanımamaktadır. Kimse mertlikle bizi yenemeyecektir. Çünkü “Ya istiklal, ya ölüm!” Türklerin temel prensibidir. Ve maalesef Osmanlılardan beri hep masada kaybediyoruz. Sanki İstiklâl Savaşı’nı biz değil de, 3 Milli Gazete / 04 07 2004 / M. Gündoğan 13 Yunanlılar kazandı, İngilizler kazandı, Avrupalılar kazandı! Bu gafletten ve aşağılık kompleksinden dolayı da bugünlerde AKP Hükümeti yönetiminde Avrupa kapılarında sürünüyoruz!.. Ama Batılılar yanılıyorlar. Müslüman Türkler yenilmediler, oyuna getirildiler. Bazı hükümetleri ve hainleri makam ve menfaatle kandırabilirler. Ama bu millet, hile ve hıyanetlerin farkına vardığı zaman iş tamamen değişecektir. Peki, bu durumda biz şimdi ne yapacağız? Davamıza sahip çıkacak ve sadık kalacağız. Allah ne diyorsa onu yapacağız: “Sizinle barış isteyenle siz de barış isteyin. Korkmayın, Ben sizin yanınızdayım.” Yine Kur’an ne diyor? “İyilikte yardımlaşın, kötülükte yardımlaşmayın. ‘Barış’ diyene ‘Sen inanmış değilsin’ demeyin” Hangi din ve düşünceden olursa olsun, iyi niyetli ve barışa istekli her milletle iş birliğine… Zalim ve saldırgan Siyonist sisteme karşı ise direnmeye devam edin. 4 “Beyin” Ler Devre Dışı Siyonist ve emperyalist Merkezler, gönülleri kirletilmiş, beyinleri körletilmiş ve böylece köleleştirilmiş kitleler oluşturmak için korkunç bir ahlaki ve fikri yozlaşma başlatıyordu. Kültür emperyalizmiyle, bireyler uzaktan kumandalı robotlara çevriliyor, beyinler devre dışı bırakılıyordu. Artık toplum, gerçeği ile sahtesini, figüranla kahramanını birbirinden ayıramıyordu. Askerinin başına çuval geçirildiğinde bile Türk olduğunu hatırlamakta zorlanacak kadar kimliksizleşen ve milletinin gözünün içine baka baka “Bu Amerikan notası, müzik notası değil” diyecek kadar silikleşen; iktidara geldiğinin ikinci günü AB’ye şirin görünmek için Ermeni patriği yanına alıp kiliselerin mülkiyet hakkından söz edecek kadar kemiksizleşen siyasi kadroların, her nedense birden bire zina konusunda “Türk” lüğü tutmuş bir medya gösterisi altında, Başbakan Erdoğan AB’ye meydan okumuştu. Bu sahne; elinde kılıç Bizans’la savaşırken bileğinde saat gözüken Cüneyt Arkın filmleri kadar sırıtıyordu ama, düşünme ve değerlendirme yeteneği körletilmiş halkımız bunu bile fark edemiyordu. Bu sahneleri izlerken; Tayyip Erdoğan’ı “dost” ilan ettiği günlerde, aynı zamanda Aycell’in üzerine konan Berlosconi geldi. Daha birkaç ay öncesine kadar İslam ülkelerine “haçlı” seferi yapılmasından bahseden bir adamın, birkaç ay sonra Türkiye’nin “İslamcı” Başbakanı ile “dost” olması hiçbir dürüst akla ve kalbe mantıklı gelememesi gerekiyordu. Türkiye’de kamuoyunun içinin ne kadar boşaltıldığını göstermeye bundan daha güzel iyi bir örnek olamazdı. Milletin bilinçaltının kırmızıçizgileri, zina tartışmalarıyla bacak arası ile cüzdan arasında gidip geliyordu. Ve Başbakan Erdoğan; bu krizin hemen ertesinde Brüksel’e uçtu ve Verheugen’le birkaç saat baş başa görüştükten sonra (baş başa terimi ile yalnız olduklarını anlamayın. Tabi ki “tercüman” görüntüsü altında Başbakan’ın her toplantısına giren Washington’un çok değer verdiği Egemen Bağış ta toplantıda hazırdı) bu ikili toplantıdan “dost” olarak çıktılar. Kuru sıkı Kahraman Başbakan bu sefer; suçlu bir talebe ürkekliğiyle “ev ödevimizi yaptık… Şimdi geçer not umuyoruz” şeklinde yalvarıyordu! Tabi bu bir-iki günlük kriz havasında, anında yükselip alçalan döviz dalgalanmasıyla, Tayyibe yakın İslamcı-Amerikancı spekülatörler, Türkiye’ye soktukları 2 milyar doları 2,5 milyar dolar olarak çıkarıyordu… Ve derken ABD’nin en etkin Yahudi kuruluşu olan Amerikan Jewis Komite yetkilileri Tayyip Erdoğan’la 11 Ekim 2004 günü bir buçuk saat gizli ve özel bir görüşme yapıyor ve Recep Bey’in İsrail’e gideceği açıklanıyordu… Her halde yaklaşan İran saldırısı öncesi, nasıl bir rol oynayacağı öğretilmek isteniyordu!... Ne de olsa Artık Amerika, diğer ülkelere “İsrail yakınlığı ve Yahudilere saygınlığı” oranında değer vereceğini zaten açıklamış bulunuyordu!... 4 Milli Gazete/ 04 07 2004 / R. Nuri Erol 14 Soner Yalçın’ın “Efendi” kitabının da : Bugüne kadar sürekli gizlenen ama artık başkaları tarafından deşifre edileceği sezilen; “sabataist dönmeler ve marifetlerini” yine kendileri tarafından, ama bu sefer: Milli Mücadelenin, ondan öncesinin, cumhuriyetin, bütün sağcı-solcu partilerin, hükümetlerin hatta ihtilallerin ve etkin sivil örgütlerin ve Türk ekonomisinin tamamen bu dönmelerin elinde bulunduğu… O nedenle halkın bunlara mahkûm ve mecbur olduğu… Bunlara karşı çıkanların mutlaka yenildiği ve boğulduğu “imajı verilmek ve sabataistlerin gizli gücünü beyinlere işlemek üzere hazırlandığı da sırıtmaktadır. Ama her şeye rağmen bu gizli ve kirli gerçekleri yazmaya mecbur kalmaları ve “çok derin dosyaları” piyasaya çıkarmaları bile önemli bir aşamadır. “Hangi Erbakan” kitabında, olayları ustalıkla çarpıtarak, Milli Görüş’ün karşısında elbirliği yapılması gereken en büyük tehlike olduğu kanaatini ortaya koyan… Erbakan Hoca’nın Türk solunu parçalamak üzere dışarıda Amerikancı Suud’un, içeride ise Amerikancı ordunun gizli ve özel desteği ile siyasete atılan birisi olduğunu ispatlamaya çalışırken, içindeki İslam düşmanlığını kusan… Türk solunun da, Türk sağınında Amerika’nın Derin Devleti, Siyonist Yahudi lobilerinin denetiminde olduğu gerçeğini gizlemek ve bu Siyonist merkezlerin Erbakan endişelerini ve nedenlerini örtbas etmek için; hayaller ve hikayeler uyduran Soner Yalçın’ın Efendi Kitabının: “Dönmeler diktatörlüğü devrilemez!” düşüncesini beyinlere kazımak üzere yazıldığını ama Localar lağımının deşilmesine de yol açtığını maalesef çok kimse hesaba katmamaktadır. Bu kitapla bağlantılı olan “Kurtlar Vadisi” ise Sabataist kirli derin devleti ve ittihatçı Yahudilerin kurup kullandığı “Teşkilatı mahsusa” ve devamı olan çeteleri meşrulaştırıp, kurtuluş ümidi haline getirmek Toplumda Siyonist ve sabataist hıyanetlere karşı oluşan kinin ve tepkinin havasını indirmek Çok ciddi, organizeli, projeli, sistemli ve sürekli bir Milli diriliş ve direnişle ancak başarılabilecek yeni kurtuluş hareketinin, birkaç gözü kara fedainin ve çetesinin kahramanlığıyla halledilebileceği rehavetini yerleştirmek gibi amaçları taşımış olsa ve nice feraset fukarası bu diziyi ilahi bir mesaj gibi algılasada; demokrasi yaftalı mafya-mason diktatörlüğümüzü deşifre etmesi, Milli bir gayret ve ferasetin uyanmasına sebebiyet vermesi bakımından da yararlı olmaktadır. Şimdi aynı çevrelerin, Osman Sınav’a Hollywood destekli “Usame bin Ladini öldürmekle görevli 3 Amerikan askerinin” kahramanlık serüvenlerini konu alan filmin yapım ortaklığını verdiklerini hatırlatırsak mesele daha iyi anlaşılacaktır. Kurtlar Vadisine övgüler yağdıran “Ertuğrul Özkök” ün 5 Ekim 2004 tarihli yazısı da oldukça anlamlıdır!.. 15 DÜNYANIN FOTOĞRAFI Olumlu bir tedavi için önce doğru bir tesbit yapılması lazım gelir. Problemleri bilmeden çözüme yönelik projeler üretmek mümkün değildir. İçinde bulunduğumuz dünyadaki çarpıklıklar ve haksızlıklar; mevcut global sömürü sisteminin iflas ettiğinin göstergesidir ve artık mutlaka değiştirilmesi gerekmektedir. Hiç kimse bugünkü dünya düzeninin adil temeller üzerine kurulduğunu iddia edemeyecektir. Çünkü dünyamızda yaklaşık 6 milyar insan yaşıyor. Bu insanların hepsi eşit yaratılmasına rağmen, nimetlerin bölüşümüne gelince, hiç de eşit olmadıkları çok açık ve acı bir şekilde gözler önünü serilmektedir. A- Mustazafların (Aciz ve çaresiz bırakılan, zavallı zayıfların) Durumu: — Bugün dünya nüfusunun neredeyse üçte biri, yani 2 milyar insan sefalet (açlık, hastalıklar, kötü beslenme) içerisinde yaşıyor. Her gün 150,000 insan ölüyor. Bunların 40,000’ini çocuklar teşkil ediyor. — Yaklaşık 800 milyon insan her gün aç yatıyor ve yaklaşık 500 milyon insan kronik olarak kötü beslenmeden dolayı hastalık çekiyor. Ancak diğer yandan, 1,7 milyar insanın en az 15 kilo vermesi gerekiyor! — Endüstriyel ülkelerde bile 100 milyondan daha fazla insan yoksulluk sınırının çok çok altında hayat sürüyor, yani sürünüyor. — 1.5 milyar insan içilebilecek derecede temiz suya hasret çekiyor. — 2.4 milyar insan doğru düzgün bir sağlık kontrolüne sahip değil ve tedaviye ulaşamıyor. — Her gün ortalama 30,000 çocuk tamamen önlenebilir hastalıklardan dolayı ölüyor. — 1990’lı yıllarda toplam 13 milyon çocuk, savaş ve anarşi gibi çatışmalarda arada kalarak can veriyor. Bu rakam II. Dünya savaşından bu yana yapılan çatışmalarda ölen insan sayısından çok daha fazla bulunuyor. — Gelişmiş ülkelerde okul çağına gelmiş 160 milyon çocuk yanlış beslenmeden dolayı çelimsiz gözüküyor. — 840 milyon yetişkin okuma yazma bilmiyor. Bunların 538 milyonunu ise kadınlar oluşturuyor. — 1990’lı yıllardan itibaren; 54 ülkenin kişi başına düşen milli gelirinde giderek azalma oluyor. — Son on yılda, 21 ülkenin, yaşam standartları ve okuma yazma açısından incelendiğinde daha geriye gittiği ortaya çıkıyor. — Örneğin Zimbabwe’de ortalama yaşam beklentisi 1970’li yılların başında 56 iken bu rakam 1990’lı yıllarda 33,1’e kadar düşüyor. Bu rakamı İngiltere için kıyasladığımızda 72’den 78,2’ye ulaştığı dikkat çekiyor. — Yaklaşık 110 milyon kara mayını 68 ülkede patlamamış olarak kurbanlarını bekliyor. — Dünyada tescilli yaklaşık 23 milyon insan öldürücü ve dermansız HIV/AIDS virüsü taşıyor. Bunların % 93’den fazlası ise gelişmiş ülkelerde yaşıyor. B-Müstekbirlerin (Kibirli Zalimlerin ve sömürücü zenginlerin) konumu: Diğer yandan bugünkü global elitler bu fakirliği çok kısa bir zamanda yok edebilecek kadar Karun gibi zengin bulunmaktadır. — Dünyanın toplam üretimi yaklaşık 31,5 trilyon dolardır. — Fakirliğin ortadan kaldırılması için gereken kaynak ise, dünya üretiminin sadece yüzde 1’i. Yani 315 milyar dolar kadardır. — Yalnız ABD, yılda 10 T$ mal ve hizmet tüketiyor durumdadır. — Dünyanın ilk 10 zengininin toplam serveti $ 133 milyar dolardır. Bu rakam, gelişmemiş ülkelerin (nüfusu yaklaşık 2,5 milyar!) toplam üretiminin nerdeyse 1,5 katıdır. — En fakir 20 ülkenin borçlarının tamamı $ 5,5 milyardır ki bu bir Euro Disney (Avrupa’daki büyük bir çocuk parkı) inşa etmenin maliyetinden azdır.. — Yoksulların sosyal imkânlara tam olarak kavuşabilmesi için gereken kaynak $ 80 milyar dolardır ki bu dünyanın en zengin 7 insanının geliri bile tutmamaktadır. 16 — Gelişmiş altı ülkenin köpek ve kedi mamaları için 9 günde harcadığı para $ 700 milyon dolardır. — Günümüz dünyasında Batının barbar tabakası: * 92 milyar doları ıvır-zıvır yiyecekler için, * 66 milyar doları kozmetik için ve * yaklaşık $ 800 milyarı da 1995 rakamlarına göre (!) savunma için harcamaktadır. C- Böyle Giderse Gelecek Karanlık Gözüküyor! — UNDP’nin araştırmasına göre, 2015 yılında; eğer mevcut global düzen devam ederse günde 1 $’ın altındaki gelirle yaşayacak olanların sayısı dünya nüfusunun yarısını teşkil edecektir. Onun için başta enerji kullanımı olmak üzere birçok kaynağın bölüşümünün şimdiden adil kriterler üzerine yeniden yapılması gerekir. — ABD Enerji İdaresi’nin hazırladığı rapora göre, küresel enerji talebi 2025 yılına kadar yüzde 54 artacak, varil fiyatı ise nominal 51 dolar olacaktır. Petrol ve diğer enerji kaynaklarına olan talep genel olarak gelişmekte olan ülkelerden gelecektir. — Bugün dünyada 2 milyar insan klasik enerji kaynakları ile (odun, tezek, çerçöp) ısınma ve yemek pişirme işini görmektedir. — Diğer bir ifade ile; dünya nüfusunun yüzde 40’ı modern enerji hizmetlerinden yoksun haldedir. Afrika’da bu rakam yüzde 80’e erişmektedir. (Afrika’nın toplam nüfusu yaklaşık 900 milyonu geçmektedir.) — 2 milyar insan kırsal kesim şartlarında sefalet çekmektedir. Elektrik ve elektriğin getirebileceği kolaylıklardan nasipsizdir. — Sadece 800 milyon nüfus; gelişmiş ülkelerde 2015 yılına umut ve güvenle bakabilmektedir. — Fakir bölgelerdeki insanlar zengin bölgelerde yaşayanlara göre gelirlerinin çok daha fazlasını enerji için harcamak mecburiyetindedir. — Fakir bölgelerdeki enerji kaynakları; zengin bölgelerdekine nazaran çevreyi daha çok kirletmektedir. — Yoksul bölgelerdeki kadınlar zengin bölgelerdekine göre çok daha fazla ezilmekte ve dolayısıyla yeni nesil eksik ve bakımsız yetişmektedir.. — Yoksul bölgelerde HIV-AIDS gibi hastalıklar çok daha hızlı yayılabilmektedir. Hâlbuki, yeraltı ve yerüstü zenginlik kaynaklarının, petrol ve maden yataklarının, verimli tarım ve orman alanlarının, insan gücü ve yetişmiş elemanların çok önemli bir kısmı bu sefalet çeken ülkelerde ve özellikle İslam Âlemindedir. Öyle ise, Müslümanların dirilmesi ve tüm mazlumlara öncülük etmesi insani ve vicdani bir görevdir. Özellikle, tarihi misyonu ve medeniyet mirası, tabii ve stratejik coğrafyası, potansiyel imkânları ve talihli fırsatları bakımından, bu görev Türkiye’den beklenmektedir. Ve tabi; döneminde şımarık İngiltere’ye verdiği ültimatomla onları hizaya getiren Sultan Abdulhamit gibi bir siyasi cesaret ve ciddiyet ve D- 8 girişimi gibi bir gayret ve dirayet gerekmektedir. “Müslümanların halifesi Abdülhamid’in İngilizlere verdiği ültimatom! “Paris’te, Voltair’in yazıları üzerine temellendirilmiş bir oyun sergilenmişti. İslam’a hakaretler içermekte ve Müslümanlarla alay edilmekteydi. Halife Sultan Abdülhamid bu olaydan haberdar olunca, Fransa devletinden, Paris’teki elçiliği vasıtasıyla bu oyunu hemen durdurmasını istemiş, aksi takdirde doğacak olan politik gelişmelerin sonuçlarına hazır olmalarını söylemiştir. Bunun üzerine Fransa bu oyunu hemen durdurmak mecburiyetini hissetmiştir.. “Bu olayın ardından aynı tiyatro grubu İngiltere’ye gitmiş ve oyunu orada sergilemek için hazırlıklara girişmiştir. Bu haberi alan Abdülhamid Han, İngiltere’yi Fransa’yı uyardığı şekilde ikaz etmiştir. İngiltere; tiyatro biletlerinin çoktan satıldığını ve bu oyunu kaldırmanın kendi halkının özgürlüğüne bir müdahale olacağını bildirmiştir. Bunun üzerine Hilafet devleti şu cevabı vermiştir: “Fransa’da da özgürlük vardır; ama onlar bu saygısız ve kışkırtıcı oyunu sergilemekten vazgeçmişlerdir.” Buna cevap olarak İngiltere: “Orası Fransa, burası İngiltere. Fransa’nın oyunu kaldırması oradaki özgürlüğün ne kadar sınırlı olduğunun 17 göstergesidir.” demiştir. Bu cevabı duyar duymaz Halife Abdülhamid İngiltere’ye şu ültimatomu göndermiştir: “İngiltere’nin Hz. Peygamberimize ve Yüce Dinimize hakaret ettiğini bütün İslam Ümmetine bir bildiriyle haber verip Cihad-ul-Ekber ilan edeceğim!” Böylelikle Abdülhamid işin ciddiyetini onlara göstermiştir. Bu ültimatomu duyan İngiltere bir anda özgürlük hakkında yaptığı açıklamaları unutmuş ve hemen oyunu durduruvermiştir… (Bu yazı Ar-Ra’ya (3. baskı 4 Nisan 1994) kitabından çeviridir.) Çünkü İngiltere ve Fransa, Hindistan ve Kuzey Afrika’daki Müslümanların, Halifenin fermanına ve İslam’ın hatırına ayağa kalktıklarında, başlarına gelecekleri çok iyi bilmektedir. Artık, barış ve birlik çağrıları yapmakla, veya BM ve NATO gibi çifte standartlı kurumlara umut bağlamakla, emperyalist ve Siyonist müstekbirlerin insafa gelmeyecekleri kesinleşmiştir. Çünkü Batılı Barbarlar, Haktan değil Kuvvet’ten etkilenmektedir. Ve ancak zoru görünce hizaya gelmektedir. Bu nedenle: sadece haklı olmak yetmemekte, hakkı savunacak ve mazlum halklara sahip çıkacak bir güç ve kuvvet de mutlaka gerekmektedir. Nüfusu 1 milyara yaklaşan 8 Müslüman ülkenin bir çekirdek olarak oluşturduğu D–8 hareketinin; Rusya, Çin, Hindistan, Brezilya ve Venezüella gibi Siyonist ABD’nin hedef seçtiği nüfusu 4 milyarı bulan ülkeleri de kapsaması ve ardından 6 milyarlık tüm insanlığı kucaklaması için, öncelikle tek kutuplu sömürü ve saldırı canavarının durdurulması icap etmektedir. Türkiye’den başlamak üzere, a- Siyasi, b- Ekonomik, c-Askeri ve Teknolojik dinamikleri, Hakkın ve halkın hizmetinde değerlendirecek ve Kuvayı Milliye şuuruyla hareket edecek; “Milli Bağımsızlık ve Evrensel Barış” organizeleri gerçekleştirilmelidir. Yani “Milli Derin Devlet” devreye girmelidir. Bir medeniyetin Hak mı, Batıl mı? Hayırlı mı, zararlı mı? olduğunu tesbit için şu üç noktaya dikkat edilmelidir. 1-Allah’a nasıl inanıyor? Müslümanlar ve müvahhid insanlar: şeriki, neziri ve benzeri bulunmayan Tek Allah’a inanırken, Batılılar Teslis (üç ilah) inancına sahiptir. Bu nedenle, daha temelden ve fikren vahdete, muhabbete (Birlik ve sevgiye) yabancı kimselerdir. 2-İnsana nasıl bakıyor? İslam inancında insan; mahlûkatın en şereflisi ve yeryüzünde Allah’ın halifesi iken, Batılıların bozuk anlayışında insan: günahkâr ve suçlu olarak dünyaya gelmektedir. Daha doğuştan insanı kirli ve tehlikeli gören bir zihniyetten hayır ve huzur beklemek nafiledir. 3-Hayatı ve Tabiatı nasıl algılıyor? Kur’an, Hayatı; bir eğitim, imtihan, olgunlaşma ve sonsuzluğa ulaşma fırsatı… Tabiat ve kâinatı ise, Yüce Yaratıcının kudret ve rahmet eserleri ve tecelli aynaları olarak gösterirken… Batılılar ise dünyayı; nefsanî arzuları için bir çalışma ve çatışma alanı, tabiatı da kendi çıkarlarınca kullanıp harcayacakları bir savaş talanı olarak görmektedir. Kısaca, insanlık ya yeni bir İslam Medeniyetine erişecek, veya bu zulüm, zillet ve sefalet artarak sürüp gidecektir. Bu çok acı ve açık gerçeklere rağmen beyinleri körlenmiş ve kalpleri kirlenmiş kişiler hala gerçekleri görmek istemiyordu. Halbuki bunların umut bağlayıp gemisine bindiği Barbar Batı Medeniyeti, artık batıyordu!.. Dinsiz ve “Mim”siz Medeniyetin (Edeniyet-soysuzluk ve alçaklık) sonuçları dünyayı cehenneme çeviriyordu: İşte; Dünya Sağlık Teşkilatı’nın 10’uncu Dünya Psikiyatri Kongresi’ne sunulan raporuna göre, inançsızlık ve inanç zayıflığı sebebiyle: 1,5 milyar kişi psikolojik bunalımda bulunuyordu! 400 milyon kişi anksiyete (aşırı heyecana) bağlı sıkıntı içinde yaşıyordu! 340 milyon ruhsal bozukluk içinde kıvranıyordu! 18 250 milyon insan kişilik bozukluğu taşıyordu!. 60 milyon insan geri zekâlıydı! 45 milyon insan şizofreni hastasıydı!.. 40 milyon epilepsi (sara) kıskacındaydı! 22 milyon demans (bunaklık) tuzağındaydı!.. 8 milyon beyin travması hastasıydı! 2 milyar sigara tiryakisi vardı! 700 milyon alkolik, toplumun baş belasıydı!. 40 milyon kişi uyuşturucudan dolayı ölüm döşeğinde inim inim kıvranıyordu!.. İnançsızlık ve inanç zayıflığının sebep olduğu bozukluklar sadece bu kadar felaketle bitmiyordu.. Milyarlarca insan çeşitli cinsel sapıklıkların hayvani tutkuları içinde debeleniyordu. Ve maalesef, aslını, aklını ve inancını yitirenler, hala Avrupa ve Amerika’da kurtuluş arıyordu!.. 19 TÜRKİYE’YE YÖNELİK ABD VE İSRAİL KUŞATMASI İstanbul’da yapılan NATO zirvesinden sonra ortaya yeni gelişmeler çıkmaya başladı. Bu gelişmelerden birincisi, ABD’nin Büyük Ortadoğu Projesi kapsamında Türkiye’ye verdiği “merkez ülke” rolüdür. (Buna eski diplomaside “dolap beygirliği” denmektedir.) Bu rol ile birlikte Türkiye’nin ABD’nin küresel saldırı projesinde aktif rol yükleneceği kesindir. ABD’nin “Global Defense Posture” diye isimlendirdiği “Global Savunma Konumlandırması”nın artık top yekün bir saldırı projesi olduğu da gizlenmektedir. ABD, bu çerçevede Türkiye’den yeni üs ve limanlar istemekte, bunları isterken de Meclis’i devre dışı bırakıp sadece hükümetin vereceği kararla hareket etmeyi hedeflemektedir. Bugünlerde Ankara’da bunların pazarlıkları yapılıyor... Ne Meclis’e bilgi veriliyor ne de iktidar milletvekilleri olan bitenden haberdar ediliyor... ABD Başkanı Bush’un NATO zirvesine gelirken çantasında getirdiği “talepler listesi”, Genelkurmay ile Dışişleri yetkilileri tarafından inceleniyor... Talep listesinin “incelenmesi” göstermelik, çünkü ABD tüm taleplerinin “eksiksiz” olarak kabul edilmesini istiyor... Hükümetin bu isteğe direnmesinin sözkonusu olmadığı da zaten biliniyor... ABD, küresel saldırı projesinde Türkiye’yi kuşatırken, İsrail’de boş durmuyor... Kuzey Irak’taki “İsrail varlığı” doğrudan Türkiye’yi tehdit ediyor... İsrail’in Kuzey Irak’ta peşmergelere askeri eğitim verdiğinin ortaya çıkmasından sonra şimdi bir başka gerçeği daha öğrendik... Fransız Le Figaro gazetesi, 2 binden fazla PKK- Kongra Gel militanının İsrail gizli servisi MOSSAD tarafından eğitildiğini ortaya çıkardı... Gazete ayrıca PKK militanlarını ABD’nin koruduğunu, önümüzdeki aylarda eğitilen bu teröristlerin Türkiye’ye yönelik eylem yapabileceklerini de yazdı... Bir yandan ABD, diğer yandan İsrail... İkisi de altımızı oymaya çalışıyor, biri ülkemizi işgalin merkez üssüne çeviriyor, diğeri terör odaklarını besliyor, ülkemizin kaosa sürüklenmesi için çaba harcıyor... Başbakan ise ABD’ye “stratejik ortak”, İsrail’e “Yahudi dostlarımız” diyor!.. Başbakanın “ortağı ve dostu” olan iki ülke, şimdi elele verip bizi mezara hazırlıyor!.. Bunu görecek basiret, dirayet ve feraset sahibi olmadıkları için Türkiye’ye yönelik derin kuşatma her geçen gün biraz daha daralıyor... Bu kuşatmayı yarmak için Bush’un ya da Şaron’un “dostu” değil, “hidayet” sahibi olmak gerekiyor!5 Kafkasya krizlerle kaynıyor... Karadeniz’in kıyısındaki Kırım ve Ukrayna’nın liman kenti Yalta’da düzenlenen "Siyonist Konferansı"nın (4-11 Şubat 1945) üzerinden 60 yıl geçti. Ancak, turizm ve sağlığa yararlı tedavi merkezi olan Yalta kentinde alınan kararlar, dünya’ya ve insanlığa büyük felaketler getirdi. Rooesevelt, Churchill ve Stalin’in bu konferansta kurduğu "kapitalist" ve "sosyalist" bloklardan oluşan ve Siyonizm timsahının iki çenesi gibi çalışan, iki kutuplu sözde dünya düzeni, 1991’e kadar sadece 46 yıl ayakta kalabildi. SSCB’nin dağılması ile bu düzen yıkıldı. Şimdilerde "şaşkın sömürü sermayesi" yeni arayışlarda; ABD’yi (ve NATO’yu) taşeron gibi kullanarak, tek kutuplu ‘küreselleşmiş’ ve de “globalleşmiş” "Yeni Dünya Düzeni"ni kurmakla meşgul! Afganistan ve Irak bataklıkları, bunun da başarısız olabileceğinin göstergesidir. Balkanlar’da yani Bosna ve Kosova’da ne kadar başarılı olabildi ki?!. Şaşkın sömürü sermayesi, şu günlerde SSCB’nin dağılmasıyla artık tek kutupluya dönüşen dünyada, bölgeye yerleşme bahaneleri elde etmek için Kafkasya’yı çeşitli krizlerle karıştırıp kaynatıyor… Afganistan, Irak, Balkanlar ve Kafkasya bizi yakından ilgilendiriyor. Yakın veya uzak komşularımız karıştırılırken. Bölgenin en güçlü ülkesi olarak, komşularımızdaki her türlü gelişmeyi yakından takip etme ve gereğini yapma zorunluluğumuz vardı. Gereğini yapamazsak sonuç bellidir. Komşulardaki krizler bir gün bize de bulaşır. 5 Milli Gazete / 10-11 TEM 2004 / Dr. Abdullah Özkan. 20 Kafkasya, özellikle de Güney Kafkasya bölgesi, dünyanın en karışık ve problemli bölgelerinin başında bulunuyor. "Karabağ Krizi" sebebiyle Azerbaycan ile Ermenistan on yıldır savaş durumu yaşıyor. Şimdilik ufukta çözüm de görünmüyor. Ermenistan ayrıca iç siyasi problemler sebebiyle içten içe durmadan kaynıyor… Gürcistan ise bir taraftan "ayrılıkçı bölgeler" ile uğraşırken, diğer taraftan tek kutupluya dönüşen dünyada bölge gücü ve eski SSCB mirasçısı Rusya ile çatışıyor… Bu arada bölge ülkeleri kendi iç meselelerini kendi kendilerine çözmeye çalışırken; bu iç meseleleri kışkırtıp karıştırarak bölgeye yerleşme bahaneleri üretme çabasındaki bölge dışı siyonist güçler, bölgenin önemi dolayısıyla bölgedeki her şeyle yakından ilgileniyorlar. Eski mirasına sahip çıkmaya çalışan Rusya ile eskiden SSCB payında olan bu bölgedeki ülkelere yerleşmeye çalışan ABD, kendi aralarında sinsi sinsi çatışıp çarpışıyorlar… Bu arada Avrupa Birliği/AB de Güney Kafkasya bölgesini ve bölge ülkelerini yakın ilgi ve nüfuz alanı olarak belirlemiş bulunuyor. AB Konseyi, geçen ay 14 Haziran’da alınan ve açıklanıp yürürlüğe konan yeni "Avrupa Komşuluk Politikası" ile artık bölgeye başka türlü bakıyor. Böylece kapı komşularımız Azerbaycan, Gürcistan ve Ermenistan Avrupa Birliği’nin yakın ilgi ve çalışma alanına girmiş bulunuyor. Hattâ, geçtiğimiz günlerde AB’nin bu "Genişleyen Avrupa/ Yeni Komşular Girişimi" çerçevesinde Güney Kafkasya ülkeleri hakkında rapor hazırlamak amacıyla bölgede temaslarda bulunan AB Komiseri Janez Potocnik, Ermenistan başkenti Erivan’da bizi de çok yakından ilgilendiren bir açıklama yaptı: "AB, Ermenistan’daki Metzamor Nükleer Santrali’nin kapatılması amacıyla 100 milyon Euro vermeye hazırdır." Metzamor Nükleer Santrali, eski teknoloji kullanımının yanında, deprem gibi felaketlerin sebebiyet verebileceği kazalar nedeniyle, başta Türkiye olmak üzere bütün bölge ülkelerini de "nükleer tehlike" açısından yakından ilgilendiriyor. Bu arada bölgeye gelen AB Komiseri Potocnik, elbette Ermenistan’ın Türkiye ve Azerbaycan ile olan ilişkileriyle birlikte, hâlen Ermenilerce işgal altında tutulan "Yukarı Karabağ Krizi" üzerinde de durmuş!.. Gürcistan ise artık yıllık değil, aylık aralarla sürekli olarak kaynıyor… Daha birkaç ay öncesinde Gürcistan’ın en gergin ve karışık bölgesi Acaristan, şimdilik sakin ve durgun görünüyor. İç ve dış sebeplerden kaynaklanıp huzursuzluğa yol açan Acara’daki siyasi, sosyal, kültürel ve ekonomik karışıklıklar durulmuşa benziyor. Özellikle geçen ay yapılan yerel yönetim seçimleri, huzur ve istikrarın sağlanmasında etkili oldu. Ancak, Acaristan’ın tam da sükunete kavuştuğu günlerde, bu sefer Güney Osetya kaynamaya başladı… Gürcü-Osetya krizi, 1991 yılında Gürcistan’ın bağımsız olmasından beri gündemde. O zaman Gürcistan’daki Osetyalılar, Rusya Federasyonu içinde kalan Kuzey Osetya ile birleşmek istedi. Gürcülerle yapılan çatışmalar sonunda 100 bin güneyli Kuzey Osetya’ya sığındı. Rusya, 1992’de imzalanan barış anlaşması sonunda bölgeye barış gücü askerlerini yerleştirdi. Güney Osetya’da Rus, Oset ve Gürcü barış güçleri görev yapıyor. Medyada takip ediyorsunuz, bugünlerde barıştan sorumlu bu güçler birbirleriyle çatışıyor!.. İlginç bir ayrıntıyı hatırlatayım. “Kur’an toprağı yani vatanı kadına benzetiyor ve bir kadının bir sahibi olacağını belirtiyor.” Bu gerçekten yola çıkarak soruyoruz; Osetya’nın sahibi kim? Cevap nedir? Osetler mi, Gürcüler mi, Ruslar mı; ABD veya AB mi; ya da başkaları mı?!. Aslında bu sorunun cevabı, dünyanın bu en karışık bölgesi Kafkasya’daki kriz ve sorunların cevabı ile birlikte, dünyadaki benzer bölge sorunlarının cevabını da içinde saklıyor. Derdi veren Allah dermanını da vermiştir. Kime? Bilene; "Bir Bilen"e!.. Şimdi anlıyormusunuz. Siyonist şeytanların Erbakan düşmanlıklarının sebebi ne?! Komşumuz Kafkasya ülkesi Gürcistan’daki "Acaristan krizi" şimdilik kolayca çözüme kavuşturuldu gibi görünüyor… "Güney Osetya krizi" ise Kuzey Osetya ve Rusya etkisi sebebiyle, kolay olmadığı gibi çözümü çok zor görünüyor… Daha önce 10 bin kişinin ölümüne neden olan "Abhazya krizi"nin çözümü ise buradan bakıldığında imkânsız gibi duruyor… Komşumuz Kafkasya ülkeleri krizlerle kaynıyor!… Başta söylediğim gibi; bölgenin güçlü ülkesi olarak, her an her türlü gelişmeyi yakından takip etme ve gereğini yapma zorunluluğumuz vardır. Gereğini yapamazsak sonuç bellidir. Komşulardaki krizler bir gün 21 bize de bulaşacaktır. Ve zaten bütün bölgemiz deki karışıklıklar, Türkiye’yi ateş çemberine almak ve kuşatmak için yapılmaktadır.6 İsrail, Kafkasya'yı da kuşatıyor Kuzey Irak'ta Kürt peşmergelerin silahlı eğitimini üstlendiği belgelenen İsrail'in Kafkasya ve Orta Asya'da da ciddi bir yayılma politikası izlediği ortaya çıktı. Siyonist yönetimin, Azerbaycan'la istihbarat, Gürcistan'la anti-terör anlaşması yaptığı belirtilirken, Özbekistan'a da en fazla yatırım yapan ülke olduğu ve bu ülke tarafından model ülke' olarak benimsendiği kaydediliyor. Gürcistan, Azerbaycan Ve Özbekistan Hedefte Araştırmacı-Yazar Suat Parlar, herkesin ikinci İsrail'i Kuzey Irak'ta aradığı bir dönemde ikinci İsrail'in Özbekistan'da kurulduğunu söyledi. Parlar, Özbekistan'a en fazla yatırım yapan ülkenin İsrail olduğuna dikkat çekerek, " Özbekistan kendisine model ülke olarak şu anda İsrail’i almış durumda; küçük, güçlü kaynaklara sahip, bölgesel bir güç olmaya aday bir yapılanma." diye konuştu. Kafkasya ve Orta Asya'ya açılmış bir İsrail'in varlığından söz eden Parlar, siyonist yönetimin Azerbaycan, Gürcistan ve Çeçenistan'da faaliyetlerini artırdığına işaret etti. Azerbaycan yönetimi ile gizli istihbarat anlaşması yaparak bu ülkeye silah sevkiyatı yaptığını belirttiği İsrail'in bölgede ciddi bir yayılma politikası izlediğini kaydeden Parlar, "Onun ötesinde Gürcistan ile İsrail’in son dönemde geliştirdiği önemli ilişkiler var, çok fazla üstünde durulmuyor. Bir özel antiterör anlaşması yaptılar, Türkiye ile yapılan stratejik anlaşmaya benzer bir anlaşma yaptılar."şeklinde konuştu. Kıbrıs, İsrail'in Arka Bahçesi Olabilir 2023 Dergisi'nde yayınlanan röportajında Şaron yönetiminin Büyük Ortadoğu Projesi çerçevesinde geliştirdiği politikalara ilişkin önemli değerlendirmelerde bulunan Parlar, İsrail'in bölgenin petrol boru hatlarının düğüm noktasına yerleşmeye çalıştığını belirterek, "İsrail şu andaki cürümden daha fazla yer yakabilecek imkanlara sahip. İkincisi, önümüzdeki süreçte bunu net olarak göreceğiz, bu parçalanmış Ortadoğu çerçevesinde petrol konusunda ne yaptığını çok iyi bilen İsrail ile karşı karşıya kalacağız. Bakın geçmişte Kerkük–Hayfa arasında bir hat vardı, 48 Savaşı’ndan bu yana bu hat işlemez halde. Bir defa bu hattın çalıştırılması gündeme getirilecek. Ama bu hatla yetinilmeyecek. Bu peki ne anlama gelir? Doğu Akdeniz’de İsrail’in bir nüfuz alanı elde etmesi anlamına gelir. Dolayısıyla işin Kıbrıs ile ilgili yanları var. Gelecekte göreceğiz İsrail, Kıbrıs’ı, off-shore bankacılığı anlamında arka bahçesine dönüştürecek."ifadelerini kullandı. Gap, İsrail'in Arz-ı Mev'udu Parlar, İsrail'in tarım teknolojisi açısından büyük atılımlar yaptığını belirterek, "Türkiye’nin şu anda kendi domates tohumu yok, İsrail’den geliyor. Sadece domates tohumu da değil. İsrail, bu anlamda çok ciddi bir birikime ulaşmıştır ve bu anlamda baktığımızda artık GAP’ın milli bir proje olmadığını, İsrail’in arz-ı mev’udu olduğunu görüyoruz. Kendi kutsalları çerçevesinde orayı ciddi ölçeklerde gözlemlediklerini ve giderek de çok önemli oranlarda toprak kapattıklarını görüyoruz. Bu sadece GAP bölgesi ile de balğantılı değil. İddia ediyorum; on sene sonra bizlerin yazdığı kitaplar o bölgede İsrail’in kolonizasyonu ve yayılımı üzerine olacak. Çünkü çok basit bir araştırma bile birtakım aracılarla İsrail’in çok ciddi toprak aldığını gösteriyor. Sadece GAP bölgesinde değil, Batı Anadolu için de aynı şey geçerli. Hepsi de mümbit tarıma elverişli alanlardır."şeklinde konuştu. Filistin'de İşbirlikçi Yönetimler İsrail'in Filistin'de tıpkı Güney Afrika'daki gibi işbirlikçi ve aşağılanmayı kabul eden bir devletin kurulması için çalışmalar yaptığını dile getiren Parlar, "Filistin güvenlik güçlerinin MOSSAD ajanları tarafından eğitildiğini biliyoruz, bunları iç savaşa sürdüler ama ne yazık ki, Filistin’deki kuşatma bizlerin de, onların da bunu gündeme getirmesine imkan vermiyor. Dünyanın en kalabalık bürokrasilerinden birisi Filistin’dedir. 80 bin bürokrata şu anda para ödeniyor. Bu vahimdir. Özellikle Tunuslular denilen ve dışarıdan 6 Milli Gazete / 23 Tem 2004 / R. Nuri Erol 22 gelen, intifada içerisinde görev almamış, intifadayı yönetmemiş Filistinliler’in diğerlerinin üzerinde bir ağırlığı var. Önümüzdeki dönemde orada işbirlikçi bir Filistin gücünün doğduğunu göreceğiz. Daha önce bunu Köy Birlikleri’yle denediler olmadı ama Ortadoğu’daki yeni düzenlemeler arasında bu da ihtima dahilindedir." değerlendirmesinde bulundu. Parlar, şöyle devam etti: "Özerk yönetim diyecekler ve bunu bir devlet olarak adlandıracaklar, ama hiçbir havalimanı çıkışı olmayacak, hiçbir Arap ülkesiyle sınırı olmayacak, duvarlarla çevrili, çitler arasında bir özerk yönetimin adına “Filistin devleti” diyecekler. Filistin halkı şimdilik buna hazır değil. Bunun için birinci olarak Filistin halkının en diri unsurlarının tasfiyesi gündemdedir. Bir müddet sonra Filistin önderliğinin darmadağın edildiğini göreceğiz. Hepsine saldıracaklar ve bu konuda çok pervasız davranacaklar. İsrail bunu gerçekleştirmesi için şu anda hakikaten elverişli bir araca sahip, Şaron kliği var işin başında. Filistin halkını yeni bir göç dalgası beklemektedir, bunu denediler dünyadan gelen tepkiler üzerine durdurdular daha uygun bir dönemde Filistin’de en diri unsurları içeren alanlara müthiş bir şekilde yükleneceklerdir." İran'daki Bütün Hedefleri Vuracaklar Şu andaki bölgesel güç vizyonuyla, herhangi bir bölge ülkesi ile problemli olmayışıyla, nükleer programıyla İran'ın gözde bir hedef olduğuna işaret eden Parlar, "İran’ın Natanz kentindeki nükleer reaktörü, aynen 1981’de Osirak nükleer reaktörünün vurulduğu gibi, İsrail tarafından vurulacaktır. Bu nükleer reaktör vurulurken başka bir plan da yürürlüğe konulacak, Besiç ve Pastaran gönüllü birliklerini ve Devrim Muhafızları’nın bütün karargahları, lojistik merkezleri vurulacaktır. Silahlı güç olarak bir tek İran Ordusu kalacak. İran ordusu sanılanın aksine ideolojik temelde hareket etmez. Onlar açısından önemli olan İran’ın bekasıdır. Dolayısıyla yönetime el koymaya kendilerini zorunlu hissedebilirler. Ondan sonraki gelişmeleri zaten kimse tahmin edemez. İran’daki ordunun bazı mensuplarının tâ Irangate’den beri Amerika’yla ve İsrail ile görüştüğü zaten biliniyor." dedi. Suyu Özelleştir, Banka Kur, Beraber İşletelim Parlar, İsrail'in Manavgat Suyu anlaşmasını yaparak Türkiye'nin psikolojik direnişini kırmayı başardığını ifade ederek, şöyle konuştu: "İsrail’in bölgedeki suya kilit politikasında, Türkiye’nin konumu önemlidir. Birinci sırada psikolojik direnişimizi kırmayı başardılar, Manavgat suyu anlaşmasını yaparak. Bunun arkası gelecektir. Bunun arkası Türkiye’nin bütün su kaynaklarının özelleştirilmesidir. İsrail bize açıkça şunu söylüyor; suyu bankaya yatırın, su bankası kurulsun, bu bankayı beraber işletelim, siz buradan finansal gelir elde edin. Türikye’nin su zengini olduğunu kimse söyleyemez. Bu gelişmeler bize Türkiye’nin şu anda ciddi anlamda bir güvenlik krizi ile karşı karşıya olduğunu göstermektedir." İsrail'in Suriye ve diğer ülkelerle olan problemlerini Türkiye üzerinden çözmeye çalıştığını vurgulayan Parlar,"Türkiye’de hiç kimse şuna aldanmasın, Türkiye’nin Suriye ile ilişkilerinin iyileşmesinin sebebi, Türkiye’nin İsrail’e yüklenmesi yani İsrail’in ödemesi gereken “barış payını” Türkiye’nin üstlenmesidir. İsrail, “Suriye’ye su verin” diyor, yarın bu taleplere başka ülkeler de eklenecektir. İsrail, bölgede kendi Cam David’ini gerçekleştirirken bunun bedelini de Türkiye’ye ödetecektir. Durum budur." dedi. 7 Mazlum kıta Afrika ve sembol ülke Sudan Aslında dünyada gelişmiş, az gelişmiş ve geri kalmış ülkeler değil, Batı’da olduğu gibi “hasta ülkeler” ile özellikle Afrika kıtasında olduğu gibi “aldatılmış ülkeler” vardır. Batı dünyasının “kuvvet medeniyeti” çağında kuvvetli olan Batılılar, zayıf Afrika ülkelerinin bütün maddî ve manevî kaynaklarını acımasızca soyup sömürmüşler, bunu yaparken de yüz milyonlarca Afrikalıyı katletmişlerdir. Sadece 100 (yüz) milyon Afrikalı, Avrupalı katillerin Amerika’ya 10 (on) milyon Afrikalı köle götürülmesi için katledilmiştir. Bu bir son değil, sadece başlangıç olmuştur. Mazlum kıta Afrika haritasına genel bir bakış yapıldığında, tek tek her ülkede Batılı sömürgecilerin sebebiyet verdiği zulüm, sömürü, katliam ve vahşet tarihi derhal hatırlanacaktır. Batılı bir düşünürün itiraf edip dediği gibi; “Geçen bin yıllık zaman açısından Batı, tarihin en büyük canisidir.” Dünyada durmadan zirveler düzenleniyor. Ancak, artık bu zirveler dünyanın dertli ülkelerine derman 7 Milli Gazete / 23 Tem 2004 23 olamıyor. Ülkemiz Türkiye’de, özellikle dünya başkenti İstanbul’da birbiri peşi sıra uluslararası toplantı ve zirveler yapıldı. Sonuç, sıfır, elde var sıfır. Temmuz’un ikinci haftasında Etiyopya başkenti Adis Ababa’da “Afrika Birliği Zirvesi” yapıldı. Zirve öncesi ne konferansı düzenlendi biliyor musunuz; “Açlık Konferansı”?!. Çünkü Afrika aç, Afrikalılar açlıktan ölüyor!.. ‘Kara Afrika’ ülkelerinin tam 201 milyar dış borcu var. Dış borç yükü altında ezilen Afrika ülkeleri aynı zamanda açlık, kuraklık, AIDS, iç savaş ve yolsuzluklarla da mücadele ediyor. Afrika Birliği Zirvesi, ağırlıklı olarak iç çatışmaların durdurulması ve ekonomik gelişim konuları üzerinde durdu. Tarihin en büyük canisi Batı dünyası bu sorunların müsebbibi olarak gücünü koruyorken, Afrika ülkelerinin bu dertlerine derman bulmak ne mümkün!.. Sudan, vahşi Batı dünyasının Afrika’da gerçekleştirdiği soygun ve sömürünün sembol ülkesi. Afrika Birliği Zirvesi’nin bir hafta öncesinde ABD Dışişleri Bakanı Colin Powell ve BM Genel Sekreteri Kofi Annan, Sudan’ın Darfur bölgesini ziyaret edip incelemelerde bulundular! Darfur dünya basınına “etnik temizlik ve insani felâket” boyutuyla yansıdı. Oysa çatışmaların ana sebebi tabii ki bölgede yeni keşfedilen petrol kaynaklarını sömürmek… Sudan’da, 21 yıldır süren “kuzey-güney çatışması”nın son bulduğu ve barış anlaşmasının imzalanmak üzere olduğu dönemde çatışmalar çıktı. Çünkü Güney Sudan’dan sonra, yakın zamanda Darfur’da da büyük petrol alanları bulundu. Son birbuçuk yıldır bölgedeki çatışmalarda 10 bin kişi hayatını kaybetti, bir milyondan fazla insan yerini yurdunu terk etmek zorunda kaldı. (Türkiye’nin güneydoğusunda Batı güdümlü ve destekli PKK’nın bitme noktasına geldiği bir dönemde, yeniden katliamlara başlaması, ne kadar da Sudan’daki “kuzey-güney çatışması”na benziyor.) Sudan, 2 milyon 500 bin kilometrekarelik yüzölçümü ile Afrika’nın en geniş ülkesi. Tam dokuz ülke ile komşu. Mısır dışındaki bütün komşu ülkelerin Sudan’da faaliyet gösteren silahlı gruplarla ilişkileri var. Darfur’da bulunan silahlı gruplarla direkt ilişki içinde bulunan Çad, son zamanlarda Sudan’ın toprak bütünlüğüne yönelik açıklamalarda bulunuyor. Şimdilik tek olumlu gelişme bu görünüyor. Etiyopya’nın, özellikle 21 yıllık kuzey-güney savaşının içinde en aktif rol oynayan ülke olduğu biliniyor. Bu ülke ABD ve İsrail’den gelen yardımları SPLA’ya aktardığı gibi ayrıca silahlı gruplara lojistik destek sağlıyor. Eritre ise Sudan’ın güneydoğusunda faaliyet gösteren Beja ayrılıkçı grubuna destek sağlıyor. Uganda’nın da Tanrı’nın Direniş Ordusu’na yardım ettiği öne sürülüyor… Başta ABD ve İsrail olmak üzere, Avrupa ülkeleri de bu silahlı gruplara parasal yardımlarda bulunuyor. Sadece ABD’nin, şimdiye kadar SPLA (Sudan Halk Kurtuluş Ordusu/ SHKO) ve bu örgütle birlikte hareket eden silahlı gruplara, en az 20 milyon dolar parasal yardımda bulunduğu iddia ediliyor. SPLA, bu silahlı grupların başında geliyor. Sudan Hükümeti, 2 000 000 (evet, tam iki milyondan) fazla insanın ölümüne sebep olan 21 yıllık savaştan sonra bu grup ile anlaşmaya varmıştı. Ama sömürücü sermaye ve onun işbirlikçisi vahşi Batı hiç Sudan’ın huzur ve istikrarına izin verir mi?!. Sudanlılar dünyanın en olumlu insanları. 1980’li yıllarda S.Arabistan Riyad Üniversitesi’nde Sudanlı hocalarım ve sonraki yıllarda çok yakın Sudanlı dostlarım oldu. Bu vesileyle onları yakından tanıma fırsatları buldum. Bu dostlukların zirve ismi, rahmetli Bilge Başkan Aliya İzzetbegoviç’in özellikle Bosna Savaşı yıllarında sağ kolu olan yakın dostum Sudanlı Dr. El-Fatih Hasaneyn’dir. Savaş yıllarındaki yakın işbirliğimiz bu dostluğumuzu daha da pekiştirmişti. Dostum Dr. Fatih’in ülkesi Sudan’ı, birkaç yıl önce bir haftalık bir iş seyahati ve Hartum Sanayi Fuarı vesilesiyle ziyaret etmiş, böylece Sudan ve Sudanlılarla ilgili bilgilerimin doğruluğunu teyid etmiştim. Bu ziyaret günlerimde görüştüğüm bakan, bürokrat ve Sudanlılardan, genel olarak Sudan ve Batı dünyasının bu ülkeye nasıl baktığı ile ilgili çok ilginç bilgiler edinmiştim. Mesela, bu fakir ülkenin çok zengin petrol yatakları ve dünyanın en verimli altın madenlerine sahip olduğunu öğrenmiştim. Bu zenginliği neden değerlendirmediklerini sorduğumda; Batı’nın müsaade etmediğini söylemişlerdi!.. Güneyden kuzeye bu ülkeyi baştan sona kat eden Nil Nehri ile bu kıtanın en büyük ülkesi sulanıp ziraat yapılsa, Afrika’daki açlık ve açlığın sebebiyet verdiği ölümler son bulur… Zalim ve vahşi Batı buna da fırsat vermiyor!.. Sudan, Afrika’nın dünyaya açılan kapısı konumunda... Sudan, 40-50 yıl önceki Türkiye benzeri bâkir bir ülke; bundan dolayı akla gelebilecek her şeye, ama özellikle Türk kardeşlerinin ilgi ve desteğine muhtaç... 24 Sudan, sömürü sermayesinin kontrol ve güdümündeki vahşi Batı’nın hedefindeki en önemli Afrika ülkesi… Sudan, bu ülkede ve Afrika kıtasında Osmanlılar ile birlikte sömürgecilere karşı sürdürülen mücadelelerden sonra, günümüzde sömürüye karşı direnen sembol ülke…8 SUDAN: Sudan Büyükelçiliği Enformasyon Ataşesi Dr. Ömer Muhyiddin: “Darfor Krizini Siyonistler Çıkardı” Darfor’daki olayları bahane ederek Sudan’a karşı düşmanca girişimlerini iyice artıran ABD, BM’yi de yanına alarak, son günlerde diplomatik baskıların yanı sıra medya desteğiyle büyük bir karalama kampanyası başlattı. Sudan Büyükelçiliği, gelişmelere ilişkin gazetemize bir açıklama yaptı. Sudan Enformasyon Ataşesi Dr. Abdülrahim Ömer Muhyiddin, Darfor’daki krizin Siyonist ve emperyalist güçler tarafından çıkarıldığını söyledi. Kuzeydeki savaşın dizginlenip tam da ülkeyi kalkındırmak üzere harekete geçmek istedikleri sırada Darfor’da patlayan krizin dikkat çekici olduğunu belirten Dr. Ömer Muhyiddin, “Güneyde 1954 yılında başlayan savaş, Sudan’ı ekonomik ve sosyal gelişim açısından çok etkiledi. Ekonomik açıdan bölgeyi 50 yıldan bu yana geri bıraktı.Bu savaşın günlük maliyeti, 2 milyon ABD dolarını buluyordu. Sudan’ın bütün bölgeleri az gelişmişlik bakımından birbirine benzemektedir. Gelirlerimizin büyük bölümünü güvenliği-barışı sağlamak ve güneydeki asilerin Sudan’a karşı ayaklanmalarını durdurmak için harcadık. Uzun yıllar süren kuzeydeki sorunu çözerek, sağlık ve eğitim alanında atılıma hazırlanıyorduk ki bu kriz patlatıldı” diye konuştu. Sahip oldukları yer altı zenginliklerine göz diken emperyalistlerin ülkelerini istikrarsızlaştırmak için her yolu denediğini vurgulayan Dr. Ömer Muhyiddin, “Sudan’ı gelişmiş görmek istemiyorlar. Ülkemizin geri kalması, ekonomisinin bozulması için her yolu deniyorlar. Yer altı zenginliklerimize sahip olmak isteyen siyonist ve emperyalist güçler asilere büyük destek sağlıyorlar. Sudan, doğal zenginliklere özellikle de petrole sahip olduğu için Sudan’ın istikrarını bozmak istiyorlar” dedi. Hükümetin bölge ayrımı yaptığı iddialarını yalanlayan Sudan ataşesi, Sudan’ı bütün olarak değerlendirdiklerini belirtti. Darfor bölgesindeki olayların safkan Araplarla, Afrika ırkının savaşı olarak tanımlayanların yanıldığını kaydeden Dr. Rahim, safkan Arap ya da safkan Afrikalı diye bir ayrımın olmadığını, toplumun tamamen Afrikalı Arap olarak nitelendirildiğini ifade etti. Çatışmalar kabileler arasında Darfor’daki olayların çıkış nedeni konusunda bilgi veren Dr. Muhyiddin, “ Bölgede hayvancılık ve çiftçilikle geçinen kabileler yaşamaktadır. Bazılarının milyonlarca koyunu, keçisi, devesi vardır. Yılın değişik sezonlarında bölgede hayvanlarını otlatırlar. Bu nedenle suyun kaynağını araştırırlar. Bazen da hayvanları otlamaları için serbest bırakırlar. Hayvanların çiftçilerin ekinlerine girmesi sonucu aralarında kavga ve çatışmalar çıkar. Darfor’daki olayların sebebi de budur. Yani çatışmalar, hayvanların otlatmak isteyenler ile çiftçiler arasında yaşanmaktadır” şeklinde konuştu. ABD’den Sudan’a soykırım suçlaması ABD Kongresi, Sudan’ı Darfur bölgesinde “soykırım yapmakla” suçladı. İsrail ile birlikte ayrılıkçı John Garang militanlarını destekleyerek Sudan’da insani felaketlerin yaşanmasına neden olan ABD’nin Temsilciler Meclisi’nde oybirliğiyle kabul edilen kararda, “Darfur’da yapılan zulüm, soykırımdır” denildi. Senato tarafından da oybirliği ile kabul edilen kararda, ABD Başkanı George W. Bush’dan, BM’den, Darfur bölgesinde yaşananlardan sorumlu olanlara karşı yaptırım uygulanmasını öngören bir karar çıkarmaya çalışması istendi. Clinton döneminde de kimyasal silah üretildiği iddiasıyla Sudan’ın en kapsamlı ilaç fabrikasını bombalayan Amerika’nın iddiasının yalan olduğu ortaya çıkmıştı. ABD buna rağmen tazminat ödememişti. İSLAM DÜNYASI ATEŞ ALTINDA 8 Milli Gazete / 24 Tem 2004 / R. Nuri Erol 25 İran’a Saldırı Hazırlığı ABD yetkilileri, İran’ın nükleer silah programları olduğu yolundaki açıklamalarıyla dünya kamuoyunu saldırı ihtimaline hazırlarken, İsrail fiili olarak saldırıya hazırlanıyor. ABD, fikri ve siyasi olarak dünya kamuoyunu İran’a saldırı ihtimaline hazırlarken, İsrail fiili olarak saldırıya hazırlanıyor. ABD Savunma ve Dışişleri Bakanları İran’a saldırı ihtimalinden bahsederlerken, İsrail, İran’ın nükleer tesislerini vurabileceğini açıkça dile getiriyor. İran’lı yetkililer ise gelebilecek her türlü saldırıya karşı beklenmedik cevap vereceklerini söyleyerek karşılık veriyor. ABD yetkilileri, İran’ın nükleer silah programları olduğu yolundaki açıklamalarıyla dünya kamuoyunu saldırı ihtimaline hazırlarken, uzmanlar, Amerikan kamuoyunda da konunun tartışıldığını belirtiyor. ABD eski Ulusal Güvenlik Danışmanı Zbigniew Brzezinski İran’a yapılacak herhangi bir saldırıda,” belki kısa sürede çok sayıda İranlı hayatını kaybedebilir ama, uzun vadede İran’ın kayıbından daha çok Amerikanın kaybı olabileceğini” dile getiriyor. İsrail’in İran’a yapacağı her hangi bir saldırıda Amerika’nın da bu saldırıya ortak olacağını belirten Brzezinski, “Böyle bir saldırı İran halkını top yekun olarak Amerika’ya karşı birleştirecektir” dedi. Brzezinski, Iran’a askeri saldırı yerine Tahran’la müzakere yolunun seçilmesi gerektiğini müzakerelerin kesilmesi halinde bile en azından, Avrupa ülkeleriyle aynı yönde bir siyaset izleyerek, Avrupa ülkeleriyle İran’a çok yönlü bir işbirliğinin daha faydalı olacağını söyledi. İsrail Entrika Çeviriyor Fransa haber ajansının geçtiği bir haberde ise, İsrail’in, Irak’ın nükleer tesislerine yapılan saldırı gibi İran’ın nükleer tesislerine tek başına saldıramayacağını bunun için kendisine müttefik bulmak amacıyla İran’ın nükleer faaliyetlerinin bölge için tehdit oluşturduğu fikrini yerleştirmeye çalışacağı ifade edildi. İran aleyhine yönelik kampanyaların ardından görüştüğümüz bazı İran’lı yetkililer ise İsrail’in kendini Uluslararası Atom Enerji Ajansı’nın baskısından kurtarmak ve BM Genel Kurulu’nda kabul edilen “Utanç Duvarı” olarak isimlendirilen duvar aleyhine aldığı karar karşısında kendini güvenlikte hissetmediği imajı vererek psikolojik olarak kurtulmak ve en azından kendine müttefik bulmaya çalıştığını bunun için İran’a yönelik kampanya başlattığını dile getirdi. Öte yandan İran Savunma Bakanı ise Çarşamba günü yaptığı açıklamada, nükleer teknolojiden barışçıl amaçlı kullanmalarının en doğal hakkları olduğunu bir kez daha yineledi ve İran’a yapılacak her hangi bir saldırıda düşmanların tasavvur edemeyeceği bir cevab vereceklerini söyledi. ABD Savunma Bakanı ise önceki gün ABD Radyosu’na yaptığı açıklamada, İran’ın nükleer silah programının olduğunu iddia etti. Powell, İran’ın nükleer programını önlemek için askeri saldırı da dahil her türlü yolu araştırdıklarını söyledi. Amerikan Savunma Bakanı açıklamasında, İran’daki dini liderlerin nükleer silah üretme çabalarının kaygı verdiğini ileri sürdü.9 BALKANLARIN DURUMU: Balkan Yarımadası: Akdeniz kıyısındaki yarımadaların en doğuda olanı. Adriyatik Denizi ile Karadeniz arasında, kuzeyde Sava ve Tuna ovalarıyla karaya bağlanır. Güneyde birçok ada ve yarımadayla Batı Akdeniz’i Doğu Akdeniz’den ayırır. Bölgede Karadeniz’e (Morava), Ege Denizi’ne (Vardar ve Meriç), İon Denizi’ne (Akheloos) ve Adriyatik Denizi’ne (Drina) dökülen nehirler ve ayrıca çok miktarda küçük akarsular vardır. “Balkan” adı, dağların yarımadadaki önemini açıklar. “Balkan Yarımadası” Türkiye’nin Avrupa kesimi ile Yunanistan, Arnavutluk, Bulgaristan, Romanya, Makedonya, Sırbistan, Kosova, Bosna-Hesek ve Hırvatistan’ı içine alır. Bu bölgede yaşayan 60 milyona yakın nüfusun ortak yanı, çok uzun bir dönemde Osmanlı yönetiminde huzur içinde yaşamış olmalarıdır. Kendilerinden önce yöredeki konuşulan dilleri ve varolan kültürleri kökünden yok etmeyi asla amaçlamayan halkların peş peşe yöreye gelmesi, yarımadada çeşitli etnik öbeklerin bulunmasını açıklamaktadır. Büyük devletler Avrupa, Akdeniz ve Asya arasında elverişli bir yerde bulunan yarımadanın stratejik noktalarını, çoğunlukla istikrarsız yapılı ve çokuluslu 9 Milli Gazete / 24 Tem 2004 / Dış Haberler 26 toplumların elinden almak istiyorlardı. Balkan Savaşları: Türk-Sırp Savaşı (1876), Türk-Rus Savaşı (1877-1878), Sırp-Bulgar Savaşı (1885), Türk-Yunan Savaşı (1897), I. Balkan Savaşı (1912-1913), II. Balkan Savaşı (1913), I. Dünya Savaşı’nda Balkan Savaşları ve II. Dünya Savaşı’nda Balkan Savaşları. Kosova Savaşları: Osmanlı Türkleri ile birleşik Hıristiyan orduları arasında Kosova Ovası’nda yapılan iki meydan savaşının adı. I. Kosova Savaşı, 20 Haziran 1389. II. Kosova Savaşı, 17-19 Ekim 1448. Kosova: Kosova’daki Mitrovica şehrinin Türkçe adı. Kosova Ovası: Kosova’da, Mirtovica (Kosova) ile Urosevac şehirleri arasındaki, Osmanlılar döneminde iki meydan muharebesinin yapıldığı meşhur ova. Arnavutlar Arasında Türk-İslâm Etkisi: Arnavutlar Arasında Türk-İslâm Etkisi: XV. yüzyıldan itibaren İslâmiyet Arnavutlar arasında yayılmaya başladı ve Arnavutlar arasında kısa sürede Türk dilini ve edebiyatını bilen aydın bir kesim yetişti. Bunlar ana dillerinde fakat Türk-İslâm edebiyatı etkisinde eserler verdiler ve Arnavutluk, Kosova ve Makedonya’da bu etkiyi yansıtan güçlü bir edebiyat oluştu. Arnavut şairler Türk halk edebiyatından da geniş şekilde etkilendiler. Arnavut halk edebiyatının atasözü, tekerleme, fıkra ve diğer yazılı metinlerinde de Türk etkisi görüldü. Bazı atasözleri özgün şekillerini koruyarak Arnavutça diline girdi. Nitekim “Eski tas eski hamam” ve “Selam verdim bela buldum” gibi atasözleri günümüzde de Türkçe olarak kullanılmaktadır. XV. yüzyıldan itibaren şehir görünümlerine ve yaşamaya egemen olan Türk tarzı çoğunlukla Evliya Çelebi’nin “Seyahatname”sinden bilinmektedir. Balkan Antantı (1930-1940): Türkiye’nin de katıldığı, Balkan devletleri arasındaki güvenlik ve işbirliği antlaşması (9 Şubat 1934). Türkiye ve Balkan devletleri arasında işbirliğini sağlamak amacıyla Türkiye, Arnavutluk, Yugoslavya, Bulgaristan, Romanya ve Yunanistan’ın katıldığı bir konferans önce Atina’da (1930), sonra İstanbul (1931) ve Bükreş’te (1932) toplandı. 1933 yılında Selanik’te toplandı. Bazı ülkeler arasında sorunlar çıktı. Nihayet, ertesi yıl Atina’da yapılan konferansta Türkiye, Yunanistan, Romanya ve Yugoslavya bir Balkan Birliği kurdular (9 Şubat 1934). “Balkan Antantı” diye anılan birliğin temel yapısı Ankara’daki görüşmelerde belirlendi (20 Ekim – 2 Kasım 1934), dört ülkenin dışişleri bakanlarından bir yönetim kurulu oluşturuldu ve her yıl dönüşümlü olarak bir ülkenin dışişleri bakanının yönetim kurulu başkanlığını üstlenmesi kararlaştırıldı. Ayrıca ekonomi, maliye ve ticaret işlerine bakmak için her devletin beş üye ile temsil edileceği bir Danışma Kurulu da oluşturuldu. Temsilciler Belgrad (1936), Atina (1937), Ankara (1939) ve son defa Bükreş’te (1940) bir araya geldiler. II. Dünya Savaşı başlayınca birlik dağıldı. Balkan Paktı (1954-1960): Türkiye, Yunanistan ve Yugoslavya arasında 1954 yılında kurulan savunma ve işbirliği örgütü. Pakt, 28 Şubat 1953 tarihinde Ankara’da imzalanan Dostluk ve İşbirliği Antlaşmasının ardından, 9 Ağustos 1954 tarihinde Yugoslavya’nın Bled şehrinde imzalanan antlaşmayla kuruldu. Sürekli bir Konsey kurularak çalışmalarına başladı. Yugoslavya daha sonra tarafsız ülkeler blokuna katılıp liderliği üstlenince işlevini kaybedip resmen sona erdi (1960). Balkanlar uzun süre Osmanlı hakimiyetinde kaldı. Bu sebeple bu bölge İslâm’ın derin izlerini ve önemli oranda kültürel mirasını taşımaktadır. Her ne kadar Osmanlı’nın bölgeden çekilmesinden sonra İslâm’ın bu bölgedeki izlerinin ortadan kaldırılması için yoğun bir çaba harcandıysa da, bu tümüyle başarılamadı. Müslümanlar varlıklarını sürdürdü, hâlen de sürdürmeye devam ediyorlar. Bütün dünyadaki dine dönüş hareketine paralel olarak, son dönemlerde İslâmiyet bölgede de yeniden yeşermeye, İslâmî bilinç yeniden kendini hissettirmeye başladı. Özellikle Bosna ve Kosova Savaşları vesilesiyle Balkanlar’da başlayan İslâmî uyanış, savaş yıllarındaki hızını kısmen yitirse bile, istikrarlı bir şekilde devam ediyor… “Balkanlar”da ne kadar “Müslüman” olduğu ve bu Müslümanların etnik kimlikleri hakkında bazı özet bilgiler kısaca şöyledir. Kosova “Kosova” resmiyette hâlâ Yeni Yugoslavya Federasyonu’na bağlı bir özerk bölge gibi görünmektedir. Ancak son çatışmalar sebebiyle NATO askerleri bölgede kontrolü ele aldıklarından Belgrat yönetiminin bölgede fazla bir etkinliği kalmadı. İki milyon nüfuslu “Kosova”da halkın yüzde doksana yakını Müslümandır. 27 “Kosova Müslümanları”nın çoğunluğu Arnavut, bir kısmı da Türktür. Kosova halkı bölgede bağımsız bir devlet kurmak istiyor. Ancak henüz bölgede halkın iradesinin yönetime yansıdığı söylenemez. Bosna-Hersek 5 milyon civarında bir nüfusa sahip olan “Bosna-Hersek”te halkın % 43’ü “Müslüman”dır. “BosnaHersek Müslümanları”nın büyük bir çoğunluğu “Boşnak”tır. Kendilerine “Bosnalılar” da denen Boşnaklar Slav kökenlidirler ve Bosna-Hersek halkı içinde nüfus bakımından birinci sırada gelmektedirler. Ancak Bosnalıların tamamı Bosna-Hersek’te yaşamıyor. Eski Yugoslavya’ya hakim olan komünist rejimden kaçan çok sayıda Bosnalı Müslüman dünyanın değişik ülkelerine yayılmıştır. Eski Yugoslavya topraklarında kalan Bosnalıların ise % 86’sı “Bosna-Hersek”te, kalanı da Sırbistan’a bağlı “Sancak” bölgesinde olmak üzere, eski Yugoslavya cumhuriyetlerinin değişik bölgelerinde yaşamaktadır. Eski Yugoslavya etnografyasında bunlara “Müslüman” denirdi. Arnavutluk Müslümanların nüfus oranı itibariyle en yoğun olduğu Balkan ülkesi “Arnavutluk”tur. Dört milyon civarında bir nüfusa sahip olan bu ülkede nüfusun % 70’ini Müslümanlar oluşturmaktadır. Bu ülkede % 20 oranında Ortodoks Hıristiyan, % 10 oranında da Katolik Hıristiyan vardır. Müslüman nüfusun % 75 - 80’i Sünni, kalanı Bektaşi’dir. Arnavutluk ve Makedonya’da yaygın olan bu Bektaşiler komünist dönem öncesinde de aynı inanca sahiptiler. Arnavutlar, Arnavutluk dışında Makedonya ve Kosova başta olmak üzere, eski Yugoslavya cumhuriyetlerine ve dünyanın birçok ülkesine yayılmışlardır. Makedonya İki milyon üç yüz bin civarında nüfusa sahip olan “Makedonya”da Müslümanlar nüfusun % 50’den fazlasını oluşturmaktadırlar. Bu ülkedeki Müslümanların yaklaşık % 75’i Arnavut, % 13’ü Türk, kalanı da başta Makedon olmak üzere muhtelif etnik unsurlardandır. Arnavutluk’ta olduğu gibi Makedonya’daki Arnavut Müslümanlar arasında da az sayıda Bektaşi mevcuttur. Fakat çoğunluğu Sünni Müslümanlar oluşturmaktadır. Yunanistan “Yunanistan’daki Müslümanlar”ın tamamına yakını “Batı Trakya”da yaşamaktadırlar ve sayıları 150 bine yakındır. Bunların büyük çoğunluğu Türk, bir kısmı da Pomak asıllıdır. Başkent Atina’da, Selanik’te ve daha başka Yunan şehirlerinde de az sayıda Müslüman vardır. Avrupa Topluluğu ülkeleri içinde Müslümanlara en çok baskı uygulayan ülke Yunanistan’dır. Yunanistan Batı Trakya’yı ele geçirdikten sonra sistemli bir asimilasyon politikası uygulayarak bu bölgedeki Müslümanların oranlarını düşürdü. Batı Trakya Müslümanlarının üç adet şer’i mahkemeleri vardır. Bu mahkemeler Müslümanların evlenme ve boşanma gibi özel durumlarıyla ilgilenmektedir. Bölgede Müslümanların kendi maddi imkânlarıyla ayakta tuttukları 292 okulları ve ibadete açık durumda 297 camileri bulunuyor. Müslümanların pek çok camisi de hükümet tarafından yıkılmış yahut kiliseye veya müzeye çevrilmiştir. Bulgaristan Sekiz milyona yakın bir nüfusa sahip olan bu ülkede halkın yaklaşık % 25’ini “Bulgaristan Müslümanları” oluşturuyor. Resmi istatistiklere göre 1 milyon 300 bin Müslüman var. Ama gayri resmi kaynaklara göre Müslümanların nüfusu 2 milyondan az değil. Müslümanların çoğunluğunu Türkler oluşturuyor. Bunların yanı sıra Pomak, Makedon, Tatar ve Çingene asıllı Müslümanlar da var. Bulgaristan’daki sosyalist rejimin çökmesi sebebiyle Müslümanlar üzerindeki resmi baskı ve zorla Bulgarlaştırma uygulamaları artık devam etmiyor. Dolayısıyla Müslümanlar genel hürriyetler yönünden geçmişe göre daha rahatlar. Ayrıca Müslümanlara kendi baş müftülerini kendilerinin seçmesi hakkı tanındığından dini hizmetlerin biraz daha rayına oturtulması için yoğun bir çaba olduğu dikkat çekiyor. Komünist rejimin hakim olduğu dönemde devlet Müslümanların başına genellikle dinle ilgisi olmayan kişileri baş müftü olarak tayin ediyordu. Yeni Yugoslavya Federasyonu Altı cumhuriyetten oluşan Eski Yugoslavya Federasyonu’nun dağılmasından sonra kurulan “Yeni 28 Yugoslavya Federasyonu” “Sırbistan” ve “Karadağ” cumhuriyetleri ile “Voyvodina Özerk Bölgesi”ni içine almaktadır. Sırbistan’ın ve federasyonun başkenti olan Belgrat’ta yüz bin, “Sancak” bölgesinde üç yüz bin, Karadağ Cumhuriyeti’nde de yüz bin kadar Müslüman vardır. Sırpların hakimiyetindeki Yeni Yugoslavya Federasyonu Müslümanlara ağır bir baskı yapmaktadır. Özellikle “Sancak Müslümanları” sürekli bir gözetim ve baskı altında tutulmaktadırlar. Sancak Müslümanları, Yugoslavya Federasyonu’ndan ayrılarak Bosna-Hersek Cumhuriyeti’ne katılmak istiyorlar. Sancak Müslümanlarının haklarını savunmak amacıyla “Sancak Müslüman Millî Konseyi” adında bir konsey oluşturuldu. Devlet yönetimleri Yukarıdaki bilgilerden anlaşılacağı üzere “Balkanlar”daki devletlerde dağınık halde çok sayıda Müslüman bulunmaktadır. Bölgedeki devlet yönetimlerine büyük ölçüde Ortodoks inancı hakimdir. Her ne kadar Ortodoks inancı devlet sistemlerinin şekillenmesinde çok fazla etkili olmasa da, izlenen siyasetlerde genel anlamda büyük ölçüde etkisini göstermektedir. Bundan dolayı “Balkanlar”da adı konulmamış bir Ortodoks Birliği’nden söz etmek mümkündür. Bulgaristan, Yunanistan, Makedonya, Yugoslavya, Bosna-Hersek ve Arnavutluk’ta yaşayan Hıristiyanların büyük çoğunluğu “Ortodoks”tur. Bu inanç birliği söz konusu ülkelerdeki yönetimleri de birbirine yaklaştırmaktadır. Aralarında her ne kadar bazı siyasi problemler olsa da, sahip oldukları ortak inanç sebebiyle zor zamanlarında birbirlerine yardımcı olabilmektedirler. Arnavutluk’ta Fatos Nano liderliğindeki mevcut hükümet Yugoslavya ve Yunanistan’ın destekleriyle yönetimi ele geçirebilmiş Ortodoks destekli bir hükümet olduğundan Makedonya’daki Arnavut kökenli Müslümanların davalarına sahip çıkma cesareti gösteremiyor. Aynı Fatos Nano, Kosova meselesinde de mültecileri kabul etme ve yaralıların tedavisine fırsat verme dışında söze gelir bir etkinlik gösterememişti. Bu Ortodoks işbirliği daha önce Bosna-Hersek’te yaşanan savaş esnasında da kendini göstermişti. Balkanlar’daki Ortodoks güçler Rusya’dan da destek almaktadır. Rusya’nın Kosova meselesinde hemen devreye girerek NATO’ya karşı asker göndermesi de bu yüzdendi. Bu bilgilerden anlıyoruz ki Balkanlardaki Müslüman halklar devlet yönetimlerine hakim olan Ortodoks zihniyetinin kendi aralarında gerçekleştirdikleri ittifakın zulmüne uğramaktadırlar. AMERİKA’nın Hesapları Balkanlar’daki Ortodoks ittifakı büyük ölçüde Avrupa Birliği ülkeleri tarafından da destekleniyor. Bunun belki en önemli sebebi Avrupa ülkelerinin Balkanlardaki Müslüman halkların İslâmî yönden bilinçlenmelerini ve hareketlenmelerini kendi açılarından olumsuz bir gelişme olarak görmeleridir. Bölgedeki Ortodoks ittifakıyla menfaat birliği de önemli bir etken olabilir. Ancak Amerika’nın bölgeyle ilgili çıkar hesapları bölgedeki Ortodoks ittifakının ve onlara destek veren Rusya’nın hesaplarıyla, bu arada Avrupa Birliği ülkelerinin hesaplarıyla çatışmaktadır. Bu yüzden ABD bölgeye siyasi yönden yerleşebilmek ve bölgeyle ilgili planlarını uygulamaya geçirebilmek için Arnavutlara sahip çıkıyor. Tabii bu destek Arnavut halkın mağduriyetinin önüne geçme amacına değil, bu halk vasıtasıyla bölgeyle ilgili hesapları yürütme amacına yönelik. Bununla birlikte yine de Arnavut halk söz konusu destek sebebiyle Amerika’ya bir sempati duymaktadır.10 “Casus Belli” Kararı Kaldırılırsa Ne Olur? Prof. Dr. Tayfun Akgüner, TBBM Başkanı Arınç’ın “Casus Belli kararını kaldıralım” çıkışını ”tehlikeli bir gelişme” olarak nitelendiriyor: ”Bu kararı almak Türkiye’nin Ege’deki haklarından vazgeçmesi anlamına gelir.” Ulusal Kıta Sahanlığımız Ortadan Kalkacak Yunanistan’ın karasularını 12 mile çıkarmasının, Türkiye’nin çıkarlarını doğrudan ve olumsuz bir biçimde zedeleyecek ve büyük zararlara yol açacak nitelikte olduğunu dile getiren Akgüner, “Yani konu sadece karasuları değil. Karasuları ile bağlantılı birçok konu iç içe geçmiş durumda… Örneğin, Yunanistan 10 Milli Gazete / 25 Tem 2004 / Dış Haberler 29 karasuları 12 mile çıkarırsa, Ege’de, yüzde 63,3’lük bir egemenlik alanına kavuşacak; Türk karasuları ise, yaklaşık yüzde 10’luk bir alanda kalacak. Ayrıca, Türkiye egemenlik hakları yönünden başka zararlara uğrayacak. Türkiye’nin “ulusal kıta sahanlığı” olarak kabul ettiği bölgeler, Yunan karasuları içinde kalacak. Ege’nin uluslar arası sularından serbestçe yararlanma hakkımız, “zararsız geçiş” hakkına, yani başka bir ülkenin karasularından zararsız geçiş yapma yükümlülüğüne dönüşecek” ifadelerini kullandı. 1982 Tarihli “Karasuları Kanunu” var İç hukuktan karasuları konusunda kimi düzenlemeler yapılmış. Konuya ilişkin, 20 Mayıs 1982 tarihli ve 2674 sayılı ”Karasuları Kanunu” var. Bu kanunun, kural olarak, Türkiye’nin karasuları 6 mil olarak saptamakla birlikte, ayrıca, Bakanlar Kurulu’na, karasularının genişliğini altı deniz milinin üstünde belirleme yetkisi de veriyor. Mevzuatımızda kabul edilen, 1982 tarihli ve 8/4742 sayılı bir de Bakanlar Kurulu kararı bulunuyor. Bu Bakanlar Kurulu kararı uyarınca, Akdeniz’deki ve Karadeniz’deki karasularımızın genişliği 12 mil olarak kabul edilmiş. Karasularına ilişkin uyuşmazlıkların hukuksal özelliklerinin ağır basması nedeniyle, Türkiye ve Yunanistan, bu uyuşmazlığın çözümünde uygulanması gerekli hukuksal kurallar üzerinde anlaşamıyorlar. Oysa stratejilerine göre, ilgili kuralları, bağlayıcı karar alma yetkisine sahip uluslar arası bir yargı organı saptayabilir. Uyuşmazlığın yanları olarak, hukukun öngördüğü çözüm dışında, gene hukuksal sonuçları olan bir anlaşma yoluna da gidilebilir. Prof. Dr. Öztürk: Türkiye haklarını korumalı Prof. Dr. Bayram Öztürk ise, Ege bölgesinde yaşayan Türk nüfusunun Yunanistan’ın toplam nüfusunun iki katı (20 milyon) olduğunu hatırlatarak, Ege Denizi’nin bir Yunan gölü olmadığını Yunanların kabul etmesi gerektiğinin altını çiziyor: ”Burada amaç çatışma değil. Uzlaşmacı ancak haklarını bilen bir Türkiye, Ege’deki haklarını korumalı ve istemeli.” Ege Denizi’nde Türkiye’nin bugünkü durumunu tek böbrekle yaşayan hastaya benzeten Öztürk, Türkiye’nin Ege Denizi’nde daha geniş karasuları hakkı olduğunu ve bunun hakkaniyetine uygun olacağını belirtiyor. Uluslararası Sürekli Hakem Mahkemesi, Türkiye lehine bir karar aldı. Egemenliği devredilmiş adaları geri alabiliriz Uluslar arası Sürekli Hakem Mahkemesi’nin, Kızıl Deniz’deki eski Osmanlı toprağı olan bazı ada, adacık ve kayalıklar üzerindeki egemenlik uyuşmazlığı Lozan Barış Antlaşması’nın 16. maddesine atıfla çözdüğü ortaya çıktı. Buna göre, Türkiye’nin bu karar doğrultusunda yeni bir hukuki kazanım elde ettiği belirtiliyor ve aralarında Kardak kayalıkları’nın da içinde bulunduğu egemenliği devredilmemiş 150 kadar adanın da Yunanistan’a ait olmadığı ifade ediliyor. Türk-Yunan ilişkilerinde “12 mil krizi” yaşanırken Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Uluslararası İlişkiler Bölümü Uluslararası Hukuk Ana Bilkim Dalı Öğretim Üyesi Prof. Dr. Sertaç Hami Başeren ile Ali Kurumahmut’un, “Ege’de gri bölgeler unutul(may)an Türk Adaları” başlığıyla yaptığı akademik bir çalışma Kardak Kayalıkları’nın içinde bulunduğu egemenliği devredilmemiş 150 kadar adanın da Yunanistan’a ait olmadığını ortaya koydu. Başeren ile Kurumahmut, Uluslar arası sürekli Hakem Mahkemesi’nin, Kızıl Deniz’deki eski Osmanlı toprağı olan bazı ada, adacık ve kayalıklar üzerindeki egemenlik uyuşmazlığını Lozan Barış Antlaşması’nın 16. maddesine atıfla çözerken Türkiye’ye yeni bir hukuki kazanım sağladığını ortaya koyduğunu belgelediler. Hakem Mahkemesi’nin kararı Uluslar arası anlaşmalar ve Osmanlı Arşivleri taranarak yazılmış olan kitapta, Kardak Kayalıkları’nın da içinde yer aldığı egemenliği devredilmemiş 150 kadar adanın son durumu ortaya konarak yeni haritalar oluşturulmuş. Çalışmada, Hakem Mahkemesi’nin kararına göre, egemenliği devredilmemiş bu adaların iddia edildiği gibi Yunanistan’a ait olamayacağı, bunların geleceğinin belirlenmesinde ilgili devletlerin ortak bir kararına ihtiyaç olduğu belirtiliyor. Kurumahmut ve Başeren’in ortaya koyduğu haritalara bakıldığında, Hakem Mahkemesi Kararı’na göre 30 Yunanistan’a ait olmadığı anlaşılan ada, adacık ve kayalıkların Türkiye’ye Menteşe Adaları bölgesinde Ege Denizi’nin uluslar arası sularına yeni açılma imkânları sağladığı görülüyor. Bu durum Ege sorunlarının temelinde yer alan karasuları meselesi başta olmak üzere diğer anlaşmazlık konuşlarında da Türkiye’nin elini güçlendiriyor. Başeren ve Kurumahmut’un son çalışmalarına göre, Kardak’tan başlayan egemenliği devredilmemiş adalar listesi Menteşe Adaları bölgesinde genişliyor. Bu adaların önemli olanlarından bazıları şöyle; Kardak, Eşek Adası (Gaidaros), Nergiscik (Mandiraki), Bulamaç (Farmakonisi), Keçi (Pserimos), Kızkardaşlar (Adelfia), Sirina, Üç Adalar (Plakhida), Safran Adaları (Sofrana), İstakida (Astakidhapula), Kandilli (Kandhelioussa), Koçbaba (Koçpapas-Levita), Sirina Ardıççık (Zenari-Kinaros), Kendiroz (Liadi), Hurşid (Furni), Fornoz (Fimena) ve Koyun Adası.11 Kıbrıs Kayıyor, Türkiye Kuşatılıyor Hz. Osman'ın Halifeliği döneminde miladi 649 yılında fethedilen Kıbrıs, Larnaka'da şehid olarak medfun bulunan Hala Sultan, Larnaka'da hem bir Peygamber müjdesi hem de Resuluzişan hatırasıdır. Kıbrıs 964 yılında yine Bizansın eline geçiyor. Jeolojik devirlerde Anadolu'dan ayrılan bir parça olduğu söylenen Kıbrıs, Mısır ve Hititler arasında sürekli mücadele konusu olmuş. Sonra sırasıyla Fenikeliler, Asurlular, Mısırlılar, Persler, Makedonlar, Mısırlılar ve M.Ö. 58'de Romalılar eline geçti. M.S. 394 yılında Doğu Roma'ya kaldı. İslâm Orduları 632'den 964 yılına kadar Kıbrıs'a 24 kuşatmada bulundular. Üçüncü Halife, Hazreti Osman Dönemi'nde 649'da Kıbrıs fethedildi. 694'te yine Bizans'ın eline geçen Kıbrıs III. Haçlı seferlerinde İngiltere Kralı I. Richard (Arslan Yürekli Richard) tarafından 1191'de Şovalyelere sonra Kudüs Kralı'na satıldı. Latin Krallığı'ndan İtalyan şehir devleti Cenevizlilere, oradan 1425 yılından itibaren Memlük Sultanı Baybars'ın müdahalesiyle bir yıllığına Memlüklerin eline geçen Kıbrıs 1425'te İtalyan şehir devleti Venediklilere geçer. Osmanlılar 1489'da Karpaz bölgesine çıkartma yapar. Yavuz Sultan Selim'in 1517'de Mısır'ı fethetmesiyle artık Kıbrıs, Osmanlı'nın gündemindedir. Osmanlı 1521'de Rodos'u fethettiğinde Venedikliler telaştadır. Kıbrıs, Hicaz Yolu'nun güvenliğini sabote etmekle kalmıyor, Osmanlı'nın Akdeniz'e iniş yolunda engeldir, Venedikliler yol kesendir. Hac ve tüccar gemilerine saldıran Venediklilere, 11 Şubat 1570'de Osmanlı adayı terketmeleri için bir nota verir. Osmanlı 360 gemiden oluşan donanmayla Kıbrıs'a doğru yola çıkar, 2 Temmuz 1570'de adaya ilk çıkarma yapılır, 4 Ağustos 1571'de Lala Mustafa Paşa tarafından ada tamamen fethedilir. Meis Adası'na kadar 206 gemiyle gelen Müttefik donanması Lefkoşe'nin düştüğünü haber alınca geri döner (Eylül 1570). Ada artık Osmanlı yönetimindedir, Akdeniz güvenliktedir, Hac yolu güvenliktedir. Osmanlı Devleti'nin gerileme dönemi; 1853-1856 tarihleri arasında üç yıl süren Kırım Savaşı’nda, İngiltere, Fransa, ve İtalya'nın işbirliği ile Rusya'ya karşı galip gelinir. 1856 yılında Paris Anlaşması yapılır. Rusya Boğazları alıp İskenderun'a ve Basra Körfezi'ne inmek istemektedir. 1875'te Hersek isyanı başlar, Osmanlı isyanı bastırır, Rusya 31 Ekim 1876'da verdiği ültimatomla mütareke imzalattırır. 31 Mart 1876'da aktedilen Londra Protokolünü Osmanlı reddederek Avrupa devletlerinin desteğini kaybeder. Bunun üzerine Rusya savaş ilan eder, 1877-78 Osmanlı-Rus savaşında Osmanlı Devleti büyük topraklar kaybederek 31 Mart 1878'de Ayastefanos (Yeşilköy) Anlaşmasını imzalar. Rusya'nın elde ettiği güç İngiltere'nin Ortadoğu çıkarlarına halel getirir. İngiltere, Ayestefanos'un şartlarını hafifletmek, Rusya'ya geri adım attırmak ve Osmanlı'dan yeni imkânlar koparabilmek için uzun bir diplomasi atağına girişir. Ve İngiltere geliri Osmanlı Hazinesine verilmek şartıyla geçici bir süre için Kıbrıs’ı Osmanlı'dan geçici olarak 12 Temmuz 1878'de kiralar... Sultan Abdülhamit Han, zaten fiilen işgal edilen ada’yı, ilk fırsatta geri almaya açık kapı bırakmak için, İngilizler tarafından kuşatıldığını değil, kiralandığını resmiyete sokar. Osmanlı Devleti Birinci Dünya Savaşı'na Almanya'nın yanında katılmasıyla İngiltere 5 Kasım 1914'te tek taraflı olarak Kıbrıs'ı ilhak eder. 23 Temmuz 1923'te imzalanan Lozan Anlaşması'yla Türkiye Cumhuriyeti Kıbrıs'ın İngiliz mülkü olduğunu kabul 11 01 Mayıs 2005 – Milli Gazete 31 eder. Kıbrıslı Türkler adadan göç etmeye başlarken, Rumlar 1959 yılına kadar adayı Yunanistan'a ilhak (Enosis) için uğraşırlar. Kıbrıs Türk Halkı adanın ilhakına karşı 1 Ağustos 1956'da Kıbrıs Türk Mukavemet Teşkilatı'nı (TMT), başka cemiyet ve birlikler kurarak direnirler. 11 Şubat 1959'da Türkiye-Yunanistan arasında imzalanan Zürih Anlaşmasıyla, 15-16 Ağustos 1959'da Kıbrıs Cumhuriyeti kurulur, üç yıl bu işlev devam eder, daha sonra Enosisçilik baskın olur ve Türklere karşı zulümler katliamlar başlar. Türkiye 1963'ten sonra katliamlara müdahale etmek için hamleler yapar ama netice alamaz. (Osmanlı İdaresinde Kıbrıs-Nüfusu, Arazi Dağılımı ve Türk Vakıfları-, BaşbakanlıkDevlet Arşivleri Genel Müdürlüğü Yayını, Yayın Nu: 43, Ankara 2000.) 15 Temmuz 1974'te EOKA'cı Samson Kıbrıs'ta darbe yapar, katliamlara başlar ve adayı Yunanistan'a bağlamak üzeredir, dünya ise EOKACI çeteyi sadece seyreder, Filistin'deki, Çeçenistan'daki soykırım ve katliamı seyrettikleri gibi. Garantör devlet olarak Türkiye diğer garantör ülke ile görüşmek üzere Ecevit İngiltere'ye gidiyor. Artık saniyeler bile önemlidir. Başbakan'a vekaleten Erbakan, Genelkurmay Başkanı ile görüşür, durumun çok nazik olduğu saniyelerin bile önemli değer ifade ettiği belirtilir. EOKA'cı çete gemi azıya almış durumda, her an yeni bir katliama başlayabilir,Kıbrıs Yunanistan'a her an iltihak edebilir. Erbakan, Sancar'a, emir verildiğinde Kıbrıs'a ne kadar zamanda intikal edilebileceğini sorduğunda üç günde, cevabını alınca, hemen harekete geçilmesini Mersin'e intikal edilmesini ve Ecevit İngiltere'den döndüğünde onay alınacağını belirtip harekata gizlice başlanması emri verilir. 20 Temmuz 1974'te Türk Silahlı Kuvvetleri Kıbrıs Barış Harekatı'nı fiilen başlatır. EOKA'cı ve ENOSİS'çilerin karanlık emellerine set çekilmiş ve Kıbrıs'taki Türk halkı özgürlüğüne kavuşmuş olur. MSP-CHP koalisyonunda, Erbakan ve arkadaşlarının aktif davranması sonucudur ki Kıbrıs, Girit olmaktan kurtarılmıştır. Kıbrıs Barış Harekatı'nda Koalisyon Hükümeti MSP ve Erbakan tarihi bir görevi yerine getirdiler. Ama maalesef, Erbakan’ın koyduğu ileri hedeflere koalisyon ortaklarını ikna edemediği, gelen hükümetler bu persperktifi kavrayamadığı için Kıbrıs olayı bu hale gelmiştir. 20 Temmuz 1974'te 1. Barış Harekatı, 14 Ağustos 1974'te II. Barış Harekatı yapılır. Erbakan'ın, hemen bağımsız devlet kurulması önerisi dikkate alınmaz. 13 Şubat 1975'te Kıbrıs Türk Federe Devleti kurulur. Erbakan, “Ne demek-Federe" diye isyan ediyordu. Ama dış güçler ve işbirlikçiler bağımsızlığa razı olmuyordu… Yunanistan ve Rumların gayretleriyle 13 Mayıs 1983 tarihli BM kararıyla Kıbrıs Türk Federe Devletide (KTFD) ortadan kaldırılır. Kıbrıs Türk halkının Rauf Denktaş'a yoğun baskılarıyla 15 Kasım 1983'te Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti (KKTC) ilan edilir. Rumlar, Yunanistan, İngiltere, ABD, AB, NATO- BM bu tarihten sonra harekete geçer: Kıbrıs Türkünü devletsiz ve Rumlara azınlık yapmak, Türkiye'nin Akdeniz cihetinden önünü kapatmak, İsrail'in güvenliğini sağlamak, Ortadoğu'yu ve Kafkasları denetlemek için herkesin gözü önünde seyreden, gördüğünüz gibi kumar masasını kuruyor ve 59. Hükümet bu kumara alet oluyor. 12 Kuzey Irak politikalarının iflasından sonra, KKTC’nin imhasına ve Kuzey Kıbrıs’ın Büyük İsrail Projesi hesabına ABD üssü yapılmasına yönelik “bilinçli ve kasıtlı yanlışlarının” başlarına açacağı belaları fark edip; bunlara yönelik Milli tepkileri gevşetme ve kendilerini mazur gösterme telaşıyla, Sn. Başbakan 30–4-2004’te yaptığı “Ulusa Sesleniş” konuşmasında, yuvarlak ve yavan laflar arasında, ağzındaki baklayı da çıkarıverdi... Ülkede ekonomik sıkıntı ve sarsıntıların ve sosyolojik kaynamaların giderek arttığı bir ortamda, bu konulara tek kelime olsun değinmeyip, bütün konuşmasını Kıbrıs’taki referandum sonuçlarına ayırması da, bu telaş ve tedirginliğin sırıtan bir göstergesiydi. Şimdi laklakılar arasından baklaları çıkarmaya çalışalım: “... Büyük bir diplomasi zaferi olan bu referandum sonuçlarına katkılarından dolayı, Genel Kurmayımıza, Dışişleri Bakanlığımıza ve Kuzey Kıbrıs hükümetine ve halkına teşekkürlerimi arz ediyorum...” Yani... KKTC’yi Rumlara bağlamanın ve ABD üssüne hazırlamanın planlarını; Genel Kurmay, 12 Milli Gazete / 22 04 2004 / Münir Balkır. 32 Dışişleri ve M.Ali Talat’la birlikte hazırladık!.. “... Statükoyu, halk iradesinin üstünde tutanlar ve dünyanın geldiği şartlara gözünü kapayanlar bu başarıyı hazmedemiyorlar...” Yani... Türkiye’nin bağımsız ve güçlü kalmasını, yerli imkanlar ve milli politikalarla kalkınmasını isteyenler statükocudur ve bunlar bizim Siyonist Emperyalizme teslimiyet başarımızı kıskanıyorlar!.. “... Artık sınırların kalktığı, ekonomi ve kültürün milliyet ve memleket tanımadığı dünyada yaşadığımızı unutmamalıyız...” Yani... Türkiye’nin de Gizli Dünya Devletinin bir eyaleti ve Siyonist İsrail’in bir vilayeti yapılmasına, milli ve manevi değerlerimizin yozlaşmasına ve sınırlarımızın yıkılmasına razı ve hazır olmalıyız!.. “ ... Hiç kimsenin, dünya gerçeklerini hiçe sayarak siyaset yapma lüksü yoktur...” Yani... Sömürücü sermayeye ve Yahudi Siyonizm’ine rağmen, milli ve haysiyetli politika üretmek, çoluk çocuk için imkânsız bir durumdur. Teslimiyet en kolay yoldur... “... Milli menfaatleri korumanın tek yolunun, statükoyu sürdürmekten geçtiğini zannedenler, aldanıyor” Yani... Milli bütünlük ve bağımsızlığımızı... Ülkemizin kalkınmasını ve çıkarlarımızı savunanlar, statükocudur!.. “... Uyguladığımız politikalarla, katıldığımız her uluslar arası toplantıda takdir ve tebrik topluyoruz...” Yani... Kendilerine hizmet ettiğimiz için, Siyonist merkezlerden madalya alıyoruz!.. “... Kültürel olarak, zaten birbirine çok yakın ve yatkın olan Yunanistan’la Türkiye’nin yakaladığı bu sıcak ve samimi ortamı daha büyük boyutlara taşıyacağız, sorunlarımızı böylece aşacağız...” Yani... Ege, Batı Trakya ve Kıbrıs konusundaki kırmızı çizgilerimizi, aynen Kuzey Irak’ta olduğu gibi terk edip uzlaşacak ve uysallaşacağız...! “... Dünya hızla değişirken, biz yerimizde sabit duramayız. Küreselleşen yenidünyaya uyum sağlamalıyız...” Yani... ABD ve AB’yi taşeron olarak kullanan, Siyonist sömürü hakimiyetine ve Büyük İsrail hedefine teslim olmalıyız!.. “... Türkiye’yi AB hedefinden geri koymaya çalışan marjinal çevrelere yüz vermemeliyiz...” Yani... Milli ve dirayetli duruş ve direnişleri önemsiz görmeli, bu konudaki duyarlılık ve uyarıların sahipleri olan Kuvayı Milliyeden çekinmemeliyiz!.. Ve zaten 1.gün sonra, yani 1-Mayıs’ta Esenboğa Havaalanında yaptıkları basın toplantısında, Recep T.Erdoğan “KKTC’yi tanıyacak mısınız?” sorusu üzerine: “Dünya ile çelişerek ve ters düşerek bir yere varamazsınız... Bütün dünya tanımış, siz tanımamışsınız, ne çıkar!..” cevabını verince, Abdullah Gül hemen kendisini uyarmış ve “Derhal düzeltelim; yoksa bu sözlerinizden KKTC’yi tanıyacağız anlamı çıkabilir..” demiş ve Başbakan da, bocalayıp ne anlama geldiğini kendisinin de bilmediği sözlerle durumu düzeltmeye çalışmıştır... Bu kafalarla Türkiye’nin düze çıkma şansı kalmamıştır..! Şu anda Irak’ta; Şehirlerin yıkımından, bebeklerin katliamına... İşkence barbarlığından... Kadınlardan, kızlardan erkek çocuklarına kadar yapılan tecavüz ahlaksızlığına bütünüyle ortak olan... Kuzey Kıbrıs’ı Rumlara bağlayıp Yunanistan’ın nahiyesi yapan... “Karabağ’ı Ermenistan’a verme” girişimleri yüzünden ürküttükleri 8 Azeri milletvekilinin Avrupa Konseyi Parlamenterler toplantısına gitmeyerek, KKTC. Milletvekillerinin oturumlara katılma hakkını ellerinden kaçıran... Kendileri, Kıbrıs’ı kanadınız altına alın diye AB’ye (özellikle Almanya ve Fransa yetkililerine) yalvarırken... Kendi adamları zannedip arka çıktıkları M.Ali Talat’ın ABD’ye gidip, Washington’da göstermelik resmi törenle karşılanıp, pohpohlanıp, Kıbrıs’ın Amerikan üssü yapılması için kullanılmasını bile anlamayan 33 bu iktidarla ve bu izansızlıkla iflah olmamız imkansızdır. Nobel ekonomi ödülü alan ve Dünya Bankası eski Başdanışmanı olan Prof. Dr. Joseph Stiglitz kadar olsun IMF’nin ve ABD kovboyu ile yürütülen Siyonist sermayenin, Türkiye’miz ve bölgemiz üzerindeki sinsi planlarını kavramaktan aciz bir anlayışa, daha fazla katlanmamız, bizi dönüşü olmayan bir uçurumun kenarına taşıyacaktır. Başkanlık döneminde Clinton’un ekonomi danışmanlığını da yapan Stiglitz, AKP iktidarına seslenerek: “Siz, biran evvel kendi programınızı yaparak, IMF reçetelerini terk edin. Yatırıma ve üretime ağırlık verin. IMF’ye teslim olan ülkelerin hep çöküşe gittiğini görüp, bu sevdadan vazgeçin” diye uyarmaktadır. Bir Konferans için İstanbul’a gelen Stiglitz, IMF’nin, Gizli Dünya Devleti olan Siyonizm’in “Uluslar arası bir kamu kefalet kurumu ve sömürge karakolu” olduğunu açıklayarak “Malezya’nın, milli ve cesaretli bir tavırla, IMF reçetelerini çöpe attıktan sonra hızla kalkınıp rahatladığını” özellikle vurgulamıştır. IMF, Dünya Bankası ve Global sömürü çarkını çok iyi bilen ve bir dönem en üst kademelerinde görev üstlenen Stiglitz; “Küreselleşme; adalet, barış ve başarı değil, tam aksine haksızlık ve dengesizlik getirmiş ve gelir dağılımındaki uçurumları daha da derinleştirmiştir. Avrupa’da bir inek için 2 Dolar sübvansiyon verilirken, Dünya Bankası Afrika’daki yoksullar için 1,5 doları yeterli görmektedir. Yani Avrupa ve Amerika’da inek olmak, Afrika ve Asya’da insan olmaktan değerlidir..!” sözleriyle, AKP iktidarının “Dünya gerçekleri” dediği Siyonist Emperyalizmin iç yüzünü ortaya koymaktadır. İktidara geldiği ilk beş altı ay içerisinde, istediği değişim ve dönüşümü yapabilme şansını, korkaklık ve pısırıklıkla kaçıran bu iktidarın, artık iyice dişlerini sayan ve çevresini bütünüyle kuşatan güçlere karşı; arasıra, tabanını ve teşkilatını avutmaya yönelik çıkışları da tutarlı ve inandırıcı sayılmamaktadır. Barbarlıklarına ve bizi sürekli arkadan bıçakladıklarına bin kere şahit olduğumuz Siyonist ve emperyalist batılılardan “aferin” alalım... Demokrasi ve değişim demagojileriyle dış güçlere “derviş”lik yapan hainlerin hırlamasıyla uğraşmayalım diye, cennet ülkemizin, milli ülkülerimizin ve manevi ilkelerimizin tahribine, daha fazla göz yumulmamalıdır. Tarih, Türkiye’nin altına dinamit koyanlar kadar, bunlara göz yumanları da suçlu ve sorumlu sayacaktır!.. “EVET” İLE “HAYIR” ARASINDAKİ K I B R I S Kıbrıs’ta 24 Nisan’da referandum yapıldı. Güneyde Annan Planı’na % 76 “Hayır”, kuzeyde % 65 “Evet” çıktı. Böylece Kıbrıs’ın yeni tarihi yazılmaya başlandı. Referandumdaki alternatifleri kısaca irdeleyelim. “EVET”-“EVET” ÇIKSAYDI; yani hem Rumlar hem Türkler “Evet” deseydi Avrupa Birliği, Amerika Birleşik Devletleri’nden bir puan ileride olacaktı. Bugün Avrupa Birliği, iki sahada Amerika’ya fark atmış durumdadır. 1-Biri “Euro” konusundadır. Dünyada uluslararası seviyede hakim olan tek para varken ve bu sayede Amerika Birleşik Devletleri dünyayı istediği gibi sömürürken, “Euro” ortaya çıktı ve “Dolar”ı tehdit etmeye başladı. Amerika Birleşik Devletleri henüz bu sorunu çözememiştir. Dünya “Euro”ya kaydıkça “Dolar” tepetaklak gidebilir. Amerika Birleşik Devletleri yıkılabilir, federe devletlere ayrılabilir. ABD, bütün ülkelerden ordularını çekmek zorunda kalabilir. Amerika için beklenen akıbet budur. Yahudi sermayesi de bu arada çok zor günler geçirebilir. Çünkü onlar “Dolar” bazında sermayeye sahiptir. Doların çöküşü, Siyonizmin bitişi demektir. 2-Avrupa Birliği’nin ABD’ye attığı ikinci büyük fark; “Irak”ta olmuştur. Almanya II. Dünya Savaşı’nda mağlup bir devletti. Fransa (İkinci Dünya Savaşı sonrasında) ABD sayesinde devlet olabilmiştir. ABD’nin hâlâ Avrupa’da orduları vardır. Almanya hâlâ ABD’ye haraç ödemektedir. Ne var ki Irak olayında her ikisi birleşti ve ABD’ye karşı çıktılar; Rusya ve Çin de Almanya ile Fransa tarafında yer aldı. Türkiye’de Milli güçlerin sayesinde tezkere geçmedi. Dolayısıyla Avrupa Amerika’ya ikinci farkı da böylece attı. “HAYIR”-“HAYIR” ÇIKSAYDI; Kıbrıs’ta eski statü korunacaktı. Ne Avrupa ne de ABD bir şey kazanmış ve kaybetmiş olmazdı. Ada’nın durumu bugünkü şekliyle devam ederdi. ABD Kıbrıs Türkleri ile bir ilişki kuramazdı. ABD, Avrupa Birliği’ni sürekli tuzağa düşürüyordu. Her iki tarafta da “hayır” çıksaydı, ABD ve 34 AB bir olup Türkiye’yi Kıbrıs’tan geri çekeceklerdi. Türk askeri Kıbrıs’tan çekilecek ve Birleşmiş Milletler’in askerleri girecekti. Eğer Euro fark atmasaydı, Irak savaşında Fransa ve Almanya karşı çıkmasaydı, Rusya ve Çin onların tarafında olmasaydı, Türkiye’de tezkere geçseydi, bu böyle olacaktı. İşte Amerika bunun için “Hayır-Hayır”ı istemedi. Çünkü Kıbrıs’ın tamamen Avrupa’nın eline geçmesi onun işine gelmemeye başladı. “EVET”-“HAYIR” ÇIKSAYDI; yani Rumlar “Evet”, Türkler “Hayır” deseydi, Türklerin Avrupa Birliği adaylığı tehlikeye girerdi. Oysa AB’nin Türkiye’ye yaptıracakları daha pek çok işler vardır; Türkiye’nin intihar eder gibi bağımsızlığını devr etmesi için çıkartacakları anayasa paketleri vardır, ekonomisini batırmak için uygulatacakları kriz formülleri vardır… Türkler hayır, Rumlar evet deseydi, Türkiye’yi parçalama ve yok etme planları suya düşme tehlikesine girerdi. Türkiye uyanabilir, tedbirler alabilirdi. Türkiye uyumaya devam etmeliydi. Yani, Türkiye işsizliğe, dış borca, yargı çıkmazına ve basının dışa bağımlılığına son vereceğine; şimdiki gibi Avrupa Birliği’nin peşinde koşturmalıydı. Böylece Türkiye intihara doğru yaklaştırılmalıydı. Bundan dolayı Türklerin “Hayır”, Rumların “Evet” demesi çok tehlikeliydi. Denktaş bunun için hain ilan edildi. Onların adamı olan Başbakan Talat bundan dolayı desteklenmiştir ve bu yüzden çok acele etmektedir. Ama, “HAYIR”-“EVET” ÇIKTI; yani Rumlar “Hayır”, Türkler “Evet” dedi. İşte bu ABD için en uygun bir çözümdür. Şimdi ne yapacaktır? Talat’ı kullanarak Denktaş’ı devre dışı bırakacaktır. Çünkü Denktaş bu işleri bilen tecrübeli bir politikacıdır. Nitekim II.Abdülhamit’i de böyle uzaklaştırdılar ve ondan sonra Sevr’i de İttihatçılara imzalattılar. Gürcistan’da Şevardnatze’yi iktidardan uzaklaştırdılar, şimdi bu ülkede istedikleri gibi at oynatıyorlar. Nitekim Talat solcu metotlarını kullanarak saygısızca Denktaş’ın istifasını istiyor! Oysa Denktaş istemeseydi Talat başbakan olamazdı. Anayasalarında en çok oy alan başbakan olur diye bir şey yazılı mı? Denktaş Oğlunu bir tarafa verir ve statükoyu korurdu. Oğlunu Talat’a vererek onu başbakan yaptı. Son olarak onu müzakereci de yaptı. Aslında referandum formülünü o ortaya koydu. Şimdi Talat hangi yetkiye dayanarak Denktaş’ın istifasını istiyor? Mason mantığı budur. Eline fırsat geçirdin mi onu değerlendireceksin! Ve hıyanet edeceksin! ABD şimdi bunun peşindedir. Avrupa Birliği nihayet “Avrupa’nın sınırı yeşil hattır.” diyerek Türkiye ile boğuşmaktan vazgeçti. Amerika derhal itiraz etti. Niye? Türkiye ile AB’liğini savaştıracak, kendisi böylece Ortadoğu’da elini kolunu sallayarak yerleşecektir. Nitekim I. ve II. Dünya Savaşlarında da böyle yapmadı mı? Bundan sonra ne bekleniyor? Amerika Birleşik Devletleri Talat’la anlaşacak ve Kuzeye askerini indirip yerleşecektir. Ada’yı bölecek ama Türklere bırakmayacak, Kuzeyde yine İsrail yanlısı Rumları yerleştirecektir. Türkleri oradan başka yerlere nakledecek, güney Kıbrıslıları kuzeye taşıyacak, sonra güneyde terörü üretecek, sonunda Avrupa Birliği’nden güneyi de alacak, böylece Doğu Akdeniz’in anahtarını eline geçirecektir! Bu durumda AKP’nin beklemenin ötesinde bir şey yapacağını zannetmiyoruz. Kıbrıs’taki Türklere Anadolu’da yer hazırlama dışında elinden bir şey gelmeyeceğini biliyoruz. Amerika Birleşik Devletleri Kuzey Kıbrıs’ı fiilen tanıyıp oraya yerleşmek istemektedir. Orada Müslümanların varlığı ve güçlü Türk askerinin bulunması İsrail’in işine gelmiyor. Bu durumda gol yemiş olan Avrupa ne yapmalıdır? Avrupa Birliği derhal şu kararı almalıdır: Avrupa Birliği, Kuzey Kıbrıs ile Güney Kıbrıs’ı birlikte AB’ye almaya karar vermişti. Ancak Güney beraberlik istemedi. Şimdi “biz her ikisini ayrı ayrı Avrupa Birliği’ne alacağız. İki devlet, 1 Mayıs’tan itibaren Avrupa Birliği’nin üyesidir. Avrupa Birliği içinde bunları birleştirip, Kıbrıs’ı barış adası yapacağız.” Eğer AB akıllılık edip bu kararı ABD’nin adaya asker indirmesinden önce alırsa kârlı çıkmış olur. Ancak AB’ye hala hakim olan Siyonist odaklar buna fırsat verir mi? 13 Hiç sanmıyoruz! Ve AB’nin siyonizmin pencesinden kurtulmadan, ne Hırıstiyanlara, ne Müslümanlara, ne de başka unsurlara yararlı ve hayırlı olacağına inanmıyoruz… Avrupa Birliği'nin derin gizemi? Uluslar-arası olay haline gelmiş olan Dan Brown'ın “Da Vinci Şifresi”nde anlatılan olayların 13 Milli Gazete / 09 – 05 - 2004 / Reşat Nuri Erol 35 dayandırıldığı kitap “Holy Blood, Holy Grail” adını taşımaktadır. 1982 yılında yayınlandığında anında büyük bir ilgi uyandıran bu çalışmada ilk kez “Priory of Sion” adlı örgüt gerçek anlamda deşifre edilmiştir. Söylenenlere göre “Priory of Sion” adlı örgüt İsa'dan bu yana gizlenen bazı bilgileri elinde tutan ve bunu kuşaktan kuşağa aktarmakla görevli olan insanlar tarafından kurulmuştur. Ve yine denilenlere göre Isaac Newton, Leonardo da Vinci ve Victor Hugo'nun da aralarında bulunduğu büyük beyinler gizli bilgileri elinde bulunduran bu örgütün bir zamanlar liderliğini (Grand master) yapmış insanlardı. Bu tür bilgilerin ilk kez derli toplu ortaya çıkarıldığı kitabın yazarları Michael Baigent, Richard Leigh ve Henry Lincoln yazım aşamasında başlarından geçenleri de aktarırlar kitapta. Onlara gizli sembollerin anlamı, bağlantılar, alternatif tarih hakkındaki ipuçlarını veren Pierre Plantard adındaki bir kişidir. Verilen bilgiye göre Plantard, Jean Cocteau'nun ölümünden sonra Priory of Sion'un liderliğini (navigator) 1984 yılına kadar üstlenmiş olan kişidir. Plantard, kendisinin İsa'nın soyundan geldiğini, kendi atalarınca kurulmuş Merovenj krallığının tekrar kurulacağını, bunun kurulmasının ön şartının da Avrupa ülkelerinin birleşmesi olduğunu, bu nedenle de Priory of Sion örgütünün elindeki tüm güç ve imkanları kullanarak Avrupa Birliği'ni desteklediğini, bu amaç için aktif olarak uzun yıllardır çalışmakta olduğunu anlatmıştır. Geçtiğimiz aylarda içinde Kardinal Joseph Ratzinger'in 'Türkiye Müslüman olduğu için AB'ye giremez' diye konuşması buna karşılık Başbakan Erdoğan'ın da “Vatikan bir din devletidir, AB üyesi değildir. Biz AB üyeleri ile konuşuyoruz” diye cevap vermesi, olan biteni tamamen karmaşıklaştırmaktan, bazı gerçeklerin üstünü örtmekten başka bir işe yaramaz. Avrupa Birliği Katolisizme düşman bir örgütün denetiminde kurulmuş bir din örgütüdür, bir tarikattır. Bu tarikatın gizli amacı Vatikan'ın elindeki gücü tamamen bitirmek, İslamiyeti de pasifize etmek, kendi inanışlarına göre Mesih'in gelmesiyle birlikte girilecek yeni dönemde dünyanın dini yönelimini ve denetimi kontrol altına almaktır. Bu gizli tarikatın inanışı “Gnostik Hıristiyanlık” olarak adlandırılır. Gnosis'in temeli aslında Hıristiyanlıktan önce İskenderiye'de Judaizm (Yahudilik) ve Helenizmin felsefi kaynaşmasına gider. Vatikan bu inanışı uzun süre sapkınlık saymıştır, ancak Yahudi mistisizmi olan Kabala'yı da etkilemiş olan Gnostik Hıristiyanlık Vatikan ile yüzyıllardır sürdürmüş olduğu kavgasını Avrupa Birliği'ni ele geçirmiş olması nedeniyle kazanmak üzeredir. Bunlar Hıristiyan'dır ancak hem kökenlerindeki Judaism, hem de Kabala mistisizmi ile bağlantıları nedeniyle Yahudi diniyle de ortak noktalar bulmuş, belirli konularda ve amaçlarda anlaşmışlardır. Avrupa Birliği'nin dini kimliği ve amacı kendi bayrağındaki sembolle aslında ilan edilmektedir. Bu birliğin üye sayısı ilk başlarda altıyken de, şimdilerde üyelerin sayısı devamlı artarken de bayrağındaki yıldız sayısının hep 12'de kalmasının nedeni İncil'deki şu bölümle alakalıdır: “Sonra yeni bir Gökyüzü ve yeni bir Yeryüzü gördüm. Yedi melekten biri yanıma geldi ve sana Kuzu'nun (İsa Mesih) Gelini'ni göstereceğim dedi. Sonra Ruh beni yüksek ve büyük bir dağa çıkardı. Ve gökyüzünden Yeryüzüne inmekte olan Tanrı'nın Kutsal Kenti'ni gösterdi. Bu Kudüs'tü. İşte İsa Mesih'in Gelini budur dedi. Kutsal Kent'in etrafı büyük ve yüksek bir duvarla çevriliydi. Ve 12 kapısı vardı. 12 kapıda 12 melek bekliyordu. 12 kapının üstünde İsrail'in 12 kavminin adları yazılıydı. Büyük ve yüksek duvarın içinde 12 çeşme vardı ve 12 çeşmenin üzerinde Kuzu'nun 12 havarisinin adları yazılıydı.” 14 Bu 12'leri okuyarak AB bayrağındaki yıldızların 12 olmasını anlamaya giriş kapısını aralarsınız. Bu tarikatta semboller öylesine önemlidir ki örneğin AB'nin Brüksel'deki merkezinde de 12 kapı vardır mesela. 14 İncil: (Rev 21: 1-12) 36 Bu tür konuları düşünmeden AB sadece özgürlük, insan hakları demektir diye yanlışa düşerek planlar yapılırsa büyük hata yapılır. Türk aydını maalesef bu hatayı yapmakta veya daha da vahimi bazıları gerçekleri bildikleri halde yalan söylemektedirler. Bu noktada sorulması gereken soru 'Madem durum böyle, madem AB'nin temelinde gizli bir tarikat var ve bunların nihai amacı da din’dir. O zaman neden Türkiye gibi Müslüman bir ülkeyle ilişkiler niçin sürdürülmektedir.15 El cevap: 1-Türkiye’yi kontrol altında tutmak. 2-Türkiye’yi kendi amaçları için kullanmak. 3-Türkiye’de İslam’ı yozlaştırmak, manevi ve ahlaki yapıyı iyice bozmak. 4-Türkiye’nin ekonomik ve askeri kalkınmasına engel olmak. 5-İslam alemine lider ve lokomotif rolü oynamasına ve başka bloklara kaymasına imkan ve fırsat bırakmamak… KKTC’ye Avrupa Birliği kumpası! Avrupa Birliği Komisyonu, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’ne yönelik yine bir “önlem paketi” onayladı. Bu paket kamuoyuna KKTC’nin izolasyondan kurtarılmasını sağlayacak bir çözüm olarak sunuldu. Peki ne var bu pakette? KKTC’de üretilen ürünlerin Avrupa’ya ihracı öngörülüyor, AB pazarlarına ihraç edilecek tarım ürünleri için de ihraç belgesi yayınlama yetkisi Kıbrıs Türk Ticaret Odası’na veriliyor... “KKTC’ye yönelik izolasyon kaldırılıyor” diye kamuoyuna sunulan paketin içi-dışı bundan ibaret... Yani KKTC artık Avrupa Birliği üyesi ülkeler tarafından daha rahat sömürülecek! KKTC’de üretilen ürünleri ucuza kapatma, ne hikmetse KKTC’nin “kurtuluşu” olarak takdim ediliyor... KKTC Başbakanı Mehmet Ali Talat, Avrupa Birliği Komisyonu’nun açıkladığı önlem paketini “AB bir anlamda Kuzey Kıbrıs’la gümrük birliğine gidiyor” şeklinde değerlendirdi. Türkiye’yi üye olarak almayan ama Gümrük Birliği anlaşması yapan Avrupa, yıllardır Türkiye’yi sömürdü... Bizim Gümrük Birliği anlaşmasından doğan zararımız 80 milyar doları buldu... Şimdi aynı şey, KKTC için de yapılıyor. Gümrük Birliği türü bir ilişkiyle, KKTC kaynakları talan edilmek isteniyor... AB Komisyonu Üyesi Günter Verheugen’in “hiç kimse KKTC’yi tanımak niyetinde değil, öneri paketi KKTC’nin doğrudan veya dolaylı olarak tanınması anlamına gelmez!” açıklaması da ilginç... Yani AB komiseri diyor ki; sakın ola tanınmayı falan beklemeyin, biz sizi sömürmek istiyoruz, karşılığında da hiçbirşey vermeyeceğiz!.. Verheugen, KKTC’nin tanınması konusunda aynen şu ifadeleri kullanıyor: “Akdeniz’de küçük bir Türk devleti kurulması kimsenin menfaatine değildir, zaten böyle bir hipotez veya risk de söz konusu değildir!..” Adam daha ne desin, biz sizi sömüreceğiz diyor, daha önce dayattığımız Annan Planı çerçevesinde ne istediysek aynısını şimdi adım adım uygulayacağız diyor... KKTC diye bir devlet olmayacak diyor! Gümrük Birliği kumpasıyla, neyiniz var neyiniz yok, hepsini ele geçireceğiz diye açıkça meydan okuyor... Bu meydan okumayı ne KKTC’deki hükümetin ne de AKP iktidarının “doğru okuması” mümkün!.. Onlar, felaketi, kamuoyuna “başarı” diye göstermeye çalışıyorlar!.. Türkiye’nin maruz kaldığı kumpasa şimdi KKTC’yi de mahkum ediyorlar... Bu oyunu bozmak ve bu tuzaktan kurtulmak için, sadece hükümetin değil, bu dengesiz düzenin de kökten değişmesi gerekiyor!.. 15 Akşam / Serdar Turgut / 16. 08. 2004 37 ÇATIŞMAYA HAZIRLANAN DÜNYADA: TÜRKİYE’NİN TAVRI VE TARAFI! Amerikan emperyalizminin, tek başına bütün dünyaya… Ve özellikle orta doğu ve orta Asya enerji kaynaklarına ve ulaşım yollarına sahip olma niyetleri “Gizli Amerika” diyebileceğimiz Siyonist Yahudi Lobilerinin Büyük İsrail Hedefi ve Dünya hâkimiyeti hayalleri Kuşatılmak; etkisiz-çaresiz bırakılmak istenen Rusya ve Çin’in hatta AB’nin bu kıskacı kırma gayret ve girişimleri Radikal islam-ılımlı islam yozlaştırmalarıyla potansiyel güçleri eritip bitirilmek istenen: Siyonist ve emperyalist heveslerin merkezini teşkil eden İslam dünyasındaki diriliş ve direniş hareketleri… Venezüella ve Brezilya başta Güney Amerika ülkelerinin ve Vatikana bağlı kiliselerin ve Katolik kesimlerin Siyonist ve emperyalist güçlerin güdümüne giren, Avengelik ve Protestanlara karşılık İslam dünyasına yakın görünmeleri… Bütün yeryüzünde, Amerikan pervasızlığına ve İsrail azgınlığına karşı oluşan haklı tepki ve nefret dalgalarının giderek genişlemeleri ve dünya kamuoyunun Siyonist sömürüye karşı bilinçlenmeleri… Darwinist, marksist ve ateist düşüncenin, Harun Yahya eserlerinin de büyük etkisiyle çürüyüp çöpe atılmasına karşılık, Yüce Yaratıcıya iman ve ahlak prensiplerinin yeniden filizlenip yeşermeleri Asırlardır dünyaya hâkim bulunan “küresel çete”ye, yani Siyonist sömürü çemberine rağmen, gerçekleşen ilk ve tek soylu girişim olan D-8’lerin ve onun bir devamı mahiyetindeki “Güney Amerika-Arab İslam ülkeleri işbirliği zirvesi”nin hayata geçirilmeleri ve hatta Venezüella Devlet Başkanı Hugo Chavez’in ev sahipliği yaptığı bu talihli zirvenin ambleminin Saadet Partisi amblemiyle hemen hemen aynı olmasının dikkat çekmeleri… Evet işte bütün bu hayati ve tarihi sorunlar, yakında, bütün dünyayı etkileyecek bir dövüşün; ve tabi sonunda köklü bir dönüşümün kaçınılmaz olduğunu göstermektedir. Bu çatışmada Türkiye’ye düşen: Uydu değil, denge politikası izlemektir. Çünkü böyle bir kapışmanın tarafı olmak ve içine katılmak; hem potansiyelini hem de geleceğini boşuna harcamak demektir. Ancak: şimdilik Amerika’yla bozuşmadan Avrasya’ya yakın durduğunu; D-8’ler hareketine, Güney Amerika-Arap İslam ülkeleri işbirliğine daha yatkın olduğunu hissettirmelidir. Tabii coğrafyasının, tarihi mirasının, stratejik yapısının ve potansiyel imkânlarının farkında… Ve her halde milli çıkarlarının, bölge halklarının ve temel insan haklarının tarafında bulunduğunu ima ve ifade edecek ve beklenen bulanma süreci sonrasındaki durulma döneminde, etkin ve yetkin bir rol üstlenecek, diplomatik ve stratejik bir tavır sergilemelidir. Ama bütün bunların, mevcut AKP iktidarıyla, bu masonik kadrolarla ve NATO kafalılarla yapılamayacağı için de; öncelikle, milli bir hükümetin, cesaret feraset ve dirayet sahibi ekiplerin, bir şekilde, işbaşına gelmesi gerekir. Nejat Eslen Paşa’nın şu tespitleri oldukça önemlidir: Katolik Süreç İçin Denge Stratejisi Sovyetler Birliği'nin dağılmasından sonra Ortadoğu'da, Kafkasya'da ve Orta Asya'da oluşan güç boşluklarını doldurma, bu bölgelerdeki enerji kaynaklarına ve bu kaynakları küresel pazarlara ulaştıran hatlara egemen olma gayretleri 21. yüzyılın başlarında küresel jeopolitiğin ve 11 Eylül sonrasında ABD'nin jeostratejik girişimlerinin esasını oluşturmaktadır. ABD bu girişimlerinde Avrasya'nın diğer jeostratejik oyuncuları Rusya Federasyonu'na, Çin'e, Hindistan'a ve potansiyel oyuncu AB'ye karşı ön almış ve avantajlar kazanmış durumdadır. ABD jeostratejisi: Ortadoğu, Hazar Havzası ve Orta Asya enerji kaynakları ile birlikte Ortadoğu enerjisini Uzakdoğu'ya ve Avrupa'ya ulaştıran deniz ulaştırma hatlarının kontrol edilmesini, Ortadoğu enerji 38 kaynaklarını tamamlama ve yedekleme imkânları sağlayan Hazar enerji kaynaklarının kontrolünü ve bu bölge enerjisini doğrudan Akdeniz'e aktarma yeteneği ile küresel enerji güvenliği içinde önemi giderek artan Bakü-Tiflis-Ceyhan boru hattının güvenliğini esas almaktadır. “Küresel enerji güvenliği” kapsamı içinde ABD, Akdeniz enerji hattının güvenliği için Genişletilmiş Ota Doğu ve Kuzey Afrika Projesi'ni gündeme getirirken; Hazar Havzası enerjisini küresel pazarlara ulaştıran ulaştırma hatlarını denetim altına almak amacı ile Karadeniz'e egemen olma gayretlerini de başlatmıştır. ABD bu girişimleri ile birlikte Avrasya'daki rakipleri Rusya Federasyonu'nu, Çin ve hatta AB'yi çevrelemek için tedbirler de oluşturmaktadır. (Bu sinsi ve emperyalist amaçları için, Türkiye’yi taşeron olarak kullanmak istediği de unutulmamalıdır.) ABD'nin jeostratejisi içinde aynı süreçte, farklı bölgeler veya ülkeler için farklı stratejik konseptler uygulanmaktadır. 1- Birincisi; Gürcistan, Ukrayna ve Kırgızistan gibi özgürlüğe ve demokrasiye susamış eski Sovyet ülkelerinde başarı ile uygulanan ve askeri güç yerine sivil toplum örgütlerini, yani yumuşak gücü esas alan konsepttir. Bu konseptin her hedef ülkede, örneğin İran gibi radikal İslami rejimlerle yönetilen ülkelerde başarı ile uygulanması zordur. Yumuşak gücü esas alan konseptin Sun Tzu'nun 'ağır bir çarpışmaya girmeden hasmın direncini kırma' düşüncüsüne dayandırıldığı söylenebilir. 2- İkinci konsept ise askeri güç göstererek yıldırmayı esas almaktadır ve bu konsept Libya'ya karşı başarı ile uygulanmıştır. 3- Yumuşak gücün, yıldırmanın veya caydırmanın başarılı olmadığı durumlarda ise Afganistan'da ve Irak'ta olduğu gibi askeri güç doğrudan kullanılmaktadır. Genel hatları ile Carl von Clausewitz'in düşüncelerine dayandırılan bu konseptin esası önleyici darbelerle milli direnci kırmak ve kirli çıkarlarını sağlamaktır. ABD, Avrasya coğrafyasındaki askeri gücü doğrudan kullanarak uyguladığı jeostratejik hamlelerinde dört stratejik sorunu da birlikte yaşamaktadır. a-Sorunlardan birincisi: ABD'nin Avrasya'da kendisini engelleyebilecek yeni güçlerin veya dengelerin oluşması olasılığıdır. b-ABD'nin askeri güç yetersizliği ise ABD'nin ikinci stratejik sorununu oluşturmaktadır. c-Üçüncü sorun, mevcut askeri gücünü Soğuk Savaş sonrası döneminin ihtiyaçlarına göre; yeniden yapılandırmaya gitmeden ve uygun bir savaş doktrini geliştirmeden, Avrasya inisiyatiflerini başlatmasından kaynaklanmaktadır. d-Dördüncü sorun ise ABD'nin askeri gücünü, yeni ihtiyaçlara göre, müdahale bölgelerine önceden konuşlandırmadan, aceleyle jeostratejik girişimlerini başlatmış olmasıdır. ABD'nin bu stratejik hataları başarısızlıklara ve inisiyatiflerinin bölgesel kaoslara dönüşmesine neden olmaktadır. ABD yukarıda sıralanan sorunlar nedeni ile Afganistan'da ve Irak'taki girişimlerinde başarılı olamamış ve kuvvet yetersizliği nedeni ile kara gücünü kullanarak başka bölgelerde yeni müdahalelerde bulunma ve potansiyel riskleri karşılama yeteneğini büyük ölçüde kaybetmiştir. Bu durum, İran ve K. Kore gibi ABD için potansiyel hedef ülkeleri cesaretlendirmekte, İran nükleer programına devam ederken K. Kore yeni bir nükleer silah deneyeceğini açıklayabilmektedir. Ukrayna'yı, Gürcistan'ı ve Kırgızistan'ı ABD'ye kaptırmış olan; ABD'nin Karadeniz ile ilgili hamlelerini dikkatle izleyen, Doğu Avrupa'da, Orta Asya'da ve Kafkaslarda ABD tarafından çevrelenen Rusya'nın ise daha fazla kaybetmeye tahammülü yoktur, bu nedenle de ABD'ye karşı ciddi inisiyatifler uygulaması beklenmelidir. Kore ve Tayvan, ABD'nin sürekli tedbirler geliştirmesini gerektiren kürsel potansiyel kriz bölgelerdir. Giderek büyüyen Çin ise Avrasya'nın aktif jeostratejik gücü olarak etkinliğini uygulayacağı günleri sabırla beklemektedir. Bu şartlarda ABD'nin Avrasya egemenliği zor bir olasılık gibi görünmektedir. ABD'nin Avrasya'daki başarısızlıkları küresel kaosu da beraberinde getirebilecektir. Ayrıca NATO ve AB ile ilgili belirsizlikler de küresel kaosu körüklemektedir. Soğuk Savaş döneminin kanat ülkesi Türkiye'nin jeostratejik önemi bazılarının iddia ettiği gibi azalmak bir tarafa giderek artış göstermektedir. Türkiye'nin Ortadoğu, Kafkasya, Karadeniz ve Doğu Akdeniz ile bütünleşen coğrafyası, ABD'nin Avrasya girişimlerinin tümü ile ilişkilidir. Türkiye, coğrafi konumu nedeni ile küresel enerji güvenliğinin kilit ülkesidir. ABD, coğrafyası ve askeri gücü nedeni ile Türkiye'yi vazgeçilmez bir ülke olarak görmekte, bu nedenle de Kuzey Afrika ve Genişletilmiş Ortadoğu Projesi'nin kilit ülkesi yapmak, 39 coğrafyasını askeri girişimleri için ileri harekât üssüne dönüştürmek istemekte, İncirlik ile ilgili taleplerini de bu nedenle gündeme getirmektedir. Samuel Huntington'un son ziyaretinde, Türkiye'nin AB'ne üye olamayacağını, ancak İslam dünyasına liderlik yapabileceğini ifade etmesi ABD'nin Türkiye ile ilgili emellerini yansıtmakta, Türkiye'ye Genişletilmiş Ortadoğu Projesi'nde biçilen rolü açıklamaktadır. Bu süreçte ABD'nin beklentileri, Türkiye için ciddi sorunlara dönüşebilecektir. Türkiye, ABD'den gelecek talepleri kendi çıkarları süzgecinden geçirerek değerlendirmeli, ABD ise yanına alamadığı durumlarda karşısında olmayan bir Türkiye'yi tercih etmelidir. Ama maalesef: Dış borçları yüzünden IMF üzerinden kontrol edilmiş, AB'nin talepleri ile politik enerjisi tüketilmiş Türkiye'nin ABD taleplerine karşı direnme gücü törpülenmiştir. Ancak Türkiye, Avrasya girişimleri ile ilgili taleplerini karşılasa ve stratejik ortaklık yapsa bile, ABD'nin başarısızlıklarının önlenmesi mümkün olamayabilecektir. 11 Eylül sonrası başlatılan 'Medeniyetler Çatışması' veya yenidünya savaşı şiddetlenerek devam edecektir. Yenidünya savaşı kazananı belli olmayan bir kaosa da dönüşebilecektir. Türkiye'nin uzun vadeli çıkarları, zor da olsa bu kaostan uzaklaşmayı ve bu savaşta taraf olmamayı gerektirmektedir. Türkiye'nin stratejisi: bu savaşta taraf olmamanın çarelerini geliştirmeli; Türkiye'yi yönetenler, Avrasya'da zamanın ve ufkun ötesini görebilmeli, ABD'nin girişimlerini ve taleplerini bu vizyona göre dengelemelidir. Bu vizyon, Türkiye'nin Avrasya'daki dengeleri değiştirebilme yeteneğini sürekli göstermesini, savaşan bloklardan hiç birine kendisini angaje etmemesini ve gittikçe daha kaygan ve karmaşık bir görünüm almakta olan güvenlik ortamında; ortaya çıkabilecek yeni tehditleri bertaraf edebilme yeteneklerini geliştirmesini de gerektirmektedir. Siyonist-Avengelik ittifakına karşı, İslam-Katolik işbirliği: İspanya-Madrid’de dünyanın en önemli Katolik Örgütü OPUS DEİ Teşkilatının AZİZLİK İşleri direktörü ve İslam uzmanı Jose Carlos Martin de Lattoz, Akşam’dan Güler Kömürcü’ye şunları açıklamıştı: “Öncelikle, KUR’AN kutsal bir kitaptır ve hiç kimse KUR’AN’a kötü davranamaz, bu yapıldığı iddia edilenler kabul edilemez. Biz Katolikler ve siz Müslümanlar, bizler aynı Tanrı’ya inanıyor, aynı Tanrı’yı seviyoruz. Biz Katolikler, Müslüman ve Katolik dünyasını karşı karşıya getirmeye çalışanları şiddetle kınıyoruz. Bu arada Hıristiyan dünyasının bölündüğünü ve birlikte hareket etmediğini de hesaba katın. Mesela Evangelistler, Protestanlar Katoliklerin ruhani lideri PAPA’nın dediklerini kabul etmiyor, karşı çıkıyorlar. Bu bölünmüşlüğün etkilerini İslam dünyası unutmamalı. Bugün dünyada 2 farklı akım var: birisi Tanrı’nın varlığını kabul eden, Tanrı’nın evreni, insanları yarattığına inanan grup, bir diğer grup ise ‘insanların Tanrı’yı kendi akıllarında yarattığına inanan grup. İşte ‘Müslümanları ve Hıristiyanları karşı karşıya getirmek isteyenler’ de bu ikinci grupta yer alanlardır. İçinde bulunduğumuz bu GLOBALİZM adı verilen dönemde, kendilerini ‘NEW AGE’ci yani YENİ ÇAĞ’ın DÜZENLEYİCİLERİ olarak kabul eden kimi MASONİK ÖRGÜTLER, TEK DİN-TEK ULUS hedefleri için düğmeye basmış durumdadır. Bu NEW AGE’çi gruplar Hıristiyanlığı da Müslümanlığı da çökertmek, zayıf düşürmek için her türlü komployu servise koyuyorlar. Katoliklerle-Müslümanları kavga ettirip, yok edip dünyayı ele geçirme planları yapanların hepsi, TEK DİN-TEK ULUS peşinde koşan MASONİK GRUPLARDIR. Bu NEW AGE’ci gruplar yenidünya düzeni adını verdikleri mevcut süreçte, planları gereği ‘inançsız - Müslümanın - Hıristiyanın olmadığı’ bir evren oluşturup, içlerini, inançlarını boşalttıkları bu insanlara daha sonra da ‘kendi felsefelerini’ işlemeyi hedefliyorlar. Avrupa’da ‘İslam’ hızla yükseliyor ama buna karşın İNANÇLI Hıristiyan nüfus ise giderek azalıyor. Avrupa hızla artan bu Müslüman nüfustan, Müslümanlığın yükselişinden çekiniyor.” Adil Düzene doğru! Tabiat evrime müsait ve müstaid (yetenekli) yaratılmıştır. Her şey doğar, gelişir, olgunlaşır, yaşar, yaşlanır ve ölür. Bu durum Kâinat için mukadder bir kanun olduğu gibi; aynı şekilde insanlık ve medeniyetler için de mukadder ve geçerlidir. İnsanlık için her bin yıl, bir yaş gibidir. Bin yılda bir insanlık ileri hamleler yapar ve evrimleşir. 2005 yılında, 21. yüzyılın başında, III. milenyumun başlangıcında bulunuyoruz. 40 İnsanlık tarihini kısaca başlıklar hâlinde hatırlayalım. MÖ 3000 yıllarında Nuh Medeniyeti, MÖ 2000 yıllarında İbrahim Medeniyeti, MÖ 1000 yıllarında İbrani Medeniyeti başlamıştır. Miladî yılların başında Hıristiyanlık Medeniyetinin temelleri atılmıştır. MS 600 yıllarında doğan İslam güneşi, MS 1000 yıllarında Kur’an Medeniyeti olarak ortaya çıkmıştır. Şimdi, çağımızda, 21. yüzyılın başında, III. milenyumun başlangıcında Yeni Kur’an Medeniyeti doğmaktadır… Bunların hepsine ‘Hak Medeniyetleri’ diyoruz. Hakka dayalı medeniyetler zamanla bozulmuş ve ‘kuvvet uygarlıkları’ oluşmuş; Mısır, Yunan ve Bizans uygarlıkları olarak biner yıl sürmüştür. Kuvvet uygarlıkları 500 yıllık gecikmelerle ‘Hak medeniyetleri’ni takip etmişlerdir. Çağımızdaki Batı kuvvet uygarlığı, yaşlandığı için artık çökmeye başlamıştır… Hak medeniyetleri özellikle “hukuk” ve “yönetim”de inkılâp yaparlar, kuvvet uygarlıkları ise genellikle “teknik” ve “ekonomi”de evrim yaparlar. 500 yıl içinde Avrupa uygarlığı sanayi devrimini yapmıştır. Müsbet ilimdeki katkıları ile bundan sonra oluşacak olan Hakka dayalı medeniyete malzeme hazırlamıştır. Şimdi insanlık Kur’an’ı bugünkü müsbet ilimle anlayarak “III. Bin Yılın Hak ve Adalet Medeniyeti”ni kuracaktır; kurmaya başlamıştır… Yeni bir medeniyet hareketini ateşleyip harekete geçiren etkenler ise, sünnetullah gereği “sosyal tufan”lar olmaktadır. Nedir bu sosyal tufanlar? Bu vesileyle yeniden hatırlayalım. 1- Çevre kirliliği birinci tufan veya afettir. İnsanlığın henüz Adil Düzene girmemiş olmasından dolayı; ahava kirlenmekte, b-su kirlenmekte, c-toprak kirlenmekte ve d-canlı kirlenmektedir. 2- İkincisi ise; insanlık silahlanmakta ve dünya barut fıçısına dönmektedir. a-Kimyasal silahlar, b-biyolojik silahlar, c-tahribat silahları ve d-atom bombası ile radyolojik silahlar insanlığı imhaya hazır hâle gelmiştir. 3- Üçüncü afet olarak; adoğum kontrolü, b-tedavi tababeti, c-sosyal güvenlik kurumu ve d-imha savaşları nesli dejenere etmekte ve insanlık âlemi sakatlarla dolmaktadır. 4- Son olarak anarşi bu sosyal afetlerin en etkin halkası gibidir. Rüşvet mafyası, b-senet mafyası, c-iş mafyası ve a- d-silahlı mafya insanlığı saran kanser hâlindedir. İnsanlık Adil Düzen kurarak bu afetleri temizleyecek ve dünyayı yeniden sağlığına kavuşturacaktır. Allah bu afetlerden insanları kurtaracaktır. SSCB/Sovyetler Birliği denilen oluşumun şahsında komünizm yani sosyalizm çöktü… Şimdi de ABD ve AB’nin şahsında kapitalizm çöküyor… Dünya, I. ve II. Cihan Savaşları’ndan sonra, çağımızda ‘küreselleşme’ adı altında adeta çok yönlü III. Cihan Savaşını yaşıyor... O halde, bugünkü savaşlar ve sosyal afet veya tufanlar, aslında insanlığın ‘Adil Bir Düzen’ ile ‘Yeni Bir Dünya’ya kavuşması savaşıdır. İki zalim taife birbirini öldürmekte, bu arada bizi yani İslâm âlemini de savaşlarına ortak etmek istemektedirler. İşte bu savaş onların sonlarının başlangıcıdır… 41 DERİN DEVLET GERÇEĞİ Negatif (eksi) ve pozitif ( artı) kutuplaşma kanunu, sosyolojik dengede de geçerlidir ve bunun gereği olarak; yeryüzünde Hak ile Batılın (iyilerle kötülerin) hâkimiyet mücadelesi ve çekişmesi tarih boyunca süregelmektedir. Bu mücadelenin seyrini günümüzde, artık görünen “resmi devlet” lerden ziyade, kendini kamufle eden “sinsi ve derin güçler” belirmektedir. Yeryüzünde zaman zaman, birçok güç odakları ortaya çıksa da, bunlar sonunda “kutuplaşma kanunu”na boyun eğerek, Ya RAHMANİ ve ADİL cephenin veya ŞEYTANİ ve ZALİM cephenin çekim alanına kayıp, iki kutuptan birine katılmaktadır. Bu iki kutuptan birinin zayıflaması ve hassas denge unsuru devletlerin saf değiştirmesi, diğer kutbun hâkimiyetini sağlamaktadır. Ve zaten bunun için: “Cihat (psikolojik, politik, ekonomik, teknolojik ve askeri gayret ve galibiyet) haliyle ganimeti de mubah kılmaktadır. “Derin devlet” tehlikeli değil, tam tersine, oldukça gereklidir. Çünkü derinliği olmayan, kendine özgü ve özgür siyaset ve stratejiler, program ve projeler hazırlamayan ve bunları uygulayacak imkân ve elemanları bulunmayan; aslında gerçek devlet hüviyeti ve haysiyeti kazanmış değildir. Önemli olan bu “derin devlet”, dış güçlerin güdümünde midir, yoksa milli iradenin hizmetinde midir? Sorularının belirlenmesidir. Evet, milli, güçlü ve örgütlü bir derin devleti bulunmayan: uyduruk devlettir, uydu devlettir ve uyruk devlettir. Ve böyleleri için “Dünya ile uyumlu”, Türkçesi; Siyonist merkezlerin kuklası denmektedir. Bu gibi ülkelere demokrasi veya diktatörlük kılıfları geçirilse de aslında, dış derin güçlerin “buyruk”larıyla yönetilen “kuyruk ülkeler”dir. Bu konuda Prof. Mahir Kaynak, önemli tespitlerde bulunmaktadır: “Günümüzde, medya marifetiyle, kamuoyu kolayca yönlendirilmekte ve bir ülkenin iradesi, toplum mühendisliği sayesinde belirlenebilmektedir. “(Örneğin) ABD, özel teşebbüs sahiplerinin (ve Siyonist sermayenin) egemen olduğu bir toplum olarak, bu “derin güç” tarafından idare edilmektedir.16 Evet, Amerika’daki, malum merkezler, önce uygulanacak politikaları belirlemekte, sonra yönetim buna göre şekillenmektedir. Oysa genel kanaat bunun tam tersinedir. Yani halkın seçtiklerinin yeni politikalar saptadığı zannedilmektedir… Hâlbuki halkın görevi, kendisine lanse edilen kişileri ve partilere oy vermekten, böylece gizli sermaye diktatörlüğüne demokrasi kılıfı geçirilmekten ibarettir. Bu ülkede herhangi bir yabancı gücün kamuoyu oluşturması mümkün olmadığı için, Siyonist sermayenin istediği yönetimi işbaşına taşıması daha kolay hale gelmektedir. Ancak ne var ki, son üç dönemdir, Clinton’ın 2. defa seçimi kazanması ve Bush’un 2. sefer ve Yahudi Lobilerine rağmen Başkanlık koltuğuna oturması; artık Amerika’da da, dengelerin değiştiğini ve başka merkezlerin müdahale edip “Siyonist projeleri” bozabildiğini göstermektedir. Rusya da bu konuda çok önemli gelişmelere sahnedir. Çünkü uluslararası sermayenin ve Siyonist cephenin egemenliğine son verip kendi derin devletinin, daha doğrusu dünyada Siyonizm’e karşı kurulan ve olgunlaşan Adil cephenin güdümüne girmiştir. “Putin iktidara geldikten sonra hem uluslararası bağlantısı olanların (Yahudi sermayedarlarının) gücünü elinden alıyor, hem de bunların kontrol ettiği medyayı ele geçiriyordu. Kaldı ki Rusya’daki rejim değişikliği ve komünizmin tasfiyesi de (aslında) ancak bu derin devletin bir tercihi (ve stratejisi) olarak açıklanabilir. Çünkü ne bir savaş yaşanmıştı, ne de bir isyan ve ihtilal söz konusuydu… İktidardaki güç, adeta intihara girişmiş, kontrolündeki ülkeleri kendi isteği ve iradesiyle terk etmiş ve Rusya kendisiyle özdeşleşen komünist ideolojisinden vazgeçmişti... Olay, hasmı olmayan bir yenilgiyi 16 Star Gazetesi / 13 01 2005 / M. Kaynak 42 andırıyordu.”17 Derin Devletin Temel Unsurları: Bir ülkenin, “Milli Derin Devleti”nin oluşabilmesi için: 1-Sadece kendi ülkelerinde değil, çevresinde, bölgesinde ve hatta yeryüzünde etkili olabilecek… Yani dengeleri düzenleyip değiştirebilecek ve kendi projeleri doğrultusunda yönlendirebilecek, ekonomik, stratejik, politik, sosyolojik ve askeri gücü bulunmalıdır. 2- Her yerde ve her seviyede varlığını ve ağırlığını hissettirip gösterecek a- Gerekli ve yeterli bir organizeye b- Sistemli ve saygın (caydırıcı) bir otoriteye c- Dirayetli ve ferasetli bir ortak iradeye, Yani: Yüksek bir beyin, birikim ve beceri ehli bir Lidere sahip olmalıdır. Türkiye’de maalesef bu kavrama gerçek anlamının dışında farklı bir mana yüklendi ve “derin devlet”, basit bir yeraltı örgütüne indirgendi.”18 Evet, ülke sevgisini ve ülkücülük etiketini istismar eden bir takım kişiler, çoğu kez kanun dışı yollarla ve kuru kabadayılık ve kahramanlık rolüyle bazı eylemler yapmakta ve üstelik devlet himayesinden yararlanmaktadır. Böylece “derin devlet; kötü mafyaya karşı savaşan iyi mafya” olarak sunulmaya çalışılmaktadır ve maalesef çoğu kesimlerce böyle sanılmaktadır. Kurtlar Vadisi gibi diziler de bu yanlış algılamayı sağlamaktadır. Oysa “Derin Devlet” böylesine basit bir eylem örgütü değil, uzun vadeli, bölgesel ve evrensel kapasiteli politikalar belirleyen, halkı ve iktidarı milli hedeflere yönlendiren ve topluma korku değil güven veren bir güçtür. Yoksa Derin Devlet’in halka ve hükümete rağmen, bir yeraltı örgütü gibi kendi başına buyruk eylemler yaptığını düşünmek, gülünçtür. Milli Derin Devlet veya Kuvay-ı Milliye: Artık ülkemizde (ve tabi yeryüzünde) Dış güçlerin ve işbirlikçilerinin güdümündeki hain ve kirli derin güç odaklarına karşı, Milli, kuvvetli ve organizeli yeni bir yapılanma, her alanda hissedilmektedir… Ve bu yapı, yerli kafalar ve yürekli elemanlarla yürütülmektedir. Türkiye merkezli, İslami ve insani menşeli, Kuvay-ı Milliye’ci ve Milli Görüş mümessili bu “derin devlet” dünyayı dönüştürecek büyük devrim ve değişimin son hazırlıklarını görmektedir. Yoksa teşkilatı beş kere bölünmüş, partisi % 2’lere düşürülmüş ve zahiren kendisine ev hapsi reva görülmüş bir şahsiyetin: “O’nu siyaseten öldürdük ve resmiyeten gömdük… Ama yetmez, üzerine beton dökmemiz gerekir!?” diyecek kadar dünyaya hakim olduğu sanılan şer güçleri ve Siyonist merkezleri hala bu denli korkutmasının ve uykularını kaçırmasının, acaba sebebi nedir?.. Rusya’da Putin’in, Venezüella’da Hugo Chavez’in ve Kuzey Kore’nin Siyonist Derin Cephe’nin cengâveri ABD’ye; sadece kendi gayret ve güçleriyle karşı koyabildiklerini… Ve yine Clinton’un ve Bush’un Yahudi lobilerine rağmen üç dönemdir ABD Başkanlık koltuğuna, sadece Amerikan halkının şuurlu tercihleri sonucu oturabildiklerini zannedenler; derin düşünme ve deri maske altındakini keşfetme yeteneği henüz yeterince gelişmemiş kimselerdir. Sn. Kaynak’ın da ifade ettiği gibi: Bu gücün belirli bir yapısının ortada görülmemesi, bunun gizli bir teşkilat gibi algılanmasına sebep olmuş veya yanlışlıkla böyle sunulmuştur. Oysa böyle bir gücün gizli olması için hiçbir neden yoktur. Çünkü zaten aklı eren herkes, bir ülkede etkin olan güç odaklarının ne olduğunu bilip durur. Örneğin ABD’deki Yahudi Lobilerinin yönetim üzerindeki etkisi ve belirleyiciliği, artık bilinen bir durumdur. Bu Siyonist sermayenin ve küresel çetenin, kamuoyu oluşturmadaki rolünü, siyasetteki gücünü bilmeyen yoktur… Ve kontrol ettikleri ülkelerdeki seçim sonuçlarını kestirmek üzere bu odakların tercihi 17 18 A.g.y Star Gazetesi / 13 01 2005 / M. Kaynak 43 yönünde tahmin yürütmek, gelecekteki politikalar hakkında ipuçları yakalayıp yorum yapmak ve öngörüler üretmek mümkündür ve doğrudur. Şimdi bunların Türkiye’de de zaten yapıldığı söylenebilir, ama asıl sorun bugüne kadar bütün bunların dışarı ile bağlantısı olan Masonik mahfillerce yerine getirilmesidir. Şu anda sivil ve askeri bürokrasiyi ve siyasi otoriteyi temsil edenlerin birçoğunun, bağımsız düşünme ve kara verme yeteneğine ve yetkisine sahip bulunmaması, çünkü makam ve menfaat karşılığı kiralanmış olması, çok önemli bir problemdir.. Hatta bir milli felakettir… Bu nedenle mutlaka ve pek yakında bir zihniyet ve sistem devrimi gerekmektedir. Artık biliyoruz ki, sadece bir gizli servis olmak, özel ve imtiyazlı bazı imkânlara ve fırsatlara sahip bulunmak “Derin Devlet” için asla yeterli değildir. Derin Devlet sıfatı kazanabilmek için, bağımsız ve kapsamlı politika ve projeler üretebilmek, bunları sistemli ve disiplinli bir şekilde çok etkin bir güçle yürütebilmek gerekir. Her ülkenin derin devleti, kendi tarihi içinde ve milli karakter ve kabiliyetine uygun biçimde oluşur. Bunun klasik ve statik bir kalıbı yoktur. Etkin ve yetkin bir derin devlet olmak için, ya o devleti kurucu sıfatına ve şansına sahip olunmalı… Veya kurucu ekipten daha güçlü ve örgütlü yeni bir kutup oluşturmalıdır. Ve sevinerek seziyoruz ki, artık Türkiye’de, çok sağlam bir alt yapısı ve dünya çapında bağlantısı bulunan Milli Derin Devlet, dış güçlerin hilelerini ve işbirlikçilerin hıyanetlerini dizginleyebilmekte ve ülke lehine manipüle edebilmektedir. Yoksa yeraltı örgütleriyle ilişkili ve devlet şemsiyeli birkaç gizli servis görevlisi ve asker emeklisinin oluşturduğu ve dış güçlerin taşeron olarak kullanıp yararlandığı ekipler, Derin Devlet değil, olsa olsa “Derin Çete” sayılabilir. Şimdi, bir asırdır fikren ve fiilen dünyaya hâkim bulunan, ama artık zulüm ve sömürü saltanatı sarsılmaya başlayıp, çatlamaya ve çöküşe hazırlanan Şeytani şer cephesinin, yani Yahudi Siyonizm’inin derin devleti olan “Gizli Dünya Devleti” (GDD) özetle anlatılacaktır. Bununla amacımız, dünya çapında bu denli güçlü ve örgütlü bir cephe’nin; “O’nu siyaseten öldürüp gömmemiz yetmez, üzerine beton dökmemiz gerekir!” diyecek kadar korktuğu kutlu şahsiyetin temsil ettiği yeni insani ve İslami cephenin ulaştığı mutlu noktanın ve yaklaştığı inkılâbın anlaşılmasına yardımcı olmaktır. Evet, çok canlı ve çarpıcı bir örnek olarak: 1-“ABD’nin 70 bin askerle Güneydoğu’nun resmen olmasa da fikren ve fiilen işgaline sebep olacak Türkiye’yi Irak batağına çekip boğacak Ve Siyonist-emperyalist işgalin bütün vebalini resmen sırtlayacak 2.Tezkere’nin Meclis’ten geçmesine karşı çıktığı için… 2- AB ve Kıbrıs konularında kısmen de olsa Milli bir tavır takındığı için Başta Amerika bütün dış mihrakların İçteki marazlı medyanın ve Masonik odakların yıllardır yıpratmaya ve yıkmaya çalıştıkları halde, Deniz Baykal’ı bir türlü devre dışı bırakamayan ve CHP’nin dizginlerini ele alamayan Siyonist Derin Dünya Güçlerini bu denli çaresiz ve başarısız kılan acaba hangi milli ve yerli yapılanmadır? Her halde Sn. Baykal’ın tek başına bütün dünyayı ele dolayan Siyonist merkezlerle ve içimizdeki işbirlikçileriyle başa çıktığını söylemek ahmaklığına kimse yanaşmayacaktır!.. Aklı olan soracak, kafasını yoracak ve bir sonuca ulaşacaktır: Afganistan’ın başına Karzai’yi, Irak’ın başına Allavi’yi, Türkiye’nin başına AKP’yi getirebilen güç, acaba Mustafa Sarıgül’ü niye CHP’nin başına taşıyamamaktadır? Deniz Baykal olağanüstü kongre konuşmasında şu tarihi itiraflarda bulunmaktadır: “65 bin ABD askerini Türkiye’ye koyarsanız, Türkiye Irak’a dönmez mi? Halk, 1Mart tezkeresinin çıkmasını istemiyordu. Biz, medyanın ve arkasındaki işadamlarının değil, halkın yanında yer aldık. 1 Mart 2003 tezkeresi Türkiye’!de siyasi kırılma noktası oldu. CHP’ye karşı yürütülen kampanyanın altında CHP’nin Irak, Kıbrıs ve AB politikası vardır.” 44 “Bazı medya kuruluşları CHP yönetimine karşı Haçlı Seferi ilan ettiler. 1Mart 2003 tezkeresinden sonra, ehli salip tarafından CHP yönetimine karşı Haçlı Savaşı açılmıştır. Başta Amerika bazı güçler, siyasi parti liderlerinin seçiminde yönlendirme yapıyorlar. Kendi işlerine gelecek yönetimleri iş başına getirmek için kampanyalar düzenliyorlar.” “İnsanda önce helal-haram kavramı ve hesap verme korkusu bulunmalıdır. Helal haram bilmeyen, rüşvetçi, kiralık ve satılık adamların CHP de yeri olmayacaktır” sözleri de hem çaplı, hem çarpıcıdır. Hatırladığım şekliyle, Mesnevi’de şöyle ibretli ve konumuzla ilgili bir hikâye nakledilmektedir: “Müslüman Hint Sultanlarından birisi, iki meşhur saray ressamı arasında bir yarışma düzenler… Konuk salonunun karşılıklı iki duvarına, bütün hüner ve maharetlerini sergileyecek birer manzara resmedilmesini söyler… Bunlara bir ay müddet verir ve birbirlerini görmesinler diye araya geçici bir perde çekilir… Ressamların birisi gerçekten cenneti andıran ve ruhları ferahlandıran çok güzel ve mükemmel bir manzara çizmiştir. Diğeri ise, hiçbir resim ve şekil çizmeyip sadece yorulup dinlenmeden sürekli kendi duvarını düzeltip cilalamaya devam etmiş ve adeta bir ayna haline getirmiştir… Nihayet Sultan ve saray erkânı, ressamların eserlerini değerlendirmek üzere, salondaki perdeyi kaldırdıklarında, duvarını cilalayan ressam birinciliği hak etmiştir. Çünkü karşı duvardaki gerçekten güzel ve mükemmel resmin, bu ayna gibi cilalanmış parlak duvardaki aksi; çok daha canlı ve tatlı bir manzara görüntüsü vermektedir… Şimdi size, önce, insanlık tarihi boyunca, şeytani güçlerin en büyük en güçlü organizesini, yani Siyonizm denen Derin Dünya Devleti’ni hatırlatıp, işte böyle bir şeytan şebekesinin korktuğu, Milli ve insani cephenin nasıl bir güce ve organizeye sahip bulunduğunu; dolaylı biçimde anlatmaya çalışacağız… Peki, Dünyanın Derin Devleti nedir? “Gizli Dünya Devleti” kitabının yazarı olarak bilinen Gary Allen; 19 “Ben bu kitapta; dünya siyasetinde cereyan eden ve hayatımızı şekillendiren pek çok şeyin birilerince öyle planlandığı için meydana geldiğini, ispat etmek istiyorum” diyerek yola çıkmıştır ve büyük ölçüde başarmıştır. Meşhur İngiliz politikacı Rothschild’in yakın adamı, Yahudi asıllı Benjamin Disraeli de, bir yakınına: “Görüyorsunuz ya, bütün dünya sahnede görünmeyen, perde arkasındaki güçler tarafından yönetilmektedir.” Şeklinde yazmaktadır.20 27–1–1965 tarihli UPI haberine göre, Latin Kilisesi Cizvit Tarikatı başpapazı Peder Pedro Arrupe, kilise kurultayında şunları açıklamıştı: “Masonluk denen tanrısız teşkilatlar eliyle, dünya hâkimiyetini amaçlayan Siyonistler çok ince dokunmuş bir strateji takip ederek; Finans kurumlarından kitle iletişim araçlarına, uluslar arası kuruluşlardan din adamlarına, maalesef neredeyse tam bir hâkimiyet oluşturmuşlardır.” 21 “Komünizm de, kapitalizm gibi bu şeytani komplonun bir koludur ve Moskova-Pekin çıkışlı değil, merkezi Paris- Londra ve Newyork’ta bulunan malum ve melun güçlerin bir uzantısıdır.” 22 Ve yine meşhur İngiliz Başbakanı Churchiil şu itirafta bulunmaktadır: “ Dünyada çok kapsamlı bir olayın yaşandığını ve çok ince hesaplı bir planın yapıldığını ve bizlerinde bu senaryoda sadece sadık bir uşak olarak hizmet edeceğimizi göremeyen kör ve ahmaktır.”23 Bütün bunlardan sonra bugünkü dünyayı şekillendiren ve yöneten Siyonist şeytani organizenin, yani Gizli Dünya Devletinin, hala bir komplo teorisi ve hayali bir korku üretisi olduğunu söyleyenler, evet Churchiil’în doğru tespitiyle: Ya gelişmeleri anlama ve yorumlama yetenekleri körelmiş bir ahmaktır veya bunları bile bile gizleyen hain bir adamdır. Bak: Milli Gazete Yayınları / Gizli Dünya Devleti / 1986 Age Sh: 98 21 Age Sh: 8 22 Age Sh: 12 23 Age Sh: 211 19 20 45 Gizli Dünya Devletinin yapılanması, Doların üzerindeki “Piramit”le gösterilen şekilde şöyledir: A-Her şeyi gözetleyen ve denetleyen göz: Şeytan ve şebekesi B-Şeytanla ilişki kuran Kabalist kâhinlerden seçilmiş ve özel sırlarına vakıf 3 haham komitesi C-13’ler, 33’ler, 70’ler ve 300’ler meclisini oluşturan üst sınıf Hahamlar konseyidir. (Sanhadrin) Bunların hepsi büyü bilmektedir. D-Sanhadrin Hahamlarınca tayin edilip dünyayı yönetmekle görevlendirilen 70 kişilik yeminli Siyonist-Yahudi yönetici ekibi Amerika’nın patronu Rockefeller ve başta İngiltere, bütün Avrupa’nın baronu Rothcshild aileleri bunlara dâhildir. Buraya kadar olan bütün Siyonist kişiler ve ekipler tamamen gizlidir, dışarıda başka sıfat ve statülerle bilinmektedir. E- B’NAİ B’RITH ve Bilderberg gibi, yüzü görünen ama özü gizlenen GDD’nin gizli hükümetleri F- MASON Locaları 1-Büyük Şak Locası (Fransa) 2-Komünizm Locası (Rusya) 3-İskoç Locası (İngiltere) 4-York Locası (Almanya) G-Hayır ve hizmet kurumu diye yutturulan ama Masonluğa hazırlık yapan, yani Masonluğun ilk ve orta eğitimi sayılan ROTARY ve LİONS kulüpleri H- Masonlarla resmi ve organik bağı olmayan ama onlar hesabına çalışan siyasi partiler, sivil örgütler ve dini cemaatler (MAVİ LOCALAR) İ-Masonik ve Siyonist amaçlar için toplumu hazırlayan, köşe yazarı, sinema veya ses sanatçısı, din adamı, üniversite hocası, ticaret ve şirket erbabı gibi ÖNLÜKSÜZ Masonlar ve ılımlı-iyi insanlar j-Bütün insanlık ( potansiyel hizmetçiler ve köleler) KABBALA: Siyonist Yahudilerin Gizli Dünya Devleti, Büyük İsrail hayali ve Masonik örgütlenmeleri: Şeytan ve cinlerle ilişkiye giren, büyü ve kehanet gibi gizli öğretilere göre hareket eden Hahamların asırlar boyu birbirine aktararak, korudukları şifreli sırlara ve şeytani esaslara, kabbala denir. Çok gizli ve şifreli kabbalist sırlar, piramitte gösterilen 3 Haham tarafından bilinir, biri ölünce yerine geçene öğretilir. TALMUD: Kabbalist Hahamların Tevrat’taki ayetleri değiştirerek ve bazılarını bir araya getirerek, Yahudilerin Dünya Hâkimiyeti anayasası olarak hazırladıkları bir nevi Tevrat tefsidir. Seçkin ve üstün ırk oldukları ve mutlaka dünyaya hâkim olacakları, Siyonist Yahudilerin ve uşakları Avenjeliklerin sapık inancı ve amacıdır. İsrail’in eski Cumhurbaşkanı Ben Gorion 6 Şubat 1962 tarihli Look Magazin’deki demecinde: “Bütün dünya merkezi Kudüs olacak yeni bir Birleşmiş Milletlerin, Federatif bir üyesi haline gelecek, bütün ordular fesh edilecek ve böylece Yeni Dünya Düzeni gerçekleşecektir.” 24 İddiasında bulunmaktadır. 17 Şubat 1959 da ABD senatosunda konuşan Siyonist James Warurg: “Sevseniz de sevmeseniz de, zorla veya antlaşmayla, ama mutlaka bir Dünya Devletine kavuşacağız” şeklindeki planlarını açıklamıştır. Yine meşhur Siyonistlerden H. Mendlovit: “Bir Dünya Hükümeti kurulacağı kesindir. Sorun bunun ne şekilde gerçekleşeceğidir. Savaşla mı yoksa dünya ülkelerinin gönüllü katılımıyla mı?” tehdidini savurmaktadır. Siyonist Yahudi sermayesinin sömürüp sağdığı ve ordularına kadar hizmetinde kullandığı ABD’nin 24 Age Sh:207 46 Rockefeller gibi 10 Yahudi ailesine olan devlet borcu 10 trilyon doları aşmıştır. Bunun sadece yıllık faizi 1 trilyon dolardır. Bütün bu paralar Gizli Dünya Devleti’nin bütçesini oluşturmaktadır. Yani Siyonizm’in yıkılmasından en karlı çıkacak ülke Amerika’dır. Bu GDD; 1-Her yıl yeşil kâğıt olan ve karşılıksız basılan dolarla, bütün dünyanın sırtından 1 trilyon dolar 2-Tahvil dedikleri sarı kâğıtlarla 1 trilyon dolar 3-Rezerv denen beyaz kâğıtlarla 1 trilyon dolar 4-Kendilerinin çıkardığı ekonomik krizler ve borsa dalgalanmalarıyla da yine 1 trilyon dolar olmak üzere 4 trilyon dolardan fazla havadan para kazanmakta ve bütün bu korkunç sermaye İsrail’in dünya hâkimiyeti için harcanmaktadır. 1967 Ağustosunda “ Kuzey Amerika Gazeteciler Birliği”nin yayımladığı bir makaleye göre Siyonist Rockefeller’in bu efsanevi sermayelerine rağmen, devlete ödediği vergi, sadece “685” dolardır. Hatta eski MGK Sekreteri Em. Org. Tuncer KILINÇ bir Avrupa gezisinde: “Dolar dediğiniz karşılıksız basılan kâğıttır. Amerika’ya hâkim lobilerin yaptığı; altın karşılığı olmadan, istediği kadar para basıp, bunu faizli kredi olarak dağıtmaktır. E, bunu ben de yaparım…” şeklindeki çok ciddi ve cesaretli açıklamaları da bu gerçeğin en açık ispatıdır. IMF ve Dünya Bankası yoluyla bütün ülkeleri borç batağına sokup kendilerine mahkûm ve mecbur hale koyan, “Şeytanın, ilahi laboratuardan çaldığı nükleer sırları, halifesi hahamlara ve Yahudi ilim adamlarına öğretmesiyle”25 geliştirdikleri atom bombaları ve nükleer silahlarla korkunç bir güç kazanan bu Siyonist canavarlar, Japonya’nın Hiroşima ve Nagasaki kentlerine attıkları bombalarla yüz binleri katletmişler, Vietnam’da 50 bin Amerikan askerini ve yüz binlerce yerli sivili ölüme sürüklemişler, Afganistan ve Irak’ı işgal edip milyonlarca Müslüman’ı vahşice öldürmüşler ve okyanuslardaki nükleer denemeler ve tektonik tetiklemelerle büyük depremlere ve Tsunami felaketlerine sebep olmuşlardır. Tüm dünyayı medya marifetiyle sınırsız bir ahlaksızlığın ve çeşitli hastalıların girdabına sokan Siyonist güçler, bütün bunları Şeytanın Dünya Hâkimiyeti adına yapmaktadır. Ekonomik, ahlaki ve askeri yönden zayıflatılan toplumların, Siyon’a tapınması sağlanmaktadır. Eski ABD Genelkurmay Başkanlarından Thomas Moorer şu itirafta bulunmaktadır: “Şimdiye kadar hiçbir ABD Başkanının İsrail’e karşı koyduğunu ve Amerikan çıkarlarını koruduğunu görmedim. İsrail, her zaman istediğini elde etmiştir. Eğer ABD halkı, İsrail’in ABD yönetimindeki ve ekonomisindeki etkilerini bilselerdi, hemen ayaklanacaklarından eminim. Ama maalesef, milletimiz neler döndüğünü bilmemektedir. 26 İslami kaynaklarda Deccal olarak bildirilen ve bunun “Siyonizm” olduğu kesinleşen ve özellikle son bir asırdır bütün yeryüzünde şeytani hükmünü yürüten ve insanlığı canından bezdiren Gizli Dünya Devleti, asıl amacı olan Büyük İsrail hayaline asla kavuşamayacaklardır. Çünkü insanlık, artık bu fesatlığın farkına varmış ve önemli tedbirler almaya başlamıştır. 1-Bu adımların ilki, bu şeytani yapılanmanın ortaya çıkarılması ve insanlığın gizli Siyonist virüslerini artık tanımasıdır. Bu yolda ciddi ve gerçekçi kitap ve broşürler yazılmıştır. 2-İkinci önemli aşama; başta Türkiye olmak üzere, Tüm İslam Dünyası’nda, Avrupa ve Rusya’da ve Güney Amerika’da Siyonizm’e ve ABD emperyalizmine karşı, Milli ve bilinçli siyasi hareketlerin büyük başarılar kazanmasıdır. 3-Bu fikri ve siyasi gelişmelerin sonunda a- D-8’lerin kuruluşu b- Avrasya oluşumu gibi yani kampların doğması ve Siyonist komploları boşa çıkarmaya başlamasıdır. Tabii ve tarihi şartların ve talihli fırsatların doğmasıyla Türkiye’nin öncülük yapmaya mecbur Memo Pres-Emil Rahm 1990 3. Sayı They Dare To Speak Out Sh:161 25 Bak: 26 47 olacağı, merkezden muhite doğru bütün dünyayı kuşatacağı beklenen, büyük bir değişim ve devrim dalgası, Şeytanın saltanatı olan Gizli Dünya Devletini yıkacak, yeni ve adil bir medeniyet mühendisi olan Hz. Mehdi öncülüğündeki mücadele karşısında yenilip tarihin çöplüğüne atılacaktır. Böylece bütün insanlık İslam’ın barış ve bereket nizamıyla huzura kavuşacaktır. Türkiye’deki Kuvay-ı Milliye şuurunun pek yakında tekrar şahlanması, ABD ve İsrail’in Irak’ta yenilip batması ve dünyanın yeniden yapılanması oldukça yakındır ve lazımdır. Unutmayın: Yegâne kuvvet ve kudret sahibi; ancak Cenabı Hak’tır. O’nun mesajı ve müjdesi de bu doğrultudadır. ŞİİR CHP çıktı elden, bir sol daha kaybettik Baykal’ın sicilinde; tezkere suçu varmış!.. Kongrede yenildik, ters bir gol daha yedik Ardından Türkiye’nin, çok derin gücü varmış!.. Siyonizm sersemledi, masonluk maskaralık Kaleler yıkılıyor, önümüz hep karanlık Erbakan’ı öldürüp, tarihe gömdük sandık Aman şeytan dostlarım, ruhani öcü varmış!.. 48 DERİN DEVLET DEĞERLENDİRMELERİ! Derin Devlet: Göçebe ve kabile Türkleri devlet’e taşıyan; cihan medeniyetleri kurduran, bizi ordu-millet yapan; zaman ve mekanların değişmesiyle eskiyip yıpransa da, özü sürekli sağlam duran, hep diri ve dinamik kalan milli ve manevi şuur ve bu şuurun hazır ve nazır tuttuğu çekirdek oluşumdur. Ahmet Özcan’ın Kasım 2002 tarihli “Türkiye ve Dünyada YARIN”da dergisinde yazdığı gibi: 'Derin Devlet' işte bu değişmeyen 'ruh'tur. Hegemonya (hakimiyet) tarzını, yaşamın temeli haline getiren, bütün toplumsal çelişki ve çatışmaları bastırarak üstte duran ve bizatihi otorite, hiyerarşi ve gelenek olarak ekonomik-politik ve kültürel yeniden üretim süreçlerinde içkin bir 'töz'dur.(yani değişmeden kalan “öz”dür.) Devlet'ten daha fazla bir şeydir, çünkü 'Devlet' yani 'Modern Ulus Devlet', son tahlilde bir yönetme aygıtıdır. Derin Devlet ise sadece mükemmel bir yönetim tarzı değil, aynı zamanda bir yaşayabilme (varlığını sürdürebilme) yöntemidir. Ve bu 'aynı zamanda' olan hedefi, yaşadığımız toprakların insan tipini ve yaşamı algılama biçimini belirlemektedir. 'Derin Devlet', hegamonik özelliğiyle, yani otorite, iktidar ve güç ilişkilerinin hemen tüm toplumsal ilişkilerde belirleyici oluşuyla 'görünür' bir gerçektir, gizli değildir. Başka bir 'görünümü' ise, Kutsal hiyerarşidir. Gökten yere inen merdiveniyle sadece doğa olayları değil, sosyal olaylar bile ezoterik (sadece ehlince bilinen gizlilik) bir hiyerarşi içinde algılanır. Belki de bu nedenle 'hak' ve 'adalet', bu topraklarda bu değişmez hiyerarşiye rağmen ve bununla birlikte bir 'denklik' ve denge kurma istemi olarak anlaşılır. Diğer 'görünüm' de, değişerek süren gelenek, her düzeyde egemendir. İnsanların kılık kıyafeti değişir, çevresi ve mesleği değişir, ama her değişiklikten sonra düşünme ve davranma biçimi aynı kalır. Devlet'in rejimi değişir, coğrafyası değişir, hatta halkı değişir, yönetici elitleri değişir; ama iki bin yıl önceki Roma'nın ya da 100 yıl önceki Osmanlı'nın ana politikaları, dost ve düşman algılamaları, güvenlik, mülk ve din anlayışı bugün dahi aynıdır. Modernleşme süreci, yeni uluslararası sistemsel değişiklikler, savaşlar, iç savaşlar, tabii ki Devletin Derin 'ruhu'nda etkiler yaratmaktadır. Süreklilik dinamiği, her yeni durumda refleks vermekte ve sadece bir 'görüntü değişimi' gündeme gelmektedir. Dünyanın 'değiştiği', eski olanın sürekli tasfiye olduğu, doğrudur. 'Derin Devlet', işte bu değişimleri algılayarak değişebilen, bir töz, ruh ya da refleksler toplamı olarak, adeta canlı bir organizmanın yaşamsal içgüdüleri gibi varlığını sürdürebilmek için düşünen ve davranan bir metafizik entitedir. (gizemli bir gerçektir.) Derin devletin ruhu; tabii ki öncelikle ve asıl olarak 'Devlet' aygıtında saklıdır. Devlet aygıtı, temel kurumları ve politikalarını bu 'ruh' la donatır. Bu anlamda 'reel devlet', 'derin devlet'in evidir, bedenidir, formudur. (yani zahiri şeklidir.) Ancak, 'normal şartlar altında' 'devlet cihazı', her devlet gibi çalışır. Büyük kriz ve bunalım dönemlerinde ya da üstesinden gelinemeyen sorunlar karşısında 'derin devlet' açığa çıkmaktadır. Gün olur, 2. Abdülhamit'in dış politikasında somutlaşır, gün olur Jöntürkler ve İttihat ve Terakki'de temsil edilir. Teşkilat-ı Mahsusa, bir derin devlet refleksidir. Meşrutiyetin ilanı, Milli Mücadele, derin devletin bir başka açığa çıkışıdır. Cumhuriyeti kuran irade, demokrasiye geçiş, NATO ve batı tercihi, 'derin devlet'in yönelimleridir. (ve tabii derin devletin, dış destekli kirli hain ellerde mi, yoksa, milli ve yerli düşüncenin hizmetinde mi olduğu konusu önemlidir.) İddia edildiği gibi, Güneydoğu'da PKK ile savaşan kontrgerilla, derin devlet değil, sıradan bir reel devlet politikasıdır. Ama Güneydoğu Kürt nüfusunu batıya göç ettiren 'irade' derin devlet iradesidir. Çünkü muhtemel bir iç savaşın koşulları sezilmiştir. Yine, Başörtüsünü yasaklayan 'güç' derin devlet değil, reel devleti kuşatmış olan batı destekli oligarşidir. Tam tersine, bin yıl sonra 'millet'in çocuklarını 'oyun'a katmaya ve özellikle kadınları 'milli değerler' le kamusal alana çıkacak tarzda donatarak batıcılığa fazla eğilerek 'denge'si bozulmuş toplumsal yaşamı yeniden dizayn etmeye yönelen eğilim derin devlettir. Askeri darbeleri, 'derin devlet' yapmaz. Derin Devlet, bir şey yapan bir odak ya da kurum değildir. Askeri darbeleri askerler yapmıştır. 'Derin 49 devlet', 'reel devlet' ve toplum içindeki krizlerin ülkeye zarar vermeden çözülmesine dönük bir irade beyanıdır. Uzak ve derin tehditleri sezme kabiliyeti, kalıcı ve boyutlu tedbirleri alma yönelimi, temelleri sağlam tutma ve vazgeçilemeyecek olanı koruma sigortasıdır. Bu nedenle derin devleti yanlış adreslerde ve yanlış tanımlarla algılamak, esası gözden kaçırmaktır. Örneğin, derin devlet, tanımladığımız anlamda, hiçbir askeri darbede açığa çıkmamıştır. Tam tersine her darbe sonrası tasfiye edilen, bir şekilde "Derin Devlet" ruhundan parça taşıyan eğilimler ve kesimler olduğu bir vakıadır. Çünkü her darbe sonrasında, devletin milletle bağları daha da zayıflamış ve oligarşik ilişkilere daha açık hale geldiği ortadadır. (ve tabii, milli derin devlet de bu arada elbette boş durmamış karanlık ve art maksatlı darbeleri hayırlı yönde değiştirmeyi başarmıştır.) Bu anlamda 'Askeri Darbe' Türk Silahlı Kuvvetleri'nin, darbe sonrası sivil iradeye geçiş, Derin Devletin müdahaleleri olarak okunabilir. Çünkü 'Devlet' hiç kimseye, hiçbir kuruma, hiçbir kişi ya da ideolojiye tapulu değildir. Devlet, son tahlilde, millete tapuludur ve 'Osmanlı Ailesi' dahi, 600 yıl boyunca sadece sembolik bir sahiplik yapmıştır. Kirliler bazen hareket ordusu olarak gelip Abdulhamit' ten mührü alır, milliler Mustafa Kemal olarak Vahdettin’den tapuyu alır, bazen masonlar, güya millet adına Demokrat parti olarak CHP'den iktidarı alır. Bazen, Amerika’ya Siyonist hegemonyaya, satılık ve marazlı medyaya rağmen, Deniz Baykal CHP’nin başında kalmayı başarır. 'Derin Devlet', hem devlette hem millette yaşayan uzun soluklu ve onurlu değerler halinde, bazen milletin ortalamasının eğilimleri, bazen devletin bir politikası ya da bir devlet kurumunun refleksi halinde 'aktif' leşip ortaya çıkmaktadır. 'Türkiye' boş bir tarla değildir. Türkiye'nin reel devleti, kendisi istese de istemese de Osmanlı İmparatorluğu'nun en geniş sınırlarında 'toplanma' içgüdüsü olarak derin devleti taşımaktadır ve bu coğrafyayı elde tutmanın elbette bir bedeli ve bir sorumluluğu vardır. Derin Devlet, gün olur, dağ başındaki çobanda, kolejdeki gençlerde, yaşlı bir kadında, gecekonduda ki bir işçide, camideki bir vaizde dile gelir, konuşur, harekete geçer, müdahale edebilir. Reel devletin yöneticileri, bazen derin devletin en önemli engeli, düşmanı, karşıtı haline gelebilir. Bu durumda umutsuzluğa ve yılgınlığa kapılmamalıdır. Mezopotamya-Akdeniz Havzası'ndaki hegemonik bütünlüğü arzulayan, değişken devamlılığı isteyen, kutsallığını yeniden üreten her süreç, eylem ve tavır, devletin ya da milletin içinde açığa çıkabilir. İşte bu 'Derin Devlet'tir. Ve aziz milletimizin manevi aynası ve avukatıdır. Tarihi ve talihsiz gelişmeler, ülkemizi ve milletimizi çözümü zor bir dizi paradoksla karşı karşıya bırakmıştır. Aynı anda birden fazla doğru olabileceği, düz ve tek bir çizginin olmadığı, herşeyin fraktal, kırıklı, çok olasılıklı olduğunu bilen bir akıl geliştirmek zorunludur. Zira yaşadığımız süreçte birbiriyle çelişen bir aradalıklar, çatışan ama ortak doğrular, karşıt ama aynı safta çözümler bulunmaktadır. Reel devleti kuşatmış bulunan bir oligarşik düzenle karşı karşıyayız ve bu düzen, ülkemizi tarihinden, toplumundan, değerlerinden kopartıp Batı'ya entegre etmenin ya da Batı güdümünde tutmanın çabası içindedir. Bütün düzeylerde bu reel devletle derin devlet ruhu, bugün karşı karşıya gelmiştir. Temel siyasal sorun, devleti kuşatmış bulunan oligarşi ile derin devlet ruhunu temsil edenler arasındaki hegemonya paradoksu halinde açığa cıkmıştır. Reel devletin işte bu 'esareti', sadece derin devletin müdahalesi ile ortadan kaldırılabilir haldedir. Bu anlamda, Derin Devlet ruhu, bu siyasal paradoksta 'ileri' ve millet lehine bir pozisyonu temsil etmektedir. Öte yandan, millet, tarihte olduğu gibi bugünde kendisiyle yaşayan ama kendisini aşan, etnik, ideolojik, kutsalların, dini istismar ve baskıların veya siyasi ve ekonomik zorunlulukların boyunduruğundan kurtulacak özgürlükçü politikalar, projeler ve değişimlere muhtaçtır. Ancak bu değişimler yine 'kendisinde' yaşayan 'Derin Devlet' özellikleri nedeniyle gerçekleşemeyecektir. Bu nedenle Derin Devlet'in köklü bir eleştirisi ve aşılması, bu coğrafyanın ve bu büyük ülkenin tüm halklarını 'tarihe' çıkararak özne yapacak, evrensel çapta bir uygarlık yaratacak önemde ve özellikte, en temel ontolojik sorundur. Sonuçta, güncel politik sorun olarak hegemonya paradoksu, oligarşiye karşı Derin Devlet ruhu sayesinde çözülebilir görünmektedir. 50 Tarihsel ontolojik (Dünyadaki değişme ve gelişmelerin sebep-sonuç ilişkileri ile ilgili) bir sorun olarak sahici özgürleşme ise, Derin Devlet'e karşı özgür iradeli bir teolojik (dini ve ahlaki) ve politik eleştiri ile sağlanabilir. Derin devlet, siyasal paradoksta (yerleşik yanılgılara karşı çıkışta) ileri, ontolojik paradoksta(Tarihi ve tabii değer ve dinamiklerde ise) geri bir düzeyi ve rolü temsil etmektedir. Öte yandan, hem hegemonya paradoksu hem de özgürleşme olgusu aynı anda, birbirine paralel ve eşit ağırlıkta bir 'paradoksal tutum' la aşılabilecek sorunlardır. Millet hem Derin Devlet ruhuyla hem de Derin Devlet'e karşı ve onu aşacak bir yeni şuurla bu sorunları çözebilecek sıçramayı yapabilecektir. İşte bu yüzden hem devlete ve millete sahip çıkmak, hem devleti de milleti de eleştirmek, aynı anda mümkün ve tutarlıdır. Bu radikallik, hem Derin Devlet'in görüntü değişimine ve demokratikleşmeye zorlaması, hem derin devletin aşılması, hem milletin devletine sahip çıkması, hem devletini ve düzenini dönüştürmesi ve çağdaş standartlara ulaşılması 'hem muktedir hem muhalif', "hem devlet hem hürriyet" diyen yeni bir duruş anlamındadır. Tüm eski 'oyunu' ve kafalardaki eski kalıpları kırarak, yeni bir teorik bakış ve pozisyon geliştirmek için düşünmek ve tartışmak bu yolun başıdır. Derin devlet kavramı, belki böyle bir yeniden düşünmenin kışkırtıcı aracı olarak tekrar fikri düzeyde ele alınabilir. Bu düzey ise, taraf olmak yada karşı olmak değil, hatta içinde veya dışında olmakta değil, bizatihi özne olarak durup anlamaya çalışmak, her yönüyle analiz etmek ve tarihi ilerletecek diyalog ve dayanışma sürecini, tabuların ve paradoksların yerine ikame etmek için doğru düşünme ve doğru eylem çabasını ifade etmektedir.27 Derin Devlet Ve Süleyman Demirel Son zamanlarda Süleyman Demirel, Kenan Evren, Mahir Kaynak ve S. Arif Emre’nin bu konudaki görüş ve değerlendirmeleri de önemlidir ve Şöyledir: Demirel derin devleti anlatıyor! Sayın Demirel... Derin devlet nedir?.. Derin devlet var mı? Çok itina ile söylüyorum, devlet yönetiminde zaaf belirirse... Şöyle... Devletin kanunları vardır, uygulanamamaktadır... Valisi, kaymakamı vardır... Hakimi, savcısı vardır... Askeri, polisi vardır... Ama kanunlar uygulanamadığı için huzur yoktur. O zaman bu huzuru biz tesis edelim niyeti ile devletin içinden ve dışından talepler gelir... Bu bir devlet boşluğudur... Devlet, boşluğu kabul etmez... Türkiye maalesef bunu yaşamıştır. Evet, 1977-1978'lerde... 1979'da biz idareyi devraldığımız zaman tam bir devlet boşluğu vardı. Derin devletin içinde kimler var?.. Olaya şöyle bakacaksınız... Derin devletin içindekiler yani normal zamanlarda belirli yetkileri kullanma durumunda olanlar, bir de bakarsınız, kurtarıcı haline gelmek isterler... Öyle hissederler kendilerini... Oysa kimse onlara görev vermemiştir!? Süleyman Bey: Devam ediyor: Sineğin üzerine balyozla gitmek de yanlış, “varsın böyle olsun, kıyamet kopmaz ya” diye vurdumduymaz davranmak da yanlış. Org. Büyükanıt'ın konuşması neden önemli ve de tehlikeliymiş! Org. Yaşar Büyükanıt'ın "Güneydoğu yıllarını" iyi biliyoruz. Diyarbakırspor maçlarına giderdi. Tribünler "Yaşar Baba" diye bağırırdı. Beldeye, köye, mezraya giderdi. Halk "Baba" diye eline sarılırdı. Görev yaptığı dönem "PKK'nın gemi azıya aldığı" dönemdi. Org. Büyükanıt "yerinde durmayan, kabına sığmayan, sürekli arazide olan" bir askerdi. 27 Yarın Dergisi / Kasım 2002 / Ahmet Özcan / 51 ORG. BÜYÜKANIT Ve Org. Yaşar Büyükanıt konuştu. "Neden" konuştu? Demirel kendisini "iyi tanıyor." "Çok eskiden... Alt rütbelerden" beri izliyor. - Efendim, Org. Büyükanıt neden konuştu? - Süleyman Demirel: - Devletin organları var, siyasi iktidarı da var, herkesin Anayasa'da belirlenen yeri var.... Herkes bu yerde durmalı... Kara Kuvvetleri Komutanı niçin konuşuyor?.. Org. Büyükanıt'ın konuşmasına olan itirazlar doğrudur... Konuşsun efendim demek mümkün değildir... Önce bu itirazları kabulleneceksin ve sonra da düşüneceksin.? Niye Konuşmasın? tamam da... Şunu unutmayacaksın... Konuşan bu ülkenin Kara Kuvvetleri Komutanı'dır... Geçmişte de bunun birtakım izlerinin olduğunu bileceksin. Bunun Kara Kuvvetleri Komutanı Org. Cemal Gürsel'den başlayarak gelen birtakım izleri var... Cemal Gürsel de konuşmuştu... Dünü sakın unutma!?. Ne diyor Kara Kuvvetleri Komutanı?.. Bizim Irak'ta bir sözümüz yok, sözümüz geçmiyor diyor... Sözümüz var diyebilecek misiniz?.. Soruyorum, diyebiliyor musunuz? - Ne yapılması lazım? - Daha iyi bir koordinasyon. - Kimin görevi? - Başta siyasi iktidarın... Sonra Cumhurbaşkanı'nın... Şimdi "öyleyse gel, sen idare et" ithamıyla karşılaşacağımı biliyorum... Ama tepki de alsam, bazı şeyleri söylemek, bu ülkeye karşı sorumluluğum... Bunları söylemek bana düşüyor... Zira bunları görerek geldik. - Seninle güvenlik konularını, büyük şehirleri, kapkaç, soygun, hırsızlıkları konuştuk... Bana "Tayyip Bey ne yapmalı" diye sordun. - Evet... Siz de yanıt verdiniz. - Yanıtlarıma şunu da ekle... Tayyip bey, ne yaparsa yapmalı ama, her şeyin sonucu ile ölçüldüğünü de unutmamalı. - Tayyip bey, piyasa ekonomisinin şartlarını yerine getirmeli... Özelleştirmeyi ilerletmeli... Yerli ve yabancı yatırımcılar için, yatırım iklimi yaratmalı... Buna büyük ihtiyaç var. Sayın Demirel... Konumuz 28 Şubat... Ne oldu, neden oldu, nasıl oldu? - Türkiye, Sayın Necmettin Erbakan'ın kurduğu hükümet tarafından yönetiliyordu... Ve asker, kendi içinde, fevkalade rahatsızdı. Derin Devlet! - Derin devlet, sadece devletin bazı kurumlarından ibaret değil. - Başka ne var? - Korku. - Ne korkusu? - Çökme korkusu... Bu korku derin devletin kökünde yatar... Aslında Müdafaai Hukuk hareketi de bir derin devlet olayıdır... Devlet çöküyor, kurtaralım... Devlet yapamıyor, bari biz yapalım.28 Kenan Evren: Kenan Evren: Derin devlet... Evet... Var... Bir realite... - Sayın Demirel çok doğru söylüyor... Derin devlet bir realite... Derin devlet var... 14 Ekim 1979'da Cumhuriyet Senatosu üçte bir yenileme seçimi ile boş bulunan beş milletvekilliği için ara 28 Sabah / 02-03 & 02-04 2005 / 52 seçim yapılmıştı. - Evet... CHP kaybetmişti. - CHP o zaman iktidardaydı... Sayın Ecevit de Başbakandı... 29 ilde seçim oldu... Adalet Partisi 33, CHP ise 12 senatör çıkardı. - MSP 4, MHP de 1. - Öyle olmuştu... 5 milletvekilliğinin 5'ini de Adalet Partisi kazanmıştı. Evet... Derin Devlet Evren Paşa anlatmaya devam etti: - İşte o seçimden sonra sayın Ecevit, Başbakanlık'tan istifa etti... Hükümeti Süleyman bey kurdu... Ve bir şeyi fark etti. - Başbakan Demirel 1979'da neyi fark etti? - Devletin, devletliğini kaybettiğini fark etti... Devletin, devlet hakimiyetini kuramadığını gördü... Yani sayın Demirel, 1979'da siyasi zaafı gördü... Yönetimin zaaf sergilediği yerde derin devletin kendiliğinden devreye girmiş olduğunu anladı... Doğrudur... Derin devlet vardır. Evren: Devlet zaaf içindeydi... Biz geldik Tarih 25 Kasım 1979. "6. Demirel Hükümeti" Meclis'te güvenoyu aldı. Hükümet hemen kolları sıvadı. Yeni bir ekonomik program (24 Ocak kararları) üzerinde çalışmaya başladı. İşte tam bu sırada... Komutanlar, Cumhurbaşkanı Fahri Korutürk'e bir "mektup" verdiler. (27 Aralık) Mektup "ülkenin gidişatını" eleştiriyordu. Mektup Cumhurbaşkanı Korutürk bu mektubu "bir hafta sonra" açıkladı. (2 Ocak 1980) Komutanlar 4 Ocak'ta da Başbakan Demirel'e "Türk Silahlı Kuvvetleri'nin yasal ve icraya ilişkin isteklerini içeren" bir mektup verdiler. Muhtıra "Çeyrek asır sonra" Marmaris'in Armutalan'ında Evren'e "o konuyu" açtık. - Siz Genelkurmay Başkanıydınız... Yazdınız... Verdiniz... Sonra? - Evet... Muhtırayı verdik... Sonra Kuvvet komutanları ile oturduk, konuştuk.29 MAHİR KAYNAK Derin devlet yok! (Ama olması lazım!) Türkiye’nin güçlü ve etkili olmamasını onu yöneten ve yönlendiren bir derin devletin yokluğuna bağlıyordum. Bir devletin gücü ve etkisi tek bir faktörle açıklanamazdı. Bazıları ekonomik gelişmemişliğimizi, diğerleri Batılılara benzemediğimiz için geri olduğumuzu söylüyor ve iddiamızın bunlarla sınırlı olması gerektiğini düşünüyordu. Oysa her ülkenin güçlü ve zayıf yanları olabilirdi ve bunların hepsi birden değerlendirilirse Türkiye’nin aktör devlet sınıfına girebileceğini düşünüyordum ama tabi devlet konumumuz bir kader haline gelmişti. Her ülkenin derin devleti kendi tarihinin bir uzantısıdır. ABD’de bu yapı iş adamları, bazı aydınlar vebürokratlardan, İngiltere’de kraliyetin temsil ettiği devletten, Rusya’da gizli servis odaklı bir çevreden oluşur. Türkiye’de bunun Ordu çevresinde şekillenmesi normal bir beklentidir. Ancak bunun aydınlar, siyasetçiler ve bürokratlar tarafından desteklenmesi gerekir. Asıl eksiklik ülkeyi yönetecek, dünyayı doğru algılayan ve buna uygun politikalar üreten bir sahibin yokluğudur. Derin devletle ülkeyi fiilen yöneten iktidar birbirinin hasmı ve rakibi değildir veya olmamalıdır. Derin devlet konjonktüre göre yönetimin nasıl oluşması gerektiğini kararlaştırır ve halk bu sese uygun yankılar verir. Şüphesiz bazı müdahaleler, yabancı sesler de olacaktır ama bunlar bir fısıltı düzeyinde kalır.” 30 Kalıcı Derin Devlet Geçici Derin Devlet Geçtiğimiz haftalar içerisinde, derin devlet nedir, ne değildir konusunda basında ve medyada 29 30 Sabah / 04-06 & 2005 / Star Gazetesi / 05 04 2005 / Mahir Kaynak 53 tartışmalar yapıldı. Ama yine de konuya netlik getirilemedi. Bazı yazarlar gözü bağlı olarak Fil’i el yordamıyla yokladılar. Kimi fili hortuma benzetti, kimi çuvala. Ama filin bütünüyle gövdesinin nasıl olduğunu belirleyemediler. Biz konuya netlik kazandırmak için Derin Devlet çeşitlerini tasnife tabi tutuyoruz. Yeryüzünde iki türlü derin devlet vardır. Şöyle ki: Kalıcı derin devlet, Geçici derin devletler... Kalıcı Derin Devlet, Siyonistlerin kurmaya çalıştıkları Gizli Dünya Devleti’dir. Geçici derin devletler ise: Gizli dünya devletinin kurulmasını kolaylaştırmak ve önündeki engelleri kaldırmak için ihdas edilmiş olan, ömrü kısa derin devletlerdir. Bunlar ihtiyacı karşılamak için yerine göre bir operasyon olarak su yüzüne çıkar. Yerine göre darbeler, ihtilaller olarak kendini gösterir. Kalıcı derin devlet, günümüzde, ABD’yi bile emri altına alacak güce erişmiştir. Bu güçlenme birinci aşamada Kennedy cinayetleriyle kendini göstermiş, ikinci aşamada ise, ikiz kulelerin, bir tertip eseri olarak vurulmasından sonra etkisini iki kat artırmıştır. Bu gizli örgütlenmenin gövdesi ise bir ahtapotun kolları gibi dünyaya yayılmış olan gizli masonik kuruluşlardır. Kalıcı derin devletin yol haritası ise: Önce İsrail’i kurmak, sonra Büyük Ortadoğu Projesi adı altında Arzı Mev’udu (Nil ve Fırat vadilerini) ele geçirmek, en sonunda ise ABD’yi ve AB’yi ya ilhak ederek ya da dağıtarak kuruluşunu tamamlayıp dünyaya egemen olmaktır. Bu gizli aksiyonların, su yüzüne nasıl ve ne şekilde çıktığı hakkında bazı çarpıcı misaller vermek istiyorum: 1- İsrail’in kuruluşu gizli siyonist ve masonik örgütlerin, ABD ve Avrupa ülkelerine yaptığı baskı sonunda gerçekleşmiştir. 2- Siyonistlerin bu planlarını Abdulhamid Han çok iyi bildiği için Yahudilere arazi vermeyerek İsrail’in kuruluşuna karşı çıkmıştır. 3- Ama Yahudiler bunun üzerine, Selanik’te bir mason locası kurarak Abdülhamid Han’ı tahttan indirip en önemli engeli ortadan kaldırmışlardır. Hatırlanacağı üzere Abdulhamid Han’ın tahttan indirilmesi operasyonunu, saraya gelen Emanuel Karaso, paşalara direktifler vererek bizzat yönetmiştir. 4- Yine bir tertip sonunda, Osmanlı Devleti’nin Birinci Cihan Savaşı’na sokulmasında ve neticede İmparatorluğumuzun parçalanmasında, siyonistlerin rolü büyük olmuştur. 5- İstiklal savaşımızdan sonra, aktedilen Lozan konferansında ise HayimNahum efendi ismindeki Yahudi, bu işe bizzat burnunu sokarak, Lord Curzon’un da etkisiyle, Türkiye’nin jakobenliğe endekslenen bir lâiklik anlayışına kayması için üzerine düşen görevi yerine getirmiştir. 6- Atatürk İstiklal savaşından hemen sonra, ülkenin ekonomik bağımsızlığına kavuşması ve siyâsi bağımsızlığımızın böylece perçinlenmesi için Sanayi Teşvik Kanunu çıkartarak, ağır sanayi hamlesi başlattığı halde, Atatürk’ün vefatından sonra masonlar bu hamleyi rafa kaldırarak, ülkemizin dışa bağımlı bir ekonomiye mahkûm edilmesine sebebiyet vermişlerdir. Atatürk’ün kapattığı mason locaları İnönü tarafından tekrar açılmamış olsaydı, onun başlattığı sanayileşme hareketi elbette başarıya ulaşacaktı. 7- Türkiye’nin kendi imkânlarıyla kalkınması Atatürk’ten sonra da engellenmeye devam etmiştir. 27 Mayıslar, 12 Martlar, 12 Eylüller ve 28 Şubatlar elbette boşuna yapılmamıştır. Bu darbe veya krizlerin ilk planda aktörlerinin masonlarla veya siyonistlerle işbirliği hâlinde olduklarını araştırmaya lüzum yoktur. Ama birileri kalkarak sık sık demokratik gelişmemizi, önemsiz gerekçelere dayanarak, askıya alırsa elbette ki, dünya çapında organize olmuş bulunan, Kalıcı derin devlet mensupları, alttan alta işe karışıp, millet ve devletimizi zaafa uğratmak için, ellerinden geleni geri koymayacaklardır. Nitekim hemen her darbeden sonra ABD başkanları, bu işi yapanlar bizimkilerdir diyerek bu marifetin kendilerine ait olduğunu ikrar etmişlerdir. 8- Başka bir misal: Yıl 1969–70, bizler Millî Nizam Partisi’ni kurmuştuk. Henüz teşkilatlanma 54 safhasında iken, ABD’deki Siyonistlerden bize bir kurye gelmiş. Sizin partinizin sözcüleri, masonluğu ve siyonizmi eleştirmeye devam ederlerse, hakkınızda kapatma davası açtıracağız demişler, bizler eleştiriye devam edince, bir aya kalmamış aleyhimize kapatma davası açılmıştır. 9- Benzeri olay Refah Partisi zamanında da cereyan etmiştir. Kanal 7’nin bir yayınını, RP’ye malederek, Refah’ın koalisyondan çıkarılması ve parti hakkında kapatma davası açılması, masonik bir kuruluş olan “Fransa Yüce Konseyi” tarafından 27 Mart 1997 tarihli yazı ile istenmiştir. Neticeyi biliyorsunuz. 10. Ve nihayet Ecevit-Yılmaz-Bahçeli koalisyonunun ipinin nasıl çekildiği, Saadet Partisi’nin bir masonun mektubuna uyularak nasıl hizip çıkarılarak bölündüğü ve AKP’nin kuruluşu sırasında ABD büyük elçisinin evden eve giderek AKP lehine nasıl kulis yaptığı yine hepimizin malumudur. 11- Şimdi de Sayın Erdoğan, AKP için düğmeye basıldığından bahsediyor. Kalıcı derin devlet, görüldüğü gibi, aksiyonlarına hâlâ devam ediyor. İşte Afganistan, işte Irak, işte Sudan, işte Kırgızistan, işte Gürcistan, işte Ukrayna. Yani tehlike etrafımızda dolaşıyor. Dört taraftan temellerimizi oyuyor. Bu durum karşısında öyleyse ne yapmalıyız? Artık komediye dönüşen bu siyonist müdahalelere, kesin-kes dur demeli ve milli şahsiyet ve haysiyetimize yönelen bu müdahalelere bir daha izin vermemeliyiz. Siyasi partilerimizi, sivil toplum kuruluşlarımızı ve medyamızı seferber ederek, halkımızı, dış ve iç müdahalelere karşı bilinçlendirmeli, şartlandırmalıyız ve fikri bir bağışıklığa kavuşturmalıyız. Diğer taraftan, başörtüsü yasağı, İmam Hatip Okulu kapatılması gibi, iç gerilimleri derhal ortadan kaldırarak, tıpkı istiklal harbimizde olduğu gibi sarsılmaz bir millet-devlet kaynaşması gerçekleştirerek, milletimizi ve devletimizi bu fitneden kurtarmalıyız. 31 31 Milli Gazete /13.14 04 2005 / S. Arif Emre 55 ŞAHSİYET VE SAMİMİYET ANALİZİ Etiket ve etkinlik sahibi bir kişinin veya ekibin, çeşitli girişim ve gayretlerinin gerçek hedefini belirlemek… Ve neye-kime hizmet ettiklerini bilmek için; önce bunların hangi cephede olduklarının tespiti gerekir. Acaba: Milli ve yerli cephede mi, yoksa hain ve kirli cephede mi? Dış güçlerin güdümünde mi, Kuvay-ı Milliye çizgisinde mi? Şeytani ve şerli ekipten mi, yoksa Rahmani ve insani düşüncede mi? AB’ci ve ABD’ci mi, yoksa Avrasya’cı ve D-8’ci mi? Kısaca: Siyonist ve emperyalist hizmetçisi mi, yoksa haysiyetli bir direnişçi ve Adil Düzenci mi? Sorularının doğru cevabı bulunmadan, partilerin, liderlerin ve kanaat önderlerinin; sözlerindeki ve girişimlerindeki asıl amaçlarını sezmek imkânsız gibidir. Çünkü: “cephe”si çözülmeden “veche”si (gerçek yüzü) görülmeyecektir. Safı ve tarafı bilinmeden, samimiyet ayarı ölçülemeyecektir. Bir insanın veya camianın, hangi kutupta yer aldığını öğrenmek için de: a- Ergenliğinden erişkinliğine, sürdüre geldiği hayat serüveni; söylemleriyle eylemleri arasındaki tutarlılık seviyesi. b- Masonik ve münafık merkezlerin bu kişi veya ekibe karşı olumlu veya olumsuz tepkisi dikkate alınarak, uygun bir tespit ve teşhis yapılabilir. Böyle bir tespit yapıldıktan ve hangi safta oldukları, aşağı-yukarı anlaşıldıktan sonra: Onların safına ve sıfatına uygun düşmeyen bazı görüş ve girişimlerini; aksine yorumlamak ve kendi konumuna ve karakter yapısına uygun siyaset ve stratejiler aramak gerekir. Yani hain cephedeki dış güdümlü şahsiyet ve hareketlerin, bazı hayırlı ve yararlı çıkışlarında bir aldatma ve art niyet. Milli cephedeki kişi ve ekiplerin bazı zararlı ve tutarsız görünen tavırlarında ise; yine bir mazeret ve siyaset aramak kaçınılmaz hale gelir. Bu arada; tarihi devrim ve değişim öncülerinin, büyük ve kalıcı neticelere ulaşmak için, bazı küçük ve geçici tavizler vermekten ve bu yüzden tenkit edilmekten de çekinmedikleri bilinmelidir. İşte bütün bu gerçekler ve gerekçeler ışığında; Dış güçlerin ve Siyonist çevrelerin güdümünde olduğunu fark ettiğimiz Fetullah Gülen’in zahiren İslami ve insani amaçlı görünen faaliyet ve fikirlerinin arkasında bir “sinsi” lik… Bülent ve Rahşan Ecevit’lerin misyonerlik ve Musul gayretlerin ardında bir “hin” lik… AKP’nin AB şövalyeliğinde ve demokrasi havariliğinde bir “hain” lik aramamız ve bunlara kuşkuyla bakmamız tabiidir. Bunlara karşılık; Mustafa Kemal’in dönmelerle münasebetlerinde ve devrim girişimlerinde… Rahmetli Türkeş’in Ermeni ve Musevi liderleriyle görüşmelerinde… Deniz Baykal’ın Amerika’nın ve amigosu olan Medya’nın desteklediği Sarıgül’e karşı mücadelesinde… Refah-Yol hükümetinin Türkiye-İsrail ilişkilerinde ise; yerli çıkarları korumaya ve milli amaçlara kavuşmaya yönelik taktik, stratejik ve politik hedefler gözetildiği düşünülmelidir. Çünkü her ne kadar, ilk bakışta yanlış ve yakışıksız gibi görünse de aslında bu gelişmelerin; ülkeye ve millete nefes aldırdığı, zaman kazandırdığı ve düşman güçleri oyaladığı sezilmektedir. İşte, Kaderin; “Yeni bir Barış ve Bereket Medeniyetinin merkezi olacak Anadolu arsasındaki Osmanlı enkazını temizlemek ve Türkiye’nin tapusunu Müslüman Türklerin elinde muhafaza etmek” gibi bir misyon yüklediği Mustafa Kemal’in Büyük bir diplomasi dehasıyla “Anadolu Siyon Devletini oluşturmak ve kendi emelleri doğrultusunda 56 kullanmak” isteyen Dış Siyonist güçler ve içteki sabataist çevrelere bir müddet yakın ve yatkın davranarak ve onların gaye ve girişimlerine hizmet ediyor tavrı takınarak, sınırları belli ve Milli bir Türkiye Cumhuriyeti’ni kurması ve adım adım ülkeyi bu şeytani tuzaklardan kurtarıp, hayatını da riske atarak Mason Localarını kapatması, Aslında milli ve haysiyetli düşünce sahibi bir şahsiyetin, bazı kirli ve çetrefilli ilişkilere, hangi maksatla girdiğinin güzel bir örneğidir. Ve yine Alparslan Türkeş’in: 1-Refah Partisiyle seçim ittifakına yanaşması: Hem “Kürtçü İslamcı” yaftası yapıştırılan Refah Partisinin Hem de “Irkçı kafatasçı” damgası vurulan Milliyetçi Hareket Partisinin, kısmen de olsa bu çıbanlardan arınmasına yol açmıştır. Her iki parti de, bu seçim ittifakından oy kaybederek yani zararlı çıkmış, ama bu ittifaktan Türkiye kazanmış ve yararlı çıkmıştır. Çünkü yeni bir Kuvay-ı Milliye’nin temelleri atılmıştır. 2-Yine Türkeş’in: Tabanının tepkisine ve psikolojisine ve partisinin politika ve prensiplerine tamamen ters bir tavırla dönemin Musevi Cemaati Lideri Daid Aseo ve Ermenistan Başbakanıyla açıkça görüşmeler yapması: Hem zahiren kirli ve gayri milli cepheyle özdeşleşen ismini feda ederek, muhafazakâr ve vatansever oyları Refah’a yönlendirmiş Hem de Milliyetçi Hareket’in perde arkasında hangi merkezlerce yozlaştırılmaya çalışıldığına dikkat çekmiştir. Biz’de, Türkeş’in bütün bunları bilerek yaptığı kanaati baskındır. Çünkü bu tür girişimlerin sonuçta kime yarar, kime zarar vereceğini hesap edemeyecek bir şahsiyet değildir. Vefatından sonra oğlu ve hanımı dâhil tüm yakınlarının maalesef partiden dışlanması ve sadece hatırasının ve mezarının istismar aracı yapılması da, O’nun milli amaçlı gayretlerinin, hıyanet cephesince fark edildiğini ve bir nevi intikama girişildiğini göstermektedir. Refah-Yol Hükümetinin İsrail’le tank ve uçakların modernizasyonuyla ilgili yaptığı askeri anlaşmaya gelince; 1-Her şeyden önce, asla unutulmasın ki, silah ve savunma sistemlerimizin tamamı, zaten ve maalesef ABD yapımıdır… Daha doğrusu, ABD’nin demode olduğundan devre dışı bıraktığı teknoloji artığıdır. Yani Türkiye Amerika’ya bağımlı kılınmıştır. İsrail ise, gizli ve gerçek Amerika’dır. Bu iki ülkeyi ayrı düşünmek, saflıktır. 2-Bazı silahların, tankların ve F-16’ların bakım ve yenilenmesi mutlaka lazımdır. Ama bunların Amerika yerine İsrail’den yapılması çok daha ucuza mal olmaktadır. Belki de, ABD Türkiye’yi kasıtlı olarak İsrail’e yönlendirip yollamaktadır. 3-İsrail’in Türkiye’nin tank ve uçaklarını daha ucuza modernize etmesinin sebeplerine gelince: a-Nefretini kazandığı İslam ülkelerinin ortasında kurulan İsrail, böylece “Türkiye dostum ve müttefikimdir” mesajını vermeye çalışmaktaydı. b-Şu anda ABD ve İsrail’de bulunmayan, bunların elindeki konvansiyonel ve nükleer yönden korkunç üstünlüğü boşa çıkaracak olan ve yalnız Türkiye’nin geliştirdiği yeni ve çok etkili teknolojilere ulaşma amacıda önemli yer tutmaktadır. Bu anlaşma ile Refah-Yol hükümeti Hem bazı acil sistemleri İsrail’e ucuza yaptırdı… İsrail’in silah ve savunma konusundaki bilgi, birikim ve becerisini saptamaya çalıştı… Hem de İsrail’i boş umutlarla avutup oyaladı… İsrail ise, bu anlaşma ile geçici bir propaganda fırsatı ve psikolojik üstünlük sağladı… Ve zaten sadece bir tarafın karlı çıkacağı bir stratejik anlaşma imkânsızdı. Önemli olan hangi tarafın sonuçta daha kazançlı çıkacağıydı... Çünkü dış politika, kılıç ve karate gibi değil, satranç gibi 57 oynanmaktaydı… Bir de, “Milli çıkarları koruyor” görüntüsü veren AKP’nin art niyetine ve acziyetine bir örnek verelim: Bilindiği gibi AKP Dışişleri Bakanı Abdullah Gül, BM. Genel Sekreteri Kofi Annan’a bir mektup yazıp, isim bile vermeye cesaret edemeden, dolaylı biçimde Barzani ve Talabani’yi şikâyet etti. Kerkük’ün Kürtleştirme girişimlerine, güya dikkatleri çekti.!? İyi de, adama sormazlar mı:? 1- Bu BM ve Kofi Annan denen kukla adam, Amerika’nın haksız ve pervasız Irak işgaline ve işlediği ahlaksız cinayet ve işkencelere engel olabildi mi?.. Hayır… 2- Ve yine, bu Kürtleri kışkırtıp kullanan ve Kerkük başkentli bir Kürdistan’ı adım adım kurdurtan bu vahşi aygır Amerika’yı Irak’a Sn. Abdullah Gül’ün partisi ve hükümeti davul zurna ile davet etmedi mi? Evet… 3- Bunlar yetmiyormuş gibi, Başbakan sanılan Sn. Recep T. Erdoğan Kıbrıs’ı feda etmek ve AB’ye kapıcılık karşılığı fidye vermek üzere, Kofi Annan’la görüşmek için Davos’a gitti mi? Evet… Öyle ise, Abdullah Gül’ün Kofi Annan’a mektup yazıp Kuzey Irak Kürt liderlerini şikâyet etmesi: Acaba; “Ahmak mahkumun, hakim yerine zavallı jandarmaya yalvarması” mı dır? Yoksa: “Azgın katıra gücü yetmeyen Don Kişot’un, palanına saldırması” mı dır?.. AKP, tarımdan teknolojiye, sanayiden istihdam ve üretime, ülke ekonomisini de iflasın eşiğine taşımıştır. Kendi teşkilatı ve tabanı dahil tüm halkımızı her konuda aldatmış ve hayal kırıklığına uğratmıştır.. İş başına geldiğinde 200 milyar dolar olan dış borcumuz şimdi 350 milyar dolara ulaşmıştır. Vergi daha önceki hükümet döneminde fakir kesimden % 48 zenginlerden % 62 oranında alınırken, şimdi fakir kesimden % 70 zenginlerden % 30 alınmaktadır. Türkiye yabancıların “sıcak para” cennetine çevrilmiştir. Kâğıt üzerinde canlı gibi gösterilen ekonomi ve düşük enflasyon bu yüzdendir. Diyelim ki; 1-Ocak-2003’te Türkiye’ye 1000 doları bozdurup aldığı 150 milyonu bankaya koyan bir rantiyecinin parası bir yıl sonra 200 milyon olmaktadır. Bu 200 milyonu; kısa bir borsa hilesi ve dolar düşmesi sırasında 1350 TL’den tekrar dolar satın alan bu adamın dolar üzerinden net Karı % 30 civarındadır. Oysa böyle yağlı bir karı, Japonya’da 150 yılda, Amerika’da 100 yılda, Avrupa’da 50 yılda kazanma şansı vardır… İşte AKP iktidarını, bir yılda yaklaşık bu yolla 40 milyar dolar kazanan Siyonist sermaye ayakta tutmaktadır. Bu sıcak para patronlarının, bir risk ortamında, Türkiye’yi terk etmesi durumunda, bütün ekonomik dengeler çöküp yıkılacak ve AKP dağılacaktır. İç borçlarımızda korkunç şekilde artmış artmıştır. AKP 149 katrilyon olarak devraldığı iç borcu 2 yılda 230 katrilyona çıkarmıştır. Yatırıma ve kalkınmaya harcanmadığına göre bu iç ve dış borçların nerelere aktarıldığı da ayrı bir muammadır. İşçi, memur, emekli ve hele köylü çiftçi perişandır. Örneğin: Tarım ve hayvancılık yöresi olan Erzurum, AKP’ye % 57 oranında oy vermiş ve sorunlarını çözer diye umutlanmıştır. Oysa AKP’liler şimdi çiftçilere “gözünüzü toprak doyursun… Bütün Türkiye çalışıp sizi mi besleyecek!” demekten utanmamıştır. Yeri gelmişken bir hatırlatmada bulunalım ve soralım: Bir AKP milletvekilinin, Amerika ziyaretinde üst düzey bir Yahudi Lobisi temsilcisinin kendisine: “Erbakan’ı siyaseten öldürdük ve resmen gömdük… Ama yetmez, üzerine beton dökmemiz gerekir!..” söylediği basına yansıdı, konuşulup yazıldı. Peki; Partisi % 2’lere indirilmiş kendisine siyasi yasak getirilmiş ve ev hapsine mahkûm edilmiş 78 yaşındaki bir liderden, bütün dünyayı avucunda oynatan bu Siyonist merkezler hala niye bu denli korkmakta ve kurtulmaya çalışmaktadır? 58 1-Ya bu Yahudi Lobileri, hayali bir Erbakan saplantısı içindedir ve asılsız bir kabus rüyası görüp boşuna telaş ve tedirginlik göstermektedir!.. 2-Ya da Erbakan; a-Hem onların şeytani yapılanmalarını ve Siyonist planlarını en iyi bilendir b- Hem zulüm ve sömürü sistemlerine alternatif proje ve programları hazırlayan ve adım adım uygulayan tek kişidir. c- Ve de Erbakan’ı ve O’nun insani-İslami inkılâbını önlemekten aciz ve çaresiz kaldıklarını itiraf ve ifadesidir. Hatırlanacağı gibi 10-Aralık-2004’teki Masonların 96. yıldönümü kutlamalarına özellikle şu iki kişinin katılması dikkat çekmişti: Birisi AKP’li İstanbul Belediye Başkanı Kadir Topbaş Diğeri, AKP’li Beyoğlu Belediye Başkanı Ahmet Misbah Demircan… Kadir Topbaş, Nakşî halifesi olan bir aileden A.Misbah Demircan ise medyatik meşhur ilahiyatçı Ali Rıza Demircan’ın oğlu ve Mafya kabadayısı Sultan Demircan’ın yeğeni… İşte, hem tarikatçı, hem ilahiyatçı, hem mafyacı, hem AKP’Lİ Belediye Başkanları… Masonların muhterem misafiri.!? Ve başka bir münafıklık misali: İçerisinde samimi ve seviyeli yazarlarında bulunmasına rağmen, Abdurahman Dilipak tutarsızlarında bulunduğu, Akit Gazetesi “Kara Kitap-Kesintisiz Cinayet” diye bastırdığı bir hazırlığı okurlarına bedava dağıtmıştı. Bu kitabın sonuna fotoğraflı bir liste ekleyip: Kesintisiz 8 yıllık eğitim kanun teklifine evet diyen milletvekilleri şunlardır: Bunları asla unutmayın ve oylarınızla cezalandırın” diye kutsal! bir çağrıda bulunmuşlardı. Bu lanetlenen milletvekilleri içinde Erkan Mumcu, Murat Başeskioğlu ve Köksal Toptan da bulunmaktaydı… Ama aynı isimler daha sonra AKP’nin hem kurucuları, hem de kurmayları hem bakanları arasındaydı… Ama Akit ve Abdurrahman Dilipak bu kutsal uyarıları önce kendileri tepeleyip, AKP’ye destek çıkmışlardı… Ve daha da ilginci, AB’nin AKP’ye müzakere tarihi vermesini, Akit Gazetesi, büyük bir zafer havası içinde manşete taşımış ve “Hayırlı Olsun” çığlıkları atmıştı… Aynı kitabın 511. sayfasında 19-Ağustos–1977 tarihli Yeni Şafak’tan Ahmet Taşgetiren’in bir yazısı da yer alıp “Aleviliğin resmi devlet mezhebi haline getirilme” tehlikesine dikkat çekilmiş, bu gaflete düşen devlet ve hükümet yetkilileri işaret ve ikaz edilmişti.. Şimdi yine “ Kürtlere özgürlük, Alevilere azınlık” statüsü vermeyi taahhüt eden AKP’ye aynı gazete ve yazarların nasıl sahip çıktığını ve hıyanetlerine hikmet uydurmaya çalıştığını ibretle seyretmekteyiz… İşte size Taha Akyol’un bir yazısı ve ayar aynası: Komplo ve Siyonizm! (Yani Siyonizm diye bir tehlike yokmuş!) SİYONİZM sadece Filistinlilerin değil, bütün insanlığın düşmanıdır. İsrail işgal ettiği Filistin topraklarıyla yetinmeyecektir. Yahudilerin "beş bin yıllık" amacı "Nil'den Fırat'a kadar" bütün topraklar üzerinde "Siyon imparatorluğu" veya "Büyük İsrail" denilen egemenliği kurmaktır... Bunun içindir ki, GAP bölgesinde büyük topraklar satın alıyorlar. Yasir Arafat, hayattayken, bu "gizli harita"yı ifşa etmişti; belge, İsrail'in bastığı madeni bir paranın üstündeki resimdi. MİLATTAN sonra 37 yılında Kral Mattathias Atigonus bir madeni para bastırmıştı; üstünde yedi kollu Yahudi şamdanı resmedilmişti. İki bin yıla yakın bir zaman geçtikten sonra bu antik para bulundu, çeşitli müzelerde var, biri de "İsrail 59 müzesi"ndedir. Geçen uzun zaman içinde para deforme olmuş, kenarlarından kırılarak yamuk bir şekil almıştı. 1989 yılında İsrail'in madeni paraya bastığı resim, bu antik paranın resmiydi. 'Belge' buydu. Yasir Arafat, bu antik paranın resminin "Nil'den Fırat'a kadar gizli İsrail haritası" olduğuna hükmetmişti. Arap basını antik parayı haritaya yerleştirerek "Nil'den Fırat'a İsrail" in sınırlarını gösterdi. Gerçekten Sina Yarımadası'nı alarak Nil'den başlıyor, Bağdat'ı alarak Fırat Nehri'ne ulaşıyordu. (Daniel Pipes, The Hidden Hand, sf. 52) Merak etmeyin, gizli haritanın sınırı bizim Güneydoğu sınırlarımızın çok aşağısından geçiyor! KOMPLO teorileri böyledir. Mistik, bâtınî bir duyguyla insanı sürükler. Kaba bir mantık tutarlılığı da vardır ama gerçekçi ve analitik değildir. Benim bu yazımın ilk bölümü tamamen saçmadır ve komplo mantığını göstermek için kaleme alınmıştır.32 İşte bay Taha Akyol’a göre: 1- “Siyonizm” diye bir tehdit ve tehlike yoktur. 2- İsrail ve ABD, ufak tefek sorunlara rağmen Türkiye’nin en sadık dostudur. 3- “Büyük İsrail Hedefi” “ABD’nin Dünya Hakimiyeti” gibi iddialar sadece birer komplodur. 4-Böyle saçma senaryolar ve hayali kuruntular, stratejik dostumuz ABD’ye ve sadık komşumuz İsrail’e karşı gereksiz bir kin oluşturur! Şimdi, ciddi cesaretli ve haysiyetli gavurcuklar bile “Siyonizm’in dünyayı tehdit ettiğine, belgeler ve tarihi bilgilerle dikkat çekerken ve artık İlkokul çocukları bile, TV. Lerden izledikleri vahşet ve dehşetler karşısında ABD ve İsrail’in sinsi düşman olduğunu fark ederken, Taha Akyol’un bütün bunları “komplo teorisi ve hayal üretisi” göstermesi, Onun, aynı güçler ve çevrelerce kiralanıp görevlendirildiğinin bir göstergesi mi dir? 32 Milliyet / 10 03 2005 / Taha Akyol 60 ASKER VE ASALET! Sesar gibi düşünce kuruluşlarının hem Milli ve ilmi, hem de haysiyetli ve cesaretli raporlarını dikkatle takip ve takdir ediyoruz. Emeği geçenlere teşekkür ve tebriklerimizi iletiyoruz. Teşhis (Hastalığı yapan virüsler ve yozlaşmanın temel sebepleri) ve tedavi konusunda gerekli reçeteler, yeterli çözüm ve çareler ortaya koyulmasa da; Siyasi, askeri ve iktisadi sıkıntı ve sarsıntılarımızın doğru “tespit”lerini, onurlu “tenkit”lerini… ve herkesin gerçek ayarını ve tarafını göstermeye mecbur edecek şuurlu “teklif”lerini beğeniyoruz ve destekliyoruz… Bu arada, zamanla mafya babalığına, hatta bar-pavyon kabadayılığına düşmüş… Veya ANAP, DYP ve AKP’de masonların ganimet tuzağına üşümüş… Davasını ve dostlarını küstürmüş döküntülerle, ülkücüleri biri biriyle karıştırmamaya gösterdikleri özene saygı duyduğumuz kadar… Bünyeye ittibak edemeyen çıban misali kuruyup dökülen ve dönekleşen AKP’lileri… İslamcılık istismarıyla Amerika’ya diz çöken entelleri, hala satır aralarında, Erbakan’la ve Milli Görüşle özdeşleştirmeyi de, yanlış ve haksız buluyoruz. Kuvayı Milliye ruhuna, her zamankinden çok daha muhtaç olduğumuz böylesine kritik bir aşamada, artık bazı ön yargılardan ve kör saplantılardan kurtulmamız, sapla samanı biri birinden ayırmamız, gerektiğine inanıyoruz. Milli sorunlarımız ve sorumluluklarımız konusunda danışmaya ve dayanışmaya mecbur olduğumuz bir ortamda; En azından bütün hain ve zalim güçler ve içimizdeki işbirlikçilerce, sürekli hedef alınmış, yıpratılmaya ve devre dışı bırakılmaya çalışılmış Erbakan gibi beyin ve birikimlere sahip çıkılmasını ve saygı duyulmasını, Milli şuur ve vicdanın bir gereği ve göstergesi olarak değerlendiriyoruz. Ve yine yeri gelmişken şunu da söyleyelim: Sürekli olumsuzlukları ve sadece lüzumsuzlukları anlatmak; umutsuzlukları koyulaştırır ve hain güçlerin işini kolaylaştırır. Elbette, durumun vahametini ve yaklaşan tehlikeleri haykırmak ve hala vicdanı ölmemiş olanları uyarmak lazımdır. Ancak, bunun yanında, onurlu ve olumlu gelişmeleri ve aziz Milletimizin bütün tarihi büyük değişim ve devrimleri, hep böyle en zayıf ve en sahipsiz zannedildikleri dönemlerde gerçekleştirdiğini de vurgulamalı, Milli heyecanımızı ve hıncımızı diri tutmalıdır. Çünkü ortak ümidin, himmet ve cesaret dirliğine, bunun da gaye ve gayret birliğine yol açacağına ve sonunda Milli muvaffakiyet kapılarını aralayacağına güveniyoruz. Bu kadar girişten sonra; Ordumuzla ilgili, çok değerli ve dengeli tespit ve tenkitleri içeren raporu, bir takım cümle düşüklüklerini ve imla hatalarını düzelterek ve hoş karşılanacağını umduğumuz, parantez içinde bazı açıklayıcı ifadeler de ekleyerek, kıymetli okurlarımızın istifadesine sunuyoruz: Strateji’nin kökeninde yer alan “Strategem” Çin’de “generallerin işi” anlamına gelir. Bizde ise strateji; yabancı generallerin ürettiğini halka “küresel düzen” olarak pazarlayan sivillerin cirit oynadığı başıboş bir alana dönüşmüştür. Yabancı generallerin boş bulduğu bu alanı acaba kim boşalttı? Türk Silahlı Kuvvetleri'ni izlerken kendimizi; karın ağrısı çekerken dışarıya belli etmemeye çalışıp, sürekli gülümseyen bir adamı izliyormuş hissine kapılıyoruz. Aslında Türkiye'deki her kurumun yaşadığı ve genelinde toplumun yaşadığı sancının; konu Türk Silahlı Kuvvetleri olunca artık iyice sırıtmaya başladığını ve TSK'nın bu sancıyı gizlemek ve içine düştüğü çelişkileri örtmekte gittikçe zorlandığını gözlemliyoruz. Analizimize başlamadan önce; Genelkurmay İkinci Başkanı İlker Başbuğ'un bir basın toplantısında sarf ettiği şu cümleyi hep beraber tekrar okuyalım. "Türkiye Cumhuriyeti üniter bir devlettir. Üniter devlet, ülke, millet ve egemenlik unsurları ve keza yasama, yürütme ve yargı organları bakımından teklik özelliği gösteren devlet olarak tanımlanır. Buna göre, üniter devlette tek bir ülke, tek bir egemenlik ve tek bir millet vardır. Bu kapsamda, Anayasamızın değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif bile edilmeyecek olan 3. maddesinde yer alan, Türkiye'nin üniter devlet 61 yapısını tartışmaya açmak Türk Silahlı Kuvvetleri tarafından tasvip edilemez." Kurumsal sancının bütün özellikleri bu cümlede gizli. Bir yanda; varlık nedeni olan kavramsal çerçeveyi net bir şekilde ortaya koyuyor, ama diğer tarafta, varlık nedeni olan kavramsal çerçevenin tartışmaya açılmasına karşı tepkisini: "tasvip etmemek" gibi suya sabuna dokunmayan; "entellektüel bir karşı duruş" ile ifade ediyor. "Varlık nedeni "'nin "entellektüel karşı duruş"la korunamayacağını; sürekli "Atatürk"ten söz eden bir kuruma bizim hatırlatmamız kadar abes bir şey olamaz. Ancak Türk Silahlı Kuvvetleri'nin bu günlerde hafızasını, reflekslerini ve muhakeme yeteneğini ciddi anlamda hasara uğratan bir sancı yaşadığı gözleniyor. Tarihin en kapsamlı emperyal saldırı dalgası ile karşı karşıya kalan bir milletin; MİLLİ BİR ORDUYA, esas şimdi ihtiyacı vardır ve bu ordunun doktrininden, silah sistemine; beyin yapısından duruşuna kadar her haliyle MİLLİ ve en önemlisi TUTARLI ve DİRAYETLİ olması gerekiyor… 17 Aralık Suskunluğu ve "Her şeyi Bizden Bekliyorlar" Yargısının Yersizliği Hangi paşamızla konuşsak sürekli şu tarz bir tepki alıyoruz : "sürekli bizden bir şey bekliyorsunuz, ama toplum ne yapıyor?" Bu cümle ile karşı karşıya kaldığımızda kendi hafızamızdan şüphe duymaya başlıyoruz: Acaba; Emin Çölaşan gibi yazarlar bile Türk Silahlı Kuvvetleri'ni eleştirirken; bu yazıları, rüyalarında görüp mü yazıyorlar; yoksa kendilerine gelen okur baskısı bir noktada onları da mı etkiliyor..?! Fikret Bila gibi; Ankara'da hem sivil,hem askeri bürokrasi ile çok yakın temasları olan, diplomatik üsluplu yazarlar bile, diplomasi sınırlarını zorlayıp, "Anayasal kurumları" tavır almaya çağıran yazılar yazarken bunları hangi tabansal tepkiden dolayı yazıyorlar..?! Bu ülkede onlarca sivil toplum örgütü; ülkenin federal bir kaosa sürüklenmesine karşı çıkarken, seslerini ele geçirilmiş medya üzerinden duyurmak için çırpınmaları yetmiyor; tutup bir de canlı yayınlarda rapor yırtmaya başlıyorlar...?! Ülkü ocaklarından; AKUT'a, (Milli Gençlik Vakfından Sendikalara) kadar her yelpazeden ekip, "ne oluyoruz", "haddinizi bilin", "sabrımız taşıyor" mesajları yayınlıyor... Ve biz bütün bunları hayal mi ediyoruz diye düşünmeden edemiyoruz. Tabi bir de; Fikret Bila'nın çok doğru bir şekilde adını koyduğu ve Genelkurmay Başkanı'nın "17 Aralığa kadar hiç kimsenin hata yapmaması lazım" ifadesi ile özdeşleşen; "17 Aralık suskunluğu" mevcut. Atatürk'ü bırakın benimsemeyi; onunla ilgili üç satır okuyup az buçuk saygı duyan bir entellektüelin bile; sırf Brüksel bürokrasisini kızdırmamak için, kalkıp milli çıkarlar lehine duruş sergilemeyi "hata" ile özdeşleştirmesi mümkün değildir. Eğer bir asker bunu yapıyorsa; ortada sadece bir yanlış muhakeme ile açıklanamayacak bir bağırsak düğümlenmesi var demektir. Bu bağırsak düğümlenmesinin çözümlenmesi; sürekli sancı çeken bir kurumun ülke adına iyileşmesi için, her geçen gün daha da acilleşen bir sorun haline geldiği kesindir. TSK'nın da İtiraf Edemediği Şeyler Olduğunu düşünmeyi bile tehlikeli buluyoruz: Dört şeye ihtimal vermek istemiyoruz: a-Türk Silahlı Kuvvetleri'nin; birileri tarafından dayatılmak istenen ve AKP kadrolarının taşeronluğunu üstlendiği "federal ve ileride parçalarına ayrıştırılacak Türkiye projesini" kabul ettiğini, fakat bunu topluma ve evlatlarını şehit veren annelere itiraf edemediğini… b-Türk Silahlı Kuvvetleri'nin; küresel güçlerin "yeni dünya düzeni" projesini benimsediğini ve bu çerçevede silah sistemlerinden doktrinlerine kadar, bu projenin taşeronu olmayı kabul ettiğini… c-Bütün bunları kabul etmese bile; kendisinde bağımsız hareket edecek özgüveni ve cesareti kaybettiğini… d-Bütün bunları kabul etmeyip gerekli insiyatife sahip olsa bile; elinin kolunun, küresel destekli Recep Tayyip Erdoğan ve kadroları tarafından bir şekilde bağlanıp engellediğini… Bugüne kadar Türk Milleti'ne sürekli güven veren; her fırsatta "Atatürk Milliyetçiliği"nden söz eden, ülkenin bağımsızlığını ve bekaasını varlık nedeni olarak açıklayan bir yapı için, evet yukarıdaki ihtimalleri 62 düşünmek bile istemiyoruz. Bu durumda karşımızda yapılabilecek tek bir seçenek kalıyor: Türk Silahlı Kuvvetleri'nin duruşu ile ilgili toplumun her kesiminden yükselen seslerin kaynağı olan mevcut çelişkilerinin haritasını çıkarmak ve elimizden geldiğince analiz etmek: Bir Askerin Eli Niye Silahına Gitmez? Herhangi bir insanın çelişkisi; iddiaları ile yaptıkları ve yapmadıklarının karşılaştırması ile ölçülür. Ve eğer söz konusu bir asker ise; ülkesi adına söylemleri ile ülkesi adına eylemleri ve eylemsizlikleri, bu çelişki haritasının da ana hatlarını ortaya koyacaktır. Bu çerçevede son dönemde askerin hangi durumlarda silahına davranmadığının (yani kurumsal gücünün caydırıcılığını kullanmadığının) bir kaç örneğini önümüze koyalım: a-İskenderun limanından Mardin'e bütün ülke ABD işgal güçlerinin lojistik merkezi haline gelip; ülkede her bir yandan buna karşı feryatlar yükselirken; milletin gözünün içine baka baka; "ne yapalım, İskenderun limanı valinin kontrolünde" derken... b-İskenderun limanından dışarı silahlı çıkmak isteyen ABD askerlerini durdurup, üstlerini arayan binbaşısının görev yerini değiştirecek kadar, bırakın milletine, kendi personeline dahi güven veremeyen talihsiz tavırlar sergilenirken… c-Süleymaniye'de 11 askerinin başına çuval geçirildikten sonra bu müttefikine en ufak bir tepki koymadığı ve karşılığını vermediği gibi, üstelik ilişkilerini sürdüren ve en önemlisi zedelenen onurunun intikamını almayı düşünmeyen... ( Bu konuda; sularını ihlal eden İngilizleri elleri bağlı kameraların önünde dolaştırıp dünyaya teşhir eden İran bir molla rejimidir ama şahsiyetli bir molla rejimidir) d-ABD Telafer'de Türkiye'nin müttefiki ve soydaşı mazlum Türkmenleri bombalarken; ABD'nin "sadık" müttefiki olarak sesini çıkarmayan ve endişelerini bile dile getirmeyen… e-Ve üstüne üstlük; NATO tatbikatlarında spor ödülü kazanan Özel Kuvvetleri, hala bir başarı hikayesi olarak; Türk Silahlı Kuvvetleri'ne yönelik en derin saldırıyı gerçekleştiren medyaya servis eden... Dikkat ederseniz örneklerimizi; sadece askeri ve güvenlik konuları ile sınırlı tuttuk ki, "ne o, TSK'yı demokrasiye müdahale etmeye mi çağırıyorsunuz gibi" ebleh eleştirilere maruz kalmayalım. Şimdi ise TSK'nin bağırsak düğümlenmesini sistematik olarak ortaya koymaya çalışalım: SESAR olarak TSK'nın içine düştüğü çelişkiler yumağını dört ana kategoride değerlendiriyoruz : a- Toplumsal yozlaşmalar b- Teknik / Sermayesel sıkıntılar c- Doktrinel saplantılar e- Müttefiksel hatalar ve tek taraflı aşklar Toplumsal (yozlaşmalar): Toplumun geçirdiği değişim; ister istemez TSK'yı da etkiliyor. Milletin her katmanında yaşanan hedefsizlik ve kaba bir tabirle "gemisini kurtaran kaptan" anlayışı ister istemez, bu toplumla içiçe yaşayan kadroları da etkilemeye başlıyor ve karşınıza: Askeri liseden başlayarak üstün idealler ve ülke adına yetiştirilen bir beynin; teğmen tazeliği ile atıldığı hayatta; ideallerini asla uygulayamacağı ve kendisinin onda biri kadar ülke adına kaygı duymayan bir topluma karşı kendini "kraldan çok kralcı" hissetmeye başlayan bir subay tipi çıkıyor. Bu noktada; karakter yapısına göre bir subayın gidebileceği beş yol bulunuyor: a- Toplumun hedefsizliğine ayak uydurup; ailesini geçindirmekten ve kendisine verilen görevleri şu ya da bu şekilde tamamlamaktan sonra "Renault" arabasına binerek, rahat yuvasına gitmekten başka bir işlevi olmayan iyiniyetli “sıradan bürokrat” olmak b- "Görevini en iyi yapan, ülkesini en çok sevendir" cümlesinin arkasındaki tuzağın farkına varmadan; NATO adına çalışırken bile kutsal görevini üstün bir şekilde yaptığını düşünerek, sonra "bu müttefiklerimiz bize niye böyle davranıyor" sorusunu bir türlü çözümleyemeyen ve bu çelişkiyi kafasında arka plana iterek çalışmaya devam eden, “üstün başarılı kurumsal bürokrat” olmak... 63 c- Karşısındaki resmi doğru okuyup; ülkesi adına dengeleri tutturmaya çalışan ve en azından Türkiye adına sıkı müzakere edip sorgulayarak ve ataletleşen bir yapı içinde milleti adına diri ve dinamik kalmaya çalışarak “onurlu bürokrat” olmak d- Karşısındaki resmi doğru okuyup; "başarıya ve terfiye" giden yolun hangi dengeleri nasıl gözeterek yapılacağını çok iyi kavrayan ve buna göre hareket etmeye başlayan "akıllı" bürokrat olmak... e- Üzerindeki üniformanın temsil ettiği ulvi değerler ile, içinde yaşadığı toplumun laçkalaşmış yapısı arasındaki dengeyi tutturamayıp; çok fazla temas ettiği sivil sektördeki şartların cazibesine kapılarak, "lojmanda şüpheli intihar", "bir trilyonu olan yarbay" gibi gazete haberlerine konu olma yolunda hızla ilerleyen "yoldan çıkmış bürokrat" olmak.. f- Üzerindeki üniformanın tarihsel ağırlığı ve misyonu ile içinde bulunduğu eli kolu bağlanmış durumu arasındaki çelişkiyi çözümleyemeyip; kurum içinde kemikleşen veya istifa ederek kurum dışında kemikleşen ASKER olmak... İnsanları seçtikleri yollardan dolayı yargılamak bize düşmez. Fakat bu yolları seçenlerin dağılımı bir kurumun duruşunu etkilemeye başladığında ve bu kurumun ülke adına duruşuna eleştiriler yağmaya ve yıpratılmaya çalışıldığında; sorun "kişisel tercih" olmaktan çıkar. Teknik/Sermayesel sıkıntılar: 1950'den bu yana teknik olarak tamamen batı kaynaklarıyla ve NATO şemsiyesi altında silahlandırılan (daha tarihsel bir yaklaşım Türk ordusunun batı bağımlılığını çok daha öncelere çekebilir tabi) ve tatbikatlarından talimnamelerine kadar müttefikleri ile uyumlu bir gelişme çizgisinde yol alan bir ordunun, bir anda bu bağlardan kurtulmasını beklemek, elbette romantizm olur. Fakat "müttefik" bildiklerinin düğmesine bastığı planların bir ucunda; Türkiye'nin parçalanmış halini çok net bir şekilde gören bir ordunun da en azından bu yönde gerçekçi, inandırıcı ve kalıcı adımlar atması gerekir. "Milli Gemi" gibi projelerin varlığını veya diğer iyi niyetli çabaları, yetersiz bulmamıza rağmen, göz ardı ediyor değiliz; çelişkili bulduğumuz; bağımsız silah sistemleri kurma yolunda, en azından iyi niyet ve gayrete sahip olan bir yapının; Türkiye'nin, bu bağımsızlığı garantileyecek sermaye, altyapı ve kaynak haritası tek tek yabancıların eline geçerken, durup kenarda seyretmesidir. Bu noktada en klasik örneklerden bir tanesi; "bağımsız" bir iletişim sistemi kuracağım diye yola çıkarak, askeri iletişim sistemini Türk Telekom'dan komple bağımsız hale getiren TSK'nın, 8 milyar dolar harcadığı bu projenin 6 milyar dolarını NATO fonları ile karşılamasıdır. Kendi ülkesinin altyapısından "bağımsızlaşırken", NATO'nun altyapısının uzantısı ve bağımlısı haline dönüşmek; traji-komik bir bağımsızlık hikâyesi değilmidir? Daha da vahimi; elinde OYAK gibi devasa bir alım ve finans gücü bulunan bir yapının; bu yapıyı, ülke adına bağımsız dinamikler yaratmak için kullanmak konusunda hayli tereddütlü olduğu gözükmektedir. Bunun nedeni; OYAK'ı kimin, nasıl ve ne adına yönettiğinin ayrıntılı bir etüdü ile elbet ortaya çıkar. Ama sanırız; kokteylerde "ben de bir generalim" diyen Ulusoy ailesi mensuplarının bu tutumu ile OYAK'ın fiyakalı, fakat obez bir kurum haline gelmesinin bir alakası olabilir! Özel sohbetlerde CNN Türk'ün Kıbrıs'ı satmasından şikayet eden kadroların; OYAK'ın reklamlarını nerelere verdiğini, hangi dinamikleri finanse ettiğini de daha samimi bir kaygı ile kontrol etmesi lazım gelir. Ve tabi; eğer bu yapı, ABD'deki silah sanayinin uzantısı olan bir Pentagonizasyon süreci yaşamak istemiyorsa; kadrolarının sivil sektörle etkileşimini çok daha iyi regule etmesi ve "emekli kadrolar", "emekli olmaya hazırlanan kadrolar" ve "emekliliğine yatırım yapan kadrolar" gibi kavramların varlığını sadece yolsuzluk değil; çok daha kapsamlı ve milli güvenlik çerçevesinde ele alması gerekir Doktrinel (saplantılar): Atatürk milliyetçisi olduğunu açıklayan, entellektüelleşme sevdasında olan ve dünyanın en kritik coğrafyasında, en etkin ordusu iddiasında bulunan bir yapının; emperyalizmi ve dinamiklerini; en Marksisten daha Marksist olarak etüd edip; karşı tedbirlerini en sağcıdan daha sağcı bir yaklaşımla kurgulaması 64 beklenir. Hele hele bu ordu "entellektüelliği" askerliğin yanına ek bir uğraş olarak koyduysa. Lakin TSK'nın "entellektüelleşmeyi", tabloyu daha derinlemesine okuyup karşı tedbirleri geliştirme yerine; koskoca kurumsal bir hafızayı; küresel askeri doktrinleri hap gibi yutan sözde liberal köşe yazarlarının analiz seviyesine indirgemek olarak algıladığını görüyoruz. Alt katmanlardan damıtıla damıtıla gelen bir analiz sürecinin; dilin ucuna geldiğinde, gelişmeyi ve kalkınmayı, astsubayın altındaki araba markası ile ölçer hale gelmesi, ya beynin düşünsel zaafını ya da dilin ifade zaafını, gösterir. Bu noktada; okullarında subayını, akademilerinde kurmayını eğiten bir yapının, emperyalizm başlığı altında neler okuttuğunu, incelemenizde gerekli ipucunu verecektir! Bu kaynakları incelediğinizde; TSK'nın kadrolarına emperyalizm adı altında Hollanda'dan İngiltere'ye kadar farklı ülkeleri okuttuğunu, fakat nedense ABD'yi es geçtiğini görürsünüz. Bunun basit bir editöryel hata değil; müttefikleri tarafından doktrine edilmenin bir sonucu olduğunu görmek için (dahi olmaya gerek yok) temel bir entellektüelizm yeterlidir. Bu "doktrinasyon"; Süleymaniye'de ABD askeri başına çuval geçirirken direnmeyen ve Ankara'da oturup bu olaylar olurken izlemeyi tercih edip emir vermeyenlerin beyinsel blokajı olarak uç vermektedir... Eli silahına gidemeyen askerde ki asıl eksiğin ne silah; ne de bilgi ve beceri yetersizliği olmadığını; bu doktrinasyon sürecinin farkına varırsanız, çok daha iyi anlarsınız. Dikkat ederseniz; bu başlık altında, "Türk Ordusu niye Türk Birliği'ni amaçlamaz?" gibi; AB'yi "devlet hedefi" haline getiren beyinlere kısa devre yaptıracak serbest düşünsel egzersizleri gündeme bile getirmeden; milli çıkarlarımızı, sadece nefs-i müdafaa kapsamında ele aldık. Fakat nefsi- müdafaa'yı Anadolu coğrafyası ile sınırlı tutmaması gerektiğini; en azından askeri strateji açısından bilmesi gereken bir kurumun; ileriye dönük vizyon eksikliğini ortaya koyması açısından şu soruyu da sorabilirdik: Dünyada; Türk Ordusu gibi donanımlı bir ordusu olup da, milli bir ülküsü olmayan kaç ülke sayabilirsiniz? (Yunanistan; İsrail, ABD, Rusya, Almanya, Fransa, v.s. istediğiniz örneği seçin) Bu sorunun cevaplanması; sınır kapısı açarken bile "müttefikinden" izin çıkmasını bekleyen bir devlete lüks gelebilir ama Türkiye’nin bekası için şarttır. Müttefiksel hatalar ve tek taraflı aşklar: Çelişkiler kategorisinin en sonuncusu ama baktığınız açıya göre belki en kolay, belki de en zor çözümlenecek olanı budur. Bu çelişkinin sembol sahnesi ise şudur : Darbe yaptıktan sonra bile; yani kendi coğrafyasında "ben kralım" dedikten sonra bile, hemen ikinci cümlesinde NATO'ya bağlılığını dile getiren bir kurum; temelde "içerde aslan, dışarıda kedi" benzetmesinden fazla da uzağa düşmüş sayılmaz. MGK'nın; son asker (buradaki asker tanımı "Toplumsal Çelişki" başlığı altında açıklanan tanım çerçevesinde kullanılmıştır) genel sekreteri Tuncer Kılınç Paşa'nın veda konuşmasında sarfettiği şu cümle; TSK'nın bu alandaki çelişkisinin de tarihsel bir özeti mahiyetindedir: "NATO İslamiyeti terör değerlendirmesi içine aldığında yadırgadık fakat sonra 11 Eylül olayları gerçekleşti" Evet, işte; kurumsal acz, tek bir cümle ile ancak bu kadar resmedilebilir. NATO'nun içinde en büyük ordu olmakla övünen bir yapı bu cümle ile: NATO'nun tehdit değerlendirmelerini belirlemede en ufak bir etkisinin olmadığını NATO ne derse uygulamak zorunda kaldığını NATO adına; korumakla yükümlü olduğu topraklardaki temel bir değerin "terörle" özdeşleşmesinin önünü alamadığını, ve en önemlisi Kendi güvenlik önceliklerini değiştirmek için başka ülkede gerçekleşen bir saldırının yeterli olacağını 65 ve güvenlik algılayışının buna müsaade edecek kadar manipülasyona açık bırakıldığını itiraf etmiştir. NATO'nun içinde en büyük ve etkin ordulardan biri olmakla övünen yapının, NATO'nun temel askeri karar mekanizmalarında yüzde kaç oranla temsil edildiğini de halkın bilgisine sunması lazımdır. "Tatbikatta ödül kazanan Özel Kuvvetler", "Yabancılar Türk askerinin profesyonelliğine hayran kaldı" gibi haberleri medyaya servis etmekten fırsat bulduğu bir zamanda açıklaması "demokrasi" ve "entellektüelliği" ön plana çıkaran bir kurum için tutarlı bir hareket olacaktır. Nice, yüzyıllık geçmişi olan bir orduyu NATO ile alçılamak; binlerce yıllık bir tarihi olan bir milleti AB ile alçılamaya eşdeğerdir. NATO ile müttefiklikliğin bir parçası olarak; TSK'yı sürekli ABD'nin "sadık" müttefiki olmakla övünürken görüyoruz ve doğrusu utanıyoruz. Dünyada; temel bağımsızlık anlaşmasını imzalamayan bir devletten, karşı devlet bunu hiç böyle telaffuz etmediği halde, ısrarla "stratejik müttefik" diye bahseden başka bir devlet var mıdır bilemiyoruz, ama ABD ile müttefikliğin son yıllarda bir de İsrail ile müttefiklik ekseninde iyice derinleştiğini gördükçe bunun basit bir körlük olmadığı sonucuna varıyoruz. Hele hele; ABD ve İsrail'in Kürdistan projesi artık anaokulundaki çocukların bile literatürüne girmişken; bu devletlerle stratejik müttefikliğin ne anlama geldiğini artık anlamak istiyoruz. ABD ve İsrail bu açıdan dünyanın en şanslı devletleri olarak dikkat çekicidir: Çünkü gözlerinin içine baka baka "seni böleceğiz" demedikleri sürece ona güvenen ve her türlü lojistik desteği sağlamakla kalmayıp, bir de üstüne üstlük milyarlarca dolarlık ihale veren bir müttefik vardır karşılarında. Bu durumda; artık şahsiyet çıtasının olduğu noktadan hayli yukarılara çekilmesi gerektiği, en son olarak İran ve Yunanistan olayı ile bir kez daha gözler önüne serilmiştir. TSK; batısında ki Yunanistan'ın Makedonya hassasiyetine ve doğusundaki İran'ın İngiliz askerlerini yakalayıp teşhirleri örneklerine baktığında; tarihsel misyonuna ve çıkarlarına sembolik bir tecavüz durumunda bile, milli reflekslerini canlı tuttuğunu göstermenin ne kadar önemli olduğunu kavramak için, başka neye ihtiyaç duyuyor olabilir. TSK'nın müttefiklik ilişkileri; bu satırlara sığmayacak kadar geniş bir analize muhtaçtır. Ama biz: 1960'larda ülkesinin toprakları üzerinden nükleer silah pazarlığı yapılırken ruhu bile duymayan bir yapı ile 2000'lere gelindiğinde ise; gözünün önünde, gelecekte kendisini de bölmeye yönelik planın parçası olarak Kürdistan'ın kurulmasına, hem de bunun kendi topraklarındaki üslerden sağlanan destekle yapılmasına ses çıkar(a)mayan, görmez gibi davranan bir yapının temelde hiç bir ilerleme kaydetmediğini düşünmekteyiz. Ve artık bu kabuğun kırılması ve ülkenin bu kafadan kurtulması gerektiği görüşündeyiz Tayyip Erdoğan'ın ağzına pelesenk ettiği halde; Türkiye'nin sürekli veren konumda olmasından anlaşıldığı üzere bir türlü hayata geçiremediği "win-win" (kazan-kazan) anlayışı; müttefiklik ilişkisinin temelinde yer alması gereken unsurdur. Türkiye bugüne kadar "müttefiklerinden"; hem de vatandaşının ekmeğinden keserek, sadece hazır teknoloji ve doktrin almıştır. Bu teknoloji ve doktrin ise; ülkeyi daha bağımsız ve kalkınmış değil, aksine müttefiklerine daha bağımlı ve sağımlı hale getirdiyse; buna müttefiklik yerine, müsriflik demek daha doğrudur. Askerin "entellektüelleşmeden" önce; "müttefikliği" "sadık" sıfatı ile özdeşleştiren beyin yapısını ve beyni şekillendiren ilişkiler ağını iyice etüd etmesi; düğümlenen bağırsaklarının ülke lehine çözülmesi için birincil koşul olarak karşımızda durmaktadır. Bu yazı bünyesinde; TSK'nın iç politika alanındaki çelişkilerine değinmedik. Bunun birinci nedeni; zaten hayli uzun bir yazıyı iki katına çıkarmamak; ikincisi, ise sivilleşme adına Washington-Londra-BrükselKudüs merkezli askeri doktrinlerin uzantısı olan yavan ve yuvarlak küresel söylemleri halkına yutturmayı marifet sayan bazı "asker" entellektüellerin ; "askerleri müdahaleye mi çağırıyorsunuz" şeklindeki ebleh 66 çıkışlarına fırsat oluşturmamaktadır. Hollanda Genelkurmay Başkanı'ndan, Leyla Zana gibi terörist beslemelerine kadar herkesin bu milletin kurumları ile ilgili sabır taşını çatlatan yorumlar yaptığı bu ülkede; demokrasinin de, ordunun da kendisine ait olmasını isteyen vatanseverlerin ortak kaygıları ile kaleme aldık raporumuzu. Ülkemizde entelektüel geçinenlerin, küresel güçler adına kiralanıp askerleştiği bir ortamda; askerinde milletinin önündeki tehditleri daha derinlikli etüd etmesi için "entellektüelleşmesi" şarttır. Fakat bu; ne belindeki silahı, ne de tarihsel misyonunu unutmasını gerektirir.(Askerin “layt”laşması, entellerin satılmasından daha tehlikelidir.) Evet: Konuşulacak yerde susmak korkaklık, susulacak yerde konuşmak ise ahmaklıktır. Cephede, düşmanla karşılaşılacağı bir süreçte, askerlerin, cesaret ve metanet duygusuna ve şahadet arzusuna can katacak ve kahramanlık damarını kamçılayacak konuşmalar yerine; Onlara “Kimseyi incitmemek ve herkesi hoş görmek” gereğini anlatmak, tutup şefkat ve merhametin önemini vurgulamak, insanların eşitliğinden ve evrensel kardeşlikten dem vurmak, eğer kasıtlı bir hıyanetten kaynaklanmıyorsa, her halde akıldan noksanlıktır. Kendi vatandaşlarına ve özellikle inancını yaşayanlara, despot gardiyan gibi… Ama vatanımıza göz dikmiş düşmanlar karşısında robot figüran gibi davranmak, kendi bindiği dalı kesmekten farksızdır. Ama inanıyoruz ve bekliyoruz ki, halkımızın, Milli kurumlarımızın, onurlu ve şuurlu kadrolarımızın, iyice kangrenleşmiş bu çıbanları artık vücudumuzdan atacakları zaman yaklaşmıştır. Tarihi hesaplaşma kaçınılmazdır. Bu kanser urlarının ve hıyanet unsurlarının rahatına, “küreselleşme, demokratikleşme” hatırına bütün vücudumuzun yani yurdumuzun ve namusumuzun feda edileceğini düşünenlerin yanıldıklarını ve yamukluklarını artık anlamaları lazımdır. Kudüs’ü haçlılardan kurtaran, Siyonist ve emperyalist kuduzlara yıllarca kan kusturan meşhur İslam kahramanı Selahaddini Eyyubi’nin asil bir asker tavrıyla ilgili şu hikayesiyle konuyu bağlayalım. Kudüs yine Haçlı işgali altındadır ve Yahudi dönmesi tapınak şövalyeleri masum Müslümanlara, aynen bugün Irak’ta yaptıkları vahşet ve rezaletleri uygulamaktadır. Selahaddini Eyyübi Cuma namazı için Emevi Camiinde bulunmakta ve dönemin Şam Müftüsü “İslamda, usulü dairesinde eğlenmenin mübah, gülmenin caiz, müsamahanın ve hoş görünün de makbul olduğunu” anlatmaktadır. Namazdan sonra Müftüyü yakalayan kahraman komutan: “Hoca efendi, Mescidi Aksa Kafirlerin ayakları altında ve on yaşındaki Ayşeler Fatmalar da, conilerin yatağında bulunurken de mi, gülüp eğlenmek ve her türlü melaneti hoş görmek müslümana caizdir? Hayır, böyle davrananlar, bırak Müslümanlığı, insan bile değildir!” diye haykırınca, korkudan titreyen ve; “Sultanım,haklısınız…Bizim de kalbimiz sizinle beraberdir…Bu kulunuz devamlı size dua etmektedir” sözlerini geveleyen müftüye; İslam düşüncesi, tasavvuf terbiyesi ve cihat disipliniyle yoğrulan Selahaddini Eyyubi, şu karşılığı verir: Böyle durumlarda sadece dua etmek ve yas tutmak, aciz ihtiyarların, çaresiz sakat ve hastaların ve sahipsiz kadınların hakkıdır…Bize kuru temenni ve dualarınız değil, şimdi kılıçlarınız lazımdır!... 67 SİYONİZM’İN SÖMÜRÜ SİSTEMİ VE ABD’NİN BORÇLANDIRMA SİYASETİ AKP Hükümeti, IMF ile 3 yıllık bir “Yola devam” anlaşması daha imzaladı... İçeriği ve topluma hangi zehirler içireceği özellikle gizlenmeye çalışılan bu “teslimiyet belgesi”yle ilgili bilgilerin, zamanı geldikçe ve gerekli görüldükçe açıklanacağı vurgulandı... “IMF ile yollarımızı ayıracağız, ülkemizi onlara mahkûmiyetten kurtaracağız” diye hava atan Recep T.Erdoğan’ın ve AKP iktidarının, ekonomik Bakanı Ali Babacan “gerçekçi olmak gerektiğini” hatırlattı... Bu IMF anlaşmasının gizli maddesi: “Türk Lirası, Dolar karşısında, bizim öngördüğümüz zamana kadar, değer kazanmaya devam edecek!..” Böyle olunca, yurt dışından getirilen yabancı mallar daha rahat ve ucuz pazarlandığı için, ithalat artıyor, yerli sanayi ve zirai ürünlerin ihracatı azalıyor... Yabancı ülkeler ve uluslararası şirketler “son kullanma tarihi yaklaşmış ve ellerinde şişip kalmış” mallarını Türkiye’ye gönderip, halkımız çok yönlü sömürülüyor... Milli ekonomi çökertiliyor… Bu sistemle, bir yandan Türkiye, yabancı tüketim mallarının ve lüx eşyanın bir nevi çöplüğü haline sokulurken, aynı zamanda yerli üretim duruyor, yatırım yapılamıyor, işsizlik sorunu da giderek artıyor... Diğer taraftan, ithalat için sürekli borçlanmak zorunda kalan ve yeniden borç alabilmek için IMF tuzağına daha fazla kapılan hükümetler; bu sefer bağımsızlığımızdan ve milli çıkarlarımızdan taviz vermeğe... Geleceğimiz ve güvenliğimizle ilgili haysiyet ve hassasiyetlerimizden vazgeçmeye mecbur bırakılıyor!.. Kısacası “Borç alan , buyruk almaya” da başlıyor!.. Böylece bütün ülkeler, kovboyu Amerika olan Siyonist sömürü canavarının kurbanı haline getiriliyor... İşte bunun için diyoruz ki: Beyni Yahudi Siyonizm’i, bedeni ise Haçlı Hrıstiyan Emperyalizmi olan ve Batı Medeniyeti diye anılan Barbarlık uygarlığı; başta İslam ülkeleri olmak üzere Asya, Afrika ve Güney Amerika’nın yani bütün dünyanın öz kaynaklarını, hem de zorla sindirme ve sömürme yoluyla Avrupa ve Amerika’ya taşıyarak... Ve Rockefeller, Rotschild gibi birkaç Siyonist Yahudi ailesinin tekelindeki “ Faizci finans oligarşisi”nin, IMF ve Dünya Bankası aracılığıyla, ülkeleri ağır borç batağına sokup esir alarak kurulmuş bir vahşet medeniyetidir. Bu borç kıskacını sadece ABD’nin tüm dünyadan çektiği kaynakların yarattığı olumsuz koşullar veya uluslar arası finans oligarşisinin katlanarak büyüyen faiz oranları oluşturmuyor. Bunun yanı sıra, emperyalist merkezlerin başta ABD olmak üzere uyguladığı “korumacı tedbirler” de kıskacı sıkılaştırıyor. Yeni korumacılığın, gümrük vergileri ve kotalar yoluyla uygulanan geleneksel korumacılıktan en önemli farkı, tespit edilmesinin ve ölçülebilmesinin son derece güç olmasıdır. Ayrıca, gümrük vergileri ile ilgili kararlar, yasama organlarınca alındığı için politik nitelik taşımalarına karşılık, yeni korumacılık uygulamaları idari karalarla yürütülmektedir. Türk tekstil ürünlerine Amerika’nın uyguladığı “kota”lar bunun en çarpıcı örneğidir. Bu “yeni korumacılık” yıllar içinde daha da yoğunlaşmıştır. Az gelişmiş ülkelerin mukayeseli üstünlüğe sahip oldukları tarımsal ürünlere karşı ise her zaman korumacılık uygulanmıştır. ABD, Latin Amerika ülkelerinin ihraç ettiği 1.051 tür mamul maldan 400’üne, AB ise, 479 tür maldan 100’üne tarife dışı engel koymaktadır. “Gelişmiş ülkelerin uyguladıkları sanayi politikaları ve teknik standart zorlamaları ise, az gelişmiş ülkelerin ihracatını çok olumsuz etkilemektedir... Yeni korumacılık önlemleri, azgelişmiş ülkelerin ve bu arada yoğun borçlu ülkelerin ihracat kapasitesini düşürmekte, borçlarını geri ödemelerini çok zorlaştırmaktadır... İlginç ve çelişkili olan, IMF ve Dünya Bankası gibi kuruluşların bu gerçekliğe rağmen , az gelişmiş ülkelere ihrâcâta yönelik kalkınma politikalarını önermeleri ve borçlarını, ihracatlarını artırarak ödemelerini empoze etmeye çalışmalarıdır!?.. 68 Sermaye Kaçışı: Az gelişmiş ülkelerin ödemeler bilançosu açıklarını yoğunlaştıran etkenlerden birisi de, bu ülkelerden yurtdışına çıkarılan ve kaçırılan sermayedir. Emperyalist merkezler, az gelişmiş ülke fonlarını çekmek için özel faaliyetler yürütmekte ve bu kaçışı özendirmektedir. Uluslararası bankalar ile emperyalist devletler, bu konuda büyük kolaylıklar sağlamaktadırlar. “Bu bankalar arasında başı çeken Citibank’tır. Bir tahmine göre, söz konusu bankanın az gelişmiş ülkelerden çektiği mevduat, açtığı krediye eşittir. Uluslararası bankalar mevduatı özendirici kolaylıklar yapmakla kalmayıp, az gelişmiş ülkelerden, bizzat sermaye de kaçırmaktadırlar. ABD Dışişleri Bakanlığı’nda görev yapmış olan ve halen uluslararası bankacılık üzerine yazılar yazan Karen Lissakers’in, bir bankacıyla yaptığı görüşmeden aktardığına göre, sermaye kaçışını engellemek üzere alınan önlemlerin çok arttırıldığı 1986 yılında bile bu Yahudi bankası Meksika’ya düzenli ve sürekli olarak iki boş valiz taşıyan memur göndermiş ve paraları Amerika’ya taşıtmıştır... 1985 yılında, Meksikalılar ve Arjantinlilerin yurtdışında tuttukları dövizler, bu ülkelerin dış borçlarında fazladır. Araştırmacılar, yurtdışındaki bu varlıkların salt gelirlerinin bu ülkelere dönmesi halinde, Arjantin ve Meksika’nın, ithalâtlarını iki katına çıkarabilecekleri gibi, borçları için geri ödeme de yapabileceklerini hesap etmektedirler. Sermaye kaçışı ile ilgili bir başka şaşırtıcı veri de, 1980 yılının sadece ilk yarısında, Arjantin, Brezilya, Filipinler ve Venezüella’dan toplam 100 milyar dolarlık sermaye çıkışı olduğudur.” Yukarıda belirtilen ülkeler yanında Hindistan, Endonezya, Güney Kore, Nijerya, Türkiye, Güney Afrika, Filipinler, Pakistan gibi çok sayıda ülkeden dışarıya büyük miktarlarda sermaye çıkarılmaktadır. ”Aşırı borçlanma ve borç krizinin en önemli nedenlerinden biri de şüphesiz sermaye kaçışıdır… “Borç olarak alınan fonların özel kişiler tarafından yurt dışına kaçırılması” demek olan sermaye kaçışı, bir ülkenin kendi parasını yeniden borç olarak geri getirerek, faiz ve anapara ödemeleri yoluyla tekrar dışarı transfer etmesi gibi mahvedici bu mahkûmiyeti ifade eder... Zengin Latin Amerikalıların kaçırdığı yaklaşık 180 milyar doların, o yıllardaki (1979–1982 arası) toplam borçların yarısına eşit olduğu ileri sürülmüştür... Eğer sermaye kaçışı olmasaydı, 1985’te Arjantin’in dış borcu 50 milyar dolar yerine sadece 1 milyar dolar olacaktı. Meksika’nın borcu 97 milyar dolar yerine 12 milyar dolar, Venezüella’nın 31 milyar dolar borç yerine, emperyalist ülkelerden 12 milyar dolar alacağı söz konusu olacaktı... Türkiye’den kaçırılan sermayenin miktarı hakkında resmi veriler mevcut olmamakla birlikte, sadece 1970’lerin ikinci yarısından 1980’lerin başına kadarki dönemde, yaklaşık 40 milyar doların yurtdışına kaçırıldığı iddiaları söz konusudur. Eğer bu iddia doğru ise, son dönemde her yıl yaklaşık 7 milyar dolar dış borç ödeyen Türkiye’nin, böyle bir kan kaybına ne pahasına katlandığı daha iyi anlaşılır.” Yeni Dünya Düzeni “Yeni dünya düzeni”, “tarihin sonu”, “uygarlıklar çatışması” türünden ideolojik yaftalar, ancak emperyalist merkezlerin Orta Doğu’dan başlattıkları küresel yerleşme stratejilerinin askeri-politik-ekonomik sonuçlarıyla gerçek anlamlarını ortaya koydular: Siyonist Merkez, Çevre’yi dış borçlar yoluyla denetimine alıp, kendi sermayesinin kârlılığını artıracak biçimde şekillendirmekle kalmadı, 1990’lı yıllarda siyasal alanda geçirdiği Yeni Dünya Düzeni ile tam denetime aldı. Bunun anlamı şuydu: Bir Çevre ülkesi Merkez’in çıkarlarını tehdit etmeğe kalkıştığında, tek vücut olarak karşısında bütün Merkez’i bulacaktı. 1990’da Irak’ın işgaline bahane hazırlamak için Saddam’ın kışkırtılarak Kuveyt’i işgalinden sonra; siyasal düzeyde Yeni Dünya Düzeni’nin nasıl olacağı ortaya çıktı. Eski düzende Merkez’e karşı gelmekte olan ülkelerinin taleplerine aracılık eden Birleşmiş Milletler örgütü yeni siyasal düzende, hizaya getirilmesi gereken Çevre ülkelerine karşı Merkez’in (Yani Siyonist Yahudi sermayesinin ve küresel çetenin) örgütleşmesine aracılık etmeye başladı. ABD, İngiltere ve Fransa, Irak’a karşı silahları konuştururken, bunun malî yükünü büyük ölçüde Suudi Arabistan ve Kuveyt’e yıktı. Merkez, yeni bir petrol ambargosu, ya da Saddam’ın Euro’ya geçme arzusu gibi tatsız olgularla karşılaşmak istemiyordu. Ayrıca ABD’de ekonomik durgunluk sürerken, üstün teknolojili yeni silahların kullanımı için yeni bir alan açılmış, Doğu Bloku’nun yıkılışıyla rakipsiz ve gereksiz kalan pek çok 69 silah için deneme olanağı ortaya çıkmıştı. Bundan Kuveyt ve Suudi Arabistan’a düşen malî yükün büyüklüğü, bu ülkeleri neredeyse iflasın eşiğine getirdi; yıllardır sermaye ihraç eder durumdan, dünya piyasasından borç arar duruma düşürdü. Ancak CNN’de savaşı, günün “gerçek benzeri” (virtual reality) imgeleriyle seyreden dünya, Merkez’in silah gücünün düzeyini anladı. Bu arda, geçmişte Sovyet silah gücünün çok şişirilmiş olduğu gerçeği iyice ortaya çıktı! Ancak, Körfez’e yönelik emperyalist müdahale yeni bir dönemin başlangıcı olmakla birlikte, ne ABD’nin hegemonya krizini ne de kapitalizmin yapısal sorunlarını çözebildi. Sadece askeri zorbalığın, egemen güçlerin tek etkili silahı haline geldiğini kanıtladı. Daha önce Emperyalizme karşı verilen mücadelelerde; yoğun bir dönüşüm ve umut ideolojisiyle demokrasi ve refaha göndermeler yapılırdı. Dünyanın dört bir yanında, bozuk sisteme karşı yürütülen mücadelelerin göründüğünden daha az militan ve radikal olduğu anlaşıldı. ABD’nin güçlü görünen konumunun, sömürme ve sindirme düzeninden kaynaklandığı ortaya çıktı. İşte bu bağlamda, “Saddam Hüseyin liberal ideolojik kabuğun bu çöküşünden ders çıkardı. Ulusal kalkınmanın Irak gibi petrol zengini ülkeler için bir tuzak ve imkânsızlık olduğu sonucuna vardı. Dünya iktidar hiyerarşisini değiştirmenin tek yolunun Güney’de büyük askeri güçlerin inşasından geçtiğine inandı ve bu yönde, ABD’yi telaşlandıran adımlar attı. ABD bu süreçten, Avrupa ve Japonya karşısındaki konumunu güçlendirme açısından yararlandı. Ayrıca sisteme yönelik olarak Üçüncü Dünya’dan gelecek meydan okumalar karşısında, vahşi bir güç gösterisi de yaptı. Yeni Dünya Düzeni, ideolojik bir saldırıdan, bombalar eşliğinde yürütülen bir soykırıma dönüştü. Kapitalist sistemin Siyonist patronları, bütün ülkelere: ekonomik sömürü zincirine bağlı kalmanın yetersiz olduğunu; aynı zamanda ABD öncülüğündeki emperyalist egemenlik sisteminin hiyerarşisine de uymanın zorunluluğunu Irak’a yönelik imha savaşlarıyla, göstermeye çalıştı. Özünde masum birer formülasyon gibi görünen “Tarihin Sonu” tezleri, küresel kapitalizmin dünyadaki dengesizliği korkunç boyutlarda derinleştiren ve dünyanın bütünüyle köleleşmesini öngören ideolojik tehdidinden başka bir şey değildi. Bu anlamda Tarihin Sonu’nu ilan F.Fukuhama şunları söylüyor: “Doğu bloku ve özellikle de Sovyetler Birliği’nin dağılması ile birlikte, kapitalist sistemin üstünlüğü ve alternatifsizliği tarih tarafından tartışmasız bir biçimde kanıtlanmıştır. Artık dünyada tek başına egemen olan ekonomik sistem kapitalizm, politik sistem ise liberal demokrasidir. İnsanlık tarihi bundan sonra kapitalizmin tarihi olarak yaşayacaktır. Kapitalizmin önünde duran görev ise: gelişmek, yayılmak, pekişmek, zaaflarından arınmaktır. İnsanlık ise başka alternatif olmadığından, kapitalist sisteme uyum sağlama, onun kurallarını en iyi bir biçimde uygulama görevi ile karşı karşıyadır. Bu sürecin önünde engeller olacak, sorunlar çıkacaktır. Fakat kapitalist sistem ve liberal demokrasinin zaferi alternatifsizdir ve bu konuda oluşacak milli ve İslami çıkışlar, her halükârda yerel ve cüz’î kalacak ve ABD bu engelleri aşmakta zorluk çekmeyecektir. İnsanlık tarihi artık kapitalizmin eşliğinde tek düzen bir gelişim ve ilerleme seyrine girmiştir. Ve tek engel görünen İslam sorunu da halledilecektir.” 33 Bu Japon asıllı Avengelist Siyonist Francis Fukuyama’nın şimdi rektörlüğünü yaptığı Washington’daki SAIS Üniversitesi’nin, Fetullah Gülen’in güdümündeki Yazarlar Vakfı’nın; Milli Görüşü parçalamak, AKP’yi kurup iktidara taşımak ve Layt (ılımlı) İslam’ı yaygınlaştırmak amacıyla başlattığı Abant Toplantısına bu sene ev sahipliği yaptığı ve bütün masraflarını karşıladığı hatırlanırsa, bunların kime hizmet ettikleri de kendiliğinden ortaya çıkacaktır. Kapitalizmin ebediliğini savunan bu anlayış, dünyanın bugünkü bozuk ve barbar haliyle olduğu gibi kalması için; soykırım, savaş, ırkçılık, işgal ve sömürüyü “demokratikleşme” olarak sunmaktadır! Oysa Siyonist saldırı çağında, emperyalist tekelciliğe dayalı vahşet demokrasisi dışında bir demokrasinin varlık şansı ve ortamı bulunmamaktadır. Somut gerçek Irak Savaşı: Sermaye ve üretim hareketleri üzerindeki Siyonist tekelleşmeyi dayatmaya ve bu esarete karşı çıkan bir İslam’a yönelik vahşi bir saldırıdır. Bu saldırıya Büyük İsrail hayalini de katmak lazımdır... Dünya sisteminin sürekli artan ve giderek barbarlaşan bu saldırıları, artık ekonomik ve sosyal bağımsız bir kalkınmayı imkânsız kılmayı 33 F.Fukuyama, Tarihin Sonu, National İnteret, 1989, Yaz sayısı 70 amaçlamaktadır… Bu totalitarizm, küresel kapitalist sistemin kabul edilebilir bir kavramla yani “İmparatorluk”la tanımlanmasını doğrulamaktadır. “İmparatorluk” formülasyonu konusunda uluslararası spekülatör Soros’un yazdıkları, küresel faşizmin egemenler safından nasıl göründüğünü ortaya koymaktadır. Soros’a göre: “Küresel kapitalist sistemin” (Yani Siyonizm’in) soyut bir kavram olması onu daha az önemli hale getirmez. Bu sistem herhangi bir rejimin, vatandaşlarının yaşamlarına hükmettiği biçimde, bütün insanlığa hükmetmektedir. Bu kapitalist sistem gelmiş geçmiş bütün imparatorluklardan daha büyük ve daha etkin bir hakimiyet sürdürmektedir. Bütün bir uygarlığa hakimdir ve diğer imparatorluklarda olduğu gibi, sistemin dışında kalanlar barbar olarak nitelenir. Bu belirli bir toprak parçası içinde yer alan bir imparatorluk gibi değildir; çünkü resmi varlık ve bağımsızlığı ve egemenliğin gerektirdiği klasik koşullar yoktur. Hatta bu Siyonist sistemin gücünü ve etkinliğini sınırlayan başlıca unsur, bünyesindeki devletlerin egemenlik haklarıdır… Sistemin resmi bir yapısı olmadığından, neredeyse gözle görünmez. Etkisi altındakilerin çoğu ona bağlı olduklarını bile fark etmez; daha doğrusu, belki zaman zaman bazı yıkıcı güçlerin etkisi altında olduklarını sezer, ama bu güçlerin ne olduğunu bilmezler. Bu Gizli Dünya Devletine İmparatorluk benzetmesi çok yerinde bir benzetmedir. Çünkü küresel kapitalist ve Siyonist sistem kendi kapsamı altındakileri yönetir ve etkisinden kurtulmak kolay değildir. Dahası onun da tıpkı bir imparatorluk gibi bir merkezi ve çevre birimleri vardır. ABD, Siyonist sermaye imparatorluğunun Merkez Üssü, IMF ve NATO yoluyla emrine soktuğu ülkeler ise eyaletleridir. Merkez, çevre birimlerin sırtından yarar sağlar, onları sömürür. Daha da önemlisi, küresel kapitalist sistem bir takım emperyalist eyilimler sergiler. Denge aramaktan çok genişlemek peşindedir. Kendisine katılmayan piyasaları ve kaynakları mutlaka ve ele geçirmek istemektedir. Bu bakımdan Büyük İskender’den, ya da Hitler’den hiç farkı yoktur. Çünkü Firavunların, Romalıların devamıdır. Yayılma derken coğrafi anlamda değil; insanların yaşamları üzerindeki etkinlik bağlamında söylüyorum... Siyonist sistemin bölgeler ve ülkeler üstü yapısına rağmen bir merkezi ve çevresi vardır... Oyunun kuralları, sömürü merkezinin lehine olacak şekilde hazırlanmış ve çarpıtılmıştır. Başkentleri New York ile Londra’dır. Çünkü uluslararası finans piyasaları buradadır. Dünyanın para arzının belirlendiği Washington, Frankfurt, Tokyo ise eyalet merkezleri ve kontrol odaklarıdır. Siyonist Spekülatör Soros, “Küresel kapitalist sistem, ne yeni ne de orijinal değildir.” tespitini yapıyor ve onu “eksik bir rejim” olarak tanımlıyor. Yani Gizli Dünya Devleti’nin sadece ekonomik işlevlere sahip olmasını yeterli bulmuyor. Ve bu Yahudi spekülatör George Soros’un geçen sene Davos toplantısında Recep T.Erdoğan’a akıl hocalığı yaptığı… Ve yine Kıbrıs’taki referandumda Denktaş aleyhinde ve “Evet” çıksın diye bol miktarda para harcadığı, hatırımıza geliyor... Bu bağlamda küresel kapitalizmin hukuk kodları ön plana çıkıyor. Uluslararası Siyonist şirketlerin ihtiyaçlarına cevap verecek tarzda, bütün dünyada geçerli olacak bir hukuk düzenlemesi; özgürlük ve insan hakları şemsiyesi altında ortaya sürülüyor. ”Küresel hukuk”, emperyalizmin, finans ve döviz piyasalarının “zavallı” bir oyuncağı oluyor. Hizmet ettiği Siyonist sermayenin sömürme işini kolaylaştırıyor. Hükümetler bu şeytan imparatorluğunun vergi tahsildarlığını yapıyor… Hopbes’in büyük tesbiti bugün de geçerliliğini koruyor. “Kılıçsız akitler” hala laftan öteye geçmeyen şeylerdir ve dolayısıyla insanları veya ülkeleri güvence altına almak konusunda hiçbir işe yaramıyor. BM ve NATO gibi Uluslararası kuruluşları, üye ülkelerin askeri ve siyasi güçlerini Siyonizm’in hizmetinde; hatta bazen kendi ülkelerinin aleyhinde kullanıyor! Tek merkezli bir dünya düzeni amaçlayan, halkları köleleştirip yoksullaştıran... Bütün ahlaki ve manevi değerleri yozlaştıran... Milli devletleri zayıflatıp yıkan ve kendilerinden başkasına hürriyet, haysiyet, huzur ve insan hakları tanımayan bu soysuz ve sorumsuz Dünya Düzeni şimdi içten içe çatırdıyor ve yıkılmaya hazırlanıyor!.. Savaş çıkarma, ülkelere saldırma, terör ve anarşiyi yayma, iç savaşları kışkırtma, işgale kalkışma, katliam ve soykırım yapma, ambargo uygulama gibi her türlü zulüm ve günahı mübah sayan bugünkü Siyonist barbarlık uygarlığının “amentü”sü (inanç esasları) şunlardır: 71 1. Yeryüzünde ekonomik, sosyal ve askeri bütün kuralları, Gizli Siyonist Yahudi Krallar koyacak ve kurumsallaştıracaktır. 2. Amerikalı ve Avrupalı Haçlı Emperyalist kâhyalar bunları uygulayacaktır. 3. Farklı dinden ve kavimden diğer bütün insanlık, Siyonizm’in kulları olarak bu kurallara mecburen uyacaktır. 4. Bu şeytani kurallara, tabi ve teslim olmaları için, dünya halkları kültür emperyalizmi ve ahlak dejeneresi yoluyla beyinleri uyuşturulacaktır. 5. Bu kurallara ve Siyonist Tanrı buyruklarına karşı çıkan ve ABD hâkimiyetine başkaldıranlar, en vahşi yöntemlerle hizaya sokulacak ve dünya düzenine uyum sağlanacaktır. 6. Bu dinsizlik ve dengesizlik düzeni için en büyük tehdit ve tehlike arz eden İslam Dini, ılımlı ve uyumlu hale sokulup yozlaştırılacak ve Müslümanlar uysallaştırılacaktır. 7. Uysallaşmayan kesimler ve ülkeler “Terörist” ilan edilip savaş açılacak ve susturulacaktır. 8. İslam ülkeleri içinde, bu şeytan düzenine son verip yeni ve adil bir medeniyet kurabilecek potansiyel imkân ve istidatlara sahip bulunan Türkiye’nin önü özellikle tıkanmalı ve hizaya sokulmalıdır. 9. Türkiye’nin, Bölgesinin ve tüm İslam ve insanlık aleminin diriliş ve direnişine öncülük yapacak beyin ve birikimin, bilgi ve becerinin, inanç ve azmin sahibi ve simgesi olan Prof. Dr. Necmettin Erbakan’ın çevresi kuşatılmalı ve mutlaka etkisiz kılınmalıdır. Ve artık her kes, safını ve tarafını yeniden kontrol edip karar vererek, tavrını ve ayarını ortaya koymalıdır. 2004-Mayısı’nda Konya’da yapılan, İstanbul’un Fetih Yıldönümü kutlamalarına katılan Pakistan İslam Partisi Genel Başkanı ve Ana Muhalefet Lideri Kadı Hüseyin Ahmed’in tarihi tesbitiyle : “Artık dünyada iki kutup bulunduğunu kesin olarak ortaya çıkmıştır: 1-Siyonizm’in güdümündeki ABD ve AB’nin öncülüğünde Barbar Batı Uygarlığı 2-Bunların karşısında bütün insanlığı kucaklayıp kurtaracak olan İslam Nizamı ve Kur’an’ın aydınlığı Bu nedenle rahatlıkla söyleyebiliriz ki: İnsanlar ya Amerika’nın safındadır veya Erbakan’ın yanındadır. Ve işte şuur, bu gerçeğin farkına varmak ve gereğine göre davranmaktır. Siyonist Yahudiler ve kâhyaları olan, özellikle Protestan ve angelikan kökenli Haçlı emperyalistler, bütün dünya’yı sömürüp Karunlar gibi yaşarken, Filistin’li mazlumlar mecburen açlık grevinde çırpınmaktadır. Filistin mecburi açlık grevinde! İsrail'in 27 hapishane ve tutuklama merkezinde yaklaşık olarak 8 bin Filistinli tutuklu ve hükümlü var. Uluslararası Adalet Divanı'nın tanımı ile onlar birer savaş esiri… Çünkü İsrail kurulduğu 1948 yılından bu yana Filistin toprağını işgal etmekte ve işgal ettiği bu topraklarda yaşamakta olan Filistin halkına karşı acımasız bir savaş sürdürmektedir… Dün tüm Filistinli tutuklu ve hükümlüler açlık grevine başladılar… Dışardaki aileleri de onlarla dayanışmada bulunmak için benzer bir açlık grevine başladı… Dışarıdaki Filistinliler içerdeki kardeşlerine destek veriyor… Tutukluların tek bir isteği var... Daha insanca bir yaşam… İsrailliler 28 Eylül 2000'de başlayan son İntifada'dan bu yana yaklaşık olarak 40 bin Filistinliyi gözaltına alarak sorguladılar. Hepsinin tek bir suçu var… İşgale karşı direnmek… Bunların arasında binlerce kadın ve çocuk bulunmaktadır… Peki, İsrailliler bu tutuklulara ne yapıyor? Bildik en ağır işkence yöntemlerini bir yana bırakarak İsrail psikolojik işkence yöntemleri ile Filistinlilerin direnme gücünü yok etmek istiyor. 1- Tutuklu ve hükümlü Filistinliler sık sık çıplak olarak sorgulanmakta ve bu halleri ile toplu halde tutulmaktadırlar... 72 2- 16 yaşından büyük bir gençin tutuklu olan babasını ya da annesini ziyarete izin çıkmamaktadır... 3- Tutuklular sık sık cinsel taciz ve tecavüzlere maruz kalmaktadır... 4- Görüş günlerinde bile tutklu ile ailesi arasında hiçbir şekilde yakın temas söz konusu olamamaktadır... 5- Tutuklu asla ailesi ile haberleşme imkânı bulamamaktadır... 6- Tutuklu hastalar nadiren doktora çıkarılmaktadır. 7- Tutuklular yazın daha sıcak bir ortamda, kışın ise daha soğuk koğuşlarda tutulmakta... Ve rahat bir uyku çekmelerine fırsat tanınmamaktadır… 8- Tutuklulara kitap, gazete okuma veya radyo ve tv izleme yasaktır… 9- MOSSAD ile işbirliği yapmaları için tüm tutuklulara inanılmaz baskılar yapılır. Bazıların eşi ya da kız kardeşi evden alınır ve çıplak olarak tutukluya gösterilip hıyanete zorlanır... İşte bu yaşam koşullarını protesto etmek için Filistinli tutuklular dünden itibaren açlık grevine başladı.. İsrailliler de koğuşlardaki suları keserek açlık grevi sırasında Filistinlilerin su içmelerini yasakladı... İsrailli içişleri bakanı ise “ölmek istiyorlarsa biz de onlara yardımcı oluruz” demekten sıkılmadı ve sakınmadı... Yalnız son 3 yılda 4 bin Filistinliyi katleden, 50 bin Filistinliyi yaralayan, bir milyon zeytin ve narenciye ağacını yakan ve binlerce Filistinlinin evini yıkan İsrailliler kuşkusuz açlık grevine karşı acımasız olacaktır… Herkes kendini şu anda İsrail işkence hanelerinde bulunan Filistinlilerin yerine koymalıdır… Asla Irak'taki Ebu Gureyb görüntülerini unutmamalıdır.34 Asıl mücadele bu vahşete razı olanlarla, itirazı olanların kavgasıdır. Ekonomik Enkaz! Doğal ve doğru bir ekonomik düzende, “Bir ülkenin genel üretim toplamı, genel tüketim toplamından fazla olmalıdır.” Çünkü; Deprem, savaş, kuraklık, kıtlık, sel v.b. olağan dışı harcamalar için de hazır olunmalıdır. Bir ülkenin “genel giderleri ile, genel gelirleri eşit ise, o ülke ekonomisi yetersiz sayılır. Dengeyi korumak ve ihtiyaçları karşılamak zorlaşır. Yok, eğer, bir ülkenin yıllık tüketim ve gider toplamı, yıllık üretim ve gelir toplamının altına düşmüşse, orada ekonomi zarardadır ve iflasa doğru kayılmaktadır. Çünkü böyle bir durum; haliyle “borçlu yaşama” mecburiyetini doğuracak, borç alan yönetimler, buyruk almaya da mecbur kalacaktır. İşte “cari işlem açığı” demek; bir ülkenin dışarıya ihraç edip sattığı mal oranının, dışarıdan ithal edip aldığı mal miktarını karşılamaz olması, hatta çok çok altında kalmasıdır. AKP iktidarı bu yılın cari işlem açığının yani az ihracat, çok ithalat farkının 6 milyar dolar olacağını öngörmüşken, daha şimdiden bu açığın 11 milyar dolara, yani iki katına çıkacağı anlaşılmıştır. Böyle bir ekonomi ile düze çıkmak değil, ayakta durmak bile imkânsızdır. Bu hükümet ve bu zihniyetle Türkiye bir felakete doğru kaymaktadır. Gerekli bir müdahale, milli bir mücadele kaçınılmazdır. Sn. Necmettin Çakmak’ın Milli Gazetedeki şu yazısı oldukça önemli ve anlamlıdır: Türkiye ekonomisinin büyük ve kronik sorunları var. Enflasyon ve yüksek borçluluk bunların başında geliyor. Şimdilerde AKP yöneticileri, “enflasyon düştü” edebiyatıyla bir kampanya yürütüyorlar. Ve bu da; uygulanan programın başarısından da öte, “IMF’nin ülkelerin ekonominin sorunlarını çözdüğü” gibi ideolojik bir savunmaya dönüştürülüyor. Enflasyonun düşmesi; yatırımların büyümesi, işsizliğin azalması, işçi, memur ve halkın gelirlerinin artması olarak sunuluyor. Ne var ki; tablo onların söylediği ve gösterdiği gibi değil!.. 34 Milli Gazete / 17 08 2004 / Medya 73 Çünkü çarşıya pazara giden insanlar, fiyatların düştüğünü değil yükselmeye devam ettiğini; dahası alım güçlerindeki ‘artış’ın fiyatların artışının çok gerisinde kaldığını görüyor. Kuşkusuz ki, enflasyon rakam olarak düşmektedir. Daha önce de enflasyonun yüzde 20’lere kadar düştüğü yıllar oldu; o zaman da pembe tablolar çizildi. ‘İhracat patlaması’, ‘makûs talihi yenme’ propagandası yapıldı. Ama arkasından da yeni krizler patlak verdi. AKP iktidarı, bu seferki “enflasyon düşüşünün kalıcı” olduğunu iddia ediyor. Bunun ne ölçüde gerçek olduğunu çok değil, kısa bir süre sonra hep birlikte göreceğiz. Ancak şu gerçek ki; enflasyonun düşüşü ya da çıkışı ile halkın alım gücü arasında orantısal, doğrusal olarak bir bağ yoktur. Çünkü, enflasyon yüzde 100’se işçilerin, memurların gelirleri de yüzde 110 artarsa, halkın alım gücü yüzde 10 artmış olur ve halk enflasyonun altında ‘ezilmemiş’ olur. Ama, enflasyon yüzde 100 iken ücretler yüzde 90 artıyorsa, halkın alım gücü yüzde 10 azalmış, dolayısıyla halk yüzde 10 fakirleşmiş olur. Bugünlerde bir de “cari işlemler açığı” rakamlarına kilitlenmiş vaziyetteyiz. Bir ülkenin döviz gelirlerinin, döviz giderlerinin altında kalması sonucu ortaya çıkan duruma, cari işlem açığı denir… Bu açığın kapatılması, yani finanse edilmesi o ülkenin dış borçlarının artması anlamına gelir. Hükümet yılsonu cari açık hedefini 10,8 milyar dolara revize etti. Hâlbuki öngörülen açık 6 milyar dolar idi, şimdi yaklaşık 11 milyar dolara, yani iki katına yükseltildi. Eğer bu açık ülkenin döviz rezervlerinden karşılanamaz ise dış borçlarımız bu kadar artacak demektir. Demek ki; ülkeye borç verenlerin, IMF’nin, Dünya Bankası’nın, uluslararası bankaların, Türkiye tahvillerini satın alan yatırımcıların (tabi ki, kara bıyıklıların da ) gönlünü hoş etmemiz gerekecek. Neyse ki bu iktidar böyle şeylere alışkın... Şimdi IMF’nin ve Yabancı Sermayenin bizden beklentileri var... Bütçenin faiz dışı fazla vermesini istiyorlar. Hani, Başbakan arada sırada söylüyor, ya!.. Hay hay, efendim!.. emriniz olur. Ne de olsa, faizleri kutsal, dokunulamaz olarak kabul ettiğimize göre ne gerek var eğitime, sağlığa, kamu yatırımlarına harcadığımız toplamın vergi gelirlerinden düşük olmasına.. Bütçe zaten delik deşik olmuş.. Öyle değil mi? Beş yıldır IMF programı altında artık delik kalmayan kemerleri sıkıyoruz, yarı aç yarı tok yaşıyoruz, daha az maaş alıyoruz... Bütün bu sıkıntılar ne için? İç ve dış borçları ödeyebilmek için... Ama nafile!.. Biz bu kadar sıkıntıya katlanıyoruz, canımızı dişimize takıyoruz, ama gene de borçlarımız artmaya devam ediyor. Burada bir acayiplik olmalı. Öte yandan cari açık vermek, bir ülkenin kendi imkânlarının ötesinde yaşaması anlamına geliyor. Tasarruflarının yatırımlarının gerisinde kalması demek oluyor. Ekonominin başlıca aktörlerinden kamu, tasarruftan başka bir şey düşünmüyor. Yılın ilk yedi ayında bütçenin faiz dışı ödeneklerinin sadece yüzde 40’ı harcanmış. Bu nedenle iktidar, IMF’den ‘çok teşekkür ederiz, ne iyi ettiniz’ türünden mesajlar alıyor. AKP ‘aferin’ almayı sürdürürken, diğer taraftan da ülkemde birbiri ardına, sıcaklardan değil, yatırımsızlıktan, bakımsızlıktan demiryollarında kazalar oluyor... ‘Hızlandırılmış katliamın’ sorumluları bir türlü bulunamıyor... Ne gam! Ne de olsa bu ülke onların ‘babalarının çiftliği’ ya.. 74 Bu manzaralar elbette ki birilerinin gelirlerinin katlandığını ve daha da ötesinde harcama yaptığını gösteriyor. Üretim rakamlarına baktığımızda, gıda üretiminde binde 3 gerileme yaşanırken, otomotiv üretiminde ise yüzde 80 artış olduğunu görüyoruz. Bu arada toplam ithalatımızla birlikte otomotivde de yurtdışından aşırı girişlerin olduğu bir vakıa... Aynen, 2001 krizi öncesi manzara... İthalat 1,7 milyar dolardan 5 milyar dolara sıçramış. O halde, sorun kazandığını gırtlağına harcayanlardan kaynaklanmıyor. Düşük dövizden faydalanıp lüks tüketime yüklenen kaymak tabaka ülkenin dövizlerini har vurup, harman savuruyor. Peki, bu sistem içerisinde kurtuluşa ermek mümkün mü? Maalesef değil! Çünkü; dalgalı kur sisteminde TL değer kaybeder; büyük şirketler ihracata yönelir, bir süre için ithalat yavaşlar, ama dış borçların TL karşılığı da artar, kaynakların daha fazla kısmını borç ödemelerine ayırmak gerekir, gene altta kalanlar kaybeder. Sıkı para politikası uygulanır; faizler yükselir, bir süre için özel yatırımlar yavaşlar, işsizlik patlar, rantiyeci tabaka yüksek faizlerle gününü gün ederken, bütçede faiz yükü daha da ağırlaşır, gene altta kalanlar kaybeder. AKP, “piyasaların hatırına” IMF ile üç yıl daha devam ediyor. Bu kısır döngüde tam beş yılımız geçti. Artık hatır gönül dinleyecek halimiz kalmadı. Üç yıl daha yüzde 6,5 faiz dışı fazla vermeye devam edersek, çok geçmeden kendimizi krizin içerisinde debelenirken buluruz. Bu işe bir son vermenin vakti geldi de geçiyor bile. Yoksa... ‘Satılık ülke’ tabelasını astığımız gibi, benliğimizi, kimliğimizi satma dönemi de gelir. Allah muhafaza!..35 Türkiye Osmanlıyı çökerten “Düyunu Umumiye”den daha beter bir batağa saplanmış durumdadır. Tehlike çanları çalıp durmakta ama AKP liler kulaklarını tıkamaktadır. İşte, Yiğit Bulut’un feryadı: Birkaç yıl önce, krizin ilk döneminde, başımdan geçen bir olay bu sabah gazeteleri okurken aklıma geldi ve dehşetle irkildim. Detaya girmeden konuyu size de aktarmak istiyorum. “İstanbul yaklaşımı”, “şirketlerin borçları”, “ekonomik kriz” gibi kavramları tartışırken bir dostum bana şöyle demişti: “bugüne kadar yaşananlar işin birinci perdesi; birkaç perde ileride: Türkiye'nin IMF’ye ve kefil olduğu Siyonist bankalara makro borçları inanılmaz derecede artarken, şirketlerin devlete olan mikro borçları da yabancıların eline geçecek. Ülkeye borç verirken yüksek faizle kaynak sağlayanlar, varlık yönetim şirketleri kurup, devlete ödenmesi gereken bu borçları da yok pahasına satın alacaklar. İstersen Arjantin ve Brezilya'da neler olmuş bir bak." Sevgili dostlar, yukarıdaki konuşmayı unutmayalım ve Milliyet gazetesinde çıkan habere bir göz atalım: "TMSF, bünyesindeki bankalardan intikal eden, hâkim ortaklar dışındaki kurumsal kredi alacaklarının tahsili için açtığı 223 milyon dolarlık alacak portföyü satış ihalesini, Deutsche Bank tarafından kurulan Bebek Varlık, 22 milyon dolarlık teklifle kazandı. Daha önce 324 milyon dolar değerindeki portföyün satışı için açılan ihale, tekliflerin yetersiz bulunması nedeniyle iptal edilmişti. TMSF'den yapılan açıklamaya göre, ihalenin yenilenme kararı 6 Mayıs'ta alınırken bu sürede kurumsal Tahsili Gecikmiş Alacakların tahsilini hızlandırmak için yapılan yüzde 50 peşin ödeme indiriminin de etkisiyle satışa çıkarılan portföy yaklaşık yüzde 30 küçüldü." Bu noktada iki ayrıntıya lütfen dikkat; 35 Necmettin Çakmak 31 Ağustos 2004 Milli Gazete 75 Devredilen hortumcuların borçları değil, devredilen hâkim ortaklar dışındaki kurumsal kredi alacakları daha doğrusu hortumlanan bankadan iş yapmak için kredi kullanmış ve ödeme güçlüğüne düşmüş şirketlerin borçları. Yani hortumcuların batığı devletin alacağı yabancı şirketlerin olacak!.. 222,8 milyon dolarlık alacak portföyü ilk etapta yüzde 30 küçültülmüş sonrasında yüzde 10'undan bile az bir rakama Deutsche Bank'a devredilmiş. Peki, yeni alacaklı bu paranın ne kadarını tahsil edecek? Hepsini tahsil edebilirse, bu işten 200 milyon dolar mı kazanacak? Hepsi derken, hepsi 222,8 değil, bu küçültülmüş hali. Tahsil ettiği para nasıl vergilendirilecek? 20 milyon ile 200 milyon kazanırsa paranın ne kadarı Türkiye'de kalacak? Sevgili dostlar, bu sorular daha çok uzar. Bu noktada geçmişe dönmek ve tarihinden ders almayan bizlere bir noktayı altını çizerek hatırlatmak istiyorum: Dünya Osmanlı topraklarındaki petrolü paylaşma hazırlığındayken, Osmanlı yönetimine tavsiye edilen yöntem sürekli borçlanmasıydı. Denilen yapıldı ta ki 1876'da ödeme yapılamaz duruma gelinene kadar. Bu durum sonrasında yabancılar, Osmanlı topraklarında alacak tahsili için bir yönetim oluşturdular ve bu 'şirket' devletin alacaklarını tahsil etmeye, vergileri toplamaya başladı. İş o kadar ileri gitti ki kendi silahlı güçlerini bile kurdular. Bu şirketin söylemi şöyleydi: ' Sen Ahmet efendi, yaptığın iş dolayısıyla Osmanlı maliyesine şu kadar borcun var ama bana ödeyeceksin.' Bu noktada işin nasıl çığırından çıktığını açıklayacak bir örnek daha: 1900 sonrası bu şirkette çalışan sayısı 9 bine yaklaşırken, Osmanlı Maliyesi'nde çalışan sayısı bunun yarısı kadardı. Sonuç: Başa döner ve dostumun anlattıklarını tamamlarsak; Brezilya ve Arjantin'de şirketlerin borçlarını bırakın, belediyelerin içme suyu şebekeleri bile yabancıların eline geçti. Bugün IMF'nin en alacaklı olduğu üç ülkenin 'Brezilya, Arjantin ve Türkiye' olduğunu düşünürsek, sadece makro borçlara değil, mikro borçlarda da sonumuz belli. Bundan sonra atılacak adım 'belediyelerin borçlarına karşılık alacaklarının yabancılara satılması'. Son söz: Hortumcuların affedilmesi bir yana, “alacaklarının yok pahasına yabancılara devri bardağı taşıran son damla. Tüpraş'ta attığım son çığlık gibi yine soruyorum; yok mu bu gidişe dur diyen? 36 36 Yiğit Bulut 3 Eylül 2004 Radikal 76 DİNİ VE MİLLİ HAREKETLERDEKİ KRİPTO (GİZLİ) YAHUDİLER Kripto Yahudi: Kendisini gizleyen, yerine göre Müslüman veya Hrıstıyan görünen… Bazen Türk, Bazen Kürt milliyetçisi geçinen… Türkiye’de Mehdi, Irak’ta mürşit rolü üslenen… Ama her halukarda siyonizme hizmet eden Yahudiler demektir. Yurdumuzda etkili ve yetkili noktaları ele geçiren kripto Yahudilerle, Amerika’daki Siyonist Yahudiler, ülkemiz ve bölgemizle ilgili şeytani planlar peşindedir. Ve tabii her türlü hıyanette işbirliği içindedirler. Gizli Toplantı: Birçok gazetenin Washington temsilciliğini yapan Savaş SÜZAL, bu hıyanetler konusunda çok önemli bilgiler vermektedir: “Georgia eyaletinin Sea Island Golf merkezi’nde 8–10 Haziran tarihleri arasında düzenlenen G–8 zirvesinin gündeminin Amerika’nın “büyük Ortadoğu projesi çerçevesinde bölge haritalarını yeniden çizme” girişimi olduğu bildirildi. Başbakan Erdoğan’ın bu zirveye davet edilme gerekçesinin ise laiklik falan değil doğrudan yeni oluşumlarla ilgili “Türkiye’nin koyacağı tavır konusunda bir zemin yoklaması” olacağı ifade edildi. Amerikalılar özellikle Kuzey Irak’ta kurulacak bir Kürt devleti ve bu devlete bölge ülkelerinin tepkisini merak ediyor. Washington’da Dışişleri-Pentagon-Beyaz Saray ve CIA üçgeninde yapılan analizlerle bölge ülkelerinin tepkileri konusu değerlendirildi. Toplantılarda tepkisi ölçülen ülkeler arasında Türkiye’nin yanı sıra, Suriye, İran, Rusya ve Arap dünyası da yer alıyor. Amerikalılar, “Beyin fırtınası” adı verdikleri değişik alternatifler üzerine çeşitli analizler yaptı. Bu toplantılardan bir Bakanlıkta yapılanında ise Tayyip Erdoğan ve Türkiye’nin konuyla ilgili tepkisi ele alındı ve tartışıldı. Toplantıya katılan uzmanlardan üçünün musevi asıllı olması, ikisinin ise ABD Dışişleri bakanlığında analiz kısmında çalıştığı dikkat çekiciydi. Tartışma sırasında yanıt aranan sorular şunlardı; 1- Kerkük Kürt eyaleti içinde kalırsa, TSK’nın tepkisi ne olabilir? 2- Kürt milliyetçiliğine islamcıların bakış açısı nedir? 3- AKP’nin islam-kürt milliyetçiliğine yaklaşımı ve bakışı ne merkezdedir? 4- AKP’nin TSK ile birlikte, bölgedeki bir kürt devletine nasıl bir tepki verebilir? 5- AKP’nin Kuzey Irak’ta kurulacak bir kürt devletine bakışı ne olabilir? 6- AKP içindeki kürt asıllıların Başbakan Erdoğan üzerindeki etkileri ne ölçüdedir? 7- Ve yaklaşan ekonomik ve siyasi krizler içinde, AKP’nin geleceği nasıl şekillenir?. Gizli ve basına kapalı toplantıya 5 Amerikalı uzman katıldı ve bunlar değişik noktalar üzerinde hem bilgi verdi hem de yetkililerden gelen soruları yanıtladı. Uzmanlar Türkiye’de, ülke yönetiminde etkili olan, Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK), medya, kamuoyu, iktidar partisi ve Türkiye’deki kürtçü gurupların Irak kürdistan’ındaki gelişmeler karşısında takınacakları tavrı ve bunun Türk dış politikasına yansımasını değerlendirdi. “-Kerkük’ün Kürt eyaleti içinde kalmasının TSK’nın tepkisine yol açabileceği ve bu tepkinin asker tarafından ABD’ye duyulan güvensizliği daha da derinleştirebileceği vurgulandı. ABD’nin kürtler yanında yer almaya devam etmesi halinde TSK’nın güveninin tamamen kaybedilebileceği ve bu nedenle Amerika’nın konuyla ilgili politikasını açıkça değil, gizlice yürütmesi önerildi. Ancak toplantıda, Kerkük’ün Kürt etnik federasyonu içinde kalmasını da Askerlerin bir operasyon yaparak önleyebilecek durumda olmadıkları, buna hem hükümetin hem TÜSİAD’ın hem de TÜSİAD eksenli basının AB’yi de yanlarına alarak şiddetle karşı çıkağı ve askerin manevra alanının yalnızca “sinirlenmekle” sınırlı kalacağı” ifade edildi. İslamcılarla kürtçüler elele! 77 “- Türkiyedeki islamcı hareketin ana kaynağının kürtçü bir din adamı olan Saiidi Nursi tarafından kurulan nur hareketi olduğu ve bu nedenle kürtlere sempati ile bakıldığı belirtildi. “Siyasi İslam’ın, Kürtlerin yoğun olduğu Güneydoğu bölgesinde kuvvetlendiği ve 1995 seçimlerine kadar Kürt milliyetçiliğinin İslamcı siyasetler içine gizlendiği” ileri sürüldü. İç içe geçmiş iki hareket, İslami hareketle kürt milliyetçiliğinin aynı hedefe, yani Kemalizme muhalif olduklarına da” dikkat çekildi. Burada bir yanlışlığı düzeltmemiz gerekir: Bediüzzaman, iddia edildiği gibi “Kürtçü” değildir. Üstad her türlü ırkçılığa kesinlikle karşı büyük bir din alimidir. “İslam’cı” geçinen, kuru kahramanlıkla İslam’ı istismar eden, hatta Amerika ve İsrail’in de aleyhine yazan-söyleyen Abdurrahman Dilipak ve Akit gazetesi, güya radikal İslam’cı zannedilmesine… Fetullahçıların Zaman gazetesi, nurcu ve ılımlı bilinmesine… Mehmet Metiner ve Mir Mehmet Dengir gibiler hem Kürtçü, hem İslamcı görünmesine rağmen, bu üç kesimin de, Amerika’nın kuklası ve masonların maşası olan AKP’yi desteklemeleri bir tesadüf değildir. “-AKP’nin konuya yönelik politikası olmamasının, Türkiye’nin çıkarlarından çok, ülke içi güç mücadelesinden başarılı çıkma güdüsüne dayandığı” söylendi. Bir uzman, Ahmet Davudoğlu’nun “tezkere geçseydi o bölgede sıkıyönetim ilan edilecek ve bu da TSK’nın güçlenmesine neden olacaktı” şeklindeki açıklamasını örnek göstererek, stratejik düşünce şeklinin tamamen sistem içindeki güç mücadelesine dayandığını ortaya koyduğunu vurguladı. “AKP’nin bir Irak politikası olmamasının” parti içindeki hassas etnik dengeleri bozmamak amacına yönelik olduğuna işaret edilirken, AKP içindeki dinamiklerin Irak’taki gelişmeler yüzünden partiyi zor durumda bırakabileceği ve bu yüzden konudan oldukça uzak durmaya çalışıldığı kaydedildi. Örneğin partinin bu nedenle Türkmenlere yapılan baskıları gündeme taşımamaya çalıştığı da söylendi. “Türkmen Cephesi” askerlerin birimi! Aynı toplantıda söz alan bir başka Amerikalı uzman ise “-Gazeteci Cengiz Çandar’a göre “Türkmen Cephesi’nin askerlerin bir birimi” olarak görüldüğünü ve bu durumdan hükümetin rahatsız olduğunu” söyledi. Uzman, “Türkmen konusunun asker ile hükümet arasında bir mücadele göstergesi olduğuna da işaret ederek, Türkiye’nin artık tehlike algılamasında homojen olmadığını, sistemin stratejik düşünme mekanizmasının zayıf ve gittikçe parçalanmaya başladığını” belirtti. “Başbakan ve Dışişleri Bakanının geleneksel bürokrasi yerine işi danışmanlarıyla götürmeye çalıştığına dikkat çeken Amerikalı, Cüneyt Zapsu’nun Zaman gazetesindeki mülakatında açıkca kürt kimliğini ve kürt milliyetçiliğine olan sempatisini de ortaya koyduğunu” belirtti. Kuzey Irak’taki kürt devleti Kuzey Irak’ta bir kürt Federasyonı ve kürt devleti konusundaki tartışmalarda söz alan bir başka konuşmacı, ise: “PKK’nın ateşkese son vererek saldırılara başlaması durumunda, TSK’nın hareket alanının iyice sınırlanacağını ve hükümetin de asker karşısındaki inisiyatifini kaybedebileceğini” belirtti. Konuşmacı, “İlnur Çevik ve Cengiz Çandar’a göre AKP hükümetinin Kürt Federasyonuna karşı olmadığını, ancak asker ve MGK zorlamalarıyla Kürt etnik federasyonuna karşı çıkmak zorunda kaldığını” ifade etti. Dışişleri Bakanı Abdullah Gül ile Washinton’a geldiğinde konuştuğunu anlatan uzman, bakanın kendisine, “Kürtlerin haklarına AKP ve hükümet olarak karşı olmadıklarını, ortada zaten bir Defacto devletin olduğunu, kendilerininde şu ana kadar bu oluşumla iyi ilişkiler içinde bulunduklarını, Türkiye yi işin içine katmadıkları sürece gelişmeleri onların işi olarak gördüklerini” söylediğini dile getirdi. “Kerkük’ün kürtlere verilmesine AKP’nin büyük tepki göstereceğini sanmadığını anlatan uzman, hükümetin göstereceği tepkinin yalnızca asker ve milliyetçi gurupların tepkisini azaltma amacı taşıyacağını” belirtti. (Not: Yukarıda ismi geçen siyasetçi ve gazeteçilerin kripto Yahudi oldukları yazılıp çizilmiştir.) HADEP Başkanı Tuncer Bakırhan ile bir telefon görüşmesi yaptığını anlatan uzman, Bakırhan’ın kendisine, “PKK’nın silahlı harekete geçeceğini, PKK’nın hem siyasi hemde silahlı hareketi birlikte 78 götürmek istediğini” söylediğini anlattı. Toplantıda Tayyip Erdoğan’ın en yakınındaki 4 kişin kürt olduğu, bunlardan Kürt bilinci yüksek olan Mir Dengir Fırat’ın parti içindeki ikinci adam ve siyasi işlerden sorumlu olduğu, İkinci yardımcı Adana milletvekili ve eski islamcı Ömer Çelik’in de kürt kimliğinin sürekli şuurunda bulunduğu, Başbakan üzerinde de büyük etkiye sahip olduğu, Üçüncü yardımcınında iş dünyasıyla ilişkileri düzenleyen Cüneyt Zapsu olduğu belirtildi. Toplantıda varılan ortak nokta bu üç yardımcının AKP içindeki tüm gelişmelerden haberdar oldukları ve Türkiye deki en güçlü lobinin Kürt lobisi olduğu bu lobininde iş dünyası ile yakın ilişkileri bulunduğu tespit edildi.37 Kesnizani Tarikatı: “Babil’de Amerikan Tangosu” Kitabının yazarı Ahmet DİNÇ ise: İsrail’in patron, ABD ve İngiltere’nin baş piyon olduğunu ve Irak’ta her şeyin, İsrail’in istediği şekilde oluştuğunu ve Siyonistlerin bütün Irak’ı, masonluk gibi teşkilatlandırdıkları “Kesnizani” (kimse bir şey bilmiyor) tarikatıyla avucunda tuttuğunu, belgeleriyle gösteriyor. Amerikan işgali altındaki Irak'ta her şeyin İsrail'in istediği ve kurguladığı gibi gittiğini belirten Gazeteci Ahmet Dinç, "Irak mozayiğini oluşturan halklar orada ABD'den ziyade İsrail'e bakıyor ve uzun vadede olup bitenleri bir içgüdü olsa gerek, sezebiliyorlar. Şu ana kadar yeni Irak'a dair idari, siyasi, ekonomik ve hukuki düzenlemelerde İsrail'in istemediği hiçbir şey yapılmadı" diyor. “Babil'de Amerikan Tangosu” isimli kitabında Saddam'ı deviren güdümlü tarikat: Kesnizani'yi anlatan Gazeteci Ahmet Dinç, MOSSAD ve CIA ile garip ilişkiler içerisinde olan tarikatın Saddam'ın işgal güçleri tarafından devrilmesinde büyük rol oynadığını söylüyor. “Türkiye'den Irak'la ilgili görünenler, orada olan bitenin belki yüzde 5'i ancak. Ben görünmeyeni ya da gösterilmeyeni görmeye, sonra da Türk okuruna yansıtmaya çalıştım. Kesnizani tarikatı meselesi de Irak buzdağının alt yanındaki ilginç gerçeklerden biriydi. Irak'a gazetecilik yapmak için giden bir kişinin bu tarikatı görmemesi, hissetmemesi mümkün değil. Irak genelinde 3 milyon civarında taraftarı bulunan bir tarikattır. Saddam'ın devrilmesinde ve Irak'taki Amerikan işgalinin kolaylaştırılmasında can alıcı misyonlar ifa etmiştir. Kesnizani tarikatı Irak'ta çok yaygın olmasına rağmen dünya ve Türk kamuoyu tarikatı hiç tanımıyor. Belki de bilinçli olarak gizleniyor. Bazı insanlar, kitapta böyle tarikattan bahsettiğimi görünce şüpheye düştü, 'olmayan bir tarikatı ve yapmadığı işleri mi yazdı acaba' diye. Kitapta yazdığım herşey gibi tarikat konusu da gerçektir. Kesnizani tarikatı, aslında 1970'li yıllarda Kadiri tarikatının bir koluydu. Kadirî'nin Süleymaniye kolu olan Kesnizani tekkesinde kendi halinde bir şeyh vardı. Fakat eski şeyh ölüp de 1970'lerin sonunda babasının yerine post'a Şeyh Muhammet Kesnizani oturunca tarikatta anormal gelişmeler ve değişmeler başladı. Şeyh Kürt kökenli ve Kerkük'ün güneyindeki Çamçamal ilçesinden. Tarikat başta Kürtlerin yoğunlaştığı bir tarikattı ancak Şeyh Muhammet başa geçince Türkmen, Arap ve diğer Müslüman unsurlardan da mürit edinmeye başladı. Kadirilik'te ayin sırasında kanlı bıçaklı gösteriler hiç yokken ve hoş karşılanmazken, bu tarikat ondan tamamen kopup, toplantılarında aşırı ürkütücü gösteriler yapmaya başladılar. Kafalarına, boğazlarına ve bütün vücutlarına kılıç, kama, bıçak ve her türlü kesici, delici silahları sokuyorlar ama tek damla kan akmıyor, hiçbir şey olmamış gibi devam ediyorlar hayatlarına. Bu tür gösteriler her göreni etkiliyor ama özellikle askerler üzerinde çok büyük tesir bırakıyor. Çünkü Irak yıllardır cephelerde savaşan bir orduya sahipti. Askerler bu korkunç gösterilerden etkilenip, "Cephede her an ölebilirim. Ama bu tarikata girer de yaralanıp ölmeme yöntemlerini öğrenirsem, o olgunluğa erişirsem, cephede bana bir şey olmaz" düşüncesiyle yoğun şekilde Şeyh'e mürit olmaya başladılar. Tarikat, Ordu Ve İstihbarat Servisini Ele Geçirmiş Evet, Şeyh Muhammet posta oturunca İsrail'le yoğun bir ilişkiye geçiyor. Bu ülke tarafından parasal ve değişik destekler alıyor. Şeyh'in Gandi ve Nehru adlarında iki oğlu var. Gandi 80'li yıllarda gizemini hâlâ koruyan bir şekilde ölüyor. İsrail, MOSSAD ve CIA ile ilişkileri küçük oğlu Nehru sağlıyor. Tarikat MOSSAD 37 www.hebergazete.com /06-06-2004 79 ve CIA'nın kontrolünde şu anda. Daha ilginç olanı, tarikatın öğretilerine Kabala'dan, Tevrat'tan bazı unsurlar girmiş. Çok uğraşmama rağmen ele geçiremediğim bir kitapları var. Toplantılarında ve bazı özel durumlarda okuyorlar. Bu kitapta Yahudi inanışlarına göndermeler var ve Kabala'dan alıntılar var. Yine Kabala'dan alınan büyü yöntemleri var kitapta. Hatta bazı Kesnizani tekkelerinde hahamların müritlere dersler verdiklerini duydum. Bir İslam tarikatının İsrail'le ve Yahudilik diniyle bu denli içiçe geçmesi, dahası, MOSSAD ve CIA'nın gözü kulağı olması gerçeğiyle karşı karşıyayız. Bizdeki masonlar gibi teşkilatlanan bu tarikat, Irak’ta istihbarat servisini ve o orduyu ele geçirmiştir. Tarikatın başına Şeyh Muhammet Kesnizani geçince, hedefine ordu ve istihbarat mensuplarını, polisi ve bürokrasiyi koyuyor. Buralardan yoğun bir şekilde mürit kazanmaya başlıyor. Öyle ki Irak genelkurmay Başkanı Mareşal Ayat Fetih El Ravi, Hava Kuvvetleri Komutanı Mareşal Hamid Şaban, Umumi Askeri İstihbarat Başkanı Mareşal Vefik El Samarayi, üst üzey ordu komutanları ve birçok subayı mürit yapıyor. En ilginç olansa, Saddam'ın ilk eşi Sacide, kardeşleri Barzan ve Vatman ve oğlu Uday'da Kesnizani’lere katılıyor. Bunları mürit yapabilen bir tarikatın, saraydaki ve Saddam'ın çevresindeki daha kimleri kendisine bağladığını bir düşünün. Böyle olunca da saddam'ın her hareketi, her düşüncesi, hatta yatış kalkış saatleri bile MOSSAD ve CIA'ya bildirilmiş. Savaş sırasında ise bu tarikatın müridi olan birçok subay ve üst düzey komutan savaşmak yerine, askerlere "Sivillerinizi giyinin ve silahlarınızı bırakıp evlerinize dönün" emri verip orduyu adeta buharlaştırmış. Amerikan ordusu Bağdat çevresinde geldiğinde bütün dünya, "Savaş yeni başlıyor, Saddam'ın efsane Cumhuriyet Muhafızları, Medine Tümenleri zor yenilir" beklentisi içindeyken, savaş birdenbire sanki sihirli bir değnek dokunmuş gibi bitti. İşte bu ani bitişin sırrı bu tarikattır. Siyasi Yapılanmaya Hakim Durumdalar Tarikat şimdilerde de işgalcilerin ve İsrail'in gözdesi olmaya devam ediyor. Yeni kurulan Irak asker ve polis teşkilatlarına ağırlıklı olarak bu tarikatın mensupları alınıyor. Bürokratik ve siyasi yapılanmalarda da tarikat mensupları ön plandalar. Gerek Şeyh Muhammet, gerekse tarikatı "meşhur meçhul" denilen türden varlıklar. Şeyh'in daha yayınlanmış tek bir fotoğrafı bile yok, yüzünü gören, bilen yok. Ortalıkta görünmüyor, var mı yok mu, o da bilinmiyor! Bu tarikata bağlı Süryani teröristler 1993'te PKK ile bir anlaşma yapıp bu örgüt içinde bulundular. Öcalan'ın yakalanmasından üç yıl kadar sonra da PKK'dan ayrılıp kendi örgütlerini kurdular. Bethnahrin Ulusal Kurtuluş Ordusu adındaki terör örgütü, geçen yıl kuruldu ve silahlı mücadeleyi benimsiyor. Tıpkı Yahudilerin inanç haline getirdikleri vaad edilmiş topraklar kavramı gibi Süryanilerin de "beyt-ül nahreyn" ifadesinde sembolize edilen ve 'iki ırmak arasındaki ev' anlamına gelen vaad edilmiş topraklar anlayışı var. Süryanilerin vaad edilmiş vatanı Fırat-Dicle nehirleri arasının kuzey kesimleri, yani büyük çoğunluğu Türkiye sınırları içinde kalan bölge. Onlar şimdi bu bölgeyi istiyor. Önce Irak'ta bağımsız veya otonom bir Asuri/Süryani devleti, ardından da Türkiye sınırları içinde kalan Kuzey Mezopotamya için silahlı mücadele aşamalarını planlıyorlar. Yakın bir gelecekte Güneydoğu'da bu örgüt silahlı mücadeleye başlarsa kimse şaşırmasın. Yıllar önce Güneydoğu'dan göçüp batılı ülkelere gitmiş Süryaniler tekrar dönmeye başladı. Bu kendi başına değil, planlı, organize bir dönüş. Planın bir parçası. Batılı ülkelerde bir eli yağda bir eli balda yaşamak varken, insanlar neden durup dururken çorak bozkırlara, çölleşen topraklara, tek ağacın bile bulunmadığı köylere geri dönmeye başlasın? Süryanilerin tekrar Türkiye'ye dönmeleri dikkatle takip edilmesi gereken bir konudur.” Fetullahçılık ve Kesnizani benzerliği: İslam tarihinde, Müslümanların sorumluluk bilincini söndürmek ve “düşünme ve değerlendirme” yeteneğini köreltmek için yine Yahudilerin etkisiyle ortaya çıkan “LA EDRİ” (Arapça: Hiçbir şey bilmiyorum) akımının değişik bir tezahürü olan Irak’taki bu “KESNİZANİ” (Kimse bir şey bilmiyor) terikatının, şu anda Türkiye’deki benzeri Fetullahçılık örgütlenmesidir. Bunların Siyonist merkezlerle, masonik çevrelerle ve ABD ile münasebetleri, desteklenmeleri ve ülkemizde, eğitim, emniyet, bürokrasi ve ordu içinde kümelenmeleri ve 80 beyni yıkanmış bütün mensuplarının “Biz iç ve dış siyasetle ilgilenmeyiz. Biz sadece ibadetlerimizi ve büyüklerimizin direktiflerini yerine getiririz!” Şeklindeki tepkileri de, Siyonist şeytanların sinsi ve tehlikeli planlarını hatıra getirmektedir. İzmir’de Milli Görüş istikametinde hizmet yürüten AK-EVLER hareketinden, 1970’lerde koparılarak “AKYAZILI” Vakfı kurdurulan ve Bediüzzaman’ın Risale-i Nur çizgisinden de uzaklaşıp masonlara yaklaşan Fetullah Gülen hareketinin perde arkasını halkımız bilmemektedir. 6 Aylık sürede devrim niteliğinde başarılı hizmetler gerçekleştiren Erbakan hükümeti için, Televizyonlara çıkıp, siyasi parti lideri gibi, masonların ağzıyla: “İstenmeyen Başbakan bırakıp gitmesini bilmelidir. Ortamı daha fazla germemelidir! Bu işi beceremiyorum demek te bir fazilettir.” Şeklinde dengesiz ve demogojik demeçler veren, Fetullah Gülen AKP’nin 2 yıllık beceriksiz ve bereketsiz yönetimi için, hala dua etmektedir. Fethullah Tarikatında Taht Kavgası! Fethullah Gülen'den sonra tarikatı kimin yöneteceği tartışması 80'li yıllardan bu yana yaşanıyor. İki isim ön planda. Birinci isim, tarikatın "Amerika Kıta İmamı" İsmail Büyükçelebi. İkinci isim ise Latif Erdoğan. Ya da şöyle denebilir; Latif Erdoğan'dı. Ama Erdoğan "kayıp"... Fethullah Gülen'in "12 havarisi"nden ve Gülen'den sonra tarikatın lideri olarak değerlendirilen Latif Erdoğan'ın "kayıp" olduğu öğrenildi. Latif Erdoğan'ın yaklaşık dört aydır görülmediği ve "Latif ağabeye ne oldu" sorusuna cemaat içinde cevap arandığı ifade edildi. Aydınlık'a ulaşan bilgilere göre, Gülen'in başyardımcısı ve "Amerika Kıtası İmamı" İsmail Büyükçelebi'nin, Latif Erdoğan'ı üç yıl önce tasfiye ettiği belirtildi. Tarikata yakın kaynaklar, bu süreçte, Erdoğan'ın "Latin Amerika İmamlığı"na "sürüldüğü"nü söylediler. Yine aynı kaynaklar, Gülen tarikatı içindeki bu kargaşanın, AKP iktidarına da yansıyacağını ve gücünü büyük ölçüde Gülen-ABD birliğinden alan Tayyip “Erdoğan'ın partisini kontrol edemeyeceğini” ifade ediyorlar. "Hizmet Değil Ücret" Fethullah Gülen, 21 Mart 1999'da Amerika'ya "kaçtı". Sağlık sorunlarından dolayı Amerika'ya "gittiği"ni iddia eden Gülen, tarikatı beş yıldır oradan yönetiyor. Tarikatın önemli kollarından Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı, Abant Toplantıları'nın sonuncusunu Amerika'da yaptı. Ama tarikat içinde özellikle son üç yıldır önemli bir kargaşanın yaşandığı ve son bir yıldır bu kargaşanın cemaatin alt kadrolarına kadar indiği ifade ediliyor. “Tarikatın içinde 30 yıl süreyle görev almış, ama bugün aktif görevde olmayan bir isim” Aydınlık'a şöyle konuştu: "Artık gelinen aşamayı şöyle değerlendirebiliriz: Hizmet değil ücret. Bizler yıllarca bu işin çilesini çektik ama şimdi dışlandık müdürlükler, işadamlığı, bürokrasi öne çıktı." Bu, aşağıdan gelen isimlerin, üçüncü kuşak tarikat üyeleriyle yaşadıkları çelişmenin göstergesi. Ama öyle bir durum var ki, tarikatın yaşadığı kargaşayı açıkça ortaya koyuyor. CIA'dan Düşünce Kuruluşlarına Uzanan Köprü: İsmail Büyükçelebi Tarikatın "Amerika Kıta İmamı" ve "Başyardımcı" İsmail Büyükçelebi. Amerikan yönetimiyle ilişkilerde önemli bir isim, CIA'dan düşünce kuruluşlarına kadar görüşmeleri örgütlüyor. Gülen'in en yakının isim olarak biliniyor. "Beyin Takımı"yla Köprü: Latif Erdoğan İkinci halefse, Latif Erdoğan. Ya da şöyle denebilir; Latif Erdoğan idi… Ama şimdi kayıp!? Latif Erdoğan, Gülen 1968 yılında İzmir Kestanepazarı Kuran Kursu'nda Hoca'yken, öğrencisiydi. O günden bu yana ilişkileri sürüyor. Hoca'ya hep sadık kaldı. Ama eleştirilerini açık bir şekilde yaptı. Gülen'in "beyin takımı"yla köprü görevini üstlendi. Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı'nın kurucularından ve ilk başkanı. İzmir Çiğlili ve ailesi ülkücü, kendisi de ülkücülere sıcak bakıyor. 1980 darbesinden sonra kısa bir dönem aranan Fethullah Gülen’le askerler arasında arabuluculuk yaptığı, İzmir Emniyeti'ndeki "yetkili" kişilerle ilişkileri ayarladığı söyleniyor. Tarikat içinde, Gülen'e, şekil itibarıyle, hitabıyla ve teşkilatçılığıyla, en çok Erdoğan'ın benzediği ifade ediliyor. Latif Erdoğan, Gülen'in yaşamını anlatan ve 28 Şubat sürecinde tarikat üyeleri tarafından önemli paralar ödenerek toplanan, "Küçük Dünyam" adlı kitabı da hazırlayan isim. 81 Gülen "Küçük Dünyam"da, laiklik ve Atatürk'e sert eleştirilerde bulunuyordu. "Kapalı Kutu Olduk, Tabandan Koptuk" Fethullah Gülen'den sonra gelmeleri muhtemel iki ismi kısaca tanıdıktan sonra, tarikattaki "tasfiye" ve "kaybolma"nın perdesini arayalım. Yaklaşık üç yıl önce, Latif Erdoğan'ın Amerika'da Fethullah Gülen'e şu eleştiriyi yaptığı belirtildi: "Etrafınızdaki kişiler yüzünden tabandan koptuk ve kapalı bir kutu olduk. Görüştüğümüz isimler, hep üst düzey Amerikalı yetkililer oluyor. Ve yine etrafınızdaki isimler, hep karlı ticaret ve kirli siyaset üzerine çalışıyor, alt kadrolar rahatsızlık duyuyor! Ben de rahatsızım. Menfaatler ön planda artık." Ve Gülen'in en yakınındaki öteki isim İsmail Büyükçelebi bu eleştiriden sonra devreye giriyor. Gülen'le yaptığı görüşmelerden sonra, Latif Erdoğan "Latin Amerika İmamlığı"na "sürülüyor". Tarikatı yakından takip eden bir "Nurcu" gelişmeleri şöyle değerlendiriyor: "Latif Hoca bu eleştirileri yaptı ve Gülen tarafından kızağa alındı!" Latif Erdoğan Nerede? Latif Erdoğan, bu yaşadıklarından sonra "duygusal bir çözülme" yaşıyor. Kırılıyor, küsüyor. Türkiye'ye dönüyor. Ama son dört aydır kimse Erdoğan'dan haber alamıyor! Ne olduğu meçhul! Öldü mü kaldı mı, yoksa inzivaya mı çekildi? Bu sorulara yanıt aranıyor! Erdoğan'ın birkaç kez küserek, daha önce de inzivaya çekildiğini söyleyen kaynaklar şöyle konuşuyor: "80'li yıllarda ve 90'lı yıllarda Latif Erdoğan yine kırılmış ve inzivaya çekilmişti. Ama bu son “ortadan kaybolma” diğerlerine benzemiyor. En son dört ay önce, Erdoğan'ın yakınındaki bir isim O’nu gördü ve “çok sıkkındı, çok kırgındı” dedi. Cemaat de Latif Erdoğan'a ne olduğu konusunda endişeli." Fethullah Örgütlenmesi... Aydınlık'a bilgi veren kaynaklar, Latif Erdoğan "kaybolmadan" önceki "Fethullah örgütlenmesi"nin şu isimlerden oluştuğunu söylediler: Tepedeki isim: Fethullah Gülen Başyardımcı: İsmail Büyükçelebi Latin Amerika İmamı: Latif Erdoğan Avrupa İmamı: Abdullah Aymaz (İsmail Yediler) Medya ve sanatçılar sorumluları: Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı Başkanı Harun Tokak, Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı Başkan Yardımcısı Cemal Uşşak ve Zaman yazarı Nevval Sevindi. Esnaf-Para kontrolü: Ali Bayram YÖK-Üniversiteler: Prof. Dr. Şerifali Tekalan Siyasi Partiler: Hüseyin Gülerce Yayınlar: Alaaddin Kaya. Büyükçelebi'nin Bakanlar Kurulu… Latif Erdoğan'ın "kızağa" alınmasından sonra rahatlayan İsmail Büyükçelebi'nin, kendi yakın çevresine, AKP içindeki "adamları"nı şöyle açıkladığı belirtiliyor: "Abdullah Gül, Abdülkadir Aksu, Cemil Çiçek, Hüseyin Çelik ve Mehmet Aydın, Bakanlar Kurulu'nda bizi temsil ediyor." Büyükçelebi'nin saydığı isimler şöyle değerlendiriliyor: "Abdullah Gül'ün, F.Gülen'e yakınlığı ve Yahudi lobileriyle hizmet ortaklığı, zaten biliniyor. Cemil Çiçek'in, 'Fethullah Gülen Türkiye'ye dönebilir' açıklaması… Abdülkadir Aksu'nun Emniyet içindeki “Fethullahçılara” göz yumması, Diyanet'ten Sorumlu Devlet Bakanı Mehmet Aydın'ın “Dinlerarası Diyalog”cu olması ve Hüseyin Çelik'in de gönülden 'Nurcu' olması, Büyükçelebi'nin bu sözlerini güçlendiriyor. Son olarak Hüseyin Çelik'in, Gülen'e yakınlığıyla bilinen Çalık Grubu'nun 17 Temmuz'da eğitim kompleksini açması, bu ilişkiler ağının kanıtlarından sayılıyor." Çalık Grubu Yayınlar'ı Finanse Ediyor Çalık Grubu'ndan konu açılmışken, kısaca grubu tanıtmakta yarar var. 1972'den beri Malatya'da 13 82 fabrika kurdular. 1997'de İPAŞ-Anateks tesislerini açtılar. Tekstil dünyasının önemli isimlerinden Çalık Grubu, Türkmenistan'da Denim Kompleksi kurdu. Şirket patronu Ahmet Çalık, Avrupa Yatırım Bankası (EBRD) ortaklığı ile Türkmenistan'ın başkenti Aşkabat'ta pamuğu bluejeana dönüştürecek iplik, boya ve konfeksiyon tesislerinden Safar Murat Türkmenbaşı Bluejean Kompleksi'ni 1995'te hizmete açmıştı. Ve grupla ilgili en önemli bilgi: Altı ay önce Çalık Grubu tarikat tarafından Zaman Gazetesi'ni ve yayınları finanse etmekle görevlendirildi. Bu görevlendirmede de İsmail Büyükçelebi'nin önemli bir rolü olduğunun altı çiziliyor. Ekrem Dumanlı Etkeni İsmail Büyükçelebi'nin Zaman Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Ekrem Dumanlı'yla ilişkisinin önemine dikkat çekiliyor. 1990'larda Büyükçelebi tarikatın İstanbul sorumlusuyken, Ekrem Dumanlı tarikatın Bakırköy Sorumlusuydu ve o zaman FEM Dershanesi'nde Türkçe derslerine giriyordu. Dumanlı da Büyükçelebi'yle birlikte hareket ediyor ve Latif Erdoğan'ın "kapalı kutuyuz, ticaret ve menfaat grubu olduk" eleştirisinin tam ortasında yer alıyor! Dumanlı, FEM'deki görevinin ardından Amerika'ya gönderilmiş ve orada "piştikten" sonra Türkiye'ye dönmüştü. Ardından Zaman'ın başına geçen Dumanlı, Amerika ile sıcak ilişkilerin daha da "yakınlaşması"nı istiyor. Gülen Dönecek mi? Fethullah tarikatının içindeki bir tartışma konusu da, "Gülen'in Türkiye'ye dönmesiyle" ilgili. İsmail Büyükçelebi'nin başını çektiği grup, Gülen'in Türkiye'ye dönmesini istemiyor ve son günlerini Amerika'da geçirmesi konusunda baskı yapıyor! Gülen'in öldükten sonra Türkiye'ye gelmesinden yanalar. Bu durum tarikat içinde şöyle değerlendiriliyor: "Hocaefendi Türkiye'ye dönerse, hasta bile olsa birçok konuya müdahale eder. Amerika ile kurulan olumlu ilişkilere zarar verebilir. Bundan çekiniliyor." Gülen'in ise 1970'li yıllarda yakın çevresine, "Hayatımın son günlerini İstanbul'da yaşamak isterim" dediği belirtiliyor. Tarikat içinde Gülen'in, 14 Temmuz 2004'te, Samanyolu Tv Ana Haber Bülteni'ndeki sözlerinin altı çiziliyor. Gülen'in "döneceğim" mesajını verdiği konuşması şöyleydi: "Şimdilik dönmeyi düşünmüyorum. Döndüğüm zaman da kendimce kararımla döneceğim. Dönmemem için de hiçbir sebep yok." Diyor du… Ama Siyonist Yahudi Lobileriyle ve CIA ile içli dışlı olan “yakın çevresi”nin, koruma duvarını aşabilirse!...38 Kripto Yahudilerin Milli Görüş’e sızma girişimleri ve Washıngton’daki Siyonist liderlerin Erbakan hoca’ya gönderdikleri temsilcileri ve teklifleri: Süleyman Arif Emre “Siyasette 35 yıl” Kitabında anlatıyor. “Milli Nizam’ın büyük kongresinden sonra idi. Genel Başkan’la görüşmek isteyen Musa Saffet Bayramaşık isminde (Kripto Yahudi) birisi bana geldi. Kendisi Yahudi iken Müslüman olmuş, mühim konularda söyleyecekleri varmış… Fazla ısrar edince görüştürmek zorunda kaldım. Hoca, ben, bir de o var. Söze başladı: “-(Sn. Erbakan) Hoca, beni Amerika’dan Washington’daki dünya Yahudi liderleri, vazifeli olarak size gönderdi. Sizin partinizin gelişmesini dikkatle takip ediyorlar. (Hatta) onlar, sizin partiniz gibi milletiyle bütünleşebilecek, güçlü bir siyasi iktidarın kurulmasını müsbet karşılıyorlar. -Çünkü böyle olduğu takdirde Türkiye tabiatıyla, Kominist Rus tehdidine karşı İsrail’i koruyan, bir Çin Seddi vazifesi yapmış olacaktı. -Ancak sizden önemli bir istekleri var. Siz her konferansınızda, dünya siyonizmine, masonluğa ve onların yan kuruluşları olan Lions ve Rotary kulüplerine çatıyorsunuz. Bundan son derece rahatsız oluyorlar. Ve bu aleyhteki kampanyadan vazgeçmenizi istiyorlar. Aksi halde partinizi kapatacaklar ve siyasi hayatınıza 38 Aydınlık / 17 07 2004 / Aytunç Erkin 83 som vermek zorunda kalacaklar!” Hoca cevap olarak: -Mademki bizim iktidar olmamız onların arzu ettiği bir şey, o halde hissi sebeplere kapılmayıp, bizim konuşmalarımızı müsamaha ile karşılamaları gerekir. Böyle bir şeye katlanmaları, sonunda elde edecekleri yararlar karşısında, önemsiz bir fedakarlık sayılır!?.. -Hayır kesinlikle bu tür konuşmalarınızı (ve bu konuları gündeme taşımanızı) istemiyorlar!.. -Diyelim ki, bundan sonra, bu konulara hiç girmeyeceğiz. Bu onlara yetecek mi? -Hayır yetmez, daha önceki konuşmalarınızı ve bu yöndeki iddialarınızı da yekzip edecek şekilde ve onların istediği mahiyette açıklamalar yapmanız lazım!...” Daha öncede değindiğimiz gibi, bir milletler arası konferansta Ecnebi bir diplomat: “Dünyada şu dört ülkeyi, doğrudan doğruya Yahudiler idare ediyor. Bunlar: İsrail, Amerika, Fransa ve Türkiye’dir!” iddiasında bulunmuş… Ama hayrettir ki bizim orada hazır bulunan delegasyonumuz, bunu yalanlamayıp susmuş…”39 Evet, Kripto Yahudi Musa Saffet Bayramaşık vasıtasıyla ABD’li Siyonist liderler Erbakan Hoca’ya açıkça; Kendinizi, geçmişinizi ve bütün söylemlerinizi inkâr edip, siyonizmin safında yer aldığınızı ispatlayacaksınız… Veya kapatılacaksınız!.. Tehdidinde bulunuyor… Ve bu teklifleri kabul edilmeyince, Sn. S.Arif Emre bey’in 16 Haziran 2004 TV-5’de Yusuf Kaplan’ın programında açıkladığı gibi, bundan bir hafta sonra, mason başsavcı tarafından Milli Nizam’ı kapatma davası açılıyor!.. Yine Sn. Süleyman Arif Emre Bey’in ve diğer yetkili şahsiyetlerin bu dönme Yahudi Musa Saffet Bayramaşık’ın ziyaretiyle ilgili olarak, özel sohbet ve seminerlerde anlattıklarına göre: Amerikan Siyonist lobilerinin temsilcisi olan bu kişinin Erbakan Hoca’ya getirdiği çok önemli bir teklif te: “Partinizin yaşamasını ve Yahudi lobilerinin size güven duymasını istiyorsanız, bizim size önereceğimiz birkaç kişinin partiye alınmasına ve devamlı yakınınızda bulunmasına razı olacaksınız! Aksi halde, kesinlikle kapatılacaksınız ve siyaset ortamına sokulmayacaksınız!..” Bilindiği gibi Milli Nizam kapatılıyor!.. Ama yerine kurulan MSP’ye dokunulmuyor. Seçimlere katılıp, hükümetlere ortak oluyor ve 12 Eylül 1980 darbesinde bütün partilerle birlikte kapatılıyor!.. Bu arada oluşacak bazı soruların cevabı üzerinde okuyucularımızın kafa yormasını istiyoruz… Ebu Garib skandalını ortaya çıkaran Pulitzer ödüllü gazeteci Seymour Hersh’e göre: “İsrail Irak’ta cirit atıyor” Pulitzer ödüllü Amerikalı gazeteci Seymour Hersh, ABD’nin Irak’ta yetersiz kaldığına inanan ve İran’ın nükleer kapasitesini geliştirmesinden endişe eden İsrail’in, Irak’ın kuzeyinde Kürtlerle işbirliği içinde operasyonlar yaptığını ve bu durumdan Türkiye’nin rahatsız olduğunu söyledi. Bağdat’taki Ebu Garib hapishanesindeki işkence skandalını ortaya çıkaran gazeteci Hersh, CNN televizyonunda gazeteci Wolf Blitzer’ın programına katılarak, dün çıkan New Yorker dergisindeki son haberini anlattı. Kürtlerle, İsrail işbirliği yapıyorlar Hersh, İsrail istihbarat ve askeri yetkililerinin şu sırada Irak’ın kuzeyinde bulunduklarını ve “uzun dönemli dostları Kürtlerle” birlikte çalıştıklarını kaydetti. Seymour Hersh, İsraillilerin, yaklaşık 6 ay önce, Irak’taki durumun kötüye gittiği sonucuna vardığını, bütün uyarılara rağmen ABD’nin, “barışçı” görünmesine karşılık İran’ın, Irak’taki isyancılara destek vererek “çok saldırgan” bir rol oynamasını yeterince çabuk kavrayamadığını düşündüğünü belirtti. Hersh, endişelerini Beyaz Saray ve ABD Savunma Bakanlığı nezdinde anlatamayan İsrail’in, sonunda bazı operasyonlar için Irak’ın kuzeyinde girdiğini anlattı. Seymour Hersh, İsraillilerin burada Kürtlerle çok endişe ettikleri İranlılar, nükleer konular ve Suriyelilere 39 Siyasette 35 Yıl / S.Arif EMRE / C.1-Sh. 200–202 / Keşif Yay. – Mart 2002 84 karşı operasyonlar başlattığını, ancak bu durumun İsrail’i, Türkiye ile karşı karşıya getirdiğini ifade etti. Hersh, “Yaptıkları silahlı bir eylem değil. Daha çok istihbarat çalışmaları” dedi. Hersh, Irak’ın kuzeyindeki İsrailli askeri ve istihbarat görevlilerinin “birkaç yüz” kişiden oluştuğunu belirtirken, Iraklı Kürtlerin onları, İran’ın muhtemel nükleer bölgelerine yakın yerlere götürdüğünü ve İran’ın nükleer faaliyetleri konusunda bilgi toplandığını kaydetti. “Sorumlu İsrail olur” Seymour Hersh, New Yorker’daki haberini, Türk, Amerikalı ve İsrailli yetkililere dayandırdı. Hersh’e konuşan bir Türk yetkili, ayrılıkçı Kürtleri destekleyerek İsrail’in, müttefiki Türkiye’den kendisini uzaklaştırdığını ve istikrarlı bir Irak oluşturma çabalarına zarar verdiğini belirtirken, aynı Türk yetkili, “Eğer bölünmüş bir Irak ortaya çıkarsa bu Ortadoğu’ya daha çok kan, gözyaşı ve acı getirecektir. Ve bunun da sorumlusu İsrail olacaktır” dedi. “Kürtlerin bağımsızlığı felaket olur!” New Yorker’a göre Türk yetkili Hersh’e, “Kürtlerin bağımsızlığı bölge için felaket olacaktır. Yugoslavya’dan alınan derste olduğu gibi, bir ülkeye bağımsızlık verince herkes bağımsızlık isteyecektir. Kerkük, Irak’ın Saraybosna’sı olacaktır. Eğer orada böyle bir şey olursa krizi önlemek imkansızlaşacaktır” diye konuştu. Seymour Hersh’e konuşan eski bir İsrail istihbarat yetkilisi, İsrail’in daima Kürtleri, Makyavelist bir yaklaşımla eski Irak lideri Saddam Hüseyin’e karşı desteklediğini, Kürtlerle aynı çizgide davranan İsrail’in, bu sayede İran, Irak ve Suriye’de göz ve kulaklara sahip olduğunu kaydetti. Eski İsrailli istihbaratçı, “Eğer İsrail ile yakın bağları olan bağımsız bir Kürt devleti ortaya çıkarsa İran’ın tavrı ne olacaktır? İran, kendi sınırında, İsrail’in uçak gemisini istemeyecektir” dedi.40 Kürt-Yahudi Devleti Kuruluyor! Prof. Yalçın Küçük ise konuyla ilgili şu tespitlerde bulunuyor: Amerika’nın Irak’a yönelik istilasının sadece İsrail’in güvenliğini sağlamaya yönelik değildir. İsrail’in güvenliğini sağlamanın yanında, Amerika’nın dünya hakimiyeti ve bölgedeki hegemonyasını pekiştirmeye yönelik organizmalar oluşturmak içindir. Tabii ki İsrail’in güvenliği ABD için çok önemlidir. Çünkü İsrail ABD’nin karakoludur. (Daha doğrusu, ABD İsrail’in kovboyudur.) Ancak İsrail, bölgede rahat bir şekilde yaşamak için “Büyük İsrail’i” kurmak zorundadır. İsrail bölgede biraz toprak genişletmek ve daha fazla Yahudiyi kalıcı hale getirmekle kalmayacak. Büyük İsrail’in kurulması ve bölgedeki hegemonyanın sürdürülmesi için Amerika buraya gelecek. Bu savaş; Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra çizilen haritaya itirazdır. Yeni bir harita yapılması amaçlanıyor. Şöyle de ifade edilebilir: Birinci Dünya Savaşı’nın sonunda yapılamayanlar, şimdi yapılmak isteniyor. Ayrıca bölgede bir “Kürdo-Judaik” devlet kurulacaktır. Kürdo-Judaik; Kürt-Yahudi devleti demektir. Bu devletin kurulma hazırlıkları yapılıyor. Böyle bir yapılanma, İsrail’e yeniden hayat verecek. Bölgenin ikinci sorunlu devleti Kürdo-Judaik olacağı için, dikkatler İsrail’in üzerinden buraya yoğunlaşacak. Bu iş için de Mesut Barzani ön plana çıkartılıyor. Ancak şunu hemen ifade edeyim ki: Mesut Barzani ve Celal Talabani, Türkiye’deki birçok politikacıdan daha tecrübeli ve akıllıdırlar. Aşiretten geliyorlar. Bazı solcu yazarçizer takımı ile emekli paşalardan daha zekidirler. Barzani ve Talabani, Amerika ve İsrail istemediği takdirde devleti resmen açıklamazlar. Ama bir devlet gibi hareket ederler. Ve maalesef, Kuzey Irak’ta devlet kurulmasını ise Türkiye sağlamıştır. Postanesini, televizyonunu Türk Devleti yapmıştır. Parayı Türkiye aktarmıştır. Barzani ve Talabani Ankara’ya geldikleri zaman ben karşılamadım! Kimler devlet protokolü uyguluyor ortadadır. Barzani ve Talabani’yi karşılayıp ağırlayanlar bugün hesaplarını iyi yapsınlar. 40 22 haziran 2004 Milli Gazete 85 Dünya, “Türkiye Üs Oldu” Diyor! Savaşın amaçlarından bir tanesi; elbetteki ekonomik çıkarlardı. Amerika’nın Irak’a saldırmasının temelinde sadece Kürdo-Judaik bir devlet kurulması da yoktur. O zaten olmuş. Ama bunu bir adım daha ileriye götürmeyi amaçlıyorlar. Nitekim burada çok kararlı bir şekilde Grossman ve diğerleri, “Türkiye, Kuzey Irak’a girmesin” diyorlar. Türkiye’nin istenmemesinin sebebi ise orada oluşturulan yapıyı rahatlıkla hayata geçirmektir. Türkiye’nin Kuzey Irak’la ilgili politikasını da çok gerçekçi görmüyorum. Türkiye ne yazık ki burada silik ve kişiliksiz bir dış politika yürütüyor. Üslerini açma noktasında dünyada büyük eleştiriler aldı. Dünya, “Türkiye ABD’ye üsleri açtı” demiyor. “Türkiye üs oldu” diyorlar. Siz Türkiye’yi böyle üs yapacaksınız ve kontrol edemeyecek konuma getireceksiniz; ondan sonra da geçip “her şey kontrolümüz altında” diyeceksiniz. Buna kimse inanmaz. Amerika bölgeye 200 bin asker yerleştirecek, ardından ise Türkiye 20-30 bin askeriyle bölgeye girip bir Kürt devletinin kurulmasını engelleyecek! Olur mu öyle şey!.. Bu düşünceler fantaziden ibarettir. Bunların hiçbir gerçekçiliği yoktur. Türk Genelkurmayı eğer bu düşüncede ise çok büyük yanlış yapıyor. İsrail’in vahşetine, siyonizme karşı sağlam bir şekilde durmak gerekiyor. Ben anti-siyonistim, bunu her yerde de rahatlıkla ifade ediyorum. Ancak şu gerçeğin altını çizmeden geçemeyeceğim: Türk aydını, özellikle de solu; maalesef antisemitik görünmemek için siyonizme göz kırpıyor. Halbuki; “Ey Amerika! Sen bu benim 500 yıl yaşadığım bu topraklarda istediğini yapamazsın. Senin bu topraklar da ne işin var?” dememiz gerekiyor. Onun için sağcısıyla-solcusuyla, İslâmcısıyla kemalistiyle her Türk aydının bu kirli savaşa karşı çıkması gerekiyor. “Savaş önlenmez” bahanesinin arkasına gizlenmeye hiç lüzum yok. Türkiye “Ey Amerika bölgedeki komşularıma saldırırsan ben de Araplarla birlikte seninle savaşırım” derse “savaş” kendiliğinden önlenmiş olur. Amerika veya başka güçlerin buradaki üç günlük üstünlüğü başarı sayılamaz. Bu savaş devam eder. Dolayısıyla topraklarınızı o güçlere açtığınızda yüzyıl savaşının hedefi oluyorsunuz. Savaşa duyulan öfke gayet iyi. İslâmcı kitle savaşa karşı olduğunu ortaya koyuyor. Ancak daha önce de belirttiğim gibi Sabataycılar, iktidar partilerinde kümelenmeye çalışıyorlar. Eğer Sabataycıların etkisiyle Amerika’nın yanında yer alarak Türkiye savaşa girerse, iktidardaki parti için çok büyük olumsuzluk olur. ABD, ikinci bir tezkerenin Meclis’ten geçmesi için bastırıyor. Çünkü bu yöntemle dünyaya “Türkiye’de en İslâmcı parti iktidarda olduğu sırada savaş kararına destek verildi” mesajı verilmek isteniyor. Bugün hükümetteki politikacılar, bir yandan Sabatayistlerle diğer yandan Kripto-Yahudilerle sarılmışlardır. Türkiye’de Dışişlerine Sabatayistlerin hakim olduğuna dair görüşüm bir yasa haline geldi. Yaşar Yakış sınıf arkadaşımdır. Yaşar Yakış, Dışişlerindeki yapının kendisini kabul etmediğinden yakınmıştır. Çok vahim bir gerçeği sizin aracılığınızla kamuoyuna açıklamak istiyorum: Amerikalı yetkililer, en kritik görüşmeleri ne Başbakan’la ne de Dışişleri Bakanı ile yapıyorlar. Tüm görüşmeleri Uğur Ziyal’le yapıyorlar. Bilindiği gibi Uğur Ziyal’i, İsmail Cem getirdi. Bundan önceki Dışişleri Bakanı da aynı inancın adamıydı. Ama Şükrü Sina Gürel’e güvenmedikleri için yine Uğur Ziyal’le görüşüyorlardı. Dick Cheney’nin, Colin Powell’ın ne dediğini Türkiye, Uğur Ziyal’den öğreniyor. O da Ziyal’ın aktardığı kadarını biliyoruz. “Amerika Sonunda Perişan Olacaktır” Türkiye’deki garip ilişkiler, bağlantılar göz önünde bulundurulup bir değerlendirme yapıldığında ülkemizin ciddi bir tehlike ile karşı karşıya olduğu anlaşılır. Hiç kimse “Amerika gelecek Irak’a demokrasi yerleştirecek ve gidecek” şeklindeki hayal ürünü düşünceleri ileri sürmesin. Amerika’nın bölgeye gelmesi hem Türkiye’de hem de bütün dünyadaki dengeleri 86 altüst edecek. Şuna inanıyorum: Bölge ve dünya dengeleri değişse de eninde sonunda Amerika buradan perişan olarak çıkacaktır. Türkiye iki nüfuz bölgesine ayrıldı: Başka bir noktaya daha dikkatinizi çekmek istiyorum: Birinci Dünya Savaşı’ndan önce İran iki nüfuz bölgesine ayrılmıştı. Kuzeyi Rusya nüfuz bölgesi, Güneyi ise İngiltere nüfuz bölgesi sayılmıştı. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra da aynısı yapıldı. Ama şimdi bizim içinde büyük utanç vesilesi olarak kabul etmemiz gereken bir gerçek var. O da şudur: Türkiye ne yazık ki artık fiilen iki nüfuz bölgesine ayrılmıştır. İskenderun ile Samsun arasındaki hattın doğusu; Amerikan nüfuz bölgesi, Batısı da Avrupa nüfuz bölgesi konumundadır. Ve görülüyor ki maalesef Meclis’in kararı falan olmadan Amerika, kendi nüfuz bölgesini istediği gibi kullanmaktadır. Ekonomik ve siyasal olarak çok zayıf durumdayız. Ayriyeten bazı yöneticilerimizin “gaflet” ve “dalalet” içinde olmaları nedeniyle, çaresizlik içinde çırpınmaktayız. Osmanlıların son dönemlerinden bile çok daha utanç verici bir konumdayız. Amerika yanı başımızdaki komşumuza saldırmak için hazırlık yapıyor, İstanbul Matbuatı ise sevinç ve çığlıklar eşliğinde “Kapılar açıldı” manşeti atıyorlar. “TÜSİAD gizli Yahudi hakimiyeti altındadır” Bugün Türkiye’de hukuku altüst ederek savaş isteyen ve Meclis’ten bir karar almaksızın Amerikan askerlerinin ülkemizin çeşitli bölgelerine yerleşmesini savunan ve bunu sevinçle yazan ve karşılayan TÜSİAD’dır. TÜSİAD savaşı ister, çünkü Kripto-Yahudilerinin egemenliği altındadır. Kripto-Yahudi kavramı, bilimseldir, bunu Yahudiler de kabul etmektedir. -Kripto Yahudi; gizli Yahudiler demektir. Eskiden Osmanlı döneminde Kripto-Hıristiyan da vardı. Kripto ifadesinde bir hakaret yoktur, “gizli” demektir. TÜSİAD’da kimlerin Kripto-Yahudi olduğunu bilirim. Onlar da beni bilirler. Zamanla bazı kişileri açıklıyorum. Amerika’nın Türkiye üzerinden Kuzey Irak’a girme düşüncesini Bush’a, Kripto Yahudiler önerdiler. AK Parti Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın danışmanları arasında Kripto Yahudilerin olduğunu söylüyorum. Kripto Yahudilerle ilgili bir tek isim verdim: Musa Anter. Kuzey Irak’ta Yahudi Kürt Partisi bile kuruldu -Kuzey Irak’ta Kasım ayı içinde Talabani’nin izniyle Süleymaniye’de bir parti kuruldu: Kürdistan Yahudileri Milli Partisi... Bu parti açık şekilde Süleymaniye’de faaliyet gösteriyor. Vahim olan nokta ise bu tablonun ortaya çıkmasına Türkiye’nin seyirci kalmasıdır. Amerikan politikalarına yön verenlerin Yahudi olduğu biliniyor. Şimdi Ortadoğu’ya, dünyayı karşısına alarak resmen yerleşmek istiyor. 41 Çünkü Atlantik ötesinden İsrail’i koruyamayacağını biliyor. İsrail’in geleceği ve güvenliği için bölgemizi işgal ediyor. (NOT: Hem Yalçın Küçük, hem Soner Yalçın, ülkemizdeki Sabataistler ve kripto Yahudilerle ilgili yazdıkları, onları çok etkili ve yetkili göstermek asla yenilmez, ve baş edilmez havası vermek için de gündeme getirilmiş olabilir. Ama ne olursa olsun, hayırlı bir gelişmedir. Artık çıbanlara basılmış ve cerahat deşilmiştir.) BOP ve ABD’nin yeni küresel savunma stratejileri ABD’nin Dışişleri ve Savunma Bakan yardımcıları geçen ay Türkiye’de önemli temaslarda bulundular... Genelkurmay ikinci başkanı İlker Başbuğ ve Dışişleri Bakanlığı müsteşarı Uğur Ziyal ile görüşen iki bakan yardımcısının, ne görüştükleri ise daha sonra ortaya çıktı... (NOT: Uğur Ziyal gibi Türk Dışişlerinin çok önemli kadroların kripto Yahudilerin elinde ve kontrolünde olduğu zaten bilinen bir olaydı.) ABD’li bakan yardımcıları, Türk yetkililere ABD’nin “yeni küresel savunma stratejilerini” anlatmışlardı... Peki bu yeni küresel savunma stratejisinin amacı neydi? Bunu ise ABD Dışişleri Bakan Yardımcısı Lincoln Bloomfield şöyle açıklıyordu: “Küresel savunma stratejisiyle çok uzun dönemli bir projeden sözediyoruz... Bu çalışmada güvenlik yapılanmamızın önümüzdeki 100 yıl içinde alacağı şekli çizmeye 41 www.netpano.com / Y. Küçük’le Röportaj. 87 çalışıyoruz...” ABD’nin Büyük Ortadoğu Projesi’yle bölgeye yönelik niyetleri de böylece birkez daha teyid ediliyor... ABD, Ortadoğu’ya öyle kısa dönemli bir proje olarak bakmıyor. Tam bir asır sürecek bir projeyle bölgeye çöreklenmeye hazırlanıyor... İstanbul’da yapılan NATO zirvesinde işte bu bir asırlık Ortadoğu’yu istila projesinin temelleri atılıyor. ABD’nin yeni küresel savunma stratejisi ayrıca ülke dışındaki askeri varlığını daha etkin hale getirme amacı da taşıyor. Avrupa’daki üslerinin bir bölümün kapatmayı düşünen ABD, Macaristan, Bulgaristan ve Polonya gibi ülkelerde yeni üsler açmayı planlıyor. ABD’nin yeni küresel savunma stratejisinde Türkiye’ye de önemli roller yükleniyor. Amerika öncelikle İncirlik üssünü çok daha etkin kullanmak ve üs ile ilgili tüm denetim ve kısıtlamaların kaldırılmasını istiyor. Almanya’da bulunan F–16 uçaklarını İncirlik’e yığmak isteyen ABD, ayrıca Konya Karapınar’daki üssü de daha yoğun olarak devreye sokmayı amaçlıyor... Yeni küresel savunma stratejisi çerçevesinde ABD, öncelikle “yeni ortaklıklar kurma” peşinde koşuyor. “Maksimum esneklik ve çeviklik” ile “küresel ve bölgesel odaklanma” ise yeni stratejinin diğer ayaklarını oluşturuyor... Amerika, çeşitli ülkelere yerleştirdiği askeri güçlerinin rahat hareket etmesini, istediği anda çok çabuk olarak harekete hazır hale gelmesini, giriş ve çıkışlarda herhangi bir zorluk gösterilmemesini istiyor... Türkiye’den de başta İncirlik olmak üzere diğer tüm üsler için bu taleplerde bulunuyor... Ve tam bu sırada, Türkiye-İsrail “ortak mühimmat depolama” anlaşması yapılıyor. Yani İslam ülkelerine karşı, İsrail ve ABD, Türk silah ve malzemelerini kullanmaya hazırlanıyor! ABD bunları niçin istiyor? Büyük Ortadoğu Projesi’nin eksiksiz uygulanması için istiyor... BOP neyi amaçlıyor? Ortadoğu ve Kafkasların bağrına Amerikan hançerini saplamayı amaçlıyor... Oysa bu hançerin hedefinde Türkiye’de vardır. Yeni küresel savunma stratejisi ile ABD, Türkiye’ye atlama taşı olarak kullanıp bölgeyi hegemonyası altına alacaktır. Bugün ülkemize ABD’nin işgal politikalarının taşeronluğunu yapanlar, nasıl tarihi bir hata yaptıklarını anladıklarında iş işten geçmiş olacaktır!.. Çünkü Amerikan saldırganlığını bölgede önleyebilecek tek ülke Türkiye’dir. Türkiye dik durduğu zaman, üslerini Amerikan saldırganlığının hizmetine vermediği zaman, halkı müslüman olan ülkelerle barış ve işbirliği çerçevesinde etkili ilişkiler kurduğu zaman, yeni bir dünya vizyonu sunan D-8 projesine sahip çıkıtğı zaman; ABD bu kadar pervasız hareket edemeyecektir! Türkiye, Ortadoğu ve Kafkasları ABD saldırganlığına terk etmemelidir... AKP bunun vebalini ağır ödeyecektir.42 AKP’yi kendi içindeki ve Türkiye’deki kripto Yahudilerin de ABD’deki çok güvendiği Siyonistlerinde kurtaramayacağı tehlikeler beklemektedir. Muhterem S. Arif EMRE’nin tarihi tespitiyle: “Bize Verilen Görev, Kurtlar Sofrasına Garsonluk Etmektir.” Millî Görüşçüler olarak "Bizim hedefimizde, şerefimizde ileri olmalıdır." Bizim hedefimiz Türkiye'yi AB'ye veya ABD'ye uydu değil, lider ülke yapmaktır. Aleme nizam vermektir. Bu hedefe erişmek için, 54'üncü hükûmet zamanında, “kuvvet birlikten doğar” fikrinden hareketle (D8)'ler kurulmuştu. Bu kendi evimizi ve kendi dünyamızı kurmak anlamına gelir. Tıpkı vaktiyle Atatürk'ün, Sadabat Paktı'nı kurduğu gibi, Balkan paktını kurduğu gibi. Yani Atatürk Batı’ya uşak olmaya asla yanaşmamıştır. Zaman olmuş, batılıların haksız istekleri ve davranışları karşısında İnönü bile tahammül edememiş, "gerekirse yeni bir dünya kurulur, Türkiye o dünyada yerini alır" demek zorunda kalmıştı. Ülkemizin jeopolitik şartlarına uygun bulunan ve İslâm ülkelerinin gelişip kalkınmasına elverişli olan, ve 42 Dr. Abdullah Özkan 22 06 2004 / Milli Gazete 88 bizleri huzurlu ve onurlu bir geleceğe taşımayı amaçlayan politikaların temeli böyle atılmıştı. Büyük Ortadoğu Politikasına gelince: Bu proje, asla doymak bilmeyen batılı emperyalistlerin kurdukları bir" Kurtlar Sofrasıdır" ve büyük İsrail hayalinin bir provasıdır. Daha önceleri bu sofrayı tek başına ABD sahipleniyordu. Sonra yanına İngiltere'yi de aldı. Bu ikili kendilerini güçlü hissedince, Afganistan ve Irak'a saldırdı. Sırada petrolü ve tabii kaynakları zengin olan diğer İslâm ülkeleri de vardı. Fakat bu Donkişotluk kısa sürdü. Şanso Panso rolünü üstlenen İngiltere de, ABD gibi Irak'ta batağa saplandı. Ama bu aşamada işgalciler, NATO'yu ve G-8'leri de yanlarına alarak Kurtlar Sofrası'nı genişlettiler. Bu arada Türkiye gibi bir iki İslâm ülkesine de garsonluk görevini münasip gördüler. İçimizdeki kripto Yahudileri ve mason işbirlikçileri de bununla görevlendirdiler. Garsonluk görevi diyorum çünkü sizler de televizyonlarda izlediniz. Bu fark davetlilerin karşılanma töreninde bile kendini gösterdi. G-8'lerin patronlarının ayakları altına kırmızı halılar döşenirken ve bu beyler bando mızıka ile merasimlerle karşılanırken, bizim Başbakanımızı sadece büyükelçimiz Loğoğlu karşıladı. Bunların niyetleri kötü: Neden kötü? Çünkü gerçek maksatlarını gizliyorlar. “Biz barışçıyız, İslâm ülkelerine demokrasi ve özgürlük taşıyacağız. Zengin edip kalkındıracağız” gibi parlak vaadlerle kandırmak istiyorlar. Fakat bu hilenin altında İslâm ülkelerini sömürmeyi, Kurtlar Sofrası'nda kaynaklarını yağmalayıp bölüşülmeyi planlıyorlar. Kan dökerek katlederek, işkence ederek sindirmeyi amaçlıyorlar. Neden niyetleri kötü: Bush'un siyasi müşaviri Rise'ın da defalarca açıkladığı gibi, 22 İslâm ülkesinin, siyâsi haritalarını tamamen değiştirmeyi amaçlıyorlar. Bu ülkeleri bölüp parçalamayı ve sömürge yapmayı kafalarına koymuşlar… Niyetleri kötü: Çünkü G-8'ler kurulduğu tarihten beri, hersene toplanıyorlar. Her sene gündeme ekonomisi zayıf ülkelere yardım konusu alınıyor, ama hiçbir ülkeye zırnık vermiyorlar. Tam tersine ülkelerin kalkınmasını engellemek için her şeyi yapıyor ve IMF hortumuyla kanlarını emiyorlar. Niyetleri kötü, çünkü: Bush daha Afganistan işgalinden önce, “bu bir haçlı seferidir, bu savaş 10 seneden fazla sürecek”, diyerek ağzındaki baklayı çıkarmıştı. Bunların planları, topun ağzında olan ve terörist diye damgalanan ülkeleri, önce parçalayıp yutmak, geriye kalanları da kesim sırasını bekleyen koyunlar gibi büyük ortadoğu ağılında tutmaktır. Sırası geldiğinde, tıpkı Irak'ta yaptıkları gibi yalan ve sudan bahânelerle, onların da icabına bakmaktır... Niyetleri kötü çünkü: Bu işin odağında, ABD'yi de avucunun içine almış olan, fanatik siyonistlerle, fanatik evangelist hıristiyanlar vardır. Farklı ülkelerdeki kripto Yahudiler de bunların gönüllü ajanı ve suç ortağıdır. Bunların batıl inançlarına göre, Türkiye'yi de içine alan "Arzı Mevud"u, ele geçirmek, asıl amaçtır. Bu kör taassup üzerine, siyonist, evangelist, tek dünya imparatorluğunu kurmaktır. Geriye kalanlarını ise köleleştirmek politikaları var. “Hain havfli olur (korkar)” derler. Onun için bu projenin iki de bir adını değiştiriyorlar, İslâm ülkelerine ve diğer dünya ülkelerine kendilerini “koruyucu melek” gibi şirin gösterebilmek için, envai türlü oyunlara başvuruyorlar. Ne gariptir ki, “laiklik” konusunda mangalda kül bırakmayan bizim mutaassıp sivil ve asker jakobenler, Siyonistler, kabala şeriatı doğrultusunda, ülkemizin topraklarını da içine alacak şekilde batıl hurafelere bağlı bir istila hareketi başlattıkları halde onlara karşı ses çıkarmıyor, sus pus oluyorlar. Bizim tertemiz halkımızın, İslam’i ve insani talepleri söz konusu olunca, fitil fitil emdikleri sütü burunlarından getirerek, onlara "Öz vatanında esir, öz vatanında parya" muamelesi yapıyorlar. “Talebimiz şudur: Türkiye kesinlikle kendisine layık görülen, bu "Kurtlar sofrasında" garsonluk yapma görevini kabul etmemeli... Elinin tersi ile itmelidir. Milletimize yakışan; bütün politika imkanlarını seferber ederek D-8'lerin gelişmesine hız vermektir. Son yerel seçimlerin ortaya koyduğu rakamlar, Millî Görüş'ün yükselişe geçtiğini göstermektedir. Gün doğmadan neler doğacağı beklenmelidir. Allah'ın izniyle ve takdirin planladığı şekilde yeniden iktidara geleceğimiz kesindir. Türkiye'nin ve sömürüye karşı olan diğer devletlerin ağırlığını koyması ile dünya dengeleri değişecektir. Ülkemizi AB'ye veya ABD'ye uydu yapmak isteyen 89 hükûmetlerin devri tarihe gömülecek ve Türkiye bir daha Kurtlar Sofrası'na garson olmak gibi bir pozisyona düşmeyecektir.”43 Prof: Yalçın Küçük’ün, isimlerini ve soy kütüklerini tespit ve teşhir ettiği bazı kripto (gizli) Yahudiler, müsahit ve muttaki rolüyle, önce Milli Görüş’e girmişler, önemli mevkilere gelmişler, daha sonra da AKP’yi kurmak üzere çekip gitmişlerdir. Hala içimizde kalanlar ise, daha etkili ve tehlikelidir. Türkiye Cumhuriyetini bir siyon devleti olarak kurmak, ülkemizi ve milletimizi kendi hesaplarına kullanmak isteyen kripto Yahudilerin ve masonluk hakimiyetinin sinsi saltanatı yıkılmak üzeredir. Çünkü AKP, dış güçlerin ve işbirlikçilerin son hükümetidir. Kripto Yahudilerin (Sabataist Dönmelerin) Gizli Devleti: İşte Gerçek Kurtlar Vadisi: “BÜYÜK KLÜP” “Öncelikle aysbergin su yüzeyinde gözükenin Susurlukta belirginleşen mafya-siyasetçi-iş dünyası şeytan üçgeni olduğu artık cümlealemce biliniyor. Bu nedenle aysbergin görünmeyen dev kütlesinde yer alanları deşifre edeceğim. Derin Devlet-Derin Mafya-Derin Sebataycılar üçgeni ilişkisi hiç yazılmadı bugüne kadar. Eski İçişleri Bakanı Saadettin Tantan, eğer zorla istifa ettirilmesiydi ' Gümüşsuyu çetesi!' olarak simgelediği ' Büyük Klüp', yani ' Manevi Cihazlanma Teşkilatı'nı deşifre edecekti. (Ama maalesef, gücü ve gönlü yetmedi, gözü kesmedi) Gerçek Kurtlar Vadisi'nde; Sebataycıların yönetici, mafya konumundaki alttakilerin ise sadece günah keçisi ve sıradan işçi olduğunu pek az insan fark edebiliyor. Soner Yalçın ' Efendi' adlı kitabını boşyere yazmadı. Bu kitap; çifte dinle ve kimlikle yaşadıkları için su yüzüne bugüne kadar çıkamayan, ama bundan sonra deşifre olurlarsa hain, dönek damgası yemekten korkan ülkemizin gerçek yöneticileri Sebataycıların, Türkiye'nin AB'ne bağlanan umutlarıyla paralel olarak su yüzüne çıkma ve kendilerini aklama girişimidir. Bu vitrini hazırlamak Yalçın'ın deyimiyle ' dincilere' bırakılamazdı. Artık herkes onlardan saygı ve korku ile bahsetmeliydi; şapka çıkarmalıydı. Yalçın'ın gayretkeşliği bu yüzdendi. (ama ne olursa olsun, bu gizli ve kanserli yaraya parmak basıldı ve çıban deşildi.) “20. yüzyılda Yahudiler iki devlet kurdu biri Türkiye, diğeri İsrail'dir.” diyen Sebataycıların ülkemizde kurduğu gerçek Kurtlar Vadisi'ni okumaya hazır olun... Derin devlet konusunda 'Milli Stratejik Konsept' adlı bir kitap yazan ve Çevik Bir tarafından mahkemeye verilip beraat eden eski MİTci akademisyen, Doç. Dr. Nurallah Aydın'ın anlattıkları aslında 'off the record' idi. Artık yazmak zorundayım. 33. dereceden mason olan Süleyman Demirel'in en önemli özelliği MİT'de Aydın gibilerle sivil yapılanma kurabilmesiydi. Demirelle birlikte Aydın’da tasfiye edildi; zaten anlattıkları intikam içindi. Sebataycıların 'bizdendi' diye sahiplendiği Atatürk, mason localarını kapatmıştı ve komunist yapılanmalarına göz açtırmamıştı. Selanik'ten ülkemize getirdiği çoğunluğu yüksek eğitimli ve paralı Sebataycıların Türkiye cumhuriyeti ve inkilaplarının çekirdek kadrosu olduğu doğru bile olsa Atatürk'ün ucu dışarıda olan yapılanmalara soğuk yaklaştığı inkar edilemez. Zaten Türkiye'nin gerçek Kurtlar Vadisi, Atatürk'ün ölümünden sonra TL'ye resmini bastıracak kadar hoyratlaşan İsmet İnönü'nün hediyesidir. Eşi Mevhibe Sebataycıdır aynen Bülent Ecevit'in eşi Rahşan gibi. Sebataycı Yakup Kadri, Halide Edip, Fatih Rıfkı Atay, Ahmet Emin Yalman, Abdi İpekçiler’den bugüne geldiğimizde bu entellektüel misyonu taşıyan Orhan Pamuk gibi kalemler, bizi hep bizden uzaklaştırdı. Bir yandan kültürel yozlaşma bir yandan asıl güçlerini barındıran iş dünyasıyla ortaklaşa ülkemizi sömürdüler. Siyaseti onlar belirledi ve ek olarak medya-mafya-asker-bürokrat bağlantılarını kullanarak demokrasimizin acı tarihine düşen dört askeri darbeyi onlar fişekledi. Nurallah Aydın'ın dilinden işte müthiş gerçekler: Derin devlete alnı secdeye değeni almazlar. Hiyerarşik bir yapılanmaya sahip gizli örgütlenme 4000 kişiden oluşur. İş adamı, gazeteci, asker, akademisyen hepsi saygın güya laik Kemalist büyük bir gizli örgüttür. Askerler sanıldığı gibi Konsey'de çoğu zaman başkan değildir, üyedir. Emekli olduktan sonra büyük holdinglerde danışman sıfatıyla yüksek 43 Milli Gazete / 11 Haziran 2004 / S. ARİF EMRE 90 maaşa bağlananları araştırırsanız kimler olduğunu bulursunuz. ( Korkmaz Yiğit'in danışmanı Güven Erkaya ve Cavit Çağlar-Hayyam Garipoğlu'nun danışmanı Teoman Koman, Fenerbahçe Cumhuriyet'inden Atilla Kıyat gibi F.A.) Bu askerler TSK'yı temsil etmesede öyle görülür. Tüm MGK Genel Sekreterleri( Nuretin Ersin, Tuncer Kılıç gibi F.A.) ile derin devlet arasındaki askerler arasında direk ilişki olması düşündürücüdür. İlk defa Çevik Bir Genelkurmay 2. Başkanı olarak bu hiyerarşiyi bozdu ve başkanlığa adylığını koydu. 28 Şubatta aşırı çaba sarfetti. Esasen kararı verecek Konsey'in gizli başkanı Anadolu kaplanlarına savaş açan İstanbul dükalığının patronu, ülkemizin en zengin -Holdinginin sahibi Koç'tur.( Koçların yanısıra, Sabancı, son yıllarda Karamehmetler, Kamuran Çörtük, Uzanlar, Ayhan Şahenk- Doğuş Grubu, Eczacıbaşıoğlu, Ulusoylar Konseyde temsil edilir. F.A) 28 Şubat irticaya karşı mücadele değil İstanbul dükalığına karşı ekonomik mücadele başlatan Anadolu kaplanlarını kafese sokma darbesidir. 5000 şirketin önü yeşil sermaye diye kesilmiştir. Bu grupların gazeteleri, derin devletin 28 Şubat operasyonunda provakyonculuk yapmıştır. 28 Şubatla derin devlet, askerleri kullanarak Anadolu Kaplanı denilen ülkenin gerçek sahibi dindar kesimleri sindirmiş, Sebataycı sermayeyi rahatlatmıştır. Derin devletin liberal gazeteleri Hürriyet, Milliyet; sol eli Cumhuriyet, kirli tetikçi sol eli Aydınlık, kirli sağ eli ise, kendileri bilmese de Akit-Vakittir. Derin devletin gazetecileri tetikçilik yapar, ancak Uğur Mumcu gibi ileri gittiği için kalemi kırılanlarda olur. Bir dönem Sebataycı Güneri Civaoğlu parlatılır, bir dönem Ertuğrul Özkök, Emin Çölaşan, Fatih Altaylı tetikçilik yapar. 28 Şubat’da olduğu gibi bir dönem gelir Sebataycı Dinç Bilgin'in gazetesi Sabah'ın manşetlerini Sebataycı Çevik Bir, sabah veya öğle toplantılarına katılarak atar. Hürrüyet ve Akit'in bazı manşetleri aynı odaklarca ve aynı odada taraflarından hazırlanır; biri ortamı, diğeri tetiği çeker. Ülkücülere 1980 sonrası mafya görevi verilir ve yurtdışında suikastlar, darbeler ihale edilir. MİT'in derin adamları onları gizli operasyonlarda kullandığı için mutludur; ellerini sıcak sudan soğuk suya sokmayarak istihbarat yaparlar. Sebataycılar, hoşlanmadıkları Mehmet Eymür-Hiram Abbas ikilisinden aldıkları Mehmet Ağar- Şengal Atasağun ikilisine darbe ile devrederek yeni bir sayfa açarlar. Bu nedenle Susurluk'ta Abdullah Çatlı, daha sonra Yeşil tasfiye edilir; kullanılan eski tetikçiler Oral Çelik, Abdullah Argun artık yetim kalmıştır; vatanı için çalıştığını sanan zavallılar heyacanlı sonuçta hep kullanılarak paçavra gibi bir kenara atılmışlardır. Oysa bir dönem kara ticaret onlarla yürütülürdü, ancak nedense cepleri hep boştur. Mehmet Ağar, geleceğin parlayan gülüdür. Akademisyenlerde bu gruptadır, hata yapanın kalemi kırılır( Necip Hablemitoğlu gibi verilen görevde sapla samanı karıştıranların kalemi kırılır; düştüğü bataklıkta batar. F.A.) Konseye üye 'Derin Akademisyenler' Atatürk ve laikliğin arkasına saklanarak ülkenin gerçek sahiplerinin önünü irtica safsatası ile tıkarlar. Başörtüsü, YÖK, İmam Hatip krizleri bir şal gibi Konsey ve örgüt ortakları Sebataycı vurguncuların soygunlarını gündemden düşürür, üstünü örter. Ülkenin bankaları hortumlanırken gürültü çıkartırlar ve dikkatleri başka tarafa çekerler. Bankaları hortumlayanların çoğu Sebataycıdır ve derin devletin bilgisi dahilinde olmuştur. Eğer derin devletin “mafya kasası olan tefeci Yahudi Nesim Malki” öldürüldüğünde İsrail'in 2 milyar doları kaybolmamış olsaydı, Kurtlar Vadisi bu denli karışmayacaktı. (Demek ki, İsrail’ide oyuna getiren ve MOSSAD’ı şaşkına çeviren, bir milli derin cephe açılmıştı.) Mossad seri suikastlarla tahsilata başlamasa idi ne Türkbank skandalı ortaya çıkar, nede bankaların hortumlandığını kavrayabilirdik. Çakıcı-Yiğit-Mesut Yılmaz-Güneş Taner bağlantıları saçılırdı. Mossad, para derdine kendi ayağını vurmuştu. Bu ülkenin 50 milyar dolarını bankalarda batıranların arkasında gizli bir örgüt yapılanması aranmalıydı. Derin devletin haberi olmadan bu kadar soygun yapılamazdı. Bazılarına göre bu gizli örgütün adı Ergenekondur. Diğer tanımıyla NATO üyesi ülkelerde CIA tarafından kurdurulmuş “Gladio” dur. Yalnız tek farkı Mossad'ın katkılarıyla örgütlenme Sebataycı eksenli Masonik bir temelde gelişmişti. Çıkarları için sağ el veya sol el fark etmiyordu. Sağcı mafyaları da, solcu militanları da, bunlar kullanıyordu. Logosunun yanında 50 yıldır takiyye yaparak ' Türkiye Türklerindir' diyen, gazete medyadaki ana üsleriydi; dolayısıyla Koç Grubu'nun çıkarları Türkiye'nin çıkarlarından önce geliyor. Kemalizm ve laiklik oyuncaklarıyla Sebataycı örgütlenmeye karşı çıkanlar yok ediliyor veya sindiriliyor. Bir ahtapot gibi kolları olan bu örgütün ülkemizdeki yasal adı “CIRCLE D’ORIENT”- “Büyük Klüp.” 91 İngilizce isminde geçen “Circle” aynı zamanda Tapınakcıların yurtdışındaki yayın organının ismidir. Siyonizm, Sabataycılar ve Tapınak Şövelyeleri arasındaki gizli bağlantı; Siyonist Tapınağı Tarikatı'na kadar uzanır. Üstadı azamlarının ünvanı ' Denizci'dir. Güven Erkaya'nın bir dönem başkanlığını yürütmesi sadece eski Deniz Kuvvetleri Komutanı olmasından kaynaklanmamaktaydı. Emekli deniz oramiralı ve 12 Eylül sonrası başbakanlık yapan Bülent Ulusu, uzun süre Büyük Klüp'ün başkanlığını yürüttü, halen üyedir. Onun döneminde üye olan meşhurlar arasında babasından misyonu devralan Mehmet Ağar ve Beşiktaş'ın efsanevi başkanı Süleyman Seba sayılabilir. Seba, emekli olmadan önce MİT'in İstanbul Bölge Müdürüdür. Ünlü mafya babası Aladdin Çakıcı, Ulusu döneminde üye kabul edilir. Çakıcı, ülkenin en büyük uyuşturucu ve silah taciri Dündar Kılıç'ın damadıdır. Sebataycıların kullandığı mafya kolunu temsil etmektedir. Kara para onlardan sorulur. Hakkındaki onca delile rağmen beraat ettirilir. Çakıcı, bu ülkede devletin adamı olarak derin devlete çalışan en derin adamdır. Konuşursa alem karışır. Bu nedenle devlet eliyle kaçırılır. Sinan Engin sadece talimatı yerine getirmiştir. İngilizcesiyle "MORAL REARMAMENT-MR", Türkçesiyle "MANEVI CİHAZLANMA TEŞKİLATI" nın kökleri dışardadır. Tapınakcıların, zuhruna vesile oldukları Protestan mezhebinin bağlısı (Lutheryan) Amerikan Pastor’u Frank Buchman tarafından, 1929’da "Oxford Group" olarak tesis edilir. Buchman daha sonra, İngilterede EVANJELİK olur; yani Bush oğlu Bush’un, "Yeni Dünya Düzencileri"nin mezhebine duhul eder!.. Bu derneğin Türkiye şubesi Beyoglu’ndadır. Hatta oranın bir sokağında, "Asmalı Mescid vardır; aynı sokakta, "B’NAI B’RITH-AHDİN KARDEŞLERİ" teşkilatı, "FAKİRLERİ KORUMA DERNEĞİ" adı altında faaliyet göstermektedirler. İşte bu sokakta, "MANEVİ CİHAZLANMA TEŞKİLATI" da faaliyete başlar. "Toplum faydasına dernekler" listesinde olup, vergiden muaf ve üste "bütçe"den para da alan bu -bu ikiderneğin kurucu başkanu, -mini mini vali" Prof. Dr. FAHRETTİN KERİM GÖKAY'dır... 33. dereceden mason olan bu adamın, Göztepe-İstasyon durağındaki köşkü teşkilatın toplantı yeri idi; şimdi dikkat, bir başka toplantı yeri ise İSMAİL AĞAR’ın, Kadıköy’deki köşkü... Bu adam, 60 ihtilalinde idam edilen F. R. Zorlu’nun da akrabasıdır ve Ayasofya'nın Ortadoks ibadetine açılmasını istiyor. Yani sadeceHeybeliada'daki Ruhbani okulunun açılmasıyla istekleri son bulmayacaktır. Bu teşkilatın bir diğer üyesi ise, HAZIM ATIF KUYUCAK; bu adam, "Supreme Konsul'de Türküye Masonlarını temsil eden iki kişiden biri; diğeri de "Ceza"cı meşhur dönme Sahir Erman... Kuyucak, "Nur Locası"nın da Üstadı olan bir Mason; "Avrupa Birligi"nin "sevdalısı" biri... Celal Bayar, Vehbi Koç, Sakıp Sabancı, İ. Sabri Çağlayangil, bunun "altında" olan adamlar... Bu "Manevi Cihazlanma Teşkilatı"nın bütün üyeleri aynı zamanda 'Büyük Klüp'ün üyeleri... Bu BÜYÜK KLÜP’e kimler üye... Gündüz Kılıç, Bülent Ulusu, Cevher Özden (Banker Kastelli) Ali Rıza Çarmıklı, A. Emin Yalman, (Tek Dünya Fikrini Yayma Cemiyeti"ni dahi kurmuştur.), Ömer Çavuşoğlu, kardeşi- Nazlı Ilıcak ve kocası Kemal Ilıcak, Nejat Eczacıbaşı, Sabri Ruso, Duran Kalkan, (99’a kadar 13 sene başkanlığını yapmış), Çetin Emeç, Ahmet Fevzi Ellialtıoğlu (devşirme, babalarından biri Yeniçeri Ocağının "56. Ortası"na mensub), Sadettin Bilgiç, Gazanfer İlge, Atalay Coşkunoğlu, Yuda Leon Cukran, Mehmet Emin Karamehmetler, Ümit Aslan Utku, Nejat Tümer (emekli Oramiral), Enver Necdet Egeran (Muhteşem Salomon’a "Mason değildir" belgesi veren TPAO’nun yıllarca başında oturmuş adam) Başaran Ulusoy, Selçuk Maruflu, (ANAP’lı, "Arı Grubu", "Finans Klüp" ve "Mülkiyeliler Birliği" üyesi, DPT ve Eximbank’ta uzun süre çalıştı.) Raif Dinçkök, Adem Ceylan (meşhur Ceylan Holdingin "para işlerine" bakan üyesi, bu aile eski İstanbul Emniyet Mdr. Hasan Özdemir ile eski Mly. Bkn. Masum Türker’i parmaklarında oynatırlar ve "iş" takibi yaptırırlardı) Vehbi Koç, Sakıp Sabancı, Şerif Egeli vesaire... Hafızanızı tazeleyeyim, Büyük Külüp’ün ismi, "Susurluk" meselesinde de geçmiş, hatta Başkanı Duran Kalkan gizlice giderek ifade bile vermişti. Derin devletin iki Yalçın’ını (Küçük ve Soner’i) Sebataycılarla ilgili yazdıkları kitaplarda "maksatlı" bulmamın sebebi, "Geyik" muhabbeti ile kulaklarına üflenen malumatları "deve" yapmaları ve bu sayede de Kemalist Oligarşi’nin hayatta kalması için "saf müslüman avına" çıkmaları... “Bu ülkenin sahibi Sebataycılardır. Onlara rağmen her girişim başarısızlıkla sonuçlanacaktır.” diyerek aba altından sopa gösteriyorlar. 92 Büyük Külüp’ün 2003 tarihli yönetim listesini isteyenlere sunuyorum. Bunun temininde İstanbul Sevi’nin (Sandal’daki) katkısı mevcut, müteşekkirim. "BÜYÜK KÜLÜP" İDARI HEYETI YÖNETİM KURULU: BAŞKAN: DURAN AKBULUT Sanayici, GÜNDÜZ KAPTANOĞLU Armatör, Türk Armatörler Birliği Koop. Bşk., ERCAN TARGAY Bankacı, TEVFİK ALTINOK Hazine ve Dış Ticaret Eski Müsteşarı, M. OKAN OGUZ Sanayici, İhracatcı (TİM Eski Başkanı) RIDVAN KARTAL Avukat, Ekonomist, Armatör YAĞIZ DAĞLI Hukukcu, Uluslararası Av. Birliği Yön. Kur. Üy. ERGUN EREZ İnş. Müteahhidi, FERİDUN PEHLİVAN 19. ve 20. dönem Bursa Milletvekili, MEHMET ÖZCAN Sanayici NURİ BAYLAR İşadamı YEDEK UYELER: PERVİZ ZEKIOĞLU Sanayici, O. TAYLAN KENDİRLİ Ekonomist, ÇETİN YENTUR Bankacı, İNAN ŞEFKATLİOĞLU Sigortacı, HANDE YILMAZ İhracatcı, MURAT NUMAN ERDEM Ekonomist, NEVHAN GÜNDÜZ Işletmeci BALOTAJ KURULU: ALİ RIZA ÖZKAN Sanayici, METİN SELÇUK Bankacı, Halkbank Eski Gn. Md. Yard., AHMET MALAZ Sanayici, MEHMET SEREN DİNÇLER Avukat, AHMET BEDRİ İNCE Armatör, KOPTAGEL İLGÜN, Prof. Dr. Eski Başhekim SELCUK GÖKÇE, İhracatcı HASMET OLGAÇ, Kimya Mühendisi MELİH TAVUKCUOĞLU, Müteahhit RIZA DEDEHAYIR, İşadamı AHMET ÖZBİLGE, Yönetici ADEM CEYLAN, Sanayici MİSEL GÜLÇİCEK, Sanayici BURHAN SARGIN, İşadamı UGURMAN YELKENCİOĞLU Yönetici, Tofaş Eski Gen. Md. YEDEK ÜYELER: SERPİL BAĞRIAÇIK Ekonomist, COŞKUN BEKAR Gümruk Müşaviri, EMİR BERDUK MARSAN Yönetici, MEHMET G. GÜVEN Endüstri ve Kimya Mühendisi, ATİLLA TACİR Ekonomist DİSİPLİN KURULU: YEKTA GÜNGÖR ÖZDEN Anayasa Mahkemesi Eski Başkanı, NECIP KOCAYUSUFPAŞAOĞLU Prof. Dr. (Hukuk), NEZİH ISERI Emekli Amiral, Yuksek Muhendis NAZMI AKIMAN, Emekli Buyukelci AHMET SERPIL, Prof. Dr. Yeditepe Üniversitesi Rektörü EROL CİHAN, Prof. Dr. Av. SABİ RUSO, Avukat SEVGİ GÜMÜŞTEKİN, Avukat THY Genel Müdür Eski Muavini, TURGUT İÇTEN Yeminli Mali Müşavir, ERSİN ETİ Dr. Yüksek Mühendis, ERTUNA YAŞAR Avukat YEDEK ÜYELER: BESALET BARIM İşadamı, OKTAY ÖZCAN İthalat-İhracat, İSMAİL YILDIZ İşadamı, ZEKİ TANYERİ Sanayici, TEKİN AKMANSOY Sanatcı DENETLEME KURULU: HALİL GÜMÜŞ Yeminli Mali Müşavir, ALPER KUŞS İst. Eski Defterdarı, ENGİN BERKER Yeminli Mali Müşavir YEDEK ÜYELER: SİNAN KILIÇ Doktor, YİĞİT TAVUKCUOĞLU Ekonomist, ORHAN TUNCER İşadamı.44 Sabataycılık Konusunda Manevralar SABATAYCILIK konusu artık Türkiye’nin gündemine girmiş bulunmaktadır. Birtakım çevrelerin bundan rahatsız ve tedirgin olmalarını da çok tabiî karşılamak gerekir. Bu çevrelere mensup bazı kişiler ve kalemler şimdi Sabataycılık meselesini çarpıtmak, dejenere etmek için sinsice faaliyet ve propagandalara başlamışlardır. 1. Konuyu önemsiz gibi göstermek: “Evet çok eskiden yüz kadar Sabataycı aile vardı. Sonra bunlar büyük kütle içinde eridiler, yok oldular; artık şu anda Sabataycılık Mabataycılık diye bir şey yoktur. Bu yaygara tamamen gericilerin, siyasal İslâmcıların, fanatiklerin işidir...” Bu gibi laflarla gerçekleri örtüp gizlemek mümkün değildir. Ülkemizde, Bay Harry Ojalvo’nun dediği gibi bir buçuk milyon Sabataycı yaşamaktadır. Bunlar ülkeyi kontrolları altına almışlardır. Yalçın Küçük’ün Tekelistan, Sırlar, Şebeke, Tekeliyat 1, Tekeliyat 2 kitaplarını okuyanlar (onlardaki bazı bilgiler tashihe muhtaç da olsa) Türkiye’deki Sabataycı hakimiyet ve saltanatının boyutları hakkında fikir edinebilirler. “Sabataycı kalmamıştır, onlar eriyip bitmiştir” gibi iddialar gülünçtür, tamamen gerçek dışıdır. 2. “Herkesi Sabataycı olarak gösteriyorlar. Bu kadarı da olmaz...” Prof. Yalçın Küçük’ün dediği gibi Sabataycılık büyük bir buzdağı gibidir; bunun ancak onda biri, hatta yüzde biri suyun üzerindedir. Geri kalan 44 www.sonsaniye.net / 30 06 2004 / Faruk ASLAN 93 kısmı sırdır, karanlıktadır. Uzun müddet çalışılmalı, derin araştırmalar yapılmalıdır ki, bu konudaki gerçekler ortaya çıksın. Hal-i hazırda bir takım kimselerin Sabataycılığı henüz iddia safhasındadır. Bu konuda müsbit (isbat edici) deliller bulunmadıkça kesin konuşulamaz. İşte bazı Pembeler bundan istifade ederek zihinleri karıştırmak, bu kadarı da olmaz demek istiyorlar. 3. Sabataycılık konusunda öyle bir karışıklık, öyle bir şaşkınlık havası çıkartmak istiyorlar ki, herkes kendi kendine “Acaba ben de mi Sabataycıyım?” diye sorsun. 4. Yine zihinleri karıştırmak için, Sabataycı olmaları mümkün olmayan birtakım kimseleri Sabataycı olarak göstermek ve sonra da bütün iddiaların böyle olduğu havasını vermek. 5. İslâmî kesimdeki bazı yazarlar da, Sabataycıların ekmeğine yağ sürecek yayınlar yapıyor. Mesela şöyle diyorlar: “Efendim mademki, bunlar ‘Biz Müslümanız’ diyorlar, o halde hüsn-i zan etmemiz gerekir. Bu konuyu kurcalamak doğru değildir...” Garip mantık!.. Adamların iki kimlikli olduğu ilmî araştırmalarla kesin şekilde biliniyor. Adamlar, bir yandan biz de Müslümanız diyor, öte yandan İslâm’a ve Müslümanlara veryansın ediyor ve Müslümanların bu konuyu kurculamaması gerekiyor. Aman ne mantık ne mantık. Sabataycılıktan, Avdetîlikten, Dönmelikten İslâm’a gerçekten, sahiden olarak dönmüş olanlar bulunabilir. Bunlara bir şey denilemez. Lakin adam hem Müslümanım diyecek, hem de İslâm’a saldıracak, bu işin içinde bir bit yeniği olduğunu anlamak için kişinin dahi, süper zekâ mı olması gerekir. 6. Bazıları da Sabataycılıkla ilgili yayınların ve iddiaların ilmî olmadığını iddia ederek kafa karıştırmak istiyor. İlmî olmaktan kasıtları nedir? Bir konudaki bütün yazıların, iddiaların, bilgilerin mutlaka akademik araştırma seviyesinde, bol dip notlu, bibliyografyalı araştırma şeklinde olması gerekmez ki. İddia iddiadır. Gerçekler bazen halk lisanıyla yazılır. Milyonlarca vatandaşa ilmî araştırma üslubu ile hitap edilemez. Gerçeklerin dip notlu olup olmaması esası değiştirmez. Bir kısım araştırıcılar derin ilmî araştırma yaparlar, başkaları da onların araştırmalarından yararlanarak, anlaşılır ve basit bir üslupla gerçekleri anlatan basit ve popüler yazılar yazarlar. Türkiye’de çok güçlü, gizli, esrarlı bir Sabataycı lobi vardır. Bu lobi iki kimliklidir. Zahirde Müslüman ve Türk görünür. Asıl kimliği ise bir nevi Yahudi tarikatı olan Sabatay Sevi dinidir. Bunlar üç büyük aileye veya kabileye ayrılır: Karakaşlar, Yakubîler, Kapancılar. Kendilerine mahsus mezarlıkları vardır. Bunlar hakkında Avrupa’da “Son Dönmeler” adıyla dokümanter bir film çevrilmiştir. Bütün büyük ansiklopedilerde Sabataycılık maddesi bulunmaktadır. İsrailli profesör Scholem’in Sabatay Sevi hakkında bin sayfalık muazzam ve çok önemli bir ilmî araştırması yayınlanmıştır. Konu hakkında başka ciddî ve ilmî kitaplar ve araştırmalar da mevcuttur. Sabataycıların kendilerine mahsus, Sazan denilen din adamları vardır. Sabataycılar, istisnâi vak’alar dışında Müslümanlarla evlenmezler. Yakın tarihimizdeki bütün darbe, inkılap, ihtilal, değişim hareketlerini Sabataycılar yapmışlardır. Ülke rantlarının büyük kısmı Sabataycılar tarafından paylaşılır. Dışişleri Bakanlığı Sabataycıların en güçlü oldukları dairedir. Büyük medyada güçleri büyüktür. Bunca gerçek karşısında “Sabataycıları incelemek, bu konuda yayın yapmak ahlâka aykırıdır. Bir nevi antisemitizm yapmaktır...” gibi fikirler ileri sürenlere ne demeli? Onlardan bazıları benim dinime saldırırken anti-islâmizm yapmış olmuyorlar, ben onları incelerken antisemitizm yapmış oluyorum... Antisemitizm yapmak elbette doğru değildir. Ancak, antisemitizm başka şeydir, Sabataycıları incelemek, merak edip araştırmak, ne olduklarını anlamaya çalışmak başka şeydir. Profesör Yalçın Küçük, Sabataycılıkla ilgili birinci eserine Tekelistan adını koymuştur. Niçin? Çünkü bu 94 ülkede birtakım gizli, esrarlı, güçlü lobiler yaman bir tekel kurmuşlardır. Türkiye’de birtakım güçler demokrasiyi de, laikliği de, cumhuriyeti de kendi işlerine, kendi menfaatlerine uygun bir şekilde yorumlamaktadır. Bu gizli ve esrarlı güçler ülkemizin, devletimizin, toplumumuzun tarihî devamlılık çizgisine ve mecrasına oturmasını istemiyor. Onlar millî kimliği erozyona uğratıyor. Onlar Türkiye’deki topyekûn, genel, total buhranın sorumlusudur. Sabataycılar hakkında sorulması gereken ana suallerden biri de şudur: Sabataycılar niçin hukuk fakültelerinin ceza hukuku kürsüleriyle bu kadar yakından ilgileniyorlar, buralarda kadrolaşılıyorlar? Ceza hukukunu niçin bu kadar çok seviyorlar? 1950’li, 60’lı yıllar... Ceza Kanunumuzdaki 163. madde ile dindarlar üzerinde ağır baskılar yapılıyor. Risale-i Nur okuyan, dinî faaliyette bulunan, dinî yazı yazan nice vatandaş ağır ceza mahkemelerine veriliyor. Mahkeme yazının, konunun bilirkişiye havalesini uygun görüyor. Bilirkişiler mâlum... Rapor geliyor. “Yapılan tedkik sonunda yazının veya fiilin 163’üncü maddeyi ihlal ettiği ve suç işlendiği kanaatine varılmıştır...” Karar: “Sanığın şu kadar ağır hapis cezası ile cezalandırılmasına, hapis yattıktan sonra da şu şehirde şu kadar yıl sürgüne gönderilmesine...” Bendeniz 60’lı yıllarda 163’üncü maddeyi ihlal suçuyla ağır ceza mahkemelerinde çok süründüm. Yazdığım yazıların nicesi yüzünden mahkemeye verildim. Dosyalarda hep Pembe bilirkişilerin raporları vardı. Nihayet bir gün tepem attı. Bir yazımın altına şu mealde bir not koydum: “Bu yazıyı hiçbir Mason, Dönme, dinsiz, vicdansız bilirkişi inceleyemez...” Bu yazıdan da mahkemeye verildim. Savcı ifademi almak için çağırdı. Baktım dosyada şöyle bir bilirkişi yazısı yer alıyor: “Sanık, peşinen bilirkişiyi tahkir etmiş olduğundan istenilen incelemenin yapılması uygun görülmemiştir...” Şimdiye kadar defalarca yazdım, tekrar ediyorum: Tezelden çok ciddî, çok ilmî bir “Türkiye Sabataycılarını İnceleme Dergisi” çıkartılmalıdır. İlmî olacağı için senede iki veya dört defa çıksa yeter. Geniş hacimli olmalı, her sayısında on kadar konu çok derin, çok ciddî, çok seviyeli bir şekilde, kaynaklar, belgeler bildirilmek şartıyla incelenmelidir. Bunun yanında, halkı aydınlatmak için konuyla ilgili popüler kitaplar, broşürler, makaleler de yayınlanmalıdır. Bilgi ışıktır, bilgi güçtür. Yeter ki, gerçeğe hizmet edilsin.45 45 Milli Gazete / 24 07 2004 / M. Şevket. Eygi 95 BOP: ORTAK ZEMİN-ORTAK DİN VE ORTAK YEMİN İbrahim Karagül, çok önemli tespit ve tahlillerde bulunuyor: “Beyaz, Protestan ve Hıristiyan olup İsa'nın gelişini hazırlamaya çalışan, İslam'ı tek engel gören Hıristiyan/Yahudi koalisyonunun bize demokrasi ve özgürlük getirme gibi bir niyeti yok, olmayacak da. Onlar, kendilerine meydan okuduğuna inandıkları İslam'a karşı bir savaş yürütüyorlar. Bunu, bir yandan Felluce ve Ebu Gureyb'de yaptıkları gibi kıyım, yıkım ve aşağılama ile diğer yandan "sivil" projelerle bölgenin direnç noktalarını kırarak yürütüyorlar. Her ne kadar bu işgaller ABD'yi karşı nefreti beslese ve söz konusu projelerin etkisini kırıyor gibi görünse de, en az yirmi yıllık çalışmaların başarısız olacağı konusunda fazla emin olmamak gerekir. Hızla yayılan Evangelistler'in etkisinin zamanla Amerika sınırlarını aşıp Avrupa'ya da yayılması muhtemel. İslam dünyasına karşı kutsal savaş başlatanların tahmin edilenden daha fazla siyasi nüfuzu var. ABD yönetimi bizim için yeni bir "din inşası"na girişirken onlar işi "kutsal kitap" yazmaya kadar vardırdı. Turan Kışlakçı'nın hazırladığı ve bugün "BOP'un kutsal kitabı" başlığı ile yayınlanan haber varılan uç noktayı gözler önüne seriyor. Texas gibi Evangelistlerin merkezinde yayınlanan ve "üç dinin kitabı" olarak tanıtılan soytarılığa yakında yeni örnekler eklenecek. Kur'an ayetleri tahrif edildiği, surelerin isimlerinin kullanıldığı kitap, 20 dile çevrilip dağıtılacak. Körfez ülkelerinde ve Müslüman öğrencilerin okuduğu yabancı okullarda okutulduğu belirtilen kitabın önsözünde Üçüncü Dünya Savaşı'nın "İnsanlığa Hizmet İçin Dünyanın Birliği" adı altında yürütüleceği belirtiliyor. Tıpkı şimdiki savaş ve katliamların teröre karşı savaş, "demokratikleşme" ya da "özgürlük operasyonu" olarak pazarlandığı gibi. Kitapta, Müslüman coğrafyanın aslında Hıristiyan/Yahudi mirası olduğu vurgulanarak BOP kapsamına alınan bölgelere atıfta bulunuluyor. ABD'nin bu bölgedeki demokrasi operasyonunun 20 yıl içinde başarıya ulaşacağı farz edilerek, bu sürede bölgenin Hıristiyanlaşacağı gibi bir kehanette bulunuluyor. Belçika Roma Katolik Kilisesi Kardinali Godfreied Danneels'in İslam'ın sekülerleştirilmesini, aksi takdirde Avrupa ile bütünleşmesinin önlenmesini ve İslam içinde bir devrim yapılmasını öneren sözleri ile Bush yönetiminin ve Evangelistler'in projeleri ne kadar da birbirini tamamlıyor.”46 Ve Fetullah Gülen, Dinler arası diyalog kapsamında ve Moon tarikatıyla ilişkileri dolayısıyla, Siyonistlerin planladığı bu yeni “Ortak İnsanlık Dini”ne ve bu dinin (Türkçesi dinsizliğin) “ortak kitabı) nın hazırlanmasına sıcak bakıyormuş, hatta önemli katkılarda bulunmuş… Şimdi, kendilerine ait www.fgulen.com.tr sitesinde yayınlanan şu sözlerini birlikte okuyalım: “Bugün fakir olsak da, ekonomik durumumuz iyi olmasa da, bazı yönlerimiz itibarıyla Batı ülkelerinden çok geride bulunsak da, yine de bölgede itibarlı bir devletiz. Bir manada, bizimle beraber çalışan, bizim vasıtamızla o dünyaya da hükmedebilir. Hatalı yanlarımıza rağmen bölge ülkeleri nezdinde bir faikıyetimiz var. Eğer illa bir şey yapacaksak bu itibarı kullanmalıyız. Bölge insanlarının bize olan teveccühlerini değerlendirmeliyiz.” Bu sözlerin anlamı: Keşke Büyük Ortadoğu Projesini, dış güçler Türkiye’ye dikte edip, bizim bir planımız gibi İslam Alemine sunsaydık… Böylece Onları aldatmak daha kolay olurdu. Çünkü Türkiye’ye, İsrail’den ve ABD’den daha çok güveniyorlar!? Soru: BOP’u nasıl değerlendiriyorsunuz? F.Gülen: “Bu projeye aceleden “hayır” dememiz de çok yanlış olabilir. Kim bilir, büyük bir zararı önlemeye kalkmadığımızdan, bir yanlışı bertaraf etme teşebbüsünde bulunmadığımızdan dolayı hata etmiş de olabiliriz. Meseleye hemencecik “hayır” deyip kenara çekilmek de doğru bir şey değildir.” Peki, Dinler 46 Yeni Şafak / 30.11.2004 / İbrahim Karagül 96 arası diyalogun kurallarını biz mi koyduk. Soru: Orta Asya'nın kalkınması ve eğitimi için yaptığınız teşvikleriniz Ortadoğu için de geçerli midir? F.Gülen: Herhangi bir hareket ya da faaliyet ne kadar isabetli, ne kadar makbul ve ne kadar doğru olursa olsun, bence devlete sorulmadan hareket etmek ve teşebbüste bulunmak kat'iyen doğru değildir. Size göre çok isabetli de olsa, meseleyi yerli yerine tamamen oturmuş da görseniz, yine de devletin yetkili birimlerine sormadan yapmamalısınız. Orta Asya'ya açılım sürecinde de bu esasa uygun olarak davranılmıştır. Dönemin merhum Cumhurbaşkanı Turgut Özal Bey, onun ardından da Sayın Süleyman Demirel değişik ülke başkanlarına eğitim faaliyetlerini, müteşebbislerini tezkiye eden, yardımcı olmalarını isteyen onlarca mektup yazmışlardır. Bazı muhalefet edenler olmakla birlikte, genelde devletin yetkili makamları da “Biz bu hareketin desteklenmesi gerektiğine inanıyoruz. Bu arkadaşlarımız samimi ve hasbi insanlardır. Türk milletinin yararına hizmet ettikleri gibi sizin ülkenizin de faydasına hizmet edeceklerinden emin olabilirsiniz. Bunların temel felsefeleri insanlığa hizmettir” demişlerdir. Kuzey Irak gibi yerlerde askerlerimizin de ciddi destekleri olmuştur. Evet, ister Ortadoğu isterse de başka yerlerde, devletten “evet” tasdiki almadan bu türlü girişimlerde bulunmak doğru değildir. Devletimizi bazı hususlarda zor durumlara düşürmeme bakımından böyle davranmak şarttır. Bu gayretlerin isabetli mi, isabetsiz mi olduğunun her zaman münakaşası yapılabilir. Bu ayrı meseledir. Ama birileri bizi kendi gayeleri istikametinde figüre eder mi, edemez mi meselesine gelince; hayır, kat'iyen birilerinin hedef ve gayesine alet olmamız mümkün değildir. Kimse bizi alet olarak kullanamaz; kullanamaz çünkü kimseye diyet ödeme mecburiyetinde değiliz.” Peki, yurt dışındaki ve Türkiye’deki okulların çok zor olan diplomatik ve bürokratik engellerini kimler ve niye kaldırdı? Ve yine çok büyük ekonomik gereksinimlerinizi kim sağladı? Böylece Fetullah Gülen hem Demirel ve Özal gibi Masonik mahfillerin ve Kirli derin devletin adamı olduğunu ve dolayısıyla Süleyman Demirel’i, Turgut Özal’ı ve Tayyip Erdoğan’ı iktidara taşıyan ve karşılığında taşeron olarak kullanan Dış güçlerin, hain hedeflerine hizmette bulunduğunu itiraf ediyor!... “Hak Furkan” Hezeyanı! Avengelik (Siyonist Hıristiyan) çevrelerin, Bush yönetimini de özel desteği ile çok uzun yıllardır gizlilik ve titizlikle yürüttükleri şeytani bir çalışma bir çalışma sonucu “insanlığın ortak Dini” nin kutsal kitabı olarak “Hak Furkan”ı yüz binlerce bastırıp piyasaya sürdüler. İncil ve Tevrat’tan tahrif edilmiş bölümlerle, Kur’an ayetlerine benzetilen uyduruk cümleler bir araya getirilerek ve konu başlıklarına Kur’an surelerini çağrıştıran isimler verilerek Kutsak Kitabımızın bir ismi olan “Furkan” adı altında, Kur’anın alternatifi gibi gündeme getirdiler. Aytunç Altındal gibi uzmanların tarihi uyarıları: “Dinler arası diyalog diye bilinen Yahudi Hahamların, Papanın ve Hıristiyanlığın farklı mezheplerine bağlı papazların, Patrikhanenin ve Fetullah Gülen’in desteklediği oluşumu da bu “Hak Furkan” adı verilen şeytani düzmeceye öncülük ettiğini özellikle dile getirdiler.. Kuzey Irak’ta Kürdistanı Dfacto olarak (yani resmen değil ama fiilen) tanıyan AKP, şimdi İstanbul’un ortasında bir “Patrik devletini” de fiilen tanımış gibidir. Ekümenik (evrensel) Patrik Devleti bir din devletidir ve Hıristiyanlık şeriatına göre şekillenmektedir. Kızlarımızın başını kapatmasını ve İmam Hatipte okumasını “irtica hortladı. Laiklik çatladı” diye takdim edip tepinen tereslerin, Patrikhane Şeriat Devletine saygı ile yaklaşması ve tepkisiz kalması da, ibretle izlenmektedir. Ve daha da utandırıcı olanı, Kendi milletine şahin, ABD’ye serçe gibi davranan AKP’li M. Ali Şahin, bu sırada Amerika’ya uçup, “Ruhban okulunun geciktirilmesi ve Mehmet Elkatmış’ın “Irak’ta soykırım” sözleri nedeniyle, Siyonistlerden özür dilemektedir. Evet hidayeti kararanlar, hassasiyetini de yitirmektedir. 97 AB’den tarih isteyen “Türkiye’nin önce Kıbrıs Rum Devletini tanıması gerektiğini düşünüyorum” “Ben Ankara’dan sonra Kürdistan’a gidiyorum.(Güneydoğumuzu kastediyor) gibi küstahça açıklamalarının ödülü olarak, AKP hükümetince özel davet edilip TBMM’de konuşturulan AB parlamento başkanı Josef Borrel: “Güney Kıbrıs’ı tanımadan AB kapısının size açılacağını düşünmeyin” tehdidini, hem de Milletvekillerinin gözüne baka baka tekrar ettikten sonra tam Siyonist ağzıyla (ki kendisi Yahudi asıllıdır ve azılı bir İsrail taraftarıdır) 3 Aralık 2004 tarihindeki Meclis konuşmasında Dünya ülkeleri globalleşip birbirine yaklaştıkça, ortak bir kültür ve ortak bir kimlik oluşacak ve dünyanın barış içinde yönetilmesi kolaylaşacaktır. Şimdi sorun: Türkiye, bu küreselleşme ve Batı dünyası ile bütünleşme amacına hazır mıdır ve kararlımıdır? Gibi, resmen ve alenen, Türkiye’nin kendi asli kimlik ve kültüründen, İslami değer ve dinamiklerinden uzaklaşmadan, AB üyeliğinin ve Küreselleşme hevesinin ciddiye alınmayacağını vurgulamıştır. Ama bizim marazlı ve İslama garazlı medyamızın küfrü, yani bile bile gerçekleri örtüp gizlemesi sayesinde, aziz milletimiz bu gerçeklerden ve tehlikeli gelişmelerden habersiz bırakılıyor. Çarpıcı bir örnek olarak, bakınız bu millet, yüzde yüz yerli ilk otomobilinin, Erbakan Hoca tarafından yapıldığını, bu medya sayesinde tam 43 sene sonra ATO Başkanı Sinan Aygün’ün gayretiyle yeni öğrenmiş bulunuyor. Evet ilk Türk otomobili 1961 yılının 29 Ekim günü zamanın Devlet Başkanı Cemal Gürsel’e hediye edilmek üzere hazırlanmıştı. 4 silindirli ve 60 beygir gücünde motoru bulunan bu otomobilin 100 km’ye kadar sürat yaptığı, denemeler sonucu anlaşılmıştı. Devlet Başkanı Cemal Gürsel’e takdim edilen otomobil 50 mt gittikten sonra durmuştu. Daha sonra görevlilerin otomobilin deposuna benzin koymayı unuttukları anlaşılmıştı. Hatta Hoca hain rakiplerinin bunu kasıtlı olarak yaptığı da ortaya atılmıştır. Başta motoru olmak üzere bütün aksamı yerli olarak imal edilen bu otomobili yapan kişi ise Prof. Dr. Necmettin Erbakan’dı. Tam bu sırada Türkiye’ye gelen Rauf Denktaş’ın “Rumların ve Yunanistan’ın silahla ve savaşla bizden koparamadıkları Kıbrıs’ı şimdi, AB tuzağıyla elimizden almak istiyorlar… Bu oyunlara gelmek sonumuz olur” feryatları da maalesef duyulmamaktadır. Amerikan Beyaz Saray sözcüsü Richard Boucher Patrik davetine Hükümet yetkililerinin az sayıda katılmasına öfkelenip: “Bu durumu not ettiklerini” söyleyerek, ülkemize tehditler savurmaktadır. Soros, Edelman, Fener Rum Patriği ve Fetullah Gülen Bugünlerde pazarlık masasında Ukrayna var. Gürcistan'da tezgâhlanan oyun farklı bir versiyonla da olsa tarım, sanayi ve teknoloji alanında önemli özelliklere sahip olan bu 'sınır ülkesi'nde arz-ı endam ediyor. Ukrayna krizinde AB-ABD'nin birlikte eski gücüne kavuşmayı hedefleyen Rusya'yla karşı karşıya gelmesi, son birkaç yıldır uluslararası arenadaki 'yeni kutuplaşmaların test edilmesine de imkân tanıyor. Türkiye'de de Açık Toplum Enstitüsü adlı bir kuruluşla faaliyet gösteren 'Sivil darbe’lerin meşhur mimarı George Soros'un vakıflarının, Ukrayna'da yıllardır faaliyet gösterdikleri biliniyor. (Soros’la ABD Ankara Büyükelçisi Eric Edelman, Patrik Barthelemeos ve Fetullah Gülen ilişkileri de düşündürüyor) Irak Savaşı tipindeki eylemlerin Amerikan imparatorluk projesine zarar verdiğini düşünen Soros, Bush yönetimine muhalefetiyle tanınıyor. Seçimler öncesinde, Gürcistan'da kazanılan 'başarı'yla Irak 'bataklığını' karşılaştırarak eleştiriyordu yeni muhafazakârları. Dünyada birkaç milyon dolarla 'kotarılabilecek' sürüyle ülke varken Amerika niçin elini ateşe sokuyordu? İçerdeki bütün siyasi sürtüşmelere rağmen Amerikan yönetimi, Ukrayna'daki gelişmelere en üst düzeyde müdahil olmaktan çekinmedi. Bütün bu bilgilerin ışığı altında Ukrayna’da neler olup bitecek hep beraber bekleyip göreceğiz. Gürcistan’da iktidarı kendi elleriyle ABD’nin adamına teslim eden Putin’i çok zor günler beklemektedir. ABD ve AB resmen Putin’i hedef alarak Ukrayna’daki seçim sonuçlarını tanımadığını ilan etmiştir. Bakalım Putin bu resti görecek mi yoksa Gürcistan’da olduğu gibi büyük bir prestij kaybına mı uğrayacaktır? 47 Yeni Roma Patriği ve Edelman 47 Milli Gazete / 02 12 2004 / Necmettin Çakmak 98 Patrik’le, stratejik ortağımız ABD’nin arası çok iyi. Bunu Edelman’ın onuruna verilen bugünkü resepsiyondan anlamak zaten mümkün. Ama Patrikhane-Amerika ilişkisi sadece bununla sınırlı değil. Patrikhane’nin www.patriarchate.org isimli web sayfası Amerika’nın Newyork eyaletinde bulunan ABDYunan Ortodoks Cemaati tarafından hazırlanıyor. İstanbul’dan Constantinople diye bahsediliyor. Patrik Bartholemeos’tan da Constantinople Ecumenik Patrik ve Yeni Roma Patriği diye. Yani “New Roma Ecumenical Patriarch” Dikkatinizi çekmiştir mutlaka. Edelman’ın ABD büyükelçisi olarak atanmasından sonra ABD-Patrikhane ilişkileri daha bir hız kazandı. Bugünkü Resepsiyon Patrik himayesinde Edelman’ın onuruna veriliyor. Ama doğrusu gerçekte kim kimin hamisi o biraz karışık. Hatta Patrik’in uzun süredir ABD himayesinde olduğu açık. Ama dikkat çekici olan ABD-Patrik ilişkisinde Edelman boyutu. Edelman’ın ilk göreve başladığı günlerde “nasıl biri?” olduğunu yazmıştık. Sovyetler Birliği’nin çöküşünde Rusya’da, Kudüs’ün başkent ilan edilişinde İsrail’de, Varşova Paktı’nın çökmesinde Doğu Avrupa’da, Çekoslovakya’nın bölünmesinde Çekoslovakya’da Edelman bir şekilde görevde... Bartholemeos-Edelman dostluğu bu bilgilerle ayrıca dikkat çekicidir. Birileri İstanbul’da Vatikan benzeri Evrensel bir devlet kurma hesabı yaparken Başbakan’ın “Resepsiyona katılmayın” demesi ise ayrıca komik kalmaktadır. Oysa Mustafa Kemal İstanbul’a Kostantin denilmesini yasaklamış ve Meclis kararıyla adresinde Kostantin yazan mektup ve malzemeleri bile geri göndermişti!... Toplumu, tabanlarını ve teşkilatını yatıştırmaya yönelik cılız ve yararsız açıklamalar yapan Başbakan Erdoğan ve AK Partili Elkatmıs'ın Irak'taki katliamı kınamasını "bu sözler Türkiye-Amerika ilişkilerine zarar verir" diyerek cevap veren Edelman, simdi de Türk basınını tek taraflı yayın yapmakla suçladı. Edelman, Türk basınında yer alan Irak'la ilgili haberlerin tek yanlı olduğunu ve Felluce'de olup bitenlerle ilgili bütün manzarayı göstermediğini iddia etti. İnal Batu: Sömürge Valisi gibi… TBMM Dışsisleri Komisyonu üyesi, Eski Büyükelçi ve Ankara Milletvekili İnal Batu, ABD Büyükelçisi Eric Edelman'ı "sömürge valisi" olarak tanımladı. Edelman'ın, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın, Felluce'de ölenler için yüzlerce şehit tanımını kullanmasından rahatsız olmasına tepki gösteren Batu, "Ben de yıllarca büyükelçilik yaptım. Büyükelçiler devlet memurudur, kendilerine verilen talimatı yerine getirirler, önemli olan Amerikan politikasının yanlışlığıdır. Büyükelçinin Başbakan’ı eleştirmesi kesinlikle yanlıştır. Büyükelçinin görevi, görevli olduğu ülke ile kendi ülkesi arasındaki ilişkileri geliştirmektir. Bir sömürge valisi gibi hareket etmek değil. Amerikalılar önce kendilerini eleştirsinler. Amerika, çok büyük nefret topluyor. Irak'a müdahalenin özü ve hareket noktası yanlış. Haksız gerekçelerle ve uluslararası hukuku çiğneyerek Irak'ı işgal ederseniz, bataklığa saplanırsınız. Bu bataklığa batarsınız. Bugün Amerika'nın Irak'ta basına gelen budur. Amerikalılar herkese gücenmesinler, kendi özeleştirisini yapsınlar" dedi. Batu, ABD Büyükelçisi’nin Mehmet Elkaltmıs'ın, "ABD işgalinin, benzeri daha önce yaşanmamış bir soykırım ve barbarlığa dönüştü" seklindeki sözlerinin Türkiye-Amerika ilişkilerinin zarar göreceğini iddia ettiğini hatırlattı. Batu, "Türkiye ve Amerikan ilişkilerinin zarar görmesinin nedeni Sayın Erdoğan ve Sayın Elkaltmıs'ın ağlamaları değil, Amerika'nın genelde Irak'ta ve özelde de Felluce'de giriştiği son derece insanlık dışı eylemlerdir. Amerika Irak'ta katliam gerçekleştiriyor. Savaş hukuku ayaklar altına alınmıştır" diye konuştu. Eric Edelman'ın, "Türk basınında yer alan bazı haberlerin tek yanlı olduğu ve Felluce'de olup bitenlerle ilgili bütün manzarayı göstermediğine" yönelik açıklamasını değerlendiren- Batu, "Bu haksız eleştiri... 99 Amerika'nın kendi başarını ve kamuoyunda dahi Irak politikalarına karsı yayınlar yapılıyor" dedi. 48 Bu işler hep böyle olur Fener Rum Patriği Bartholemeos, “ekümeniklik” için, “Bu siyasi değil tarihi bir unvandır” diyerek kendini savunmaktadır: Külliyen yalan söylüyor!.. Çünkü “ekümeniklik” hem “tarihi” hem de “siyasi” bir unvandır. Bartholomeos’u destekleyen AB üyesi ülkeler ve ABD’nin asıl amacı da bu “tarihi” ve “siyasi” gücü elle tutulur hale getirerek Bizans’ı hortlatmak ve İstanbul’da Vatikan tipi bir devleti kurmaktır. Eğer patrik ekümenik sıfatını alırsa Türkiye, bir daha asla patrikhaneye müdahalede bulunamayacaktır. Bunun için Bartholomeos’un masum gözüken bu isteği Türkiye için tehdit oluşturmaktadır. Önce; Lozan’la da sabit olduğu gibi Türkiye Cumhuriyeti’nin vermediği bir unvanı kullanamaya kalkması bir başkaldırıdır. Kaldı ki, bu ülkede profesör olma unvanını almak için bile Bakanlar Kurulu kararı gerekir!.. Ve tabii, patrik efendinin istekleri bununla sınırlı kalmayacaktır! Nerde!.. Hep birlikte göreceğiz, eğer patrik ekümenik ünvanını alsın ertesi gün kalkıp toprak isteyecek. Zaten asıl hedefleri de bu değimlidir? Bartholomeos’un ekümenik olma sevdasını destekleyenler de iyice azıttı bugünlerde... Ancak, suçun hepsini onlara yüklemeyelim. Çünkü AKP iktidarı bugüne kadar devlet başkanı muamelesi gösterildi, özel uçaklarla seyahat etmesine ve A protokolde yer almasına göz yumuldu. Kimler tarafından? Ve hangi diyet borçları ve dayatmalar karşılığında?! Elbette ki bu patrik haddini bilmeyecek... Bakın bir örnek: Ertuğrul Özkök yazdı; Tansu Çiller’in başbakanlığı döneminde İstanbul, olimpiyatlar için aday olur. Çiller, Türkiye’nin başvurusunu kuvvetlendirmek için Fener Patriği, Hahambaşı ve Ermeni Patriği’nden birer mektup ister. Fener Patriği’de o mektubu “ekümenik” sıfatı ile imzalar ve gerekli yerlere gönderir. Peki, Çiller mektubun altındaki bu imzayı, bu sıfatı görünce ne yapar? Hiçbir şey!.. Gıkını bile çıkarmaz... Peki, patriği gıdıklayan diğerleri... Onlar, yani AB ve ABD... ABD Dışişleri Bakanlığı sözcüsü Richard Boucher’in şu sözlerine dikkat kesilin: “Uzun süredir biz patriği ekümenik, yani Türkiye içinde ve dışında pek çok kişinin dini lideri olarak kabul ediyoruz.” Ardından... Abdullah Gül’ü ziyaret eden ABD Ortodoks Cemaati Lideri Dr. Antony Limberakis’in sözleri: “Ruhban Okulu’nun 33 yıldır kapalı olması endişe verici. Binlerce malımıza Türk hükümeti tarafından el konuldu. Ekümenik Partikhane 3 milyon Ortodoks’un lideri. Onun için seçimi uyruk esasına göre değil herhangi bir ülkenin inanç esasına göre yapılmalı ve hükümet müdahalesinden uzak olmalı.” Bu iş hep böyle oluyor. AB ile her ilerleme raporu ve onların her istekleri ile biraz sarsılıyoruz. Sonra birileri görevlerini yapıyor ortamı yumuşatıyor ve biz AB masallarıyla uyumaya devam ediyoruz. Son durumu özetleyeyim; 17 Aralık’taki Zirve’de bir müzakere tarihi verecekler. Vermemeleri artık ayıp olur, hem de Türkiye’yi başka istikametlere gitmesin diye kendi oltaları ucunda tutmak isterler. Bizimkilerin avam deyimiyle “gargaraya getirmek” istedikleri veya akıllarınca “sıtmayı gösterip, vereme alıştırmak istedikleri” salt gerçek şu; asıl tuzaklar dayatmalar on-onbeş yıl sürecek sürüngenlikte başlayacak.. Gene teyit etmişler; bu sürecin ucu da içi de açık…49 Bizansın Kutsal Emanetleri İstanbul’a: Son aylarda öyle gelişmeler yaşanıyor ki, bu gelişmelere ne yetişmek mümkün, ne de akıl sır erdirmek. Daha bir işin ne olduğunu anlamadan, başka işler oluyor. Hem de birden fazla. İşte bu işlerden, 48 49 Vakit / 30 11 2004 Milli Gazete / 04 12 2004 / Necmettin Çakmak 100 gelişmelerden sadece bir tanesi: Fener Rum Patriğinin “ekümenik” sıfatını yazılı (resmi) olarak kullanmaya başladığı şu günlerde, çok önemli bir şey oldu. Sekiz yüz yıldır Vatikan’da bulunan ve Ortodoks dünyasına ait olduğu söylenen “kutsal emanetler”, İstanbul’a, yani Fener Rum Patrikhanesine geri verildi. Bu önemli gelişme, bizim medyamızda ya hiç görülmedi ya da “Hıristiyanlığın iki mezhebi arasındaki küslük sona erdi” gibi masum bir başlıkla geçiştirildi. Söz konusu kutsal emanetlerin hikâyesi kısaca şu: Haçlılar, 1204 yılında İstanbul’u işgal ederler ve Bizans hanedanını tahtan indirip Latin İmparatorluğunu kurarlar. Bu imparatorluk, 57 yıl sonra Bizanslılar tarafından yıkılır. Ve Haçlılar, ülkelerine geri dönerken, İstanbul’da (Kostantinapolis) bulunan bazı kutsal emanetleri yanlarında götürürler. Mesela, Ortodoks dünyasının ünlü azizleri Gregor Nizaianzen ve John Hrissostom’un kemiklerini. İki gün önce, Fener Rum Patrikhanesinde, bu emanetlerin geri gelmesinden dolayı büyükçe bir kutlama ayini yapıldı. Ayine, Yunanistan’dan bile devlet büyükleri geldi. Sekiz yüz yıldır Vatikan’da bulunan bu emanetlerin, Türkiye Cumhuriyeti Hükümetinin Avrupa Birliğine girmek uğruna taviz üstüne taviz verdiği, Müslüman Türk milletinin bin yıllık politikasının değişmeye başladığı bir döneme denk gelmesi; hiç de masum görünmüyor. Hatta, planlı programlı bir gelişme olarak görünüyor. Demek ki, genelde Hıristiyanlar, özelde Ortodokslar için artık “işler yoluna” girdi; korkacak, çekinecek, endişe edilecek bir şey kalmadı. Artık güven içindeler. Bu olayı, bizim kutsal emanetlerimizden yola çıkıp yorumlamak, eminim daha sağlıklı olacaktır. İstanbul Topkapı Sarayında, Peygamber Efendimize ve dinimizin büyüklerine ait kutsal emanetler var. Bu emanetleri, Yavuz Sultan Selim Han, Mısır seferi dönüşünde, hilafetle birlikte getirmişti. Şimdi, bu emanetlerin geri verilmesi, ait olduğu yere gitmesi söz konusu olsa, akla gelen yerler ya Mısır’dır ya Mekke. Emanetlerin bu iki beldeye gitmesinde bir sakınca yoktur, çünkü buralar İslam beldeleridir. Ama bu emanetlerin Hollanda veya Almanya’da olmasında sakınca vardır, çünkü oralar İslam beldeleri değildir. Şimdi, akla şu soru gelebilir: Ortodoks dünyasına ait olan emanetlerin asıl yeri zaten İstanbul’du. Dolayısıyla, bu emanetlerin İstanbul’a geri gelmesinde ne sakınca olabilir? Açıklayayım: Mısır ve Mekke hâlâ İslam beldesidir, fakat İstanbul Hıristiyan beldesi değildir. İşte asıl tehlike de buradan kaynaklanıyor. Demek ki Hıristiyanlar, artık İstanbul’u İslam beldesi olarak değil, kendi beldeleri olarak görüyorlar. Birileri onlara, bu imkanı, bu bakış açısını tanımış. Bugün emanetleri geri getirenler, yarın başka şeyleri geri getirmeye çalışmazlar mı? Bence, olması gereken şudur: Vatikan’da bulunan ve Hıristiyan büyüklerine ait olan kemiklerin İstanbul’a geri gelmesi yerine, eğer hâlâ varsa, İstanbul’daki kemiklerin de Vatikan’a gönderilmesidir. Türkler Balkanları kaybedip çekildikten sonra, oralarda yatan mühim şahsiyetlerin mezarlarını açmışlar ve kemiklerini İstanbul’a, Anadolu’ya getirip gömmüşlerdir. Hatta ve hatta, Osmanlı’ya isyan eden ve binlerce masum Müslümanın ölümüne neden olan Şeyh Bedreddin’in kemikleri bile İstanbul’a getirilmiştir. Demek ki Hıristiyanlar, İstanbul’u kaybettiklerini düşünmüyorlar. Demek ki birileri, onlara böyle düşünme cesareti veriyor.50 Nasıl gittiğiniz kadar nereye gittiğiniz de önemli Alevileri azınlık saymamızı isteyen Avrupa Parlamentosu küstahlığını daha da ileri götürerek Alevilerle Ortodoks Hıristiyanları aynı kefede değerlendirmesini Türkiye’ye dayatıyor. İktidardakilerin esip gürlemesine, “Bunların hepsini değiştirteceğiz” demelerine bakmayın. Artık tecrübelerle sabit olmuştur ki, değiştirtseler bile lehimize değil aleyhimize değiştirtirler. Sonra neyi değiştirtecekler? Türkiye’nin Kıbrıs Rumlarını devlet olarak tanıma teklifini mi? Buna ancak gülünür. Bu gerçekleştirileli bir yıl oluyor. KKTC’yi kendi elleriyle boğdular. Rum’u kendi elleriyle dirilttiler. 50 Milli Gazete / 02 12 2004 / İ. Tenekeci 101 Rumlarla gümrük birliğini kendi imzalarıyla gerçekleştirdiler. Yarın bir gün yaptıklarını anlatmak, eksik bıraktıkları için yeni talimatlar almak için karşısında esas duruşa geçecekleri unsurlardan biri de Kıbrıs Rumları değil mi? Hatta girmek için can attıkları Hıristiyan Birliği’ne girişleri, o, “Merak etmeyin tanımayız” dedikleri “Rum Devleti”nin imzasına bağlı değil mi? Zaten Başbakan’ın kendisi “Kıbrıs’ta verecek daha ne kaldı?” diye sormuyor mu? Bu işin sadece bir ayrıntısı. Sırada daha başkaları var. Kürtlerin azınlık olarak tanınmasından, Ermenistan’ın isteklerine kadar, İstanbul’un özel statüsünden Güneydoğu’nun uluslararası bir komisyona devredilmesine kadar bir yığın hayati mesele… Gerine gerine anlattıkları şey AB üyeliği için ABD’nin desteğini aldıkları. Bu, eşkıyadan kaçarken eşkıyaya yakalanmak gibi bir şey. Çünkü ABD, Avrupa’dan da önce istiyor Türkiye’nin bölünüp parçalanmasını. Daha yeni büyükelçisi, vereceği bir balonun davetiyelerini “Ekümenlik Patrik Bartholomeos’un himayesinde...” diye bastırıp dağıttı. Yazık ki Türkiye’yi yönetenlerin böyle bir vahim aykırılık karşısındaki tek tepkileri emirleri altındaki kamu personeline “bu davete katılmamalarını” emretmekten ibaret.. Artık uyanın! Gittiğiniz yerin nasıl bir cehennem kuyusu olduğunu fark edin. ABD’nin ve Avrupa’nın el ele vererek sizlerin BOP, bizim ısrarla BİP dediğimiz Siyonist proje için adım adım ilerlediğini görün; bu projede sadece size değil, hiçbir İslam ülkesine yer olmadığını anlayın artık. Gazi Üniversitesi Öğretim Üyesi Nurullah Aydın’dan Theodor Herzl’in anılmasına tepki… Ve tarihi itiraflar: Skandal toplantı Gazi Üniversitesi Öğretim Üyesi Nurullah Aydın, İsrail Büyükelçiliği tarafından Ankara’da düzenlenen Siyonistlerin Lideri Teodor Herzl’in anma törenine dikkat edilmesi gerektiğini belirtti. 6 Aralıkta Ankara’da Milli Kütüphane’de düzenlenen bir törenle anılacak olan kişinin; dünyanın çeşitli yerlerine dağılmış bulunan Yahudileri bir araya getirerek Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılmasının ve İsrail Devleti’nin kurulmasının fikir ve aksiyon babası Teodor Herzl olduğunu hatırlatan Aydın, önce Yahudilerin 1997’de Büyük İsrail Projesinin gerçekleştirilmesi toplantısına Milli Görüş Lideri Erbakan’ın engel olduğunu belirtti. Teodor Herzl’in 1897’de İşviçre’nin Basel Kentinde düzenlediği Siyonist Kongre’yle İsrail devletini kurma planlarını başlattığı ve belirli bir takvim içerisinde bunu uygulamaya koyduğuna dikkat çeken Nurullah Aydın, kongreyi takip eden 50 yıl içerisinde Filistin toprakları üzerinde İsrail Devleti’nin kurulmasının belirlendiğini, 100’üncü yılında ise Nil’den Fırat’a Arz-ı Mev’ud’u kurmayı hedeflediklerinin bütün dünya kamuoyu tarafından bilindiğini kaydetti. Bu plana göre 1997 yılında Büyük İsrail Devleti’nin nüfuz alanlarının şekillendirilmesi gerektiğini, bunun için yapılacak olan kongrenin ve Türkiye toprakları üzerinde uygulanacak olan planın Refah-Yol hükümetinin Başbakanı ve Milli Görüş Lideri Prof. Dr. Necmettin Erbakan tarafından engellendiğini dile getiren Aydın, “1897 yılında İsviçre’nin Basel kentinde ekonomik ve siyasi etkileri yükselen Yahudiler yan kuruluş olan Masonik yapılanmanın da etkisiyle Siyonist kongreyi topladılar. 50 yıl içinde Filistin’de devlet kurmayı, 100’ncü yılda ise Nil’den Fırat’a Arz-ı Mev’ud’u gerçek kılmayı planlamışlardı. 50 yıl sonra 1948’de İsrail devletini kurdular. 1997’de ise Büyük İsrail Devleti’nin nüfuz alanlarını şekillendireceklerdi. Yahudilerin İkinci Yahudi Devleti diye de tanımladıkları Türkiye Cumhuriyeti Devletine ilişkin projeleri iktidara gelen Necmettin Erbakan’ın D-8’ler projesiyle akim bırakıldı” dedi. Yahudilerin bu projelerinin akamete uğraması sonrasında hedeflerine ulaşabilmek için dünyanın her yerini kana buladıklarını ve planlarının yürüyebilmesi için ABD ile İngiltere’yi taşeron olarak kullandıklarını belirten Nurullah Aydın, Siyonistlerin Türkiye üzerinde oynamak istedikleri oyunlara karşı hassas ve uyanık olunması gerektiğini kaydetti. Türk tarihinin emsalsiz liderleri dururken milletimiz tarafından hiç bilinmeyen Teodor Herzl’in Türkiye’nin Başkenti Ankara’da Milli Kütüphanede İsrail Büyükelçiliği’nin organize ettiği bir törenle anılmasının çok manidar olduğunu ve dikkat edilmesi gerektiğini önemle vurgulayan Gazi Üniversitesi Öğretim Üyesi Nurullah Aydın, “100’üncü yıl projelerinin Erbakan tarafından akamete uğratılmasından sonra 102 Siyonizm Büyük İsrail Projesi’ni ABD ve İngiltere eliyle uygulamaya çalışmaktadır. Teodor Herzl’in siyonizmi siyasi anlamda sistemleştirmesine paralel olarak Avrupa ve Amerika’daki Yahudiler, Bilderberg gurubunu, İllimunate grubunu, Dış İlişkiler Konseyini, Rotary ve Lions örgütlerini de kurdular. Böylece tüm dünyada örgütlenen bu Siyonist yan kuruluşlar ülkelerin gerek ekonomi, gerek üniversiteler, gerek medya ve gerekse siyasi yapılanmalarında etkin konuma geldiler. Herzl’in attığı tohum dünyanın her yerinde yeşermiş, büyümüş, dal budak salmıştır. İnsanımızın oynanan oyunlara, düzenlenen entrikalara, fitne ve fesat merkezlerine, yanıltıcı dezenformasyon amaçlı haberlere karşı uyanık olmaları zorunludur. Türk tarihinin emsalsiz liderleri olan Ortadoğu birliğini yüzyıllarca sağlayan kişilere yönelik Ankara’da herhangi bir kutlama yapılmazken Osmanlı’nın yıkılmasına, Ortadoğu’nun parçalanmasına, Ortadoğu halklarının kan, gözyaşı ve yıkım yaşamasına neden olan Teodor Herzl’in Ankara’da, Türk devletinin başkentinde anılmasını esefle karşılıyorum” diyerek milletimizin uyanık olması gerektiğini söyledi. Halkımızın bizden olmadığı halde bizdenmiş gibi görünen idarecilere karşı da çok dikkatli olması gerektiğini belirten Nurullah Aydın, “Müslümanların özellikle dikkat etmesi gereken bir diğer konu ise şudur: İslami kimlikli, gizli din değiştiren, makam ve ünvan için gizli mahfillere üye olan ama ‘ben sizinleyim’ diyen dönmeleri iyi tanımamız gerekir. İslam dünyası ve ülkemiz ne çekmişse bunlardan çekmiştir. Oynanan oyunlara karşı son derece duyarlı ve uyanık olmak, kişilerin önceki çizgileri yerine son söz ve davranışlarına göre değerlendirme yapılması gerekir kanaatindeyim. Hz. Ömer’in İslam’la müşerref olması ile geçmiş tüm hayatını yok sayması gibi bugün de ülkeyi yönetenler içerisinde ‘Biz değiştik, geçmişle bağımız yok’ demekte ve Kur’an’daki ‘Hıristiyan ve Yahudileri dost edinmeyin her kim onları dost edinirse onlardandır’ ayetine aykırı şekilde Avrupalı liderleri sürekli dostlar diye tanımlamakta olan ve Irak’ta binlerce Müslüman’ın kanını döken vahşi Amerikalıların başarılı olmaları için dua eden tiplere dikkat etmeleri gerekir” şeklindeki çok önemli tespit ve tenkitlerini dile getirdi. Osmanlı’yı Yıkan Siyonist Lider Herzl’in Ruhu, Şimdi Türkiye Cumhuriyeti’ni Yıkmak Üzere Ankara’da! Siyonizmin devlet olmasının fikir babası ünlü Siyonist Teodor Herzl, bundan yaklaşık 150 yıl önce Osmanlı’nın payitahtına, başkentine geldi. Maksadı, yeryüzünün her yanına dağılmış Siyonistleri yeniden örgütlü bir güç haline getirerek onları bir devlete kavuşturmaktı. Cennet mekân Sultan Abdulhamit’ten masum (!) bir istekte bulunuyordu: “Efendimiz, yeryüzünün çeşitli yerlerinde bulunan Yahudi kullarınız için sizden Filistin’de bir çiftlik kuracak kadar toprak istiyoruz. Size bunun karşılığında yüce imparatorluğunuzun bütün dış borçlarını ödemeyi teklif ediyoruz.” Uzak görüşlülüğüyle meşhur padişah, “Size Filistin toprakları üzerinde bir kurabiye büyüklüğünde dahi yer vermem” diyerek Teodor Herzl’i huzurundan kovdu. Onların bu masum (!) çiftlik isteklerinin arka planını bugün yeryüzünde bilmeyen yoktur. Herzl’in kovuluşunun akabinde, 1897 yılında İsviçre’nin Basel kentinde, yine onun başkanlığında toplandılar. Madem Sultanhamid’i ikna edemiyorlar, öyleyse onu devirmeleri gerekiyordu. Osmanlı’yı ikna edemiyorlarsa Onu da yıkacaklardı. Siyonist kongrede bundan başka kararlar da alındı. Bu kararların birinci adımı “İlk 50 yıl içinde Filistin’de bir Yahudi devletinin kurulması” idi. İkinci elli yıl içerisinde ise onların “Nil’den Fırat’a kadar” diye tarif ettikleri, kitaplarının arz-ı mevud diye adlandırdığı yerleri İsrail devletinin tabi sınırları yapmaktı. Bu söylediklerimizle ilgili olarak bugün hiç kimsenin ne tereddütü, ne de itirazı var. Biz burada ilk kongreyi yaptıkları tarihin üzerinden geçen 107 yıl içinde siyonistlerin neler yaptıklarını, dünyayı nasıl iki kez bütünüyle yakıp yıktıklarını ve bugün hala yakıp yıkmaya devam ettiklerini tek tek sıralayacak değiliz. Bizim esas yapmak istediğimiz şey, Teodor Herzl’in 150 yıla yakın bir aradan sonra, bir kez daha bizim başkentimize neden geldiği sorusuna cevap aramak. Önceki gün İsrail elçiliğinin düzenlediği toplantıda bildiğimize göre Teodor Herzl anıldı. Sanıyoruz, elçi 103 onun hatırası önünde esas duruşa geçip şöyle bir tekmil vermiştir: “Ey büyük siyonist, senin proje ve öngörülerin doğrultusunda bugün arz-ı mevud sınırlarını tabi ve resmi sınırımız olarak açıklayamıyoruz ama rahat uyu; öngördüğün sınırlardan çok daha genişini emrimiz ve nüfuzumuz altında bulunduruyoruz.” Bunu sadece tahmin ediyoruz. Türkiye’deki iktidar ne yapıyor? Onlar da ülkemizin dört bir yanında “hoşgörü ve diyalog” kılıfıyla harıl harıl havra ve sinegog açıyorlar. Bütün ihtişamıyla siyon yıldızını ve haçı en tepelere yerleştirirken, onların koltuğunun altına da adına cami dedikleri bir garabet örneğini sıkıştırmaya çalışıyorlar. Bu söylediğimiz ise bir tahmin değil, haftada bir iki kez televizyon ekranlarından izlemek zorunda kaldığımız reel olaylar.51 Sonuç: Bu uğursuz zihniyet ve bu şuursuz hükümet yıkılmazsa, Türkiye yıkılacak! Cennetmekân Sultan Abdülhamid Han, yaptırdığı “Darül acaze” (Huzurevin)de Mescit yanında kilise ve sinagok da inşa ettirmişti. Ve bunları, hiç kimseye yaranmak için değil, inancının gereği ve Osmanlı Medeniyetinin, bir geleneği olarak yerine getirmişti. Ama hem Siyonist Yahudiler, hem de emperyalist Hristiyan kesimler, ona sürekli kin beslemiş ve tahttan indirmişlerdi.. Şimdi ise, Bay Recep T. Erdoğan Antalya’da, içinde cami, Kilise ve havra bulunan “Dinler Bahçesinin” açılış konuşmasında, Sultan Abdülhamid’i ve Sultan Fatih’i de bu girişiminde örnek aldığını ifade etti… Ama aklı olanın kafasını karıştıran bir mesele var… Sultan Fatihi zehirleten ve ölüm gününü dini bayram ilan edenler, Abdülhamit Han’a “Kızıl Sultan” diye iftira atan ve tahtından indirenler, acaba niye Bay Recep T. Erdoğan’ı, ayartıp Milli Görüşten ayırarak iktidara getirmişlerdi?.. Sultan Fatih ve Abdülhamid için ölüm fermanları çıkaranlar, niye Bay Recep T. Erdoğan’a cesaret madalyası vermişlerdi? Evet, niyet ve hedef, yapılan işin maliyetini değiştiriyor. Sultan Abdülhamid’te, Bay Tayyip’te görünürdü aynı işi yapıyor… Aynı gerekçeleri gösteriyor... Ama niyetleri ve tiyniyetleri farklı olduğu için, çok ayrı muamele görüyor! Böbreğimizdeki taşı çıkarıp, bedenimizi rahata kavuşturmak için ameliyat eden doktorla, böbreğimizi çıkarıp başkasına satmak isteyen doktorun, her ikisinin de yaptığı zahirde aynı iştir… Ama biri sevap diğeri günah işlemektedir. Biri şefkatli bir tabip, öteki ise şahsi çıkarı için, Kendisine güvenen hastalarına hıyanet eden bir kalleştir. Sn. Başbakan “şecaat arz ederken, şeraatını göstermek” cinsinde, İstanbul Belediye Başkanlığı sırasında da, Barthelemeos ve Hahambaşıyla yakın ilişki ve işbirliklerini de hatırlatarak, başbakanlığa nasıl hazırlandığının ipuçlarını da vermiştir. Güler Kömürcü de konuyla bağlantılı olarak şunları nakletmiştir. ABD “Hilafet”i getirir mi? Duyduğuma göre SAM AMCAMIZ kulağımızı çekmeye hazırlanıyormuş efendim, nasıl mı? Öncelikle ekonomik yaptırımlarla elbette. Bundan sonrasını Washington’ın etkin düşünce kuruluşlarından Nixon Center’ın uzmanlarından Zeyno Baran’ın bize özel açıklamalarından öğreniyoruz, Zeyno Hanım diyor ki; “Felluce konusunda Ankara’dan yükselen sesler Washington’ı son derece rahatsız etti, Washington hepsini “not aldı.”... Washington Ankara’ya ne derece kırgın olduğunun ilk tepkisini yakında serbest bırakılması beklenen 1 milyar dolarlık hibeyi iptal ederek gösterebilir. Önümüzdeki yıl sonbaharda seçim olabilir ve barajın yüzde 10’un altına çekilmesiyle Türkiye’yi çok farklı bir siyasi tablo bekleyebilir... Yeni Osmanlı modeli Türkiye için ideal bir modeldir, bu çerçevede, Türkiye, İslam dünyasına ‘Hilafet’ kurumunun tekrar canlandırılmasıyla önderlik edebilir. İslam dünyasında şu anda yaşanan çok seslilik-her kafadan çıkan farklı görüşü toparlayıcı olacak tek kurum ‘yüksek İslam konseyinin oluşturulması’ ya da hilafettir, neden 51 Milli Gazete / 09 12 2004 / Başyazı 104 olmasın?52 Yani?! “Amerika; ılımlı İslam’ın simsarı Fetullah Gülen’i halife ilan edip, hem Türk halkını onura etmek(!) hem Atatürk’ün vasiyetini yerine getirmek(!), hem de Türkiye’yi tamamen ele geçirmek.” İstiyor. Vah ki vah… AKP Halifeliği Amerika’dan, Aleviliği Avrupa’dan öğreniyor!.. 52 Milli Gazete / 11 12 2004 / Güler Kömürcü 105 “SERT İSLAM”DA “LAYT İSLAM”DA SİYONİST SENARYOSUDUR El-Kaide örgütünü C.A’nın Kurup kullandığı artık açıkça yazılmaya ve konuşulmaya başlanmıştır. ’’Ölümü gösterip sıtmaya razı etmek’’ cinsinden ’’Ilımlı İslam’’ safsatası da aynı siyonistlerin bir planıdır. CIA’nin Kaidesi! Bush, Rumsfeld ve Rice gibi ABD’nin en üst düzey yöneticilerinin saldırı tehditlerine maruz kalan İran’ın dini lideri Ayetullah Hamaney, El Kaide örgütünü bizzat ABD Gizli servisi CIA’nin kurduğunu iddia ederek, bu gerçeği bütün bölge halklarının bildiğini söyledi. ABD’nin Büyük Ortadoğu Projesi’ni hayata geçirmek için bu çalışmaları yürüttüğünü belirten Hamaney, “Ancak ABD’nin bu projesi yenilmeye mahkûmdur” diye konuştu CIA, çuvallamaya devam ediyor!.. İran’da Pentagon’a bağlı Amerikan özel timlerinin, Iran’da vurulacak hedefleri belirlediği haberlerinin çıktığı bir dönemde, geçmiş yıllarda CIA’nın, İran’daki çuvallamalarına bir örnek de Pentagon’un eski akıl hocası Richard Perle’den geldi. 2/Şubat’ta ABD Senatosu’nun İstihbarat Komitesi’ne ifade veren “Karanlıklar Prensi” lakaplı Beyaz Saray eski Danışmanı Perle, birkaç yıl önce İran’ın, CIA’nin ülke içinde oluşturduğu şebekeyi deşifre ederek çökerttiğini, hatta en az 40 muhbirin de idam edildiğini söyledi. CIA‘nın İran’da yakayı ele vermesinde en önemli nedenin muhbirlere daha sıklıkla istihbarat akışı sağlamaları için yapılan baskı olduğunu anlatan Perle, “İran istihbaratı hemen bu trafiği fark etti, böylelikle tüm bağlantılarımız çökertildi ve en az 40 muhbirimiz idam edildi. İran içindeki yapılanmamız çok kötüydü “ dedi. Dönemin CIA Ortadoğu sorumlularından, biri, İranlı muhbirlerin mesajlarını Almanya’nın Frankfurt kentindeki CIA merkezine gönderdikleri mektupların arkasına görünmez mürekkeple yazdıklarını, CIA‘nın da aynı yöntemle yanıt yolladığını belirten Perle şöyle konuşuyor: “Ancak Tahran‘ın istihbarat ağını ortaya çıkarması üzerine ilgili birimler LosAngeles’a taşnırken, istihbarat akışı doğrudan İran içinden değil Güney Kaliforniya‘da kümelenmiş muhalif İranlılar üzerinden sağlanmaya başladı. Tahran’ın şüpheli bir şahsın Frankfurt’ta belli bir adrese sürekli mektup gönderip aldığını tespit ettiği, bunun üzerine aynı adrese yazanları, takibe aldığı ve böylece şebekenin ortaya çıkarıldığı sanılıyor.” 53 Irak petrolü İsrail’e akacak! Şarm eş-Şeyh’te bir tiyatro oynuyorlar. Ateşkes ilan edilmiş! Barış yolu açılmış! Ortadoğu’da silahlar susacakmış! Filistinliler terörden vazgeçecekmiş! Filistinlileri, Ortadoğu’yu, barış isteyen tüm dünyayı kirli bir senaryo ile kandırmaya çalışıyorlar. Senaryo aynı, aktörler aynı, yer aynı, alkışlayanlar aynı! Ama gerçekler bildiğiniz gibi değil. Şarm eş-Şeyh’te barış kararı değil, bütün bölgeyi, özellikle de Türkiye’yi rahatsız edecek kararlar alındı. Aynı senaryoyu Arafat zamanında da denediler. Tutmadı. Senaryonun önünü açmak için Arafat önce tecrid edildi, ardından da gömdüler. Senaryonun önünü açmak için Filistin’in direniş gruplarına karşı devlet terörü uyguladılar. Filistin halkının öncüleri iğrenç bir şekilde ortadan kaldırıldı. Arafat’ın, Şeyh Yasin’in ve diğerlerinin ortadan kaldırılması ABD ve İsrail’in, bölgedeki diğer işbirlikçileriyle birlikte planladıkları ve uyguladıkları bir senaryoydu. Şimdi önlerinden engel kalmadı ve Filistin’in şehitlerinin kanı üzerinde tepiniyorlar. Mahmud Abbas’ı daha önce de başbakan yaptıkları ne çabuk unutuldu? Şimdi seçimle işbaşına getirdikleri Abbas’a o zaman Arafat neden karşı çıkmıştı? Filistin halkı neden karşı çıkmıştı? Filistinliler neden onu hainlikle suçlamıştı? ABD neden Filistin’e lider kadro belirlemek için komisyon kurmuştu? ABDİsrail ataması Abbas hükümeti neden sadece 4 ay iktidarda kalabildi? Arafat neden Abbas hükümetinin yetkilerini sınırladı? ABD ve İsrail Abbas’tan neler istedi? Abbas iktidara gelir gelmez neden direniş örgütlerini tasfiye etmeye yönelik girişimler başlattı?.. 53 Milli Gazete – 14.Şubat.2005 106 İsrail istihbaratına yakın bir haber sitesi, zirvede Ortadoğu’da yeni bir eksen kurulduğunu yazdı. “Ortadoğu Dörtlüsü” adlı bu eksen, sadece İsrail-Filistin sorunuyla değil bütün bölgesel gelişmelerle yakından ilgilenecek. Yani ABD ve İsrail’in çıkarlarını koruyacak. “İsrail-Mısır-Ürdün-Filistin ekseni” öncelikle Suriye ve Lübnan üzerinde yoğunlaşacak. Ayrıca bu ülkeler arasında askeri ittifak kurulacak. Zamanla Irak da eksene katılacak. Senaryo 1996’daki Türkiye-İsrail-Ürdün ekseni’ni hatırlatmıyor mu? Eksenin dışında tutulan ülkelere bakın: Türkiye, Suriye ve Suudi Arabistan. Yeni eksen bu ülkelerin kaygılarını da gözetecekmiş. Kim inanır? Bu eksen Türkiye’yi de hedef alıyor. Yani ABD ve İsrail Türkiye’yi de hedef alıyor. Türk-İsrail ekseni ABD ve İsrail’in çıkarları doğrultusunda İran, Suriye ve Irak’ı hedef alıyordu. Irak işgali ve bugünkü Ortadoğu senaryosu o zamanlar planlandı. Yeni eksen ise, Türkiye, Suriye (Lübnan) ve Suudi Arabistan’ı dışarıda tutuyor. Tabi İran’ı da. Nereden nereye geldik. Türkiye de mi “şer ekseni”ne dahil edildi yoksa? Türkiye ile ABD arasındaki ilişkileri “stratejik ortaklık” gibi süslü kavramlarla ifade edenlerin dikkatini çekmek istiyorum. Ayrıca yeni “Ortadoğu Dörtlüsü” Irak petrollerini Ürdün’ün Akabe limanına ve İsrail’in Akdeniz’deki Hayfa ya da Aşkelon limanına taşıyacak boru hattı için ortak çalışacak. Yani Kerkük-Yumurtalık boru hattına karşı Kerkük-Hayfa boru hattı. Burası Türkiye’yi ilgilendirmiyor mu? Ne barışı, ne ateşkesi? 54 Bütün bu şeytani hesaplar Tüm İslam coğrafyasını avuçlarına almak Müslüman ülkelerin yeraltı ve yerüstü kaynaklarını kendileri kullanmak Türkiye’yi her yönden zayıflatıp parçalamak ve İslam Dünyasına Liderlik pozisyon ve potansiyelini dağıtmak Sonunda İsrail’in Dünya hâkimiyetini sağlamak ve tüm insanlığı sömürüp sağmaktır. Kapancızada Nurettin Veren Bey ve Fethullah Gülen: Sabatay Sevi öldükten sonra Sabataistler (Dönmeler) üçe bölündü. Karakaşiler, Yakubiler ve KAPANCILAR. Başını İbrahim Ağa’nın çektiği gruba “Kapancılar” (Kapaniler) denildi. En kalabalık grup olan Kapancılar İzmir’de oturuyorlardı; üst ve orta sınıfı oluşturan tüccarlardı. Zaten “Kapani” İbranice’de “İzmirim” demek. Soyadı Kanunu’ndan sonra kapancıların önemli bir bölümü, “Kapani”, “Kapancıoğlu”, “Kapancı” gibi soyadları alıyorlar. Ünlü Profesör Münci Kapani, Devlet Bakanı Osman Kapani gibi… Ünlü Paker ailesi, yine ünlü Bezmen’ler bu kola mensup olarak biliniyor. Kemal Derviş’in de yine Kapani koluna mensup olduğu ısrarla iddia ediliyor. Kapancılar ile Karakaşiler zamanla birbirlerine düşman oluyorlar. Mesela Gazeteci Abdi İpekçi’nin Büyükada’da tanıştığı Esin Dölen ile evlenmesine İpekçi’nin ailesi karşı çıkıyor. Çünkü İpekçiler Karakaşi. Kız tarafı ise Kapancı! Bu bilgiler, Soner Yalçın’ın, Beyaz Türklerin Büyük Sırrı “Efendi”yi, Yalçın Küçük’ün “Tekeliyet”ini okuyanlar, ya da bu konulara ilgi duyanlar için yabancı değil. Peki ama şimdi durup dururken biz niye yazdık. Nurettin Veren yüzünden.. Nurettin Veren, Fethullah Gülen’in İzmir’de ilk yola çıkarken yanındaki üç isimden biri. Neredeyse 30 yıl Fethullah Hoca’nın sağ kolu görevini üstleniyor. Ancak şimdi kavgalı. Fethullah Hoca ile ilgili zehir zemberek açıklamalar yapıyor. Ancak bizim asıl dikkatimizi çeken Nurettin Veren’in Cumhuriyet’teki yayını durdurulan röportajında ailesiyle ilgili verdiği bilgiler. Bakın ne diyor Veren: “Ben İzmir’de doğma büyüme insanım. Ailem normal bir İzmirli. İzmir’in ileri gelen eşrafından KAPANCI Sülalesi! Dönertaştaki hanlar, oteller, çiftlikler halamın. İzmir’in en önde gelen sülalesi!”55 Şimdi soralım: 1. Herkesin kalbindeki ve gelecekteki gelişmeleri bildiğine inanılan keşif ve keramet sahibi! Fethullah 54 55 Milli Gazete – 11.Şubat.2005 – İbrahim Karagül – Yeni Şafak) Milli Gazete / 17 03 2005 / Kulis Ankara 107 Gülen, 30 yıl önce birlikte yola çıktığı 3 kişiden birisi olan ve şimdi araları bozulunca bütün foyalarını ortaya koyan Nurettin Veren’in bir sabataist dönme Yahudisi olduğunun, nasıl farkına varmamıştır? 2. Ya da, o zamanda bu hareketin: Milli Görüş’ün yükselişini önlemek. Müslümanları layt-pısırık hale getirmek. Amerikan aşığı bir nesil yetiştirmek gibi amaçlarla, Siyonist dış güçler ve içerideki sabataistmasonik çevrelerce başlatıldığını bile bilemi, katılmış ve kullanılmıştır? 3. Veya, Fethullah Gülen’in saf ve samimi tabanı ve talebeleri fark edip, Risalei Nurun sağlam ve İslam istikametine ve Milli cepheye yöneldiklerini gören, Siyonistler, acaba “Artık bize yaramayan Türkiye’yede yar olmasın” diye kasıtlı olarak gözden çıkarıp kötülemeğe ve kirli çamaşırlarını deşifre etmeye mi başlamıştır? ABD’nin Gizli İslam Projesi: Kadınların imametinden, Ilımlı İslam projesi ve Endonezyalı binlerce imamın eğitimine kadar, Amerika’nın İslam dünyasına yönelik “hassasiyeti” göz yaşartıyor. Müslümanlardan ziyade, bu işleri kafaya takan ABD yönetimi, Müslümanları ‘eğitmeye’ kesin kararlı. Washington yönetiminin “Ilımlı İslam” projesi çerçevesinde dünya çapında devreye soktuğu gizli plan doğrultusunda, CIA ile önemli bakanlıklara bağlı kadrolar, 10 milyar dolarlık bütçeyle camileri onarıp imamlara eğitim veriyor, konferanslar organize ediyor. ABD’nin önde gelen haftalık haber dergilerinden US News & World Report, Bush yönetiminin “İslam dininin çehresini değiştirmek için” milyar dolarları aşan bütçeyle gizli bir projeyi devreye soktuğunu yazdı. David E. Kaplan imzalı yazıda Amerika’nın iki yıldır, İslam dininde reform yaşanması için dünya çağında olağanüstü gayret gösterdiği ileri sürüldü. Haberde, Ulusal Güvenlik Kurulu, Dışişleri Bakanlığı, Savunma Bakanlığı ve CIA’nın, “İslam Dünyasına Yardım Eli” başlıklı gizli bir stratejide anlaştığı yazıldı. Gizli metinde dünya çapında ılımlı İslam’ın elinin güçlendirilmesine yönelik çalışmalar ile insan dininde yaşanan değişikliklerle yakından ilgili olması gibi kararlar yer aldı. Amerika’nın dini bir mücadele yürütme gücünün sınırlı olduğu, bu nedenler demokrasi, kadın hakları ve hoşgörü gibi değerleri benimseyen partnerlere güvenmek gerektiği konusunda uzlaşmaya varıldı ve bu partnerler şöyle sıralandı: Müttefik İslam devletleri, özel vakıflar ve sivil toplum örgütleri. Haberde, bütçesi 21 milyar doları aşan USAID’ın, bunun yarıdan fazlasını “İslam dünyasına yardım” için kullandığı ve 24 ülkede İslami radyo ve televizyon programlarına, dini okullara, İslami düşünce üretim kuruluşlarına, ılımlı İslam’ı teşvik eden faaliyetlere mali yardım yapıldığı kaydedildi. 56 Diyanet’e tasfiye Apartman kiliselerin mantar gibi bittiği, binlerce misyonerin cirit attığı Türkiye’de, 77 bin caminin 22.780’inde din görevlisi yok. 9 bin 102 camide ise din hizmetleri karın tokluğuna çalışan vekil imamlarla yürütülüyor. Son 10 yıldır tek bir Kur’an Kursu öğreticisinin atanamadığı Kur’an Kursları’nda da tablo vahim. Rapora göre 1996 yılından beri Kur’an kursu öğretici kadrosu verilmeyen Diyanet’te 3 bin Kur’an Kursu atama bekliyor. Diyanet İşleri Başkanlığı’nın hazırladığı bir rapor, hıristiyan misyonerlerinin faaliyetlerinin yoğunluğu nedeniyle tartışma konusu olan ülkemizde, Hıristiyan misyonerlerine karşı en büyük mücadeleyi vermesi gereken Diyanet’in nasıl zor durumda bırakıldığını bütün çıplaklığıyla ortaya koydu. Diyanet tasfiye mi edilmek isteniyor Milletvekillerine de dağıtılan raporun; “Sayıların Diliyle Diyanet İşleri Başkanlığı” başlıklı bölümünde verilen rakamlar, din hizmetlerinin nasıl bir vurdumduymazlıkla engellendiğini gözler önüne seriyor. Diyanet’in raporuna göre halen 22 bin 780 camide hiçbir din görevlisi bulunmuyor. Türkiye’de toplam 77 bin 56 Akşam / 20 04 2005 / 108 151 caminin bulunduğu hatırlatılan raporda, 22 bin 780 boş camiye karşılık, 9 bin 102 camide de özlük haklarından yoksun ve 2/3 maaşla hizmet veren vekil imamlarla hizmet verilmeye çalışılıyor. “Her yıl bin 700 personelin emekli olduğu ve bin 500 civarında personelinde istifa, ölüm, kurum değişikliği gibi nedenlerle Diyanet’ten ayrıldığı” vurgulanan raporda, “Mevcudu korumak için yılda 4 bin 200 görevlinin atanmasına ihtiyaç vardır. Bu ihtiyaç karşılanmadığı takdirde gelecek on yıl göz önüne alındığında kardoların yarısı boşalmış olacaktır” denildi. Raporda, “Dini ve milli değerlerimizi zedeleyici hareketlere fırsat vermemek için kadrosuz camilere kadro tahsisi yapılarak münhal kadrolara atama izni verilmelidir” uyarısı yapıldı. 3 bin Kur’an kursu Raporun Kur’an Kursları ile ilgili rakamlarıda yürek sızlatan bir gerçeği ortaya koyuyor. Çünkü rapora göre Kur’an Kursları’nda da Kur’an eğitimi hiç bir sosyal güvencesi olmayan ve ayda sadece 150 milyon lira ile çalışan geçici öğreticiler tarafından yürütülüyor. Raporda, “Kur’an kursu öğreticiliği kadrolarına 1996 yılında bu yana atama yapılamamıştır. Ayda 150 YTL ile çalışan 3 bin geçici öğretici bulunmaktadır. Bu öğreticilerin hiç bir sosyal güvenceleri yoktur!” denildi. Misyonerler cirit atıyor Diyanet’in karşı karşıya bırakıldığı bu hazin tabloya karşılık, ABD destekli misyoner kiliselerinin Türkiye’de cirit attığı biliniyor. Diyanet hiç bir sosyal güvencesi olmayan ve ayda sadece 150 milyon lira karşılığı hizmet vermeye çalışan Kur’an Kursu hocalarıyla hizmet vermeye çalışırken, Hıristiyan misyonerler kaynağı belli olmayan milyonlarca dolar harcayarak İncil başta olmak üzere misyoner kitapları dağıtıyor. Ekonomik durumu kötü olan aileleri para yardımlarıyla kandırarak Hıristiyanlaştırmaya çalışıyor. 57 Diyanet Özerkleştiriliyor! M. Aydın’ın yasa tasarısı, Diyanet İşleri Başkanlığı’nı devlet içinde özerkleştirerek adeta Vatikanlaştırmaktadır. Genelkurmay Başkanı Org. Özkök, Harp Akademileri’nde yaptığı konuşmada irticai faaliyetlere dört buçuk paragraf ayırmıştır. Konuşmada anılan fikirlerin Türkiye’de irticai yapılanmanın özünü dile getirdiğini söylemek mümkün değildir… En büyük irticai gelişme, AKP hükümeti tarafından hazırlanan Diyanet İşleri Başkanlığı’nın statüsünün değiştirilmesine dair kanun tasarısında kendisini ortaya koyuyor… DİB’ye YÖK modeli verilecek. Cumhurbaşkanı ve Başbakan’ın atamalarda bir yetkisi kalmayacak. DİB’nın büyük illerin müftülerinin de temsil edileceği bir kurul tarafından yönetilecek ve Diyanet İşleri Başkanı’nı bu kurul belirleyecek. Ayrıca il müftülerinin de seçimle görevlendirileceğinden bahsediliyor. Bu tasarı sadece Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş esaslarına meydan okumak değil, Türk tarihinde dindevlet ilişkilerinin felsefesini yok saymaktır… Üniversitelerin ciddi bir desteği olmadan bile YÖK’ün AKP hükümetinin canını okuduğu göz önüne alınır ise Aydın’ın kendi ifadesi ile YÖK’leştireceği DİB’nın ortaya çıkaracağı sakıncalar kendiliğinden anlaşılmaktadır.58 Yani Sömürücü sermayenin Türkiye şubesi TÜSİAD’ın taşeron kuruluşu TESEV tarafından hazırlanan ve D.İ Bakanı Mehmet AYDIN tarafından vizyona sokulan yeni Diyanet düzenlemesi; ılımlı yani Siyonizm ve Emperyalizmle uyumlu İslam’ın tehlikeli bir adımıdır. 57 58 Milli Gazete / 16 04 2005 / Akşam / 24.04.2005 / Ümit Özdağ 109 SAHTE OSMANLICILIK’A KARŞI: SAHİCİ OSMANLICILIK Ahmet Özcan’ın şu önemli tespitlerini birlikte takip edelim. “ABD istihbarat konseyinin 2020 raporu, daha önceki büyük Ortadoğu projesi ekseninde açıklanan raporlarla birlikte düşünüldüğünde ipuçlarını birleştirmemiz kolaylaşıyor. Raporun diğer maddeleri bir yana, en dikkat çeken husus, 2020 yılında Hilafet misyonlu bir Türkiye’den bahsediliyor. Acaba senaryonun bütünü ne olabilir? ABD nedir? Sorusu bu bilmeceyi çözmenin ilk adımı. ABD, ABD'midir, yoksa daha fazla bir şey midir? ABD’yi anlamak için galiba önce baş müttefiği tecrübeli emperyalist İngiltere’ye bakmamız gerekir. Büyük Britanya, ikinci dünya savaşından sonra Churchill’in ifadesiyle, "gücünü ABD'ye ödünç vermişti.” (Siyonist Yahudilerin sermaye ve sömürü karargâhı Amerika’ya nakledilmişti.) Öte yandan, tüm meşhur komplo teorilerinin kaynağı olan, ABD deki Yahudi gücünü de, matruşka’daki (birbirinin aynı zannedilecek şekilde iç içe girmiş yapılanmadaki) ikinci katman olarak görmek mümkün. Bu iki katmanın dış yüzeyinde ise, Amerikan sömürgeciliği, Amerikan iç savaşı, Amerikan kurucu bağımsızlık geleneği içinden süzülerek gelen iki karşı denge katmanı bulunuyor. Birleşik krallık iradesine karşı Pentagon ve kongrede kendini gösteren konvansiyonel bir ABD siyasal iradesi. ve Yahudi küresel sermayesine karşı askeri endüstriyel kompleks olarak tanımlanan ABD sermaye gücü… Şimdilik iç içe geçmiş dört katmanlı bir matruşka resmi çıkartabildik. ABD nedir? Sorusuna en azından dört ayrı cevap verebiliriz: 1- Pentagon, 2- ABD sanayi sermayesi, 3- Britanya ve 4- Yahudi küresel sermayesi… Bu dört vektörü (aynı hedefe yönelmiş, farklı faktörler) anlamlı bir bütüne dönüştüren “üst bir iradeden” de bahsedilebilir. Bu en tepede dar ve saklı bir kurmay elittir... İşte ABD, özet olarak bu dört katmanlı ekonomi-politik gücün adıdır. Wasp ya da beyaz-Anglo Sakson-Protestan özellikleriyle sayılan Amerikan derin iradesi için bu tarif eksiktir. Çünkü gerçek ABD’nin karakterindeki İngiliz ve Yahudi renklerini gizlemektedir. Evet, tüm bu katmanlar, toplamda tek bir güç merkezini ifade eder; Atlantik ya da Anglo-Sakson deniz imparatorluğunu… Ama başta ABD için bahsettiğimiz matruşka karakterini unutmamak kaydıyla. Yani bu imparatorluk, aslında dört ayrı gücün vektörel bileşkesini ifade eder. Her vektör, kendi başına bir iradeyi temsil etmekte ve bir biriyle çelişen iç gerilimleri olmakla birlikte, bir üst maksatta birleşmiş, anlamlı bir momentum yakalamış gibidir. İşte bu dört ayrı iradenin bileşkesi olarak Anglo-Sakson imparatorluğun ortak amacı, tek dünyacılık yani onların kontrolünde bir dünya imparatorluğu düzenidir. Küreselcilik, bu amacın kibar ifadesidir. ABD denilen matruşka’nın konvansiyonel kanadı, soğuk savaş alışkanlıklarını yenileyerek sürdürmekten yana görünmektedir. Bu bağlamda karşı denge üzerine kurulu düşman konseptinin tayini de bu kanada aittir. Rusya, yeni soğuk savaşta karşı denge olmaktan çıkartılmış görünmektedir. AB, Japonya, Hindistan ve Çin, karşı denge adayı olmaktan çok, kontrol altındaki rakip güçlerdir. Esasen, Anglo-Sakson ittifaka, bir önceki yüzyılda olduğu gibi, sahte bir düşman gerekmektedir. Rusya, artık iddialarını koruduğu sürece gerçek bir düşman, iddialarından vazgeçtiği oranda ise kontrollü bir rakip statüsündedir. Rusya’yı gerçek düşman yapacak iddianın tek göstergesi, Berlin- Moskova- Tokyo ekseninin kurulması olacaktır. Bu nedenle, Atlantiğin Rusya siyasetinin esas olarak bu ekseni sabote etmek üzerine kurulacağı söylenebilir. AB, önemli ölçüde kontrol altında bir rakiptir. Almanya’nın IV. Reich siyasetine yani yeni bir Lebensraum’a yönelmesi, yakın vadede mümkün görünmemektedir. Alman siyasal elitinin esas olarak Atlantiğin yorulacağı günlere hazırlık yapmayı tercih ettiği söylenebilir. Fransa ise, AB içinde söz sahibi olmak dışında küresel bir iddia sahibi gibi görünmemektedir. Tek 110 istisna, Latin Amerika’daki derin Katolik hareketliliktir. Ancak Fransa’nın Meksika-Küba-Venezüella vb. yerlerdeki elinin, esas olarak ABD ile pazarlıkta kullanmaya dönük kozlar olarak değerlendirilmesi gerekir. Bu manada, küresel koalisyonun konvansiyonel kanadının gelecek senaryosunda, dünya hükümetine giden yol, çok kutuplu yeni bir bloklaşmanın yaratacağı gerilimin sonucunda doğacaktır. Bu da yeni bir soğuk savaş düzeni senaryosunu gündeme getirmektedir. Öte yandan koalisyonun finans-kapital kanadının yöntemi ise: tıpkı 19. yüzyılın ilk yarısındaki Doğu Hind Kumpanyası gibi, matruşkanın üst iradesi olmaya çalışmak ve konvansiyonel kısıtlardan kurtularak tamamen seyyal ve daha rafine yeni mekanizmalarla sistem dinamikleri geliştirip süreci kaosa zorlayarak sonunda düzeni kurma stratejisi gibi görünmektedir. Bu bağlamda, teritoryal bağımlılığı olmayan bu kanadın, orta vadede Amerikan kıtasından pasifiğe, şimdiden yerleştiği Çine göç etmesi ihtimali vardır. Bu iki kanadın belirttiğimiz karakteristik yöntem farklılığına dayalı iç çelişkileri, küresel koalisyonun temel zaafıdır. Ve küresel kapitalist-emperyalist sistem, asıl olarak bu zaafı üzerinden yıkılacaktır. Küresel koalisyonun, ya da ABD denilen matruşkanın iki kanadına ait iki farklı yöntemden yola çıkarak, iki ayrı gelecek senaryosu üzerinde tartışabiliriz: 1-Yeni Soğuk Savaş Konvansiyonel kanat, klasik devlet mekanizmaları ve yöntemleriyle çalışmaktadır. Bu nedenle, yürütülen hegemonya programı, tüm sömürgecilik geçmişin klasik yöntemleri üzerine oturmaktadır. Bu manada, geçmişte olduğu gibi, bugün de hegemonya kurma yöntemi olarak Atlantikçiliğin yeni bir sahte düşmana ihtiyacı vardır. Bu bağlamda geçen yüzyılın soğuk savaşının-yeniden formatlanarak bir kez daha denenmesi, hiç denenmemiş ve de kontrol dışına çıkabilecek yöntemlerden daha elverişli gibi görünmektedir. Özellikle SSCB’nin dağıtılmasının hemen ardından NATO’nun düşman rengini kırmızıdan yeşile çevirmesi, çok önceden tasarlanan bir programın var olduğunu akla getirmektedir. Sosyalizmin eskimesi, SSCB’nin yorulması ve yeni enerji-finans-üretim teknolojilerinin gereklilikleri, soğuk savaş düzeneğinin yenilenmesini gerektirmekteydi. Bu bağlamda, Rusya ve sosyalizm merkezli soğuk savaş düzeneği lağvedilerek, İslam eksenli yeni bir soğuk savaşın altyapısının döşenmesi hazırlıklarına başlandı. Son on yıl, SSCB’nin tasfiyesi ile birlikte yeni düzenin temel inşaatı ile geçti. 11 Eylül, yeni soğuk savaşın karşı dengesini oluşturmak için işaret fişeği gibiydi. İslam, sosyalizmin yerine hedefe kondu. İslam dünyası, Doğu Bloğunun yerine geçirildi. Tüm soğuk savaş yöntemleri kullanılarak yürütülen operasyonun inşaat aşamasında Afganistan ve Irak işgalleri gündeme geldi. Yürütülen programın nihai amacı düşünülmediğinde, bu işgallerin astarı yüzünden pahalı sonuçları, herkesin kafasını karıştırıyordu. Oysa oldukça ince bir mimari akıl tarafından tasarlanmış yeni dekor, kaba bir müteahhidin eliyle inşa edilmeye başlanmıştı. Kanaatimizce, yeni soğuk savaş, Rusya yerine sahte bir Osmanlı kurularak ve sosyalizm yerine de İslam konularak tekrar sahnelenecektir. Terörle mücadele konsepti, İslam’ı kriminalize etme ve İslam dışı dünyayı İslam dünyasına karşı mesafe koymaya hazırlama amaçlıdır. Osmanlının sahte bir kimlikle sahneye çıkışında ise Türkiye kilit rol oynayacaktır. Sahte Osmanlı Senaryosu: İşte şimdi, yeni soğuk savaş hazırlığı olarak nitelediğimiz yenidünya düzeni de, böyle bir düzeneğe benzer şekilde kurgulanacak gibidir. Sosyalizm yerine İslam, Rusya yerine Türkiye geçirilmek istenecektir. Büyük Ortadoğu Projesi, Neo Osmanlılık, Türkiye modeli, Hilafetin ihyası.. Tüm bu söylemler, aslında adım adım sahte bir rakip gücün inşası ile alakalıdır. Bu sahte gücün oluşumuna dair ABD raporlarının satır arasından ve yürütülen pratikten çıkarsadığımız öngörülerimiz, (yada kimileri için komplo teorimiz) şöyledir: Türkiye(İstanbul) merkezli gücün hormonlu bir şekilde yeniden formatlanması için, önce diz çöktürülerek tüm sinir sistemleri, direnç dinamikleri elinden alınacak ve de olası bir sahicileşmeye karşı, tıpkı Rusya’ya karşı Maoculuk gibi, Şii ekseni kurularak çizilmiş haritanın dışına çıkışı engellenecektir. Şii 111 dinamiği, hem İslam dünyasını bölmeye yarayacak hem de jeopolitik haritada oluşacak olan bu ‘sahte Osmanlı’nın doğuya ve açık denizlere çıkışının önünü kesecek bir tür Neo Safevi misyonu olacaktır. Bu arada Rusya iri bir milli devlete dönüştürülecek ve de Karadeniz kıyısı ‘sahte Osmanlı’ya, Balkanlar ve Doğu Avrupa ise AB’ye tımar olarak verilecektir. ‘Sahte Osmanlı’nın ekonomisi AB’ye, güvenliği ABD’ye, diplomasisi İngiltere’ye ve iç siyasetiyle birlikte vitrini de ılımlı İslam denilen liberal karakterli bir Müslüman görüntüye teslim edilecektir. AKP bu görüntü-vitrin düzenlemesinin bir tür demo’sudur. Asıl vitrin için Fethullah Gülen kadroları-eski solcu liberaller(YDH kadroları) ve AKP’den arta kalacak sembol isimler seçilecektir. Bu sembolik vitrin düzenlemesi için gerekli eski elitin tasfiyesi işi de, AB süreci yoluyla yürütülmektedir. Böylece yeni elitlerin sahneye değişimci görüntüyle çıkarak meşrulaşması da temin edilecektir. İşte tüm bu düzenleme ile birlikte düşünüldüğünde Afganistan ve Irak işgalleri anlam kazanmaktadır. Afganistan, Rusya’yı küçültme, Orta Asya’yı kontrol ve de Asya ya verilecek yeni şekil için seçilmiştir. Ancak hâlihazırda askeri yönetiminin Türkiye’ye verilmesinin nedeni Irak’tır. İlerde Irak’ın yeniden inşası işi Türkiye’ye bırakılırken, Afganistan’da "deneyim" kazanan Türk personel Irak’a aktarılacaktır. Irak, esas olarak konvansiyonel ABD kanadının inisiyatifiyle ve İsrail’in güvenliği için değil, ‘sahte Osmanlı’nın tımar bölgesi olarak yapılan hafriyat çalışması için işgal edilmiştir. İsrail’in güvenliği söylemi, Yahudi partisinin desteğini sağlama amaçlıdır. Irak işgali, hem Şii- Sünni ayrımı keskinleştirilecek, hem de Sünni bölgeyle birlikte Kürt bölgesi, Suriye, Lübnan, Arabistan ve Filistin-Ürdün, ‘sahte Osmanlı’nın nüfuzuna hazırlanmış olacaktır. Bu nüfuz alanı içinde Afrika’da vardır. Türkiye’deki Müslüman görünümlü elit vitrini ile birlikte Irak ve Filistin’de oynanacak rollerle Türkiye (Türkiye görünümlü Küresel irade), Sünni-Arap dünyasının gönlünü kazanacak ve nüfuz altına alması kolaylaşacaktır. Merkezi İstanbul’a taşınmış İKÖ üzerine yüklenecek bir sembolik hilafet misyonu da bunun tescili olacaktır. Şii dinamiği ise, hem Lübnan-Irak hattı boyunca hem de İran- Pakistan hattında, kendi içinde çelişkiler olsa da, bir bütün olarak Sünni dünya ile çatışan bir kordon halinde iç Asya’ya kadar uzanacaktır. Böylece, hormonlu bir ‘sahte Osmanlı’ kurulmuş olacak, Türkiye modeli denen Anglo-Sakson kapitalizmiyle entegre, ekonomik ve jeopolitik olarak sınırlanmış, Arap-Türk-Yahudi sentezi gibi kurgulanmış ama en tepede küresel güç tarafından kontrol edilen bir sahte düşman ya da rakip güç imalatı tamamlanmış olacaktır. Muhtemelen İran bahanesiyle bu sahte güce nükleer teknoloji de kontrollü olarak verilecektir. Yeni soğuk savaş için bu ‘sahte Osmanlı’nın SSCB’den eksik yanı, bu Osmanlının sadece iri bir bölge gücü yapılacak olması, gerçek bir küresel güç olmamasıdır. Öte yandan, Küresel güçler, Rusya’yı küçültmekte, müttefiklerini de ablukada tutmaktadır. AB, tamamen bu güçlerin kontrolündedir. Çin ve Hindistan da öyle… Türk yönetici elitleri, özellikle büyük sermaye ve yüksek bürokrasinin büyük çoğunluğu, böyle bir misyona teşne görünmektedir. Direnen ya da direniyormuş görünen-sözde ulusalcı- kanat ise, esasen yeni dönemde eskisi gibi yer ve konum talep etmek için direnme pozisyonunda santaj yapmaktadır. 2- Yeni Kıta Çin Ve Kaos Senaryosu Küresel koalisyonun finans-kapital kanadı ise: konvansiyonel güçleri kendine baş düşman olarak görmektedir. Ulus devletler, kurumsal dinler, ‘büyük anlatı’lar, yani olası tüm sermaye düzeni karşıtı direnç dinamikleri, finans-kapitalin nefretini çekmektedir. Küresel finans-kapital, bu geleneksel kurum ve kuramlar yerine, kendine ait yeni araçlar geliştirerek ilerlemektedir. Ulus devletlerin hükümetler arası örgütleri(ENGO) yerine hükümet dışı kuruluşlara(NGO), devletlerarası anlaşmalar yerine şirketler arası hukuka, ulusal kültür yerine küresel kapitalist imaj kültürüne, ulusal ekonomi yerine ulus aşırı seyyal para merkezli ekonomiye, dinlerin aşkın birliği yerine, dinler arası diyaloğa, kamu düzeni yerine bencil bireye dayalı ihtiras dinamizmine yaslanmaktadır. Bankalar, borsalar, medya ve NGO’lar, küresel sermayenin temel araçlarıdır. İşte bu güç, hâlihazırda dikkat çekici bir şekilde Hindistan ve Çin’e yerleşmeye çalışmaktadır. Yani küresel sermaye, Amerika yerine, Çin merkezli yeni bir doğuş için hazırlanıyor görünmektedir. İşte bu kanadın özellikle İslam dünyasında total bir iradeye hiçbir şekilde razı olmadığı ortadadır. Yine 112 bazı ABD gelecek vizyonu raporlarında geçen, Türkiye, İran, Arabistan, Mısır, Suriye vb. ülkelerin parçalanması senaryolarının sahipleri, küresel sermaye gücüdür. Bu güç, ‘sahte Osmanlı’ projesini sabote etme, başaramazsa büyük İsrail projesine dönüştürme gayreti içinde gibi görünmektedir. Yine, İslam’ın bir din olarak tasfiyesi de bu gücün programındadır. Zira küresel köleleştirme ve insan türünü küçük bir azınlığın güdeceği sürülere dönüştürme programının tek engeli ve direnç potansiyeli: dağınık, projesiz ve kabada olsa, İslam dünyasındadır. Emperyalizme Karşı ‘Gerçek Osmanlı’ ABD diye kodladığımız ve yakından bakınca matruşka bebeğe benzeterek iç çelişkilerini analiz etmeye çalıştığımız küresel gücün ana hatlarıyla iki kanat halinde dünya hükümeti, ya da imparatorluk kurma çabasına karşı ne yapılabilir? Küresel gücün her iki senaryosunun da en geçerli alternatifi: öncelikle, tüm sahte oluşumları gerçeğe dönüştürme cesaret ve gayretidir. Sahte birey yerine gerçek birey, sahte NGO yerine gerçek sivil toplumlar, sahte piyasa yerine, tekeli olmayan gerçek pazarlar, sahte medya ve eğlence kültürü yerine gerçek insanlık kültürü, etik ve estetik değerleri… Ve sahte bölge güçleri yerine gerçek bölgesel ve küresel güçler... İşte bu manada, çok kutuplu Adil bir dünya oluşturmalıdır ve gerçekten dünya barışını tesis edecek paylaşımcı, ortak ve karşılıklı bağımlılıklara dayalı ‘Ortak bir dünya düzeni’ kurulmalıdır… Kapitalizmin icadı olan ulus devletlerin yeniden elden geçirilip, “böl-yönet, bir birine düşür” siyasetinin ürünü tüm sahte devletçiklerin tasfiye edilmesi gerekir. Bu bağlamda, etnik-dini-mezhebi çatışmalara son verecek ortak kimlik ve değerlere dayalı büyük devletler inşa edilmelidir… Ve Dünya ekonomisini sermaye ve daha fazla üretim-tüketim döngüsünden çıkartıp, ihtiyaç-paylaşma ve birlikte çoğalma-zenginleşme yoluna sokacak yeni bir küresel vizyon. Bütün insanları eşit ve özgür bireyler olarak gören ve öyle yapmaya çalışan bir evrensel insanlık ülküsü... İnsanların günahlarının kefareti olan tüm kurumları, devleti, parayı, dini insanların hizmetine koşacak yeni bir çağın değişimci ufku… Özgürlük savaşlarını, anti emperyalist direnişleri, tüm devrimci çabaları yücelten ve "başka ve daha iyi bir dünya" için mücadeleyi tüm sanatların, siyasetlerin dinamosu yapan bir yeni devrimci coşku..İşte alternatif yeni dünya düzeninin köşe taşları.. Tüm sahtelikler gibi, ‘Sahte Osmanlı’ senaryosu da, aslında tabii ki, onu yaratanların gördüğü sahici dinamiklere sahiptir. Yani gerçekten Türkiye yıkılmış bir imparatorluğun yıkılmamış iradesidir. Ve bölgemiz gerçekten hala tek bir ülkedir, tek bir millettir ve tek bir devletini aramaktadır. Tüm etnik, dini ve mezhebi çeşitlilik, bu büyük uygarlığın vazgeçilmez hazineleridir. Farklı dillerimiz, daha çok ve daha anlamlı konuşmak için vardır. Farklı dinlerimiz ve din anlayışlarımız, Allah’ı ve hakikati aramanın ne çok yolu olduğunu gösteren mükemmel bir ışık huzmesidir. Mutfağımız, giysilerimiz, türkülerimiz, danslarımız, insan zenginliğinin dile gelişidir. Biz, yani Osmanlı coğrafyasının acı tatlı anılarının çocukları..Biz hepimiz, burada, bu koca ve derin ülkede yeniden ortak bir idea etrafında toplanabiliriz. Yeni ve evrensel bir dünya kurabiliriz. Tüm insanlıkla bu dünya üzerinden gerçekten tanışabilir, konuşabiliriz. ‘Gerçek Osmanlı, arkaik bir tarihin yada monarşinin yeniden diriltilmesini değil, işte bu idea’yı simgelemektedir… ‘Sahte Osmanlı’, bu ideanın istismarı demektir. Ve bu istismara karşı, ne ulusalcılık ya da benzeri statükocu söylemler, ne de ayağını bu topraklara basmayan naif enternasyonalizmler direnemez. Bu emperyalist projelerin gerçek alternatifi, Gerçek Osmanlılar inşa etmektir. Hindistan’ın, Çin’in, AB’nin, Rusya’nın ve tabi bu süreçten yıkılarak çıkacağı kesin olan ABD halklarının sahici bir dünya barışı projesine davet çağrısı dile getirilmelidir. En az küreselci güçler kadar, bu alternatif vizyonda, ABD’de, AB’de, Çin’de, Hindistan’da Rusya’da, İran’da dile gelmeli, konuşmalı, çaba göstermelidir. İşte gerçek bir Pax Ottoman siyaseti, en fazla bu nedenle gereklidir. İnsanlığı esir alan, ülkelerimizi, ruhlarımızı, emeklerimizi ve umutlarımızı abluka altında tutan emperyalizme karşı sahici bir rezistans ekseni (Direnç engeli) kurmak için… Gerçek Osmanlı, empreyalist senaryoları tersyüz edeceği gibi, bu senaryolara taşeronluk yapmaktan daha kolay ve mümkün bir siyasettir. Gerçek Osmanlı, tarihteki Osmanlıdan dersini almış ve o Osmanlıyı aşacak bir vizyonun ürünü olacaktır. Ve sahtesi ile gerçeğini ayırt etmek için çok basit ve net ölçülerimiz vardır: Yani; 113 1-Şiiliğe karşıt olmayan, aksine hem mezhepsel hem de jeopolitik manada Şiilikle ittifak kuran, mutlaka İran’ı da içeren, 2-Afrika, Karadeniz kuşağı, Kafkaslar ve Balkanlarda fetihle değil, ekonomi ve kültürel dayanışmapaylaşma konseptiyle etkin olan, 3- Katolik kıta Avrupa’sı jeopolitiği ile ve de Rusya ile çatışmayan, aksine somut projeler üzerinden karşılıklı bağımlılıklar ihdas edecek yakınlaşmalara giren, 4- Anglo-Sakson küresel gücün konvansiyonel kanadı ile gerçek projeler üzerinden çift yönlü etkileşim ve ittifaklar yürüten, küresel finans-kapitalin etkisini daraltacak hamleler yapabilen, 5- Asya ve Latin Amerika vizyonu olan. Bu amaçla büyük bir deniz gücü örgütlemeye çalışan, Çin ve Hindistan’la iş bölümü ve karşılıklı bağımlılığa dayalı anlaşmalara yönelen, 6- İç konsolidasyonunu geniş bir millet tarifi ve entik-dini-mezhebi farklılıkları adaletle içerecek bir devlet aklı ve örgütlenmesi olan, gerçek bir Cumhuriyet ve demokrasiye dayalı bir Osmanlı, gerçek ‘Osmanlı’dır. Sahte Osmanlı ise, sahte hilafetçi, vitrin shovuna dayalı, münafık Müslümanlık ve de kapitalist kültür sentezini ifade eden şer bir projedir. Çünkü, bu toprakların sahici tüm dinamiklerinin istismarı üzerine kurulacaktır. Osmanlı dinamiği, İslam, barış, Bölge gücü olma, büyüme vb. tüm bu dipten gelen sahici akıntılar kontrol edilerek başka bir misyon için kullanım değeri olan araçlara dönüştürülecek ve nihayetinde tüketilecektir. Eğer sahte bir Osmanlı gerçekten kurulursa, elli yıla kalmaz, bu bölgede ne Türkler, ne İslam, ne doğunun kadim din ve kültürleri, ne de bağımsız bir devlet kalmayacaktır. Sahte Osmanlıya karşı, gerçek Osmanlıyı öne çıkarmak için henüz fırsat kaçmamıştır. Osmanlının en geniş coğrafyası anlamında Türkiye Avrasya’sı vizyonu, ortak devlet ve vatan şuuru, doğu imanı ve kültürü, kamucu (devletçi değil, milletçi, paylaşımcı, üretken) ekonomi ve evrensel değerlere yaslanan bir hukuk düzeni, gerçek ‘Osmanlıcı’ların öncelikli ve başlıca gündemi olmalıdır. ‘Gerçek Osmanlıcılık’, siyasal ve ideolojik temsilcilerini beklemektedir.”59 Sonuç: Bütün bu maddeleri, kuru temenniler olmaktan çıkarıp canlı projelere dönüştüren… İran’ı da içine alan tarihi D-8 işbirliğini gerçekleştiren… Dünyanın karanlık gidişini haklı ve hayırlı yönde değiştirecek ilmi, İslami ve insani hazırlıklarını adım adım yürütüp yerleştiren… Ve işte bu yüzden dünyaya hükmeden şeytani güçlerin dikkatini ve düşmanlığını çeken ve her türlü imkânlarıyla üzerine hücuma geçilen... Ama Allah’ın inayetiyle, bir türlü yenilemeyen, saf dışına itilemeyen ve asla baş edilemeyen Erbakan gerçeğini, hala görmemek ve dile getirememek, ne büyük talihsizlik ve ne acı bir nasipsizliktir. 59 Yarın Dergisi / Şubat 2005 / Ahmet Özcan 114 FAŞİST AMERİKAN DEREBEYLİĞİ VE KUKLA HİTLER BOLLUĞU Bugünkü vahşet ve dehşet medeniyetinin merkezi ve Siyonizm’in kalesi olan Amerika; daha önce Hitler’i hazırlayıp kışkırtan ve 2.Dünya Savaşı’nı Amerika’nın zaferiyle sonuçlandıran, birkaç Siyonist Yahudi sermayedarının hükümranlığındadır. Erbakan Hoca gibi hidayet, feraset ve dirayet ehli zevatın, çok yüksek ve örnek bir cesaret ve metanetle, yıllar boyu tuttukları projektörler sayesinde, bu gizli ve kirli Siyonist “Karun”ları ve onların kuklası çağdaş Firavunları, başta Amerikan halkı ve artık bütün insanlık fark etmeye başlamıştır. ABD’nin II. Dünya Savaşı sonrası girdiği ideolojik, askeri ve ekonomik seferberliğin amaçları: Amerikanizmin anlamını ortaya koymaktadır. Ancak bu imparatorluğun perde arkası irdelendiğinde, Siyonist tekellerden beslenen faşizmin “soğuk” yüzüyle karşılaşılır. II. Dünya Savaşı sonrası Amerikan sistemi, Hitlersiz Hitlerciliktir ve en büyük desteği de Britanya’dır. Kendini “vatansever” sayan kadroların yarattığı bu “şarlatanlar dönemi” için Garry Wills, şu çözümlemeyi yapıyor : “1940 başlarında Amerika, topyekûn savaşa sırılsıklam âşık olmuştu; şaşılacak bir yanı yoktu bunun. Uzun bir süredir ülkenin başına bu savaş kadar elverişli bir şey gelmemişti. Savaş, ABD hükümetlerin asla başaramadığını yaptı. Amerika’yı büyük bunalımdan çekip çıkardı bizi ve altın çağımızdaki göz kamaştırıcı genişlemeyi, coşkuyu geri getirdi. Böylece beyinlerimizi ve gayretlerimizi zorlayarak sınai ve askeri güç alanında dünya tarihinin gelmiş geçmiş en dehşetengiz devleti katına yükseldik. Evrenin öz yapısı ve maddenin sırrı olan–atom-bile bizim amaçlarımıza hizmet etti; şanslı ve seçkin insanların ve şanlı Amerika’nın yüce amaçlarına !” Anglo-Saxon emperyalizminin “aklı”nı temsil eden Churchill, 1919’da Savaş Bakanı iken, Kahire’de bulunan Kraliyet Hava Kuvvetleri Komutanlığına, deneme amacıyla “asi Araplara karşı” kimyasal silâh kullanmalarına izin veriyordu. “Sınırlarda hüküm süren karışıklıkların hızla bastırılmasını sağlamaya yarayan her türlü silahın kullanılması gerekir” diyordu. Zehirli gaz, Kuzey Rusya’da Bolşeviklere karşı da kullanılmış, Britanya Genelkurmayı’na göre büyük başarı kazanılmıştı. İşte bu Churchillci anlayış, ABD emperyalizmi tarafından devralındı. Churchill, dünyanın “zengin ve seçkin uluslar” için “güvenli” hale getirilmesi ve bunun için geri kalmış milletlerin ve Müslüman ülkelerinin ezilmesi ve hizaya getirilmesi gerekir” inancındaydı. Hem İran Savaşında hem de Kürtlere karşı ve hatta kendi ajanları eliyle Saddam’ın bile bilgisi dışında, kimyasal silahlar ve zehirli gazlar kullanan da Amerika’ydı. Ezilenlerin, toplumsal ve siyasal yaşamda ağırlığını hissettirme çabaları da en büyük tehditler arasında sayılır. David Rockefeller’in kurduğu ABD, Avrupa ve Japonya’nın kapitalist enternasyonal seçkinlerini bir arya getiren “Üçlü Komisyon”un ilk önemli çalışmasının: The Crisis of Democracy (Demokrasi Bunalımı) olması bir tesadüf sanılmamalıdır. Toplumların şuurlanıp teşkilâtlanması tehlikesine karşı, halk tabakalarının tekrar pasifize edilip itaat altına alınması amaçlanmıştır. Amerikan tekelleri, içeride işçi hareketini bastırıp, toplumsal muhalefeti ezerken; küresel açılımın gereklerini de yerine getiriyorlardı.1945’ten itibaren küresel plânlamacılar, “müreffeh ve zengin” uluslar adına Churchillci anlayışın alkışladığı düzenlemeler üzerinde çalışmaya başladılar. ABD askerî-sınaî kompleksinin uzman kadroları, her bölgeye bir statü ve işlev yüklediler. Birleşik Devletler, Fransa ve Britanya emperyalizmlerini devre dışı bırakarak, batı yarım küresinin sorumluluğunu üstlenecekti. Monroe Doktrini ise artık Orta Doğu’yu da kapsıyordu. Britanya ise uydulaşma sürecindeydi ve ABD’nin ve Siyonizm’in payandası olarak özellikle Orta Doğu politikalarında yardımcı güç konumuna taşınıyordu. Güneydoğu Asya “Japonya ve Batı Avrupa için bir ham madde kaynağı olarak temel işlevini yerine getirirken... Avrupa’nın yeniden inşası için Afrika “sömürülecekti.” ABD, eski sömürgelerden ham madde satın alacak, böylece ham madde ihracatından kazandıkları dolarlarla, Avrupa’nın ürettiği ihraç mallarını satın alacakları bir ticaret ağı kurulacaktı. 115 Bu küresel işgal ilkeleri, eski sömürgelerdeki ‘aşırı milliyetçi’ eğilimlerin bastırılmasını gerektiriyordu. ‘Kitlelerin düşük yaşam standartlarının iyileştirilmesi’ yönünde halktan gelen taleplere duyarlı olan ve ülke ihtiyaçlarını karşılamaya çalışan ‘yerli ve milli rejimlerin ABD çıkarlarını tehdit ettiği düşünülüyordu. Nedenler açık: Bu tür eğilimler ‘özel yatırıma müsait bir politik ve ekonomik atmosfere’ duyulan ihtiyaçla, buralarda elde edilecek kârların tamamının ABD’ye aktarılması amaçlarına ters düşüyordu. Dünyanın herhangi bir bölgesinde gerçekleştirilecek ve başarıya ulaşacak tam bağımsızlıkçı bir kalkınma programı, Siyonist hâkimiyete karşı tehdit oluşturur ve ayrıca örnek olduğu ölçüde ABD için güvenlik sorunudur. Bağımsız kalkınma arayışları, halkçılık programları ve ekonomik ve teknolojik güç arayışları; ABD’nin “ulusal güvenliği’ne tehdit sayılır. Amerika’nın kurucu sahipleri olan Siyonist Yahudilerin yazısız bir ilkesi olan bu anlayış, II. Dünya Savaşı’ndan sonra yerleşik, vazgeçilmez bir egemenlik formülü olarak kalıcı hale sokulmuştur. ABD için “istikrar”: üst sınıfları ve büyük yatırımcıları oluşturan Siyonist Yahudilerin güvenliği anlamı taşır. II. Dünya Savaşı sonrası ABD’li yatırımcılar ile ortaklarının kapitalist çetesi, üçüncü dünya ülkelerinin bağımsız kalkınma çabalarını ezmeye başlamıştır. Bu bağlamda Lâtin Amerika’nın “yenidünya düzeni içindeki rolü, ucuz ham madde satmak” ve “ABD üretimlerine pazar oluşturmak”tır. Ayrıca “uluslararası komünizm” başlığı altında değerlendirilen halkçı ve bağımsızlıkçı hareketlerin bertaraf edilmesi de temel politikadır. ABD’nin II. Dünya Savaşı sonrası hegemonya plânlarının ana hatları şöyle sıralanabilir: 1-Kapitalist dünyanın, tüm alanlarda liderliği ele alarak, etki, nüfuz ve sömürü gücünü yaymak 2- II. Dünya Savaşı sonrasında iyice yıpranan İngiliz, Fransız, Belçika sömürge imparatorluklarını yeni biçimler bularak denetimine almak 3-Üçüncü Dünya ülkelerinin bağımsızlık programlarını işlemez hale sokmak 4-Dönemin sosyalist ülkelerini başta Sovyetler olmak üzere kuşatmak ve sürekli bir silahlanma yarışına zorlamak 5-Batı Avrupa ekonomisini yönlendirmek ve AB’yi Amerikan hegemonyasına tabi kılmak 6-Batı Alman ekonomisi ve siyaseti üzerindeki egemenliğini kurmak ve korumak 7-Uzak Doğu’ya tamamen yerleşirken Japonya’yı ele geçirmek ve Çin’i kuşatmak 8-Lâtin Amerika’ya kendi dışında bir gücün müdahalesini önlemek ve kıtada Siyonist tekellerin hâkimiyetini kurmak 9-Milli kurtuluş savaşlarının, bağımsızlık hareketlerinin başlayıp genişlediği Anadolu, Orta ve Yakın Doğu ile Afrika’da, Washington’un ekonomik, ideolojik ve diplomatik egemenliğini sağlamak ve özellikle Türkiye’yi kontrolünde tutmak… Bu şeytani planların işlemesi için Pentegon’a yardımcı olmak üzere: ABD’nin, “kuvvet pozisyonu” stratejisi NATO ile destek buldu. Amerikan politikasının uzun vadeli iki büyük amacının gerçekleştirilmesi işinde, NATO önemli bir rol oynamak üzere kuruldu: 1-Kapitalist dünya üzerinde Washington’un hegemonyasını kurmak 2-Komünizmin kontrolden çıkmasına engel olmak... NATO, Amerika’nın bu uzun vadeli amaçlarının gerçekleştirilmesine bir araç olarak, önemli bir rol oynama yanında, Amerikan harb doktrinleri ile Amerika’nın askeri bloklar ve üsler stratejisinin de maşası olmuştu. Bu amaçla Kore Savaşı’nın başlatılması, korkunç vahşetlerin yaşanması ve ABD açısından yenilgi ile sonuçlanması, Soğuk Savaş’ın daha da şiddetlendirilmesine gerekçe sayılmıştır. Doğu Avrupa ve Asya’daki “esir milletleri kurtarma” yalanıyla asıl Büyük İsrail imparatorluğunu kurma amacına yönelik olarak formüle edilen bir doktrinin uygulandığı sırada, Nazi işbirlikçisi Yahudi Dulles biraderler, CIA ve Dış işleri Bakanlığı’nın başında bulunmaktadır. Dulles’in formüle ettiği bu strateji gereği oluşturulan gladio örgütlenmesi, özellikle Türkiye gibi ülkelerde “milliyetçi” olarak vasıflandırılan akımların antikomünizm maskesi altında Amerikan istihbaratına bağlanması 116 sürecini başlatmıştır. Amerikan doktrin yapısını inceleyen Soğuk Savaş teorisyeni Burnham, “Containment or Liberation” adlı çalışmasında şunları yazıyor: “Amerikan hükümetinin kanaatine göre aynı anda iki politika güdülmesi şarttır. Birisi, açık ve resmi olan politika; ikincisi de, resmi olmayan ve gizli politika. Birincisine göre; Amerika, sosyalizmin gelişmesini durdurmak ve ona engel olmak gerektiğini açıklamıştır ve bunu imzalamış olduğu çeşitli anlaşmalar temelinde yapmaktadır. Bu konuda Birleşmiş Milletler’in rolüne inanmaktadır ve ona saygılıdır. İkinci politika ise gizlidir, saldırgandır ve hiçbir ahlaki ve insani kural tanımamaktadır. Birleşmiş Milletler’e ise; ancak Amerika’nın çıkarlarına uygun hareket ettiği sürece saygılıdır. Eğer uluslar, başlarındaki despot ve tiranları devirmeye veya zararsız hale getirmeye kalkarlarsa; bu hareketler, gayri meşru, yıkıcı ve barışı tehlikeye sokan girişimler olarak adlandırılır. Fakat eğer bu despotları Amerika kuvvet kullanarak kurtarmaya kalkarsa, bunun adı tamamen meşru ve âdil olan bir hareket olur ve barışa hizmet sayılır... Amerika’daki Siyonist tekellerin devlet kapitalizmi ile bütünleşmeleri sonrasında, ABD’de askeri ve siyasi yapılanmanın dinamikleri kökleşmeye başladı. Bu süreç en şiddetli dönemlerini, II. Dünya Savaşı sonrası ile 60’lı yılların başına kadar yaşadı. Sonrasında ise başkanları yok edecek kadar güçlenmiş bir çelik çekirdek yapı, sahip olduğu finansal araçlar, çok uluslu firmalar ve enternasyonal teşkilâtlarla çağımıza damgasını vurmayı başardı.1952–1956 döneminde ABD’nin en önemli konuları; dış politikası, iç politikası, askeri politikası, harp hazırlıkları, harp stratejileri vs. bunların tamamı iktidarın kilit noktalarına yerleşen Siyonist Wall Street temsilcileri tarafından ayarlanmış ve uygulanmıştır. Bu dönemde devletin en kilit noktalarında görev yapan 272 kişinin 150’sinin Yahudi kökenli olduğu saptanmıştır. Bunların 71’inin en büyük Amerikan tekellerinin sahibi veya direktörleri olduğunu eklersek, yönetimin niteliği ortaya çıkacaktır. Kaldı ki, 150 kapitalistin 79’u yine büyük tekellerin temsilcileri olup, Amerika’nın dolar milyarderi ailelerine mensuplardır. Bunlar arasında en sivrilmiş ve devlet üzerinde en etkili olanı ise Nelson Rockefeller’dir.1942 yılından itibaren yürütme organında görevler alan Nelson Rockefeller, Amerika kıtasının diğer ülkeleri ile ilişkileri yürüten özel bir dairenin başındaydı. Joe A.Morris tarafından kaleme alınan biyografisinde Nelson Rockefeller, şu notu düşüyordu : “Avrupa pazarlarından yararlanma olanaklarının kapanması ihtimaline karşı, Lâtin Amerika, Asya ve İslam ülkelerinin elimizin altında olması lâzımdır.” Nelson Rockefeller, daha sonra, Dışişleri Bakanlığı’nın Latin Amerikan İşleri Dairesi’nin başkanlığına atanmıştır. Bu ülkelerde faşist hükümet ve diktatörlerin mantar gibi türemeye başlaması onun görev döneminde ortaya çıkmıştır. Washington’un Birleşmiş Milletler’de oy deposu olarak kullandığı Lâtin Amerika ülkelerinin yönetimleri üzerinde, Standart Oil petrol imparatorluğu ve Wall Street’in en büyük finans kurumlarını elinde tutan Rockefeller’lerin büyük etkisi vardı. Eisenhower iktidarının hem perde arkasında, hatta resmi ortamda, ABD yönetiminin organizatörü asıl rejisörü John Foster Dulles’dir. Foster Dulles, Dış işleri Bakanlığı’nı, kardeşi Allen ise CIA Başkanlığını eşzamanlı olarak yürüten insanlardır. Bunlar ABD’nin günümüzden geleceğe uzanan çizgisinin belirlenmesinde etkili isimler arasındadır. Rockefeller imparatorluğunun bu lejyonerlerinden “John Foster Dulles, Birleşik Amerika tarihinde özel sektörle devlet sektörünü, mükemmel bir ustalıkla birbirine bağlamasını ve “kapitalist sektörün çıkarlarını kamu sektörünün sırtına bindirmesini” büyük bir maharetle başaran bir Dışişleri Bakanı, bir devlet adamı olarak ün yapmıştır. Bu Dulles biraderlerin firmasının, Hitler’i iktidara taşıyan I.G.Farben, Vereinigte Stahlwerke, Schroder Trust gibi büyük Alman tekellerinin ABD temsilciliğini yaptıkları gerçeğinin üzeri hep kapatıldı. Dulles firmasının Almanya’daki temsilcisi ise Hitler’in özel ajanı Westrick’di. J.Foster Dulles, Alman faşizminin Avrupa’yı kana buladığı yıllarda Nazilerin ABD’deki avukatlığını yaparken; kardeşi Allen Welsh Dulles, İsviçre’de CIA’yı önceleyen OSS (Amerikan Stratejik Hizmetler Bürosu) adına Alman sermayedarları ile gizli görüşmeler yapıyordu. Dulles biraderler, Rockefeller imparatorluğunun ABD yönetimi içindeki en önemli lejyonerleriydi. II. Dünya Savaşı sonrasında, Amerikan tekellerinin kamusal gücü tümüyle denetimlerine alma 117 sürecinde, devlet cihazı yeniden düzenlendi.1947 yılında “Milli Güvenlik Konseyi” kuruldu. Bu “konsey” 1948’den itibaren ABD’nin dış ve iç politikaları ile askeri siyasetini yönlendirmeye başladı. “Konsey”in bu konularda aldığı kararlar, harfiyen uygulanan direktif niteliği kazandı; hükümetin tamamen yerini aldı. Bugün ABD’nin en yüksek karar ve icra organı Milli Güvenlik Konseyi’dir. En önemli ve yaşamsal kararlar bu konseyin muntazaman yapılan toplantılarında alınır. Amerikan Milli Güvenlik Konseyi, federal devletlerin tüm sorunlarını görüşür ve karara bağlar. Askeri stratejilerden, nükleer enerjinin kullanımına; ekonomik yardımlardan, psikolojik savaşın yürütülmesine kadar bütün önemli konular hakkında nihai karar organı bu konseydir. Ayrıca başkanın en yüksek ve yetkili danışmanı da Milli Güvenlik Konseyi’dir. Başkan, başkan yardımcısı, dışişleri bakanı, CIA başkanı, savunma bakanı, genelkurmay başkanı gibi üyelerden oluşan bu konsey, devletin en yüksek karar organıdır. Amerikan tekelleri ve Yahudi kartelleri bu konseyde neredeyse doğrudan temsil edilirler. Petrol, silâh, finans, sanayi devlerinin temsilcileri, Eisenhower’ın başkanlık döneminden itibaren Milli Güvenlik Konseyi’nde yerlerini almaktadırlar. Milli Güvenlik Konseyi’nin bir dokümanına göre: “Amacımız, bize sorun çıkaran değişimleri ve gelişmeleri engellemekten ziyade, Amerikan çıkarlarına en az tehdit oluşturacak ve bizimle dost olan rejimlerle uyum içinde çalışacak şekilde yönlendirmektir” tarzında formüle ediliyordu. ABD emperyalizmi kendi çıkarları ile uyumlu liderlerin işbaşına getirilmesini “merkezi önemde” sayıyordu. Bu nedenle, NSC 129/1 belgesinde , “Amerika’nın çıkarları ve uygarlığımızın hükümranlığı için, yüzü Batı’ya dönük dirayetli liderlerin ortaya çıkmasını teşvik etmeliyiz. Buna ilaveten, böylesi potansiyel liderler yetiştirmek ve onlara yardımcı olmak için bilinçli ve hatta gizli çabalar içine girmeliyiz” deniyordu. Bu doğrultuda Eisenhower, Rockefeller, Ford bursları oldukça kullanışlı imkânlar sağladı. Türkiye’den de Süleyman Demirel Eisenhower, Bülent Ecevit ise Rockefeller bursu ile ABD’ye çağrılıp eğitiliyordu. Ayaklanmaları bastırmak, iç güvenlik ve psikolojik harekâtlarla Amerikan çıkarlarını korumak şu ülkelerde odaklandı. Afganistan, Kamboçya, Çin, Kolombiya, Kongo, Mısır, Gana, Endonezya, Irak, İran, Ürdün, Laos, Lübnan, Pakistan, Suudi Arabistan, Güney Vietnam, Suriye, Tayland, Brezilya, Türkiye, Venezüella ve Himalaya bölgesi. ABD ekonomisi, büyük bölümü Üçüncü Dünya Ülkelerinde bulunan ham madde yataklarına bağımlıdır. Başta petrol olmak üzere üretimin ölçekleri büyüdükçe, söz konusu ham maddeler üzerinde denetim ihtiyacı yoğunlaştı.60’lı yılların oranlarıyla ABD; bütün dünyada üretilen boksitin yüzde 33’ünü, nikelin yüzde 40’ını, manganezin yüzde 13’ünü, kromun yüzde 36’sını, tungstenin, amyantın ve bakırın yüzde 25’ini, kalayın yüzde 41’ini, çinkonun yüzde 23’ünü, demirin yüzde 14’ünü, kurşunun yüzde 14’ünü, potasın yüzde 28’ini tüketiyordu. Bu tabloda yer alan oranlar, ana çizgileriyle günümüzde de yürürlüktedir. Amerika’nın nüfusu ile birlikte ele alındığında bu tablonun çarpıklığı daha iyi anlaşılır. Dünya nüfusunun küçük bir bölümünü temsil eden imtiyazlı bir azınlık, beşeri hayat açısından elzem olan ham maddelerin büyük bir kısmını tüketmektedir. ABD’nin refah ve zenginliğinin, hem ileri teknolojisine hem de yer üstü ve yeraltı kaynaklarının bolluğuna dayandığı görüşü ise gerçeklere aykırıdır. Amerikan endüstrisi dışarıdan sağlanan maden cevherlerine git gide daha bağımlı hale gelmektedir. ABD zenginliğinin tüm insanlara açık olduğu hayali, bu tablo karşısında çökmektedir. Amerika bor, krom, nikel, petrol, boksit vs. yüzlerce hammadde kaynağı üzerinde askerî, siyasi ve ideolojik baskı araçlarını kullanarak, zoraki denetimini kurmuştur. Avrupa, Asya, Lâtin Amerika ülkeleri, Amerikan tüketim modelini izleyerek ekonomik gelişmelerini yürütemezler. Dünya rezervlerinin sınırlı olduğu düşünülürse, söz konusu ham maddeler üzerinde ABD’nin dayattığı tekelci imtiyazın ortaya çıkardığı çelişki, bir çatışma ortamına doğru hızla kaymaktadır.60’lı yılların ikinci yarısından itibaren Asya, Lâtin Amerika ve Afrika’daki ham madde işletmesine ayrılan sermayeler Amerika’ya muazzam kârlar akıtıyordu. Üçüncü Dünya’daki doğal kaynakların işletilmesi, ABD’ye, sadece zengin hammadde kaynaklarını ele geçirme imkanını vermekle kalmıyor; aynı zamanda sanayileşmiş ülkelere yatırım yapmak için gerekli sermayeleri sağlama konusunda kaynak ta oluşturuyordu. Ama bütün bu kârlı kazançların zannedildiği gibi Amerikan halkına değil, bir avuç Siyonist patrona ve 118 kâhyalarına aktığı gerçeği, artık ezilen kalabalıklarca da biliniyordu ve herkes intikam almak için diş biliyordu. 119 DEMOKRASİ Mİ, MAFYA DÜZENİ Mİ? MAFİA'lar, kapitalist sistemlerin ve güdümlü demokrasilerin tabii bir sonucu olarak ortaya çıkan “karanlık işler ve yeraltı örgütleridir.” Zira kapitalizm, bir ülkeyi büyük sermaye sahibi patronların yönetmesinden başka bir şey değildir. Beynelminel Siyonist sermayenin uzantısı olan ve yerli etiketli bölge temsilcileri durumunda bulunan bir kaç zengin patronun çıkarlarını korumak için kurulan kapitalist rejimlerdeki "demokrasi ve seçim" gibi kurum ve kavramlar da, tamamen halkı uyutmaya ve aldatmaya yöneliktir. Kısacası bunlar, masonluk diktatörlüğüne demokrasi demektedir. Çünkü bu türlü "uzaktan kumandalı" demokrasilerde: a-Hem halkı yönlendiren basın ve televizyon gibi etkili propaganda araçları sermaye babalarının elinde ve emrinde olduğu için, kamuoyunu istedikleri şekilde oluşturmakta ve sandıktan işlerine gelen neticeyi çıkarabilmektedirler. b-Hem de çoğunluk sitemine dayanan demokratik hilelerle örneğin seçime katılıp %7, %13, %26, %30 oy alan 5 partiden %30 alan hükümet olmakta ve en az 5 yıl iktidarda kalarak kendi çıkar çevresini ve seçmenini kayırmakta, halkın %70’inin hak ve özgürlükleri ise hesaba katılmamaktadır. Yani çoğunluk sistemi, giderek bir parti diktatörlüğüne yol açmaktadır. Milli Görüşün gerçek katılımı ve konsensüsü sağlamaya çalışması, uygar ve uyumlu bir koalisyon ortaya koyması ise, sahte demokratların uykusunu kaçırmaktadır. Masonik yöntemlerin hakim olduğu ülkedeki devlet, zamanla birkaç zengin patronun çıkarlarını korumak üzere kurulan bir kurum halinde dönüşmektedir. Asker ve polis ise, halkın dış ve iç güvenliğini sağlamak için değil de, sanki mevcut sömürü ve zulüm sistemini ayakta tutmak için vardır. Bu tip demode demokrasilerde her on yılın en az yarısının sıkıyönetimlerde geçmesi düşündürücüdür. İşte ekonomik dengelerin vatandaş aleyhine giderek bozulduğu, can, mal ve namus emniyetinin kalmadığı, din ve düşünce hürriyetinin kısıtlandığı ülkelerde yaşayan insanlar, kendi haklarını aramak ve almak için, devlete ve resmi organlara güven duygusunu yitirdiklerinden, bu sefer, kaçakçılık, zorbalık, tehdit ve yolsuzluk gibi gayrı resmi ve gayrı meşru yollardan hak arama ve haysiyetlerini koruma mecburiyetini duymakta ve işte bu durumu değerlendirmek ve istismar etmek için fırsat kollayan Mafya’lara sığınmak zorunda kalmaktadır. Rüşvet ve tehditle, hem ordu ve emniyet mensupları, hem de yüksek bürokrat ve bakanlar arasında dost ve yandaş bulan mafya babaları ise ortalığı kasıp kavurmaktadır. Ülkemizdeki Çek-Senet (Alacak tahsili) Mafya’ları, ihale ve rüşvet Mafya’ları bunun tipik örnekleridir. Günümüzde fuhuştan, spor yarışlarına, karaborsadan kumar oyunlarına kadar çok çeşitli sahalarda faaliyet gösteren değişik MAFYA’LAR türemiştir. Beynelminel silah, uyuşturucu, altın, borsa ve hisse senedi Mafya’larının Yahudi tekelinde olduğu bilinmektedir. Hatta Amerika'nın bir ara, Panama'yı işgalinin asıl nedeni, eski CİA ajanı Noriega'nın Amerikan yahudilerinin kontrolü dışında oluşturulan bir uyuşturucu Mafya’sına yataklık ettiği içindir. Başta ABD, birçok kapitalist ülkede MAFYA örgütleri öylesine gelişmiş ve güçlenmiştir ki, artık bunlarla başa çıkamayan devlet güçleri, çaresiz MAFYA örgütleri ile uzlaşmaya, hatta işbirliği yapmaya mecbur kalmıştır. Daha doğrusu beynelminel Siyonist çevrelerle sermaye sahipleri, kendilerine karşı etki ve yetki alanlarını daraltmak için, milli devlet güçlerini böyle davranmaya ve yıpranmaya mecbur bırakmışlardır Bugün Amerikanın CİA, Rusya’nın KGB, İsrail'in MOSSAD gibi beynelminel casusluk ve terör örgütlerinin, yeraltı dünyasının MAFİA teşkilatları ve mason locaları ile işbirliği yaptıkları bir gerçektir. Artık kiralık ajanların, çoğu zaman kimin hesabına çalıştıklarının farkında bile olmadıkları söylenmektedir. Sömürü ve zulüm düzeni olan kapitalizmin, çikolata kılıfı sayılan demokratik rejimlerin perde arkası diyebileceğimiz MAFİA örgütleri, Kolombiya ve İtalya gibi birçok ülkede devletten çok daha güçlü ve etkili 120 hale gelmiştir. Öyle ki siyonizmin dünya sömürü sistemine alet olmayan veya kullanılıp yıpratıldıktan sonra harcanması gereken birçok devlet ve hükümet başkanının ihtilallerle devrilmesinde ve üst düzey yönetici ve diplomatların öldürülmesinde, bu MAFİA şebekelerinin parmağı olduğu bilinmektedir. Bu acı gerçeğin farkına varan ama, milli haysiyet ve cesaretten de mahrum bulunan birçok hükümetler de, siyasi ve ekonomik kanunlar çıkarırken, veya önemli kararları uygulamaya koyarken, maalesef bu MAFİA ve MASON örgütlerini hesaba katmak zorunda kalmaktadırlar. Çünkü MAFİA örgütleri genellikle ANARŞİ ve TERÖR odaklarıyla da işbirliği içinde çalışmakta ve vücuttaki gizil virüsler gibi, devlet yapısını içeriden çürütmekte ve çökertmektedirler. Hakka inanmayan, halka da dayanmayan batıl bir düzende ve kapitalist sömürü sisteminde: 1- Huzur ve emniyetin garantisi olması gereken devlet çarkı maalesef zulüm ve sömürü mekanizmasına dönüşmekte, 2- Halkına hizmet etmesi, adalet ve emniyeti gözetmesi gereken bazı devlet adamları, bir nevi süper güçlerin genel hapishanesine çevrilen ülkelerdeki, mason başgardiyanlarına benzetmekte, 3- Hak ve adalet dağıtıcısı olması gereken mahkemeler rüşvet, ve tehditle, “güçlüyü ve suçluyu kayırma” şebekelerine çevrilmekte, 4- Halkın ve hakkın koruyucusu olması lazım gelen ordu ve polis, sömürü sisteminin bekçileri durumuna getirilmek istenmektedir. Hakkı değil kuvveti üstün tutan, sömürü ve menfaati esas alan, çıkar çatışmasına dayanan. Kavram kargaşası ve kanun kalabalığıyla beyinleri bulandıran, adalet ve emniyet sağlayamadığından, vatandaşlarını MAFİA'ların tuzağına ve kucağına atan bu kapitalist sistemlerin ve bu güdümlü ve göstermelik demokrasilerin, yegâne alternatif çözüm önerisi ve insanlığın kurtuluş reçetesi ise, barış ve bereket prensiplerini ortaya koyan, ilme dayanan ve evrensel hukuk düşüncesinden kaynaklanan Adil Düzen’ dir. İşte asker ve polis içinde bile örgütlenen söylemez çetesi, İşte Çakıcı-Ağansoy hesaplaşmasında yine ortaya çıkan, emniyet bürokrasi ve yeraltı dünyası ilişkisi bu dejenere olmuş düzenin ve laçkalaşmış laik demokratik rejimin acı ve alçaltıcı meyveleridir. Manevi ve ahlaki değerlerin tahrip edildiği, içki, uyuşturucu, kumar, faiz ve fuhuş gibi kötülüklerin yaygın hale getirildiği, rüşvetin ve rantiyeciliğin herkesime yerleştirildiği bir bataklık düzeninde, haliyle MAFİA mikropları türeyecektir. Bunların çaresi ise "Laiklik nutukları ve çağdaşlık çığlıkları" değildir. Hâlbuki Milli Görüş ve Adil Düzen her derdin reçetesidir! ATO Mafya Raporu: Ankara Ticaret Odası (ATO) tarafından hazırlanan “Hayatımız Mafya Raporu”na göre, Türkiye’de mafyanın 100’e yakın faaliyet alanı bulunuyor. Rapora ilişkin ATO’dan yapılan yazılı açıklamada, yaklaşık 1 trilyon dolar olduğu tahmin edilen dünya örgütlü suç ekonomisinden Türkiye’nin aldığı paya yer verildi. Rapora göre, Türkiye’de yeraltı ekonomisinin büyüklüğü 238 milyar dolar olan milli gelirin dörtte biri olan 60 milyar doları buluyor. Bu rakam Türkiye’nin 2004 yılı bütçesinin yarısını da aşıyor. Rapora göre, Türkiye organize suç örgütleri tarafından dört bir yandan kuşatılmış durumda.1998–2002 yılları arasında yaklaşık 17 bin kişi çete üyesi olmaktan polis tarafından yakalandı. Polisin Türkiye genelinde yaptığı çalışmalara göre, mafya toplam 3 bin 12 olaya karıştı. Yine 9 bin 53’ü İstanbul’da olmak üzere 17 bin 105 kişi gözaltına alındı, 4 bin 182 kişi tutuklandı. Mafyanın başkenti İstanbul Rapora göre, Türkiye’deki organize suçların neredeyse yarısı İstanbul’da işleniyor.1998’de kurulan İstanbul Organize Şube Müdürlüğü ekipleri, 2002 yılı sonuna kadar 454 suç örgütünü çökertti, 325 çete liderini yakaladı. Aynı dönemde çeteler sadece İstanbul’da 1637 olaya karıştı. 121 Raporda, İstanbul’un ardından mafyanın yoğun olarak faaliyet gösterdiği iller, “Adana, Ankara, Aydın, Antalya, Balıkesir, Bursa, Gaziantep, İçel, İzmir, Kayseri, Kocaeli ve Samsun” olarak sıralandı. Raporda, mafyanın en yaygınını otopark mafyasının oluşturduğu ileri sürülürken, mafyanın, özellikle büyük şehirlerde cadde ve sokakları parselleyip görevlendirdiği değnekçiler aracılığı ile otopark ücreti topladığı belirtildi. Rapora göre, para vermeyen dövülüyor, arabaları çiziliyor, lastikleri yarılıyor. Üç büyük il olan İstanbul, Ankara ve İzmir’de 2 milyona yakın otomobil bulunduğu ve bu kentlerdeki otopark ücretlerinin 2 ile 10 milyon lira arasında değiştiği dikkate alındığında sadece otopark mafyasının yıllık cirosu trilyonlarla ifade ediliyor. Otopark mafyasını “arazi mafyası, çek-senet mafyası, organ mafyası, çocuk mafyası ve ihale mafyası” izliyor. Rapora göre, bunların yanı sıra Türkiye’de uyuşturucu mafyası, kumar mafyası, altın-pırlanta mafyası, kira-tahliye mafyası, fuhuş mafyası, icra mafyası, nakliye mafyası, inşaat mafyası, ehliyet mafyası, sigara mafyası, silah mafyası, hal-pazar mafyası, dilenci mafyası, gecekondu mafyası, çayhane mafyası, insan mafyası, pornografi mafyası, kitap mafyası, müzik mafyası, tarihi eser kaçakçılığı mafyası, göçmen mafyası, telefon dinleme ve izleme mafyası, hapishane mafyası, naylon fatura mafyası...” da önemli yer tutuyor. Yaşam alanları giderek yaygınlaşan mafya dünyasını adlandırmada çok sayıda ifade kullanıldığına dikkat çekilen raporda, bunların başlıcaları şöyle sıralandı: “Mafya ekonomisi, yeraltı ekonomisi, suç ekonomisi, kurşun ekonomisi, karapara ekonomisi, yasadışı ekonomi...” Mafya, adam kaçırma, öldürme, yaralama, dövme, ev ve işyeri basma, tehdit, tecavüz, silah zoruyla el koyma, şantaj, kurşunlama gibi yöntemler kullanıyor, adam dövmek ve yaralamak nedeniyle sabıkalı olmak yükselmek için sektör içinde önemli bir avantaj sağlıyor... Mafya-mason ilişkisi Raporda, “Türk tipi mafya”nın özelliklerine de yer verildi. Buna göre, organize suç örgütlerinin yapısı bir şirket ya da holding yapısına çok benziyor. En yetkili karar mercii olan “baba” bir holdingin yönetim kurulu başkanı gibi doğal olarak piramidin en tepesinde bulunuyor. Türk mafyasının yazılı olmayan kuralları raporda, şöyle sıralanıyor: “Üyelerden lidere karşı mutlak itaat beklenir. Örgütün genişlemesinde hemşehricilik önemli yer tutuyor. Aranan şahıslar pasaportlarını sicili temiz kişiler üzerine çıkarıyorlar. Mal varlıkları ise genellikle başkaları üzerine kayıtlı. Eylem yaparken kullandıkları arabalar ise genel olarak kiralık ve sahte plakalı.” Türkiye’de mafya ile Masonların bağlantıları, TÜSİAD ve TESEV gibi kuruluşlarla çok üst düzey ortaklıkları öteden beri biliniyor. Daha doğrusu yerel mafya babaları, bunların beşinci sınıf piyonları olarak çalışıyor.. TÜSİAD’ın kendi dergilerindeki itiraflarına göre yıllık gelirlerinin sadece %13’ü yatırım ve üretimden kazanılıyor. % 87’si ise faiz ve rantiyeden elde ediliyor! Faiz ve rantiye işlerinde ise mafyalara önemli görevler düşüyor! Hatta IMF’nin de, aleyhinde gibi görünmesine rağmen, bu kirli ve gizli ilişkilerde mafyaları örgütlediği biliniyor. Türkiye şu anda IMF’den ‘en çok kaynak kullanan, IMF’ye en çok borçlu’ ülkeler arasında ilk sıralarda. ‘Borç boyunduruğu’ nedeniyle IMF ile ilişkisi en az iki-üç yıl daha sürdürmek zorunda.IMF alacaklarını tahsil etmeden yakamızı bırakmayacak.Zaten Devlet Bakanı Ali Babacan da birkaç kez açıklamalarında ‘IMF’ye net borç ödeyicisi olmak istiyoruz’ dedi.Yani borcumuz borç, borcumuz namusumuz, ödeyeceğiz manasında konuşuyor.IMF’ye borçlarımız 27 milyar dolara yakın.2003 yılında yeniden yapılanan borç ödeme planı ile 2003 ve 2004!’te ödenecek taksitler küçüldü, 2005 ve 2006’ya sarkan tutarlar büyüdü.Gelecek yıl tek kalemde 10 milyar dolara yakın bir ödeme yapılması söz konusu.O nedenle, her ne kadar Bakan Babacan ‘üç seçenek’ dese de, büyük olasılıkla yeni bir stand by anlaşması olacak.İhtiyati stand by’da olabilir.Ama en önemlisi, IMF’ye olan borç geri ödemelerinin yeniden takvimlendirilmesi, ileriye atılması lazım. Yoksa ayda 12–13 milyar dolar borçlanan, borç ödeyip, yeniden borçlanan, borç çevirmek için göbeği çatlayan Hazine’nin işi çok zor. Tabii ‘borçlarımı yeni vadeye yayayım’ dediğin zamanda IMF yeni şartlar talep edecek. 122 Dünya Bankası Türkiye Temsilciliği Senior Ekonomist’i İsmail Aslan’ın geçen yıl hazırlayıp, Dünya Bankası yönetimine sunduğu Türkiye raporuna göre, IMF’ye Türkiye kadar yüksek miktarda borçlu olup da, bu borçlarını ödeyen sadece iki ülke var. Birisi Meksika, diğeri Güney Kore. Borçlarını ödediler ama, Meksika’da bir tane ulusal banka kalmadı. Meksika’nın tüm banka sistemi yabancıların kontrolünde. Güney Kore ise Asya Krizi sonrası 50 milyar dolar karşılığı IMF ile stand-by yaptı. Borcunu erken ödeyip IMF’nin boyunduruğundan kurtulma yolunu seçti. İnsanlar yastık altındaki dolarlarını, marklarını, paralarını ülkelerinin maliyesine verdiler, bir an evvel IMF’ye borçları ödeyip, kurtulmak için. Ama Güney Kore’nin birbirinden büyük dev sanayi şirketlerini ve bankalarını; başta ABD şirketleri olmak üzere yabancılar satın aldı. Şirketlerini satan Koreli patronların kimi intihar etti, kimi şirketin anahtarını yabancılara teslim ederken hüngür hüngür ağladı. IMF’nin öne sürdüğü ‘yapısal reform’ düzenlemeleri nedeniyle Güney Kore sanayi, finans sistemi, büyük ölçüde yabancıların kontrolüne geçti. Türkiye de bu yola girdi. Şimdi, 2005 ve sonrası için mali disiplin, sıkı para, borç ödemek için FDF, bankaları, şirketleri, KİT’leri, kamu bankalarını satarak, yatırımları kısarak, IMF’ye borçlarını son kuruşuna kadar ödeyen üçüncü ülke olacağız da bakalım bu işin sonu nereye varacaktır? Erbakan Hoca’nın dediği gibi: “Türkiye olmak veya ölmek arasında karar verme noktasındadır”. Türkiye’deki sıkıntıları ise “kayıt dışı ekonomi”yi kontrol altına almadıklarından kaynaklanıyor. Ekonomik konularda faaliyet yapan, Siyonist sermayenin bir aracı-kefalet kurumu gibi çalışıyor görünse de; IMF daha ziyade siyasi ve stratejik görevler yürütüyor, sömürü saltanatına boyun eğmeyen ülke yönetimlerini devirmek için krizler çıkarmakla uğraşıyor. Türkiye’de “Kayıt dışı ekonomi” diye, vergiden kaçırılan veya yasadışı yollarla sağlanan para akla gelse de, aslında IMF’nin ve yerli işbirlikçilerin başa çıkamadığı ve anlamakta zorlandığı sıkıntı noktasını: “Türkiye’de, kendi kontrolleri dışında ekonomiye yön veren ve “İslamcı Sermaye” denilen kaynağı meçhul sermaye oluşturuyor. Özelleştirme yalanıyla ülkenin yağmalanması da bu karanlık odaklar ve kiralık bürokratlarca yürütülüyor!.. Bilderberg toplantıları da bütün bunların planlandığı merkez oluyor! ‘Bilderberg’in, Siyonist Yahudilerin kurup katıldığı ve her ülkeden üst düzey Mason işadamı, siyasetçi ve bürokratların çağrılıp talimat aldığı çok gizli ve etkili bir organize olduğu biliniyor. Türkiye’den daha önceleri Bülent Ecevit, Süleyman Demirel, Emre Gönensay, Mesut Yılmaz, Mehmet Ali Bayar, Tayyip Erdoğan gibi siyasilerin... Selahattin Beyazıt, Cem Boyner, Suna Kıraç, Dinç Bilgin, Muharrem Kayhan, Rahmi Koç gibi işverenlerin... Sedat Ergin, Nuri Çolakoğlu gibi gazetecilerin... Gazi Erçel, Önder Sanberk gibi bürokrat isimlerin katıldığı Bilderberg toplantısı bu yıl İtalya’da yapılıyor. Dünyanın her önemli ülkesinden Bilderberg’e katılanlar oluyor; bugüne kadar konu başlıkları düzeyinde bile dışarıya bilgi sızdıran pek olmadı. Toplantıların yapıldığı otellerde kapsamlı güvenlik tedbirleri alınıyor; içeride sıkıntı giderme amaçlı çizilen rasgele şekillerle dolu kâğıtlar dahi görevliler tarafından yok ediliyor. Otelin kapısından giriş yasak, üstünden kuş uçurtulmuyor... Bu yıl Hasan Cemal’in Bilderberg’e davet edildiği ve katılmak üzere gittiği; Milliyet gazetesinde haber oldu. İsterseniz haberi beraberce okuyalım: “Her yıl diplomat, siyasetçi, işadamı, bankacı, akademisyen ve gazetecileri biraya getiren Bilderberg Toplantıları’na bu yıl Türkiye’den, CHP Milletvekili Kemal Derviş, Koç Holding Başkanı Mustafa Koç, ekonomiden sorumlu Devlet Bakanı Ali Babacan ve gazetemiz yazarı Hasan Cemal katılıyor.3-6 Haziran tarihleri arasında İtalya’nın Milano kentinde yapılacak olan toplantıya, aralarında Henry A.Kissinger, Irak’taki Koalisyon Güçleri’nin Başkanı Paul L. Bremer, Dünya Bankası Başkanı Wolfensohn, eski Yunanistan Dışişleri Bakanı ve PASOK Genel Başkanı George Papandreu, Jp Morgan’dan David Rockefeller, Alman içişleri Bakanı Otto Schily, AB Konseyi Genel Sekreteri Javier Solana, Deutsche Bank, Avrupa Merkez Bankası’nın Başkanları ve Washington Post’un Başkanı Donald E.Graham’ın da bulunduğu 130 kişi katılacak. Basına kapalı olarak yapılan, kaynak gösterilerek yazılamayan toplantının bu yılki konuları 123 arasında, Irak ve Ortadoğu’daki gelişmeler, kasım ayındaki Amerikan Başkanlık seçimleri yer alıyor.” Bu haberin önemi şurada: Bilderbergçiler’in nefes alışlarını uğraş alanı seçmiş kişiler var dünyada; bunların hiçbiri Milliyet haberinde yer alan bilgilerden henüz haberdar değiller. İnternetteki özel sitelerde, “Acaba bu yıl kimler gelecek?” yollu spekülasyonlar gırla gidiyor. George W.Bush aynı günlerde Avrupa’da, İtalya’daki toplantıya selam vermek üzere katılıp katılmayacağı bile merak konusuydu. Geçen yılki katılımcıların da sağladığı destekle, Bilderberg’i tartışan Türkiye, bu yıl da, Bilderberg gözlemcilerine ön bilgi sunmuş oldu. Bilderberg Gizli Dünya Devleti’nin hükümetidir. Her ülkede siyaset ve iş dünyası içinden, medyadan seçtiklerini bir araya getirir. Genel ve özel oturumlarda konuşturur, dünyanın bundan sonra alacağı biçimle ilgili ipuçları sağlayan tartışmalar yaptırır. Yemekler bile fikir alış-verişi için bir zemindir. Verirsiniz, alırsınız, daha bilgili ve başkalarını bilgilendirmiş olarak ülkenize dönersiniz. Bir süredir bir takvim dikkat çekiyor. Önce Bilderbergçiler bir araya geliyor; ardından G–8 toplantısı yapılıyor... Bu arada Avrupa Konseyi ve Dünya Ticaret Örgütü toplantıları da hemen sonrasına diziliyor.İngiliz Observer gazetesi yönetmeni Will Huttun 1997 Bilderberg’ine katıldıktan sonra konuyla ilgili bilgi vermekten kaçınmıştı; özel sohbetlerinden dışarıya “ardı sıra yapılan bu toplantılar birbiriyle irtibatlı” dediği sızdı sadece.. Thatcher, Bill Clinton, Tony Blair gibiler önemli yerlere kendilerini Bilderberg’te gösterdikten sonra geldiler; oysa bizden katılan siyasetçilerin çoğu gözden düştü, bazısı hiç varlık gösteremedi! Bürokrat Bilderbergçilerden mahkemeyle boğuşanlar var. Medya katılımcıların yıldızları beklendiği gibi parlamıyor, hatta sönüyor...Demek ki, Türkiye’de Siyonist sistemin şeytani siyaseti ve stratejilerini boşa çıkaran milli bir yapılanma, artık dünya dengelerini bozabiliyor!.. Türkiye’deki bu Bilderberg karşıtı eğilim başka ülkeleri de etkiliyor gibi. Örneğin bu toplantılara katıldıktan sonra İngiltere, Kanada ve ABD’de birçok büyük gazetenin sahibi olan Conrad Black iflas etti. 60 Ankara 10.İdare Mahkemesinin Tüpraş’ın satışını iptal kararı da, bu Milli Cephenin gücünü ve kirli cepheye üstünlüğünü gösteriyor! Bilindiği gibi Ankara 10.İdare Mahkemesi, Petrol-iş’in açtığı davada, Tüpraş’ın satışına ilişkin ihale komisyonu kararını iptal etti. Başta Petrol-İş olmak üzere, tüm emeği geçenleri kutluyor, mücadelelerinin devamını diliyoruz!.. Kamunun ortak malı olan kaynakları, babalarının malı gibi satmaya girişen özelleştirmeciler de karanlık merkezlerle irtibatlı görünüyor. Kimin malını kime satıyorsunuz? Maliye Bakanı Unakıtan, ‘Kulaklarımı tıkayıp satacağım’ diyor! Halbuki kulaklarını açsın ve bu soruya cevap versin. Demokratik temsil, bir hükümete, özelliklede kamunun ortak çıkarlarını nesiller boyu etkileyecek konularda sınırsız yetki vermez. Demokrasiyi, tek başına hükümet kurmaya yetecek kadar oy almaktan ibaret sananlar, oturup demokrasi derslerine iyi çalışırlarsa, kendilerinin de ülkenin de uçuruma yuvarlanmaktan kurtulacağını umuyoruz!.. Ne yazık ki, “Devlet ekonomiden elini çeksin”, “özelleştirme ekonomiyi canlandırır, iş imkânı yaratır”, “zamanında satmak lazım, yoksa değeri düşüyor” tarzındaki laf kalabalığına aldanan gafiller bulunmaktadır. Dahası özelleştirmenin teknik-ekonomik bir mesele gibi algılanması yanlıştır. Yine Petrol-İş, Irak işgaline karşı, “Bir özelleştirme girişimi ve Irak işgali” sloganını kullanarak, konuya en geniş çerçevede nasıl bakmamız gerektiğini hatırlatmıştır. Gerçekten de Irak işgalinin gösterdiği en önemli şey, ülkesinin kaynaklarını ‘güzellikle’ satmayanların, askeri işgal de dahil her yöntemle nasıl yola getirileceğinin cevabıdır! Bırakın; Saddam ve demokratikleşme masalını, Orta Asya Türk Cumhuriyetleri de ceberrut yöneticiler tarafından, gülünç derecede otoriter rejimlerle yönetiliyor, kaynaklarını dışa açtıkları sürece kimsenin onları demokratikleştirme niyeti yok! Azerbaycan’a ‘BP ülkesi’ (‘BP country’) deniliyor. Kısaca bu iş laf kalabalığına getirilmeyecek kadar önem taşıyor. Hal böyleyken Başbakan’ın olaya, ‘Bürokratik oligarşi Tüpraş’ta direniyor’ şeklindeki sızlanması patronlarının düşüncesini yansıtıyor. 60 Taha Kıvanç 3-Haziran–2004 Yeni Şafak 124 Hatırlarsanız, Mesut Yılmaz da son zamanlarda başı sıkışınca bu terime başvurur olmuştu. Bu Masonlar hukuk sistemi, demokratik kurumlar ve itirazlar, canlarının istediğini yapmalarına engel teşkil edince ‘oligarşi, statüko, bürokrasi’ terimlerinin ardına sığınmayı, Özal’dan beri adet haline getirdiler. 61 Ama piyonlar boşuna çırpınıyor. Çünkü patronlarının bile gücü yetmiyor... Türkiye, tabii misyonuna ve tarihi mirasına sahip çıkacak bir değişim ve devrime hazırlanıyor. 61 Nuray Mert 10–6–2004 Radikal 125 KÜLTÜR EMPERYALİZMİ Zihinsel Kölelik ve Beyin Körlenmesi Siyonist kültür emperyalizmi, kendi hâkimiyetleri için sadece parayı ve pazarları ele geçirmek değil, aynı zamanda halkların bilincini ve beynini şekillendirerek bir “zihinsel hegemonya” kurmak peşindedir. ABD sürekli bir “modernlik” propagandası ile; eğlence ve reklâm sektörünü de kullanarak, özellikle gençleri hedef alır. Gençlik, ABD kültür ihracatı için büyük bir Pazar sayılır. Bu kesimin tüketici-bireyci eğilimleri sürekli uyarılır. Bu arada solun söylem ve kavramları da kullanılarak, gençliğin sistem karşısındaki hoşnutsuzluğunu “özgürlükçü” temalarıyla “müsrif” bir tüketiciliğe yönlendirir. Böylece gençliğin isyankârlığı hem saptırılır, hem kârâ dönüştürülür. Tüm emperyalist egemenliklerde olduğu gibi; ABD emperyalizmi de sadece ekonomikaskeri denetim ve sömürü biçimlerine dayanmaz. Kültürel hâkimiyet de, sömürü sisteminin sürdürülmesinin en önemli dayanakları arasındadır. ABD kendi Siyonist imgesinden bir dünya yaratmaya çalışmakta “ve yalnızca pazar olan” ama yönetim ve denetimde payı ve söz hakkı bulunmayan bir dünya toplumu hedefleyen ideolojileri üretmektedir. Dünyanın birçok yerinde, ABD’nin uzun zamandır çarpıcı ve kaygı uyandırıcı modelini oluşturduğu “parçalanmış toplumlar” ortaya çıkmıştır. “Üretimin, tüketimin ve iletişimin; efendileri tarafından yönlendirilen çoğunluğun” oluşturduğu “kalabalıklar, giderek insani ve ahlaki hedef ve hasletlerden uzaklaşmışlardır. İnsanlar üretim ve tüketim robotlarına benzedikçe ve sadece paraları ve bacak araları için mücadele eder hale geldikçe yozlaşma hızlanmaktadır. Milli sorunlar ve insani sorumluluklar yerlerini bireysel ve basit hesaplara bırakmıştır. Artık bu toplum; kendi bencil ve beleşçi düşlerini bulandıracak olan eylem ve söylemlerden çekinen korkak bir kalabalıktır. Ezilen kitlelerin değerlerini, davranış biçimlerini, gelenek ve kimliklerini, “sömürgeci pazar”ın eksen alındığı bir ideoloji temelinde biçimlendirmek; kültürel yaşama sistematik bir müdahaleyi gerektirir. Kültür emperyalizmi, hem ‘geleneksel’ hem de modern biçimlere bürünebilir. Geçmiş yıllarda kiliseler, camiler, eğitim sistemleri ve kamu yetkilileri; yerli halklara ilahi ve mutlakıyetçi prensipler adına, sömürü düzenine boyun eğme ve sadakat gösterme düşüncelerini aşılamakta büyük rol oynamışlardır. Bu ‘geleneksel’ mekanizmalar halâ çalışmakla birlikte, çağdaş kurumlarda yerleşen yeni modern araçlar, emperyal hâkimiyette gittikçe daha merkezi önem kazanmaktadır. Bu işte başrolü; kitle iletişim araçları, halkla ilişkiler kampanyaları, reklâmlar, laik eğlence programları ve entelektüel yazar ve yorumcular oynamaktadır. Çağdaş dünyada Hollywood, CNN ve Disneyland; Vatikan’dan ve Diyanet Başkanlığı’ndan çok daha etkili olmaktadır. Kültürel nüfuz, askerî-siyasî hâkimiyet ve ekonomik sömürüyle iç içe bulunmaktadır. ABD’nin ekonomik çıkarlarını korumak için; Orta Amerika’daki soykırımcı rejimleri destekleyen askerî müdahalelerine, yoğun bir kültürel bombardıman ve beyin yıkama faaliyeti de katılmıştır. ABD’nin finanse ettiği Protestan vaizler, yerliköylü kurbanlara “boyun eğme mesajları aşılamak” için, aylaca köylerde ve mahallelerde dolaştırılmıştır. Evcilleştirilmiş entelektüellerin ‘demokrasi ve piyasa’yı tartışmaları ve toplumu Siyonist sömürüye alıştırmaları için uluslararası konferanslara sponsorluk edilmiş; gündelik hayatı unutturan sürükleyici televizyon programları ‘başka bir dünyadan’ hayaller aşılamıştır. Bu kültürel nüfuz ve zihinsel tecavüz, insanlığa karşı açılan emperyalist savaşın, askeri olmayan araçlarla devamıdır. ABD emperyalizminin “demokrasi” ölçütleri, “vatandaşların sadece bir tüketici ve gözlemci olması” üzerine kuruludur. Halkın şuurlu katılımı ise, “demokrasi krizi” olarak nitelendirilir. Egemenlik merkezlerinin hazırladığı Siyonist politikalara karşı başlatılacak milli ve yerli itirazlar, bu “kriz”in başlıca tezahürü kabul edilir ve derhal harekete geçilir. Erbakan Hükümetine ve Milli Görüş hareketine karşı girişilen eylemler bunun en çarpıcı örnekleridir. Kendi imgesinden bir dünya yaratmaya çalışan ABD açısından “demokrasi krizleri”, her türlü kültürel terör aracı kullanılarak, olmazsa askeri devrimler kışkırtılarak dünyanın dört bir yanında savaşılması gereken bir illettir. ABD kendi kültür emperyalizmini: toplumsal ilişkilerle, medya marifetiyle, seçkin sınıflar ittifakiyle, halkın bilincini körletmeye, ideoloji ve rejimlerini ihraç etmekle de yayabilir. Bu konuda Batılı Pazar ideolojisine bağlılık temel prensiptir. Benjamin Ginsberg’in değerlendirmesiyle: “Batılı hükümetler halkın perspektif ve duygularını düzenlemek üzere piyasa mekanizmalarından yararlanmışlardır. 126 XIX ve XX. yüzyıllarda inşa edilen ‘fikirler pazarı’, alt sınıfların ideolojik ve kültürel bağımsızlığını yok ederken, fiilen üst sınıfların yani Siyonist elit tabakanın inanç ve fikirlerini yaymaktadır. Batılı hükümetler bu fikir pazarlarının kuruluşuyla, sosyo-ekonomik konum ile ideolojik güç arasında sağlam ve kalıcı bağlar kurmaya zorlanmış, böylece üst sınıfların birini desteklemek üzere diğerini kullanmalarına olanak tanımıştır... Özel olarak Amerika Birleşik Devletleri’nde, üst ve seçkin sınıfların fikirler pazarına egemen olma becerisi; genellikle Siyonist katmanların ve Avanjelik kâhyaların, toplumun politik tercihlerini yönlendirmesini ve şekillendirmesini sağlamaktadır. Batılılar genelde piyasayı düşünce özgürlüğüyle eşitlerken, piyasanın gizli eli, neredeyse devletin güçlü yumruğu kadar etkili bir denetim aracı olabilir. Amerikan iletişim sisteminin özü ve biçimi; çağdaş hayal kahramanları ve bunları ileten araçlarla “zihinsel yönlendirmeye” dayalıdır. Bireysel pasiflik, nemelazımcılık, zihinsel bulanıklık, kısaca aklı körletmeyi ve kurulu düzene köleliği sağlayan unsurlar; özellikle televizyonlar tarafından yaratılan kültürel terörün sonuçlarıdır. ABD yaşam tarzı ile bütünleşen televizyonlar, az gelişmiş ülkelere karşı kültür emperyalizminin en önemli savaşçıları arasındadır. Adeta bir narkoz tüpü işlevine sahip televizyonlar, zihinsel faaliyetleri dumura uğratmaktadır. Televizyonun en hafif tahribatı; bir lağviyat olarak onu açmanız, ekrana ne gelirse seyretmeye koyulmanız ve dipsiz bir pasifizm kuyusunun karanlık kuytularına doğru kaymaya başlamanızdır. Ekranda ne gösterildiği önemli değildir; bu bir yabancı film olabileceği gibi, hiç kimsenin ilgisini çekmeyen türden başka şeyler de olabilir. Bir süre sonra : “düşünme yorgunluğuyla” seyrettiklerinizi unutmaya ve şekerleme yapmaya başlarsınız. Sanki birileri beşiğinizi sallıyor, sanki birileri: “Sakın kıpırdamayın ve yerinizden kalkmayın” diye sizi teşvik ediyordur. Gözleriniz açık da olsa beyninizin pencereleri kapanmaktadır. Beyniniz, alışageldiğinin dışında bir yoldan meşgul, ve hatta işgal edilmektedir. Sizi harekete geçirecek, aktif ve üretken hale getirecek duygularınız artık televizyon tarafından esir alınmıştır. Amerikanın marazlı medya merkezleri; paketlenmiş bilinç mikroplarını; film, dizi, haber, yorum vs. tarzında dünyanın dört bir yanına iletirler. “Tarafsızlık, bireysel menfaatçılık, nemelazımcılık, “gemisini yürüten kaptan” cılık, fırsatçılık ve kolaycılık ve göz açıklık” gibi saptırmalar televizyonun her gün insanlara öğrettiği şeytani felsefelerdir. Amerikan kültür ürünleri, ince reklâm stratejileri ve “Amerikan hayat tarzı”nın özendirilmesi ile birlikte tüm dünyaya yayılır. Reklâm aracılığıyla mesaj iletmek, uluslararası iletişim tekelinin vazgeçilmez bir parçası haline gelmiştir. Kitleleri kuşatan medya ve özellikle de en güvende olduklarına inandıkları yerde yani evlerinde, insanları zihin kölelerine dönüştüren televizyon, iletişim tekellerinin ideal araçlarıdır. Reklâmcılık ve denetiminde tuttuğu kitle medyası, kültür ticaretinin ve ticaret kültürünün emrindedirler. ABD’nin küresel etkinliğinin en önemli unsurları arasında kültürel kapitalizm gösterilebilir… Halkları kontrol altında tutmak: imgelerin, sözcük kapasitelerinin, dil olanaklarının, zihinsel kodların yönlendirilmesiyle mümkün hale gelmektedir. Salt askeri güç kullanarak toplumları uzun süre baskı altında tutmak mümkün değildir. Baskının kurumsallaşması ve sürekli olması, egemenliği elinde tutanın, kendi çıkar ve amaçlarını, ancak ezilene benimsetmesiyle sağlanabilir. Dolayısıyla egemenlik sistemleri, iletişim yöntemlerine ve toplumun büyülenmesine kesin bir ihtiyaç gösterir. Toplumun çeşitli olaylar karşısında takındıkları tavırların bileşkesi bir birikim temelinde, “politik tercih ve tepkiyi” meydana getirir. Bu nedenle Siyonist ABD hâkimiyeti varlığını sürdürebilmek için; büyük bir ustalıkla kullanılan, kitle yönlendirmesini sürekli geliştirir. Halk, gizli patronların sahneye sürdüğü piyonları kendi adayı diye seçip oy vermekte ve böylece demokratik bir sistemle, ülke yönetimine katıldığını zannetmektedir. Günümüzde büyük halk kitleleri, bu iletişim araçları ve medya saldırıları karşısında son derece savunmasızdır. Veri iletişim teknolojisi de devreye sokularak, bilgisayar aracılığıyla yaygın denetim ağları kurulmaktadır. Toplum hipnotize edilerek uyutulmaktadır. Üstelik “zihinsel köleliği”, hissedilmezlik boyutu ile, “köle olmayı kendi iradesiyle seçme özgürlüğü” gibi bir saçmalık derekesine indiren enformasyon alanındaki gelişmeler, gerçekten şeytani bir devrim sayılmalıdır. ABD iletişim tekelleri ve enformasyon teknolojileri, az gelişmiş ülkeleri kuşatan kıskacı iyice daraltırken , “modernizm”e özentileri bu ülkeleri teknoloji çöplüğüne dönüştürüyor. Yeni bir statü simgesi olarak bilgisayar-İnternet kullanımı, çok sınırlı çevrelerin ilmi araştırmaları dışında tüketime, pornografiye ve zihinsel 127 yozlaşmaya hizmete ediyor. Özellikle yoksul halk kesimleri açısından bir tür “bilgisayar tinerciliği” gündeme geliyor. Bu zihin köleliğinin sonucunda kitlelerin, “tarihi, siyaseti, ülke ve bölge problemlerini umursamaz olmaları ve aptalcasına bir tüketimin günlük sorunları arasında basit kaygılar ve kavgalar için de boğulmaları kaçınılmaz gözüküyor. ABD medya patronlarının, Pentagon ve iş dünyası ile birlikte oluşturduğu reklâmcılıkla bütünleşen televizyon sistemi; bu “zihin köleliğini” korkunç boyutlara taşıyor: Seyredenlerin duygularını körelten ve vicdanları kirleten bir eğlenceye maruz kalmanın uzun dönemdeki öldürücü etkisiyle kıyaslandığında, “dikkat süresinin kısalması ve yoğunlaşmanın kaybolması” zararları bile önemsiz kalıyor. Amerikan ticari televizyonundaki programların on iki yaşında bir çocuğun zihinsel seviyesini hedeflediği söyleniyor. Bu ister şuurlu benimsenmiş bir siyaset olsun, isterse piyasa araştırmalarıyla izleyicilerini küçümseme tavrının sonucu olsun, önemli değil. Önemli olan, böylesi yayınlara sürekli maruz kalan nesillerin genel zihin seviyesinde, korkunç bir düşüş yaşanacağı gerçeğidir. Bu “zihin köleliği” sistemi, ABD’de uzun yıllardan beri yürürlüktedir. Diğer yandan dünyanın her köşesinde, Walt Disney’in faşist yaratıkları; çocuk televizyonlarında ve çocuk basınında “körpe beyinleri tüketime, sorunlarını kaba güçle halletmeye, maddi kazancı en kutsal amaç gibi göstermeye ve onu koruma adına şiddetin gerektiğine” inandıran yayınlar, şeytanın görevini üstlenmiştir. Ve bütün insani değerleri ve erdemleri yok etmeğe yöneliktir. Walt Disney ürünlerinde, dayanışma, paylaşma ve yardımlaşma imgesi yoktur; hayvanlar arasında dayanışma olgusunda bile, bu dayanışma yapıcı bir amaç için değil, ortak saldırı ve korunma adınadır. Kapitalist sistemin bencil değerleri , “evrensel” bir masumiyet maskesi ile çocuklarımızı şartlandırır. ABD kültür emperyalizmi, ekonomik ve siyasal sömürü düzenini destekleme yönünde, din-maneviyat malzemesinden de yararlanır (Evet; din ve maneviyat; Siyonist ve emperyalist kesimler için sadece birer malzeme sayılır) Bu ideolojik mücadeleye, örgütlü din de, her zamanki gibi bu kez radyo ve televizyonu kullanarak katılmaktadır. Din maskesi altında yapılan inanç sömürüsü, özellikle Amerika’dan kaynaklanan milyarder örgütlü-din tüccarlarının özel radyoları, televizyonları ve uydu yayınlarıyla; sadece Amerika ve Latin Amerika’ya değil, bütün dünyaya “Tanrı’nın buyrukları” diye Siyonizm’in kurallarını anlatırlar. Bu tür yayın merkezleri, Hrıstiyan dünyasında; Katoliklikten hayal kırıklığına uğramış, arayış içindeki sefil ve cahilleştirilmiş insan kitlelerinin bol olduğu Latin Amerika’da çok yaygındır. Latin Amerika’da, Liberation Teoloji’nin dışındaki “örgütlü din” kurumları, sadece basit din tüccarlığı yapmamakta, aynı zamanda Siyonizm’in güdümündeki katil rejimlerin yaşamasına yardımcı da olmaktadır. İslam Dünyasında ise, hürriyet ve hâkimiyet şuurundan uzak ve Siyonizm’e uşak ruhlu dindar Müslümanlar ve layt insanlar yetişmesi sağlanmaktadır. ABD’de “Yeni Hrıstiyan Sağ Fundamentalist” hareket oldukça güçlü bir medya ağına sahiptir. Öyle ki, Evanjelikler bu medya gücünden dolayı “televanjelistler” olarak tanınmaktadır.1989’da yapılan bir “GALLUP” araştırmasına göre, erişkin nüfusun yüzde 33’ünü (58 milyon) Evanjelikler oluşturmaktaydı. “Ahlaki çoğunluk” örgütü ile Siyonizm’e uyum sağlayanlar seçkin sayıldı. Bu kavram Türkiye’ye, Dünya Bankası Başkan yardımcısı bir uluslararası sermaye teknokratından sonra, ABD’den gelen “Yeni Sağ”cı politikacı adayı tarafından , “makul çoğunluk” biçiminde değiştirilerek kullanıldı. ABD’de “fundamentalizm” teriminin halk arasında kullanılması 1920’li yıllardır. Bu akım; 1910 yılından itibaren Protestan ilahiyatçıların 90 ayrı makalesinden oluşan The Fundamentals (Temeller) adlı 12 ciltlik serisiyle ortaya çıktı. Bu 12 ciltlik metin, 3 milyon kişiye parasız dağıtıldı. ABD’de özellikle Evanjeliklerin; aşağıdan yukarıya, “halkı yeniden Hristiyanlaştırma” hareketi, sol fikirlere karşı sağ bir anlayışla kurulan cephede yer aldı. Egemenlik sisteminin desteklediği bu akım, sosyo-politik mesajlarını ve kurulu düzene bağlılığını ince yöntemlerle sakladı. Ancak, basın imparatoru William Randolp Hearst, Evanjelik lider, vaiz Billy Graham’a destek kararı alınca, 1949’da başlatılan kampanya ile bu akım “milli bir kişilik” kazanarak muazzam bir medya propagandasına bağlandı. Evanjelikler büyük bir okul şebekesini de örgütlediler.1965’te Bob Jones ve 1981’de Oklohama 128 eyaletinde bulunan Tulsa’da, Oral Roberts Üniversiteleri kuruldu. Evanjeliklere ait Oral Roberst Üniversitesi’nin hukuk, tıp, vs. gibi temel bilimlerden oluşan yedi fakültesi bulunuyordu. Ancak Evanjelikler açısından en önemli eğitim kurumu, Jerry Fawell’in kurduğu Liberty Üniversitesi’dir. “Fawell’in yarı kilise imparatorluğunu ve Amerika’daki konumunu güçlendirmek için hazırladığı planı; bunların amacını ortaya koymaktaydı. Liberty Üniversitesi, sadece geleceğin milyonerlerini hazırlayan basit bir okul değildi. Buradan mezun olan binlerce genç, dünyaya; Siyonistlerin dinsel inançları ve sosyo-ekonomik düşünceleri doğrultusunda bakacaktı. Bu diplomalılar tüm sektörlere sızacaklardı. Siyonizm adına gönüllü misyonerlik yapacaklardı. Liberty Üniversitesi, Yeni Sağcı dalganın yukarıdan aşağıya Hristiyanlaştırma aşamasına geçen Evanjelik akımla bütünleştiği en önemli “politik” projeydi aynı zamanda. Falwell , “Ahlâki çoğunluk” hareketini Liberty Federation adlı bir başka örgütlenmeye dönüştürdü (1986). Bu değişiklikten sonra da tüm ağırlığını eğitim örgütlenmesine kaydırdı. Moral Majority (Ahlaki Çoğunluk) ve Ulusal Kiliseler Birliği (NCC) , bugün İsrail’in ve Siyonizm’in en önemli destekçileri arasındadır. ABD’de , “Yahudiler ile Marol Majority arasındaki potansiyel çıkar ortaklığı”nı bizzat Siyonist liderler açıkladı. Ancak NCC ile bir süre sonra yollarını ayıran Siyonist Lobi, Evanjeliklerle ilişkilerini iyice koyulaştırdı. Çünkü evanjeliklerle Siyonistlerin yakınlıklarının, “dini temelleri” bulunmaktadır. Evanjeliklere göre “son karar günü”nün geldiğine işaret eden mucizevî olaylar arasında, Yahudilerin Filistin’e dönmeleri ve bir Yahudi devletini gerçekleştirmeleri de vardı. Dahası, İsa’nın Hristiyanlık düşmanlarına nihai darbeyi vuracağı Mahşer (Armageddon), kutsal coğrafyada belli bir yer kaplamaktaydı; bugünkü İsrail’in kuzeyindeki Armageddon Vadisi burasıydı... Evanjelikler İslam’a da düşmandır. İsrail karşıtlığının ve antisemitizmin sorumlusu olarak İslamiyet’i ve Müslümanları suçlamaktadır. Evanjelikler, Amerikan tarihinin “Tanrı tarafından seçilmiş ve kutsanmış halk” dogması temelinde, Amerikalıların “Yahudileri kurtarmış” olmasını ilahi bir işaret saymaktadır. Yeni Sağ dalga + Moral Majority hareketi + Siyonizm: ABD’nin kökten dinci örgütlenmesinin çelik çekirdeğini oluşturdular. Begin’in İsrail’de başbakan olmasıyla eş zamanlı olarak, ABD’deki köktendinci hareket de ciddi bir siyasileşme sürecine girdi. Bu dönemde Moral Majority Başkanı Falwell’e İsrail Devletine yaptığı hizmetlerden ötürü Jabotinsky ödülü verildi. Eskiden, genelde Protestanlar üzerine odaklanmış olan Yahudi cemaat örgütleri, 1970’lerin ikinci yarısından itibaren Evanjeliklerin sağlayacağı yararları fark etti. Yahudi İrtibat Bürosu eski görevlilerinden biri , ‘Bu ülkedeki Yahudilerin sahip olduğu gücün gerçek kaynağı Evanjeliklerden gelmektedir’ demekteydi. Evanjelikler, İsrail’in 1982’de Lübnan’ı işgaline de büyük destek verdiler ve Lübnan’da Falanjistlere yönelik yayın yapan radyo istasyonlarını kurdular. Hristiyanlığın Yahudileşmesi sürecinde, Evanjelik hareketin Siyonist-Yahudi doktrinle kaynaşmasının ve ortak hareket kararı almasının yanı sıra; ABD egemenlik sisteminin çelik çekirdeğinde yerini alan bu iki akımın , “kader” birliği yapması, oldukça belirleyicidir. Özellikle 90’lardan sonra; Türk tipi Siyonizm’e İslam’i bazı cemaatlerden verilen destekle birlikte, İslamiyet’in, dinler arası “diyalog” temelinde tüm temel niteliklerinden arındırılarak, Evanjelik örgütlenme biçimleri doğrultusunda Yahudileştirilmesi ve İsrail’in varlığının güvencesi olacak tarzda bir “Türkiye modeli”nin kıskacına düşürülmesi programı yürürlüktedir. Fetullahcı yapılanması ve özellikle eğitim alanında yaygınlaşması, bu bakımdan oldukça sinsi ve tehlikelidir. AKP’de bunun için iktidara getirilmiştir. Yahudiliğin, “pazar-para putperestliğine” dönüştürülen Siyonizm; küresel finans-kapital oligarşisine muazzam bir kültürel ve örgütsel kaynak sunmaktadır. Bu çerçeve de, Evanjelik akımı bütünüyle Yahudileştirilmenin yoğunlaştığına ve Hristiyanlığın yanı sıra İslamiyet’e yönelik faaliyetlerin de hızlandığına dair şeytani girişimler, özellikle Türkiye’de görülmektedir. Bu bağlamda semavi dinlerin yerine; “pazar tek tanrıcılığı”nın konulmasına yönelik bir proje yürürlüktedir. “Çıkar ve iktidar” için dini duygular ve sorumluluklar istismar edilmektedir. Hristiyanlık ve Müslümanlık, Siyonist Tanrıya kul yetiştiren kurumlara dönüştürülmektedir. Menfaate ve misyonerliğe dayalı din anlayışı, insanların inanç ve ahlak değerlerini söndürmektedir. Pazarın dine dönüşüm sürecinde kültür, vicdani değerler, sanat, bilim dahil insanı insan yapan tüm nitelikler ticarileşmiştir. Siyonizm’in Üçüncü Dünya’da uyguladığı kültürel soykırımında; işbirlikçi hükümet ve şahsiyetlerin, 129 Batı’yı kurtarıcı olarak görmeleri ve emperyalizmi; karşılıklı çıkarların masum bir gerçeği olarak değerlendirmeleri de en yıkıcı unsurlar arasındadır. Bu işbirlikçiliğin sonuçları ise şöyle özetlenebilir: Bir halkı tasfiye etmenin ilk adımı, onun milli belleğini silmektir. Dinini, töresini, kültürünü ve tarihini imha etmektir. Sonra başka birilerinin yeni ve yapay bir kimlik üretmesini, köksüz bir kültür meydana getirmesini ve uydurma bir tarih icat etmesini sağlamaktır. Çok geçmeden bu ulus, kendi gerçeğini ve geçmişini unutmaya başlayacaktır. Bu unutuş ve tarihinden kopuş, o milleti uydu ve uysal hale getirecektir. Kapitalizmin göz alıcı ve oyalayıcı nesnelerin üretimini tekelleştiren işleyişi, tüm bu kültürel çöpleşmenin gerçek nedenidir. Kapitalist egemenlik sistemi, “ümitlendirip oyalamak” temeline dayanmak zorundadır. Kapitalizmde, insani amaçlar, hatta yaşamın kendisi bile, yalınızca sistemin işleyişinde (sadece teoride değil, ekonomik gerçekliğin kendisinde) bir araç sayılmaktadır. Tekelci sermayenin Siyonist hedefleri asli amaç olup, diğer tüm insani girişimler, arzular, yetenekler ve umutlar yalnızca sömürülebilir araçlardır; kapitalist toplumu mutlak egemenliği altına alan bu bakış açısı, insan onuru ve toplum huzuruyla taban tabana bir zıtlık içindedir. Bütün insani duygular ve değerler piyasa egemenliği tarafından çürütülürken, suni görüntülerin cazibesine kapılan bireyler; mobilya, beyaz eşya ve araba gibi meta zinciriyle bağlanır. Cehennemi bir “eşya estetiği” , tüm beşeri güzelliklerin yerine konulur. Hayallerin ve hedeflerin bu sahte imgelere tutsak edilmesi; görünmez bir egemenlik biçimidir ve bu bağlamda insanların, vicdani duygu ve duyarlılıklarının Siyonist sistemin çıkarları doğrultusunda ele geçirilmesi; şeytani baskıların en dehşet verici olanıdır. Böylece insanlar; “tüketim savurganlığı, reklâm bombardımanı ve medyanın zihin saldırıları” doğrultusunda ve kendi arzuları aracılığıyla egemenlik altına alınır. Kapitalist egemenlik sistemi bu konuyu son derece profesyonel bir biçimde değerlendirmiş ve tam bir “irade işgali” gerçekleştirmiştir. Bu çerçevede okullar, reklâmcılık sektörü, bankalar, devletin baskı aygıtları, dev şirketler, iletişim tekelleri, finans kurumları ile kuşatılan insanların hayatının her zerresine; muazzam bir ideolojik baskı zerkedilmektedir. İnsanların düşleri bile kuşatılırken, “eğer işler yolunda gitmezse suçu sisteme değil, bireylere yüklersin olur biter. Suçlu, bireydir, hatta bir aşağılık kompleksiyle tüm toplum sorumlu gösterilir! “Biz dürüst değiliz, biz tembel bir milletiz. Biz hiçbir şey beceremeyiz. Hilekârlıktan başka iş bilmeyiz” gibi sözler herkes tarafından dile getirilir. Bu kapitalist hegemonyanın tüm unsurları; birlikte ve dayanışma içinde hareket etmektedir. Çevreye göre, etkiler ve vurgular değişebilir. Amaç; sonuçta, bir “pasiflik ve acizlik duygusu, kültürel yozlaşma ve politik bir dağılmaya yol açacak genel bir boş vermişlik olgusu” yaratmak ve hayata geçirmektir. Güçsüzlük duygusu, günümüzün belki de en yaygın ve sinsi toplumsal hastalığıdır. Güç tekelini ellerinde bulunduranlar için o kadar uygun bir hastalıktır ki, suçu sistemim yerine bireylerin üzerine atma tekniği kadar yaygındır. Örneğin ekonomik çöküntü dönemlerinde ortaya çıkan sefalet ve rezaleti birkaç bürokratın ve bankacının sırtına yıkarak “sömürü sistemi ve işbirlikçi hükümetler” dikkatlerden saklanmakta ve aklanmaktadır. Ekonomik dengesizlik ve yüksek işsizlik dönemlerinde sistem sorumlu tutulacağına, iş bulamayan insanlar suçlanır. Bunun bir sonucu, iş bulamayanların birçoğunun, bunun kendi hataları olduğunu sanmalarıdır. Teknik okullardan mezun olanlar bile, girişim cesaretlerini yitirmiş durumdadır. Bulamayacakları işleri aramaktan vazgeçmiş; kendilerini evlerine hapsedip, televizyonun ve uyuşturucunun esiri olmuşlardır. Sistemin suçunu kendi üzerlerine almışlardır. Politik olarak sahipsiz, ekonomik olarak yetersiz, toplumsal olarak dışlanmışlardır. Siyonist sistem” vahşi bir gaddarlıkla”, bu ekonomik ve kültürel kontrolünü fark edilmez bir “sinsilik” le uygulamaktadır. “Özel” olan “kutsal”dır: Özel bankalar, özel okullar, özel sağlık fonları, özel şirketler, özel madenler, özel polis kuvvetleri, özel televizyonlar, özel uçaklar, özel araziler, özel gelişim, özel kâr, özel servet ve özel güç tekelleri... Ve onların “gizli devleti” kutsaldır ve saygı duyulmalıdır! Artık biliniyor ki, adısanı, resmi sıfatı ne olursa olsun Siyonizm’in güdümündeki politik sistemler: uyruklarından ya da yurttaşlarından; araştırmasız ve tartışmasız bir sadakat ile, ‘meşru’ düzene! Uymalarını şart koşmaktadır. İnsanların siyasete ve ülke yönetimine aktif ve akıllı biçimde katılım yolları tıkanmıştır. Bir yandan bireyin yetişme sürecinde uygulanan yöntemlerle, öbür yandan da, kitle iletişim araçlarının etkisiyle, beyinler 130 dizginlenmeye ve manipüle edilmeye başlanmıştır. Siyonist sisteme, “demokratik köle” ruhlu ‘kul’ hazırlama ve kutsallaştırılmış “tüketim toplumu oluşturma” hedefi; küreselleşmenin de esasıdır… Bu anlamda iletişim tekelleri “korku” ve “buyruk” araçlarını kullanıyor; tüm renkler, çizgiler, görüntü ve imgeler aynı totaliter mesajı şiddetle beyinlere kazıyor. “Eğer, servete ve etikete sahip değilsen bir hiçsin!” (İmge: “Düşünce de canlandırılan tasavvur, tasarım ve teoremler. Hayatın amacı haline getirilen hedef ve hevesler ve kutsallaştırılan hayaller” anlamında kullanılıyor)… Kutsallaştırılan para, tüm inanç değerlerine saldırının aracı oluyor. Sistem kendi yarattığı putlara, yani paraya tapılmasını istiyor. Artık, “para ve dolar”, ‘tanrı’ gibi tapınılan, aranılan, amaçlanan kutsal bir konumda bulunuyor. Günümüzde iktidar imgeleri artık göklerde yaşamıyor, her an yanı başımızda dolaşıyor. ‘Para Tanrısı’nın, bu iktidarını koruması için görünmez olması da gerekmiyor. Çünkü o, gücünü, dokunabileceğimiz kadar yakınımızda olmasına rağmen, ulaşılamaz oluşundan alıyor ve bugünün büyüsü, kitle iletişim araçları ile yapılıyor... Firavunların çağdaş sihirbazları olan medya ve televizyonlar, insanları hipnotize edip uyuşturuyor… Ve böylece “Siyonist Efendi”lerin sefil köleleri olarak, hayat sürüyor... Daha doğrusu insanlık sürünüyor... Ve Kur’anın “Sur”uyla yeniden kendine gelmeyi ve İslam’la dirilmeyi bekliyor!... Ve artık fertlerin (hatta devletlerin) gerçek kimliğini öğrenmek… Ayarını ve değerini ölçmek için: Müslüman, mı, Hırıstiyan mı, Yahudi mi, Budist mi, Ataist mi? Gibi DİNİNE… Türk mü, İngiliz mi, Arap mı, Japon mu? Gibi KÖKENİNE… Sağcı mı, Solcu mu, Liberal mi? Gibi DÜNYA GÖRÜŞÜNE… Mutaasıp çevreden mi, sosyeteden mi, üst seviyeden mi, alt kesimden mi? gibi YAŞAM BİÇİMİNE… Veya PARTİSİNE, PARDÜSÖSÜNE, PRESTİJİNE, PRENSİPLERİNE bakmak maalesef insanı yanıltıyor ve işe yaramıyor! Bunların yerine: 1-ABD ve AB gibi süper sömürü şebekelerinin ve başka ülkelerdeki işbirlikçi hükümetlerin ve kukla şebeklerin; Siyonist ve emperyalist hegomonyasına… Ve şeytani amaçları için her günahı mubah sayan hücumlarına, razı görünüp kılıf uydurarak teslimiyet içinde alet mi olmaktadıır? 2-Yoksa: bu zulüm ve zillet döneminin ve bu vahşet ve rezalette kovboy ve kobay olarak kullanılan devletlerin; fikren ve fiilen karşısına geçip… Mertçe ve mümince itiraz ve isyan edip; Adil ve ahlaki yeni bir oluşum ve dönüşümden yana mı dır? Sorularının cevabı, herkesin içini dışa döküyor… Gerçek niyetini ve mahiyetini ortaya çıkarıyor… Türkiye Aydınlarına Yirmibir Soru TÜRKİYE 'de gerçek aydın var mı? Varsa kaç kişidir?.. Onlara bazı sorular yöneltmek istiyorum. Varsalar ve cevap lütf ederlerse bizi aydınlatmış olurlar. BİRİNCİ SORU: Devletle rejimin, devletle resmî ideolojinin özdeşleştirilmesi doğru bir yaklaşımmıdır? İKİNCİ SORU: Her vatandaş resmî ideolojiyi kabul etmeye, ona iman etmeye, onu can u gönülden benimsemeye, onu koruyup gözetmek için çalışmaya niçin mecbur tutulmaktadır? ÜÇÜNCÜ SORU: Vatansever olabilmek için resmî ideolojiye bağlı olmak şartmıdır? DÖRDÜNCÜ SORU: İnsan hakları hürriyetleri ve haysiyetleri ile ilgili metinler içinde resmî ideolojileri yücelten, onları "değer" olarak kabul eden bir cümle, bir madde, bir paragraf bulunmakta mıdır? Varsa bize göstersinler. BEŞİNCİ SORU: Lâiklik bir değer midir? İnsan haklarıyla ilgili temel metinlerde lâiklik ile ilgili bir madde ve hüküm var mıdır? ALTINCI SORU: Dünyanın hangi medenî, demokrat, ileri, hukukun üstünlüğünü kabul etmiş, insan haklarına bağlı ve saygılı ülkesindeki vatandaşlar, kendi ülkelerinde 1928'den önce basılmış, yazılmış kitap ve diğer yazılı metinleri okuyamamaktadır? YEDİNCİ SORU: Böyle bir cahillik ve kopukluk o ülkenin, o halkın, oradaki devletin yararına ve hayrına mıdır? SEKİZİNCİ SORU: Fransa'da bütün (tekrar ediyorum bütün) üniversitelerde başörtüsü serbest, 131 Katolik okullarında serbest, diğer özel okullarda serbesttir. Bizde niçin bütün okul ve üniversitelerde yasaktır? DOKUZUNCU SORU: Bizdeki büyük medya organları ve bazı ünlü kalemlerin Fransa'daki başörtüsü yasağını, mutlakmış ve genelmiş gibi göstermeleri halkı aldatmak olmuyor mu? Böyle bir çarpıtma basın ahlâkına ve insanlık onuruna yaklaşmaktamıdır? ONUNCU SORU: Türkiye'de fikirleri, inançları, doktrinleri, ideolojileri dünya görüşleri birbiriyle uyuşmayan, hattâ bazısı birbirine tamamen zıt olan şahısların, zümrelerin, grupların, partilerin hepsi Atatürkçüdür. Atatürk'ün localarını kapattırmış olduğu Masonlar da su katılmadık Atatürkçüdür. Bu husus nasıl açıklanacaktır? ONBİRİNCİ SORU: Birtakım düşmüş kadınlara, esaretin en çirkini olan fahişelik yapmak için üzerinde TC'li antetler bulunan resmî vesikalar vermek; kadın haklarına, kadın haysiyetine uygun mudur? İslâm'a saldıran birtakım ilericiler niçin bu çarpıklığı dile getirmiyor, niçin susulmaktadır? ONİKİNCİ SORU: Ülkemizin en büyük, en güçlü lobisini Sabataycılar teşkil ettiği halde, yakın tarihimizdeki bütün ihtilâl, inkılap, darbe, büyük değişimlerde onların büyük rolü olduğu halde; okul kitaplarında, üniversitelerde okutulan tarih kitaplarında tek kelime ile olsun Sabataycılıktan, Sabataycılardan bahs edilmemektedir. Bu gerçeklerin üstü niçin kapatılmaktadır? ONÜÇÜNCÜ SORU: Marksist ve çağdaş kesim, Atatürk'ün yakalatıp hapse attırdığı, çok ağır hapis cezasına çarptırdığı şair Nazım Hikmet'in cesedinin Türkiye'ye getirilip büyük törenlerle bir anıt kabire konulmasını istiyor. Bu hususta iki sorumuz olacaktır: Böyle bir şey Atatürkçülüğe uygun mudur?.. İkincisi: Nazım Hikmet'in mezarı vatana taşınırsa, son Padişah Mehmed Vahidüddin'in Şam'daki mezarının da taşınması gerekmez mi? Böyle bir teklif ve teşebbüs sizlerden destek bulacakmıdır? ONDÖRDÜNCÜ SORU: Bazı lâikler, bir dernek resmî rakamlardan izin alarak "Bir Milyon Kur'ân dağıtma" kampanyası başlattı diye son derece rahatsız oldular ve "Modern ve lâik bir Türkiye'de böyle şey olur mu?" diye yersiz tenkitler yaptılar. Peki bu zevat, misyonerler her yıl milyonlarca İncil, propaganda broşürü ve kitabı dağıtırken niçin rahatsız olmuyorlar? Yoksa kininiz Kur’anamıdır? ONBEŞİNCİ SORU: Yabancıların Akdeniz, Ege, Marmara bölgesinde; ev, villa, arsa, arazi satın alması makul ve normal görülse bile, Kars'ın Ermenistan sınırının karşısındaki arazinin yabancılar tarafından alınmış olması normal midir? Medyamız, aydınlarımız, yüksek tabakamız bu konuda niçin hassasiyet göstermemektedir? Yabancıların birtakım sınır bölgelerinde, stratejik yerlerde arazi almaları yarın Türkiye'nin başına büyük problemler çıkartmaz mı? Vatan topraklarını satmakla, Atatürkçülük uyuşmaktamıdır? ONALTINCI SORU: Benim televizyonum yok, seyretmiyorum; eski İçişleri Bakanlarından birisi bir TV kanalında zehir zemberek beyanlarda bulunmuş, ülkeyi kasıp kavuran yolsuzluk, kokuşma, hırsızlık, talan hakkında korkunç (evet korkunç) ifşaatta bulunmuş. Peki bizim medyamız, aydınlarımız, sorumlularımız bu konuda niçin hassasiyet göstermiyor? Niçin tepki göstermiyor? Yoksa bazı gerçeklerin gündeme taşınmasından korkulmaktamıdır? ONYEDİNCİ SORU: Bazıları Türkiye'nin yakın tarihte çok ilerlediğini, İslâm dünyasının birinci ülkesi haline geldiğini iddia ediyor. Onlara sormak gerekmez mi? Türkiye ilerledi de niçin Ortadoğu'nun Japonyası olamadı? Yahut bir Güney Kore veya Tayvan kadar olamadı? Sadece Suriye ve Lübnandan ileri olamk bir başarımıdır? ONSEKİZİNCİ SORU: Türkiye üniversiteleri, Türkiye araştırıcıları, edipleri, fikir adamları, filozofları, insanperverleri bize şimdiye kadar niçin bir tek Nobel veya benzeri uluslararası büyük ödül kazandıramamışlardır? Bu kısırlığın sebepleri nelerdir? Suç milletimizden mi, yoksa sistemden mi kaynaklanmaktadır? ONDOKUZUNCU SORU: Dünyanın bütün medenî, demokrat, hukukun üstünlüğü ilkesini kabul etmiş, insan haklarına bağlı ülkesinde İslâm fıkıh (hukuk) araştırmaları ve ilmi tertışmaları ve tasvvuf yaşamı serbesttir de Türkiye'de niçin yasaktır? Atatürk Mason localarını da kapattırmıştı. Onlar açıldı da tasavvuf hayatından ve İslam ahlakından niçin korkuluyor. Bütün bunlar bir insan hakları ihlâli değil midir? YİRMİNCİ SORU: İran'da, her evde Kur'ân-ı Kerîm'den ve dini eserlerden sonra bir "Hafız Divanı" 132 bulunur. Hafız onların en büyük millî şairidir. Türkiye'de ise, Türk lisan ve edebiyatının en büyük şairi ve edibi olan Fuzulî'nin Divanı, binde bir değil, onbinde bir, evde bile bulunmamaktadır. Bu çarpıklığın sebebi nedir? Kendi geçmişinden ve gerçeklerinden koparılan bir toplum nasıl ayağa kalkacaktır? YİRMİBİRİNCİ SORU: Açılan her yeni okul bir cezaevi kapatılmasına yol açacaktır edebiyatı yapılmıştı. Ama bakıyoruz ki, yeni okullar açıldıkça yeni hapishaneler açılması da gerekiyor. Hapishanelerdeki bu izdihamın sebebi sakın çarpık eğitim ve üniversiteler olmasın? Ülkemizdeki en yaygın ve en azgın suçları ve sorunların genellikle okumuşlardan ve makam sahibi olmuşlardan kaynaklanması nasıl açıklanacaktır?62 62 02 Eylül 2004 / Milli Gazete / M. Ş. Eygi 133 AVRUPA’NIN ADALETİ, AHMAKLARIN ASALETİ! Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, Başörtüsü mağdurlarının müracaatını reddediyor. Bu zulmü hoş görüyor, mağdur ve mazlum olan eğer Müslüman ise, boş veriyor… Aslen Alman olan , sonra Müslümanlığı seçip başörtüsü takan bir İsviçreli bayan öğretmen görevinden atılıyor… Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine başvuruyor ve haksız bulunuyor. Gerekçe: Öğrencilerini ve çevresindekileri Müslümanlığa dolaylı özendirme ve manevi baskı aracı haline getirme... Büyük bir oranı Müslüman olan Türkiye’deki başörtüsü mağdurlarına ise; aynı mahkemenin gerekçesi: Çoğunluğunu Müslümanların oluşturduğu ülkede bir simge haline gelen başörtüsünün, azınlık üzerinde baskı unsuru oluşturabileceği... İşte Barbar Batı budur... Haçlı ruhu budur... İslam düşmanlığı Avrupalının putudur… Zaten Erbakan Hoca, Batının bu çifte standardını ve kahpe tavrını, bütün dünyaya ve batı uşaklarına ispatlamak üzere, Refah Davasını Avrupa Mahkemesine götürdü ve şeytanları bile utandıran sonucu görüldü. AB, bir aldatmacanın adıdır. Günlerdir Fransa’da yeniden diriltilmeye çalışılan başörtüsü düşmanlığı ibretle izlenmelidir. Bundan özellikle Müslümanların ders alması gerekir. Bilhassa “Avrupa Birliği’ne girince Türkiye’de özgürlüklerin önü açılacak, insan hakları ihlalleri yaşanmayacak.” Beklentisinde olan, hatta siyasi mücadelesini tamamen bu yola teksif eden insanlar artık yanlış yolda ilerlediklerini anlamalılar. AB’ne üye ülkelerin tamamı Hıristiyan. AB’nin dedesi sayılan AT asıl itibarıyla dinamik bir Hıristiyan Birliği olarak kurulmuştur. Daha sonra dönüştükleri AET (Avrupa Ekonomik Topluluğu) bu Hıristiyan Birliği’nin ekonomik anlamda tamamlanması içindi. AB ise aynı birliğin siyasal anlamda da sağlanmasını amaçlıyor. AB fikri bir aldatmacadan ibarettir. Burada esas aldatılan bütünüyle Hıristiyan dünyasıdır. Reform döneminde zaten yeterince örselenmiş olan Hıristiyanlık inancı günümüzde iki tehdidi bir arada yaşamaktadır. Tehditlerden birisi siyonizmin Protestanları içten çökertip onları İsrail’in emellerine hizmet eder hale getirmesi, diğeri ise Avrupa’nın kapısını çoktan çalmış olan dinsizleşme (sekülerizm, ki, bu da Siyonistlerin onları düşürdüğü bir tuzaktır.) cereyanıdır. 11 Eylül saldırılarıyla başlatılan ve Bush’un ifadesiyle Haçlı Seferi olarak adlandırılan, İslam dünyasını kuşatma harekatı, İslam medeniyet ve kültürünün hakim olduğu topraklarda bugün tam bir işgal hamlesi olarak devam ediyor. Tamamen siyonizmin güdümünde olan bu tehlikeli gelişme şimdi Avrupa’da yeni bir aşamayı daha başlatıyor. Bu yeni aşamanın adı doğrudan doğruya Müslümanları hedef alan inanç düşmanlığıdır. Aldatılmış olan Avrupa’nın bizzat kendisi de, Türkiye ve diğer İslam ülkelerini aldatmıştır. İnançlara gösterdiği toleransı hep önde tutan ve birçok İslam ülkesinde Müslümanlardan esirgenen hürriyetlerin Hıristiyan dünyasında rahatça kullanıldığı imajını parlatan Avrupa şimdi İslam kültürünün öngördüğü hayat biçimini yasak listesine alıyor. AB üyesi milletler bilmeli ki, İslam dünyası ile Hıristiyan âleminin arasına girecek derin husumet ancak siyonizmin çıkarlarına hizmet edecektir. Hangi ülkede yaşarsa yaşasınlar, Müslümanlar bilmeli ki, AB’nin, ya da bütünüyle Batı’nın Müslümanlar için inanç hürriyeti istemelerini beklemek aptallıktır. Oysa Müslümanlar; en güçlü olduğu ve hakim bulunduğu dönemlerde, ne Hrıstiyan ve Yahudi gibi kitap ehline ne de Mecusi ve Hinduizme mensup başka dinlere hiçbir müdahalede bulunmamıştır. Temel insan hakkına aykırı iki durum hariç: 1-Mısır’da, Nil nehri taşıp etrafa zarar vermesin diye, batıl ve barbar bir hurafe gereği, her sene kura ile 134 seçilen bir gencin kurban edilip, boğulmak üzere suya atılması Hz. Ömer döneminde kaldırılmıştır. 2-Ve Hindistan’da asırlar boyu uygulana gelen “ölen kocasıyla birlikte karısının da öldürülüp yakılması ve küllerinin Ganj Nehrine atılması” vahşetini yasaklamıştır. Şimdi batılı hukukçulara ve yerli gâvurcuklara soralım: Başı örtülü bir kadın, başı açık olanlara... Veya dininin emrettiği şeklinde örtünen bir Müslüman çevresindeki başka din mensuplarına “dolaylı baskı” uygulamış oluyor da, Peki; başı-kıçı açık bir kadın, Müslüman olanlar üzerinde bir baskı oluşturmuyor mu? Hatta Müslümanları günaha soktuğundan ve genel ahlak ve asayişi bozduğundan dolayı, asıl onların suçlu ve sorumlu tutulması gerekmiyor mu? “AB’ye girince bütün sorunlarımız çözülecek... Batı uygarlığı ve Avrupalı ağalarımız sayesinde refaha ve huzura erişilecek” diyen AKP’li yetkisiz ve etkisiz yöneticiler ve bu iktidarsız iktidardan medet ve inayet bekleyen seçmenler hala gerçeği görmüyor mu? Ve daha açık konuşalım: Bu toplum, Erbakan Hoca’ya ve Hükümetine gösterdiği nankörlüğün cezasını çekmiyor mu? Bedel ödemeden olur mu? Son günlerin tartışma konularından biri de AKP Genel Başkanı Erdoğan’ ın bedel ödeme konusundaki sözleri. Basında önce Erdoğan’ın “Biz Hükümet olarak bedel ödemeye hazır değiliz” şeklindeki sözleri yer aldı. Sonra da Erdoğan’ın yanlış anlaşıldığı yolundaki açıklaması basında yerini buldu. AKP Genel Başkanı Erdoğan nasıl yanlış anlaşıldığını şu sözlerle anlatmaya çalışıyordu: “O sözlerim yanlış anlaşıldı. Ben bu çocuklara, ailelere bedel ödettirmem dedim. Bu sözlerim bedel ödemem şeklinde anlaşıldı.” Evet, bedel ödeme konusundaki sözleri böyle. Kimin bedel ödeyip ödemeyeceği bizim için önemli değil. Önemli olan birilerinin bedelini ödemeden bir şeylere sahip olmaya çalışması! Yağma yok! Bu devirde bedelini ödemeden adama bir lokma ekmek bile vermezler. Ne istiyorsan, neye talipsen bedelini ödemek durumundasın. Ne var ki, son günlerde bu söz yani bedel ödemeyiz ya da bedel ödettirmeyiz sözü çokça kullanılır oldu! Bunu akıllı politikanın bir gereği gibi takdime çalıştılar. Ama böyle bir takdimin içine girdiklerinde aynı zamanda beleşçi durumuna düştüklerinin de farkına varmadılar. Bu dostlarımıza göre, daha önce mensubu oldukları partilerin yönetici kadroları hatalı davrandıkları için bedel ödeme durumunda kalmışlardı kendileri ise böyle bir duruma düşmeyeceklerdi! Bu ne basit, bu ne ucuz bir düşünce biçimidir. Herhangi bir şeye bedelini ödemeden ulaşmayı düşünmek beleşçilikten başka ne olabilir? Bir lokma ekmek ile bir yudum suyun bile bir bedelinin olduğu günümüzde, insanlar elbette ulaşmak istedikleri şeyin bedelini ödemek durumundadırlar. Ne kadar bedel öderlerse o şey o kadar kendilerinin olacaktır. Bedel ödemekten ne kadar sakınırlarsa o şey o kadar kendilerinden uzaklaşacaktır. Cennetin de bedeli vardır, cehennemin de bir bedeli vardır. Cennetin bedelini ödemekten sakınanlar ya da kaçınanlar farkına varmadan cehennemin bedelini ödemeye başlamış olurlar. İktidar olmanın da bir bedeli vardır. Bu bedel kendilerini iktidara taşıyan insanların beklentilerine olumlu cevap vermektir. 135 Sudan bahaneler ile yan çizmemektir. Bilmem anlatabiliyor muyuz?63 Türkiye’ye yönelik ABD ve İsrail kuşatması İstanbul’da yapılan NATO zirvesinden sonra ortaya yeni gelişmeler çıkmaya başladı. Bu gelişmelerden birincisi, ABD’nin Büyük Ortadoğu Projesi kapsamında Türkiye’ye verdiği “merkez ülke” rolüdür. Bu rol ile birlikte Türkiye’nin ABD’nin küresel saldırı projesinde aktif rol yükleneceği kesindir. ABD’nin “Global Defense Posture” diye isimlendirdiği “Global Savunma Konumlandırması”nın artık topyekun bir saldırı projesi olduğu da açıktır. ABD, bu çerçevede Türkiye’den yeni üs ve limanlar istemekte, bunları isterken de Meclis’i devre dışı bırakıp sadece hükümetin vereceği kararla hareket etmeyi hedeflemektedir. Bugünlerde Ankara’da bunların pazarlıkları yapılıyor... Ne Meclis’e bilgi veriliyor ne de iktidar milletvekilleri olan bitenden haberdar... ABD Başkanı Bush’un NATO zirvesine gelirken çantasında getirdiği “talepler listesi”, Genelkurmay ile Dışişleri yetkilileri tarafından inceleniyor... Talep listesinin “incelenmesi” göstermelik, çünkü ABD tüm taleplerinin “eksiksiz” olarak kabul edilmesini istiyor... Hükümetin bu isteğe direnmesinin söz konusu olmadığı da zaten biliniyor... ABD, küresel saldırı projesinde Türkiye’yi kuşatırken, İsrail’de boş durmuyor... Kuzey Irak’taki “İsrail varlığı” doğrudan Türkiye’yi tehdit ediyor... İsrail’in Kuzey Irak’ta peşmergelere askeri eğitim verdiğinin ortaya çıkmasından sonra şimdi bir başka gerçeği daha öğrendik... Fransız Le Figaro gazetesi, 2 binden fazla PKK-Kongra Gel militanının İsrail gizli servisi MOSSAD tarafından eğitildiğini ortaya çıkardı... Gazete ayrıca PKK militanlarını ABD’nin koruduğunu, önümüzdeki aylarda eğitilen bu teröristlerin Türkiye’ye yönelik eylem yapabileceklerini de yazdı... Bir yandan ABD, diğer yandan İsrail... İkisi de altımızı oymaya çalışıyor, biri ülkemizi işgalin merkez üssüne çeviriyor, diğeri terör odaklarını besliyor, ülkemizin kaosa sürüklenmesi için çaba harcıyor... Başbakan ise ABD’ye “stratejik ortak”, İsrail’e “Yahudi dostlarımız” diyor!.. Başbakanın “ortağı ve dostu” olan iki ülke, şimdi elele verip bizi mezara koyuyorlar! Bunu görecek basiret, dirayet ve feraset sahibi olmadıkları için Türkiye’ye yönelik derin kuşatma her geçen gün biraz daha daralıyor... Bu kuşatmayı yarmak için Bush’un ya da Şaron’un “dostu” değil, “hidayet” sahibi olmak gerekiyor!64 Şu hale bakın: İsrail Gazeteleri; İsrail Savunma Bakanlığı Türkiye raporuna dayanarak : “ AB Türkiye’ye tarih vermezse, askerlerin darbe yapacağını” yazdı. Fransız La Figaro Gazetesi de : “ABD, 2000 PKK’lıyı, Kuzey Irak’taki İslami oluşumlara karşı kullanmak üzere besliyor, destekliyor. Ve İsrail Mossad ajanları PKK militanlarını eğitiyor” iddiasını tekrarladı ve ilgili belge ve görüntüler yayınladı. Ama, Recep T.Erdoğan, Teke Tek programında sık sık “Bizim Yahudi dostlarımız” ifadesiyle İsrail’e yaranmaya çalıştı. Filistin sorunu ile ilgili İsrail’e yönelttiği “Devlet Terörü” ifadesiyle “Terörist Devlet” demek istemediğini anlattı. Başörtüsü ve İmam-Hatip zulmü konusunda ise, sanki tek başına bile anayasayı değiştirecek çoğunlukta bir hükümetin başbakanı değil de, sıradan bir derneğin zavallı başkanı gibi “Amerika’da Vakıf Üniversitelerinde başörtüsü sorunu yok” diyecek kadar duyarlılığını ve tutarlılığını, cesaret ve dirayet ayarını ortaya çıkardı... Hele şükür ki, Allah’ın rahmet ve inayeti, çoğunluğun gayret ve samimiyetinden ziyade, bir avuç mazlum ve mağdurun duası bereketi ve asıl kendi izzet ve azameti gereği tecelli etmektedir... Bediüzzaman Hazretlerinin “Hak dinini ve adalet düzenini hakim kılmak ve böylece rahmet ve nimetlerini herkese tattırmak için Allah her zaman liyakata bakmaz... Bazen de ihtiyacada bakar” tespiti oldukça önemlidir. 63 64 Milli Gazete / 14 Tem 2004 Z. Ceylan Milli Gazete / 14 Tem 2004 / A. ÖZKAN 136 Yani bir toplum, rahmet ve adalet düzenine ve İslam Medeniyetine layık olacak gayret ve hizmeti göstermese de, Cenabı Hak insanların ihtiyacına ve mazlumların feryadına merhameten de, sebeblerini halk ederek ve bir avuç sadık dava ehline nusret ve fırsat vererek, hak nizamı hakim kılabilir. Ve inşallah bu günler gelmektedir. Vatanını ve bağımsızlığını, yani kendi varlığını İslam inancına ve Müslüman vatandaşına borçlu olan bir devlet, kalkıp kendi insanlarının inancının gereği olarak örtündüğü başörtüsünü zorla çıkartır ve onlara üçüncü sınıf vatandaş gibi davranırsa, o düzenin yıkılması zaten mukadderdir... Sonuç: Artık hükümetler değil, bütünüyle bu bozuk düzen ve düşünce değişmedikçe, çekilen bu zulüm ve zillet devam edip gidecektir. Ayrı mezhep ve meslekten... Farklı din ve düşünceden... Değişik kültür ve kökenden, bütün insanlarımızın güveneceği, övüneceği ve dünyaya örnek göstereceği bir düzen kurulmadan... Bu köhnemiş ve ruhları köleleştirmiş bataklık sistemi kurutulmadan, huzur ve refaha kavuşmak mümkün değildir. Allah aşkına : Devlet niye vardır?.. Hükümet niye kurulmalıdır? Hukuk ve adalet niye lazımdır? Her halde toplum hayatını zorlaştırmak için değil , kolaylaştırmak için..Ortalığı karıştırmak ve sorun çıkarmak için değil , yatıştırmak ve barıştırmak için... Ama maalesef bizde bunların tam tersi yapılmaktadır. Bu yüzden vatandaşın devlete, hükümete ve adalete güveni kalmamıştır. Bir millete, bir ülkeye bundan daha büyük bir kötülük yapılabilir mi? Bilmiyorum. Emin olun; şimdi hiç devlet, hükümet, hukuk olmasa, bazen milletimiz kendi kendine daha rahat uyuşur ve daha huzurlu yaşar diye düşünüyorum. Hrıstiyanı Müslüman’ı, dindarı kalenderi, örtülüsü örtüsüzü, Alevi’si Sünni’si asırlarca birlikte ve barış içinde zaten yaşamışız ve bunu yine başarırız. Ancak devleti ve düzeni ele geçirmiş nesebi karışık hain ve zalim bir avuç otokrat... Bunlara kâhyalık ve katiplik yapan vicdanı kiralık bir avuç sivil ve asker bürokrat... Kafası karanlık , kalemi satılık , marazlı medya ve aydın geçinen bir zümre edepsiz ehli edebiyat!.. Evet, işte bunlar, daha rahat balık avlamak için duru suyumuzu durduk yere sürekli bulandırmaktadır. Bu yüzden devlete, hükümete, mahkemeye güveni kalmayan vatandaş, hak aramak ve haysiyetini korumak için; yılandan kaçarken çıyana tutulmak misali, maalesef bu sefer mafyaların, Masonların, PKK’nın ve Hizbullah’ın tuzağına kapılmaktadır. ŞİİR Sakız olmuş ağzında , “toplumsal mutabakat !” Korkaklığın kılıfı : “Konsensüs, ortak payda !” Gözü açık geçinir, sırıtıyor hamakat Adam vitrin mankeni , halk anlamaz , ne fayda..! Başörtüsü başına bela (!) olmuş adamın... Sonundan ibret almaz, Amerkancı Saddam’ın Kurulmuş robot gibi, attığı her adımın Kendi burada görünür , kumandası New York’da!.. Mağdurlara nasihat, Gavur Bush’a papatya... Yahudi ödül verir, Hrıstiyan madalya… Milano’ya gidiyom, çok beklersin Malatya On beş ülke gezmişim , vallahi bir tek ayda!.. 137 Bedel ödeyemeyen, kedi kadar olamaz Belki “boşbakan” olur, O iktidar olamaz... Milli Gömlek çıkaran, hiç payidar olamaz Ayaklar yerde amma , aklı daim uzayda!.. 138 İSRAİL’İN NATO’SU, İBLİS’İN ŞATOSU “NATO İstanbul Zirvesi” vesilesiyle, 10–19 Temmuz 1995’te Sırplar tarafından “Bosna Savaşı” sırasında Bosna’da gerçekleştirilen “Srebrenitsa Katliamı”nı hatırladık. Neden? Çünkü Sırplar binlerce Müslüman Boşnak’ı katlederken NATO oradaydı!.. Müslümanlar katledilirken NATO askerleri oradaydı!.. Bu sefer de aynı NATO’nun Zirvesi İstanbul’da yapıldı!.. Aradan bu kadar yıl geçtikten sonra, bugünlerde, Bosna Sırp Hükümeti, “Srebrenitsa Katliamı”nı ilk kez resmen kabul etti! Gazetelere yansıyan haberlere göre, Bosna Sırp Hükümeti’nin, Bosna-Sırp güçlerinin 1995 yılında Srebrenitsa’da “binlerce Boşnak’ı öldürdüğünü” ve “öldürenlerin suçlarını sakladıklarını” ilk kez resmen kabul ettiği bildirildi. “Bosna Savaşı” sırasında işlenen savaş suçlarını araştırmak üzere geçen yıl kurulan “Hükümet Komisyonu”nun yayımladığı raporda, komisyonun 10-19 Temmuz 1995’te, binlerce Boşnak’ın “uluslar arası insan hakları ihlâl edilerek öldürüldüğünü” belirterek, bu raporun Bosna-Sırp Hükümeti tarafından kabul edildiği kaydedildi. Sözkonusu katliama -NATO askerleri orada olduğu halde- askeri birlikler, polis birlikleri ve Bosna-Sırp İçişleri Bakanlığı’na bağlı özel birliklerin katıldığının belirtildiği raporda, ayrıca, katliam kurbanlarının gömüldüğü, daha önce bilinmeyen 32 yeni toplu mezar bulunduğu açıklandı. Bosna’daki Sırp yetkililer, bugüne kadar 7000 (yedi bin) den fazla kişinin ölümüne neden olan “Srebrenitsa Katliamı”nı kabul etmeye yanaşmamıştı… Bosna’da 1992–1995 yılları arasında yaşanan “Bosna Savaşı”nda öldürülenlere ait yüzlerce toplu mezar bulunmuş, mezarların katliamları gizlemek üzere başka yerlere taşındığı ortaya çıkmıştı… İşte, artık resmen kabul edilen bu katliam yapılırken, Müslüman Srebrenitsalı Boşnaklar sözde NATO askerlerinin himayesinde bulunmaktaydı!.. Bu sözde himaye(!)ye rağmen, Bosnalı Boşnaklar katledildi, toplu mezarlara gömüldü, bu mezarlar gizlendi, kadınların ırzlarına geçildi… Hattâ, daha sonra NATO askerleri ile bizzat NATO Kuvvetleri Komutanı’nın da bu ırza geçme eylemlerine katıldığı anlaşıldı… NATO “Srebrenitsa Katliamı”nda oradaydı!.. Ama Müslümanların değil, barbar Sırpların yanındaydı. ABD’nin öncülüğünde G-8 ülkeleri tarafından ortaya konan “Geniş Ortadoğu ve Kuzey Afrika Projesi”nin (GOKAP) askerî temelleri “NATO İstanbul Zirvesi”nde atılacak. “İstanbul İşbirliği İnsiyatifi” adıyla anılan NATO diyalog programı, Ortadoğu ülkeleri ile askeri işbirliğine imkân sağlayacak… Zirvede, G-8’in “Kuzey Afrika” olarak andığı Akdeniz’e komşu Müslüman ülkeler ile NATO arasındaki “Akdeniz Diyaloğu” süreci de “ortaklık” konseptine taşınacak… NATO ülkeleri, GOKAP’ın hedeflediği siyasi fikir altyapısının askeri benzerini İstanbul’da açıklayacak… Zirvede, başta Körfez ülkeleri olmak üzere Ortadoğu’ya “güvenlik konularında ortak anlayış ve işbirliği” çağrısı yapılacak… Nitekim, AB’nin Akdeniz ülkeleri ile yürüttüğü siyasi işbirliği sürecinin askeri uzantısı “NATO Akdeniz Diyaloğu” olarak konmuştu… NATO ülkeleri, siyasi ve askeri işbirliğinin birleştirilmesi peşinde… “NATO İstanbul Zirvesi”nde, “Akdeniz Diyaloğu”na katılan Mısır, Cezayir, Ürdün, Moritanya, Fas, Tunus ve İsrail (Evet, yanlış okumadınız “İsrail”); ve de tabi ki AKP Hükümeti yönetimindeki Türkiye, yeni ve ileri bir ortaklığa gidilmesini onaylanacak!.. NATO ve Batı dünyası, Bosna ve Balkanlar’da döktüğü kanlara doymamış görünüyor… NATO “Srebrenitsa Katliamı”nda oradaydı; Bu sefer ve AKP’nin sayesinde, aynı NATO’nun Zirvesi İstanbul’da yapıldı!.. BATI dünyası; ABD, AB, BM, NATO veya herhangi bir isim altında BOP, BİP veya GOKAP projeleriyle, eski OSMANLI topraklarına hükmetmeye hevesleniyor. Ancak, bu hakimiyeti katliam, soykırım, 139 tecavüz, işkence vs. ile gerçekleşemeyeceğini bir türlü anlamak istemiyor… Zulüm ile âbâd olunmaz. Zulüm ile âbâd olanın sonu berbâd olur... OSMANLI buralara beş asır hükmetti? Nasıl ve neden? Kısaca özetleyelim: “Osmanlılığın asıl mahiyeti ve marifeti, çeşitli din ve kökenden oluşan bir alay halkın, birbirinin kanının akmasına meydan bırakmak şöyle dursun, hattâ bunları bir milliyet ve belki bir siyasî kardeşliğe bağlamak meselesidir. Böyle güzel bir topluluğun, insanları gerçekten mutlu edebileceği ve bütün dünyanın Osmanlı himayesine can atacağı da kuruluşunun başında her tarafça kabul edilmişti… Halk da bir kere ‘Osmanlılık’ ünvanı altında saklı olan medeniyet nimetini ve hürriyeti görünce ve siyasî genel kardeşlik tadını tadınca, dünya saadetinin olsa olsa bundan ibaret olabileceğine inanarak candan ve gönülden Osmanlı olup kalmışlardır.” (Ahmet Mithat Efendi, Üss-i İnkılâp, c.1, s.33) Ne diyorduk? Tekrar hatırlayalım. NATO “Srebrenitsa Katliamı”nda oradaydı!.. İşte, bu sefer aynı NATO’nun Zirvesi İstanbul’da!..65 NATO taşeron olarak kullanılıp tüm İslam çoğrafyasını ABD ve İsrail’e bağlamaya çalışmaktaydı. Recep T. Erdoğan’ın AKP hükümeti ise, Türkiye’yi NATO’nun bir karakolu yapma sevdasındaydı… Bari Tayip ve Güllerin sonu, Türkiye’yi NATO’ya sokanlar gibi olmasaydı!?... Evet, bu NATO Siyonist Yahudilerin ve İsrail’in hizmetkarıdır. “Suikast hastalığı”yla bilinen Mossad’ın, Kürtlerden oluşturduğu suilast timlerini kime karşı, nerede kullanacağı ve hangi tür provokasyonları örgütleyeceği, geçtiğimiz 10 yılda Türkiye’de yaşadığımız suikastlerden ortaya çıkmaktadır. Önce Çekiç Güç’ü hatırlayalım. 1. Körfez Savaşı’nda bölgede oluşan boşluğu doldurmak için, 1993’te göreve başlayan ve görev süresi 2. Körfez Savaşı sonrasına kadar TBMM tarafından sürekli uzatılan ve nihayet Erbakan hükümetinin dirayetiyle evine gönderilen, sözde çokuluslu olan Çekiç Güç, Kuzey Irak’ta; hem bir Kürt devleti oluşturulması, hem de otorite boşluğu meydana getirerek terör örgütü PKK’ya lojistik destek sağlaması doğrultusunda, hem Mossad, hem de CIA tarafından, Ankara by-pass yapılarak kullanıldı! Çekiç Güç-PKK ve ABD-İsrail ilişkileri sanıldığı ve sunulduğu gibi değildi, Çekiç Güç’ün göründüğünden farklı “pis ve karanlık hedefleri” olduğunun göstergesi ise Çekiç Güce karşı çıkan bazı önemli askerlerin ortak akıbetleriydi. Ortak özellikleri Çekiç Güç’ün gitmesini isteyen bu isimler “fail-i meçhul” kurbanı oldular. Korgeneral olan Hulusi Sayın ve İbrahim Selen’in ikisi de Güneydoğu’da Jandarma Bölge Asayiş Komutanlığı yaptılar ve iki emekli korgeneral de Çekiç Güç’e karşıydılar. Çekiç Güc’ün gitmesi gerektiğini belirten Jandarma Komutanı Orgeneral Eşref Bitlis uçak kazası süsü verilen bir sabotaja kurban gitti. Eşref Bitlis’in en güvendiği kişilerden ikisi, Bitlis’in Güneydoğu’daki özel kadrosunda yer alan Emekli jandarma Binbaşı Cem Ersever ve onun yakın arkadaşı Yüzbaşı Mustafa Deniz de faili meçhul cinayete kurban edildiler. Bu ikisi de Çekiç Güç’ün bölgedeki varlığına karşıydı. “Yeşil”in bu isimleri öldürttüğü medyada pompalandı ve Mossad temize çıkartıldı. Yeşil de kayıplara karıştı. Lice’de Tuğgeneral Bahtiyar Aydın, Süleyman Demirel’in deyimiyle “bir kör kurşunla” can verdi. Bahtiyar Aydın’ın da en önemli özelliği Çekiç Güç’e karşı çıkmasıydı. Suikastlara kurban giden askerlerin bir diğer özellikleri, “Kürt Sorunu”na “mümkün olduğunca barışçı çözüm” bulunması gerektiğini savunmalarıydı. “Dağları bombalamakla, bölgedeki savaşı bu biçimde yürütmekle bir şey kazanılmayacağına inanan” insanlardı. “Bölgeden Amerikan ve İsrail uzantılarının kaldırılmasını ve Türkler ve Kürtler arasında kardeşlik temelinde bir birlik kurulmasını” savunuyorlardı. Uğur Mumcu’nun ölümünden önce yine Kürt sorunu ile ilgilendiğini ve çok önemli bazı bilgiler ele geçirdiğini açıklaması ilginçti. Mumcu, Mossad’ın yalnızca Kuzey Irak’taki değil, Türkiye’deki ayrılıkçı Kürtler’le de olan ilişkisini çözme yolundaydı. PKK elebaşısının MİT ile irtibatını kanıtlayan belgeyi eski asker ve milletvekili olan Baki 65 Milli Gazete / 26 06 2004 / R. Nuri Erol 140 Tuğ’dan almış ve bunu Ankara temsilcisi 5 gazeteci arkadaşıyla paylaşmıştı. Suikastla öldürüldüğünde medya yine hep bir ağızdan “İslamcı teröristler”den söz etmeye başlamıştı! Ülkemizde dindar kesimlere karşı sürekli kullanılan provokasyonlardan Jak Kamhi suikast girişiminin yanı sıra, Çetin Emeç ve Muammer Aksoy cinayetleriyle de ilgili bazı ilginç bilgiler hep göz ardı edildi. Bu iki suikast kullanılarak sürekli İran ve Suriye bağlantısı kurulmak istendi. İsrail’in İran ve Suriye ile aramızı bozmak için kullandığı provokasyonlar bunlarla sınırlı değildi. MİT kontrollü olduğu ileri sürülen, hatta Yeşil’in Batman’da elemanlarını eğiterek PKK’ye karşı kullandığı varsayılan Türk Hizbullah’ının İran ve Lübnan Hizbullah’ı ile ilişkide olduğu ve Hizbulterörü İran’ın tezgâhladığı medyada çok yazıldı çizildi. Ama üzerine gidilmedi. Türk Hizbullah’ının nereden çıktığını bilmeyen İran ve Lübnan Hizbullahları’nın bu oyunda Mossad’ı işaret etmesi alaya alındı, es geçildi. Hizbullah içinde tespit edilen Müslüman gözüken Yahudi asıllı Amerikalılardan medyamız hiç bahsetmedi! 1996’dan başlayarak Mossad’ın MİT ile ilişkilerini geliştirmesi bazı kesimlerce yadırganırken medyamız nedense gururla bahsetti. Doğu bölgemizde 3000 casusun faaliyet gösterdiği Emniyet ve MİT raporlarına yansıdı, ancak bunların yakalanıp sınırdışı edilmesi hiç gündeme gelmedi. Mossad’ın ülkemizde üst düzey askerlere kadar suikast gerçekleştirdiği iddiaları ayyuka çıkmışken, 28 Şubat dönemi öncesi ve sonrası, bugün tasfiye edilen “postmodern cunta” ekibinin aracılığıyla İsrail ile 5 milyar doları bulan silah alım anlaşmaları imzalandığı hep gizlendi.66 İsrail, 50 yıldır Kuzey Irak’ta Mossad, Kürtlerin Ortadoğu çapında istihbarat sağlama ve istikrarsızlık yaratma, dolasıyla İsrail’in çıkarlarına hizmet etme gücünün farkına 1950’lerin sonunda vardı. Özellikle Irak’ta bir başlayıp bir biten Kürt isyanları, İsrail’in bölgeye ilişkin ‘büyük resim’ine cuk oturuyordu. İlk adım 1958’de atıldı; İsrail, Bağdat hükümetine karşı mücadelelerini canlandırabilmeleri için Kuzey Irak’taki Kürtleri İran Şahı’yla işbirliği içinde yavaş yavaş silahlandırıp eğitmeye başladı. 1963’te yardımın boyutları artırıldı, o tarihe kadar bölgeye ara sıra silah sevkıyatı yapılır ve birkaç kişilik bir istihbarat birimi bulundurulurken o tarihten sonra bölge silaha boğuldu ve askeri danışmanların da ardı arkası kesilmedi. Tüm bunlar İran üzerinden gerçekleştiriliyordu. Tahran’da İsraillilerle Kürt politikacılar arasında toplantılar yapılıyordu. Bu toplantılardan birinde alınan bir karar doğrultusunda 1965’te İsrailli askeri eğitmenler Kürdistan dağlarında Kürt subayları için ilk kursu düzenledi. İsrail ayrıca Kürtlere ayda 50 bin dolar veriyordu. Molla Mustafa Barzani 1967 ve 1973’te İsrail’i ziyaret etti. 1975’te İran, Irak’la arasını düzeltince İsrail’in Kürtlere her türlü yardımı kesildi. Bu, Kürt isyanının sonu demekti, çünkü tüm İsrail yardımı İran üzerinden yapılıyordu. Mossad tarafından terk edilmiş olsalar da Kürtler İsrail’le sınırlı işbirliğini sürdürdü, özellikle de İran-Irak Savaşı sırasında. Körfez Savaşı’nda Irak Scud’ları İsrail’i vurmaya başlayınca İsrail’le Kürtlerin ilişkileri yeniden canlandı... 67 İstihbarat Çekişmesi Bağdat'taki Ebu Garib hapishanesindeki işkence skandalını ortaya çıkaran Hersh, İsrail istihbarat ve askeri yetkililerinin şu sırada KUZEY IRAK’TA AYRILIKÇI KÜRTLER’LE BERABER ÇALIŞTIĞINI ve bazı OPERASYON’lar için KUZEY IRAK’A GİRDİĞİNİ belirtti.’... İsrailli ajanların Kuzey Irak’ta Kürtler’e askeri eğitim verdiği iddiasını ortaya atan Amerikalı gazeteci Hersh tekrar açıklama yaptı, İsrail’in Türkiye’ye doğruları söylemediğini öne sürdü... Irak’ta ayrılıkçı Kürtleri destekledikleri iddia edilen İsrail’in mevcut yetkilileri, Başkan Bush’un yakın çevresiyle de oldukça samimidirler. Mesela; Kuzey Irak’a gidip oradaki Kürt gruplarla temas kuran, bağımsız Kürt devletini savunan ABD Savunma Bakan Yardımcısı Wolfowitz’in Yahudi lobileri ile ilişkisi malumdur... Kısacası, iddia o ki; Amerika içindeki dengelerde, sağduyulu davranan Amerika’nın askeri kanadı, Ortadoğu’daki politika tarzını beğenmedikleri Bush’a sessiz bir darbe başlatmıştır. 66 Tercüman - 25.6.2004/Nuh Gönültaş 67 Radikal - 25.6.2004 / Erdal Güven 141 Askere yakınlığıyla bilinen gazeteci Hersh’in haberlerine bu çerçeveden bakınız... 68 Sabah Şerifleri Hayrolsun! Herkese “Günaydın” demek lazım. Çünkü, sonunda İsrail’in, Kuzey Irak’taki Kürtlerle ilişkilerini keşfettik. Elbette bu işler resmen yapılmaz. Yapana da ya “aptal” derler, ya da ABD usulü kafalarına çuval geçirirler! Ve maalesef bunun farkına biz varamadık. Tabii, aslında bunu biz yapmadık. ABD’linin biri, Kuzey Irak’taki peşmergelerin İsrail tarafından eğitildiğini yazdı. Biz de uyandık. Üstelik, tam olarak kendimize geldiğimiz söylenemez. Hâlâ içimizde “acaba?” sorusunun peşinde koşanlar var. İsrail’in Ankara Büyükelçisi ise, “yalan” diyor: -Bizim, Kuzey Irak’ta resmi bir faaliyetimiz yok. Eğer, böyle bir faaliyetimiz olursa, bunu da Türkiye’ye bildiririz. Büyükelçi doğru söylüyor... Yaptığı açıklama, son derece samimi... Bu sözlerin altına ben de imzamı atarım. Elbette bu işler resmen yapılmaz. Yapana da ya “aptal” derler, ya da ABD usulü kafalarına çuval geçirirler! İsrail’in Ankara Büyükelçisi haklı... Ortada “resmi” bir faaliyet yok!. İsrail, Kuzey Irak’ta paravan şirketler kullanıyor... Değişik isimler ve unvanlar altında faaliyet gösteriyor. Bu işi yapanların tamamının ortak bir özelliği var. Büyük bir bölümü eski MOSSAD ajanı. Diğerleri de MOSSAD’la ilişkili. Adamlar enayi mi, bütün bu işleri açıktan yapacaklar? 69 Siyonist Yahudisi ve Amerikan kahbesi böyledir. Hıyanet ve cinayetlerini merlikle ve resmen yapmazlar… Sürekli paravan ve hatta Müslüman adresler kullanırlar!.. BOP’un Perde Arkası: Soğuk Harp dönemi 1990’lı yıllarla birlikte bitmiş ve yepyeni bir dönem başlamıştır. Bu yeni dönemde global elitlerin (müstekbirlerin) genel olarak insanlığın önüne getirdiği proje Yeni Dünya Düzeni (YDD) projesidir. Özelde ise, içinde bulunduğumuz bölgeye önerilen proje Büyük Ortadoğu Projesi (BOP) ya da Genişletilmiş Ortadoğu Projesidir (GOP). Ancak bölge halkları, bunun aynı zamanda bir Büyük İsrail Projesi (BİP) olduğu konusunda da hemfikirdirler. Bu proje, meşhur ifadesiyle BOP, uygulandığı zaman bölgenin nihai görünümünün ne olacağı hakkında henüz tam bir bilgi sahibi değiliz. Ancak yapılanlar ve söylenenler, aşağıdaki konularda ve İsrail’in amaçları doğrultusunda, değişiklikler olacağını çok net bir şekilde ortaya koymaktadır. Şimdi bunları kısaca teker teker inceleyelim. 1. Haritalar Değişiyor Bu proje ortaya konulduğu zaman Bush’un savunma danışmanı C. Rise Büyük Ortadoğu’da 22 ülkenin haritası değişecek demişti. Fas’tan Afganistan’a kadarki bölgeyi de Büyük Ortadoğu olarak tanımlamıştı. Daha sonra gerek C. Powel ve gerekse diğer yetkililerin ifadeleri bunu daha da pekiştirdi. Tabi onlar 22 ülke diyorsa, bölge insanı olarak bizim bunu 50 küsur ülke olarak algılamamız gerekir. Çünkü yapılanlar, söylenenlerin çok çok ötesinde bir hazırlık olduğunu gösteriyor. Şimdilik, Afganistan ve Irak işgal edildi. Öyle görülüyor ki bu iki ülkenin toprakları üzerinde 5-6 küçük devlet planlanıyor. Belki de bölgede oluşturulacak sayısız küçük ve kontrol edilebilir devletlerden bir büyük ve gevşek federatif imparatorluk oluşturulmaya çalışılıyor. Tüm bu gelişmeler bize, BOP’un bölgede büyük ve güçlü hiçbir devleti istemediğini gösteriyor. Dolayısıyla İran, Mısır ve Suudi Arabistan’ın olduğu kadar Türkiye de BOP’un stratejik hedefleri arasında bulunuyor. 2. Enerji Kaynakları; Sahipliği El Değiştiriyor Bölgede var olan petrol ve doğalgaz kaynakları sahipliği el değiştiriyor. Bölge petrol ve doğalgazının neredeyse yüzde 40’ını oluşturan Irak’ın kaynakları el değiştirdi. Bunun yanısıra Afganistan’da var olan zengin Uranyum yatakları sahipliği de el değiştirdi. Böyle giderse, içinde bulunduğumuz yüzyılda enerji kaynakları tamamen global elitlerin kontrolüne 68 69 Akşam - 25.6.2004 / Güler Kömürcü Tercüman - 25.6.2004 / Emin Pazarcı 142 girecektir. Dolayısıyla, mal ve hizmet üretim maliyetlerinin önemli bir kısmını oluşturan enerji fiyatlarının kontrolü de Hıristiyan Siyonistlerin ve Siyonist yahudilerin elinde olacaktır. Bu durum da dünya pazarlarında global elitlerin hakimiyetini koruyacağını gösterir. Neticede bütün insanlar belli bir global rantiye sistemi içerisinde köle gibi çalışmak mecburiyetinde bırakılacaklardır. Unutmamak gerekir ki; içinde bulunduğumuz yüzyılda yeni enerji kaynaklarından biri (hidrojenin açığa çıkarılmasından elde edilecek enerji) de bor tuzlarıdır. Dünya bor tuzları rezervinin yaklaşık yüzde 75’i Türkiyemiz’dedir. Bu da ülkemizin BOP’un stratejik hedeflerinden biri olduğu tezini daha da kuvvetlendirir. 3. İleri Teknoloji; Kontrol Altına Alınıyor Bugün, gerek Uluslararası Atom Ajansı ve gerekse diğer kuruluşlar vasıtasıyla yüksek ve ileri teknoloji kontrol altına alınıyor. Özellikle BOP alanında nükleer, kimyasal veya biyolojik güç istenmiyor. Bu husustaki bütün kontroller ve baskılar bölge ülkeleri üzerinde yapılırken, İsrail’e bu konuda hesap sorulamaması da BİP tezine kuvvet katıyor. Türkiye dahil, bölge ülkeleri bu konuda tamamen ablukaya alınmış gözükmektedir. Örneğin, ülkemizde üretimi yapılan F-16 uçaklarının birçok elektronik aksamının “hazır” gelmesi veya “dostdüşman tanıma sistemleri” (Friends and Foe Recognition Systems) gibi yazılıma dayalı sistemlerin dahi “hazır” gelmesi Türkiye’ye güvenilmediğinin açık göstergesidir. Dahası, ne ilginçtir ki, ülkemiz ne zaman nükleer enerji üretim santrali çalışmaları başlatmak istese, bu çalışmalar bazı tesadüfler (!) eseri akim bırakılmıştır. Örneğin Özal’ın başbakanlığı döneminde yapılmak istenen çalışmalar finansman yetersizliği ve alternatif çalışmalara (!) kurban gitmiş, Erbakan’ın başbakanlığı döneminde yapılmak istenen çalışmalar da hükümetin dış güçlerce düşürülmesiyle amacına ulaşamamıştır. 4. Finans Kapitalizmi Yerleştiriliyor. Soğuk Savaş döneminde sanayi kapitalizmi ya da endüstriyel kapitalizm hakimdi. Çünkü o dönemde bu hakimiyeti sağlayabilecek olan bilimsel ve teknolojik gelişmeleri “kısıt” layıp kendi tekel ve kontrollerine almışlardı. İki kutuplu bir çatışma/yarışma söz konusuydu. Bu yarışta her iki merkez de sahip olduğu bilimsel, teknik ve teknolojik imkanları dünyanın diğerleri ile paylaşmak istemiyordu. Sahip oldukları bu imkanlara dayalı olarak ürettikleri mal ve hizmetler de dünya pazarlarında onlara önemli bir üstünlük/avantaj sağlamıştı. Ancak birbiri ardına yaşanan gelişmeler neticesinde Soğuk Savaş dönemi son bulurken, bilimsel, teknik ve teknolojik gelişmeler de yavaş yavaş “kısıt” olmaktan çıkmış yayılmaya ve paylaşılmaya başlamıştır. Bunun farkında olan global elitler-müstekbirler yeni bir döneme girilirken yeni bir “kısıt” oluşturmayı amaçlamışlardır. Bu yeni kısıt da finansman ya da en geniş ifadesiyle para olmuştur. Bunun için de hemen hemen her ülkeye bankacılık, merkez bankaları ve paranın serbest dolaşımı konusunda benzer adımlar attırarak önemli bir üstünlük/avantaj sağlamışlardır. Atılan adımlar neticesinde bugün bir ülke her türlü imkana sahip olsa bile “para”sı yoksa hiçbirşey yapamaz haldedir. Burada “para”dan kasıt “dolar”dır. Onu elde etmeden kendi sınırları içerisindeki merkez bankası bile milli parasını basamamaktadır. Parayı elde etmek için de ya ihracat yapacak ya da borç alacaktır. Borç alsa da neticede geri ödemeler için o ülkenin ihracata ihtiyacı olacaktır. Bu da sahip olduğu zenginlikleri, birilerinin bastığı kağıt ile değiştirmesi demektir. Ya da çok daha değişik bir ifade ile; sürekli sömürülmesi ve sahip olduğu zenginlikleri birilerine bedava vermesi demektir. Bugün ülkemiz de her şeye sahip olmasına rağmen “Dolar yok” diye yapması gereken bir çok şeyi yapamamaktadır. Para ya da finansman da IMF aracılığıyla geldiği için, alınan borçlar karşısında adeta IMF’nin kölesi haline getirilmiştir. 5. Küreselleşme, “Köle Düzeni” Olarak Takdim Ediliyor Günümüz dünyasında küreselleşme ya da globalizm doğal olarak varılacak bir sonuçtur. Bundan kaçınmak ya da buna karşı çıkmak anlamlı değildir. Bugün artık bilgi, mal ve hizmetler için sınırlar neredeyse tamamen ortadan kalkmıştır. Dünya tek bir pazar haline geliyor/getiriliyor. Ancak buradaki sorun ya da itiraz, küreselleşmeye gidilip gidilemeyeceği noktasında değildir. Sorun, küreselleşmeye “nasıl” gidileceği sorunudur. Mevcut global elitler / müstekbirler, gelişmekte olan ya da gelişmemiş ülkeleri (ezilenleri) “merkep” olarak kullanarak küreselleşmeye gitmek istemektedirler. Bu durum 143 şu örneğe benziyor. Eskiden, kölelik dönemlerinde, kölelerin taşıdıkları tahtlar olurmuş. “Efendiler” bu tahtların üzerine kurulur, köleler de onları istedikleri yere götürürlermiş. Şimdi bir an bir “efendi”nin bu şekilde pazara gittiğini hayal edelim. Neticede hem efendi hem de köleler pazara gider. Ama hiç kimse, “köleler pazara gidiyor ya da köleler pazara gelmişler” demez. “Efendi pazara gidiyor ya da efendi pazara gelmiş” derler. İşte bugün küreselleşme adı altında yapılmak istenen budur. Gelişmiş ileri ülkeler gelişmemiş olan ülkeleri merkep gibi kullanarak dünyayı küreselleşmeye doğru sürüklemektedirler. Halbuki, mevcut dünya adil temeller üzerine kurulu değildir. Bu bir köle düzenine gidiştir. Dünyanın adil temeller üzerine yeniden yapılandırılması gerekir. Savaş değil barış, çatışma değil diyalog, sömürü değil işbirliği, üstünlük değil eşitlik, çifte standart değil adalet ve baskı, işgal, zulüm değil insan hakları, özgürlükler ve demokrasi prensipleri üzerine Yeni Bir Dünya kurulması gerekir. 6. Yenilmişlik Psikolojisi Aşılanıyor Toplumumuza ve bölge insanlarına “yenilmişlik psikolojisi” aşılanıyor. Dolayısıyla bölgede yapılacak olan değişikliklere karşı oluşabilecek direnç, daha baştan kırılmaya çalışılıyor. Son sıralarda etrafımızdan duyduğumuz, “bizden adam olmaz”, “biz yapamayız” ya da “başka alternatif yok” gibi cümleler, işte bu çerçevede “yenilmiş” insanların cümleleridir. Bu psikolojik savaş en çok ülkemiz insanları üzerinde yürütülmektedir. Çünkü ülkemiz, herhangi bir sömürgeci gücün çizmeleri altında ezilmemiş ve tam tersine İstiklal Harbi ile adeta Osmanlı’nın küllerinden yeniden doğmuştur. Bölgedeki hemen hemen bütün ülkeler değişik zamanlarda emperyalist güçlerin sömürgeleri olmuşlardır. Bu yenilmişlik psikolojisi, “dışarıdan” beslenen çeşitli sivil toplum örgütlerinin yanısıra, “içeriden” özenle seçilen “işbirlikçiler” vasıtasıyla hızla toplumumuza empoze edilmeye çalışılmaktadır. Aslında BOP’a hazırlık olarak bahsettiğimiz psikolojik savaş en geniş anlamıyla, alenen, 1990 I. Körfez Savaşı ile başlamıştı. O zamana kadar bizler sadece futbol maçlarını “naklen” izlerken, I. Körfez Savaşı ile “naklen savaş” izlemeye başladık. Daha doğrusu izlediğimiz savaş değil, müstekbirlerin harb teknolojisi ya da gövde gösterisiydi. Tomahawk ve Cruise füzelerinin nasıl ateşlendiğini, kaç bin kilometre öteden hatasız vuruş yaptığını, B52 bombardımanlarının ne anlama geldiğini, F-16’ların hedefe nasıl kilitlendiğini hep bu “naklen savaş” yayınlarından öğrendik. Hatta, “hedefe kilitlenmek” ifadesini, bilinçaltımızdaki anlamını mahfuz tutarak, günlük Türkçemizde bile kullanmaya başladık! İşte bütün bunlar ve çok daha fazlası, “yenilmişlik psikolojisi” aşılarıydı. Dahası, bunlar henüz bitmiş değil ve hâlâ da devam ediyor! 7. İnanç Temelleri Değiştiriliyor BOP’un uygulanmaya çalışıldığı bölge İslam Coğrafyası içerisindedir. Daha spesifik bir ifade ile Osmanlı hinterlandıdır. Bugün Osmanlı toprakları ikinci kez işgal ediliyor. Birinci işgalin sonucunda bu milletin önüne Sevr Anlaşması konulmuştu. Ancak millet o anlaşmayı onaylamadı ve direnişe geçti. Direnişinin özünü, vatan millet sancak (bayrak) sevgisi, kısacası, inancı oluşturuyordu. O zamanın mücadelelerinde, bu anlattıklarımızı en iyi özetleyen ifade Churchill’in “bizi Türklerin teknolojik üstünlüğü ya da harb kabiliyeti değil, inancı yendi” ifadesidir. İşte, bugün yapılmaya çalışılan işlerden biri de, müslümanların inancının temellerini değiştirme çalışmasıdır. En geniş anlamıyla bu operasyon, “Ilımlı İslam” ya da “Light İslam” operasyonu olarak ifade edilmekte ancak her mahfilde değişik kisveler ile karşımıza çıkmaktadır. Örneğin bir politikacının kendisini batı terminolojisi ile “muhafazakar” (conservative/Tory) ya da Hristiyan Demokrat (Christian Democrats) partileri çağrıştıracak şekilde “Müslüman Demokrat” olarak tanımlaması, aslında onun bilerek ya da bilmeyerek inanç temellerine vurduğu bir darbedir. Aynı şekilde bugün misyonerlik faaliyetleri de, ılımlı İslam operasyonunun bir parçası olarak yürütülmektedir. Bugün kilise açılışlarını, “efendim biz Türkler de Avrupa’da cami açmıyor muyuz. Biz açınca ses çıkarmıyorsunuz da onlar açınca ne diye karşı çıkıyorsunuz?!” gibi safça (ya da ahmakça) savunmaya çalışanlar şu temel gerçeği bile düşünemiyorlar. Avrupa’da cami açanlar oradaki müslüman 144 vatandaşlarımızın ihtiyaçlarına hitap etmeye çalışırlarken burada kilise açanlar bizim müslüman vatandaşlarımızın inancını değiştirmeyi hedef almaktadırlar. Hiç bunların ikisi bir (muadil) olur mu? 70 70 Milli Gazete / 10-11 TEM 2004 / M. Gündoğan 145 İSRAİL VE NATO’NUN TÜRKİYE KORKUSU Yahudi kökenli, kendilerine “Bilu” grubu denen fanatik Rus gençlerinin, 1882 yılında Filistin’e gidip, örnek ve öncü Yahudi köyleri kurmalarıyla fiziki temeli atılan... Ama fikri temelleri yüzyıllar öncesi kabalist öğretilere dayanan... Faşist, anarşist, kapitalist ve komünist düşüncelerin hem anası hem kaynaşması olan “Siyonist” İsrail, resmen 1948’de kuruldu... İslam âleminin başına bela olmak üzere kurulan Siyonist İsrail’i ilk tanıyanlardan birisi de Adnan Menderes ve hükümeti oldu. 1894 yılında, Filistin’de oluşturulan tarım “kibutz”larında (zirai kooperatif komünleri–yerleşim birimleri) sadece dışarıdan taşınan 3600 Yahudi yaşıyordu... Sinsi Siyonizm’e siyasi hüviyet ve resmiyet kazandıran T.Herzl’in 1895 yılında yayınladığı “Yahudi Devleti” adlı kitabı, Siyonizm’in kutsal programı oldu… T.Hezl 1897 yılında, İsviçre’nin Basel kentinde “ Siyonist Kongre”sini toplayıp: a- 1.Dünya Savaşını çıkartıp Osmanlı’nın yıkılması ve Gizli Siyon Cumhuriyeti olarak Türkiye’nin kurulması b- 2.Dünya Savaşı’nın çıkarılıp Avrupa ve Rusya’daki Yahudilerin Filistin’e göçe zorlanması ve BM eliyle resmiyet kazandırılması c- Nil’den Fırat’a Arz-ı Mev’ud saydıkları coğrafyaya bütünüyle hâkim olup, Büyük İsrail hedefine ulaşılması, temelinde 100 yılda tamamlanacak, üç aşamalı bir plan açıklarken , “Juda”cıların bile büyük kısmı O’nun bu şeytani program ve propagandalarına karşı çıkıyordu. Juda; Tahrife uğramış bile olsa, Hz Musa’ya gelen Tevrat öğretilerine bağlı bulunan ve “ Ordoks, Muhafazakâr, Reformist ve Liberal” gibi 4 mezhepten oluşan dindar ve dürüst Yahudileri ifade eden bir kavram oluyordu. Evet, Siyonist İsrail’in temelleri, dindar ve dürüst Yahudilerce değil, çoğu Dinsiz-ateist ve kabalist Yahudiler tarafından atılıyordu. 1967.yılında Mısır, Suriye ve Ürdün’e aniden saldıran İsrail, topraklarını üç kat artırıyordu… 1973’teki Mısır ve Suriye’nin başlattığı harekâtta büyük darbe alan ve Amerika’nın yardımıyla son anda yok olmaktan kurtulan İsrail, diplomatik bir şeytanlıkla Enver Sedat’la anlaşma yapıp, Mısır tarafından resmen tanınmasını sağlıyordu. Bundan sonra Der-Yasin , Sabra ve Şatilla katliamları gibi soykırımlar ve akıl almaz baskılar uygulayarak , İsrail’in işgalindeki ve çevre ülkelerdeki Filistin halkını göçe zorluyordu.Bu masum ve mazlum insanların evlerini başlarına yıkıyor , ağaçlarını ve ekin tarlalarını yakıyor , içme suyu ve sulama kanallarını kapatıyor , roketler ve füzelerle sefalet kamplarına saldırıp ölüm kusuyor , camilere , okullara , hastanelere bombalar yağdırıyordu !.. Ama Siyonist İsrail şaşkındı... Onlar bir vurdukça, Filistinliler bin diriliyor ve direniyordu... Onlar artık bitirdik zannettikçe Müslümanlar, bilinçleniyor ve bileniyordu. Asırlar boyu “Mağdur ve mazlum” rolü oynayıp kendilerini acındıran Siyonist İsrail’in bu vahşetleri, bütün dünyada nefretle karşılanıyor ve antisiyonist bir cephe giderek güçleniyordu... İsrail Siyonistleri, kiralık adamları olan ABD ve İngiliz yönetimleri de, Türkiye gibi bazı İslam ülkelerindeki hain işbirlikçileri de, her geçen gün biraz daha yalnızlığa ve sonunu sezmiş olmanın verdiği hırçınlık ve huzursuzluğa yakalanıyordu... Evet Siyonist İsrail’in ve bu zalim dünya düzeninin temelleri çatırdamaya çoktan başlamıştır... İKÖ Başkanlığına bir Türk’ün seçilmesi, İKÖ’de K.Kıbrıs’ın statüsünün yükseltilmesi” gibi gelişmelerin, Türk kamuoyunun gönlünü almaya ve BOP kapsamında AKP’yi daha rahat kullanmaya yönelik, Amerikan girişimleri olduğunu daha önce yazmıştık. 24.Haziran.2004. tarihli Suudi Riyad Gazetesi’nin: “Türkiye İslam Sahasına Dönüyor!” başlıklı yazısında yer alan: “Türkiye’nin İslam Sahasına, siyasi ve ekonomik sistem ve tercihlerini değiştirip te döndüğünü iddia etmiyoruz... Ancak güçlü yapısı, potansiyel imkânları ve kendisini olumsuz bir kutuptan, olumlu ve onurlu bir kutba yönelmeye iten tabii ve tarihi stratejik 146 coğrafyası gibi etkenlerin zorlamasıyla, yeniden İslam sahasına döndüğünü görüyoruz. İslam Konferansı Örgütü Genel Sekreterliğini, diğer güçlü adaylara rağmen Türk adayının kazanmasını da, Türkiye ile İslam Dünyasının sadece yakınlaştığından değil, aynı zamanda kenetleşip kaynaştığının da bir göstergesi olarak değerlendiriyoruz... Çünkü ; “Türkiye İslam Dünyasına muhtaç olduğu gibi, İslam Dünyasının da Türkiye’ye muhtaç olduğunu” biliyoruz. Anlamında ki yorumların, İslam Aleminin Türkiye’yi nerede ve ne şekilde görmek istediğinin samimi bir yansıması saymak ve sevinmek dışında, henüz pratik, politik ve stratejik bir gerçeği ifade ettiğini maalesef söyleyemiyoruz. Ve hele AKP gibi kuşatılmış kukla bir iktidarla ve beyinleri NATO tuzruhuyla yıkanmış kurmaylarla, olumlu ve onurlu bir değişim ve dönüşümler yaşanabileceğine ihtimal vermiyoruz… Ancak, hem ülkemizdeki bu kabuk zihniyetlerin çürüdüğüne ve milletten kopuk hükümetin çözüleceğine ve yeni bir Kuvay-ı Milliye devrimiyle Türkiye’nin yeniden dirilip-derlenip tarih sahnesinde boy göstereceğine inanıyoruz ve bekliyoruz… 1897’de Basel’de akdedilen Yahudilerin I. Siyonizm Kongresi kararları 20. yüzyılın şekillenme programıydı. Kongrede alınan kararlarla, bin senelik İslâm-Hıristiyan çatışması son bulacak, yerine kapitalizm-komünizm çatışması başlayacaktı. Bu oyun 70 yıl oynandı ve milyonlarca insanı katledilmesine yol açıldı. Gorbaçov’un Sovyetleri demokrasiye geçirmesi ile 1991 yılında bu oyun bitti. Bu gelişmeyle sipsivri ortada kalan Siyonizm, ordularından biri olan NATO’nun karşı takımını kaybetti. NATO bundan sonra kiminle oynayacaktı? 14 yıldır NATO ile oynayacak bir takım aranmaktaydı. Körfez Savaşı ile bu sorun çözülecekti. Saddam yönetimindeki ateist Irak süper güç yapılacak ve NATO yeniden oyun sahasına çıkacaktı. Ve Saddam Türkiye’ye saldıracaktı. Sinsice planlanan bu oyun işe yaramadı. Yeni tezgâhlar hazırlandı. Önce Yahudilere ait olan ikiz kuleler satıldı, sonra oradaki Yahudi işadamları o gün (11/9) işe çıkmadı. Kuleleri yıkıldı. Dünyada özellikle Müslümanlar “terörist” ilân edildi ve bütün dünyada Müslümanlara karşı savaş başlatıldı. ABD Başkanı Bush, tam askeri metot kullanarak dünyaya meydan okudu; “Ya yanımızdasınız, ya düşmanımızsınız!” dedi. Böylece herkesi korkutup dünyayı Yahudi yönetiminde tek devlet yapacağını sandı. Bu durumda Irak’a asker göndermeyen, onların önerilerini desteklemeyen her devlet ABD ile savaş halinde sayıldı!.. Mesela, Çin ABD’yi istila etse, savaşı meşru olarak yapmış olur, çünkü Amerika dünyaya savaş ilân etmiş durumdadır. Bu durum Irak Savaşı’nda açıkça ortaya çıktı. Fransa, Almanya, Rusya ve Çin ABD’yi desteklemedi. Yani, ABD’nin ilân ettiği savaşa bazı ülkeler savaşla cevap verdi. Bu gergin hava bir yıl gibi kısa zamanda ABD tehditlerinin fiyaskosu ile neticelendi. Bu gelişmelerden dolayı akdedilen “NATO İstanbul Zirvesi”nin değişik anlamları vardır: a-Şimdiye kadar NATO Amerika ordusunun kamufle planıydı. ABD’den sonra NATO’daki en büyük güç Türkiye idi ve kara ordusu olarak ABD’den daha güçlü durumdaydı. NATO Toplantısı’nın Türkiye’de yapılması NATO’yu Amerikan ordusu olmaktan çıkardı. Bu büyük bir gelişme ve yenilikti. b- NATO İstanbul Zirvesi’ne NATO ülkesi olmayan devletler de çağrıldı ve görüşmelere onlar da katıldı. Bu yeni gelişme NATO’yu uluslararası barış gücü görüntüsünün ötesine götürdü. NATO savunma paktı idi. İsteyen bölge devletleri bu savunma paktında yer alabilecekti. c- ABD’nin dünyayı karşısına alan savaş ilânı da sonuçsuz kalmıştı. Avrupa ile Asya’nın görüşleri ABD lehine değildi. Yani, ABD tehdidi resmen sözde kaldı. Katılmayanlarla savaşmayı da ABD göze alamadı. d- NATO kendisine düşman olarak “anarşi”yi yani “terör”ü seçtiğini söylesede. Asıl hedef İslam’dı ve Müslümanlardı. Bu seçim büyük bir yanlış ve vahim bir hatadır. Terör olayı eşkıya olayıdır. Tamamen farklı metodlarla ve özel eğitim ve donanımlı birliklerin kullanılmasıyla önlenebilir. NATO ise uluslararası savaşacak biçimde, cephe savaşı yapacak şekilde kurulmuş, ona göre teçhiz edilmiş ve ona gör eğitilmiştir. Dolayısıyla jandarmalık görevini yerine getirmesi mümkün değildir. Hattâ millî ordular bile bu işi yapamadıkları için valilerin emrine verilen özel eğitilmiş 147 jandarma kuvvetleri bu hizmeti yapmaktadır. Kentlerde ise bu hizmet jandarma tarafından da yapılamadığı için polis teşkilatı kurulmuştur. Demek ki, NATO’nun terörü hedef alması çok saçmadır. NATO’nun asıl hedefi şudur: Ülkelere saldırmak için “terör bahane edilecek” ve böylece dünyada tek devlet oluşturulacaktır. Bu uygulama aynı zamanda terörün varlığının ve yaygınlaşmasının kaynağı olacaktır. Şöyle ki, önce dolarla “terör üretilecek”, sonra “terör bahane edilerek” ülkeler işgale kalkışacaktır. İlk etapta büyük devletler anlaşacak, küçük devletler böylece dize getirildikten sonra, büyük güçler arasında çıkarılacak III. Dünya Savaşı ile, dünyada Siyonist sermaye devleti fiilen kurulmuş olacaktır. Bu arada Türkiye’ye biçilen rol şudur: Önce Türkiye’ye jandarmalık yaptırılarak komşu Müslümanlar Türkiye’ye düşman edilecek. Sonra Türkiye’de yıllardır hazırlanan bölücü ve dinci terör olayları bahane edilerek komşulara saldırtılacak, ama karşı tarafa yardım edilerek Türkiye Devleti yıkılacaktır… Şunu unutmayalım ki, sömürü sermayesinin bütün çözümlerinde; Türkiye’nin yıkılıp parçalanması vardır. Bu proje Batı dünyasının ve arkasındaki Siyonist odakların bin yıllık projesidir, şeytani amacıdır. Son bir asırlık hedef ise; sömürü sermayenin kesin hegomonyasıdır. Bu erteleme yapılabilir ama hiçbir zaman terk edilmeyecek bir plandır. İspanya’da Müslümanların imha edilmesi çok önceden planlanmış, ancak plan 250 sene sonra sonuca ulaşmıştır. Yani, 250 yıl erteleye erteleye sonunda hedeflerine varmışlardır. Planı yapan Yahudilerdi. Yahudilerin İspanya’dan Türkiye’ye tehcir de onların oyunuydu. Halkı Kudüs’e ve Filistin’e yaklaştırmak için -daha sonra Hitler’e yaptırdıkları gibi- İspanyalılara zulüm yaptırmışlar, sonra merhamet duygularını istismar ederek Yahudileri İstanbul’a ve İzmir’e taşınmışlardır. yerleştirmişlerdir. Aradan 500 yıl geçti. Yahudilerin Türkiye’deki sayıları resmiyette %1’in çok altına düştü, ama hâlâ Türk ekonomisinin %90’ına hâkimdirler. Koçlar, Sabancılar ve benzerleri hep onların ortağıdırlar. Türkiye’deki bütün ayaklanmalar, PKK ve Hizbullah hep onlar tarafından kullanılmaktadır. Bunlardan bütün Yahudilerin haberli olduğu da sanılmamalıdır. Kur’an’da yazıldığı gibi çok samimi olanlar da vardır. İsrailoğulları tarihte hep böyle fitnelik yapmışlar ve sonunda daima kaybetmişlerdir. Bugün bütün Avrupa onlara kan kusup kin besliyor. Arabistan’da artık yoklar. Böyle giderse sonunda Türkiye’de de kalamayacaklar. Kötü olan, kurunun yanında yaş da yanacaktır. Biz ne yapabiliriz ki? Yaş olanlar kuruları ayıklasınlar. Onlar bize Hazreti Musa’nın emaneti Ehl-i Kitap kardeşlerimizdir. Asla onlara düşman değiliz. Ama iyi bilsinler ki, onların hatırları için intihar da edemeyiz. Ülkemizden ve ülkülerimizden vazgeçemeyiz… NATO yeni düşman arayacağına ve İslam’a saldıracağına, “uluslararası deniz ticaretinin güvenliğini sağlayan” gönüllülerden oluşmuş bir koruma teşkilatına dönüşebilir. Karalara karışmamak ve, iç denizleri bulandırmamak üzere, süper güç olarak ABD’de uluslar arası denizlerde trafik düzenlemesi yapabilir. Türkiye NATO’dan çıkarak, adil ve asil bir yapılanmaya öncülük edebilir. Karaların güvenliği ise ortak ordu ile değil, insanlığın oluşturacağı ortak paktlarla korunabilir. Gerektiğinde millî ordular birlikte hareket edebilir. Ulusal ordular dışında, hain merkezlerin güdümündeki ordular dünya barışı için bir tehdittir. Böyle yapılmazsa, Avrupa Birliği başta olmak üzere, bütün NATO ülkelerini dünya çapındaki büyük tehlikeler beklemektedir. Türkiye de maalesef bu tehlikelerin merkezinde bulunmaktadır. Yol yakınken yanlıştan dönülmeli ve şaşkın sömürü sermayesinin oyunları bozulmalıdır.71 ABD, Başkan Bush’un 26 Şubat 2002'de dediği gibi 'Tarihin geri kalanı, bizim tarafımızdan yazılacaktır' fikrinden hareketle, 'Dünyayı, Amerika'nın ilke ve çıkarlarına uygun olacak biçimde, yeniden şekillendirmek' üzere, 'Büyük Ortadoğu Projesi' ile atağa kalkmıştır. Çünkü artık ABD'nin Yeni Küresel Savunma Stratejisi'nin esasları, tamamen ortaya çıkmıştır. Bu yeni strateji, bilindiği gibi dünyanın yeni tek kutuplu/Tek patronlu düzeninden kaynaklanıyor... ABD önce, Afganistan'a ve hemen arkasından Irak'a saldırdı. Fakat birinci adımda sendeledi ve ikinci adımda terör 71 Milli Gazete / 12 07 2004 / R. Nuri Erol 148 çamuruna 'battı'. Ve o zaman, bu 'macera' ya: 1-Hazırlıksız atıldığını, 2-Tek başına altından kalkamayacağını, anladı. Gerçekten de 'hazırlıksızdı. Oysa her yeni planın, siyasi ve askeri açıdan, yeni bir 'Yığınaklanma'ya ihtiyacı vardır. Gerekli yığınaklanmayı yapmadan harekete geçerseniz, 'yarı yolda kalırsınız'. Yanlış farazilere dayanan planlar ise, başarısızlığa mahkûmdur. ABD şimdi, önceden yapması gereken şeyleri, 'battıktan sonra' yapmaya kalkışıyor. Büyük Ortadoğu Projesi için siyasi ve askeri 'Yığınaklanmasını' sağlamak üzere, -başta değindiğimiz- 'Yeni Küresel Savunma Stratejisi'ni oluşturmaya çalışırken, tek başına altından kalkamayacağını anladığı bu iş için, NATO müttefiklerini ve bizzat NATO'yu işe koşmaya çalışıyor. İŞİN ESASI BUDUR! Büyük Ortadoğu Projesi'nin-gecikmiş-“Yığınaklanması” olan, “ABD'nin Yeni Küresel Savunma Stratejisi'ni ele alalım. -Bilindiği gibi-ABD, 1945 ile 1990 arasındaki “Soğuk Savaş” dönemini, dünyanın pek çok yerinde mevcut olan, sayısı tam olarak bilinmeyen fakat 200 kadar olduğu hesaplanan, üsleriyle yönetti. Bu üsler, o zamanki hedeflere, -Sovyetlere ve müttefiklerine-yönelik bir konuşlanma/yığınaklanma idi. Şimdi ise, hedefler değişti. Öyle olunca da, konuşlanma/yığınaklanmanın da değişmesi gerekiyor. İşte şimdi, ABD bunu yapmak istiyor. Bu işin hazırlıkları, yaklaşık bir yıldır, sürdürülmekte idi. Son olarak bir buçuk ay önce Ankara'ya gelen ABD Dışişleri Bakanlığı Müsteşarlarından Lincoln Bloomfield, ilgililerle bu konuyu konuşmuştu. Şimdi, bu konudaki istişareler/ön yoklamalar bitmiş olmalı ki, uygulamanın prensiplerinin müzakeresine başlanmış. İlk olarak, 23 Haziran'da Washington'da ilgililerce, bir grup Kongre Üyesi'ne bir brifing verilmiş. Bu brifingte: önce, bu çalışmaya neden ihtiyaç duyulduğu şöyle izah edilmiş: 'Soğuk Savaş döneminde, okyanus ötesinde oluşturduğumuz askeri güç yapısında, değişikliğe gidilmeye ve daha büyük esnekliğe ve dünyanın ihtiyaç duyulan (yeni) bölgelerinde çok hızlı konuşlandırabilmeye ihtiyacımız var. “Sonra, bu yeni ihtiyacın nereden kaynaklandığını izah etmek üzere, hedeflerin/tehdit kaynaklarının değiştiğini anlatmışlar ve onları şöyle sıralamışlar: a-'Terör örgütlerinin işbirliği yapması, b-bunları destekleyen devletlerin artması, c-kitle imha silahlarının yayılması, d-devletler içinde yönetim dışı alanların çoğalması, e-ABD'nin geleneksel askeri üstünlüğe karşı asimetrik savaş yöntemlerini kullanacak düşmanların güç kazanması.”72 İşte bütün bunlar Amerika’nın ciddi olarak korktuğunu… Korkulacak karşı güçlerin bulunduğunu, Ancak ABD’nin bu korkusunu yenmek için, NATO’yu kullanma yolu tuttuğunu göstermektedir. Bu gerçeğe rağmen İsrail'i sevenler ve Türkiye'nin İsrail'e muhtaç olduğunu söyleyenler, hep Yahudi lobilerinin ve ABD’nin gücünden söz ederler. Bu çevrelere göre bu lobiler sihirli bir şekilde tüm kapıları Türkiye için açabilir ve Ankara'yı rahatsız edecek tüm tehlikeleri önleyebilirler! Örneğin bu lobiler, Ermeni soykırım iddiaları ile ilgili olarak hep Türkiye'nin yanında duruyorlar! Aynı lobiler Türkiye'nin AB çabalarına destek veriyor ve Ankara'nın tüm kredi ihtiyaçlarını karşılattırıyorlar! Biz ise tüm yazı ve konuşmalarımda bunun palavra olduğunu Türkiye gibi bir ülkenin ne İsrail'e ne de Yahudi lobilerine ihtiyacı olmadığını söylüyoruz... Türkiye'nin Yahudi lobilerine ihtiyacı olduğu yönündeki söylemler tümüyle palavradır. Bu iddiaları ortaya atanların bu lobilere ihtiyacı olabilir, ama Türkiye gibi bölgenin en güçlü ve en önemli ülkesinin asla Yahudi lobilerine ihtiyacı yoktur. Kaldı ki, bu lobiler Türkiye'nin lehine değil, aleyhine çalışmaktadır. Örneğin Ermeni meselesinde; Yahudi lobileri bu konuda eğer Türkiye'yi destekler gibi gözüküyorlar ise bunun iki nedeni vardır: 1- Yahudiler, dünyada kendilerinden başkalarının soykırıma uğradığı iddialarına tahammül edemezler. Bunun gündeme gelmesi bile onları rahatsız eder. 2- Yahudi lobisi Ermeni iddialarını bir kart olarak kullanmakta ve bu kart ile sürekli olarak Ankara'yı baskı altında tutmaktadır. Nitekim birçok Avrupa ülkesinin yanı sıra Amerika'da da 27 eyalet parlementosu bu soykırım iddialarını kabul etmiş durumda. 3- Türkiye'nin, İsrail'in sahip olduğu silah teknolojilerine de ihtiyacı yoktur. Müslüman bir ülke olan Türkiye, Filistin halkını öldürmek için İsrail'in sürekli geliştirdiği ölüm makinelerini asla almamalıdır...73 Düşman İçeride, Dost Dışarıda mı? 72 AKŞAM / 11.7.2004 / Kemal Yavuz 73 Milli Gazete / 12 07 2004 / Medya 149 İsrail gazetesi Haaretz’de yayınlanan ‘haber’e göre AB Türkiye ile üyelik müzakerelerini başlatırsa Türk Silahlı Kuvvetleri Erdoğan hükümetine darbe yapabilirmiş!.. Kehanetin kaynağı da İsrail Savunma Bakanlığı’nın bir raporu... Bu bir “haber mi, uyarı” mı, yoksa bazı üst düzey İsraillilerin gönlünde yatan aslan mı? Ya da bir projenin kapağı mı? Raporun söz konusu gazete tarafından sızdırılan-ya duyurulması amaçlanan kısımları “çok özel” çelişkiler içeriyor: AB’nin Türkiye ile aralık ayında müzakerelere başlama kararı alması halinde Erdoğan güçlenecek, buna karşılık Türk ordusu zayıflayacak... AB üyeliği durumunda Türk Hükümeti silahlarını İsrail yerine AB ülkelerinden alacak...” İyi güzel de, Türk ordusu ‘zayıfladığı’ için mi darbe yapacak, yoksa AB’den değil de İsrail’den silah alabilmek için mi? Bu kadar kaba mantıksızlığın bir mantığı olsa gerek... Kaldı ki saçmalıklar bununla bitmiyor: “İki ülke arasında stratejik ilişkilerin başladığı 1996’dan bu yana Türkiye kendisine üyelik vermeyen AB’yi cezalandırmak için İsrail silah sanayi ile anlaşmalar yaptı...” Allah Allah... Türkiye bu anlaşmaları, AB üyeliğini istemeyen (!?) ordusuna rağmen mi yapmıştı? Yok eğer askeri anlaşmalar ordunun da arzu ve onayı ile olduysa, -ki öyle olduğunu dünya alem bilir- ‘AB’yi cezalandırmak’ nerede kaldı? Madem ordu AB’ye karşı, öyleyse Türkiye’yi üyeliğe kabul etmek istemeyenleri silah almamak suretiyle niye cezalandırsın? Aksine, ‘Aman aman, siz yeter ki Türkiye’yi üyeliğe kabul etmeyin, biz bütün silahlarımızı sizden tedarik ederiz’ demez mi?(...) Bir kere İsrail’in bu bağlamda sadece ‘silah satamama’ endişesini öne çıkarması kısa vadedeki acil projesini maskelemek için olsa gerektir. O acil proje de Kuzey Irak’ı kendi istediği gibi şekillendirmektir.74 Anlaşılan İsrail, son dönemde Türkiye ile gerilen ilişkileri yüzünden tedirgindir. İsrail Başbakanı Ariel Şaron bu amaçla sanayi, ticaret ve istihdamdan sorumlu Bakan ve Başbakan Yardımcısı Ehut Olmert'i Türkiye’ye gönderdi. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın son dönemde, İsrail’in son dönemdeki faaliyetlerini “devlet terörü “ olarak nitelendirmesi Ortadoğu’da şiddet rüzgârları estiren Şaron’u rahatsız etmişti. Başbakan Erdoğan’ın İsrail Başbakan Yardımcısı Olmert’e randevu vermemesi de uluslararası ilişkiler çevrelerinde değerlendirildi. Uluslararası İlişkiler Uzmanı Doç. Dr. Deniz Ülke Arıboğan, İsrail ile Türkiye arasında uzun vadeli uluslararası ve askeri anlaşmalar olduğunu ifade ederek, “Türkiye ile İsrail arasındaki ilişkiler kolay kolay bozulmaz. Başbakan Erdoğan’ın randevu vermemesi ise tamamen iç politikaya yönelik bir mesajdır. Türkiye ile İsrail ilişkileri önümüzdeki yıllarda da devam edecektir” dedi. İsrail’in son yıllarda ABD’nin tek müttefiki olduğuna dikkat çeken Arıboğan, “ABD’de politika değişiklikleri gözleniyor. Washington yönetimi artık İsrail’i tek müttefik olarak görmüyor. Bu da İsrail’i ciddi anlamda rahatsız ediyor. Çünkü İsrail yalnız kalmaktan korkuyor. Bu nedenle de bölgenin hem toprak, hem politik, hem de askeri açıdan en önemli ülkesi olan Türkiye ile iyi ilişkilerini sürdürmek istiyor. Türkiye’nin önemi her geçen gün artıyor.” Diyerek çok önemli bir gelişmeye dikkat çekti. İsrail tedirgin Yüksek Strateji Merkezi Başkanı Dr. Can Fuat Gürlesel ise: İsrail’in bölgeye yönelik politikalarını Türkiye’nin tutumuna göre belirlediğini söyleyerek, “İsrail Türkiye’ye ve yapılan anlaşmalara güveniyor. Ama son dönemde Türkiye’nin İsrail’i uyaran açıklamaları onları rahatsız etmişe benziyor. Bu T.Erdoğan’ın tabanını ve teşkilatını rahatlandırmaya yönelik bir çıkışı olduğu bilinse de... Başbakan Ariel Şaron Türkiye’nin tutum değiştirmesinden korkuyor. Ama Türkiye yaptığı uyarılarda haklıdır. Ankara İsrail’i uyararak, yola getirmeye ve Şaron’un son zamanlarda gütmeye başladığı sertlik politikasını yumuşatmaya çalışıyor. Bu bir nevi İsrail’i yola getirme politikasıdır” görüşlerini dile getirdi. Türkiye’nin tepkisinin sonuçlarının alınmaya başladığına da dikkat çeken Gürlesel, “İsrail Başbakanı Ariel Şaron sertlik yanlısı politikalarını yumuştmak için ilk adımı attı. İşçi Partisi Lideri Şimon Peres ile ortaklık kurmak için görüşmelere başladı. Bu İsrail’in politikalarının önümüzdeki gönlerde yumuşayacağının ilk işaretleridir” sözleri ise, s,yonist İsrail’in taktiklerini bilmediğini göstermektedir. 74 Sabah / 12.7.2004 / Ömer Lütfi Mete/ 150 Haaretz: Türkiye test edilecek!? Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın Olmert’e randevu vermemesi İsrail’de de tartışmalara neden olurken, Haaretz gazetesi, Başbakan Erdoğan'ın tatilde olacağı için İsrail Başbakan Yardımcısı Olmert ile görüşmeyeceğine, ancak aynı gün Suriye Başbakanı ile olan görüşmesini iptal etmediğine dikkat çekti. Gazete’de konuyla ilgili yayınlanan başyazıda ikili ilişkilerin sürdürülmesinin her zamankinden büyük önem taşıdığının altı çizildi ve Olmert'in ziyaretinin "bir test" olarak değerlendirilmesi gerektiği belirtildi. Yazıda, "Türkiye ile İsrail arasında tam diplomatik ilişkiler kurulur kurulmaz yapılan askeri ve ekonomik anlaşmalar, hızlı bir biçimde ikili ilişkileri o kadar güçlendirdi ki iki ülke, Ortadoğu'da "kardeş devletler" olarak değerlendirildi. Türkiye'nin, İsrail hükümetinin politikalarını sorgulama hakkı var. Buna karşın eleştiri tarzı, Erdoğan hükümetinin niyetleri konusunda ciddi soru işaretleri oluşturuyor” ifadelerine yer verildi. Hâlbuki bütün bunlar, danışıklı bir döğüşün gereği idi. Ve R. Tayip Erdoğan Bey’in bir iç politikasıydı. Ayarlamak ve toplumu avutmak için böyle davrandığını onlarda bilmekteydi. Ehut Olmert kimdir? İsrail Başbakanı Ariel Şaron’un en yakın adamı olan Olmert, uzun süre Kudüs Belediye Başkanlığı yapmıştır. Uluslararası alanda derin bağlantıları olduğu belirtilen Olmert’in Büyük Ortadoğu Projesi’nin(BOP) arkasındaki finansör şirket olan İSCAR’ın ortağıdır. İSCAR, ABD kongresi için finanse ettiği BOP toplantıları ile öne çıkmıştır. Ehud Olmert, İSCAR’ın eylül 2003’de düzenlediği İsrail-Alman Endüstri ve Ticaret Odası’nın Kudüs gezisinde de ev sahipliği yapmıştır.75 Peki İsrail’i böylesine basit blöfleri yapmaya mecbur eden çaresizlik nedir? Cevap: Türkiye’de artık kontrol edemediği ve engelleyemediği milli bir “diriliş ve derleniş” cephesinin, İsrail’i ıskartaya çıkartacak devrim ve değişimine karşı… Eski tüfek tetikçilerini devreye sokma şantajıyla zaman kazanma girişimidir. Ama bütün bunların sonuçsuz kalacağı ve barbarlığın yıkılacağı kesindir. Çünkü sadece yeryüzündeki bütün ezilenler değil, İsrail’de ki samimi ve iyi niyetli yahudiler’de, siyonizmin elinden kurtulmayı beklemektedir. Yahudiler De İsrail’in Elinden Kurtarılmalı Lahey’de kurulu Uluslararası Adalet Divanı’nın aldığı son karar işgalci İsrail tarafından reddedildi. Kabinesini toplayan Şaron, hemen açıklamayı yetiştirdi: “Reddediyoruz.” Yeryüzünde şunun ikinci bir örneği yoktur. Son yüz yıl içerisinde dünyayı iki kez ateşe verdiler. Bununla hem Yahudilerin rahatlarını kaçırarak Filistin’e göçlerini hızlandırdılar, hem çeşitli devletleri piyon olarak kullanmayı başardılar. Filistin’e adım attıklarında önce çiftlikler kurdular. Sonra kanlı terör eylemleriyle bu çiftlikleri genişlettip gettolar oluşturdular. Sonra güçlerinin yettiği her tarafı işgal ederek devlet kurdular. Ve bütün bunları terörle yaptılar. Ve şimdi, bütün ulusların beyinlerini yıkadılar. Bunun içindir ki, işgal edilmiş topraklarını kurtarmak için çırpınan Filistinlilerin öldürdüğü her işgalci “Terör saldırılarıyla öldürülmüş” oluyor. İşgalini biraz daha genişletip pekiştirmek için Filistinli gençlerin, çocukların ve kadınların üzerine kurşun yağdıran İsrail’in bu yaptıkları “Güvenliğini sağlamak” için yapılmış oluyor. Ve siyonistlerin öldürdüğü her Filistinli çocuk “terörist” olarak ilan ediliyor. Çocuk katliamcısı olduğu bütün dünya tarafından bilinen Şaron, Lahey’de alınan kararı “Tamamen reddediyoruz” derken şüphe yok ki arkasındaki BM’ye ve burnundan tutarak istediği yana çekebildiği devletlere güveniyor. Ne anlamı var Adalet Divanı’nın aldığı kararın? Onlar için Adalet Divanı merkezi Kudüs’e taşınınca saygı duyulması gereken bir kurum olacak. Şimdi Lahey’de alınan karar BM’ye gelecek de ne olacak? Daha evvel BM’ye gelen kararlar ne oldu? ABD bir yandan İran’a, bir yandan Suriye ve diğerlerine “Nükleer gücünüzü denetimimize açmazsanız sonunuz yakın” gözdağları verirken, Şaron, nükleer tesislerini denetleyecek olan uluslararası 75 Milli Gazete / 14 07 2004 / Haber 151 kurumun başkanını ülkesinden kovuyor. “Her türlü nükleer silaha sahibiz. Bunları ne bugün, ne yarın, hiçkimseye açıklamayacağız” diyerek açıkça meydan okuyor. Sadece bizler değil, yeryüzünün her noktasında binlerce insan, her gün, yazıp çizdikleriyle bu siyonistlerin “tanrıyı kıyamete zorlamaya” kararlı olduklarını, bütün insanlığı helak edecek nükleer bir güce ulaştıklarını anlatmaya çalışıyoruz. Son yüz yıl içerisinde gerçekleştirilmiş örgütlenmelerin büyük bir bölümü siyonistlerin emelleri için oluşturulmuştur. BM gibi bir örgütün başkanı bile bugün, Lahey’de alınan kararı yorumlarken, “İsrail hükümetinin vatandaşlarını koruma sorumluluğu ve görevi olduğunu kabul etmekle beraber..” diye başlıyor sözlerine. Bütün uluslar kafalarını kumdan çıkartıp şu gerçeği görmek zorundalar: Birinci ve ikinci dünya savaşlarının ortaya çıkarttığı örgütlenmelerle bir dünya barışına kavuşmak mümkün değildir. Geriye bir tek yol kalıyor: İsrail güdümünün dışında yeni bir düzen kurmak. Bu, insanlığın siyonizmin şerrinden kurtulması için değil, bütün insanlarla beraber Yahudilerin de insanca yaşamalarını sağlamak için tek çıkar yoldur.76 AKP’nin İsrail Muhabbeti Recep T. Erdoğan’ın, Türkiye-Suriye ilişkilerini sabote etmek üzere ülkemize gelen, İsrail Başbakan Yardımcısı Olmer ile görüşmemesi sadece iç politikaya yönelik bir mesajdır ve İsrail’e verilen tavizleri gizleyen bir kamuflajdır. Türkiye-İsrail arasında Ankara’da estirilmeye çalışılan kriz havasına rağmen Tarım Bakanı Sami Güçlü İsrail Başbakan Yardımcısı Sanayi ve Ticaret Bakanı Ehud Olmert’le yaptığı görüşmesinde sıcak mesajlar verdi. İsrail’in GAP merakı, Türkiye-İsrail Karma Ekonomik Komisyon (KEK) toplantısında bir kez daha ortaya çıktı. Türkiye’de bulunan İsrail Başbakan Yardımcısı Sanayi ve Ticaret Bakanı Ehud Olmert, GAP’ın iki ülke arasındaki ilişkilerin zeminini oluşturduğuna dikkat çekti. KEK toplantısında çarpıcı mesajlar veren Olmert, Türkiye ile ilişkilerinin sağlıklı bir şekilde devam etmesinin verilen sözlerin yerine getirilmesine bağlı olduğuna vurgu yaptı. Olmert’in tehdit vari bu sözleri kafaları karıştırırken, AKP Hükümeti’nin İsrail’e ne sözü verdiği sorularını da akla getirdi. Türkiye-İsrail Karma Ekonomik Komisyon toplantısı dün Dış Ticaret Müsteşarlığı’nda yapıldı. Toplantının ana gündem maddesini GAP ve Manavgat suyu oluştururken ayrıca özelliştirme kapsamında bulunan TEKEL, PETKİM, Türk Telekom ve Türk Hava Yolları başta olmak üzere büyük kamu kuruluşlarının ihalelerine İsrailli firmaların katılması istendi. Toplantıda Türk heyetine Tarım ve Köyişleri Bakanı Sami Güçlü, İsrail heyetine de Başbakan Yardımcısı Sanayi ve Ticaret Bakanı Ehud Olmert başkanlık etti. Türkiye’de Çok Az İsrailli Firma Varmış! Toplantının açılışında bir konuşma yapan Tarım Bakanı Sami Güçlü, İsrail ile Türkiye arasındaki ilişkilerin, özellikle son dönemde başta siyasi, ticari, ekonomik, teknolojik ve bilimsel alanlar olmak üzere her alanda çok yönlü bir gelişme gösterdiğini kaydetti. İki ülkenin ortak çıkarlarına hizmet eden bu çok yönlü ilişkilerin daha da geliştirilmesi ve çeşitlendirilmesinin bölge istikrarına da önemli katkı sağlayacağından kuşku duymadığına vurgu yapan Güçlü, “Hükümetimizin Türkiye-İsrail ilişkilerini, bölge ülkelerine örnek teşkil edecek bir seviyeye ulaştırmak için gerekli her türlü tedbiri almak ve uygulamak kararlılığında olduğunu belirtmek istiyorum. Gerçekleştirmekte olduğumuz Karma Ekonomik Komisyon toplantısı, bu amaca yönelik önemli bir adımdır” dedi. İki ülke arasındaki ticaret hacminini artırabilmek için öncelikle Serbest Ticaret Anlaşması’nın kapsamının genişletilmesini ve tarımsal üründe daha fazla tavizli ticaret imkanı sağlanması gerektiğini dile getiren Güçlü, Türkiye’de faaliyet gösteren İsrail firmasının azlığından da yakındı. GAP Projelerine Açık Davet 76 Milli Gazete / 12 07 2004 / Başyazı 152 İsrail firmalarının yakından ilgilendiği GAP kapsamındaki toplam altı adet sulama projesi ile ilgili çalışmaların hükümetin uyguladığı ekonomik istikrar programı nedeniyle askıya alındığını hatırlatan Güçlü, ancak ileride GAP çerçevesinde ihale edecekleri projelerde İsrail firmalarının şansının yüksek olduğunu söyledi. Yaylak Ovası Sulama projesinin bir İsrail firması liderliğindeki konsorsiyum tarafındın gerçekleştirildiği hatırlatan Güçlü, bir anlamda önümüzdeki aylarda açılması beklenen sözkonusu ihalelerde İsrailli firmalara yeşil ışık yakmış oldu. Güçlü, sığır ve koyun ıslahı, sebze tohumculuğu, hayvan hastalıkları ve zararlıları ile mücadele başta olmak üzere tarım sektöründe de İsrail ile ortak çalışmalar yapılabileceklerini söyledi. “Gap Bizim İçin Çok Önemli” İsrail heyeti adına konuşan Başbakan Yardımcısı Sanayi ve Ticaret Bakanı Ehud Olmert, Türkiye’nin bölgede önemli bir güç olduğunu savunarak, iki ülke arasındaki ticari ilişkilerin Ortadoğu barışına doğrudan etkisi olacağını iddia etti. Türkiye’nin ulusal politikalarına çok hassasiyet gösterdiklerini ileri süren Olmert, Türkiye ile ticaret hacimlerini 5 milyar dolara çıkarmayı hedeflediklerini dile getirdi. Konuşmasında çarpıcı mesajlar veren Ehud Olmert, iki ülke arasındaki ilişkilerin sağlıklı bir şekilde devam etmesinin verilen sözlerin yerine getirilmesine bağlı olduğunu kaydetti. GAP’ın kendileri için önem taşıdığını ancak asıl önemli olanın verilen sözlerin yerine getirilmesi olduğuna dikkat çeken Olmert, GAP’ı kasdederek, “Bu konu gelecekteki ilişkilerimizin de zeminini oluşturacaktır” dedi. Özelleştirmelere Katılım Çağrısı Büyük kamu kuruluşlarının özelleştirilmesine ilişkin çalışmaların son dönemde ivme kazandığına dikkat çeken Tarım Bakanı Güçlü, bu çerçevede TEKEL, PETKİM, Türk Telekom ve Türk Hava Yolları başta olmak üzere çok sayıdaki büyük kamu kuruluşlarının önümüzdeki dönemde satışa sunulacağını belirterek, “Bu kuruluşlarımızın İsrail firmalarının ilgisini çekeceğini umut ediyoruz” diye konuştu. Geçtiğimiz mart ayında Manavgat suyunun İsrail’e satılmasına ilişkin hükümetlerarası anlaşmanın imzalandığını hatırlatan Güçlü, bu anlaşmanın süratle yürürlüğe girmesi için üçlü taşıma anlaşmasının da önümüzdeki aylarda tamamlanacağından kuşku duymadığını söyledi. Telekom’da Özelleştirme Süreci Uzadı Türk Telekom’un özelleştirilmesiyle ilgili bilgilendirme süreci, ay sonuna kadar uzatıldı. Ulaştırma Bakanı Binali Yıldırım, 15 Temmuz’da sona erecek olan Türk Telekom’un özelleştirilmesiyle ilgili bilgilendirme sürecini, bazı yabancı firmaların ek süre istemesi nedeniyle, ay sonuna kadar uzattıklarını söyledi. “Posta Tekeli, Sorunları ve Çözüm Arayışları” sempozyumuna gelişinde gazetecilerin, Türk Telekom’un ihale sürecinin aksayıp aksamayacağını sormaları üzerine Yıldırım, “Bilgilendirme süreci 15 Temmuz diye planlanmıştı ama bazı ilgilenen yurtdışı firmalar ek süre istediler, ay sonuna kadar uzattık” dedi. Yıldırım, ihale sürecinin ne zaman başlayacağının sorulması üzerine, “Çok fazla sapma yok. Ay sonunda durumu değerlendirip, takvimi açıklayacağız” dedi. Bakan Yıldırım ayrıca, Türk Hava Yolları’nın verilen süre içerisinde özelleştirilmediği takdirde, Ulaştırma Bakanlığı’na bağlanmasının Özelleştirme Üst Kurulu’nca değerlendirileceğini sözlerine ekledi. Maliye Bakanı Kemal Unakıtan’ın, THY’yi New York borsasına kote edeceği sözlerinin ardından bu konuda bir gelişme olup olmadığı sorusuna karşılık Yıldırım, “Onunla Maliye Bakanı ilgileniyor, ben THY’nin dertleriyle ilgileniyorum” cevabını verdi. Yıldırım ayrıca, havaalanı terminallerindeki VİP salonlarının adına uygun haline getirilmesi için çalışmalar başlatıldığını da belirterek, “VİP adeta VİP terminali haline gelmiş, yılda 60,000’in üzerinde insan girip çıkıyor, güvenliği zaafa uğratıyor. Bir düzen getirmek gerekiyordu. Kapsamı oldukça dar olacak. Çalışmaları yaptıktan sonra Başbakan’ın onayına sunacağız” dedi. Sonuç: Türkiye, kendilerini iktidara taşıyan Siyonistlere diyet borcunu ödeyen AKP iktidarıyla, hızla İsrail’in bir eyaleti olmaya doğru sürükleniyor, Ama recep T. Erdoğan’ın şantaj şovlarıyla toplum oyalanıyor. 153 DÜNYA NEREYE SÜRÜKLENİYOR? Büyük Bela geliyor! Irak’tan, Afganistan’dan, İncirlik’ten ve Orta Asya’daki üslerinden İran’ı ve 9 ülkeyi vuracaklar. Dünya ateşe gömülecek. Böylece bilinen dünya petrol rezervlerinin yüzde % 70’inin bulunduğu coğrafyadaki 10 ülke ve Kuzey Afrika’dan Pakistan’a uzanan çizgideki “toplam 22 ülke ABD imparatorluğunun kukla eyaletleri” durumuna gelecekler. Cinnetin de bir sınırı var! O sınırı da zorluyorlar. Sadece bizler yazmıyoruz, ABD’nin en önde gelen, oldukça saygın, kalemlerine ve karakterlerine güvenilir gazetecileri de yazıyor: Irak’ı işgal gerekçeleri Büyük sahtekârlıktı! Kocaman bir yalandı! Irak işgali, “Teksas’ta pişirilmiş bir sahtekârlıktı ve düpedüz yalan üzerine” kurgulanmıştır. Sonunda bizzat Başkan Bush’un kendisiyle İngiltere Başbakanı Tony Blair de ‘Irak’ta Saddam döneminde herhangi bir kitle imha silahı bulunmuyormuş, onu yapmaya teşebbüs de yokmuş, 11 Eylül’de New York’taki kulelere yapılan uçaklı saldırının da Saddam ile bağlantısı da uydurulmuş!” açıklamasını yapmak zorunda kalmışlardır. Bütün Irak’ı, havadan bombaladılar. Ölümcül silahla vurdular. Kentleri yakıp yıktılar. 200 bin kişilik Felluce kentinde katliam yaparak, çocuk, ihtiyar, kadın öldürerek Müslümanlara kan kusturdular. Washington’da hilekâr duruşlu karanlık yüzlü, kurnaz bakışlı adamlar, “Şimdi Saddam’ın kitle imha silahı yokmuş” diye pişkin açıklamalarda bulunmaktan utanmıyorlar!.. Şimdi sırada İran var. Ve aynı gerekçeler. İran’ın kitle imha silahı yaptığı, ABD ile işbirliğine yanaşmadığı, “kökten İslamcı” lığı yaydığı, otomatikman terörü kışkırttığı, terör devleti gibi davrandığı ve “İsrail’e tehditler yağdırdığı…” onu da tıpkı Irak gibi rakipsiz ABD askeri gücüyle yerle bir etmeye hazırlanıyorlar. Amerikan gazetelerinin yazdığına göre, “Bush-Cheney-Rumsfeld üçlüsü” CIA’yı bile devre dışı bırakmışlar, yanlarına aşırı Hrıstiyan köktendinci iki Amerikan generali de alarak İran’ın yanı sıra 9 ülkeyi daha vuracaklar! İran dâhil 10 ülke! Ve asıl ve nihai hedef: Türkiye… Bu üçlü, bütün dünyayı büyük bir savaş sahnesi olarak görüyorlar ve iktidarlarının bitimi olan 4 yıl içinde “bütün dünyada terörü yok etme” planları yapmışlar. Türkçesi İslam’a savaş açmışlar… Uygulamaya koyacaklar. Irak’tan, Afganistan’dan, İncirlik’ten ve Orta Asya’daki üslerinden İran’ı ve 9 ülkeyi vuracaklar. Dünya’yı ateşe atacaklar! Böylece bilinen dünya petrol rezervlerinin yüzde 70’inin bulunduğu coğrafyadaki 10 ülke ve Kuzey Afrika’dan Pakistan’a kadar uzanan çizgideki, Türkiye dahil “toplam 22 ülke ABD imparatorluğunun kukla eyaletleri” durumuna gelecekler. Görünüş ve gerekçe sahtedir: Demokrasi gelişecekmiş. Özgürlük yerleşecekmiş. İnsan hakları yücelecekmiş. Doğa hakları gözetilecekmiş. Refah düzeyi yükselecekmiş. Asıl hedef enerji arzı ve fiyatlarında istikrar sağlanacak, enerji üretimi ve dağıtımı ABD finansal sistemi, diplomasisi, teknolojisi ve yenilmez ordusu tarafından yönetilen sistemle bütünleştirilecek. Böylece 22 ülkeyi kapsayan coğrafyada “terör var” gerekçesiyle yönetimin ipleri ABD’nin eline geçecek. Hatırlayınız. Karanlık yüzlü, kurnaz bakışlı, hilekâr duruşlu üç adam, başlangıçta da yukarıda yazdığım “insancıl tabloyu” vaat ederek Irak’ı işgal etmişlerdi. Korkunç katliam ve yıkım gerçekleşti… “Yaklaşık 1 milyon Iraklıyı seyreltilmiş uranyumla öldürdüler ve bu katliamlarına “Cephe ülke… Kilit ülke… Referans ülke… Model ülke…” Diye maalesef AKP eliyle Türkiye’yi de ortak ettiler. Ama yetinmediler, yetinmeyecekler 154 Önce İran’ı vuracaklar. Sonra da 9 ülkeyi daha... Büyük bela geliyor!”77 Özgürlük Misyoneri! Şimdi Bush dünyayı silahla düzeltmekten, insanlığa “özgürlük getirmek” ten dem vuruyor. Hem, bunun sözden ibaret kalmadığı, Afganistan ve Irak uygulamalarından, zaten biliniyor. Bu noktada artık misyonerliğin de ötesine geçiyor ve jakobenizmin alanına giriyor… Ve siyonizmin Dünya hâkimiyetine hizmet ediyor. ABD Başkanı Bush, yeni dönemine başlarken, tahmin edildiği gibi ürkütücü bir konuşma yaptı ve bir kere daha ‘dünyayı despot yönetimlerden temizlemekten, Amerika’nın özgürlüğünü koruması için gerekirse “silahla tüm dünyaya özgürlük getirmek”ten söz etti. Bu tarz bir konuşmanın neden ürkütücü olduğunu açıklamaya belki gerek yok ama biz yine de bu hususta birkaç söz söylemek isteriz. Bush’un konuşması ürkütücü, çünkü bunda bir misyoner edası var. Misyoner ruhu elbette kendi başına ürkütücü olmak zorunda değildir. Gerçi, bu ruh çoğu zaman “seçilmiş” (genellikle tanrı tarafından) olma duygusuyla beraber ortaya çıktığı için, misyonerlikte her zaman ürkütücü bir potansiyel vardır. Yine de, dünyaya kutsal bir görev ile gelmiş olduğuna inanan bir kişi veya grup “misyonu”nu barışçı yollarla gerçekleştirmek istediği sürece buna kimsenin itirazı olamaz. Ne var ki, bu konuşmayı yapan kişinin dünyanın hâlihazırdaki en büyük gücünün başında olduğu nazara alınırsa, onun barışçı bir misyonerliğin çerçevesi içinde kalacağından şüphe duymak için haklı nedenlerimiz var demektir. Nitekim Bush dünyayı silahla “kurtarmak” tan, silahla dünyaya “özgürlük getirmek” ten dem vuruyor. Hem, bunun sadece laftan ibaret kalmadığı, fiili ve kirli saldırılardan anlaşılıyor… Çünkü her şeyden önce, bugünkü ABD yönetimi “özgürlük” derken aslında “Amerikan çıkarları”nı kastediyor. Yani, “dünyayı özgürleştirmek”, Bush yönetiminin nazarında, ABD’nin dünya üzerindeki denetimini genişletmek anlamına geliyor. Üstelik “Amerikan çıkarları”nın böyle algılanması konusunda bütün Amerikalılar da “Bush çetesi”yle hem fikir bulunmuyor. Varsayalım ki, ABD yönetimi “özgürlük” derken Amerikan çıkarlarını değil de gerçekten de özgürlüğü kastetmiş olsun. O zaman sorun bitiyor mu? Yine hayır. Neden derseniz? Bir kere, hukuki ve ahlaki olarak, hiçbir ulusun başka bir ulusu kurtarma veya özgürleştirme yetkisi yoktur. Eğer kurtarılması gerekiyorsa, bir ulusu ancak yine kendisi kurtarabilir, başkaları değil. Hem sonra, bizim “kurtarılma”, “özgürleştirme” dediğimiz şeyi bu ameliyenin konusu olan halkın da aynı şekilde anlayacağının bir garantisi yoktur. Daha da temelde, o halkın gerçekten kurtarılmayı istediğini bilemeyiz; bu iradenin varlığına dışarıdan karar verilemez. Eğer o halkın kendisinin böyle bir iradesi varsa, o zaman kimseye onu kurtarmak düşmez. Pratik olarak da, tamamen iyi niyetle hareket edilmiş olsa bile, kurtarıcılık işi “kurtarılanlar”a katlanılması zor- ve hiç de zorunlu olmayan- ilave yükler getirir. Her şeyden önce, “kurtarma” işi başarılı olmazsa, var olan problemlere -en az onlar kadar üstesinden gelinmesi zor- yeni problemler eklenir. İkincisi, bu kurtarma işi o kadar maliyetli olabilir ki (başta insani maliyetini kastediyorum), sonunda vicdanen “keşke hiç kurtarmasaydık” deme durumuna gelebilirsiniz. Sonra, kurtarma ameliyesi “başarılı” olsa bile, umulmadık yeni, üstesinden gelinmesi zor problemler ortaya çıkabilir. Nihayet, genellikle kurtarma operasyonunun başarılı olması sulh ve sükûnun ve özgürlüğün garantisi değildir. Çünkü kurtarıcılar eğer “başarılı” olurlarsa, sadece o kötülüğü- diyelim, despotizmi - def etmekle kalış olmaz, fakat aynı zamanda “kurtarılan” ın geleceğini de–çoğu zaman onun kendi iradesine rağmendüzenlerler. Bu düzenleme de, genellikle, “kurtarılan” halkın değil, fakat “kurtaran” ın menfaatini kayıran bir özellik gösterir ve üstelik bunun özgürlüğü getireceği de kesin değildir. Bu kaygıların hepsi Irak’ta doğrulanmıştır. ABD’nin özgürlük şampiyonluğu rolüne soyunmasında insanlığı rahatsız eden bir nokta da, bu tutumun arkasında yatan kendini beğenmişlik duygusu ve ona eşlik eden pervazsızlıktır. Amerikan yönetimi ne hakla kendi kendine böyle bir rol biçiyor? Dünya halkları ona böyle bir yetki vermediğine göre, bu yetkiyi nereden alıyor?..78 77 78 VATAN / 23-01-2005 / Sadettin GÜRSEL TERCÜMAN / 24-01-2005 / Mustafa Erdoğan 155 ŞEYTAN İMPARATORLUĞU’NUN İran’a saldırı planı Bununla ilgili hazırlanan 81 sayfalık simülasyonda haritalar, grafikler, operasyon planları, operasyon süreleri, fotoğraflar, istihbarat bilgileri ve istihbarat açıkları, İran’ın askeri kapasitesi, hava savunma füzeleri, İsrail uçaklarının hangi ülkenin hava sahasını kullanacağı, Azerbaycan ve Türkiye’de hangi hava üssü ve limanların kullanılacağı, Afganistan, Azerbaycan, Irak ve Körfez’den hangi birliklerin sevk edileceği gibi bütün detaylar bulunmaktadır. Seymour Hers’ün The New Yorker dergisinde yayınlanan, ABD’nin İran’a saldırıya hazırlandığına ilişkin yazısı, George Bush’un yemin töreninde yaptığı konuşmaya farklı bir anlam kazandırmıştır. Satır aralarında ABD’nin 2005 yılında neler planladığına dair şifreler saklanmıştır. Oysa Bush, 11 Eylül 2001’den sonra her vesile ile dile getirdiği sözlerini tekrarlamıştır. Yeni bir şey yoktur. Bir ‘Şeytan İmparatorluğu’na doğru ilerleyen hegemonya arzuları, ‘ya bizdensin ya da düşman’ dayatması, Haçlı Savaşı, kıyamet senaryoları, Mesihlik iddiaları, Armagedon hazırlığı ve Anglo-Sakson faşizmi her konuşmasında öne çıkmıştır. Sadece Bush’un konuşmalarında değil, Afganistan ve Irak işgalinden demokrasi ihracına, özgürlük palavrasından Ebu Gureyb ve Guantanamo’ya, gizli işkence merkezlerinden terörle savaşa, Irak’ta iç savaş senaryosundan Şii-Sünni krizine, İran ve Suriye’ye saldırı planlarından İslam’ı Batı’nın hazmedebileceği bir forma sokma politikalarına kadar ABD’nin her söyleminde ve eyleminde aynı işaretlere, aynı hedeflere, aynı şeytani heveslere rastlanmaktadır. ABD ve İsrail İran’a saldırır mı? Evet, saldırır. ABD ve İsrail Suriye’ye saldırır mı? Evet, saldırır. ABD Irak’ta iç savaş çıkarmak istiyor mu? Evet, çıkartır. ABD’nin Türkiye ile ilgili de hesapları var mı? Evet, vardır. ABD Şii-Sünni savaşını, Türkiye İran kapışmasını planlıyor mu? Evet, kışkırtır… ABD Kafkaslar’da, Orta Afrika’da, Güneydoğu Asya’da yeni harita taslakları üzerinde çalışıyor mu? Evet, çalışmaktadır. ABD ve İsrail Ortadoğu’yu yeniden tanzim etmek, sınırları değiştirmek istiyor mu? Evet, bu amaçtadır. ABD Müslüman ülkeleri silahsızlandırıyor ve savunmasını zayıflatıyor mu? Evet, bunu yapmaktadır. ABD bütün İslam dünyasını kuşatıyor mu? Evet, kuşatmaktadır. ABD Müslüman dünyanın zenginliklerine göz koyuyor mu? Evet, hatta el koymaktadır. ABD Müslümanlara yeni bir İslam anlayışı dayatıyor mu? Evet, dayatmaktadır ve ılımlı İslamcıları ve hoşgörü hocalarını kullanmaktadır. ABD, terörle mücadeleyi İslam’la savaş olarak, İslam’ın siyasi gücünün tasfiyesi olarak görüyor mu? Evet, buna inanmaktadır. ABD ve İsrail, küresel savaşı medeniyet savaşı olarak kurguluyor. Bush ve çevresi, İslam coğrafyasına yönelik istila stratejisini ‘Şeytanla savaş’ olarak görüyor mu? Evet, buna şartlanmışlardır. Liste uzatılabilir. Her “evet”e cevap oluşturacak resmi belgeler, ABD yönetimine bağlı think-tank/istihbarat kuruluşlarının çalışmaları defaatle ve değişik yerlerde yayınlanmıştır. ABD’nin ahlaki erdeme ve siyasi dürüstlüğe göre hareket ettiğini düşünen densizler bunların birçoğuna ‘evet’ demeyecektir. Ama böyle bir Amerika yoktur. Böyle bir İsrail’de yoktur. ABD’nin siyasi, ekonomik ve askeri gücü ideolojik bir kadronun elindedir. Avrupa sınırına dayanan bir ideolojik dalga var. Dünya, dini motiflerle süslenmiş bir faşizmin yani siyonizmin tehdidi altına giriyor. Irak’ta yaşananlardan sonra ABD’nin İran’a, Suriye’ye ya da bir başka bölgeye saldıramayacağını düşünenler yanılıyor. Çünkü makul olana göre düşünüyorlar. Oysa ortada öyle bir sağduyu yok, yakın zamanda da olmayacak. Bu nedenle 2005 bir önceki yıla göre çok daha hararetli, çok daha tehlikeli, çok daha kaotik gelişmelere sahne olacaktır. ABD ve İsrail’in Suriye’ye saldırı planları hem ABD’de hem de İsrail’de ‘resmi’ ağızlardan çok kez ortaya konuldu. ABD ve İsrail’in Irak yönetimi ile birlikte Suriye’ye nasıl saldıracağına dair son senaryo 24 Ocak’ta İsrail kaynakları tarafından ortaya atıldı. Suriye’nin kendini savunmak için silah almasına bile izin verilmiyor… ABD ile İran arasında Irak’taki Şiiler üzerinden yürütülen pazarlıklar kimseyi kandırmasın. Bölgeye dönük stratejiler çok daha uzun vadeli ve geniş kapsamlıdır. İsrail Başbakan Yardımcısı ve Şimon Peres bile dün, bütün dünyayı İran’a karşı hareket etmeye çağırdı. Buna göre Şaron’un neler planladığını anlamaya 156 çalışmalıdır. İsrail ordusu yıllardır bu saldırı için hazırlıklar yapmaktadır. Denizaltılarını bile buna göre yeniden silahlandırmıştır. 1981 yılındaki Osirak saldırısından daha sofistike saldırı planları hazırlanmıştır. Hersh’ün yazısından önce Pentagon kaynaklı çok daha detaylı bilgiler dünya basınına sızdı. Bu bilgiler birçok dergi ve gazetede geniş biçimde yer aldı. Anlantic Monthly dergisinin Aralık sayısında yer alan ‘Sıradaki İran mı olacak?’ başlıklı on sayfalık yazıda Kasım ayında Pentagon’da yapılan bir çalışma anlatılmaktaydı. Çalışmanın sonuçları dışişleri, savunma, hazine, istihbarat, ulusal güvenlik, genelkurmay ve adalet bakanlıkları temsilcilerinin bulunduğu topluluğa aktarıldı. Üç aşamalı bir plan hazırlandı. Birinci aşamada, rejimin merkez güçlerine karşılık ağır hava saldırıları ve denizden yapılacak füze saldırıları öngörülüyor. İkinci aşamada, nükleer çalışma yapılan bölgelerin bombalanması planlanıyor. Üçüncü aşamada ise iç karışıklıklar çıkarılarak rejim değişikliği amaçlanıyor… Askerlerin Irak, Afganistan ve Azerbaycan’dan İran topraklarına girmesi planlanıyor!.. 81 sayfalık simülasyonda haritalar, grafikler, operasyon planları, operasyon süreleri, fotoğraflar, istihbarat bilgileri ve istihbarat açıkları, İran’ın askeri kapasitesi, hava savunma füzeleri, İsrail uçaklarının hangi ülkenin hava sahasını kullanacağı, Azerbaycan ve Türkiye’de hangi hava üssü ve limanların kullanılacağı, Afganistan, Azerbaycan, Irak ve Körfez’den hangi birliklerin sevk edileceği gibi bütün detaylar bulunuyor. Nükleer çalışmaları engellemek için 90 gün, rejim değişikliği için 60 gün belirlenmiş. Birinci hedef için: Tahran, İsfahan, Hürremabad ve Drezfel’deki Devrim muhafızları merkezlerine yönelik ağır hava ve füze saldırıları ve özel operasyonlar(5gün). Pre-emptive saldırı olarak: 300 hedef bombalanacak. Hedef içinde 10 nükleer tesis, 125 destek tesisi, füze savunma sistemleri ve komuta kontrol mekanizmaları var. Üçüncü hedef için: geleneksel hava saldırıları, Özel Operasyon Birlikleri ile konvansiyonel olmayan savaş yöntemi ve kara saldırısı düzenlenecek, İran içindeki muhalifleri desteklenecek. Özel operasyon birlikleri Azerbaycan ve Afganistan’dan girecek. Kara saldırısı Irak üzerinden yapılacak. ’90 günlük hazırlık aşaması, 45 günlük hava saldırısı, 90 günlük kara saldırısı, 90 günlük de istikrar operasyon’u öngörülmüş. Cheny’nin sözleri önemli. İran’a saldırı planını İsrail yapıyor. Geniş çaplı işgal belki ertelenecek ancak nükleer tesislere saldırı ‘mutlaka’ gerçekleşecek!79 Rusya’da “Yahudi Derneklerini Kapatın” Çağrısı Amerika’da bu şeytani senaryolar hazırlanırken, Rusya’dan dünya ve bölge barışı için ümit verici ve sevindirici haberler geldi. Rus Parlamentosu’nun alt kanadı Duma’da 20 milletvekili, başsavcılıktan tüm Yahudi derneklerini yasaklamasını istedi. Komünist Parti, milliyetçi Anavatan Partisi ve liberal Demokrat partisi’nden 20 milletvekilinin yanı sıra, çoğunluğunu milliyetçi gazetelerin muhabirleri ve editörlerinden oluşan 500 kişinin, “aşırı buldukları Yahudi derneklerinin kapatılmasını” isteyen açık mektuplarına Pravaslavnaya gazetesinde yer verildi. Yahudiliğin “Hrıstiyan karşıtı ve insanlık dışı” bir din olduğu ileri sürülen mektupta, “Bu dini aşırılıkla ilgili birçok dava mahkemelerde ispatlandı” denildi. Rusya’daki birçok Yahudi karşıtı eylemin, Yahudilerin Hrıstiyanlık karşıtı hareketlerinden dolayı kaynaklandığı ifade edilen mektupta, tüm Siyonist Yahudiler “Rusya’yı sömürme, devlet mallarını uygunsuz bir şekilde ele geçirme ve Sovyetler Birliği’nin çökmesinden sonra hükümeti kontrol etmekle” itham edildi. “Yahudilerin ülkedeki yaşam üzerindeki yıkıcı etkisinin Rus’lar dâhil tüm halkların çıkarlarına zarar verdiği” savunulan mektupta, “Rus okullarında Ortadoks kültürünün öğretilmesine karşı çıkanlar ve pasaportlarda kişilerin ulusunun belirtilmesi kararını bozduranlar Yahudilerdi” denildi. “Demokratik dünyanın bugün uluslararası Yahudiliğin mali ve siyasi kontrolü altında bulunduğu” kaydedilen mektupta, “Rusya’mızın da özgür olmayan bu ülkeler arasında yer almasını istemiyoruz” görüşüne yer verildi. Öte yandan, İngiliz Independent Gazetesi ise ırkçılık ve yabancı düşmanlığının yeni odağının Rusya 79 Yeni Şafak / 25-01-2005 / İbrahim Karagül 157 olduğu uyarısında bulunuyor. Gazeteye göre, ülkede yaklaşık 60 bin dazlak var. Geçen yıl, iki katına çıkan ırkçı cinayetlerde 44 kişi öldü ve halkın % 28’i Yahudilerin ayrı yerleşimlerde yaşamasını istiyor. Gazete, “Rus yetkililerin dazlaklar sorununun abartıldığını ve tüm ülkelerde benzer sorunların yaşandığını” söyleyip geçiştirmekle suçluyor. Ama bazı insan hakları grupları, aynı fikirde değiller. Onlara göre sorun işsizlikten, düşük ücretlerden ve gençlerin gelecek endişesinden kaynaklanıyor ve halk Siyonist düşünceli sermaye sahibi Yahudilerin gizli ve kirli ilişkilerinin farkına varıyor… “Rusya sorunlara çözüm arayacağına bir düşman belirleyip sorunu onun üzerine yıkıyor” iddiaları ise kasıtlı çıkartılıyor.80 İsrail’e güvensizlik İsrail’in IMI firması ile M60 A1 tanklarının modernizasyonu konusunda anlaşan Türkiye’nin bu firmadan kaynaklanan gecikmeler nedeniyle anlaşmayı donduracağı açıklanmıştı. Genelkurmay Başkanlığı, bu konuda gecikme yaşandığı bilgisini doğruladı. M60 A1 tanklarının modernizasyonu projesinde bazı teknik sorunlardan dolayı 5 aylık bir gecikme yaşandığını belirten Genelkurmay Başkanlığı; Savunma Sanayi Müsteşarlığı’nın bir ay içinde IMI firması ile yapılacak görüşmelerde bu durumu “bir mutabakat muhtırası ile revize etmesinin planlandığını.” Açıkladı… Modernizasyona ihtiyaç yoktu M60 A1 tankları konusunda yaşanan sıkıntıları Milli gazeteye değerlendiren Savunma Analisti Aydın Çetiner, “Türkiye böylesine çok masraflı bir projeyi uygulamaya koyarak bu konuda külliyen yanlış yapmıştır. Oysaki Türkiye tank ihtiyacını daha masrafsız bir şekilde ve şu an kullanılan modernizasyonla çözebilirdi. Bugün ülkemizin ihtiyacı olan tanklar, çok sayıda ülkeden daha ucuza alınabilirdi” iddiasında bulundu. İsrail’in elindeki teknolojiyi Türkiye ile paylaşmak istemediğini ifade eden Çetiner, “Bugünkü sıkıntının asıl kaynağı budur. İsrail’deki Savunma Sanayi Firmaları, Türkiye ile teknik imkânlarını paylaşmak istememektedir. Özellikle de teknik konularda kasıtlı olarak Türkiye’ye yardımcı olmamaları nedeniyle bu türden sıkıntılar yaşanıyor. Türkiye zaman zaman İsrail’in bu tutumundan duyduğu rahatsızlığı dile getirdi. İsrail, gerek Savunma Sanayii ile ilgili ortaklıklar gerekse, karşılıksız olarak, PKK ve Suriye konusunda eksik ve yanlış istihbaratlar vererek Türkiye’nin Ortadoğu politikasına tesir etmeye çalıştı” diye konuştu. ‘İsrail ile kurulan ilişkileri, ihtiyaçlar düşünceleri belirler’ yaklaşımıyla tanımlayan Çetiner, “Savunma Sanayii kullanılarak İsrail ile siyasi yönü ağır basan ilişkiler kuruluyor“ 81 Yani Siyonist amaçlarına dolaylı destek sağlanıyor.” Gerçeğini ortaya koydu. Bu arada, ABD Devlet Başkanı, 2. döneminde de ‘güçlüyüm o halde haklıyım’ anlayışını, devam ettirmek kararında olduğunun birçok işaretini verdi. İran’la alakalı tavır da biraz daha açıklık kazandı ve Bush, ‘bu ülkenin nükleer programı konusunda ikna edici gelişmeler olmazsa, askeri tercihin de gündeme gelebileceği’ şeklinde tehditler savurdu. Birçok yorumcunun, ‘3.defa seçilme meselesi olmadığı için Bush’un 2.dönemi daha yumuşak geçebilir ve etrafını saran Neocon’lara, Siyonistlere ve Evengelistlere eskisi kadar kulak asmaz” beklentisinin boş olduğu anlaşıldı ve hayal kırıklığı doğurdu. 21 Ülkede Dev Anket’in sevindirici sonucu Bush’un 2. dönemi vesilesiyle İngiliz yayın kurumu BBC’nin 21 ülkede 22 bin kişiyle, telefon yoluyla yaptığı dev bir anketin sonuçları da geniş yankı buldu. “Amerika Birleşik Devletleri başkanlığına George Bush’un yeniden seçilmesi dünya barışı ve güvenliği için olumlu mu, olumsuz mu?” sorusuna cevap arayan ve 15 Kasım 2004 ile 5 Ocak 2005 tarihleri arasında 21 ülkede gerçekleştirilen ankete yaklaşık 22 bin kişi katılmış oldu. Ankete katılan 22 bin kişinin yüzde 58’i, Bush’un yeniden ABD Başkanı olarak seçilmesinin, dünyayı daha tehlikeli bir hale getirdiği, düşüncesindeymiş… Yine toplamın yüzde 47’lik bir bölümü, dünya üzerindeki ABD nüfuzunun gayet olumsuz bir gelişme olduğunu ifade etmiş. 80 81 Milli Gazete / 26.Ocak.2005 / Sh:8 Milli Gazete / 26.Ocak.2005 158 Bush’la Yaşamak ve Siyonist ABD’ye katlanmak gerekmiyor: Bush’un yeniden ABD Başkanı olarak seçilmesinin, dünyayı daha tehlikeli bir hale getirdiği kanaatine Türkiye’den ankete katılanların % 82’i katılıyor. Bu oran, ankete katılan 21 ülke arasında ulaşılan en yüksek oran. Bizi yüzde 79 oranıyla Arjantin ve ardından da yüzde 78 ile Brezilya halkı izliyor. Venezüella-Kolombiya gerginliği ve Hugo Chavez gerçeği: Venezüella, ülkedeki en büyük gerilla örgütü Kolombiya Devrimci Silahlı Güçleri (FARC) önde gelen üyelerinden Rodrigo Granda’yı “kaçırmakla” suçladığı Kolombiya ile ikili ve enerji anlaşmalarını dondurduğunu, Bogota’daki büyükelçisini geri çağırdığını açıkladı. Venezüella Devlet Başkanı Hugo Chavez, ulusal meclise hitaben yaptığı konuşmada, “Diplomatik sorun çözülene kadar Kolombiya ile tüm ticari anlaşmaların askıya alınması talimatını verdiğini söyledi”… Hugo Chavez, Siyonist sistemi sarsmaya devam ediyor!.. 159 AB ÇÖZÜLÜYOR Demir Çelik Birliği ile başlayıp, önce AET sonra AT, sonra AB olan bu birliğin anayasasının dün Fransa’da oylanması sonucunda yüzde 57 hayır’la sonuçlanması, felsefi olarak birliğin son bulmasıdır. Avrupa’ya da Türkiye’ye de geçmiş olsun. 1950’den beri “NATO’ya CENTO’ya bağlıyız” diye ihtilalcilerin de diliyle deklere edilen dış politika ile, Türkiye’nin artık bir yere varması mümkün değildir. CENTO yıllar önce dağıldı, NATO da AB gibi sizlere ömür felsefi anlamda sona ermiştir. Sovyetlerin dağılmasıyla “Adriyatik’ten Çin Seddi’ne uzanan büyük bir birliğin” anlamında Demirel’in attığı nutuklar, ABD’nin ve İsrail’in Orta Asya’ya yerleşmesinden başka bir işe yaramamıştır. Bugünkü hükümet ise olup bitenlerin hepsinden habersiz gibi, “NATO’ya CENTO’ya bağlıyız” nutuklarıyla dış politikayı belirliyeceklerini zannederek; AB’ye, ABD’ye, IMF Dünya Bankası’na bağlıyız diyerek kendilerini ve ülkeyi sahili selamete çıkarabileceklerini sandılar. Maalesef; siyasi, askeri, ekonomik ve kültürel anlamda içerde ve dışarda ülkeyi açmaza sürüklemişlerdir. “NATO’ya CENTO’ya” bağlılık nasıl iflas etmişse “AB’ye, ABD’ye, IMF’ye” bağlılık da iflas etmiştir. Türkiye artık tarihine, coğrafyasına kültürüne yaraşır politikalar üretmek zorundadır. Batı’ya kuyruk olarak Osmanlı bir yere varamadı ki, Türkiye Cumhuriyeti varsın... Fransa’da yapılan referandumla çöken AB için yorumların bini bir para. En ilginçleri de teselli yorumları: “Chirac” on yıl iktidarda kalarak eskidi, işsizlik oranı yüzde on olduğu için hayır yüzde 57 çıktı” Yarın Hollanda’da yapılacak oylamanın sonucu da hayır gözüküyor. İngiltere, Danimarka, Polonya sırada. AB’nin kuruluş arzusu ve isteği çok eskilere ve farklı amaçlara dayanır. Ama son aşamada hegemon güç olan ABD’ye karşı varlık göstermek istiyordu, olmadı. Coğrafi olarak dünyanın en önemli noktasında bulunan Türkiye; siyasi, ekonomik, askeri ve tarihi olarak da çok önemli bir yerde duruyor. Sömürgeci, işgalci, vahşi batı, felsefi ömrünü tamamlamıştır, doğu yükseliş sürecine geçmiştir. Türkiye yanlış politikalar, yararsız yaklaşımlarla doğunun yükselişini engelleyici tavırdan; AB’ye, ABD’ye, İsrail’e, IMF’ye kuyruk olmaktan, vakit çok geç olmadan vazgeçmek zorundadır. Haydi geçmiş olsun. Her ölüm bir doğuşun başlangıcıdır.82 AB - Türkiye ilişkilerinde ‘son bahar’ ‘Destek’ ne demek, biliyorsunuz. ‘Köstek’ kelimesi de biliniyor. Peki, bu başlıktaki ‘estek’ ne ola ki? ‘Estek’ ne anlama geliyor biliyor musunuz? Türkçe sözlükten aynen aktararak yazayım. Estek: Bu kelime ‘köstek’ kelimesi ile birlikte “oyalamak, yersiz bahaneler bulmak, işten kaçmak” anlamlara geliyor. “Estek köstek etmek” ya da “estek etmek köstek etmek” biçiminde kullanılır. (Türkçe Sözlük) AKP’nin AB macerası önce ‘destek’ ile başlamıştı… Sonra tam da ‘estek’ kelimesinin sözlük anlamıyla ifade edecek olursak, ‘oyalama, yersiz bahaneler bulma, işten kaçma dönemi’ başladı… Şimdilerde ufukta yani önümüzdeki sonbaharda yeni bir dönem, ‘köstek dönemi’ başlayacak gibi görünüyor… (23.05.2005), Bir gazetenin birinci sayfasında okuduğum bir haber, başlığı ile birlikte aynen şöyleydi: “Almanya’da erken seçim göründü. Kuzey Ren Vesfalya eyaletinde yapılan seçimlerde, Sosyal Demokrat Parti’nin (SPD) 39 yıllık iktidarı sona erdi. AB konusunda Türkiye’ye (ve AKP’ye) desteğiyle bilinen Başbakan Schröder, dünkü mağlubiyetin ardından sonbaharda erken seçime gitme kararı aldı!.. Türkiye’nin AB üyeliğine karşı çıkan CDU Genel Başkanı Angela Merkel, gelişmeyi tarihi bir zafer olarak nitelendirdi… SPD’nin koalisyon ortağı Yeşillerin Eşbaşkanı Roth da seçim sonuçlarını ‘acı bir yenilgi’ olarak nitelendirdi…” Ertesi gün, yine birinci sayfadan aynı konuda şöyle bir ifade vardı: “‘Seçim olursa Türkiye, AB konusunda en büyük destekçisini kaybedebilir’ şeklinde endişeleri dile getirilirken…” Yapılan bir yorumda ise şöyle bir ifade vardı: “Başbakan Erdoğan, AB içinde en samimi dostu olan Almanya Başbakanı Schröder’i kaybetmekle 82 31.05.2005 Milli Gazete İbrahim Balcı 160 karşı karşıya… 3 Ekim’de Başbakan Erdoğan’ın karşısında ‘imtiyazlı ortaklık’ta direnen ve özünde de Türkiye’nin AB’ye girmesine karşı olan bir Hıristiyan Demokrat iktidarla karşılaşabilir. Bu ise dikenli tel ve mayınlarla döşeli AB yoluna aşılması zor bir Alman duvarının eklenmesi demek….” (Süleyman Bağ, Berlin) Avrupa Parlamentosu SPD Milletvekili Vural Öger de; “Almanya’da hükümetin değişmesi Türkiye ile ilişkileri negatif yönde etkiler” diyor. Bakınız, Avrupa Siyaset Merkezi’nden Amanda Akçakoca bu konuda neler söylüyor: “Hıristiyan Demokrat iktidarı tabii ki Türkiye için iyi haber değil. İktidar değişikliğinin en hızlı hissedilecek etkisi, Türkiye’nin Almanya gibi büyük bir ülkenin desteğini kaybedecek olmasıdır. Hıristiyan Demokratlar muhtemelen diğer üyeleri de Türkiye’ye tam üyelik yerine imtiyazlı ortaklık verilmesine ikna etmeye çalışacaktır. Fransa’da da bir iktidar değişikliği olursa, Türkiye’nin imtiyazlı ortaklık teklifini kabul etmesi için baskılar artacaktır.” Avrupa Siyaset Çalışmaları Merkezi’nden Daniel Gros diyor ki: “Angela Merkel’in Türkiye’ye çok sıcak olmadığını biliyoruz… Merkel’e göre, 17 Aralık kararlarında tam olmasa da imtiyazlı ortaklığı çağrıştıran ifadeler var. Merkel iktidara gelirse “ben müzakereleri imtiyazlı ortaklık için yürütüyorum” diyebilir...” AB/Avrupa’da bu gelişmeler olurken, İsrail’den ilginç bir destek geldi. İsrail Başbakan Yardımcısı ve İşçi Partisi lideri Şimon Peres, önümüzdeki ‘kırılgan’ dönemde (‘estek-köstek’ döneminde demek istiyor), Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne tam üyeliğine destek için Avrupalı liderlerle bir araya gelebileceğini belirtti. Peres, “Türkiye’nin AB’ye mutlaka tam üye olması gerekir.” dedi. Acaba neden?!. Sağ olsun, var olsun, Şimon Peres bu kara bulutların dağıtılması için emre amade!.. Bir Yahudi boşuna yarenlik teklif etmez ya!.. Her neyse, zamanla sebebini anlarız... Bahar geldi… Yaz geliyor… Ama daha ‘Sonbahar’ yani 3 Ekim’deki ‘ucu açık’ üyelik müzakereleri başlamadan AB semalarında kara bulutlar!.. Sonbahar 2005 geldiğinde, AB müzakereleri açısından gerçekten iki taraf arasında ‘son bahar’ dönemi başlayacak gibi görünüyor. Baksanıza, ‘destek-destek’ derken, hava bir anda ‘estek-köstek’ yani “oyalamak, yersiz bahaneler bulmak, işten kaçmak” mevsimi geldi çattı! Sonunda da ‘sonuç’ ve de acı bir ‘son’ olarak sadece ve sadece ‘köstek’ dönemine gireceğe benziyor. Sonbaharda Almanya’da iktidarı devralması beklenen Hıristiyan ağırlıklı CDU-CSU koalisyonu, şimdilik Türkiye’ye ‘imtiyazlı ortaklık’ verilmesini savunuyor. Daha sonra, Almanya’nın ilk kadın başbakanı olacak olan CDU lideri Angela Merkel ile CSU lideri Stoiber, AB yolunda daha ne sürpriz engeller çıkaracaktır, hep beraber bekleyip göreceğiz… Fransa’nın fanatik Türkiye düşmanlığı mâlum… İngiltere, son seçimden sonra kritik merhalede… Velhâsıl-ı kelâm; ‘destek’ ‘destek’ ve ‘estek - köstek’ derken, önümüzdeki Sonbahar, AB - Türkiye ilişkileri açısından gerçekten de ‘son bahar’ olacak gibi görünüyor; gidişat ve gelişmeler bu yönde... ‘Baş müzakereci’ belli oldu ama bu mesele Türkiye’nin başını çok ağrıtacak.83 Avrupa Birliği ve Türkiye “Avrupa çöküyor…” başlığı altındaki makalesinin sonunda, Prof. Dr. Nevval Sevindi sözü Türkiye’ye getiriyor ve diyor ki: “Peki, şimdi Türkiye ne yapacak? Kısa vadede AB hayalinin darbe yiyeceği ortada. Dinamikleri değişen dünyada Türkiye’nin kendi başının çaresine bakması gerek. Avrasya coğrafyasının merkez ülkesi konumuna gelme şansı olan Türkiye, kendi kaynaklarını kullanmayı öğrenmeli. Toplumla bütünleşen, toplumsal dinamiklerini hayata geçirme yeteneğini kullanabilecek politik kararlar ve vizyon gerekiyor. Bölgesini ve dünyayı devamlı izleyen bir Türkiye, 19. yüzyıldan kalma kurumlarında, fikirlerinde ısrar eden Avrupa’dan daha iyisini başarabilir. Çünkü kültürel değerleri, harcanan gençlik enerjisi yapıcı bir dinamik. Kökten reformların aciliyeti ortada… Türkiye beden, zihin ve ruh enerjisini ortak bir nehir gibi akıtabilirse dünyaya vereceği çok şey var.”84 Şimdi AB/Avrupa Birliği için masadayız… Selâmlaşıyoruz… ‘Ucu açık!’ görüşmeler yapacağız… Baştan beri Avrupalılar bize hep bizim kaldıramayacağımız yükler yüklemektedirler. Bunun en açık örneği, 1996’dan beri yani tam 9 (dokuz) yıldır Türkiye aleyhine uygulanagelen ‘Gümrük Birliği’ 83 84 29.05.2005 Milli Gazete Reşat Nuri Erol Zaman / 24 Mayıs 2005 161 anlaşmasıdır. Bu anlaşma aracılığı ile Türkiye dokuz yıldır Avrupa ülkeleri tarafından sömürülüyor!.. Şimdi de ‘tam üyelik’ değil de, ‘imtiyazlı ortaklık’ gündemde! Bu imtiyazlı ortaklığın da pek gerçekleşeceği yok ya! Bir an için gerçekleştiğini kabul etsek bile, bu imtiyazlar sadece ‘AB/Avrupa Birliği için imtiyazlar’ içeren bir anlaşma olacaktır; aynen ‘Gümrük Birliği’ anlaşmasında olduğu gibi!.. İstiklâl Savaşı’nı kazanıp Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni kuranlar, Türkiye’ye bir misyon biçmişlerdi. Bunları şöyle açıklayabiliriz. 1. Türkiye devleti millî devlet olacaktır. Millet din, dil, kültür ve inanç birliği olarak anlaşılıyordu. Din İslâm dini idi. Dil Türkçe idi. Kültür millî gelenekler idi. İnanç ise; “Ben Türküm/Müslümanım” deyip Türkiye devletinin yaşaması içini canını vermek anlamındadır. Her ne kadar daha sonra Anayasadan “Devletin dini İslâm’dır.” sözü çıkarılmış ise de, bu lâik bir yönetim gereği olup, hiçbir zaman halkın İslâm dinini bırakması şeklinde anlaşılmamış, dinsizlik hedeflenmemiştir. 2. Türkiye devleti bağımsız olacaktır. Türkiye istiklâl-i tâmme içinde yaşayacak, ‘Ya istiklâl ya ölüm’ her zaman Türklerin ana şiarı olacaktır. Hiçbir başka devletin ve bloğun içinde olmayacaktır. Ne sosyalist ne de kapitalist ülke blokları içinde olmayacaktır. Ne batı bloğunda ne de doğu bloğunda yer almayacaktır. Türkiye millî devlet olmayı bu yolla tamamlayacaktır. 3. Türkiye devleti barışçı devlet olacaktır. Başka ülkelerden toprak istemeyecek, onların iç işlerine karışmayacak, onların savaşlarına yardımcı olmayacaktır. Kimseyi de kendi ülkesine karıştırmayacaktır. ‘Yurtta sulh cihanda sulh’ esastır. Ülkesine iltica edip Müslüman olarak Türklüğü kabul edenleri kabul edecektir. Türkiye’ye gelmeyenlerle genel dış politika ilkeleri çerçevesinde ilgilenecektir. 4. Türkiye devleti Avrupa uygarlığının icaplarını yerine getirecektir. Ancak asıl hedefi muasır medeniyetin üstüne çıkmak, daha doğrusu ‘yeni medeniyet’ kurmak olacaktır. Bunun için temel dayanak ‘müsbet ilim’dir. Her şey müsbet ilmin denetimi içinde olacaktır. Demokrasiyi tartışmamıştır. Demokrasi müsbet ilme uygunsa kabul edilecektir. Müsbet ilme uymuyorsa reddedilecektir. İslâmiyet de tartışılmamıştır. Din eğer müsbet ilme uygunsa kabul edilecek, yoksa reddedilecektir. Bunları siyasiler değil âlimler tartışacaktır. Siyasilerin görevi sonuçları tesbit etmek değil, ilim adamlarının çözüm üretmelerine imkân vermektir. Nitekim Anayasaları askerler kendileri yapmadı, oluşturdukları ilmî şûralara hazırlattılar. Türkiye işte böyle bir Türkiye’dir. AB/Avrupa Birliği’ne girmekle, devletin bu temel dört direğini dinamitlemekteyiz. Bir de, kimi şuursuzlar veya budalalar; Avrupa Birliği’ne girmeyi Mustafa Kemal ve arkadaşlarının ideali olarak ortaya koymaktadırlar. Mustafa Kemal ve arkadaşları Türkiye’yi Avrupa’ya teslim edeceklerdi de, İstiklal Savaşı’nı niye yaptılar?.. Türkiye’den Hıristiyanları niye tehcir ettiler?.. Mübadelelerle Türkiye’ye Müslümanların göçünü niye kabul ettiler?.. AB/Avrupa birliği’ne girmek için mi?!. Türkiye’nin ‘olmazsa olmaz’ şartları vardır. Türkiye için yapılamayacak neler vardır? 1-Türkiye İslâmiyet’ten vazgeçemez. 2- Müslümanlara cephe alamaz, onlar savaşmadıkça Türkiye onlarla savaşamaz. 3-Türk ülkeleri ile ekonomik ve sosyal ilişkilerini kesemez. 4-Türkiye Türk ordusunu küçültemez, etkisiz hâle getiremez. Avrupalılar bize teklif getirirken bunlara dokunmamalıdırlar. Türkiye ancak kendi temel iç sorunlarını çözdükten sonra, Avrupa ile kuracağı diyalogla insanlığa hizmet edebilir. Bizim Avrupa Birliği’ne girmeden önce Avrupa seviyesine ulaşmamız gerekir. Oyalanmak, onurumuzla oynanmak ve sömürülmek istemiyorsak, belirli alanlarda bazı gelişmeleri başarmak zorundayız. Bu arada temel prensiplerimizi tekrar gözden geçirmeli ve medeniyet eksenimizi de belirlemeliyiz. Ondan sonra AB ile eşit şartlarda masaya oturmalıyız. İşte, ancak bu durumda “Türkiye beden, zihin ve ruh enerjisini ortak bir nehir gibi akıtabilirse dünyaya vereceği çok şey var.”85 85 31.05.2005 Milli Gazete Reşat Nuri Erol 162 Boş Maceraya Baş Müzakereci Kamuoyunca uzun süredir merakla beklenen başmüzakereci sonunda atandı. (Herhalde Bush başkan atadı, başbakan onadı.) Ancak ortada ciddi bir müzakere süreci kalmadı. Yani bizimkisi, “tahtalıköye imam seçmek” gibi bir davranıştı... 17 Aralık’tan sonra Türkiye’ye bir tarih verildiğini sanıp kendilerini ulusal bir kahraman edasıyla Kızılay meydanına atanlar son gelişmeler karşısında iyice paniklemeye başladı. Art arda gelen gelişmelere ve işaret ettiği trende bakılırsa AB işi en azından şimdilik yattı… Başmüzakereci atanması, “hamamın namusunu kurtarma” işleminden başka bir şey olmadı. Bir kere Papa II. Jean Paul’un ölümünden sonra Vatikan’ın başına Türkiye ve İslam konusunda dışlayıcı görüşlerini gizleme ihtiyacı duymayan Alman Kardinal Ratzinger taşındı. Radikal Hıristiyancı olarak nitelenen ve 16. Benedictus adını alan Ratzinger’le başlayan süreçte Türkiye’nin işi daha da zorlaştı… Ardından Almanya’nın en büyük eyaleti Kuzey Ren Vestfalya’da Eyalet Meclisi seçimleri yapıldı. Seçimlerde Hıristiyan Demokratlar (CDU) yüzde 44.8 oranında oy alırken, Başbakan Schröder önderliğindeki Sosyal Demokratlar(SPD) ise yüzde 37.1 de kaldı. İktidarda ki Sosyal Demokratların 39 yıllık kalelerini azımsanamayacak bir farkla kaybetmesi sonucu Başbakan Schröder sonbaharda erken seçime gitmek kararı aldı. Sosyal demokratların sandığa gitme eğilimleri bu şekilde düşük seyreder ve büyük ihtimalle durumu toparlayamazlarsa Hıristiyan Demokratların iş başına gelmeleri kaçınılmaz olarak gözüküyor. Hıristiyan Demokratlar’ın lideri Angela Merkel “kırmızı yeşil koalisyonu iş başında olmadığı her gün Almanya için iyi bir gündür” derken olaya ne gözle baktığını açıkça anlatıyor aslında. Almanya’da genelde iktidarların iki dönem iş başında kaldıkları düşünülürse Türkiye’nin yerinin AB olmadığını gayet net olarak ifade edebilen bu bayanla iktidarın işi zor görünüyor. Çünkü Merkel geçen yıl görüştüğü Başbakan Erdoğan’a “Sizin yeriniz AB değil. Sizinle belki özel ilişkiler geliştirilebilir, ama tam üyelik asla. Aslında AB ülkelerinin liderlerinin hepsi benim gibi düşünüyorlar ama sizi gerçeği söylemiyor, aldatmayı tercih ediyorlar” demişti. Bütün bunların ardından Fransa AB anayasasına “hayır” dedi. Sonra Hollanda bu anayasayı reddetti... AB fikren ve filen çözülüş sürecine girdi. Seçimlerden sonra Tayyip Erdoğan’ın başlattığı Avrupa turu esnasında Danimarka Başbakanı Rasmusen’le Almanya Dışişleri Bakanı Joschka Fischer arasında geçen ve kameralara yansıyan “Türkleri önce uyutalım, sonra unutalım” sözleri hafızalardan silinmedi. Konuyu, halen Avrupa’da yoğun şekilde tartışılan Fransa ve Hollanda’da reddedilen AB anayasasını hazırlayan komisyona başkanlık eden Fransa eski Cumhurbaşkanlarından Valery Giscard d’Estaing gibi net bir şekilde ifade eden çok politikacı var. D’Estaing “Yeter, Türkiye’yi sürekli kandırıyor, Türkiye’ ye sürekli yalan söylüyoruz. Onlara kendi aramızda konuşurken söylediğimiz gibi dürüstçe, “sizi almayacağız” diyelim boşuna ümit vermeyelim” diyor. Aslında bize ümitvar konuşma yaptığını sandıklarımız da diğerlerinden pek farklı şeyler söylemiyorlar da anlamak bizim işimize gelmiyor. “Almanya’da Türkler Avrupa kültürünü benimsemediler. demokrasilerde hukuk boşluğuna ve parelel toplumlara izin verilemez” derken ya da “Türk devleti üzerine düşenleri büyük ölçüde yapıyor. Şimdi sıra Türk toplumunda” diye görüş beyan ederken aslında Angela Merkel’den ayrı düşünmediğinin işretlerini veriyordu. İstanbul’da Akbank Kurumsal Bankacılık’ın düzenlediği konferansta konuşan Samuel Huntington bir grup gazeteciyle buluştuğu öğle yemeğinde: “AB’ye giriş şansınız sıfıra yakın. Kültürel, siyasi, tarihi ve dini olarak farklı bir toplumsunuz. sürekli AB kapısını çalarak ne kadar aşağılandığınızı nasıl fark etmediğinizi anlamıyorum” diyordu. 163 Huntington ABD çıkarları ve BOP için yatırım yapsa da söylediklerinde ki gerçek payını görmezlikten gelemeyiz. Şurası kesin ve gayet açık ki Türkiye’nin ve hükümetin uluslararası arenada yürüttüğü politikanın aksları sağlam ve reel değildir! Şimdi yarın yapılacak olan Fransa’daki AB Anayasası oylaması ve akabinde Hollanda’da yapılacak oylamalarda “Hayır” çıkması halinde hayaller bir başka bahara kesin olarak ertelenmek zorunda kalacaktır. “Nasılsa Türkiye’nin yapmasını istediğimiz yığınla ödev var. Bunların hepsini yerine getirseler ve müzakerelerden başarıyla çıksalar bile, referanduma gitme hakkınız var. Sonuçta siz evet demezseniz, ağızlarıyla kuş tutsalar AB’ye giremezler” diyerek Fransızları iknaya çalışan Chirac bu düşüncedeyken, ardından Cumhurbaşkanı seçilmesi kesin gözüyle bakılan Sarkozy iş başına gelince olacakları bir de siz düşünün. Yok biz düşünmeyiz diyorsanız o zaman müzakereci olarak atanan Devlet Bakanı Ali BABACAN düşünsün. Babacan Ekonomi’yi başarılı bir şekilde halletti (!) ya sıra şimdi AB’ye geldi Kendisinin ne yaman bir müzakereci olduğunu Tezkere pazarlıkları sırasında Amerikalı’larla yaptığı görüşmelerden hatırlıyoruz. Masaya 92 milyar dolar zarar faturasıyla oturup avucunu yalayarak kalkan müzakereciler ancak AKP’den çıkar herhalde Bir başka ülkede böyle bir fiyasko olacak adamın suyu çoktan ısıtılır ve Napolyon gibi St.Etienne'e ya da Elbe adasına sürülürdü herhalde. Hele bir de Dubai’de Türk ve Amerikan heyetleri arasında yapılan görüşmelerden sonra imzaladığı 8.5 milyar dolarlık kredi anlaşması var. “Türkiye’nin Irak konusunda ABD hükümeti ile işbirliği” şartına bağlı bu kredi ne oldu sahi. “Türkiye’nin Irak’a girmemesi” şeklinde algılanan ve yorumlanan güvenlik çıkarlarından vazgeçme anlamına gelebilecek böyle bir anlaşmayı imzalayabilen bir bakan şimdi Avrupa ile yürütülecek pazarlıklarda “Kurtlar Sofrasına” oturacak öyle mi? Vay başımıza gelenler! Üç yıl üst üste Bilderberg toplantılarına katılan Sayın Bakanımız umarız bu işleri “basit bir oyun” sanmıyordur. Ancak IMF ile yürütülen müzakerelere ve izlediği ekonomik politikalarının Türk halkını perişanları oynatan sonuçlarına bakılırsa yandığımızın resmidir. Çünkü Washington Mutabakatı diye bir şey vardır ve bu “mutabakat” kuralları IMF ve Dünya Bankası politikalarının temel stratejileri doğrultusunda uygulanmaktadır. Washington Mutabakatı on kuraldan oluşuyor: “Mali disiplin, vergi reformu, kamu harcamalarının yeniden yapılandırılması, finansal serbestleşme, rekabetçi döviz kuru uygulama, ticaretin serbestleşmesi, direkt yabancı sermaye yatırımlarına getirilen engellerin kaldırılması, özelleştirme, piyasaya girişin ve rekabetin yeniden düzenlenmesi ve mülkiyet haklarının güvence altına alınması.”86 İşte dünyadaki oyunun kuralları. Neden iki yakanız bir yere gelmiyor umarım biraz anlamışsınızdır. Ali Babacan bu politikaların nezaretçisidir! Nezaret, nazır biliyorsunuz “eski Türkçe” diye ifade edilen tabirle “bakan” demektir. Ancak bunun bir şartı vardır. Dönüp milletinin haline bakmayacaktır! Erbakan Hoca’nın espirili tespitiyle “Bakan, ama görmeyen” olacaktır!. 86 Sesar: 28 Mayıs 2005 164 Şimdi IMF’ye verilen son Niyet Mektubu ışığında Babacan’ın uyguladığı politikalara ve sonuçlarına bir göz atalım. “1-Sıkı Mali ve para politikaları uygulanmaktadır. 2-Sıkıpara ve Maliye politikası çerçevesinde iç kaynakların büyük bölümü borç yükünün çevrilebilmesi için faize tahsis ediliyor. Bu durumda hükümet halka hizmet için harcama yapacak para bulamıyor. 3-Türk tarımı ve sanayii, gelişmiş ekonomilerin tam rekabeti karşısında zayıflıyor. 4-Tarım ve hayvancılıkta belli konularda üretimi sürdürme imkanı kalmadı. 5-İşsizlik giderek artıyor. 6-Eğitime, sağlığa ve sosyal politikalara harcama yapılamıyor. 7-Gelir dağılımı daha da kötüleşiyor. 8-Halıkın mutsuzluğu -giderek- artıyor. ” Ve IMF’nin Türk Tarımını İflas Projesine ayak uyduramayan Köy İşleri Bakanı değiştiriliyor!... Nitekim DİE hane halkı bütçe anketi sonuçlarına göre Yoksulluk Çalışması sonuçları açıklandı. Türkiye'nin neredeyse yarısı yoksulluk sınırında yaşıyor. AKP iktidarının daha birinci yılında yoksul insan sayısı Türkiye’de tam bir milyon kişi artmış. Yani 18 milyon 441 binden 19 milyon 458 bine çıkmış bulunuyor… Sonrasını da zaten yaşayarak görüyorsunuzdur. İşte bu üstün ekonomik başarısızlığın mimarı Ali Babacan şimdi AB ile yapılacak görüşmelerde Başmüzakereci atanıyor!. “Bindik bir alamete Gidiyoruz Kıyamete!” AB Çözülüyor: Prof. Dr. Nevval Sevindi, bir yazısında “Avrupa çöküyor...“ başlığını kullanıyor ve sonunda şöyle diyordu: “Manevi yeni bir ruh yaratamayan Avrupa, kıta devleti rolünü üstlenecek lider çıkaramadı. Kendi dar, milliyetçi bakış açılarına yenildi ve ulus devletlerinin kasabalı zihniyetlerine teslim oldular. AB kıta projesiydi. Dünya karşısında tek Avrupa halinde ayağa kalkma projesi fosladı. Yaşlı Avrupalıların öfkesi, değişen dünyadan izole olmak isteği bu acı sonu hazırladı… Avrupa beden ve zihin enerjisini birleştiremedi. Çöküyor...“87 Nevval Sevindi, sinsi bir siyonist projesi olan AB’nin çözülüşüne ve siyonist hayellerin çöküşüne üzülse de, bir gerçeği ifade ve itiraf ediyor: Avrupa Birliği yıkılıyor!.. Evet, Avrupa’nın bir türlü çözemediği önemli sorunları vardır. Bu sorunlarını çözüme kavuşturmadıkça mukadder çöküntüyü önlemesi mümkün değildir. Avrupa’nın çökmesine sebebiyet veren bu sorunları şöyle sıralayabiliriz. 1- Avrupa her şeyden önce ‘anayasa’ sorununu çözmemiştir. Bu alandaki son gelişmelere gerçekçi bir şekilde bakıldığında, çözecek gibi de görünmemektedir. AB/Avrupa Birliği, her şey bir yana, öncelikle Avrupa kıtasında gerçekten uygulanabilir bir anayasa hazırlamalıdır. Çünkü ‘anayasa sorunu’ Avrupa’nın görünen en önemli sorunudur. ‘Anayasa’ diye hazırlanan ve AB üyesi ülkelerin tasdikine sunulan metinlerle bu sorunun çözülmesi mümkün değildir. Yeryüzünde insanlık vardır, kıtalar, ülkeler devletler ve buralarda yaşayan insanlar vardır. Avrupa, dünyadaki kıtalardan bir kıtadır. Kıtalar insanlık içinde bir bölümdür, tüzel kişilikleri yoktur. Ekonomi ve hizmet topluluklarıdır. Sosyal ve siyasi yapıya sahip değildir. Kıtaların parlamentosu olmayacak, ordusu olmayacaktır. Avrupa Birliği, Avrupa devletlerinin ekonomi ve hizmet topluluğu olacaktır. Bu nasıl olacaktır? Avrupa işte bunun anayasasını hazırlayamamaktadır. Bilindiği ve göründüğü kadarıyla da, böyle bir anayasayı hazırlayabilecek bilgi ve potansiyeli yoktur. Bu konuda acizdir. 2- Avrupa henüz ‘sınırlar’ meselesini çözmüş değildir. Avrupa Birliği, bir an önce kendi sınırlarını çizmeli, Avrupa dışına taşmamalıdır. Merkezleri Avrupa dışında olan ülkeleri birliğe almamalıdır. Merkezi Avrupa’da olan devletleri de ancak dış topraklarını bırakmaları şartı ile almalıdır. Buna göre Türkiye Avrupa Birliği’ne alınmamalıdır. Avrupa tabii sınırlarla belirlenmelidir. Ural Dağları, Kafkas Dağları, Karadeniz, Boğazlar, Marmara Denizi, Ege Denizi ve Akdeniz, Cebeli Tarık Boğazı Avrupa’nın doğal sınırları olmalıdır. 87 Zaman / 24 Mayıs 2005 165 Midilli, Sisam, Sakız, güney adaları, İstanköy, Rodos ve Kıbrıs Avrupa dışında bırakılmalıdır. Karpatos, Girit, Malta, Sicilya, Sardunya, Korsika, İspanyol adaları Avrupa’nın içinde olmalıdır. İzlanda ve Grönland dışarıda bırakılmalıdır. 3- Avrupa Birliği ‘laiklik’ sorununu çözememiştir. Türkiye’de de sadece kâğıt üzerinde sözde bir laiklik uygulaması vardır. AB ve Türkiye’nin sadece başörtüsü sorununa karşı olan çarpık müşterek yaklaşımları bunun en bariz delilidir. AIHM/Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin her biri birer ‘hukuk cinayeti’ olarak nitelendirilecek skandal karar dosyaları giderek artmakta ve kabarmaktadır. İbadetler bakımından Yahudilik, Hıristiyanlık, Müslümanlık ve Budizm birbirinden farklıdır. İnançlar bakımından da farklar vardır. Düzen bakımından ise Budizm ve Hıristiyanlığın özel görüşleri yoktur. Tevrat ile Kur’an ise şeriatın kaynağıdır. Avrupa tekrar dine dönmelidir. Ama Hıristiyanlık siyasi bakımdan baskı aracı olmamalıdır. Avrupa serbestlik içinde dine dönmedikçe gelişmesine imkân yoktur. Balkanlar’daki din düşmanlığı sona erdirilmelidir. Şimdiki haliyle Balkan ülkelerinin Katoliklik içinde eritilmesi yanlış bir siyasettir. Başarıya ulaşması mümkün değildir. 4- Avrupa’nın ‘sermaye’ ile anlaşması gerekmektedir. Sermaye sadece ticaretle meşgul olmalıdır. Devletlerden aldığı mamul malları satın almalı, birbirine ve dünyaya pazarlamalıdır. Avrupa mallarını dünyaya da pazarlamalı; dünya mallarını da Avrupa’da pazarlayabilmelidir. Her türlü gümrük ve vize kayıtları kalkmalıdır. Altınla değiştirilebilecek bir parayı sermaye çıkarıp onunla uluslararası ticaret yapabilir. Her devletin milli paraları olmalıdır. Her devletin milli orduları olmalıdır. Sermaye Avrupa devletlerinin iç işlerine, ekonomilerine, paralarına ve ordularına karışmamalıdır. Sermaye üretim yapmamalıdır, sadece uluslararası ticaret yapmalıdır. Görülüyor ki, “Çökmekte olan AB/Avrupa Birliği Sorunu” basit bir sorun değildir. İşte biz, henüz kendi sorunlarını çözüme kavuşturamamış, çökmekte olan bu AB/Avrupa’nın peşindeyiz! “AB kıta projesiydi. Dünya karşısında tek Avrupa halinde ayağa kalkma projesi fosladı. Yaşlı Avrupalıların öfkesi, değişen dünyadan izole olmak isteği… Avrupa beden ve zihin enerjisini birleştiremedi. Çöküyor…” Evet, Avrupa çöküyor... Biz de -hangi akla hizmet ederek bilinmez- çökmekte olan işte bu Avrupa’nın yanına çöreklenmeye çabalıyoruz!.. Neden? AB ile birlikte çökmek için mi?!. Allah yöneticilerimize akıl versin.88 Avrupa Birliği ülkelerinde halk uyanıyor… Avrupa Birliği ülkeleri kaynıyor… Ve Avrupa Birliği ülkelerinde halk uyanıyor… Almanya’da halk mevcut hükümetin genel ve özel politikalarını onaylamıyor… Halk, başta işsizlik sorununun çözümsüzlüğü bir yana, % 12’ler seviyesine çıkmasını kabul edemiyor... Almanya başta olmak üzere, Avrupa ülkelerinde ‘sosyal devlet’ anlayışından vazgeçilmesi yönündeki gelişmeler karşısında halkın ilk fırsatta tepkisi şiddetli oldu… Almanya erken seçime gidiyor… Evet Almanya’da halk şuurlanıyor, milli çıkarlarına ve insane haklarına sahip çıkıyor. Darısı Türk halkının başına… Fransa’da halk, ‘Avrupa Birliği’ aracılığıyla kendi aleyhinde oynanan oyunlara tepkisini adeta deprem etkisi sağlayacak şekilde gösterdi. Fransa, Avrupa Birliği’nin fikir babası ve kurucusu. Cumhurbaşkanı Chirac ‘evet’ çıkması için çok çırpındı ama başarılı olamadı. AB anayasasını kim hazırladı? Türkiye karşıtlığı ile de bilinen bir Fransız yani Giscard; dolayısıyla Fransızlar fikir babası, kurucusu ve anayasa hazırlayıcısı oldukları kendi çalışmalarına ‘hayır’ dediler!.. Sarkozy ile birlikte Le Pen ve aynı kulvarda siyaset yürüten antisiyonist Fransız politikacılara gün doğdu!.. Fransa’da halk siyonist sermaye hakimiyetine karşı, ayağa kalktı… Türk halkı bu harekete Fransız kalmaz!.. Fransa’da halk neden ‘hayır’ dedi? TNS-SOFRES tarafından yapılan kamuoyu anketinde Fransız seçmene ‘Neden hayır oyu verdiniz?’ diye sorulmuş. Cevaplar şöyle: 1- Anayasa Fransa’da işsizliği artıracağı 88 01 Haziran 2005 - R. Nuri Erol – Milli Gazete 166 için Mevcut durumdan bıktığımı göstermek için 2- AB Anayasası’nın yeniden müzakere edilmesini sağlamak için 4Anayasa’nın anlaşılması zor olduğu için 5-Anayasa çok liberal olduğu için 6- Avrupa Birliği ‘Fransız’ kimliğini tehdit ettiği için 7- Türkiye’yi Avrupa Birliği’nde istemediğim için 8- Yakın olduğum siyasetçiler ‘hayır’ çağrısı yaptığı için. En düşük yüzdenin, “yakın olduğum siyasetçiler ‘hayır’ çağrısı yaptığı için ‘hayır’ dedim” diyenlerde görülmesi; bir bakıma halkın siyasilere güvenmediğini de gösteriyor. Bunlar içine: “Avrupa Birliği, Fransız kimliğini tehdit ettiği için hayır dedik” maddesi, Fransız’ların, sinsi siyonist senaryoların farkına vardığını ve milli bir tavır takındığını gösteriyor! 1789’dan sonra halk Fransa’da yeniden ayaklanıyor!.. Fransız halkı, 20 Eylül 1992 günü Maastricht için yapılan referanduma da sadece 0,9 fazla oy vererek ‘evet’ demiş! Fransızlar, 1972 yılında İngilizlerin AB üyeliğinin oylandığı referandumda da sadece %68 oranında ‘evet’ demiş. Burada da dikkat edilirse ‘evet’ oranları giderek düşmüş ve son referandumda da ‘hayır’a dönüşmüş. Peki ‘Ne olacak bu AB’nin hâli?’ diye düşünenlere kısa bir cevap verelim. Avrupa Birliği, şimdi yetersizliği ilk günden bu yana tartışma konusu olan Nice Antlaşması çerçevesinde tedvir edilmeye çalışılacak. Avrupa ülkelerindeki halk, AB Anayasası diye yutturulmaya çalışılan onbinlerce sayfadan oluşan karmaşık metinlerin gerçek bir anayasa olmadığını, büyük kısmının şimdiye kadarki gizli anlaşmaların toplamı olduğunu gayet iyi biliyor. İlk fırsatta bu bilgisini izhar etti. Hollanda, Belçika, İngiltere ile birlikte, diğer Avrupa ülkelerinde bugüne kadar olanlar ve bundan sonra olacaklar gösteriyor ki; Avrupa Birliği karanlık bir döneme girmiş bulunuyor… Almanya, Fransa ve Hollanda’da halk uyanıyor… Türkiye’de de halk bu uyanışlara elbette yabancı kalmayacaktır… Türkiye, günümüzdeki adı AB/Avrupa Birliği, geçmişte ilk müracaatını yaptığında adı AET/Avrupa Ekonomik Topluluğu olan işte bu AB ile 3 Ekim’den itibaren ‘ucu açık!’ müzakerelere hazırlanıyor!.. Peki, Türk halkına sorsanız, ve bu gerçekleri anlatıp bir referandum fırsatı sunsanız, acaba bu AB’ye ne der?.. Avrupa Birliği’ne girmek birçok yönden iyi, yararlı, güzel ve en önemlisi acaba meşru mudur?.. Kısaca tekrar hatırlayalım. AB yöneticileri bizim yöneticilere ne diyor? AB’ye girmek için; Egemenlik haklarını bana bırakacaksın… Zinayı meşrulaştıracaksın, faiz batağı içinde kalacaksın; ondan sonra Avrupa Birliği’ne gireceksin ve kurtulacaksın!.. Biz elbette Avrupalıların, Amerikalıların, hattâ Yahudilerin düşmanı değiliz. Biz onları insan oldukları için değer veririz. Hele İbrahimî dinden oldukları için onların samimi olanlarıyla en azından insan kardeşleriyiz. Ama biz onların sömürüsüne karşıyız, biz onların hakimiyetine karşıyız, biz onların küfrüne karşıyız… Halk olarak bize soruluyorsa; bu bataklıklarda olanlarla işbirliği yapamayız, onlarla dayanışma ve birlik kuramayız. Biz, Avrupa Hıristiyan olduğu için onlara karşı değiliz. Tam tersine, biz Avrupa gerçek Hıristiyan ve dindar olmadığı, yani ateist ve din düşmanı, başörtüsü düşmanı, daha doğrusu İslâm düşmanı olduğu için Avrupa’ya karşıyız. Lâikliği dinsizlik ve ahlâksızlık olarak anladıkları için karşıyız. Karşıyız da ne yapıyoruz? Silahlı teşkilat mı kuruyoruz? Onlara savaş mı açıyoruz? Onlarla beşerî ilişkileri mi kesiyoruz? Hayır. Peki, ya ne yapıyoruz? Onlara sadece yanlış yolda olduklarını söylüyoruz. Bizden onlara takılan kimselerin de onlarla beraber uçuruma yuvarlandıklarını söylüyoruz. Biz dünya ile işbirliğine hazır olmalıyız. Ama Avrupa’nın sözde demokrasi safsatasında, sözde insan hakları müktesebatında değil; insanlığın Hz. Adem’den beri gelen hakikat yolunda, ilâhi kitapların ve Kur’anın adalet kurallarında, müsbet ilim müktesebatında birleşmeliyiz… Şükür: AB ülkelerinde halk uyanıyor… Darısı Türk halkının başına… Sıra bize geliyor.89 89 Milli Gazete / 05 06 2005 / R. Nuri Erol 167 İSRAİL İÇ SAVAŞA DOĞRU GİDİYOR Şu günlerde İsrail’de herkes yeni bir savaştan bahsediyor. En çok izlenen televizyon kanallarından biri konuyu, ayrıntılı şekilde ele alıp dizi programlar halinde izleyicilerine sunmuş. Bahsedilen muhtemel savaş, Filistin ya da Araplarla ilgili yeni bir savaş değil, ya da İran kaynaklı nükleer bir tehdit değil, Filistin’de yaşanan kanlı çatışmalardan da bahsedilmiyor. Yakında gelecek olan iç savaştan bahsediliyor. Bu, ne İsrail medyasının şişirilmiş duyarlılıktan ne de Şaron’un abartılı politikasının iddialarından biri ya da yerleşimciler tarafından ortaya atılan yeni bir tehdit girişimi söylentileri hiç değil. Daha birkaç ay öncesi hiç ihtimal verilmeyen bu söylentiler, şimdilerde birden bire ciddiye alınan en önemli gündem maddesi olarak ciddi şekilde tartışılır oldu. Basbayağı gerçek bir İsrail iç savaşından bahsediyoruz. İsrail Meclisi Knesset’te ve kabine toplantılarında tartışılan, müzakere edilen sözler, televizyon talk show programlarına, gazete ve editör sayfalarına taşınarak en önemli gündem konusu olarak işleniyor. Genelkurmay Başkanlığı açık bir ifade ile ordunun bölünebileceği uyarısında bulunurken, bakanlardan biri ‘İsrail için böyle bir ciddi tehdidin mevcut olduğu’ ifadesine yer verdi. Adı açıklanmayan diğer bir bakanlık yetkilisi de İspanya’daki iç savaş örneğini vererek endişelerini dile getirdi. İsrail İç Güvenlik birimi Şin Bet, bütün bu olasılıklara karşın harekete geçerek çok sessiz ve derinden tedbirler almaya başladı bile. Hapishane müdürlüklerine olası toplu tutuklamalara karşı hazırlıklı olma konusunda daha geniş imkânlı servisler için emir ve uyarılarda bulunurken, ordu liderleri de muhtemel bir duruma karşı asker sayısını arttırıp, 10 bin kişilik bir yedek ordu kuvveti oluşturmayı planlıyor. Evet... Gerçekten de önemli bir tehdit bu.. Bir anlamda mevcut ortama bakıldığında şu andan itibaren korkulan akıbetin süreci başlamış gibi görünüyor ve cereyan eden olaylardan, İsrailli her hangi bir vatandaş bile er ya da geç olması beklenen sivil savaşın sezgilerini artık algılayabiliyor. Zira iç savaşın tohumları daha, ilk yerleşim merkezi, işgal altındaki bölgelere konduğu zaman atılmıştı. Ki o tarihlerde Knesset meclisinde başbakana uyarılarda bulundum. Ve kendisine ‘’Siz bir mayın döşüyorsunuz ve günün birinde bunları sökmek zorunda kalacaksınız. Eski bir asker olarak sizi uyarmama izin verin. Çünkü dünyanın en tatsız işlerinden biri mayın sökmektir. Mayın konması en kolay ancak sökülmesi ise en berbat iştir’’ dedim. O tarihten bu yana yüzlerce mayın döşendi. Bu mayın tarlaları şimdi, şu anda bile genişletiliyor. Ve radikal kaçıklar tarafından bu iş ilerletildi, genişletildi. ‘’Bizim amacımız Allah’ın bize vaat ettiği bu (Arz-ı Mev’ud) topraklardan Arapları sürmektir’’ şeklindeki amaçlarını da aleni bir şekilde söylediler. Hiçbir zaman da söylemekten kaçınmadılar. Yani tamamen, dini sapkınlardan bahsediyorum. Ve bunlardan biri bir süre önce televizyon ekranlarına çıkarak ‘’Vaat edilen topraklar, sadece İngiliz mandası altında bulunan Filistin toprakları ile sınırlı değildir. Filistin ile birlikte Ürdün, Lübnan, Suriye ve Sina Yarımadası’nın kapsamına giren topraklara kadar uzar. Yani Allah’ın vaat ettiği sadece işgal altındaki toprakların bize ait olduğunu sanıyorsanız yanılıyorsunuz.’’ şeklinde beyanatların yanı sıra bir başkası da Tevrat’tan alıntılar yaparak ‘’Biz buraya sadece bize miras kalan ülkeyi değil aynı zamanda ötekileri de bu mirastan kovmak için buradayız.’’ Gush Şalom, (Barış) hareketini de söylemişti. Barış girişimcisi gruplar bunu desteklediler. İşçi partisi de ‘’Bu plan iyidir, kendi planımızdır... Ve artık Şaron hükümetini desteklemek görevimizdir’’ şeklinde beyanatlarla böbürlenip, kendine mal edip planı desteklediler. Bunun, planın tam tersi gizli bir amaç için yapıldığını söyleyen ve plana karşı çıkanlardan biriydim. Bu aslında sağcı bir plandır ve Batı Şeria’nın büyük bir kısmını ilhak etmeye ve barış sürecini tamamen gömmeye, aynı zamanda hem İsrail’i hem de dünya kamuoyu ve medyayı da aldatmaya yönelik bir plandır. ‘’ demiştim. Geri Çekilme Planı, Barış Sürecini Dondurmaktır Bütün bunları nereden bilebilirim diye sorarsanız. Çünkü Şaron’u tanıyorum ve onu 50 yıldır takip ediyorum, hakkında üç büyük biyografik makale yazdım. Ne düşündüğünü ve nasıl çalıştığını biliyorum. Bu da yeterli bir dayanaktır. Bütün bunları sadece ben söylemiyorum. Mesela; Dove Waizglas bu söylediğim her 168 şeyi doğruladı. Kendisi, Haaretz’e verdiği bir demeçte ‘’Bu tek taraflı geri çekilme planının, aslında barış sürecini dondurmak olduğunu ‘’ açıkça söyleyerek asıl amacın, görüşmeleri bloke etmek ve Filistinlileri daha on yıllarca bu donmuş süreç içinde alıkoymak olduğunu ve Batı Şeria’nın kaderi hakkında herhangi bir tartışmayı önlemek olduğunu belirtti. Waizglas aynı zamanda da ‘’İsrailli yerleşimcileri bir şekilde uzatıp Filistin de gelecekte muhtemel bir Filistin devletini kurulması önünde en büyük engel olarak görmek istediğini’’söyledi. Beni doğrulayan Dove Waizglas, alelade biri değil. Şaron’un çok yakın arkadaşı ve hukuk danışmanı. Ve Şaron üzerinde en çok etkin isim. Yani Şaron’un kümesindeki tilki, işte bu isimdir. Ve Haaretz’e verdiği bu son açık sözlü demeç, nihai kelimedir. Şu anki Barış (Şalom) hareketi içindeki safları olduğu gibi, o kadar da saf olmayan Şimon Perez gibi İşçi Partilileri de tamamen açığa çıkartmıştır ama George Bush’u ve diğer dünya liderlerini bunu ciddi bir barış planı olarak önümüze sunan bu yalana, zavallı Collin Powell’ ı da ekleyerek tarihi bir şey gibi nitelemişti, hepsini perişan etmişti. İletişim kurabildiğimiz Yahudi yerleşimcilerin bir bölümü aslında o kadar da fanatik değillerdi. Oraya yerleşmelerinin nedeni, son derece pahalı olan lüks villaların, yönetim tarafından kendilerine hediye edilmesi ve konforlu bir yaşam tarzının cazibesine kapılmaları idi. Hükümet tarafından hazırlanan bu lüks yerler hazırlanıp start verildiğinde yerleşimciler buraya gelip taşınacaklardı. Ayrıca, İsrail’in acayipliklerle dolu demokrasi anlayışına baktığımızda, hiç kimse İsrail ordusu askerlerine karşı ellerini havaya kaldırmaz. Knesset meclisi ve hükümeti yerleşimcileri tahliye kararı aldığında bu duruma riayet edeceklerdir. Belki 1982’de Batı Sina bölge tahliyesinde olduğu gibi, biraz hengameli patırtı ve sokak gösterileri olabilir, ancak genelde gün sonunda her şey normale dönecektir. Savunma Bakanı Şimon Perez Filistin halkının bulunduğu Batı Şeria’nın Kedumim bölgesindeki ilk yerleşim hareketi fikrini kafasına soktuğu günden beri yerleşimciler tepelerin aralarında birer mantar gibi bitiverdiler. Her bir yerleşimci, Filistin topraklarını ve akan su yataklarını yavaş yavaş gasp ederken, kesip talan ettikleri köy yollarının yerine yaptıkları yeni yollar ile Filistinlileri ablukaya aldılar. Bu tehlikenin farkına vardığımızda ise çok az bir bölüm yerleşimcilerden destek görmüştük. Gerçi bu fanatik yerleşimciler kendilerine yönelik bölgeyi boşaltma girişimine karşılık direnç göstereceklerdir, fakat fazla bir problem olmayacaktır. Çünkü İsrailli vatandaşların büyük çoğunluğu onları çılgın birer tarikat mensubu olarak gördüklerinden yerleşimcilere nefret besliyorlardı. Bu pek tabi tehlikeli bir saplantı gibi görünebilir. Fakat bir Karl Marx’ı gözlemlediğimizde, insanların bilinçlerinin, üst mevkiler tarafından belirlendiğini fark ederiz. İşçi Partisi hükümeti tarafından yönlendirilen Batı Şeria ve Gazze’deki başarılı üyeleri, şimdi eski faşist haham Meir Kahane’nin en sadık yandaşları olarak anılmaktadır. Yerleşimciler ve onların İsrail’deki Yeşivot öğrencileri ile beraber şimdi yarım milyon insan, güçlü bir Hıristiyan teşkilatı haline gelebilirlerdi. Ve şu anda yerleşimciler bu tehdidi sadece bir şantaj ve caydırma aracı olarak kullanıyorlar ama her hangi bir şekilde fiiliyata geçtiğinde, yerleşimcilerin bu topraklardan çıkmaması durumunda da ‘’büyük ayaklanma’’ diye adlandırdıkları şey ortaya çıkacak. Bu da an meselesidir artık. Yani fikir çatışmasından, iç savaşa...90 90 Milli Gazete / 02 02 2005 / Ury Avnery’den Çeviren: remzi Bozacı 169 DENGELER DEĞİŞİYOR Ülkemizdeki, çevremizdeki, Amerika ve Avrupa’daki ve tüm yeryüzündeki gelişmeler, yıllardır beklediğimiz “Kutlu değişimin ayak sesleridir. ”Devran Türkiye merkezli yeni bir dünyaya doğru dönmektedir. İşte işaretler: ÜLKEMİZDE: 1. Yaş Kararları: Tayip ve Abdullah Gül’e yakın çevrelerde ve Amerikancı gazetelerde, günlerce “AKP iktidarının orduyu hizaya sokacağı, Uyumsuz ve Sorumsuz(!) çıkışlar yapan Hurşit Tolun ve Yaşar Büyükanıt paşa gibilerin emekliye ayrılacağı, önceki G.K.B Org. Hüseyin Kıvrıkoğlu ekibinin tasfiyeye tabi tutulacağı” fısıldandı, yazıldı… Ama bunların hiç biri olmadı… Batı’cı ve NATO’cuların başarısı, sadece “Başbakanın YAŞ kararlarına şerh düşme şovu” ve disiplinsizlik nedeniyle ilişiği kesilecek Fetullahcı-Amerikancıların sayısının çok düşük tutulmasıyla sınırlı kaldı… İşte bu hezimet, Recep T.Erdoğan’ı oldukça hırçınlaştırmıştı ve hıncından gazetecilere sataşmıştı… 2. PKK Çıbanı: Amerikan koruması ve İsrail komutası altındaki PKK, yurt çapında, hatta Kuzey Iraktaki saldırılarını artırmıştı. Açıkça devlete meydan okumaktadır. Irak’a yük taşıyan Türk şoförlerine karşı girişilen cinayetlere karıştıkları da saptanmıştı. AKP’nin öncüsü sayılan Özal döneminde tam on yıl, kasıtlı olarak TSK devreye sokulmayarak büyütülen PKK’nın lideri terörist Abdullah Öcalan “Bizi en iyi anlayan be kollayan devlet adamı” diye, Turgut Özal’a övgüler yağdırmıştı. Amerikan helikopterlerinin PKK kamplarına silah mühimmat, ilaç ve erzak taşıdığı, Genel Kurmay yetkilileri, hatta ABD çevrelerince bile doğrulanmasına rağmen, maalesef Süleyman Demirel tarafından yalanlanmıştı. Şimdi Leyla Zana ve arkadaşlarının ABD ve AB baskısıyla ve AKP iktidarınca serbest bırakılmasının ardından, PKK, tekrar “91. ruhunu dirilteceğiz” sloganına başlamıştır. 91. ruhunun ana hatları şunlardır: Kuvay-ı Milliyeci generallerin bölgedeki etkinlikleri zayıflatılmalı. Milli Güvenlik Kurulu kaldırılmalı. Genel Kurmay Başkanı ve Kuvvet Komutanları, gerekirse Meclis tarafından görevden alınmalı. Valilik ve Kaymakamlıklar, Merkezi hükümetten çıkarılıp, Bölge Meclislerince atanmalı. Genel af çıkarılıp bütün PKK’lılar serbest bırakılmalı. Sevr anlaşmasının Kürtlere “Kendi kaderlerini tayin hakkı tanıyan” kanun maddesi yürürlüğe konulmalı. AKP hükümetinin bu maksatla 2003 te onayladığı “İkiz Yasalar” anlaşmasının gereği yapılmalı. Evet, işte dış güçlerin desteği ve AKP’nin gafletiyle şımaran Diyarbakır’ın PKK’lı Belediye Başkanı, artık açıkça devlet güçleriyle çarpışırken ölen teröristlerin taziyesine resmi törenle katılmakta, ama K.K.K. Yaşar Büyükanıt’ın uyarısı dışında, hükümetten tıs çıkmamaktadır. Daha da beteri, Van’da polis merkezlerini basıp adam kaçıran Mafya Babalarıyla hükümet erkânı sıkı fıkı bulunmaktadır… Şu kirli ve çetrefilli ilişkilere bakın: Yargıtay Başkanı Eraslan Özkaya’nın Bodrumdaki yazlık villasının müteahhidi Hakkı Süha Şen… Oysa bu adamın müteahhit olduğunu kimse bilmiyor… Tek üstün özelliği meşhur egeli sanayici ve Dönme-Mason Yaşar Holdingin kızları Serra Yaşar’ın damat adayı!.? Ve Ülkücü Karadeniz Mafyasının kabadayısı Alaattin Çakıcı’yı, Avusturya’da yakalatan şimdiki MİT Müsteşarı değil, kaçakçılık ve Organize Suçlarla Mücadele (KOM) Daire Başkanı Hanefi Avcı’nın ekibi olduğu anlaşıldı.!? Hanefi Avcı daha önce, Çakıcı’nın yarı resmi sıfatını nasıl şahsi ilişkilerine alet ettiğini açıkladığı ve 170 Susurluk’un puslu perdesini araladığı için hedef tahtası yapılmıştı!.. 3. Parsel, Parsel Satılan Vatan Toprakları: Türkiye topraklarında gözü olanlar; Çanakkale çıkartması ve Anadolu saldırısıyla başaramadıklarını, AB’ye uyum dayatmasıyla AKP’nin 19 Temmuz 2003 te çıkardığı kanunla yapmaktadırlar. Tapu kadastro bilgilerine göre o günden bu güne kadar; yaklaşık 15 bin Yunan 5 bin dekar, 12 bin Alman 7 bin dekar, 32 bin Amerikalı 80 bin dekar, 40 bin İsrailli 120 bin dekar arazi ve emlak satın almıştır. Yunan, Alman, Rus ve Amerikalı diye arazi alanların büyük çoğunluğu da Yahudi asıllı olduğu veya sonradan Yahudilere sattığı anlaşılmıştır. Uydu fotoğraflarıyla yapılan tespitlerle, özellikle kıymetli madenlerin bulunduğu arazilere ve GAP bölgesine yatırım yapılmaktadır. Güler Kömürcü’nün Akşamdaki 10 Ağustos 2004 tarihli yazısında, Kars ilimizde ve sınır bölgemizde çok ucuza kapatılan büyük arazilerden çıkarılan madenlerin İsrail’e taşındığı açıklanmıştır. 1 Mayıs 2004 te, AB’ye yeni katılan bütün ülkelerde “Yabancılara toprak satışı” yasaklanırken, 19 Temmuz 2003 te AKP’nin çıkardığı 4916 sayılı yasa ile Türkiye toprakları yabancıların mülkiyetine açılmıştır. Ve “Basra, Bağdat gibi Bursa ve Urfa” da tahrip ve talan edilmeden, elbette bunların hesabı sorulacaktır!.. Irak’ta batağa saplanan ve direnişçiler karşısında şaşkınlığa uğrayan Amerikan askerleri İsrail’e götürülerek, özel kışlalarda “sokak çatışması ve gerilla savaşı” eğitimi aldığını 18 Ağustos 2004 tarihli NTV 20:00 haberlerinde bildirildi. Aynı gün Recep Tayip Erdoğan’ın üç önemli danışmanını “arayı düzeltmek” daha doğrusu özür dilmek ve biatını tazelemek üzere İsrail’e göndereceği söylendi. Bu durum: “(Münafıklar) İman edenlerle karşı karşıya geldiklerinde: Amenna (sakın şüphe etmeyin, biz iman etmişiz ve tabiî ki sizdeniz) derler. (Ama) kendi şeytanlarıyla (Yani onlara mevki ve emir veren odaklarla) halvet olup gizlice buluştuklarında ise: “Emin olunuz ki, gerçekten biz asıl sizinle beraberiz (her an hizmetinizdeyiz, o müminlerle de sadece) geçmekte (ve onları idare etmekte) yiz.” derler. 91 Ayetini hatırımıza getirmişti. Artık Bush yerine baş Siyonistlerden talimat almaya gidilmişti... 4. Şanlıurfa’nın göbeğine “KÜÇÜK İSRAİL”: İşçi Partisi Genel Başkanı Doğu Perinçek, İP İstanbul İl Merkezi'nde bir basın toplantısı düzenleyerek, AKP hükümetinin ve AKP'li Şanlıurfa Belediye Başkanlığı'nın “Urfa'yı Yahudileştirme Projesi” yürüttüğünü dile getirdi. Projenin belgelerini basına gösteren Perinçek, onaylanmak üzere bulunduğuna dikkat çektiği ve kitap haline getirilmiş projeyi ve krokileri basın mensuplarına gösterdi. Perinçek projeye göre, Şanlıurfa'nın göbeğinde, 186 bin metrekarelik alanda misyonerlik merkezi kurulacağını ve Dinler ve Kültürler Parkı adı verilen merkezde, bir kilise ile bir de sinagogun yer alacağını söyledi. AKP'li Turizm Bakanı Erkan Mumcu’nun, 4 yıldır projeyi hayata geçirmek için çalıştığını kaydeden Perinçek, “Şanlıurfa Belediye eski Başkanı Ahmet Bahçıvan tarafından reddedilmiş olan proje, yeni AKP Belediyesi tarafından benimsendi. Projenin ilk gündeme getirildiği tarih, dikkat çekici. İnanç Turizmi yılı ilan edilen 2000 yılı aynı zamanda, Vatikan'ın Avrasya'yı Hıristiyanlaştırma bin yılı ilan ettiği üçüncü bin yılın başlangıcıdır” dedi. 20 Milyon Dolar İsrail’den “Turizm Bakanı Mumcu, eski Belediye Başkanı Bahçıvan'a, proje için verilecek 20 milyon doların sinagog yapılması şartına bağlı olduğunu itiraf etmiştir. Bu bilgi, Aydınlık dergisinde yer alıyor” diyen Perinçek konuşmasını şöyle sürdürdü: “Urfa'da Yahudi bulunmamasına rağmen, düzenlenecek alanın merkezine bir sinagog yapılması, projenin kimliğini de açıklamaktadır. Projeye göre, parkın hemen giriş avlusundan sonra karşınıza, 1700 metrekare alana kurulu, Holovizyon gösteri birimi ve peygamberler tabletleri çıkıyor. Burada kurulu 8 ayrı kapalı mekânda, tarih boyunca yaşamış peygamberlerin yaşamları dev 91 Bakara:14 171 ekranlardan Urfalılara görsel olarak sunulacak. Burası, aslında misyonerlerin propaganda alanı olarak planlanıyor. Biraz ilerleyince karşınıza Peygamber tabletleri birimi çıkacak. Burada, bütün peygamberlerin hayatı cam levhalara üç dille yazılıp sergilenecek. Parka girenler ilk olarak bu propagandayla karşılaşacak.” 32 adet tapınak Parktaki yolun iki tarafının Tanrı'nın evlerine ayrıldığını ve burada, 32 adet taş platform üzerine kurulmuş tapınakların bulunacağını belirten Perinçek, “Tapınaklar arasında, Almanya, İngiltere, İspanya, İtalya gibi ülkelerden kilise ve katedral örnekleri yer alacak. Proje alanının tam ortasına bir sinagog ve kilise kuruluyor. Bunlar ibadete açık olacak. Kilise ve sinagogun, projede yer alan 615 metre karelik yüzme havuzuyla aynı büyüklükte olduğu görülüyor. Makette, 2495 metrekare alana kurulu Tanrıya Yükseliş Tümülüsü adı verilen büyük bir yapı bulunuyor. Ziyaretçiler, Hıristiyanlık, Musevilik ve Müslümanlık Yolu adı verilen üç ayrı rampadan geçip, kapalı bir avluya ulaşıyor. Rampaların duvarlarında, Tevrat, İncil ve Kur'an ayetlerinden alıntılar yer alıyor. Tümülüsün zemininde ise 300 metrekare alana kurulu ve 235 kişilik, çeşitli etkinliklerin düzenleneceği bir salon bulunuyor” diye konuştu. Proje maketinin omurgasının Haç şeklinde yapıldığını vurgulayan İP Genel Başkanı Doğu Perinçek, projenin 28 Mart yerel seçimlerinin ardından yeniden masaya konduğunu ve son yerel seçimde Şanlıurfa Belediye Başkanlığı’na gelen AKP'li Ahmet Eşref Fakıbaba'nın da “Yahudi Urfa Projesi”ni benimsediğine dikkat çekildiğini kaydederek projenin resmen onaylanmasının gündemde olduğunu söyledi. Büyük Ortadoğu Projesi kapsamında “İsrail'in Dinler ve Kültürler Parkı Projesi, ABD'nin Büyük Ortadoğu Projesi (BOP) kapsamında görülmektedir. BOP, özetle Büyük İsrail-Kürdistan ayağına dayanmaktadır” diye konuşan Perinçek sözlerini şöyle sürdürdü: “İsrail, Fırat'tan Nil'e uzanan topraklar üzerinde etki sahibi olmak için, Kürtlerin yaşadığı topraklarda yoğun bir siyasal ve askeri faaliyet yürütmektedir. Bu çabaların kültürel cephesini ise, Dinler arası Diyalog ve Tevrat ittifakı çerçevesinde yürütülen faaliyet oluşturuyor. Bilindiği gibi, Tayyip Erdoğan, 15 Şubat 2004 akşamı Kanal D' nin Teke Tek programında, Büyük Ortadoğu Projesi içinde Diyarbakır'ı merkez yapacağız demişti. Büyük Ortadoğu Projesi'ne göre Diyarbakır'ın merkez olabilmesi için, bir de çevre gerekiyor. Urfa, ABD ve İsrail planlarında Diyarbakır merkezinden sonraki en önemli merkez olarak düşünülmektedir. Diyarbakır ve Urfa'nın neyin merkezi yapılmak istendiği herkes tarafından bilinmektedir. AKP hükümetinin Şanlıurfa'yı Yahudi Urfa yapma girişimine izin verilemez. Başta Şanlıurfa halkı olmak üzere bütün halkımızı, Urfa'yı Yahudileştirme planlarına karşı uyanıklığa ve mücadeleye çağırıyoruz.” 5. Ekonomide Kriz ve İflas Alarmı: AKP hükümeti, geçmiş bütün hükümetlerin yaptığı 200 milyar dolarlık borcu, 1,5 yılda 300 milyar dolara çıkarmış. IMF ile 3 yıllık yeni bir teslimiyet belgesi imzalamış… Cari açıklar, yılsonu itibariyle öngörülenin neredeyse iki katına fırlamış… 6 milyar dolar hesaplanırken 11 milyar dolara yaklaşmış… İşsizlik had safhaya ulaşmış… Kâr eden Kit’ler, arsa fiyatının altında yabancılara satılmış… Fabrika ve atölyelerin birçoğu kapanmış… Türkiye büyük bir ekonomik krizin ve iflasın eşiğine taşınmıştır… Kemal Yavuz’un 1 Ağustos 2004 Akşamdaki tespitlerine göre: Recep T. Erdoğan’ın bir şirket patronunun parasıyla Amerika’da okuyan kızının 11 Temmuzdaki görkemli düğününe 100 milyarlar harcanmış. Üç saat süren takı töreninde yüzlerce hediye torbası altınla dolup taşmış. 5500 devlet polisi, özel düğün hizmetinde kullanılmış. Gelinle damat, kişi başına geceliği 1 milyar olan en lüks otellerde ağırlanmıştır. Bu arada Maliye Bakanı Kemal Unakıtan’ın da içinde bulunduğu ve bir kısmı kırmızı bültenle aranan 172 87 kişi hakkındaki “sahte fatura hazırlama, devleti milyarlarca dolar dolandırma” davası, Maliye Bakanlığı hukuk baş müşavirinin sayesinde Yargıtay’a götürülmekten kurtarılmıştır. Aynı Bakanın sahte belge düzenlemekten İstanbul 2. Ağır Ceza Mahkemesinde 3 yıla kadar hapsi ön görülen başka bir davası vardır. Yine bu Maliye Bakanı Recep T. Erdoğan’ın Belediye Başkanlığı döneminde, Beykoz’da 51 dönüm (150 tane müstakil ve bahçeli Villa inşa edilecek büyüklükteki) orman arazisini, yine AKP’li Orman Bakanı Osman Pepe’nin bile şık bulmadığı usullerle, kendi üzerine almıştır. Ama aynı Türkiye’de, çaresizlikten dolayı Urfa’dan kalkıp İstanbul’a taşınan ve 12 çocuğu ile sokakta ve parklarda yaşamaya mecbur kalan kadıncağız, en küçük kızı için gazeteci kız; “Ne güzel çocuk!” deyince, “İstersen al götür, sizin olsun!” diyecek kadar, canından bezmiş durumdadır. Elbette Cenab-ı Hak bunları görüyor ve halk bunlardan hesap soracağı günü bekliyor!... Erbakan Hoca’nın “Bu borç batağından faciasız kurtulmak mümkün değildir. AKP’liler hiç vakit geçirmeden kendilerine gelmeli özlerine dönmelidir” şeklindeki tarihi tavsiyeleri dikkate alınmayınca, 15 Ağustos 2004 te Milli Gazete manşetine taşınan; “Uyardım, ama dinlemediler. Ecevit’i, Bahçeli’yi bitiren IMF bunları da bitirecek… AKP intihara gidiyor!” uyarısında bulunmaktadır!.. 6. CHP’yi Baykal ve Ekibinden Kurtarma Operasyonları: Deniz Baykal ve ekibi, Amerikanın ve Avrupa’nın istekleri konusunda AKP’ye tam destek vermedikleri ve özellikle dış politikada kısmen Milli bir çizgi izledikleri dolayı hedef tahtası yapıldı. Önce Amerika’dan ithal Kemal Derviş ile karıştırıldı… Olmayınca 3 Temmuz 2004 te olağanüstü kurultaya zorlandı yine başarılamadı ve Deniz Baykal güvenoyu aldı… Arkasından 12. olağanüstü kongreyi iptal davası açıldı… İllede CHP, Mustafa Sarıgül misali mason localarının ve Siyonist patronların emireri konumundaki kişilerin güdümüne sokulmalı!?.. Tansu Çiller’de bu maksatla yıpratılıp DYP’nin başından uzaklaştırıldı ve Mafya-Mason kâhyası Mehmet Ağar Genel Başkanlığa taşındı… Ve bu Milliyetçi Mehmet Ağar; “Irak’ta yük taşıyan şoförlerimizin güvenliğini bizim göndereceğimiz kendi askerlerimiz sağlasın” diyerek Türk askerinin Irak batağına çekilmesi ve Conilerin yerine Müslüman kardeşlerini öldürmesi için can atan AKP hükümetine pas veriyor!.. Ve zaten NATO şemsiyesi ve eğitim bahanesiyle askerimiz ve ülkemiz bir cehenneme doğru sürükleniyor!.. Ama hevesleri kursaklarında kalacak, kahpe ve katil Amerika, Irak’tan kaçamadan, kendi oluşturduğu bataklıkta boğulacaktır!.. DÜNYA GENELİNDE: 7. Yahudi yazarının Feryadı; “Amerika Yıkıma Sürükleniyor!..” 09 Ağustos 2004 The New York Times te yazan Paul Krugman; Amerika’nın haksız ve ahlaksız Afganistan saldırısıyla itibar ve otorite kaybına uğratıldığını… Gereksiz ve gerekçesiz Irak işgaliyle de tam bir batağa saplatıldığını… Irak’ın büyük kısmının kontrolden çıktığını ve mecburen direnişçilerin denetimine bırakıldığını… Felluce ve Necef gibi şehirlerin hatta Sadr gibi Bağdat banliyölerinin bile tamamen direnişçilere kaptırıldığını… ABD askerlerinin ve işgal güçlerinin artık devriye bile gezemediğini ve hele geceleri sokaklara çıkamadığını… Huzur ve hürriyet vaadiyle girilen Irak’ta şimdi Saddam dönemimden beter bir Kaos, Kıtlık ve Başıbozukluk yaşandığını… Irak’ta elektrik, su, yiyecek ve ilaç bulunmadığını, lağım sularının içme sularına karıştığını, salgın hastalıklarının yayıldığını, işsizlik ve anarşinin korkunç boyutlara ulaştığını… Kukla hükümetin kendisine bile sahip çıkamadığını ve hiçbir otorite sağlayamadığını… 173 Amerikanın bütün dünyada “saldırgan, sömürgeci, barbar ve şeytan” olarak algılandığını… Çok hızlı ve akıllı davranıp, biran evvel Irak’tan çıkılmazsa, bu gidişin Amerikanın sonunu hazırlayacağını, haykırmaktadır!.. Başka Bir Mason Şunları Yazmaktadır: “Eğer Ben Amerikalı Olsaydım…” Ben Amerikalı olsam, ülkemin neden tüm dünyanın gözünde küçüldüğünü merak ederdim. Bu gelişmeyle alakası yokmuş gibi davranan Bush yönetiminden bir açıklama isterdim... ABD geçmişi, siyasi kültürü ve başarıları nedeniyle hak etmiş olduğu takdiri artık kazanamıyor. 11 Eylül 2001 sonrasında topladığı sempati buhar olup uçtu... Tabii bütün dünyanın toptan aklını kaçırmış olması ihtimali de var. Bush yönetiminin başından beri tüm o “Önce sen vur” savaşları, kamu düzeni yasaları, Ebu Garib, Guantanamo, uluslararası mahkemeler, Kızılhaç, BM’ye güvensizliği, Avrupa’yı bölme çabaları, genel güvensizlik ve gizliliklerinde haklı olduğunu, doğru çizgide ilerlediğini, dünya göremiyor olabilir. İtalya’da örneğin, neden ABD La Maddelena’da yaşayanlara donanma üssünün risklerine dair güvence vermiyor? Neden anlaşmaların ve “Yorum yok” ların ardına sığınıyor? Soğuk Savaş bitti artık... 92 Bush, Amerika’yı ve dünyayı yıkıma sürüklüyor!.? 8. Petrol Fiyatları, korkunç biçimde yükseliyor: a-Rusya Devlet Başkanı Vilademir Putin’in ciddi ve cesaretli girişimleriyle, Siyonist Yahudilerin elindeki büyük petrol şirketlerine soruşturma açması ve Rusya’dan dışarıya petrol sevkiyatını durması. b-Devlet Başkanı Hugo Chavez’in dirayetli gayretleriyle Venezüella petrolünün Siyonist tekellere akıtılmasını yasaklaması. c- Sünnilere karşı kışkırtılmak ve Irak işgalinde Amerikan hesabına kullanmak istenen Şiilerin bu şeytani oyunu bozması ve işgal güçlerine baş kaldırması sonucu, Güney Irak’taki petrol depolarının ve boru hatlarının havaya uçurulması nedenleriyle, hızla yükselen ve varili 46 doları geçen, 50 doları bulması halinde ise; Amerikan ekonomisini tarihinin en tehlikeli krizlerine sürükleyeceği söylenen petrol fiyatlarındaki önlenemeyen artış, Siyonist Amerikanın ve sömürü canavarının uykusunu kaçırmaktadır.93 Venezüella’nın Atatürk’ü: Hugo Chavez!… Dünyanın beşinci petrol ihracatçısı Venezüella'da Başkan Hugo Chavez'in referandumu kazanarak görevini devam etmesi, geçici olarak rekora koşan fiyatların gerilemesine neden olmuştu. Venezüella Devlet Başkanı Hugo Chavez'in, görevden alınıp alınmaması için önceki gün yapılan referandumdan galip çıkması, oylamanın petrol ihracatını olumsuz etkileyebileceği endişelerini şimdilik azalttı. New York'ta varil başına 46.91 dolar ile 1983'ten bu yana en yüksek seviyesine ulaşan ABD ham petrolü, Venezüella seçim konseyi yetkililerinin, oyların yüzde 94'ünün sayıldığını ve buna göre Chavez'in referandumu kazandığını açıklamaları üzerine 46.20 seviyesine geriledi. Londra Uluslararası Petrol Borsası'nda işlem görüne Brent tipi ham petrol de cuma gününe oranla 43 sent gerileyerek 43.40 seviyesine düştü. Ancak bu uzun sürmedi. Hugo Chavez’in zaferi kesinleşince, yeniden tırmanışa geçen fiyatlar, 50 doları buldu. Enerji piyasaları, referandumdan tartışmalı bir sonucun çıkması ve toplumsal bir kargaşa doğması halinde, ülkenin günlük 2.6 milyon varil olan petrol üretimin kesintiye aksayabileceğinden kaygılanıyordu. Özellikle, Chavez'in referandumu kaybetmesi halinde yandaş işçilerin eylemleri neticesinde sevkiyatın kesintiye uğrayacağı korkusu, uzmanlarca petrol fiyatlarında son günlerde yaşanan rekor yükselişlerin nedeni olarak gösteriliyordu. Oysa asıl korkuları Chavez’in başarılı çıkmasıydı ve oldu. Irak'ın güneyindeki boru hattına düzenlenen sabotaj nedeniyle yaklaşık bir haftadır normal düzeyinin yarısına denk gelen günde 900 bin varil petrol ihracının yapılması ve ABD güçlerinin Şii lider Mukteda el Sadr taraftarıyla girdikleri mücadelenin birkaç kente daha yayılmış olması da piyasalarda endişe yaratıyor. Güney Petrol Şirketi'nden bir yetkili de 1974 krizindeki ortalamalara yakın seyreden fiyatların büyük 92 93 15.8.2004 / Correrradela / Sera Beppesevergnini / Radikal Bak: 10 Ağustos 2004. Milli Gazete 174 ekonomilere henüz darbe vurmadığını ancak, yükselen enerji maliyetlerinin zarar vermeye başladığına dair işaretlerin geldiğini ve beklenmedik krizlerden kuşkulandığını vurguluyor!.. Sonuç: Petrol fiyatlarının ve ABD’li Siyonist sermaye patronlarının geleceği Hugo Chavez’in elinde dünyayı dize getiren Siyonist ABD’ye ve işbirlikçilerine kök söktüren Hugo Chavez, Venezüella’nın Atatürk’ü yerinde. 9. Amerikanın “Kirli Derin Devleti” Olan Yahudi Lobileri Çaresiz Bulunuyor!.. Televizyon ve gazete haberlerinde, “Amerika’daki bazı çevrelerin, yaklaşan Başkanlık seçimlerine gözlemci olarak katılmak üzere Avrupa AGİT’ten temsilci istediği ve bu talebin kabul edildiği” günlerce yer aldı… Hatırlanacağı üzere, geçen seçimleri, Yahudi Lobisinin adayı Al Gor’a karşı George W. Bush, hile ile kazanmıştı… (Veya rakiplerinin hilelerini boşa çıkarmıştı) Clinton’un 2. sefer ve Yahudi Lobilerin adayına rağmen kazanması ve ardından Bush’un yine aynı Lobilere karşı başkanlık koltuğuna oturması, “Amerika’daki gizli güç dengelerinin yer değiştirdiğinin ve Yahudi Lobilerinin artık eski etkinliğini yitirdiğinin bir göstergesi” olarak algılanmıştı… Ve şimdi yaklaşan seçimler için AGİT’ten temsilci, Türkçesi Avrupa’dan destekçi istenmesi; Siyonist mahfillerin ve sermaye diktatörlerinin: Amerika’daki “yeni ve yerli cephe”ye karşı acizlik içinde olduklarının bir kanıtıydı… Bu durum, dünyadaki büyük değişimin yaklaştığını gösteren çok önemli bir ayrıntıydı… Artık, Amerika’ya bile hakim ve sahip olamayan Siyonist sermaye Karunları, başka ülkelerdeki amigolarına nasıl sahip çıkacaklardı?.. Tarihi, her zaman kötüler değil, bazen de iyiler yazacaklardı… Yahudi Lobilerine Rağmen Gerçekleri Yansıtan Film: “Cennet Krallığı’nın” Gölgesindeki Kudüs!… Başrolünde Orlando Bloom’un oynadığı Ridley Scott’ın son filmi “Kingdom of Heaven/Cennet Krallığı” vizyona girmeden tartışma yarattı. Kimileri senaryonun gerçekleri yansıttığını, kimileri dini duyguları istismar ettiğini savunuyor. Belki de sorulması gereken soru şu: Tarihi gerçekler ne kadar “gerçek” aslında? Hollywood’da bugünlerde en çok tartışılan konulardan biri Ridley Scott’ın 2005’te vizyona girecek olan yeni filmi “Kingdom of Heaven/Cennet Krallığı”. 130 milyon dolarlık bir bütçeye sahip olan film 1187’de Haçlı Kuvvetleri’nin egemenliğine son vererek Kudüs’ü ele geçiren Müslümanların savaşını anlatıyor. Daha doğrusu Kudüs’ü savunan Haçlı Şövalyesi Ibelin’li Balian ile efsanevi komutan Selahaddin Eyyubi’nin hikâyesini konu ediniyor. “Gladiator/Gladyatör” filmiyle En İyi Yönetmen Oscar’ını kucaklayan, “Thelma&Louise”, “Alien/Yaratık” ve Hannibal” gibi önemli yapımlara imza atan yönetmen Ridley Scott ise dini duyguları istismar etmek peşinde olmadığını söylüyor. “Elinizi vicdanınıza koyup yüreğinizin ve aklınızın sesini dinlemeniz gerektiğini anlatan bir film. Bunun tartışılacak bir tarafı var mı? Üstelik dini çağrışımlara yol açacak hiçbir şey yok.” diyor. Gerçekten de tarihin akışını değiştiren, üstelik Doğu ve Batı dünyasının geleceğini belirleyen bir savaşı eksen alan “Cennet Krallığı” dini unsurlardan ziyade, kahramanlık ve aşk teması üzerine kuruldu. Şehri yağmalayan Tapınak Şövalyeleri ile Müslüman savaşçıların dehşet veren sahnelerinin dışında dini bir vurgudan özellikle kaçınıldığını söylüyor yapımcılar. Yarası olan gocunuyor!.. ABD’li ve İngiliz akademisyenler filmde özellikle Selahaddin Eyyubi’nin adaletli ve duygulu bir komutan olarak çizilmesi noktasında iki ayrı cepheye bölünmüş durumda. Örneğin İngiltere’de Haçlı Seferleri konusundaki çalışmalarıyla tanınan Cambridge Üniversitesi tarih profesörü Jonathan Riley-Smith “Cennet Krallığı”nın senaryosunu “saçma” ve “tarihi gerçeklerden uzak” olarak nitelendiriyor. “Kocaman bir balon. Saçma sapan ve doğruları yansıtmıyor. Müslümanlar sofistike ve uygar, Haçlılar ise vahşi ve barbar olarak gösteriliyor. Bunun gerçeklerle bir ilgisi yok” diyor. Çünkü işine gelmiyor. “Arapların gözüyle Haçlı Seferleri” kitabının yazarı Amin Maalouf ise “Tarihi çarpıtmak doğru bir işmiş 175 gibi kabul göremez. Bunu iyi bir amaçla yaptığınızı düşünüyor olsanız da fark etmez. Zulüm bu savaşın yalnızca bir yönü değil, tamamı” görüşünü savunuyor. Yani, yarası olan gocunuyor! Herkes aynı fikirde değil elbette. Çekimler başlamadan önce senaryosu incelenip son halini veren beş kişiden biri olan Loyola Marymount Üniversitesi tarih profesörü George Dennis filmin küçük ayrıntıları yakalayan incelikli üslubundan çok etkilenmiş. “Fazlasıyla gerçekçi. Ne Hıristiyan ne de Müslüman kesimden bir tepki geleceğini zannetmiyorum. İki kesimi de incitecek bir şey yok çünkü.” Bizim asıl çektiğimiz nokta: Siyonist Patronlar, artık Hollwood’a bile sahip çıkamıyor!..94 10. Putin, Şeytani Cepheye Karşı İnsani Cephede Yer Alıyor!.. Geçen Temmuz ayında (2004) devletin tepesindeki ve stratejik önemdeki tam 42 makamdan, mason ve hain bürokratları atıp sağlam elemanlar atayan Rusya Devlet Başkanı Vilademir Putin, özellikle “hortumcu”lara savaş açtığını söylüyor… Bunun Yahudi sermayesiyle hesaplaşmak anlamına geldiği, erbabınca biliniyor… Bizde, uzun yıllar Atatürk’ü istismar eden, işleri bitince şimdi “Kemalizmin” bittiğini söyleyen masonlar gibi; Rusya’da da uzun yıllar Stalin’i ve hatırasını kullanan, ama ihtiyaç kalmayınca heykellerini yıktırıp çöpe atan çevrelere inat, Putin kendi tarihine ve geçmişine sahip çıkıyor… Ayyaş uşak Yeltsin’in Volgagrad diye değiştirdiği şehir ismini, yeniden Stalingrad yapıyor!.. Ve aynı Putin, İslâm Konferansına üye olmak istiyor!.. Dünyanın en büyük ikinci askerine ve 6800 nükleer başlıkla, 7200 nükleer başlığı bulunan Amerika’dan sonra ikinci nükleer güce sahip bulunan Rusya’nın bu değişim ve dönüşümü, Siyonizm’in saltanatını sallıyor!.. Ve insanlığın geleceği açısından hayırlı ve yararlı bir gelişme olarak görülüyor!.. Putin’in Türkiye ziyareti öncesinde; Rusya-Gürcistan gerginliğinin artırılması da dikkat çekiyor!? 11. Pakistan-Çin İttifakı: 2004 Temmuz’un son haftası, Çin ve Pakistan orduları sınır boylarında, gerçek mermiler ve son sistem silahlarla 3 günlük ortak bir tatbikat gerçekleştirmişlerdir. Erbakan Hoca’nın Rusya, Brezilya, Venezüella gibi ileride D-8 lere katılacağını söylediği Çin ve Hindistan’ın, Pakistan’la böylesine yakınlaşması, Tarihin akışını değiştirecek önemdeki gelişmelerdir. Siyonist Amerikanın Çin’e gözdağı vermek ve sindirmek için, Tayvan’a yığdığı silahlarla yaptığı gösterişli askeri tatbikatın ardından Çin ve Pakistan’ın bu ortak tatbikatı dikkate değerdir. Bu arada D-8 kurucularından, Bangladeş Muhalefet Lideri Bayan Hasina’ya karşı girişilen ve ülkeyi kaosa sürüklemeyi hedefleyen suikast eylemi de dış güçlerin bir tertibidir. Hindistan’da Milli Güçlerin Başarısı: Yıllardır, Hindistan’ı Pakistan’a karşı kışkırtan ve bu ülkeyi 2. İsrail olarak kullanan Siyonist güçler beklenmedik bir hezimete uğramış ve son Hindistan seçimlerinde İsrail ve Amerika karşıtı Partiler büyük bir farkla iktidara gelmişlerdir. Yeni Hindistan hükümetinin komşularıyla ve özellikle Pakistan’la barışçı bir tavır içinde olacağını açıklaması oldukça anlamlı ve önemlidir. Hindistan’ın yeni Dışişleri Bakanı Natwar Singh’in Pakistan’la uzlaşma, hatta dayanışma içinde olmaları gerektiğine ve bu konuda hükümetinin çok kararlı ve tutarlı bir tavır sergilediğini söylemesi, tarihi ve talihli değişimlerin bir sinyalidir. 95 Şimdi tekrar Türkiye’ye dönelim… 12. Türkiye’nin Atom Bombası: Dünyada nükleer silahlara resmen sahip ABD, RUSYA, ÇİN, FRANSA ve İSRAİL bulunuyor. Bunların yanında Pakistan, Hindistan, ve Güney Afrika’nın da bu imkanlara sahip olduğu biliniyor… Daha birçok ülkenin atom bombasına ve nükleer santrallara sahip olduğu ancak bunu açığa vuramadığı ve dolayısıyla caydırıcı bir güç olarak kullanamadığı tahmin ediliyor. Çünkü açığa vurması ABD ve İsrail’e meydan okuması şeklinde algılanıyor ve bir şekilde askeri ve ekonomik hücuma uğrayıp saf dışı bırakılıyor! Türkiye’mizin de, nükleer füzelere ve teknolojiye sahip bulunduğunu, ancak bunu uzun yıllardır 94 95 17 08 2004 Akşam / Kültür-Sanat 07 10 2004 / Milli gazete 176 konjüktür gereği gizli tuttuğunu güvenilir şahsiyetlerin ifade ve işaretlerinden ve askerimizin ABD ve İsrail’e rağmen yaptığı bazı girişimlerden fark etmiş ve bu düşüncemizi bazı dostlarımızla paylaşmıştık. Geçen dostlarım, www.netpano.com sitesinde Türkiye’nin nükleer füzeler ve denemeler yaptığını anlatan “Atom Bombamız Olsaydı Ne Olurdu?” başlıklı bir hikaye-belgesel yazıldığını söyleyince, onlara “Bu demektir ki artık ülkemiz, bu imkanlara sahip olduğunu dolaylı biçimde ortaya koyuyor ve böylece rakiplerine gözdağı, müttefiklerine moral veriyor” diye hatırlatmıştık… Gerçekten o yazının sonunda bu durumun zaten aynen itiraf edildiğini de okuyunca, ferahlanmıştık… Hikâye şöyle; “İsrail’in tehlikeli ve tehdit edici boyutlarda nükleer silahlara sahip olması, Türkiye’yi özellikle askerleri tedirgin etmeye başlamıştı. Askerlerin zorlamasıyla Türkiye Atom Enerjisi Kurumu, Tübitak ve Üniversitelerin ilgili bölümlerinden gelen uzmanlardan bir ekip araştırma başlattı. Hazırlanan rapora göre; imkân, eleman ve alt yapı vardı ama mutlaka gerekli olan Uranyum veya Plütonyum nerden bulunacaktı?.. Derken, beklenmedik biçimde Sovyetler dağılınca, o kaos ve kargaşa ortamında, çaresiz ve parasız kalan Rus subay ve generallerin bazıları sadece silahları ve gizli bilimsel sırları değil, Mig uçaklarını bile gizli pazarlıklarla satmaya mecbur kalmıştı… Bunların arasında çantada bile taşınabilen taktik atom bombaları bile vardı… İşte bu ortamda, birileri Bakü’deki elçiliğimizi arayıp askeri ataşemize ellerindeki 26 kg. Plütonyum’u Türkiye’ye satmak istediklerini duyurmuşlardı. Askeri ataşemiz bütün resmi ve siyasi makamları atlayarak doğrudan Genel Kurmay 2. Başkanına gizli ve şifreli bir mesajla durumu aktarıyor. Mesaj çözümü hemen Genel Kurmay Başkanına ulaştırılınca derhal Kuvvet Komutanlarını toplayıp konuyu görüşüyor ve acil olarak; Cumhurbaşkanı, Başbakan ve Genel Kurmay Başkanının toplanmasına karar veriliyor… Bu toplantı gerçekleşiyor, Genel Kurmay Başkanının ısrarlı taleplerine Cumhurbaşkanı direnemiyor, bayan Başbakan zaten sıcak bakıyor!.. Sadece Başbakanın bu olaya MİT’in de katılması önerisini G.K. Başkanı özellikle münasip görmüyor!.. Ardından, Azeri satıcıların Ruslardan aldığı 26 kg. Plütonyum Oksit’i yerinde görmek ve devir teslim işlemlerini görüşmek üzere, bir Tümgeneral görevlendirilip Bakü’ye gönderiliyor. İstenen 15 milyon dolar bayan Başbakanın başını ağrıtacak ve bu yüzden Siyonistler tarafından dışlanacak, Örtülü Ödenek’ten karşılanıyor!.. Başka bir Ada ülkede ki kirli işler çeviren güvenilir bir Bankada hesap açılıyor. Yapılan anlaşmalar gereği, malı taşıyan peynir Tır'ı, Gürbulak sınır kapısından sokulup askeri bir kışlaya götürülüyor. Uzmanlarca “sağlam” raporu verilince parsı ilgili bankaya ve sivil bir şirket adına yatırılıyor!.. Testi yapılıp teslim alınan Plütonyum, getirilip “Ayaş” tünelinde saklanıyor. Çünkü herhangi bir sızıntı tespitinde tünelin iki ucunun da kapatılıp tehlikenin atlatılması düşünülüyor. Ayaş tünelinin açılış gecikmesinde bu olayın da etkisi konuşuluyor!.. Pakistan’dan atom bombası yapmak için gereken teknolojik destek alınıyor! Marmaris’te emekliliğin tadını çıkaran Cumhurpaşanın da yardımı dokunuyor!.. Özel oluşturulan ve sıkı denetim altında çalışan ilmi bir ekip sonunda 5 adet Atom Bombası yapmayı başarıyor. Bu iş için yaklaşık 800 milyon dolar harcanıyor… Bombaların bazı parçaları şeker fabrikalarına makine üreten ve MSP döneminde gerçekleşen tesislerde yapılıyor… Yine bir kısım elektronik aygıtlar Vestel ve Aselsan tarafından üretiliyor. Böylece bu gün NATO’cuların ve AKP’li masonların tasfiye etmeye çalıştığı Kuvay-ı Milliyeci generallerin, gayret ve cesareti ile Müslüman topraklarını işgal edip tanklarla Filistin kasabalarına giren Siyonist askerleri “Sıra Ankara’da! Hedef Türkiye!” diye bağıran İsrail’e karşı çok hayati önem taşıyan her biri 30 kilotonluk bombalara: “Sakarya, Gelibolu, Kocatepe, Malazgirt ve Dumlupınar” isimleri veriliyor. Beşinci Atom Bombamız ise Yozgat’ın 100 km. uzak kırsalında ve kullanılmayan bir maden ocağında deneme amaçlı patlatılıyor ve deprem oldu zannediliyor!.. 177 Ve bu Bombalar ve bilimsel sırlar, sadece Cumhurbaşkanı, Başbakan ve G.K. Başkanından oluşan 3 kişilik bir ekibin elinde bulunuyor ve bu görev değişiminde yeni gelenlere devrediliyor!..” Hikâye böyle… Amerika ve İsrail bütün bunlardan habersiz kalabilir mi? Hayır… Mutlaka haberleri vardır… Ama artık Türkiye’ye baskı yapıp: “bunları imha edin veya bize verin” diyecek güçleri bulunmamaktadır. Bu nedenle dünyaya ilan etmeleri de sakıncalıdır. Çünkü o taktirde “Türkiye’ye söz geçiremedikleri” ortaya çıkacaktır. Türkiye ise, bütün dünyayı değiştirecek kutlu çıkış için şartların olgunlaşmasını amaçlamıştır. Rusların ise İsrail ve Amerika’ya karşı Türkiye’nin güçlenmesini arzu ettikleri anlaşılmaktadır. Yoksa sadece para için Azeri aracılara Plütonyum verdiklerini düşünmek mantığa aykırıdır. 13. Hainlerin Devrim Telaşı!.. 6 Ağustos 2004, Akşam gazetesinde ki “Ekim Sonrasına Dikkat” yazısında, Güler Kömürcü’nün Bedrettin Dalan’dan naklettiği gibi: Allah’ı tefekkür ama Amerika’ya tevekkül eden.. Siyonist sömürü sistemine razı ve marazlı Müslüman yetiştiren sivil toplum örgütlerine çevrilen Layt İslamcı tarikatlar ve meşrepler eliyle Hem dini, hem siyaseti yozlaştıran… Ordumuzu; bir akülü telefon piline kadar Amerika’ya bağımlı kılıp zayıflatan… Milli ekonomiyi ve ağır sanayimizi körletip, ülkemizi Amerika’nın hurda çöplüğüne ve Montaj cennetine çevirmekle şöhret bulan… Atatürk’ü “Dokunulmazlık zihni altına alıp, Siyonist sömürü sermayesinin istismar aracı yapan, DP ve Menderes iktidarına karşı yapılan ve 235 Amerikancı generali emekliye ayırıp devre dışı bırakan 27 Mayıs devrimi cinsinden bir Milli hareket, bu günlerde hıyanet cephesinin ve dış güçlerin en önemli gizli gündemini ve tedirginlik nedenini oluşturuyor… “Hain kuşkulu olur ve yarası olan gocunur” cinsinden… Masonik mahfillerden manevi (sömürü) merkezlerine… İslamcı (enayi) entellerden Amerikancı gazetelere… 2. Cumhuriyetçilerden, AKP’li dincilere, hepsi: “her an bir darbe olabilir!..” korkusuyla yatıp kalkıyor!.? Bu arada; Bediüzzaman’ın 1981–1991 yıllarında hazırlıklarını yoğunlaştıracağını… Çıkaracağı ve tüm dünyaya okutacağı imani ve ahlaki eserlerle, 2001 de materyalist ve dinsiz felsefeyi ilmen ve fikren yıkacağını… O güne kadar gizli yürüttüğü hazırlık çalışmalarının başına 2004 yılında bizzat ve izzetle geçip devrimini tamamlayacağını ve 2008 yılında ise, yeni İslam medeniyetinin, deccal düzeni olan siyonizme karşı kesin galibiyet ve hâkimiyet kazanacağını, bildirdiği kutlu şahsiyet ise, müminler ve mazlumlarca zaten bekleniyor!.. (Bak: İlmi Araştırma 1. sayısı ilk konu) İnkârcılar istemeyip karşı çıksa da dinci münafıklar kıskançlıklarından çatlasa da Allah nurunu tamamlayacak, elçisini ve sadakat erlerini muvaffak ve muzaffer kılacaktır. “Her kim Allah’ın O’na (davet ve istikamet yolunda sebat ve sadakat ehli kuluna) ne dünyada, ne de ahirette asla yardım etmeyeceğini (ve başarıya eriştirmeyeceğini) sanıyor (ve savunuyorsa, aldanıyor ve şeytani karakterinden böyle söylüyor.) hele göğe (darağacı gibi) bir araç uzatsın (ve ipi boynuna taksın) sonra (ayaklarını yerden) kesiversin de baksın (bakalım, ruhundaki nifaktan dolayı) kurduğu tuzak içindeki öfkesini giderebilecek mi? (hâlbuki hainler ve kâfirler çatlasa da, Allah elçilerini muvaffak, dinini hükümran kılacaktır)”96 14. “Karun”ların Kaçış Hazırlığı: Serdar Turgut’un 4 Ağustos 2004 Akşamdaki yazısının başlığı: “Yavaştan Tüyüyorlar Galiba”!?.. Daha önce Rahmi Koç’un, muhtemelen eylülden sonraki gelişmelere göre iki yıl sürecek bir uzun dünya devri âlemi için seyahate çıkacağını… Şimdilerde, İhsan Kalkavan’ın, Cem Boyner’in ve oğul Mustafa Koç’un, yine uzun vadeli seyahat hazırlığı telaşı yaşadığını yazan Serdar Turgut’un ifadesiyle “bu alttan ve yavaştan tüyme.. Yani yıllardır kaymağını yedikleri Türkiye’yi terk etme” niyetleri, bir mecburiyetten doğmuş olmasın!? Sömürü hortumlarını kesecek, karanlık yaşamlarını ve kazançlarını hesaba çekecek bir devrim ve değişimin derin haberleri 96 Hac:15 178 duyulmuş olmasın!?.. 15. Artık bu sömürü sisteminin çıbanı deşilmelidir. Çünkü geciktikçe güçleşmektedir: Dağ başı gibi Hepimiz Doğu ve Güneydoğuda neler olduğunu biliyoruz. Elbette, devletin ilgili birimleri de durumun farkında. Oralarda “Birkaç kilo toz, bir otobos” demek. Hiçbir iş yapmayan, devlete bir lira vergi ödemeyen insanların altında son model Mercedesler var. Değirmenin bu suyu nereden geliyor? Gayri meşru işlerden! Görünen köy kılavuz istemez. Baksanıza, artık uyuşturucu satışı büyük şehirlerde liselerden ortaokullara kadar düşmüş durumda. Bu ülkeye tonlarca uyuşturucu giriyor. Bir kısmı içeride tüketiliyor. Büyük bir bölümü de başka ülkelere gönderiliyor. Gençlerimiz zehirleniyor. Birileri de bu işlerden büyük paralar kazanıyorlar. Yetmiyor, devlete kafa tutuyorlar. Peki, bütün bunlar devlet içinden yardım almadan yapılabilir mi? Yapılamaz elbette. Ortaya çıkan rantı, bazı devlet görevlileri de paylaşıyorlar. Böyle olunca da dev bir menfaat çetesi ortaya çıkıyor. Önce bu çetenin devlet ayağının kırılması gerekli. Bu sistem mutlaka değişmeli.97 Patron Çakıcı! Yolsuz kalan devlet kalkınamaz, kiralanır. Bir yanda mafya, diğer yanda devlet. Bakmayı bilen ve gören için hangisinin güçten düştüğü, kimin palazlandığı açıktır. 1- Vergisini toplayamayan, bütçesini denk tutamayan devlet, polisine, istihbaratçısına, hakimine, savcısına bakamaz... Onları mafyanın kucağına atmaktadır. 2- Mafya da zaten var olabilmek için kamu görevlisiyle yardımlaşmaya muhtaçtır. 3- Kayıt dışı devlet mafyanın hizmetine girer, kayıt tutamaz hale gelir. Artık mafyanın ve masonların kuklasıdır. Susurluk sürecini Asala ve PKK ile mücadele bahanesiyle aklama çabasında olanlar yine sahne aldılar. Alaattin Çakıcı’yı devlete hizmeti nedeniyle koruduklarını anlatma gayretindeler. Dinleyip inananlar da, devleti patron, Çakıcı’yı memur sanır... Çakıcı ile MİT arasındaki irtibat 17 yıllık. Bu süreçte Alaattin Çakıcı, MİT’e ne gibi katkıda bulundu? 1994 yılında birkaç ay Hollanda’da Dursun Karataş’ın peşinde dolaşıp sözde istihbarat toplamak dışında ne iş yaptı, hiç! Peki, karşılığında devletten ne aldı? Kırmızı pasaportlar, kaçışına yardım, Yargıtay ricacıları... O halde patron kim, devlet mi, yoksa Çakıcı mı? Ne yazık ki Çakıcı gibi gözüküyor.98 Bu fotoğrafa dikkat! Patrik, Reuters Ajansı’nın sorularına verdiği (Hem de yazılı!) cevapta: ‘Türkiye’de din özgürlüğü kavramının oldukça kısıtlı ve yüzeysel olduğunu, kiliselerin, dini vakıfların, manastırların, mezarlıkların ve okulların idaresiyle ilgili haklarının olmadığını ve maddi ve idari bağımsızlıklarının ve kendi kendilerini yönetme haklarının bulunmadığını’... Söylüyor ve ilave ediyor: ‘Avrupa Birliği baskısının, 1971’de kapatılan Heybeliada Ruhban Okulu’nun tekrar açılmasını sağlayacağına inanıyorum’... Bu iş, burada mı kalacak zannediyoruz? Ayasofya’nın artık, gerçek (!) hüviyetine kavuşturularak tekrar ‘kilise’ye dönüştürülmesinin zamanının geldiğini yazan ve söyleyenlerin seslerinin giderek yükseldiğinden haberiniz yok mu? Neden böyle oldu? Cevabı çok açık, ‘Bizler fert, toplum ve devlet olarak, Milli kişiliğimizi kaybettik de ondan’... Lütfen o fotoğrafı hatırlayınız, ABD Başkanı İstanbul’a geldiği zaman çekilmiş şu fotoğraf: ABD Başkanı ortada, altmış dokuz buçuk milyon Müslüman’ın dini temsilcisi, Türkiye Cumhuriyeti’nin Diyanet İşleri Başkanı bir yanında, diğer yanında ise, altı bin Rum Ortodoks vatandaşımızın dini temsilcisi Patrik Efendi. Sen, bu resmin çekilip, yayınlanmasının anlamının farkında değilsen, daha çok ‘olmaz’lar ‘olur’ hale gelecektir.’ Ve bu gidişle İstanbul Vatikan’a çevrilecektir! 99 Türkiye'den ne istiyorlar? 15.8.2004 / Emin Pazarcı / Tercüman 15.8.2004 / Enis Berberoğlu / Hürriyet 99 15.8.2004 / Kemal Yavuz / Akşam 97 98 179 Bu arada elbette ki Avrupa Birliği'nin sadece dini amaçlara hizmet eden ve yalnız bu alanda işlev gören bir örgüt olduğunu düşünmüyoruz. Hayat hiçbir zaman tek nedene indirgenebilecek kadar basit değil. Bireyler gibi örgütler de sadece tek boyutla anlaşılamayacak kadar karmaşıktırlar. Anlatmak istediğim şudur: Eğer bizler örgütleri ve bireyleri; sadece maddi nedenselliklere bakarak anlamaya çalışırsak, yanlış yaparız. Örgütleri ve bireyleri hayattaki davranışlarında ateşleyen, onları motive eden inanışlar, semboller ve manevi amaçlar çözümlenmezse, onları doğru anlama ve yorumlamada başarısız kalırız! Avrupa Birliği gayet tabii ki; siyasi ve ekonomik amaçları da olan bir topluluktur. Ancak AB’yi kuran ve örgütü omuzlayan bireylerin başka boyutları da vardır. (AB’nin arkasındaki Siyonist merkezlerin çok sinsi hesapları da bulunmaktadır.) O başka boyut: yani dini inanışları, hedefleri ve beklentileri göz ardı edildiği takdirde, AB denilen örgütü tam anlamıyla kavramamız mümkün olmayacaktır. Bu insanların bayraklarında ve binalarında ortaya koydukları semboller, kullandıkları özel sözcükler ve kurdukları özel ve sinsi ilişkiler aslında o başka boyutlarını bize açıkça göstermektedir, bu bir anlamda kendilerini bilinçli bir şekilde açığa vurma olayıdır!.. Görmek isteyen bunu görür ve olan biteni gerçekten anlama sürecinde daha güçlü ve bilinçli hale gelir. Maalesef bugün Türkiye'de 'gerçeği görmek istemeyenler' hakim durumdadır. Siyasete, medyaya ve iş alemine hakim olan görüş: AB'nin Türkiye'ye demokrasi ve büyük özgürlükler getirme hedefi olduğundan ibarettir. Bizler görüşümüzü bununla sınırladığımızda; AB ile ilişkilerde sürekli küçümsenen ve kaybeden taraf olmamız kaçınılmazdır. Ve maalesef Türkiye bu kaybetme sürecine çoktan girmiş durumdadır, bunun işaretleri de zaten görülmektedir. Aslında, bir ezoterik dini örgüt de olan AB, İslamiyet’e temelde karşı olduğu halde, acaba Türkiye ile neden ilişkisini bir şekilde sürdürmektedir? (Siyonistler, (Yahudiler, Hıristiyan veya Müslüman olmuş Yahudi asıllı dönmeler) niye Türkiye’yi oyalamak istemektedir?) Bu sorunun cevabının anahtarı Ortadoğu'dadır. Temelleri yüzlerce yıldır atılmış olan manevi ve maddi çekişme ve çelişkilerin çıkış noktası da Ortadoğu'dur, bunların nihai çözümünün de Ortadoğu'da olacağı yolunda inanç da vardır. (Büyük İsrail hayalini hedefleyen Siyonizm’i hesaba katmadan bu denklemi çözmek imkânsızdır.) İnançları ve insanın manevi yanını göz önüne almadan çözümleme yapmaya çalışan görüşler; Orta Doğu'ya bakınca sadece petrolü görür, suyu görür, bunların emperyalist paylaşımının farkına varır… Bunlar gayet tabii ki çok önemlidir; ancak insanlar emperyalist hedeflerini gerçekleştirirken kendi davranışlarını manevi boyutla da motive etmek ve desteklemek ihtiyacındadır… “Mesih beklentisi, kutsal topraklar söylemi, dini savaş hikâyeleri” gibi söylemler: farklı ve çıkara dayalı hedefleri bir arada tutan, onları koordine eden, insanları bir hedefe kilitleyen bir tür zamk rolü oynamaktadır. Avrupa Birliği: Ortadoğu'da somut ve soyut çıkarlarını Türkiye'nin yardımı olmadan tam anlamıyla kollayamayacağını düşünmektedir. Ve bizi kullanmak sevdasındadır. AB'nin bizimle ilişkilerini tamamen kopartmamasının ve üyelik sürecimizi aslında olumlu sonuçlandırmak istememesine rağmen bunu bir şekilde oyalamaya bırakmasının tek nedeni bu korkularıdır. AB; Türkiye kartını elinden kaçırdığında; binlerce yıldır temeli atılmış olan hesaplaşmaların arenası olacak Ortadoğu'da yenileceğinin farkındadır. 'Türkiye kartının' önemini Amerika da çok iyi bilmektedir. Irak savaşı öncesinde Türkiye'nin de savaşın içine çekilmesi için bu kadar uğraş verilmesinin sebebi de burada aranmalıdır… ABD, sadece Irak için Türkiye'yi yanında görmek istememekteydi. Bölgedeki çıkarları ve İsrail’in amaçları açısından ABD, Türkiye’yi mutlaka bu savaşının içine çekmek zorundadır. 180 Yani anlayacağınız aynı sebeplerle ve aynı hedeflerle bölgeye hükmetmek isteyen AB ve Amerika: Ortadoğu üzerinde hükümranlık çatışması içindedirler ve onlar açısından Türkiye sadece bu boyutuyla önem kazanmaktadır. Şunu da unutmayın. Önemli kaosların beklendiği maddi ve manevi alt üst oluşların yaşanacağının tahmin edildiği yüzyılımızda; dünyanın dinamiğini kontrol eden güçlerin dikkati Türkiye'ye kilitlenmiş durumdadır. Bu karar nerede ve nasıl alındı tam bilmiyorum, anlayamıyorum ama; Türkiye'nin kullanılıp yıpratılması ve bölünüp parçalanması kararı, öyle görünüyor ki alınmış durumdadır. Türkiye üzerindeki operasyon sadece kaba kuvvetle yapılmayacak; inançlar, manevi bağlantılar, semboller de kullanılacak, bizim üzerimizde oynanacak oyunda. Evet, 21'inci Yüzyıl'ın Büyük Oyunu; Türkiye'de oynanacak ne yazık ki. Bu büyük güce karşı ne yapılabilir? Açıkça söylemek gerekirse bazı şeyler seziyorum, ama ifade edemiyorum. Çünkü Türkiye yıllardır kendi içinden güçsüzleştirildi. Eğitim sistemi, sağlık sistemi, altyapısı çöktü, çöktürüldü, insan kalitesi ve ahlak seviyesi bozuldu, ulus bilinci yok edildi göz göre göre bu ülkenin. Son tartışmalara bakılırsa devlet sistemi de içinden çürümüş ve çökmeye hazır görülüyor. Ve maalesef ben, bu ülkenin insanlarının bir bölümünün, “kendi ülkelerinin yok olma sürecine neden bu kadar aktif katılıyorlar?” sorusuna inanın cevap bulmakta zorlanıyorum. Klasik “hainler, iç düşmanlar” söylemi bu fantastik durumu anlatmaya, anlamaya yetmiyor, bana inanın. Çok değişik bir ülke durumuyla karşı karşıyayız ve inanın bana: neler olup biteceğini az çok tahmin etmekle birlikte, bunun neden böyle olması gerektiğini ve nasıl gelişeceğini ben de çok merak ediyorum. Umarım bir gün bu nedenler de netleşir. Ama şunu bilin ki önümüzdeki yıllarda merkezinde Türkiye'nin de bulunacağı bir büyük alt üst oluşun yaşanacağı neredeyse kesindir… 100 Sular iyice bulanmadan durulmayacaktır. Ve bu karıştırma ve kapışma; Türkiye’nin, kurtuluş savaşı örneği, beklenmedik bir zafer kazanması ve zalim dünya düzeninin yıkılıp, Adil bir medeniyetin kurulmasıyla sonuçlanacaktır. George Soros’un Bush Düşmanlığı! Amerika Birleşik Devletleri’nin 11 Eylül olaylarından sonra ulusal güvenlik stratejisine eklediği “Bush Doktrini”ne şimdiye kadar pek çok eleştiri yapıldı, doktrinin sakıncalarına dikkat çekildi. Biz de bu köşede defalarca bu doktrinin Bush yönetiminin küresel imparatorluk hayaline hizmet ettiğini, dünyaya bundan sonra daha fazla kan ve gözyaşı getireceğini yazdık. “Bush Doktrini”ne bu defa “içerden” bir eleştiri geldi. Kafkaslar’daki “kadife devrimlerde” parmağı olduğu bilinen, uluslararası alanda finans spekülatörlüğü yapan, Türkiye’de de kimi sivil toplum örgütlerini kullanarak manipülatif çalışmaları örgütleyen George Soros, “Amerikan üstünlüğü hayali” isimli yeni kitabında, “Amerikan gücünün yanlış kullanıldığını” belirterek, Bush yönetimine ateş püskürüyor. “Yeni Amerikan Yüzyılı Projesi...” 1997 yılında aralarında Dick Cheney ve Paul Wolfowitz gibi isimlerin de yer aldığı bir grup “Yeni Amerikan Yüzyılı Projesi” adı altında bir rapor hazırlamışlar ve “Amerika’nın küresel liderliği ele geçirmesinin şart olduğunu” beyan etmişlerdi. “Yeni Amerikan Yüzyılı Projesi”nde yeni yüzyılın Amerikan ilkeleri ve çıkarları doğrultusunda şekillendirilmesi de talep edilmiş, bunun için savunma harcamalarının arttırılması, Amerikan değerlerine düşman olan ülkelere meydan okunması ve Amerika’nın çıkarlarına uygun bir uluslararası düzenin kurulması istenmişti. “Yeni Amerikan Yüzyılı Projesi” o tarihlerde kendisine uygulama alanı bulamamıştı. Ta ki, 11 Eylül 100 17.08.2004 / Serdar Turgut / Akşam 181 olayları meydana gelene kadar... George Soros, neocon’ların hazırladığı “Yeni Amerikan Yüzyılı Projesi”nin 11 Eylül’den sonra nasıl hemen uygulamaya girdiğini şöyle aktarıyor: “11 Eylül, bütün engelleri tek bir vuruşla ortadan kaldırdı. Başkan Bush, terörizme karşı savaş ilan etti, Amerikan halkı başkanının arkasında saf oluşturdu. Ondan sonra Bush yönetimi terörist saldırısını kendi amaçları doğrultusunda istismar etmeye başladı. Eleştirileri susturmak ve ulusu başkanının arkasında birlikte tutmak isteyen yönetim, ulusu etkileyen korkuyu bilinçli bir biçimde besledi. Daha sonra Amerikan üstünlüğü rüyasının peşinden gitmek için terörizme karşı savaşı kullandı. 11 Eylül bu şekilde tarihin akışını değiştirdi…“ Bush Doktrini: “Hayvan Çiftliği!” ABD’nin ulusal güvenlik stratejisine eklediği Bush Doktrini, ABD’nin her koşulda askeri üstünlüğünü korumayı ve istediği zaman da gerekçe bile göstermeden askeri müdahalede bulunmayı öngörüyor. Doktrin, Amerikan çıkarlarını, bütün diğer devletlerin egemenlik ve çıkarlarının üzerinde görüyor. Soros, Bush Doktirini George Orwell’in “Hayvan Çiftliği”ni anımsattığını söylüyor: “Bütün hayvanlar eşittir, ama bazı hayvanlar diğerlerinden daha eşittir.!” Bush Doktrini içinde yer alan “demokrasi ve özgürlük getirme” söylemini de sahte bulan Soros, bu söylemin önünde sonunda Amerika’nın galip geleceği fikrine endeksli olduğunu belirtiyor. Bush yönetiminin “Irak’a özgürlük götürme” operasyonunun fiyaskoyla sonuçlanmasına da dikkat çeken Soros, “Irak işgali tam bir felakete dönüştü” yorumunu yapıyor. Soros, Amerika’nın geldiği son nokta itibariyle demokrasi için önemli bir tehdit oluşturduğuna dikkat çekerek, “Bush yönetimi, askeri güç kullanarak dünyanın geri kalanına görüşlerini ve çıkarlarını dayatmaya çalışıyor. Bush doktrininde bunu yapmaya hakkı olduğunu iddia ediyor. Ama doktrinin ilk uygulaması olan Irak’ın işgalinde bu ters tepki, ABD ile dünyanın geri kalanı arasındaki uçurum açıldı” yorumunu yapıyor. “Amerika aşırıların elinde!..” George Soros, “Amerikan Üstünlüğü Hayali” isimli son kitabında Bush yönetiminin hem dünyayı hem de kendi ülkesini adeta felakete sürüklediğini ifade ederek şu eleştirilerde bulunuyor: “ABD, sadece ülkenin karakterini değil, dünyadaki rolünü de değiştiren aşırı bir ideolojinin elindedir. Aşırı olarak niteliyorum, çünkü Amerika’nın büyük çoğunluğunun değerleri ve inançlarıyla uyumlu olduğuna inanmıyorum. Hükümetin, hem yürütme hem de yasama kanadı aynı tutuma kapılmışlardır ve Bush bunu yargıya da dayatmak için bir kampanya yürütmektedir. Hükümet, daha önceden olmadığı gibi otoriter ve zalimce davranmaktadır. Eleştiri yapanlar, vatan-sever olmamakla suçlanmaktadır. Bush yönetiminin politikaları, yalnızca Amerika’nın dünyadaki durumunu etkilememekte, aynı zamanda yurt içinde orta sınıfın ve fakirlerin aleyhine zenginlere yaramaktadır.” Görüldüğü gibi neocon’ların güdümündeki Bush yönetiminin küresel imparatorluk hayali, diğer ülkeler kadar ABD içinden de sert bir biçimde eleştiriliyor. Soros’un bir yandan kadife devrimlere imza atarak Amerikan yanlısı yönetimlerin işbaşına getirilmesine katkıda bulunması ama diğer yandan da Bush yönetiminin küresel hegemonya hedeflerine böylesine karşı çıkması ilginç bir tablo ortaya koyuyor. Demek ki, Bush’un gözünü bürüyen kan, Amerikan değerlerinin yayılması için hizmet eden Soros’u bile ürkütmeye başlamış!101 Keşmir’de şeytanın bacağı kırılıyor! Pakistan-Hindistan diyaloğu, “Hangi noktalarda ayrılıyoruz?” sorusuyla değil “Hangi noktalarda birleşebiliriz?” sorusuyla başlamalı. Ekonomik ilişkiler alabildiğine geliştirilmeli. Öyle ki, Hindistan ve Pakistan birbirine bağımlı hale gelmeli. Karşılıklı bağımlılık ilişkisi, kavganın 1 numaralı panzehiridir. İşte görüyoruz: Daha ortada fol yok yumurta yok, İran-Pakistan-Hindistan doğalgaz boru hattının sadece adı mevcut, ama Yeni Delhi ve İslamabad yönetimleri arasında şimdiden bir yumuşama başladı… Bilindiği gibi Hindistan ve Pakistan devletleri kurulurken (Ağustos 1947) Keşmir bölgesinin statüsü konusunda ihtilafa düşüldü. İki taraf da Keşmir üzerinde hak iddia edince ordular karşı karşıya geldi, savaşlar 101 02 Mayıs 2005 – Dr. Abdullah Özkan – Milli Gazete 182 birbirini takip etti, karşılıklı olarak ağır zayiatlar verildi ve hâlâ veriliyor. Jammu-Keşmir (Hindistan tarafı) ve Azad Keşmir (Pakistan tarafı) olmak üzere ikiye bölünen Keşmir, güç birliği yapmaları halinde süper güce dönüşebilecek olan iki ülkenin bir araya gelmesini engelleyerek, emperyalizmin soysuz değirmenine su taşıyor. Hindistan’ın kurucu lideri Gandi, savaşı durdurmak için Pakistan’a bir dostluk ziyaretinde bulunmaya hazırlanırken öldürülmüştü (30 Ocak 1948). Ne yazık ki Yeni Delhi, Gandi’nin değil, bu barış misyonerini hunharca katleden fanatik Hindu milliyetçilerinin Keşmir siyasetini tercih etti. 58 yıldır bu siyasetten şaşmıyor. Askeri meydan okumaların ötesine geçmeyen ve dolayısıyla Pakistan’ı bilemekten başka bir işe yaramayan Keşmir siyasetini değiştirmeye, Pakistan’la uzlaşma yollarını aramaya yanaşmıyor. Hâlbuki 100 milyonun üzerinde Müslüman vatandaşı bulunan Hindistan’ın, her şeyden önce kendi iç huzuru için Pakistan’la uzlaşmaya ihtiyacı var. Hindu vatandaşları ile Müslüman vatandaşları arasındaki ‘mutat’ çatışmaların önüne geçemeyen Hindistan hükümeti, bu sorunun ancak ‘Keşmir üzerinden’ çözülebileceğini idrak etmelidir. Jammu Keşmir’de Hindistan ordusu ile Pakistan destekli mücahit grupları arasındaki kanlı çatışmaların sona ermesi ve Yeni Delhi ile İslamabad arasındaki buzların erimesi, emperyalist tezgâhlarda kullanılmaya pek elverişli olan etnik gerilimin düşmesine, ulusal birliğin önündeki psikolojik engelin kalkmasına ve Hindistan’ın provokasyonlardan/sabotajlardan emin bir şekilde yükselmesine hizmet edecektir. Çözümsüzlükte Pakistan’ın da mutlaka kusuru vardır. Devasa gövdesine rağmen Asya’da etkin bir güç olamayışı, Pakistan’ın siyasi manevra kabiliyetini fena halde sorgulamamızı gerektiriyor. Keşmir meselesinde saplanıp kalan, siyasetle askeriyeyi birbirinden ayıramayan, sosyal ve ekonomik politikaları ‘olağanüstü hal’lerin gölgesinden kurtaramayan ve feodaliteyle kararlı bir mücadeleye giremeyen İslamabad, “Hindistan işgali altındaki Keşmir topraklarını kurtaracağız” derken koca Doğu Pakistan’ı (Bangladeş) kaybetmiştir. Hint kökenli Amerikalı Müslüman mütefekkir Muktedar Han’a göre “tamamen Keşmir’e endeksli siyaset” bir an evvel değişmezse, Pakistan’ın bağrından yeni Bangladeş’ler çıkabilir. Hindistan’la barışmak (ve düşmanlığın ağır askeri-sosyal-ekonomik-siyasi faturalarından kurtulmak), Pakistan’ın stratejik önceliği olmalıdır. Hem Hindistan’ın hem de Pakistan’ın maslahatı, savaş baltalarının toprağa gömülmesini gerektiriyor. Keşmir meselesinin çözülmesi çok önemli ama bugün için bundan daha önemli olan, tarafların, düşmanlığı ne pahasına olursa olsun bitirmeye azmettiklerini, ilişkilerde yepyeni bir sayfa açtıklarını, bundan böyle ihtilaflara değil işbirliği imkânlarına odaklanacaklarını, iki ülkenin muazzam potansiyellerini birleştirmeye ve müşterek kalkınmanın yolunu açmaya bakacaklarını mümkün olan en açık şekilde ifade etmeleridir. Bu yapılırsa Keşmir’de tansiyon düşer ve karşılıklı restlerin yerini karşılıklı jestler alır. Bazı meseleleri çözmenin tek yolu, o meseleler üzerinde hiç durmamaktır. Türkiye-Suriye yakınlaşmasını, Hatay ve Fırat meselelerindeki tarihi anlaşmazlıkların ‘gözardı’ edilmesine borçlu değil miyiz? Pakistan-Hindistan diyalogu da “Hangi noktalarda ayrılıyoruz?” sorusuyla değil “Hangi noktalarda birleşebiliriz?” sorusuyla başlamalı. Ekonomik ilişkiler alabildiğine geliştirilmeli. Öyle ki, Hindistan ve Pakistan birbirine bağımlı hale gelmeli. Karşılıklı bağımlılık ilişkisi, kavganın 1 numaralı panzehiridir. İşte görüyoruz: Daha ortada fol yok yumurta yok, İran-Pakistan-Hindistan doğalgaz boru hattının sadece adı mevcut ama Yeni Delhi ve İslamabad yönetimleri arasında şimdiden bir yumuşama başladı. Hindistan’ın doğalgaza ihtiyacı var. İran, bu ihtiyacı uygun bir fiyatla karşılamaya hazır. Ticaretten yüklüce bir pay almayı ümit eden Pakistan, doğalgaz boru hattının kendi topraklarından geçmesine sıcak bakıyor. Azad Keşmir’le Jammu Keşmir arasında otobüs seferlerinin başlaması, Keşmir’deki belli başlı mücahit gruplarının ateşkese hazır olduklarını ilan etmeleri, Pakistan Cumhurbaşkanı Müşerref’in bir kriket maçını bahane ederek Hindistan’a gitmesi, Müşerref ve Hindistan Başbakanı Singh’in “Aramızdaki sorunları çözene kadar müzakere masasından kalkmamalıyız” gibi açıklamalar yapmaları, elbette bu doğalgaz boru hattı projesiyle doğrudan ilgili. Müşterek menfaatin ucunun görünmesi Hindistan’la Pakistan arasında böyle bir ‘bahar havası’ oluşturabiliyorsa, projenin hayata geçip müşterek menfaatin bütün görkemiyle ortaya çıkması halinde nasıl bir havanın oluşacağını varın siz hesap edin. 183 Amerika Birleşik Devletleri bu hesabı çoktan yaptı ve projeyi sabote etmek için harekete geçti. Hindistan hükümetini İran doğalgazından vazgeçmeye çağıran ABD, sadece İran’ın mevzi kazanmasını değil, aynı zamanda Hindistan’la Pakistan’ın yakınlaşmasını da önlemeye çalışıyor. Çünkü bu yakınlaşma, Asya’nın kapılarının ABD’ye tamamen kapanması sonucunu doğurabilir. Cenâb-ı Allah, Hindistan ve Pakistan yöneticilerine basiret ihsan etsin. Geçmişte defalarca bir araya geldiler, fakat her defasında emperyalistlerin fitnelerine yenik düştüler. Bu defa şeytanın bacağını kıracak gibiler…102 Bu tarihi ve talihli gelişmeler karşısında telaşa kapılan Amerika şimdi Avrupa’ya yaklaşıyor, hatta bir nevi yalvarıyor ve yağ çekiyor… Çünkü Hindistan, Çin, Pakistan gibi, biri birine karşı kışkırtıp kullandığı kalelerini bir bir kaybediyor. Çin, Pakistan, Hindistan, Rusya ve İran yakınlaşmaları ve Milli Türkiye’nin bu ülkelerle ilişkilerini güçlendirme çabaları, Siyonist ve Emperyalist Amerika’yı derinden derine düşündürüyor, delileştiriyor ve bu şaşkınlıktan daha büyük girdaplara düşürüyor.!.. Atlantik ittifakı: ABD/AB işbirliği aranıyor! Avrasya İşbirliğine ve D-8 girişimlerine karşı giderek hırçınlaşan ve yalnızlaşan Amerika, şimdi Avrupa’yı resmen yanına almak istiyor. “Ulusal güvenliğin sağlanması, aynı zamanda küresel güvenlik anlamına da gelebilir mi?” Uzun süredir bu sorunun cevabını arayan Amerika Birleşik Devletleri’ne, Uluslararası Stratejik Araştırmalar Merkezi danışmanlarından Zbigniew Brzezinski yazdığı “Tercih: Küresel hâkimiyet mi, küresel liderlik mi?” isimli kitabıyla yol gösteriyor. Brzezinski’nin yukarıdaki soruya cevabı kısa: “Ulusal güvenlik, küresel güvenlik ile çok yakından bağlantılı ve küresel güvenlik sağlanmadan küresel liderliğe oynamak da mümkün değil…” ABD’nin büyük stratejik “tercih”i Aynı zamanda John Hopkins Üniversitesi’nde dış politika dersleri veren Zbigniew Brzezinski, Amerika Birleşik Devletleri’nin küresel güvenliği sağlamak için tercih etmesi gereken alternatifin adını da koyuyor: “Atlantik İttifakı!..” Amerika ile Avrupa’nın küresel ortaklık yapmasını öneren Brzezinski, “her iki taraf da birbirine muhtaç ve birbirini tamamlar niteliktedir. Böyle bir ittifakla birlikte Amerika artı süpergüç haline gelir, Avrupa da sağlam bir şekilde bütünleşir” görüşünü savunuyor. Brzezinski, bu görüşünü şu şekilde temellendiriyor: “Avrupa olmadan Amerika hâlâ hâkim güç olmaya devam edecektir ancak küresel olarak her şeyi yapabilecek güçte olmayacaktır. Diğer taraftan Amerika olmadan Avrupa zengin ama iktidardan yoksun olacaktır. Yalnızca Atlantik’in iki kıyısının birlikte çalışması, dünya çapındaki ilişkilerin belirgin bir biçimde geliştiği gerçek küresel bir durum meydana getirebilir. Böyle olması için, Avrupa şu andaki koma halinden çıkmalı, kendi güvenliğinin küresel güvenlik ile olan ayrılmazlığının Amerika’nınkinden daha fazla olduğunun farkına vararak kaçınılmaz pratik çözümleri ortaya koymalıdır. Amerika olmadan güvende olamaz, Amerika’ya karşı birleşemez, Amerika’yı onunla birlikte hareket etmeye istekli olmadan belirgin bir şekilde etkileyemez…” Görüldüğü gibi Brzezinski, Avrupa’ya karşı adeta meydan okumakta, “Amerika olmadan Avrupa’nın neredeyse bir hiç olduğunu” iddia etmektedir. Avrupa’ya aba altından sopa göstermeyi de ihmal etmeyen Brzezinski, “Avrupa’nın güvenliği küresel güvenliğe bağlıdır” diyerek, Avrupa’nın ABD’ye teslim olmaktan başka çaresinin olmadığını da özellikle belirtmektedir… Brzezinski, ABD’ye akıl veriyor ABD’nin küresel güvenliği için “Atlantik İttifakı” teklifinde bulunan Brzezinski, Avrupa’ya bu fikri kabul ettirmenin yollarını da yazdığı kitabında Bush yönetimine gösteriyor. Brzezinski, öncelikle ABD, en önemli stratejik ortağı olan Avrupa’yı bölme tutkusundan vazgeçmelidir diyor. “Eski veya yeni Avrupa diye bir şey yoktur, bunlar tarihi içeriği olmayan sloganlardır” diyen Brzezinski, “Avrupa’nın aşamalı olarak 102 Hakan Albayrak / 24.04.2005 / Milli Gazete 184 birleşmesi Amerika’yı tehdit etmez, aksine bu Atlantik Topluluğu’nun toplam ağırlığını artırmak suretiyle Amerika’nın işine gelebilir. Böl ve yönet politikası, taktiksel olarak şartları eşitlemek açısından çekici olsa da, dar görüşlü ve ters tepen bir politika olacaktır” değerlendirmesinde bulunuyor. Peki, Avrupa ile kurulacak Atlantik ittifakında şartlar ne olacak? Bu konuda da ABD yönetimine akıl veren Brzezinski, ABD’nin asla yüzde 50 / yüzde 50 gibi bir ortaklığa razı olmamasını istiyor. “Nüfus olarak daha genç, daha dinç ve siyasi olarak bütünleşmiş bir Amerika, siyasi ve askeri açıdan birbirinden farklı, yaşlanan, birleşen fakat bütünleşmeden uzak ulus devletlerin oluşturduğu Avrupa ile kıyaslanamaz” yorumunu yapan Brzezinski, yarı yarıya eşit bir ortaklık olmasa da, tek gerçek seçeneğin, ortak küresel politikayı şekillendirmede ve uygulamada ağırlıklı etkinliğe sahip bir Avrupalı ortak olacağını belirtiyor. ABD kendisine “suç ortağı” arıyor Brzezinski’nin ABD ile Avrupa Birliği üyeleri arasında kurulmasını teklif ettiği “Atlantik İttifakı”nı, zamanlamasına ve koşullarına bakarak Amerika Birleşik Devletleri’nin küresel hegemonyasını pekiştirmek için atmak istediği bir adım olarak değerlendirmek mümkündür. Irak’ı işgalinde bazı Avrupa ülkeleri ABD’ye karşı çıkmış, hatta kimi AB üyesi ülkelerde Bush yönetimini çok sert protesto eden geniş katılımlı gösteriler düzenlenmişti. “Atlantik İttifakı” projesi, Avrupa’dan bu tepkilerin “intikamını” almaya yönelik bir teklif gibi gözükmektedir. Bush yönetimine yol gösteren Brzezinski, Avrupa’nın gücünü pasivize etmeyi, dünyanın tek hegemonik gücü olarak ABD’nin kalmasını hedeflemektedir. Brzezinski’nin, AB üyesi ülkeleri kendi teklifine ikna etmek için gösterdiği nedenler ile Bush’un son NATO toplantısında yaptığı konuşmanın paralel anlamlar taşıması da, “Atlantik İttifakı” teklifinin aslında Beyazsaray kaynaklı olabileceğini akla getirmektedir. Bilindiği gibi Bush NATO toplantısında Avrupa ülkelerine seslenerek, “Bizim ortak düşmanımız küresel terörizmdir, ona karşı birlikte mücadele etmeliyiz. Hem biz gösterildiği gibi farklı değiliz, ortak değerleri savunuyoruz” demişti. Brzezinski’nin yazdığı “tercih” isimli kitaptan, ABD’nin Avrupa’yı kuşatmak için düğmeye bastığı görülüyor. Ama Avrupa’ya, “teslim olmaktan” başka bir “tercih” bırakılmadığı da açıkça anlaşılıyor.103 103 Dr. Abdullah Özkan / 24-Nisan-2005 / Milli Gazete 185 YENİ BİR DÜNYANIN, DOĞUM SANCILARI Erbakan Hoca 3 Eylül 2004 Cuma Sohbetinde: “Dünyayı gizlice ele geçiren ve insafsız bir sömürü düzeni kurup, bütün ülkeleri sindiren Siyonist yapılanmanın ve Amerika’nın; bu vahşi ve şeytani zorbalığa karşı çıkan herkesi susturmaya çalıştığını” söyledi… “Türkiye ile çok yönlü ilişkiler geliştirmek isteyen Rusya’yı da… Çin’le ve Türkiye ile olumlu münasebetler kuran Pakistan’ı da… Çin’e başkaldırması ve sorun çıkarması için Tayvan’ı da karıştıranların hep bu Siyonist ve emperyalist merkezler olduğunu” özellikle dikkat çekti… “Rusya’ya karşı Çeçenistan yarasını sürekli kaşıyan… Hindistan’la Pakistan’ı vuruşturmak için Keşmir sorununu karıştıran… Çin’le Türkiye’nin ve İslam ülkelerinin arasını bozmak için, Doğu Türkistan problemini kışkırtan bu “dış güç”lerin oyunlarına gelinmemesi” gerektiğini ifade etti… “Bunun için de: Öncelikle Türkiye, Rusya, Çin, Pakistan ve Hindistan gibi ülkelerin, Çeçenistan, Keşmir ve Doğu Türkistan sorunlarına samimiyet ve adalet içinde barışçıl ve insancıl çözümler üretmelerinin ve dış güçlere karşı birlikte hareket etmelerinin önemini” dile getirdi… “Bu Siyonist ve Emperyalist vahşilerin; sadece “güç”ten anladığını… Yoksa bunları kınamakla veya insan haklarını hatırlatmakla hiçbir neticenin alınamayacağını” belirtti… Bakınız, Putin'in Türkiye'ye gelişi yaklaştıkça, Rusya'da terör tırmandırıldı. Önce yolcu uçakları düşürüldü, ardından Moskova'da bir metroda bomba yerleştirilmiş araçlar patlatıldı, son olarak da Kuzey Osetya'da okul basılarak çok sayıda çocuk rehin alındı. Ve ilk kez gerçekleşecek olan bir Rus liderinin Türkiye ziyareti ertelendi. Rusya'da terörün tırmanışı ile bu ziyaret arasında bağlantı kurmamıza yol açan birçok parametre var. Kim, neden rahatsız? ABD, 11 Eylül'ü bahane ederek Kafkasya ve Orta Asya'ya yerleşti. Askeri üsler elde etti. Bu bölgelerde stratejik dengeleri değiştirdi. Rusya'nın etkinliğini azaltacak planları uygulamaya koydu. Karadeniz'e çıkış hatlarını tıkama, enerji ve ekonomik hatlarını kesme anlamına gelecek bu adımlara karşı Rusya, Avrasyacılık ekseninde bölgesel politikalara yöneldi. Çin ve Japonya ile diplomasi trafiği hızlandı. Son olarak da Almanya ve Fransa liderleri Soçi'de Putin ile görüştü. Ve ardından Putin'in Türkiye ziyareti gündeme geldi. Türkiye ile Rusya arasında enerji, ticaret ve diğer alanlarda işbirliğinin bölgesel dengelerde yaratacağı etkiler bazı ülke ve güçleri rahatsız etti. Türk cumhuriyetlerinin hemen hepsi iki ülke arasında gidip geliyor. Bu ülkeler Rusya ile ilişkilerini geliştirirken Türkiye'yi küstürmek istemiyorlar. Ya da tersi. İkilemler yaşıyorlar. İki ülke arasında ilişkilerin gelişmesiyle Türk cumhuriyetlerinin daha rahat hareket edecek olması bazı güçleri rahatsız etmektedir. NATO bağlamında geliştirilen Karadeniz planlarından Rusya kadar Türkiye de rahatsızdır. Bu iki ülkenin talepleri büyük ölçüde örtüşmektedir. Bu da başka bir rahatsızlık kaynağıdır. Öte yandan Türkiye-Rusya ilişkilerinin gelişmesi, Kafkasya'da Rusya karşıtı hareketlerin de işine gelmemektedir. Bunlara ek olarak, Rusya'yı kısa sürede toparlayan Putin'in uluslararası politikada öne çıkması, başta ABD ve İsrail olmak üzere bazı ülkeleri rahatsız etmektedir. Kaybeden Çeçenler! Rusya, 1991'den sonra bugün karşı karşıya kaldığı etnik ayrılıkçılık ve terörü tetikleyecek politikalara başvurdu. Bir anlamda bugün terörün kök salmasına zemin yarattı. Şimdi ektiğini biçiyor! ABD de bölgede etkinlik kurmak için Rusya gibi etnik sorunlar üzerinden oyun oynuyor. Ve bugün yaşananlar iki gücün Kafkasya oyununun bir sonucu. Günümüzde krizler, uluslararası müdahaleyi meşrulaştırıcı işlev görüyor. Uluslararası örgütler üzerinde etkinliğe sahip ABD'nin adım adım Kafkasya'ya yerleşmesinin kapısını açıyor. 186 Kuzey Osetya'nın eylem alanı seçilmesi de tesadüf değil. Kafkasya'da müdahaleleri yapan Rus askerlerinin üsleri bu bölgededir. Kuzey Osetya'nın Çeçenler için hedef bölge olması, provokasyonlara zemin yaratmıştır. Terör, Kafkasya'da yaygınlaştırıldıkça, bölgedeki toplulukların birbirine düşmanlığı körüklenecektir. Ve Rusya'nın anti-terör görüntüsündeki harekâtları meşrulaşacaktır.104 Bu arada; Amerika’nın terör bahanesiyle Afganistan işgaline ve Irak vahşetine taşeronluk yapan T. Erdoğan’ın: Rusya’nın “Teröristler nerede olsa vuracağız” açıklamasına karşı; “Teröre karşı “ben” yerine “biz” düşüncesiyle hareket edilmelidir. Terör Pentagonu bile vurabilmektedir.” Şeklinde, dolaylı olarak Rusya’ya “ağır ol” mesajı vermesi; hangi safta yer aldığını ve kimlerin hesabına böyle davrandığını da ortaya koyması bakımından, anlamlıdır. Evet, maalesef 600 kadar masum ve mazlum insanın ölümü, yüzlerce kişinin yaralanmasıyla sonuçlanan Rusya’daki Kuzey Osetya baskınına Çeçenler yanında 10 kadar Arab asıllı militanın da katılmış olduğunun ortaya çıkması, bu olayların El Kaide tarafından tertiplendiğinin gösterilmeye çalışıldığının bir işaretidir. Oysa El Kaide’nin Amerika’nın, CIA ve MOSSAD’ın bir paravan terör adresi olduğu artık herkesçe bilinmektedir… ABD emperyalizmine ve Siyonist tekelleşmesine karşı, yeni ve adil bir dünya kurmayı… Ve İslam âlemiyle komşularını kucaklaştırmayı hedefleyen hayırlı girişim ve gelişmeleri kösteklemek ve Siyonizm’e karşı Fransa, Almanya, Türkiye ve İslam ülkeleriyle işbirliğine yönelen Putin’i körletmek ve devirmek isteyen hain güçlerin bu fesatlıklarını bilmemiz ve bozmamız gerekir… Ve bu konuda öncülüğün Türkiye’den beklenmesi doğaldır. Çünkü karıştırılan Balkanlar, Kafkaslar ve Ortadoğu’nun, hepsi Osmanlı topraklarıdır ve bizim komşularımız, soydaşlarımız ve dindaşlarımızdır… Ama elbette AKP gibi zavallı bir zihniyetle bu atılımın başlatılması ve başarılması imkânsızdır. Öyle ise önce Türkiye’nin bu sistem ve siyasetten kurtulması; Milli haysiyetli ve hamiyetli bir yönetime kavuşturulması lazımdır… Rusya’nın eski Ankara Büyükelçisi ve şu andaki Dışişleri Bakan Yardımcısı olan ve Erbakan Hoca’dan Adil Düzen seminerleri alan Albert Çernişev’in: “bu okul baskını olayının, Putin’in Türkiye ziyaretini engellemek isteyen çevrelerce tertiplendiğini” söylemesi oldukça ciddi ve cesaretli bir açıklamadır. Güvenilir kaynakların: “Putin’in bu rehine krizini, anlaşma ve uzlaşma yoluyla çözmek istediğini, ancak bazı kiralık ve hain general ve polis şeflerinin, hükümetten habersiz olarak bu kanlı eyleme giriştikleri” yolundaki haberleri de oldukça önemli bir ayrıntıdır… Ve Putin’in İçişleri Bakanı yaptığı, Müslüman asıllı generalin açıklaması da bu doğrultudadır… Her şeye rağmen: Putin’in Türkiye ziyareti, şimdilik ertelense de, ilk fırsatta mutlaka gerçekleşecektir. Aslında bu tür ziyaretler “görsel ve törensel” bir önem taşımaktadır. Çünkü her iki ülkenin “Milli derin devletleri” arasındaki iletişim ve işbirliği zaten sürdürülmektedir. Bu tarihi yakınlaşma ve yardımlaşma, sadece bu iki ülkenin değil, tüm insanlık âleminin geleceğini ve güvenliğini ilgilendiren, talihli bir gelişmedir… Türkiye ve Rusya’nın stratejik bir ittifak oluşturması; Fransa ve Almanya’nın da bu oluşuma katılması… Çin, Hindistan, Venezüella ve Brezilya’nın da D–8 lerle kucaklaşması, tarihin gidişini değiştirecek ve tek kutuplu Siyonist sömürü saltanatını sona erdirecektir… Putin’in M. Ali Birand’a: “Tek kutuplu dünyada değiliz. Çok kutuplu bir dünyaya doğru gidiliyor. Biz, Türkiye ile komşuyuz ve ortak çıkarlarımız çok… Gücümüzü birleştirirsek karlı çıkarız.”105 Sözleri oldukça önemlidir. Rusya’daki son olaylara Prof. Manisalı’dan ilginç yorum: Emperyalist oyun Rusya’da gerçekleşen okul baskınından sonra ortaya çıkan vahşet fotoğrafları tüm dünyada yürekleri 104 105 Y.Gökalp Yıldız 4 Eylül 2004 Akşam 01 10 2004 / Milliyet 187 sızlatırken bir taraftan da olayın nedenleri ve arka planı tartışılıyor. İstanbul Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü Öğretim Üyesi ve Strateji Uzmanı Prof. Dr. Erol Manisalı, şu anda sineklerle uğraşıldığını kimsenin bataklığı görmek istemediğini söyledi. Medyanın halkı yanlış yönlendirmesi ile gerçeklerin gizlenmeye çalışıldığını belirten Manisalı, “Bu olay sadece Çeçen davası ile sınırlı basit bir eylem değildir. Bu eylemin arkasında, Türkiye, İran ve Rusya gibi bölge ülkelerinin işbirliğinden korkan emperyalist ülkeler var. Tüm dünyayı sömüren ABD ve İngiltere gibi ülkeler, Rusya Devlet Başkanı Vilademir Putin’in Türkiye ziyaretini engellemek için Çeçen kartını oynadılar ve ziyareti engellediler. Benzer bir olay, 14 Ocak 2001’de gerçekleşti. Rusya Genelkurmay Başkanı ile Türk Genelkurmay Başkanı Ecevit Hükümeti zamanında çerçeve anlaşması yaptılar. Ankara ile Moskova tam bir stratejik anlaşma yapmak üzereydi ve bu anlaşma çerçevesinde Putin’in Türkiye’yi ziyaret etmesi planlanıyordu. Ancak bu ziyaretin de gerçekleşmesine izin vermediler ve Bülent Ecevit hükümetini düşürdüler. Yani Putin’in bu dönemde yapmayı planladığı ziyaret, Kemal Derviş, Hüsamettin Özkan ve İsmail Cem üçlüsünün hükümeti düşürmesiyle engellendi.” dedi. Eylemin zamanlamasına dikkat: Rusya’da gerçekleşen son eylemin de Putin’in ziyareti öncesine denk gelmesinin tesadüf olmadığına dikkat çeken Manisalı, “Çeçenlerin isminin kullanılarak yapıldığına inandığım bu eylem de; Türk-Rus ilişkilerini önlemeye yönelik bir eylemdir. Ben bu eylemin arkasında ABD’nin olduğuna inanıyorum. Dedi. Erol Manisalı, Rusya’da gerçekleşen baskın olayının tüm dünyayı sömürmek isteyen emperyalist güçlerin kullandığı kartlardan sadece bir tanesi olduğunu belirterek, “Dünyada bu olayın benzerleri vardır. ABD ve İngiltere, sömürülerini devam ettirebilmek için Çin’e karşı Uygurları, Türkiye’ye karşı Kürtler’i, Rusya’ya karşı Çeçenler’i, Yine İran’a karşı Azerileri kullanmaya çalışmaktadır. Küresel emperyalistlerin en fazla korktuğu şey bölgesel işbirlikleridir. Çin’in, Hindistan’ın, Rusya’nın, İran’ın ve Türkiye’nin her zaman bölgelerinde yalnız kalması istenmektedir. Bu ülkeleri yıpratmak, yumuşatmak ve hareketsiz bırakmak için de etnik ve dini ayrımcılık körükleniyor. Bu sayede, emperyalist ülkelerin şirketleri bu bölgelerde istedikleri gibi at koşturuyor, bölge ülkelerini istedikleri gibi sömürüyorlar” diye konuşarak, Rusya’daki olayın perde arkasını anlattı. Yeni düşmanları İslam: ABD ve İngiltere’nin soğuk savaştan sonra düşmansız kaldıklarını ve kendilerine yeni bir düşman aradıklarının altını çizen Manisalı, “Bu yeni düşman belirlenmiştir. Bugün dünya nüfusunun önemli bir oranını teşkil eden Müslümanlar düşman seçilmiştir. ABD bugün bu konuda 2 yöntem izlemektedir. Müslümanlara ‘ya radikal İslamcı olup, benim düşmanım olacaksın yani komünizmin yerini sen alacaksın. Ya da, benim uzantım olacaksın ve bana hizmet edeceksin’ diyor.” şeklinde konuştu. Kuzey Osetya’nın başkenti Beslan’da okul baskını eyleminden sonra ortaya çıkan vahşet görüntüleri tüm dünyada şok etkisi yaptı. Rus güvenlik güçlerinin beceriksizce ve acemice gerçekleştirdiği operasyonda çoğu çocuk 600 civarında kişi ölmüş ve 447 kişi de yaralanmıştı.106 AB’ye Karşı Avrasya Seçeneği Avrasya Ekonomi Zirvesi’nin yedincisi İstanbul’da yapıldı... Zirvede konuşan Rusya Federasyonu Büyükelçisi Albert Çernişev, Avrasya bölgesinin önemine işaret ederek, “burası çok özel bir toprak parçasıdır” dedi. Türkiye’nin, Avrupa Birliği’ne üyeliği, tek seçenek olarak görmesini eleştiren Çernişev, konuşmasında şu önemli tespitte bulundu: ‘’Biz Avrupa’da yaşamıyoruz, Avrasyalı olduğumuzu bilmek durumundayız. Avrupa hiçbir zaman bizim adımıza çalışmaz. Kimse bize bedava ekmek vermez, bunu kabul etmemiz lazım. Bölgemiz Avrasya ve bizler Avrasya’da yaşıyoruz. Dolayısıyla Avrasya’yı güzelleştirmeliyiz. Ve birbirimizle iyi geçinmeliyiz. Avrupa’ya gidip oraya yerleşemeyeceğimizi kabul etmeliyiz. Ama elbette Avrupa’yla da işbirliği içinde de olmalıyız ve iyi ilişkiler geliştirmeliyiz.’’ 106 07 09 2004 / Milli Gazete / Haberler 188 Çernişev’in şu sözleri ise, AB’ye girmek için topraklarını bile satışa çıkartanların kulaklarına küpe olacak nitelikte: ‘’Kendimizi hiçbir zaman dilenci pozisyonuna koymamalıyız ve Avrupa’ya girmek adına bunu yapmamalıyız. Avrupa şunu bilmeli ki biz onların kapısında dilenen kişiler değiliz. Bu kompleksten kurtulmalıyız.’’ Yani Avrupa Birliği asla tek seçenek değil! İşte yanı başımızda koskoca Avrasya var... Rusya, Ukrayna, Belarus ve Kazakistan’ın oluşturduğu Avrasya Ekonomik İşbirliği fikri hızla gelişiyor. Çernişev’in verdiği bilgiye göre, Hindistan ve Çin de bu birliğe katılmak istiyor... Albert Çernişev, Avrasya Ekonomik İşbirliği’ne katılan söz konusu ülkelerin, AB modeline benzer bir modelin çekirdek ülkeleri olduğunu söylüyor.. Çernişev, “ama bu oluşumun ortaya çıkması AB gibi 40 yıl sürmeyecek, daha çabuk olacak’’ diyor... Avrasya, Türkiye için çok önemli bir seçenektir. Bu seçeneğin getirdiği imkânlar görülmeli ve fırsatlar değerlendirilmelidir... Emekli Orgeneral Tuncer Kılınç’ın da dikkat çektiği gibi Türkiye, Rusya, Çin ve İran ile işbirliği yaparak, Amerika’nın bölgedeki saldırgan politikalarına engel olabilir... Türkiye, Avrasya ülkeleri ile ileriye dönük, ekonomik, sosyal ve siyasal anlaşmalar yapabilir. Büyük Ortadoğu Projesi kapsamında bölgenin tümünü hegemonyası altına almak isteyen Amerika’ya karşı, Avrasya ülkeleriyle “bölgesel bir güç” oluşturulabilir... Avrasya, Türkiye için stratejik öneme sahip bir bölgedir ve Türkiye uygulayacağı akılcı politikalarla bölgenin liderliğini yapabilir. Zaten Türkiye’nin bu gücünü bilenler, Rusya ile Türkiye arasındaki ilişkilerin gelişmemesi ve Avrasya seçeneğinin gündeme gelmemesi için masum çocukları bile terör canavarına kurban edebiliyorlar!.. Rusya’daki son rehine alma olayı, Avrasya seçeneğini dinamitlemekten başka nedir ki!..107 Ancak, çoluk çocuktan, çağı değiştirecek çığırlar açması beklenemez… Köle ruhlu kiralık insanlarla köklü devrimler gerçekleşemez… Geleceğimiz ve güvenliğimiz; gününü gün eden ve gönül eğlendiren gafillerin insafına ve iktidarına terk edilemez!.. 107 06 09 2004 / Milli Gazete / Dr. Abdullah Özkan. 189 ESARET KABUĞU ÇATLIYOR Erbakan Hoca 10.Eylül.2004 Cuma sohbetinde: ’’Önde gelen bir Yahudi stratejisti, Amerika’da yeni yayımlanan ama henüz Türkçeye çevrilmemiş olan kitabında, Yahudilerin “kutsal amaçları” için başlattıkları ve büyük ölçüde başardıkları, ama şimdi ciddi sorunlarla karşılaştıkları 3 safhayı şöyle aktarmıştı: 1-Amerikan ordusunu ve pentagonu ele geçirmek ve sürekli kontrol etmek… Çünkü aksi halde askerler milli ve yerli bir oluşuma kalkışabilir ve güdümümüzden çıkabilirdi. 2- Amerika’dan sonra Avrupa ve Rusya'yı da hizaya getirmek ve tek kutuplu bir “gizli diktatörlük meydana getirmek… Çünkü Rusya fazla güçlenip bize başkaldırabilir ve yeni bir yapılanmaya kalkışabilirdi. 3- İslam dünyasının birleşmesini önlemek… Gerekirse gözdağı vermek ve bazılarını işgal etmek… Müslümanları bir birine düşürmek… Hâkimiyet ve adalet şuurunu kaybetmiş, Batı ile uyumlu ve ılımlı layt kesimleri desteklemek… Çünkü İslamiyet, önümüzdeki en önemli engeldi ve hele bütün İslam dünyasına lider ve lokomotif olabilecek potansiyele sahip Türkiye ve milli görüş, bizim için en büyük tehlikeydi. Ve maalesef korktuğumuz başımıza geldi. Avrupa’da özellikle Fransa ve Almanya’da Siyonizm aleyhtarı kesimler ve yönetimler giderek güçlendi. Rusya İslam dünyasına yanaşmaya, ÇİN ile uyuşmaya, Fransa ve Almanya ile buluşmaya ve Türkiye ile çok yönlü anlaşmalar yapmaya ve tarihi hesaplarımız için sorun oluşturmaya yöneldi. Afganistan ve ırak operasyonlarımız ve İsrail ile ilgili programlarımız yüzünden bütün dünya bizden nefret eder hale geldi. İşte varılan bu noktada asıl cevabını bulmamız gereken soru şudur: a- Acaba şimdilik; rakipsiz ve şeriksiz, “tek başına dünya hakimiyeti” hedefinden vazgeçip, taviz ve tolerans gösterip, Avrupa ve Rusya’ya da bazı özel imkan ve imtiyazlar vererek ve Müslüman ülkelerdeki ılımlı hareketleri destekleyerek, mevcut durumu devam mı ettirmeliyiz? b- Yoksa; Rusya’da, Çin’de, Pakistan’da anarşi ve terörü azdırarak… Çeçenistan, Doğu Türkistan ve Keşmir sorunlarını kaşıyarak… Ve Türkiye’yi de bunlara bulaştırarak… Bu arada Türkmen’lerin yoğun olduğu Kerkük ve Musul’u karıştırarak… Böylece hepsini güçsüz, geçimsiz ve çaresiz bırakıp; medeniyetler çatışmasında, bunları Batının (yani Siyonist hegomonyanın) safına geçmeye mecbur ve mahkûm konuma mı getirmeliyiz? Güler Kömürcü’nün 10.09.2004 Akşamdaki yazısında değerli siyaset bilimci Prof. Nur Vergin‘den naklettikleri de, bu bilgilerle uyuşuyor: Bahsedilen: Naill Ferguson ‘un Colosus (kitabı): Tarih profesörü olan Ferguson ABD’nin önde gelen teorisyenleri arasındadır. Ferguson, ABD’nin imparatorluk kurması gerektiğini ve fakat Amerikan vatandaşlarının böyle bir niyet ve gayret taşımadıklarını, Amerikalıların kendi ülkelerinden çıkıp, başka ülkeleri kolonize etme (sömürgeleştirme) arzuları olmadığını üzülerek belirtiyor. Çağdaş Karun Siyonist Rochschild uzmanı Ferguson, Amerika’nın; başta Irak, Arap yarım adası ve Ortadoğu’daki halkı derhal, ekonomik, kültürel ve özellikle de siyasal olarak değiştirmesi ve ruhen pelteleştirmesi gerektiğini vurguluyor ve bunun bir emperyal proje olduğunu açıklamaktan sakınmıyor. Ferguson, ABD ordusunun asker açığı olduğundan sıkıntı çektiğini ve bu açığın da ABD hapishanelerinde yatan 2 milyona yakın suçlunun askere alınmasıyla çözülebileceğini savunuyor’’. Şimdi bendeniz (GK) bir defa daha tekrar edeyim; dünya devi şirketlerin gizemli sahibi Rochschild ailesinin arşivlerini inceleyen ilk tarihçi olan Ferguson, ABD ordusunun asker açığını Amerikan hapishanelerinde yatan 2 milyona yakın suçlunun askere alınmasıyla karşılanmasını ve de elbette ABD toprakları dışında dünyanın malum bölgelerindeki, (İslam ülkelerindeki) görevlerde kullanılmasını öneriyor!?’’ İşte bu Siyonist ve emperyalist odakların, terbiye edilmemiş vahşi bir aygır misali, güçlü olmanın verdiği bir şımarıklıkla, biraz da beklenmedik bir direnç ve dirilişle karşılaşmanın ittiği bir şaşkınlıkla, sağa 190 sola saldırmalarının nedenlerini ve neticelerini ise; Erbakan Hoca şöyle bir misalle anlatıyor: ‘’Suyun “0°c” (sıfır) derecede donması tabii bir fizik kanunudur. Şu var ki; çok hassas ölçülerde ve özellikde yapılan bir küre içerisini, her türlü yabancı maddelerden arıtılmış saf su ile tamamen doldurabilirseniz, bu suyun donmasını ancak “- 7°c” dereceye kadar geciktirmeniz mümkündür. Çünkü su, bir noktadan donmaya başlar ve daire daire çevresini kapsar. Soğukluk kürenin her noktasına aynı oranda temas ettiğinden ve kendi içinde kesif bir donma noktası belirleme şaşkınlığı geçirdiğinden; normalde 0°c (sıfır) derecede donması gereken suyu, -7°c derece soğukluğa kadar sıvı halde tutma imkanı doğuyor. Ve tabi bundan fazla soğukluğa dayanamayan su donuyor ve kabını çatlatıyor… Hoca, bu örnekle bize,1897 de İsviçre’nin Basel kentinde, siyasi siyonizmin lideri Theodor Herzl’in düzenlediği Yahudi konferansında alınan karar gereği; 50 yıl sonra İsrail’in kurulması hedefine erişildiğini, ama 1997’de gerçekleşmesi beklenen Dünya Hâkimiyetinin, tam 7 yıldır geciktiğini hatırlatıyor ve bu gecikmenin sebebini de şöyle açıklıyor: “İşte D-8’ler bu donma noktasıdır. Şayet o saf su içine çok küçücük bir kesif madde koyulabilse, hemen o nokta etrafında donma başlayacaktır” Yani: Siyonist merkezler bütün dünyayı kendi hegomanyaları altına sokmayı başardılar ve insanlığı şeytani bir kuşatma altına aldılar. Yeryüzündeki zulüm ve sömürü sistemini, bütün kurum ve kurallarıyla kendi saf Siyonist amaçlarına göre ayarladılar ve artık insanlık bu kuşatma kıskacını kırıp çıkamaz sandılar. Ama Erbakan Hoca; D-8’leri kurmakla, laytlaştırılmış ve sıvılaştırılmış dünya sistemi ve insanlık âlemi için bir “donma noktası”, yani canlanma ve toparlanma odağı oluşturdular. Siyonistler telaşlanmakta haklıydı… Çünkü su donmaya başlamıştı ve kabuğun kırılması yakındı ve kaçınılmazdı. Bu misal bizlere: “Milli Görüşün kesin zaferi ve hâkimiyet haberi: Ortasına kadar delinip yerleştirilen bir bombanın, bütün yerküreyi patlatmasının yol açacağı panikten daha büyük bir yankı uyandıracaktır!” sözlerini hatırlattı… Hocamız; ”- 7°c derece” ifadesiyle 1997 den beri 7 yıldır geciken, “Siyonizmin dünya hâkimiyeti sarmalından” artık kurtulma zamanının geldiğine de işaret ediyordu. Dünya böylesine kutlu bir değişim ve dönüşüme hazırlanırken; Siyonist sömürü saltanatının devamına taşeronluk yapan inançsız ve ihlâssız iktidarlar; Irak’a davul zurna ile çağırdıkları canavar Conilerin, şimdi Kerkük ve Talafer’deki Türkmen katliamı karşısında, NATO Kafalılarla birlikte hala, Amerika’ya zağarlık yapmaktadır. KDP lideri Yahudi dönmesi Mesut Barzani’nin “Kerkük, Kürdistan’ın kalbidir ve başkentidir. Bu durum asla pazarlık konusu bile edilmeyecektir” şeklindeki sözlerine… ABD desteğindeki peşmergelerin Kerkük ve Talafer’e hücum edip, Türkmenleri sürgün edeceğinin bilinmesine… 12 Ekimde yapılacak nüfus sayımında, Kürt kesiminin çoğunlukta olduğunun gösterilmesi için bu vahşetin sergileneceğinin yetkililere ikaz edilmesine… Bölgeden sorumlu ABD Generali John Batiste bile; Barzani ve Talabani’nin bu yöndeki çok tehlikeli hazırlıklarına dikkat çekmesine rağmen, AKP yönetimi tam bir aymazlık ve acizlik içinde bulunmakta, beylik ve bildik demeçlerle toplumu oyalamaktadır. Ya başörtüsü konusunda “Ali Kıran Baş Kesen” kahramanlarımız ne yapmaktadır? Milli ve haysiyetli duruşuyla göz ve gönül dolduran, 1.Ordu Komutanı Org. Hurşit Tolon, Kuleli Askeri Lisesi’nin açılış töreninde: “Ölümünden 66 yıl sonra bile, hala Atatürk’ün istediği yere gelmeyi başaramadık.” buyurdu. Ve içinde bulunduğumuz acı ve alçaltıcı durumu, çok net ve mert şekilde ortaya koydu. Değerli yazar, İlker Sarıer, çok doğru ve sorunlarımıza çözüm doğurucu bir soru yöneltiyor; ‘’öyleyse, bu muazzam Atatürkçü kitleye rağmen, Gazi Mustafa Kemalin istediği noktaya niye gelemedik?’’ Bunun cevabını da kendisi veriyor: Bu millet toptan geri zekâlı, kalın kafalı ve kötü ahlaklı olmadığına 191 göre, nasıl oldu da bizler ulaşmamız gereken noktaya ulaşamadık? Biraz daha zum yapalım… Kendilerine Atatürkçü diyenler, kabaca üç sınıfa ayrılıyorlar: Birinciler, Mustafa Kemal’in devrimciliğini hiç anlamayıp, yaptığı inkılâp ve yeniliklerle yetindiler. (Şeklen ve yüzeysel değişikliklerle oyalandılar.) İkinciler, Atatürkçülüğü (sadece) bir kimlik ve egemenlik aracı olarak kullandılar. Üçüncüler ise, sürecin ruhundaki devrimciliğin sürdürülmesi gerektiğini savundular hep. Ezici çoğunluktaki birinciler, hep seyrettiler. Onlar seyrettiği için, ikinciler egemen hale geldiler. Üçüncüler ise; zaten azınlıktaydılar hep suçlanıp, dışlandılar. Hâlbuki Mustafa Kemal’in ulaşmamızı istediği yere gelebilmemiz için, O’nun çizgisini geliştirmemiz, paradigmaları değiştirme yeteneğini göstermemiz gerekiyordu. Yapamadık. Özünde kalıpları reddeden bir devrimci süreci, (bir takım ruhsuz ve şuursuz) kalıplara sokmakla büyük hata yaptık. İroniktir ki, Atatürkçüler hep çoğunluktaydı fakat Atatürk’ün devrimciliği işlemez hale gelmişti.’’ 108 Sonuç: MASON maşası iktidarların ve NATO kafalı bazı paşaların; AB hayali ve heyecanı ve sahte bir Atatürkçülük ve laiklik hezeyanı altında çevremiz kuşatılıyor, ülkemizin altına dinamitler koyuluyor ve Atatürk’ün en kutsal emaneti Anadolu elimizden kayıyor! Evet şimdi toplum olarak, milli kurumlar olarak, “Artık yeter!” diye haykırmamız, hayati haklarımızı aramamız ve kutsal emanetlerimize sahip çıkmamız gerekiyor… Çünkü göz göre göre, geleceğimiz karartılıyor, güvenliğimiz kayboluyor!.. Evet, işte 10 Eylül 2004 tarihli Milli Gazete’nin 3. sayfasındaki şu haber bize çok şey anlatıyor: Patrikhane’de Toplantı: Avrupa Birliği Genişleme Komiseri Günter Verheugen, Fener Rum Patrikhanesi'nde sadece Hrıstiyan ve yahudi dini liderlerle bir araya geldi ve gizli bir toplantı yaptı. Fener Rum Patriği Bartholemeos'un yurtdışında olması nedeni ile, Verheugen'i Patrikhane Başkâtibi karşıladı. Polis; patrikhane çevresinde protesto eylemlerine karşı geniş güvenlik önlemi aldı. Gunter Verheugen'i patrikhane girişinde Fener Rum Patrikhanesi Başkâtibi Meliton Karas özel törenle karşıladı. Verheugen patrikhane içerisindeki Aya Yorgi Kilisesi'ni gezdi ve bilgi aldı. Verheugen, Musevi Cemaati lideri İshak Haleva, Latin Katolik Cemaati Lideri Luis Pelatre, Vatikan Türkiye Temsilcisi George Marovitch, Keldani Katolik Cemaati temsilcisi Francois Yekan, Ermeni Ortodoks Cemaati Temsilcisi Kirkor Damatyan ve Süryani Kadim Cemaati Temsilcisi Yusuf Sağ ile özel bir toplantıya katıldı. 109 Patrikhane Vatikan’a; İstanbul Bizans!a hazırlanırken, Türkiye’nin talihsiz yöneticileri. Toplumu zina tartışmasıyla oyalıyor. 108 109 10.09.2004 / SABAH / İ. Sarıer 10.09.2004 / Milli Gazete 192 GENSORU YERİNE KIRK SORU Biz “vekil” değil, “asil”iz… Biz genel başkanların, masonik locaların, sermaye patronlarının ve de mafya babalarının etki ve tepki alanından azade, özgür ve bağımsız fertleriz... Bu nedenle “gensoru” veremiyoruz, ama kırk soru sorabiliyoruz. Şimdi… AKP iktidarına ve Tayyip hayranlarına bu kırk soruyu yöneltiyoruz… Bunların bir tanesine olsun olumlu cevap veren çıkarsa, artık bunların aleyhinde yazı yazmamaya söz veriyoruz !.. S.1- Türkiye nereye sürükleniyor? a- Yerel seçimlerden aylar önce, Diyarbakır’ın Belediye Başkanı ilan edilen ve hatta dil öğrenmek için bu maksatla Avrupa’ya gönderilip, Kürdistan’ı kurmak ve Türkiye’yi parçalamak isteyen merkezlerde misafir edilen bir eski PKK’lı militan; şimdi devletle çatışırken geberen anarşistlere resmi taziyeler yapıyor !.. b- Figüran Başbakanlar “Diyarbakır’ı BOP’un merkezi görmek” istiyor !.. c- Canlı cephanelik olan bir Amerikalı çavuş Türkiye’ye girip yakalanıyor, hapse atılıyor, ama 2 gün sonra serbest bırakılıyor!.. d- Van’da, Diyarbakır’da, Tunceli’de, İstanbul’da... Yani tüm vatan sathında PKK yeniden saldırıya geçip kan döküyor! e- Adıyaman’da, Van’da, Diyarbakır’da... Denizli’de, Edirne’de, Giresun’un en ücra köşelerinde harıl harıl kiliseler açılıyor!.. “Anadolu Ateşi” diye, bu toprakların Müslümanlara değil, Hrıstiyan unsurlara ait olduğu mesajını f- işleyen “sanatsal faaliyetler (!)” gırla gidiyor!.. g- AB’ye uyum yasaları dayatmasıyla çıkarılan, yeni aile kanunları çerçevesinde kışkırtılan ev hanımlarının Denizli’deki boşanma sayısı beş bini (5000) aşmış... Kendilerine ve çocuklarına dini baskı ve kötü davranış gerekçesiyle koruma altına alınan aile sayısı binlere ulaşmış bulunuyor… Yani Avrupa gibi, son kalemiz olan aile yapımızda böylece hızla yıkılıyor!.. Evet, başta AKP’ye ve diğer tüm yetkililere ve hala iz’an ve vicdanını yitirmeyenlere soruyoruz: Türkiye nereye sürükleniyor? S.2- Hani, başörtüsü sorununu çözmek, bunların namus borcuydu… Namuslarına niye sahip çıkmıyorlar? Bırak sahip çıkmayı TCK.224 maddesiyle başörtülülere hapis cezası verebilmenin önünü nasıl açıyorlar!.. Hani, İmam-Hatip mezunlarına yapılan haksızlığı kaldıracak ve adaleti sağlayacaklardı... Niye hep geri adım atıyorlar? S.3- Hani, işsizliğe çare bulacaklardı. Niye tam tersine artırıyorlar? Çünkü hazır fabrikalar bile satılıyor, kapatılıyor ve işçiler sokağa atılıyor!.. S.4- Hani, milli sanayiî canlandırılacak , yerli kalkınmayı hızlandıracaklardı?.. Tam aksine bütün kâr eden ve stratejik önem arz eden KİT’ler yabancılara niye peşkeş çekiliyor!.. S.5- Oyuna gelen bazı piyonların itirafıyla, Genelkurmayın bile bilgisi dışında, masonik mihrakların tezgâhladığı kesinlik kazanan: asker ve sivil kiralıkların kullanıldığı 28-Şubatçılardan hani hesap sorulacaktı? Niye üzerlerine gidilmiyor? S.6- İmam-Hatipler ve Kur’an Kursları resmen olmasa da, alınan şeytani tedbirlerle fiilen kapatılırken; Heybeliada Ruhban Okulu’nun açılması için niye harıl harıl çalışılıyor? S.7- Camilerin etrafı hükümetin çıkardığı kanunlarla meyhane ve kerhaneyle kuşatılırken, kiliselerin etrafı niye boşaltılıyor? Müslümanlara ait mallar kamulaştırılıp kilise arazileri niye genişletiliyor? S.8- Gazete ve TV. lere yansıdığı şekliyle, bir holding patronunun, askeriye ait yüzlerce dönüm araziyi, kalemine uydurup ucuz fiyatla satın alarak buraları patrikhaneye bağışlayacağı yazılıp konuşulurken, hükümet yetkilileri niçin susuyor? S.9- Emekli olan bir generalimizin “Benim terfi etmemi Amerika Pentagonu ve Türkiye’deki bir holding 193 patronu engelledi… Milli çıkarlarımız konusundaki hassasiyetlerimiz ve bazı haksızlıkları dile getirmemiz yüzünden başımıza bunlar geldi” şeklindeki feryat ve itiraflarına niye cevap verilmiyor? Türkiye Pentegon’dan ve yerli patronlar eliyle mi yönetiliyor? S.10- İstanbul Belediyesi’nin ve Valiliğin kontrolünde ve AKP hükümetinin direktifiyle “Cezayir Sokağı”, Fransız Sokağı şeklinde değiştiriliyor… Türklere kapalı alanlar oluşturuluyor. Sultanahmet’in UNESCO’ya devrinden bahsediliyor. Fener-Balat havalisinin yeni şehirleşme projesi AB’ye ihale ediliyor. Sur içindeki bölge esnaftan ve halktan temizleniyor… Ve hatta Sur içinde kalan devlet dairelerinin Sur dışına taşınması çalışmaları yapılıyor!.. Türkiye’nin altını oymaya yönelik bu sinsi gelişmeler karşısında yetkililer neden susuyor? S.11- Bütün bu şeytanî girişimlerin; Patrikhaneye Vatikan misali ekümen devlet statüsü kazandırmayı amaçladığını ahmaklar bile anlarken, yetkili ve yetenekli zannedilenler, gaflet mi, yoksa hıyanet içinde mi bulunuyor? S.12- Başörtüsü ve İmam-Hatip konusunda yırtıcı kaplan kesilen bazı kahraman kurmayların, ülkemizin altına böylesine dinamitler döşenirken kaplumbağa gibi kafalarını kabuklarına çekmeleri, yoksa lâikliğin ve demokrasinin bir gereği ve batılılaşmanın bir örneği olarak mı sergileniyor? S.13- Mustafa Kemal, misyonerlik faaliyetlerinden etkilenen iki kız çocuğumuzun Hrıstiyan olması üzerine okudukları koleji kökten kapatırken, bugün ülkemizi bölmeye yönelik misyonerlik çalışmalarına ve mantar gibi kiliselerin açılmasına göz yuman sahte Atatürkçüler, acaba hangi hikmet ve mazerete sığınıyor? S.14- Atatürk’ün “ Dış kökenli ve en tehlikeli örgüt” diyerek kapattığı Mason Locaları, bugün ülkemizde en saygın ve yaygın konumda bulunuyor ve gizli ve gerçek parlâmento gibi devlete ve hükümete nasıl yön veriyor? S.15- Kıbrıs’ta dik duran Denktaş devre dışı bırakılıyor ve kuzey Kıbrıs bütünüyle Amerikan üssüne ve NATO merkezine çevrilmeye hazırlanıyor... Kuzey Irak’taki bütün milli ve stratejik menfaatlerimiz ve kırmızıçizgilerimiz bir bir tepeleniyor... Güvenliğimizi ve geleceğimizi korumak hususunda birinci derecede görevli ve sorumlu kurumlar, Vatanın mı, yoksa NATO’nun mu amaçlarına hizmet ediyor? S.16- Hani Amerika, Irak’a huzur ve hürriyet getirecekti..? Hani kardeş ve komşu ülkemize barış ve bereket tohumları ekilecekti..? Hani Amerika bu nedenle desteklenmiş ve davul zurna ile davet edilmişti..?! Şimdi Saddam döneminden bin beter hale gelen.. Hem masum ve mazlum Irak halkı hem ülke çıkarlarımız için, eskisinden daha büyük tehdit ve tehlike sinyalleri veren bu duruma sebep olan yetkililer, acaba biraz olsun pişmanlık ve vicdani rahatsızlık duyuyor mu? S.17- “Genç ve cesur ABD’li kadın ve erkek askerlerin, mümkün olan en az zayiatla ülkelerine dönmeleri ve Irak’ta başarıya erişmeleri için dua eden” Başbakan Recep T.Erdoğan; cani conilerin Ebu Garip işkenceleri, ırza tecavüzleri, camileri ve hastaneleri tahripleri konusundaki başarılarına seviniyor mu? S.18- Türk kamuoyunda bütün bu vahşet ve rezaletlere karşı oluşan haklı tepkiyi tersine çevirmek ve Iraklı direnişçileri terörist ve Türk düşmanı göstermek amacıyla, son zamanlarda Türk şoförlere karşı bizzat CIA ve MOSAD’ın başlattığı cinayetleri, El Kaide gibi hayali organizelere mal etmek hususundaki şeytanî senaryoya karşı, hükümet niye ciddi ve cesaretli bir araştırma yapmıyor ve halkımızı aydınlatmıyor? 24-Temmuzda kaçırılıp öldürülen şoför Murat Yüce’nin, televizyonlardaki infaz görüntülerinde neden 1-Haziran tarihi görülüyordu? Yüce’nin çalıştığı TÜSİAD’çı Tepe Grubuna ait Bilintur Şirketinin Irak’ta ne iş yaptığı neden bir türlü açıklanmıyordu? Kiliselere yönelik saldırılar; Hrıstiyan dünyasını İslâm’a karşı kışkırtmayı mı hedefliyordu? S.19- AKP hükümetinin ve özellikle Recep Tayyip Bey’in tek ve örnek (!) başarısı “Hızlı Tren” projesinin, teknik hazırlıkları ve temel alt yapısı tamamlanmadan, sadece bir şov ve şarlatanlık uğruna “ felâkete davetiye çıkarmak” olduğu bilirkişi raporlarıyla ortaya çıktı ve şimdilik “Hızlı Tren” seferleri askıya 194 alındı… Peki, yanan bunca canların, yıkılan yuvaların hesabını, Azrail’den mi soracağız? S.20- “İslâm; NATO’nun yeni düşmanı, Türkiye NATO’nun kışlası, Ordumuz NATO’nun Jandarması yapılıyor” konusunda uzman şahsiyetlerin, yerli ve yabancı gözlemcilerin çok ciddî yorum ve yaklaşımları karşısında, AKP Hükümetinin ve askeri çevrelerin tek kelime etmemesi, bütün bu iddiaların doğruluğunu mu gösteriyor? S.21- Hükümet ve askeriye, sık sık “ABD stratejik müttefikimiz... Her konumda hem fikiriz... Amerika için vazgeçilmez ülkeyiz…” gibi laflar ediyor… Oysa Bush yönetiminin Irak işgalini konu alan, yarı resmi roman ve doküman tarzında yazılan; yaklaşık “500” sayfa tutarındaki “Saldırı Plânı” kitabında, Türkiye’den sadece, evet sadece 3 (üç) cümlede ve 3 kelime olarak bahsediliyor! İşte Türkiye ve AKP, Amerika için bu kadar önem arz ediyor? 30 yıl önce ABD Başkanı Nıxon’ın istifasına yol açan Watergate skandalını ortaya çıkaran iki gazeteciden birisi olan Bob Woodward gibi detaylara ve dolaylı sebep ve sonuçlara bile dikkat eden bir yazarın beş yüz sayfalık “Irak saldırısını ve perde arkasını” irdeleyen kitabında, AKP iktidarı ve askeri kurmaylar, Bush’un ve Pentagon nazarındaki kıymetlerinin kametini ölçebilirler!.. S.22- Kıbrıs ve Kuzey Irak olaylarında... Uyum bahanesiyle, bağımsızlık ve hâkimiyetimizin AB’ye devri hususunda... Ordumuzu her yönden zayıflatma ve etkisiz kılma konusunda; askerle AKP’nin uyuşup anlaşması, ama başörtüsü ve Kur’an kursu gibi konularda zıtlaşıp ayrışması, acaba kendi teşkilât ve tabanlarını ve toplumu oyalamaya dönük bir danışıklı dövüş müdür? S.23- Temmuzun son Cuma günü, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan-herhâlde daha önce bildirilmiş ve kendisine randevu verilmiş ki-İstanbul Büyük Şehir Belediye Başkanı Kadir Topbaş’ı ziyarete gitti. Ama hayret, Belediye Başkanı yerinde yoktu ve söz verdiği halde Başbakanı beklememişti. Tayyip Bey ve ekibi, çaresiz geri dönüp, başka yerlerde vakit geçirip saatler sonra tekrar Topbaş’ın makamına kabul edilmişlerdi..!? Ve yine aynı gün, Cuma namazını Fatih’te kılıp bir cenaze törenine katıldıktan sonra, bu sefer–ve yine herhalde önceden mutlaka haber verilmiş ve yerinde olduğu tespit edilmiş ki–Fatih Belediye Başkanının ziyaretine gidildi... Ama hayret ki hayret..! O da Başbakanı beklemeye tenezzül etmemiş ve çekip gitmişti… Başbakan Recep T.Erdoğan çaresiz, başkan yardımcıları ve belediye memurlarıyla sohbet etmekle yetinmişti !?.. Şimdi, kendi belediye başkanları yanında bile bu kadar itibarı olan bir başbakan, gerçekten ülke yönetiminde, ABD ve AB kurumları nezdinde ne denli ağırlığı ve saygınlığı olabilirdi? S.24- Amerika’daki Siyonist stratejistlerden ve Washington’un Türkiye servisinden Alan Makovsky, birkaç günlüğüne geldiği ülkemizde; “AB den Türkiye’ye “Havet” yani; hem hayır, hem evet anlamına gelebilecek bir cevap çıkacağını söyledi… Tam bu sırada, eski Fransa Cumhurbaşkanlarından Estaing; Türkiye Avrupa’ya ait değil… Artık yalan söylemekten ve oyalamak için Türkiye’yi boşuna ümitlendirmekten vazgeçelim” şeklinde demeç verdi… Peki yaklaşık 2 senedir “Türkiye’yi AB’ye katacağız ve bütün sorunlarımızdan kurtulacağız!” diye halkı uyutan ve aldatan AKP yetkilileri ve Recep Tayyip, AB’den böyle bir “HA-VET” yanıtı alınca ne yapacak? S.25- Ülkemize gelen, IMF Türkiye Masası Şefi ve İran’lı Yahudi dönmesi Rıza Moghadam, 2005 Şubatından itibaren 3 yıllık bir Stand-by anlaşması daha yapılacağını açıkladı… Bu, en azından 3 yıl daha IMF reçetelerine teslimiyetin ve millet olarak sömürülüp ezilmenin belgesidir. Hani Bay Tayyip IMF kıskacından ülkeyi kurtaracağını söylüyordu? S.26- Bugüne kadar YÖK’ün baskıcı ve kışkırtıcı olan hiçbir yanlış ve haksız tavırlarını düzeltemeyen ve YÖK sultanlığına söz geçiremeyen AKP iktidarı, şimdi YÖK’ün Kıbrıs’taki üniversite kayıtlarıyla ilgili kasıtlı kararı karşısında ne yapmayı düşünüyor? Yoksa yine, geri adım atmak üzere sağlam zemin yoklaması mı yapıyor? 195 Bu YÖK, nasıl oluyor da, anayasayı değiştirecek çoğunluktaki bir iktidara kök söktürüyor? S.27- Hadim ( Hizmetçi) devlet olması gerekirken, millete karşı hasım (düşman) tavrı takınan, ama dış güçlerin, ABD ve AB’nin, IMF’nin dayatmaları karşısında, “Hadım” (İktidarsız) olup takla atan devlet ve hükümet yetkilileri, en azından Suriye Devlet Başkanı bir Beşşar Esed kadar, Venezüella Başkanı bir Hugo Chavez kadar olamıyor mu? Milli haysiyet ve hassasiyetlerimize tercüman olması gerekenler yoksa: “Bizi, milletin değil, hangi mahfillerin parlatıp pohpohlayarak Milli Görüş’ten kopardığını ve iktidara taşıdığını biliyoruz ve onlara diyet borcumuzu ödüyoruz” mu diyorlar? S.28- AKP hükümeti 200 milyar dolar olarak devraldığı dış ve iç borcu 1,5 yılda 300 milyar dolara çıkardı… Bu gidişle birkaç yıl sonra toplamı 500 milyar doları aşacak... Erbakan Hoca’nın haklı tespitiyle “Bu borç ancak bir facia ile sonuçlanır” Daha önce kişi başına 3 bin dolar düşen borç oranı, AKP sayesinde 5 bin dolara çıktı. Böyle giderse 3–4 yıl sonra kişi başına dış borç miktarı 10 bin doları bulacak. Yani 5 nüfuslu bir ailenin borcu: 50 bin dolar olacak... Allah göstermesin, Türkiye satılsa yine bunun altından kalkılamaz… Unutmayalım, Batı Almanya, bütün Doğu Almanya’yı Rusya’dan, sadece 45 milyar dolara satın almıştı… Şimdi soruyoruz ve uyarıyoruz: Birkaç yıllık iktidar hırsı ve gelip geçici bir makam ve menfaat sevdası hatırına; ülkemizi ve geleceğimizi böylesine ipotek altına sokanların zerre kadar vicdanı ve iz’anı yok mu? S.29- ABD’nin Irak işgalindeki ordu komutanı General Tomy Franks, hatıralarını yazdığı “Amerikan Askeri” kitabında, G.K. B Org. Hilmi Özkök’ten şöyle bahsetmiş: “Irak’a saldırı öncesi, destek ziyareti için gittiğim Ankara’da, karşımda NATO terbiyesi ve tecrübesi ile olgunlaşan... Çok tatlı ve akıcı bir İngilizce konuşan... Kendisinden önceki generaller gibi, darbeler yaparak siyasete müdahale geleneğinden uzaklaşan… AB’ye girilmesi ve ordunun siyasetten çekilmesi konusunda tam demokrat ve Batıcı bir tavır takınan… Amerika’nın Irak müdahalesine taraftar görünmesine ve tam destek vermesine rağmen, bu konudaki kararın bir hafta sonra kurulacak (AKP) hükümetince verileceğini içtenlikle açıklayan… Türkiye’deki İslamcılık tehdidine ve çağ dışı gelişmelere karşı oldukça dikkatli ve tavizsiz bir duruş ortaya koyan… Laik kafalı, aydın ve NATO’ya bağlı örnek bir komutan!?.. (Not: Biz bu notları, NTV. 5-Ağustos –2004 Perşembe saat 10ºº haberlerinden dinleyip aktardık) Şimdi: Büyük İsrail’e hazırlık yapmak, Irak’ın petrolüne el koymak, Kürdistanı kurup Türkiye’yi parçalamak amacıyla, Irak’a saldıran şeytan ordularının komutanı... Canavarları bile tiksindirecek vahşet ve dehşet sahnelerinin kahramanı ve sicilli İslam düşmanı... Süleymaniye’deki subaylarımızın başına çuval geçirerek milli onurumuzu çiğneyen çingene bozmalarının baş kabadayısı olan Tomy Franks, Org. ilmi Özkök’ü böyle tanıyor!? Ha, sahi, bu Tomy Franks ve hayran kaldığı Türk paşaları; Amerika’nın perde arkası patronu olan Siyonist Yahudi Lobilerinden cesaret madalyalı ve AB’ye sevdalı Recep T.Erdoğan’ın AKP’sinin: Radikal ve İslâmcı İBDA-C’cilerden, Fetullah Gülencilere... Kürtçü bölücülerden, ülkücü geçinenlere... İrancı dincilerden ve Topbaşlar tarikatinden, Milli Görüş döküntülerine… Ve idamla yargılanıp şimdi AKP’li Siirt Belediye Başkan yardımcılığına getirilen Hizbullah liderine... Evet, bugüne kadar hep aşırılık ve haşarılıkla suçlanan kesimlerin, masonik mahfillerin organizesiyle oluşturduğu bir koalisyon olduğunu bilmiyor mu? S.30- Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer “Kamu Yönetim Yasasını” Meclise iade gerekçesinde, “Temel insan hak ve hürriyetlerini kısıtlayıcı düzenlemeler yapılamaz” maddesini “başörtü yasağının da önünü açabilir” diyor. Biliyoruz ki, başörtüsü ne anayasa ne de kanunlarla değil, sadece YÖK genelgeleri ve ona dayanan mahkeme görüşleriyle yasaklanmış, hem inancımıza hem temel insan haklarımıza aykırı bir zulümdür. Başörtüsüne, İslâmî dirilişten de öte, Siyonist ve emperyalist zulme karşı insanî ve vicdanî bir 196 direnişinde sembolü haline geldiği için; dünyaya hükmeden Siyonist odaklar ve Mason Locaları tarafından savaş açılmıştır. Türkiye’yi yönetenler milletin mi, yoksa masonik mahfillerin ve dış güçlerin mi hizmetindedir? Başörtüsü, Türkiye’nin Müslüman Türklere ait olup olmadığının, karar meselesidir !.. AKP hükümeti, güya “dengeleri gözetmek” palavrasıyla ikili oynamaktan ve halkımızı avutmaktan vazgeçmelidir. Cumhurbaşkanının da değiştiremeyeceği, karşı gelemeyeceği, geri gönderse de, bir netice elde edemeyeceği şekilde, evrensel hukuk kurallarına ve temel insan haklarına uygun bir kanunu hemen meclisten geçirilmeli ve bu zillet ve rezalete artık bir son verilmelidir. Yoksa hükümetle Cumhurbaşkanı danışıklı dövüş yaparak ve suçu birbirine atarak milleti mi oyalamaktadır? S.31- Recep T.Erdoğan, Almanya’nın Bild Gazetesi muhabirinin: “Tüm Avrupa, bir İslâm devleti olan Türkiye’nin Avrupa Birliğine katılıp katılamayacağını tartışıyor” sözleri üzerine hemen lafa karışıp: “Öncelikle şunu düzelteyim: Türkiye bir İslam Devleti değildir!..” buyurmuş... Hiçbir Avrupalı devlet , “Hrıstiyan ülkeler” sınıfına sokulmaktan gocunmaz... Çünkü ülkelerin; nüfusunu oluşturan çoğunluğun dini ile tanıtılması doğal ve normal bir olaydır. O zaman Tayyip Erdoğan’a soralım; “Türkiye bir İslâm Devleti değilse, peki bir gavur devleti midir ?” Yine aynı söyleşide Sn. Başbakan; bir soru üzerine: “Tabi ki, Türkiye coğrafî ve kültürel olarak Avrupa’ya aittir. Tarihsel olarak Avrupa’nın kökleri Türkiye’de, Türkiye’nin kökleri Avrupa’dadır” buyurmuş !... Oysa biz bugüne kadar, resmi ve ilmi tarih ve coğrafya kitaplarımızdan ve dini kaynaklarımızdan; milli köklerimizin Orta Asya’ya, manevî ahlâkî köklerimizin Hz.Muhammed Aleyhisselema dayandığını biliyoruz. Kültürel ve coğrafi köklerimizin Avrupa’ya ait olduğunu iddia eden Başbakan, bunu ispat etmekle de görevlidir!? Bekliyoruz... S.32- Uluslararası Göç Örgütü yayınladığı son raporunda: “Türkiye’nin kadın ticaretinin merkezi ve fuhuş cenneti” haline geldiğini , resmi bilgi ve belgelerle ortaya koymuş.. (Bak: Milli Gazete 5-Ağustos–2004 sh.9 ) Daha önce ATO Başkanı Sinan Aygün de, resmi vesikalı veya yasadışı 100 bin kadınımızın fuhuş batağına düştüğünü bir rapor halinde kamuoyuna sunmuştu.. Şimdi hem devlet ve hükümet yetkililerine, hem de açılıp saçılmayı ilericilik ve laiklik gereği, başörtüsünü ise gericilik göstergesi sanan aklı yitiklere soruyoruz: Türkiye’yi fuhuş merkezine ve bütün ülkeyi açık hava genel evine çevirmekten memnun musunuz?.. S.33- Çin ve Pakistan ordularının; dış tehditlere ve terör eylemlerine karşı, Pamir dağları eteklerinde 3 gün sürecek, gerçek mermilerin ve ileri silâh teknolojilerinin de kullanılıp deneneceği, ortak bir tatbikata başladıklarını, Pakistan basınından öğrendik. (Bak. Milli Gazete 5-Ağustos–2004 sh.9) Siyonist Amerika’nın dünyayı sömürme ve sindirme tehditlerine ve Tayvan’ı Çin’e, Hindistan’ı Pakistan’a kışkırtma tertiplerine karşı, Çin ve Pakistan dayanışması ve Hindistan halkının İsrail ve ABD uşağı partileri sandığa gömüp barışçı bir partiyi iktidara taşınması ve yine Rusya Devlet Başkanı Putin’in bile İslam Konferansına katılmaya çalışması… Acaba bizdeki Amerikan uşaklarına ve Avrupa aşıklarına, bir cesaret ve haysiyet dersi vermiyor mu? S.34- ABD’de Pentagon’un en önemli isimlerinden Miycel Rubin, basın ve televizyonlara yansıyan demeçlerinde: “Bush yönetiminin Kuzey Irak’ta barınan PKK konusunda, Türkiye’ye hıyanet ettiğini… PKK’nın üzerine birlik yollaması ve Türkiye’nin de haberdar edilip sınırda tedbir alması sayesinde bu çıbanın tamamen 197 deşileceğini... Ama PKK’yı kendi hesabına kullanmak isteyen bazı ülkelerin (İsrail’i kastediyor olabilir) baskısıyla ABD’nin müttefiki Türkiye’nin baş belası olan PKK’ya ilişilmediğini… Bu durumun utanç verici olduğunun ve ABD’nin güvenilirliğini yitirdiğini” söyledi. Hatta Kuzey Irak’ta kaybolan ve kaçırılan bazı Türk şoför ve işçileriyle ilgili eylemlerin PKK eliyle ve CIA-MOSAD işbirliği ile gerçekleştirildiği yazılıp çizildi. Şimdi soruyoruz: “Bizim Amerikan tapar iktidarımız ve kurmaylarımız, Miycel Rubin gibi bir Amerikalı kadar olsun, Türkiye’nin çıkarlarını düşünmüyor ve Amerikan hıyanetini görmüyor mu? S.35- Kötülüklerin şu üç özelliği dikkatlerden kaçmaktadır. 1-“Kötülük”ler doğurgandır. İşlenen bir kötülük, daha beter bir kötülüğe sebep olmaktadır. 2-“Kötülük”lere bulaşmak kolay, ama kurtulmak çok zorlaşmaktadır. 3- “Kötülük”ler, eğer yöneticiler ve yetkililer tarafından yapılırsa, günahı ve tahribatı vatandaşların sayısı oranında kat ve kat artmaktadır. Kötülük; haksızlık, ahlâksızlık, hilekârlık ve zulümkarlık anlamındadır. Örneğin 1 şişe içki içen sarhoş olup trafik kazası da yapacak, kafası bulanıp başkasını da bıçaklayacaktır. Yani içki, başka kötülükleri de doğuracaktır. Ve yine, bir insanı öldürmek kolay, ama bunu hapis cezasından ve vicdanî azabından kurtulmak çok zor olmakta ve yıllar almaktadır. Bunun gibi, IMF denen ve dünyayı sömüren Siyonist tefecilerden borç almak kolay; ama o bataktan kurtulmak ve o borçla birlikte milli haysiyet ve hürriyetini korumak giderek zorlaşmaktadır.. Şimdi soruyoruz: Şu AKP’liler, iktidardaki ömürlerini uzatmak ve şahsi makam ve menfaatlerini korumak hatırına, ülkemizi ve geleceğimizi karartan kararları alırken, acaba hiç vicdan duygusu ve ahiret kaygusu çekiyorlar mı? S.36- Recep T.Erdoğan “Irak’ta Türk şoförlerini hedef alan cinayetlerin İslam adına yapılması asla kabul edilemez ve İslam’la vahşet birleştirilemez” buyurdu... Doğrudur… Ancak: 1-Bu cinayetlerin CIA, MOSAD ve PKK tarafından, Türk toplumunda Iraklı direnişçilere duyulan muhabbetin nefrete dönüştürmek için yapıldığı konusunda ciddi bilgiler vardır. 2-Hep böyle işine gelince ve dara düşünce İslamiyet’i hatırlayan Başbakana sormazlar mı: Peki, Irak’ı işgal etmek, milli servetlerini sömürmek, bütün ülkeyi harabeye çevirmek ve bunca işkence ve rezaleti işlemek üzere; ABD’yi davet etmek, başarıları için dua etmek ve hala desteklemek, İslâmiyet’le ve insaniyetle ne kadar uyuşuyor? S.37- Mason Localarıyla ve Mafya babalarıyla ilişkileriyle meşhur Mehmet Ağar, Irak’taki şoför cinayetleriyle ilgili, güya AKP hükümetini paylarken, aslında paslaşıyor ve AKP’nin millete rahat gol atması için şöyle bir teklif sunuyor: “Amerika ve Irak’la da anlaşarak, Türk kamyonlarının geçiş güzergâhının güvenliğini, Türkiye’den göndereceğimiz kendi askerlerimiz sağlasın !” Amerika ve İsrail’in yedek adamı ve DYP Başkanı Mehmet Ağar böylece, İstanbul’daki NATO zirvesinde alınan ve Türk askerinin NATO bünyesinde ve eğitim gayesi ve bahanesiyle, Irak batağına girmesini amaçlayan şeytani kararın uygulanmasına bir gerekçe ve kolaylık kapısı açıyor !... Soruyoruz: Yoksa hükümet ve mini muhalefet, dua ettikleri ve destekledikleri halde başarılı olamayan conileri kurtarmak ve NATO şemsiyesiyle ve Türk askeriyle; mazlum Irak Müslümanlarını boğdurmak üzere, Amerika’dan aldıkları talimatı, şimdi tatbikata koymaya mı hazırlanıyor ?.. S.38- 4-Ağustos–2004 tarihli Akşam Gazetesinde, Serdar Turgut’un da haber verdiği gibi… Rahmi Koç, İhsan Kalkavan, Cem Boyner ve Mustafa Koç gibi işadamları “Dünya turuna çıkmak... Birkaç yıl tatil yapmak…” bahaneleriyle ve Eylül’den sonraki gelişmelere göre, Türkiye’yi terk etmeye, daha doğrusu tüymeye hazırlanıyormuş!.. Tamamı sabataist dönmelerden, Yahudilerden ve onların dünürlerinden oluşan ve nice yıllardır 198 ülkemizin kaymağını paylaşan bu iş adamları, acaba niye Türkiye’yi bırakıp uzun tatile çıkıyor?! Yoksa, sömürü ve rantiye hortumlarını kesecek, hain ve hırsızları hesaba çekecek, milli ve talihli bir devrimin ayak sesleri mi duyuluyor? Peki, seçkin siviller duyuyor da, gafil siyasîler niye uyuyor? Yoksa, “Krizler geliyor da, kerizler görmüyor” mu? S.39- Recep T.Erdoğan, erken seçime mi hazırlanıyor? Hatırlanırsa, Sn. Başbakan “Benden 2 yıl hiçbir şey beklemeyin... İki yıl sonra ise her hizmeti gözleyin” anlamında laflar edip duruyordu. İşte 2 yıl doluyor, yaklaşık 20 ay oldu… Ama ekonomik ve sosyal sorunların hiçbiri çözülemedi, hatta daha da katmerleşti ve kangrenleşti… AKP hükümeti bu 20 ayda 66.5 milyar dolar faiz yatırmış. Ve 64 milyar dolar IMF’den yeni borç almış... Ülke ekonomisindeki geçici, ama tedirgin edici hava ise, yurt dışından gelen ve rantını toplayıp giden “sıcak para”dan kaynaklanıyor... Kısaca ekonomik ve sosyal patlamalar her an kapımızı çalabilir.. İşte Recep T.Erdoğan bu çalkantıyı, bir erken seçim oyalamasıyla atlatmaya hazırlanıyor (mu)? Erbakan Hoca’nın, “Bu borç batağından faciasız kurtulmak mümkün değildir. O halde , (ey AKP) en kısa zamanda kendinize gelin ve özünüze dönün !” uyarısını anlamaya ve gereğini yapmaya hiç niyetiniz ve cesaretiniz yok mu? S.40- Atatürk’ün milli ve haysiyetli hatırasını unutturmak için, İsmet İnönü’nün katı ve kasıtlı tavırları etkili olmayınca, arkasından Celal Bayar ve Adnan Menderes’in “putlaştırma projesi” devreye sokulmuş… Ve Türkiye Amerika’nın çöplüğü yapılmıştı… Ama sonları ortada!? Milli Görüş’ün olumlu ve onurlu yükselişini durdurmak için de, Amerika’da Siyonist Adenawer ve Rockefeller burslarıyla özel olarak yetiştirilen, birine sağcı ve ötekine solcu etiketi yapıştırılan S.Demirel ve B.Ecevit, yıllar boyu yeterli olmayınca, bu sefer Recep T.Erdoğan sivriltilip ortaya sürülmüş ve Ecevit-Demirel gibi Bilderbergçi Masonların yapamadığını başarmıştı... Ama işte Ecevit’in de sonu ortada… Şiddetle karşı çıkmasına ve engellemeye çalışmasına rağmen, Erbakan Hoca’nın Kıbrıs Zaferini kendisine mal edip Karaoğlan kahramanlığıyla, “Milli Görüş partilerini kapatmak yetmez bunların kökünü kurutmak lâzım” diye kin kusan... Meclise Türbanla giren Merve Kavakçı için “Bu kadına haddini bildirin !” diye saldıran… Yıllarca millete “fakir-gariban” diye yutturulmasına rağmen , Karun kadar zengin olan ve parti kasasında bile şu anda 40 trilyon bulunan.. Ama “ebter” olup, çoluk çocuğu bulunmayan, Ecevit’in: hastane odalarına hapsedilmesinden, karısı Rahşan olmadan ne konuştuğu bile anlaşılmaz hale gelmesine ve marazlı medyanın şov malzemesine dönüşmesine kadar, kaderin intikamını görüp de, Recep Tayyip bundan bir ders çıkarmayacak mı? Eski arkadaşı ve Refah’tan milletvekili yaptığı Hasan mezarcı “Ben en güçlü olduğu zamanda Erbakan’a hıyanet ettim, ama ceza olarak kafayı yedim. Rezil ve rüsvay edildim. Ama bu Recep Tayyip Bey, en zor dönemde Erbakan’ı arkadan bıçakladı… Milyonlarca Milli Görüşçünün bedduasını aldı... Şimdi nasıl bir akıbete uğrayacağını merak ediyorum!” mealindeki tespitlerini, acaba Sn. Başbakan hiç düşünüp değerlendiriyor mu? 199 SİYONİSTLERİN SOROS’U VE AKP İÇİN HAZIRLANAN 03 KASIM 2005 OPERASYONU Afganistan ve Irak müdehalelerinde kullanılan “önleyici vuruş” yöntemi (preemptive strıke) ile 7 Ağustos 1941 Pearl Harbour Baskını’nda Pasifik Filosu’nu bilinçli olarak Japonlar’ın saldırısına uğratmak suretiyle İkinci Dünya Savaşı’na girişte ve en son olarak da “11 Eylül Senaryosu”nda kullanılan “kendi kendine vuruş” yöntemleri... Zaman zaman fazla toz kaldırmamak adına böylesi “sıradışı metotlar” üzerinden giden siyonist ABD’nin bir diğer önemli yöntemi ise; ekonomi piyasasındaki tüm dengeleri ters düz ederek “toplumsal kartlar”la destekli yürütülen “vakumlama operasyonları” dır! Ve ABD derken tam olarak kimleri işaret ettiğimizi de açıkça belirtelim. Tabii ki “Küresel Egemenler Teşkilatı” olarak Türkçeleştirebileceğimiz “Global Hegemonlar Organizasyonu”ndan söz ediyoruz. Hani şu “yerküre” üzerindeki tüm diplomatik ilişkileri yönlendirme gücüne sahip olan ve “derinlikli sermayedarlar”dan müteşekkil “ulvi mekanizma”dan… Kısaca Siyonist sömürü saltanatından Ve bu “derinlerde yazılan küresel senaryoların baş aktör”ü ise şüphesiz “Büyük ve Yetenekli Organizatör George Soros”! Soros, “Küresel Egemenler Teşkilatı”nın en etkili oyuncularından biri sonuçta. Ve bu perspektiften bakıldığında, Bush – Kerry çekişmesinde 10 Milyon Dolar harcayarak Bush’u karşısına alma cesaretini sergileyebilen Soros’u anlayabilmek daha kolaydır… “Klasik Soros Açılımları” ve “Yeni Takvim” Kimileri”nin dünyaya “barış” getirmeye çalışan bir “iyilik meleği”, ya da “Robin Hood” olarak görüp pompaladığı Açık Toplum Önderi George Soros, aslında ABD’nin “asli dayanak noktası” olan ve devlet üzerinde bir “üst kontrol mekanizması” “Küresel Baronlar Örgütü”ne bağlı “en programlı yönlendirici” konumundadır. O kadar programlı ki; tamamıyla “sivil” olmasına rağmen ne ilginçtir ki her elini attığı “pazar”dan “küresel idealler” ve bu ideallerin dünya üzerindeki “asli yönlendirici”si olan “İsrail Yazılımlı Küresel Teşkilat” payına bir sonuç çıkmaktadır. Sonuçta 1984 Yılı’ndan bu yana Pekin, Moskova, Prag, Varşova derken abartısız bir “zincir” haline getirilen “evrimsel devrimler silsilesi”; petrolcülerden, finansçılardan, silah tüccarlarından ve bir çok önemli sektördeki güç dengelerinden oluşan “Küresel Baronlar Örgütü”nün Avrupa ve Asya’ya yaptığı “çıkarmalar tarihi”nin bir “ön adımı” durumundadır. Ve bu açıdan bakıldığında sözkonusu bu örgütlenmeye “Askeri Endüstriyel Kompleks” denmiş olması da son derece mantıklıdır. Güney Afrika, Macaristan, Sırbistan, Yugoslavya, Gürcistan, Ukrayna, Şili ve Kırgızistan şeklinde devam eden “zincir”in beklendik halkaları arasında ise; Ermenistan, Azerbaycan, Moldova, Beyaz Rusya gibi devletler yer almaktadır. Kazakistan ve Türkmenistan ise olası bir tehlike ile karşılaşmamak adına tüm halk hareketlerine katı kurallarla “emniyet şeridi” çekmeye başlamıştır. Bu devletlerde beklenmekte olan “Soros Müdehalesi”, Türkiye içinse artık programlanmış durumdadır..! Son zamanlarda estirilen “Soros Rüzgarı”nın hikmeti de, Haziran’da gerçekleştirilen olan Türkiye ziyaretinin kerameti de bu sonuçta aranmalıdır... Bir “Sosyal Dinamit”in Uluslararası Maratonu “Sion Merkezli Küresel Krallık”ın “savaşmadan alma stratejisi”nde “aracı firma” olan “Açık Toplum Hareketi”nin dahi önderi George Soros, 2004 Yılı itibarıyla “borsa spekülasyonları ve fonlar” aracılığıyla servetine 7.2 Milyar Dolar katmış olan ve 2 bin kişilik teşkilatı ile 60 ülkeye her yıl 400 Milyon Dolar “bağış” yapan bir büyük “global köprü” başıdır. Bu “küresel demokrasi elçisi”nin geniş bir dünya coğrafyası üzerinde servise sunduğu “demokrasi masalı”nın asli yöntemi ise; “dış kaynaklı malzemeler”in “ince ayarlamalar”la “iç dinamikler” ile harmanlanması ve tek vücut haline getirilerek kamufle edilmesi şeklinde ortaya çıkmaktadır. Bu “estetik geçiş” sayesinde “doğal refleksler süsü” verilen “sosyal hareketlenmeler” sonrasında ise, “ekonomi 200 piyasalarında toptan bir temizlik” yapılmaktadır. Dolayısıyla bir “iç katalizör” işlevi gören “toplumsal kitle” ile ilintili olarak “Halk faktörü önemlidir. Değişim halktan gelmelidir.” diyen Soros’un sözkonusu söylemle anlatmak istediği, en net şekli ile bu olmaktadır. Kısacası “mikserleme işlemi”ni o kadar başarıyla uygulanmalıdır ki; “kamuoyunda; parçaların bir “yapıştırma” değil, tamamen “doğal seyir” içinde gerçekleşen adımlar olduğu izlenimi” uyandırılmalıdır. Aksi taktirde işler karışabilir. Sonuçta toplumlar önce karıştırılır, sonra da vakumlanır. Ancak öylesine iyi karıştırmalıdır ki; üste çıkan kaymak da o nisbette Siyonist sömürüye yararlı olmalıdır..! Bununla birlikte piyasaya sürülen “kozlar” arasındaki “zamanlama”; belki de en önemli noktadır. Düşünün ki bir kuleyi uçakla yıkacaksınız. Ama uzaktan kumandalı bu uçaklarla o yapıyı bir hamlede indirebilmek o kadar da kolay bir iş değil! Organizasyonu başka verilerle desteklemek şart! O zaman yerleştirsiniz kulenin ayaklarına yeterli dinamitleri, patlamaları da uçağın kuleye çarpma anına ayarladınız mı tamam! Ama bu “sistematik zamanlama”da en ufak bir yanlış, kurgunun deşifre olmasına ve başarısız bir sonuç almaya yetebilir. Onun için “ince ayar” şart! Bilmiyoruz bu hikaye size bir yerlerden tanıdık geldi mi... Sonuçta yıkılmak istenen kulenin yerinde “ekonomisi boşaltılmak istenen bir hedef ülke”, kulenin temeline yerleştirilen dinamit ya da saatli bombaların yerinde ise; “gelir dağılımdaki adaletsizlik”, “işsizlik” ve “yoksulluk” gibi faktörlerle ivme kazanan “hırsızlık”, “kapkaç” gibi ekonomik boyutlu açmazlar ile “tecavüz”, “dini çatışmalar”, “etnik huzursuzluklar”, “yolsuzluk” ve “anarşi” gibi “sosyal patlama”yı vizyona koymada son derece “etkili kartlar” vardır. Bir “sosyal dinamit” işlevi görerek 60 ülke gibi geniş bir dünya coğrafyasında işte bu “sıradışı metotlar”la “küresel düzenleyici” olarak vazife yapan Soros’a ait ATE (Açık Toplum Enstitüsü) örgütlenmelerinin yer aldığı bazı merkezler şunlardır; Arnavutluk, Azerbaycan, Bosna – Hersek, Bulgaristan, Çek Cumhuriyeti, Ermenistan, Estonya, Gürcistan, Hırvatistan, Karadağ, Kazakistan, Kırgızistan, Kosova, Letonya, Litvanya, Macaristan, Makedonya, Moğolistan, Moldova, Özbekistan, Polonya, Romanya, Rusya, Sırbistan, Slovakya, Tacikistan, 201 Ukrayna ve TÜRKİYE Bundan birkaç yıl önce “En iyi ihraç malınız ordunuz!” diyen ve Davos’taki Dünya Ekonomik Forumu Toplantıları’nda Başbakan Recep Tayip Erdoğan’la, ABD’de ise Abdullah Gül’le görüşme yapan Demokrasi Taciri Soros’un Türkiye’deki ATE örgütlenmesi ise 2001 Yılı’na denk düşüyor. İsminden de anlaşılacağı üzere (!) Türkiye için pek hayırlara vesile olmayacak ATE örgütlenmelerinin dünya üzerindeki bu “çok boyutlu kök salma girişimleri” ise tamamıyla “farklı amaçlar”a hizmet ediyor. Ve “Siyonist Soros”un izlediği bir “stratejik yöntem” de; “adım attığı her ülkede bir “para harcayan kurum”, bir de “para kazanan kurum” şeklinde iki ayak üzerinden gitmesi ve bu kanalların birbiriyle olan temasına da kesinlikle müsaade etmemesi.” Olarak göze çarpıyor. Hatta bu ayrı kanalların birbiriyle iletişim kurmamasına dayalı “altın kural”, Sorosçular tarafından “Çin Seddi” benzetmesi ile sembolize ediliyor. Karda yürüyüp izini belli etmeyen Dahi Soros’un Açık Toplum Vakfı adını verdiği teşkilatlanma, operasyonun “sosyal boyut”unu üstlenirken; Soros İnvestment Capital isimli diğer kurum da “ekonomik boyut”u organize edip yürütüyor. Aslında 1999 Helsinki Zirvesi’nde Türkiye’nin AB’ye “resmi aday statüsü” kazanmasıyla birlikte Türkiye’ye olan ilgisini arttıran Soros, son yıllarda Türkiye’yi daha da yakından izliyor. Enstitünün Türkiye ayağına yaptığı yatırımları gitgide genişleten Soros’un Türkiye’de yürüttüğü projelerin birkaç örneği ise şöyle; Bağımsız Türkiye Komisyonu Ders Kitaplarında İnsan Hakları Taraması Eğitim Reformu Girişimi Sosyal Politika Reformu Herkes İçin İnsan Hakları Teşebbüsü 20 İlde İnsan Hakları Filmleri Gösterimi Bireysel Silahsızlanma Projesi Grameen Mikrokredi Projesi Özel Sektör Madenciliğinde Ekonomik ve Sosyal Hak Uygulamalarının Araştırılması Projesi Kültür Karıncaları Platformu Güneydoğu Okul Öncesi Eğitimi Güneydoğu’da Yetişkin Okuryazarlığı Göç Konusunda Yürütülen Çalışmalar Hukuk Danışmanlığı Projesi Diyarbakır Sanat Merkezi Çalışmaları Kadın Fonu STK Eğitim Merkezi Gezici Afet Eğitim Merkezi KAGİDER Kadın Forumu Namus Cinayetlerini Önleme Projesi Kadın Filmleri Festivali Açık Radyo Beyoğlu Gazetesi, Uluslararası Basın Enstitüsü ve Aydın Doğan Vakfı ile birlikte yürütülen Gazetecilik Eğitim Semineri "Dış politika”, “basın”, “eğitim” ve diğer “sosyal ihtiyaçlar” noktasında kitleleri nereden bağlayacağını iyi bilen Soros’un Türkiye’deki destekçi listesi ise oldukça zengin bulunuyor. Zira listede “küresel hegemonların başarılı hizmetkarları olmak adına mütemadiyen yaranma yorumları yapan entellektüel köleler”den, “verimli pazarlardan pay alma hesapları peşinde koşan vatansever işadamları”na kadar bir çok “kimliksiz kimlik” yer alıyor!.. 202 Kabarık “Sorosçular Listesi”nden Türkiye’deki Satır Başları TÜSİAD, Türk Demokrasi Vakfı (TDV) AÇEV Bu yıl Soros Vakfı’nca 300 bin Dolar destek sağlanan Diyarbakır Milletvekili Prof. Dr. Aziz Akgül başkanlığındaki İsrafı Önleme Vakfı Açık lobi faaliyeti yaparak Soros bağlantısını gizleme gereği duymayan Arı Hareketi ve Anadolu’nun Genç Liderleri, “Haziran’daki Türkiye Çıkartması”nda ziyaret edilecekler listesine alınan, Türkiye’deki “demokratik hizmetler”i adına Dünya Bankası tarafından da desteklenen ve bu yıl Soros Vakfınca 330 bin Dolar yardım sağlanan TESEV (Türkiye Ekonomik ve Sosyal Etütler Vakfı), Tarih Vakfı Kültür Bilincini Geliştirme Vakfı Açık Radyo, Diyarbakır Sanat Merkezi, Ankara Sinema Derneği Uçan Süpürge Kadın Derneği, Devrimci Maden Sendikası, Turist Rehberleri Vakfı, Umut Vakfı, Kadın Girişimciler Derneği (KAGİDER), Diyarbakır Kadın Merkezi (KA-MER), Kadın Yurttaş Ağı (KA-DER), Şizofreni Dostları Derneği, İstanbul Kültür ve Sanat Vakfı, Medya Kronik, Beyoğlu Gazetesi, Vakıfla açıktan ortak projeler yürüten İstanbul Politikalar Merkezi, Abant Toplantıları kapsamında desteklenen Fethullah Gülen Cemaati, Yeni görevi ile Türkiye için “gelecek vadeden” (!) Kemal Derviş, 28 Şubat’taki “Postmodern Darbe”de yeterince iyi bir performans sergileyen Çevik Bir, TÜSİAD'dan DEİK’e (Türk - Amerikan İş Konseyi), WEF’ten (Dünya Ekonomik Fonu) TİM’e (Türkiye İhracatçılar Meclisi), YASED’den (Yabancı Sermaye Derneği) TÜGİDER (Tüm Gıda İhracatçılar Derneği) ve İSO’ya (İstanbul Sanayi Odası) kadar birçok ulusal ve uluslararası kuruluşa üye olan ve TESEV'le de girift bağlantılar içinde olan Misyon Sahibi Büyük Danışman Cüneyt Zapsu! Ve Açık Toplum Vakfı’nın Türkiye’deki Danışma Kurulu Üyeleri; Dr. Can Paker / Başkan (İşadamı – TESEV) Nebahat Akkoç (Sivil Toplum – Diyarbakır Kadın Merkezi) Özlem Dalkıran (Uluslar arası Af Örgütü) Neşe Düzel (Gazeteci) Prof. Dr. Ahmet İnsel (Akademisyen, Yazar) Prof. Dr. Eser Karakaş (Akademisyen, Yazar) Osman Kavala (İşadamı) Oğuz Özerden (Bilgi Üniversitesi Mütevelli Heyeti Başkanı) Sami Uslu (Hak – İş Konfederasyonu Başkanı) BAY SOROS ve “Küresel Aldatmaca”sı; 203 “Sosyal, Siyasal ve Ekonomik Darwinizm” “Yaşamı sadece güçlülerin ayakta kalacağı bir mücadele sayan ideoloji dünyada işbaşındadır. Ben buna ‘Sosyal Darwinizm’ diyorum. Kendini ekonomik rekabette gösteren bu anlayış, askeri müdahale alanına sıçrayınca çok daha tehlikeli bir hale geliyor. Bush’a karşı çıkmamın temel nedeni de bu.” diyerek “iyi polis rolü”nü başarıyla ifa eden Bay Soros’un bu şeytani rol ile 20 yılda yaptığı bağış 5 Milyar Dolar’a ulaşmış durumdadır. Ve bu rakam toplam servetinin yarısına yakındır. 1930’da Budapeşte’de doğan ve bir Yahudi ailesine mensup bulunan Macar asıllı George Soros, 1947’de Londra’daki School Of Economics’e girerek ekonomi eğitimi almış ve ilk vakfı olan New York’taki Açık Toplum Vakfı’nı 1979’da kurmuş olan bir “küresel barış elçisi” Konumunda, insan suretli bir şeytandır. Doğu Avrupa’daki ilk vakıf olan Avrupa Vakfı ise 1984’te Macaristan’da kurulmuş bulunmaktadır. Aslında bir Nazi İşbirlikçisi olan Soros Ailesi’ne mensup George Soros, pragmatik bakışını kendisini hayata hazırlayan isim olan babası Savcı Tivodor’dan almıştır. 17 yaşında tek başına İsviçre’ye, oradan da Londra’ya geçen Soros’un Londra’daki iktisat okulunda ders aldığı teosrisyenler ise oldukça önemli adamlardır… Harold Lasky, Nobel ödüllü John Mid, Serbest Piyasa İdealisti Friedrich Von Hajek ve ünlü spekülatörün “açık toplum modeli”nde en çok etkilendiği isim olan Ünlü Filozof Karl Popper bunlardandır. Ünlü Alman Casusu Reinhard Gehlen’in (1902-1979) Amerika’ya kaçışının ardından Almanlar’a ait geniş istihbarat ağının Sovyetler’e geçmesine paralel (Tıpkı İkinci Körfez Savaşı’ndaki “yöntem uyuşmazlığı” sebebiyle Amerikalılar’a ait istihbari dokümanların İsrail’in eline geçmesinde olduğu gibi. Hatırlanacak olursa New York’taki elektrik kesintileri de o dönem bu konuyla ilgili olarak İsrail’in elini güçlendiren bir gelişme olmuştu.) Sovyet istihbarat servisleriyle de ilginç bağlantılara imza atan Soros’un ABD bağlantısı ise 1956’da Amerika’ya yerleşmesiyle başlamıştır. 1956 Yılı’nda cebinde 5 bin Dolar ile New York’a gelip döviz alım satımıyla uğraşmaya başlayan ve akabinde de Amerikan finansçılarına Avrupa Hisse Senetleri konusunda danışmanlık yapan Soros, 1969 Yılı’nda ise arkadaşı Jim Rogers ile başlangıç sermayesi 4 Milyon Dolar olan Quantum Şirketi’ni kurmayı başarmıştır. (!?) 1980 Senesi’nde sermayesi 300 Milyon Dolar’a ulaşan ve 3 bin benzer yatırım kuruluşu arasında ilk sıralarda yer alan şirketin bugün şubesi bulunan yerler arasında ise Orta ve Doğu Avrupa, Asya, Güney ve Kuzey Amerika vardır. George Soros’un ABD’deki en önemli hamlesi ise; şüphesiz 1983 sonrasında ABD Kongresi’nin onayıyla kurulan NED (Natıonal Endowment For Democracy – Ulusal Demokrasi Fonu) kuruluşunun finansörleri arasında yer almasıdır. Sonuçta Soros’un Karl Popper’dan etkilenerek kurguladığı “açık toplum modeli”, NED’in “demokrasi yemi ile operasyon” gayesine oldukça iyi bir zemin oluşturmuş ve uluslararası arenadaki “küresel teşkilatlanma” da start almıştır. 1992 Yılı’nda Paund’un değer kaybedeceğini hesap ederek dünyaca ünlü işlemine imza atan Soros’un bu işlemden kazandığı 1 Milyar Dolar’a yakın para ise; tamamıyla bu “sağlam teşkilatlanma”nın bir “yan ürün”ü olarak sağlanmıştır. NED’in resmi kayıtlara geçmiş yıllık ödemeleri 37 Milyar Dolar civarında. Organizasyon bünyesinde 2001 Yılı sonuna kadar Türkiye’deki sivil hareketlere (STK, NGO – Non Governmental Organizations) yapılan “demokrasi yatırımı” ise 4.7 Milyon Dolar’dır. Ve tüm bu hazırlıkların ardından gelenler ise; “döviz - faiz - borsa üçgeninde öğütülen sermayeler ve çok uluslu şirketlerin lokomotifliği ile uluslararası politikayı küreselleştiren bir kurgu”, 11 Milyar Dolar’lık bir kişisel servet, 7 ülkede rejim değişikliği, ve tüm vakıfların toplamına ait 429 Milyon Dolar’lık bir 2005 Yılı bütçesi… Evet bütün bunlar, nasıl bir şeytan şebekesinin tuzağına takıldığımızın kanıtlarıdır. Yeni Denek; Türkiye Sözkonusu bu “karanlık kurgu” dahilinde uzun zamandır Türkiye ile de ilgilenen Soros ve “küresel yandaşlar”ı tarafından izlenen yol haritasındaki en son adres ise; ne yazık ki Türkiye! Olarak saptanmıştır 204 Operasyonun başlangıç tarihi ise Soros’un Türkiye ziyaretini gerçekleştirdiği Haziran Ayı’dır. Ve bu planlama, ne ilginçtir ki Kırgızistan örneğini hatırlatmaktadır. Zira oradaki ülkedeki operasyon George Soros’un bu ülkeye yaptığı ziyaretin hemen akabinde başlatılmıştır. Bir diğer ilginç benzerlik ise “Arjantin Operasyonu” ile Türkiye arasındadır. Zira geçtiğimiz günlerde gündeme düşen ve 2009 Yılı’nda enflasyonu % 3’lere indirmek gibi son derece “realist öngörüler” taşıyan IMF Raporu ile Arjantin Patlaması’ndan hemen önce devreye giren IMF Açıklaması arasında da enteresan bir benzerlik vardır. Sonuçta deşifrasyon yeteneği kuvvetli olanlar için mesaj; açıktır... 8-10 Haziran Tarihi’nde Quantum Şirketi’nin 50 yatırımcısı ile Türkiye’ye gelen George Soros, Avrupa Yatırım Fonu’nun yönetim kurulu toplantısını İstanbul’da yapmış ve 2001’de Türkiye’de kurduğu ATE’nin de çalışmalarını incelemiştir. Vakfın “Türkiye Uzantısı” olan kurum bünyesinde 3 yıllık süreç içinde 60’a yakın proje ve 6 Milyon Dolar’lık harcama gerçekleşmiş durumdadır. Bu uzantının en önemli adımını ise geçen yıl içinde oluşturulan “Bağımsız Türkiye Komisyonu.” Oluşturmaktadır. Komisyona ait, Türkiye’nin AB üyeliğini destekleyen raporun tarih almada önemli işlev gördüğü iddia edilerek, bu komisyonun ilerleyen dönemlerde tekrar devreye gireceği konuşulmaktadır. Yalnız “almadığımız tarihi, bir siyasi milat olarak göstermede oldukça başarılı görünen dezenformasyon üstadları“nın bu “başarılı girişimleri“ni acaba nereye koymak lazımdır... Bununla birlikte Türkiye’nin AB sürecine destek verdiği yönünde görüş beyan eden George Soros, Türkiye’ye yapacağı ek yatırımlara paralel olarak, kendi potasındaki isimlere yapacağı yönlendirmeleri de Türkiye için önemli bulmaktadır. 2003’te Soros’a ait İnvestment Capital’in Yudum ve Sırma markaları altında ayçiçeğiyle mısırözü üreten Unikom’a ortak olması ve o tarihte Türkiye’nin Komili Zeytinyağları’na yapılan yatırımların süreceğinin kaydedilmesi ise tamamıyla bir “temel atma” dır. 2003’te gerçekleşen Abdullah Gül – George Soros görüşmesi de yine bu “temel atma projesi”nin bir parçasıdır. Peki şimdi ne olacak? Soros’un “klasik açılımlar”ında izlediği modeli tekrar bir hatırlayacak olursak, belki bu soruyu yanıtlamak daha kolay olacaktır... Önce “ekonomisi istikrarsız bir ülke” bulunur. Ardından çeşitli alanlarda “büyük yatırımlar” yapılır. Sonra “spekülasyonlar” ın ve tabii Soros’un ziyaretleri yoğunlaşır. Ardından da “büyük vurgunlar” dönemi başlatılır. Sonuçta ise dünyanın en büyük şirketleri de Soros’un izinden gittiğinden, borsanın karıştırıldığı söz konusu ülkenin ekonomisi çökme noktasına taşınır ve devlet teslim alınır!... VE... “SOROS’UN TÜRKİYE ÇIKARTMASI”NDA “OPERASYON TAKVİMİ” İlk Müdehale Haziran’da! Soros’un gerçekleştirmeye bir hayli alışkın olduğu “ekonomik vurgunlar“ ve “rejime yönelik basınç operasyonları“nın deneneceği “yeni laboratuar“ belirlendi. “Yeni denek“ Türkiye! Olacaktır. Haziran’da gerçekleştirilen Türkiye Ziyareti ise operasyon takviminin başlangıcıdır!... Diplomatik dil açısından ABD Başkanı George Bush’dan henüz bir randevu alamamış olan Erdoğan’ın olası Amerika Ziyareti ise, sadece “temiz hava almaya yönelik bir uluslararası gezinti“ olacaktır... 3 Kasım 2005’e Kadar “Yoğunlaştırılmış Program” 3 Kasım 2005 Tarihi’nde, 3 Kasım 2002 Seçimleri ve “sihirli değnek yöntemi” ile “hükümdar” konumuna getirdikleri “iktidar”ı “oyuncu değişikliği kararı”ndan kesinkes haberdar etmeyi planlayan Global Hegemonlar; bu tarihe kadar deney zemini olarak belirledikleri Türkiye’de “ekonomik, siyasi, etnik ve sosyal kaosu tetikleyecek olan yoğunlaştırılmış bir program”ı işleme koyacaklardır. 205 “Tedavüldeki para miktarını azaltarak ekonomik dengelere yapılacak müdahale” sonrasında piyasada yaratılan “durgunluk”; beraberinde “işsizlik”, “hırsızlık”, “kapkaç” gibi “sosyal patlamaya kapı açıcı olgular”ı getirecek ve “ekonomi piyasasına yönelik temizlik operasyonu” bu “kaos ortamı”nda daha kolay yoldan gerçekleştirilmiş olacaktır. (Aslında ekonomide “bahar havası görüntüsü” vermeye çalışanların tüm “kamuflaj çalışmaları”na rağmen süreç içinde kuvvetlendirilecek olan bu kartların, içinde lununduğumuz dönem itibarıyla piyasaya sürülmüş olduğunu görmek de hiç zor değildir.) Bu temeller üzerinde öncelikle Ankara, İstanbul, İzmir, Mersin gibi büyük şehirlerde sonuç veren “simülasyon çalışmaları”, daha sonra ülke genelinde sonuç verir hale gelecek ve “etnik kışkırtmalarla desteklenen 12 Eylül’ü andırır bir silahlı çatışma dönemi” yaratılacaktır. 3 Kasım’da “İktidar”a “İhtarname” 3 Kasım 2005 Tarihi ise Başbakan Recep Tayip Erdoğan ve “vefalı çalışma arkadaşları” için oldukça “sürprizli bir tarih” olacaktır. Zira bu tarihte, tam üç yıl önce oturma şerefine nail oldukları “iktidar koltuğu” kendilerinden geri istenecektir..! Yani gizli ültimatom, sihirli medya marifetiyle muhataplarına duyurulacaktır!.. Ve sanırız, bu sert tavrı haketmeyen isimlerin en başında da “tarihi başarılar”ı ile adından sıkça söz ettiren, Ekonomi Bakanı Ali Babacan olacaktır! “Hükümet”e 45 Gün Mühlet Sözkonusu “ihtarname” ile “istifa”ya çağırılan “hükümet yetkilileri”ne “45 günlük bir süre” verilecek ve bu süre içinde “düşürme işlemi” için uygulanacak “yıpratma kampanyası”nın da baskısı arttırılacaktır. Sonuçta “vezir etmek” de, “rezil etmek” de, “küresel irade”nin kararıdır. İktidarlar, Siyonist merkezlere itaat konumundadır. Yüce Divan Süreci ve Medyatik Saldırılar 3 Kasım gibi “manidar bir tarih”te aldığı “ikaz”la istifaya zorlanan AKP Hükümeti ise ilk etapta bu talebe karşı çıkmaya çalışacak ve kuvvetle muhtemel dozunu arttıracağı “milliyetçi söylemler”le halkı arkasına almaya uğraşacaktır. Ancak zamanında “Mazlum Tayip” rolünü başarıyla “siyasi rant”a çeviren Erdoğan’ın bu “kasırga” karşısında muvaffak olma şansı kalmayacak ve hem kendisi, hem de “kabine üyeleri” “medya destekli yoğun bir yıpratma kampanyası” ile baş başa bırakılacaklardır. Sonuçta “rüzgarın arkadan esme faslı” tarih olduğundan, bu zorlu süreçle yüzleşmek zorunda kalmaları da hayli doğal bir netice olacaktır. “Medya destekli yıpratma kampanyası”nın en güçlü ayağını ise yoğunlaştırılan “Yüve Divan Süreci” oluşturacaktır. Biriktirilen “yolsuzluk kartları” süratle piyasaya sürülecek ve “hükümeti düşürme süreci” hızlandırılacaktır. (Dış güçlerin hedefi, milli cepheden önce davranmak ve dizginleri elinde tutmaktır.) Zaten bu “geniş ölçekli planın pusulası konumunda yer alan Soros”un Gürcistan, Kırgızistan ve diğer “dünya laboratuarları”nda gerçekleştirdiği “başarılı deneyler”in “medya kuşatması ayağı”na bakılırsa; 1991’de bağımsızlığını ilan eden Kırgızistan’ın ilk cumhurbaşkanı olan Aksar Akayev’e ve 1990’da bağımsızlığını kazanan Gürcistan’ın 1995’ten sonraki cumhurbaşkanı Edvard Şevardnadze’ye uygulanan “medyatik komplikasyonlar”da çok büyük benzerlikler olduğu açıktır. Zira sözkonusu coğrafyanın kriterlerine kıyasla oldukça modern bir lider konumunda olan Kırgızistan’ın devrik lideri Aksar Akayev’e uygulanan “kuşatma stratejisi”, “Akayev’i karalama döneminde aniden muhalefet plağı çalmaya başlayan medya” desteği ile oldukça büyük işlevbaşarmıştır. Edvard Şevardnadze’nin yerine Columbia Üniversitesi mezunu Mihail Saakaşvili’nin getirilmesine sebep olan “Gürcistan’daki Kadife Devrim”de etkin roller üstlenen Özel Rustavi - 2 Televizyonu ve 206 Gençlik Örgütü Kmara ise; yine Soros Vakıfları tarafından finanse edildikleri de unutulmamalıdır. İntihara Zorlanan T.B.M.M. Yaratılan “çok boyutlu kaos ortamı” ve “iktidarı düşürme operasyonu” ile temel amaçlardan biri olan “rejim değişikliğine yönelik zorlamalar” ise yürütülen planın en önemli halkalarından birini oloşturmaktadır. Uzun zamandan beri “küresel planlar” dahilinde “daha geniş bir manevra alanına sahip olmak” ve “daha az enerji tüketmek” adına başta İngiltere olmak üzere çığırtkanlığı yapılan “başkanlık sistemi” ise tekrar gündeme getirilecek ve “geniş vaadede dikkatle hazırlanmış olan siyasi seçeneksizlik ortamı” bu “zorlamayı destekleyici bir koz” olarak kullanılacaktır. TSK ve Emniyet’te “Pasifizasyon” Tüm bu sıcak gelişmelere paralel; gerek “dış politika konusunda şantaj malzemesi yapılan konular” gerekse geçmişte Çevik Bir örneğinde yaşandığı gibi “TSK içinden kurulan bağlantılar” doğrultusunda pasifize edilen “ordu gücü”, kurulan oyunun bozulmasını engelleyecek ve TSK’da geçerli olan “müdahale edememe hali” Emniyet Teşkilatı için de geçerli hale getirilmeye çalışılacaktır. “Hükümet” Düşüyor! “Rejim” Zorlanıyor! En küçük bir problem karşısında bile “panik atak belirtiler” göstermesine alışık olduğumuz hükümet, yürütülen bu “matematik hesaplara dayalı plan” dahilinde son bir hareketlenme ile “popülist söylemler”e yüklenip direnç göstermeye çalışsa da uzun müddet mukavemet gösteremeyecek ve kendisini “iktidar koltuğu”na taşıyan güçlerce iktidardan indirilecektir. DYP ve MHP gibi “iktidara alternatif olması beklenen partiler” üzerinde uzun süredir yürütülen “dağıtma çalışmaları”nın bir sonucu olarak ortaya çıkan “siyasi seçeneksizlik” ortamı ise “rejimi değiştirme amacında olan küresel teşkilat”ın işini kolaylaştıracak ve “dayatılmak istenen modellerin sisteme sokulması adına girişimler” başlatılacaktır. Ve Oyuncu Değişikliği… Ve tüm bu “emperyalist kurgu”nun neticesinde ise “ekonomisi vakumlanarak hizaya getirilen Türkiye”nin başına “Uluslararası Ekonomideki İftihar Kaynağımız Kemal Derviş” ya da “NATO’nun Afganistan’daki Kıdemli Sivil Temsilcisi Hikmet Çetin” gibi uzun süredir üzerlerine “global yatırımlar” yapılarak istenen kıvama eriştirilen isimlerden biritaşınacaktır!. SESAR UYARIYOR! “Tarihin kaydettiği sevimsiz gelişmeler” ve “kılavuz gerektirmeyen kaygı verici görüntüler” eşliğinde konuşmak zorunda olduğumuz şu günlerde; “Türk Halkı’nı sağlıklı bilgilerle donatarak ülke çıkarları doğrultusunda yönlendirmeyi amaç edinen bir düşünce kuruluşu” olarak tüm Türkiye’yi ve ilgilileri UYARIYORUZ! Türkiye üzerine yapılan böylesi “karanlık planlar” “ülke içindeki işbirlikçiler” üzerinden yürütülürken ve Türkiye Cumhuriyeti adeta “eski bir tarihi unsur” haline getirilmeye çalışılırken; a-“Kamuoyu üzerinden yürütülen sanal gündem oluşturma kampanyaları”na kapılmamalıdır… b- Anayasal organların pasifizasyonu çerçevesinde İki yıldır sessiz kaldıktan sonra son dönemde G.A.T.A, Eski Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral İlhami Erdil ve çeşitli kuvvet komutanları ile ilgili yolsuzlukların üzerine gitme kararı alarak yargılamalara izin veren Genel Kurmay Başkanı Hilmi Özkök’e, TSK’nın ağzından son dönemde kamuoyuna pompalanmaya çalışılan “küresel iradenin engellenemez gücü karşısında eğilmek”e dönük “fazla yuvarlak (global) söylemler”e yeterince dur demeyip kendisi de bu söylemlerin bir parçası haline geldiği için tepki koyulmalıdır… Zira “kendi içimizi 207 temizlemeden asıl fonksiyonlarımızı yerine getirme şansımız yoktur” türü mazeret üretmeye yönelik eylemler, eleştirilmeyi çoktan hak etmiş bulunmaktadır. c- Sözkonusu süreç sonunda ekonomisi tamamen baltalanarak köşeye sıkıştırılacak Türkiye’yi, “kilit ülke” konumunda olduğu “Genişletilmiş Orta Doğu ve Kuzey Afrika Projesi’nde “Siz olsanız da olur olmasanız da!” diyerek “psikolojik unsurlar”la kıskaca almaya çalışan “diplomatik tuzaklar”a takılmamalıdır d- “Küresel söylem”i destekleyerek; kitleleri, destekledikleri yabancı sermayelerden gelen “küresel ödüller” hatırına yanlış bilgilendirmeye devam eden “bilinçli propagandistler” ile yaratılan “yapay gündem”e kapılıp modaya uyarak güya bilgilendiren Mehmet Ali Birand, Cengiz Çandar, Mehmet Barlas, Ertuğrul Özkök, Hadi Uluengin, Fatih Altaylı, Cüneyt Ülsever, Deniz Gökçe, Asaf Savaş Akad, Ercan Kumcu ve Mahfi Eğilmez gibi “küresel kalemler”e aldanmamalıdır!.. e- “Küresel Baronlar’ın ağır saldırısı altındaki Türkiye”nin başbaşa bırakıldığı “anayasal organlara yönelik iç boşaltma girişimleri”ne seyirci kalınmamalıdır! Yargıtay ve Danıştay ile birlikte TSK, MİT, YÖK, RTÜK ve Cumhurbaşkanlığı’na yönelik “pasifizasyon çalışmaları” ile “bu planları gölgeleme gayreti içinde olan hükümet’e” tavır koymalı ve uyanık davranmalıdır! VE OSMANLI’NIN SON DÖNEMİNDEKİ BATI MERAKLISI PAŞALARLA YÖNETİMDEKİ İTTİHATCI İŞBİRLİKÇİLERİN SONLARI İLE MİLLİ MÜCADELE DÖNEMİ’NDE HIYANET-İ VATANİYE KANUNUNA PARALEL KURULAN İSTİKLAL MAHKEMELERİ’NDE YARGILANANLARIN TARİHİ AKIBETLERİ UNUTULMAMALIDIR..!110 Türkiye’yi, Büyük İsrail’in bir eyaleti ve Soros’ların sömürge semti yapmaya yönelik bu gafle ve hıyanet girişimlerinin, Kuvay-ı Milliye cephesi tarafından hangi hayırlı değişim ve devrimlere vesile ve vasıta yapılabileceği de, hesaba katılmalıdır. 110 Sesar / 24 05 2005 208 EKONOMİK VE SİYASİ KRİZE DOĞRU 26 Haziran 2004 Tarihli Milli gazete’nin yıldızlı yazısının başlığı oldukça önemli ve anlamlıydı… “Türkiye’de Ekonomik kriz var mı, yoksa kapıda bekliyor mu? Aslında cevabını da kendi içinde saklayan bu soru: a- Türkiye’de bir ekonomik krizin zaten yaşandığını, b- Sadece şişirme rakamlarla suni bir tablo gösterilip vatandaşın yanıltıldığını, c- Ama bu şişirme balonun her an patlamaya biraz daha yaklaştığını, d- Amerika’nın, büyük İsrail hayaline ve kendisinin dünya hakimiyetine hizmet için işgal ettiği Irak’ı fiilen parçalaması karşısında, Türkiye’nin ve özellikle Silahlı Kuvvetlerin tepkisinin ne olacağının konuşulduğu bir toplantıda “Yaklaşan ekonomik ve siyasi krizler sonrasında AKP’nin geleceği”nin de özellikle gündeme taşınıp tartışıldığını, Ortaya koymaktaydı… 3 Kasım 2003’ten bu yana sisteme giren kaynağı belirsiz para 12 milyar doları buldu Kriz kapımızı çalıyor Sistem dışı kaynak çıkışı ile finansal krizler arasında nedensel bir ilişki bulunuyor. Türkiye’nin geçtiğimiz son on yılda yaşadığı finansal krizler kaynak çıkışı dönemine rastlıyor. 1994 Nisan krizi ekonomiden net kaynak çıkışının olduğu dönemde, 1998 Ekim, 2000 Kasım-2001 Şubat krizleri de yine kaynak çıkışının başladığı ve hızlandığı bir evrede yaşandı. Türkiye şimdi yine böyle bir tehlike ile karşı karşıya. 3 Kasım 2003’ten bu yana sisteme giren kaynağı belirsiz para 12 milyar doları buldu. Büyük bir kriz her an kapımızı çalabilir. Avrasya Stratejik Araştırmalar Merkezi Başkan Yardımcısı Baki Alkaçar tarafından hazırlanan “Sistem Dışı Kaynak Hareketi” başlıklı çalışmaya göre 3 Kasım 2003 seçimlerinden bu yana ekonomiye giren paranın kaynağı belli değil. Türk ekonomisine sistem dışı kaynak Mart 1994’ten itibaren girmeye başlamış. Ve bu kaynak girişi 1998’e kadar devam etmiş. Yani; Türk ekonomisinin yükselişte olduğu bir dönemde. Bu kaynağı belli olmayan para 1998’den sonra dışarıya kaçmaya başlamış, 2001 krizi ile tamamen ülkeyi terk etmiş. Veriler, Ekim 2001- Kasım 2002 döneminde yatay seyreden kaynak hareketinin yeni bir çevrimin çıkışına başladığını gösteriyor. Bugün Kasım 2002 tarihinde başlayan bir başka çevrimin çıkış aşamasında bulunduğumuz anlaşılıyor. Alkaçar, sistem dışı kaynak miktarının 10 milyar doların üzerinde olduğunu belirtiyor. Kasım 2003’ten başlayarak yeniden sisteme giren kaynak miktarının 2003 yılı Aralık ayı itibariyle 12 milyar dolar civarında olduğunu söyleyen Alkaçar’a göre finansal krizler kaynak çıkışı dönemine rastlıyor. Hatırlanacağı gibi 1994 Nisan krizi, kaynak çıkışının olduğu, 1998 Ekim, 2000 Kasım ve 2001 Şubat krizleri de yine kaynak çıkışının olduğu ve hızlandığı bir dönemde yaşandı. Türk ekonomisinde bir sistem dışı kaynak akımı var ve bu çevrim biçiminde hareket ediyor. Son on yıla ilişkin ödemeler dengesi aylık verileri Türk ekonomisine sistem dışı bir kaynağın Mart 1994 tarihinden başlayarak girdiğini ve bu kaynak girişinin Temmuz 1998’e kadar sürdüğünü ortaya koyuyor. Nisan 1994 krizi, çevrimin dip noktasında gerçekleşti. Kriz öncesinde Türkiye’nin kredi notunun düşürülmesi de kaynak çıkışı dönemine rastlıyor. 2000 Ekim ve 2001 Şubat krizleri de kaynak çıkışı dönemine rastlıyor. İlginç olan nokta, kaynak akımının krizlerin çok öncesinde negatife dönmüş olması. Bu da, kaynak akımının tersine dönmesiyle krizler için uygun bir zeminin oluşmaya başladığını düşündürmekte. Bir başka deyişle, sistem dışına kaynak akışı Türk ekonomisini kırılgan duruma sokmakta ve sistem içine giriş de ekonomiyi güçlendirmekte. Sistem dışı kaynağın Ekim 2001-Kasım 2002 dönemine kadar sistemden çıktığı gözleniyor. Böylece dip-zirve-dip formasyonunda, Mart 1994-Temmuz 1998-Kasım 2002 olarak bir çevrimden söz etmek mümkün görünüyor. Bugün, Kasım 2002 tarihinde başlayan bir başka çevrimin çıkış aşamasında bulunduğumuz anlaşılıyor. Avrasya Stratejik Araştırmalar Merkezi (ASAM) tarafından yapılan araştırmaya göre, Mart 1994- 209 Temmuz 1998 döneminde sistem dışından sisteme giren kaynağın miktarı 10.2 milyar dolar. Temmuz 1998Ekim 2001 tarihleri arasında sistemden çıkan miktar ise 8.6 milyar dolar. Kasım 2002 tarihinden 2003 yılı sonu itibariyle sisteme giren sistem dışı kaynağın toplamı da 9.5 milyar dolar. DTM’den risk uyarısı Dış Ticaret Müsteşarlığı (DTM) büyüyen cari açık, iç ve borç stoku ile birlikte FED’in faizleri artırmasının ekonomiyi etkileyecek riskler arasında olduğunu belirtti. Mayıs ayında ‘çekirdek enflasyon’ olarak bilinen imalat sanayi enflasyonunun, TÜFE ve TEFE’den biraz daha yüksek çıkmış olmasının, ‘TEFE’deki artış oranının önümüzdeki dönemde daha yüksek çıkabileceğini düşündürdüğü’ kaydedildi. Dış Ticaret Müsteşarlığı’nın Ekonomik Görünüm Değerlendirmesi’nde,Merkez Bankası beklenti anketlerinin, ekonomik birimlerin enflasyon beklentilerinin, hükümetin yıl sonu hedefiyle uyumlu olduğunu gösterdiği ifade edildi. Yılın 5 ayında faizlerdeki düşüşün de etkisiyle, tüketici kredileri ve kredi kartı harcamalarında önemli artışlar olduğuna dikkat çekilirken, tüketimle birlikte üretimin de hızlı artmakta oluşunun, yüksek talebin enflasyon baskısı yapma ihtimalini azalttığı kaydedildi. Borç stoku büyük risk Bu arada değerlendirmeye göre ekonomik istikrarı etkileyebilecek riskler, büyüyen cari açık, ABD Merkez Bankası’nın faizleri artırması ve GSMH’ye oranı düşmekte olsa bile hâlâ yüksek olan iç ve dış borç stoğu olarak görülüyor. 2003 yılında cari açığın finansmanın sorun olmadığı, tersine Türkiye’ye sermaye girişlerinin TL’nin değerlenmesine yol açtığı hatırlatılan raporda, 2004 yılının ilk aylarında cari açığın arttığı ifade edildi.111 Sıcak para tehlikesi Türkiye ekonomisinde geçtiğimiz yıl yaşanan yüzde 7.8 oranındaki büyüme bu yıl da hızlanarak sürüyor. Yüksek büyüme hızının en önemli göstergelerinden olan cari açıktaki sert artışın finansmanı ve sıcak paranın gelişine zemin oluşturan makro ekonomik hedefler 2001 krizi öncesini hatırlatıyor. DİE’nin 30 Haziran’da açıklayacağı ilk çeyreğe ilişkin büyüme tahminleri de bunu doğruluyor. DİE’ye göre, büyüme yüzde 8-9 civarında seyrediyor. Bu da büyümenin finansmanında Türkiye’nin yeniden kritik bir noktaya doğru ilerlediğini gösteriyor. Ödemeler dengesi istatistiklerine bakıldığında ise ortaya daha net rakamlar çıkıyor. 6 milyar 881 milyon dolarlık cari işlemler açığı verilen bu yılın ilk dört ayında, söz konusu açığın karşılanması için gereksinim duyulan 5.7 milyar dolarlık finansman büyük ölçüde sıcak para olarak nitelendirilen yabancıların portföy yatırımları ve bankalar ve özel sektörün kısa vadeli borçlarıyla finanse edildi. Bu tablo Türkiye’yi dış ve iç şoklara karşı daha hassas bir noktaya sürüklüyor. 1994 ve 2001 krizlerinden önceki yıllarda Türkiye’nin o zamana kadar olan tarihinin en yüksek düzeyinde cari işlemler açığı vermiş olması ve her iki yılda da Türkiye’nin, kısa vadeli sermaye çıkışları nedeniyle ödemeler dengesi krizlerine girmiş olması hatırlatılıyor. ‘Yalancı bahar’ ne zaman bitecek? AKP iktidarı ise bu görüntüye aldırmadan ekonomide ‘bahar havası’nın sürdüğü izlenimini vermeyi sürdürüyor. Ancak Türkiye, bu bahar havasını bir yerlerden hatırlıyor. 23 Ekim 2001 tarihinde dönemin TÜSİAD Başkanı Erkut Yücaoğlu’nun IMF ile uygulanan üç yıllık istikrar programının ne kadar iyi gittiğini anlatmak için sarf ettiği ‘10 yıl sonrasını görebiliyoruz’ sözünün ardından patlayan Demirbank krizini ve dövizdeki devalüasyonu hatırlayanlar bugün yaşanan sürecin ‘yalancı bahar’ olduğunu açıkça görüyor. Hükümetin ve türev piyasaların onayını alan bu süreç kabuslu günlerin bittiğini söyleyebilecek kadar güçlü bir trend oluşturabildi mi? Spekülasyon mu yapılıyor? 111 Milli Gazete/03 07 2004/ N. Çakmak 210 2001 krizi çıktığında dönemin başbakanı Bülent Ecevit, ‘Yabancı bankalar Türkiye’de döviz spekülasyonu yapıyor’ açıklamasında bulunmuştu. Bu söz belki bir milat olmalıydı. Bir başbakanın ağzından çıktığı için özellikle üzerinde durulması ve derhal üzerine gidilmesi gereken beyanat, ilgili birimlerde tepkisiz karşılandı. 1997 Uzakdoğu ekonomi krizinin tetikleyici unsurunun sıcak paranın söz konusu ülkeleri aniden terk etmesi olduğu noktasında iktisat çevresinde konsensüs var. Aynı fikir birliğinin 19 Şubat 2001 krizi için de olduğunu söylemek mümkün. Şimdi şu soru akla geliyor? “Yine açığı finanse edenler kalkıp yüksek karlarla tekrar ülkeyi terk etmezler mi? Sıcak para önlenebilir mi? Sıcak paranın Türkiye’ye serbestçe giriş ve çıkışını düzenleyen 32 sayılı kararnamenin evveliyatı 1989’daki Turgut Özal dönemi politikalarına kadar gidiyor. Sıcak paranın uluslararası piyasalardaki vahim zararlarının somut hale gelmediği bu dönemde Özal, spekülatif de olsa her türlü sermayenin Türkiye’ye girmesine izin vermişti. Üretim sektöründe değil de borsa, faiz ve bono piyasalarında faaliyet gösteren para anlamına gelen sıcak para sisteminin başlangıçta pozitif etkileri görüldü. Hükümet dış borç ödemelerinde döviz ihtiyacını bu sayede rahatlıkla gideriyordu. Dış ticaret dengesinde meydana gelen büyüme ise döviz akışı sebebi ile tehlike olmaktan çıkmıştı. Fakat yaşanan acı tecrübeler ekonomik kriz dönemlerinde sistemden çıkan dövizlerin ekonomideki krizi derinleştirdiğini ortaya koydu. Şimdi ise öne çıkan başka önemli bir gelişme var. Kısa vadeli borçlanma... 2003 sonunda 23 milyar dolar olan Türkiye’nin toplam kısa vadeli dış borçları, dört ayda 2.2 milyar dolar artarak 25.2 milyar dolara yükseldi. 112 Ciddi açıklar olacak Türk ekonomisi çok hızlı büyüyor. Milli gelir hesapları daha açıklanmadı ama sanayi üretim endekslerinde çok büyük oranda artış var. Bu da dolaylı olarak ticaret sektörünü etkiliyor. Dış ticarette de artışlar gözleniyor. En azından ilk 3-4 ayın rakamları bu yönde bir izlenim veriyor. Ortaya çıkacak büyüme oranları bizi şaşırtabilir, yüzde 8’i falan bulabilir. Bu son derece olumlu bir gelişme bir yönüyle ama bir de olumsuz yönü var ekonomi bu kadar büyümeyi kaldırabilir mi? Ekonomideki ikinci olumlu gelişmede fiyat hareketlerinde yaşanıyor. Enflasyon hızla geriliyor. Bu da tabii olağanüstü olumlu bir gelişme. Ancak enflasyonun düşmesi de çok ilginç. Çünkü, böyle büyüme ortamında enflasyonun düşmesi kolay gözlenen bir olay değil. Güçlü büyüme oranları enflasyonu harekete geçirir ama enflasyon düşüyor. İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Merih Paya, ortaya çıkan rakamları anlamaya çalışırken bu durumun sürdürülebilir olup olmadığına bakmak gerektiğini söylüyor. Paya’ya göre, ödemeler bilançosu yılın ilk üç ayı itibariyle çok ciddi açıklar verdi. Cari açık çok yüksek. Bu haklı olarak pek çok kişi tarafından endişeyle karşılanıyor. Paya, daha olumsuz bir noktaya temas ediyor, döviz kurlarıyla bu açığın sürme ihtimalinin güçlü gözüktüğüne işaret ediyor. Prof. Paya, cari açık tehlikesinin yurtdışı bankalar ve uluslararası kuruluşlar tarafından da dile getirildiğini belirtiyor. Eylül’le birlikte kurlar harekete geçebilir Enflasyondaki gerilemeye gelince... Paya, bunun Mayıs ayında tarım kesiminden kaynaklandığına dikkat çekiyor. Paya, şunları söylüyor: “ Çekirdek enflasyon dediğimiz özel sektör imalat sanayindeki gelişmeler o kadar olumlu değil. 1.8’e yaklaşan rakamlar var. Türkiye’de hem enflasyon var, hem cari açık var. Merkez Bankası endekslerine göre Türk lirası da aşırı değerlenmiş şeklinde bir izlenim veriyor. Bu tabloyu göz önüne aldığımızda kurlarda bir hareket olabileceği izlenimi ediniyoruz. Eylülden itibaren kurlarda bir hareket olma ihtimali var. Dış konjonktür de bunu teyit ediyor.” Peki kurları ne tutuyor şu anda? Paya, kurları matematiksel olarak belirlemenin çok zor olduğunu kaydederek, “Kurun ne olacağını rakamsal olarak telaffuz etmek zor. Sadece iç ve dış enflasyon farkına vararak bir şey söylemek de mümkün değil. Mevcut cari açığın mutlaka frenlenmesi lazım. Çünkü Türkiye’nin ödemeler bilançosunda bu sene önemli açıklar var” şeklinde konuşuyor. 112 Milli Gazete/ 29 06 2004 / N. Çakmak 211 Türkiye’nin geçen yıldan itibaren IMF’ye net borç öder hale geldiğine dikkat çeken Paya, “Ödediğimiz aldığımızdan daha fazla. Bu sene bu daha güçlü bir şekilde ortaya çıkacak. IMF’ye, aldıklarımızı ödeme zamanı geliyor. Bir de cari açık var. Hal böyleyken ABD’nin faiz artırmasıyla birlikte fonların gelişmiş ülkelere kayması ihtimali var. Bu da Türkiye’de finansman sorunlarını artıracak. Sermaye girişi yavaşlayacak. Bu durum, cari açıkla birlikte kurlara bir hareket getirebilir. Beklenti de bu yönde ve hükümet bunu önlemeye niyetli değil” diye konuşuyor.113 DİE, bu yılın ilk çeyreğinde büyüme hızını, “beklentilerin üzerinde” % 12.4 olarak açıkladı. Ancak üretimden yoksun sadece ithalata dayalı olduğu görülen büyüme rakamları ekonomistleri ürkütüyor. Hormonlu büyüme Devlet İstatistik Enstitüsü (DİE), bu yılın ilk çeyreğinde Gayri Safi Milli Hasıla'yı (GSMH - büyüme hızı) 'beklentilerin üzerinde' yüzde 12.4, Gayri Safi Yurtiçi Hasıla (GSYİH) artışını ise yüzde 10.1 olarak duyurdu. DİE tarafından yapılan açıklamada, 2004 yılı birinci üç aylık döneme ilişkin geçici hesaplamaya göre Gayri Safi Milli Hasıla "cari fiyatlarla 79 katrilyon 442 trilyon 962 milyar TL, 1987 yılı fiyatlarıyla 27 trilyon 295 milyar TL oldu. 2004 yılının birinci döneminde 2003 yılı birinci dönemine oranla gelişme hızı cari fiyatlarla yüzde 17.5, sabit fiyatlarla yüzde 12.4 olarak tahmin edildi. 2004 yılı birinci üç aylık döneminde, geçen yılın aynı dönemine göre Gayri Safi Yurtiçi Hasıla içinde yüzde 69.1'lik payı olan özel nihai tüketim harcamalarında sabit fiyatlarla yüzde 10.6'lık artış görülürken, bu dönemde kamu kesimi yatırımları yüzde 11.3'lük azalış, özel kesim yatırımları ise yüzde 60.6'lık artış gösterdi. Kağıt Üzerinde Büyümek Ne İşe Yarar? ATO Başkanı Sinan Aygün, büyümenin çarşıya, pazara yansımadığını, sadece hayali bir umut vaat ettiğini belirterek, “büyüme dediğimiz şey, saf, dengeli, dört başı mamur ve üretime dayalı ise makbuldür.” dedi Ankara Ticaret Odası (ATO) Başkanı Sinan Aygün, dün açıklanan yılın ilk çeyreğine ilişkin yüzde 12.4'lük büyüme hızının sevindirici olduğunu, ancak ithalata dayalı bir büyüme gerçekleşmiş olması nedeniyle 'hormonlu' olduğunu bildirdi. Aygün, ''büyüme dediğimiz şey, saf, dengeli, dört başı mamur ve üretime dayalı ise makbuldür'' dedi. Her şeye karşın, 'ikide bir tökezleyen ve mehter marşı gibi iki ileri bir geri giden' bir ekonomi için bu büyümenin başarılı olarak değerlendirilmesi gerektiğinin altını çizen Aygün, şunları kaydetti: ''Büyüme çarşıya, pazara yansımıyor, hayal ve umut vaat ediyor. Büyümeyi halka indiremez, ücretlere yansıtamaz, halkın geçimini kolaylaştıramazsak, kağıt üzerinde büyümek ne işe yarar? Büyüyelim ama halkı büyütelim, halkın zenginliğini büyütelim.'' Türkiye sözde büyüyor ama, işsizlik aynen duruyor Bursa Ticaret ve Sanayi odası (BTSO) Başkanı Celal Sönmez, ekonomideki kırılganlığın giderilemediğini, canlanmanın bütün sektörlere yansımadığını belirterek; "Türkiye büyüyor ama işsizlik sorunu olduğu yerde sayıyor" dedi. BTSO'nun 115. kuruluş yıldönümü nedeniyle düzenlenen kokteylde gazetecilerin sorularını cevaplandıran Sönmez, işsizliğin her geçen gün büyüdüğünü kaydetti. AKP Hükümeti'ni uyaran Sönmez, dış ticaret açığının artarak devam etmesinin döviz ve faizi tetikleyebileceğine dikkat çekti. Ekonomide dengelerin halen oturmadığını ileri süren Sönmez, "Ekonomide çok uzun dönemler boyunca biriken kırılganlık, tam olarak giderilemedi. Ekonomik canlanma henüz bütün sektörlere yayılmadı. İç talep çok cılız ya da yok denecek kadar az. Haftalık 500 trilyonu aşan tüketici kredisi kullanımı 21 Mayıs'ta 159 trilyona inmiş durumda. Alın size iç talebe bir darbe daha. Faizlerdeki artış, hurda indirimi avantajının azaltılması, bankaların tavrı, bu konuda etkili oldu" diye konuştu. Kur ithalatı teşvik ediliyor Sönmez, büyümenin ne işsizliğe ne de iç piyasaya bir yararı bulunmadığını ifade etti. İşsizliğin ürkütücü boyutlara ulaştığına dikkat çeken Sönmez, "Dünyanın bir çok bölgesini kasıp kavuran yeni bir trend 113 Milli Gazete/ 30 06 2004 / N. Çakmak 212 var. İstihdamsız büyüme. Gelecekte çok duyacağımız bir kavram bu. Tuhaf ama halka fazla hayrı olmayan bir büyüme türü bu. Çok yazık ama üniversite mezunlarımız, yabancı ülkelerde amele olmak için başvuruda bulunuyor. Büyüme işsizliğe çare olmadıktan sonra toplumun sorunları bitmez. Büyüme hem işsizliğe çare olmalı, hem de dış ticaret açığını hızla artırmamalı. Bir süre sonra dış ticaret açığı büyüyor, döviz ve faizler yükseliyor ve büyüme düşüyor. Biz bunları geçmişte yaşadık. " dedi. Nisan ayı ile birlikte dört aylık cari açık rakamının 6 milyar 881 milyon doları bulduğunu vurgulayan Sönmez sözlerine şöyle devam etti: "Neden bu yıl satılan 100 otomobilin 71'i ithal dersiniz? Çünkü döviz kurları yine düşük değerli, buna karşılık lira hala aşırı değerli de ondan. Bu kur hâlâ ithalatı teşvik ediyor, ihracatı ve ihracatçıyı cezalandırıyor. Bütün bunların sonucunda yıl sonu cari açığı 10 milyar doların üstüne çıkabilir. Yılın ikinci yarısında kurda ikinci ve daha şiddetli bir hareket olursa hiç şaşmamak gerek." Emekliler toplumdan dışlanıyor Emekli-Sen Genel Başkanı Veli Beysülen, işsizlerden sonra en mağdur kesimin emekliler olduğunu söyledi. Emekliler Haftası dolayısıyla Çankaya Belediyesi Yılmaz Güney Sahnesi'nde ''Emeklilerin ve Sosyal Güvenlik Kuruluşlarının Sorunları'' konulu sempozyum düzenlendi. Sempozyumun açılışında konuşan Emekli-Sen Genel Başkanı Veli Beysülen, ülkenin kalkınmasında rol almış bugünkü emeklilerin, insanca yaşayacak koşullara sahip olmadığını belirtti. Sosyal güvenlik kuruluşlarından emekli yaklaşık 7 milyon kişinin büyük sıkıntılar içerisinde yaşamını sürdürdüğünü ifade eden Beysülen, işsizlerden sonra en mağdur kesimin emekliler olduğunu kaydetti. Emeklilerle ilgili kararların ve uygulamaların yalnızca yönetenlerin inisiyatifi ile belirlendiğini kaydeden Beysülen, ''Açlık sınırının altında yaşadığımız halde, sosyal ve sağlık konularındaki sorunlarımıza çözüm bulacak bir merci maalesef bulamıyoruz. Muhataplarımızla ilişkilerimizi düzenleyen bir statü yasası düzenlenmemiş ve hakkımızda keyfi uygulamalar devam etmektedir'' diye konuştu. Veli Beysülen, emekli maaşları arasındaki farlılıkların giderilmesini isteyerek, intibak yasasının da bir an önce çıkartılmasını istedi. KESK Genel Başkanı Sami Evren de emeklilerin, toplumun artı değeri olduğunu belirterek, emeklilerin tecrübelerinden yararlanılması gerektiğini söyledi. Günümüz koşullarında, emeklilerin hayat standardının her geçen gün daha da kötüleştiğini savunan Evren, ''Mevcut şartlarda, emekliler toplumda dışlanmıştır'' dedi. Emekli Sandığı, Bağ-Kur ve SSK'nın birleştirilmesinin de gündemde olduğunu ifade eden Evren, düzenlemelerin çalışanların ve emeklilerin isteklerine cevap verecek şekilde yapılması gerektiğini kaydetti. İyileşme sokağa yansımıyor Koç Holding Yönetim Kurulu Başkanı Mustafa Koç, Anadolu'yu sık sık dolaşmaya başladığını belirterek, insanlarla birebir konuştuğu zaman makroekonomik iyileşmelerin tam anlamıyla sokağa yansımadığını gördüğünü söyledi. TÜSİAD YİK toplantısında gazetecilerin sorularını yanıtlayan Koç, ''Sabancı Holding, TÜPRAŞ ve PETKİM'in özelleştirilmesiyle ilgilendiğini açıkladı. Siz ilgileniyor musunuz?'' sorusuna, ''İlgilenmiyoruz'' yanıtını verdi. Mustafa Koç, büyüme rakamlarına ilişkin bir soru üzerine ise büyüme rakamlarının çok enteresan olduğunu, çok iyi bir yatırım ortamı sağlanarak devam ettirilmesi gerektiğini, işsizliğe çare bulmanın yolunun sürdürülebilir büyümeyi devam ettirmekten geçtiğini belirtti. Diğer taraftan yatırım ortamının iyileştirilmesi gerektiğini dile getiren Koç, ''Burada sayın Bakanımızın dediği gibi yabancı veya yerli sermaye demek yerine uluslararası sermaye demekte yarar var. O bakımdan eğer özendirici bir yatırım ortamı sağlanırsa bu, istihdamı da artıracaktır'' diye konuştu. Yeni zamlar yolda Akaryakıt ve LPG ürünlerine IMF'ye verilen gizli taahhütname çerçevesinde yüzde 4.62 ile yüzde 5.31 oranında zam yapan AKP hükümeti, doğalgaz ve sigara zammına hazırlanıyor. Bir buçuk ayda akaryakıta 213 ikinci zammı yapan hükümet, uzun zamandır bekletilen doğalgaz zammını bugün yapacağı öğrenildi. Zammın akaryakıt zammı gibi yüzde 5 olacağı ifade edildi. Hükümetin sigaraya zam için bir süre daha bekleyeceği kaydedilirken, Ağustos ayında bu zammın da kaçınılmaz olacağı bildirildi. AKP hükümeti, Nisan ayında IMF'nin onayladığı niyet mektubunda 'gerektiğinde maktu vergiler ayarlanır' taahhüdüne yer verdi. Anlayış mutabakatı başlıklı gizli taahhütnamede hükümet, 'bu vergiler toptan eşya fiyatı kadar artırılır' görüşünü benimsedi. Bu 'anlayış mutabakatı'na rağmen Enerji Bakanı Hilmi Güler başta olmak üzere bazı bakanların geçtiğimiz günlerde "akaryakıta zam yok" açıklamasında bulunmuş olması dikkat çekti. İlk beş aylık toptan eşya enflasyonu yüzde 9.3, geçen yıl aynı ayına göre mayıstaki artış oranı ise yüzde 9.7 olunca, ilki mayısın üçüncü haftasında diğeri de önceki gün yapılan yüzde 5'lik iki ayrı zammı tüketiciye yansıttı. IMF ile Haziran ayında yapılan 8'nci Gözden Geçirme çalışmaları çerçevesinde de akaryakıt ürünlerinden alınan ÖTV gelirlerinde düşüş tespit edildi ve zam yapılması talebi gündeme geldi. IMF'yle yapılan çalışmada petrol ürünlerinden alınan ÖTV gelirlerinde yaklaşık 300 trilyon liralık bir gerileme olduğu tespit edilmişti. Önceki gün yapılan zam da ÖTV oranlarının artışı ile sağlandı. “Farkı kapatmak için zam yaptık” Sanayi ve Ticaret Bakanı Ali Coşkun, halen akaryakıt fiyatlarına sübvansiyon yapıldığını, o farkı kapatmak için de zam yapmak durumunda kaldıklarını söyledi. Bakan Coşkun, ''akaryakıt fiyatlarındaki farkı kapatmak için zam yapmak durumunda kaldık, aksi takdirde başka bir yere vergi koymak gerekirdi'' dedi. Doğalgaza zam yapılıp yapılmayacağına ilişkin soru üzerine, ''Arkadaşlar çalışıyor, henüz kesin bir karar yok'' diyen Bakan Coşkun, şeker fiyatlarındaki artış konusunda da şunları söyledi: ''Pancara ilave fiyat verildi, işçi ücretleri arttı, maliyetler arttı. Ancak bu artışları devamlı zamla karşılamak mümkün değil, Artık verimliliği artırmak lazım.''114 Vergi sistemindeki adaletsizlik, dürüst iş yapan esnaf ve işadamların da kayıt dışına zorluyor. Yolunacak tarafımız kalmadı İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi Öğretim Üyesi Doç. Dr. Kaya Ardıç, Türkiye’de devletin ‘kümesteki kazları’ devamlı yolduğunu belirterek, “Yakalayabildiğinden vergi alıyor. Halbuki Türkiye’de bir vergi potansiyeli var. Vergi yükü dediğimiz, yani toplanan vergilerin milli gelire oranı, Avrupa Birliği ülkeleri ve dünya standartlarıyla karşılaştırıldığında çok yüksek değil. Yani, vergi yükümüz çok aşırı bir yük değil.” diye konuştu. Ardıç, “Nerede aşırı yük oluşuyor?” sorusuna ise şu cevabı veriyor: “Vergi verenler, gerçekten çok veriyor. Vermesi gereken bir kesim, vergi dışı kalıyor. Vergi tabanını devlet yayamıyor. Esnaf, sanayici ile birlikte bordro mahkumları denilen, vergi kaçıramayacak olan, sizler bizler gibiler çok vergi veriyor.” Dolaylı vergilerin ağırlığından şikayetçi olan Ardıç, “Vergi kompozisyonunda vergilerin dolaylı ve doğrudan vergiler diye kabaca iki kategoriye ayırdığımız zaman, bunun doğal bir yapısı, normal bir dağılımı olması gerekir. Dolayısıyla doğrudan vergiler değil, dolaylı vergiler. Yani, bir malı satın alırken, tüketirken ödediğimiz vergiler çok ağırlıklı. Bu da tabi vergi adaleti açısından çok tartışmaya açık bir konu. Çünkü, sizin geliriniz 100, benimki sizin beş kat altında, bu pek adaletli bir şey olmasa gerek.” şeklinde konuştu. Oranlar düşürülmeli, tabana yayılmalı Ardıç, herkesin geliriyle orantılı vergi ödemesi ilkesi baz alındığında doğrudan vergiler nedeniyle bir şahsın; “benim arabam varsa, taşıt vergisi ödemem, evim varsa emlak vergisi ödemem” demesinin gayet doğal olduğunu savunarak, “Burada devletin yapması gereken vergi matrahını tabana yaymaktır. Vergi oranlarını artırmak değil, düşürmektir. Devlet vergi gelirlerini artırabilmek için vergi oranlarını artıyor. Bu yolla da daha çok vergi geliri elde etme yoluna gidiyor.” ifadelerini kullandı. Ardıç, devletin yapması gerekenleri ise şöyle anlattı: “Esas yapılması gereken vergi vermeyenlerin vergilendirilmesi, vergi verenlerin de oranlarının 114 Milli Gazete / 01 07 2004 / Ekonomi 214 düşürülerek tabana yayılmasıdır. Böylece daha çok vergi geliri elde etmek mümkündür. Niye yapamıyor bunu devlet? Şimdi bu işte diyorlar ki, kayıt dışı ekonomi bir yerde ‘altın yumurtlayan tavuk’ gibidir. Bunun fazla üzerine giderseniz, altın yumurtlayan tavuğu kesmiş olursunuz, böyle bir bakış açısı, böyle bir yaklaşım da var. Ben buna çok katılmıyorum ama bir doğru tarafı da var, az ölçüde de olsa.” Vergi denetimlerinin yapılış tarzını da eleştiren Ardıç, “Biz vur denilince öldürmeye alışmışız. Bir işadamının, bir esnafın başına gidip dikiliyorsun, dolayısıyla öyle bir kontrol, denetim yapacağım diye öyle bir süreç oluşturuyorsunuz ki adamın çalışmasını engelliyorsunuz. Buna da gerek yok. Ama gidin lüks bir lokantaya, sabahleyin otursun vergi denetim memuru, akşam kapanana kadar görsün hasılatı... Çıkartsın rakamları baksın. Ne vergi vermiş bu işyeri.” değerlendirmesinde bulundu. Vergi aynı zamanda siyasi bir konu Ardıç, “Vergi sadece ekonomik bir konu değil, siyasi bir konudur” diyerek, şu öngörülerde bulundu: “Hükümetleri destekleyen bir takım güçlü finans çevreleri kendileri için belirli bir takım şeyleri empoze etmek isterler. Vergi vermeyen çok geniş bir kesim var. Vergi vermek onların işine gelmiyor. Dolayısıyla öyle bir vergi sistemi kurmak gerekir ki, yani, vermeyenlerden almak ve verenlerden daha az almak gerekiyor. Dolayısıyla vergi konusunda yapılması gereken bence önemli, çok acil bir sorun var önümüzde. Bu vergi sistemini, reform ve vergi devrimi diye nitelendiriyorlar ama sonunda dağ fare doğuruyor. Bugün taşıt vergimi, emlak vergimi ödemek için vergi dairesine gittiğimde kuyruklarda bekliyorum. Deyim yerindeyse, sürünüyorum. Halbuki benim çay kahve ikram edilerek, devlete vergi verdiğim için çok iyi koşullarda ağırlanmam gerekir. Bu işlemlerin de bu kadar karmaşık olmaması gerekir. Basitleştirilmeli. Oranlar düşürülmeli. Eğer bir işadamı zarar ediyorsa, samimi olarak ve dürüstçe bunu kanıtlayabiliyorsa, ondan vergi alınmamalı. Zarar eden insan niçin vergi versin? Olacak şey mi, diyor. Hakikaten olacak şey değil.” 115 Günden güne eriyoruz Türkiye Kamu-Sen’in yaptığı bir araştırmada yoksulluk sınırı 1 milyar 677 milyon lira, açlık sınırı ise 609 milyon lira olarak belirlendi. Türkiye Kamu-Sen Araştırma Geliştirme Merkezi’nin Mayıs ayı asgari endeks sonuçları açıklandı. DİE’den alınan Mayıs 2004 fiyatlarına göre yapılan araştırmada çalışan tek kişinin yoksulluk sınırı 796 milyon lira olarak belirlenirken, dört kişilik bir ailenin asgari geçim haddi ise 1 milyar 677 milyon 228 bin lira olarak tespit edildi. Çalışan tek kişinin açlık sınırı 609 milyon 804 bin lira olarak açıklanırken, dört kişilik bir ailenin asgari geçim haddinin bir önceki aya göre yüzde 1.1 oranında arttığını gösterdiği de bildirildi. Ayrıca yapılan araştırmaya göre, 4 kişilik bir ailenin sağlık kuruluşlarının belirlediği şekilde sağlıklı beslenebilmesi için gerekli harcamanın Mayıs 2004 verilerine göre günlük 13 milyon 597 bin 69 liraya yükseldiği belirtildi. Ailenin aylık gıda harcaması ise 407 milyon 912 bin 70 lira oldu. Mayıs 2004 itibari ile ortalama 646 milyon lira ücret alan bir memurun ailesi için yaptığı gıda harcaması maaşının yüzde 63.14’ünün oluşturduğu vurgulanırken konut giderinin ise DİE verilerine göre Mayıs 2004 ortalama maaşın yüzde 34.32’sinin oluşturduğu kaydedildi. buna göre bir memurunun ortalama maaşının yüzde 97.46’sını gıda ve barınak harcamalarına ayırmak zorunda olduğu ortaya çıkarken diğer ihtiyaçları için ise maaşının yüzde 2.54’ünün kaldığı ifade edildi. Araştırmaya göre, Türkiye’de 4 kişilik bir ailenin ortalama gıda ve barınma gideri toplamı Nisan ayında 617 milyon lira iken Mayıs 2004 itibari ile 629 milyon liraya ulaştı. Ortalama ücretle geçinen bir memur ailesinin ulaşım, sağlık, eğitim, haberleşme, giyim gibi diğer zorunlu ihtiyaçlarını karşılaması için maaşından geriye yalnızca 16 milyon lira kaldığı belirtildi. “Kriz geliyor, Keriz gülüyor.” AKP’nin hali Avrupalı bir yazarın hikayesini hatırlatıyor: “Avrupa Ortaçağında bir kralın 4 tane kızı olmuş. Yaşlı kral kendisinin yerine geçecek bir erkek çocuğu olmadığı için de oldukça üzgünmüş. Kraliçe hanım, beşinci kez hamile kalınca kral hem ümitlenmiş hem de 115 Milli Gazete/ 12 06 2004 / Ekonomi 215 tehditler savurmuş, “eğer bir daha kız doğurursan seni ve bütün nedimelerini kılıçtan geçireceğim”. Günler günleri kovalamış ve doğum vakti gelmiş. Kral dışarıda heyecanla bekliyor, ama içeride doğum sancısı çeken kraliçe ve ölüm sancısı çeken nedimeler ecel terleri döküyor. Doğum gerçekleşmiş ve kraliçe bir kız çocuğu daha dünyaya getirmiş! Etraftakiler şok içerisinde bakarlarken, nedimelerden biri çocuğu hemen alıp iyice kundakladıktan sonra koşarak krala gitmiş, “müjde efendim nur topu gibi bir oğlunuz oldu” diyerek herkesi sevindirmiş!.. Kral sevincinden ne yapacağını şaşırmış. Kırk gün kırk gece eğlence ve kutlamalar yapılmış. Artık rahatlayan kral, tek oğlunun (!) çok iyi bir şekilde yetişmesi için elinden gelen her türlü tedbiri de almaya başlamış!.. Çocuk biraz büyüyüp laftan anlayınca, anne kraliçe durumu kızına anlatmış, yalvarmış ve bu oyunu aynı şekilde sürdürmesi için çocuğu ikna etmiş. Kralın oğlu (!) tahsil yapmış, ok atmış, kılıç sallamış, büyümüş ve yıllar sonra kraliyeti devralacak çağa ulaşmış. Babası son görev olarak, biricik oğlunu (!) komşu kralın kızı ile evlendirmeye karar vermiş. Kızı beğenmişler, istemişler, almışlar ve düğün hazırlıkları başlamış. Vakit gelmiş ve kilisede nikahları kıyıldıktan sonra, düğün merasimi ve neticede genç çifti evlerine uğurlamışlaaar!.. İşte tam bu noktada, bu hikayeyi anlatan yazar şöyle bir not düşer; “Ey okuyucu, ben böyle bir hikaye başlattım ve buraya kadar getirdim. Ancak bundan sonra ne yazacağımı bir türlü bilemedim. Ne düşünsem olmuyor. Ben de hikayeyi böylece burada bitiriyorum. Ben buraya kadar getirdim, bundan sonra siz nasıl istiyorsanız o şekilde geliştirin. Benden bu kadar!” 116 Devlet eliyle ithalat lobisi İstanbul Ticaret Odası (İTO) Yönetim Kurulu Başkanı Mehmet Yıldırım, İthalatçı Birlikleri kurulması ve üyelik zorunluluğuna tepki gösterdi. Yıldırım, İthalatçı Birlikleri’nin, “yeni ikbal koltukları oluşturacağını” belirtti. İstanbul Ticaret Odası (İTO) Yönetim Kurulu Başkanı Mehmet Yıldırım, İthalatçı Birlikleri’nin, “yeni ikbal koltukları oluşturacağını” belirterek, “Bu koltuklar, o dar çevrelerin dışında hiçbir kimseye, ülkenin hiçbir menfaatine hizmet etmeyecek, aksine, ithalat lobilerinin oluşması sonucunda, ithalattaki büyümeye yeni boyutlar getirecektir” dedi. İTO Başkanı Yıldırım, yaptığı yazılı açıklamada, İthalatçı Birlikleri’ne karşı çıktıklarını bildirdi. İthalatçılar işlerini yapamayacak İthalatçı Birlikleri kurulması ve üyelik zorunluluğunun, “Durduk yerde devlet zoru ile ithalat lobileri oluşturulup orta ve uzun vadede ithalatın önünün tamamen açılması” sonucunu yaratacağı görüşünü dile getiren Yıldırım, 2002 yılında yayımlanan bir kararname ile kurulması gündeme gelen İthalatçı Birlikleri’nin, üyelik zorunluluğu ile ilgili maddesinin 5 Temmuz 2004 tarihinde yürürlüğe gireceğini ve bu tarihten sonra birliğe üye olmayan ithalatçıların işlerini yapamaz hale geleceğini kaydetti. Mehmet Yıldırım, şöyle dedi: “Hiç kimsenin İthalatçı Birlikleri’ne ihtiyaç olduğu şeklinde talebi yoktu. Ancak, anlaşılan o ki, bazı çevreler, kendilerine yeni ikbal koltukları oluşturmak istiyor. Ama bu koltuklar, o dar çevrelerin dışında hiçbir kimseye, ülkenin hiçbir menfaatine hizmet etmeyecek, aksine, ithalat lobilerinin oluşması sonucunda, herkesin şikayetçi olduğu ithalattaki büyümeye yeni boyutlar getirecektir.” Hovardaca Harcamalar Olacak Mehmet Yıldırım açıklamasında, İthalatçı Birlikleri’ne neden karşı çıktıklarını da, şöyle anlattı: “Karar, devlet eliyle ithalat lobisi oluşturacaktır. Bu lobi, birliklerin kuruluş amacı olarak gösterilen, ithalatın disipline edilmesine değil, aksine daha da geliştirilmesine yol açacaktır. Karar, yeni makamlar ve finans kaynakları oluşturarak siyasetçilerin, bürokratların ve sözde işadamlarının el kesesinden hovardaca harcama ve yurtdışı seyahatler yapmasına neden olacaktır. İthal mal bolluğu nedeniyle zaten zor durumda olan Türk sanayicisi 116 Milli Gazete/ 12 06 2004 / M.Gündoğan 216 ve üreticisi, güçlü bir baskı grubuyla ithalat kapılarının daha da genişleyerek sonuna kadar açılmasıyla kapılarına kilit vurmak zorunda kalacaktır. Bu karar, devletin zorlaması ile dış ticarette çok başlılığı getirecek, her kafadan ayrı ses çıkması, sonuçta ülkeye zarar verecektir. İstihdamın en önemli aktörleri olan imalatçıihracatçılar ve özellikle KOBİ’ler büyük zarar görecektir.” Maliyet arttı, kâr azaldı Türkiye İhracatçılar Meclisi’nin (TİM) ihracatçı birliklerine kayıtlı firmalar bazında gerçekleştirdiği Mayıs ayı anketine göre ihracatçıların girdi maliyetleri artarken karlılık oranları azaldı. TİM’in her ay düzenli olarak gerçekleştirdiği “TİM Eğilim Anketleri”nin mayıs ayı sonuçları açıklandı. Anket sonuçlarına göre Nisan ayında firmaların yüzde 61’i girdi maliyetlerinin arttığını, yüzde 30’u aynı kaldığını yüzde 3’ü ise azaldığını bildirdi. Haziran ayı için ise firmaların yüzde 47’si girdi maliyetlerinin artacağını, yüzde 35’i aynı seviyede kalacağını ve yüzde 9’u ise azalacağını ifade etti. İthal girdi oranları açısından bakıldığında ise Nisan ayında firmaların yüzde 30’u artış yaşandığını, yüzde 50’si aynı seviyede kaldığını ve yüzde 20’si ise azaldığını bildirdi. Haziran ayı için ise firmaların yüzde 28’i ithal girdi oranlarının artacağını, yüzde 55’i aynı kalacağını ve yüzde 17’si ise azalacağını bildirdiler.Artan girdi maliyetleri firmaların karlılıklarına olumsuz etki etti. Nisan ayında firmaların yüzde 12’si karlılıklarının arttığını, yüzde 35’i aynı seviyede kaldığını açıklarken, yüzde 44’ü ise azaldığını belirtti.117 Akay’dan Erbakan itirafı: Ecevit’i bile arattılar Akay, BASK Konya Şubesi tarafından Selçuk Otel’de düzenlenen "Kamu Çalışanlarının Ekonomik, Sosyal ve Mesleki Sorunları" konulu toplantıda yaptığı konuşmada, 57. Ecevit Hükümeti’ni arayacağımız aklımın ucuna gelmezdi. Ama kamu çalışanları olarak AKP Hükümeti’nden maalesef umduğumuzu bulamadık. Bu hükümet asgari ücrete 15 milyon zam yaparak bir başka rekora daha imza atmıştır" dedi. - Bağımsız Kamu Görevlileri Sendikası Konfederasyonu Genel Başkanı Resul Akay, "AKP hükümeti memura en düşük zammı verdi. Demek ki memura yüzde 50 zam veren REFAH-YOL’un Başbakanı Erbakan Hocaya haksızlık yapmışız" dedi. KONYA / Bağımsız Kamu Görevlileri Sendikası Konfederasyonu Genel Başkanı Resul Akay, "AKP hükümeti memura en düşük zammı verdi. Demek ki memura yüzde 50 zam veren REFAH-YOL’un Başbakanı Erbakan Hocaya haksızlık yapmışız" dedi. Rekora İmza Attılar Akay, BASK Konya Şubesi tarafından Selçuk Otel’de düzenlenen "Kamu Çalışanlarının Ekonomik, Sosyal ve Mesleki Sorunları" konulu toplantıda yaptığı konuşmada, 57. Ecevit Hükümeti’ni arayacağımız aklımın ucuna gelmezdi. Ama kamu çalışanları olarak AKP Hükümeti’nden maalesef umduğumuzu bulamadık. Bu hükümet asgari ücrete 15 milyon zam yaparak bir başka rekora daha imza atmıştır" dedi. Ölü Sessizliği Hükümetin memur maaşlarına Temmuz ayından geçerli olmak üzere yüzde 6 zam yaptığını belirten Akay şunları söyledi: "Memur en düşük zammı aldı. Ama kimseden ses yok. Sanki ölü sessizliği yaşanıyor. Çünkü canlı olan ya dudağını oynatır ya da yumruğunu sıkarak tepki gösterir. Refah-yol döneminde memura yüzde 50 zam yapılmasına rağmen bu kadar sessizlik olmamıştı. Demek ki Hoca’ya haksızlık yapmışız." 118 YTL’ye ne kadar hazırız? Türk Lirası’ndan altı sıfırın atılmasıyla 2005 yılından itibaren hayatımıza girecek olan Yeni Türk Lirası için geri sayım başladı. 31 Ocak 2004 tarihinde geçişle ilgili yasanın çıkmasıyla birlikte başlayan süreç, ilgili tüm kurum ve kuruluşların yaptıkları çalışmalarla son aşamaya doğru hızla ilerliyor. Halen 1 ve 5’lik banknotların basımı tamamlanırken, dağıtımlarda devam ediyor. 20 YTL’nin basımı için de hazırlıklara 117 118 Milli Gazete / 10 06 2004 / Ekonomi Milli Gazete / 28 06 2004 / 217 başlandı. Yeni banknot ve madeni paraların tanıtımına ise Eylül ayında başlanacak. Peki, Türkiye bu sürece nasıl geldi? Bu sorunun cevabı 1970’li yıllarda başlayan enflasyonist sürecin etkisiyle emisyon hacminin 1980 yılı sonuna göre 38 kat artarak 2003 sonu itibariyme yaklaşık 10.7 katrilyona ulaşmasında gizli. Paramızın satın alma gücü sürekli düştü, artan emisyon hacmi içinde ortalama her iki yılda bir olmak üzere üst değerde 11 yeni kupür tedavüle çıkarıldı. Maalesef dünyadaki en büyük küpürlü banknot Türkiye’ye ait bulunuyor. TL, saklama aracı olmaktan çıktı TL’nin itibarının günden güne sürekli olarak düşmesi, değişim ve saklama aracı olma fonksiyonlarını yitirmesi altı sıfır atılması konusunu hep gündemde tuttu. Ve, 2005 yılı itibariyle son nokta konularak Türk Lirası’nın kendisine gelmesi adına bol sıfırların atılmasına karar verildi. Ocak 2004’te kanunlaşan 5083 sayılı Kanun ile Türkiye Cumhuriyeti Devletinin Para Birimi Hakkında Kanun ile Türkiye Cumhuriyetinin para birimi Yeni Türk Lirası (YTL) olarak değiştirildi, başka bir deyişle paramızdan altı sıfır atıldı. Buna göre 1.1.2005 tarihinden itibaren Türkiye Cumhuriyeti’nin para birimi Yeni Türk Lirası olacak. Yeni TL’nin alt birimi Yeni Kuruş’ oldu. Bir Yeni TL 100 Yeni Kuruşa (YKr) eşit. TL değerler YTL’ye dönüştürülürken 1.000.000 TL. = 1 YTL değişim oranı esas alınacak. Fiyatları artıracak YTL’ye 2005 yılının başında geçilecek. TL ve YTL banknotları bir yıl süre ile birlikte tedavülde olacak ve bir yılın sonunda TL banknotları dolaşımdan kaldırılacak. Daha sonraysa, diğer birçok ülke uygulamasında olduğu gibi, birkaç yıl sonra Bakanlar Kurulu kararı ile TL ibaresinin başındaki yeni ibaresi kaldırılarak tekrar TL’ye dönülecek. En küçük madeni para 1 Yeni Kuruş’tan oluşacak. Mal ve hizmetlerin birim fiyatları 1 Yeni Kuruş’un altında belirlenebilir. Bu durumda ödeme aşamasında ve işlem sonuçlarında Yarım Yeni Kuruş’un üzerindeki değerler 1 Yeni Kuruş’a tamamlanacak, Yarım Yeni Kuruş ve altındaki değerler ise dikkate alınmayacak. Yuvarlamaların da etkisi ile sıfır atma uygulamasının fiyat artışlarına sebebiyet vermesi kaçınılmaz. Ancak yeni parayı kullanma alışkanlığının kazanılması ile birlikte bu artışların süreklilik arzetmeyeceği tahmin ediliyor. “Tüm Dövizler Devlete Aittir” 1946 yılında 1 ABD Doları, 1 Lira 30 kuruş konumundaydı. Recep Peker’in başabakan olduğu bu dönemde Türk Lirası ilk kez devalüasyonla tanıştı. TL’nin dolar karşısında değeri 2 Lira 80 kuruş olarak belirlendi. Cumhuriyet döneminin ikinci devalüasyonu ise 1958 yılında ekonomik krizden sıyrılma bahanesiyle yapılarak, Dolar/Türk Lirası kuru, 2.80’den 9 TL’ye yükseltildi. 1970 yılında, Adalet Partisi iktidarı döneminde ise dolar kuru 15.-TL’ye yükseltildi. 1 Mart 1978’de doların TL karşısındaki değeri 19.25 TL’den 25.- TL’ye çıkartıldı. 10 Haziran 1979’da TL’nin değeri tekrar ayarlanarak kur, 26.50 TL’den 47.10 TL’ye indirildi. 1936-1980 yılları arasında yürürlükte kalan ve kontrollü kambiyo rejiminin sıkı kurallarını içeren 17 sayılı karar ile ithalat ve görünmeyen her türlü kaleme ait bir doların transferi Merkez Bankası’nın iznine tabiydi. Ceplerde, kasalarda ve banka hesaplarında döviz bulundurmak yasaktı. Çünkü, yasada; ‘Tüm dövizler devlete aittir’ hükmü vardı. Dolayısıyla, şahıslar ve şirketlerin mülkiyetine sahip olamadıkları dövizleri yurtdışına çıkarmaları mümkün değildi. Kısacası, bu dönemde TL’nin tam hakimiyeti tüm kurumların üzerindeydi. 1980’e gelindiğinde ise serbest piyasa ekonomisine, yani liberal politikaların ağırlık kazanmaya başladığı döneme gelindiğinde ise Türkiye, artık “70 sent’e muhtaç’ bir ülke haline gelmiş, getirilmişti. İşte, bu dönemde tarihe kara bir sayfa açacak olan en kritik kararların alındığı ve ülke ekonomisinin IMF’ye bir anlamda teslim edilme sürecine girişildiği meşhur 24 Ocak kararları alındı. Türk Lirası büyük oranda değer kaybıyla, dolar karşısında 47.10 Lira’dan 70 Lira’ya indirildi. Ayrıca, 17 sayılı karar iptal edildi. Üstelik, sabit kur sistemi terk edilerek, döviz kurları günlük olarak ilan edilmeye 218 başlandı. Artık Türk Lirası; Dolar, Mark, Sterlin,.. vesaire paralar karşısında günlük, saatlik, hatta dakikalık olarak değişiyordu. Dalgalın kurun ufak bir versiyonu işlerliğe koyulmuştu. 1990 yılına gelindiğinde ise uygulamaya konulan 32 sayılı kararla ülkemiz yol geçen hanına döndü. Yabancı fonlar, kısa vadeli sermaye denilen sıcak para girişleri hiçbir kısıtlamaya tabi tutulmadan ülkeye girmelerine ve istedikleri zaman çıkıp gitmelerine izin verildi. (1990’dan bu yana Türkiye’ye giren sıcak para girişi 15 milyar doların üzerinde seyrediyor. 94, 98, 2001 ve 2002 yaşanan krizler de bu paranın giriş-çıkış yapmalarının büyük payı var. Türkiye, şimdi de böyle bir tehlikenin varlığı ile burun buruna.) Uluslararası sermaye, bıyıklı para babaları sıcak para adı altında hazine bonosu ile döviz kuru arasındaki farktan yararlanarak, hiç zahmet çekmeden ve batı ülkelerinde hayal bile edilemeyecek karlarla, bir dahaki “volede” tekrar gelmek üzere ülkelerine dönebiliyor.. Bazılarına göre bu kadar serbestlik Avrupa, Amerikan normlarında bile aşırı kaçmıştı. “Dandik Para” Bu dönemde dolarizasyon giderek yaygınlaşıp kurumsallaşma aşamasına geldi. Yani, Türk Lirası’ndan kaçarak dolar egemenliğine girdik. Bu bağlamda, devlet ihale bedelleri dolar üzerinden saptandı. Halkımız birikimlerini giderek TL yerine dolar ve markla yapmayı yeğledi. Dövizli çek / senetler çoktandır ticaret hayatının bir parçası haline geldi. Kamu iç borçlarının yüzde 30’u dövize dönüştürüldü. Özel sektörde yönetici maaşları dolar cinsinde ödendi. (Bazı yerlerde böyle ödendiğini duyuyor ve biliyoruz) Özellikle daha sonra batacak bankaların üst düzey yöneticileri maaşlarını ABD Doları üzerinden ,ama, ABD de bile görülmeyecek rakamlarla aldılar. Türk Lirası tasarruf birimi ve mübadele aracı olarak geri plana itildi. Nisan’ında patlayan banka krizinde fatura yine vatandaşa kesildi ve ABD Doları 15.000 TL’den önce 38.000 TL’ye yükseldi, daha sonra 25.000 TL’ye geriledi. Bu devalüasyonun önemli farkı: öncekilerin hükümet kararlarına dayanması, bunun ise tamamen piyasa dinamikleriyle sürpriz olarak ortaya çıkmasıydı. Aslında tek olarak TL çoktan unutulduğundan, adam yerine konulmak için binlercesini bir arada telaffuz etmek gerekiyor. Halbuki Doların “sent”i, Mark’ın “fenik” i (Euro’ya geçene kadar) bile sapasağlam yerinde durmaktadır. Bu arada Prof. Dr. Osman Altuğ, Lira’ya uygun bir isim bulmuştu: “Dandik para”. Bizim Paradan Daha Ucuzu Var Mı? Şubat 2001’de ANASOL-D hükümeti döneminde Türk Ekonomisi büyük bir çöküş yaşarken, Türk Lirası, dolar karşısında kademeli olarak 1.700.000 TL’ye kadar düşürüldü. Sonra muhtelif zik-zaklarla şimdiki 1.370.000 – 1.400.000 bandın yerleşti. Bu seferki devalüasyon yetkililer ve basındaki destekçilerinin “ asla olmaz “ nidaları arasında geldi. Acaba bizde bunlar olurken, yabancı ülkelerde neler oldu? Maalesef, dünyada ismi duyulmuş hiçbir ülkenin parası, bizim Liramız gibi değersizleşmedi. İkinci Dünya Harbi’nden maddi, manevi gücünü yitirmiş olarak çıkan İtalya ve Japonya’nın paraları Liret ve Yen karşısında bizim Liramız daha değerliydi. Gelin, T.C. Merkez Bankası’nın 22 yıl önce, yani 30.12.1981 tarihinde ilan ettiği döviz kurlarına bir bakalım; 1 İtalyan Lireti: 0,11 TL, 1 Japon yeni: 0,60 TL Yani, o tarihte ancak 9 Liret, 1 Türk Lirası edebiliyordu; 1 Japon Yeni ise, bizim paramızın neredeyse yarısı kadar değerliydi. Zaman içerisinde Liret, Avrupa’nın kuvvetli bir parası olarak Euro’ya dahil oldu ve bugün bizim paramızdan yaklaşık 800 misli daha değerli halde. 1 Japon Yeni ise, 11.800 küsur Lira ediyor. Bugün döviz kurları listesine baktığınızda, bizim paramızdan daha ucuzunu görmeniz mümkün değildir. 119 Cari Açık Korkutuyor Merkez Bankası Ocak-Mayıs dönemine ilişkin ödemeler dengesini açıkladı. Buna göre, Mayıs 2004 ayında 1 milyar 580 milyon dolar artan cari işlemler açığı, Ocak-Mayıs döneminde 8 milyar 811 milyon dolara ulaştı. Merkez Bankası, Ocak-Mayıs döneminde cari işlemler açığının 8 milyar 811 milyon dolara ulaştığını 119 Milli Gazete / 11 Tem 2004 / N. Çakmak 219 bildirdi. Merkez Bankası Ocak-Mayıs dönemine ilişkin ödemeler dengesini açıkladı. Buna göre, Mayıs 2004 ayında 1 milyar 580 milyon dolar artan cari işlemler açığı Ocak- Mayıs döneminde 8 milyar 811 milyon dolara ulaştı. Mayıs ayında 2 milyar 365 milyon dolar tutarında gerçekleşen dış ticaret açığının 985 milyon doları tutarındaki net turizm geliriyle kısmen kapatıldığı göze çarptı. 2004 yılının ilk beş aylık verilerine göre dış ticaret açığı, yüzde 130,9 artarak 10 milyar 30 milyon dolar oldu. Bu gelişme, ihracat gelirlerinin yüzde 29,3 oranında artarak 23 milyar 123 milyon doları ve bavul ticaretinin yüzde 14,3 yükselerek 1 milyar 604 milyon dolar olarak gerçekleşmesine rağmen, altın dahil ithalat harcamalarının yüzde 47,2 oranında artarak 36 milyar 958 milyon dolara ulaşmasından kaynaklandı. Kaynağı belli olmayan 2 milyar dolar Ödemeler dengesi verilerine göre, kaynağı belli olmayan miktarı gösteren net hata noksan kalemi, Mayıs ayında 315 milyon dolar, Ocak-Mayıs döneminde ise 2 milyar 493 milyon dolar oldu. Bir diğer ifadeyle ilk 5 ayda Türkiye’ye kaynağı belli olmayan 2 milyar 493 milyon dolarlık para girişi meydana geldi. Beş aylık turizm gelirleri, bir önceki yılın aynı dönemine göre yüzde 51,1 oranında artarak 3 milyar 651 milyon doları olarak gerçekleşti. Turizm giderleri düştükten sonra kalan tutarı gösteren net turizm gelirleri, yüzde 62,3 oranında artarak 2 milyar 717 milyon dolara ulaştı. Hizmetler başlığının diğer önemli bir kalemi incelendiğinde ise gelirler, 2003 yılının Ocak-Mayıs dönemine yüzde 22,1 oranında artarken, ithalattaki artışa paralel olarak taşımacılık kaleminin bir alt kalemi olan navlun giderlerinde gözlenen yüzde 54,7’lik artıştan dolayı taşımacılık giderleri yüzde 45,6 oranında arttı. Böylece net taşımacılık giderleri, 2004 yılı Ocak-Mayıs döneminde geçen yılın aylarını dönemine göre 269 milyon dolar artarak 422 milyon dolara yükseldi. Yatırım geliri 2003 Ocak-Mayıs döneminde 2 milyar 443 milyon dolar, 2004 yılı Ocak-Mayıs döneminde ise 2 milyar 402 milyon dolar çıkışla sonuçlanan yatırım geliri dengesinin altında yer alan doğrudan yatırım gelirleri, portföy yatırım gelirleri ve diğer yatırım gelirlerindeki net çıkışlar, 2004 yılı Mayıs ayında sırasıyla 64 milyon dolar, 68 milyon dolar ve 389 milyon dolar oldu. Ocak-Mayıs 2004 döneminde, diğer yatırımlar altında yer alan uzun ve kısa vadeli kredilere ilişkin faiz giderleri, 2003 yılın aynı dönemine göre yüzde 16,2 oranında azalarak 1 milyar 650 milyon dolar olarak gerçekleşti. Cari Transferler Bir önceki yılın Ocak-Mayıs dönemiyle karşılaştırıldığında cari transferler, 2004 yılının ilk beş aylık döneminde yüzde 42,3 oranında artarak 1 milyar 144 milyon dolar oldu. Alt kalemler itibariyle incelendiğinde, işçi gelirleri ve bedelsizithalattan kaynaklanan girişler sırasıyla yüzde 36,8 ve yüzde 84,1 oranında artarak 320 milyon dolar ve 764 milyon dolar olarak gerçekleşti. 2004 yılının Ocak-Mayıs döneminde finans hesaplarında gerçekleşen net sermaye girişi, bir önceki seneye göre yüzde 91,4 artışla 6 milyar 318 milyon dolar oldu. Sonuç itibariyle, 2004 yılı Ocak-Mayıs döneminde doğrudan yatırımlar kaleminde net 165 milyon dolar giriş gerçekleşti. 120 Akp’nin Rakam Cambazlığı! Borcun milli gelire oranı AKP Hükümeti Cumhuriyet tarihinin en ağır ve en bilinçsiz borçlanan hükümetidir. IMF’ye tamamen teslim olmuş olmanın ötesinde, sadece bilinçsiz ve vade uyumsuz borçlanmadan dolayı devletimiz on milyonlarca dolar zarar etmiştir. AKP hükümetinin iktidarda olduğu yaklaşık iki buçuk yıllık bir dönemde devletin toplam borçları % 60 artarak, 340 milyar dolara ulaşmıştır. Faizlerin çok düşmesine (!) rağmen borcun bu kadar artması, bunun bir teslimiyet rekoru olduğunun işaretidir. 120 Milli Gazete / 24 Tem 2004 / Ekonomi 220 Şimdi, bunların ne zaman AKP’nin başı sn. R. Tayip Erdoğan’a hatırlatsak, cevabı hep şu olmuştur; “Borç miktar işi değildir. Önemli olan borcun GSMH’ya (Milli Gelire) oranıdır. Biz iktidara geldiğimizde bu oran % 78’ler mertebesinde idi. Şimdi, % 63’lere kadar gerilemiştir. Milleti yanıltıyorlar. İşte önemli olan bu oranın korunmasıdır. Yakında bu oranın, AB kriteri olan % 60’ın altına inmesini de gerçekleştireceğiz.” İşte Tayip Erdoğan’ın ifadeleri bu şekildedir. Artık Başbakan Tayip Erdoğan’ın hiçbir sözüne güvenilemeyeceğine kesin kanaat getirdiğim için, bu konuyu iyice araştırmaya karar verdim. Ulaştığım sonuçlara bakınca da, Erdoğan’a güvenmemekle ne kadar haklı olduğumu da anladım. Efendim, mesele şudur. Dünya Bankası 1997 yılından itibaren gelişmekte olan ülkelerin borçları ile ilgili bir çalışma başlatıyor. Bir de bakıyor ki bu ülkelerin hemen hemen hepsinin borçları, milli gelirlerinin % 60’ının çok üzerinde. O zaman yeni bir tanımlama yapıyor, yeni formül üretiyor. Bu, toplam net borç stoku tanımlamasıdır. Bizim 2004 yılı GSMH’mız 428.932 Trilyon TL’dir. Toplam borcumuz (hazine garantili belediye ve KİT borçları HARİÇ) 332.080 Trilyon TL’dir. Yeni formüle göre bu borç rakamından Merkez Bankası (MB) Net Varlıkları (27.891 Trilyon TL), MB Net Dış Varlıkları (23.048 Trilyon TL), MB diğer varlık ve yükümlülükleri (4.843 Trilyon TL), Kamu Mevduatı (18.676 Trilyon TL) ve İşsizlik Sigorta Fonu (13.317 Trilyon TL) toplamı kadar bir miktarı çıkardığımız takdirde Toplam Net Borç Stokumuz 272.195 Trilyon TL. oluyor. Şimdi bu rakamı GSMH’ya oranladığımızda ((272.195/428.932)*100) sonuç % 63,5 çıkıyor. İşte Tayip Erdoğan’ın bahsettiği % 63,5 budur. Ancak, IMF talimatları ile yukarıda hesaptan düştüğümüz hiçbir miktarı biz kullanamıyoruz. O miktarları hesaba katmaz isek toplam borcumuzun GSMH’ya oranı ((332.080/428.932)*100) % 78,5 oluyor. Durun daha bitmedi! Hazine garantisi verdiğimiz devlet borçlarının da eninde sonunda bize rucu edeceğini düşünürsek, o zaman devletin genel toplam borcu yaklaşık 442.000 Trilyon TL’dir. Bu borcun GSMH’ya oranı ise ((442.000/428.932)*100) % 103’dür. İşte şimdi elimizde, borcun GSMH’ya oranına ilişkin üç tane rakam oldu. Yeni formüle göre % 63,5, eski formüle göre % 78,5, bütün borçlara göre % 103. Tabi, Tayip Erdoğan kendini halka beğendirmek için bunlardan en düşüğünü seçecek. Ama bu, gerçeği yansıtmayacak. Acı gerçek, Hazine garantili borçlarımız da dâhil olmak üzere toplam borcumuzun Milli Gelirimizin üzerinde olduğu gerçeğidir. Gerisi fasarya.121 Eko-Erdoğan Mucizesi!!! Yazılarımda, borcun milli gelire oranına ilişkin birkaç hesabı ortaya koymuş ve Tayip Erdoğan’ın bu tür rakamları işine geldiği (milleti yanıltacak) şekilde kullandığını belirtmiştim. Bununla ilgili de birkaç örnek vermek istiyorum. Erdoğan, MÜSİAD konuşmasında, reel faizlerin % 8’ler mertebesinde olduğunu söyledi. Şimdi, bakalım gerçek durum nedir. 2005 Şubat ortalaması, iç borç stoku reel faizlerine baktığımızda, kamuya olan borcun reel faizi % 8,81’dir. Piyasaya olan borcun reel faizi ise % 14,74’dür. Doların değer kaybının da en insaflı bir yaklaşımla % 5 civarında olduğunu varsayalım. Hazine’nin piyasaya (rantiyeciye) ödemiş olduğu net arbitraj geliri % 20 civarında olur. Kamuya olan borcun net arbitraj ödemesi ise % 14 civarında olur. Bunlar dünyanın en yüksek rakamlarıdır. Erdoğan Hükümeti, Ecevit Hükümetinden bile daha fazla rantiyeciyi besleyen hükümet olmuştur. Bu durumda Erdoğan, sadece kendi işine gelen % 8,81’lik miktarı ifade edip geçiyor. Ancak bu miktar kamunun kamuya olan borcu! İstenildiği gibi yönetilebilir. Esas zorluk kamunun piyasaya ya da diğer bir ifade ile rantiyeciye olan borcudur. Burada rantiyeci devletin sırtından % 20’ler civarında tatlı kâr elde ediyor. 121 30 Nisan 2005 – Mete Gündoğan – Milli Gazete 221 Bir başka felaket ise, Erdoğan Hükümetinin kamunun kamuya olan borcunu, kamunun piyasaya olan borcuna çevirmesidir. 2002 yılı sonu itibarıyla kamunun kamuya olan borcu toplam iç borcun % 52,8’i iken, 2004 sonunda bu oran % 35,3’e inmiştir. Buna mukabil, piyasaya yani rantiyeciye olan borç 2002 sonu itibarıyla % 47,2 iken, 2004 sonu itibarıyla % 64,7’ye çıkmıştır. Bilindiği gibi, kamunun kamuya olan borcunun reel maliyeti her zaman düşüktür. Vadesi uzundur. Neticede, devletin sağ cebinin sol cebine olan borcudur. Silinebilir veya ötelenebilir. Ancak, kamu borçlarının piyasa borcuna dönüştürülmesi, kamu kaynaklarının rantiyeciye peşkeş çekilmesidir. Çünkü piyasaya borçlanmanın maliyeti, görüldüğü gibi, yüksektir, vadesi kısadır. Silinemez veya ötelenmesinin maliyeti çok çok yüksek olur. Bu rakamlar ve ifadeler, borç ötelemeyi vadeden bir başbakanın rantiyenin kucağına düştüğünün açık göstergesi değil midir? İşin daha da hazin tarafı, sayın başbakanın bu hesaplardan haberi bile olmadığı görüntüsü vermesidir! Bir başka Tayipçe ifadeyi ise, kişi başına düşen milli gelir (FBMG) hesabında görüyoruz. 2002 sonu itibarıyla FBMG 2100 dolar. Doların değeri 1.634.501 TL. 2003’de % 5,9 büyümüşüz. Hiç nüfus artışını hesaba almasak, FBMG (2100*1,059) 2224 dolar olur. 2004 yılında ise % 9,9 büyümüşüz. Yine, nüfus artışını hesap etmeden, FBMG (2224*1,099) 2444 dolar olur. Bu 2002’yi baz alarak yapılan hesaba göredir. Daha gerçekçidir. Ancak doların değeri de düştüğü için, 2005 mart sonu dolar değeri olan 1.288.500 TL’den hesap yaparsanız, FBMG 4100 dolar çıkıyor. Şimdi eğer dolar 1.170.000 TL’ye inerse, FBMG 5000 dolar olur. Peki, olur mu? Tayipçe olur. Ama gerçek hesaba dayalı konuşacak isek olmaz. Hem, memleketimizde adil bir bölüşüm olmadığı için, FBMG demek herkesin cebinde o kadar para var demek değildir. Milletimiz fert başına geliri 4100 dolar olduğu için mi açlık sınırında yaşıyor ya da organlarını satmak için sırada bekliyor? Fert başına geliri 4100 dolar olduğu için mi kap-kaç’çı oluyor? Daha ne diyelim. Hadi oradan!..122 122 01 Mayıs 2005 – Mete Gündoğan – Milli Gazete 222 TSK VE AKP, KOL KOLA (MI?) Baykal'ın bir sözü; bizim aylar öncesinden somut örnekleri ile açıkladığımız ve ayrıntılı olarak analizimizi yaptığımız, "ABD-NATO ekseninde AKP-TSK İşbirliği" tezini bir kez daha gündeme getirmiştir. AKP'ye karşı ara sıra kükrüyor görüntüsü veren TSK'nın aslında; NATO-ABD'nin orkestrasyonunda ülkenin küresel plana göre yeniden dizayn edilmesi konusunda tam ABD ve AKP ile bir işbirlikçi tutuma girdiğini Jeo-Kritikler ve özel raporlarımız bünyesinde ortaya koyduk. Baykal'ın; "Özellikle Doğu ve Güneydoğuda komutanlar da AK Parti`nin adaylarını destekliyor. Bizim çok çalışmamız lazım” (Kaynak: http://www.pressturk.com ) sözleri; bazılarının bazen "susarak", bazen "konuşarak" veya "gibi yaparak" söz konusu dönüşümde geldikleri işbirlikçi noktanın boyutunu ortaya koymaktadır. Neler Unutturuluyor, Kimler Susturuluyor? Son günlerin en gözde kitaplarından "Unutulanlar Dışında Yeni Bir Şey Yok"'un yazarı emekli General Osman Pamukoğlu; Star'da Hulki Cevizoğlu'nun Ceviz Kabuğu programında, "susmak yalanın bir çeşididir" şeklinde konuştu. Pamukoğlu; "siz bütün bunlar yaşanırken görevdeydiniz, o zaman neden sustunuz?" şeklinde sorulara cevap verirken, "biz komuta kademesi içinde söylenmesi gerekenleri söyledik" diyordu ama vücud dili içindeki sancıyı fazlası ile ortaya koyuyordu. Ve "susmak yalanın bir çeşididir" sözü, Türkiye'nin getirilmek istendiği nokta karşısında artık canı acımaya başlayan Türk subayının en derin çığlıklarından biri olarak tarihe geçmiş bulunuyordu!.. Kaderin cilvesi olsa gerek; bu konuşmadan bir kaç gün sonra, Tayyip Erdoğan'ın yükselişindeki para kaynaklarını ortaya çıkaran operasyonları yapan ve Erdoğan'ın başbakanlığı sonrasında "işkenceci" suçlaması ile görevden alınan Adil Serdar Saçan, objektif programında çarpıcı iddialarda bulundu ve Tayyip Erdoğan'ın belediye döneminde 1 milyar doları nasıl kendi hesaplarına geçirdiğinin belgelerinin elinde olduğunu savundu. Bu iki alakasız olay; Türkiye'de en çok konuşması gerekenlerin suskunluklarının; Türkiye'yi batağa sürüklemekte olan tarihi bir yalanın zeminini nasıl hazırladığının ipuçlarını bünyesinde barındırıyor. Önce biraz tarihe geri dönelim. Hikayemiz 1878 yılında geçiyor. Osmanlı-Rus savaşı sırasında donanmamıza atılan bir torpido patlamayıp sahile saplanınca, paketlenerek İstanbul'a getiriliyor ve tersanede muhafaza altına alınarak, başına bir nöbetçi dikiliyor. O zamanların subayları ""acaba uluslararası hukuka aykırı davranır, büyük güçleri kızdırır mıyım" şeklinde günümüzün moda düşünce yapısına ve aşağılık kompleksine sahip değiller. Zamanın çalışkan ve vatanperver subaylarından Hilmi İdris Üsteğmen, muhafaza altındaki depoya sızarak, torpido üzerinde çalışmayı başarıyor ve torpidonun "beyni"ni deşifre ederek, teknik mekanizmayı çözmeyi başarıyor. Elinde teknik çizimlerle birlikte zamanın Donanma Komutanlığı'nın kapısını çalan İdris Üsteğmen, torpido yapabileceğini bildiriyor. Bu haber Donanmayı harekete geçiriyor ama torpidoyu yapma yönünde değil, torpidoyu keşfeden İngiliz Whitehead'i harekete geçirme yönünde. Haberdar edilen İngilizler anında Türkiye'ye geliyorlar ve Tophane'de üsteğmenimizi bir kahvede otururken buluyorlar. İngiliz Whitehead, İdris Üsteğmen'in torpidonun teknik mekanizmasını nasıl keşfettiğini kendisinden dinledikten sonra; kendisinin bunu yapamayacağını ve patentle ilgili kanunları gündeme getiriyor. İdris Üsteğmen'in ise İngiliz'e cevabı, torpidonun bir savaş ganimeti olduğu ve üstünde her türlü işlemi yapabileceği şeklinde oluyor. Bunun üzerine İngilizler uluslararası hukuka güvenerek dava açıyor fakat mahkeme üsteğmenimizi haklı buluyor. Bu gelişme karşısında İngilizlere tek bir çare kalıyor: Özel izinle üsteğmenimizi İngiltere'ye götürüyorlar ve Türkiye ilk torpidosunu bu olaydan 7 yıl sonra 1885 yılında İngilizlerden alıyor. Deniz Kuvvetleri Komutanlığı'nı ilgilendiren bu olaydan 126 sene sonra Deniz Kuvvetleri'nde bir olay daha meydana geldi. Deniz Kuvvetleri, gemi devir teslimlerinde kaptanların ettiği yemine ilk bakışta önemsiz bir ayrıntı gibi gözüken bir ekleme gerçekleştirdi; 223 "Uluslararası hukuk kurallarına uyacağıma" Önümüzdeki süreçte; Türk Silahlı Kuvvetleri tarihin kendisine verdiği misyona gittikçe yabancılaşıp, Türk milletinin vicdanı ile birebir zıtlaşacak ve "Cumhuriyetin bekçisi" imajının içini boşaltacak bir dönüşümün sancılarını daha derinden yaşamaya başlarken, bu dönüşümün kılıfı hazırlanmıştır : "Uluslararası hukuk" "Uluslararası hukuk" başlığı altında gerçekleşecek dönüşümün kurumsal kılıfı ise "NATO" olacaktır. "Uluslararası hukuka saygı" yemini eden bir Deniz Kuvvetleri'ne sahip olan Türkiye'nin; Ege'deki Kıta Sahanlığı konusundan, Kıbrıs'a kadar ne Yunanistan, ne de küresel güçler için bir tehdit oluşturmayacağı ortadadır. Bu çerçeveden bakıldığında, TSK'nın Türkiye'nin bekasına yönelik temel konularda (kamu yönetimi reformu, Kıbrıs v.s.) derin bir suskunluğa ve hatta aktif desteğe bürünürken; göstermelik konularda (Hüsrev Kutlu krizi, v.s.) "kükreyen aslan" görüntüsü vermesi karşısında şaşkına dönen Türk milletinin, aslında Türk Silahlı Kuvvetleri'nin söz konusu küresel dönüşüm çerçevesinde kendisine biçilen role uygun hareket ettiğini görmeleri gerekmektedir. Bir partinin milletvekili Atatürk'ün asker üniformalı resmine laf etti diye ortalığı ayağa kaldırıp, Cumhuriyet havarisi kesilen bir kurumun, aynı partinin en üst düzey kadroların Kıbrıs'tan, kamu yönetimine Türkiye'nin üniter ve bağımsız yapısına dinamit koyan hamleleri karşısında bu kadar uysal ve işbirlikçi durması, ilk bakışta çelişki gibi gözükse de; bu kurumun referansının milli çıkarlar ve politikalar yerine NATO ve "uluslararası hukuk" haline geldiğini gördüğünüz noktada ortada ne kadar tutarlı bir tablo olduğunu göreceklerdir. Geçen yazılarımızda; AKP'ye karşı "kaygılı" görüntüsü veren TSK'nın aslında "NATO çerçevesi içinde Türkiye'ye çizilen rol" ışığında ne kadar AKP ile uyumlu hareket ettiğini analiz etmiş ve bunu somut bir örnekle pekiştirmiştik. Şimdi; sizlere yeni bir örnek sunuyoruz. Erdoğan'a En Büyük Destek Konuşanlardan Değil, Susanlardan Geliyor! AKP Genel Başkanı Tayyip Erdoğan'ın Belediye Başkanlığı döneminde hakkında ortaya atılan iddialar ve bu iddiaların ayrıntıları fazlası ile ortaya çıkmıştır. Fakat bu iddiaların kanıtları ve davaları, Tayyip Erdoğan'ın başbakan olması ile gündemden düşürülmüş ve zamanında Tayyip Erdoğan'a neredeyse küfür eden Fatih Altaylı gibi isimlerin yeni Başbakan'a iman etmeye başlaması ile birlikte psikolojik tablo tamamlanmıştır. Bu suskunluk o kadar vahim boyutlara ulaşmıştır ki; bir İtalyan gazetesinde Aycell'in Aria'ya ihalesiz peşkeş çekilmesi (bu operasyonda tahkime gitmekle tehdit eden Aria'ya karşı uluslararası hukuka saygılı olmak bahanesi ile yapıldı) ile ilgili olarak Berlusconi'nin 79 milyon dolar rüşvet aldığı ve bunu Tayyip Erdoğan ile paylaştığı yolundaki iddialar karşısında ülkede tek bir yaprak kımıldamamıştır. Tayyip Erdoğan'ı iktidara taşıyan servet birikiminin arkasındaki süreci ortaya koymada yaptığı operasyonlarla gündeme gelen ve en son Erdoğan'ın arkasındaki en büyük sermaye gruplarından Albayraklara karşı yaptığı operasyonun kurbanı olan İstanbul Organize Suçlar Şube Müdürü Adil Serdar Saçan'ın Star'da Objektif programında iddiaları yeniden gündeme getirmesinin ardından Star'a "Uzan Holding Operasyonu" çerçevesinde el konulmuştur. Bu röportajı sırasında Saçan; Tayyip Erdoğan'ın 1 milyar doları belediye kaynaklarından nasıl kendi hesaplarına geçirdiğine dair belgeli kanıtlardan söz etmiştir. Kritik soru şudur: Saçan’ın söz ettiği ve Türkiye'nin Başbakan'ın hangi süreçlerden buralara geldiğini ortaya çıkaracak belgeler nerededir? Bu belgelerin asılları Saçan'ın elinden alınmış ve bir kopyası savcılık bünyesinde bulunmaktadır. Bu belgelerin diğer kopyası ise Genelkurmay'a iletilmiştir. Kısacası; kullanılmak istense Tayyip Erdoğan'ı, bu kadar "AK Günlerinde" hayli karanlıkta bırakacak binlerce sayfalık somut belge vardır. Bu belgeler arasında; Tayyip Erdoğan'ın bugün örtülü ödeneğin başına getirdiği zamanın Vakıfbank şube müdürünün gerçekleştirdiği para operasyonlarını ayrıntıları ile ortaya 224 koyan kanıtlar da mevcuttur ve bilinmektedir. Buna rağmen; zamanında Demirel'in "itidalli bir NATO paşasıdır, kırıp dökmez" diye övdüğü, bugünlerde ise Çengiz Çandar'ın Annan Planına desteğinden dolayı "vizyoner bir paşa" olarak göklere çıkardığı Özkök liderliğindeki Genelkurmay kadroları bu belgeleri değerlendirmeme konusunda büyük başarı göstermektedir. Bu başarı; medyanın “tükürdüğünü yalama” konusundaki omurgasızlığı ile birleşince, Tayyip Erdoğan'a en büyük desteği taraftarlarının seslerinin değil, karşıt görünenlerin suskunluğunun verdiği gün gibi ortaya çıkmaktadır! Emekli Generallerin Yırtılan Suskunluğu Böyle bir ortamda; emekli generaller en az muvazzaf generaller kadar önemli bir dinamiğin ortasında kendilerini bulmaktadır. "Kol kırılır, yen içinde kalır" felsefesi ile yetiştikleri kurum bu kadar kritik bir dönüşüm sürecinden geçerken, kendilerini huzursuz bir toplum bünyesinde bulan bu isimlerin içlerindeki sancıyı dile getirme konusunda başlatacakları dinamik; toplumdan çok, içinden çıktıkları kurumu suskunluğundan kurtarma açısından önem taşımaktadır. Burada en önemli tehlike; Pamukoğlu gibi isimlerin toplumsal ve kurumsal şuur altına hitap eden ve bu yolla Türkiye'nin içine düştüğü girdaba karşı kontra bir dinamik yaratmayı hedefleyen bu girişimlerin; reel bir çaba olmaktan çıkarılıp, toplumun gazını alma seviyesinde tutulmasıdır. Bu noktada; susmaktan vazgeçenlerin en önemli zaafı, içlerindeki birikmiş enerjiyi dışa boca etmenin reel bir sonuç üreteceği yolundaki yanlış kanıdır. Aksine; bu toplumun kendi suçluluk hissini bu tür kahramanlar üzerinden tatmin etmesini sağlayarak ve toplumun ataletini daha da uzatarak ters yönde sonuçlar doğurabilir. Susmaktan vazgeçenler; Türk toplumunun içine alındığı psikolojik savaş cenderesinin karmaşıklığı ve derinliğini çok iyi tahlil ederek; enerjilerini çok kapsamlı dinamikler yaratmak yönünde kullanmalıdırlar. Aksi takdirde; içlerinde yetiştikleri kurum, kendi milletinin hukukunu , NATO gibi "fundamentalistşeriatçı" (Ayrıntılar NATO'nun sembolünde ve NATO bünyesinde görev yapan misyoner subaylarda gizlidir) yapıların dayattığı küresel güvenlik anlayışlarına ve bunların kılıfını oluşturan uluslararası hukuka kurban eden süreçlere en anlamlı desteği suskunluğu ile verirken; kendi çığlıkları Türk milletinin vicdanında hoş bir sedadan öteye geçmeyecektir. Bu noktada tarihi ve ülkenin geleceği: Bir milletvekili Atatürk'ün resmi ile ilgili bir demeç verdi diye ortalığı ayağa kaldırdıktan bir kaç ay sonra; Kıbrıs gezisini "siyasi mesaj" olur kaygısı ile ertelediğini beyan ederek, Türk milletinin zekası ile dalga geçenlerin mi? Türkiye Kıbrıs, Ege Kıta Sahanlığı gibi kritik gündemlerle karşı karşıya iken Türk deniz kuvvetlerinin subayına, "uluslararası hukuka saygı duyacağım" yemini ettirecek kadar küresel bürokrata dönüşenlerin mi? "Eğer Süveyş Kanalını işgal etmeyi düşünmüyorsak, Kıbrıs'ın stratejik bir önemi yoktur" diyecek kadar üzerindeki üniformanın ağırlığı altında ezilenlerin mi? ABD'nin PKK'ya destek verdiğini bile bile, Türk milletinden bu gerçeği gizleme suçu ile yetinmeyip, bir de hala ABD ile stratejik ortaklık/müttefiklik masallarını anlatmaya devam edecek kadar kemiksizleşenleri mi? Yoksa; Ülkesi için İngilizlerin torpidosunu gizli gizli deşifre eden ve uluslararası hukuk karşısında kendi hukukuna sığınan İdris Üsteğmenlerin mi? İçlerinde biriken çığlığı kitaplarla ortaya koymaya çalışan emekli generallerin mi şekillendireceğini hep beraber göreceğiz. Önümüzdeki süreçte; egemen güçlerle girdikleri işbirliği çerçevesinde susanların üzerinde, susmayı reddedenlerin baskısı arttıkça; bu baskıyı azaltmak için göstermelik hamleler artarken, bu göstermelik adımların perdelediği bir ortamda arka plandaki satış süreci daha da derinleşecektir. 225 Susmayı reddedenlerin bu makro tuzağa karşı çok dikkatli ve akıllı olması gerekmektedir. Büyük İsrail’i "Büyük Ortadoğu" ya Sarıp Pazarlamak Irak'taki durumun medyaya yansıyanın çok ötesinde karışık ve içinden çıkılmaz bir hal aldığının artık herkes farkındadır. Okuyucularımız; bir yandan MOSSAD'ın Irak'ta nasıl bir bilim adamı katliamına giriştiğinden, dini ve etnik gruplar arasındaki etkileşimlerin ayrıntılarına, hatta İsrail ve ABD'nin özel birimlerinin nerelerde konuşlandıklarına kadar bir çok enteresan bilgiyi yakalama şansına sahip bulunmaktadır. "Kontrollü Kaos" projesi her boyutu ile belli bir olgunluğa erişmiş iken, medyadaki yorumcuların hala kamuoyunu salak yerine koyup, sanki, "ABD düzen getirmek istiyor da, getiremiyor; demokrasi ve düzen için çabalıyorlar" ama kolay değil, başaramıyorlar!” tarzı bir hava yaratmaları SESAR'ın sunduğu haber ve analizlerin değerini bir kez daha arttırıyor. Bu noktada olaya stratejik bir derinlik katması açısından herkesin diline doladığı "Büyük Ortadoğu" kavramının neyin paravanı olabileceğinin sorulması gerektiğini düşünüyoruz. Ana akbabanın ağızlarına verdiği her çiğnenmiş lokmaya saldıran aç akbaba yavruları gibi, küresel odaklar tarafından ortaya atılan her kavramı ve projeyi sakız gibi çiğneyenlerin prim yaptığı bir ortamda Biz başından beri; "Büyük Ortadoğu" projesinin, "Büyük İsrail" projesinin bir kılıfı olduğunu öne sürüyoruz. Her makro projenin belli başarı eşiklerini geçebilmesi için, bir sualtı, bir de su üstü motivasyon kaynaklarının olması gerekir. Bölgede bir "Büyük İsrail" projesi olduğu artık bütün kaynakları ile deşifre edilmişken, bu proje için su üstünde bir toplu kamuoyu dinamiği yaratmanız mümkün değildir. Daha somut konuşmak gerekirse; ilgili ülkelerde beslediğiniz kalemşör ve yorumcularınızı, medya ve sosyal kanallarınızı toplumu şekillendirmek için "Büyük İsrail" sloganı ile ortaya salamazsınız. Fakat; bu satılık kalem ve kanallar "Büyük Ortadoğu" projesini belli meşruiyet kılıfları içerisinde çok rahat dile getirebilir. İşte bu nedenledir ki; gaipten bir yerden birilerinin "Büyük Ortadoğu" masalını kulaklara fısıldamasının üzerinden bir hafta geçmeden; Türkiye'nin besleme yorumcuları, kiralık kanallarda, "Türkiye'nin Büyük Ortadoğu Projesi'ndeki yerinden" söz etmeye başlamış ve Erdoğan'ın Diyarbakır'ın Ortadoğu projesinde yıldız olacağı yönündeki tarihi incisi (Bir önceki tarihi inci için Mesut Yılmaz'a bakınız) açılan yeni kulvarı bütün çıplaklığı ile ortaya çıkarmıştır. Bu noktada; çok derin ve kapsamlı bir vizyonmuş havasında sunulan ama aslında coğrafyayı ve tarihi ancak bir ABD'linin anlayabileceği kapasitede anlayabilen bir kaç beynin masa başı hayal ürünü olan bu konsepti, kamuoyuna bir "vizyon"muş gibi sunanlara sormak gerekir : Söz konusu kendi devletinizin toplumsal projeleri olduğunda, "derin devlet baskısı"ndan, "psikolojik savaşla beynimiz yıkanıyora" kadar ortalıkta kül bırakmayan sizler; söz konusu "toplumsal" ve hatta "tarihsel/coğrafi mühendislik" projeleri başkasının devletinden çıkınca bunları neden "vizyoner", "kaçınılmaz", "tarihi" gibi sıfatlarla toplumun önüne kaçınılmaz fırsatlar gibi sunuyorsunuz? Bu devletin hatası sizin gibileri ABD devleti kadar beslememiş olması mıdır; yoksa bu tarz projeleri üretememiş olması mı? Belki de ikisi birden. "Büyük küresel odakların himayesinde", "Büyük İsrail" projesine hizmet etmek için gerekli meşruiyet zemini "Büyük Ortadoğu" kavramı ile masaya servis edilmiştir. Bunu Türkiye'dekinin kursağından "Osmanlı", Lübnan'dakinin kursağından "Arap Birliği", Türkmen'in kursağından "Türk Birliği" diye geçirmeye çalışacaklardır. Bu noktada; Diyarbakır'ı "Büyük Ortadoğu"'nun yıldızı yapan da, "Büyük Ortadoğu vizyonundan" söz eden de, masaya konulan yemeği servis eden garsondan başka bir şey değildir. 226 Akaryakıt Çetesi Son günlerde Türkiye'nin denizlerinde ve özellikle İstanbul'da, sessiz sedasız bir operasyon gerçekleşmekte. Bu operasyon; denizlere hakim olan akaryakıt çetesinin çökertilmesi ve yerine yenisinin yerleştirilmesi operasyonudur. Evet yanlış okumadınız. Eski çetenin çökertilmesinin amacı, yerine yenisinin ikame edilmesidir. Hatırlarsanız; geçen senenin sonlarına doğru Hürriyet gazetesi sürmanşetine, "Denizde Akaryakıt Çetesi Çökertildi" tarzı bir dizi haber çekmiştir. Bu haberlerde; deniz üzerinden akaryakıt kaçakçılığı yapan grup; işbirliği yaptıkları Sahil Güvenlik mensubu bir kaç astsubay ile birlikte görüntülenmiştir. Bu haberlerin sonrasında bir kaç ay geçmemiştir ki; "denizde devrim" başlığı altında AKP hükümeti bir icraata daha imza atar. Bu icraatla, denizden alınan mazotun ÖTV'si sıfırlanır. Deniz ticareti için devrim olarak nitelenen bu gelişme gözlerden kaçan önemli bir fırsatı bünyesinde barındırmaktadır: Bu da denizden alınan mazot ile karada satılan mazot arasında litre başına yaklaşık 600 bin TL'lik bir fark oluşmasıdır. Bu fırsatın nasıl değerlendirebileceğini söylememize gerek yok. Tek bildiğimiz bu fırsatın bugün Kumkapı, Haliç gibi kritik ikmal noktalarında fazlası ile değerlendirilmekte olduğudur. AKP hükümetinin ortaya koyduğu icraat ile açılan bu fırsat kapısından sıradan, küçük kaçakçıların yararlandığını zannetmeyin. Bu fırsatı değerlendirmek için üst düzey bir konsey kurulmuştur bile. Bu konseyin üyelerinin kim olduğunu bilemeyiz; bizim tek yapabileceğimiz Türkiye'de sağlıklı bir denizcilik için derin kaygılar taşıdığını bildiğimiz Fuat Miras, Şadan Kalkavan, Cengiz Kaptanoğlu, ve en önemlisi Tayyip Erdoğan'ın bu mega yolsuzluk konseyine el atmaya çağırmaktır! İlanlar Üzerinden Medyaya Para Akıtan "Terör" cü Odaklar Bugünlerde, özgürlüğü elinden alınmış basının müstesna örneklerinden biri olan Can Ataklı'yı bulabildiği her köşede, "basın özgürlüğünden" dem vururken görmek mümkün. "Özgür basın ve Cumhuriyet havarisi" kesilen bu ismin, Star'da “Kıvanç Değirmenli” takma ismi altında yayınlanan "Oyun Bozan" isimli köşeyi hangi nedenle bir gün durup dururken ortada kaldırdığının hikayesi bilinirse, Can Ataklı ve gibilerinin "demokrasi" konusunda ne kadar samimi olduğu daha bir netlik kazanacaktır. Fakat bizim yorumumuza "Oyun Bozan" köşesi ile başlamamızın nedeni bu medya hikayesi değil. Amacımız, ilk olarak Oyun Bozan köşesinde Kıvanç Değirmenli'nin gündeme getirdiği bir konuyu daha da derinleştirmek. Önce elimizdeki bilgiyi ortaya koyalım ve gerisini bırakalım "Oyun Bozan" köşesi dile getirsin. SESAR olarak güvenilir kaynaklardan edindiğimiz bilgiler, son günlerde gazetelerde "European Security Advocacy Group" (Avrupa Güvenlik Teşvik Grubu) başlığı altında garip ilan metinlerinin altına imza atan ve nedense ilanlarında kendilerine nasıl ulaşılacağına dair en ufak bilgi sunmayan "grubun" bu ilanları aracılığı ile belli medya gruplarına on milyonlarca dolar kaynak aktarıldığı yönündedir. Grupların isimleri ve aktarılan kaynağın miktarı bizde saklı. Belli medya gruplarına yurtdışından kaynağı belirsiz kaynak aktarımı anlamına gelen bu ilanların ne dediğine gelince... Bu konuda zamanında Kıvanç Değirmenli'nin sansürlenen Oyun Bozan köşesinde 01 Ekim 2003 tarihinde yazdıkları ek bir yoruma gerek bırakmıyor : "İlanlar ilk bakışta "terörizme" karşı masum metinler olarak dikkat çekiyor. Fakat incelediğinizde garip bir duyguya kapılıyor ve bu adamlar bu sözleri niye bize söylüyor diyorsunuz. İşte burada çıkan ilanlarından bir cümle : "Dünya halklarının yoksulluğundan teröristlerin faydalandığı zaten biliniyor. Bu şaşırtıcı değil. Şaşırtıcı olan, yoksulluğa karşı önerilen çözümün intihar olması ve birilerinin buna inanabilmesi... Ne yazık k, bu genç teröristlere öğretilen, kendilerini havaya uçurarak yol açtıkları kanlı eylemle, en azından aileleri için bir kurtuluş ve daha iyi bir gelecek sağlayabilecekleri" 227 PKK terörizminin en yoğun olduğu dönemde bile intihar saldırılarını tek tük yaşayan bir topluma; "intihar saldırılarının kötü olduğunu" ve "gençlerin buna itibar etmemesi gerektiğini" belirten cümleler niye? İlan metinlerinde garip bir "yapmayın" çağrısı var. Her biri potansiyel bir trafik canavarı olan Türk insanına, "hızlı gitme" çağrısı yapılsa yadırgamayacağız, adamlar iyi niyetli olarak uyarıyor diyeceğiz. Ama bu farklı. Sadece belli gazetelerin sayfalarında ve defalarca yayınlandığını tespit ettiğimiz bu ilan, sanki insanlar intihar saldırısı yapmaya meyilliymiş de, birileri onu vazgeçirmeye çalışıyor havası ile kaleme alınmış. "Terörizmin" nasıl bir endüstri haline geldiğini ve yoksulların işine de yaramadığını inandırıcı olma yolunda garip örneklerle de desteklemiyor değil. Bakın ne diyorlar : "Dünyanın terörist şebekeleri de en büyük para makineleri haline gelmekteler...Ne var ki bu paraların yoksul halklara hiç bir yararı yok. Tam tersine Sudan-Kuzey Hartum'daki marihuana tarlalarında yoksul çocukları köle olarak çalıştırdıkları bilinen bir gerçek" Ve ilanlar şu çağrı ile son buluyor : "Terörizmde Gelecek Yok" Türkiye'de intihar komandosu olmak için sabırsızlanan onlarca gencin bunu öğrendiği iyi oldu. Biz de çocukları vazgeçirmeye çalışıyorduk, ama bir de bu gerçeği "European Security Advocacy Group"'tan duymaları çok iyi oldu.123 123 www.sesar.com.tr / 05 06 2004 / 228 SAHTE KABADAYILIĞIN SIRITAN KOMEDYASI !.. Alaattin çakıcı ve Mafya Çarkı ?.. Başbakan’ın İsrail’e sert çıkışı ?!.. Ve cevabı verilmeyen sorular !...... En son yurt dışına terör uzmanı emekli MİT görevlisi Faik Meral’in yeşil pasaportuyla çıkartılan ve son kullanma tarihi geçtiği için Avusturya’da yakalatılan ve savunmasını yapmak üzere , “Laz Mafyası”yla irtibatlı iki iş adamı tarafından , “Hitlerci”likle suçlanan Avusturya’nın sağcı Lideri Heider’in avukatı tutulan.. Ülkücü Mafya bebesi (Abeler Türkiye’deki Masonlar, Babalar İsrail ve ABD’deki Yahudi kodamanlardır) Alaattin Çakıcı; 1999’da ise , Fransa’ya Devletin verdiği diplomatik kırmızı pasaportla kaçmıştı (!?) Ayrıca, Beşiktaş Kulübü üyesi sıfatıyla İtalya’dan kendisine özel vizeler aldırılan... Ve şimdi sayısız cinayet, suikast ve saldırı suçundan arandığı için(!) yakalatılan Çakıcı, olayı ülkemizdeki: “Diplomatik dokunulmazlığı olan elçilikler—CIA-MOSAD, MİT gibi İstihbarat Örgütleri—Kürtçülük ve Türkçülük Hareketleri—Mason Locaları ve Spor Kulüpleri—NATO ve BM.Görevlileri—Diyet borcu olan Hükümetler ve Siyasetçiler—Satın alınan bazı güvenlik rütbelileri” ilişki ve işbirliği içindeki MAFYA ÇARKINI yeniden gündeme taşıdı.. Tam bu sıralarda, İsrail’in haksız saldırıları, nasıl olduysa; birden bire “Başbakan Recep T.Erdoğan’ın sabrını taşırdı!” ve sert çıkışlara başladı... Daha önce Kuzey Irak’la ilgili tükürdükleri bütün Kırmızı Çizgileri bir bir yalayıp yutan kahramanların hatırına , yine birdenbire , Kerkük ve Türkmenler takıldı..!? Oysa Türkiye’nin kanunları bile otellerde yapılmaktaydı… Neva Palas’taki düşündüren toplantı... İşte size belgeleriyle, kahraman Türkiye manzarasının perde arkası: Yer Ankara’daki Neva Palas Hotel.. Tarih 22-24 Şubat 2004... AB Uyum Reformları Sürecinde Örgütlenme Özgürlüğü ve Dernekler Yasası’yla ilgili bir toplantı... Kapalı kapılar ardındaki toplantıda konu enine boyuna tartışılıyor... Ve bir taslak çalışma ortaya çıkıyor... İlk bakışta ‘Ne var bunda?” dedirtecek masum bir çalışma gibi görünüyor Neva Palas toplantısı... Ancak “Türkiye Cumhuriyeti’nin bir yasal düzenlemesi” burada yapılınca toplantının organizatörü bu masumiyeti ortadan kaldırıyor... Sıkı durun! Çünkü toplantıyı ne İçişleri Bakanlığı ne Adalet Bakanlığı ne de Türkiye’nin bir sivil toplum örgütü organize etmiyor... Neva Palas toplantısı, dünyanın birçok ülkesinde İngiltere Büyükelçiliklerine çalışmalarıyla yardım ve destek sağlayan BRITISH COUNCIL himayesinde yapılıyor... Türkiye’de sözde özgürlüklerin savunucusu sivil toplum örgütleriyle birçok dernek ve vakıfda temsilci gönderiyor. Türk Demokrasi Vakfı, Güç ve İnsani Yardım Vakfı, Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği, Elder Kadın Merkezi, Helsinki Yurttaşlar Derneği, İnsan Hakları Derneği, Mazlumder ilk bakışta dikkat çekiyor.. Ve tabi BRITISH COUNCIL’ün temsilcileri, başta oturuyor… Daha da acısı, Başbakanlık, İçişleri Bakanlığı ve Adalet Bakanlığı’ndan da katılım oluyor BRITISH COUNCIL’ün toplantısına.. Başbakanlık İnsan Hakları Başkanlığı temsilcileri, Başbakanlık Uzmanları, Adalet Bakanlığı’ndan hakimler, İçişleri Bakanlığı’ndan bürokratlar, vali yardımcıları, İl Dernek Müdürleri, Danıştay tetkik hakimleri BRITISH COUNCIL’ün katılımcı listesinde isim, telefon ve ünvanlarıyla yerlerini alıyor... Biz bugüne kadar kanunlarımızın önce ilgili Bakanlıklarda, sonra Bakanlar Kurulu’nda ve en sonunda da komisyon ve genel kurul çalışmalarıyla TBMM’de hazırlandığını biliyor idik. Ancak BRITISH COUNCIL’ün Neva Palas toplantısı kafaları biraz daha karıştırdı... İnsanın ‘Benim ülkemin reformlarından, yasal düzenlemelerinden British Council’e ne!” diyesi geliyor. Geçmişte IMF’nin hazırladığı taslak 229 çalışmalarının DERVİŞ KANUNLARI adıyla yasalaştığını ve yine, Soros’un Kamu Yönetimi Reform Tasarısı üzerindeki ağırlığını anımsayınca, bilinmeyen daha nice Neva Palas’ların varlığını düşünmek insanı daha da ürkütüyor... Anlayacağınız, dış güçlerin Siyonist temsilcileri taslakları hazırlıyor ve altın tepside iktidarlara sunuyor.. Otel lobileri yasama çalışmalarının önemli bir mekanı haline geliyor... 124 Sonra!? Meclis daktilo ediyor, Hükümet mühürlüyor!... Türkiye böyle yönetiliyor… Malum ve mel’un 28 Şubat ortamında bir RP Grup toplantısında “8 yıllık kesintisiz eğitim” konusu tartışılmaktadır. Erbakan Hoca: “ Biliyorsunuz, Çiller ve malum çevreler kesintisiz eğitim hususunda ısrar ediyor. Bu meseleyi Meclise götürüp, Milletin vekilleriyle ve bütün yönleriyle tartışmamız gerekiyor... Yararlarını ve zararlarını ortaya koymamız, tedbirli ve temkinli davranmamız ve en doğrusunu yapmak üzere ortak bir kanaate varmamız, hepimiz için hayırlı görülüyor...” anlamında bir konuşma yapmıştır. Bu Grup toplantısına katılan ve o günlerde İstanbul Belediye Başkanı olan Recep T.Erdoğan, kurulmuş zemberek gibi, hemen oturduğu yerden ayağa kalkarak: “30 yıllık siyasi hayatımızda böyle bir tasarıyı Meclise sevk edecek olursak, bu hareketimizin bitişi olur.Hocam, bu Sizin için de bitiş demek...!” şeklinde , orta mektep talebesinin bile kuramayacağı bir cümle ile ve bugün hiçbir milletvekili ve belediye başkanının kendisi karşısında konuşamayacağı üstün(!) bir cesaretle baş kaldırıyor!... Erbakan Hoca’nın: “Sana konuşma (yani milletvekillerimizi bana karşı kışkırtma) hakkı verilmedi... Bu tasarının mecliste görüşülmesinden korkmamalıyız...” ikazına rağmen Recep T.Erdoğan bu sefer kürsüye fırlıyor ve şovuna devam ediyor: “Bu yaptığınıza, futbol diliyle ‘zorla penaltı yaptırmak ve kendi kalesine gol attırmak’ denir. 8 yıllık kesintisiz eğitim, yavrusunu kediye boğdurma formülüdür!” diyerek sitemler savuruyor!.. Ve Erbakan Hoca, hem Onun niyetini hem de tiyniyetini açıklayan cevabını yapıştırıyor: “Kabadayılık etmenin anlamı yok... Bu işler çoluk çocuk oyuncağı değildir!..” (Geniş bilgi: Kod adı İHL. Bir İmam Hatip Hikâyesi. Fehmi Çalmuk ve yine Vatan Gazetesi 8–7–2004) Evet, O günlerde Tayyip, haddini aşıp Hoca’ya kabadayılık yapmaktadır... Akıl satmaya kalkmaktadır.Güya İmam Hatiplere sahip çıkmaktadır..! Oysa bugün daha iyi anlaşıldı ki, Erbakan Hoca haklıdır. O sıralar Recep Bey sadece kabadayılık taslamakla ve malum çevrelerin aklını çelmesiyle, “adaylık” provası yapmaktadır. Eğer o günlerde, bu görüşlerinde samimi idiyse, bugün anayasayı bile rahatlıkla değiştirecek bir çoğunluk iktidarının başı olarak, niçin İmam-Hatip ve başörtüsü konularında sus-pus olmaktadır? İşte o dönemde, Erbakan Hoca’ya karşı, örnek bir edeple (!), din-dava kahramanı kesilip karşı çıkması, nasıl, masonik merkezlerin gözüne girmeye yönelik bir kabadayılık göstergesi idiyse, şimdi İsrail’e karşı bazı sözleri de, tabanına ve teşkilatına hava basmaya yönelik öyle bir kahramanlıktır!... Ama bu tutarsız tavırların ve sadece günü kurtarmaya yönelik tantanaların arkasındaki sahtelik ve samimiyetsizlik, artık ahmakların bile fark edeceği şekilde ve çirkince sırıtmaya ve içimizi bulandırmaya başlamıştır. Çünkü, İsrailli yazar Rubin’in dediği gibi : “Bir yandan yurttaşlarını yatıştırmaya yönelik böyle tavırları takınırken, diğer taraftan; daha önce hiçbir sağcı ve solcu iktidarın göze alamadığı: 1-Manavgat sularını hem de halkından habersiz İsrail’e satmıştır. 2- Ve çok kârlı bir enerji tesisi kurma hakkını, ihalesiz olarak İsrail’e tanımıştır” (By Barry Rubin.Jerusalem.July.7 (upı) ) 124 Milli Gazete / 12 07 2004 / Ankara Kulisi. 230 Yoksa, Amerika’daki sözde, Yahudi Türk Dostların Derneği olan ACJTR’nin “Ya Türk medyasındaki İsrail ve Siyonizm aleyhtarı yazarları sustur, ya da desteğimizi durdurur, ipini çekeriz!?.. Türk-Yahudi dostluğunu ve İsrail hukukunu her partinin ve bireyin üstünde görmeliyiz!?..” (Bak: ACJTR- 30.Haz.2004) anlamına gelen, küstahça teklif ve tehditlerini sineye çekmek mi, kabadayılıktır ? Bazı safdil seçmenler ve hıyanet karakterlerinin uyuşması nedeniyle olacak, Erbakan’a bağlılık iddiasındaki bazı cin fikirliler; Recep T.Erdoğan’ın artık kabak tadı veren bu kabadayılıklarına “büyük hikmet ve kerametler” uyduradursunlar, AKP’liler, başörtülü öğrencilere, bazı bahanelerle 6 aydan 2 yıla kadar hapis cezası verme yolunu açan Yeni Türk Ceza Kanunu değişikliğini bile, Meclisten geçirmiş bulunmaktadır. Ve artık; kendi ifadesiyle, Tayyib’e hatırlatmanın tam zamanıdır: Vaktinde, Erbakan Hoca’ya dediğin gibi “Yavrusunu kediye” değil, şimdi Senin elinle “Arslanı arıya boğdurmaya” uğraşılmaktadır!.. Cevabı Verilmeyen Sorular Ve Sahte Kabadayılığın sırıtan Komedyası İşte ABD’ye rağmen ve İsrail’e karşı “Başbakan sertleşiyor… Türkiye netleşiyor!” gibi sahte senaryolar yoğunlaşınca, Sesar’ın ilgili raporundan da yararlanarak NATO zirvesi öncesinden sistematik olarak başlatılan bir Türk kamuoyunu kandırma çalışmasına dikkat çekmek gereğini duyduk. Bu yanıltmacanın yaftası; "tek başına hareket etmeye hazırlanan onurlu Türkiye" 'dir. Oysa biliyoruz ki; kurgulanmak istenilen tiyatro hiç bir ciddi sorgulamaya karşı ayakta durmayacak kadar sahte bir senaryodur: Ne, Kürt peşmergeler bir çapulcu sürüsü iken, bizzat bunlara subaylık eğitimi vererek Kürdistan ordusunun temelini kendi elleri ile atacak kadar, stratejik körlüğe düçar kurmayların şimdi İsrail'in "komando eğitiminden" rahatsız olması Ne, Belediye başkanlığı günlerinden bu yana Musevi lobileri ile çok derin ve kirli ilişkiler kurmuş bir Başbakan'ın "anti-İsrail" tavırlar takınması, Ne de, İsrail'in bugüne kadar Filistinlilere yönelik katliamlarına gözlerini kapatan ve Yahudi sermayesi ile içli dışlı olan Türk medyasının, birden bire İsrail'i "suçlu" sandalyesine oturtması asla inandırıcı değildir. Aşağıda ayrıntılarını bulacağınız analiz; Türkiye'yi Irak kaosuna dahil etmek isteyen küresel-siyonist güçlerin, bunu "ABD istediği için” yaptıramayacaklarını bildikleri için ortaya "ABD ve İsrail'e rağmen Irak'a müdahale eden Türkiye" senaryosunu ortaya koydukları tezini işlemektedir. Bu tez: a-ABD Büyükelçiliğinden, Türkiye Cumhuriyeti devleti birimlerine kadar birçok unsurun çelişkili davranış ve tutumlarına, b-Pentagon/CIA kontrolündeki uyuşturucu güzergahlarındaki; Türkiye'deki Karadeniz ve Kürt mafya altyapılarını da etkileyen-rota değişiklikleri ile PKK'nın yeniden hareketlenmesinin eşzamanlılığına, c-Başbakan'ın AKP üzerindeki kontrolü kaybetmeye başlaması ile doğru orantılı baş gösteren iç hizipleşmelere; Tayyip Erdoğan'a karşı, kumar baronlarından, Berlusconi'ye kadar ciddi bir destek arayışına çıkan, bazı Büyükşehir belediye başkanlarına d-Ve aylar önce Harp Akademileri'nde gerçekleştirilen "etnik çatışmaya sahne olan bir adaya NATO nasıl müdahale eder?" başlıklı 2000 NATO personelinin katıldığı harp oyunlarına dayanılarak hazırlanmıştır. Daha önce: TSK'nın Kuzey Irak'a ancak NATO'nun türevi bir kuruluş olarak müdahale edebileceğine dikkat çeken; "Kerkük'ün NATO İşgali Senaryosu hazır" başlıklı analizimizdeki senaryonun adım adım hayata geçirildiğini gözlemliyoruz. Bu derinleşmenin; toplumu ve tabanı nezdinde inandırıcılığını yitiren devlet aygıtlarının ve AKP iktidarının, kaybettikleri saygınlıklarını yeniden kazandıracak şekilde inşa edildiğini görünce, ahmak yerine konulan milletimizi net bir şekilde uyarmak istedik: 231 Sakın ola ki; bugüne kadar ne başına geçirilen Amerikan çuvalını, ne de üstüne giydirilen Yahudi cüppesini çıkarmak yolunda tek adım atmayanların, birden bire canlarına tak ettiğini ve yanlışlıktan çark ettiğini düşünmeyin!.. Bütün bunlar Türkiye’yi, Irak kaosuna ve Kerkük üzerinden dahil etme senaryosundan başka bir şey değildir Bize söylenenlere ve gösterilenlere inanmaya kalkarsak şöyle bir tablo görürüz: 1-Türkiye ile İsrail ilişkileri, İsrail’in Kürtlere komando eğitimi verdiği için gerilmeye başladı 2- Türkiye Cumhuriyeti'nin Başbakanı'nın İsrail'in hem Ortadoğu’daki, hem Kuzey Irak'taki politikalarından sabrı taştı ve İsrail'e karşı "cesurca" ve sert tavırlar takındı. 3- Türkiye'nin çıkarlarının her çiğnendiği yerde sert ve tavizsiz tutum vermesi ile ün yapan askeri bürokrasinin de, güya canına tak etti ve İsrail'e mesafeli davranmaya başladı 4- ABD'deki düşünce kuruluşların da; İsrail-Türkiye ilişkilerinin gerildiği, tehlikeli bir noktaya doğru gittiği ve hatta Türkiye'nin tek taraflı müdahale etmek zorunda kalabileceği yorumları çoğaldı. 5- İsrail'in "işgal" ve "katliamlarına" sürekli seyirci kalan Yahudi lobisi ile arasından su sızmayan medyamız, birden İsrail'in ne kadar "küstah" bir devlet olduğunun farkına vardı. Dikkat ederseniz bütün bunlar "birden bire" oldu!? Milletimizin dikkatini çekiyoruz; Yukarıda madde, madde özetlemeye çalıştığımız bu sahte tablo çok sinsi bir "kamuoyu yönlendirme" operasyonunun dışa vurumudur ve Türk Milleti'nin gözünün içine baka baka, NATO zirvesi öncesinde başlayan ve NATO zirvesi sonrasında uygulanmaya çalışılan bir senaryodur. "Türkiye Gerekirse Ve Mecbur Edilirse Milli Çıkarlarını Tek Başına Da Olsa Korur" Havasının Sahteliği!? Yukarıda özetlediğimiz ve kamuoyunun önüne serilen bu tablonun: “Türkiye-İsrail ve ABD üçgeninde bir gerginliğin dışa vurumu olduğu ve Türkiye'nin her an milli çıkarları için tek başına hareket etmeye hazır bulunduğunu “ göstergesi olduğuna inanmak için, beş şey gerekir: 1- Çok saf dil olmak ve gelişmelerden gafil bulunmak 2-Uluslararası ilişkiler yumağının dehlizlerinden haberdar olmamak 3- Türkiye'de devlet yapısının hangi noktaya geldiğini unutmak 4- Türkiye'de medyanın ve arkasındaki sermaye ağının gizli ve kirli ilişkilerini iyi etüd etmemiş olmak 5- Birden bire "anti-İsrail" ve "bağımsız Türkiye" naraları atanların, asıl amaçlarını bilmeden bu numaraları yutmak Aksine biliyoruz ki; A- Bugün İsrail'e karşı kahramanlık satan ama daha bir kaç ay önce Yahudiler tarafından sadece Yahudilere verilen özel bir nişanla ödüllendirilecek kadar Musevi lobileri ile sıkı ilişkilere sahip olan Tayyip Erdoğan'ın bu lobilerle ilişkilerinde en ufak bir pürüz olmadığı gibi, sahne arkasında her türlü maddi ve manevi ilişkiler ağı güçlenerek sürmektedir. B- İsrail'e kafa tutar gibi yapan Erdoğan'ın bu cesaretinin sahteliği; "İran'a gideceğim" deyip sonra vazgeçmesi ile zaten kendisini göstermiştir. C- Kürt peşmergelerin silahlı çapulcular güruhu olduğu günlerde, bu peşmergelere bizzat subaylık eğitimi verip Kürdistan ordusunun temellerini atan “askeri bürokratların” Ve Barzani-Talabani henüz aşiret reisi iken, duvarlarına Kürdistan'ın haritası asmasına ses çıkarmayıp bu ikili ile pazarlık eden kadroların; bugün kalkıp İsrail'i "Kürtlere komando eğitimi veriyorsunuz" diye suçlaması kadar komik bir şey olamaz. Bu oyun ancak soru sormayı bilmeyen; daha doğrusu kasıtlı olarak "doğru soru sormadığı" için bugünlere gelen Türk medyasının sahnesinde oynanabilecek bir komediden ibarettir. D- TSK ile İsrail arasındaki "stratejik işbirliğinin" zorlandığını düşünenlere; bir kaç ay önce Genelkurmay İkinci Başkanı Başbuğ'un beraberindeki 45 kişilik kurmay heyeti ile İsrail'e gittiğini ve bu görüşmede İsrail'le ilişkilerin daha da nasıl derinleştirileceğini ele aldıklarını hatırlatmak gerekir. 232 Genelkurmay'ın 45 kişilik bir heyetle başka hangi ülkeye ziyaret yaptığını sorarsanız, “hiç” cevabı verilecektir. Basına sızdırılan "ortak mühimmat deposu" haberi doğrudur ve Türkiye-İsrail askeri ilişkilerinin; Türkiye'nin İsrail'e teknolojik, lojistik ve eğitimsel olarak daha fazla bağlanarak sürdüğünün en açık göstergelerinden biridir. E- Türkiye'nin güvenlik bürokrasisinin; Türk devletinin çıkarları için, AKP hükümetinin İsrail-ABD eksenine karşı Suriye-İran'la özel ilişkiler geliştirmeye başladığını düşünecek kadar saf olanların; İran'ın bir tümgeneralinin Ankara'yı ziyaretinin "ABD yanlış anlar" bahanesi ile Genelkurmay tarafından daha geçenlerde iptal edildiğini unutmaları talihsizliktir. F- Türkiye ile İsrail'in ilişkilerinin bozulduğunu savunan ve Türkiye'nin özellikle Kerkük'teki gergin durum nedeni ile gerekirse Irak'a tek taraflı müdahale edebilecek konuma geldiği yorumunu yapan merkezlere baktığımızda ise karşımıza ilginç bir tablo çıkıyor. "Türkiye tek taraflı müdahale edebilir" yorumunu yapanların hepsi; Irak işgali öncesinde "Türkiye ABD ile hareket etmelidir aksi takdirde ...." şeklinde yorum ve hatta lobi yapan merkezlerdir. Bu merkezlerin birden "Türkiye'nin tek taraflı müdahalesini" dile getirmeye başlamaları, herhalde hayra alamet değildir. Yeni şeytanlık; Türkiye'yi Irak'a çekme oyunudur. Batağa saplanan Conileri kurtarıp Türk askeri ile Irak’lı direnişçileri boğuşturma senaryosudur. Kerkük’ün NATO işgalini Türkiye Jandarması ile gerçekleştirme operasyonudur!.. İstanbul Saldırılarının yapıldığı hafta Harp Akademilerinde 2000 NATO mensubunun katıldığı ve NATO'nun yeni güvenlik konsepti çerçevesinde oynadığı Harp Oyunu sırasındaki senaryonun ne olduğunu hatırlayalım. Senaryo; NATO güçlerinin etnik çatışma yaşanan bir adaya müdahale ederek, taraflar arasında tampon bölge oluşturmasını ve tarafları uzlaştırmasını içeriyordu. Kerkük'ün Irak içinde etnik bir adaya dönüştüğü ve çatışmaların müdahaleyi meşrulaştırdığı bir ortamda, NATO’nun bu iş için biçilmiş kaftan olarak sahaya sürülmesi isteniyordu. NATO bünyesinde TSK kuvvetleri de yer alacağı için, böylece hem Türk milletinin gururu okşanacak ve TSK'nın yıpranan görüntüsü bir ölçüde parlatılacak, hem de; Kerkük'ün Brüksel gibi uluslararası bir koloni olması yolunda ilk askeri ve hukuki temel atılmış olacaktı. Kerkük; ne Kürtlere, ne Türklere yar edilecek ve Irak'ın petrol rezervlerinin %40'ını bünyesinde barındıran bu bölge, "uluslararası maske" altında Irak'ın içinde yeniçağın Kıbrıs'ı olarak yerini alacaktı. Bir Kıbrıs sorunu sözde çözülürken, bölgede Türkiye'nin yine bir taraf olduğu yeni bir "Kıbrıs" kaosu karşımıza çıkarılacaktı: Adı Kerkük!? Ama şimdi tam bu noktada, Türk medyasında pek rastlanmayan cinsten bazı önemli tespitlerde bulunalım: 1-Türkiye'de siyaset kadroların, devlet bürokratlarının ve hatta medyanın İsrail'e karşı tutumu, şüphe çekici derecede koordineli bir şekilde sertleşmektedir. Karşınıza; tesadüf teorisi ile açıklanamayacak kadar sistematik bir tablo sürülmektedir. İşte hıyanet kokan bir ilişkinin derinliği ancak böyle perdelenebilir. 2-Her nedense: PKK'nın faaliyetleri; Türkiye'deki uyuşturucu yollarının ciddi anlamda yer değiştirmeye başladığı; Alaattin Çakıcı'nın yurtdışına "çıkarıldığı" ve Karadeniz mafyası ile Kürt uyuşturucu baronlarının uyuşturucu güzergahları üzerindeki çatışmasının yoğunlaştığı bir dönemde artmaya başlamıştır. Birileri; Türkiye üzerinden geçen uyuşturucu yollarında değişiklik yapmak istemekte ve bunun için üst düzey konseyler toplanmaktadır. Dikkatinizi bu noktaya yoğunlaştırdığınızda diğer olayların asıl bu olayı saklayıcı fonlar olduğu görülecektir. 3- ABD'nin “üs talepleri” tam bu noktada yeniden kamuoyunun önüne ısıtılıp servis edilmiştir. ABD'nin üs istediği noktaların; Kuzey'de Karadeniz'den, Güney'de ise Güneydoğu üzerinden geçen iki uyuşturucu yolunu kontrol edecek şekilde yoğunlaşması dikkat çekicidir!? Pentagon'un bir de Kıbrıs'tan üs istediği 233 düşünüldüğünde; Pentagon-CIA ve dünya uyuşturucu güzergahları ilişkisinin, Türk derin devletinin deşifre etmesi gereken en önemli denklemlerden biri olduğu ortaya çıkacaktır. Bu denklemi çözmek için şu sorular yardımcı olabilir: a- Acaba, uyuşturucu uzmanları tarafından "Pentagon'un kara yolu" olarak adlandırılan Urfi Çetinkaya'ya, siyonist patronlarının, "yolu Türkiye'nin Güneydoğusundan, Kuzey Irak'a kaydır" talimatı ulaştırıldığı, ancak, Çetinkaya'nın bu emre uymakta direnmesi üzerine mallarının yakalatılmaya başlandığı iddiaları ne kadar doğrudur? b- Türkiye üzerinden geçen uyuşturucunun büyük bir kısmının denizler üzerinden aktarılmasına rağmen; Türkiye'de yıllardır denizde uyuşturucu yakalanmaması tesadüf müdür? c- Mazot kaçakçılığı için, AKP'nin mazotta ÖTV indirimi yapması gibi resmi ve gayrı resmi platform oluşturma çabalarının, “uyuşturucu trafiğindeki rota değişikliği nedeni ile rant kaybına uğrayan Karadeniz mafyasının kaybını telafi etmek” te düşünülmüş müdür? 4-Başbakan Erdoğan'ın son günlerde kendi milletvekillerine karşı hayli sinirli olduğu sezilmektedir. AKP üzerindeki kontrolü kaybetmeye başladığı her halinden belli olan Başbakan'a yönelik AKP içinde ciddi “karşı dinamiklerin” baş gösterdiği gözlenmektedir. Medya tarafından "AK-Türkler" (ANAP kökenlilere AKANAP'lılar dendiğini hatırlayınız)olarak adlandırılarak başından itibaren sulandırılan ve dolayısı ile önemsizleştirilen 10 tane milletvekilinin çıkışı Başbakan'ın baş etmesi gereken en önemsiz sorun. Esas sorunun nerede yattığını net olarak görebilmek için aşağıdaki soruların da cevaplarını bilmek lazım: a- Büyükşehir Belediye Başkanları'ndan biri; arka planda Tayyip Erdoğan'a karşı ciddi bir kulis çalışması ve ilişkiler ağı kurmaya başlamış mıdır? Bu çerçevede; Berlusconi'nin de dahil olduğu odaklar zinciri ile; "AKP'nin yeni lideri" için zemin görüşmeleri yapılmakta mıdır? b- Beraberinde 100 milletvekilini taşıyabileceğini söyleyen bir AKP milletvekili geçenlerde; iş dünyasının ünlü isimlerinden biri ile görüşmüş müdür? Bu görüşmede, söz konusu iş adamı Başbakan'a küstahça laflar etmiş midir? Söz konusu milletvekili bu görüşmede; AKP liderliğine hazırlanan şahıs için meşhur kumar baronunun destek verip vermeyeceğini yoklamış mıdır? c- Karadenizli odaklara yakın AKP lideri ile; Güneydoğulu odaklara yakın İçişleri Bakanı Aksu arasında bir kara kedi sürüsü dolaşmakta mıdır? Çünkü ABD ve İsrail’deki Siyonist uyuşturucu baronlarının: a-CIA ve MOSSAD kontrolünde b-ABD, İsrail ve İngiliz elçiliklerin desteğinde c-Mason ve dönme yüksek bürokratları resmi kolaylıkları sayesinde d-NATO’cu bazı güvenlikçilerin e-Ve diyet borcu olan hükümetlerin bilgisi dahilinde f-Yıllardır Afganistan’da ve şimdi Kuzey Irak’taki Yahudi çiftliklerinde de üretilen uyuşturucunun… g-Türkiye üzerinden AB ülkelerine taşınması… h-Eskiden takip edilen karayolu güzergahının, şimdi Akdeniz ve Karadeniz’e kaydırılmasına karar verdikleri… i- Bu kirli işlerde; öteden beri yapıldığı gibi 8. (sekizinci) sınıf silahşör olarakta, PKK’lı kürt mafyası ile, MHP’li laz mafyasını, hem de, milli rekabet hırsıyla kullanmaya devam ettikleri yolunda kitaplar yazılmış, açıklamalar yapılmıştır. Şimdi soruyoruz: Hükümet yetkililerinin, NATO fedailerinin, ve de siyaset ve strateji uyguladıklarını zanneden, zavallı İslamcı entellerin bu konularda söyleyecekleri var mıdır? Yoksa “susma hakkı” mı kullanılmaktadır. 5-PKK'lılara af getiren yeni yasanın özellikle ABD’li uyuşturucu baronları Siyonistlerin isteği doğrultusunda çıkarıldığı söylenmektedir. Bu yasa ABD’nin Türkiye’de yaptırdığı ilk yasa değildir ama; Adalet Bakanlığı ve İçişleri Bakanlığı'nın ABD Büyükelçiliği ile koordineli çalışması ile ilk defa bir devlet, 234 kendisini hedef alan bir örgüte yönelik bu çapta bir af getirmiştir. İliklerine kadar uyuşmanın belirtisinden başka bir şey olmayan bu yasa çalışmasının en hararetli savunucularından biri olan Adalet Bakanı Cemil Çiçek'in nedense “Leyla Zana şova” yönelik en sert tepkiyi veren kişi olması hayli dikkat çekicidir. Buradaki tezat da bir danışıklı döğüşü akla getirmektedir. 6-Türkiye devletinin ve AKP hükümetinin, milli ve haysiyetli tavırlar sergilediği yolunda tuzakların inşa edildiği aynı günlerde İran Cumhuriyeti'nin de benzer bir görsel terapiye sokulduğu anlaşılmaktadır. Belki de dünya tarihinde ilk defa İngiltere ve bile bile bu kadar medyatik bir aşağılanma ile karşı karşıya bırakılmıştır. İngiliz askerlerinin elleri bağlı, gözleri kapalı kameralar önünde tek sıra geçirilişi ile; İran devlet aygıtına çok ciddi bir ara gazı verilmiş ve İran bölge halkları nezdinde, "kafir ve işgalci İngilizlere karşı" manevi lider konumuna bir intikam sahnesi ile taşınmıştır. Kısacası; Türkiye Cumhuriyeti devletini kendi toplumu nazarında; İran Cumhuriyeti devletine ise; bölge toplumları nezdinde ciddi bir imaj kampanyası yapılmıştır. 7-İstanbul'a ikiz bombalı saldırıların yapıldığı günlerde, İstanbul Harp Akademileri'nde 2000 NATO personelinin katıldığı özel bir harp oyunu oynanmıştır. Bu harp oyununun konusu etnik çatışmalara sahne olmaya başlayan bir adaya, uluslararası bir güç olarak NATO'nun nasıl müdahale edeceğinin provasıdır. "Ada" olarak senaryo masasına konulan kara parçası ile, etnik bir kazana çevrilmeye çalışılan Kerkük birebir uymaktadır. Kerkük'ün NATO işgali ve uluslararası bir koloni haline getirilmesinin provası çok önceden yapılmıştır. Yukarıdaki maddeler; Türkiye'de kamuoyuna sunulan komedinin sahteliğine dair çok ciddi ipuçları taşımaktadır. Yoksa ortada ne İsrail-ABD-İngiltere üçlüsü ile Türkiye Cumhuriyeti devlet aygıtı arasında ciddi bir sorun; ne de birden bire milli haysiyetlere önem vermeye başlayan ve bağımsız hareket etmenin yollarını arayan bir bürokrasi bulunmaktadır. Sorulması gereken tek soru şudur: "Siz ABD'nin yerinde olsanız ve hem bölgedeki kaosu derinleştirip, hem de perde önünde sizin yerinize ölecek bir güç olsun diye bölgeye Türkiye'yi sokmak isteseniz; toplumsal hassasiyetleri bu kadar artmış ve emperyal güçlere karşı güveni iyice sarsılmış, ve devlet aygıtı çatlamış bir Türkiye'yi Irak kaosunun içine tekrar nasıl sokarsınız?" Yaşanan bütün gelişmeler bu soruya verilecek yanıtın ürünüdür. Kısaca özetlemek gerekirse: 1- Türkiye, ABD toplumu gibi ıslak Bush'a basacak kadar uyutulmuş olanların dışında, milli görüş sayesinde uyanık bir kesimin bulunması sayesinde; Türkiye'nin gerçekleştireceği her hareketin arkasında asgari ve reel bir kamuoyu desteğinin inşa edilmesi şarttır. 2- Türkiye'yi gaza getirmenin en kolay yolu ise, "milliyetçilik" damarını kaşımaktır. 3-Hükümetinden askeriyesine, kendi toplumuna karşı ciddi mahcubiyetler yaşayan bir devlet aygıtının prestijini kurtarması ve toplumu nezdinde; "beni bugüne kadar çocuğunuzun kanı, alnınızın teri ile boşuna desteklemediniz; ben istersem sizin çıkarlarınız uğruna tek başıma da hareket edebilirim" mesajını vermesi artık bir zaruriyet haline almıştır. Devletin inandırıcılık krizi biran önce aşılmalıdır. 4- Devlet birimlerinin toplum nezdinde inandırıcılık sorunu olduğu gibi; AKP kadrolarının da tabanları nezdinde ciddi bir inandırıcılık sorunu bulunmaktadır. İslamcı portresi ile iktidara getirdikleri bir başbakanın türban sorununu çözemediği gibi; kendi mülkiyet sorunlarından çok kiliselerin mülkiyet sorunu ile ilgilendiğini, hem Anadolu'da, hem Ortadoğu'da Yahudiliğin ve Hıristiyanlığın alanının genişlemesi için çok kritik lojistik destek verdiğini görenlerin yaşadığı hayal kırıklığının tedavi edilmesi şarttır. AKP gibi inşa edilmesi bu kadar zaman ve emek alan siyonistler, için çok yararlı bir platformun, böylesine çabuk heba edilmesine göz yumulmayacaktır. Başbakanlığı öncesinde de, sonrasında Musevi lobileri ile hayli içli dışlı olan Başbakan'ın birden İsrail'e karşı "aslan" kesilmesi; en çok "AKP'nin inandırıcılık krizinin" giderilmesine yardımcı olmaktadır. Dolayısıyla; 235 Son zamanlarda yaşanan olaylar; Türkiye'yi tekrar Irak kaosuna dahil etmeye ve bunu yaparken de aynı anda hem devletin, hem AKP'nin inandırıcılık krizini çözmeye yarayacak bir kamuoyu şaşırtmacasıdır. Türk milletini tekrar "ABD'nin ve İsrail'in yanında" Irak'a sürmek mümkün olmayacağından; Türkiye güya "ABD ve İsrail'e rağmen" Irak'a dahil olacaktır ve bunun sonucunda aynı zamanda devletin ilgili birimlerinin ve AKP'nin milleti ve tabanı nezdinde zedelenen inandırıcılığı tamir edilmiş olacaktır. Ancak, her zaman “evdeki hesap, çarşıya uymayacaktır.” Artık milletimiz, en azından Milli merkezlerimiz bu Siyonist senaryoların farkındadır. Ve inşallah Kuvay-ı Milliye devrimi yakındır. 236 ÇUVAL SAVAŞI VE TÜRKİYE’NİN RÖVANŞI Hatırlanacağı gibi 2004 yazında Güneydoğu’da sınıra yakın dolaşan bir grup Amerikalı subay ve asker yakalanıp Türkiye’ye getirildi. Karakola götürülen Amerikalıların başına çuval geçirildi. Olay Türkiye-ABD ilişkilerinin sağlığı açısından gizli tutulmaya çalışıldı, ama sonunda patlak verdi. Evet, Irak sınırındaki Kökpi Tepesi mevkiinde 3 peşmerge, yanlarında 20 Amerikalı asker ile birlikte sınırı geçip Türk tarafına kaydı. Aslında bölgede, karşılıklı olarak bu tür sınır ihlalleri zaman zaman olmaktaydı. Bu kez sınırı geçen peşmergeler eşliğindeki ABD askerleri mayınlı alana girdiklerinin farkına varmamışlardı. Farkına vardıkları anda ise çok geç kalınmıştı. Grup geri dönmek isterken, gruptan biri yanlışlıkla aydınlatma mayınına basınca, ortalık bir anda gündüz gibi aydınlandı. Gruptakiler mayınlı bölgenin ortasında kala kaldılar. Gruptakiler, mecburen bulunduğu yerde hareketsiz durunca, bu sırada sınırda devriye görevi yapan Türk askerleri tarafından kıskıvrak yakalandılar. Karakola götürülen grubun içinde ABD askerlerinin de olduğunu gören Türk askerleri, geçen yıl Süleymaniye’de yaşanan çuval olayını hatırlayarak, ABD askerlerinin başına çuval geçirip oturttular. Ve başlarına çuval geçirilmiş ABD’li askerlerin durumu, fotoğrafları çekilerek belgelendi. Sınır bölgesindeki askeri birliğin komutanı, işin içine ABD askerlerinin girmesi nedeniyle durumdan hemen Ankara’yı, Genel Kurmay Karargâhı’nı haberdar etti. Yaşanan olay ayrıntılarıyla rapor edildi ve bu konuda talimat beklendiği kaydedildi. Ankara’nın konuyu bir süre görüştüğü, en üst düzeye kadar durumun anlatıldığı, görüş alış-verişinde bulunulduğu öğrenildi. Sonunda sınırdaki birlik komutanlığına talimat gönderildi. “ABD askerlerinin silahlarını geri verin ve sınırdan öte tarafa bırakın”. Kısacası; Genel Kurmay, Türk-Amerikan ilişkilerini dikkate alarak olayı daha fazla büyütmeden kapatmayı tercih etmişti. Ancak, Amerikalı bir grup asker başına çuval geçirilerek bir süre alıkonulmuş, yani ABD’nin bu tür olaylarda başvurduğu yöntem aynen uygulanarak, “mütekabiliyet” (karşılıklılık) esası uygulanmıştı. Süleymaniye Olayı Unutulmadı! Hürriyet Gazetesi’nin geçen yıl 5 Temmuz’daki manşet haberinde Süleymaniye’de Türk askerlerinin başına Amerikalıların çuval geçirdikleri açıklanmıştı. Gündeme bomba gibi düşen haber Türk Silahlı Kuvvetlerinde büyük moral bozukluğuna yol açmış, kamuoyunda büyük bir infial yaratmıştı. Maalesef Genel Kurmay Başkanı ve hükümet milli haysiyetimize ve halkın hissiyatına tercümen olamamış, gayet alttan almış ve ABD bir özür dilemeye bile yanaşmamıştı. Süleymaniye’de ne olduğunu hatırlayalım: Irak’ta görev yapan Türk Özel Kuvvetleri, temsilcilik binasında otururlarken, etrafta ABD askerlerinin koşuşturduğunu ve bir helikopterin alçak uçuş yaptığını gördüler. Bunun üzerine yakında bir yerlerde Amerikalıların operasyon yaptığını zanneden Türk askerleri, durumu görmek için temsilcilik binasının kapısına çıktıklarında, kafalarına silahlarını doğrultmuş ABD’li askerlerle karşılaştılar. Tim komutanı yüzbaşı bu aşamada büyük bir soğukkanlılık göstererek, elleri tetikte olan tim mensuplarına “ateş açmamaları” emri verdi. ABD birliğinin başındaki komutan da bu davranışa uyarak, o da kendi askerlerine ateş açılmamasını söyledi. ABD’li komutan “Türk Timini götürmek için geldiklerini” hatırlatıp silahlarını almak isteyince yeniden ortam gerildi ve bu arada tartışma ve tartaklamalar oldu. Sonuçta Türk askerleri, başlarına çuval geçirilerek ve rencide edilerek ABD karargahına götürüldüler. Olayın Ankara’ya intikal ettirilmesi üzerine yapılan girişimler sonucu Türk Özel Kuvvetleri mensupları ancak 4 gün sonra serbest bırakıldılar. Olayın KYB’liler tarafından ABD kuvvetlerine “Türk Özel Kuvvetleri’nin Kerkük Valisi’ne bir suikast hazırlığı içinde oldukları” ihbarı üzerine gerçekleştirildiği bahane edildi. Sözde soruşturma sonucunda ise, bu ihbarın asılsız olduğu ortaya çıktı. G.K.B. Org. Hilmi Özkök “bu olayın bir ABD politikası olduğunu zannetmediğini, ancak mahalli bir olay 237 olarak değerlendirilmesinde de güçlük çektiğini” açıkladı. Oysa 100 kişilik bir birliğin, mahalli personelin de katılımıyla özel tim binasını kuşattıklarını, Türk askerlerinin ise gelenleri müttefik olarak karşıladıklarını, hatta böyle davranmaları için yukarıdan uyarıldıklarını... Ancak ABD askerlerinin içerideki bir kısım malzemeyi tahrip edip kırdıklarını, bir kısmını aldıklarını, asker ve sivil personelimizin de önce Kerkük’e oradan Bağdat’a taşındıklarını bilmeyen kalmamıştı... Bu bilgiler, gazete sayfalarına yansıyan ve Tv. Ekranlarında konuşulanlardı. Bir de bunların perde arkası vardı. Şöyle ki: a-Çuval savaşını aslında Türk Özel Kuvvetleri başlatmıştı... Kerkük’teki Türkleri sindirmek için saldırılar düzenleyen Kürt peşmergelerine destek çıkan bir grup Amerikalı, Kuzey Irak’taki Özel Kuvvetlerimizce yakalanıp başlarına çuval geçirilerek sorgulanmış, sonra serbest bırakılmıştı. b-Bunu sindiremeyen Amerikalılar, Özel Kuvvetler Komutanımıza : “Sizinle sadece görüşmeye gelecekler. Onlara iyi davranın” diye haber gönderen içeriden bir hainin de yardımı ve yanıltmasıyla bizim subaylarımızı gafil avlayıp tongaya düşürmüş ve başlarına çuval geçirip intikam almışlardı. c-Bu arada Özel Kuvvetlerin, kendilerine sorun çıkardığını düşünen NATO’cu generaller, bunları Irak’tan tamamen çekip Türkiye’deki farklı birliklere dağıtmış ve onların yerine “yeni ve acemi” ekipler yollamışlardı. ç-Ama bu yeni Özel Kuvvetlerin eskilerini aratmayacak kadar bilinç ve beceriye sahip oldukları, herkesi şaşırtmıştı... d-Amerikalılar’ın, NATO’cuların hıyanetiyle başardıkları, çuval geçirme operasyonunun rövanşına almak üzere fırsat kollayan Milli Güçler ve Özel Kuvvetler, nihayet çok anlamlı bir bayram gününde, 19Mayıs–2004 tarihinde, Türkiye sınırına yakın bir bölgede devriye gezen Amerikan subaylarını karga tulumba yakalayıp ve başlarına çuval takıp Türkiye tarafındaki sınır karakolumuza taşımışlardı... e-Bu olayın yetkili yalakalar tarafından yalanlanması ve Amerika’nın şerefinin kurtarılmaya çalışılması ihtimaline karşı da; çuvala sokulmuş conilerin boy boy fotoğrafları alınmış ve bu tarihi belgeler dosyalanmıştı... f-Bu olay karakolun bulunduğu 3 bin hanelik sınır köyümüzdeki Muhtar, azalar ve diğer halkımız tarafından da gözlenmiş ve doğrulanmıştı. Şimdi bütün bunlar ne anlama geliyor? 1-Bu Tür operasyonları dünyada sadece ABD ve İsrail gibi ülkelerin yapabileceği sanılırdı. Oysa bu işi Türk Özel Kuvvetleri onlardan çok daha atik ve pratik olarak yapmaktadır. 2-Bu tür operasyonları, hem de Amerika’ya karşı yapmak değil, asıl bunlara sahip çıkmak ve arkasında durmak çok daha önemli ve anlamlıdır. Çünkü bu durum; dünyanın tek süper gücü Amerika’ya açıkça meydan okumadır. Bakınız, dünyada nükleer santrallere ve Atom başlıklı füzelere sahip pek çok ülke vardır. Ama ABD, Rusya, İngiltere, Fransa ve Çin dışında hiçbir ülke bunu açıklamaya yanaşmamaktadır. Çünkü hemen hücuma uğrayıp perişan edileceğinin farkındadır ve korkmaktadır. 3-Amerika, böylesi meydan okumaları ve başına çuval takmaları sineye çekiyor ve Türk Genel Kurmayına yalvarmak zorunda kalıyorsa, bu Özel Kuvvetlerimizin sırtını dayadığı ve Amerika’nın da mecburen hesaba kattığı MİLLİ ve HAYSİYETLİ BİR GÜC’ ün varlığını ve bu gücün ağırlık ve saygınlığını ortaya koymaktadır. 4-Hangi mahfillerin güdümünde olduğu çok iyi bilinen, Aydın Doğan Grubuna ait Referans Gazetesi’nin 5-Haziran–2004 tarihli nüshasında, “Türk askerinin çuval rövanşını” manşete taşıması... Ve yine haber kaynağı gazetecinin “Bu olayı yalanlayan olursa, ellerinde ki bütün bilgi, belge ve resimleri ortaya dökeceğini açıklaması... Bu milli, haysiyetli ve cesaretli cephenin sadece askeri ve teknolojik sahada değil, ekonomik, stratejik, politik ve psikolojik sahalarda da etkin ve yetkin olduğunun bir kanıtıdır. 5-Türkiye’deki sömürü ve sindirme düzenini ve tüm dünyadaki bozuk dengeleri değiştirip düzeltmeye 238 hazırlanan bu ONURLU VE OLUMLU GÜÇ, şeytanın kafasına son darbeyi vurmaya hazırlanmaktadır. 6-Amerika’yı tanrılaştıran... Siyonizm’i; asla yenilmez, karşı gelinmez ve baş edilmez sanan... Müslüman, muttaki, alim, aydın, geçinse de, gerçekte en güçlü gördüğü BATI’ya tapınan tabansızların aklı yatmasa ve imanı yetmese de, mevcut zulüm ve küfür saltanatı Türkiye merkezli milli bir devrimle tarihe karışacaktır... Cumhuriyet tarihimizde, bunun 27-Mayıs gibi örnekleri vardır. Hatırlanacağı üzere, Harp sanayimizi ve yerli ağır sanayimizi körletip, montaj sanayine yönelen ve Türkiye’yi ithal makine mezarlığına çeviren... Ülkemizi, “Küçük Amerika” yalanıyla, ABD’nin yarı sömürgesi haline getiren.. Bütün milli ve stratejik kurumlarımızı ABD’li Siyonistlere ve yerli Mason hainlere teslim eden.. Ordumuzu, hem teknolojik bakımdan hem psikolojik bakımdan, hantal ve hazırlıksız bir duruma itip, zayıf düşüren ve NATO’nun bir yedek birliği konumuna düşüren Demokrasi ve serbestlik perdesi altında, halkımızın milli ve manevi değerlerinin hızla tahribine ve ahlak çöküntüsüne uygun bir ortam meydana getiren... Amerika’ya iman derecesinde bağımlı, zulüm ve sömürü sistemine saygılı dindar Müslümanlar yetiştiren Kuran Kurslarına ve tarikatlara ruhsat ve fırsat vererek “layt-ılımlı” İslam’ın temellerini yerleştiren... Türkiye Ekonomisinin dış güçlerin ve dönmelerin eline geçmesine sebebiyet veren DP Hükümetine karşı yapılan 27.Mayıs.1960 ihtilalinde çıkarılan 42.sayılı kanunla; sırtını Amerika ve NATO’ya dayayan, mevcut 254 general ve Amiralin 19’u hariç 235 tanesi tasfiye edilmişti... Ve yine aynı kafadan 5 bine yakın subayın Ordudan ilişkisi kesilmişti... Osmanlının son döneminde, Babıali baskınından sonra yeniden iktidara gelen İttihat Terakki de, 7 bin kadar alaylı subayın görevine son vermişti... Acaba yine böylesine milli ve ciddi bir gelişme endişesi mi duyuluyor ki, İsveç’ten yazan Mewla Benavi gibi Türkiye düşmanı ve Amerika hayranı yazar bozuntularıyla... Abdurrahman Dilipak gibi İslamcılar aynı ağızla: “Aman, bazıları darbe yapmak istiyor... Ama şükür ki Amerika onları desteklemiyor!..” diye feryat ediyor. İşte Mewla Benavi’nin www.kekuk.kurdistan.com.sitesindeki 20-Mayıs–2004 tarihli yazısından bazı pasajları birlikte okuyalım: Kıbrıs’a ilişkin politika üzerinde gerilmesi düşünülen ilişkiler, Kıbrıs meselesinin bu şekilde dondurulması nedeni ile ertelenmiş bulunuyor. YÖK yasası, Türkiye’deki güçlerin çatışma alanı oldu. YÖK’ün sanıldığı kadar önemli olmadığı biliniyor, ama “devlet güçleri arasında çatışma alanı” olduğu için önem kazanıyor. Bazı generaller YÖK yasa tasarısına taraf olduklarını açıkladılar. Türk Genel Kurmayı hala konuşmamış. Genelkurmay adına yayınlanan bildirinin Özkök’ün denetiminde yayınlandığı da oldukça şüpheli görünüyor !.. Türk medyasında Blair’in “apar topar” ziyareti üzerinde pek durulmadı. Klişeleşmiş “AB üyeliğine destek” kısmını bir kenara bırakırsak, aslında önemli olan “plan”dır. Blair ile Erdoğan’ın bir plan üzerine anlaştıkları yazıldı. Erdoğan basın toplantısında “Ortak eylem planı kabul ettik. Eylem planının amacı AB’ye tam üyelik olmak kaydıyla atılabilecek somut adımların tespit edilmesidir!” diyor. Çok zararsız ve nötr görünen bu plan bazı (milli) güçlerin hoşuna gitmeyebilir. Çünkü planın amacının AB’ye tam üyelik kaydıyla atılabilecek somut adımlar olduğu belirtiliyor. Daha açık bir ifade ile Kemalistler, (Kuvayı Milliyeciler) planın Türk devletinin yapısını değiştirilmesi planı olduğunu iddia edecekler. Bu iddialarında haklı olabilirler. Kemalistler ve Milliyetçi Türkler Türk devletinin yapısında hiçbir değişiklik yapılmadan, esasında Türk devletine uydurulmuş bir, AB üyesi olmak istiyorlar. Ya da en azından AB iç hukukunun uygulanmadığı ama AB’nin nimetlerinden yararlanmayı sağlayacak bir AB üyeliği istiyorlar. 239 Tayyip Erdoğan ve AKP’nin bazı kesimleri için sorun farklıdır. Erdoğan, Ecevit ve Demirel’den farklı olarak iktidardan daha fazla pay almak istiyor. Ecevit ve Demirel türü politikacılar askere dayanarak (işbirliği yaparak ve imkânları paylaşarak iktidarlarını korudular.) Asker, iktidarlarına son verdikleri zaman da askere karşı ‘nankör’ davranmadılar. Erdoğan ise devlet yapısında değişiklik yapılmadan iktidar olamıyor, iktidarını sürekli kılamıyor. Türk devletinin bu yapısı ile ayakta kalamayacağına da inanıyor olabilir. Türk devleti soyulmuş bir çiğ yumurtaya benziyor. Her an elden düşebilir. Kabuksuz kalan devlet el de değiştiremiyor. En ufak bir olayda Avrupalı ve Amerikalı yöneticiler ‘apar topar’ koşarak bu kabuksuz devletin mahvolmasını engellemeye çalışıyor. Batılılar; Türk devletinin yıkılıp yok olmasına belki üzülmezler ama anlaşılan yıkılırken etrafa vereceği zarar ile şimdilik uğraşmak istemiyor!.. Türk ordusu içindeki bazı güçlerin “sivil” Kemalistlerin ve milliyetçi kesimlerin askeri bir darbe yapmak istedikleri biliniyor. Uluslar arası koşullar elverişli olmadığı için şimdiye kadar erteleniyor. Batılı liderlerin iki de bir Türkiye’ye koşmalarının da, olası bir darbeyi engellemek amacı taşıdığı anlaşılıyor !.. Durum her iki taraf için de oldukça problemlidir. Hilmi Özkök ve Tayyip Erdoğan ABD, AB desteği ile askeri darbeyi önleyebiliyor ama bir türlü iktidar olamıyorlar! Karşıt taraf ta, diğerlerinin egemenliklerini engelliyor ama her geçen gün daha çok zaman yitiriyor ve eriyor. Kıbrıs resmi olarak tam kaybedilmedi ama artık orada kazanılacak fazla bir şey olmadığını hemen herkes kabul ediyor!.. Dikkatleri Kürdistan’ın güneyine, bazen de kuzeyine, çekmek isteyenlerin sesi de artık yeterli derecede yankı bulmuyor. Haziran ayının sonunda İstanbul’da NATO’nun yeni programının belirlenmesi-belki resmileşmesi demek daha doğrudur- toplantıları yapılacak. Daha sonra da Ağustos ayı ve askerlerin terfi edilmeleri ve veya terfilerin sökülmesi mücadelesi yaşanacak. Belki şimdiki olayların bir kısmını, Ağustos ayına yönelik değerlendirmek daha doğru olacak... Ama NATO toplantısı ve Ağustos mücadelesi nasıl sonuçlanırsa, önemli değil, çünkü gerçekleşen ve yerleşen olaylar var, bunları olmamış saymak mümkün değil. Saddam rejimi yıkılmıştır... ABD büyük bir askeri güçle ve farklı bir amaç için Ortadoğu’da bulunmaktadır. Ne hayali teoriler ve propagandalar ne de psikolojik savaşlar ve hiçbir güç ABD’yi bölgeden çıkaramayacaktır”.. Ve şimdi de, Abdurrahman Dilipak’ın 7.6.2004 tarihli Vakit Gazetesindeki “Erdoğan ne yapıyor” yazısından bazı pasajlar aktaralım: Bilmem farkında mısınız? Arada bir Başbakan çıkıyor ABD ve İsrail’i alışılmışın dışında sert bir uslubla eleştiriyor... Bana kalırsa Erdoğan bir yerlere mesaj gönderiyor... Cesaret ve kararlılık gösterisi yapıyor... Çünkü Birileri CIA ve MOSSAD desteğinde, iktidara karşı derin bir müdahalenin hazırlığı içinde... Bu zaten bir süreden beri yazılıp çiziliyor. Ancak, böyle işlerde ABD ve İsrail’in desteğini almadan hareket etmek kolay değil... ABD ve İsrail yenilecek ata oynamayacakları gibi, kendi menfaatlerini çürük bir pamuk ipliğine bağlamak istemezler… (Yani , ABD ve İsrail AB’ye ve Tayyib’e karşı çıkan askerleri ve milli güçleri desteklemezler.) ABD’nin çıkarları “Bizim Çocukların” zararları ile ölçülemeyecek kadar büyüktür.. Ve bu piyasada vefaya yer yoktur... Türkiye zor bir dönemeçten geçiyor.. Bu yıl boyunca çok dikkatli olmak gerek... Bundan sonraki yıllar için bu yıl son derece belirleyici olacak çünkü. Ankara; kararlılığını sürdürmek, derin güçlere umut, cür’et ve cesaret verecek davranışlardan titizlikle kaçınmak zorunda” Şimdi, biri İsveç’te öteki Türkiye’de... Biri Amerikancı, diğeri İslamcı... Farklı tarihlerde ve ayrı sitelerde yazıyorlar... Ama hayret , ikisi de aynı şeyleri düşünüyor, aynı endişeleri dillendiriyor , aynı çareleri öneriyor ve aynı güce (ABD’ye) güveniyorlar!.. Her ikisi de: AKP’nin hayırlı ve yararlı adımlar attığını Türkiye’de ve özellikle ordu içinde bir kesimin darbe hazırlığı yaptığını Ama Amerika ve Avrupa’nın bu harekete destek çıkmadığını 240 AKP’nin, Avrupa ve Amerika’yı memnun eden atılımlarını sürdürebilmesi için daha dikkatli davranarak bu badireyi atlatacağını yazıyorlar... Bu kadar tesadüf olamayacağına göre , yoksa her iki zurnaya da aynı yerden mi üflüyorlar ?.. Ve hele A.Dilipak’ın: “ABD ve İsrail , yenilecek ata oynamazlar” (Yani planlanan darbeyi onaylamaz ve destek çıkmazlar.. AKP onların çıkarları için daha uygun ve uyumludur...AKP’yi bırakmazlar) sözleriyle , AKP’nin ve kendilerinin Siyonist İsrail’in ve Emperyalist ABD’nin güvenine daha yakın ve daha yatkın olduklarını ifşa etmesine , bakalım safdirik Müslümanlar ne hikmet uyduracaklar ?... Ve tam bu sırada NTV. Bürüksel muhabiri Güldener Sonumut şu bilgileri aktarıyor:125 “Avrupa Komisyonu’nun Dış ilişkilerden sorumlu üyesi Chris Patten, Atatürk’ün; derin devletin kurucusu olduğunu ve bunun da AB değerleriyle bağdaşmadığını söyledi. Patten, merkezi İngiltere’de bulunan Oxford İslam Araştırma Merkezi’nde yaptığı konuşmada, Türkiye’nin AB üyeliği ile ilgili açıklamalarda bulundu. Bir ülkenin AB üyesi olması için Avrupalı olup, Avrupa değerlerini benimsemiş olmasına dikkat çeken Avrupa Komisyonunun Dış ilişkilerden sorumlu üyesi Chris Patten, Türkiye’nin kurucusu Mustafa Kemal’in mirasının AB değerleriyle çeliştiğini belirtti. Derin devletin kurucusu olarak Atatürk’ü gösteren Chris Patten Türkiye’de askerlerin siyasetteki konumunun da yine Atatürk’ün devlet anlayışına bağlı olduğunu bunun da AB değerleriyle bağdaşmadığını söyledi. Atatürk’ün dini ve etnik azınlıkları Türkiye’de bölücü unsur olarak algıladığına işaret eden Chris Patten, askeri yönetimle bu bölücü unsurlara hakim olabildiğini ifade etti. Patten, konuşmasında Türkiye’nin AB üyeliğini desteklediğini de ifade ederek, medeniyetler arası diyalog ve Hristiyan-Müslüman iletişimi için Türkiye’nin AB üyeliğinin önemli olduğunu belirtti. “Türkiye’de askerlerin eski gücüne sahip olmadığına” işaret eden Patten, bazı Paşaların Irak konusunda Washington yönetiminin isteklerine boyun eğmediğini söyledi.” Evet , hem Benawi , hem Dilipak hem de Chris Patten aynı şeyleri söylüyor!.. Ve Can Dündar’da 27- Mayıs–2004 tarihli Milliyet’te bunlara “Ankara’da final maçı” başlıklı yazısıyla şöyle katılıyor : “Ankara’da bir süredir oynanan final maçı, en heyecanlı devresine girdi. Taraflar adeta bir ölüm-kalım mücadelesi veriyor. Batı tarafındaki kalede “Değişimciler” var. Karşı kalede ise “Statükocular”... Bu çekişmeli derbi, karşılıklı goller ve tehlikeli faullerle sona yaklaşıyor. Başkentin bürokrasi koridorlarında gezenler bu çekişmenin nasıl kıyasıya sürdüğünün gözleyebiliyor. Yan yana binalarda sırt sırta çalışan her iki takıma mensup bürokratlar, birbirine tuzaklar kurarak, birinin yaptığını diğeri bozarak ve karşı tarafta derin yaralar açarak hedefe varmaya çalışıyor” Sonuç: Kirli cephe, çok gizli ve tehlikeli hıyanetler planlıyor. Milli cephe ise, çıbanları deşmek için, olgunlaşmasını bekliyor!.. 125 Bak.www.ntvmsnbc.com. 25-Mayıs–2004 241 D-8’LERİN DEĞERİ VE DERİNLİĞİ D-8’in 7. kuruluş yıldönümü toplantısının; Siyonist ve emperyalist mihrakların, ABD’de ve ülkemizde yaptıkları çok sinsi ve tehlikeli toplantıların arkasına ertelenmesi, oldukça anlamlıydı… Çünkü insanlığın ve İslam dünyasının barbar batıya mahkum ve mecbur olmadığının… Bugünkü zalim dünya sistemine alternatif ve adil projelerin ve bunları sahiplenen güçlü bir cephenin de varlığının ortaya konması lazımdı… İşte D-8 lerin İstanbul zirvesi, bunun cevabıydı… Hakka ve hayra inanmış, huzura ve refaha susamış milyarların manevi temsilcisi olarak Erbakan Hoca’nın haykırışıydı… Hatırlanacağı üzere, önce ABD’de G-8’ler toplandı… Bölgemizdeki bazı taşeronları ve ülkemizde ki garsonları da çağrıldı… BOP kapsamında Afrika’dan Asya’ya tüm İslam coğrafyasını, emperyalizmin emrine sokma kararı alındı. Arkasından İKÖ ve NATO zirvelerinin hepsinden de, “Dayatma ve düşmanlığa, sömürü ve saldırıya devam!” fermanları çıktı. Afganistan ve Irak gibi bütün bölge kuşatılacak ve işgale uğrayacaktı!... İşte Malum ve Mel’un güçlerin ve köleliğe meftun işbirlikçilerin, bütün dünyaya meydan okudukları böyle bir ortamda, Erbakan Hoca’nın büyük bir ciddiyet ve cesaretle, D-8 ler zirvesini toplaması, tüm insanlığın kurtuluş reçetelerini ve huzur projelerini ortaya koyması, siyonizmin rakipsiz ve dünyanın sahipsiz olmadığını göstermek amacıylaydı… Erbakan Hoca: 1- Önce D-8 leri oluşturan çekirdek ülkeler, kabuklarını kıracak, çok yönlü kucaklaşacak, ağırlığını ve saygınlığını ortaya koyacak… 2- Sonra tüm mazlum ve Müslüman ülkeler bu hayırlı halkaya katılacak 3- Ardından; Rusya, Çin, Hindistan ve Brezilyanın da ittifakıyla, olumlu ve onurlu bir denge kurulacak. 4- Ve arkasından G-7 lerle oturup II. bir Yalta konferansı yapılacak… Asil ve adil biçimde Yeni bir Dünya düzeni oluşturulacak ve böylece insanlık özlenen barış ve bereket medeniyetine kavuşacak… diyordu… Bunun ilk adımı olarak: a-Refah-Yol döneminde Türkiye de TAİ’nin yaptığı zirai ilaçlama uçaklarının, artık seri üretim ve satışının başlatılması b-Endonezya’da Habibi’nin gayret ve girişimiyle gerçekleşen 70 kişilik “N-250” yolcu uçaklarının üretilerek piyasaya çıkarılıp pazarlanması c- Ortak helikopter yapım projelerinin süratle tamamlanması d- Petrol kuyuları için sondaj makinalarının ortak projelerle D-8 ülkelerinde yapılması e-Petrol arama ve taşıma gemilerinin de yine D-8 ülkelerinde yerli ve milli imkanlarla yapılıp, dışarıya milyarlarca dolar kaynak aktarımından kurtulması öngörülüyordu… Bütün bunların başlaması ve başarılması için de, her şeyden önce D-8 ülkelerinin ve tabi en başta Türkiye’nin Milli görüşe dönmesi , yani kendi iç siyaset ve stratejilerini düzeltmesi gereğini vurguluyordu. Erbakan Hoca şöyle diyordu: Ekonomik ve teknolojik gücü, üstünlük sebebi sayan zalimlere, nasihat kar etmemektedir. Onlar sadece, kuvveti görünce hizaya gelmektedir. Bizim bütün barış çağrılarımızı terslemiş ve küçümsemiştir. Bakınız, bugüne kadar, D-8 lerin bütün deklarasyonları dikkatle incelenirse şu görülecektir. Bu iyi niyetli uyarı ve çağrılarımızı, G-8 ülkeleri ve Siyonist merkezleri bir nevi yakarış gibi zannetmişlerdir. Bu 7 yıl böyle rica, minnet, yalvarışlarla geçmiştir… halbuki 100 sene kadar önce, o dönemde Fransa’da ve İngiltere’de İslam aleyhine oynatılan bir tiyatronun kaldırılması için Sultan Abdulhamit Hanın: “Ya bu saldırı ve soytarılığa son verirsiniz. Yoksa sizin İslam düşmanı olduğunuza karar verir ve gereğini yerine getiririz! Yani size Cihadı Ekber ilan ederiz” dediği cinsinden bir ciddiyet ve cesarete ihtiyaç görülmektedir. Batılı barbarlar, öyle barış ve adalet çağrısından anlayacak değildir. 242 D-8 ler ABD’de yaşayan ve temel haklarından ve insanca yaşama şartlarından mahrum bırakılan milyonların da, İsrail’de yaşayan ve siyonist safsataların ve saldırganlıkların oluşturduğu korku ve karamsarlık altında hayatı cehenneme dönmüş Musevi halkın da huzur ve hürriyet programıdır. Bugün yeryüzünde, bu Siyonist ve emperyalist sömürü ve sindirme düzeni yüzünden açlık, hastalık, haksızlık ve ahlaksızlık altında kıvranan milyarların da kurtuluş davasıdır. İşte bu kutlu amaca ve mutlu sonuca ulaşmak için: 1- Önce D-8 ülkelerinde diyalog enstitüleri kurulup “ülkelerinde siyasi iradenin ve Kuvayi Milliyenin” işbaşına geçmesi ve güçlenmesi gerçekleşecektir. İşbirlikçi ve taklitçi kafalarla bu zulüm ve zilletten kurtulmak imkansızdır!.. 2- Ortak ekonomik kalkınma işbirliği ve bağımsız hareket ve hizmet birlikteliği sağlanmalı ve Siyonistemperyalist kıskacından kurtulmalıdır. D-8 ülkeleri, siyasetinden ticaretine, teknolojisinden turizmine dış güçlerin ve mevcut dünya düzeninin dışında bir özgürlük ve özgüvene ihtiyaç vardır. Çünkü Hakkı ve hayrı yerleştirmek ve yürütmek için, mutlaka güçlü olmamız ve zalimlerin tuzaklarını ve dayatmalarını boşa çıkaracak teknolojiyi hazırlamanız ve araştırmanız lazımdır. Çünkü güçlü olmayanın, haklı olması hiç bir işe yaramamaktadır. Ne var ki biz, her türlü ekonomik ve teknolojik gücü elbette bütün insanlığın hizmetinde kullanmak üzere hazırlamaktayız. ABD, İKÖ'yü de kuşatıyor... İstanbul'da yapılan İslam Konferansı Örgütü'nün toplantısı bize şunları hatırlatmıştır. İKÖ'nün gündeminde başta Irak ve Filistin olmak üzere, Kıbrıs, Geniş Ortadoğu ve Kuzey Afrika Projesi olmak üzere 110'a yakın konu ele alınmıştır. İKÖ, mevcut küresel düzende neredeyse "tek aykırı ses" denilebilecek bir konumda bulunmasına... Bu nedenle İKÖ'nün aldığı kararlar, gelişmeler karşısında koyduğu tavırlar büyük önem taşımasına rağmen maalesef kuşatılmış ve kısırlaştırılmış olduğundan bu toplantılar amacından saptırılmıştır. İKÖ'nün önemini bilen ABD, bu kuruluşu kuşatma altına alma harekatı başlatmıştır. Aykırı ses istemeyen ve yaptığı haksızlıkların yüzüne vurulmasından hoşlanmayan Bush yönetimi, İslam Konferansı Örgütü'nü Türkiye eliyle pasivize etmek istemiş ve başarmıştır. ABD'nin planı şu: İslam Konferansı Örgütü Genel Sekreterliğine Türkiye'nin adayını seçtirip, bu kurumu AKP iktidarı vasıtasıyla denetimi altına almaktır... Zaten Ortadoğu'nun etkin gazetelerinden "As Safir" de, ABD'nin bu planına dikkat çektiği yorumunda "Bush yönetimi, İslam ülkelerinin Büyük Ortadoğu Projesi'ndeki değişikliklere uyum sağlayabilmeleri için İKÖ'nün başına uyumlu bir genel sekreter gelmesini istiyor" diye yazmıştır... ABD, Türkiye'nin genel sekreter adayı için açıktan lobi yapıyor, İKÖ'nün başına AKP iktidarının önerdiği adayın gelmesini istiyor. Peki neden? Büyük Ortadoğu Projesi'nin İKÖ vasıtasıyla "daha kolay ve uyum içinde" yürütülmesini sağlamak için... Daha önce AKP iktidarına "taşeronluk" görevi veren Bush yönetimi, şimdi de Türkiye eliyle İslam Konferansı Örgütü'ne taşeronluk görevi yüklemeye hazırlanıyor... AKP iktidarı, ABD'nin açık tezgahına alet olarak İslam Konferansı Örgütü'nün gücünü kırıyor, zulme ve haksızlığa karşı çıkan bu örgütü Bush yönetiminin güdümüne sokmaya çalışıyor... Bu tarihi bir vebaldir ve AKP iktidarı alet olduğu hain planı görmek zorundadır... Irak'ı bombalayan uçakların Türkiye'deki İncirlik üssünden kalkmasının acısını hâlâ yüreklerinde hisseden müslüman kardeşlerimiz, İslam Konferansı Örgütü'nün Bush'un güdümüne sokulmak istenmesini asla affetmeyeceklerdir...126 İKÖ ve Türkiye Türkiye 1969 yılında kurulan İslâm Konferansı Teşkilâtı’nın Ana Sözleşmesini henüz onaylamamış olmasına rağmen üye devlet konumunu muhafaza etmekte, üyelikten kaynaklanan yükümlülüklerini yerine getirmekte, bu bağlamda Teşkilat ve üyesi bulunduğu yan kuruluş bütçelerine katılım paylarını muntazaman 126 Milli Gazete / 15 06 2004 / Dr. Abdullah ÖZKAN 243 ödemektedir. Türkiye ilk kez, 1975 yılında yapılan 6. Dışişleri Bakanları Konferansı’nda, Dışişleri Bakanı düzeyinde temsil edilmiştir. Türkiye’nin devlet başkanı düzeyinde katıldığı ilk İslâm Zirvesi ise, 1984 yılı Şubat ayında Kazablanka’da yapılan 4. İslâm Zirve Konferansı olmuştur. 4. İslâm Zirve Konferansı, İSEDAK başkanlığının 7. Cumhurbaşkanımız Kenan EVREN tarafından üstlenilmiş olması nedeniyle, Türkiye ile Teşkilat ilişkileri açısından bir dönüm noktası olarak görülebilir. Türkiye Cumhurbaşkanı 1984 yılında Kazablanka’da yapılan 4. İslâm Zirve Konferansı’nda İSEDAK başkanlığına seçilmiş, böylece, Türkiye, İslâm Ülkeleri arasındaki çok taraflı ekonomik işbirliği faaliyetleri alanında etkin bir konuma da gelmiştir. Türkiye üzerine aldığı İSEDAK başkanlığı görevini, disiplinli ve düzenli yıllık toplantılarla sürdürmüş ve proje bazında somut gelişmeler kaydedilmesini sağlamıştır. İSEDAK bu çalışmalarıyla kısa zamanda temayüz etmiş ve üye ülkeler nezdinde saygınlık kazanmıştır. İKÖ çerçevesinde ekonomik işbirliğinin tarihçesi 1- İKÖ Ekonomik İşbirliğinin Başlangıcı Ve İlk Yıllar Temelinde Arap-İsrail anlaşmazlığının yer aldığı siyasi olaylara bir tepki sonucu kurulan İslâm Konferansı Örgütü (İKÖ), doğal olarak faaliyetlerine politik bir forum olarak başlamıştır. Bununla birlikte, bu politik hareketin etkinliğinin, ortak ekonomik eylemle bütünleşerek sağlanabileceği fikri de daha ilk yıllarda kabul görmüştür. Nitekim, Şubat 1972’de Üçüncü İslâm Dışişleri Bakanları Toplantısı’nda kabul edilen İKÖ Anayasası’nda, İslâm âleminin ekonomik gelişimi ve üye ülkelerin üretim kapasite ve imkânlarının arttırılması gibi konulara yer verilmiştir. Böylece, İslâm Ülkelerinin karşı karşıya bulundukları ekonomik ve sosyal sorunların, İKÖ çerçevesinde ele alınması ve üye ülkeleri birbirlerine yakınlaştırmaya yönelik muhtemel işbirliği alanlarının ortaya çıkarılması için zemin oluşmaya başlamıştır. Bu oluşum, o dönemlerde dünyada meydana gelen eğilimlerle paralellik arz etmektedir. Nitekim iki kutuplu dünya düzeninin hüküm sürdüğü soğuk savaş döneminde, gelişme yolundaki ülkelerin acil ekonomik ve sosyal kalkınma sorunları, 1968 yılında Yeni Delhi’de yapılan İkinci UNCTAD Konferansında "Gelişme Yolundaki Ülkeler Arasında Ekonomik İşbirliği" adı altında gündeme alınmıştır. Ancak, konunun uluslararası boyutlarda önem kazanması ve uluslararası politikaların öncelikli alanlarına girmesi 1970’li yıllarda mümkün olabilmiştir. 77’ler Grubu, Afrika Birliği Örgütü ve BM Afrika Ekonomik Komisyonu gibi bölgelerarası ve bölgesel oluşum ve kuruluşlar çerçevesinde yapılan bakanlar düzeyindeki toplantılarda "Güney-Kuzey İşbirliği" olarak adlandırılan bu yeni temayül ve oluşumların temel yaklaşım ve hedefleri ortaya çıkmıştır. 1976 yılında Mexico City’de yapılan, Gelişme Yolundaki Ülkeler Arasında Ekonomik İşbirliği Konferansı’nda formüle edilen, yeni ekonomik işbirliğinin temel yaklaşım ve hedeflerinin merkezinde "kollektif kendi kendine yeterlilik" kavramı yer almaktadır. Meydana gelen bu uluslararası süreç içinde İKÖ, o günün önemli ekonomik sorunlarının, her yıl yapılmakta olan İslâm Dışişleri Bakanları Konferansı toplantılarının gündemine alınması ve İKÖ ölçeğinde ekonomik ve teknik işbirliği faaliyetlerinin başlatılması yönünde girişimlerde bulunmaya başlamıştır. Böylece İKÖ, bir anlamda, ekonomik alanda İslâm Ülkeleri arasında " Güney-Kuzey İşbirliği" hareketini başlatmıştır. 2- Lahor Zirvesi Ve Takip Eden Gelişmeler 1974 yılında Lahor’da yapılan İkinci İslâm Zirve Konferansı, İKÖ ekonomik işbirliği açısından önemli bir gelişmeye sahne olmuştur. Zirve Bildirisinde, dünya ekonomisindeki gelişmeler ve üye ülkelerin güncel ekonomik sorunlarına işaret edilerek, İKÖ üyeleri arasında ekonomik işbirliğine duyulan ihtiyaç vurgulanmıştır. Bu niyet beyanı, üye ülkeler arasında ekonomik işbirliği faaliyetlerinin başlatılması ve geliştirilmesi yönünde İKÖ’nin harekete geçmesi için bir işaret olmuştur. Böylece, müteakip Dışişleri Bakanları Konferanslarında çeşitli ekonomik konuları içeren yeni kararlar alınmış ve ekonomik alanda faaliyet gösterecek İKT ihtisas kuruluşları ve organlarının kurulması için girişimler başlatılmıştır. Bu çerçevede, 1974 yılında, İslâm dünyasında çeşitli kültür, eğitim, teknik ve ekonomik çabalara mali destek sağlamak amacıyla, İKÖ Genel Sekreterliği bünyesinde İslâm Dayanışma Fonu kurulması kararı alınmıştır. Bu gelişmeyi, aynı yılda, üye ülkelerin kalkınma çabalarına destek sağlamak amacıyla, İslâm 244 Kalkınma Bankası (İKB)’nın kuruluşu izlemiştir. Mayıs 1976’da üye ülkelerin uzmanlar düzeyinde temsil edildiği İslâm Ekonomik, Kültürel ve Sosyal İşler Komisyonu kurulmuştur. Komisyon, İKÖ çerçevesinde ekonomik ve kültürel işbirliği faaliyetlerini teknik düzeyde gözden geçirerek, Dışişleri Bakanlarının yıllık toplantılarına tavsiyelerde bulunmakla yükümlü kılınmıştır. 1977 yılında yapılan Sekizinci Dışişleri Konferansında, "Üye Ülkeler Arasında Ekonomik, Teknik ve Ticari İşbirliği Genel Anlaşması" onaylanmış; Ankara’da İslâm Ülkeleri İstatistik, Ekonomik ve Sosyal Araştırma ve Eğitim Merkezi’nin kurulması kararlaştırılmıştır. Bu gelişmeyi, İslâm Mesleki ve Teknik Eğitim ve Araştırma Merkezi (Dakka Merkezi)’nin Dakka’da kurulması izlemiştir. Bu kuruluşun adı daha sonra "İslâm Teknoloji Enstitüsü" olarak değiştirilmiş, son olarak da "İslâm Teknoloji Üniversitesi" adını almıştır. Özel sektör işbirliği alanında ise, ilk olarak Uluslararası İslâm Bankalar Birliği (IAIB) Kahire’de, bilahare de, İslâm Ticaret ve Sanayi Odası (ICCI) Karaçi’de, İKÖ’nün ilgili kuruluşları olarak faaliyete başlamışlardır. Merkez Bankaları Guvernörleri ve Para Otoritelerinin ilk toplantısı Mart 1978’de Kuala Lumpur’da yapılmış ve muhtemel işbirliği modalitelerinin geliştirilmesi üzerinde durulmuştur. 1978 yılı ikinci yarısına gelindiğinde, İKÖ ekonomik işbirliği gündeminin bir hayli genişlediği ve çalışma şekil ve modalitelerin belirli bir şekil almaya başladığı görülmektedir. Bu bağlamda, işbirliği alanlarında öncelikli konuların belirlenmesi, uygulama mekanizmaları, yasal ve kurumsal altyapının oluşturulması, çok taraflı işbirliği anlaşmaları gibi konular gündemde yer almaya başlamıştır. 1981 yılında yapılan Üçüncü İslâm Zirve Konferansı öncesinde, Birleşmiş Milletler Üçüncü Kalkınma Yılı hazırlıkları son aşamasına gelmiş bulunmakta idi. Bu stratejiden esinlenilerek, İKÖ çerçevesinde ortak yatırımlar ve ticari konulara ilişkin detaylı bir eylem raporu hazırlanmıştır. Müteakiben, İslâm Armatörler Birliği (ISOA)’nın Cidde’de, İslâm Ticareti Geliştirme Merkezi (ICDT)’nin Kazablanka’da kurulması, İslâm Ülkeleri Arasındaki Ekonomik İşbirliğini Güçlendirmek için Eylem Planı ile birlikte Ocak 1981’deki Zirve’de onaylanmıştır. Haziran 1981’de yapılan Onikinci İslâm Dışişleri Bakanları Konferansı’nda, İslâm Sivil Havacılık Konseyi’nin kuruluşu ve Yatırımların Teşviki, Korunması ve Garantisi Anlaşması onaylanmıştır. Ocak 1981’de yapılan Birinci Gıda Güvenliği ve Tarımsal Kalkınma Bakanlar Toplantısı’nda, gıda güvenliği ve tarımsal kalkınma alanında işbirliği konularının eyleme dönüştürülmesine yönelik ayrıntılı bir program kabul edilmiştir. Aynı yılın Kasım ayında, FAO Konferansı münasebetiyle, İKÖ Gıda ve Tarım Bakanları Birinci Koordinasyon Toplantısı’nda bir araya gelmişlerdir. 3- Üçüncü İslâm Zirvesi Ve Mekke Deklarasyonu 1981 yılı Ocak ayında Mekke ve Taif’te yapılan Üçüncü İslâm Zirve Konferansı, özellikle, "Üye Ülkeler Arasında Ekonomik İşbirliğinin Güçlendirilmesine Yönelik Eylem Planı"nın kabulü bakımından önemli bir toplantı olmuştur. Eylem Planı’nın temel amacı, çeşitli alanlara yayılmış olan İKÖ ekonomik işbirliği faaliyetlerinin "Ortak Eylem" kavramı çerçevesinde bir araya getirilmesidir. 1980 yılı sonlarına doğru Ankara’da yapılan Ekonomik İşbirliği Konferansı’nda nihaileştirilen Eylem Planı, ekonomik işbirliği için 10 sektörü kapsamına almıştır. Eylem Planı, bir bakıma, İKÖ ekonomik işbirliği alanında o zamana kadar sürdürülen ortak çabaların zirvesini teşkil etmektedir. Diğer taraftan Yine Üçüncü Zirve’de Bilimsel ve Teknolojik İşbirliği ile Enformasyon ve Kültürel İşler alanında çalışan diğer iki Daimi Komite ve ekonomik ve ticari işbirliği alanında faaliyet gösterecek olan İKÖ Ekonomik ve Ticari İşbirliği Daimi Komitesi (İSEDAK)’nin kurulmasının kararlaştırılması da, yeni bir dönemin başlangıcı olmuştur.127 NATO, Şeytanın Kışlasıdır. İsrailoğulları bin yıldır Müslümanlarla Hıristiyanları savaştırmakta ve bu sayede dünyada kendi planlarına göre bir sömürü dengesi kurmuş bulunmaktadır. Siyonist Yahudiler, az olan nüfuslarına rağmen, şeytani siyasetleriyle kendileri zenginleşip bugünkü ateist uygarlığı kurmuşlardır. 1897’de İsviçre’nin Basel kentinde akdettikleri I. Yahudi Kongresi’nde, dünyayı artık tamamen köleleştirdiklerini zannederek 127 Milli Gazete / 13 06 2004 / R. Nuri EROL 245 kararlarını değiştirmişler, ülkeleri sadece rejimlerle yönetmeye karar kılmışlardır. Roosevelt, Churchill ve Stalin’in bir araya geldiği Yalta Konferansı toplantısında (4-11 Şubat 1945), zamanın güçlü devlet başkanları dünyayı ikiye ayırmışlar; yarısını sosyalist, yarısını kapitalist ülke yapmışlar; sosyalistlerde “Varşova Paktı askerleri”, kapitalistlerde “NATO orduları” oluşturmuşlardır. Bu güçler güya birbirine karşı kurulmuş olacak; aslında “Varşova” sosyalistlerin jandarması olacak, “NATO” da kapitalist ülkelerde jandarmalık görevi yapacaklardı. Yalta Konferansı kararlarına uymayıp diğer tarafa katılmak isteyen olursa, bu jandarmalar göstermelik savaş çıkarırlardı. Sömürü sermayesi dünya ülkelerine sürekli silah satabilmek ve sömürebilmek için de dünyada devamlı olarak silahlı savaşlar çıkarmışlardır. Bu arada Müslümanlar da bu Varşova ve NATO ordularının baskısı altında dinsizleştirmeye ve köleleştirilmeye çalışılmıştır. Arap ülkelerindeki Baas partileri işte bu genel programın bir uygulaması idi. Aslında Batı dünyasının nüfuzunda bulunan bu ülkelerin yöneticilerine haksızlık ve ahlaksızlık yaptırılmıştır. Oysa bu diktatörlerin hepsi siyonistlerin adamları idi. Bu adamların başında Irak’taki Saddam geliyordu. Türkiye’deki inanç ve ahlak tahribatları ile lâiklik dayatmaları de hep bu planın bir parçası ve sonucu olmaktadır. Varşova Paktı askerleri de, NATO askerleri de aynı sömürü sermayesi ile destekleniyor, ABD’deki sömürücü tekel sermayesi tarafından besleniyordu. Bunlar birbirine karşı güçlendirilip dengeleniyordu. Sahnede oynayan sadece iki takımdı. Böylece dinsizlik yani ateizm dünyaya tamamen yerleştirilecekti. Ve insanlık demokrat köleler haline getirilecekti. Sonra, Sömürü sermayesinin beklemediği çok önemli bir olay oldu. SSCB Lideri Mihail Gorbaçov bu oyunu bozdu. Gorbaçov’un devrimi, tarihte bir dönüm noktası olarak anılacaktır. Çünkü Sovyetler bu değişiklik sayesinde “savaşma felsefesi”ni bıraktılar. Artık Sovyetler demokratikleşecek, Sovyetler liberal olacaktır. Dünyada yeni bir dönem ve yeni bir uygarlık doğacaktır. Gerçek sosyalizm olacak; din düşmanı, aile düşmanı, mülkiyet düşmanı, ulus düşmanı sosyalizm ortadan kalkacaktır. Siyonizmin sömürücü tekel sermayesi bu durumdan son derece rahatsızdır. Yeni bir plan kurulup yeni bir oyun başlatılmıştır: Rusya’da sarhoş Boris Yeltsin yönetimi eline geçirdi. Gorbaçov devre dışı bırakıldı. Yeltsin, Sovyet ülkelerini topladı ve dağıttı. Yeltsin’i şöyle kandırdılar; “İslâm nüfusu giderek çoğalmakta ve tehdit oluşturmaktadır. Bu gidişle 15-20 yıl sonra Sovyetlerde Müslümanlar hakim olacaklardır. Bundan korunmak için bir yol vardır. Bu devletleri dağıt. Ama askeri birliği koru. Böylece Sovyetler fiilen devam eder. Moskova Parlamentosu’nda Müslümanlar çok az kalır.” Bu sayede Müslümanların devre dışı bırakılması hedeflenmiştir. Şu anda, gizli anlaşmalarda Ruslar eski Sovyetlerin devamıdır. Eski Sovyetler tek devlettir. Ama diğer devletler müstemleke ülkelerdir. Onların ülke yönetimdeki yetkileri göstermeliktir. Orta Asya ve Kafkasya ülkeleri kendilerini devlet sansa da, gerçek böyle değildir. Ancak bu arada Rusya beklenmedik derecede sarsıntı geçirdi. Bu müstemlekelerine hakim olamadı. ABD, Ruslarla anlaştı ve oralara kendi askerlerini yerleştirdi, hâlen de yerleştiriyor... Gaye, oralardaki siyonist hakimiyetini korumak ve İslâm ülkelerinin oluşmasını önlemektir. Gorbaçov’un yaptıkları sonunda Varşova Paktı dağılınca, NATO açıkta kaldı. NATO’ya yeni bir düşman arandı. Önce “Afganistan”, sonra “Irak” düşman olarak öne çıkarıldı… Ama başarılamadı… İstanbul’daki “NATO Zirvesi” bunun için toplandı; NATO’ya yeni düşman olarak “terör” ortaya atıldı. Daha önce terör’le İslam aynıymış gibi propaganda yapıldı. Kısaca NATO’nun yeni düşmanı artık, İSLAM’dır NATO ve Varşova paktlarından oluşan göstermelik iki ordu zaten tek ordu idi. Şimdi resmen tek ordu oldu. NATO’ya karşı en büyük düşman adayı “İslâm”dır, İslâm dünyasıdır. Şimdilik “İslâm ülkeleri” NATO’nun karşısına düşman olarak konacaktır. İslâm âlemini ıslah etmek için Ortadoğu ülkelerine savaş açılacaktır. Bu saldırılara Müslümanlar karşı çıkacaklardır. Ateist Sovyetler benzeri NATO’nun karşısında İslâm dünyası oluşturulacaktır. Yeni düşman bulununcaya kadar 246 İslâm ülkeleri yedek düşman olarak kullanılacaktır. Çünkü, kimi Yahudi inanış ve anlayışına göre, buralar sonra kurulacak olan İsrail imparatorluğunun bir parçasıdır. Ortadoğu ülkeleri, muharref Tevrat’ta İsrail oğullarına vaadedilen topraklar içinde bulunmaktadır. Evet NATO, insanlığı tehdit eden en büyük tehlike ve tuzaktır. Şimdi NATO yeniden düzenlenecek, yeniden yapılandırılacaktır. Karşısına güçlü silahları ve ordusu olan bir düşman oluşturulacaktır. Sonra NATO ikiye bölünecek ve Avrupa ordusu kurulacaktır... Daha sonra bunlara karşı Sovyetler birlik kuracak… Hintliler birlik kuracak… Afrikalılar birlik kuracak… Güney Amerikalılar birlik kuracak… Dünyadaki bu birlikler birbirleriyle savaşacak ve yüzlerce yıl kan akacaktır. Sömürücü sermaye de silah ve para ile bu orduları istediği gibi kullanacaktır.128 İşte siyonizmin hedef ve projesi budur. Ancak, elbette bu projeye karşı Allah’ın projesi vardır ve Allah proje yapanların en hayırlısıdır: “Onlar plan kurdular; Allah da plan kurdu. Allah, plan kuranların hayırlısıdır.”129 İşte “Dünyayı değiştirecek Adam!” Prof. Dr. Necmettin Erbakan Hoca’nın D-8 ler oluşumuyla başlattığı ve İnşallah başarıya yaklaştığı tarihi ve talihli projeler, bu ilahi müjdelerin bir zuhuratıdır. İnsanlık tarihi boyunca ilk uygarlık Mezopotamya’daki Nuh Uygarlığı’dır. Onu 500 sene sonradan Mısır Uygarlığı takip etmiştir. Bu iki uygarlığın ömürleri 2000 sene olmuştur. Sümer ve Babil uygarlıkları ile Eski Mısır ve Yeni Mısır uygarlıkları oluşmuştur. Bu uygarlıklara ait bulunan kitabelerin okunması henüz tamamlanamadığı için bunların gelişmeleri hakkında şimdilik yeteri kadar bilgimiz yoktur. İkinci büyük uygarlık İbrani Uygarlığı’dır. Bu uygarlığın ömrü de 2000 yıl sürmüştür; Yahudilik ve Hıristiyanlık (MÖ 1000 - MS 1000). Yine bunların 500 yıl arkasından Batı Uygarlığı izlemiştir. Onun ömrü de 2000 yıl olmuştur; Yunan ve Roma/Bizans (MÖ 500 - MS 1500). Bunlardan sonra son büyük doğu medeniyeti olarak Kur’an Uygarlığı ortaya çıkmıştır. (Din olarak MS 600, uygarlık olarak MS 1000). 500 sene sonra I. Kur’an Uygarlığı’nı batı uygarlığı olarak Avrupa Uygarlığı takip etmiştir (MS 1500). Bu uygarlık bugün en yüksek seviyededir ve çökmeye başlamıştır. Şimdi yaşadığımız dönemde (MS 2000) yeni II. Kur’an Uygarlığı başlıyor. Bu uygarlık "III. Bin Yıl Uygarlığı"dır. -Doğu medeniyetleri "Hakkı üstün tutan" peygamberlerin medeniyetleridir. -Batı medeniyetleri ise "kuvveti üstün tutan" filozofların medeniyetleridir. -Doğu medeniyetleri "hukukta" ve "yönetimde" evrimler yapmışlardır. -Batı medeniyetleri ise "teknikte" ve "ekonomide" evrimler yapmışlardır. -Batı Medeniyeti çağımızda en güçlü durumdadır, zirvededir, çökmeye başlamıştır. -Doğu medeniyetleri ise çökmüş durumdan yeniden filizlenme durumuna geçmişlerdir. Yarınlar İslamındır. "Medeniyet" meselesine bu şekilde kısaca özetledikten sonra, şimdi asıl konumuza gelebiliriz. İslâm ve İslâm birliği İslâm devletleri veya halkları dendiği zaman yanlış şeyler anlaşılmaktadır. Her şeyden önce bu önemli çelişki ve yanlışları düzeltmeliyiz. 1- "İslâm dini" demek "İslâm düzeni" demektir. Arapçada "din" kelimesi "düzen" anlamındadır. Bugün anladığımız manadaki "din"in karşılığı "takva"dır ve her ikisinin Arapça’daki adı da "huda"dır. Her şeyden önce, bu yanlışın düzeltilmesi gerekir. 2- "İslâm", Hazreti Adem’den itibaren başlayan ve kıyamete kader sürüp gidecek olan hakkı üstün tutan peygamberlerin yolu olan, Hak ve hayır düzenidir. Bazı batılıların dediği gibi ‘Muhammedîlik’ hiç değildir. Çünkü Kur’an Allah’ın vahyidir. Halbuki bugün Tevrat ehline "Yahudi", İncil ehline "Hıristiyan" ve yanlış olarak Kur’an ehline "Müslüman" denmektedir. Oysa bunların hepsi "inanan" kimselerdir. Vr maalesef her üçünde de, inanç ahlak ve yaşayış konusun da yozlaşmalar görülmektedir. En büyük şansımız, Tevrat ve İncil’in büyük ölçüde tahrif edilmesine karşın, Kur’anın orijinal haliyle muhafaza edilmesidir. Ehl-i hak olarak herkes "müslim"dir. "Kur’an ehli"ne ise Kur’an "iman etmiş kimse" yani "mü’min" demektedir. 128 129 Milli Gazete / 01 07 2004 / R.Nuri EROL Al-i İmran:54 247 3- "İslâm", -yine çok önemli bir yanlış olarak-, belli inanışları dünyaya silah zoru ile yayan bir din olarak algılanmaktadır. Bu anlayış da tamamen yanlıştır. Adı üstünde, "İslâm" demek "barışa girmek" demektir. "Silm" de "barış düzeni" demektir. "Selâm" da "barış teklifi"dir. O halde, bu yanlışın da düzeltilmesi gerekmektedir. Kur’an; biri size selâm verirse sen mü’min değilsin deme, der. Barış isteyenlerle barış kurulacaktır. Kur’an; hıyanet ederlerse Allah sizinle beraberdir, demektedir. 4- "İslâm" sadece bir inanış kabul edilmekte, savaşın inanış için yapıldığı sanılmaktadır. Oysa Kur’an’ın açık ifadesiyle "İslâm" ilmî, imânî, meslekî ve siyasî düzen öğreticisidir. Zorlayıcısı değildir. Çünkü "din"de zorlama yoktur. Kur’an’a göre "savaş" da sadece "barış" için meşrudur. Fitne kalmayacak ve dinde zorlama olmayacaktır. Din Allah’ın olacaktır. Yani, İslâmiyet’te sadece savunma savaşı vardır. Barış için savaş vardır. Özgürlük için savaş vardır. İrade-i cüz’iyeyi serbest kılmak için savaş vardır. Güven için savaş vardır. Ama esas hedef "İslâm"dır, yani "barış"tır. "İSLAM adına konuşanlar, her şeyden önce kullandıkları kelimenin manâsını, Kur’an’a göre anlamını ve amacını araştırıp öğrenmek, doğru olarak bilmek ve bu kelimeyi ona göre kullanmak, ama en önemli görev olarak, bunun böyle olduğunu bütün dünyaya ve insanlık âlemine anlatmak durumundadırlar. Böylece İslâm’ın terör kaynağı olamayacağı açık ve net bir şekilde anlaşılmış olacaktır. İKÖ bu çalışmayı acilen yaptırmalı ve dünyaya duyurmalıdır. Kur’an ehlinin vazifesi İşte bütün bu anlattıklarımızın ışığında bugün Kur’an ehlinin en önemli vazifesi; her şeyden önce Kur’an’ı müçtehitlerin usulleri ile müsbet ilme göre yorumlayıp günümüzün sorunlarını çözecek eserleri ortaya çıkarmak, ondan sonra bu eserleri sistem olarak işletmeler ve siteler seviyesinde uygulamak, ve en sonunda bu uygulamalar sayesinde bütün dünyaya örnek olarak duyurmak olacaktır. Türkiye’de 1960’lı yıllarda başlayan "Millî Görüş Hareketi", o ilk yıllardan beri sürdürmekte olduğu çok yönlü faaliyet ve çalışmalarıyla bunu yapmaya çalışmaktadır. Millî Görüş Lideri Prof. Dr. Necmettin Erbakan, bütün bu çalışmaları "Millî Görüş" ve "Adil Düzen" olarak bütün Türkiye’ye ve dünyaya duyurup anlatmıştır. Hâlen de dünya çapındaki bu yüce hizmetlerini insanlığa sunmaya devam etmektedir. Kur’an bugün bin sene önceki yorumları ile anlaşılmaktadır. Nitekim, maalesef ilâhiyat fakültelerimizde uygulanan program da bu seviyededir. Bu anlayış ve uygulama bugünkü sorunları çözmüyor. Bu sebeple lâik uygulamalara geçilmiştir. Ancak lâik uygulamaların da sorunları çözmediği görülmüştür. Bunun üzerine Batı dünyasının ateist uygulamaları yarım yamalak tercümelerle aktarılarak sorunlar çözülmeye çalışılmaktadır. Bu uygulamaların da çözüm olmadığı apaçık görülmektedir. Oysa yapılması gereken iş gayet basittir: Müçtehitlerin metodu ile ve batının müsbet ilimlerinden yararlanarak Kur’an’ı anlamak ve uygulamaktan ibarettir. Büyük şairimiz Mehmed Akif’in dediği gibi; “Doğrudan doğruya Kur’an’dan alıp ilhâmı, asrın idrakine söyletmek İslâm’ı.” Yapılması gerekenler a- İslâmî içtihat dergisini çıkarmak ve bu hususta ileri sürülecek bütün görüşleri tartışmak. Bu arada karşı görüşleri de araştırmaların kapsamına almak. b- Bu tartışmaların sonunda metin, şerh ve haşiye tipi kitaplar oluşturmak. Bütün ilimlerde her Müslümanın okuyacağı "eserler külliyâtı" oluşturmak. c- Tercüme siteleri kurarak her dilden Arapça’ya tercümeler yapmak, Arapça’dan da o dillere tercümeler yapmak. Böylece insanlığın bütün ilmî birikimini tek dilde toplamak. Bu hizmetle araştırmacılara büyük kolaylık sağlamak. Bu sayede insanlığın ortak olarak oluşturacağı "İslâm/ Barış Düzeni"ni kurarak "III. Bin Yıl Uygarlığı"nı geliştirmek. d- Çağımız teknolojik imkânlarından yararlanarak kuracağımız ulaşım ve işletişim organizasyonları sayesinde, insanların bedava seyahat etmelerini ve haberleşmelerini sağlamak, kitle iletişim yayınlarından ve basından yararlandırmak. Nitekim kendi çağlarında ecdadımız bu hizmetleri sunan müesseseleri kurmuş ve bu sayede dünyanın süper gücü olmuşlardır. Bütün bunları yapabilmemiz için hem uygulayarak denemeler yapmak, hem de bunlara öz kaynakları sağlamak üzere tüm yeryüzünde Millî Görüş ve Adil Düzene göre işletilen çok yönlü müesseseler kurmak 248 durumundayız. İslâm âlemi ve bütün insanlık bu hizmetlerin beklentisi içinde bulunmaktadır. İnsanlığın sorunları pek çok, ama hiçbir şey çözümsüz değildir. Derdi veren Allah, devâ ve dermanı da vermiştir. Arayıp bulmak ve insanlığın hizmetine sunmak gerekiyor. Dünya bizi bekliyor.130 Dünya Müslüman Alimler Birliği Bu arada önemli bir kuruluşun temelleri atıldı... Daha doğrusu çok önceden tasarlanan ve tamamlanan bir proje resmiyet kazandı. Tanınmış alimlerden Yusuf El Kardavi başkanlığında “Dünya Müslüman Alimler Birliği” kuruldu... Türk kamuoyuna ilk kez TV5 Haber’in duyurduğu bu hayırlı girişim, dünya müslümanlarının kültürel, sosyal ve siyasal sorunlarına çözüm üretmeyi hedefliyor... Peki neden böyle bir birliğe ihtiyaç duyuldu derseniz, bunun cevabı bence kuruluşun adında gizli... Müslümanlar, bugüne kadar dağınık, bırakılmıştı. temel meseleleri üzerinde bir araya gelip karar alma yolları tıkanmıştı, “birlik” oluşturamıyorlardı... Ama Milli Görüş bu zincirleri bir bir kırdı. İşte Dünya Müslüman Alimler Birliği, müslümanların kendi aralarındaki kültürel ve ilmi dağınıklığa son vermeyi amaçlıyor... Birlik aynı zamanda, İslam Dünyası dışındaki toplumların da İslam dini hakkındaki yanlış bilgilerini düzeltmeyi, önyargılarını düzeltmeyi düşünüyor... Dünya Müslüman Alimler Birliği, D-8’in öngördüğü “Diyalog Enstitüsü”nü bir anlamda hayata geçiriyor... Önce müslümanların kendi içinde birlik ve dirlik içinde olmalarını hedefliyor; sonra da İslam’ı tüm dünyaya anlatmayı ve müslümanlar hakkında oluşturulan önyargıları, yıkmayı planlıyor. Ve hepsinden önemlisi, Müslümanların vahdet ve uhuvvetini zorlaştıran mezhep ve meşrep farklılıklarını kaldıracak… Kur’an ve Sünnet çerçevesinde ve çağın ihtiyaçları ölçüsünde, ortak kural ve kurumlar oluşturmaya çalışılıyor!.. Erbakan Hoca’ya yakınlığı ile tanınan ve Dünya Müslüman Alimler Birliği’nin kuruluşunda bir konuşma yapan Yusuf El Kardavi, bu hayırlı organizasyonun bağımsız ve tüm dünya müslümanlarının hizmetinde olacağını söyledi. Kardavi, İslam’ın gerçek yüzünü tüm dünyaya tanıtmayı amaçladıklarını da konuşmasında ifade etti. Birliğin hazırlık komisyonu üyesi Muhammed Selim, Dünya Müslüman Alimler Birliği fikrinin yaklaşık 15 yıllık bir geçmişe dayandığını söylüyor. Bu uzun sürede hazırlık çalışmalarının devam ettiğini belirten Selim, Birliğin kurulma aşamasına gelinceye kadar önemli bir süreçten geçildiğini vurguluyor. Dünya Müslüman Alimler Birliği’nin amaçlarına uygun olarak hareket etmesini, hedeflediği çalışmaları en güzel şekilde yapmasını, müslümanların birliğini sağlamasını temenni ediyoruz... Böylesine önemli bir birliğe, aynı zamanda ülkeler bazında da sahip çıkılmasını, güçlenmesi, kurumsallaşması için gerekli katkıların sağlanmasını da diliyoruz... Büyük Ortadoğu Projesi’yle İslam dünyasının işgal edilmek istendiği bir dönemde başta D-8 olmak üzere, Dünya Müslüman Alimler Birliği gibi önemli kuruluşlar, yeni umutlar aşılıyor... Bu kurumlara sahip çıkmalı, işgale, sömürüye ve adaletsizliğe karşı ciddi bir kalkan olduklarının farkında olmalıyız... 131 130 131 Milli Gazete / 01 07 2004 / R.Nuri EROL Milli Gazete / 16 Tem 2004 / Dr. A. Özkan 249 “ÇİN” GERÇEĞİ VE “ÇİN’İN” GELECEĞİ Yaklaşık 150 yıldır uyuyan bir dev, Çin giderek güçlenmeye siyaset ve ekonomide yavaş yavaş etkisini göstermeye başlamıştır. Japonya sadece endüstriyel ve ekonomik bir dev olarak ortaya çıkarken, Çin hem ekonomik hem politik ve hepsinden önemlisi de askeri bir güç olarak kendini belli etmeye çalışmaktadır. Bu makalede ekonomik, politik ve askeri bir dev haline gelen Çin’in önce sosyo-politik ve ekonomik yapısı incelenecek ve diğer devletlerle olan ilişkileri, jeopolitik konumu ve askeri gücü anlatılacaktır. Daha sonra da Çin ile Türkiye arasındaki ekonomik, politik ve askeri ilişkiler çelişkiler ortaya konularak bu konularda, Çin’le işbirliğine gitmenin ülkemize açısından önemi üzerinde durulacaktır. Çin Hakkında Genel Bilgiler Resmi adı Çin Halk Cumhuriyeti (People’s Republic of China) olup 1997 yılı itibarıyla nüfusu 1 milyar 220 milyon civarındadır. Ülkenin yüzölçümü 9.563.960 km2’dir. Nüfusun yıllık büyüme hızı % 093’tür. Ülke nüfusunun % 93.3’ü Çinli’dir ve geri kalan % 6.7’lik kısmı Zuanklar, Uygurlar, Huylar, Yiler, Tibetliler, Maoylar, Mançurlar, Mongollar, Buyiler, Koreliler ve diğer daha küçük milletler oluşturur. 132 Din itibarıyla resmen ateist görünmelerine rağmen geleneksel olarak halkın çoğu Konfiçyuzim, Taoizm ve Budizm’in taraftarıdır. Bununla birlikte nüfusun % 3’ü Müslüman ve % 2’si ise Hıristiyan’dır. Okuryazarlık oranı % 72’in üstünde olup Çince’nin yanında Kantonezce, Wuca, Minbeyce, Minanca, Xiangca, Gaca, Uygurca ve diğer azınlık dilleri konuşulur.133 Devlet Komünist sistemle yönetilmekte olup, esas otorite Kominist Partinin en üst seviyesindeki 7 üyede toplanmıştır. Teorik olarak devletin en önemli organı olan Milli Halklar Kongresi (National People’s Cangress) genellikle Parti programını onaylamakla yetinmektedir. Bunun yerine ülkeyi Devlet Konseyi (State Council) yönetmektedir. İdari açıdan ülke (Tayvan dahil) 23 eyalet ve 5 özerk bölgeye ayrılmıştır. Ayrıca 3 adet de merkeze direkt bağlı belediye bulunmaktadır.134 HONG KONG Çin’in siyasi portresinde en önemli, olaylardan birisi de, şüphesiz, Hong Kong hadisesidir. İngiltere idaresinde bulunan ve 99 yıllığına İngiltereye kiralanan Hong Kong 1 Temmuz 1997 tarihinde, anlaşmaları gereği Çin Halk Cumhuriyeti İdaresi altına geçmiştir. Bu durum anavatanda çok büyük sevince sebep olmuş, Çinlilerin milliyetçilik gururlarını coşturmuştur. Tayvan meselesine gelince: Tayvan, Çin’in güneydoğusundaki denizdedir. 1949 yılında Çin Halk Cumhuriyetinin kuruluş arifesinde, Çin’deki Guamindang (Milliyetçi Parti) yetkilileri Tayvan’a çekilip yerleşmişlerdir. 1950’de Kore savaşının patlak vermesiyle ABD’nin 7. Filosu Tayvan’a konuşlanmış ve Tayvan Çin’den ayrılmıştır. Ancak 1979’da ABD ile Çin arasında yapılan anlaşmaya göre ABD Çin’in bütünlüğünü ve Tayvan’ın Çin’in ayrılmaz bir parçası olduğunu ifade etmiştir. Buna göre iki sistem bir arada olacaktır. Yani; tek Çin, iki sistem, Çin’de Komünist ve Tayvan’da Kapitalist sistem birlikte olacaklardı. Ancak Tayvan’a yüksek düzeyde özerklik verilecekti. Daha sonra da barış yolu ile ülkenin birleşmesi sağlanacaktı.135 Çin’le diplomatik temasa geçecek devletler de Tayvan’la olan bütün diplomatik ve resmi temaslarını Halk Cumhuriyeti ile temasa geçebilirlerdi. Hong Kong benzeri bir problem de Macao bölgesinde yaşanmıştır. 1557 yılından beri Macao’ya yerleşmeye başlayan Portekizliler 1887 yılında Qing Hanedanına zor kullanarak “Çin-Portekiz Pekin Anlaşması”nı imzalatmış ve bölgeyi idaresi altına almıştır. Çin Halk Cumhuriyeti ise sürekli olarak Portekiz hükümeti ile temasa girmiştir. Nihayet, iki ülke arasında 1987’de imzalanan bir deklarasyon ile Portekiz Oin Shi,Çin, New Star Publishers 1995, s.24 Ibid., s.25-26. 134 Military Techonlogy, 1998-1999 Almanac, s.262 135 Oin Shi, a.g.e., s.15. 132 133 250 hükümeti Macao’nun egemenliğini 20 Aralık 1999’dan itibaren Çin Halk Cumhuriyetine devretmeye razı olmuştur.136 Çin’de iç karışıklıkların ve etnik isyanların önlenebilmesi için demokratikleşme adına önemli adımlar atılmalı, insan haklarına gereken önem verilmelidir. Hukuk fakültelerinin kurulması, avukatlık ve noterliğin serbest bırakılması gibi iyiye yönelik sinyaller varsa da bir din ve azınlık hakları konularında Pekin’den en ufak bir yeşil ışık yakılmamıştır. Ancak bilinmelidir ki; giderek demokratikleşme Çin’in peşini bırakmayacaktır. Ne bu konu, ne de bununla ilgili insan haklarından daha uzun süre kaçınılamaz. Çin’in gelecekte ilerlemesi ve büyük güç olarak ortaya çıkışı; yönetici Çinli seçkinler sınıfının, iktidarın bugünkü yöneticiler kuşağından daha genç bir ekibe devredilmesi ve ülkenin ekonomik ve siyasal sistemleri arasında büyüyen gerilimle başa çıkılması gibi birbiriyle ilgili iki sorunu nasıl maharetle halledeceğine bağlıdır. Ekonomik Gelişim Seviyesi Çin kara devletinin ekonomik yönü ile ilgili çok şey söylenebilir. Ülkenin iktisadi özellikleri, diğer birçok özelliğinde olduğu gibi, tarihi dinamiklere dayanmaktadır. Modern ötesi çağlardaki uygarlıklar arasında hiçbirisi Çin’den daha ileri görünmüyor, kendisini ondan daha üstün hissetmiyordu. M.Ö. 1200’lü yıllarda ülkede 500 işçi çalıştıran haddehaneler vardı.137 11.yüzyılın sonlarına gelindiğinde ise, Kuzey Çin’de muazzam bir demir sanayii yer alıyor ve burada esas olarak ordunun ve devletin kullanımı için yılda yaklaşık 125 bin tonluk üretim yapılıyordu. Yine bu yüzyılda mükemmel bir kanal sistemiyle birbirine bağlı ovalarda tarımla uğraşılıyordu. 16.yüzyıla kadar Çin, bazı teknolojilerde Avrupa’dan çok ilerideydi. 17.yüzyılda ülkede endüstrileşmenin şartlarının varlığından söz etmek mümkündü. Su ile çalışan ekonomik makineler, tüccarların elinde birikmiş bulunan büyük miktardaki sermaye, Çin’in dört bir yanında şubelerini açmış bulunan bankalar ve çok sayıda işçiyi istihdam eden fabrikalar mevcuttu. Bütün bunlara rağmen endüstri henüz yeteri kadar gelişebilmiş değildi. 19.asra gelindiğinde ise Çin kendisini, daha küçük ülkelerin yönlendirmesi altında buluvermişti. Çin hemen herkese yetebilecek kadar büyük bir pazar izlenimi veriyordu. Bazen küçük ve bazen de başkenti ele geçirme gibi büyük çaplı zorlamalarla batılı ülkeler Çin’den bir takım tavizler koparmayı başardılar. Gümrük vergilerinin oranlarını diledikleri kadar düşük tutturdular. Bu sayede Çin sanayiinin rekabet edemeyeceği kadar düşük fiyatlarla Çin pazarına girdiler. Ancak ne var ki evdeki hesap çarşıya uymadı. Çin halkı sömürülemeyecek kadar yoksuldu, alım güçleri çok azdı. Bununla beraber Çin’deki yerli endüstriyi de tamamen batırdılar. Her şeye rağmen Çin 20.yüzyıla girerken dünyanın tartışılmaz en büyük üreticisiydi. Fakat bu büyüklük sayısal bir büyüklüktü. Üretimin kalitesi zayıf ve teknolojisi eskiydi. Teknolojik geriliğin etkisi özellikle ÇinJapon savaşında kendisini acı bir şekilde hissettirmişti. Ülkedeki siyasi gelişmeler neticesinde 1949’a kadar hakim iktisadi yapı yerini Mao’nun ‘Büyük İleri hamle’ denemelerine bıraktı. Uygulanan program Sovyet üretim modelinin kopyasıydı. Neticede durum daha kötüye gitmeye başladı. Ve iktidara Deng’in gelmesiyle Marksist vidaların gevşetilmesi yoluna gidildi. İlk büyük değişimler tarım sektöründe başladı. Daha sonra diğer sektörlere de yansıdı ve iktisadi hayat canlılık kazandı. 1980’li yıllar zarfında reel gelirlerin artması özellikle kırsal kesimde yaşayan 800 milyonluk nüfusun perişanlığına biraz çare olmuş, bebek ve çocuk ölümleri azalmış, tüketim seviyelerinde iyileşmeler sağlanmıştır.138 Deng’li yıllar olarak tanımlanan 1978– 1994 arası dönemde ülkenin ortalama reel ekonomik büyüme hızı % 9 oranında gerçekleşti. Aynı dönem içerisinde Çin’in milli hasılası iki katına çıkmış, Çin’in yurt dışı ticareti ise 1982’den beri yılda %15 artmıştı. 1987’de Çin’in ihraç malları %15 artmış ve yurt dışı ticareti 80 milyar dolara çıkarak 1978’deki seviyesinin dört katını bulmuştu. Teknolojik gelişimini ise özellikle silah satışlarındaki artış yansıtıyordu. İran-Irak Savaşı yıllarında ivme kazanan silah satışlarıyla Çin 1986–1990 arası dönemde dünyada beşinci büyük ihracatçı 136 Ibid., s.14. Paul Harrison, Inside The Third World, Penguin Books, Londra 1987, s.205. 138 Paul Kennedy, Yirmi Birinci Yüzyıla Hazırlanırken, (Çev: Fikret Özcan, TİB Yaınları), Ankara 1995, s.213. 137 251 konumuna gelmişti. Kısacası Çin, Zemin’in ifadesiyle dünyanın en büyük gelişen ülkesiydi. 139 Ülkenin muazzam gelişmesine adeta doping yapan diğer bir gelişme ise 1997 yılında Hong Kong’un Çin’e devriydi. Çin, Hong Kong’la birleşme sonrası ABD, Almanya ve Japonya’nın ardından 650 milyar dolar seviyesine ulaşan dış ticaret hacmiyle dünyada dördüncü sıraya gelmişti.140 Açıkçası Hong Kong Çin için adeta yakalanan büyük bir balık niteliğindeydi. Buna ek olarak ülke 1995’te GATT’a katılarak WTO’nun kurucu üyeleri arasında yer aldı.141 Bu gelişmelerin ifade ettiği mana, karşılıklı bağımlılığa dayanan küresel ekonomiyle Çin’in gittikçe bütünleşmesi ve entegre olmasıydı. Sarı Okyanus’un bu muazzam gelişmesinin arka planında özellikle Deng’in ekonomik reformları yatmaktaydı. Ayrıca ucuz ve disiplinli işgücü, siyasi olarak istikrarlı rejimin varlığı, buna bağlı olarak çok uluslu şirketlerin bu ülkeye yönelmesi gelişmenin diğer nedenleriydi. Çin ile ABD arasındaki ticari ilişkilere göz atarsak şu manzarayla karşılaşırız: Çin halen ABD’nin ‘en fazla müsaadeye mahzar ülke’ statüsünü tanıdığı ülkelerden biridir ve yönetim kendi firmalarını Çin’de yatırım yapma konusunda teşvik etmektedir. Bu teşviğin temelinde ise siyasi menfaatler yatmaktadır. Çin, 1995 yılı verilerine göre ABD’nin beşinci büyük ticari ortağıydı. Aynı yıl Çin, ABD’nin oyuncak ithalinin % 51’ini, ayakkabı ithalatının % 48’ini ve radyo ithalatının da % 24’ünü karşılıyordu. Atılan büyük adımlara rağmen Çin ekonomisinin en büyük sektörü tarımdır ve belki de nüfusun % 80’i tarımsal üretimle ya da buna ilişkin faaliyetlerle uğraşmaktadır. Çin sanayisinin büyük kısmı ise, mülkiyeti devlete ait olan şirketlerden ibarettir. Fakat bu işletmelerde bazı sorunlar yaşanmaktadır. Tianmen olayları sonrasında kamu sektörü % 3 oranında büyüme göstermişti. Oysa aynı dönemde özel şirketlerin büyüme oranı % 57,7’ydi. Bununla beraber Çin Hükümeti, kamu sektörünün olumsuz yönlerini düzeltmek için 1997 yılı sonlarına doğru birtakım özelleştirme tedbirleri alma ihtiyacı hissetmiştir. Ekonomist Rohwer’in yaptığı tahminlere göre, eğer Çin, aynı büyüme hızını devam ettirirse, 2025 yılında dünyanın en büyük ekonomisine sahip olacaktır. Çin ekonomisinin hacmi ABD’nin 1.5 katı; ABD, Batı Avrupa ve Japonya’nın ekonomileri toplam hacminin ise yaklaşık % 75-80’ine ulaşacaktır. Bu ise dünya ekonomisinde, iş hayatında ve finansal düzeninde radikal değişikliklerin olacağı manasına gelir. ÇİN’in Askeri Gücü Asker sayısı itibarıyla Çin, halen dünyanın en kalabalık ordusuna sahip ülkesi konumundadır. Çin Halk Kurtuluş Ordusu 1996 yılı kayıtlarına göre 2.9 milyonu aktif, 1,2 milyonu da rezerv olmak üzere toplam 4,1 milyon personele sahip bulunmaktadır. Ancak aktif ordu personeli sayısında değişiklikler olmaktadır. Bazı kaynaklara göre bu sayı 3 milyon civarındadır. Asker toplam sayısı içerisinde Çin Kara Kuvvetleri 2,3 milyon Hava Kuvvetleri 470 bin ve Deniz Kuvvetleri de 260 bin personele sahiptir. Asker sayısının fazlalığına rağmen Halk Kurtuluş Ordusu gerek teçhizat ve gerek eğitim seviyesi açısından zafiyetleri olan bir ordudur. Aslında bu da onun meydan okuyuşunu zaafa uğratmaktadır. Çin Kara Kuvvetlerinin elinde halen 10 bin civarında tank bulunmaktadır.142 Hava Kuvvetlerinin elindeyse 420 orta ve hafif bombardıman uçağı mevcuttur. Ancak bu uçakların çoğu 20 yaşın üzerindedir. Bombardıman uçaklarının en az kırk tanesi nükleer bomba taşıma kapasitesine sahiptir. Çin yine 1996 yılı verilerine göre 17 kıtalar arası ve 70 adet de orta menzilli balistik füzeyi haizdir. Hava Kuvvetlerinin diğer bir avantajı ise havadan erken ihbar uçağına sahip olmasıdır. Deniz Kuvvetleri 44 denizaltı ve 50 destroyer ile firkateynden oluşmaktadır. Fakat bu gemilerin de teknolojik olarak geri olduğu söylenebilir. Bazı strateji uzmanların göre Çin korkunç bir güç olarak ortaya çıkmaktadır. Zira Çin savunma harcamaları 1986 ile 1994 yılları arasında % 159 oranında artmıştır. Üstelik gerçek savunma harcamaları hakkında kesin bilgilere de ulaşmak imkânsızıdır. Çin’in ortalama yıllık savunma harcamalarının 30-40 milyar dolar civarında olduğu tahmin edilmektedir. Russel Watson, ‘Storm Warnings’, Asia Newsweek, S.15, 1995 Süleyman Taygar, ‘Hong Kong İstanbul’a Göz Kırpıyor, Aksiyon , S.121, 1997. 141 Rıdvan Karluk, Uluslararası Ekonomik Kuruluşlar, Tütünbank Yayınları, İstanbul 1996, s.40. 142 Cumhuriyet : 22.07.1997. 139 140 252 Ülkenin nükleer kapasitesi ise hiç de azımsanmayacak bir seviyededir. Yaklaşık 300 kadar nükleer bomba başlığına ve dış ülkelere satabilecek kadar nükleer bilgi paketine sahip durumdadır. Bu alanda dünyanın üçüncü büyük nükleer gücüdür. Ülkede halen 15 adet nükleer reaktör bulunmakta olup 2004 yılına kadar da 10 tane daha inşa edilmesi planlanmaktadır. 2050’li yıllarda Çin’in dünyanın en büyük nükleer enerji sistemine sahip olması beklenmektedir. Nükleer reaktör kapasitesinin artması Çin’in nükleer silah kapasitesini de doğrudan doğruya katlamaktadır. Ülkenin nükleer silah denemeleri 1997 yılına kadar devam etmekteydi. Çin, 1996 yılı Haziran ayında 20 ila 80 kton arasında şiddeti değişen nükleer denemeler yapılmış ve Çin dışişleri sözcüsü tarafından dünyaya duyurulmuştu. Ancak enteresandır 1997 yılı Mayıs ayında Çin, Fransa ile ortak yayınladığı deklarasyonda nükleer silah denelerinin yasaklanmasını istemekteydi. Bu isteğin arka planında belki de ülkenin nükleer silah programını tamamladığı gerçeği yatmaktaydı. Eldeki veri ve gözlemlerden çıkan sonuç, Çin’in bu yüzyılın sonunda ABD’den sonra dünyanın ikinci veya üçüncü büyük askeri gücü olacağıdır. Sadece bu bile onu baş aktörlerden biri yapmaya yeterlidir. Çin’in Jeopolitik Önemi Ve Stratejik Konumu Asya kıtası günümüzde dünyanın son zamanlarda uyanmış ve yükselen kitlesel milliyetçiliklerin yoğunlaştığı çok büyük bir mekandır. Bunlar kitle iletişim araçlarına aniden girişle körüklenip, büyüyen ekonomik refahın yarattığı toplumsal beklentileri yaygınlaştırarak ve de toplumsal zenginlikteki oransızlıkları arttırarak hiperaktif hale getirilmiş ve hem nüfus, hem de kentleşmede patlayan artış da siyasal seferberliğe daha duyarlı hale getirilmişlerdir. Bu durum Asya’nın silahlanma derecesiyle daha da etkili bir duruma getirilmiştir. Bütün bu milliyetçilik hareketlerinden Çin’in de büyük oranda etkilenmemesi mümkün değildir. Çin’in en çok başını ağrıtan nokta Sincan, Uygur, Özerk Bölgesi’dir. Çin verilerine göre burada 7.2 milyon Uygur Türkü yaşamaktadır. Ayrıca 500 bin kadar Uygur da Çin’in komşuları olan ve sınır anlaşmasına imza koyan Kazakistan, Kırgızistan ve Tacikistan’a dağılmış durumdadır. Bununla birlikte, Sincan’da Uygurlar yanında 1 milyonu aşkın Kazak, 500 bin kadar da Kırgız yaşamaktadır. Sincan’daki Uygurlar, öteden beri, kendi anayurtlarında Çin boyundurluğu altında yaşadıklarını; ulusal kültür ve kimliklerinin inkar ve asimile edildiğini, Çin hükümetinin bölgeye sistemli olarak Çinli nüfus yerleştirdiğini söylüyorlar. Sincan’da bu nedenlerle sık sık büyük olaylar, karışıklıklar çıkmış Çin idaresine karşı başkaldırılar olmuştur. Bunun en son örneği Şubat 1997’de yaşanmış, birçok insan idam edilmiş ve binlercesi de tutuklanmıştır. Çin’in komşu ülkelerde de bazı problemleri vardır. Bunlar Rusya-Çin, Çin-Vietnam, Çin-Hindistan ve Çin Endenozya arasındaki ülkesel- etnik çatışmalardır. Bölgedeki güç dağılımı da dengesizdir. Nükleer silah deposu ve büyük silahlı kuvvetleriyle Çin açıkça bölgedeki belirleyici askeri güçtür. Çin deniz kuvvetleri Şimdiden “açık denizde etkin savunma” stratejik etkin doktrinini benimsemiştir; gelecek 154 yıl içinde Tayvan Boğazı ile Güney Çin Denizini kastederek “birinci adalar zinciri içindeki denizlerin etkili kontrolü” için okyanusa çıkma kapasitesini elde etmeyi hedeflemektir. Bütün bu anlatılanların sonucunda rahatça ifade edilebilir ki; Çin, yükselen ve potansiyel olarak belirleyici bir güç pozisyonundadır. Bu gücünü önümüzdeki on yıllarda da arttırarak devam ettirecektir. Türkiye İle Çin Arasındaki İlişkiler 1- Ekonomik Ve Siyasi İlişkiler Çin Halk Cumhuriyeti ile Türkiye Cumhuriyeti arasında diplomatik ilişkilerin kurulduğu 1971 yılından bu yana karşılıklı dostluk ilişkileri ve işbirliği sürekli olarak gelişmekte; siyasi, ekonomik, askeri, kültürel ve diğer alanlardaki temaslar günden güne artmaktadır. İki ülkenin devlet başkanları, başbakanları, meclis başkanları ve genelkurmay başkanları gibi yüksek düzeydeki yöneticileri arasında karşılıklı ziyaretler başarıyla yapılmış bulunmaktadır. İki ülke arasındaki yıllık ticaret hacmi 600 milyondan fazla Amerikan dolarına ulaşmıştır. Bu temaslar, iki ülke arasındaki karşılıklı anlayışın arttırılmasına, işbirliğinin sağlamlaştırılmasına ve dostluğun pekiştirilmesine çok yararlıdır.143 143 Wu Keming, ‘Çok Eskilere Dayanan Çin-Türk Dostluğu’, Cumhuriyet Gazetesi, 04.08.1996. 253 Sincan ve Tayvan gibi can alıcı konularda Türk Hükümeti defalarca Çin’in egemenliğine ve toprak bütünlüğüne saygılı olduğunu belirtmiş ve ‘tek bir Çin’ politikasına saygılı olduğunu hatırlatmıştır. Çin Halk Cumhuriyeti’ni 5 Ağustos 1971’de tanıdıktan sonra Türkiye, Tayvan ile diplomatik ilişkilerini kesmiştir. Ancak Tayvan ile, diğer ülkelerin de yaptığı gibi ekonomik, ticari ve kültürel ilişkiler, resmi düzeye intikal ettirilmeden, genelde özel sektör kuruluşları aracılığıyla yürütülmektedir. Tayvan’ın Ankara’da ‘TAİPEİ Ekonomik Ve Kültürel Ofisi’ adı altında bir bürosu bulunmakta, İstanbul’da ise ‘Far East Trade Center’ adlı bir ticaret birimi faaliyet göstermektedir. Tayvan Dış Ticareti Geliştirme Kurumu ile yapılan anlaşma sonucu, 20 Kasım 1993’ten itibaren Türkiye’de de TAİPEİ’de bir ticaret ofisi açmıştır. Ofis, ticari görevinin yanı sıra vize ve bazı konsolosluk işlerini yürütmektedir. ÇHC’nin, Tayvan ile ilişkilerimiz konusundaki hassasiyetinin bilincinde olup Tayvan’ın Ankara’daki Ofisi, zaman zaman ticari amacın ötesine geçerek, uzun vadeli siyasi tanınmaya yönelik teşebbüslerde bulunmakta ise de bunlar Dış İşleri bakanlığınca önlenmektedir. Çin Halk Cumhuriyeti’nin özellikle hassasiyet gösterdiği diğer bir konu ise, Türkiye’deki Doğu Türkistan Vakfı ve Doğu Türkistan Göçmen Derneklerinin Çin’i hedef alan eylem ve faaliyetleridir. Anılan kuruluşların faaliyetlerinin T.C. yasaları çerçevesinde yürütülmesi ve Çin Halk Cumhuriyeti’ni rencide edici boyutlara ulaşmaması için Türkiye tarafından gerekli gayret gösterilmektedir. Ancak, Şubat 1997 Sincan olaylarından sonra bir grup Sincan taraftarının İstanbul Çin Konsolosluğu önünde gösteri yapıp Çin bayrağını yakmaları iki ülke ilişkilerini az da olsa gerginleştirmiş; Çin, Türkiye’yi kınayan bir nota göndermişti.144 Çin Halk Cumhuriyeti Kıbrıs meselesinin görüşmeler yoluyla çözülmesinin gerekli olduğunu belirtmekte ancak Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin tanınması konusunda gözle görülür bir adım atmamıştır. Bununla birlikte Çin’in Güney Kıbrıs Rum Cumhuriyeti’nde mukim büyükelçisi zaman zaman Kuzey Kıbrıs Rum Cumhuriyeti’ne geçerek, Cumhurbaşkanı Denktaş ile temaslarda bulunmaktadır. 2- Çin Ve Türkiye Arasındaki Askeri İlişkiler Türkiye ile Çin Hak Cumhuriyeti arasında zaman zaman üst düzey askeri ziyaretler gerçekleştirilmiştir. ÇHC ile son yıllarda artan ilişkilere paralel olarak, 22 Mayıs 1998 tarihinde bir askeri eğitim işbirliği anlaşması taslak metni, Pekin askeri ataşeliği vasıtasıyla ÇHC makamlarına iletilmiş olup, ÇHC tarafının konuya ilişkin görüş ve talepleri beklenmektedir. Ekim 1985’de, Çin Cumhuriyeti Genelkurmay başkanı Org.Yang Dezgi’nin Türkiye’yi; Kasım 1986’da ise Genelkurmay Başkanı Org.Necdet Üruğ’un Çin Halk Genel Kurmay Başkanı Org. Necdet Ürug’un Kasım 1986’da Çin Halk Cumhuriyeti’nin ziyaretlerini müteakip verdikleri direktif doğrultusunda; Kasım 1992’de Türkiye’yi ziyaret eden Çin Halk Cumhuriyeti savunma bakanı Org. Qin Jivei ve beraberindeki askeri heyet ile yapılan görüşmelerde; iki ülke arasında hem savunma sanayi ve hem de askeri eğitim işbirliği faaliyetlerinin geliştirilmesi için, taraflar arasında bir çalışma grubu oluşturulması ve aşağıdaki hususlarda işbirliği yapılabileceği değerlendirilmiştir. 1- Askeri elektronik alanında AR-GE faaliyetlerinde işbirliği yapılabileceği, 2- Makine Kimya Endüstrisi Kurumu (MKEK) ürünlerinin Çin Halk Cumhuriyetine satışı ve MKEK ile Çin Halk Cumhuriyeti’nin en büyük savunma endüstrisi (silah, mühimmat, tank üretimi ve modernizasyonu) kuruluşu olan “NORİNCO” firmalarının işbirliğinde bulunabileceği, 3- Türk Deniz Kuvvetleri’nin küçük ve büyük tip çıkarma gemisi inşa imkân ve kabiliyetleri ile Çin Halk Cumhuriyeti’nin denizcilik alanındaki geniş imkân ve kabiliyetlerinden yararlanılabileceği. Nisan 1993’de Genelkurmay başkanı Org. Doğan GÜREŞ ve MSB. Nevzat AYAZ’ın Çin Halk Cumhuriyeti’ni ziyaretleri sırasında yapılan görüşmelerde; iki ülke arasında teknik heyet ziyaretlerinin başlatılması ve muhtemel işbirliği alanlarının tespit edilmesi konusunda mutabık kalınmış ve bir tutanak 144 Milliyet, ‘Uygurlara Yıldırım İnfazı”, 13.02. 1997. 254 imzalanmıştır. Çin HV.K.K. Org. Yu Zhen Wu, Hv.K.K.nın resmi konuğu olarak mayıs 1996’da Türkiye’yi ziyareti sırasında, 23 Mayıs 1996 Günü Gnkur.Bşk.Org. İsmail H.Karadayı’yı ziyaret etmiştir. Bu karşılıklı ziyaretler sürekli olarak devam etmiş ve her iki ülkenin harp akademileri arasında öğrenci mübadelesine hazır olunduğu bildirilmiştir. Buna göre Çin Halk Cumhuriyeti Milli Savunma Üniversitesine 15 Eylül – 18 Aralık 1998 tarihlerinde bir kurmay subay gönderilmiş, 1999 yılı için aynı kursa bir kurmay subayın gönderilmesi planlanmıştır. Her iki ülke arasında karşılıklı savunma allaşmaları da mevcuttur. Irak, İran ve Suriye’nin elindeki uzun menzilli füzelerin potansiyel tehlikesine karşı Türkiye, Çin’le karadan karaya 80 km menzilli füze üretimi için anlaşmış bulunmaktadır. Bu anlaşma dönemin Savunma Bakanlığı Müsteşarı Korgeneral Tuncer Kılınç’ın 29-30 Mayıs 1997 tarihleri arasında Çin’i ziyareti esnasında 23 Mayıs 1997 tarihinde imzalanmıştır. 15 Temmuz 1997‘de Bakanlar Kurulunca onaylanan bu anlaşma gizlilik nedeniyle Resmi Gazete’de yayımlanmadan yürürlüğe girmiştir. Bu anlaşma çerçevesinde iki ülke arasında özel işbirliği projeleri yürütülmektedir. SONUÇ Bu makalede Çin Halk Cumhuriyetinin gücü; ekonomik, politik, jeo-stratejik konumu ve askeri yapısı itibarıyla değerlendirilmiştir. Buna göre Çin; nüfus, askeri güç, ekonomi ve doğal kaynaklar açısından iyimser bir tablo çizmekte ancak bazı etnik milliyetçilik problemleri gibi iç politikayı ve istikrarı zaafa uğratabilecek yönlerden karamsar bir durum sergilemektedir. Etnik gruplara daha fazla demokratik bir ortam sunulup özerklikleri genişletmezse iç politikadaki istikrarsızlık dış politikayı da etkileyebilecektir. Hızla küreselleşen, bilgiye bir anda ulaşılabilen bir dünyada artık Çin’in kendi halkını diğer ülke halklarından soyutlandırarak mevcut siyasi sistemi koruması mümkün değildir. Gelişen bilgi teknolojileri sayesinde insanlar, özellikle üniversite çevreleri ve diğer entelektüeller bundan böyle dış dünyayı yakından gözlemleyip, özgürlük ve demokratikleşme hareketlerini yakından takip edip, kendilerine daha önceleri kötülenen ülke insanlarının ne derece hür olduklarını kavrayabilmektedirler. Çin, bu durumu göz ardı edemeyecek ve halkların özgürlüğü ve demokratikleşme yolunda önemli adımlar atmak zorunda kalacaktır. Çin’in dünyanın en hızlı kalkınan ülkelerinden biri olduğu, uluslararası politikada sözünün geçerliliği ve savunma sanayinin büyüklüğü dikkate alındığında, ülkemizin bu ülke ile ilişkilerini geliştirmede önemli milli çıkarları olduğu bilinmelidir. Bu ilişkilerin geliştirilmesinde ekonomik ve siyasi işbirliğinin yanında “Askeri boyut” da ihmal edilmemelidir ve önümüze çıkan fırsatlar değerlendirilmelidir. Ayrıca Çin’in en hassas yumuşak bir karnı olduğu bilinen Doğu Türkistan meselesinde de Türkiye elinden gelen siyasi beceriyi kullanmalı, şartları Doğu Türkistan ve Türkiye yararına yönlendirmesini bilmelidir. Çin’deki işgücü ve hammadde maliyeti diğer birçok ülkeye nazaran çok daha ucuzdur. Ayrıca, savunma sanayi işbirliği faaliyetlerinde maliyet önemli bir faktördür. Buna göre, Çin Halk Cumhuriyeti’nden, diğer sanayileşmiş ülkelere göre daha ekonomik şartlarda, savunma sanayiine ilişkin her türlü teknolojinin herhangi bir kısıtlamaya tabi olmadan transfer edilebileceği ve işbirliği yapılabileceği değerlendirilmelidir. 145 Bütün bunlar yetmiyormuş gibi, siyonis ve saldırgan ABD Çin-Japon gerginliğini tırmandırıyor! Japon hükümetinin Çin ve Güney Kore tarafından protesto edilen yeni tarih kitabının liselerde okutulmasına izin vermesine tepki gösteren Pekin, Tokyo yönetimini uyardı. Çin, Japonya’nın tartışmalı bölge Doğu Çin Denizi’nde gaz şirketlerine petrol ve doğalgaz aranması için izin vermesinin provokasyon olacağını bildirdi. Çin, Japonya’nın tartışmalı bölge Doğu Çin Denizi’nde gaz şirketlerine petrol ve doğalgaz aranması için izin vermesinin provokasyon olacağını bildirdi. Çin Dışişleri Bakanlığı sözcüsü Kin Gang, resmi haber ajansı Şinhua’ya yaptığı açıklamada, Tokyo Kaynak: Kemal Özden, Çin’in Yeniden Yükselişi: Jeo-stratejik Önemi, Politik Ve Askeri Gücü Ve Türkiye İle Olan İlişkileri, Avrasya Etüdleri, Sayı 19, İlkbahar-Yaz, 2001, s. 93–118. 145 255 yönetiminin bu yönde alacağı kararın Çin’in haklarına ve uluslararası normlara yönelik ciddi bir provokasyon olacağını belirtti. Kin, Pekin yönetiminin Japonya’yı protesto ettiğini ve daha ileri adımlar atma hakkını saklı tuttuğunu söyledi. Kin, Pekin’in sorunların görüşmeler yoluyla çözülmesini arzu ettiğini, Tokyo’nun bu bölgede sınır belirlemesini asla kabul etmeyeceklerini kaydetti. Japonya Dışişleri ve Ticaret Bakanlığı yetkilileri, şirketlerin Doğu Çin Denizi’nde petrol ve doğalgaz aranmasıyla ilgili başvurularının değerlendirilmesine bugün başlanacağını bildirmişti. Japonya’nın petrol ve doğalgaz aranmasına izin vermesi durumunda, Çin’in de Tokyo yönetiminin BM Güvenlik Konseyi’ne daimi üye olmasına yönelik girişimini engelleyebileceği bildiriliyor. Japonya Başbakanı Yuniçiro Koizumi, alacakları kararın Tokyo ile Pekin arasında düşmanlık yaratacağını düşünmediğini söylemişti. Çinli korsanlar, resmi Japon sitelerini bombardıman etti Japonya’da bazı resmi internet sitelerinin Çinli korsanların saldırısına uğradığı bildirildi. Japon medyasına göre, Çinlilere ait bir internet sitesinde, Japonya’nın emniyet ve savunma sitelerinin hizmet sağlayıcılarının felç edilmesi için çağrıda bulunuldu. Bir emniyet sözcüsü, “siber” saldırıyı doğruladı ve “Durumu araştırıyoruz. İnternet sitemize devasa boyutlarda bir taarruzdan söz edilebilir” dedi, ancak saldırının nerden geldiğini belirtmedi. Savunma Bakanlığı da, dün akşamdan bu yana internet sitesine girmekte sıkıntı yaşandığını açıkladı. Çin ve Güney Kore’deki Japon aleyhtarı hareketler, son zamanlarda internette sık sık “hacker”lık yapıyorlar. Geçenlerde de Japonya Dışişleri Bakanlığı’nın internet sitesi saldırıya uğramıştı. 146 146 Milli Gazete / 15 04 2005 / 256 “DARBE”YE DE HAZIR OLUN, HARBE DE! İngiltere merkezli IISS , “TSK darbe yapabilir” diye bir rapor yayınladı. Herkes bir anda aşırı tepki gösterdi. Halbuki bu tarzdan etüdler son zamanlarda Rusya’dan ABD’ye, İngiltere’den Fransa’ya, İtalya’dan İspanya’ya kadar bir çok ülkenin marjinal basınında yayınlanıyor. Burada işin özü böyle bir rapor yayınlanması değil; bu raporun Türk kamuoyuna şaşkınlık etkisi yapacak şekilde servis edilebilmesinde yatmaktaydı. “TSK darbe yapar mı” dan önce yurt dışına bakalım ; özellikle Batı’da , Doğu’da ve sair coğrafyadaki devletlerde “darbe” ile ilgili çıkan yazıların niteliğini tespit edelim. Öncelikle Türkiye’de “darbe” kavramının izlediği seyri ortaya koymak lazımdır. Türkiye’de; daha doğrusu küresel düzenin (siyonizmin) kontrolü elden kaçırdığı takdirde kaybedecek çok şeyi olduğu coğrafi düzenlerde; darbeler küresel düzenin derinliği ile orantılı olarak “postmodern” bir nitelik almaya başlamıştır. Masanın başında ne kadar şeytan varsa; o masada herkes masayı devirmemeye o kadar dikkat eder. Dolayısı ile; Türkiye’de “darbe”’lerin bir “kopuş” (sokaklarda tanklar, televizyonlarda bildiriler, v.s.) değil, bir “yoğun süreç”(intihar saldırıları, başbakana ciddi suikast ihbarları, esnaf eylemleri, savcılara brifing, v.s.) olarak yaşanma ihtimali gittikçe artmaktadır. 28 Şubat’ın “post-modern darbe” olarak nitelendirilmesi “darbe mekanizmalarının” ne kadar çeşitlendirildiğinin açık bir göstergesidir. Bu açıdan bakıldığında: şu anda Türkiye’de aynı anda iki ana “darbe süreci” yaşanmaktadır ve İngiliz IISS raporu; “bu darbe faillerinden birinin diğerini açığa çıkararak, zemini güçlendirme girişiminden” başka bir şey değildir. Öyle anlaşılıyor ki: Türkiye’de zamana yayılan dış destekli ve kaynaklı bir “sivil darbe”, halen yürürlüktedir. Ve IISS raporu ile bu “sivil darbe”ye karşı yapılacak bir “kontra-darbe”’ olasılığı azaltılmak istenmektedir. (Yani siyonizmin ve kirli derin devletin kontrolü dışında milli bir devrim ve değişim endişesini bertaraf etmektir.) “Darbe Analizi” İstihbarata mı, Analize mi Dayanıyor? Bir think-tank, merkezi: ya bir “istihbarat” üzerine ya da “olayların tarihi sürecine ve parametrelerine” bakarak analiz yapar. Ancak söz konusu think-tank batı coğrafyasında ise büyük ihtimalle “istihbarat”a dayalı analiz yapılıyordur. Bu tespitte yola çıkarak geçen aylarda İngiltere’de yayınlanan IISS raporuna baktığımızda , vaziyetin ciddi olduğunu düşünmeliyiz. Çünkü bu “istihbarat”ın ciddiye alınmasına sebep olacak en önemli unsur; haberi alan kişinin “fail” olma ihtimalidir. Yani; IISS raporunun içine sözkonusu bölümü gömen ve bu bölümü Türk kamuoyunda spot altına alma gücüne sahip görünen çevrelerin, bizzat Türkiye’deki “darbe süreçlerinin” (sivil veya kontra-darbe süreci) faili olma ihtimali hayli yüksektir. Bu ise Türkiye’nin “Milli Güvenlik Algılamalarını” , birinci dereceden alarma geçirmesini gerektirecek” acil bir durumdur. Çünkü birileri dışarıdan akıl sattığını ve müdahale ile sonuç alındığını ve hatta olaylara doğrudan müdahil olduklarını itiraf etme konumundadırlar. Yok eğer IISS “darbe geliyor” tespitini “olayların tarihi süreçten parametrelerden akışından” analiz etmişse durum darbeyi istihbarat etmekten daha önemlidir. Gerçekten de itina ile görmezden geldiğimiz: Küresel çetenin ve sömürgeci sermeyenin feryadı; uçağın kontrolünün kaybolduğunu ve pilotun “kuleden” gelen (dış) talimatlarla (!) uçağı yere indirmeye çalıştığını gösteriyor! (Karanlık güçlerin ülkemizdeki kontrolü kaybetmiş olmaları, en azından karşı bir gücün varlığını ortaya koyması bakımından, bizi sevindiriyor.) Yani IISS’nin ortaya koyduğu “Darbe geliyor.” tezi; hangi darbe, ne zaman ve ne ölçüde sorularına muhatap olmadığı sürece; Türkiye’deki “darbe” dinamiklerini basite indirgeyen ve dolayısı ile bir analizden çok; bir istihbari ön hamle olma özelliğinden başka bir anlam taşımıyor. Türkiye’de masonik merkezler tarafından ve klasik anlamda niye bir darbe olamayacağının 257 sebeplerini sıralamak gerekirse: 1. AB’ye üyelik sürecinde yaşanacak bir darbenin AB ile ilişkilere etkisinin vebalini ve özelikle uluslar arası arenada yaşanacak sorunları hiçbir kurum taşıyamaz. (Bu cümlenin tersten okunması; Türkiye’de klasik bir darbeden en fazla Türkiye’yi AB dışında tutmak isteyen güçlerin faydalanacağı şeklindedir) 2. 28 Şubat süreci ile iyice yıpranan Türk Silahlı Kuvvetleri; bu tarz bir eylemle daha da zedelenmeyi göze alamaz. 3. Darbeye “meşruiyet” sağlayacak kamuoyu yaratma mekanizmaları 1980’lerin öncesinde olduğu gibi artık tek elden değil; bir çok farklı gündeme sahip iç ve dış odak tarafından yönlendirildiğinden; darbe öncesi yaratılması gereken “toplumsal meşruiyet zemini” ancak çok geniş ve kapsamlı bir arka plan konsensusu ile mümkün olabilir ki; Türkiye’deki mevcut dağınıklığın sebebi zaten arka plan güçleri arasında böyle bir konsensusun olmamasıdır. 4. Türkiye’de ki her kurum gibi Türk Silahlı Kuvvetleri’de lojistik, teknolojik ve doktrinel olarak son 10 yılda iyice dışa eklemlenmiş konumdadır ve gelinen noktada kurum içi dengelerin (kurulması ve korunması) tesisi öncesine göre çok daha meşakkatli bir hal almıştır. Yukarıdaki maddeler Türkiye’de neden klasik anlamda bir darbe olmayacağını ortaya koyarken aşağıdaki maddeler, ise: “nasıl klasik anlamda bir darbe olur” sorusuna yanıt aramaktadır: 1. Klasik darbe metinlerinden yola çıkarak, Türkiye’nin rejimine, anayasal sistemine, bütünlüğüne yönelik iç veya dış kaynaklı bir gelişimin “sürekli ve gözle görülür bir tehdit” seviyesine çıkartılması ve sivil siyasetin bu tehditi bertaraf etmede kilitlenme noktasına gelmesi durumunda… 2. Türkiye’nin geleceği ve bölgedeki rolü konusunda, TSK ile dış odaklar arasında bir görüş birliği konusunda pratiğe dökülmüş bir zeminin oluşturulması durumunda 3. TSK içinde müdahalenin gerekliliği, şekli ve zamanlaması konusunda basınç ayarlarındaki dengelerin tutturulması durumunda 4. İç ve dış sermaye odaklarına “darbe” sonrası dengeler konusunda gerekli güvencelerin ve hatta tavizlerin verilmesi durumunda ancak mümkün olabilir. Yukarıdaki “darbe neden olur ve neden olmaz” maddeleri; Türkiye’nin mevcut kaotik ortamında TSK’nın durup dururken klasik anlamda bir darbe yapması için gerekli argümanların olgunlaşmasının ne kadar zor olduğunu ortaya koymak içindir. Bu durumda İngiltere’deki bir stratejik araştırma kurumunun (siz bunu MI6’ın strateji kolu olarak okuyun)yaptığı tespitin; Türkiye hakkında onlarca yapılan tespitten biri olması gerekirken bir anda Türkiye gündeminin ana maddesi haline gelmesi ve hatta AKP kadroları üzerinde şok etkisi meydana getirmesi ne ile açıklanabilir: 1. AKP, “asker” öcüsü ile bir kez daha korkutulmuş ve AKP kadrolarının “dış ve iç destek” ihtiyacı arttırılmıştır. Bu rapor; AKP hükümetinin iktidardan olmasa bile; güçten düşürülmesi yolunda önemli bir rol oynamıştır. 2. Darbe ihtimalinden söz etmekle, öncelikle hükümetin iktidar olma azmine “darbe” vurulmuştur. Artık bürokrasi AKP hükümetinin gidici olduğunu düşünme eğilimine itilmiş ve bu şekilde AKP’nin bürokrasi mekanizmaları üzerindeki kontrolü zayıflatılmıştır. 3. Ordunun da darbe ile ilgili haberlerin hemen ardından müdahale etmeyeceği kesin gibidir. Yani müdahale için trajik şartlar oluşsa bile, kısa ve orta vadede bu kararı vermenin teknik zorluğu ortadadır. Rapor bünyesinde yer alan “bakan ziyaretleri” senaryosu; bu yönde mevcut bir plan olsa bile bu planın gerçekleştirilme zeminini yok etmiştir. Kısacası askerin hareket alanı daraltılarak; sözde bir darbe uyarısı, ile sivil bir darbe gerçekleştirilmiş bulunmaktadır. 4. IISS’nin raporu; hem içeride hem dışarıda zihinlerde “acaba” sorusunu oluşturmuştur. Rapor içeride ve dışarıda “kısa ve orta vadede gerçek iktidar kim olur?” sorusunu sormaya sebep olacak bir zemini hazırlamıştır. 258 Eğer resmi, yukarıdaki gibi algılamamız gerekiyorsa ki kesinlikle öyle algılamalıyız. Türkiye bir (dış darbeye maruz kalmıştır.) Darbenin (raporun) sonuçlarını sıralamamız gerekirse: 1. Hükümeti ve TSK’yı yani Türkiye’yi hem iç hem dış -ve özellikle bölgesel- fonksiyonları ile bloke ederek ülkemizi bir müddet bitkisel hayatta tutacaktır. Türkiye dışarıdan pasif ama etkili, geniş ve kapsamlı bir darbe ile otomatik pilota bağlanmıştır. Bu sürece ne TSK’nin ne de hükümetin müdahale etmesi istenmektedir. 2. TSK’ya ve hükümete “Aranızdaki uyumu bozun. Bunu siz kendiliğinizden yapmaz iseniz biz yaparız.” tehdidi gönderilmiş ve hükümet ile TSK’nın zaten kurmakta hayli zorlandıkları uyumu bir kez daha sabote etmiştir. 3. Türkiye’nin Anayasa’sı ve kuruluş paradigması bir yerlerde yeniden yazılmıştır. Kurgunun bittiği, yeni paradigmanın hazır olduğu bildirilmiştir. (Bu paradigmanın temel unsuru Türkiye’nin federal bir yapıya oturtulması tezidir) Ve Anadolu’nun bölünme sürecidir. 4. Türkiye’deki mevcut yönetici elitin; yenisi ile değiştirilmesi projesinde; yeni yönetici elitin eline ciddi bir teorik platform verilmiştir. Planın diğer parçaları: Yukarıda nedenleri ve sonuçları ile ele almaya çalıştığımız süreci tamamlayan bazı diğer ögeleri de sıralamakta fayda olduğunu düşünüyoruz. 1. Sabancı , Türkiye’nin güneyindeki varlıklarını durduk yerde satmaya kalkmadı. Bir bildiği vardı! 2. Abdülmelik Fırat; Milliyet’ten Derya Sazak’la yatığı görüşmede; “İngilizler, Kürtlere değil, Mustafa Kemal’e yardım ettiler” derken aynı tarihlerde Avrupa Parlamentosu Türkiye’deki “Kemalizm”’i masaya yatırıyordu. Türkiye’deki “Atatürk” ve yan imgelerinin (Bkz. 19 Mayıs tartışmaları) bu kadar yüksek perdeden ve aynı anda tartışmaya açılması ve “Atatürk” ile “Kürt sorunu” imgelerinin yan yana getirilmesi Türkiye’nin altındaki en eski halının çekilmeye başlandığının göstergesidir. 3. Rahmi Koç’un emekli olduğu görüntüsü altında görevini Mustafa Koç’a devretmesinin hemen ardından Mustafa Koç’un küresel sermayenin vitrini Financial Times’a verdiği demeçte; “Uluslararası alanda agresif bir büyüme politikası izleyeceklerini” vurgulaması ve Koç ve Sabancı’nın cirolarının çoğunluğunu Türkiye’den değil yurtdışından elde etmek üzerine planlar yapması çok dikkatli okunmalıdır. (Türkiye’de bunca özelleştirme varken Koç’un içeride değil de dışarıda agresif olması neyle açıklanabilir) 4. Kürtler bir kere daha uluslararası politikada meze olma yolunda ilerlerken; “bir araba altında kalacaksak bu kamyon olacağına, mercedes olsun” tezi üzerinden hareket etmekte ve sanal bir “özgürlük” adına kendi bağımlılıklarının temellerini kendi elleri ile yıkmaktadırlar. Türkiye’de “Kürt realitesini”, “liberal demokrasi” maskesi altında kamuoyuna ve siyasi sisteme enjekte edecek sermaye altyapısı ise şimdiden hazırlanmaya başlanmıştır. TÜSİAD’ın cilasının kazındığı bir ortamda TESEV bünyesinde yaşanan gelişmeleri yakından takip edenler; Türkiye’nin yeni sermaye haritasının yeni siyasi proje ile nasıl örtüştüğünü de göreceklerdir. Ordu da Hükümet de Eylemsiz mi Kalacak? Kesinlikle evet. Çünkü 28 Şubat sonrası; İslamcılık da, TSK da birer içi boş üniformaya döndürülmüştür. Küreye uzaydan bakabilenler; “Türkiye engellenemez” sloganını duyduğunda “bıyık” altından gülümseyerek “Türkiye zaten engellenecek bir şey yapmıyor ki” tepkisini verirken; Türkiye’nin bütün siyasi, toplumsal ve askeri kırmızı çizgilerinin nasıl bir erozyona maruz kaldığının da altını çizmektedirler. Bu durumda ne olursa olsun “Ordu demokrasiye bağlıdır.” ve bu “bağlılık”; Türkiye’de “darbe” kavramının metamorfoza uğrayarak şekil değiştirmesine ve darbelerin bir kopuş olarak değil; bir süreç olarak yaşanmasına neden olmaktadır. 259 Son söz : “Tasfiye başlamıştır; Tadilat nedeniyle bir müddet kapalıyız !”147 Kim ne derse desin; Dünya köklü bir dönüşüm ve değişime hazırlanıyor… Gerekirse, darbeler de, Harpler de olacak… Siyonizm’in saltanatı yıkılacak… Türkiye merkezli, milli bir “inkılap”la Yeni bir Dünya kurulacak… Her din ve düşünceden, farklı kültür ve kökenden bütün insanlığı kurtarıp kucaklayacak bir İslam (Barış ve Bereket) Medeniyetinin mimarlarına selam durulacak!.. 147 www.sesar.com.tr / Darbe Üzerine Çeşitlemeler. 260 SOROS’A GÜVENEN, KAOSA GİDER Bu tespitler bir “felaket tellallığı”nın değil, “stratejik öngörüler”in doğal bir sonucudur. İktidarda “Küresel Protein” Kaybı Var! Erkan Mumcu istifasının AKP’de açtığı yara ve ardından gelen diğer kopmaların yarattığı sıcak hava dalgasından sonra “Kızılcahamam Simidi”ne sarılarak ortamı soğutmaya çalışan Erdoğan, kampta sergilediği yüksek performansla “parti içindeki çözülmeler”i beklemeye alma başarısını gösterebilmişse de, gözlerini çevirdiği asıl makamlardan istediği tepkileri henüz alabilmiş değil. Aldığı “küresel protein”lerle iktidar maratonunda ipi göğüslemeyi başaran sayın başbakanın 1 Mart’taki “tezkere kazası”nda ayağı kayıverince, ister istemez “küresel istasyon”larda da bazı “arızalar” çıkıverdi! Kızının diploma törenini resmi bir ABD teması haline getirmeyi amaçlayan Erdoğan’ın bu talebinin aylarca askıya alındığının ve kendisine randevu verilmediğinin ABD’li diplomatlardan biri tarafından açıklanması ise, “küresel iletken”lerde yaşanan “yalıtım problemi”nin bir işaretiydi... Öncelikle terörist duruşu konusunda fazla cüretkar laflar ettiği İsrail’e gitmesi, ancak daha sonra ABD yollarına düşmesi tavsiye olunan Erdoğan’ın bu tavsiyelere uygun hareket etmesi de bir “küresel zaruret” haline geldi…Tıpkı çiçeği burnunda iktidarın dış temaslarında saklı “kerametler” gibi! İkinci Dünya Savaşı’ndaki Sovyet Zaferi’nin Rusya Kızıl Meydan’daki 60. Yıl Kutlamaları sırasında Bush’la biraraya gelme şansına erişen başbakan,a sonunda vize verildi. Liderlik Beklentisi Arınç’ı Fena Açtı! “Filistin ve İsrail arasında arabuluculuk yapmaya hazırız!” diyerek İsrail Yolları’na düşen ve Şaron’un “istiskali”ne kapı açan sayın başbakan “sion makamları”nı arşınlarken, Sayın Bülent Arınç da “T.B.M.M. Başkanı” sıfatı ile demokratik düzlemi tırmalayan sıcak açıklamalarına hız verdi! Ancak hemen belirtmek lazım ki, diplomatik çevrelere göre Şaron’dan “Sen önce kendi sorunlarını çöz, daha sonra arabuluculuğa soyunursun!” yönünde tepki alan başbakanın bu fedakar girişimi de beklenen sonucu vermedi! Erdoğan-Gül arasında ivme kazanan “parti içi liderlik yarışı”yla birlikte “2007 cumhurbaşkanlığı seçimleri” de yaklaşmaya başlayınca, Sayın Arınç’ın sivri söylemleri ise birden ivme kazandı! Gerçi kendisi “siyasi rant” peşinde olmadığını dile getiriyor ama Demokrat Parti Dönemi’nin talihsiz açıklamalarını andıran “İstersek Anayasa Mahkemesi’ni kapatırız!” gibi son derece kışkırtıcı söylemlerin kendilerini nereye götürebileceğine de fazla kafa yormuyorlar anlaşılan! Türk Siyasi Süreci içinde Adnan Menderes’e ait “Siz isterseniz hilafeti bile geri getirirsiniz!” söyleminin, demokratik refleksler açısından “12 Mart” ve “12 Eylül”den çok daha farklı bir kategoride değerlendirilmesi gereken “27 Mayıs”ı getirdiği düşünülürse; bu noktaya eğilmelerinin kendi siyasi gelecekleri açısından oldukça faydalı olabileceği öngörülebilir! Gerçi sayın başbakan iktidara gelinen günlerin akabinde “Biz Demokrat Parti’nin devamıyız!” cümlesini kurduğunda muhtemelen aynı sonu paylaşabileceklerini kastetmemişti ama; Menderes de o sözü söylediğinde böylesi bir sonu yaşayacağını düşünmüyordu zaten! Yani hiç arzu etmesek dahi tarihin tekerrür etmesi de muhtemeldir, çünkü takvimler zaman zaman önemli bedeller ödenmesi durumuna rağmen tarihin tekerrür ettiğini belgelemiştir. Sonuçta siyasi irade, dış ve iç siyaset alanındaki telafisi zor hatalarıyla abartısız bir “milli güvenlik sorunu” haline gelmektedir! Milli Güvenlik Sorununa Dönüşen AKP Ve “Tarihi Kareler” Uluslararası ödüllü danışmanlarınca “itina” ile yönlendirilen başbakanın “Ülkenin huzur atmosferini bozacak bir erken seçime müsaade etmek ülkeye ihanettir!” açıklaması gidebildiği yere kadar gidedursun; biz de bu “huzur” atmosferinin beslediği “saatli bombalar”a bir zoom yapalım. Aslında sayın başbakana hak vermemek elde değil tabii! Ülke gerçekten de oldukça sakin günler geçiriyor! Ancak bu sükunetin “huzur”u değil, son derece geniş alanlara yayılmış bir “kaotik ortam”ı beslediği de sadece bizim gördüğümüz bir durum değildir umarız! Zira ekonomi bakanının rakamlarla ilgili “yüz güldüren 261 açıklamalar”ı gitgide yaklaşan “kriz ortamı”nı bertaraf etmeye yetmediği gibi, “AB süreci”nde verilen “tavizler” de ülkeyi gitgide daha da genişleyen bir “sorunlar silsilesi”yle başbaşa bırakıyor. Ve işte tek başına iktidarın “tarihi kareler”i… 1- “EKONOMİK KISKAÇ” VE SEFALET FURYASI Arjantinleştirilen Türkiye “Özelleştirme Furyası”na Start Verildi! AB Koşusu’na ayak uydurabilmek adına verilen “tavizler” ve “küresel doping”lerin en önemli “yan etkisi” olan “IMF Dayatmaları” sürerken; sağlıklı bir “yerleşim” için “misyonerlik çalışmaları”na yapılan yatırımlarla “dışarıya toprak satışları”ndaki kolaylaştırmalar da hız kazanıyor. Yerleşilecek zeminin sağlıklı inşaası için “ekonomik pazarın genişletilmesi” ise en önemli adım! Tıpkı 2001 Arjantin Krizi’nden önce ülkede açığa çıkan “özelleştirme furyası”nda olduğu gibi 2005 Türkiyesi’nde de ekonomik kalkınmanın formülü, yerli ya da yersiz “özelleştirme” olarak tanımlanıyor. Koç’la Sabancı’nın uzlaşmazlığı, ne ilginçtir ki Fransız Devi Carrefour’un işine yarıyor ve Gima ile bünyesindeki Endi hisseleri de bu firmada kalıveriyor! İsveçli Mobilya Devi IKEA ise; ilk dev mağazasını “son 550 yıldır İstanbul” olmasına rağmen Konstantinopolis’te açıyor belki! Ve tüm bu gelişmelerle de, “tekstil”den sonra “mobilya üretimi gibi emeğe dayalı bir sektör”ü daha yabancılara açarak “işgücü piyasalarının kontrolü”nü kaybetme noktasına getiriliyoruz. Dışbank’ın Belçika’ya satılmasından sonra Doğan Yayın Holding’in Kanal D ve CNN Türk hisselerinin bir bölümünü Deutsche Bank AG’ye devretmesi yönündeki girişimleri ise beklendik bir gelişme. PETKİM, TÜPRAŞ, SEKA adımlarının yanısıra dünyanın üçüncü zengini olan Lakshmi Mittal’ın sahibi olduğu İngiliz Mittal Steel Şirketi, İzmir Demir Çelik’in akabinde Erdemir’e de gözdikiyor ve bu kankaybı medya tarafından bir “istila” değil “başarı” olarak lanse ediliyor. Aslında son dönemde fazlasıyla hızlanan bu kaygı verici devir süreci, geçtiğimiz yıllarda da örneklerini gördüğümüz bir kurgu. 1995’te Komili’nin Unilever’e satılması; 1998’de Tikveşli Gıda ile 1999’da Ankara Birtat hisselerinin Danone’ye, Kar Gıda hisselerinin ise ABD’li Kraft’a devredilmesi; 2002 Yılı’nda Sanko Holding bünyesindeki Sansu’nun Nestle’ye satılması ve 2003’te de Şaşal Su’nun Danone SA bünyesine girmesi gibi. Alo ve Mintax markalarının yaratıcısı Dürüst Ailesi’nin 1987 Yılı’nda tüm hisselerini Procter and Gamble’ye satmaları, 2000’de önce Sabancı tarafından satın alınan Birtat Hisseleri’nin daha sonra tamamen Danone’nin eline geçmesi ve Dosan Konserve’nin 2001’de Unilever’e satılması da diğer örnekler. Ancak geçmişteki bu tekil örnekler, son dönemdeki özelleştirme sürecinin hız ve kapasitesiyle mukayese edilemeyecek cinsten. Bu genişlemeye bir örnek de Yapı Kredi’nin Koç ile birlikte İtalyan UniCredito’ya satışı verilebilir. Tüm bu “dış hareketlilik” kapsamında hükümetin 4.6 milyar Dolar olarak hedeflediği “doğrudan yabancı sermaye girişi”nin kotayı zorlaması ise kaçınılmaz. Yeni şirket sayısında % 25’lik artış ve Çaykur gibi önemli “yerli kaleler”in “pazarpayları”nı Lipton, Sir Winston gibi isimlere kaptırmaları da sözkonusu bu sürecin doğal bir uzantısı. Osmanlı’yı “kapitülasyonlar” ile yerin dibine batıranların bugün Türkiye’yi “batan geminin malları” pozisyonuna düşürmelerine ise nedense hiçbir tepki verilmiyor... Türk İşadamları’ndan, Yabancı Sermayeye Destek Mesajları..! Start alan “özelleştirme” süreciyle birlikte “yabancı sermaye krallığı” gitgide büyürken, Türk İşadamları’ndan da ilginç değerlendirmeler geliyor. İzmir Sanayici ve İşadamları Derneği’nin “İş dünyası paylaşıyor!” başlıklı toplantısına katılan Ahmet Nazif Zorlu, “Yabancı sermaye gelecek. Bundan hiçbir şekilde kaçamayız! Global ekonominin içinde yerimizi alamazsak ırgat gibi çalışan oluruz. Özelleştirmeyi 20 seneden beri yapamıyoruz. Devlet ticaretten elini çektiği vakit yabancı sermaye gelecektir.” demiş ve ince yağcılıktaki rakipsizliğini iyi bildiğimiz Sabah Gazetesi Yazarı Mehmet Barlas da “Gözlem”lerinde Zorlu’nun ‘Global Ekonomide Olamazsak Irgat Gibi Çalışan Oluruz!’ söylemini manşete çekmiş. Global ekonomide yeralmak, yavaş yavaş tüm pazarımızı dış piyasalara 262 kaptırmak anlamına mı geliyor acaba? Tansaş’ın satışı için ABN AMRO’ya yabancılarla görüşme yetkisi veren Doğuş Holding Yönetim Kurulu Başkanı Ferit Şahenk ise “Globalleşme budur. Perakendede yabancıların payı daha da artacak.” demiş. Bu globalleşme merakı umarız daha önce yayınladığımız “Türkiye’yi Türksüzleştirme Politikası” dosyasının ekonomi ayağını oluşturmaz... Sanal İvme, Sanal Ferahlık Arjantin ve Türkiye arasında “özelleştirme furyası”ndaki “tehditkar benzerlik”e eklenebilecek daha pek çok ortak nokta var aslında. Bunlardan en önemlisi de; krizin, 1991 Yılı’nda Ekonomi Bakanı Cavallo’nun piyasaya pompalanan “neo-liberal ekonomik program”ının 1991-1994 Yılları arasında Arjantin’i % 7.7’lik bir büyümeye taşımasının ardından gelişi olsa gerek! Bilindiği gibi Türkiye de şu anda ekonomik parametreler açısından oldukça “sevindirci” gelişmeler yaşıyor! Arjantin sözü edilen bu “verimli” dönemde, gelişmekte olan ülkelere model gösterilerek “dünya starı” olarak pazarlanmış, ülkede gümrükler indirilmiş, verilen büyük medya desteğiyle “hızlı bir özelleştirme süreci” başlatılmış ve “çokuluslu şirketler”e de “sınırsız davetler” gerçekleştirilmiştir. Ancak tüm bunlarla birlikte IMF, Ekonomi Bakanı Cavallo’dan “kamu harcamalarında kısıtlama” istemiştir. Bu istek dahilinde hükümetin IMF ile yaptığı anlaşma gereği önce 1000 Peso’nun, daha sonra da 500 Peso’nun üzerinde maaş alan kamu çalışanlarının ücretlerinde % 12 ile % 15 arasında “indirim”e gidilmiştir. Bilmiyoruz bu size, IMF Birinci Başkan Yardımcısı Anne Krueger’in yakın tarihteki Türkiye teşriflerinde yaptığı açıklamaları anımsatıyor mu? Hani şu “ülkedeki asgari ücretin çok fazla olduğu yolundaki o gerçekçi” açıklama”sını! Bayan Krueger’e göre brüt 488.7 YTL’lik “astronomik ücret”, “kayıtdışı istihdam”ı körükleyeyip işsizliği düşürmeye engel teşkil ederek ekonomik aktiviteye set çekecek denli önemli bir sorun! Kendisine yöneltilen “Peki siz 270 Dolar ile geçinebilir misiniz?” sorusunun yanıtı ise; “Geçinmek zorundasınız!” şeklinde. Daha net bir ifadeyle, “O benim değil sizin sorunuz!” diyor. Hani şu “Ekmek bulamıyorlarsa pasta yesinler!” diyen kraliçe misali! Türk Halkı’nın ne kadarla geçineceği değil, Türkiye’nin ne kadar “verimli bir pazar” olabileceği önemli elbet! Derinleşen Uçurum Arjantin ile olan cansıkıcı benzerliklerden bir diğeri ise; uygulanan ekonomik programla “sanal istatistikler” yaratıp “büyüme” mesajı verilirken “orta direk sınıf”ın daha da yoksullaştırılmasıdır. Arkası krize dayanan 90’lardaki “sanal ferahlık” öncesinde hüküm süren (1976 – 1983 yılları arasında) “askeri yönetim” ve sonrasında işbaşına gelen “popülist iktidarlar” da, “demokratik süreçteki istikrar” ve “sosyal patlamalar” anlamında hayli kaydadeğer örtüşmeler! Zira “toplumsal güvensizlik duygusu”nun tırmanmasıyla Aralık 2001 Ekonomik Krizi’nden sonra yaşanan olaylar ve ülkeyi saran “ahlaki bunalım”, tam da bu kurgunun ürünü olan bir final. Sonuçta kriz Arjantin’e birdenbire gelmedi. “43 ay süren durgunluk”, “işsizliğin % 20’lere taşınması”, “ihracaatın azalması”, “ithalaatın artması”, “vergi gelirlerinin düşmesi”, “toplumdaki dışlanmışlık ve karamsarlık duygusunun yükselmesi”, “iktidara ve siyasilere olan güvensizliğin ayyuka çıkması” ve “uluslararası piyasalara olan 141 milyar Dolarlık borcun ödenemeyeceğinin söylenmesi” üzerine 20. Yüzyıl’ın başında “dünyanın en zengin 7 ülkesi” arasında yer alan, 1930’lara kadar da “global güç” olan ülkede iflas ve sosyal patlama! 2000 – 2001 Dönemi’nde sendikalar 7 kez genel grev yapmışlar ve bu grevlerden biriyle de cumhurbaşkanı yardımcısının istifasına neden olmuşlardır. “14 Ekim 2001’de yapılan milletvekili seçimleri”nde “seçime katılma oranı” ise son derece düşmüştür. “Gizli oy” esasına göre oy verilen ve oy vermenin “yasal bir zorunluluk” olduğu Arjantin’de seçime iştirak ilk defa % 55 seviyelerinde düşmüştür. Kriz ile siyasilere tepki veren seçmenin % 45’i bilinçli olarak “geçersiz oy” kullanmıştır. Bu “kaotik süreç”in öncesinde yaşanan “bahar havası” ise; “kaos”un en temel nedenidir! Bu bağlamda son dönem Türkiye’sinde pompalanan “ekonomik kalkınma” anlayışının öncesi ve sonrası için ürkütücü benzerlikler taşıyan gelişmelerle yüzleşmemek, sanırız olanaksız! Unutulmasın ki, Arjantin Krizi patladığında enflasyon % - 2, reel faizler ise % 8 – 9 düzeyindeydi. Sonuçta makro ekonomik göstergelerin iyi olması herşeyin 263 yolunda olduğunu yazık ki göstermiyor... Ekonomik Parametrelerden Önemsiz Notlar! 2005 Yılı Mart Ayı’nda 2.8 milyar Dolar’a çıkan cari açığın yıl sonunda 20 milyar Dolar’ı aşması beklenirken IMF ile yapılan anlaşmalar da sürüyor. Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Murat Başesgioğlu “IMF’nin siparişiyle reform yapmıyoruz!” diyedursun, Uluslararası Para Fonu (IMF) İcra Direktörleri Kurulu’ndan çıkan onayla yeni Stand-by Anlaşması da devreye girdi. Üç yıllık yeni anlaşma ile Türkiye fondan 10 milyar Dolar’lık finansman desteği alacak. IMF Başkanı Rodrigo de Rato’nun “Türkiye’nin son yıllardaki performansından memnunuz!” açıklamasını tebessümle karşılayan Ekonomi Bakanı Ali Babacan’ı ise tebrik eden çok! Ancak açık gitgide büyürken alınan kredi desteklerine yenilerini eklemek ne zamandan beri başarı olarak algılanıyor, bunu anlamak bir hayli güç..! Soros Çıkarması: “Açık Toplum” hareketi ile dünyadaki dengeleri değiştiren adam Geogre Soros, Haziran’da Türkiye’ye geldi… Bu arada, acaba acar gazeteciler tarafından peşpeşe patlatılan “Soros röportajları”nın sırrı ne idi? Türkiye yatırımlarıyla ilgileneceğini söyleyen 11 Milyar Dolar’lık (yaklaşık 15 trilyon) servet sahibi para sihirbazı Sayın Soros, AB yolundaki Türkiye’ye destek verecekmiş. Güney Afrika, Macaristan, Sırbistan, Gürcistan, Ukrayna, Şili ve Kırgızistan derken Türkiye’ye verilecek bu destek umarız beklenmedik sürprizlere kapı açmaz! Macar asıllı Amerikalı borsa cambazı Soros; verdiği röportajlarda Türkiye’nin, “Daha önemli bir ülke düşünemiyorum!” diyerek altını çizdiği “stratejik konumu” ile AB mücadelesinden övgüyle sözediyor ve “Maddi manevi her türlü desteği vermeye hazırım!” diyor. Ancak Bay Soros’un dünya üzerinde klasik hale getirdiği yöntemlerine bakınca bu destekten kaygı duymamak olanaksız. Zira 90’lı yılların başında İtalyan, İngiliz ve İsveç borsaları üzerine yaptığı “spekülasyonlar”la ünlenen Soros’un izlediği yöntemler oldukça ilginç! Önce ekonomisi istikrarsız bir ülke bulunur. Ardından çeşitli alanlarda “büyük yatırımlar” yapılır. Sonra “spekülasyonlar” gelir ve bu spekülasyonlar sonucunda da “büyük vurgunlar” yapılır. Sonuçta ise dünyanın en büyük şirketleri de Soros’un izinden gittiği için, borsasını karıştırdığı ülkelerin ekonomisi göçme noktasına geliverir... Kretschmer’den AB İncileri! CHP İstanbul Milletvekilliğinden ayrılıp BM Kalkınma Başkanlığı’na getirilen Sayın Kemal Derviş ayrıca AKP’nin ekonomi politikalarını överek, “Bu kalkınma hızı sürdürülürse AB yolu oldukça açık!” diyor. Anlaşılan kendisinin AB Komisyonu Türkiye Temsilcisi Hans Jörg Kretschmer’in AB süreci ile ilgili olarak Türkiye’ye olan methiyelerinden pek haberi olmamış! Kretschmer yaptığı açıklamada “Türkiye’nin AB standartlarını yakalayabilmesi için dokuz fırın ekmek yemesi lazım!” diyor. “Avrupa Konseyi’nin 17 Aralık kararına rağmen Türkiye AB üyeliğini sağlayacak gerekli reformlardan çok uzakta! Rumlara ‘Gümrük Birliği Vizesi’ verilmeli, Ermeni Sınırı acilen açılmalı, Türk Ceza Kanunu yürürlüğe girmeli ve hukuk reformu tamamlanmalı!” şeklinde konuşan AB temsilcisinin reçetesi uzayıp giderken, iktidarın “AB Yolu’nda gevşeme yok!” mesajı da sükunetle sürdürülüyor. Ne diyelim, Allah’tan umut kesilmez tabii! Ayrıca Kretschmer’in AB sürecindeki soğumalarla ilgili yorumuna “O da kim oluyor?” şeklinde tepki veren Dışişleri Bakanı ve Başbakan Yardımcısı Sayın Abdullah Gül’e de yardımcı olalım! Kendisi “AB Komisyonu Türkiye Temsilcisi”dir... 2- “AB AÇMAZI” AB’ye Kilitlenen Türkiye’ye Uluslararası Öğütler AKP’nin, AB yolunda yel değirmenleriyle savaşmaya devam eden “tarihi fotoğraf”ına gelince, tüm “taviz” ve “dayatmalar”a rağmen “Üyelik mücadelesinde gevşeme yok!” diyerek “bile bile lades maratonu” sükunetle sürdürülmektedir. “Türk antipatisi” olan keskin bir ismin papa seçilmesi ise tamamıyla 264 bir “artı değer”! AB yolunda maruz kalınan beklendik şamarların periyodik açılımları aralıksız sürdürülürken, AB yokuşlarında oyalanmak yerine Asya’ya açılmamız gerektiği gerçeğini ise ne ilginçtir ki yabancı diplomatlardan dinliyoruz! İngiltere Muhafazakar Parti Dışişleri Sözcüsü Lord David Howell, “Türkiye Cumhuriyeti olarak AB’ye saplanmayın, Asya’ya gözünüzü dikin! Üstün konumunuzu kullanın!” diyor. Demek ki öyle bir konumumuz var! Ancak bu konumu doğru hamleye çevirecek siyasi irade “ABD postası özel danışmanlar”ının peşisıra gidip alet olduğu ABD ve İsrail programlı “diplomasi ticareti”ni körüklerken, nasıl yapılabilecek ki bu? Asya Kalkınma Bankası (AKB) Başkanı Haruhiko Kuroda ise; “Türkiye’nin tarihsel ve kültürel bağları sebebiyle Orta Asya’da büyük bir potansiyeli var. Türkiye bu potansiyelini kullanırsa çok büyük bir güç haline gelir. AB’ye üye olunsa bile Asya ile ilişki güçlendirilmeli. AB kadar Asya’nın da güçlü bir Türkiye’ye ihtiyacı var.” diyor. Ne var ki; çözümü AB kapısında gören “siyasi irade”, “Onlar ortak biz pazar!” söylemini klasikleştirmeye bir hayli kararlı görünüyor… Milletler Cemiyeti’ne Girişte Verilen Onurlu Yanıttan Bugüne Henüz 9 yaşında olan Türkiye Cumhuriyeti’nin 1932’de Milletler Cemiyeti’ne girişi, bugün AB kapısında “paspas” olan siyasi iradelerin verdiği çabalardan çok daha farklı bir karakterde gerçekleşmiştir. Zira Atatürk’ün “Milletler Cemiyeti’ne girecek misiniz?” sualine verdiği yanıt, “Bizim öyle bir talebimiz yoktur! Ancak bir davet gelir ise icabet ederiz...” şeklinde olmuştur. 1930’lu yılların İsviçre’sinde “Asillerden başka kimse giremez!” yazılı kapı önünde yaka paça dışarı atılan vatandaşımızın mektubu üzerine, ülkeyle tüm diplomatik ilişkileri kesme pahasına, aynı kapıya “Asillerden ve Türklerden başka kimse giremez!” yazısını astıran bir Ata’nın bu onurlu duruşundan, Türk Askeri’nin başına çuval geçirmeye kalkışanlara karşı neredeyse gıkını çıkartmayan bir siyasi erke kadar uzanan tahammülü zor bir süreç var artık Türkiye’de... “Rüzgara Karşı Yürüyen Adam” Şiire Merak Salınca... Sayın başbakan, Türkiye’nin siyasi süreci içinde her daim “açılamayan kapı” olarak görülen AB Kapısı’nı açmaya son derece kararlı. Ancak Türkiye bu niyette ısrar ettikçe kuvvetlenen rüzgar, siyasi iradeyi pek ürkütmüyor anlaşılan. Demek ki önümüze konulan reçetenin ülke geleceğine olan yansımalarından o kadar da endişe duymamak gerek! Ancak sayın başbakanın uğruna hapis yattığı “meşhur Siirt şiiri”, rüzgarı biraz daha kuvvetlendirmiş görünüyor. Zira 25 Fransız milletvekilinin Le Figaro Gazetesi’nde yayınladıkları bildiri oldukça ilginç! “Kritik Avrupa Birliği Anayasası Referandumu” öncesinde yayınladıkları bildiriyle Türkiye’nin AB üyeliğine karşı çıkan 25 milletvekilinin söyledikleri şu; “ ‘Minareler süngümüz!’ diyenler nasıl AB’ye girer?” Malum, şiire yakın merakı olan sayın başbakan Siirt’te yaptığı konuşmada okuduğu şiirde “Minareler süngümüz, kubbeler miğferimiz, camiler kışlamız, müminler askerimiz!” demişti. Sonuçta tarihi hafızası kuvvetli görünen Fransızlar da bu mesajı unutmayıp “protesto malzemesi” yapmışlar. Görünüşe bakılırsa Avrupalıların Türkiye hakkındaki değişmez kanaatlerine kulak tıkamaya devam eden sayın başbakan, rüzgara karşı yürümeye devam edecek. Ne var ki insan şiire fazla konsantre olunca bazı gerçeklerden de uzaklaşabiliyor... “AB Reçetesi”den Bazı Kareler Apo’yu tekrar yargılayıveririz, olmadı salarız gider! Zana ve arkadaşlarını özgür bırakınca ne kadar “demokratik-leş”tiğimiz farkedilmiyor mu yoksa? Ne güzel “barış mesajları” veriyorlar işte... Genelkurmay Başkanlığı’nı da bağlayıverelim Milli Savunma Bakanlığı’na! Hem ne demiş CESS (Avrupa Güvenlik Araştırmaları Merkezi), “Türkiye dışındaki ülkelerde Genelkurmay MSB’ye bağlıdır. MSB’deki karargâhlar ise daha büyüktür ve operasyonel karar alma yeteneklerine sahiptir.” Grubun başkanı olan Eski Hollanda Savunma Bakanı Win Wan Eekelen’a katılıyoruz tabii! Ancak bu daha “büyük karargah”lar “siyasi irade”nin emrine verilince hangi “operasyonel karar”lar alınacak onu pek anlayamadık! 265 Bir diğer “küçük talep” ise “Ermeni Soykırım İddiası”nın tanınması. “Evet, o dönem Ermeni nüfusu iki milyonu bulmuyordu ama, tarih içinde geniş haklar tanıdığımız en ayrıcalıklı azınlık olan iki milyon Ermeni’yi öldürdük!” desek ne olur yani? Bir de açalım artık şu Ermeni Sınırı’nı! Açalım da daha legal yolardan teşkilatlansın “Dört T”ci dostlarımız! Ayrıca 1974’te onlarca şehit verdiğimiz Kıbrıs için Güney Kıbrıs’ı adanın “meşru yönetim”i olarak tanıyıp adadaki tüm askerlerimizi de çekelim! Çekelim ki; “ENOSİS”ci dostlarımız da rahat etsin, “Akritas Planı” ve “EOKA”nın da önü açılsın! Bir de üzerinde “itina” ile çalışılan Türk Ceza Kanunu’nu yürürlüğe koyalım ki; hem yüksek rakamlara hizmet veren “yazarkasalar”a para dökmek zorunda kalan yabancı dostlarımızın masrafı azalsın, hem de kamuoyundaki “medyatik ilüzyonlar”ı engellemeye çalışan birkaç “kendini bilmez”in sesi kısılsın... Oldu olacak, bir de Fener Rum Patriği’nin “evrensellik”ini tanıyıp “ekümeniklik krizi”ni çözdük mü herşey tamamdır! Sonuçta “Avrupa Standartları”nı yakalamak, o kadar da kolay bir iş değil elbet..! ABD “özgür” – “LEŞ”tirir, AB “demokratik” – “LEŞ”tirir... AB Yolundaki Türkiye’ye Moral Desteği Yeni Dönem Başkanı İngiltere’den Sıcak Mesaj! Haziran’da İngiltere’ye geçecek olan “dönem başkanlığı” öncesinde T.B.M.M.’de düzenlenen “Türkiye – AB İlişkilerinin Geleceği” konulu panale katılan İngiltere Ankara Büyükelçisi Peter Westmacott, “Türkiye olarak dostlarımızın beklentilerini anlayışla karşılıyoruz. Ancak dönem başkanlığı tarafsızlık gerektirir. Bize fazla yüklenmemelisiniz. Türk Ceza Kanunu konusundaki değişikliği biran önce yapmalısınız. Ayrıca Taksim’de kadınların dövülmesi, Orhan Pamuk’la ilgili karar Türkiye açısından olumsuz sinyaller oldu.” demiş. Sayın büyükelçinin bu söylemleri ile altını çizdiği “tarafsızlık” nasıl bir kavram acaba? AB literatüründe “Türk Karşıtlığı” olarak okunan kavram olmasın sakın..! Zira, 1963 Ankara Anlaşması, 1970 Katma Protokol, 1995 Gümrük Birliği, 1997 Lüksemburg Zirvesi, 1999 Helsinki Zirvesi ve son olarak da 17 Aralık 2004 Zirve Sonuç Bildirisi olarak uzayıp giden bu “verimli” süreç; bizleri sözkonusu “tarafsızlık” kavramının bir daha sorgulanmasına mecbur bırakıyor sanki... Bu “tarafsızlık”ın en kuvvetli tezahürü de, “serbest dolaşım hakkı” hususunda olsa gerek. Zira Türkiye “ucu açık” görüşmeler dahilinde tüm reçeteleri yerine getirerek AB üyeliğine kabul edilse bile “serbest dolaşım hakkı” hiçbir şekilde garanti değil! Dolayısıyla bu üyelik, otomatikman “özel statü” durumuna dönüşecek türden bir üyelik! Helmut Schmidt’ten Çin’e Övgü! Eski Batı Almanya’nın Türkiye karşıtlığıyla tanınan sosyal demokrat başkanı Helmut Schmidt, “Türk dostluğu” konusunda hemfikir olduğu Yunan Basını’na konuşmuş. 86 yaşındaki lider, Kathimerini Gazetesi’ne Türkiye’nin AB’ye girmesi halinde AB’nin anlamını yitireceğini söyleyerek, “İkinci sınıf Türk politikacıları Avrupa Komisyonu üyesi olacak! Çin’den toplu göç olsa onlar Türkiye’den daha iyi uyum sağlarlar!” demiş. Bu iyi niyetlere bir de muhafazakar kanadın öne çıkan ismi Alman Kardinal Joseph 266 Ratzinger’in yeni katolik liderliği eklenince moral bulmamak gerçekten olanaksız. AB İle Empatiden Çıkan Sonuç; “Türkleri Kazırsanız Altından İslam Çıkar!” Görünen tüm bu “umut veririci gelişmeler”in eldeki tek sonucu ise; 17 Aralık 2004’te açıklanan “Sonuç Bildirgesi”. Bu bildirgenin en kilit noktası da şüphesiz, süreç nasıl gelişirse gelişsin görüşmelerin “ucu açık” olduğu noktası. Üstelik üyelik olsa dahi “serbest dolaşım hakkı”nın garanti edilmeyeceği de cabası. Ağzımızla kuş tutmayı başarabilsek bile hiçbir kazanç garanti olmadığı gibi, süreç içinde verilen tavizler de AB’nin en büyük ödülü! Biz kazanana ödül verildiğini biliyoruz ama bu süreçte ödülü, kaybeden veriyor. İlginç! Sonuçta AB ile kurulacak “duygudaşlık” sonrasında varılacak en net sonuç şudur; “Bir hristiyan klübü olan AB’ye, altı kazındığında İslam çıkan Türkler kesinlikle giremez!” 3- “ETNİK KARTLAR”IN ISITILMASI: Dış Operasyonlarda Tamamlayıcı Unsur; “Etnik Kart” Ülke ekonomi alanındaki operasyonlar ve “AB şantajlar”ıyla başetmeye çaba sarfederken piyasaya sürülen bir diğer önemli konu ise “etnik kartlardaki ısınma”. İç ve dış çökertmenin en önemli uzantılarından biri olan “etnik karışıklık yaratma kozu” AB sürecinde şantaj malzemesi yapılarak mümkün mertebe güçlendiriliyor. PKK’nın 1 Eylül 1998’deki “ateşkes kararı”nın 1 Haziran 2004’te son bulması “Kürt Kartı” ile ilgili yeni hazırlıkların yalnız kabasını oluştururken, Ermeni Soykırım İddiası’nın tanınması hususundaki uluslararası çalışmalarsa hız kazanıyor. Meğer Sadık Tebaanın Dost Meclisi Oldukça Genişmiş! Tarih boyunca sürekli başka milletlerin egemenliği altına giren ve en adil devlet yönetimini Osmanlılar’dan gören Ermeniler, 1915’deki “Zorunlu İskan Yasası”’na ilişkin soykırım iddialarını kuvvetlendirerek “Dört T Masalı”nın “uluslararası yayın”ına ağırlık verdiler. Yapılan bu yayın, “tebaa-i sadıka”nın tarihi süreç içindeki “samimi dostları”nı oldukça etkilemiş olacak ki; neredeyse konuya sahip çıkmayan güç dengesi kalmadı. Rusya, ABD, AB derken Ermeniler’in oldukça geniş bir “dost meclisi”ne sahip olduklarını da dünyaca öğrenmiş olduk! Yeri gelmişken, Osmanlı İmparatorluğu Dönemi’nde Türk Milleti’nin daima kardeşlik duygularıyla el üstünde tuttuğu bir azınlık olan Ermeniler ile ilgili İstiklal Savaşı Yılları’nda yaşanan bir hikayeyi paylaşalım sizlerle... Parola; “Develeri Oynatın!” Hikayenin başlığı “Develeri Oynatın!”... Milli Mücaadele Dönemi’nde “sadık tebaamız Ermeniler”in Türkler’e karşı büyük bir ayaklanma hazırlığı içinde olduğunu haber alan Mustafa Kemal, derhal Teşkilat-ı Mahsusa’yı Doğu’ya yönlendirir ve hiç ihtimal vermediği böylesi bir ihanet girişiminin doğruluğunun araştırılmasını emreder. Kuva-yı Milliye’nin en etkili isimlerinden biri olan Erzurumlu Emin Ağa’ya ise mutlaka uğranılmasını, kendisinden özel olarak bilgi alınmasını ister. Teşkilat-ı Mahsusa’dan bir ekip Atatürk’ün bu talimatı üzerine Doğu’ya giderek havayı koklarlar. Ancak Ermeniler’de herhangi bir hareketlilik mevzu bahis değildir. Sonrasında ise Atatürk’ün talimatı üzerine Erzurumlu Emin Ağa ziyaret edilir ve Emin Ağa teşkilatçıların suallerini önemsemez bir tavırla hikaye anlatmaya koyulur. Böylesi ciddi bir soru karşısında Emin Ağa’nın hikaye anlatışını şaşkınlıkla dinleyen Teşkilat-ı Mahsusa Elemanları, bu tavırdan pek birşey anlamasalar da hikayeyi dinlerler. Doğu’daki temaslarını bitiren ekip elemanları karargaha döner dönmez atanın huzuruna çıkar ve bölgede bir huzursuzluk olmadığı bilgisini Mustafa Kemal’e ulaştırırlar. Mustafa Kemal ise Erzurumlu Emin Ağa’nın yanıtını sorar. Ekiptekiler bu soru üzerine Atatürk’e Erzurumlu Emin Ağa’nın konu üzerine konuşmadığını ve garip bir şekilde hikaye anlattığını iletirler. Hikayeyi öğrenmek isteyen Mustafa Kemal’e Emin Ağa’nın anlattığı hikaye aktarılır. Hikaye deve ile eşşeğin hikayesidir. … Ağır şartlarda yol alan bir kervandaki eşşek ile deve, kat ettikleri mesafe ve çetin şartlardan yorgun düşünce; kervan sahibi tarafından azad edilirler. Sahranın ortasında özgür kalan deveyle eşşek, zaman içinde kendilerini toplar ve geçmişteki sağlıklı günlerine geri 267 dönerler. Hem sağlıklı, hem de özgürdürler artık! ... Derken eşşek birdenbire şarkı söylemeye başlar. Çıngırak sesleri duyulan, yakınlardan geçen bir kervana yakalanabileceklerini düşünen deve ise eşşeği bu konuda uyarır; “Eşşek kardeş! Senin sesini duyan bir kervan sahibi bizi yakalayacak ve o eski esaret günlerimize geri döneceğiz! Bak yaklaşan bir kervanın çan sesleri duyuluyor! Şarkı söylemeyi bırak!”. “Ama benim canım şarkı söylemek istiyor!” diyerek inat eden eşşek ile onu uyaran devenin yakından geçen bir kervana yakalanmaları ise çok sürmez. Derken eşşek yine çetin şartlardan yorgun düşer ve eşşeğin kurda kuşa yem olmasını istemeyen kervan sahibi, zor durumda olan hayvancağızı devenin sırtına yükler. Eşşek, “Ben seni uyarmamış mıydım eşşek kardeş! Beğendin mi yaptığını?” diyen deveye karşı oldukça mahçuptur ama; olan da olmuştur artık! Eşşeğin yanıtı şöyledir; “Ne yapayım be deve kardeş! Canım şarkı söylemek istemişti benim!” Bu diyaloğun ardından sırtında yorgun eşşekle keskin bir uçurumun kıyısına gelen deve, eşşeğe seslenir; “Eşşek kardeş! Benim de canım oynamak istedi şimdi!” Telaşlanan eşşek “Aman ne yapıyorsun deve kardeş! Sen oynarsan düşer parçalanırım ben!” diye feryat eder ama, deve çoktan sırtından atmıştır eşşeği... İşte Erzurumlu Emin Ağa’nın Teşkilat-ı Mahsusacılar’a anlattığı bu hikaye aktarılır Atatürk’e ve çok geçmeden Doğu’daki Ermeni Kundaklamaları da patlak verir. Türk Köyleri yakılıp yıkılır ve gözlerinde şimşekler çakan Atatürk derhal operasyon emri verir. Erzurumlu Emin Ağa’ya Ata’nın talimatıyla çekilen telgrafın parolası ise şöyledir; “Develeri Oynatın!” Bu hikaye, yıllar önce diplomatlarımızdan biri tarafından Türkiye’ye davetli olarak gelen ABD’li bir çifte anlatılır. Hikayeyi Topal Osman Ağa’nın anıt mezarı başında dinleyen bu çift, o yıllarda baba Bush’un önde gelen şahinlerinden ve uluslararası sanayi devi Joan Dear Grubu’nun patronlarındandır. Topal Osman Ağa’yı “Rum Soykırımı”yla suçlayan konukların fikri değişir ve zeki bürokrat konuklarına sorar; “Dört bir yanınız düşmanlarla çevrili ve ateş altındayken, dost ve kardeş bilerek yücelttiğiniz tebaalar tarafından sırtınızdan hançerlenseydiniz sizler ne yapardınız?”. Kaldı ki “soykırım” olarak pompalanmaya çalışılan “Tehcir Olayı” bir cana kasıt değil, “zorunlu iskan”dır. Genelkurmay bünyesindeki Askeri Tarih ve Stratejik Etüt Başkanlığı Arşivi’nde 90 yıldır korunan Osmanlı ve Cumhuriyet Dönemi’ne ait belgelere göre o dönem Osmanlı Toprakları üzerinde yaşayan toplam 1 milyon 219 bin 323 Ermeni’den 413 bin’i Suriye Bölgesi’ne sevk edilmiştir. Ancak rakamları olmadık şekilde abartarak, göç esnasındaki “doğal ölümler”i “soykırım” olarak niteleyen Ermeniler’in bu asılsız iddiaları, Türkiye’yi karıştırmak için en etkili kartlardan biri olarak görülür ve hazır “AB Kıskacı”na girmiş bir Türkiye de söz konusuyken, iddia iyi bir “şantaj malzemesi” yapılır. TTK Başkanı’na Emniyet Şeridi Dışişleri yetkilileri, CHP’nin tasarı olarak hazırlayıp iktidara sunduğu “Ermeni Soykırım İddiası”nın masaya yatırılması konusunda Ermenistan’dan gelen yanıtın satır aralarını doğru tahlil için çalışadursunlar, tanınma ile ilgili kararlar birer birer gerçekleşiyor. Ve her ne hikmet ise Türk Tarih Kurumu Başkanı Prof. Yusuf Halaçoğlu, 2 Mayıs 2004 Tarihi’nde Winterthur’da Türkgücü Derneği tarafından düzenlenen toplantıda yaptığı konuşmadan ötürü bir yıl sonra, tam da Ermeni Soykırım İddiaları’nı çürütmeye yönelik “uluslararası çalışmalar”ına hızverdiği bir dönemde mahkemeye veriliyor. Sonuçta Wintherthur Savcılığı tarafından başlatılan bu soruşturma, İsviçre Kanunları’nın ne denli “adil” olduğunu da gözlerönüne seriyor! Acaba süreç içinde PKK ve ASALA terör örgütleri Türk Toprakları’nı paylaşım hususunda ciddi fikir ayrılıkları yaşamamış olsalardı, Türkiye bugün nasıl bir durumla karşı karşıya olurdu; onu da düşünmek lazım! PKK’dan “Silahsız” Saldırılar! PKK Terör Örgütü’ndeki stratejiler ise araya giren “ateşkes süreci”ne paralel renk değiştirerek ilerliyor. Zira ülkede “hırsızlık”, “yankesicilik”, “kapkaç” gibi “sosyal patlama”yı körükleyen olayların tırmandırılmasında “ekonomik yetersizlik” kadar PKK’nın parmağı oldu da son derece aşikar. Zana ve arkadaşlarının “AB şantajları”na borçlu oldukları özgürlüklerinin ise “sözde barış” söylemlemlerine paralel “hızlı bir teşkilatlanma”ya dönüştüğü biliniyor. Ve AB’nin etnik sahadaki “en 268 büyük şantaj”ı da, terörist başı Abdullah Öcalan’ın yeniden yargılanması hususunda. “Yeniden yargılanma süreci olsa bile ceza değişmez!” denilse de süreç Türkiye’yi iyiden iyiye zora sokuyor. 17 yargıçtan oluşan Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin temyiz kurumu niteliğindeki “Büyük Daire” tarafından geçtiğimiz günlerde açıklanan “gerekçeli karar”da; Türkiye’nin, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin “adil yargılama hakkı”yla ilgili 5. ve “kötü muamele” ile ilgili 3. maddesini ihlal ettiği belirtiliyor. Yani AİHM 2003 Mart’ında aldığı kararı değiştirmiş değil. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi tarafından alınan bu karar, Strasbourg Mahkemesi’nin kararlarını denetlemekten sorumlu Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi’ne gidecek. Temmuz Ayı’nda başlaması muhtemel görüşmelerin 1 yıl sürmesi tahmin ediliyor. Ancak bu süre içinde AB Kozu’na yönelik olarak gelişmesi muhtemel diğer dayatmalarınsa neler olabileceği belirsiz...! Kürt Kartı’nı Isıtmada En Sağlam Örnek; “Ermenistan” “1980’lerin ikinci yarısında gerçekleşen Sovyetler’deki değişim süreci”nin ve “1989’daki dağılma”nın en önemli sonuçlarından biri de, şüphesiz Ermenistan’ın bağımsızlığını kazanması olmuştur. Ermeniler açısından ileriye dönük süreç adına umut verici olan bu gelişme ise; beraberinde “Türk karşıtlığı” ve “Azerbaycan’a yönelik toprak talepleri” konusundaki koyulaşmayı getirmiştir. Ermenistan Parlamentosu’nun 23 Ağustos 1990’da kabul ettiği “Bağımsızlık Bildirgesi”nin 11. maddesinde Türkiye’nin Doğu Bölgesi’nin “Batı Ermenistan” olarak geçmesi de bu sürecin bir uzantısıdır. Ayrıca bildirgede “soykırım iddiası”nın tanınması da oldukça önemli bir yer teşkil etmektedir. Ermeni Anayasası’nın 13. maddesinde ise; “devlet arması”nda Ağrı Dağı’nın da bulunduğu kayıtlıdır. Ayrıca Ermenistan ile Türkiye arasındaki sınırı belirleyen 1920 tarihli Gümrü ve 1921 tarihli Kars anlaşmalarının yürürlükte olmadığı iddiası da Ermenistanca halen savunulmaktadır. 16 Aralık 1991’de Türkiye tarafından tanınan Ermenistan’ın; “soykırım iddiası”na yönelik “tanıtım”, “tanınma”, “tazminat” ve “toprak” olarak özetlenen “Dört T Planı”nın açılımı ise şudur: “Sözde Ermeni Soykırımı” tüm dünyada terör yoluyla “tanıtılacak”, sözde iddialar dünya kamuoyunca kabul edilip Türkiye tarafından “tanınacak”, sözde soykırımdan dolayı Türkiye’den “tazminat” ve “toprak” alınacak. Osmanlı’nın baştacı edip geniş haklarla yücelttiği azınlığın bu süreci takip etmesi ve verilen dış desteklerle yol alınması ise; Türkiye içindeki birçok etnik kartı devreye sokma amacında olan “dış güçler” için “en sağlam dayanak noktası”dır. Bugün Ermenistan’ın örnek gösterildiği en güçlü adres ise; şüphesiz Kürtler! “Ermeniler’e bu yol açıldı ve AB Kıskacı’na giren Türkiye’ye soykırım konusunu da dayatıyoruz! Aynı süreci takip ederseniz sizin için de bir iyilik düşünülebilir!” diyen bir “dış zincir” yani... Orgeneral Yaşar Büyükanıt’ın PKK Kongre-Gel’in Kuzey Irak’tan Türkiye’ye giriş yaptığı ve terör örgütünün bol miktarda “C-4 patlayıcısı”na sahip olduğu yönündeki uyarısı ise; sergilenen bu “örnek gösterme”nin doğal sonuçlarından yalnızca biri... 4- BOP TEHLİKESİ VE “İNCİRLİK BİLMECESİ” Bu “Model” Başka “Model”! Patlatılan “11 Eylül Saatli Bombası”nın hemen akabinde “önleyici vuruş” ambalajıyla önce Afganistan’ı, daha sonra da Irak’ı “özgürleştirme çalışmaları”na başlayan ABD’nin, PNAC (Project New American Century – Yeni Amerikan Yüzyılı Projesi) Harekatı’nda en önemli parça olan Genişletilmiş Orta Doğu ve Kuzey Afrika Projesi (GOKAP) ile ilgili adımları; NATO’nun şekillendirilme sürecinden İncirlik Sorunu’na kadar birçok konuyla yakından bağlı. Tüm bu hassas bağlantıların tam ortasında yer alan ülke ise; ABD’nin “Ilımlı İslam” anlayışı ile bir “taşeron firma” olarak gördüğü Türkiye! Aslında ABD’nin tanımı bu değil tabii! O “taşeron ülke” değil, “model ülke”, “cephe ülke” gibi “onur verici” söylemleri kullanmayı tercih ediyor. Ve Türkiye de; İran, Irak, Pakistan, Afganistan, Kuzey Kore, Libya, Vietnam ve Küba gibi ülkelerin dahil edildiği “şer ekseni”ne dahil edilmemekle kendini şanslı addederek tebessüm ediyor. Türkiye gerçekten de bir “hedef ülke” değil. Çünkü o bir “kamikaze”! Tabii “ABD programlı olanları”ndan! “Büyük Orta Doğu Kilidi”ni açacak “anahtar ülke”nin Türkiye olması, nihayetinde böyle 269 bir görev… NATO ve “Gizil Kral ABD” İkinci Dünya Savaşı’nın ardından Kuzey Atlantik Ülkeleri’nin güvenliğini sağlamak, daha açık bir ifadeyle ise “Komünist Canavarı Kovalamak” adına 1949’da kurulan ve sonraki süreçlerde genişleme kaydeden NATO; “ulus – devlet” anlayışını zirveye taşıyan Fransız İhtilali’nin iki yüzüncü yıldönümünde yıkılarak (9 Kasım 1989) Doğu Bloku’nun dağılmasına yol açan Berlin Duvarı ve 1991’de dağılan Sovyet Rusya’nın ardından oldukça hareketlenen tarih sahnesinde ani bir işsizlik sorunuyla karşı karşıya kalınca, güya eşit haklara sahip bir ülkeler topluluğu olan oluşumun (Kuzey Atlantik Antlaşması - The North Atlantic Treaty Organization) gizli kralı ABD, 1999 Washington Zirvesi’nde NATO’yu “estetik bir mutasyon”a uğratarak konuya oldukça iyi bir giriş yapar. Yani söz konusu zirvede, senaryonun ilerleyen süreçlerinde devreye girecek olan “Büyük Orta Doğu Projesi” için “dünya jandarmalığı”nı üstlenecek olan NATO, iyi bir “makyaj”la hazırlık dönemine dahil edilir. Artık NATO, tıpkı Tarkan’ın “Atıl Kurt!” mizanseninde olduğu gibi; nerede bir savaş, nerede bir nükleer tehlike, nerede bir haksızlık ya da buna benzer dünya barış (!) ve düzenini (!) sarsacak her hangi bir tehdit unsuru görürse işte o dakika hiçbir fedakarlıktan kaçınmaksızın atılarak “dünya halklarının sulh ve huzuru” için çalışacak, adeta “ilahi bir misyon” üstlenecektir. İncirlik’e Basmadan Olmaz! NATO’nun “büyük misyon”lar taşıyan üyesi ABD’nin, bu “masumane” ve “fedakar” çalışmalar kapsamında, özellikle de Orta Doğu Coğrafyası’ndaki açılımlar dahilinde rahat hareket edebilmek için Adana İncirlik Üssü’nü (10. Türk Tanker Üs Komutanlığı) sorunsuzca kullanabilmek istemesi, ABD kulvarından bakıldığında oldukça da mantıklı bir taleptir. Zira yapılan operasyonlar dahilinde vakit ve nakit kaybına tahammülü olmayan ABD’nin böylesi bir talebi son derece anlaşılabilirdir. Dolayısıyla bu ayak basma, Asya’nın “en kritik coğrafya”sına sahip olan ve aynı zamanda da bir NATO üyesi olan Türkiye’yi nasıl bir zora sevk ederse etsin, bu bir ABD sorunu değildir. SEİA (Savunma ve Ekonomik İşbirliği Anlaşması) ve Üssün Kırılma Noktaları Emekli Orgeneral Kemal Yavuz Paşa’nın “Yapılan değişikliklerin hiçbirini kamuoyunun tam olarak öğrenme şansı yok!” dediği İncirlik konusunun bir kez daha sıkıştırma vesilesi yapılmasıyla ABD – Türkiye arasında bir “mütabakat belgesi” daha imzalandı. Anayasa’nın 92. Maddesi’nin “Yabancı silahlı kuvvetlerin Türkiye’de bulunmasına izin verme yetkisi TBMM’nindir.” demesine rağmen basına sadece Haziran 2005’de dolacak olan kullanım süresinin uzatılması olarak yansıyan anlaşma, SEİA sebep gösterilerek hükümetçe imzalanıp uluslararası kayıtlara geçti. 1954 Yılı’ndan beri İncirlik Üssü’nü kullanan ABD ile 29 Mart 1980 Tarihi’nde, Kuzey Atlantik Anlaşması’nın 1 ve 2. maddelerine uygun olarak hazırlanan SEİA’ya (Savunma ve Ekonomik İşbirliği Anlaşması) imza atılmıştır. Ancak “iki kutupluluk” halinin sözkonusu olduğu yıllarda Ankara’da imzalanan ve 1983’te de meclisten onay alan bu anlaşma ile şu an Afganistan’da yürütülen iki operasyon arasında oldukça büyük farklar mevcuttur. Dolayısıyla ABD’nin NATO kapsamındaki SEİA’yı öne sürerek Afganistan’da yürütülen Sürekli Özgürlük (Enduring Freedom) Harekâtı ile İstikrar Harekâtı (ISAF)’na yönelik İncirlik açılımları temelsizdir. Kaldı ki TBMM’nin bu konuda Bakanlar Kurulu’na verdiği izin, yalnızca Sürekli Özgürlük Harekâtı için geçerlidir. Ayrıca T.B.M.M., 2003 Yılı’ndan itibaren NATO tarafından yürütülse dahi ABD’nin “Orta Doğu Açılımları”na hizmet ettiği ortada olan ISAF Harekatı’nı onay kapsamına almamakla da oldukça yerinde bir karar vermiştir. Sonuçta İncirlik’e ek Karadeniz’de “üç yeni deniz üssü” ile İzmir’de de bir “hava üssü isteği” olduğu bilinen ABD’nin sonu gelmez talepleri için İncirlik Meselesi’ndeki duruş oldukça önemliyken, kamuoyu bu duruşu görme şansına dahi eriştirilmemiştir. 5- “SOSYAL HİPNOZ” VE HALKIN UYUTULMASI! Buraya kadar sözünü ettiğimiz “dış ve iç operasyonlar”ın en büyük “yalıtım malzemesi” ise 270 şüphesiz “kitlesel hipnoz”. Hipnoz konusunda oldukça yetenekli olan dış kaynaklar ile içerideki müttefiklerinin değişmez silahı ise “medya”. “Kültürel Dejenerasyona Açık Çek Verin!” Ve AB yoluyla ilgili bir dış değerlendirme daha! Radyo Televizyon Üst Kurulu’nun Digitürk üzerinden yurtdışı çıkışlı yayın yapan Adult Channel, Exotica TV, Playboy TV ve Rouge TV’ye ilişkin yasaklama kararı, Amerikan AP ve Fransız AFP ajanslarında AB yolundaki Türkiye’nin darkafalılığı olarak yankı bulmuş. “Sosyal çürütme operasyonu”nun filizleri sekteye uğradı mı, verilen yanıt hep aynı; “Siz bu kafayla çağ atlayamayacaksınız!” Ancak Ulu Önder Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün sözünü ettiği “muassır medeniyetler seviyesi” bu olmasa gerek! Dezenformasyonun Önü Açılıyor! Yeni TCK İle Medya “Etkisiz Eleman”! İncirlik gibi diplomasi alanındaki en can alıcı gelişmeler kapalı kapılar arkasında cereyan ederken, yapılan ince ayarlarla zaten sesi yeterince değiştirilen medya düzlemi de, 1 Nisan’dan 1 Haziran’a kaydırmanın ötesinde üzerinde hiçbir kaydadeğer değiştirmeye gidilmeyen “ceza kanunu” ile “etkisiz eleman” pozisyonuna tamamen entegre ediliyor. Gerçekten yazmak ve konuşmak anlamında sahnede olan üç beş kalemin de bu süzgece takılması sözkonusu olur olmaz yol oldukça açık! O zaman, “İstersek Anayasa Mahkemesi’ni kaldırırız!” diyen meclis başkanları da eleştirilip, kamuoyu yok yere meşgul edilmemiş olur hem! Sadece, Egemen Bağış gibi bir “diplomasi taciri”nin Network 20/20 isimli ABD düşünce kuruluşu tarafından Türk – Amerikan ilişkilerini geliştirdiği (!) için aldığı “Genç Lider Ödülü” ile 2005’te görev yapmasına rağmen “2004 Yılı’nın En İyi Bakanı” seçilen Atilla Koç’un aldığı plaketleri izleriz kamuoyunda ve bu “realist tablo”yla da moral buluruz elbet! Ancak Erzurum’da yayın yapan Haberci Gazetesi tarafından Sayın Koç’a verilen plaketin 2004 Yılı’nda görev yapmadığını anımsayan bakan tarafından iade edildiğini de belirtmemek olmaz! Sayın başbakanın uluslararası arenadaki cansimitlerinden biri olan büyük danışman Egemen Bağış’a verilen ödülün töreni ise; Türk – ABD Dernekleri Federasyonu (TADF) tarafından Newyork’taki Türk Evi’nde düzenlenmiş. Törende yaptığı konuşma ile sayın danışmana övgüler yağdıran Network 20/20 Kurucu Başkanı Dr. Patricia Huntington’ın soyismi de bize oldukça aşina geliyor doğrusu! Acaba sayın başkanın “Medeniyetler Çatışması” teziyle “büyük başarı”ya imza atan ve yakında da bir Türkiye ziyareti gerçekleştirecek olan Amerikan İdeoloğu Samuel Huntington’la bir yakınlığı var mı? Böyle bir yakınlık var mı yok mu bilinmez ama, takip ettikleri stratejiler konusunda oldukça büyük yakınlıklar taşıdıkları kesin! Silah Düşmanın Eline Geçerse! Arjantin’deki kriz ortamının hazırlayıcısı olan “özelleştirme rüzgarı” “dördüncü erk” konumunda olan medyayı da kuşatırsa ne olur? ABD’nin Perakende Devi Wal-Mart, Rusya’nın Petrol Kralı Abromovich, Fransız Carrefour, İngiliz Vodafone, Güney Koreli Hyundai gibi “güç dengeleri” Türkiye’ye adım atma hazırlıklarını sürdürürken, Dünyanın Basın-Yayın Devi ABD’li Rupert Murdoch da bu listeye eklendi. Yıllık cirosu 20 milyar Dolar’ın üzerinde olan Murdoch, dünyanın neredeyse beş kıtaya yayılmış bir coğrafyasında etkinlik sahibi ve Türkiye’deki medya pazarına da göz dikmiş durumda. Murdoch tarafından 1996 Yılı’nda kurulan Fox News, altı yıl gibi kısa bir sürede CNN’in Amerika’daki izlenirliğini geçti. Bu başarının ardında yatan gerçekse, “sansasyon” ve “spekülasyon”a dayalı olan ve zaman zaman da “ırkçı söylemler”le desteklenen bir yöntemi kullanmak. Sonuçta Murdoch’un “bulvar gazeteciliği”ni bir nevi meşrulaştıran başarılı (!) yönteminin diğer bölgesel medya baronlarına da örnek teşkil eden sihirli formülü bu! Bu sihirli formüllle bir imparatorluğa dönüşen ilkeli medya devi (!) Murdoch İmparatorluğu’nun sınırları ise kabaca şöyle; 9 uydu televizyon şebekesi, 100 kablolu kanal, 175 gazete, 40 matbaa, 40 televizyon istasyonu ve 1 de film stüdyosu. Murdoch ayrıca Amerika’da 280 milyon, Asya’da 300 milyon, kablolu kanallarla 300 milyon, dergilerle 28 milyon kişiye; toplam izleyici olarak da 4,7 milyar 271 insana, yani dünya nüfusunun yaklaşık dörtte üçüne ulaşıyor. CNN zaferinden sonra BBC’nin de korkulu rüyası haline gelen Murdoch İmparatorluğu’nun bundan sonraki en büyük yatırım alanı ise internet gazeteciliği olacak. Sonuçta ekonomi, diplomasi, etnik zemin ve buna benzer birçok sahada operasyona uğratılmaya çalışılan Türkiye’nin “dördüncü erk” konumunda olan medyayı da yabancı dostlarına ikram etmesi, tüm direnç unsurlarını devredışı bırakan bir sürecin belki de en tehlikeli halkası. Gerçi Başbakan Yardımcısı Abdüllatif Şener, Cumhurbaşkanı Sezer’in TBMM’ye iade ettiği, TMSF’nin elindeki malların satışına yönelik yasadan yabancıların televizyon sahibi olmasına ilişkin maddenin çıkarılacağını söylüyor ama biz bu ülkedeki siyasi iradelerin söylem ve eylemleri arasında paralellik görmeye pek alışık olmadığımız için pek de ikna olamıyoruz açıkçası... SONUÇ! “SÜKUNET”LE BESLENEN “KAOS” BÜYÜYOR! Çünkü, tarihi tecrübeler göstermiştir ki: Siyasette seviyesizleşme ve silikleşme+Suni ekonomik ivme+Yoğunlaşan dış müdahale+Kabaran milli öfke+Fırtına öncesi sükunet= KAOS Yazının başlangıcında, tarihi süreç içinde birçok coğrafyada klasiğe dönüşmüş aşağıdaki “kaos” formülasyonundan sözetmiş ve amacımızın bu tehlikeli formülün günümüz Türkiyesine olan yansımalarına yakın plan vermek olduğunu vurgulamıştık. Tekrarlıyoruz! “Bu rapor; bir felaket tellallığının değil, SESAR olarak arkasında durduğumuz stratejik öngörülerin doğal bir sonucudur.” Sözkonusu formülasyon, “perdelenmiş gerçeklerle yol alan bir siyasi iktidar”ın, “kalkınmayı değil kriz ve kayıp ortamını kuvvetlendiren bir ekonomik program” ve toplumsal kitle üzerinde yürütülen “sosyal hipnoz operasyonu”nun en önemli ayağı olan “medyatik ilüzyonlar”’ın toplamından çıkarılan “sosyal farkındalık” sonrasında elde kalan “bilinç düzeyi”nin “dış kaynaklı operasyonlar”la katlanışını ve tüm bu tehlikeli zincirin büyük bir “sükunet atmosferi” içinde gerçekleştiğini deşifre ediyor. Bu “tehditkar matematik”in verdiği sonuçsa ortada... KAOS! Ve bu formülün 2005 Türkiye’sine olan açılımına tekrar bakarsak; 1- “Dış kaynaklı yazılımlar”la hareket eden danışmanlarca yönlendirilen “siyasi irade”, arkasına saklandığı “yanıltıcı söylemler”le siyaset yaparken, 2- Tıpkı Arjantin’de uygulanan ekonomik programlar gibi potansiyel kriz ortamını körükleyen ekonomik çözümlerle yol alınırken, 3- “Medyatik ilüzyonlar”ı tavana vurduracak olan önlemlerle “sosyal hipnoz alanı” genişletilip, kapalı kapılar arkasında yapılan pazarlıklarla algı düzeyi yeterince düşük olan “toplumsal yapı” bir “safra”ya dönüştürülürken, 4- Gerek ekonomi, gerek AB süreci, gerek “etnik kurgular” ve gerekse “Yeni Amerikan Yüzyılı Projesi” dahilinde yürütülen “dış kaynaklı operasyonlar” sürekli yavrularken, 5- Ve tüm bunlar sayın başbakanın “Ülkenin huzur atmosferini bozacak bir erken seçime müsaade etmeyiz!” açıklamasına paralel yaşanırken, bu gelişmeler için ne söylenebilir? Galiba söylenecek tek şey, sayın başbakana “huzur” ve “kaos” kavramlarının doğru tahlili hususunda bir sözlüğe bakmasını tavsiye etmek olacak... 148 148 Sesar / 14 / 05 / 2005 272 SONUNU SEZEN ABD SALDIRGANLAŞIYOR! ABD’nin, sandıktan ezici zaferle çıkan Chavez’e tahammülü yok İkiyüzlü Amerika Venezüella’yı karıştırıyor! Ortadoğu’yu demokrasi yalanıyla kaosa sürükleyen ABD’nin, halkının kahir ekseriyetinin oylarıyla seçilen Venezüella Devlet Başkanı Hugo Chavez’e yönelik düşmanca girişimlerini artıracağı belirtildi. Egemen güçlere karşı 1998’deki seçimde büyük başarı elde eden Hugo Chavez’e karşı girişilen ABD destekli darbe başarısız oldu ve 13 Nisan 2002’de Hugo Chavez, yeniden tekrar iktidara taşındı. ABD ve işbirlikçileri tarafından istenen referandumda (15 Ağustos 2004’te) yüzde 57 oy alarak Washington’a bir darbe daha vurmuştu. Irak’a, Ortadoğu’ya “terörle mücadele” adı altında yerleşen ABD, kendisine köle olmayan yönetiminden, ekonomik programlarından hoşlanmadığı ülkelerde “demokrasiye karşı mücadelesi”ni sürdürüyor. ABD’nin, halkının kahir ekseriyetinin oylarıyla seçilen Venezüella Devlet Başkanı Hugo Chavez’e yönelik düşmanca girişimlerini artıracağı belirtildi. The New York Times Gazetesi, Amerikalı yetkililerin uzun dönemde Chavez’le daha sert bir mücadele stratejisi başlatmayı planladıklarını yazdı. Gazete, ABD’nin Latin Amerika politikaları üzerinde çalışan üst düzey bir yetkilinin, “Biz Venezüella’ya daha pragmatik bir ilişki teklif ettik. Açıkçası, eğer teklifimizi kabul etmezlerse daha mücadeleci bir yaklaşım sergileyeceğiz” dediğini aktardı. Yetkili, Chavez’e karşı yapmayı planladıkları girişimler arasında, Venezüella’da Chavez karşıtı gruplara desteğin arttırılması ve Venezüella’nın komşularını Chavez’den uzaklaşmaya zorlamanın da bulunduğunu kaydetti. ABD ile petrol ihracatçısı Venezüella arasındaki ilişki, 1999’da Chavez’in iktidara gelmesiyle bozuldu. Venezüella Devlet Başkanı Hugo Chavez, ülkesini işgal planları yaptığı gerekçesiyle ABD ile askeri işbirliğine son verdiğini açıklamıştı. Chavez, eğitim veren az sayıdaki ABD’li subaydan ülkeyi terk etmelerini istemiş artık ortak bir askeri tatbikat yapılmayacağını kaydetmişti. ABD’nin, Venezüella’yı işgal planları yaptığını söyleyen Chavez, ülkesindeki bir askeri üs ile bir petrol rafinerisinin fotoğraflarını çeken ABD’li bir subay ile bazı gazetecilerin bir dönem gözaltına alındıklarını hatırlatmıştı. Chavez, ABD’li subaylardan bazıları Venezüella ordusunda kampanya yürüterek, Venezüellalı askerlerle konuşuyor ve bu ülkenin devlet başkanını eleştiriyor. Değişim programı, bilinmeyen bir tarihe kadar askıya alınmıştır demişti. Venezüella’nın Devlet Başkanı Hugo Chavez’e 2002’de düzenlenen darbe girişiminin ABD Yönetimi olduğu biliniyor. Chavez daha önce yaptığı açıklamalarda Washington’ın, kendisini öldürme planları yaptığını da açıklamıştı. “Demokrasi ve özgürlük” yalanıyla dünyayı cehenneme sürükleyen ABD’nin sandıktan ezici zaferle çıkan Venezüella Devlet Başkanı Chavez’e tahammülü yok! Chavez’e karşı önce darbeyi deneyen, sonra Başkan’ı referanduma zorlayan ABD ikisinde de yenildi. ABD’nin yaptığı işkenceleri açıklayan bir BM yetkilisi kovuldu BM'nin Afganistan'daki en üst düzey insan hakları müfettişi, ABD ordusunun tutukluları yargılamadan gizli yerlerde hapsettiklerini bildiren bir eleştiri raporu hazırladığı için geçtiğimiz günlerde işini bırakmaya zorlandı. The Independent gazetesinde yayınlanan haberde, Washington'un baskısıyla BM'nin, Cherif Bassiouni'yi görevinden aldığı belirtildi. Kahire'de yaşayan Mısırlı hukuk profesörü geçtiğimiz hafta, Cenevre'deki İnsan Hakları Komisyonu'na 273 24 sayfalık bir rapor sunmuştu. Raporda; "Afganistan'da, kanunları kendi istedikleri şekilde kullanan ve hiçbir hukuki dayanağı olmadan insanları tutuklayan, gözaltına alan, kötü davranan ve büyük olasılıkla işkence de eden işgalci güçler tarafından görülmedik uygulamalar yapılıyor." deniyordu. Bassinouni, hazırladığı raporda, bağımsız bir bilirkişinin Kabil'in 50 kilometre kuzeyinde bulunan Bagram kampına girişinin engellendiğini de belirtiyor. Bassiouni, geçtiğimiz sene göreve geldiğinde de ABD ordusunun haksız uygulamalarını eleştirmesiyle biliniyordu Avrupa Konseyi: ABD Guantanamo’da işkence yapıyor! Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi (AKPM), ABD'nin Küba'daki Guantanamo üssündeki tutsakların işkence gördüğünü bildirdi ve Avrupa ülkelerine tutsakların sorgulanması konusunda işbirliği yapmama çağrısında bulundu. AKPM genel kurul toplantılarında Guantanamo üssüyle ilgili olarak onaylanan tavsiye kararında, ABD'den gizli tutuklama uygulamasına son vermesi ve tutsakların işkence gördüğüne ilişkin iddiaları soruşturması istendi. Tavsiye kararında, üsteki koşullar, tutsaklara yapılan işkence, gösterilen kötü ve insanlık dışı tutum nedeniyle yasadışı olarak değerlendirildi. ABD'nin terörizmle mücadeledeki çabalarının desteklendiği belirtilen kararda, ABD'nin bu yolda gösterdiği hevesle kendi ilkelerine ihanet ettiği; kaydedildi. Kararda, Guantanamo'daki tutsakların, adli makamların denetimi olmadan tutuklama ya da sorgulanma amacıyla diğer ülkelere gönderilmesi uygulaması da eleştirildi. Uluslararası Af Örgütü, insanlık dışı eylemler dolayısıyla İsrail’i kınadı: Filistinlilerin tarlalarına zehir döküyorlar, ABD göz yumuyor! Uluslararası Af Örgütü, Yahudi yerleşimcilerin Filistinlilere yönelik terörden dolayı İsrail’i kınayarak, buna son vermesi çağrısında bulundu. İnsan haklarını savunan örgütün bildirisinde, İsrail hükümetinden, özellikle son zamanlarda Filistinlilerin tarlalarına zehir döküldüğü ve hayvan sürülerinin zehirlendiği belirtilerek, bunları engellenmesi istendi. ‘’Son haftalarda, Batı Şeria’nın güneyindeki Tuvani, Um Faggara ve Harruba köyleri yakınlarındaki tarlalara zehir döküldü’’ denilen bildiride, ilk zehirlenme vakasının geçen Mart ayı sonunda görüldüğüneve zehir dökülen tarlaların tamamının İsrail’in kontrol ettiği bölgede olduğuna dikkat çekildi. AFP’ye açıklama yapan Batı Şeria’da görevli bir polis sözcüsü ise olayla ilgili soruşturma açıldığını, ancak henüz herhangi bir kişinin gözaltına alınmadığını belirtti. Filistin Tarım Bakanlığı yetkilisi Muhammed Kanam, bu ay başında yaptığı açıklamada, bölgede 82 hayvanın zehirlendiğini, bunlardan 20’sinin telef olduğunu söylemişti. Batı Şeria’daki Bir Zeit Üniversitesi’nde yapılan incelemeler, bölgedeki tarlalarda, ‘’fluoroacetamide’’ isimli çok zehirli maddeye rastlandığını ortaya koymuştu. 1998 Rotterdam Konvansiyonu tarafından ‘’çok tehlikeli maddeler’’ statüsüne alınan ‘’Fluoroacetamide’’ adlı maddenin panzehiri bulunmuyor. Siyonistler Lübnan’daki Suriye askerlerinin geri çekilmesiyle yetinmediler Şimdi de Filistinlilerin silahları toplanıyor! İsrail’in rahatsızlık duyduğu konular tek tek ortadan kaldırılıyor. Hariri suikastı gerekçe gösterilerek baskılar sonucu Suriye askerleri Lübnan’dan geri çekildi. Bununla yetinilmedi. Bu kez de Lübnan’daki Filistinliler’in ellerindeki silahları toplamaya çalışıyorlar. Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ) bünyesindeki en büyük örgüt olan El Fetih’in lideri Faruk Kaddumi, Lübnan’daki Filistinlilerin elinde sadece hafif silahlar bulunduğunu ve ‘’bu konunun Lübnan ile Filistin arasında dostça çözülebileceğini’’ söyledi. Lübnan’ın eski Dışişleri Bakanı Fares Bueyz ile görüşmesinin ardından basına açıklama yapan Kaddumi, ‘’1991’de bir anlaşma yapıldı ve bu anlaşma, gerçeği söylemek gerekirse, uygulanmasa bile, biz bütün silahlarımızı teslim ettik’’ dedi. Kaddumi, Lübnan’da yaşayan Filistinli mültecilerin kamplarında ağır silah bulunmadığını vurgulayarak, 274 ‘’Lübnan’da olup bitenlerden dolayı, Filistinli olsun olmasın, birçok kişi silah bulunduruyor’’ ifadesini kullandı. Bunun bir sorun teşkil etmeyeceğini vurgulayan El Fetih lideri, ‘’bu konunun iki taraf arasında dostça çözümlenebileceğine inandığını’’ belirtti. Lübnan, 1991’de yapılan anlaşmayla, ülkede bulunan Filistinli mültecilere sivil ve sosyal haklarını vermeyi ve 1982’deki İsrail işgali sırasında kapatılan FKÖ bürosunu yeniden açmayı, Filistinli mültecilerin elindeki ağır silahların teslim edilmesi şartıyla kabul etmişti ABD ılımlı İslam’la Müslümanları uyutuyor! 1990’lardan bu yana, küresel güvenlik gerekçesiyle, Müslüman coğrafyada yürütülen çalışmalar, güvenlik projesinden medeniyet projesine dönüştü. İslamcı terörizm gibi kavramlar yerini reform, ılımlı İslam kavramlarına terketti. Büyük Ortadoğu Projesi’nin, Ilımlı İslam projesinin, etnik ve mezhep eksenli ayrıştırma projelerinin hedefi gerçekten El Kaide etkisini kırmak mı?.. ABD’nin ve Batı’nın yaşadığımız bölgeye yönelik tasarrufları güvenlik boyutunu aştı. Artık teolojik bir tartışma/müdahale söz konusu. Batı, İslam dünyasına yeni bir medeniyet projesi dayatıyor. Söz konusu stratejiyle, ABD ilk kez İslam’ı ulusal güvenlik sorunu olarak kabul ediyor. “Sorun”un kaynağına müdahale ediyor ve onu dönüştürmeye çalışıyor. Bu çerçevede; ılımlı Müslüman grupları, vakıfları, reformcu kadroları yine İslam’a karşı kullanıyor. İslami radyo ve televizyon kanalları kuruyor, varolanlara finansal destek veriyor. Müslüman think-tank kuruluşları, okullar kuruyor, medreseler açıyor, camileri restore ediyor. İşbirliğini kabul etmeyen Müslüman medya, dini önderler, siyasi liderler ve partiler hedef alınıyor. Bu çerçevede USIAD üzerinden 24 ülkede yoğun çalışmalar yürütülüyor. Mısır’da, Pakistan’da, Türkmenistan’da, Özbekistan’da, Kırgızistan’da camiler ve sufi önderlerin türbeleri ABD tarafından restore ediliyor. Bangladeş’te imamlar eğitiliyor. Madagaskar’da spor müsabakaları yapılıyor. 24 ülkede İslami medya, radyo ve tv kanalları finanse ediliyor. Endonezya’da 30 Müslüman gruba para aktarılıyor. İmamlar eğitiliyor, ders müfredatları üzerinde çalışma yapılıyor, İslami üniversitelerdeki akademisyenlere destek veriliyor, yaklaşık 40 bölgede radyo programları yapılıyor, liberal İslam üzerine çalışması için think-tanklar kuruluyor. Bütçesinin yüzde 25’ini bu programlar için harcayan USIAD, Müslüman ülkelerde liberal ve laik anlayışı destekleyebilecek bütün gruplara destek verdiklerini, dini organizasyonların kurulmasını sağladıklarını belirtiyor. ABD’nin Müslümanların kalplerini ve zihinlerini kazanmasında, “yeni din inşası”nda rol üstlenenler, onca siyasi ve medyatik desteğe rağmen şimdiye kadar lüks salonların dışında bir varlık gösteremediler. Onlar şimdi dağıtılan milyonlarca dolardan pay almakla meşgul. Bir zamanlar İngiliz altınlarının peşinde koşanlar gibi… 149 ABD’nin postmodern jeopolitikası çöküyor! Dünyanın çeşitli yerlerindeki araştırma merkezlerinde, üniversitelerde, stratejik düşünce kuruluşlarında entelektüeller, aydınlar ve bilimadamlarının üzerinde en çok durdukları, üretim yaptıkları konuların başında küreselleşme sürecinin nereye doğru gittiği konusu ile Amerika Birleşik Devletleri’nin yeni stratejileri geliyor. Küresel hegemonya peşinde koştuğu artık iyice günyüzüne çıkan ABD’nin hangi araçları kullanarak neler yapmak istediği sorusuna cevap aranıyor. “Stratejik Önalıcılık Doktrini” Bu soruya cevap arayan aydınlardan biri de Prof. Dr. Richard Falk. Princeton Üniversitesi’nde uluslararası hukuk hocası olan Falk, “Dünya düzeni nereye?” isimli son kitabında Amerika’nın emperyal jeopolitikasını analiz ediyor. Amerika’nın küresel hegemonya hedefinin ipuçlarını Bush’un 2002 Haziran’ında West Point’te askeri akademi öğrencilerine yaptığı konuşmada tespit eden Falk, emperyal küreselleşmenin en açık bir biçimde kabullenilişinin göstergesi olan “stratejik önalıcılık doktrini”nin ilk kez bu konuşmada tümüyle ortaya 149 Yeni Şafak / 26.4.2005 / İbrahim Karagül / 275 konulduğuna dikkat çekiyor. “Stratejik önalıcılık doktrini” ya da genel kullanımıyla “Bush doktrini”, ABD’nin tehdit olarak algıladığı ülkelere saldırmasını bir “hak” olarak görüyor. “Stratejik önalıcılık doktrininin” ilk uygulama sahasını da Irak oluşturuyor. Tüm dünyanın karşı çıkması ve ortada savaşı gerektirecek hiçbir neden olmamasına rağmen bilindiği gibi Bush yönetimini durdurmak mümkün olmamıştı. Falk, “stratejik önalıcılık doktrini” ile ilgili şu yorumu yapıyor: “Tek taraflı bir biçimde uygulandığı taktirde sınırı olmayan, BM ya da uluslararası hukuka hesap vermeyen, sorumlu hükümetlerin kollektif kararlarına dayanmayan ve daha da kötüsü pratik bir zorunluluk olduğuna dair inandırıcı bir gerekçe gösterilmesini gerektirmeyen bir doktrindir. Bu doktrinin Irak için uygulanmasının geçerli hiçbir gerekçesi yoktur. Bush yönetimi, ya olguları yanlış analiz etmiştir ya da savaşı başlatırken açıklamadığı başka niyetleri bulunmaktadır. Her koşulda yaptığı harekât, genel küresel güvenliği ABD’nin küresel egemenliğine dayandırmakta ve sorumsuz radikal jeopolitikanın ifadesi olarak anlaşılmaktadır. Irak savaşı esasen bölgesel egemenlik elde etmek için tasarlanmış bir Amerikan harekatıdır!..” Postmodern Jeopolitika… Modern jeopolitikanın egemen devletlerarasındaki çatışma ve ilişkileri ele almak için biçimlendirildiğine vurgu yapan Richard Falk, 11 Eylül saldırılarına atıfta bulunarak, küçük askeri ve mali kaynaklara sahip bir şebekenin en büyük devlete karşı küresel ölçekte yıkıcı bir savaş açacak gücü bulunmasını, bir postmodern jeopolitika inşa edilmesini gerektirecek farklı bir güvenlik yapısının kabulü olarak görmektedir. Postmodernite burada jeopolitikanın dünya düzenine dair içerimlerine işaret etmektedir. Postmodern jeopolitikanın 11 Eylül ile başlamadığına da vurgu yapan Falk, “son yıllarda ekonomik küreselleşme ve yurttaş küreselleşmesi modern olanı postmodern olandan ayıran eşiği aştı ve bunu bilhassa otoritenin merkezini ulusötesi dinamikleri de içerecek şekilde ikili bir biçimde devletten piyasaya ve devletten sivil topluma kaydırmak suretiyle yaptı. Bush’un 11 Eylül’den sonra yaptığı şey, postmodern jeopolitikayı piyasalardan ve sermayenin mantığından uzaklaştırarak savaşa ve çatışmaya doğru yönlendirmekti” yorumunu yapmaktadır. Bush’un postmodern jeopolitikasında hiç bir şekilde uluslararası hukuka yer bulunmuyor.. Kendisinden olmayan herkesi “düşman” olarak tanımlayan bu bakışaçısında, emperyal tutkular ve küresel bir imparatorluk kurma hayalleri bulunuyor. Richard Falk, Bush yönetiminin zihniyet haritasını ise şöyle analiz ediyor: “ABD, oyunun kurallarını koymayı da içerecek bir küresel egemenlik hakkı talep etmekle kalmıyor aynı zamanda toplumsal refah arayışlarının nihai yanıtına sahip olduğunu da iddia ediyor. Bu iddiada bulunurken, kendi evsiz yurttaşlarını, kalabalık ve giderek sayısı artan hapishanelerini, kentlerindeki çürümeyi ve sayısız sorununu unutmuş görünüyor. Bush’un dünya görüşü, diğer kusurlarının yanısıra, farklılığın ve deneyimlerin geçerliliğini yok sayıyor. Ayrıca sıra ABD’nin dünyadaki rolü konusunda diğerlerinin meşru yakınmalarını kabullenmeye geldiğinde, koyu, karanlık bir inkârcılığa başvuruyor. Kendinden hiç kuşku duymayan bu yaklaşım, ABD tarafından teşvik edilen postmodern tutumu köktenci jeopolitikanın tehlikeli bir biçimi haline de getiriyor. Bu postmodern jeopolitika vizyonu, güçlü bir protestan ahlakçılık dozuyla desteklendiğinden yine tehlike sinyalleri veriyor…” Bush’tan korunmanın yolları Bush yönetimi “küresel bir imparatorluk” kurmak için dünyanın her yanında askeri üsler kurmakta, halkları ayaklandırmakta, ülkeleri işgal etmekte, askeri, siyasi, sosyal ve ekonomik alanların tümünde yoğun bir çalışma yürütmektedir. ABD diğer devletlerden hem ulusal hem de küresel anlamda güvenliği kendi ellerine teslim etmelerini istemektedir. Peki, ABD’nin bu küresel egemenlik dayatmasına karşı ne yapılabilir? Falk, yapılması gerekeni şöyle özetliyor: “İnsan hakları ve küresel demokrasi dayanakları üzerinde inşa edilen postmodern bir dünya düzeni bayrağı altında, yurttaş küreselleşmesiyle ekonomik küreselleşmeyi bağdaştırmak yönünde hareket etmeliyiz…” 276 Yani, adaleti, barışı, eşit paylaşımı, özgürlüğü ve işbirliğini esas almalıyız… ABD’nin küresel imparatorluk hayallerine ancak bu şekilde karşı koyabiliriz… 150 150 27.04.2005 / Dr. Abdullah Özkan / Milli Gazete 277 ZAFER “MARJİNAL”LERİN OLACAKTIR! Amerika, siyonizmin kovboyu olarak, Irak’ta vahşet planı uyguluyor… İslam’ı yeryüzünden silme ve Müslümanları sindirme operasyonu bütün dehşetiyle sürüyor. Kuzey Irak’ta Kürdistan değil, Yeni bir İsrail kuruluyor! Türkiye adım adım kuşatılıyor… Hatta şeytanın kışlası NATO’nun bir karakolu yapılmaya çalışılıyor!.. Irak’ta ve İstanbul’da, “Ey Barbar Amerika, evine geri dön!” diye haykıran ve hakkını arayan şuurlu ve onurlu insanlarımıza, Başbakanlık koltuğuna konuçlandırılan adam “Marjinal gruplar” diye sataşıyor!.. Bir nevi “Amerika’ya karşı çıkmak, ahmaklıktır.” Demeye getiriyor!.. Ve Siyonist İsrail’in kuklası ve ABD’nin uşağı Talabani’yi devlet statüsüyle karşılamaya ve ağırlamaya hazırlanıyor!... “Cahil cesur olurmuş… Gafil gurur doluymuş…” Çünkü başlarına gelecekleri bilmiyorlar! Evet, Irak İsrailleşiyor… Kürtler Yahudileştiriliyor… Uğur Mumcu 11 yıl önceki “MOSSAD ve Barzani” başlıklı yazısında geleceğe ışık tutuyor ve uyarıda bulunuyordu. Kendisi göremedi bugünleri ama, görmek istemeyenlere “gözünüzü açın” diyordu. Ölümünden kısa bir süre önce İsrail büyükelçiliğine çağrılarak yazdığı bu yazılar nedeniyle sert bir uyarı alan Mumcu, İsrail’in Kürtler üzerinden Ortadoğu’da istikrarsızlık çıkartma peşinde olduğunu defalarca kaleme almıştı. 7 Ocak 1993’deki yazısında Mumcu, MOSSAD’ın Barzani ile ilişkilerini Londra ve Sydney’de yayınlanan “Israel’s Secret Wars-A History of Israel’s Intelligence Services” adlı kitabına dayandırmıştı. Kitap, İngiliz The Guardian gazetesinde 1984 yılından bu yana Tel-Aviv muhabirliğini yapan Ian Black ve Washington’daki Brooking Enstitüsü’nde çalışan öğretim üyesi Benny Morris tarafından yazılmış. 1972’de, IKDP önderi Molla Mustafa Barzani’nin Irak rejimine karşı ayaklandığı yıllarda, ABD-İran-İsrail üçlüsü bu ayaklanmayı destekliyordu. Barzani-ABD ilişkileri, ABD Dışişleri eski Bakanı Henry Kissinger eliyle yürütülüyordu. MOSSAD-Barzani ilişkileri de İsrail’in Tahran’daki askeri ataşesi Yaakov Nimrodi (MOSSAD Ajanı) aracılığı ile gerçekleşiyordu. Nimrodi’nin üstlendiği görev ilginç; Nimrodi Sovyet silahlarının Barzani’nin eline geçmesinde rol oynuyordu. Kitapta, MOSSAD’dan Kürtler’e 50 bin dolar para verildiği, ABD kaynaklarına dayanarak açıklanıyor. Şah-Nixon görüşmesinden sonra CIA tarafından “Kürdistan Demokratik Partisi”ne üç yıl içinde 24 milyon dolar gönderilmiş. Şah, Irakla 1975’de aniden Cezayir anlaşması imzalayınca Kürtler ortada kaldı. Molla Barzani ABD’ye kaçtı, Kissenger yüzüne bile bakmadı. 2000 yılında askerlerimiz, İsrail ile ABD işbirliği yapan Barzani-Talabani ikilisinin burnunu sürtmek için Habur Sınır Kapısı’nı kapatarak onları yıllık 200 milyon dolarlık gelirden mahrum etti. Habur Sınır Kapısı’nın kapatılmasının ardından İsrail ve ABD, Barzani ve Talabani’ye müthiş bir teklif sundu. Barzani’ye bağlı 30 bin Talabani’ye bağlı 25 bin Peşmergenin 100 ile 500 dolar arası maaşa bağlanması ve düzenli ordu eğitimlerinin taraflarınca yapılması önerisine tabii ki evet yanıtı verdiler. Dananın kuyruğu artık kopmuş Türkiye Kürtler üzerinde kurduğu hakimiyeti kaybetmişti. Kontrol artık İsrail ve ABD’de idi. “Parayı kim veriyorsa düdüğü de o çalar” prensibi işlemeye başlamıştı. 2001 yılında Kuzey Irak’ta Barzani ve Talabani’yi ABD’nin barıştırarak Kürt parlamentosunu açtırması, bayrak, milli marş gibi devlet oluşumun olmazsa olmazlarını ilanı bundan sonra Ankara’da hep seyirci tribününden izlenecekti. ABD, bir yandan Türk yetkililerle tezkere pazarlığı yaparken öte yanda Ankara’nın çekincelerine aldırmadan Kuzey Irak’ta IKDP lideri Mesut Barzani güçlerinin konuşlandığı Selahaddin’de MOSSAD-CIA işbirliğiyle Peşmergelerden düzenli bir ordu kuruyordu. Üzerilerine Amerikan üniforması geçirilmiş, kırmızı bereli Kürt askerlerinin fotoğrafları Kanada’nın Maclean’s dergisinin Şubat’ın son hafta sayısında yayımlanmıştı. Subay, komando kesimi ise NATO’nun Macaristan’daki üssünde eğitildi. Konvensiyonel, hafif, modern Amerikan silahları ile donatılan Barzani güçleri Musul ve Kerkük’e Türkiye’nin tüm karşı çıkmalarına rağmen girecekti. Petrol kuyularını güvenli biçimde yakılmadan ele geçirmenin başka yolu olmadığı Ankara’ya anlatıldı. Ve nitekim öyle oldu, kırmızı çizgilerimiz pembeleşti. Kuzey Irak oyunu, son 10 yılda hep aleyhimize gelişerek büyüyor. 13 askerimizin başına 4 Haziran 278 2003’te çuval geçirerek bölgede Türk Özel Tim ve İstihbaratının varlığını istemediğini ‘resmileştiren’ MOSSAD ve CIA, Kürtlerden kurdukları komando özel timleri ile bölgede istedikleri figürü ortadan faili meçhul ile kaldırabilme ve dengeleri lehlerine değiştirme potansiyeline sahip olacaklar. Bölgede İsrail ve ABD ile çıkarlarımızın çatıştığını anlamak için artık uzman olmaya gerek yok. Çatışıyor, çatışacak...151 Yeniden gündeme gelen Orta Doğu’da Kuzey Irak’lı Kürtler ile Yahudi diyaloğu, Sadam hüseyin’in Irak’a hükmettiği döneme ve daha evveline kadar uzanıyor. ABD’nin Irak’ta Saddam’ı devirmesiyle Kuzey Irak’a ABD askerleriyle birlikte yoğun bir şekilde İsrail’li ajan akını da gerçekleşti. İsrail’in Kuzey Irak’a veya Kürtlere yönelik ilgisinin bir çok nedeni söz konusu. Sadece petrol ve rezervlerini kontrol edip bir boru hattıyla İsrail’e yöneltmek tek sebep değil. Ama bunun da olabilmesi için Orta Doğu’da İsrail’in kendini güvende hissetmesi, İran’ın yanı başında karargahlar oluşturması gerekiyor. En büyük müttefiki ABD’nin Irak’ta olması bu anlamda İsrail için büyük avantaj. Terörden arındırılmış Kuzey Irak’ta Kürtlerin Türkmenler üzerindeki hegemonyası azalacağı gibi, İsrail’in bu bölgede yaptığı işler daha net ortaya çıkacağından ABD bilinçli olarak teröre şimdilik müdahale etmeyi düşünmüyor. İsrail, ABD’nin Irak’a müdahalesinin hemen ardından Kerkük-Yumurtalık Boru Hattı’na alternatif olarak, çapı, ebadı, kapasitesi ve bazı güzergahları eksik ve yetersiz olan Kerkük- Hayfa Petrol Boru Hattı’nı ortaya attı.. İsrail’in 70 yıllık Kerkük-Hayfa Boru Hattı’nı yeniden işletmeye açma önerisi, bazı teknik engellerle birlikte önemli siyasi zorlukları da içeriyor. Ama Kuzey Irak’ta varlığı da siyasi zorlukları bertaraf etmekle ilgili olamaz mı?152 Devlet erkanının şaşırtan şaşkınlığı Birinci Körfez krizinden sonra üç binin üzerinde peşmerge Amerika'ya götürüldü. Sözde Saddam'ın zulmünden korumak için götürüldüler. Ama bunlar tuhaf bir şekilde belirlenmişti. Hatta kimlerin gideceğine ABD değil İsrail karar vermişti. Amerikalıların elinde liste vardı. İddia oydu ki ABD'ye götürülenler İbrani asıllılar arasında seçilmişti ve listedeki isimler İsrail tarafından belirlenmişti. Ve yine herkes biliyor ki Amerika'da yetiştirilen bu peşmergeler İkinci Körfez savaşından yani Irak'ın işgalinden sonra yeniden bölgeye geri getirildi. Artık birer profesyonel asker ve yönetici olarak, Kuzey Irak'a yerleştirildiler. Ve şu anda bölge tamamen bunların kontrolünde. Bütün bunları artık sokaktaki çocuk bile biliyor. Peki "İsrail K. Irak'ta komando yetiştiriyor" haberleri niye bu kadar şaşırtmış gibi görünüyor. Özellikle devlet erkanımızın şaşkınlığını(!) anlamak çok zor. Acaba şaşkınlıkları bunu gerçekten bilmediklerinden mi? Eğer böyleyse durum çok vahim demektir. Amerika’nın Askeri ve Siyasi işlerden sorumlu Dışişleri Bakan Yardımcısı Lincoln Bloomfield ile ABD Savunma Bakanlığı Stratejiden Sorumlu Bakan Yardımcısı Vekili Andy Hoehn Türkiye’de Genelkurmay ve Dışişleri nezdinde görüşmelerde bulunuyor. Seri ve hızlı operasyonlar için üs ve liman pazarlığı yapıyor. İsrail Türkiye ile ihtiyaç duyulduğunda kullanmak üzere ortak cephanelik antlaşması imzalıyor. Konya’da Türkiye-Amerika ve İsrail hava kuvvetleri “Anadolu Kartalı” adı altında ortak askeri tatbikat gerçekleştiriyor. Aslında basit bir toplama işlemi. Altalta yazılı bu gelişmeleri toplayın, sonuç zaten kendiliğinden ortaya çıkıyor. Ve insan ister istemez; ne oluyor yoksa Armagedon Savaşlarına mı hazırlanılıyor demekten kendini alamıyor.153 “Pentagon’un Yeni Haritası...” Bush yönetimine yakınlığı ile bilinen Thomas Barnett’in kaleme aldığı “The Pentagon’s New Map” isimli kitap, Amerika’nın izlediği saldırgan politikanın ipuçlarını veriyor. Barnett kitabında ABD, Avrupa ve Rusya/Uzakdoğu’yu dünyadaki üç önemli güç olarak tanımlıyor. Bu blokların dışında kalanları ise “Gap Bölgesi” olarak görüyor... 23.6.2004/Nuh Gönültaş/Tercüman 23.6.2004/Güntay Şimşek/Sabah 153 Milli Gazete / 24 06 2004 / Kulis Ankara 151 152 279 Gap bölgeleri başta Afrika’yı, Yunanistan hariç Balkanları, Orta Amerika’yı, Güney Amerika’nın kuzey ve batısındaki ülkeleri, Kafkasları, Türki Cumhuriyetleri, Türkiye, Pakistan, Afganistan, Endonezya’yı ve Ortadoğu ülkelerini kapsıyor... Barnett kitabında “Gap Bölgesi” olarak tanımladığı yerde yer alan ülkelerin ortak özelliklerine de vurgu yapıyor. Bu ülkelerin milli gelirlerinin 3 bin doların altında olduğunu, demokrasi ve özgürlüklerden yoksun bulunduklarını söylüyor. Ve tabii bu ülkelerin çoğunun halkının da müslüman olduğunun altını çiziyor... Barnett, Gap Bölgesi’nde yer alan ülkelerin kendine özgü yapıları olduğunu belirttikten sonra ekliyor: “Bu farklı ülkeleri yönetmek için farklı kurallar gerekiyor...” Peki nedir bu “farklı kurallar” sorusunun cevabını ise yine kendisi veriyor: “Mevcut istikrarsızlığı sürdürmek...” Yani Pentagon’un yeni yol haritası, Gap Bölgesi’nde yer alan ülkelerde istikrarsızlığı beslemek ve bundan çıkar sağlamak... İşte Afganistan, işte Irak... Her iki ülkeyi de işgal eden ABD, buralarda uzun dönemli “istikrarsızlığı” besliyor, işgal sonrası bölgeye daha fazla yerleşmek istiyor... Büyük Ortadoğu Projesi’nin amaçları, Pentagon’un yeni yol haritası ile çakışıyor. ABD, BOP ile Kuzey Afrika’dan Kafkaslara kadar çok geniş bir bölgede “istikrarsız” bir kuşak oluşturmanın peşinde koşuyor... Gap Bölgesi dışında kalan ülkeleri kendi oluşturduğu istikrarsız ortam ile sömürmeyi amaçlayan ABD, bu ülkelerin devamlı olarak yoksul kalmasını, demokrasi ve özgürlüklere ulaşamamasını, sürekli korku içinde yaşamalarını istiyor. Pentagon’un yeni haritası, dikkat edilirse Türkiye için de geçerliliğini koruyor. Türkiye devamlı olarak yoksulluk, borç, sefalet ve yasaklarla istikrarsızlaştırılıyor... Demokrasi ve özgürlüklerin önü kesiliyor, insanlar inandığı gibi yaşayamıyor, düşündüğünü ifade edemiyor... AB’nin dayatmalarıyla atılan birtakım gözboyamaya yönelik adımlar hiçkimseyi tatmin etmiyor... Türkiye’de Amerika’nın “Gap Bölgesinde” yer alıyor ve Pentagon’un yeni dünya haritasında “sömürülmesi” gereken ülkelerin başında bulunuyor. Bunu eskiden sadece gizli toplantılarında dile getiriyorlardı, şimdi ise kitaplarında yazıyorlar, dünya kamuoyuna duyuruyorlar, açıkça meydan okuyorlar... 154 Peki bütün bunlar olurken, İslam Aleminin sütunlarına dinamitler koyulurken ve ülkemizin altı ve etrafı oyulurken; Bu AKP’li iktidar, sivil ve askeri sorumlular ne yapıyor? Başbakan “Amerika evine dön!” (“Go Home”) diye tepki gösterenleri, marjinellik ve mantıksızlıkla suçluyor ve “Ben de bir zamanlar böyle çok bağırdım. Ama sonunda yanıldığımı anladım.” Diyerek herkesi de, kendisi gibi ABD’ye teslimiyete çağırıyor!.. Tarihte pek çok mücadeleyi haklı ve hayırlı saftaki “Marjinal azınlığın” kazandığını unutuyor… Allah’ın gaddar kalabalıklarla, güçlü ve saldırgan zorbalarla değil, sabreden şerefli azınlıklarla beraber olduğuna inanmıyor! İzzet ve zaferi, zalimlerin ve kafirlerin yanında arıyor!.. Kendilerini güçlü görüp azgınlaşanların ve onlara uşaklık yapanların, Ad ve Semud’ların, Firavun ve Nemrud’ların başına gelenlerin, Amerika’nın da başına geleceğini düşünmüyor!.. NATO’ya garsonluk yapanların sonunun, Türkiye’yi NATO’ya sokmak uğruna Kore’ye Mehmetçik gönderip kırdıranların sonu gibi olacağını aklına getirmiyor.!? 154 Milli Gazete / 24 06 2004 / Dr. Abdullah Özkan 280 La Rauche’nin Tarihi Tespitleri: DOLAR SALTANATI DEVRİLİYOR! LaRauche 11 Eylül eyleminden bir buçuk ay önce böyle bir olayın olacağını görmüş, görmekle de kalmamış, 24 Temmuz 2001 günü Birleşmiş Milletlerde 250 kişilik bir dinleyici topluluğu önünde bağıra bağıra söylemişti. Bakınız ne demişti: “Sistem kaynaklı derin bir finanssal krizin içindeyiz. 2001 yılsonuna kadar savaş patlak vermemiş ya da bu sure zarfında uluslar arası liderler için de anahtar konumunda olan bazılarına karşı suikastlar düzenlenmemişse eğer ki bunlar ihtimal dahilinde açık ve basit bir şekilde şu anki finanssal ve parasal sistem çökmüş olacak. Bu önlenemez. (…) 1971’de Richard Nixon sabit kur sisteminden dalgalı kur sistemine geçerek sistemi mahvetti. (…) O zamandan bu yana Amerikan ekonomisi kötüye gidiyor. (…) Wall Street ve Federal Rezerv Bank sisteminin hükümranlığı devam ettikçe Amerika’da kimse için yukarı çıkma şansı yok.”155 “Hepsi Yahudi olan- Brzezinski, Bernand Lewis ve Samuel Hunhington gibi bir avuç asker kaçağıyla eski Troçkist, 1996 Temmuz’unda Başkan Clinton’a Baba Bush’un yarım bıraktığı Ortadoğu savaşını yeniden başlatmasını önerdiler. Clinton bunların önerisini reddedince, koynuna Beyaz Saray’da çalışan Monica Lewinsky adlı bir Yahudi kız sokup bir seks skandalı çıkartarak saf dışı ettiler onu. Bunlar, 3. Dünya Savaşını hazırlamaya uğraşıyorlar. İşte Küçük Bush’un bugün uyguladığı savaş politikası, Clinton’un 1996’da reddettiği o politikadır. Netanyahu, bunların raporunu aldıktan birkaç gün sonra, Amerikan Senatosu’nda bir konuşma yapmıştı, Senatörlerin çoğu bunu bilir ama söylemez. Bilirler, çünkü oradaydılar. Ama size söylemezler. Amerikan ordusunun Irak’ı işgale gönderilmesi, Akdeniz’den Fırat’a dek uzanan “Büyük İsrail” planının bir parçası. Buna “Jabotinsky’nin İsrail’i”, “Büyük İsrail” ya da “Eretz İsrael” de derler. Bu topyekün savaş, beklenmedik yollarla gezegeni saracak bir savaş… 11 Eylül olayı da Amerika’nın bu savaşı başlatmasına gerekçe sağlamak üzere gerçekleştirilmiş bir perdeleme eylemiydi. Bu eylemi yapanlar, kesinlikle Amerika dışındaki güçler değil. Bir takım yabancılar eylemde kullanılmış olabilir, ama bunu yaptıranlar kesinlikle Amerika içindeki bir takım güçler. Bu eylemin amacı, Amerikan ordusunun savaşa sürülmesini Amerikan kamuoyu ve dünyanın gözünde haklı göstermek. İkiz kulelerin vurulmasıyla korkuya kapılan Amerikan halkı, “Ülkemizde can güvenliğimiz kalmadı, güvenliğimizi sağlamak için kime savaş açılması gerekiyorsa ona savaş açın, biz buna hazırız!” deme noktasına gelecek, böylelikle Amerika’yı yönetenlerin savaş kararı almasının önünde hiçbir kamuoyu engeli kalmayacak. CNN ve FOX TV onların bu amacına uygun yayınlar yapıyor. Bu yayınlara kapılmak, ülkeyi savaşa sürüklemek ve böylelikle 11 Eylül uygulamasını yapan savaş yanlısı güçlerin amaçlarına alet olmaktadır. Amerika ve daha pek çok ülke için tehdit oluşturan İsrail’i durdurmalıyız…” LaRauche’un İsrail’i: “Amerika için bile tehlike” olarak nitelendirmesi, ilginçtir. Amerikan dış politikasının Yahudi Lobisi aracılığı ile, İsrail çıkarlarına uygun olarak biçimlendiği, Orta Doğu’lu, Arap, İranlı, Suriyeli, Mısırlı ve Türk aydınların, kanla, gözyaşıyla öğrendikleri bir gerçektir. LaRauche’un da bunu Amerika’da söyleyen tek politikacı olmadığını biliyoruz; Senatör Paul Findley 1980’lerde yazdığı, dilimize Amerika’da İsrail Lobisi adıyla çevrilen “They dare to speak out” kitabıyla, Yahudi lobisinin Amerikan yönetimleri üzerinde nasıl büyük bir etkisi olduğunu, Amerikan dış politikasının nasıl İsrail çıkarları doğrultusunda biçimlendiğini gözler önüne sermiş; bu yüzden “Yahudi Düşmanı” damgası vurularak lanetlenmiştir. Yine de, Demokrat Parti’den 2004 Amerika Başkan aday adayı LaRauche’un Yahudi lobisini çileden çıkartacak, onları açıktan açığa karşısına alacak sözler etmesi tarihi bir gelişmedir. Evet; Amerikan tarihinde ilk kez bir başkan adayı; Amerikan halkından, Yahudi lobisini açıkça karşısına alarak oy istemiştir. Geçmişte, Başkanlık seçimlerinde Amerikan İşçi Patisi’nden aday olduğu dönemde, Federal Polis onu “Sovyetlerin eski ajanı, 155 Bak: Euro-Dolar Savaşı / Cengiz Özakıncı / Özel Basım: Sh:8-9 281 komünist” olarak nitelendirmiştir. Amerikan Yahudileriyse ona; “Yahudi düşmanı; faşist” demektedir. 156 LaRauche, biraz deli dolu konuşuyor belki, ama, dilinin altında başka şeyler de var. Şu önemli tespitler Ona aittir: “Küçük Bush’un Irak’a savaş açmasının altında özenle gizli tutulan ekonomik nedenler de vardır. ABD’de önemli görevlerde bulunan kişiler savaşa neden olan ekonomik gerçeklerin bir bölümünü bilmekte ama bunu saklamaktadır. Bu kişiler arasında Kongre üyeleri –özellikle senato- Amerikan hükümet görevlileri, yönetimin üyeleri ve diğer liderler bulunmaktadır. Onlar gerçeği söylemekten korkuyor. Birçok insan gerçeğin bir kısmını biliyor. Nispeten güçlü ve etkili makamlarda olanlar, yani gerçeği halka açıklayabilecek olanlar, bunu yapamıyor. Şimdi, Irak’a savaş açılmasıyla uluslar arası para piyasası arasında bir ilişki var; ama bu ilişki bilinen türden değil. Çok başka!...” İlginç değil mi? Şu sıra LaRauche’un değindiği şu ‘gizli nedenler’in ne olduğunu araştırıyoruz. Bir de ‘bildiğimizden çok başka’(!) dediği şu ekonomi-savaş ilişkisinin ne olduğunu çözmeye çalışıyoruz. “dana” olmamak için!... “Kurbanı bağlar keserler, kurban bilmez nedenini Oysa kırlangıç öyle mi; kurban olma, kuş ol Dona!” Baez’in Amerika’da İngilizce söylenerek ünlendirdiği bu şarkı, gerçekte Nazi’lerin işgal ettikleri Kiev ve çevresinde kıyıma uğrattıkları Rusya Yahudilerinin Yiddiş dilinde söyledikleri bir soykırım ağıtıdır… Yahudi yazar Arthur Koestler, 1976’da yayımlanan “onüçüncü Kabile” kitabında, bu Yahudilerin gerçekte 740 yılında Yahudiliğe geçen Hazar Türklerinin kalıntıları olduğunu kanıtlarıyla ortaya çıkarmıştır. Yahudi araştırmacı Kevin Brook da yazdığı “Hazar Yahudileri” (Jews of Khazaria) kitabında, Nazi’lerin Almanya’da, Doğu Avrupa’da ve Rusya’da soykırıma uğrattığı Yahudilerin büyük ölçüde Hazar’ların kalıntısı olan Türk kökenli Yahudiler olduğunu açıklamıştır. Anlayacağınız, bütün dünyaya “Yahudi soykırımı” ve “Yahudi düşmanlığı”… dedikleri, aslında Hitler’in gerçekleştirdiği bir “Türk soykırımı”dır. İsrail ve dünyadaki çoğu Yahudiler, Hazar Türklerinin Yahudi olduklarını yalanlıyorlar; doğruladıkları an “Yahudi soykırımı” denmeyecek “Türk soykırımı” denecek diye… Gumilew gibi Rus kökenli bilim adamları da: “Hazar Türklerinin hepsi Yahudi olmadı, yalnızca yöneticileri Yahudiliğe geçmişti” diye dayanıksız savlar uydurarak bu gerçeği çarpıtmaktadır. Oysa o yıllarda toplumlarda kandaşlık yasaları egemendir; aşiret ve kabile yasaları uyarınca: baştaki kağan din değiştirince, toplumun hepsinin din değiştirdiği bilinen bir olaydır. 157 Demokrat Parti’den 2004 seçimleri için başkan aday adayı olan LaRauche evet belki de biraz deli dolu konuşuyordu ama söyledikleri büyük ölçüde doğruydu. Bush’u Irak’a saldırmaya yönelten nedenlere ilişkin LaRauche’un yaptığı açıklamalar, bilgisayar ağları üzerinden Türkiye’ye dek ulaştığına göre, dünyada epey yankı uyandırıyordu, ama Amerika’da durum böyle olmuyordu. Çünkü Demokrat Partiden aday olan tek kişi LaRauche değil; Al Gore da aynı partiden adaylığını koyuyor ve Yahudi Lobilerinin açık desteği ile kazanıyordu. Ama Yahudi Lobilerinden artık daha etkili güçler olmalı ki, Bush’un karşısında seçimi kaybediyordu. LaRauche’un Irak’ın vurulması konusunda yaptığı değerlendirme: bunu İsrail’in ve Amerika’daki Yahudi Lobisi’nin istediği sonucunu doğuruyordu. Gerçekten de, şöyle bir düşünürsek; Orta Doğu’da gerçekleşecek bir Amerikan işgali, yalnızca Araplarla başı dertte olan İsrail’in işine geliyordu. Amerikan ordusu Orta Doğu’ya gelsin, İsrail’in Arap komşularını vursun, sindirsin; bu ülkelerde İsrail’e boyun eğecek yönetimler kursun; yeterli sayıda Amerikan askeri de sürekli olarak bölgede kalsın; işte İsrail’i mutlu edecek olan buydu. Ama Amerikan ordusunun ırak’a saldırması için tek neden elbette bu değil! LaRauche’un da belirttiği gibi, kamuoyundan gizli tutulan ekonomik nedenler de bulunuyordu. Larauche’un “gizli tutuluyor” dediği o ekonomik nedenlerin ne olduğuna ilişkin William Clark imzalı bir yazı dikkat çekiyordu. Okuyunca soluğumu kesen bu yazıyı sizinle paylaşmak istiyorum: Bush’un Amerikan ordusunu Irak’a gönderip Saddam’ı devirmeye kalkmasının gerçek nedeni 156 157 Sh:11-12-13-14 Sh: 15-16 282 neymiş biliyor musunuz? Amerikan dolarına karşı eurodan kaynaklanan ve gitgide artan, dünya çapındaki bir ekonomik tehditmiş!.. Evet, yanlış duymadınız, Bush’un “Birkaç hafta içinde başlatacağız.” Dediği Irak savaşının gerçek nedeni, petrol ihraç eden OPEC ülkelerinin doları bırakıp euroya geçmelerini önlemekmiş! William Clark’a göre: Amerika OPEC’i, euroya yönelişten caydırmak için; ilk elde dünyanın ikinci en büyük petrol birikimine sahip olan Irak’ı ele geçirip, öncelikle onu eurodan dolara geri döndürmek zorundaydı, çünkü Irak ve Saddam; petrolün dünyada yalnızca dolarla alınıp satılan bir ürün olmasına karşı bayrak açmıştı. Kasım 2000’de petrolü dolarla satmayı terk edip euroyla satmaya başlamış ve böylelikle tüm dünyada “dolar eğemenliğine başkaldırı”nın öncülüğünü yapmıştı!..”158 Amerikan egemenliğini sarsacak bütün bu olumsuz gelişmeler, akılcı ve barışçıl yollardan engellenebilecekken, Küçük Bush yönetiminin savaş yolunu seçmesinin sebebi neymiş biliyor musunuz? Bir taşla bir çok kuş vurmak: Amerikan orduları Irak’ı işgal edecek olursa, hem Irak’ı eurodan dolara geri kaydıracak, hem Irak’ta Amerika-İsrail işbirlikçisi bir yönetim kurup İsrail’in güvenliğini sağlayacak; hem de petrol üreten diğer OPEC ülkelerine, petrollerini Irak’ın yaptığı gibi- dolarla değil euroyla satmaya başlayacak olurlarsa, kendilerinin de Irak gibi işgale uğrayarak süngü zoruyla “düzen değişikliği” ne uğratılacakları, en somut biçimde gösterilmiş olacak!?… İşte: LaRauche’un şöyle bir değinip geçtiği “Amerika’yı savaşa sürükleyen gizli nedenler” sanırım bunlar.159 İngiltere’de yayımlanan ilginç yazısında ise Hazel Handerson, durumu şöyle değerlendirmiş: “Amerikan egemenliğinin sonu: en akılcı tahminle; petrolün euroya bağlanmasının dolarında yol açacağı düşüş yoluyla gerçekleşebilir. Gelişmekte olan daha pek çok ülke, döviz dağarcıklarında bulunan doları ellerinden çıkarıp euro ile dengelemek konusunda Venezüella ve Çin’in ardından gitmektedir. OPEC de her an petrolünü euroyla satmaya karar verebilir. Euro daha da yükseldiği ve dolara rakip bir para haline geldiği için; Avrupa Birliği, kendi politik ve ekonomik gücünü somut olarak görmeye yönelmiştir. Öyle ki, İngiltere’nin Amerikan işbirlikçisi Başbakanı Tony Blair bile, bu gidişle İngiltere’yi dolardan uzaklaştırıp euroya çevirmenin yollarını kavrayacak ve buna yönelecektir. Gelişmekte olan ülkeler, salt dolar egemenliğinden kurtulmak için Venezüella örneğini izleyerek, mallarını doğrudan birbirleriyle değiş tokuş edebilir. Bush’un Chavez’i devirmek istemesinin altında yatan neden, Chavez’in Venezüela petrolünü dolar yerine euroyla satmaya ve takasa yönelmesidir. Görüyorsunuz deği mi? Küçük Bush’un Irak’ta Saddam’ı devirmek istemesinin gerçek nedeni ne ise, Venezuela’da Hugo Chavez’i devirme girişimlerinin gerçek nedeni de o: petrol satımında doları devre dışı bırakmaları ve euro ile alışveriş etmeleridir…160 Suudi Arabistan Prensi Muhammed Bin Türki Bin Abdullah’ın geçen yıl verdiği bir demeçte: “İsrail’in baş destekçisi olan Amerika’yı cezalandırmanın en etkin yolu, Irak’ın yaptığı gibi petrol kurunu dolardan euroya çevirmektir,” dediği bilinmektedir. Siyonist sömürü sermayesini can evinden vurup öldürecek ok, şimdi petrol üreticisi Arap ülkeleri ve Amerikan boyunduruğunu kırmak isteyen diğer ülkelerin elindedir. 161 “Bir ulus hem cahil hem de özgür olmak istiyorsa, asla olmamış ve olamayacak bir şeyi istiyordur… Çünkü İnsanlar bilgi olmadan güvende olamazlar. Basın özgür olduğunda ve herkes okuyabildiğinde, herkes güvendedir.” Thomas Jefferson’ın bu sözleri, maalesef, milletimizi kuşatan olayların talihsizliğini somutlaştırmaktadır. Yönetimimiz Irak’la savaşmaya hazırlanırken, ülkemizin yaklaşan bu çatışmayla ilgili en kolay soruları dahi yanıtlayamıyor olduğunu görmek ne kadar acıdır. Amerika’nın ve Bush Cuntasının Irak İşgaliyle ilgili bütün iddiaları uydurmaydı ve dayanaksızdı. LaRauche bunun nedenlerini şöyle sıralamaktaydı: 158 Sh:20-21-22 Sh:29 160 Sh:30-31 161 Sh: 72-73 159 283 Birincisi; neden Saddam’ı devirmek için hemen hemen hiçbir uluslar arası destek bulunamamıştı? Eğer Irak’ın kitle imha silahları programı gerçekten Başkan Bush’un tekrar tekrar söylediği kadar büyük bir tehdit unsuru ise, neden eski müttefiklerimiz Saddam’ı askeri olarak silahsızlandırmak üzere bir koalisyona katılmıyorlardı? İkincisi; 350’den çok bağımsız B.M. soruşturmasına rağmen: neden Irak’ın kitle imha silahları programına sahip olduğunu gösteren hiçbir kanıt bulunamadı? Aslında Bush yönetiminin Irak’ın kitle imha silahlarına ilişkin savlarının yanlış olduğu apaçık ortadaydı. Üçüncüsü; Başkan Bush’un söylemlerine karşın, CIA Saddam Hüseyin ve El Kaide arasında hiçbir bağlantı bulamadı. Tersine, bazı istihbarat analistleri El Kaide’nin kitle imha silahlarını, güvenliği olmayan eski Sovyetler Birliğinden ya da Pakistan’daki kendi yandaşlarından almış olma olasılığının daha yüksek olduğuna inanıyorlardı!. (Bu da yalandı. Çünkü el Kaide CIA kontrolündeydi) Üstelik Kongre’nin Irak çözümü konusundaki oylamasının hemen ardından, birden bire “Kuzey Kore’nin nükleer silah programı ihlalinden dem vurulmaya başlandı.. Kim Jong II, bu yıl nükleer silah üretmek amacıyla uranyum işlediği iddiaları ortaya atılmıştır. Başkan Bush, Saddam’ın (aslında bulunmayan) kitle imha silahları programının, neden Kuzey Kore’nin aktif nükleer silah programından daha büyük bir tehdit olduğu” sorusuna mantıklı bir yanıt bulamamıştır. Tuhafdır ki, Donalt Rumsfeld, “Saddam ‘sürgün edilmiş’ olsaydı bir Irak savaşını önleyebilirdik” itirafından da sakınmamıştır.162 İtirafından da sakınmamıştır. Aşağıdaki alıntı, Clinton Dönemi’nin zeki ve adının açıklanmasını istemeyen bir makro ekonomistinin; Irak savaşına ilişkin konuşulmayan gerçeklere yaklaşımını göstermektedir: “Federal Rezerv’in en büyük kâbusu: OPEC’in uluslar arası işlemleri; dolar standardından euro standardınakaydırmasıdır. Irak, aslında bu değişikliği Kasım 2000’de (1 euro:82 cent iken) başlatmış ve bunu doların euro karşısındaki düzenli düşüşünü göz önüne alarak, adeta bir haydut gibi yapmıştır.” 163 Demek ki Saddam, şimdi bu euro sevdasının cezasına çarptırılmıştır. “Rusya, malum, bizim gibi çok dolarize olan, Euro ile ticareti son derece düşük bir ülke. Moskova interbank döviz piyasasında geçen yıllar yapılan işlemlerin sadece % 1’i Euro üzerindendi; buna karşılık 2000 yılı işlem hacmi 124 milyar dolar olan bu piyasada doların işlem hacmi %90 civarındaydı. Diğer yandan, Rus ekonomisinde bugün dolaşımda olan 60 milyar dolar da ayrıca bulunmaktadır. Dünyanın en büyük petrol ve doğalgaz ihracatçılarından olan Rusya bu mallardaki ihracatının çok büyük bölümü dolar üzerinden yapıyordu. Kimi hesaplara göre Rusya, petrol, doğalgaz ve başka önemli madenlerin ihracatının %80’ini dolarla gerçekleştiriyordu. Bugün AB’nin petrol ithalatının %21’ini, doğalgaz ithalatının %41’ini Rusya’dan karşılıyor ve üstelik bu yüzdeler giderek artma eğiliminde gözüküyor. Kısacası, Rusya orta vadede belki de AB’nin birinci petrol kaynağı olacağa benziyor. AB bu ithalatın büyük bölümünü de dolar üzerinden yapıyordu. Ne var ki, bu konuda yavaş da olsa bir değişiklik gözleniyor. Rusya’nın doğalgaz devi Gazprom’un 1998 yılında bir takım Avrupa ülkeleriyle bu ülkelerin kendi paraları üzerinden doğalgaz ithalat, anlaşmaları yaptığı biliniyor. “İleride bu ülkeler kendi paraları yerine euro’yı tercih edebilir, böylece euro’ya beklediği çıkışı da sağlayabilirler gerçeği Siyonist sermayeyi ürkütüyor. Çünkü bu durum, karşılıksız basılan kâğıt tomarları olan Doların saltanatının yıkılması anlamına geliyor. Diğer yandan, bazı Rus şirketlerinin şimdiden Avrupa’dan yaptıkları ithalatları dolar yerine euro ile yapmaya başladıkları da biliniyor. Çok büyük olmasalar bile bu şirketler euro ile ithalat dolar ile ihracatı tercih ediyor.” Bazı Rus çelik şirketlerinin bu şekilde hareket ederek büyük karlar ettikleri de orada-burada yazılıyor.164 Gerçekten “uluslar arası dolar sistemi’nin çöküşü mü ufukta beliriyor? Evet, başta Rusya’da olmak üzere dünyada bu yönde ciddi bir görüş söz konusudur. İtalya’da bir grup parlamenter, Çin’de, Japonya’da, Endonezya’da pek çok yetkili bu sorunun cevabı ve alternatifi üzerinde kafa yoruyor. Her tedbire rağmen 162 Sh: 93-94 Sh:95 164 Zaman / 19 Mayıs 2001 / Fikret Ertan 163 284 dünya piyasalarında Amerikan Doları sürekli bir şekilde değer kaybediyor. Rusya’da ‘uluslar arası Dolar sisteminin çöküşü’ adlı piyasaya son zamanlarda çıkan kitap, ekonomi ve iş çevrelerinde şu sıralarda en gözde eserlerin başında yer alıyor. Rusya’da, Parlamentonun alt kanadı Duma’nın desteği ile Politik Uzmanlar ve Müşavirler Birliği tarafından çıkartılan kitapta l. Ve ll. Dünya savaşlarından sonra ABD’nin kendi para birimi olan dolarla uluslar arası para sistemini oluşturduğu; ancak şimdi Amerikan ekonomisindeki sorunlardan ve dünyada cereyan eden farklı durumlardan dolayı: doların istikrardan uzak durduğu ve ihtiyaçlara cevap veremediğinin görüldüğü savunuluyor. Kitapta, buna rağmen dünyanın gereksiz sorunlarıyla fazla ilgilenmeyen ve ekonomiyi ön planda tutan AB’nin (Avrupa Birliği) para birimi Euro’nun yeni bir sistemin öncüsü olduğu vurgulanıyor. Rusya’daki bazı tezlere göre: ABD tarafından oluşturulan ‘uluslar arası dolar sistemi’, İncil ve ahlaki değerlerle çatışmasına rağmen yıllarca suni olarak yaşatılıyor. Toplu iletişim araçları propagandasıyla da son dönemlerde bu iskelete kan veriliyor. Doların seyrettiği çizgi, Rusya Merkez Bankası’nı bir sürü tedbire yöneltiyor. Banka, çoğunlukla dolar şeklinde tuttuğu rezervlerini Euro, altın ve İngiliz Sterlini’ne çevirmeye başlamış bulunuyor! Temel gerekçe olarak da zayıf dolar konjonktüründe rezervlerin korunması gösteriliyor. Rusya merkez Bankası’nın döviz rezervleri 1 Ocak 2003 tarihi itibarıyla 47 milyar 79 milyon dolar olarak gerçekleşti. Bunun %7,8’i altın olarak bulunurken, yetkililer, bu oranı en az %50’lere çıkartmayı hedefliyor. Dolar, Rusya’da Euro’ya karşı değer kaybetmeye devam ediyor. Gelirlerinin önemli bir bölümünü ihraç ettiği petrolden elde eden Rusya, doların tüm mal ve hizmetler karşısında göreceli olarak gerilemesi açısından da kazançlı. Rusya her gün 5.03 milyon varil petrol ihraç ediyor. Dünya piyasalarında şu anki petrol fiyatları ise varil başına 30 dolar civarında bulunuyor. Rusya’da şu sıralarda Euro-Dolar çapraz kuru 1.0775 şeklinde seyrediyor.”165 Özetle: Kalpazan Amerika’nın dünya ticaretinde dolar üzerinden sağladığı egemenlik, Avrupa Birliği’nin 1999 da tek Avrupa parası olarak “euro”yu kabul etmesiyle sarsılmaya başladı. Avrupa Birliği çıkaracağı paranın başlangıçta dolara denk gelmesini amaçlamıştı. 1euro:1 dolar olacak, diyordu. Gelgelelim, Avrupa Birliği’nin parası “euro” dolaşıma çıkar çıkmaz dolar karşısında değer yitirmeye başladı. 1 euro 83 sente dek düştü… Bunun baş nedeni Avrupa topraklarında çıkmayan petrolü Orta Doğu ülkelerinden satın alırken ödemelerini kendi paraları olan euro ile yapamıyor olmalarıydı. İşte bunun üzerine petrolü dolarla değil, kendi parası olan “euro” ile alabilmek için harekete geçti. İlk iş olarak Amerika’nın ambargo uyguladığı petrol ülkesi İran’a ve Suriye’ye petrolü dolarla değil euro ile satmasını teklif ettiler. İran ve Suriye, bu teklife olumlu yaklaşıp petrollerini euro ile satabileceklerini, bunun için gerekli düzenlemeleri yapacaklarını söylediler. Euro’nun değerinin o an için dolardan düşük olması bu ülkeleri hemen euro’ya geçmekten alıkoyarken, tam bu sırada Saddam 1Kasım 2000’de petrolünü dolar karşılığı değil “euro” ile satacağını duyurdu. 6 Kasım 2000’den başlayarak Irak, ilk elde bundan zarar edeceğini bile bile “euro”ya geçti. İşte kalpazan Amerika’nın yediği ilk tokat buydu... Irak’ın ardından, petrol üreticisi Venezüela da petrolünün bir bölümünü dolarla değil euro ile satmaya başladı. Petrol İhraç Eden diğer (OPEC) ülkeleri de, ürettikleri petrolü dolar yerine euro ile satmak üzere hazırlıklara başladılar. Tam bu sırada, Kuzey Kore para işlemlerini euro ile yapma kararı aldı. 18 Kasım 2002’den başlayarak yurtiçi işlemlerinde tamamen euro ve diğer paralar ile işlem yapacağını açıklayan Kuzey Kore, 1 Aralık 2002’den başlayarak tüm dış alım-satım işlerinde euro’ya geçti ve yurttaşlarının dolar bulundurmasını yasakladı. Irak’tan petrol alan Rusya ve Çin gibi ülkeler de Irak’a ödemelerini euro ile yapmak zorunda kaldıklarından, merkez bankalarındaki dolar dağarcıklarının yarısını euroya dönüştürdüler. Irak’ın petrolü dolarla değil euroyla satmaya başlamasının tetiklediği bir dizi girişimle, dünya ölçeğinde dolara talep azaldı, euroya talep yükseldi. Bu gidişat; doların değer kaybına, euronun ise değer kazanmasına yol 165 Zaman / 02 Şubat 2003 / Mirza Çetinkaya 285 açtı. Bugün euro dolardan daha pahalı ise bunun ilk ve baş nedeni Irak’ın petrolü üç yıl boyunca dolarla değil euroyla satmasıdır.166 Uludağ Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. İsmail Tatlıoğlu, Irak’taki savaşın, “Saddam Hüseyin’in dolar yerine euroyu tercih etmesinden” çıktığını duyurdu. Prof. Dr. Tatlıoğlu, bursa Genç İşadamları Derneği’nce (BUGİAD) düzenlenen toplantıda, Saddam Hüseyin’in 1 yıldır petrol ticaretinde Amerikan doları yerine AB para birimi euro’yu kullanmasının, gelinen süreci en fazla tetikleyen etkenlerden biri olduğunu savundu. AB’nin, tek para sistemine geçmesiyle birlikte euronun, doların en büyük rakibi olduğunu kaydeden Prof. Dr. Tatlıoğlu, “Irak’ın, Rusya’nın da desteğiyle euro ile alışveriş yapması, Amerikan ekonomisine çok büyük darbe vuracaktı. Savaşı; Saddam’ın euro tercihi çıkardı.” İddiasında bulundu. 166 Aydınlık / 23 Mart 2003 / Cengiz Özakıncı 286 DOLAR ÇÖKÜYOR, ABD ÇÖZÜLÜYOR! ABD Başkanı George Bush, Avrupa’nın Nazi işgalinden kurtuluşunun 60’ıncı yıl dönümü törenlerine katılmak üzere İtalya ve Fransa’ya gerçekleştirdiği ziyaretin ilk gününde Papa II. Jean Paul ile bir araya geldi. Görüşmelerde Bush’a Irak konusunda uyarılarda bulunan Papa, “Irak’ta egemenliğin hızla Irak halkına bırakılmasının... Uluslar arası toplumun, özellikle de Birleşmiş Milletler’in aktif katılımıyla ve mümkün olduğu kadar en kısa zamanda sağlanmasının herkesin isteği olduğunu” söyledi. Papa böylece dolaylı biçimde, Bush’un yanlış bir yola girdiğini ve felakete doğru sürüklendiğini ima etti. Papa, Filistinliler ve İsrail arasında görüşmelerin yeniden başlatılmasıyla kutsal topraklarda da barış için aynı umudun doğması temennisini dile getirdi. 11 Eylül’ü “insanlık tarihinin kara günü” olarak nitelendiren Papa, uluslar arası terörizm tehdidinin “ kaygı kaynağı olmaya devam ettiğini” de belirtti. Bush İtalya Başbakanı Silvio Berlusconi ile birlikte Roma’nın kurtuluşu törenlerine de katıldı. İtalya’da yoğun protestolarla karşılanan Bush’un geçtiği Fransa’da da hakaretlere uğradı. Her iki ülkede de gösterilerin yasaklanmasına rağmen, Roma’da sokakları dolduran eylemciler, ABD’nin Irak işgalini kınayan sloganlar attılar. Fransa’da ise Sosyalist Parti genel merkez binasına asılan ve Genel Sekreter François Hollande’ın imzası bulu