Ak Hun İmparatorluğu

advertisement
Ak Hun İmparatorluğu
Büyük kısmı Volga'dan batıya geçen Hunlardan, Güney İran'a ve Batı
Afganistan'a inen bir bölük olduğu tahmin edilen Orta Doğu Hunları'nın hiç olmazsa,
Ak Hun-Eftalit devleti hanedan ailesi ile hakim zümresini teşkil ettikleri ileri
sürülmüş; veya bu devlet, Töleslerden Chao-ché (Kao-kü)= Uygurların ataları)'lere
bağlı Hua kolu mensuplarının Cungary bozkırlarından Horasan bölgesine geçerek 5.
asrın ortalarına doğru bir siyasî teşekkül haline gelmesi ile ilgili görülmüştür. Hun
tarihinin bu noktası oldukça karanlık bir manzara taşımaktadır. Hakimiyetini Hazar
kıyılarında Kuzey Hindistan'a, Afganistan'a, îç Asya'ya kadar genişleten bu kavmin
veya kavimler topluluğunun çeşitli vesikalarda birbirinden farklı adlarla anılması
durumu daha da karıştırmakta gibidir. Vaktiyle Ed. Chavannes Yeta'ların neş'et ettiği
Hua (Hoa) topluluk adı ile "Hun" kelimesinin yakı ilgisi bulunduğunu düşünmüş ve J.
Marquart türlü adlarla zikredilen bu kavmin, Priskos'daki Kidarita (Sasanî
imparatorluğu hududunda Kafkaslarda oturan Hunlar)'lardan ibaret olduğunu ileri
sürmüştü. Bizans'lı tarihçi Theophanes(8. asrın 2. yarısı)'e göre "Ephtalit" adı, Sasanî
imparatoru Peroz (Fîrüz. 459-484)'u mağlüp eden Hun hükümdarı Ephtalanos'tan
alınmıştır. Bu adın aslında, Eftalit paraları üzerinde görülen Hephthal-khion olduğu
ve birinci kelimenin sülale adını, ikincisinin de kavim ismini gösterebileceği
bildirilmiştir. Diğer taraftan İskenderiyeli Kosmas İndikopleustes (545-549 arası) ile
Bizans tarihçisi Prokopios (545-550 arası)'un eserlerinde ve eski Hind vesikalarında
aynı kavimden Ak Hunlar(Bizans: Devkhoi Ounni; Hind: Şveta-Huna) diye
bahsedilmiştir. 520 yılında Ak Hun-Eftalit hükümdarını ziyaret eden Çinli seyyah
Song Yün'ün notlarından bu kavmin Hunlarla akrabalığı anlaşılıyordu. 5. asrın ilk
yarısında Sasanîlerle çarpışan Ak Hun hükümdarı "Khakan" unvanını taşıyordu ve
Afganistan bölgesindeki Ak Hun prensinin unvanı da "Tegin" idi. Bölge yerli halkının
İranî asıldan olduğu şüphesizdir.
Ak Hun-Eftalit meselesi, son zamanlarda bilhassa K. Czegledy'nin geniş
araştırması ile oldukça açıklık kazanmış görünüyor. Buna göre, tarihî gelişme M. 350
yıllarında Altaylar havalisinden batıya doğru cereyan eden büyük göç hareketi ile
ilgilidir. İç Asya'da Hun idaresinden sonra iktidara gelen Siyenpilerin yerine kurulan
büyük Juan-juan devletinde Uar ve Hun adlarında iki kabile grubu 350'lilerde
bilinmeyen bir sebeple o devletten ayrılarak bugünkü Güney Kazakistan bozkırına
gelmiş, buranın eski Hun halkını Volga'ya doğru ittikten (Avrupa Hunları) az sonra
güneye yönelerek Afganistan'ın Toharistan bölgesine inmişti. 367'ye doğru, buradaki
eski Kuşan (Büyük Yüe-çi) ülkesine hükmeden "Kidarita" hanedanı (ihtimal İran
asıllı)'nı da Baktria (Belh havalisi)'ya süren bu îç Asyalı kütle, söylendiği gibi, Uar (=
Avar; ) ve Hun kabileler birliği idi. Bu birlik daha sonra Kangkü (Çu-Maveraünnehir)
ve Sogd (Semerkand ve havalisi)'un hakimleri olarak (Çince'deki Hiung-nu ve Avrupa
dillerindeki Hun şekilleri arasında mahallî söylenişlere göre bazı ufak değişiklikler
gösteren) yukarıda sıraladığımız adlar altında anılmıştır. Hakimiyetini batıda Hirkania
(Gurgan. Hazar denizinin güneyi)'ya kadar genişleten bu devlet 5. asır ortalarından
itibaren Heftal adında yeni bir hükümdar ailesine sahip olmuş (bu ad ilk defa 457'de
görülüyor) ve yıkıldığı 557 yılına kadar hem sülale, hem kavim olarak öteki adlar ve
Ak Hun adı ile birlikte bu adı da taşımıştır. Yapılan tespitlere göre, devlette rol
oynayan kabilelerden bazıları şunlardı: Kadis-hun (Herat civarında. Pers
kaynaklarında Hvon, Prokopios'da Eftalit diye zikredilen bu kabile sonra İran'ın
batısına göçmüştür; "Kadisiya" yer adının menşei), Zavul (Zabul; bundan
Zabulistan), Çol (Çöl? Gurgan = Curcaniye, havalisinde), Kernıikhion (Karmir-hyon=
Kızıl? Hun), Askil-Eskil Bunlardan hiç olmazsa bir kısmının yerli olduğu aşikardır.
Sogd bölgesini ele geçirdikten sonra İran üzerine baskı yapan Uar-hunların 9
yıl kadar süren (358'e doğru) şiddetli hücumları karşısında yıkılma tehlikesi geçiren
Sasanî imparatorluğu Şapur II'nin gayretleri ile kurtuldu. Hatta iki taraf arasında
ittifaka varan bir antlaşma oldu ve bu durum üç nesilden fazla bir süre devam etti (bu
arada, Şapur'un, 359'da Amida (Diyarbakır)'yı kuşatmasında yardımcı olarak Hun
kuvvetleri de bulunmuştu). Fakat Bahram Gor zamanında (420-438) başlayan yeni
taarruzlar (427'den itibaren), Sasanîleri sarstı. Sogd bölgesinden Ceyhun'un
güneyine doğru gelişen istila hareketinin Bahram Gor tarafından başarı ile
durdurulması onun en şöhretli ("kurtarıcı") İran imparatorlarından sayılmasına vesile
oldu. Halefi Yazdgird II zamanının (438-457) sonlarına doğru Uar-Hun (Ak Hun)'ların
başında büyük hükümdar, Eftal (Abdel) hanedanından, Kün-han (Kun-han Priskos'da
Kougkhas, İslam kaynaklarında Akh.ş.n.var vb.) îran iç işlerine karışarak, himayesine
aldığı veliaht Peroz(Fîrüz)'u Sasanî tahtına çıkarmış (459-484), hakimiyetini Kuzey
Hindistan'a doğru genişleterek orada, başında Skandagupta'nın bulunduğu Gupta
devletini dağıtmıştı (470'e doğru). 484 yılında Ceyhun kıyılarında Ak Hun-Eftalitler
tarafından mağlup edilerek Herat bölgesini kaybeden ve yıllık vergiye bağlanan
Sasanîler'in bu sırada geçirdiği dinî-içtimaî bir sarsıntı ülkelerini ihtilale sürükledi.
Bu, Mazdek isyanı idi. Mazdek, Mani inancındaki "ikili" telakki (ışık-karanlık, iyilikkötülük mücadelesi) üzerine sosyal huzursuzluk amillerini de ekleyerek, o tarihlerde
yorulan ve iktisadî darlık içine düşen topluluğu kurtarmak iddiası ile düşüncelerini
yaymağa başlamıştı. Buna göre, insanların saadetini bozan iki unsur vardı. Biri
servet, diğeri kadın. Bunlardan her ikisi de herkesin ortak malı olduğu takdirde
yeryüzünden kötülük kalkacaktı. Bu tipik komünist propaganda neticesinde arazi ve
servet sahipleri ile aile müessesesine karşı kışkırtılan halk, Mazdek ve müritleri
tarafından ayaklandırıldı. Din adamları ve asiller öldürüldü, kadınlar tecavüze uğradı,
evler ve konaklar yağmalandı, tahrip edildi. Devletin sıhhat kazanacağı hususunda
Mazdek'e inanmak gafletini gösteren Şah Kavad (veya Kubad, 488-496 ve 498-531) da
hapsedilmişti; fakat o kurtulmak imkânını bularak komşu Ak-Hunlara sığındı (496).
İran'da olup bitenleri yakından takip eden Ak Hun hükümdarı, insanlık yararına hiçbir
şey göremediği Mazdek hareketini kırıp yok etmek için, Kavad'ı 30 bin kişilik Hun
süvari birliği başında İran'a gönderdi. Bu suretle Şah, ihtilali bastırdı (498-499) ve
hadiselerin gelişmesinden felaketin derecesini kavrayan halkın da yardımı ile Mazdek
ve taraftarları yakalanarak idam edildi. Tabiatiyle, temizlik ve ülkenin sükûnete
kavuşturulması uzun bir zamana ihtiyaç gösterdiğinden, Sasanî imparatorluğunda
hak, adalet ve mülkiyet esasında normal nizam, daha ziyade, Kavad'ın oğlu Husrev I.
Anüşîrvan (531-579) devrinde kurulmuştur ki, bu şehinşah tarihte "Adil" lakabı ile
anılır.
Çin kaynaklarına göre, iç Asya'da Hoten, Kuça, Aksu, Kaşgar ve etrafını
hakimiyetlerine alan Ak Hun-Eftalitler bu arada Kuzey Hindistan'ı da zaptetmişlerdi.
Bu harekat "Tegin" unvanını taşıyan ve Kabil'de oturan Toramana adındaki başbuğ
tarafından idare edilmişti199. 6. yüzyılın ilk yarısında ise Toramana'nın oğlu
Mihiragula (Gollas, 515-545) imparatorluk güney kanadının en azametli hükümdarı
görünmektedir. Ordusunda daima 700 savaş filinin bulunduğu rivayet edilir. Fakat
Budist rahipler (Song Yün ve ondan bir asır sonra buraya gelen Hiuen-tsang) bu
"Huna kralı"ndan hoşlanmamışlardır. Çünkü Mihiragula Budizmi ülkesi halkı için
tehlikeli sayıyor ve Budistleri kontrol altında tutuyordu. Buna karşılık,
İskenderiye'den Hindistan'a giden tüccar (sonra keşiş) Kosmas tarafından ve 530
tarihli Gwalior kitabesi ile Sanskrit yazılı "Keşmir Vekayinamesi"nde Mihiragula
Hindistan'ın en büyük hükümdarı olarak tasvir edilmektedir.
İran'da Anüşîrvan büyük bir devlet adamı olarak belirdikçe Ak Hun-Eftalitler
sönükleşti. 552 yılında Orta Asya'da Göktürk hakanlığı kurulup İstemi Yabgu,
Maveraünnehir bölgesinde faaliyete geçtiği zaman ise, iki büyük imparatorluk
arasında sıkışan Ak Hun-Eftalit devletinin, Göktürklerin mücadeleye giriştikleri Juanjuanlarla olan siyasi ve sıhrî rabıtaları da fayda vermedi. Anüşirvan ve İstemi'nin
ortaklaşa hareketleri neticesinde Ak Hun iktidarı yıkıldı ve ülke Göktürklerle İranlılar
arasında paylaşıldı (557).
Üç kol halinde gelişmiş olan Hun siyasi hakimiyeti Kafkasya'daki (Derben
kuzeyi- Hazar denizi arasında) Hunların Hazar hakanlığı idaresine girinceye kadar
süren kısa hakimiyetleri dışında- bu suretle tarihe karışmakla beraber, Hunlara
mensup Türk soyundan çeşitli kütleler , Büyük Hun, çağında şahsiyetini bulan
zengin kültürleriyle göreceğimiz gibi, Asya, Avrupa ve Afrika kıtalarında Tabgaç,
Göktürk, Türgiş, Karluk, Uygur, Oğuz, Bulgar, Sabar, Hazar, Kuman vb türlü adlar
altında ve yeni güçlü devletler, imparatorluklar kurarak yaşamaya devam etmişlerdir.
Türk milleti denilen büyük alemin çocukları olan bu kütleler, aynı zamanda Rus,
Macar, İslav-Bulgar, Romen, Gürcü devletlerinin kuruluş ve gelişmelerinde başlıca
rol oynamışlar ve daha sonraki bütün Türk-İslam siyasi teşekküllerine askeri, hukuki
ve sosyal yönlerden ana kaynak vazifesi görmüşlerdir.
Altınordu Devleti
Cengiz Han'ın 1227'de ölümünden sonra büyük hanlık makamını Ögedey işgal
etti. Onun hâkimiyeti, Türk-Moğol Hakanlığı'nın teşkilâtlandırılması bakımından
mühimdir. Bu maksatla kurultaylar toplanmış ve bazı umumî kurallar konulmuş,
Cengiz'in "yasa"sı tatbik edilmekle beraber, şehirli ve köylü ahalinin ihtiyacına göre
bir idare kurulmuştu. 1235'te devlet işlerini alâkadar eden yeni meseleler
münasebetiyle toplanan büyük kurultayda Batı Seferi, yani Doğu Avrupa'nın istilâsı
kararlaştırıldı. Bu maksatla bilhassa Türklerden olmak üzere büyük bir ordu toplandı.
Miktarı bilinmeyen bu Moğol-Türk ordusunun birkaç yüz bin kişiden ibaret olduğu
muhakkaktır. Fetihlerin başlangıcı 1236 yılına rastlar.
Bu muazzam ordunun başında Cengiz'in torunu, Batu (Çoçi Oğlu)
bulunuyordu. Aslında Harezm, Kafkasya ve İrtiş'in batısı büyük oğlu Cuci'ye
düşmüştü (1224). Fakat Cuci, Cengiz Han'dan az önce öldü ve ona ayrılan yerler oğlu
Batu Han'a verildi. Ona verilen bölgede kurulan devletin adı "Altınordu", asıl
kurucusu da Batu Han'dır. Altınordu adı Moğolca'da çadır demek olan "Orda"
kelimesinden gelir. Hanların ordugahında han çadırının üzeri altın kaplama olduğu
için, bu çadıra "Altınordu" deniliyordu. Zamanla bu kelime Türkçe'de "Altınordu"
şeklinde yazılır.
Hem Altınordulular, hem de "kral sarayı" ve "ordugah" anlamlarında kullanılır.
Batu Han'a ait olan yerlere, babasının adından dolayı "Cuci Ulusu" deniyordu. Ulus,
"Birleşik İller" anlamında, yani yer adı olarak kullanıyordu.Sefere, ondan başka
birçok Cengiz oğulları (prensleri) de iştirâk edeceklerdi. Ön kıtaların kumandanı
olarak da en meşhur generallerden biri olan Sobutay'ı (Sübegetey, Sübetey)
görüyoruz. Askerlerin büyük bir çoğunluğunu Orhun ile Yayık ve İrtiş aralarında
yaşayan Türk kabileleri teşkil ediyordu. İlk darbe Bulgarlar üzerine oldu. Bu hareket
1224'de Bulgarların Don boyundan dönen Moğol kıtalarına hücumlarının öcünü
almak için yapılmıştı.
Bulgarlar az bir zaman içinde yenildiler; başta Bulgar olmak üzere şehirleri
tahrip edildi. Şehirlerden ve büyük yollardan uzakta kalan halkın, bu istilâdan zarar
görmediği muhakkaktır; şehirli ve köylü ahaliden birçoğunun da kaçarak, ormanlarda
saklandığı anlaşılmaktadır. Bu suretle Moğol istilâsından sonra Orta İdil sahasındaki
Bulgar unsuru ortadan kaldırılmış olmadı; yok olan şey: müstakil bir Bulgar
devletiydi. Nitekim, çok geçmeden bu bölgede Bulgar beylerinin yeniden faaliyette
bulunduklarını görüyoruz.
1237 sonunda kış mevsimi olmasına rağmen, Moğol-Türk ordusu Rus
bölgesinin istilâsına başladı. Bu sıralarda Rus yurdu birçok knezliklere bölünmüştü.
Ryurik sülâlesine mensup olmak üzere, muhtelif mıntıkalarda, knezleri, müstakil birer
beylik hâlinde hükümet etmekte idiler; artık Kiyef merkez olmaktan çıkmıştı; onun
yerine Suzdal Rusyası (Merkezi Vladimir) yükselmişti; batıda da Haliç knezleri kuvvet
bulmuşlardı.
İlmen gölü'nün kuzey sahilindeki Novgorod şehri de mühim bir iktisadî ve
siyasî merkez vaziyetinde idi. Bu Rus knezlikleri arasında mücadeleler eksik
olmadığından Rus yurdu, âdeta, daimî bir anarşi manzarası arz etmekte idi. Batu
Han'ın orduları 1237'de Bulgar memleketinden hareketle Suru (Sura) ırmağının baş
kısmını geçtikten sonra Ryazan üzerine yürüdüler; bir darbe ile burayı ele geçirdiler;
o sıralarda ehemmiyetsiz bir kasaba olan Moskova'yı yaktılar. Vladimir, Suzdal,
Rostov ve Volga kıyısındaki Yaroslav şehirlerini zaptettiler; bütün bu şehirler birer
kale idi.
Türk-Moğol ordusunun, yalnız açık meydan muharebesinde değil, kaleleri
kuşatmak ve zaptetmek hususunda da fevkalâde becerikli oldukları görülüyor. Kışın
şiddetine rağmen Batu Han kuvvetleri 2-3 ay zarfında birçok kale ve şehirleri ele
geçirdiler. 1238 baharı geldiği zaman bu ordu İlmen gölünün güneyinde, Lovat
ırmağına varmış bulunuyordu; fakat mevsimin icabı olarak, daha fazla kuzeye, yani
Novgorod istikametine gidilmemiş, orduların güneye dönmesi uygun görülmüştü.
Bu defa Oka nehrine yakın Kozelsk şehrinin fazla direnmesi, ordunun
hareketini biraz yavaşlatmışsa da, bu kale zapt ve ahalisi kılıçtan geçirilince, MoğolTürk kuvvetleri 1238 ilkbaharında Don ile Dinyeper nehirleri arasındaki sahaya
gelmişlerdi. Bununla seferin ilk safhası sona erdi. Gayet kısa bir zaman içinde, hem
de kış olmasına rağmen, Batu Han "yıldırım" harbiyle Rus yurdunun en mühim
kısmını zapt ve Rus knezlerinin askerî kuvvetlerinin dayanak noktalarını imha etmişti.
Tarihte ilk defa olmak üzere, doğudan gelen Türk istilâsı, bir darbede Rus knezlerinin
siyasî varlıklarını ortadan kaldırmıştı.
Bu Moğol-Türk hareketinin ikinci safhası Kumanlar'a karşı oldu. 1224'de Kalka
boyundaki savaştan sonra, Kumanlar Türk-Moğol İmparatorluğunun düşmanları
arasında sayılıyorlardı. 1238-39 yılındaki seferlerin neticesinde Don boyu ve bütün
Kıpçak sahrasından Kumanlar kovuldu; bir kısmı kuzeydoğu'da Kama Bulgarları
arasına gitmiş, kalanları da Macaristan'a iltica etmişlerdi.
Bu suretle, Kama boyundaki Kıpçak ve galiba Kumanlar'la birlikte olan,
Yimekler'in gelmesiyle Türk unsuru artmış ve hattâ Bulgarlar bile Kıpçaklaşmışlardı.
Bu suretle Moğol istilâsının bir neticesi de Orta İdil boyundaki Türk ahalisinin yeni
şekilde karışmasını mümkün kılmasıdır; bugünkü Kazan Türklerinin kavmî
oluşumları işte bu tarihî olaylarla izah olunmaktadır.
Batu Han, Kumanlar'ın işini bitirdikten sonra, 1240'da Kiyef şehrini, kısa süren
bir muhasaradan sonra zaptetti. O sıralarda Kiyef'in zaten büyük bir ehemmiyeti
kalmamıştı. Daha batıda olan Vladimir ve Haliç şehirleri de Moğol-Türkler tarafından
işgal edilerek bütün Rus yurdu Batu Han'ın eline geçmiş oldu. İstilâ kuvvetlerinin
büyük bir kısmı, Kumanlar'ın gittikleri, Macaristan'a yürürlerken, bir kolu da
Lehistan'ın güney eyaletleri üzerinden Silezya'ya kadar ilerlediler.
1241 ilkbaharında, Liegnitz yakınında karşılarına çıkan Alman kuvvetlerini
yendiler; fakat daha ileriye gidemeyerek, Macaristan'a döndüler. Moğol-Türklerin bir
kolu, hattâ Balkanlar'a girmiş ve Adriyatik sahillerine bile yaklaşmıştı. Bu suretle
1240-41 seferi tam bir başarıyla bitmiş, Batu Han'ın ordusu bütün meydan
muharebelerini kazanmış, binlerce kilometre genişliğinde Doğu Avrupa sahasını
işgal ile, burada önce mevcut bütün askerî ve siyasî varlıklara son vermişti. Cengiz
hayatta iken, batıdaki bütün sahanın Coçi'ye verileceği belli olmuştu; buna göre,
Batu Han'ın zaptettiği yerler Coçi ulusu olacaktı.
Batu Han, 1241 yılında İdil'in aşağı mecrasına dönmüş ve nehrin sol sahilinde
"Orda"sının (Karargâh) merkezini kurmuştu: Burası Saray adını aldı ve çok
geçmeden eski Bulgar ve İtil şehirlerinin yerini tuttuğu gibi, onlardan farklı olarak
Doğu Avrupa, Hazar denizi ve Aral denizi civarlarıyla, Batı Sibir'in en mühim siyasî
merkezi oluverdi.
Saray şehrinin kurulduğu yer "Cuci Ulusu"nun ortasında ve büyük ticaret yolu
üstünde bulunması bakımından, cidden gayet doğru olarak tespit edilmişti. Bu
sebeptendir ki, Saray şehri az zaman içinde yükselivermişti.
Cengiz oğulları arasında en değerli kumandan ve dirayetli devlet adamı olarak
tanınan Batu Han'ın ancak hakanlığın bütünlüğünü korumak namına Karakurum'daki
hakanı tanıdığı ve zahiren ona itaat ettiği anlaşılıyor. Halbuki Batu Han kendi
ulusunda istediği gibi icraatta bulunuyordu. Onun hâkimiyeti 1255'de ölümüne kadar
sürmüştür. İrtiş boyundan, Aral denizinin kuzey mıntıkası da dahil olmak üzere Kama
ve bütün İdil havzası, Özü boyu ve Turla (Dnyestr) mıntıkasına kadar uzanan geniş
bir sahada, fütuhatı müteakip yeni bir idare sistemi kuran ve merkezi Saray olan
Moğol-Türk ordusuna da gereken nizamı veren Batu Han olduğundan o, hakkıyla
Altın Ordu Devleti'nin kurucusu sayılmaktadır.
Bu devletin teşkilâtı Cengiz yasası ve Büyük Moğol-Türk Hakanlığı'nda tatbik
edilen esaslara dayanmakla beraber, mahallî birçok hususların tanzimi ve bu
memleketlerde mevcut eski geleneklerin de göz önünde tutulması lâzım gelmekte idi.
Eski Bulgar Hanlığı ve Rus knezliklerinde Altın Ordu'nun menfaatlerine en uygun
görülen bir sistem tatbik edilmesi lazım geliyordu. Bu bakımdan yeni sistemin Batu
Han tarafından başarıyla uygulandığı görülmektedir.
Batu Han, Saray şehrinde oturuyor fakat hukuken, Karakurum'da oturan ve
Büyük Hakan olan amcası Ögeday'a (Oktay'a) bağlı bulunuyordu. Ögeday Han'ın
yerine Büyük Hakan olan Mengü 1259'da ölünce, Batu Han, Karakurum'la ilişkilerini
gevşetti, ama şeklen hala oraya bağlı idi.
Batu Han, Saray şehrinde hüküm sürerken, kardeşi Orda, Doğu Kıpçak yöresini
idare ediyordu. İmparatorluğun doğu yöresine Ak Ordu, Batu Han'ın hakim olduğu
batı bölgesine ise Gök Ordu denmiş, sonradan Gök Ordu'nun adı Altın Ordu
olmuştur. Bugün Altın Ordu diye andığımız devletin ilk adı işte bu Gök Ordu'dur.
Devlet ikiye ayrılmış, fakat Ak Ordu hanları Altın Ordu Hanı'na bağlı kalmışlardı.
Batu Han'ın ölümünden sonra yerine küçük kardeşi Berke Han geçti (1257).
Berke Han, kendi adına sikke bastırmak suretiyle Karakurum'la ilişkisini keserek
bağımsızlığını ilan etti. Ayrıca Yenisaray şehrini kurarak burasını yeni başkent yaptı.
Bu sırada Cengiz Han'ın öteki oğulları birbiriyle anlaşmazlığa düşmüş, Büyük
Hakanlık tahtı için kendi aralarında savaşmaya başlamışlardı. Berke Han bu durumu
iyi değerlendirdi. Büyük Hakanlık savaşında önce Artık Böke'yı tuttu. Ama bu
savaştan Kubilay Han galip çıkmıştı ve bu yüzden Büyük Hanlıkla ilişkisi büsbütün
kesilmişti.
Cengiz İmparatorluğu'nun paylaşılmasından Harezm bölgesinin Çağatay Han'a
düştüğünü söylemiştik bu ülke Artık Çağatay Ülkesi veya Çağatay Ulusu diye
anılıyordu. Şimdi burada Algu Han hüküm sürmekteydi.
Berke Han, Kafkasya'ya bir sefere çıktığı sırada Algu Han sınırlarını Altın Ordu
sınırlarını aşacak kadar genişletmiş bulunuyordu. Bu yüzden araları açıktı. Öte
yandan İlhanlı hükümdarı Hülagu Kafkasya'ya girince, onlarla savaşmak zorunda
kaldı. Bu kardeş hükümdarların ikisi de zengin Azerbaycan topraklarını ellerinde
tutmak istiyorlardı. Bu yüzden aralarında savaş çıktı. Berke Han, Hülagu'yu tam bir
bozguna uğrattı.
Berke Han'ın İlhanlılarla savaşması, Kıpçak ülkelerinden gelip Mısır'da devlet
kuran Kölemenlerle arasında bir yakınlaşmaya sebep oldu.
Kölemen Sultanı Baybars ile dosluk kuran Berke Han, Bizans'la da ilgilenmeye
başladı. 1265 yılında, yeğeni Nogay'ın komutasında 20 bin kişilik bir orduyu Tuna'nın
güneyine geçirdi. Bizans ordusunu yendi ve imha etti. Bu seferi ile İstanbul'da esir
bulunan II. Keykavus'u da kurtararak Kırım'a götürdü.
Berke Han 1266'da ölünce yerine Batu Han'ın torunu Mengü Temür geçti Mengü
Temür, Kölemen Sultanı ile iyi ilişkilerini devam ettirdi ve Ögeday ile Çağatay oğulları
arasındaki savaşlarda Ögeday'ın oğullarını destekledi. Bu sırada Berke'nin yeğeni
Emir Nogay'ın nüfuzu çok artmış, devleti o yönetmeye başlamıştı. Emir Nogay bu
nüfuzunu tam kırk yıl korudu ve bu süre içinde Altın Ordu hakanlarını tahta çıkaran
ve onları kendi otoritesi altında tutan bir kumandan olarak kaldı.
Mengü Temür'den sonra sırasıyla Tuta Mengü ve Teleboğa tahta çıktılar. 1291
yılında tahta çıkan Tokta Han ise Emir Nogay'ın baskısından kurtulmak için fırsat
kolladı ve nihayet 1300 yılında onunla savaştı ve galip gelerek öldürttü. Böylece
devletin tek hakimi oldu. O tarihten sonra Aşağı İdil, Yayık ve Embe ırmakları
boylarında yaşayan ve Emir Nogay'a bağlı kalmış olan boylara ve kavimlere
"Nogaylar" denildi.
Tokta Han 1312'de öldü ve yerine Özbek Han geçti. Özbek Han zamanında Altın
Ordu Devleti tamamen bir Türk devleti oldu. Özbek Han, kız alıp vererek Kölemenler
Devleti ile akrabalık kurdu. Artık hükümdar ailesi yalnız dil ve kültür bakımından
değil, kan bakımından da Türkleşmişti. Halk zaten Türk idi, fakat artık bütün Kuzey
Türklerine (Oğuzlara, Bulgarlara, Kıpçaklara ve Kumanlara) Tatar deniyordu ve Türk
kültürü de Tatar kültürü olarak anılacaktı.
Tahta çıktığı zaman 30 yaşında olan Özbek Han dinamik bir hükümdardı.
Azerbaycan'ı zaptetti. Rus prenslerinden alınan vergi sisteminde değişiklik yaptı.
Müslümanlığa da önem verdi ve Saray şehri önemli bir din merkezi oldu. Pek çok
medrese ve cami yaptırdı. 1341'de ölen Özbek Han'ın yerine önce oğlu Tini Bey,
onlardan bir yıl sonra da öbür oğlu Cani Bey, geçti. Cani Bey Altın Ordu Devleti'nin
son büyük hükümdarı sayılır. Onun zamanında devlet daha da güçlendi. İran'daki
İlhanlılar Devleti dağıtıldı ve Cani Bey Tebriz'i tamamen ele geçirdi. Fakat bu devirde
Altın Ordu Devleti'nin Kölemenlerle ilişkisi kesildi. Çünkü, Anadolu'da kurulan yeni
ve güçlü diğer bir Türk Devleti Osmanlılar, bir yandan Balkanlara geçmiş, bir yandan
da güneye yönelmişlerdi.
Cani Bey 1357 yılında ölünce karışıklıklar başladı. Cani Bey'in oğlu tahta çıktı
ve ancak iki yıl yaşadı. 1360-1380 yılları arasında süren kargaşalıkta 14 han tahta
çıktı. Yirmi yıl süren bu karışık dönemden sonra 1380'de tahta çıkan Toktamış Han
duruma hakim oldu. 1359'da ölen Berdi Bey'den sonra Batu Han hanedanı sona
ermiş bulunuyordu. Toktamış Han taht üzerinde otoriteyi kurmuştu ama bu arada
birçok emir bağımsızlıklarını ve hanlıklarını ilan etmiş bulunuyorlardı. Ayrıca
Litvanya ve Podolya prenslikleri de bağımsızlıklarını ilan ettiler. Emir Mamay Mırza
ise kendi başına hareket edecek bir güç ve nüfuza erişmişti ve Özbek Han'ın
oğullarından Abdullah'ı tahta çıkardı. Böylece Altın Ordu Devleti ikiye bölünmüş
oluyordu.
Toktamış Han, Aksak Timur'dan yardım görerek birliği yeniden kurmuştu.
Ayaklanan Rusları ve Litvanyalıları da yenmişti. Bu başarılarını Timur'un yardımlarına
borçlu idi. Ama, durumunu düzeltip güçlenince, Timur'la ilişkisini kesmek istedi.
Böylece başlayan aralarındaki anlaşmazlık büyüdü. Timur'la Toktamış Han arasında
savaş kaçınılmaz oldu. Nihayet 1395 yılında yapılan Terek Savaşı'nda, Timur galip
geldi ve Altın Ordu Devleti'ni bir daha belini doğrultamayacak bir şekilde çökertti.
Altın Ordu Devleti'nin başına Kutluk Han'ı getirerek çekildi.
Toktamış, batıya kaçarak Litvanya'ya sığınmıştı. Litvanya Kralı Witold'un
yardımı ile geri dönüp tahtını ele geçirmeye çalıştı ama Kutluk Han'a yenildi. Litvanya
ordusu büyük bir bozguna uğratıldı.
Kutluk Han, 1401'de ölünce, Emir Edige Mırza onun yerine Şadi Beğ'i tahta
çıkardı. Bir süre sonra Ediğe Mırza ile anlaşmazlığa düşen Şadi Bey tahtı bırakıp
kaçmak zorunda kaldı. Yerine Pulat Bey geçti. 1409'da Rusları da yenen Ediğe Mırza,
bundan sonra gücünü kaybetmeye başladı. 1419'da Toktamış'ın oğlu Kerim Berdi ile
yaptığı bir savaşı kaybetti ve öldürüldü.
Bu sırada, Litvanya yeniden kuvvetlerini toplamış ve Altınordu Devleti üzerine
baskısını arttırmaya başlamıştı. Bu, Altınordu Devleti'nin bölünmesine de yol açtı.
1437'de Uluğ Mehmed'in hakanlığı sırasında devlet ikiye bölündü. Bu bölünme
sonunda Kuzeyde Kazan Hanlığı kuruldu. 1441'de Hacı Giray Kırım'da hanlığını ilan
etti.
Bölünmeler devam ediyordu. 1486'da Astrahan Hanlığı da kuruldu. Bu
kargaşalıktan yararlanan Moskova Prensliği, 300 yıllık Türk hakimiyetinden
kurtulmuş oluyordu. 1502'de Kırım Hanı Mengli Giray artık Osmanlılara tabi idi fakat
serbest hareket ediyordu. Gittikçe gücünü arttırarak hakimiyet alanını genişletti.
Altınordu'nun son hanı Şeyh Ahmed'in öldürülmesinden sonra bu devlet
ortadan kalkmış oldu.
Altınordu Devleti'nin ortadan kalkmasından sonra bir çok hanlık meydana geldi.
Ama bunlar Büyük Altınordu Devleti'nin yerini tutamadılar. Altınordu, hem Türk
dünyasının hem de bütün Doğu Avrupa'nın en önemli devletlerinden biri olmuş,
bütün bu ülkeleri siyaset, ekonomi ve kültür bakımından etkisi altına almıştı.
Altınordu devleti zamanında gerek Bulgar ve gerek Rus yurdunda eski idarede
birtakım değişiklikler yapıldı. Her iki memleket Altın Ordu'nun vassalı (tabii) olmakla,
birtakım yükümlülüklere tabi tutuldular. Bu bakımdan bilhassa Rus knezliklerinin
vaziyeti enteresandır. Moğol-Türk kuvvetleri fazla bir kalabalık teşkil etmediklerinden
bütün Rus şehirleri ve köylerini işgal altına alıp Rus yurdunda kalmalarına maddeten
imkân yoktu. Bu sebeptendir ki, kendileri için daha elverişli olan bozkır sahalarını
işgal etmişlerdi.
Rus knezliklerindeki hâkimiyetleri idame ettirebilmek için de birtakım askerî ve
idarî tedbirler alınmakla yetinildi. Evvelâ öteden beri mevcut olan knez idaresini
olduğu gibi bıraktılar; Ryurik sülâlesine mensup olmak üzere, knezliklerin
hâkimiyetlerini tanıdılar, hattâ istilâdan önceki büyük ve küçük knezlikler bile
muhafaza edildi; yalnız şu şartla ki, knezler makamlarını han tarafından tasdik
ettirmeğe mecburdular; yani han'ın tabii sayılıyorlardı.
İç intizam ve asayiş yani polislik vazifesi knezlerin eline bırakılmıştı. Bunun
dışında: Memleketin umumî asayişine, han'a karşı mükellefiyetlerin yerine
getirilmesine ve düşmanca hareketlerin ortaya çıkmasına mâni olmak maksadıyla
han tarafından tâyin edilen yüksek memurlar gönderilmekte idi.
Rus yurdundaki 240 yıl süren bu "Tatar" hâkimiyetinin Rus tarihi ve Rus halkı
üzerinde çok yönlü tesiri olduğu muhakkaktır. Batu Han'ın buraları zaptettiğinde Rus
yurdu tam bir siyasî anarşi içinde çalkandığından, iktisadî ve kültür refahının gerekli
şartlarından biri olan iç emniyet mevcut değildi. Altın Ordu tarafından tespit edilen
kuvvetli bir disiplin, evvelâ her yerde iç emniyet ve asayişin yerleşmesine neden
oldu; yine bu asayişin kurulmasıyla ilgili olarak, Saray ile Rus knezliklerindeki
başkanlar ve darugalar, yahut askerî başbuğlar (tümen, bin ve yüz beğleri) arasında
muntazam bir münasebet temin maksadıyla, daha Cengiz zamanında kurulan posta
usulü, yeni yol sistemi geliştirildi.
O zamana kadar bir tek para sistemi olmayan Rus yurdunda, aynı esaslar
üzerinde sikke bastırıldı. Rusça "dengi" (dengi=para, tenke) tabiri, Türkçe tiyin
sincap derisi sözünden gelmiştir; gümrükler intizamlı bir hali kondu ki, Rusça
"tamojnya" (gümrük) tabiri de Türkçe-Moğolca tamga-damga sözünden gelmektedir.
Bunun dışında rus knezlerinin, büyüklerinin ve askerlerinin Saray'a ve hattâ İç
Moğolistan'a kadar gitmeleri, birçok Rus büyüklerinin Tatarlar ile düşüp kalkmaları,
Ruslar'ın yaşayış, giyim tarzlarında olduğu gibi, düşünüş ve görüşlerinde de
Tatarların tesiri altında kalmalarına sebep olmuştur. Aynı şekilde Altın Ordu'da tatbik
edilen kuvvetli bir merkeziyetçi devlet rejiminin ve han otoritesinin, dolayısıyla Rus
knezlerine bir örnek teşkil ettiğinde şüphe yoktur.
Rus tarihinde "Tatar boyunduruğundan" bahsetmek o kadar moda olmuştur ki,
Sovyet Rus tarihçileri bile bu tâbiri tekrar ele almışlardı. Şüphesiz yabancı bir
zümrenin, hele ırk ve dini bakımından büsbütün ayrı olan bir kavmin hâkimiyeti kolay
bir şey değildir. Fakat: 240 yıl süren Altın Ordu hâkimiyeti neticesinde Ruslar,
dillerini, dinlerini, topraklarını ve idare teşkilâtlarını tamamıyla muhafaza etmekten
başka, bütün bunları kuvvetlendirmeğe de muvaffak olduklarına bakılırsa, bu Tatar
hâkimiyetinin "boyunduruk" olmadığı anlaşılır. Yalnız yabancı bir zümrede değil,
normal hükümet idaresinde bile isyan çıkarsa derhal bastırılır ve bu münasebetle
şiddet kullanılır, sırasına göre binlerce kişi öldürülür; mükellefiyetler yerine
getirilmediği zaman, güç ve şiddetle bunların icrası için zor kullanılır. Altınordu
baskakları ve darugalarının da başka türlü hareket etmedikleri tarihî bir hakikattir.
Altınordu'nun Rus knezliklerindeki hâkimiyetinin, sonraki Rus çarlarının Kazan,
Başkurt, Sibir, Kırım, Kafkas ve Türkistan'daki hâkimiyetlerine nispetle kat kat
yumuşak olduğunda zerre kadar şüphe yoktur. Müthiş İvan'ın ve Romanof ailesinden
gelen Çar hükümetlerinin Türk kavimlerini imha yolunda aldıkları tedbirlerin onda
birinin Altın Ordu hanları tarafından alınmadığı muhakkaktır.
Rus knezlerine yapıla gelen bazı tazyikler ve şiddetler, daha ziyade Rusların
Saray'da, hanlar yanında yaptıkları entrikalardan ileri gelmiştir. Moğol-Türk devleti
an'anesinin icabı olarak Altın Ordu'da tam bir din ve dil toleransı vardı.
Metbu kavimler, pek de ağır olmayan mükellefiyetleri doğru dürüst yerine
getirdikten sonra, lüzumsuz yere tazyike maruz kalmıyorlardı. Rus kilisesi, Altın Ordu
hanlarının verdikleri "yarlık"lar sayesinde tarhanlık kazanmıştı; yani her nevi vergi ve
mükellefiyetlerden kurtulmuştu; böyle olmasına rağmen, sonraları Tatarlara karşı
Rus imha siyasetini besleyen müessese bilhassa kilise olmuştur.
İki buçuk yüzyıl süren Tatar hâkimiyetinin tesiri altında Altın Ordu hanları Rus
ahalisi nazarında tam bir hükümdar gibi telâkki ediliyordu; bu yüzdendir ki Rus
knezleri ancak Altın Ordu hâkimiyetinden çıktıktan sonra "Çar" lâkabını almağa
cesaret ettiler. Batu Han'ın kumandasında fütuhat yapan kuvvetlerin 600.000 kişiden
ibaret olduğu söylenmektedir: Bunun ancak 60.000'i Moğol'du; kalan kısmı muhtelif
Türk kavimlerinden toplanmıştı; kumanda heyetinin ve bazı memuriyetlerin başında
Moğollar bulunmakta idi.
Tatar adının menşeinin Türk olması lâzım gelir. İşte bu sebeptendir ki, Moğol
istilâsını yapan bütün kuvvetlere Avrupalılar, Moğol ve Türk fark edilmeksizin "Tatar"
demişlerdir. Bu sebepledir ki, Cengiz ordularındaki Türk kavimleri, kendilerine böyle
adlandırmasalar bile, yabancılar karşısında böyle görünmeye başlamışlardır. Çok
zaman geçmeden İdil boyunda yerleşen Moğollar kalabalık Türk unsuru arasında
eriyip gitmişlerse de, bu sahanın ahalisi Türk olmasına rağmen "Tatar" adiyle
tanınmağa başlamışlardır. Moğol istilâsının neticesi olarak İdil-Ural ve Sibirya'da
Türk unsuru arttığı gibi, bir dereceye kadar Moğol unsuru da yerli ahali ile
karışmıştır; fakat bu zümrenin daha ziyade yüksek tabakaya mensup olduğu
anlaşılıyor.
Ahalisi 922'den beri Müslüman olan Altın Ordu'da Batu'nun küçük biraderi
Berke Han'ın (1255-1266) Müslümanlığı kabul etmesiyle, bu ülke, tam mânasıyla bir
Türk-İslâm devleti haline gelmiştir. Zaten bu mıntıkada 922'den beri İslâm kültürü
yayılmıştı. Saray şehri kurulup da Türkistan'la ticaret münasebetleri tekrar kuvvet
bulduktan sonra, Altın Ordu'da Müslüman tesirinin birdenbire başka tesirlere üstün
geldiğini görüyoruz; neticede Saray hanları Müslüman oldular.
Berke Han'ın hâkimiyet zamanı, Altınordu'nun, Büyük Hakanlıktan ayrıldığı,
yani istiklâlini ilan ettiği zamana tesadüf etmektedir; Berke Han kendi namına sikke
bastırmakta ve tamamıyla müstakil bir hükümdar gibi hareket etmekte idi.
Umumiyetle onun zamanı Altın Ordu'nun en parlak devri olarak tanınmaktadır; Yeni
bir "Saray" (Yeni Saray) şehrinin kuruluşu da bunu teyit etmektedir.
Özbek Han (1313-1342) zamanında İslâm dini büsbütün kuvvetlendi. Saray
şehri, diğer İslâm memleketlerinin büyük şehirleri gibi camiler, medreseler ve
tekkelerle süslenmeğe başlandı; hükümdar sarayında âlimler, şeyhler, seyyidler ve
hocalar itibar kazandılar; medreseler ve mektepler açıldı.
Muhtelif İslâm memleketlerinden ustalar çağrılmaya başlandı. Meşhur İslâm
âlimlerinden Kutbettin-ür-Razî, Şeyh Sadettin Teftezî ve başkalarının Canibek Han
zamanında (1340-1357) Saray şehrinde kaldıkları malûmdur. Nehc'ül-feradis gibi
enteresan bir kitabın ya doğrudan doğruya Saray'da veya Saray hanlarının emriyle,
yine Altın Ordu hâkimiyetinde bulunan, Harezm'de tertip edilmiş olması, yazı dilinin
burada mühim gelişme kaydettiğini göstermektedir.
Altınordu'nun XIII-XIV. Yüzyıllarda siyasî, iktisadî ve kültür bakımından yalnız
Şarkî Avrupa'nın değil, umumiyetle Türk dünyasının en mühim mevkilerinden biri
olduğunda şüphe yoktur. Bu devletin ahalisinin büyük bir kısmı -Rus yurdu
müstesna- halis Türk'tü; ancak üst tabakada Moğol unsur mevcuttu. Bu unsur da
kısa bir zaman içinde tamamıyla Türkleşmişti. Devlet teşkilâtı, Cengiz'den çok önce
teşekkül eden devlet sisteminden ibaretti. Gök-Türk ve Uygur teşkilâtının mühim
unsurlarının Altın Ordu (ve umumiyetle bütün diğer Türk devletlerinde ) mevcut
olduğu muhakkak gibidir; hele teşkilât sözleri (ıstılahları)nde Uygarca mefhumların
kullanıldığı görülmektedir; bunun içindir ki, Altın Ordu ve sonraki hanlıkların devlet,
iktisat ve sosyal teşkilâtlarını öğrenmek, Moğolların kendi iç teşkilâtlarından başka
daha evvelki Türk devletleri ve heyetlerinin vaziyetlerini bilmeğe bağlıdır.
Elde mevcut sınırlı kaynaklara göre Altın ordu'da askerlik, ziraat, ticaret, vergi
ve her çeşit mükellefiyetleri tanzim eden belirli kanunlar mevcuttu. Cengiz tarafından
kurulan teşkilâttan başka, siyasî ve sosyal hayatın her safhasını düzenleyen birçok
nizamlar tatbik edilmekte idi. Bu itibarla da Altın Ordu Devleti'ni "yasalı" (kanunlu) bir
siyasî varlık olduğu ortadadır.
Ahalinin yalnız göçebe olmadığı, şehirlerin ve köylerin çokluğu ile derhal
görülmektedir. Zaten Orta-İdil boyundaki Türklerin çok erkenden köyler ve şehirler
kurdukları malûmdur. İdil'in aşağı mecrasında bulunan Türk-Moğol unsurunun da
yavaş yavaş şehir ve köylere yerleştikleri görülüyor. Azerbaycan da dahil olduğu
halde Altın Ordu'ya ait sahada şimdiye kadar 25 şehir tespit edilmiştir. Bunlar: Azak,
Batçin, Baku, Büler, Bulgar, Derbent, Gülistan (Saray'ın banliyösü), Kırım, KırımCedit, Macar, Macar-Cedit, Mahmûd Âbad, Muhşı, Ordu, Ordu-Cedit, Ordu-Bazar,
Recan, Saray, Saray-Cedit, Saraycık, Sığnak-Cedit, Tebriz, Ükek, Hacı-Tarhan (ZeciTarhan), Şabran, Şamaha.
Demek ki, Altınordu sadece bir "step imparatorluğu" değildi. Bu sayılan
şehirlerin büyük bölümü büyük ticaret merkezleri ve "ihracat ve ithalât" iskeleleri ve
transit istasyonları idi. Bilhassa Saray şehrinin büyüklüğü ve güzelliği hakkında şehri
bizzat gezen seyyahların elinden çıkan kayıtlar mevcuttur. Bu cins kayıtlar yapılan
hafriyat neticesinde tamamıyla tespit edilmiştir. Saray şehrinde mükemmel bir su
tesisatı olduğu, bahçelere, evlere varıncaya kadar su borularıyla su getirildiği
meydana çıkmıştır; çini tezyinatı, yapıcılık ve bilhassa maden işleme hususunda
mühim ilerlemeler elde edildiği, çıkan eserlerle sabittir.
Bu itibarla, Saray şehrinin ve içinde yaşayan ahalisinin (yani yerli Türklerin),
devirlerinin diğer memleketlerinden geride durmadıkları açıktır. Meydana çıkarılan
maden eritme ve işletme tesisatının mükemmelliği, Altın Ordu ustalarının, hattâ bu
hususta birçok millet ustalarını geride bıraktıklarını gösterir. Bu suretle Saray
şehrinde (bilhassa Saray-Berke'de) İtil ve Bulgar şehirlerinin geleneği yalnız
muhafaza edilmekle kalmamış, daha da ileriye götürülmüştür. Saray aynı zamanda
Türkistan, İran, Anadolu, Bizans, Rus, Ceneviz ve Orta Avrupa'dan gelen tüccarların
buluştukları bir merkez olması hasebiyle de büyük bir ehemmiyete sahipti; burada
ayrı milletler için ayrı mahaller kurulduğu ve herkese kendi memleketinde alışık
olduğu hayata göre yaşamak imkânı verildiğini biliyoruz.
Altınordu'nun merkezi Saray şehri idi. Saray şehrine "Taht ili" denirdi. Batu
zamanında tesis edilen Saray şehri, Berke Han zamanında daha müsait bir yere
nakledilerek Yeni Saray, yahut Saray-Berke adını aldı (İdil'in sol kollarından biri olan
Tsares mevkiine yakın). Hanlar Saray şehrinin "Gülistan" denilen banliyösünde
yaşıyorlardı; burası bilhassa hanların kışı geçirdikleri bir yerdi; yazları ise eski âdet
üzere "yaylağa" çıkarlar, Don ve Özü arasında kalırlardı. Hanların "yaylak"lardaki
ordugâhları da büyük bir şehir manzarası arz ediyor, hanım ve büyüklerin süslü
çadırları geniş bir sahayı kaplıyordu.
Keçeden yapılan çadırların (yurt) içi kıymetli halılarla süslü idi; hanın tahtı altın
ve kıymetli taşlarla bezenmiş, ayakları gümüşten idi. Bayram ve yortu günlerinde
yabancı elçiler merasimle kabul edilirdi; bu münasebetle hanın tahtı etrafında hatunu
ve hanedan âzasına mensup büyükler bulunuyordu. Hanın birkaç karısı olurdu; fakat
biri Ulu-Hatun, yani baş kadın sayılırdı. Ulu-Hatunların mevkileri gayet yüksek olup,
devlet idaresine bilfiil iştirak ederler, hattâ, hanın muvaffakiyetiyle, kendi adlarından
"yarlık" verdikleri olurdu. Ulu Hatun Osmanlı sultanlarının saraylarındaki Baş-kadın
efendi ve Valide sultana çok benzemektedir; yalnız Valide Sultanın yetkileri daha
geniştir.
Hanlar, yalnız Tatar büyüklerinin kızlarını değil, Bizans imparatorlarının ve Rus
knezlerinin kızlarını da alıyorlardı; ezcümle Özbek Han'ın karısı Rum kayseri
Andronik Paleologos'un kızı idi. Umumiyetle Altın Ordu Devleti'nde kadınların sosyal
konumları yüksekti ve bu konuda eski Türk gelenekleri devam ettiriliyordu. Doğu
memleketlerinin kadınları ezici tesirleri henüz kökleşmemişti. Hanın hatunları ayrı
saraylarda yaşıyorlar, göç ederken kendilerine mahsus çadırları bulunuyordu; hattâ
kendilerinin mescit ve camileri, hoca ve imamları olduğu gibi umumî hayatta ayrı
muhafız kıtaları da vardı; Altın Ordu kadınları peçe taşımadıkları gibi, umumî hayatta
görünürler, hattâ han hatunları âlimler ve şairler meclisine bile devam ederlerdi.
Altınordu Devleti'nde resmi dil Çağatay Türkçesi idi. Önceleri Gök Tengri'ye
tapıyorlardı ama kısa zamanda bütün ülke Müslüman oldu. Bir süre sonra devlet tam
anlamı ile Türkleşti. Ama bu "Türkleşme" deyimi hükümdar ailesi içindir. Halkın
yüzde doksanından fazlası zaten Türk idi. (Kuman, Kıpçak, Bulgar... Türkleri).
Bugün, Tatar adıyla anılan Türkler de Altın Ordu Devleti'nin halkıdır ve Tatar adı
"Kuzey Türkleri" anlamında bir genel ad olmuştur. Moğollar çok küçük bir azınlık
haline düşmüştü. Askerin büyük çoğunluğu da Türk idi. Moğol azınlığı Türklerle
karışmış ve eriyip gitmişlerdi. Ama hanlar Moğol sülalesinden geliyordu. Bunlar da
Türklerle evlendikleri için zamanla Moğol etkisi sadece idare şeklinde, teşkilatta
kaldı.
Altınordu'nun idare sistemi eski Türk esaslarına dayanmaktadır; bu esaslarda
bilhassa bozkır an'anesi ve teşkilâtı mühim bir yer tutuyordu. Ahalinin gittikçe
toprağa bağlanması, ziraat, ticaret ve sanayiin gelişmesi üzerine devlet idaresinde bu
esaslar da dikkate alınmıştı. Altın Ordu'nun resmi ismi aslında "Büyük Ordu"dur. Bu
devlet birkaç kısma yahut "Ulus"a ("ölüş, hisse" bölünürdü; Rusya bile birkaç
"Ulus"tan ibaret olduğu gibi, Başkurt, Bulgar, Mokşı elleri de birer ayrı ulus teşkil
etmişti; bundan başka Kafkas ve Karadeniz sahaları da ayrı uluslara bölünmüştü.
Ulus, onun başında bulunan türelerin (büyük memur) adını alırdı. Ulus içinde
de, Cengiz'in tespit ettiği ve tamamıyla askerî mahiyette olan bir bölüm vardı;
ezcümle: Tümen (10 bin), bin, yüz ve on beylikleri; tümen beyi, on bin kişilik kuvveti
çıkaran bölgenin başbuğu, bin beyi, bin kişilik kuvvetin başı v.s. Bu bakımdan Altın
Ordu gayet intizamlı bir askerî ve mülkî idare teşkilatına sahipti. Halis Türk olan
ulusların en yüksek idare (sivil) memuruna Daruga denilirdi, ki vali karşılığı olsa
gerektir; Rus uluslarındaki en yüksek Tatar valisi de Baskak adını taşırdı; baskakların
idarî merkezine de "yurt" denirdi.
Baskaklar, bulundukları yerde, Rus knezleri ve ahalisinin Altın Ordu'ya boyun
eğmelerine nezarete memurdu; bu maksatla onun emrinde asker de bulunurdu. Rus
ahalisinden "kafa vergisi" alındığından, ahali sayımı yapılır (ilk sayım 1257'de) ve ona
göre baskaklar vergi alırlardı; mal ve mülkten ayrıca aşar (onda bir) da toplanmakta
idi. Darugaların da aynı şekilde icrai faaliyette bulundukları görülmektedir; yerli Türk
ahalisinin birçok mükellefiyetlere tabi olduğu, yarlıklardan anlaşılıyor. Ancak
"Tarhan" olan kimseler, her nevi mükellefiyetten ve vergilerden kurtuluyorlardı.
Tarhanlık hakkı da han tarafından verilir ve "Tarhanlık yarlığı" ile tasdik olunurdu.
Hana, devlet idaresinde "Divan" adını taşıyan bir meclis yardım ederdi. Ekseri
Türk-İslâm devletlerinde tesadüf ettiğimiz bu müessesenin Altın-Ordu'daki mahiyeti
katî olarak bilinemiyor; bilhassa bu divanın yazıcıları (Divan bitikçi'leri) tâbiri
yarlıklarda sık sık zikredilmektedir. Dış memleketlere gönderilen elçilere ve
yardımcılarına "elçi-keleci" denirdi. Ayrıca yol, vergi, ticaret işlerine nezaret eden
memurlar mevcut olup bunların vazifeleri birer birer tâyin ve tespit edilmişti.Ticaretin
Altın Ordu'da çok inkişaf ettiğini de söylemiştik; buna bağlı olarak para sistemi de
gayet muntazamdı; maden para ile yan yana, kâğıt para usulü de vardı.
Altınordu'nun siyasî tarihi cihetine gelince: Bu hakanlık doğu Avrupa'yı elinde
bulundurmakla birçok bakımdan Hazar Hakanlığı'nı andırmaktadır. İşgal ettiği coğrafî
vaziyetinin icabı olarak birçok devletlerle siyasî, iktisadî ve kültür münasebetleri
tesis etmiştir. Bizans'la, Mısır Memlûkları ve Osmanlılarla münasebetleri olduğu gibi,
bilhassa Litvanya-Lehistan Devleti'yle yakın bir münasebet tesis edilmişti. Altın Ordu
ile İlhanîler arasında, Hazar Denizi'nin güney sahası ve Harezm yüzünden daimî bir
ihtilâf ve rekabet vardı; bunun içindir ki Altın Ordu ile Mısır Memlûkleri arasında sıkı
bir dostluk kuruldu; aynı vecihle sonraları, Yıldırım Bayezid ve Toktamış Han'ın her
ikisinin de Timur tarafından büyük bir tehlikeye maruz kalmaları üzerine Osmanlı
Devleti'yle Altın Ordu arasında yakın bir dostluk hâsıl oldu; her iki memleketten
karşılıklı elçiler ve tüccarlar gidip gelmeğe başladılar.
Timur istilâsı Altınordu hanlarıyla Osmanlı sultanlarının, sonraları da iyi
münasebetleri devam ettirmelerini sağladı. İkinci Murat ile Fatih Mehmet zamanında
da bu dostluk mevcuttu. Altınordu hanlarından olup sonra Kazan Hanlığı'nı kuran
Uluğ Muhammed'in, II. Murad'a ve sonraki hanların Fatih Sultan Mehmed'e
gönderdikleri bitikleri bunu göstermektedir. Moskova knezliğinin tedricen
yükselmesi ve tehlikeli olmağa başlaması üzerine, Altın Ordu ile Litvanya-Lehistan
arasında Ruslar'a karşı bir cephe teşkil etmek istendi.
Birçok etkenlerin bir araya gelmesiyle, gittikçe zayıf düşen Altın Ordu, Aksak
Timur'un arka arkaya indirdiği üç darbeden sonra (bu seferler esnasında Saray şehri
kâmilen yıkılmış ve ahalisi katliâm edilmiştir) Altın Ordu bir daha kendine gelemedi.
Hanedan âzası arasında çıkan iç mücadele, ticaret hareketlerinin gittikçe azalması,
komşularının kuvvetlenmesi neticesinde Altın Ordu Hakanlığı gittikçe kuvvetten
düştü. Altın Ordu'nun son büyük hanı Timur ve Bayezid'in çağdaşı olan Toktamış
Han'dır (1376-1391).
Ondan sonra, "Taht-İli"nde (Saray'da) hanlar birbirini sık sık takip etmişler ve
karşılıklı şiddetli mücadeleler yapmışlardır. 1480 yılında Saray Hanı Seyyid Ahmet,
Moskova büyük knezi III. İvan'ı baş eğmeğe zorlayarak Rusya üzerinde eski
hâkimiyetini tekrar kurmak teşebbüsünde bulunmuşsa da, kâfi miktarda kuvvete
sahip olmadığı gibi, arkada bazı tehlikeler baş gösterdiğinden, bir meydan
muharebesi olmaksızın, Don boyunca çekilip gitmişti. Bundan sonra Rusya
üzerindeki 240 yıldan beri devam edip gelen Altınordu hâkimiyeti kendiliğinden
kalkmıştır. Zaten Altın Ordu'nun hayatı da sona ermiş gibiydi. 1502'de bu devlet artık
tarihe karışmış bunuyordu. Bu hakanlığın harabeleri üzerinde birçok hanlıklar
yükseldi; bunlar: Kırım, Kazan, Sibir, Astrahan ve Nogay hanlıkları idi.
Avar İmparatorluğu
Orta Asya'da Juan-juan adıyla bilinen, Avarların kökenleri konusunda kesin
bilgilere sahip değiliz. Ancak son ilmî araştırmalar, Avarların iki kavim unsuruna
dayandığını ortaya koymuştur. İşte bugün, bunlardan en az birinin Türk kökenli
olduğunu söyleyebilmekteyiz. Ayrıca Avrupa'da büyük etkiler bırakan Avar
topluluklarının da bu Türk unsurlara dayandığı söylenebilir.
Avarlar, 552 yılında Göktürk devletinin kurulması üzerine, İç Asya'daki
yurtlarını terk ederek batıya doğru kaçmışlardı. Önce Kafkasya'da görünen Avarları
Bizanslılar, Uarhunit (Avar-Hun) diye adlandırmışlardır. Burada Bizans ile vardıkları
bir anlaşma ile 558'de Sabar devletine son verdiler. Bu sayede Volga (İtil) ırmağından
Tuna'ya kadar olan sahada hâkimiyet kurmuşlardır. Ancak Göktürklerin baskısı ile
burada fazla tutunamayarak önlerine çıkan bir kısım Slâv kabilelerini yenerek,
Onogur (Bulgar), Otrigur, Kutrigur gibi Türk asıllı kavimleri de sürükleyerek
Karadeniz'in kuzeyinden Tuna nehri boylarına kadar ilerlediler. Bu sırada Bizans'a
elçiler göndererek, Bizans arazisinde yerleşebilecekleri bir yer istediler. Bizans,
Göktürk baskısı yüzünden, Avarların bu isteklerine çekingen davranmıştır.
567 yılında Macar ovasına gelen Avarlar, bu bölgede yaşayan güçlü Germen
kavimlerinden Gepidleri dağıtmış, Lombardlar'ı da İtalya'ya göçe mecbur etmişlerdir.
Böylece Avarlar, Macar ovasına tek başlarına hâkim oldular.
Bu sırada Avarların başında meşhur Bayan Han bulunuyordu. Avarların bu
başarısından sonra Macaristan'ın tamamı, tarihte ilk defa olarak, tek bir siyasî güç
etrafında toplanıyordu. Ayrıca, Avarların hâkimiyeti altında bulunan Slâvlar,
tarihlerinde ilk defa, tek bir siyasî idare altında bir araya gelmiş oluyorlardı.
Bu tarihten sonra Avarların Bizans'a yöneldiklerini görüyoruz. Trakya ve
Makedonya'da büyük akınlar yapan Avarlar, iki defa Selânik'e kadar ilerlemişler ve
şehri kuşatmışlardı. Avar askerî baskıları sonunda Bizans, ancak onlarla büyük
meblağlar tutan yıllık vergiler ödemek suretiyle barışı sağlayabiliyordu.
Bir ara Avarlar, İstanbul'u kuşatarak, Bizans'a korkulu anlar yaşatmışlardı (626).
Bu tarih Avar hâkimiyetinin zayıflamaya başladığı zamana rastlar. Zira bu esnada
Avarların hâkimiyetinde bulunan Slâv kabileleri ve Türk asıllı Bulgarlar
ayaklanmışlardır. 679 yılında Tuna Bulgar devletinin kurulması da Avar devletini
sarsmıştır. Buna rağmen Avarlar varlıklarını IX. yüzyılın başına kadar
koruyabilmişlerdir. 776-803 yılları arasında, bir yandan Frank kralı Büyük Şarl, bir
yandan da Bulgar hükümdarı Kurum Han'ın Avarlara karşı giriştikleri saldırılar, Avar
devletinin sonu olmuştur.
Avarların Avrupa kavimleri üzerinde, önemli etkileri olmuştur. Avrupa
kavimleri, özellikle de Slâvlar, devlet yönetimi ve askerlik konusunda Avarlardan çok
şey öğrenmişlerdir. Üzengiyi ilk defa Avrupa'ya getirenler de Avarlar olmuşlardır.
Avrupa Hun İmparatorluğu
Siyenpiler ile yaptıkları savaşları (220) kaybettikten ve Asya'daki Büyük Hun
İmparatorluğu dağıldıktan sonra Hunların bir kısmı Dinyeper Nehri ile Aral Golü
doğusu arasındaki bölgeye yerleştiler ve Dördüncü Yüzyılın ortalarına kadar orada
yaşadılar. Bu târihten itibaren Batı'ya akın etmeye başladılar. Hunların yurtlarını niçin
bırakıp göç ettikleri iyice bilinmiyor, herhalde geçim şartlarının bozulması onları bu
işe zorladı. Hakanları Balamir'in idaresinde Volga'dan Batı'ya doğru ilerlemeye
başladılar. O târihlerde Kuzey Karadeniz'den Macaristan'a kadar olan yerlerde
Cermen asıllı kavimler oturuyorlardı. Hunlar önce bunlardan Doğu Gotları'na hücum
edip dağıttılar. (374), arkasından Batı Gotları'nı mağlup ederek onların ülkesine
girdiler. Böylece Avrupa Hun İmparatorluğu kuruldu. (375).
Doğu'dan Batı'ya doğru uzanan Hun akınının yerinden yurdundan ettiği birçok
kavimler böylece Batı'ya itilerek Roma İmparatorluğu topraklarını altüst ettiler. Kuzey
Karadeniz'den İspanya'ya kadar her taraf allak-bullak oldu. Avrupa'nın etnik
manzarasını değiştiren bu büyük hâdiseye tarihte "Kavimler Göçü" denir.
Dördüncü Yüzyıl'ın sonunda Hunlar Batı'da Tuna’yı geçerek Balkanlar'a indiler,
Doğu'da da Kafkaslardan Anadolu'ya girdiler. Bu ikinci akıncı kolu Güney
Anadolu'dan Suriye'nin Akdeniz kıyılarına ve Kudüs'e kadar yıldırım hızıyla ilerledi.
Sonbaharda aynı yoldan Azerbaycan'a döndü. Roma İmparatorluğu bu akından o
kadar şaşırmıştı ki, her tarafta Hunlar hakkında akıl almaz hikâyeler anlatılıyordu.
Batı'da ise Balamir'in oğlu Ildız'ın komutasındaki Hun süvari birlikleri Bizans
İmparatorluğu'nu barışa zorladı, Batı Roma İmparatorluğu ise kendi ülkesini talan
eden barbar kavimler (Gotlar, Vandallar, Burgondlar, Saksonlar vs.) karşısında
Hunlar ile anlaşma yoluna gitti.
Ildız'dan sonra Avrupa Hun İmparatorluğu tahtına geçen Karaton ve Rua
zamanlarında Hunlar Bizans'ı yıllık vergiye bağladılar, Batı Roma'yı da barbar
kavimlerin ve Bizans'ı istilâ tehditlerine karşı korudular. Hun gücü bir masal gibi
bütün Avrupa'yı âdeta büyülemiş ve korkutmuştu. Bu korkunun izlerini Batı
milletlerinin hafızalarında hâlâ bulabiliyoruz.
Avrupa Hun İmparatoru Rua'nın 434'de ölmesi üzerine devletin başına Attila
geçti. Attila, Rua'nın kardeşlerinden Muncuk'un oğlu idi. Amcaları Aybars ve Oktar
İmparatorluğun sağ ve sol kanat hanları idi. Attila kardeşi Bleda ile birlikte hükümdar
oldu, ama asıl idare ve kudret Attila'nın elindeydi. Attila'nın hükümdarlık devri
Avrupa Hun İmparatorluğu'nun altın çağıdır. O târihte Hunlar Volga Nehri'nin
doğusundan bugünkü Fransa'ya kadar olan bölgeye hâkim olmuşlardı. İdareleri
altında çeşitli Türk boyları da dâhil olmak üzere tam kırk beş kavim yaşıyordu ki,
bunların çoğu şimdiki Avrupa milletlerinin dedeleridir.
Bütün dünyada Attila'nın karşısına çıkacak hiçbir kuvvet yoktu. Avrupa Hun
İmparatorluğu hâkimiyeti Manş Denizi'ne kadar ulaşmıştı. Bizans kendisini devamlı
baskı altında tutup vergiye bağlayan bu kuvvetten kurtulmak için Hunlar arasına
nifak sokma yolunu denedi. Çeşitli sebeplerden Attila idaresiyle uzlaşamayan Hun
beylerini Bizans'a davet ediyor, onları yüksek makamlara geçiriyor, Attila'ya karşı
kendilerine yardım vaat ediyordu. Attila nihayet Bizans'ı ortadan kaldırmak üzere
harekete geçip ordularıyla Trakya'ya girdiği sırada meşhur Roma kumandanı ve
konsülü Aetiüs araya girdi ve kendi oğlunu Attila'ya rehin vererek Bizans'ın barışı
koruyacağına kefil oldu. Bu seferden yedi yıl sonra Bizans artık Hunlara bağlı bir
devlet hâline gelmişti: Her yıl ödedikleri yıllık vergiyi üç katına çıkaracak ve bir
defaya mahsûs olmak üzere altı bin libre altın ödeyeceklerdi.
Attila 451 yılında Batı Roma İmparatorluğu topraklarının bir kısmı üzerinde hak
iddia ederek (Roma prensesi ile nişanlıydı), harekete geçti. Romalılar o zaman
Hunların kovaladığı diğer Barbar kavimlerden de topladıkları kuvvetlerle iki yüz bin
kişilik bir ordu kurup Paris yakınlarında Attila'nın karşısına durdular. Atilla'nın
ordusunda da Hunların yanı sıra başka kavimlerden yüz bine yakın asker vardı.
Orleans yakınında bütün bir gün yapılan savaşta her iki taraf on binlerce kayıp
verdiği halde kimin yendiği belli olmadı, ama gece olunca Romalılar ve müttefikleri
savaş alanından çekildiler. Attila onları o sırada takip etmedi, geri dönüp ordusuna
çekidüzen verdikten sonra Roma'ya doğru yürüdü. Po Ovası'na geldi. Roma'da halk
korku ve panik içindeydi. Senato, ne pahasına olursa olsun barış yapılmasından
yanaydı. Barış teklifini yapacak heyetin başında papa vardı: Papa, Hıristiyan
dünyasını kurtarmak üzere bizzat Attila'nın huzuruna çıktı ve Roma'nın kendisine
boyun eğdiğini bildirdi. Bunun üzerine barış yapıldı.
Attila 452 yılında 60 yaşında iken şüpheli bir şekilde Öldü, Yerine sırasıyla
oğulları İlek, Dengizik ve İrnek, Hun Hakanı oldular. Bu sonuncular önceki Hun
hakanları gibi başarılı olamadı. 470 yılında Avrupa Hun İmparatorluğu artık
dağılmıştı.
Babür İmparatorluğu
Timur'un torunlarından Zahireddin Muhammed Babür'ün kurduğu Hint-Türk
İmparatorluğu bunların en uzun ömürlüsü, en güçlüsü olmuştur. Zahireddin Mahmud
Babür, 14 Şubat 1483'te Fergana'da doğdu. Babası, Timur'un torunu ve Fergana
hükümdarı Ömer Şeyh Mırza idi. Ömer Şeyh Mırza 1494'te ölünce yerine en büyük
oğlu Babür geçti. Semerkant'ta Büyük Hakanlık tahtında oturan amcasını metbu
tanıyordu. Fakat Babür henüz çok gençti ve taht kavgaları da başlamış bulunuyordu.
Bu yüzden hayatını güçlükle kurtararak kendine bağlı beylerle 1504'te Kabil'e gitti.
Devletinin başkentini de buraya taşıdı. 1507 yılında, padişah unvanını alan Babür
kendisini Timur'un en büyük varisi ilan etti. Ele geçirdiği yeni toprakları sadık beyleri
arasında baylaştırdı. İdare ve orduyu düzene soktu. 1519'da Sind Irmağı'nı geçerek
Pencab yöresinde hakimiyet kurdu. 1522'de Sind ve Belücistan arasındaki bölgeye
de hakim oldu. 1524'de Delhi Sultanı İbrahim Ludî'nin kuvvetlerini yendikten sonra
Lahor'a girdi.
İmrahim Ludî'nin 100 bin asker ve 1000 filden oluşan büyük bir ordusu vardı.
Bu ordu ile Babür'ü yok etmek azmiyle üzerine yürüdü. Babür'ün asıl kuvveti ise
13,500 kişilik seçkin Türkistan atlılarından ibaretti. Ama ateşli silahlara da sahipti.
Osmanlı Türklerinden Mustafa Rumi adlı subayın idare ettiği bir topçu birliği vardı.
Babür'e savaşı kazandıran bu topçu birliği ve atlı askerleri oldu. Hinduların ateşli
silahları yoktu. Yarım gün süren savaşta, Ludî'nin ordusundan 40 bin kişi ölmüş,
büyük bir kısmı esir alınmış, diğerleri de kaçmışlardı. İbrahim Ludi bu savaşta öldü.
Bundan sonra Delhi'ye giren Babür, 1526'da Hint-Türk İmparatorluğu'nu kurmuş
oldu. 1527'de putperest Hindulardan oluşan bir orduyu yenince "Gazi" unvanını aldı.
Babür, kendisinin ve askerlerinin Türk oluşu ile iftihar eden, adil, koruyucu bir
hükümdardı. Kendisini beylerine ve kumandanlarına sevdirmişti. Aynı zamanda çok
büyük bir edip ve şair idi. Arap alfabesini almış, ama Çağatay Türkçesini, daha
doğrusu Orta Asya Türkçesini resmi dil olarak ilan etmişti. (Babürname adı ile
meşhur olan hatıratından ve devrinin kültür hareketlerinden bölüm sonunda
bahsedilecektir. Burada şu kadarını söyleyelim ki bu eseri hem bizim tarihçilerimiz,
hem yabancılar, bütün Türk dünyasında ve bütün zamanlarında Türkçe’nin en büyük
şaheseri sayarlar).
Babür, Delhi'den sonra Agra'yı da almış ve burasını başkent yapmıştı. 1528'de
Luknov ve Bengal'i de ele geçirdi. Fakat 1529 sonlarına doğru hastalandı. Devletin
ileri gelenlerini huzuruna çağırarak, onlara oğlu Hümayun'u veliaht seçtiğini bildirdi
ve kabul ettirdi. 1530'da başkent Agra'da öldü, fakat Kabil'de gömüldü. 1646'da
torunu Şah Cihan ona Kabil'deki kabri üzerinde muhteşem bir türbe yaptırdı.
Babasının ölümü üzerine tahta çıkan Humayun 26 yıl saltanat sürdü Fakat
saltanatının ilk yıllarında tahtına göz dikenlerle ve babasının yendiği düşmanlarla
mücadele etmek zorunda kaldı. Altı erkek kardeşi vardı. Onlara ve öteki akrabalarına
geniş araziler ve başka tavizler vererek tahtını korudu.
Öte yandan, Ludî hükümdarı Mahmud Ludi, Afgan emirleri ve bazı racalar ile
birleşerek Humayun'a karşı harekete geçti. Gucerat hükümdarını da hareket için
tahrik etti. Fakat Humayun Şah ikisini de yendi. Ancak çok geçmeden kardeşler
arasında da kavga çıktı. Gucercat valisi olan kardeşi Askerî, başkent Arga üzerine
yürüdü. Sonunda barıştılar ama kardeşler arasında birlik yine sağlanamadı.Bu
sırada, Ludîlerin yerine Sur Devleti'in kurmaya çalışan Şir-Han, bir gece Agra'ya
baskın yaptı ve Hümayun Şah, kardeşlerinden de yardım görmeyince Şah Tahmasb'a
(Safevilere) sığındı.
Şir Han, Safevîleri ortadan kaldırmak için Osmanlılarla anlaşınca Şah Tahmasb
da Humayun Şah'ı kendi ordusu ile destekleyerek onun üzerine, yani Hindistan'a
gönderdi. Bu Hümayun Şah için iyi bir fırsat oldu. Artan ve toparlanan kuvvetleriyle
Kabil, Kandehar ve Bedahşan'ı geri aldı. Babası Babür gibi o da Kabil'i üs yaparak
yeniden fetihlere başladı. 1555'te büyük Afgan ordusunu yenerek Delhi'ye girdi.
Kardeşleriyle anlaştı ve yeniden İmparatorluğa hakim oldu.
Hümayun Şah, Tahmesb'dan yardım görse de Şiiliğe itibar etmedi ve Safevîleri
kendi devletinin geleceğini tehdit eden bir tehlike olarak gördü. Onun için Osmanlı
Padişahı Kanuni Sultan Süleyman'a "Padişah Baba" diye hitap eder mektuplar yazdı.
Doğunun kendisine bırakılması halinde Safevî tehlikesini birlikte yok edebileceklerini
bildirdi. Humayun Şah, babası Babür Şah kadar iyi bir kumandan ve idareci değildi.
Sık sık ayaklanmalar oluyordu. Ama yine de imparatorluğu koruyabilmişti.
1556'da kütüphanesinin yüksek raflarından kitap almaya çalışırken
merdivenden düştü ve ağır yaralandı. 28 şubat 1556 günü öldü. Ölmeden önce, o
sırada misafiri olan Osmanlı Derya Kaptanı Seydi Ali Reis'in de tavsiyesi ile
Bedahşah'da ayaklanan Afgan birlikleriyle çarpışmakta olan oğlu Ekber'e bir name
göndererek onu veliaht tayin etmişti. Yine Seydi Ali Reis'in tavsiyesiyle, Ekber'in
savaşı bitirip dönüşüne kadar ölümü gizli tutuldu. Bir ay kadar sonra, ayaklanmayı
bastıran Ekber geldi ve tahta çıkarıldı.Ekber henüz 14 yaşındaydı ama sadık
kumandanları ve kudretli atabeyi Bayram Han sayesinde başarılı olmuştu. Humayun
Şah da babası kadar kudretli olmamakla beraber divan sahibi iyi bir şairdi. Delhi'de
güzel bir türbesi vardır.
On dört yaşında tahta çıkan Ekber Şah, 49 yıl saltanat sürdü. Yirmi yaşına
kadar devlet idaresinde baş yardımcısı ve yetkili olan atabeyi Bayram Han'ı zorla
emekli ederek Hacca gönderdi ve bundan sonra ülkenin tek hakimi oldu. Güçlü bir
teşkilat kurdu. Ayaklanmaları dağılmaları önledi. 1578'de Bengal, 1581'de Kabil,
1587'de Keşmir, 1592'de Sind ve 1594'de Kandehar'ı tam olarak itaat altına aldı. Ekber
Şah zamanında, sarayda, Hint tesiri artmaya başladı. Haremine aldığı Hintli kadınların
tesiri ve hoşgörüsü ile, Hinduların da vatandaş sayılarak asker ve devlet memuru
olmalarını sağladı. Müslümanlarla ordular arasında eşitlik sağlanınca ülkede
gerginlikler azaldı. O "halkın devlet için değil, devletin halk için var olduğu"
anlayışını benimsedi ve benimsetti. Muazzam nüfusu olan Hindistan'da Türkler küçük
bir azınlık durumunda idiler ve daha çok asker ve memur oluyorlardı. Bir çok
bakımdan eşitlik sağlandığı için azınlığın çoğunluk üzerindeki hakimiyeti bir mesele
olmaktan çıkmıştı. Ekber Şah, 1603'te hastalandı ve konuşamaz hale geldi. Oğlu
Cihangir'i çağırarak ona kendi eliyle kılıç kuşandırdı ve hükümdarlık sarığın giydirdi.
Ölümünden evvel Sıkanda'da kendisi için bir türbe inşaatı başlatmıştı. Fakat kat ve
piramidi andıran bu türbe oğlu Cihangir tarafından tamamlatıldı ve oraya gömüldü.
Ekber Şah 1605'te ölmüştü.
Selim Cihangir Şah, yirmi iki yıl saltanat sürdü. Adil, fakat zevk ve eğlenceye
düşkün bir hükümdar idi. Hemen hemen hiçbir askerî başarı elde edemedi ve
Kandahar şehrini İranlılara kaptırdı. Devletin ileri gelenleri de kendi nüfuzlarını
arttırmak için mücadele etmekten başka bir şey yapmadılar. Cihangir'in yaptığı en
önemli iş Ağra ve Lahor arasındaki yol idi. Zayıf iradeli bir hükümdar olan Cihangir
zamanında saray ve entrikalarına kadınlar da karışmaya başladılar. Gevşek yönetimi
yüzünden oğulları ile arası açıldı. İngilizlerin, Hindistan ticaretine el atmaları ve
Gucerat'ın Surat limanında tüccarlarının yerleşeceği bir yer açmaları da Cihangir
zamanına rastlar (1613). İngiltere'nin bir köprü başı gibi kullandığı bu liman, zaman
içinde bütün ülkeyi ele geçirmesini sağlayacaktı.Cihangir, tahttan indirileceği bir
sırada öldü ve oğlu Hürrem Şah, "Şah Cihan" adı ila tahta çıktı (1628).
Evrengzib'in (I. Alemgir'in) 1707'ye kadar süren saltanat döneminde,
imparatorluk en geniş sınırlarına ulaştı ve Hindistan'ın tamamı Türk hakimiyetine
girdi. Evrengzib koyu bir Müslüman, cesur bir komutan, iyi bir idareci ve yeniliklere
açık bir devlet adamı idi. Taht kavgasına girişen kardeşlerini ortadan kaldırdı.
Evrengizb Türk ve Müslüman dünyası ile iyi ilişkilerde bulunmuş, komşuları ile
önemli bir meselesi olmamıştır. Halktan alınan vergileri azaltmış, düzeni ve huzuru
sağlamıştı. Yemen İmamına, Habeşistan Hükümdarına gümüş ve altın para yardımı
yapmıştır. Fakat, onun zamanında Hindistan ticaretine İngilizlerden sonra
Hollandalılar da el atmış, Gucerat limanlarında onlara da bazı imtiyazlar verilmişti.
Ülkesinde gittikçe çoğalan yabancı şirketlerin sömürücü tutumlarından şikayetçi idi
ama, kendi ticaret gemilerini Hint Denizi'nde korsanlara karşı İngilizler koruduğu ve
Hindistan'ın ekonomik menfaatleri onları hoş tutmayı gerektirdiği için gümrük
vergileri biraz arttırmaktan başka bir şey yapamadı. Evrengzib, Hindistan'ın en adil
hükümdarı olarak isim yaptı. En büyük kusuru, Türkistan'dan yeteri kadar Türk askeri
getirmemiş olmasıdır. Çünkü Türkistan askerleriyle hem çoğunluğun baskısına hem
de ülkeyi ele geçirmeye çalışan Batılılara karşı daha güçlü ve başarılı olacaktı.
Evrengzib, 1707 yılında öldü ve bütün Türk devletlerinde kötü bir gelenek halini alan
taht kavgaları yine başladı. Evrengzib'den sonra, kabiliyetsiz şehzadelerin
birbirlerine düşmeleri, racaların isyanı, ülkeyi sarstı ve gerileme başladı. Nihayet
Alemgir'in (Evrengzib'in ) oğullarından I. Bahadır Şah tahta çıktı. Fakat onun
zamanında Racputlar isyan ettiler. Sih'ler de başkaldırdı ve büyük karışıklıklar
yarattılar. Bu kargaşalıktan yararlanan Afganlılar bağımsızlıklarını ilan etmekte
gecikmediler.
1723'te "Delhi" ve "Haydarabad" şahlıkları olmak üzere ülke ikiye ayrıldı. Bu
durumdan yararlanan İran (Avşar) hükümdarı Nadir Şah 1739'da Kuzey Hindistan'ı ve
Delhi'yi zaptetti. Çok büyük ganimet aldı. Hint-Türk İmparatorluğu'nun hazinesinden
o zamanın parasıyla 700 milyon rupilik kısmına el koydu. Fakat Bahadır Şah'ın torunu
yerine bıraktı. İdare Nadir Şah'ın tayin ettiği umumi valinin elindeydi. 1748'de bu defa
Afganlı Ahmed Şah Hindistan'a girdi. Sind, Pencap ve Keşmir eyaletlerini hakimiyeti
altına aldı. Artık Babürlü Hakimiyeti iyice zayıflamış, sınırları daralmıştı. 1760'ta II.
Alemgir Şah, veziri tarafından öldürüldü ve yerine II.Şah Alem geçti. Bu şah, ülkeye
gittikçe yayılan İngilizlerle savaştı. Ama, 1764 Baksar Savaşında yenilgiye uğrayınca,
İngilizler idareye hakim oldular ve bundan sonra gelen hükümdarlar bir İngiliz
memuru olmaktan ibaret kaldılar. 1766'da, Allahabad Anlaşması'yla pekişen İngiliz
hakimiyetinden sonra bazı direnişler, isyanlar oldu. Mesela 1857'de büyük "Sipahi
isyanı" çıktı. Ama İngilizler bu isyanı da bastırdıktan sonra 1858'de bütün Hindistan'ı
İngiliz İmparatorluğu'na kattılar. 1877'de Kraliçe Victoria resmen Hindistan
İmparatoriçesi ilan edildi.
Kendi adıyla anılan imparatorluğun kurucusu, büyük kumandan devlet adamı
ve teşkilatçı olan Babür, aynı zamanda büyük bir edip, şair, alim idi. Bilim ve sanat
adamlarını koruyor, teşvik ediyordu. "Eğer baban iyi kanun koymuşsa onu muhafaza
et, yürürlükte tut, eğer bu kanun fena ise, ihtiyacı karşılamaz duruma gelmişse,
yenisini yap" ilkesinden hareket ederek, yararlı kanun ve müesseselere işlerlik
kazandırıyor, bunları geliştiriyor, modası geçmiş, yetersiz kalmış olanlarını
yürürlükten kaldırıyordu.
Babür İmparatorluğu'nda ekonomik hayat tarıma dayanıyordu. Sebzecilik,
tütüncülük, afyonculuk yaygındı. En çok pamuk üretilirdi ve dokumacılık ileriydi.
Yün, pamuk ve ipekli kumaşlar, elle yapılan eşyalar Avrupalılara satılır, dışarıdan çok
az şey alınırdı. Çünkü ülke, o zamanki nüfusuna yeterli bir ekonomiye sahipti.
Bununla beraber, yağmursuz geçen yıllarda büyük kıtlıklar olurdu.
Babür İmparatorluğu'nda büyük şair, edip ve tarihçiler yetişmiştir. Mimarlık çok
yüksek bir seviyeye çıkmış, bütün Hindistan çok güzel eserlerle adeta
doldurulmuştur. Hindistan'daki bu Türk İmparatorluğu'nu yöneten hükümdarların en
büyük hata veya kusuru, devletin geleceğini düşünerek, çok nüfuslu bu ülkede Türk
nüfusu çoğaltmamak olmuştur. Mevcut Türkler azınlıkta kalıyor, onlar da orduda ve
devlet işlerinde görev alıyorlardı. Bunun sonucu olarak, Babür zamanında Türkçe
olan konuşma ve yazı dili Babür'den sonra yavaş yavaş bırakılmış, onun yerini
Farsça, daha sonra Urduca almıştır. Urduca (Orduca), çoğunluğu Türklerden oluşan
askerlerin, yerlilerle anlaşmak için kullandığı karma bir dil olarak gelişti. Türkçe,
Farsça ve değişik Hindu lehçelerinden alınan kelimelerle meydana gelen bu dil, bu
gün Pakistanlıların resmi dilidir ve Hindistan'ın büyük bir bölümünde de
konuşulmaktadır.
Hindistan'da dini hayat canlıydı. Müslümanlık, yerliler arasında yayılmıştı.
Yalnız Delhi'de binden fazla medrese vardı. Türkistan'dan gelen tasavvuf hareketi
Hindistan'ı da etkilemiş ve burada Çişti, Nakşibendî, Kadirî, Sühreverdî, Şettarî
tarikatları yaygın hale gelmişti. Fakat, Hindistan'da en ileri giden kültür ve sanat
kolları, mimarlık ve edebiyat olmuştur. Bütün dünyanın hayranlığını kazanan Tac
Mahal, Hindistan'daki Türk mimarlığının, mimarideki zevk, incelik ve ustalığın
sembolü olmuştur.
Büyük bir fikir adamı, edip ve şair olduğunu olan Babür Şah, güzel sanatların
her dalına ilgi göstermiş ve bu dallarda başarılı olmuştur. Güzel yazı yazar, beste
yapar, saz çalardı. Hatta Babür Hattı (Hatt-ı Babürî) diye bilinen bir yazı çeşidi de icat
etmişti. Babür'ün, Hanefî fıkhına ait Mübeyyen isimli bir mesnevisi, tür şairlerinin
aruzla yazdığı şiirleri hakkında da bilgi veren Aruz Risalesi, çeşitli şiirlerini topladığı
bir "divan"ı vardır. Fakat Babür'ün asıl eşsiz eseri "Babürname" olarak anılan büyük
seyahat ve hatırat kitabıdır. Çağatay lehçesiyle (Orta Asya Türkçesiyle) yazılan bu
eserde Babür, gezip gördüğü yerleri, bütün özellikleriyle, oralarda yaşayanların adet,
gelenek, duygu ve düşünceleriyle, çok akıcı ve tabii bir üslupla tanıtmıştır. İyi ve kötü
taraflarını sebep olduğu mutluluk ve mutsuzlukları, kendi çağının tarihî gerçeklerini
çok samimi, çok güzel bir şekilde anlatmıştır. Edebiyatçılarımız ve tarihçilerimiz bu
eseri, lisanındaki tabi güzellik dolayısıyla "yalnız Orta Asya Türkçesi'nin değil, bütün
Türk edebiyatının en güzel mensur eserleri arasında" sayar. Bazılar da " Türk
tarihinin bütün zamanlarının en değerli hatırat eseri" olarak gösterirler.
Batı Hun İmparatorluğu
Milâttan sonraki ilk yüzyılda Büyük Hun İmparatorluğu Doğu ve Batı Hunları
olmak üzere iki ayrı devlete bölündüler. Bunlara Güney ve Kuzey Hunları da denir.
Böylece Batı Hun İmparatorluğu kuruldu. Milattan sonra üçüncü yüzyılın başlarında
başka bir Türk kavmi olan Siyenpiler Hunlar ile iktidar mücadelesine giriştiler.
Sonunda Moğolların ve bazı Türk boylarının da yardımıyla Hunların hâkimiyetine son
verdiler (220).
Büyük Hun İmparatorluğu
Türklerin ilk kurdukları imparatorluk Büyük Hun İmparatorluğu'dur. Türklerin
daha eskiden de devletler kurduklarını biliyoruz, ama Hun Devleti çok geniş bir saha
üzerinde başka milletleri de idaresi altına alan büyük bir devlet olduğu için, ona
imparatorluk adını veriyoruz.
Büyük Hun İmparatorluğu Teoman tarafından M.Ö. 220 yılında kuruldu. Hunlar
bugünkü Moğolistan bölgesinde, yâni Çin'in kuzey-batısında yaşıyorlardı. Bu
bölgede hâkimiyet kurdukları ve genişlemeye başladıkları için Çinliler onları büyük
bir tehlike sayıyorlardı. Gerçekten Hunlar, askerlikteki üstünlükleri sayesinde Çin
ordularını devamlı bozguna uğratıyorlardı. Bu yüzden Çin Devleti, Hun saldırılarını
önleyebilmek için Hun-Çin sınırı boyunca büyük bir duvar örmeye başladı. Çin Seddi
veya Büyük Çin Duvarı denen savunma hattı işte böyle ortaya çıkmıştır (M.Ö. 214).
Sonraları Ming Hanedanı zamanında yenilenen bu büyük duvarın bâzı kısımları çok
sağlam bir şekilde günümüze kadar ayakta kalmıştır.
İlk Büyük Hun İmparatorluğu hükümdarı Teoman'dır (M.Ö- 220). O zamanlarda
Türk hükümdarlarına "Yabgu" deniyordu. Teoman birbirinden ayrı yaşayan Türk
boylarını birleştirerek ilk Türk birliğini gerçekleştirmişti. Bu çağda Türklerin askerî
üstünlüklerinde süvarilerin pek önemli bir yeri vardı. Çinliler atla çekilen savaş
arabaları kullanıyorlardı, ama süvârî orduları yoktu. Türk atlıları çok süratli hareket
kabiliyetine sahip oldukları için Çin birliklerini istedikleri yerde çeviriyorlar, düşman
olunca da çabucak çekiliyorlardı. Onlara ummadıkları anda birdenbire hücum
ediyorlardı. Çinliler bu yüzden ordularını Hunlar gibi donatmak zorunda kaldılar;
askerlerini Hunlar gibi giydirdiler. Ama ne Çin Duvarı, ne Çin orduları, Hunların Çin
içlerine kadar girmelerini engelleyebildi.
Teoman'dan sonra Hun tahtına oğlu Oğuz Han (Mete) geçti. Oğuz Han (Mete)
zamanında Büyük Hun İmparatorluğu'nun toprakları Japon Denizi'nden Hazar
Denizi'ne kadar uzanıyordu. Bu topraklarda çeşitli Türk kavimlerinin yanı sıra öbür
Altaylı kavimler de yaşıyorlardı. Oğuz Han (Mete) devri, Hun İmparatorluğu'nun en
parlak devridir (M.Ö. 209-174).
Hunlar zamanında Çinliler, medeniyet bakımından çok ileri bir durumdaydılar.
Hem nüfusları ve orduları çok kalabalık, hem medeniyetleri parlak olduğu hâlde
Hunlarla başa çıkamadılar. Bu da gösteriyor ki, Hun başarısının sebebi yalnızca
askerî güç değildi. Gerçekten Hunlar teşkilâtçılık ve idare bakımından çok
gelişmişlerdi. O sırada Çin'in ayrı ayrı prenslikler hâlinde bulunmasından da
faydalanarak, Kuzey Çin'de sık sık iktidarı ele alıyorlardı. Fakat Çinlilerin şehir
hayâtına kapılan sınır boyu Türkleri yavaş yavaş Çinlileşiyor. Çinli prenseslerle
evlenen Hun hükümdarlarının saraylarında Çin âdet ve gelenekleri yerleşiyordu.
Oğuz Han (Mete)'dan sonra gelen Yabgular zamanında Çinlilerle ilişkiler arttı.
Özellikle evlenme yoluyla Türk ve Çin hükümdar âileleri arasında yakınlıklar doğdu.
Bu yakınlıklar ise Hunların iç işleri bakımından birçok karışıklıklara yol açtı. Yine de
Hun İmparatorluğu Milâttan Önce Birinci Yüzyıl'a kadar üstünlüğünü devam ettirdi.
Bu yüzyılda ise Türk beyleri arasında taht kavgaları artabildiğine arttı. Çinliler de bu
kavgalardan faydalanarak, Türkleri zayıflatmayı bildiler. Ancak Çinlilerin Hohan-Şu
dedikleri Yabgu'nun 27 yıllık imparatorluğu zamanında ve Çiçi Yabgu devrinde devlet
eski gücünü biraz olsun toparlayabildi.
Milâttan sonraki ilk yüzyılda Büyük Hun İmparatorluğu Doğu ve Batı Hunları
olmak üzere iki ayrı devlete bölündüler. Bunlara Güney ve Kuzey Hunları da denir.
Milattan sonra üçüncü yüzyılın başlarında (220) başka bir Türk kavmi olan Siyenpiler
Hunlar ile iktidar mücadelesine giriştiler. Sonunda Moğolların ve bazı Türk boylarının
da yardımıyla Hunların hâkimiyetine son verdiler. Büyük Hun İmparatorluğu târihte
bilinen eski imparatorlukların en büyüğü idi. Hun hükümdarlarından Oğuz Han
(Mete), Hohanşu ve Çiçi Yabgular, dahî denecek kadar büyük birer kumandan ve
devlet adamı idiler. Bu büyük şahsiyetler hakkında Çin târihlerinde verilen bilgiler, en
büyük düşmanlarının bile onlara hayran kaldıklarını gösterir.
Büyük Selçuklu İmparatorluğu Kuruluşu
Selçuklular, Türk-İslam devletlerinin en büyüklerindendir. Oğuzların Üçoklar
kolunun, Kınık boyuna mensupturlar. Onuncu yüzyılın sonu ile on birinci yüzyılın
başlarında İslam’ı kabul ettiler. Selçuklular; Çin'den, Batı Anadolu dahil bütün
Ortadoğu ülkeleri, Akdeniz sahilleri, Kuzeybatı Afrika, Hicaz ve Yemen'den Rusya
içlerine kadar yayılan hakimiyetin, muazzam bir kültür ve medeniyetin temsilcisidir.
Devlete adını veren Selçuk Bey, Aral Gölü ile Hazar Denizi arasına hakim olan
Oğuz Yabgu Devletinin kumandanlarından Dukak Subaşı'nın oğludur. Dukak ölünce,
17-18 yaşlarındaki Selçuk Bey subaşı oldu. Genç yaşına rağmen yüksek mevkilere
ulaşan Selçuk Bey'in devamlı artan bir itibara sahip olması, Yabgu ve eşini
telaşlandırdı. Onu başlarından atmak için çare aramaya başladılar. Öldürülmekten
çekinen Selçuk Bey, kabilesiyle birlikte oradan ayrıldı. Güney yoluyla, muhtemelen
985 yılı sıralarında, Seyhun nehri kenarında bulunan Cend şehrine geldiler. Bölge ve
şehir, İslam ülkelerine geçişte hudut durumundaydı.
Selçuk Bey'in idaresindeki Türkler, kısa zamanda İslam’ı kabul ettiler. Bu
durum, Yabgu ile aralarını iyice açtı. "Müslümanlar, gayri Müslimlere haraç vermez"
diyen Selçuk Bey, Yabgu'nun haraç memurlarını kovdu ve bağımsızlığını ilan etti.
Gayri Müslim Türklere karşı savaşmaya başladı. Selçuk Bey'in, bağımsızlığını ilan
edip, Yabgu'ya haraç vermeyerek, Müslüman olmayanlarla mücadeleye girişmesi,
çevrede tanınıp itibar kazanmasına yol açtı. Oğuz Yabgusuna karşı olan Türkler,
etrafında toplandı. Müslümanlardan da destek alan Selçuk Bey, Müslüman olmayan
Türkler üzerine yaptığı seferlerle şöhret kazandı. Onun bu şöhreti, Maveraünnehir'de
üstünlük sağlamaya çalışan Müslüman devletlerden birisi olan Sâmânîlerle
anlaşmasını sağladı. Sâmânî sultanı, Selçuk Beye, devlet sınırlarını diğer Türk
akınlarına karşı korumasına karşılık, Buhara yakınlarındaki Nûr kasabasına yerleşme
izni verdi.
Selçuk Bey; Mikâil, Arslan, İsrafil, Yusuf ve Musa adlarındaki oğullarıyla Büyük
Selçuklu Devletinin temelini atıp, Tuğrul ve Çağrı adında iki torun bırakarak, yüz
yaşlarında vefat etti. Selçuk Bey'in büyük oğlu, Tuğrul ve Çağrı beylerin babası olan
Mikâil, babasının sağlığında ölmüştü. İkinci büyük oğlu olan Arslan Bey, babasının
yerine geçti. Yabgu unvanını alarak, Selçuklular da denilmeye başlanan ailesini
teşkilatlandırdı. Karahanlılar'ın Sâmânî Devletine son vermesi üzerine, Özkend'den
kaçan Sâmânî şehzadelerinden İsmail Muntasır'ın, Arslan Yabgu'ya sığınması,
Karahanlılarla aralarının açılmasına sebep oldu. Arslan Yabgu komutasındaki
Selçuklular, Karahanlılar karşısında başarılı muharebeler yaptılar.
Selçukluların güçlenmesi, bölgenin hakimi Karahanlılar ile Gaznelileri zor
durumda bıraktı. Karahanlı-Gazneli işbirliğiyle 1025'te Arslan Yabgu, Gaznelilerce
yakalanıp, Hindistan'daki Kâlencer Kalesine hapsedildi. Bu hadiseden sonra,
Selçuklularla Gazneliler arasında açık bir mücadele başladı. Onun esareti yıllarında
Selçuklular, ortak hükümdar sistemiyle yönetildi. Musa'yı yabguluğa, Yusuf'un oğlu
İbrahim'i de yınallığa getirdiler. Mikâil'in oğulları Tuğrul ve Çağrı beyler, amcalarının
hakimiyetini tanımakla birlikte, ayrı bölgelerde yaşamaya başladılar.
Mahir süvarilerden oluşan Selçuklular, kalabalık hayvan sürüleri ve atları için,
bol otlaklı, geniş yaylalar aradılar. Bu amaçla zaman zaman, komşuları Karahanlılar
ve Gaznelilerin sınırlarına taşıp, yerli halkın şikâyetlerine sebep oldular. Onların bu
durumunu kendileri için tehlikeli gören Karahanlılar, Selçuklu ailesi içinde karışıklık
çıkarmak istedilerse de başaramadılar. Üzerlerine kuvvet gönderildi. Hattâ Yusuf Bey
öldürüldü. Musa Yabgu ile birleşen Tuğrul ve Çağrı beyler, Karahanlı kuvvetlerini
yenerek, Yusuf Bey'in intikamını aldılar. Siyasî durum iyice gerginleşti. Bölgede
değişiklikler oldu. Bir baskınla Selçuklular bir hayli zayiata uğratıldılar. Bunun
üzerine Çağrı Bey, dağılan Selçuklulardan üç bin kişilik bir süvari kuvvetiyle, Gazneli
mukavemet mevkilerini aşarak, Doğu Anadolu sınırlarına kadar gitti. Van Gölü
havzasından, kuzeyde Tiflis'e kadar uzanan bölgede keşif harekâtı yaptı. Ermeni ve
Gürcü kuvvetlerini yenerek, bölgenin otlak ve yaylaklarının keşfiyle, gerekli siyasî,
etnik, kültürel ve askerî stratejik bilgileri topladı. Bizans şehirlerine girdi. Keşif
harekâtı neticesinde, bölgenin, Selçukluların yerleşmesine müsait olduğunu tespit
ederek Tuğrul Bey'e bildirdi.
Selçukluların esir yabgusu Arslan, 1032 yılında, Hindistan'da hapsedilmiş
bulunduğu Kâlencer Kalesinde ölünce, Gaznelilerle ilişkiler daha da bozuldu. Musa
Yabgu ile yeğenleri Çağrı ve Tuğrul beyler kumandasındaki Selçuklu ve Türkmen
güçleri, bölgenin en stratejik mevkiinde yer alan ve Gaznelilere ait olan Horasan'a ani
bir taarruzla girerek, Merv, Nişabur ve Serahs havalisini ele geçirdiler. Gazne sultanı
Mesud, Selçukluları tanımak zorunda kaldı. Musa Yabgu'ya, Tuğrul ve Çağrı beylere
bulundukları yerlerin valiliklerini verdi. 1035 yılında yapılan bu antlaşma, dört ay gibi
kısa bir süre devam etti. Yeniden başlayan Gazneli-Selçuklu mücadelesi, daha da
şiddetlendi. Selçuklular, hafif süvari kuvvetleriyle, Gaznelilerin fillerle takviye
edilmiş, ağır teçhizatlı, çoğu piyadeden meydana gelen ordusuna, gerilla savaşlarıyla
çok kayıp verdirdiler. 1038 yılında Serahs civarında yapılan savaşta, Gazneli ordusu
ağır bir yenilgiye uğradı. Gazneli Sultan Mesud, büyük bir devlet adamı, cesur bir
kumandan olmasına rağmen, bu yenilgiden sonra Nişabur'u Selçuklulara bırakıp,
kesin sonuç alınacak büyük savaşı devamlı geciktirdi. Tuğrul Beyin üvey kardeşi
İbrahim Yınal, 1038'de Nişabur'u alıp, Tuğrul Bey adına hutbe okuttu. Nişabur'a gelen
Tuğrul Beyi muhteşem bir törenle karşıladı. Tuğrul Bey Sultanü'l-Muazzam (Büyük
Sultan), Çağrı Bey de Melikü'l-Mülûk (Hükümdarların Hükümdarı) ünvanını aldı.
Büyük Selçuklu Devleti'nin kuruluş ve istiklâlini (bağımsızlığını) ilan ettiler. SelçukluGazneli mücadelesi, 23 Mayıs 1040 Dandanakan Meydan Savaşı ve Selçukluların
üstünlüğü ele geçirmesiyle neticelendi.
Selçukluların Yükselişi
Dandanakan'ın muzaffer başkumandanı Çağrı Bey, zafer sonrasında verilen
toy, yani büyük ziyafette, üstün idarecilik vasfı ve keskin siyasî zekâsını takdir ettiği
kardeşi Tuğrul Beyi Selçuklu Sultanı ilan etti. Merv, başkent yapıldı. Toplanan
kurultayda, fethedilecek yerlerle, idareciler tespit edildi. Ceyhun ile Gazne arasındaki
bölge Çağrı Beye, Bust-Sistan havalisi Musa Yabgu'ya, Nişabur'dan itibaren bütün
batı bölgeleri Tuğrul Beye verildi. Çağrı Beyin oğlu Yakutî ile İbrahim Yınal, batı
cephesinde görev aldılar. Hanedandan Arslan Yabgu'nun oğlu Kutalmış, Cürcân ve
Damgan'a, Çağrı Beyin oğlu Kara Arslan Kavurd ise, Kirman havalisine tayin
olundular. Görev taksiminin ardından, kısa zamanda, kuzeyde Harezm dahil,
Maveraünnehir, Sistan, Mekran bölgesi, Kirman ve civarı, Hürmüz emirliği, hattâ
Arabistan Yarımadasında Umman ve dolayları ile Cürcân, Bâdgis, Huttalân tamamen
zapt edildi. Tuğrul Bey, Taberistan, Kazvin, Dihistan, İsfehan, Nihavend, Rey ve
Şehrezur'u alarak devletin sınırlarını genişletti. 1046'da Gence, 1048'de Erzen, Karaz,
Hasankale, Erzurum ve havalisindeki Gürcü, Ermeni ve Bizans orduları yenilgiye
uğratıldı.
Henüz yeni kurulan devlet, kısa zamanda, Büveyhîlerin işgalindeki Bağdat
hariç, bölgedeki bütün İslam topraklarına hakim oldu. Sultan Tuğrul, Büveyhîlerin
işgalindeki halifelik merkezi olan Bağdat'ı kurtarmak için, Abbasî halifesi El-Kaim biEmrillah'ın davetiyle 17 Ocak 1055'te Bağdat'a girdi. Halifenin, âlimlerin ve Sünnî
Müslümanların büyük memnuniyetle karşıladığı Tuğrul Bey, Büveyhî Hükümdarlığını
yıkarak, Abbasî halifeliğini yeniden ihya etti. İslam dünyasının takdirini kazanıp,
büyük iltifatlara kavuştu. Halifeliğe karşı yapılan Fatımî saldırılarını bertaraf etti.
Halifelik makamına ve Bağdat şehrine hizmetinden dolayı, 25 Ocak 1058'de Tuğrul
Bey'e iki altın kılıç kuşatan Halife, onu, doğunun ve batının hükümdarı ilan etti.
Selçuklu sultanının, halife tarafından "Dünya Hakanı" ilan edilmesi, Türklere büyük
itibar kazandırdığı gibi, Alplik ruhunu okşayarak, İslam'ı yayma çabalarına daha fazla
sarılmalarına yol açtı. Aynı yıl Tuğrul Bey, tahrikler sebebiyle isyan eden üvey
kardeşi İbrahim Yınal'ı cezalandırdı. Çağrı Bey, 70 yaşlarında 1060'ta, Tuğrul Bey ise
1063'te yine 70 yaşında vefat etti. Tuğrul Bey, devletini sağlam temeller üzerine
oturtarak, sınırlarını Ceyhun'dan Fırat'a kadar genişletti. Anadolu üzerine yaptırdığı
akınlarla, Bizans yönetiminde bulunan bölgenin Türk yurdu olması için ilk harcı
koydu.
Tuğrul Beyin oğlu olmadığından, Çağrı Beyin oğlu Muhammed Alparslan,
Selçuklu sultanı oldu. Başa geçer geçmez, amcasının veziri Amîdülmülk'ü görevden
alarak, yerine Nizamülmülk'ü tayin etti. Sultan Alparslan, tahta geçmek iddiasında
bulunan diğer rakiplerini bertaraf ettikten sonra, batıya yönelerek fetihlere başladı.
Kafkaslardan dolaşıp mahallî küçük krallıkları itaati altına aldı. Doğu Anadolu'nun
kuzeydoğu ucundaki meşhur Ani kalesini 1064'te fethederek, 16 Ağustos 1064'te
Kars'a girdi. Ani, Hristiyan âleminin kutsal yerlerinden biriydi. Bu fetihler İslam
dünyasında büyük sevinç kaynağı oldu ve halife Kaim bi-Emrillah, Alparslan'a,
"fetihler babası", yani çok fetheden anlamına gelen "Ebü'l-Feth" lakabını verdi.
Sultan, 1065 yılı sonlarında doğuya yönelerek, Üst-Yurd ve Mangışlak taraflarına
yürüdü. Başarı ile biten seferin sonunda; ticaret yollarını vuran Kıpçak ve Türkmenler
itaat altına alındı.
Alparslan, 1067 senesinde Kirman meliki olan kardeşi Kavurd'un isyanıyla
karşılaştı. Bu isyanı kısa sürede bastırdı. Öncelikle Müslümanlar arasında birliğin
sağlanmasını arzu eden Alparslan, Bahreyn taraflarındaki Karmatî sapıkları ve
Önasya'daki Şiî-Fatımî kalıntılarını temizlemek için harekete geçti. Şiî-Fatımî
baskısının İslam ülkeleri üzerinden kalkmakta olduğunu gören Mekke şerîfi,
Alparslan'a itaatini arz ederek, hutbeyi Abbasî halifesi ve Sultan Alparslan adına
okutmaya başladı. Doğuda ve Batıda sistemli bir şekilde yapılan fetih hareketleri;
1067 yılında Anadolu'da başlatılan yıpratma ve yıldırma akınları, 26 Ağustos
1071'deki Malazgirt Savaşına kadar devam etti. Malazgirt Zaferiyle Selçuklulara
kapıları açılan Anadolu, Türkiye Türklerinin istikbaldeki yurdu durumuna girdi.
Malazgirt Zaferi sonrasında, Bizans imparatoru Diogenes ile yapılan antlaşma,
tahttan indirildiği için uygulanamadı. Sultan Alparslan, antlaşmanın silah zoruyla
tatbikini kumandan ve beylerine emrederek, bütün Anadolu'nun fethini istedi.
Selçuklu emrindeki Türkmen boyları, Orta Asya'dan batıya sevkedilerek, Doğu
Anadolu'daki Bizans hududuna gönderildi. Selçukluların gazâ akınlarına karşı
koyamayan Bizans kale ve garnizonları, Türklerin eline geçti. Türk akınları, Marmara
Denizi sahillerine kadar uzandı ve fethedilen Anadolu, iskân edildi. Anadolu'nun
Türkleşip İslamlaşması için gerekli bütün tedbirler alındı. Sultan Alparslan, çıktığı
Maveraünnehir seferinde, esir alınan bir kale kumandanı tarafından şehit edildi. Türk
tarihinin büyük sultanlarından olan Alparslan, enerjisi, disiplini, yiğitliği ve adaletiyle
temayüz etmişti.
Alparslan vefat ettiğinde, devlet toprakları, doğuda Kaşgar'dan, batıda Ege
kıyıları ve İstanbul Boğazına, kuzeyde Hazar-Aral arasından, güneyde Yemen'e kadar
olan bir bölgeye yayılmıştı.
Alparslan'ın yerine oğlu ve veliahtı Melikşah, Selçuklu sultanı oldu. Sultanlığını
tanımayan amcası Kavurd ile, Kerez'de yapılan savaşı kazanan Melikşah, birkaç gün
sonra Kavurd'un ölümüyle, devlet içinde asayişi kısa sürede sağladı. İç işlerini
halleden Melikşah, taht mücadelesinden faydalanarak Selçuklu hudutlarına saldıran
Gaznelilerle Karahanlılara karşı sefere çıkıp onları anlaşmaya mecbur etti.
Doğu sınırlarının güvenliğini sağlayan Melikşah, babasının veziri ve kendisinin
de hocası olan, sapık ve batınî akımlara karşı Sünnîliğin müdafaası için Nizamiye
Medreselerini kuran Nizamülmülk'ten vezirliğe devam etmesini istedi. Bu sayede
Selçuklu Devletine ve İslam dünyasına çok hizmet etmesine vesile oldu.
Sultan Melikşah, çok sakin, affedici, fakat devlet ve millet işlerinde çok ciddî,
müstesna bir şahsiyetti. Devrinde bozkırlardaki Türk boylarını, bütün İran'ı,
Arabistan'ı, Suriye ve Filistin'i yönetimi altına aldı. Anadolu'nun fethi üzerinde
hassasiyetle durup, babasının görevlendirdiği amcaoğlu Kutalmışoğlu Süleyman Şah
ve Türkmen beylerinden Alp İlig, Artuk Bey, Mansur, Dolat gibi komutanlarla fetihleri
sürdürdü. Selçuklu komutanları, Bizans'ın Türklere karşı kurduğu Ölmezler adlı
askerî birlikleri mağlup ettiler. Artuk Bey, Bizans kuvvetlerini, 1074'te Sapanca
çevresinde yenerek, yüz binden fazla Türk'ü, İzmit'ten Üsküdar'a kadar olan sahaya
yerleştirdi.
Kutalmışoğlu Süleyman Şah, güneydoğu harekâtıyla, Adana dolaylarını
fethetmekle meşguldü. Fırat'ı geçerek Çukurova, Maraş, Tarsus, Antep ve Urfa'ya
dağılan Ermeni ve ücretli Frank askerlerini Antakya'da, Gümüştigin de Nizip, Âmid
(Diyarbakır) ve Urfa civarında Bizans kuvvetlerini mağlup ettiler.
Artuk Bey, Sultan Melikşah'ın emriyle, Doğu harekâtını idare etti. 1074-1077
yılları arasında Sivas, Tokat, Çorum havalisini, Yeşilırmak ve Kelkit havzalarını ele
geçirdi. Artuk Beyden sonra yerine Danişmend Gazi geçerek, Amasya ve civarını
Karadeniz'e kadar aldı. Mengücük Gazi, Şarkî Karahisar, Erzincan ve Divriği
havalisini; Ebü'l-Kasım da Erzurum ve Çoruh bölgesini fethetti.
Orta, Kuzeybatı ve Batı harekâtını Kutalmışoğlu Süleyman Şah idare edip,
Bizanslılarla mücadele ve onların âsi kumandanlarıyla ittifak yaptı. Bizanslılar,
Balkanlar'daki iktidar mücadelesi ve iç hadiseler üzerine, Selçuklulardan yardım
istediler. Yardım talepleri, Selçukluların çıkarları doğrultusunda karşılandı. Süleyman
Şah, İznik'e yerleşerek, bu şehri, Türkiye Selçukluları Devletinin merkezi yaptı.
Selçuklular, Anadolu'da sahil şehirleri dışında, Toroslar ve Çukurova'dan Üsküdar'a
kadar bütün bölgeye yerleştiler. Bu durum karşısında Avrupalılar, Çin'e elçilik heyeti
göndererek, Selçukluların doğudan sıkıştırılmasını istediler. Ancak, sonuç
alamadılar.
Diyarbakır bölgesinin fethi için Selçuklu seferleri, Fahrüddevle Cüheyr'in
İsfehan'a gelmesiyle başladı. Fahrüddevle, buradaki Şiî itikadlı Karmatîlerin yola
sokulması için çalışan Artuk Bey ve bağlı kuvvetlerle birlikte Diyarbakır'a doğru yola
çıktı.
Fahrüddevle'nin komutasındaki birlikler, çevredeki Mardin, Hasankeyf, Cizre ve
daha otuz kadar kaleyi ele geçirdi. Diyarbakır, Fahrüddevle'nin oğlu Zaimüddevle
emrindeki kuvvetlerin 4 Mayıs 1085'te şehre girmesiyle düştü ve Mervanîler Devleti
ortadan kalktı.
Musul'un fethine memur edilen Aksungur ve diğer Türkmen emîrleri şehre
savaşmadan girdiler. Fethi takiben Musul'a gelen Melikşah, büyük bir törenle
karşılandı. Musul emîrliğine Şerefüddevle'yi tayin etti.
Sultan Alparslan zamanından beri Suriye ve daha güneye yürüyen ünlü
Selçuklu kumandanlarından Atsız, seferlerini Melikşah zamanında da sürdürdü. Uzun
süre kuşattığı Dımaşk (Şam)'ı 1076 Martında Selçuklu topraklarına kattı. Dımaşk'ın
alınmasından sonra, camilerde okunan Şiî-Fatımî ezanını yasaklayarak, cuma
hutbesini Halife Muktedî ve Sultan Melikşah adına okuttu. Daha sonra Selçuklu
Devletinin "Fatımî Devletinin ortadan kaldırılması" politikasına uygun olarak, Mısır'a
doğru sefere devam etti. Fakat, başarılı olamadı ve başarısızlığı Suriye emîrliğinden
alınmasına sebep oldu. Yerine, Melikşah'ın kardeşi Tacüddevle Tutuş getirildi.
Sultan Melikşah, kardeşi Tutuş ile Kutalmışoğlu Süleyman Şahın mücadelesi
üzerine 1086'da İsfehan'dan hareket ederek, Suriye'de asayişi yeniden tesis etti.
Halep valiliğini Aksungur'a, Urfa'yı Bozan'a, Antakya'yı da Yağısıyan'a verdi. 1087
yılında Melikşah, Süveydiye kıyılarından Akdeniz'e ulaştı. Böylece Uzakdoğudan
Ortadoğuya kadar hakimiyet kurdu. Dönüşte hilafet merkezi olan Bağdat'ı ziyaret etti.
Halife Muktedi tarafından iki kılıç kuşatıldı ve 25 Nisan 1087'de "Dünya Hükümdarı"
ilan edildi.
Saltanat Mücadelesi ve Çöküş
Selçukluların Türklüğe, İslam dünyasına ve insanlığa yaptıkları hizmetlerle kısa
sürede yükselmeleri, düşmanlarını hızlı bir faaliyet içine soktu. Bizanslılarla ve sapık
fırkalarla mücadele eden âlim ve kumandanlar suikastla öldürülüyordu. 1092
senesinde, önce Selçukluların ünlü veziri Nizamülmülk, Hasan Sabbah'ın
fedailerinden bir batınî tarafından; arkasından Sultan Melikşah, Bağdat'ta
zehirlenerek şehit edildiler.
Melikşah'ın ölümüyle başlayan saltanat mücadelesinde Şam meliki Tutuş,
derhal sultanlığını ilan etti. Bu arada Melikşah'ın hanımı Terken Hatun da, küçük oğlu
Mahmud'u sultan ve torunu Cafer'i halifenin veliahdı yapmak için bütün gücüyle
uğraştı ve 1092'de Mahmud'un saltanatını ilan ederek, namına hutbe okutmaya
muvaffak oldu. Yine bu arada taraftarlarıyla Rey'e çekilen Berkyaruk da sultanlığını
ilan etti ve Terken Hatun'un üzerine gönderdiği orduyu Burucerd'de bozguna uğrattı.
Terken Hatun'un Gence meliki İsmail'i yanına çekmesi de bir yarar sağlamadı.
Terken Hatun'un bir suikast neticesinde öldürülmesiyle, saltanat mücadelesi,
Tutuş'la Berkyaruk arasında kaldı. Tutuş, Rey üzerine yürüdüyse de, 1093 yılında
vuku bulan uzun mücadeleler sırasında birçok emîr, Berkyaruk tarafına geçti. Bu
sayede Berkyaruk, karşısında orduyu bozguna uğrattı. Ayrıca Tutuş'un ölümüyle
bütün rakiplerini bertaraf ederek, Bağdat'ta adına hutbe okuttu.
Sultan Berkyaruk zamanında Selçuklu Devleti: a) Irak ve Horasan, b) Suriye, c)
Kirman, d) Türkiye Selçukluları olmak üzere dörde bölündü. Ayrıca Doğu
Anadolu'nun çeşitli yerlerinde Türkmen beylikleri ve Atabeylikler ortaya çıktı.
Berkyaruk, parçalanan Selçuklu İmparatorluğunu toplamaya başladığı bir sırada,
Haçlı orduları da Suriye'ye geldi. Berkyaruk, Haçlılara ve onların Antakya
Kuşatmasına karşı Kürboğa'yı ve Artuklu beylerini sefere gönderdi. Anadolu'dan
geçen Haçlılar, Suriye'ye vardıkları zaman sayıları oldukça azalmıştı. Ancak, ŞiîFatımîlerin, Sünnî Müslümanlara karşı Haçlılarla ittifak yapmaları, ayrıca Suriye
emîrleri arasındaki güvensizlik ve rekabetler, Tutuş'un oğlu Dukak ile birlikte Suriye
kuvvetlerinin haber vermeden çekilmesi, Frenklerin taarruza geçerek, Türkleri
bozguna uğratmalarına sebep oldu. Neticede ilerlemeye devam eden Haçlılar,
Antakya'yı işgalden bir yıl sonra Kudüs'ü ele geçirip, şehirde yaşayan yetmiş bin
Müslüman ve Yahudi’yi hunharca katlettiler.
Bu arada Gence Meliki ve kardeşi Muhammed Tapar, Berkyaruk'a saltanat
iddiasıyla isyan etti. Berkyaruk, 1100 senesinde Sefîdrud'da mağlup olmasına
rağmen, Muhammed Tapar'ı arka arkaya dört kez bozguna uğrattı. Ahlat'a sığınan
Muhammed Tapar, buranın hükümdarı Sülemen'i ve Ani emîri Menuçehr'i hizmetine
alarak yeniden savaşa hazırlandıysa da, Sultan Berkyaruk çok kan aktığını,
memleketin harap, emîr ve askerlerin yorgun düştüğünü, hazinenin boş kaldığını,
vergilerin tahsil edilemez hale geldiğini ve nihayet İslam düşmanlarına fırsat
verildiğini beyan ederek, gönderdiği bir elçiyle kardeşini barışa ikna etti. Böylece
1104'te Azerbaycan'da Sefîdrud hudut olmak üzere, Kafkasya'dan Suriye'ye kadar
bütün vilayetlerde Muhammet Tapar sultan tanındı. Bağdat, Rey, Cibal, Taberistan,
Fars, Huzistan, Azerbaycan, Mekke ve Medine'nin idaresi de Berkyaruk'ta kaldı.
Büyük Selçuklu Devleti, iki devlete ayrılmak suretiyle, Türkiye ile birlikte üç
Selçuklu sultanı ortaya çıktı. Ancak bu durum çok uzun sürmedi. Çünkü Berkyaruk,
hastalıklı olduğu için 1104 yılında, yirmi altı yaşındayken vefat etti. Sultan Berkyaruk,
ülkesini düşünen ve milletinin refahı için çalışan bir kimseydi. Ancak, kardeş
kavgalarının, memleketin birlik ve beraberliğe en muhtaç olduğu bir döneme
rastlaması Berkyaruk'u çok üzdü. Buna rağmen fırsat buldukça Haçlı kuvvetleri
üzerine asker sevk etmekten ve darbeler vurmaktan geri kalmadı.
Berkyaruk'un vefatından sonra Muhammed Tapar, Bağdat üzerine yürüyerek,
fazla zorluk çekmeden 1105'te tek başına sultan oldu. Önce amcasının oğlu
Mengübars'ın isyanını bastırdı. Daha sonra ülkede uzun zamandır karışıklık çıkaran,
anarşiyi tahrik eden Batınîlere karşı mücadele etti. 1107'de, Batınîlerin merkezi olan
Alamut Kalesi kuşatıldı ve çok sayıda Batınî öldürüldü. Selçuklular arasındaki
karışıklıklardan faydalanan Haçlılar, Birinci Haçlı Seferi sonunda Suriye'de Haçlı
devletleri kurmaya başladılar. Sultan Muhammed Tapar, bunların üzerine ordular
gönderdiyse de, kumandanlar arasında tam anlaşma sağlanamadığından kesin
sonuca gidilemedi. Sefer kumandanı Emîr Mevdud, Şam Ümeyye Camii'nde bir Batınî
tarafından öldürüldü. Sultan, Haçlılara karşı Aksungur'u kumandanlığa getirdi. Bu
arada kardeşi Sencer'i Suriye ve Horasan'daki Batınîlerle mücadele etmekle
görevlendirdi. Alamut üzerine de bir ordu gönderdi. Sultan Muhammed Tapar'ın
1118'de vefatı sebebiyle, bu fesat ocağı ortadan kaldırılamadı. Sultan Muhammed
Tapar, İsfehan'da yaptırdığı medresenin bahçesine defnedildi.
İleri gelen devlet adamları, Muhammed Tapar'ın henüz küçük yaştaki oğlu
Mahmud'u tahta geçirdilerse de, Melikşah'ın oğlu ve Horasan meliki olan Sencer,
yeğeni Mahmud'un sultanlığını kabul etmeyerek, saltanat iddiasında bulundu. 14
Ağustos 1119 tarihinde yapılan Save Savaşını kazanarak sultanlığını ilan eden
Sencer, yeğenine evlat muamelesi yaptı ve kendi egemenliğini tanımak şartıyla, Rey
hariç, batı ülkelerinin hakimiyetini ona bıraktı.
Sultan Sencer, batı işlerinden çok doğu ile uğraştı. Gaznelilerle savaştı.
Karahanlıları kendisine bağladı. Zamanı, Selçukluların son parlak devriydi. Bu arada
Büyük Selçuklu Devletini iki büyük tehlike tehdit ediyordu. Bunlardan birisi, batıdan
Anadolu ve Suriye'ye saldırmakta olan Haçlılar, diğeri doğudan gelen ve devletin
doğu sınırlarını zorlayan Karahitaylardı. Sultan, yalnız bu ikinci tehlikeyle uğraştı.
Doğu Karahanlılar Devletini yıkarak Seyhun boylarını zorlayan Karahitaylarla
çarpışan Sencer, onlarla 10 Eylül 1141 yılında yaptığı Katvan Meydan Savaşını
kaybetti. Bu muharebeden sonra, Seyhun nehrine kadar olan topraklar Karahitayların
eline geçti. Katvan Meydan Muharebesiyle, Büyük Selçuklu Devleti tarihinde yeni bir
devir başladı ve Selçuklu ülkesi, Müslüman olmayan Türk ve Moğol birliklerinin
istilasına uğradı.
Sultan Sencer'in bu yenilgisinden faydalanmak isteyen Gur hükümdarı
Alâeddin Hüseyin, yıllık vergiyi vermemek, sultanlık peşinde koşmak gibi
davranışlarla, Sencer'e olan tâbiliğinden kurtulmaya çalışıyordu. Zaten, sınırlarını
fazla genişletmesi, bölgenin güç dengesini bozmakta ve bu durum Sultan Sencer'i
endişeye düşürmekteydi. Büyük kuvvetlere sahip olan Gurlular üzerine yürüyen
Sultan Sencer, Haziran 1152'de yaptığı muharebede Gur ordusunu yenerek,
Katvan'da kaybedilen itibarı yeniden sağladı.
Gur galibiyetinden erişilen ihtişam fazla uzun sürmedi. Vergi tahsili sırasında
yapılan haksızlık yüzünden, kendi soyundan olan Oğuzlarla bazı emîrler arasındaki
ihtilaflar gittikçe büyüdü. Sultan Sencer, bir kısım emîrlerin ısrarı ile, göçebe
oğuzların üzerine yürümek zorunda kaldı. 1153 yılı Mart ayında Belh civarında,
Oğuzlarla yapılan savaşı Selçuklular kaybettiler. Bu ağır yenilginin sonunda Sultan
Sencer esir düştü. Oğuzlar, Sencer'e esir de olsa sultan gözüyle baktılar.
Esir Sultanı kurtarmak için ilk harekete geçen, onu savaşa sürükleyen Belh
valisi Emîr Kumac'ın torunu Müeyyed Ayaba oldu. Sencer, her ne kadar gündüz
tahtta oturtuluyor ve zahirî bir iltifat görüyorsa da geceleri demir bir kafeste
uyuyordu. Onun adına çok usulsüz işler yapılıyor ve bazı vaatlerde bulunuluyordu.
Bu durum karşısında Sencer, 1156 yılı Nisan ayında kaçmaya muvaffak oldu. Fakat
ağır Oğuz darbesi altında çöken, iç huzursuzluk ve istikrarsızlığa maruz kalan Büyük
Selçuklu Devleti, kendini toplayamadı. Her ne kadar tâbi beyler, Sencer'e
kurtuluşundan dolayı memnuniyetlerini ve bağlılıklarını bildirmişlerse de, Selçuklu
kumandanları arasındaki mücadele Sultana gerekli imkânı sağlamadı. Sencer, 9
Mayıs 1157 senesinde yetmiş üç yaşında vefat etti. Merv'de daha önce yaptırdığı
Dârü'l-Apir'de defnedildi. Onun vefatından sonra Büyük Selçuklu Devletinin İran, Irak,
Suriye ve Anadolu'daki parçaları, Selçuklu Hanedanına mensup kişilerce idare edilip,
on dördüncü yüzyıla kadar devam edenler oldu.
Devlet Teşkilatı, Kültür ve Medeniyet
Devlet Teşkilatı: Selçukluları meydana getiren Oğuzlar, Orta Asya'dan
Maveraünnehir ve Horasan'a gelince bütünüyle İslamiyet’i kabul ettiler. Müslüman
olmalarıyla eski bozkır kültürünün İslam’a aykırı olmayan müesseselerini
sentezleştirdiler. Türk Devlet geleneğinin esasını teşkil ettiği Selçuklu devlet
teşkilatı; Karahanlı, Sâmânlı, Gazneli ve Abbasî devletleri teşkilatlarından geniş
ölçüde faydalanmış ve bunları kendi bünyesinde mükemmel bir surette uygulamıştır.
Hükümdar: Töre ve müesseselerin tanıdığı haklarla devletin tek hakimidir.
Sultan unvanlı hükümdarlara genellikle Sultanülâzam denilirdi. Türklerdeki Hâkan
veya Kağan, batıdaki imparator kelimesinin karşılığıdır. Sultan, Türkçe adının
yanında İslamî ad da taşırdı. Halife tarafından künye ve lakap da verilirdi. Sultan
merkezde oturur, ülke toprakları hanedan mensuplarınca idare edilirdi. Merkeze bağlı
beylik ve atabeylikler vardı. Sultanın hakim olduğu ülkelerde adına hutbe okunur ve
para basılırdı. Fermanlara ve dîvanın kararlarına büyük sultanın imzası yerine tuğra
çekilip, tevkiî (nişan) yazılır ve emir ondan sonra yürürlüğe girerdi. Harplerde ve
devlet ileri gelenleriyle yaptığı seyahatlerde, hakimiyet işareti olarak, başının üstünde
atlastan veya altın sırmalı kadifeden yapılmış çetr (hükümdar şemsiyesi) tutulurdu.
Çetre, sultanın ok ve yaydan meydana gelen armaları işlenirdi. Hükümdarlık
sarayının kapısında veya saltanat çadırının önünde, namaz vakitlerinde, günde beş
defa nevbet (mehter) çalınırdı. Sultan, haftanın belirli günlerinde devlet ileri
gelenleriyle yüksek mevkili memur ve kumandanları huzuruna kabul edip, ülke
meselelerini görüşür ahalinin halinden haberdar olurdu.
Saray Teşkilatı: Sarayda sultanın ailesi ve maiyeti otururdu. Saray teşkilatı ve
teşrifatçılık, önceleri Oğuz töresine göre yapılırken, sonraları İslamî hüviyet kazandı.
Sarayda, sultanla dîvanlar arasındaki irtibatı Hâcibü'l-hacib denilen Hâcib sağlar; örfî
meselelerin hallinde kadıya da yardımcı olurdu. Hâcibler, sultanın güvendiği kişiler
arasından seçilirdi.
Emîr-i Candâr: Saray muhafızlarının başı olup, maiyetindeki hassa birlikleriyle
sarayın ve sultanın emniyetini sağlamakla görevliydi. Silahdar, merasimlerde
sultanın silahlarını taşırdı ve silahhanedeki muhafızların âmiriydi.
Emîr-i Alem: Sultanın "Rayet-i Devlet" denilen bayrağını, saltanat sancaklarını
taşımak ve muhafaza etmekle görevliydi. Emîr-i alemin maiyetinde alemdarlar vardı.
Yasacı, bayrak ve nevbet takımını muhafaza ve idare ederdi.
Câmedâr: Sultanın elbiselerinin muhafızıydı. Emîr-i meclis, sultanın ziyafetlerini
hazırlatıp, teşrifatçılık yapardı. Emîr-i Çeşnigîr, sultanın yemeklerini hazırlayan ve
sofra hizmetlerini yapan çeşnigirlerin amiriydi. Şerabdar-ı has, sultanın şerbetlerini
hazırlamakla, haftanın belirli günlerinde toplanan mecliste ve yemeklerde hizmetle
görevliydi. Serhenk (Çavuş), törenlerde ve sultanın seyahatlerinde yol açardı. Ayrıca,
Abdâr, Emîr-i Âhur, Üstadüddâr, Vekîl-i Has, Emîr-i Şikâr, Bazdâr ve Nedimler de
sarayda vazifeli kişiler arasındaydı.
Hükûmet: Büyük dîvan denilen "dîvan-ı saltanat"ta devletin umumi işleri
görüşülüp yürütülürdü. Selçuklularda büyük dîvandan başka, devletin malî, askerî,
adlî ve diğer işlerine bakan dîvanlar da vardı. Dîvan başkanı, sultanın mutla vekili
olan Sâhib, Sâhib-i Dîvan ve Hâce-i Büzürg de denilen vezirdi. Vezir bir tane olup,
alâmet olarak destâr (sarık) ve altın divit verilirdi. Vezirin dividi, Devâtdâr'da olup,
aynı zamanda sır kâtipliği de yapardı.
Selçuklularda, İstifâ dîvanı, malî işlerle ilgilenir, en önemli üyesine Müstevfî
denirdi. Tuğra dîvanı, ferman, berat, menşur, mektup dahil, yazışmalara tuğra
çekerdi. İşraf dîvanı; Müşrif-i memâlik de denilen müşrifin âmirliğinde genel teftiş
yapardı. Dîvan-ı arz'a, Arzü'l-ceyş başkanlık ederdi. Emîr-i ariz de denilen bu zatın
başkanlığındaki teşkilat, millî savunma hizmetleri ve ordunun ihtiyaçlarını
karşılamakla vazifeliydi. Şehzadelerin yetişmesiyle ilgilenen atabeyler, eyalet
merkezlerinde güvenlik hizmetleriyle ilgilenen ve şıhne (veya şahne) denilen askerî
valiler, mülkî idareden mesul olan âmiller ve zabıta hizmetleriyle "emr-i bi'l ma'rûf ve
nehy-i ani'l-münker" (iyiliği emredip kötülükten sakındırma) görevini üstlenmiş olan
muhtesipler de hükümet teşkilatı içinde yer alırdı.
Adlî Teşkilat: Adliye; şer'î ve örfî kazâ olmak üzere ikiye ayrılırdı. Şer'î davalara
kadılar bakardı. Kâdı'l-kudât denilen baş kadı, Bağdat'ta bulunur, merkezde mahkeme
başkanlığı yapardı. Baş kadı, diğer kadıları da teftiş ederdi. Kadılar, şer'î davalar,
tereke (miras), hayrât ve vakıf işlerine bakarlardı. Selçuklu Türkleri, Hanefî
mezhebinde olduklarından, davalar ve meseleler, bu mezhebin hükümlerine göre
halledilirdi. Yanlış bir karar verilmişse, öteki kadılar, durumu sultana bildirerek,
düzeltme yapılır, hatanın önüne geçilirdi. Kadıların yetişmesine çok dikkat edilirdi.
Örfî mahkemelerin başında, Emîr-i dâd denilen adalet emîri bulunurdu. Bunlar,
devlete, kanunlara ve emirlere karşı gelenlerin davalarına, siyasî suçlara bakarlardı.
Bir nevi olağanüstü mahkemeler demek olan Dîvan-ı mezalim'e başkanlık ederlerdi.
Kazaskerler (Kadıaskerler), ordu mensuplarının davalarına bakardı. Dine aykırı
görülen her harekete muhtesip, anında müdahale ederdi. Adliye mensupları,
bağımsız olup, büyük dîvana ve eyalet dîvanlara bağlı değildiler.
Ordu: Devletin temeli olan ordu, Hassa ordusu ve tımarlı sipahilerden meydana
eliyordu. sarayda özel olarak yetiştirilip, doğrudan sultana bağlı olan Gulamân-ı
saray askerleri çeşitli milletlerden seçilirdi. Bunlar senede dört defa maaş alırlardı.
Hassa ordusu; melik, vali, vezir ve diğer yüksek rütbeli devlet memurlarının emri
altında, her an harekete hazır askerler olup maaşlıydılar.
Sipahiler; süvari kuvvetleriydi. Sipahi ordusu mensuplarından her biri, ülkenin
çeşitli bölgelerinde kendilerine tahsis edilen toprakların (ikta=dirlik) gelirlerinden
geçimlerini sağlıyordu. Selçuklular, askerî iktalar sayesinde, maaş ödemeden bir
orduyu beslemiş, mühim bir Türkmen nüfusunu toprağa ve devlete bağlayarak iskân
etmişti. Bu sayede üretimin artmasını, halk ile hükümet arasında yeni askerî ve idarî
bir kadronun kurulmasını temin etmişti. Bin süvariden fazla asker besleyen ikta
sahipleri vardı. Büyük Selçuklularda ordu mevcudu, 400.000'e kadar çıktı. Bunun
46.000'i merkezde, geri kalanı devletin diğer bölgelerine dağılmış durumdaydı. İkta
sistemiyle, ülke menfaatlerini âhenkleştirip, kudretli askerî ve idarî teşkilata sahip
oldular. Aynı sistem, Osmanlıları da etkiledi. Halk arasından Haşer denilen ücretli
askerler de alınırdı. Ayrıca gönüllü Gâziyân ve çeşitli askerî sınıflar da vardı.
Selçuklu ordusunun gezici hastaneleri ve Çerge denilen hamamları vardı.
Orduda hafif silah olarak ok, yay, kılıç, kalkan, mızrak, harbe, sökü, bozdoğan da
denilen topuz, gürz, balta, nacak, çekre, zemberek, pala, cevşen (zırh) ve çokal
kullanılırdı. Ordunun silahları ülke içinden, en iyi malzeme kullanılarak, sanatında
pek mahir ustalar tarafından imal edilirdi. Büyük Selçuklularda deniz kuvvetleri
olmamasına rağmen, bağlı devletlerde vardı. Ordunun ihtiyacının karşılanması ve
meselelerin halline Dîvanü'l-ceyş bakardı.
Sosyal Hayat: Selçuklularda sınıfsız bir cemiyet hayatı vardı. Sosyal yapı,
Ortaçağ Avrupası’ndan tamamen ayrıdır. Toplum; Selçuklu hanedanı ve mensupları
başta olmak üzere askerî ve mülkî rical ile devlet teşkilatı dışında kalan ahaliden
meydana geliyorsa da, Avrupa'daki gibi sınıf, Hindistan'daki gibi kast sistemi mevcut
değildi. Hanedan ve devlet ileri gelenlerinin büyük yetkileri olmasına rağmen, şehirde
ve köyde yaşayan halkın, kanun karşısında hak ve vazifeleri vardı. Şer'î hükümler
karşısında herkes eşitti. Köylü hür olup, toprağın hâs ve ikta oluşuna göre
hükümetin himayesi altında çalışırdı. Vergisini verirdi. Mülk, topraklar, veraset
yoluyla çocuklara geçerdi.
İktisadî ve Ticarî Hayat: Selçukluların hakim olduğu Horasan, İran, Irak,
Anadolu ve diğer Ortadoğu ülkeleri bu devirde, ekonomik bakımdan en yüksek
seviyeye çıkarak, milletler ve kıtalar arası ticarette köprü görevi görüyordu. Selçuklu
ülkesinin her türlü ziraî mahsulün yetişmesine müsait iklim, coğrafî ve doğal
zenginliklere sahip olması sayesinde bol mahsul yetişiyordu. Tahıl sıkıntısı
çekilmeyip, o günkü şartlarda fiyatı da ucuzdu. Ülke içinde ve dışında, kıtalar ve
milletlerarası ticareti emniyetle sağlayan yol ve kervansaraylar yapılmıştı.
Yabancı ülkelerle ticarî anlaşmalar yapılıp, çok düşük gümrük tarifeleriyle
ihracat ve ithalat teşvik edildi. Karada eşkiyanın ve açık denizlerde korsanların
tecavüzlerine uğrayan tüccarın zararının, hazineden tazmin edilerek garanti altına
alınması ticaretin gelişmesinde çok etkili oldu. Devletin tüccara garantisi, her türlü
emniyet, huzur ve imkânının yanında ayrı bir teşvikti.
Ticaretin gelişmesi, gümrüklerin azlığı, üretimin bolluğu, otlak ve hayvanların
çokluğu sebebiyle, Selçuklu ülkesinde zenginlik ve refah vardı. Bol buğday, pirinç ve
pamuk tarımı yapılıyordu. Çok hayvan yetiştirilip diğer ülkelere satılıyordu. Bakır,
demir, gümüş ve dokuma sanayi için şap madeni çıkarılıyordu. Halı, pamuk ve yünlü
dokuma denizci örtüleri, ipek kumaşlar, ipek tül ve mendil dokunup ihraç ediliyordu.
Kâşihanelerde zarif çiniler imal edilip, Selçuklu eserlerini süslüyordu. Yapılan ve
satılan mallar, sıkı kontrolden geçerdi. Her zanaat kolu, bir lonca teşkilatına bağlıydı.
Loncalar, meslek ve erbabını kontrol altında tutardı. Lonca reisine Ahî, ahîlerin
reisine de Ahî Baba denirdi. Bu teşkilat daha sonra Osmanlılara geçti. Esnaf ve
tüccar mallarının alınıp satıldığı, tanıtıldığı, mahallî, millî ve milletlerarası pazarlar
kurulurdu. Selçuklular, şeker ve nadide eşya alıp, at, halı, ipek ve maden satarlardı.
Devletin gelir kaynakları, arazi vergisi olan haraç, ziraat vergisi olan öşür, iltizam,
ganimet, bağlı ve komşu devletlerin hediye ve yıllıkları idi. Hayat pahalılığı, yok
denecek kadar az olup, 1056 ile 1113 yılları arasındaki yetmiş beş senelik fiyat
yükselmesinin oranının toplamı yüzde onu geçmemiştir.
İlim: Selçuklular, İslam’a tam bağlı, itikatta ve amelde Ehl-i sünnet mezhebine
mensuptular. Türkler ekseriyetle itikatta Matüridî, amelde Hanefî mezhebindendir.
Ülkede kısmen de itikatta Eş'arî ve amelde Şafiî ve diğer hak mezhep mensupları da
vardı. Batınîler gibi sapık fırkalar varsa da, bunlarla âlimlar ve devlet mücadele
halindeydi. Devlet, ilim ve âlimlerin yanında olup, gelişmesi için bütün imkânlarını
seferber etmişti. Dinî eğitim ve öğretimin yapıldığı medrese, tekke ve zaviyeler
ülkenin her tarafında yaygındı.
Selçuklu medreselerinde, dinî ve fennî bütün ilimler, konunun mütehassısları
tarafından okutulurdu. Selçuklular zamanında değerli âlimler yetişip, halâ değerini
koruyan orijinal eserler yazıldı. Ebü'l-Kasım Abdülkerim Kuşeyrî, Ebu İshak Şirazî,
Ebu Meâlî Cüveynî, İmam-ı Gazalî, El-Hatîbî, Abdullah-ı Ensarî, Vâhidî, Fahru'l-İslam
Pezdevî, Serahsî, Yûsuf-i Hemedanî, Şehristânî, İmam-ı Begavî, Kâdı Beydâvî,
Abdülkâdir-i Geylanî, Nizamülmülk dahil daha pek çok âlim, Büyük Selçuklu ve
onlara bağlı devletlerde çok hürmet ve himaye görüp, değerli eserler vererek
insanlığa hizmet etmişlerdir.
Selçuklular, İslamî ilimlerin eğitim ve öğretiminin yapıldığı ve zamanın fen
bilimlerinin öğretildiği çeşitli fakültelere sahip, üniversite mahiyetinde büyük
medreseler yaptırdılar. En büyüğü, Bağdat'taki Nizamiye Medresesi olup, İsfehan,
Nişabur, Belh, Herat, Basra ve Amul'da benzerleri vardı. Buralarda aklî ve naklî bütün
ilimler öğretilirdi. Medreselerde, mütehassıslarınca okutulan riyaziye (matematik),
hey'et (astronomi), hendese (geometri), cebir, fizik, kimya sahalarında derin âlimler
yetişti. Rasathaneler kurularak, gök cisimlerinin hareketleri izlendi ve esaslı
takvimler yapıldı. Bu sahalarda, edebî yönüyle de tanınan Ömer Hayyam, Muhammed
Beyhekî, Ebü'l-Muzaffer İsferâyinî, Vâsıtî, Ahmed Tûsî ve daha pek çok âlim yetişip
değerli eserler verdiyse de, on üçüncü yüzyılda İslam ülkelerindeki Moğol tahribatı
sebebiyle, bunlardan faydalanma imkânı büyük ölçüde kaybolmuştur. Yazılan pek
değerli eserler, Moğolların kanlı çizmeleri altında heba olmuştur.
Selçuklu sultan ve devlet adamlarının destek ve himayesiyle kıymetli
edebiyatçı ve şairler yetişmiştir. Selçuklu sarayında, devlet teşkilatıyla edebiyat
çevrelerinde genellikle Farsça, medrese çevrelerinde Arapça, Selçuklu hanedanı ve
Türkmenler arasında ve orduda da Türkçe konuşulup yazılırdı. Nazım ve nesir
sahasında kıymetli kitaplarıyla tanınan Meşhur Bostan ve Gülistan sahibi Sadi-i
Şirazî, Ömer Hayyam, Enverî, Lami-i Cürcânî, Ebyurdî, Ezrâkî gibi edip ve şairler,
nesir ve nazım eserler verdiler. Gazâ ve fetih ruhunu canlı tutan destanî eserler
yazdılar. İlmî eserlerde olduğu gibi, edebî eserlerin bazıları, Moğol tahribatı sebebiyle
ele geçmemiştir.
Mimarlık ve Sanat: Selçuklu mimarî ve sanat eserlerinin çoğu birer şaheserdir.
Batınîler, Moğollar ve asırların tahribatına rağmen kalabilenleri uzmanlarınca halâ
hayranlıkla incelenmektedir. Selçuklu sarayı, köşk, medrese, cami, mescit, türbe,
kümbet, kervansaray, ribat, han çarşı, tıp fakültesi mahiyetinde her biri şifa yurdu
olan hastane, kaplıca, hamam, çeşme, ev, yol, kale, sur, kule, tersaneler ve diğer
sosyal, sivil ve askerî eserler belli başlı Selçuklu mimarî eserlerini oluşturur. Kitabe,
hat, tezhip, süsleme, minyatür, çini, halı, kilim ve seccadeler ise Selçuklu eserlerine
ayrı bir zenginlik kazandırır. Çadır şeklinde yapılan kubbeler de Selçuklu mimarî
eserlerinin bir başka zarafet ve ihtişam örneğidir. Çadır şeklinde kubbe, türbelerde
çok kullanılmıştır. Sultan, evliya, âlim, devlet adamları ve hürmete lâyık kişiler adına
yapılan muhteşem türbeler, ülkenin her tarafında mevcuttu.
İlk Büyük Selçuklu hükümdarı Tuğrul Bey'in, Rey'de Künbed-i Tuğrul, İsfehan,
Hemedan ve Merv'de diğer sultanların muhteşem türbeleri çok süslü, kıymetli eşya
ve mefruşatla doluydu. Bağdat'ta İmam-ı Azam Ebu Hanîfe'ye ve Necef'te Hazret-i
Ali'nin makamına muhteşem türbe ve külliyelerin Sultan Melikşah tarafından
yapılması, Selçukluların Sahabe-i Kiram, Ehl-i Beyt, âlim ve muhterem zatlara
saygılarındandır. Selçuklular, Merv, Rey, İsfehan, Hemedan, Bağdat ve Nişabur'da
muhteşem saraylar ve camiler inşa ettiler.
İsfehan ve Bağdat'ta rasathaneler kurularak, mîladî Gregorien sisteminden daha
sağlam ve hassas olan Celalî Takvimi, Sultan Melikşah'ın "Celaleddin" lakabına
nispetle hazırlandı. İsfehan ve Bağdat'ta, büyük şehirler de dahil, ülkenin her
tarafında şaheser vasıfta büyük ve muhteşem camiler yapıldı. Selçuklular zamanında,
iki bin kişinin namaz kılabileceği, yirmi bin kişinin vaaz dinleyebileceği kadar büyük
camiler yapıldıysa da, bu muhteşem eserler, Batınîler ve Moğollar tarafından tahrip
edilmiştir. Melikşah'ın İsfehan'da yaptırdığı Ulu Cami (Mescid-i Cuma), Batınîler
tarafından kundaklandı. Yanan beş yüz yazma, paha biçilmez Kur'an-ı Kerim dışında
cami, bir milyon altın sarfla tamir edildiyse de eski halini alamamıştır.
Han, kervansaray, çeşme, yol, köprü, ribat, hankâh, hamam, cami ve medreseler
ülkenin her tarafında yaygındı. Selçuklularda hükümetin imar ve inşaat işlerini
Emîr-i mîmar yönetiminde bir heyet kontrol ve nezaret ederdi. Ayrıca, büyük
abidevî eserlerin, ihtiyaçları vakıf gelirinden karşılanan, daimî bir mimarları
bulunurdu.
Büyük Timur İmparatorluğu
Batı Türkistan’da başkenti Semerkand olan ve Timur tarafından kurulan
imparatorluk (1369-1504). Moğol İmparatorluğu'nun parçalanmasından sonra
Çağatay Hanlığı’nın egemen olduğu Maveraünnehir bölgesi karışıklıklar içindeydi.
Devletin gücü zayıflamış, bütün kentler ve yöreler Çağatay emirlerinin ya da yerel
boy beylerinin egemenliği altına girmişti.
Gençliği bu karışık dönemde geçen Timur, 1336’da Semerkand'ın doğusundaki
Keş'te (Yeşilşehir) doğdu. Gençliğinde, bir çarpışmada yaralanarak topal kalması
nedeniyle “Aksak Timur" yada "Timurleng" aile adından dolayı da "Timur Gürgân"
adıyla anılan Timur'un babası Barlas boyunun beyi Turgay'dır. (ya da Turagay)
Barlas boyu, önce Timur'un babası ve amcası tarafından yönetildi. Çağatay
hanı Tuğluk Timur'un Maveraünnehir'e yürümesi üzerine boy başkanı ve Timur’un
amcası Hacı Barlas, Yeşilşehirden Herata çekildi. Timur ise bu çekilişe katılmayarak,
Tuğluk Timur'u karşıladı ve onun tarafından tümen beyliğine getirildi; böylece kendi
boyunun da başkanı oldu. Amcası ve Celayir beyi ile mücadele ettiği sırada,
adamlarının kendisini terk etmesi nedeniyle, karısı Olcay Türkan Hatun'un Kabil
dolayında bulunan kardeşi Emir Hüseyin’in yanına gitti. Bu arada, Çağatay hanı
Tuğluk Timur, Maveraünnehir’i ele geçirdi, yönetimini oğlu İlyas Hoca’ya bıraktı
Timur'u ise Semerkand emirliğine getirdi. Moğolların yağmaya girişmeleri üzerine
başkaldıran Timur, Semerkandlıları da yanına çekmeye girişince, Tuğluk Timur
tarafından idama mahkum oldu. Bunun üzerine Emir Hüseyin'le Maveraünnehir’den
çekildi. Moğollarla Kandehar dolaylarında yapılan bir çarpışmada ayağından ve
kolundan yaralandı. Daha sonra İlyas Hocayla Taşköprü çevresinde savaştıysa da
sonuç alamadı ve Yeşilşehir'e çekildi. Moğollar Semerkand’a kadar geldilerse de
gördükleri direniş karşısında Maveraünnehir’i terk etmek zorunda kaldılar. Bu sırada,
Olcay Türkan Hatun'un ölümü üzerine Timur’la bağını koparan Emir Hüseyin,
Semerkand'ın yönetimine el koydu. Timur’la yaptığı mücadelede öldü. Timur 1369'da
(bazı kaynaklarda 1370) geleneklere göre ak keçe üstüne oturarak hükümdar oldu.
Kurultay tarafından kendisine "Kutbüddin” ve "Sahip-kıran" unvanları verilen
ve böylece bütün Türklerin emiri olan Timur, önce Maveraünnehir'e egemen olarak,
imparatorluğun temelini attı. Sonra kısa zaman da Buhara ve Herat'ı aldı, Çağatayları
Siriderya ırmağının doğusuna sürdü. Altınordu hanı Urus Hanın, oğlunu öldürerek
Timur'a sığınan Toktamış'ı geri istemesi, Altınordu Devleti’yle bir savaşa yol açtı.
Timur, Urus Han’ı yenerek Toktamış'ı Gökordu hanı ilan etti.
Urus Han'ın ölümü üzerine de, Toktamış, Altmordu (Kıpçak) hanı oldu (1378).
Timur, Harezm ve Horasan'ı bütünüyle ele geçirdi (1381]. 1383'te İran ve Afganistan’a
sefer yaparak Sistan ve Kandehar’ı aldı, İrandaki Muzafferileri kendisine bağladı;
İsfahan, Şiraz, Hemedan ve Tebriz’i ele geçirdi. Daha sonra Azerbaycan’a yöneldi. Bu
arada Kafkaslar üzerinden Timur’a saldıran Toktamış, yenilerek geri çekildi (1387).
Bu seferler sırasında Azerbaycan’dan sonra Doğu Anadolu’ya giren Timur,
bölgedeki Akkoyunluların kendisine bağlılıklarını bildirmelerinden sonra,
Karakoyunlularla mücadele etti, ama kesin bir başarı sağlayamadı. Timur bu sırada
Harezm’e saldıran Toktamış’a karşı sefer düzenleyerek Altınordu topraklarını yakıp
yıktı (1390), yeniden batıya yönelerek, Doğu Anadolu ve Azerbaycan’daki Türkmen
beyliklerinden, kendisine bağlanmalarını istedi. Celayirli Sultan Ahmet’in elinden
Bağdat'ı alarak, Irak’a egemen oldu. Karakoyunlu topraklarına da girerek yakıp yıktı.
Celayirli Sultan Ahmet’le birlikte Timur’a karşı savaşan Karakoyunlu Türkmen
beyi Kara Yusuf, önce Memluklara, sonra Anadolu’ya kaçıp Osmanlı padişahı
Yıldırım Bayezid’e sığındı.
Bu sırada Anadolu Türk birliğini kurmaya çalışan Yıldırım Bayezid'den kaçan
Türk beyleri de Timur’a sığınmıştı. Bu olaylar Tiınur ile Osmanlıların arasının
bozulmasına yol açtı. Timur, Azerbaycan’a yeniden saldıran Toktamış'ı bozguna
uğrattıktan, Altınordu ülkesini yakıp yıktıktan sonra Moskova’ya kadar yürüdü, kimi
Kırım limanlarını ele geçirdi (1396). Altınorduluların baskısından kurtulan Rus
knezleri bundan sonra güçlendiler.
Timur, Çağatay, Altınordu ve İlhanlı devletlerini ortadan kaldırarak eski Moğol
imparatorluğu topraklarının çoğunu elde ettikten sonra 1398-1399 yılları arasında
Hint seferine çıktı. Afganistan üzerinden Hindistan’a inerek Pencap, Keşmir, Lahor,
Delhi ve Agra'ya kadar olan bölgeleri alıp, Ganj ırmağına doğru ilerledi. Semerkand'a
döndükten sonra 1302’da beş yıl sürecek olan ikinci Anadolu seferine çıktı. İran
üzerinden Azerbaycan'a gelerek Tebriz ve Karabağ’da hazırlıklarını tamamladı.
Celayirli Sultan Ahmet ve Kara Yusuf’un kendisine teslim edilmesi isteğini, Yıldırım
Bayezid sert ve hakaret dolu bir mektupla yanıtladı. Timur, önce kuzeydeki Gürcüleri
egemenliği altına aldı, sonra büyük bir kuvvetle Doğu Anadolu’ dan hareket edip
Sivas’ı ele geçirdi ve kentin muhafızlarını öldürttü (1400). Toroslar'ı aşarak Memlük
topraklarına girdi. Halep önlerindeki savaşta Memlük ordusunun yenilmesi Timur'a
Anadolu’nun kapılarım açtı. Memlüklerle yaptığı ikinci savaşı da kazanan Timur,
Şam’ı aldı ve bütün Memlük topraklarını ele geçirdi (1401). Bu arada Yıldırım
Bayezid'de Sivas ve Erzincan’ı aldıktan sonra Bursa’ya dönmüştü. Timur'un Bağdat'ı
alarak, çekilmesinden sonra Sultan Ahmet, Osmanlılara sığındı. Bunun üzerine
Bağdat’ı yeniden alan Timur, 1402 baharında, Sivas ve Kayseri üzerinden kuzeye
yönelerek kendisini izleyen Osmanlı ordusuyla Ankara yakınlarındaki Çubuk
ovasında karşılaştı (Ankara Savaşı]. Timur’un ordusu hem süvari hem de filleri
kullanması bakımından Osmanlı ordusundan üstündü. Yapılan meydan savaşını
kazanan Timur, Yıldırım Bayezid’i tutsak etti ve ordusuyla Osmanlı başkenti Bursa’ya
girdi. Kaçabilen şehzadeler ve kimi Osmanlı kuvvetleriyse Rumeli’ye geçtiler. Yıldırım
Bayezid bir süre tutsak kaldıktan sonra öldü. Timur, Osmanlı topraklarını iki şehzade
arasında paylaştırdıktan, Anadolu Türk beylerine topraklarını geri verdikten sonra
Hıristiyanların elindeki İzmir'i de elde etti. Bu gelişmeden sonra Memlük Sultanlığı da
Timur'a bağlılığını bildirdi.
Osmanlıların da yenilmesi üzerine, Avrupa Hıristiyan dünyası korkuya kapıldı.
Bizans hemen bağlılığını bildirdi. Anadolu’da sekiz ay daha kalan Timur, başkenti
Semerkand’a döndü, 1405’te Çin seferi sırasında Otrar’da öldü.
Timur'dan Sonra
Timur'un çabası ve yeteneğiyle oluşturduğu imparatorluğun birliği,
kendisinden sonra elli yıl kadar sürdü. Timur'un ölümünden sonra torunu sultan Halil
tahta geçti. Oysa Timur'un vasiyeti, Hindistan'da bulunan öteki torunu Pir Mehmet’in
tahta geçmesiydi. Halil. Semerkand'a yürüyen Pir Mehmet’in ordusunu yendi ama o
sırada Horasan’da bulunan Timur'un oğlu Şahruh, Halil'i tahttan indirerek
hükümdarlığı elde etti. Şahruh, oğlu Uluğ Bey Mirza’yı Semerkand'a bırakarak
başkenti Herat'a taşıdı (1407), dağılmak üzere olan imparatorluğu, Anadolu ve Suriye
dışında, ölümüne kadar sürdürdü (1447).
Şahruh'un ölümünden sonra karışıklıklar çıktı, çünkü geniş imparatorluk
topraklarında merkezi bir yönetim kurulmamış, elde edilen her ülke Timur soyundan
prenslerin yönetimine bırakılmıştı. Uluğ Bey’in oğlu tarafında öldürülmesi, Timur'un
torunları arasında taht kavgalarına yol açtı. Ebu Sait ile Hüseyin Baykara duruma
egemen oldular. Ebu Sait, Semerkand Herat kolunu birleştirdiyse de, Doğ Anadolu,
Azerbaycan ve İran'ı elde eden Akkoyunlu hükümdarı Uzun Hasan’a yenilerek
öldürüldü (1469) Timuroğulları Cengiz soyundan Muhanmet Şeybani tarafından
bölgeden kovuldular. Bu mücadeleler sırasında etkinlik gösteren Babür Şah, bir
başarı sağlayamayınca (1504) önce Afganistan’a, sonra da Hindistan'a çekildi, orada
Babür imparatorluğunu kurdu.
Timuroğulları döneminde, özellikle bilim, edebiyat ve mimarlık alanlarında
gelişme görüldü. Hüseyin Baykara ve Babür şiirle uğraşıyorlardı. Uluğ Bey gökbilim
alanında çalıştı, bu konuda bir gözlemevi ve medrese kurdu. Guri Mir, Bibi Hatun ve
Uluğbey Camileri de bu dönemde yapıldı.
Gazneliler Devleti
Gazneliler Devleti adını, Doğu Afganistan'da bulunan başkentleri Gazne'den
almaktadır. Ayrıca hükümdarlık hanedanının kurucusundan dolayı Sebük-teginliler
veya lâkaplarından dolayı Yemînîler diye de anılırlar.
Sâmanoğulları Devleti'nin (819-1005), dağılmaya başladığı sırada, bu devlette
komutanlık ve valilik yapan Türkler, bazı bölgeler de hâkimiyet kurmuşlardı .
Bunlardan biride Horasan Emiri Alp-Tegin'dir. Alp-Tegin Doğu Afganistan'daki Gazne
şehrini ele geçirerek, Gazneli Devleti'nin ilk temellerini atmıştır 963). Alp-Tegin'in
ölümünden sonra yerine geçen oğulları aynı başarıyı gösteremeyince, Türkler Alptegin'in komutanlarından Sebük- tegin'i başa geçirdiler (977). Sebük-tegin 'in başa
geçmesiyle, Gazneliler Devleti hükümdarlığın babadan oğula geçtiği bir hanedanın
idaresine girmiştir. Nitekim Sebük-tegin'in ölümüyle birlikte tahta oğlu Mahmut geçti.
Gazneli Mahmut zamanında, devlet en parlak devrini yaşadı.
Türk tarihinde sultan unvanını ilk defa Gazneli Mahmut kullanmıştır. Gazneli
Mahmut 1001-1027 tarihleri arasında Hindistan'a 17 sefer düzenleyerek, Kuzey
Hindistan'ı topraklarına kattı. Bölge İslâmlaştı ve böylece Pakistan devletinin temeli
atılmış oldu.
Gazneli Mahmut'un ölümü üzerine (1030) yerine geçen Sultan Mesut, babası gibi
dirayetli değildi. Selçuklu tehlikesinin artmasına rağmen, O Kuzey Hindistan'a sefer
düzenlemişti. Nihayet Dandanakan Savaşı'nda Selçuklular karşısında büyük bir
yenilgiye uğradı. Topraklarını kaybederek Hindistan'a çekilmeye mecbur kaldı. Sultan
İbrahim zamanında devlet Selçuklu hâkimiyetine girdi (1059). Afgan asıllı Gurlular,
1187 tarihinde Gazneli Devleti'ni ortadan kaldırdılar.
Göktürk İmparatorluğu
Türk Tarihîndeki Önemi: Türk sözünü ilk defa resmî devlet adı olarak kabul
edenler Göktürklerdir. Böylece devleti ifade etmesi bakımından siyasî bir anlamı olan
Türk kelimesi bu sayede bütün bir milletin adı olmuştur.
Birinci Göktürk Kağanlığı
Göktürklerin tarih sahnesine çıktıkları sıralarda Orta Asya Juan-Juanların
hâkimiyetinde idi. Göktürkler de Altay dağları civarında, önemli bir siyasî güç hâlinde
onlara bağlı olarak yaşıyorlardı. Bu esnada geleneksel sanatları demircilikle uğraşan
Göktürkler, Juan Juanların silâhlarını imal etmekteydiler.
Göktürkler, daha 534 yıllarında Çin ile diplomatik ilişkiler kuracak güce
erişmişlerdi. Bu sıralarda başlarında Bumin bulunuyordu. Bumin, bir Türk boyu olan
Töleslerin isyanını bastırması karşılığında Juan Juan Kağan'ının kızı ile evlenmek
istedi. Ancak bu isteğinin kabaca geri çevrilmesi üzerine Bumin, üst üste vurduğu
darbelerle onların bütün topraklarını ele geçirmiş ve kağanlarını da öldürmüştür. 552
yılında meydana gelen bu olayla Göktürk devleti de kurulmuş oluyordu. İl-Kağan
ûnvanını alan Bumin, devletinin merkezî olarak da, Büyük Hun devletinin merkezinin
bulunduğu Ötügen'i (Orhun ırmağının hemen batısı) seçti.
Türk devlet geleneğine göre devlet doğu ve batı olmak üzere iki kanat hâlinde
teşkilâtlanmaktaydı. Devletin batı kanadı doğunun yüksek hâkimiyetini tanımak
durumundaydı.
Bumin doğuda kağan olduğu zaman, küçük kardeşi İstemi de Yabgu unvanıyla
devletin batı kanadının başına geçti. (552-576). Bumin Kağan'ın devleti kurduğu yıl
içerisinde ölmesi üzerine yerine oğlu Ko-lo (Kara) kağan olmuştur. Ancak O'nun da
erken ölümü ile kısa süren kağanlığının ardından, Bumin' in diğer oğlu Mukan
Kağan'ı (553-572), devletin doğu kanadının başında görüyoruz. Onun zamanında
İstemi Yabgu batı kanadını yönetmeye devam etmiştir. Mukan Kağan, devleti daha da
güçlendirerek, hâkimiyetini genişletmiş ve Çin üzerinde baskı kurmuştur.
Devletin batı kanadını idare eden İstemi Yabgu, kısa zamanda, Altayların
batısını Isık göl ve Tanrı dağlarına kadar hâkimiyeti altına aldı. batıdaki faaliyetleri
sonucunda, Orta Çağ'ın en büyük iki devleti Sasani ve Bizans imparatorlukları ile
ilişkiler kuruldu. İpek Yolu'nu ellerinde tutan Akhun (Aftalit) devleti, Sasanilerle iş
birliği yapılarak ortadan kaldırıldı . Toprakları Ceyhun nehri (Amuderya) sınır olmak
üzere iki devlet arasında paylaşıldı (557). Böylece Göktürkler egemenliklerini Kuzey
Hindistan'daki Keşmir bölgesine kadar uzatacaklardır.
Göktürkler'le Sasaniler'in arası İpek Yolu meselesinden dolayı bozuldu.
Sasanilere karşı Bizans ile iş birliğine yönelen İstemi, İstanbul'a bir elçilik heyeti
gönderdi.
İmparator II. Justinos tarafından kabul edilen bu heyet, aynı zamanda Orta
Asya'dan Doğu Roma'ya giden ilk resmî heyetti (568). Bizans da ipek ticaretinde
Sasaniler'in aracılığından memnun değildi. Bu sebeple Göktürklere karşı bir elçilik
heyeti göndererek iki devlet arasında ittifak yapıldı (571). Bu ittifak neticesinde 571
yılında 19 yıl sürecek olan Sasani-Bizans savaşları başlamıştır. Bu savaşlar her iki
devleti de sarsmış ve İslâmiyet'in İran'da yayılıp yerleşmesinde büyük rol oynamıştır.
Dünya tarihinde çok önemli gelişmelere yol açan bu duruma, İstemi'nin batı
siyasetinin katkısı büyüktür.
Mukan Kağan'ın 572 yılında ölmesi üzerine Göktürk tahtına kardeşi Ta-po geçti.
Ağabeyinden sağlam bir devlet düzeni devralan Ta-po, daha çok kültür meseleleri ile
uğraşmıştır. O'nun zamanında, Çin edebiyat ve fikir eserleri Türkçe’ye tercüme
edilmiştir. Ta-po devri Göktürk kağanlığının en parlak devri olmakla birlikte çöküşün
de başladığı devirdir. O kağanlığın kendi idaresinde bulunan doğu kanadını ikiye
ayırarak doğu tarafındaki kısma kardeşi Ko-lo'nun oğlu İşbara'yı, batıdaki kısma
küçük kardeşi Jo-tan'ı tayin etti. Ayrıca Türk töresi ile çelişen Budizm'i benimsemiş
olması hata olarak kabul edilmektedir. Çünkü büyük sürülere sahip olan atlı ve
savaşçı Türklerle, et yemeyen, hayvanları bile öldürmeyen Budistlerin temel
inançlarının uyuşmasının hiç imkânı yoktu.
Göktürk Kağanlığının doğu kanadında bu zayıflama belirtilerinin görüldüğü bir
sırada batı kanadının başında bulunan İstemi Yabgu öldü (576).
İstemi'nin yerine kağanlığın batı kanadının başına oğlu Tardu geçti (576- 603).
Kağanlığın doğu kanadında ise Tapo Kağan'ın 581 yılında ölmesi üzerine yerine
kardeşinin oğlu İşbara kağan oldu.
İşbara'nın kağanlığı devrinde, batı kanadında görev yapan Tardu, ihtirası
yüzünden doğunun üstünlüğünü tanımaması üzerine devlet 582 yılında resmen ikiye
ayrılmış oldu.
Doğu Göktürk Kağanlığı
İşbara'nın kağanlığı zamanında Çin'in Doğu Göktürk Devleti üzerinde baskısını
artırdığını görüyoruz. Onun 587 yılında ölümünden sonra, başa geçen kağanlar
zamanında bu baskı ve Çin'e has entrikalar artarak devam etmiştir. Devlet Şi-pi
Kağan devrinde (609-619) toparlanır gibi olmuş ise de, onun ölümü ile Çin tehdidi
kendini tekrar göstermiştir. Nihayet Kie-li, kağanlığı zamanında, 630 yılında yapılan
bir savaşta yenildi ve yakalanarak Çin'e gönderildi . Bu tarih, Doğu Göktürklerinin
istiklalinin de sonu kabul edilir.
630 yılında başlayan Çin hâkimiyeti yarım yüzyıl sürdü. Bu süre içerisinde Çin'e
karşı birçok ayaklanma gerçekleşmesine rağmen, bunların hepsi Çinliler tarafından
kanlı bir şekilde bastırılmıştır. Bunlar içerisinde en dikkat çekeni, Kürşad isimli bir
Türk prensinin 39 arkadaşı ile kalkıştığı ayaklanmadır. Bu ayaklanma hepsinin
kahramanca ölümü ile sonuçlanmıştır. Ancak bu tür hareketler, Türklerin hürriyet ve
istiklâl arzularını sürekli canlı tutmuştur.
Batı Göktürk Kağanlığı
582 yılında ikiye ayrılan bu iki Göktürk kanadı, hâkimiyet mücadelesi yüzünden
birbirlerinin düşmanı hâline gelmişlerdi. Batı Göktürklerinin başında bulunan İstemi
Yabgu'nun oğlu Tardu, bir yandan doğuya üstünlüğünü kabul ettirmek için
uğraşırken, bir yandan da batıda yeni fetihlere girişmişti. Bu faaliyetleri neticesinde
Maverâünnehir ve Harezm bölgesi yanında Ötügen, Kuzeybatı Moğolistan ve
Kaşgar'a kadar hâkimiyetini genişletti. Ancak Tardu, Göktürk birliğini sağlamak için
çok şiddetli davranıyordu. 601 yılında Çin başkenti yakınlarında yapılan savaştan
sonuç alınamaması pek çok Türk ve yabancı kavimlerin isyanına sebep oldu. Tardu,
bu isyancılar ile baş edemeyerek 603 yılında tarih sahnesinden çekildi. Tardu'dan
sonra Batı Göktürklerinde iç karışıklıklar uzun yıllar devam etti. Bir ara Tardu'nun
torunu olan Tong-Yabgu zamanında (619 -630) devlet nizamı sağlanmış ise de 630
yılında bir mücadelede ölmesi, Batı Göktürklerinin sonunu hazırlamıştır. 630 yılı
Göktürk tarihî için kara bir yıl olmuş, her iki Göktürk devleti de aynı yıl içerisinde
Çin'e bağlanmıştır.
İkinci Göktürk Kağanlığı
630 yılında başlayan 50 yıllık esaret döneminde Çin, Türk kavimlerini durmadan
yerinden oynatır, parçalar ve böler. Yapılan ayaklanmalar da çok kanlı bir şekilde
bastırılır. Ancak bu baskı ve şiddet dönemi Türklerin millî benliklerini yok edemez.
Aksine Türklerdeki millî şuuru daha da perçinler. Türklerin bu devirde içine
düştükleri hüzün ve kederin, acıklı ve ibret dolu ifadelerini Orhun Kitabeleri'nde
görmek mümkündür.
II. Göktürk Kağanlığı, baskı ve zulüm devirleri ardından 681 yılında Göktürk
hanedan soyu Aşına'dan gelen Kutlug tarafından kuruldu. Kutlug, az zamanda akıl
hocası Tonyukuk ile kağanlığı, Ötügen başkent olmak üzere yeniden
teşkilâtlandırmıştır. Bu sebeple Kutlug Kağan'a İl'i=devleti derleyip toplayan
manasına İlteriş ûnvanı verildi. Ordu ve diplomasi işlerini Bilge Tonyukuk'a bırakan
İlteriş Kağan, kardeşi Kapagan'ı da şat tayin etti. Devlet kurulduktan sonra, elli yıllık
esaret hayatının acısını çıkarmak ve Türklerin kırılan gururlarını tamir etmek için
Çin'e karşı sayısız akınlar yapıldı. Hatta bu akınların birinde 23 Çin şehrinin tahrip
edildiği ve Okyanus'a kadar ulaşıldığından bahsedilmektedir. Orhun Kitabeleri'nde
İlteriş Kağan'ın en büyük destek ve yardımcılarından birinin eşi İlbilge Hatun olduğu
belirtilmektedir.
İlteriş Kağan 692 yılında öldüğü zaman Göktürk Devleti eski haşmet ve gücüne
erişmiş bulunuyordu. Yerine biri 8 yaşında Bilge, diğeri 7 yaşında olan Kül Tigin adlı
oğullarının yaşlarının küçüklüğü sebebiyle, kardeşi Kapagan, kağan oldu (692-716).
Kapagan Kağan devri, fetihlerin devam ettiği ve Türk birliğinin kurulduğu bir
devir olmuştur. Kapagan, bu birliği gerçekleştirmek için gerektiğinde çok şiddetli
davranmıştır. Bu sebeple Kırgızlar, Türgişler ve Basmıllar itaat altına alınmış,
Karluklar ve Oğuzlar cezalandırılmıştı. Ayrıca onun zamanında tarım reformu ve
tohum ıslahı gibi hareketlere de girişilmişti. Bu amaçla gelişmiş Çin tarımının
tekniklerinin uygulanması için Çin ile savaşılmıştır.
Kapağan Kağan 716 yılında öldüğü zaman şiddet politikasının bir neticesi
olarak devlet içerisinde büyük karışıklıklar baş gösterdi. Yerine geçen oğlu İnal bu
meselelerle baş edecek kabiliyette olmadığı için idareyi İlteriş'in oğulları Bilge ve Kül
Tigin almak zorunda kaldılar.
Her ikisi de amcaları Kapagan'ın kağanlığı zamanında önemli devlet
görevlerinde bulunmuşlar ve başarı göstermişlerdi. Bilge, şat ûnvanı ile devletin Batı
( Sol) kanadının başında bulunmuştu. 716 yılında Bilge, Kağan olunca küçük kardeşi
Kül Tigin, ağabeyinin yerine devletin batı kanadının başına geçti. Kül Tigin aynı
zamanda ordunun düzenlenmesi işini de üzerine almıştı. Babalarının baş veziri olan
Bilge Tonyukuk tecrübeli bir devlet adamı kimliği ile aynı görevine devam etti.
Eski Türk devlet anlayışına göre iyi bir kağanın başlıca iki özelliği olmalıydı:
Bilgelik ve Alplik. Bu iki kardeşten Bilge Kağan, bilgelikle; Kül Tigin ise Alpliği,
cesareti ile şöhret kazanmıştır.
Bilge Kağan zamanında devlet, eski güç ve itibarına kavuştu. Çin ile ittifak
hâlinde olan güçlü Moğol kabileleri ve Basmılların oluşturduğu tehdit ortadan
kaldırıldı . Böylece doğuda ve batıda kağanlık sınırları doğal sınırlarına kavuşmuş
oldu. Bilge Kağan devri (716-734), İkinci Göktürk Devleti'nin en parlak devri olmuştur.
Bu başarılar, üç Göktürk büyüğünün; Tonyukuk, Bilge ve Kül Tigin'in azim, gayreti ve
hepsinden önemlisi uyumlu çalışmaları ile elde edilmişti .
Önce Tonyukuk'un 725, sonra Kül Tigin'in 731 yılında ölümü üzerine, iki büyük
yardımcısını kaybeden Bilge Kağan da 734 yılında öldü. Bu üç Türk büyüğü adına
ayrı ayrı dikilen kitabeler, bu çağın ölmez hatıralarıdır.
Göktürk Kitabeleri'nde de söylendiği gibi, küçükler, büyükler gibi yaratılmadığı
için, Bilge Kağan'dan sonra gelen Türk devlet adamları da bilgisiz ve kötü olmuşlardı.
Ayrıca Dokuz Oğuzlar yani Uygurlar, Karluklar ve Basmıllar gibi Türk kavimleri de
güçlenmişlerdi. İşte 743 yılında bu üç Türk kavminin, Basmıl Türklerinin
başkanlığında toplanıp, Göktürk Devleti'ni yıkmalarıyla Göktürk devri de sona
ermiştir.
Başlangıçta yalnızca akın ve savaşlar için kurulmuş gibi görünen Göktürk
Kağanlığı, artık VIII. yüzyılda, bir kültür devleti olma yoluna girmişti. Ayrıca Türkçe
konuşan ve kendilerini birbirine yakın hisseden bütün Orta Asya halklarını bir araya
getirmişti .
Göktürklerin kurup geliştirdiği yüksek devlet anlayışı Orta Asya Türk boylarının
kolay kolay hafızalarından çıkmamıştır. İşte bu açıdan 744'te kurulan Uygur devleti
Göktürklerin bir devamı gibidir.
Harezmşahlar Devleti
XI. yüzyılın sonlarında Harezm'de kurulan ve 1230'da yıkılan Türk
imparatorluğu. Harezmşahlar soyunun kurucusu Anuş Tigin, Garca adlı bir Türk
kölesidir. Garca, Büyük Selçuklu emîrlerinden Bilgi Tigin tarafından, Gürcistan'dan
satın alınarak saray hizmetine verildi. Kısa bir süre sonra, başarılı çalışmaları
sebebiyle, Harezm valiliğine getirildi. Ölümünden sonra, oğlu Kutbeddin Muhammed,
Muhammed Harezmşah unvanıyla, Sultan Sencer tarafından Harezm'e gönderildi.
Otuz yıl süre ile Harezm'i yöneten Kutbeddin Muhammed, iyi bir yönetici, anlayışlı bir
siyaset adamı idi. Zamanında Harezm, büyük bir ilerleme gösterdi. Kutbeddin'in
ölümünden sonra, büyük oğlu Kızılarslan Atsız, Harezmşah olarak görevlendirildi.
Atsız, ilk zamanlarda Selçuklulara bağlı kaldı. Sultan Sencer ile birlikte seferlere çıktı.
Kendi gücünü arttırmak için, Cend ve Mangışlak gibi, Seyhun ötesindeki sahalara
kadar ilerledi. Bir süre sonra Sencer ile arası açıldı. Sencer, Atsız'ı beğeniyordu.
Bunan yararlanan Atsız, bağımsızlığını ilan etti. Selçuklu memurlarını
hapsederek, mallarına el koyduğu gibi, Horasan yollarını da kapattı. Bu sırada Belh'te
bulunan Sencer, büyük bir ordu ile Harezm üzerine yürüdü (1138). Yapılan savaşta,
Atsız'ın ordusu yenilgiye uğradı, oğlu Atlığ da esir edilerek öldürüldü. Sencer,
Harezm'in yönetimini Süleyman bin Muhammed'e vererek vezir, atabey, hâcib gibi
memurlardan meydana gelen bir dîvan kurdu, sonra Merv'e döndü (1139). Bu durum,
Harezm halkını gücendirdi. Bundan da faydalanan Atsız'ın çalışmaları sonucu,
Süleyman ve adamları, Harezm'den ayrılmak zorunda kaldılar (1140). Bir yıl sonra
Harezm hâkimiyetini elde eden Atsız, Sencer'e bağlılığını bildirdi (1141). Sencer, aynı
yıl, Karahıtaylarla yaptığı savaşta yenildi. Bunun üzerine Atsız, tekrar bağımsızlığını
ilan etti. Horasan üzerine yürüyerek, Sencer'in (Selçuklu) başkenti Merv'i ele geçirdi.
1142'de de Nişapur'u alarak kendi adına hutbe okuttu.
Ancak, Atsız'ın bu başarısı çok uzun sürmedi. Horasan'da hakimiyetini tekrar
kuran Sencer'in üzerine geldiğini duyan Atsız, aldığı yerleri boşaltarak Harezm'e
döndü. Tekrar, Sencer'e bağlılığını bildirdi (1144). Merv'den aldığı hazineleri geri
verdi. Karahıtaylara her yıl 20 000 dinar altın vermeyi kabul etti. Bir taraftan da Sultan
Sencer'i öldürtmek için Merv'e iki fedaî gönderdi. Durumu haber alan Sencer, bu
suikast teşebbüsünden kurtulduğu gibi, Harezm'e karşı üçüncü defa sefere çıktı
(1147). Hazarasb kalesini, iki aylık bir kuşatmadan sonra aldı. Harezm'in başkenti
olan Gürgenç önlerine geldi. Bu sırada araya giren bir dervişin ricasını kıramayarak,
Atsız'ın atından inip toprağı öperek, kendisini metbu tanıma isteğini kabul etti. Fakat
Atsız, atından inmeden, Sencer'in isteğini başıyla selam vererek yerine getirdi.
Bunun üzerine Sencer, Merv'e döndü. Horasan üzerindeki niyetlerini bir tarafa
bırakan Atsız, Seyhun kıyılarını aldı (1152). Oğuz-Selçuklu savaşında Sultan Sencer,
Oğuzların eline esir düştü. Bu olay üzerine Atsız, bir yandan Sencer'i kurtarmağa, bir
yandan da Oğuzlarla Sencer'in arasını bulmağa çalıştı. Sencer'in esaretten
kurtulmasından sonra, ona tebrik mektubu göndererek, emrinde olduğunu bildirdi.
Aynı yıl temmuz ayının otuzuncu günü öldü (1156). Atsız'ın yerine veliaht olan Ebu
Feth İl-Arslan geçti. Harezm'de bulunan amcaları İnal Tigin ve Yusuf'u, kardeşleri
Hitay Han ile Süleyman Şah'ı öldürten İl-Arslan, rakipsiz olarak Harezmşah tahtına
çıktı. Sultan Sencer'in ölümü, Harezmşah Devletini, Doğu İran'ın en güçlü devleti
haline getirdi (1157). Sencer'e bağlı mahallî hanedanlar, Oğuz reisleri, Büyük
Selçuklu emîrleri, yönettikleri bölgeleri genişletmek için büyük bir çaba
gösteriyorlardı. Irak'taki Selçuklu Sultanı Gıyaseddin Muhammed bin Mahmud'un
durumu pek sağlam değildi. İl-Arslan, bu durumdan yararlanarak, bağımsızlığını ilan
ettiği gibi, durumu Selçuklu sarayına da duyurdu.
İl-Arslan, Selçuklu emîrlerinin doğu İran'da yaptıkları muharebelere, zaman
zaman, çıkarı için karıştı. Bağdat halifesi ile Irak Selçuklu sultanı arasında aracılık
etti. Nişapur'u kendisine merkez yaptıktan sonra Tus, Bistan, Pamyan taraflarını da
ele geçirdi. Karahıtaylar, Harezm üzerine yürüdüler (1172). İl-Arslan, öteki Harezmşah
hükümdarlarının yaptığı gibi, topraklarını su altında bırakarak savunmak istedi. Aynı
yıl, hastalanarak Nişapur'da öldü. İl-Arslan'ın ölümünden sonra küçük oğlu
Celaleddin, Harezmşah tahtına oturdu. Cend'de vali olan büyük kardeşi Tökiş,
Celaleddin'in emrini yerine getirmediği gibi, Karahıtaylara sığınarak, askerî yardım
talebinde bulundu. Karahıtaylar, Tökiş'in isteğini olumlu karşılayarak, çok kuvvetli bir
orduyu onun emrine verdiler. Bunun üzerine Celaleddin Şah ve annesi, Harezm'den
ayrılarak, Irak Selçuklularının nâibi Melik Ay-Aba'nın yanına geldiler. Kardeşinin
kaçması üzerine Tökiş (1172-1200), kolayca Harezmşah tahtına geçti. Tökiş, ailenin
en büyük hükümdarlarından birisi olarak ün kazandı. Saltanatının ilk yıllarında,
kardeşi Celaleddin Şah, Melik Ay-Aba ile onun üzerine yürüdü. Tökiş, Subarlı
kasabasında Ay-Aba'yı bekledi. Ordusunu pusuya düşürüp yok etti. Ay-Aba'nın
başını kestirdi (1174). Celaleddin Şah ve annesi, bu başarısızlık üzerine Dihistan'a
kaçtılarsa da, Tökiş, Terken Hatun'u yakalatıp öldürttü. Celaleddin Şah ise Gur
sultanı Gıyaseddin'e sığındı. Çok geçmeden Tökiş ile Karahıtayların arası açıldı. Bu
durumu öğrenen Celaleddin Şah, Karahıtaylar ile birleşerek Harezm'e yürüdü.
Harezm, topraklarını sular altında bırakarak, başkentte kendisini savundu.
Büyük bir savaşı göze alamayan Karahıtaylar, geri çekildiler. Yalnız, Celaleddin Şah'a
bir miktar asker vererek Merv, Serahs şehirlerini içine alacak küçük bir emîrlik
kurmasına yardımcı oldular. Zaman zaman, kardeşi Tökiş ile dostça geçinen
Celaleddin Şah, kardeşinin İran seferinde bulunuşunu fırsat bilerek Nişapur üzerine
yürüdü (1187). Başarı sağlayamadan Merv'e dönmek zorunda kaldı. Bir süre sonra
burada vefat etti. Kardeşinin ölümünden sonra Tökiş, bütün Doğu İran ve Horasan'a
söz geçirmek ve oraları buyruğu altına almak istedi. Abbasî halifesi Nâsır ile
anlaşarak, Selçuklu sultanı II. Tuğrul'u yendi ve öldürttü (1194). Hemedan ile öteki
Selçuklu kalelerini ele geçirdi. Selçuklu Sultanlığının yıkılışından sonra Tökiş,
kendisine sultan unvanını verdi, kestirdiği sikkelere bu unvanı yazdırdı.
Harezmşahların, Batı İran'da üstünlük kurmaları kolay olmadı. Tökiş, ölümüne
kadar, İran işleriyle uğraşmak zorunda kaldı. İsfahan'ı Kutluğ İnanç'a, Rey'in idaresini
onun oğlu Yusuf'a verdi. Büyük emîrlerinden Mayacuk'u atabey yaptı. Kendisi
Harezm'e döndü. Bu sırada, Halife ordusunun Irak'a yaptığı saldırı püskürtüldü.
Yusuf Hanın, Rey'den ayrılmasıyla, Mayacuk yönetimi ele aldı. Durumu düzeltmek
için Tökiş, üçüncü defa Irak seferine çıktı (1196). Bağdat ordusunu yendi. Hemedan'ı
kendisine sığınmış olan Atabey Özbek'e, İsfahan'ı da oğlu Erbaş'a verdi. 1198'de
Mayacuk ayaklandı. Tökiş, onu yendi ve öldürttü. İsmailîlerin elinde bulunan bazı
kaleleri aldıktan sonra Harezm'e döndü, orada öldü (1200). Oğlu Alâeddin
Muhammed, onun yerine geçti.
Büyük kardeşi Melikşah'ın 1197'de ölümünden beri veliaht olan Alâeddin
Muhammed, önce Gur sultanları Şahabeddin ve Gıyaseddin ile savaştı. Tökiş'in
ölümünden faydalanan bu sultanlar, Merv ve Tus şehirlerini aldıktan sonra Nişapu'u
ele geçirdiler. Hindu Han, Melikşah'ı, Alâeddin'e karşı koz olarak kullanmak için, Merv
ve Serahs vilâyetlerinin idaresiyle görevlendirdi. Nişapur'a yürüyen Alâeddin,
Gurluları, ülkelerine serbestçe dönmek şartı ile bıraktı. Merv ve Serahs'ı geri aldı.
Hindu Han, Gur ülkesine dönmek zorunda kaldı. Harezm'e dönen Alâeddin, bir yıl
sonra, Herat üzerine yürümeye karar verdi, fakat Sultan Şahabeddin'in, Harezm'e
yürümek için ordu hazırladığını duyunca, bundan vazgeçti. Harezm'e çekilen
Alâeddin'in ardından Gurlular da Tus'a geldiler. Kardeşi Gıyaseddin'in ölüm haberini
alan Şahabeddin, Gur'a döndü. Bunun üzerine Alâeddin, Herat'ı almak istediyse de
başarı kazanamadı. Gur'da durumunu düzelten Şahabeddin, hızla Harezm üzerine
yürüdü. Alâeddin, daha önceki savunma usulüne başvurarak, Harezm'in o çevresini
sular altında bıraktı. Fakat, Gur ordusu, Harezm tarihinde ilk defa olarak, kırk günde
bu bölgeyi geçti ve Alâeddin'in ordusunu yendi. Karahanlı sultanı Osman ve
Karahıtay orduları, Alâeddin'in yardımına geldi. Gurlular, ağırlıklarını yakarak geri
çekildiler. Onları takip eden Alâeddin, Hazarasb'da, Gurlular'ın sağ kolunu dağıttı, bir
çok esir ve ganimetle döndü. Karahıtay ordusu ile Anahod önünde, Şahabeddin'in
ordusunu çevirerek, iki gün süren bir savaştan sonra mağlup etti.
Zorlukla Anahod kalesine sığınan Şahabeddin, Semerkand sultanı Osman'ın
aracılığıyla, büyük bir fidye karşılığında Gazne'ye dönebildi. Karahıtayların başarısı,
Harezmşah'ı korkuttu. Bu yüzden, bir süre sonra, Gurlu Sultanı Şahabeddin ile
dostluk kurmak için Gazne'ye elçi gönderdi. Hindistan'da büyük başarılar kazanan bu
Müslüman hükümdar, dinsiz Karahıtaylar'dan öc almak istediği için, Alâeddin'in
dostluk teklifini iyi karşıladı. 1205'te, ordusunun eksiklerini tamamlamak için
Hindistan'a bir sefer düzenledi. Dönüşünde de Alâeddin'e haber göndererek,
Karahıtaylar üzerine yürüyeceğini bildirdi. Fakat, bir Hintli veya Batınî tarafından
hançerlenerek öldürüldü (1206). Onun ölümünden sonra Gurlular yıkıldı. Harezmşah
Alâeddin, bu durum karşısında, Nişapur'a emîrler göndererek, Horasan ordusunu
Herat'ı almak için görevlendirdi. Kısa zamanda Herat alındı, valiliğine Hüseyin
getirildi. Ordusunun başında Belh'e yürüyen Alâeddin, kuvvetli bir kuşatmadan sonra
burayı teslim aldı (1207).
Alâeddin'in bu tarihten sonra karşısında bulunan siyasî ve askerî güç,
Karahıtaylardı. Harezmşahların her yıl vergi vermek zorunda oldukları bu devleti
ortadan kaldırmak, Alâeddin'in en büyük hedefi idi. Bunu gerçekleştirmek isteyen
Alâeddin, büyük bir orduyla Mâverâünnehir seferine çıktı. Karahıtayları yenerek,
Buhara'yı aldı (1208). Bu tarihten sonra Karahıtaylar bir daha toparlanamadılar.
Küçlük kumandasındaki Naymanların, Cengiz'in önünden kaçarak Karahıtay
topraklarına girişi, bu devletin yıkılışını kolaylaştırdı. Ayrıca, Semerkand, Alâeddin
tarafından zapt edildi (1212). Mâverâünnehir, kesin olarak, Harezmşahların hakimiyeti
altına girdi. Gazne'yi alan Alâeddin, bu bölgenin yönetimini, büyük oğlu Celâleddin'e
verdi (1215). İran'a sefer yaptı (1217). Fars ve Âzerbaycan atabeylerini itaat altına
aldıysa da, Hemedan'dan Esedâbâd yolu ile Bağdat'a gönderdiği ordu, ağır kış
yüzünden, ağır bir kayba uğrayarak dağıldı (1218). Bu sırada Cengiz'in zaferlerini
duyan Alâeddin, bilgi edinmek için Moğol hakanına bir elçi gönderdi. Cengiz'in
gönderdiği elçilik heyetini kabul etti. Cengiz, elçisi aracılığıyla Alâeddin'e, dostlukla
ticaret ilişkilerinin sıkılaştırılması dileğini bildirdi. Fakat, bir süre sonra Cengiz'in bir
kervanı, Otrar'da, Alâeddin'in Muhammed'in valisi İnalcuk tarafından yağmalanarak,
kervanda bulunanlar öldürüldü. Kervandan kaçıp kurtulabilen bir kişi, durumu
Cengiz'e bildirdi. Bunun üzerine Cengiz, Harezmşah'a bir heyet göndererek, Gayır
Han diye bilinen İnalcuk'un teslimini ve malların tazminini istedi. Alâeddin
Muhammed, bu isteği şiddetle reddederek, Cengiz ile savaşa karar verdi. Alâeddin'in
bu kararı, Harezmşah İmparatorluğunun birden ortadan kaldırılması, Doğu İslâm
dünyasında yüz binlerce Müslüman’ın ölümü, birçok şehir ve eserin yakılıp
yıkılmasıyla sonuçlandı.
Cengiz, Harezmşahlara karşı 200 000 kişilik bir ordu hazırladı. Alâddin
Muhammed, kurduğu harp meclisinde, Moğol ordusunun Seyhun nehri kıyısında
karşılanması görüşünü kabul etmeyerek, Mâverâünnehir'de savaş yapılmasını
kararlaştırdı. Kuvvetlerini, büyük şehir ve kalelere dağıttı. Bu kuvvetlerin başına ayrı
ayrı kumandanlar getirdi, kendisi de Horasan'a geçti. Cengiz, ordusunu küçük
birliklere ayırıp, Mâverâünnehir'in sağlam kalelerini birer birer ele geçirdi, savunan ve
kendini koruyan şehirleri yakıp yıktı. Kısa bir süre içinde Buhara ve Semerkand,
Otrar, Sıgnak, Barçlığ, Kend, Cend, Benâkend ve Hocend gibi şehirler, Cengiz'in eline
geçti. Mâverâünehir'in en güçlü savunma merkezi olan Semerkand, Türk
kumandanının büyük kahramanlık göstermesine rağmen teslim oldu. Cengiz,
ordusuna, küçük vilâyetlerin alınmasını emretti. Belh'te bulunan Alâeddin, Irak'a,
oğlu Rükneddin'in yanına gitmek bahanesiyle Tus'a kaçtı. Moğollar, her yanda hızla
ilerliyorlardı. Nişapur ve Bistâm yoluyla Rey'e gelen Alâeddin, oğlunu da yanına
alarak, Devletâbâd yakınlarında Moğolları durdurmak istedi. Yenilerek Abiskun'da bir
adaya sığındı. Biraz sonra, burada hastalanarak öldü (1220). Yerine oğlu Celaleddin
geçti.
Harezm'e dönen Celaleddin, veliahdlığını tanımak istemeyen bazı Türk
kumandanlarının, kendisini öldürteceklerini, Moğolların da yaklaştığını öğrenince
Horasan'a kaçtı. Bir süre sonra iki kardeşi Uzlug Şah ve Ak Şah Horasan'a geldiler.
Harezm'de toplanmış olan 90 000 kişi, Humar Tigin adlı bir emîrin idaresi altında,
Harezmşahların merkezi Gürgenç'i (Harezm-Ürgenç) dört ay savunduktan sonra
Moğollara teslim olmak zorunda kaldılar (1221). Celaleddin Harezmşah,
imparatorluğun ortasından koparabildiği ve kurtarabildiği insanlarla, Harezmşah
devletini, vefatına kadar sürdürdü. Moğolların doğuda ve batıda yayılmasını bir süre
geciktirdi.
Devlet İdaresi
Harezmşah devletinin ilk çekirdeğini Büyük Selçuklu Devletine bağlı Harezm'i
yöneten bir Türk ailesi kurdu. Hükümdar ve sülalesi ile devlet hazinesinden
yararlananların dışında bütün halk vergi öderdi. Sınırları korumak, asayişi sağlamak,
devletin göreviydi. Bu görev, ücretli askerler, belirli bir toprağın vergisini almakla
yetkili sipahiler tarafından yapılırdı. İdare, maliye, adliye işleriyle uğraşan kurumlarda
çalışan görevliler, bir çeşit bürokratik aristokrasi meydana getirirlerdi. Büyük küçük,
hemen hemen bütün memuriyetler babadan oğula geçerdi. İdarî müesseseler, Büyük
Selçuklu Devletinin aynıydı. Alâeddin zamanında, mahallî bağımsız beyliklere ve
hanedanlıklara son verilerek, merkezî yönetim sistemi uygulandı. Bağımsız eyaletten,
önce tâbi bir devlet, sonra bir imparatorluk durumuna gelince, saray teşkilatı, teşrifat
kuralları, lâkaplar, unvanlar, daha gösterişli bir nitelik kazandı. Alâeddin, İskender-i
Sânî ve Sancar lakaplarını kullandı, tuğrasına zıllullah-i fi'l-arz (Allah'ın yeryüzündeki
gölgesi) yazdırdı. Şehzadelere genellikle Alâeddin lakabı verilirdi. Hükümdarların
lakapları ise, önceleri Harezmşah, melik iken, sonraları şahenşah, sultan,
sultanıâzam olarak değiştirildi. Hükümdarların hepsinin tuğra ve tevkîleri ayrı ayrıydı.
Hükümdarlık sembolü, bayrak ve çetreydi. Sultan elbiseleri siyahtı. Sarayda sultanın
özel bir mızıka takımı vardı. Selçuklu saraylarındaki hâcib, çomakdâr, çavuş gibi
sınıflar, Harezm sarayına da girmişti.
Hükümdarın, dîvan görüşmelerini kafes arkasından izlemesi, Ramazandaki
huzur dersleri gibi Osmanlı saray gelenekleri, Harezm'de de vardı. Saltanat
hususunda Harezmşahlarda yerleşmiş bir kural yoktu. Bu yüzden şehzadeler
arasında sık sık taht kavgaları olurdu. Veliahdlar genellikle Horasan'a tayin olunur,
güvenilir bir Türk kumandanı, atabey unvanıyla yanlarına verilirdi. Merkezî idarenin
başında bulunan vezir, hükümdarın vekili olarak devlet işlerini yürütürdü. Bütün
tımarlardan, hattâ sultanın hassından, öşür alan vezirlerin maiyetinde çeşitli dîvanlar
(dîvan-ı tuğra, dîvan-ı inşâ, dîvan-ı arz, dîvan-ı istîfâ, dîvan-ı işrâf vb.) vardı. Bu
dîvanlar, çeşitli idare şubeler niteliğindeydi.
Maliye işleri, dîvan-ı istîfâ tarafından yürütülürdü. Vergi düzeni Selçukluların
aynıydı. ayrıca, zapt olunan yerlerde mahallî gelenekler korunur, antlaşma ile genel
gelirin üçte biri tutarında vergi alınır, olağanüstü durumlarda salma ve müsadere
yoluna gidilirdi. Ordu ve askerî işlere, dîvan-ı has bakardı. Orduda görevli herkesin
belirli değerde bir ikta'ı vardı. İkta sahiplerinin kurduğu büyük süvari gücü,
imparatorluğun her tarafına yayılmıştı. Bunun yanı sıra, doğrudan doğruya sultana
bağlı hâssa ordusu başkente yakın bir yerde, emre hazır beklerdi. Orduda ayrıca,
ücretli asker ve köleler de savaşçı olarak görev alırdı. Adlî teşkilâtta, şer'î kazâ ile örfî
kaza birbirinden ayrılmıştı. Saraylıların işlediği suçlar, kendi âmirlerince
cezalandırılırdı. Memlekette en çok Hanefî ve kısmen Şâfiî fıkhı uygulanırdı. Toplum
hayatında reâya sınıfından başka, büyük şehir ve kasabalarda ticaret yapan varlıklı
bir tüccar sınıfı yaşıyordu.
Toprak sahibi köylüler arasında, topraksız gündelikçiler, yarıcılar bulunurdu.
Bunların dışında, büyük toprak ve sermaye sahibi dihkân sınıfı ve göçebe kabîleler
vardı.
Bilim ve Sanat
Harezmşahlar devrinde başkent Cürcân, bir bilim ve sanat merkeziydi. Şehirde
on büyük vakıf kütüphane vardı. Hükümdar ve şehzadeler, iyi eğitim görmüş
kişilerdi, âlim ve sanatçıları korurlardı. Ebü'l-Fazl Kirmânî, Ebu Mansur, Hüseyin
Ersbendî, Ebu Muhammed Harekî gibi kadı, vâiz ve filozoflar, başkent Cürcân'da
toplanmışlardı. Ayrıca, Fahr-i Harezm lakabını taşıyan Zemahşerî (1074-1144),
Fahrüddîn-i Râzî, Şihâbeddin Hivâkî, Şemsüddin Muhammed el-Zabî gibi bir çok
tanınmış âlim ve şair, Harezm'de yaşadılar. Harezmşahlarda bilim ve din dili olarak,
Arapça ön sırada yer alırdı. Dîvanlar, fermanlar Farsça yazılırdı. Yalnız, Ahmed
Yesevî ve onun yolundan gidenler, eserlerini Türkçe yazdılar. Muhammed bin Keys
adındaki yazarın Celaleddin Harezmşah'a sunduğu Tibyân-ı Lügati't-Türkî alâ
Lisanü'l-Kanglı (Kanglı Dilinde Türk Dili Lügati) bu dönemde yazılan önemli
eserlerden biridir.
Hazar İmparatorluğu
Hazarlar, İdil kıyıları ve Kırım yarımadası arasında imparatorluk kuran bir Türk
boyudur (468-965). Hazarların, Batı Hun Devleti'nin yıkıntıları üzerinde devlet
kurdukları (468), Göktürk İmparatorluğu'nun batı kolu olarak gelişme gösterdikleri,
Göktürkler ile eş kaynaktan geldikleri anlaşıldı. Türk adını almaları da bu yüzdendir.
Hazarlar, Sasanîler'le sık sık savaşırlardı. Bizans'la aralarında daha çok barışa
dayanan bağlantılar vardı. 627 yılında yapılan Bizans-İran savaşında Hazarlar,
Sasanîler'e karşı Bizans'ı tuttular. VII. yüzyıl sonlarına doğru Arran Hıristiyanlarının
Hazarlar üzerindeki dinî baskıları arttı. Yavaş yavaş eski dinleri olan Şamanlığı
bıraktılar. İslâm’ın doğuşundan sonra hızla gelişen Arap saldırıları, kısa bir süre
içinde Âzerbaycan'a yayıldı. İstanbul'u kuşatan Emevî ordularına karşı Bizans; Hazar
ve Bulgar Türklerinden yardım istedi (718). Bizans'ın yardımına koşan Hazarlar,
Arapların tepkisini üzerlerine çektiler. Bu yüzden, bu bölgeyi ele geçiren Araplar,
721-723 yıllarında Hazar topraklarına saldırdılar, başkent Belencer'i aldılar. Bunun
üzerine Hazar hanı İdil ırmağı kıyısındaki Akkale ilini başkent edindi. Daha sonra
Mervan bin Muhammed, bir ordu ile Belencer'e kadar geldi, şehri yaktı.
Derbend'e Arap birlikleri yerleşti. Araplar, bu saldırıların bir süre ardını
bırakmadı. 737 yılında, gene Mervan bin Muhammed, yüz elli bin kişilik büyük bir
ordu ile Etil şehri üzerine yürüdü. Oldukça korkulu yollardan, derin vadilerden geçen
Mervan, bu ordu ile Kür nehri kıyısındaki Kasak şehrinden Hazarların Dağıstan'daki
büyük illi olan Semender üzerine yürüdü. Orduyu, biri Derbend, biri de Daryal geçidi
olmak üzere iki ayrı yoldan geçirerek birdenbire Hazarlara saldırdı. Hazarlar, bu
beklenmedik saldırı karşısında pek tutunamadılar. Mervan bin Muhammed, ordusunu
kolayca Etil'e gönderdi, şehri kuşattı. Hazar hakanı, İdil nehrinin öteki kıyısına
geçerek, tarhanlardan kurulu 40 000 kişilik bir ordu ile, Arapların nehri aşmalarını
önlemek istedi. Mervan, bu çarpışma sonunda, 20 000 aileyi esir alarak Derbend
taraflarına sürdü. Anberi adlı kumandanın yönetimi altına verdiği 40 000 kişilik seçme
Arap ordusunu da tulumlara bindirerek nehrin doğu yakasına geçirdikten sonra,
Hazar Tarhanının ordusunu dağıttı, Tarhanı öldürttü. Bunun üzerine Hazar hakanı,
barış istemek ve antlaşma imzalamak zorunda kaldı. Mervan bin Muhammed, Hazar
hakanına, Etil'e dönme izni verdi. Ayrıca, İslâm dinini Hazarlar arasında yaymak
amacıyla Sabit el-Esadî ve Abdurrahman Hulânû adlı iki Arap hukukçusunu, Hazar
hakanının yanında bıraktı. Araplar karşısında başarısızlığa uğrayan Hazarlar, VII. ve
VIII. yüzyıllarda Avrupa ve Bizans ülkelerinde durumlarını korudular. Kırım ve Azak
ülkelerinde daha da güçlendiler. Kırım Gotları, bu yüzyıllarda Hazarlara bağlıydılar.
Başlarında Hazar hakanı tarafından tayin edilen bir vali bulunurdu. Bu genel valilere,
Göktürk ve Hazar devletlerinin öteki bölgelerinde olduğu gibi, Kırım'da da tuyun adı
veriliyordu. Gotlar, kendi içlerinde bağımsızdı. Daha sonraki yıllarda Hazarlar, yavaş
yavaş Gotların bağımsızlıklarına son verdiler (787). Bu arada Hazarlar, Don ırmağı
üzerinde, bozkır kavimlerinin saldırılarını önlemek amacıyla, Sarhil adını verdikleri bir
kale yaptılar. Ukrayna'nın başkenti olan Kiev'de, Hazar hakanına bağlı üç kardeş
tarafından yaptırılmıştı.
Bu ağır yenilgiden sonra, Hazarlarla Araplar arasındaki gerginlik arttı. Ast
Tarkan kumandasındaki 100 000 kişilik bir Hazar ordusu, Kafkas dağlarından hızla
güneye indi. Daha önce Arapların saldırısına uğrayan Ermeniye ve Âzerbaycan'a
girdi (765). Bütün şehirleri yağma etti. 100 000 Müslüman’ı esir alarak götürdü.
Bununla, Hazar kumandanı, otuz yıl önceki ağır yenilginin öcünü aldı. Güneyde
Araplara yenilen Hazarlar, batıda, özellikle Avrupa devletleri karşısında önemli bir
varlık olarak kaldılar. 787 yılında Gotların Kırım'daki kalelerini alarak, oradaki
hakimiyetlerine son verdiler. Araplar gibi, Bizanslılar da Hazarlarla birtakım
akrabalıklar kurma yoluna gittiler. İmparator II. Justinianus, Hazar hakanının
kızkardeşiyle, İmparator V. Konstantinos bir Hazar prensesiyle evlendi. Halife Harunür- Reşid zamanında Hazar hakanı ve yakınları Musevî dinine girdiler.
Hazar İmparatorluğu, bir yandan Norman-Rus, bir yandan Selçuklu ve Kıpçak
saldırıları sonucu sarsıldı. Gittikçe kuvvetlenen Ruslar, Kiev'i Hazarların elinden
aldılar (866). Bu olaydan sonra Rusların, Hazar topraklarına yaptıkları akınlar sıklaştı.
965 yılında Svyatoslav kumandasındaki bir Rus ordusu, bütün Hazar şehirlerini yakıp
yıktı. Dağılan Hazar halkı, bazı adalara sığınmak zorunda kaldı. Hazarlar, bir süre
sonra Azak ve Kırım'da küçük prenslikler kurarak yaşamaya başladılar. Bizans'ın
yardımıyla Ruslar buraları da kendi topraklarına kattılar (1016). Aynı yıllarda, Aşağı
İdil ve Terek'teki Hazar devletleri de Oğuz (Selçuklular) ve Kıpçakların saldırıları
sonunda ortadan kalktı. Geniş bir alana yayılan Hazarlar; Kıpçaklar, Peçenekler,
Oğuzlar gibi yeni Türk boylarına karıştılar. Altınordu hakanı Sürbidey Noyan, Etil
şehrinde bağımsız yaşayan Hazarların hakimiyetine son verdi (1299), şehrin
yakınlarında, Altınordu Devletininin başkenti olan Saray'ı kurdu. Hazar kağanları,
sırasıyla şunlardır: Bulan (620-?); Ubaca; Hızkiya; Menaşe I; Hanuka; İshak; Sabulon;
Menaşe II; Nisi; Harun I; Menahem; Benyamin; Harun II (?-931); Yusuf (931-965).
Medeniyet
Bazı kaynaklara göre Göktürk, bazı kaynaklara göre Rus veya İbranî yazısı
kullandıkları söylenen Hazarlardan günümüze kadar, ancak iki adet yazılı belge kaldı.
Bunlardan birisi, Hazar hakanı Yusuf bin Harun tarafından, Endülüslü Musevî devlet
ve bilim adamı Hasday bin İshak bin Şaprût'a gönderilen mektuptur (960). Öteki ise
bilinmeyen Hazarlı bir Musevî tarafından, hakan Yusuf zamanında (931-965) yazılan
bir mektubun, Mısır'da Keniset-el-Şâmi'de bulunan parçalarıdır. Birinci mektupta,
hakan Yusuf, şeceresini saymakta, Musevî dinine girmekle ilgili bilgiler vermektedir.
Mektupta ayrıca, Hazar ülkesinde yaşayan boyları, bunların yaşayış tarzını anlatan
cümleler vardır. Mektuptan anlaşıldığına göre Hazarlar, yarı göçebe, yarı şehir hayatı
yaşarlardı. Nitekim, bu bilgileri bazı Arap kaynakları da doğrular. Genellikle yazın
çadırlarda, kışın şehirlerde oturuyorlardı. En ünlü şehirleri, Etil, Saksın, Belencer,
Sarkil ve Semender'di. Başkent Etil'in, İdil ırmağı kıyısında kurulduğu sanılır. Şehrin
batı kesimine Etil (Sarığşın da denir), doğu kısmına Hazarân (Hanbalığ da denir)
deniliyordu. Irmağın ortasında, şehrin iki yakasına dubalı köprülerle bağlı bir ada
vardı.
Şehrin batı bölümü, doğu bölümüne göre daha genişti. Burada hakanın
tuğladan yapılmış sarayı vardı. Şehrin uzunluğu 25 km idi ve dört kapılı bir surla
çevrilmişti. Şehir, dağınıktı. Evler, Türklerin derme evleri (hargâh, büyük çadır da
denir) denen, ağaçtan yapılmış ve üstleri keçe ile örtülü türdendi. Onlar, bu evlere
odâde adını veriyorlardı. Pek azı kerpiçten yapılırdı. Hakandan başka hiç kimse tuğla
ev yapamazdı. Şehirde ayrıca çarşı ve hamamlar vardı. Sarkil şehrinde yapılan son
kazılardan, şehrin dikdörtgen biçimli; ev yapımında kullanılan tuğlaların, Asya
kaynaklı olduğu anlaşıldı.
Hazar hakanları, savaşlarda, odâde denilen, çadırlı bir arabaya binerlerdi.
Arabanın her tarafı halılarla döşenir, üzerinde sırmalarla örtülü bir kubbe yükselirdi.
Kubbenin üstünde, altından yapılmış bir armut bulunurdu. Gelinlerin çeyiz arabaları
da, hakanın savaş arabasını andırırdı. Bu arabaların on tanesinin kapıları altın ve
gümüş levhalarla kaplı olurdu. Arkadan gelen 20 araba ile her türlü çeyiz eşyası, altın
ve gümüş kaplar taşınırdı. Hazarlar, ölülerini suya atarlardı. Bazı söylentilere göre
sonraları, ölüleri yakmağa başladılar. Bir hakan öldüğünde her birinde birer kabir
bulunan 20 odalı bir ev yapılırdı. Kabirler, ufalanmış taş tozu ile döşenir, içine kireç
veya mine konulurdu. Gömme işi bittikten sonra, hakanı gömenler de öldürülerek,
öteki odalara gömülürlerdi. Bu iş, hakanın hangi odaya gömüldüğünün bilinmemesi
için yapılırdı. Bu geleneğin, Hunlarda da sürdürüldüğünü gösteren belgeler vardır.
Hakanın kabir odası, baştan başa, altınla işlenmiş kumaşla örtülür; bütün işler
bittikten sonra suyun altında kalacak şekilde, nehrin suyu kabir eve boşaltılır ve yapı
iyice su altında kalır; böylelikle artık, hakanın cesedine insan, şeytan, kurt ve
böceklerin zarar veremeyeceğine inanılırdı. Hazar hakanlarından hiçbirinin mezarının
bulunamayışı, kendilerinin bu gömme geleneği yüzündendir.
Ekonomi
Etil şehri, Güneydoğu Avrupa ile Asya arasındaki bir alışveriş merkeziydi. Bu
şehirde, çeşitli dinlere bağlı yerli halktan başka, ticaret için gelmiş yabancılar da
otururlardı. Şehir pazarlarında, çeşitli ülkelerden, çeşitli yerlerden gelen mallar değiştokuş edilir, satılırdı. Saksın şehrinde alışveriş, kurşun paralarla yapılırdı. Ayrıca,
ekin denilen kumaş paralar (kâğıt para benzeri) da kullanılırdı.
Hazarların başlıca ihraç malı, bir çeşit tutkaldı, öteki ticaret mallarının çoğu, Rus
ve Bulgar ülkelerinden gelen maddelerdi. Büyük şehirlerin çevrelerinde geniş bahçe
ve bağlar vardı. Yerli halk, yazın çadırlarda şehir dışına çıkar, tarımla uğraşırdı.
Hazarların, milletlerarası ihraç malları arasında, Hazar süngüleri, Hazar eğerleri,
Hazar zırhları önemli yer tutardı. Hazar kılıçları, Ruslar arasında da biliniyordu.
Hakanlar, Bulgar ilteberliğinden her evden, her yıl bir samur vergisi alırlardı. Ayrıca,
ticaret kervanları ve gemileri, onda bir oranında vergi öderlerdi. Hazar Denizinden
gelen gemilerden de gümrük vergisi alınırdı.
Din
Hazarlar, uzun zaman, Şaman dinine bağlı olarak yaşadılar. Ancak, Bizans ve
Araplarla olan sıkı ilişkiler, hakanlarla soylu ailelerin Musevîliği benimsemeleri, her
üç dinin de ülkede yayılmasına yol açtı. Müslümanlığı da (732-800), Musevîliği de
(800-965) resmî din olarak benimsemişlerdir. Hıristiyanlık, resmî din olmadı, ancak,
Arran metropoliti İsrail'in çalışmaları (677-703) sonucu, bu din de ülkede geniş
ölçüde yayıldı. Halk, daha çok Müslüman ve Hıristiyan; hanlar, tarhanlar ve onlara
yakın çevreler Musevî idi. Hazar'da yedi başkadı vardı. Bunlardan ikisi
Müslümanların, ikisi Hıristiyanların, ikisi Musevî Hazarların, biri de öteki dinlere bağlı
olanların işlerini görüyorlardı. Başkent Etil'de (X. yüzyıl), 10 cami vardı. Müslüman
halkın sayısı 10 000 kadardı. Genellikle Bizans sınırındaki ve Kırım'daki Hazarlar
Hıristiyan, Dağıstan ve Aşağı İdil'de oturanlar Müslüman’dı. Hıristiyanlar (VIII. yüzyıl),
teşkilât olarak yedi piskoposluğa ayrılmışlardı.
Yönetim Şekli
Hazarların devlet teşkilâtında, çifte krallık düzeni uygulanıyordu. Devlet başkanı
olan hakan, doğrudan doğruya devlet işlerine karışmıyor, devleti sembolik olarak
temsil ediyordu. İdare, onun nâibi olan Hakanbeh'in elinde bulunuyordu. Ancak,
hakanbehi değiştirmek, görevinden almak, her zaman, asıl hakanın yetkileri
arasındaydı. Buna karşılık, orduları, ülkeyi yöneten, savaş açabilen, hakanbeh idi.
Vilâyetlerle ilgili işler, memleketin adalet ve iç işleri de onların elindeydi. Büyük
hakan da denilen asıl hakanın saltanat süresi, kırk yılı aşamazdı. Bu süre içinde
hakan, kendiliğinden ölmezse, maiyeti "bunadı", "aklı azaldı" gerekçesiyle onu kendi
elleriyle öldürürlerdi. Hakan, düşmana karşı giden ordudan kaçıp dönenleri
cezalandırır, ordu savaşta yenilirse, Hakanbeh'in gözleri önünde, onun kadın ve
çocuklarıyla mallarını başkalarına dağıtırdı. Hakanbehlere, tarkan, yabgu da denilirdi.
Karahanlılar Devleti
Karahanlılar, daha önceki Türk devletlerinden farklı olarak, hükümdarların ve
halkının çoğunluğunun Müslümanlığı seçtiği ilk Türk devletidir. Bu sebeple Türk
tarihi içerisinde Karahanlıların özel bir yeri ve önemi vardır. Hâkaniye ve İlig-Hanlar
adlarıyla da anılan Karahanlı Devleti, başta Karluklar olmak üzere Çiğil, Yağma ve
Tuhsı gibi Türk Boylarına dayanıyordu. Karluklar, Balasagun merkez olmak üzere
Yedi-su bölgesinde bir devlet kurmuşlardı. Karluk yabgusu, bağlı bulunduğu Uygur
Hakanlığı'nın 840 yılında Kırgızlar tarafından yıkılması üzerine istiklâlini ilân etti.
Kendisini Türk hakanlarının yasal halefi sayan yabgu Karahan unvanını aldı.
Karahanlıların ilk hükümdarı olarak Bilinen Bilge Kül Kadir Han,
Maverâünnehir'deki Sâmanî devleti ile mücadelelerde bulundu. Oğullarından Arslan
Han ulu hakan olarak Balasagun'da, Oğulcak Kadir Han ise Talas'ta oturdular. Kadir
Han 893'te başkenti Kaşgar'a nakletti. Bu dönemde yeğeni Satuk Buğra Han
Müslümanlarla temas kurdu ve Karahanlı Devleti'nin başına geçince de İslâmiyet'i
resmî din olarak kabul etti (920). Bu tarihten sonra Abdülkerim Satuk Buğra han
adıyla anıldı. Ancak Karahanlı sınırları içersindeki halkın tamamıyla İslâmiyet'i
seçmesi Satuk Buğra Han'ın oğlu Baytaş zamanında gerçekleşmiştir.
Karahanlı Hükümdarı Ebu Nasr Ahmed zamanında, kardeşi İlig Nasr tarafından
Samaniler devletine son verildi (999). Ebu Nasr Ahmed Abbasi halifesi tarafından bir
İslâm hükümdarı olarak tanınan ilk Karahanlı hanı olmuştur. Karahanlı Devleti'nin
sınırları Balasagun, Özkent ve Tarım Havzası'nın batı kısmı ile Karakurum dağları
dolaylarına kadar genişlemişti. Güneyde Gazneliler ile komşu oldular ve mücadele
ettiler. Ancak hanedan arasında çıkan anlaşmazlık neticesinde devlet Doğu ve Batı
olmak üzere ikiye ayrıldı (1042). Doğu Karahanlıların başında Tamgaç Buğra Han;
Batı Karahanlıların başında ise Ahmet Arslan Han bulunuyordu.
Doğu Karahanlı Devleti (1042-1211): Doğu Karahanlı Devleti'nin sınırları Kaşgar,
Fergana, Balkaş gölü civarına kadar uzanmaktaydı. Devletin merkezi zaman zaman
Balasagun, Talas ve Kaşgar şehirleri olmuştur. Doğu Karahanlı Devleti'nin ilk
hükümdarı sayılan Tamgaç Buğra Han âdil ve dindar bir kişi olarak tanınmaktaydı.
Yusuf Has Hacib'in yazdığı Kutadgu Bilig bu hükümdara sunulmuştur. Doğu
Karahanlı Devleti 1090 yılında Selçuklulara bağlandı. Devlet 1133 yılında Moğol asıllı
Karahıtayların hâkimiyetine girdi. Bu durum 1211'e kadar devam etti. Bölgenin
tamamı Cengiz Han tarafından istilâ edildi.
Batı Karahanlı Devleti (1042-1212):Batı Karahanlıların sınırları batıda Aral
gölünden doğuda Çimkent ve Özkent'e kadar uzanmaktaydı. Devletin başkenti
önceleri Özkent idi. Daha sonra Semerkant ve Buhara devletin merkezleri olmuştur.
İlk hükümdarları Ahmet Arslan Han idi.
Büyük Selçuklu Sultanı Melikşah bir Karahanlı prensesi ile evlenerek iki devlet
arasında akrabalık kurdu ve böylece Karahanlıları kendisine bağladı (1089).
Selçukluların Katavan Savaşı'nda yenilmesiyle beraber Batı Karahanlılar da
Karahitay hâkimiyetine girmişti (1141). Harezmşahlar bölgedeki Moğol hâkimiyetine
son vermiş, son Karahanlı hükümdarı Osman Han'ı da ortadan kaldırarak, bu devleti
yıkmışlardır (1212).
Osmanlı İmparatorluğu
Anadolu (Türkiye) Selçuklularının 1308 yılında ortadan kalkmasıyla beraber,
özellikle Batı Anadolu'daki beylikler arasında, Türk birliğini yeniden tesis etmeyi
amaçlayan mücadeleler kızışmış idi. İşte bu mücadelelerin neticesinde Anadolu'da
Osmanoğulları nın yıldızı parlayacak ve altı yüz yılı aşan muhteşem bir Türk devletine
tarih tanıklık edecektir. Osmanoğullarının Menşe'i: Tarihi kaynaklara göre Osmanlı
İmparatorluğu'nu kuranlar, Oğuzların 24 boyundan biri olan Kayı boyuna mensuptur.
Oğuz an'anesine göre Kayılar, sağ kolda yer alan Boz-okların Günhan kolunun en
büyük boyudur. Dolayısıyla Oğuz teşkilât yapısında Kayılar, hakim unsurdur. Bundan
dolayı Dede Korkut'ta "Hâkimiyet bir gün Kayı'ya değe; bu dediğim Osman neslidir"
denilerek Osmanoğullarının hâkimiyeti meşrulaştırılır.
Kayılar, Malazgirt Savaşı'nın hemen akabinde Anadolu'ya gelen Oğuz
boylarındandır. Dolayısıyla onların Anadolu coğrafyası içerisinde yurt tutmaya
yönelik göç hareketleri hem Anadolu'nun Türkleşmesi hem de Türkiye tarihinin
şekillenmesi bakımından oldukça önemlidir. Tarihî kaynaklara göre elli bin kadar
Tatar ve Türkmen gaza ve cihat maksadıyla önce Erzurum ve Erzincan'a, ardından da
Artuklu sahasında yer alan Güneydoğu Anadolu'ya yönelmişlerdi. Kayı boyunun beyi
Süleyman Şah, Halep'e giderken Fırat'ta boğulmuş ve "Türk Mezarı" da denilen Caber
Kalesi'nde defnedilmiştir. Beylerini kaybeden "göçer evli"lerin bir kısmı, bugünkü
Urfa-Viranşehir ve Mardin-Derik kazaları arasında bulunan Beriyye'ye gitmiş bir kısmı
ise Anadolu'ya dağılmıştır. Bu sahalar, Kayı boyuna mensup Karakeçililer'in
günümüzde de yoğun olarak yaşadıkları bölgelerdir.
Babasının ölümü üzerine dört yüz kadar göçer evli ile bölgeyi terk eden Ertuğrul
Gazi önce Pasin Ovası'na, Sürmeliçukuru'na varıp bir müddet burada kalmış, sonra
Selçuklu Hükümdarı Sultan Alaaddin'in çağrısı üzerine Adıyaman ve ardından Ankara
civarına gelmiştir. Yaklaşan Moğol tehlikesi ve uçları basan Bizans'a karşı yardımını
gördüğü Ertuğrul Gazi liderliğindeki Kayıları Ankara civarındaki Karacadağ'a
konduran Sultan Alaaddin, Rumlara karşı Sultanönü (Eskişehir)'nde kazanılan
zaferde, ordusunun akıncılığını üstlenen Ertuğrul Gazi'ye Söğüt, Domaniç ve Ermeni
Beli'ni yaylak ve kışlak olarak tahsis etmiştir. Ertuğrul Gazi'nin vefatı üzerine (1281
veya 1288), küçük oğlu Osman Bey, Kayıların başına geçmiştir.
Kuruluş Devri
Osman Bey
Oğuz aşiretlerinin ittifakıyla başa geçtikten sonra, siyasî ve dinî bakımdan
Anadolu'nun en itibarlı ve nüfuzlu tarikatlarından Ahilerin mühim bir şahsiyeti olan
Şeyh Edebali'nin kızı ile evlenerek, gücünü artırmış idi. Bundan sonra Osman Gazi,
Bizans'a karşı genişleme politikasını uygulayarak, İnegöl, Karacahisar ve Yarhisar'ı
ele geçirdi ve bölgenin mühim merkezlerinden olan Bilecik'i alarak, burayı beyliğin
merkezi yaptı (1299). Bu tarih devletin kuruluş tarihi olarak kabul edilir. Selçuklu
Sultanı III. Alaaddin Keykubad'ın İlhanlı Hükümdarı Gazan Han'ın kuvvetleri
tarafından tutulup, İran'a götürülmesi üzerine Selçuklu ümerasından bazıları ve
bölgedeki Türkmen beyleri Osman Bey'e teveccüh göstermiş; Oğuz an'anesine göre
onun hâkimiyetini tanımayı kabul etmişlerdir. Nitekim Oğuz beyleri Oğuz Han
töresine göre tertip edilen bir törende Osman Bey'in önünde diz çökerek, onun
verdiği kımızı içmek suretiyle tâbiyetlerini sunmuşlardır. Ancak henüz küçük bir
beylik durumundaki Osmanoğullarının, şeklen de olsa bu dönemde, İlhanlı
hâkimiyetini tanıdıkları bilinmektedir. Osman Gazi, beyliğini ilân ettikten sonra
idaresi altındaki bölgeleri beş kısma ayırarak buraları güvendiği ve savaşlarda
yararlık gösteren kimselere tevcih etti. Oğlu Orhan'a Sultanönü, büyük kardeşi
Gündüz Bey'e Eskişehir'i, Aykut Alp'e İn-önü'yü, Hasan Alp'e Yarhisar'ı ve Turgut
Alp'e de İnegöl'ü verdi. Diğer oğlu Alaaddin'e ise şeyh Edebali'nin emin ve
nazırlığında, ailenin geçimi için, Bilecik ve havalisinin gelirleri tahsis edildi.1302'de
Bursa tekfurunun liderliğinde birleşen Rum tekfurlarının Koyunhisar (Bafeon)
savaşında ağır bir mağlûbiyet tatmaları, Osman Bey'in Bursa ve Kocaeli taraflarına
akınlar yapmasını oldukça kolaylaştırmıştı. Bir taraftan Bursa öte taraftan İznik Türk
kuşatması altında tutuluyordu. Ancak yaşlılık sebebiyle Osman Bey, fetihler için oğlu
Orhan'ı görevlendirmişti. Nitekim 1324 yılında Osman Bey vefat etti ve oğlu Orhan
Bey Osmanlı tahtına çıktı.
Orhan Bey
1326 yılında Bursa'yı, uzun süren kuşatmanın ardından, ele geçirince babasının
vasiyetini yerine getirerek, Osman Gazi'nin naaşını Bursa'ya nakletti ve burayı
devletin yeni merkezi yaptı. Orhan Bey'in komutanlarından Akçakoca ve Karamürsel
ise İstanbul kıyılarına kadar akınlarda bulunuyorlardı. Bu fetih ve akınlardan
telâşlanan Bizans İmparatoru Andranikos büyük bir ordunun başında Osmanlılara
karşı harekete geçtiyse de Maltepe (Palekanon) Savaşı'nda ağır bir yenilgi aldı (1329).
Bu zafer, İznik ve İzmit'in ele geçirilmesini kolaylaştırmıştır. Rumeliye Geçiş; Karasi
Beyliğinde başlayan taht mücadelelerinden istifade eden Orhan Bey, Balıkesir ve
civarını topraklarına katarak, ileride gerçekleşecek olan Rumeli fetihleri için mühim
bir mevkiye sahip olmuştur. Nitekim Karasi Beyliğinin deniz gücü ve Hacı İl Bey,
Evrenos Bey gibi değerli komutanlar artık Osmanlıların emrine girmişlerdir. Bizans
içindeki taht kavgaları ve Bulgar-Sırp saldırıları karşısında, gittikçe güçlenen
Osmaoğullarından yardım isteyen Kantakuzen'in talebi üzerine Orhan Bey'in oğlu
Süleyman, bir orduyla Rumeli'ye geçti (1345). Edirne'yi kuşatan Bulgar-Sırp
kuvvetlerini bozan Süleyman Paşa bu zaferin karşılığında Gelibolu'daki Çimpe
Kalesi'ni Bizans'tan aldı. Böylece Osmanlılar ilk kez Rumeli yakasında bir üs elde
etmiş oluyordu (1356). Süleyman paşa Gelibolu'nun ardından Tekirdağ'a kadar olan
bölgeleri de ele geçirerek buralara Anadolu'dan getirilen Türkmenleri yerleştirdi.
Böylece Rumeli'de de Türkleşme hareketi başlamıştır. Süleyman Paşa'nın
ölümünden sonra Rumeli'deki fetihler için kardeşi Murat Bey görevlendirildi (1359).
Ancak 1362'de babası Orhan Bey'in de ölümü üzerine Murat Bey, Bursa'ya döndü ve
Osmanlıların 3. hükümdarı olarak tahta çıktı (1362).
Rumeli ve Balkanlarda Fetihler
I.Murat (Hüdavendigar) önce tahtta hak iddia eden kardeşlerini bertaraf etmekle
işe başladı ve bu arada elden çıkan Ankara'yı yeniden aldı. Anadolu'da birliğin
sağlanmasının ardından Murat Hüdavendigar, inkitaya uğrayan Rumeli ve
Balkanların fethine yöneldi. Bu sırada Balkanlar karışıklık içindeydi. Bir taraftan Sırp
Hükümdarı Düşan'ın ölümü ile Sırplar arasında iç mücadeleler şiddetlenmiş, öte
yandan Macar Kralı Layoş, Balkanlarda Ortadokslara olan baskıları artırmıştı.
Evrenos ve Hacı İl Bey komutasındaki kuvvetler bu durumdan da yararlanarak
Keşan'dan Dimetoka'ya kadar olan yerleri fazla bir mukavemet görmeden ele
geçirmişlerdi. Sazlıdere Zaferi ile Edirne ve Filibe, Lala Şahin Paşa tarafından
fethedildi (1363/4). Bu savaşlarda Bulgarların yanında yer alan Bizans barış yapmak
zorunda kaldı. Türk ilerleyişini durdurmak isteyen Macar, Bulgar,Sırp ve Ulahlardan
müteşekkil bir Haçlı ordusu Macar Kralı Layoş'un liderliğinde Edirne üzerine yürüdü.
Ancak Meriç sahilindeki Sırp Sındığı denilen mevkide, kalabalık Haçlı ordusunu
hazırlıksız yakalayan 10 bin kişilik kuvvetiyle Hacı İl Bey, büyük bir bozguna uğrattı
(1364). Sırp Sındığı zaferiyle Osmanlılar, Balkanlardaki fetihlerine hız verdiler ve
bunu kolaylaştıracağı için Osmanlı başkenti Bursa'dan Edirne'ye nakledildi. Fetihler
karşısında çaresiz kalan Bulgarlar Türk himayesini kabul etmek zorunda kaldılar
(1369). Çirmen Zaferi ile (1372) Batı Trakya ve Makedonya'nın bir kısmı Osmanlı
hâkimiyetine girdi ve Selanik ile Köstendil'in de ele geçirilmesinin ardından Sırp Kralı
Lazar, vergi verip, gerektiğinde asker göndermek şartıyla Osmanlılarla barış
anlaşması imzaladı(1374). Yaklaşık on yıl süren mücadelede, Rumeli ve Balkanlarda
fethedilen bölgelere Anadolu'dan mütemadiyen Türk nüfus kaydırılarak bölgede
demografik dengeler Osmanlılar lehine değiştirilmeye başlanmıştı. Bu tarihten sonra
bir müddet Balkanlardaki fetihlere ara verilmiş ve Anadolu'da Türk birliğini
sağlamlaştırmaya yönelik düzenlemelere geçilmiştir. Bu maksatla I. Murat, oğlu
Bâyezid'i Germiyan beyinin kızı ile evlendirmiş; Tavşanlı, Emet ve Simav gelinin
çeyizi olarak Osmanlılara verilmiştir. Aynı şekilde Akşehir, Yalvaç, Beyşehri gibi bazı
şehir ve kasabalar Hamidoğulları'ndan para karşılığı satın alınmış, Candaroğullar da
Osmanlı hâkimiyetine girmişti. Artık Osmanlıların karşısında tek bir güç kalmıştı;
Karamanoğulları.
Alaaddin Ali Bey, Osmanlıların yeniden Balkanlara yönelmesini de fırsat
bilerek, harekete geçmiş ancak I. Murat Konya önlerinde Karamanoğullarını
yendiğinde Karaman beyi af dilemek zorunda kalmıştır(1387)
Murat Hüdavendigar'ın yeniden Rumeli'ye yönelmesiyle birlikte Niş ve Sofya da
dahil olmak üzere bütün Bulgaristan fethedildi.(1385/88). Timurtaş Paşa'nın Sırp
kuvvetleri tarafından baskına uğratılıp, yenilmesi üzerine cesaretlenen Bulgar, Leh,
Çek ve Macar kralları da Sırpların yanında yer aldılar. Fakat Çandarlı Ali Paşa, Bulgar
Kralı Şişman'ı esir alarak Bulgarları bu ittifakın dışına attı. Buna rağmen Haçlı ordusu
ilerleyişini sürdürünce, I. Murat ordusunun başına geçerek düşmanı Kosova'da
karşıladı. I.Murat'ın oğulları Bâyezid ve Yakup'un da yer aldığı Osmanlı birlikleri
büyük bir zafer kazandı. Sırp Kralı Lazar ve oğlu esir edilmiş, düşman kuvvetlerinin
büyük bir kısmı imha olmuştu. (20 haziran 1389). Fakat I.Murat savaş meydanını
gezerken bir Sırp tarafından hançerlenerek şehit düştü. Bunun üzerine Sırp kralı da
Osmanlı askerleri tarafından öldürüldü. Osmanlılar için Balkanlarda tutunabilmek
yolunda ölüm kalım savaşı olarak görülen I.Kosova Zaferi Sırplar tarafından asla
unutulmamıştır. Günümüzde dahi masum Müslüman halka yönelik vahşetin
arkasında bu mağlûbiyetin ezikliği ve intikam hissi yatmaktadır.
Anadolu'da Türk Birliği'nin Sağlanması
I. Murat'ın şehit edilmesinin ardından oğlu Bâyezid, devlet adamlarının ittifakıyla
hükümdar ilân edildi. Babasının ölümünü fırsat bilen Anadolu'daki beyliklerin
Osmanlılara bıraktığı toprakları yeniden ele geçirmek maksadıyla harekete
geçtiklerini haber alan Bâyezid, süratle Anadolu'ya döndü. 1390 yılında Germiyan,
Aydın, Menteşe ve Saruhan beylikleri ortadan kaldırıldı. Ertesi yıl Hamidoğulları
Beyliği toprakları ele geçirildi ve bu beyliklerin yer aldığı topraklarda Anadolu
beylerbeyliği adıyla idarî bir ünite oluşturuldu. Ardından Osmanlıların en önemli
rakip olarak gördüğü Karaman Beyliğine yönelen Yıldırım Bâyezid, Konya'yı kuşattı.
Alaaddin Ali Bey'in barış talebi, Beyşehir ve çevresinin Osmanlılara bırakılmasıyla
kabul edildi.(1391). Fakat Yıldırım Bâyezid'in Mora ile ilgilenmesini fırsat bilerek
Ankara Sancak Beyi Sarı Timurtaş Paşa'yı esir alması üzerine, Yıldırım Bâyezid,
Alaaddin Bey'e kesin bir darbe vurmaya karar verdi. Anadolu'ya geçen Yıldırım, üç
gün süren savaşın ardından ele geçirilen Alaaddin Bey'i ortadan kaldırdı ve toprakları
Osmanlılara ülkesine dahil edildi(1397). Karamanoğlu tehlikesinin bertaraf
edilmesiyle, Anadolu'da Osmanlılara direnebilecek en güçlü devlet olarak Kadı
Burhaneddin devleti kalmış idi. Daha 1392 yılında, Kadı Burhaneddin'in müttefiki
durumundaki Candaroğlu Süleyman anî bir baskınla öldürülüp beyliğin Kastamonu
şubesi ortadan kaldırılmıştı (1392). Ardından, ertesi yıl Amasya ve Merzifon civarı
Osmanlı hâkimiyetine alınmıştı. Kadı Burhaneddin'in 1398'de Kara Yülük tarafından
öldürülmesi üzerine, ona bağlı Sivas, Tokat, Kayseri, Malatya gibi şehirler birer birer
ele geçirildi. Böylece Fırat'ın batısında kalan Anadolu toprakları Osmanlı sancağı
altında birleştirilmiş oluyordu.
Yıldırım Bâyezid'in İstanbul Kuşatması ve Balkanlardaki Fetihleri
Yıldırım Bâyezid'in Karaman seferine anlaşma gereği katılan Bizans İmparatoru
V.Yuannis'in oğlu Manuel'in, babasının ölümü üzerine anlaşmayı çiğneyerek
İstanbul'a kaçması sebebiyle Yıldırım, İstanbul'u kuşatmaya karar verdi. 1391'de
başlayan ilk muhasara 1396 yılına kadar sürdürüldü. Bu maksatla İstanbul
Boğazı'nda Anadolu Hisarı inşa edildi. Şehre dış yardımların gelmesini önlemeyi ve
iaşe zorluğu altında savunmayı kırmayı hedefleyen bu muhasara Timur'un
Anadolu'ya ulaşmasına kadar fasılalarla devam ettirilmiştir. Bu kuşatma sürerken bir
yandan da Yıldırım, Bulgaristan, Arnavutluk ve Bosna taraflarında fetih hareketlerine
devam etmekteydi. Kuşatma altındaki Bizans'ın da talebi ile Türklere karşı yeni bir
Haçlı ittifakı oluşturan Macar Kralı Sigismund, İngiltere dahil bütün Avrupa
devletlerinden topladığı 120 bin kişilik bir orduyla harekete geçti. Yıldırım Bâyezid
düşmanı şaşırtan bir hızla Niğbolu Ovası'nda düşmanı karşıladı. 50-60 bin kişilik
Osmanlı ordusu, sayıca çok üstün olan Haçlı ordusunu büyük bir bozguna uğrattı.
Savaş meydanından kurtulabilenler, kaçarken Tuna'da boğuldular.(1396) Haçlılardan
geriye sadece muazzam bir ganimet kalmıştı. Bu ganimetle, Edirne ve Bursa'da pek
çok cami, medrese ve imaret inşa edilmiştir. Zaferin ardından, Eflâk, Bosna,
Macaristan ve Mora üzerine seferler düzenlendi. İtibarı bu zaferle bir kat daha artan
Yıldırım, Niğbolu dönüşünde Anadolu birliğini kurmaya yönelik nihaî adımları atmaya
başlayacaktır.
Ankara Savaşı ve Fetret Devri: Yıldırım Bâyezid, Fırat boylarına kadar
topraklarını genişlettiği sırada, Timur da İran, Azerbaycan ve Irak'ı ele geçirmişti.
Bazı Anadolu beyleri Timur'a sığınırken, ülkeleri istilâ edilen Celayirli Ahmet ve
Karakoyunlu Kara Yusuf da Yıldırım Bâyezid'in yanına kaçmıştı. Böylece her iki
devlet biribirine sınır komşusu olmuş, ancak bu durum iki hükümdarın da Türk
dünyasının liderliğine oynamaları sebebiyle olumsuz neticeler doğurmuştur. Timur,
Osmanlılara sığınan Celayirli Ahmet ve Kara Yusuf'un iade edilmemesini bahane edip
Sivas'ı kuşatmış ve kendisine teslim edilmesine rağmen şehiri tahrip etmişti(1400).
Bu olaydan sonra da her iki hükümdar arasında mektuplaşmalar devam etti. Fakat
Timur'un, Anadolu beyliklerine topraklarının geri verilmesi ve bazı şehirlerin kendine
bırakılması gibi talepleri Yıldırım tarafından reddedildi. Dolayısıyla iki fatih için savaş
artık kaçınılmaz hâle gelmişti. 160 binlik Timur'un ordusunu, 70 bin kişiyle Çubuk
Ovası'nda karşılayan Yıldırım Bâyezid, savaşın başlarında üstünlüğü ele geçirdi.
Ancak Timur'un safında eski beylerini gören bazı askerlerin saf değiştirmesi ve Kara
Tatarların Osmanlı ordusunun arkasını çevirmesi savaşın talihini değiştirdi. Bir avuç
askerle direnmeye çalışan Yıldırım Bâyezid sonunda esir edildi (26 Temmuz 1402).
Ankara Savaşı'nı kazanan Timur, Anadolu beyliklerini tekrar ihya etti ve böylece
Anadolu Türk birliği parçalandı. Balkanlardaki Türk ilerleyişi durduğu gibi bir kısım
topraklar da elden çıktı. Yıldırım'ın oğulları arasındaki taht mücadeleleri Osmanlı
İmparatorluğu'nun "Fetret Devri" boyunca 12 yıl müddetle devam etti. Şayet bu savaş
gerçekleşmemiş olsaydı, hiçbir direnme gücü kalmayan İstanbul büyük bir ihtimalle
Yıldırım Bâyezid zamanında Türklerin eline geçecekti. Dolayısıyla Ankara Savaşı
Osmanlıları en az 50 yıl geriye götürmüştür. Esir düşen Yıldırım Bâyezid, yedi ay
boyunca Timur'un yanında şehir şehir dolaştırıldıktan sonra üzüntüsünden ecele
yenik düştü. Osmanlı şehzadeleri tahtın sahibi olabilmek için kıyasıya birbirleriyle
mücadele etmeye başladılar. Bu mücadele Çelebi Mehmet'in tek başına devlet
idaresine hâkim oluşuna kadar devam etti (1413). Çelebi Mehmet kardeşleri
Süleyman, İsa ve Musa Çelebi'yi bertaraf ettikten sonra Anadolu Türk birliğini
yeniden tesis etmek için çaba sarf etti. Güçlenen Karamanoğullarının nüfuzunu kırdı,
Karamanoğlu Mehmet Bey'in eline geçen Osmanlı topraklarını geri aldı.
Candaroğulları beyliğinden Çankırı'yı ve ardından Canik (Samsun) bölgesini yeniden
Osmanlı ülkesine kattı. Fakat Şehzade Mustafa ve Simavna Kadısı oğlu Şeyh
Bedreddin'in isyanları ülkeyi karıştırmaktaydı.(1419) Şehzade Murat Rumeli ve
Manisa'da ortaya çıkan bu isyanı bastırdı, Şeyh Bedreddin ve adamları yakalanarak
idam edildi. Timur'un beraberinde götürdüğü Mustafa Çelebi de Anadolu'ya
döndüğünde tahtta hak iddia etmişti. Şehzade Mustafa'nın Selânik'te başlattığı isyan
bastırıldı. Asi şehzade Bizans'a sığınmak zorunda kaldı. Çelebi Mehmet öldüğü
zaman Osmanlı ülkesinde sükûnet büyük oranda tesis edilmeye başlanmıştı (1421).
Babasının en büyük yardımcısı olan şehzade Murat tahta çıktığı zaman Bizans
tarafından karşısına çıkarılan amcası Mustafa Çelebi'nin isyanını bir kez daha bastırdı
ve Bizans'ı cezalandırmak için İstanbul'u kuşattı(1422). Bu defa küçük kardeşi
Şehzade Mustafa'nın isyan haberini alan II.Murat, kuşatmayı kaldırarak kardeşini
cezalandırmak zorunda kaldı. İsyancıların yanında yer alan Anadolu beyliklerine karşı
harekete geçen II.Murat, Candaroğlu İsfendiyar Bey'i itaat altına aldı. İzmir Beyi
Cüneyd'i ortadan kaldırıp, İzmir, Aydın ve Menteşe civarını ele geçirdi. Germiyanoğlu
Yakub Bey'in çocuğu olmadığından, topraklarını Osmanlılara bırakmayı vasiyet
etmişti. Onun ölümüyle Germiyan ili de Osmanlılara katılmış oldu(1428). Balkanlarda
da durum Osmanlılar lehine düzelmeye başladı. Nitekim Fetret devri sırasında elden
çıkan topraklar geri alındığı gibi, 1440'a kadar Belgrat hariç bütün Sırp toprakları
Osmanlı hâkimiyetine girmişti. Fakat Erdel ve Eflâk'ta üst üste gelen bazı küçük
bozgunlar Avrupa'da büyük bir sevinçle karşılanarak, Osmanlılara karşı yeni bir Haçlı
seferinin tertip edilmesine cesaret vermişti. II. Murat, Balkanlardaki Osmanlı varlığını
tehlikeye atmamak için Macarlarla Segedin Antlaşmasını imzaladı (1444) ve bu
anlaşmadan sonra tahttan feragat etti. Küçük yaştaki oğlu II. Mehmet'in hükümdar
olmasını fırsat bilen Macarlar anlaşmayı bozdu ve yeni bir Haçlı ittifakı oluşturuldu. II.
Murat yeniden ordunun başına geçerek düşmanı Varna Savaşı'nda karşıladı. Macar
kralı öldürüldü. Haçlıların lideri durumundaki Jan Hünyad güçlükle kaçabildi(1444).
Çandarlı Halil Paşa'nın ısrarıyla ikinci kez tahta çıkan II. Murat, Mora ve Arnavutluk'a
sefer düzenledi. Varna'nın intikamını almak isteyen Jan Hünyad yeniden harekete
geçti. Fakat II. Kosova Muharebesi'nde bir kez daha Sırplar büyük bir yenilgiye
uğratıldı (1448). Varna ve Kosova savaşlarıyla Osmanlılar Balkanlardaki durumunu
iyice güçlendirmiş, Bizans'ın batıdan yardım alma umutları ise tamamen ortadan
kaldırılmıştır. II. Murat 48 yaşında ölünce II. Mehmet yeniden Osmanlı tahtının sahibi
olmuş (1451) ve Osmanlı İmparatorluğu artık bu dönemde tam bir cihan devleti hâline
gelmiştir.
Fatih ve Cihan Devleti'nin Doğuşu
İstanbul'un Fethi: II. Mehmet, babasının ölümü üzerine ikinci kez Osmanlı
tahtına oturduğunda, devletin ortasında bir şer adacığı hâlinde kalmış köhne Bizans'ı
ortadan kaldırmayı öncelikle hedef olarak belirlemişti. Böylelikle Osmanlı
İmparatorluğu tam bir cihan devleti haline gelebilecekti. Hedefini gerçekleştirmek
için ilkin Sırbistan ve Eflâk ile anlaşma imzalayan Fatih, Karamanoğlu tehlikesini de
geçici de olsa bertaraf etti. Bizans'a ulaşabilecek muhtemel yardımı önlemek için
Boğaz'ın Avrupa yakasına Rumeli Hisar'ını yaptırarak kuşatma hazırlıklarını
tamamladı. Nihayet kuşatılan İstanbul'a karşı 6 Nisan 1453'te kara ve denizden saldırı
başlatıldı. II. Mehmet, Edirne'de döktürdüğü çağının en güçlü toplarıyla İstanbul
surlarını karadan sarsarken 18 Nisan'da donanma bütün İstanbul adalarını ele
geçiriyordu. Fakat, Haliç'in zincirle kapatılması sebebiyle kara ve deniz birlikleri
müşterek bir harekâta geçemiyor ve bu durum da kuşatmanın başarısına gölge
düşürüyordu. Nihayet 22 Nisan'da Osmanlı donanmasının karadan Haliç'e indirilmesi
gibi müthiş bir plânın gerçekleştirilmesi, kuşatmanın seyrini değiştirmeye başlamıştı.
Seksen parçalık donanmayı bir anda karşılarında gören Bizans'ın direnme gücü artık
kırılmıştı. 29 Mayıs 1453'teki nihaî harekâtla İstanbul fethedildiğinde, II. Mehmet,
Peygamberimizin müjdesine mazhar oluyor ve "feth-i mübin" ile "Fatih"lik şerefini
elde ediyordu.Bizans'ın ortadan kaldırılması hem Türk tarihi hem de dünya tarihi
açısından büyük bir öneme sahiptir. Bu fetihle Osmanlı İmparatorluğu, artık tam bir
cihan devleti hâline gelmiş, İslâm dünyası ve Avrupa içinde büyük bir prestij ve güç
kazanmıştır. Avrupa için bu fetih çağ açıp, çağ kapayan bir fetihtir. Katolik
Avrupa'nın, Ortadoks dünyasıyla bütünleşme çabaları, İstanbul'un fethiyle önlenmiş,
aksine Balkanları da tamamen ele geçirmek suretiyle Fatih, kısa zamanda
Ortadoksları himayesi altına almıştır. Nitekim Papa V.Nikola'nın Türklere karşı
harekete geçilmesi fikri pek taraftar bulamamış, aksine, Ege adalarındaki halk,
Balkanlardaki bazı despotluklar ve prensler Fatih'i İstanbul'un fethinden dolayı
kutlayan mektuplar yazmışlardır. Papa'nın isteğine sadece Almanya, Napoli ve
Venedik olumlu cevap vermiş fakat onlar da kendilerinden ziyade Sırp, Macar ve
Arnavutları kışkırtarak sonuç almaya çalışmışlardır.
Fatih'in Batı Politikaları
Sırbistan Seferleri
İstanbul'un fethinden sonra Osmanlılara bağlılığını bildiren ve ele geçirdiği bazı
kaleleri geri veren Sırplar Macarlar ile iş birliği yaparak yeniden düşmanlıklarını
göstermeye başlamışlardı. Bunun üzerine 1454-1457 arasında üç kez peşpeşe
Sırbistan'a sefer düzenlendi. Belgrat dışındaki bütün Sırp toprakları ele geçirildi. Sırp
Kralı Bronkoviç'in ölümüyle başlayan taht mücadelelerinden faydalanan Osmanlılar,
Sırpları vergiye bağladılar. Taht kavgalarının yeniden alevlenmesi üzerine, Mora
seferinde bulunan Fatih, Sırp meselesine son verilmesini emretti. Mahmut Paşa,
1459'da başkentleri Semendire'yi ele geçirilerek Semendire Sancakbeyliğini
oluşturdu. Böylece Sırbistan'da 350 yıl sürecek Osmanlı hâkimiyeti başlamış
oluyordu.
Arnavutluk Seferleri
Papalık ve Napoli krallığının desteği ve kışkırtmasıyla harekete geçen
Arnavutluk hâkimi İskender Bey, vur-kaç taktiği ile Osmanlı kuvvetlerine baskınlar
düzenlemekteydi. Bunun üzerine Fatih, bizzat sefere çıkmaya karar verdi. 1465
yılında gerçekleşen I.seferde, İlbasan Kalesi'ni yaptırıp, içine asker yerleştiren Fatih,
Balaban Paşa'yı bölge için görevlendirerek, geri döndü. Ancak, Papa ve diğer
devletlerden aldığı kuvvetlerle Türklere saldıran İskender Bey, Balaban Paşa'yı şehit
etti ve İlbasan kalesi'ni kuşattı. Bunun üzerine Fatih II. Arnavutluk Seferi'ne çıktı
(1467). Ele geçirilen topraklarda yeni garnizonlar oluşturuldu. Bu sırada İskender Bey
ölmüş ve yerine oğlu Jean geçmişti. Arnavutlukta başlayan kargaşa sebebiyle Fatih
3. kez Arnavutluk seferini başlattı. Arnavutların elinde kalmış olan Kroya ve İşkodra
kuşatıldı. Nihayet 1479'da Arnavutluk da bir Osmanlı vilayeti haline gelmiş oluyordu.
Mora Seferleri
İstanbul'un fethinden sonra Bizans İmparatoru XII. Konstantin'in oğulları,
rakipleri Kantakuzen ailesine karşı Mora'da, Osmanlıların yardımını istemişlerdi.
Turahanoğlu Ömer Bey, akıncıları ile duruma müdahale etti ve muhalifler bertaraf
edildi. Fakat bu sefer iki kardeş arasında mücadele başlamıştı. Bölge ülkelerinin
Mora'yı istilâ niyetlerini bilen Fatih 1458'de harekete geçti. Korent'i ele geçiren Fatih,
Mora'nın bir kısmını merkeze bağlayarak, burada bir sancak oluşturdu. Atina ve diğer
bölgeler ise Osmanlı yönetimini kabul etti. Kardeşi Dimitrios'a karşı Arnavutların
desteğini alan Tomas'ın Osmanlılarla yapılan anlaşmayı bozması üzerine 2.kez
Mora'ya sefer düzenlendi. Tomas, Papa'nın yanına kaçmak zorunda kaldı. Bölgeye
çok sayıda Türk yerleştirildi. Venedikliler bölge halkını Osmanlılara karşı
ayaklandırmaya çalışıyorlardı. Ancak bunda başarı kazanamayan Venedik, Osmanlı
kuvvetleri tarafından bozguna uğratıldı (1465).
Eflâk ve Boğdan Seferleri
Yıldırım zamanında vergiye bağlanan Eflâk Prensliği'nin başına Fatih tarafından
Vlad (Kazıklı Voyvoda) getirilmişti (1456). Osmanlılara bağlı görünen Vlad aslında
gizliden gizliye düşmanlık ediyordu Vlad'ın Fatih'in elçilerini kazığa oturtarak
öldürmesi üzerine 1462 yılında Fatih, Eflâk'a bir sefer düzenledi. Boğdan'dan da
yardım alan Osmanlı kuvvetleri voyvodayı uzun süre takip etti. Neticede, sığındığı
Macarların, Osmanlılarla yaptığı anlaşma üzerine Vlad'ı esir etmeleri ile mesele
çözüldü. Fatih voyvodalığa Radul'u getirdi ve Eflâk bir Osmanlı eyaleti hâline geldi.
1455'ten itibaren Osmanlı Hâkimiyetini tanıyan Boğdan Prensliği'nin Kefe'nin
fethinden sonra izlediği düşmanca siyaset üzerine Osmanlı kuvvetleri 1476'da
Boğdan'a girdi. Fatih'in bizzat başında olduğu Osmanlı kuvvetleri Boğdan ordusunu
büyük bir bozguna uğrattı. Böylece Boğdan da yeniden Osmanlı hâkimiyetini tanımış
oluyordu.
Bosna-Hersek Seferleri
Osmanlılara vergi yoluyla bağlı olan Bosna Kralının, anlaşmalara riayet
etmemesi üzerine Üsküp'ten harekete geçen Fatih, Sadrazam Mahmut Paşa ve
Turahanoğlu Ömer Bey'e Bosna'nın tamamen fethedilmesi emrini vermişti. 1463
yılındaki seferle Bosna Kralı Osmanlı hâkimiyetini yeniden tanıdı. Ancak
şeyhülislamın da fetvasıyla sonra öldürüldü ve bu topraklarda Bosna Sancakbeyliği
oluşturuldu. Fakat ordunun İstanbul'a dönmesi üzerine aynı yıl, Macar kralı Bosna'ya
girdi. İkinci kez düzenlenen seferle Osmanlılar, Yayçe dışındaki bütün kale ve
şehirleri yeniden ele geçirdiler. Bosna seferleri esnasında Hersek Kralı Stefan da
ülkesinin bir kısım toprağının Osmanlılara doğrudan bağlanması şartıyla tahtında
bırakılmıştı. Ancak 1483 yılında Hersek tamamen Osmanlı toprağı hâline
gelecektir.Fatih, Bosna'yı Osmanlı topraklarına kattığı zaman "Bogomil"
mezhebindeki Bosnalılara çok iyi davranmıştı. Hem Katolik hem de Ortodoksların
kendi kiliselerine almak için baskı yaptıkları Bogomiller bu sebeple Osmanlı
yönetimine sıcak bakmışlar ve kendilerine sağlanan din ve vicdan hürriyetinden
etkilenerek zamanla Müslüman olmuşlardı. İşte bu Müslüman Bosnalılara "Boşnak"
denilmektedir.
Fatih devrinde Osmanlıların karada en güçlü komşusu ve rakibi Macarlar,
denizde ise Venedik idi. Macarlar bu dönemde tek başlarına Osmanlılarla baş
edemeyeceklerini bildiğinden, doğrudan bir savaşı göze alamamış, Fatih de tabiî
sınır olan Tuna'yı geçmeyi düşünmemiştir. Ancak akıncılar vasıtasıyla, Macaristan'a
güvenliğin sağlanmasına yönelik yüzlerce başarılı akın düzenlenmiştir. Keza Venedik
Cumhuriyeti de Osmanlılarla doğrudan karşılaşmaktansa Balkanlardaki diğer
devletleri kışkırtmayı yeğ tutmuştur. Güçlü donmasıyla Mora ve Ege'deki adalara
sahip olmak isteyen Venedik, Osmanlılar karşısında istediği sonucu alamamış,
aksine pek çok ada ve kıyı kaleleri Osmanlıların eline geçmiştir.
Ege Adalarının Fethi
İstanbul'u ele geçiren Fatih, Bizans'a ait bütün toprakları hâkimiyeti altında
birleştirmek istiyordu. Böylece Bizans'ın yeniden dirilmesini önleyeceği gibi, iktisadî
ve siyasî açıdan da nüfuz alanını genişletebilecekti. Öncelikle Anadolu kıyısına yakın
adaları hedef alan Fatih, Bizans, Venedik ve Cenevizlilerin elindeki bu adalardan
Anadolu'ya yapılan korsan akınlarının önünü kesmiş olacaktı. İkinci olarak Orta ve
Doğu Akdeniz deki adalar hedef alınmıştı ki, bu adalar Fatih'in İtalya'ya yani eski
Roma'ya geçişini kolaylaştıracaktı.( Nitekim Gedik Ahmet Paşa komutasındaki bir
Osmanlı donanması Napoli Krallığının elindeki Otranto'yu fethetmiş ve buradan
Güney İtalya'ya akınlar düzenlenmiştir.(1480) Fakat Fatih'in ölümünden sonra başa
geçen II. Bâyezid, Gedik Ahmet Paşa'yı geri çağırınca, şehir savunmasız kalmış ve
İtalyanlar kaleyi tekrar ele geçirmişlerdir).1456 yılında öncelikle Çanakkale Boğazı'na
hâkim olan adalardan Gökçeada (İmroz), Taşoz Enez ve Semendirek adaları ele
geçirildi. Aynı tarihlerde Limni ve Midilli halkı Türk yönetimine girmek için
Osmanlılara başvurmuştu. Önce Limni, ardından, uzun süren kuşatmayı müteakip
Midilli (1467) ele geçirildi. Venedikliler 264 yıldır ellerinde tuttukları Ağrıboz
Adası'ndan Mora ve Ege adalarındaki Türk birliklerine karşı saldırılarını
yoğunlaştırmaktaydılar. Bunu önlemek maksadıyla Ağrıboz'un fethine karar veren
Osmanlılar neticede 17 gün süren kuşatmadan sonra amaçlarına ulaştılar. Epir
despotunun elindeki Zanta, Kefalonya ve Ayamavra gibi adalar da Fatih'in
saltanatının son zamanlarında Osmanlı topraklarına dahil edilmiştir. Ancak St. Jean
şövalyelerinin elindeki Rodos'a karşı girişilen birkaç muhasara neticesiz kalmıştır.
Fatih'in Doğu Politikası
Karadeniz Politikası; Osmanlılar, Anadolu'nun büyük bir kısmını hâkimiyetleri
altına almalarına rağmen kuzeyde, Karadeniz kıyısındaki bazı yerler Trabzon Rumları,
Cenevizliler ve Candaroğullarının elinde bulunuyordu. Anadolu Türk birliğinin
sağlanması ve ticaret güvenliği açısından bu bölgelerin ele geçirilmesi şarttı. İşte bu
sebeplerle, Fatih karadan ve denizden kuvvetlerini harekete geçirdi. 1461 yılında
Cenevizlilerin elindeki önemli bir üs olan Amasra teslim olmak zorunda kaldı. Seferin
kendisine karşı yapıldığını sanan Candaroğlu İsmail Bey, Kastamonu'yu terk ederek
Sinop'a çekildi. Bursa'ya dönerek birliklerini takviye eden Fatih, Trabzon seferine
çıkarken, Sinop da dahil Candaroğullarının topraklarını savaşmaksızın ele geçirdi.
Fatih'in asıl amacı 1204 yılında Lâtinlerin İstanbul'u işgal etmesi üzerine Bizans
hanedanına mensup Komnenlerin ayrı bir devlet oluşturdukları Trabzon idi.
Osmanlılara vergi vermeyi kabul eden Trabzon Rumları bir taraftan Fatih'in rakibi
olan Uzun Hasan ile ittifak içine girmişti. Nihayet Fatih, karadan birliklerini Trabzon'a
gönderirken, bir donanma da Sinop'tan kalkarak bölgeye yöneldi. Bu sırada Uzun
Hasan'ın Osmanlı ordusunu arkadan çevirebileceği ihtimaline karşı Fatih, ordusunu
Sivas'ın güneyinden Yassıçemen'e çevirdi. Uzun Hasan'ın annesi Sara Hatun'un
ricası üzerine Akkoyunlularla bir anlaşma yapıldı. Anlaşmaya göre Akkoyunlular,
Trabzon Rumlarına yardım etmemeyi vaat etmişlerdir. Anlaşmanın akabinde kara ve
denizden Trabzon yeniden kuşatıldı. Çaresiz kalan Trabzon Hâkimi David Komnen
şehri teslim etmeyi kabul etti (26 Ekim 1461). Böylece 258 yıl devam eden Trabzon
Rum İmparatorluğu da tarihe karışmış oldu.
Karadeniz'in Anadolu kıyılarını tamamen hâkimiyetine alan Fatih'in bundan
sonraki hedefi, önemli ticaret limanları olan Ceneviz kolonilerini ortadan kaldırarak,
Karadeniz'i tam bir Türk gölü yapmak idi.
Gedik Ahmet Paşa komutasındaki donanma 1475 yılında Kefe, Azak ve Menkup
iskele ve kalelerini ele geçirdi. Böylece Osmanlılar, Altınorda Hanlığı'nın
zayıflamasıyla ortaya çıkan Kırım Hanlığı ile komşu oldu. Azak Kalesi'nin
düşürülmesi sonucunda bazı Cenevizliler ile birlikte Kırım hanlarından Mengli Giray
Han da esir edilmişti. Mengli Giray Han'ın İstanbul'a getirilmesiyle Kırım Hanlığı
Osmanlı hâkimiyetine girmiş oldu. (1478). Kırım hanları 350 yıl boyunca Osmanlıların
batıya karşı en güçlü müttefikleri olarak hizmet vermişlerdir.Anadolu'da Türk
Birliğinin Gerçekleşmesi; Osmanlıların kuruluş devrinden beri en ciddî rakipleri
durumundaki Karamanoğulları, Fatih'in politikalarına karşı, Akkoyunlu ve Memlûklu
devletlerinin desteğini sağladığı gibi, Venediklilerle de bir ittifak kurmakta sakınca
görmemişlerdi. Bu düşmanca tavır üzerine Fatih 1466 yılında Karamanoğulları
üzerine yürümeye karar verdi. Beylik topraklarının büyük kısmı Osmanlıların eline
geçmesine rağmen Fatih, Larende ve Silifke yörelerine çekilen Karamanoğullarına
karşı mücadeleyi, Otlukbeli Savaşı'nın sonrasında da sürdürmüştür. Fakat Karaman
Beyi Kasım'ın ölümünden sonra (1483) beylik tamamen oradan kalkmış olacaktır.
Akkoyunlu Beyi Uzun Hasan, 1467 yılında Karakoyunlu topraklarına sahip olunca
Osmanlılar aleyhine hâkimiyetini genişletmeye başlamıştı. Anadolu birliği yönündeki
bu tehlike üzerine Fatih, 1473'te harekete geçti. Otlukbeli mevkiinde yapılan savaşta
Osmanlılar büyük bir zafer kazandılar. Artık Akkoyunlular Osmanlılar için bir tehlike
olmaktan çıkmıştı.
Yavuz Sultan Selim Devri
Henüz Trabzon'da vali iken Doğu'da Safavilerin nasıl güçlendiğini gören ve
onlarla başarılı bir mücadeleye giren Selim, tahta çıktıktan sonra, Anadolu'daki
mezhep mücadelesine bir son vermek için Safavilerle doğrudan savaşa girmeyi
kaçınılmaz görmekteydi. Nihayet ordusunun başında Doğu seferine çıkan Yavuz
Selim, Çaldıran Ovası'nda Şah İsmail'in ordusuyla büyük bir meydan muharebesi
yaptı. İki Türk hükümdarının mücadelesinden Selim üstün çıktı (23 Ağustos 1514).
Doğu Anadolu toprakları Osmanlıların eline geçti. Yavuz, Tebriz'e kadar Şah İsmail'i
takip etti. Dulkadiroğulları beyliği Osmanlı yönetimine alındı ve sonra ilhak edildi
(1515)Babası döneminde Memlûklara karşı yapılan seferlerin çoğu kez başarısızlıkla
neticelenmesi, Osmanlıların doğu'da ve İslâm dünyasında üstünlük kurmaları
önündeki en büyük engel idi. Bu sebeple, Safavi tehlikesini bertaraf ettikten sonra
Yavuz, Memlûklara karşı büyük bir ordu hazırladı. Mısır Memlûk Sultanı Kansu Gavri,
Osmanlı ordusunu Halep'in kuzeyinde karşıladı. Ancak Mercidabık Savaşı
Osmanlıların zaferiyle son buldu (24 Ağustos 1516). Kansu Gavri savaş sırasında
öldü. Malatya'dan Sina yarımadasına kadar olan topraklar Osmanlıların eline geçti.
Kışı Şam'da geçiren Yavuz, tekrar Mısır'a yöneldi. Yeni Memlûk Sultanı Tomanbay ile
Kahire'nin kuzeyindeki Ridaniye mevkiinde yapılan savaşı da Osmanlılar kazandı. (22
Ocak 1517). Bu savaş Memlûk Devleti'nin sonu oldu. Suriye, Filistin, Mısır ve Hicaz
Osmanlı hâkimiyetine girdi. Hülagû'nun Bağdat'ı işgal etmesiyle Memlûk himayesine
giren halifelik müessesesi de böylece Osmanlılara geçmiş oluyordu. Nitekim Mekke
şerifi şehrin anahtarını Yavuz Sultan Selim'e sunarak itaatini bildirmişti. Yavuz
dönemi Osmanlıların doğu'da ve İslâm dünyası'nda en büyük güç haline geldiği bir
dönemdir.
Yükseliş Döneminin Zirvesi
Kanuni Sultan Süleyman
Yavuz Sultan Selim'in sekiz yıl süren hâkimiyet devrinden sonra Osmanlı
tahtına oğlu I.Süleyman geçti (1520). I.Süleyman'ın 46 yıllık saltanatında Osmanlı
İmparatorluğu siyasî, askerî ve iktisadî açılardan zirveye ulaşmıştır. Bu sebeple dost
düşman ona Kanuni, Muhteşem, Büyük Türk gibi lâkaplarla hitap etmiş ve tarihe de
böyle geçmiştir.
Avrupa'daki Gelişmeler
Kanuni döneminde özellikle Avrupa'da önemli dinî ve siyasî değişiklikler söz
konusudur. Güçlü Macar krallığının Osmanlı hâkimiyetine girmesinden sonra, Kutsal
Roma-Cermen İmparatoru Şarlken en ciddî rakip hâline gelmiş, onun oluşturduğu
imparatorluğun uzantısı durumundaki Avusturya Arşidükalığı Osmanlılara sınırdaş
olmuştur. Bu devlet ile Avrupa'nın en güçlü hanedanı olacak olan Habsburglar
Avrupa'yı âdeta parselleyeceklerdir. Bu dönemde güçlenmeye başlayan Protestanlık,
Avrupa'da mezhep çatışmalarının şiddetlenmesine sebep olmuştu. Doğu Avrupa'da
da Lehistan ve Ortodoks Rusya güçlenmeye başlamıştı. Kanuni, Avrupa'daki siyasî
ve dinî çekişmelerden faydalanarak, onların birleşmemesine özen göstermiş ve bunu
bir devlet politikası hâline getirmiştir. Yine bu dönemde Akdeniz'de ve Okyanuslarda
güçlü bir ticarî ve iktisadî filo oluşturan İspanyol ve Portekiz donanmaları Venedik'in
yerini almış görünüyordu.
Belgrat'ın Fethi ve Macaristan Seferi
Fatih'in Sırbistan seferinde ele geçirilemeyen Belgrat, Avrupa içlerine yapılacak
akınlar için bir sıçrama noktası idi. Bu sebeple Kanuni, Macaristan seferine çıktığında
ilkin Belgrat'ı kuşattı ve ele geçirdi(1521). Burayı bir üs olarak kullanan Osmanlılar
artık rahatlıkla Avrupa içlerine sefer yapabilecekti. Nitekim Şarlken'e tutsak olan
Fransa Kralı Fransuva'yı, kendisinden yardım talep etmesi üzerine, kurtarmayı
amaçlayan Kanuni, 1526 yılında karşısındaki ittifakı parçalamak amacıyla yeniden
Macaristan üzerine bir sefer düzenledi. 29 Ağustos 1526'da Mohaç Meydan
Muharebesi ile Macar ordularını imha eden Kanuni, Budin'i (Budapeşte) ele geçirdi.
Macaristan'ın bir bölümü ilhak edildi ve kalan kısmı Erdel Krallığı oluşturularak
Osmanlı hâkimiyetine alındı.
Avusturya Seferleri
Macaristan'ın ele geçirilmesi üzerine, ölen Macar kralı ile akrabalığını öne süren
Avusturya Arşidükü Ferdinand, Macar topraklarında hak iddia etmiş ve Budin'i işgal
etmişti. Bunun üzerine Kanuni, yeniden Macaristan'a sefer düzenledi. Budin
kurtarıldı. Ancak Kanuni'nin asıl maksadı Viyana idi. Osmanlı ordusu şehri kuşattı ise
de ele geçirmeye muvaffak olamadı(1529). I.Viyana Kuşatması'nın sonuçsuz
kalmasından cesaretlenen Ferdinand, Budin'i tekrar işgal etti. Kanuni ünlü "Alman
Seferi" ile mukabele ederek işgal edilen yerleri geri aldı. Ferdinand ile İstanbul'da bir
anlaşma yapıldı. Bu anlaşmaya göre Ferdinand, Macaristan üzerinde hak talep
etmeyecek ve Osmanlı hâkimiyetini tanıyacak ve elinde bulundurduğu Macaristan'a
ait topraklar için de Osmanlılara vergi verecekti.(1533).
Ferdinand'ın Macar kralının ölümünü fırsat bilerek anlaşmayı bozması üzerine
Kanuni yeniden sefere çıktı. 1562'deki bu sefer sonucunda Macaristan'da Erdel
Beylerbeyliği oluşturuldu. Avusturyalılar fırsat buldukça Macar topraklarına tecavüz
etmişler ve her seferinde de Osmanlılardan gerekli cevabı almışlardır. Nitekim
Kanuni'nin son seferi de Avusturya'ya karşı olmuş ve Zigetvar Kalesi kuşatılmıştır
(1566).
Fransa ile Münasebetler ve İlk Kapitülâsyon
Avrupa birliğini sağlamak isteyen Roma-Cermen İmparatoru Şarlken, bu
maksatla Fransız Kralı Fransuva'yı esir etmişti. Kendisinden yardım isteyen kral ile
iyi ilişkiler kuran Kanuni böylece Şarlken'e karşı bir müttefik kazanmış oluyordu.
1535 yılında iki ülke arasında ticaret ve dostluk anlaşması imzalandı. Anlaşma ile her
iki ülke serbest ticaret hakkı elde edecek ve bu haklar iki hükümdarın yaşadığı
sürece geçerli olacaktı. Lâkin kapitülasyon adıyla tarihe geçecek olan bu ticarî
imtiyazlar sürekli hâle getirilmiş, sonraki devlet adamlarının basiretsizliği sebebiyle
tek taraflı işlemeye başlamış ve başka devletlere de imtiyazların tanınmasıyla
Osmanlı ekonomisi giderek dışa bağımlı hâle gelmiştir.
İran’la Münasebetler
Şah İsmail'in yerine geçen oğlu I.Şah Tahmasp, babası gibi, Osmanlıların
düşmanı olan Venedik ve Avusturya ile ittifak kurmakta bir beis görmüyordu.
Osmanlı ordusu, Avrupa'ya sefere çıktığında Safaviler, Doğu Anadolu
topraklarına karşı saldırıya geçiyordu. Bu sebeple, Kanuni, Irakeyn (iki Irak; Irak-ı
Acem ve Irak-ı Arap) seferi diye bilinen bir sefere çıktı (1534-35). Tebriz ve Bağdat
Osmanlı topraklarına katıldı. Osmanlının Avrupa ile ilgilenmesinden yararlanan
Safaviler fırsat buldukça yeniden harekete geçtiklerinde, bölgeye 1555 yılına kadar
Nahcivan ve Tebriz üzerine birkaç kez sefer düzenlenmiştir. Osmanlılar karşısında
fazla bir varlık gösteremeyen Şah Tahmasp nihayet barış anlaşması imzalamayı
kabul etmek zorunda kalmış ve Amasya Antlaşması (1555) ile Osmanlı üstünlüğünü
kabul ederek Bağdat, Tebriz ve Doğu Anadolu'nun Osmanlı hâkimiyetinde olduğunu
tasdik etmiştir.
Deniz Seferleri ve Fetihler
Kanuni devri karada olduğu gibi denizlerde de büyük bir üstünlüğün sağlandığı
bir devirdir. Fatih'in alamadığı, St.Jean şövalyelerinin elindeki Rodos ve çevresindeki
adacıklar, başarılı bir kuşatma sonunda ele geçirilmiş(1522), II. Bâyezid zamanından
beri Akdeniz'de serbestçe faaliyet gösteren Barbaros kardeşlerin devlet hizmetine
alınmasıyla deniz ve kıyılarda pek çok yer Osmanlı hâkimiyetine dahil olmuştur.
Cezayir'i ellerinde bulunduran ve Osmanlılar adına, 1492 yılında İspanya'da soy
kırıma uğrayan Musevîleri İstanbul'a gemilerle nakleden Barbaros kardeşler haklı bir
üne sahip olmuşlardı. 1533 yılında Cezayir'i Osmanlılara bırakarak kaptan-ı deryalık
görevini kabul eden Barbaros Hayrettin Paşa (Hızır Reis), 1538 yılında Andrea Doria
komutasındaki Haçlı donanmasını Preveze'de büyük bir bozguna uğratarak,
Osmanlılardın Akdeniz'in tek hâkimi olduğunu bütün dünyaya kabul ettirdi.
Barbaros'un ölümünden sonra yerine geçen Turgut Reis de fetihlere devam
etti.Nitekim St. Jean şövalyelerinin elinde bulunan Trablusgarp onun tarafından
fethedilmiş (1551), Preveze'den sonraki en büyük deniz zaferi sayılan Cerbe Savaşı
sonunda Haçlı donanması bir kez daha hezimeti tatmıştır. Sadece Akdeniz'de değil
Kızıl Deniz ve Hint Okyanusunda da Osmanlı donanması faaliyette bulunmuştur.
Uzak denizlerde istenilen sonuçlar elde edilememişse de bu dönemde Yemen ve
Arabistan'ın güney kıyıları ile Habeşistan ele geçirilmiştir.
Kanuni'nin Ölümü ve Sonrası
Zigetvar Muhasarası esnasında hastalanan Kanuni kalenin fethini göremeden
66 yaşında öldü (1566). Siyasî, askerî ve iktisadî bakımlardan Osmanlıyı zirveye
çıkaran bu büyük hükümdarın yerine geçen ne II. Selim (1566-1574) ne de III. Murat
(1574-1595) aynı evsafta kişiler değillerdi. Ancak Kanuni devrinde başlayan fetih
rüzgârları o derece şiddetliydi ki, bu hükümdarlar devrinde de hızını devam
ettirebildi. Şüphesiz bu başarılarda sadrazam Sokullu Mehmet Paşa'nın dirayetli
siyasetinin de rolü büyüktür. Anadolu'nun Akdeniz'e bakan kıyılarında bir çıban başı
gibi duran Venedik'in elindeki Kıbrıs bu fetih rüzgârıyla kuşatıldı. Lala Mustafa Paşa
komutasındaki Osmanlı donanması adayı ele geçirir geçirmez (1571), buraya
Anadolu'nun çeşitli sancaklarından Türkler yerleştirildi. Artık Kıbrıs da Türk olmuştu.
Bu durumu hazmedemeyen Venedik, İspanyol, Malta donanmaları papa ve diğer bazı
Avrupa devletlerinin de desteği ile harekete geçerek büyük bir savaş filosu
oluşturdular. Korent Körfezi yakınlarında, İnebahtı önlerinde yapılan deniz savaşını
Osmanlılar kaybetti (1571).
Ancak kendileri de oldukça fazla zaiyat verdiğinden, Haçlı donanması Osmanlı
kadırgalarını takip edecek durumda değildi. Sokullu kısa zamanda donanmayı
yenileyerek yeniden Akdeniz'e indirdi. Venedik bu durum karşısında yeni bir savaşı
göze alamadı ve Osmanlılara vergi vermeyi kabul etti. Kılıç Ali Paşa komutasındaki
donanma Tunus'u yeniden Osmanlı topraklarına kattı (1574). Bu esnada II.Selim
ölmüş ve yerine III. Murat geçmişti. Bu padişah devrinde, Şah Tahmasp'ın ölümüyle
çalkanan İran'a savaş açıldı (1576) Gürcistan ve Azerbaycan'ın büyük bir kısmının ele
geçirilmesiyle neticelenen ilk seferden sonra savaş 15 yıl sürdü. Bu uzun savaş ile
daha fazla yıpranmak istemeyen Osmanlı İmparatorluğu ile İran arasında 1590'da bir
barış anlaşması yapıldı. Yine bu dönemde başlayan Türk-Macar Savaşı I.Ahmet
devrine kadar devam etti. Don ve Volga nehirlerini birleştirmeyi amaçlayan kanal
projesi ile Süveyş kanalı teşebbüsünün mimarı olan Sokullu'nun 1579'daki ölümü ile
Osmanlı İmparatorluğu büyük bir yara almıştır. Özellikle III.Murat'ın oğlu III.Mehmet'in
(1595-1604), hükümet işlerini annesine bırakıp, bir köşeye çekilmesi Osmanlı'yı XVII.
yüzyılda daha kötü yılların bekleyeceğinin âdeta habercisi idi.
Duraklama Dönemi ve Son Başarılar
III. Mehmet zamanında Avusturya'ya karşı devam ettirilen savaşlarda Eğri,
Kanije ve Haçova zaferleri elde edilmişse de I. Ahmet (1604-1617), Zitvatorok
Antlaşmasını imzalayarak (1606), Osmanlının, Avrupa'daki üstünlüğünün sona
erdiğini bir anlamda kabul ediyordu. Her ne kadar ele geçen topraklar bu anlaşmayla
Osmanlıda kalıyorsa da, artık iki devletin "eşit" sayıldığı hükme bağlanmıştı.
XVI.yüzyıl başlarından itibaren Avusturya ve İran'la girilen uzun savaşlar, ehliyetsiz
idareciler, liyakatin yerini iltimas ve rüşvetin alması, buna bağlı olarak devletin askerî
ve iktisadî düzeninin temelini oluşturan tımar sisteminin bozulmaya başlaması,
devletin güç ve otoritesini, halkın huzur ve asayişini güvenliğini sarsmıştır. XVII.
yüzyıla girilirken bu olumsuz şartlar, anarşinin artmasına sebep olmuştur. Merkez ve
taşra teşkilâtında görülen bozulmalar, pek çok isyanın çıkmasını ve dolayısıyla devlet
nizamının sarsılmasını beraberinde getirmiştir. Bu isyanları üç grupta toplamak
mümkündür; Taşrada çıkan Celalî İsyanları, Eyalet isyanları ve İstanbul merkezli
kapıkulu isyanları. Celalî isyanlarının en önemli sebepleri, yukarıda da belirttiğimiz
gibi, devletin uzayan savaşlara bağlı olarak azalan gelirlerini karşılayabilmek için
vergileri artırması, tımar sistemindeki bozulmalar ve köylünün artan vergilere karşı
huzursuzlukları idi. Halkın devlete olan güveninin sarsılması, isyancıların gücünü
daha da artırıyordu. Kalenderoğlu, Karayazıcı, Deli Hasan gibi Celâlîlerin isyanlarına,
medrese öğrencisi suhteler ve başıboş leventlerin isyanları da eklenince, devlet
isyanları bastırmada oldukça zorlandı. Bu isyanlar yüzünden özellikle Anadolu'da
dirlik ve düzenlik kalmadığı gibi, iktisadî durum da oldukça bozulmuştur. Yine bu
otorite boşluğu nedeniyle Erzurum ve Sivas gibi yerlerin valileri ile Yemen, Bağdat,
Eflâk, Boğdan gibi bağlı eyaletlerin yerli yöneticileri de isyan etmişlerdi.
İstanbul'daki yeniçerilerin ulûfelerini zamanında alamamalarını bahane ederek
çıkardıkları isyanlar doğrudan sarayı hedef almıştır. Fesat yuvası hâline gelen
Yeniçeri Ocağı'nı düzenlemek isteyen II. Osman (1618-1622) yeniçerilerin hışmına
uğramış, isyancılar sarayı basmıştır. Yeniçeriler, Genç Osman'ı tahttan indirerek
yerine, III. Mehmet'in kardeşi I.Mustafa'yı getirmişler ve bununla da kalmayarak, Genç
Osman'ı Yedikule Zindanlarında katletmişlerdir. Bu olay yeniçerilerin bir padişahı
tahttan düşürüp, katletmelerinin ilk örneği olması açısından dikkat çekicidir.
Yeniçerilerin başa geçirdiği I.Mustafa'nın bir yıl sonra ölmesiyle, Osmanlı
tahtına IV. Murat geçer (1623-1640), genç padişah, hâkimiyetinin ilk on yılında devlet
idaresindeki inisiyatifi valide Kösem Sultan'a bırakmış ve güçlenene kadar fesat
çıkaranlara karşı tedbirli davranmıştır. Ancak saraydaki huzursuzluk ve Anadolu'da
yeniden patlak veren isyanların tehlikeli boyutlara ulaşması üzerine 1632'de duruma
müdahale eden IV. Murat, kısa zamanda otoriteyi tesis etmiştir. Sert tedbirlerle nifak
çıkaranları, şeyhülislâm ve kardeşleri de dahil, öldürtmekten çekinmemiş, boşalan
devlet hazinesini yeniden çeki düzene koymuştur. Toparlanan Osmanlı
İmparatorluğu, Bağdat'ı ele geçiren İran'a savaş açtı. IV. Murat, ünlü seferiyle
Bağdat'ı geri aldı (1638). İran ile yapılan Kasr-ı Şirin Antlaşmasıyla (1639), bugünkü
sınırlara yakın olan Türk-İran sınırı yeniden çizildi.
1640'ta, IV. Murat'ın ölmesi üzerine yerine kardeşi I. İbrahim geçti(1640-1648).
Fakat onun sekiz yıllık saltanatında devlet her açıdan kötülemeye başlamıştı.
Sonunda 1648 yılında o da öldürüldü ve çocuk yaştaki IV. Mehmet Osmanlı tahtına
çıkarıldı (1648-1687). Harem ve Yeniçeri Ocağı devlet işlerine istedikleri gibi
müdahale eder olmuşlardı. Bu kötü gidiş 1656'da Köprülü Mehmed Paşa'nın
sadrazamlık vazifesine getirilmesine kadar devam etti. Köprülü Mehmet Paşa ve
onun ailesinden olan diğer sadrazamlar XVIII. yüzyıl başlarına kadar Osmanlı
İmparatorluğu'nun idaresinde belirleyici bir rol oynamışlardır. Köprülüler Devri
olarak bilinen bu dönemde geçici de olsa bir istikrar sağlanmış ve Osmanlılar son
fetihlerini bu devirde gerçekleştirebilmişlerdir. Köprülü Mehmet Paşa, içerde
sükûneti sağladığı gibi, Venediklilerin eline geçmiş olan Bozcaada ve Limni'yi geri
alıp, Çanakkale Boğazı'nı ablukadan kurtardı. Köprülü Mehmet Paşa öldüğünde,
padişah yine geniş yetkilerle oğlu Köprülü Fazıl Ahmet Paşa'yı sadarete
getirdi(1661). Erdel işlerine karışan Avusturya'ya karşı başlatılan savaşta Fazıl Ahmet
Paşa, Uyvar'ı fethetti. Avusturya yapılan anlaşmayla, Erdel ile Uyvar ve Neograt
kalelerinin Osmanlı hâkimiyetinde olduğunu kabul etti. Uzun süredir kuşatılan,
Venedik'in elindeki Girit, Kandiye Kalesi'nin düşmesiyle Osmanlı hâkimiyetine
girdi(1669). Lehistan'a yapılan sefer sonucunda Podolya da Osmanlı topraklarına
katıldı (1676).
Büyük başarılara imza atan Fazıl Ahmet Paşa'nın genç yaşta ölmesi üzerine, IV.
Mehmet, Köprülü'nün damadı Kara Mustafa Paşa'yı sadrazamlığa getirdi(1676).
Kara Mustafa Paşa, Çehrin'i ele geçirdi (1678). Bu zaferden sonra, Ruslar,
Dinyeper nehrinin sağında kalan toprakları Osmanlılara bırakmak zorunda kaldıkları
ilk anlaşmayı Türklerle yapmıştır (1681). Zaferlerin devamı getirerek Osmanlı'yı
yeniden Avrupa'daki en geniş sınırlara ulaştırmak isteyen Kara Mustafa Paşa, Orta
Macaristan'da, Katolik Avusturya'ya karşı isyan eden Protestan Macarları himayesine
aldı. İmre Tököli Osmanlılar tarafından Orta Macaristan kralı olarak tanındı. Mustafa
Paşa, büyük bir orduyla Viyana'ya sefer düzenledi. Kanuni'nin ele geçiremediği
Avusturya'nın merkezi Viyana'ya karşı başlatılan bu ikinci sefer boyunca Osmanlılar
hiçbir direnmeyle karşılaşmadılar. 1683'te kuşatma başladığında, Avusturya
imparatoru çoktan şehri terketmişti. Ancak kuşatmanın uzun sürmesi, Lehistan ve
Alman askerlerinin, şehrin imdadına yetişmesiyle neticelendi. İki ateş arasında
sıkışan Kara Mustafa Paşa, büyük bir bozguna uğradı. (12 Eylül 1683). Osmanlılar
Belgrat'a kadar geri çekilmek zorunda kaldı. Viyana bozgunu, sadrazamın Belgrat'ta
hayatına mal olmuştu. Osmanlı İmparatorluğu'na karşı Avusturya, Lehistan, Malta,
Venedik ve son olarak Rusların katıldığı(1696) büyük bir ittifak oluşturuldu.
Osmanlılar dört cephede bu ittifaka karşı mücadele verdiği sırada, içte de
huzursuzluk artmaktaydı. IV. Mehmet tahttan indirilmesiyle yerine II. Süleyman (16871691) , II.Ahmet (1691-1695) devirlerinde huzursuzluk devam etti. Bu dönemde yine
bir Köprülüzade olan Fazıl Mustafa Paşa, ordu ve maliyeyi düzene koymaya yönelik
başarılı icraatlarda bulunmuş ise de aynı aileden Hüseyin ve Nu’man Paşalar, sadaret
makamında başarı sağlayamamışlardı.
II. Mustafa (1695-1703), Viyana bozgunu ve ardından gelen toprak kayıplarını
önlemek amacıyla üç kez Avusturya'ya sefer düzenledi, ilk iki seferde kısmen başarı
sağlandıysa da son seferde Osmanlı ordusu Zenta denilen yerde bozguna uğradı.
Bunun üzerine İngiltere'nin araya girmesiyle Osmanlılar, ittifak güçleriyle Karlofça
Antlaşması'nı imzalamak zorunda kaldı (26 Ocak 1699). 25 yıl için geçerli olacak bu
anlaşma sonunda, Avusturya'ya Macaristan'ın büyük bir bölümü ve Erdel,
Venediklilere Dalmaçya kıyıları ve Mora, Lehistan'a ise Podolya ve Ukrayna
bırakılıyordu. Rusya ile yapılan üç yıllık ayrı bir anlaşma ile de Azak Kalesi Ruslara
terk ediliyor ve onların İstanbul'da daimî bir elçi bulundurmaları kabul ediliyordu.
Karlofça Antlaşması, Osmanlıların toprak kaybıyla neticelen şimdiye kadar
imzaladıkları en ağır anlaşma idi.
I.Edirne Vakası adı verilen bir ayaklanma ile Osmanlı tahtına III. Ahmet geçirildi
(1703-1730). Rusya bu dönemde hem Doğu Avrupa hem de Karadeniz istikametinde
topraklarını genişletme gayesini gütmekteydi. Poltova yenilgisinden sonra
Osmanlılara sığınan İsveç Kralı XII. Şarl, iki ülke arasında yeniden bir savaşın
başlaması için bir vesile oldu. Bu savaş ile Osmanlılar, Karlofça'da kaybettikleri
toprakları tekrar kazanma fırsatını bulacaktı. Nitekim Prut'ta sıkıştırılan Ruslar (1711),
anlaşma yaparak, Azak'ı terk etmek zorunda kaldılar. Karadağ'da isyan çıkartan
Venedik'e karşı açılan savaşlarda ise işgal altındaki Mora kurtarıldı. (1715). Bu
başarılar üzerine, sıranın kendisine geldiğini düşünerek harekete geçen Avusturya,
Osmanlıları yenilgiye uğrattılar.
Temeşvar ve Belgrat düştü. Osmanlılar Pasarofça Antlaşmasını imzalayarak
(1718), Temeşvar ve Belgrad ile birlikte Küçük Eflâk ve Kuzey Sırbistan'ı
Avusturya'ya bıraktı. Dalmaçya kıyılarındaki bazı kalelerin Venedik'e terki
mukabilinde Mora muhafaza edildi. Osmanlılardın Balkanlar ve Orta Avrupa seferleri
için stratejik bir mevkide olan Belgrat'ın düşmesi, ağır sonuçlar doğurmuştur.
Avusturya, Belgrat'tan Balkan içlerine sarkmakta daha başarılı olacaktır.
Lâle Devri
Pasarofça Antlaşması neticesinde ortaya çıkan barışı iyi kullanmak isteyen
Osmanlılar, artık Avrupa karşısında savunma durumunda kalacağını anladığından,
Balkanlardaki sınır kalelerini tahkim etme, bölge halkını yanında tutmak için vergileri
azaltma siyaseti uygulamaya ağırlık vermekteydi. Damat İbrahim Paşa, Osmanlılara
üstünlük kurmuş olan Avrupa'yı her yönüyle tanımak için Avrupa başkentlerine
elçiler göndertti. 1718-1730 yılları arasındaki bu dönem, sanatta lâle motifinin
işlenmesi sebebiyle "Lâle Devri" adıyla anılmaktadır. Bu dönemde matbaa açılması,
çini ve kumaş fabrikası kurulması gibi bazı müspet yenilikler yapılmışsa da, III.
Ahmet ve saray çevresinin şaşalı eğlenceleri ve harcamaları huzursuzluğu
artırmaktaydı. Damat İbrahim Paşa'nın, İran'a karşı başlatılan savaşta (1722) kesin
netice alamaması ve uzayan savaş esnasında Tebriz'in sadrazamın gizli emriyle
İran'a terk edildiği haberi, muhalefetin harekete geçmesine yetti.
Patrona Halil Ayaklanması'nın patlak vermesiyle bu dönem sona eriyordu.
Damat İbrahim Paşa ve yakınlarıyla Sultan III. Ahmet asiler tarafından katledildiler
(1730)Bu olayın ardından III. Ahmet'in yeğeni I.Mustafa hükümdarlığa getirildi. (17301754). Kafkaslardaki sınır olaylarını bahane eden Rusya, Kırım Tatarlarına karşı
büyük bir saldırı başlattı. Azak ve Bahçesaray Rusların eline geçti (1739). Fransa'nın
da teşvikiyle Osmanlılar, Rusya'ya karşı savaş ilân etti. Rusya'nın yanında savaşa
katılan Avusturya da, Eflâk ve Boğdan'a girmişti. Osmanlılar iki cephede de büyük
başarılar kazandılar. Prusya, Fransa ve İsveç'in Osmanlılara yakınlaşması,
Osmanlılar karşısında ummadıkları bir yenilgi tadan Rusya ve Avusturya'yı barış
yapmaya zorladı. Bu savaş sırasında tekrar Osmanlıların eline geçen Belgrat'ta bir
anlaşma imzalandı (18 Eylül 1739). Belgrat Anlaşmasıyla, Avusturya, Pasarofça
barışıyla elde ettikleri tüm topraklardan geri çekildiler. Ruslar da Azak'ı terkederek
bölgedeki kıyı ve deniz ticaretinin Osmanlı gemileriyle yapılmasını kabul etti. Bu
anlaşma geçici de olsa Osmanlıların toparlanmasını sağlamıştır. Savaşta Türklerin
tarafını tutan Fransa'yla, Kanuni döneminde tanınan imtiyazları genişleten ve süre
tahdidi koymayan yeni bir kapitülâsyon antlaşması imzalanmıştır (1740). Damat
İbrahim Paşa zamanında başlayan İran savaşları Lâle Devri'nden sonra da devam
etmekteydi. Ruslar, çöküş dönemine giren Safavilerin elindeki Azerbaycan ve
Dağıstan'ı işgal etmişlerdi.
Şirvan halkının talebi üzerine Osmanlılar duruma müdahale etmiş, iki ülke
arasında çıkabilecek savaş Fransa'nın araya girmesiyle önlenmişti. Rusya'nın
kuzeydeki işgaline karşın Osmanlılar da Güney Azerbaycan'ı topraklarına kattılar.
Şah Tahmasp 1732'de Osmanlılar ile barış yaptı. Bu durumu kabullenemeyen Afşar
Nadir Bey, Şah Tahmasp'ı devirerek kendi hâkimiyetini ilan etti (1736). Osmanlılar
bazı toprakları Nadir Han'a bırakmaya razı oldu. Her iki taraf için de yıpratıcı olan bu
uzun savaşlar, Kasr-ı Şirin antlaşmasıyla çizilen sınırların aynen kabul edildiği 1746
anlaşmasıyla son bulmuştur.
I.Mahmut döneminde, başarılı savaşların yanı sıra, ordu içinde de yeni
düzenlemelere gidilmiştir. Aslen Fransız olup Osmanlı hizmetine girerek beylerbeyi
olan Ahmet Paşa, Humbaracı Ocağı'nı kurarak (1734), batı savaş tekniklerini burada
hayata geçirmiş idi. I.Mahmut'un üvey kardeşi III.Osman'ın (1754-1757) yerine geçen,
amca oğlu III. Mustafa (1757-1773) zamanında da ordu içerisinde bazı ıslahatlar
devam ettirilmiştir. Nitekim onun döneminde Tophane ıslah edilerek yeni ve güçlü
toplar dökülmüş, donanma yenilenmiştir. Ancak, Rusya ile başlayan harpler bu
yeniliklerin yeterli olmadığını gösterecektir.
Gerileme Dönemi ve Gerilemeyi Durdurdurma Çabaları
1764 yılında Rusya, Osmanlıların toprak bütünlüğünü garanti ettiği Lehistan'ı
işgal etmiş ve kaçan mülteciler Osmanlı sınırını geçen Ruslar tarafından
katledilmiştir. Bu olay üzerine Osmanlı İmparatorluğu Rusya'ya savaş ilân
etmiştir(1768). Ruslar, Baserabya ve Kırım'ı işgal ettikleri gibi, İngilizlerin de
yardımıyla, Baltık filosonu Akdeniz'e göndererek, Mora Rumlarını isyana teşvik
etmişler ve Çeşme'de demirli Osmanlı donanmasını gafil avlayarak, gemileri
yakmışlardır. Bu arada Mısır'da da bir isyan hareketi başlamıştır. Ruscuk ve Silistre
önlerinde Osmanlı kuvvetlerinin mevzii başarılar kazanmasının ardından II. Katerina,
Lehistan işini halletmeyi plânladığından Osmanlılarla anlaşma yapmayı kabul
etmiştir. I.Abdulhamit'in (1773-1789) başa geçmesinden sonra imzalanan Küçük
Kaynarca Antlaşması ile (21 Temmuz 1774) Kırım Hanlığı Osmanlıdan kopartılarak
sözde bağımsız bir devlet olmuş, Baserabya, Eflâk, Boğdan Osmanlılarda kalmış,
ancak Azak ve Kabartay bölgesi Rus hâkimiyetine geçmiştir. Ruslar bu anlaşmayla
İngiltere ve Fransa'ya tanınan kapitülâsyonları da kazanmış ve her yerde konsolosluk
açma hakkını elde ederek, Osmanlının iç işlerine karışabileceği bir ortamı kendine
hazırlamıştır. Nitekim 1783'te Kırım'ı işgal ve ilhak eden Rusya, Karadeniz'e hâkim
olarak, sıcak denizlere inme politikasını gerçekleştirme yönünde büyük bir adım
atmış, Ortodoksları himaye bahanesiyle de Balkanlardaki nüfuzunu
kuvvetlendirmiştir.
Rusya'nın nihaî amacı, İstanbul'u ele geçirerek Bizans'ı yeniden diriltmek idi.
İşte bu maksatla, Osmanlı İmparatorluğu'nu taksim etmek üzere Avusturya ile gizli
bir anlaşma yapıldı. Bu anlaşmayı haber alan Osmanlı İmparatorluğu, Prusya ve
İngiltere'nin de tahrikiyle Rusya'ya karşı savaş açtı. Halkın infialine neden olan
Kırım'ı geri almak Osmanlının en büyük arzusuydu. Ancak bu savaşa Rusya'nın
müttefiki olan Avusturya'nın da katılmasıyla, Osmanlılar iki cephede birden mücadele
etmek zorunda kaldılar(1788). Avusturya'ya karşı iki kez savaş kazanıldı. Belgrat ve
Banat ele geçirildi. Ancak Rusya'ya karşı doğu cephesinde başarı sağlanamadı. Bu
tarihlerde Osmanlı tahtına III. Selim çıkmıştı (1789-1807). III. Selim İsveç ile bir
anlaşma yaparak Rusya'ya karşı bir müttefik kazanmıştı. Ancak Rusya Bükreş ile
Küçük Eflâk'ı almış, ardından da Belgrat ve Bender düşmüştü. 1790'da Avusturya
İmparatoru II.Joseph ölünce iç ayaklanmalar baş göstermiş ve Fransız ihtilalinin
etkileri bu ülkede de hissedilmeye başlanmıştı. Bunun üzerine yeni İmparator
II.Leopold, Ziştovi anlaşmasını imzalayarak Osmanlılarla olan savaşı sona erdirdi
(1791). Bu anlaşma mevcut statükoyu muhafaza eden maddelerden ibaretti. Rusya ile
de, İspanya'nın aracılığıyla Yaş Barış Antlaşması imzalandı (1792). Rusya'nın savaş
sırasında işgal ettiği yerlerden sadece Özi, anlaşmayla verilmiş oluyordu. Hem
Avusturya hem de Rusya bu anlaşmalarla, Fransa ve Lehistan'daki gelişmelere
dikkatlerini verirken, Osmanlı İmparatorluğu'da gerekli ıslahatları yapmak için bir
soluklanma zamanı bulabilecekti.
19.yy Osmanlı İmparatorluğu'nda Islahat Çabaları
Nizam-ı Cedit
İyi bir eğitim görmüş olan III. Selim bu barış döneminden faydalanarak, devlet
içinde, özellikle askerî alanda, ıslahatlar yapmak istiyordu. Bu maksatla, Nizâm-ı
Cedit adı verilen ilk ıslahat hareketiyle, yeni bir ordu kurdu(1793). Yeniçeri Ocağı'nı
kaldıramayacağını bildiğinden, öncelikle Nizâm-ı Cedid denilen bu orduyu batılı
tarzda düzenleyip, başarısını kanıtlamak gerekliydi. Ancak bundan sonra Yeniçeri
Ocağı lağvedilebilirdi. Fakat kendileri aleyhine ortaya çıkan gelişmelerden endişe
duyan Yeniçeriler, bazı devlet adamlarını da yanlarına çekerek yeniliklere karşı
çıktılar ve isyan ettiler. Üstelik bu arada Napolyon Bonapart, bir orduyla Mısır'ı işgale
başlamıştı (1798). Osmanlılar, Rusya, İngiltere ve Sicilya'nın da menfaatlerine
dokunan Fransız işgaline karşı harekete geçti. Ehramlar savaşıyla, Mısır'ı ele geçirip,
kuzeye yönelen Bonapart, Akka'da Osmanlı savunmasını geçemedi (1799).
Kuşatmayı kaldıran Napolyon geri dönerken, yerine bıraktığı ordu komutanları da
mağlûp edildiler. Neticede Fransızlar Mısır'ı terk etmek zorunda kaldı(1801). Fransa'yı
barışa zorlayan önemli bir sebeplerden birisi de, Akdeniz'de Rus ve Türk
donanmalarının iş birliği yapmaları, İngiltere'nin Fransız savaş ve ticaret gemilerini
taciz etmesiydi. Fransa'nın Akdeniz ve Orta Doğu'daki ticarî menfaatlerinin
zedelenmesi onları barışa zorlamaktaydı.
1802'de imzalanan anlaşmayla Fransa bölgede yine ticaret yapma güvencesi
almış ve kapitülâsyon hakkını elde etmiştir. Bu olayı bahane ederek Akdeniz'e inen
Rus donanması, Osmanlı donanmasıyla birlikte Fransa'nın elindeki bazı adaları ele
geçirmiş idi. Fakat halk, ebedî düşman olarak gördüğü Rusya ile iş birliği
yapılmasına büyük tepki göstermiş ve bunun sonunda III. Selim'e ve ıslahatlarına
karşı cephe genişlemişti. Üstelik Napolyon'un, Orta Doğu'da Araplara yönelik
propagandasının da etkisiyle bölgede bazı isyanlar çıkmıştı. Böylece Bulgaristan ve
Sırbistan'da çıkan isyanlara bir de Suriye'de ve Hicaz'da çıkan isyanlar eklenmiş
oluyordu. Vehhabiler ayaklanarak, 1803-1804'te Mekke ve Medine'yi ele geçirmişlerdi.
Osmanlıların tekrar Fransa ile yakınlaşmaları, İngiliz ve Rusları harekete geçirmiş ve
sonunda Rusya Eflak ve Boğdan'ı işgal etmişti. Bu savaş sürerken Nizâm-ı Cedit'in
Rumeli''ye de kaydırılmasından memnun olmayan isyancılar Şehzade Mustafa'nın
tahrik ve teşvikiyle birleşerek İkinci Edirne Vak'ası denilen büyük bir ayaklanma
başlatmışlardı (1806). Neticede İstanbul'da patlak veren Kabakçı Mustafa İsyanı III.
Selim'in sonunu hazırladı. Saraya giren isyancılar III. Selim'i tahttan indirerek yerine
IV. Mustafa'yı tahta geçirdiler (29 Mayıs 1807). Nizâm-ı Cedid lağvedildi. Fakat
III.Selim'e bağlı olan Ruscuk bayraktarı Mustafa, yenilik taraftarlarıyla birleşerek,
karşı darbede bulundu. Amacı III. Selim'i yeniden tahta çıkarmaktı. IV. Mustafa'nın,
sabık padişahı öldürttüğünün öğrenilmesi üzerine, kardeşi II.Mahmut başa geçirildi
(28 Temmuz 1808).
Alemdar Mustafa Paşa sadareti üslenerek, III. Selim'in başlattığı ıslahatları devam
ettirmeye çalıştı. Nizâm-ı Cedit'i, Sekbân-ı Cedit adı ile yeniden canlandırdı. Ancak
ulemayı ve yeniçerileri memnun edemeyen Alemdar Mustafa Paşa, 1809'da çıkan bir
isyanda öldü.
II.Mahmut ve Islahat Hareketleri
II. Mahmut devri (1808-1839), hem gerçekleştirilen yenilik hareketleri ile hem de
etnik ve siyasî isyanlarıyla Osmanlı İmparatorluğu'nun yol ayrımına girdiği bir
dönemi ifade eder. II.Mahmut, öncelikle orduyu baştan aşağı düzenlemek ile işe
başladı. Yeniliklere karşı çıkan Yeniçeri Ocağı bir nizamname ile ortadan kaldırıldı.
Vak'a-yı Hayriye olarak adlandırılan bu köklü değişiklikle (15-16 Haziran 1826), yeni
bir ordu oluşturuldu. Ancak yeniçeriler bu düzenlemeye boyun eğmeyerek isyan
ettiler. Sadrazam'ın sarayını basan yeniçeriler sadrazamın ve ıslahatçıların başlarını
istediler. Ancak At Meydanı'nda toplanan yeniçeriler dağıtıldı, ocakları bombalandı.
Böylece Avrupa tarzında yeni bir ordunun kurulması yönündeki en büyük engel
ortadan kaldırılmış oluyordu. II. Mahmut hükûmet teşkilâtında da değişikliklere
giderek kabine ve nezaret (bakanlık) usulünü benimsedi. 1836 yılında Dahiliye ve
Hariciye Nazırlıkları kuruldu. Avrupa devletleri ile A.B.D ile ticarî anlaşmalar yapıldı.
İktisadî ve adlî sistemde değişikliklere gidildi. Avrupa tarzında eğitim veren
rüştiyeler, Harbiye ve Tıbbiye okullarının açılması vb. gibi eğitim alanında da
ıslahatlar gerçekleştirildi.
Fakat, kimi şeklî, kimi öze yönelik bu yenilikler devletin içinde bulunduğu
zorlukları aşmasına yetmediği gibi, Osmanlı coğrafyasındaki parçalanma II.Mahmut
döneminde daha da hissedilir hale geldi.
Sırp ve Yunan İsyanları; Fransız İhtilâli'nin getirdiği milliyetçi fikirlerle
temellendirilen ancak, daha ziyade arkasında Rusya ve diğer Avrupa devletlerinin
teşvik ve tahriki olan etnik ve mahallî isyanlar bu dönemde alevlendi. III.Selim
zamanında isyan eden Sırplar, 1812 Bükreş Antlaşması ile bazı imtiyazlar almalarına
rağmen, yeniden ayaklandılar. Yeniçeri Ocağının kaldırıldığı tarihlerde Sırplarla kısmî
bir anlaşmaya varıldı. Ancak 1830'da bir hatt-ı şerif ile Sırbistan'ın Osmanlı
hâkimiyetinde bir prenslik olarak varlığı kabul edildi. Rusya'nın XIX. yüzyıla girerken
Osmanlıya karşı sürdürdüğü savaşların altında Balkanları ve özellikle Rumları
Osmanlı İmparatorluğu'ndan koparmak yatıyordu. Nitekim Odessa'da yeniden
örgütlendirilen Etnik-i Eterya adlı cemiyetin başkanlığına Yunan İsyanı sırasında Çar
I.Alexsandre'ın yaveri Prens İpsilanti getirilmişti. Yapılan plana göre Yunanistan,
Yanya ve Tuna civarında isyanlar çıkarılacaktı. İpsilanti 1821'de Romanya'ya geçerek
Ortodoksları ayaklandırmaya çalıştı fakat başarılı olamadı. Çar, Türklere yenilerek
Macaristan'a kaçacak olan İpsilanti'yi desteklemekten vazgeçti. Bu sırada Mora'da da
Patras başpiskoposu isyan etmişti (25 Mart 1821). 1822'de Yunanlılar bağımsız
olduklarını ilân ettiler, Mora'da ve adalarda çok sayıda Türk'ü katlettiler. Rusya ve
Avrupa bu isyanı gayri resmî yollardan desteklemekteydiler.
Girit ve Mora valiliğinin kendisine verilmesini II.Mahmut'a kabul ettiren Mehmet
Ali Paşa bu isyanı bastırmakla görevlendirildi. 1822'de Girit'e, 1824-25'te Mora'ya
girildi. Bu gelişme karşısında Rusya, Fransa ve İngiltere aralarında anlaşarak (1827),
Yunanistan'ın özerk bir prenslik olarak kabul edilmesi hususunda Osmanlıları
sıkıştırmak istediler. Türkler bu olayı iç işlerine müdahale olarak kabul edip, teklifi
reddetti. Bunun üzerine Osmanlı ve Mısır donanması Navarin'de, bir kaza sonucu(!),
yok edildi. Üç ülkeyle ilişkiler kesildi ve 1828'de Rusya, müttefiklerinin desteğiyle
Osmanlı İmparatorluğu'na savaş ilân etti. Rus ordusu doğuda Erzurum'u ele geçirdi.
Batıda ise Edirne işgal edildi. Padişah, Prusya, Fransa ve İngiltere elçilerini araya
sokarak, Londra Protokolünü kabul edeceğini bildirdi. Böylece Edirne
Antlaşması(1829) ve ardından Londra Konferansı (1830) imzalandı. Antlaşma ile Prut
iki ülke arasında sınır oluyor, Eflâk, Boğdan ile Sırbistan'ın özerkliği kabul ediliyordu.
Girit'in Osmanlılarda kalması şartıyla Yunanistan'ın bağımsızlığı da tasdik ediliyordu.
Mehmet Ali Paşa İsyanı ve Mısır Meselesi; Mora'nın elden çıkmasıyla, oğlu
İbrahim'in Mora valisi olma ümidini kaybeden Mısır Valisi M.Ali Paşa, II.Mahmut'tan,
yardımlarına karşılık, Suriye'nin idaresini istedi. Bu isteğin reddedilmesi üzerine
M.Ali Paşa harekete geçti ve Filistin ile Suriye'ye girdi (1831). Akka ve Şam, oğlu
İbrahim tarafından ele geçirildi. İbrahim Paşa, kısa zamanda Anadolu'ya kadar
ilerledi.
Konya yakınlarındaki savaşta Osmanlı ordusunu yenilgiye uğrattı. Her birinin
ayrı hesabı olduğu büyük devletler, telâşlanarak araya girmek istediler. Fransa ve
İngiltere'nin anlaşamaması üzerine, Rusya durumdan faydalandı. Zor durumdaki
II.Mahmut, Rus ordusunun ve donanmasının İstanbul yakınlarına gelmesine müsaade
etti. Rusya'nın kârlı çıkmasından endişelenen Fransa ve İngiltere, II.Mahmut ile
anlaşma yapması için M.Ali Paşa'ya baskı yaptılar. Neticede Kütahya Antlaşması
imzalandı (1833). Bu anlaşmayla, Mehmet Ali Paşa, Mısır ve Girit'ten başka Şam ve
oğlu İbrahim de, Cidde valiliği yanı sıra Adana'yı uhdelerine alacaklardı. Rusya,
yardımlarına karşılık II.Mahmut ile Hünkar İskelesi Antlaşması diye bilinen bir
anlaşma yaparak, İstanbul'daki durumunu kuvvetlendirmeyi başardı (1833).
Anlaşmaya göre Osmanlı İmparatorluğu'nun toprak bütünlüğünün garantisi ve
gereğinde Osmanlının yardımına koşulması karşılığında Rusya, Boğazların bütün
yabancı savaş gemilerine kapatılmasını kabul ettiriyordu. II.Mahmut, Kütahya
anlaşmasından memnun değildi. Bu sebeple M.Ali Paşa'ya karşı yeniden harekete
geçti. Fakat Osmanlı ordusu Nizip'te bir kez daha yenildi (1839). Üstelik Kaptan Paşa,
Osmanlı donanmasını Mısır'a teslim etmişti. Bu arada II. Mahmut ölmüş ve yerine
I.Abdulmecit geçmişti (1839-1861). Mısır Meselesi'nin Çözümü ve Boğazlar Meselesi;
Rusya'nın Hünkar İskelesi Antlaşmasına dayanarak duruma tek başına müdahale
etmesini uygun bulmayan İngiltere ve Fransa yeniden devreye girdiler. Avusturya ve
Prusya'nın da katılmasıyla Londra'da bir konferans toplandı (1840).
Toplantıda Mehmet Ali Paşa'nın veraset yoluyla Mısır valiliğine sahip olması
karşılığında, Suriye'den ve elinde tuttuğu Osmanlı donanmasından vazgeçmesi
istendi. Konferans kararlarını M.Ali Paşa'nın tanımaması üzerine İngiltere Suriye
limanlarını donanması ile topa tuttu. Nihayet M.Ali Paşa durumu kabul etti.
I.Abdulmecit de iki ferman yayımlayarak onun valiliğini onayladı. Ardından İngiltere
kendileri aleyhine olan Hünkar İskelesi Antlaşması'nın yürürlükten kaldırılmasını
öngören uluslararası bir konferansa ev sahipliği yaptı. Londra Antlaşması ile
(Temmuz 1841), İstanbul ve Çanakkale boğazları'nın barış zamanında savaş
gemilerine kapalı tutulmasının kararlaştırıldığı bir Boğazlar Sözleşmesi imzalandı.
Böylece İngiltere, Rusya'nın elinden inisiyatifi almış oluyordu.
Tanzimat Dönemi
Daha önceleri gerçekleştirilmeye çalışılan Islahat Hareketleri, Osmanlı
İmparatorluğu'nun kendi iradesiyle uygulamaya çalıştığı, içte ve dıştaki
başarısızlıklarını önlemeye yönelik yenilikleri ifade etmekteydi. Ancak Avrupa ve
Rusya'nın mütemadiyen iç işlerine müdahale etmesi, Osmanlı İmparatorluğu'nu,
kendi inisiyatifi dışında, yeni tedbirler almaya zorlamaktaydı. Özellikle gayrimüslim
unsurları bahane eden devletlerin müdahalelerine fırsat vermemek için idarî ve
hukukî düzenlemelere gidilmesi düşünülmekteydi. Hariciye Nazırı Mustafa Reşit
Paşa'nın hazırladığı düzenlemeler, I.Abdülmecit tarafından tasdik edilmişti. 3 Kasım
1839'da I.Abdülmecit "Gülhane Hatt-ı Hümayunu"nu ilan ettirdi.
Bu fermanda, dini ve ırkı ne olursa olsun Osmanlı tebaasından olan herkesin
eşit olması, herkesin yasalara göre yargılanması, varlığı ölçüsünde vergilendirilmesi
ve askerlik süresinin 4-5 yılı geçmemesi gibi hükümler yer alıyordu. Ayrıca Osmanlı
İmparatorluğu bu dönemde Avrupa tarzına öykünen idarî düzenlemelerde de
bulundu. Bu şekilde Avrupa devletlerinin en azından bazılarının, Osmanlı
İmparatorluğu'nun toprak bütünlüğüne saygısının kazanılması hedeflenmekteydi.
Fakat gelişen siyasî olaylar, bunun o kadar kolay olmayacağını gösterecektir.
Şark Meselesi ve Kırım Savaşı
Tanzimat döneminde nispeten sağlanan barış ortamı, Rusya'nın müdahalesiyle
tekrar bozulmaya başladı. Balkanlarda panislavist bir politika izleyen Rusya, aynı
zamanda "Kutsal yerler sorunu"nu ortaya atarak, doğrudan doğruya Osmanlı
İmparatorluğu'nun varlığını hedef almaktaydı. Avrupalılar tarafından "Şark Meselesi",
önceleri Osmanlı İmparatorluğu'nun toprak bütünlüğünün sağlanması şeklinde
düşünülürken, daha sonra bu toprakların paylaşımı sorunu hâline dönüştürüldü.
Çünkü Osmanlı İmparatorluğu artık bir "hasta adam" idi. Ancak R.Mantran'ın da ifade
ettiği gibi, hasta, kendisini iyileştirmeyi amaçlamayan doktorların insafına kalmıştı.
Onlar, Avrupa'nın hasta adamının mirasını paylaşma telâşındaydı.
Küçük Kaynarca antlaşması'ndan sonra Osmanlı topraklarındaki Ortodoksların
haklarını koruma rolünü üstlenen Rusya, Kudüs merkezli "kutsal yerler" in
korunması ve idaresi hususunu da gündeme getirdi. Fransızlarla imzalanan
kapitülâsyonlarda, Lâtin din adamlarına Kudüs Kilisesi üzerinde bazı haklar
tanınmıştı.
1808'den itibaren Rusya'nın baskıları neticesinde onların yerini Ortodoks
papazlar almaya başladı. Fransa'nın ve Rusya'nın 1850-51'de Bab-ı Ali'ye bu durum
hakkında yaptıkları müracaatlar, kurulan komisyonlarda değerlendirildi ve bazı
kararlar alındıysa da hiçbirini memnun edemedi. Bunun üzerine Çar I.Nikola,
İngiltere'ye Osmanlı İmparatorluğu'nu aralarında paylaşmayı teklif etti ve İngilizlerin
sessizliğini koruması üzerine de askerlerini Baserebya ve Lehistan'a çıkarttı. Rus
elçisi Mençikof'un aşırı tavizler içeren teklifini reddeden I.Abdülmecit, İngilizlere
yakın olan Mustafa Reşit Paşa'yı sadrazamlığa getirdi. Ruslar 26 Haziran 1853'te,
Prut'u geçerek, Eflâk ve Boğdan'ı istilâ ettiler. Osmanlı İmparatorluğu, Fransa ve
İngiltere ile ittifak anlaşması imzaladı. Bu ittifaka Avusturya ve İtalyan birliğini
kurmaya çalışan Piyemento hükûmeti de katıldı. İttifak donanması Çanakkale'de
mevzilenmişti. Durumdan endişelenen Rusya, askerlerini geri çekmeye başladı.
Müttefikler, Rusya'nın Karadeniz'deki gücünü ortadan kaldırmak için, Kırım'a
yöneldiler. Rusların en büyük üssü olan Sivastopol, bir yıl süren bir kuşatmanın
ardından ele geçirildi (1855). Bu sırada tahta oturan II.Alexandre, barış yapmayı kabul
etti. Müttefiklerin yanı sıra Prusya'nın da katıldığı Paris Antlaşması ile (30 Mart 1856),
taraflar işgal ettikleri bölgelerden çekilecek, Osmanlıların toprak bütünlüğü ve
Boğazların statüsü, Avrupa'nın "kefilliği" altında korunacaktı. Osmanlıların Avrupa
Konseyi'ne dahil edilmesi karşılığında ise, sultan yeni bir ıslahat fermanı irat
edecekti. Bu madde ve Karadeniz'in tarafsızlığının kabulü, savaşın galibi
durumundaki Osmanlılardın aleyhine idi. Nitekim, Eflâk ve Boğdan'ın birleşmesi ve
Sırbistan'a yönelik yeni haklar da Paris Antlaşmasıyla tescil edilmişti.
Islahat Fermanı
Henüz Kırım Savaşı sürerken, Viyana'da bir araya gelen İngiltere, Fransa ve
Avusturya, Hristiyanlarla Müslümanlar arasındaki farklılıkların her alanda ortadan
kaldırılmasını öngören bir fermanı sultanın yayımlamasını, barış için ön şart
koşmuşlardı. Paris Antlaşması müzakere edilirken, müttefiklerin bu istekleri
I.Abdülmecit tarafından yerine getirildi ve Islahat Fermanı ilân edildi (18 Şubat 1856).
Tanzimat'la kabul edilen hususların esas alındığı bu fermanla, Müslümanlarla
Hristiyanlar arasında eşitlik sağlandığı Avrupa'ya garanti edilmiş oluyordu. Ayrıca iç
hukuk alanında ve ticaret hukukunda da yenilikler getiriliyor, Ceza ve medenî
hukukun bir bölümü, dinî esaslardan arındırılıyordu. Aslında Tanzimat süreciyle
başlayan bu değişiklikler, idari yapılanmada da kendisini hissettirmiştir. 1868'de
Şura-yı Devlet ve Divan-ı Ahkam-ı Adliye kurularak buralarda hem Hristiyanlar hem
de Müslümanlar görevlendirilmiştir. Islahat Fermanı ile getirilen düzenlemelerin
uygulanması daha çok I.Abdülaziz'in tahta çıkması (1861-1876) ile
gerçekleşebilmiştir.
Paris Antlaşmasına imza koyan devletler, anlaşma maddesinde de yer aldığı
için Islahat Fermanı'nı, Osmanlı İmparatorluğu'na müdahale etmede bir koz olarak
kullanmışlardır. Nitekim Fransa, Dürzilerin Katolik Marunilere saldırmasını bahane
ederek Lübnan'a asker çıkarmış ve 1871'e kadar orada kalmıştır. Karadağ'da çıkan
bir anlaşmazlık yine büyük devletlerin aracılığı ile halledilmiştir (1862). Güçlü
devletler tarafından teşvik ve tahrik edilen Balkanlardaki Hristiyan toplulukları,
çıkardıkları isyanlar bastırılsa dahi, Osmanlı İmparatorluğu'ndan yeni haklar elde
etmeyi başaracaklardır. Örneğin Sırplar ve Bulgarlar yeni haklar elde etmiş, Eflâk ve
Boğdan'ın Romanya adı altında birleşmeleri kabul edilmiştir. Muhtariyet hakları
genişletilen Mısır'da, İngiliz-Fransız nüfuz mücadelesi kızışmış, III. Napolyon'un
teşebbüsü üzerine, Abdülaziz istemediği hâlde Süveyş Kanalı projesini kabul etmek
zorunda kalmış ve kanal 1869'da büyük bir törenle açılmıştır.
I.Meşrutiyet Dönemi
Avrupa devletleri ve özellikle Rusya'nın kışkırttığı topluluklar, bağımsızlıklarını
ilân etmek için harekete geçmekteydiler. 1866'da Girit İsyanı çıktı. Yunanistan'a
bağlanmak amacıyla başlayan isyan bastırılmasına rağmen, Avrupa devletleri araya
girerek sultanın Girit'e yeni bir statü vermesini sağladılar (1868). Rusya tarafından
oluşturulan komitalar vasıtasıyla Bulgarlar ayaklandırıldı. Onlara da geniş haklar
verildi (1870). Fakat bununla yetinmeyen Bulgarlar, Bosna ve Hersek'teki
karışıklıkların ardından yeniden ayaklandılar (1875-76).
Bulgar isyanı sert biçimde bastırıldı. Fakat bu sırada Genç Osmanlılar,
Abdülaziz'e başlattıkları muhalefeti, mücadeleye dönüştürdüler. Nihayet Mithat
Paşa'nın öncülüğündeki yenilikçi idareciler Abdülaziz'i tahttan indirerek yeğeni
V.Murat'ı başa geçirdiler(30 Mayıs 1876). Ancak hastalığı sebebiyle üç ay sonra o da
tahttan indirilerek, Kanun-ı Esasi'yi ilân edeceğini beyan eden kardeşi II.Abdülhamit
Osmanlı tahtına çıkarıldı.
Bu arada Rusya'nın Osmanlı İmparatorluğu'na baskı kurmasını kendi
menfaatine aykırı gören İngiltere, Balkanlardaki bunalımı görüşmesi için İstanbul'da
uluslar arası bir konferans toplanmasını sağlamıştı. İstanbul Konferans çalışmalarını
sürdürürken II.Abdülhamit Meşrutiyet'i ilân etti (23 Aralık 1876). Kurulacak Meclis-i
Mebusan'da bütün topluluklar temsil edilebilecekti. Parlâmenter monarşi, İstanbul
Konferansı'nın toplanış sebebini tamamen ortadan kaldırmasına rağmen, konferansa
katılan devletler, Balkan topluluklarının bağımsızlıklarını istediklerinden bir sonuca
varılamadı. Osmanlı İmparatorluğu'nun çağrılmadığı Londra'da toplanan bir başka
konferansta, büyük devletler isteklerini tekrarladılar. Rusya, Osmanlı
İmparatorluğu'na alınan kararları kabul ettirmek için savaş ilân etti. (Nisan 1877).
Tarihimizde "93 Harbi" diye bilinen 1877-1878 Osmanlı Rus Harbi, askerî ve siyasî
bakımdan önemli sonuçlar doğurmuştur.
Kanun-ı Esasi'nin kabulü ile açılan Genel Meclis, padişah tarafından seçilen
Ayan Meclisi ve halk tarafından seçilen Mebusan Meclisi'nden ibaretti. Londra
Konferansı'ndan önce çalışmaya başlayan bu meclis, hükûmet tarafından sunulan
teklif ve kanun tasarıların karara bağlayarak ilk dönem çalışmalarını tamamlamıştı.
Ancak 93 Harbi'nin sürdüğü sıkıntılı zamanlarda meclisteki azınlık mebusları
çalışmaları sekteye uğrattığı gibi, bunalımın artmasını da sağlıyorlardı. Nitekim Gazi
Osman Paşa'nın büyük bir kahramanlık göstererek 5 ay savunduğu Plevne'yi aşan
Ruslar, Yeşilköy'e kadar ilerlemişlerdi. Doğu'da ise ancak Erzurum önlerinde
durdurulmuşlardı. Meclis savaşın gidişatından hükûmeti ve padişahı sorumlu
tutarak, siyasî tansiyonu yükseltmekteydi. II. Abdülhamit, devletin ileri gelenleri ve
bazı mebuslarla yaptığı toplantıdan bir sonuç alamayınca, Kanun-ı Esasi'nin
kendisine verdiği yetkiyi kullanarak, etnik yapısının karışıklığı sebebiyle çalışmaları
aksayan meclisi kapattı (14 Şubat 1878). Bu I.Meşrutiyet'in sonu demekti.
Berlin Kongresi ve Balkanlardaki Gelişmeler; İstanbul önlerine kadar gelmiş
olan Rusya ile Yeşilköy (Ayastefanos) Antlaşması imzalandı (3 Mart 1878). Bu
anlaşmayla, sözde Osmanlı'ya bağlı Dobruca, Doğu Makedonya ve Trakya'yı içine
alan Büyük Bulgaristan Prensliği kuruluyor; Romanya, Sırbistan ve Karadağ
bağımsızlıklarına kavuşuyordu. Ancak, Rusya'nın genişlemesinden rahatsızlık duyan
Avrupa devletlerinin araya girmesiyle bu anlaşma hükümleri yürürlüğe giremedi.
İngiltere donanmasını harekete geçirdi. Osmanlı İmparatorluğu ile yaptığı bir
anlaşmayla Kıbrıs'a yerleşti (4 Haziran 1878). Araya giren Bismark, ülkesinde bir
konferansa ev sahipliği yaparak hem muhtemel bir savaşı önlemek hem de
Almanya'nın menfaatlerini korumak istiyordu. Nitekim Osmanlı İmparatorluğu,
İngiltere, Fransa, Avusturya, Almanya, İtalya ve Rusya'nın da katıldığı Berlin
Kongresi 13 Temmuz 1878'de imzalanan bir anlaşmayla son buldu. Bu anlaşma, artık
Rusya'nın yanı sıra, diğer devletlerin de parçalamaya çalıştıkları Osmanlı'dan, kendi
paylarını alma anlaşmasıydı. Berlin ve Ayestafanos antlaşmalarında öngörüldüğü
gibi, Sırbistan, Karadağ ve Romanya'nın bağımsızlığı onaylandı. Bulgaristan üç
bölüme ayrıldı. Bulgaristan Prensliği haricinde müstakil bir Doğu Rumeli eyaleti
oluşturuldu. Girit'in statüsüne benzer bir statüyle Makedonya, Osmanlı
İmparatorluğu'nun elinde kaldı. Yunanistan Tesalya ve Epir'in bir bölümünü aldı.
Bosna-Hersek, Avusturya tarafından işgal edildi. Rusya, Kars, Ardahan ve Batum'a
sahip oldu. Berlin Kongresi, büyük devletlerin Osmanlı İmparatorluğu'nu paylaşma
ve ortadan kaldırma arzularının bir neticesi idi. Balkanlarda büyük devletlerin
inisiyatifiyle ortaya çıkan küçük devletçikler, bölgede o dönemden günümüze kadar
ulaşan siyasî ve etnik çatışmaların piyonları olmaktan öteye gidemediler. Nitekim
Avusturya'nın ve Rusya'nın Balkanlarda nüfuzlarını artırmaları, Balkan Savaşları ve
I.Dünya Savaşı'nın çıkmasına yol açacaktır.
Berlin Kongresi'nin sonuçları kısa zamanda ortaya çıkmaya başlamıştı.
Balkanlardan bir pay alamayan Fransa, önceden nüfuz sahasına dahil ettiği
Cezayir ile Tunus arasındaki sınır problemini bahane ederek, Tunus'u işgal etti
(1881). Fransa ile İngiltere arasında çekişmeye sahne olan Mısır'da, Hidiv İsmail
Paşa'ya karşı başlatılan bir askerî ayaklanma ile ortaya çıkan durum İstanbul'da
görüşülürken, İngilizler İskenderiye'yi topa tuttu. Osmanlıların karşı çıkmalarına
rağmen İngilizler Mısır'ı ele geçirdiler(1882). Bulgaristan Prensliği, Doğu Rumeli'de
çıkan isyanı değerlendirerek (1885), bölgeyi kontrolü altına aldı. Osmanlı
İmparatorluğu Rusya'nın baskısı sonunda, Kırcaali ve Rodop dışındaki Doğu Rumeli
Valiliği'nin Bulgar Prensliği'nin idaresine geçmesini kabul etmek zorunda kaldı
(1886). İkinci Meşrutiyet'in ilânı sırasında ise Bulgarlar bağımsızlıklarını ilân ettiler
(1908). Bulgar, Yunan ve Arnavutların hak iddia ettiği Makedonya'da çıkan olaylar
Osmanlı kuvvetleri tarafından bastırıldı. Fakat, Rusya ve Avusturya devreye girerek
Osmanlı hâkimiyetindeki Makedonya'da, ülkelerinden iki gözlemcinin görev
yapmasını sağladılar (1893). Megalo İdea adını verdiği Bizans'ı diriltme çabasındaki
küçük Yunanistan, 1896'da çıkan isyanı bahane ederek Girit'i ilhaka yeltendi (1896).
Osmanlılar Dömeke Meydan Savaşı ile Yunanlıları büyük bir bozguna uğrattılar
(1897). Fakat Rusya ve Avrupa devletlerinin müdahalesi ile İstanbul'da toplanan bir
konferans ile Girit'te valiliğine Yunan kralının oğlunun getirildiği özerk bir yönetim
kurulması, adanın fiilen Yunanistan'a bırakılması anlamına geliyordu.
93 Harbi'nden sonra sun'i bir Ermeni Meselesi ortaya çıkarılmıştı. Osmanlı
İmparatorluğu'na bağlılıkları sebebiyle "millet-i sadıka" olarak adlandırılan Ermeniler,
önceleri Doğu Anadolu'yu ele geçirmek isteyen Rusya ve ardından İngiltere
tarafından kullanılmaya başladılar. Hınçak ve Taşnak tedhiş örgütlerini kurarak,
İstanbul ve taşrada terör yaratan bazı Ermeniler özellikle İngilizler tarafından
destekleniyorlardı. Doğu'da hiçbir zaman çoğunluk olamayan Ermenilere
kurdurulacak bir devlet ile Rusya Akdeniz ve Orta Doğu'ya sızabilecekti. İngiliz
himayesindeki bir Ermeni devleti ise aksine bunu önleyebilirdi. Her iki tarafında
kullandığı Ermeniler 1889'dan itibaren tedhişe başladılar. Van, Erzurum ve Bitlis'te
çıkan olaylar bastırıldı. Ardından başkentte Osmanlı Bankası'na kanlı bir baskın
yaparak bankayı işgal ettiler. II.Abdülhamit'e yönelik bir suikast teşebbüsünde
bulundular. I.Dünya Savaşı ve İstiklal Harbi yıllarında da Ermeniler devlet aleyhine
faaliyetlerini devam ettirmişlerdir.
II. Meşrutiyet Dönemi
I.Meşrutiyet'in kaldırılmasından sonra II.Abdülhamit içte ve dışta meydana gelen
olumsuz gelişmelerin de etkisiyle, katı bir yönetim sergilemeye başlamıştı.
Meşrutiyet taraftarları da buna karşılık muhalefetlerinin dozunu artırmışlardı.
Osmanlılık fikrinin temsilcisi olan Sadrazam Midhat Paşa 1881'de ölüm cezasına
çarptırılmış, sonra affedilerek, Arabistan'a sürgüne gönderilmiş ve 1883'te
öldürülmüştü.
Ali Suavi, Ziya Paşa ve Namık Kemal gibi kişiler de sultan tarafından bertaraf
edilmişlerdi. Ancak devletin içinde bulunduğu güç durum onların başlattığı
muhalefetin güçlenerek büyümesine zemin hazırlamaktaydı. Balkanlardaki
çalkantıların yanı sıra Osmanlı İmparatorluğu iktisadî açıdan da çok zor durumda idi.
Devlet iç ve dış borçlarını kapatabilmek için batılıların elindeki Osmanlı Bankası ile
malî bir anlaşma imzalamak zorunda kalmıştı (1879 ve 1881). Buna göre banka mali
yardımları karşılığında, devletin bazı gelirlerini devralıyordu. İngiliz ve Fransızların
kontrolünde bu maksatla kurulan Düyun-ı Umumîye İdaresi Osmanlı ülkesini âdeta
bir sömürge hâline getirecektir.
Genç Türkler veya Jön Türkler adı verilen ve yurt dışında ve içinde faaliyet
gösteren Meşrutiyet taraftarları, İstanbul'da İttihad-ı Osmani derneğini kurmuşlar ve
bu dernek 1894/95'te İttihat ve Terakki Cemiyeti adını almıştı. Selanik'te Enver ve
Niyazi Paşalar gibi subayların da katılmasıyla güçlenen İttihatçılar, Osmanlı
İmparatorluğu'nu ancak Kanun-ı Esasî'nin yeniden kabulünün kurtarabileceğini
düşünüyorlardı. Kolağası Niyazi Bey ve ona katılan Enver Bey'in Resne'de isyan
ederek dağa çıkmaları ve Rumeli'de halk tarafından büyük bir destek bulmaları
üzerine II.Abdülhamit anayasayı yürürlüğe koyarak II.Meşrutiyet'i ilân etti ((23
Temmuz 1908).
17 Aralık 1908'de meclis yeniden açıldı. Yapılan seçimlerde İttihat ve Terakki
Fırkası büyük bir başarı sağlamıştı. Ancak bu gelişmeler esnasında Bulgaristan
bağımsızlığını elde etmiş ve Girit meclisi Yunanistan'a ilhak kararı almıştı.
İşgal altındaki Bosna Hersek ise Avusturya tarafından fiilen ilhak edilmişti (5
Ekim 1908) Millî bir politika izlemeyi amaçlayan İttihatçılar, olumsuz gelişmelerin de
etkisiyle gittikçe otoriter bir idare oluşturmaya başlamışlardı. Bundan faydalanmak
isteyen Meşrutiyet aleyhtarları, bazı Avrupa devletlerinin de kışkırtmasıyla isyan
ettiler. İstanbul'daki Avcı Taburları'nın 13 Nisan 1909'da başlattıkları isyan sırasında
pek çok İttihatçı öldürüldü. II.Abdülhamit olayları önleyemedi. Bunun üzerine
Mahmut Şevket Paşa komutasındaki ordu Selanik'ten yola çıktı. Harekat Ordusu adı
verilen bu ordunun kurmay başkanı Mustafa Kemal idi. Harekat Ordusu, kısa sürede
duruma hâkim olarak isyanı bastırdı. İsyandan sorumlu tutulan II.Abdülhamit,
şeyhülislâmdan alınan fetva ile meclis tarafından tahttan indirildi (27 Nisan 1909) ve
kardeşi V. Mehmet Reşat yerine getirildi. V.Mehmed (1909-1918) devlet idaresinde
inisiyatifi İttihatçı hükûmete bırakmıştı. Yeni iktidar zamanında da felâketler birbirini
takip etti. Osmanlı İmparatorluğu hızla dağılma devrine girmekteydi.
Trablusgarp Savaşları
Osmanlıların iç işleri ve Balkanlardaki gelişmelerle uğraşmasını fırsat bilen
İtalyanlar, Avusturya'nın Bosna-Hersek'i ilhak etmesi (1908), Arnavutların isyanı
(1910) gibi olaylardan da cesaretlenerek, pastadan pay alabilmek için Trablusgarp'a
asker çıkardı. (Eylül 1911). İtalyan donanması denizden, İngilizler ise Mısır'ı ellerinde
bulundurduğundan karadan, Osmanlıların bölgeye asker göndermesini imkânsız hâle
getirmişti. Bu sebeple Osmanlı hükûmeti gizlice Türk subaylarını bölgeye göndererek
mahallî bir direnişi örgütleme yolunu seçmişti. Derne ve Tobruk'da Mustafa Kemal,
Bingazi'de ise Enver Paşa İtalyanlara karşı büyük başarılar kazandı. Savaşı
kazanamayacağını anlayan İtalya, Osmanlıları barışa zorlamak için On iki Ada'yı işgal
etti. Ancak bundan ziyade Balkanlarda başlayan savaş Osmanlıların barışı
imzalamaya zorladı. Uşi Antlaşması ile İtalyanlar işgal ettikleri yerleri muhafaza ettiler
(1912).
Balkan Savaşları
Türk-İtalyan Savaşı'nın başladığı sırada Balkan devletleri aralarındaki
anlaşmazlıkları bir tarafa bırakarak, Osmanlı İmparatorluğu'na karşı bir ittifak
oluşturdular. Rusya'nın mimarlığında gerçekleşen Bulgar-Sırp ittifakına daha sonra
Yunanistan ve Karadağ da katıldı (1912). Karadağ ile başlayan savaşa 18 Ekimde
diğer Balkan devletleri de iştirak etti. Bu sırada Osmanlı askerleri, subayların bir
kısmının politik çekişmelerle meşgul olmasından dolayı dağınık bir hâldeydi. Bunun
sonucunda Balkan devletleri, Osmanlılar karşısında kendilerinin de beklemediği bir
zafer kazandılar. Yunanlılar Ege adalarını ele geçirdiler. Sırplar Kumanova'da
üstünlük sağladılar. Sırpların denize çıkmalarını önlemek için Avusturya'nın desteği
ile Arnavutluk bağımsızlığını ilan etti (28 Kasım 1912).
Bulgarlar ise Edirne'yi ele geçirerek Çatalca'ya kadar ilerlediler. (19 Kasım 1912).
16 Aralıkta Londra'da başlayan görüşmeler bir ara iktidardan düşen İttihatçıların
yeniden iş başına gelmesi üzerine kesilmişti. Nihayet Mayıs ayında Londra
Antlaşması imzalanarak I.Balkan Savaşı sona erdi. Gelibolu Yarımadası hariç Trakya,
Bulgaristan'a verildi. Makedonya'nın büyük bir kısmı Yunanistan ve Sırbistan
arasında paylaşıldı. Özellikle Makedonya'nın paylaşımı Bulgarları rahatsız
etmekteydi. Sırbistan ve Yunanistan, Bulgarlara karşı ittifak oluşturdu. Bu ittifaka
Romanya da katıldı. Bulgaristan ile bu ittifak savaşa girince, durumdan faydalanmak
isteyen Osmanlı İmparatorluğu'da Bulgar işgalindeki toprakları geri almak için
harekete geçti. Kırklareli ve Edirne kurtarıldı. II.Balkan Savaşı, tarafların imzaladığı
Bükreş Antlaşması ile sona erdi (1913). Bulgaristan ile imzalanan İstanbul
Antlaşması ile, Meriç nehri iki ülke arasında sınır oldu. Bulgaristan'daki Türklerin
hakları belirlendi (29 Eylül 1913). Yunanistan ile imzalanan Atina Antlaşması ile ise
Girit'in Yunanistan'a bırakılması kabul edildi (14 Kasım 1913). Büyük devletler bu
anlaşmalardan sonra Çanakkale Boğazı yakınlarındaki Bozcaada ve İmroz'u
Osmanlılara geri verdiler. Balkan Savaşları, Balkanlardaki Türk varlığının büyük bir
kıyıma uğramasına sebep olmuştur. Yüz binlerce Türk savaşlar sırasında ve
sonrasında aç ve yokluk içinde buradan göç etmek zorunda kalmıştır.
I.Dünya Savaşı ve Osmanlı İmparatorluğu'nun Yıkılışı
Sadrazam Mahmut Şevket Paşa'nın öldürülmesi ile (21 Haziran 1913), İttihat ve
Terakki Fırkası, hükûmetin idaresini tamamen ellerine geçirmişti. Enver, Talat ve
Cemal Paşalar, Osmanlı İmparatorluğu'nun iç ve dış politikasını belirlemede en etkili
nazırlardı. Balkan savaşlarından sonra, ordu ve donanmayı güçlendirmek isteyen
hükûmet, Avrupa devletlerinden mühendisler ve askerî uzmanlar getirtmekteydi.
Osmanlı İmparatorluğu'nun, dış siyasetini de, dengeleri gözeterek yeniden
belirlemek ihtiyacını hissetmekteydi. Emperyalist devletler, nüfuz alanlarını korumak
veya genişletmek maksadıyla siyasî, askerî ve iktisadî açıdan ittifaklar
oluşturmaktaydı. İngiltere ve Fransa'ya nazaran sömürgeciliğe geç başlayan
Almanya, Afrika, Avrupa ve Orta Doğu'da nüfuz sahasını genişletmek istiyor ve
Osmanlı İmparatorluğu'na bu maksatla yakın durmayı yeğliyordu . AvusturyaMacaristan İmparatorluğu da, Balkanlarda Panislâvizmi gerçekleştirmeye çalışan
Rusya'ya karşı Almanlarla iş birliği içindeydi. İngiltere ve Fransa tarafından pay
edilmiş Kuzey Afrika'da gözü olan İtalya da bu ittifaka yakındı. Dolayısıyla Almanya
önderliğindeki Üçlü İttifak'ın (Almanya, Avusturya-Macaristan ve İtalya) doğal rakibi,
İngiltere'nin öncülüğündeki Fransa ve Rusya'dan oluşan Üçlü İtilâf (Anlaşma)
devletleri idi. Avusturya-Macaristan Veliahtı Ferdinand'ın, Sırbistan ziyareti
esnasında bir Sırp tarafından öldürülmesi (28 Haziran 1914), bu iki cepheyi sıcak
savaşa sokmaya yetti.
Daha sonra Romanya, Japonya ve ABD İtilaf Devletleri, Bulgaristan ve Osmanlı
İmparatorluğu ise İttifak devletleri safında bu savaşa girdiler.
Osmanlı İmparatorluğu savaştan önce İngiltere ve Fransa'ya yakın bir politika
izlemek istedi. Ancak hem hükûmet ve halk içerisindeki tepkiler hem de İtilaf
Devletleri'nin buna sıcak bakmaması, Osmanlıları Almanya'ya yanaştırmaktaydı.
Özellikle Enver ve Talat Paşalar, Osmanlı İmparatorluğu'nun yeniden silkinmesi ve
kaybettikleri toprakları kazanabilmesi için Almanya'nın yanında yer almayı uygun
buluyorlardı. Hükûmet başlangıçta tarafsız kalmayı tercih etmişti. Almanların
II.Abdülhamit devrinden itibaren Osmanlı İmparatorluğu'nun yenileşme çabalarına
katkıda bulunması ve bu maksatla gönderdikleri askerî ve sivil uzmanların varlığı,
İtilaf Devletleri'nin, Osmanlı İmparatorluğu'nun tarafsız kalamayacağı şüphesini
artırıyordu. Bu tutum, dolayısıyla Almanya yanlılarının tezini kuvvetlendirmekteydi.
Enver ve Talat Paşa'nın öncülük ettiği bu grup, Almanların yanında savaşa girmekle,
Kafkaslar, Balkanlar ve Ege'de kaybedilen toprakların geri alınabileceği ve Osmanlı
İmparatorluğu'nu nefes alamaz hâle getiren kapitülâsyonlar ve düyun-ı umumîden
kurtulunabileceğini öne sürmekteydiler. Nitekim Almanya'ya ait Goben ve Breslav
zırhlılarının Türk bayrağı çekilerek, Rus limanlarını bombalaması, Osmanlı
İmparatorluğu'nun Almanya safında savaşa girmesine vesile olacaktır (1 Kasım
1914).
Osmanlı İmparatorluğu I.Dünya Savaşı'nda tam yedi cephede mücadele etti;
Kafkasya, Kanal, Hicaz ve Yemen, Irak, Suriye ve Filistin, Galiçya ve Çanakkale.
Bütün cephelerde Osmanlı askerleri büyük bir kahramanlık örneği gösterdiler.
Ancak, yedi cephede birden savaşı sürdürmek, zor şartlar içerisinde bulunan
Osmanlı İmparatorluğu için çok güçtü. Enver Paşa'nın kumanda ettiği Kafkas
Cephesi'nde Osmanlılar büyük zayiat verdiler. Doğu Anadolu ve Trabzon düştü.
Kanal (Süveyş) cephesinde ise Cemal Paşa, Fransız ve İngilizlere başarıyla direndi.
Hicaz ve Yemen'deki Osmanlı birlikleri, destek görmemelerine rağmen, kutsal yerleri
korumak uğruna, harbin sonuna kadar Şerif Hüseyin ve İngilizlere karşı koydular.
Basra'ya çıkan İngilizler Kuttü'l-Amare'de büyük bir bozguna uğradılar. Komutanları
General Townshend esir edildi (29 Nisan 1916) Ancak, 1918'de yeni birliklerle
saldıran İngilizler, ihanet eden Arap kabilelerinin de yardımıyla Basra'da olduğu gibi,
Suriye'de de saldırılarını artırdılar. M.Kemal, Halep'te bir savunma hattı oluşturdu.
Galiçya, Makedonya ve Romanya'da Osmanlı birlikleri, Avusturya ve Bulgaristan'a
yardımcı olmak için büyük bir özveriyle savaştılar. Türkler, en büyük direnmeyi
Çanakkale'de gösterdiler. İtilaf Devletleri 19 Şubat 1915'den itibaren muazzam bir
donanma ve yüz binlerce askerle saldırıya geçtiler. 18 Mart'ta İtilaf donanmasına ait
pek çok gemi batırıldı. Ardından Gelibolu Yarımadası'ndaki Settü'l-Bahir ve
Arıburnu'na asker çıkararak, karadan da saldırıya geçtiler. Anzak ve Hint birliklerinin
de katıldığı kara savaşları, tam bir ölüm kalım savaşı oldu. M.Kemal'in de büyük bir
askerî deha olarak ortaya çıktığı bu savunma karşısında İtilaf Devletleri geri çekilmek
zorunda kaldı.
Bütün dünyaya öğretilen "Çanakkale Geçilmez" sözü, 250 bin Türk evlâdının
şehit kanıyla yazılan bir büyük destan oldu. İtilaf Devletlerinin Çanakkale bozgunu,
Rusya'nın yardım alma ümitlerini suya düşürmüş ve bunun neticesinde gerçekleşen
Bolşevik İhtilâli, Çarlık Rusya’sının sonu olmuştur. Rusya'nın savaştan çekilmesi
üzerine 7 Aralık 1917'de imzalanan anlaşmayla Doğu cephesinde Türk-Rus Savaşı
sona ermiştir.
Osmanlı İmparatorluğu, I.Dünya Savaşı'nda yedi düvele karşı muhteşem bir
mücadele sergilemiştir. Ancak 29 Eylül 1918'de Bulgaristan'ın teslim olması
Osmanlılar ile Almanya arasındaki irtibatın kesilmesine yol açmıştır. Müttefiklerinin
savaştan yenik ayrılmasıyla birlikte Osmanlılar da ateşkes anlaşmasını imzalamak
durumunda kalmışlardır. İttihat ve Terakki Fırkası'nın hükûmetten çekilmesinin
ardından kurulan Ahmet İzzet Paşa başkanlığındaki hükûmet, Bahriye Nazırı Rauf
Bey başkanlığındaki bir heyeti Limni'nin Mondros limanına göndermiş ve Mondros
Ateşkes Anlaşması'nın imzalanmasıyla (30 Ekim 1918), Osmanlılar resmen savaştan
çekilmişlerdir. Ateşkes anlaşmasıyla İtilaf Devletleri, Osmanlı ülkesini işgal etme
hakkını elde etmişlerdir. Bu durum, Osmanlı İmparatorluğu'nun fiilen paylaşılması
demekti.
Nitekim, İngiliz, Fransız, İtalyan birlikleri bu anlaşmaya dayanarak Anadolu'da
işgallere başlamışlar, Asırlarca Osmanlının hâkimiyetinde yaşayan Yunanlılar da,
ağabeylerinin müsaadesiyle İzmir'e asker çıkarmışlardır (15 Mayıs 1919). İşgallere
karşı Anadolu Türk'ünde büyük bir infial yaratmış ve 19 Mayıs 1919'da Mustafa
Kemal Paşa'nın Samsun'a çıkmasıyla, düşmana karşı "Milli Mücadele" başlamıştır.
İtilaf Devletlerinin Sevr Anlaşması'nı İstanbul hükûmetine imzalatması (10 Ağustos
1920), Milli Mücadele'nin güçlenmesinden endişe eden düşmanların bir an önce Türk
millî varlığını ortadan kaldırmayı amaçlamalarından başka bir şey değildi. Fakat bu
anlaşma hükümleri hiçbir zaman uygulanamadı. Ankara'da açılan Milli Meclis'in
iradesi, Mustafa Kemal ve arkadaşlarının büyük ve onurlu mücadelesi bu oyunları
bozdu. İstiklâl Harbi'ni kazanılmasıyla Türkiye Cumhuriyeti Devleti kurulmuş oldu.
Yeni Türk devleti "Millî Hâkimiyet" ilkesinin tabii bir neticesi olarak 1 Kasım 1922'de
saltanatı kaldırdı. Dolayısıyla bu tarih 622 yıl devam eden Osmanlı İmparatorluğu'nun
da resmen sonu oluyordu.
Download