¾ËWh¸?Âh¸??¾lG “Manevi buhrandan Hakk’ın Burhan’ına” EDİTÖR ÀÍYjºA ÄjºA A ÀnI Yıl 6 Sayı 67 Nisan 2011 Unuttuğumuz, beklide hatırlamak istemediğimiz bir kelime ölüm. Ama yaşadığımız müddetçe o bize sürekli kendini hatırlatıyor. Kaçış yok ondan. Cahit Sıtkı’nın dediği gibi: “Neylersin ölüm herkesin başında Uyudun uyanmadın olacak Kim bilir nerde, nasıl, kaç yaşında; Bir namazlık saltanatın olacak, Taht misali o musalla taşında! Cizre'de vefatından önce Bağdat, Küfe gibi ilim ve tasavvuf merkezlerini ziyaret ederken Basra'ya da uğrayan büyük veli İbrahim Ehem Hazretleri, başına toplanan Basra halkının sorularına muhatap olur. Sıkıntılarından kurtulmak için yaptıkları dualarının kabul olmadığından müşteki olan Basralılar, İbrahim Ethem’den dualarının kabul olmasını sağlayacak nasihatler dinlemek isterler. İbrahim Ethem de genişçe bir konuşma yapar Basralılara. dualarının kabul olmama sebeplerini de şöyle izah eder: -Ey Basra halkı!.. der, sizin halinizi inceledim, davranışlarınızı gözden geçirdim, kalbinizi gaflet kabuğu bağladığını gördüm. Bu yüzden dilinizle dua ediyorsunuz; ama kalbiniz o duaya iştirak etmiyor, başka şeyleri düşünüyorsunuz... Hâlbuki Resûlullah (sas) Hazretleri, "Gafil kalbin duasını Allah kabul etmez!" buyurmuştur! Kalbiniz dilinizden gafil dua ediyorsunuz... —“Hangi günahımız kalbimizi dilimizle yaptığımız duamızdan gafil hale getiriyor?" diye sorarlar. —“On madde tespit ettim kalbini- zin gaflette kalmasına sebep olan..." diyerek gaflet sebeplerini söyle sıralar: 1- Allah’ı tanıdığınızı söylüyorsunuz; ama emirlerini ve yasaklarını tam tanımıyorsunuz. 2- Resûlullah'ı sevdiğinizi söylüyorsunuz; ama sünnetine olan sevginizi tam göstermiyorsunuz. 3- Kur'an'ı dinliyorsunuz; ama manasıyla amel etmek gerektiğini düşünmüyorsunuz. 4- Şeytanın düşmanınız olduğunu söylüyorsunuz; ama onunla dostluk kurmaktan çekinmiyorsunuz. 5- Cenneti sevdiğinizi söylüyorsunuz, onun için bir bedel ödemiyorsunuz. 6- Cehennemden korktuğunuzu iddia ediyorsunuz; ama ondan uzak kalmak için bir gayret göstermiyorsunuz. 7- Olum haktır diyorsunuz, hak olan ölümden sonrası için bir hazırlık yapmıyorsunuz. 8- Gıybet etmek günahtır diyorsunuz, yine de kardeşlerinizin gıybetini yapmaktan geri kalmıyorsunuz. 9- Allah’ın lütfettiği sayısız nimetleri yiyorsunuz, bu nimetlerin gerektirdiği şükrü yapmıyorsunuz. 10- Cenazelerinizin peşinden gidiyor, ölülerinizi kabre gömüyorsunuz, bir gün kendinizin de bu kabre gömüleceğinizi düşünmüyorsunuz. AYLIK İLİM KÜLTÜR DERGİSİ Yıl: 6 Sayı: 67 İÇİNDEKİLER Hz. Ebû Eyyûb el-Ensari (r.a) 4 Prof. Dr. Mustafa AĞIRMAN Nisan 2011 SAHİBİ Burhan Basın Yayın Ölüm Ve Ötesine Hazırlık 8 Dr. Ramazan ŞAHAN Eğitim ve Tur. Ltd. Şti. SORUMLU YAZI İŞLERİ MÜDÜRÜ Serdar TAŞAR Şiir 11 Yunus Emre YAYIN DANIŞMANLARI Prof. Dr. İbrahim BAYRAKTAR Yaşasın Ölüm! 12 Nihat MORGÜL Prof. Dr. Mustafa AĞIRMAN Yard. Doç. H. Murat KUMBASAR YAYIN KURULU Her Nerede Olursanız Ölüm Sizi Bulur 16 Fuat TÜRKER En Büyük Gerçek Ölümdür! 20 Mehmet TALU Yusuf ELİBOL Ramazan ÇAKIR Aydın BAŞAR Salih AYDIN Musa KARACA Redaksiyon Malthus’un Açlığına Karşı Kudret Tecellileri 28 Emre TOPOĞLU Mürsel LÜLECİ DAĞITIM ORGANİZASYONU Asim AYDOĞDU 0538 233 5000 Hasen VE Sahih Hadislerden SEÇMELER (31) 32 Prof. Dr. İbrahim BAYRAKTAR Fiyatı Tek Sayı: 6 TL Tesettür Bilinci 34 Aydın BAŞAR 1 Yıllık (12 Sayı) Abone: 72 TL 6 Aylık Abone: 36 TL Yurtdışı 1 Yıllık Abone: 75 Euro Meal Yerine Ne Öneriyoruz? 38 Dr.Ebubekir SİFİL Abonelik İçin Hesap Numaraları Posta Çeki No: 5091167 Türkiye Finans Sultanbeyli Şubesi Muhabbetin Alametleri 44 Seyyid Ahmed er Rufai Hazretleri Burhan Basın Yay.Eğt.Tur.Ltd.Şti. Müşteri No: 291928 IBAN:TR67 0020 6000 6300 2919 2800 01 Mücahid Erbakan 46 Ersan BİLGİN Ziraat Bankası Sultanbeyli Şubesi Hesap No: 1673–44165588-5002 IBAN:TR690001001673441655885002 D. Mehmet Doğan: “Türkiye’de İdeoloji Çökmüştür” 52 Röportaj; Aydın BAŞAR YAYIN VE İLETİŞİM ADRESİ Mehmet Akif Mah. Kuran Kursu Cad.No: 87 Sultanbeyli / İST. Annemin Zuhal Yıldızları 54 Ayşe BAĞCIVAN Tel: +9 (0216) 498 94 00 Faks: +9 (0216) 498 94 00 Ne Zaman Mutlu Olacağız? 56 M. Emin KARABACAK İNTERNET ADRESİ burhandergisi@hotmail.com burhandergisi@mynet.com www.burhandergisi.com Erbakan Hocamıza Çok Şey Borçluyuz 60 Hasan BAŞAR Burhan Çocuk 64 Musa KARACA BASKI Milsan A.Ş. 0212 697 1000 YAYIN TÜRÜ Aylık Süreli Yayın Gönderilen yazılarda editör ve yayın kurulu değişiklik yapabilir. Gönderilen yazılar iade edilmez. Yazılardan kaynak gösterilerek alıntı yapılabilir. Yayınlanan reklamlardaki ürün ve hizmetlerin sorumluluğu reklam verene aittir. Sevgili Hocam Muhterem Liderim! 66 Mustafa Mullaoğlu 8 Ölüm Ve Ötesine Hazırlık Dr. Ramazan ŞAHAN Malthus’un Açlığına Karşı Kudret Tecellileri Emre TOPOĞLU 38 28 Meal Yerine Ne Öneriyoruz? Dr.Ebubekir SİFİL D. Mehmet Doğan: “Türkiye’de İdeoloji Çökmüştür” 52 Röportaj; Aydın BAŞAR 66 Sevgili Hocam Muhterem Liderim! Mustafa Mullaoğlu Başyazı ÀÍYjºA ÄjºA A ÀnI “Manevi buhrandan Hakk’ın Burhan’ına” H Z . E BÛ E YYÛB EL -E NSARİ (r.a) Prof. Dr. Mustafa AĞIRMAN “Ben bu mezar taşına değil, Rasûlullah’a geldim. O’nun, “Din işlerini ehliyetli kimseler üstlendiği zaman kaygılanmayın; ancak ehil olmayanlar başa geçince ne kadar ağlasanız yeridir.” Hz. Ebû Eyyûb, Medînelidir ve Ensâr’dandır. Medîne’de oturan Hazrec kabîlesinin Neccâr oğulları kolundandır. Asıl adı Hâlid’dir. Babasının adı Zeyd, annesinin adı ise Zehrâ’dır. Künyesi Ebû Eyyûb, nisbesi el-Ensârî, ünvânı da Mihmandâr-ı Nebî’dir. Bizim ülkemizde ve özellikle İstanbul’da, “Eyüp Sultan Hazretleri” diye tanınır. Ebû Eyyûb, Mus’ab b. Umeyr’in Hz. Peygamber tarafından Medîne’ye muallim olarak gönderilmesinden sonra, eşi Ümmü Eyyûb ile birlikte Müslüman oldu. İslâm’ı kabul ettiğinde 27 yaşındaydı. Mus’ab b. Umeyr ile birlikte son Akabe bîatına katıldı ve Hz. Peygamber efendimizle orada karşılaştı. Son Akabe bîatında bulunan diğer Medîneliler gibi, bîattan hemen sonra, o da Medine’ye döndü ve Hz. Peygamberi beklemeye başladı. Hz. Peygamber efendimiz, son Akabe bîatından sonra, önce Mekke’deki Müslümanları Medîne’ye yolcu etti; sonra da kendisi hicret etti. Medîneliler, şehirlerini şereflendiren Hz. Peygamber efendimizi mi- 4 sâfir etme konusunda birbirleri ile yarıştılar. Devesinin üzerinde şehre giren Hz. Peygamber, kimin evinin önünden geçtiyse ev sahibi, O’nun önüne geçip: “Buyurun ey Allah’ın elçisi! Bize buyurun! Bizim yerimiz müsâit, gücümüz ve kuvvetimiz yerinde. Bizde kalın, bize misâfir olun!” diyorlardı. Hz. Peygamber efendimiz de, bir tercih yaparak onları gücendirmemek için devesinin çökeceği yere en yakın eve misâfir olacağını söyledi. Hz. Peygamber efendimiz, kendisini evlerine dâvet eden Medînelilere: “Devenin yolunu açın! O, memûrdur. (Bizi götüreceği yeri bilir.)” dedi. Onlar da devenin yolunu açtılar. Yoluna devam eden deve, Neccâr oğullarından Sehl ve Süheyl adında iki yetim kardeşin arsasına çöktü. Hz. Peygamber, bu ilk çöküşte deveden hemen inmedi. Deve kalktı, biraz daha yürüdü; sonra arkasına baktı, tekrar çöktüğü yere geldi ve yine oraya çöktü. Bu sefer Hz. Peygamber efendimiz, deveden indi ve: “Kardeşlerimizden kimin evi buraya yakın?” diye sordu. Ebû Eyyûb: “Benim evim yakın, yâ Rasûlallah!” dedi ve Hz Peygamber’in eşyasını alıp kendi evine götürdü. Bunun üzerine Hz. Peygamber efendimiz de ona misâfir oldu. Ebû Eyyûb el-Ensârî’nin iki katlı bir evi vardı. Hz. Peygamber, kendisine gelecek olan ziyâretçilere de kolaylık olsun diye bu evin alt katına yerleşti. Üst katta da ev sahipleri kaldılar. Ebû Eyyûb, o günlere ait bir hâtırasını şöyle anlatır: Nisan 2011 “Biz, evin üst katında oturuyorduk. Hz. Peygamber de aşağı katta oturuyordu. Bizim bir su kabımız vardı, içi su doluydu. Bir gün devrildi ve içindeki su döküldü. Su aşağı damlayıp Hz. Peygamber Efendimizi rahatsız etmesin diye eşimle birlikte suyu battaniyeye çekip evin zeminini kuruttuk. Hz. Peygamber efendimiz, bizim evimizde kaldığı müddetçe eşim, Hz. Peygamber’e yemek yapardı, ben de yapılan yemeği alır Hz. Peygamber’e götürürdüm. Hz. Peygamber efendimiz, yemeğin hepsini yemez; birazını tabakta bırakırdı. Ondan arta kalan yemeği de teberrüken biz yerdik. Bir gün yine eşim yemek yaptı; ben de götürdüm. Götürdüğüm bu yemekte soğan ve sarmısak vardı. Bir müddet sonra tabağı, bize iâde ettiğinde bir de baktım ki, Hz. Peygamber efendimiz bu yemekten hiç yememiş. Tabağı eve getirdikten sonra korkulu bir şekilde tekrar aşağı indim ve şöyle dedim: “Ey Allah’ın elçisi! Annem, babam sana fedâ olsun, tabağı gönderdiniz; fakat bu tabağa hiç el uzatmamışsınız. Hâlbuki biz, her gün gönderdiğin yemeği, elinin değdiği yerden bereket umarak yiyorduk.” Bunun üzerine Hz. Peygamber efendimiz: “O yemekte soğan ve sarmısak kokusu vardı. Ben, Cebrâil ile görüştüğüm için bu yemekten yiyemem; ama siz yiyebilirsiniz.” dedi. Biz de O’na o yemekten bir daha yapmadık.” Hz. Peygamber efendimiz, Ebû Eyyûb’un evine yerleştikten sonra devesinin çöktüğü arsaya mescid ve lojman inşaatı başlattı ve yedi ay içerisinde bu inşaatı bitirdi. Mekke’den eşi Sevde annemizi ve kızları 5 Ümmü Gülsüm ile Fâtıma’yı da getirterek Ebû Eyyûb’un evinden ayrılıp kendi evine yerleşti. Hz. Peygamber, Hicretten sonra kendisini misâfir eden ev sahiplerine her vesîle ile duâ eder, onların bolluğa kavuşmalarını, huzur ve âfiyet içinde olmalarını dilerdi. Kendi evine taşındıktan sonra da zaman zaman Ebû Eyyûb’un evine misâfir olurdu. Hz. Peygamber efendimiz, hicretten sonra, Mekke’den gelen bir muhâcir ile Medine’nin yerlisi olan bir ensârı birbiri ile kardeş yapmıştı. Ebû Eyyûb el-Ensârî’yi de Medîne’yi İslâmlaştıran Mus’ab b. Umeyr ile kardeş yaptı. Yüce Allah, her ikisinden de razı olsun!(âmin!) Ebû Eyyûb, Hz. Peygamber’den hiç ayrılmadı. O’nunla birlikte Bedir, Uhud, Hendek, Hayber, Mekke’nin fethi, Huneyn ve diğer bütün savaşlara katıldı; hiçbir savaştan geri kalmadı. Savaşlarda Hz. Peygamber’e zarar gelmemesi için O’nun yanından ayrılmaz, hatta bazı geceler Hz. Peygamber’in çadırı etrafında nöbet tutardı. Vahiy kâtiplerinden olması sebebiyle, Hz. Peygamber zamanında Kur’ân-ı Kerîm âyetlerinin bir araya getirilmesine hizmet etti. Ashâb-ı kirâm arasında ilmiyle tanındığı için kendisine sorulan dînî konularda pek çok fetvâ verirdi. Ebû Eyyûb el-Ensârî, çok sâkin ve halîm(yumuşak huylu) biriydi. Ondan, asla kötü bir söz duyul- 6 mazdı. Hz. Peygamber’ in sevmediği bir şeyi konuşmaktan ve yapmaktan uzak dururdu. Hz. Peygamber efendimizin vefatıyla diğer sahâbîler gibi o da yetim kaldı. Sahâbîler, Hz. Peygamber’in vefatından sonra birbirlerine sarılarak ve güç meydana getirerek İslâm’ı çok uzak diyarlara taşıdılar. Hz. Ebû Eyyûb el-Ensârî, Hz. Peygamber’in vefatından sonra başa geçen Halîfelere sırasıyla bîat etti ve onlara yardımcı oldu. Hiçbir zaman cihaddan geri kalmadı. Kıbrıs seferine bile katıldı. Hz. Ali’nin şehîd edilmesinden sonra da oğlu Hz. Hasan’a bîat etti. Hz. Hasan’ın Hz. Muâviye lehine hilâfetten çekilmesinden sonra da Hz. Muâviye’ye bîat etti. Bilindiği gibi, Hz. Osman’ın şehid edilmesinden sonra cihad hareketleri biraz kesintiye uğramıştı. Hz. Muâviye’nin hilâfet makamına geçmesi ve İslâm ümmetinin tek merkezden idâre edilmesi ile cihad hareketleri yeniden hız kazandı. Ebû Eyyûb, ilerleyen yaşına ve bitkin düşen bedenine rağmen bu dönemde de cihad hareketlerine katıldı. Aslında onun, bu yaştan sonra istirahat etmesi gerekiyordu. Ebû Eyyûb, Şam’dan İstanbul’a hareket eden ordunun içinde yer aldı. Müslümanlar, İstanbul’ u kuşattığı bir sırada hastalandı. Ordu komutanı Yezid b. Muâviye gelip kendisini ziyâret etti ve: “Bir ihtiyacın var mı?” diye sordu. Ebû Eyyûb: “Evet, var. Ben öldüğüm zaman beni yüklen ve düşmanın boş Mart 2011 alanında ulaşabildiğin yere kadar ilerle, önün kesildiği yerde beni defnet ve dön!” dedi. Ebû Eyyûb, şehîd olduktan sonra, arkadaşları onun cenâzesini yüklenip imkân buldukları kadar ilerlediler. İstanbul şehrinin surları dibine kadar götürdü ve oraya defnettiler. Fâtih Sultan Mehmed, İstanbul’u fethettikten sonra Akşemseddin, kabrin yerini keşfetmiş; Fâtih de oraya türbe ve câmi yaptırmıştır. Sağlıklı olan herkesin Allah yolunda savaşa katılması gerektiğine inanan Ebû Eyyûb el-Ensârî, “Kendi elinizle kendinizi tehlikeye atmayınız.” (el-Bakara, 2/195) meâlindeki âyette sözü edilen tehlikeyi, savaşa gitmeyip işiyle gücüyle meşgul olmak şeklinde açıklardı. Bu sebepten dolayı ihtiyarlık döneminde bile her yıl bir savaşta bulunmaya gayret ederdi. Katıldığı seferlerin sonuncusunda da, seksen yaşlarında İstanbul surları dibinde şehîd düştü. Bu gün, seksen yaşındaki insanlarımızı bırakalım da gençlerimize bakalım, ne yapıyorlar? Ne ile meşgul oluyorlar? Nice insanımız var ki, sadece kendi işi ile meşgul oluyor; Ümmet-i Muhammed’in derdi ile hiç ilgilenmiyor. Hayatını cihad meydanlarında geçiren Ebû Eyyûb ve onun gibi güzel sahâbîlerden ne zaman ders ve ibret alacağız? Geç kalıyoruz. Evet, gerçekten geç kalıyoruz. Cihad konusunda çok hassas olan Hz. Ebû Eyyûb, haksızlıklara da hiç tahammül edemez, doğru bildiğini söylemekten çekinmezdi. Cihad etmek için gittiği Mısır’da vâli olan sahâbî Ukbe b. Âmir’in akşam namazını geç kıldırdığını görünce onu uyardı. Hz. Nisan 2011 Peygamber efendimizin, akşam namazını geç kıldığının zannedilmesine sebebiyet vererek halka kötü örnek olmamasını söyledi. Namazları müstehap olan vakitlerinde kıldırmayan Medîne vâlisi Mervân b. Hakem’e muhâlefet eder, Hz. Peygamber’e uyduğu takdirde kendisine uyacağını, aksi halde aleyhine bulunacağını açıkça söylerdi. Bir gün Hz. Ebû Eyyûb’u, Hz. Peygamber’in kabrine başını dayamış olduğu halde ağlarken gören Mervân, bu hareketinin sünnete aykırı olduğunu söyleyince Ebû Eyyûb, “Ben bu mezar taşına değil, Rasûlullah’a geldim. O’nun, “Din işlerini ehliyetli kimseler üstlendiği zaman kaygılanmayın; ancak ehil olmayanlar başa geçince ne kadar ağlasanız yeridir.” dediğini duymuştum, ben, ona ağlıyorum.” diye cevap verdi.(Ahmed b. Hanbel, Müsned, V, 422) Aziz okuyucularım! Bunlar ne kadar güzel insanlar, değil mi? Hem cihad aşkı ile dolu hem de her yerde herkese karşı hakkı haykıran kimseler olarak tarihe geçiyorlar. Peki, biz nasıl geçeceğiz tarihe? Hayatı boyunca cihâdı ağzına almamış, hayatını cihadla süslememiş, haksızlık karşısında susmuş, yanlışlık yapan idârecilerin yanlışlarına göz yummuş, İslâm’a ayna olamamış insanlar olarak geçeceği tarihe, değil mi? Evet, öyle. Üstelik biz, bu halimizle de cennete gitmek istiyoruz. Hâlbuki üstad Bediüzzaman Hazretleri der ki: “Cennet ucuz değil, cehennem hiç lüzumsuz değildir.” Evet, cennete gitmek isteyenler! Çok çalışacaksınız, çok. 7 ÀÍYjºA ÄjºA A ÀnI “Manevi buhrandan Hakk’ın Burhan’ına” ÖLÜM VE ÖTESİNE HAZIRLIK Dr. Ramazan ŞAHAN “Akıllı kişi, nefsine hâkim olan ve ölüm sonrası için çalışandır. Âciz kişi de, nefsini duygularına tâbi kılan ve Allah’tan dileklerde bulunup duran (bunu yeterli gören) kişidir.” Ölüm ne güzel şey! Budur perde ardından haber, Hiç güzel olmasaydı, Ölür müydü Peygamber?” 8 Ölümle ilgili pek çok ayet ve hadis vardır… Bunların birçoğunu duymuş veya okumuşuzdur… Ölümle ilgili birçok konuşma ve nasihat dinlemişsinizdir… O kadar ki artık bu konuda yeni ve orijinal bir şey duyamaz hale gelmişsinizdir… Kim ne söylerse siz hemen “Yine bildiğimiz şeylerden bahsetmeye başladı…” diye geçirirsiniz içinden… O yüzden bu yazımızda size hemen her vaizin sayıp döktüğü bütün ayet ve hadisleri sıralamaya çalışmayacağız… Ama şu da bir gerçek ki ölümü en iyi onu Yaratan bilir… Hayatı ve ölümü bize en iyi Yüce Yaratıcı’nın eğitiminden geçmiş olan Peygamberimiz (s.a.v.) anlatır… Her ne kadar dinlemiş de olsak yine de Allah (c.c.) ve Rasulünün sözleri bu konuda en veciz nasihatlerle doludur. Allah (c.c.) bir ayette şöyle buyurmaktadır: “Sizi ondan (topraktan) yarattık; yine sizi oraya döndüreceğiz ve bir kez daha sizi ondan çıkaracağız.” (Taha 20/55) Evet! Bu vb. ayetler ile tabutların üzerindeki yeşil örtüye nakşedilmiş olan şu ayetler ölümün kaçınılmaz bir gerçek olduğunu vurgulamaktadır: “Her can ölümü tadacaktır. Biz, sizi sınamak için gâh şerle, gâh hayırla imtihan ederiz. Sonunda Bizim huzurumuza getirileceksiniz.” (Enbiyâ 21/35. Ankebût 29/57.) Bir Müslüman ölüme nasıl bakar? Nasıl değerlendirir bu dünyadan ayrılışı? Elbette her konuda olduğu gibi bu konuda da mümin Kur'ân-ı Kerîm penceresinden olaya bakar. Ölüm onun için kaçınılmaz bir mukadder ve kaderdir. Çünkü Allah (c.c.) Kur'ân-ı Kerîm’de şöyle buyurmuştur: “Ey iman edenler! Sabır (acılara katlanarak, ibadete devamla) ve namaz ile Allah'tan yardım isteyin. Çünkü Allah muhakkak sabredenlerle beraberdir… Andolsun ki sizi biraz korku ve açlık; mallardan, canlardan ve ürünlerden biraz azaltma (fakirlik) ile deneriz. (Ey Peygamber! ) Sabredenleri müjdele! O sabredenler, kendilerine bir belâ (acı, musibet) geldiği zaman: Biz Allah'ın kullarıyız ve biz O'na döneceğiz, (O’ndan geldik, O’na döneriz) derler. İşte Rablerinden bağışlamalar ve rahmet hep onlaradır. Ve doğru yolu bulanlar (Hakiki Müslümanlar) da onlardır.” (Bakara 2/153-157) KARA YER “Yeryüzünde vuku bulan ve sizin başınıza gelen herhangi bir musibet yoktur ki, biz onu yaratmadan önce, bir kitapta yazılmış olmasın. (Her olay mutlaka ezelde, levh-i mahfuzda yazılmıştır.) Şüphesiz bu, Allah'a göre kolaydır. (Allah bunu böyle) açıklamaktadır ki elinizden çıkana üzülmeyesiniz ve Allah'ın size verdiği nimetlerle şımarmayasınız. Çünkü Allah, kendini beğenip böbürlenen kimseleri sevmez.” (Hadid 57/22-23) O halde mümin ölüme şu gözle bakar: Gözüm yummuş gafletinen giderken Dediler ki tebdil görmüş kara yer Dünya varlığını hayal ederken İki taş bir mezar örmüş kara yer. Sanma bu dünyanın bir vefası var Aldatır oynatır eder ihtiyar Ağayla hizmetkar yan yana yatar Ne asıl ne nesil sormuş kara yer. Reyhanî farkı ne az ile çoğun İkisi bir olur var ile yoğun Mezar bir tarladır insanlar tohum “Ölüm ne güzel şey! Budur perde ardından haber, Hiç güzel olmasaydı ölür müydü Peygamber?” N. F. Kısakürek Her gün dane dane sürmüş kara yer. Erzurumlu Aşık Reyhani. Bir başka ayette de ölüm karşısında müminin takınması gereken tavır şu şekilde beyan edilmiştir: Nisan 2011 9 Evet! Müslüman ölüme bu gözle bakar, nerden gelip nereye gittiğini bir an bile aklından çıkarmaz… Peygamberimiz (s.a.v.)’in de ölümle ilgili pek hadis-i şerifi vardır ama yazının başında verdiğimiz hadis bu konuda sözü uzatmaya hacet bırakmıyor. Evet “Akıllı kişi, nefsine hâkim olan ve ölüm sonrası için çalışandır…” Ancak onun her sözü bir diğerinden daha keskindir. Sanki bir manzaranın farklı açılardan çekilmiş fotoğraf kareleri gibi her bir sözü bize olayların ayrı bir yönünü göstermektedir. Peygamberimiz (s.a.v.) bir hadisinde şöyle buyurmaktadır: 2. Sonradan (pişman olup) özür dileyeceğin söz söyleme. 3. İnsanların elinde bulunan (dünyalık şeylerden) ümidini kesmeye azmet!, buyurdular. Müslüman bu dünyayı bir kenara atamaz. Çalışır çabalar her şeyin en mükemmelini yapar. Ama ebedi kalacakmış gibi yaşamaz. Öleceğini ve ilahi huzurda hesap vereceğini bilir. Kısacası mümin ölü gibi yaşamaz ama ölecekmiş gibi yaşar. Bu nedenle de hiç kimseye haksızlık yapamaz. Şair bu konuda ne güzel söylemiştir: “Sakın zulmetme kimseye, makam-ı imtihandır bu. Giden gelmez gelen gider, iki kapılı handır bu.” GARİP YOLCU Ervah-ı ezelden çıktık bir yola, Cihan meydanına sürdüler beni. Dokuz ay deryada verirken mola, Hz. Ömer’in oğlu Abdullah (r.a) anlatıyor: “Resûlullah (a.s.) omzumdan tuttu ve “Sen dünyada bir garib veya bir yolcu gibi ol!” buyurdu. Beşik gemisine sardılar beni. Hz. Ömer’in oğlu (r.a) şöyle diyordu: “Akşama erdiğinde, sabahı bekleme, sabaha erdiğinde akşamı bekleme. Sağlıklı olduğun sırada hastalık halin için hazırlık yap. Hayatta iken de ölüm için hazırlık yap.” (Buhârî, Rikak, 2; Tirmizî, Zühd, 25). Atlı bir yolcuyuz uğradık hana. Misafir olarak geldik cihana, Dosttan gayri acıyan yok ŞAHAN’a, Kûşe-i kalbimden vurdular beni Böylesi bir şuurla hareket edebilen bir Müslümanın, Ahiret yurdunu unutması düşünülemez. İslâm'ı iyi özümsemiş bazı büyüklerin, müminlere, kıldıkları namazları son namazlarıymış gibi eda etmeleri tavsiyesinde bulunmaları, ölüme ne derece hazırlıklı olunması gerektiği hususunda güzel bir fikir vermektedir. Evet! Bu konuda kitaplar destanlar yazılmıştır. Yazılmaya da devam edecektir. Her gün musalla taşından kalkan ve sessizce giden ebediyet yolcuları ya da ekranlardan duyduğumuz ölüm haberleri bize en etkili nasihati yapmakta ve her an ölümü hatırlatmaktadır. Aslında her an yaşadığımız bir gerçeği sözle anlatmak da beyhudedir. O halde biz sözü sözlerin en güzeli olan Kur'ân-ı Kerîm’in bir ayetiyle bitirelim: Hz. Ebu Eyyub (r.a.) anlatıyor: Resûlullah’a (a.s.) bir adam gelerek: ‘Ey Allah'ın Resulü! Bana (dini) öğret ve fakat çok özlü olsun!’ dedi. Aleyhissalâtu vesselâm: “Allah'ın sana verdiğinden (O'nun yolunda harcayarak) ahiret yurdunu iste; ama dünyadan da nasibini unutma. Allah sana ihsan ettiği gibi, sen de (insanlara) iyilik et. Yeryüzünde bozgunculuğu arzulama. Şüphesiz ki Allah, bozguncuları sevmez.” (Kasas 28/77. .............................................................................. 1. Namazına kalktığın vakit (dünyaya) veda edenin (namazı gibi) namaz kıl. 10 1)Tirmizî, Kıyâmet 25; İbni Mace, Zühd 31.2)İbrahim Canan, Kütüb-ü Sitte Terceme ve Şerhi, c. 17, s. 579. Mart 2011 Ah Nideyim Ömrüm Seni Yok yere geçirdim günü Ah nideyim ömrüm seni Seninle olmadım gani Ah nideyim ömrüm seni Geldim ve geçtim bilmedim Ağlayıp güssa yemedim Senden ayrılam demedim Ah nideyim ömrüm seni Hayrım şerim yazılacak Ömrüm ipi üzülecek Suret benden bozulacak Ah nideyim ömrüm seni Gidip geri gelmiyesin Gelip beni bulmayasın Bu benliğe sermayesin Ah nideyim ömrüm seni Hani sana güvendiğim Guveniben yuvandığım Kaldı külli kazandığım Ah nideyim ömrüm seni Miskin Yunus gideceksin Acep sefer edeceksin Hasret ile kalacaksın Ah nideyim ömrüm seni Yunus Emre Mart 2011 11 ÀÍYjºA ÄjºA A ÀnI “Manevi buhrandan Hakk’ın Burhan’ına” YAŞASIN ÖLÜM! Nihat MORGÜL nihatmorgul@gmail.com lümün yüzü soğuktur. Çünkü çoğu insan için ölüm hayatın sonudur, yokluktur, hiçliktir. Büyük bir bilinmez, derin bir karanlıktır. İnsanoğlu kendisine korkunç gelen ve ağzının tadını kaçıran bu düşünceden kurtulmak için ölümü aklına getirmek istemez. Oysa ne kadar kaçarsa kaçsın, ne kadar bu düşünceyi unutmak isterse istesin ölüm gelip onu bulacaktır. Devekuşu misali tehlike anında kafasını kuma gömmek, gerçeği ortadan kaldırmayacaktır. Ö Ölümü hatırda tutan insan, kolay kolay zulüm işleyemez, haksızlık yapamaz. Belki bu yüzden Hz. Ömer özel bir adam tutar. O kişi her gün gelip Hz. Ömer’e “sen de öleceksin Yâ Ömer” diye hatırlatır. Muhasebe eden hesap gününe kendini hazırlar. “Her can ölümü tadacaktır.” Ankebut-57 ayet-i kerimesi, tabut üzerine konan yeşil örtüdeki bir aksesuar olmanın ötesinde, şu dünya hayatının en açık gerçeğini diri gönüllere haykırmaktadır. Belki bu yüzden Kuranda ölüm, yakîn (kesin gerçek) kelimesiyle ifade edilmektedir. Dikkat çeken diğer bir husus ise ayetteki zaikatun kelimesinin fiil şeklinde değil isim formatında kullanılıyor olmasıdır. Ehlince malumdur ki zaman, fiillerde söz konusudur. İsimlerde ise zaman yoktur. Buna göre mana; 12 Gökte zamansızlık hangi noktada, Elindeyse yıldız yıldız hecele. Hüküm yazılıyken kara tahtada, İnsan yine çare arar ecele. Necip Fazıl * Ölüm bize zamansız (ansızın) gelecektir, * Ölümün zamanı yoktur, herkes ölecek yaştadır, * Ölüm ileride olacak bir şey değildir. Onu sadece gelecekte aramak ve beklemek yersizdir. Zaten herkes her an ölmektedir. Nitekim insan vücudunda her daim bazı hücreler ölür, yerine yeni hücreler gelir. Bu şekilde insan hücreleri yenilenir ve hayat devam eder. Yani insan hayatının devamı bir şekilde eski hücrelerin ölüp yerlerine yenilerinin doğmasına, yani ölümle hayatın vücudumuzda dans etmesine bağlıdır! Kâinat da öyle değil mi? Her kış bir ölüm, her bahar ba’su ba’del mevt, ölümden sonra tekrar diriliştir. Güneşin batması ölüm ise, sabah yeniden doğması yeni bir diriliştir. Çekirdeğin toprağa düşmesi adeta bir ölüm gibi gözükür sana. Fakat o ölüm değil, toprağın rahminde yeni bir doğuma hazırlanmaktır. O halde ey insan, neden ölümden korkuyorsun, çekiniyorsun? Neden toprağa girmeyi yokluk zannediyorsun? Oysa Kuran’ın; “Ölüden diriyi, diriden de ölüyü O çıkarıyor; yeryüzünü ölümünün ardından O canlandırıyor. İşte siz de (kabirlerinizden) böyle çıkarılacaksınız.” Rum-19. ikazı, anlayacak idrakler bekler dururken, dünya toprağına düşmüş varlık tohumlarımızın ahiret bahçesinde açmayacağını zannetmek ötelerden şüphe duymak neden, ey insan? Ölümü yokluk zanneden kimse, ondan kurtulmak ve sözde ölümsüzlüğe ulaşmak için her çar- Nisan 2011 eye başvuruyor. Buna rağmen ölümden kaçış mümkün olmuyor. Nitekim Allah Teâlâ bu gerçeği Kuranda şöyle haber verir: “Nerede olursanız olun ölüm size ulaşır; sarp ve sağlam kalelerde olsanız bile!” Nisa-78. Her şeye rağmen insanoğlu ölmek istemiyor. Mâlüm, şeytan Hz. Âdemi kandırırken onu can evinden yakalamış ve şöyle demişti: “Ey Âdem! Sana ebedîlik ağacını ve yok olmayan bir saltanatı göstereyim mi?” Tahâ, 120. Âdem (a.s.) bu söze aldandı. Sonsuz yaşama arzusu yüzünden yasak meyveden yedi. Oysa bilmiyordu ki bu arzu, aslında onu sonsuz cennetinden uzaklaştıracaktı. Demek ki âdemoğlunun en zayıf noktası işte bu sonsuz yaşama isteğidir. Oysa uzun yaşamak zannedildiği gibi çokta iyi bir şey değildir. Şu dünyada yüz elli, iki yüz, dört yüz, beş yüz sene yaşadığımızı farz edelim. Muhtemelen böyle bir hayat sıkıcı ve çekilmez olurdu. Hasta olanların, sakat olanların, yaşlı olanların hatta hiçbir sıkıntısı olmayanların bile ilelebet yaşadığını düşünelim. Hayat bir işkence haline gelirdi. O halde öte dünyalara inanan, varlığın ölümle son bulmadığını kavrayan ve o güne hazırlık yapan için ölüm bir kurtuluştur, belki büyük bir nimettir. Ölümle yokluğa değil aksine ebediyete kanat çırparız. Bir daha ölmemek için ölürüz biz. Çünkü bu son ölümümüzden başka ölüm yoktur, diye 13 inanırız. Kuran bu müjdeyi şöyle haber verir; “Birinci ölümümüz hariç, bir daha biz ölmeyecek ve bir daha azap görmeyecek değil miyiz? Şüphesiz bu, büyük kurtuluştur. Çalışanlar, böylesi bir kurtuluş için çalışsın.” Saffat,58-61. Nasıl Bir Ölüm İsteriz? Ölüm zamanımızı ve ölüm şeklimizi biz belirleyemiyoruz. Tıpkı doğum zamanımızı ve şeklimizi belirleyemediğimiz gibi. Fakat ölüm şeklimizi tercih edebilseydik nasıl ve ne şekilde ölmek isterdik acaba? Zalimler, kâfirler, fasıklar, münafıklar, günaha batmışlar, her türlü dünyevi iktidarına ve imkânına rağmen huzur bulamamışlar gibi yaşayıp ölmek var. Meselâ; Nemrut gibi, Firavun gibi, Ebu Cehil gibi, Stalin gibi.. Bir de ölüme hayat verenler.. Muhabbet ve merhamet Peygamberi Hz. Muhammed gibi. Sadakatin nasıl olması gerektiğini herkese öğretmiş Hz. Ebu Bekir gibi, adaleti dünyaya tanıtmış Hz. Ömer gibi, hayâ ve iffet numunesi Hz. Osman gibi, ilim ve cesaret sembolü Hz. Ali gibi. Ebu Hanife gibi, İmam Gazali gibi, İmam Nevevî gibi, Abdulkadir Geylanî gibi, Mevlana Halid Bağdadi gibi, Ahmet Rufaî gibi, Fatih Sultan gibi, şeyh Şamil gibi, ben cellatlarımdan daha fazla yaşayacağım diyen Ömer Muhtar gibi, İskilipli atıf Hoca gibi. ÖLMEMEK Fakat unutmamak gerekir ki Hz. Muhammed gibi vefat etmek için onun gibi yaşamak lazımdır. Ömer Muhtar, İskilipli Atıf Hoca, Râbia el Adviyye gibi ölmek için onlar gibi hayat sürmek gerekir. Peygamber Efendimizin, “nasıl yaşarsanız öyle öleceksiniz, nasıl ölürseniz öyle dirileceksiniz” ikazını kulağımıza küpe etmemiz gerekir. Kesilmiş bir kamış, ormanlıklardan. İnsan .. Rüzgârlara bağlı bir düdük. İndik de dünyaya karanlıklardan, Sıra sıra mezar, başka ne gördük? Ölmemek, ilk ve son, büyük kelime; Çarpıldık, ölmemek için ölüme! Ver Allah 'ım, büyük sırrı elime; Geçmez ân, solmaz renk, kopmaz bütünlük. NECİP FAZIL 14 Bu bakımdan aslında nasıl öleceğimiz biraz da bizim elimizdedir. Yaşadığımız gibi öleceğiz. Allah’ın rızasına, Hz. Peygamberin sünnetine uygun bir hayat sürenler ona göre, sürmeyenler ona göre.. Ölümü Anmak Peygamberimiz; "Lezzetleri yok eden ölümü çok anın" 1 buyurmaktadır. Ölümü anmanın ve ona hazırlanmanın insana kazandırdığı bir çok haslet vardır. Bunun için ara sıra kabristanları ziyaret etmek faydalı olabilir. Nitekim Resulullah (s.a.s.) buyurdular ki: Nisan 2011 “Ben sizi kabirleri ziyaretten men etmiştim. Artık onları ziyaret edebilirsiniz. Çünkü onlar size ahireti hatırlatır." 2 Ahireti hatırlayan kişi hayatını düzene koyar ve kendini hazırlar. Yine Peygamberimiz bir hadislerinde buna işaret etmiştir: “Akıllı kişi, nefsine hâkim olan ve ölüm sonrası için çalışandır.”3 Ölümü daima hatırda tutmak ve adeta ölümle yaşamak insanı paranoyak yapmaz, aksine belli bir denge içinde ve sınırda olursa insanı terbiye eder. 1- Ölüm düşüncesi insana dünya hayatının fani olduğunu öğretir. Modern zamanın insanı ölümü anmak ve ölümden konuşmak istemez. Çünkü o, bu dünyada ebedi kalmak istiyor. Oysa şu dünyanın fani olduğunu, geçici olduğunu ölüm kadar tesirli anlatan başka bir şey yoktur. 2- Ölüm düşüncesi insana zamanın ve sahip olduğu nimetlerin kıymetini öğretir. Ölümü hatırında tutan insan maddenin ve dünyanın esiri olmaz. Elindeki nimetlerden ve imkânlardan dolayı şımarmaz. Çünkü tüm bunları bir gün ardında bırakıp gideceğini bilir. Ölüm güzel şey; budur perde ardından haber. Hiç güzel olmasaydı ölür müydü Peygamber? Necip Fazıl 3- Ölüm düşüncesi insanın nefsanî arzular peşinde koşmasını engeller. Ölüm düşüncesi insanı terbiye eder. Öleceğini bilen insan gurur, kibir, haset gibi insanı azdıran ve manevi dünyasını perişan eden duyguların esiri olmaz. Boynu bükük, gönlü kırık olur. Ölümü bilen kimse Yunus Emre’nin dediği gibi ne varlığa sevinir, ne yokluğa yerinir. 4- Ölüm düşüncesi davranışlar yapmaya sevk eder. insanı yararlı Kendisine verilen ömür sermayesinin kısıtlı olduğunu bilen kimse tek sermayesini har vurup harman savurmaz, onu tasarruflu kullanmaya çalışır. Güzel işler yapmaya, geride hayırlı eserler bırakmaya gayret eder. 5- Ölüm düşüncesi insanın hayata ibret gözüyle bakmasını sağlar. Ölümü hatırda tutan insan bilir ki biz dünya’ya sahip olmaya değil, şahit olmaya geldik. Nisan 2011 O, tüm kâinata Allah’ın eseri gözüyle bakar. O’na göre kâinat kitabı bir ayna gibi her şeyiyle kendisine Rabbini anlatır. 6- Ölüm düşüncesi muhasebesini yaptırır. insana hayatının Ölümü hatırda tutan insan, kolay kolay zulüm işleyemez, haksızlık yapamaz. Belki bu yüzden Hz. Ömer özel bir adam tutar. O kişi her gün gelip Hz. Ömer’e “sen de öleceksin Yâ Ömer” diye hatırlatır. Muhasebe eden hesap gününe kendini hazırlar. Evet, bu yüzden diyoruz ki; Yaşasın Ölüm. ...................................... 1) Tirmizî,Sünen, Zühd 34/4 (IV;553) 2) Tirmizî, Sünen, Cenaiz, 8/60 (III;370) 3) Tirmizi, Sünen, Kıyame, 35/25 (IV;638) 15 ÀÍYjºA ÄjºA A ÀnI “Manevi buhrandan Hakk’ın Burhan’ına” HER NEREDE OLURSANIZ ÖLÜM SİZİ BULUR Fuat TÜRKER ftturker@hotmail.com B "Yoksa kötülüklere batıp-yara alanlar, kendilerini iman edip salih amellerde bulunanlar gibi kılacağımızı mı sandılar? Hayatları ve ölümleri bir mi (olacak)? Ne kötü hüküm veriyorlar.” (Casiye Suresi, 21) ütün insanlar Yüce Allah’ın belirlediği kadar ömür sürer ve yine O’nun belirlediği bir zamanda ölürler. İnsanın yaşamındaki tek kesin gerçek ölümdür. Kur'an'ın, "Her nerede olursanız, ölüm sizi bulur; yüksekçe yerlerde tahkim edilmiş kalelerde olsanız bile..." (Nisa Suresi, 78) ayetiyle haber verdiği gibi, her insan belirlenmiş gün geldiğinde ölüm gerçeğiyle buluşur. İnsanlar genellikle ölüm düşüncesinden ve ölümden söz etmekten kaçınırlar. Ölümü kendilerinden uzak görür, kendilerince ‘iç karartıcı’ olan bu konu açıldığında sözü değiştirirler. Günlük işlerine ve geleceğe dair planlar yaparlar; öncelikleri bunlardır. Oysa yaşamayı düşündükleri gelecek, onlar için hiç gelmeyebilir. Her an dünyadaki yaşamları sona erebilir. Genç ya da yaşlı, hasta ya da sağlıklı, her insan ölüme aynı yakınlıkta, aynı uzaklıktadır. Söz konusu kimseler bir ölüm haberi aldıklarında ya da sevdikleri birinin ölümü karşısında, birkaç gün ölümden söz eder, sonra eski gaflet içindeki yaşamla- 16 rına geri dönerler. Oysa ölüm, yaşamı boyunca insana kendini hatırlatır. Bazı insanlar için bu hatırlatmalar fayda verir; kendisini tekrar gözden geçirerek, yaşamını ve önceliklerini yeniden düzenlemesi gerektiğini anlar. Ancak birçok insan, kalplerinin ve gözlerinin önündeki gaflet perdesi nedeniyle, bu hatırlatmalardan ders çıkarıp öğüt almaz. Oysa Allah, insanın gururunu ezecek her şeyi yaratmıştır. Bedeni sürekli bakım ister; bakmadığında perişan olur. Kadın ya da erkek; sabah, akşam, gün içinde onlarca acizliğini görür ancak buna rağmen kişinin enaniyeti kırılmaz. Ya da önemli bir hastalığa yakalanır; "ben güçlüyüm, bunu da yenerim." der, etkilenmez. Tedavi masrafları ile gururlanır. Hatta çok pahalıya satın aldığı aile mezarlığını övünerek anlatır. Kendisini mezara hazırlayacağı yerde, kendisine mezar hazırlar. Kimi yaşlanıp ölüme iyice yaklaştığı halde, hiç telaşa kapılmaz, akılsızca bir rahatlıkla ölümü bekler. Her insanın nasılsa öleceğini, bunun doğal bir şey olduğunu düşünür. Bu kişiler için ölüm, derin bir uykudur; huzur ve sakinlik, sonsuz rahatlıktır. Ölen kişinin arkasından söyledikleri, “ebedi istirahatgahına gönderildi” ya da “ebedi karargahına defnedildi” gibi Nisan 2011 sözler de bu çarpık görüşleri nedeniyledir. Oysa ölen insanın ebedi karargahı, kazandıklarının karşılığı olarak yurt edineceği sonsuz cehennem ya da cennettir: Şüphesiz o, ne kötü bir karargah ve ne kötü bir konaklama yeridir." (Furkan Suresi, 66) Orda ebedi olarak kalıcıdırlar; o, ne güzel bir karargah ve ne güzel bir konaklama yeridir. (Furkan Suresi, 76) Ve bir gün bu kişiler ölümle birlikte tam da ebedi uykuya dalacaklarını zannettikleri anda gerçeği görürler. Gelen ölüm melekleri, onları bekleyen azabın ilk habercileridir. "... melekler, yüzlerine ve arkalarına vura vura" alırlar. (Muhammed Suresi, 27) Anlarlar ki; ölüm bir son değil, kendileri için azapla dolu bir yaşamın başlangıcıdır. "Yoksa kötülüklere batıp-yara alanlar, kendilerini iman edip salih amellerde bulunanlar gibi kılacağımızı mı sandılar? Hayatları ve ölümleri bir mi (olacak)? Ne kötü hüküm veriyorlar.” (Casiye Suresi, 21) ayetiyle bildirildiği üzere, müminin ölüm anı inkarcıdan tamamen farklıdır. Gelen ölüm melekleri, mümine hiçbir rahatsızlık vermeden güzellikle canını alırlar. Mümin, canının alınış şeklinden, yaşayacağı olayların zincirleme olarak güzel gideceğini anlar. 17 Ölümle birlikte insanın dünyaya dair görüntüsü değişir, Kur'an'ın "Eyvahlar bize, uykuya-bırakıldığımız yerden bizi kim diriltip-kaldırdı? Bu, Rahman (olan Allah)ın va'dettiğidir, (demek ki) gönderilen (elçi)ler doğru söylemiş". (Yasin Suresi, 52) ayetinin bildirdiği gibi, insan adeta flu rüyadan net olan gerçek dünyaya geçer gibi sonsuz hayatına geçiş yapar. Peygamberimiz (sav) de, "insanlar uykudadır, ölümle uyanırlar" buyurur ve bu gerçeğe dikkat çeker. Peygamberimiz(sav) ölüm konusunda ayrıca “ölmeden önce ölün” buyurur. Ne anlama gelir ölmeden ölmek?.. Dünyayı gerçek sanıp aldanan, ölümü düşünmeyen gaflet içindeki kişiler, ahirette dönüşü olmayan bir pişmanlık yaşarlar. Yaşamları boyunca bağlandıkları, peşinden koştukları ve asla kaybolmayacağını zannettikleri her şeyin birer birer yok olduğunu gördüklerinde yıkıma uğrarlar. Şimdi artık dünyadaki azgınlık ve enaniyetlerinden eser yoktur; başlar öne eğilmiştir: Suçlu günahkarları, Rableri huzurunda başları öne eğilmiş olarak: "Rabbimiz, gördük ve işittik; şimdi bizi (bir kere daha dünyaya) geri çevir, salih bir amelde bulunalım, artık biz gerçekten Ölmeden önce ölmek insanın kusursuz imtihan mekanı olan dünyanın çekici süslerine aldanmayıp, ölümü sürekli hatırında tutarak sonsuz ahiret yaşamı için hazırlanması, bu gerçeklere göre yaşamasıdır. İnsanın ölümle birlikte gerçekleri gördüğünde, yapmadığı için pişmanlık duyacağı her şeyi yaşarken yapmasıdır. Yaptığı için ahirette pişmanlık duyacağı şeyleri de yaşarken yapmamasıdır; insanın dünyadan geçmesidir. Bunu yaşayabilen iman sahipleri kesin bilgiyle iman eden, dünya hayatına karşılık ahireti satın alan ve Allah'ın sınırlarını koruyanlardır. İmanı kalplerine tam olarak yerleştirememiş kimseler ise -Kur'an'ın ifadesiyle dini bir ucundan yaşarlar; onlar ahireti verip dünya hayatını satın alanlardır. 18 kesin bilgiyle inananlarız" (diye yalvaracakları zamanı) bir görsen. (Secde Suresi, 12) Hayatları ve ölümleri bir olmayan ateş halkı ile cennet halkının, sonsuz yaşamları da kuşkusuz bir olmaz. Cennet halkı, nankörlerin aksine cennette de Rabb'lerine hamd eder ve şöyle derler: "Bize olan vaadinde sadık kalan ve bizi bu yere mirasçı kılan Allah'a hamd olsun ki, cennetten dilediğimiz yerde konaklayabiliriz. (Salih) Amellerde bulunanların ecri ne güzeldir. (Zümer Suresi, 74) Nisan 2011 Hacı Şaban Efendi (K.s) Türbesi Ne Kadar Yaşarsa Bir Kişi Ölümdü En Son İşi, Bir Ölüm Var Bizim İçin Her zaman, Bilmeyiz ki geleceği Ne Zaman, Ede Fırsat Dilde Ruhsat; Kıl Tedarik Her Zaman Nisan 2011 19 ÀÍYjºA ÄjºA A ÀnI “Manevi buhrandan Hakk’ın Burhan’ına” EN BÜYÜK GERÇEK ÖLÜMDÜR! Mehmet TALU ayatımız boyunca her nefes, her gün unutamayacağımız en büyük gerçek ölümdür. Ve en dehşetli gün de kıyamet günüdür. ALLAH Teâlâ'nın koyduğu bazı hayat kanunları ve şartları ile bir müddet yaşadıktan sonra her canlı mutlaka ölecek, insanlar için bu ölüm, fani hayattan baki hayata bir geçiş olacak. Böylece herkesin eceli geldiği gün kendi kıyameti kopmuş bulunacaktır. Bir de ALLAH Teâlâ'nın emriyle İsrafil (A.S.)ın sûr'a üfürmesiyle, ALLAH Teâlâ'nın diledikleri hariç, göklerde ve yerde bulunan bütün varlıklar ölecek, bir müddet sonra onlar da ölerek, bu suretle dünyada hiç bir canlı kalmayıp dünya değişecek, yerlerin ve göklerin düzeni bozulacak, yer yerinden oynayarak, herşey altüst olacak, alem başka bir alem olacak. Yeni bir alem vücuda gelecek. Sonra zamanı gelince ALLAH Teâlâ, İsrafil (A.S.)ı diriltecek ve ALLAH Teâlâ'nın emriyle Sûra ikinci defa üfürecek. Bunun üzerine bütün varlıklar yeniden dirilerek kabirlerinden kalkacak ve şaşkınlık içinde bekleyeceklerdir. İşte bu durumu Cenab-ı Hak şöyle beyan ediyor: H Mahşer yerinde herkes kendi derdine düşecek, insanların birbiriyle ilgilenmesi, hatta isteyerek veya istemeyerek birbirine bakması bile mümkün olmayacaktır. 20 “Fakat o, kulakları sağır edercesine haykıracak olan ses yani kıyametin ikinci üfürülüşü geldiği zaman, evet işte o gün kişi kardeşinden, annesinden, babasından, karısından ve oğullarından kaçacaktır, firar edecektir.”1 Ama kaçış nereye? Artık yaka ele verilmiştir. “Çünkü o gün bunlardan herkesin kendine yeter bir işi, derdi ve belâsı vardır.”2 Herkes ancak kendi derdiyle meşgul olacak. Herkesin kendi derdi ve meşguliyeti başından aşacaktır. Onun ehemmiyeti başkalarını düşünmeye, imdad etmeye meydan vermediği gibi onlardan kaçırır. Hepsini feda ettirir. Kimisi başının kaygısıyla onlara yardım etmekten kaçar. Kimisi de muahaze edilmekten, hesaba çekilmekten kaçar. Kişi o dehşetli kıyamet gününde, dünyada kendisine yardımcı olan, akrabası içinde en yararlı olan kardeşinden firar eder. Çünkü kardeşi diyecek ki: Gel bakalım... Buraya.. Dünyada iken benimle iyi ünsiyet kurmadın. Bana haksızlık yaptın. Mirasımı yedin. Beni aldattın. Kişi o dehşetli kıyamet gününde, dünyada bütün hadiselerde kucağına sokulduğu çok şefkatli anne ve babasından firar eder. Çünkü anne ve babasına ihsanla, güzellikle muamelede bulunmamıştır. Kişi o dehşetli kıyamet gününde, dünyada iken çok sevdiği hanımından da firar eder. Çünkü hanımına sahip olmamıştır. Namaz kılmadığına, açıksaçık gezmesine, ALLAH Teâlâ'nın emirlerini terk etmesine göz yummuştur. Kişi o dehşetli kıyamet gününde, ciğerpareleri olan oğullarından bile kaçar. Çünkü çocuklarının haklarını ödememiştir. Çocuklarına Müslüman ismi koymamıştır. Onlara İslami terbiyeyi vermemiştir. Onlara dinlerini, kitaplarını, Müslüman olduklarını, yaşadıkları müddetçe ALLAH Teâlâ'nın emrine uymak mecburiyetinde olduklarını öğretmemiştir. Onları helal rızıkla beslememiştir. Ve nihayet yetiştikleri zaman onları dindar birisiyle evlendirmemiştir. Evet kaçış, firar ediş. Ama nereye. Hiçbir yere. Yukarıdaki ayetlerin devamında; Cenab-ı Hak: Nisan 2011 “O gün yüzler vardır. Parıl parıl parlayıcıdır.”3 buyuruyor. Her kişi yaşadığı hal üzere ölür ve öldüğü hal üzere kabrinden kaldırılır. Dünyada işlediği amel ve ibâdeti; yaptığı iş ve hizmeti niyetine ve gayesine göre âhirette görünür. Çünkü ameller niyetlerin aynasıdır ve değer ölçüsüdür. O bakımdan herkes niyetine ve işindeki doğruluk ve ciddiyetine, ibâdetindeki samimiyetine göre karşılık görür. Cenâb-ı Hak mutlak surette âdildir; yapılan samimi hizmetleri, riyadan uzak amelleri, Hakk'ın hoşnutluğu doğrultusunda yapılan iyilik ve hayırları fazlasıyla mükâfatlandırırken, işlenen fenalıktan, işlenilen kötülükleri de misliyle cezalandırır. a- Gerçek Mü’min o gün Cenâb-ı Hakk'ın rahmet ve inayetinin kendi lehine tecelli ettiğini görünce, eriştiği nîmet, devlet, kurtuluş ve saadetten dolayı yüzü ışıl ışıl ışıldar. ALLAH Teâlâ'nın yolunda saç ve sakalının, üst ve başının tozlanmasına karşılık yüzünde ilâhî nur parlar durur. b- Dünyada abdest suyunun dokunduğu kısımlar parıldar. Taşıdığı bu ışık, ona hem kabrinde, hem de âhiret gününde bir nur olur da önünü ve yanını ay- 21 dınlatır. Kabrinden kalkıncaya kadar ruhu Cennet havasıyla neşelenir ve ferahlanır. Ebu Hureyre (R.A.) den rivayete göre Resûlullah (S.A.V.) Efendimiz: “Şüphesiz ki benim ümmetim, kıyamet gününde, abdest izlerinden dolayı yüzleri nurlu, elleri ve ayakları parlak olarak çağrılacaktır. Yüzünün nurunu artırmaya gücü yeten kimse bunu yapsın.” Buyurdu.4 Hz.Peygamber (S.A.V.) Efendimizin burada ümmetim diye nitelendirdikleri, özellikle abdest alıp namaz kılan ve ibadet ehli olup, örnek bir hayat süren Müslümanlardır. İşte böyle olanlar kıyamet gününde ve mahşer yerinde: - Ey yüzleri nurlu, elleri ve ayakları parlayanlar! Haydi cennete geliniz! Diye çağırılacaklardır. Yüzün nurunu ve ellerle ayakların beyazlığını artırmanın yolu, onları farz olan yerlerin ötesine geçerek güzelce yıkamaktır. Bunun ölçüsü ellerde dirseklerin, ayaklarda da topukların yukarısına kadar yıkamaktır. Resûli Ekrem (S.A.V.) Efendimizin de böyle yaptığı birçok sahih rivayette zikredilmiştir. Ebu Hureyre (R.A.) den rivayete göre Resûlullah (S.A.V.) Efendimiz: “Mü’minin zîneti, abdestin yükseldiği yere kadar yükselir.” Buyurdu.5 Yine Ebu Hureyre (R.A.) 22 den rivayete göre Resûlullah (S.A.V.) Efendimiz: “Size ALLAH Teâlâ’nın günahları neyle imha ettiğini ve dereceleri neyle yükselttiğini göstereyim mi?” buyurdu. Ashab da: - Evet, ya Resûlellah! demişler. Resûlullah (S.A.V.) Efendimiz de: “Güçlüklere rağmen abdesti yerli yerince almak, mescidlere doğru adımı çok atmak ve namazdan sonra diğer namazı beklemektir. İşte sizin ribatınız yani nöbet yeriniz budur.”6Buyurdu. Ebu Hureyre (R.A.) den rivayete göre Resûlullah (S.A.V.) Efendimiz, Bakî kabristanına gelerek: “Esselamü aleyküm dare kavmin mü’minin! Ve inna inşaellahü biküm lahikûn. Vededtü ene kad reeyna ihvanena. = Selâm size ey Mü’minler diyarı! İnşaALLAH biz de size katılacağız. Din kardeşlerimizi görmüş olmayı çok arzu ederdim.” Buyurdu. Ashab: - Biz senin din kardeşlerin değil miyiz, ya Resûlellah! Demiş. Resûlullah (S.A.V.) Efendimiz de: Nisan 2011 “Siz benim ashabımsınız! Kardeşlerimizse, henüz gelmeyenlerdir.” buyurmuşlar. Bunun üzerine ashab: - Ümmetinden henüz dünyaya gelmeyenleri nasıl tanıyacaksın? Ya Resûlellah! demişler. Resûlullah (S.A.V.) Efendimiz de: “Ne dersin, bir adamın yağız ve doru at sürüsü içinde sakar ve sekir bir takım atları olsa, o adam atlarını tanımaz mı?” buyurmuş. Ashab: - Evet tanır, Ya Resûlellah! demişler. Resûlullah (S.A.V.) Efendimiz de: “İşte onlar da abdestten dolayı böyle sakar ve sekir gelecekler. Ben havuza onlardan önce varacağım. Dikkat edin ki, bir takım adamlar benim havuzumun başından kayıp develerin kovulduğu gibi kovulacaklar. Ben onlara: Hey, beri gelin! diye nida edeceğim. Bunun üzerine bana onlar senden sonra hakikaten dinde değişiklikler yaptılar, denilecek. Ben de: Öyleyse uzak olsunlar! Uzak olsunlar! Diyeceğim.” Buyurdu.7 Hadis-i şerifler, adap ve erkanına özen göstererek abdest alana Cenab-ı Hakk’ın kıyamet gününde özel bir muamele yapacağını müjdelemektedir. Binaenaleyh, abdesti erkanına uygun olarak almak gerekir. Abdest insanı nurlandırır. Kıyamet gününde abdest izlerini taşıyanlar özel muameleye tabi tutulacaktır. Bu ümmet seçkin bir ümmettir. Müslüman her işte olduğu gibi abdestte de dört dörtlük olmalıdır. Abdest, Müslümanın her zaman koruyucu bir silahıdır. c- Geceleri kalkıp ibâdet ettiği, meşru ölçüler içinde helâl lokma ile karnını doyurduğu, ALLAH Teâlâ'nın verdiği nimetlerden bir kısmını O'nun muhtaç kullarına verdiği ve böylece birçok kimselerin sıkıntısını giderdiği için sonsuz saadetle müjdelenir. Cabir b. Abdullah (R.A.) den rivayete göre Resûlullah (S.A.V.) Efendimiz: “Kim gece çok namaz kılarsa gündüz onun yüzü Nisan 2011 güzel yani nurlu olur.” Buyurdu.8 Demek ki: Gece namazına devam eden ve bunu bol yapanın yüzünde ibâdet nuru ve kabul belirtisi görülür. Mânevi bir güzellik belirgin olarak müşâhade edilir. Hadis-i şerifin mânâsı: “Onların nişanları yüzlerindeki secde izidir.”9 ayet-i kerimesi ile uygundur. Müslümanlardan çok kimse, gece namazına devam edenleri yüzlerindeki nurla tanır. d- Dünyada iken, inkârcı sapıklarla, günahkâr azgınlarla dostluk kurmadığı ve yalnız Mü’minleri kardeş edindiği ve hem kendisi, hem de onlar için çalıştığı için, âhirette onun bu güzel hali yüzünde belirir ve mahşer alanında herkesin gıbtasını çekecek kadar nura kavuşur. Evet bu parlaklık, ALLAH Teâlâ'nın sevgisi, iman, İslam ve ALLAH Teâlâ'nın emirlerini eda ederek tam bir tezekkinin eseridir. Bu parlaklık, soğuk-sıcak demeden dünyada alınan abdestin eseridir. Bu parlaklık, ALLAH Teâlâ’nın rızası için yapılan çalışmalara verilen mükâfatın eseridir. Bu parlaklık, herkes uyurken kılınan teheccüd ve sabah namazlarının eseridir. 23 “İşte bunlar da kâfirler ve facîrlerdir.”12 “O yüzler gülücüdür. Çünkü felaha ermişlerdir. Gördükleri nimetlerden dolayı müjdelenir, sevinir.”10 Mü’minler! Bunlar nasıl gülmez, nasıl sevinmez ki.. Çünkü korktuklarından emin, umduklarına nail olmuşlardır. Çünkü ALLAH Teâlâ'nın cemaliyle ve cennetiyle müşerref olmuşlardır. Elbette gülecekler, elbette sevinecekler. Mihenk ve kıstas; niyet, samimiyet ve ciddiyet olunca, kıyamet gününde bütün bunlar açığa çıkar ve kişinin yüzünde belirir. Bazı yüzler ışıl ışıl ışıldar, mutluluk ve ferahlık kendini hissettirir. Bazı yüzler de üzerine toz yağmış, is bulaşmış gibidir. Kötü niyetleri, samimiyetsizlikleri, doğruluktan uzak tutumları bütünüyle yüzlerinde tezahür eder. Cenâb-ı Hak bu ikinci zümrenin kâfir ve fâcirler olduğunu açıklamakta ve bu iki karanlık sıfatın kişiyi nasıl sonsuz karanlıklara sürükleyeceğini haber vermektedir. “Yine o gün yüzler de vardır. Üzerlerini toztoprak bürümüştür. Onu da bir karanlık ve siyahlık kaplayacaktır.”11 Çünkü dünyada terkettikleri farzların, işledikleri haramların ve içine düşmüş oldukları kâfirliğin siyahlığı yüzlerinde zuhur etmektedir. 24 Dünyada ALLAH Teâlâ'ya değil, sadece nefislerine hizmet edip hayat dizginini nefis ve İblîs'in eline verdikleri; işledikleri bir sürü günah ve isyanla ruhlarını ve kalplerini kararttıkları için âhiret gününde onların bu kötü halleri yüzlerinde görünür; öyle ki yüzlerine toz yağmış ve onun da üzerine is sürülmüş gibi bir görünüme bürünürler. Önlerini ve yanlarını aydınlatan hiçbir nurları olmaz. İşte kendini böyle elîm bir sonuca lâyık görenlerin daha çok iki kötü sıfatı söz konusudur: a- Hz.Peygamber (S.A.V.) Efendimizin teblîğ buyurduğu dinî esasları inkâr etmeleridir. b- Maddeyi ve şehveti amaç seçip onları elde etmek için her şeyi kendilerine mubah sayarak kutsal değer adına ne varsa hepsini çiğneyip hiçe saymalarıdır. Cenâb-ı Hakk'ın, bu ayet-i kerimelerde Mü’min ve kâfir zümrelerden her birinin karşılaşacağı mutlu veya mutsuz sonucu, âhirette cereyan edecek safhasıyla anıp bir tablo halinde gözler önüne sermesi, elbetteki çok anlamlıdır. Ortada uyarı var, davet var, öğüt var, müjde var ve tehdîd var. Duygu ve düşünceye seslenme; akla ışık tutma, vicdanları harekete geçirme ve gelecek günleri çok iyi hesaba katma sinyali söz konusudur. Yeter ki, gören gözler, işiten kulaklar, anlayan gönüller, düşünebilen kafalar ve duygunun önünde yürüyen akıllar bulunsun. Hz.Aişe (R.Anha) validemizden rivayete göre Resûlullah (S.A.V.) Efendimiz: Nisan 2011 hanımlarından Hz. Aişe (R.Anha) validemizin sorusu üzerine bunu açıkça ifade etmiştir. “İnsanlar, kıyamet gününde, yalınayak, çıplak ve sünnetsiz olarak mahşer meydanında toplanırlar.” Buyurdu. Bunun üzerine ben: -Ya Resûlellah! Kadınlar ve erkekler hep birlikte! Birbirlerine bakarlar, dedim. Hz.Peygamber (S.A.V.) Efendimiz: “Ey Aişe! Durum, onların birbirlerine bakmaktan daha ağır ve daha ciddidir.” buyurdu.13 Kıyamet gününde insanların yeniden diriltilerek ALLAH Teâlâ’nın huzurunda toplanacakları ve hesaba çekilecekleri gerçeği, Kur’an-ı Kerim’in pek çok ayet-i kerimelerinde defalarca ifade edilir. O günün dehşeti, sıkıntıları ve sevinçleri ve benzer haller de Kur’an-ı Kerim ve Sünnette anlatılır. Hz.Peygamber (S.A.V.) Efendimiz bu hadis-i şeriflerinde, mahşer gününde insanların nasıl görünümde bulunacaklarını bildirmektedir. Buna göre insanlar, o gün annelerinden doğdukları hal üzere bulunacak, kadın ve erkek hepsi bir arada olacaklardır. Fakat o günün dehşeti ve insanların her birinin kendi başının derdine düşmesi onlara her şeyi unutturacak, kimse kimseyle ilgilenmeyecektir. Hz.Peygamber (S.A.V.) Efendimizin Mahşer yerinde herkes kendi derdine düşecek, insanların birbiriyle ilgilenmesi, hatta isteyerek veya istemeyerek birbirine bakması bile mümkün olmayacaktır. Muhterem Okuyucu! Düşünelim. Aklımızı başımıza alalım. Bu gaflet uykusundan uyanalım. Ölüm gelmeden önce, kendi irademizle, ALLAH Teâlâ'dan korkarak ve haramlardan sakınarak ALLAH Teâlâ'nın emirlerini tutup, iman ve İslam ile temizlenmeğe çalışmalı ve o gün alnımız ak, yüzümüz pak, güle güle, sevine sevine o son muradımıza erelim. Bu dünya böyle kalacak değildir. Hani ecdadımız. Belki yarın belki yarından da yakındır ölümümüz. Yanımıza yalnız yaptığımız amel kalacak. ALLAH Teâlâ'nın huzurunda yüzümüz ya ak ya da kara olacak. Binaenaleyh: Çağırsalar bizi, kabre girmek için, Ruhumuzu Azrail'e vermek için hazır mıyız? Görüyoruz gidenleri, fakirleri, zenginleri. Mezarlıktaki yerimizi almak için hazır mıyız? Günahını, sevabını yaptıklarının cevabını, Santim santim hesabını vermek için hazır mıyız? Ey Müslüman kardeşim! Ömür çok kısa. Dinlemiyor ağa-paşa. Gelebilir her an sıra. .................................................. 1)Abese Sûresi: 33-36 2)Abese Sûresi: 37 3)Abese Sûresi: 38 4)Buhârî, Vudû:3; Müslim, Taharet:35 5)Müslim, Tahâret:40, No:250, 1/219 6)Müslim, Tahâret:41, No:251, 1/219; Muvatta, Sefer:55, 1/161; Tirmizî, Tahâret:39, No:52; Nesâî, Tahâret:106 7)Müslim, Tahâret:41, No:249, 1/218 8)İbn-i Mace, İkame:174, No:1333, 1/422; Beyhekî, Şuabu’l-İman, No:3095, 3/129; Müsnedü Şihab, 1/254 9)Fetih Sûresi:29 10)Abese Sûresi: 39 11)Abese Sûresi: 40-41 12)Abese Sûresi: 42 13)Müslim, No:2859, 4/2194; Buhari, 3/1222, 1271; Tirmizî, Tefsir, Abese, No:3329 Nisan 2011 25 Ölmek için hazır mıyız? 26 Nisan 2011 ARKAMDAN AĞLAMA Öldüğüm gün tabutum yürüyünce Bende bu dünya derdi var sanma! Bana ağlama, "Yazık, yazık!" "Vah, vah!" deme! Şeytanın tuzağına düşersen vah vahın sırası o zamandır. Yazık yazık asıl o zaman denir. Cenâzemi gördüğün zaman "Elfirak, elfirak!" deme! Benim buluşmam asıl o zamandır. Beni mezara koyunca elvedâ demeğe kalkışma! Mezar cennet topluluğunun perdesidir. Mezar hapis görünür amma, Aslında canın hapisten kurtuluşudur. SESSİZ GEMİ Artık demir almak günü gelmişse zamandan, Biçare gönüller! Ne giden son gemidir bu! Meçhule giden bir gemi kalkar bu limandan. Hicranlı hayatın ne de son matemidir bu! Dünyada sevilmiş ve seven nafile bekler; Hiç yolcusu yokmuş gibi sessizce alır yol; Sallanmaz o kalkışta ne mendil ne de bir kol. Bilmez ki giden sevgililer dönmeyecekler. Rıhtımda kalanlar bu seyahatten elemli, Günlerce siyah ufka bakar gözleri nemli. Birçok gidenin her biri memnun ki yerinden, Birçok seneler geçti; dönen yok seferinden. Yahya Kemal BEYATLI Nisan 2011 27 ÀÍYjºA ÄjºA A ÀnI “Manevi buhrandan Hakk’ın Burhan’ına” MALTHUS’UN AÇLIĞINA KARŞI KUDRET TECELLİLERİ Emre TOPOĞLU 1776’ da Adam Smith’in “Milletlerin Zenginliği” adlı kitabını yayımlamasından sonra Avrupa’da yeni bir akım ortaya çıkmış ve içtimai hayatın yeni yansımalarını meydana getirmiştir. Sir Kur'an-ı Kerim’de vurgulandığı gibi “yiyiniz, içiniz fakat israf etmeyiniz”. İşte tam bu noktada, içtimai hayatın her aşamasında olduğu gibi, ekonomik açıdan da öngörüleri İslami düşünce sistemi ile terbiye etme zorunluluğumuz bir kez daha apaçık ortada bulunmaktadır. Thomas More’un “Ütopya” kavramının ekonomik hayattaki “doğal özgürlük” sloganına mihmandarlık etmesi ile, Montesquieu, Say, Bastiat gibi dönemin ünlü filozofları mevcut akımın derin sularında, evrensel bir bolluk ümidi ile gezinmeye başladılar. Sözkonusu akım, Adam Smith’in bir anlamda talebesi olan Thomas Robert Malthus’un sadece maddeye dayanan ve Kudret kaleminin varlığından bihaber olarak ortaya attığı kuram ile kendisini sorgulamaya başladı. Malthus; aşırı kalabalık bir gezegen ve aşırı kullanılmış kaynaklar, “evrensel bolluk” mantığını sekteye uğratacak, sorgusu ile ortaya atılmıştır. 28 Piyasa tabiri ile “Evrensel bolluk” kavramına karşı çıkan Malthus, 1776’da Surrey’1de oldukça varlıklı bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geldi. Ailesi tarafından Thomas Robert adı verilen Malthus, arkadaşları ve yakın çevresince Bob olarak çağırıldı. Sekiz kişilik bir ailenin son bireyi olan Malthus, kalabalık ve muhafazakar bir aile geleneğinde yetişti. Hristiyan inancı 2 ve dönemin egemen anlayışı, 3 aldığı aile terbiyesinin her zerresinde kendisini göstermekteydi. Genç Malthus 1784’te matematik ve diller konusunda muazzam bir başarı göstermiş ve Cambridge Üniversitesi’ne girmiştir. 1788’de mezuniyeti sonrası Kutsal Emirler kursu alarak Church Of England’da Papaz olmuştur. Aradan geçen 6 yıl sonra Papaz Malthus, evlenmek isteği üzerine kiliseden ayrılmış ve 1804’te Harriet Eckersall ile evlenmiştir. Evliliklerinden üç çocukları dünyaya gelen Malthus, öldüğü 4 1834 Aralık ayına kadar sorunlu gözükmeyen bir evlilik profili çizmiştir. Bilindiği üzere Malthus’un nüfus kuramı, 18.yy sonlarında Fransız düşünür Marquis de Condorcet ve radikal İngiliz Papaz William Godwin’in görüşlerine tepki olarak doğmuştur. Nisan 2011 18.yy’da bilimin şekillenmesine yön veren akli iman, materyalizmi dünyevi zevklerden uzak sade bir yaşama tercih eden bir grup bilim adamı tarafından benimsenmiş ve aydınlanma dönemi olarak bilinen çağa hayat vermiştir. Bu anlamda nüfus artışını olumlu gören ve istihdam olanakları ile birlikte arttırıldığı vakit, ekonomik istikrarın temel yapı taşlarından olduğunu savunan bu ılımlı yaklaşıma en sert tepki, dönemin genç bir papazı olan Robert Thomas Malthus’tan (1766–1834) gelmiştir. 1798’de “Nüfus Üzerine Deneme” adlı bir çalışma ile ortaya çıkan Malthus, özü itibariyle yeryüzünde sürekli azalan kaynakların, artan nüfusun taleplerini karşılayamayacağını belirtmiş ve katı nüfus kontrolünü savunan sosyal mühendislerin bir anlamda akıl hocası olmuştur. Yine bu minvalde, Darwin’in görüşlerine ilham veren de Malthus’un düşünceleri olmuştur. Hatta birçok sosyal bilimci, Malthus’un görüşlerini onaylamış ve kıtlıkları, savaşları ve çevre kirliliğini de nüfus artışına dayandırmışlardır. Malthus, yazdığı denemede nüfusun geometrik olarak arttığı ve buna karşın kaynakların ise sadece aritmetik olarak arttığını savunmuştur. 29 Bunun sonucunda ise yeryüzünde karşılanamayacak bir talep fazlası ve dolayısıyla ahlâksızlık krizinin baş göstereceğini belirtmişti. İktisadi literatürde “azalan verimler yasası ”5 olarak bilinen kavramın da fikir babası olarak kabul edilen, Haileybury Üniversitesi’nin iktisat profesörü Malthus,6 bununla birlikte sekiz çocuklu bir ailenin son bireyi olması ve İngiltere Kilisesi’nde ( Church of England) aldığı dini eğitim gereği nüfusun asla arttırılmaması tezini de savunmamış ve otuz sekiz yaşında evlenip üç çocuk sahibi olarak görüşleri ile tezat bir çerçeve çizmiştir.7 Burada belirtilmesi gereken bir diğer husus da, şüphesiz Malthus’un bu görüşlerinin bazı kesimlerce çok fazla kullanılıp, bir nebze de olsa çarpıtılmasıdır. Zira, üçüncü dünya ülkelerindeki “aile planlaması” ve Çin’deki “tek çocuk” politikası, destek arayışı içinde çareyi Malthus’un görüşleri ardına gizlenmekte bulmuşlardır. Dikkatle incelendiği vakit, Malthus’un “sıfır nüfus artışı” ilkesini benimsemediği, artışın geçinme imkânları sınırını zorlamasından endişe ettiğini görebiliriz. Ancak, elbette ki bu endişenin, Hâkim-i Mutlak sıfatını görmezden gelmesine rağmen, masum bir endişe olduğunu düşünemeyiz. Malthus’a en çarpıcı ve net karşı koyuş herhalde O’nu “Papaz” diye niteleyen William Cobbett ’ten gelmiştir. Cobbett: “Malthus ve 30 onun iğrenç havarileri, fukara yardımlarını ortadan kaldırmak, yoksulları evlenmekten uzak tutmak isteyen kimselerdir. Malthus, Çiçek hastalığı, kölelik ve çocuk katlini savunan; ,imarethaneler ve erken evliliğin kötü olduğunu düşünen, aile kavramının önemsiz olduğunu iddia eden ve akabinde evlenme yüzsüzlüğü gösteren zavallı anti-sosyal bir adamdır.” diye belirtmiştir.9 Aslında Malthus ile ilgili yazılabilecek ve gerçekliği açıklayacak sayfalar dolusu itham ortaya çıkarılabilir. Ancak görüşlerinin ana fikri üzerinden bu görüş ve ekolü için çeşitli açıklamalarda bulunmanın faydalı olacağı kanaatindeyiz. Bilindiği üzere 18.yüzyılın sonlarında Thomas Malthus demografik gelişimin sonunda insanoğlunun bir açlık tehlikesi ile karşı karşıya kalacağını ifade etmiştir. Fakat onun toprağı ve teknolojiyi sabit, tarım kesiminde işbölümünü ise sınırlı kabul etmesi, bu yanlış görüşe varmasına sebep olmuştur. Teknolojik ve üretimsel gelişmeler üzerinden iki asır geçmesine rağmen bu tezi haklı çıkarmamıştır. İslam iktisadı ise, Rezzak İsmi Celilinin bir tecellisi olarak kâinatta hiçbir varlığın aç kalmayacağını, aksine rızkının Allah'ın taahhüdü altında olduğunu bildirir. Fakat insanların açlıktan ölmesi yemek azlığından değil onların alışmış oldukları hayat düzeninden vazgeçmiş Mart 2011 olmalarıdır. Yani terki adetten neşet eden hastalıklar ölmelerinin asıl sebebidir. Kaynakların akılcı kullanılması neticesinde dünyamız bir trilyon insanı besleyebilir. Carlyle'ın dediği gibi dünyamız “bir tarafta iki milyon gömleksiz insan, diğer tarafta iki milyon gömleği nasıl satacağını düşünen insanlardan ibaret bir haldedir”. Komşusu aç iken tok olmama prensibi sadece fertlere değil aynı zamanda içtimai hayata da şamil bir sözdür. İhtiyaçlar ve imkânlar arasındaki dengeyi, israfı yasaklayan, insanı gerçek ve zaruri ihtiyaçları için çalışmaya teşvik eden, iman ve takvadır. Ancak günümüzde daha lüks bir konfor elde etmeye yönelik bir iktisat anlayışı dünyaya hâkim olmuştur. Fakat unutulmamalıdır ki, israf Hâkim ismine aykırı düştüğü gibi, iktisat da onun lazımıdır. Bu bağlamda hayat, Batıda kabul edildiğinin aksine bir mücadele değil, aksine büyük bir yardımlaşma ile devam etmektedir. rın sınırlı olması, mübadele imkânların ihtiyaçlara göre sınırlı olmasındandır. Eğer her fert her istediğine sahip olsaydı, mübadele olmazdı.11 Bu bağlamda, israfın her türlü kötü neticelerini önlemek için insanlar İslami bir şuurla hareket etmeli, kanaat ve rızaya alıştırılmalıdırlar. Kur'an-ı Kerim’de vurgulandığı gibi “yiyiniz, içiniz fakat israf etmeyiniz”. İşte tam bu noktada, içtimai hayatın her aşamasında olduğu gibi, ekonomik açıdan da öngörüleri İslami düşünce sistemi ile terbiye etme zorunluluğumuz bir kez daha apaçık ortada bulunmaktadır. .................................................... 1)İngiltere’nin güneyinde bulunan bir eyalet. 2)Genesis 1:28’de: Allah Adem ve Havva’ya “çoğalın ve yeryüzünü doldurun” diye buyurmuştur. 3)Çok cocuklu ailelerin yaşlandıklarında kendilerine bakacak evlatlarının olması düşüncesi. 4)Ölümüne vesile olan rahatsızlık, Aralık ayında geçirdiği kalp krizidir. 5)Azalan Verimler Yasası: Üretim teknolojisi veri iken, bir malın üretimi için kullanılan faktörlerden, diğerlerinin sabit tutulup sadece birinin artırılması durumunda, sözkonusu faktörün veriminin başlangıçta yükselirken, belirli bir maksimum noktaya ulaştıktan sonra da azalmaya başlayacağını ifade eden kanun. Ferdin huzursuzluğu ve saadeti, ihtiyaç ve bu ihtiyaçların karşılanması arasındaki dengeye bağlıdır. Bu da kişinin hiç bir zorlanmaya tabii olmadığı, insiyatifi elinde tutacağı bir iktisat düşüncesi ile mümkündür.10 6)İktisatta ilk kürsü sahibi olan kişi Malthus’tur. Kendisi Doğu Hindistan Şirketinin Haileybury’deki üniversitesine şirket çalışanlarının genel eğitimi amaçlı modern tarih ve politik iktisat profesörü olarak atanmıştır. 7)Mark Skousen (2003) “Modern İktisadın İnşası”, Liberte Yayınları, Ankara 8)William Cobbett: Sanayi Devrimi'nin İngiltere kırlarına yansıyan olumsuzluklarını dile getiren yazılarıyla bilinen İngiliz gazeteci Bu bağlamda iktisat, nimetlere karşı bir şükür, israf ise Allah'ın nimetlerine karşı hasaretli bir istihfaftır. Yani iktisadi mantık gereği kaynakla- Mart 2011 9)Mark Skousen (2003) “Modern İktisadın İnşası”, Sf: 56 10)http://www.davetci.com/d_ekonomi/ekonomi_snursi_iktgorus1.htm 11)http://www.davetci.com/d_ekonomi/ekonomi_snursi_iktgorus1.htm 31 Mütercim: Prof. Dr. İbrahim BAYRAKTAR HASEN VE SAHİH HADİSLERDEN SEÇMELER (31) 252- Ata, Cabir’den, şöyle dediğini rivayet etmiştir: “Hz. Peygamber’le beraber korku namazında bulundum. Bizi arkasında bulunmak üzere iki saf yaptı. Düşman kıble ile Peygamber arasında idi. O, tekbir aldı. Arkasında biz de tekbir aldık. Sonra rüku yaptı. Biz de rukü yaptık. Sonra iki secdeyi yaptı biz de yaptık. Arkada bulunan saf kalktı, düşmana karşı durdu. Rasululah arkasında olan safla ikinci secdeyi yaptı. O sırada saf secdeye vardı. Sonra kıyama kalktılar. Düşmanla karşılaşmaya giden saf öne, öndeki saf da arkaya geçti. Sonra Rasulullah rukü yaptı biz de beraber rukü yaptık. O başını kaldırdı, biz de kaldırdık. Sonra Rasulullah secdeye vardı, biz de vardık. O sırada birinci rekatta muahhar olan saf düşmanın karşısına geçti. Resulullah ve arkasında bulunan saf secde ettiler. O selam verdi biz de selam verdik. Cabir şöyle demiştir: Sizin emirlerinize yaptığınız gibi onlar da Peygamberlerine itaat etmişlerdi”. 253- Ebû Hureyre’den rivayet edildiğine göre Rasulullah şöyle buyurmuştur: “Şeytan sizden biri uyuduğu zaman kafasının arka kısmına üç düğüm vurur. Her bir düğüme şöyle yazmıştır: Senin için uzun bir gece vardır, yat uyu. Eğer bu adam uyanır Allah’ı zikrederse bir düğüm çözülür, kalkar abdest alırsa bir düğüm daha çözülür, namazı kılarsa bir düğüm daha çözülür ve o adam huzurlu ve neşeli olarak sabaha çıkar. Eğer böyle yapmazsa sabaha huzursuz ve tembel olarak çıkar”. Bu hadisi Buhârî ve Müslim rivayet etmiştir. 254- Abdurrahman b. Şibl’den şöyle dediği rivayet edilmiştir: “Rasûlullah karganın yem toplaması gibi secde etmekten, yırtıcı hayvanların kollarını yere koyarak yayılması gibi secde etmekten ve kişinin devenin bir yer tutması gibi mescidde kendisine yer edinmesinden nehyetti”. Bu hadisi Ebû Dâvûd, Nesâî ve Dârimî rivayet etmiştir. 255- Vâbisa b. Ma’bed’den şöyle dediği rivayet edilmiştir: “Rasûlullah safın arkasında tek başına namaz kılan birini gördü ve ona namazını tekrar kılmasını emretti”. Bu hadisi Tirmizî, Ebû Dâvûd ve Ahmed b. Hanbel rivayet etmiştir. 256- Ebû Mes’ûd el-Ensârî’den şöyle dediği rivayet edilmiştir: “Rasûlullah namaza başlarken omuzlarımıza dokunur ve şöyle derdi: Düz durun, ileri geri durmayın ki kalpleriniz farklılaşmasın. Benim ardımda önce dini alanda bilgi sahibi olanlarınız, sonra onları takip edenler, sonra onları takip edenler saf tutsun”. Bu hadisi Müslim rivayet etmiştir. 257- Enes’ten Rasulullah’ın şöyle dediği rivayet edilmiştir: “Öndeki safı tamamlayınız, sonra takip eden safı tamamlayınız, eğer eksiklik olacaksa son safta olsun”. Bu hadisi Ebû Dâvûd rivayet etmiştir. 258- İbn Ömer’den Rasulullah’ın şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: “Havalar çok sıcak olduğu 32 zaman namazları vaktinin soğuk anında kılınız. Çünkü sıcaklık, cehennemin solumasındandır”. Bu hadisi Buhârî ve Müslim rivayet etmiştir. 259- İbn Ömer’den Rasulullah’ın şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: “Namaza kamet getirildiğinde akşam yemeği konulduğunda önce yemeği yeyiniz, yemeği bitirinceye kadar acele etmesin”. Bu hadis Buhârî ve Müslim rivayet etmiştir. 260- Aişe’den şöyle dediği rivayet edilmiştir: Rasûlullah’ın şöyle buyurduğunu işittim: “Yemek hazırken namaz kılınmaz, idrar ve gaita sıkıştırdığı zaman da namaz kılınmaz”. Bu hadisi Müslim rivayet etmiştir. 261- Ebû Hureyre’den Rasulullah’ın şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: “Namaza kamet getirildiğinde farz namaz dışında bir namaz kılınmaz.” Bu hadisi Müslim rivayet etmiştir. 262- İbn Ömer’den şöyle dediği rivayet edilmiştir: Rasulullah şöyle buyurdu: “Sizden birinizin hanımı mescide gitmek için izin istediği zaman onu engellemesin”. Bu hadisi Buhârî ve Müslim rivayet etmiştir. 263- Abdullah b. Mes’ûdun hanımı Zeynep’ten şöyle dediği rivayet edilmiştir: Hz. Peygamber bize şöyle buyurdu: “Sizden biri mescide geldiğinde koku sürünmesin”. Bu hadisi Müslim kitabına almıştır. 264- Ebû Saîd el-Hudrî’den Rasûlullah’ın şöyle dediği rivayet olunmuştur: “Sizden biriniz esnediğinde ağzını gücü yettiğince eliyle kapasın, şüphesiz ki şeytan (ağızdan) girer.” Bu hadisi Müslim kitabına almıştır. 265- Sehl b. Sa’d’dan Rasûlullah’ın şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: “Kim (namaz kıldıran) namaz kılarken yanılırsa onu Sübhanellah diyerek uyarsın, el çırpma ise kadınlar içindir.” Bu hadisi Buhârî ve Müslim kitaplarına almışlardır. 266- Ebû Saîd’den Rasûlullah’ın şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: “Sizden biri namazında şüphe edip üç mü dört mü kaç rekât kıldığını bilmezse, şüpheyi bıraksın ve kanaat getirdiği rekât üzerine namazını tamamlasın. Sonra selam vermeden önce iki secde yapsın. Eğer beş kılarsa onu altıya tamamlasın, eğer dörde tamamlarsa bu şeytanın istemediği bir şey olur”. Bu hadisi Müslim kitabına almıştır. 267- Abdullah b. Mes’ûd’dan rivayet edildiğine göre Hz. Peygamber öğle namazını beş rekât kıldı. O’na öğle namazının rekât sayısı artırıldı mı? dendi. O: “Bunu niçin söylüyorsunuz” dedi. Bunun üzerine: “Beş rekât kıldın” dediler. Bunun üzerine selam verdikten sonra iki secde yaptı. Bir rivayette ise, Hz. Peygamber’in şöyle buyurduğu belirtilir: “Ben de sizin gibi bir beşerim, sizin unuttuğunuz gibi ben de unuturum, unuttuğum zaman bana hatırlatınız, sizden biri namazında şüphe ettiği zaman doğruyu araştırsın ve onun üzerine tamamlasın, sonra selam versin sonra iki secde yapsın.” Bu hadisi Buhârî ve Müslim kitaplarına almışlardır. 268- Ebû Katâde’den Rasûlullah’ın şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: “Şüphesiz ki ben uzun kılmak düşüncesiyle namaza giriyorum, bir çocuğun ağlamasını duyunca, onun ağlamasından dolayı annesinin çektiği üzüntüyü bildiğim için, namazı kısa tutuyorum” Bu hadisi Buhârî kitabına almıştır. 269- Târık b. Şihâb’tan Rasûlullah’ın şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: “Cuma namazını, köle, kadın, çocuk ve hasta hariç her müslümanın cemaatle kılması gereklidir.” Bu hadisi Ebû Dâvûd kitabına almıştır. 270- Ammâr b. Yâsir’den Rasûlullah’ın şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: “Kişinin namazının uzun, hutbesinin kısa olması onun fakihliğini gösterir. Öyleyse namazı uzatınız, hutbeyi kısa tutunuz ve şüphesiz ki muhatabı tesir altına almak açıklamanın bir sonucudur”. Bu hadisi Ahmed ve Müslim kitaplarına almışlardır. 33 ÀÍYjºA ÄjºA A ÀnI “Manevi buhrandan Hakk’ın Burhan’ına” TESETTÜR BİLİNCİ Aydın BAŞAR aşörtüsü ve örtünme ile ilgili tartışmalar genel itibariyle en fazla Nur Suresi'nin 31. ayet-i kerimesi bağlamında yapılmaktadır. Nur Suresi 31. ayetinin meali şöyledir: B “Vücudumuza lastik eldiven gibi sımsıkı geçirilen ve altındaki şekli büsbütün açığa vuran giyim şekilleri örtü sırrına aykırı ve bazı yerlerde çıplaklıktan beter.” 34 “Ve mümin kadınlara söyle, gözlerini sakınsınlar ve ırzlarını muhafaza etsinler ve zahir olan hariç süslerini açmasınlar. Baş örtülerini yakalarının üzerine salsınlar. Süslerini, kendi kocalarından ya da babalarından ya da kocalarının babalarından ya da oğullarından ya da kocalarının oğullarından ya da kendi kardeşlerinden ya da kardeşlerinin oğullarından ya da kız kardeşlerinin oğullarından ya da kendi kadınlarından ya da sağ ellerinin altında bulunanlardan ya da kadına ihtiyacı olmayan (arzusuz veya iktidarsız) hizmetçilerden ya da kadınların henüz mahrem yerlerini tanımayan çocuklardan başkasına göstermesinler. Gizledikleri süsleri bilinsin diye ayaklarını yere vurmasınlar. Hep birlikte Allah'a tevbe edin ey mü'minler, umulur ki felah bulursunuz." (Nur 31) Bu ayet indiğinde ensar kadınlarının fistanlarını parçalayarak onunla örtündüklerini nakleden Hz. Âişe'nin bizzat kendisi de bu emrin uygulanmasında hassas davranmıştır. İslam’ın emrettiği bu giyim tarzına uygun giyinmeyenleri uyardığı da vaki olmuştur. Bir seferinde huzuruna ince başörtüsü takmış bir gelin geldiğinde ona şöyle bir tepki göstermiştir: “Nur Suresi'ne inanan bir kadın böyle örtünmez.” (El-Kurtubi, 14:157) İlgili ayette ilk dikkatimizi çeken unsur hitabın mümin kadınlara yönelik bir mesaj içeriyor olmasıdır. Demek ki bu ayet zahire ve batına bakan yönleriyle bir Müslüman kadın kimliği ve imajı çizmektedir. İkinci dikkatimizi çeken husus, mümin kadınlardan harama bakmamalarının ve ırzlarını muhafaza etmelerinin istenmesidir. Bu durum bize ayetin bağlamının iffet ve namus bağlamı olduğunu göstermektedir. Ayeti yanlış anlayanların en önemli hatalarından birisi ayeti bu bağlamdan çıkartmak olmuştur. Nur 31 üzerine tartışılan bir diğer husus ise; ayetteki “ziynet/süs” kavramıdır. Elmalılı Hamdi’ye göre “Ziynet kavramının yaratılıştan olana da, sonradan yapmaya da şâmil olduğunda şüpheye yer yoktur. Ziynet ve güzelliğin hakkı da, meydana çıkarılmasını kendi sahiplerine tahsis edip başkalarından gizlenmektir.” Nisan 2011 Ayetin devamında süslerin kimlerden saklanılıp kimlerden saklanılmayacağı zikredilmiştir. Ayette zikredilen süslerin gösterilmesinde dini bir sakınca olmayan kişiler, baba, oğul, kardeş ve yeğen gibi mümin hanımlara mahrem olan (yani onlarla evlenilmesi haram olan) kişilerdir. Bunlarla birlikte şehvetten yoksun erkek hizmetçiler ve henüz kadınların şehvet uyarıcı taraflarını bilmeyen zararsız çocukların da ayrıca zikredilmesi ayetin bağlamını daha net bir şekilde ortaya koymaktadır. Bu durumda bu ayetin mümin hanımların iffet ve namuslarının muhafaza edilmesi için gönderildiği apaçık ortadadır. Buna rağmen bazı ilahiyatçıların yaptığı gibi “iffet ve namus” bağlamını görmezden gelerek meseleyi göğse takılan takıların gizlenmesi veya hür kadınların muhafazası meselesine indirgemek son derece hatalı bir yaklaşımdır. Şayet onların söylediği gibi süslerden sadece süs eşyaları ve takılar anlaşılsaydı onları şehvetten yoksun hizmetçilerden gizlemenin ne anlamı olabilirdi? Veya kadınların şehvet uyaran taraflarını bilmeyen çocukların bu takıları görmesinde nasıl bir sakınca olabilirdi? Klasik tefsirlerde bu süslerin her iki şekilde de anlaşılabileceği zikredilmekle birlikte süslerden asıl kastın kadının doğal güzellikleri olduğu söylenilmektedir. Bu durumda kadın vücudunun erkekler için seyirlik malzeme yapılması ayete göre yasaklanmıştır. 35 Sağlıklı bir toplumda örtünme kurallarına riayet edilmesi, o toplumun manevi tekâmülünü tamamlamasında son derece önemlidir. Aynı zamanda bu ayet kadının toplumdaki imajının cinsel bir objeye dönüşmemesi için de bir uyarı niteliğindedir. Ayet iffet ve namus bağlamından çıkartıldığında ise yorumlardaki hataların da ardı arkası kesilmeyecek ve “örtünme” bir farz olarak görülmeyip bir zevk meselesine indirgenecektir. Ayette “Baş örtüsü, yüzü örten örtü veya gerdan ve boyun örtüsü” anlamlarına gelen “hımar” kelimesi kullanılmıştır. (Bkz. Mutçalı, Serdar, Arapça Türkçe Sözlük, İstanbul, 1995, s.248, Karabulut, Lütfü, Telaffuzlu Fiil Çekimli Arapça-Türkçe, Türkçe-Arapça Lugat, İstanbul, s.75; Kutub, Seyyid, Fizilal-il Kuran, İstanbul, c.10, s. 422,) Modernistler genellikle bu kelimenin “başörtüsü” değil, “göğüs veya boyun örtüsü” anlamına geldiğini söylemişler ve geçmişten günümüze kadar olan mevcut uygulamayı da “Arap âdeti” şeklinde yorumlamışlardır. Eğer ayette sadece göğsün, yakanın veya gerdanın kapatılması istenmiş olsaydı ayette “göğsünüzü yakanızı ve gerdanınızı örtün” buyrulur “başörtüsü”nden bahsedilmezdi. Çünkü yaka- nın ve göğsün bir örtüyle değil bir elbise ile örtülmesi daha mantıklıdır. Ayette “yedribne/vurun” ifadesi kullanıldığına göre Müslüman hanımlardan başörtülerini göğse/yakaya doğru vurmaları yani yakaya sarkıtmaları/ salmaları istenilmektedir. Buna göre ayette sadece örtü emri emredilmemiş, örtünmenin nasıl olması gerektiği ile ilgili detay da zikredilmiştir. Zira ayette sadece göğsü, boynu veya yakayı örtmekten değil, başörtüsünün yaka üzerine salınmasından bahsedilmiştir. Bu ise bu uzuvların başla birlikte örtülmesi demektir. Elmalılı Hamdi; Hak Din Kur’an Dili isimli tefsirinde konuyla ilgili şöyle söylemektedir: “Tefsircilerin nakline göre cahiliye kadınları da hiç başörtüsü kullanmaz değillerdi. Fakat yalnız enselerine bağlar veya arkalarına bırakırlar yakaları önden açılır gerdanları, gerdanlıkları açığa çıkardı, ziynetleri görünürdü. Demek ki bu son zamanlarda asrîlik sayılan açık saçıklık böyle eski bir cahiliye âdeti idi.” Bu bilgiden anladığımıza göre cahiliye kadınları da başlarını örtmekteydi. Fakat örtülerini önden değil enselerinden bağladıkları için yaka ve gerdanları görünmekteydi. Ayetin nüzulü ile birlikte bu durumda olan kadınlara ne şekilde örtünmeleri gerektiği tarif edilmiş oldu. Ayetteki kelimenin başörtüsü değil sadece örtü anlamında olduğunu iddia edenlere şöyle bir cevap vermek gerekir. Peygamber Efendimiz ayetteki “hımar” kelimesini “başörtüsü” olarak anlamamış olsa idi mümin hanımlara da böyle bir emri tebliğ etmez ve bin yıldır da mümin hanımlar bunu uygulamazdı. Ayette başörtüsü değil de sadece boyun ve göğüs örtüsünden bahsedilmiş olsaydı, bugünkü taktığımız kravatlar gibi boyna takılan ve göğsü ve gerdanı örten bir örtü geliştirilmesi icap ederdi. Oysa Hz Peygamber böyle bir şeyden bahsetmeyip Ebu Davud'un rivayet ettiği hadise göre Hz. Esma'ya "Ya Esma, kadın bülûğa erince ondan görülebilecek olan ancak şunlardır." buyurarak yüz ve elleri işaret etmiştir. (Ebu Davud, Libas, 31) Efendimizin bu konudaki ikazına son derece önem veren Hz. Esmâ ileri yaşlarında da tesettür konusundaki hassasiyetini devam ettirmiştir. Oğlu Münzir bin Zübeyr Irak dönüşü kendisine bir elbise gönderdiğinde gözleri iyi görme- 36 Nisan 2011 yen Hz. Esmâ elbiseye dokunmuş ve “Bunu götürün ona verin!” diyerek geri göndermiştir. Bu duruma kırılan Münzir, “Anneciğim o ince değil, niye reddediyorsun?” dediğinde ise Hz. Esmâ oğluna “Evet ince değil ama vücut çizgilerini belli eder” buyurmuştur. (Bkz. İbn Sa'd VIII/352, Hişam b. Urve'den) Yine Ümmü Seleme’den rivayet edildiğine göre “Cilbapları ile otursunlar” (Ahzap 59) emri nazil olunca, ensar kadınları baştan aşağı cilbaplara bürünmüşlerdir. (Bkz. Ebu Davud. Tac. C.3 S.315) Bu hadisi inkar etme cesaretini gösteremeyenler, zayıflığını iddia etseler de bu hadis ulema tarafından kabul görmüş bir hadistir. Hz Aişe annemiz ayetlerin nüzul dönemini şöyle anlatmıştır: “Nur suresindeki "Baş örtülerinin uçlarını yaka altlarına kadar sarkıtsınlar" ayeti inince kocaları, yanlarına dönüp yüce Allah'ın indirdiği ayeti okudular. Her koca, karısına, kızına, bacısına ve yakınlarına, bu ayeti okuyordu. Onlardan hiçbiri, Allah'ın kitabında indirdiği ayetleri tastik etmek ve imanım vurgulamak için fistanını başına sarmadan yerinden kalkmadı. Sanki başlarının üzerinde bir karga varmış gibi örtünerek Hz. Peygamberin arkasında yer aldılar." (Fizilal il Kuran, Nur 31 Tefsiri) Bu rivayetler de gösterir ki temiz ve pak sahabi kadınları ayeti doğru anlamış tüm vücutlarını örtme yolunu tercih etmişlerdir. Ayetteki “zahir olan hariç süslerini açmasınlar” ifadesinden kasıt ise Efendimizin belirlediği sı- nırlardır. Yani sana göre zahir veya bana göre zahir olan bölgeler değil, Hz Peygamber’in Hz. Esma’ya tarif buyurduğu bölgelerdir. Tüm sahabi hanımları bu sınırları hayatlarında uygulamalı olarak göstermiş ve adeta yaşantılarıyla bir Kur’an tefsiri olmuşlardır. Bu durumda ayetteki emir şu şekilde anlaşılmalıdır: “Başörtülerini yakalarının üzerine vursunlar, başlarını, saçlarını, kulaklarını, boyunlarını, gerdanlarını, göğüslerini açık tutmayıp bu şekilde sımsıkı örtünsünler ve o halde bu emri yerine getirebilecek baş örtüsü kullansınlar.” (Elmalılı Hamdi Yazır, Nur, 31) Ayetin sonundaki “Gizledikleri süsleri bilinsin diye ayaklarını yere vurmasınlar” ifadesinden anlaşılan ise yine iffet bağlamında bakacak olursak hanımların süslerini yani şehvet uyandıran bölgelerini örtüyle gizleseler bile bunları belli edecek şekilde davranmamaları gerektiğidir. Yani burada mümin kadınlardan göğüsleri sallayarak, kalçaları kıvırtarak yürümek gibi edepsiz davranışlardan uzak durmaları istenilmiştir. Bu durumda doğal süslerinin bilinmesine yönelik olarak giyilen daracık kıyafetler de bu ayetin kapsamına girmektedir. Bu konuda Necip Fazıl şöyle der: “Vücut çizgilerini aynen gösterici hatta abartan, pantolon, gömlek vesaire, örtünme şöyle dursun bazı şekillerde büsbütün açılmaktan beter.”(İman ve İslam Atlası, İstanbul, 1997, s.102) “Vücudumuza lastik eldiven gibi sımsıkı geçirilen ve altındaki şekli büsbütün açığa vuran giyim şekilleri örtü sırrına aykırı ve bazı yerlerde çıplaklıktan beter.” (Kısakürek, a.g.e., s.254) Bu türlü dar kıyafetlerin üzerinde iğreti bir başörtüsünün bulunması ise bu hükmü geçersiz kılmaz. Müslüman hanımlar İslam dinine göre giyinmek gibi bir kaygıları varsa dinen Hz Esma’ya tarif edildiği şekliyle örtünmeleri gerekmektedir. Kur’an ve hadisin bildirdiği hükümleri ve başörtüsü konusundaki hassasiyetleri ile bilinen sahabi hanımlarının uygulamalarını değil de bazı ilahiyatçıların bir takım söylemlerini ölçü kabul etmek ve o ölçülere göre amel etmek ise son derece hatalı ve tehlikeli bir yaklaşımdır. Nitekim Necip Fazı’ın da dediği gibi: “Kadın zaten dışarıda görünebileceği giyimi aşamayacağı için süslerinden arınmak ve hele bugünün şartlarına karşı adam akıllı kapanmaktan başka bir şey düşünemez.” (Kısakürek, Necip Fazıl, İman ve İslam Atlası, İstanbul, 1997, s. 101) Nisan 2011 37 ÀÍYjºA ÄjºA A ÀnI “Manevi buhrandan Hakk’ın Burhan’ına” MEAL YERİNE NE ÖNERİYORUZ? Dr.Ebubekir SİFİL esifil@yahoo.com A. Selçuk isimli okuyucu sormuş: "Ebu Bekir Bey, "Düşüncelerinizden etkilenen bazı insanların, insanları Kur'an ve meallerini okumaya davet eden bizleri sapkın düşünceli olarak ilan edip iftira ettiklerini bilmenizi istedim. Ve sorumlu olduğunuzu düşünüp bu maili size göndermeye karar verdim. Samimiyetime inanıp inanmamanız sizin meselenizdir. Meali, entelektüel ukalalık tavrını beslemek için değil, ibret ve öğüt almak, kalp rikkatine ve ruh inceliğine ulaşmak için okusunlar. "Meal, insanların Kur'an'ın kendi mesajlarında anlayabilmesi için yapılmış bir eylemdir ve bir alimin Kur'an'ı Arapça okuyup dinleyenin kendi diline çevirerek izah etmesi de mealdir. "Meal okunmasını önerenler dışlandığına göre ortaya koyduğunuz çözüm nedir? Bu çözümü gerçekten merak ediyorum. "Kur'an'ı anlamak için yerküredeki insanlar ne yapmalı? Söyleyin ki; size göre sapkın düşüncelere sapmış olmayalım. Hakkımızda müfteri olmayın. 38 "Mealsiz bir çözümünüzün olması imkansız... Ya Kur'an'ı tamamen saklayacak ve eski usul vaazlarda, vaizlerin okuyup anlayıp, anladığını insanlara anlatması gerektiğine karar vereceksiniz ya da insanlara bir şey okumalarını önereceksiniz. "Size göre bağımsız Kur'an okuyamayacaklarına göre ne yapmalılar? Ne okumalılar?" İnsanları niçin meal okumaktan sakındırdığımız sorusunun cevabı, samimiyetinden şüphe etmediğim bu okuyucu tepkisinde gizli. Hemen ilk satırı tekrar okuyalım: "... insanları Kur'an ve meallerini okumaya davet eden bizleri..." Biz insanları "Kur'an okumaktan" değil, "meal okumaktan" sakındırıyoruz. "Kur'an okumak" ile "meal okumak" arasındaki fark, "Kur'an" ile "meal" arasındaki farktan kaynaklanıyor. Meal okuyan kişi, aslında Kur'an'ı değil, meal yazarının Kur'an'dan anlayıp aktardığı şeyi okuyor. Şimdi soralım: Meal okuma eylemini ısrarla savunan kardeşlerimizin büyük bir yekûnu niçin Elmalılı, Ö. N. Bilmen veya H. B. Çantay merhumlar adına neşredilen mealleri değil de "yenilik" ve "farklılık" iddiasındaki meal yazarlarının çalışmalarını tercih ediyor? Meselemizin bu sorunun cevabıyla hayatî bir bağlantısı var. Var, zira insanımızın büyük bir çoğunluğu ne yazık ki meal üzerinden "farklı din anlayışları"nın muhatabı kılınıyor. Türlü çeşit bid'at görüş ve yaklaşımlar insanımıza "meal çalışması" örtüsü altında servis ediliyor. İnsanımız da "Kur'an'ın gereği" zannederek meal yazarlarının (tabii ki hepsini kasdetmiyorum) bid'at düşünce ve yaklaşımlarını benimseyip itikat ediniyor. Mesele sadece bu değil. En az bunun kadar iki önemli nokta daha var: Biz insanlara "Meal okumayın, şunu okuyun" derken Allah kelamının yerine başka bir şeyi ikame ediyor değiliz. Zira her şeyden önce meal "Allah kelamı" değildir. Hatta şunu söyleyelim: Arapça yazılmış bir tefsir için dahi "Kur'an'ın Arapça'ya tercüme edilmesidir" diyebiliriz, ancak açıklanarak, şerh, beyan ve tefsir edilerek... Meal olgusunun sınırlı imkânları ve en önemlisi de meal üzerine din tasavvuru inşa etme hastalığı. Kur'an'la aramızdaki fıtrî bağ, onu bir "entelektüel bilgi nesnesi" olarak görmemize engel olmalı. Nisan 2011 39 Biz onu okurken -Efendimiz (s.a.v)'in tavsiye ve talimatı gereği- ağlayabilmeli, ağlayamıyorsak dahi "ağlar gibi" yapabilmeliyiz. "Meal okumayın" ile "Kur'an'dan habersiz kalmayın" birbirinin aynısı değildir. Kur'an'dan haberdar olmak, ilahî hitabın muhtevasını mealde aramaya çalışmakla kaim değildir. Aksi takdirde şu sorunun cevabını vermekte acze düşeriz: "Bizden önceki nesiller "meal" olgusunu tanımadıkları halde Kur'an'la irtibatlarını nasıl canlı tuttu?" Onların Kur'an'ı anlamadığını, Kur'an'la irtibatsız yaşadığını söylemenin ciddiye alınır yanı olmadığına göre, bu noktada ciddi bir tefekküre ihtiyacımız var demektir. Son olarak "illa meal okuyacağım" diyenlere tavsiyem, önce itikad ve amel planında sağlam bir altyapı edinsinler; kendilerini garantiye alsınlar. Bunun üstüne yapacakları meal okumalarında da "farklılık arayışı" olarak ifade ettiğim zihnî sürecin sahte cazibesine kapılmadan, amele ve ihlasa dönüştürebilecekleri pasajlara ağırlık versinler. Meali, entelektüel ukalalık tavrını beslemek için değil, ibret ve öğüt almak, kalp rikkatine ve ruh inceliğine ulaşmak için okusunlar. Ve elbette yanlarında mutlaka -muhtasar da olsa- bir tefsir bulundursunlar... 40 Meal Sahiden Yeterli mi? Kur'an-ı Kerim insanları karanlıklardan aydınlığa çıkarmak ve onlara yolun doğrusunu göstermek için inzal buyurulmuştur. Nazil olduğu dönemden bugüne kadar bu maksadı gerçekleştirmiştir, bundan sonra da gerçekleştirecektir. Bu cümleler kesin bir hakikati dile getiriyor olmakla birlikte, bugün bizim için gündem konusu olan bir meseleye açıklık getirmiyor. Nedir o gündem? Kur'an bir taraftan "bütün insanlığa"[1] hidayet rehberi olduğunu söylerken, bir taraftan da "mü"minlere/müttakilere/muhsinlere"[2] hidayet rehberi olduğunu vurguluyor. Onun bütün insanlığa hidayet rehberi oluşuyla mü'minlere/müttakilere/muhsinlere hatta bu sonuncuların her birine- hidayet rehberi oluşu arasında bir keyfiyet ve mahiyet farkı bulunması gerektiği bedihîdir. Bu sebeple bu "ikili" hidayet fonksiyonunun ne suretle vuku bulduğu açıklığa kavuşturulmadan yapılacak meal okumalarının kafa karışıklığıyla neticelenmesine şaşırmamak gerekir. Bu noktada yaşanan kafa karışıklığının en yalın hali, Kur'an'ın "apaçık, ayetleri tafsil edilmiş, kolaylaştırılmış" bir kitap olduğunu ifade eden ayetleri öne çıkarılırken, onun Efendimiz (s.a.v) tarafından mü'minlere "öğretilen/talim edilen" bir kitap olduğunu ve Efendi- Mart 2011 miz (s.a.v)'in beyanına havale edilen ayetler ihtiva ettiğini, yani O'nun öğretmesi ve beyanı olmadan gereği gibi anlaşılamayacak bir kitap olduğunu ifade eden ayetlerin görmezden gelinmesi durumunda tezahür ediyor... Kur'an 6 bin küsur ayetiyle insanlığın bütün problemlerine cevap ihtiva ediyor mu? Hem "evet", hem "hayır". O 6 bin küsur ayet içinde kimi problemlere birebir çözüm getirenler olduğu gibi herhangi bir somut cevap getirmek yerine "problemlerin nasıl çözüleceğini öğreten" ayetler de vardır. Dolayısıyla somut hükümler getiren ayetler nazara alındığında cevabın "hayır", bir önceki cümlede çizilen çerçeve dikkate alındığında da "evet" olarak verilmesi tabiidir. Problem sadece Kur'an'ın "problemlere cevap verme" tarzıyla sınırlı değil şüphesiz. İlahî kelamın tabiatından kaynaklanan durumlar da var. Muhkemmüteşabih ayrımının neye tekabül ettiği, hangi ayetlerin muhkem ve hangilerinin müteşabih olarak görüleceği meselesi böyledir söz gelimi. Keza Sünneti Seniyyenin Din'deki yeri ve fonksiyonu, Kur'an-Sünnet ilişkisi... Aynı şekilde her bir ayetin konu edindiği meseleye delalet vechi/tarzı da "Kur'an'ın rehberliği" bağlamında netleştirilmesi gereken bir başka temel belirleyicidir. Bütün bunları dikkate aldığımızda öne çıkan soru şu oluyor: Bu ümmetin Sahabe kuşağından itibaren Kur'an bağlamında ortaya koyduğu muazzam müktesebatı ne yapacağız? O müktesebat bugün için tamamen (ya da haydi "Kur'an'ın dominant vurguları bakımından" diyelim) "işe yaramaz" hale mi gelmiştir, yoksa Kur'an'ın düne olduğu gibi bugüne de hayat veren ve geleceğe de hayat verecek olan mesajları, yönlendirmeleri, hidayet ediş tarzı orada mı tebellür etmiştir? Kimse sağa-sola çekmesin; burada "merace'lbahreyni..." ayetinin ya da "alaka"nın anlamından bahsetmiyoruz. Burada söz konusu ettiğimiz, Kur'an'ın, içinde bulunduğumuz çağda bizi ne suretle aziz, müstakim, müttaki ve şahit kılacağı, "sahih Mart 2011 iman"a ve "salih amel"e nasıl ulaştıracağı meselesidir. Kur'an'ın dominant vurguları dediğim, buradan başlayarak müslümanca bir hayatın bütün boyutlarını kucaklayan iman-amel-takva birlikteliğidir ve hiç şüphe yok ki burada işin temelinde Sünnet-i Seniyye bulunmak zorundadır. Zira Kur'an'ı bize "tebliğ eden" de, "tebyin/tefsir" eden de, "öğreten/talim eden" de Efendimiz (s.a.v)'dir. Bunun böyle olduğunu/olması gerektiğini bize haber veren de yine bizzat Kur'an'dır. Dolayısıyla O'nu, O'nun sünnetini devre dışı tutan, görmezden gelen, hesaba katmayan "meal okumaları"nın Allah Teala'yı razı ve maksadı hasıl edecek tarzda cereyan etmesi ve netice vermesi beklenemez. "Sünnet" dendiğinde kaçınılmaz olarak işin içine hadisler girecek, Sahabe'ye bakış girecek ve İslamî ilimler girecek. Eğer gönül rahatlığıyla "meal okumaları bu noktalarda hiç kimseyi farklı vadilere savurmamıştır" gibi bir cümle kurabiliyorsak, bütün söylediklerimi geri almaya hazırım. Ama ya aksi söz konusuysa!?.. .............................................. [1] 2/el-Bakara, 185; 6/el-En'am, 157; 16/en-Nahl, 89 [2] 2/el-Bakara, 2, 97; 3/Âl-i İmrân, 138; 7/el-A'râf, 52, 230; 16/en-Nahl, 64, 102; 41/Fussılet, 44; 45/el-Câsiye, 20 41 Mekanın Cennet Olsun 42 Nisan 2011 *Milli Görüşçü asla vazgeçmez Fırtınalara yön veren kelebeklerin kanat çırpışıdır. *Bizim davamızda kimse kendi için yaşamaz, Herkes kardeşi için yaşar. Menfaati Öldürmenin en kolay yolu budur. *Namaz dinin direği cihad ise zirvesidir. Biz siyaset değil cihad yapıyoruz. *Müslüman Hakkın hâkimiyeti için `motor`, Şerrin yok olması için `fren` olma görevlisidir. *Hakk`ı üstün tutmak her zaman saadet getirir. *Milli Görüş; bu milletin inancıdır, tarihidir, kimliğidir, ruh köküdür. *İman varsa imkânda vardır, Milli Görüşçü asla vazgeçmez. *Bir çiçekle bahar olmaz. Ama Her bahar bir çiçekle başlar... *Kelime-i şahadet getirip iman etmekle her işimiz bitmiyor, tam aksine, kulluk imtihanımız yeni başlıyor. Yani kelime-i şahadet, bir nev`i, Kur`an programıyla yapılan kulluk imtihanına, giriş belgesidir. *İslâmi tebligatta muhatabımız istisnasız bütün insanlardır. Öyle ise görüşü ve görüntüsü ne olursa olsun, davamız herkese anlatılmalı, davet her kesime yapılmalıdır. Tebliğ ve davet bizden, hidayet Allah`tandır. Allah`a kul olmayan davansına er olamaz *Aşk, azim ve Millî Görüş tekeden bile süt çıkarır. *CİHAD: Kur`an nizamını kurmak ve yürütmek için var gücümüzle çalışmaktır. *Biz seçimler için değil, gelecek nesiller için çalışıyoruz. *Biz mantar zihniyetli değiliz, biz çınar ağacıyız. *Herkes Milli Görüşçü`dür ama farkında değildir. *Allah`ına kul olmayan davasına er olamaz. Prof. Dr. Necmettin ERBAKAN Nisan 2011 43 Seyyid Ahmed er Rufai Hazretleri Muhabbetin Alametleri E bu Bekir Vasiti (ra)’e bir gün “Cennet nedir?” diye sorulunca “Canının istediği her yerde ve her vakitte, Allah’ın sohbetini dinlemek ve O’nun cemalini temaşa etmektir.” Dedi ve ardından şu ayeti okudu: “…Orada, sizin için canlarınızın çektiği her şey var..” İbrahim b. Ethem (ra) Lübnan dağında gezerken, aniden karşısına “Ey kalbimin sevdalısı ve nefsimin bendesi olduğu! Seni çok özledim, sana ne zaman kavuşurum?” diyerek yalvaran bir genç çıkar. Gence “Allah sana merhamet etsin! Hak sevgisinin alameti nedir?” diye sorar. Genç “O’nu zikretmeyi sevmek” cevabını verir. Sonra İbrahim B. Ethem, aşığın alametini sorar. Genç, “hiçbir durumda O’nu unutmaması!” der. Marifet ehlinden bir zat, son nefesini vermek üzereyken hanımı ağlamaya başlar. Arif, hanımına neden ağladığını sorunca hanımı, “Ben sensiz bir başıma kalıyorken nasıl ağlamam!” der. Bunun üzerine arif şunları söyler: “Hanımım! Ben kırk seneden beri, bu günün özlemiyle ağlıyordum. Bugün benim vuslat, sevinç ve istirahat günümdür. O, hoş geldi, sefalar getirdi.” Hasan Basri (ra) son demlerini yaşarken, yanında bulunanlar kendisine kelime-i şahadeti telkin ediyorlardı. Bir ara gözünü açtı ve şöyle dedi: “Ben yirmi seneden beridir, O’nun aşkıyla yanıp kavrulmuşken, siz beni neye çağırıyorsunuz?!” Sehl b. Ali (ra)’e İbrahim (as)’ın kalbinden duyulan çarpıntı sesi ile Efendimiz (sa)’in kalbinin iniltisinin sebebi sorulunca “İbrahim (as)’ın kalbinin sesi korkudan, Efendimiz (as)’ın kalbinin iniltisi aşktandır” cevabını verdi. 44 Nisan 2011 Rabia Hatun vefatından önceki son anlarında evvala ağlar, ardından gülümser. Kendisine bunun sebebi sorulunca, şöyle cevap verir: “Ağlayışımın sebebi, artık gece ve gündüz O’nu zikretmekten ayrı kalacak olmamdır. Gülümsememin sebebine gelince, O’na kavuşma sevincimdir.” Bu sözlerin ardından, Rabia Hatun ruhunu teslim eder. Ashab-ı Kiramdan Ebu Derda (ra) hastalandığında, yakınları iyileşmesi için tabip çağırmak istediler. Onlara şöyle söyledi: “Benim tabibim, hastalıklarımdır. Rabb’imi gönlümün neşesi Peygamberimi ve benden önce göçüp giden kardeşlerimi çok özledim. Onlardan ayrı kalmaktan ödüm kopuyor.” Anlatıldığına göre Zünnun-i Mısri bir gece sabah kadar “İmdat! İmdat..!” deyip durdu. Sakinleştiği vakit bu halinin sebebini soranlara şöyle cevap verdi: “Dün gece kalp gözümle Hakk’ı düşündüm. Öyle (bir an geldi) ki onun muhabbeti her yanımı sardı. O’nun özlemi elimi kolumu bağladı. Bu sebeple cehennem ehlinin oradan çıkmak için imdat istediği gibi bende şu dünyadan kurtulmak için imdat istedim. Sonra, dünyada nefisleriyle mücadele edenlerin neşesini ve gecelerin karanlığında Hakk’ı arzu edenlerin ve temiz kalpleriyle önlerine serilen sırları bilenlerin samimiyetini düşündüm ve sakinleştim.” Ukbe b. Seleme (ra) der ki: “Kulun Allah’a en yakın olduğu an, secdeye kapandığı andır. Allah’a kulun kendisine kavuşmayı istemesinden daha sevimli gelen bir haslet yoktur.” Bir hadiste “Mü’minin Mevlasına kavuşacağı müjdesi, ne kadar güzeldir!” buyrulmuştur. Muhammed b. Yusuf (ra) “Günah işlemeden ve sadece ibadet ederek, dünyada yüz sene yaşamak ile ölüm arasında tercih yapmam istenseydi, kesinlikle ölümü seçerdim.” Demiştir. (kendisine bunun) sebebi sorulunca “O’na karşı duyduğum özlemin şiddetinden” cevabını vermiştir. Ebu Hüreyre (ra)’ın rivayet ettiğine göre, Resulullah (sa) şöyle buyurdular: “Namaz esnasında yanılan imamı, er- Nisan 2011 kekler “sübhanallah” diyerek, kadınlarda el çırparak ikaz ederler.” Bu hadis-i şerif amellerde ciddi olmanın, her hal ve zamanda Allah yolunda canla başla uğraşmanın önemine işaret eder. Ariflerden bir kısmının, her durumda işaretlerle misal verdiğini görürsün. Onların meclisinde bulunanlara, işaretler yeterli gelir. Onların bu işaretlerini sakın el çırpmadan ibaret zannetme! Bu zan ayağını kaydırır. Ariflerin işaretlerinin manası, bir amelden ötekine koşarak, Allah yolunda nefes tüketmektir. İşte böylece Allah onları, kendi varlıklarında öldürmek suretiyle diriltir. Ey Oğul! Allah’ın, kalpleri O’nun sevgisiyle dolu olan kullarının var olduğunu bil! Onlar, sevgililerine karşı duydukları özlem sebebiyle ölümün yolunu gözlerler. Bu dünyada fazla kalmaktan tiksinirler. Buradan göçmedikçe, onlara rahat yüzü yoktur. Biraz fazla kalacak olsalar kederlenirler. Onların bu alemden kurtulmaya duydukları özlem, susuzluktan kavrulmuş birinin, soğuk suya duyduğu özlemden daha şiddetlidir. Ecelleri yaklaştığında, ölüm meleği beraberinde yetmiş bin melekle, onlara Allah’ın selamını getirir. Allah’ında buyurduğu gibi, “(Onlar) meleklerin, “Size selam olsun. Yapmış olduğunuz (iyi) işlere karşılık cennete girin!” diyerek tertemiz olarak canlarını aldıkları kimselerdir.” İşte bu sebeple ölüm meleği, mü’mine misk gibi güzel kokarak ve en güzel suretiyle gelir. Mü’min ona, “Hoş geldin” deyip neden geldiğini sorar. Melek “Hangi şekilde istersen, öyle ruhunu almaya geldim!” der. Mü’min, melekten ruhunu secdedeyken almasını ister. Ölüm meleği de, istediği gibi yapar. Bunun ardından, hafaza melekleri mü’minin yanına gelir. Meleklerden biri diğerine “O, bizim arkadaşımız ve kardeşimizdi. Artık, ondan ayrılma vakti geldi.” Der. Hafaza melekleri mü’mine “Allah sana hayırlar göstersin, seni affetsin! Ne güzel bir kardeş, ne güzel bir mü’min oldun! Ne de güzel nefsine hakim oldun!” diyerek, onu uğurlarlar. “Ey huzura kavuşmuş nefis! Sen O’ndan razı, O senden rzı olarak Rabb’ine geri dön!” canlı ve huzurlu bir şekilde. ........................................................... 1-Fussuliet (41) /31 2-Nahl (16) /32 3-Fecr (89) /27-28 45 Ersan BİLGİN Mücahid Erbakan “Kayan yıldıza and olsun” (Necm Suresi 1,2) “Alimin ölümü, alemin ölümü gibidir” (Hadis-i Şerif) orada bulunan milyonlar gibi biz de çok şeylere şahid olduk. Hocam yürüdü, bir millet yürüdü arkasından… İslam Aleminin Önderi, Milli Görüş Liderimiz, 54. TC. Hükümeti’nin Başbakanı, Saadet Partisi Genel Başkanı Prof. Dr. Necmettin Erbakan Hocamız’ın vefat haberini 27 Şubat Pazar günü saat 11.45 sıralarında SP Antalya İl Binası’nda, il divan toplantısı esnasında Avrupa Milli Görüş Teşkilatı kurucusu Hasan Damar Büyüğümüz’ü dinlerken aldık. Ve “ inne lillehi ve inne ileyhi raciun – Allah’tan geldik ve şüphesiz Allah’a aitiz” mutlak gerçeği topur topur gözyaşlarıyla birlikte dillerimizden dökülüverdi. Hocamız tabir-i caizse en büyük toplantısını yaptı, adeta yoklama aldı ve çok önemli talimatlarını verdi. Hocamız, bir kez daha bizlere dünyanın fani, Rabbimiz’in baki olduğunu, Müslüman demenin yaşadığı çağdan sorumlu olmak deme manasına geldiğini bir kez daha anlattı ve hatırlattı. 1 Mart Salı Günü Erbakan Hocamız’ı, milyonlarca evladının, sevenlerinin şahidliğiyle çok sevdiği İstanbul’da, Yüce Dost’a, Rabbimiz’e gözyaşları ve dualarla uğurladık. Hocamız, 3 milyon insanın bizzat cenazeye katılarak şahidliğiyle huzura kavuşmuştur. Şimdi biiznillah Hocamız, çok sevdiği ve bir ömür yolunda gitme şerefine erdiği Alemlerin Efendisi Peygamberimiz’le, tüm peygamberlerle, salihlerle, şehidlerle beraber. Ne güzel bir hayat, ne güzel bir ölüm. Mevlana Hazretleri’nin ifadesiyle tam bir şeb-i aruz yaşadı, Hocamız’ın şahsında ümmet ve insanlık. “Hayatı tam bir iman ve cihad” şuuru içinde yaşayan ve vazife başında iken vefat eden Hocamız’ın cenazesinde herkes vardı, her kesimden insan vardı. Fatih Camii’nde ve oradan Merkez Efendi Kabristanlığı’na kadar yaklaşık 3 saat süren yürüyüş esnasında 46 Ülkemizin, İslam aleminin, Milli Görüş camiasının, insanlığın, muhterem ailelerinin ve tüm yetimlerin, mazlumların başı sağolsun. Rabbimiz Cennet’te buluştursun. Hocamız’ın cenaze namazı sonrası yanı başında kısa veciz ve etkili bir konuşma yapan, “Prof. Dr. Necmettin Erbakan hepimizin hocası, lideri ve babasıydı” diyen Fatih Erbakan Kardeşimiz, ''babasının İslam'ın, Allah yolunda cihat etmek, tüm insanlığın saadeti ve İslam birliğini kurmak için çalışmak olduğunu tüm dünya Müslümanlarına öğrettiğini'' söyledi. Fatih Erbakan Kradeşimiz, “bugün İstanbul'da Fatih Sultan Mehmet, Eyüp El Ensari Hazretlerinin dizinin dibinde, Fatih Camisi'nin avlusunda, herkesin lideri, hocası ve aynı zamanda babası olan çok müstesna bir şahsiyeti, babamız Erbakan'ı ebedi hayatına uğurlamak için buradayız” dedi. “Babasının, hem Türkiye'deki, hem de dünyadaki Müslü- manlara İslam'ın sadece namaz kılmaktan, oruç tutmaktan ve hacca gitmekten ibaret olmadığını” öğrettiğini belirten Fatih Erbakan Kardeşimiz, konuşmasını şöyle sürdürdü: ''İslam'ın bütün bunlarla birlikte Allah yolunda cihad etmek, tüm insanlığın saadeti ve İslam birliğini kurmak için çalışmak olduğunu, bizlere ve tüm dünya Müslümanlarına öğretti. Kendisi de son nefesine kadar bu uğurda canıyla ve malıyla mücadele etti. Buna şahitlik ediyoruz Elhamdülillah.Yine şahitlik ederiz ki kendisi hayatı boyunca yapacağı her işte, atacağı her adımda karar verirken, ahirete öncelik vererek karar verdi. 'Ben bu işi yaparsam, bunun karşılığı ahirette ne olur' şeklinde düşünerek hareket etti. Kendisine haksızlık yapanlar ve kötü düşünenler hakkında hep iyi düşündü, onlara da iyilik yaptı, onların da iyi olması için uğraştı. Bizler kendisinden razıyız, Cenab-ı Allah da inşallah ondan razı olur. Bugün inşallah hayatı boyunca özlemini duyduğu Rabbi’ne, onun cennetine ve Resulü’ne kavuşma günü olur kendisi için. İnşallah Cenab-ı Allah, hepimize de mahşer gününde, Resulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem'in sancağı altında kendisiyle birlikte cennetlikler olarak toplanmayı nasip eder.” diyerek hepimizin duygularına tercüman oldu. Biz ve milyonlar şahittir ki, “çınarlar ayakta ölür” diyen Hocamız hiç ara vermeden, büyük bir aşkla görevini yaptı ve Hakk’a yürüdü. Hayatını İslam’a adadı. Hocamız salih bir mümindi, Allah’ın mümtaz kullarındandı. Bir Allah dostuydu. İmanıyla ilmi yoğurmuş büyük bir ilim ve fikir adamıydı. İmanı, ilmi, ibadeti, samimiyeti, ihlası, İslami gayreti, cihadı, liderliği, edebi ve ahlakı biz evladlarını kendilerine hayran bırakmıştı, yüreğimizde taht kurmuştu. Hocamız Hz. Adem’den başlayan Hak batıl mücadelesinde batılın bugünkü temsilcisi siyonizme karşı mücadele eden Milli Görüş’ün Lideri’ydi. O Nisan 2011 İslam aleminin lideri, dünya mazlumlarının müşfik eli ve insanlığın ufkuydu. O tek kişilik dev bir orduydu. Hocamız, hayatında ve mücadelesinde olduğu gibi hastalığında da Milli Görüş Kadrolarını tedirgin etmedi ve üzmedi. Hastanede ziyaret eden büyüklerimize “Kardeşlerimiz bizleri merak etmesinler, işlerine baksınlar, insanlığın kurtuluşu için çalışsınlar. Bize dua etsinler ve haklarını helal etsinler” dedi, Hocamız. Hastanedeki odasını adeta çalışma ofisine çevirdi, doktorların dinlenmeniz lazım ısrarına rağmen O hep gayret etti, O hep çalıştı. Çünkü ümmetin ve insanlığın madden ve manen büyük dertleri vardı. Bunların çözülmesi, Müslümanların ve insanlığın yüzünün gülmesi ve gençliğin, nesillerin kurtuluşu için çalışmak gerekiyordu, bir şeyler yapmalıydı. Hocamız vazifesini hakkıyla yaptı, nöbetini savdı şimdi sıra bizde, tüm Müslümanlarda ve insanlıkta… Vefat edince nasıl bilinmek isterdiniz sorusuna “canıyla, malıyla ve her şeyiyle İslam için çalışan bir mücahiddi” şehadeti benim için yeter diyordu, Hocamız. TV5’ten bizzat sesinden duyduğumuz son sözü “Allah’a emanet olunuz” idi. Acımız büyüktür. Biz ve insanlık büyük bir değeri kaybetti. Hocamız görevini yaptı., nöbetini savdı. Biz ne yaptık, ne yapıyoruz? Önemli olan bu sorunun cevabını verebilmek. Hocamız, İslam’ın bir hayat projesi, bir nizam, ölçü olarak nasıl yaşanacağını Kur’an’a ve sünnet’e tam bir teslimiyetle, eğip bükmeden sözleri, yaşantısı ve dünya çapındaki projeleriyle ortaya koydu. Hocamız “namaz kılan, köleler olmayacağız” dedi ve bu şuurla yaşadı. “Kimilerimiz Hocamız’ı ve söylediklerini sadece duydu, kimilerimiz O’nu duydu ve anladı. Kimilerimiz de Hocamız’ı duydu, anladı ve dinledi, itaat etti” diyor Hocamız’ın dava arkadaşlarından muhterem Yasin Hatipoğlu Büyüğümüz. Zira Lider’e itaat edilirdi. İtaat 47 edenlerden, sadıklardan ve zor zamanda terk etmeyenlerden olmak büyük nimet. Rabbimiz bizleri bu nimetten ayırmasın, istikametten ayırmasın. Çünkü insanlar hesap günü, o büyük günde liderleriyle haşrolunacaktır. (İsra suresi,71) M.Ü. İlahiyat Fakültesi Emekli Öğretim Üyelerinden, Hocaların Hocası namıyla bilinen Doç Dr. Nedim Urhan Hocamızdan, nice büyüklerimizden ve dünya çapında çok sayıda büyük alimlerden dinledik ki, “Bizler çok sayıda alimden, üstaddan ve hocadan dersler aldık. Ama cihadı yani iyinin, doğrunun, faydalının, adaletin, fert, cemiyet ve tüm otoritelerde hakkın hakim olması için takatımızın sonuna kadar çalışmamızı üzerimize yükleyen, Kur’an’da 500’den fazla ayette emredilen cihad farzını Erbakan Hocamız’dan öğrendik. O bize cihadı her şeyiyle en önemlisi de örnek yaşantısıyla öğretti. O bizim için bir öğretmendir. Allah O’ndan razı olsun” demişlerdir. Evet Hocamız ömrünü “ve’l asr şuuru”yla ta- dakarlığı, yılmamayı ve hayatı öğrettin. Son elli yılda emeğin ve hakkın olmayan Müslüman yoktur desek, yeridir. Allah senden razı olsun. Makamın ali olsun. Evet, Muhterem Erbakan Hocamız, cenazesine 60 İslam Ülkesinden cemaat liderinin, devlet adamının ve siyasetçinin katıldığı ve milyonların hüngür hüngür ağladığı İslam ümmetinin lideriydi… Hocamız, Müslüman milletimize ve İslam alemine unuttukları “Hak-Batıl Mücadelesini”, “İslami Siyaset Anlayışını”, “Cihad’ı yani Hayra Motor, Şerre Fren Olma şuurunu”, “Siyonizmi ve Gizli Dünya Devleti Gerçeğini”, “Müslümanların Kimliğini ve Görevini”, “Milli Görüşü ve Adil Düzeni” tarihi ve mübarek konuşmalarıyla ve icraatlarıyla son nefesine kadar hatırlatan ve uygulayan bir dehaydı. Hocamız, Allah’a güzel bir kuldu, büyük bir mücahiddi, Horasan tasavvuf ehillerinden el almış istikamet sahibi bir Allah dostuydu, gönül insanıydı, adil bir devlet adamıydı, irfanlı bir bilim adamıydı… Bu ve benzeri binlerce hasleti şahsında barındıran Muhterem Hocamız’a tekraren Rabbimiz’den rahmet diliyoruz. Rabbimiz, Rasulü’nün sancağı altında, Hocamız’la beraber olacak şuuru ve çalışmaları bizlere nasib etsin mamladı. Hakkıyla iman etti, daima salih ameller işledi. Her zaman, her yerde Hakk’ı ve sabrı tavsiye etti. Daima müslümanca düşündü ve müslümanca yaşadı. Rabbimiz bizleri O’nun gibi yaşatsın ve O’nun gibi vazifelerimizi yaparak canımızı alsın. O’nu anlatmak zor. Ne hikmetse toplum olarak insanlar ölünce anlatmaya ve övmeye başlıyoruz. Elbette vefat edenlerimizi hayırla anmak ve gerçekten Hocamız gibi arkasından bırakın Türkiye’yi Dünyayı ağlatan, hüzne boğan bir insan olmak güzel şey. Hakikat ise sağlığındayken insana sahip çıkmak ve değer vermektir. Şair ne güzel demiş; “Avaze-i bu aleme davud gibi sal, baki kalan bu kubbede hoş bir sada imiş.” Hocam şahidiz, İslam alemine ve dünyaya asırlar geçse de unutulmayacak hoş bir sada bıraktın. Çağlar üstü nizamın çağlar ötesine habercisi oldun. Karanlıkta geldin, sabahı müjdeledin ve yüzyılları aydınlattın. Hocam, bizleri adam ettin, memur, amir, bürokrat, milletvekili, bakan ettin. Nezaketi, dik duruşu, fe- 48 Evet, biz genelde Ankara, İstanbul ve Anadolu yollarını Hocamız’la şahlanmak ve O’nu dinlemek ve şuurlanmak için giderdik. O’nun “kaderden emin olan kederden emin olur” şuurundan nasiplenmek, aşkından aşk almak, gülümsemesinden neşe almak, kendimize umud aşılamak için giderdik, biz İstanbul ve Ankara yollarını. Gül cemalinle müşerref olmak için giderdik. Şimdi Hocam bu yolda sensizliğe gidiyoruz. Acımız tarifsiz. Sensizlik dünyasında Hocam, işimiz biraz daha zor. Ama inanıyor ve biliyoruz ki, Allah var, problem yok ve yine siz buyurmuştunuz “iman var her şey var, iman var imkan var.” Biliyoruz ki, “bu yol uzundur, geçidi çoktur, menzili yoktur, derin sular var.” Kendi köklerimize bağlı kalarak gece gündüz çalışarak, ömrünüzü adadığınız ve insanlığa hediye ettiğiniz iki dünya saadetinin mutluluk reçetesi, Milli Görüş Projesi’ne bugünden daha fazla sahip çıkmak, talimatlarınıza uymak ve sevgi ve adalet temelli yeni bir dünyanın kurulması için koşturmak boynumuzun borcudur, Hocam. “Tohum saç bitmezse toprak utansın, Hedefe varmayan mızrak utansın, Ustada kalırsa bu öksüz yapı, Onu sürdürmeyen çırak utansın” Vesselam. Nisan 2011 O, ekmek arabasının peşinde, yalınayak koşan çocuk için ağlayan ülkemizin şefkat timsali başbakanıydı. O, dünya mazlumlarının ümidi, müşfik eli ve sevdalısıydı. O, yakınında ve birlikte koşturan binlerce insanın şehadetiyle, gece namazlarını dahi hiç terk etmeyen zahid bir kuldu. O, yoğun bakımda iken gözlerini açtığında, ibadet etmek için teyemmüm edeceği kiremiti arayan abid bir kuldu… O, İslam’sız saadetin, huzurun, refah ve mutluluğun gerçekleşemeyeceğini, şuurlu Müslüman olmamızı ve son nefesimize kadar cihad etmemizi, insanlığın iyiliği için çalışmamızı talimat veren bir Lider’di… O, salonlara stadlara ve meydanlara doldurduğu milyonlarca insana Allah Rızası için çalışacaklarına dair yemin ettiren ve “önce ahlak ve maneviyat” diyen bir dava adamıydı… O, öldüğünde nasıl anılmak istersiniz sorusuna “malıyla ve canıyla cihad eden bir müslümandı.” şeklinde anılmak istediğini söyleyen bir mücahiddi. Mücahid Erbakan’dı… O, ilmin, İslam’ın, dinin ve siyasetin birbirinden ayrılmaz hakikatler olduğunu asrın idrakine nakşeden bir ilim adamıydı, O, bütün dünyada Hakk’ı hakim kılmak ve İslam kardeşliğini tesis etmek için hayatını bu yola adayan bir siyaset adamıydı… O, sözlerine Allah adıyla başlayan ve sözlerini yine Allahın adıyla bitiren Hakk aşığı bir müslümandı… O, selamı, Allah’ın selamını meydanlara, üniversitelere, meclise ve dünya gündemine tekrar yerleştiren mümtaz şahsiyetti. O, kendisine reva görülen tüm muamelelere rağmen, devlet-i ebed müddet anlayışıyla devletini hep güzel gören bir devlet adamıydı, O, herkesin ama herkesin iyiliğini ve saadetini isteyen ve ömrünü tevhid ve adalet hakim olsun için adayan adanmış bir yürekti. O,"İman ediyorsanız en üstün, sizsiniz" ayetini gönüllere şırınga eden ve devlet kapılarını alnı secdeli Anadolu çocuklarına açan ve dünya sorunlarına işbirlikçi olarak değil müslümanca el atmayı öğreten bir öğretmendi… O, her attığı adımda ve her işinde önce ahireti ve hesabı düşünen”, ona göre hareket eden bir istikamet adamıydı. Nisan 2011 49 Züleyha ÇAKMAK* Kitap Tanıtım Medeniyetimizin Sessiz Tanıkları amanın ve insanın tahribiyle büyük bir bölümü yok olan tarihi mezar taşlarının günümüze ulaşanları, mahzun bakışlarıyla yanlarından gelip geçenlere sessiz çığlıklar atıyor..!Bu sesi duyan ve duyduklarına sessiz kalmayan bir himmet ehlinin yazdığı bir kitapla tanıştım. Eyüp Sultan’a komşu olmanın farkındalığı ve gayretiyle yapılmış bir çalışma…Eser, Nidayi Sevim tarafından kaleme alınmış. “Medeniyetimizin Sessiz Tanıkları” üst başlığı ile Eyüpsultan’da Osmanlı mezar taşları ve burada medfun bir döneme damgasını vurmuş birbirinden değerli büyüğümüzün hayatından pasajlar sunuyor. Görmedim -duymadım- bilmiyorum demeden, sessiz tanıkların haline tanıklık eden ve onların sessizliğine ses olmaya çalışan bu eser, Kitap Dostu Yayınlarından çıkmış. Redaksiyonu da geçtiğimiz yıl vefat eden şair ve yazar Olcay Yazıcı tarafından yapılmış. Z Gözler önünde yok olup giden ecdat yadigârlarının acısını yüreğinde hisseden Nidayi Sevim’in 5 yıllık çalışmasının ürünü olan bu eserin yapraklarını çevirirken kültür, sanat ve medeniyet tarihimizin derinliklerine doğru efsunlu bir yolculuk yaptığınızı hissediyorsunuz. Mezar taşlarının izahında hayretler içerisinde kalıp “bu nasıl bir zarafettir” demekten kendinizi alamadığınız gibi bu mezarlar kimlere ait diye sorduğunuzda “aman efendim o da mı oradaymış!” derken, hayretiniz tahrip kısmına geldiğinizde öfkeye dönüşerek “bu kadar da olmaz ki canım” diyorsunuz. En güzeli ve önemlisi de kitabın sizi harekete geçirecek bir örgüde olması. Bilgi, farkındalık ve sorumluluk ister. Bu kitabı okuduktan sonra farkındalığınız ve sorumluluğunuz ister istemez artıyor. Erdemli insan olmanın ölçüsü de sorumluluklarımızı yerine getirebilme derecemizle ilgili değil mi zaten? Kitap, Eyüp Sultan Hazretlerinin hayatı ve Eyüp Sultan semtinin tarihi ile başlıyor. Eyüp Sultan’ın pey- 50 gamber sevgisi, ahlakı, onu İstanbul’umuza getiren sebepler ve İstanbulun fethindeki anahtar rolü gerçekten okunmaya değer bir bölüm… Beni en çok heyecanlandıran ve hayretler içerisinde bırakan bölüme bir göz atalım isterseniz. Nidayi Sevim’in mezar taşlarının dilini çözdüğü ve onları konuşturduğu kısma. Taş konuşur mu? Demeyin!.. Dinlemesini bi- lene elbette konuşur. Taş bile… Bakın neler söylüyormuş mezar taşları; mezarların biçimleri, taşların üzerinde bulunan yazılar ve sembolik işaretler bize mezarda yatan kişi hakkında çeşitli bilgiler veriyor. Mezar taşlarının üzerini okumadan dahi kabirde yatan kişinin kadın, erkek yahut çocuk olduğunu anlayabiliyoruz. Hanım mezar taşları çiçek, buket, bahar dalları ile süslenip, başı hotozlu, boynu kolyeli Mezar taşları üzerindeki ölümün güzel yüzünü gösteren şekil ve motifler ise derin manalar ifade etmekte imiş. Hayat ağacı motifi; bolluk ve bereketin simgesi, meyveli ağaç; insanı kâmil, servi ağacı; ölüm ve faniliğin sembolü, yasemin çiçeği Hz.Fatıma’nın sembolü, geometrik biçimler eşkenar dörtgen, altıgen, kare ve dairevi; sonsuzluğun ve kâinatın sembolü... olabiliyormuş. Erkek mezar taşları ise başlıklı olurmuş. Bu başlık, mezar sahibinin meslek ve meşrebine göre şekillendirilirmiş. Sarıklı, başlıklı, kavuklu, fesli mezar taşlarına, ressamın paleti, denizcinin çapası, topçunun güllesi, gazilerin de madalyası işlenirmiş. Tarikat mensubu insanların başlıklarının da farklı farklı olduğunu yine bu eserden öğreniyoruz. Mezar taşları üzerindeki ölümün güzel yüzünü gösteren şekil ve motifler ise derin manalar ifade etmekte imiş. Hayat ağacı motifi; bolluk ve bereketin simgesi, meyveli ağaç; insanı kâmil, servi ağacı; ölüm ve faniliğin sembolü, yasemin çiçeği Hz.Fatıma’nın sembolü, geometrik biçimler eşkenar dörtgen, altıgen, kare ve dairevi; sonsuzluğun ve kâinatın sembolü imiş ve daha neler neler… kadın sığınma evi nerede kuruldu gibi ilginç anekdotlar… Zaman zaman bizi dinlendirecek, uygun yerlere serpiştirilmiş, birbirinden değerli üstadın şiirleri çalışmaya renk katmış. Eser, gönle hitap ettiği kadar göze de hitap ediyor. Konularına göre bazen bir türbe, bazen bir mezar taşı şeması, Tevfik Ayta’nın eşsiz gravürleri ve Ercan Babacan’ın fotoğraflarıyla desteklenmiş. Sonuç bölümünde ise, tarihi mezar taşlarımıza ve mezarlıklarımıza neden sahip çıkmamız gerektiğini, bu değerlerimizi ülkemiz ve dünya kültürüne kazandırmak için neler yapılmalı, nasıl yapılmalı sorularına cevaplar aranmış. Eserin sonunda yüreğimizi sızlatan kırık dökük mezar taşlarının perişan hallerinin resimleriyle birlikte Nidayi Sevim’in mezar taşlarını kurtarmak için ilgili makamlara verdiği dilekçeler ve basına yansıyanları görüyoruz. Kitap bitti fakat bizim için birçok şeyin başlangıcı olacak sanırım. Var mısınız elimize kitabı alıp Eyüp Sultan ziyareti ile mezar taşlarını dinlemeye, bu değerlerimizden haberi olmayanları haberdar etmeye. Ve hiç vakit kaybetmeden yetkili makamlara gidip sessiz tanıkların “bizi yok etmeyin” çığlıklarını duyurmaya? ....................................................... *Tarih Öğretmeni, Ankara Yine eserden, güzel bir mezar taşı yapımında hattat, nakkaş, mermer ustası ve şairin emeği olduğunu, mezar taşı yazılarını, şairin ebced hesabıyla tarih düşürdüğünü öğreniyoruz Nidayi Sevim, bir yandan mezar taşları ile ilgili teknik bilgiler verirken, diğer yandan da Osmanlıdaki sosyal değişimin taşlara yansımasını örnekleri ile beraber sunmuş. III. Bölümde ise; hayata dünyanın farklı yerlerinde ve farklı zamanlarda gözlerini açmış fakat aynı kabristana defnedilmiş olanlara yer verilerek, hayat hikâyelerinden kısaca bahsedilmiş. Meselâ Semerkantlı, Uzay Bilimci Ali Kuşçu, Dömeke kahramanı Gazi Ethem Paşa, Kıbrıs Fatihi Lala Mustafa Paşa, Mihrişah Valide Sultan, Şaire Adile Sultan, Şeyhülislâm Ebussuud Efendi, Sokullu Mehmet Paşa, Ünlü Tarihçi İdrisi Bitlisi, Zekai Dede Efendi. Yine yakın geçmişimize ışık tutmuş, kültür tefekkür ve medeniyet tarihimize mal olmuş, Mareşal, Fevzi Çakmak, Mahmut Esat Coşan, Necip Fazıl Kısakürek, Ahmet Kabaklı, Zübeyir Gündüzalp ve Bekir Berk bunlardan bazıları… Ve sadaka taşları, cellât mezarlığı, dünyanın ilk Nisan 2011 51 ÀÍYjºA ÄjºA A ÀnI “Manevi buhrandan Hakk’ın Burhan’ına” “TÜRKİYE’DE İDEOLOJİ ÇÖKMÜŞTÜR” azarlar Birliği Onursal Başkanı ve Vakit Gazetesi yazarı D. Mehmet Doğan Bey’le Türkiye’de modernleşme hareketlerini ve resmî ideolojinin eğitim ve dil üzerindeki baskılarını konuştuk. Burhan okurlarının istifadesine sunuyoruz. Y Röportaj Aydın BAŞAR Muhterem Doğan, Türkiye’de modernleşme hareketi halk tarafından desteklenmiş midir? Hakikaten de iddia edildiği gibi on yılda on beş milyon arıza yaratılabilmiş midir? Her şey ideolojiye göre ve ideolojinin benimsetilmesi çerçevesinde ele alınmıştır. Çocuklarımız iyi insan, bilgili fert veya yararlı vatandaş olarak değil, bir ideolojinin telkinlerini benimseyen ve ona göre hareket eden elemanlar olarak yetiştirilmek isteniyor. Türkiye’nin modernleşmesi batı hayranlığı ve taklitçiliği temelinde yürütüldü. Bu yüzden sonu gelmez çatışmalara yol açtı. Modernleştirme bir yönetici zümrenin mesleği, işi olarak görüldü. Halk bu modernleşmeye hiçbir zaman inanmadı. Diğer taraftan akla mantığa uygun ve milletin değerleriyle çatışmayan modernleşme uygulamalarına ise destek verdi. Türkiye ancak böyle dönemlerde modernleşti. II. Abdülhamid bu bakımdan modern Türkiye’nin alt yapısını oluşturan çatışmasız bir modernleşme programı uyguladı. İki çeşit modernleşmeden bahsedebiliyoruz demek ki... Halkın desteklediği/ tabii olan ve dayatılan modernleşme… Bu ikincisine “tepeden inmeci modernleşme” de diyebiliriz. Yani bu bir mağlubiyet ideolojisidir. Türkiye’nin batıcı aydınları Batı karşısındaki mağlubiyetlerini, halkımızın inanç ve değer dünyasına bağladılar. Dinin terakkiye mani olduğuna inandılar. 52 Bu yüzden batı karşısında hiç bir zaman bu milletle ve onun kültürüyle ayakta durulamayacağı zehabına kapıldılar. Bu teslimiyet psikolojisi onları mağlubiyetlerini zafer gibi gösterebildikleri bir ideoloji oluşturmaya sevk etti. 1920’lerde, İngiltere ve müttefiklerinin empoze ettiği; sonuçları içeriye başarı olarak sunan ve dünya sisteminde Türkiye’nin etkisizleştirilmesini öngören uygulamaları savunmaya dayanan ideoloji komünst-kapitalist zıddiyetinin sona erdiği Sovyet sisteminin yıkılmasından sonra tamamen anlamını kaybetti. Mağlubiyet ideolojisinin sonu geldi. Türkiye’deki bir takım sancıları tepeden inmecilik modeliyle mi açıklıyorsunuz? Tek parti döneminin tepeden inmecilik modeli, tamamıyla başarısız olmuştur. Çok partili hayata geçtikten sonra Türkiye ekonomik ve sosyal bakımdan gelişti. Fakat bu ideolojiyi dayanak yaparak iktidarını sürdüren kesimler bunu kabullenmek istemediler. Türkiye’nin son çeyrek yüzyılı bu çatışma ile geçti. Tepeden inmeci modernleşmeciler oligarşik iktidarlarını sürdürmek için halkın tasvip ettiği değişimi “irtica” olarak nitelediler. Çeşitli engellemelere başvurdular. Onların ilerici devrimleri, yani darbeler Türkiye’nin gelişmesini köstekledi. Bundan sonra yapılması gereken ne peki? Bugün Türkiye mağlubiyet ideolojisinin bittiğini kabul ederek yeni bir yola girmek zorunda. Fiilen yeni bir yola girildi aslında, fakat resmen bu kabul edilmiş değil… Resmen kabulün çok fazla gecikmemesi gerekiyor. İdeoloji çöktü diyorsunuz fakat ideolojinin eğitim sistemindeki izleri çok derinden geçiyor galiba… Eğitim alanı hala ideolojinin pençesi altında değil mi sizce de? Türkiye’de ideoloji çökmüştür fakat bunu kabullenemeyen kesimler eğitim cihazını kullanarak ideolojiyi ayakta tutmaya çalışıyorlar. Bu yüzden milli eğitimde en ufak bir değişiklik yapılmak istendiğinde, belirli çevreler hemen ayağa kalkıyor. Nitekim son on yıl içinde Türkiye’de çok değişim yaşandı, fakat Milli Eğitimde bunu hissetmek mümkün görülmüyor. Türkiye’de eğitim-öğretim sistemi ideolojinin aracı bir yapı olarak düzenlenmiştir. Her şey ideolojiye göre ve ideolojinin benimsetilmesi çerçevesinde ele alınmıştır. Çocuklarımız iyi insan, bilgili fert veya yararlı vatandaş olarak değil, bir ideolojinin telkinlerini benimseyen ve ona göre hareket eden elemanlar olarak yetiştirilmek isteniyor. Nisan 2011 Bir yazınızda “Türkçe dil devrimi ile medeniyet iddiasını terk etti” diyorsunuz. Bir sözlük yazarı olarak ideolojinin dil üzerinde yaptığı hasarlardan bahseder misiniz? Türkçe 20. yüzyılı bazı kazançlara rağmen, ciddi kayıplarla kapattı. On beş asırlık yazılı geçmişi bilinen; dünyanın çok geniş bir coğrafyasında konuşulan, yazılan; devlet ve yönetim dili olarak yüzyıllardır kullanılan, büyük edebî anıt eserlere sahip olan işlenmiş bir dil; çok sayıda deha çapında şair ve yazar yetiştiren dilimiz, 20. yüzyılda "arıtılmak", "geliştirilmek" ve "yabancı dillerin boyunduruğundan kurtarılmak" iddiasıyla, tahrip edildi, fakirliğe mahkûm edildi, güçsüz düşürüldü.. Neredeyse bütün 20. yüzyılı kapsayan "Türkçeyi kurtarma harekatı", dilimizi zayıf düşürdü hatta perişan etti. Bu harekâtı devlet imkânlarıyla yürüten "Türkçeyi kurtarmak" iddiasında olan kesimlerin sözcüleri şimdi Türkçenin zayıflığını, kifayetsizliğini öne sürerek, yabancı dillere kucak açmanın meşruiyetini sağlamaya ve makullüğünü kitlelere kabul ettirmeye çalışıyorlar. Bunda eğitim öğretim sisteminin payı ne ölçüdedir? Bir ülkede, kültürde, millet hayatında değişmeyen, değişmemesi gereken şeyler vardır. Dilimizi değiştiremeyiz, yani dilimizi bırakıp başka bir dili benimseyemeyiz. Fakat eğitim-öğretim sistemimizi her zaman değiştirebiliriz. Çünkü eğitim ve öğretim, bir vasıtadır, araçtır. Neyin aracı? Benim bir taraftan kültürümü, dilimi, benliğimi ve diğer taraftan bilimi, modern dünyayı anlamam ve kavramam için araçtır. Türkiye on yıllardır yanlış araçla yanlış sonuçlara doğru yönlendiriliyor. Türkçe yarım yüzyılda ilim dili, edebiyat dili ve iletişim dili olarak çok büyük sıkıntılara uğradı. Erozyon korkunç boyutlara ulaştı. Şimdi ilk ve orta tedrisatta bile zorlanıyoruz. Bunların müsebbibi dilimiz değil, dilimizin öğretilmemesi için mekanizmalar icat eden ve bu mekanizmaları devlet gücünü kullanarak çalıştıran, çocuklarımızı mankurtlaştırmayı hedefleyen eğitim-öğretim sistemidir. Belli ki dil üzerinden bir proje yürütülüyor. Bunu yapanlar sizce iyi niyetli olabilir mi? Bu harekâtın tamamen hasbî veya masum olabileceğini düşünemiyorum. Birileri mutlaka belli hedeflere ulaşmak istiyordu. Bu hedefler elbette beş on yılda ulaşılabilecek şeyler değildi. Türkçe 20. yüzyılın başındaki gücüne, kelime kadrosuna, deha çapında büyük yazarlarına 21. asrın başında sahip değil. Üniversitelerimiz eskinin rüştiyelerinin (ortaokula eşdeğer sayılabilir) öğrettiği kalitede Türkçe öğretemiyor! 53 Ayşe BAĞCIVAN ANNEMİN ZUHAL YILDIZLARI liyor içime: zaman nasıl da çökelmiyor böylesine zihnimde… Annem… Camlarından dünya sarkardı; yani öyle ki pencereleri küçücük evimize bir gün ayın arka yüzünün gölgesi düştü. Henüz yedi yaşındaydım ki ölüm kapımızdan içeri girdi. Bir yolcunun sessiz uzun bekleyişleriyle birlikte bir ören yerinden keşişlere has hüznünü de yanına alarak uzaklaşması gibi. Anlamlı vedalarla terkedişler düşüyordu evimizin göğünden; çiseliyordu her şey işte. Bunları gördüm… Annem… Masum bir çocuğun ürkek bakışları arasında çığlık çığlığa ağlayan bir kadın portresi çoğu zaman. Hüzünlü sözler yazmak istemiyorum gerçekte ben. Bunlardan ne kadar gocunduysam o kadar ardımdan koşarak geliyor işte o çocuk. O ben... Annem… Çocukluğum tüm teferruatı ile aklımda değil. Perde bir açılıp bir kapanıyor ilk hayaller dimağımda. Lakin –annem…- bütünüyle ruhumda iz bırakmış olmalı ki onunla geçen hemen hemen her günüm, eski bir siyah-beyaz filmin silik ve ara ara kaybolan görüntüleriyle her an benimle. Yanımda, ellerimi tutuyor geceleri gene. Ve hiç sönmeyen sıcaklığıyla gözleri iş- Annem… Bir bağbozumu mevsimi… Kırların güzlerde daha verimsiz olduğunu zannederdim çocukken. Büyüdükçe kırlar ve mevsimler hakkında düşündüklerimde ne kadar da yanılgılarla doluymuş zihnim meğer. Meğer ağlamakla gülünecek sözler arasında bir kıyamet zamanı kadar inanmak varmış bir kıyamet dolusu inanmamak ya da… Bağbozumu zamanları 54 dedem ve öteki bütün dünya severdi beni. Severdiler evet. Şimdisiz severdiler. Yarınsız. Hesapsız… En çok camlarından güneşin bolca sızdığı renkli cıvıl cıvıl bir pide dükkânına gitmeyi severdim seninle. Annem… Ölümün ne anlama geldiğini bilemeyecek kadar küçüktüm. Nasıl bir şey olduğunu da… Hoş, şimdi şu divaneliklerimle nasıl bir şey oldğunu biliyor olabilir miyim sizce? Meczup olmalısınız! Ben eşya. Memnun oldum tanıştığımıza. Ben de. Çok tabii. Tabiat bizi bir yerimizden ayrıştıracaktı zaten. Bunun farkındasınızdır umarım. Hah, gerçekten de umuyor muyum bunu. - Masallar ülkesinin bu tatlı prensesine bir kıymalı pide, diye seslenirdin pideci amcaya… Çocuktum diyorum ya, değildim oysa. Anne yoktu artık. Onsuz uyanıyordum. Uyumalıydım. Ayrılığı hangi yaşta tadarsanız tadın. Farkındaysanız gerçekten çocuk olamıyorsunuz o günden sonra. Çocukluk hakkınız olmuyor o zaman. Ayrılık gecenin ayazında gözyaşlarının yıldızlara kadar uzanmasıydı. Bunu anlayabiliyordum işte. Ayrılık sol yanımın boşlukta kaybolmasıydı. Bunu da… Annem… …Güne vaktinde başlayamamış hep bir şeylere geç kalmış bir revnak-ı bahardı annem... Bunu nasıl görmezdi dünya. Denizlerini severdim en çok annemin. Apansız okyanuslara dönüşmek hevesi olan denizlerini… Dedim ya, çocukluğum tüm teferruatı ile aklımda değil. Olmasın da. Olmamalıymış şimdi şimdi anlıyorum bunu. Annemin ruhumdaki izleri, yol çığırları yaşatıyor belki de beni. İki dilimli zamanlarım vardı annemle. Geceler ve gündüzler. Hayatlar ve ölümler. Gündüzlerin karmaşık düşleri, çapaklı aydınlığı kalmış sadece bende. Kalmasa iyiydi ya. Ellerim soğuyor. Ruhumu salıncağında servilere verdim ikindilerde. Evsiz barksızlara verdim ruhumu. Geceleri nemli ölüyordu gözlerim. Fersiz adayışlarım neye yetecek anne. Yetmez. Gücüm bitiyor. Çocukluğum sayfiyelerinde göçecek köhneliğin yarınlarında. Annem… Bazı sabahlar seninle kısa yürüyüşlerimiz, ılgıt ılgıt gezmelerimiz olurdu. Hatırlıyor musun anne. Başka bir ışık, bir aydınlık olurdu gözlerinde… Annem… Saçlarımı Zuhal yıldızından bir tarakla taradığın zamanları seviyorum gizli gizli. Kimseler bilmesin bunu. Sakın söyleme anne. Nisan 2011 Sahi ben o sevgilerle büyümeyi nasıl da sevmişim. Sevmesem olmazdı ama. Evimiz. Varoşumuz. Gettomuz… Sevmesem olmazdı. Büyük semtleri dolanır gelirdik gene bu hücremize. Evimiz kapkaranlıktı. Pencereleri öteki evlere benzemezdi biliyorum. Kocamandım ben. Bilmiyormuşum gibi sorardım sana hatırlıyor musun? Senin gözlerindeki hüzünleri daha da büyütmek istemiyordum çünkü. Sırf üzülme diye büyüyordum o hücremizde. Güne bakan çiçekleri yoktu içimde büyüyebilecek kadar bile. Hıçkırıklarla uyumayı seviyordum geceleri. Sen duyma diye büyüyordum. Duyma anne. Hıçkırıklarımı… Annem… “Beni bırakma” Ellerimi tut. Sen tut sadece. Bırakma. Kocaman bir yakarışlarımı bırakma; tinsel yakarışlarımı. Kimseler farkında değil. Yanımda yöremde kahkahalarla kalabalıklaşıyor dünya. Bu dünya benim mi? Değil. Dünyayı sevmiyorum. Kalabalıklaşırken hele hiç sevemiyorum. Masallarını çocuklarıma anlatamıyorum şimdi. Dünyanın bütün çocuklarını anlamak isterdim oysa. Onlar, o güzelim masallar yalnızca bana anlatılırmış gibi geliyor bana. Kıskanıyorum belki masallarımı. O masalları saklamakla, senin olan dünyamda bırakmakla hata mı ediyorum sence sahi? Annem… Son gecemizdi. Nöbetlerin sıklaştı. Hücremizin köşeciğinde seni izliyordum. Battaniyenin altında korkuları eze eze izliyordum. İçimdeki çocuk nasıl da kıvranıyordu, hıçkırıyordu. Dünyayı ayağa kaldırmak istiyordu o çocuk. Sesimizi duyan olur muydu bağırabilseydim? Sahi olur muydu? Öyle cılızdım ki çıldırışlara dayanamadı küçücük bedenim. Ölümle uyku arası sızmışım. Gördüklerim vardı. Görmediklerim daha çoktu belki de. Gözlerimi açtığımda sen kapamıştın gözlerini. 55 ÀÍYjºA ÄjºA A ÀnI “Manevi buhrandan Hakk’ın Burhan’ına” NE ZAMAN MUTLU OLACAĞIZ? M. Emin KARABACAK ayatımız boyunca hep mutluluğu ararız. Onu bulmak ve ona ulaşmak için neler yapmayız ki. H Biz tepelere çıktıkça dağlar bitmezdi. Dağlar içindeki en yüksek tepeye çıkarak bize dünyayı seyrettirecek tepeyi arardık. Fakat dağların arkasındaki tepeler bir türlü bitmezdi. Sonra biz gene döner yaylamızın en yüksek dağına, oradan seyrederdik dünyayı. Mutluluğu ararız; fakat hangi mutluluğu aradığımızı da pek bilmeyiz. Haylimizdeki mutluluğu mu yoksa gerçek mutluluğu mu onu da bilmeyiz. İş o kadar da olsa yine iyi. Biz mutluluğun tarifini de bilmeyiz. Mutluluğu hep uzaklarda ararız. Ona ulaşmaya çalıştıkça da kaybolan bir serap gibi görürüz onu. Mutluluğu ararız; fakat nasıl bir mutluluk aradığımızı da neden mutlu olacağımızı bilmeyiz. Doğumdan ölüme kadar hep mutluluğu ararız; ama bir türlü bu mutluluğu yakalayamayız. Bu yazının başlığını okuduğunuzda; belki de mutluluğu bu yazıda bulacağınızı zannettiniz. 56 Mutluğu bazen kitaplarda, bazen şarkılarda, bazen de dizilerde ararız. Ama mutluluk kaybolmuş yitik mal gibi arayıp da bulunmaz ki. Mutluluk birilerinin tekelinde değil ki aranmakla da bulunsun. Mutluluk kişiden kişiye değişir. Kimisi kırlarda, kimisi piknikte, kimisi sosyal statüde, kimisi parada, kimisi altında... bulacağını düşünür. Mutluluk aramayı ben sıralı dağlara benzetirim. Çocukluğumda arkadaşlarla birlikte yayladaki dağlara çıkardık. En yüksek dağın tepesini bulup dünyayı oradan seyretmek için. Biz tepelere çıktıkça dağlar bitmezdi. Dağlar içindeki en yüksek tepeye çıkarak bize dünyayı seyrettirecek tepeyi arardık. Fakat dağların arkasındaki tepeler bir türlü bitmezdi. Sonra biz gene döner yaylamızın en yüksek dağına, oradan seyrederdik dünyayı. Bizim olanla mutlu olmaya çalışırdık. Ancak dağların arkasındaki en yüksek tepeyi de merak etmez değildik. İşte insanlardaki mutlulukta arkası kesilmeyen sıradağlar içinde en yüksek tepeyi aramaya benzer. O tepeye ulaştığımız zaman mutlu olur muyuz bilmem; ama mutluluğun yüksek yerlerde (makam, mevki, para...) olmadığını bilirim. Mutluluğu ararız, hala geçmişte aradığımız gibi. Arama herhalde ölünceye kadar devam edecek. Acaba öldükten sonra bulabilir miyiz onu da Allah bilir. Geçmişimize şöyle bir bakalım mutluluğu nelerde aradığımıza: Çocukluğumuzda mutluluğu; büyüdüğümüzde, okula gittiğimizde, okulu bitirdiğimizde .... mutlu oluruz dedik. Gençliğimizde liseyi bitirdiğimizde, üniversiteyi kazandığımızda, üniversiteyi bitirdiğimizde, göreve başlayınca... mutlu oluruz dedik. Nisan 2011 Yetişkinlikte ise evlendiğimizde, borçları bitirdiğimizde, araba aldığımızda, çocuğumuz olduğunda, arabayı değiştirdiğimizde.... mutlu oluruz dedik. Yaş biraz daha geçince, çocuklar üniversiteyi kazandığında, çocukları işe yerleştiğimizde, çocukları evlendirdiğimizde, emekli olduğumuzda, hacc görevini ifa ettiğimizde.... mutlu oluruz dedik. Emekli olduk, hacca gidip geldik, çocukları everdik, her şeyimiz yerli yerinde fakat hala mutluluğu arıyoruz. Herhalde bizim mutluluk arayışımız Azrail (a.s) gelinceye kadar devam edecek. Mutluluğu hep şartlara bağlamışız. Olursa olacağım. Oysa mutluluk bizim karşımıza çıkan engelleri aşmaktır. Mutluluk anı yaşamaktır. Dün geçmiştir, yarın belki gelmeyecektir. Ama bulunduğum şuan belim elindedir. Mutluluk şuan’danın farkında olarak yaşamak İnsanın ne zaman olması gerektiğini de bize en güzel tarif edende her konuda olduğu gibi yine Peygamber Efendimiz (s.a.v) dir. Bir hadislerinde Peygamber Efendimiz (s.a.v) şöyle buyurur: “Beş şey gelmeden beş şeyin kıymetini iyi bil! 1- İhtiyarlık gelmeden, gençliğin, 2- Hastalık gelmeden, sıhhatin, 3- Fakirlik gelmeden, zenginliğin, 4- Ölüm gelmeden, hayatın, 5- Meşgul olmadan boş zamanın kıymetini bil.” (Buhari Rikak 3). Kısacası hayatımızdaki zorlukları aşmak ve hedeflerimize ulaşmak ve içinde bulunduğum anı değerlendirmek ve Peygamber Efendimizin (s.a.v) yukarıdaki hadisine kulak vermektir mutluluk. 57 Kitap Tanıtım BAYRAMLIK İSTEMEYEN ÇOCUKLAR rgenlik dönemi, çocukların anne babalarına fazlaca ihtiyaç duyduğu zor dönemdir. Bu dönemin en büyük özelliği çocukların kendisinin sevilip sevilmediklerini anlamaya çalışmalarıdır. E Öğrenci görüşmelerimde, en çok duyduğum cümlelerin başında “annem babam beni sevmiyor” cümlesidir. Öğrenciye bunu nasıl anladığını sorduğumda öğrencimiz: 58 “Hocam beni sevselerdi benimle ilgilenirlerdi, beni insanların yanında eleştirmezlerdi, bana bağırıp çağırmazlardı, başkalarıyla beni kıyaslamazlardı, eğer beni ben olarak sevselerdi bunları yapmazlardı” cümlesidir. Bazı anne babalar, çocuklarının kendilerinden sadece yiyecek, giyecek ve para istediğini zannederler. Onun için de öğrenci Nisan 2011 İnsanoğlu ölürken iki şeye pişman olurmuş. Birincisi, günahlarına, ikincisi, ailesine ve çocuklarına göstermediği sevgisine... velilerimiz: “Hocam yemedim yedirdim, giymedim giydirdim... daha başka ne yapayım!” der. Gerçekten de anne babalar kolay olanı değil de zor olanı yapmaya çalışmaktadır. Meslek hayatım boyunca, binlerce öğrenciyle görüştüm; fakat hiçbir öğrenciden: “Öğretmenim ailem bana şunu almıyor bunu almıyor, bana harçlık vermiyor; bal, baklava ve et yedirmiyor” diye bir şikâyet duymadım. Ama, ailem beni sevmiyor, diyen yüzlerce öğrenci ile görüştüm. G ö re v l e r i n i n s a d e c e b a n k a m a t i k o l d u ğ u n u d ü ş ü n e n ö ğ re n c i v e l i l e r i n e , b i r ö ğ ren c in in: “Öğretmenim ben anne babamdan bayramlık istemiyorum. Et yemeği, bal baklava da istemiyorum. Beni sevdiklerini sözleriyle ve davranışlarıyla bana göstermelerini istiyorum. Beni birileriyle kıyaslamamalarını istiyorum. Çünkü kıyaslanmak reddetmek olduğu için bu da beni sevmemek anlamına geliyor. Ben onları sevdiğim için, kendilerini başka anne ve babalarla hiçbir zaman kıyaslamadım. Sevdim, çünkü onların çocukları olmaktan mutluyum, dünyaya tekrar gelsem yine onların çocukları olarak gelmek isterim. Ben paralarını değil sevgilerini istiyorum. Acaba hocam, sizce ben çok şey mi istiyorum?” Gerçekten bu çocuklar çok mu şey istiyor? Cevabını ve yorumunu size bırakmak istiyorum. Bizi hayata bağlayan tek varlık olan çocuklarımızı, bizim çocuğumuz olduğu için sevelim. Sevgimizi kalbimizden çıkarıp sözel ve davranışsal olarak onlara gösterelim. Bunun yanında çocuklarımıza sevgimizi beden dilimizle (sarılarak) de gösterelim. Onlar zor bir dönemden geçmektedirler. Genç çocuk için ergenlik dönemi ne kadar sağlıklı geçerse, bu olumlu durum onun ilerideki yaşam kalitesini o ölçüde olumlu etkileyecektir. Araştırmalar gösteriyor ki; gençler, çeşitli suç örgütlerine ekonomik sıkıntı nedeniyle değil, kendilerine değer verilmediği için daha da önemlisi ilgi, şefkat ve sevgi gösterilmediğinden kendilerini bunların kucağına atmaktadırlar. İnsanoğlu ölürken iki şeye pişman olurmuş. Birincisi günahlarına, ikincisi ailesine ve çocuklarına göstermediği sevgisine... Nisan 2011 59 ÀÍYjºA ÄjºA A ÀnI “Manevi buhrandan Hakk’ın Burhan’ına” Erbakan Hocamıza Çok Şey Borçluyuz Hasan BAŞAR en Memduh Ergin. Nam-ı diyar Hasan Başar. Yıllarca bu isimle kaleme aldım yazılarımı ve sizler bu isimle tanıdınız beni. Ama ben Memduh Ergin. Anadolu’nun ücra bir köşesinde dünyaya gelmiş, orta halli bir ailenin orta halli bir Anadolu çocuğu. Güzel Anadolu’nun büyük çoğunluğu gibi muhafazakâr bir ailede yetiştim. Ailem dine bağlı ama dindar değil. Herkes gibi dini eğitimimi köy ya da mahalle camisinde yaz tatillerinde işten güçten artan zamanlarda gittiğim Kur’an kursları sayesinde aldım. Ama bu kursların süreleri kısıtlı olduğu içinde anca namaz surelerini ezberleyebildim. Namaz surelerini ezberler tam Kur’an’a geçilecekken yaz tatili biter, okullar açılır dolaysıyla Kur’an eğitimim yarım kalırdı. Bu benim yaşadığımı Anadolu insanının büyük çoğunluğu yaşamaktadır. Bu da şunu gösteriyor ki, Anadolu insanı namazını kılacak kadar sure ezberler, aileden özel bir eğitim almazsa Kur’an bilgisi pat çat öğrenilen “Elif Ba’dan öteye geçemez. Yani bu coğrafya da yetişen ortalama bir Anadolu insanı Kur’an-ı Kerimi oku- B O Müslüman kimliğini gizlemedi, bilakis davranışlarıyla, yaşantısıyla açıkça gösterdi. O, biz Anadolu insanına Müslüman kimliği ile var olmayı öğretti. 60 yamaz, anlayamaz. Anlamını dahi bilmedikleri surelerle namazlarını kılarlar. Onlar için din sadece namaz kılmak, oruç tutmak, kurban kesmekten ibarettir. Bu cümlelerimden sakın onları küçümsediğim ya da Müslüman olmadıklarını ima ettiğim anlaşılmasın. Ben onları bu halleriyle seviyor, sayıyorum. Ve dindarlıklarından da asla şüphe etmiyorum. Üstelik onlar bildikleri ile amel etmeye çalışan dindar insanlardır benim gözümde. Sorun İslamiyet’i bu dar kalıplar içerisine sığdırmaya çalışan sorunlu zihniyetlerdir. Bu sorunlu zihniyet kasıtlı olarak İslamiyet’i bir asırdan fazladır camiye hapsetmiştir. İslamiyet’i sosyal, siyasal, kültürel hayattan soyutlamaya çalışmıştır. Müslümanların Müslüman kimlikleri ile sosyal, siyasal, kültürel hayatta yer almamaları için ellerinden geleni yapmışlar ve yapmaya da devam ediyorlar. Bu sorunlu zihniyete göre İslamiyet ilerlemenin önünde engeldir. Dolaysıyla ben Müslüman’ım diyen herkes bu tür konulardan uzak durmalıdır. Onlar Anadolu insanının camiyle ev arasında mekik dokumasını istediler. Ama birisi çıktı bu topraklardan. “Hayır” dedi. Bu kocaman bir yalan. İslamiyet’i dar kalıplar içerisine sığdıramazsınız. Evet, namazı kılacağız, orucu tutacağız, kurbanı keseceğiz. Başım gözüm üstüne. Nisan 2011 Amenna. Ama bunlarla yetinmeyeceğiz. Hayatın her alanında sosyal, siyasal, ekonomik, kültürel alanlarda da var olacağız. Hem de Müslüman kimliğimizle. Bunun için rahmetli Prof. Dr. Necmettin Erbakan Hocamız, bir gazetecinin söylediği gibi, hangi ortama girerse girsin “Selamın Aleykum” diyerek girmeyi kendisine düstur edinmiş bir kişiydi. O Müslüman kimliğini gizlemedi, bilakis davranışlarıyla, yaşantısıyla açıkça gösterdi. O, biz Anadolu insanına Müslüman kimliği ile var olmayı öğretti. Kendi tabiri ile “Milli Görüşe giren bir Müslüman, şuurlu bir Müslüman olarak çıkar.” Dedi ve Milli Görüşle tanışan herkese nasıl şuurlu Müslüman olunur, onu öğretti. Prof. Dr. Necmettin Erbakan demek “Milli Görüş” demek. Hocamızın kurduğu ve sistemli hale getirdiği “Milli Görüş” düsturu sayesindedir ki ben ve benim gibi milyonlarca insan hayatı yeniden sorgulama fırsatı tanımıştır. Ben naçizane kendi adıma söylüyorum ama biliyorum ki benim gibi milyonlarca Anadolu insanı aynı şeyi paylaşıyordur. Ben “Milli Görüş”ü tanıdıktan sonra ruhumda, beynimde bir inkılâp yaşadım. Müslüman derdi ile dertlenmeyi, geleceğim adına, ülkem adına, dinim adına ne yapabilirimin derin kaygısını ruhumun derinliklerinde hissetmeye başladım. Onun içindir ki “Milli Görüş” 61 sadece siyasi bir hareket değildir, olmamıştır ve olamazda. “Millî Görüş, Türkiye'nin kendi insan ve ekonomik gücü ile kalkınabileceğini, öz değerlerini koruyarak, arkasına tarihinin verdiği kuvveti alarak daha hızlı adımlarla yürüyebileceğini savunur.” Bir ömür boyu kendisini davasına adamış, büyük düşünmüş ve büyük düşündürmüş bir dava adamıdır Prof. Dr. Necmettin Erbakan. Kendi farkımıza varmamızı sağlamış bilge kişi. Memleket ve dünya üzerine hayaller kurmuş ve bu hayalleri bizlere aşılamaya çalışmıştır. Hayaller derken olmayacak şeyler değildir onun hayalleri. Prof. Dr. Necmettin Erbakan’ın hayalleri geçmişin parlak günlerini yeniden yaşama geçirmektir. O geçmişimizi çok iyi bilen, geçmişimizin büyüklüğünün farkında olan, geçmişle gelecek arasında köprü vazifesi gören bir dava adamıdır. Milli Görüş’ün ne olduğunu anlatan Prof. Dr. Necmettin Erbakan, “Milli Görüş” adı üstünde milletimizin kendi görüşüdür. Bütün insanlığın bildiği gibi milletimiz asırlar boyu kaba kuvveti değil, hakkı üstün tutan bir zihniyetin temsilcisi olarak, insanlık tarihinin en büyük devletleri olan Selçuklu ve Osmanlı Devletlerini kurmuş, asırlar boyu insanlığa insan hakları, barış ve adaletin en güzel örneklerini göstermiş, şerefli, parlak bir maziye sahiptir” dedi. “Milli Görüş”ün temeli şefkat ve sevgidir. Bundan dolayı gayesi önce Türkiye’deki 70 milyon vatan evladının, sonra da yeryüzündeki 6 milyar insanın hepsinin saadetidir. Türkiye’deki 70 milyon kardeşimizin hepsinin ve yeryüzündeki 6 milyar insanın hepsinin saadetini temin etmek için “Milli Görüş”: “Yaşanabilir bir Türkiye”, “Yeniden büyük Türkiye”, “Yeni bir Dünya” ideallerini gerçekleştirecek bir görüştür.” Önce kendi ülkemizde kalkınmayı sağlayacak ama yetinmeyecek bütün insanlığın sıkıntılarına çare arayıp bütün dünyaya saadet ve huzur getirmeyi hedefler. Nerde bir zulüm ve işkence varsa karşı çıkılacak, güçlünün değil haklının yanında olunulacaktır. Şuanda dünya zulüm ve işkence içinde ise bunun en büyük sebebi Siyonizm’dir. Prof. Dr. Necmettin Erbakan Hocamız Siyonizm’in tehlikesine dikkat çekmiş bu uğurda da çalışmalar yapmış, kendisini davasına adamıştır. İsrail, Gazze katliamı yaparken bütün dünya ayağa kalkmış dünyanın çeşitli yerlerinde İsrail’i protesto gösterisi yapılıyordu. Ülkemizde yapılan bir gösteriye katıldığımda HAMAS lideri Halid Meşal’e canlı telefon bağlantısı kurulmuştu. O telefonda Halid Meşal, özetle; “Osmanlı adaleti istiyoruz. II. Abdülhamit’in Filistin davasındaki haklı mücadelesinden bahsetmişti. Ve hasetsen Prof. Dr. Necmettin Erbakan’a selam olsun demişti.” Bu ülke, Prof. Dr. Necmettin Erbakan Hocamızın kıymetini bilemese de, onu anlayamasa da O, davasına hizmet etmiş olmanın iç huzuruyla yıllarca insanlığa hizmet etmeye çalışmıştır. Bizler bilemesek de Müslüman dünyası bunu çok iyi biliyordu. Prof. Dr. Necmettin Erbakan Hocamız bir defasında; “Onların beni anladığı kadar benim milletim beni anlamadı.” diyerek sitem etmiştir. Ama kimseye küsmemiş, bilakis bıkmadan, usanmadan çalışmasına devam etmiştir. Çünkü O, biliyor ki devir durma devri değildir. Devir kötü ve Müslümanların aleyhine çalışıyor. “Irak'ta ölen bir tek çocuğun vebalini, yedi sülaleniz alnını secdeden kaldırmasa da ödeyemeyecektir.” Sözü ile sorumluluğumuzun ve vebalimizin büyüklüğüne dikkati çekmiştir. 62 Nisan 2011 Evet, Prof. Dr. Necmettin Erbakan Hocamız sorumluluğunun ve davasının büyüklüğünün farkındadır. O hep sorumlu bir devlet adamı edasıyla hareket etmiş, kişisel hırs ve ihtirasının peşinde koşmamıştır. II. Abdülhamit vakarıyla hareket etmiş, kardeşi kardeşe kırdırmamıştır. Elhamdülillah “Milli Görüş”ün elinde kardeşkanı yoktur. İnsanların sağcı solcu diye birbirlerini kırdığı bir dönemde dahi elini kana bulamamıştır. 28 Şubat sürecinde Refah Partisi kapatıldığında isteseydi milyonları sokağa dökebilirdi. Ama yapmadı. O, sorumlu bir devlet adamının yapması gereken şeyi yaptı ve o meşhur sözü söyledi. “Kimse bağırıp çağırmasın ille de bağırmak istiyorsa gitsin ormanda bağırsın.” Evet, yazımın başında söylediğim gibi ben ve benim gibi milyonlarca insan onun sayesindedir ki bugün “Yaşanabilir bir Türkiye”, “Yeniden büyük Türkiye”, “Yeni bir Dünya” hayalleri kurabiliyoruz. Bu anlamda ben ve benim gibi milyonlarca Anadolu insanı Hocamıza çok şeyler borçludur. Kendisinden Allah razı olsun. Mekânı cennet olsun. Bizler, bizlere aşıladığı bu şuurla onun ve dolaysıyla bizim en büyük hayalimizi: “Milletimizin saadeti ve selametini, “Yaşanabilir Türkiye’yi”, “Yeniden büyük Türkiye’yi”, “Yeni bir dünyanın kurulmasını” gerçekleştirmek için bugüne kadar olduğu gibi bundan sonrada canla başla çalışacağımıza söz veriyoruz. “Önce Ahlak Ve Maneviyat...” Nisan 2011 63 Musa KARACA mkaraca_rehber@hotmail.com Kutlu Doğum Sevgili arkadaşlar, her yıl nisan ayının üçüncü haftası “Kutlu Doğum Haftası” olarak kutlanır. “Kutlu doğum” peygamber efendimizin dünyaya teşrif edişinin yıl dönümüdür. Mîlâdi 571, Rebîülevvel ayının 12. gecesi, Peygamber Efendimiz, Hz. Muhammed Mustafa (Sallallâhü Aleyhi vesellem) dünyâyı şereflendirdi. Peygamber efendimiz'in doğduğu gece olağanüstü olaylar oldu. O devrin en büyük devleti Kisrâ'nın sarayında, on dört sütun yıkıldı. Sâvâ gölü kurudu. Kâbe üzerindeki putlar devrilip kırıldı. Mecûsîlerin uzun müddetten beri sönmeden yakıp tapındıkları ateşleri söndü. O'nun doğduğu sabah, âlem başka bir âlem oldu, cihan nurla doldu Peygamberimizin doğumunu, annesi Hazreti Âmine şöyle anlatıyor: Büyük bir nur gördüm, evim o kadar nûrlandı ki, o nurdan başka bir şey görmüyordum. Muhammed (a.s) doğar doğmaz, mübarek başını secdeye koydu ve şahadet parmağını kaldırdı ve (La ilahe illallah, innî resûlullah) Yani "Allah'tan başka ilâh yoktur ben O'nun Peygamberiyim" dedi. Aniden gökten bir parça beyaz bulut indi, onu kapladı. Bir ses işittim; “Onu doğudan batıya kadar her yeri gezdirin. Ta ki cümle âlem onu ismiyle, cismiyle ve sıfatıyla görsünler” diyordu. Sonra o bulut gözden kayboldu ve Muhammed'i (s.a.v) bir beyaz yünlü kumaş içinde sarılı gördüm. Yine o sırada üç kişi gördüm ki, yüzleri güneş gibi parlıyordu. Birinin elinde gümüşten bir ibrik, birinin elinde zümrütten bir leğen, birinin elinde de bir ipek vardı, ibrikten sanki misk damlıyordu. Muhammed'i (s.a.v) o leğenin içine koydular. Mübarek başını ve ayağını yıkadılar ve ipeğe sardılar. Sonra mübarek başına güzel koku sürdüler, mübarek gözlerine sürme çektiler ve gözden kayboldular. Arkadaşlar, doğumuyla birlikte olağanüstü olaylar olan sevgili peygamberimizin hayatını kutlu doğum münasebetiyle bu ay araştıralım, iyice öğrenelim. Salât ve Selam O’nun üzerine olsun. Peygamberimizle Selamlaşalım Peygamber efendimiz karşılaştığı çocuklara selam verir, onlarla şakalaşır, hatırlarını sorarmış. “Biz de onun zamanında yaşasaydık bizimle de selamlaşıp, hatırımızı sorsaydı.” diye hep özlem duyarız ya… İşte peygamberimizden bir müjde : "Bana bir mü'min selam verdi mi, kendisine mukabele etmem için Allah (c.c) ruhumu bedenime iade eder. Ben de mutlaka selama mukabele ederim." Biz “Allâhümme salli alâ Muhammedin ve alâ âl-i Muhammed” dedikçe peygamberimiz bize karşılık verecek. Öyleyse peygamber efendimizle selamlaşmaya var mısınız? Kim daha çok selam gönderecek? 64 Nisan 2011 Temel ve Turist Temel İstanbul Boğazı’nda tekneyle turist gezdiriyormuş. Bir gün bir Amerikalıyı almış, başlamışlar tura. Turist bir saray görüp sormuş - Bu ne kadar zamanda yapıldı? Temel: - 10 yılda, demiş. Turist: - Yazık, bizde olsa 5 yılda biterdi. Derken bir cami görüp sormuş: - Bu ne kadar zamanda yapıldı? Temel: - 5 yılda demiş. Turist tekrar: - Yazık, bizde olsa 2 yılda biterdi demiş. Temel sinirlenmeye başlamış. Bir tarihi yapı daha görmüşler, turist tekrar sormuş, Temel: - 2 yılda demiş. Turist: - Vah vah! Bizde olsa 1 yılda biterdi demiş. Derken tam o sırada Boğaz Köprüsü`nün altına gelmişler. Amerikalı köprüyü göstererek tekrar sormuş: - Peki bu ne kadar zamanda yapıldı? İyice sinirlenen Temel cevabı yapıştırmış: - Hangisi? Bu mu? Bilmem, dün burada yoktu!!!.. YEMEK DUASI Anlamı: “ Bizi yediren, içiren ve Müslüman kılan Allah’a hamd olsun.” Arkadaşlar sofraya her oturduğumuzda bize bu ni’metleri veren rabbimize teşekkür edelim. Bu duayı ezberleyerek yemeğe bu duayla başlayalım. BULMACA 1- Peygamber Efendimizin (s.a.v) annesinin adı 2- Peygamber Efendimizin (s.a.v) babasının adı 3- Peygamber Efendimizin (s.a.v) dedesinin adı 4- Peygamber Efendimizin (s.a.v) süt annesinin adı 5- Peygamber Efendimizin (s.a.v) dadısının adı 6- Peygamber Efendimizin (s.a.v) amcasının adı 7- Peygamber Efendimizin (s.a.v) amcasının adı 8- Peygamber Efendimizin (s.a.v) amcasının adı 9- Peygamber Efendimizin (s.a.v) oğlunun adı 10-Peygamber Efendimizin (s.a.v) kızının adı 11-Peygamber Efendimizin (s.a.v) kızının adı 12-Peygamber Efendimizin (s.a.v) kızının adı 13-Peygamber Efendimizin (s.a.v) kızının adı 14-Peygamber Efendimizin (s.a.v) oğlunun adı 15-Peygamber Efendimizin (s.a.v) oğlunun adı Cevaplar: 1- Amine 2- Abdullah 3- Abdülmuttalib 4- Halime 5- Bereke 6- Ebutalib 7- Abbas 8- Zübeyir 9- Kasım 10- Rukiye 11- Zeyneb 12- Ümmügülsüm 13- Fatıma 14- İbrahim 15- Abdullah Nisan 2011 65 ÀÍYjºA ÄjºA A ÀnI “Manevi buhrandan Hakk’ın Burhan’ına” SEVGİLİ HOCAM MUHTEREM LİDERİM! MUSTAFA MULLAOĞLU lbette ki, İlahî emir tecelli edecek ve “Her nefis ölümü tadacak”tı ve bu hakikati sen de tadacaktın. Ama sen herkese nasib olmayacak bir şekilde en güzelini tatdın. Çünkü “Nasıl yaşarsanız öyle ölürdünüz, nasıl ölürseniz de öyle haşrolacaktınız.’’ Ve sen Mahmut Efendi Hazretlerinin dediği gibi, “Hak üzere yaşadın, haktan taviz vermedin ve hak üzere öldün’’Allah(cc)sana rahmet etsin. Bizlere de senin gibi yaşamayı ve senin gibi ölmeyi nasip eylesin. E Allah’ın izniyle Milli Görüş camiasının izzetli ve şerefli dik duruşu devam edecek, başı Allah’tan başkasına eğilmeyecek, o baş parmaklar havadan inmeyecek, tekbir sedaları meydanlardan eksilmeyecek, Sevgili hocam! İnsanımızın siyonizm pençesinde inim inim inlediğini gördün, meydanlara indin, insanlığın kurtuluşu için, ve sadece Allah rızası için canınla, malınla, ilminle ve fikrinle cihadın her türlüsünü tarih de, insanlıkta şahittir ki yaptın. İnsanımızın maddi ve manevi her yönden yabancılaştığını gördün, ille de “Milli Görüş’’ dedin. İnsanımızın ahlaki ve manevi çöküntüsünü gördün, “önce ahlak ve maneviyat’’ 66 Eğitimdeki çarpıklığı ve kendi değerlerinden uzaklaştığını gördün, “gerçek milli eğitim”dedin. Ekonomideki adaletsizliği, faiz çarkının insanımızı nasıl ezdiğini gördün, “alın teri, helal kazanç, adil paylaşım, adil ekonomik düzen” dedin. Ükemizin geri kalmışlığını içine sindiremedin, ecdad başardı öyle ise biz de başarırız dedin, “maddi kalkınmayı, ağır sanayiyi’’başlattın. Ülkemizdeki ve dünyadaki düzensizlikleri ve adaletsizlikleri gördün, alternatif düzen sundun, “Adil düzen- hakca düzen” dedin. İslam aleminin halini gördün dayanamadın, bütün ümmetin derdini kendine dert edindin, (bize de miras bıraktın) “Dünya İslam Birliği- İslam Birleşmiş Milletleri’’ dedin. İslam aleminin kaynaklarının nasıl sömürüldüğünü ve Müslümanların bunca zengün kayanaklarına rağmen fakirliğini ve geri kalmışlığını gördün, “İslam ortak pazarı’’ dedin. İslam aleminin yeşil bir kağıda mahkum edildiğini gördün, “İslam ortak para birimi- İslam dinarı’’ dedin. Nisan 2011 İslam alemini kana bulayan siyonist vahşetleri gördün, “İslam ortak savunma paktı’’ dedin. Müslümanların birbirlerine yabancılaştıklarını gördün, “İslam kültür birliği’’ dedin. İnsanlığın başbelası siyonizmin bütün kirli oyunlarını sen bozdun. Düğümler yumağı haline gelmiş bütün sorunları sen çözdün. Her iş başına gelişinizde efsaneleştin. Şanlı tarihimizle insanımızı sen tanıştırdın. Alparslanı, Kanuniyi, Fatihi, Ulubatlı Hasanı, Seyyit çavuşu, Nine Hatunu, Sütçü İmamı, milletimize sen tanıttın. Çanakkale ruhunu, şehidi şehit yapan manayı bu millete sen öğrettin. İslam’ın sadece namaz ve oruç dini olmadığını, İslam’ın bir hayat nizamı, maddi ve manevi bir kurtuluş ilacı olduğunu insanlığa sen öğrettin. İslam’ın bir savunma dini değil, insanlığın kurtuluşu için, taarruz ve hücum dini olduğunu, takatin sonuna kadar yeryüzünde adaletin hakim olması için cihad etme dini olduğunu sen öğrettin. 67 Siyasetin şahsi çıkarlar için yapılmayacağını, sadece Allah rızası için yapılması gerektiğini sen öğrettin. Maneviyatınla, davana sadakatinle bu ümmetin sıddıkı, Hz. Ebubekiri yansıttın. Şartlar ne olursa olsun ümitsizliğe düşme- Hak ile batılı ayırdın, batıla karşı tavizsiz mücadele verdin, bu ümmetin faruku, Hz. Ömeri yansıttın. Edebinle, tevazunla zinnureyn Hz. Osmanı yansıttın. Cesaretinle, ilminle, bilim ve birikiminle Allah’ın arslanı Hz. Ali’yi yansıttın. meyi, iman ve azmin elinden hiç bir şeyin kurtulamayacağını, inancın tekeden bile süt çıkaracağını bize sen öğrettin. İstişaresiz iş yapılamayacağını, kararların hep ahiret öncelikli alınması gerektiğini sen öğrettin. En zor anlarda bile gülümsemeyi, zulmedenleri affetmeyi, kötülük edenlere bile iyilik düşünmeyi insanlığa sen öğrettin. Ümmetin derdini dert edindin, ümmetçi çizginden taviz vermedin, her daim ümmetî ümmetî diyen Rasulullah’ın davasına sahip çıktın. Demek ki, Efendimiz(s.a.v)in bahsettiği her yüz yılda bir gelecek olan mücedditte bu özellikler oluyormuş. Sevgili hocam! Siyasetin Müslümancasını, ekonominin Müslümancasını, Sanayileşmenin Müslümancasını, ilim ve bilimin Müslümancasını, mücadelenin ve duruşun Müslümancasını bu millete sen öğrettin. Camiamızın başını eğdirecek hiç bir işe kalkışmadın. Evlerimizde çocuklarımızın Erbakan dedesi, Cennet vatan Türkiyemizin Erbakan hocası, Meydanların Mücahit Erbakanı, Baharımızın solmayan ilk çiçeği, Türkiye Cumhuriyetinin 54. Efsane Başbakanı, Maddi ve manevi kalkınmamızın öncüsü, İlim ve bilimin başöğretmeni, İslam aleminin Üstad Erbakanı, D- 8 lerin mimarı, Dünya siyonizminin baş düşmanı, Mazlum ve madurların babası, Ezilmişlerin, horlanmışların ve inananların savunan adamı, Milli Şairimiz merhum Mehmet Akifin dediği gibi: DOĞRUDAN DOĞRUYA KUR’ANDAN ALARAK İLHAMI, ASRIN İDRAKİNE SEN SÖYLETTİN İSLAM’I. Şahidiz...Şahidiz...Şahidiz... Fazla söze ne gerek! Senin ölümün bile, “Dünya İslam Birliği’’nin müjdecisiydi sevgili hocam. Allah’ın izniyle Milli Görüş camiasının izzetli ve şerefli dik duruşu devam edecek, başı Allah’tan başkasına eğilmeyecek, o baş parmaklar havadan inmeyecek, tekbir sedaları meydanlardan eksilmeyecek. Mücahit Erbakan yankıları kulaklardan silinmeyecek. Allah(cc)sana rahmet eylesin muhterem hocam. Mekanın cennet olsun. İnşallah buluşma yerimiz, “Hamd sancağı’’nın altıdır. 68 Nisan 2011 Sana ölüm gelinceye kadar Rabbine ibadet et. Hicr Sûresi - 99 Nisan 2011 69