Yargıtayın İş Hukuku ve Sosyal Güvenlik Hukuku - KAMU-İŞ

advertisement
ĐÇĐNDEKĐLER
Đş Hukuku ve Sosyal Güvenlik Hukuku Derneği Başkanı
Prof.Dr.Sarper SÜZEK’in Semineri Açış Konuşması......................
Doç. Dr. Süleyman BAŞTERZĐ
Đş Đlişkisinin Kurulması, Hükümleri ve Đşin Düzenlenmesi
Açısından Yargıtayın 2009 Yılı Kararlarının Değerlendirilmesi ...........
Genel Görüşme............................................................................
Prof. Dr. Savaş TAŞKENT
Đş Đlişkisinin Sona Ermesi ve Kıdem Tazminatı Açısından
Yargıtayın 2009 Yılı Kararlarının Değerlendirilmesi ..........................
Genel Görüşme ...........................................................................
Prof. Dr. A. Can TUNCAY
Toplu Đş Đlişkileri Açısından Yargıtayın 2009 Yılı Kararlarının
Değerlendirilmesi ........................................................................
Genel Görüşme ...........................................................................
Prof. Dr. Ömer EKMEKÇĐ
Sosyal Sigortaların Genel Hükümleri ve Türleri Açısından
Yargıtayın 2009 Yılı Kararlarının Değerlendirilmesi ..........................
Genel Görüşme ...........................................................................
ĐŞ HUKUKU ve SOSYAL GÜVENLĐK HUKUKU DERNEĞĐ
(MĐLLĐ KOMĐTE) BAŞKANI Prof.Dr.SARPER SÜZEK’ĐN
SEMĐNERĐ AÇIŞ KONUŞMASI
Yüce Yargıtayımızın çok değerli daire başkanları, onursal başkanları,
üyeleri, tetkik hakimleri, sayın öğretim üyeleri, sayın meslektaşlarımız, değerli
konuklar, 1975 yılında kurulmuş olan Türk Milli Komitesi tarafından 1976
yılından beri, bir kısa dönem hariç her yıl gerçekleştirilen gelenekselleşmiş
Yargıtayın Đş Hukuku ve Sosyal Güvenlik Hukukuna Đlişkin Kararlarının
Değerlendirilmesi Seminerine hoş geldiniz. Derneğimiz yönetim kurulu adına
hepinize saygılar sunuyorum.
35 yıldır çok değerli bilimsel faaliyetlerde bulunmuş olan Đş Hukuku ve
Sosyal Güvenlik Hukuku Türk Milli Komitesinin hukuki durumu, Yüksek
Öğretim Kurulu tarafından çıkarılan yönetmelikler sonucu tereddütlü hale
geldiğinden Milli Komitenin Genel Kurulunda oy birliğiyle faaliyetine son
verilmiş ve aynı amaçları güdecek bir derneğin kurulması yine oybirliğiyle
kararlaştırılmıştır.
Đş hukuku ve sosyal güvenlik hukuku alanında araştırma, inceleme ve
yayın yapmak, sorunların çözümünde görüş oluşturmak ve bilgi teatisi
sağlamak amacıyla, 23 Haziran 2009 tarihinde Đş Hukuku ve Sosyal Güvenlik
Hukuku Derneği kurulmuştur. Derneğimiz Milli Komiteyle aynı bilimsel ilke
ve esaslardan hareket edecektir. Aynı amaçları taşıyacaktır ve tamamen onun
devamı olacaktır.
Bu vesileyle Milli Komitenin kurucusu ve başkanı Profesör Doktor
Kemal Oğuzman hocamızı huzurlarınızda saygıyla anıyorum. Yine Komitenin
uzun yıllar başkanlığını yapmış olan Profesör Doktor Münir Ekonomi’ye, yıllar
içinde görev yapmış genel sekreterlerimize, yönetim kurulu üyelerine ve
komitenin tüm değerli üyelerine, bizi bugünlere başarıyla getirdikleri için
gönülden teşekkür ediyorum.
Bugün başlayacak olan seminerimizi Yargıtay 9 uncu Hukuk Dairesi
Başkanı Sayın Doktor Mustafa Kılıçoğlu, 10 uncu Hukuk Dairesi Başkanı
Sayın Süleyman Caner, 21 inci Hukuk Dairesi Başkanı Sayın Serpil Özgenç,
aynı dairenin üyeleri ve tetkik hakimleri teşrifleriyle onurlandırdılar. Sayın
Daire Başkanları ve Milli Komitenin önceki başkanı Sayın Profesör Doktor
Münir Ekonomi seminerimizin oturum başkanlıklarını yapacaklardır.
Aynı şekilde, Türk iş hukukunun bugünlere gelmesinde unutulmaz
emekleri bulunan, Derneğimizin kurucu üyeleri Sayın Profesör Doktor Turhan
Esener, Sayın Profesör Doktor Metin Kutal, Sayın Profesör Doktor Nuri Çelik
ve Sayın Profesör Doktor Münir Ekonomi katılımlarıyla Seminerimize güç
kattılar.
Bugüne kadar düzenlenen seminerlerimize katılan Yargıtayımızın
değerli başkan ve üyeleri, teoriyle uygulamanın buluştuğu bu bilimsel ve
objektif platformda iş hukuku ve sosyal güvenlik hukukunun gelişmesine her
zaman büyük katkılarda bulundular. Kendilerine burada bir kez daha teşekkürü
yerine getirilmesi zevkli bir ödev sayıyorum.
Seminerimizin tebliğlerini derneğimizin üyesi değerli öğretim üyeleri
hocalarımız sunacaklardır. Çok değerli emekleri için kendilerine şimdiden
teşekkür ediyorum.
Bu tebliğlerle birlikte genel görüşmelerde katılımcıların ortaya
koyacakları görüşler, bilimsel bilgi ve birikim alışverişini sağlayacak, en doğru
ve adil olanın bulunmasında ortak çözüm yolları birlikte aranacaktır.
Bu seminerimiz de önceki yıllarda eksiksiz gerçekleştirildiği gibi
süratle kitap haline getirilecek ve iş hukuku ve sosyal güvenlik hukuku
literatürüne katkıda bulunacaktır.
2008 yılı Yargıtay Kararları Semineri, 0nursal Başkan Sayın Osman
Güven Çankaya’ya Saygı Günü ve Armağanı, Sayın Onursal Başkan Coşkun
Erbaş’a armağan olmak üzere Derneğimiz tarafından yayınlanan dört kitap
dışarıda bedelsiz olarak tüm katılımcılara takdim edilecektir.
Seminerlerimizi ve diğer bilimsel faaliyetlerimizi her zaman maddi ve
manevi açıdan destekleyen sponsorlarımız, Türkiye Đşçi Sendikaları Konfederasyonuna ve Türkiye Đşveren Sendikaları Konfederasyonuna, bu Konfederasyonların Genel Başkanları Sayın Mustafa Kumlu ve Sayın Tuğrul
Kutadgobilig’e, gösterdiği yakın ilgi ve özel gayretleri nedeniyle TĐSK Genel
Sekreteri Sayın Bülent Pirler’e ve Kamu-Đş Genel Sekreteri Sayın Erhan
Polat’a gönülden teşekkür ediyoruz.
Aynı şekilde Kadir Has Üniversitesinin salon ve imkânlarını bize
sunan Sayın Rektör Profesör Doktor Mustafa Aydın’a ve özellikle
seminerimizin başarıyla geçmesi için her türlü yardım ve katkıyı esirgemeyen
Hukuk Fakültesi Dekanı Sayın Profesör Doktor Ali Güzel’e ve çalışma
arkadaşlarına teşekkürü borç bilirim.
Bugüne kadar hukukumuzda, 35 yıldır sürekli gerçekleştirilmiş ve
kitap haline getirilmiş bulunması nedeniyle örneği görülmemiş ve diğer hukuk
dallarındaki meslektaşlarımız tarafından her zaman takdir ve gıptayla
karşılanan geleneksel seminerimizin verimli ve başarılı geçmesini, Türk iş
hukuku ve sosyal güvenlik hukukuna değerli katkılar getirmesini diliyorum.
Sayın katılımcılardan önemli bir ricamız var, o da derdest olan davalar
hakkında görüş bildirmemeleri, yorum yapmamaları ve soru sormamalarıdır.
Bu tür konuşmaların oturum başkanları tarafından önleneceğini şimdiden
belirtmek istiyorum. Bunun gibi, zamanın sınırlılığı ve diğer katılımcıların
hakları da göz önünde tutularak, belirtilecek görüşlerin ve yöneltilecek
soruların mümkün olduğu kadar kısa tutulmasını rica ediyorum.
Tüm konuklarımız bugün öğleden sonraki oturumun sonunda verilecek
kokteyle davetlidirler.
Şimdi ilk oturumun başkanlığını yapmak üzere Yargıtay 21 inci Hukuk
Dairesi Başkanı Sayın Serpil Özgenç’i ve tebliğini sunmak üzere Sayın Doçent
Doktor Süleyman Başterzi’yi kürsüye davet ediyor tekrar saygılarımı
sunuyorum.
Buyursunlar efendim.
Đş Đlişkisinin Kurulması, Hükümleri ve
Đşin Düzenlenmesi
Oturum Başkanı
: M. Serpil ÖZGENÇ
Yargıtay 21. Hukuk Dairesi Başkanı
Tebliğ Sahibi
: Doç. Dr. Süleyman BAŞTERZĐ
Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi
I. ĐŞ ĐLĐŞKĐSĐNĐN KURULMASI
1) Đş Sözleşmesinin Diğer Đş Görme Sözleşmelerinden Ayrılması
a) Vekâlet Sözleşmesinden Ayrılması – Avukatlık Hizmetinin
Dayandığı Hukuki Đlişkinin Niteliği
Yargıtay 9. Hukuk Dairesi 2009 yılında iş sözleşmesinin diğer iş görme
sözleşmelerinden ayrılması ve bağımlılık unsurunun bu konudaki rolüne ilişkin
ilkesel kararlar vermiştir. 1.10.2009 tarihli ilk karara (E. 2008/5973, K.
2009/24884, Legal ĐHSGHD, S. 24, 1615-1617) konu olayda Avukatın vekalet
ve avukatlık sözleşmesine göre üstlendiği işi kendi bürosunda yürüteceğinin
kararlaştırıldığı ve avukatlık hizmetinin işverenin işyerinde gerçekleştirildiğinin ispatlanamadığından söz edilerek, avukatla iş sahibi arasındaki ilişkinin
vekalet sözleşmesine dayandığı sonucuna varılmıştır.
Yargıtay 9. Hukuk Dairesinin yine avukatla iş sahibi arasındaki ilişkiyi
nitelendirdiği 13.7.2009 tarihli diğer bir kararında da (E. 2008/876, K.2009/
20602 ve Süleyman Başterzi’nin incelemesi, Sicil Mart 2010, 175 vd.),
avukatın davalı kurumdan bağımsız bir organizasyona sahip olduğu, serbest
olarak kendi bürosunda çalıştığı, davalı kurumun il sınırları içerisindeki dava
ve icra takipleri için sözleşme yaptığı, sözleşmede davacı avukata Avukatlık
Asgari Ücret Tarifesi uyarınca aylık ücret yanında, sayı olarak verilen dava ve
icra takiplerinde alınacak vekâlet ücretlerinden belirli bir oranda ücreti vekâlet
ödenmesi kararlaştırıldığı, sözleşme içeriğine göre davacının kendi ofisinde
çalıştığı, sayı ve adet olarak verilen dava ve takipleri yürüterek, belirli
zamanlarda rapor verdiği, buna karşılık takip edilen dava ve icra takipleri
nedeni ile belirli bir oranda ücreti vekâlet yanında aylık olarak ücret
öngörüldüğü, ancak bunun taraflar arasındaki ilişkiye iş ilişkisi niteliğini
vermeyeceği, davacı avukatın aldığı dava ve icra takiplerini teslim aldıktan
sonra, kendi iş organizasyonu içerisinde ve işverenin mesai ve iş konusunda bir
talimatı olmadan takip etmekte ve sonuçlandırmakta olduğu, sadece davanın
aşamaları ve sonuçları hakkında ilgili idareye rapor sunduğu, davacı avukatın,
aynı iş organizasyonda ücreti kendisi tarafından ödenen yardımcı eleman
çalıştırdığı, keza işini kaybetme riski olmaksızın verilen görevi reddetme
hakkına sahip bulunduğu, bu durumda taraflar arasındaki sözleşmede iş
sözleşmesinin belirleyici unsuru olan hukuki ve kişisel bağımlılıktan söz
edilemeyeceği, davacının iş görme edimi bakımından teknik ve ekonomik
olarak davalıya bağımlı olduğu, açıklanan nedenlerle somut uyuşmazlıkta
taraflar arasındaki sözleşmede vekâlet ilişkisinin ağır bastığı, davacının avukat,
davalının ise vekil tutan sıfatını taşıdığı belirtilerek, söz konusu uyuşmazlıkta iş
mahkemesinin görevli olmadığı, vekâlet ilişkisi nedeni ile uyuşmazlığın, davanın değerine göre HUMK.'un 8/1 maddesi uyarınca genel mahkeme olan Sulh
Hukuk Mahkemesinde çözümlenmesi gerektiği, görevsizlik kararı verilmesi
yerine işin esasına girilerek karar verilmesinin hatalı olduğu sonucuna
varılmıştır.
Her iki karar da incelendiğinde iş sözleşmesinin vekalet ve eser
sözleşmesinden ayrılmasında, “4857 sayılı Đş Kanunu'nun 8/1 maddesi uyarınca iş sözleşmesi, bir tarafın (işçi) bağımlı olarak iş görmeyi, diğer tarafın
(işveren) da ücret ödemeyi üstlenmesinden oluşan sözleşmedir. Ücret, iş görme
(emek) ve bağımlılık iş sözleşmesinin belirleyici unsurlarıdır.” görüşlerine yer
verildikten sonra, bağımlılık unsurunun öne çıkarıldığı ve bu unsurun
ekonomik, teknik, hukuki ve kişisel üç boyutuna da değinildiği görülmektedir.
aa) Ekonomik Bağımlılık
Yüksek Mahkeme bu kararlarında vekalet, eser ve iş sözleşmelerinin
üçünde de iş gören kişinin iş sahibine karşı ekonomik bağımlılığı bulunduğunu
belirterek, iş sözleşmesini ayırıcı asıl bağımlılık ilişkisinin hukuki ve kişisel
bağımlılık olduğu sonucuna varmıştır. Diğer deyişle Yüksek Mahkemeye göre
ekonomik bağımlılık iş sözleşmesini diğer iş görme sözleşmelerinden ayırıcı
bir ölçüt oluşturmamaktadır. Öncelikle belirtmek gerekir ki, anılan iş görme
sözleşmeleri ile çalışanlarla iş sahipleri arasında, her durumda ekonomik
bağımlılık bulunduğunu söylemek doğru olmaz. Özellikle vekalet ve eser sözleşmesine dayalı ilişkilerde ekonomik bağımlılık ilişkisi bulunması olasılığı iş
sözleşmesine göre yok denecek kadar azdır. Đş sözleşmesinin tarafları işçi ile
işveren arasında ise, genellikle ekonomik bağımlılık bulunur. Ancak, anılanların tam tersi durumların olasılık dahilinde bulunduğu belirtilmelidir. Diğer
deyişle eser ya da vekalet sözleşmesiyle çalışanların iş sahibine ekonomik
bakımdan bağımlılıkları söz konusu olabileceği gibi, işçinin işverenden
ekonomik olarak bağımsız çalışması da olasıdır. Dolayısıyla ekonomik bağımlılık iş sözleşmesini ayırıcı mutlak bir ölçüt oluşturmamaktadır.
Bununla birlikte, ekonomik bağımlılık ölçütü anılan nitelikleri nedeniyle çok belirleyici olmasa da, işçiyi diğer iş görme sözleşmeleriyle çalışanlardan ayırma konusunda bugün ön planda olan kişisel hukuki bağımlılık ve bu
ölçütün yeniden tanımlanmasıyla öne çıkan işverenin iş organizasyonu içinde
onun yararına iş görme ölçütünü destekleyici ikincil bir ölçüt olarak değerlendirilebilir(Yamakava, Ryuichi : “New Wine in Old Bottels?: Employee/
Independent Contractor, Distingtion under Japanese Labour Law” Comparative
Labor Law and Policy Journal, Vol. 21, No. 1, Fall 1999, 99-156. 103).
Ekonomik bağımlılık günümüzde daha çok, klasik anlamdaki işçiyle tam
anlamıyla bağımsız çalışan arasında yer alan, üzerindeki işveren otoritesi
işçilere göre daha zayıf olmakla birlikte işverene ekonomik bakımdan bağımlı
bulunan marjinal çalışan grupların bağımsız çalışanlardan ayrılmasında işlev
görmektedir. Đşçi benzeri olarak adlandırılan ve ekonomik bakımdan zayıf
konumları nedeniyle işçiler gibi korunma ihtiyacı içinde olan bu gruptakilerin
bağımsız çalışanlardan ayrılmasında işletme riski ölçütü yanında ekonomik
bağımlılık ölçütü de hâlâ dikkate alınmaktadır. Anılan kapsamda çalışanlara
örnek olarak, ev hizmetlerinde çalışanlar, ticari temsilciler, sigorta
prodüktörleri, evde çalışanlar gösterilmektedir(bkz. Supiot, Alain, Beyond
Employment, Changes in Work and the Future of Labour Law in Europe,
Oxford University Press 2001, 7 vd.; Däubler, Wolfgang,“ Working People in
Germany”, Comparative Labor Law and Policy Journal, Vol. 21, No. 1, Fall
1999, 77-98, 88 vd.; Weiss, Manfred - Schmidt, Marlene, Labour Law and
Industrial Relations in Germany, Kluwer Law International, Hague 2000, 45-47;
Wank, Rolf, “Diversifiying Employment Patterns – the Scope of Labour Law
and the Notion of Employees”, The Japan Institute for Labour Policy and
Training, Comparative Labor Law Seminar 9th – 10th March 2004,
http://www.jil.go.jp/english/events_and_information/documents/clls04_wank2.
pdf,141-142; Zacher, Ulrich – Radner, Thomas, “The Evoluation of Labour
Law in Germany and Austria, 1992-2002”, The Evoluation of Labour Law
(1992-2003) Vol. 2, National Reports, Europen Commission, Belgium 2005, 119188, 151; Lokiec, Pascal, “The Scope of Labour Law and Notion of Employee:
Aspects of French Labour Law”, The Japan Institute for Labour Policy and
Training, Comparative Labor Law Seminar 9th – 10th March 2004,
http://www.jil.go.jp/english/events_and_information/documents/clls04_wank2.
pdf. 150-151; Davies, Paul – Freedland, Mark, “Employees, Workers, and the
Autonomy of Labour Law”, Legal Regulation of the Employment, Edited by
Relation, Collins, Hugh–Davies, Paul–Rideout, Roger, Kluwer Law
International, 2000, 267-286, 274-278; Tankut Centel, Đş Hukuku, C: I
Bireysel Đş Hukuku, Đstanbul 1994, 59; Mustafa Kılıçoğlu, Sosyal Güvenlik
Hukukunda Borçlanma, Ankara 2002, 70-71).
Ayrıca belirtmek gerekir ki, aşağıda üzerinde duracağımız, çalışma
ilişkisinin iş sözleşmesine dayanıp dayanmadığının tespitinde bütün ölçütler
gözden geçirildikten sonra başvurulması gereken sosyolojik yorum metodu ile
yapılacak değerlendirmede, tarafların sosyo-ekonomik durumlarına bakılması
hâlâ dikkate değer bir ölçüt olma özelliğini korumaktadır.
bb) Teknik Bağımlılık
Yargıtay 9. Hukuk Dairesinin anılan kararlarında “… malzemenin
işveren tarafından sağlanması, …kişisel bağımlılığın tespitinde dikkate
alınacak yardımcı olgular …” dan biri olarak belirtilmiştir. Kararlarda ayrıca
“Davacı iş görme edimi bakımından teknik ve ekonomik olarak davalıya
bağımlıdır” ifadesine yer verilmiştir. Gerçekten de teknik bağımlılık bugün
diğer ölçütlerle birlikte iş sözleşmesini diğer iş görme sözleşmelerinden ayıran
yardımcı bir ölçüt kabul edilmektedir. Bu tür bağımlılık kararda ifade edildiği
gibi, işverenin işçiye işini görmesi için gerekli araç ve gereci, hammaddeleri
sağlaması şeklinde karşımıza çıkabileceği gibi, işin görülmesinde işçiyi yönlendirmesi şeklinde de ortaya çıkabilir. Eğer iş gören kişi işin nerede, ne
zaman, hangi araçlarla, ne şekilde yapılacağı konusunda iş sahibinin talimatları
ile hareket ediyorsa, teknik olarak işverene bağımlı olduğu sonucuna varılır. Bu
noktada teknik bağımlılıkla kişisel bağımlılık örtüşmektedir. Kararlarda davacı
avukatların “Dosya içeriğine göre davalı kurum ile bağımsız bir organizasyona
sahip olan ve serbest avukat olarak kendi bürosunda çalışan …” kişiler olduğu
tespit edilmiştir. Bu da davacı ile davalı idare arasındaki teknik bağımlılığın ancak vekâlet sözleşmesinde olduğu üzere en alt düzeyde olduğunu göstermektedir.
cc) Hukuki ve Kişisel Bağımlılık
i) Đşverenin Emir ve Kontrolünde Çalışma
Yüksek Mahkeme kararlarında haklı olarak iş sözleşmesinin diğer iş
görme sözleşmelerinden ayrılmasında, esas olarak kişisel ve hukuki bağımlık
ölçütünün esas olduğunu kabul etmiştir. Bu husus şu görüşlere yer verilerek
dile getirilmiştir: “…iş sözleşmesini belirleyen kriter hukuki-kişisel bağımlılıktır. Gerçek anlamda hukuki bağımlılık, işçinin işin yürütümüne ve
işyerindeki davranışlarına ilişkin talimatlara uyma yükümlülüğünü üstlenmesi
ile doğar. Đşçi edimini işverenin karar ve talimatları çerçevesinde yerine
getirmektedir, işçinin bu anlamda işveren(e) karşı kişisel bağımlılığı ön plana
çıkmaktadır. Bu anlamda işveren ile işçi arasında hiyerarşik bir bağ vardır. Đş
sözleşmesine dayandığı için hukuki, işçiyi kişisel olarak işveren(e) bağladığı
için kişisel bağımlılık söz konusudur.” “…Đş sözleşmesinde bağımlılık unsurunun içeriğini; işverenin talimatlarına göre hareket etmek ve iş sürecinin ve
sonuçlarının işveren tarafından denetlenmesi oluşturmaktadır. … iş görenin
işin görülme tarzı bakımından iş sahibinden talimat alması, işin iş sahibi veya
bir yardımcısı tarafından kontrol edilmesi, … kişisel bağımlılığın tespitinde
dikkate alınacak … olgulardır.”
Yüksek Mahkemenin kararlarında yer verilen bu görüşler, hukuki ve
kişisel bağımlılığı klasik anlamıyla ortaya koymaktadır. Hukuki ve kişisel
bağımlılığın bu şekilde anlamlandırılması 20. yüzyılın başlarında Đngiltere’de
“kontrol testi” adı altında ortaya atılmıştır. Bu bağlamda işveren çalışanların
sadece ne yapacağını değil, işi nasıl yapacağını da belirlemekte ve üretimi
kontrolü altında tutmaktadır (Bovers, John: Bowers on Employment Law, 5th
Ed., Balckstone Press Limited, Great Britain 2000, 13; Smith, I. T. -Thomas,
Gareth : Industrial Law, 8th Ed. Butterworths, Great Britain 2000, 11; Leighton,
Patricia : “Defining the Employee and Genuinely self-employed: Are We Ever
Going to Get These Definitions Right?”, http://www.i ndustriallawsociety.
org.uk/papers/leighton.htm, (Employee) 6). Kişisel hukuki bağımlılığın bu
şekilde anlamlandırılması Fordist yasal modelin tipik özelliklerini yansıtmaktadır. Bu yasal modelin bulunduğu yerlere örnek olarak Hollanda,
Almanya, Fransa ve Avusturya gibi Avrupa ülkeleri gösterilebilir.
ii) Đşverenin Đş Organizasyonunda Đş Görme
Ancak 1950’li yıllardan başlayarak, hukuki ve kişisel bağımlılığın
anılan şekilde tanımlanması, özellikle uzman işgücünün iş ilişkilerinin ve atipik
çalışmaların nitelendirilmesinde yetersiz kalınca, hukuki ve kişisel bağımlılığın
daha geniş biçimde yeniden tanımlanması ihtiyacı ortaya çıkmış ve işverenin
emrinde çalışma, yerini işverenin iş organizasyonu içinde iş görme ölçütüne
bırakmıştır. Bu yaklaşım biçiminde işçiyle işveren arasındaki bağımlılık, işin
ne zaman, ne sürede, nerede yapılacağının ve içeriğinin ne olacağının işverenin
talimatlarıyla belirlenmesi, işçininse çerçevesi anılan şekilde çizilen organizasyona katılması olarak tanımlanmaktadır(Däubler, 80; Ünal Narmanlıoğlu, Đş
Hukuku, I, Ferdi Đş Đlişkileri, B.3, Đzmir, 1998, 138-139; Sarper Süzek, Đş
Hukuku, 5. Bası, Đstanbul 2009, 215-216; Ali Güzel, “Fabrikadan Đnternet’e
Đşçi Kavramı ve Özellikle Hizmet Sözleşmesinin Bağımlılık Unsuru Üzerine
Bir Deneme”, Prof. Dr. Kemal Oğuzman’a Armağan, Ankara 1997, 84-126,
109 vd.(Đşçi Kavramı); aynı yazar, “Ekonomik ve Teknolojik Değişim
Sürecinde Đşçi Kavramı ve Yeni Bir Ölçüt Arayışı”, Đş ve Sosyal Güvenlik
Hukukunda Đşçi ve Đşveren Kavramları ve Uygulamada Ortaya Çıkan Sorunlar, Đş
Hukukuna Đlişkin Sorunlar ve Çözüm Önerileri 1997 Toplantısı, Galatasaray
Üniversitesi – Đstanbul Barosu ortak yayını, Đstanbul 1997, 15-46, 29 vd. (Ölçüt
Arayışı). Çalışma ilişkilerinin söz konusu bakış açısıyla değerlendirilip
nitelendirilmesine Đngiltere’de, işçinin çerçevesi işverence çizilen iş organizasyonuna katılıp bütünleşmesi temeline dayandığı için, “bütünleşme testi” adı
verildiği görülmektedir(Leighton, Patricia : “The European Employment
Guidelines, "Entreprenurism" and Continuing Problem of Defining the
Genuinley Self-employed”, Legal Regulation of the Employment Relation, Edited
by Collins, Hugh – Davies, Paul – Rideout, Roger, Kluwer Law International,
2000, 290-292; aynı yazar, Employee, 6, Supiot, 11-12; Burhan Özdemir, “Ev
Çalışması”, Prof. Dr. Kemal Oğuzman’a Armağan, Ankara 1997, 127-150, 137).
Anılan tanımlama biçimine göre işçi, işverenin belirlediği koşullarda
onun yararına çalışıyor ve işverenin belirlediği amaca hizmet ediyorsa, bu çalışması sırasında biraz serbest hareket etmesi ve kendi yaratıcı gücünü kullanması kişisel ve hukuki bağımlılığı zayıflatsa da ortadan kaldırmamaktadır.
Ancak söz konusu bağımlılığın varlığı için, işverenin her halde gözetim ve
denetim yetkisini elinde tutması ve yönetim hakkına dayanarak işin düzenli
yürütümünü sağlamak için disiplin yaptırımı uygulama yetkisine sahip olması
gerekir(Güzel, Đşçi Kavramı, 110-111; aynı yazar, Ölçüt Arayışı, 30-31;
Tiraboschi, Michele - Del Conte, Maurizio: “Employment Contract: Disputes on
Definition in the Changing Italian Labour Law”, The Japan Institute for Labour
Policy and Training, Comparative Labor Law Seminar 9th – 10th March 2004,
http://www.jil.go.jp/english/events_and_information/documents/clls04_
wank2. pdf. 154).
Yukarıda künyesini verdiğimiz kararlarda, hukuki ve kişisel bağımlılığın anılan yeni tanımı şu görüşlere yer verilerek belirtilmiştir: “Đşin işverene
ait işyerinde görülmesi, malzemenin işveren tarafından sağlanması, iş görenin
işin görülme tarzı bakımından iş sahibinden talimat alması, işin iş sahibi veya
bir yardımcısı tarafından kontrol edilmesi, bir sermaye koymadan ve kendine
ait bir organizasyonu olmadan faaliyet göstermesi, ücretin ödenme şekli kişisel
bağımlılığın tespitinde dikkate alınacak yardımcı olgulardır. Sayılan bu
belirtilerin hiçbiri tek başına kesin bir ölçü teşkil etmez. Đşçinin, işverenin
belirlediği koşullarda çalışırken, kendi yaratıcı gücünü kullanması, işverenin
isteği doğrultusunda işin yapılması için serbest hareket etmesi bu bağımlılık
ilişkisini ortadan kaldırmaz”
… özellikle bağımsız çalışanı, işçiden ayıran ilk kriter, çalışan kişinin
yaptığı işin yönetimi ve gerçek denetiminin kime ait olduğudur. Çalışan kişi
işin yürütümünü kendi organize etse de, üzerinde iş sahibinin belirli ölçüde
kontrol ve denetimi söz konusuysa, iş sahibine bilgi ve hesap verme yükümlülüğü varsa, doğrudan iş sahibinin otoritesi altında olmasa da bağımlı çalışan
olduğu kabul edilebilir.”
Yukarıda künyesi verilen kararlardan ikincisine konu olayda davacı
avukat hizmet verdiği kurumdan bağımsız bir iş organizasyonuna sahiptir.
Kendi bürosunda çalışmakta ve davalı kuruma il sınırları içindeki dava ve icra
takiplerinde avukatlık hizmeti sunmaktadır. Davacı bu hizmeti işverenin mesai
ve iş konusunda bir talimatı olmadan takip etmekte ve sonuçlandırmakta,
sadece yaptığı işin aşamaları ve sonuçları hakkında iş sahibine rapor
sunmaktadır. Bunun karşılığı olarak da Avukatlık Asgari Ücret Tarifesine göre
belirlenen ücret yanında, sayıyla verilen dava ve icra takiplerinden elde
edilecek vekâlet ücretinden sözleşmede kararlaştırılan oranda pay almaktadır.
Anılan tespitler çerçevesinde haklı olarak davacı avukatın iş sözleşmesiyle
çalışmadığı sonucuna varılmıştır. Bu olayda davacı avukatın, Avukatlık Asgari
Ücret Tarifesine göre ücret alması ve yaptığı işin aşamalarına ve sonuçlarına
ilişkin olarak iş sahibine rapor sunması, iş sahibiyle aralarında bir bağımlılık
ilişkisi bulunduğu izlenimi vermekteyse de kendi iş organizasyonunda
çalışması ve bu çerçevede işini kendi bürosunda yapması ve işin yapılma
zamanını kendisinin tayin etmesi davalı kurum ile aralarındaki ilişkinin iş
sözleşmesine dayanmadığı sonucuna varılmasında etkili olmuştur.
Đşverenin kurduğu iş organizasyonunda çalışma ölçütü incelenirken,
işin yapılma zamanı ve (iş)yeri kavramlarının gözden geçirilmesi zorunludur.
Yukarıda görüldüğü gibi incelenen kararda da bu ölçütlere yer verilmiştir. Pek
çok Yargıtay kararında iş sözleşmesinin belirlenmesinde işin yapılma zamanı
ölçütünün dikkate alındığı görülmektedir (Y9HD, 15.9.2003, 15847/14406 ve
Ahmet Sevimli’nin incelemesi, Legal ĐHSGHD, S. 3, 967-981; Y9HD,
22.3.2004, 5846/5621, Çalışma ve Toplum, S.3, 176-178). Nitekim Yargıtay
10. Hukuk Dairesinin aşağıda inceleyeceğimiz 12.3.2009 tarihli, E. 2007/
24085, K. 2009/3263 sayılı kararında da (Legal ĐHSGHD, S. 23, 1255-1257)
işin yapılma zamanının bağımlılık ilişkisinin belirlenmesinde ölçüt alındığı
görülmektedir.
Gerçekten de işin, mevzuata uygun olarak, sözleşmede belirlenen ya da
işverenin yönetim hakkı çerçevesinde öngördüğü zaman diliminde ve sürede
yapılmasının gerekli olması, çalışan kişinin iş gördüğü kişiye karşı sözleşmeden kaynaklanan hukuki bağımlılığının önemli bir göstergesi olup, aralarındaki
sözleşmenin bir iş sözleşmesi olduğuna kanıt oluşturur. Ancak, iş görme
ediminin düzenli zaman dilimlerinde ifa edilmediği esnek süreli çalışmalarda iş
gören kişiyle iş sahibi arasındaki bağımlılık ilişkisinin saptanması aynı derece
kolay olmayabilir. Örneğin, işçinin her gün için kararlaştırılan çalışma süresinin ne zaman başlayıp ne zaman biteceği konusunda serbest olduğu kayan iş
süreleri söz konusu ise veya hafta ya da ay gibi belirlenen belirli bir dönemde
öngörülen çalışma süresini doldurmak koşuluyla günlük çalışma süresinin ne
zaman başlayıp ne zaman biteceği yanında uzunluğunun da çalışan tarafından
belirlenebildiği vasıflı kayan iş sürelerinin uygulandığı durumlarda, iş sahibiyle
iş gören kişi arasındaki bağımlılık ilişkisi bir ölçüde zayıflamaktadır. Bu
durumda bir değerlendirmeye gidildiğinde, iş gören kişinin işverenin organizasyonu çerçevesinde öngörülen bir zaman diliminde belirli bir süre çalışma
yükümlülüğü söz konusu ise yine, aralarında bir hukuki bağımlılık ilişkisinin
var olduğu sonucuna varılmalıdır. Buna karşılık, iş gören kişi iş sahibine belirli
sürelerde iş görmeyi taahhüt etmesine rağmen iş sahibini daha çok iş görme
ediminin sonucu ilgilendiriyor ve çalışan kişi çalışma süresine ilişkin olarak iş
sahibinden etkin bir talimat almıyorsa, aralarında bir bağımlılık ilişkisi
bulunmadığı sonucuna varılabilir. O itibarla, zaman ölçütünün bağımlılık ilişkisinin göstergelerinden sadece biri olduğunun, bazı durumlarda tek başına yeterli olmayabileceğinin altını çizmek gerekir. Örneğin, esnek çalışma ilişkileri
dikkate alındığında iş sözleşmesinin vekâlet sözleşmesinden ayrılmasında
zaman unsuru tek başına yeterli olmayabilir(bkz. Güzel, Đşçi Kavramı, 121122; aynı yazar, Ölçüt Arayışı, 38-39; Devrim Ulucan, Yargıtayın Đş
Hukukuna Đlişkin Kararlarının Değerlendirilmesi 1996, Đstanbul 1998, 12-13;
Ömer Ekmekçi, Yargıtayın Đş Hukukuna Đlişkin Kararlarının Değerlendirilmesi
2003, Ankara 2005, 16-17).
Đncelemeye çalıştığımız kararlara konu iş ilişkilerine taraf avukatlar
bakımından da iş sahibine bağımlılıklarının belirlenmesi noktasında zaman
unsuru, açıklanan çerçevede önem taşımaktadır. Belirli zamanlarda işverenin
işyerine giderek hizmet sunmaları söz konusu olsa bile, çalışma zamanının
belirlenmesinde inisiyatifin avukatta olması bağımlılık ilişkisinin zayıflığını
gösterir ve aradaki ilişkinin iş sözleşmesine dayalı olmadığı düşüncesine
ağırlık kazandırır. Bu konuda bir değerlendirme yapılırken icra edilen mesleğin
özellikleri de dikkate alınmalıdır. Avukatlık, doktorluk gibi uzmanlık mesleklerinde bu melekleri icra edenlerin hizmet ettikleri kişilere karşı bağımlılıkları
diğer mesleklere göre daha zayıftır.
Yukarıda alıntı yaptığımız karar metni incelendiğinde işin işverene ait
işyerinde görülmesi yardımcı bir olgu olarak değerlendirilmiştir. Ancak, 4857
sayılı Đş Kanununda ifadesini bulan yeni yaklaşıma göre işyeri, işyerine bağlı
yerler, eklentiler ve araçlarla oluşturulan iş organizasyonu kapsamında bir
bütün olarak kabul edilince (ĐK.2/3), işverenin iş organizasyonu kapsamında
kalan onun yararına iş görülen bütün yerler işyeridir(Süzek, Đş Hukuku, 176177; krş. Murat Engin, “Türk Đş Hukukunda Evde Çalışma”, Prof. Dr. Turhan
Esener’e Armağan, Ankara 2000, 271; aynı yazar, Yargıtayın Đş Hukukuna
Đlişkin Kararlarının Değerlendirilmesi, 2000, Ankara 2002, 2). Bu itibarla
işyerinin, klasik anlamıyla bağımsız yardımcı bir ölçüt olarak değil, işverenin
kurduğu iş organizasyonunu ifade eden geniş anlamıyla değerlendirilip, temel
ölçüt içinde düşünülmesi daha isabetli olur. Belirtmek gerekir ki, işyeri bu
şekilde yeniden tanımlanmadan önce de, iş sözleşmesiyle çalışan kişinin işini
klasik anlamda işyerinde ya da işyeri dışında yürütmesinin işçi niteliğini
etkilemeyeceği haklı olarak ileri sürülmüştür(Münir Ekonomi, Teknolojik ve
Ekonomik Gelişmeler Karşısında Đş Hukukunda Yeni Yaklaşımlar, Kamu ve
Özel Kesim Đşletmelerinde Yönetimin Beşeri Yönü ve Endüstri Đlişkileri
Sistemimiz, ORHĐM yayını, Đstanbul 1986, 173-198, 181; Nuri Çelik, Đş
Hukuku Dersleri, B.23, Đstanbul 2010, 80 (Dersler); Güzel, Đşçi Kavramı, 120121; aynı yazar, Ölçüt Arayışı, 37-38; A. Can Tuncay – Ömer Ekmekçi,
Sosyal Güvenlik Hukuku Dersleri, B.11, Đstanbul 2005. 206).
Yargıtay 9. Hukuk Dairesi de 2004 yılında verdiği bir kararında
Fransa’da ikamet edip Türkiye’deki bir yayımcılık şirketiyle imzaladığı
sözleşmeye dayalı olarak yurtdışında yayın danışmanlığı ve temsilciliği yapan
kişinin, bağımlılık ve ücret unsurlarının bulunduğu gerekçesiyle işçi statüsünde
çalıştığı sonucuna varırken, bizzat davalının işyerini yurtdışında göstermesinin
bunu etkilemeyeceğini belirtmiştir(Y9HD, 3.6.2004, 1550/13370, Legal
ĐHSGHD, S. 5, 332). Karar isabetli bulunmakla birlikte haklı olarak, bağımlılık
ilişkisinin ĐK’nun 2. maddesindeki işyeri tanımında esas alınan iş organizasyonu ölçütü çerçevesinde değerlendirilmemesi nedeniyle eleştirilmiştir (Murat
Engin, Yargıtayın Đş Hukukuna Đlişkin Kararlarının Değerlendirilmesi 2004,
Ankara 2006, 1-2)
iii) Yardımcı ölçütler
Yargıtay 9. Hukuk Dairesinin değerlendirmeye çalıştığımız kararlarında, iş sözleşmesini diğer iş görme sözleşmelerinden ayırmaya ilişkin temel
ölçütü oluşturan iş sahibinin emrinde ve onun talimatı ile çalışma ya da iş
sahibinin iş organizasyonu içinde onun yararına iş görme yanında pek çok
yardımcı ölçütün de satırbaşlarıyla sıralandığı görülmektedir. Gerçekten de
özellikle esnek istihdam biçimlerinin gelişmesi bütün hukuk sistemlerinde
bağımlı çalışmayı bağımsız çalışmadan ayırmaya yarayan benzer ölçütlerin
geliştirilmesi gereğini doğurmuştur.
Bağımsız çalışmanın en belirgin özelliği, kendi hesabına çalışma ve
girişim riskini üstlenmedir(bkz. Süzek, Đş Hukuku, 218). 1960’lı ve 1970’li yıllarda Đngiltere’de destek gören bu yaklaşım istihdamın ekonomik yapısına
odaklanmakla birlikte, tek başına bütün çalışma ilişkilerinin nitelendirilmesin-
de yeterli olmayınca, başka ölçütlerle de desteklenmek suretiyle bireyin çalışma yaşamının çok farklı pek çok boyutunu dikkate alan çok ölçütlü bir sınama modeli niteliğini kazanmıştır. Bu sınama modeline “girişimcilik testi” ya da
“ekonomik gerçeklik testi” adı verilmektedir(bkz. Leighton, Entrpreneurism,
290-292; aynı yazar, Employee, 6; Bowers, 14).
Đş ilişkisinin ekonomik yapısına odaklanan yaklaşımın, 1980’li yıllarda
Alman iş hukuku öğretisinde de Rolf Wank tarafından işçi kavramının yeniden
tanımlanması çabasının bir ürünü olarak gündeme getirildiği görülmektedir.
Wank, bağımsız çalışanı, kendi isteğiyle girişim riskini üstlenen kişi olarak
tanımlamıştır. Yazara göre, tek taraflı, adil olmayan sözleşmelerin önlenmesi
için riskler ve fırsatlar dengelenmelidir. Böyle bir denge yoksa çalışan kişi
otomatik olarak işçi sayılır(Wank, 140-141; Blomayer, Wolfgang, (Çev.
Tankut Centel) “Almanya’da Đstihdam Đlişkilerinin Esnekleştirilmesi Yönünde
Denemeler”, Çalışma Hayatında Esneklik Semineri, Çeşme Altın Yunus (27-31
Ekim 1993), Đzmir 1994, 195-213, 211-212; Däubler, 85-86; Tiraboschi – Del
Conte, 155; Öner Eyrenci, “Tele-Çalışma ve Đş Hukuku”, ĐHD, C. I, S. 2,
Nisan – Haziran 1991, 199-209, 205). Söz konusu yaklaşım, işçiyle bağımsız
çalışan arasında gri bölgede kalan işçi benzerlerini göz ardı etmekte ve bu
gruptakileri de işçilerle birlikte iş ve sosyal güvenlik yasalarının kapsamına
dahil etmektedir. Wank’ın bu görüşü bazı eyalet iş mahkemelerinin kararlarına
yansımakla birlikte, Federal Đş Mahkemesince benimsenmemiştir. Yargısal
içtihatlarla oluşan geleneksel modele yöneltilen, hukuki belirsizlik yarattığı
yönündeki eleştirilerin Wank’ın modeline de yöneltilebileceği ileri sürülmüştür.
Zira bu modelin dayandığı ihtiyari risk üstlenmenin ne zaman var olduğu çok
belirgin değildir. Aynı şekilde, risklerle fırsatların ne zaman dengede olacağı da
belirsizdir. Sağlayacağı yararın çok net olmaması, mahkemelerin birkaç
yüzyılda yerleşen gelenekleri terk etmek istememeleri yönündeki eğilimlerini
güçlendirmiştir. Bu bağlamda geleneksel modelin sosyal bakımdan kabul
edilemez sonuçlar doğurduğunun ileri sürülemeyeceği, yeni kavramların
eklenmesiyle geliştirilebileceği görüşü ağırlık kazanmıştır(Däubler, 85-86).
Anılan süreçte Đngiliz hukukunda olduğu gibi Almanya’da da, Federal Đş
Mahkemesi, iş ilişkisini bağımsız çalışmadan ayırt etmeye ilişkin tanımlanmış
tek bir ölçüt bulunmadığını belirtmiş(BAG Mar 25, 1992, AP Nr. 48 zu § 5
Betr VG 1972; BAG Nov. 19, 1997, AP Nr. 90 zu § 611 BGB Abhängigkeit,
Däubler, 81) ve karşılaşılan olayların özelliklerine göre birçok ölçüt
geliştirmiştir. Đtalya’da da benzer bir durum söz konusudur(Biagi, Marco,
Painful Rebirth From Ashes: the Future of the Individual Employment Contract
in Italy, The Employment Contract in Transforming Labour Relations, Kluwer
Law International 1995, 53; Treu, Tiziano, Labour Law and Industrial
Relations in Italy, Kluwer Law International, Hague 1998, 36).
Đncelemeye çalıştığımız kararla Türk iş hukukunda da yargı içtihadıyla
çok ölçütlü bir yaklaşımın benimsenmeye başlandığı görülmektedir. Bu itibarla
söz konusu kararlar ayrı bir önem taşımaktadır. Ancak belirtmek gerekir ki
çalışma ilişkilerinin dinamik yapısı nedeniyle serbest girişimciyi bağımlı
çalışandan ayırmaya yarayan ölçütlerin incelemeye çalıştığımız kararlarda dile
getirilenlerle ve bugüne kadar tespit edilenlerle sınırlı kalamayacağı açıktır
(Bağımlılık kavramının belirsizleşmesi, bunun yarattığı sorunlar ve yeni
yaklaşımlar konusunda bkz. Arzu Kuban, “Yeni Đstihdam Türleri Bakımından
Đşçi Kavramı”, Đş ve Sosyal Güvenlik Hukukunda Đşçi ve Đşveren Kavramları ve
Uygulamada Ortaya Çıkan Sorunlar, Đş Hukukuna Đlişkin Sorunlar ve Çözüm
Önerileri 1997 Toplantısı, Galatasaray Üniversitesi – Đstanbul Barosu ortak
yayını, Đstanbul 1997, 47-73, 62-66).
- Đşin yönetimi ve gerçek denetimi
Đncelemeye çalıştığımız kararlarda ifadesini bulan ilk yardımcı ölçüt
işin yönetimi ve gerçek denetiminin kime ait olduğudur. Bu husus kararlarda
“Çalışan kişi işin yürütümünü kendi organize etse de, üzerinde iş sahibinin
belirli ölçüde kontrol ve denetimi söz konusuysa, iş sahibine bilgi ve hesap
verme yükümlülüğü varsa, doğrudan iş sahibinin otoritesi altında olmasa da
bağımlı çalışan olduğu kabul edilebilir.” görüşlerine yer verilerek dile
getirilmiştir. Bu bağlamda önemli olan iş sahibinin kurduğu organizasyon
kapsamında iş gören kişi üzerindeki kontrolünün derecesidir. Đncelediğimiz
ikinci kararda kendi bürosunda serbest avukatlık faaliyeti sürdüren davacı
avukatın, davalı işveren kurumla il sınırları içerisindeki dava ve icra takip
işlerini yürütmek üzere yaptığı sözleşmeye göre, sayı ve adet olarak verilen
dava ve takip hizmetlerini yerine getirdikten sonra belirli zamanlarda kuruma
rapor verme yükümlülüğünün bulunduğu tespit edilmişse de, bu rapor verme
yükümlülüğü işin yönetimi ve gerçek denetiminin davalı kurumda olduğu
sonucuna varılması için yeterli görülmemiştir. Bu sonuca varılmasında davacı
avukatın verdiği hizmetin organizasyonunu esas olarak kendi bürosundan
yapması ve bu durum aşağıda inceleyeceğimiz diğer ölçütlerle birlikte
değerlendirildiğinde, işin yönetimi ve denetimi konusunda davacı avukat ile
davalı kurum arasındaki ilişkinin bağımlılık yaratacak düzeye erişmediği
sonucuna varılması etkili olmuştur. Kararda anılan değerlendirmeyi desteklemek üzere “Davacı avukat aldığı dava ve icra takiplerini teslim aldıktan sonra,
kendi iş organizasyonu içerisinde ve işverenin mesai ve iş konusunda bir
talimatı olmadan takip etmekte ve sonuçlandırmakta, sadece aşamaları ve
sonuçlan hakkında rapor sunmaktadır.” görüşlerine yer verilmiştir.
- Đşini kaybetme riski olmaksızın verilen görevi reddetme hakkına
sahip olma
Kararlarda “… çalışanın işini kaybetme riski olmaksızın verilen görevi
reddetme hakkına sahip olması (ki bu iş görme borcunun bir ifadesidir) önemli
bir olgudur. Böyle bir durumda çalışan kişinin bağımsız çalışan olduğu kabul
edilmelidir.” dendikten sonra “Davacı avukat, … işini kaybetme riski
olmaksızın verilen görevi reddetme hakkına sahip bulunmaktadır” tespitinde
bulunularak taraflar arasındaki ilişki bu yönüyle de irdelenmiştir. Kararlarda
parantez içinde belirtildiği gibi bu ölçüt aslında işçinin iş sözleşmesinden
kaynaklanan iş görme borcunun bir ifadesidir. Çalışan kişinin iş görme borcu
yoksa içinde bulunduğu çalışma ilişkisinin iş sözleşmesine dayandığını
söylemek olanaksızdır. Đş görme borcu iş sözleşmesinin unsurlarını oluşturan
karşılıklı iki temel edimden biridir. Đş görme borcunun işverenin yönetim
yetkisiyle ilişkisi ise, bu borcun somutlaşmasının ve yerine getirilme şeklinin
belirlenmesinin işverenin yönetim hakkına dayalı olarak vereceği talimatlarla
gerçekleşmesinden kaynaklanır. Dolayısıyla, iş görme borcunun bulunmaması
uzantısında hukuki bir bağımlılık ilişkisinin ve yönetim yetkisinin de
bulunmaması sonucunu doğurur. Böyle bir çalışma ilişkisi içinde iş gören
kişinin bağımsız çalışan olduğu sonucuna varmak mümkündür. Ancak, çalışma
ilişkisi nitelendirilirken sadece tarafların iş görme ve iş verme yükümlülükleri
üzerine odaklanılıp, çalışmanın ifa biçiminin dikkate alınmaması yanıltıcı
olabilir. Zira bütün iş görme ilişkilerinde az çok böyle bir risk bulunmaktadır.
Dolayısıyla düzenli olarak avukatlık hizmeti sunulmasını içeren dava konusu
çalışma ilişkisinde bu ölçüt tek başına yanıltıcı olabilir. Nitekim kararda bu
ölçütün önemine vurgu yapılmakla birlikte, isabetli olarak birçok ölçüt bir
bütün olarak değerlendirilmek suretiyle sonuca gidilmiştir.
Bu noktada davacı avukatın teorik olarak iş sahibinin gönderdiği her işi
yapma yükümlülüğü olmasa da bu davranışının, özellikle sıkça tekrarlandığı
durumlarda iş sahibinin çalışma ilişkisinin devamını gözden geçirmesine neden
olabileceği haklı olarak ileri sürülebilir. Konu bu açıdan değerlendirilirken
avukatlık mesleğinin ve uyuşmazlığa konu avukatın meslekteki itibarının
verilen işi reddetmede ne derecede serbestlik tanıdığına dikkat edilmesi gerekir.
Avukatlık mesleği, özelliği nedeniyle bir tarafa bırakılacak olursa, diğer hizmet
alanlarında iş gören kişinin verilen işi reddetmesi nedeniyle iş sahibinin
çalışma ilişkisini sona erdirme olasılığı bulunuyor ve bu durum işin türüne göre
çalışanın iş piyasasındaki itibarını da zedeleyecek nitelikte ise, işi reddetme
konusunda çok geniş bir serbestiden söz etmek doğru olmayabilir.
Belirtelim ki işini kaybetme riski olmaksızın verilen görevi reddetme
hakkının bulunup bulunmaması ölçütünün bağımlı çalışanı bağımsız çalışandan
ayırmada dikkate alınması özellikle çağrı üzerine çalışma ilişkilerinde uygulama alanı bulmakta ve tartışılmaktadır. Đş sahibi çalışan kişiyi, sözleşme gereği
iş olduğunda çağırıyorsa ve asgari bir süre çalıştırma mükellefiyeti yoksa, iş
gören kişinin de çağrıya yanıt verme yükümlülüğü bulunmuyorsa, çalışma
ilişkisinin iş sözleşmesine dayanmadığı ileri sürülebilir. Çünkü bu durumda,
işçinin iş görme borcu bulunmadığı gibi, Fransa ve Almanya’da genel olarak,
Đsviçre ve Türk hukukunda ise, çağrı üzerine çalışmanın da aralarında
bulunduğu bazı işlerde varlığı kabul edilen, işverenin iş verme borcu da yoktur
(bkz. Süleyman Başterzi, Çalışmanın Kesintiye Uğramasının Sosyal Sigorta
Đlişkisine Etkisi, Ankara 2007, 180-182).
Çağrı üzerine çalışma ĐK’nun 14. maddesinde düzenlenmiştir. Anılan
maddeye göre taraflarca hafta, ay ya da yıl gibi bir zaman diliminde işçinin ne
kadar çalışacağı belirlenmemişse, haftalık çalışma süresi 20 saat kararlaştırılmış sayılır. Maddenin yedek hukuk kuralı olarak düzenlenmiş olması nedeniyle
tarafların isterlerse belirli bir dönemde belirli bir süre çalışma koşulunun bulunmadığını kararlaştırıp kararlaştırmayacakları sorusu akla gelmektedir. Ancak bu soruya olumlu yanıt vermek olanaklı görünmemektedir. Zira iş sahibinin iş verme borcunun ya da iş görecek kişinin çağrıya olumlu yanıt verme
yükümlülüğünün bulunmadığının kararlaştırıldığı durumlarda, bu ilişkinin artık
iş sözleşmesine dayanmadığı sonucuna varmak gerekir.
- Münhasıran aynı iş sahibi için çalışma ya da başka iş sahiplerine de
hizmet etme
Đncelemeye çalıştığımız kararda Yüksek Mahkeme bu ölçütü “…
Çalışanın münhasıran aynı iş sahibi için çalışması da, yeterli olmasa da
aralarında bağımlılık ilişkisi bulunduğuna kanıt oluşturabilir” görüşünü
açıklayarak dile getirmiştir. Ancak kararda da belirtildiği gibi bu yardımcı bir
ölçüt olup, gerçekleşmesi tek başına iş sözleşmesinin varlığını göstermeye
yetmeyeceği gibi, yokluğu, diğer deyişle iş gören kişinin başka iş sahiplerine
hizmet etmesi de tek başına taraflar arasındaki ilişkinin iş sözleşmesi olmadığı
sonucuna varmaya yeterli değildir. Đşçinin kısmi statüde birden fazla işveren
için çalışması olanaklıdır. Aynı şekilde bağımsız çalışan da tek işveren için çalışabilir, hatta iş sahibine ekonomik bağımlılığı da söz konusu olabilir. Bu gibi
durumlarda iş sahibinin çalışan üzerindeki kontrolünün derecesi ve iş riskinin
kimin üzerinde olduğu, iş gören kişinin yardımcı eleman kullanıp kullanmadığı
gibi, diğer ölçütlerden de yararlanılarak sonuca gidilmesi uygun olur.
- Đşin görülmesinde ücret ödenerek istihdam edilen yardımcı eleman
kullanılması
Đncelemeye çalıştığımız kararlarda bu ölçüt şu görüşlere yer verilerek
dile getirilmiştir.“Çalışanın münhasıran aynı iş sahibi için çalışması da, yeterli
olmasa da aralarında bağımlılık ilişkisi bulunduğuna kanıt oluşturabilir.
Dikkate alınabilecek diğer bir ölçütte münhasıran bir iş sahibi için çalışan kişinin, ücreti kendisi tarafından ödenen yardımcı eleman çalıştırıp çalıştırmadığı,
işin görülmesinde ondan yararlanıp yararlanmadığıdır. Bu durumun varlığı
çalışma ilişkisinin bağımsız olduğunu gösterir.” Đkinci kararda bu açıklamayı
takiben “Davacı avukat(ın), aynı iş organizasyonda ücreti kendisi tarafından
ödenen yardımcı eleman çalıştırmakta …” olduğu belirtilerek davacının bağımsız çalışmasının ağır bastığı sonucuna varılmıştır.
Anılan kararlarda da belirtildiği gibi, özellikle münhasıran bir iş sahibi
için iş gören kişinin, ücreti kendisi tarafından ödenen yardımcı eleman istihdam
edip işin görülmesinde ondan yararlanması çalışma ilişkisinin bağımsız olduğunu gösterir. Đncelemeye çalıştığımız kararlardaki gibi, avukat veya diğer bir
mesleki faaliyet yürüten kişi, münhasıran ya da ağırlıklı olarak belirli bir iş
sahibi için çalışsa da bu hizmeti sunarken kendi iş organizasyonunda iş sözleşmesiyle istihdam ettiği avukatlar ya da yardımcılardan yararlanıyorsa bu, yürütülen faaliyetin bağımsızlığını gösterir. Birden fazla iş sahibine hizmet ederken
istihdam ettiği kişilerden yararlananlar bakımından ise aynı sonuca öncelikle
varılacağı açıktır.
Birçok hukuk sisteminde olduğu gibi Türk hukuk sisteminde de iş sözleşmesine dayanan iş görme edimini, sözleşmeye taraf işçinin kişisel olarak
ifası kuraldır. Ancak taraflar açık ya da örtülü olarak iş görme ediminin işçi
yerine başkası tarafından da ifa edilebileceğini kararlaştırabilecekleri gibi,
içinde bulunulan koşulların bir gereği ise, yine iş görme ediminin üçüncü kişi
tarafından ifasının olanaklı olduğu kabul edilir(BK.320/1). Böyle bir durum söz
konusu olduğunda işverenle üçüncü kişi arasında ayrı bir iş sözleşmesi kurulur
(Süzek, Đş Hukuku, 293-294) Bu itibarla, iş görme ediminin üçüncü bir kişi
tarafından ifası, çalışma ilişkisinin bağımsızlığına karine oluştursa da, yukarıda
anılan çerçevede iş sözleşmesiyle çalışanların yerine üçüncü kişilerin ikame
edildiği durumlarda bu ölçüt doğru sonuç vermeyebilir. Dolayısıyla anılan
ölçütten yararlanılırken üçüncü kişinin ücretinin kimin tarafından ödendiği de
destekleyici bir ölçüt olarak gereklidir. Her ne kadar işçi ücretinin üçüncü bir
kişi tarafından ödenmesi olanaklı ise de, diğer ölçütlerle desteklenmek koşuluyla bu durumun çalışmanın bağımsızlığı (ayrı bir organizasyon oluşturduğu)
yönündeki kanaati güçlendireceği kabul edilebilir.
- Kullanılan araç gerecin ve malzemenin mülkiyeti
Đncelediğimiz kararlarda bağımlılık ilişkisine ölçüt oluşturacak ilkeler
belirtilirken malzemenin işveren tarafından sağlanması, sermaye koymadan ve
kendine ait organizasyonu olmadan çalışmaya da yer verilmiştir. Gerçekten de
iş gören kişinin kullandığı araç ve gereçlerinin maliki olması da çalışmanın bağımsızlığını destekleyen bir ölçüt olarak dikkate alınabilir. BK’nun 331. maddesinin 1. fıkrasına göre, iş sözleşmesinde aksine bir düzenleme yoksa ya da
aksi işin özelliklerinden anlaşılmıyorsa, işçinin işini yaparken kullanacağı araçgerecin ve hammaddelerin sağlanması işverene ait bir yükümlülüktür(F. Hakkı
Saymen, Türk Đş Hukuku, Đstanbul 1954, 531; Seza Reisoğlu, Hizmet Akdi,
Ankara 1968, 212; Süzek, Đş Hukuku, 418; Kenan Tunçomağ –Tankut Centel, Đş
Hukukunun Esasları, B.4, Đstanbul 2005, 140; Hamdi Mollamahmutoğlu, Đş
Hukuku, B.3, Ankara 2008, 557-558; Nizamettin Aktay – Kadir Arıcı – Emine
Tuncay Kaplan/Senyen, Đş Hukuku, B.3 Ankara 2009, 169; Cevdet Yavuz, Türk
Borçlar Hukuku Özel Hükümler, C. II, Đstanbul 1989, 46). Bu şekilde genel bir
ilke oluşmasının temelinde, pazar ekonomisinde üretim araçlarının sahibinin
işveren olması bu nedenle işçinin işverene bağımlı olduğu düşüncesi yatar.
Ancak bu ölçütün her durumda işçiyle bağımsız çalışanın ayrılmasında isabetli
sonuca ulaşmaya elverişli olmadığını yukarıda teknik bağımlılık başlığı altında
belirtmiştik. Gerçekten de iş gören kişi üretim araçlarının sahibi olsa bile bu
araçları istediği gibi kullanamıyorsa bağımsızlığından söz edilemeyecektir
(Güzel, Đşçi Kavramı, 122-123; aynı yazar, Ölçüt Arayışı, 39-40). Đncelenen
kararlarda iş gören kişinin avukat olması ve avukatlık mesleğinin icrasında özel
iş araç-gereçlerinin kullanılmaması nedeniyle bu ölçüt değerlendirmede çok
etkili olmamıştır.
- Ücretin ödeniş biçimi
Đncelemeye çalıştığımız kararlarda “… ücretin ödenme şekli kişisel
bağımlılığın tespitinde dikkate alınacak yardımcı olgular …” arasında belirtilmiştir. Gerçekten de ücret, vekalet sözleşmesinde zorunlu olmamakla birlikte
bütün iş görme sözleşmelerinde bulunan bir unsur olduğundan iş sözleşmesini
belirleyici olmasa da ödeniş biçimi iş sözleşmesinin ayrılmasında yardımcı bir
unsur olarak değerlendirilebilir. Zira bağımsız çalışanlar genellikle yaptıkları iş
için toplu bir para alırlar. Bu ödeme birçok durumda belirli bir edim sonucunun
gerçekleştirilmesine yönelik olup, ödeme zamanı edim sonucunun ortaya çıkmasıyla bağlantılı olarak belirlenir. Đşin görülmesindeki bir gecikme ya da
başarısızlığın sonucuna iş gören kişi katlanır. Görüldüğü gibi bu bağlamda da
girişim riski ölçütü gündeme gelmektedir(Tiraboschi – Del Conte, 155).
Anılan türde bağımsız çalışma ilişkilerinin kurulmasına temel oluşturacak iş görme sözleşmelerinin en tipik örneği eser sözleşmesidir. Ancak, iş
sözleşmesiyle çalışanların da, zamana göre ücret yanında, verime göre, diğer
deyişle akort (parça başına) ya da götürü ücret almaları olanaklıdır. Bu durumda, iş sözleşmesini diğer iş görme sözleşmelerinden ayırmaya yarayan
başka ölçütlerin de devreye sokulması ihtiyacı doğar. Bununla birlikte, ücretinin verime göre ödendiği durumlarda dahi, işçiye asgari bir ücret güvencesi
sağlanması amacıyla, çalışması karşılığında hak kazandığı ücreti, yeterince iş
verilmemesi nedeniyle asgari ücretin altında kalan işçiye, çalışarak hak
kazandığı ücretiyle asgari ücret arasındaki fark işverence zaman esasına göre
ödenir(ĐK.25/2, f). Ücret kâra katılma şeklinde belirlendiğinde de benzer bir
durum söz konusu olur. Öte yandan, vekâlet sözleşmesiyle bağımsız çalışanların (bu sözleşmenin varlığı için zorunlu olmamakla birlikte) aldıkları ücret
de, iş sözleşmesiyle çalışanlarda olduğu gibi, müvekkilleri adına iş görmelerinin bir karşılığı olup, herhangi bir edim sonucunun gerçekleştirilmesinin
karşılığı değildir. Dolayısıyla vekâlet ücretinin ödenmesi de iş görmeyle ulaşılmaya çalışılan sonucun elde edilip edilmemesine bağlı değildir. Görüldüğü
gibi, ücretin verime göre, götürü ya da parça başına belirlenmesi, bağımsız çalışmanın varlığının mutlak bir kanıtı olmadığı gibi, ücretin bir edim sonucunun
değil, iş görmenin karşılığı olması, diğer bir deyişle sonucun gerçekleşmesinden bağımsız olarak ödenmesi de iş sözleşmesiyle bağımlı çalışmanın mutlak bir göstergesi değildir(Güzel, Đşçi Kavramı, 124-125; aynı yazar, Ölçüt
Arayışı, 24-25; Đş sözleşmesinin istisna ve vekâlet sözleşmesinden ayrılması
konusunda bilgi için bkz. Saymen, 412 vd.; Haluk Tandoğan, Borçlar Hukuku, Özel Borç Đlişkileri, 4. Bası, C. II, Đstanbul 1989, 35-38, 375-377; Turhan
Esener, Đş Hukuku, Ankara 1978, 129 vd.; Çelik, Dersler, 82-84; Narmanlıoğlu,
141 vd.; Süzek, Đş Hukuku, 218-219; Mollamahmutoğlu, 304-308).
Đkinci kararda, davacı avukatın iş ilişkisi ücretin ödenme şekli
yönünden değerlendirilirken şu görüşlere yer verilmiştir: “… davalı kurum ile
…davacı avukat, davalı kurumun il sınırları içerisindeki dava ve icra takipleri
için sözleşme yapmışlar ve sözleşmede davacı avukata Avukatlık Asgari Ücret
Tarifesi uyarınca aylık ücret yanında, sayı olarak verilen dava ve icra
takiplerinde alınacak vekâlet ücretlerinden belirli bir oranda ücreti vekâlet
ödenmesi kararlaştırılmıştır. … Takip edilen dava ve icra takipleri nedeni ile
belirli bir oranda ücreti vekâlet yanında aylık olarak ücret öngörülmesi,
taraflar arasındaki ilişkiye iş ilişkisi niteliğini vermez.”
Avukatlık Kanununun 164. maddesi uyarınca Türkiye Barolar Birliği
tarafından her yıl yayımlanan Avukatlık Asgari Ücret Tarifesinde, Avukatlık
Kanununun 35. maddesi gereğince yapı kooperatifleri ve anonim şirketlerde
bulundurulması zorunlu sözleşmeli avukatlar ile kamu kurum ve kuruluşlarıyla
gerçek ve tüzel kişilerin sözleşmeli avukatlarına ödeyecekleri asgari ücretler
öngörülmektedir. Ancak kararda belirtildiği gibi, bu şekilde belirlenen asgari
ücret üzerinden çalışmanın mutlaka iş sözleşmesine dayalı olması zorunlu
değildir. Zira ne Avukatlık Kanununun yapı kooperatifleri ve anonim şirketlerde sözleşmeli avukat bulundurma zorunluluğu öngören 35. maddesi hükmünün, ne de belirli durumlarda sözleşmeli çalışan avukatlara ödenecek asgari
ücretin belirlenmesinin amacı böyle bir sonuca varmayı gerektirir. Anılan
avukatlık hizmetlerini sunanlar bu hizmeti iş sözleşmesine dayalı olarak verebilecekleri gibi vekâlet sözleşmesine dayalı olarak da verebilirler. Dolayısıyla
tarife üzerinden ücret ödenmesi tek başına iş sözleşmesinin varlığı açısından
belirleyici değildir.
Bu bağlamda belirtmek gerekir ki, serbest avukatlık bürosu bulunan
avukatın hizmet sunduğu iş sahibinden ücretini serbest meslek makbuzu keserek tahsil etmesi de mutlak bir ölçüt oluşturmamakla birlikte, avukatın bağımsız bir faaliyet yürüttüğüne işaret eden yan bir ölçüt oluşturabilir. Ancak tarafların aralarındaki ilişkiyi nasıl nitelendirdikleri sözleşmenin türü konusunda
belirleyici olmadığından, taraflar arası ilişkide avukatlık ücretinin serbest
meslek makbuzu ile tahsili konusunda anlaşmaya varılmasına rağmen, diğer
koşullar dikkate alınarak avukat ile iş sahibi arasında kişisel hukuki bağımlılık,
dolayısıyla iş sözleşmesi bulunduğu sonucuna varılabilir.
Yukarıda incelemeye çalıştığımız kararlarda yer verilmemekle birlikte
iş sözleşmesini diğer iş görme sözleşmelerinden ayırma konusunda geliştirilmiş
diğer iki ölçüt de, işin aynı işyerinde işçi olarak çalışanlarca yapılması ve iş
ilişkisinin yargıç tarafından sosyolojik olarak yorumlanmasıdır.
- Đşin aynı işyerinde işçi olarak çalışanlar tarafından da görülmesi
Bu ölçüt çalışmalarının bağımlı mı, bağımsız mı olduğu konusu çok
tartışmalı olan gazeteciler ve radyo istasyonlarında çalışanlarla ilgili uyuşmazlıkların çözümlenmesi sırasında Almanya’da Federal Đş Mahkemesi tara-
fından bağımlı çalışmaya karine olarak geliştirilmiştir. Bu bağlamda çalışmasının bağımsız olduğu ileri sürülen gazetecinin gördüğü işin aynı işyerinde
işçiler tarafından görüldüğü tespit edildiği takdirde, işçi olarak kabul edilmesini
talep edebileceği sonucuna varılmıştır. Bu görüşün ortaya çıkmasının temelinde
yatan düşünce, genel eşitlik ilkesidir. Aynı işyerinde aynı işi yapanların bir
kısmının bağımlı, diğer bir kısmınınsa bağımsız çalışan kabul edilmesi eşitlik
ilkesine aykırı görülmüştür(BAG June 28, 1973, Oct. 3, 1975, ufn June 2,
1976, AP Nr. 10, 16, 17 und 20 zu § 611 BGB Abhängigkeit, Däubler, 81).
Ancak özellikle avukatlık gibi serbest icra edilmesi yaygın mesleki
faaliyetler bağlamında bu ölçüte ihtiyatla yaklaşılması gerekir. Zira aynı işyerinde iş sözleşmesiyle çalışan avukatlar bulunabileceği gibi, özellikle ayrı bir
uzmanlığı gerektiren konularda ya da işyerinde iş sözleşmesiyle çalışanlarca
yürütülen hizmete destek olmak üzere serbest avukatlık hizmeti satın alınması
da olasıdır. Dolayısıyla bu ölçütün, uygulandığı mesleki faaliyetin özelliğine
göre ve her halde diğer ölçütlerle desteklenerek dikkate alınması uygun olur.
- Sosyolojik yorum
Đş sözleşmesinin diğer iş görme sözleşmelerinden ayrılması birçok
durumda yukarıda sayılan ölçütlerle sağlanabilirse de, yapılacak son değerlendirmede, iş gören kişinin iş sahibi karşısındaki sosyo-ekonomik konumu da göz
ardı edilmemeli, geliştirilen ölçütler listesi topluca değerlendirilmek suretiyle
ortaya konan tablo iş gören kişinin iş sahibi karşısındaki sosyo-ekonomik
durumu dikkate alınarak yapılacak sosyolojik yorumla gözden geçirilmelidir.
Nitekim Yargıtay Hukuk Genel Kurulu da işçi niteliğinin belirlenmesinde
çalışanın sosyo-ekonomik durumunu isabetli olarak göz önünde tutmaktadır.
Yüksek Mahkeme limited şirkette çalışan şirket ortağının işçi niteliği taşıyıp
taşımadığının belirlenmesinde yerleşmiş içtihadı ile sosyolojik bir yorum
yaparak söz konusu kişinin şirketteki payının küçük veya büyük olmasına göre
sonuca varmaktadır(Süzek, Đş Hukuku, 138-139; Sosyolojik yorum konusunda
ayrıntılı bilgi içi bkz. Selahattin Keyman, Hukuka Giriş ve Metodoloji, Ankara
1981, 136 vd.)
Yüksek Mahkeme bu konudaki kararında şu görüşlere yer vermiştir:
“… Davacının çalışma biçimi ve bunun karşılığı aldığı ücret ile şirket ortağı
olarak sağladığı kazanç ve kâr durumu, sahip olduğu hisse oranı, şirketteki
konumu karşılaştırılmalı ve sonuçta limited şirket ortaklığı(nın) ekonomik
yaşamında baskın çıktığı takdirde, davacının işçi statüsünde bulunmayıp,
tamamen ticari amaçla kazanç sağlayan ve bağımsız çalışan bir kişi olduğu
kabul edilmeli ve dava reddedilmeli aksine, hizmet akdi altında bağımlı ve
ücrete göre çalışmasının egemen olduğu sonucuna ulaşıldığında işçi sayılarak,
buna bağlı hakları kabul edilmelidir.” (YHGK, 16.4.2003, 9-308/303, Đşveren
Dergisi, Kasım 2003, 15-16 ve Ömer Ekmekçi’nin değerlendirmesi, aynı
yazar, Değerlendirme 2003, 12-13).
b) Eser Sözleşmesinden Ayrılması
Yargıtay 9. Hukuk Dairesinin 21.7.2009 tarihli kararına (E. 2009/
25521, K. 2009/22333, yayınlanmamıştır.) konu uyuşmazlıkta davalı taraf, iş
sözleşmesinin haksız feshedildiğini ileri sürerek yasal haklarını talep eden
davacıya karşı savunma olarak, memur olduğu için işyerinin diğer davalı adına
kayıtlı olduğunu, on beş metrekarelik işyerinin zaman zaman kendisi, kalan
zamanda da eşi tarafından çalıştırıldığını, bu işyerinde perakende tavuk satışı
yapıldığını, davacının haftada yaklaşık 150-200 civarında canlı tavuğu kendi
evinin bodrumunda kesip, yolarak teslim ettiğini, davacıya her tavuk başına 1
TL. ödediğini, davacının ise, bu tavukları başkalarına tanesine 75 Kuruş
ödeyerek hazırlattığını, ne davacının ne de davacı adına tavukları hazırlayanların işyeri çalışanı olduğunu, işyerinin 4857 sayılı Đş Kanunu kapsamında da
olmadığını belirtmiştir.
Đlk derece mahkemesinde davacı ile davalı arasındaki ilişkinin iş sözleşmesine dayanmayıp, istisna akdi olduğu ve işyerinin 507 sayılı yasa kapsamında esnaf işyeri niteliği taşıdığı, üç kişiden az çalışanı bulunduğu,
dolayısıyla ĐK’nun 4. maddesi uyarınca bu yasanın kapsamına girmediği, bu
nedenle uyuşmazlığın Đş Mahkemeleri Kanununun 1. maddesine göre iş
mahkemesinin görev alanında olmadığı belirtilerek görevsizlik kararı verilmiştir.
Dava konusu uyuşmazlık taraflar arasındaki ilişkinin iş sözleşmesine
mi, eser sözleşmesine mi dayandığı noktasında toplanmaktadır. Yargıtay 9.
Hukuk Dairesi taraflar arasındaki ilişkiyi eser sözleşmesi olarak değerlendiren
ilk derece mahkemesi kararını hatalı bulmuştur. Yüksek Mahkemenin kararında aşağıdaki görüşlere yer verilmiştir:
“Bilimsel ve yargısal görüşlere göre "zaman" ve "bağımlılık" unsurları
hizmet akdinin ayırıcı ve belirleyici özellikleridir.
Eser sözleşmesinde, yüklenici, bir sonucu ortaya çıkarma taahhüdünde
bulunurken hizmet akdinde işçinin taahhüdü belirli veya belirsiz bir süre
hizmet ifasından ibarettir. Yine eser sözleşmesinde hukuki bağımlılık unsuru
bulunmamaktadır. Hizmet akdinde ise işçi, işini işveren veya işveren vekilinin
buyruğu (talimatı) ve denetimi altında bağımlı olarak yerine getirmektedir.
Hizmet akdi ile istisna akdini birbirinden ayırmak için kabul edilen diğer bir
kıstas ekonomik risktir. Hizmet akdinde ekonomik risk işveren tarafından,
istisna akdinde ise yüklenici tarafından karşılanmaktadır. …
Dosya içindeki bilgi ve belgeler ve özellikle tarafların beyanları birlikte
değerlendirildiğinde, davacının davalıya ait işyerinde satılmak üzere alınan
canlı tavukların kesim ve yolum işini parça başına ücret karşılığında yaptığı bu
haliyle iş sözleşmesinin ücret, zaman ve bağımlılık unsurlarının somut olayda
gerçekleştiği, anlaşılmaktadır. Buna göre mahkemenin taraflar arasındaki
hukuki ilişkiyi istisna akti olarak nitelemesi hatalıdır.”
Görüldüğü gibi bu kararda Yargıtay 9. Hukuk Dairesi, yukarıda incelediğimiz 13.7.2009 tarihli kararından farklı olarak, iş sözleşmesinin eser
sözleşmesinden ayrılmasında, zaman ve bağımlık ile ekonomik risk ölçütleri
dikkate alınarak sonuca gidilmesi gerektiğini dile getirmiş, ardından genel bir
değerlendirmeyle olayda sadece, zaman ve bağımlılık unsurlarının gerçekleştiğini belirterek taraflar arasındaki ilişkiyi iş sözleşmesi olarak nitelendirmiştir.
Oysa, kendi evinde iş gören davacı ile davalı arasındaki ilişkide
bağımlılık ilişkisinin sınanması klasik kalıpların dışına çıkmaktadır. Davalının
davacı üzerinde doğrudan bir emir ve talimat verme ve işi yönlendirme yetkisi
bulunduğunu, işin davalının emir ve kontrolünde yürüdüğünü söylemek güçtür.
Kararda belirtilen zaman ölçütü de dava konusu uyuşmazlıkta belirleyici bir
ölçüt oluşturmamaktadır. Zira davalı iş sahibi için, davacının tavukları nasıl ve
ne zaman kestiğinden ziyade zamanında teslimi, diğer deyişle edim sonucu
önem taşımaktadır. Bu nedenle uyuşmazlığın çözümünde davacının davalının
iş organizasyonu içinde onun yararına evde çalışan bir kişi olup olmadığının,
işletme riskini kimin üstlendiğinin araştırılması ve yukarıda incelediğimiz
kararda belirtilen ölçütler listesine göre de bir değerlendirme yapılması gerekir.
Davacı davalının getirdiği canlı tavukları kendi evinin bodrumunda,
kendi araç gereciyle satıma hazır hale getirmekte ve bu işi yaparken de ücretini
kendisinin ödediği başka çalışanlardan yararlanmaktadır. Karardan davacının
başka işverenler için de çalışıp çalışmadığı anlaşılamamakla birlikte, davalı için
haftalık 150-200 tavuğun hazırlanmasının söz konusu olduğu, davalının bu işi
yaparken başka kişileri çalıştırdığı dikkate alındığında, daha fazla tavuk
hazırlamasının olanaklı bulunduğu, dolayısıyla davalı dışında başka iş sahip-
lerinden talep geldiğinde onlar için de aynı hizmeti verebileceğini söylemek
yanlış olmaz. Bu çerçevede bir değerlendirme yapıldığında, davacının
davalıdan ayrı bir iş organizasyon ve işyerinin bulunduğu ve davalıya sadece
edim sonucunu taahhüt eden bağımsız bir çalışan olduğu sonucuna varılmaktadır. Dolayısıyla davacı ile davalı arasındaki ilişkinin iş sözleşmesine
değil eser sözleşmesine dayandığı sonucuna varılması daha isabetli görünmektedir.
Yargıtay 10. Hukuk Dairesinin 12.3.2009 tarihli kararında da(E.
2007/24085, K. 2009/3263, Legal ĐHSGHD, S. 23, 1255-1257) işyeri ve işin
yapılma zamanının bağımlılık ilişkisinin belirlenmesinde ölçüt alındığı görülmektedir. Karara konu uyuşmazlıkta davacı, meydana gelen kazanın iş kazası
niteliğinde olduğunun tespitine karar verilmesini istemiştir. Mahkemece,
taraflar arasında iş sözleşmesine dayalı bir ilişki kurulduğu gerekçesiyle istem
kabul edilmiş ise de Yüksek Mahkeme toplanan kanıtlar ile yapılan inceleme
ve araştırmanın hüküm kurmaya elverişli olmadığı, kararın eksik inceleme
nedeniyle bozulması gerektiği sonucuna varmıştır.
Kararda 506 sayılı Yasa anlamında (m.11) iş kazasının varlığı için,
davacının anılan yasanın 2. maddesine göre sigortalı sayılması ve 3. maddede
belirtilen sigortalı sayılmayan kişilerden olmaması gerektiği, 506 sayılı Yasaya
göre sigortalı sayılabilmenin temel koşulunun iş sözleşmesine dayalı olarak bir
ya da birkaç işveren tarafından çalıştırılma, sözleşmede öngörülen edimin
(hizmetin) işverene ait işyerinde veya işyerinden sayılan yerlerde görülmesi
olduğu, yasanın 3. maddesine göre, kanunla kurulu emekli sandıklarına aidat
ödemekte olanlar veya herhangi bir işverene iş sözleşmesiyle bağlı olmaksızın
kendi nam ve hesabına çalışanların sigortalı kabul edilemeyeceği belirtilmiştir.
Kararda iş sözleşmesine göre çalışanların diğer iş görme sözleşmeleriyle çalışanlardan ayrılması konusunda şu görüşlere yer verilmiştir: “…
Baskın olan bilimsel ve yargısal görüşlere göre, hizmet akdinin ayırt edici ve
belirleyici özelliği, zaman ile bağımlılık unsurlarıdır. Zaman unsuru, çalışanın
iş gücünü belirli veya belirsiz bir süre içinde işveren veya vekilinin buyruğunda
bulundurmasını kapsamaktadır ve anılan sürede buyruk ve denetim altında
(bağımlılık) edim yerine getirilmektedir. Bağımlılık ise, her an ve durumda
çalışanı denetleme veya buyruğuna göre edimini yaptırma olanağını işverene
tanıyan, çalışanın edimi ile ilgili buyruklar dışında çalışma olanağı bulamayacağı nitelikte bir bağımlılıktır. Hizmet akdi, çoğu kez Borçlar Kanununun
355 inci maddesinde tanımlanan istisna akdi (eser sözleşmesi) ile karıştırılabilmekte, ikisinin ayırt edilebilmesi bazı durumlarda güçleşmektedir. Çalı-
şan, iş gücünü belirli veya belirsiz bir zaman için çalıştıranın buyruğunda
bulundurmakla yükümlü olmayarak, işveren buyruğuna bağlı olmadan
sözleşmedeki amaçları gerçekleştirecek biçimde edimini görüyorsa, sözleşmenin amacı bir eser meydana getirmekse, çalışma ilişkisi istisna akdine
dayanıyor demektir. Hizmet akdinde ise çalışan, emeğini iş sahibinin emrine
hazır bulundurmaktadır ve ücret, faaliyetin meydana gelmesinin sonucu için
değil, bizzat yapılan faaliyetin karşılığı olarak ödenmektedir. Öte yandan; 313
üncü madde hükmünün açıklığı gereği, çalışanın kendi aletleri ile çalışması
veya götürü hizmet sözleşmelerinde ücretin, yapılacak işe göre toptan kararlaştırılması olanaklı bulunduğundan, tarafların belli bir fiyat üzerinden
anlaşmaları istisna akdinin varlığını göstermediği gibi, götürü sözleşmelerde,
bir süre için hizmet etme borcunun mu, yoksa önceden belirlenmiş bir sonucun
meydana getirilmesi borcunun mu yüklenildiğinin kuşkulu bulunduğu durumlarda, araştırma yapılarak tarafların amacı, durumu ve yaşam deneyimleri
gözetilip hukuki ilişki saptanmalıdır.”
Görüldüğü gibi, 10. Hukuk Dairesinin kararında, iş sözleşmesinin diğer
iş görme sözleşmelerinden ayrılması noktasında zaman ve bağımlılık unsurları
dile getirilmektedir. Kararda işgücünün belirli veya belirsiz bir süre içinde
işveren ya da vekilinin buyruk ve denetiminde bulundurulması şeklinde açıklanan zaman unsuru da aslında bağımlılık ilişkisinin bir ölçütünü oluşturmaktadır. Kararda bağımlılık unsuru, işverenin her an ve durumda çalışanı denetlemesi ve edimi buyruğuna göre ifa ettirmesi, çalışanın edimi ile ilgili buyruklar
dışında iş görememesi şeklinde katı ve klasik kalıplar içinde tanımlanmış, eser
sözleşmesinde amacın bir eser meydana getirmek olduğu, anılan şekilde bağımlılık ilişkisi bulunmaksızın bir edim sonucu amaçlanmışsa, aradaki ilişkinin
eser sözleşmesi sayılacağı belirtilmiştir. Kararda, emeğin iş sahibinin emrine
hazır tutulması (bağımlılık) söz konusu ise ve ücret faaliyetin sonucu için değil,
verilen hizmetin karşılığı ise, aradaki ilişkinin iş sözleşmesi olarak değerlendirilmesi gerektiği, çalışanın kendi araç gerecini kullanmasının ve ücretin
toptan kararlaştırılmak suretiyle götürü ödenmesinin de sonucu değiştirmeyeceği de dile getirilmektedir.
Genel bir değerlendirme yapmak gerekirse, bağımlılık ilişkisinin
belirlenmesine ilişkin olarak kararda yer verilen klasik ölçüt bugün dahi iş
görme ilişkisinin nitelendirilmesinde ilk sırada dikkate alınabilirse de, yeni
istihdam biçimleri karşısında bağımlılık ilişkisinin, yukarıda açıklamaya çalıştığımız şekilde, işverenin iş organizasyonunda onun yararına iş görme şeklinde
değerlendirilmesi ve Yargıtay 9. Hukuk Dairesinin yeni içtihadında sayılanlar
gibi yardımcı ölçütlerden de yararlanılması pek çok yeni iş ilişkisinin sağlıklı
şekilde nitelendirilmesinde yararlı olacaktır. Ancak belirtmek gerekir ki, 10.
Hukuk Dairesinin kararında sigortalı sayılmak için, edimin (hizmetin) işverene
ait işyerinde görülmesi koşulu da belirtilmiştir. Bugün işyerinin, işverenin iş
organizasyonunun bütünü şeklinde tanımlanması karşısında, Yüksek Mahkemenin iş sözleşmesi ve sigortalılığın tanımlanmasına ilişkin olarak kabul ettiği
ölçütler arasında, yeni anlamıyla bağımlılık ilişkisinin de yer aldığı söylenebilir.
Kararda ayrıca, davacının vergi ve meslek kuruluşu kaydının, 1479
sayılı Kanun kapsamında zorunlu sigortalı olarak tescilinin bulunup bulunmadığının, varsa sürelerinin araştırılması, taraflar arasındaki ilişkiyi bilen
kişilerin tanık sıfatıyla bilgi ve görgüsüne başvurulması gerektiği, ancak
bundan sonra dosya içerisinde yer alan kayıt ve belgeler dikkate alınarak, tanık
beyanları da değerlendirilmek suretiyle tarafların kurdukları ilişkinin hukuki
niteliğinin, aralarında iş sözleşmesi mi, eser sözleşmesi mi olduğunun veya
davacının herhangi bir işverene iş sözleşmesi ile bağlı olmaksızın kendi adına
ve hesabına bağımsız çalışan kişi konumunda mı yer aldığının saptanabileceği
sonucuna varılmıştır.
Belirtmek gerekir ki, 506 sayılı Yasanın 3. maddesinin I. bendinin K alt
bendine göre, herhangi bir işverene hizmet akdiyle bağlı olmaksızın kendi nam
ve hesabına çalışanlar sigortalı kabul edilmemektedir. Đş sözleşmesiyle çalışma
yoksa zaten yasanın 2. maddesine göre, sigortalılık niteliğinin kazanılması
olanaklı bulunmamakla birlikte, anılan hükmün, tarafların aralarındaki ilişkiyi
nitelendirme biçimine göre, iş gören kişinin 1479 sayılı Kanun kapsamında
zorunlu sigortalı olarak tescilinin bulunduğu durumlarda ilişkinin nitelendirilmesinde işlevi söz konusu olabilir. Zira, uygulamada iş sözleşmesinin
taraflarının kendilerini bağımsız sözleşmeci olarak tanımlayabildiklerine
rastlanmaktadır. Bu durumda gerçeğin, mevcut ilişkinin unsurları dikkate
alınarak mahkemelerce araştırılması gerekir (Bowers, 16-17; Däubler, 81;
Weiss – Schmidt, 82; Moreno, Galiana : “Contract of employment and
contract for services – criteria – medical doctor at RENFE” (Karar incelemesi),
ILLR, Vol. 21, Kluwer Law International, Hague 2002, 151-159.157; Lokiec,
147-148). Yargıtay 10. Hukuk Dairesi de bir kararında, istisna sözleşmesi adı
altında çalışan kişi ücret karşılığında işverene bağımlı olarak çalışıyorsa,
aralarındaki ilişkinin iş sözleşmesine dayandığı sonucuna varmıştır. Y10HD,
14.3.1995, 2008/2571 ve Burhan Özdemir’in eleştirisi, Çimento Đşveren D.,
Mayıs 1998, 16-22; YHGK, 15.12.2004, 9-422/726, ĐHSGHD, S. 6, 2005, 691692). Anılan araştırma kamu düzenini ilgilendiren sosyal güvenlik konusunda
özellikle önem taşımaktadır. Zira SSGSSK’nun 92. maddesinde, sigortalılığın
zorunlu olduğu belirtildikten sonra, bu yasada yer alan sigorta hak ve
yükümlerini ortadan kaldırmak veya azaltmak üzere yapılan sözleşmelerin
geçersiz olduğu altı çizilerek belirtilmiştir.
Bu nitelendirme sorununun mahkemelerin önüne gelmesi genellikle,
tarafların vergi hukukuna ya da sosyal sigorta prim yükümlülüğüne ilişkin
nedenlerle bağımsız çalışma ilişkisini tercih ettikten sonra, çalışan kişinin işçi
statüsüne bağlı işçilik haklarıyla bazı sosyal sigorta haklarını talep etmesi
üzerine ortaya çıkmaktadır. Đşçiyle işverenin aralarındaki ilişkiyi farklı adlandırmaları yabancı hukukta olduğu gibi Türk hukukunda da karşılaşılan bir
durumdur. Đşverenler sosyal sigorta prim yükümünden kurtulmak istediklerinden, özellikle üst gelir grubundaki bazı işçiler de (özel sigorta primleri dahil)
bir kısım giderlerini vergiden düşebilme gibi vergi hukukuna ilişkin nedenlerle
ve yine bağımsız çalışan statüsünde olduklarında prim basamağını serbestçe
belirleyip daha az prim ödeyebilme olanağına sahip olduklarından, aralarındaki
ilişkiyi bağımsız çalışma olarak nitelendirmeyi tercih edebilmektedir. Bu
nedenle, bir uyuşmazlık çıktığında çalışanın bağımsız vergi mükellefi olması
ve bağımsız çalışan olarak sosyal güvenlik kapsamına alınmış olması iş gören
kişiyle iş sahibi arasındaki ilişkinin belirlenmesinde güvenilir ölçüt oluşturmamakta, gerçek durumun çalışma ilişkisinin unsurları, özellikle de kişisel hukuki
bağımlılık araştırılarak belirlenmesi ihtiyacı ortaya çıkmaktadır.
2) Basın Đşçisi - Gazeteci
Yargıtay 9. Hukuk Dairesinin 31.3.2009 tarihli kararına(E. 2008/30660,
K. 2009/8953, Legal ĐHSGHD, S. 22, 707-709) konu uyuşmazlıkta davacı
Basın Đş Kanununa tabi çalıştığını, işe iade kararına rağmen süresi içinde işe
başlatılmadığını belirterek, yasal haklarını talep etmiştir. Davalı işveren davacının BĐK kapsamına girmediğine ilişkin açık bir itirazda bulunmamakla
birlikte, bilirkişi raporunda program yönetmeni olan davacı 4857 sayılı ĐK
kapsamında değerlendirilerek hesaplamaya gidilmiş, davacı vekilinin itirazına
rağmen ilk derece mahkemesi bilirkişi raporunu esas alarak hüküm tesis
etmiştir.
Bu davada uyuşmazlık, davacının 5953 sayılı Basın Mesleğinde Çalışanlarla Çalıştırılanlar Arasındaki Münasebetlerin Tanzimi Hakkında Kanun
(BĐK) kapsamında gazeteci olup olmadığı noktasında toplanmaktadır.
Yargıtay 9. Hukuk Dairesi anılan ilk derece mahkemesi kararını, davacının 4857 sayılı ĐK kapsamına girdiği sonucuna varılırken, işyerinin özelliği
ve davacının fiilen yaptığı işin yeterince değerlendirilmediği gerekçesiyle boz-
muştur. Kararda öncelikle BĐK’nun yer ve kişiler yönünden uygulama alanını
belirten 1. maddesine yer verilmiştir. Anılan madde düzenlemesine göre,
“Bu Kanun hükümleri Türkiye'de yayınlanan gazete ve mevkutelerle
haber ve fotoğraf ajanslarında her türlü fikir ve sanat işlerinde çalışan ve Đş
Kanunu'ndaki "Đşçi" tarifi şümulü haricinde kalan kimselerle bunların işverenleri hakkında uygulanır.
Bu Kanun şümulüne giren fikir ve sanat işlerinde ücret karşılığı
çalışanlara gazeteci denir.”
Kararda, anılan yasa kapsamında kalan işyerlerinin Türkiye'de yayınlanan gazete ve mevkutelerle haber ve fotoğraf ajansları olduğu, yasada sözü
geçen "gazete" ve "mevkute" gibi kavramlardan günlük gazete ya da daha uzun
dönemsel yayınların basıldığı işletmelerin anlaşılması gerektiği, anılan eserlerin Türkiye’de yayınlanmasının zorunlu bulunduğu, BĐK’na göre sözü geçen
dört tür işyerinde fikir ve sanat işlerinde ücret karşılığı çalışanların gazeteci
sayıldığı belirtilmiştir.
Gerçekten de BĐK’nun 1. maddesi uyarınca bu yasanın yer yönünden
uygulama alanına ilişkin ilk koşul Türkiye’de yayınlanmadır. Buna göre,
yabancı ülkede yayınlanan bir gazetenin Türkiye’de görevli muhabiri BĐK’nun
kapsamına girmemektedir. Buna karşılık Türkiye’de yayınlanan bir gazetenin
muhabiri yabancı uyruklu olsa da BĐK kapsamına girmektedir. Bu noktada
“yayınlanma” kavramının da açıklanması gerekir. Yayınlanma, günümüzün
iletişim teknolojileri nedeniyle sınırlarının belirlenmesi oldukça güç bir kavram
halini almıştır. Bugün basın hukukunda, yayınlanmanın gazetenin basılması
gibi, satışa sunulması, dağıtılması, elektronik ortamda ya da başka şekillerde
kamuoyuna sunulmasını da içerdiği kabul edilmektedir. Nitekim 5680 sayılı
Basın Kanununda da “yayınlanma”, basılmış bir eserle ilgili önlemlerin
alınması, sorumluluğun belirlenmesi amacıyla anılan geniş kapsamıyla tanımlanmıştır. (m.3/2). Yüksek Mahkeme de incelemeye çalıştığımız kararında, iş
hukukunun amacı basın hukukundan farklı olsa da, geniş bir yorumla
elektronik ortamda kamuya açılmayı BĐK’na göre yayınlanma kapsamında
değerlendirmiştir. Bu yorum Anayasanın 10. maddesinde ifadesini bulan eşitlik
ilkesine uygundur. Aksine bir yorumla yayınlanma Türkiye’de basılma ya da
üretilme şeklinde dar anlaşılırsa, Türkiye’de aynı işi yapan gazetecilerden,
gazetesi yabancı ülkede basılanların BĐK kapsamı dışında kalması gibi eşitliğe
aykırı bir durum ortaya çıkacaktır.
Haber ve fotoğraf ajanslarına gelince BĐK’nda sanki bunlar da
yayınlanıyormuş gibi bir ifade kullanılmıştır. Yasanın ifadesindeki bu belirsizliğin de geniş yorumlanması uygun olur. Zira aksine bir yaklaşımla haber ve
fotoğraf ajanslarının Türk tâbiyetinde olmasının aranması da eşitliğe aykırı
olur. Gazete yabancı ülkede basılsa da, Türkiye’de satılıyorsa ya da elektronik
ortamda kamuya açıksa ya da haber veya fotoğraf ajansı yabancı olsa da
Türkiye’de faaliyeti varsa, anayasaya uygun yorum, bunların Türkiye’deki
işyerlerinde çalışan gazetecinin BĐK kapsamında kabul edilmesini gerektirir.
BĐK’nun yorumuna ilişkin tereddütlerin ortadan kaldırılması için Türkiye’de
yayınlanma koşulunun yasadan çıkarılması gerektiği haklı olarak ileri
sürülmüştür(bu konuda ayrıntılı bilgi için bkz. ve karş. Mehmet Ali Şuğle, Đş
Hukuku Açısından Gazeteci, Ankara 2001, 39 vd.).
Basın Đş Kanunu kapsamına giren işyerleri de yasanın 1. maddesinde
sınırlı olarak belirtilmiştir. Bunlar gazeteler ve süreli yayınlar (mevkuteler) ile
haber ve fotoğraf ajanslarıdır. Yasada geçen gazete ve mevkute deyimleri
kararda da belirtildiği gibi kuruluş olarak yorumlanmakta, yasanın bu basın
kuruluşları ile gazeteci arasında organik bir bağ kurarak, ancak bu işletmelerde
çalışanları gazeteci kabul ettiği sonucuna varılmaktadır(A. Can Tuncay,
Hukuki Yönden Basında Đşçi Đşveren Đlişkileri, Đstanbul 1989, 28 vd. (Basında
Đşçi); Şuğle, 45 vd.). Kararda söz konusu kuruluşların basın yayınının ne olduğuna ilişkin ölçütler de dile getirilmiş, bu bağlamda gazete, günlük veya çok
kısa aralıklarla yayımlanan, günlük haber ileten, nispeten çok sayıda basılan,
umuma hitap eden ve devamlılık gösteren eser olarak tanımlanmıştır. Ancak,
teknoloji ve iletişimin geldiği noktada gazetenin mutlaka basılı olması da
gerekli görülmemiş, elektronik ortamda, umuma açık olarak yayınlanması ve
okuyucunun yararlanmasına sunulması da olanaklı kabul edilmiştir. Kararda 9.
Hukuk Dairesinin önceki tarihli bir kararında (Y9HD, 17.4.2007, E. 2006/
33909, K. 2007/11104) elektronik gazetelerin yayın koordinatörlüğünü yapan
bir çalışanın BĐK kapsamında gazeteci kabul ettiği de belirtilmiştir.
Görüldüğü gibi Yüksek Mahkemenin kararına göre, her türlü yayın
(gazete ya da dergi) basın yayını niteliği taşımamaktadır. Basın yayınından söz
edilebilmesi için, düşüncenin basılı ya da elektronik ortamda yazılı olması, genel olarak kamuoyuna ya da görece çok sayıda basılarak genişçe bir kitleye
hitap etmesi, düzenli aralıklarla yayınlanması, günlük haber iletmesi gereklidir.
(Gazeteci sayılmak için yayınında görev alınması gereken basın yayını konusunda ayrıntılı bilgi için bkz. Şuğle, 46 vd.). Buna göre, bir basımevine bağlı
olarak dönemsel olmayan eserlerin basıma hazırlanmasında çalışan yazar,
çizer, sanat danışmanı ya da redaktör gibi çalışanlar BĐK kapsamına girmediği
gibi, reklam amaçlı ya da işletme içinde yayınlanan gazete ve dergilerde çalışanlar da yasa kapsamına girmemektedir. Yargıtay 9. Hukuk Dairesinin bu
kararı, gazeteciler için diğer işçilerden farklı, ayrıcalıklı düzenlemeler getirilmesinin temelinde yatan, bir yerde kamu hizmeti gören gazetecilerin özel olarak korunması düşüncesiyle uyumludur. BĐK’nun sağlayacağı ayrıcalığın, güncel olay ve haberleri kamuya iletilmesine yönelik organizasyonlarla sınırlanması isabetlidir.
Haber ve fotoğraf ajansları, güncel haberleri, bunlara ilişkin fotoğrafları
bulup, toplama ve belirli bir ücret karşılığında gazetelere, radyo ve televizyon
istasyonlarından oluşan haber işletmelerine satma işiyle uğraşırlar. Diğer deyişle haber ve fotoğraf aracılığı yaparlar. Haber işletmeleri de aldıkları haberi,
bilgi ve fotoğrafları kamuoyuna sunmak üzere hazırlarlar. Haber ajanslarının
edindikleri haberleri doğrudan kamuoyuna sunmaları da mümkündür. Haber
ajansları genellikle fotoğraf ajanslarını da içermekle birlikte, sadece fotoğraf
ajansı olarak faaliyet gösteren kuruluşlar da bulunmaktadır(Şuğle, 56 vd.;
Seracettin Göktaş – Şahin Çil, Açıklamalı Đçtihatlı Basın Đş Kanunu, Ankara
2003, 5).
Yüksek Mahkeme, BĐK’nun 1. maddesinde belirtilen fikir ve sanat
işinde çalışmanın ölçütünü, doğrudan doğruya gazetecilik mesleğinin yerine
getirilmesi ile ilgili alanlarda çalışma olarak açıklamış, buna göre, yazar,
muhabir, redaktör, düzeltmen, çevirmen, fotoğrafçı, kameraman, ressam,
karikatürist gibi çalışanların gazetecilik mesleği ile doğrudan doğruya ilgili
olup, gazeteci olarak değerlendirilmeleri gerektiği sonucuna varmıştır. Buna
karşılık aynı işyerlerinde teknik sorumlu, şoför, sekreter, muhasebe elemanı,
satış ve pazarlama gibi işlerde çalışanlar gazeteci olarak değerlendirilemeyecektir. Gerçekten de BĐK’nun 1. maddesinde gazeteci bu Kanun şümulüne
giren fikir ve sanat işlerinde ücret karşılığı çalışanlar şeklinde tanımlanmıştır.
Bu işleri yapanlar gazeteci olduğuna göre söz konusu işlerin içeriği, aynı
zamanda gazetecilik mesleğinin de içeriğini oluşturmaktadır.
Yasada fikir ve sanat işi birlikte ifade edildiği için, öğretide, sadece
fikir işinde çalışmanın, bu işi yapanın BĐK kapsamına girmesi için yeterli
olmayacağı, fikir ve sanat işiyle sadece fikir işinin birbiriyle karıştırılmaması
gerektiği(Kemal Oğuzman, Gazetecilerin Mesleki ve Sosyal Hakları ve
Bunların Korunması, ĐÜHFM, 1967, C. 32, S. 2-4, 861, dn. 11) fikir ve sanat
işinin fikir işinin bir alt türü olduğu ileri sürülmüştür(Tuncay, Basında Đşçi,
32). Katıldığımız diğer bir fikre göre ise, ayrı ayrı fikir ya da sanat işlerinin
yapılması, gazetecilik mesleğine ilişkin olmak koşuluyla gazeteci sayılmak için
yeterlidir. Yasada fikir ve sanat işi ifadesine birlikte yer verilmesinin nedeni,
yürütülen fikri ya da sanatsal çalışmanın gazetecilik mesleğinin konusunu
oluşturan ve enformasyon adı verilen özel bir alanda yapılmasıdır. Enformasyon haber ya da bilginin araştırılıp toplanması, sınıflandırılması, geliştirilip,
yorumlanması ve redaksiyonu gibi boyutları bulunan bir kavramdır. Enformasyonun anılan boyutlarıyla ilgili çalışmalar gazetecilik mesleğinin konusunu ve
fikir işçiliği içindeki özel yerini belirlemektedir. Dolayısıyla yasada geçen
sanatsal çalışma, fikri faaliyet içeren, gazetecilik mesleğine ilişkin sanatsal
faaliyetler şeklinde anlaşılmalıdır. Bunlara örnek olarak resim, çizim, karikatür
gibi gazetecilik mesleğine ilişkin sanatsal faaliyetler gösterilebilir. Gazetecilik
mesleğine ilişkin fikri çalışma yürütenler gibi, yine gazetecilik mesleğine
ilişkin anılan sanatsal faaliyetleri yürütenler de gazeteci sayılacaktır.
Günümüzde haberin görsel ya da işitsel her türlü anlatımı gazeteci sayılmak
için yeterli görülmektedir. Bu faaliyetin gazetecilik mesleğinin konusunu
oluşturan enformasyon alanında ve az çok güncel (aktüel) olması gerekir. Bu
noktada belirtmek gerekir ki, bazı durumlarda enformasyon basit bir bilgi
haliyle habere yakın bir anlam taşıyabilirse de, çeşitli düşünceler ve yorumlar
katılarak haber olmaktan çıkan bir bilgi halini de alabilir. Enformasyon aynı
zamanda söz konusu haber ya da bilginin bulunmasından, yazılıp kamuya
sunulmasına ilişkin süreci de ifade eder, bu sürecin aşamalarındaki çalışmaların
her biri gazetecilik mesleğinin konusunu oluşturur(Şuğle, 65 vd.; Göktaş – Çil,
7). Đncelemeye çalıştığımız kararda da bir çalışanın BĐK kapsamına girebilmesi
için, gazetecilik mesleğinin yerine getirilmesi ile ilgili alanlarda çalışmanın
gerektiği belirtilmek suretiyle yukarıda açıklamaya çalıştığımız ikinci
yaklaşımın benimsendiği söylenebilir.
Kararda son olarak, “3984 sayılı Radyo ve Televizyonların Kuruluş ve
Yayınları Hakkında Kanunun 38. maddesinde, özel radyo ve televizyonların
haberle ilgili birimlerinde çalışanların da 5953 sayılı Kanunun kapsamında
olduğunun açıklandığı, dolayısıyla söz konusu işyerlerinde çalışanların fikir ve
sanat işi yapma koşulu aranmaksızın BĐK kapsamında yer aldığı belirtilmiştir.
Haberle ilgili birimde çalışma ise, haberin oluşumuna doğrudan katkı sağlama
olarak değerlendirilmiş, buna göre haber müdürü, muhabir, foto muhabiri,
spiker, haber kameramanı gibi çalışanların gazeteci olarak değerlendirileceği
sonucuna varılmıştır. Buna karşılık, uplink görevlisi, şoför, diğer teknik ve
idari personel haberin oluşumuna doğrudan katkısı olmadığı için gazeteci
kavramı içinde değerlendirilmemiştir.
3984 sayılı Yasanın 38. maddesinde “Radyo ve Televizyon kuruluşlarının haberle ilgili birimlerinde çalışanlar 5953 sayılı Basın Mesleğinde
Çalışanlarla Çalıştıranlar Arasındaki Münasebetlerin Tanzimi Hakkında Ka-
nuna tabidir. Bu birimlerde çalıştırılacak basın kartlı personelin asgari sayısını Üst Kurul belirler.” hükmü yer almaktadır. Bu düzenlemeye göre gazeteci
sayılma radyo ve televizyon kuruluşunun haberle ilgili biriminde çalışmayla
sınırlanmıştır. Bu birim dışında çalışanlar BĐK anlamında fikir ve sanat işi
yapsalar diğer deyişle, enformasyon alanında çalışsalar da bu kişilere BĐK’nun
uygulanması olanaklı değildir. Yasa bu yönüyle haklı olarak eleştiriye açıktır.
Buna karşılık, radyo ve televizyon kuruluşlarının haberle ilgili biriminde çalışanların gazeteci sayılması için fikir ve sanat işinde çalışmalarının aranmayacağının söylenmesi isabetli değildir. Bunların da BĐK’na tabi oldukları
belirtildiğine göre, gazeteci sayılmaları için, haber ya da bilginin araştırılıp toplanması, sınıflandırılması, geliştirilip, yorumlanması ve redaksiyonu gibi, herhangi bir enformasyon alanında çalışmaları, diğer deyişle BĐK anlamında fikir
ve sanat işi yapmaları gereklidir. Nitekim incelemeye çalıştığımız kararda,
anılan kuruluşların haberle ilgili birimde çalışma, tek başına gazeteci sayılma
için yeterli görülmemiş, bu birimde çalışmanın haberin oluşumuna doğrudan
katkı sağlama şeklinde anlaşılacağı belirtilmiştir. Şu halde kararda önce, radyo
ve televizyon kuruluşlarının haberle ilgili biriminde çalışanların gazeteci
sayılması için fikir ve sanat işinde çalışma koşulunun aranmayacağının belirtilmesine rağmen, takiben bu birimde çalışmanın haberin oluşumuna doğrudan
katkı sağlama şeklinde anlaşılacağının açıklanması dolayısıyla sonuç olarak
BĐK kapsamında sayılma için bu yasa anlamında fikir ve sanat işi yapma, başka
bir ifadeyle enformasyon alanında çalışma koşulu üstü örtülü olarak aranmış
olmaktadır.
Uyuşmazlık konusu olayda davacı program yönetmenidir. Dolayısıyla
yaptığı işin 3984 sayılı Radyo ve Televizyonların Kuruluş ve Yayınları Hakkında Kanunun 38. maddesine göre değerlendirilmesi gerekir. Eğer davacı
çalıştığı radyo ya da televizyon kuruluşunun haber biriminde görevliyse ve bu
birimdeki program yönetmenliği çerçevesinde enformasyon alanının herhangi
bir boyutunda faaliyeti söz konusu ise, BĐK’nun uygulama alanına girecek, aksi
halde 4857 sayılı ĐK kapsamında değerlendirilecektir. Bu itibarla incelemeye
çalıştığımız karar isabetlidir.
II. ASIL ĐŞVEREN – ALT ĐŞVEREN ĐLĐŞKĐSĐ
1) Đşçi Temininin Alt Đşverenlik Đlişkisi Olarak Gösterilmesi
Yargıtay 9. Hukuk Dairesinin 23.2.2009 tarihli kararına(E. 2008/12808,
K. 2009/3210, Şahin Çil, Đş Hukuku Yargıtay Đlke Kararları, 9. Hukuk Dairesi
2008-2009 Yılları, 46-49) konu olayda davacı, davalı üniversite hastanesinde
diğer davalı şirket işçisi olarak çalışmıştır. Davacı, davalı şirketin bordrosunda
görünse de emir ve talimatları üniversite personelinden aldığını, ayrıca hastabakıcı olarak sağlık hizmeti sunduğunu, bu hizmetin alt işverene verilemeyeceğini, bu nedenle muvazaalı odluğunu sendikal örgütlenmede öncülük yaptığı
için iş sözleşmesinin feshedildiğini, sendikal nedene dayalı feshin geçersiz
olduğunu savunmuştur.
Buna karşılık davalı şirket vekili, müvekkili şirketin çeşitli yıllarda
ihaleyle üniversitenin temizlik işlerini aldığını, davacının ara dönemlerde
ihaleyi alan diğer şirketlerin işçisi olarak da çalıştığını, iş sözleşmesinin, ihale
makamının hizmetinden memnun olmaması nedeniyle yasal hakları ödenerek
feshedildiğini, bu durumda feshin sendikal nedene dayandığını ispat yükünün
davacı işçiye geçtiğini, işi denetleme, işçileri seçme, işçi sayısını ve çalışma
süresini tayin yetkisinin ihale makamında olduğunu, davalının ihale makamının
işveren vekili konumunda bulunduğunu, bu nedenle davanın reddi gerektiğini
savunmuştur.
Üniversite vekili ise, hastanenin genel temizlik işinin kamu ihale kanunu ile dışardan temin edildiğini, davacının da bu kapsamda ihaleyi alan şirket
çalışanı olduğunu, verilen işin asıl iş olmadığını, üniversiteye husumet yöneltilemeyeceğini ileri sürmüştür.
Uyuşmazlığa bakan ilk derece mahkemesi, davacının şirket işçisi olarak
davalı üniversiteye ait hastanede çalıştığını, şirketin hastabakıcıları hastaneye
getirdikten sonra başhemşireye teslim ettiğini, bundan sonrasına karışmadığını,
bu işçilerin çalışacakları bölümleri ve mesailerini başhemşirenin belirlediğini,
tanık anlatımlarına göre davacının iş sözleşmesinin sendikal nedenle feshedildiğini belirterek, davacının üniversite rektörlüğü bünyesinde şirket işyerinde
işe iadesine karar vermiş ve fesih sendikal nedene dayandığından işçinin işe
başlatılmaması olasılığına karşı ağırlaştırılmış iş güvencesi tazminatı belirlemiştir.
Davayı inceleyen Yargıtay 9. Hukuk Dairesi, davacının davalı üniversitede genel temizlik ihalesini alan şirketler değiştiği halde hastabakıcılık
görevinde çalıştırılmaya devam edildiğini, iş sözleşmesinin son ihaleyi alan firma tarafından, üniversite yönetimi çalışmasından memnun olmadığı, çalışma
koşullarına uymadığı gerekçesiyle feshedildiğini, ancak davacının davranışları
nedeniyle feshe gidilmesine rağmen savunmasının alınmadığını ve tanık
anlatımlarına göre gerçek nedenin, davacının sendikal örgütlenmeye katılması
olduğunun anlaşılması nedeniyle ilk derece mahkemesinin yapılan feshin
geçersiz olduğu sonucuna varmasının isabetli olduğunu, ancak feshin geçersizliğinin sonuçları bakımından, davalı üniversite ile diğer davalı şirket ve davacı
arasındaki ilişkinin niteliğinin araştırılması gerektiğini belirterek, bu nedenle
davalıların sorumluluğu açısından ilk derece mahkemesince yapılan değerlendirmeyi ve varılan sonucu hatalı bulmuştur.
Yargıtay 9. Hukuk Dairesine göre, “Bir alt işveren, bir asıl işverenden
sözleşme ile üstlendiği mal veya hizmet üretimi için belirli bir organizasyona,
uzmanlığa ve hukuksal bağımsızlığa sahip değilse, kısaca üretim ya da hizmet
sunumuna ilişkin ekonomik faaliyetin bağımsız yönetimini üstlenmemişse, asıl
işveren alt işveren ilişkisinden çok olayda, asıl işverene işçi temini söz konusu
olacaktır”.
Yüksek Mahkeme incelemeye çalıştığımız kararında bu açıklamayı
yaptıktan sonra, davalı üniversite hastanesinin genel temizlik işi yardımcı iş
olduğundan, bu hizmetin sunulması işinin diğer davalı şirkete verilmesi sonucu
anılan taraflar arasında ortaya çıkan ilişkinin, bu işte çalışan işçiler açısından
asıl işveren alt işveren ilişkisi oluşturacağını, ancak davacı açısından aynı
sonuca varılamayacağını, zira davacının baştan itibaren genel temizlik işinde
değil hastabakıcılık işinde çalıştırıldığını, bu işin hastanenin asıl işleri arasında
yer aldığını, ayrıca şirketin hastabakıcıları işyerine getirip üniversite
yetkililerine teslim ettiğini, bundan sonrasına karışmadığını, hastabakıcıların
çalışacakları bölümleri ve mesailerini üniversite yetkililerinin belirlediğini,
davalı şirketin davacı işçi açısından belirli bir organizasyona, uzmanlığa ve
hukuksal bağımsızlığa sahip olmadığını belirtmiştir. Yüksek Mahkeme işaret
ettiği bu tespitler çerçevesinde, davacının ĐK’nun 2. maddesinin 7. fıkrası
uyarınca baştan itibaren davalı üniversitenin işçisi olduğu, kayıt üzerinde
gösterilen diğer davalı şirketin gerçekte işverenlik sıfatı bulunmadığı sonucuna
varmış ve davanın üniversite yönünden kabulü, diğer davalı şirket yönünden
ise reddi gerektiğine karar vermiştir(4857 sayılı Đş Kanununun 2. maddesine
23.7.2010 tarih ve 6009 sayılı Kanunla 3. fıkradan sonra gelmek üzere yeni bir
fıkra eklenmiştir. Ancak incelediğimiz kararlar bu değişiklikten önceki tarihli
olduğu için, çalışmamızda ĐK 2’ye ilişkin fıkra numaralandırılmasında söz
konusu değişiklik dikkate alınmamıştır).
Yargıtay 9. Hukuk Dairesinin vardığı sonuç isabetlidir. Ancak dava
konusu üçlü ilişkinin nitelendirilmesine bağlı olarak uygulanan hukuki yaptırımın dayanağı farklı değerlendirmelere açıktır. Karar incelendiğinde Yüksek
Mahkemenin iki nedenle davalılar arasındaki ilişkiye ĐK’nun 2. maddesinin 7.
fıkrasında muvazaalı alt işveren ilişkileri için öngörülen hukuki yaptırımın
uygulanacağı ve davacının baştan itibaren davalı üniversitenin işçisi sayılacağı
sonucuna vardığı görülmektedir.
Bu nedenlerden ilki davacının verdiği hastabakıcılık hizmetinin üniversite hastanesinde asıl iş niteliği taşımasıdır. Hastabakıcılığın hastanede üretilen
hizmetin zorunlu bir unsuru olduğunun kabulü ve asıl iş kapsamında değerlendirilmesi isabetlidir(Asıl iş yardımcı iş ayrımı için bkz. Münir Ekonomi, Asıl
Đşveren – Alt Đşveren Đlişkisinin Kurulması ve Sona Ermesi, Legal Vefa
Toplantıları II, Prof. Dr. Nuri Çelik’e Saygı, 48 vd. (Alt Đşveren); Süzek, Đş
Hukuku, 144-145; Đbrahim Aydınlı, Görünürdeki Đşlemler Açısından Türk Đş
Hukukunda Alt Đşveren Đlişkisi ve Muvazaa Sorunu, Ankara 2008, 178 vd.,
Kübra Doğan Yenisey Yargıtayın Đş Hukukuna Đlişkin Kararlarının Değerlendirilmesi 2006, Ankara 2009, 24-36, aynı yazar, Asıl Đşveren-Alt Đşveren
Đlişkisi ve Bu Đlişkiden Kaynaklanan Sorunlar, Asıl Đşveren Alt Đşveren-Asıl
Đşveren Đlişkisi ve Uygulamadaki Sorunlar Panel ve Görüşmeler, Ankara 2010,
32-35). ĐK 2/6’da asıl işveren – alt işveren ilişkisi tanımlanırken, asıl işin bir
bölümünde iş alınması suretiyle bu ilişkinin kurulması için, verilecek işin “işletmenin ve işin gereği ile teknolojik nedenlerle uzmanlık gerektiren bir iş”
olması koşulu aranmış, aynı maddenin 7. fıkrasında da, anılan koşulları taşıyan
işler dışında asıl işin bölünerek alt işverene verilemeyeceği öngörülmüştür. Bu
koşul olmadan kurulan alt işveren ilişkilerine uygulanacak hukuki yaptırım ise
yasada düzenlenmemiştir. Yargıtay incelemeye çalıştığımız kararda olduğu
gibi, işletmenin ve işin gereği ile teknolojik nedenlerle uzmanlık gerektiren iş
olma koşulları birlikte bulunmaksızın asıl işin bir bölümünde alt işverene iş
verilmesi durumunda, bu kapsamda çalıştırılan işçilerin baştan itibaren asıl
işverenin işçisi sayılmaları gerektiği sonucuna varmaktadır(Y9HD, 5.10.2009,
E. 2009/35910, K. 2009/25679, Çalışma ve Toplum, S. 24, 314-316; Y9HD,
16.4.2009, E. 2007/42564; K. 2009/10854, Legal ĐHSGHD, S. 22, 681-684;
Y9HD, 13.10.2008, E. 2008/32916, K. 2008/26551, Legal ĐHSGHD, S. 21,
419-421).
Bu konuda öğretide savunulan bir görüşe göre ise, yasa işletmenin ve
işin gereği olmadığı halde asıl işin bir bölümünün alt işverene verilmesini
herhangi bir yaptırıma bağlamamıştır. Bu sınırlama ve ĐK 2/7’nin bütünü incelendiğinde, yasada tamamen ve sadece alt işverenlik kurumunun muvazaalı
işlemlere dayanmasının ve bu yolla özellikle sendikal örgütlenmenin engellenmeye ve toplu iş sözleşmesi düzeninden kaçılmaya çalışılmasının önlenmesinin amaçlandığı görülmektedir. Bu görüşe göre, muvazaa yoksa ĐK 2/6’da yer
alan “işletmenin ve işin gereği ile teknolojik nedenlerle uzmanlık gerektiren bir
iş” olma koşulu bulunmaksızın kurulan asıl işveren – alt işveren ilişkilerine, ĐK
2/7’de öngörülen alt işveren işçilerinin baştan itibaren asıl işverenin işçisi
sayılması şeklindeki muvazaa yaptırımı uygulanamaz. Đşletmenin ve işin gereği
ile teknolojik nedenlerle uzmanlık gerektiren işler dışında asıl işin bölünerek alt
işverene verilemeyeceğine ilişkin kuralın, alt işveren işçilerinin asıl işveren
işçileri gibi işlem görmelerini hükme bağlayan ĐK’nun 2. maddesinin 7.
fıkrasının 2. cümlesinden sonra gelmesi de bu düşünceyi doğrulamaktadır
(Polat Soyer, Yargıtayın Đş Hukukuna Đlişkin Kararlarının Değerlendirilmesi
2008, Ankara 2010, 43-45). Anılan görüşe paralel olarak, ĐK 2/7’de yer alan,
asıl işin bölünerek alt işverene verilemeyeceğine ilişkin hükme bir anlam
yüklemek gerekirse, bu hükmün asıl işverenin alt işverene vermiş olduğu
işlerde kendi işçilerini de çalıştırmasını yasaklayan bir düzenleme olarak
değerlendirilebileceği savunulmaktadır(Fevzi Şahlanan, 4857 Sayılı Yasanın
Genel Hükümleri, Sözleşme Türleri, Đş Sözleşmesinin Feshi ve Đş Güvencesine
Đlişkin Hükümleri, TÜRK-ĐŞ, 4857 Sayılı Yeni Đş Kanunu Değerlendirme
Konferans Notları, 2003, 71 (Notlar); Soyer, Değerlendirme 2008, 44).
Buna karşılık katıldığımız görüşe göre, ĐK 2/7’de muvazaalı alt işverenlik ilişkilerinin yaptırımı olarak öngörülen, görünüşte alt işveren işçilerinin
baştan itibaren asıl işverenin işçileri sayılması yaptırımının, muvazaa bulunmasa dahi kıyasen, işletme gereği ve uzmanlık koşulu bulunmaksızın asıl işin
bir bölümünde alt işverene iş verilmesi durumlarında da uygulanması gerekir.
Çünkü ĐK 2/6 ve 2/7’de işçilerin korunması amacıyla, alt işveren ilişkisinin
kurulması, işletme gereklerinin veya uzmanlık koşulunun bulunmasına bağlanmak suretiyle sınırlanmaya çalışılmıştır. Yaptırımı öngörülmeyen bu koşulla
korunmaya çalışılan menfaatle, muvazaalı alt işveren ilişkilerinin yaptırıma
bağlanması suretiyle korunmaya çalışılan menfaatler benzerdir. Benzer menfaatlerin korunduğu durumlar söz konusu olduğunda, bu durumlardan biri için
öngörülen kuralın diğerine de uygulanması olarak adlandırılan kıyastan yararlanılabilir. (Sarper Süzek, Alt Đşveren Đlişkisinin Kurulması, Legal ĐHSGHD, S.
25, 28 (Alt Đşveren)).
Öğretide bu konuyu tartışmaya açan Ekonomi de, asıl işin bölümünün
“işletmenin ve işin gereği ile teknolojik nedenlerle uzmanlık gerektiren bir iş”
olma koşulu bulunmadan alt işverene verilmesi söz konusu ise, bu hukuka
aykırı duruma muvazaalı işlemler için öngörülen yaptırımın uygulanabileceği
görüşündedir. Ancak yazara göre, muvazaalı bir işlemin bulunmadığı durumlarda, asıl iş yardımcı iş ayrımının yapılmasında güçlük varsa, işin niteliğindeki
yanılgı nedeniyle ortaya çıkan yasaya aykırı duruma geçersizlik yaptırımının
uygulanması gerekir. Bu geçersizlik iş hukuku sözleşmelerinde olduğu gibi
sadece ileriye yönelik bir geçersizliktir (Münir Ekonomi, Yargıtayın Đş
Hukukuna Đlişkin Kararlarının Değerlendirilmesi 2007, Đstanbul 2009, 87-88).
Dava konusu olay incelendiğinde, alt işverenin işçilerinin baştan beri
asıl işverenin işçileri sayılmasına karar verilirken, sadece asıl işin bölünmesi
nedenine dayanılmadığı, aynı zamanda, öğretide ĐK 2/7’de dile getirilen genel
muvazaa halleri arasında belirtilen, işçi temininin, alt işveren ilişkisi olarak
gösterilmesi şeklinde ortaya çıkan bir muvazaa durumunun bulunduğu da tespit
edilmiştir (bu muvazaa hali için bkz. Polat Soyer, 4857 Sayılı Đş Kanunu
Açısından Asıl Đşveren – Alt Đşveren Đlişkisinin Kurulması ve Sonuçları, Sicil
Mart 2006, 17 (Alt Đşveren); Ali Güzel, Đş Yasasına Göre Alt Đşveren Kavramı
ve Asıl Đşveren-Alt Đşveren Đlişkisinin Sınırları, Çalışma ve Toplum, S. 1, 40-41
(Alt Đşveren); Süzek, Đş Hukuku, 159; Yenisey, Değerlendirme 2006, 32 vd.).
Zira dava konusu olayda, davacının yaptığı hastabakıcılık hizmetinin verilmesi
konusunda davalı şirketin diğer davalı üniversitede kurduğu bir iş organizasyonu (işyeri) bulunmadığı gibi, davacının çalıştığı alanda uzmanlığı da
bulunmamaktadır. Davalı şirket, davacının katıldığı hasta bakıcılık hizmetinin
sunulmasına ilişkin ekonomik faaliyetin yönetimini de üstlenmemiştir. Đşlevi
sadece sayısının belirlenmesine ve seçimine dahi karışmadığı davacı ile onun
gibi hizmetine ihtiyaç duyulan hastabakıcı personelle iş sözleşmesi bağıtlayıp,
bu personeli üniversitenin emrine sunmak, tahsil ettiği istihkaklardan davacıya
ücretini, Sosyal Güvenlik Kurumuna da prim belgelerini verip, primlerini
yatırmaktan ibarettir. Karardan bu işçilerin çalışacakları yerlerin, çalışma
koşullarının hastane yönetimince belirlendiği, hastane yöneticilerinin emir ve
talimatları çerçevesinde iş gördükleri anlaşılmaktadır. Davacı da bu kapsamda
hastabakıcı olarak çalıştırılmıştır. Kararda, davacının daha önce üniversiteden
temizlik ihalesini alan başka şirketler vasıtasıyla da çalıştırıldığı, en son davalı
şirketle iş sözleşmesi bağıtladığı belirtilmiştir.
Kararda yukarıda açıkladığımız şekilde davacının iki nedenle baştan
itibaren davalı üniversitenin işçisi olduğu sonucuna varılmakla birlikte, ikinci
nedenin varlığının tespiti durumunda ilk nedene ilişkin açıklamalar değerini
yitirmekte ve gereksiz hale gelmektedir. Zira alt işveren ilişkisinin varlığı için
gerekli olan, alt işverenin, iş aldığı işyerinde kendisine ait bağımsız bir iş
organizasyonunun, diğer deyişle ayrı bir işyerinin bulunması koşulu gerçekleşmemişse, asıl iş – yardımcı iş ayrımının, asıl işin hangi koşullarda bölünerek alt
işverene iş verilebileceğinin, koşulları yoksa nasıl bir hukuksal yaptırım
uygulanacağının tartışılması da gereksiz hale gelmektedir.
Yüksek Mahkeme, davacının baştan beri üniversitenin işçisi olduğu sonucuna vardığı bu kararında, davacıyı istihdam eden davalı şirketin diğer davalı
üniversiteden ayrıca üstlendiği temizlik işleri yardımcı iş olduğundan bu işlerde
çalışanlar bakımından üniversite ile diğer davalı şirket arasındaki ilişkinin ĐK
2/6’ya göre alt işverenlik olarak nitelendirilebileceği sonucuna varmıştır.
Belirtelim ki davacının yaptığı iş anılan kapsamda hastanenin genel temizlik işi
gibi yardımcı iş olsaydı dahi, davacı ve aynı kapsamda çalışanların işe alınması, işyerinde işçilerin yönetimi, iş koşullarının belirlenmesi ve nihayet işten
çıkarma konularında üniversite söz sahibi olsaydı, diğer deyişle yapılan iş yardımcı işler için üniversitenin ihtiyaç duyduğu işçi temini niteliğini taşısaydı,
davacının yine açıkladığımız ikinci nedenle baştan beri üniversitenin işçisi sayılması gerekirdi(Yargıtayın belirlediği bu muvazaa ölçütleri için bkz. Y9HD,
29.1.2007, E. 2007/309, K. 2007/1006, Legal ĐHSGHD, S. 15, 1057-1059 ve
kararın değerlendirilmesi için bkz. Ekonomi, Değerlendirme 2007, 34-35).
Kararda davacının davalı üniversitede sadece diğer davalı şirket vasıtasıyla çalıştırılmadığı, daha önce başka şirketler tarafından istihdam edilmek
suretiyle de çalıştırıldığı belirtilmiştir. Muvazaalı bir işçi temini yapıldığı tespit
edilerek, davacının baştan itibaren davalı üniversitenin işçisi sayılması karşısında, üniversitenin davacıyı istihdam etmesine aracılık yapan firmaların
değişmesine rağmen davacının ve onun gibi çalıştırılan diğer bazı işçilerin
değişmemesi nedeniyle söz konusu firmalar arasında bir işyeri devri olup
olmadığı da tartışmaya açılamayacak(bkz. Süzek, Đş Hukuku, 190-191) üniversitenin bu firmalara rücu hakkından da söz edilemeyecektir.
Đncelemeye çalıştığımız dava konusu olay bağlamında üzerinde durulması gereken ancak kararda değinilmeyen bir husus da davalı Üniversitenin bir
devlet üniversitesi, dolayısıyla bir kamu kurumu olmasıdır. Yukarıda yapılan
tartışmalar kamu kurumu niteliğinde olmayan ya da doğrudan veya dolaylı
olarak sermayesinin yarıdan fazlası kamu kurum ve kuruluşlarına ait olmayan
vakıf üniversiteleri bakımından bütünüyle doğrudur. Ancak, ĐK’nun 2.
maddesine 5538 sayılı kanun ile eklenen 8. ve 9. fıkralar dolayısıyla konunun
farklı bir değerlendirmeye tabi tutulması gerekir. Bu husus aşağıda ĐK 2/8 ve
2/9’un irdelendiği diğer bir Yargıtay kararı bağlamında değerlendirilecektir.
2) Kamu Kuruluşlarında Alt Đşverenlik ve Mesleki Anlamda Đşçi
Temini
Yargıtay 9. Hukuk Dairesinin 19.2.2009 tarihli kararına konu olayda
(E. 2007/33290, K. 2009/2942, Çalışma ve Toplum, S. 24, 431-434; Ercan
Akyiğit’in kararı isabetli bulan incelemesi için bkz. Sicil Mart 2010, 138 vd.)
davacı kıdem tazminatı ile izin ücreti alacağının ödetilmesine karar verilmesini
istemiştir. Taraflar arasındaki temel uyuşmazlık davalılar arasındaki asıl
işveren alt işveren ilişkisinin muvazaaya dayanıp dayanmadığı noktasında
toplanmaktadır
“…davacı elektrik enerjisi üretimi yapılan Seyit Ömer Termik
Santrali'nde elektrik üretiminde kullanılan ve kömür ile çalışan tribünlerin
(değirmenlerin) bakım işinde çalışmıştır. Davalı işyerinde değirmen, transport,
periyodik yağlama, kinci, elek, izalesyon, sıhhi tesisat bakımı ve onarımı işi
ihale sözleşmeleri neticesinde uzun yıllardır alt işveren şirketler eliyle
yürütülmüş davacıda bu şirketlerin işçisi olarak ihale ile iş alan şirketler
değişmesine rağmen ara vermeden termik santralde çalışmasını sürdürmüştür.
Davacının, davalı işletmenin ihtiyaç duyduğu elaman istihdamının en ucuz
şekilde temin amacıyla muvazaalı olarak asıl işleri taşeron şirketlere verdiği
iddiası mahkemece gerekçe gösterilmeksizin reddedilmiştir. …”
Kararda asıl işveren – alt işveren ilişkisinin kurulmasının koşulları ve
ĐK’nun 2. maddesinde yer verilen muvazaa ölçütlerine ilişkin olarak Dairenin
yerleşiklik kazanan görüşleri açıklandıktan sonra, dava konusu olayda asıl işveren konumunda görünen davalının, ĐK’nun 2. maddesine 5538 sayılı Kanunla
eklenen 8. fıkrada belirtilen kamu kurum ve kuruluşları ile bunların sermayesinin en az yüzde ellisine sahip olduğu ortaklıklar kapsamında yer aldığı
dikkate alınarak, ĐK’nun 2. maddesine eklenen fıkralar ile anılan kurum ve
kuruluşlar lehine getirilen ayrıcalıklar değerlendirilmiş ve şu görüşlere yer
verilmiştir:
“… 5538 sayılı yasa ile 4857 sayılı Đş Kanununun 2. maddesine bazı
fıkralar eklenmiş ve kamu kurum ve kuruluşlarıyla sermayesinin yarısından
fazlasının kamuya ait olduğu ortaklıklara dair ayrık durumlar tanınmıştır.
Bununla birlikte maddenin diğer hükümleri değişikliğe tabi tutulmadığından,
asıl işveren alt işveren ilişkisinin öğeleri ve muvazaa öğeleri değişmemiştir.
Öyle ki, alt işveren(e) verilmesi mümkün olmayan bir işin bırakılması ya da
muvazaalı bir ilişki içine girilmesi halinde işçilerin baştan itibaren asıl işverenin işçileri olarak işlem görecekleri 4857 sayılı Đş Kanununun 2. maddesinin
6. fıkrasında açık biçimde öngörülmüştür. Kamu işverenleri bakımından farklı
bir uygulamaya gidilmesi hukuken korunmaz.Gerçekten muvazaalı ilişkide işçi,
gerçek işverenin işçisi ise, kıdem ve unvanının dışında bir kadro karşılığı
çalışması ve diğer işçilerle aynı ücreti talep edememesi, 4857 sayılı Đş Kanununun 5. maddesinde öngörülen eşitlik ilkesine aykırılık oluşturur. Yine koşu-
lların oluşmasına rağmen işçinin toplu iş sözleşmesinden yararlanamaması,
anayasal temeli olan sendikal hakları engelleyen bir durumdur. Dairemizin
2008 yılında vermiş olduğu içtihatlar bu doğrultudadır (Yargıtay 9.HD.
24.10.2008 gün 2008/33977 E, 2008/ 28424 K.)” görüşlerine yer verilmiş ve
ilk derece mahkemesinin kararı, muvazaa iddiasının her türlü şüpheden uzak
bir şekilde dosyada mevcut tüm delillerle birlikte alt işveren uygulamasına
yönelik sözleşme ve teknik şartnameler de göz önünde bulundurularak
değerlendirilmek suretiyle açıklığa kavuşturulması gerektiği belirtilerek, eksik
inceleme nedeniyle bozulmuştur.
Görüldüğü gibi Yüksek Mahkemenin ilk derece mahkemesinin kararını
bozma nedeni eksik inceleme olarak açıklanmıştır. Bununla birlikte kararda,
araştırılması gerektiği belirtilen hususların tespiti durumunda değerlendirmenin
nasıl yapılacağına ilişkin açıklamalar da yer almaktadır.
Bu çerçevede üzerinde durulan ilk konu, dosyadaki diğer delillerle birlikte alt işveren uygulamasına yönelik sözleşme ve teknik şartnamelerin incelenmesi sonucunda davacı tarafça ileri sürüldüğü gibi muvazaalı bir ilişkinin
(asıl işveren–alt işveren ilişkisi görünümünde bir işçi temininin) tespiti durumunda, ĐK’nun 2. maddesine 5538 sayılı Kanunla eklenen fıkraların ortaya çıkan uyuşmazlığın çözüme ilişkin değerlendirmeyi etkileyip etkilemeyeceğidir.
Anılan yasa ile ĐK’nun 2. maddesine eklenen 8. fıkraya göre “Kanuna
veya kanunun verdiği yetkiye dayanılarak kurulan kamu kurum ve kuruluşları
ile bunların doğrudan veya dolaylı olarak sermayesinin en az yüzde ellisine
sahip oldukları ortaklıklarda 4734 sayılı Kamu Đhale Kanunu veya diğer kanun
hükümleri çerçevesinde hizmet alımı amacıyla yapılan sözleşmeler gereğince,
yüklenici aracılığıyla çalıştırılanlar, bu şekilde çalışmış olmalarına dayanarak;
a) Bu kurum, kuruluş ve ortaklıklara ait kadro ve pozisyonlara atanmaya, b)
Bu kurum, kuruluş ve ortaklıklara ait işyerlerinin kadro ve pozisyonlarında
çalışanlar için toplu iş sözleşmesi personel kanunları ve ilgili diğer mevzuat
hükümlerine göre belirlenen her türlü mali haklar ile sosyal yardımlardan
yararlanmaya hak kazanamazlar …”
Yargıtay 9. Hukuk Dairesi kararında, ĐK’nun 2. maddesine eklenen bu
düzenlemeye rağmen ĐK 2/6’da düzenlenen alt işverenlik ve 2/7’de düzenlenen
muvazaa öğelerinin değişmediği, anılan hükümlere aykırılık söz konusu
olduğunda, kamu işverenleri bakımından farklı bir uygulamaya gidilemeyeceği,
gerek asıl işin, “işletmenin ve işin gereği ile teknolojik nedenlerle uzmanlık
gerektiren bir iş” olma koşulu bulunmadan bölünerek alt işverene verildiğinin,
gerek muvazaalı bir alt işverenlik ilişkisinin kurulduğunun tespiti durumunda,
ĐK 2/7 uyarınca alt işverenin işçilerinin baştan itibaren asıl işverenin işçileri
sayılacağı sonucuna varmıştır. Yüksek Mahkemeye göre aksinin kabulü,
ĐK’nun 5. ve Ay’nın 10. maddesinde ifadesini bulan eşitlik ilkesine ve anayasal
temeli olan sendikal haklara aykırılık oluşturacaktır.
Bu görüş öğretide de savunulmuş, anılan düzenleme ile kamu kuruluşlarına bir ayrıcalık getirilmediği, zira bu düzenlemede geçen “diğer kanun
hükümleri çerçevesinde” ifadesinin ĐK 2/6’daki unsurların aranmasını da
içerdiği (Seracettin Göktaş, Alt Đşverenlik Uygulamasının Önemli Bazı Sorunları, Sicil Aralık 2008, 104; Osman Güven Çankaya – Şahin Çil, Đş
Hukukunda Üçlü Đlişkiler, B.2, Ankara 2009, 48 (Üçlü Đlişkiler); Hande Bahar
Aykaç, Kamu Kurum ve Kuruluşlarında Đş Hukukunun Uygulanmasına Đlişkin
Bazı Sorunlar, Legal ĐHSGHD, S. 25, 111), dolayısıyla ĐK 2/7 hükmüne göre,
bu maddede belirtilen durumlar ya da genel muvazaa hallerinde alt işverenin
işçilerinin asıl işverenin işçileri sayılacakları(Mollamahmutoğlu, 185), yasayla
kamu kuruluşları bakımından muvazaa koşullarının değiştirilmesi olanaklı ise
de söz konusu düzenlemede sadece muvazaanın sonuçları üzerinde durulduğu,
yasa ile sadece sonuçların değiştirilemeyeceği, dolayısıyla muvazaa varsa buna
ilişkin sonuçların kendiliğinden doğacağı, aksinin eşitlik ilkesine ve anayasal
sendikal haklara aykırı olacağı (Şahin Çil, Uygulamaya Yansıyan Yönüyle Alt
Đşveren Đlişkisi, Đş Hukukunda Üçlü Đş Đlişkileri Sempozyumu 4 Nisan 2009,
Đstanbul 2009, 29 (Alt Đşveren)), diğer durumlarda ise alt işveren işçilerinin ĐK
2/8’de talep edemeyecekleri belirtilen hakları zaten isteyemeyecekleri, söz
konusu düzenlemenin malumun ilanından başka bir şey ifade etmediği belirtilmiştir(Göktaş, 104; Osman Güven Çankaya – Şahin Çil, 4857 Sayılı Đş
Kanununa Göre Asıl Đşveren Alt Đşveren Đlişkisi, Sicil Eylül 2006, 69). Bu
görüş paralelinde, yasanın amacının kamu işverenlerine ayrıcalık getirmek olduğunun ileri sürülebileceği, ancak zamana göre yorum metoduyla bir değerlendirme yapıldığında hükme farklı anlamlar yüklenebildiğinden, işçi lehine
yorum yönteminin, ĐK 2/8 hükmünün yasanın amaçsal bütünlüğü içinde ĐK 2/6
ve 2/7 hükümleriyle birlikte değerlendirilmesini gerekli kıldığı, bu şekilde bir
değerlendirmeye gidildiğinde, ĐK 2/8 hükmünün kamu kurumlarına bir
ayrıcalık getirmediği sonucuna varılabileceği, anayasaya uygun yorum yönteminin de bunu haklı kıldığı, aksine bir yorumun anayasaya aykırılık sorununu
gündeme getireceği de ileri sürülmüştür(Aykaç, 111-113).
Buna karşılık öğretideki baskın görüş, ĐK’nun 2. maddesine eklenen
söz konusu hükümlerin amaçlandığı gibi, kamu işverenleri bakımından ayrıcalık yarattığı ve madde kapsamındaki kamu işverenlerinin ĐK 2/6 ve 2/7’de
belirtilen koşul ve sınırlandırmalara tabi olmayacağı yönündedir(Ekonomi, Alt
Đşveren, 25; Çelik, Dersler, 46; Süzek, Đş Hukuku, 164; aynı yazar, Đş Hukukunun Bugünü ve Geleceği, Sicil Haziran 2009, 10; Ömer Ekmekçi, Kamu
Đşvereni’nin Özel Sektör Đşvereni Karşısında Kayırılması ve Anayasa’nın
Eşitlik Đlkesinin Açık Đhlali, Legal ĐHSGHD, S.12, 2006, 1176; Ercan Akyiğit,
Đş Hukuku, B.7, Ankara 2008, 72 vd.; Gülsevil Alpagut, Alt Đşverenlik
Yönetmeliği’nin, Hukuka Aykırılığı Üzerine, Đşveren Dergisi, Kasım, 2008, 59;
Nüvit Gerek, Kamu Kuruluşlarında Hizmet Alım Đhaleleri Kapsamında
Çalıştırılan Alt Đşveren Đşçileri Đle Đlgili Sorunlar, Çalışma Ve Toplum, S.4,
2007, 83; Aydınlı, 296-297; Nurseli Tarcan, Yasalar Herkes Đçin Eşit Değil
mi? Asıl Đşveren Alt Đşveren Đlişkisinde Kamu-Özel Kesim Ayrıcalığı, Sicil
Eylül 2006, 87 vd.). Bu görüşe göre, kamu kurumlarınca, ĐK 2/6’da belirtilen
“Đşletmenin ve işin gereği ile teknolojik nedenlerle uzmanlık gerektiren işler”
den olma koşuluna uyulmadan ya da muvazaalı olarak kurulan alt işverenlik
ilişkilerinde, alt işveren işçilerinin ĐK 2/7’ye göre, baştan itibaren asıl işverenin
işçisi sayılacakları sonucuna varılamayacaktır. Anılan şekilde kamu kurumlarına ayrıcalık getiren söz konusu düzenlemeler, Anayasanın 10. maddesinde
ifadesini bulan eşitlik ilkesi ile hukuk devleti ve sosyal devlet ilkelerine
aykırıdır. Bu nedenle değiştirilmeleri ya da Anayasa Mahkemesince iptal
edilmeleri gerekir.
Belirtelim ki, söz konusu yasa kuralları, Anayasanın başlangıç hükümleri ile 10., 49., ve 55. maddelerine aykırılığı nedeniyle Anayasa Mahkemesine
götürülmüş, ancak Anayasa Mahkemesi ĐK’nun 2. maddesinin 8. ve 9. fıkrasına
ilişkin itirazları, bu fıkraların itirazda bulunan Mahkemenin bakmakta olduğu
davada uygulanma olanağı bulunmadığından aykırılık hakkında hüküm tesis
etmeksizin, Anayasanın 152. maddesi uyarınca reddetmiştir.(AyM, 14.01.2010,
E.2007/67, K.2010/1, Karar yayımlanmamış, tebliğ edilmiştir).
Đş Kanununun 2. maddesine eklenen 8. fıkra incelendiğinde, bu madde
ile sadece kamu kurumlarının, aynı maddenin alt işverene iş verilmesini düzenleyen 6. ve 7. fıkralarındaki koşul ve sınırlamalara aykırılığın hukuksal yaptırımından bağışık tutulduğu, söz konusu koşullardan muaf olacaklarına ilişkin bir
düzenlemenin getirilmediği görülmektedir. ĐK 2/8 ve 2/9’da yer alan yasa
yapma tekniğine aykırı düzenlemelerin, yukarıda açıklandığı üzere kamu kurumlarına bir ayrıcalık getirmediği ileri sürülmüşse de, bu normların somut
amacının ĐK 2/6 ve 2/7’de düzenlenen asıl işveren – alt işveren ilişkisinin
kurulmasına ilişkin koşul ve sınırlamalara aykırılığın hukuki sonucunu ortadan
kaldırmak suretiyle dolaylı olarak hukuka aykırılığı da ortadan kaldırmak
olduğu görülmektedir. Zira ĐK 2/6’da kamu kuruluşlarının asıl işlerini
işletmenin ve işin gereği ile teknolojik nedenlerle uzmanlık gerektiren bir iş
olması koşuluyla bölerek alt işverenlere verilebilecekleri düzenlenmesi yer
alırken, anılan koşullara aykırı davranıldığında, alt işverenin işçilerinin asıl
işverenin işçileri olduklarını ileri sürüp, bu işçilerin yararlandığı haklardan
yararlanmayı talep edemeyeceklerini öngören yeni bir düzenlemeye gidilmesini
farklı şekilde açıklamak güçtür. Gereksiz düzenleme getirmeyeceği kabul
olunan yasa koyucunun ĐK’nun 2. maddesine eklediği 8. ve 9. fıkra hükümleri,
kamu kurumlarının ĐK 2/6 ve 2/7’de düzenlenen koşul ve sınırlamalara tabi
olmadıkları kabul edilirse anlam kazanmaktadır(Kübra Doğan Yenisey, “Asıl
Đşveren – Alt Đşveren Đlişkisi ve Bu Đlişkiden Kaynaklanan Hukuki Sorunlar”,
Asıl Đşveren – Alt Đşveren Đlişkisi ve Uygulamadaki Sorunlar, Panel ve
Görüşmeler, Đstanbul 2010, 27-28).
Öğretide Yenisey ise, baskın görüşe katılmakla birlikte, ĐK’nun 2.
maddesine 8. ve 9. fıkralar eklenirken, maddenin diğer hükümleri değişikliğe
tabi tutulmadığından, asıl işveren alt işveren ilişkisinin diğer unsurları ile
muvazaa ölçütünün özel sektör ve kamu işverenleri açısından aynı uygulanmasının yerinde olduğunu, Anayasanın eşitlik ilkesi gereği ĐK 2’nin kalan
hükümlerinin eşit uygulanmasının çok önemli olduğunu belirterek incelemeye
çalıştığımız kararı isabetli bulmuştur. Yazara göre aksi bir görüşün benimsenmesi hukukun temel ilkelerine de aykırı olacaktır.
Kanımızca Yenisey’in görüşü ĐK 2/6’da yer alan asıl işin bir bölümünde alt işverene iş verilmesi için aranan, alt işverene verilecek işin
işletmenin ve işin gereği ile teknolojik nedenlerle uzmanlık gerektiren bir iş
olması koşuluna aykırılık durumlarıyla, kamu kurumlarında karşılaşılan işçi
teminini gizleme amacıyla yapılan muvazaalı alt işveren ilişkilerinin birbirinden ayrılması ve kamu kurumlarının ilk durumda, kıyasen uygulanabileceğini
düşündüğümüz ĐK 2/7’deki muvazaa yaptırımından muaf olduğunun, işçi
temini suretiyle muvazaa hallerinde ise, mesleki anlamda işçi temininin ayrıca
hukuka aykırı olması nedeniyle özel sektör işverenleri ile aynı yaptırıma tabi
olduklarının kabulü durumunda anlamlı hale gelmektedir. Yazarın, görüşünü
desteklemek üzere, işe alınacak kişilerin belirlenmesini veya işten çıkarma
yetkisinin kamu kurum, kuruluş ya da ortaklıklarına bırakılmasını öngören
hükümlerin sözleşmelere konmasını yasaklayan ĐK 2/9 hükmüne işaret etmesi
de vardığımız sonuçla uyumludur. Bu düzenlemenin, mesleki anlamda işçi
temini sonucu doğurabilecek durumların yaratılmasını önlenmek üzere
getirildiğini söylemek mantıklı bir açıklama olur.
Bu noktada belirtelim ki, işçi teminini gizlemek üzere muvazaalı işlem
yapıldığında, alt işverenin işçilerinin baştan itibaren asıl işverenin işçisi
sayılmasını ĐK 2/7’ye dayandırmaya da gerek yoktur. Türk iş hukukunda mesleki faaliyet olarak işçi temini düzenlenmemiştir. Bu nedenle Yargıtay 9.
Hukuk Dairesi, mesleki faaliyet olarak işçi temin eden firmanın Đş Kanununun
90. maddesine göre Türkiye Đş Kurumundan izin alarak kurulmuş olduğu
durumlarda dahi, anılan şekilde işçi teminini hukuka aykırı saymakta ve
işçilerin onları temin eden firmanın değil, fiilen iş ilişkisi içinde bulundukları
işverenin işçisi oldukları sonucuna varmaktadır. Yüksek Mahkeme, işçilerin
ödünç verilmesini ancak, ödünç veren firmanın işçileri istihdam ederek çalıştırdığı gerçek bir işyerinin (mal ya da hizmet üretmeye yönelik bir iş organizasyonunun) bulunması durumunda, diğer deyişle Đş Kanunun 7. maddesi
çerçevesinde alelade bir ödünç iş ilişkisi söz konusu ise yasal kabul etmektedir.
Buna karşılık ödünç verme mesleki nitelik taşıyorsa, bu işi meslek edinen
firmanın amacı sadece işçileri ödünç vermek üzere istihdam etmekse, söz
konusu faaliyeti hukuka aykırı saymaktadır(Y9HD, 4.4.2005, E. 2005/7774, K.
2005/11838 Çankaya–Çil, Üçlü Đlişkiler, 368-369). Yargıtay 9. Hukuk Dairesinin bu görüşü öğretide bazı yazarlarca da benimsenmiştir(Gülsevil Alpagut,
Mesleki Anlamda Geçici Đş Đlişkisi ve Yargıtay’ın Konuya ilişkin Bir Kararının
Düşündürdükleri, Legal ĐHSGHD, S. 10, 577-581 (Geçici Đş Đlişkisi); Şelale
Uşen, Avrupa Birliği’nde Ödünç Đş Đlişkisi: Đtalya Uygulaması ve Türkiye,
Đstanbul 2006, 302) Kanımızca Yüksek Mahkemenin incelediğimiz ilk kararında, davacının baştan itibaren davalı üniversitenin işçisi olduğu sonucuna varırken bu içtihadındaki görüşüne dayanması daha isabetli olurdu.
Öğretide bu görüşü savunan Alpagut’a göre, 4857 sayılı ĐK Tasarısında
özel istihdam bürolarının iş aracılığı faaliyeti ile birlikte geçici işçi temini
faaliyeti görmeleri de öngörülmüşken, iş aracılığının Türkiye Đş Kurumu ve bu
hususta izin verilen özel istihdam bürolarınca yerine getirileceğine ilişkin 90.
madde yasalaşmış, özel istihdam bürolarının mesleki anlamda işçi teminini
düzenleyen 93. madde ise yasa metninden çıkarılmıştır. Bu nedenle, Türkiye Đş
Kurumundan özel istihdam bürosu olarak faaliyet gösterilmek üzere izin alınsa
da mesleki anlamda geçici iş ilişkisi faaliyeti yürütülmesinin yasal bir temeli
bulunmamaktadır. ĐK’nunda geçici iş ilişkisi sadece 7. maddedeki anlamıyla
genel olarak düzenlenmiş ve bu maddeye aykırılığa cezai yaptırım öngörülmüştür. Dolayısıyla mesleki faaliyet olarak yürütülen geçici iş ilişkisi geçersiz
olacaktır. Anılan faaliyetler çerçevesinde çalıştırılanlar, esasen ödünç alan
işveren için çalışmayı amaçladıklarından, ödünç alan işverenin işçisi sayılmaları gerekir. Taraf iradeleri de bunu gerektirmektedir. Zira, bu ilişkide işçinin
ödünç alan işveren nezdinde çalışması hedeflenirken, işçi temin eden büroda
sadece işçilik ücreti, vergi, sigorta primi, ikramiye gibi maliyetler açısından
işveren sıfatı muhafaza edilmek istenmektedir(Alpagut, Geçici Đş Đlişkisi, 577-
579). Öğretide işçinin anılan şekilde temin edildiği, işverenin bordro şirketi
niteliği taşıdığı durumlarda, işçi temin eden firma ile işçiyi çalıştıran işveren
arasındaki ilişkinin yasa dışı olduğu kabul edilerek, işçinin baştan itibaren
çalıştığı işverenin işçisi sayılması gerektiği de haklı olarak belirtilmiştir(Öner
Eyrenci–Savaş Taşkent–Devrim Ulucan, Bireysel Đş Hukuku, B.4, Đstanbul
2010, 119)
Buna karşılık öğretide mesleki anlamda işçi temininin yasada düzenlenmemesinin tek başına hukuka aykırılık sonucunu doğurmayacağı da ileri sürülmüştür(Münir Ekonomi, “Mesleki Faaliyet Olarak Ödünç (Geçici) Đş Đlişkisi”,
Devrim Ulucan’a Armağan, Đstanbul 2008, 254 vd.(Ödünç Đş Đlişkisi); Ercan
Akyiğit, 4857 Sayılı Đş Kanunu Şerhi, 3. Bası, Ankara 2008, 373 (Şerh 1);
Abdurrahman Benli – Yusuf Yiğit, “4857 Sayılı Đş Kanunu’na Göre Geçici Đş
Đlişkisi ve Bu Đlişkisinin Hukuki Sonuçları”, Kamu-Đş - Đş Hukuku ve Đktisat
Dergisi, Cilt:8, Sayı:4, 2006, 37; Ersun Civan, Melek Edinilmiş Ödünç
(Geçici) Đş Đlişkisi, yayınlanmamış yüksek lisans tezi, Ankara 2008, 563 vd.).
Ancak dava konusu uyuşmazlık bakımından, bu görüş benimsendiğinde dahi,
davacının yine davalı üniversitenin işçisi olduğu sonucuna ulaşılmaktadır.
Bu görüşü savunan Ekonomi’ye göre, ĐK 7’de ödünç iş ilişkisi düzenlenirken, mesleki faaliyet olarak ödünç iş ilişkisi maddenin kapsamı dışında
bırakılmamıştır. Diğer deyişle ĐK 7 meslek edinilmiş ödünç iş ilişkilerine de
uygulanabilir. Aksi bir düşünce Anayasanın 48. maddesinde düzenlenen çalışma ve sözleşme özgürlüğüne de aykırı olur. Yazara göre mesleki anlamda işçi
temininin mutlaka özel istihdam bürosu olarak kurulmuş bir firma tarafından
yapılması da zorunlu değildir. Zira Türkiye Đş Kurumu Kanununun 17.
maddesinde özel istihdam bürolarının esas olarak iş aracılığı yapmak üzere
kurulacağı öngörülmüştür. Đşçi temini bu büroların faaliyet alanında belirtilmemiştir. Ancak TĐK 17’ye göre kurulmuş özel istihdam bürolarının mesleki
faaliyetleri arasında belirtmek suretiyle mesleki anlamda işçi temin etmelerine
de bir engel yoktur. Mesleki faaliyet olarak işçi temininin, 4857 sayılı ĐK
Tasarısının yasalaşmayan 93. maddesinde öngörüldüğü gibi, gerçek veya tüzel
kişi işverenlerce veya özel istihdam bürolarınca yürütülebileceğinin kabulü
uygundur. Ancak olması gereken hukuk bakımından bu faaliyetin yürütülmesinin ĐK Tasarısının yasaya alınmayan 93. maddesindeki gibi izin alma
koşuluna bağlanması şarttır. Ancak bugün dahi 4904 sayılı Türkiye Đş Kurumu
Kanunu ve ilgili yönetmelikte açıkça izin alınmasından söz edilmese de, ödünç
işçi vermeyi mesleki faaliyet olarak yürütecek işverenlere 3572 sayılı Kanun ve
bu kanunun uygulama yönetmeliklerine göre işyeri açma ve çalıştırma ruhsatı
verilirken ve yine ĐK’nun 3. maddesine göre işyeri bildirimi yapılırken mesleki
anlamda işçi temini faaliyetinin yürütüleceği işyerinin tüm unsurlarıyla
kurulmuş bir işyeri olup olmadığı araştırılabilir. Kısaca bu işyerlerinin tabela
işyeri değil gerçek anlamda işçi temin edecek işyerleri olduğuna ve ĐK 7’deki
koşulların gerektiği gibi ve sürekli olarak uygulanıp uygulanmadığına bakılabilir. Bu uygulama dolaylı da olsa izin işlevi görebilecektir(Ekonomi, Ödünç Đş
Đlişkisi, 265-266).
Diğer bir görüşe göre ise, 181 sayılı ILO sözleşmesinde özel istihdam
bürolarının faaliyetleri arasında mesleki anlamda işçi temininin de yer aldığı
dikkate alındığında, mesleki faaliyet olarak işçi temininin bu büroların faaliyet
alanında olduğunun ve bu mesleki faaliyetin ancak 4904 sayılı TĐKK’na uygun
olarak kurulmuş özel istihdam bürolarınca yapılabileceğinin kabulü uygun olur.
Söz konusu firmalarca ĐK’nun 7. maddesindeki koşul ve sınırlamalar kıyasen
uygulanmak suretiyle yürütülen mesleki işçi temini faaliyeti hukuka uygun
sayılabilir (Civan, 635 - 637). Yine söz konusu büroların kurulmasında da
ĐK’nun 90. maddesi ile Türkiye Đş Kurumu Kanununun 17. maddesinin ve ilgili
yönetmeliklerin kıyasen uygulanması yoluna gidilebilecektir.
Kanımızca, bu görüşler benimsendiğinde dahi incelediğimiz her iki
karara konu olayda da davacı işçilerin davalı kamu kurumunun (üniversite) ya
da kamu ortaklığının işçisi sayılması gerekir. Çünkü anılan uyuşmazlıklara
konu mesleki anlamda geçici işçi temini faaliyetleri, bu şekilde kurulan geçici
iş ilişkilerine de uygulanacağı ileri sürülen ĐK 7 kalıplarına da uymamaktadır.
Şöyle ki, geçici (ödünç) iş ilişkisinin adından da anlaşıldığı gibi tipik özelliği
geçici olmasıdır. ĐK 7/2’de geçici iş ilişkisini kuran sözleşmenin altı ayı
geçmemek üzere yazılı yapılacağı, gerektiğinde en fazla iki defa yenilenebileceği belirtilmiştir. Dolayısıyla diğer koşulların varlığında bu tür bir ilişkinin
kurulabileceği kabul edilse dahi, en çok altışar aylık döneler halinde kurulması,
sözleşmenin yine bu süre aşılmadan en çok iki kez yenilenmesi ve en fazla 18
ay için kurulması olanaklıdır. Bunun için, ödünç iş ilişkisi ilk kez kurulurken,
devir sırasında işçinin rızası arandığı gibi (ĐK 7/1), en çok altı ay süreli her
yenileme döneminde de yine işçinin rızasının alınması gerekir. Söz konusu
ilişkinin en çok altı aylık dönemler halinde kurulabileceğinin öngörülmesi ve
ilk devir sırasında işçinin rızasını arayan normun işçiyi koruyucu somut amacı
bu yorumu gerektirir. Aksi halde yasada sadece azami bir süre belirtilebilirdi.
Nitekim 2005 tarihli bir Anayasa Mahkemesi kararında bu husus, “… 7.
maddenin 1. fıkrasına göre, devir sırasında yazılı rızası alınan işçinin ikinci
fıkraya göre iş ilişkisinin yenilenmesi durumunda yine rızasının alınmasının
gerekliliği, işçi bakımından hukuki bir güvence niteliğindedir.” denilerek ifade
edilmiştir(AyM, 19.10.2005, E. 2003/66, K. 2005/72, Rg. 24.10.2007, S.
26710). Ayrıca, kanunen yazılı olması gereken bir sözleşmenin değiştirilmesinin de yazılı yapılabileceğini öngören BK 12 hükmü uyarınca, işçinin yazılı
rızasıyla kurulabilen geçici iş ilişkisi, yasada öngörülen süre sonunda yine
yazılı olarak yenilenmelidir. Buna karşılık, katılmadığımız diğer bir görüşe
göre geçici iş ilişkisinin kurulmasında aranan rızanın yazılı olması koşulunun,
bu ilişkinin uzatılmasında yeniden aranmasına gerek yoktur(Fevzi Şahlanan,
MESS Đşv. Gzt. Şubat 2004/8) Kanımızca BK’nun 11. maddesi ve ĐK 99/a’da
yasanın 7. maddesinde öngörülen ilke ve yükümlülüklere aykırılığın para
cezası yaptırımına bağlandığı dikkate alınırsa, işçinin yazılı rızasının alınmasının bir geçerlilik koşulu olduğunun kabulü uygun olur(aksi görüş için bkz.
Akyiğit, Şerh 1, 376).
Dava konusu olaydaki gibi, kamu ihale kanununa göre “hizmet alımı”
adı altında kurulan geçici iş ilişkileri genellikle bir yıldan birkaç gün eksik
süreler için kurulmakta, böylece bu kapsamda çalıştırılan işçilerin yıllık ücretli
izne ve kıdem tazminatına hak kazanmaları önlenmeye, davacı tarafın ileri
sürdüğü gibi işgücü maliyetleri düşürülmeye çalışılmakta ve işçi temin eden
firmalar değişmesine rağmen aynı işçilerin Kamu Đhale Kanununa göre ihaleyi
alan yeni firmalar vasıtasıyla aynı işyerlerinde çalıştırılmaya devam edildiği
görülmektedir. Bu durumda anılan ikinci görüş benimsense de, işçi temini
sözleşmesinin yapılmasında ve yenilenmesinde işçinin rızasının alınması ve
bunun için gerekli yazılılık koşulu ile azami sürelere uyulmamışsa, ĐK 7’ye
aykırı bu durumların gerçekleştiği tarih itibariyle, işçiyle fiilen çalıştığı işveren
arasında iş sözleşmesi kurulduğu sonucuna varmak gerekir. Dolayısıyla dava
konusu olaylarda davacıların, yine baştan itibaren davalı kamu kurumu ya da
ortaklığının işçisi oldukları sonucuna varılabilir. Çünkü dava konusu olayda
davalı şirketin gerçekleştirdiği mesleki anlamda işçi temini faaliyetinin ĐK 7’de
öngörülen geçicilik ve işçinin yazılı rızasının alınması koşullarına uyulmaksızın yapıldığı anlaşılmaktadır.
Buna karşılık, yine bir an için ikinci görüşün benimsendiği varsayımıyla bir değerlendirme yapılırsa, başlangıçta ĐK 7’deki koşullara uyularak
geçerli bir ödünç iş ilişkisi kurulsa bile, yasal süre sonunda işçinin yazılı rızası
alınarak sözleşme yenilenmez ya da azami süre dolmasına rağmen işçi ödünç
verildiği yerde çalışmaya devam ederse, işçi ile onu fiilen çalıştıran ödünç alan
arasında, yasal sürenin dolduğu tarih itibariyle bir iş sözleşmesi kurulduğunun
kabulü gerekir (Azami süre sonunda işçi ile ödünç alan arasında yeni bir iş
sözleşmesi kurulduğu yönündeki görüşler için bkz. Süzek, Đş Hukuku, 266;
Murat Engin, Türk Đş ve Sosyal Güvenlik Hukukunda Đşveren, Đstanbul 1993,
112 vd; Eyrenci – Taşket – Ulucan, 118; A. Can Tuncay, “Đş Sözleşmesinin
Türleri ve Yeni Đstihdam Biçimleri”, Yeni Đş Yasası Sempozyumu, Đstanbul
Barosu / Galatasaray Üniversitesi 2003 Yılı Toplantısı, Đstanbul 2003, 142-143
(Sözleşme Türleri); Ekmekçi, 4857 Sayılı Đş Kanunu’nda Geçici (Ödünç) Đş
Đlişkisin Kurulması, Hükümleri ve Sona Ermesi, Legal ĐHSGHD, S. 2, 381382; Serkan Odaman, Türk ve Fransız Đş Hukukunda Ödünç Đş Đlişkisi,
Đstanbul 2007, 246). Ancak öğretide savunulan diğer bir görüşe göre,
başlangıçta ĐK 7’ye uygun olarak kurulan ödünç iş ilişkisi kapsamında çalışan
işçi, ödünç süresinin sonunda ödünç verildiği işverenin işyerinde çalışmaya
devam ederse, tarafların zımni iradelerinin işin görülmesini talep hakkının
sürekli olarak ödünç alan işverene geçmesi yönünde olduğunun, diğer deyişle
iş sözleşmesinin devredildiğinin kabulü uygun olur(Ekonomi, Ödünç Đş
Đlişkisi, 245-246; Öner Eyrenci, 4857 sayılı Đş Kanunu ile Getirilen Yeni Düzenlemeler, Legal ĐHSGHD, S. 1, 30 (Yeni Düzenlemeler); Tuncay, Sözleşme
Türleri, 143). Bu yorum tarzı işçi lehine olmakla birlikte, böyle bir sonuca
varmak için gerekli olan, üç tarafın iradesinin de iş görme edimini talep
hakkının sürekli devri yönünde olduğunu varsaymak kolay görünmemektedir.
Öte yandan incelediğimiz her iki halde de işçi temin eden şirketler
Türkiye Đş Kurumundan izin almadığı gibi, özel istihdam bürosu olarak da
kurulmamıştır ve davacı tarafça ileri sürülen iddia doğru ise -ki uygulamada
bunun çok örneği vardır- davacı davalı kurumda çalışmaya devam ederken değişen pek çok firma tarafından görünüşte istihdam edilmiştir. Dava konusu
olaylarda işçi temin eden söz konusu firmalar tabela ya da bordro şirketi olarak
adlandırılan nitelikte görünmektedir. Çünkü kararlardan bu firmaların işçinin
seçiminde dahi söz sahibi olmadığı, sayısı ve isimleri belirtilen işçileri, davalı
kamu kurumu ya da ortaklığı emrinde çalışmak üzere istihdam ettikleri anlaşılmaktadır. Anılan durumlar dikkate alındığında, mesleki faaliyet olarak işçi temini yasayla düzenlenmediği sürece, bu kurumun hukuka uygunluğundan söz
etmenin güç ve gerçekçi olmadığı kanaatindeyiz.
3) Baskın Unsurun “teknolojik nedenlerle uzmanlık gerektiren
işler” Olduğu Görüşü – Uzmanlık Ölçütü
Yargıtay 9. Hukuk Dairesi, yukarıda incelemeye çalıştığımız kararında
(Y9HD, 19.2.2009 E. 2007/33290, K. 2009/2942), ayrı bir başlık altında incelmeyi uygun bulduğumuz yeni bir görüşüne de yer vermiştir. Yüksek Mahkemeye göre “… 4857 Sayılı Đş Kanunun 2. maddesinin 6.'ncı fırkası gereğince, asıl işin bir bölümünde işletme ve işin gereği ile teknolojik nedenlerle
uzmanlık gerektiren işler alt işverene devredilebilecektir. Anılan düzenlemede
baskın öğe, "teknolojik nedenlerle uzmanlık gerektiren” işlerdir. Başka bir
anlatımla işletmenin ve işin gereği ancak teknolojik nedenler var ise göz
önünde tutulur. Dolayısıyla söz konusu hükümdeki şartlar gerçekleşmeden asıl
işin bölünerek alt işverene verilmesi halinde, asıl işveren – alt işveren ilişkisi
geçersiz olacaktır. …”
Đş Kanununun 2. maddesinin 6. fıkrasında asıl işveren – alt işveren
ilişkisi tanımlanırken asıl işin bir bölümünde alt işverene iş verebilmesi için,
verilecek işin “işletme ve işin gereği ile teknolojik nedenlerle uzmanlık
gerektiren iş” olması koşulu aranmıştır. Aynı şekilde ĐK 2/7’de işletmenin ve
işin gereği ile teknolojik nedenlerle uzmanlık gerektiren işler dışında asıl işin
bölünerek alt işverenlere verilemeyeceği öngörülmüştür.
Bu koşul yasanın yürürlüğe girdiği ilk günden itibaren tartışma konusu
olmuş, “işletmenin ve işin gereği” koşulu ile” teknolojik nedenlerle uzmanlık
gerektiren iş” olma koşullarının birlikte aranıp aranmayacakları konusunda pek
çok görüş ortaya atılmıştır. Bunlardan isabetli bulduğumuz ve bugün öğretide
baskın hale gelen görüşe göre, diğer koşullar da varsa, anılan iki koşul da tek
başına asıl işin bir bölümünde alt işverene iş verilmesi için yeterlidir(Bu görüş
için bkz. Ekonomi, Değerlendirme 2007, 20-21; aynı yazar, Alt Đşveren 40 vd.;
Süzek, Đş Hukuku 146; Şahlanan, Notlar, 69; Tunçomağ-Centel, 56-57;
Soyer, Alt Đşveren 19 vd.; Ömer Ekmekçi, Yeni Đş Kanunu Karşısında Yargı,
Dava Süreci ve Olası Uygulama Sorunları Üzerine, Mercek, Temmuz 2003,
134; Gülsevil Alpagut, 4857 Sayılı Đş Yasası ile Alt Đşveren Kurumundaki
Yeni Yapılanma, Yeni Đş Yasasının Alt Đşveren Kurumuna Bakışı Sorunların
Değerlendirilmesi ve Çözümü Semineri, Ankara 2004, 18-19 (Alt Đşveren);
Cevdet Đlhan Günay, Yargıtay Kararları Açısından Alt Đşveren Sorunlarının
Değerlendirilmesi, Yeni Đş Yasasının Alt Đşveren Kurumuna Bakışı Sorunların
Değerlendirilmesi ve Çözümleri Semineri, Ankara 2004, 30-31; Aktay-ArıcıKaplan, 68; Ercan Güven-Ufuk Aydın, Bireysel Đş Hukuku, B.3, Eskişehir
2010, 54; ). Burada anılan koşullardan üzerinde tartışmaların yoğunlaştığı
“işletme ve işin gereği” ile asıl işin bir bölümünde alt işverene iş verilebilmesinin ĐK 29/1 ve ĐK 6/5 göre, ekonomik, teknolojik ve yapısal (yeniden
yapılanma – reorganizasyon) nedenlerinden birinin varlığında olanaklı olduğunu ve salt maliyetleri düşürmek, işçilerin sendikal haklarını kullanmalarını
engellemek için alt işveren ilişkisi kurulamayacağını belirtmekle yetineceğiz
(bkz. Süzek, Alt Đşveren, 18 vd.; Ekonomi, Alt Đşveren, 46).
Buna karşılık diğer görüşe göre, asıl işin bir bölümünde alt işverene iş
verilebilmesi için, anılan koşulların birlikte bulunması zorunludur(Güzel, Alt
Đşveren, 48-50; Savaş Taşkent, Alt Đşveren, Legal ĐHSGHD, S.2, 364-365;
Mustafa Kılıçoğlu, 4857 Sayılı Đş Kanunu Yorumu ve Yargıtay Uygulaması,
Ankara 2005, 24-26; Çankaya-Çil, Üçlü Đlişkiler, 19; Çil, Alt Đşveren, 55;
Murat Özveri, Alt Đşveren Uygulaması ve Yeni Đş Yasası, Legal ĐHSGHD, S.2,
394-395; Mehmet Uçum, Yeni Đş Kanunu Semineri Notları, Đstanbul 2003, 22).
Yargıtay 9. Hukuk Dairesi bu konuya bakışını zaman içinde geliştirip, netleştirerek anılan ikinci görüşü benimsemiş ve incelemeye çalıştığımız kararında
da yer verdiği açıklamayla bu görüşüne yeni bir boyut kazandırmıştır. Yüksek
Mahkemenin incelediğimiz kararında ifadesini bulan yerleşmiş görüşüne göre,
“… Alt işverene yardımcı iş, ya da asıl işin bir bölümü, ancak teknolojik
nedenlerle uzmanlık gereken işin varlığı halinde verilebilecektir. 4857 sayılı iş
Kanununun 2. maddesinde asıl işveren alt işveren ilişkisini(n) sınırlandırılması
yönünde yasa koyucunun amacından da yola çıkılarak asıl işin bir bölümünün
alt işveren(e) verilmesinde "işletmenin ve işin gereği" ile "teknolojik nedenlerle
uzmanlık gerektiren işler" ölçütünün bir arada olması gerektiği belirtilmelidir.
4857 sayılı Đş Kanununun 2. maddesinin 6. ve 7. fıkralarında tamamen aynı
biçimde "işletmenin ve işin gereği ile teknolojik nedenlerle uzmanlık gerektiren
işler" sözcüklerine yer verilmiş olması bu kararlılığı ortaya koymaktadır.(Aynı
yönde, Y9HD, 15.12.2009, E. 2008/31954; K. 2009/35494, Çalışma ve
Toplum, S. 25, 440-442; Y9HD, 1.6.2009, E. 2009/3836, K. 2009/15040, Legal
ĐHSGHD, S. 23, 1195 -1197, Y9HD, 14.9.2009, E. 2008/39816, K.
2009/22630, Legal ĐHSGHD, S. 24, 1685-1687).
Yargıtay 9. Hukuk Dairesinin yerleşen bu görüşü karşısında, bugüne
kadar ortaya atılan görüşleri sayıp yeniden tartışmaya açmak yerine, Yüksek
Mahkemenin incelemeye çalıştığımız kararında da yer verdiği, anılan düzenlemede baskın öğenin "teknolojik nedenlerle uzmanlık gerektiren” işler olduğu
yönündeki açıklamasını değerlendirmeyi daha yararlı buluyoruz. Yüksek
Mahkeme incelemeye çalıştığımız kararında olduğu gibi son dönemde verdiği
birçok kararında bu görüşünü belirtmiştir(Y9HD, 5.5.2008, E. 2008/15362, K.
2008/11408 ve Nuri Çelik’in incelemesi, Sicil, Mart 2009, 83 vd.; Y9HD,
13.10.2008, E. 2008/32916, K. 2008/26551, Legal ĐHSGD, S. 21, 419-421;
Y9HD, 24.9.2008, E. 2008/30742, K. 2008/24595, Çalışma ve Toplum, S. 20,
250-254)
Yargıtay 9. Hukuk Dairesinin bu konudaki kararlarının gelişimine bakıldığında, birçok kararda işletme ve işin gereği ölçütüne hiç değinilmediği,
teknolojik nedenlerle uzmanlık gerektiren bir işin bulunup bulunmadığının
araştırıldığı ve bu ölçüte göre karar verildiği (Y9HD, 26.11.2007, E.2007/
38695, K.2007/35306, Çalışma ve Toplum, S.17, 277-280; Y9HD, 15.10.2007,
E.2007/16559, K.2007/30529; Çalışma ve Toplum, S.17, 367-370; Y9HD,
01.10.2007, E.2007/14264, K.2007/28749, Çalışma ve Toplum, S.16, 211-212;
bkz. Süzek, Alt Đşveren, 22-23), bazı kararlarda bir adım daha atılarak ancak bu
ölçüt varsa asıl işin bir bölümünde alt işverene iş verilebileceğinin açıklandığı
görülmektedir (Y9HD, 1.6.2009, E. 2009/3836; K. 2009/15040, Legal
ĐHSGHD, S. 23, 1195 -1197). Yüksek Mahkeme incelemeye çalıştığımız
kararın da arasında bulunduğu daha yeni kararlarında ise bu görüşüne biraz
daha açıklık getirmiştir. Đncelediğimiz kararda önce “Alt işverene yardımcı iş,
ya da asıl işin bir bölümü, ancak teknolojik nedenlerle uzmanlık gereken işin
varlığı halinde verilebilecektir” dedikten sonra, "işletmenin ve işin gereği" ile
"teknolojik nedenlerle uzmanlık gerektiren işler" ölçütlerinin bir arada olması
gerektiği belirtilmiş, takiben, “Anılan düzenlemede baskın öğe "teknolojik
nedenlerle uzmanlık gerektiren” işlerdir”, “… işletmenin ve işin gereği ancak
teknolojik nedenler var ise göz önünde tutulur.” denmek suretiyle, asıl işin bir
bölümünde alt işverene iş verilebilmesinde esas koşulun teknolojik nedenlerle
uzmanlık gerektiren iş olduğu bir kez daha vurgulanmıştır.
Yüksek Mahkemenin anılan kararları, bu kararlarda "işletmenin ve işin
gereği ile teknolojik nedenlerle uzmanlık gerektiren işler" ölçütü önce bir bütün
olarak değerlendirildiği halde, daha sonra bölünerek sadece teknolojik
nedenlerle uzmanlık gerektiren işler ölçütü dikkate alınmak suretiyle hüküm
tesis edildiği için haklı olarak eleştirilmiştir(Süzek, Alt Đşveren, 24). Yüksek
Mahkemenin anılan kararının sonunda “işletmenin ve işin gereği” ölçütünün
göz ardı edilmediği, ikinci sırada dikkate alınması gerektiği belirtilmekteyse de
böyle bir uygulamaya gidildiğinde tek ölçütlü bir koşulun ortaya çıktığını,
“Đşletmenin ve işin gereği ölçütünün” işlevsiz kaldığını söylemek yanlış
olmayacaktır. Bu durumda söz konusu ölçütün yasaya neden konduğunun bir
kez daha sorulması ihtiyacı ortaya çıkmaktadır. Boş yere hüküm koyması
düşünülemeyecek yasa koyucunun, Yüksek Mahkemenin yorum tarzını esas
almış olsaydı yasada anılan ölçüte hiç yer vermeyeceği açıktır. Zira teknolojik
nedenlerle uzmanlık gereği, işletme gereklerinin içinde yer almaktadır. Bu
nedenle ĐK 2/6’da işletmenin ve işin gereği kavramının ayrıca belirtilmesinin
bir anlamı olması gerektiği yönündeki görüşlere üstünlük tanınması, yasanın
teknoloji ve uzmanlık dışında, ekonomik güçlükler ve yeniden yapılanma gibi
nedenlerle de asıl işin bir bölümünde alt işverene iş verilebilmesine olanak
tanıdığının kabulü daha uygun olacaktır(Süzek, Đş Hukuku, Genel EsaslarBireysel Đş Hukuku, B.2, Đstanbul 2005, 140; aynı yazar, Alt Đşveren, 24;
Alpagut, Alt Đşveren, 18; Ekonomi, Değerlendirme 2007, 22; Soyer Değerlendirme 2008, 42). Bu görüşü savunanlar görüşlerini desteklemek üzere ayrıca, anılan koşulun bir bütün olarak aranmasının kabulü halinde alt işverene iş
verilmesinin neredeyse olanaksız hale geleceğini, yasa koyucunun böyle bir
amacının olamayacağını, söz konusu koşulun bölünmesinin Anayasanın 48.
maddesinde ifadesini bulan girişim özgürlüğüne de uygun olduğunu, bu hakkın
sınırlanması mümkün olmakla birlikte, bu sınırlamanın hakkın özüne dokunamayacağını, dolayısıyla anılan hükme göre, işverenin kurduğu teşebbüsleri
amacına uygun olarak istediği gibi işletebileceğini, işyerlerine ilişkin kararlar
alabileceğini, bu çerçevede gereksinim duyduğu hizmetleri başka işverenlerden
alabileceğini ileri sürmektedirler. Bu görüşe göre, ĐK 2/6 ile getirilen sınırlamalar makul ve haklı nedenlerle kurulabilecek iyiniyetli alt işveren ilişkilerinin kurulmasını engellemeyi amaçlamamakta, sırf maliyetleri düşürmeye,
işçilerin sendikalaşmalarını ve toplu iş sözleşmesi düzeni içinde yer almalarını
önlemeye yönelik, muvazaalı alt işveren ilişkilerinin kurulmasına sınır
getirmeyi amaçlamaktadır. Nitekim ĐK 2/6 düzenlemesinin bugünkü şekliyle
kabul edilmesine ilişkin değişiklik gerekçesinde, “Ayrıca asıl işin bir bölümünde işletmenin ve işin gereği, teknolojik nedenlerle uzmanlık gerektiren işler
gibi kriterler getirilmiştir.” denmek suretiyle söz konusu ölçütlerin bölünebileceği açıkça belirtilmiştir(Süzek, Đş Hukuku, 147; aynı yazar, Alt Đşveren,
19-20; Ekonomi, Alt Đşveren, 46-47, aynı yazar, Değerlendirme 2007, 23-24).
Bütün bunlardan sonra belirtmek gerekir ki, Yargıtay 9. Hukuk Dairesinin ĐK 2/6 ve 2/7’de asıl işin bir bölümünde alt işverene iş verebilmesi için
aranan, verilecek işin “işletmenin ve işin gereği ile teknolojik nedenlerle uzmanlık gerektiren iş” olması koşuluna ilişkin yorum tarzı olması gereken
hukuk bakımından ayrıca tartışılabilir. Haklı olarak ileri sürüldüğü gibi, alt
işveren ilişkisinin sadece teknolojik nedenlerle uzmanlık gerektiren işlerde ya
da sadece uzmanlık gerektiren işlerde kurulabileceği ileri sürülebilir. Ancak
bunun için bir yasa değişikliği zorunludur.
4) Asıl Đşveren ile Alt Đşverenin Müteselsil Sorumluluklarının
Eksik Teselsül Niteliği Taşıması - Zamanaşımı
Yargıtay 9. Hukuk Dairesinin bu konuda incelemeyi uygun bulduğumuz kararına(Y9HD, 15.06.2010, E. 2010/5634, K. 2010/18763, yayınlanmamıştır.) konu olayda davacı, ödenmeyen işçilik alacaklarını alt işveren
konumundaki işvereninden talep etmiş ve dava lehine sonuçlanmıştır. Ancak
davacı bu şekilde hüküm altına aldırdığı alacaklarını işvereninden (alt işveren)
tahsil edemeyince bu defa müteselsil sorumluluğu bulunan asıl işvereni dava
etmiş, ilk derece mahkemesi davacının bu talebini kısmen hüküm altına almıştır. Dava konusu alacağın zamanaşımına uğradığı savını içeren temyiz
başvurusu üzerine konuyu inceleyen Yüksek Mahkeme oy çokluğu ile açılan
ilk davanın zamanaşımını kestiği sonucuna vararak ilk derece mahkemesinin
kararını onamıştır. Kararda konuya ilişkin olarak şu görüşlere yer verildiği
görülmektedir:
“4857 sayılı Kanunun ikinci maddesinde.. sözü edilen hukuki ilişki
işçiyi koruyucu amacıyla ortaya konduğu için normun amacını (ratio legis) göz
önünde tutan klasik teselsül anlayışından farklı kendine özgü (sui generis) bir
teselsül söz konusudur. Normatif dayanağı Borçlar Kanunu madde 141 dir.
Böyle hallerde müteselsil borçlulardan biri aleyhine açılan dava B.K. 134’e
göre zamanaşımını keser. Yeni açılacak dava yeniden başlayacak zamanaşımı
süresi içinde açılabilir. Yasanın bu açık hükmü karşısında mahkemece davanın
kabulü isabetlidir”.
Yargıtay 9. Hukuk Dairesinin bu kararında yer alan karşı oy yazısında
ise, asıl işverenin alt işvereninin işçilerine karşı Đş Kanunundan, iş sözleşmesinden veya alt işverenin taraf olduğu toplu iş sözleşmesinden doğan yükümlülükleri nedeniyle söz konusu olan müteselsil sorumluluğunun Đş Kanununun 2. maddesinden kaynaklandığı, diğer deyişle kaynağının yasa olduğu,
bu itibarla asıl işverenle alt işveren arasındaki teselsül ilişkisinin birden çok
kişinin zarara birlikte neden olmadıkları halde borçtan farklı nedenlerle (haksız
fiil, sözleşme ya da kanun) sorumlu tutulmaları durumuna özgü eksik teselsül
niteliği taşıdığı (BK 51), eksik teselsülde borçlulardan birine karşı kesilen
zamanaşımının doğrudan doğruya diğerine karşı da kesildiği kabul edilmediğinden, dava konusu uyuşmazlıkta zamanaşımının alt işverene karşı kesilmesinin asıl işverene karşı da kesildiği anlamına gelmeyeceği, alacaklı işçinin
alacağını yasa gereği sorumlu üçüncü kişiden tahsil yetkisine sahip bulunduğu,
ancak bu hakkın o kişiye karşı zamanaşımı süresi içinde ileri sürülmesi
gerektiği, asıl işverenin kendi işçilerine karşı dahi (örneğin beş yıllık)
zamanaşımına tabi olarak sorumlu olacağı bir alacaktan, alt işverenin işçilerine
karşı, kendisine daha önce hiçbir alacak talebi yöneltilmediği halde sırf alt
işverene karşı bir nedenle zamanaşımı kesildiği için daha uzun süre sorumlu
tutulamayacağı ileri sürülmüştür.
Müteselsil borç, birden fazla borçlunun bir veya birden fazla alacaklıya
karşı edimin tamamından sorumlu olduğu, diğer deyişle alacaklının borçluların
her birinden borcun tamamının ifasını isteyebildiği ve borç tamamen ifa
olunana kadar borçluların hepsinin sorumluluğunun devam ettiği borç ilişkisi
olarak tanımlanmaktadır. Bugün, “ortak hukuk” döneminde hakim olan, müteselsil borcun birden fazla borçlusu bulunan tek bir borç ilişkisinden oluştuğu ve
borçluların her bakımdan (ifa zamanı, ifa yeri, zamanaşımı vb.) aynı hükümlere
tabi olması esasını kabul eden “borcun tekliği kuramı” zayıflamış, onun yerine
“borcun çokluğu kuramı” ağırlık kazanmıştır. Bu kurama göre, müteselsil
borçta alacaklının borçluların her birine ayrı ayrı yönelen ve birbiriyle yarışan
birden fazla alacağı bulunduğu kabul edilir. Bu ilişkide her bir borçlunun farklı
hükümlere göre sorumlu olması olanaklıdır. Örneğin, borçluların tabi oldukları
zamanaşımı süresi diğerlerinden uzun ya da kısa olabilir. Borçlar Kanunumuzda da bu kuramın hakim olduğu görülmektedir. Zira BK’nun kararda atıf
yapılan 141 vd. maddeleri incelendiğinde, borçluların borcun doğumundan
sona ermesine kadar aynı kaderi paylaşmalarının kabul edilmediği, örneğin
bazı borçlular diğerlerinden farklı olarak itiraz, defi, teminat vb. farklı
olanaklara sahip kılındığı gibi (BK 143, 145/2), alacaklının da yarışan bağımsız
alacakları üzerinde farklı şekilde tasarrufta bulunmasına olanak verildiği
görülmektedir. Örneğin alacaklı borçlulardan birinden olan alacağını üçüncü
kişiye temlik edebileceği gibi, bir borçluyu ibra ederek borcundan kurtarırken,
diğerini, ihbar ve ihtarda bulunarak, alacağı muaccel hale getirip temerrüde
düşürebilir. Ancak yarışan bu borçlardan birinin ifasıyla kural olarak borç
ilişkisi sona erer. Zira müteselsil borç bu amaçla kurulmuştur. Bununla birlikte,
bazı hallerde borçlulardan birinin kurtulması da olanaklı bulunduğundan,
yarışan borçlar arasındaki bağımsızlığın nispi nitelikte olduğu kabul edilir(M.
Kemal Oğuzman – Turgut Öz, Borçlar Hukuku, 6. Baskı, Đstanbul 2009, 839840; Fikret Eren, Borçlar Hukuku Genel Hükümler, 10. Baskı, Đstanbul 2008,
1152-1153).
Borçlar Kanunumuzda müteselsil borç ilişkisi düzenlenirken yeni
görüşe uygun olarak borcun çokluğu esası benimsenmekle birlikte, zamanaşımı
konusunda bu kuramla bağdaşmayan, “ortak hukuk” döneminde benimsenen
borcun tekliği kuramına uygun istisnai bir düzenlemeye gidilerek, bir borçluya
karşı zamanaşımı kesilince zamanaşımının bütün borçlulara karşı kesilmiş
sayılacağı kabul edilmiştir (BK 134/1) (Oğuzman – Öz, 840-841). Bu itibarla
öğretide bazı yazarlarca anılan düzenlemenin yapılacak ilk yasa değişikliğinde
kaldırılması önerilmektedir. Belirtmek gerekir ki anılan düzenleme çerçevesinde zamanaşımını kesen sebepler sadece ilgili borçluyla sınırlı tutulmamış
olmakla birlikte, borçlulardan biri zamanaşımı defini ileri sürmekten vazgeçse
de, diğer borçlular zamanaşımı defini ileri sürebilir. Yine, zamanaşımını durduran nedenler de kişisel nitelik taşımaları itibariyle sadece söz konusu neden,
şahsında oluşan hakkında geçerli olur. Diğer borçlular bundan etkilenmez. Bunun gibi alacaklının fiili de hüküm ve sonuçlarını, yöneltildiği borçlu üzerinde
doğurur. Örneğin bir borçluya yapılan ihtar sadece onun bakımından borcu
muaccel hale getirir. Bunun istisnası, alacaklının dava açması, icra ya da
hakeme başvurması durumunda zamanaşımının diğer borçlular bakımından da
kesilmesidir(Eren, 1160-1161).
Borçlar Kanununun 134. maddesinin 1. fıkrasında yer alan bir borçluya
karşı zamanaşımı kesildiğinde zamanaşımının bütün borçlulara karşı kesilmiş
sayılacağı yönündeki kuralın istisnasını ise, müteselsil borcun farklı nedenlerden doğduğu, BK’nun 51. maddesi kapsamına giren durumlar oluşturur.
Anılan maddede teselsüle benzer, hakların yarıştığı bir durum söz konusu
olmakla birlikte, teselsülden söz edilmemiş, sadece sorumluların birbirlerine
rücuu bakımından BK 50’ye yollama yapılmıştır. Bu itibarla teselsüle ilişkin
bütün hükümlerin uygulanmadığı bu müteselsil borç ilişkisi eksik teselsül
olarak adlandırılmaktadır.
Yargıtay 9. Hukuk Dairesinin incelemeye çalıştığımız kararına konu
olayda davacı işçinin alt işveren konumundaki işverenine karşı alacak hakkı iş
sözleşmesinden doğarken, davalı asıl işveren davacı işçiye karşı, ĐK 2/6’da yer
alan “… asıl işveren, alt işverenin işçilerine karşı o işyeri ile ilgili olarak bu
Kanundan, iş sözleşmesinden veya alt işverenin taraf olduğu toplu iş sözleşmesinden doğan yükümlülüklerinden alt işveren ile birlikte sorumludur” hükmü
uyarınca borç altına girmektedir. Görüldüğü gibi alt işverenin borcunun kaynağı iş sözleşmesi, asıl işverenin borcunun kaynağı ise yasadır. Bu itibarla asıl
işveren ile alt işverenin müteselsil sorumluluğunun BK 51 kapsamına girdiği ve
eksik teselsül niteliği taşıdığı açıktır. Dolayısıyla karşı oy yazısında da belirtildiği gibi, BK 134 uygulanarak davacı işçinin alt işvereni dava etmesinin asıl
işverene karşı dava zamanaşımını keseceği sonucuna varmak olanaklı görünmemektedir. Açıklandığı üzere öğreti görüşü bu yönde olduğu gibi, incelemeye çalıştığımız karar dışındaki yargı kararları da benzer görüş açıklamaları
içermektedir(YHGK, 7.3.1986, 10-250/205, YKD, 1988, S. 1, 8; Y4HD,
4.5.1982, E. 1982/2453, K. 1982/4560; Y4HD, 21.11.1974, E. 1974/8361, K.
1974/16061, kazanci.com.tr). Karşı oy yazısında da Yargıtay Hukuk Genel
Kurulunun aynı yöndeki bir kararına yer verildiği gibi (YHGK, 23.2.2000, K.
2000/124), Yargıtay 9. Hukuk Dairesinin yakın tarihli bir kararında da (Y9HD,
22.1.2010, E. 2009/50193, K. 2010/191) BK. 134 hükmünün sadece tam teselsüle ilişkin BK 50’ye dayanan müteselsil sorumluluk durumlarında uygulanabileceğinin, buna karşılık BK 51’e dayanan müteselsil sorumlulukta, diğer deyişle eksik teselsülde uygulanmayacağının kabul edildiğine işaret edilmiştir.
Đsviçre Federal Mahkemesi de müteselsil borçlulardan birine karşı zamanaşımı
kesildiğinde, diğer borçlulara karşı da zamanaşımının kesilmesini sadece tam
teselsül durumlarında kabul etmektedir(BGer Urteil vom 26.5.2003 4C.27/2003
E.3.4; BGE 115 II 46; 104 II 230 vd.; 55 II 313; 43 II 211).
Ayrıca belirtmek gerekir ki, ĐK 2/6 hükmünün işçiyi koruyucu amacından yola çıkılarak, asıl işveren ile alt işverenin müteselsil sorumluluğunun
klasik teselsül anlayışından farklı kendine özgü bir teselsül niteliği taşıdığını
kabul etmek ve bu müteselsil borcun hukuki dayanağının BK’nun 141. maddesi
olduğunu belirterek, BK 134’e göre alt işverene karşı açılan davanın asıl
işverene karşı zamanaşımını keseceği sonucuna varmak uygun görünmemektedir. Zira yargılama hukukunda işçinin korunması ve işçi lehine yorum
ilkelerine başvurmak aynı şekilde olanaklı değildir. Bunun yanında, BK 134/1
hükmünün uygulamasının öğretide bazı yazarlarca, tam teselsül durumlarında
bile eleştirildiği, yapılacak ilk yasal düzenleme kapsamında BK 134 hükmünün, BK’nun benimsediği “borcun çokluğu görüşüne” uygun olarak değiştirilmesinin önerildiği de belirtilmelidir(Eren, 1167).
Đşçinin, işverenine (alt işverene) karşı açtığı alacak davasının eksik
teselsül nedeniyle müteselsil sorumlu asıl işverene karşı açılacak dava zamanaşımını kesmeyeceği sonucuna varılınca, farklı bir olasılığın da gözden geçirilmesine gerek vardır. Şöyle ki, bir an için uyuşmazlığın farklı geliştiğini ve
davacının ilk aşamada sadece asıl işvereni dava ettiğini ve alacağını da tahsil
ettiğini varsayalım. Bu durumda yasa gereği müteselsil sorumlu olduğu, alt
işverenin iş sözleşmesinden doğan borcunu ödemek zorunda kalan asıl
işverenin bu arada zamanaşımı süresi dolmuşsa, alt işverene yaptığı ödemeyi
rücu edip edemeyeceği sorusunun yanıtlanması gerekir. Bir görüşe göre, tam
teselsülde alacaklıya ödemede bulunan müteselsil borçlunun diğer borçlulara
karşı rücu hakkı halefiyete dayanırken eksik teselsülde rücu doğrudan doğruya
borçlunun şahsından, onun sahip olduğu bir haktan doğar(Eren, 1167). Diğer
bir görüşe göre ise, ödeme yapan müteselsil borçlunun “diğer borçlulara
başvururken, halefiyet yoluyla elde ettiği alacağa ait zamanaşımı süresine tabi
olacağı akla gelirse de; ödeme ile borç ikrar edilmiş ve zamanaşımı kesilmiş
olduğu gerekçesiyle aynı sürenin tekrar işlemeye başlayacağı da ileri sürülebilir”(Oğuzman – Öz, 866). Bu görüşün uzantısında tam teselsül bağlamında
varılan bu sonuca eksik teselsül durumlarında öncelikle varılması gerektiği
kolaylıkla söylenebilir.
Bu konudaki üçüncü bir görüşe göre ise, bölünmez ve müteselsil borçlarda halefiyet, temelde bir rücu hakkının varlığını gerektirir ve rücu hakkına
fer’i nitelikte bir hak sağlar. Burada rücu hakkı halefiyete dayanmamaktadır.
Sadece BK 147 dolayısıyla halefiyetle güçlendirilmiştir. Rücu hakkı başkasına
ait borcu ödeyen kişi lehine ödeme anında muaccel bir hak doğurur. Dolayısıyla halefiyetin, rücu hakkının fer’i olduğu onu güçlendirdiği durumlarda, rücu
hakkının doğduğu ödeme anından itibaren muaccel bir hak olarak doğar ve söz
konusu hakkın doğumu ile birlikte yeni bir zamanaşımı süresi işlemeye başlar.
Diğer deyişle halefiyetin rücu hakkının fer’i olduğu durularda halef olana
kanundan dolayı geçen alacak, alacaklıya ait alacaktan bağımsız yeni bir
alacaktır. Bu itibarla söz konusu alacak için eski alacaktan farklı yeni bir
zamanaşımı işlemeye başlar(Ahmet Kılıçoğlu, Türk Borçlar Hukukunda Kanuni Halefiyet, Ankara 1979, 15-16 - 136-137; ayrıca bkz. Tandoğan, 392;
Başterzi, Değerlendirme 2001, 322). Yargıtay 11. Hukuk Dairesinin bir kararında da “Müteselsilen borçlu olan kişilerin birbirlerine rücuunu ve bunun
zamanaşımını aralarındaki hukuki ilişkinin niteliği düzenler. Zira müteselsilen
borçluluk muhtelif hukuki ilişkiler sonucu doğabilir. … Ancak, rücu hangi hukuk ilişki veya yasal nedenle doğmuş olursa olsun rücu zamanaşımı rücua
neden olan ödemenin yapıldığı andan itibaren işlemeye başlar”(Y11HD,
19.2.1980, E. 1980/871, K. 1980/821, kazanci.com.tr) görüşlerine yer verilerek
aynı sonuca varılmıştır. Görüldüğü gibi yukarıdaki görüşlerden hangisi benimsenirse benimsensin, gerek tam gerek eksik teselsül durumunda, müteselsil
borçlulardan alacaklıya ödemede bulunanın diğer borçlulara karşı rücu hakkına
ilişkin zamanaşımı alacaklıya ödeme yapıldığı tarihte başlar. Dolayısıyla asıl
işveren, alt işverenin işçilerine ödemede bulunduğu takdirde, alt işverene karşı
rücu zamanaşımı ödeme tarihinden başlayacaktır.
III. ĐŞ ĐLĐŞKĐSĐNĐN TÜRLERĐ
1) Belirli Süreli Đş Sözleşmesi
Yargıtay 9. Hukuk Dairesi 2009 yılında, belirli süreli iş sözleşmesi
yapma koşullarına ilişkin temel ilkeleri içeren önemli kararlar vermiştir. Bu
kararlar uyuşmazlık konuları farklı olmakla birlikte içerik bakımından iki
grupta toplanmaktadır. Đlk grup kararlarda (Y9HD, 11.6.2009, E. 2008/1006,
K. 2009/16612, Legal ĐHSGHD, S. 23, 1162-1165; Y9HD, 2.12.2009 E.
2008/12186, K. 2009/32934, Çalışma ve Toplum, S. 25, 484-487; Y9HD,
7.9.2009, E. 2009/10191, K. 2009/33822, Çalışma ve Toplum, S. 25, 474-477;
aynı içerikte, Y9HD, 24.12.2008, E. 2008/32877, K. 2008/35265 Çalışma ve
Toplum, S. 22, 376-380; Y9HD, 31.03.2008, E. 2008/7443, K. 2008/7075,
Çalışma ve Toplum, S. 18, 245-250) belirli süreli iş sözleşmesinin yapılmasına
ve yenilenmesine ilişkin temel ilkeler değerlendirilirken 1999/70 sayılı AB
Konseyi Yönergesinin ilgili hükümleri yorum ölçütü olarak dikkate alınmış,
158 sayılı ILO Sözleşmesinden de yararlanılmıştır. Dolayısıyla aşağıda
yapacağımız incelemede söz konusu belgelerden de gerektiği ölçüde söz
edilecektir. Gözden geçirdiğimiz ikinci grup kararlarda da yine belirli süreli iş
sözleşmesi yapılmasına ilişkin ilkelerin belirlenmeye çalışıldığı görülmektedir
(Y9HD, 20.4.2009, E. 2008/27905, K. 2009/11203; Y9HD, 20.4.2009, E.
2008/27838, K. 2009/11183, Legal ĐHSGHD, S. 22, 666-672).
Đlk grupta yer alan kararlardan ilk ikisinde davacı belirli süreli olarak
bağıtlanan iş sözleşmesinin süresinden önce feshi nedeniyle kalan süreye iliş-
kin ücreti talep etmekte, ilk gruptaki üçüncü karar ile ikinci gruptaki kararlarda
ise, sözleşmenin aslında belirsiz süreli olduğunu ve yapılan feshin geçerli nedene dayanmadığını belirterek işe iadesini istemektedir. Anılan kararların
hepsinde öncelikle çözümlenmesi gereken sorun, taraflar arasındaki sözleşmenin belirli süreli olup olmadığı şeklinde tespit edilmiştir.
a) 1475 sayılı ĐK döneminde Belirli Süreli Đş Sözleşmesi Yapılmasının ve Yenilenmesinin Đçtihat Yoluyla Objektif Koşullara
bağlanması
Đlk grup kararlardan ikincisine konu uyuşmazlıkta, iş sözleşmesi
4.7.2002 tarihinde süresinden önce feshedildiği halde, bu uyuşmazlığa ilişkin
açıklamalar o tarihte henüz yürürlüğe girmemiş olan 4857 sayılı Đş Kanununa
göre yapılmıştır. Ancak, yeni ĐK’nun 11. maddesinde belirli süreli iş sözleşmelerinin yapılmasına ve yenilenmesine yasayla getirilen sınırlamaya benzer
sınırlamalar 1475 sayılı eski ĐK döneminde, öğreti görüşü ve yargı içtihatlarıyla
benimsendiği için, objektif haklı neden bulunmaksızın uzman doktor ve
başhekim olarak zincirleme belirli süreli iş sözleşmeleriyle çalıştırılan davacı
bakımından yeni yasaya göre yapılan açıklamalarda olayla uyumlu ve
isabetlidir.
Değindiğimiz ilk grup kararlarda 1475 sayılı yasa döneminde de benzer
ilkelerin içtihatlarla oluşturulduğu şu görüşlere yer verilerek dile getirilmiştir:
“Borçlar Kanunu'nun 338. maddesinde, "Hizmet akdi, muayyen bir müddet
için yapılmış yahut böyle bir müddet işin maksut olan gayesinden anlaşılmakta
bulunmuş ise, hilafı mukavele edilmiş olmadıkça feshi ihbara hacet olmaksızın
bu müddetin müruriyle, akit nihayet bulur" kuralı mevcuttur. Anılan hükme
göre tarafların belirli süreli iş sözleşmesi yapma konusunda iradelerinin
birleşmesi yeterli görüldüğü halde, 1475 sayılı yasa uygulamasında da Yargıtay kararları ile belirli süreli iş sözleşmelerine sınırlama getirilmiş ve sürekli
yenilenen sözleşmeler bakımından ikiden fazla yenilenme halinde sözleşmenin
belirsiz süreli hale dönüşeceği kabul edilmiştir (Yargıtay 9.HD. 7.12.2005 gün
2005/ 12625 E, 2005/ 38754 K )”.
Hemen belirtelim ki kararda 1475 sayılı ĐK döneminde belirli süreli
sözleşmelerin ikiden fazla yenilenmesi durumunda belirsiz süreli sözleşmeye
döneceğinin kabul edildiği ifade edilse de, sözleşmelerin bu şekilde yenilenmesi dürüstlük kuralına aykırı değilse, yenilenen sözleşmelerin belirli süreli
kalmaya devam edeceği eski ĐK döneminde de kabul edilmiş, bu sonuca varmak için sözleşmenin yenilenmesini haklı kılan objektif nedenlerin varlığının
bunu ileri süren tarafça ispatlanması aranmıştır. Diğer deyişle zincirleme sözleşmelerin dürüstlüğe aykırı olduğu karine olarak kabul edilmiştir. Anılan dö-
nemde yargı içtihatlarında ve öğretide daha çok işverenin belirli süreli iş sözleşmesi yapma amacı üzerinde durulmuş, önelli feshe bağlı ihbar ve kıdem tazminatından kurtulmak amacıyla bağıtlanan belirli süreli iş sözleşmelerinin belirsiz süreli iş sözleşmesine dönüşeceği kabul edilmiştir. Öğretide bu sonuca
ulaşılırken, kanuna karşı hile, işçiyi gözetme borcuna aykırılık ve hakkın kötüye kullanılması gibi farklı hukuki esaslara dayanılmıştır (Bu görüşteki yazarlar için bkz. Süleyman Başterzi, “Avrupa Birliği Konseyinin 99/70 Sayılı Yönergesi Işığında Belirli Süreli Đş Sözleşmesi Yapma Koşulları ve 4857 sayılı Đş
Kanununun Öngördüğü Sistem” Đş Hukuku ve Sosyal Güvenlik Hukuku Türk
Milli Komitesi 30. Yıl Armağanı, Ankara 2006, 124,dn.16,17,18(Belirli
Süreli).
O dönemde Yargıtay isabetli olarak hakkın kötüye kullanılması esasına
dayanan görüşü benimsemiş ve istikrar kazanan içtihadıyla art arda zincirleme
yapılan belirli süreli iş sözleşmelerinin, bu şekilde sözleşme yapılmasını haklı
kılan objektif neden yoksa baştan beri belirsiz süreli sayılması gerektiği
sonucuna varmıştır (Y9HD., 16.9.1993, 2849/1291 ve YHGK., 6.4.1994, 950/210, ĐKĐD, Şubat 1995, 10866, kararın değerlendirmesi için bkz. A. Can
Tuncay, Yargıtayın Đş Hukukuna Đlişkin Kararlarının Değerlendirilmesi 1994,
Đstanbul 1996, 36-37; Y9HD., 16.9.1993, 12848/12920, Çalışma Hayatıyla Đlgili Yargıtay Kararları, 1990-1995, Kamu-Đş, Ankara 1996, 142; Y9HD.,
27.4.1981, 3224/5604, 1475 Sayılı Đş Kanunu, 2821 Sayılı Sendikalar Kanunu,
2822 Sayılı Toplu Đş Sözleşmesi Grev ve Lokavt Kanunu ve Đlgili Yargıtay Kararları, Kamu-Đş, TÜHĐS, Türk Kamu Sen, C.1, Đstanbul 1989, 77-78; Y9HD.,
22.4.1987, 3683/4059, karara ilişkin bilgi ve değerlendirmesi için bkz. Metin
Kutal, Yargıtayın Đş Hukuku Kararlarının Değerlendirilmesi 1987, Đstanbul
1989, 17-19). Aynı yaklaşımla öğretide, zincirleme belirli süreli iş sözleşmelerinde çok daha belirgin olan hakkın kötüye kullanılması durumunun, bir kez
yapılan belirli süreli iş sözleşmelerinde de söz konusu olabileceği haklı olarak
kabul edilmiş ve bir adım daha ileri gidilerek, iş sözleşmelerinin ilk kez dahi
olsa belirli süreli yapılabilmesinin, tarafların menfaatleri yönünden objektif
haklı nedenler (sosyal nedenler) varsa hukuka uygun sayılabileceği belirtilmiştir(Bu görüşteki yazarlar için bkz. Başterzi, Belirli Süreli, 125, dn. 20).
Yargıtay da belirli süreli iş sözleşmelerinin sadece zincirleme olarak
yapılmasının hakkın kötüye kullanılması oluşturduğunu karine olarak benimseyen, ancak sosyal yönden haklı nedenler varsa bu tür sözleşmelere geçerlilik
tanıyan yaklaşımını uzun yıllar sürdürdükten sonra, anılan öğreti görüşünü
benimsemiştir. Yargıtay 9. Hukuk Dairesinin 1999 yılında verdiği bir kararında
bu husus şu görüşlere yer verilerek açıklanmıştır: “Davacı işçi, davacıya ait
işyerinde meydancı olarak 01.03.1995 - 28.02.1997 tarihlerini kapsayan belirli
süreli sözleşmeye dayanarak, çalışmış olup, sürenin bitimi ile aradaki akdi
ilişki son bulmuştur.... Öğretide benimsenen görüş doğrultusunda Dairemiz.
Belirli süreli hizmet akdi için özellikle işçinin niteliği itibariyle haklı bir
nedenin bulunması gerektiği görüşündedir. Ancak bu takdirdedir ki işveren
belli bir süre nitelikli bir elemanını işyerinde çalıştırabilme olanağını elde
eder. Somut olayda olduğu gibi niteliksiz bir işçi ile süresi belirli bir sözleşme
yapılması ihtiyacı söz konusu olmadığından böyle bir sözleşmenin geçerliliği
kabul edilemez”(Y9HD., 23.6.1999, 10538/11343, Münir Ekonomi, Yargıtayın Đş Hukukuna Đlişkin 1999 Yılı Emsal Kararları, Kamu-Đş, Ankara 2002, 4243; aynı yönde, Y9HD., 9.5.2002, 2001/20847, 2002/7404, bkz. Devrim
Ulucan, “4857 Sayılı Kanuna Göre Đş Sözleşmesi Türleri”, Yeni Đş Yasası,
Türkiye Toprak, Seramik, Çimento ve Cam Sanayii Đşverenleri Sendikası
yayını, Đstanbul 2003, 39 (Đş Sözleşmesi Türleri)).
b) 4857 Đş Kanununun Öngördüğü Sistem
4857 sayılı yeni Đş Kanununun 11. maddesinde de, hem belirli süreli iş
sözleşmesinin tanımında hem de art arda belirli süreli iş sözleşmesi yapabilmenin koşulları arasında, tarafların menfaatleri dikkate alındığında belirli
süreli iş sözleşmesi yapılmasını haklı kılan objektif bir nedenin bulunmasına
yer verilmiştir. Objektif haklı neden kavramı anılan maddenin ilk fıkrasında
“objektif koşul”, ikinci fıkrasında ise “esaslı neden” şeklinde farklı terimlerle
ifade edilmişse de her iki terim aynı anlamdadır(Çelik, Dersler, 93; Ekonomi,
Değerlendirme 2007, 37; Ulucan, Đş Sözleşmesi Türleri, 46; Eyrenci –Taşkent
–Ulucan, 65; Süzek, Đş Hukuku, 230; Eyrenci, Yeni Düzenlemeler, 26; Mikdat
Güler, Belirli Süreli Đş Sözleşmesi, Legal ĐHSGHD, S.5, 2005, 41-42; Öğretide
bu görüşe katılmayan Taşkent’in görüşleri aşağıda ayrıca belirtilecektir).
Çünkü, belirli süreli iş sözleşmesinin tanımında “koşul” olarak ifade edilen
ölçütler, süre belirleyici özellik taşıdıkları gibi, aynı zamanda belirli süreli iş
sözleşmesi yapabilmenin objektif nedenleri olarak da öngörülmüştür. Bu itibarla söz konusu nedenler, belirli süreli olarak yapılan sözleşmelerin yenilenmesi için aranan nedenlerle de özdeştir. Nitekim incelediğimiz ilk grup
karardan ikincisinde objektif neden ve esaslı neden kavramlarının aynı anlamda
kullanıldığı şu görüşlere yer verilmek suretiyle belirtilmiştir: “…Davacının
yaptığı görev itibariyle de belirli süreli iş sözleşmesiyle çalışmasını gerektirecek objektif ve esaslı bir neden bulunmamaktadır.”
Đş Kanununun, incelemeye çalıştığımız Yargıtay kararlarının hepsine
aynen aktarılan 11. maddesinde öncelikle iş ilişkisinin belirli bir süreye
bağlanmaksızın kurulduğu durumlarda sözleşmenin belirsiz süreli sayılacağı
belirtilmek suretiyle, iş sözleşmelerinin belirsiz süreli yapılmasının esas, belirli
süreli iş sözleşmelerinin ise istisna olduğu açıklanmıştır (Süzek, Đş Hukuku,
223). Đncelediğimiz ikinci grup kararda ise bu husus “… Đş sözleşmesinin
belirsiz süreli olmasının asıl olmasının sonucu olarak, belirli süreli iş
sözleşmesinin varlığını ileri süren taraf bunu ispatlamakla yükümlüdür.”
görüşlerine yer verilerek dile getirilmiştir.
Đş Kanununun 11. maddesinin 1. fıkrasında takiben, hangi objektif koşullarda belirli süreli iş sözleşmesi bağıtlanabileceği belirtilmek suretiyle belirli
süreli iş sözleşmesi tanımlanmıştır. Bu tanımda yer verilen unsurlar aynı zamanda belirli süreli iş sözleşmesi yapmanın objektif nedenlerini oluşturmaktadır. Yasadaki tanıma göre, “…Belirli süreli işlerde veya belirli bir işin
tamamlanması veya belirli bir olgunun ortaya çıkması gibi objektif koşullara
bağlı olarak işveren ile işçi arasında yazılı şekilde yapılan iş sözleşmesi belirli
süreli iş sözleşmesidir.” ĐK’nun 11. maddesinin 2. fıkrasında ise, belirli süreli
iş sözleşmelerinin esaslı bir neden olmadıkça, birden fazla üst üste (zincirleme)
yapılamayacağı, aksi halde iş sözleşmelerinin başlangıçtan itibaren belirsiz
süreli kabul edileceği belirtilmiştir. Buna karşılık esaslı nedene dayalı belirli
süreli iş sözleşmeleri belirli süreli olma özelliklerini koruyacaktır (m.11/3).
c) ĐK’nunda Belirtilen Objektif Nedenlerin Soyut ve Örnek
Niteliğinde Olması
Görüldüğü gibi 4857 sayılı ĐK’nunda, belirli süreli iş sözleşmesi
tanımlanırken, sözleşmenin süresini ve objektif haklı neden oluşturan
durumları belirlemeye yarayan genel ölçütler soyut bir yaklaşımla sıralanmıştır.
Bu durumda, yasada belirtilen ölçütlerden yararlanılarak objektif haklı neden
oluşturan durumların somuta indirgenmesi yargı kararlarıyla gerçekleştirilecektir. Hemen belirtelim ki, Türkiye’de özellikle art arda yapılan belirli
süreli iş sözleşmelerinin hukuka uygunluğu bakımından yargı içtihatlarıyla
uzun yıllardan beri objektif haklı neden bulunması koşulu aranmakla birlikte,
bazı ülkelerde olduğu gibi bu nedenleri somutlaştıran bir içtihat hukukunun
oluştuğunu söylemek güçtür. Bu tür bir içtihat hukukunun oluştuğu
Almanya’da daha sonra, objektif haklı nedenlerin belirtildiği bir listeye yasada
yer verildiği görülmektedir. Ancak bu liste sınırlayıcı değil örnek niteliğinde
olup yol göstericidir(bkz. M. Löwisch, Arbeitsrecht, 7. Auflage, Düsseldorf
2004, 394 vd.; M. Schmidt, News of Atypical Work in Germany: Recent
developments as to fixed-term contracts, temporary and part-time work,
German Law Journal No. 7 (01 July 2002) - Private Law, 9). Buna karşılık,
Fransa ve Portekiz gibi bazı ülkelerde, belirli süreli iş sözleşmesi yapmayı haklı
kılan objektif nedenlerin halen, sınırlı sayıda olmak üzere yasayla düzenlendiği
görülmektedir(Başterzi, Belirli Süreli, 133).
Belirli süreli iş sözleşmesinin yapılmasını haklı kılan objektif nedenler
incelenirken ĐK’ndaki tanımda yer alan, yapılacak işin belirli süreli iş olması, iş
sözleşmesinin belirli bir işin tamamlanması amacına yönelik veya belirli bir
olgunun ortaya çıkmasına bağlı bulunması gibi soyut ve kapsayıcı başlıklar
halinde öngörülen nedenleri bir sınıflandırma ölçütü olarak esas almak uygun
olmayabilir. Çünkü, bunların kapsamı bir çok noktada kesişmektedir.
Açıklamak gerekirse, sözleşmenin yapıldığı sırada sona ereceği zamanın bilindiği ya da öngörülebildiği işler olarak tanımlanan belirli süreli işler
birçok durumda bir işin tamamlanması ya da belirli bir olgunun ortaya çıkmasını içerir. Örneğin, işyerinde kullanılmaya başlanacak olan yeni bir teknolojinin tanıtılıp hayata geçirilmesi işi için istihdam edilen bir işçinin çalışması,
söz konusu tanıtım ve öğretim faaliyeti ile birlikte sona erer. Keza ne kadar
süreceği bilinen bir projede çalışmak üzere işe alınan işçinin çalışma ilişkisinin
ne zaman sona ereceği de bellidir. Dolayısıyla anılan işler belirli süreli işlerdir.
Ancak örneklerden ilkinin belirli bir işin tamamlanması, ikincisinin ise, hem
belirli bir işin tamamlanması hem de belirli bir olgunun ortaya çıkması
kapsamında değerlendirilmesi olasıdır. Bu koşullar aslında, objektif haklı
neden olmanın ötesinde ve belki de daha çok, süre belirleyici bir özelliğe
sahiptir. Öte yandan, belirli süreli iş sözleşmesi yapılmasına objektif haklı
neden oluşturduğu kabul edilen belirli bir olgunun ortaya çıkması önceden
sınırları çizilemeyecek kadar geniş ve belirsiz bir kavramdır. Örneğin, işyerinin
asıl işçilerinin iş sözleşmesinin hastalık ve benzeri nedenlerle askıya alınması,
askı hali son bulana kadar söz konusu işçilerin yerine belirli süreyle işçi
istihdam edilmesini bu anlamda haklı kılar. Aynı şekilde, yüklü bir sipariş
alınması ve benzeri nedenlerle işyerinde üretilen mallara talebin aniden
artmasına bağlı olarak işyerinde işçi gereksiniminin bir süreliğine artması da,
bu şekilde ortaya çıkan geçici işçi ihtiyacının belirli süreli iş sözleşmeleriyle
giderilmesini haklı kılan bir olgu olarak kabul edilebilir. Buna karşın ortaya
çıkan her olgu belirli süreli iş sözleşmesi yapılabilmesi için objektif haklı
neden oluşturmaz. Örneğin, işçilerin belirli bir yaşa gelmesi olgusu sözleşmenin süresini sınırlayan objektif haklı bir neden olarak kabul edilemez. Keza,
işletmenin iş hacminin azalarak belirli bir düzeyin altına inmesi, işçi gereksinimini azaltan ve ihtiyaç fazlası işçilerin iş sözleşmelerinin feshi bakımından
geçerli neden oluşturan bir olgu olmakla birlikte, bu olgu, ortaya çıktığında iş
sözleşmesinin sona ereceğini öngören süre belirleyici bir hükmün sözleşmeye
konmasını haklı kılan objektif bir neden değildir(Gülsevil Alpagut, 4857 Sayılı
Yasa Çerçevesinde Belirli Süreli Đş Sözleşmesi”, Mercek, Ocak 2004, 79 (4857
Sayılı Yasa)).
Bunun gibi objektif bir koşulun bulunması belirli süreli iş sözleşmesi
yapılabilmesini haklı kılmakla birlikte, sözleşmenin süresinin belirlenmesinde
serbesti yaratmaz. Belirlenen sürenin, sözleşmeyi süreye bağlamanın dayanağı
olan objektif nedenle uyumlu olması gerekir. Sözleşmede öngörülen süre,
objektif nedene göre daha uzun belirlenmişse sözleşme başlangıçtan itibaren
belirsiz süreli sayılır. Buna karşılık belirlenen süre objektif nedene göre daha
kısa tutulabilir. Bu durumda dürüstlük kuralına aykırılık oluşturmaması
koşuluyla objektif neden devam ettiği sürece belirli süreli yeni sözleşmeler
yapılabilir(Münir Ekonomi, 4857 Sayılı Kanun Hükümlerine Göre, Belirli
Süreli iş Sözleşmelerinin Hukuka Uygunluğu (I) –Kavram Süre ve Yenileme–,
Legal ĐHSGHD, S. 9, 26-27 (Belirli Süreli)).
Öte yandan, belirli süreli iş sözleşmelerinin 4857 sayılı ĐK’nundaki
tanımında yer verilen unsurlar, iş hukukunda objektif haklı neden olduğu kabul
edilen bazı durumları karşılamamaktadır. Bunlara örnek olarak, tartışmalı olmakla birlikte deneme amacıyla yapılan belirli süreli iş sözleşmeleri ile
incelediğimiz ilk iki olayda tartışılması gereken işçinin haklı menfaati temelinde yapılan belirli süreli iş sözleşmelerini ve yine incelediğimiz ilk grup karar
kapsamında tartışmaya açılabilecek olan başarı ve güven temeline dayalı olarak
üst düzey yöneticilerle yapılan belirli süreli iş sözleşmelerini göstermek
mümkündür. Çünkü anılan durumlarda, ne belirli süreli bir iş, ne ortaya çıkan
yeni bir olgu, ne de bir işin tamamlanması söz konusudur. Hemen belirtelim ki,
bir iş sözleşmesinin belirli süreli olduğunu göstermek üzere, Bilim Kurulunca
hazırlanan taslak metninde yer alan, işçinin üstlendiği işin türü, amacı veya
niteliğinden süresinin belirli olduğunun anlaşıldığı durumlarda belirli süreli iş
sözleşmesi yapılabileceği kabul edilseydi anılan durumları da içeren daha
kapsayıcı bir tanım verilmiş olurdu. Kanımızca bu durumda, belirli süreli iş
sözleşmelerinin ĐK’nundaki tanımında yer alan ölçütleri, tanımda yer verilen
“gibi” ifadesini geniş yorumlayarak örnek ölçütler olarak kabul etmek
(Eyrenci – Taşkent – Ulucan, 65) ve yargıya, objektif haklı nedenleri belirleyici benzer ölçütler geliştirme olanağını tanımak isabetli olur. Nitekim Yargıtay
9. Hukuk Dairesi 2009 yılında verdiği ikinci grup kararlarda bu görüşü
benimsemiştir. Söz konusu kararlarda bu husus şu görüşlere yer verilerek ifade
edilmiştir: “Belirli süreli iş sözleşmesinin varlığının kabulü için hangi
durumların objektif neden olarak kabul edilebileceği Đş Kanununun 11.
maddesinde örnek kabilinden sayılmıştır: işin niteliği gereği belirli bir süre
devam etmesi, belirli bir işin tamamlanması veya belirli bir olgunun ortaya
çıkması.Kanun’da gösterilen bu nedenler tahdidi olarak değil; örnek kabilinden verilmiş; benzer hallerde belirli (süreli) iş sözleşmesi kurulması imkanı
açık tutulmuştur. Zira söz konusu hükümde açık olarak “...gibi objektif
koşullara bağlı olarak” ifadesine yer verilmiştir”.
Genel olarak belirli süreli iş sözleşmesi yapmanın objektif olarak
haklılığından söz edilebilmesi için, sözleşme taraflarından en az birinin
ekonomik ya da sosyal durumunun sözleşmenin süreye bağlanmasını haklı
kılması gerekir(Manfred Rehbinder, “Hizmet Akitlerinin Süreye Bağlanmasını
Haklı Kılan Objektif Nedenler”, Türk Đsviçre Hukukunda Belirli Süreli Hizmet
Akitlerinin Hukuki Sorunları, Manfred Rehbinder – Münir Ekonomi, Đstanbul
1979, 41.). Belirli süreli iş sözleşmesini haklı kıldığı ileri sürülen objektif
nedenin haklılığı tarafların iş sözleşmesinin yapıldığı tarihteki bakış açılarına
ve durumlarına göre (ex ante) değerlendirilmelidir. Daha sonraki gelişmelerden
sözleşmenin süreye bağlanmasının yanlış beklentilere dayandığı anlaşılırsa bu
belirli süreli iş sözleşmesinin geçerliliğini etkilemez(Weiss – Schmidt, 53,
Ekonomi, Belirli Süreli, 26-27).
Belirli süreli iş sözleşmesini haklı kılan objektif nedenler incelenirken,
belirsiz süreli iş sözleşmelerinin feshine dayanak oluşturan geçerli nedenler
gibi, kişiye ve işletmeye bağlı nedenler şeklinde bir ayrıma gidilebilir (bkz.
Rehbinder, 41; Öner Eyrenci, “Hukuka Uygun Belirli Süreli Hizmet
Akitlerinin Türleri”, Türk Đsviçre Hukukunda Belirli Süreli Hizmet Akitlerinin
Hukuki Sorunları, (M. Rehbinder – M. Ekonomi), Đstanbul 1979, 59 (Belirli
Süreli)). Bunun dışında, yürütülen işin ya da mesleğin özelliklerinden
kaynaklanan nedenler ile yasal nedenler de ayrıca incelenmelidir. Nitekim
incelemeye çalıştığımız ikinci grup kararlarda, özel öğretim kurumlarında
çalışan öğretmenlerle yasal nedene dayalı olarak belirli süreli iş sözleşmesi
yapılabileceği şu görüşlere yer verilerek dile getirilmiştir: “Türk hukuk
mevzuatında, belirli iş sözleşmelerinin yapılmasını zorunlu kılan veya buna
imkan sağlayan düzenlemeler de bulunmaktadır. Örneğin, 5580 sayılı Özel
Öğretim Kurumları Kanunu'nun 9.maddesinin 1'nci fıkrasına göre, Kurumlarda çalışan yönetici, öğretmen, uzman öğretici ve usta öğreticiler ile kurucu
veya kurucu temsilcisi arasında yapılacak iş sözleşmesi, en az bir takvim yılı
süreli olmak üzere yönetmelikle belirtilen esaslara göre yazılı olmak üzere
belirli süreli yapılır. Böylece, … özel okul öğretmenler(i), müdür ve diğer
yöneticileri ile yapılacak iş sözleşmelerinin belirli süreli olması ve bir yıldan az
süreli olmaması zorunludur.”
Đş Kanununun 11. maddesinin 1. fıkrasında örnekleri belirtilen ve
yukarıda genel olarak değerlendirip gruplandırdığımız objektif koşulların incelenmesi bu çalışmanın kapsamını aştığı için (Belirli süreli iş sözleşmesi
yapılmasını haklı kılan objektif nedenler konusunda ayrıntılı bilgi için bkz.
Başterzi, Belirli Süreli, 133 vd; Çelik, Dersler, 89 vd. Ekonomi, Belirli Süreli,
16 vd.; Süzek, Đş Hukuku, 225 vd.; Savaş Taşkent, Belirli Süreli Đş
Sözleşmelerinin Yapılabilmesi, Legal ĐHSGHD, S.9, 34 vd.; Gülsevil Alpagut,
Belirli Süreli Hizmet Sözleşmesi, Ankara 1998, 73 vd. (Belirli Süreli), Güler,
41 vd.), burada söz konusu koşulların incelenmesine girişilmeyecek, sadece
incelemeye çalıştığımız kararlar bağlamında gündeme gelen konular üzerinde
durulmaya çalışılacaktır.
d) Avrupa Birliğinin 1999/70 sayılı Konsey Yönergesinin Yorum
Ölçütü Olarak Dikkate Alınması
Yukarıda çerçevesini çizdiğimiz incelemeye geçmeden belirtmek
gerekir ki ele aldığımız ilk grup kararlarda ĐK’nun belirli süreli iş sözleşmelerinin yapılma ve yenilenme koşullarını düzenleyen 11. maddesinin Avrupa
Birliğinin 1999/70 sayılı Konsey Yönergesiyle birlikte değerlendirilmesi gerektiği belirtilmiş ve bu hususta şu görüşlere yer verilmiştir: “Öte yandan 11.
madde, 18 Mart 1999 da sosyal taraflar arasında imzalanan çerçeve antlaşması(na) yasal nitelik kazandıran 1999/70 EC Konsey Yönergesi ile birlikte ele
alınmalıdır”.
Kararda ifade olunan sosyal taraflar Avrupa düzeyinde örgütlenen işçi
ve işveren konfederasyonları ETUC, UNICE (BUSINESSEUROPE) ve
CEEP’dir. Bunlardan Avrupa Đşçi Sendikaları Konfederasyonu (European
Trade Unions Confederation - ETUC) 33 ülkeden 67 ulusal işçi örgütünün
üyesi bulunduğu Avrupanın en önemli işçi kuruluşudur. Türkiye’den Türk-Đş,
DĐSK, Hak-Đş ve KESK bu kuruluşa üyedir. Avrupa Sanayi ve Đşveren
Sendikaları Konfederasyonu (Union of Industrial and Employers’
Confederation of Europe–UNICE-BUSINESSEUROPE), 31 ülkeden 42 ulusal
işveren konfederasyonun üyesi bulunduğu, Avrupa düzeyinde en tanınmış
işveren kuruluşudur. Türkiye’den, TĐSK ve TÜSĐAD bu kuruluşun üyesidir.
Avrupa Kamu Đşletmeleri Merkezi (Centre Européen des Enterprises Publiques
– CEEP) de, Avrupa düzeyinde kamu işletmelerini temsilen faaliyet gösteren
bir işveren örgütüdür (Bu konuda bkz. R. Blanpain, European Labour Law, 7th
Ed., Kluwer, Hague 2000, 75 vd.)
Avrupa Birliği Yönergelerinin hukuk sistemimiz bakımından bağlayıcılığı bulunmamaktadır. Ancak 2003 tarihli 4857 sayılı Đş Kanununun genel
gerekçesinde, yeni bir iş yasası yapılmasını gerektiren evrensel nedenler
arasında Türkiye’nin Avrupa Birliğine adaylık süreci de gösterilmiş, AB’ne
üye ülkeleri kendiliğinden bağlayan kuralların Türk Đş Hukukuna da kazandırılması gerekliliği dile getirilmiştir. Bu bakış açısıyla 4857 sayılı Đş Kanununda AB norm ve yönergelerine uygun düzenlemeler getirilmesine çaba
gösterilmiştir. 3.5.2005 tarihinde AB’ne tam üyelik müzakere süreci başlatılan
Türkiye’nin, iş ve sosyal güvenlik hukukuna ilişkin mevzuatının Avrupa Birliği
Müktesebatına uygun hale getirilmesinin gerekliliği açıktır. Bu bağlamda AB
mevzuatını yansıtan 35 müzakere başlığından, açık bulunan ve 19. sırada yer
alan “Sosyal Politika ve Đstihdam” başlığı içinde yer alan hükümlerle uyum
sağlanması gerekmektedir. Genel olarak AB müktesebatı ise, Birliğin kurulmasına ilişkin Roma Antlaşmasından başlayarak, daha sonra kabul edilen bütün
antlaşma hükümleri, AB Konseyinin tüzük ve yönergeleri gibi hukuk
kaynakları ile Avrupa Adalet Divanı kararlarından oluşmaktadır(Süzek, Đş
Hukuku, 96). Bu itibarla Đş Kanunu yorumlanırken, bu yasanın hazırlanmasında
dikkate alındığı ve uyum sağlanması gerektiği belirtilen Avrupa birliği
normlarının evrensel ilkeler olarak dikkate alınması olanaklıdır. Türkiye’deki
sosyal tarafların üyesi bulunduğu, Avrupa düzeyinde örgütlenen işçi ve işveren
konfederasyonlarının imzaladığı çerçeve anlaşmanın içeriğini oluşturması da,
bu normların hukuki bağlayıcılıkları bulunmamakla birlikte önemli bir yorum
ölçütü olarak değerlendirilmelerini haklı kılmaktadır.
e) Belirli Süreli Đş Sözleşmesinin Đlk Kez Yapılmasında da
Objektif Haklı Nedene Dayanılmasının Gerekliliği
Belirli süreli iş sözleşmesi yapılmasını haklı kılan objektif nedenleri,
ele aldığımız kararlara konu uyuşmazlıklarla sınırlı olarak incelemeye
geçmeden önce değerlendirmeyi gerekli gördüğümüz bir konu, bu tür
sözleşmelerin ilk kez yapılmasında da objektif haklı neden aranıp aranmayacağıdır. Anılan husus incelediğimiz ilk grup kararda şu görüşlere yer verilerek açıklanmıştır: “4857 sayılı Đş Kanunu'nun 11. maddesinde esaslı bir
neden olmadıkça belirli süreli iş sözleşmelerinin birden fazla üst üste
(zincirleme) yapılamayacağı kuralı ile belli bir koruma sağlanmak istenmiştir.
Belirli süreli iş sözleşmesinin yapılması ve yenilenmesi, işçinin iş güvencesi
dışında kalması için kullanılamaz. Belirli süreli iş sözleşmelerinde, 4857 sayılı
Yasanın 15. maddesinde belirtilen sürenin aşılmaması koşuluyla deneme süresi
konulabilir”.Đkinci grup kararlarda da “Belirli süreli iş sözleşmesinden bahsedilebilmesi için, sözleşmenin süreye bağlanmış olması ve belirli süreli iş
sözleşmesinin yapılması için objektif nedenlerin bulunması gerekir.” denmek
suretiyle aynı görüş tekrarlanmıştır. Görüldüğü gibi Yüksek Mahkeme, belirli
süreli iş sözleşmelerinin yenilenmesinde olduğu gibi, ilk kez yapılmasında da
objektif haklı nedenlerin bulunmasını gerekli görmekte ve ĐK 11/1’de objektif
koşul olarak belirtilen durumların söz konusu nedenlere örnek olarak
belirtildiğini kabul etmektedir.
Buna karşılık söz konusu görüş öğretide Taşkent tarafından şiddetle
eleştirilmekte, her şeyden önce ĐK 11/1’de belirtilen objektif koşulla, ĐK
11/2’de belirtilen esaslı nedenin birbirinden farklı kavramlar olduğu, nitekim
99/70 sayılı AB Yönergesinde de işçi, dolayısıyla iş sözleşmesi tanımlanırken
“objektif koşul”, belirli süreli iş sözleşmesinin yenilenmesi bağlamındaysa
“objektif neden” olmak üzere farklı iki kavrama yer verildiği, Alman “Kısmi
Süreli Çalışma ve Belirli Süreli Đş Sözleşmelerine Dair Kanun” esas alınarak
hazırlanan ve belirli süreli iş sözleşmesinin yapılmasını objektif koşul ya da
nedene bağlamayan Đş Kanunu tasarısının yasalaşması sırasında yapılan değişiklikle, yasa hükmünün Yönerge metnine yaklaştırıldığı, ĐK 11/1’de belirli süreli iş sözleşmesinin tanımında yer verilen objektif koşul kavramının, belirli
süreli işler, belirli bir işin tamamlanması ya da belirli bir olgunun ortaya çıkması gibi sözleşmenin sona ereceği zamanın belirlenmesine ilişkin olduğu,
belirli süreli işler ibaresinin, sözleşmenin süresinin “zaman ve tarih olarak belirlenmesi şeklinde anlaşılması gerektiği, belirli süreli iş sözleşmesi yapılmasını
haklı kılan neden olarak değerlendirilemeyeceği, esaslı nedenlerin ise belirli
süreli iş sözleşmelerinin yenilenmesi bakımından kötüye kullanmaları önlemek
üzere ĐK 11/2‘de belirtilen nedenler olduğu ileri sürülmektedir. Yazara göre,
anılan açıklamalar çerçevesinde “Belirli süreli iş sözleşmesi, esaslı bir neden
olmadıkça, birden fazla üst üste (zincirleme) yapılamaz” şeklindeki ĐK 11/2
hükmü yorumlandığında belirli süreli iş sözleşmelerinin ilk kez yapılması sırasında objektif neden aranmayacağı sonucuna varılmaktadır. Varılan bu sonuç
ĐK’nun belirli süreli iş sözleşmelerine ilişkin 11. maddesi hükmünün yaklaştırılmaya çalışıldığı 99/70 sayılı AB yönergesi ile de uyumludur. Nitekim maddeye ilişkin değişiklik önergesinde, AB Yönergesine işaret edilerek “Belirli
süreli sözleşmenin tanımı yapılırken sadece tarafların açıkça süresini
belirledikleri değil sürenin objektif olarak belirlenebilir olduğu, hallerde
sözleşmenin belirli süreli yapılacağının kabul …” edildiği belirtilmiştir. Buradan TBMM’nde yapılan değişikliğin amacının, belirli süreli sözleşmenin AB
Yönergesindeki gibi tanımlanması olduğu anlaşılmaktadır. Yönergede belirli
süreli iş sözleşmelerinin ilk kez yapılması herhangi bir objektif nedenin bulunması koşuluna bağlanmamıştır. Ancak yazar, bu koşullarda yapılacak ve
objektif koşulların varlığında zincirleme olarak yenilenebilecek belirli süreli iş
sözleşmelerine zaman yönünden bir üst sınır getirilememesinin AB yönergesi
ve Avrupa ülkelerindeki uygulamalarla bağdaşmadığını da belirtmektedir(Savaş Taşkent, “Belirli Süreli Đş Sözleşmesi Yapma Serbestisi ve Bunun
Sınırı”, Sicil, Mart 2008, 16 vd. (Belirli Süreli); aynı yazar, “Belirli Süreli Đş
sözleşmeleri Üzerine Tekrar”, Sicil, Mart 2009, 6 vd.).
Belirli süreli iş sözleşmelerinin ilk kez yapılmasının objektif neden
bulunması koşuluna bağlanması, iş hukukunda esneklik ve istihdamın artırılmasının desteklenmesi düşüncesiyle olması gereken hukuk bakımından tartışılabilirse de, mevcut yasal düzenleme karşısında Yüksek Mahkemenin, ilk
defada yapılan belirli süreli iş sözleşmelerinin de objektif bir haklı nedenin
bulunması koşuluna bağlı olduğu yönündeki görüşü isabetlidir. Zira, 4857
sayılı Đş Kanununda belirli süreli iş sözleşmesi, “belirli süreli işlerde veya
belirli bir işin tamamlanması ya da belirli bir olgunun ortaya çıkması gibi
objektif koşullara bağlı olarak yapılan... iş sözleşmesi” şeklinde tanımlanmıştır
(m.11/1). Aynı maddenin 2. fıkrasında da, belirli süreli iş sözleşmelerinin esaslı
bir neden olmadıkça birden fazla üst üste (zincirleme) yapılamayacağı, aksi
takdirde başlangıçtan itibaren belirsiz süreli sayılacağı öngörülmüştür. Söz
konusu ikinci fıkra dikkate alındığında ĐK’nun, Yönergede olduğu gibi, belirli
süreli iş sözleşmelerinin ilk kez yapılmasında objektif haklı bir nedenin
bulunması koşulunu aramadığı izlenimi uyanmaktadır. Ancak, belirli süreli iş
sözleşmesinin ĐK’nundaki tanımında yer verilen objektif koşullar incelendiğinde bu izlenimin doğru olmadığı ortaya çıkar. Çünkü, belirli süreli iş
sözleşmesinin ĐK’nundaki tanımında yer alan objektif koşullardan her biri
sözleşmenin süreye bağlanmasına ilişkin birer ölçüt olmalarının yanında, belirli
süreli iş sözleşmesi yapmayı haklı kılan başlıca objektif nedenleri de ifade
etmektedir. Şu halde ĐK’na göre, ilk kez de olsa belirli süreli iş sözleşmesi
yapılabilmesi için, yasada belirtilenler gibi objektif bir nedenin bulunması
gerekir(Ekonomi, Belirli Süreli, 16; Süzek, Đş Hukuku, 224; Eyrenci –
Taşkent – Ulucan, 61; Ulucan, Đş Sözleşmesi Türleri, 40; Mollamahmutoğlu,
333; Alpagut, 4857 Sayılı Yasa, 77; Başterzi, Belirli Süreli, 131-132).
Belirli süreli iş sözleşmesinin ĐK’nunda anılan biçimde tanımlanması,
Taşkent tarafından da ileri sürüldüğü gibi, Bilim Kurulunca hazırlanan ve tasarı
haline gelen yasa taslağının, TBMM’nde verilen bir önerge ile değiştirilmesinin
sonucudur(Alpagut, 4857 Sayılı Yasa, 74, Eyrenci – Taşkent – Ulucan, 61;
Ulucan, Đş Sözleşmesi Türleri, 40). Bilim Kurulunca hazırlanan taslak metninde belirli süreli iş sözleşmesi, Almanya’da 1 Ocak 2001 tarihinde yürürlüğe
giren Kısmi Süreli Çalışmalar ve Belirli Süreli Sözleşmeler Yasasının 3. maddesinin 1. paragrafında düzenlendiği gibi (bkz. Schmidt, 6) süresi zaman ve
tarih olarak belirlenen veya işçinin üstlendiği işin türü, amacı ve niteliğinden
süresinin belirli olduğu anlaşılan sözleşme şeklinde tanımlanmıştır (Đş Kanunu
Tasarısının, belirli süreli iş sözleşmesinin tanımlandığı 12. maddesinin Hükû-
metin teklif ettiği ilk şekli için bkz. Mehmet Uçum – Ramazan Çakmakcı, Đş
Kanunu, Đstanbul 2003, 201). ĐK’nunda ise, Taslaktaki gibi zaman ve tarih
öngörülmesi suretiyle belirli süreli iş sözleşmesi yapma olanağına yer verilmeyerek, ilk kez de bağıtlansa belirli süreli bir iş sözleşmesinin varlığından söz
edilebilmesi için tanımda yer verilenler gibi objektif nedenlerin bulunması
aranmıştır. Değişiklik gerekçesinde AB Yönergesine atıf yapılsa da ve söz konusu yönerge haklı olarak bir yorum ölçütü olarak değerlendirilebilirse de yasa
metninin açıklığı karşısında farklı bir yoruma gidilmesi kanımızca isabetli
görünmemektedir. Bunun gibi, objektif koşulların varlığında zincirleme olarak
yenilenebilecek belirli süreli iş sözleşmelerine zaman yönünden bir üst sınır
getirilememesi de bu yorum tarzını haklı kılmaktadır. Zira aksi halde ilk kez
yapılacak sözleşmeler bakımından iş güvencesi hükümlerinin dolanılmasına
yol açacak bir serbestlik sağlanmış olur ki yasanın amacının bu olmadığı açıktır. Anılan sakınca aksi görüşü savunan Taşkent tarafından AB Yönergesine
aykırı bir eksiklik olarak dile getirilmiştir(Taşkent, Belirli Süreli, 21-22).
Belirli süreli iş sözleşmelerinin Bilim Kurulunca hazırlanan taslak
metnindeki tanımın yasalaşma sürecinde AB Yönergesindeki tanıma yakınlaştırılmak üzere değiştirildiği ileri sürülmekle birlikte, belirli süreli iş sözleşmesinin Bilim Kurulunca hazırlanan tasarı metnindeki tanımıyla 99/70 sayılı
AB Konseyi Yönergesindeki tanımı aslında aynı yaklaşımın ürünüdür. Şöyle
ki, Yönergenin 3. maddesinde belirli süreli istihdam edilen “işçi”, dolayısıyla iş
sözleşmesi tanımlanmıştır. Bu tanıma göre, belirli süreli iş sözleşmeleri ne
zaman sona ereceği, belirli bir günün gelmesi, belirli bir işin tamamlanması ya
da belirli bir durumun ortaya çıkması gibi objektif ölçütlerle belirlenebilen
sözleşmelerdir. Görüldüğü gibi her iki tanımın unsurları da iş sözleşmelerinin
objektif olarak süreye bağlanmasına ilişkin ölçüt oluşturma özellikleriyle öne
çıkmaktadır. Đş sözleşmesini süreye bağlamanın en çok karşılaşılan yöntemi,
gün, hafta, ay ya da yıl olarak bir takvim biriminin ölçüt alınmasıdır. Anılan
tanımlara hakim olan yaklaşım taraflara, ilk kez sözleşme yapıyorlarsa,
belirtilen takvim birimlerinden birini ölçüt alarak, herhangi bir haklı neden
bulunmasına gerek olmaksızın sözleşmeyi süreye bağlama olanağı vermektedir.
Bu yaklaşım tarzı, kıta Avrupa’sında 1970’li yılların sonundan başlayarak
istihdamın korunması ve artırılması amacıyla gelişen, belirli süreli iş
sözleşmelerinin yapılmasına ilişkin sınırlamaların esnekleştirilmesi yönündeki
düşünceye dayanır(bkz. Bob Hepple, “European Rules on Dismissal Law”,
Comparative Labour Law Journal, Vol.18, No.2, Winter 1997, 205 (European
Rules); aynı yazar, “Flexibility and Security of Employment”, Comparative
Labour Law and Industrial Relations in Industrialized Market Economies, 6th
Ed., Kluwer Law International, 1998, 288-289).
Anılan yaklaşım tarzında objektif haklı nedenlerin bulunması koşulu
sadece belirli süreli iş sözleşmelerinin yenilenmesi bağlamında iş güvencesi
kurallarını dolanmaya yönelik dürüstlük kuralına aykırı uygulamaların önlenmesi amacıyla öngörülmüştür. Nitekim Yönergeye göre, belirli süreli iş sözleşmelerinin ilk kez yapılması sırasında objektif haklı bir nedenin bulunması
zorunlu olmamasına rağmen, bu şekilde kurulan bir sözleşme yenilenirken üye
devletler ülkesel ihtiyaçlarına göre, objektif haklı nedenlerin bulunmasını arayacak ve/veya neden aranmaksızın kurulabilecek belirli süreli iş sözleşmelerinin azami süresi ve/veya sayısını öngörecektir (m.5). Bilim Kurulunca
hazırlanan taslak metninde de iş güvencesi kurallarını dolanmaya yönelik
dürüstlüğe aykırı uygulamalar, 4857 sayılı ĐK’nun 11. maddesinin aynen yasalaşan 2. fıkrasında yer alan, belirli süreli iş sözleşmelerinin esaslı bir neden
olmadıkça birden fazla üst üste (zincirleme) yapılamayacağı, aksi takdirde başlangıçtan itibaren belirsiz süreli sayılacağı hükmü ile önlenmeye çalışılmıştır.
4857 sayılı ĐK’nda ise, bir yandan ilk kez de olsa belirli süreli iş
sözleşmesi yapılırken objektif neden aranması öngörülmekle birlikte, diğer
yandan bu yönde düzenlemelerin bulunduğu Fransa, Đspanya, Portekiz gibi
ülkelerde istihdamın korunması amacıyla özellikle yeni kurulan işletmeler ve
istihdama katılımında güçlük bulunan gruplar bakımından getirilen istisnalara
yer verilmemiştir. Yasa bu yönüyle eleştiriye açıktır. Ancak 99/70 sayılı AB
Yönergesine aykırı olduğu söylenemez. Zira 4857 sayılı ĐK düzenlemesi
Yönergenin çizdiği esnek çerçeve içinde değerlendirildiğinde daha katı bir
yaklaşım olmakla birlikte, bireysel olarak işçinin lehinedir. Hatta ilk kez de
olsa objektif haklı nedene dayanılarak kurulabileceği kabul edilen belirli süreli
iş sözleşmelerine, ayrıca azami süre ve/veya sayı sınırlaması getirilmesi de
Yönergeye aykırı değildir.
Böyle bir düzenleme AB üyesi ülkelerden sadece Fransa’da söz konusudur. Bu ülkede, AB Konseyinin 99/70 sayılı Yönergeyi yayımlamasından
sonra Kıta Avrupa’sındaki genel esnekleşme eğilime uygun olarak be-lirli
süreli iş sözleşmesi yapılabilecek durumlar arasına birçok yenisi eklenmesine
karşın, hâlâ ilk kez de olsa belirli süreli iş sözleşmelerinin kurulabilmesi için Đş
Kodunda (L 1242-2 vd.) belirtilen durumlardan birinin bulunması aranmaktadır. Fransa’da bu şekilde kurulacak belirli süreli iş sözleşmeleri azami bir
süre ve sayı ile de sınırlanmıştır. Buna göre Fransa’da, belirli süreli iş sözleşmelerinin toplam süresi L 1243-13’deki koşullara göre yenilenmediği sürece 18
ayı geçemez (L1242-8). Belirli süreli iş sözleşmesi bir defaya mahsus olmak
üzere belirli süreli olarak yenilenebilir. Başlangıçtaki süreye eklenen yenilen-
miş süre toplamı L. 1242-8’de belirtilen maksimum süreyi geçemez. Yenileme
koşulları, belirli süreli sözleşmede yer almış veya ilk olarak kararlaştırılmış
olan süreden önce işçiye bildirilmiş olmalıdır (L1243-13).
Portekiz ve Đspanya’da ise, azami süre ya da sayı sınırlaması bulunmamakla birlikte, belirli süreli iş sözleşmeleri ilk kez yapılırken ve yenilenirken her halde objektif haklı neden aranmaktadır(bkz. http://www.eiro.
eurofound.ie/print/2001/08/feature/pto108160f.html; http :// www. eurofound.
eu.int/emire/Portugal/FIXED TERM CONTRACT.pt.html; bkz. http:// www.
eiro.eurofound.ie//2002/02/study/TN0202101S.html). Ancak Fransa’da olduğu
gibi bu ülkelerde de, esneklik sağlanması amacıyla yasada belirtilen çok sayıda
durumda belirli süreli iş sözleşmesi yapılmasına izin verilmiştir. Bunlar arasında, klasik belirli süreli istihdam türlerinin yanında, istihdama ilk kez
katılanlar ve uzun süre işsiz kalanlar gibi istihdamında güçlük bulunanlar ya da
yeni kurulan işletmelerde çalışanlarla yasada belirtilen koşullarda belirli süreli
iş sözleşmesi yapılabilmesi de yer almaktadır. Anılan grupta yer alanlarla ilk
kez belirli süreli iş sözleşmesi yapılırken objektif haklı neden aranmayacağı
açıktır.
Yönergede, sona ereceği zamanın gün ya da tarih olarak kararlaştırılması yanında sözleşmenin süresini belirleyeceği kabul edilen diğer iki
objektif ölçüte gelince, bunlar süre belirleyici özelliklerinin dışında iş
sözleşmesinin süreye bağlanmasını haklı kılan objektif birer neden niteliği de
taşımaktadır. Đş sözleşmesi kapsamında görülecek iş, belirli bir işin tamamlanmasına ilişkin ya da belirli durumun ortaya çıkmasına bağlıysa amaçlanan iş
tamamlandığında ya da söz konusu durum ortadan kalktığında iş de sona erer.
Eğer amaçlanan iş ve bu işin ne zaman tamamlanacağı ya da o işi yaratan
durumun ne zaman sona ereceği taraflarca yeterince açık biliniyorsa, ayrıca bir
takvim birimi olarak süre öngörülmese de sözleşme süreye bağlanmış sayılır.
Burada önemli olan, sadece tarafların amaçlarına ulaşmasıyla ya da söz konusu
durumun ortadan kalkmasıyla istihdam ihtiyacının sona ereceğinin bilinmesi
değil, bunun gerçekleşeceği zamanın da bilinmesi veya öngörülebilir olmasıdır.
Ancak bu durumda sözleşmenin süreye bağlandığı kabul edilebilir. Anılan
durumlarda işin doğası sözleşmenin belirli süreli olmasını gerektirmekte ve
haklı kılmaktadır. Türk hukukunda da BK’nun 338. maddesi uyarınca aynı
esaslar öteden beri benimsenmiştir(bkz. Süzek, Đş Hukuku, 223-224; aynı
yazar, Yargıtayın Đş Hukukuna Đlişkin 1998 Kararlarının Değerlendirilmesi,
Đstanbul 2000, 68-69; Gülsevil Alpagut, 4857 Sayılı Yasa, 74-75; aynı yazar,
Belirli Süreli, 11, 15.; Eyrenci – Taşkent – Ulucan, 64; Çelik, Dersler, 90-91;
Tuncay, Sözleşme Türleri, 130-131; Mollamahmutoğlu, 329).
Nitekim incelediğimiz ikinci grup kararlarda bu husus şu görüşlere yer
verilerek ifade edilmiştir: “Belirli süreli iş sözleşmesinden bahsedilebilmesi
için, sözleşmenin süreye bağlanmış olması ve belirli süreli iş sözleşmesinin
yapılması için objektif nedenlerin bulunması gerekir. Objektif neden olsa bile,
sözleşmenin akdedildiği tarihte, iş ilişkisinin sona ereceği tarih belli değil veya
belirlenebilir de değil ise, belirsiz süreli iş sözleşmesi söz konusu olur. Đş
sözleşmesi taraflarca açık olarak belirli bir süreye bağlanmasa bile, işin
amacından belirli süreli olduğu anlaşılıyorsa, sözleşmenin örtülü olarak süreye
bağlanması söz konusu olur (BK mad. 338/1)”
Bu bağlamda son olarak belirtelim ki belirli süreli iş sözleşmesi
bağıtlanmasını haklı kılan objektif bir nedenin bulunması, sözleşmenin mutlaka
belirli süreli olmasını gerektirmez. Zira işveren, süresi belirli bir iş için aldığı
işçiyle onu ileride başka işlerde de çalıştırabileceği düşüncesiyle belirsiz süreli
bir iş sözleşmesi yapabilir (bkz. Alpagut, 4857 Sayılı Yasa, 74-75).
f) Belirli Süreli Đş Sözleşmesi Yapılabilmesinin Azami Süre ve Sayı
Sınırlamasına Bağlanmasının Gerekliliği
Đncelemeye çalıştığımız ikinci grup kararlarda, “Đş Kanunu'nun 1l'nci
maddesinin 2 ve 3'üncü fıkralarında zincirleme yapılan belirli süreli iş
sözleşmelerinin esaslı bir nedene dayanması halinde belirli süreli olma
özelliğini koruyacağı; aksi takdirde belirsiz süreli iş sözleşmesi sayılacağı
düzenlenmiştir. Belirli süreli iş akdinin yapılmasının objektif nedeni varsa ve
bu neden devam ediyorsa veya yeni bir neden ortaya çıkmışsa belirli süreli iş
sözleşmeleri yenilenebilir şeklinde değerlendirilmelidir. Zincirleme iş sözleşmelerini belirli süreli niteliğini koruyabilmeleri için her birinde aranan objektif
nedenlerin aynı olması da şart değildir” görüşlerine yer verilmiştir. Hal böyle
olmakla birlikte, objektif nedenlerin varlığı devam ettiği sürece sınırsız sayıda
belirli süreli iş sözleşmesi yapılabileceği gibi bir sonuca varılması da isabetli
değildir. Bunun sınırını da yine dürüstlük kuralı oluşturur. Örneğin iki yıllık bir
proje işinde çalışacak işçilerle altışar aylık zincirleme dört sözleşme yapılması
doğru ve adil değildir. Çünkü bu uygulamaya izin verilmesi işverene anılan
süre içinde her altı aylık dönem sonunda iş güvencesi hükümlerine tabi olmaksızın iş sözleşmesini serbestçe sona erdirme olanağı tanımak anlamına gelecektir. Bunun yasanın amacına ve dürüstlük kuralına aykırı olduğu açıktır(Ali
Güzel, Yargıtayın Đş Hukukuna Đlişkin Kararlarının Değerlendirilmesi 2005,
Ankara 2007, 31-32; Süzek, Đş Hukuku, 231-232). Nitekim, Yargıtay 9. Hukuk
Dairesi de 2005 yılında verdiği bir kararında “Đş hukukunda esas olan belirsiz
süreli iş sözleşmeleridir. Davacı altı yıl gibi bir süreyle işveren nezdinde
çalışmıştır. Dosya içerisinde 4857 sayılı 11. maddesinde belirtilen objektif
nedenler davacının yaptığı işle uyum göstermemektedir. … Özel Kanunlar
haricinde altı yıl gibi bir sürede ardarda yapılan belirli süreli iş sözleşmeleri
4857 sayılı Kanunun 11. maddesi amacı dışına çıkacağından işçinin belirsiz
süreli iş sözleşmesiyle çalıştığı kabul edilmelidir” ifadelerine yer vermek
suretiyle bu görüşü açıklamıştır(Y9HD, E. 2005/12170, K. 2005/15792,
Çalışma ve Toplum, S. 4, 231-233; ayrıca Ali Güzel’in kararı isabetli bulan
değerlendirmesi için bkz. Güzel, Değerlendirme 2005, 31-32).
Anılan şekildeki belirli süreli işlerde iş süresi parçalara bölünmeksizin
belirli süreli iş sözleşmesi yapabileceğinin kabulü uygun olur. Ancak işin
tamamlanması için öngörülen süre sonunda iş tamamlanamamışsa, iş sözleşmesinin süresinin uzatılması olanaklı olduğu gibi, ortaya çıkan ek işgücü
ihtiyacı, sözleşmenin yenilenmesi bakımından objektif neden oluşturuyorsa,
belirli süreli iş sözleşmelerinin yenilenmesi de olanaklıdır. Kanımızca bu gibi
uzun süreli işlerde, işverenlerin azami süreli iş sözleşmesi yapmaları da
düşünülebilir ve bu olasılığın varlığı da yukarıda vardığımız sonucu haklı
kılmaktadır. Zira uzun süreli projelerde fesih yetkisini elinde tutmak isteyen
işverenler azami süreli iş sözleşmesi yapabilecektir. Bu tür sözleşmeler
belirlenen süre içinde belirsiz süreli iş sözleşmelerinin rejimine tabi olacaklarından, belirsiz süreli iş sözleşmeleri nasıl sona erdirilebiliyorsa, o şekilde sona
erdirilebilecektir. Ancak azami süreli sözleşmeler öngörülen süre sonunda
belirli süreli sözleşmeler gibi kendiliğinden sona erecekleri için, bu tür
sözleşmelerin yapılabilmesi sözleşmenin süreye bağlanmasını haklı kılan
objektif bir nedenin bulunması koşuluna bağlıdır(Süzek, Đş Hukuku, 236;
Ekonomi, Belirli Süreli, 28, 32).
Bu bağlamda son olarak belirtelim ki incelediğimiz kararlardan ilk
grubunda yasa koyucunun belirli süreli iş sözleşmeleri bakımından azami bir
süre öngörmesinin uygulamayı rahatlatacağı haklı olarak dile getirilmiştir.
g) Đşçinin Niteliğinin Đş Sözleşmesinin Belirli ya da Belirsiz Süreli
Olarak Değerlendirilmesinde Ölçüt Oluşturmaması
Yargıtay 9. Hukuk Dairesinin incelediğimiz ilk grup kararında, 99/70
sayılı AB Yönergesi ile 158 sayılı ILO sözleşmesine atıfta bulunularak, bu
belgeler ışığında değerlendirildiğinde, işçinin niteliğinin belirli süreli iş
sözleşmelerinin yapılmasının objektif yönden haklılığının denetlenmesinde
ölçüt oluşturmayacağı belirtilmiştir. Anılan kararda bu husus şu görüşlere yer
verilerek dile getirilmiştir: “Sözü edilen normatif dayanaklara göre işçinin
niteliğine göre sözleşmenin belirli ya da belirsiz süreli olarak değerlendirilmesi imkanı ortadan kalkmıştır. Buna karşın yapılan işin niteliği belirli süreli
iş sözleşmesi yapılabilmesi için önemlidir. Yasada belirli süreli işlerle, belirli
bir işin tamamlanması veya belli bir olgunun ortaya çıkması gibi objektif
koşullara bağlı olarak belirli süreli iş sözleşmesi yapılabilecektir”. Yüksek
Mahkemenin bu açıklaması, daha önceki bazı kararlarında işçinin niteliğinin
belirli süreli iş sözleşmesi yapılması bakımından objektif neden oluşturabileceği kabul edildiği için önemlidir. Dairenin geçmiş yıllarda verdiği, hemşirenin, işyeri hekiminin, kontrol mühendisinin, elektrik mühendisinin nitelikli işçi
olmaları nedeniyle belirli süreli iş sözleşmesiyle çalışabilecekleri yönünde
kararları bulunduğu gibi (Y9HD, 9.5.2002, E. 2001/20847, K. 2002/7404 ve
Mikdat Güler’in Değerlendirmesi, Legal ĐHSGHD, S. 2, 545 vd.; Y9HD,
1.7.2004, E. 2004/4300, K. 2004/16295, Legal ĐHSGHD, S. 5, 312; Y9HD,
12.4.2005, E. 2004/18480, K. 2005/12960, Çalışma ve Toplum, S. 3, 271-272,
Güzel, Değerlendirme 2005, 22-23; YHGK, 15.12.2004, E. 9-655/714, ĐBD,
2005/3, 907-908) asgari ücretle çalışan işçilerle, temizlik işçileriyle niteliksiz
çalışanlar oldukları için belirli süreli iş sözleşmesi kurulamayacağı görüşüne
yer verdiği kararları da bulunmaktadır (Y9HD, 24.3.2005, E. 2005/189555, K.
2005/9551, Legal ĐHSGD, S. 7, 1337-1338; Y9HD, 16.10.2006, E. 2006/5882,
K. 2006/27048, Legal ĐHSGD, S. 13, 307-308). Oysa objektif nedenler varsa
vasıfsız işçilerle belirli süreli iş sözleşmesi yapılmasına da bir engel
bulunmamaktadır(Süzek, Đş Hukuku, 228; Ekonomi, Değerlendirme 2007, 3738; ). Yüksek Mahkemenin incelemeye çalıştığımız yeni kararlarında işin
niteliğini ve buna göre objektif nedenlerin bulunup bulunmadığını değerlendirerek sonuca gitmesi isabetlidir. Yargıtay 9. Hukuk Dairesinin incelediğimiz
7.12.2009 tarihli kararında bu husus “ …işyeri hekimlerinin iş sözleşmelerinin
belirli süreli olarak yapılacağına ilişkin bir düzenleme bulunmamaktadır.
Davacının yaptığı görev itibariyle de belirli süreli iş sözleşmesiyle çalışmasını
gerektirecek objektif ve esaslı bir neden bulunmamaktadır” görüşlerine yer
verilmek suretiyle ayrıca vurgulanmıştır. Kuşkusuz ki, objektif bir neden varsa
örneğin belirli süreli bir proje kapsamında kurulan bir işyerinde çalışmak üzere
belirli süreli iş sözleşmesiyle işyeri hekimi çalıştırılması her halde olanaklıdır.
h) Güven ve Başarı Temeline Dayalı Belirli Süreli Đş Sözleşmesi
Đşçinin niteliği belirli süreli iş sözleşmesi bağıtlanması için objektif
haklı neden oluşturmamakla birlikte, işçiyle ilgili bazı nedenler belirli süreli iş
sözleşmesi yapılmasını objektif bakımdan haklı kılabilir. Şöyle ki, işyerinde
yönetici konumunda bulunan işçilerle yapılan iş sözleşmelerinde taraflar
arasındaki güven ilişkisi diğer işçilere göre çok daha yoğundur. Bu güven
ilişkisi ile yönetici işçinin ve dolayısıyla işletmenin başarısı iş ilişkisinin
devamında belirleyici rol oynar. Böyle bir ilişki esas olarak, işletmenin karar
alma sürecinde etkili olan üst düzey yöneticilerle işveren arasında söz konusu
olabilir. Üst düzey yöneticilerle işveren arasındaki güven ve başarı temeline
dayalı iş ilişkisinin belirli devreler halinde gözden geçirilmesi ihtiyacının, söz
konusu ilişkinin belirli süreli iş sözleşmeleri ile kurulmasını haklı kılabileceği
kabul edilmektedir. Bu tür iş ilişkilerinde işçi, kişiliği ve mesleki niteliklerinin
yapılacak işe uygunluğunun belirlenmesi bağlamında sınanmaktadır. Đşletmenin verimliliği ve kârlılığı için yöneticinin başarısının dönemsel olarak
gözlenmesi amaçlanmaktadır(Rehbinder, 45; bu konuda ayrıntılı bilgi için
ayrıca bkz. Başterzi, Belirli Süreli, 144 vd.). Nitekim Yargıtay 9. Dairesi de
2007 yılında verdiği bir kararında (Y9HD, 21.11.2007, E. 2007/7534, K.
2007/34760, Legal ĐHSGHD, S. 17, 177-178) genel müdür yardımcısının üst
düzey yönetici konumunda olduğunu belirterek yaptığı belirli süreli iş
sözleşmesine geçerlilik tanımış ve iş sözleşmesinin süresinden önce feshedilmesi nedeniyle kalan süre için tazminata hükmetmiştir. Yüksek Mahkemenin
bu kararı, başarı ve güven ölçütüne dayandığı kabul edilirse isabetlidir
(Ekonomi, Değerlendirme 2007, 39).
Burada, işçi statüsünde oldukları dikkate alındığında üst düzey yöneticilerin de diğer işçiler kadar belirli süreli iş sözleşmeleriyle iş güvencesi
sisteminin dışında bırakılma riskine karşı korunma hakkına sahip olup
olmadıkları tartışılabilir. Üst düzey yöneticiler, işletmede yönetsel kararların
alınmasına katılır ya da bu kararları bizzat alır ve uygulamaya geçirilmesi
faaliyetini yönetip denetler. Dolayısıyla bir yandan işçi statüsünde olmalarına
karşın diğer yandan bir girişimci işlevi ve işveren rolü üstlenirler. Anılan
özellikleri nedeniyle, üst düzey yöneticilerin yürüttükleri işin gerektirdiği
sorumluluğu taşıyacak liyakatı gösterememeleri işverenle aralarındaki güven
ilişkisinin zedelenmesine yol açmışsa, işverenlerin bunlara katlanmak zorunda
olmadığı ve iş ilişkisini kolayca sona erdirebilme olanağına sahip olmaları
gerektiği kabul edilir(Rehbinder, 45; Alpagut, Belirli Süreli, 84). Bu
yaklaşımla ĐK’nun 18. maddesinin 5. fıkrasında, işletmenin bütününü yöneten
işveren vekilleri ve yardımcılarıyla işyerinin bütününü yöneten, işçi alma ve
işten çıkarma yetkisine sahip olan işveren vekillerinin, ĐK’nun iş güvencesine
ilişkin hükümlerinin uygulama alanı dışında kalacakları öngörülmüştür.
Kanımızca belirli süreli iş sözleşmesi yapılarak dolanılması olasılığı bulunan iş
güvencesi hükümlerinin korumasından zaten yoksun bulunan söz konusu üst
düzey yöneticiler yönünden, işverenle aralarındaki başarı ve güvene dayalı
ilişki, bunlarla yapılacak iş sözleşmesinin süreye bağlanmasını objektif yönden
haklı kılabilir(bkz. Eyrenci – Taşkent – Ulucan, 61; aksi görüşte, Alpagut,
4857 Sayılı Yasa, 82).
ı) Đşçinin Çalışacağı Birimin Deneme Amacıyla Yeni Kurulmuş
Olmasının Objektif Haklı Neden Oluşturmaması
Đkinci grup kararlar arasında yer alan 20.4.2009 tarih ve 27905/11203
sayılı karara konu uyuşmazlıkta ilk derece mahkemesince “… davalı
tarafından belirli bir amaç doğrultusunda Đstanbul'da bulunan satın alma
bölümünün Lüleburgaz fabrikasına aktarıldığı, alınan kararlar doğrultusunda
bir yıla yakın süre işleyişinin takip edildiği, bu bölümde çalıştırılmak üzere
yine bu amaç kapsamında davacı ile belirli süreli hizmet sözleşmesi imzalandığı, sözleşmenin süresinin bitimi ile davacının sözleşmesinin de sona erdiği,
yenilenmediği ve Lüleburgaz'da bulunan bu bölümün kapatıldığı, sözleşmeyi
belirli süreli yapmayı haklı kılacak olguların işverence kanıtlanmış olduğu,
davacı tarafından tanık bildirilmediği, başka delil de gösterilmediği, sözleşmenin belirli süreli olması nedeniyle işe iade istenilemeyeceği gerekçisiyle
dava reddedilmiş, davacı tarafından temyiz edilmiştir.”
Yargıtay 9. Hukuk Dairesi ise, ilk derece mahkemesinin anılan kararını
şu görüşlere yer vererek bozmuştur: “Taraflar arasında, Đş Kanunu'nun 11'inci
maddesinin 1 ve 2'nci fıkraları anlamında esaslı neden olmadan akdedilen
belirli süreli sözleşme, belirsiz süreli sayılacağından, işveren, sürenin sona
ermesiyle sözleşmenin sona erdiğini bildirdiğinde, işçi, sözleşmenin belirsiz
süreliye dönüştüğünü, işverenin bildirim şartına uymadan iş sözleşmesini
feshettiği gibi geçerli bir sebep gösterilmeden feshedildiğini ileri sürerek bir
aylık hak düşürücü süre içerisinde dava açabilecektir. …
Dosya içeriğine göre, davacı satın alma sorumlusu olarak işyerinde
çalışmıştır. Hizmet sözleşmesi 2.5.2006 tarihli olup 31.3.2007'ye kadar
sürelidir. Davacının işyerinde yaptığı işin nitelikleri gereği belirli süreli
sözleşme yapılmasını gerektirecek neden bulunmamaktadır, taraflar arasındaki
sözleşme belirsiz sürelidir.”
Anılan uyuşmazlıkta ilk derece Mahkemesi işletmeye ilişkin bir neden
bulunduğu sonucuna varmasına karşın Yargıtay 9. Hukuk Dairesi aynı görüşü
paylaşmamıştır. Kanımızca Yüksek Mahkemenin bu görüşü isabetlidir. Đlk bakışta yeni bir birimin işleyip işlemeyeceğinin denenmesi objektif bir işletmesel
neden gibi görünmekle birlikte, bu sonuca varılması yeni kurulan işyerlerinde
ya da işyeri birimlerinde çalışanlarla işyerinin denenmesi gerekçesiyle belirli
süreli iş sözleşmesi yapılabilmesi sonucunu doğurur ki, işletme riskini işçinin
üzerine yükleyen böyle bir sonuca içtihat yoluyla ulaşılması uygun olmaz.
Ayrıca dava konusu uyuşmazlıkta satın alma bölümü Đstanbul’dan
Lüleburgaz’a taşınmış, davacının çalıştırıldığı bu bölüm bir yıl denendikten
sonra kapatılmıştır. Ancak işverenin bu hizmete olan ihtiyacı ortadan kalkma-
mıştır. Söz konusu bölüm her halde yeniden Đstanbul’da faaliyete geçirilecektir.
Dolayısıyla davacının çalıştığı iş niteliği itibariyle süreklidir. Nitekim kararda
iş sözleşmesinin belirsiz süreli olduğu tespit edildikten sonra, yapılan feshin
geçersiz olduğu açıklanırken feshin son çare olması ilkesine de uyulmadığı
belirtilmiştir. Her halde bu sonuca varılması davacıya kapatılan satın alma
bölümünün açılacağı yeni yerde iş teklif edilmemiş olmasından kaynaklanmaktadır.
i) Đşçinin Haklı Menfaatinin Objektif Neden Oluşturması
Đncelediğimiz ilk grup karardan ilk ikisinde davacı, işverenle bağıtladığı belirli süreli iş sözleşmesi öngörülen süre dolmadan feshedildiği için
kalan süreye ilişkin ücretini talep etmiştir. Bu davalarda Yargıtay 9 Hukuk Dairesi davaların kabulüne karar veren ilk derece mahkemesi kararlarını “Davacının açıklanan çalışma şekli ile süreli sözleşme yapılmasını gerektiren objektif
koşullar bulunmamaktadır. Bu durumda iş sözleşmesinin başlangıçtan itibaren
belirsiz süreli olduğunun kabulü gerekir. Mevcut olgulara göre davacının
bakiye süre ücreti tutarında alacak isteğinin reddine karar verilmesi gerekirken kabulü yönünde hüküm kurulmuş olması hatalı olmuştur.” görüşlerine yer
vermek suretiyle bozmuştur.
Gerek işçi gerek işveren bakımından objektif haklı nedenlerin bulunması belirli süreli iş sözleşmesi yapılmasını haklı kılar. Ancak, bu konudaki
tartışmalar daha çok işveren yönünden objektif haklı neden oluşturan durumlar
üzerinde yoğunlaşmaktadır. Çünkü, iş sözleşmesinin şekli genellikle, güçlü
konumda olduğu için işverenin isteğine ve menfaatine göre belirlenir. Đş
sözleşmesinin belirli süreli yapılması, öngörülen sürenin sonunda iş sözleşmesinin kendiliğinden sona ermesi, bu durumda işçinin iş güvencesi hükümlerinden ve kıdem tazminatından yararlanamaması nedeniyle bir yandan iş
gücü maliyetini azalttığı, diğer yandan esneklik sağladığı için işverenin
yararınadır. Bu nedenle, belirli süreli iş sözleşmelerinden yararlanılarak işçiyi
koruyucu iş hukuku kurumlarının etkisiz kılınmasının önlenmesi amacıyla
işverenlerin belirli süreli sözleşme bağıtlayabilmeleri objektif haklı nedenlerin
varlığı koşuluna bağlanmıştır. Belirli süreli iş sözleşmesi yapılmasının bu
şekilde koşula bağlanmasının işçinin korunması düşüncesine dayandığı dikkate
alındığında, sözleşmenin belirli süreli yapılması objektif olarak işçinin menfaatine uygunsa, olayın özelliğine göre işçinin sözleşme iradesi araştırılarak
sözleşmenin belirli süreli yapıldığı kabul edilebilir. Nitekim, Almanya’da
yürürlükte bulunan Kısmi Süreli Çalışmalar ve Belirli Süreli Sözleşmeler
Yasasında, işçinin menfaatine uygun kişisel nedenler belirli süreli iş sözleşmesi
yapılmasını haklı kılan objektif nedenler arasında sayılmıştır (m.14/6).
Örneğin, işçinin sürekli bir işe alınacağı tarihe kadar başka bir işte belirli süreli
iş sözleşmesi ile çalışmayı istemesi bu kapsamda değerlendirilebilir(bkz.
Löwisch, 396; Schmidt, 9). Yine mevsimlik iş sözleşmesiyle çalışan bir işçinin
mevsim dışında bulduğu bir işte belirli süreli iş sözleşmesiyle çalışmayı
istemesi olasıdır. Zira bu şekilde istihdam garantisi de sağlamış olacaktır.
Đş sözleşmesinin belirli süreli yapılması, iş güvencesi önlemlerinden ve
kıdem tazminatından yararlanma koşullarını taşımayan işçinin menfaatine de
uygun olabilir. Çünkü anılan durumlarda belirli süreli iş sözleşmesi yapılması,
sözleşme süresince sahip olacağı iş güvencesi nedeniyle işçinin yararınadır.
ĐK’nun ve iş güvencesi sisteminin uygulama alanı dışında kalıp da kendi özel
yasaları uyarınca iş güvencesi hükümlerinden ve kıdem tazminatından
yararlandırılmayanlarla ĐK kapsamında olmakla birlikte iş güvencesi kurallarının uygulama alanı dışında kalan bir işyerinde çalışanlar bu durumdadır.
Anılan durumlar, belirli süreli iş sözleşmesi yapılmasını objektif olarak haklı
kılan birer olgu olarak nitelendirilebilir(Eyrenci – Taşkent – Ulucan, 61).
Bu yaklaşımla Almanya’da, 1 Ocak 2001’de Kısmi Süreli Çalışmalar
ve Belirli Süreli Sözleşmeler Yasasının yürürlüğe girmesine kadar, iş güvencesi
önlemlerini düzenleyen Feshe Karşı Koruma Yasasının uygulama alanı dışında
bulunan beşten az (Bu sayı 31.12.2003 tarihinden sonra işe girenler bakımından
ona çıkarılmıştır.) işçinin çalıştığı işyerlerinde işçilerle belirli süreli iş
sözleşmesi yapılabilmesi için objektif haklı neden bulunması koşulu
aranmamıştır. Kısmi Süreli Çalışmalar ve Belirli Süreli Sözleşmeler Yasasıyla
işyerinde çalışan sayısına bakılmaksızın belirli süreli iş sözleşmesi yapılması
objektif haklı bir nedenin bulunması koşuluna bağlanmıştır(Schmidt, 9).
Ancak hemen belirtelim ki, Kısmi Süreli Çalışmalar ve Belirli Süreli
Sözleşmeler Yasasında, belirli süreli iş sözleşmeleri objektif haklı neden
koşuluna bağlanırken, işçinin iş güvencesi kurallarının kapsamında olup
olmamasına göre bir ayrıma gidilmemesinin nedeni, bu Yasada, bir işyerinde
ilk kez işe alınanlarla 24 ay süreyle objektif haklı neden aranmaksızın belirli
süreli iş sözleşmesi yapılmasına izin verilmiş olmasıyla açıklanabilir.
Öte yandan işçinin, uzunca bir süre için yapılacak belirli süreli iş
sözleşmesini daha güvenceli bularak tercih etmesi de olasıdır. Örneğin, piyasa
koşullarının kötü olduğu ve işverenlerin işletme gerekleri nedeniyle sıkça işçi
çıkardıkları bir ortamda işçi, önüne çıkan dört-beş yıl gibi uzun süreli bir iş
sözleşmesi önerisini menfaatine uygun bularak kabul edebilir. Daha güvencede
olacaklarını düşünüyorlarsa sendikalar da üyelerinin bu şekilde sözleşme yap-
malarına aracılık edebilir. Đşverenle yapılacak bir anlaşmayla kıdem tazminatları da garanti edilebilirse, işçilerin bu yöndeki tercihleri güçlenir. Belirtelim
ki, 4857 sayılı ĐK’nun yürürlüğe girmesiyle birlikte, 1475 sayılı ĐK’nun kıdem
tazminatını düzenleyen 14. maddesi mutlak emredici olma özelliğini yitirerek
nispi emredici nitelik kazanmış (Süzek, Đş Hukuku, 680-681) ve işçi yararına
anılan şekilde bir anlaşmanın yapılması olanaklı hale gelmiştir.
Bu noktada belirtelim ki, 1475 sayılı ĐK’nun 14. maddesinde sınırlı
olarak sayılan kıdem tazminatına hak kazandıran sona erme sebepleri arasında
gösterilmediği için, iş sözleşmesinin belirli sürenin dolmasıyla sona ermesi
durumunda işçi kıdem tazminatına hak kazanamamaktadır. Ancak, 4857 sayılı
ĐK’nun 12. maddesinde, belirli süreli iş sözleşmesiyle çalıştırılan işçilerin,
ayrımı haklı kılacak bir neden olmadıkça sadece iş sözleşmesinin süreli
olmasından dolayı, belirsiz süreli çalışan emsal işçiye göre farklı işleme tabi
tutulamayacağının öngörülmüş olması karşısında mevcut durum en azından
olması gereken hukuk bakımından tartışılır hale gelmiştir. Çünkü 1475 sayılı
ĐK’nun 14. maddesi düzenlemesi ile 4857 sayılı ĐK’nun düzenlemesi arasında
açık bir çelişki söz konusudur. Bu çelişkinin giderilmesi için, birçok ülkede
olduğu gibi (bkz. Başterzi, Belirli Süreli, 138-139) diğer koşulları da varsa,
belirli sürenin dolmasıyla iş sözleşmesi sona eren işçilere de kıdem tazminatı
hakkının tanınması en isabetli çözümdür. Böyle bir değişikliğe gidilirse, belirli
süreli iş sözleşmeleri daha rahat yapılarak istihdamın güvenceli şekilde
esnekleştirilmesi de kolaylaştırılmış olur.
Bu açıklamalar çerçevesinde incelemeye çalıştığımız kararlar değerlendirilmek gerekirse, iş sözleşmesinin yapıldığı sırada işçinin de sözleşmenin
belirli süreli yapılması konusunda menfaati ve isteği söz konusu ise, Yüksek
Mahkemenin kararlarlarında vardığı sonuçtan farklı olarak yapılan belirli süreli
iş sözleşmesine geçerlilik tanımak ve ona göre karar vermek gerekir. Yine,
sözleşmenin yapıldığı sırada işçinin sözleşmenin süreye bağlanması konusunda
isteği ya da sözleşmenin türünün belirlenmesinde etkisi bulunmasa da, sözleşmesi feshedilen işçi davasını sözleşmenin belirli süreli olduğu esasına
dayandırmışsa, buna karşı sözleşmenin türünü belirlemede hakim konumda
bulunan davalı işverenin sözleşmenin belirsiz süreli olduğunu ileri sürmesi her
halde dürüstlük kuralına aykırı olur. Açıklanan nedenlerle incelediğimiz bu
kararlar bakımından Yüksek Mahkemenin vardığı sonuçtan farklı düşünmekteyiz (Başterzi, Belirli Süreli, 136-139).
2) Mevsimlik Đş Sözleşmesi
Yargıtay 9. Hukuk Dairesinin 2009 yılında mevsimlik çalışmayla ilgili
bütün temel sorunların tarandığı oldukça ayrıntılı kararlar verdiği görülmektedir. Bu kararlardan bazı yönleriyle değerlendirmeyi uygun bulduğumuz
(Y9HD, 28.12.2009, E. 2008/13374, K. 2009/38104, Çalışma ve Toplum, S.
25, 397-405; Y9HD, 16.4.2009, E. 2007/36309, K. 2009/10880, Legal
ĐHSGHD, S. 22, 674-680; Y9HD, 22.1.2009, E. 2007/36135, K. 2009/702,
Legal ĐHSGHD, S. 24, 1730-1733) ikisinde ele alınan başlıca hususlar, mevsimlik işin tanımlanması, mevsimli iş sözleşmelerinin belirli ya da belirsiz
süreli yapılması, mevsimlik çalışanların iş güvencesi hükümlerinden yararlanmaları, kıdem tazminatlarının hesabı, yıllık ücretli izin talebiyle ilgili sorunlar,
mevsimlik iş sözleşmesiyle çalışanların sendika üyeliği şeklinde sıralanmaktadır. Aşağıda bu konulardan değerlendirme alanımız içinde kalanlar
üzerinde durulmaya çalışılacaktır.
Yukarıda künyesi verilen kararlardan ilkine konu uyuşmazlıkta davacı,
bir kamu ortaklığında geçici işçi statüsünde zincirleme iş sözleşmeleriyle
çalıştıktan sonra emekli olduğunu yıllık izinlerinin kullandırılmadığını, ücretinin de ödenmediğini, işyerinin özelleştirme kapsamında davalıya devredildiğini belirterek yıllık ücretli izin alacağının tahsiline karar verilmesini talep
etmiştir. Đsteği ilk derece mahkemesince hüküm altına alınmıştır. Yargıtay 9.
Hukuk Dairesi ise, somut olayda davacının statüsü yeterince araştırılmadan sonuca gidilmesini yeterli görmemiş ve eksik inceleme nedeniyle kararı
bozmuştur.
Đkinci karara konu olayda ise, davacının kış sezonunda çalışıp çalışmadığı uyuşmazlık konusu olmuştur. Kararda dosya içeriğine göre davacının
Ağustos ayında memleketine yaklaşık bir ay ücretsiz izin alarak fındık
toplamaya gittiği, her iki taraf tanıklarının beyanlarına göre davacının halı
dokuma ve temizlik işi yaptığı, işyerinde Kasım ayından Nisan-Mayıs ayına
kadar çalışma olmadığı, ancak bu dönemde turist kafilesi geldiğinde davacının
işe çağırıldığı tespit edilmiş, tanıklardan kışın çağrı üzerine aralıklı yapılan
çalışmaların süreleri sorulmadığı, davacının kıdem, fazla çalışma, izin, ulusal
bayram ve genel tatil ücret alacakları 12 ay çalıştığı yönündeki beyanı dikkate
alınarak hesaplandığı için, ilk derece mahkemesinin kararı eksik inceleme
nedeniyle bozulmuştur.
a) Mevsim ve Kampanya Đşi
Her iki kararda da öncelikle çözümlenmesi gereken husus davacıların
çalışma biçiminin gerçekten mevsimlik olup olmadığının tespit edilmesi şeklinde açıklanmıştır. Kararlarda mevsimlik iş şu şekilde açıklanmıştır: “Çalış-
manın sadece yılın belirli bir döneminde sürdürüldüğü veya tüm yıl boyunca
çalışılmakla birlikte çalışmanın yılın belirli dönemlerinde yoğunlaştığı işyerlerinde yapılan işler mevsimlik iş olarak tanımlanabilir. Söz konusu dönemler
işin niteliğine göre uzun veya kısa olabilir. Her zaman aynı miktarda işçi
çalıştırmaya elverişli olmayan ve işyerinde yürütülen faaliyetin niteliğine göre
işçilerin her yıl belirli sürelerde yoğun olarak çalıştıkları ve fakat yılın diğer
döneminde işçilerin iş sözleşmelerinin ertesi yılın faaliyet dönemi başına kadar
ara vermeyi gerektiren işler mevsimlik iş olarak değerlendirilebilir”.
Bazı iş kollarında mal ya da hizmet üretimi sadece yılın belirli dönemlerinde gerçekleşir veya yoğunlaşır. Bu dönemler mevsimlerle belirlendiği için,
söz konusu işler mevsim (ve kampanya) işleri olarak adlandırılır. Mevsimlik
işleri hava koşulları ya da toplumun satın alma alışkanlıkları ortaya çıkarır.
Bazı satın alma alışkanlıklarını da yine hava koşulları yönlendirir. Hava
koşullarından yoğun etkilenen işler genellikle açık havada yapılan işler veya bu
tür işlere bağlı olarak yürütülen yan işlerdir. Mevsimlik işlere örnek olarak,
tarım işleri ve tarım sanatları, turizm ve inşaat işleri gösterilebilir. Mevsimlere
göre işgücü talebinin yoğunlaşması doğal koşullar yanında, insan davranışlarına ve satın alma alışkanlıklarına da bağlıdır. Bu bağlamda işgücü talebinde
değişiklik yaratan etkenlere örnek olarak, ulusal tatiller, gelenekler, moda,
akademik yılın uzunluğu ve zamanı gösterilebilir. Anılan etkenlere bağlı olarak
yılın belirli dönemlerinde periyodik olarak tekrarlanması mevsimlik işlerin en
belirleyici özelliğidir. Bu yönüyle mevsimlik işler arızi olarak ortaya çıkan
geçici işlerden ya da aralıklı olarak yapılan işlerden ayrılır. Mevsim ve
kampanya işleri aynı hükümlere tabi olduğu için, bu kavramlar ya birlikte
kullanılmakta ya da her ikisini de içine almak üzere sadece mevsimlik işlerden
söz edilmektedir. Aynı şekilde mevsimlere ve toplumun satın alma alışkanlıklarına göre ortaya çıkan kampanya işlerinin genel olarak mevsimlik işlerden
ayrıldığı yön, yılın belirli bir döneminde ve çoğunlukla kısa bir sürede yapılıp
tamamlanmalarıdır. Kampanya işlerinin en tipik örneğini, yılın belirli mevsimlerinde üretilen ürünlerin işlenmesi için sadece o dönemde faaliyet gösteren
tarım sanatları işyerlerinde yürütülen işler oluşturur(bkz. Saymen, 252; Savaş
Taşkent, Mevsim ve Kampanya Đşleri, ĐBD., Kasım-Aralık 1976, 37-54;
Eyrenci, Belirli Süreli, 71-72; Süzek, Đş Hukuku, B.2, 215; aynı yazar, Đş
Akdinin Türleri, Mercek Nisan 2001, 24; Erol Akı, Mevsimlik Đşlerde Çalışma
Sorunları, Prof. Dr. Turhan Esener’e Armağan, 250-251; Alpagut, Belirli
Süreli, 102-105; Süleyman Başterzi, Đşsizlik Sigortası, Ankara 1996, 20 vd.
(Đşsizlik Sigortası); Gaye Burcu Yıldız, “Mevsimlik Đş Sözleşmesi”, Legal
ĐHSGHD; S. 25, 43-44).
Ayrıca belirtmek gerekir ki, mevsimlik işler, yıl boyu faaliyet gösteren
bir işyerinde belirli mevsimlerdeki periyodik iş yoğunluğuna bağlı olarak
ortaya çıkabileceği gibi, sadece belirli mevsimlerde açık olan işyerlerinde de
yapılabilir. Đkinci durumda işin mevsimlik olmasının yanında, işyerinin de
mevsimlik olması söz konusudur(Savaş Taşkent, “Mevsimlik Bir Đşte Yapılan
Belirli Süreli Đş Sözleşmesi”, Prof. Dr. Ali Güzel’e Armağan, I, Đstanbul 2010,
750-751, (Mevsimlik Đş Sözleşmesi)). Đncelediğimiz kararlarda bu ayrımlara
gidilmeksizin, yılın sadece belirli mevsimlerinde yapılan ya da işlerin bazı
mevsimlerde yoğunlaşmasıyla ortaya çıkan işlerin mevsimlik iş olarak tanımlandığı, kampanya işlerinin de mevsimlik işler kapsamında değerlendirildiği
görülmektedir.
b) Mevsimlik Đş Sözleşmelerinin Belirli ya da Belirsiz Süreli
Yapılması
Mevsimlik işlerde belirli ya da belirsiz süreli iş sözleşmesiyle işçi
çalıştırılabilir. Mevsimlik işlerin niteliğinin bu işlerde belirli süreli iş sözleşmesi yapılması açısından objektif neden oluşturabileceği gerek Türk
hukukunda gerek yabancı hukukta genellikle kabul edilmekte, objektif haklı
nedenlerin yasayla düzenlendiği ülkelerde, yasada yer alan objektif haklı
nedenler arasında mevsimlik işler de yer almaktadır(bkz. Kravaritou –
Manitakis, 40 vd.; Despax – Rojot, 67; Treu, 40). Bu görüş incelediğimiz kararlarda “Mevsimlik iş sözleşmeleri 4857 sayılı Đş Kanununun 11. maddesindeki
hükümlere uygun olarak, belirli süreli olarak yapılabileceği gibi belirsiz süreli
olarak da kurulabilir.” denmek suretiyle Yargıtay 9. Hukuk Dairesi tarafından
da ifade edilmiştir.
Mevsimlik iş sözleşmelerinin belirli süreli yapılabileceği konusunda
herhangi bir tereddüt bulunmamakla birlikte, birbirini takip eden mevsimlerde
belirli süreli yapılan iş sözleşmelerinin belirli süreli olma özelliklerini koruyup
koruyamayacağı, sözleşmelerin yenilenmesi noktasında işin türünün mevsimlik
olmasının belirli süreli iş sözleşmesi bağıtlanması için objektif haklı neden
oluşturup oluşturmayacağı üzerinde çok tartışılan bir konudur. Yargıtay 9.
Hukuk Dairesi incelediğimiz kararlarında bu konuya ilişkin olarak şu görüşlere
yer vermiştir.
“… Tek bir mevsim için yapılmış belirli süreli iş sözleşmesi, mevsimin
bitimi ile kendiliğinden sona erer ve bu durumda işçi ihbar ve kıdem
tazminatına hak kazanamaz.
Buna karşılık, işçi ile işveren arasında mevsimlik bir işte belirli süreli
iş sözleşmesi yapılmış ve izleyen yıllarda da zincirleme mevsimlik iş sözleşmelerle çalışılmışsa iş sözleşmesi 4857 sayılı Đş Kanunu'nun 1l/son maddesi
uyarınca belirsiz süreli nitelik kazanacaktır”.
Öğretide Yargıtay 9. Hukuk Dairesinin bu görüşünden daha katı görüşler bulunduğu gibi derece derece Yüksek Mahkemenin görüşünü katı bulan
görüşler de söz konusudur.
4857 sayılı Đş Kanununun getirdiği yeni düzenleme bağlamında ileriye
sürülen bir görüşe göre, mevsimlik çalışmanın yapıldığı bir işyerinde mevsimi
geldiğinde faaliyetin artması arızi nitelik taşımıyor, bir başka deyişle düzenli
aralıklarla her yıl tekrarlanıyorsa bu, işyerinin normal çalışma düzenini oluşturur. Yapılan işin niteliği belirtilen şekilde sürekliyse ve normal iş hacmine
bağlı olarak mevsimlik işçi istihdam ediliyorsa, işin mevsimlik olması iş
sözleşmesinin belirli süreli yapılması için objektif haklı neden oluşturmaz. Bu
tür normal iş hacmine dahil işlerde belirli süreli iş sözleşmesi yapılması en
baştan geçerli görülmemeli, anılan şekilde yapılan iş sözleşmelerinin gerçekte
belirsiz süreli olduğu kabul edilmelidir. Mevsimlik işin süreklilik gösterip
göstermemesini esas alan bu görüşe karşı, takip eden mevsimde işçiye ihtiyaç
olup olmayacağının bilinemeyeceği ileri sürülebilir. Ancak, geleceğe yönelik
olarak piyasadaki belirsizlik belirli süreli iş sözleşmesi yapılmasının haklı
nedeni olarak kabul edilemez(Alpagut, 4857 Sayılı Yasa, 80-81).
Görüldüğü gibi bu yaklaşım işletmenin normal iş hacmi içinde kalan
mevsimlik işlerde ilk kez de olsa belirli süreli iş sözleşmesi yapılamayacağını
ileri sürmekle Yüksek Mahkemenin görüşünden ayrılmaktadır. Kanımızca bu
görüşün kabulü, aslında işin mevsimlik olmasının belirli süreli iş sözleşmesi
yapılması bakımından objektif neden oluşturamaması anlamına gelir ki bu isabetli değildir. Çünkü anılan görüşe göre belirli süreli iş sözleşmesi yapılabileceği kabul edilen mevsimlik işlerin yapıldığı bir işyerinde işgücü ihtiyacının arızi olarak artıp normal iş hacmi dışına çıkması durumunda, belirli süreli iş
sözleşmesi yapabilmenin objektif nedeni, işgücü ihtiyacında sadece mevsime
bağlı olarak ortaya çıkan mutad bir artış değil, arızi olarak ortaya çıkan geçici
işgücü ihtiyacıdır. Diğer deyişle, bu ihtiyacın ortaya çıkması mevsimden
bağımsız olarak her zaman belirli süreli iş sözleşmesi yapılabilmesi için ayrı bir
objektif neden oluşturur.
Buna karşılık 1475 sayılı ĐK döneminde ileri sürülen bir görüşe göre,
mevsimlik işlerde çalışan işçilerin aynı işyerinde sonraki mevsimlerde de
zincirleme olarak aynı koşullarda çalışmaya devam etmiş olması durumunda,
işverenin sözleşme yapma hakkını kötüye kullandığı ileri sürülerek iş
sözleşmesinin belirsiz süreliye dönüştüğünün kabul edilmesi olanaklı değildir.
Çünkü, bu işlerde çalışan işçilerle işin niteliği gereği belirli süreli iş sözleşmesi
yapılmaktadır. Bu işlerin niteliği iş sözleşmesinin belirli süreli yapılmasının ve
yenilenmesinin objektif haklı nedenini oluşturur(Münir Ekonomi, “Türkiye’de
Đşçinin Feshe Karşı Korunması Bakımından 158 Sayılı ILO Sözleşmesi ve Yeni
Model Arayışı”, Almanya’da ve Türkiye’de Đşçinin Feshe Karşı Korunması
Semineri, Đstanbul 1997, 87). ĐK’nun 11. maddesi karşısında bu görüşün
evleviyetle ileri sürülebileceği açıktır.
Nitekim, 4857 sayılı ĐK döneminde de işin mevsimlik olmasının belirli
süreli iş sözleşmesi yapılması bakımından objektif (esaslı) neden sayıldığı
kabul edildiği takdirde, bunun bir defa yapılmasının ya da izleyen yıllarda
tekrarlanmasının fark yaratmayacağı, zira ĐK 11/son hükmü uyarınca esaslı
nedene dayanan belirli süreli iş sözleşmelerinin belirli süreli olma özelliklerini
koruyacakları ileri sürülmüştür. Bu görüşe göre, bir yandan işin niteliğinin
mevsimlik olması belirli süreli iş sözleşmesi yapılabilmesi için objektif neden
kabul edilirken, bu sözleşmenin yenilenmek suretiyle yıllar içinde devam
etmesi durumunda belirsiz süreli iş sözleşmesine dönüşeceğinin ileri sürülmesi
ĐK 11’in içeriği ve amacıyla bağdaşmamaktadır(Taşkent, Mevsimlik Đş
Sözleşmesi, 761-762).
Öğretide savunulan ve Yargıtay 9. Hukuk Dairesinin incelediğimiz
kararlarındaki görüşü ile örtüşen diğer bir görüşe göre ise, işin niteliğinin
mevsimlik olması sadece sözleşmenin ilk kez yapılması aşamasında objektif
neden oluşturabilir. Anılan şekilde belirli süreli olarak yapılan mevsimlik iş
sözleşmelerinin yenilenmesi durumunda da belirli süreli kalabilmesi için, işin
mevsimlik olmasının objektif neden olma niteliğini koruması gerekir. Aksi
halde, iş sözleşmesinin belirsiz süreliye dönüştüğü kabul edilir(Eyrenci –
Taşkent – Ulucan, 81; Süzek, Đş Hukuku, 242 ve aynı yerde dn. 85’de
belirtilen yazarlar). Örneğin, üç yıllığına kiralanan bir tarlada hasat mevsiminde çalıştırılacak bir işçiyle üç yıllık belirli süreli bir iş sözleşmesi
yapılabileceği gibi, söz konusu işçi üç yıl boyunca her yıl yenilenen belirli
süreli iş sözleşmeleriyle çalıştırılabilir. Söz konusu işyerinin kiracı işveren
açısından kira süresiyle sınırlı olarak kurulmuş olması, mevsimlik olarak ardı
ardına üç ayrı belirli süreli iş sözleşmesi yapılmasını haklı kılar. Burada
işyerinin tarlanın üç yıl işletilmesi amacıyla kurulmuş olması, sözleşmelerin
yenilenmesi bağlamında işin mevsimlik olmasının belirli süreli iş sözleşmesi
yapılması açısından objektif neden olma özelliğini korumasını sağlamaktadır.
Ancak kira süresinin uzaması, örneğin kira sözleşmesinin üç yıllığına
yenilenmesi durumunda dürüstlük kuralı gereği aynı sonuca varmak güçtür. Bu
yaklaşımla işin mevsimlik olması ilk kez belirli süreli iş sözleşmesi bağıtla-
nırken objektif haklı neden oluşturmakla birlikte, sözleşmenin yenilenmesi
aşamasında tek başına objektif haklı neden oluşturmaz.
Yargıtay 9. Hukuk Dairesi 1475 sayılı Đş Kanunu döneminden başlayarak anılan ikinci görüşü benimsemek suretiyle, zincirleme yapılan belirli süreli mevsimlik iş sözleşmelerinin, belirsiz süreli sözleşmeye dönüştüğünü,
mevsim dışında kalan sürelerde iş sözleşmesinin askıda olduğunu kabul etmiştir (YHGK., 12.3.1986, E.1984/9-611, K.1986/225, Mustafa Kılıçoğlu, Đş
Kanunu Şerhi, Ankara 1999, 400; Y9HD., 28.1.1999, 4389/6715, Đstanbul
Barosu Bilgi Bankası Arşivi; Y9HD., 21.1.1997, 18217/857, Đlhan Cevdet
Günay, Şerhli Đş Kanunu, C.I, Ankara 1998, 1261; Y9HD., 20.4.1970,
1884/3558, 1475 Sayılı Đş Kanunu – 2821 Sayılı Sendikalar Kanunu – 2822 Sayılı Toplu Đş Sözleşmesi Grev ve Lokavt Kanunu ve Đlgili Yargıtay Kararları,
KAMU-ĐŞ, TÜHĐS, TÜRK KAMU SEN, C.1, Đstanbul 1989, 37). Đncelediğimiz kararlarla da ortaya çıktığı üzere, mevsimlik sözleşmelerin yenilenmesinde
sözleşme yapma hakkının kötüye kullanıldığı esasına dayalı olarak yerleşen bu
içtihadın, belirli süreli iş sözleşmesi yapılabilmesi için objektif bir nedenin
bulunması gerektiğini öngören 4857 sayılı Đş Kanunu döneminde de sürdüğü
görülmektedir.
Yargıtay 9. Hukuk Dairesinin istikrarlı bir şekilde geliştirdiği incelediğimiz kararlara konu içtihadı isabetlidir. Đşin niteliğinin mevsimlik olması ancak iş sözleşmesinin ilk kez yapılması durumunda objektif neden oluşturur.
Buna karşılık, mevsimlik iş yapan bir işyeri sürekli olarak her yıl normal iş
hacmine göre işçi istihdam ediyorsa, bu işyerinde belirli süreli iş sözleşmesiyle
bir mevsim istihdam edilen işçinin çalışması, takip eden mevsimde yine işyerinin normal iş hacmi kapsamında istihdam edildiğinde, işyerinde yürütülen iş
gibi sürekli bir nitelik kazanır. Bu durumda söz konusu işçinin iş sözleşmesinin
belirsiz süreliye dönüştüğünü kabul etmek uygun olur. Mevsimlik iş sözleşmesinin belirsiz süreli nitelik kazanması bakımından önemli olan nokta, sadece
işin süreklilik göstermesi ve işçinin o işyerinin normal iş hacmi içinde istihdam
edilmesi değil, aynı zamanda iş ilişkisinin yenilenmekle işçi açısından da sürekli nitelik kazanmasıdır. Yoksa, tek başına işletmenin mevsimlik olarak düzenli şekilde normal bir iş hacmiyle işletiliyor olmasının işçiyle bir mevsimliğine de olsa belirli süreli iş sözleşmesi yapılmasına engel oluşturacağını
kabul etmek çok katı bir yaklaşım olur(Süleyman Başterzi, 4857 Sayılı Đş Kanununa Göre Đş Güvencesi Kurallarının Uygulama Alanı ve Đstih-dama Etkisi,
A. Can Tuncay’a Armağan, Đstanbul 2005, 651; aynı yazar, Belirli Süreli, 167).
Bu görüşe karşı, ĐK 29/7’de yer alan “Mevsim ve kampanya işlerinde
çalışan işçilerin işten çıkarılmaları hakkında, işten çıkarma bu işlerin niteliğine bağlı olarak yapılıyorsa, toplu işçi çıkarmaya ilişkin hükümler uygulanmaz” hükmü dayanak gösterilerek yasanın mantığının belirli süreli iş
sözleşmelerinin her yıl sona erdirilmesi yönünde olduğu ileri sürülebilecektir.
Ancak madde dikkatle incelendiğinde görüleceği üzere, bu düzenlemede işçilerin işin niteliği gereği olarak işten çıkarılmasından diğer deyişle, iş sözleşmelerinin feshinden söz edilmektedir. Bu düzenlemeyi mevsimlik iş sözleşmelerinin zincirleme olarak belirli süreli yapılabileceklerine ilişkin bir dayanak
olarak görmek doğru değildir. Yasanın mantığı belirli süreli iş sözleşmelerinin
zincirleme olarak belirli süreli yapılabileceği yönünde olsaydı bu şekilde bir
düzenlemeye gidilmesi gereksiz olurdu. Zira belirli süreli iş sözleşmeleri
öngörülen sürenin sonunda kendiliğinden sona ereceği için, iş sözleşmesinin
fesih dışındaki bu gibi sona erme durumlarında, iş güvencesi ve buna bağlı
olarak toplu işçi çıkarmaya ilişkin hükümlerin uygulama alanı bulması zaten
söz konusu olmayacaktır. Söz konusu hükmü, mevsimlik iş sözleşmelerinin
belirsiz süreli yapıldığı durumlarda ki bu olanaklıdır, mevsim sonunda geçerli
nedenle yapılan iş sözleşmesi fesihlerini, toplu işçi çıkarma hükümlerinin
dışında tutmaya yönelik bir düzenleme olarak kabul etmek uygun olur.
Đncelemeye çalıştığımız Yargıtay 9. Hukuk Dairesi kararlarında ise
anılan düzenlemeye ilişkin şu görüşlere yer verilmiştir: “ … Belirtmek gerekir
ki işçinin, mevsimlik işte mevsim bitiminde iş sözleşmesinin askıya alınması
nedeni ile feshin geçersizliğini ve işe iade istemi olanağı bulunmamaktadır.
Zira iş sözleşmesi feshedilmemiş, yeni mevsim başına kadar askıya alınmıştır.
Bu olguyu, 4857 sayılı Đş Kanunu'nun 29/7 maddesindeki düzenleme de
doğrulamaktadır. Maddeye göre, mevsim sonu toplu işten çıkarmada, toplu işçi
çıkarmaya ilişkin hükümler uygulanmaz hükmü, iş sözleşmesinin feshedilmediği
gerekçesine dayanmaktadır”. Anılan düzenlemede açıkça işten çıkarmadan söz
edilmesi toplu işçi çıkarma hükümlerinden muafiyete yönelik bir düzenleme
getirilmesi karşısında, maddede geçen işten çıkarmayı iş sözleşmesinin askıya
alınması olarak anlamak çok olanaklı görünmemektedir. Zira kararda da
belirtildiği gibi, iş sözleşmesinin askıya alınması durumunda iş sözleşmesi sona
ermediği için, anılan bakış açısıyla böyle bir düzenleme getirilmesi anlamsızdır.
Öte yandan, mevsimlik iş sözleşmeleri ilk kez belirli süreli olarak
bağıtlansalar da, yenilendiklerinde belirsiz süreli iş sözleşmesine dönüşeceklerinin kabulü, işsizlik sigortasına ilişkin mevzuatımızla daha uyumlu olur.
Şöyle ki, Đşsizlik Sigortası Kanununa göre, iş sözleşmesi belirli şekillerde sona
eren işçi işsizlik ödeneğine hak kazanabilir. Bunlardan biri de, belirli süreli iş
sözleşmesinin öngörülen sürenin sonunda kendiliğinden sona ermesidir
(m.51/d). Mevsimlik iş sözleşmelerinin niteliği gereği belirli süreli yapılabileceği kabul edildiğinde, işçi her mevsim sonunda, diğer koşullar da var sayıldığında işsizlik sigortasından ödenek almaya hak kazanabilir. Belirtelim ki,
prim ödeme koşulu dikkate alındığında mevsimlik işçinin her mevsim sonu
işsizlik ödeneğine hak kazanması olanaklı değildir. Ancak, birkaç mevsimde
bir bu olanak doğabilir. Đşçinin bazı ölü mevsimlerde de çalışması bu olasılığı
güçlendirir. Zira, 4447 sayılı Đşsizlik Sigortası Kanununa göre, işini yitiren
sigortalının işsizlik ödeneğine hak kazanabilmesi için iş sözleşmesinin sona
ermesinden önceki son 120 gün prim ödeyerek sürekli çalışmış olması ve son
üç yıl içinde en az 600 gün çalışıp işsizlik sigortası primi ödemiş olması gerekir. Bu durumda kendisine 180 gün, son üç yıl içindeki prim ödeme gün sayısı
900 gün ise, 240 gün, 1080 gün ise, 300 gün işsizlik sigortası ödeneği verilir
(m.50/2). Oysa mevsimlik iş düzenli aralıklarla belirli dönemlerde çalışma esasına dayandığı, buna karşılık işsizlik sigortası öngörülemeyen geçici iş kayıplarını tazmine yönelik bir sosyal sigorta sistemi olduğu için, çalışılmayacağı
önceden bilinen mevsim dışı dönemlerde çalışmamadan kaynaklanan ekonomik kayıpların tazmini bu sistemin dışında kalır(bkz. Başterzi, Đşsizlik
Sigortası, 110). Mevsimlik işlerde birbirini takip eden dönemlerde zincirleme
çalışma söz konusu olduğunda, sözleşmenin belirsiz süreli olduğu kabul edildiğinde, mevsim dışı dönemde iş sözleşmesi askıda kalacağı ve işçi işsiz kabul
edilmeyeceği için, işsizlik ödeneğine hak kazanamayacak ve bu da işsizlik
sigortası mevzuatımıza uygun bir yaklaşım olacaktır.
Hemen belirtelim ki, mevcut yasal düzenleme karşısında mevsimlik iş
sözleşmelerine ilişkin olarak Türkiye bakımından yukarıda vardığımız sonuçların istihdam politikası yönünden ne derece doğru bulunduğu tartışılabilir.
Bazı yabancı ülkelerde olduğu gibi(bkz. Başterzi, Belirli Süreli, 168, dn. 131132) mevsimlik işlerin yasayla iş güvencesi kapsamı dışında bırakılması ya da
ayrı bir rejime tabi tutulması düşünülebilir.
c) Mevsimlik Đşlerde Yıllık Ücretli Đzin Hükümlerinin Uygulanmaması
Đncelemeye çalıştığımız kararlarda mevsimlik işlerde çalışanların ĐK
53/3’e göre bu yasanın yıllık ücretli izne ilişkin hükümlerinden yararlanamayacakları belirtildikten sonra, ĐK 53/3 hükmünün nispi emredici nitelikte
olduğu bu itibarla iş sözleşmeleri ya da toplu iş sözleşmeleriyle mevsimlik
çalışanların da yıllık ücretli izin hakkına sahip olduklarının kararlaştırıla-
bileceği belirtilmiştir. Kararda bu husus şu görüşlere yer verilerek açıklanmıştır: “… 53/3. maddede ki kural, nispi emredici kural olup, işçi lehine
bireysel iş sözleşmesi ya da Toplu Đş Sözleşmesi ile yıllık ücretli izne ilişkin
hükümler düzenlenebilir. Bu durumda sözleşmedeki izinle ilgili hükümler
uygulanacaktır”. Yüksek Mahkemenin 5.11.2009 tarihli diğer bir kararında
benzer şekilde “… davacı işçi mevsimlik işçi olmasına rağmen toplu iş sözleşmesinin mevsimlik işçiler için öngörülen yıllık ücretli izine ilişkin düzenleme(si) neden(i) ile yıllık izne hak kazanmaktadır. Mevsimlik işçiler için yıllık
ücretli izni düzenleyen toplu iş sözleşmesinin 62/2. maddesi " ..Bir takvim yılı
içinde en az 180 gün çalışan mevsimlik işçilere 12 iş günü izin verilir. Şu kadar
ki, bu toplu iş sözleşmesi kapsamına giren işyerlerinde fiilen 5 yıl veya daha
fazla süre ile çalışmış olan işçilere 18 iş günü olarak verilir..." şeklindedir. Bu
durumda, davacı işçinin fiilen çalıştığı sürenin 5 yılı bulmadığı dönemlerde bir
takvim yılı içinde 180 gün çalışmasının olduğu yıllar için 12'şer gün, fiilen 5
yılı bulduktan sonraki yıllar için ise 180 gün çalışılan dönemler için 18 'er gün
yıllık izin hakkı olacaktır”.
Kuşkusuz ki, iş sözleşmesiyle kararlaştırılabildiği gibi iş sözleşmesi
hükmündeki işyeri uygulamasıyla da mevsimlik çalışanlar bakımından yıllık
ücretli izin hakkının doğabileceği açıktır.
Đncelediğimiz kararlarda ayrıca mevsimlik çalışan işçinin mevsim
dışında aynı işverenin başka işyerlerinde çalışması durumunda da çalışması
devamlı nitelik kazanacağı için yıllık ücretli izne hak kazanacağı haklı olarak
belirtilmiştir. Bu husus incelediğimiz kararlarda “… Diğer taraftan, bir
işyerinde mevsimlik olarak çalıştırılan işçinin, mevsim bitimi, mevsimlik iş
dışında işverenin diğer işyerlerinde askı süresi içinde çalıştırılıyorsa, burada
devamlı bir çalışma olgusu olduğundan, işçinin yıllık ücretli izin hükümlerinden yararlandırılması gerekir. Aynı işverene ait yazlık ve kışlık tesislerde
sezonluk işlerde fakat tam yıl çalışan işçiler de, 4857 sayılı Đş Kanunu'nun 53/3
ve Yıllık Ücretli Đzin Yönetmeliği'nin 12. maddesi uyarınca yıllık ücretli izne
hak kazanacaklardır” şeklinde ifade edilmiştir. Kararların açıklanan yönleriyle
isabetli olduğu tartışma dışıdır.
Đncelediğimiz karar bağlamında özellikle üzerinde durmak istediğimiz
konu, yıllık ücretli izne hak kazanma bakımından mevsimlik iş sözleşmelerinin
aralıklı yapılan diğer çalışmalardan nasıl ayrılacağı, bu tür çalışmaların hangi
koşullarda yıllık ücretli izin talebine dayanak oluşturacağı ve yine çalışma
mevsimlik olsa da dönemsel çalışma süresinin uzamasının sözleşmenin mev-
simlik olma niteliğini zedeleyip zedelemeyeceği, dolayısıyla yıllık ücretli izin
hakkının doğumuna dayanak oluşturup oluşturmayacağıdır.
Öncelikle belirtmek gerekir ki, işçilerin yıllık ücretli izin hakkına
sınırlama getirdiği için ĐK 53/3 hükmünün dar yorumlanması gerekir. Bu düzenlemede mevsimlik çalışmadan söz edildiğine göre, yukarıda açıkladığımız
mevsim ve kampanya işleri dışında kalan diğer aralıklı çalışmaların yıllık
ücretli izin hakkının doğumuna dayanak oluşturacağının kabulü gerekir.
Nitekim Yüksek Mahkemenin incelediğimiz kararında “… Bir işyerinde başlangıçta mevsimlik olarak çalıştırılan ve daha sonra devamlılık arz eden işte
çalıştırılan işçinin, mevsimlik dönemdeki çalışması kıdeminde dikkate
alınmasına rağmen, yıllık ücretli iznin hesabında dikkate alınmaz. Ancak bu
olgu için işçinin mevsimlik çalıştığı belirtilen dönemde yapılan işin gerçekten
mevsime bağlı olarak yapılması gerekir. Yapılan iş mevsimlik değil, ancak işçi
aralıklı çalıştırılmış ise, mevsimlik işten söz edilemeyeceğinden, bu sürenin de
izin hesabında dikkate alınması gerekir” denilerek bu sonuca varılmıştır.
Ancak, Yüksek Mahkemenin 2009 yılında verdiği diğer bir kararında (Y9HD,
23.3.2009 E. 2007/39597, K. 2009/7582, Çalışma ve Toplum, S. 24, 416-417)
bundan farklı bir görüş açıklanmıştır. Söz konusu karara göre “… davacının işe
girdiği 06.01.1979 tarihinden 30.10.2000 tarihinde Bilecik Likör fabrikasına
tayin edildiği dönemde yılda en az 84, en fazla 175 gün çalıştığı hizmet
cetvelinden anlaşılmaktadır. Davacı 2000 yılından itibaren yılda 320 günden
fazla çalıştığından son 3 yıllık ücretli izin alacağının kabulüne karar verilmesi
yerindedir. Ancak 2000 yılına kadar daimi olmayan statüde ve yılda en fazla
175 gün süre ile çalıştığından yıllık ücretli izine hak kazanması mümkün
değildir. Bu nedenle belirtilen yıllar için anılan alacağının reddi yerine
kabulüne karar verilmesi hatalıdır. Dairemizin 2007/38425 esas, 2009/5518
sayılı karanda aynı doğrultudadır”.
Görüldüğü gibi bu karardan Yüksek Mahkemenin mevsimlik olmasa da
daimi olmayan statüdeki çalışmaları mevsimlik çalışmalarla aynı kapsamda
değerlendirdiği, yılda en çok 175 gün süre ile geçici çalışmaları yıllık ücretli
izine hak kazanılması bakımından dikkate almadığı sonucuna varılmaktadır. Bu
durumda, Yargıtay 9. Hukuk Dairesinin değindiğimiz bu son kararı ile incelediğimiz kararları arasında bir çelişki ortaya çıkmaktadır. Anılan son karardan
ne kadar süren geçici çalışmaların yıllık ücretli izin hesabında dikkate alınacağı
da net olarak anlaşılmamaktadır. Zira kararda bir yandan davacının 2000 yılına
kadar yılda en çok 175 gün çalıştığı dönemlerin yıllık ücretli izin hesabında
dikkate alınmayacağı belirtilerek, sanki bu tür çalışmalar altı aydan az sürmüşse dikkate alınmayacağı gibi bir izlenim yaratılmakla birlikte, davacının
daha sonraki yıllarda en az 320 gün süren tam yıla yakın çalışmalarının yıllık
ücretli izin talep hakkı doğuracağı sonucuna varılmıştır. Kanımızca bu konuda
Yüksek Mahkemenin incelediğimiz kararlarındaki görüşleri daha isabetli olup,
geçici işçilik olarak adlandırılan çalışmalar mevsimlik özellik taşımıyorsa bunların da yıllık ücretli izin talep hakkı vereceğinin kabulü uygun olur.
Đncelediğimiz kararlarda ayrıca mevsimlik işin azami süresi de tartışmaya açılmış ve “… Uygulamada tam yıl çalışılması gereken ve devamlılığı
olan bir işte, işçilerin işlerine 1-2 ay ara vererek bunların mevsimlik işte
çalıştıkları bir çok olayda gözlemlenmiştir. Tam bir yıldan daha az sürmüş
olan böyle bir çalışmada, mevsimlik iş kriterlerinin bulunup bulunmadığı
araştırılmadan sırf bir yıldan az bir çalışma olduğu için mevsimlik saymak
doğru değildir. Bir işyerinde iş kolundaki faaliyeti yılın her dönemi yapılıyor,
ancak bazı işçiler yılın belirli bir zamanında çalıştırılmakta iseler, bu işçilerin
aralıklı çalıştıkları kabul edilmelidir. Zira yapılan iş, mevsimlik iş değildir”
görüşlerine yer verilmiştir. Görüldüğü gibi Yüksek Mahkemece mevsimlik
olmayan bir işyerinde yılda bir iki ay ara verilerek gerçekleştirilen mevsimlik
çalışmaların mevsimlik olma özelliğini yitirmiş olduğu sonucuna varılmıştır.
Öğretide de incelediğimiz kararlara işaret edilerek, bu kararların
öğretideki mevsimlik iş tanımıyla uyumlu olduğu, mevsimlerin uzun ya da kısa
olabileceği, ancak bir dönemin –bahar aylarını da kapsamak üzere en çok altı
ay tutabileceği, yılda dokuz ya da on ay süren çalışmalar bakımından mevsimlik işten ya da işçiden söz edilemeyeceği savunulmaktadır(Taşkent, Mevsimlik
Đş Sözleşmesi, 760). Đncelediğimiz kararlar ile kesin çizgilerin oluşturulduğu
söylenememekle ve belki buna gerek de olmamakla birlikte mevsimlik işlerin
uzamasının olayın özelliğine göre yapılan işin mevsimlik olma özelliğini zedeleyeceği açıktır. Ancak altını çizmek gerekir ki, mevsimlik çalışmaları geçici,
aralıklı çalışmalardan ayıran periyodik olma özelliği taşımayan çalışmalar
bakımından aynı sonuca varmak olanaklı değildir. Bu çalışmalar mevsimlik
çalışma olarak adlandırılmayacağı için, kısa süreli de olsa söz konusu işlerin
yapılmasının yıllık ücretli izin talebine dayanak oluşturacağının kabulü uygun
olur. Nitekim Yargıtay 9. Hukuk Dairesinin 2010 tarihli bir kararında (Y9HD,
18.1.2010, E.2008/14602, K. 2010/312, Çalışma ve Toplum, S. 25, 333-335)
“…Davacının yıllık izin ücreti isteği davacının statüsü nedeniyle
reddedilmiştir. Belirtmek gerekir ki, geçici işçi konumunda çalışan bir kişi de
yıllık izin ücretine hak kazanabilir. 4857 sayılı Đş Kanunu'nun 53/3 maddesi
uyarınca, mevsimlik işlerde yıllık ücretli izinlere ilişkin hükümler uygulanmaz.”
denilerek bu görüşün isabetli olarak teyit edildiği görülmektedir.
IV. ĐŞ SÖZLEŞMESĐNDEN DOĞAN BORÇLAR
1) Ücret – Zarar Karşılığı Kesintinin Đadesi
Yargıtay 9. Hukuk Dairesinin ücretin korunması bağlamında incelemeyi uygun bulduğumuz kararına (Y9HD, 5.5.2009, E. 2009/4884, K.
2009/12490, yayınlanmamıştır.) konu uyuşmazlık, 1475 sayılı eski Đş Kanununun 31. maddesinde “Zarar karşılı kesinti” kenar başlığı altında düzenlenmekteyken, 4857 sayılı Đş Kanununa alınmamak suretiyle son verilen, işçinin verebileceği olası zararlara karşılık ücretinden kesinti yapılıp depolanması uygulaması kapsamında daha önce kesilen ücretlerin iadesinin gerekip
gerekmediğine ilişkindir.
1475 sayılı eski ĐK’nun, 4857 sayılı yeni ĐK’na alınmayan 31. maddesi
şu düzenlemeyi içermekteydi:
“Hizmet akitleriyle işverenin tazminat karşılığı, işçi ücretlerinden
geçici olarak alıkoyacağı miktar on haftada eşit taksitlerle kesilmek üzere
işçinin on günlük ücreti tutarından fazla olamaz. Tazminat karşılığı bu
kesintiler, bütün iş süresi içindedir ve bundan bir miktar mahsup edilince
yeniden aynı esaslar dairesinde kesinti yapılabilir.
Tazminat kesintileri, mahsup yapılmasını gerektirecek bir zarar
yapılmadan işten ayrılma hallerinde işçiye kesintisiz olarak geri verilir. Tazminat karşılığı geçici olarak alıkonulan paradan, mahsup yapılması gerektiği
zaman işçi isterse işveren kendisine mahsubun hangi esaslara göre yapıldığını
anlatmak ve buna ait hesaplarla fatura ve başka belgeleri göstermek
zorundadır.
Tazminat karşılığı alıkonulan paradan ancak o işçi tarafından yapılan
zarar için mahsup yapılır.
Tazminat karşılığı kesilen paralar en çok üç ay içinde milli bir bankaya
yatırılır. Đşçi işinden ayrıldığında kesilen para faiz ve diğer gelirleri ile işçiye
iade olunur”.
Ücretinden anılan hüküm ve bu hükmü tekrarlayan toplu iş sözleşmesi
uyarınca kesinti yapılan davacı işçi, söz konusu düzenlemeye yeni ĐK’nunda
yer verilmemesi ve aynı hükmün toplu iş sözleşmesinden de çıkarılması
üzerine, daha önce anılan düzenlemeler çerçevesinde ücretinden hasar-zarar
bedeli adı altında yapılan kesintinin iadesini talep etmiştir. Đlk derece mahkemesi, yapılan kesintinin yasal dayanağının ortadan kalktığını belirterek davanın
kabulüne karar vermiştir. Bu kararın temyizi üzerine uyuşmazlığı değerlendiren
Yargıtay 9. Hukuk Dairesi, uyuşmazlık konusu kesintinin önceki yasa döneminde sonucunu doğurduğunu, eski ĐK’nun 31. maddesinde anılan şekilde
yapılan kesintinin iadesinin sözleşme sona erdiğinde yapılacağının öngörüldüğünü, yasayla kurulmuş bir hukuki ilişkinin hukuk metodolojisinin bir
sonucu olarak yine o ilişkinin öğelerine uygun şekilde çözülmesi gerektiğini
belirterek ilk derece mahkemesinin kararını bozmuştur.
Kararda varılan bu sonuca dayanak olarak şu görüşlere yer verildiği
görülmektedir:
“Yeni kanun(un) kural olarak kendi zamanındaki olaylara uygulanması
kabul edilir. Yeni kanunun etki alanı ancak eski kanun zamanında tamamlanmamış muameleler için geçerlidir. Eski kanun zamanında ve eski kanuna göre
oluşmuş ve tamamlanmış muameleleri etkilemez bu ilkeye kanunların geçmişe
etkisi olmaması ilkesi (makabline şamil olmama) denir. …
Ancak kazanılmış haklarında, kamu düzeni, ahlak ve adap kanunun
emredici hükümleri sebeplerinden biri ile yeni kanuna tabi olabilecektir.
Geçmişe etki yasağı uyarınca yasa koyucu açık bir iradesi yok ise artık
kanunların geçmişe etkili olmama yasağından söz edilemez.
Geçmişe etki yasağının farklı iki görünümü vardır. Eski kanunun
hakimiyetinde gelişmiş ve tamamlanmış bir hukuki durum eski kanuna göre
geçerli ancak yeni kanuna göre geçersiz olabileceği gibi, eski kanuna göre
geçersiz olan veya mümkün olmayan hukuki bir durum, yeni kanuna göre
olanaklı kılınabilir. Her iki olasılıkta da yeni kanun eski kanun zamanında
sonucunu doğurmuş bir hukuki duruma etki edemez. Başka bir anlatımda yeni
kanun kurulmuş bir hukuki durumu bozamayacağı gibi kurulamamış bir
geçersiz hukuki durumu da diriltemez”.
Đlk derece mahkemesinin kararında direnmesi üzerine Yargıtay Hukuk
Genel Kurulu, özel dairenin bozma kararına uyulması gerektiğini belirterek,
direnme kararını bozmuştur (YHGK, 10.2.2010, E. 2010/9-54, K. 2010/65).
1475 sayılı eski Đş Kanununun 31. maddesinin 1. fıkrasında, “Hizmet
akitleriyle işverenin tazminat karşılığı, işçi ücretlerinden geçici olarak
alıkoyacağı miktar on haftada eşit taksitlerle kesilmek üzere işçinin on günlük
ücreti tutarından fazla olamaz. Tazminat karşılığı bu kesintiler, bütün iş süresi
içindir ve bundan bir miktar mahsup edilince yeniden aynı esaslar dairesinde
kesinti yapılabilir” hükmü yer almaktaydı.
Đşçi ücretlerinin bir kısmının işverenlerce kesilerek depo edilmesine
izin veren bu düzenlemenin amacı, işçinin işyerinde yol açması olasılığı
bulunan zararların, depo edilen ücretten mahsup edilmesine olanak sağlanarak
işverenin korunmasıydı(Tankut Centel, Đş Hukukunda Ücret, Đstanbul 1988,
353). Ancak bu yapılırken işçinin ücretinden alıkonulabilecek miktar sınırlanıp
kesinleştirilmek ve kesintinin yapılması belirli koşullara bağlanmak suretiyle
işçinin ücreti de korunmuştu.
Bu kesinti nitelik itibariyle geçiciydi. Đşveren, alıkoyduğu ücret
bölümünü 1475 sayılı Đş Kanununun 31. maddesinin 2. fıkrası uyarınca,
mahsup yapılmasını gerektirecek bir zarar vermeden işten ayrılan işçiye
kesintisiz olarak iade etmekle yükümlüydü. Buna göre, zarar karşılığı olarak
kesilen ücret miktarı işverenin mal varlığına girmemekteydi(Centel, 357).
4857 sayılı yeni Đş Kanununda eski yasanın 31. maddesinde düzenlenen
“Zarar karşılığı kesinti” kurumuna yer verilmemiştir. Bunun nedeni, henüz
işçinin işyerine verdiği bir zarar söz konusu olmadan, işçi ücretinden kesinti
yapılarak bir miktar paranın hapsedilmesine ilişkin düzenlemenin iş hukukunun
çağdaş gelişimine uygun olmaması şeklinde açıklanabilir. 4857 sayılı Đş
Kanunun genel gerekçesinde yer verilen “… otuz yıldan fazla bir süreden beri
yürürlükte olan 1475 sayılı Đş Kanunu, zaman zaman yapılan değişikliklere
karşın çağdaş gelişmeleri yeterince yansıtamadığı gibi, içerdiği bazı hükümler
uygulamada önemini tümüyle yitirmiştir. Kuşkusuz bunların da yeni yasada yer
almamasında yarar vardır” şeklindeki ifade bu açıklamayı desteklemektedir.
Görüldüğü gibi, bugün için Đş Kanununda işverenlerin işçi ücretlerinden zarar karşılığı kesinti yapabilmelerine ya da yaptıkları kesintiyi muhafaza edebilmelerine dayanak oluşturabilecek bir düzenleme bulunmamaktadır.
Buna karşılık, işçi ücretlerinden önceden zarar karşılığı kesinti yapılmasına olanak veren genel bir düzenleme Borçlar Kanununun 157.
maddesinde halen mevcuttur. Anılan maddeye göre,
“Hizmet akdinde mukavele mucibince ücretin bir kısmı tevkif edildiği
halde, hilâfına şart veya âdet bulunmadıkça; tevkif olunan ücret, cezai şart
olarak değil, belki istihdam eden kimsenin zararına karşılık olmak üzere
tutulmuş addolunur.
Bu tevkif, ancak amele ücretinin tazminat ile mahsubu caiz olduğu
nispette muteber olur.”
Görüldüğü gibi, BK 157/2 uyarınca, söz konusu kesinti sadece işçi
ücretinin tazminat borcu ile mahsup edilebileceği oranda mümkündür. Bu
miktar BK’nun takası mümkün olmayan alacakları düzenleyen 123. maddesi ile
işçi ücretlerinden mahsubu düzenleyen 333. maddelerine göre belirlenebilir.
Anılan düzenlemelerde, ödenmesi işçi ve ailesinin nafakası için zaruri olan
ücret miktarının takas ve mahsubu kural olarak önlendiği için, işçi ücreti ancak
bu miktarı aşıyorsa o oranda zarar karşılığı kesinti yapılabilecektir(Ferit Hakkı
Saymen, Türk Đş Hukuku, Đstanbul 1954, 515; Oğuzman – Öz, 917-918).
Belirtelim ki, gerek 1475 sayılı Đş Kanununun 31. maddesine, gerek
halen yürürlükte olan BK’nun 157. maddesine göre, işçi ücretinden zarar
karşılığı kesinti yapılabilmesi her halde bu yönde bireysel ya da toplu bir
sözleşme hükmünün bulunmasını gerektirir(Münir Ekonomi, Đş Hukuku, C. I,
Ferdi Đş Hukuku, Đstanbul 1984 153; Ünal Narmanlıoğlu, Đş Hukuku Ferdi Đş
Đlişkileri I, B.3, Đzmir 1998, 242; Sarper Süzek, Đş Hukuku, Ankara 2002, 323).
Đncelediğimiz karardan, davacının üyesi bulunduğu sendika ile davalı işveren
arasında bağıtlanan önceki toplu iş sözleşmelerinde işçi ücretlerinden zarar
karşılığı kesinti yapılacağına ilişkin düzenlemeler yer aldığı, buna karşılık 4857
sayılı Đş Kanunun kabul edilmesi ile 1475 sayılı Đş Kanununun yürürlükten
kalkmış olduğu dikkate alınarak, yeni dönem toplu iş sözleşmesinde, işçi
ücretlerinden zarar karşılığı kesinti yapılmasına ilişkin bir düzenlemeye yer
verilmediği anlaşılmaktadır.
Yeni toplu iş sözleşmesinin yürürlüğe girmesiyle birlikte eski toplu iş
sözleşmesinin uygulanma kabiliyetini yitireceği kuşkusuzdur. Bu durumu
Alman Federal Đş Mahkemesince de benimsenen bir görüş, toplu iş sözleşmesinin düzen ilkesine dayandırırken, diğer bir görüş, aynı güçte ve sırada bir
hukuk kaynağı olan yeni sözleşmenin eskisini hükümden düşürmesi ilkesine,
başka bir anlatımla, eşit ve aynı sıradaki hukuk kaynaklarından sonrakinin
öncekine üstünlüğü (lex posterior derogat legi priori) esasına dayandırmaktadır.
Toplu Đş Sözleşmesi Grev ve Lokavt Kanununun, toplu sözleşmenin sonraya
(art) etkisini düzenleyen 6. maddesinin son fıkrasında da, eski sözleşme
hükümlerinin yeni sözleşme yürürlüğe girene kadar iş sözleşmesi hükmü olarak
uygulanmaya devam edileceği öngörülmüştür(Çelik, Dersler, 551; ayrıca bkz.
Turhan Esener, Đş Hukuku, 3. Baskı, Ankara, 1978, 528; M. Polat Soyer, Gnel
Đş Koşulları, Đstanbul 1987, 184 vd., 192 vd.; E. Murat Engin, Toplu Đş
Sözleşmesi Sistemi, Đstanbul 1999, 167 vd.) Yargıtay da düzen ilkesi uyarınca,
toplu iş sözleşmeleri ile taraflara sağlanan bazı hakların değiştirilmesi ve
kaldırılmasının mümkün olduğunu, kazanılmış hak düşüncesinin burada yeri
olmayacağını kabul etmektedir(Yarg. 9. HD, 31.3.1989, E. 1989/1424, K.
1989/2965, Yargıtay Kararlar Dergisi, Ocak 1990, 50-51; Yarg. 9. HD,
7.3.1996, E. 1995/36398, K. 1996/4764, Çimento Đşveren Dergisi Mayıs 1996,
33-34; Yarg. 9. HD, 3.3.1997, E. 1996/1499, K. 1997/2940, Mustafa Kılıçoğlu,
Đş Kanunu Şerhi, 2. Baskı, Ankara 2002, 778). Yargıtay kararlarında işçi
hakları bakımından açıklanan bu düşüncenin işverene sağlanan haklar bakımından evleviyetle geçerli olacağı şüphesizdir.
Yukarıdaki açıklamalar çerçevesinde, yeni Đş Kanununda hukuki dayanağı kalmadığı düşünülerek, işçi ücretlerinden zarar karşılığı kesinti
yapılmasına ilişkin düzenlemelere yeni toplu iş sözleşmelerinde de yer verilmediği için, eski Đş Kanunu döneminde, o sırada yürürlükte bulunan toplu iş
sözleşmeleri uyarınca işçi ücretlerinden yapılan zarar karşılığı kesintiler yeni
toplu iş sözleşmesi döneminde hukuki dayanaktan yoksun hale gelmiştir. Bu
itibarla, söz konusu kesintilerin işçilere iadesi gerekir.
Altını çizmek gerekir ki, söz konusu düzenleme yasadan çıkarılmayıp,
sadece kesinti yapılmasını öngören hüküm sonraki toplu iş sözleşmelerinden
çıkarılsaydı dahi aynı sonuca varmak gerekirdi. Zira 1475 sayılı Đş Kanunu,
Borçlar Kanunun 157. maddesi gibi işçi ücretlerinden ancak sözleşmeyle bu
yönde kararlaştırma yapıldığı takdirde zarar karşılığı kesinti yapılmasına izin
vermekteydi. Diğer bir ifadeyle, Eski Đş Kanununda hüküm olduğu dönemde
dahi işçi ücretlerinden zarar karşılığı kesinti yapılması bu konuda bireysel ya
da toplu iş sözleşmesinde hüküm bulunması koşuluna bağlıydı(Ekonomi, 153;
Narmanlıoğlu, 242; Süzek, 323). Şu halde dayanağı toplu sözleşme hükmü,
sözleşmeden çıkarılınca, bu hükme dayanılarak yapılan kesintilerin de dayanaktan yoksun hale geleceği açıktır.
Yargıtay 9. Hukuk Dairesinin incelemeye çalıştığımız kararında 4857
sayılı ĐK’nun sadece yürürlük tarihinden sonraki olaylara uygulanmasının
olanaklı olduğu, geçmişe etkili uygulanamayacağı, etki alanının eski yasa
döneminde tamamlanmamış hukuki işlemlerle sınırlı bulunduğu belirtilmektedir. Oysa yeni ĐK’nunda zarar karşılığı kesinti kurumu düzenlenmemiştir.
Dolayısıyla dava konusu olayda yeni yasanın geçmişe yürütülüp yürütülmeyeceğine ilişkin bir sorun söz konusu değildir. Aksine 1475 sayılı eski
ĐK’nun 31. maddesine göre işçi ücretlerinden yapılan kesintilerin bu düzenleme
yürürlükten kalktıktan sonra da depo edilmeye devam edilip edilmeyeceği
tartışılmaktadır. Zarar karşılığı olarak yapılan kesintilerin yeni yasa döneminde
işverence muhafaza edilebileceğinin kabulü, 1475 sayılı ĐK’nun 31. maddesinin, bu kurumun düzenlenmediği yeni yasa döneminde de uygulanması anlamına gelir ki, yürürlükten kalkan bir yasa hükmünün uygulanmaya devam
edilmesi ancak yeni yasa döneminde uygulanmasına olanak veren bir geçiş
hükmünün bulunması halinde olanaklıdır. Böyle bir geçiş hükmü bulunmadığına göre, işverence yapılan zarar karşılığı kesintinin 1475 sayılı ĐK’nun
31. maddesinin son fıkrası uyarınca işçi işinden ayrıldığında faiz ve diğer
gelirleri ile birlikte işçiye iade olunabileceği, dolayısıyla o tarihe kadar depo
edilebileceğinin ileri sürülmesi hukuki dayanaktan yoksundur. Zira zarar
karşılığı kesintinin sadece yapıldığı tarihte hukuka uygun bulunmuş olması
yeterli değildir. Söz konusu kesinti depo edilmeye devam edildiği sürece de
hukuka uygunluğuna dayanak olan düzenlemenin varlığını koruması gerekir.
Kararda belirtilenin aksine davacı işçinin ücretinden eski ĐK döneminde
zarar karşılığı kesinti yapılmasıyla tamamlanmış bir hukuki işlem yoktur. Zira
1475 sayılı ĐK’nun 31. maddesi anlamında tamamlanmış bir hukuki işlemden
söz edilebilmesi için, işçinin o dönemde işyerinde bir zarara neden olmuş ve
zararın depolanan zarar karşılığı kesintiden mahsup edilmiş olması gerekir. Bu
nedenle davalı kurum bakımından kazanılmış bir hakkın varlığından da söz
edilemez. Zira kazanılmış hakkın varlığı için, bir hukuk kuralının yürürlüğü
sırasında kişinin o kurala uygun olarak bütün sonuçlarıyla edindiği bir hakkın
varlığı gerekir. Oysa davacıdan alınan zarar karşılığı kesintiden, işveren lehine
mahsup hakkı doğuran bir zarar da söz konusu değildir. Dolayısıyla dava
konusu uyuşmazlık bağlamında kazanılmış bir hak bulunmadığı gibi, davalı
işverenin beklenen bir hakkından dahi söz edilemez. Çünkü davacı işçinin
işverene zarar vermesi, gerçekleşip gerçekleşmeyeceği belli olmayan bir
durumdur.
Bu noktada bir sorunun daha sorulması gerekir. Bir an için eski ĐK
döneminde yapılan zarar karşılığı kesintinin işçinin işten ayrılmasına kadar
depo edilmeye devam edilebileceği kabul edilse bile, bu dönemde işçi işverene
bir zarar verecek olsa, yapılmış olan kesintiden bu zararın mahsubu
yapılabilecek midir? Anılan soruya olumlu yanıt vermek olanaklı değildir. Zira
Borçlar Kanununun ücretin işçi ve ailesinin nafakası için zaruri bulunduğu
durumlarda (ki genellikle böyledir) işverenin işçinin verdiği zararı ücretinden
keserek alacağıyla takas etmesini yasaklayan 333. maddesi hükmü buna
engeldir. Anılan yasağın istisnasını, işçinin kesintiye rıza göstermesi ya da
zararı kasten vermiş olması oluşturur. Oysa Đş Kanunundan, işçinin ücretlerinden zarar karşılığı kesinti yapılmasına ve bu şekilde depo edilen paradan
işyerine verdiği zararın mahsup edilmesine dayanak oluşturan hüküm çıkarıl-
dığı gibi, davcının çalıştığı işyerinde yürürlükte bulunan toplu iş sözleşmesinde
yer alan, işyerine verdiği zararın daha önce ücretinden kesilen ve halen mal
varlığında bulunan paradan mahsup edilmesine rıza gösterdiğine dayanak
oluşturabilecek düzenleme de çıkarılmıştır. Öyleyse davalı işverenin, davacı
işçiye ait paranın depo edilmeye devam edilmesinde hukuki yararı da bulunmamaktadır.
Öte yandan ekleyelim ki, Yüksek Mahkemenin incelediğimiz kararında
açıkladığı yaklaşım benimsenerek, 1475 sayılı Đş Kanunu döneminde işçi
ücretlerinden toplu iş sözleşmelerine hüküm konularak yapılan zarar karşılığı
kesintilerin işverenlerce muhafaza edilmesine, hukuki dayanakları ve buna
ilişkin sözleşme hükümleri ortadan kalktığı halde yargı kararlarıyla olanak
tanınması, Anayasanın 10. ve 4857 sayılı Đş Kanununun 5. maddesinde ifadesini bulan eşitlik ilkesine de aykırılık yaratır. Zira bu durumda, dava konusu
işyerlerinde 4857 sayılı Đş Kanunundan önce ve sonra işe girenler farklı koşullara tabi olmaktadır. 4857 sayılı Đş Kanunundan önce işe girenlerin ücretlerinin
bir kısmı işverenlerce alıkonulurken ve bu işçiler alıkonulan ücretlerinden
yoksun kalırken, yeni yasaya uygun olarak hazırlanan toplu iş sözleşmeleri
döneminde işe giren işçiler bakımından böyle bir durum söz konusu değildir.
Oysa bu işçilerin hepsinin birden tabi olduğu hukuki rejim artık 4857 sayılı
yeni Đş Kanunu ile belirlenmektedir. Anayasanın 11. maddesi gereği anayasa
hükümleri yasama, yürütme ve yargı organlarını, idare makamlarını, diğer
kuruluş ve kişileri bağlayan temel hukuk kurallarıdır. Dolayısıyla 1475 sayılı Đş
Kanunu döneminde işçi ücretlerinden yapılıp halen işverenlerce muhafaza
edilen zarar karşılığı kesintilerin iadesi talebiyle ortaya çıkan uyuşmazlıklarda
bu hususun da dikkate alınması gerekirdi.
2) Đşçiyi Gözetme Borcu
Đş sözleşmesinin işçiyle işveren arasında kişisel ilişki kuran niteliğinden
kaynaklanan borçlardan biri de işverenin işçiyi (koruma) gözetme borcudur. Bu
borç işçinin sadakat borcunun karşılığını oluşturur. Đşveren işçiyi gözetme
borcu gereği, işçinin çıkarlarına aykırı davranışlardan kaçınmak ve işçinin
kişiliği içinde yer alan değerlerini korumakla yükümlüdür. Đşverenin bu
borcunun kapsamının sınırlarını dürüstlük ve iyiniyet kuralları belirler. Đşveren
anılan borcu kapsamında işçinin kişilik haklarını bütünüyle koruma
yükümlülüğünde olmakla birlikte, iş sağlığı ve güvenliği önlemlerinin alınması
suretiyle işçinin maruz bulunduğu iş risklerine karşı korunması işçiyi gözetme
borcu kapsamında ayrı bir öneme sahiptir. Bu itibarla işçiyi gözetme borcu
dendiğinde ilk akla gelen iş sağlığı ve güvenliğinin korunması olmaktadır. Đş
sözleşmesinden kaynaklanan işçiyi gözetme borcu bu yönüyle BK’nun 332.
maddesi ile ĐK’nun 77. maddesinde düzenlenmiştir. BK 332/1’e göre, “Đş
sahibi, akdin hususi halleri ve işin mahiyeti noktasından hakkaniyet dairesinde
kendisinden istenilebileceği derecede çalışmak dolayısıyle maruz kaldığı
tehlikelere karşı icabeden tedbirleri ittihaza ve münasip ve sıhhi çalışma
mahalleri ile, işçi birlikte ikamet etmekte ise sıhhi yatacak bir yer tedarikine
mecburdur”. ĐK 77/1’e göre ise, “Đşverenler işyerlerinde iş sağlığı ve
güvenliğinin sağlanması için gerekli her türlü önlemi almak, araç ve gereçleri
noksansız bulundurmak, işçiler de iş sağlığı ve güvenliği konusunda alınan her
türlü önleme uymakla yükümlüdürler”. Ayrıca ĐK 77’de belirtilen yükümlülüğün uygulamasını göstermek üzere, ĐK’nun 78. maddesi uyarınca çıkarılan
pek çok tüzük ve yönetmelikle iş sağlığı ve güvenliği kuralları düzenlenmiştir.
Ancak ĐK 77/1 hükmü uyarınca işverenin sorumluluğu mevzuatta öngörülen
kurallarla sınırlı değildir. Đşverenler mevzuatta öngörülmese de bilimsel ve
teknolojik gelişmelere uygun her türlü önlemi almakla yükümlüdür (Süzek, Đş
Hukuku, 348-349).
a) Đşverenin Hukuki Sorumluluğunun Çerçevesi
Yargıtay 21. Hukuk Dairesinin bu konuda incelemeyi uygun bulduğumuz kararına konu uyuşmazlıkta (Y21HD, 3.2.2009, E. 2008/8317, K.
2009/1333, Ali Güneren, Đş Kazası ve Meslek Hastalığından Kaynaklanan
Maddi ve Manevi Tazminat Davaları, Ankara 2010, 668-671; aynı yönde,
Y21HD, 2.4.2009, E. 2009/2612, K. 2009/4850, yayınlanmamıştır.) davacı,
murisinin iş kazası sonucu ölümü dolayısıyla uğradığı zarar nedeniyle maddi ve
manevi tazminat ile murislerinin beş yıllık ücretli izin alacağının tahsilini talep
etmiştir. Đlk derece mahkemesi maddi tazminat talebini, üç davacıdan ikisinin
zararı Sosyal Güvenlik Kurumunca karşılandığı için, söz konusu davacılar
açısından reddetmiş, diğer davacı içinse belirlenen maddi tazminatın kaza
tarihinden itibaren işleyecek faiziyle tahsiline, davacıların manevi tazminat
istemlerinin kısmen kabulüne, yıllık ücretli izin ücreti alacağı ispatlanamadığından bu talebin reddine karar vermiştir.
Kararda, maddi tazminat hesabına ilişkin olarak Daire kararlarıyla
geliştirilen genel ilkelerin belirtilmesini takiben işverenin hukuki sorumluluğunun sınırları “davacıların hesaplanan gerçek maddi zararlarından davanın
niteliği gereği Sosyal Güvenlik Kurumunca bağlanan gelirin peşin sermaye
değerinin düşülerek karşılanmayan maddi zararın belirleneceği uyuşmazlık
konusu değildir” ifadesine yer verilmek suretiyle çizilmiş ve uyuşmazlık
konusu şu şekilde tespit edilmiştir: “Uyuşmazlık gerçek maddi zarardan
düşülmesi gereken SGK'ca bağlanan gelirin, gelir bağlama tarihindeki ilk
peşin sermaye değerinin mi yoksa 506 sayılı Yasa'ya eklenen Ek 38. maddesi
gereğince hüküm tarihine en yakın tarihteki artışlar nazara alınarak hesaplanan tüm peşin sermaye değerinin mi olduğu noktasındadır”
Yargıtay 21. Hukuk Dairesi incelediğimiz kararında, anılan uyuşmazlığın çözümü bağlamında maddi zararı, malvarlığının zararlandırıcı sigorta
olayının gerçekleşmesinden önceki durumu ile sonrasındaki durumu arasındaki
fark olarak tanımladıktan sonra, zararın kural olarak hüküm tarihi esas alınarak
tespit edilmesi gerektiğini, öğretide de bu görüşün benimsendiğini belirtmiştir.
Bu görüşe dayanak olarak da, hüküm kurulurken zararın sonuçları yeterince
belirlenemiyorsa, yargıcın iki yıl boyunca hükmün değiştirilmesi hakkını saklı
tutabileceğini öngören BK’nun 46/2 maddesi gösterilmiştir.
Yüksek Mahkemeye göre, “hüküm tarihine en yakın tarihteki verilerin
nazara alınarak rapor tarihine kadar gerçekleşen zararın somut olarak
hesaplanması gerekir. Bu husus "gerçek belli iken varsayıma gidilemez."
Đlkesinin de gereğidir. Zararın giderimine karar verilebilmesi için öncelikle
zararın miktar olarak belirlenmesi gerekir. Zarar tazminatın tavan noktasıdır.
Hüküm altına alınacak tazminat zararı aşamaz. Zarara neden olan olay
nedeniyle olaydan zarar gören sigortalı ya da ölüm halinde hak sahipleri bir
fayda da sağlamışsa zararı doğuran olayla bağlantılı faydaların zarardan
indirimi gerekir. Buna zararın denkleştirilmesi denir. Aksi halde zararlandırıcı
olay zarar gören tarafı zenginleştirir. 506 sayılı Yasa'nın 19. maddesinde iş
kazası meslek hastalığı sonucu meslekte kazanma gücü en az % 10 azalmış
olan sigortalılara sürekli iş göremezlik geliri, 23. ve 24. maddesinde meslek
hastalığı veya iş kazası sonucu ölen sigortalıların eş ve çocukları ile ana ve
babasına yasada belirlenen koşulların varlığı halinde iş kazası veya meslek
hastalığı sigorta kolundan gelir bağlanacağı, 73/A maddesinde de tarifesine
göre tesbit edilecek iş kazaları ile meslek hastalıkları sigortası priminin
tamamının işverenler tarafından ödeneceği bildirilmiştir. Sigortalının primin
ödenmesinde herhangi bir katkısı söz konusu değildir. Bu özelliği göz önünde
tutulduğunda, iş kazası sigortasından bağlanan "gelirin" maddi zararın sigorta
primleri işverenden alınmak suretiyle Sosyal Güvenlik Kurumunca karşılanmak
amacına yönelik bir ödeme niteliğinde olduğu sonucuna varılır. Bu nedenle söz
konusu gelir, işverenin genel hükümlere göre sorumlu olduğu "tazminat"
kavramı içinde yer alır. Đş kazası veya meslek hastalığı sonucu oluşan zararın
giderilmesi istemine ilişkin olarak açılan tazminat davaları nitelikçe sigortaca
karşılanmayan zararın giderilmesi istemini amaçlamaktadır”.
Açıklanan bu maddi ve hukuki olgular karşısında zarar hesabının
Sosyal Güvenlik Kurumunca bağlanan gelirin hüküm tarihine en yakın tarihte
belli olan artışlar nazara alınarak hesaplanan tüm peşin sermaye değeri
düşülmek suretiyle yapılması gerektiğinin kabulü gerekir.
506 sayılı Sosyal Sigortalar Kanununda olduğu gibi, 5510 sayılı Sosyal
Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası Kanununa göre de sigortalı işçi iş kazası
geçirdiği ya da meslek hastalığına yakalandığında, kendisine gerekli sağlık
yardımları yapılır (SSGSSK 63), geçici iş görmezlik ödeneği veya sürekli iş
göremezlik geliri bağlanır, ölümü halinde de yine hak sahiplerine kısa vadeli
sigorta kollarından ölüm geliri bağlanır. Bu şekilde sosyal sigorta aracılığıyla
işçinin ya da hak sahiplerinin zararının karşılanması amaçlanmakla birlikte,
Sosyal Güvenlik Kurumunun anılan kapsamda yaptığı yardımlar götürü nitelik
taşıdığı için, çoğu zaman sigortalı ya da hak sahiplerinin gerçek zararının
tazmini mümkün olamamaktadır. Manevi zararın karşılanması ise zaten sosyal
sigortanın amacı dışında kalır. Sosyal Güvenlik Kurumunca karşılanmayan bu
zararların sigortalı ya da hak sahiplerince işverenden talep edilebileceği öğreti
görüşü ve yargı içtihatlarıyla kabul edilmiştir. Zira, sosyal sigorta olmasaydı iş
kazası ya da meslek hastalığı nedeniyle ortaya çıkan zarardan genel hükümlere
göre sorumlu olacak işverenin, bir kısmı sosyal sigorta sistemince karşılanan
bu zararın kalan kısmından sorumlu olmayacağına ilişkin olarak mevzuatımızda herhangi bir düzenleme bulunmamaktadır. Böylece işverenin sigortalı ya da
hak sahiplerine karşı olan tazminat sorumluluğunun kapsamını, sosyal sigorta
sistemince karşılanmayan zarar oluşturmaktadır(Süzek, Đş Hukuku, 349-350).
Sosyal Güvenlik Kurumu da, sigortalı ya da hak sahiplerine yaptığı
yardımlar ile bağladığı gelirlerin ilk peşin sermaye değerini iş kazası ya da
meslek hastalığına yol açan işverene kusuru oranında rücu etmektedir (SSGSK
21, SSK 26). Böylece işçiyi gözetme borcuna aykırı davranan işveren bir
yandan Sosyal Güvenlik Kurumuna, diğer yandan da Kurumun tazmin
etmediği maddi zararlar ile manevi tazminat için, sigortalı ya da hak sahiplerine
karşı sorumlu olmaktadır. Ancak, SSGSSK’nun kapsamı dışında kalan işçilerle
kurumdan iş kazası ya da meslek hastalığından doğan yardımları talep için
öngörülen beş yıllık zamanaşımı süresi içinde (m.97) talepte bulunmayan işçi
ya da hak sahipleri zamanaşımına uğrayan zararlarının tazminini, tazminat
davalarında zamanaşımı on yıl olduğu için kalan beş yıllık süre içinde
doğrudan işverenden talep hakkına sahiptir(Süzek, Đş Hukuku, 351-352).
Sigortalı ya da hak sahiplerinin işverenden talep edecekleri maddi
tazminat, gerçek zarar rakamından, başta Sosyal Güvenlik Kurumunca yapılan
yardımlar ile bağlanan gelirlerin peşin sermaye değeri olmak üzere, söz konusu
kişilerin iş kazası ya da meslek hastalığı sonucu elde ettikleri kazanımlar
düşülerek bulunur. Anılan mahsup işlemine denkleştirme adı verilmektedir.
Ancak bu mahsup işleminin yapılması için, Sosyal Güvenlik Kurumunun
yaptığı yardımlar ile bağladığı gelirlerin peşin sermaye değerini işverene rücu
etmiş olması zorunlu değildir. Zira anılan rücu hakkı sadece iş kazası ya da
meslek hastalığına kusuruyla yol açan işverene kusuru oranında söz konusudur
(maddi tazminatın hesabı konusunda bkz. Levent Akın, Đş Kazasından Doğan
Maddi Tazminat, 183 vd.).
Bu noktada belirtmek gerekir ki, daha önce Sosyal Güvenlik Kurumu
sigortalı ya da hak sahiplerine yaptığı yardımlarla bağladığı gelirlerin peşin sermaye değerini kusuru oranında işverene rücu ettikten sonra, zaman içinde yürürlüğe giren yasa, kararname ya da katsayı artışı nedeniyle söz konusu gelirlerde ortaya çıkan artış farklarını da işverene rücu edebilmekteydi. Uzun
tartışmalardan sonra Yargıtay Đçtihadı Birleştirme Genel Kurulu da, Anayasa
Mahkemesinin farklı yöndeki yorumlu ret kararlarına rağmen (AyM,
18.3.1976, E. 75/198, K. 76/18, RG., 15.7.1976, S. 15647; AyM, 20.12.1983,
E. 82/4, K. 83/17, RG, 13.12.1984, S. 18604), söz konusu artış farklarının peşin
sermaye değerlerinin de sigortalının gerçek zararını aşmamak, diğer deyişle
dış tavanla sınırlı kalınmak kaydıyla Kurumca işverenlere rücu edilebileceği
sonucuna varmıştı (YĐBK, 1.7.1994, E. 1992/3, K. 1994/3, RG. 20.10.1995, S.
22439). Bu çerçevede yerleşen son uygulamaya göre, 506 sayılı SSK Ek 38
uyarınca bu yasaya kapsamında bağlanan gelirler ile geçici 76. maddeye göre
yapılan telafi edici ödemelerde, her ay ödeme tarihlerinde bir önceki aya göre
Devlet Đstatistik Enstitüsü tarafından açıklanan en son temel yıllı kentsel yerler
tüketici fiyatları indeksi artış oranında yapılan artışlar da belirli dönemlerde,
tespit edilen gerçek zarar rakamını aşmamak üzere işverenlere rücu edilmekteydi.
Sosyal Sigortalar Kanununun, Kurumun işverene rücu hakkını düzenleyen 26. maddesinin farklı anlaşılması gerektiğini belirten yorumlu ret
kararlarına rağmen yerleşen bu uygulama karşısında uyuşmazlık tekrar önüne
gelen Anayasa Mahkemesi 23.11.2006 tarih ve E. 2003/10, K. 2006/106 sayılı
kararıyla 506 sayılı SSK’nun 26. maddesinde yer alan “… sigortalı veya hak
sahibi kimselerin işverenden isteyebilecekleri miktarla sınırlı olmak üzere …”
ibaresini iptal etmiştir. Bunun üzerine, Yargıtay 10. Hukuk Dairesi de sigortalı
ya da hak sahiplerine bağlanan “…ilk peşin sermaye değerli gelirlerdeki
artışların istenemeyeceği…” sonucuna varmıştır (Y10HD, 31.1.2008, E.
2007/4129, K. 2008/756, Çalışma ve Toplum, S. 18, 410-413). Takiben 5510
sayılı SSGSSK’nun 21. maddesinde, iş kazası ya da meslek hastalığı nedeniyle,
Kurumca sigortalıya veya hak sahiplerine bu yasa gereğince yapılan veya
ileride yapılması gereken ödemeler ile bağlanan gelirin başladığı tarihteki ilk
peşin sermaye değeri toplamının, sigortalı veya hak sahiplerinin işverenden
isteyebilecekleri tutarlarla sınırlı olmak üzere, Kurumca işverene ödettirileceği
öngörülmüştür.
Bu değişiklik sonucu, Sosyal Güvenlik Kurumunun iş kazası ya da
meslek hastalığı nedeniyle işverene rücu hakkı, sigortalı ya da hak sahiplerine
yapılan yardımlar ile bağlanan gelirlerin ilk peşin sermaye değeriyle sınırlanmasına karşın, sigortalı ya da hak sahiplerinin Sosyal Güvenlik Kurumunca
karşılanmayan zararları için açacakları tazminat davasında, tazminat tutarının
hesaplanan gerçek zarar rakamından, söz konusu ödemelerin hükme en yakın
tarihteki peşin sermaye değerinin düşülerek hesaplanması, akla işverenin
sorumluluğunun bir kısmından kurtulup kurtulmadığı sorusunu getirmektedir.
Yargıtay 21. Hukuk Dairesinin incelediğimiz kararında ortaya konan temel
uyuşmazlık da konuya ilişkindir.
Bir örnekle açıklamak gerekirse, anılan şekilde ortaya çıkan yeni
düzende, işverenin %100 kusurlu ve işçinin de iş kazası nedeniyle %100 iş
göremez olduğu bir durumda, Sosyal Güvenlik Kurumunun yaptığı yardımlar
ile bağladığı gelirlerin ilk peşin sermaye değeri 50.000-TL. hesaplandıktan
sonra, hükme en yakın tarihte (örneğin bir buçuk yıl sonra) yaptırılan tazminat
hesabında gerçek zarar 150.000-TL. ve o tarih itibariyle Kurumun yaptığı
ödemelerin peşin sermaye değeri, SSK Ek 38 uyarınca sigortalıya bağlanan
gelirde meydana gelen artışlar nedeniyle 60.000-TL. hesaplanmışsa,
sigortalının işverenden isteyebileceği tazminat tutarı (150 – 60) 90.000-TL.
olacak, bu durumda, 50.000-TL Kuruma ve 90.000-TL.’de sigortalı ya da hak
sahiplerine ödeyen işverenin cebinden 140.000-TL. çıkacaktır. Bu tablo da
gerçek zarar rakamının 150.000-TL. olduğu dikkate alındığında, işverenin
gerçek zararın 10.000-TL.’lik kısmından kurtulduğu ileri sürülerek Yargıtay
21. Hukuk Dairesinin incelediğimiz kararı eleştirilebilir. Ancak, işçi açısından
konu ele alındığında, bu uygulamaya göre işçinin karşılanmayan herhangi bir
zararı söz konusu değildir. Zira işçi, 150.000-TL. hesaplanan toplam zararının
90.000-TL.’sini tazminat olarak işverenden almıştır. Bu hesaplamanın yapıldığı
tarih itibariyle kendisine yapılan yardımlar ile bağlanan gelirlerin ilk peşin
sermaye değeri de 60.000-TL.’dir. Bu iki rakamın toplamı gerçek zarar
rakamına eşittir. Sadece Kurum gelir bağladığı tarih itibariyle, sigortalıya
yaptığı yardımlarla söz konusu gelirin peşin sermaye değerini işverene rücu
ettiği için, aradan geçen yargılama süresi uzayıp, sigortalıya bağlanan gelirin
peşin sermaye değeri yükseldikçe zarara uğruyor gibi görünmektedir. Oysa
Kurum sigortalıya bağladığı gelirlerin ilk peşin sermaye değerini daha önce
tahsil ettiği için bu eleştiri isabetli değildir. Kaldı ki, iş kazası ve meslek
hastalığı sigortası primlerinin tamamını ödeyen işverenlerin, yabancı hukuk
sistemlerinde ağır ya da bağışlanamaz kusurları varsa Sosyal Güvenlik
Kurumuna karşı sorumlu tutulurken, mevzuatımıza göre kusurlarının her
derecesinden sorumlu oldukları dikkate alındığında da varılan bu sonucun adil
olmadığı söylenemez.
Yargıtay 21. Hukuk Dairesi, incelediğimiz kararında açıkladığı bu
ilkeden farklı bir yaklaşımın kabulü halinde sigortalının sebepsiz zenginleşeceğini belirterek şu görüşlere yer vermiştir: “…zarardan bağlanan gelirin
hüküm tarihine en yakın tarihteki artışlar nazara alınarak hesaplanan peşin
sermaye değeri düşülmediği takdirde sigortalı veya hak sahipleri aynı zarar
için hem işverenden tazminatın tümünü almak hem de kurumdan gelir almak
yoluyla bağlanan gelirlerin ilk peşin değeri ile hüküm tarihine kadar yapılan
artışları da kapsayan en son peşin değer arasındaki fark yönünden mükerrer
yararlanma durumuna gelecektir. Đşte buna engel olmak için hüküm tarihine en
yakın tarihteki artışlar gözetilerek hesaplanan peşin sermaye değerinin düşülmesi zorunludur. Anayasa Mahkemesinin 506 sayılı Yasa'nın 26. maddesiyle
ilgili olarak verdiği iptal kararı Sosyal Güvenlik Kurumunun açacağı rücu
davalarının konusunu oluşturan kurum alacağına ilişkin olup, sigortalı
tarafından işverene yönelik olarak açılan tazminat davalarında uygulanma
olanağı yoktur. Kaldı ki Yargıtay Đçtihadı Birleştirme Büyük Kurulunun
1.7.1997 gün ve 1992/3 Esas 1994/ 3 Karar sayılı kararının bağlayıcılığını
koruduğu da açıktır. Sosyal Güvenlik Kurumunun işverene yalnızca
bağlanan gelirin ilk peşin sermaye değeri oranında rücu edebilmesi, davacı
zararının hüküm tarihine en yakın tarihteki verilere göre hesaplanan en son
peşin sermaye değeri miktarı kadar karşılandığı gerçeğini değiştirmez.”
Son olarak belirtelim ki, incelediğimiz kararın başında isabetle ifade
olunduğu gibi, hukuk tekniği bakımından zararın hükme en yakın tarihte hesaplanması gerektiğinden(Akın, 183-184), bu hesaplama sırasında denkleştirmeye
gidilirken, gerçek zarar rakamından düşülecek Sosyal Güvenlik Kurumunca
sigortalıya yapılan yardımlar ile bağlanan gelirlerin peşin sermaye değerinin de
o tarihteki verilere göre belirlenmesi gerekir. Zira gerçek zarar hesabı o
tarihteki verilere göre yapılmaktadır.
b) Đş Kazası ya da Meslek Hastalığından Doğan Maddi Tazminat
Davalarında Đşverenin Sorumluluğunun Hukuki Niteliği
Yargıtay 21. Hukuk Dairesinin bu konuda incelemeyi gerekli gördüğümüz kararına (Y21HD, 3.3.2009, E. 2008/20034 K. 2009/3026, YHGK,
3.2.2010, E. 2010/21-36, K. 2010/67, Çalışma ve Toplum, S. 25, 309-318; aynı
yönde, Y21HD, 12.2.2007, E. 2006/14258, K. 2007/1770, YKD, ) konu olayda,
bir su dağıtım şirketinde çalışan işçi, daha önce dağıttığı suların parasını toplamak üzere gittiği bir iş merkezinde asansöre binmek istemiş, asansörü çağırdığında, asansörün kapılarının açılmasına rağmen, asansör kabini kata gelmemiş, ortamın aydınlık olmamasının da etkisiyle kabinin katta olup olmadığına dikkat etmeden asansöre binmek isteyen işçi asansör boşluğuna düşerek
yaşamını yitirmiştir. Đşçinin desteğinden yoksun kalanların açtıkları maddi ve
manevi tazminat davasında yapılan yargılama sonunda ilk derece mahkemesi,
davacıların desteği işçinin işvereni su dağıtım şirketi ile kazanın meydana
geldiği iş merkezini işleten kooperatifin kazanın meydana gelmesinde kusurlu
ve sorumlu olduklarını tespit ederek maddi ve manevi tazminat taleplerini
kabul etmiştir.
Bu kararın temyizi üzerine konuyu inceleyen Yargıtay 21. Hukuk
Dairesi hükme esas bilirkişi raporunda, davalı kooperatifin %70, davacılar
murisinin su bedelini tahsile gittiği işyeri kiracısının %10, işveren şirketin %10,
ölen işçinin ise %10 oranında kusurlu olduğunun belirtilmesine rağmen,
“Somut olayda kazanın gündüz saat 13.00-15.00 sıralarında işyeri dışında
meydana geldiği, su satışı yapan işverenin su dağıtımı yapan elemanını para
tahsiline göndermeden önce gideceği her binanın durumunu, asansörünü
kontrol etmesinin beklenemeyeceği, kaldı ki kontrol edilse dahi bu tür
tesisatların kontrol anından hemen sonra arızaya geçmesi de büyük bir olasılık
dahilinde olduğundan kazanın meydana gelmemesi için işverenin Đş Kanunun
77. maddesi ile iş Sağlığı ve Güvenliği Yönetmeliği hükümleri gereğince alması
gerekli bir önlem söz konusu …” olmadığı açıklamasında bulunarak davalı
işverenin olayın meydana gelmesinde kusursuz olduğu sonucuna varmıştır.
Yüksek mahkemeye göre “… işverene kusur izafe eden raporun Đş Kanununun
77. maddesinin öngördüğü koşulları içerdiği giderek hükme dayanak alınacak
nitelikte olduğu söylenemez. Olayın üçüncü kişiler ile kazalının müşterek
kusurlu eylemleri sonucu meydana geldiğinin ve illiyet bağının kesildiğinin
anlaşılmasına göre işverenin kusursuz sorumluluğunun da söz konusu olmadığı
ortadadır. Hal böyle olunca davalı işverene yönelik davanın reddi gerekirken
yazılı şekilde tazminattan sorumlu tutulması usul ve yasaya aykırı olmuştur”.
Yargıtay 21. Hukuk Dairesinin incelemeye çalıştığımız kararında ayrıca, üzerinde özellikle durmayı gerekli gördüğümüz şu görüşlere yer verilmiştir:
“Đşyerinde meydana gelen iş kazaları nedeniyle işverenin hukuki
sorumluluğunun niteliği Yargıtay'ın önceki kararlarında da benimsediği görüşe
göre, kusura dayanmaktadır. Đsviçre ve Türk Hukuk Sisteminde özel bir
düzenleme söz konusu olmadıkça asıl olan kusur sorumluluğudur. Đşverenin
kusurlu eylemi ile zarar arasında uygulanır illiyet bağı yoksa, işverenin
sorumluluğundan söz edilemez”.
Đlk derece mahkemesinin kararında direnmesi üzerine konuyu inceleyen
Yargıtay Hukuk Genel Kurulu da yerel Mahkeme ile Özel Daire arasında, dava
konusu bu ölüm olayının 506 Sayılı Sosyal Sigortalar Kanunu'nun 11.
maddesine göre iş kazası olduğu konusunda uyuşmazlık bulunmadığını belirttikten sonra, davacıların desteği işçinin ölümüne neden olan olayın meydana
gelmesinde işveren şirketin kusurunun bulunmadığını açıklamak suretiyle ilk
derece mahkemesinin direnme kararının yerinde olmadığı sonucuna varmıştır.
Yargıtay Hukuk Genel Kurulunun kararında bu sonuca varılırken şu görüşlere
yer verildiği görülmektedir:
“… bir olayın iş kazası olarak nitelendirilmesi, işverenin her durumda
bu kazadan sorumlu tutulmasını gerektirmez. Sosyal Sigortalar Kanunu
kapsamında bir iş kazasından iş verenin sorumlu olması için, işverenin iş
güvenliği önlemlerini alma ve özen gösterme yükümlülüğüne aykırı davranışı
veya ihmal göstermesi sonucu kaza meydana gelmiş olmalıdır. Diğer bir
deyişle, Özel Daire bozma ilamında da değinildiği üzere oluşan kazadan
sorumlu olabilmesi için iş verenin kusurunun kanıtlanmış olması gerekir”.
Yargıtay Hukuk Genel Kurulu kararına karşı yazılan bir karşı oy
yazısında ise, davalı işverenin dava konusu olayın meydana gelmesinde kusuru
bulunmasa da kusursuz sorumluluk ilklerine göre sorumlu tutulması gerektiği
belirtilerek, ilk derece mahkemesinin direnme kararı isabetli bulunmuştur.
Bu karar bağlamında özellikle üzerinde durmak istediğimiz husus,
Yargıtay 21. Hukuk Dairesinin önceki bazı kararlarından farklı olarak,
işverenin iş kazası veya meslek hastalığı sonucu ortaya çıkan zararlar nedeniyle
hukuki sorumluluğunun kusur esasına dayandığını, Đsviçre ve Türk Hukuk
Sisteminde özel bir düzenleme söz konusu olmadıkça asıl olanın kusur sorumluluğu olduğunu belirtmesidir. Kararda, 21. Hukuk Dairesinin önceki kararlarında da bu görüşü benimsediği belirtilmekle birlikte, Yüksek Mahkemenin
özellikle kaçınılmazlığın söz konusu olduğu durumlarda, tehlike (risk)
kuramına dayalı olarak işvenin kusursuz sorumluluğuna gittiği kararları
bulunmaktadır. Yüksek Mahkeme bu yöndeki bir kararında, Yargıtay Đçtihadı
Birleştirme Kurulunun 27.3.1957 gün 1/3 sayılı içtihadını da dayanak
göstermek suretiyle işverenin kusursuz sorumluluk esasları çerçevesinde risk
kuramına göre BK 43 hükmü dikkate alınarak tazminattan sorumlu tutulması
gerektiği sonucuna varmıştır (Y21HD, 20.4.2000, E. 3043, K. 3122, Balcı,
208; aynı yönde, Y21HD, 23.1.1996, E. 1995/7235, K. 1996-122, bu karar ve
konuya ilişkin Yargıtay uygulaması hakkında ayrıntılı bilgi için bkz. Akın, 89
vd.; aynı yönde, Y21HD, 9.10.2001, 6379/6579, Sarper Süzek, Yargıtayın Đş
Hukukuna Đlişkin Kararlarının Değerlendirilmesi 2001, 29-30). Yargıtay 21.
Hukuk Dairesinin 2007 yılında verdiği benzer bir karardan sonra (Y21HD,
12.2.2007, E. 14258, K. 1770, YKD, Ocak 2008, 105-107) incelemeye çalıştığımız kararda da Türk Hukuk sisteminde esas olanın kusur sorumluluğu olduğu
görüşünü açıklaması, yürürlükteki hukuk sistemimizle uyumludur. Bu nedenle
Yüksek Mahkemenin anılan içtihadını ilke olarak yerleştirmesi çok isabetli
olacaktır(Süzek, Đş Hukuku, 355).
Yargıtay 21. Hukuk Dairesinin incelemeye çalıştığımız kararında
açıkladığı, işverenin işçiyi gözetme borcundan doğan hukuki sorumluluğunun
kusur esasına dayandığı görüşünü desteklemek üzere, işverenin işçiyi gözetme
borcundan doğan sorumluluğunun hukuki niteliğinin kısaca gözden geçirilmesi
yararlı olur. Yabancı hukukta işverenin işçiyi gözetme borcundan doğan hukuki
sorumluluğunun gelişim seyrine bakıldığında, sosyal sigorta sistemlerinin
kurulmadığı dönemde işverenin anılan borcu yerine getirmemesinden doğan
zararların kusursuz sorumluluk esasına dayanılarak, genellikle zararın
tamamını karşılamayan götürü tazminatlarla giderildiği görülmektedir. Ancak
daha sonra sosyal sigorta sistemlerinin kurulması ile birlikte, sosyal sigortalar
kusursuz sorumluluğun yerini almıştır. Zira iş kazası ya da meslek hastalığına
uğrayan işçilerin zararları, zararın doğmasında işverenlerinin hiç kusuru
bulunmasa da sosyal sigortalar tarafından karşılanmaktadır. Bunun yanında,
sosyal sigortalar tarafından sağlanan yardımları aşan zararlar da, işçi ya da
ölmüşse onun desteğinden yoksun kalanlar tarafından işverenden talep
edilebilmektedir. Ancak, birçok ülkede özel düzenlemelerle, işverenin sosyal
sigorta tarafından karşılanmayan zararlarından sorumluluğunun kast ya da ağır
kusurla sınırlandığı görülmektedir. Öte yandan, aynı sınırlama Sosyal Güvenlik
Kurumunun işverenlere rücuunda da söz konusudur(ayrıntılı bilgi için bkz.
Sarper Süzek, Đş Güvenliği Hukuku, Ankara 1985, 192 vd. (Đş Güvenliği)).
Hukukumuzda ise, işverenin işçiyi gözetme borcundan doğan hukuki
sorumluluğunu sınırlayan herhangi bir düzenleme mevcut değildir. Dolayısıyla
işçi, sosyal sigorta tarafından karşılanmayan zararları için genel hükümler
çerçevesinde işverene başvurabilir. Bu konuya bir üst başlık altında değindiğimiz için, burada ayrıca açıklama yapmayı gerekli görmüyoruz. Türk hukukunda sosyal sigortalar tarafından karşılanmayan zararların işverenden genel
hükümler çerçevesinde talep edilebileceği ve bu sorumluluğun kusurun herhangi bir derecesiyle sınırlanamayacağı konusunda öğreti ve uygulamada görüş
birliği bulunmasına karşın, işverenin sorumluluğunun hukuki niteliği konusu
çok tartışmalıdır(Bu konudaki görüşler için bkz. Süzek, Đş Güvenliği, 209 vd.;
Akın, 85-87).
Öğretide, bir kısım yazarlar işverenin işçiyi gözetme borcundan doğan
sorumluluğunu kusursuz sorumluluk esasına dayandırırken bunu, anılan
konuda bir yasa boşluğu bulunduğu ve söz konusu boşluğun kusursuz
sorumluluk ilkesiyle doldurulması gerektiği şeklinde açıklamaktadır. Bu görüşe
göre, kusur sorumluluğunu savunanların ileri sürdüğü gibi, işverenin işçiyi
gözetme borcundan doğan sorumluluğunu tayin bakımından BK 332/1’e
başvurma olanağı yoktur. Çünkü, ĐK 77’de bu borç açık ve daha yoğun bir
biçimde düzenlenmiştir. ĐK 77’de işverenin alacağı tedbirlerin çerçevesi BK
332’deki gibi hakkaniyetle sınırlanmamış, gereken bütün tedbirlerin alınması
şeklinde tespit edilmiştir. Diğer deyişle, Đş Kanunu Borçlar Kanunundan farklı
olarak sorumluluğu objektif bir ölçüte bağlamıştır. ĐK 77 hükmüne aykırılığın
idari ve cezai yaptırımlara bağlandığı da dikkate alınırsa, bu hükmün sadece bir
koruma normu niteliğinde olduğu anlaşılmaktadır. Anılan hükümde uğranılan
zararların hangi esaslara göre tazmin edileceği ise düzenlenmemiştir.
Dolayısıyla, bu hususta bir yasa boşluğu söz konusudur ve yasa boşluğu MK 1
uyarınca, insan unsuruna öncelik tanıyan bir anlayışla kusursuz sorumluluk
ilkesinin uygulanması suretiyle doldurulmalıdır. Söz konusu görüşe göre, BK
332’nin lafzen yorumlanması suretiyle ve BK 96 vasıtasıyla işverenin işçiyi
gözetme borcundan doğan sorumluluğunun kusur esasına dayandırılması ĐK
77’yi görmezlikten gelme anlamına geleceği gibi, iş hukukunun ve iş
sözleşmesinin işçiyi koruyucu sosyal özelliği ile de bağdaşmaz (Mustafa
Çenberci, Đş Kanunu Şerhi, Ankara 1978, 781-782, 806-808; Fikret Eren,
Borçlar Hukuku ve Đş Hukuku Açısından Đşverenin Đş Kazası ve Meslek
Hastalığından Doğan Sorumluluğu, Ankara 1974, 37, 89, 92-93 (Đşverenin
Sorumluluğu); Đlhan Ulusan, Özellikle Borçlar Hukuku ve Đş Hukuku
Açısından Đşverenin Đşçiyi Gözetme Borcu ve Bundan Doğan Hukuki
Sorumluluğu, Đstanbul 1990, 125).
Mevzuatta boşluk bulunduğunu ve bu boşluğun kusursuz sorumluluk
ilkesinin uygulanması suretiyle doldurulması gerektiğini savunanlardan
bazıları, kusursuz sorumluluğu hakkaniyet esasına dayandırırken(Çenberci,
808) diğer bazıları, bu sorumluluğu tehlike esasına dayandırmakta ve işyeri
sorumluluğunu tehlike sorumluluğunun bir alt türü olarak nitelendirmektedir.
Bunlardan bazılarına göre, tehlike derecesi sorumluluğun kusur veya kusursuz
sorumluluk olarak adlandırılmasına etki etmemektedir. Başka bir deyişle,
işyerinin yarattığı tehlike az da olsa çok da olsa, kusursuz sorumluluk söz
konusudur(Eren, Đşverenin Sorumluluğu, 86-87, 93). Buna karşın, yine tehlike
esasından hareket eden bazılarına göre, işletmenin yarattığı tehlike derecesinin
kusursuz sorumluluk prensibine tabi tutulmayı haklı gösterecek düzeyde
bulunması gereklidir. Örneğin, zirai ve ticari işletmelerde işverenin kusursuz
sorumluluğunu haklı göstermeyen haller mevcuttur. O itibarla, anılan işletmeler
bakımından BK 96 ve 332’ye bağlı kalmak gerekir(K. Tahir Gürsoy, Đşverenin
Sorumluluğu, AÜHFD, 1974, C. XXXI, S. 1-4, 194-197). Öte yandan kusursuz
sorumluluğu savunan bir başka görüş de, yarar ile zarar arasındaki bağlılık
düşüncesinden hareketle aynı sonuca ulaşmaktadır(Turhan Esener, La
responsabilite de I’employeur en cas d’accident de travail, BATĐDER, 1971, C.
VI, S. 1, 170, Süzek, Đş Güvenliği, 219’dan naklen).
Kusursuz sorumluluk sonucuna varan bir başka yaklaşıma göre, borçlar
hukuku içinde ele alındığı takdirde BK 332’de yer alan sorumluluğun kusura
dayandığı kabul edilmekle birlikte, ĐK 77 ile birlikte ele alındığında durum
biraz farklıdır. ĐK 77 kamu hukuku nitelikli koruyucu bir norm olduğu gibi,
aynı zamanda özel hukuka, sözleşmeye dayanan işçiyi koruma yükümlülüğünü
de ayrıntılı olarak düzenleme işlevi görmektedir. ĐK 77’de genel bir ifade
kullanılarak kusurdan söz edilmemiştir. Bu noktadan hareket edilirse, ĐK 77 ve
BK 332 birlikte değerlendirildiğinde, işverenin sorumluluğunun kusursuz
sorumluluk olarak kabulü mümkündür(Kenan Tunçomağ, Đş Hukuku, C. I, 4.
Baskı, Đstanbul 1986, 268-270).
Öğretide kusursuz sorumluluk görüşüne katılan bir başka görüş ise,
kusursuz sorumluluğa, BK 332’de yer alan hakkaniyet esasından hareketle
ulaşmaktadır. Bu görüşe göre, yasa boşluğuna başvurmaya gerek olmaksızın
BK 332’de yer alan hakkaniyet ölçütünün, alınacak tedbirler bakımından değil
de, hakkaniyet sorumluluğu şeklinde yorumlanması suretiyle kusursuz
sorumluluk sonucuna ulaşılması mümkündür(Hüseyin Hatemi, Đş Kazasından
Doğan Maddi Tazminat Miktarının Tayini, ĐHU, 1976, ĐşK. 73, (No.2); aynı
görüşte A. Can Tuncay, Đş Kazasının Unsurları ve Đşverenin Đş Kazasından
Doğan Sorumluluğu, ĐHU 1982/1, SSK. 11 (No.2)).
Sonuç olarak, Türk öğretisinde işverenin işçiyi gözetme borcundan
doğan sorumluluğunun kusursuz sorumluluk esasına dayandığı noktasında
birleşen birçok görüş bulunmakla birlikte, söz konusu görüşlerin gerekçeleri
arasında bir birlik mevcut değildir. Bunların bir kısmı, mevzuatta boşluk bulunduğu noktasından hareketle kusursuz sorumluluk sonucuna ulaşırken, diğer
bazıları mevcut hükümlerin yorumu suretiyle aynı sonuca varmaktadır. Bu
şekilde gruplanan görüşler de kendi içlerinde dayandıkları esaslar bakımından
farklılıklar göstermektedir.
Buna karşı Yargıtay 21. Hukuk Dairesinin incelemeye çalıştığımız kararında haklı olarak yer verilen görüşe göre, işverenin işçiyi gözetme borcundan doğan hukuki sorumluluğu kusur esasına dayanır. Borçlar Kanununda
sorumluluğun kusura dayalı olması esastır. Risk veya hakkaniyet esasına dayalı
kusursuz sorumluluğun kabulü ise “kanuni muayyeniyet prensibi” gereği,
ancak kanunda açıkça öngörülen hallerde olanaklıdır. Diğer deyişle işverenin
işçiyi gözetme borcundan doğan sorumluluğunun kusursuz sorumluluk esasına
dayandırılabilmesi için, bunun pozitif bir düzenleme ile öngörülmesi gerekir.
Mevzuatımızda bu yönde bir genel düzenleme bulunmamaktadır(S. Sulhi
Tekinay, Đş Kazalarından ve Meslek Hastalıklarından Dolayı Đşverenin
Sorumluluğunun Sınırlanması Meselesi, MHAD; 1968, Y. 2, S. 3, 79-81).
Ancak istisnai olarak, işverenin iş kazası ya da meslek hastalığının ortaya
çıkmasından BK’nun 55. ve 100. maddelerine göre sorumlu tutulabildiği
durumlarda kusursuz sorumluluğu söz konusu olabilir. Aksine bir yorumla
işverenin sorumluluğunun kusursuz sorumluluk temeline dayandırılması pozitif
hukuka aykırı olduğu gibi, işverenin sorumluluğunun karşılaştırmalı hukuktaki
genel gelişim çizgisine de ters düşer(M. Kemal Oğuzman, Đş Kazası ve Meslek
Hastalığından Doğan Zararlardan Đşverenin Sorumluluğu, ĐÜHFM, 1969, C.
XXXIV, S. 1-4, 337-342).
Đşverenin işçiyi gözetme borcundan doğan sorumluluğunun kusursuz
sorumluluk esasına dayandığını savunanlar bu görüşlerini genellikle mevzuatta
bir düzenleme boşluğu bulunduğu ve söz konusu boşluğun MK 1 uyarınca
kusursuz sorumluluk ilkesi ile doldurulması gerektiğini belirterek açıklamaktadır. Bu görüşün doğru kabul edilmesi için öncelikle mevzuatımızda bir
düzenleme boşluğu olup olmadığına veya bir düzenleme mevcut olsa bile bu
düzenlemenin ihtiyaçlara cevap verip vermediğine bakmak gerekir. Eğer
mevcut düzenleme ihtiyaçlara cevap vermiyorsa, bunun bir gerçek olmayan
boşluk olarak kabul edilip edilemeyeceği araştırılmalıdır. Ancak bundan sonra,
boşluğun yargıç tarafından doldurulması yoluna gidilebilir(Süzek, Đş Güvenliği, 231-232). Ayrıca böyle bir boşluğun doldurulması da yasanın ruhuna ve
sistemine uygun olmalıdır.
Đş Kanununda işverene işçiyi gözetme ve gereken bütün iş güvenliği
önlemlerini alma yükümlülüğünü getiren 77. madde genel anlamda bir hukuki
koruma normu niteliğindedir. Bu maddede öngörülen önlemlerin alınmamasının idari ve cezai yaptırımlara tabi tutulması da bunu göstermektedir. Ancak
maddede öngörülen önlemlerin alınmamasından dolayı işçinin uğrayacağı
zararların nasıl tazmin edileceği konusunda özel bir düzenleme mevcut
değildir. ĐK 77’de öngörülen önlemlerin alınmaması nedeniyle doğan zararların
işverenin tazmin yükümlülüğünü doğuracağı kuşkusuzdur. Bu durumda konuya
ilişkin özel düzenleme bulunmadığı için genel hükümlere başvurmak gerekir.
ĐK 77’nin kusursuz sorumluluk öngördüğünü kabul etmek ise mümkün
değildir. Zira Borçlar Kanunu sistemimize göre kusursuz sorumluluktan söz
edebilmek için bunun özel olarak düzenlenmesine ihtiyaç vardır. Şu halde, iş
sağlığı ve güvenliği önlemlerini almayan işverenin bu nedenle doğacak
zararlardan sorumluluğu, genel hükümler uyarınca, Borçlar Kanununun 96. ve
332. maddelerine tabi olacaktır. Bu maddeler ise, aksine bir düzenleme
içermedikleri için Borçlar Kanunumuzun genel sistemine uygun olarak kusurlu
sorumluluk esasına dayanmaktadır. BK 332’nin Đsviçre’deki yorum şekli de bu
görüşü destekler niteliktedir. Zira, BK 332’nin kusur sorumluluğu esasına
dayandığı Đsviçre Federal Mahkemesince de kabul edilmiştir(Süzek, Đş
Güvenliği, 210-211, 232-233).
Diğer taraftan, hukuk sistemimizde işveren her türlü kusurundan
sorumlu tutulmuştur (BK 98/1). Kusurun ağırlığı sadece tazminatın takdirinde
rol oynar (BK 43). Đsviçre – Türk borçlar hukuku sisteminde ayrıca kusur
objektifleştirilmiştir. Buna göre iş sağlığı ve güvenliği önlemlerinin alınmasında işverenin göstermesi gerek özen, aynı koşullarda iş yapan dikkatli, makul
ve sorumluluk sahibi bir işverenin göstermesi gereken özendir. ĐK 77 ve buna
uygun olarak ĐK 78 uyarınca çıkarılan yönetmelikler, işverenin iş güvenliği
önlemlerini alma bakımından göstermesi gereken özenin derecesini ortaya
koymaktadır. Söz konusu mevzuatta yer alan önlemler işverenin kusurunu
objektifleştiren ölçütler olarak kabul edilmektedir. Buna göre, ilgili mevzuatta
öngörülen özeni göstermeyen işverenler kusurlu sayılacaktır. Dolayısıyla, Đş
Kanunundaki düzenleme kusur sorumluluğu prensibine daha yatkındır.
Kusurun objektifleştirilmesiyle kusursuz sorumluluk ilkesine yaklaşılmakta ise
de, objektif ölçütlere göre belirlenen kusurda, objektifleştirilmiş olsa da kusur
arandığı için, kusursuz sorumluluktan farklı bir durum söz konusudur. Bu halde
işveren, iş sağlığı ve güvenliği önlemlerini aldığını, diğer deyişle kusursuzluğunu ispatlayarak sorumluluktan kurtulurken, kusursuz sorumlulukta,
illiyet bağı kesilmiş olmadıkça, kusursuzluğunu ispatlaması işvereni sorumluluktan kurtarmaz(Süzek, Đş hukuku, 357).
Öte yandan yukarıda tartıştığımız gerekçelerle, kusurlu sorumluluk
esasına dayanan bu sistemin ihtiyaçlara cevap vermediğinin kabulü ve dolayısıyla gerçek olmayan bir düzenleme boşluğu bulunduğu sonucuna varmak da
olanaklı değildir. Söz konusu yöntem ancak son derece istisnai hallerde
uygulanabilir. Bugün gerçek olmayan bir yasa boşluğunun varlığı genellikle,
mevcut düzenlemenin uygulanması hakkın kötüye kullanılmasını oluşturuyorsa
(MK 2/2) kabul edilmektedir. Oysa BK 332, ĐK 77 ile birlikte yorumlandığı
takdirde, anılan hükümlerin uygulanmasının hakkın kötüye kullanılması
sonucunu doğuracağı sonucuna varılamaz. Kaldı ki, böyle bir boşluğun bulunduğu varsayılsa bile, bunun yargıç tarafından kusursuz sorumluluk ilkesiyle
doldurulmasını kabul etmek, Borçlar Kanunumuzun genel sistemine uygun
olmayacaktır. Zira yasanın getirdiği genel sistemden ayrılmak özel bir düzenlemeyi gerektirmektedir. Konuya zararın tazmini yerine, iş kazaları ve meslek
hastalıklarının önlenmesi boyutundan yaklaşıldığında, işverenin sorumluluğunun olması gereken hukuk bakımından da kusur esasına dayandırılması
daha isabetlidir(Süzek, Đş Güvenliği, 227-231, 234-235, ).
Ancak bütün bunlara karşın, kusur sorumluluğunun haklı olarak eleştirildiği bir husus, kaçınılmazlık durumlarında, bir başka deyişle işverenin
gerekli bütün önlemleri almasına rağmen zarar doğuran olayın meydana geldiği
durumlarda, zararın sosyal sigortalarca karşılanmayan kısmının işçinin
üzerinde kalmasıdır. Bu durumun hakkaniyetle bağdaşmadığı bir gerçektir.
Ancak, isabetle ileri sürüldüğü üzere, bu durum aslında yürürlükteki hukuk
sistemimizin eksikliğinden kaynaklanmaktadır. Aşağıda farklı bir bağlamda
inceleneceği üzere Yargıtayın kaçınılmazlık durumlarında kusur sorumluluğu
esasından ayrılarak, kusursuz sorumluluk ilkesine dayalı kararlar vermesi de
söz konusu durumlarda zararın karşılanmayan kısmının işçinin üzerinde
kalmasının önlenmesine ilişkin bir çabanın sonucu olarak değerlendirilebilir.
Olması gereken hukuk bakımından yapılması gereken, pozitif hukukta
yapılacak bir değişiklikle sosyal sigortanın işçinin bütün zararını karşılamasının
sağlanmasıdır. Bu şekilde, eleştiriye konu olan sosyal sigortaca karşılanmayan
zararın işçi üzerinde kalması sorunu da ortadan kalkmış olacaktır. Anılan
şekilde, bir yandan işçinin bütün zararlarının en kısa zamanda tazmin edilmesi
sağlanacağı gibi, işçinin zararlarının tazmini için işverenle muhatap olması
durumu ortadan kalkacağından, işçi ile işveren arasındaki iş barışı da korunmuş
olacaktır. Bu sisteme göre, işçinin bütün zararını karşılayan Sosyal Güvenlik
Kurumu, kusur esasına göre işverene rücu edebilecektir. 5510 sayılı Yasadaki
düzenleme, mevcut haliyle dahi anılan rücu mekanizmasının işlemesine
elverişlidir(Süzek, Đş Hukuku; 359-360, aynı yazar, Değerlendirme 2001, 30;
aynı yazar, Đş Güvenliği, 236).
c) Meslek Hastalığından Doğan Maddi Tazminatın Belirlenmesinde
Kaçınılmazlık ve 32 Yıl Formülü
Yargıtay 21. Hukuk Dairesinin bu başlık altında incelemeyi uygun
gördüğümüz kararında (Y21HD., 14.05.2009, E.2008/6246, K.2009/6889,
yayınlanmamıştır) davacı meslek hastalığı sonucu maluliyetinden doğan
maddi ve manevi tazminatın ödetilmesine karar verilmesini talep etmiştir. Đlk
derece mahkemesi talebin kısmen kabulüne karar vermiştir. Yüksek Mahkeme
ise şu görüşlere yer vermek suretiyle ilk derece mahkemesi kararını bozmuştur:
“Meslek hastalığı, 506 sayılı Kanunun 11. maddesinde açıkça ifade
edildiği gibi; işin niteliğine göre tekrarlanan sebepler veya işin yürütüm
şartlarına göre ortaya çıkan hastalık, sakatlık veya ruhi arıza halleridir. Kusur
incelemesi yapılırken, meslek hastalığının bu özelliği dikkate alınarak ve
öteden beri uygulanan şekliyle 32 yıl formülü esas alınmak suretiyle belirleme
yapılmalıdır. Mahkemenin, dayanak aldığı raporda ise; olay iş kazası gibi
değerlendirilmiş ve bu suretle belirlenen kusur oranına çalışılan süre uygulanmak suretiyle kusur belirlenmiştir. Bu yöntem hatalıdır. Đş kazasında; olayın
özelliğine göre, kaçınılmazlık hiç olmayabileceği halde, meslek hastalığında,
bu hastalığın niteliği itibarıyla belli oranda kaçınılmazlığın varlığı gerekli ve
zorunludur.
Hükme esas alınan rapor Dairemizin ve Yargıtay’ın kabul ettiği,
uygulamada 32 yıl formülü olarak adlandırılan esaslara aykırı düşmektedir.
Sigortalının işyerlerinde 32 yıldan daha kısa bir süre çalışması halinde,
kaçınılmaz maluliyet oranı; çalışılan yıl sayısı: 32, yıl ortalaması ile çarpılarak
kaçınılmaz maluliyet oranı belirlenmelidir. Sigortalının 18 yaşından sonra
çalışmaya başlaması halinde ise; her yıl için 32 yıldan 3 yıl indirilerek
kaçınılmaz maluliyet belirlenmeli, artık yaşlar için orantılama yoluyla indirime
gidilmelidir. Kusur raporu bu hususları nazara almadığından yetersiz
görülmüştür. Mahkemenin ODTÜ’den 3 kişilik konunun uzmanı bilirkişilerden
bu doğrultuda kusur raporu alarak hüküm vermesi gerekirken, yetersiz kusur
raporuna dayanarak karar vermesi, usul ve yasaya aykırı olup, bozmayı
gerektirir”. Yüksek Mahkemenin bu kararı, bir üst başlık altında incelediğimiz
kararında açıkladığı, işverenin işçiyi gözetme borcundan doğan sorumluluğunun kusur esasına dayandığı yönündeki görüşü ile uyumludur.
Borçlar Kanununun 43. maddesine göre “Hakim, hal ve mevkiin
icabına ve hatanın ağırlığına göre tazminatın suretini ve şumulünün derecesini
tayin eyler”. Yargıtay 21. hukuk Dairesine göre, hakimin anılan hükme göre iş
kazası ve meslek hastalığından doğan bir maddi tazminat tutarını takdir
ederken dikkate alacağı hususlardan biri de kaçınılmazlıktır. Yargıtay 21.
Hukuk Dairesine göre kaçınılmazlık “hukuksal ve teknik anlamda fennen
önlenmesi mümkün bulunmayan başka bir anlatımla, işverence mevzuatın
öngördüğü tüm önlemlerin alınmış olduğu koşullarda dahi önlenmesi mümkün
bulunmayan durum ve sonuçları ifade eder” (Y21HD, 25.2.2003, 517-1301,
Balcı, 208-209). Yine Yüksek Mahkemeye göre “iş kazası olaylarında
kaçınılmazlıktan veya kötü tesadüften bahsedebilmek için işçi ve işverenin
olayın olmaması için alabilecekleri tüm önlemleri aldıktan sonra işin doğası
gereği kendiliğinden veya doğa güçleri gibi beklenmeyen etkiler nedeniyle
ortaya çıkan bir takım olumsuzlukların bulunması gerekir. Kısacası
kaçınılmazlık işin doğasından kaynaklanır. Önlenemez veya beklenmedik
olaydır. Önlem almak sureti ile önüne geçilebilecek olaylarda kaçınılmazlıktan
söz edilemez…” (Y21HD, 18.4.2005, E. 2005/2162, K. 2005/3880,
kazancı.com.tr). Yargıtay Hukuk Genel Kurulunun bir kararına göre de “Đş
Yasa'sının 73.4'ncü maddesine göre işverenin işyerinde çağın ve teknolojinin
gerektirdiği önlemleri almasına rağmen meydana gelmiş zararlandırıcı olay
varsa o zaman kaçınılmazlıktan bahsedilebilir” (YHGK, 6.10.1999, E.
1999/10-687, K. 1999/775, kazancı.com.tr).
Kaçınılmazlık zorlayıcı nedenin ve beklenmeyen halin en önemli
unsurudur. Bu unsur zorlayıcı nedende objektif ve mutlak, beklenmeyen halde
ise sübjektif ve nispi nitelik taşır. Zorlayıcı neden söz konusu olduğunda
kaçınılmazlık, mutlak bir karşı konulmazlık ve önlenemezliği de içerir. Bu
çerçevede kaçınılmazlık, her türlü önlemin alınmasına rağmen herkese ödevler
yükleyen bir davranış normunun veya sözleşmeden doğan bir borcun
önlenemez şekilde ihlali sonucunu doğuran olaydır. Kaçınılmazlığın mutlak
olması o an itibariyle bilimsel ve teknik olarak her türlü önlem alınsa, her türlü
özen gösterilse de söz konusu davranış normu ya da sözleşmenin ihlalinin
önlenememesini ifade eder. Zorlayıcı neden bu itibarla beklenmeyen halden
ayrılır. Çünkü beklenmeyen halde kaçınılmazlık sadece borçlu kişi yönünden
söz konusu olup nispidir. Bu itibarla zarar verenin ekonomik durumu bir olayın
zorlayıcı neden sayılması üzerinde etkili değildir. Aksi halde ekonomik olarak
daha zayıf konumdaki işverenin işçisi, varlıklı bir işverenin işçisine göre daha
kötü duruma düşer. Bu da eşitlik ilkesine aykırı olur(Fikret Eren, Sorumluluk
Hukuku Bakımından Uygun Đlliyet Teorisi, Ankara 1975, 181-182 (Uygun
Đlliyet); Haluk Tandoğan, Türk Mesuliyet Hukuku, Ankara 1961, 465;
Güneren, 570-573).
Yukarıdaki Yargıtay kararları incelendiğinde Yüksek Mahkemenin
kaçınılmazlığı zorlayıcı nedenin unsuru gibi objektif ve mutlak olarak
tanımladığı görülmektedir. Belirtmek gerekir ki, kaçınılmazlık zorlayıcı neden
şeklinde somutlaşmışsa ve zararı doğuran olay bütünüyle bu nedene dayalı ise,
işverenin işyerinde yürüttüğü işle olay arasındaki illiyet bağı kesileceği için
işverenin sorumluluğu söz konusu olmaz (zorlayıcı nedenin beklenmeyen
halden ayrılması konusunda bkz. Eren, Uygun Đlliyet, 176 vd.).
Buna karşılık Yargıtaya göre, zararı doğuran olay kaçınılmazlık sonucu
meydana gelmişse, risk nazariyesine göre BK 43 uyarınca işveren tazminattan
sorumlu tutulur. Yargıtay 21. Hukuk Dairesinin yukarıda değindiğimiz bir
kararında bu konuda şu görüşlere yer verildiği görülmektedir: “… sigorta
olayının kaçınılmazlık sonucu meydana geldiği açıktır. Hal böyle olunca
27.3.1957 gün 1/3 sayılı Đçtihadı Birleştirme Kararı uyarınca kusursuz
sorumluluk esasları (dai)resinde (risk) nazariyesine göre, Borçlar Kanunun 43.
maddesi göz önünde tutularak davalının tazminattan sorumlu tutulması
gerektiği tartışmasızdır”. (Y21HD, 20.4.2000, E. 3043, K. 3122, Balcı, 208)
Yüksek Mahkeme iş kazası ya da meslek hastalığının bütünüyle kaçınılmazlık
sonucu oluştuğu durumlarda BK’nun 43. maddesine göre tazminat rakamından
hakkaniyet indirimi yaparken, sorumluluğu taraflar arasında eşit paylaştırabilecekken, işçinin ekonomik ve sosyal yönden daha güçsüz olduğunu dikkate
alarak işverene biraz daha fazla kusur verilmesini sosyal devlet ilkesinin bir
gereği olarak değerlendirmiştir. Bu hususu Yargıtay 21. Hukuk Dairesince şu
görüşlere yer verilerek dile getirilmiştir: “Olayın tamamen kaçınılmazlık
sonucu meydana geldiğinin saptanması halinde hakim, işverenin sorumluluğunu Borçlar Kanunu’nun 43. maddesini göz önünde tutarak hakkaniyet
ölçüsünde saptamalıdır. Her iki taraf yönünden %50’şer sorumluluğun paylaştırılması ilk bakışta uygun görünebilirse de, işçi-işveren arasındaki bu tür
davalarda tarafların ekonomik ve sosyal durumlarının göz önünde bulundurulması halinde; işverene biraz daha fazla sorumluluk verilmesi; sosyal
hukuk devleti ilkesi gereği düşünülebilir”. (Y21HD, 25.2.2003, E. 517, K.
1301, Balcı, 208-209)
Yargıtay 21. Hukuk Dairesi bu bakış açısıyla, zararı doğuran olay işverenin kusuru olmaksızın tamamen işçinin kusuru ve kaçınılmazlığın etkisiyle
ortaya çıkmışsa, işçinin müterafık kusuru oranında tazminattan indirim yaptıktan sonra, kalan zarardan kaçınılmazlığı dikkate alarak BK 43’e göre hakkaniyet ölçüsünde indirim yaparak tazminat rakamını belirlemektedir (Y21HD,
15.4.1997, E. 2612, K. 2669, Akın, 225, dn 169; Süzek, Đş Hukuku, 371).
Buna karşılık, iş kazası ya da meslek hastalığının ortaya çıkmasında
işçinin kusuru yoksa, zararı doğuran olay işverenin kusuru ve kaçınılmazlığın
etkisiyle ortaya çıkmışsa, işveren kusuru oranında zararı tazminle yükümlü
tutulduğu gibi, kaçınılmazlık nedeniyle ortaya çıkan zararın da çoğuna
katlanması gerektiği kabul edilmektedir(Süzek, Đş Hukuku, 371, Levent Akın,
Türk Yargısında Đşçi ve Đşverenin Kusurunun Đş Kazası Tazminatına Etkisi, 2.
Uluslararası Đş Sağlığı ve Güvenliği Konferansı, 2002, 9). Olayın meydana
gelmesinde kaçınılmazlıkla birlikte, işverenin yanında işçinin kusuru da etkili
olmuşsa, bu durumda zarardan işçinin müterafık kusur oranında indirim
yapılacağı gibi, işverenin ödeyeceği tazminat belirlenirken kaçınılmazlığın yol
açtığı zarardan yine büyük ölçüde işverenin sorumlu tutulması gerektiği
sonucuna varılmakla birlikte, bu zarardan hakkaniyet ölçüsünde bir miktar
indirim yapılması gerektiği kabul edilmektedir(Süzek, Đş Hukuku, 371).
Yargıtay 21. Hukuk Dairesinin konuya ilişkin bazı kararlarını da içeren
bu açıklamalar çerçevesinde bir değerlendirme yapılacak olursa, Yüksek Mahkemeye göre meslek hastalığı sonucu maluliyetten doğan tazminat davalarında
hastalığın gerçekleşmesinde kaçınılmazlığın etkisi varsa, tazminatın takdirinde
BK 43 uyarınca bu durumun da yargıç tarafından dikkate alınması gerekir.
Yüksek Mahkemenin kararında dikkati çek ilk husus, iş kazalarında olayın
özelliği gereği kaçınılmazlığın hiç olmayabileceğini, buna karşılık meslek
hastalıklarında hastalığın niteliği itibariyle belirli oranda kaçınılmazlığın
varlığının gerekli ve zorunlu olduğunu kabul etmesidir. Karardan dava konusu
meslek hastalığının hangi mesleğin icrasından doğduğu anlaşılamamaktadır.
Her türlü mesleğin icrasının belirli oranda o mesleğe özgü bir meslek hastalığına yol açacağının kabulü mümkün olmamakla birlikte, bazı meslekler
bakımından bu sonuca varılması olanaklıdır. Nitekim kararda, meslek hastalığının işin niteliğine göre tekrarlanan sebeplerden kaynaklanmasının bir sonucu olarak kusur belirlenirken öteden beri uygulandığı belirtilen 32 yıl formülü,
Yargıtay 10. Hukuk Dairesince kömür madenlerinin yeraltı işyerlerinde çalışan
işçilerin işverence her türlü önlem alınsa da meslek hastalığına (pnömokonyoz)
yakalanmalarında kaçınılmazlığın bir miktar payının bulunduğu düşüncesiyle
işverenin kusurunun belirlenmesinde istikrarlı şekilde uygulanan bir yöntemdir.
Yargıtay 10. Hukuk Dairesinin bilimsel olarak hazırlanan bilirkişi
raporlarından yola çıkarak oluşturduğu, ilkeleşen içtihadına göre, 18 yaşında
maden ocaklarının yeraltı işyerlerinde çalışmaya başlayan işçilerin bu işyerlerinde 32 yıl çalışmaları halinde yeraltında çalıştığı işin niteliğine göre (lağımcı,
kuyucu, barutçu, domuz damcı, taramacı, tabancı, kazmacı, tamirci vb.) %8 ile
%12 arasında değişen oranda kaçınılmaz olarak iş göremez olacağı kabul
edilmektedir. Bu kabul çerçevesinde oluşturulan ve 32 yıl formülü olarak
adlandırılan yönteme göre, yer altıda yapılan çeşitli işlerin ağırlığı dikkate
alınarak belirlenen iş görmezlik oranlarının bu işlerdeki çalışma sürelerine göre
ortalaması alınarak bir iş göremezlik derecesi belirlenir. Bu hesaplama
yapılırken 32 yıldan daha kısa bir süre çalışılması durumunda yapılan işe
karşılık gelen kaçınılmaz maluliyet oranı, çalışılan yıl sayısının 32 yıla oranı ile
çarpılarak işçinin kaçınılmaz maluliyet oranı bulunur. Đşçi 18 yaşından sonra
yeraltında çalışmaya başlamışsa, her tam yıl için 32 yıldan üç yıl indirilerek
maluliyet belirlenmesi yoluna gidilmektedir. Artık yaşlar için de ortalama
alınarak hesaplama yapılır. Ancak bu şekilde işçinin toplam iş göremezlik oranı
içinde kaçınılmazlığın payı belirlendikten sonra arta kalan iş görmezlik oranına
göre kusur belirlenebilecektir (Y10HD, 10.3.1998, E. 1781, K. 1811, Resul
Aslanköylü, Sosyal Sigortalar Kanunu Yorumu, C. 1, 2. Baskı, 780 vd.).
Đncelediğimiz Yargıtay kararı bağlamında öncelikle belirtmek gerekir
ki, davalı tarafın Milli Savunma Bakanlığı ile Đçişleri Bakanlığı olduğu dikkate
alındığında davacı işçinin kömür madeni yeraltı işinde çalışmadığı anlaşılmaktadır. Bu itibarla kömür madenlerinin yeraltı işlerinde çalışanlar için geliştirilmiş 32 yıl formülünün bu davada uygulanması çok isabetli görünmemektedir. Ancak dava konusu işyerinin ve davacı işçinin yaptığı işin niteliğine göre, konunun uzmanları tarafından benzer bir formül geliştirilmesi her
halde düşünülebilir.
Öte yandan, 32 yıl formülünün hukuksal dayanağı, tazmin sorumlularının kaçınılmazlık nedeniyle ortaya çıkan maluliyetten sorumlu tutulamayacağının 506 sayılı SSK’nun 26. (SSGSSK’nun 21.) maddesinin bir gereği
olduğu şeklinde açıklanmaktadır(Aslanköylü, 780-781). Zira gerek SSK’nun
26. gerek SSGSSK’nun 21. maddesinde Sosyal Güvenlik Kurumunun işverene
açacağı rücu davalarında işçi ve işverenin sorumluluğunun tespitinde kaçınılmazlığın dikkate alınacağı belirtilmiştir. Bu durum aynı zamanda rücu tazminatı davalarının yasal olarak kusur sorumluluğu esasına dayandırılmasının da
bir gereğidir. Yargıtay 21. Hukuk Dairesinin yukarıda açıkladığımız içtihatlarıyla ortaya çıkan uygulamaya göre, işçinin işverene karşı açacağı maddi
tazminat davasında zararı doğuran olay kaçınılmazlık sonucu meydana gelmişse, işveren risk nazariyesine göre BK 43 uyarınca tazminattan sorumlu tutulmaktadır. Dava konusu işyeri bakımından 32 yıl formülüne benzer bir formül
geliştirilip uygulanması ve kaçınılmazlığın toplam iş görmezlik içindeki payına
göre kusurdan indirime gidilerek tazminat hesaplanması ile Yüksek Mahkeme
yukarıda açıkladığımız uygulamasını biraz değiştirmiş olmaktadır. Ancak bu
değişiklik Yargıtay 21. Hukuk Dairesinin bir üst başlık altında incelediğimiz
kararında açıkladığı, işverenin işçiyi gözetme borcundan doğan hukuki
sorumluluğunun kusur esasına dayandığı yönündeki görüşü ile uyumludur.
d) Đş Kazası veya Meslek Hastalığından Doğan Maddi Tazminat
Davalarında Pasif Dönem Zarar Hesabı
aa) Meslekte Kazanma Gücü Kaybından Doğan Maddi Tazminat
Davalarında Pasif Dönem Hesabı
Đş kazası ya da meslek hastalığından doğan tazminat hesaplarında
zararın oluşacağı iki farklı dönem söz konusudur. Bunlar işlemiş zarar dönemi
ile işleyecek zarar dönemidir. Đşlemiş zarar dönemi, zararların gerçekleştiği ve
bu itibarla kazanç kayıplarının gerçek değeri üzerinden somut olarak hesaplanabildiği, zararı doğuran olaydan hüküm tarihine kadar geçen zaman dilimidir. Bu dönemde işçinin kaza ya da meslek hastalığı nedeniyle elde edemediği ücreti ile kayba uğradığı diğer menfaatleri, örneğin elde edemediği sosyal yardımlar belirlenebilir olduğundan, işçinin kaza anından mahkemenin
hükmünü tesis edeceği tarihe kadar anılan şekilde ortaya çıkan zararlar gerçeğe
yakın olarak hesaplanır. Đşçinin zararı doğuran olay tarihinden sonraki ücretlerinin saptanamadığı durumlarda ise, bilinen son ücretin asgari ücrete
oranlanması ve asgari ücretteki artışa göre ücret tespiti yoluyla işlemiş zarar
dönemi için zarar hesabı yapılır. Ancak Yargıtay içtihadına göre, işçinin
emsallerinin ücreti bilinebiliyorsa bu ücretler üzerinden (Y9HD, 23.6.1987, E.
1987/4540, K. 1987/6291, www.kazanci.com) ücretin iş sözleşmesi ya da toplu
iş sözleşmesine göre belirlenmesi olanaklı ise bu şekilde tespit edilecek ücret
üzerinden hesaplama yapılması gerekir(YĐBK, 1.5.1998, 96-2/98-2, Akın, 137;
bu konuda bilgi için bkz. Süzek, Đş Hukuku, 372-373; Akın, 105-106, 247 vd.;
Mustafa Kılıçoğlu, Tazminat Esasları ve Hesap Yöntemleri, Ankara 1998, 112;
Seratlı, 139, Gaye Baycık, Đş ve Sosyal Güvenlik Hukuku Bakımından Maden
Đşçileri, Ankara 2006, 165).
Hüküm tarihinden itibaren ise, bilinen son ücret üzerinden yargı içtihatlarıyla benimsenen ölçütlere göre varsayımsal olarak hesaplanan işleyecek
zarar dönemi başlar. Bu dönem de kendi içinde işleyecek aktif dönem ve
işleyecek pasif dönem olmak üzere ikiye ayrılmaktadır. Đşleyecek aktif dönem,
işçinin çalışma çağı olarak kabul edilen dönemdir. Bu dönem hüküm tarihinden
başlar ve yargı içtihadıyla iş görme çağının sonu olarak belirlenen 60 yaşında
sona erer. Anılan dönemde işçi çalışsaydı alacağı ücretler, işçinin hüküm
tarihinde saptanabilen son ücreti enflasyonun etkisi düşünülerek her yıl %10
artırılmak suretiyle belirlenir. Ancak tazminat sermaye olarak peşin ödendiğinden söz konusu artışlara paralel olarak her yılki artış rakamına %10 da
iskonto uygulanmak suretiyle peşin sermaye değeri olarak adlandırılan ve
işçiye toplu olarak ödenecek meblağ belirlenmek üzere denkleştirmeye tabi
tutulacak rakam hesaplanır. Bu rakam uygulamada bilinen son ücretin %10
artırılmasıyla hesaplanan olası yıllık ücretlerin, yine yıl bazında %10 indirime
göre belirlenen iskonto katsayısı ile çarpılmasıyla bulunur(Akın, 252 vd.).
Yargıtay içtihadına göre 60 yaşında başlayacağı kabul edilen işleyecek
pasif dönem işçinin olası bakiye ömrünün sonuna kadar sürer(Y4HD,
14.12.2006, 13320-14047, Güneren, 676). Đşçinin olası yaşam süresinin sonu
ise, Fransa’dan alınan, kazaya uğramasaydı ya da meslek hastalığına
yakalanmasaydı sağlıklı olarak çalışıp yaşamını tamamlayacağı tarihlerin, işçi
yaşıyorsa hesap, öldüyse ölüm tarihindeki yaşına göre belirlendiği PMF cetveli
olarak adlandırılan cetvellerden yararlanılarak saptanmaktadır(Y9HD,
14.11.1984, 8616/9864, TÜHĐS, C. I, 303-304, Akın, 122, dn. 56). Ancak
işçinin 60 yaşından sonra da emekli olmadan ya da emekli olup sosyal güvenlik
destek primi ödeyerek çalışması olasıdır. Bu gibi durumlarda işçinin makul bir
süre daha aktif dönemde kalacağı takiben bakiye ömrünün sonuna kadar pasif
döneme gireceği kabul edilmelidir(Mesut Balcı, Đş Kazası veya Meslek
Hastalığından Doğan Tazminat Davaları, Destekten Yoksun Kalma Nedeniyle
Tazminat Davası Uygulaması ve Đçtihatlar, Ankara 2008, 333). Đşçinin pasif
dönemde uğrayacağı zarar, iş kazası ya da meslek hastalığı nedeniyle çalışma
yaşamının son bulması nedeniyle hak kazanamadığı yaşlılık aylıklarıyla bu
aylıklara ek sosyal yardım zamlarından oluşur. Bu dönemde yapılacak hesap da
aynen aktif dönemde olduğu gibi, işçinin bilinen son ücretine göre hesaplanacak pasif döneme geçtiğinde alması muhtemel yaşlılık aylığının, bakiye
ömrünün sonuna kadar her yıl %10 artırılıp, %10 iskontoya tabi tutulması
suretiyle bulunacak aylıklar toplamıdır(bkz. Süzek, Đş Hukuku, 374; Akın, 256
vd.). Ancak Yargıtay 21. Hukuk Dairesi, incelediğimiz kararında da yer verdiği
gibi, son yıllarda pasif dönem zarar hesabının asgari ücrete göre belirlenmesi
esasını benimsemiş ve bu içtihat yerleşik hale gelmiştir. Yüksek Mahkemenin
anılan içtihadı aşağıda ayrı bir başlık altında incelenecektir.
Yargıtay 21. Hukuk Dairesi 2000’li yılların başlarına kadar pasif
dönem zarar hesabı yaparken işçinin iş kazası ya da meslek hastalığı nedeniyle
ortaya çıkan maluliyetinin yaşlılık aylığına hak kazanmasını engelleyip
engellemeyeceği olasılığı üzerinde durmuş ve maluliyetin düşük olduğu ve
işçinin kalan çalışma gücüyle yaşlılık aylığına hak kazanma olasılığının yüksek
olduğu durumlarda pasif dönem zarar hesabı yapılmasına gerek olmadığı
sonucuna varmıştır. Yüksek Mahkemenin anılan tarihe kadarki içtihadında bu
konuya ilişkin olarak şu görüşlere yer verildiği görülmektedir: “Kuşkusuz,
açıklanan zarar ve tazminatın hesaplanması yönteminde işçinin yaşlılık aylığı
alması veya işçinin oluşan meslekte kazanma gücü kayıp oranına göre, ileride
çalışıp yaşlılık aylığına hak kazanması üstün olasılık içinde bulunması
durumunda zarar hesabında pasif dönemde elde edeceği kazançların dahil
edilmeyeceği aksi söz konusu olduğunda pasif dönem hesabına katılacağı …
göz önünde tutulacağı hukuksal gerçeği de ortadadır.” (Y21HD, 29.3.2001,
2071/2372; Y21HD, 13.9.2001, 5359/5798; Sarper Süzek, Yargıtayın Đş
Hukukuna Đlişkin Kararlarının Değerlendirilmesi 2001, Ankara 2003, 36).
Yargıtay 21. Hukuk Dairesi daha sonra bu görüşünü değiştirmiş ve
inceleyeceğimiz kararında da (Y21HD, 12.2.2009, E, 2008/7292, K. 2009/
1922, yayınlanmamıştır.) ifade olunduğu gibi, iş kazası ya da meslek hastalığı
nedeniyle meslekte kazanma gücünü yitiren işçiler bakımından gerçek zarar
hesabı yapılırken meslekte kazanma gücü kayıp oranı düşük de olsa pasif
dönem hesabı yapılması gerektiğini kabul etmiştir (Y21HD, 7.7.2004, E.
2004/6281, K. 2004/6772, Çalışma ve Toplum, S. 3, 253-254; Y21HD,
9.2.2006, E. 2005/11283, K. 2006/969, Legal ĐHSGHD, S. 11, 1058-1059).
Yargıtay 21. Hukuk Dairesinin incelediğimiz kararında bu konuda şu görüşlere
yer verildiği görülmektedir:
“Kuşkusuz, açıklanan tazminatın hesaplanması yönteminde, işçinin
yaşlılık aylığı almaya veya işçinin yaşı ve oluşan meslekte kazanma gücü
kayıp oranına göre ileride çalışıp yaşlılık aylığına hak kazanması üstün
olasılık içinde bulunması durumunda da zarar hesabında pasif dönemin
hesaba dahil edilmesi gerekir. Đş kazası sonucu malul kalan işçinin aynı
işinde çalışmaya devam etse dahi diğer işçilerden daha fazla çaba harcayacağı asıldır. 60 yaşından sonra elde edeceği yaşlılık aylığını da diğer
işçilerden daha fazla çaba harcayarak elde edeceğinden yaşlılık aylığını aldığı dönemde de devam edecek olan maluliyeti nedeniyle zarara uğramadığı
düşünülemez. Kaldı ki, sigortalıya bağlanan yaşlılık aylığında meslek
hastalığı ve iş kazası kolundan alınan primlerin hiçbir etkisi bulunmamakta
tamamen uzun vadedeki sigorta kollarından ödenen primler sonucu aylık
bağlanmaktadır. Bu nedenlerle, 60 yaştan sonra bakiye ömrüne kadar (pasif
dönemde), asgari ücret esas alınarak yapılması gerekir”.
Yargıtay 21. Hukuk Dairesinin diğer bir kararına göre ise “Dava
zararlandırıcı sigorta olayı sonucu %12.1.oranında meslekte kazanma gücünü
kaybeden sigortalının maddi ve manevi zararlarının giderilmesi istemine
ilişkindir. Mahkemece, davacının 2/3 oranında çalışma gücünü kaybetmediğinden pasif devre zararının oluşmadığı kabul edilerek, hesap bilirkişi(si)nin
raporunda hesaplanan zarardan pasif devre zararı dışlanmak suretiyle
davacının maddi zararı belirlenerek maddi tazminata yönelik istemin kısmen
kabulü ile kısmen reddine karar verilmiş ise de varılan bu sonuç hatalı
olmuştur.” (Y21HD, 5.4.2007, E. 2006/17139, K. 2007/5679, Balcı, 337, Legal
ĐHSGHD, S. 16, 1596-1597)
Buna karşılık Yargıtay 10. Hukuk Dairesinin 28.2.2006 tarihli kararında (E. 2006/347, K. 2006/1966), ilk derece mahkemesinin 506 sayılı
SSK’nun 26. maddesine göre baktığı bir rücu davasında yaptırılan gerçek zarar
(tavan) hesabında işçinin %15 sürekli iş göremezlik oranına rağmen pasif
dönem tavan zarar hesabına katılmış, Yüksek Mahkeme ise bu kararı şu
gerekçelerle bozmuştur:
“… çalışma gücünün yitirilmesinden kaynaklanan zararın hesabı,
çalışma yaşamı süresiyle sınırlı olarak yapılabilecektir. "Kazanç kayıplarının
belirlenmesinde, işçinin aktif olduğu iş görebilme dönemi dikkate alınır. Bu dönemi takip eden pasif dönem içinde gerçekleşecek zararların ise mahrum
kalınan yaşlılık aylıklarından oluştuğu varsayılır. Aynı düşünce Đsviçre'de de
kabul edilmiş ve Federal Mahkeme bir kararında, aktif süre sona erdikten sonra yaşlılık aylığı dışında yeni kazançlar da elde edilebileceği iddialarını
dikkate almayarak, bunları kazanç kaybı olarak değerlendirmemiştir." (Dr.
Levent Akın, Đş Kazasından Doğan Maddi Tazminat, Yetkin Yayınları, Ankara
2001, sh. 119). Kişinin daha fazla efor sarf ederek çalışma yaşamını sürdürebildiği ve bu çalışmasına dayalı olarak pasif yaşam dönemini güvence altına
alabildiği durumlarda, kişinin pasif yaşam süresi için bir kazanç kaybından ve
kazanma gücü kaybına dayalı zararından da söz edilmesi mümkün olmayacaktır. Yasa koyucunun konuya ışık tutan bir yaklaşımını, 506 sayılı Yasanın
53. maddesinde bulma olanağı mevcut olup, anılan maddede çalışma gücünün
farklı nedenlere bağlı olarak %60 veya 2/3 oranında yitirilmesi, çalışma yaşamından tümüyle çekilme yasal varsayımı içeren malul sayılmanın gerekçesi
olarak kabul edilmiş, aynı Yasanın 58. maddesinde, çalışmaya başlamak
maluliyet aylığının kesilme nedenleri arasında yer almıştır. … meslekte
kazanma güç kaybı oranındaki yoğunluk dikkate alınarak, zararlandırıcı
sigorta olayı tarihindeki bakiye ömrüne göre aktif dönem ile pasif dönem
hesabı yapılabilir. Sigortalının, iş kazası sonucunda meslekte kazanma gücünü
2/3'ün altında bir oranla yitirmesi halinde ise; aktif dönemdeki çalışmayla
ileride yaşlılık aylığına hak kazanma üstün olasılık içinde bulunduğundan,
böylesi durumlarda, pasif dönemin gerçek zarar tavan hesabından dışlanması
yerleşik içtihatların gereğidir.”(Ercan Turan, Đş Kazası Nedeniyle Gerçek
Zarar Tavanı Hesabında Pasif Dönem, Sicil, S. 10, 209-210).
Bu bozma kararına karşı ilk derece mahkemesinin verdiği direnme
kararı üzerine uyuşmazlığı değerlendiren Yargıtay Hukuk Genel Kurulu da, 10.
Hukuk Dairesinin kararında gösterilen bozma nedenlerini haklı bularak, ilk
derece mahkemesinin direnme kararını bozmuştur. Bununla birlikte, Yargıtay
21. Hukuk Dairesinin, işçinin iş kazasına bağlı olarak oluşan iş göremezlik
oranının, gelir kaybından kaynaklanan zararın hesabında pasif dönemin
dışlanması konusunda etken olmayacağı görüşü ile verdiği bir bozma kararına
(Y21HD, 5.7.2007, E. 2006/18603, K. 2007/7639, Turan, 211) ilk derece
mahkemesinin direnmesi üzerine uyuşmazlığa bakan Yargıtay Hukuk Genel
Kurulu bu defa “ … davacı işçinin iş görebilme çağı sonrası olarak da ifade
edilen pasif devrede zarara uğrayacağı, yaşlılık aylığıyla karşılanmayan
bakiye bir zararının bulunduğu kabul edilerek; ileride yaşlılık aylığına hak
kazanma olasılığı üzerinde durulmadan pasif dönem zarar hesabının
yaptırılması gerekmektedir” görüşlerine yer vermek suretiyle 21. Dairenin
kararına direnen ilk derece mahkemesinin kararını bozmuştur (YHGK,
7.3.2007, E. 2007/21-112, K. 2007/114, Balcı, 335; Turan, 211-212) .
Görüldüğü gibi bu konuda Yargıtay 10. Hukuk Dairesi ve Yargıtay 21.
Hukuk Dairelerinin içtihatları arasında ayrılık bulunmaktadır. Yargıtay Hukuk
Genel Kurulu ise, bir kararında 10 Hukuk Dairesi kararını benimsemişken,
daha sonra verdiği bir kararında 21. Hukuk Dairesi görüşünü isabetli bulmuştur.
Bu uyuşmazlığın çözümü için öncelikle pasif dönem zararının ne olduğunu hatırlamak gerekir. Pasif dönem kural olarak işçinin aktif çalışma yaşamını sona erdirip emekli olmak suretiyle bakiye ömrünün sonuna kadar çalışmadan, dinlenerek geçireceği ve geçimini hak kazanacağı emekli aylığı ile sağlayacağı kabul edilen dönemdir. Đş kazası ya da meslek hastalığı nedeniyle sürekli olarak kısmen iş göremez hale gelen işçinin, pasif dönemde ortaya çıkması olası zararı iş göremezliği nedeniyle çalışıp yaşlılık aylığına hak kazanma
koşullarını sağlayamamasından kaynaklanır. Kısmen iş göremez olan işçinin
kalan çalışma gücüyle yaşlılık aylığına hak kazanmak için daha çok efor sarf
edeceği, maluliyetinin pasif dönemde devam edeceği de doğrudur. Ancak işçi
daha çok efor sarf ederek de olsa yaşlılık aylığına hak kazanmışsa artık pasif
dönem zararından söz edilemeyecektir. Bu itibarla daha çok efor sarf ettiği için,
yaşlılık aylığına hak kazanmamış gibi hesap yapılması isabetli değildir. Söz
konusu efor aktif dönemde sarf edildiği için, olsa olsa bu döneme ilişkin
zararın hesabında dikkate alınabilir. 21. Hukuk Dairesinin kararında, sigortalıya bağlanan yaşlılık aylığında meslek hastalığı ve iş kazası kolundan alınan
primlerin hiçbir etkisinin bulunmadığı belirtilmektedir. Zaten bu nedenledir ki,
işçi uzun vadeli sigorta kollarına prim ödeyerek yaşlılık aylığına hak kazana-
bilecek durumda ise, bu işçi bakımından pasif dönem zarar hesabı yapılmaması
gerekir. Đşçi eğer iş göremezliği oranı %10’dan fazla ise gerek aktif dönemde
gerek aylıkların birleşmesi suretiyle yaşlılık aylığı alacağı dönemde kısa vadeli
sigorta kollarından ayrıca gelir elde edecektir (SSK m.19, SSGSSK m.19).
Öte yandan iş kazası ya da meslek hastalığı nedeniyle çalışma gücü
kaybına uğrayanlar bakımından 506 sayılı SSK’nda olduğu gibi 5510 sayılı
SSGSSK’nda da yaş koşulu aranmayan kolaylaştırılmış emeklilik seçenekleri
söz konusudur. SSGSSK’nun 28. maddesinin 5. fıkrasına göre “Kurumca
yetkilendirilen sağlık hizmet sunucularının sağlık kurullarınca usûlüne uygun
düzenlenecek raporlar ve dayanağı tıbbî belgelerin incelenmesi sonucu, Kurum
Sağlık Kurulunca çalışma gücündeki kayıp oranının;
a) % 50 ilâ % 59 arasında olduğu anlaşılan sigortalılar, en az 16
yıldan beri sigortalı olmaları ve 4320 gün,
b) % 40 ilâ % 49 arasında olduğu anlaşılan sigortalılar, en az 18
yıldan beri sigortalı olmaları ve 4680 gün,
malûllük, yaşlılık ve ölüm sigortaları primi bildirilmiş olmak şartıyla
ikinci fıkranın (a) bendindeki yaş şartları aranmaksızın yaşlılık aylığına hak
kazanırlar”.
Anılan açıklamalar çerçevesinde iş kazasına uğrayan ya da meslek
hastalığına yakalanan işçinin pasif dönemde yaşlılık aylığı alması güçlü bir
olasılık ise o takdirde, Yargıtay 21. Hukuk Dairesinin önceki içtihadında isabetle belirtildiği gibi pasif dönem zararının hesaplanmasına gerek bulunmamaktadır.
Bu konuda üzerinde asıl tartışılması gereken husus işçinin pasif dönemde yaşlılık aylığına hak kazanmasının güçlü bir olasılık dahilinde bulunduğunun belirlenmesine ilişkin makul ölçütün ne olacağıdır. Đşçinin iş kazası ya
da meslek hastalığı nedeniyle malullüğüne rağmen kalan çalışma gücüyle
çalışması maluliyetinin derecesine göre diğer işçilere oranla 21. Daire kararlarında belirtildiği gibi ek bir efor gerektirebilir. Bu ek çaba işçiyi yoracağından
diğer işçilere göre çalışma yaşamının daha kısa sürmesine ve bu nedenle
yaşlılık aylığına hak kazanamamasına yol açacak boyutta ise, o takdirde işçi
için pasif dönem zarar hesabı yapılması uygun olur.
Yargıtay 10. Hukuk Dairesinin bu konudaki içtihadında işçinin malullük sigortası bağlamında malul sayılabilmesine ilişkin ölçütlere değinildiği ve
bunların dikkate alınmasının uygun bulunduğu görülmektedir. SSK’nun 53.
maddesinde olduğu gibi SSGSSK’nun 25. maddesine göre de işçiler bakımından iş kazası veya meslek hastalığı sonucu meslekte kazanma gücünün
%60 oranında yitirilmesi malullük sonucunu doğurur. Bu itibarla 10. Hukuk
Dairesinin görüşüne göre ancak meslekte kazanma gücünü %60’tan fazla
yitirenler bakımından pasif dönem hesabı yapılmasının uygun olacağı, anılan
oran daha düşükse pasif dönem zarar hesabı yapılmayacağı sonucuna
varılmaktadır. Ancak söz konusu % 60 maluliyet oranı işçinin artık mesleğini
yapamaz hale gelmesini ifade etmektedir ve bu koşulun yanında diğer koşullar
da varsa, işçiye malullük aylığı bağlanmak suretiyle işçi pasif döneme geçer.
Tekrar çalışmaya başladığı takdirde de aylığı kesilir.
Oysa yukarıda belirttiğimiz gibi meslekte kazanma gücü kaybı %60’ın
altında olanlar bakımından da eğer iş göremezlik oranı belirli bir düzeyin
üzerindeyse çalışma yaşamının erken sonlanması ve yaşlılık aylığına hak
kazanamama olasılığı küçümsenemeyecek ölçüdedir. Bu nedenle işçinin pasif
döneme geçmesi sonucunu doğuracak derecede malul olmasını arayan malullük
sigortası kriterlerinin işçinin yaşlılık aylığına hak kazanma gücünün olup
olmadığına bakılarak pasif dönem zarar hesabı yapılıp yapılmayacağına karar
verilirken dikkate alınması adil olmayan sonuçlar yaratabilir. Kanımızca bu
konuda bir ölçüt getirilmek isteniyorsa SSGSSK’nun sigortalının sarf edeceği
ek çabayı dikkate alarak yaşlılık aylığına hak kazanmayı kolaylaştırmayı uygun
bulduğu kolaylaştırılmış emeklilik seçeneklerindeki asgari çalışma gücü
kaybının ölçüt alınması düşünülebilir. Bu oran yukarıda değinildiği gibi,
SSGSSK 28/5, b’de %40 olarak öngörülmüştür. Kanımızca iş kazası ya da
meslek hastalığı nedeniyle anılan oranın altında ortaya çıkan çalışma gücü
kayıplarında pasif dönem zarar hesabı yapılmaması uygun olur.
Ekleyelim ki, ölümle sonuçlanan iş kazası ya da meslek hastalığı hallerinde de işçi yaşlılık aylığına hak kazanma koşullarını sağlamasına rağmen
emekli olmak suretiyle pasif döneme geçmemiş veya emekli olsa bile çalışmaya devam ediyorsa pasif dönem zarar hesabı yapılmaması gerekir(Turan, 211).
bb) Pasif Dönem Zarar Hesabının Asgari Ücret Esas Alınarak
Yapılması
Yargıtay 21. Hukuk Dairesinin inceleyeceğimiz (Y21HD, 12.02.2009,
E. 2008/7292, K. 2009/1922, Yayınlanmamıştır.) kararında olduğu gibi bir üst
başlık altında incelediğimiz kararında ve diğer pek çok kararında iş kazası ya
da meslek hastalığından doğan tazminat davalarında pasif dönem hesabı
yapılırken asgari ücretin esas alınması kabul edilmiştir. Bu husus incelediğimiz
kararda şu görüşlere yer verilerek dile getirilmiştir: Tazminat hesabının işçinin
“60 yaştan sonra bakiye ömrüne kadar (pasif dönemde), asgari ücret esas
alınarak yapılması gerekir. Ancak bilirkişi hesap raporunun hükme esas alınan
1. şıkkında pasif dönem zararının, davacının pasif dönemde elde edeceği
kazançların her yıl için ayrı ayrı hesaplanmadan ortalama yöntemiyle
hesaplandığı görülmektedir. Hal böyle olunca hesap raporunun 1. şıkkının
hükme dayanak alınacak nitelikte olduğundan söz edilemez.”
Yargıtay 21. Hukuk Dairesinin bu konuda daha önce verdiği bir
kararında da “… pasif dönem zarar hesabının … asgari ücret yerine davacıya
SSK’ca bağlanan en düşük emekli aylığı esas alınmak suretiyle yapılması
yerinde değildir.” (Y21HD, 2.10.2006, E. 2006/11129, K. 2006/9307, Balcı,
339) görüşlerine yer vermiştir.
Yüksek Mahkemenin 2003 tarihli daha eski bir kararında ise, yaşlılık
aylığı almaktayken iş kazası geçiren bir sigortalı bakımından “Yapılacak iş
aktif ve pasif dönem zararlarını da kapsayacak ve davacıya yaşlılık aylığı
bağlandığı 15.4.2001 tarihinden itibaren 60 yaşın ikmaline kadarki aktif
dönem kazancını asgari ücret üzerinden hesaplayacak şekilde yeniden hesap
raporu alınarak sonuca gitmek…” gerektiği yönünde hüküm tesis edildiği
görülmektedir.
Yargıtay 21. Hukuk Dairesinin oldukça yerleşen bu kararlarından pasif
dönem zararı hesaplanırken neden asgari ücretin esas alınması gerektiği
yeterince anlaşılamamaktadır. Yukarıda açıklandığı gibi, pasif dönem zararını
işçinin emekli olmak suretiyle aktif çalışma yaşamından çekileceği varsayılan
bu dönemde, iş kazası ya da meslek hastalığı sonucu emekli olamıyorsa, bu
nedenle yoksun kalacağı yaşlılık aylıkları oluşturur. Bu varsayım kabul edildiğinde yapılacak, pasif döneme geçtiği tarihte işçinin alması muhtemel yaşlılık
aylığının belirlenmesi ve bu aylık rakamın işçinin bakiye ömrünün sonuna
kadar her yıl %10 artırılması ve bulunan rakamın %10 eksiltilmek suretiyle
iskontoya tabi tutulması suretiyle zarar hesabı yapılması olabilir. Bu noktada
yaşanacak temel sorunun, genellikle çok ileride bir tarih olacak pasif döneme
geçiş tarihindeki yaşlılık aylığının hesaplanmasıdır. 5510 sayılı Yasanın
öngördüğü, her yıla ait prime esas kazancın o yıl gerçekleşen güncelleme katsayısı ile çarpılması suretiyle hesaplanacak güncellenmiş kazançlar toplamının
prim ödeme gün sayısına bölünmesiyle bulunacak ortalama günlük kazanç esas
alınarak aylık hesaplanması yöntemi dikkate alındığında böyle bir hesaplamanın yapılması olanaklı görünmemektedir. Zira ileriki yıllarda güncelleme
katsayılarının nasıl gerçekleşeceği bilinmemektedir.
Yapılan tazminat hesabının tamamen varsayımlara dayalı olduğu dikkate alındığında, en gerçekçi yaklaşımın işçinin hüküm tarihinde alabileceği
saptanan ücretine göre yaklaşık aylığın belirlenmesi ve bu aylığın pasif döneme
kadar her yıl %10 artırılması suretiyle pasif dönem hesabına esas yaşlılık
aylığının saptanması olabilir. Buna karşı genellikle çok ileride bir tarih olan
pasif dönem başından itibaren işçinin bugünkü asgari ücreti esas alınarak pasif
dönem hesaplamasına gidilmesinin çok adil olmadığı kanaatindeyiz. Zira o
tarihte işçinin alacağı yaşlılık aylığının çok istisnai durumlar dışında bugünkü
asgari ücretten çok yüksek olacağı açıktır. Pasif dönem zarar hesabının hesap
tarihindeki asgari ücrete göre yapılması tazminat hesaplarının çok yüksek
çıkması endişesinden kaynaklanıyorsa, yüksek çıkan tazminatın düşürülmesinin yolu, yargıcın maddi tazminatı, ortaya çıkan yüksek gerçek zarar rakamını
BK 43’e göre tenkis ederek belirlemesi olabilir.
V. ĐŞĐN DÜZENLENMESĐ
1) Nöbette Çalışma Süresi
Yargıtay 9. Hukuk Dairesinin bu konuda incelemeyi uygun bulduğumuz kararına Y9HD, 22.2.2010, E. 2008/17672, K. 2010/4016, Legal
ĐHSGHD, S. 26, 769-770) konu uyuşmazlıkta davacı fazla mesai ücretlerinin
de arasında yer aldığı bazı alacak haklarının tahsili için işverenine dava
açmıştır. Karardan davacının Sağlık Bakanlığı nezdinde Türkiye’deki hastanelerde hemşire, ebe, doktor, eczacı vb. görevlerden birini yapmakta iken 2003
yılında memur olarak atandığı ve Yargıtay Hukuk genel Kurulunun bu tür
çalışanların memur olarak atanmasından önceki çalışmalarının iş sözleşmesine
dayandığına karar vermesi üzerine, incelemeye çalıştığımız karara konu davayı
açtığı anlaşılmaktadır. Yerel mahkeme isteği kısmen hüküm altına almış,
Yüksek Mahkeme ise, davalı işverenin davacının nöbet ertesi izin kullandığını
ileri sürdüğünü belirterek, normal çalışma çizelgeleri getirtilip durum açıklığa
kavuşturulmadan sonuca gidilmesini hatalı bulmuş ve ilk derece mahkemesinin
kararını bozmuştur.
Kararda, Sağlık bakanlığına bağlı hastanelerde anılan kapsamda iş
sözleşmesiyle çalışanların haftalık normal çalışmalarında fazla çalışma
yapmadıkları, sadece tuttukları nöbetlerde fazla çalışma yaptıkları, işverence
hazırlanan nöbet çizelgeleriyle kısıtlanan bu çalışmaların hafta içi ve hafta sonu
olarak gerçekleştiği, hafta için nöbetlerin 17-08 saatleri arasında 15 saat
sürdüğü, davacının yaptığı işin niteliği ve zorunlu ihtiyaçları nedeniyle nöbet
süresi içinde 3 saat ara dinlenmesi kullandığının kabul edildiği, buna göre hafta
içi nöbetinde 12 saat fazla çalıştığı sonucuna varıldığı, hafta sonu nöbetinde
ise, 24 saat çalıştığı, bu çalışma süresince de yaptığı işin niteliği ve zorunlu
ihtiyaçları nedeniyle 4 saat ara dinlenmesi kullandığının kabul edildiği ve 20
saat fazla çalışma yaptığı sonucuna varıldığı belirtilmiştir.
Yüksek Mahkemeye göre bu çalışma şeklinde önemli olan nöbet
tutanın çoğunlukla takip eden gün izinli sayılmasıdır. Bunun belirlenmesi için
de normal mesai çizelgelerinin mutlaka getirtilmesi gerekir. Davacı işçi nöbet
tuttuğu günü takip eden gün izin kullandığında 8 saat çalışmadığı için, hafta içi
nöbette 4, hafta sonu nöbette ise 12 saat fazla çalışma yapmış olacağından,
fazla çalışmanın bu süreler dikkate alınarak hesaplanması gerekir. Yüksek
Mahkeme kararda ayrıca, Cumartesi Pazar günleri işyerinde tatil olduğu için,
cumartesi günü tutulan nöbetlerden, ertesi gün çalışılmadığı gerekçesiyle
indirim yapılmasına olanak bulunmadığını, öte yandan genel tatil günlerine
denk gelen nöbet günlerinde ayrıca genel tatil ücreti verildiğinden açıklanan
şekilde indirim yapılmasına gerek bulunmadığını, dairenin kökleşmiş uygulamasının bu yönde olduğunu belirtmiştir (E. 2009/7566; E. 2009/7568; E.
2007/40834; E. 2007/40843).
Aynı yöndeki diğer bir kararda da “Somut olayda davacının hafta içi
nöbetinin 08.00 den ertesi gün 11.00 e kadar 25 saat sürdüğü kabul edilmiştir.
Anılan nöbet mesai bitimi 17.00 den ertesi gün 08.00 e kadar sadece 15 saat
sürdüğünden fazla miktarda 25 saat olarak kabulü hatalıdır. Davacının hafta
içi ve hafta sonu nöbetlerinden ara dinlenme süresi indirilmeden fazla çalışma
hesaplanmıştır. Hafta içi nöbetlerinden 3. hafta sonu nöbetlerden 4 saat ara
dinlenme indirilmeden sonuca gidilmesi isabetsizdir” denilerek yine ilk derece
mahkemesi kararı bozulmuştur (Y9HD, 18.1.2010, E. 2008/14613, K. 2010/7,
Çalışma ve Toplum, S. 25, 319-321)
Kararlar incelendiğinde davacı işçilerin günlük mesailerini tamamladıktan sonra gece nöbetine kaldıkları anlaşılmaktadır. Yüksek Mahkemenin
takdirine göre bu işçilerin zorunlu ihtiyaçlarını giderebilmeleri için, hafta içi 15
saat süren gece nöbetlerinde 3 saat, hafta sonu 24 saat süren nöbetlerde ise 4
saat ara dinlenmesi kullandıkları kabul edilmektedir. Buna göre, davacı
işçilerin gece nöbetlerinde 12 saat, hafta sonu nöbetlerinde ise 20 saat fiilen
çalıştıkları anlaşılmaktadır. Ara dinlenmeleri düşülerek bulunan ek çalışma
sürelerinin, işçinin günlük çalışma süresi 11 saati geçtiği takdirde fazla çalışma
sayılacağı açıktır (ĐK 63/2).
Davacı işçinin çalışmasının, haftalık azami çalışma süresi olan 45 saati
aşmadığı varsayılarak bir değerlendirme yapılacak olursa, bu işçi hafta içinde
ara dinlenmesi çıktıktan sonra 8 saat süren günlük çalışmasının ardından nöbete
kaldığında, ilk 3 saatlik ek çalışması karşılığında işçiye takip eden gün izin
verilmek suretiyle iş sürelerinin denkleştirilmesi olanaklıdır. Bu denkleştirme
için işçinin rızasının alınması gerektiği kuşkusuzdur (ĐK 63). Takip eden 9
saatlik çalışma ise, 11 saat olan günlük azami çalışma süresi aşıldığı için fazla
çalışma niteliğinde olduğundan, bu çalışma karşılığında isterse işçiye serbest
zaman verilebilir (ĐK 41/4). Davacı işçiye 8 saat günlük çalışmasını takiben 12
saat fiilen çalıştığı gece nöbeti süresine karşılık, izleyen günde izin verilmesi
ancak bu kapsamda değerlendirilebilir. Olayın seyrinden işçinin yaptığı fazla
çalışma karşılığında örtülü olarak izin kullanmayı istediği kabul edilirse, işçiye
iş süresinin denkleştirilmesi için verilecek 3 saatlik izin yanında, her bir saat
fazla çalışması için 1 saat 30 dakika olmak üzere, 9 saat fazla çalışma için, 13,5
saat serbest zaman verilmesi gerekir. Bu durumda davacı işçiye hafta içi gece
nöbeti nedeniyle (3 + 13,5) toplam 16,5 saat serbest zaman verilmesi ya da
ücretinin ödenmesi gerekir. Ancak davacıya bu çalışmasını takip eden günde 8
saat serbest zaman verilerek iş süresinde denkleştirme yapılmaya çalışılmıştır.
Anılan süre olması gerekenden (16,5 – 8) 8,5 saat az olduğu için, işçiye bu
sürenin ücretinin ödenmesi gerekir.
Oysa Yüksek Mahkeme, davacının günlük mesaisini takiben gerçekleştirdiği 12 saatlik çalışmanın, 3 saatinin normal 9 saatinin fazla çalışma
olduğunu dikkate almaksızın, 12 saatlik çalışma süresinden takip eden iş
gününde çalışılması gerekirken izin verilen 8 saatlik süreyi düşerek, davacının
4 saat fazla çalışma yaptığı sonucuna varmıştır. Buna göre işçiye 4 saat %50
zamlı fazla çalışma ücreti ödenmesi gerekir. Söz konusu ücretin 6 saatli ücrete
karşılık geldiği dikkate alındığında, Yüksek Mahkemenin kararında benimsediği yönteme göre işçiye ödenecek ek ücreti, hak ettiği 8,5 saatlik ücretten
2,5 saat eksik (6 saat) hesaplanmaktadır. Bu itibarla Yüksek Mahkemenin
öngördüğü sistem haklı olarak eleştiriye açıktır. Haftalık çalışma süresi 45 saati
aştığı takdirde ise, günlük 11 saat azami çalışma süresinin aşılıp aşılmadığına
bakılmaksızın 45 saatin üzerinde gerçekleştirilen bütün çalışmalar fazla çalışma
oluşturur.
Đncelediğimiz bu kararlarına karşılık Yargıtay 9. Hukuk Dairesinin
daha önceki bir kararında “… 4857 sayılı iş Kanunu döneminde kalan
10.06.2003-23.11.2003 tarihleri arasındaki sürenin ise her durumda nöbet
günlerine tekabül eden günlerde 11 saati aşan kısmı fazla mesai kabul
edilmelidir. 11 saatlik nöbet süresi ise, haftanın diğer günleri ile birlikte
değerlendirilmeli, 45 saati geçen süre olduğu takdirde aşan süreler ayrıca
fazla mesai sayılmalıdır” görüşlerine yer verilmek suretiyle daha isabetli bir
yaklaşım sergilediğini belirtmek gerekir (Y9HD, 15.12.2008, E. 2007/30201,
K. 2008/33618, Çalışma ve Toplum, 22, 443-445; aynı yönde Y9HD,
14.6.2006, E. 2006/9-374, K. 2006/382, Çalışma ve Toplum, 11, 131-135).
Yüksek Mahkeme incelemeye çalıştığımız kararlardan ikincisiyle aynı tarihte
verdiği diğer bir kararında da, “Günlük çalışma süresinin 11 saati
aşamayacağı Kanunda emredici şekilde düzenlendiğine göre, bu süreyi aşan
çalışmaların denkleştirmeye tabi tutulamayacağı ve zamlı ücret ödemesi veya
serbest zaman kullanımının söz konusu olacağı kabul edilmelidir”. görüşlerine
yer vermek suretiyle yine daha isabetli olduğunu düşündüğümüz bir görüş
açıklamıştır (Y9HD, 28.1.2010, E. 2008/14699, K. 2010/1530, Çalışma ve
Toplum, 26, 380-383).
2) Yıllık Ücretli Đzin Hesabı – Sözleşmeli Personel Statüsünde
Geçen Çalışmalar
Yargıtay 9. Hukuk Dairesinin yıllık ücretli izinle ilgili olarak incelemeyi uygun bulduğumuz bir kararına (Y9HD, 02.02.2009, E. 2007/32544, K.
2009/783, Çalışma ve Toplum, S. 22, 323-326) konu uyuşmazlıkta “ … Davacı
30/10/1983-13/10/2000 Tarihleri arasında 399 Sayılı Kanun Hükmündeki
Kararname gereği sözleşmeli personel olarak çalışmış, 15/10/2000 tarihinde
kapsam içi işçi olarak iş mevzuatına geçmiş ve 26/05/2001 tarihinde hizmet
akdi feshedilmiştir.
Mahkemece davacının tüm süre yıllık ücreti izin alacağının kabulüne
karar verilmiştir.” Đlk derece mahkemesinin kararını inceleyen Yargıtay 9.
Hukuk Dairesi ise, ilk derece mahkemesinin kararını hatalı bularak bozmuştur.
Yüksek Mahkemenin kararında şu görüşlere ye verilmiştir:
“Davacının sözleşmeli personel statüsünde geçirdiği çalışmalar 4857
sayılı Đş Yasasının 54/1 maddesinde değerlendirilemez.Anılan yasa maddesinde
kastedilen ve birleştirilebilecek çalışmalar Borçlar Kanunu, Deniz Đş Kanunu
Basın Đş Kanunu gibi yasalar kapsamına giren çalışmalardır. Böyle olunca
davacının statü hukukuna göre sözleşmeli personel olarak görev yaptığı dönem
yıllık ücretli izine hak kazanılmasında değerlendirilemez. Davacının işçilikte
geçen çalışması bir yılı doldurmadığından yıllık ücretli izin alacağına
hükmedilemez. Anılan isteğin reddi gerekirken yazılı şekilde hüküm kurulması
hatalıdır”.
Görüldüğü gibi bu kararda çözümlenmesi gereken temel problem
davacının sözleşmeli personel statüsünde geçen çalışmalarının ĐK 54/1
kapsamında değerlendirilip değerlendirilemeyeceğidir. ĐK’nun anılan hükmüne
göre, “Yıllık ücretli izine hak kazanmak için gerekli sürenin hesabında
işçilerin, aynı işverenin bir veya çeşitli işyerlerinde çalıştıkları süreler
birleştirilerek göz önüne alınır. Şu kadar ki, bir işverenin bu Kanun kapsamına
giren işyerinde çalışmakta olan işçilerin aynı işverenin işyerlerinde bu Kanun
kapsamına girmeksizin geçirmiş bulundukları süreler de hesaba katılır”.
Yüksek Mahkeme işçinin aynı işverenin işyerlerinde ĐK kapsamına girmeksizin
çalıştığı sürelerin yıllık ücretli izne hak kazanması için çalışması gereken süre
içinde sayılabilmesi için bu çalışmaların, Borçlar Kanunu, Deniz Đş Kanunu ve
Basın Đş Kanunu gibi yasalar kapsamında işçi olarak gerçekleştirilen çalışmalar
olmasını aramaktadır.
Đş Kanununun kapsamı yasanın “amaç ve kapsam başlıklı” 1.
maddesinde düzenlenmiştir. Anılan hükme göre, “Bu Kanunun amacı …
işçilerin çalışma şartları ve çalışma ortamına ilişkin hak ve sorumluluklarını
düzenlemektir”. “… Kanun 4 üncü maddedeki istisnalar dışında kalan bütün
işyerlerine, bu işyerlerinin işverenleri ile işveren vekillerine ve işçilerine faaliyet konularına bakılmaksızın uygulanır”. Görüldüğü gibi yasanın kapsamına
4. maddede belirtilen istisnalar dışındaki işçiler girmektedir. Şu halde çalışması
iş sözleşmesine dayanmayanlar da, iş sözleşmesiyle çalışmakla birlikte 4.
maddede sayılan istisnalar arasında yer alanlar gibi yasanın kapsamı dışındadır.
ĐK 54/1’de geçen işverenin işyerlerinde bu kanun kapsamına girmeksizin
çalışmanın anılan çerçevede değerlendirilmesi gerekir. Bunların sadece 4.
maddede sayılan istisnalarla sınırlı tutulması isabetli değildir. Đş sözleşmesine
dayanılmaksızın, örneğin dava konusu uyuşmazlıkta olduğu gibi sözleşmeli
personel statüsünde yapılan çalışmaların da yasanın kapsamı dışında oldukları
için, ĐK 54/1 kapsamında değerlendirilmesi gerekir(Münir Ekonomi, Đş
Hukuku, C.I, Ferdi Đş Hukuku, B.3, Đstanbul 1984; 331 vd; aksi görüş için bkz.
Akyiğit, Yıllık Ücretli Đzin, Ankara 2000, 219). Bu sonuç iş hukuku normlarının anayasaya uygun yorumlanmasının da bir gereğidir. Zira, Anayasanın
“Çalışma şartları ve dinlenme hakkı” başlıklı 50. maddesinin 3. fıkrasında
“Dinlenmek, çalışanların hakkıdır” denmek suretiyle çalışanlar arasında ayrım
gözetilmemiştir. Aynı işverenin işyerlerinde sözleşmeli personel, memur ya da
iş sözleşmesine dayanılmaksızın geçen çalışmaların, daha sonra aynı işverenin
işyerlerinde işçi statüsünde çalışılmaya başlanması durumunda yıllık ücretli
izne hak kazanılması için gerekli bekleme süresi içinde değerlendirilmemesi
Anayasaya aykırı bir yorum olur. Bu itibarla Yüksek Mahkemenin incelediğimiz bu kararda vardığı sonucu paylaşmamaktayız. Belirtelim ki Yargıtay 9.
Hukuk Dairesinin bu kararı, kıdem tazminatı hesabında değişik kamu
kuruluşlarında geçen süreler ĐK 14/4’e uygun olarak birleştirilirken daha önce
sadece işçi olarak değil memur statüsünde geçen çalışmaların da kıdem
hesabında dikkate alınacağına ilişkin kararıyla da uyumlu değildir (Y9HD,
27.3.2006, E. 2005/29328, K. 2006/7379, Çalışma ve Toplum, S. 10, 204-205;
Y9HD, E. 2006/3263, K. 2006/24578, Çalışma ve Toplum, S. 10, 242-243)
Oturum Başkanı :Efendim sayın sunucu öylesine akıcı bir üslupla
anlattı ki sanıyorum sizlerde aynı fikirdesiniz. Bir saat daha konuşsa biz
bıkmadan dinleyecektik. Gerçekten kendisine bu doyurucu ve çok araştırmaya
yönelik sunumu için teşekkür ediyoruz.
Ben ara vermeden önce bildirgedeki bazı hususlarda kısa açıklamalarda
bulunmak istiyorum. Bu üst işveren alt işverenle ilgili hükümler bizim
dairemizde tazminat davalarında olsun, tespit davalarında olsun çokça
uygulama alanı buluyor. Son olarak, belki de ilk diyebilirim genel kuruldan
geçen bir kararımız var. Tespit davalarında bilindiği gibi işverenlerde davada
davalı olarak gösteriliyor. Kendilerine husumet yöneltiliyor, uzun süreli tespit
isteklerinde. Burada husumetin alt işverenle birlikte üst işverene de düşüp
düşmeyeceği konusunda dairemizden bir karar çıktı. Bu karar genel kuruldan
da geçerek neticelendirdi. Olayımızda üst işveren kendi işinin bir bölümünü alt
işverene vermişti. Burada hocamızın da anlattığı gibi kendi işinin bir bölümünü
alt işverene verdiği zaman üst işverenin de alt işverenle birlikte sorumlu olduğu
sonucuna varıyoruz. Şayet kendi işinin dışında bir iş verdiği takdirde özellikle
iş kazalarında yine sorumlu olmayacağını, müstakil iş olduğunu kabul
ediyoruz. Bunlar bizim dairemizin istikrarlı kararları. Olayın özelliği ise,
olayda tespit davasında üst işverenin alt işverenle birlikte hasım gösterilememesini gerektiriyordu ve dairemiz kararında, üst işverenin hasım gösterilmemesi gerektiği sonucuna varıldı. Fakat genel kurulda muhalefet görüşü
doğrultusunda ki benim de muhalefetim vardı, üst işverenin de tespit davalarında alt işverenle birlikte hasım gösterilmesi, zira kararın ileride üst işverenin
de hak alanını ilgilendireceği ve primlerin ona göre ödeneceği, yani sosyal
sigortalar tarafından primlerin üst işverenden de istenilmesi gerektiği sonucuna
varılarak hukuk genel kurulu kararı bu doğrultuda çıktı.
Bir diğer konu da tabii ki istikrar hukukun en temel unsurlarından.
Gerçekten dairemizde zaman zaman da olsa ender kararlarda bazı sapmalar ve
değişiklikler oldu. Şunu belirtmek isterim ki pasif dönem zararının hesabında iş
kazaları tazminat davalarında, pasif dönem zararının hesaba katılıp katılmaması
hususunda bildiğiniz gibi bu davalar 1995’ten önce 9. Hukuk tarafından
görülmekteydi ve ben orada çalışırken, 1980’lerden bu yana istikrarlı olarak
pasif dönem zararı da maddi tazminat hesabına katılmıştı. Son dönemlerde
bizim dairemizde şöyle bir iki üç yıl kadar, pasif dönem zararının maluliyet
oranının yüksekliğine göre katılıp katılmayacağı konusunda kararlar çıktıysa da
son yıllarda yine istikrarlı olarak daha önceki 9. Hukukun uygulamaları
doğrultusunda biz, hocamızın da söylediği gibi pasif dönem zararının maddi
tazminat hesabında katılmasını uygun gördük ve o şekilde de kararlarımız
devam etmektedir.
Şimdi sanıyorum bir 15 dakikalık aradan sonra genel görüşmeye
geçeceğiz.
Tekrar görüşmek üzere.
Oturum Başkanı : Sayın konuklar, Đş Hukuku ve Sosyal Güvenlik
Hukuku Derneğinin düzenlediği seminerin ilk oturumunun genel görüşmesini
açıyorum.
Öncelikle bu genel görüşmede soru soracak ya da görüş bildirecek
arkadaşların tebliğle ilgili konuların dışına çıkmamasını, yine sayın hocamızın
bildirdiği gibi derdest olan davalar konusunda soru sorulmamasını hasseten rica
ediyoruz.
Şimdi soru soracak arkadaşları öncelikle isim olarak belirleyelim sonra
sırayla söz vereceğiz.
Evet, sorusu ya da görüşü olanlar, sayın hocam Fevzi bey, ben isimleri
topluca almak istiyorum, sonradan sırayla, başka soru soracak yok peki, var mı,
evet isminizi alalım, efendim, Andaç mı dediniz. Biraz yüksek sesle, evet,
başka göremiyorum, tamam.
Sayın Hocam Fevzi ŞAHLANAN Bey buyurun.
Prof.Dr. Fevzi ŞAHLANAN (Đstanbul Hukuk Fakültesi) : Ben değerli
meslektaşımı arada da kutladım tekrar kutluyorum, gayet güzel bir tebliğdi.
Fazla da uzun konuşmayacağım ama bir teknik hukuk terimi üzerinde
arkadaşımızın görüşünü paylaşmadığımı söylemek istiyorum. Arkadaşımız,
Yargıtay 9. Hukuk Dairesinin asıl işveren alt işveren sorumluluğu konusunda
ikinci maddedeki müteselsil sorumluluğun oy çokluğuyla tam teselsüle dayalı
bir müteselsil sorumluluk olduğu sonucuna vardığını söyledi. Karara karşı oy
yazısına göre ise ki arkadaşımız da karşı oy yazısını benimsiyor bu bir eksik
teselsüldür. Eksik teselsülle ilgisi yok konunun, bir daha görüşünüzü gözden
geçirin. Borçlar Kanunu 50, 51’i incelerseniz eksik teselsülde en azından
müracaat sırası anlamında müteselsil borçlar arasında sıranın gözetilmesi
gerekir. Oysa alt işveren asıl işveren ilişkisindeki tam teselsüldür. Zaman
aşımının kesilmesi vesaire açısından da Yargıtay’ın vardığı sonuç doğrudur,
teşekkür ederim.
Oturum Başkanı : Söyleyeceğiniz bir şey var mı, peki.Simge
SERTOĞLU
Simge SERTOĞLU : Teşekkür ederim, TÜBĐTAK hukuk müşaviriyim. Ben şunu sormak istiyorum, ancak öncelikle şunu belirtmem gerekiyor,
çalıştığım kurum bünyesinde sorumla ilgili derdest veya sonuçlanmış herhangi
bir uyuşmazlık bulunmamakta. Fakat biz kurum olarak şu uygulamada tereddüt
ediyoruz, çeşitli projeler yürütülüyor altı aylık ve bir yıllık. Ve bir işçi farklı
projelerde çalıştırılarak neredeyse on yıl süreyle çalıştırılan, sözleşmesi belirli
süreli olup yenilenen bir takım sözleşmeler var. Bunlarda objektif haklı bir
nedeni bulunup bulunmadığı konusunda görüşünüze ihtiyaç duydum, teşekkür
ederim.
Oturum Başkanı : Mustafa ÇĐNKILIÇ
Mustafa ÇĐNKILIÇ (Adana Barosu) : Öncelikle hocama doyurucu
tebliği için teşekkür etmek istiyorum. Ben de tebliğine başlarken üzerinde
durduğu avukatlara ilişkin 9. Dairenin kararına dair görüşlerine katılıyorum,
sayın hocam Yargıtay’ın görüşüne katıldığını söyledi. O kararda uzun süre bir
işyerinde avukat olarak çalışan kişi daha sonra işyerinden ayrıldıktan sonra
yine serbest meslek makbuzu karşılığında müşavirliğine devam ediyor. Hocam
bunun bir bağımlılık olmadığını dolayısıyla da iş ilişkisi kapsamında olmayacağı yönündeki Yargıtay kararına katıldığını söyledi. Bu kişi yaptığı sözleşmede hukuk müşavirliği için her ay belirli bir ücret alıp, serbest meslek
makbuzu kesip, girdiği davalar konusunda da ayrı bir avukatlık ücreti alsa
acaba hukuk müşavirliği için her ay kestiği makbuz nedeniyle bir bağımlılık
ilişkisi doğup bu iş ilişkisi sayılır mı? Teşekkür ederim.
Oturum Başkanı :Necdet OKCAN.
Necdet OKCAN (Avukat) : Ben de hocama bu kapsamlı tebliği için
teşekkür ediyorum. Bu özellikle söz almamın nedeni, hocamın alt işveren
ilişkisine ilişkin Yargıtay kararlarını değerlendirirken özellikle kamu işyerleri-
ne ilişkin son 4857 sayılı yasanın 2. maddesinde yapılan değişiklikle asıl işte
alt işveren ilişkisi kurulabilmesi için işletmesel gerekle uzmanlık gerektiren
teknolojik nedenlerin aranmayacağı noktasında Yargıtay’ın bu özellikle kamu
üniversitesinde verdiği karara katılmadığını ve bunu değerlendirirken de acaba
yasa koyucu burada bunların bir arada aranması gerektiğini, abesle mi iştigal
etti acaba yasa koyucu dedi. Aslında yasa koyucu abesle iştigal etmedi, o çok
bilinçli bir düzenlemedir. 4857 sayılı Đş Kanunu görüşmelerini hatırlarsak, 2.
madde bunları bağımsız ele alan bir düzenlemeyle kabul edilmiş, daha sonra
sosyal tarafların TÜRK-ĐŞ, HAK-ĐŞ, DĐSK’in itirazlarını göz önüne alan
iktidar partisi bizzat bu işçi konfederasyonunun hukukçularının ben burada
Sayın Semih Temiz’i, Murat Özveri’yi de anmak istiyorum o hazırlık
çalışmalarında, bu formülasyon tekdüze müzakere ile iktidar partisi milletvekilleri tarafından verilen bir teklifle tekrar ikinci maddeye konulmuştur.
Dolayısıyla yasa koyucunun buradaki tercihi bilinçlidir. Niye bilinçlidir,
buradaki hazirun sizde biliyorsunuz ki alt işveren ilişkisi Türk iş hukukunun en
sorunlu alanlarından birisidir. Herhalde bir sıralama yapsak ilk ikiye falan
girer. Dolayısıyla yaşananları hepimiz biliyoruz. Bir sosyal vaka haline gelmişti bugün kamudaki alt işveren uygulamaları Yargıtay’ın önüne sıkça
gitmektedir. Şu anda kamu, alt işveren şampiyonudur. 120 binlere dayanmıştır.
Sağlık sektöründe özellikle Sağlık Bakanlığı uygulamalarında. Dolayısıyla
sosyal bir ihtiyaçtan kaynaklı olarak Yargıtay’ın önüne gelen bu uygulamalarda, böyle bir değerlendirmeye gittiği kanaatindeyim. Kaldı ki burada
Yargıtay’dan şu da beklenebilir, buradaki özellikle 8, 9. maddelerde yapılan
son değişiklik, kamunun bundan bağışık tutulmasının anayasaya aykırılık
sorunu da pek çok yazar tarafından dile getirilmiştir. Temennimiz bunun 9.
Daire tarafından veya yerel mahkemeler tarafından Anayasa Mahkemesinin
önüne götürülmesidir, teşekkür ederim.
Oturum Başkanı : Evet, Faruk Bey.
Prof. Dr. Faruk ANDAÇ (Çağ Üniversitesi Hukuk Fakültesi) : Efendim her şeyden önce Başterzi’yi kutlarım. Kendisi güzel bir tebliğ verdiler. Ben
Çağ Üniversitesi Hukuk Fakültesinden Faruk Andaç. Efendim şimdi iş
sözleşmesi ve diğer iş görme sözleşmeleri arasındaki farklılaşmalarda ekonomik, teknik konular dikkate alındığı gibi bir de kişisel ve hukuki bağımlılık göz
önünde tutuluyor denildi. Tabii bu gerçekten böyledir. Ancak hukuki görüş ve
bağımlılıkta şunu da dikkate almak gerekir, işveren işyerinin mülkiyet hakkına
sahip olduğundan karar verme yetkisine sahip. Ve karar verme yetkisine sahip
olan bir kimsenin de o işyerinde bağımlı çalışan kişiye talimat verme yetkisi
vardır. Bu bakımdan da yine bir bağımlılık burada söz konusu olabilir. Bunu da
dikkate almak gerekir diye düşünüyorum.
Diğer bir konuyu da öğrenmek isterim, geçici işlerde yıllık ücretli izine
hak kazanma denildi, ben bu konuda biraz tereddütlüyüm çünkü 53. 61.
maddeler zaten açık. Sürekli çalışan bir yıl sürekli çalışan kişiler ücretli, yıllık
ücretli izinlere hak kazanır. Bu bakımdan bilmiyorum yargının kararları beni
biraz fazla tatmin etmedi, bilmiyorum siz ne düşünüyorsunuz, teşekkür
ediyorum.
Oturum Başkanı : Şinasi TOPAL .
Şinasi TOPAL : Şunu sormak istiyorum, iş müfettişleri tarafından asıl
işveren alt işveren ilişkisinin muvazaaya dayalı olduğu yönünde bir tespit
yapılıyor ve buna da altı günlük süre içerisinde itiraz ediliyor ve mahkeme
tarafından kesin olarak karar veriliyor. Şimdi, özellikle kamu işyerlerinde
mahkeme tarafından muvazaaya ilişkin kesin olarak karar verildikten sonra tüm
işçiler açısından muvazaa olgusunu kabul edip bunu asıl işverene mi iadesi
gerekecek. Haklar yönünden de ücret farkları veyahut da diğer taleplerde eşitlik
ilkesi yönünden tüm işçiler taleplerde bulunabilecek mi? Yoksa her işçi
açısından ayrı ayrı muvazaa değerlendirmesi mi yapmak gerekir. Hocamızın
görüşünü almak istiyorum.
Oturum Başkanı : Evet, Ercan TURAN bey.
Ercan TURHAN (Yargıtay 10’uncu Hukuk Dairesi Tetkik Hakimi) :
Hocama içtenlikle teşekkür ediyorum çünkü Yargıtay’ın birden fazla dairesi
tarafından yürütülen iş ve sosyal güvenlik hukukuna ilişkin konuların birbiriyle
ilgisini ortaya koyarak çok hoş bir manzara sergileyince tabii benim de bununla
bağlantılı olarak söylemek istediğim bir konu çıktı. Değerli hocam, limitet
şirket ortaklarının ortağı olduğu şirketteki çalışmasının iş akdi olarak nitelenip
nitelenmeyeceğini pay oranından da hareketle değerlendirmek yoluna gitti.
Ancak burada önceleri 1479, daha sonra da 5510 sayılı yasada limitet şirket
ortaklarının kendi nam ve hesabına çalışan kişiler oldukları, bağımsız çalışan
olarak nitelenip öyle sosyal güvenlik kapsamına alınmaları gerektiği yaklaşımı
var ki, 10. ve 21. Hukuk Dairesi uygulamaları da bu yöndedir. Şimdi açık bu
yasal düzenleme karşısında yine de iş hukuku açısından bu kişilerin iş
sözleşmesi kapsamında ortağı olduğu kendi ortağı olduğu limitet şirkette iş
akdine tabi çalışma olanağı var mıdır, bu mevzuatı da gözetirsek yine de kabul
edebilir miyiz diye bunu sormak istedim.
Bir de maddi tazminat davalarında peşin sermaye değeriyle ilgili
hocam değerlendirmede bulundu. Orada Anayasa Mahkemesi 26. maddedeki
artışların istenemeyeceği konusundaki yaklaşımı gösterirken çok ayrıntılı bir
gerekçe olmamakla birlikte gerekçe olarak sosyal politikalar gereğince devletin
yapmış olduğu artışlar işverenlerden istenemez gibi bir yaklaşım göstererek
artış peşin sermaye gelirlerindeki artışların istenemeyeceği konusunda bir
düzenlemeye yol açtı. Şimdi maddi tazminat davalarında yalnızca ilk peşin
sermaye değerlerinin düşülmesi burada bir primli rejime tabi artışın aslında
karşılığı olan bir durum değil, madem böyle bir tespit var bu sosyal
politikalardan kaynaklanan bir artıştır. O halde sosyal politikalarla yapılan bu
artışın işverenin tazmin yükümlülüğünden düşülmesi olanaklı mıdır ki bu kabul
ediliyor, ama bu sonuçta iş güvenliği önlemlerini almada ve bu tazminat
davalarıyla amaçlanan işçiyi gözetme borcunun tam olarak yerine getirmesi,
önleyicilik niteliğini ortadan kaldırmaktadır. Bir diğer pratik yönü de şu
olmakta, bu davalar uzadıkça peşin sermaye değerlerindeki artış dolayısıyla
maddi tazminatın hiç alınamayacağı bir sonuç doğurmaktadır. Ve bu bir tür
hukuksal lotaryaya yol açabilmektedir. Oysa mademki peşin sermaye değer
artışları işverenin ödediği primlerle bağlantılı bir konu olarak nitelenmemiştir
Anayasa Mahkemesi kararında da o halde işverenin yükümlülüğünden
düşürmesi gerekip gerekmeyeceği konusunu da bir de bu gerekçeyle
değerlendirmek gerekmez mi, çok teşekkür ediyorum.
Oturum Başkanı : Evet, Murat EREN.
Murat EREN : Evet Đzmir’den katılıyorum. Öncelikle sayın hocama
doyurucu tebliği için çok teşekkür ediyorum. Benim sorum çok kısa olacak, iş
sağlığı ve güvenliği kanun tasarısı gündemde. Bu kanun tasarısının 28/1.
maddesi alt işverenliği tanımlıyor, tanımına 4857 sayılı yasadan farklı bir boyut
getiriyor. Şu şekilde değiştiriyor “veya asıl işin bir bölümünde işin gereği veya
teknolojik nedenlerle uzmanlık gerektiren işlerde” şeklinde bir değişiklik söz
konusu. Sayın hocama sorum şu, tasarı bu haliyle kanunlaşabilir mi, eğer
kanunlaşırsa 4857 sayılı yasanın uygulamasına nasıl bir etkisi olur, bu konuda
değerli görüşlerini bekliyorum, teşekkür ederim.
Oturum Başkanı : Avukat Mahmut BEYLEM
Mahmut BEYLEM (Avukat Adana Barosu) : Hocama öncelikle
doyurucu tebliğinden dolayı teşekkür ediyorum. Yıllardır bu toplantılarda alt
işverenlik gündeme geldiğinde sorduğum bir soruyu hocama da sormak
istiyorum. Şimdi günümüzde devlet politikası gereği kadro açmak yerine devlet
kadrolarına hizmet alım sözleşmeleriyle temizlik işçileri veya başka isimler
altında yardımcı işverenler kanalıyla personel alımını gerçekleştirmekte ve
bunların tamamına yakını asgari ücretlerle çalıştırılmakta. Anayasanın 90.
maddesi gereğince iç hukuk kurallarıyla uluslararası hukuk kuralları
çeliştiğinde uluslararası hukuk kurallarına yer verilir şeklindeki Anayasanın 90.
maddesi söz konusu ve bizim 161 sayılı kanunla kabul ettiğimiz bir 94 sayılı
kamu kurum kuruluşlarınca yaptırılacak işlerde çalıştırılacak işçilerin çalışma
şartlarını düzenleyen ILO Sözleşmesi, 94 sayılı ILO Sözleşmesi söz konusu.
ILO Sözleşmesinin 2. maddesinde, açıkça kamu kuruluşlarında iş alan
yüklenicilerin o işyerinde yasalarla ve toplu sözleşmelerle sağlanan ücretlerin
altında ücretle ve diğer çalışma şartlarıyla işçi çalıştıramayacakları açık şekilde
belirtilmiş. Acaba 4857 sayılı yasaya 5538 sayılı yasanın 18. maddesiyle
eklenen 2/8 ve 9. maddelerin Anayasaya aykırılığı hususunda ne düşünüyorsunuz, hocamdan bunu öğrenmek istiyorum. Kaldı ki Anayasanın 90.
maddesinin değişikliğinden önce 1995 yılında 9. Hukuk Dairesinin ve 96, 97
yıllarında da 21. Hukuk Dairesinin kurulmasından sonra bir iki yılda dairenin
anayasa değişikliği olmadan Bayındırlık genel şartnamesinin 18. ve 88/13168
sayılı Kamu Kuruluşlarınca Yaptırılacak Đşlerde Çalıştırılacak Đşçilerin Çalışma
Esaslarına Đlişkin Bakanlar Kurulu Kararnamesinin 2. maddesi gereğince asgari
ücretle çalıştırılan işçilerin bu ücretle çalıştırılamayacakları bunun ihalenin
fesih sebebi olacağı kabulüyle maddi tazminat hesaplarının o işyerinde
uygulanan toplu iş sözleşmesiyle sağlanan ücretler üzerinden hesaplandığını
görüyoruz. Acaba buna rağmen 2/9. maddedeki hükümden hareketle Yargıtay
9. Hukuk Dairesinin hizmet alım sözleşmesi yüklenicisinin çalıştırdığı işçinin
ilave ödemelerden faydalanamayacağına ilişkin kararları hakkındaki görüşlerini
öğrenmek istiyorum. Teşekkür ediyorum.
Oturum Başkanı : Evet, Murat ÖZVERĐ
Murat ÖZVERĐ : Teşekkür ederim sayın başkanım. Ben de değerli
hocama çok teşekkür ederek alt işveren konusunda malum çok konunun
tartışıldığını söyledi. Sanıyorum daha çok da tartışılacak çünkü biraz önce
adaşım olan değerli katılımcı iş sağlığı iş güvenliği yasa tasarısının 28.
maddesine getirilmek istenen değişiklikten söz etti. Bu geçtiğimiz hafta
içerisinde pazartesi ve dün medyada uzun uzun yer aldı, ulusal istihdam
stratejisi başlıklı Bakanlığın tasarı halinde üzerinde çalıştığı bir dizi yasa metni
içerisinde en önemli değişikliklerden birisini de yine alt işveren konusunun
oluşturduğunu gördük. Demek ki daha çok tartışacağız bu konudan kaçmamız
mümkün değil. Değerli hocam dedi ki baskın görüşe uygun olarak, ben bu üç
unsurun bir arada aranması gerektiği görüş hükmündeki Yargıtay kararına
katılmıyorum dedi. Ama zannediyorum salondaki en azından konuşanlara göre
baskın görüşte tam aksi doğrultuda. Sadece tutanaklara geçmesi açısından
söylüyorum, eğer buradaki unsurların bir arada aranması koşulunu ortadan
kaldırırsak alt işverene yönelik getirilen sınırlamanın da ortadan kalkacağını
görmek gerekir diye düşünüyorum. Yine tutanaklar için söyleyeyim, sadece bu
“ile”nin ve olarak yorumlanmasının üç konfederasyon üyelerine olan 2003
tarihinden beri etkilerine yönelik bir sayısal veri 5 bine yakın alt işveren işçisi
asıl işyerinde, asıl işverenin işçisi olarak toplu sözleşmeden yararlanabilecek
duruma geldiler. Bunun küçümsenmemesi gerektiğini düşünüyorum ve alt
işverene yönelik eğer sosyal korumadan hareket edeceksek sınırlamaya ağırlık
veren yorumlara öncelik tanınmasında yarar olduğu kanısındayım. Yargıtay’ın
görüşünün de üç unsur açısından tutarlı ve doğru olduğu inancındayım.
Teknolojik nedenlere yapılan vurgunun da sınırlamayı belirginleştirme
açısından önem taşıdığını diğer unsuru ortadan kaldıran bir unsur olmadığını
düşünüyorum. Teşekkür ediyorum.
Oturum Başkanı : Bilindiği üzere Sayın hocamız Doç.Dr Süleyman
Başterzi’nin tebliğinin büyük bir bölümünü 9. Hukukun kararları işgal
etmekteydi. Bu nedenle Sayın Başkanımız 9. Hukuk Daire Başkanımız Dr.
Mustafa Kılıçoğlu sizlere bilgi sunacak.
Mustafa KILIÇOĞLU : Seçkin konuklar, hepinizi saygıyla selamlıyorum. Öncelikle bu derneğin başkanlığını yapan, Milli Komitenin çalışmasının devamı olan bu oluşumun başkanı Sayın Sarper Süzek hocama bu güzel
düzenlemesinden dolayı teşekkür ediyorum. Sayın Profesör Doktor Ali
Güzel’in de bunda çok ağırlıklı katkısı olduğunu görüyorum. Ona da ayrıca
teşekkür ediyorum. Kısacası tüm yönetim kuruluna minnetlerimi ve şükranlarımı sunuyorum.
Öte yandan değerli iş hukukunun duayenleri ve iş hukukuna şekil veren
hocalarımızı burada görmek başta Prof.Dr. Turhan Esener olmak üzere, beni
çok mutlu etmiştir. Onursal başkanlarımın da bizi takip etmesi ve denetlemesi
bizim için bir onurdur. Merdivenlerde oturan iş hukukuna gönül veren hukukçu
veya bu hukuka gönül verenleri gördükçe çalışma şevkimiz artmaktadır.
Bilimin ışığında ve onlarla birlikte bu çalışmaları devam ettirmemiz yolunda
bize güç vermektedir hepinize teşekkür ediyorum.
Bu arada genç hocamızın Sayın Başterzi güzel kararlar seçmiş ve kendi
düşüncelerini, özgün düşüncelerini veya öğretinin katıldığı kimi düşünceleri
sundu. Kendisine de özellikle bu konuda teşekkür ediyorum. Fakat biraz zamanınızı alacağım. Dairemizin uygulaması konusunda kısa bir bilgi vereceğim.
Şimdi iş sözleşmesi, vekâlet sözleşmesi, eser sözleşmesi, hatta fikir ve
sanat eserleri yasasına ilişkin sözleşmelerin birbirinden ayırt edilmesi çok da
kolay bir iş değil. Bütün kaynakları elden geçirdik ve bu konuda da yeterli,
arzu ettiğimiz kaynaklara ulaşamadık çünkü bu konuda çok büyük çalışmalar
yok. Ancak hepsini bir toparladık acaba gerçeğe nasıl ulaşabiliriz, hak kaybını
nasıl engelleriz deyince geniş bir yelpaze ortaya çıktı. En önemli kıstası
bağımlılık dedik ama esnek çalışma modellerini görünce, burada bağımlılığın
az veya çok yani çok güçlü bir bağımlılıktan söz edemeyeceğimizi anladık.
Hukuki ve kişisel bağımlılığa doğru yöneldik. Kişisel bağımlılığı biraz
daha irdelemeye çalıştık. Orada bir yoğunluk aradık. Đşin yönetimi ve işyeri
düzeni ve talimat konusuna baktık. Eğer işveren gerçekten talimatları, talimat
veriyor, işin düzenlemesinde o çark içerisinde bir yer vermişse avukata, burada
vekâlet akdine doğru yaklaştık.
Sermaye koymadan kendisine özgü bir organizasyon olmayacak dedik.
Eğer olması halinde yine vekâlet akdine yaklaştık. Ücretin ödenme şeklini çok
da fazla önemsemedik çünkü her iki halde de oluyor. Biraz önce bir
arkadaşımızın söylediği gibi aylık ücrete de bağlanma olgusu oluyor, ama bu
tek başına bir iş sözleşmesinin varlığını gerektirmiyor düşüncesindeyiz.
Đşçinin kendi yaratıcı gücünü kullanması, yani avukatın kendi yaratıcı
gücünü kullanması, işverenin isteği doğrultusunda serbest hareket etmesi,
bağımlılık ilişkisini ortadan kaldırmıyor diye düşünüyoruz. Bağımlılık
ilişkisinde belirli ölçüde kontrol kimde, iş sahibine bilgi veriyor mu, hesap
verme yükümlülüğü hangi yoğunlukta. Bunlar irdeleniyor. Öte yandan işi
kaybetme riskinin olup olmadığını önemsiyoruz. Zaten ret hakkı varsa hiç
sorun yok vekâlet akdi diyoruz.
Bir fabrikada bir köşede bir yerinde avukatın sürekli olarak işveren ile
işverene bağımlı olarak çalışmasın da zaten sorun yok, o halde doğrudan iş
sözleşmesi diyoruz. Münhasıran yani münhasıran aynı işverenin nezdinde
çalışırsa sorun yok. Bir kararda işte bunları gözden geçirdik. Bağımsız bir
organizasyon var mı, bağımsız bir organizasyon varsa vekâlet akdi diyoruz.
Yanında işçi çalıştırıyor mu, o konu biraz sayın hocamca eleştirildi ama genel
uygulama Türkiye’de, yanında bir vekil çalıştırıyorsa ve davaları da ona
baktırtıyorsa, bu durumda bir iş sözleşmesinden bahsetmenin kolay olmayacağı
düşüncesindeyiz. Mesai talimatı yine önemli. Aslında bunların hiçbiri tek
başına bu iki sözleşmeyi ayırıcı nitelikte değildir. Tüm bir yelpaze dikkate
alınarak, yoğunluk olayı dikkate alınarak bir sonuca varıyoruz.
Đşçi kavramının belirlenmesinde sosyolojik yorumu yine bir kararımızda belirttik. Burada limitet şirket ortağı çok cüzi bir payı var fakat emeğini
de koyuyor orada. Yani kendisi olmadığı takdirde kendisi yerine bir işçinin
çalışacağı durumlarda biz bunu kabul ediyoruz. Aksi takdirde son derece düşük
bir pay sahibi limitet ortağın ücretsiz çalışması hayatın olan akışıyla da
bağdaşık olamaz.
Şimdi eser sözleşmesiyle hizmet sözleşmesi arasındaki farklılıkta biz
daha ziyade sonuç yükümlülüğü üzerinde duruyoruz. Ne yazık ki eser sözleşmesi konusunda ayrıntılı eserlere rastlayamıyoruz. Kimi eserlerde ani edimli
çalışma şeklinde değerlendirmeler bulunmaktadır.
Eser sözleşmesinde genel olarak süreklilik öngörülmüyorsa da bir karar
vardı sayın hocamız bahsetti, işte bir tavuk yolum ve kesim olgusu, orada
münhasıran o işçi sadece o işveren için çalışıyor. Dolayısıyla onu biraz eser
sözleşmesine yaklaştırmak bizim için sıkıntı oluyordu.
Asıl işveren alt işveren olgusu, yasanın çıkışından beri öğretinin değerli
hocaları tarafından eleştirilmektedir. Görüşümüz sizlerin de bildiğiniz gibi
yalnız işyeri ve işletmenin gereği değil, yanında teknoloji nedeninin de olması
gerekli. Ve teknolojik nedenin baskın unsur olduğunu kararlarımıza yansıttık.
Ve çıkarılan yönetmelik zaten bizim bu düşüncemizi olduğu gibi yönetmeliğe
aktardı. Bu konuda artık tartışma zannediyorum yapılabilir tabii ama uygulamaya etkili olacağını zannetmiyorum.
Bir kararda örneğin hastanelerde bir karar değil birçok kararımızda biz
bunu işledik. Asıl işveren alt işveren ilişkisi kuruluyor. Temizlikçi olarak
yapılan bu sözleşme, temizlik sözleşmesinde bir kısım işçilerin hastabakıcı
veya hemşire olarak çalıştırıldığı görülüyor. Biz burada alt işveren asıl işveren
ilişkisini önceden muvazaa kabul ediyorduk. Tüm işçilerin, iki yüz, üç yüz işçi
kaç işçiyse hepsinin haklarından asıl işverenin yani hastanenin sorumlu
olduğunu kabul ediyorduk. Fakat süre içerisinde bunun ekonomik maliyetlerini
düşündükçe sadece hastabakıcı veya hemşire olarak çalışanın onunla ilgili
ikinci maddenin unsurlarının oluşmadığını kabul ederek o işçilerle ilgili asıl
işvereni sorumlu tuttuk. Yani muvazaayı değil de unsurlarının oluşmaması
şeklinde bir muvazaa terimini kullanmadan olayı çözümlemeye çalıştık. Biraz
da ekonomik dengeleri burada gözettik. Çünkü genellikle kamu kurumları
yapıyor bunu.
Kamu işverenlerine ilişkin 5538 sayılı yasadaki değişikliklerde genel
muvazaa zaten ortadan kaldırılmadı ki biz her olayla Borçlar Kanununun
muvazaaya ilişkin hükümlerini her zaman işletiriz. Bu konuda bir engel yok
diye düşünüyorum. Ayrıca bunu bir engel olarak kabul ettiğimiz takdirde, Đş
Kanununun 5. maddesi, Anayasanın 10. maddesi, Avrupa Đnsan Hakları
Sözleşmesinin ayrımcılık başlığında düzenlenen yanlış hatırlamıyorsam 14.
maddesine aykırılık olur. Bunu kabul etmemiz mümkün değil.
Sayın hocamızın destek verdiği tartışılan bir konu da asıl işveren alt
işveren arasındaki ilişkinin tam teselsüle mi yoksa eksik teselsüle mi dayandığı
sorusunun yanıtlanması. Bizim dairemizde değerli arkadaşımızın Hiciv Bey’in
karşı oyu vardı. Ben bu konu incelensin ve araştırılsın diye Süleyman beye
sayın hocamıza on veya on beş gün önce bilhassa elimle teslim ettim ki, bu
konuşulsun, tartışılsın ve bir sonuca varalım. Ben bunu isteyerek yaptım.
Yalnız biz çoğunluk olarak bu görüşe varmadan önce öğretiyi taradık. Şahsen
kişisel olarak da hocalarımızla konuştum, artılarını, eksilerini belirttik. Daha
sonra dairemle, dairedeki arkadaşlarımla konuştum ve tam teselsülün iş
yargısının özelliklerine, normatif düzenlemelere çok daha uygun olduğu
kanaatine vardık. Bir hakkı iş hukukuna uygun olarak, reel gerçeklere uygun
olarak koruma amacıyla da görüşümüzün çoğunluk görüşünün doğru olduğunu
düşünüyoruz.
Sayın hocamın dediği gibi 51. madde olsa, zaten bir sıralama
gerekiyor. Fakat burada dikkat edilecek bir şey daha var, bu teselsülü kim
kuruyor. Bu teselsülü kanunun kendisi kuruyor. Kendisinin içinde var bu
teselsül. Yoksa bir tarafta nedir haksız fiil sorumluluğu, bir taraftan birbirlerini
daha önce görmeyen insanlar, haksız fiilin dar anlamdaki anlamı o. Bir olayla
karşılaşıyorlar. Biri kanundan geliyor, öbürü sözleşmeden geliyor. Ha orada bir
şey yapabilirsin, önce sözleşmeye gidersin, sonra kanuna gidersin, eksik
teselsüle gidersin. Ama burada böyle bir durum yok. Burada işçi zaten iş
hukukuyla ilgili avukatlar hani doğruyu buluyorlar ama bazıları da işte alt
işvereni gösteriyor. Alt işverenden parasını alamıyor çünkü işçi asıl işveren
kimdir, alt işveren nedir, bunu zaten bilmesi mümkün değil. Türkiye’de
işçilerin genel olarak öğrenim düzeyi de ilkokul yani Türkiye’nin genelinde bu
sıkıntı var, kültürel eksiklik, bilgi eksikliği de var, sendikalara bu konuda çok
büyük görevler düşmektedir. Alt işverene dava açıyor, alt işverenin kasası boş.
Đnanın ben size şunu söylüyorum, alt işverenin birçoğunun adresini bulamıyor
yargıçlar. 35’e göre tebliğ yaptırılıyor. Şimdi bu tekrar asıl işverenden alacağını
alması için biz hukukçu olarak yolunu açalım mı, kapayalım mı? Bu tür
unsurlar yan yana geldiğinde karşı oy veren arkadaşımın görüşüne saygı
duymakla birlikte katılamayacağımı ifade etmek istiyorum.
11. madde konusunda, yasanın düzenlenişinde hakikatten bir sıkıntı
var. Bu sıkıntı bizim yargıya da yansıyor. Önce diyor ki belirli süreli işlerde
veya belli bir işin tamamlanması veya belirli olgunun ortaya çıkması. Şimdi
burada ilk fıkrada belirli süreli işlerde deyip veya dediğin an ben onu bağımsız
olarak düşünebilirim. Đlk yapılan sözleşme belirlidir diye. Ama bu sefer
yönergenin getirmek istediği amaç aşılmış olur. Çünkü bir iş güvencesi vermek
istiyor yönerge genelde. Bunun yanında asıl olanın belirsiz süreli sözleşme
olduğunu ifade ediyor.
Öbür yandan da esnek çalışmayı canlandırıcı, önünü açıcı bir hüküm
olması gerekiyor. Fakat bunların yasa içerisinde birbirinin içine girişi nedeniyle
sıkıntılar oluşmaktadır. Sizlerin de çok iyi bildiği gibi biz içtihatlarımızda işe
bakıyoruz. Eğer bu işin yapılması ilk sözleşme olsa dahi belirsiz süreli
çalışmayı gerektiriyorsa, biz buna belirsiz süreli sözleşmedir diyoruz. Ancak
belirli bir olgunun ortaya çıkması, diyelim bir hastane, hastanede bir doktorun
olmayışı veya bir hastabakıcının olmayışı, hasta oluşu, o hastalık süresi
boyunca bir elemana ihtiyaç duyulması halinde işte burada belirli bir olgunun
ortaya çıktığını kabul ediyoruz. Belirli süreli sözleşmenin yapılabileceğini
düşünüyoruz. Öbür tarafta belli bir işin tamamlanması olayında, işte bu baraj
inşaatları, köprü inşaatları gibi olgularda göz önünde tutuyoruz. Yasa tabii
objektif koşulların varlığını arıyor. Bizde içtihatlarımızda bunu yerleştirdik.
Mevsimlik iş olgusunda zaten adı üzerinde yani mevsimlik iş. Periyodik olarak belirli mevsimlerde belirli çalışma yapılıyorsa bunu belirli süreli akit
mevsimlik çalışma kabul ediyoruz. Đlk sözleşme sadece bir mevsim için
yapılıyorsa belirli kabul ediyoruz, ancak ardı ardına her yıl belirli mevsimde
çalışılıyorsa işte bu durumda da belirsiz süreli sözleşmenin sonuçları ortaya
gelmektedir. Aradaki süre askı süresidir. Burada değerli hocamızın dediği, işte
bazı kararlar. Şimdi bazı kararları da bir işverenle ilgili geçen yıllarda yani üç
dört yıl önce çıkmış kararlar var. Eşitliği sağlama için eski yani bir arkadaşı
nasıl bir kararla karşılaşmışsa diğerinin de o kararla karşılaşması şeklinde çok
büyük adaletsizlik, şiddetli adaletsizlik yoksa bir paralellik kurmaya çalıştık.
Ama 11 ay ve üstü olan çalışmaları biz yıllık ücretli izinden yararlandırıyoruz.
Artık burada mevsimlikten söz etmek mümkün değildir diyoruz.
Öte yandan şimdi 21. Hukuk Dairesinin her ne kadar görevi içindeyse
de biz iş kazaları ve destekten yoksun kalma tazminatlarını 9. Hukuk
Dairesinde tetkik hakimiyken incelemiştik ve bu konu benim sevdiğim bir
konu. Zannediyorum ilk Galatasaray’daki toplantıda o konuda tebliğ sunmuştum. Sayın hocamız Turhan Esener oturum başkanıydı. Ben Yalçın Çakalır’ın
oturum başkanı olduğu oturumda tebliğ sunmuştum. Şimdi bir kere kusursuz
sorumluluk mu kusur sorumluluğu mu iş kazalarında destekten yoksun kalma
tazminatında. Sayın başkanımla konuştuğumda kusursuz sorumluluk olarak
benimsediklerini ifade ettiler. Şimdi bir kararın içerisinde kusursuz sorumluluk
ve kusur sorumluluğu bir arada zaten aynı eylemde olması mümkün değil.
Çünkü Sayın Başterzi böyle bir ifadede bulundu. Şimdi tarihsel gelişim
sürecine bakmak lazım. Kusur sorumluluğundan nereye gidiliyor. Kusursuz
sorumluluğu işte Roma döneminde asla kısmen orada Justianus döneminde de
yine kusursuz sorumluluk oldu ama kusur sorumluluğundan kusursuz
sorumluluğa doğru bir geçiş var bir süreç var. Bu süreç nereden kaynaklandı,
işte makineler sanayi devrimiyle birlikte makineler çalışma yaşamına girdi.
Girince işçinin yaralanması, ölmesi olayları çoğaldı. Böyle olunca objektif
sorumluluk genel başlığı altında kusursuz sorumluluk olarak gidildi. Bazı
ülkeler bunu kanunla düzenledi. Bazı ülkeler, bizde başta olmak üzere
içtihatlarla bunu kabul ettik ve benim bildiğim yani bu son zamanlara kadar
kusursuz sorumluluktan ayrılındığını ben hiç görmedim.
Basit bir örnek vereyim, iki tane uçak, havada çarpışıyorlar. Çarpışanlardan birinde ilk uçak sürücüsü veya işletmesi tamamen kusursuz diğeri tam
kusurlu, onun rotasına girdi. Şimdi buradaki ölen yolcu kendi bindiği uçağı
sorumlu tutmayacak mı, tutması gerekiyor, niye, tehlikeli aracı kullanmayla
zaten bunu üstleniyorsun. Bir kere menfaat senin dolayısıyla riskte senin. Hele
Türkiye ortamında iş güvenliğine yeterli önem verilmeyen bir yerde kusur
sorununa gidiş benim çok benimsemeyeceğim bir durum diye düşünüyorum.
Sayın Çenberci üstadımızın da ifade ettiği gibi kusursuz sorumluluğun
burada asıl olduğu zaten belli içtihat var o konuda da, tehlike sorumluluğu
konusunda. Ben eski kitapları karıştırırken işte benim kendi doktora tezime de
baktım, dedim ki bunun dedim genel hükümlerde belirtilmesi lazım. Borçlar
Kanunu tasarısı taslağında, tehlike sorumluluğu başlı başına bir madde olarak
düzenlendi. Yargıtay’da Borçlar Kanunuyla ilgili tebliğ sunduğumda ben onu
hararetle savundum, fakat çok büyük de eleştiri aldım. Kazuistik yöntemle
bunun olamayacağını söylediler. Fakat ben o maddedeki unsurlara baktığımda
bizdeki 77’nci madde daha geniş. Çünkü teknolojinin gerektirdiği her türlü
önlemlerin alınması gerektiğini söylediğine göre artık burada tehlike
sorumluluğu sonuçlanmış oluyor. Açıkçası bir taraf kusur sorumluluğu bir taraf
kusursuz sorumluluk başlığı altında, sebep sorumluluğu tehlike sorumluluğu
ayrılıyor. Bana göre burada tehlike sorumluluğu var. Elbette ki tehlike
sorumluluğu illiyeti ortadan kaldırır, illiyet farklı bir şey.
Gelelim bilirkişi raporlarına, bilirkişi raporlarında kusursuz sorumluluk
ve kusurlu sorumluluk ayrımları zaten yok. Oran koyuyorlar, kusuru varsa o
kusur oranında hakimler de ona göre karar veriyor. Şimdi kaçınılmazlıkla ilgili
kararlar var. Kaçınılmazlık zaten kusursuz sorumluluğun bir özelliği. Yani
hiçbir kusur yok. Ancak bu olayın mutlaka kaçınılmaz olarak gerçekleştirilebileceği dendiğinde zaten otomatikman kusursuz sorumluluk kabul edilmiş
oluyor.
Dolayısıyla Türkiye tehlike sorumluluğundan iş kazaları ve destekten
yoksun kalma tazminatında, ayrılmayı gerektirecek bir ortamda değiliz. 77.
madde zaten kusursuz sorumluluğu belirtiyor.
Herhalde çok zamanınızı aldım, fazlaca konuştum. Burada son olarak
bir ilave vardı, fazla çalışmayla ilgili. Biz 11 saat ve yukarısı olayını zaten
denkleştirmede kabul ettik. Yani 11 saatin üstünde denkleştirme olsa dahi
yapılan çalışmaları fazla çalışma olarak kabul ettik. Teşekkür ediyorum
sabrınız için.
Oturum Başkanı : Sayın Başkanımız Mustafa Kılıçoğlu’na biz de
teşekkür ediyoruz açıklamaları için.
Bir açıklamada bulunmak istiyorum sayın hocamıza söz vermeden
önce soruları cevaplamak üzere, kusursuz sorumluluk hakkında hocamız, başkanımız konuya değindi. Şunu belirtmek istiyorum ki bizim 21. Hukuk Dairesi
olarak bugüne kadar tabii zaman zaman kusursuz sorumluluk ve tehlike sorumluluğu hakkında tartışmalarımız oldu, ama çok belirgin bir şekilde bu konuda
bir kararımız yoktur. Tebliğde kusursuz sorumluluk hakkındaki konuyla ilgili
olarak Sayın Başterzi’nin belirttiği örnekte yine genel kurulda tartışılan kusurlu sorumluluktu. Orada işverenin kusuru var mıdır yok mudur tartışması
vardı. Yani kusursuz sorumluluk tartışmasına genel kurulda da o örnekte de
girilmedi. Ama bundan sonra ne şekilde kararlar çıkacak kesin bir şey söylemek zor.
Evet, şimdi soruları cevaplamak üzere sayın hocamız Doç.Dr.
Süleyman BAŞTERZĐ’ye söz veriyorum.
Doç.Dr.Süleyman BAŞTERZĐ (Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi): Teşekkür ederim sayın başkan. Öncelikle Fevzi Şahlanan hocamın
değindiği ve yine sayın 9. Hukuk Dairesi Başkanı Mustafa Kılıçoğlu’nun
değindiği tam teselsül eksik teselsül tartışması üzerine birkaç şey söylemek
istiyorum.
Đş Kanununun 2. maddesinde düzenlenen asıl işveren alt işveren ilişkisinde asıl işverenle alt işverenin müteselsil sorumluluklarının hukuki niteliği
konusunda, bu düzenlemenin amacından yola çıkılarak bir tam teselsül olduğu
sonucuna varılıyor yüksek mahkeme tarafından. Hocam da 51. maddeden yola
çıkılarak bu sonuca varılması gerektiğini belirttiler.
Şimdi, müteselsil sorumluluğa baktığımızda ki ben, Sayın başkan bu
kararı bana ilettiklerinde gerçekten üzerinde uzunca zaman düşündüm ve Borçlar hukukçularıyla da görüş alışverişinde bulunduktan sonra bir sonuca vardım.
Bizim sistemimize baktığımız zaman müteselsil borçlulukta borcun tekliği
görüşünün değil, borcun çokluğu görüşünün benimsendiğini görüyoruz. Zira
müteselsil sorumlulukta birbiriyle yarışan birden fazla borcun olduğu kabul
ediliyor ve bunların kaderleri birbirine bağlanmıyor. Bizim Borçlar Kanunumuzun sistematiği, mantığı bunun üzerine kurulu. Borçlular farklı olanaklara sahipler, genel itirazlar, defiler, teminatlar vesaire. Alacaklılar da farklı şekilde
tasarruf hakkına sahipler alacakları üzerinde. Bir borçluyu ibra edebiliyorlar,
diğer borçluyu ihbarda bulunarak temerrüde düşürebiliyorlar. Yine alacaklarını
bir başkasına temlik edebiliyorlar. Dolayısıyla bizim sistemimiz borcun çokluğu görüşünü benimsiyor ve bu mantık doğrultusunda düzenleme getirmiş. Ama
bunun bir istisnası var o da 134. madde, zaman aşımı. Sadece zaman aşımı noktasında borçlulardan birine karşı zaman aşımı kesildiğinde diğerlerine karşı da
kesileceği kabul ediliyor ki, Borçlular Hukuku öğretisinde bu madde son derece eleştiriliyor ve ilk fırsatta, çıkacak ilk yasada bunun kaldırılması öneriliyor.
Şimdi bizim olayımıza geldiğimiz zaman burada farklı hukuki sebepleri görüyoruz. Yani birbirinden bağımsız nedenlerle sorumluluk söz konusu.
Alt işverenin sorumluluğu işçiyle işveren arasındaki sözleşmeden kaynaklanıyor. Asıl işverenin sorumluluğu ise evet tabii yasadan hepsi yasadan kaynaklanıyor bunlar sonuç itibarıyla. Ama kaynağı bizatihi yasa yani işçiyi korumak
maksadıyla getirilmiş bir hüküm. Dolayısıyla birbirinden bağımsız, bunların
kaderini birbirine bağlamak isabetli değil. Dolayısıyla burada kanaatimce bir
eksik teselsül durumu söz konusu. Ve eksik teselsül hallerinde 134. maddenin
uygulanmayacağı konusunda da öğreti ve yargı kararlarında görüş birliği
bulunduğunu görüyoruz.
Bu noktada ben alt işveren ile asıl işverenin zaman aşımı yönünden
kaderlerinin birbirine bağlanmasının doğru olmadığını düşünüyorum. Dolayısıyla burada Yüksek Mahkemeden farklı görüşteyim. Ama bu sonuca ulaşırken, tebliğimi sunarken dile getiremediğim farklı olasılıklar da aklıma gelmedi
değil. Olayı bir de tam tersinden düşünelim. Doğrudan doğruya asıl işverene
gitti işçi, davayı kazandı tahsil de etti, acaba asıl işveren alt işverene rücu
ederken zaman aşımı meselesi ne olacak, orada halefiyet ilkesi gereği aynı
zaman aşımına mı tabi olacak.
Mesela, efendim, evet, borç bitti sizin söylediğiniz tabii ki öğretide
söyleniyor sayın merhum Kemal Oğuzman tarafından, borcun orada bittiği
söyleniyor. Bende aynı noktaya varıyorum zaten. Bazı görüşler burada alelade
bir rücu hakkı olduğunu söylüyor. Bazıları burada halifiyetle güçlendirilmiş bir
rücu hakkı olduğunu söylüyor. Dolayısıyla asıl işverenin alt işverene rücu
konusunda kuşkusuz ki zaman aşımı kesilmişse diğerine de karşı kesildiği
sonucuna varmak söz konusu değil.
Sadece bunu tartışmak bağlamında gündeme getirmek istedim.
Avukat Simge Sertoğlu, bir işçinin belirli süreli iş sözleşmeleriyle
farklı projelerde on yıl çalıştırılıp çalıştırılamayacağından söz etti. Đşçi farklı
projelerde çalıştırılmışsa bu düşünülebilir. Her birinde ayrı bir objektif neden
bulunduğu için sözleşmeler belirli süreli olarak bağıtlanabilir kuşkusuz. Ama
işveren aynıysa aynı işverenin birbirini takiben yürüttüğü projelerde ardı ardına
aynı kişi istihdam edilmekteyse, dolayısıyla artık burada işçinin istihdamında
bir süreklilik bulunduğu sonucuna varmak gerekir kanısındayım. Keza proje
çok uzunsa kısa aralıklarla ardı ardına belirli süreli iş sözleşmesi kurulması
tartışılabilir. Kuşkusuz ki beş yıllık bir projede beş yıllığına belirli süreli iş
sözleşmesiyle işçi istihdam edilebilir hiç kuşku yok bunda. Ama beş yıllık bir
projede altışar aylık dönemler halinde sözleşme yapmaya kalkarsanız ben
bunun çok dürüstlük kurallarına uygun olmayacağını düşünüyorum. Belki o
takdirde bir azami süreli sözleşme yapılabilir. Bilindiği gibi azami süreli
sözleşmelerde sürenin sonunda belirli süreli işçi sözleşmeleri gibi kendiliğinden sona erer, ama azami süre içerisinde belirsiz süreli iş sözleşmeleri gibi
koşulları varsa fesih edilebilir. Bu tür uzun süreli projelerde işverenlerin işin ne
zaman sona ereceğini tam kestiremiyorlarsa azami süreli sözleşme yapmaları
uygun olur tabi yine objektif koşul bulunmak kaydıyla. Süresinden önce proje
biterse, geçerli nedenlerle ve/veya usulüne uyarak sözleşmeyi fesih yoluna da
gidebilir. Ama proje dönemi bittiği halde süre olarak, iş henüz tamamlanmamışsa, objektif neden kuşkusuz ki devam ettiği için yeni bir belirli süreli iş
sözleşmesi yapılmasına da hiç engel olmadığı kanaatindeyim.
Avukat Mustafa Çinkılıç, Serbest meslek makbuzu ile ücret alan
avukatlara değindi. Bu ücretin ödeniş biçimiyle ilgili bir konu, serbest meslek
makbuzuyla ücretin tahsil edilmesi. Tabii ücretin ödeniş biçimi sözleşmenin
niteliği konusunda mutlak belirleyici bir unsur değil, Yargıtay’ın pek çok
kararında serbest meslek makbuzuyla ücret alan avukatın da işçi sayıldığını
görüyoruz, işvereniyle arasında kişisel bir hukuki bağımlılık bulunmak
kaydıyla. Belirttiler ki bir hukuk müşaviri sendikada çalışıyor. Şimdi burada
biraz önce saydığım ölçütlerin hepsini birlikte değerlendirmemiz gerek. Sayın
başkan da bunu dile getirdiler. Ve nihayetinde belki şunu yapmamız lazım, bir
sosyolojik yoruma gitmemiz gerekli. 9, 10 avukatı bürosunda istihdam eden bir
avukat zaman zaman bir işveren için de hukuk müşavirliği yapıyor, ama
kendisi da işveren ve yerine göre istihdam ettiği avukatları da müşavirlik
yaptığı işyerindeki işlerde görevlendiriyor, daha sonra serbest meslek
makbuzuyla ücret tahsil ediyor ve bunların hepsi birlikte değerlendirdiğinde
hukuk müşavirliği yapsa da bağımsız çalışan olduğu sonucuna pekâlâ
varılabilir diye düşünüyorum. Ama bu nitelikte değilse, her gün belirli zaman
dilimlerinde işyerine gidip orada vakit geçiriyor, daha doğrusu işyerinin işlerini
görmeye zamanını ayırıyorsa ve zamanın belirlenmesi konusunda da kendi
tercihleri değil işverenin tercihleri rol oynuyorsa Farklı bir sonuca da
varılabilir. Bir Đspanyol mahkemesi kararında bu duruma rastlamıştım. Doktor
günün belirli saatlerinde işyerine gidip hizmet sunuyordu ama Đspanyol
mahkemesi burada doktorun bağımsız çalışan olduğu sonucuna varmıştı. Niye
varmıştı, çünkü doktor başka yerlere de gittiği için kendisine uygun olan
zamanı seçerek işverene bildirmekte ve o saatlerde işyerine gidip hizmet
vermekteydi. Ve bazı dönemlerde işe gelemediği zaman da yerine başka bir
doktor ikame etmekte ve ücretini de kendisi karşılamaktaydı. Dolayısıyla her
olayın özelliğine göre farklı bir sonuca varmak gerekir, saydığımız ölçütlerin
değerlendirilmesi sonucunda bir noktaya varmak mümkün diye düşünüyorum.
Avukat Necdet Okcan, Đş Kanununun 2. maddesine eklenen 8. ve 9.
fıkralara ve bir kamu üniversitesi ile ilgili karara değindi. Yargıtay’ın görüşüne
katılmadığını söyledi. Aksine ben Yargıtay’ın vardığı sonucun çok isabetli
olduğu kanaatindeyim burada yanlış anlaşılmasın. Sadece o sonuca ulaşılması
noktasındaki sebepler üzerinde farklı bir değerlendirmenin yapılabileceğinin
altını çizdim. Eleştirim bundan ibarettir yoksa kuşkusuz ki bu şekilde o
işyerinde Sayın başkanın da belirttiği gibi alt işveren görünümünde işçi
istihdam eden firmanın kendi kurduğu bir organizasyonu yoksa, bağımsız bir
faaliyeti yoksa uzmanlığı yoksa bir işçi temininin olduğu kabul edilmek
gerekir. Ve 8. 9. fıkralardaki durum Anayasaya aykırı değil mi dendi, kuşkusuz
ki Anayasaya aykırı. Eşitlik ilkesine aykırı, hukuk devleti ilkesine aykırı ve
Anayasa Mahkemesine de götürülmüş. Fakat söz konusu dava usulden, olay
bağlamında hükmün uygulanma kabiliyetinin olmaması nedeniyle reddedildi
maalesef, diliyoruz ki bu bir şekilde Anayasa Mahkemesinin önüne tekrar
götürülür ve esastan incelenir.
Yine Sayın Okcan asıl işveren alt işveren ilişkisiyle ilgili ölçütlere
değindi, işletmenin ve işin gereği ile teknolojik nedenlerle uzmanlık gerektiren
işler ölçütüne. Ve bunun başlangıçta birbirinden ayrı olarak değerlendirilmekle
birlikte daha sonra mecliste verilen bir önergeyle değiştirildiğini dile getirdi.
Daha sonra yine Sayın Murat Özveri de bu hususta bazı açıklamalarda bulundu.
Doğrudur, bu şekilde bir değişiklik olmuştur. Olması gereken hukuk bakımından belki söyledikleri isabetli olabilir, tartışılabilir ama mevcut düzenleme
karşısında ben kanaatimi açıkladım, söz konusu ölçütlerin birbirinden bağımsız
olması gerektiğini düşünüyorum. Ama bu konudaki tartışmanın ortadan kalktığı da bir gerçek. Yüksek mahkeme bir boyutuyla bu konudaki tartışmayı ortadan kaldırdı. Zaman içinde değişik görüşler açıklanmak suretiyle şekillendi
yüksek mahkemenin bu konudaki görüşleri ve nihayetinde artık teknolojik nedenlerle uzmanlık gerektiren iş koşulunun baskın olduğu benimsendi. Bu konuda artık bir tartışma yok. Sadece ben bu hususun öğretide eleştirildiğinin altını çizdim ve eleştirilmesinin sebebi olarak da Yargıtayın görüşünün vardığı
son nokta itibariyle işletmenin ve işin gereği ölçütünün işlevsiz kaldığını, bu
ölçütün yasadaki varlık sebebinin ortadan kaldırılmış olduğunu dile getirmeye
çalıştım.
Sayın Okcan önerge üzerine bunun değiştirildiğinden söz etti, ama
önergenin gerekçesine bakılırsa, görülecektir ki önergenin gerekçesinde bu
ölçütler birbirinden bağımsız olarak değerlendirilmektedir. Birbirinden virgülle
ayrılmıştır, ile bağlacının bulunmadığını görmekteyiz. Ama bir kez daha altını
çizerek belirtmek isterim ki bu açıklamalarım olması gereken hukuk bakımından, farklı bir değerlendirmeye gidilmesine engel değildir, yanlış anlaşılmasın.
Sayın Faruk Andaç hocamız, ekonomik ve teknik bağımlılıktan söz
etti. Ben tebliğimde bu hususlara, bağımlılığın çeşitli boyutlarına değindim.
Tabii ekonomik bağımlılık, teknik bağımlılık önemini bütünüyle yitirmiş değil.
Ekonomik bağımlılık özellikle bağımlı çalışanlarla, bağımsız çalışanlar arasında gri bölgede yer alan marjinal birtakım çalışanların hangi kategoriye girdiği
noktasında hala bir ölçüt oluşturabileceği gibi sosyolojik yorum yapılırken de
ilişkinin ekonomik boyutuna odaklanan bir değerlendirme yine söz konusu
olabilir.
Teknik bağımlılık ise zaten bir yönüyle yani işverenin işçiye emir ve
talimatlarıyla yönlendirilmesi bağlamında kişisel ve hukuki bağımlılıkla artık
örtüşmektedir. Araç gereç ve malzemenin sağlanması bağlamında da ek bir
ölçüt olarak zaten ek ölçütler listesinde sayılmaktadır. Ama kuşkusuz ki mutlak
belirleyici bir unsur değildir.
Sayın Andaç geçici işlerde yıllık izinden söz etti, sayın başkan da
bahsetti. Mevsimlik çalışmalarda, kampanya işlerinde yıllık ücretli izin
olmaması yasa gereği. Farklı kararlardan bahsettim, kuşkusuz ki bunların kendi
içlerinde farklı özellikleri vardır. Bunun farkındayım. Sadece ben burada
konunun tartışmaya açılmasını istediğim için bazı açıklamalar yaptım. Acaba
mevsim ve kampanya işi niteliği taşımayan aralıklı çalışmalarda yıllık ücretli
izine hak kazanılması söz konusu olacak mı olmayacak mı, çünkü bazı
kararlarda sanki altı aydan az aralıklı çalışmalarda olmayacak, altı aydan uzun
süren aralıklı çalışmalarda olacak gibi bir izlenim ortaya çıktığı için bunu dile
getirdim. Öte yanan bu tür geçici çalışmalarda aralıklı yürütülen işlerde yıllık
ücretli izne hak kazanılabileceği izlenimi uyandıran kararlar da var. Bu konuya
bir açıklık getirmek bağlamında açıklamalar yaptım ve 53. maddenin işçinin
dinlenme hakkıyla ilgili olduğu için biraz dar yorumlanması gerektiği
kanaatimi belirttim.
Avukat Şinasi Topal, iş müfettişlerinin asıl işveren alt işveren
ilişkilerini denetlemesinden söz etti, bu konudaki uyuşmazlıklardan. Tabii
böyle bir düzenleme getirildi. Fakat gördüğünüz gibi biz hukukçular bile bu
işin içinden henüz çıkabilmiş değiliz ve konuyu uzmanları olarak tartışıyoruz.
Tabii ki iş müfettişleri de bu konuda deneyim sahibi kişiler ama pek çoğunun
hukukçu olmadığını biliyoruz. Yani pek doğru sonuçlara ulaşılmayan durumlar
da var. Yargı denetimine tabi tamam. Mahkemeler kesin karar veriyorlar.
Böyle bir tespit yapıldığını farz edelim. Eğer böyle bir tespit yapılmışsa işe
iade davası açılabilir mi, iş akdi fesih edilmişse her durumda işe iade davası
açılabilir. Bu yargılama sırasında kuşkusuz ki iş müfettişinin önceki kararı
dikkate alınacaktır. Alacak davaları bakımından da her bir işçi için toplu iş
sözleşmesinden vesaire diğer haklardan işyerindeki işçi yararlandırılmıyorsa
yine bir dava açılması söz konusu olabilir.
Sayın Yargıç Ercan Turan, limitet şirket ortaklarıyla ilgili olarak,
bunların 5510 sayılı yasada ve daha önce yine 1479 sayılı yasada bağımsız
çalışan olarak değerlendirildiklerinden söz etti ama sayın başkan dile getirdiler.
Burada iş hukuku bağlamında bir sosyolojik yorum yapıyoruz, çünkü bazen
limitet şirketi ortaklarına teşvik amacıyla çok küçük oranda pay verilebiliyor.
Bu yorum tarzının amacı, bağımsız çalışmaya vücut verecek bir ortaklık
boyutuna ulaşmayan, emeğin daha baskın olduğu çalışmaları ayırmak.
Dolayısıyla böyle bir durum söz konusu olduğunda kuşkusuz ki yine bir iş
sözleşmesinin olduğu ve çalışan kişinin işçi olduğu sonucuna varmanın halen
ben daha isabetli olduğu kanaatindeyim.
Yine Sayın Turan, maddi tazminat davalarında peşin sermaye
değerlerindeki artışların sosyal politikaların ürünü olduğundan, sosyal politika
gereği bir artış yapıldığından söz etti. Ve davaların uzamasının da işçilerin
aleyhine olduğunu dile getirdi. Bu davaların uzamasında tabii kuşkusuz ki
işçilerin aleyhine bir durum söz konusu olabilir. Ama olaya bir bütün olarak
baktığımızda sosyal güvenlik kurumunun işverene rücunun temelinde yatan
düşüncenin işçiye bağlanan gelirlerin peşin sermaye değerinin tahsilinin
olmadığını, bunların karşılığının bütünüyle işveren tarafından ödenen primler
olduğunu biz biliyoruz. Buradaki amaç, işvereni iş sağlığı güvenliği
önlemlerini almaya teşvik etmektir. Dolayısıyla işçinin zararının tazmini ile bu
şekilde bir ilişki kurulmasının mümkün olmayacağı kanaatindeyim. Burada
işçinin zararının tazmininden ziyade, iş sağlığı güvenliği önlemlerinin alınmasına yönelik bir teşvik bulunduğu, konunun tazminat hesabıyla ilişkilendirilmemesinin daha isabetli olduğu kanaatindeyim.
Avukat Murat Eren iş sağlığı ve güvenliği yasa taslağında, biraz önce
tartışılan işletmenin ve işin gereği ile teknolojik nedenlerle uzmanlık gerektiren
işlerde, artık söyleye söyleye dilimiz de dönmüyor bu tekerlemeyi, aradaki
“ve” nin “veya” haline getirildiğini söyledi. Başka taslaklarda da farklı
düzenlemeler gündeme gelebilir. Tabii “veya” haline getirilirse o yasa bağlamında söz konusu koşulların ayrı ayrı değerlendirilmesi gerekeceği tartışma
dışıdır. Ama o zaman bu yasada göz önüne alınmak suretiyle konuyu bir daha
gözden geçirmek gerekir diye düşünüyorum. Yasa koyucunun iki farklı yerde
farklı bakış açıları sergilemeyeceği yönünde bir görüşün de bu bağlamda ortaya
atılacağı yine kolaylıkla söylenebilir. Ama hemen yanlış anlaşılmasın ben bunu
sadece olan hukuk bakımından, mevcut mevzuat bakımından dile getirmekteyim. Olması gereken hukuk bakımından olayın farklı bir boyutta tartışılması
herhalde yine mümkündür.
Adana Barosu avukatlarından Mahmut Beylem; Sayın Beylem hizmet
alım sözleşmelerinden söz etti. Tabii hizmet alım sözleşmelerin, tebliğimde de
bahsettiğim gibi bir işçi temini söz konusuysa, bu şekilde çalıştırılan işçilerin
baştan itibaren asıl işverenin işçisi sayılması gerekir. Bu, Yüksek mahkeme
tarafından da kabul ediliyor. Dolayısıyla bu sonuca varıldığı andan itibaren
temin suretiyle çalıştırılanların o kurum ve kuruluşların toplu iş
sözleşmelerinden diğer işçiler gibi eşit şartlarda yararlanacakları da kuşkusuz.
Bunu desteklemek üzere Sayın Beylem’in belirttiği uluslararası sözleşme, 94
sayılı sözleşme de bir destekleyici ölçüt olarak belirtilebilir, ama oraya
varmadan zaten yüksek mahkeme bu sonuca yine ulaşmaktadır. Bununla
birlikte anılan sözleşmenin de ayrıca değerlendirilebileceği kanaatindeyim.
Sayın Özveri de, alt işveren konusunda iş sağlığı güvenliği yasa
taslağından bahsetti. Ulusal istihdam stratejisinden bahsetti. Herhalde biraz
önceki açıklamaların çerçevesinde bu konu aydınlanmıştır diye düşünüyorum.
Bir şeyin altını tekrar çizeyim, bugün bir tartışma yok. Sayın başkan da belirtti,
yüksek mahkemenin içtihadı bu konuda çok net. Burada sadece konuya ilişkin
farklı görüşleri dile getirmeye çalıştık. Bu görüşlerden hangisi baskındır? Ben
öğretideki yazarların bu konudaki eserlerine baktığımda sanki “ile” bağlacının
“veya” olarak anlaşılması gerektiği yönündeki görüşlerin daha çoğunlukta
olduğu izlenimini edindim. Bu benim tespitlerim, salona sorduğumuzda belki
farklı bir sonuç çıkabilir, ama o başka bir platform diye düşünüyorum. Öğreti
görüşlerini öğreti platformunda ele alıp o ölçekte değerlendirmek gerekir diye
düşünmekteyim.
Sayın başkan Mustafa Kılıçoğlu, iş sözleşmesinin diğer iş görme
sözleşmelerinden ayrılmasıyla ilgili birtakım açıklamalarda bulundu. Bu
konularda zaten görüşlerimiz bütünüyle örtüşüyor. Yani yüksek mahkemenin
bu konudaki kararını gerçekten ilkesel bir karar olarak takdirle belirtmek
gerekir. Çünkü yabancı mahkeme kararlarında bulunan bütün ölçütlerin 9.
Hukuk Dairesinin kararına da yansıdığını görmekteyiz. Bu konuda farklı
düşündüğüm bir şey söz konusu değil.
Vekâlet sözleşmesini de eleştirmedim, sanki öyle izlenim mi uyandı
bilmiyorum. Yani ben orada yüksek mahkemenin vardığı sonucu isabetli
buldum.
Đkinci örnek, şu ilginç karar, tavuk satım marketi. Tabii orada
münhasıran aynı işveren için çalışma söz konusu olduğunda, bu ölçüt kuşkusuz
ki bağımlı çalışmaya işaret eder ama davacının söz konusu hizmeti sunarken
tavuk başına bir lira aldıktan sonra yanında çalışanlara bu işi yaptırıp 75
kuruşunu da onlara verdiği gibi bir ifadenin karar içinde geçtiği dikkate
alındığında farklı bir sonuca varmak mümkün olabilir diye düşünüyorum.
Bunun altını çizmek istedim. Kararda bir ölçüte daha değiniliyor, ekonomik
risk ölçütü. Tabii ekonomik riskini kimin üstlendiği çok önemli ama, bunu
kimin üstlendiği konusunda kararda açıklık yok. Ama mutlaka dosya
incelendiğinde belki onunla ilgili de bilgi vardır ve farklı bir sonuca varmak da
mümkün olabilir.
Hastane örneğine, üniversite hastanesi örneğine geldiğimizde, sayın
başkan bu konuda hastabakıcılık hizmetinde çalıştırılan temizlik işçileriyle,
temizlik işinde çalıştırılan temizlik işçileri arasında ekonomik dengenin
gözetilmesi bağlamında bir ayrıma gittiklerinden söz etti.
Ben yanlış mı anladım, başkan isterseniz bir kayıt altına geçmesi için.
Mustafa KILIÇOĞLU : Özür dilerim bir yanlış anlamaya sebep
olmak istemiyorum. Şimdi biz o ekonomik denge derken şunu diyoruz, şimdi
bir kamu işvereni bir alt işveren sözleşmesi yapıyor. Diyelim 200 tane temizlik
işçisi var, bunların on tanesi on beş tanesi hastabakıcılık veya hemşirelik görevi
yapıyor diye alt işveren sözleşmesini tamamen muvazaalı kabul edip işçilerin
hepsini asıl işverenin işçisi olarak belirtmek devlet içinde büyük bir ekonomik
sıkıntı getirir. Tabii biz burada sorun devleti korumak veya vatandaşı korumak
değil. Biraz da koşullar böyle. Bakın kadro verilmiyor hastanelere. Verilmeyince zorunlu olarak bu böyle bir çözüme getiriliyor. Ama işin trajik ve korkunç
yanı temizlik işçisi olarak alınan bir insanın özellik isteyen, uzmanlık isteyen
bir alanda hemşire veya hastabakıcı olarak çalıştırılması, sağlığın kime havale
edildiği sorusunu tabii ki akla getiriyor. Teşekkür ederim.
Süleyman BAŞTERZĐ : Bu açıklamanız için ben teşekkür ederim.
Çünkü hakikatten yanlış anlamışım. Gerçekten temizlik işçisi olarak istihdam
edilen işçilerden bir kısmı hastabakıcı olarak çalıştırılmaktaysa ki olayda öyle
yani işçi getiriliyor başhemşirenin emrine teslim ediliyor. Ondan sonra bütün
yönetimi, denetimi başhemşire tarafından, işten çıkarılmasına varıncaya kadar
hastanenin, ilgili kamu kurumunun söz sahibi olduğunu görüyoruz. Ama
temizlik işçisi olarak çalıştırılanlar bağlamında gerçekten o firmanın orada
kurduğu bir iş organizasyonu varsa, bu hizmeti kendisi orada organize edip
sunmaktaysa, kuşkusuz ki bir yardımcı iş için hizmet alımı söz konusu olduğu
için alt işverenlik ilişkisi oluşuyor.
Benim burada altını çizmek istediğim husus şu, işçi temini suretiyle
yardımcı işlerde de temizlik işçisi çalıştırılırsa, onların da kuşkusuz yine aynı
şekilde değerlendirilmesi gerekir. Ama bu açıklamanız için teşekkür ederim
çünkü yanlış anladığımı burada fark ettim.
Sayın Başkan 5538 sayılı yasayla getirilen düzenlemeler muvazaayı
kaldırmıyor dedi. Hakikatten öğretide de bu yönde görüşlerde var. Yani 5538
sayılı yasa garip kaleme alınmış, iş hukuku terminolojisinde yabancı pek çok
unsuru içeren bir yasa metni ama kuşkusuz ki amacı kamu kurumlarına
bağışıklık getirmek. O kadar açık ki yani kamu kurumları bu sınırlamalardan
bağışık tutulmak isteniyor. Ben yüksek mahkemenin vardığı sonucu son derece
isabetli buluyorum.
Fakat maalesef böyle bir düzenleme var. Asıl işveren alt işveren ilişkisine ilişkin sınırlamaları ve muvazaanın hukuki yaptırımını ortadan
kaldırıyor. Hukuki yaptırımı ortadan kaldırınca bu ölçütlere işlev yüklenemiyor. Anayasaya yüzde yüz aykırı ve Anayasa Mahkemesince iptal edilmesi
mutlaka gerekli. Ama belirttiğim gibi yüksek mahkemenin kararlarında zaten
işçi temini başka bir nedenle hukuka aykırı kabul edildiği için, yine aynı
sonuca varmak mümkün. Ama yine öğretide farklı görüşlerin de olduğunu
söyledim. Yani belki o açıdan değerlendirildiğinde, 7. madde çerçevesinde,
oradaki koşullar varsa farklı bir değerlendirme ve savlar ileri sürülebilir. Ama
uygulamadaki şirketlerin çoğu işçi sayısını belirlemiyor. Sadece işveren işçi
sayısını söylüyor. Đşçiyi seçiyor. Bu firmalar sadece işçileri istihdam edip aldıkları istihkaklardan ücretlerini ödüyor, sosyal güvenlik kurumuna primlerini
bildiriyor ve bu şekilde sadece bordro ya da tabela şirketi olarak adlandırılan
türde faaliyet yürütüyorlar. Onun için verilen kararın son derece isabetli
olduğunda kuşku yoktur.
Sayın Kılıçoğlu, belirli süreli iş sözleşmeleriyle ilgili görüşlerini
belirttiler. Bütünüyle paylaşıyorum, zaten tebliğimde belirttim, genel olarak
farklı düşündüğüm bir şey yok. Mevsimlik işlerle ilgili olarak görüşümü zaten
dile getirmiştim. Yalnız bu kusur sorumluluğu meselesinde birkaç şey
söylemek zorundayım, o konuda bizim kürsü olarak da bir geleneğimiz ve
hassasiyetimiz var. Biz öteden beri kusur sorumluluğu esasının olan hukuk
bakımından da olması gereken hukuk bakımından da iş sağlığı güvenliği
önlemlerinin alınması konusunda işverene teşvik etmek açısından daha isabetli
olduğunu düşünüyoruz. Bizim borçlar hukuku sistemimizde de genel olarak
kusur sorumluluğunun esas olduğunun altını bir kez daha çizmek gerekir.
Kusursuz sorumluluğun ortaya atılabilmesi için kanuni muayene
prensibi gereği bunun özel olarak düzenlenmiş olması gerekir. Örneğin Borçlar
Kanununun 55 ve 100. maddeleri kapsamında belki bu ileri sürülebilir. Yani
olayda 55 ve 100’ü gerektiren bir durum söz konusu ise, Đş Kanununun 77.
maddesi ise kanımca bir tehlike sorumluluğu getirmiyor. Orada kusurun objektifleştirilmesi söz konusu, madde bir genel koruma normu niteliğinde. Kusursuz sorumluluğa yaklaşan bir durum var ama her durumda işveren kusurlu ise
sorumlu; kusurunun her derecesinden sorumlu. Yani o alanda, sektörde çalışan
makul sorumluluk sahibi bir işverenin alması gereken bütün önlemleri almakla
yükümlü olduğu kabul edilerek, kusursuz sorumluluğa yaklaşan bir durumun
ortaya çıktığını, ama kusurlu sorumluluk ilkesinden sapılmadığını düşünmekteyim. Tabii ki kaçınılmazlık, kusursuz sorumlulukla paralel giden bir durum
ama yer yer farklı boyutlarının da ortaya çıkması mümkün.
Yargıtay 21. Hukuk Dairesinin kararının bir tereddüt içerdiğini ve eleştiriye açık olduğunu söylemek gerekir. Çünkü olayın bütünüyle kaçınılmazlıktan kaynaklandığı durumlarda bile Borçlar Kanunu 43. maddesi çerçevesinde sorumluluğun büyük ölçüde işverene yüklenebildiğini görüyoruz ki bu
durumlarda eğer kaçınılmazlık mücbir sebebin bir unsuruysa, çünkü kaçınılmazlık hem mücbir sebebin unsuru hem beklenmeyen halde unsur, birinde objektif ve mutlak bir kaçınılmazlık var, diğerinde sübjektif ve nispi bir kaçınılmazlık var, illiyet bura da kesilir ki yüksek mahkemenin kararlarında kaçınılmazlığın biz sanki mücbir sebebin unsuruymuş gibi tanımlandığını görmekteyiz.
Bu konudaki tartışmalar çok uzayabilir ve ayrı bir tebliğ konusu
olabilir.
Herhalde soruları olabildiğince yanıtladım diye düşünüyorum. Çok
teşekkür ederim.
Oturum Başkanı : Ben açıklamaları için sayın hocamız Süleyman
Başterzi’ye ve bu oturumda katkısı bulunan tüm konuşmacı arkadaşlara
teşekkür ediyor, 14.30’a kadar ara veriyoruz.
Đş Đlişkisinin Sona Ermesi ve Kıdem
Tazminatı
Oturum Başkanı
Tebliğ Sahibi
: Dr.Mustafa KILIÇOĞLU
Yargıtay 9. Hukuk Dairesi Başkanı
: Prof. Dr. Savaş TAŞKENT
Đstanbul Teknik Üniversitesi Đşletme Fakültesi
I. GĐRĐŞ
2003 yılında yürürlüğe girmiş bulunan 4857 sayılı Đş Kanunu bir
yandan işçinin korunması ilkesini (sosyal korumayı) benimserken, öte yandan
işletmelerin de korunması gereğini dikkate almış; açıkçası işverenlere ekonomik ve teknolojik gelişmelerin zorunlu kıldığı önlemleri alabilme olanağını
tanımıştır.
Bu nedenle, Đş Kanununun maddeleri değerlendirilirken işçinin korunması ilkesi ile esneklik ihtiyacı arasında ölçülü (uygun) bir dengenin sağlanması büyük önem taşır.
Đş Kanunumuzda işçinin feshe karşı korunması 18- 21. maddelerde
düzenlenmiş bulunmaktadır. Đş Kanunu m. 18’e göre,
“…işçinin belirsiz süreli iş sözleşmesini fesheden işveren, işçinin
yeterliliğinden veya davranışlarından ya da işletmenin, işyerinin veya işin
gereklerinden kaynaklanan geçerli bir sebebe dayanmak zorundadır.”
Bu kavramlar soyut niteliktedir. Gerçekten de, “işçinin yeterliliği”
(yetersizliği olacak) ifadesinden ne anlaşılması gerekir? Đşçinin hangi davranışları sözleşmenin feshine yol açabilir? Đşletmenin, işyerinin veya işin
gerekleri ne demektir? Bunlar öğreti ve yargı kararları ile somutlaştırılacak hususlardır. Đşte bu yapılırken yukarıda sözü edilen denge
gözetilmelidir.
Yüksek Mahkemenin (Yargıtay 9. Hukuk Dairesinin) son yıllardaki kararlarında -eskilerinden farklı olarak- yerli ve yabancı öğretiden
yararlanıldığı, uluslararası sözleşmelerin göz önünde tutulduğu ve ele
alınan konunun tüm yönleri ile irdelendiği görülmektedir.
Ancak, yabancı öğretiden yararlanırken bazen de çok aşırıya
gidildiği, özellikle oldukça yoğun bir biçimde Alman hukukunun etkisi
altında kalındığı dikkati çekmektedir. Daire kimi kararlarında ise, Alman
hukukunda var olan mevzuat doğrultusunda geliştirilen ilkelerin de
ötesinde gerekçeler üretmekte, kararlar vermektedir.
Gerçekten de, Alman hukukunda dahi tartışmalı olan kimi ilkeler bunların mevzuatımızda yeri olup olmadığı hiç değerlendirilmeksizinklişe biçiminde karar gerekçelerine alınmakta ve fesih işleminde bu
ilkelerin tümüne birden uyulup uyulmadığının incelenmesi istenilmektedir.
Bununla birlikte, Dairenin hukuka uygun olanı bulma yolundaki
çabası övgüye değer bulunmaktadır. Yüksek Mahkeme öğretide yanlış
olduğu belirtilen kararlarını gözden geçirme ve yanlıştan dönme erdemini
de göstermiş; gösterebilmektedir.
Tebliğimde, Yüksek Mahkemenin 2009 yılında konuya ilişkin
olarak verdiği kararları yaygın bir biçimde ele almadığımı; tartışılmasında yarar gördüğüm ilke niteliğindeki belirli kararları incelendiğimi
önceden belirtmek isterim.
II. ĐŞ SÖZLEŞMESĐNĐN ĐKALE (BOZMA SÖZLEŞMESĐ)
YOLU ĐLE SONA ERDĐRĐLMESĐ
Đşçi ile işveren arasındaki iş ilişkisi belirli olgu ve nedenlere bağlı
olarak sona erebilir. Bu sona erme bir fesih işlemi ile olabileceği gibi, fesih söz
konusu olmaksızın, açıkçası fesih dışı bir nedenle de gerçekleşebilir. Bilindiği
gibi, iş sözleşmesini fesih işlemi olmaksızın sona erdiren yollardan biri de
“ikale”dir.
Yüksek Mahkeme daha önceki yıllarda olduğu gibi, 2009 yılında da
ikalenin koşulları, dolayısıyla geçerliliği konusunda çeşitli kararlar vermiştir.
Đkale sözleşmesi kanunda açıkça düzenlenmiş değildir. Bu olanak gerek
öğreti tarafından ve gerekse yargı kararları ile “sözleşme özgürlüğü”
çerçevesinde kabul edilmektedir. Dayanağını Anayasadan alan sözleşme
özgürlüğü ilkesi (AY. m. 48; BK. m. 19/1) taraflara sözleşme yapma, bunun
içeriğini belirleme ve sözleşmeyi sona erdirme yetkilerini verir. Bu bakımdan,
iş sözleşmesi de -ister belirli süreli, isterse belirsiz süreli olsun- işçi ile
işverenin anlaşması üzerine sona erdirilebilir.
Đş sözleşmesinin sona erdirilmesine ilişkin bu anlaşmaya (sözleşmeye),
uygulamada “ikale” denilmektedir1. Yargıtay bunun için “bozma sözleşmesi”
terimini de kullanmaktadır.
Đkale, Arapça kökenli bir kavramdır; mevcut bir sözleşmenin iki tarafın
anlaşmasıyla ortadan kaldırılması anlamını taşır. Açıkçası, ikale, iki taraflı bir
hukuki işlemdir; öneri (icap) ve kabul ile oluşur2. Belirtilen özelliği dolayısıyla,
ikale bir “bozma sözleşmesi” dir, böyle olduğu için de Borçlar Kanunu’nun
genel hükümlerine tabidir3.
Sözleşmeyi sona erdirme sözleşmesi (ikale) açık bir biçimde veya
örtülü olarak gerçekleşebilir4.
Sözleşmenin tarafları sona erdirme konusunda anlaştıklarına göre,
belirli süreli sözleşmelerde süre sonuna kadar beklenilmediği için veya belirsiz
süreli sözleşmelerde bildirim sürelerine uyulmadığı için, taraflardan birinin
diğerinden herhangi bir tazminat istemesi söz konusu olamaz.
Böyle bir anlaşmanın genelde işçinin yararına sonuç doğurmadığı açıktır. Çünkü, ikale gerçekleştirildiğinde, işçinin feshe bağlı haklarından, sözgelimi ihbar tazminatı, kıdem tazminatı, iş güvencesi ve işsizlik sigortası haklarından yararlanması söz konusu olamamaktadır. Bu bakımdan, işçinin sözleşmeye son verilmesini serbest iradesiyle kabul etmesinin hayatın olağan akışına
uygun düşmediği söylenebilir. Bununla birlikte -ender olsa bile- işçi de belirli
bir nedenle sözleşmeye anlaşma yoluyla son verilmesini arzu etmiş olabilir5.
1
2
3
4
5
S. Süzek, Đş Hukuku, 4. Baskı, Beta Yayınları, Đstanbul 2008,448 vd.; H. Mollamahmutoğlu, Đş
Hukuku, 3. Bası, Turhan Kitabevi, Ankara 2008, 580 vd. ; Ü. Narmanlıoğlu, Đş Hukuku, Ferdi Đş
Đlişkileri, 3. Bası, D.E.Ü. Yayınları, Đzmir 1998, 253- 254; M. Ekonomi, Đş Sözleşmesinin Sona
Erdirilmesinde Tarafların Anlaşması, Đbraname ile Đş Güvencesi Davasından Feragat ve Sulh, Legal
Yargı Kararları Ve Đncelemeleri Dergisi, s. 1, Đstanbul 2006, 34 vd., C.Đ. Günay, Đkale Sözleşmesi,
Çimento Đşveren D, Eylül 2009 4 vd. ; M. Alp, Đş Hukukunda Đkalenin (Bozma Sözleşmesi) Geçerlilik
Koşulları, Legal ĐSGHD, 29 vd.; M. Kılıçoğlu, Đlke Kararları Işığında Đş Hukukunda Temel Kavramlar,
Turhan Yayınları, Ankara 2009, 226 vd.
Yargıtay’ın ikaleyi, “işçi ve işveren iradelerinin fesih konusunda birleşmesi…iş sözleşmesinin karşılıklı
feshine dair sözleşme” biçiminde nitelendirmesi hukuken yerinde görülemez (bak. Kılıçoğlu, (dn. 1),
226). Aynı ifade: Ş. Çil, Đbra Sözleşmesi Đle Đkale Sözleşmesinin Đş Güvencesine Etkileri, Sicil D, s. 7,
Eylül 2007, 26-27.
Yarg.9.HD, 21.4.2008, E.31287, K.9600; Kılıçoğlu, (dn. 1), 226- 227.
N. Çelik, Đş Hukuku Dersleri, 23. Bası, Beta Basım, Đstanbul 2010, 185; Narmanlıoğlu, (dn. 1), 253;
Süzek, (dn. 1), 448; Ekonomi, (dn. 1), 40; Günay, (dn. 1), 10; Çil, (dn. 2), 27; E. Akyiğit, Đş Hukuku, 8.
Baskı, Seçkin Yayıncılık, Ankara 2010, 141. Karş. Alp, (dn. 1), 37.
Bak. Alp, (dn. 1), 30, 39-40; Ekonomi, (dn. 1), 37; Süzek, (dn. 1), 449; Günay, (dn. 1), 18- 19.
Đşte bu noktada önemli olan husus, ikalenin işçinin gerçek iradesine
dayanıp dayanmadığının, tespitidir. Çünkü birçok uyuşmazlıkta, bu sözleşmenin işçinin iş güvencesi hükümlerinden yararlanmasını önlemek amacıyla
yapıldığı görülmektedir. Bu nedenle, ikalenin geçerliliği konusunda -tereddüt
6
halinde- işçi yararına değerlendirme yapılması gerekir . Đş hukukunun işçiyi
koruma amacı, iş sözleşmesini sona erdiren ikale sözleşmesinin geçerliliği
konusunda daha hassas davranılmasını gerekli kılmaktadır.
Açıkçası, işçinin gerçek iradesine dayanan ikale sözleşmesi geçerli
kabul edilecek; iş güvencesini dolanma amacı güden ve aslında işveren feshini
gizlemeye yarayan sözleşmenin ise, geçersiz sayılması gerekecektir.
Uygulamada en çok karşılaşılan bir durum, işçinin ihbar ve kıdem
tazminatları haklarının ödenmesi şartıyla ayrılma talebinde bulunmasıdır.
Yargıtay’ın geçen yıl verdiği bir kararının gerekçesinde haklı olarak belirttiği
gibi, şarta bağlı istifa kural olarak geçerli değildir; çünkü, yenilik doğuran
hakların kullanılması (fesih işlemi) şarta bağlanamaz. Yüksek Mahkeme böyle
bir talebi istifa saymamakta, “…işçinin ihbar ve kıdem tazminatı haklarının
ödenmesi şartıyla ayrılma talebi istifa olarak değil, olsa olsa ikale (bozma
sözleşmesi) yapma yönünde icap biçiminde değerlendirilmelidir.” demektedir.
Yargıtay’ın bu değerlendirmesi yerindedir. Gerçekten de, böyle bir talep,
işçinin iş sözleşmesini feshi olarak değil, sözleşmenin anlaşma yolu ile sona
erdirilmesine yönelik önerisi biçiminde algılanmalıdır.
Kararın devamında da şu tespitler yapılmaktadır:
“Đşçinin istifa dilekçesindeki iradesinin fesada uğratılması da sıkça
karşılaşılan bir durumdur. Đşverence tazminatların derhal ödenmesi ve
benzeri baskılarla işçiden yazılı istifa dilekçesi vermesini talep etmesi ve
işçinin buna uyması (halinde) gerçek bir istifa iradesinden söz edilemez. Bu
halde feshin işverence gerçekleştirildiği kabul edilmelidir” 7.
Böyle olduğuna göre, acaba ikalenin işçinin gerçek iradesi ile
yapıldığının kabulü için ne gibi koşullar aranacaktır?
6
7
Yarg.9. HD, 16.3.2009, E. 42179, K. 6949; Kılıçoğlu, (dn. 1), 227- 228; Çil, (dn. 2), 33; Süzek, (dn. 1),
449; Akyiğit, (dn. 4), 142.
Yarg. 9.HD, 17.12.2009, E.12538, K.355588; Legal ĐSGHD, s. 25, 346- 349.
Yapılan ikale sözleşmesinin geçerliliği bakımından öğreti ve yargının
öngördüğü temel hususlar, ikalenin sonuçları hakkında işçinin bilgilendirilmiş
olması ve ikale için işçinin “makul bir yararının” bulunmasıdır.
Yargıtay, bu konuda verdiği çeşitli kararlarda, “…Bu itibarla irade
fesadı denetimi dışında tarafların bozma sözleşmesi (ikale) yapması
konusunda makul yararının olup olmadığının da irdelenmesi gerekir…
8
Makul yarar ölçütü , bozma sözleşmesi yapma konusunda icabın işçiden
gelmesi ile işverenden gelmesi ve somut olayın özellikleri dikkate alınarak ele
alınmalıdır.” görüşünü benimsemiştir9.
Yüksek Mahkeme, icabın işverenden geldiği izleniminin edinildiği
durumlarda ise, makul yararın varlığı bakımından, işverenin iş güvencesi
kapsamındaki işçiye ihbar ve kıdem tazminatları ile diğer işçilik alacaklarını
ödemesini yeterli görmemekte; bunların yanında ek bir ödemede daha
bulunmasını aramaktadır10. Zira, Yüksek Mahkemeye göre, “…iş sözleşmesi
feshedilecek işçiye zaten ihbar ve kıdem tazminatı ile diğer işçilik alacaklarının ödenmesi yasa gereğidir”11. Bu bakımdan, işçiye sadece ihbar ve
kıdem tazminatları ile işçilik haklarının ödenmesi; bunun yanında herhangi bir
“ek menfaat” sağlanmaması ikaleyi geçersiz kılmaktadır.
Burada çözümlenmesi gereken önemli bir sorun da, ek ödemenin ne
tutarda olacağıdır.
Bir görüşe göre, iş güvencesine tabi olmayan iş ilişkilerinde kıdem ve
ihbar tazminatlarının ödenmiş olması bozma sözleşmesinin geçerliliği için
yeterlidir. Đş güvencesine tabi iş ilişkilerinde ise, işçiye kıdem ve ihbar
tazminatı yanında, iş güvencesi karşılığının da ödenmesi halinde makul yararın
12
bulunduğu kabul edilmelidir .
Öğretide aynı doğrultuda olarak, “bildirim süresi ücreti, kıdem tazminatı ve işsizlik sigortasından verilecek ödenek ve diğerleri ölçüt olarak alınabilir. Hatta iş güvencesinde hükmedilecek tazminatların dahi ölçütler içinde ve
belirli oranda dikkate alınması mümkündür”, görüşü de öne sürülmüştür13.
8
9
10
11
12
13
Makul yarar kavramı için bak: Alp, (dn. 1), 36 vd.
Yarg.9.HD, 16.03.2009, E.21649, K.6967; www.hukukturk.com
Yüksek Mahkemenin bu konudaki kararları için bak. Kılıçoğlu, (dn. 1), 230- 240.
Yarg.9.HD,25.9.2008, E. 1888, K.25058; Kılıçoğlu, (dn. 1), 232- 233.
Alp, (dn. 1), 39- 40.
Ekonomi, (dn. 1), 37- 38.
Yargıtay da -öğretideki bu görüşler doğrultusunda- ödemenin miktarı
konusunda, “Tarafların bozma sözleşmesinde ihbar ve kıdem tazminatı ile iş
güvencesi tazminatı, hatta boşta geçen süreye ilişkin ücret ve diğer haklardan
14
bazılarını ya da tamamını kararlaştırmaları da mümkündür” demiştir .
Bu noktada şu soru sorulmaya değer bulunmaktadır:
Đşveren, uzun bir dava süreci sonunda ödeyeceği -belki de ödemek
zorunda kalmayacağı- bir tutarı işçiye peşin olarak neden ödesin?
Yüksek Mahkeme konuya ilişkin kararlarında, “bozma sözleşmesi
yapma konusunda icapta bulunanın makul bir yararının olması gerekir”15
dediğine göre, bu durumda “işverenin makul yararı” nedir?
Daha somut bir deyişle, iş güvencesine tabi olmayan iş ilişkilerinde,
hangi işveren ortalama 2 yıl sürecek bir dava sonucunda -bir ihtimal- ödeyeceği
tutarları (ihbar ve kıdem tazminatı karşılıklarını) peşinen ödeyip bozma
sözleşmesi yapar? Aynı şekilde, iş güvencesine tabi olan iş ilişkilerinde hangi
işveren son aşamada ödeyeceği tazminatlara yakın bir ödeme yaparak işçisiyle
anlaşma yoluna gider?
Đkale koşulları bu kadar ağır olduğunda, muhtemeldir ki, işverenler bu
yolu bırakıp uydurma gerekçelerle derhal fesih yolunu tercih edeceklerdir. Hiç
kuşku duymamak gerekir ki, bu sonuç çalışanların lehine olmayacaktır.
Bu söylediklerimle belirtmek istediğim husus şudur: Đş güvencesini
dolanma veya işverenin geçersiz feshini gizleme amacı güdüldüğünün veya
irade fesadı hallerinin bulunduğunun belirlenmesi dışında, bu yolun
kullanılması zora sokulmamalıdır.
Açıklanan nedenlerle, Yüksek Mahkemenin ikalenin geçerlilik koşullarına ilişkin kararında yumuşamaya gitmesinde yarar vardır. Bu yarar çeşitli
bakımlardan söz konusudur.
Her şeyden önce, ülkemizde yargının oldukça fazla olan iş yükünün
azaltılması bakımından bu yola (ikaleye) işlerlik kazandırılmalıdır16. Kaldı ki,
14
15
16
Yarg.9.HD,16.3.2009, E. 42179, K.6949; Kılıçoğlu, (dn. 1), 227- 228.
Yarg.9.HD, 16.03.2009, E.21649, K.6967; www.hukukturk.com ; Yarg.9.HD,21.4.2008, E. 31287,
K.9600; Kılıçoğlu, (dn. 1), 227.
Alp, (dn. 1), 31; Günay, (dn. 1), 18- 19; Ekonomi, (dn. 1), 37.
ülkemizdeki oldukça uzun olan yargı süreci göz önüne alındığında, işçinin
ihbar ve kıdem tazminatlarını ve belli tutarda bir ek ödemeyi alıp işten
ayrılmasında gerçekten de ciddi bir yararı olabilir.
Đşçinin ikale sözleşmesi yapmasından sonra “…işe iade davası açmış
17
olması, hayatın olağan akışına uygun düşmez” biçimindeki yorum da
gerçekçi değildir; işçinin dava açılması onun veya vekilinin ek bir menfaat
daha elde edebilme girişimi olarak değerlendirilmelidir.
Sonuç olarak, tarafların serbest iradelerine dayandığının açıkça tespit
edilemediği durumlarda, ikalenin geçerliliği için, öncelikle işverenin işçiyi
aydınlatmış18 olup olmadığı araştırılmalıdır. Bu önemlidir. Şayet işveren işçiyi
ikalenin sonuçları konusunda bilgilendirmiş ise, bu durumda ihbar ve kıdem
tazminatları ile işsizlik sigortası karşılığında yapılacak bir ödeme ile
yetinilmeli; “makul yarar” ın varlığı kabul edilmelidir. Üstelik, böyle bir
durumda, işçi işvereni ibra da etmiş ise, bozma sözleşmesinin (ikalenin)
geçerliliği konusunda herhangi bir kuşku duyulmaması gerekir.
III. ĐŞ SÖZLEŞMESĐNĐN FESĐH BĐLDĐRĐMĐ ĐLE SONA
ERMESĐ
Yargıtay, iş sözleşmesinin fesih bildirimi ile sona ermesine ilişkin
olarak geçen yıl verdiği kararlarda -önceki yıllarda olduğu gibi- fesih kavramı
ve fesih bildirimi üzerinde ayrıntılı bir biçimde durmuştur. Aşağıda belirli
sorunlara değinilecektir.
1. Bildirim Süreleri ve Üst Sınır
Đş Kanunu’nun 17. maddesine göre, belirsiz süreli iş sözleşmelerinin
feshinden önce durumun diğer tarafa bildirilmesi gerekir. Bu sürelerin ne
kadar olduğu yasada işçinin işyerindeki çalışma süresine (kıdemine) göre artan
bir biçimde -yani, 2 ile 8 hafta arasında olmak üzere- belirlenmiştir. Yasa, bu
sürelerin asgari olup sözleşmeler ile artırılabileceğini hükme bağlamış
bulunmaktadır.
17
18
Yarg.9.HD, 16.03.2009, E.21649, K.6967; www.hukukturk.com
Aydınlatma yükümü için bak. Ekonomi, (dn. 1), 41-43; G. Alpagut, Đş Sözleşmesinin Sona Ermesine
Đlişkin Sözleşmesel Kayıtlar ve Sözleşmenin Tarafların Anlaşmasıyla Sona Ermesi (Đkale Sözleşmesi),
Đş ve Sosyal Güvenlik Hukuku, 11. Toplantı, Đstanbul Barosu Yayınları, 2008, 48- 50; Alp, (dn. 1), 34
vd.
Yargıtay da kararında, “Taraflarca bildirim süreleri ortadan kaldırılamaz ya da azaltılamaz. Ancak, sürelerin sözleşme ile artırılabileceği kanunda
düzenlenmiştir” demiş; ayrıca yasada düzenlenmemiş bir hususa, sürelerin ne
kadar artırılabileceği, açıkçası bir üst sınırın söz konusu olup olamayacağı;
olabilecek ise, bunun ne kadar olabileceği konusunda görüşünü belirtmiştir.
Bu alandaki sorun, bazı belediye (özellikle, küçük belediye) başkanlarının -anayasal toplu sözleşme yapma hakkını kötüye kullanarak- tam görev
sürelerinin sona ermesi sırasında bağıtladıkları sözleşmelerde, bildirim sürelerini aşırı yüksek biçimde kararlaştırmalarından kaynaklanmıştır. Gerçekten, bu
sözleşmelerde kıdemli işçiler için söz konusu sürelerin 90 haftaya kadar vardığı
19
Burada
amaç,
görevi
devralacak
yeni
başkanı
görülmüştür .
karşılayamayacağı bir bütçe yükü ile baş başa bırakmaktır.
Bildirim sürelerinde yapılacak artırımın sınırsız olup olmayacağını
tartışan Yargıtay, böyle aşırı bir düzenlemenin 2822 sayılı Yasanın 5.
maddesinde sözü edilen kamu düzenine aykırı olduğunu kabul etmiş ve yasada
bir üst sınır olmamasını kanun boşluğu olarak değerlendirmiştir. Yüksek
20
Mahkemeye göre, yargıç bir üst sınır kabul ederek sorunu çözmelidir . Üst
sınırın belirlenmesini yargıca bırakan Daire, 2008 yılında verdiği kararda
olduğu gibi21 ve incelenen kararında da bu konuda somut bir ölçü öngörmüş ve
“Üst sınırın en çok ihbar ve kötüniyet tazminatlarının toplamı kadar olabileceği belirtilmelidir”, demiştir22.
Yargıtay’ın ancak ülkemizde rastlanabilecek böylesine kötüniyetli bir
uygulamaya çözüm getirmek amacıyla, ihbar sürelerine üst sınır getirmesi olay
çerçevesinde uygun görülebilir. Ancak, bunun bir ilke kararına dönüşmesi
konusunda aynı şeyi söylemek mümkün değildir.
Her şeyden önce, bildirim sürelerine ilişkin olarak yasada bir üst sınır
olmaması “kanun boşluğu” olarak değerlendirilemez. Đş Kanunu’nda “Bu
süreler asgari olup sözleşmeler ile artırılabilir” denilmiş; dolayısıyla artırmanın ne kadar olabileceği iş sözleşmesi veya toplu iş sözleşmesi taraflarına
bırakılmıştır. Özellikle, toplu iş sözleşmesi tarafları -Anayasanın 53. madde19
20
21
22
Bak. F. Şahlanan, Đş Đlişkisinin Sona Ermesi Ve Kıdem Tazminatı, Yargıtay’ın Đş Hukuku Ve Sosyal
Güvenlik Hukuku Kararlarının Değerlendirilmesi 2008, Türk-Đş Yayını, 136-137.
Yarg.9.HD, 21.03.2006, E.109, K.7052; Ş. Çil, Đş Kanunu Şerhi, 1. Cilt, Turhan Kitabevi Yayınları,
Ankara 2007, 736.
Yarg.9.HD, 14..07.2008, E.24490, K.20203; Tekstil Đşveren D, Hukuk 36, Haziran 2009 ve F.
Şahlanan’ın incelemesi.
Yarg.9.HD, 12.03.2009, E.41150, K.6661; www.hukukturk.com
sinde kendilerine tanınan özerklik çerçevesinde- çalışma şartlarını düzenleyebilirler. Bildirim sürelerinin ne kadar olacağı toplu sözleşme erkinin
kapsamında23 belirlenebilecek bir husustur. Buna “ilke niteliğinde” bir üst sınır
getirilerek, bildirim sürelerindeki artış ihbar ve kötüniyet tazminatlarının
toplamını geçemez demek yerinde görülemez24.
2. Belirli Nedenlerle Đş Sözleşmesini Fesheden Đşçinin Bildirim
Süresine Uymakla Yükümlü Olup Olmadığı
Yargıtay’ın “Fesih bildirimi” ile ilgili olarak geniş bir değerlendirme
yaptığı 12.03.2009 tarihli kararında yer alan diğer bir ilke kararı da, işçinin iş
sözleşmesini 1475 sayılı yasanın 14. maddesi hükümleri uyarınca emeklilik,
muvazzaf askerlik, evlilik gibi nedenlerle feshetmesi durumunda, ihbar
sürelerine uyması gerekmediğidir. Karara göre, böyle bir durumda işçinin ihbar
tazminatı talep hakkı yoktur. Ancak, “Anılan fesihlerde işveren de ihbar
tazminatı talep edemez”.
Đşçinin -sözleşmeyi kendisi feshettiği için- ihbar tazminatı talep hakkı
olmaması anlaşılır bir olgudur. Buna karşılık, emeklilik, muvazzaf askerlik
veya evlilik nedenleriyle iş sözleşmesini sona erdirmek isteyen işçinin ihbar
sürelerine uymasının neden gerekmediği sorulmaya değer bulunmaktadır.
Öğretide, bazı yazarlar, belirtilen durumların ĐşK. m.14/1’de işçinin
haklı nedenle feshini düzenleyen hükmün (ĐşK.m.24) dışında özel bir
düzenleme olduğunu, belirtilen nedenlerle yapılacak fesih bildiriminde
kanunun bir bildirim süresi verilmesini gerekli görmediğini öne sürmüşlerdir25.
Yargıtay’ın yerleşik uygulaması da bu yöndedir. Yüksek Mahkemeye göre,
“…Đş Kanunu’nun 14/ 1-4’e göre işçinin emeklilik nedeniyle hizmet
sözleşmesini feshi, kıdem tazminatına hak kazandırır. Maddede bu hakkın
kazanılması ihbar şartına bağlanmamıştır”26.
Yargıtay’ın bu görüşünü yerinde bulmak mümkün değildir. Maddede
belirli fesih nedenlerine bağlı olarak iş sözleşmesinin işçi tarafından
23
24
25
26
Bak. F. Sağlam, Türk Hukukunda Toplu Sözleşme Erki Ve Sınırları, A.Ü. Siyasal Bilgiler Fakültesi
Dergisi, C. XXIX, S. 1-2’den Ayrı Bası, 211.
Aynı görüşte, Şahlanan, (dn. 19), 137.
Ü. Narmanlıoğlu, Đşçinin kıdem Tazminatına Hak kazanabilmesi Đçin Belirli Sebeplere (Muvazzaf
Askerlik- Aylık Ya Da Toptan Ödeme Almak- Kadın Đşçi Đçin Evlenmek Sebeplerinden Birine) Dayalı
Olarak Yapacağı Feshin Özellikleri, Prof.Dr.Metin Kutal’a Armağan, Ankara 1998, 160, 165; G.
Alpagut, Belirli Süreli Hizmet Sözleşmesi, Đstanbul 1998, 193; Mollamahmutoğlu, (dn. 1), 792.
Yarg.9.HD, 22.01.1998, E.20320, K.420, Tekstil Đşveren D, Mayıs-Haziran 1998, 13-14.
feshedilebileceği ve kendisine kıdem tazminatı ödeneceği öngörülmüş bulunmaktadır. Bu nedenlerin başında, sözleşmenin kanunun 16. maddesi (4857 sK.
m. 24) uyarınca feshi gelmektedir. ĐşK. m. 24 “Đşçinin haklı nedenle derhal
fesih hakkı”nı düzenlediği için bildirim sürelerine uyulması doğal olarak
gerekmez. Buna karşılık, askerlik, emeklilik ve evlilik olgusunun maddede
sayılan hallerle hiç bir ilgisi yoktur; ayrıca, m. 14’de iş sözleşmesinin söz
konusu nedenlerle sona erdirilmesinde bildirim sürelerine uyulmayacağına
ilişkin bir ifade de yoktur. Öte yandan, yasada “özel bir fesih türü”nü
çağrıştıracak herhangi bir ifade de yer almış değildir27. Kaldı ki, işçinin
emeklilik, muvazzaf askerlik ve özellikle evlenme gibi nedenlerle sözleşmeyi
feshettiğinde, işyerinden bildirim süresine uymadan ayrılmasını; işyerini hemen
terk etmesini açıklayabilecek rasyonel bir neden bulmak da mümkün
görünmemektedir.
Bu bakımlardan, öğretide haklı olarak savunulan baskın görüş; işçinin
anılan nedenlerle kıdem tazminatı almak amacıyla yapacağı fesihlerde de
bildirim önellerine uymak zorunda olduğu yönündedir28.
Yüksek Mahkemenin bu konudaki görüşünü de gözden geçirmesinde
yarar bulunduğu kanısındayım.
3. Đş Sözleşmesinin Peşin Ödeme Yoluyla Feshi
Aynı karar çerçevesinde değinilmesi gereken bir başka husus da,
işverence ihbar süresine uyulmaksızın yapılan fesihlerde, işten çıkarılan işçinin
emeklilik başvurusunda bulunması durumunda, fesih işleminin kimin
tarafından yapılmış sayılacağıdır.
Yargıtay, işverenin, işçinin bildirim süresine ilişkin ücretini peşin
vermek suretiyle iş sözleşmesini feshettiği durumlarda, iş ilişkisinin fesih
bildirimi ile birlikte ortadan kalktığını; dolayısıyla işçinin artık bildirim süresi
içinde gerçekleşecek haklarını isteyemeyeceğini karara bağlamaktadır.
Yüksek Mahkeme bu durumda iki istisna öngörmektedir: Biri,
işverenin yasada kendisine tanınan bu hakkı kötüye kullanması; diğeri ise toplu
iş sözleşmesinde, peşin ödeme durumunda dahi, işçinin bildirim süresi içinde
27
28
Süzek, (dn. 1), 692.
Çelik, (dn. 4), 305; Süzek, 690-691; Ö.Eyrenci/S.Taşkent/D.Ulucan, Bireysel Đş Hukuku, 4. Bası,Legal
Kitapevi, Đstanbul 2010, 204; F. Demir, Đş Hukuku Ve Uygulaması, 5. Baskı, D.E.Ü. , 365-366;
H.H.Sümer, Hizmet Sözleşmesinin Sona Ermesi ve Kıdem Tazminatı Açısından Yargıtay’ın 1997 Yılı
Kararlarının Değerlendirilmesi , Mess Yayınları, Đstanbul 1999, 98-99; A.N.Aktay/K.Arıcı/E.T.Kaplan,
Đş Hukuku, 3. Baskı, Seçkin Yayıncılık, Ankara 2009, 229.
gerçekleşecek haklardan yararlanacağının belirtilmiş olmasıdır. Ancak, bu iki
durumda-istisna olarak- iş ilişkisinin bildirim süresinin sonuna kadar sürdüğünü kabul edilmektedir29.
Yüksek Mahkemenin bu görüşü öğretinin büyük bir çoğunluğu tarafından, hükmün amacı ve iş hukukunun temel ilkeleri ile bağdaşmadığı öne
sürülerek eleştirilmiştir. Kendilerine göre, iş sözleşmesinin peşin ödeme
yoluyla sona erdirilmesinde de, işçi bildirim süresi içinde çalıştırılmış olsa idi
elde edeceği tüm hakları alabilmelidir30.
Belki de baskın görüşün etkisiyle olacak, Yargıtay, işverenin bildirim
süresine uymaksızın ve bildirim süresine ilişkin ücreti de ödemeksizin yaptığı
fesihlerde temel görüşünden ayrılmış ve böyle bir durumda bildirim süresi
içerisinde işçi yararına oluşacak artışlardan işçinin yararlanacağını hükme
bağlamıştır. Yüksek Mahkemeye göre, belirtilen bu durumda, fesih süreli fesih
gibi kabul edilecek; iş ilişkisi bildirim süresinin sonuna kadar devam edecek;
“…Ayrıca önel süresi içinde taraflarca başka nedenlerle gerçekleştirilecek
31
fesih işlemleri geçerli sayılacaktır” .
Yargıtay benimsediği bu görüş doğrultusunda, emeklilik hakkını elde
etmiş olan işçinin iş sözleşmesinin -sadece kıdem tazminatı ödenerek- işveren
tarafından feshedildiği olaylarda, işçinin ihbar süresi içinde kendisine yaşlılık
aylığı bağlanması için Kurum’a başvurmasını, sözleşmenin işçi tarafından feshi
olarak değerlendirmiş ve işçinin ihbar tazminatı ya da işe iade taleplerini
reddetmiştir32.
Böylelikle, işverence feshedilmiş olan sözleşme bu durumda -karara
göre- işçi tarafından bir kez daha feshedilmiş olmaktadır.
Kararda her şeyden önce fesih kavramının hukuki niteliği göz ardı
edilmiş olmaktadır. Gerçekten de, fesih işlemi bozucu yenilik doğuran bir
haktır; fesih bildirimi karşı tarafa vardığı anda hukuki sonuçlarını doğurur; var
olan iş ilişkisi ortadan kalkar. Bunun iki istisnası Yargıtay kararlarında
29
30
31
32
Bu konuda bak. Çelik, (dn.4), 200- 202; Süzek, (dn.1), 467- 469; Akyiğit, (dn. 4), 151.
Süzek, (dn.1), 468; Narmanlıoğlu, (dn.1), 281 vd.; Mollamahmutoğlu, (dn.1), 687; Aktay/
Arıcı/Kaplan, (dn.28), 183; Çelik, (dn.4), 200 ve dn. 79’da belirtilen yazarlar. Ayrıca bak.,
M.Ekonomi, Ferdi Đş Hukuku, Đ.T.Ü. Yayınları, Đstanbul 1984, 177 vd.;
Yarg.9.HD, 01.03.2004, E.13738, K.3888. Karar ve Yargıtay’ın görüşünün eleştirisi için bak.
S.Taşkent, Bireysel Đş Đlişkisinin Sona Ermesi ve Kıdem Tazminatı Açısından Yargıtayın 2004 Yılı
Kararlarının Değerlendirilmesi, Ankara 2006, 57-61.
Kararlar için bak. Taşkent (dn.31), 59- 60.
belirtilmiştir: Hakkın kötüye kullanılması veya toplu iş sözleşmesinde özel
hüküm bulunması. Fesih kurumunun niteliğine uygun düşen bu görüşü ve
uygulamayı işverenin bildirim süresine ilişkin ücreti peşin ödemeksizin yaptığı
fesihlerde değiştirmenin ve bu durumda feshi “önelli fesih gibi kabul etme” nin
yasa ile bağdaşır bir yönü yoktur. Çünkü, bildirim süresine uymamanın
yaptırımı ĐşK. m. 17/ 4’de açık ve net bir biçimde belirtilmiştir; bu da ihbar
tazminatıdır33. Kaldı ki, işçiye yarar sağlamak üzere yapılan bu değerlendirme
sonuçta amacına tamamen ters düşen kararların ortaya çıkmasına yol
açmıştır34. Bu hususu gözlemleyen Yüksek Mahkeme aşağıdaki gerekçeyle
görüşünü değiştirmiştir:
“Dairemizce konunun bütün yönleriyle ve yeniden değerlendirilmesi
sonucu, işverence yapılan feshin ardından ve henüz ihbar tazminatı
ödenmediği bir sırada işçinin emeklik için başvurusunun işçinin emeklilik
sebebiyle feshi anlamına gelmeyeceği sonucuna varılmıştır. Dairemizin 2008
yılında vermiş olduğu kararlar bu doğrultudadır” 35.
Yüksek Mahkeme, bu yeni kararı ile sadece emeklilik başvurusu
sorununa çözüm getirmiş olmaktadır. Böyle bir durumda, ihbar tazminatı
ödenmeden işten atılan işçi bu süreç içinde başka bir iş bulur ve orada
çalışmaya başlar ise, sözleşmeyi kimin feshetmiş sayılacağı sorusu yine de
sorulmaya değer bulunmaktadır.
Bu konuda yapılması gereken, fesih kavramının niteliğini ve işlevini
göz önünde tutmak ve böyle bir durumda -sözü edilen iki istisna dışındasözleşmenin fesih ile sona erdiğini kabul etmektir.
4. Đş Sözleşmesinin Disiplin Kurulu Kararı Olmadan Feshi
Yüksek Mahkeme, toplu iş sözleşmesinde Disiplin Kurulu’na gidilme
zorunluluğunun bulunması durumunda, iş sözleşmesinin Kurul kararı olmaksızın feshedilmesinin hukuki sonucuna ilişkin görüşünü geçen yıl da verdiği bir
kararda vurgulamıştır.
33
34
35
Aynı görüşte, M. Kılıçoğlu, Đş Kanunu Yorumu ve Yargıtay Uygulaması, Ankara 2005, 87.
Şahlanan, Yargıtay’ın bu yöndeki kararlarını, işçinin işe iade davası açma hakkı ile emekliliğe
başvurma hakkı çerçevesinde eleştirmiş; feshin niteliği üzerinde durmamıştır (F. Şahlanan, Karar
Đncelemesi, Tekstil Đşveren D, Haziran 2009, Hukuk 36, 4- 5).
Yarg.9.HD, 12.03.2009, E.41150, K.6661; www.hukukturk.com; Yarg.9.HD, 26.06.2008, E.24004,
K.17671; Kılıçoğlu, (dn.1), 212; Yarg.9.HD, 14.067.2008, E.24490, K. 20203; Tekstil Đşveren D,
Haziran 2009, Hukuk 36, 3.
Dairenin yerleşmiş kararına göre, “Toplu iş sözleşmesinde Disiplin
Kurulu’na gidilme zorunluluğu bulunması durumunda, Disiplin Kurulu’na
gitmeden feshin gerçekleştirilmesi halinde, … fesih, haksız fesih haline
geleceğinden işçi, ihbar ve kıdem tazminatı talep edebilecektir. Ancak, geçerli
fesih nedenlerinin varlığı kanıtlanırsa Disiplin Kurulu’na gidilmemiş olması
feshi geçersiz hale getirmez. Çünkü söz konusu toplu iş sözleşmesi geçerli
36
feshe ilişkin bir düzenlemede bulunmamıştır” .
Yargıtay’ın bu kararı öğretide geniş bir biçimde değerlendirilmiştir37.
Karardan anlaşıldığına göre, işçinin iş sözleşmesi verimsiz çalışması,
sık rapor alması, daha önceki disiplin soruşturmaları ve bazı olumsuz davranışları nedeniyle ĐşK. m. 17 vd. maddeleri uyarınca feshedilmiş ve ihbar ve kıdem tazminatları da ödenmiştir. Đşçi ise, fesih işleminin Disiplin Kurulu kararı
olmadan toplu iş sözleşmesine aykırı olarak gerçekleştirildiğini iddia ederek,
feshin geçersizliğine, işe iadeye ve yasal haklarına karar verilmesini istemiştir.
Yerel Mahkeme, fesihte 17. maddeye dayanıldığı, TĐS 24/ B gereği
“yüz kızartıcı suç işleyenler hariç, Disiplin Kurulu kararı olmadan hiçbir işçi
işten çıkarılamaz” hükmüne rağmen, davacının Disiplin Kurulu kararı
olmadan başkan oluru ile işten çıkarılması nedeniyle işe iadeye karar vermiştir.
Yargıtay, yukarıda yazılı ilke kararı doğrultusunda, davacının işyerindeki çalışma düzeninin olumsuz etkilendiği gerekçesiyle, geçerli fesih nedenlerinin mevcut olduğunu belirtmiş ve işçinin işe iade talebini reddetmiştir.
Karar nedeniyle değinilmesi gereken hususlardan biri, toplu iş sözleşmesinde, ĐşK. m. 17 çerçevesinde yapılacak (süreli) fesihlerde de Disiplin Kuruluna gidileceği yolunda bir hüküm bulunmasının geçerliliğidir. Diğer husus
ise, toplu iş sözleşmesinde derhal fesihler için öngörülen Disiplin Kuruluna
gidilmeden yapılan bir fesih işleminin hukuki sonucunun ne olacağıdır.
a) Süreli fesihlerde Disiplin Kurulu öngörülmesi durumu
Bir görüşe göre, toplu iş sözleşmesinde ĐşK. m. 17 hükümleri
doğrultusunda yapılacak olan fesihlerin de Disiplin Kurulundan geçirilmesi
olmasına rağmen, işveren bu yola gitmeksizin de sözleşmeyi sona erdirebilir.
36
37
Yarg.9.HD, 29.06.2009, E.36286, K.18338; Sicil D, s. 16, Aralık 2009, 153 -154 .
E. Özdemir, Karar Đncelemesi, Sicil D, s. 16, Aralık 2009, 153 vd.; F. Şahlanan, Karar Đncelemesi,
Tekstil Đşveren D, Hukuk 43, Ocak 2010, 2 vd
Böyle bir durumda fesih işlemini geçerli kabul etmek gerekir. Zira, “Đşçinin iş
sözleşmesinin geçerli nedenle feshi özünde bir disiplin cezası değildir.
Dolayısıyla niteliği itibariyle disiplin cezası olmayan geçerli nedene
dayanılarak yapılacak olan feshi sadece disiplin kurulundan geçirilmediği
için geçersiz kabul etmek, işverenin yönetim hakkının mutlak olarak
38
sınırlandırılması anlamına gelir” .
Bu görüş her şeyden önce Disiplin Kurullarının varlığını sadece disiplin
cezaları kapsamında değerlendirdiği için yerinde görülemez. Kaldı ki, kurulun
adı “Đşçi-Đşveren Đlişkileri Kurulu” da olabilirdi. Bilindiği gibi, bu kurullar
işletmede yönetime katılma olgusunun bir uygulanma biçimi olarak ortaya
çıkmışlardır. Batı Avrupa ülkelerinde işçiler yasa veya toplu iş sözleşmesi yolu
ile “sosyal, personele ilişkin ve ekonomik ve teknik konularda” yönetime
katılmaktadırlar. Personele ilişkin yönetime katılmanın kapsamına ise, işe
alma, işyerini değiştirme ve işten çıkarma konuları girer. Bugün sözü edilen
katılımın daha çok bir “danışma” niteliğinde olduğu kabul edilmektedir39.
Böyle olduğu içindir ki, süreli fesihlerin Disiplin Kurulundan geçirilmesini öngören bir toplu sözleşme hükmünü “süreli fesih hakkının …
mutlak olarak sınırlanması” biçiminde değerlendirmek, dolayısıyla böyle bir
hükme geçerlilik tanımamak mümkün değildir. Olayda, tarafların toplu iş
sözleşmesi özerkliği çerçevesinde yaptıkları düzenlemede işverenin fesih hakkı
40
sınırlanmakta; ancak, hakkın özüne dokunulmamaktadır .
Nitekim, Yargıtay da, “Ancak, geçerli fesih nedenlerinin varlığı
kanıtlanırsa Disiplin Kurulu’na gidilmemiş olması feshi geçersiz hale
getirmez” görüşünü öne sürerken, bunun gerekçesi olarak “Çünkü söz konusu
toplu iş sözleşmesi geçerli feshe ilişkin bir düzenlemede bulunmamıştır”
demektedir.
Son cümlenin karşıt anlamından çıkan sonuç şudur: Toplu iş sözleşmesinde geçerli (süreli) feshe ilişkin bir düzenlemede bulunmak mümkündür;
bu durumda Disiplin Kuruluna gidilmeden fesih yapılması, fesih işlemini geçersiz kılar.
38
39
40
M. Ulusoy, Karar Đncelemesi, Sicil D, s. 10, Haziran 2008, 143; F. Şahlanan, Karar Đncelemesi, Tekstil
Đşveren D, Ocak 2010, Hukuk 43, 4.
Süzek, (dn.1), 49. Ayrıca bak. : T. Esener, Đş Hukuku, 3. Bası, Ankara 1978, 92 vd; B. Ergin, Đşçinin
Đşletmenin Yönetimine Katılması, Đstanbul 1973, 90 vd;
E. Özdemir, (dn.37), 159.
Ne var ki, Yüksek Mahkemenin uyuşmazlık konusu olaya ilişkin değerlendirmesinde yine de isabet olduğu söylenemez. Şöyle ki, “söz konusu toplu iş
sözleşmesi geçerli feshe ilişkin bir düzenlemede bulunmamıştır” ifadesi olayla
bağdaşmamaktadır. Çünkü, TĐS 24/ B’ deki “yüz kızartıcı suç işleyenler hariç,
Disiplin Kurulu kararı olmadan hiçbir işçi işten çıkarılamaz” hükmü hem
derhal fesihleri ve hem de süreli fesihleri kapsar niteliktedir. Toplu iş sözleşmesi tarafları “yüz kızartıcı suç işleyenlerin” işverence doğrudan işten çıkarılabileceğini kabul etmekte; bunun dışındaki nedenlerle işten çıkarmalarda ise,
Disiplin Kurulunun kararını41 aramaktadırlar. Olayda, işçi Kuruldan geçirilmeksizin işten çıkarıldığı için, yapılan fesih işlemini geçersiz kabul etmek
gerekir.
b) Haksız fesihlerde geçerli fesih nedenlerinin araştırılması
Yüksek Mahkemenin kararlılık kazanmış görüşüne göre, toplu iş
sözleşmesinde feshe yetkili organın Disiplin Kurulu olduğu düzenlemesinin
bulunması ve iş sözleşmesinin Kurul kararı olmadan feshedilmesi durumunda,
fesih işlemi “haksız” kabul edilmekte; işçi ihbar ve kıdem tazminatına hak
kazanabilmektedir. Ancak, bu olgu haklı nedeni etkilemekte, işçinin davranışlarından kaynaklanan geçerli nedeni ortadan kaldırmamaktadır. Daire’ye göre,
feshin geçersizliği ve işçinin işe iade isteği değerlendirilirken, ĐşK. m. 25/ son
hükmü gereği, m. 19 koşulları da aranmayacaktır.
Yargıtay, daha önceki kararlarında da açıkça yer aldığı üzere, işçinin
davranışının haklı feshe yol açacak ağırlıkta bulunmaması durumunda, sözü
edilen davranışın geçerli neden sayılıp sayılamayacağının araştırılmasını istemektedir. Bu yapılırken de 26. maddedeki hak düşürücü süre dikkate alınmayacak ve 19. madde koşulları aranmayacaktır.
Dairenin bu görüşü 2004 yılı Değerlendirme Seminerinde tarafımdan
geniş bir biçimde eleştirildiği için42 burada tekrar ayrıntıya girilmeyecektir.
Ancak, Mahkemenin fesih nedeni çerçevesinde ve bu nedenle bağlı olarak
somut olayın bir derhal feshe yol açıp açmayacağını inceleyeceği ve bunun
sonucuna göre bir karar vereceği yerde, adeta “durumdan vazife çıkararak”,
kendiliğinden “geçerlilik denetimi” yapmasını; üstelik bu denetimde de süreli
feshin koşullarını aramamasını anlamak mümkün değildir43.
41
42
43
Cümledeki Disiplin Kurulunun “kararı” sözcüğünü, Kurulun “bilgisi veya görüşü” biçiminde anlamak
gerekir.
Taşkent, (dn.31), 73- 78.
Süzek, (dn.1), 666-668.
Yüksek Mahkemenin bu tutumu karşısında, kimi işverenlerin, süreli
feshin koşullarına ve m. 26’daki hak düşürücü süreye uymak yerine -yasayı
dolanarak- sözleşmeyi “derhal fesih” yoluyla sona erdirmeyi tercih ettiklerini
de belirtmek isterim.
IV. GEÇERLĐ SEBEP BAĞLAMINDA BELĐRLĐ ĐLKELER
Đş Kanunu’nun 18. maddesine göre, “…işçinin belirsiz süreli iş
sözleşmesini fesheden işveren, işçinin yeterliliğinden veya davranışlarından
ya da işletmenin işyerinin veya işin gereklerinden kaynaklanan geçerli bir
sebebe dayanmak zorundadır”.
Kanunun 19. maddesine göre de, “Đşveren fesih bildirimini yazılı
olarak yapmak ve fesih sebebini açık ve kesin bir şekilde belirtmek
zorundadır”.
Geçersiz sebeple yapılan feshin sonuçları ise, 21. maddede şu şekilde
belirlenmiştir: “Đşverence…gösterilen sebebin geçerli olmadığı mahkemece
…tespit edilerek feshin geçersizliğine karar verildiğinde, işveren işçiyi…işe
başlatmak zorundadır”.
Görülüyor ki, işçinin belirsiz süreli iş sözleşmesinin feshinde, yasanın
aradığı husus, sadece işverenin keyfi davranmaması; işverenin fesih için işçinin
işyerinde çalışmasını sürdürmesinin beklenemeyeceği bir olguya dayanması ve
bunu da fesih bildiriminde açık ve kesin bir şekilde ortaya koymasıdır.
Yasa metninde, fesih için, “işçinin yeterliliğinden veya davranışlarından ya da işletmenin, işyerinin veya işin gereklerinden kaynaklanan geçerli
bir sebebe dayanmak” dışında herhangi bir ilke veya önlem yer almış değildir.
Bununla birlikte, öğretide ve Yargıtay’ın eski ve yeni kararlarında,
işverenin, işçinin iş sözleşmesini feshederken -geçerli bir sebebi olsa bileayrıca belirli birtakım ilkelere daha uyması gereğine işaret edilmektedir.
Aşağıda önce son çare ilkesi üzerinde durulacaktır.
1. Feshin Son Çare (Ultima Ratio) Olması Đlkesi
Söz konusu ilke uyarınca, işveren, işçinin işine son vermeden önce, iş
ilişkisinin sürdürülmesini sağlayacak birtakım uygulamalarda bulunmalı;
bunlardan bir sonuç alamadığında son çare olarak (ultima-ratio) fesih yoluna
gitmelidir44. Çünkü, iş güvencesi sisteminde esas olan, keyfi denilen fesihlerin
önlenmesi, işçinin işinin korunmasıdır. Bu nedenle, geçerli sebep kavramına
uygun yorum yaparken fesihten kaçınma, sözgelimi işçiyi başka bir işte
çalıştırma, eğitme olanağının olup olmadığı araştırılmalıdır. Yargıtay da verdiği
bir kararda, “…Davacının işverenin diğer işyerlerinde çalıştırılması mümkün
ise, fesih yoluna başvurulması doğru değildir” demiştir45.
Bu ilkenin işletmenin, işyerinin veya işin gereklerinden kaynaklanan
fesihler yanında, işçinin performansı veya uyumu gibi nedenlerle yapılması
düşünülen fesihler için de geçerli olduğu kabul edilmektedir46.
Yine öğreti ile Yargıtay’ca benimsenen görüşe göre, bir uyuşmazlıkta
feshin geçerliliği denetlenirken, işverenin “son çare” ilkesine uyup uymadığı
yargıç tarafından (gerekirse işyerinde keşif yaptırılarak) araştırılmalı ve bunun
sonucuna göre karar verilmelidir.
Nitekim, Yüksek Mahkemenin konuya ilişkin birçok kararında şu
ifadelerin yer aldığı görülür:
“Đşveren, işçi çıkarmadan önce, önlem olarak feshe son çare olarak
47
bakmalı ve mümkün olduğu takdirde fesihten kaçınmalıdır” .
“Feshin son çare olması ilkesine uygunluğu denetiminde, somut
duruma uygun bir inceleme yapılmalı ve fesih yerine başvurulacak somut
tedbirler araştırılmalı ve açıklanmalıdır. Dairemizin kararlılık kazanan
uygulaması bu yöndedir” 48.
Feshin son çare olması ilkesine uygunluk çerçevesinde, somut tedbirler
olarak, Dairenin eski tarihlerden bu yana verdiği çeşitli örnekler vardır49.
Geçen yıl (2009 yılında) verilen bir kararda da şu hususlar belirtilmiştir:
44
45
46
47
48
49
Süzek, (dn.1), 538 vd.; D.Ulucan, Đş Güvencesi, 2. Baskı, Toprak Đşveren Sendikası Yayını, Đstanbul
2003, 61 vd.; A.Güzel, Đş Güvencesine Đlişkin Yasal Esasların Değerlendirilmesi, Đstanbul Barosu
Yayınları, Đstanbul 2004, 77 vd. Ayrıca bak. M.Engin, Đş Sözleşmesinin Đşletme Gerekleri Đle Feshi,
Beta Basım, Đstanbul 2003, 90 vd.
Yarg.9.HD, 11.12.2003, E.20222, K.20604, Legal ĐSGHD, s.2, 2004, 650-651. Benzer yönde bir karar
için bak. Yarg.9.HD, 08.11.2004, E.12698, K.25058, Legal ĐSGHD, s.5, 2005, 278-280.
Çelik, (dn.4), 227; Süzek, (dn.1), 539-540.
Yarg.9.HD, 27.04.2009, E.10026, K.11699; www.hukukturk.com
Yarg.9.HD, 02.11.2009, E.1917, K.29704; www.hukukturk.com
Bak. S. Taşkent, Açıklamalı-Đçtihatlı 4857 Sayılı Đş Kanunu, 4. Bası, Legal Kitapevi, Đstanbul 2010, 170
vd.
“…işyerinde yeniden keşif yapılarak…bilirkişi heyetinden tekrar
rapor alınarak yeni işçi alınıp alınmadığı, davacının başka bölümde
değerlendirme olanağı olup olmadığı, fazla mesailerin yapıldığı da dikkate
alınarak, fazla mesailer kaldırılarak feshin önlenip önlenmeyeceği, fazla
mesailerin istihdamı sağlayıp sağlamadığı feshin kaçınılmazlığı yönünden
50
incelenmeli ve sonucuna göre karar verilmelidir” .
Đşte bu noktada cevaplandırılması gereken soru şudur: Yargıtay’ın
doğrudan uygunluk denetimi yapılmasını istediği feshin son çare olması
ilkesinin hukuki dayanağı nedir?
Türk yargısının ve öğretisinin bu konuda Alman hukukundan geniş
ölçüde esinlendiği açıktır51. Böyle olduğuna göre, doğru bir değerlendirme
yapılabilmesi bakımından önce Alman mevzuatının incelenmesinde yarar
görülmektedir.
Alman hukukunda, “Feshe Karşı Koruma Kanunu”nun “Sosyal
bakımdan haklı olmayan fesihler” başlığını taşıyan 1. paragrafına göre,
işçinin iş sözleşmesinin feshi, sosyal bakımdan haksız ise, geçersizdir
(Kündigungsschutzgesetz, §1/ (1)).
Hangi fesihlerin bu nitelikte olduğu (2). cümlede açıklanmıştır:
Đşçinin kişiliğinden veya davranışlarından ya da işçinin bu
işyerinde çalışmasını sürdürmesini engelleyen kaçınılmaz (zorlayıcı) işyeri
gereklerinden kaynaklanmıyorsa, fesih sosyal bakımdan haksızdır.
Bunun gibi, işçinin aynı işyerinde bir başka işte veya aynı
işletmenin bir başka işyerinde çalıştırılması mümkün ise, fesih yine sosyal
bakımdan haksız sayılır (§1/ (2), 1/ b).
Aynı paragrafın (2), 2/ 2 hükmüne göre de, işverenden beklenebildiği
ölçüde, yeni meslek eğitimi veya geliştirme eğitimi ya da değişik iş koşullarında çalıştırılma yolu ile işçinin işini sürdürmesi olanağı varsa ve işçi de
bunu kabul etmiş ise, fesih yine sosyal açıdan geçersiz sayılır. Đşveren feshi
50
51
Yarg.9.HD, 27.04.2009, E.10026, K.11699; www.hukukturk.com
Çelik, (dn.4), 227-228; Engin, (dn.44), 90 vd.;. Güzel, (dn. 44), 77; G. Alpagut, Đş Sözleşmesinin Feshi
ve Đş Güvencesi, III. Yılında Đş Yasası, Türkiye Toprak, Seramik, Çimento ve Cam Sanayii Đşverenleri
Sendikası Yayını, Bodrum 2005, 226; D. Ulucan, Feshin Geçerlilik Denetiminde Ekonomik ve
Teknolojik Nedenler, Đş Güvencesi Ve Đşe Đade Davaları, Kadir Has Üniversitesi Yayınları, Đstanbul
2010, 10 vd.; A. Güzel, Đş Sözleşmesinin Geçerli Nedenle Feshinde Ultima Ratio (Son Çare) Đlkesi ve
Uygulama Esasları, A.C.Tuncay’a Armağan, Legal yayıncılık, Đstanbul 2005, 71.
geçerli kılan nedenleri ispatla yükümlüdür (Kündigungsschutzgesetz, §1).
Görüldüğü üzere, Alman Feshe Karşı Koruma Yasası, işçinin iş
sözleşmesinin feshi için, onun kişiliğinden, davranışlarından ya da işyerinden
kaynaklanan sebeplerin varlığını yeterli görmemekte; işverenin fesihten önce
belirli önlemlere başvurmasını; bunlardan da bir sonuç alınamamışsa son çare
(ultima ratio) olarak feshi gerçekleştirmesini aramaktadır.
Oysa, 4857 sayılı Đş Kanunumuzda “Feshin geçerli sebebe dayandırılması” başlıklı 18. maddede “son çare” ilkesine yer verilmediği gibi, bu ilkeyi çağrıştıracak bir ifade de yoktur.
Türk öğretisinde bu ilke bakımından maddenin gerekçesine işaret
52
edilmektedir . Gerekçedeki ifade ise şu şekildedir: “Bu uygulamaya giderken
işverenden beklenen feshe son çare olarak bakmasıdır. Bu nedenle geçerli
sebep kavramına uygun yorum yaparken sürekli olarak fesihten kaçınma
olanağının olup olmadığı araştırılmalıdır.”
Ne var ki, gerekçedeki bu beklenti, açıkçası işçinin iş sözleşmesini
feshedecek olan işverenin feshe son çare olarak bakması yolundaki ifade yasa
metnine yansımış değildir53. Yukarıda belirtildiği üzere, yasa metninde buna
ilişkin bir belirti dahi yoktur. O halde, hukukumuz bakımından gerekçe söz
konusu ilkenin hukuki dayanağı olarak gösterilemez.
Bu durumda şu soru sorulabilir: Đş sözleşmelerinin feshinde “son çare”
ilkesi Türk hukukunda uygulanma alanı bulmayacak mıdır? Aşağıda bu nokta
üzerinde durulacaktır.
Sözü edilen ilkenin Türk iş hukuku bakımından da geçerli olduğunu
savunan bazı yazarlar, “…iş güvencesine ilişkin kanuni düzenlemenin özünde,
iş ilişkisinin varlığının korunması ve feshin son çare olarak kullanılması
54
vardır” görüşünü öne sürmüşlerdir . Bu görüş doğrudur, ancak, son çare
ilkesinin hukuki dayanağını açıklamamaktadır.
Diğer bazı yazarlar ise -yine Alman hukukunun etkisiyle- son çare
ilkesinin ölçülülük ilkesinden kaynaklandığını söylemişlerdir. Ölçülülük ilkesi
52
53
54
Güzel, (dn.51), 70.
Şahlanan bu konuda, “…feshin son çare olması ilkesi…yasa hükmünün uygulanmasının önüne
geçirilmemelidir” demektedir (F. Şahlanan, Karar Đncelemesi, Tekstil Đşveren D, Haziran 2008, Hukuk
24, 3).
M. Ekonomi, Yeni Đş Kanunu Çerçevesinde Đş Sözleşmesinin Feshi Ve Đş Güvencesi Semineri,
TUSĐAD Yayınları, Đstanbul 2005, 50; Süzek, (dn.1), 539; Engin, (dn.44), 91.
Alman hukukunda işyeri gereklerinden kaynaklanan fesih nedenlerinin denetiminde uygulanmakta ve asıl dayanağını da Feshe Karşı Koruma Yasası §1/ c.
2’de yer alan “işçinin bu işyerinde çalışmasını sürdürmesini engelleyen kaçınılmaz (zorlayıcı) işyeri gerekleri” (…dringende betriebliche Erfordernisse)
ifadesinden almaktadır. Oysa, Đş Kanunumuzda böyle bir ifade yoktur.
Olmadığı içindir ki, kimi yazarlar belirtilen ilkenin Anayasanın 13.
maddesine eklenen, “sınırlamaların ölçülülük ilkesine aykırı olamayacağı”
yolundaki hükme dayandığı öne sürmüşlerdir55. Ne var ki, ölçülülük ilkesi
burada “Temel hak ve hürriyetlerin sınırlandırılması” çerçevesinde kabul
edilmiştir; açıkçası kamu hukuku bakımından hüküm ifade eder. Son çare
ilkesinin ölçülülük ilkesinden kaynaklandığını söyleyen yazarlarca da işaret
edildiği gibi, “Ölçülülük ilkesini de zorlama sonucu özel hukukta uygulamak
irade özerkliği ilkesinin sınırlandırılması anlamına gelir”56. Dolayısıyla, kamu
hukukunda geçerli olan bir ilkeyi özel hukuka aktarmak ve son çare ilkesinin
dayanağı olarak kabul etmek uygun görülemez.
Bununla birlikte, “son çare ilkesi” nin hukukumuzda da uygulanma
alanı bulacağı belirtilmelidir. Bu konudaki sorun, bunun hukuksal dayanağının
belirlenmesinde ve buna bağlı olarak da sözü edilen ilkenin uygulanma biçiminin ortaya konulmasında kendini göstermektedir.
Aslında, Türk hukukunda, söz konusu ilkenin hukuksal dayanağı konusunda büyük bir görüş ayrılığı olduğu da söylenemez. Son çare ilkesini ölçülülük ilkesinin bir unsuru kabul eden57 veya son çare konusunu doğrudan inceleyen yazarlar, bunun hukuki dayanağının Medeni Kanunun 2. maddesi olduğunu belirtmektedirler58. Gerçekten de, tüm hukuk sistemi için geçerli ve
evrensel nitelikte bir kural olan “Dürüstlük Kuralı” uyarınca, işveren de fesih
hakkını kullanırken dürüstlük kuralına uymalı; dürüst ve namuslu bir işverenden beklenen davranışı göstermelidir. Đşveren fesih hakkını elde ettiğinde
bunu kötüye kullanıyorsa, fesih işlemi geçersiz sayılacaktır. Çünkü, bir hakkın
açıkça kötüye kullanılmasını yasa korumaz (M.K. m. 2/ 2).
Böyle olduğuna göre, acaba mahkemelerin re’sen işverenin son çare
ilkesine ve bu çerçevedeki önlemlere uyup uymadığını incelemek yükümü var
55
56
57
58
M.Kılıçoğlu/K.Şenocak, Đş Güvencesinde Ölçülülük Đlkesinin Đçeriği Ve Ultima-Ratio Prensibinin
Ölçülülük Đlkesi Đçerisindeki Konumu, Osman Güven Çankaya’ya Armağan, Kamu-Đş Yayınları,
Ankara 2010, 181, 184.
Kılıçoğlu/Şenocak, (dn.55), 182.
Ö.Eyrenci, Feshin Geçerliliğinin Denetiminde Ölçülülük Đlkesi, Đş Güvencesi Ve Đşe Đade Davaları,
Kadir Has Üniversitesi Yayınları, Đstanbul 2010, 42; Güzel, (dn.51), 63-64.
Eyrenci, (dn.57), 36, 46 ve sf. 46, dn. 61 ; Alpagut, (dn.51), 226-227; Güzel, (dn.51), 65.
mıdır?
Yargıtay, bu konuda verdiği çeşitli kararlarında, klişe olarak şu
ifadelere yer vermekte ve yargıcın bilirkişi aracılığıyla, gerekirse işyerinde
keşif de yapılarak, işverenin son çare ilkesine uyup uymadığını araştırmasını
istemektedir:
“Fazla çalışmalar kaldırılarak,işçinin rızası ile esnek çalışma
biçimleri getirerek, işçiyi başka işte çalıştırarak ya da meslek içi eğitime tabi
tutarak amaca ulaşma olanağı var iken feshe başvurulmaması gerekir.
Kısaca, “fesih son çare olmalıdır” (ultima ratio) ilkesi gözetilmelidir”59;
“…işyerinde davacının yapabileceği başka bir iş bulunup
bulunmadığı, davacının başka bir birimde değerlendirilmesi imkânının olup
olmadığı hususları gerekirse iş yerinde keşif icra olunarak araştırılmalı ve
sonucuna göre karar verilmelidir”60;
“Bu nedenle, bilirkişi aracılığı ile gerekirse işyerinde keşif yapılarak;
…feshin son çare olması ilkesine uyulup uyulmadığı, fesihten önce ve sonra
davacı ile aynı nitelikte veya davacının kısa süreli bir eğitimle yapabileceği
işler için yeni işçi alınıp alınmadığı tespit edilerek sonucuna göre bir karar
verilmelidir. Eksik inceleme ile yazılı şekilde karar verilmiş olması
61
hatalıdır” .
Yargıtay’a göre, işveren belirtilen önlemleri almakla yükümlü olduğu
gibi, feshe son çare olarak başvurduğunu da kanıtlamak zorundadır:
“Sonuç olarak, davalı işverenin aldığı işletmesel karar sonucu…
feshin kaçınılmazlığını ve feshe son çare olarak başvurulduğunu kanıtlayamadığı… sabittir” 62.
Görüldüğü gibi, Yüksek Mahkeme, Alman hukukunda “Feshe Karşı
Koruma Yasası” nda açıkça öngörülen son çare önlemlerinin -4857 sayılı Đş
Kanununda yer almamasına rağmen- Türk iş hukukunda da uygulanmasını
benimsemiş bulunmaktadır.
Oysa, hukukumuzda feshin geçerliliği koşulları Alman hukukundan
farklı bir biçimde düzenlenmiştir. Nitekim, 4857 sayılı Đş Kanunu’na göre, işçi
59
60
61
62
Yarg.9.HD, 15.05.2006, E.10807, K.13509; www. legalbank.net
Yarg.9.HD, 12.06.2007, E.8740, K.18743; Tekstil Đşveren D.,Haziran 2008, Hukuk 24, 2.
Yarg.9.HD, 14.12.2009, E.11733, K.34774; www.hukukturk.com
Yarg.9.HD, 13.03.2009, E.14860, K.10256; www.hukukturk.com
fesih bildiriminde sebep gösterilmediğini veya gösterilen sebebin geçerli bir
sebep olmadığını iddia ettiğinde, işveren için öngörülen tek yükümlülük,
“feshin geçerli bir sebebe dayandığını ispat” etmektir (ĐşK. m. 20/ 2). Geçerli
sebeplerin neler olduğu ise, aynı kanunun 18. maddesinde “işçinin yeterliliği,
davranışları, işletmenin, işyerinin veya işin gerekleri” olarak belirlenmiştir.
Đşveren sadece fesih işleminin işçinin yetersizliğinden, davranışlarındaki
olumsuzluklardan veya işletmesel (ekonomik, teknolojik veya yapısal) bir
nedenden kaynaklandığını ispat edecektir.
Đşverenin, iyi niyetli olduğunu, feshe son çare olarak baktığını, aldığı
tüm önlemlere rağmen, feshin kaçınılmaz olduğunu ortaya koymak ve ispat
etmek gibi bir yükümlülüğü yoktur. Bu olgu, bilirkişi veya mahkemeler için de
geçerlidir.
Buna karşılık, işverenin kötü niyetli olduğunun öne sürülmesi ve bu
iddianın ispatı yükümü işçiye düşmektedir63. Gerçekten de, ĐşK. m. 20/ 2 c.
2’ye göre, işçi feshin işverenin belirttiğinden “…başka bir sebebe dayandığını
iddia ettiği takdirde, bu iddiasını ispatla yükümlüdür”. Aynı şekilde, işçi,
işverenin fesih hakkının bulunmasına rağmen, bu hakkını kötüye kullandığını
söylüyorsa64, bu iddiasını da ispatla yükümlü olacaktır65.
Yargıtay’ın kararlarında yer alan şu ifade bu bakımdan önemlidir:
“Đş ilişkisinde işletmesel kararla iş sözleşmesini fesheden işveren,
Medeni Kanun’ un 2. maddesi uyarınca, yönetim yetkisi66 kapsamındaki bu
hakkını kullanırken, keyfi davranmamalı, işletmesel kararı alırken dürüst
olmalıdır.
Keyfilik denetiminde işverenin keyfi davrandığını işçi iddia ettiğin-
63
64
65
66
“Ancak, iş sözleşmesi feshedilen işçi, fesih gerekçesinden bağımsız olarak, fesih kararının tutarlı bir
biçimde uygulanmadığını ileri sürebilir ya da fesih kararı uygulaması sırasında son çare ilkesine
uyulmadığı, eşitlik ilkesine aykırı davranıldığını veya sosyal seçim ilkelerine uyulmadığını ileri
sürebilir ve feshin bu yoldan geçersiz olmasını sağlayabilir” (D. Ulucan, (dn.51), 18.
Sözgelimi, işçi, işverenin kendisini lokantada garson fazlası olduğu için işten çıkardığını; oysa,
işverenin diğer lokantası için garson aradığını, orada görevlendirilse idi, çalışabileceğini öne sürebilir.
Bunun gibi, işçi, yetersizliği nedeniyle kendisini işten çıkartan işverenin belirli çalışanları eğiterek işte
kalmalarını sağladığını, eğitim verilseydi, kendisinin de yeterli olabileceğini ve işini sürdürebileceğini
söyleyebilir. Bu durumda, işverenin son çare ilkesine uymadığı tespit edildiğinde, işçinin işe iadesine
karar verilmesi gerekir.
N. Çelik, Eşit Davranma Borcu, Sicil D, s. 4, Aralık 2006, 10.
Đş sözleşmesini fesih olanağı yasanın taraflara tanıdığı bir haktır (AY. m. 48; ĐşK. m.17); bunun teknik
bir kavram olan “işverenin yönetim hakkı” ile bir ilgisi yoktur.
den, genel ispat kuralı gereği, işçi bu durumu kanıtlamalıdır” 67.
Bu konuda son olarak eklenmesi gereken husus şudur: Yargıtay’ın
kararlarında, uyuşmazlığa ilişkin olarak alınabilecek tüm önlemler klişe olarak
yer almakta ve yerel mahkemeden tüm bu hususların araştırılıp değerlendirilmesi istenmektedir. Oysa, son çare ilkesinin yasasında açıkça yer aldığı
Alman hukukunda bile böyle bir uygulama söz konusu değildir.
Bu konuda Ulucan da şunları söylemektedir:
“Ancak, işverenin her fesih olayında bu önlemleri sırası ile dikkate
aldığını ve gerekeni yaptığını kanıtlamakla yükümlü olduğu söylenemez.
Gerekçede de zaten bir beklentiden söz edilmektedir. Bu konuda bir
zorunluluk öngörülseydi, bu ilkelere yasa metni içinde yer verilirdi.
Alman Feshe Karşı Koruma Yasası’nda da benzer ilkelere yasa
hükmü olarak açıkça yer verilmiş olmasına karşın, her seferinde bütünü ve
sırası ile fesih öncesi her birine ayrı ayrı uyulduğunu veya bu yönde
önlemlerin tamamının tüketildiğinin kanıtlanması aranmamaktadır. Đşverenden fesih işlemine mümkün olduğu ölçüde en son çare olarak gitmesi ve
aksinin ileri sürülmesi halinde, bunu kanıtlaması beklenmektedir” 68.
Öğretide yapılan bu eleştiriyi69 Yüksek Mahkemenin dikkate almasında
yarar görülmektedir.
2. Đşletmenin, Đşyerinin veya Đşin Gereklerinden Kaynaklanan
Fesihlerde Đlkeler
a) Benimsenen ilkeler ve bunların hukukumuzdaki yeri
Đş Kanunu m. 18 uyarınca, işveren işçinin iş sözleşmesini “işletmenin,
işyerinin veya işin gereklerinden kaynaklanan geçerli bir sebebe” dayanarak
feshedebilir. Maddede sözü edilen bu gerekler aynı yasanın “Toplu işçi çıkarma” başlıklı 29. maddesi göz önünde tutularak “ekonomik, teknolojik, yapısal
ve benzeri” nedenler olarak değerlendirilebilir. Buna göre, işverenin fesih
67
68
69
Yarg.9.HD, 20.07.2009, E.18870, K.21761; www.hukukturk.com ; Yarg.9.HD, 14.12.2009, E.11733,
K.34774; www.hukukturk.com
Ulucan, (dn.51), 23; aynı yönde, G. Alpagut, Đş Sözleşmesinin Feshinde Sosyal Seçim Yükümlülüğü
Mevcut Mudur? Sicil D, s. 4, Aralık 2006, 104.
Taşkent, (dn.31), 68; Ulucan, (dn.51), 18, 21 ; Alpagut, (dn.51), 229; Güzel, (dn.51), 73.
işlemi, -Yüksek Mahkemenin konuya ilişkin kararlarında hep ifade edildiği
üzere- işletme veya işyeri içi nedenlerden kaynaklanabileceği gibi (teknolojik,
yapısal nedenler), işyeri dışı nedenlere (ekonomik nedenler) de dayanabilir.
Đşveren fesih bildiriminde, fesih sebebi olarak böyle bir neden belirttiğinde, sebebin varlığını ve geçerliliğini ispatla yükümlüdür (ĐşK. m. 20/ 2).
Yasanın işveren için öngördüğü yüküm budur.
Buna karşılık, Yargıtay’ın oldukça geniş bir biçimde esinlendiği ve
ilkelerini benimsediği Alman hukukunda, işçinin iş sözleşmesinin feshinin
geçerliliği için, sadece ekonomik, teknolojik veya yapısal bir nedenin varlığı
yeterli görülmemektedir. Ayrıca, belirtilen nedenler dolayısıyla işçinin bu işyerinde çalışmasını sürdürmesini engelleyen zorlayıcı (feshi kaçınılmaz kılan)
bir olgunun varlığı da aranmaktadır (Feshe Karşı Koruma Yasası §1/ c. 2).
Alman hukukunda ölçülülük ilkesinin dayanağını oluşturan70 bu düzenleme
uyarınca, işyerinden kaynaklanan bir neden var olmasına rağmen, işveren hemen fesih yoluna gidemeyecek; işçinin işyerinde herhangi bir şekilde çalıştırılma olanağının bulunup bulunmadığı; orada yok ise, işyerinde bir başka işte
veya işletmenin başka bir işyerinde çalıştırma olanağının olup olmadığının
araştırılması gerekecektir. Đşçinin belirtilen şekillerde işini sürdürmesi olanağı
varken fesih yoluna gidilmesi, feshin sosyal bakımdan geçersizliği sonucunu
doğuracaktır71.
Yüksek Mahkeme, bu konuda da iş güvencesi kurumunun hukukumuzdaki düzenlenme biçimini bir yana bırakmakta, -Alman hukukunu aynen
özümseyen bazı akademisyenlerin de teşviki ile- kararlarında bir sürü ilke
öngörmekte; işverenin, işçinin iş sözleşmesini feshetmesi durumunda bunlara
uymasını istemekte ve mahkeme ile bilirkişilerden de söz konusu ilkelere
uyulduğunun denetimini yapmalarını beklemektedir.
Bu noktada, öğretide belirtilen ve bazıları Dairenin de kararlarında klişe
olarak yer alan ilke ve önlemlerin ortaya konulmasında yarar görülmektedir.
Đşverenin fesih işlemi yaparken uymasının beklendiği ilkeler ve mahkemelerce (bilirkişilerce) araştırılması ve göz önünde tutulması istenilen önlemler şunlardır:
- Ölçülülük ilkesi
70
71
Eyrenci, (dn.57), 35.
Bak. Ulucan, (dn.51), 17.
-
Elverişlilik, uygunluk ilkesi
-
Gereklilik ilkesi
-
Oranlılık (orantılılık) ilkesi
-
Menfaatler (çıkarlar) tartısı
-
Yerindelik denetimi
-
Tutarlılık denetimi
-
Keyfilik denetimi
-
Feshin son çare olması ilkesi
- (bunlara, ölçülülük ilkesinin doğrudan bir alt ilkesi olmayan “eşit
davranma” ilkesi ile “sosyal seçim ilkesi”ni de ekleyebiliriz)
Gerçi Yargıtay’ın kararlarında bu bakımdan daha çok “tutarlılık denetimi, keyfilik denetimi, ölçülülük denetimi- feshin son çare olması ilkesi”
belirtilmektedir. Ancak, yukarıda sayılan önlemlerin birçoğu ölçülülük ilkesinin alt ilkeleri veya sonucu olarak kabul edildiği için72, bu anlayış çerçevesinde, feshin geçerli sebeple yapılıp yapılmadığının denetiminde belirtilen ilkelerin dikkate alınması da gerekli olmaktadır73.
Öte yandan, Yüksek Mahkemenin -yine Alman hukukundan esinlenerek- kararlarında yer verdiği belirli kavramlara da işaret edilmelidir74:
72
73
74
-
Đşletmesel karar
-
Gizli, örtülü işletmesel karar
-
Açıkça işletmesel karar
-
Kurucu işletmesel karar
-
Bağlı işveren kararı
M. Alp, Ölçülülük Đlkesinin Özel Hukuk ve Đş Hukukunda Özellikle de Hizmet Akdinin Feshinde
Uygulanması –Alman Hukukuna Göre-, Yasa Hukuk Đçtihat ve Mevzuat Dergisi, s.205/12, Ocak 1999,
1520 vd ; Eyrenci, (dn.57), 37 vd; Kılıçoğlu/Şenocak, (dn.55), 184; B. Kar, Đşletme, Đşyeri ve Đşin
Gereklerinden Kaynaklanan Nedenlere Dayalı Fesihlerde Yargısal Denetim, Çalışma ve Toplum, s. 17,
2008/2, 122 vd; Engin, (dn.44), 77 vd.;
Eyrenci, (dn.57), 38.
Alman hukukunda kullanılan bu kavramların tercümelerinin de isabetli olmadığına ilişkin olarak bak.
Ulucan, (dn.51), 10- 13.
-
Kaçınılmazlık unsuru
-
Aciliyet koşulu
-
Beklenmezlik esası
Hiç kuşku yoktur ki, Yargıtay’ın söz konusu ilke ve kavramları göz
önünde tutmasını beklediği kişiler sadece yargıçlar ve bilirkişiler değildir. Bu
konuda yüküm altına konulan kişi, öncelikle işverendir. Đşçinin iş sözleşmesinin feshetmek durumunda olan işveren, bütün bu ilkeleri dikkate almak ve
kavramları değerlendirmek zorunda bırakılmaktadır.
Bu noktada incelenmesi ve değerlendirilmesi gereken bir sorun da
şudur: Acaba, bir uyuşmazlıkta, yasada yer verilen soyut nitelikteki geçerli
fesih nedenleri var iken, bunlar dışında, ayrıca öğreti ve yargısal kararlarla
geliştirilen belirli ilkelerin de gözetilip gözetilmediğinin aranması hukuken
yerinde görülebilir mi?
Bu ilkelerin yasadaki düzenlemeler içinde pozitif bir dayanağını
bulmak mümkün değildir. Böyle olduğuna göre, burada ancak hukuk düzeninin
öngördüğü genel nitelikteki hukuk kuralları söz konusu olabilecek; uyuşmazlıkların çözümünde ancak bu kurallar göz önünde tutulabilecektir.
Alman hukukunda bu konuda şunlar söylenmektedir:
“Feshe karşı koruma hukuku çerçevesinde uygulanması uygun
görülen ilkeler, mevcut feshe karşı koruma hukukuna üstünlük taşımaz;
bunlar sadece yasadaki kuralların yorumlanmasına hizmet eden bir işlev
görürler. Gerçekten de, bir fesih işleminin geçerliliği yasada yer almayan
ilkelere göre değil, yasadaki kurallara göre belirlenir. Sonuçta sözü edilen
ilkeler yasadaki kavramların somutlaştırılması için yardımcı olabilir; ama,
bir fesih işleminin geçerliliği tek başına, sözgelimi “menfaatler tartısı” gibi,
yasada yer almamış olan ilkelere dayandırılamaz” 75.
Sonuç olarak, 4857 sayılı Đş Kanunu’nun 18’ci maddesinde öngörülen
geçerli bir sebebe dayanan işverenin yaptığı fesih işleminin, ayrıca Alman
hukukunda öngörülen birtakım ilke ve kavramlar çerçevesinde geçerlilik
denetimine tabi tutulmasını uygun görmek mümkün değildir. Üstelik, sözü
edilen ilkeler ve önlemler her olayda birlikte arandığı için, bu konuda işverene
getirilen yüküm insaf ölçülerini de aşmaktadır. Bu durumda, işverenin Anaya75
Münchener Handbuch, Band 1, 3. Aufl., Verlag C.H.Beck, München 2009, 1819.
sanın 48. maddesinden kaynaklanan sözleşmeyi fesih özgürlüğünün yine
Anayasanın 13. maddesinde yer alan “ölçülülük ilkesi” ne aykırı olarak sınırlandığı söylenebilir.
b) Öngörülen önlemlerin olayla bağdaşmaması
Bu aşamada değinmek istediğim bir husus da, her uyuşmazlıkta aynı
önlemlere yer verilmiş olmasının yol açabileceği tutarsızlıklardır. Gerçekten de
bu olgu bazen gerekçede öngörülen önlemlerin incelenen olayla bağdaşmaması
sonucunu doğurmaktadır.
Nitekim, bir davada işveren işçinin iş sözleşmesini ekonomik kriz ve
piyasadaki durgunluk nedeniyle feshettiğini ileri sürmüş; yerel mahkeme ise,
sunulan delillerin şirketin ekonomik krizden etkilendiğini ispattan uzak olduğu
gerekçesiyle davanın kabulüne karar vermiştir. Görülüyor ki, bu uyuşmazlıkta
çözümlenmesi gereken temel sorun, şirketin ekonomik krizden etkilenip
etkilenmediğidir.
Yargıtay’ın kararında -birçok benzerlerinde olduğu gibi- önce
işletmesel kararın tanımı yapılmakta; bu kararların işletme içi veya işletme dışı
nedenlerden kaynaklanabileceği belirtilmekte; işletmesel kararın “yerindelik
denetimi” ne tabi tutulamayacağı açıklanmaktadır. Olayla ilgili olarak da,
“…işveren fesihle ilgili karar aldığını, bu kararın istihdam fazlası meydana
getirdiğini, tutarlı şekilde uyguladığını ve feshin kaçınılmaz olduğunu
ispatlamalıdır” denilmektedir76.
Kararda geçen “…işveren fesihle ilgili karar aldığını…ispatlamalıdır”
yolundaki ifadenin ne anlam taşıdığını ve hangi amaca hizmet ettiğini
değerlendirmek mümkün görünmemektedir. Burada akla şu soru gelmektedir:
Acaba, taraflar arasında, iş sözleşmesini feshedildiğine ilişkin bir uyuşmazlık
mı çıkmıştır? Karara bakıldığında, davacı işçinin, sözleşmenin geçerli neden
olmadan feshedildiğini ileri sürdüğü; işverenin ise, davacının iş sözleşmesini
ekonomik kriz ve piyasadaki durgunluk nedeniyle feshettiğini belirttiği
görülmektedir. Açıkçası, fesih konusunda bir tartışma yoktur. Bu durumda,
“işveren neyi ispatlayacaktır?” sorusu sorulmaya değer bulunmaktadır.
Ayrıca, işveren aldığı “kararın istihdam fazlası meydana getirdiğini”
de ispatlayacaktır. Ne var ki, olayda işverenin istihdam fazlası meydana
getirecek bir kararı yoktur; istihdam fazlası, işverenin herhangi bir kararı
dolayısıyla değil; tamamen işletme dışı nedenlerle, açıkçası ekonomik kriz ve
76
Yarg.9.HD, 14.12.2009, E.11733, K.34774; www. hukukturk.com
piyasadaki durgunluk nedeniyle ortaya çıkmıştır. Đşveren sadece sözü edilen
kriz ve durgunluk dolayısıyla işçi çıkarmak zorunda kaldığını iddia etmektedir.
Görülüyor ki, gerekçede ispatı istenilen hususların olayla bir ilgisi
yoktur. Bunun nedeni, Yüksek Mahkemenin her olayda aynı önlemleri bir
arada sayarak bunlara uyulup uyulmadığının araştırılmasını istemesidir. Buna
karşılık, sözü edilen ilke ve önlemlerin yasada yer aldığı Alman hukukunda
bile, böyle bir yöntem izlenmemekte; geçerlilik denetimi, sadece fesih
gerekçesi ve işçinin iddiası doğrultusunda yapılmaktadır77.
Sonuçta, “montaj gerekçeler” dolayısıyla, aslında yarım sayfa tutacak
bir karar üç veya dört sayfaya varmaktadır. Öte yandan, Yüksek Mahkemenin
kararlarında yer alan ve bir bütün halinde değerlendirilmesi istenen ilke ve kavramlar nedeniyle de, iş güvencesine ilişkin uyuşmazlıkların çözümü oldukça
zora sokulmuş, mahkemelerin iş yükü çok daha artırılmıştır bulunmaktadır.
Oysa -Alpagut’ un vurguladığı gibi- “…fesih hukukunda genel eğilim mümkün olduğunca sade, uygulanabilir ve işletme gerekleriyle bağdaşabilir bir
sistem oluşturulması yönündedir” 78. Yüksek Mahkemenin çabalarının bu
yön-de olması arzu edilir.
3. Sosyal Seçim Đlkesi
Bir işyerinde işletmesel nedenlerle birden fazla işçinin işine son verilmesi söz konusu olduğunda, Yargıtay -yine Alman hukukundan esinlenerekbelirli ölçütlerin göz önünde tutulmasını ve bu doğrultuda bir sıralama
yapılmasını öngörüyor idi.
Yüksek Mahkeme’ye göre, “Đşverence işten çıkarılacaklar seçilirken;
işyerinde aynı işi üstlenen işçiler karşılaştırılmalı, işçiler arasında verim,
hastalık nedeniyle işe gelememe, iş görme borcunu yerine getirmede özen
gösterme, kıdem, emekliliğe hak kazanma, evli ve çocuk sahibi veya genç olma
gibi kriterlere göre oluşturulacak sıra göz önünde bulundurulmalıdır. Başka
bir anlatımla, sosyal seçimin hangi ölçütlere dayandığı saptanmalıdır”79.
Mahkemenin daha sonraki kararlarında “sosyal seçim ölçütleri” terimi
yerin “objektif kriterler” terimini kullandığı, ama bunun içeriğini belirlemediği
görülmektedir80.
77
78
79
80
Ulucan, (dn.51), 18.
Alpagut, (dn.68), 104.
Yarg. 9.HD, 03.04.2006, E.4878, K.8253. Karar ve kararın G. Alpagut tarafından incelenmesi için
bak.(dn.68), 95 vd.
Yarg. 9.HD, 14.05.2007, E.9579, K.14901; Legal ĐSGHD, S. 16, 2007, 1573- 1574.
Öğretide çoğunluk, yasal dayanağı olmaması ve uygulanma zorluğu
gibi nedenlerle, iş sözleşmelerinin feshinde sosyal seçim ölçütünün dikkate
alınmaması görüşündedir81.
Bazı yazarlar ise, toplu işten çıkarmalarda sosyal seçim ölçütlerine yer
verilmesi gerektiğini öne sürmüşlerdir. Bunun hukuki dayanağının ise, eşit
82
davranma ilkesi (AY. m.10; ĐşK. m. 5) işverenin işçiyi gözetim (gözetme)
borcu83, veya yargıcın yasal boşluğu doldurması ilkesi84 (MK. m.1) olduğu
belirtilmiştir.
Hukuki dayanak konusundaki bu görüşler yerinde görülemez. Gerçekten de, yapılan bir seçimin eşitlik ilkesini zedeler nitelikte olması durumunda,
fesih işlemi, sosyal seçimin isabetsizliğinden değil, ĐşK. m. 18/ d hükmü
85
dolayısıyla geçersiz sayılır . Đşçiyi gözetme borcu da, işverenin iş ilişkisi
86
içindeki davranışları ile ilgilidir ; (işçinin sadakat borcunda olduğu gibi) fesih
olgusunu kapsamaz. Đş Kanunu’nun işten çıkarmaya ilişkin ayrıntılı hükümleri
(ĐşK. m. 18- 21) karşısında, bu konuda yargıç tarafından doldurulması gereken
bir “yasal boşluk” tan da söz edilemez.
Kanımızca, iş sözleşmesinin işletmesel nedenlerle feshinde “sosyal
seçim” konusunda söylenecek en doğru söz, Yargıtay’ın son kararlarının
gerekçelerinde şu şekilde ifadesini bulmuştur:
“Đş ilişkisinde işletmesel kararla iş sözleşmesini fesheden işveren,
Medeni Kanun’un 2. maddesi uyarınca, yönetim yetkisi87 kapsamındaki bu
hakkını kullanırken keyfi davranmamalı, işletmesel kararı alırken dürüst
olmalıdır. Keyfilik denetiminde işverenin keyfi davrandığını işçi iddia ettiğinden, genel ispat kuralı gereği, işçi bu durumu kanıtlamalıdır.
Türk Đş Hukuku’nda 4857 sayılı Đş Kanunu’nun 5. maddesi eşit işlem
borcuna aykırılık ve 2821 sayılı Sendikalar Kanunu’nun 30 ve devamı
81
82
83
84
85
86
87
Bu konuda bak. Süzek, (dn.1), 544- 545; Alpagut, (dn.68), 104-105.
N. Çelik, Đşletmenin, Đşyerinin veya Đşin Gerekleri Sebebiyle Đş Sözleşmesinin Đşverence Feshinde Eşit
Davranma Borcu, Sicil D, s. 4, Aralık 2006, 10-11.
D. Ulucan, Đş Güvencesi Kapsamında Sosyal Seçim Uygulaması ve Yargıtay’ın Yaklaşımı, Legal
ĐSGHD, s. 14, 2007, 505; A.Güzel/E.Ertan, Karşılaştırmalı Hukukta Ve Türk Hukukunda Sosyal
Seçim Ölçütleri, Legal ĐSGHD, s. 16, 2007, 1283 vd.
Güzel/Ertan, (dn.83), 1283 vd.
Ulucan, (dn.83), 505.
Ekonomi, (dn.30), 154; Süzek, (dn.1), 346.
Đşverenin yönetim hakkı (yetkisi) iş sözleşmesinden kaynaklanır; fesih yetkisini kapsamaz.
maddelerinde sendika üyesi işçileri koruyucu düzenlemeler dışında, işletme ve
işyeri gerekleriyle fesihte, işten çıkarılacak işçilerin belirlenmesinde yasal bir
kritere veya sosyal bir seçim şartına yer verilmemiştir”88.
“Đşten çıkarılacak işçinin seçiminde taraflar arasında bir bireysel veya
toplu ya da sözleşme eki iç yönetmelik hükmü var ise, işverenin bu hükümlere
uyup uymadığı, keza işveren hiçbir iddia ve sözleşme hükmü olmadan çıkarılan
işçilerin seçiminde bazı kriterleri dikkate aldığını, örneğin emekliliği gelenleri
veya performansı yetersiz olanları seçtiğini savunmuş ise, bu savunması
tutarlılık denetimi kapsamında denetime tabi tutulmalıdır. Feshin geçersizliğini
iddia eden işçi, işverenin kendisini işten çıkarırken keyfi olarak davrandığını,
kendisinin seçilmemesi gerektiğini ileri sürerse, bu iddiası da keyfilik denetimi
kapsamında incelenmelidir”89.
Kararda bu konudaki temel ölçütün “dürüstlük ilkesi” (MK. m. 2)
olarak belirtilmesi doğru bir yaklaşımdır. Ancak, bundan sonra, belirli denetim
ilkelerinden söz edilmesine gerek bulunmamaktadır. Đşveren fesih işleminde
tutarsız davranmışsa, esasen “keyfilik” söz konusu olur; bu da MK. m. 2’ye
uymaz. Bunun gibi, işveren keyfi davranmışsa, ayrıca bir tutarlılık denetimine
gerek yoktur90
V. FESĐH BĐLDĐRĐMĐNĐN ŞEKLĐ
Yargıtay’ın gerekçede -olay ile bağlantılı olsun veya olmasın- çeşitli
alternatiflere göre çözüm sergilediği bir uyuşmazlık örneği de, fesih
bildiriminin şekline ilişkin olarak verdiği kararda kendini göstermiştir.
Kararın gerekçesinden anlaşılabildiği üzere, siyasi bir partide, Hazine
yardımına hak kazanılması için gerekli oy oranına ulaşılamaması ve parti
gelirinin de olmaması karşısında, ileride ekonomik zorluğa düşülecek olması
ihtimali nedeniyle işçilerin iş sözleşmeleri feshedilmiştir. Ancak, fesih bildirimi
işçilere panoda ilan suretiyle duyurulmuştur. Bunlardan davacı işçi, söz konusu
duyurudan itibaren bir süre daha çalışmaya devam ettirilmiş ve sonra işine son
verilmiştir. Đşçi işe iade davası açmış; yerel mahkeme ise, fesih bildiriminden
itibaren bir aylık sürenin geçtiğini ileri sürerek, davayı reddetmiştir.
88
89
90
Yarg. 9.HD, 27.04.2009, E.10026, K.11699; www.hukukturk.com
Yarg. 9.HD, 14.12.2009, E.11733, K.34774; www.hukukturk.com
Ulucan, (dn.51), 18.
Olaya göre, bu uyuşmazlıkta incelenmesi ve karara bağlanması gereken
sorun şunlardır:
1. Panoda ilan suretiyle yapılan duyuru, fesih bildiriminin tebliğ
edildiği anlamını taşır mı?
2. Feshin bildirildiği kabul edildiğinde, işçinin “işverenlikte bu tarihten
91
sonra çalışması ve iş sözleşmesinin devam etmesi bu sonucu değiştirmez”
denilebilir mi?
Yüksek Mahkeme, bu sorunları önce bir yana bırakmakta ve
- Đşveren fesih bildiriminde bulunmuş; ancak işçi tebliğden kaçınmışsa
çözümün ne yolda olacağı,
-Dava açma süresinin idari itiraz veya hastalık raporu alınması ile
kesilmeyeceği
-Süreli fesihte dava açma süresinin ne zaman başlayacağı
-ĐşK m. 25 ‘e göre haklı nedenle fesihte yazılı şekil aranmadığı
-ĐşK. m.22 uyarınca yapılacak değişiklik fesihlerinin nasıl yapılmasının
gerektiği
-Yazılı fesih bildiriminde fesih sebebinin açık ve kesin şekilde
gösterilmemesinin feshi geçersiz kıldığı
-Şarta bağlı feshin kural olarak geçersiz olduğu ve bunun istisnası
-Đşverenin fesih bildiriminde gösterdiği sebep ile bağlı olduğu vb.
Dairenin çeşitli tarihlerde verdiği ilamlar belirtilerek açıklanmaktadır92.
Gerekçede yer verilen ve yukarıda sayılan tüm bu hususların incelenen
olay ile hiçbir bağlantısı yoktur. Çeşitli uyuşmazlıklara ilişkin olarak verilen
ilamlar gerekçeye -gereksiz yere- monte edilmiş durumdadır. Đlginç olan, çeşitli
alternatiflere ilişkin açıklamaların yapıldığı gerekçede, asıl sorunun göz ardı
edildiği ve bunlara çözüm getirilmediğidir. Bu bağlamda, olayda asıl
irdelenmesi gereken maddeye, “Yazılı bildirim” başlıklı 109. maddeye hiç
değinilmediği belirtilmelidir.
91
92
Yargıtay’ın gerekçesinden anlaşıldığına göre, mahkemenin davayı red gerekçesi bu şekildedir.
Yarg. 9.HD, 01.06.2009, E.36528, K.16179; Tekstil Đşveren D, s. 358, Ocak 2010, 5 vd.
Bu eleştiriden sonra, söz konusu uyuşmazlık dolayısıyla ortaya çıkan ve
çözümlenmesi gereken asıl sorun üzerinde durulmalıdır. Yüksek Mahkemenin
de isabetle karar altına aldığı gibi, panoda ilan suretiyle yapılan duyuru işçiye
usulüne uygun bir fesih bildirimi anlamını taşımaz; “Fesih bildirimi davacıya
bizzat yapılmalıdır”. Ancak, bunun gerekçesi, (panoda fesih sebebi açık ve
kesin olarak bildirilmiş ise) 19. maddeden çok, 20. ve 109. madde olabilir. ĐşK.
m. 20’ye göre, işçi “…fesih bildiriminin tebliği tarihinden itibaren” bir ay
içinde dava açabilecektir. Bu ifade, fesih bildiriminin işçiye doğrudan tebliğini
içermektedir. Đşçi kendisine yapılan tebliğden itibaren bir ay içinde dava
açacaktır. Ayrıca, 109. madde “kanunda öngörülen bildirimlerin ilgiliye yazılı
olarak ve imza karşılığında yapılması gerektiğini” belirtmektedir. Maddenin
geçerlilik değil, bir ispat hükmü niteliğinde kabul edilmesi durumda bir değişiklik yaratmaz. Çünkü, işçinin panoya bakmadığını veya görmediğini öne sürmesi üzerine, işverenin fesih bildirimini tebliğ ettiği iddiası bir anlam taşımaz.
Bu çerçevede değinilmesi gereken diğer sorun, işçinin çalışmaya
devem ettirilmiş olmasının fesih işlemine etkisidir.
Đşçinin fesih bildiriminden sonra (fesih bildirimi içinde) çalıştırılması
ve işçinin de işte çalışmayı sürdürmesi, fesih bildiriminin iki tarafın anlaşması
ile geri alındığı anlamını taşır. Şayet bildirim süresi geçmiş ise (olayda böyle
olmadığı anlaşılıyor) çalışma taraflar arasında yeni bir iş sözleşmesinin ku93
rulduğunu gösterir . Yerel Mahkeme kararının bozulması bu bakımdan da yerinde olmuştur.
VI. ĐŞVERENĐN DAVETĐ ÜZERĐNE ĐŞE BAŞLAMAYAN
ĐŞÇĐNĐN DURUMU
Đş Kanunu m. 21’e göre, işe iade davası açmış olan işçi, kesinleşen
mahkeme veya özel hakem kararının kendisine tebliğinden itibaren on işgünü
içinde işe başlamak için işverene başvurmak zorundadır. Đşçi, belirtilen süre
içinde başvuruda bulunmazsa, işverence yapılan fesih geçerli fesih sayılacak ve
işveren sadece bunun hukuki sonuçları ile sorumlu olacaktır (ĐşK. m. 21/5).
Bu durumda işçi kendisine ödenecek dört aya kadar ücret ve diğer
haklarını kaybedeceği gibi, iş sözleşmesi -yasa gereği- ilk fesih tarihinde sona
ermiş sayıldığı için, o dönemde ödenen peşin ücrete veya kıdem tazminatına
ilişkin bir fark da alamayacaktır.
93
Eyrenci/Taşkent/Ulucan, (dn.28), 155.
Yargıtay bu konuda 2007 yılında verdiği bir kararda, davalı işverenin
işçiye işe başlaması için çağrıda bulunmasına rağmen, davacı işçinin haklı bir
neden olmadan işe başlamamasını şöyle değerlendirmiştir:
“Davacının işe davete icabet etmemesi, iş ilişkisinin devamı ile ilgili
talebinde samimi olmadığını, nihai hedefin boşta geçen süre ücreti ile işe
başlatmama tazminatını almak olduğunu göstermektedir. Ne var ki, bu amaca yönelik talebin iş güvencesi hükümlerince korunması mümkün değildir.
Davacı bu davranışı ile işverence yapılan feshi geçerli hale getirmiştir” 94.
Bununla birlikte, Yüksek Mahkeme, bu karardan 3 ay kadar sonra
verdiği başka bir kararda, davalı işveren tarafından süresi içinde işe davet
edilen işçinin işyerine gittiği halde işe başlamayacağını bildirmesini hükmün
aradığı koşullar bakımından yeterli görmüş; “yasal süresi içinde işe
başvurma” gerçekleştiği gerekçesiyle işçinin ĐşK. m. 21’de sözü edilen boşta
geçen süreye ait ücret ve diğer haklara hak kazandığına karar vermiştir95.
Oysa, maddede öngörülen koşul, işçinin “işe başlamak için işverene
başvuruda bulunmak zorunda” olduğudur. Đşçinin işyerine gidip, işe
başlamayacağını söylemesi yasanın aradığı doğrultusunda bir “başvuru” olarak
değerlendirilemez.
Bu karar doğuracağı sonuçlar bakımından da önemlidir. Şöyle ki, ilk
kararda da belirtildiği üzere, iş güvencesi sisteminde amaç işçinin ek bir gelir
elde etmesi değil, işinin korunmasıdır. Đkinci karar ise, ihbar ve kıdem tazminatlarını da alarak işten ayrılan ve işe dönmek gibi bir niyeti de olmayan işçiye,
sırf ek bir gelir alabilme ümidi ile yargı yoluna başvurma yolunu açmış;
hükmün amacına aykırı bir uygulamanın gerçekleşmesine neden olmuştur.
Daire, 2008 yılında verdiği kararlar96 ve 2009 yılında da sürdürdüğü
içtihadı97 ile bu yolu kapatmıştır:
“Đşçinin işe iade yönündeki başvurusu samimi olmalıdır. Đşçinin
gerçekte işe başlamak niyeti olmadığı halde, işe iade davasının sonuçla-
94
95
96
97
Yarg. 9.HD, 11.06.2007, E.15603, K.18639; Taşkent, (49), 183.
Yarg. 9.HD, 09.10.2007, E.21611, K.29866; Taşkent, (dn.49), 183.
Kararlar için bak. F. Şahlanan, Đş Đlişkisinin Sona Ermesi ve Kıdem Tazminatı Açısından Yargıtayın
2008 Yılı Kararlarının Değerlendirilmesi, Türk-Đş Yayınları, Ankara 2010, 169- 171.
Yarg. 9.HD, 18.03.2009, E.38730, K.7345; www.hukukturk.com
rından yararlanmak için yapmış olduğu başvuru geçerli bir işe iade başvurusu olarak değerlendirilemez.
Đşverenin işe davete dair beyanının da ciddi olması gerekir. Đşverenin
işe başlatma amacı olmadığı halde işe başlatmama tazminatı ödememek için
yapmış olduğu çağrı, gerçek bir işe başlatma daveti olarak değerlendirilemez”.
Yüksek Mahkemenin dürüstlük kuralına aykırı davranışları korumadığını gösteren bu içtihadını sürdürmesi yargı üzerindeki yükün azaltılması
bakımından da yararlı olacaktır.
VII. MEVSĐMLĐK ĐŞLERDE ÇALIŞANLARIN KIDEM
TAZMĐNATI
Yargıtay’ın mevsimlik işlerde çalışan işçilerin iş sözleşmelerinin türüne
ilişkin olarak geçen yıl verdiği karar ilginçtir. Bu kararda, mevsimlik iş
sözleşmelerinin, belirli süreli olarak yapılabileceği gibi belirsiz süreli olarak da
kurulabileceği; tek bir mevsim için yapılmış belirli süreli iş sözleşmesinin
mevsimin bitimi ile kendiliğinden sona ereceği ve bu durumda işçinin ihbar ve
kıdem tazminatına hak kazanamayacağı belirtilmiştir98.
Yüksek Mahkemeye göre, işçi ile işveren arasında mevsimlik bir işte
belirli süreli iş sözleşmesi yapılmış ve izleyen yıllarda da zincirleme mevsimlik
iş sözleşmelerle çalışılmışsa, iş sözleşmesi belirsiz süreli nitelik kazanacaktır.
Kararda ayrıca, mevsimin sona ermesi nedeniyle işyerinden ayrılan
işçilerin iş sözleşmelerinin kendiliğinden sona ermediği, fakat ertesi yılın iş
sezonunun başına kadar askıda kaldığı da belirtilmiştir.
Karar dolayısıyla üzerinde durulması gereken bir başka husus ise,
Dairenin, işçinin askıda geçen süresinin, fiilen çalışma olgusunu taşımadığı
gerekçesiyle, kıdemden sayılmayacağı yolundaki yerleşmiş görüşüdür.
1. Mevsimlik Đşlerin Tanımı
Mevsimlik işler şöyle tanımlanabilir: Mevsimlik işler, yılın belli bir
döneminde çalışılan veya belli bir dönemde faaliyeti artan işyerlerinde
98
Yarg. 9.HD, 16.04.2009, E.36309, K.10880; Çalışma ve Toplum D, s.26, 2010/3, 223 vd. ve
S.Taşkent’in incelemesi.
yapılan işlerdir99. Yargıtay da yukarıdaki kararında bu işleri aynı şekilde
tanımlamaktadır: “Çalışmanın sadece yılın belli bir döneminde sürdürüldüğü veya tüm yıl boyunca çalışılmakla birlikte çalışmanın yılın belli
dönemlerinde yoğunlaştığı işyerlerinde yapılan işler mevsimlik iş olarak
tanımlanabilir.”
Bu noktada “dönem” söylemi ile neyin amaçlandığı önem kazanır.
Uygulamayı da göz önünde tutarak en geniş anlamda dönem’i, kısmen bahar aylarını da kapsayacak şekilde “yaz dönemi” ile “kış dönemi” biçiminde değerlendirmek mümkün olabilir. Görülüyor ki, çalışma süresinin
dokuz veya on ay gibi çok uzun bir zamana yayılması durumunda ne
mevsimden ve ne de dönemden söz edilebilir.
Mevsimlik iş sözleşmelerinin belirli süreli mi, yoksa belirsiz süreli
mi yapılabileceği; buna bağlı olarak, mevsimlik iş sözleşmelerinin nasıl
sona ereceği, bu tür bir işte çalışan işçinin ihbar veya kıdem tazminatına
hak kazanıp kazanamayacağı oldukça önemli bir konudur.
Aşağıda önce belirli ve belirsiz süreli iş sözleşmesini düzenleyen Đş
Kanunu m. 11 hükmü üzerinde durulacak; yapılan açıklamalar ışığında
da sözü edilen sorunlara açıklık getirilmesine çalışılacaktır.
2. Belirli Süreli Đş Sözleşmelerinin Yasamızdaki Düzenleniş Biçimi
a) Belirli süreli iş sözleşmesinin tanımı
4857 sayılı Đş Kanunu’nun 11. maddesinin ilk fıkrasına göre;
“Belirli süreli işlerde veya belli bir işin tamamlanması veya belirli bir
olgunun ortaya çıkması gibi objektif koşullara bağlı olarak işveren ile işçi
arasında yazılı şekilde yapılan iş sözleşmesi belirli süreli iş sözleşmesidir.”
Bu fıkrada -tıpkı AB’nin konuya ilişkin 99/70 sayılı Yönergesinin 3.
maddesinde olduğu gibi- belirli süreli iş sözleşmesinin tanımı yapılmaktadır.
Öğretide yazarların bir bölümü fıkrada geçen “objektif koşul”100 terimini
maddenin ikinci (Yönergenin 5.) fıkrasında belirli süreli sözleşmenin üst üste
yapılmasının koşulu olarak öngörülmüş bulunan “esaslı neden”101 terimi ile
karıştırmakta ve bu nedenle de kanımca yanlış bir sonuca varmaktadır.
99
100
101
Bak. S. Taşkent, Mevsim ve Kampanya Đşleri, Đstanbul Barosu Dergisi, s.11-12, Kasım-Aralık 1976, 40;
B. Kar, Mevsimlik Đş, Sicil D, s. 4, Aralık 2006, 69 vd.
Objektive Bedingungen, objective conditions, conditions objectives
Sachliche Gründe, objective reasons, des raisons objectives.
Bu noktada vurgulamak gerekir ki, birinci fıkrada sadece, belirli süreli
iş sözleşmesinin, sona erme zamanı objektif koşullara göre belirlenen bir söz102
leşme olduğu ifade edilmekte ve bu koşullara ilişkin örnekler verilmektedir .
Bu tanımda “esaslı neden” den söz edilmediği gibi, madde herhangi
bir yaptırım da içermemektedir.
b) Belirli süreli iş sözleşmesinin belirsiz süreliye dönüşmesi
Đş Kanununun belirli süreli iş sözleşmelerine ilişkin 11. maddesinin
gerekçesinde -AB Yönergesinin “Genel Düşünceler” başlıklı giriş bölümünden
(m. 8) aynen alınarak- belirli süreli iş sözleşmelerinin bazı işkolları, meslekler
ve işler için karakteristik bir anlam taşıdığı ve bu tür sözleşmelerin işletme ve
işyeri gereklerinden olduğu belirtilmiştir. Bununla birlikte, belirli süreli iş sözleşmelerinin kötüye kullanılmasının engellenmesi açısından bu sözleşmelerin
esaslı (objektif) bir neden olmadıkça üst üste (zincirleme) yapılmalarının
önlenmesi gereğine işaret edilmiştir. Gerekçede, belirli süreli iş sözleşmesinin
hangi halde belirsize dönüşeceği şu sözlerle açık bir biçimde ifade edilmiştir:
“Buna göre, esaslı bir sebep olmadıkça, belirli süreli iş sözleşmesi
ikincisinin yapılmasıyla belirsiz süreliye dönüşerek işçi bu tür sözleşmenin
koşullarından ve bu arada feshe karşı korumaya ilişkin kanun hükümlerinden
yararlanacaktır”.
Gerekçe aynen maddeye yansıtılmış ve belirli süreli olarak yapılan bir
iş sözleşmesinin hangi durumda belirsiz süreliye dönüşeceği yasanın 11.
maddesinin 2. fıkrasında düzenlenmiştir. Söz konusu fıkra hem kuralı hem de
kurala aykırı davranışın yaptırımını belirlemektedir:
“Belirli süreli iş sözleşmesi, esaslı bir neden olmadıkça, birden fazla
üst üste (zincirleme) yapılamaz. Aksi halde iş sözleşmesi başlangıçtan itibaren belirsiz süreli kabul edilir”.
Maddenin bu ifadesine göre şu hususların vurgulanmasında yarar görülmektedir:
102
Bak.G. Alpagut, 4857 sayılı Yasa Çerçevesinde Belirli Süreli Đş Sözleşmesi, Mercek D, Ocak 2004, 79.
1. Maddenin 1. fıkrasında kullanılan “objektif koşul” terimi ile maddenin 2. fıkrasında yer verilen “esaslı neden” terimlerinin anlamları ve işlevleri
birbirinden farklıdır.
2. Belirli süreli iş sözleşmesinin bir defa yapılmasında esaslı neden
aranmaz. Maddede bu konuda herhangi bir yaptırım da öngörülmüş değildir.
3. Belirli süreli iş sözleşmesi üst üste değil de, aralıklı olarak
(sözgelimi, her yıl belli dönemlerde) yapılıyorsa, bunun için yine esaslı bir
neden aranmaz.
4. Belirli süreli iş sözleşmesi üst üste, yani zincirleme biçimde
yapılıyorsa, bunun için esaslı bir nedenin varlığı aranır.
Böyle bir durumda “esaslı neden” yoksa, iş sözleşmesi başlangıçtan
itibaren belirsiz süreli sayılır.
Görülüyor ki, Đş Kanununda belirli süreli iş sözleşmesinin -yaptırım
olarak- belirsiz süreliye dönüşmesi, sadece bu sözleşmenin birden fazla ve üst
üste (zincirleme biçimde) yapılması durumunda söz konusu olmaktadır.
Yasadaki açık olan bu düzenleme karşısında, yapılmasında objektif
neden bulunmayan bir sözleşmeyi -tanımındaki “objektif koşul” terimini yanlış
değerlendirerek ve başka bir olguya göre getirilen yaptırımı buna uygulayarakbelirsiz süreli saymak mümkün değildir.
3. Mevsimlik Đş Sözleşmesinin Türü
Kararda mevsimlik iş sözleşmesinin belirli süreli olarak yapılabileceği
gibi, belirsiz süreli olarak da kurulabileceği haklı olarak belirtilmektedir.
Gerçekten de, taraflar sadece bir dönem çalışmak üzere anlaşmış olabilirler
veya -ucu açık olmak üzere- birden fazla dönemi kapsayacak bir çalışma da
öngörebilirler.
Yargıtay’ın kararında önem taşıyan ve üzerinde durulması gereken bir
ifade şudur: “Tek bir mevsim için yapılmış belirli süreli iş sözleşmesi,
mevsimin bitimi ile kendiliğinden sona erer ve bu durumda işçi ihbar ve
kıdem tazminatına hak kazanamaz”.
Yüksek Mahkemenin konuya ilişkin birçok kararında aynen, “belirli
süreli iş sözleşmesinin yapılması için objektif nedenlerin bulunması gerekir”
veya taraflar “iş sözleşmesini belirli süreye bağladıklarında, hakim, objektif ve
103
esaslı koşulların var olup olmadığını incelemelidir” denildiğine göre, burada
şu hususun açıklığa kavuşturulması gerekmektedir: Acaba, tek bir mevsim için
yapılmış belirli süreli bir iş sözleşmesi söz konusu olduğunda, Yüksek Mahkeme “esaslı bir neden” e gerek mi duymuyor; yoksa bu durumda ortada böyle
bir nedenin var olduğunu mu kabul ediyor? Bu nokta gerçekten önemlidir.
Doğru olanı, bir defa için yapılan belirli süreli iş sözleşmelerinde
herhangi bir nedenin aranmamasıdır. Gerçekten de, AB Yönergesinde olduğu
gibi, Đş Kanunu m. 11’de de böyle bir durumda esaslı neden öngörülmemektedir. Ne var ki, Yargıtay belirli süreli iş sözleşmelerine ilişkin kararlarında
AB’nin 99/ 70 sayılı Yönergesine geniş bir biçimde yer vermekle birlikte104,
objektif koşul ile esaslı neden arasındaki farkı göz ardı etmekte ve belirli süreli
iş sözleşmesinin bir kez yapılmasında da esaslı neden aramaktadır.
Yüksek Mahkemenin bu kararına bakıldığında -en azından mevsimlik
işler açısından- görüşünü kısmen değiştirdiği ve tek bir mevsim için belirli
süreli iş sözleşmesinin yapılmasında artık “esaslı neden” aramadığı söylenebilir. Aksi halde ise, kararda bir sonraki paragrafta yer alan, zincirleme iş
sözleşmeleriyle çalışılması durumunda iş sözleşmesinin belirsiz süreli nitelik
kazanacağı yolundaki ifadeyi en azından “çelişkili” diye değerlendirmek
kaçınılmaz hale gelir.
Nitekim, ĐşK. m. 11/ 2’ ye göre, “Belirli süreli iş sözleşmesi, esaslı bir
neden olmadıkça, birden fazla üst üste (zincirleme) yapılamaz”. Maddenin bu
ifadesinden ortaya çıkan anlam şudur: Esaslı neden varsa, bu tür sözleşmeler
birden fazla yapılabilir.
Mevsimlik iş sözleşmesi belirli süreli olarak bir defa için (tek bir
mevsim için) yapılabilir; bunun için esaslı neden vardır, çünkü iş mevsimlik
bir iştir, denildiğinde; böyle bir işte belirli süreli sözleşme ile birden fazla
(zincirleme) çalışılması durumunda, esaslı nedenin ortadan kalktığını kabul
etmek uygun görülemez. Đşin mevsimlik iş olması belirli süreli iş sözleşmesi
yapılması bakımından “esaslı neden” sayılıyorsa, bunun bir defa yapılması
veya izleyen yıllarda tekrarlanması fark etmez. Zira, ĐşK. m. 11/ son hükmü
103
104
Bak. Kılıçoğlu, (dn1),161.
Bak. Kılıçoğlu, (dn.1), 140.
uyarınca “Esaslı nedene dayalı zincirleme iş sözleşmeleri, belirli süreli olma
özelliğini korurlar”.
Kaldı ki, mevsime bağlı olarak yapılan iş sözleşmelerinin zincirleme
biçimde üst üste yapıldığından da söz edilemez. Burada, iki - üç aylık bir çalışmadan sonra zincirin halkası son bulmakta; deyim yerinde ise, “zincir
kopmaktadır”.
Mevzuatında ĐşK. m. 11/son hükmü doğrultusunda bir düzenleme bulunmayan Alman hukukunda da mevsimlik işlere ilişkin olarak yapılan
sözleşmelerin belirli süreli olabileceği tartışma dışıdır. Bu ülkede, “Kısmi Süreli Đşler ve Belirli Süreli Đş Sözleşmeleri Hakkında Yasa” (TzBfG) uyarınca,
belirli süreli iş sözleşmelerinin yapılmasında -kural olarak105- esaslı neden
aranmaktadır. Ne var ki, mevsimlik işlere ilişkin olarak yapılacak sözleşmelerde, işçiye geçici olarak ihtiyaç duyulması dolayısıyla, böyle bir nedenin bulunduğu kabul edilmektedir. Açıkçası, Alman hukukuna göre, mevsimlik
işlerde birden fazla belirli süreli iş sözleşmesi yapılabilir106.
4. Mevsimlik Đşçinin Kıdem Tazminatının Hesabı
Yargıtay’ın incelenen kararında mevsimlik işçinin kıdem tazminatının
hesabına ilişkin olarak da şu sözler yer almaktadır: “Đşçi mevsimlik işlerde çalışmış ise; mevsimlik çalıştığı sürelerin dikkate alınarak ve bu sürelere göre
kıdem tazminatının ödenmesi gerekir. Başka bir anlatımla, işçinin askıda
geçen süresi, fiilen çalışma olgusunu taşımadığından kıdemden sayılmayacaktır.”
Yukarıda belirtildiği gibi, kanımca, işin mevsimlik olması -sözleşmenin
belirli süreli yapılması bakımından- bir “esaslı neden” oluşturur ve ĐşK. m. 11/
3 uyarınca bunların zincirleme yapılması belirli süreli olmaları özelliklerini
etkilemez Dolayısıyla, belirli süreli sayılan bir mevsimlik çalışma sona erdiğinde ihbar veya kıdem tazminatı da söz konusu olmayacaktır.
Buna karşılık, Yargıtay, mevsimlik işte zincirleme biçimde çalışılması
durumunda, iş sözleşmesinin belirsiz süreli sayılacağını; mevsimin bitimi ile de
105
106
Kısmi Süreli Đşler ve Belirli Süreli Đş Sözleşmeleri Hakkında Yasa (TzBfG) § 14/ 2’de belirli istisnalar
öngörülmüş bulunmaktadır.
U.Preis, Arbeitsrecht, 3.Auflage, Verlag Dr.Otto Schmidt, Köln 2009, 910; Schaub, ArbeitsrechtsHandbuch, 13. Aufl.,Verlag C.H.Beck München, München 2009, 334.
iş sözleşmesinin gelecek çalışma dönemine kadar askıya alınmış olacağını
kabul etmektedir. Yargıtay’ın yerleşmiş görüşü bu yoldadır.
Ne var ki, Yüksek Mahkeme çalışılmayan dönemde iş sözleşmesinin
sona ermediğini, sadece askıya alınmış olacağını öngörmesine rağmen; kıdem
tazminatının hesabında, sözleşmenin devam ettiği askı süresini dikkate
almamakta, tazminatı fiilen çalışılan sürelere göre belirlemektedir.
Mahkemenin bu konudaki görüşünü de yasa ile bağdaşır bulmak
mümkün değildir.
Çünkü, halen kıdem tazminatını düzenleyen (1475 sayılı Đş Kanunu) m.
14’de, kıdem tazminatının “…işçinin işe başladığı tarihten itibaren hizmet
akdinin devamı süresince her geçen tam yıl için” ödeneceği öngörülmüş
bulunmaktadır. Maddeye ilişkin Hükümet Gerekçesinde de, kıdem tazminatına
hak kazandıracak sürenin sadece işyerinde fiilen çalışılan süreleri değil, iş
sözleşmesinin askıda kaldığı bütün durumları kapsayacağı açıklanmakta ve
bunun çağdaş Đş Hukukunun modern eğilimine uygun düşeceği ifade edilmektedir107. Yüksek Mahkeme de, incelenen kararında, mevsimlik çalışmanın sona
ermesi nedeniyle işyerinden ayrılan işçinin iş sözleşmesinin bozulmamış (sona
ermemiş) olacağını, sözleşmenin bir sonraki mevsim başına kadar askıya alınmış olacağını kabul etmektedir. Böyle olmakla birlikte, Yüksek Mahkemenin,
iş sözleşmesinin devam ettiği askı süresini kıdem süresinin hesabında dikkate
almamasını açıklamak mümkün görünmemektedir108; karar kendi içinde
çelişkidir.
Sonuç olarak, mevsimlik iş sözleşmelerinin belirli süreli olarak yapılmasında yasanın aradığı “esaslı neden” vardır. Dolayısıyla, dönem son
bulduğu için iş ilişkisi bitmiş ise, işçiye kıdem tazminatı ödenmesi gerekmez.
Ancak, Yargıtay sözleşmenin tekrarı durumunda bunun belirsiz süreliye
dönüştüğünü kabul ediyorsa, o zaman da kıdem tazminatının iş sözleşmesinin
devam ettiği (askı halleri dahil) tüm süreye göre hesaplanması gerekir.
Yüksek Mahkeme böyle bir sonucu hakkaniyete aykırı bulabilir. Ne var
ki, uygulanacak hükmün yargıcın görüşü ile veya hakkaniyet ya da adalet
ölçüleriyle bağdaşır olmaması, o hükmün göz ardı edilmesini haklı kılmaz.
107
108
Bak. Taşkent, (dn.99), 51.
Ekonomi, (dn.30), 244; Süzek, (dn.1), 697- 698; Çelik, (dn.4), 312; Eyrenci/Taşkent/Ulucan , (dn.28),
206 ; H.H. Sümer, Đş Hukuku Uygulamaları, Konya 2009, 281- 282; E.Akyiğit, Đş Kanunu Şerhi, 2.
Cilt, Seçkin Yayıncılık, Ankara 2008, 2571. Karşı görüşte, Narmanlıoğlu, (dn.1), 421-423.
Böyle bir olgu var ise, bunu eleştirmek öğretiye; gidermek görevi de kanun
koyucuya aittir.
Oturum Başkanı : Evet, oturumun bu bölümünde soru soracak arkadaşlarımız isimlerini lütfedecekler. Devam eden davalar veya önlerinde somut
bir olay hakkında lütfen soru sorulmasın. Konu dışı da sorulmasın, hocamız
çok yorgun. Mümkün olduğu kadar tekrara kaçan sorular da sorulmasın. Özgün
nitelikli sorular bekliyorum. Hocam yanıtladıktan sonra bir de toparlayıcı
olarak dairemin uygulamasıyla ilgili son bir söz alacağım ben.
Evet, soru soran arkadaşlar ad ve soyadlarını lütfetsinler.
Evet, Prof. Dr. Öner EYRENCĐ, buyurun efendim.
Prof.Dr. Öner EYRENCĐ (Doğuş Üniversitesi Đ:Đ.B.F.) : Teşekkür
ederim. Sayın meslektaşım Savaş Taşkent’in bizi düşündüren, sorgulayan tebliğinden dolayı da kendisine müteşekkirim. Ancak şunu ben söylemek istiyorum,
çünkü ölçülülük ilkesi konusunda yayınlanan bir tebliğ sahibi olarak bazı
hususların doğru anlaşılması gerektiği kanısındayım, o nedenle söz aldım.
Sayın meslektaşım görüşlerini desteklemek için Alman hukukundan
örnek verdi, feshe karşı koruma yasasındaki düzenlemeyi örnek verdi. Ancak
bu düzenleme yasal düzenleme olarak gelmeden önce o kavramların hiç birisi o
hükümde yer almıyordu. O kavramların geliştirilmesi Alman öğretisinde yer
almasından ve Alman Federal Đş Mahkemesinin kararlarından sonra yasallaştı.
Yani iş güvencesi hükmü bizdeki gibi daha soyut ifadeler içeriyordu ve o
ifadeler karşısında Alman yargısında ve öğretisinde ölçülülük ilkesi, son çare
olma ilkesi gibi ilkeler geliştirildi ve yasal hüküm haline dönüştürüldü.
Dolayısıyla yasa düzenlemesi olmadan bu ilkelerin getirilmesinin bir
gerekçesi olamazdı denemez. Kaldı ki özellikle ölçülülük ilkesi Alman Đdare
Hukukunda ve daha sonra Türk Đdare Hukukunda da idarenin yaptığı işlemlerin
denetiminde kullanılmıştır ilk defa. Sonra Alman Anayasa Mahkemesi ölçülülük ilkesini temel hak ve özgürlüklerin sınırlandırmasında kullanmıştır. Ve
bizim ülkemizde de ilk defa idare hukukunda ve daha sonra Anayasa Mahkemesi tarafından kullanılmıştır. Hatta Almanya’da ölçülülük ilkesi anayasada
yer almamakla birlikte hala temel hak ve özgürlüklerin kısıtlanması, denetim
konusunda kullanılmaktadır.
Dolayısıyla bu çok sonraları özel hukukta kullanılan ölçülülük ilkesi bir
ilke haline getirilmiştir. Gerekçeler farklı olmakla birlikte öğretide, temel
gerekçe, bizim Medeni Kanunun ikinci maddesinde gösterilen dürüstlük
ilkesidir. Ve bu dürüstlük ilkesinin de mutlaka karşı taraf tarafından iddia
edilmesi ve ispatı da şart değildir. Bir olayın açıklanması veya olay hakkında
karar verilmesi sırasında mahkemenin bütün olguları araştırırken bu dürüstlük
kuralına da uyulup uyulmadığını araştırması gerekir. Ama nerede bizde bir
zorluk var, maalesef Yargıtay, karar gerekçelerde bu temel ilkeleri koymakta.
Belki yerel mahkemelere yardım olması amacıyla koyuyor ve sanki orada bu
ilkelerin tümü somut uyuşmazlıkta uygulanacağı algısı oluşuyor. Bu doğru
değil; yani somut olayda bu ilkelerin birini uygulayabilirsiniz veya bir kaçını
uygulayabilirsiniz ve bu ilkeler de birbirinden bağımsız tren kompartımanları
gibi de değil, birbirine bağlı.
Bir örnek vererek ben bunu söylemek istiyorum. Đşçinin davranışlarından kaynaklanan nedenlerden bir tanesi de biliyorsunuz, işyerine sürekli
olarak geç gelmeyi bir alışkanlık haline getirmişse, Alman yargısı ve
öğretisinde diyorlar ki, bu geç kalmadan dolayı eğer bir son çare olma ilkesi
gereği bir feshe karar verilecekse önce işverenin işçiyi uyarması gerekir. Yani
bakın geç kalıyorsun ve bu senin feshine neden olacak. Bu uyarıya rağmen işçi
yine geç gelmişse, bu uyarı aynı zamanda işçinin ileride de bu şekilde
kalacağının bir kanıtıdır. Yani uyarı hem bir gereklilik oluyor hem de ileride de
geç kalma olgusunun devam edeceğine ilişkin bir kanıt haline gelebiliyor.
Dolayısıyla bütün ilkeler her somut olayda aynı şekilde uygulanacaktır diye bir
kaide de yok. Dolayısıyla bunu bir hatırlatmak istiyorum. Özellikle “Alman
hukukunda kanunda vardır bunlar, bizde yasada yer almamaktadır. Aynı
ilkeleri bizim hukukumuz açısından uygulamak dürüstlük ilkesi çerçevesi
dışındadır” sonucuna varmak kanımca doğru değil, teşekkür ediyorum.
Oturum Başkanı : Evet, biz teşekkür ederiz.
Prof. Dr. Sayın Fevzi ŞAHLANAN, buyurun efendim.
Prof.Dr. Fevzi ŞAHLANAN (Đstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi) :
Yine değerli meslektaşımı hem kutluyor hem tebrik ediyorum. Çok da istifade
ettiğimi söylemek istiyorum. Kendisinde bazı görüş değişiklikleri olduğunu da
müşahede etmiş bulunuyorum. Kronik tartışma konusu olan yerlere girmek
istemiyorum, uzun yıllardan beri tartışılan şeyler, yalnız bir iki noktada
görüşümü açıklayıp, bir iki noktada arkadaşımın görüşünü almak istiyorum
soru şeklinde.
Bir tanesi, ikale, ikaleyle başladı. Arkadaşımın ihbar ve kıdem tazminatı ödenmek şartıyla iş akdinin feshini istiyorum diyen işçi talebini de ikalenin
icabı gibi değerlendirdi. Hani akitteki icap şekli. Oysa ikalede bu tamamen
farklı bir şey. Bu, iş akdinin feshinin işçi tarafından istenilmesidir. Feshe
davettir bu, bir fesih değildir. Đkale henüz fesih olan bu talep üzerine iş akdini
işverenin feshetmesidir. Zaten ikalede düz mantıkla düşünürsek, uygulamada
yapılıyor ayrı ama, bir kıdem ve ihbar tazminatı hakkı da doğmaz normalde.
Makul yarar ölçüsünü oluşturma anlamında bu ödemeler yapılıyor. Dolayısıyla
uygulamada öyle. Bildiğim kadarıyla Yargıtay’ın kararları da işçiden gelen
talep üzerine iş akdi işveren tarafından feshedilmişse bunu ikale olarak değerlendirmiyor. Buna rağmen açılan işe iade davalarını da reddediyor ve doğru bir
karar.
Dolayısıyla arkadaşımın bu ikaleyle bu uygulama arasındaki nüansı
gözden kaçırmasını paylaşmıyorum onu ifade etmek istedim, bir.
Đkincisi, burada bir soru, uygulamada da çok yaşanan bir şey. Đkaleyle
yapılan sözleşmelerde kıdem ihbar tazminatı ödeniyor ama Yargıtay arkadaşım
da belirtti, kıdem ihbar tazminatı ödenmesine makul yarar ölçüsünün oluşması
anlamında yeterli bulmuyor. Zaten işçi kıdem ve ihbar tazminatı alacaktır
işveren feshetseydi diyor ki doğru. Buna bir miktar daha ödeme yapılsın
deniyor ve uygulamada da bu ödeme yapılıyor. Buna rağmen açılan işe iade
davasında, bu ödeme iş güvencesi tazminatından işsiz kalınan süre ücretinden
mahsup edilecek mi edilmeyecek mi? Bu konu açıklığa kavuşturulması gereken
bir konu. Taraflar bunu sözleşmeyle de açıkça kararlaştıramıyorlar. Kararlaştırırlarsa yaptıkları ikalenin çok da inandırıcı olmadığının kendileri
tarafından da itiraf edilmesi anlamına geliyor. Ama Yargıtay’ın makul yarar
ölçüsüne ulaşabilmek için de bu ödemeler yapılıyor. Ama buna rağmen işçi
dava açarsa bu ödemenin akıbeti mahsup açısından nasıl değerlendirilecek bu
konudaki görüşünüzü rica edeceğim.
Diğer bir konu, süreli fesihteki ihbar tazminatına getirilen üst sınıra
ilişkin. Şunları ifade ettiniz, olaya özgü doğrudur, fakat toplu sözleşme ücretlerine müdahale açısından da paylaşmadığımı söyleyeceğim. Bu konu üzerinde
geçen sene Ankara Hukuk Fakültesinde düzenlenen Milli Komite seminerinde
ben de durdum. Ve verdiğimiz örnek 90 haftalık ihbar tazminatı vesaire, doğru,
olaya özgü de doğru, ama bir noktayı Yargıtay’ın geldiği noktayı doğrulama
anlamında söylüyorum bunu. Yargıtay’ın bu kararından önce şu kararlar da
vardı. Bir uyarlama davası söz konusu olmaksızın fahiş ihbar tazminatı vardır
bunun hakkın kötüye kullanılmasıdır, geçersizdir diyor; hakimin takdirine
bırakıyor. Dolayısıyla o hakimin takdirinin nerede başlayıp nerede biteceği
boşluktaydı. Dolayısıyla yüksek mahkeme isabetli bir şekilde bir ölçü getirdi.
Bu ölçü azdır çoktur ayrı ama, ölçü getirme ihtiyacından doğan bir husustur.
Bir hakkın kötüye kullanılmasının hukuki bir sonuç doğurmaması lazım. Eğer
ihbar sürelerinin aşırı artırılması hakkın kötüye kullanılmasıdır derseniz,
hukuki sonuç hiç doğmayacak, ihbar süreleri kanundaki sürelere dönmüş
olacaktır. Yani toplu sözleşmenin o hükmünü adeta tümüyle yok sayacaksınız.
Yargıtay bu içtihadıyla ortalama bir çözümle kötüye kullanılmış bir toplu
sözleşme yapma ve ihbar süresini artırmanın ne gibi bir sonuç doğurabileceğine
ilişkin bir üst sınır koydu. Yoksa bu kıdem tazminatındaki üst sınır gibi bir üst
sınır değil, bir uyarlama davasına talep edilmesiyle de belirlenecek bir üst sınır
değil. Yani olayın geçmişindeki süreci dikkate alırsak böyle bir ölçü getirme
ihtiyacı vardı.
Üçüncü konu, feshi ihbar etmiş işveren, işçi de bu arada emekliliğini
istemiş. Bu emeklilik nedeniyle fesih midir, işverenin feshi midir? Yargıtay
2005’e kadar görüşü emeklilik nedeniyle fesihti. Sonra kararda da açıkça bunu
ifade ediyor, görüşümüzü bir kere daha değerlendirme ihtiyacı duyduk diyor ve
bunu işverenin feshi olarak sonuçlandırıyor. Ben de bir incelememde bu içtihat
değişikliğinin isabetli olduğunu söyledim, sizde lütfettiniz atıf yaparak
söylediniz. Yalnız burada bir konu boşlukta kalıyor. Askerlik borçlanmalarının
kıdem tazminatında sayılması, emeklilik nedeniyle iş akdinin feshinde söz
konusudur. Şimdi bunu emeklilik nedeniyle iş akdi feshi demediğiniz takdirde
işçinin askerlik borçlanmalarının kıdem tazminatından sayılması, kıdemden
sayılması mümkün değil. Bu ortaya çıkan bu sorun hakkında bilemiyorum
yüksek mahkemenin bir içtihadı var mı, yoksa ne düşünüyor, sayın başkan
veya arkadaşımız ne düşünürler bilemiyorum. Yani içtihat değişikli isabetli
ama onun kıdem tazminatındaki yansımasını gözden kaçırmamak gerekir diye
düşünüyorum. Teşekkür ediyorum.
Oturum Başkanı : Biz teşekkür ederiz sayın hocam.
Prof. Dr. Sayın Gülsevil ALPAGUT, buyurun efendim.
Prof.Dr.Gülsevil ALPAGUT (Đstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi):
Teşekkür ederim. Hocama bende çok teşekkür ediyorum çok yararlandık.
Birkaç hususta görüş belirtmek istiyorum. Birincisi, eğer esaslı neden varsa
sözleşmenin yenilenmesi, bir hakkın kötüye kullanılması oluşturur mu?
Yasanın açık lafzına baktığımız zaman esaslı neden olduğu sürece sözleşmeler
yenilenebilir görüşü ağırlık kazanıyor. Ancak şuna dikkat etmek lazım, belirli
süreli iş sözleşmesinin yapılmasındaki esas temel gerekçe, ya işin niteliği
gereği geçici süreli olması veya işçiye olan gereksinimin geçici süreli olması.
Yani arızi bir iş gücü ihtiyacının ortaya çıkması.
Şimdi alınan ihaleler örneğinde olduğu gibi ardı ardına artık belirli süreli iş sözleşmesi yapma gereği ortaya çıkıyorsa ve bunlar belirli bir sayıya
ulaşmışsa, demek ki bizim işyerimizin asıl iş gücü ihtiyacı haline gelmiş bu
sözleşmeler. Dolayısıyla ben Yargıtay’ın görüşünü isabetli bulmaktayım bu
noktada.
Đkinci konu, mevsimlik iş sözleşmeleriyle ilgili. Mevsimlik iş sözleşmeleri bazı batılı ülkelerde belirli süreli iş sözleşmesi yapılması için objektif
sebep sayılıyor, ancak araştırdığımızda mesela Alman hukukunda bunun
temelinde yatan düşünce, belirli süreli iş sözleşmesi yaparsak sözleşmenin sona
ermesinde işçi işsizlik sigortasına hak kazanır. Dolayısıyla askı olsaydı sözleşme sona ermeseydi işçi işsizlik sigortasından yararlanmayacaktı. Belirli süreli
sözleşme daha işçi yararınadır görüşü savunuluyor.
Şimdi burada da acaba mevsimlik işçiler arızi bir işgücü ihtiyacı mıdır
yoksa işletmenin turizm sektöründe özellikle otellerde gördüğümüz gibi
işletmenin sürekli işgücü ihtiyacına mı dahildir. Ki biliyoruz ki her yıl bunlar
farz edin ki bir elli işçi mevsimlik olarak çalıştırmakta, ertesi sene esasında
bunları çalıştırmakta tekrar menfaati bulunmaktadır. Ama şu olabilir, her yıl
elli işçi çalıştırır, ertesi sene iki işçiye daha fazladan ihtiyacı vardır. Bununla
belirli süreli sözleşme yapar. Sadece normal norm kadronun dışında olan
ihtiyaç için veya tam tersine o sene 48 işçiye ihtiyacı olur, iki işçiyi işletme
gerekleriyle iş sözleşmesini feshedebilir. Yani ben özellikle turizm işletmeleri
bakımından artık bunlar normal işgücü ihtiyacına dahil olduğu görüşündeyim.
Bunun dışında hocam bana atıfta bulundular, ama Sayın Murat Özveri
sistemin basitleştirilmesi konusunda bana söz söyledi. Şimdi Avrupa Birliğine
üye ülkelerde feshe karşı koruma hukukunun basitleştirilmesi yönündeki
çabalar dikkat çekici. Örneğin Alman hukukunda bunların işçiyi korumama
gibi bir kaygısı yok. Tam aksine işçiyi koruma ama sistemi basitleştirme ve
uygulanabilir hale getirme. Alman hukukunda işletme gerekleriyle fesihte yeni
yapılan bir düzenlemeyle, son dört beş yıllık bir düzenleme bu, işverenin önce
işçiye bir tazminat önermesi öngörülüyor, eğer işçi bu tazminatı kabul ederse
sözleşme sona eriyor. Dolayısıyla dava yoluna gidilmiyor. Bütün Avrupa
Birliği bu konuda hem fikir. Bizim sistemdeki zorluk ne, hocamın değerli
görüşlerine katılıyorum, bütün kriterlerin birlikte uygulanması isteniyor ve
bizdeki en büyük sorunu ben uygulamada görüyorum, yani bilirkişilik
müessesesinin geldiği durum. Bilirkişi olarak bazen hukukçu da olmayan, mali
müşavir, işletmeci vesaire, bir grup tayin ediliyor ve bunlar maalesef iyi hukuk
bilmedikleri için, zaten hukuk bilmek zorunda değiller çok yanlış kararlara
varılabiliyor.
En son tanık olduğum bir raporda, işletmenin sekiz yıl zarar ettiği,
dokuzuncu yıl artı yüzde 8, 9 zarar etmesinin bir geçerli fesih sebebi olmayacağı belirtiliyor, kaldı ki deyip sonunda da feshin son çare olması ilkesi klişe
olarak yer veriliyor. Yani uygulamada da bu konuda gerçekten ciddi ilkelerin
tespit edilmesi ve bilirkişilik durumunun bence bu noktada da bir daha gözden
geçirilmesi gerektiğini düşünüyorum. Teşekkür ediyorum.
Oturum Başkanı : Evet, biz teşekkür ederiz Sayın ALPAGUT.
Sayın Murat ÖZVERĐ
Murat ÖZVERĐ : Teşekkür ederim sayın başkan, teşekkür ederim
değerli hocam değerli tebliğiniz için. Biz hocamla yaklaşık herhalde bir 23
yıldır tanışıyoruz, ben tanıyorum o da beni. Herhalde bir 20 yıldır karşılıklı
konuştuğumuz için tanıyordur. 20 yıldır da Đş Hukuku Milli Komitesi toplantılarına gidiyorum. Bu 20 yılların hatırına sığınarak söylüyorum, hocam beni
bağışlasın, bu 20 yıllık süre içerisinde avukat olarak, iş hukukçusu olarak, işçi
vekili olarak hiç kendimi bu kadar dayak yemiş gibi hissetmemiştim, hocamın
tebliğinden sonra. Birinci saptamam bu. Đkincisi, Gülsevil hocamın bıraktığı
yerden başlayayım. Evet, Gülsevil hocama böyle bir sözü nasıl söylediniz diye
sordum, o da esneklik diye başlamıştı, araya laflar girdi. Bende tahmin
ediyordum esneklik bağlamında söylediğinizi dedim.
Dolayısıyla burada bir temel ayrım kendini gösteriyor. Bu bir görüş, o
görüşe saygımız var. Ama, iş hukukunun temel amaçlarından birisinin, iş
sözleşmesinin sürekliliğini sağlamak olduğunu bize Savaş hocam öğretmişti. Đş
sözleşmesinin sürekliliğini sağlamanın en önemli yolu da çalışma hakkını
fonksiyonel kılacak, ciddi, uygulanabilir nitelikte bir iş güvencesi sistemi idi.
Bu iş güvencesi sistemine yönelik ulaşılması gereken hedef de yine Savaş
hocamın belirtmiş olduğu 158 ile çizilen yasal çerçeve idi. Şimdi 158’i de
aşmışız hocamın tebliğini ben yanlış anlamıyorsam öyle bir noktaya gelmişiz ki
zavallı işverenlerimiz ne yaparlarsa yapsınlar bir türlü işçi çıkartamıyorlar gibi
bir sonuç çıktı, bir manzara çıktı ya da bende öyle bir algı çıktı. O zaman da
ben soruyorum bizi kim dövüyor diye. Henüz daha krizin adı anılmadan, teğet
mi geçti, ortadan mı geçti tartışılmadan birbirinden farklı onlarca sektörün
içerisinde global ya da küresel kriz nedeniyle işletmemiz krize girmiştir
denilip, onlarca işçi çıkartılması olayıyla karşılaştık. Peki, sistem bu işçilere
karşı nasıl bir güvence getirdi, oraya bakalım, ne sağladı ki işverenleri bu kadar
zor durumda bıraktı.
Birincisi sağladığı şu, iki sene boyunca getirebileceği dört artı dörtlük
bir işe iade tazminatı. Bu işe iade tazminatının bir ay sonrasında işe almıyorum,
işe almadığım için git bildiğin yere başvur diyen, başvurduğunuzda işte
biliyorsunuz ilansız icra, takibi icra takibinden sonraki dava süreci, ortalama
dört yılda ulaşılabilen bir iş güvencesini fonksiyonel kılacak bir sistem,
yargısal boyutuyla, yasal boyutuyla, uygulama boyutuyla böyle bir sistemin
içerisinde iş güvencesini tartışıyoruz. Üstelik öyle bir ülkeyiz ki istihdamın
yüzde 85’ini sağlayan işyerinin büyüklükleri, altı ile 10 işçi çalıştıran işyerlerinden oluşuyor. Yani sanayinin yapısı bu ve emek yoğun bir sanayide ucuz
emek üzerine rekabet üstünlüğü sağlamak için siyasal tercih yapılmış bir
ekonomik modelin içinde bunu tartışıyoruz. Kesiyorum, şunu söylüyorum
sadece pardon, felsefi anlamda, eğer biz iş hukukunun temel ilkelerini yan yana
koyup sonra da ancak işletme içinde olsa esneklik gerekir dersek, ben bunu
matematikte bir büyüklüğü sıfırla çarpıma benzetiyorum. Sıfır yutan elemandır
ne kadar büyük olursa olsun sıfırla çarparsanız sıfır elde edersiniz. Đş
hukukunda korumayı esneklikle çarparsanız elde edeceğiniz koruma sıfır
olacaktır.
Bunun dışında, hocama katıldığım bir iki nokta var. Bence çok tehlikeli
bir şey, eğer biz emredici hükümleri boşluk diye nitelendirirsek, iş hukukunun
kolonlarından, kirişlerinden birisini yıkmış oluruz. Đhbar önerilerini düzenleyen
17’inci madde nispi emredici bir hükümdür. Bu madde kötüye kullanılmış
olabilir. Kötüye kullanılmasına, somut olayın özelliklerine göre hukuk
sistemimizin verdiği ölçülerde müdahale edilir, ama nispi emredici bir
düzenlemeyi boşluk diye yorumlamak bence sakıncalıdır, hocama katılıyorum.
Kıdem tazminatı konusundaki uyarınız içinde yine ayrıca teşekkür
ediyorum. Gerçekten yasa ve yasanın gerekçesinde iş sözleşmesinin sürekliliğine bağlı bir kıdem tazminatı öngörülmüşken sadece fiili çalışma…
Oturum Başkanı : Murat bey affedersiniz ama katıldığınız şeyleri
lütfen sıralamayın, burada soru sorun.
Murat ÖZVERĐ- Peki efendim, teşekkür ediyorum.
Oturum Başkanı : Evet biz teşekkür ediyoruz.
Sayın Elif TAŞKIN, buyurun efendim.
Elif TAŞKIN : Teşekkür ederim, iki sorum olacak birincisi işe iade
davası açıldıktan sonra hani normalde bir ayda çözümlenmesi gerektiği yasada
yer almakla birlikte, uzun süreler devam ediyor. Dava sonuçlandığında, işçinin
lehine gelen işe iade kararı sonunda işçiyi davet etmek istediğimizde bazı
zamanlarda işçiye artık ulaşamadığımız gündeme geliyor. Bu durumda vekiline
yapılacak olan tebligat geçerli sayılacak mıdır, işvereni bu sorumluluktan
kurtarabilecek midir?
Diğer sorum, 21’inci maddenin dördüncü fıkrası yanlış görmüyorsam,
işçi işe başlatılırsa peşin olarak ödenen bildirim süresine ait ücret ile kıdem
tazminatı, yukarıdaki fıkra hükümlerine göre yapılacak ödemeden mahsup
edilir. Bu durumda ikaleye rağmen işe iade davası açmış bir işçi bir şekilde bu
davayı kazanmış, karar kesinleşmişse, bu mahsup işleminde ikaleyle kendisine
sağlanan ek menfaatler sayılacak mıdır, davanın ortasında işveren işçiyi davet
ederse, bu mahsup işlemi yapılacak mıdır, yapılacaksa neye göre yapılacaktır,
teşekkür ederim.
Oturum Başkanı : Biz teşekkür ediyoruz.
Sayın Ulaş DEĞĐRMENCĐ,
Ulaş DEĞĐRMENCĐ : Öncelikle hocama kapsamlı tebliği için çok
teşekkür ederim. Bir sorum olacak ve bir konuda da görüş açıklamak istiyorum.
Önce sorumu yönelteyim, hocam belirli süreli sözleşmeler ilk defa
yapıldıklarında objektif haklı neden ya da esaslı neden bulunmasa dahi böyle
bir sözleşmenin yapılabileceği yönünde görüş açıklıyor. Bu görüşe geçerlilik
tanıdığımızda belirli süreli sözleşmenin azami süresini düzenleyen tek hüküm
Borçlar Kanununda, bu da on yıl. Böyle bir durumda işçiyle dokuz senelik
belirli süreli sözleşme bağıtlanabilir mi, bunun sınırı ne olacaktır, bu konuda
hocamın görüşlerini merak ediyorum.
Hocama katıldığım bir noktayı ifade etmek isterim, o da şu yönde bu
ikale sözleşmeleriyle ilgili bir görüş açıkladı hocam, bunların kolaylaştırılmasının yerinde olacağını söyledi. Ben de aynı görüşteyim. Đşçi bu paraya kısa sürede ulaşmakla zaten bir menfaat elde ediyor. Aynı zamanda boşta geçen süreye ilişkin ücretin işçiye ödeneceği kararlaştırılırsa, bu sözleşmelerde bence
çok yanlış sonuçlara yol açacaktır. Şöyle bir yorum da yapılabilir, işçiye git
davanı aç, ben ilk oturumda davayı kabul ederim, boşta geçen süre de olmaz,
sadece iş güvencesi tazminatıyla yargı kullanılarak bir ikale yaratılabilir. O
nedenle hocamın kolaylaştırma yönündeki görüşlerine katılıyorum, teşekkür
ederim.
Oturum Başkanı : Evet biz teşekkür ederiz.
Sayın Mustafa ÇĐNKILIÇ
Mustafa ÇĐNKILIÇ (Adana Barosu) : Ben de sayın hocama güzel
tebliği için teşekkür ediyorum. Gerçekten keyifle dinledim, ama katılmadığım
konusuna ilişkin bir soru yöneltmek istiyorum bir de bir durumu açıklayarak.
Sayın 9’uncu Daire Başkanımız iki yıl önce Kocaeli’ndeki bir toplantıda iş
akdinin feshinin zaten başlı başına bir travma olduğunu söyledi. Dolayısıyla
hocam da ikale sözleşmesini tebliğinin başına almıştı. Đkale sözleşmesinde de
dairenin görüşü kanaatimce oldukça yerinde bir değerlendirme. Çünkü bugünkü koşullarda bir işçi gerçekten bir menfaati olmadan iş akdini kendisinin feshetmek istemesini düşünmek mümkün değil. Bu nedenle bunun zorlaştırılması
yönünde, uzunca kararlarda uzun uzun ilkesel değerlendirmeleri var. Bence bu
yerindedir diye düşünüyorum. Çünkü kararda da aynen şöyle yazıyor, Borçlar
Kanununun çıktığı günden bu güne yaklaşık 80 yıl geçmesine rağmen hiç gündeme gelmeyen ikale ve benzeri durumlar, ne zaman işe iade davaları 1475
sayılı yasanın 13’üncü maddesindeki iş iade ve iş güvencesi hükümleri gündeme geldikten sonra ve Milli Komite toplantılarında tartışmalardan sonra gündeme gelmeye başladı. Buna Yargıtay kararında işaret ederek, son yıllarda bunun
kötüye kullanıldığını, yani Medeni Kanun 2 anlamında ikale sözleşmesinin
kötüye kullanıldığını ifade ediyor ve bence çok yerinde bir saptama. Hocamın
bunun kolaylaştırılması gerekir yönündeki görüşüne katılmak mümkün değil.
Hocam görüşlerine gerekçe olarak bir Alman hukukçunun 1819 yılındaki bir görüşünü aktardı. 200 yıl önceki bir görüş günümüzün ilişkilerini
anlatması ve açıklaması mümkün değil diye düşünüyorum. Hele hele hocamın
Đstanbul’daki avukatları kast ederek ama ömrünü ve mesleki yaşantısını iş
hukuku davalarından kazanan, DĐSK’e bağlı sendikanın Akdeniz’deki bölge
davalarına bakan bir avukat olarak, taraflar ikale yapıp anlaştılar ama avukatlar
para kazanmak için işçiyi dava açmaya itiyor gibi bu anlama gelen bir
değerlendirmesini talihsiz bir değerlendirme olarak görüyorum. Hocamın bunu
düzelteceğini, geri alacağına inanıyor, teşekkür ediyorum.
Oturum Başkanı : Evet, Sayın Đnciser ALPTEKĐN
Đnciser ALPTEKĐN (Avukat) : Sayın hocam tebliğinizden dolayı
teşekkür ederim. Alt işveren, asıl işveren ilişkisinde iş akdi feshi ve geçersiz
fesih Yargıtay’ımızın görüşü, işe iade geçersiz fesihte, alt işveren bağlı olduğu
işverene işe iade, tazminat ve güvence, iş güvencesi tazminatı ve ücretlerine
ilişkin dört aylık süreye ilişkin ücretlerden sorumluluğu, müşterek müteselsil
sorumluluk olarak yorumlamıştır. Burada doğrudan doğruya, asıl işverene işe
iade kararı verilebilir mi, geçersiz fesih ve işe iade. Bu durumda ne olur? Đkinci
sorum,
Oturum Başkanı : Đnciser Hanım tek soruda bıraksanız iyi olur.
Đnciser ALPTEKĐN : Peki başkanım, hemen, ben yorum yapmıyorum
efendim yalnız, konuşmamı uzun tutmuyorum. Sorular çok kısa, işe iade kararından sonra işçi başvuruyor. Fakat işveren bir aylık sürenin sonuna doğru işe
karşı çağırıyor. Buradaki çağrı usulüne uygun mudur, tazminatlar hukuku açısından, iş güvencesi hukuku açısından nasıl değerlendirilecektir? Teşekkür
ederim.
Oturum Başkanı : Biz teşekkür ederiz.
Sayın Hüseyin ÖZ.
Hüseyin ÖZ : Sayın başkanım teşekkür ediyorum. Ankara Barosu.
Efendim ben hocamın bildirim önerileriyle ilgili TĐS düzenlemelerinde taraflarca yapılan artırımdan hareketle Yargıtay’ımızın verdiği kararla bağlantılı
olarak sorumu sormak istiyorum. Son yıllarda Sayıştay denetimleri neticesinde
kamu kurumlarının ödeme yapan memurlarına, özellikle TĐS düzenlemeleriyle
tarafların işçi lehiyle yapmış olduğu kanundaki asgari düzenlemelerin üzerinde
yapmış oldukları düzenlemelerden hareketle yapılan ödemelerin kanuna aykırı
olduğu, dolayısıyla bu ödemelerin kişi borcu olarak geri ödenmesi gerektiğine
dair, kurum zararı kapsamında geri ödenmesinin gerektiğine dair Sayıştay
kararları çıkmakta. Örneğin bildirim önerileri artırılmış, Sayıştay denetçisi
diyor ki raporunda, bu bildirim önerileri kanuna uygun olarak yapılması
gerekirken taraflarca artırılan miktar esas alınarak yapılmıştır. Veya fazla
çalışma ücretleri yüzde 50 yerine yüzde 100 zamlı olarak yapılmıştır diyor ve
kişi borcu kapsamında değerlendiriyor.
Şimdi sayın başkanım sizin kitabınızın içerisinde de baktım görüşlerinize, 45’inci madde kapsamında doğal olarak asgari miktarı kanun koyucu
belirlemiş. Bunun üzerinde taraflar TĐS ile bir düzenleme yapabileceğine ve
işçi lehine bir artırım yapılacağını kabul ettiğimize göre, burada buna müdahale
edilmesinin sınırı ne olacak, nereye kadar müdahale edilecek, Sayıştay bunları
geçersiz kabul etme noktasına doğru bir eğilim gösteriyor. Kişi borcu
çıkartıldığında, işçiden bunlar talep edilebilecek mi? Bu konudaki görüşlerinizi
istirham ediyorum efendim.
Oturum Başkanı : Evet teşekkür ediyorum.
Şimdi tüm bu sorulara yanıt vermek üzere Sayın Hocamız Savaş
TAŞKENT’e söz veriyorum. Buyurun hocam.
Prof.Dr. Savaş TAŞKENT (ĐTÜ Đşletme Fakültesi) : Teşekkür
ediyorum. Efendim ilk söz alan değerli meslektaşım Öner Eyrenci, ölçülülük
ilkesi Avrupa hukukunda, daha doğrusu Almanya’da daha evvel yargı
kararlarıyla getirildi, yerleşti, sonra da yasaya aktarıldı dedi. Gerçekten
Avrupa’da bugün yasal düzenleme olarak gördüğümüz birçok madde daha
evvel toplu sözleşmelerle öngörülmüş bulunmaktaydı. Yalnız ölçülülük ilkesi
Avrupa’da eski tarihlerde doğrudan yargı tarafından mı ele alınmıştır; yoksa
işçinin ya da vekilinin öne sürmesi üzerine mahkeme tarafından mı karara
bağlanmıştır; şu anda bunu bilmemiz mümkün değil.
Şimdi bizim hukukumuza baktığımız zaman, burada soyut kavramlar
var. Kanun diyor ki, işçinin kişiliği, yeterliliği, davranışları, işletmenin, işçinin
ya da işin gereklerinden kaynaklanan bir sebeple fesih yapılabilir. Şimdi bir
işveren olarak bu sebepleri ortaya koyup, bunları da ispat etmekle yükümlüsünüz. Yani bunun dışında öğretiyle, yargı yolu ile belirli ilkeler getirip, bunlar
da göz önünde tutulacak derseniz, hukuk güvenliğini zedeleyebilirsiniz. Bu
ilkeler, bu önlemler ancak maddenin uygulanmasında, yorumunda yardımcı
olabilir. Yoksa ayrıca bunlara dayanarak, madde ortadayken, bir ilke çerçevesinde çözüm üretmek hukuk ilkesine de, hukuk güvenliğine de zarar verir
diye düşünüyorum. Esasen bu söylediklerimi de Alman hukukundan aldım. Burada slayt ile gösterdiğim ifadede de, sözü edilen ilkeler yasadaki kavramların
somutlaştırılması için ancak yardımcı olabilir deniliyor. Bunlar tek başına
ilkeler olarak olayların çözümlenmesinde kullanılamaz deniliyor. Kaldı ki, bu
kadar çok ilke ve önlemin varlığı Alman ekonomisi için yararlı mı olmuştur,
dolayısıyla Almanlar bunlardan memnun mudurlar, bu da tartışılabilir.
Ölçülülük ilkesi, temel hakların sınırlandırılmasına ilişkin olarak, idare
hukukunda yer almıştır. Yalnız bunun özel hukukta uygulanıp uygulanmayacağı tartışmalıdır; yani Almanya ‘da da bu konuda kesin bir görüş yok. Bu husus
sizin tebliğinizde de var,
Sayın Şahlanan şunu sordu: “sözleşmenin ihbar ve kıdem tazminatı
ödenmesi şartıyla feshini talep ediyorum” acaba bu nedir? Yargıtay’ın da söylediği gibi şarta bağlı olarak bir fesih yapılamaz, bu ancak ikale yapılması konusunda bir öneridir, bir icaptır. Đşverenin de bunu kabulüyle ikale gerçekleşir.
Bence bu da uygun bir çözümdür.
Fevzi ŞAHLANAN : Hayır, o icaba davettir. Eğer illa Borçlar Hukukunda iradenin ne anlama geldiğinin adını söylerseniz bu icaba davettir. Burada
işçi iş akdinin feshedilmesini kıdem ve ihbar tazminatı ödenmesi şartıyla işverenden talep ediyor, iş akdini feshetmiyor, burada bir fesih söz konusu değil.
Prof.Dr.Savaş TAŞKENT Onun fesih olduğunu söyleyen de yok. Sen
icaba davet diyorsun, ben icap dedim.
Oturum Başkanı : Efendim, soruların gelişini ben sonunda
anlatacağım.
Savaş TAŞKENT : Bildirim sürelerinde üst sınır konusunda, benim
son zamanlarda görüş değiştirdiğimi, öyle bir izlenim bıraktığımı söyledi Sayın
Şahlanan. Galiba görüş değiştiren sizsiniz. Çünkü sizin yazdığınız makalede,
“olaya özgü olarak bu karar doğrudur ama bunu ilke haline getirmek doğru
değildir. Her olayda bildirim sürelerinin artırılmasına bir tavan getirmek toplu
sözleşme özerkliğine uymaz” demiştiniz diye hatırlıyorum, yanlış hatırlamıyorsam.
Ben yine aynı görüşteyim, taraflar toplu iş sözleşmesi erki çerçevesinde
üst sınırı istedikleri gibi kararlaştırabilirler. Eğer işverenin işine gelmiyorsa
bunun da yolları 2822’de vardır diye belirtmek istiyorum.
Sözleşmenin emeklilik dolayısıyla feshedilmesi. Olayda işçi emeklilik
hakkını kazanmıştır, işveren kıdem tazminatını ödeyerek kendisini işten
çıkarmaktadır. Sonra işçi işe iade ve ihbar tazminatı istemektedir.
Şimdi bu bir fesih mi değil mi, öyle bir soru sordunuz yanlış hatırlamıyorsam, yanlış mı hatırlıyorum?
Fevzi ŞAHLANAN : Đşveren iş akdini ihbar koyarak fesih eder veya
ihbar tazminatı ödeyerek fesih eder. Đşçi bu arada emekliliğini istemiş. Bu
işçinin emeklilik nedeniyle feshi midir yoksa işveren tarafından yapılmış feshe
mi öncelik tanıyacağız, tabii bunun sonuçları olarak da kıdem tazminatı,
borçlanma, işe iade davası ona göre çözülecektir. Benim ortaya koymak
istediğim bu.
Savaş TAŞKENT : Bildirim süreleri dolmadan işçi emekliliğini
istiyorsa, o zaman işçi sözleşmeyi feshetmiştir. Çünkü bildirim süreleri içinde
iş ilişkisi aynen devam eder. Đşçi çalışmak, işveren de onu çalıştırmakla
yükümlüdür.
Peşin ödemişse iş değişiyor. Bu durumda işveren iş sözleşmesini
feshetmiş olur. Yani bildirim süreleri içinde çalışmak ayrı, peşin ödeyerek
çıkarmak ayrı. Yargıtay’ın kararları da bu noktada zaten.
Sayın Alpagut, eğer esaslı bir neden varsa sözleşmenin yenilenmesinin
kötüye kullanabileceğini ifade etti. Yani belirli süreli bir sözleşme, bir, iki, üç,
beş kez yapılıyorsa zaten artık orada belirli yapılmasının bir anlamı yoktur,
süreklilik vardır dedi. Ancak, kanunun 3’üncü fıkrasında esaslı nedene dayalı
zincirleme sözleşmeler bu özelliğini korur diyor. Bunu korur dediğine göre ya
esaslı neden kalkmıştır ya da varsa kanun hükmü uygulanır. Nereye kadar
uygulanır, gerçekten bunun bir kötüye kullanım olduğu işçi tarafından iddia
edilir ve ispat edilirse, oraya kadar. Aslında burada kanunumuzda bir eksiklik
var; belirli süreli sözleşmelerin de yapılmasının bir üst sınırı olması
gerekiyordu, o üst sınır kanunda yok, bizde yok. Avrupa Birliği yönergesi ve
diğer hukuklarda bunların esaslı neden olsa bile belli bir süre üç yıl, beş yıl
devam edebileceği öngörülmüş bulunmaktadır. Maalesef bizde bir üst sınır
olmadığı için, ancak kanımca işçi işin sürekli olduğunu, işverenin kendisini
dürüstlük kuralına aykırı olarak bu şekilde çalıştırdığını öne sürerse, sanırım
Yargıtay’da o zaman farklı bir karar verecektir.
Sistemin basitleştirilmesi konusunda kanun hazırlandıktan sonra
eleştiriler ortaya çıktı. Çoğu kişi Alman hukukunda olduğu gibi keşke dava
aşamasında hakim taraflara uzlaşma teklif edebilse, bir tazminatla bu iş
çözümlenebilse, öyle bir düzenleme getirilebilse diyor idi haklı olarak. Çünkü
Sayın Özveri’nin de belirttiği gibi pratikte bu uyuşmazlıklar son derece uzun
bir zaman almaktadır ve sıkıntı yaratmaktadır.
Bende zaten o noktayı işaret ettim. Yasal düzenleme çok basit bir
şekilde değil. Olayları çabuk çözümleyecek nitelikte de değil. Bunun üzerine
birde yargının birtakım kendiliğinden eklemeler yapması sistemi daha zorlaştırıyor dedim. Ne var ki şimdi burada acaba asıl sorumlu ya da kusurlu olan
kim diye sorarsanız bence burada bir yargı reformunun halen yapılmamış
olması bu sistemin işlemesini de engelleyen önemli bir etken. Herkes yargı
reformundan söz ediyor ama bu reform bir türlü ortaya çıkmıyor. Bu ara
mahkemeler yoluyla mı olacak, nasıl olacak, bilemiyorum. Ancak, davaların bu
kadar uzamasının önlenmesi lazım.
Murat Özveri dayak yemiş gibi hissetmiş kendisini. Sevgili arkadaşım,
sana yönelik olarak hiçbir saldırıda bulunmadığımı sanıyorum. Son sözlerinle
de söylediklerime bazı hususlarda katıldığını söyledin. Elbette konuşmamda
bazı noktalar bir işçi temsilcisi olarak senin hoşuna gidecek, bazıları da
gitmeyecektir. Bunun dayakla ne ilgisi var?
Đş güvencesi sisteminde benim en ufak bir dönüşüm yok, onu belirteyim. Hatırlarsınız bir sayın başkan gözünün rengini beğenmediğim adamı
işten çıkartırım diyordu. Şimdi o durum yok. Biz o durumun kalkması için
kişinin gözünün rengi ya da niteliği ya da ırkı vesaire dolayısıyla işten atılmasının adil olmadığını, hakkaniyete uygun olmadığını, bunun mutlaka bir sebebi
olması gerektiğini söylüyorduk. Çıkan kanun da 158 sayılı ILO Sözleşmesi
paralelindedir. Bunun dışında bir sapma yok. Đşverenler kriz gelmeden işçi
çıkartıyorlar, diyorsunuz. Ama, mahkemeler de hepsi hakkında işe iade kararı
veriyor; bunu neden göz ardı ediyorsunuz?
Bakın size bir başka şey söyleyeyim: Burada öğleden evvel dile
getirildi, iş sağlığı ve güvenliği kanununda birtakım hükümler getiriliyor.
Ayrıca torba kanunda da bir sürü hükümler var. Bunlar mevcut sistemi çalışan,
yani işçi aleyhine bozuyor. Acaba sendikalar buna ne tepki gösteriyorlar? Ben
de bunu merak ediyorum.
Özetle, iş güvencesiyle ilgili olarak benim düşüncelerimde en ufak bir
değişiklik yok. Ama burada tek taraflı düşünmek mümkün değil, birde işveren
kesimini, onunda anayasadan, kanundan kaynaklanan bir fesih hakkını, onu da
göz önünde tutmak gerekir diye belirtmek istiyorum.
Elif hanım diyor ki, işe iade davası açıldı ama biz işçiye ulaşamıyoruz,
ne yapalım, vekiline tebliğ yapabilir miyiz? Kendisini bulamıyorsanız herhalde
vekiline yapacaksınız, başka da çaresi yok.
Đkale sözleşmesi yapıldı ama işçi bunun geçersiz olduğunu söyledi ve
işe döndü. Bu arada aldıkları ne olacaktır? Elbette aldıkları sebepsiz zenginleme hükümleri uyarınca geri ödenecektir.
Ulaş bey, belirli süreli sözleşme bir defa yapıldığında geçerliyse bunun
sınırı ne olacak diyor. Bunun sınırının olmaması da bir eksikliktir. Birden fazla
tekrarlamada da bir sınır olmaması yasa bakımından eksikliktir. Ama işçi de
altı yıl, yedi yıl belirli süreli bir sözleşme yapıyorsa, tahmin ediyorum bu üst
düzey bir elemandır, bunda bir menfaat görmüş olmalıdır. Ama bunun sınırının
yasa ile saptanmasında yarar var diye belirtmek isterim.
Đş akdinin feshi travmadır, denilmiş. Doğru söylenmiş. Elbette, çalışan
için iş akdinin feshi bir travmadır. Kendisinin ve ailesinin tek geçim
kaynağından olmaktadır. Kimse bunu arzu etmez. Bumun için de zaten bir
sebep getirmesi, işçiyi işten çıkarmasında uygun görülecek geçerli bir sebep
getirmesi kanunda öngörülmüştür.
Acaba bu davaların hepsi işçinin kendi iradesiyle mi açılmıştır?
Bazıları ek bir para kazanmak amacıyla olmuştur dedim. Bunu protesto etti
arkadaşımız. Edebilir, ama ben de uygulamanın çok dışında değilim. Yani ben
de bu işleri biliyorum. Her avukat böyle yapıyor ya da avukatların çoğunluğu
bu yola gidiyor da demedim. Bu şekilde de olabiliyor şeklinde bir ifade
kullandım. Ayrıca, benim Almanya’da 200 yıl evvel yazılmış görüşleri burada
dile getirdiğim ifade edildi. 1819 sayısı kitabın basım yılını değil, benim o
paragrafı aldığım sayfayı göstermektedir. Kitap 2009 yılında basılmıştır.
Đşe iade kararından sonra Sayın Alptekin diyor ki, işçi beni al diye
başvuruyor ama işveren bir aylık süreyi bekle diyor. Bu da yasanın ona tanıdığı
bir olanak. Bir aylık süre içinde organizasyonunu ona göre tekrar yapıp, işçiyi
işe alması için işverene tanınmış bir imkân.
Hüseyin Öz Bey, bildirim süreleri toplu sözleşmelerle artırılıyor ama
Sayıştay denetçisi de bunu kişi borcu olarak kabul ediyor. Burada aslında
sanıyorum sayın başkana yöneltildi bu soru, ne yapılabilir, iş hukuku açısından
sorun yok, toplu sözleşmelerle bildirim süreleri artırılabilir. Bunun Sayıştay
denetçisi tarafından farklı değerlendirilmesi iş hukukuyla bağlantılı değil.
Çok teşekkür ediyorum.
Oturum Başkanı : Evet, sayın hocamız nitelikli ve özgün sorulara yine
kendine has üslubu ile yeterli ve doyurucu yanıtlar vermiştir. Kendisine
teşekkür ediyorum. Ben son bir kez yine sabrınıza güvenerek, sadece Dairemin
uygulamaları konusunda bir kısa bilgi vermek istiyorum.
Öncelikle bizim içtihatların ayrıntılı olması veya gereğinden uzun
olması şeklindeki düşünceye ben şöyle yanıt vermek istiyorum. Bizim amacımız kurumu ve kuramı tüm mahkemelere anlatmak. Bundan şu anlaşılmasın,
biz mahkemeleri bu ilke kararlarıyla yönlendiriyoruz. Hayır, asla, biz onların
kararlarından yararlanıyoruz. Onların bizim düşüncelerimizi geliştirici fikirleri
var. Kendilerine teşekkür ediyoruz. Çok büyük bir yoğunlukla, çok büyük özveriyle çalışıyorlar. Ancak ufak yerler var ve iş güvencesi gibi bir kavram,
kurum, son derece karmaşık, çetrefilli. Dolayısıyla biz o ilke kararlarında şöyle
olursa şöyle, böyle olursa böyle olur şeklinde çeşitli olasılıklara yanıtlar
veriyoruz. Bunun hakime gelecekteki uyuşmazlıkları da çözmede kolaylık
sağlayacağı nedeniyle uygulamayı devam etmek istiyoruz.
Konu başlıklarından biri ikale, şimdi ikale olayında aslında taraflar bir
araya geliyorlar ve iş sözleşmesine akçalı yönden nasıl son verileceği konusunda bir anlaşmaya varıyorlar. Đkale bu karşılıklı bir anlaşmayla sonuçlanan
bir hukuku kuramdır, kavramdır. Ancak çok farklı şekilde geliyor uyuşmazlıklar. Örneğin işçinin bir kıdem ve ihbarını vermek koşuluyla iş sözleşmesinin
feshini kabul ediyorum şeklinde bir teklifi var. Daha sonra dava açıyor, biz
burada şarta bağlıdır şeklinde kabul ediyoruz. Ancak bu o kadar çok çeşitli
geliyor ki, önce anlaşıyor beyaz kâğıt üzerinde. Daha sonra işe iade davası
açıyor. Biz burada önce tek işçi mi çıkarıldı, birden fazla mı işçi çıkarıldı,
işyerinde bir kaynaşma hukuki bir kavga var mı, kriz var mı, işveren çünkü bir
kriz ortamında da bu yola gidebilir. Veyahut da yeni bir yapılandırma olarak mı
yapılıyor? Nitekim işte Demir Çelikte oldu, çeşitli yerlerde oldu, kamu
kurumlarında oldu, kıdem tazminatına belirli bir miktar fazla ödeme yaparak,
işçinin kendiliğinden bu olayı kabul etmesi şeklinde, bir karşılıklı bir anlaşma
yolunu açtığı durumlar da var.
Şimdi, işçi eğer memnun olsa bu anlaşmadan, zaten dava açmaz.
Đstisnai durumlar olabiliyor. Ama biz burada serbest iradelerine bakıyoruz.
Örneğin, işçi diyor ki, işveren bu tazminatları kabul et, işten ayrıl diyor. Aksi
halde, işte bunu kabul etmezsen ben senin iş sözleşmeni bir sebep bularak
feshederim. Biz bu durumda tüm delilleri topluyoruz ve gerçek iradelerin hangi
noktada toplandığına karar veriyoruz.
Biz, kıdem ve ihbarın dışında artı bir menfaati olacak ki işveren bu iş
güvencesinin daha fazla olan akçalı yaptırımından kurtulmak istiyor diyoruz.
Yani işveren burada işe iade davasının sonuçlarından kurtulmak istiyor. Çünkü
en azından dört dört ay, daha eder sekiz ay. Zaten işveren geçerli olarak bir
ekonomik bunalımdan, işyeri gereklerine güvense bu tür anlaşmaya zaten kolay
kolay gelmez. Velhasıl biz bu anlaşmanın gerçekten gerçek iradelerinin sonucu
olup olmadığını, delilleri toplayarak sonuca varmak istiyoruz.
Ek ödeme varsa, sayın hocam gayet güzel yanıt verdi, eğer işe iade
davası açmışsa bu ödenen miktar geri alınır. Bu konuda bir tereddüt yok.
Bildirim sürelerinde üst sınır olgusu, genellikle belediyelerde olur.
Belediyeler seçime girmeden önce ihbar süresini aşırı olarak belirliyorlar.
Şimdi toplu iş sözleşmesi özerkliğine sığınarak nispi emredici hükümlerin aşırı
olarak belirlenmesini hukukun koruması beklenemez. Çünkü o işveren gittikten
sonra veya o belediye seçimi kaybettiği zaman diğer belediye başkanı geliyor
ve bakıyor ki edimler arasında büyük oransızlık var. Bu durumda Borçlar
Kanununun genel hükümlerinin buraya müdahale etmesi lazım. Aksi takdirde
toplum düzeni bozulur. Yani toplu iş sözleşmesi özerkliği, tarafları haklarını
kötüye kullanmasının bir gerekçesi olamaz.
Sınırlama olayına gelince, biz davalar gidip gelmesin diye bir ölçüt
koyduk, davaların biran önce bitmesine yönelik bir ölçüt.
Bir Katılımcı : Özel sektörde mi?
Oturum Başkanı : Özel sektörde şimdiye kadar hiç gelmedi ama gelse
dahi bu olabilir.
Dediğim gibi, yani Borçlar Kanununun genel hükümleri var, birde
hakkın kötüye kullanılması olgusu var. Haydi, onun üstünde birde hakkaniyet
olayı var diyoruz. Evet, şimdi fesih olayı. Şimdi fesih olayı bozucu yenilik
doğurucu haktır. Karşı tarafa varmayla tüm sonuçları doğar. Şimdi işçi işe iade
davası açacak. Đşe iade davası açtığında, sen emekli olamazsın diyoruz, emekli
olamadığı zaman kişi ne yiyecek, ne içecek? Yaşlılık aylığı almaya hak
kazandı, fakat diyoruz ki, sen emekli olursan yaşlılık aylığı alırsan, ben
sözleşmeyi senin feshettiğini kabul ederim ve işe iade davanı da reddederdim.
Şimdi bunun adaletle örtüşmesi hakikatten bir sıkıntı yaratır.
Disiplin kurulu kararlarına gelince, şimdi eğer bir fesih disiplin kurulu
kararından geçirilmesi gerekiyor diyorsak, eğer disiplin kurulu kararına
uymadan fesih varsa, biz burada haklı fesih dahi olsa feshi geçersiz kılıyoruz.
Fakat burada bir denge sağlamak ihtiyacı duyuyoruz. Diyelim ki, işveren bu
lüzuma uymadı. Ama öbür yandan da, yaptığı eylemler o işçinin o işyerinde
kalmasını gerektirmeyecek ağırlıkta, yani iş barışını bozucu nitelikte. Şimdi
onun işyerinde kalması ve çalışmaya devam etmesi o işyerindeki düzeni bozacağına göre, biz burada dengeli bir çözüm ürettik. Dedik ki, tamam sen fesihte
haksızsın. Đşçiye de, al kıdemini, al ihbarını, ama seni işe iade etmiyoruz,
diyoruz. Đşçi kıdemini, ihbarını alsın; çünkü geçerlilik ağırlıkta. Yani haklı
fesih ağırlıkta değil, geçerli fesih ağırlıktadır diyoruz.
Burada şu var, sayın hocamın da aklına takıldı. Đşveren altı iş günlük
süreyi kaçırdı, bu durumda yani savunmasını almama durumunda işveren “ben
burada kâr ederim” şeklinde düşünmemelidir. Hakkın kötüye kullanılması şeklinde gelen her türlü uyuşmazlığa biz müdahale ediyoruz. Burada hak kötüye
kullanılmıştır, bunu yapamaz diyoruz.
Ultima ratio ilkesi üzerinde epey yoğunlaşmış değerli hocam. Hocamın
normatif açıdan görüşlerine katılıyorum. Ancak, Alman işçisinin iş güvencesinde ultima ratio ilkesinden yararlanması önce ilke sonra kanun bazında
oluşmuş. Biz de kanun koyucuya diyoruz ki, ilkesel bazda bakın biz ilke olarak
ultima ratio ilkesini kabul ediyoruz, içtihatlarla bunu oluşturduk siz de bunu
kanuna koyun. Almanya’da da o şekilde olmuş herhalde, bu anlatılanlardan
anladığım kadarıyla. Sonra iş güvencesini her şeyiyle bütün mükemmeliyetiyle,
içtihatlarıyla, kurumlarıyla, kuramlarıyla yerleştirmemizde niçin bir sakınca
olsun diye düşünüyorum. Hocama tabii katılıyorum, kanunda böyle bir şey
yoktur diyor; ama biz de Türkiye’nin şartlarını değerlendiriyoruz. Đş güvencesine en fazla gerek duyulan ülke Türkiye. Büyük bir işsizlik var. Đş güvencesi
kurumunun Türkiye’de çalışma ilişkisine getirmek istediği şey nedir, işçi önce
işine sahip olsun. O halde bu güvenceyi sağlamak için ultima ratio ilkesinin
gerçekleştirilmesi kanımca doğru olur.
Ölçülülük ilkesine gelince,
Savaş TAŞKENT : Sayın Başkan burada izin verin, ben bir açıklama
yapmak zorundayım. Ben ultima ratio ilkesine karşı değilim. Yani sözlerime
başlarken bunun gerekli olduğunu da ifade ettim; ama doğrudan mahkeme
tarafından tüm ilke ve önlemlerin araştırma konusu yapılması talimatı
verilmesini eleştirdim. Davacı ya da vekili bunu ortaya koyar, ileri sürer, ispat
ederse, mahkeme burada araştırma yapar, elbette yapacaktır. Yani, dürüst bir
işverenden beklenen davranışı her bir işverenin göstermesi lazım. Mesela işçi
diyebilir ki, tebliğimde de var zaten, işçi derse ki ben garsonum, tamam burada
işyerinde eleman fazlalığı var, ama aynı işletmenin falanca yerdeki işyerinde de
garson ihtiyacı var. Beni oraya alabilirdi, almadı, doğrudan işten çıkardı. Đşçi
bunu derse mahkemenin de bilirkişinin de buna bakması lazım. Sizin de
üzerinde durmanız lazım. Hani o konuda ben ultima ratio ilkesine esastan
karşıyım gibi bir anlam çıktıysa, onu düzeltmek için sözünüzü kestim, özür
dilerim.
Oturum Başkanı : Evet, teşekkür ederim hocam aydınlatmanız için.
Ben yine şuraya geleceğim. Ölçülülük ilkesi. Avrupa Đnsan Hakları Sözleşmesini uygulayan mahkemenin ilke kararlarında ölçülülük ilkesi var. Bütün
kararlarda bir ilke kararları oluşturuyoruz. AĐHM’ nin de kararlarında ölçülülük
ilkesi var. Yani kuramsal olarak önemli bir ilke diye düşünüyorum.
Şimdi biz ekonomik krizle karşılaştığımızda hemen bir hazırlık yaptım.
Bilkent Üniversitesinden ekonomi profesörlerini çağırdım, lütfettiler geldiler.
Dedim ki, ekonomik global kriz nedir, sektörel kriz nedir, işletmesel kriz
nedir, işyerinde yapılan kriz nedir, coğrafi kriz nedir, bunlar neye denir? Biz
yargıç olarak bunların ne anlama geldiğini öğrenmek istedik. 2010 kararlarında
bunları göreceksiniz. Ve onların dediklerinin hepsini bilimsel olarak kararlarımıza yerleştirdik. Đşletme ve işyerinde, bilânçolara baktırdık, hatta coğrafi
açıdan diyelim ki Denizli’de tekstil sektöründe bir kriz var fakat Kayseri’de
yok diyelim. Bunları da farklı aldık. Burada amacımız dürüst işvereni de
korumak, dürüst işçiyi de korumak. Ama gerçeği bulma hakkımız var. Gerçek
durum nedir, çünkü yargının yanıltılması problemiyle karşılaşabiliriz diye
düşünüyorum. Bu tüm açıklığıyla tüm gerçekleri her şeyiyle görmek istiyoruz
ve bunun hazırlığını yaptık. Sayın hocam hani dedi ki, içtihatlarda bazı şeyler
fazladan dedi. Biz durgunluğu falan 2010 kararlarında daha ayrıntılı inceledik
ve bu durgunluğun nereden kaynaklandığı ve işyerinde ve işletmede nasıl bir
sonuç doğurduğunu araştırdık buna göre ilkelerimizi genişlettik.
Bizim işletmesel kararlarla ilgili görüşlerimizi zaten söyledik. Gerçi
kavram açısından Sayın Devrim Ulucan da bizi eleştirdi, biraz daha sadeleştireceğiz, o sözü veriyorum, ama şundan da korkuyoruz yani biz mümkün
olduğu kadar ayrıntılı inceleyelim ki doğru sonuca varalım.
Sosyal seçim kriteri yerine objektif kriteri getirdik. Mevsimlik
çalışmayla ilgili olarak, sayın hocamın işte askı süresinin kıdeme sayılması
konusunda eleştirisi bulunmaktadır. Sayın Sarper Süzek hocamızın da görüşü
bu yöndedir. Fakat dediğim gibi biz ekonomik dengeleri korumak zorundayız,
diye düşünüyorum. Askı süresi içerisinde işçi bir başka yerde çalışabilir. O
zaman o askı süresinin iki yerde kıdeme sayılması gerekecek. Hangi işyerinde
sayılması gerekecek sorunu var. Dört ay çalışan diyelim bir mevsimlik çay
işçisi, sekiz ay daha çalıştığı kabul edilirse böyle bir şeye varılsa, bunun hukuki
sonuçlarında biraz sıkıntı duyulur diye düşünüyorum. Ve tabii teoriyle pratik
veya yaşamın sosyal gerçeklerinin örtüşmediği noktalar olmaktadır. Ama biz
bunun dengeli uyum içinde çözmeye çalışıyoruz. Yalnız Sayıştay ile ilgili bir
soru gelmişti, şimdi biz hukukçu olarak bunu bu şekilde çözüyoruz; nispi
emredici hükümler. Sayıştay’ın bunu bilmesi lazım, ama verdiği karar idari bir
kararsa tekrar idareye başvurulur olay çözümlenir diye düşünüyorum.
Ve başta hocam olmak üzere… Ha bir şey daha, 11’inci maddeyle ilgili
bir ilavede bulunayım. Ben “Đş Kanununun Yorumu” kitabını yazdığımda
aynen hocamın görüşünü paylaşıyordum. Yani mademki bu esneklik var, ilk
yasanında açıklamasından belli, burada yasa objektif neden, esaslı neden ilk
sözleşmede istemiyor dedim. Benim kişisel düşüncem hâlâ hocam gibi, ama
dairece görüşümüz daha önce ifade ettiğim şekilde.
Önce sayın hocama çok teşekkür ediyorum, sizlere de sabrınız için
teşekkür ediyorum.
Toplu Đş Đlişkileri
Oturum Başkanı
: Prof. Dr.Münir EKONOMĐ
Đstanbul Teknik Üniversitesi Đşletme Fakültesi
Tebliğ Sahibi
: Prof. Dr. A.Can TUNCAY
Bahçeşehir Üniversitesi Hukuk Fakültesi
I. GĐRĐŞ
Son yirmi-yirmibeş yıldan beri Yargıtay’ın Đş Hukukuna ilişkin kararları içinde Toplu Đş Hukukuna dair kararlar Bireysel Đş Hukukuna oranla çok
daha az bir yer kaplamaktadır. Toplu Đş Hukukuyla ilgili kararların çoğunluğu
ise sendikalar ve toplu iş sözleşmeleriyle ilgili olup grev ve lokavtla ilgili olanlar üçü-beşi geçmemektedir. Bu trend 2009 yılı kararları içinde de artarak sür-
müştür. Bunda 9. HD.’nin mesaisinin büyük kısmını hizmet akdinin feshiyle ve
özellikle geçerli nedenle fesihle ilgili kararların almış olmasının ve de uygulamada toplu iş uyuşmazlıklarının eskiye oranla azalmış olmasının etkisi bulunmaktadır.
2009 yılı içinde verilmiş olan Toplu Đş Hukukunu ilgilendiren 35 kadar
karara rastlamış isek de bunlardan 32 tanesini bu seminere taşınabilir değerde
bulduk.
Kararların değerlendirilmesine geçmeden önce son birkaç yıldır Yüksek Mahkeme kararlarında göze çarpan bir özelliğe dikkat çekmek istiyoruz.
Artık kararlar önceki yıllarda sıklıkla eleştiri konusu yapıldığı gibi çok kısa,
genelde birer sayfalık gerekçeler şeklinde yazılmayıp 4-5 sayfayı bulan uzun
gerekçeli kararlar biçiminde ortaya çıkmaktadır. Bu eğilim olumlu ise de bu
kararlarda gerekçe olarak sunulan şeyler uyuşmazlık konusuyla az ilgili olan ya
da pek ilgili olmayan genel bazı Đş Hukuku bilgileridir. Öyle ki, uzun uzadıya
bazı Đş Hukuku bilgileri verildikten sonra somut olaya ayrılan kısım çoğunlukla
bir veya iki paragraftan öteye gitmemektedir. Bu da okuyanı gerekçe ile somut
olay arasındaki bağın kurulması noktasında tereddüte sevk etmekte veya
zorlamaktadır. Her şeye rağmen kararlarda varılan sonuçların çoğunlukla
isabetli olduğunu söyleyebiliriz.
Kararlardaki yazı hataları ve cümle düşüklükleri de dikkat çekici boyuttadır. Dileğimiz kararlarda genel Đş Hukuku açıklamalarının nispeten kısa
tutulup gerekçe kısmının somut uyuşmazlığa odaklanmasıdır. Bu tercihin kararların doğru anlaşılmasına ve uyuşmazlıkların çözümlenmesinde daha isabetli
sonuçlara varılmasına katkı sağlayacağı kanaatindeyiz.
II. SENDĐKALAR HUKUKU ĐLE ĐLGĐLĐ KARARLAR
1. Mevsimlik Đşçinin Sendika Üyeliği
Bu konuda Yargıtayın sadece mevsimlik işçinin sendika üyeliğine
değinen 2009 yılına ait iki kararına rastladık. Mevsimlik işler Türk Đş Hukuku
mevzuatında tanımlanmış ve yeterince açıklanmış değildir. Sadece 4857 sayılı
ĐşK.’nun toplu işçi çıkarma ile ilgili 29uncu, yıllık ücretli izin hakkındaki
53üncü maddelerinde mevsimlik işlerle ilgili bir iki kural vardır. Bir de 394
sayılı Hafta Tatili K.’nda (md. 4/F) mevsimlik işlerden söz edilmiştir o kadar.
Faaliyetin yılın sadece bir döneminde genelde mevsim şartlarına bağlı olarak
sürdürülebildiği veya faaliyetin yılın bazı dönemlerinde yoğunlaştığı bazı
dönemlerinde ise tamamen durmayıp azaldığı işyerlerinde yapılan işler
mevsimlik iş olarak tanımlanmaktadır(S. Süzek, Đş Hukuku, 4. bası, Đstanbul
2008, 241 ; H. Mollamahmutoğlu, Đş Hukuku, 3. bası, Ankara 2008, 353-354 ;
E. Akı, Mevsimlik Đşlerde Çalışma Sorunları, Prof. Dr. Turhan Esener’e
Armağan, Ankara 2000, 250). Bu işlerin özelliği her yılın belirli dönemlerinde
düzenli olarak tekrarlanmasıdır. Uygulamada bazı oteller, plajlar, bazı gıda,
tarım, ormancılık ve inşaat işyeleri mevsimlik çalışan işyerleridir. Mevsimlik
de yapılsa bu işyerlerindeki çalışmaların hizmet akdine dayandığı kuşkusuzdur.
Mevsimlik iş sözleşmesi, duruma göre belirsiz süreli veya belirli süreli olabilir.
Hizmet akdinin türüne bakılmaksızın mevsim geldiğinde çalışılarak, mevsim
geçtiğinde çalışmaya son verilerek fakat peş peşe sürdürüldüğü durumlarda
çalışılmayan sürelerin askıda süre olduğu kabul edilir. Bu süre içinde ücret
ödenmezse de kıdem tazminatı hesabında nazara alınır(Mollamahmutoğlu, 353;
Akı, 254 vd.; Eyrenci/Taşkent/Ulucan, Bireysel Đş Hukuku, 4. bası, Đstanbul
2005, 81-82). Bununla birlikte Yargıtay 9. HD., kıdem süresinin hesabında
akdin devam süresini değil, işçinin çalıştığı sürelerin toplamını esas almaktadır
(9.6.1988, E. 9790, K. 6378; 22.3.1988, E. 1344, K. 3384: Eyrenci/Taşkent/
Ulucan, 83).
Mevsimlik işçinin kıdem, ihbar tazminatı, bayram, genel tatil ve yıllık
ücretli izin hakkı alacağı nedeniyle açtığı alacak davası nedeniyle verilen bir 9.
HD. kararında(28.12.2009, E. 13374, K. 38504: Legal ĐşHSGHD., 25/2010,
371 vd.). Yüksek Mahkeme uzun uzadıya kıdem tazminatı, kıdem tazminatına
hak kazanmanın şartları, hesaplanması ile mevsimlik iş sözleşmesinin tanımı,
kuralları, mevsimlik işçinin hakları üzerinde açıklamalar yaptıktan sonra kararın son sayfasında bu işçilerin sendika hakları, sendikaya nasıl üye olabilecekleri konusunda şu açıklamaya yer verilmiştir:
“Mevsimlik işte çalışan işçilerin, 2821 sayılı Sendikalar Kanunu’nun
20. maddesi uyarınca, çalıştıkları işyerinin bağlı olduğu işkolunda kurulu işçi
sendikasına üye olabilme hakları bulunmaktadır. Bunun yanında, sendika
organlarına seçilme hakları da vardır. Mevsimlik işin sona ermesi ve işçinin iş
sözleşmesinin askıya alınması, sendika üyeliğini olumsuz yönde etkilemez.
Sendikalar Kanunu’nun 24. maddesi uyarınca, işçi sendikası üyesi işçinin
geçici olarak işsiz kalması sendika üyeliğini kaldırmaz. Ancak işçinin askı
döneminde bir başka işkoluna giren işyerinde çalışmaya başlaması halinde
sendika üyeliği, aynı yasanın 25/5 maddesi uyarınca sona ereceğinden, işçinin
ertesi yıl mevsim başında eski işyerinde işbaşı yapması halinde yeniden
sendikaya üye olması gerekecektir.
Dosya içeriğine göre, davacı işçinin davalıya ait işyerinde mevsimlik
işçi olarak çalıştığı anlaşılmaktadır. Bu olgu davacı işçi ile aynı konumda
çalışmakta iken iş sözleşmeleri son bulan ve Dairemiz incelemesinden geçen
işçilerin çalışması da mevsimlik kabul edildiğinden yıllık izin ücreti alacak
istekleri reddedilmiştir(Y. 9. HD., 15.12.2008 gün ve 2007/29727 E. 2008/33709 K., 21.12.2009 gün ve 2008/13303 E. – 2009/36183 K.).
Davacının, yıllık izin ücreti alacağının 4857 sayılı Đş Kanunu’nun 53/3.
maddesi gereğince reddedilmesi gerekirken mahkemece kabulüne karar
verilmesi hatalı olup bozmayı gerektirmiştir.”
Kararda mevsimlik işçinin yıllık ücretli izin hakkı bulunmadığı konusunda karar verilirken sendikal hakları konusunda neden açıklama yapıldığı,
davacının böyle bir talebi olup olmadığı anlaşılmamakla beraber mademki bu
tür çalışanlar da iş sözleşmesi ile çalışmaktadırlar ve SendikalarK. da bir istisna
hükmüne yer vermediğine göre mevsimlik işçinin aynı işkolunda kurulu bir işçi
sendikasına üye olabilmesi doğaldır. Askı döneminde başka bir işkolunda
çalışmış ise önceki işkolundaki sendika üyeliği sona ermiş sayılacağından(C.
Tuncay, Toplu Đş Hukuku, 2. bası, Đstanbul 2010, 94) eski işyerinde tekrar
çalışmaya başladığında bu sendikaya yeniden üye olması gerekecektir. Bu
nedenle Yargıtay kararının bu bölümünde Sendikalar Hukuku kurallarına ilk
bakışta bir aykırılık bulunmadığı görülmektedir. Bununla beraber bu sonucun
fazla kategorist olduğu ve işçi çıkarlarına ters düştüğü de aşikardır. Bu nedenle
mevsimlik iş sözleşmesinin askı süresinde de devam ettiği ve bir kimsenin aynı
anda farklı işkollarında çalışsa dahi farklı işkollarında iki ayrı sendikaya üye
olabileceği ve böyle bir durumda mevsimlik işçinin sendika üyeliğinin devam
ettiği sonucuna varılabilir.
Yargıtay 9. HD.’nin 22.1.2009 tarih ve E. 36135, K. 732 sayılı kararı
da mevsimlik çalışan bir başka işçinin kıdem, ihbar tazminatı, izin, bayram,
tatil ücreti alacağına ilişkin bir karar olup(Legal ĐşHSGHD., 24/2009, 1730 vd.)
kararda mevsimlik iş ve işçiler hakkında uzun uzadıya bilgi verilmekte ancak
kararın son kısmında ise bu işçilerin sendikal hakları konusunda bir önceki
karardaki sözlerin tıpatıp aynısına yer verilmektedir. Bu açıklamaya neden
gerek duyulduğu gene anlaşılamamaktadır.
2. Sendika Üyeliğinin Güvencesi ve Sendikal Nedenle Fesih
a) Genel Açıklama
Çalışma hayatında işverenlerin işçilerin sendikaya üye olma ve diğer
sendikal haklarını kullanma haklarını engellemek için zaman zaman iş sözleşmelerini fesih ya da işin yürütümünde ve dağıtımında, parasal haklarda ve
hususlarda ayrım yapma yoluna gittikleri bilinen bir gerçektir. Oysa işçilerin
sendikaya üye olma, sendika kurma ve diğer sendikal haklarını kullanma
hakları Anayasa ile güvence altına alınmıştır(AY md. 51). Bu durum tüm hür
demokratik rejimlerde böyledir. 2821 sayılı Sendikalar K.’nda da işverenin
sendikaya üye olan işçilerle üye olmayan işçiler arasında işin yürütümünde,
işçinin mesleki ilerlemesinde, ücret, ikramiye, prim, sosyal yardım ve sair hususlar ile işe son verilmesi bakımından herhangi bir ayrım yapamayacağı,
TĐS’lerine ve hizmet akitlerine bu hükme aykırı kayıtlar konulamayacağı
hükme bağlanmıştır (md. 31). Đşçinin bu tür ayrımlara maruz kalmasını önlemek amacıyla işverenin 31inci maddenin 3 ve 5. fıkralarına aykırı davranması
halinde işçinin bir yıldan az olmamak üzere (sendikal) tazminata hak kazanacağı ifade edilmiş ve bu hakkın ihlali yaptırıma bağlanmıştı (md. 31/6). Ancak 2821 sayılı K.’un 31inci maddesinde 9.8.2002 tarih ve 4773 sayılı K.’la
yapılan değişiklikten sonra, işçinin iş sözleşmesinin sendika üyeliği ya da
sendikal faaliyetleri nedeniyle feshedilmesi halinde 4857 sayılı ĐşK.’nun iş
güvencesine dair hükümlerinin uygulanacağı hükme bağlanarak işçinin öncelikle işe iade davası açabileceği öngörülmüş fakat işe iadeden vazgeçerek
doğrudan sendikal tazminat davası açması engellenmiştir. Bu konuda geçmiş
yıllarda verilmiş çok sayıda Yargıtay kararı bulunmaktadır(Bak. Ö. Eyrenci,
Yargıtayın 2008 Yılı Kararları Değerlendirme Semineri, 230). Mamafih işe
iade davası işçi lehine sonuçlanıp da işveren işçiyi işe geri almazsa işçiye
ödenecek tazminat tutarının ise onun bir yıllık ücret tutarından az olamayacağı
belirtilmiştir (md. 31/6). Bu düzenleme Đş Kanununun iş güvencesi kapsamına
giren işçiler için geçerlidir. Eğer sendikal ayrımcılığa uğrayan ve sözleşmesi
feshedilen işçi ĐşK.’nun 18 vd. maddeleri (iş güvencesi) kapsamına giren bir
işçi değilse (yani 30 işçinin altında işçi çalıştıran bir işletme işçisi ya da 6
aydan kısa kıdeme sahip bir işçi ise veya Deniz ĐşK., Borçlar Kanunu
kapsamında bir işçi ya da 50’den az işçinin çalıştığı bir tarım işletmesi işçisi
ise) işverenden doğrudan sendikal tazminat isteyebilir ve bunun miktarı da
gene onun bir yıllık ücret tutarından az olamaz (md. 31/7) (Bu konuda bak.
Süzek, 591 vd.; N. Çelik, Đş Hukuku Dersleri, 22. bası, Đstanbul 2009, 408; G.
Sarıbay, Türk Đş Hukukunda Đş Güvencesi Kapsamında Fesih Usulü, Feshe
Đtiraz ve Feshe Đtirazın Sonuçları, Đstanbul 2007, 279; Eyrenci/Taşkent/Ulucan,
162-163). Bilgi olarak ekleyelim ki, SenK. değişiklik taslağında iş sözleşmesinin sendikal nedenle feshi halinde işçinin işe iade davası açma hakkı ĐşK.’nun
iş güvencesi kapsamında bulunması şartlarına (30 işçi, 6 aylık kıdem şartları)
bağlanmamış hatta dileyen işçiye işe iade davası açmak yerine doğrudan
sendikal tazminat talep hakkı tanımıştır.
Uygulamada esas sorun feshin sendikal nedenle yapıldığının ispatında
toplanmaktadır. Daha önce bu husustaki ispat yükümlülüğü işçiye aitti ve işçi
bunun ispatında güçlük yaşamaktaydı. 4773 sayılı Yasa ile 31inci maddeye
eklenen 7nci fıkra ile iş güvencesi hükümlerinin uygulanması dışında kalan
işçilerin iş sözleşmelerinin feshi halinde tazminat talepleriyle bağlı olarak
feshin sendikal nedenle yapılmadığını ispat yükü işverene bırakılmıştır.
Buna mukabil, iş güvencesi kapsamındaki bir işçinin açtığı işe iade
davasında işveren geçerli bir fesih nedeni ortaya koymuş ise artık feshin
sendikal nedene dayandığını ispat yükü işçiye düşer. Zira SenK. md. 31/6’nın
ĐşK. md. 20/2’ye yaptığı atıf böyle bir sonucu ortaya çıkarmaktadır. Böylece iş
sözleşmesi sendikal nedenle feshedilen işçilerden iş güvencesi kapsamında
olanlar iş güvencesi kapsamında olmayanlar karşısında ispat yükü bakımından
daha zor durumda bırakılmışlardır. Zira bir fesih olayında işçinin işverenin
gerçek niyetini ortaya çıkarması oldukça zordur. Eşitlik ilkesine de aykırı olan
böyle bir ayrıma neden gerek duyulduğu anlaşılamadığından doktrinde eleştiri
konusu yapılmıştır(Eyrenci, 2008 Yılı Kararları, 231; Çelik, 410; Süzek, 570;
M. Sur, Đş Hukuku Toplu Đlişkiler, 3. Bası, Ankara 2009, 51; F. Bayram,
Sendikal Fesih Karinesi, Legal ĐşHSGHD., 2006/12, 1225-1226; Tuncay, Toplu Đş Hukuku, 92; F.Demir, Yargıtayın 2005 Yılı Kararlarının Değerlendirilmesi, 172; E. Manav, Đş Hukukunda Geçersiz Fesih ve Geçersiz Feshin Hüküm
ve Sonuçları, Ankara 2009, 314-315).
Yargıtay yıllardan beri feshin sendikal nedenle yapıldığının kanıtlanmasına ilişkin olarak her olayın özelliğini dikkate alarak olaylar arasında
kronolojik ilişki kurarak bir sonuca varmaya çalışmıştır. Yüksek Mahkeme
yıllar içinde oluşturduğu birtakım ölçütlere göre feshin sendikal nedene
dayandığı hususunda kuvvetli kanaat oluşmuş ise işten çıkarmanın sendikal
nedenle yapıldığı kabul edilir ki buna uygulamada «sendikal fesih karinesi»
denir. Bu durumlarda aksinin ispatı onu iddia edene düşer (Ayrıntı için bak.
Bayram, 1226).
b) Kararlar
Yargıtay sendikal nedenle fesih iddialarının araştırılmasında öteden
beri oldukça titiz davranmakta sadece tanık sözlerine itibar etmemekte, tanık
sözlerinin başka delillerle desteklenmesini aramakta, sonuç olarak bu iddiaların
hiçbir kuşkuya yer vermeyecek şekilde araştırılmasını istemektedir(Bak. 9.
HD., 5.10.2004, E. 13246, K. 21982: YKD., Ağustos 2005, 1226). Yargıtay 9.
HD., 6.4.2009 tarih ve E. 24147, K. 9509
(www.kazanci.com) aynı gerekleri öne sürmüştür.
sayılı
kararında
da
«Dairemizce, sendikal tazminat davalarında ispat yükünün işçide olduğu hallerde, işyerinde çalışan ve sendikaya üye olan işçilerin sayısı, hangi
tarihlerde üye oldukları, üyelikten çekilen işçilerin olup olmadığı, işyerinde çalışmakta olan işçilerin bulunup bulunmadığı, aynı dönemde yetki prosedürünün
işletilip işletilmediği, işyerinde önceki dönemlerde toplu iş sözleşmelerinin
bağıtlanıp bağıtlanmadığı, yeni işçi alınıp alınmadığı ve alınmışsa yeni işçilerin
sendikalı olup olmadığı gibi hususlarla, işverence ekonomik veya teknolojik
nedenlere dayalı bir fesih yoluna gidilmesi durumunda teknik yönden bu
durumun araştırılması gibi ölçütler belirlenmiştir.
Mahkemece, davacının amirine ve işyeri huzurunu bozmaya yönelik
disiplinsiz davranışları nedeniyle yapılan feshin geçerli nedene dayanmadığının
belirlenerek işe iadeye karar verilmesi yerindeyse de, sendikal tazminat isteği
ile ilgili inceleme hüküm kurmaya elverişli değildir. Somut olayda, yargılama
sırasında dinlenen davacı tanıkları iddia doğrultusunda, davalı tanıkları ise
savunmayı teyit eder şekilde beyanda bulunmuşlardır. Dosya içeriğinden, işyerinde fesih tarihi itibariyle çalışanlardan kaç işçinin sendika üyesi olduğu, kaçının üyelikten çekildiği, üyelikten çekilenlerden çalıştırılan işçi olup olmadığı,
kaç işçinin iş sözleşmesinin feshedildiği ve işten çıkarılanların tamamının sendika üyesi olup olmadığı, işyerinde çalışması devam eden sendika üyesi işçiler
bulunup bulunmadığı gibi hususlar anlaşılamamaktadır. Feshin sendikal nedene
dayanıp dayanmadığı konusunun kuşkuya yer vermeyecek bir şekilde açıklığa
kavuşturulması için belirtilen yönlerden gerekli araştırmaya gidilmeli ve
toplanacak deliller dosya içeriği ile yeniden değerlendirmeye tutularak bir karar
verilmelidir. Eksik inceleme ile hüküm kurulması hatalı olup bozmayı
gerektirmiştir.»
Bir başka olayda sendikanın aldığı yetki tespitine işveren itiraz etmiş
fakat itiraz süreci içinde ekonomik kriz ve satışlarda azalma olması nedeniyle
işletmede işçi sayısını düşürme kararı almış fakat ĐşK. md. 29’daki toplu işçi
çıkarma prosedürüne uymadan bir kısım işçiyi işten çıkarmıştır. Đşten çıkarılan
işçiler Kartal iş mahkemelerinde işe iade davaları açmışlardır. Đşe iade
davalarına bakan Kartal 4. Đş Mahkemesi gece vardiyalarının kaldırılmadığı,
çalışanlara yıllık izinlerinin kullandırılmadığı, işyerindeki teknolojik faaliyette
bir durgunluğun tespit edilemediği, kısacası işletmede ekonomik faaliyetin
aynen devam ettiği anlaşıldığından feshin geçersizliğine ve işe iadeye karar
vermişse de işyerindeki 68 sendikalıdan 40’ının çalışmaya devam etmesini göz
önünde tutarak feshin sendikal nedene dayanmadığını da kararına eklemiştir.
Yargıtay 9. HD., Kartal’da başka bir iş mahkemesinde aynı işyerinin
başka bir işçisi tarafından açılan başka bir işe iade davasında mahkemenin
yetki itirazı sürecinde işçilerin yarısından fazlasının işten çıkarılmasına karar
verildiğini, üyelikten çekilen bir kısım işçinin çalışmaya devam ettiğini, işyerinde henüz TĐS de imzalanmadığını tespit ederek çıkarmanın sendikal nedene
dayandığına hükmetmesi üzerine aynı yerle ilgili iki ayrı iş mahkemesinin işten
çıkarma kararlarının farklı nedenlere dayandırılmasını iki çelişkili karar olarak
değerlendirmiş ve «sendikanın yetki aldığı da göz önüne alınarak, üyelik ve
yetki süreci irdelenerek, feshin sendikal nedene dayanıp dayanmadığı hususunun kuşkuya yer vermeyecek ve çelişkileri ortadan kaldıracak şekilde
açıklığa kavuşturulması gerekir. Bu nedenle Mart 2009 ayında ve takip eden
süreçte kaç işçi çıkarıldığı, işten çıkarılanların sendika üyesi olup olmadıkları,
kaç işçinin dava açtığı, tüm süreçte işten çıkarmalardan sonra işyerinde sendika
üyesi işçi kalıp kalmadığı, üyelikten istifa edenler ile bunlardan çıkartılan olup
olmadığı, sendika üyesi olmayan işçilerden çıkarılan bulunup bulunmadığı,
sendikanın TĐS yapma yetkisinin fiilen ortadan kaldırılıp kaldırılmadığı
araştırılmalı, yetki tespitine itiraz davası ve bu konuda diğer iş mahkemelerine
açılan dava dosyaları da incelenmeli, çelişkiler giderilmeli ve sonucuna göre
karar verilmelidir. Eksik inceleme sonucu feshin sendikal nedene dayandığının
kabulü hatalıdır.» gerekçesiyle iş mahkemesi kararını bozmuştur(9. HD.,
7.12.2009, E. 42251, K. 33714: Çalışma ve Toplum, 2010/2, Sayı 25, 467 vd.).
Bozma kararının hangi iş mahkemesinin kararına ilişkin olduğu anlaşılamamaktadır. Mamafih Yargıtay bu konudaki incelemenin biraz daha derinleştirilmesini istemektedir.
Yargıtay benzer bir başka olayda da «Dairemizce, sendikal tazminat davalarında ispat yükünün işçide olduğu hallerde, işyerinde çalışan ve sendikaya
üye olan işçilerin sayısı, hangi tarihlerde üye oldukları, üyelikten çekilen
işçilerin olup olmadığı, işyerinde çalışmakta olan işçilerin bulunup bulunmadığı, aynı dönemde yetki prosedürünün işletilip işletilmediği, işyerinde önceki
dönemlerde toplu iş sözleşmesinin bağıtlanıp bağıtlanmadığı, yeni işçi alınıp
alınmadığı ve alınmışsa yeni işçilerin sendikalı olup olmadığı gibi hususlarla,
işverence ekonomik veya teknolojik nedenlere dayalı bir fesih yoluna gidilmesi
durumunda teknik yönden bu durumun araştırılması gibi ölçütler belirlenmiştir.
Dosya içeriğinden, işyerinde fesih tarihi itibariyle çalışanlardan kaç
işçinin sendika üyesi olduğu, kaçının üyelikten çekildiği, üyelikten çekilenler-
den çalıştırılan işçi olup olmadığı, kaç işçinin iş sözleşmesinin feshedildiği ve
işten çıkarılanların tamamının sendika üyesi olup olmadığı, işyerinde çalışması
devam eden sendikalı işçiler bulunup bulunmadığı gibi hususlar anlaşılamamaktadır. Feshin sendikal nedene dayanıp dayanmadığı konusunun başkaca
kuşkuya yer vermeyecek bir şekilde açıklığa kavuşturulması için belirtilen
yönlerden gerekli araştırmaya gidilmeli ve toplanacak deliller dosya içeriği ile
yeniden değerlendirmeye tutularak bir karar verilmelidir.» sonucuna varmıştır
(Yarg. 9. HD., 2.11.2009, E. 36712, K. 30094: Çalışma ve Toplum, 2010/2,
Sayı 25, 554 vd.).
Yargıtay HGK.’nun sendikal feshin varlığı için hemen hemen aynı ispat
kriterlerini tekrar ettiği bir başka kararına dayanak teşkil eden olayda
(7.10.2009, E: 9-372, K. 416: www.kazanci.com) davacının sendikal tazminat
istemesi karşısında davalı işveren davacı işçinin iş sözleşmesinin feshinin 2000
yılında yaşanan ekonomik krize, siparişlerin azalmasına, bir kısım makinelerin
satılması olgusuna dayandırmış ve feshin zorunlu hale geldiğini savunmuştur.
Eskişehir Đş Mahkemesi ekonomik krizi, siparişlerin azalması, makinelerin
satılması olgularını kabul etmekle beraber davacının da aralarında bulunduğu
90 sendikalının işine son verilip yerlerine yeni işçilerin alınmasını gerekçe
göstererek davanın kabulüne karar vermiştir. Ancak Yarg. 9. HD., davalının savunmalarını sunulan deliller karşısında inandırıcı bularak iş mahkemesi
kararını bozmuştur. Olaydaki en ilginç husus sadece sendikal tazminat talebiyle
açılan bu davanın fesih tarihinden yaklaşık 7 yıl sonra açılmış olmasıdır ki
Yüksek Mahkeme bozma sebepleri arasına bunu da almıştır. Önemle hatırlatalım ki, fesih olgusunun meydana geldiği tarih 2000 yılı olup o tarihte
yürürlükte olan mevzuatta işe iade olanağı mevcut olmayıp sadece sendikal
tazminat talep edilebilmekteydi.
Eskişehir Đş Mahkemesinin kararında direnmesi üzerine dosya
kendisine gelen Yarg. HGK. «(…) fesih tarihine yakın tarihlerde işyerinde
çalışan işçi sayısı, işyerinde çalışan sendikaya üye olan ve olmayan işçilerin
sayısı, hangi tarihlerde üye oldukları, üyelikten çekilen, çekilme sonrası çalışmaya devam eden işçilerin olup olmadığı, çıkarılan işçilerin kaçının sendikalı
olduğu, yeni işçi alınıp alınmadığı ve alınmışsa yeni işçilerin sendikalı olup
olmadığı, toplu iş sözleşmesi prosedürü uygulanmasının söz konusu olup
olmadığı, işverence ekonomik veya teknolojik nedenlere dayalı bir fesih yoluna
gidilmesi halinde teknik yönden bu hususların araştırılması, feshin son çare
olarak kullanılıp kullanılmadığının değerlendirilmesi gereklidir.
Yukarıda yer alan açıklamalar kapsamında somut olayın incelenmesinde; davalı işverenin ekonomik kriz nedeniyle maddi sıkıntıya düşüldüğü ve
makinelerin elden çıkarıldığı savunmasına rağmen krizin devam ettiği 2000
yılında 37, 2001 yılında 142 kişiyi işe alması ve özellikle 2001 yılında işe alınanların sendika üyesi olmaması gerçeği karşısında, davacının iş akdinin
sendikal nedenle feshedildiği açıktır.» gerekçesiyle yerel mahkemenin direnme
kararını oybirliği ile isabetli bularak dosyanın 9. HD’ne gönderilmesine karar
vermiştir.
Biz iş akitleri sona erenlerin yerine işe alınanların neden işe alındıklarını bilemediğimiz için ve özellikle fesih tarihinden 7 yıl sonra açılan bu
davada feshin sendikal nedene dayandığının kabulünü tartışma götürür nitelikte
görmekteyiz.
Yüksek Mahkeme işten çıkarmanın sendikal nedenle yapıldığının kanıtlanmasına ilişkin olarak bir başka kararında da 17 işçinin işveren tarafından
notere götürülerek sendikadan istifa ettirilmesi, istifa etmeyenlerin ise iş
sözleşmelerinin feshedilmesini feshin sendikal nedenle yapıldığının kanıtı olarak değerlendirmiş ve davacının sendika üyeliğinin fesihten sonra onaylanmasının sonuca etkili olmadığına hükmetmiştir(9. HD., 9.2.2009, E. 43768, K.
1802: Çalışma ve Toplum, 2009/3, sayı 22, 302 vd.). Benzer bir başka olayda
da işveren işçilerle toplantı yaparak sendika üyeliğinden istifa etmeleri halinde
çalışmaya devam edeceklerini yazılı olarak taahhüt etmiştir. Davacı işçi bunun
üzerine sendikadan istifa etmiş fakat bir süre sonra sendikaya yeniden üye
olmuştur. Yargıtay 9. HD., davalı işveren tanığının da bu yönde beyanda
bulunmasını dikkate alarak feshin sendikal nedenle yapıldığına hükmetmiştir
(19.12.2009, E. 26407, K. 35678: Legal ĐşHSGHD., 25/2010, 349 vd.). Her iki
kararın da olayın cereyan tarzı karşısında isabetli olduğu kanısındayız.
Bir başka davada işçi feshin geçersizliğinin tespitine ve işe iadesine karar verilmesini istemiştir. Đşveren işçinin laubali davranış ve çalışması nedeniyle işten geçerli nedenle çıkartıldığını savunmuşsa da davacı işçi işverenin
işyerindeki sendikal örgütlenmeyi durdurmaya çalıştığını, sendikalıları işten
çıkararak sendikanın yetkiyi kaybetmesine sebep olduğunu kaldı ki, kendisinin
işyeri sendika temsilcisi olduğunu iddia etmiştir. Yargıtay, yargılama sırasında
dinlenen davacı tanıklarının iddia doğrultusunda, davalı tanıklarının ise savunmayı doğrular nitelikte beyanda bulunduklarını göz önünde tutarak ve yerleştirdiği şablona uygun olarak fesih itibariyle işyerinde çalışanlardan kaç işçinin
sendika üyesi olduğu, kaçının sendikadan çekildiğinin, üyelikten çekilen
işçilerden kaçının çalışmaya devam ettiğinin, kaç işçinin iş sözleşmesinin
feshedildiğini, işten çıkarılanların tamamının sendika üyesi olup olmadığının,
işyerinde çalışmaya devam eden işçiler arasında sendika üyesi işçiler bulunup
bulunmadığının araştırılarak feshin sendikal nedenle yapılıp yapılmadığı
konusunun kuşkuya yer vermeyecek bir şekilde açıklığa kavuşturulması gerektiği gerekçesiyle eksik incelemeye dayanan mahkeme kararını bozmuştur(9.
HD., 19.10.2009, E. 42859, K. 27865: www.kazanci.com). Görülüyor ki, Yargıtay sendikal nedenle fesih iddiasının kanıtlanmasında titiz bir araştırma yapılması gerektiğini vurgularken öteden beri tek başına tanık sözlerini yeterli delil
kabul etmemektedir(F. Demir, 2005 Yılı Değerlendirme Semineri, 169, 173).
Güvenlik hizmetlerinin dışarıdan satın alınmasına karar verilmesi
nedeniyle güvenlik görevlisi olarak çalışan ve bir bölümde değerlendirme imkanı bulunmayan davacının iş sözleşmesinin feshinin sendikal nedenle yapılıp
yapılmadığının belirlenmesinde işyerinde çalışan ve sendika üyesi olan işçi
sayısının hangi tarihlerde üye olduklarının, üyelikten çekilenin olup olmadığının, aynı dönemde yetki prosedürünün işletilip işletilmediğinin, yeni işçi
alınıp alınmadığının, alınmışsa bunların sendika üyesi olup olmadığının ve
işverence ekonomik ve teknolojik nedene dayalı bir fesih var ise bu durumun
da araştırılması gerektiği sonucuna varılarak iş mahkemesi kararı bozulmuştur
(9. HD., 1.12.2009, E. 42157, K. 32426: www.kazanci.com ).
Bir başka olayda bir şirkette (ARSER) çalışan işçiler sendikaya üye
olmaya başlamışlar bu esnada şirket yönetim kurulu iki yönetim kurulu
üyesinin şirketten ayrılmasını neden göstererek aynı holdinge bağlı fakat başka
bir işkolunda kurulu bir başka şirkete (MARPORT) işyerini devir kararı almış
ve işçilerin o işyerine devir işlemi başlamıştır. Üç gün sonra sendika önce işkolu tespiti, iki hafta sonra da yetki tespiti için BÇM’ne başvurmuştur. Akabinde
MARPORT Şirketi sendikalaşmanın elebaşısı gördüğü önce beş işçiyi, daha
sonra da bazısı işi yavaşlatma eylemi yaptıkları bazısı işe devamsızlık gösterdikleri gerekçesiyle çok sayıda işçiyi işten çıkarmıştır. Đş sözleşmesi feshedilen
işçi sayısı 400’ü aşınca bunlar işe iade davası açmışlar fakat bir kısmı pişman
olduklarını söyleyerek önce davadan feragat, sonra da sendikadan istifa
etmişler işveren de bunları işe geri almıştır. Dava esnasında davalı işverenin işe
iade davası açan işçilere haber yollayarak davalarından feragat etmeleri ve
dilekçe vermeleri halinde işe yeniden alınacakları taahhüdünde bulunduğu da
anlaşılınca iş mahkemesi, ARSER yönünden davayı ret, MARPORT yönünden
ise işe iadeye karar vermiş fakat sendikal nedenle fesih iddiasını reddetmiştir.
Yargıtay 9. HD., oldukça uzun bir gerekçe ile yukarıdaki olguları göz
önünde tutarak aynı holdinge bağlı ve aralarında organik bağ bulunan iki şirket
arasında sendikalaşmanın başlamasından kısa bir süre sonra işyeri devri işlemlerine başlanmasını sendikanın yetkisini engellemeye yönelik muvazaalı bir
işlem olarak nitelendirerek davacının işe iadesine karar veren mahkeme kararını doğru bulmuş fakat işe başlatmama tazminatı miktarını SenK. md. 31
uyarınca belirlenmemesini hatalı bularak (asgari bir yıllık ücret tutarı tazminat
olmalı idi) kararı bozmuştur(9. HD., 6.7.2009, E. 24736, K. 19738: Çalışma ve
Toplum, 2010/1, Sayı 124, 359 vd.).
Kararda işyeri devir işleminin sendikanın TĐS yetkisi almasını önlemeye matuf bir amaçla yapıldığını gösteren o kadar çok muvazaa karinesi var ki
kararın isabetli olduğu kuşkusuzdur. Her alanda olduğu gibi sendikal ve endüstriyel alanda da işverenlerin haklarını dürüstlük kuralına uygun bir tarzda
kullanması beklenir. Yoksa kanun böyle hukuka aykırı işlemleri korumaz.
3. Sendika Yöneticisinin Đş Güvencesi
Bir olayda Muğla orman işletmesinde mevsimlik işçi olarak çalışan ve
aynı anda profesyonel sendika yöneticiliği yapan davacı amatör yöneticiliğe
geçince bir yandan eski işine alınmasını öte yandan 5620 sK. uyarınca mevsimlik işçi statüsünden sürekli işçi kadrosuna alınmasını talep etmiş, talebi
idarece reddedilince hem eski işine geri alınmasını hem de sürekli işçi kadrosuna geçirilmesi gerektiğinin tespiti istemiyle dava açmıştır. Yerel mahkeme
davayı 5620 sK. uygulamasının idari yargının görev alanına girdiği gerekçesiyle görev yönünden reddetmiştir. 5620 sayılı Kanun, Kamuda Geçici Đşçi
Pozisyonlarında Çalışanların Sürekli Đşçi Kadrolarına veya Sözleşmeli Personel
Statüsüne Geçirilmesi Hakkında 4.4.2007 tarihli bir kanundur. Yargıtay 9. HD.,
davada iki ayrı talep bulunduğu, birinin sendikadaki yöneticilik görevinin sona
ermesi nedeniyle eski işine geri alınması talebine, diğerinin geçici işçi
kadrosundan sürekli işçi kadrosuna geçirilmesine ilişkin olduğu, birinci talebin
5521 sK. uyarınca iş mahkemesinde çözümlenmesi gerektiğine, ikinci talebin
ise idari nitelikte bir karar gerektirdiği için idari yargının görevine girdiğine bu
nedenle mahkemenin bu talep yönünden davayı görev yönünden reddetmiş
bulunmasının doğru olmasına rağmen birinci talep yönünden karar verilmediği
için bu yönden kararı bozmuştur. Mahkeme bozmaya uyarak profesyonel
sendika yöneticiliği sona eren davacının eski işverenince işe geri alınmaması
üzerine davacının eski işine geri dönmesine karar vermiştir. Kararın davalı
idarece tekrar temyizi üzerine Yargıtay, sendika yöneticiliği sona eren eski
işçinin işverence işe geri alınmasını istemesinde kamu yararı bulunduğuna,
kamu düzeninin korunması amacıyla bu talebi korumak amacıyla 2821 sayılı
Yasanın cezai ve hukuki önlemler getirdiğine işverenin yasanın 59uncu
maddesindeki cezai yaptırıma razı olup işçiyi işe geri almadığı takdirde cezai
yaptırımın yanında hukuki yaptırımın devreye gireceğini vurgulayarak iş
mahkemesi kararını aşağıdaki gerekçeyle bozmuştur(Yarg. 9. HD., 23.7.2009,
E. 19629, K. 22534: www.kazanci.com).
“Gerçekten de 2821 sayılı Sendikalar Kanunu’nun 29. maddesinde
işverenin, talep tarihinden itibaren en geç 1 ay içinde işçiyi o andaki şartlarla
eski işine veya eski işine uygun bir diğer işe diğer isteklilere nazaran öncelik
vererek almak zorunda olduğu hükme bağlanmıştır. Ancak buradaki zorunluluk
hali, sadece ceza-i ve hukuki yaptırımla sınırlıdır. Bunlar dışında Yasa’da ifaya
yönelik herhangi bir hüküm ve düzenleme bulunmamaktadır. Bu nedenle sendikal görevi sona eren ve süresinde işe başlatılması için işverene başvuran işçinin işveren tarafından işe alınmamış olması mahkemece işe başlatılması
şeklinde ifaya yönelik hüküm kurulmasını gerektirmez. Mahkemece verilen
işçinin Sendikalar Kanunu’nun 29. maddesi uyarınca eski işine başlatılması kararı yasaya aykırıdır.” Kararda sözü edilen hukuki yaptırımdan maksadın talebi
reddedilen işçiye ihbar ve kıdem tazminatı ödenmesi olduğu anlaşılmaktadır.
2821 sayılı Sendikalar K.’nun 29. maddesi sendika ve konfederasyonların yönetim kurullarında veya başkanlığında görev aldığı için kendi isteğiyle
işyerinden ayrılan işçilere bu görevlerinin seçime girmemek, yeniden seçilmemek veya istifa suretiyle sona ermesi durumunda en geç 1 ay içinde eski
işine veya ona uygun bir başka işe başka istekliler varsa öncelikle yeniden
alınmasını isteme hakkı tanımıştır. Bu durumda eski yöneticinin eski hakları ve
ücreti saklı tutulmuştur. Đşe geri alınmayı isteme hakkı 3 ay içinde kullanılmalıdır. Aksi halde hak düşer. Bu hüküm eski sendika yöneticisinin işsiz kalmasını önleyerek sendika yöneticisi olmaya cesaretlendirme amacı taşımaktadır.
Bu haktan sadece sendika ve konfederasyon yönetim kurulu üyeleri ve
başkanları değil sendika şube yönetim kurulu başkan ve üyeleri de yararlanabilirler. Ancak denetim ve disiplin kurulu üyeleri bu haktan yararlanamaz
(Tuncay, Toplu Đş Hukuku, 62). Yargıtay profesyonel sendikacılık görevi
sendikaca sona erdirildiği için amatör yöneticiliğe devam eden işçinin de bu
haktan yararlanması gerektiğine karar vermiştir (9. HD., 10.10.1995, E. 20805,
K. 30830: F. Demir, Sorularla Toplu Đş Hukuku, 2. Cilt, Ankara 2006, 154).
Olayda da profesyonel yöneticilik görevi sendikaca sona erdirilen ve göreve
amatör olarak devam eden bir işçi vardır. 2821 sayılı Kanunda yönetim kademesinde görev alan kişilerin hangilerinin bunu profesyonel olarak hangilerinin
amatör olarak yürütebilecekleri konusunda bir açıklığa yer verilmemiştir.
Uygulamada bu nedenle bu hususlar sendika tüzüklerinde düzenlenmektedirler
(H. H. Sümer, 2007 Yılı Değerlendirme Semineri, 215).
Sendikalar K. işverenin eski işçiyi işe geri almaması durumunda sadece
cezai bir yaptırım öngörmüş (md. 59/2) fakat hukuki yaptırım konusunda bir
açıklık getirmemiştir. Bu durum doktrinde tartışma yaratmış ve aralarında
benim de bulunduğum bir kısım yazar bu önemli konuda sadece para cezası
öngörmenin yasanın amacına hizmet etmeyeceğini ileri sürerek işverenin
sözleşme yapma zorunluluğuna ilişkin diğer durumlara kıyasen işçinin işverene
karşı açacağı bir “aynen ifa davası” sonucunda verilecek hükmün işverenin
kabulü yönündeki irade beyanı yerine geçmesini yani işçi ile işveren arasında
bir iş sözleşmesinin kurulmuş sayılmasının kabulü gerektiğini savunmuşlardır
(Bak. M. Ekonomi, Yargıtay Kararları Değerlendirme Semineri 1994, 91;
Tuncay, Toplu Đş Hukuku, 63-64 ; Eyrenci, Sendikalar Hukuku, 92-93 ; F.
Şahlanan, Sendikalar Hukuku, Đstanbul 1995, 125).
Yargıtay ise yıllar önce işe yeniden alınmayı isteyen eski yöneticinin
talebinin işverence reddi halinde ilgili yasanın ceza yaptırımı yanında işe iade
anlamına gelecek bir yaptırımı öngörmediğine hükmetmiş, daha sonra HGK.
işverenin eski yöneticiyi işe almaması durumunda feshin hukuksal sonuçlarıyla
ilgili parasal hakların da talep edilebileceği sonucuna varmıştır(HGK.,
14.10.1987, E. 9-313, K. 728). HGK. daha sonra 1998 yılında verdiği bir kararda feshin hukuksal sonuçlarının işe alınmayan işçinin işverenden ihbar ve
kıdem tazminatı isteyebileceği anlamına geldiğini hükme bağlamıştır
(4.2.1998, E. 9-46, K. 11 ve G. Alpagut’un kararı yerinde bulan incelemesi: Çimento Đşv., Mayıs 1998, 23-32. Ayrıca bak. Tuncay, Toplu Đş Hukuku, 64-66;
Demir, Toplu Đş Hukuku, 159; Çelik, 418). Ne var ki, kararda 9. HD.’nin daha
önceki kararlarında dile getirilen görüşe uygun olarak işçinin başvurusunun
kabul edilmemesi halinde iş sözleşmesinin mahkeme kararıyla kurulmuş sayılacağı sonucuna da yer verilmemiştir. O zaman da mevcut olmayan bir iş sözleşmesine dayanarak işçi lehine nasıl ihbar ve kıdem tazminatına hükmedileceğinin inandırıcı ve hukuki bir açıklaması olmayacaktır(Bak. Tuncay, Toplu Đş
Hukuku, 66; Sur, Toplu Đlişkiler, 66).
Yargıtay 9. HD.’nin yukarıdaki tartışmalara hiç girmeyen “işe başlatılması için işverene başvuran işçinin işveren tarafından işe alınmamış olması
mahkemece işe başlatılması şeklinde ifaya yönelik hüküm kurulmasını gerektirmez. Mahkemece verilen işçinin Sendikalar K.’nun 29. maddesi uyarınca eski işine başlatılması kararı yasaya aykırıdır” sözleri önceki kararıyla tutarlı olup
yasanın sözüne de uygun düşmektedir. Ancak biz gene de yukarıda değin-
diğimiz gibi işe geri alınmayan eski yöneticinin işe iade talebiyle mahkemeye
başvurabileceği görüşündeyiz. Yargıtay’ın bu kararında açıklık yok ise de mevsimlik işçinin de sendika üyesi olabileceği zımnen kabul edilmektedir ki
doğrudur.
Belirtelim ki, Sendikalar K. son değişiklik taslağında işi herhangi bir
nedenle sona eren yöneticiyi işe geri almayan işverene karşı işe iade davası
açma imkanı getirilerek sorun bizim savunduğumuz yolla çözümlenmek
istenmiştir.
Yargıtay 9. HD.’nin aynı uyuşmazlığa ilişkin daha önceki 23.10.2008
tarih ve E. 28192, K. 36946 sayılı kararında ifade edildiği gibi davacının iki
ayrı talepten oluşan davasının geçici işçi statüsünden daimi işçi statüsüne
geçirilmesi istemine ilişkin kısmının idarenin olumsuz kararının iptaline ilişkin
olduğu için idari yargının görevine girdiği, eski işine iade edilmesine ilişkin
kısmın ise SenK. md. 29’a dayandığı için iş mahkemesinin görevinde olduğu
yönündeki kararının isabetli olduğu görüşündeyiz.
4. Đşyeri Sendika Temsilcisinin Đş Güvencesi
a) Genel Açıklama
Đşyeri sendika temsilcisi veya temsilcileri işçi sendikasının örgütlü bulunduğu işyerinde (veya işyerlerinde) işçilerin dileklerini dinlemek, bunları
işverene aktarmak, şikayetleri çözümlemek, işçi ve işveren arasındaki ilişkileri
ayarlamak özellikle işçilerin hak ve çıkarlarını korumak ve iş mevzuatının
işçilere nasıl uygulandığını izlemek ve denetlemekle görevli olup yetkili sendika tarafından işyerinde çalışan üyeler arasından seçilen kişi veya kişilerdir.
Yasa işyerinde temsilci atama yetkisini TĐS yetkisini elde eden sendikaya
tanımıştır(SenK. md. 34, 35). Bu temsilcilerin işyerindeki faaliyetleri, sendikalı olduğu kadar sendikasız işçilerle olan ilişkileri ve işyerindeki etkin konumları uygulamada bazı işverenleri rahatsız etmekte ve onları işverenlerin hedefi
haline getirmektedir. Bu nedenle Yasakoyucu temsilciler için özel bir iş
güvencesi getirmiştir. Đşyeri sendika temsilcilerinin teminatı başlıklı 30uncu
maddesi 2002 tarih ve 4773 sayılı Yasa ile değişikliğe uğramadan önce
temsilcinin hizmet akdinin haklı bir neden olmaksızın ve sebebi de açık ve
kesin olarak belirtilmeden feshi halinde temsilcinin veya üyesi sendikanın bir
ay içinde feshin geçersiz sayılıp temsilcinin işe iadesi talebiyle dava
açabileceğini öngörmüştü. Mahkeme iş sözleşmesinin feshini geçersiz sayıp
temsilcinin işe iadesine karar verecek olursa işveren onu işe geri alacak ya da iş
gördürmese bile işten çıkarıldığı andan başlayarak temsilcilik süresi devamınca
ücretini ve tüm haklarını ödeyecekti. Bu hüküm yeniden temsilciliğe atanma
halinde de uygulanmaktaydı. Böylece Đş Hukukumuzda ilk kez ister belirli ister
belirsiz süreli olsun iş sözleşmesi geçerli bir nedenle sona ermeyen işçiye
mahkeme kararıyla işe iade hakkı dolayısıyla etkin bir iş güvencesi tanımış idi.
Ne var ki, temsilcinin iş güvencesine ilişkin md. 30 hükmü 4773 sayılı
K.’la yeniden düzenlenerek sendika işyeri temsilcileri iş güvencesi kapsamına
giren işçilerin tabi olduğu güvence hükümlerine tabi tutulmuşlardır. Diğer bir
ifade ile temsilciye vaktiyle tanınan özel iş güvencesi kaldırılarak bu kişiler
4857 sayılı ĐşK.’nun işçiler için getirdiği iş güvencesine ilişkin hükümlere tabi
kılınmışlardır. Şöyle ki, eski düzenlemede temsilcinin haklı bir neden
olmaksızın iş sözleşmesinin feshi halinde mahkeme kararıyla fesih geçersiz
sayılarak temsilcinin işine iadesi ve işin görülemediği sürece ücret ve sair tüm
haklarının işverence kendisine ödenmesi sağlanmış iken yeni düzenlemede eğer
temsilci belirsiz süreli bir iş sözleşmesi ile çalışıyor ve sözleşmesi geçerli
olmayan bir nedenle feshediliyor ve mahkeme kararına rağmen işe iade
gerçekleşmiyor ise sendikal tazminat ile boşta geçen süreye ilişkin ücret vs.
hakkı tanınmıştır. Böylece değişiklik ile işyeri sendika temsilcisinin mutlak
anlamdaki iş güvencesi, işe iade etmek veya tazminat ödemek gibi işverene
tanınan seçimlik bir hak haline gelmiştir. Mutlak anlamda bir işe iadeyi
kaldırmış olan ve sendika işyeri temsilcisine diğer işçiler hangi güvenceden
yararlanıyorlar ise onu tanımış olan bu düzenleme aslında var olan bir haktan
geri adım atılması anlamına gelmektedir ki doktrinde eleştiri konusu olmuştur
(Ö. Ekmekçi, Toplu Đş Hukuku Bakımından Đş Güvencesi Yasa Tasarısının
Değerlendirilmesi, Türk Đş Hukukunun Güncel Sorunları 2001 Temmuz
Toplantısı, Đst. Barosu 2001, 56; Süzek, 595; A. Güzel, Đş Güvencesi Yasa
Tasarısının Değerlendirilmesi, 53-61; Ş. Ertürk, Đşyeri Sendika Temsilcisi ve
Güvencesi, Legal ĐşHSGHD., 2007/13, 21; Sur, Toplu Đlişkiler, 59; C. Tuncay,
Đş Güvencesi Yasası Neler Getiriyor?, Çimento Đşveren, Ocak 2003, 16; M.
Keser, Đşyeri Sendika Temsilciliği, Sicil, Eylül 2009, 133; M. Uçum, Toplu Đş
Hukukunda Đşçinin Feshe Karşı Korunması, GS Üni/Đst. Barosu, 2001 Yılı
Toplantısı, 219-220). Bununla birlikte bazı yazarlar bunu işyeri sendika
temsilcisinin iş güvencesi ile sıradan bir işçinin iş güvencesi arasında oluşacak
farkın ortadan kaldırılmasının yeni ĐşK. ile getirilen iş güvencesi sistemiyle
çelişen bir durumun yaratacağı sakıncaların ortadan kaldırılmak istenmesi
şeklinde yorumlamışlardır. Nitekim geçerli olmayan bir nedenle işten çıkarılan
kişi ister temsilci ister sıradan işçi olsun işverence çalıştırılmak istenmemesi
durumunda katı bir işe iade anlayışı ile mutlaka çalışmayı sürdürmesini
sağlamak pek de gerçekçi olmayacaktı(Bak. Çelik, 429).
Şu hususa dikkat çekelim ki, yeni sistemde temsilcinin iş güvencesinden yararlanabilmesi için belirsiz süreli bir iş sözleşmesi ile çalışması
gerekmektedir. Eğer temsilci belirli süreli bir iş sözleşmesi ile çalışıyor ise ve
işine sözleşme süresinden önce son verilecek olsa iş güvencesinden yararlanamayacak, sadece süresinden önce feshedilen belirli iş sözleşmesinin doğuracağı
hukuki sonuçlar uygulanacaktır(Keser, 135). Ayrıca dikkat edilmelidir ki, eğer
sendika temsilcisinin belirsiz süreli iş sözleşmesi işveren tarafından temsilcilik
faaliyeti dışında bir nedenle fesholunacak olursa ĐşK.’nun 18-21inci
maddelerindeki geçerli nedenle fesih ya da md. 25’teki haklı nedenle fesih
hükümleri uygulanacak, fakat temsilcilik faaliyeti nedeniyle fesholunacak
olursa yine geçerli nedenle fesih hükümleri uygulanacak fakat mahkeme
kararına rağmen işverence işe iade edilmezse ĐşK. md. 21/1 uyarınca en az bir
yıllık ücret tutarında tazminata hükmedilecektir(SenK. md. 30/2) (Keser, 133).
b) Kararlar
Yeni düzenlemenin işyeri sendika temsilcisinin iş sözleşmesinin feshini
ĐşK.’nun iş güvencesi hükümlerine bağlamasından sonra cevaplandırılması gereken önemli soru temsilcinin iş güvencesinden yararlanabilmesi için ĐşK. md.
18’deki 30 işçi ve 6 aylık kıdem koşullarına tabi olup olmayacağıdır. Aslında
sendika işyeri temsilcisi gibi işyerinde işçi haklarını korumaya, işverenle işçiler
arasında dengeli bir diyalog kurmaya çalışan, işyerinde yasa ya da TĐS
hükümlerinin uygulanıp uygulanmadığını kontrol etme görevini üstlenen ve bu
statüsü nedeniyle işverenleri zaman zaman rahatsız eden bu kişilerin etkin bir iş
güvencesine sahip olmaları gerektiği inkar edilemez. Bu nedenle bazı yazarlar
sendika işyeri temsilcilerinin iş güvencesinden yararlanabilmek için ĐşK. md.
18’deki sınırlamalara tabi olmamaları gerektiği fikrindedirler(Bak. Güzel, Đş
Güvencesi, 136; D. Ulucan, Đş Güvencesi, Türkiye Toprak SÇCS Đşverenleri
Sendikası, B2, Đstanbul 2003, 93; Çankaya/Günay/Göktaş, Đşe Đade Davaları,
Ankara 2005, 157; S. Yürekli, Đşyeri Sendika Temsilciliği ve Güvencesi,
Đstanbul 2004, 176; Sur, Toplu Đlişkiler, 55; Eyrenci, Yargıtayın 2008 Yılı
Kararları Değerlendirmesi, 234). Aslında düzenleme de lege feranda böyle
olmalıydı. Fakat olmamıştır. Nitekim sendika işyeri temsilcisinin özel durumu
ne olursa olsun yasanın ifadesi açıktır. SenK. açıkça ĐşK. hükümlerine atıfta
bulunmuştur. Bu hükümler md. 18-21’dir. Eğer Yasakoyucu bu maddelerin
uygulanmayacağını isteseydi bunu açıkça belirtir ya da bir istisna hükmü
getirirdi. Yasanın sözel anlatımı bu kadar açıkken amaca göre yorum
yapılamaz. Yasanın ifadesi düzeltilecekse bu ancak yasa değişikliği ile olabilir
(Tuncay, Toplu Đlişkiler, 111. Ayrıca bak. Keser, 135; Ertürk, 22; F. Demir, Đş
Hukuku ve Uygulaması, 4. bası, Đzmir 2005, 380-381; H. H. Sümer, Yargıtayın
2007 Yılı Kararları Değerlendirme Semineri, 236). Yargıtay da başlangıçta
böyle düşünmüş ve işyeri sendika temsilcisinin iş sözleşmesinin feshinde 4857
sayılı ĐşK.’nun 18, 19, 20 ve 21inci madde hükümlerinin uygulanması
gerektiğine hükmetmişti (9. HD., 10.7.2006, E. 16065, K. 20340: Tekstil Đşv.
Eylül 2007, Hukuk Eki).
Yargıtay 9. HD., bu karardan bir yıl sonra görüşünü değiştirmiş ve
sendika işyeri temsilcisinin iş sözleşmesinin feshinde ĐşK. 18, 19, 20, 21inci
maddelerinin uygulanacağını belirtmiş ancak kararın sonuç kısmında «sendika
işyeri temsilcileri için 30 işçi bulunması koşulu aranmaz» denmiştir. Kendi
içinde bile çelişkili olan karardaki bu sonuca nasıl varıldığı meçhuldür(Yarg. 9.
HD., 20.1.2007, E. 29928, K. 1032: Legal ĐşHSGHD., 2007/15, 1054).
Yüksek Mahkeme bu görüşünü 2008 yılında da tekrarlamıştır. Nitekim
9. HD.’nin 21.7.2008 tarih ve 25552, K. 20932 sayılı kararında aynen «…
temsilci için özel yararlanma şartları olarak gösterilen söz konusu güvence
doğrudan ‘temsilcilik sıfatına’ dayalı olduğundan işçide sadece bu sıfatın
bulunması yeterlidir. Ayrıca işyerinde çalışan işçi sayısına ve en az altı aylık
kıdemin varlığına bakılmaz» sonucuna varılmıştır(Çalışma ve Toplum, 2009/2,
Sayı 21, 170). Yüksek Mahkeme 2009 yılında da aynı görüşü sürdürmüştür.
Nitekim bir işyeri sendika temsilcisinin işe iadesi talebiyle açtığı dava
dolayısıyla Yargıtay 9. HD.’nin 26.5.2009 tarih ve E. 36332, K. 14724 sayılı
kararında da (www.kazanci.com) ĐşK. md. 18’deki 30 işçi koşulundan ne
anlaşılması gerektiği, bu sayıya hangi işçilerin girip hangi işçilerin girmeyeceği
uzun uzadıya anlatıldıktan sonra somut olayla ilgili kısma son iki paragrafta yer
verilmiştir. Şöyle ki:
«Đşyeri sendika temsilcileri yönünden 2821 sayılı Sendikalar Kanunu'nun 30. maddesinde bir takım güvenceler öngörülmüştür. Sözü edilen maddenin son fıkrasında, «işveren, yazılı rızası olmadıkça işyeri temsilcisinin çalıştığı işyerini değiştiremez veya işinde esaslı bir tarzda değişiklik yapamaz. Aksi
halde değişiklik geçersiz sayılır» şeklinde kurala yer verilmiştir. Sözü edilen
maddenin ilk fıkrasında ise, belirli süreli iş sözleşmesi ile işçi sıfatıyla
çalışmakta olan işyeri sendika temsilcisinin iş sözleşmesinin feshinde 4857
sayılı Đş Kanununun ilgili hükümlerinin uygulanacağı öngörülmüş olmakla,
işyeri sendika temsilcisinin 4857 sayılı Đş Kanunu'nun 18-21. maddeleri
arasında düzenlenen iş güvencesi hükümlerinden yararlanma imkanı tanınmıştır. Belirtmek gerekir ki, 4857 sayılı Đş Kanunu'nun 18. maddesinde iş
güvencesi hükümlerinden yararlanmanın ön koşulu olarak sözü edilen en
az 6 aylık kıdem ve en az 30 işçi sayısı, işyeri sendika temsilcileri bakımın-
dan aranmaz. Temsilcinin belirsiz süreli iş sözleşmesi ile çalışması ve
işverence feshi hallerinde iş güvencesi hükümlerinden yararlanması söz konusu
olur. Dairemizin uygulaması bu yöndedir(Dairemizin 21.07.2008 gün ve
2008/25552 Esas, 2008/20932 Karar sayılı ilamı).
Somut olayda, davacı işçinin, işyeri temsilcisi olduğu Genel Đş Sendikasının 29.05.2008 havale tarihli yazısı ile davacı işçinin iş sözleşmesinin
feshinden önce 14.06.2006 tarihinde, davalı işyerinde çoğunluğu kaybettiği
anlaşılmaktadır. Bunun doğal sonucu olarak, davacının, işyerinde çalışan işçi
sayısının 30’un altında olması ve 6 aylık kıdem gibi ön şartlara ilişkin
bağışıklığının olmayacağı mahkemenin de kabulündedir. Buna rağmen, mahkemece, davalı belediyede çalışan işçi sayısının 30’un altında olup olmadığı
hususunda araştırma yapıldığına dair dosya içinde bilgi bulunmamaktadır.
Mahkemece, davalı belediyede çalışan işçi sayısının tespitine ilişkin olarak, gerekli bilgiler toplandıktan sonra oluşacak kanaate göre karar verilmesi gerekirken, eksik inceleme ile hüküm kurulması hatalı olup bozmayı gerektirmiştir.»
Kararın sondan bir önceki paragrafında bir yazım hatası olup doğru
ifade md. 30’daki belirli süreli iş sözleşmesi ile çalışan işçi değil belirsiz süreli
iş sözleşmesi ile çalışan işçi şeklinde olmalıydı düşüncesindeyiz. Karardaki
görüşe yukarıda açıkladığımız nedenlerle katılmadığımızı ifade edelim. Ancak
kararın son paragrafında ilginç bir tespit vardır. Nitekim davacı işçinin işyeri
temsilcisi olduğu sendika, temsilcinin iş sözleşmesinin feshinden önce
çoğunluğu kaybettiği anlaşıldığından işyerindeki işçi sayısının 30’un altında
olması, 6 aylık kıdemi doldurmamış olması gibi muafiyetlerden yararlanamayacağından söz edilmiştir. Gerçekten SenK. md. 35 hükmü okunduğunda
sendikanın yetkisinin sona ermesi halinde temsilcinin de görev süresinin sona
ermesi gerekir. Zira md. 35’te «temsilcilerin görevi sendikanın yetkisi
süresince devam eder» hükmü mevcuttur.
Bununla beraber yetkili sayılmak için gerekli çoğunluğu kaybeden sendika, temsilci atama yetkisini de kaybeder. Fakat çoğunluğu kaybeden sendikanın TĐS’nin tarafı olma sıfatı yine de TĐS süresinin sonuna kadar devam
edeceğinden bize göre bu sendika tarafından atanan işyeri temsilcisinin (veya
temsilcilerinin) görev süresinin TĐS süresi sonuna kadar devam edeceği kabul
edilmelidir(Aynı görüşte N. Çelik, 425; Ertürk, 31; Yürekli, 164; Tuncay,
Toplu Đş Hukuku, 107). Getirilen yeni sistemde yetki işlemlerine TĐS’nin sona
ermesinden 120 gün önce başlanabileceğinden (TĐSGLK. md. 7/3) bu sürede
başka bir sendikanın TĐS’nin uygulandığı işyerinde çoğunluğu ve yetkiyi elde
edip orada bu sendikanın da işyeri temsilcisi atayabilmesi mümkündür. Böyle
bir durumda dahi yetkiyi kaybeden sendikanın atadığı temsilcilerin görev
süresinin TĐS’nin süresinin sona ermesine kadar devam etmesine yasal bir
engel bulunmamaktadır.
Kanımızca, görev süresi TĐS’nin süresinin sonuna kadar devam edecek
olan işyeri sendika temsilcisinin görevi, görevden alınma, istifa, belirli süreli iş
sözleşmesinin süresinin sona ermesi gibi nedenlerle sona ermedikçe belirsiz
süreli iş sözleşmesi işverence sona erdirilmek istendiğinde özel iş güvencesi
hükümlerinden yararlanabilmelidir.
Bu nedenle Yargıtay 9. HD.’nin 26.5.2009 tarihli kararının son kısmının tartışma götürür olduğu kanısındayız. Yargıtay 9. HD.’nin 1.6.2009 tarih ve
E. 36359, K. 15149 sayılı kararı da bir işe iade davasına dayanmakta olup
(Çalışma ve Toplum, 2009/4, Sayı 23, 227) içerik ve ifade itibariyle 26.5.2009
tarihli kararın hemen hemen aynısıdır. Zira bu kararda da iş güvencesi
kapsamına girmek için işyerinde çalışan işçi sayısının en az 30 olması şartından
ne anlaşılması gerektiği, kimlerin bu sayıya dahil olduğu, kimlerin olmadığı
uzun boylu anlatılmış sonra da «sendika işyeri temsilcileri için 30 işçi çalışma
koşulu aranmamalıdır» sözlerine yer verilip dairenin 21.7.2008 tarih ve E.
25552, K. 20932 sayılı kararına atıf yapılmıştır. Ancak kararın sendika işyeri
temsilcisi ile ilgili olduğu yönünde karar metninde hiçbir açıklık yoktur.
Kararın kime ait olduğu hususunu bir yana bırakarak sendika işyeri
temsilcisinin işe iade davasında 30 işçi (ve altı aylık kıdem) şartının aranmayacağına ilişkin görüşün yasanın açık hükmü karşısında tartışma götürür
olduğunu yineleyelim.
Belirtelim ki, Sendikalar K.’nda değişiklik yapan son tasarı taslağında
sendika işyeri temsilcisinin iş güvencesinin ĐşK. hükümleriyle ilişkilendirilmesi
düşüncesinin terk edildiği ve 4773 sK.’la yapılan değişiklikten önceki
düzenlemeye dönüldüğü görülmektedir. Hatta bu güvence temsilcilik sıfatının
sona ermesinden sonra altı aylık süre boyunca devam edecektir.
5. Sendika Genel Kurulu Toplantısı ve Seçimler
a) Sendika Genel Kuruluna Delege Seçimi
Hukukumuzda tüzel kişiler fiil ehliyetini yasa ya da tüzüklerde (veya
ana sözleşmede) gösterilen organları aracılığı ile kullanabilirler (MK md. 49).
Bu organlar yasa gereği olması gereken zorunlu organlar ile zorunlu organlara ek olarak tüzük ya da ana sözleşmede gösterilen gönüllü organlardır.
Derneklerdeki üç zorunlu organa karşılık (MK md. 72) sendikalarda bulunması
gereken zorunlu organ sayısı dört olarak belirlenmiştir(SenK. md. 9). Bunlar
genel kurul, yönetim kurulu, denetleme kurulu ve disiplin kuruludur.
Organların gerçek kişi üyelerden oluşacağı doğaldır. Özellikle işçi sendikalarındaki üye çoğunluğunu göz önünde bulunduran Yasakoyucu sendika merkez
ve şube genel kurullarının üyeler tarafından seçilmiş delegelerden oluşmasını
hükme bağlamıştır. Buna göre işçi sendikası şube genel kurulunun üye sayısı
beşyüzü, merkez genel kurulunun üye sayısı bini aştığı takdirde tüzüklerinde
yer alan usule göre delege seçilecektir (md. 10/2, 3). Şu kadar ki, merkez genel
kurulunda delege sayısı 200’den az 500’den çok, şube genel kuruluna seçilen
delege sayısı 100’den az 250’den çok olamaz. Delege sıfatı bir sonraki genel
kurul için yapılacak delege seçimine kadar devam eder (md. 10/7). Burada
adeta temsili demokrasiye benzeyen bir usul öngörülmüş olmaktadır(Tuncay,
Toplu Đş Hukuku, 49; F. Şahlanan, Sendikaların Đşleyişinin Demokratik
Esaslara Uygunluğu, Đstanbul 1980, 121).
Belirtelim ki, geçmişte tüzüklerde yer verilen ve genel başkandan icazet
alan, icra kuruluna seçilen ya da bazı nitelikler taşıyan kişilerin otomatikman
delege olabilmesine olanak sağlayan doğal delegelik usulü antidemokratik bir
usul sayıldığı için 2821 sayılı Sendikalar K.’nda yasaklanmış ve delegelerin
ancak tüzüklerde gösterilen usule göre fakat seçimle işbaşına geçebilmeleri
sağlanmıştır. Bununla beraber sendika veya şube yönetim ve denetim kurulu
üyeleri kendi genel kurullarına delege olarak (doğal delege) katılabilirler (md.
10/6). Yasada seçimlerde uyulacak esaslar hakkında ayrıntılı hükümlere yer
verilmiştir (md. 14).
1995 yılında 4101 sayılı Kanunla 2821 sK. md. 10’da değişiklik yapılarak delege seçimlerinin esasları yeniden düzenlenmiştir. Delege seçimleri
buna göre “serbest, eşit, gizli oy, açık sayım ve döküm esasına ve sendika
tüzüğündeki esaslara göre” yapılacaktır (md. 10/2). Böylece 2821 sayılı K.
şube genel kurullarına yapılacak delege seçimlerinin genel kurullardaki gibi
yargı gözetiminden çıkartarak, eskiden olduğu gibi kendi tüzüklerinde yer alan
gözetim usulüne bırakmıştır.
Bununla beraber şube genel kurullarına delege seçimlerine yönelik
itirazların yargı denetimine tabi olduğu ve bu denetimin iş mahkemelerince
yapılacağı kuşkusuzdur(Tuncay, Toplu Đş Hukuku, 50).
4688 sayılı Kamu Görevlileri Sendikaları K. sendikaların organları,
bunların oluşturulması ve işleyişini 2821 sayılı Sendikalar K.’na paralel bi-
çimde düzenlemiş bulunmaktadır(Sur, Toplu Đlişkiler, 200). Şöyle ki, kamu
görevlileri sendikaları da dört zorunlu organa, merkez ve şube teşkilatına
sahiptir. Sendika (merkez) üye sayısı bini, şube üye sayısı beşyüzü aştığı
takdirde genel kurullar delegelerle yapılabilir. Delegeler üyeler tarafından gizli
oy, açık sayım ve döküm esasına ve sendika tüzüğündeki hükümlere göre
seçilir. Delege sıfatı bir sonraki olağan genel kurul için yapılacak delege
seçimine kadar sürer (md. 9). 4688 sayılı Yasa genel kurullarda seçimlerin
yargı gözetimi altında serbest, eşit, gizli oy, açık sayım ve döküm esasına göre
yapılacağını belirttikten sonra genel kurul toplantıları, genel kurullarda
yapılacak seçimler, seçimlere yapılacak itirazlar, seçimlerin iptali ve yenilenmesine ilişkin hususlarda 2821 sK.’nun 14 ve 52. maddelerindeki hükümlerin uygulanacağını fakat seçimlere ilişkin usul ve esasların tüzüklerde belirtileceğini öngörmüştür (md. 11). Bu hükümler karşısında sendika veya şubelerinin genel kurullarına işyerlerinde gerçekleştirilecek delege seçimlerinin
sendikanın tüzüğünde belirtilen usule göre yapılacağı buna karşılık genel kurul
toplantılarının ve seçimlerin yapılması, seçmen ve aday listelerinin belirlenmesi, oyların verilmesi ve sayılması işlemlerinin yerel ilçe seçim kurulu hakiminin gözetiminde yapılacağı sonucu çıkar. Fakat genel kurul toplantılarına,
burada alınan kararlara itirazların, seçimlerin iptaline ilişkin taleplerin merkezin bulunduğu yer iş mahkemesine yapılacağı sonucuna varılmaktadır(Bak.
Tuncay, Toplu Đş Hukuku, 370). Nitekim Yargıtay 4. HD.’nin 31.1.2002 tarih
ve E. 10033, K. 1103 sayılı kararında kamu görevlileri sendikası genel kurulunun iptali davasının iş mahkemesinde görülmesi gerektiği sonucuna varılmıştır (www.kazanci.com).
Kamu görevlileri sendikasına ait şube genel kurulunu oluşturan delege
seçimlerini ve sendika genel ve sendika genel yönetim kurulunca hazırlanan
Seçim Yönetmeliğinin iptali talebine ilişkin bir davada Yarg. 9. HD., 4688
sayılı K.’un 9. maddesi uyarınca delege seçimlerinin denetiminin iş mahkemesinin görevi dahilinde olduğuna, fakat söz konusu yasanın 11inci maddesinin 2821 sK.’nun 14 ve 52. maddelerine yaptığı atıf karşısında genel
kurullarda zorunlu organ seçimlerinin denetim ve gözetiminin ise seçim
hakimine ait olduğuna karar vermiştir(Yarg. 9. HD., 20.1.2009, E. 27253, K.
257: www.kazanci.com). Benzer bir başka olayda da Yüksek Mahkeme 4688
sK.’un 43üncü maddesinde 2821 sK. md. 10’a yaptığı yollama gereği delege
seçimlerinin hukuki denetiminin iş mahkemesine ait olduğunu vurgulamış fakat
delege seçimlerinin ilçe seçim kurulu hakiminin denetim ve gözetiminde
yapılması gerekirken bu yapılmadığı için iş mahkemesi kararını bozmuştur
(Yarg. 9. HD., 15.9.2009, E. 30450, K. 23195: www.kazanci.com). Belirtelim
ki, 4688 sK. md. 43 bu kanunda hüküm bulunmayan durumlarda 2821 sayılı
Sendikalar K., 2908 sayılı (şimdi 5253 sayılı) Dernekler K. ile T. Medeni
Kanunu hükümlerinin uygulanacağını amirdir.
Yargıtay’ın bu kararları yürürlükteki mevzuata uygun niteliktedir.
b) Sendika Olağan Genel Kurul Toplantısının Đptali Talebi
Zaman zaman sendika ya da şube genel kurullarında yasaya aykırı
işlemler ya da usulsüzlükler yapıldığı, seçimlere hile karıştırıldığı gerekçesiyle
uygulamada üyeler tarafından genel kurul kararlarının iptaline ilişkin davalar
açılmaktadır. Ancak genel kurul kararlarının ya da toplantılarının iptalini
düzenleyen bir hükme 2821 sayılı Sendikalar K.’nda yer verilmiş değildir. Bu
nedenle öteden beri bu konuya Medeni Kanunun 83üncü maddesi (eski md. 68)
çerçevesinde yaklaşılmakta ve hükmün çerçevelediği kurallara göre sonuca
varılmaktadır(Ü. Narmanlıoğlu, Đş Hukuku II, Toplu Đş Đlişkileri, Đzmir 2001,
140). Bu çerçevede genel kurula katılmakla beraber genel kurul kararlarına
katılmayan her üyenin karar tarihinden itibaren bir ay içinde, toplantıya
katılmamış üyelerin ise kararı öğrenmesinden itibaren üç ay içinde iş
mahkemesine başvurarak kararın ya da genel kurul toplantısının iptalini isteme
hakkı bulunmaktadır. Bu süreler hak düşürücü süreler olup geçirilmesi
halinde dava hakkı ortadan kalkar(Sur, Toplu Đlişkiler, 106; Demir, Toplu Đş
Hukuku, 52 ve orada anılan kararlar). Aslında genel kurulun iptalini istemenin
orada alınan tüm kararların iptalini istemekle eşanlamlı olduğu kabul edilir
(Çelik, 474; Eyrenci, Sendikalar Hukuku, 83; Tuncay, Toplu Đş Hukuku, 57).
Yargıtay 9. HD.’nin 12.5.2009 tarihli, E. 19504, K. 13232 sayılı kararına (www.kazanci.com) konu olan olayda bir sendikanın genel mali sekreterliğine aday olan davacı, delege sıfatı sona ermiş olduğu halde olağan genel
kurula katılıp kendisi aleyhine oy kullandığı belli olan bir kişinin muhtemelen
bu oyu ile seçimi bir oy farkla kaybettiği iddiasındadır. Davacı bu nedenle
sendika olağan genel kurulunun iptali ile seçimlerin yenilenmesini istemiştir.
Yüksek Mahkeme “2821 sayılı Sendikalar Kanunu'nun 12. maddesi uyarınca
sendika olağan genel kurul kararının iptaline ilişkin açılacak davaların hangi
sürede açılması gerektiği konusunda bir açıklık bulunmamaktadır. Bu durumda
aynı yasanın 63. maddesinde belirtildiği gibi bu kanunda hüküm bulunmayan
hallerde Türk Medeni Kanunu ve Dernekler Kanununun bu kanuna aykırı olmayan hükümlerinin uygulanması gerekir. 4721 sayılı Türk Medeni Kanununun 83. maddesi uyarınca toplantıda hazır bulunan ve kanuna veya tüzüğe
aykırı olarak alınan genel kurul kararlarına katılmayan üyeler iptal davası
açabilir. Davacı olağan genel kurulda hazır bulunduğu halde toplantıda alınan
kararlara ve seçim sonuçlarına Türk Medeni Kanunun 83. maddesinde öngörü-
len bir aylık hak düşürücü süre içerisinde itirazda bulunmamıştır. Davacı bu
süreyi geçirdikten sonra işbu davayı açtığından davanın hak düşürücü sürenin
geçirilmesi sebebiyle reddine karar verilmesi gerekir iken genel kurula katılmaması gereken kişinin katılması ve oy kullanmasının genel kurulun oluşuna
ilişkin olduğu gerekçesiyle her zaman dava açılabileceği kabul edilerek
davanın kabulüne karar verilmesi hatalıdır.” sonucuna vararak iş mahkemesinin
davanın kabulüne ilişkin kararını bozmuştur.
Karar, Yargıtay 9. HD.’nin daha önceki kararlarıyla da uyum halinde
olup doktrinde de kabul edilen görüşlere uygun düşmektedir.
c) Sendika Olağanüstü Genel Kurul Toplantısına Çağrı
Önemli bazı nedenlerin varlığı halinde veya ihtiyaç duyulduğunda
sendika veya konfederasyon ya da şube genel kurullarının olağan dönemler
dışında da toplanabilmesi mümkündür. Olağanüstü toplantıyı gerektiren
nedenlerin neler olduğunun önceden kestirilip bunların sayılması mümkün
değildir. Bunlar tüzük değişikliği, yöneticilere ciddi usulsüzlük ya da suç
isnadı, yöneticilerin toplu istifası gibi nedenler olabilir. Olağanüstü genel kurul,
yönetim kurulu veya denetleme kurulu tarafından çağrılabileceği gibi üye veya
delegelerin 1/5’inin yazılı isteği üzerine de toplanabilir (SenK. md. 12/4). Her
ne kadar denetleme kuruluna ve üyelerin beşte birine (azınlığa) genel kurulu
olağanüstü toplantıya çağırma yetkisi tanınmışsa da, olağan genel kurulu
toplantıya çağırmada olduğu gibi burada da bu istem yönetim kuruluna
yöneltilir. Genel kurul çağrısı yönetim kurulu tarafından yapılır. Beşte bir oranı
emredici bir kuraldır. Bu nedenle bu oranı ağırlaştırıcı tüzük hükmü geçerli
değildir. Mamafih bu oranı hafifleten tüzük hükmünün geçerli olduğu kabul
olunmaktadır(C. Tuncay, ĐHU, SenK. 13, No. 2; Eyrenci, Sendikalar Hukuku,
78; Şahlanan, Sendikalar, 64; Narmanlıoğlu, II, 130-131).
Olağanüstü genel kurulun toplanması istemini kanuna ve tüzüğe aykırı
biçimde reddeden sendika, konfederasyon ya da şube yönetim kuruluna karşı
her üyenin veya Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığının yönetim kurulunun
işten el çektirilmesi için iş mahkemesine başvurma hakkı vardır. Böyle bir
durumda mahkeme işten el çektirme kararı dışında yeni yönetim kurulu
seçilinceye kadar cari işleri yürütmekle görevli olmak üzere MK hükümleri
uyarınca sendikaya kayyım tayin eder(SenK. md. 53).
Acaba yönetim kurulu, denetleme kurulunun ya da 1/5 azınlığın olağanüstü genel kurul toplanmasına ilişkin her talebini yerine getirmek zorunda
mıdır? Ya da bu tür talepleri ret hakkına sahip midir? Ayrıca yönetim kurulu bu
talepleri değerlendirirken sadece biçimsel koşullar yönünden mi inceleme
yetkisine sahiptir? Yoksa başvuruyu maddi açıdan yani olağanüstü toplantıya
çağırmada gerçekten ciddi ve haklı nedenler bulunup bulunmadığı açısından da
inceleme yetkisine sahip midir? Çünkü genel kurulu olağanüstü toplantıya
çağırma yetkisi uluorta kullanılabilecek bir yetki olmayıp istisnai bir toplantıyı
gerektirecek önem ve ciddiyet taşıması gerekir(Narmanlıoğlu, II, 132).
Bu konuda bir kısmı dernekler uygulamasına ait olmak üzere
Yargıtay’ın birbirine zıt kararları mevcuttur. Bununla beraber Alman Hukukundaki görüşlerin de yardımıyla doktrindeki baskın görüş, yönetim kurulunun
olağanüstü genel kurul toplanmasına ilişkin her talebi otomatik olarak kabul
yükümlülüğü altında olmadığını savunur. Ayrıca mahkemelerin sorunu sadece
biçimsel açıdan değil, fakat maddi açıdan da inceleme yetkisine sahip olduğu,
eğer ortada genel kurulu olağanüstü toplantıya çağırma hakkının kötüye
kullanıldığını gösteren (MK md. 2/2) bir durum var ise mahkemenin talebi
reddetmesi aksi halde kabul etmesi gerektiği yönündedir. Mahkemeye tanınan
bu yetki yönetim kurulundan da esirgenmemeli ve yönetim kuruluna, azınlığın
ya da denetleme kurulunun talebi biçimsel yönden yasa ve tüzük hükümlerine
uygun olsa dahi sendika çıkarlarına ters düşen, ciddi olmayan ya da dürüstlük
kuralına aykırı toplantı taleplerini ret etme hakkı tanınmalıdır. Aksi halde
azınlığa tanınan olağanüstü genel kurula çağrı hakkının kötüye kullanılmasına
fırsat verilmiş olacaktır(Bak. Berksun/Eşmelioğlu, Açıklamalı Gerekçeli
Đçtihatlı Sendikalar Kanunu, Ankara 1989, 248 ve 274 vd.’daki kararlar. N.
Kocayusufpaşaoğlu, Azınlığın Dernek Genel Kurulunu Olağanüstü Toplantıya
Çağrılmasını Đsteme Hakkının Kötüye Kullanılması, Hıfzı Timur’un Anısına
Armağan, Đstanbul 1979, 383 vd.; E. Özsunay, Medeni Hukukumuzda Tüzel
Kişiler, 5. bası, Đstanbul 1982, 178 vd.; Şahlanan, Sendikalar Hukuku, 69; C.
Tuncay, Azınlığın Sendika Genel Kurulunu Olağanüstü Toplantıya Çağırma
Hakkı Sınırsız mıdır?, Prof. Dr. Metin Kutal’a Armağan, Ankara 1998, 233
vd.; Tuncay, Toplu Đş Hukuku, 56; H. H. Sümer, Yargıtayın 2007 Yılı
Kararları, 213; Sur, Toplu Đlişkiler, 92; Narmanlıoğlu, II, 132; Çelik, 472). Bu
vesileyle belirtelim ki, son değişiklik Taslağında kötü niyetli olağanüstü
toplantı taleplerine engel olmak amacıyla “Talep tarihi itibariyle olağan genel
kurul toplantı tarihine altı aydan az bir süre kalması halinde olağanüstü genel
kurula gidilemez; ancak talebe konu olan hususlar olağan genel kurul toplantı
gündemine alınır” hükmü getirilmiştir.
Yargıtay 2006 ve 2007 yıllarında verdiği kararlarda sendika genel kurulunu olağanüstü toplantıya çağırmak için yönetim kurulunun objektif ve ciddi
nedenlerin bulunup bulunmadığını araştırma yetkisine sahip olduğuna eğer bu
nedenler yoksa talebi reddetmesinin doğru olduğu sonucuna varmıştır (Bak.
3.4.2007, E. 10760, K. 9284: Çalışma ve Toplum, 2007/4, 291; 7.3.2006, E.
5854, K. 5736: Çalışma ve Toplum, 2006/3, 261).
Yargıtay 9. HD.’nin 24.3.2009 tarih ve E. 44883, K. 7331 sayılı
kararına konu olan dava da, şube genel kurulunun olağanüstü toplantıya
çağrılma talebinin sendika genel yönetim kurulunca reddine dair kararının
iptali ile şube genel kurulunun olağanüstü toplantıya çağrılarak yönetim kuruluna işten el çektirilmesi talebine ilişkindir (Bak. Çalışma ve Toplum, 2009/3,
Sayı 22, 239). Yüksek Mahkeme bu davada “Mahkemece şube delegelerinin
beşte birinin teklifi üzerine toplantının yapılmasının zorunlu olmadığı, bu
koşulun yanında olağanüstü genel kurulun yapılmasını gerektirecek sendika içi
demokraside haklı, yeterli, inandırıcı sebeplerin de bulunması gerektiği, tanık
beyanları, ihtarnamelerin içeriği ve davalının savunması birlikte değerlendirildiğinde şube genel kurulunun olağanüstü toplanmasını gerektirecek ciddi ve
objektif nedenlerin varlığı kanıtlanamadığı gerekçesi ile davanın reddine karar
verilmesini” isabetli bulmuştur.
Yukarıda yapılan açıklamalar doğrultusunda kararı biz de isabetli
bulmaktayız.
6. Sendikanın Faaliyetlerinin Durdurulması ve Kapatılması
2821 sayılı Sendikalar K. sendikaların kuruluş usulünü, faaliyetlerini,
kontrol ve üyeliğe girişi disiplin altına almak, üyelerin hak ve borçlarını
güvenceye kavuşturmak, kısacası sendika özgürlüğünün işlerliğini sağlamak
için birtakım idari (md. 52-58) ve cezai yaptırım hükümlerine (md. 59) yer
vermiştir. Bunlardan 54. madde “Kuruluş sırasında kanuna aykırılık veya
eksiklik sebebiyle 6ncı maddenin yedinci fıkrası uyarınca, Çalışma ve Sosyal
Güvenlik Bakanlığı, Đçişleri Bakanlığı veya ilgili valilikçe başvurulması
halinde görevli mahalli mahkeme gerekli gördüğü takdirde kurucuları da
dinleyerek üç işgünü içinde sendika veya konfederasyonun faaliyetlerinin
durdurulmasına karar verebilir. Mahkeme kanuna aykırılığın veya eksikliğin
giderilmesi için altmış günü aşmayan bir mehil verir.
Tüzük ve belgelerin kanuna uygun hale getirilmesi üzerine mahkeme
durdurma kararını kaldırır.
Verilen mehil sonunda tüzük ve belgeler kanuna uygun hale
getirilmemişse, mahkeme sendika veya konfederasyonun kapatılmasına karar
verir. Bu karar kesindir.” hükmünü taşımaktadır.
Yargıtay 9. HD.’nin kararına konu olan bir uyuşmazlık Tarım Orman Đş
Sendikası adlı sendikanın faaliyetinin durdurulması ve kapatılması noktasında
toplanmaktadır(Bak. 9. HD., 17.7.2009, E. 20456, K. 21114: Hata! Köprü
başvurusu geçerli değil.). Davacı Ankara Valiliği, söz konusu sendikanın iki
kurucu üyesinin imzalarının evrakta sahtecilik suçunu oluşturduğu iddiasıyla
bir yandan savcılığa başvurarak bu kişiler aleyhine kamu davası açtırmış, öte
yandan bu kişilerin kuruculuk niteliklerini taşımadıkları nedeniyle Sendikalar
K.’nun 6 ve 54. maddeleri uyarınca iş mahkemesince ilgili sendikanın
faaliyetlerinin durdurulmasına ve kapatılmasına karar verilmesini istemiştir.
Sahtecilikle suçlanan kurucu üyeler Ankara 7. Ağır Ceza Mahkemesinde beraat
etmişlerse de kuruluş aşamasında başka iki kurucu üye hakkında kesinleşmiş
mahkumiyet kararlarının bulunduğunun Ankara 11. Đş Mahkemesinin
kesinleşmiş ilamı ve feri müdahil sendikanın (Bir Orman Đş Sendikası) talebi
ile anlaşılması üzerine iş mahkemesi en az 7 kurucu üyenin bulunmadığı
gerekçesiyle davalı sendikanın faaliyetinin durdurulmasına ve kapatılmasına
karar vermiştir. Sendika bu karara karşı iki kurucu üyenin sahtecilikten beraat
etmişken Valilikçe kapatma davasında ileri sürülmeyen fakat feri müdahil
sendika tarafından ileri sürülen bir başka nedenle yani diğer iki kurucu üye
hakkında kesinleşmiş mahkumiyet kararı bulunduğu nedeniyle ve de SenK.
md. 54’te öngörülen eksikliğin giderilmesi için mahkemece verilmesi gereken
60 günlük mehil verilmeden kapatma kararı verilmiş olmasının hukuka aykırı
olup bozma nedeni oluşturduğu nedeniyle temyiz talebinde bulunmuştur. Đş
mahkemesinin sendika kapatma kararı ve Ağır Ceza Mahkemesince verilen
beraat kararı temyizde iken davalı sendika olağanüstü genel kurulu toplayarak
Öz Tarım Đş Sendikasına katılma kararı almış, diğer sendika da aynı gün
olağanüstü genel kurulu toplayarak toplantıda katılmayı kabul etmiştir. Karar,
Yargıtay 9. HD.’nce feri müdahil sendikanın tek başına temyiz talebinde
bulunamayacağı, katılma ve katılmayı kabul kararlarının hangi aşamada
alındığının ve katılma ve birleşme kararında usulsüzlük yapılıp yapılmadığının
araştırılması gerekliy-di gerekçesiyle bozulmuştur. Ankara 6. Đş Mahkemesi
bozma kararına uymuş ve yaptığı yargılama sonunda kesinleşmiş mahkumiyeti
bulunan kurucu üyelerle ilgili yasal şartlar baştan itibaren oluşmadığı için
sendikanın kurulduğu andan itibaren tüzel kişilik kazanmadığına ve böyle bir
sendikanın başka sendikaya katılma kararı almasının kötüniyetli olduğuna,
katılma kararı alan genel kurulun geçersiz olduğuna ve sonuçta davalı Tarım Đş
Sendikasının faaliyetinin durdurulmasına ve kapatılmasına karar vermiştir.
Oldukça karışık bir süreçten geçen uyuşmazlığa ilişkin son kararın
sendikaca temyizi üzerine Yargıtay 9. HD., aşağıdaki gerekçe ile fakat oyçokluğu ile kararı bozmuştur:
“2821 sayılı Sendikalar Kanununun 54. maddesi gereğince sendikanın
kuruluşu sırasında kanuna aykırılık veya eksiklik sebebiyle 6ncı maddenin
yedinci fıkrası uyarınca Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı veya ilgili
Valilikçe başvurulması halinde, mahkeme kanuna aykırılığın veya eksikliğin
giderilmesi için altmış günü aşmayan bir önel verir.
Anılan düzenleme dava dilekçesindeki somut durumu karşılamaktadır.
Ancak mahkemece bu yola gidilmemiştir. Aynı yasanın altıncı maddesine göre
sendika ve konfederasyonlar önceden izin almaksızın kurulacağına göre 54.
madde dar yorumlanamaz. Tüzük ve belgeler kapsamında kurucularda
aranacak koşullarda kanuna uygun hale getirilebilir. Yeni kurucular
oluşturulabilir. Yöntem bu olmalıdır.
2821 sayılı Sendikalar Kanununun 27. maddesi gereğince sendikanın
bir başka sendikaya katılması halinde katılan sendika veya konfederasyonun
bütün hak ve borç yetki ve menfaatleri katıldıkları sendika veya konfederasyona geçer.
Somut olayda Tarım Orman Đş Sendikası, Öz Orman Đş Sendikasına
katılmıştır. Anılan katılma yasal prosedüründen geçmiştir.
Katılmanın iyi niyet kurallarına aykırı olduğu gerekçesine 27. maddenin açık düzenlemesi karşısında katılmak mümkün değildir. Kaldı ki,
mahkemenin yorumunun kabulü için sendikaların Sendikalar Kanunun ikinci
maddesinde sözü edilen "Sendika, Đşçilerin veya işverenlerin çalışma ilişkilerinde, ortak ekonomik ve sosyal hak ve menfaatlerini korumak ve geliştirmek
için meydana getirdikleri tüzel kişiliğe sahip kuruluşlara denir." Düzenlemesinin göz ardı edilmesi gerekir. Başka bir anlatımla önemli olan sendika
bünyesi içerisindeki işçilerdir. Onların hak ve menfaatleridir.
Yukarıdaki gerekçe ile mahkemece davanın konusuz kalması nedeniyle
esas hakkında bir karar verilmesine mahal olmadığına karar verilmesi gerekir
iken yazılı şekilde hüküm tesisi hatalıdır.”
Biz bu kararın hukuka ve yürürlükteki mevzuat hükümlerine uygun
olduğu kanaatinde değiliz. Zira ortada kuruculuk yasal şartları eksik olduğu
için tüzel kişilik kazanıp kazanmadığı kesinlik kazanmamış bir sendika
mevcuttur. Doğrusu, kapatma kararı verilmeden önce iş mahkemesince SenK.
md. 54 uyarınca 60 günlük mehil verilip yasaya aykırılığın giderilmesi beklenilmeliydi. Bu yapılmadan “nasıl olsa kuruluş şartları eksik de olsa başka
sendikaya katılmış olduğuna göre ortada kapatılmasına karar verilecek bir
sendika kalmamıştır” gerekçesiyle konusu kalmadığı için davanın reddine karar
verilmeliydi demek yürürlükteki mevzuata aykırı olduğu bir yana uygulamada
hakkında kapatılma davası açılan sendikalara başka sendikaya kapağı atarak
hukuki süreçten kurtulma fırsatı yaratılmasına yol açar. Đşçi haklarını, sendika
özgürlüğünü korumak uğruna kamu düzeni ile ilgili olduğu kesin olan
yürürlükteki hükümler uygulanmasa da olur denemez.
Nitekim bir üye karara bu yüzden aşağıdaki karşı oy yazısını eklemiştir:
“Kapatılması istenen Tarım Orman Đş Sendikasının tüzel kişiliği
yargılama devam etmekte iken 03.05.2008 tarihinde Öz Orman Đş Sendikasına
katılmak suretiyle sona ermiş; mahkemece, halefıyet esaslarından hareketle
dava kapatılması istenen sendikanın katıldığı Öz Orman Đş Sendikasına yönetilerek devam olunan yargılama sonucunda Öz Orman Đş Sendikasına katılan
Tarım Orman Đş Sendikasının faaliyetinin durdurulmasına ve kapatılmasına
karar verilmiştir.
Kapatılması istenen sendikanın yargılama sonuçlanmadan başka bir
sendikaya katılması ve bunun sonucu olarak da tüzel kişiliğinin sona ermesinin
davaya etkisinin ne olduğunun belirlenmesinin, öncelikle çözülmesi gereken
sorun olduğu açıktır.
Hemen belirtmek gerekir ki, kapatılması istenen Tarım Orman Đş
Sendikasının yargılama devam etmekte iken bir başka sendikaya (Öz Orman Đş
Sendikası) katılmak suretiyle tüzel kişiliği sona ermiş bulunduğuna göre tüzel
kişiliği sona ermiş olan sendikanın faaliyetinin durdurulmasından ve kapatılmasından da söz edilemeyeceği gözetilmeden yazılı şekilde hüküm kurulmasının
usule aykırı olduğu tartışmasızdır.
Davada Tarım Orman Đş Sendikasının kuruluş aşamasında var olduğu
ileri sürülüp iddiaya dayanak bulunan eksikliklerden dolayı faaliyetinin
durdurularak kapatılması talep edilmiştir.
Dava sebebi yapılan eksikliklerin gerçekten tüzel kişiliğin kazanılmasını engelleyici ya da kapatılmasını gerektirici nitelikte olup olmadığı yargıla-
ma süreci tamamlanıp belirlenmeden sendikanın kendi iradesi ile bir başka
sendikaya katılması ve bu şekilde tüzel kişiliğini sona erdirmesi davayı
konusuz bırakmaz. Aksi takdirde dava sebebi yapılan hukuka aykırılık iddialarının bu yolla sonuçsuz bırakılmasının yolu açılmış olur ki, böyle bir durum
kabul edilemez.
Somut olayda dava konusu sendika hakkında ileri sürülmüş olan iddiaların tüzel kişiliği etkileyici ve kapatmayı gerektirecek nitelikte olup olmadığının belirlenmesi bakımından davacıya sendika tüzel kişiliğinin ihyasını
gerçekleştirmesi yönünde önel verilmesi tüzel kişilik ihya edildikten sonra
tarafların iddia ve savunmalarının bir değerlendirmeye tabi tutulması gerekir.
Mahkemece oluşturulan hükmün bu gerekçe ile bozulması gerektiği
görüşünde olduğumdan sayın çoğunluğun bozma gerekçesine katılamıyorum.”
III. TOPLU ĐŞ SÖZLEŞMELERĐ ĐLE ĐLGĐLĐ KARARLAR
1. Toplu Đş Sözleşmelerinin Temel Esasları
a) TĐS (Kural Koyma) Özerkliği
Yargıtay 9. HD’nin 16.3.2009 tarih ve E. 21645, K. 6963 sayılı kararı
esasında feshin geçersizliği ve çıkarılan işçinin işe iadesine ilişkin bir karardır
(www.kazanci.com). Ancak bu karar TĐS uygulamasına ilişkin unsurlar da
taşımaktadır. Şöyle ki, davacı işçi hastalığının ĐşK. md. 17’de belirtilen ihbar
önelini 6 hafta aşması üzerine işten çıkarılmışsa da davacı bu sürenin
yürürlükteki TĐS’nde arttırılarak belirlenen süreyi aşmadığı gerekçesiyle işe
iadesini istemiştir. Mahkemenin davayı ret kararı Yarg. 9. HD.’nce bozularak
davacı işe iade edilmiştir.
Yargıtay kararında davacının sendika üyesi olduğu, üyesi olduğu
sendikanın tarafı olduğu ve işyerinde uygulanan TĐS’nde ise uzun süreli
hastalık halinde istirahat süresinin 12 aya kadar uzatılmış olduğu belirtilerek
«Davacının, ... Sendikası üyesi olduğu, adı geçen sendika ile davalı şirket
arasında bağıtlanan ve 01.01.2007-31.12.2008 yürürlük tarihli toplu iş
sözleşmesinin 33/B maddesi gereğince, uzun süreli hastalık halinde, bu iznin
12 aya kadar daha uzatılacağı düzenlenmiştir.
2822 sayılı Toplu Đş Sözleşmesi Grev ve Lokavt Kanununun 6. maddesinde, toplu iş sözleşmelerinin özerkliği ilkesi kabul edilmiştir. Adı geçen
ilkenin, iş sözleşmesinin üzerinde haklar verip yasada belirtilen nisbi emredici
hükümlerin üzerinde haklar sunabileceği nazara alındığında, davacının üyesi
olduğu sendika ile işveren arasındaki toplu iş sözleşmesinin 33/B hükmünün Đş
Kanunun 25/I a maddesinden önce uygulanacağı açıktır.» gerekçesiyle davacı
işe iade edilmiştir.
Đş Kanunlarının istihdama ilişkin asgari şartları içerdiği, toplu iş sözleşmeleriyle karşılıklı görüşme ve pazarlık yoluyla bu şartların üzerine çıkılabileceği, bunun da toplu iş sözleşmesi özerkliğinin doğal bir sonucu olduğu esasen
doktrinde tartışmasız kabul edilmektedir(F. Şahlanan, Toplu Đş Sözleşmesi,
Đstanbul 1992, 10; Tuncay, Toplu Đş Hukuku, 152). Şu kadar ki, TĐS’leri
yoluyla mevzuatın üzerinde işçiye haklar sağlanması nisbi emredici hükümler
için geçerli olup taraf iradeleriyle değiştirilmesi mümkün olmayan mutlak
emredici hükümler yönünden bu kural uygulanamaz.
4857 sayılı ĐşK.’nun 25/I b maddesine göre işçinin kendi kusuruna
dayanmayan hastalık durumunda hastalık süresi kıdemine göre sahip olduğu
ihbar önelini 6 hafta aşarsa işverenin haklı çıkarma hakkı doğar. Kuşkusuz bu
durumda dahi çıkarılan işçiye kıdem tazminatı ödenecektir (1475 sayılı ĐşK.
md. 14). ĐşK. md. 25/I b’deki süreler daha çok işçi yararına getirilmiş süreler
olduğundan mutlak değil nisbi emredici nitelikte bir hükümdür. Bu nedenle
taraf iradeleriyle kısaltılamaz ancak işçi lehine uzatılabilir. Đhtilaf konusu
olayda da öyle olmuş ve TĐS ile bu süre (6 haftalık süre) 12 aya çıkarılmıştır. O
halde uzun süreli hastalık nedeniyle işverenin işçinin iş sözleşmesini fesih
hakkı ihbar önelini 12 ay geçmesinden sonra doğabilecektir. Đşverenin 12
aydan önceki bir feshi geçerli bir feshin unsurlarını taşımayacağından
Yargıtay’ın işe iade kararının doğru olduğu kabul edilmelidir.
b) TĐS Özerkliği ve Düzen Đlkesi
Toplu iş sözleşmesi hükmünün işe iade kararına etkisi ile ilgili ilginç
bir olay Yarg. 9. HD.’nin 24.2.2009 tarih ve E. 39440, K. 3451 sayılı kararına
konu olmuştur (www.kazanci.com). Olayda feshin geçersizliği ile işe iade
yargılaması sürerken davacının üyesi bulunduğu sendika ile davalı işveren
arasında yeni bir TĐS imzalanmış ve sözleşmede işçi ücretlerinde indirime
gidildiği gibi bazı ücret ekleri de kaldırılmıştır. Ayrıca işe iade davası açan
işçiler bakımından herhangi bir istisnaya yer verilmemiştir. Đşveren işe iade
davasını kazanan ve süresi içinde işe yeniden alınmasını talep etmiş olan işçiyi
işe davet etmiş ise de davacı işe başlama tarihinde uygulanmakta olan
indirilmiş ücretlere göre işe başlamayı reddederek tazminat ve boşta kalan
sürelere ilişkin haklarını talep etmiştir.
Burada ilk olarak cevaplanması gereken soru yeni dönem TĐS’nin
önceki TĐS’ne oranla işçi aleyhine hükümler içerip içeremeyeceğidir. Hukukumuzda da Alman Hukukundan esinlenerek her TĐS’nin bir öncekinden
bağımsız olduğu kabul edilir. Her TĐS’nin eskisinden bağımsız bir düzen oluşturduğu düşüncesine dayanan bu esasa «düzen ilkesi» denir(Tuncay, Toplu Đş
Hukuku, 199; Çelik, 542). Bu ilke gereğince serbest toplu pazarlık düzeninde
ekonomik koşullar gerekli kılar, taraflar anlaşırlarsa pekala sonraki TĐS’nde
işçilerin daha lehine hükümler getirilebileceği gibi şartlar kötüleşmişse işçilerin
daha aleyhine hükümler de getirilebilir. Yoksa her toplu iş sözleşmesinin
mutlaka mevcut işçi haklarının üstünde haklar ihtiva edeceği yolunda bir ilke
ne toplu iş sözleşmesi özerkliği ile ne de toplu iş sözleşmesinin amacıyla
bağdaşır. Dolayısıyla eski toplu iş sözleşmesinde yer alan işçinin daha lehine
olan hükümlerin yararlılık ilkesi (TĐSGLK. md. 6/2) gereğince daha aleyhe
olan yeni toplu iş sözleşmesi döneminde de uygulanacağı kabul edilemez.
Düzen ilkesi gereğince işçi aleyhine bile olsa işçi hakları yeni yürürlüğe giren
toplu iş sözleşmesi hükümlerine göre hesaplanmalıdır. Yargıtay daha önceki
kararlarında da benzer sonuçlara varmıştır(9. HD., 6.2.2002, E. 17211, K.
2379; 30.4.2002, E. 17, K. 6789 ve Demir, Toplu Đş Hukuku, 282). Bu ilke
süresi biten TĐS’nin hizmet akdinin muhtevası haline bürünerek etkisini
sürdüren hükümlerinin (art etki) yeni TĐS karşısında kazanılmış hak teşkil
etmesine de engel olur(H. Keser, Sona Eren Toplu Đş Sözleşmesi Hükümlerinin
Art Etkisi, Sicil, Haziran 2007, 111; K. Doğan Yenisey, Toplu Đş Sözleşmesinin Art Etkisi, Kazanılmış Hakların Korunması, Sicil, Haziran 2010, 167 vd.).
Bunun tek istisnası yeni TĐS’nde eski TĐS’nin işçi lehine hükümlerinin yeni
TĐS döneminde de geçerli olacağını kabul eden bir hükme yer verilmesidir. Bu
hüküm sözleşme serbestisi ilkesinin doğal bir sonucu olup geçerlidir. Düzen
ilkesinin uygulanabilmesi için yeni TĐS’nin mutlaka aynı taraflar arasında
yapılması da şart değildir. Yeni TĐS yetkiyi kazanan başka bir sendika
tarafından da yapılabilir.
Yukarıdaki esasları dikkate alan Yargıtay işe iadesine karar verildiği
halde yeni TĐS’nde yer alan şartlarla işe başlamayı reddeden işçinin sözleşmesinin feshinin geçerli hale geldiğini kabul ederken şu gerekçelere yer
vermiştir: «Davacı işçi süresi içinde işe iade davası açmış ve feshin geçersizliğini tespit ettirmiş olmakla ve yasal süresi içinde işe dönmek için başvuruda bulunmakla, toplu iş sözleşmesinden yararlanma noktasında iş sözleşmesi
hiç feshedilmemiş gibi değerlendirmeye gidilmelidir. Gerçekten davacının sendika üyeliği devam ettiği sürece tarafı bulunduğu sendika ile işveren arasında
imzalanan toplu iş sözleşmesi işçiyi bağlar.
Ayrıca belirtmek gerekir ki, her toplu iş sözleşmesi öncekinden bağımsız olup, ücret de dahil olmak üzere hakların irade serbestisi içinde belirlenmesi
mümkündür. Toplu iş sözleşmesi ile işçi ücretlerinin düşürülmesi ya da ücretin
eklerinin kısmen kaldırılması çalışma koşullarında esaslı değişiklik niteliğinde
olmayıp, 4857 sayılı Đş Kanunun 22. maddesinde öngörülen prosedürün
uygulanmasını gerektirmez. Yine birbirinden bağımsız toplu iş sözleşmeleri ile
ücretlerin farklı belirlenmesi 4857 sayılı Đş Kanununun 62. maddesinin ihlali
anlamına da gelmez. Toplu iş uyuşmazlığının tarafları değişen ekonomik
durumu göz önünde tutarak birbiri ardına yürürlüğe girecek olan toplu iş
sözleşmelerini birbirinden farklı şekilde bağıtlayabilirler. Önceki toplu iş
sözleşmesi döneminde sağlanan hakların kazanılmış hak olarak yorumlanması
ve hiçbir şekilde geri alınamayacağının kabulü, toplu iş sözleşmesinin
özerkliğine de aykırılık oluşturur.
Toplu iş sözleşmeleri yönünden düzen ilkesi, her yeni toplu iş sözleşmesinin iş ilişkilerini yeniden düzenlenebileceğini ve yeni toplu iş sözleşmesinde eskisine göre daha az işçi yararına hükümler getirilebileceğini öngörmektedir. Bu yönüyle düzen ilkesi, kural olarak toplu iş sözleşmesiyle kazanılmış hak oluşumuna engel olur. Birbiri ardına imzalanan toplu iş sözleşmelerinin farklı sendikaların yetki alması sonucu değişik sendikalar tarafından
bağıtlanmış olması da düzen ilkesi anlamında sonuca etkili değildir.
Toplu iş sözleşmesi ile kazanılmış bir hakkın düzen ilkesi karşısında
korunması için daha sonra bağıtlanan toplu iş sözleşmesinde önceki toplu iş
sözleşmesinden doğan hakların korunacağı yönünde bir kayda ihtiyaç vardır.
Somut olayda davacının üyesi bulunduğu sendika ile işveren arasında imzalanan toplu iş sözleşmesinde bu yönde bir kurala yer verilmemiş ve işe iade
davası devam eden işçiler bakımından ayrı bir düzenlemeye gidilmemiştir.
(…) Đşe iade davası sonunda işçinin sözleşmenin feshedildiği şartlarla
eski işine dönmesi asıl ise de, işe başlatma anına kadar işçi ücretlerine gelen
artışlar ilave edilerek işe başlatılması gerektiği gibi, yasalara uygun olarak
gerçekleşen ücret indirimlerinin de işe başlatma anında dikkate alınması
gerekir.
Somut olayda davacı işçinin üyesi bulunduğu sendika ile işveren
arasında bağıtlanan sözleşmenin davacı yönünden işe başlatıldığı tarihten
itibaren uygulanması gerekir. Davacının toplu iş sözleşmesinin uygulanmasına
karşı çıkarak işe başlamayı reddetmesi ve işyerinden ayrılması, işe başlamama
yönünde gerçek bir iradenin ortaya konulmadığı anlamına gelmektedir. Davacı
işçinin işe iade başvurusunda bulunmamış olması sebebiyle 4857 sayılı Đş
Kanununun 21/5.maddesi uyarınca işverence 31.10.2006 tarihinde yapılan fesih
geçerli bir feshin sonuçlarını doğurur. Böyle olunca işe iade davasında tespit
edilen işe başlatmama tazminatı ile boşta geçen süre ücretine hak kazanılması
söz konusu olmaz. Yine, 31.10.2006 tarihli fesih geçerli hale gelmekle, 4 aylık
sürenin ilavesine ve ücret artışına bağlı olarak ihbar ve kıdem tazminatı talep
edilmesi de mümkün değildir.»
Yukarıdaki esaslar göz önünde tutulduğunda Yargıtayın görüşünün
yerinde olduğu kabul edilmelidir. Aynı kararı inceleyen F. Şahlanan da aynı
sonuca varmıştır (Sicil, Haziran 2009, 214 vd.).
2. TĐSGLK Açısından Đşyeri
Yargıtay 9. HD., 3.2.2009 tarihli kararında (E. 1003, K. 1462: Çalışma
ve Toplum, S. 22, 2009/3, 314 vd.) işverenin yetki tespitine ilişkin itirazında
işyeri TĐS mi yoksa işletme TĐS mi yapılması gerektiği üzerinde durmuştur.
Davacı şirketin merkezi Bağcılar/Đstanbul’da olup burada 16 işçi çalışmakta,
yönetim ve projeler yapılmaktadır. Şirketin Sakarya’daki fabrikasında ise 196
işçi çalışmakta olup burada da üretim yapılmaktadır. Mahkeme bu iki yeri ayrı
işyerleri sayarak bunların bir işletme oluşturduğu gerekçesiyle yetki itirazının
TĐSGLK. md. 15 uyarınca işletme merkezinin bulunduğu Đstanbul’da yapılması
gerektiği gerekçesiyle yetkisizlik kararı vermiştir. Yargıtay, merkez işyerindeki
işlerin fabrikada yapılan işlerden hem farklı işler hem de fabrikadaki üretim
işini tamamlayıcı nitelikte işler olduğunu belirterek «Merkez işyerinde yapılan
işler yardımcı iş niteliğinde olup asıl iş olan fabrika işyerinin girdiği işkolunda
sayılması gerekir. Zira 2822 sayılı Yasanın 3. maddesi anlamında bir
işletmeden söz edebilmek için işyerinin aynı işkolunda kurulu birden fazla
işyerine sahip bir işletme söz konusu değildir. Merkez işyerinin asıl işi
tamamlayan bir yapısının bulunması nedeniyle fabrika işyeri ile birlikte tek
işyeri oluşturmaktadır. Bu nedenle itiraz konusu çoğunluk tespitinin işyeri
düzeyinde yapılması yerindedir.» gerekçesiyle Sakarya Đş Mahkemesinin
yetkisizlik nedeniyle davayı ret kararını bozmuştur.
Uygulamada çok tartışma yaratan hususlardan biri de bir işverenin
birden fazla işyerine sahip olması durumunda işyeri düzeyinde mi yoksa
işletme düzeyinde mi TĐS yapılacağıdır. TĐSGLK. md. 3’e göre bir işverenin
aynı işkolunda olması şartıyla birden çok işyeri varsa bu işyerleri işletme
sayılacak ve burada tek bir toplu iş sözleşmesi yapılacaktır. Buna işletme TĐS
denir. Bu işletmenin Ticaret K.’ndaki işletme ile ilgisi olmayıp burası TĐSGLK.
bakımından bir toplu pazarlık birimidir(M.Ekonomi, Đşletme TĐS’leri ve
Uygulamada Karşılaşılan Başlıca Sorunlar, Kamu-Đş, c.1, sayı 1, 1987, 11;
Tuncay, Toplu Đş Hukuku, 167; U. Aydın, Türk Hukukunda Đşletme Toplu Đş
Sözleşmeleri ve Uygulama Sorunları, Prof. Dr. K. Oğuzman’a Armağan, C. 1,
2002, 441). Yasakoyucu böylece aynı işverene ait aynı işkolunda bulunan
işyerlerinin her birinde ayrı sözleşmeler yapılarak işletmenin bölünmesini ve
buralarda farklı uygulamalara gidilmesini hem çalışma barışının hem de
işletmenin bütünlüğünün korunması amacıyla uygun görmemiştir. Yasanın bu
düzenlemesi akılcı bir yaklaşımdır. Olayda ise işveren şirketin Đstanbul’da
yönetim ve yapı projelerinin yapıldığı bir merkez işyeri bir de Sakarya’da esas
işin yani üretim işlerinin (yapı projelerinin montajının) yapıldığı fabrika işyeri
vardır. Aslında bu iki işyerinde yapılan işler farklı işkollarına giren işlerdir.
Burada işletme TĐS yapılamayacağına hiçbir kuşku yoktur. Buna karşılık bu iki
işyerini birbirinden bağımsız işlerin yapıldığı iki ayrı işyeri olarak düşünerek
iki ayrı TĐS yapılması gerektiği ileri sürülebilir mi? Gerçekten her iki işyerinde
de nitelik olarak farklı işler yapılmaktadır ve bunlar coğrafi olarak birbirinden
oldukça uzak işyerleridir. Bu konuda önce 2822 sayılı TĐSGLK. anlamında
işyerinin ne olduğunu belirlemek gerekir. 2822 sK. işyerini tanımlamış
değildir. Bu durumda doktrinde kabul edilen bizim de katıldığımız görüş
doğrultusunda 2821 sayılı Sendikalar K.’ndaki işyeri tanımı esas alınmalı fakat
tereddüt yaratan durumlarda 4857 sayılı ĐşK.’ndaki işyeri kriterlerinden de
yararlanılmalıdır(K. Doğan Yenisey, Đş Hukukunda Đşyeri ve Đşletme, Đstanbul
2007, 334; Çelik, 565; Tuncay, Toplu Đş Hukuku, 229). Böylece asıl işin
yapıldığı yer kadar, işyerinin eklentileri, işyeriyle teknik bağlantısı bulunan
yerler, araçlar da işyerinden sayılacak ayrıca farklı işyerleri olarak gözükseler
bile aralarında teknik amaç ve yönetim birliği varsa bunları tek bir işyeri olarak
değerlendirmek gerekecektir(Doğan Yenisey, 310).
Karardan anladığımız kadarıyla Sakarya’daki üretim işyeri ile
Đstanbul’daki proje yapım ve yönetim işyeri arasında teknik ve yönetsel
bağlantı olduğunu sanıyoruz. Zira işveren şirketin esas işi yapı elemanlarını
üretmek ve bunları monte etmektir. Bu da Sakarya’da 196 işçinin çalıştığı
fabrikada yapılmaktadır. Đstanbul’daki merkez işyerinde ise şirket yönetilmekte
ve yapı projeleri (bilgisayarda ya da kağıt üzerinde uzmanlar tarafından)
çizilmekte ya da tasarlanmaktadır. Burada ise sadece 16 işçi çalışmaktadır. Hal
böyle olunca merkezde yapılan işin fabrikada yapılan işten bağımsız bir iş
sayılması mümkün değildir. Fabrikada yapılan işlerin asıl iş, merkezde yapılan
işlerin tamamlayıcı ya da yardımcı işler olduğu anlaşılmaktadır. Merkez işyeri,
üretim işyeri var olduğu için vardır. Esasen asıl işyerindeki işçi sayısının çok
fazla olması da bunu göstermektedir. Sendikalar K. md. 60/2’deki esas da göz
önünde tutularak merkez işyerindeki işlerin fabrikada görülen işlerin dahil
olduğu işkolunda sayılması gerekir. Böylece merkezde yapılan işler fabrikada
yapılan işlerin tamamlayıcısı sayılmalı ve her iki işyeri tek bir işyeri
sayılmalıdır. Denebilir ki, ortada hem yönetimde hem de amaçta birlik vardır.
Bu sonuç daha akılcı ve amaca uygundur. Her iki işyerinin farklı bölge çalışma
müdürlüklerine ve Sosyal Güvenlik Kurumu bölge müdürlüklerine kayıtlı
olması (eğer böyle ise) hatta her iki işyeri arasındaki coğrafi uzaklık olması da
önem taşımaz. Önemli olan ortada bir bütünlük arz eden TĐS biriminin
bulunmasıdır. Burada tereddüt yaratan husus aslında işyerleri arasındaki
coğrafi uzaklıktır. Birbirinden bu kadar uzak işyerlerinin nasıl olup da tek bir
işyeri sayılacağı sorulabilirse de farklı işyerlerini mümkün olduğunca tek bir
TĐS şemsiyesi altında birleştirmeyi amaçlayan (işletme TĐS, grup TĐS) bir yasa
hükmü karşısında TĐS açısından bunun fazla önemi olduğunu sanmıyoruz.
Böylece işyerleri farklı SGK il müdürlüklerine ve bölge çalışma müdürlüklerine kayıtlı olsalar da, her bir işyerinde ayrı bordrolar tutulsa da TĐS’nin
bütünlüğü ilkesi göz önünde tutulduğunda olaydaki işyerleri tek bir işyeri
sayılmalıdır. O halde burada tek bir işyeri TĐS yapılması doğrudur ve çoğunluk
itirazının da asıl işin görüldüğü Sakarya’daki Bölge Çalışma Müdürlüğünün
bulunduğu iş mahkemesine yapılması gerekir.
Bu nedenle Yargıtayın vardığı sonucu yerinde buluyoruz. Mamafih,
Yargıtayın yönetim işyeri ile üretim işyerini ayrı işkollarına giren işyerleri
olarak nitelendiren ve burada ayrı ayrı işyeri TĐS’leri yapılması gerektiğine
ilişkin kararları da bulunduğuna dikkat çekmek isteriz (9. HD., 2.4.1998, E.
6465, K. 6329; 9.3.2000, E. 2910, K. 2863: Doğan Yenisey, Đşyeri ve Đşletme,
341-342).
3. Toplu Đş Sözleşmesi Yetkisine Đtiraz
a) Olumlu Yetki Tespitine Đtiraz
TĐSGLK. md. 15/1 Bakanlığın olumlu yetki tespitine ilişkin itiraz prosedürünü şöyle düzenlemiştir: «Kendilerine 13 ve 14üncü maddeler uyarınca
gönderilen tespit yazısını alan işçi veya işveren sendikaları veya sendika
üyesi olmayan işveren, taraflardan birinin veya her ikisinin gerekli yetkiyi haiz
olmadıkları veya kendisinin çoğunluğu bulunduğu yolundaki itirazını sebeplerini de göstererek yazının kendilerine tebliğ tarihinden itibaren altı işgünü
içinde işyerinin bağlı olduğu bölge müdürlüğünün bulunduğu yerdeki iş davalarına bakmakla görevli mahkemeye yapabilir. Toplu iş sözleşmesi birden
fazla bölge müdürlüğünün yetki alanına giren işyerlerini kapsadığı hallerde
itiraz Ankara'daki iş mahkemesine yapılır. Đşletme toplu iş sözleşmesi için
itiraz, işletme merkezinin bulunduğu yerdeki iş mahkemesine yapılır. Đtiraz
dilekçesi Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığına veya ilgili Bölge Müdürlüğüne kayıt ettirildikten sonra mahkemeye verilir.»
Yasa maddesi o kadar açıktır ki itiraz dilekçesinin Bakanlığa veya Bölge Çalışma Müdürlüğüne kayıt ettirildikten sonra mahkemeye verilmesi yasal
zorunluluktur. Yargıtay uzun yıllar bu kayıt yaptırılmadan yapılan yetki
itirazlarının reddi gerektiğini belirtmiştir (9. HD., 22.10.1984, E. 9922, K.
8987: ĐHU, TĐSGLK. 15, No.3 ve Ö. Eyrenci’nin notu; 1.6.1988, E. 6264, K.
6191: Berksun/Eşmelioğlu, 351; 9. HD., 17.1.2002, E. 20688, K. 325: Tekstil
Đşveren, Nisan 2002, 37 ). Doktrinde de altı işgünlük süre içinde kayıt işleminin
sistemin zorunlu bir şartı olduğu kabul edilir(Şahlanan, Toplu Đş Sözleşmesi,
74; Çelik, 529; Tuncay, Toplu Đş Hukuku, 186; Demir, Toplu Đş Hukuku, 265).
Dilekçenin Bölge Çalışma Müdürlüğüne kayıt ettirilmesinin nedeni Bakanlığın
itiraz davasından vakit geçirmeksizin haberdar olmasını sağlamaktır.
Yargıtay 9. HD., 3.2.2009 tarih ve E. 2061, K. 1467 sayılı kararına
(Çalışma ve Toplum, S.22, 2009/3, 317) konu olan olayda işveren 6 işgünü
içinde itiraz dilekçesini yetkili mahkemeye vermişse de Bölge Çalışma
Müdürlüğüne kayıt ettirmemiştir. Durumu fark eden işveren 6 işgünü dolmadan
mahkemeye ikinci bir itiraz dilekçesi vermiş fakat bu defa dilekçeyi bölge
çalışma müdürlüğüne kayıt ettirmiştir. Açılan ikinci dava konusu, tarafları,
sebepleri aynı olduğu için iki dava birleştirilmiştir. Yargıtay yasaya aykırılık
hali ortadan kalktığı sonucuna vararak yasaya aykırılık nedeniyle itirazı
reddeden iş mahkemesi kararını bozmuştur. Sonuç Yasakoyucunun amacına
uygun düştüğü için karara katılmak gerekir. Zira dilekçenin Bakanlığa kayıt
işlemi iki defada yerine getirilmiş olsa dahi 6 işgünlük süre geçirilmemiştir.
Fakat kararın gerekçesinde yer alan şu gerekçe şaşırtıcıdır: «Çoğunluk tespitine
itirazlarda itiraz dilekçesinin önce Bakanlık veya ilgili bölge çalışma müdürlüğüne kaydettirilmesi daha sonra dava açılması gibi bir zorunluluk yoktur.»
Bu görüşün Yasanın açık hükmüyle bağdaşmadığını belirtmek isteriz(Tuncay,
Toplu Đş Hukuku, 186). Yargıtay 9. HD., daha 2008 yılında verdiği kararlarda
bile itiraz dilekçesinin Bakanlığa veya BÇM’ne kayıt ettirilmesinin şart
olduğuna ve 6 işgünlük sürenin hak düşürücü süre olduğuna hükmetmişti
(9.10.2008, E. 34774, K. 25980; 25.12.2008, E. 44181, K. 35255: Ö. Eyrenci,
2008 Yılı Kararları Değerlendirme Semineri, 247).
Yargıtay 9. HD.’nin 2.6.2009 tarih ve E. 21749, K. 15448 sayılı
kararına (www.kazanci.com) konu olan dava, yetki tespitine itiraza ilişkin olup
olayda tartışma yaratan husus davacı işverenin işçi sendikasının yetki tespiti
başvurusundan kısa bir süre önce işe aldığı işçilerdir. Çünkü işçi sendikası bu
işlemin işyerindeki yasal çoğunluğu bertaraf etmeye yönelik olduğu iddiasındadır. Yargıtay bu olayda «Mahkemece yapılacak iş, … başvuru tarihinden
önceki ve sonraki döneme ait SSK dönem bordroları getirtilip başvuru
tarihinden önce işe alınanların başvuru tarihinde işyerinde çalışıp çalışmadıklarının, bu işçilerin işyerinde çalıştırmaya devam edilip edilmedikleri ya da
hemen işten çıkartılıp çıkartılmadıkları saptanarak gerektiği takdirde işverenin
kapasite raporu, işyerindeki hammadde ve stok durumunu, atıl makine olup
olmadığı, alınan siparişleri de gösteren tüm defter ve kayıtlar üzerinde inceleme ve araştırma yapılarak sonuca gitmekten ibarettir.» hükmüne varmıştır.
Hukukumuzda hakların kullanılması ve borçların ifasında MK md.
2’deki iyiniyet kuralları göz önünde bulundurulmalı ilkesi geçerli olduğuna
göre aynı ilke sendikal hakların, toplu sözleşme haklarının kullanılmasında da
göz önünde bulundurulur. Bu nedenle başvuru tarihinden önce işletmeye yeni
işçi alımının kapsamlı bir incelemeye tabi tutularak işlemin muvazaalı ya da
kötüniyetli olup olmadığını araştırmalı, sonucuna göre karar verilmelidir. Bu
nedenle Yargıtay kararına katılıyoruz.
b) Olumsuz Yetki Tespitine Đtiraz
Đşyerinde, işyerlerinde veya işletmede TĐS yapmak için yeterli çoğunluğa sahip olduğu kanısına varan işçi sendikası yetkili olduğunun tespiti için
Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığına başvurur. Bakanlık da elindeki kağıtlara göre başvuran sendikanın başvuru tarihi itibariyle yeterli çoğunluğa sahip
olup olmadığını araştırır. Eğer başvuran sendikanın yeterli çoğunluğa sahip
olduğu sonucuna varacak olursa durumu hem başvuran sendikaya hem de o
işkolunda kurulu diğer işçi sendikalarına hem de TĐS’ne taraf olacak işveren
sendikasına veya sendika üyesi olmayan işverene 6 işgünü içinde yazıyla
bildirir (TĐSGLK. md. 13/2). Buna uygulamada «olumlu yetki tespiti» denmektedir. Bakanlık yaptığı incelemede eğer başvuran sendikanın TĐS yapmaya
yeterli çoğunluğa sahip olmadığı sonucuna varacak olursa bunu sadece
başvuran sendikaya aynı sürede bildirir. Buna da «olumsuz yetki tespiti»
denmektedir. Yasada her ne kadar olumlu yetki tespitine itiraz usulü düzenlenmişse de olumsuz yetki tespitine itiraz usulünden söz edilmemiştir. Bununla
beraber yetkili olduğu iddiasında olan sendikaya bu karara itiraz olanağı
tanımak hukuk devletinde mümkün olmalıdır. Nitekim Anayasamız idarenin
her türlü eylem ve işlemlerine karşı yargı yolunun açık olduğu kuralını (AY
md. 125) koymuştur. Buna göre doktrinde ve yargı kararlarında Bakanlığın
yetki için başvuran sendikanın çoğunluğu haiz olmadığına ilişkin olumsuz
tespitine karşı genel hükümlere göre bir iptal (tespit) davasının açılabileceği
kabul edilmektedir(Bak. Şahlanan, TĐS, 65 vd.; K. Oğuzman, Hukuki Yönden
Đşçi-Đşveren Đlişkileri, C. 1, 4. bası, Đstanbul, 44; Tuncay, Toplu Đş Hukuku,
188; Narmanlıoğlu, II, 378). Genel hükümlere göre açılacak bir «tespit davası»
sonucunda verilen karar eğer davacı sendikanın çoğunluğu haiz olduğu
yönünde olursa Bakanlığın bu tespite dayanarak muteriz ve muzaffer sendikaya
yetki belgesi verip veremeyeceği önemli bir sorudur. Yargıtaya göre bu dava
sonucunda verilen karar Bakanlığın TĐSGLK. md. 13/2 hükmü kapsamında
yaptığı bir tespit niteliğindedir. O halde bu tespit kararının o işkolunda kurulu
diğer işçi sendikalarıyla TĐS’ne taraf işveren sendikasına veya sendikasız
işverene tebliği gerekir. Bundan sonra TĐSGLK.’nda öngörülen süre içinde diğer işçi sendikalarının ve işveren sendikası veya sendikasız işverenin md. 15’e
göre bu karara itiraz hakları vardır (9. HD., 8.7.1987, E. 6793, K. 7089: TÜHĐS
Ağustos 1987, 45; 1.10.1985, E. 9707, K. 8804: TÜHĐS Ocak 1986, 24).
Yargıtay 9. HD.’nin 17.2.2009 tarih ve E. 45006, K. 2764 sayılı
kararına (www.kazanci.com) konu olan olayda Bakanlık işyerinin 17 sıra no.lu
Ticaret, Büro, Eğitim ve Güzel Sanatlar işkoluna girdiği sonucuna vararak
olumsuz yetki tespitinde bulunmuştur. Davacı sendika işyerlerinin 18 sıra no.lu
kara taşımacılığı işkoluna girdiği iddiasıyla karara itiraz etmiştir. Yargıtay
olumsuz yetki tespitine ilişkin Bakanlık kararına itiraz söz konusu olan
durumlarda dahi öncelikle Sendikalar K. md. 4’te öngörülen usule uymak
suretiyle öncelikle işyerinin girdiği işkolunun belirlenmesi işinin ön mesele
yapılmasına ve bunun sonucuna göre işin esasının (çoğunluk tespiti) çözüme
kavuşturulmasına karar vermiştir. Yargıtay öteden beri bu görüşte olup bu
çözüm tarzı doktrinde de benimsenmiştir(Bak. Tuncay, Yargıtayın 2004 Yılı
Kararları Değerlendirme Semineri, 130; Çelik, 437; T. Centel, Karar Đncelemesi, Tekstil Đşveren, Nisan 2004, 36-38; Tuncay, Toplu Đş Hukuku, 188).
Dolayısıyla olumlu tespite ilişkin yetki itirazı için de eğer işyerinin girdiği
işkolu üzerinde de tartışma var ise bu durumda nasıl «bekletici mesele»
sayılarak bunun sonucuna göre çoğunluk tespiti yapılıyorsa aynı prosedür
olumsuz yetki tespitine itiraz prosedürü için de uygulanmalıdır. Bu bakımdan
Yargıtay görüşüne katılıyoruz.
Yargıtay 9. HD.’nin 2.6.2009 tarih ve E. 21002, K. 15446 sayılı
kararına konu olan olayda (www.kazanci.com) işçi sendikası Bakanlığın
olumsuz yetki tespitine itiraz etmiş bulunmaktadır. Đtiraz gerekçesinde işe iade
davaları kabul edilen fakat işe yeniden alınmaları için işverene başvuran
işçilerin işe alınmasalar da o tarihe kadar iş sözleşmeleri devam ediyor
sayılacağından daha önceki yetki tespiti için Bakanlığa başvuru tarihinde
işyerinde çalışanlar sayısına dahil edilmeleri gerektiği, bu durumda sendikanın
TĐS yetkisi için yeterli çoğunluğa sahip olduğu ileri sürülmüştür. Mahkeme
muteriz sendikanın Bakanlığa başvuru tarihi itibariyle yeterli çoğunluğa sahip
olmadığı gerekçesiyle itirazı reddetmişse de Yargıtay 9. HD. kesinleşmiş işe
iade kararlarına göre, «işten çıkartılan davacı sendika üyesi işçilerin 1.6.2004
başvuru tarihinde işe başlamak üzere işyerine gittikleri ve işveren tarafından işe
başlatılmadıkları, daha sonra 3.6.2004 tarihinde gönderilen bildirimlerle bu
işçilerin iş sözleşmelerinin 1.6.2004 başvuru tarihi itibariyle fesih edildiğinin
belirlendiği, buna göre başvuru tarihinde işten çıkartılan işçilerin işçi sayısında
nazara alınması gerekir» gerekçesiyle iş mahkemesi kararını bozmuş ve işçi
sendikasının yetki için yeterli çoğunluğa sahip olduğuna hükmetmiştir.
Gerek Yargıtay içtihatlarında gerek doktrinde mahkemece işe iadesine
karar verilen işçinin yasal sürede işe başvurmasına rağmen işverence işe
başlatılmaması halinde işçinin iş sözleşmesinin başlangıçtaki geçersiz fesih
tarihinde değil işverenin işçiyi işe başlatmamaya yönelik irade açıklaması
tarihinde feshedilmiş sayılacağı kabul edilmektedir ki bu sonuç feshin geçersiz
sayılmasının doğal sonucudur(Bak. Süzek, 585; H. Mollamahmutoğlu, 765;
Çankaya/Günay/Göktaş, Đşe Đade Davaları, Ankara 2005, 262; Çelik, 246;
Yarg. 9. HD., 12.9.2006, E. 16831, K. 22127: Legal ĐşHSGHD., 2007/13, 337;
22.6.2006, E. 38631, K. 18287 ve F. Şahlanan’ın incelemesi: Tekstil Đşveren,
Şubat 2007, Hukuk 10, 2-4).
Đşe iadesine karar verilen işçinin iş sözleşmesi hiç feshedilmemiş gibi
hüküm doğurur. Đşçi işe yeniden alınırsa iş sözleşmesi hiçbir şey olmamış gibi
sürer gider. Fakat işe yeniden alınmama durumunda iş sözleşmesi artık sona
ermiş olur. Đşçi de gerçekte o tarihte işten çıkartılmış sayılır. Tüm hukuki
sonuçlar işe yeniden alınmama tarihi itibariyle ortaya çıkar.
Toplu iş sözleşmesi yetkisi açısından ise işe iadesine mahkemece karar
verildiği halde işverenin onu işe başlatmama tarihine kadar söz konusu işçinin
iş sözleşmesi devam ediyor sayılacağından işyeri kadrosuna da dahil sayılacaktır. O halde bu işçinin üyesi bulunduğu işçi sendikasının bu tarihten önceki
yetki için Bakanlığa başvuru tarihinde işyeri kadrosuna dahil olacağı doğal bir
sonuçtur. Bu açıdan Yargıtay kararının isabetinden kuşku duyulmamalıdır.
4. Toplu Đş Sözleşmesinden Yararlanma
a) Đşe Đade Edilenin TĐS’nden Yararlanması
TĐSGLK. md. 9’a göre «Toplu iş sözleşmesinin imzalanması tarihinde
taraf sendikaya üye olanlar yürürlük tarihinden imza tarihinden sonra üye
olanlar ise üyeliklerinin taraf işçi sendikasınca işverene bildirildiği tarihten
itibaren yararlanırlar.» O halde TĐS’nden yararlanma salt sendika üyeliğine
bağlı olmamaktadır. Eğer işçi TĐS’nin imzalanmasından sonra sendikaya üye
olmuş ise sendikaya üye olduğu tarih TĐS’nden yararlanmaya başlamak için
yetmemekte üyeliğin işverene bildirilmesi de gerekmektedir. Yarg. 9. HD.’nin
28.4.2009 tarih ve E. 28644, K. 11827 sayılı kararına (www.kazanci.com) konu
olan olayda mahkemeden feshin geçersizliğini tespit ettirip işe iade kararı alan
davacı işçi işverence işe başlatılmayınca kendisine TĐS hükümlerine göre
hesaplanacak ihbar ve kıdem tazminatı ile yıllık izin ücretinin ödenmesini talep
etmiştir. Bu olayda davacının iş sözleşmesinin feshi işe iade kararına rağmen
işverence işe başlatılmadığı tarihte (22.7.2006’da) gerçekleşmiş olduğu ve
alacak hesabının bu tarihe göre yapılması gerektiği Yarg. 9. HD.’nce isabetle
belirtilmiştir. Karardan anlaşıldığına göre davacının işe geri alınmama
tarihinden kısa bir süre önce 12.7.2006’da işyerinde yeni bir TĐS imzalanmış
bulunmaktadır. Bu durumda işe iade kararı alan davacı işe başlatılmaz ise yeni
TĐS’nin imzalanmasından önce sendikaya üye bulunduğundan sendikaca
işverene bildirime gerek olmaksızın alacak hakları yeni TĐS hükümlerine göre
hesap edilerek kendisine ödenmek gerekir. Burada artık TĐS’nden yararlanmak
için üyeliğin sendikaca işverene bildirilmiş olması şartı aranmamalıdır. Zira
olaydaki üyeliğin bazı özellikleri vardır. Davacı işçi işten çıkarılmış ve işe iade
davası yürümekte iken sendikaya üyelik başvurusunda bulunmuş fakat sendika
yetkili organı üyeliğin kabulüne ilişkin bir karar vermeden 30 günlük süre
susma ile geçtikten sonra üyelik otomatik olarak kazanılmıştır. Nitekim
Sendikalar K. md. 22/3 buna cevaz vermektedir. Böyle bir üyelik kazanılmasında sendikadan durumu işverene bildirmesini beklemek fazla şekilci bir
yorum olacaktır. Doktrinde U. Aydın da bu görüşü savunmaktadır (Karar Đncelemesi, Sicil, Aralık 2009, 144 vd.). Olayda davacı, TĐS’nin imzalanmasından
önce sendika üyeliğini kazandığına göre TĐS’nden geriye götürülmüş yürürlük
başlangıcından itibaren yararlanacaktır. Nitekim Yargıtay da «Toplu iş
sözleşmesinden yararlanma ise, salt sendika üyeliğine bağlı değildir. 2822
sayılı Toplu Đş Sözleşmesi Grev ve Lokavt Kanunun 9. maddesinde toplu iş
sözleşmesinin tarafı olan işçi sendikasına üye olanların toplu iş sözleşmesinden
yararlanabileceği kurala bağlanmıştır.
Aynı hükme göre, imza tarihinde üye olanlar toplu iş sözleşmesinin yürürlüğe girdiği tarihten, imza tarihinden sona üye olanlar ise üyeliklerin taraf
sendikası tarafından bildirildiği tarihten itibaren toplu iş sözleşmesinden
yararlanırlar.
Davacı işçinin üyeliği sendika tarafından işverene bildirilmemiş ise de,
işe başlatmama tarihinde işyerinde uygulanmakta olan toplu iş sözleşmesi
12.7.2006 tarihinde imzalanmış olup, anılan toplu iş sözleşmesinin imzalanmasından önce davacı işçi sendika üyesi olduğuna göre toplu iş sözleşmesinin
yürürlüğe girdiği tarihten itibaren yararlanma hakkı bulunmaktadır. Fesih
tarihindeki hakların toplu iş sözleşmesine göre hesaplanarak kabul edilmesi
gerekirken, bir önceki toplu iş sözleşmesinin imza tarihinden söz edilerek bu
yöndeki talebin reddi hatalı olup bozmayı gerektirmiştir.» sonucuna varmıştır.
Sonuç olarak Yargıtay kararı isabetli gözükmektedir.
Bir başka olayda işe iade davası sırasında boşta geçen dört aylık süre
içinde işyerinde yeni bir TĐS yürürlüğe girmiştir. 9. HD., bu durumda geçersiz
sayılan feshi izleyen en çok dört aylık döneme ait ücret ve diğer hakları her iki
toplu iş sözleşmesi kapsamına giren süreler bakımından ayrı ayrı TĐS
hükümlerine göre hesaplanması gerektiğine karar vermiştir (28.12.2009, E.
34598, K. 37902: Çimento Đşveren, Mayıs 2010, 32). Đşe iade davası sonucunda
fesih geçersiz sayılıp davacının işine iadesine karar verildiğinde bu süre
esnasında iş sözleşmesi yürürlükte sayılacaktır. O halde boşta geçen süreye
ilişkin hakların sadece dört aylık kısmı davacıya ödeneceği için fesihten hemen
sonraki dört aylık sürede eski ve yeni TĐS’leri yürürlükte kalmışlarsa işe iade
edilen işçiye ödenecek ücret vs. hakların hesabının da iki ayrı TĐS’ne göre
yapılacağı doğaldır. Hakların hesabına esas alınacak sürenin de feshi izleyen
ilk dört aylık sürenin olması gerektiği kabul edilmelidir. Nitekim bu kararda da
«Dairemizin kararlılık kazanmış uygulamasına göre boşta geçen süreye ait 4
aya kadar ücret ve diğer haklar için feshi izleyen dönem ücretlerine göre
hesaplama yapılmalıdır (Yarg. 9. HD., 20.11.2008, 2007/30092 E., 2008/31546
K.)» denmiştir. Karar isabetli görünmektedir.
b) Alt Đşveren Đşçisinin TĐS’nden Yararlanması
Đşe iade davasına konu olsa da TĐS’nden yararlanma hakkına da
değinen bir başka uyuşmazlık Yarg. 9. HD.’nin 7.7.2009 tarih ve E. 25544, K.
20096 sayılı kararına konu olmuştur (Çalışma ve Toplum, 2010/1, Sayı 24, 324
vd.). Karara konu olan olay, muvazaalı alt işveren ilişkisi kapsamında alt
işveren işçisinin mahkemece işe iadesine karar verilmesi üzerine asıl işverenin
tarafı olduğu TĐS’nden yararlanıp yararlanamayacağına ilişkindir. Yargıtay bu
olasılığı eşit davranma ilkesine dayandırmakta ve eşit davranma ilkesi
hakkında açıklamalar yaparak uyuşmazlığı ele almaktadır. Yüksek Mahkemeye
göre «Öncelikle belirtmek gerekir ki, davacının davalı işverenin işçisi olduğu,
alt işverenle olan ilişkinin muvazaaya dayandığı işe iade davasında kesinleşmiş
durumdadır. Bu durumda davacının yaptığı işi ve unvanına göre davalı
işverenin diğer işçileri ile aynı ücreti alması gerekir. Muvazaalı alt işverenlik
sözleşmelerine dayanılarak ücret konusunda işçiler arasında ayrım yapılması
doğru olmaz. Mahkemece bu yönde gerekli araştırmaya gidilmiş değildir.
Davacı işçinin fiilen hangi işte çalıştırıldığı belirlenmeli, aynı tarihlerde davalı
işverenin diğer işçilerine ödediği ücret ve ekleri belirlenerek davacı işçiye aynı
haklar sağlanmalıdır. Đşverenin eşit davranma borcunu ihlal ettiği bir durumda
işçinin ödenen ücrete itiraz etmemiş olması işveren lehine sonuçlar doğurmaz.
Davacı işçi sendika üyesi olmadığı gibi, dayanışma aidatı ile yararlanma yönünde talepte bulunmamıştır. Böyle olunca işe başlatmama anında toplu
iş sözleşmesi uygulanmaya başlamış olsa dahi davacı işçinin toplu iş sözleşmesinden yararlanmasına imkan bulunmamaktadır. Đşe başlatmama tarihinde
davacının sendika üyesi olmayan ve toplu iş sözleşmesinden yararlanmayan bir
emsali mevcut ise buna göre ücret ve ücretin ekleri belirlenmelidir. Aksi halde
toplu iş sözleşmesinden önce davacının emsali olan işçiye ödenen ücret ve
ücret ekleri üzerinden ve asgari ücretteki artış oranına göre fesih tarihinde
alması gereken ücret ve diğer hakları tespit olunmalı ve buna göre hesaplama
yapılmalıdır».
Muvazaalı alt işveren ilişkisinin, uygulamada genellikle işverenlerin
mevzuatın kendilerine yüklediği yükümlülüklerden kurtulma ve sendikayı
işyerinden uzak tutma amacıyla kurulduğu bilinen bir gerçektir. Başkasına
zarar verici ve dürüstlük kuralıyla bağdaşmayan nitelikteki işlemleri yasanın
korumayacağı ise temel hukuk ilkesidir (MK md. 2/2). Böyle bir durum söz
konusu olursa muvazaalı alt işveren işçisi asıl işverenin işçisi sayılacak ve asıl
işveren işçisi hangi haklardan yararlanıyor ise o da aynı haklardan yararlanacaktır. Bu sonuç hem dürüstlük kuralının hem de eşit davranma ilkesinin bir
gereğidir. Yargıtay daha önceki kararlarında muvazaalı asıl işveren-alt işveren
ilişkisinin varlığı halinde sendikalı alt işveren işçilerinin asıl işveren işçisiymiş
gibi asıl işverenin tarafı olduğu TĐS’nden yararlanacakları sonucuna varmıştır
(F. Demir, 2005 Yılı Kararları Değerlendirme Semineri, 200-203).
Đncelediğimiz olayda bir özellik vardır. Şöyle ki, asıl işverenle muvazaalı hukuki ilişki kurulmuş olsa dahi davacı ne TĐS’ne taraf sendika üyesidir
ne de işe başlatma anında TĐS’nden yararlanmak için dayanışma aidatı ödemek
istediğini bildirmiştir. O zaman da Yargıtay kararında belirtildiği gibi davacıya
ödenecek hakların hesabında yürürlükteki TĐS hükümleri esas alınamaz. Çünkü
işçi taraf sendika üyesi ya da bağlantılısı değildir. O halde bu işçi için sendika
üyesi olmayan ve TĐS’nden de yararlanmayan emsal işçiye ödenen ücret ve
ekleri esas alınarak hesaplama yapılmasından başka bir çözüm bulunmamaktadır. Bu nedenle Yargıtay kararını yerinde buluyoruz.
5. Toplu Đş Sözleşmesinin Art Etkisi
Đş sözleşmesinin hukuki sonuçları aşamasında eşit davranma ilkesinin
uygulanması ile ilgili bir 9. HD. kararına konu olan olayda (12.2.2009, E.
36963, K. 2271: YKD., Nisan 2009, Sayı 4, 680) ekonomik nedenler gerekçe
gösterilerek personelin ücretinde indirim yapılmak istenmiş kabul etmeyenlerin
işine ise hakları ödenerek son verilmiştir. Đşine son verilen kişilerden biri olan
davacı kıdem tazminatı ile TĐS’nden doğan farkı, fazla mesai, ikramiye,
yakacak vs. sosyal yardımların ödenmesi için alacak davası açmıştır. Davacı
yürürlükteki TĐS hükümlerinin kendisine uygulanmadığı iddiasında iken davalı
işveren davacının kıdem ve ihbar tazminatı ödenmesi koşuluyla 30.9.2004
tarihinde işyerinden istifa ettiğini ancak çok daha önce de (30.1.1996) işçi
sendikasından istifa etmiş olduğunu, bu tarihten sonra yapılan TĐS’nden
yararlanamayacağını esasen 30.6.1996 tarihinden sonra da işyerinde yeni bir
TĐS yapılmadığını bu cümleden olarak kıdem tazminatının 45 gün üzerinden
değil 30 gün üzerinden hesaplanarak ödendiğini, TĐS’nde yer alan birçok yan
ödemenin daha sonra ortaklar kurulu kararıyla maaşların içine alındığını bu
nedenle davacının alınmamış herhangi bir hakkının bulunmadığını savunmuştur. Davacı ise kendisi ile aynı dönemde işyerinden istifa etmiş olan hatta
sendika üyeliğinden de ayrılmış olan diğer bazı işçilere eski TĐS’nde yazılı 45
gün üzerinden kıdem tazminatı ödendiğini iddia ederek kendisine fark kıdem
tazminatı ödenmesini talep etmektedir. Đş mahkemesi davacının imzaladığı
ibranameye dayanarak ve tüm sosyal hakların maaşlara eklendiği gerekçesiyle
diğer talep hakları yönünden davayı reddetmiş ise de aynı dönemde işten
çıkarılan diğer işçilere 45 gün üzerinden kıdem tazminatı ödendiğini dikkate
alarak bunun işyeri şartı haline geldiği gerekçesiyle sadece bakiye kıdem
tazminatı ödenmesine karar vermiştir.
Yargıtay sadece yürürlüğü sona ermiş olmasına rağmen TĐS’ndeki 45
gün üzerinden kıdem tazminatı ödenmeye devam edilmesinin işyeri şartı haline
gelip gelmediği ve işverenin eşit davranma borcuna aykırı davranıp davranmadığı açılarından ihtilafı incelemiş ve iş sözleşmeleri davacıyla aynı dönemde
feshedilen emsal işçilerin gerçekten TĐS’nin sona erdiği tarihten önce sendika
üyeliğinden istifa etmiş olduklarının belirlenmesi halinde eşit davranma borcu
nedeniyle davacıya da 45 gün üzerinden kıdem tazminatı ödenmesi, aksi halde
ise davacı için 30 gün üzerinden kıdem tazminatı hesaplanmasına ilişkin davalı
işveren işleminin doğru olduğunun kabulü gerektiği sonucuna vararak iş
mahkemesi kararını eksik inceleme yönünden bozmuştur.
Kararda ele alınması gereken iki husus vardır: Yürürlüğü sona eren TĐS
hükmünün uygulanmaya devam edilmesi halinde bunun işyeri uygulaması
haline gelip gelmediği ve eğer işyeri uygulaması haline geldiğinin belirlenmesi
halinde eşit işlem ilkesine aykırı bir uygulama yapılıp yapılamayacağıdır.
Yürürlüğü sona eren TĐS’nin hizmet akdine ilişkin hükümlerinin yenisi
yapılıncaya kadar iş sözleşmesi hükmü olarak devam edeceği yasa hükmüdür
(TĐSGLK. md. 6/3). Buna doktrinde «TĐS’nin art etkisi» denmektedir. Bu
hükümden yararlanabilecek olan işçiler TĐS yürürlükte iken taraf sendikaya üye
bulunan ya da TĐS yürürlükte iken dayanışma aidatı ödeyerek bundan
yararlanan işçilerdir. Sendikaya hiç üye olmamış veya TĐS’nin yürürlük süresi
bitmeden önce sendika üyeliğinden ayrılmış olan işçiler yürürlüğü sona eren
TĐS hükümlerinin art etkisinden yararlanamazlar (Bak. 9. HD., 22.11.2006, E.
9890, K. 30806; 1.10.2007, E. 37421, K. 6507: Yargıtayın 2007 Kararları
Değerlendirme Semineri, 260 ve H. H. Sümer’in olumlu görüşü; 9. HD.,
29.2.2008; E. 9390, K. 2913: Tekstil Đşveren, Nisan 2009, Hukuk 34 ve F.
Şahlanan’ın olumlu görüşü; Tuncay, Toplu Đş Hukuku, 202, 216; H. Keser, Art
Etki, 109). Đşyerine TĐS sona erdikten sonra giren işçilerin ise art etkiden
yararlanmaları söz konusu değildir. Bunlar işverenle iş akitlerini diledikleri gibi
düzenleyebilirler.
Olaydaki işçiler buna göre eğer TĐS’nin yürürlüğü sona ermeden önce
taraf sendikadan çekilmişler ise TĐS’nden yararlanmaları da sona ermiş
olacağından sona eren TĐS’nin art etkisinden de yararlanamayacaklardır.
Buna karşılık işveren 4857 sayılı ĐşK.’nun 5inci maddesinde düzenlenen işçilerine eşit davranma yükümlülüğü altındadır. Bu yükümlülük genel bir
hukuk ilkesi olarak Anayasanın 10uncu maddesinden başka birçok uluslararası
belgelerde de yer alan evrensel bir hukuk ilkesidir. Đşveren aynı durum ve şartlara sahip, aynı işyerinde çalışan işçiler arasında toplu nitelikli karar ve işlemlerinde dürüstlük kuralına ve adalete aykırı ayrım yapamaz. Đşçi ile çalışma
ilişkisinin kurulmasından sonra başlayan bu yükümlülük iş ilişkisinin sona
ermesine kadar devam eder(Bak. A. C. Tuncay, Đş Hukukunda Eşit Davranma
Đlkesi, Đş ve Sosyal Güvenlik Hukukuna Đlişkin Sorunlar ve Çözüm Önerileri,
Đstanbul Barosu Yayını, 2007, 28 vd.; G. B. Seratlı, Đşverenin Eşit Đşlem Yapma
Borcu, Ankara 2008, 195 vd.). Olayda olduğu gibi eğer davacı işçinin işten
çıkarıldığı dönemde emsal işçiler de aynı gerekçelerle işten çıkarılırken onlara
45 gün üzerinden kıdem tazminatı ödenmiş ise bu uygulamadan davacı işçinin
de yararlandırılması işverenin eşit işlem borcu gereğidir. Sonuç olarak Yargıtay
kararına katılmaktayız.
Ancak bunun işyeri şartı veya uygulaması ile ilgisi yoktur. Đşverenin
işyerinde tüm işçilere yönelik tek taraflı bir uygulamasının işyeri şartı ya da
uygulaması haline gelmesi için onun en az 3 yıl boyunca devam etmesi ya da
arka arkaya en az 3 kez tekrarlanması genel bir uygulama niteliği kazanması ve
bu uygulamanın işçiler tarafından böyle devam edeceğine ilişkin bir güven
duyulması gerektiği Yargıtay içtihatlarında ve doktrinde kabul edilen bir
gerçektir(Çelik, 113; Karş. Süzek, 68). Burada böyle bir durum yoktur. Yarg.
HGK. 2008 yılında verdiği bir kararda benzeri bir olayda kıdem tazminatının
45 gün üzerinden hesaplanıp ödenmesinin işyeri şartı haline gelip gelmediğinin
araştırılması gerektiğine hükmetmiştir (2.4.2008, E. 2008/9-289, K. 2008/297:
Ö. Eyrenci, 2008 Yılı Kararları Değerlendirme Semineri, 250).
6. Toplu Đş Sözleşmesinin Hükümsüzlüğü
Yargıtay 9. HD.’nin 6.10.2009 tarih ve E. 33799, K. 26113 sayılı
kararına konu olan olayda bir işveren şirket ile TÜMTĐS Sendikası arasında
«Hizmet Akdi Đş Sözleşmesi» başlıklı fakat bazı normatif hükümler içeren bir
sözleşme imzalanmış bulunmaktadır. Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı bu
sözleşmenin 2822 sayılı Kanunun 16ncı maddesine aykırı olarak düzenlendiği
için iptalini talep etmiştir. Mahkeme taraflar arasında yapılan bu sözleşmenin
TĐS niteliğinde olmadığından dolayı davayı reddetmişse de, Yargıtay 9. HD.,
bu sözleşmenin TĐS öğelerini taşıdığını fakat yasal ölçülere uymayan taraflarca
yapıldığı için iptaline karar vererek iş mahkemesi kararını bozmuştur. Bilindiği
gibi, 2822 sayılı Kanunun 16ncı maddesinin 2nci fıkrasına göre «Yetki belgesi
alınmadan yapılan bir toplu iş sözleşmesinde taraflardan birinin veya ikisinin
yetkili olmadığı ve bu sebeple sözleşmenin hükümsüzlüğü, Çalışma ve Sosyal
Güvenlik Bakanlığınca durumun tespitinden itibaren 45 gün içinde ilgililerce
veya Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığınca dava yolu ile ileri sürülebilir».
Uygulamada yetkisizlik nedeniyle TĐS’nin iptali davası olarak adlandırılan bu
dava ya yetki belgesi olmadan ya da taraflardan birinin yetkisi olmadan bu sözleşmeyi yapmış olması halinde açılabilir. Dolayısıyla ortada kesin hükümsüz
değil iptal edilebilir bir işlem vardır. Bu nedenle sözleşme iptale kadar askıda
sayılır. Eğer iptali istenen TĐS ehliyet (ve yetki dahil) tüm şartları haiz olup
sadece yetki belgesi her nasılsa alınmadan yapılmışsa bu takdirde mahkemenin
iptal talebini reddetmesi gerekir. Zira tüm yasal şartları haiz bir TĐS sırf yetki
belgesinin alınmamış olması nedeniyle iptal edilecek olursa tarafların hakları
ve işçi çıkarları şekle feda edilmiş olur(Bak. Narmanlıoğlu, II, 462; Tuncay,
Toplu Đş Hukuku, 250).
Karar aynen şöyledir: «Toplu iş sözleşmesi yapma ehliyeti, toplu iş
sözleşmesine taraf olacak kişi ve kurumları belirtir. 2822 Sayılı Kanun'un
ikinci maddesine göre, toplu iş sözleşmesi işçi sendikası ile işveren sendikası
veya sendika üyesi olmayan işveren arasında yapılabilir. Dolayısıyla örgütlenmemiş işçi toplulukları toplu iş sözleşmesine taraf olamazlar. Aksi bir düzenleme 1982 Anayasasının 53. maddesine aykırılık oluşturur. Taraf olma hakkı
olmayan kişi ve kuruluşlarca yapılan toplu iş sözleşmesi hükümsüzdür.
Hükümsüzlük taraflar ya da üçüncü kişilerce her zaman ileri sürülebilir. Yargıç
tarafından kendiliğinden göz önünde tutulabilir.
Toplu iş sözleşmesinin yasal ölçütleri taşımayan taraflarca yapılması,
elde edilecek haklar açısından işçilere yeterli koruyuculuk sağlamaz. Sosyal ve
ekonomik denge beklenen düzeyde gerçekleşmez. Toplu iş sözleşmesi düzeni
bozulur. Örgütlülük zayıflar. Yasanın beklediği amaçtan uzaklaşılır.
Somut olayda, bir grup işçi ile işveren yetkilileri arasında "Hizmet Akdi
Đş Sözleşmesi" yapılmıştır. Sözleşmede sendika (TÜMTĐS) yetkilileri de müdahil gösterilmiştir.
Sözleşmenin ikinci maddesinde, üçüncü dönem Toplu Đş Sözleşmesine
atıfta bulunulmuştur. Dördüncü maddesinde müdahil Sendikaya işyeri temsilcisi atama hakkı verilmiştir. Yedinci maddede üyelik aidatları düzenlenmiştir.
Sözleşme bu niteliği ile toplu iş sözleşmesi öğelerini taşımaktadır. Bu
tür sözleşmelere değer verilmesi 2822 Sayılı Kanun ve Anayasa ile getirilen
hakları zayıflatacak niteliktedirler. Kamu düzenine aykırıdır, iptali gerekir.
Ancak unutulmamalıdır ki dava konusu sözleşme ile verilen haklar işverenin
onayı ile oluştuğu işin iş şartı haline gelmiştir, geri alınamaz.
Öte yandan mahkemece yargıçlık mesleğinin gerektirdiği hukuki bilgi
ile çözebileceği bir konuda bilirkişiye gidilmesi Hukuk Usulü Muhakemeleri
Kanunun 275. maddesine aykırıdır. Mahkemece yukarıda sayılan gerekçe ile
davanın kabulü gerekirken yazılı şekilde reddi bozmayı gerektirmiştir.»
Sözleşmenin başlığının alışılmışın dışında bir kavram içermesi ve bir
TĐS çağrışımı yapmaması onun hükümsüz ya da iptali kabil bir TĐS sayılmasını
gerektiren bir husus değildir. Nitekim bir sözleşmenin biçim ve şartlarının
tayininde tarafların hangi nedenle olursa olsun kullandıkları deyim ve sözcüklere bakılmaz, onların gerçek ve ortak niyetlerine bakılır (BK md. 18/1).
Sözleşmedeki eksikliklerin ya da aksaklıkların ne oldukları karardan
tam olarak anlaşılamamakla beraber Yüksek Mahkeme uyuşmazlık konusu
sözleşmenin TĐS öğelerini taşıdığını belirtmektedir. O halde geçerli bir TĐS’nin
şartlarını taşımıyorsa veya bu şartlar eksikse bu sözleşmenin iptali gerekeceği
açıktır. Bu iptalin şartları 2822 sayılı Yasanın 16ncı maddesinde gösterilmiştir.
Bakanlık da bu maddeye dayanarak sözleşmenin iptalini talep etmiştir.
Sözleşmenin iptalini gerektiren nedenler % 10 barajının aşılmamış olması,
işyerinde çalışanların çoğunluğunun sendikaya üye olmaması gibi nedenler
olabilir. Yoksa sözleşmenin bir tarafını bir ticaret şirketi (işveren) diğer yanını
bir işçi sendikası teşkil etmektedir. Biz Yargıtayın kararını bu şekliyle isabetli
bulmaktayız.
IV. TOPLU ĐŞ UYUŞMAZLIKLARI
Başta belirttiğim gibi bu konuda bir iki karar dışında başka karara
rastlanmamıştır.
1.Grev ve Lokavt Yasağı
TĐSGLK. md. 30’da grev ve lokavtın yasak olduğu işyerleri sayılmıştır.
Yargıtay 9. HD.’nin 31.3.2009 tarih ve E. 13056, K. 9055 sayılı kararında
(www.kazanci.com) md. 30’da sayılan işyerlerinin sınırlı olarak sayılmadığı
ilgili bentte yer alan «eczane gibi sağlıkla ilgili işyerlerinde» sözlerinden
benzer nitelikte olan yerlerin de grev ve lokavt yasağı kapsamında olduğu,
6197 sayılı Eczacılar ve Eczaneler Hakkında K. md. 1’de eczacılık, eczane,
ecza deposu, ecza dolabı imalathanesi gibi müesseseler açmak ve işletmek
olarak tanımlandığına göre ecza deposunda görülen işlerin eczanelerden daha
kapsamlı ve eczanelere eşdeğer işyerleri olduğundan grev ve lokavt yasağı
kapsamında olduğu hükme bağlanmıştır.
Kararda sözü edilen ecza depolarının grev ve lokavt yasağı kapsamında
olan işyerleri arasında olduğundan kuşku duymak olanaksızdır. Ancak
TĐSGLK. md. 30’da sayılan işyerlerinin sınırlı olmadığı görüşüne katılamıyoruz. Zira maddede sadece 1inci bentte sağlıkla ilgili işyerleri, eczane gibi
sözlerini içerdiğinden sınırlı sayılı değildir. Ancak diğer bentler «gibi» sözcüğü
içermediğinden burada sayılan işyerleri sınırlı sayılı ve sınırlı kabul edilmelidir.
Ayrıca grev gibi işçilere tanınan anayasal bir hakkı, bir temel hakkı sınırlayan
hükmün geniş değil dar yoruma tabi tutulması genel bir hukuk kuralıdır. Grev
yasakları kıyas yoluyla dahi genişletilemezler(Tuncay, Toplu Đş Hukuku, 295).
2. Mahkeme Kararıyla Grevin Sona Erdirilmesi
Grevi uygulayan sendikanın işyerindeki üyelerinin dörtte üçünün
üyelikten ayrılması halinde ilgililerden birinin başvurusu üzerine iş mahkemesi
bu durumu tespit ederse belirleyeceği bir tarihte grevin sona erdirilmesine karar
verir (md. 51/4). Yetkili mahkeme 15. maddedeki mahkeme olup sona erme
kararı mahallinde yayınlanan en az bir gazetede, gazete yoksa mutad araçlarla
ilan edilir. Uygulamada pek sık rastlanmayan bu özel durum, grev sürerken
bunda bir yarar görmeyerek sendikadan istifa ederek, grevden de vazgeçerek
çalışmaya başlayan işçilerin çoğunlukta bulunduğu işyerini artık anlamı
kalmamış grev halinden kurtarmayı amaçlar. Burada işyeri veya işyerlerinde
grev başlatan sendikanın sonradan işyerindeki gücünü kaybedip grevin etkisiz
kaldığı durumda hakimin müdahalesiyle grevin sona erdirilmesine olanak
sağlanmak istenmiştir. Nitekim, Yargıtay 9. HD., eski bir kararında grev
uygulayan sendikanın işyerinde çalışan üyesi kalmadığından işyerinden ayrılan
işçilerin üyelikleri devam etse dahi artık sendikanın işyerinde grevi uygulama
gücü ve olanağı kalmadığından grevin kaldırılmasına karar verilmesi gerektiği
sonucuna varmıştı (2.11.1998, E. 15964, K.15467: Çimento Đşveren D., Ocak
1999, 41). Daha sonraki yıllarda Edirne Đş Mahkemesinin 16.6.2006 tarih ve E.
157, K. 171 sayılı kararını onayan Yarg. 9. HD., grevin uygulandığı sırada
sendikanın yetkinin kesinleştiği tarihe göre işyerinde sahip olduğu üye
sayısının 3/4'ünden fazlasını, dolayısıyla çoğunluğu kaybettiğini tespit ettiği bir
sendikanın işyerinde grevi sürdürmesinin çalışma barışını sarsıcı nitelikte
bulunduğu için mahkemece grevin durdurulabileceğine hükmetmiştir(9. HD.,
19.7.2006, E. 21229, K. 21295 ve Ö. Ekmekçi’nin kararı isabetli bulan
incelemesi: Legal YKĐ, 2006/2, 233 vd.). Nihayet Yarg. 9. HD.’nin 15.9.2009
tarih ve E. 33838, K. 27396 sayılı kararında da somut olayda grevin işletmeye
dahil işyerlerinde ilan edildiği tarihte davalı sendikanın işletmede çalışan üye
sayısının tespit edilip bu tarihten grevin sona erdirilmesinin talep edildiği
18.2.2009 dava tarihine kadar üyelerin 3/4’ünün üyelikten ayrılıp ayrılmadığının saptanması, daha sonra üye sayısındaki bu azalmanın işletmede uygulanmakta olan grevi etkisiz hale getirip getirmediğinin araştırılması gerektiğine,
eğer üye sayısının dörtte üçünün üyelikten ayrılması grevi etkisiz kılmakta ise
uygulanmakta olan grevin sona erdirilmesine, yoksa davanın reddine karar
verilmesi gerektiğine hükmedilmiştir(Tekstil Đşveren, Mart 2010, Hukuk 45).
Kararı inceleyen F. Şahlanan kararın sonucuna katılmakla beraber 3/4 oranının
sendikanın yetki başvurusunda bulunduğu tarih itibariyle göz önünde tutulması
gerektiğini ileri sürmüştür.
Yukarıda anılan kararlar ve doktrinde ileri sürülen görüşler doğrultusunda TĐSGLK. md. 51/4 hükmünün uygulanabilmesiyle ilgili olarak şunlar
söylenebilir: Grev uygulanmakta iken işyerinde çoğunluğu kaybeden bir işçi
sendikasının bu greve devamında toplu pazarlık sisteminin amacı açısından bir
yarar kalmamıştır. Etkisi kalmamış bu grev yüzünden işyerindeki gerilimin sürmesinde ne işçilerin ne de işverenin çıkarı vardır. Ayrıca gücünü, tabanını
kaybetmiş bir sendikanın bu grevden lehine bir sonuç çıkarması artık mümkün
değildir. Bu durum bir başka sendikanın yetki alıp orada TĐS yapmasını da
engelleyici niteliktedir. Böyle bir durumda işyerinde (veya işletmeye dahil
işyerlerinde) güvenilirliğini ve tabanını yitirmiş bir sendikanın sürdürdüğü
grevin durdurulmasını «ilgililerden biri» mahkemeden talep edebilir.
Maddedeki ilgililerden biri deyimine uyuşmazlığa taraf işveren, işveren
sendikası ve işyerinde çalışan işçiler girer(Şahlanan, aynı karar incelemesi).
Grevin işyerinde uygulanmaya başlamış olması da gerekir. Greve karar
verilmiş olması yeterli değildir. Çünkü grev başlamadan işçilerin kaçının buna
katılacağı bilinemez(Ekmekçi, karar incelemesi, 239; E. Akyiğit, Sendikanın
Üye Kaybı Nedeniyle Grevin Sona Erdirilmesi, M. Kutal’a Armağan, Ankara
1991, 16-17; Şahlanan, aynı yer). Đşçi sendikasının tüm üyelerinin değil, grev
uygulanan işyerinde (veya işletmede) çalışan üyelerinin 3/4’ünün üyelikten
ayrılmış bulunması gerekir. Üyelikten ayrılma sadece üyelikten istifa halini
değil (Bu fikirde: Akyiğit, Kutal’a Armağan, 21; Ekmekçi, karar incelemesi,
238) üyelik ilişkisini hukuki anlamda sona erdiren tüm halleri (emeklilik, ölüm,
çıkarılma) içine alır (Narmanlıoğlu, II, 652; S. Reisoğlu, TĐSGLK Şerhi,
Ankara 1986, 395; Şahlanan, aynı karar incelemesi). Buna karşılık işyerinde
artık çalışmayan, geçici işsiz kalmış olan kişiler sendika üyelikleri devam etse
de 3/4'ün hesabında üye olarak dikkate alınmazlar.
Yarg. 9. HD.’nin değerlendirmeye çalıştığımız 15.9.2009 tarihli kararında belirtildiği gibi «dava tarihine kadar üyelerin dörtte üçünün üyelikten
ayrılıp ayrılmadığının saptanması, daha sonra üye sayısındaki bu azalmanın
işletmede uygulanmakta olan grevi etkisiz hale getirip getirmediğinin araştırılması gerekir. Eğer üye sayısının dörtte üçünün üyelikten ayrılması grevi etkisiz
kılmakta ise uygulanmakta olan grevin sona erdirilmesine aksi durumda
davanın reddine karar verilmelidir». Gerçekten her ne kadar madde metninde
«grevin etkisiz kalması» unsuru yer almamış ise de sendikanın üye kaybı her
zaman grevi etkisiz bırakacak bir durum olmadığından (çünkü greve katılmak
için sendika üyesi olmak şart olmadığı gibi, az sayıda fakat kilit noktalardaki
işçilerin grev uygulaması grevi etkili kılabilir) sendikanın işyerinde 3/4
oranında üye kaybıyla yetinmeyip grevin etkisiz kalıp kalmadığı da ayrıca
araştırılmalıdır. Bu sonuç maddenin amacına daha uygun düşer(Şahlanan, aynı
karar incelemesi, 4; Ekmekçi, karar incelemesi, 237; Akyiğit, Kutal’a
Armağan, 17-18).
Burada cevaplandırılması gereken önemli iki sorudan biri 3/4’ün
hesabında sendikanın işyerindeki hangi tarihteki üye tam sayısının esas
alınacağı, ikinci soru da sendikadan ayrılmaların hangi tarihe göre belirleneceğidir. Yasada bu soruların cevabı verilmemiştir. Kanımızca ikinci sorunun
cevabında 3/4 üye kaybının belirlenmesinde göz önünde tutulması gereken üye
sayısı, ilgili kişinin grevin sona erdirilmesi için mahkemeye başvurduğu tarih
olmalıdır(Şahlanan ve Ekmekçi de karar incelemelerinde aynı görüşü açıklamışlardır). Nitekim Yargıtay 9. HD.’nin Edirne Đş Mahkemesi’nin 16.6.2006
tarih ve E. 157, K. 171 sayılı kararını onayan 19.7.2006 tarih ve E. 21229, K.
21295 sayılı kararı ile aynı dairenin Kocaeli 1. Đş Mahkemesi’nin 11.4.2005
tarih ve E. 337, K. 149 sayılı kararını onayan 2.5.2005 tarih ve E. 13188, K.
15423 sayılı kararı (Çalışma ve Toplum, 2005/4, 243) bu yöndedir. 9. HD.’nin
3/4’ün tespiti noktasında göz önünde tutulacak üye tam sayısının grevin ilan
tarihindeki sayıya göre belirleneceği yönündeki son kararını (15.9.2009 tarihli)
bu nedenle isabetli bulmuyoruz(Akyiğit, Kutal’a Armağan, 26’da bu noktada
grevin fiilen başladığı tarihin esas alınması gerektiğini ileri sürmüştür). Buna
karşılık 3/4’ün tespitinde esas alınacak üye tam sayısı grevin ilan tarihindeki
üyesi sayısı değil (ki 9. HD.’nin 15.9.2009 tarihli kararı böyledir) yetkinin
kesinleştiği tarihteki üye sayısı olmalıdır. Nitekim bu tarihten sonraki üye
sayısındaki değişiklikler nasıl kazanılmış TĐS yetkisini etkilemiyorsa 3/4 üye
kaybının tespitinde de bu sayının esas alınması hem amaca hem de yasanın
sistemine uygun düşer(Şahlanan, aynı karar incelemesi, 4; Ekmekçi, karar
incelemesi, 239). Yargıtay 9. HD.’nin 15.9.2009 tarih ve 33838/27396 tarihli
kararıyla aynı tarihi taşıyan E. 32450, K. 23201 sayılı kararında ise Edirne Đş
Mahkemesinin 5.6.2009 tarihinde verdiği 195/199 sayılı kararı onanmıştır.
Edirne Đş Mahkemesinin kararında ise sendikanın yetkiyi kazandığı tarihte
işyerinde çalışan üyelerinin 3/4’ünün üyelikten ayrıldığı tespit olunduğu için
işyerinde uygulanan grevin sona erdirilmesine karar verildiği görülmektedir.
Bu kararın daha isabetli olduğu düşüncesindeyiz. Denebilir ki, TĐSGLK. md.
51/4 hükmünü getiren Yasakoyucu TĐS imzalayabilmek için en büyük silah
olan grevi uygulama olanağını ve işçi desteğini yitiren bir işçi sendikasının
yetki belgesinin geçerliliğini sürdürmesinde de bir yarar görmemiş olmalıdır. O
halde (yasada açıkça belirtilmemiş ise de) md. 51/4 uyarınca durdurulan grevin
mevcut yetki belgesinin de geçerliliğini ortadan kaldıracağının kabulü gerekir
(Ekmekçi, karar incelemesi, 241).
V. SONUÇ
Başlangıçta söz ettiğimiz gibi Yargıtayın Toplu Đş Hukukuna ilişkin
kararları 2009 yılında da Bireysel Đş Hukukuna ilişkin olanlara nazaran çok
daha az sayıda olmaya devam etmiştir. Bunların içinde de sendika içi yönetimi
ele geçirmeye ve sendikal nedenle işten çıkarmaya ilişkin olanlar ağırlıktadır.
Demek ki, Đş Hukuku uyuşmazlıkları içinde iş akdinin feshi konusu öteden beri
dominant olmaya devam etmektedir. Kararların genelde doktrindeki görüşlerle
örtüştüğü söylenebilirse de önceki kararlardan sapma niteliğinde (yetkiye itiraz
usulünde olduğu gibi) bir iki karar dikkat çekmiştir. Kararların uzun gerekçeli
olması sevindirici ise de somut olayla ilgili bölüme daha fazla ağırlık verilmesini dileriz.
Oturum Başkanı Prof.Dr.Münir EKONOMĐ (ĐTÜ Đşletme Fakültesi) :
müsaade ederseniz ben de kısa bir söz almak istiyorum. En son sözü yine sayın
başkana vereceğim. Ama sayın başkanı göremiyorum, herhalde görüşmek
isteyeceklerdir diye düşünüyorum. Zamandan tasarruf etmek üzere, buyurun,
isminiz,
Evet, şimdilik başlayalım müsaade ederseniz Sayın Süzek buyurun söz
sizde.
Prof.Dr. Sarper SÜZEK : Teşekkür ederim sayın başkan. Đlk önce
Can Tuncay dostuma tabii çok teşekkür ediyorum. Her zamanki gibi son derece
güzel bir sunum yaptı. Sohbet eder gibi bize anlattı ve gayet muhtevalı bir
sunum yaptı. Çok teşekkür ediyorum. Bu cep telefonu meselesi çok kişisel
kaçacağı için cevap vermeyeceğim müsaadenizle.
Şimdi, benim değinmek istediğim birkaç konu var. Birincisi bu
mevsimlik işlerde iş akdinin askıya alınması ve orada işçinin gidip bir başka işe
girmesi sorunu. Şimdi bu durumda bilindiği gibi iş akdi mevsim arasında
askıya alındığında hizmet akdi aynen devam eder. Yani hizmet akdi ortadan
kalkmaz. Temel borçlar, edimler ortadan kalkar, diğer bütün hükümleri devam
eder. Şimdi böyle olunca, zaten ayrıca başka bir yerde çalışması da o iş akdinin
sona ermesi anlamına gelmez benim kanaatime göre. Đş akdi devam ediyor.
Dolayısıyla iş akdi devam ettiğine göre ve sendika da üyeliği de bunun devam
edecektir, iş akdi devam etmese bile Sendikalar Kanununa göre işin sona
ermesi işçinin geçici olarak işsiz kalması veya sendikanın faaliyet alanı içinde
kalmak koşuluyla başka bir işe geçmesi sendika üyeliğini bitirmiyor. Bence
olayın böyle çözüme bağlanması daha uygun olurdu diye düşünüyorum. Bu
konudaki görüşünüzü almak istedim.
Đkinci mesele bu sendika temsilcilerinin teminatı, güvencesi meselesi;
Çok güzel belirttiniz gerçekten burada benimseyemeyeceğimiz bir geriye gidiş
söz konusudur 2821 sayılı yasaya göre. Bu kadar riske maruz kalan bir grubun,
sendika temsilcilerinin böyle normal işçiler gibi bir güvenceye sahip olması,
hatta normal işçiden daha geriye düşecek bir güvencesiz duruma düşürülmesi
uygun değil bence de.
Ben bir konuda sizden farklı düşünüyorum. Sendika temsilcilerinin Đş
Kanunundaki iş güvencesi hükümlerinden işçi sayısı 30’dan eksik de olsa,
kıdemsiz de olsa iş güvencesi hükümlerinden yararlanabileceğini düşünüyorum. Gerekçelerim de şunlar, bir kere oradaki hüküm hangi hükümlerin
uygulanacağını saymamış. Đş Kanunu uygulanır diyor genel olarak. Dolayısıyla
eğer altı aydan az çalışması olan sendika temsilcilerine iş güvencesine tabi bir
işyerinde iş güvencesi hükümlerini uygulamazsak düşününüz iş güvencesinin
kapsamına giren düz işçilerden bile geriye düşürmüş oluruz. Altı aydan fazla
kıdemi olan normal bir işçi iş güvencesinin kapsamına giren o hükümlerden
yararlanacak, sendika temsilcileri bu kurallardan yararlanamayacak. Dolayısıyla bunun ben sendikal hak ve özgürlükleri korumayı amaçlayan, Sendikalar
Kanunu’nun amacına aykırı düşeceği kanısındayım. Yani hem yasanın lafzı
yoruma müsaittir, buna götürebiliyor, hem de söylediğim gerekçelerle, bunlara
her halükarda kıdeme bakmaksızın, işyerindeki işçi sayısına bakmaksızın iş
güvencesini uygulamak çağdaş gelişmelere, sendikal hak ve özgürlüklere,
uluslararası sözleşmelere çok daha uygun düşecek.
Şimdi sendika yöneticilik teminatı meselesine gelince: tabii onu da çok
güzel belirttiniz, bunun cezai yaptırımı var ama hukuki güvencesi olmaması
gerçekten düşünülemez. Ben burada sayın Ekonomi hocanın geliştirdiği ve
öğretinin baskın görüş olarak katıldığı görüşe katılıyorum. Şu nedenle
katılıyorum, düşünelim gayrimenkul satış vaadinde sözleşmeden doğan bir akit
yapma zorunluluğunu yargıya gitmek suretiyle mülkiyeti geçirme imkanı varken, sözleşmeden değil ve altını çizerek söylüyorum kanundan doğan akit yapma zorunluluğu pekâlâ yargıya müracaatla iş akdinin kurulması sağlanabilir.
Zaten sorun orada, iş akdinin kurulmasını sağlamakta. Aslında olması gereken
hukuk açısından dünyadaki gelişim de, bunların iş akitlerinin o dönem zarfında
askıya alınmasıdır. Mevzuatta böyle bir değişiklik olsa zaten geniş ölçüde
çözülmüş olacak. Ama askıya alınmadığı için iş akdi ortadan kalktığı için
tabiatıyla haklı olarak belirttiğiniz gibi feshe bağlanan hukuki sonuçlar doğmuyor kabul edilir. Ortada iş akdi yoksa onun feshine bağlı sonuçlar da ortaya
çıkmaz. Dolayısıyla iş akdinin kurulması imkânının getirilmesi, yani mevzuatta
değişikliğe gitmeden bile olabilir diye düşünüyorum. Bu yol denenmedi. Sayın
Yargıtay 9. HD Başkanı bu görüşte olduğunu ama kabul ettiremediğini söyledi.
Dolayısıyla akit kurulduktan sonra tabii bir fasit daire ortaya çıkacak. Bu bir
belirsiz süreli iş akdi olacak. Đşverenin yine bunu feshetmesine bir engel yok.
Ama o zaman hiç olmazsa iş güvencesi hükümlerinin uygulanması da gündeme
gelebilecek. Đşveren geri almazsa işçi hiç olmazsa tazminat alacak. Böyle bir
durum var.
Tabii söylemeyi unuttum, sendika temsilcilerinin teminatıyla ilgili hiç
kuşkusuz, bunların mutlaka iş akitleri haksız feshedildiğinde aynen daha önceki
sendikalar yasalarında olduğu gibi mutlak bir iş güvencesi yani iş akdinin işe
iade yaptırımının aksi takdirde işveren temerrüdü hükümlerinin getirilmesinin
uygun olacağı kanaatindeyim.
En son olarak alt işveren meselesi: Çok güzel belirttiniz yani tabii
burada muvazaa varsa orada bunların baştan itibaren asıl işverenin işçisi olması
yaptırımı bu olayda işler. Dolayısıyla asıl işverenin işçisi saymamız lazım
ancak sendikaya üye olmadıklarına göre oradaki toplu iş sözleşmesinin ücrete
ilişkin hükümlerinden eşitlik ilkesine dayanarak talepte bulunmaları bence
mümkün değildir. Çünkü Sendikalar Kanununa göre eşitlik ilkesi sadece…
Oturum Başkanı : Tazminatın belirlenmesi açısından, işe iade
edilmiyor tazminat sözleşmeye göre belirlenecek.
Sarper SÜZEK : Öyle mi, yani ücrete ilişkin değil tamam o zaman
eşitlik ilkesi işler. Ama ücrete ilişkin haklarsa malumaliniz Sendikalar
Kanunu’nun açık hükmü gereği orada ücrette tabii farklılık olabilir.
Görüşlerim bunlar, görüşlerinizi lütfederseniz çok memnun olurum.
Oturum Başkanı : Çok teşekkür ederiz Sayın Süzek, söz şimdi Abdi
Pesok’da.
Buyurun Sayın PESOK.
Abdi PESOK : Öncelikle saygıdeğer hocamıza verdiği bilgilerden
dolayı teşekkür ederim. Ben bu aybaşında kaybettiğimiz Đş Hukukunun
Đstanbul’da ve Türkiye’de gerçekten emektarlarından olan Sayın Av. Erdal
Egemen’i saygıyla anmak istiyorum, sözlerime başlarken.
Bir de saygıdeğer hocam Sarper hocamdan dikkate alınmasını dilediğim bir husus var müsaadenizle. Bizim komitemizin işleri Yargıtay kararlarının
değerlendirilmesi ki doğru bir çerçeve ama bizim yasamızda bazı hükümler
var, temyize tabi değil, temyiz yolu kapalı. Dolayısıyla Yargıtay’ın önüne
gelme imkânı yok. Yahut imkânlar zorlandıysa da başarılamadı. Yargıtay’ın
önüne gelip olumlu ya da olumsuz her anlamda hiçbir kararı olmayan konumuz
var. Birisi de, bu çok önemli, hepimiz biliyoruz bir sürü müşkülatla yetkiler
alınıyor, grev noktasına kadar geliyor ve grev oylaması noktasında, grev oylamasına yapılacak itirazlar temyize tabi değil, kesin. Şimdi gerçi yasalarımız
kanun yararına bozma diyor ama o hukuk devletinin işleyiş kapasitesiyle ilgili
işleyen bir kurum. Maalesef bizim ülkemizde kanun yararına bozmayı icranın
başı arzu etmezse Yargıtay’ın önüne getirilmiyor çünkü Bakanlık yetkili.
Bakanlık bu tür başvurularda Cumhuriyet Başsavcılığına gönderip Yargıtay’ın
önüne göndermesi gerekirse matbu bir yazıyla kanun yoluna başvurma
tahdididir kesin kararlarda ancak söz konusudur diye bu kesin karar olan
konuyu dahi iade ediyor. Uyarıldığında Bakanlık yine okumadan yine çok
büyük yetkililerinin imzasıyla aynı matbu yazıyı tekrar gönderiyor, özetle
Yargıtay’ın önüne gelmiyor. En önemli konumuz da grev oylamasıyla ilgili bir
facia şeklinde dikkatine sunmak istiyorum, istisna olarak bu konu işleme
alınabilir mi, incelemeye alınabilir mi dikkatine sunmak istiyorum. Zamanınızı
bu konuda aldığım için özür dilerim.
Değinmek istediğim üç konu var efendim. Birisi profesyonel sendikacının eski işine dönmesi konusu.
Oturum Başkanı : Pardon iki tanesine değindiniz, bu üçüncü mü
yoksa şimdi üç tane mi var?
Abdi PESOK : Üç tane onun dışında, o değildi. Bu birinci efendim.
Şimdi hocamız söyledi 1987 yılında Hukuk Genel Kurulunun bir kararı var,
kesin hukuki sonuçlarının değerlendirilmesi de gerekir. Yine saygıdeğer hocamız Münir hocamızın aynen ifa konusu var. Sarper hocamız da değindi. Yasal
değişiklik şart olmadığı konusunda hem fikirim. Neden yasal değişiklik şart
değil, çünkü yasa maddesinde 29’uncu maddede eski yöneticiyi diğer isteklilere nazaran tercihen işe almak zorundadır diyor. Yasa var zaten, ancak bunu
uygulatamadık. Bu görüşümü belirtmek istiyorum.
Đkincisi, olağanüstü genel kurullarla ilgili. Olağanüstü genel kurullarda
Yargıtay’ımızın kararı bir tane değil, çelişkili değil, o konuda bir bölü beş imzanın toplanması halinde yönetim kurulunun ve mahkemenin objektif gerekçelerinin olup olmadığını inceleme yetkisi olduğuna dair birden fazla kararı
var. Bu konuyu belirtmek istedim.
Đkincisi, yeni yasada altı aylık süre kalması halinde olağanüstü genel
kurul istenemeyecek diye bir hüküm getirilmek isteniyor dendi. Zaten şu anda
Yargıtay’ımızın görüşü ve Bakanlığın görüşü son bir yıl içinde olağanüstü
genel kurul talep etme imkânı yok, olağan genel kurula karar verilmesi
şeklinde. Bu konuyu tespit etmek istedim.
Bir de en önemli konulardan birisi, 2822 sayılı Yasanın 51’inci maddesine göre üyelikten istifa halindeki problem. Şimdi iki konu var, yetkinin
kesinleştiği tarihteki üye sayısı mı esas alınacak üç bölü dördünün istifasında,
yoksa grev ilanının yapıldığı tarihteki üye sayısı mı esas alınacak? Anladığım
kadarıyla Can Tuncay hocamız bunun yetkinin kesinleştiği tarihte olması
gerektiğini savunuyor. Fevzi hocamız da bu görüşte olduğunu belirtti,
bilmiyordum öğrendim bu vesileyle. Ancak bu görüşe katılmamız mümkün
değil. Çünkü biz bu ülkede yaşıyoruz, bu ülkenin şartlarında yetkinin
kesinleşmesiyle grev ilanının yapılması tarihi arasında altı aydan evvel bir
zaman geçmesi mümkün değil, fazlasına bir şey söylemiyorum ve maalesef
örgütsüzlük ortada Türkiye’de. Yorumlarken yargımız bu konuları değerlendirmek durumundadır ve Yargıtay’ımız bu konuda doğru yorumlamıştır. Grev
ilanının yapıldığı tarihteki üye sayısının esas alınması elzemdir. Aksi takdirde,
Prof.Dr.A.Can TUNCAY (Bahçeşehir Üniversitesi Hukuk Fakültesi) :
Yargıtay’ın farklı görüşleri var.
Abdi PESOK : Đşte farklı görüşlerinde dediğiniz o ikinci görüş bir
özelliği olan bir konudur, çünkü grev ilanının yapıldığı tarihteki üye sayısı esas
alınarak dört bölü üçün tespit edileceği konusunda çok sayıda kararı var, benim
bildiğim üç tane kararı var. Bilmediklerimi söylemiyorum. Neden, eğer bu esas
alınmazsa grev, yetkinin kesinleştiği tarihle grev ilanının yapılması arasındaki
tarihte işyerinde gerçekten emekçinin hakkını koruyan kollayan sendikanın
veya ben hakkımdan vazgeçmek istemiyorum diyen üyenin hakkını muhafaza
etmek mümkün olmaz. Birçok işyerinde yetki sona erdirilebilir, zaten
işverenlerin hepsi gayet iyi hukuk müşavirleriyle çalışıyorlar. Gayet bilgili
donanımlı insanlarla, santim şaşmıyorlar. O nedenle Yargıtay’ımızın istikrarlı
olan o görüşünün tartışmasız olması gerektiğinin ülkemiz açısından yararlı
olacağı inancındayım. Teşekkür ediyorum.
Oturum Başkanı : Teşekkür ederim Sayın PESOK. Söz sahibi Sayın
TAŞKENT.
Prof.Dr. Savaş TAŞKENT (ĐTÜ Đşletme Fakültesi) : Efendim bende
çok değerli meslektaşım Sayın Tuncay’a verdiği bilgiler için teşekkür
ediyorum ve bu son konu üzerinde görüşlerimi açıklamak gereğini duydum.
Grevin yargı kararıyla durdurulması; Buradaki sorun, bu sendika üyeliğinden
ayrılmaların hangi dönem içinde dikkate alınacağı. Sayın Şahlanan’ın ve sizin
görüşünüz yetkinin tespiti ve talep tarihi arasındaki döneme bakmak gerektiği
şeklinde. Sayın Pesok bunun uygulamadaki sıkıntılarını belirtti ama bir diğer
yönü de sendikanın yetkisinin tespitinin grevin uygulanmasıyla hiçbir ilişkisi
olmadığı sendikanın yetkisinin tespiti, kesinleşmesi, toplu sözleşmenin bir ön
aşaması. Bunun grevle bir ilgisi olduğunu düşünmüyorum. Bu yönden bu
görüşe katılmam mümkün değil. Yargıtay’ın bu konuda önem verdiği grev ilanı
tarihi, ona da katılmıyorum, çünkü sendika grev ilan eder ama uygulama farklı
tarihte başlatılır. Şimdi burada önemli olan sendikanın uyguladığı grevin etkinliğinin kalmaması ise burada bir defa grevin uygulanmaya başlamış olması
gerekir. Grev uygulanacak ki üyeler ayrılmış, dörtte üçü ayrılmış, artık grevin
etkinliği kalmamıştır denilebilsin. Bu bakımdan ilandan da öte grevin uygulanma ve talep tarihi arasındaki ayrılmalara bakmak gerekir. Grevin uygulanması
kuraldır. Bu yasa maddesi ise bir istisnayı teşkil eder, buna da bakmak gerekir
diyorum, teşekkür ediyorum.
Oturum Başkanı : Ben teşekkür ediyorum. Söz sırası Sayın Şahlanan’
da.
Prof.Dr. Fevzi ŞAHLANAN (Đstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi) :
değerli meslektaşım Can Tuncay’ı kutlayarak sözlerime başlamak istiyorum.
Gerçekten çok istifade ettim. Toplu iş hukukunun durağan, durgun halini
dinamik hale getirdi bu tebliğle. O bakımdan kendisini kutluyorum.
Đzin verirseniz adım da çok geçti, son karardan, grevin kaldırılmasıyla
ilgili karardan başlayayım konunun sıcaklığını kaybetmemesi bakımından.
Diğer konularda da görüşlerimi açıklayacağım bazı noktalar var.
Şimdi, bu konuyu bir karar incelemesiyle de yazdım. 51’inci maddenin
son fıkrası maddeyi okuyorum, grevi uygulayan sendikanın bu grevin
uygulandığı işyerindeki üyesi işçilerin dörtte üçünün sendika üyeliğinden
ayrıldıklarının tespiti halinde grevin sona erdirilmesine mahkeme kararıyla
karar verilir. Şimdi bir kere şu noktada anlaşalım, sendika üyesi sözcüğü değil,
sendikanın işyerinde çalışan üyeleri arasında, üyesi sayısını dikkate alacağız.
Sendikanın üyeliği, oradan ayrılır başka yere gider, işkolu değişmemiştir,
üyeliği devam ediyordur, bunun olaya hiçbir etkisi yok. Đşyerinde çalışanlar
sendikanın üyesi. Burada bir mutabık kalalım. Đkinci ve işin can alıcı noktası ve
tartışmaların da yoğunlaştığı nokta, hangi tarihteki sayının dörtte üçü ayrıldı?
Değişik görüşler ileri sürüldü. Burada Yargıtay şu noktada isabetli bir karar
veriyor, kararın bir kısmıyla. Orada diyor ki önce dörtte üç kaybedilmiş mi
edilmemiş mi onu araştırırım, dörtte üç kaybedilse bile grev etkili olarak
uygulanıyorsa ben bu grevi kaldırmam. Yüksek mahkeme şayanı takdir ki
maddenin amacını lafzının önüne geçirdi, bu görüşüyle ve burasını
paylaşıyorum kararın. Dörtte üç kaybedilmiş olsa bile etkili bir grev yapılıyorsa
bu grevin kaldırılmaması gerekir. Maddenin lafzını biraz zorlama olmakla
beraber, amacına uygundur, o açıdan Yargıtay’ın kararının bu bölümü doğrudur. Ancak ne var ki karar kronikleşmiş grevleri, toplu sözleşmeye ulaşma
şansı hiç olmayan sadece tabela olan, sonra mecrası değişip şantajlara yol açan
ve ilânihaye sürecek grevlere sebep olmaktadır.
Bu mantıkla gidildiğinde bir işyeri, bir sendikayla deyim yerindeyse
nikâhlı vaziyette kalıp, başka bir sendikanın da orada örgütlenmesi ilânihaye
engellenmiş olmaktadır. Kaldı ki bir grevin temel amacı toplu sözleşmeye ulaşmaktır. Bu şans yoksa problem başka yerlerden çıkabilir Sayın Pesok söyledi,
işveren işçi çıkarıyor, ortada üye kalmıyor vesaire, doğru söyledikleri doğru.
Ama maddeyi bu şekliyle Yargıtay’ın da anladığı gibi görür ve uygularsak
grevin ilan tarihindeki yetki belgesinde 300 kişi var. 300 kişiyle yetki almış,
ilan tarihinde beş kişi kalmış. Đlan tarihini dikkate alacaksın diyor. Bunun da
dörtte üçü dava tarihinde indiyse yani beş kişi ikiye indiyse veya bire indiyse
ancak bu grevi kaldırırsın. Böyle bir mantıkla maddeyi de işlemez hale getirirsiniz grevi de ilânihaye süren kronikleşmiş ve şantaj unsurundan başka
fonksiyonu olmayan grevlere dönüştürürsünüz. Ve başka sendikanın, sayın
meslektaşım Tuncay da ifade etti, başka sendikanın oradan yetki alması, yeni
bir yetki sürecini başlatması gibi bir şansı da tümüyle ortadan kaldırırsınız.
Yani bu yorumun işçi lehine tarafı da yok. O açıdan Yargıtay kararındaki ilan
tarihindeki sayısı dikkate alan ve onun dörtte üçünü dava tarihinde kaybedilmiş
olma şartını arayan görüşün ne amaca uygunluğu var ne de yasaya uygunluğu
var. O açıdan bunun kabulü mümkün değil. Söylediğim örnekte olduğu gibi beş
kişi kalmış ilan tarihinde, bunun dörtte üçü de dava tarihinde inecek aksi takdirde bu grevi kaldıramayacaksınız ne zamana kadar kaldıramayacaksınız?
Ebediyen orada grev mi kalacak, yani o açıdan bunu kabul etmek mümkün
değil.
Yüksek mahkeme, Sayın Tuncay belirtti. Ben incelememde de onu
ifade ettim, Edirne Đş Mahkemesinden giden bir olayda, Edirne Đş Mahkemesinde karar çok ayrıntılı değil, yerel mahkemenin kararında diyor ki 300 küsur
kişiyle yetki almıştır, dava tarihinde şu kadar üye kalmıştı, bu üyeyi inceliyor
ve dörtte üç meselesini ona göre değerlendiriyor. Ve Yargıtay 9’uncu Hukuk
Dairesi isabetli bir şekilde bu kararı onaylıyor. Ama eleştirdiğiniz karar o
kararla tamamen farklı ve garip bir rastlantı tarihi de aynı kararların, garip bir
rastlantı farklı bir sonuca varıyor. O açıdan bu kararla ilgili daha fazla vaktinizi
almak istemiyorum. Ayrıntıları bir makalemde ve bir karar incelememde ifade
etmiştim.
Başka konulara gelince, bir kere mevsimlik işle ilgili Sayın Tuncay’ın
endişeleri haklı, yeniden mi sendikaya üye olacak askı süresinde başka yere,
başka bir işkoluna geçtiyse üyeliği sona ermiştir yeniden mi üye olacak, bu
soruna çözüm bulmak lazım dediniz. Çözüm arayışınızı haklı buluyorum ama
çözüm hukuk sistemimizin içinde zaten mevcut. Neden mevcut, başka bir
işkolunda sendika üyeliğine engel bir şey yok ve bu üyelik Orman Đş Sendikası
üyeliğini, olay öyleydi galiba etkilemez diye düşünüyorum. Ama konunun
(Sayın Süzek ile o noktada ayrılıyorum) geçici işsizliği bir yıl daha üyelik
devam eder diyen Yargıtay’ın oluşturduğu görüşle de çelişir tarafı yok. Burada
bir geçici işçilik falan söz konusu değil hizmet akdi devam ediyor askı
süresinde işçi o işkolundan başka bir işkolunda çalışıyor ve o çalışırken de bir
sendikaya üye oluyor. O sendika üyeliği de geçerlidir, askıdaki sendika üyeliği
de geçerli.
Diğer bir konu, temsilciyle ilgili konu ve üyelik güvencesi. Maalesef
Sayın Tuncay’a katılmıyorum onu ifade edeyim, temsilcinin güvencesi ve
üyelik güvencesi. Özellikle temsilci güvencesinde 18’inci maddedeki iş
güvencesi kapsamına ilişkin şartlar aynen aranır mı? Hayır aranmaz. Altı ay
veya 30 işçi şartı olmasa da temsilci güvenceden yararlanır. Genel görüş de bu.
Zatıâliniz biraz farklı olduğunu yasanın hükmünün de açık olduğunu
söylediniz.
Esas gelmek istediğim nokta şu, yararlanır derken de içime sinmiyor.
Neden sinmiyor, öyle bir iş güvencesi sistemi var ki yararlanmasa daha iyi.
Aynı olay 31’inci maddede iş güvencesi kapsamında olmayanların sendikal
güvenceden yararlanmasa daha iyi. Niye, sendikal nedenle fesih diye bir yıllık
ücretinden fazla bir tazminatı doğrudan talep ediyor, kazandıysa icraya
koyuyor alıyor. Đş güvencesine tabi değilse ne oluyor, işe iade istemek zorunda.
Đade edildi, edilmedi, verilen kararı başlattı başlatmadı, ondan sonra verilen
kararın icrai niteliği yok tespit niteliğindedir ilamsız takip yapılacak vesaire.
Yani bence hem temsilci için hem 31’inci madde için güvence sorunu
olmayanlar daha şanslı daha avantajlı diye düşünüyorum. Gönlüm elbette
gerçek bir iş güvencesi anlamında 30’uncu maddenin eski şeklindeki gibi
temsilci için bir güvence getirirseniz doğru ama bu şekliyle olay güvencesiz
olmak daha iyidir diye düşünüyorum.
Sayın Tuncay, çok açık söylemedi, yanlış şey yapıyorsam düzeltsin
beni. Merkez işyerinde çalışanların işkoluyla, Sakarya’daki işyerinin üretimin
yapıldığı işyerinin işkolu meselesine geldi ve yardımcı işçiden yola çıkarak
birtakım görüşler ileri sürdü. Bir kere şu noktayı gözden kaçırmamız lazım,
yardımcı iş kavramı ve yardımcı işin asıl işin tabi olduğu işkoluna tabi olması
kuralı bir işyeri için söz konusudur. Đşletme toplu iş sözleşmesinde işletmeye
dahil işyerlerinde yapılan işlerin bir kısmının yardımcı, bir kısmının asıl iş
denmesi mümkün değildir. O zaman işletme sözleşmesi oluşmaz ortalıkta, orası
farklı. Eğer merkez ayrı bir işyeriyse verdiğiniz örnekte, merkezin girdiği
işkolunun tespiti yapılıp orası için başka bir sendika veya başka bir yetki söz
konusu olabilir. Ama orası ayrı bir işyeri değilse, üretimin yapıldığı yer tabi
olduğu işe tabi olarak yardımcı iş olarak sonuca gitmek mümkündür diye
düşünüyorum.
Efendim ben daha fazla vaktinizi almayayım, biraz uzadı onun için
beni bağışlayın, teşekkür ediyorum.
Oturum Başkanı : Teşekkür ederim Sayın ŞAHLANAN.
Sayın Refik KORKUSUZ
Doç.Dr. Refik KORKUSUZ (Düzce Üniversitesi Hukuk Fakültesi
öğretim üyesi) : Çok değerli hocama bende çok teşekkür ediyorum. Ufuk açıcı,
engin bilgilerinden yararlandığımı ifade etmek istiyorum. Ben bir hususta
görüşlerimi beyan etmek istiyorum ve kıymetli görüşünüzü almak istiyorum
değerli hocam.
Şimdi yargı kararına konu olan Muğla’da bir orman işçisi profesyonel
sendika yöneticiliğine seçiliyor. Sonra süresi bittikten sonra başvuruyor ve
diyor ki bu arada beni 5620 sayılı Kanuna göre kadrolu yap, yanlış anlamadıysam ve ayrıca beni işe al. Đdare de ikisini de reddediyor. Đş mahkemesine
gidiyor iş mahkemesi diyor ki burada idare mahkemesi yetkilidir, reddediyor.
Yargıtay’a gidiyor Yargıtay bozuyor kararı. Yanlış anlamadım değil mi?
Şimdi burada 5620 sayılı Yasaya bakmak lazım.
Can TUNCAY : Pardon orada bir açıklama yapayım. Yargıtay
bozuyor ve mahkemeye diyor ki olayda idari yargının konusuna giren kısım da
var, girmeyen kısım da. Girmeyen kısım ile ilgili bir kararını ver de ondan
sonra bakalım diye geri gönderiyor. Yani işe iade konusunda.
Refik KORKUSUZ : Ben de oraya değinecektim o kısmı tam anlamadım.
Can TUNCAY : Mahkeme de işe iadesine karar veriyor mahkeme,
yani tamam diyor ben de bozmaya uyuyorum. Yargıtay doğru söylüyor diyor
ve işe iadeye karar veriyor. Yargıtay onu da bozuyor.
Refik KORKUSUZ : Şimdi ben de onu belirtecektim. Aslında 5620
sayılı yasa sürekli olarak Yargıtay kararlarında gelişen öğretinin de hemen
hemen oybirliğiyle kabul etmiş olduğu teselsül eden hizmetler, zincirleme
hizmet akitlerinin, çalışmaları belirli süreden belirsiz süreye tahvilinin
kanundaki somutlaşmış adından başka bir şey değil. Đdare 5620 sayılı yasaya
göre geçici işçiyi kadrolu işçi aldı. Aslında almasa bile zaten otomatikman
çalışmaları belirsiz hale gelmiştir. Belirsiz süreli hizmet akdi haline gelmiştir.
Bu bakımdan iş mahkemesinin yetkisi olması doğru. 5620 sayılı yasaya girip
girmeyeceği konusunda da idare mahkemesi yetkili. Çünkü 5620 sayılı yasada
özel olarak tıpkı 2821 de veya 2822’de olduğu gibi bu kanundan çıkan
uyuşmazlıklarda iş mahkemesi yetkilidir diye bir hüküm yok. O bakımdan
Yargıtay’ın şimdi öğrendiğimiz ifadenizle, verdiği bu karar doğru. Görevle
ilgili olduğundan kamu düzeniyle ilgili.
Şimdi benim burada farklı bir düşüncem var. Genel olarak profesyonel
sendika yöneticileri için işe iade noktasında işe iade kararı verilemez diyor
Yargıtay, ve bu konu tartışılıyor verilir ya da verilmez. Ben son kanun değişikliklerinden sonra nâcizane şöyle diyorum. Profesyonel sendika yöneticisi başka
bir işte mi çalışmak için oradan ayrıldı, hayır, yani iş akdi yok işin içinde. Đşten
ayrılırken de genelde toplu sözleşmede bir hükümle ayrılıyorlar. Diyorlar ki
profesyonel olarak ayrıldığı zaman işe dönme hakkı vardır. Sözleşmede var,
hüküm koyuyorlar ve sendikayla profesyonel sendika yöneticisi arasındaki
ilişkinin mahiyetine bakmak lazım. Burada bir iş akdi mi var yoksa vekâlet
akdi mi var. Đş akdi olmadığı kuşkusuz öğretinin büyük çoğunluğunun kabul
ettiği veçhile. Burada bir vekâlet ilişkisi söz konusudur. Dolayısıyla burada
vekâlet akdinin hitamında askıda kalan iş sözleşmesi avdet eder mi etmez mi?
Şimdi kanunda avdet edeceğini belirten bazı hususlar var. Mesela askerlik
hizmetlerinde avdet eder.
Bir ikinci gerekçe şu: Mevsimlik bir işçinin yılda bir ay çalıştığını
düşünelim. 11’inci ayın sonunda tam işe başlayacak başlatılmadı. Bu şahsın işe
iade hakkı var mı yok mu? Herhalde burada kimse hayır diyemez. Şartları
varsa tabii, eğer 30 kişi mesela, bunlar varsa. Bu bağlamda benim bu kararın
doğruluğu konusunda bazı tereddütlerim var. Sizin de bu konuyu bu kararı
değerlendirmenizi istiyorum. Aksi takdirde zaten sendikalaşmanın her gün
biraz daha erozyona uğradığı neredeyse işyerinde örgütlülükten insanların
kaçtığı bir dönemde birtakım insanlar örgütlenmiş, sözleşmelerden, anayasadan
ve kanundan doğan haklarını kullandığı için ve birtakım da risk almış insanların mevsimlik bir işçiye tanıdığımız bir hakkı profesyonel sendika yöneticisine
tanınmamasını ben çok doğru olmadığını düşünüyorum. Mevcut kanun
metinlerinin de aslında bunu engellemediğini tam tersine özel bir düzenlemeyle
bunu desteklediğini düşünüyorum. Bu noktada kıymetli fikirlerinizi almak
istiyorum. Teşekkür ederim.
Oturum Başkanı : Teşekkür ederim Sayın KORKUSUZ
Söz Sayın Ulaş DEĞĐRMENCĐ’nin.
Ulaş DEĞĐRMENCĐ : Hocamın değerli tebliği için çok teşekkür
ediyorum. Ankara Barosu. Sayın Pesok az önce işaret etti Sendikalar Kanununda bazı uyuşmazlıklara ilişkin kararların Yargıtay’a götürülemediğini eleştirdi. Sendikalar Kanunu taslağı şu haliyle yasalaşırsa özellikle delege seçimleri
ve genel kurulların denetimi konusunda Yargıtay’ın incelemesinden geçerek
kesinleşecek bir karara rastlayamayacağız. Çünkü yerel mahkemelerce verilen
kararların hep kesin olduğu öngörülmüş tasarıda. Ben bunun daha da vahim
sonuçlara neden olacağını düşünüyorum ve buraya dikkatinizi çekip bu konudaki görüşlerinizi sormak istiyorum.
Diğer bir sorum işkolunun değişmesinin toplu iş sözleşmesine etkisiyle
ilgili. Bir işyerinin iki ayrı odası olduğunu düşünelim. Bakanlık bir oda için A
işkoluna, diğer bir oda için ise B işkoluna girdiğine karar vermiş. Sendikalar da
bir şekilde yetki alıp toplu sözleşme bağıtlamışlar ve bir işyerinde bu haliyle iki
tane toplu iş sözleşmesi gündeme gelmiş. Daha sonra çıkan bir uyuşmazlıkta
Bakanlık buranın tek bir işyerine vücut verdiğini ve B işkolunda olduğunu
kabul etmiş. Bu durumda işçilerin işkolu değiştiği için üyelikleri sona eriyor ve
işçiler bununla birlikte sendikalarından istifa edip B işkolunda kurulu sendika-
ya üye oluyorlar. Bu durumda işyerinde iki tane yürürlükte bulunan toplu sözleşme mi olacak yoksa A sendikasının bağıtladığı toplu sözleşme sona erip sadece B sendikasının sözleşmesi mi yürürlükte olacak? Bu işçiler hangi sözleşmeden yararlanabilecek, hangi sendika bu işçilerin üyelik aidatını alacak? Bu
konuyla ilgili görüşlerinizi merak ediyorum.
Diğer bir konuda da görüş açıklamak istiyorum. Mevsimlik işçilerin
askı süresi içerisinde başka bir işkolunda kurulu bulunan sendikaya üye olup
olamayacakları konusunda; Yargıtay’ın kısmi süreli çalışanlar bakımından
öteden beri verdiği kararlar var. Örneğin gündüz başka bir işkolunda çalışan bir
işçinin akşam başka bir işkolunda çalışmasının mümkün olduğu herkesçe
biliniyor. Bu kişilerin farklı işkollarında bulunan sendikalara üye olabileceği
kabul ediliyor. Bu doktrinde de aynı şekilde kabul ediliyor. Ben aynı durumun
mevsimlik iş sözleşmesiyle çalışan kişiler bakımından da söz konusu olduğunu
ve sendika üyeliklerinin sona ermeyeceğini düşünüyorum. Teşekkür ederim.
Oturum Başkanı : Ben teşekkür ederim. Söz sırası Sayın Murat
ÖZVERĐ’de.
Murat ÖZVERĐ : Teşekkür ederim hocam. Hocamın değerli tebliği
için de teşekkür ediyorum. Öncelikle katılmadığım bir tespitiyle başlamak
istiyorum, Yargıtay kararlarının gerekçelerinin, önce gerekçesizlikten yakınıyorduk şimdi çok uzun gerekçeler oldu diyor. Demek ki bakışa göre değişiyor.
Hocamın hocalığın verdiği derinlikle oradaki birçok bilginin kendisi için
tekrarı gibi görebilir ama bizim için çok kıymetli bilgiler içerdiğini en azından
tartışılabilir kıldığını düşünüyorum. Kimi zaman uluslararası hukuka verilen
referansların da o gerekçelerle önemli olduğunu, bizi bir başka yerlere taşıdığını ve olumlu bulduğumu belirtmek istiyorum. Kimisi acaba ben mi yanlış
anladım hocam iş güvencesi kapsamı dışında olan işçilerin açmış oldukları
sendikal nedenlerle davalardaki tazminatı kötü niyet tazminatı olarak nitelendirdi nitelik olarak. Eğer öyleyse ben katılmadığımı, kötü niyet tazminatının
sendika tazminatının kötü niyet tazminatından farklı bir nitelikte olduğunu,
temel bir hakka yönelik saldırı olması nedeniyle de haksız fiil olarak
nitelendirilmesi gerektiğini düşünüyorum.
Đşyeri temsilcilerinin güvencesine ilişkin Sarper hocam sağ olsun bence
ciddi açıklamalar yaptı. Ben hocama sadece şunu söylemek istiyorum, eğer
30’uncu madde hiç olmasaydı, bu haliyle diyelim ki hiç olmasaydı, o zaman
işyeri sendika temsilcisi işten atıldığında işe iade davası için genel hükümlere
başvuramayacak mıydı, yine varsa sendikal faaliyeti kanıtlayıp yararlanamayacak mıydı? Bu mümkünken ayrı bir 30’uncu madde düzenlenmişse, ya yasa
koyucunun abesle iştigal ettiğini düşünmemiz gerekiyor ya da buradaki
muradının biraz daha farklı bir güvence olması gerekiyor. Đyi ifade edemese de
farklı bir daha üst daha sıkı bir koruma olduğunu düşünmemiz gerekmiyor mu?
Kaldı ki, işte 131 sayılı ILO Sözleşmesi var, hocam da uluslararası hukuka
referans verdi. Bunları bütünsel olarak düşündüğümüzde temsilcinin oradaki
18’inci maddedeki koşullara bağlı olmaksızın özel bir güvenceye tabi olduğu
sonucuna ulaşmak daha hukuki değil midir diye sormak istiyorum.
Son olarak da tartışıldı ama bir konuda Savaş hocama aynen katılıyorum. Grevin ortadan kaldırılmasına yönelik maddeyi Şahlanan hocam da
okudu. Şöyle ki, grevi uygulayan sendikanın yani grevin uygulamasının
kaldırıp kaldırılmamasının tartışılmaması için bile her şeyden önce uygulayan
bir sendika olması gerekiyor. Takip eden yerde grev olarak işyeri deniliyor.
Dolayısıyla bu iki cümleyi aldığımız anda dahi uygulanan bir grevin olması ve
uygulanan bir işyerinde grev, dolayısıyla da grev uygulama talim yasası
alınması gerekiyor. Yargıtay’ın bu konudaki kararını özel ilgimi çektiği için
inceledim. 1986’dan beri örneğin Abdullah Berksu’nun ve Eşmeoğlu’nun
şerhine baktığımızda da görüyoruz onanan bir dizi kararlarında zaman zaman
ilan tarihini bir iki formül onama tarihinde uygulama tarihini esas almış
olduğunu görüyoruz. Ama hiç yetki tarihini esas aldığına ilişkin bugüne kadar
bir karara rastlamadım. Ama zannediyorum burada bu tarihlerden daha çok
önemli olması, grevin etkili olup olmaması. Şimdi grev etkili mi değil mi, bir
kişi de üç kişi de grev yapıyor olabilir. Buradan değil, ancak somut olaydan
hareket ederek bakmak gerekiyor. Şahlanan hocamın endişelerine katılıyorum.
Tanık olduğum, şantaj diye tarif edilen bir takım olaylar da var. Can Tuncay
hocam kürsüden söyledi o endişelere de katılıyorum ama; Savaş hocamın
dediği gibi bu endişelerle de olsa önceden grevin kaldırılmasını değil, endişe
ettiğimiz olayı somut olarak gerçekleştiğinde bunu gerekçe yaparak gerekiyorsa, etkisiz bir hale gelmişse, bir başka sendikanın yetkisini alma yönünde
engelse, hocamın dediği bir nikâha dönüşmüşse o zaman bu somut olgularla
gitmek gerekir diye düşünüyorum. Bunun dışında uygulama tarihindeki sayının
esas alınması ve etkili olup olmamanın da bir tek sayı olmasa dahi bir tek
işçiyle ki benim temsil ettiğim bir sendikada 45 gün oldukça etkili bir tek
kişiyle grev yaptım Gebze’de. Etkili olabileceğini ve bunun bir ölçü olarak
kullanılmasının daha sağlıklı sonuçlara götüreceğini düşünüyorum. Teşekkür
ederim.
Oturum Başkanı : Evet çok teşekkür ederim Sayın ÖZVERĐ.
Söz sırası Ali Rıza OKUR’da.
Prof.Dr. Ali Rıza OKUR (Yeditepe Üniversitesi Hukuk Fakültesi):
Ben üç konuya değineceğim. Ancak bu konulardan bir kısmı benden önce söz
alan arkadaşlar tarafından dile getirildi. Bu nedenle mümkün olduğu kadar kısa
geçeceğim.
Önce hocama bu özlü tebliğinden dolayı teşekkürle söze başlamak
istiyorum. Birinci ele alacağım konu bu üyelikle ilgili. Şimdi üyelik konusunda
iki açıdan konuya yaklaşmak mümkün. Bir, bu son Anayasa değişikliği
karşısında durum ne olacak? Mevcut hükümler hala geçerliliğini koruyor mu?
Korudukları muhakkak. Anayasadaki aynı zamanda aynı işkolunda birden çok
sendikaya üye olunamaz hükmü kalkmış olsa dahi, Sendikalar Kanunundaki
aynı hüküm halen geçerli. Dolayısıyla Sendikalar Kanunu isterse birden çok
sendikaya üyeliğe izin verebilir veya vermeyebilir. Her ikisi de anayasaya
uygun olacak. Bu açık.
Mevsimlik işlerde bir işçi boş dönemde gider bir başka işkolunda başka
bir sendikaya üye olursa ki bunun da üye olunabileceği açık çünkü işkolu
değişiyor. Ancak burada gözden kaçan ve arkadaşlarımın değinmediği bir konu
var. Yasada bir aksaklık var ben o aksaklığa değinmek istiyorum. Üyelik ve
üyeliğin sona ermesiyle ilgili olarak, bağlı bulundukları kanunla kurulu kurum
ve sandıklardan yaşlılık, emeklilik veya malullük aylığı veya toptan ödeme
alarak işten ayrılan işçilerle, işkolunu değiştiren işçilerin sendika üyeliği sona
erer. Buraya kadar bir tartışma yok. Ancak devamına dikkat edin, çalışmaya
devam edenler hakkında bu hüküm uygulanmaz. Şimdi bu çalışmaya devam,
emeklilik, toptan ödeme, malullük, yaşlılık aylığı nedeniyle olabildiği gibi,
elbette çalışmaya devam ediyorsan sendika üyeliğin de devam edecek. Fakat
işkolunu değiştirmişsen ne olacak, işte bu çalışmaya devam edenler hakkında
bu hüküm uygulanmazın içine işkolunu değiştirenler de giriyor. Burada bir
aksaklık var onun ayrıca düzenlenmesi var.
Oturum Başkanı : Sayın Ali Rıza Okur 24’üncü maddenin son fıkrası
işçi sendikası üyesi işçinin geçici olarak işsiz kalması veya sendikanın faaliyet
alanı içinde kalmak şartıyla başka bir işe geçmesi sendika üyeliğini etkilemez.
Burada düzenlenmiş vaziyette.
Ali Rıza OKUR : Orada düzenlenmiş buradaki düzenleme insanı
çelişkiye düşürüyor.
Oturum Başkanı : Đkisi arasında mantıki yorumla o sonuca varabilirsiniz.
Ali Rıza OKUR : Hayır burada ayrıca bu işkolu konusunun ayrıca
düzenlenmesi gerekiyor diye düşünüyorum ben.
Diğer iki konu, biri yönetici güvencesi, diğeri de işyeri sendika temsilcisi güvencesi. Benden önceki arkadaşlar yeterince bunlara değindiler fakat ben
bir noktada konuya açıklık getirmek istiyorum. Bu noktada Abdi Pesok ile
paralel düşündüğümü dile getirmek istiyorum. Çünkü 29’uncu madde, hani
gayrimenkul satış vaadine vesaire gitmeye gerek yok diye düşünüyorum.
Çünkü madde son derece açık ve bu açıklığı nasıl gözden kaçırıyoruz onu da
anlayamıyorum. Madde şunu söylüyor, işveren eski işyerine uygun bir diğer işe
diğer isteklilere nazaran öncelik vererek almak zorundadır. Öncelik vererek
almak zorundadır demek, işverenin işçi talebinde bulunması demek. Đşveren
böyle bir talepte bulunmamışsa, yani işe almaya ihtiyacı yoksa ben ille de eski
yöneticiyim beni işe al nasıl diyelim. Buradaki lafzı nasıl aşarız diye birtakım
endişelerim var.
Son değineceğim konu işyeri sendika temsilcisi. Bu konuda Sarper
hoca ve Fevzi hocayla aynı düşünüyorum. Orada Can Tuncay hocaya katılamıyorum çünkü mademki Đş Kanunun iş güvencesiyle ilgili konularda bir
göndermesi var. Bu 18’deki koşullar yoksa o zaman temsilci güvencesiz mi
kalacak. Yani 30 kişiden az işçi çalışıyorsa orada veya belirli süreli iş sözleşmesiyle çalışıyorsa veya altı aylık kıdemi yoksa onu güvenceden mahrum mu
bırakacağız? Dolayısıyla oradaki gönderme sadece o koşullar aranmaksızın
sendika işyeri temsilcilerinin oradaki güvenceden, işe iade imkânından
yararlanacakları konusundadır diye düşünüyorum. Kaldı ki geçmişi göz önünde
bulundurursak işyeri temsilcilerinin bir hayli mağdur edildiğini görüyoruz.
Birde bu mağduriyete böyle bir yorumla ön ayak olmak bana biraz ters geliyor
teşekkürler.
Oturum Başkanı : Çok teşekkür ederim Sayın Ali Rıza OKUR.
Evet, Emre BAŞBUĞ. Söz sizde.
Emre BAŞTUĞ : Sayın hocamıza aktardığı bilgiler için çok teşekkür
ederim. Bir olay anlatarak bu konudaki değerli görüşlerini almak istiyorum.
Olay şu, bir işyerinde tek yetkili olan sendika devam eden toplu iş sözleşmesinin yenileme dönemine geldiğinde işkolundaki yetki sayısını sağlamasına
rağmen, işyerindeki sendikalı sayısı azalmış, toplu sözleşme imzalama yet-
kisine sahip olmaktan çıkmıştır. Ancak işverenle uyum içerisinde olarak bir
toplu sözleşme yenilemesi gerçekleştirmişlerdir.
Oturum Başkanı : Dün toplantı açılırken şu hatırlatıldı, buradaki
sorular ve sunulan tebliğler ve Yargıtay’ın geçen yıl verdiği karar konularıyla
bağlı oluyor. Onun dışına çıkılması mümkün değil. Sizin sorunuz zannediyorum Can Tuncay’ın anlattığı ve bize açıkladığı kararlarla pek bağlantılı değil.
Müsaade ederseniz başka bir soru alalım.
Evet, Sayın Muharrem ÖZKAYA.
Muharrem ÖZKAYA : Avukat Ankara Barosu. Hocama tebliğinden
dolayı çok teşekkür ediyorum.
Benim iki tane sorum var. Sorularımı sorup daha sonra da mevsimlik
işçilerle konuda da küçük bir katkıda bulunmak istiyorum.
Sendika genel yönetim kurulunun olağanüstü genel kurul taleplerini
değerlendirmede bir bölü beş derece ile denetim kurulunun talebindeki makul
nedeni aramada aynı kriterleri mi uygulayacaktır, yoksa denetim kurulu
talebinde makul neden aranmaksızın bu taleple olağanüstü genel kurul verme
mecburiyeti var mıdır? Benim kişisel kanaatim denetim kurulu yönünden
vardır. Yani bu makul neden aramaksızın eğer denetim kurulundan bu talep
gelmişse sendika genel yönetim kurulu bu taleple bağlıdır. Bu benim kişisel
görüşüm ben zatıâlinizin bu konudaki görüşünü talep ediyorum.
Bir diğer mesele: Özellikle 29’uncu maddede yani sendikadaki görevlere seçilerek gelenlerin daha sonra profesyonel sendikacılık sebebiyle işyerinden ayrılma hallerinde, burada kanunda sayılan üç halden çekilmeyi biz
geniş yorumlayarak sadece profesyonel görevden çekilme olarak kabul edip,
yani amatör olarak seçildiği görev uhdesinde kalarak ama profesyonelliği de
sendika yönetim kurulu tarafından kaldırılarak ya da sendikadaki profesyonel
görevinden çekilerek işyerine müracaatı da kapsar mı? Bu iki konuyu
zatıâlinize soruyorum.
Katkım ise mevsimlik işçilerle ilgili. Öncelikle şekerde olsun, çayda
olsun mevsimlik işçilerin çalıştığı kampanya dönemleri 2.5 ila 4 ay. Kamuda
5620 sayılı kanunla 2007 Nisanından bu tarafa bir defa tüm geçici, mevsimlik
vizeli geçici iş kadrosunda çalışan işçilere bir tavan geldi, 5 ay 29 günü hiçbir
kayıp ve şartta aşılamıyor yani bu bir tavan. Dolayısıyla bunun anlamı şu, beş
ay aç, beş ay tok. Bu nedenle özellikle bu işçilerle ilişkili olarak mademki bu
konu bu kadar tartışıldı yani birden fazla sendika üyeliği. Bu toplantıdan
ayrıldığımda şunu söyleyebilir miyim, özellikle 22’nci maddeye baktığımızda
yasanın hükmü çok açık, diyor ki aynı zamanda ve aynı işkolunda, yani ikinci
üyeliğin yasaklandığı birleşik şartı var, aynı zaman ve aynı işkolu. Bunu şöyle
anlayamaz mıyız, aynı zaman dilimi, yani haftanın aynı saatleri ayın aynı
günleri, yılın aynı mevsimlerinde aynı işkolunda birden fazla sendika aynı
işyerinde olarak yasaklanmıştır. Bunun dışında eğer işkolu farklı ise zaten
mümkün olmalı ki yasa bu açık burada şart sınır yok. Yani işkolu farkında
hiçbir engel yok. Hatta aynı işkolunda bile olsa zaman dilimleri aynı değilse
mümkün olabilir mi? Yani bu yorum da eklenebilir mi diyorum ve teşekkür
ediyorum.
Oturum Başkanı : Çok teşekkür ederim Sayın Muharrem ÖZKAYA.
Sayın Gülsevil ALPAGUT.
Prof.Dr.Gülsevil ALPAGUT (Đstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi):
Hocama teşekkür ederek başlamak istiyorum. Benim esasında biraz geç söz
aldığım için söyleyeceklerimi diğer iki hocam da söyledi. Ben de mevsimlik
işte iş sözleşmesi sona ermediği sürece, askı süresinde işçinin iş sözleşmesi
devam ettiğine göre artık sendika üyeliğinin devam ettiği ve bu arada farklı
işkolunda bir sendikaya üye olmasına herhangi bir engel olmadığı görüşündeyim.
Bunun dışında ikinci konu da Şahlanan hocam söylediği gibi asıl iş
yardımcı iş ayrımını biliyoruz ki tek bir işyeri olması durumunda söz konusu.
Siz işletmeden söz ettiğiniz için hocam burada artık işletme merkezinin
bulunması gerekir diye düşünüyorum; Yani işletme merkezinin olduğu yerdeki
işkolu. Belki burada açmamız gereken yeni bir şey olarak düşünülebilir şimdi
muvazaalı alt işveren ilişkisinde zaten biz muvazaayı ne zaman tespit ediyoruz
iş sözleşmesinin sona ermesinde. Genelde bu böyle oluyor.
Đşe iade sırasında ücret olarak emsal ücret, toplu iş sözleşmesindeki
ücret. Toplu iş sözleşmesinden yararlanan işçinin ücretidir dedik. Tartışılabilir,
eşit davranma ilkesinin burada uygulanamayacağını söyleyebiliriz. Burada
benim aklımı kurcalayan konu şu. Đşverenin muvazaalı alt işveren ilişkisi
kurmadaki esas gerekçesi zaten toplu iş sözleşmesinden yararlanmayan düşük
ücretli işçi çalıştırmak. Đş sözleşmesinin sona ermesinde işçi toplu iş sözleşmesine taraf sendikanın üyesi değil tabii ki zaten olma gibi bir ihtimali de yok.
Çünkü muvazaalı alt işveren ilişkisi söz konusu. Fark ücretleri Borçlar Hukuku
çerçevesinde acaba bir tazminat hükmü olarak talep edebilir mi edemez mi?
Yani belki Borçlar Hukuku bilgimizin de gerekli olması lazım burada. Đşçi üye
değil ama zaten üye olması gibi bir durumda söz konusu değil. Ya çalışırken
dava açacak muvazaalı olduğunu iddia edecek fark ücretini isteyecek ki bu
mümkün değil, fiili olarak mümkün değil. Aksi takdirde daha sonra toplu iş
sözleşmesinden doğan fark ücretleri talep edebilir mi? Bunu sormak istiyorum
size.
Oturum Başkanı : Çok teşekkür ederim.
Söz sırası Sayın Abbas BĐLGĐLĐ’de. Pardon, Emre ERTAN’da.
Emre ERTAN : Öncelikle hocama kapsamlı tebliği için teşekkür
ediyorum. Bu arada ben Marmara Üniversitesi’nden Emre Ertan. Şimdi bu
mevsimlik işçilerin durumuna benzer bir durum işe iade davalarında. Hocam
yine işten çıkma ihtimali söz konusu. Şöyle ki, iş sözleşmesi feshedilen ve
hemen bunun akabinde işe iade davası açan bir sendikalı işçi, yine bildiğimiz
gibi işe iade yargılama süreci oldukça uzadı, iki yıl, üç yıla kadar Yargıtay
süreciyle birlikte. Bir başka işkolunda bir sendikaya üye olduğu takdirde işe
iade davasının yargılama süresi sırasında ve bu işçi tekrar işe döndüğü takdirde
bir daha sendikaya üye olması gerekecek mi ve yine burada toplu iş sözleşmesi
zamları söz konusu oluyor. Yani mevsimlik işçilerin durumuyla paralel bir
durum ama burada feshin geçersizliğinin tespiti ve feshin geçersiz olması söz
konusu olması nedeniyle biraz da farklılık var.
Đkinci olarak da, hocam bu konuya kitabında değinmiş ama herhalde
burada vakit darlığı söz konusu olduğundan değinmesi mümkün olamadı. Bu
çoğunluk tespitine itiraz davalarında itiraz dilekçesinin bölge çalışma müdürlüğüne ve Çalışma Sosyal Güvenlik Bakanlığına kaydettirilmesi konusu.
Yargıtay 2009 yılında verdiği bir kararda çoğunluk tespitine itirazlarda Bakanlık veya Bölge Çalışma Müdürlüğüne kayıt zorunluluğunun olmadığı şeklinde
bir ifade kullandı. Bu Yargıtay’ın daha önceki içtihatlarından farklı bir görüş
sergilemiş görünüyor kanım bu. Bir de hocamın bu kararla ilgili görüşünü rica
ediyorum. Çok teşekkür ederim hocam.
Oturum Başkanı : Ben teşekkür ederim.
Sayın Abbas BĐLGĐLĐ
Abbas BĐLGĐLĐ (Avukat Adana Barosu) : Ben de sayın hocama
teşekkür ediyorum. Sormak istediğim soru, iş güvencesi kapsamındaki işçinin
sendikal nedenlerle işine son verildiğinde davayı kazandığı takdirde ve işe
başlatılmazsa ödenecek 8 aylık ücretten az olmayan tazminata sendikal tazminat kavramını kullandı sayın hocamız. Gerçekten de öğretide başka hocalarımızda bununla ilgili olarak sendikal tazminat veya sendikacılık tazminatı
kavramlarını kullanıyorlar. Fakat iş güvencesi sistemi geldikten sonra artık bu
tazminatın ismi sendikal tazminat değil de sanki iş güvencesi tazminatı gibi
geliyor bana. Burada sendika sebeplerle işine son verildiği için bu tazminat
ağırlaştırılmış iş güvencesi tazminatıdır diye düşünüyorum. Önemsiz bir ayrıntı
gibi ama aslında derine inildiğinde önemli fark var bu kavramlar arasında.
Bilindiği gibi sendikal tazminat kötü niyet tazminatının nitelikli bir halidir ve
ihbar tazminatıyla bağlantı kurularak giydirilmiş ücret üzerinden hesaplanır.
Oysa iş güvencesi tazminatı bildiğimiz gibi giydirilmiş ücretten değil, çıplak
ücretten hesaplanıyor. Dolayısıyla buradaki kavramın sendikal tazminat değil
ağırlaştırılmış iş güvencesi tazminatı kavramıyla ifade edilmesi daha doğru
olmaz mı? Teşekkür ediyorum.
Oturum Başkanı : Teşekkür ediyorum. Sayın Mustafa CĐNKILIÇ.
Mustafa CĐNKILIÇ (Adana Barosu) : Ben de değerli hocama sunumu
için teşekkür ediyorum. Gerçekten çok önemli kararları tebliğine almış ki
burada bu kadar ayrıntılı tartışıyoruz bu konuyu. Grevin mahkeme kararıyla
kaldırılmasına ilişkin hocamın görüşüne katılmıyorum ama zamanınızı almamak için bu konuda Taşkent hocamın ve Murat Özveri arkadaşımın görüşlerimi
ifade ettiği kanaatindeyim.
Yine işyeri sendika temsilcisinin güvencesine ilişkin de hocamın
görüşüne katılmıyorum ama yine zamanınızı almamak için Sarper hocamın bu
konuda değerlendirmelerine katılıyorum.
Kararların ayrıntılı olmasına ilişkin ve sendikal nedenle iş akdinin
feshinde Yargıtay’ın ayrıntılı bir katalog sunduğuna ilişkin görüşlerini sundu
hocam. Bu bize uygulamada çok yararlı olan bir konudur. Bende Murat
arkadaşımın dediği gibi bundan çok yararlanıyorum. Çünkü sendikal nedenle iş
akdinin feshinde mahkemede talep ederken şu, şu kriterlere bakılıp sendikal
neden var mı yok mu diye bir değerlendirme yapıyoruz. Bu nedenle bunların
sayılıp, bir değerlendirmeye tabi tutulmuş olması olumlu. Hocam bir Kartal Đş
Mahkemesi kararından bahsetti. Hatta ikinci bir kararda sendikal tazminat
verilmiş verilmemiş ayrı iki durum var, Yargıtay birincisini bozmuş, ikincisi
dediğimde salondaki bir arkadaşım o da bozuldu dediğinde hocam ona şaşırdı.
Bence şaşıracak bir durum yok. Yargıtay bu konuda muhtemelen başkanım
anlatacaktır ama çok doğru bir şey yapmış diye düşünüyorum. Çünkü zaten
birinciyi bozma nedeni de burada farklı mahkemelerde farklı kararlar çıkıyor
dolayısıyla bunlardan hangisi doğrudur bir bakın demiştir. Eğer ikinci sendikal
nedenle olan kararı onasaydı, zaten Yargıtay görüşünü bu bölgedeki bu olayda,
sendikal tazminat vardır diye belirlemiş olurdu ki birincisini bozması yanlış
olurdu kanaatimce. Dolayısıyla ikincisini de bozması her iki karar anlamında
bir değerlendirme yapın anlamındadır.
Yine olağanüstü kongre kararlarında açılan davalar, yapılan kongrelerin sendikalarda açılan davaların iş yükü yoğunluğuyla olsa gerek Yargıtay’da
inanılmaz şekilde uzuyor. Örneğin bir 2007’de yapılmış olağanüstü bir genel
kurul 2009’da iptal edildi. Dolayısıyla aradan geçen iki yıllık sürede, yapılanlar, işlemler, olaylar bir sürü sıkıntılar doğmaya başladı ve bu sıkıntılar sonucunda bir sendika bir konfederasyondan ayrılıp başka bir konfederasyona
gitti.
Hocamdan sormak istediğim şu? Sendikanın ana sözleşmesinde genel
kurullarının üç yılda bir yapılacağı hükmü var. Biliyorsunuz yasada dört yıl
diyor ama sendika kendi ana sözleşmesinde genel kurulların, tüzükte üç yılda
bir yapılacağını söylüyor ama üç yıl dolmasına rağmen üç yılda yapmıyor üç
yılı aşacak şekilde bir karar alıyor, üç yılı aştığı halde. Sendikadan bir grup işçi
bunun için kayyum ataması için bir dava açtığında mahkeme şöyle yorum
yapıyor. Her ne kadar üç yılı geçmişse de zaten kayyum atanıncaya kadar süre
geçecektir zaman aşacaktır. O sırada bu genel kurul yapılmış olur, o nedenle
davayı reddediyor ve Yargıtay’ımız da bu kararı onadı. Bu konudaki görüşünü
talep ediyorum. Teşekkür ederim.
Oturum Başkanı : Ben teşekkür ederim Sayın CĐNKILIÇ.
Sayın katılımcılar, müsaadenizle, benim de değinmek istediğim birkaç
önemli konu var. Görüşlerimi açıkladıktan sonra Sayın 9. Hukuk Dairesi
Başkanına söz vereceğim. Zamanın çok ilerlediğini dikkate alarak, mümkün
olduğu ölçüde kısa açıklamalarda bulunacağım. Đlk konu, mevsimlik işlerde
çalışan işçiler ile ilgilidir. Mevsimlik bir işte çalışan işçinin iş sözleşmesinin
askıda kaldığı süre içinde başka bir işte çalışmasına ve bu işyerinde ki kurduğu
iş sözleşmesine göre ayrı bir işkolunda faaliyet gösteren işçi sendikasına üye
olmasına hukuki bir engel yoktur. Örneğin bir çay fabrikasında yürütülen
mevsimlik işte çalışan işçi, iş sözleşmesinin askıda kaldığı Kasım-Nisan
aylarında bir deterjan fabrikasında iş bulup çalışmaya başladığında, bu işye-
rinde çalışan işçi olarak petrol, kimya ve lastik işkolunda kurulu işçi sendikasına üye olabilir. Bu işyerinde altı aylık belirli süreli bir iş sözleşmesi yapmış
olması ya da çay fabrikasındaki iş sözleşmesine göre gıda işkolunda kurulu işçi
sendikasına üye bulunması, akdettiği ikinci iş sözleşmesine göre başka bir iş
sendikasına üye olmasına engel olmaz. Belirtildiği gibi, mevsimlik işi dolayısıyla üye olduğu gıda işkolunda kurulu işçi sendikasındaki üyeliğinin sona
ermesi de söz konusu olmaz. Zira işçi, birden fazla iş sözleşmesi ile değişik
işverenlere ait işyerlerinde çalışmakta ve işyerleri farklı işkollarına girmekteyse, işçinin aynı zamanda birden fazla sendikaya üye olması mümkündür.
2821 sayılı kanun madde 22/1 hükmünü göre “işçi veya işverenler aynı
zamanda ve aynı işkolunda birden çok sendikaya üye olamazlar”.
Đkinci konu, işverenin iş sözleşmesi yapma zorunluluğu ile ilgili olarak
savunduğum bir görüş, bazı meslektaşlarım tarafından benimsendiği ve bu
vesile ile adım geçtiği için bilgi vermek istiyorum. 2821 sayılı Kanunun 29.
maddesinde sendika ve konfederasyon yöneticileri için getirilen teminat. Đşçi
sendikası yöneticiliğine seçildikten sonra profesyonel olarak bu görevde
çalışması gerekenler, çalıştıkları işyerindeki iş sözleşmesini feshederek işten
ayrılmak durumunda kalmaktadırlar. Đleride yönetici görevleri, seçime girmemek, yeniden seçilmemek veya kendi istekleriyle ayrılmak suretiyle son
bulduğunda, sözü edilen kanun maddesi bu yöneticilere, önce çalıştıkları işyerlerine dönmek üzere belirli süre içinde başvurduklarında işten ayrıldıkları
işverenlere bunları işe almakla zorunlu tutmaktadır; daha teknik bir ifade ile
daha önce işinden ayrıldıkları işverenler için iş sözleşmesi yapmak zorunluluğu
getirmiş bulunmaktadır. Yönetici seçilen kişi, bu görevden ayrılıp, önceki
işverene, kanunun öngördüğü şartların varlığına dayanarak başvurduğunda,
yeni bir iş sözleşmesi yapmak için icapta bulunduğunda bir kuşku yoktur.
Đşveren, kanunda aranılan şartlar varsa, yapılan icabı kabul etmekle, kısaca
işçinin icabına kabul yönünde irade beyanında bulunmakla yükümlüdür.
Đşveren, sözleşme yapmak zorunluluğunun gereği kabul beyanında
bulunmadığı takdirde, işçi, aynen ifa davası açmak suretiyle işverenin irade
beyanında bulunmasını talep edebilir ve bunun için eda davası açabilir. Açılan
davada mahkemece verilecek hüküm, işverenin irade beyanının yerine geçer ve
işçinin icabı ile birlikte iş sözleşmesi meydana gelir.
Değerli katılımcılar şu konuyu bir kez daha vurgulamak istiyorum: Bir
irade beyanında bulunma zorunluluğu bulunduğunda, bu iradenin yerine
hakimin iradesini-hükmünü ikame etmek mümkündür ve bunun aynen ifayı
sağlayacağı da açıktır. Bu bir usul yolu, Alman Usul Kanununda yer alan
hükme göre, davalı bir kişi hakkında irade beyanında bulunması yolunda karar
verilirse, kesinleşen hüküm irade beyanın yerine geçer. Türk Hukukunda böyle
bir genel kural bulunmamakla beraber, Yargıtayca, gayrimenkul satış vaadi
dolayısıyla atılan adım, yerleşmiş bir içtihat olarak bir irade beyanı açıklama
yükümlüğü olan işverenin işçiyi işe almak zorunluluğunda uygulanabilecektir.
Yüksek mahkeme gayrimenkul satış vaadinin ifası için alacaklısının açtığı
davada, verilecek hükmün borçlunun irade beyanı yerine geçeceğini kabul
etmiştir. Aynı esasın, kanundan doğan bir irade açıklaması, işverenin iş
sözleşmesini meydana getirmesine ilişkin yükümlülükte de uygulanacağında
hiçbir kuşku olmamak gerekir.
Görüldüğü üzere görüşümüzde temel esas, iş sözleşmesi yapılması
konusunda getirilen zorunluluğa uyulmasını sağlamak ve iş ilişkisine süreklilik
kazandırmaktadır. Ne var ki ülkemizde daha çok, hatta işçiler ve sendikalarının tercihleri konuyu bir para kazanma aracı şeklinde görmek olduğundan, iş
ilişkisi kurulması güvencesinin ihmale uğratıldığı söylenebilir. Nitekim 4857
sayılı kanunun işverenin işçiyi işe alma yükümlülüğüne uyulmaması karşılığının bir tazminat şeklinde yaptırımlar ile desteklendiği de dikkati çekmektedir.
Başka bir konu işyeri sendika temsilcilerinin iş güvencesidir. Daha
önce açıklanan ve işyeri sendika temsilcilerinin iş güvencesinden yararlanabilmelerinin sadece “temsilcilik sıfatına” sahip bulunmaları gerektiği görüşüne
katılmaktayım. 2822 sayılı kanunun 30. Maddesinin birinci fıkrasında başka bir
yararlanma şartından söz etmeksizin “işyeri sendika temsilcisinin belirsiz süreli
iş sözleşmesinin işveren tarafından feshinde Đş Kanununun, ilgili hükümleri
uygulanır” denilmekte ve iş güvencesinden yararlanmak için Đş Kanunu madde
18’de öngörülen diğer şartlar aranmadığı hükme bağlanmaktadır. Sayın Ali
Rıza Okur, gayet güzel açıkladı. Đş Kanununun 4. maddesine göre, 50 ve daha
az işçinin çalıştırıldığı tarım işyerleri, Đş Kanunu kapsam dışında olmakla
beraber bu işyerlerinde işçiler 2821 ve 2822 sayılı kanun hükümleri uyarınca
sendika özgürlüklerini kullanabilir ve toplu iş sözleşmesinden yararlanabilirler.
Bir tarım işyerinde –işletmesinde çalışan işçi sayısı 30’dan az, örneğin 20 işçi
çalışsa dahi, sendikaya üye olabilirler, şartları gerçekleştiğinde toplu iş
sözleşmesi akdini sağlayabilirler. Böyle bir işyerinde işyeri sendika temsilcisi
atandığında, temsilci 30’dan az işçi çalışıyorsa atanan sendika temsilcisi iş
güvencesinden yararlanamayacak, çalışan işçi sayısı 30’dan fazla olduğunda
temsilci iş güvencesinden yararlanma olanağına sahip olabilecek şekilde bir
ayırım yapılmasının ve sonuca gidilmesinin düşünülemeyeceği görüşündeyiz.
Bireysel ve kolektif sendika özgürlüğü ve kullanılmasına ilişkin kurumların, bu
özgürlüğün amacına uygun şekilde yorumlanması gereğinden hareketle,
Yargıtayın verdiği kararlarında da belirlendiği üzere, belirsiz süreli iş sözleş-
mesine göre istihdam edilen işyeri sendika temsilcisinin iş güvencesinden
yararlanabilmesi için bu sıfata sahip olması yeterlidir, başka bir şartın varlığı
aranmaz; sözgelimi işyerinde en az 30 işçinin çalışması şartına bakılmayacağı
gibi, altı aylık kıdem şartının aranması da söz konusu olmayacaktır.
Son bir konu, değerli meslektaşım Sayın Şahlanan’ın ve aynı görüşü
paylaşan diğer meslektaşlarımın bir işyerinin girdiği işkolunun tespitinde
dikkate alınması gereken ölçütlere ilişkin açıklamalarına katıldığını belirterek,
teyiden kısaca belirli noktaları vurgulamak istiyorum. Kararlara da konu olan
bir örneği tekrar huzurunuza getiriyorum. Bir şirketin Đstanbul’da bir işyeri
numarası alarak faaliyet gösterdiği bir şirket merkezi, başka bir deyişle işletme
merkezi bulunmaktadır. Aynı şirketin Adapazarı’nda faaliyet konularından biri
olan bir malı üretmek amacıyla ayrı bir numara ile tescil ettirdiği başka bir
işyeri daha vardır. Her iki işyeri, ayrı amaçları gerçekleştirilmek üzere örgütlenmiş ayrı birimler niteliğinde olduklarından, bunların gerek sendikalaşma ve
gerek toplu iş sözleşmesi, grev ve lokavt haklarının kullanımı yönünden birinin
diğerine yardımcı olduğundan ya da yardımcı işleri yürüttüğünden söz edilmemsi mümkün değildir. Bu itibarla işletme-şirket merkezi olan işyerinin
girdiği işkolu, bu işyerinde yürütülen asıl işe göre belirlenir, bunun da büro,
ticaret, eğitim ve güzel sanatları kapsayan 17. sıra numaralı işkolu olduğu
açıktır. Buna karşılık Adapazarı’nda kurulu işyerinde yiyecek maddeleri
üretiliyorsa, işyerinin gıda; madeni eşya üretiliyorsa metal işkoluna girdiği
kabul edilecektir. Yargıtayın bazı kararlarında şirketin merkez olarak yönetim
işlerinin yürütüldüğü ve ayrı bir bağımsız örgütlenmeye göre tescil edilen
işyeri, mal ve hizmet üretiminin yapıldığı işyerine, yardımcı işlerin yürütüldüğü işyeri olarak şirket merkezinin de aynı işkolunda sayılarak bir işletme
toplu iş sözleşmesi akdedilmesine yol açtığı görülmektedir. Bu görüşe katılmak
mümkün değildir. Şirket/işletme merkezi olan işyeri, şirketin gelir sağlamak
üzere koyduğu sermayenin yönetim amacının (teknik amaç) gerçekleştirildiği
bir işyeridir. Şirket, ana sözleşmesinde yer alan faaliyet konularında mal veya
hizmet üretimine gitmeyi ve bu yoldan gelir sağlamayı planladığında, mal ve
hizmet üretimi amacıyla kurduğu işyeri, ürettiği mallardan elde edilen gelir ile
dolaylı olarak şirketin amacının gerçekleşmesine yardım edecektir. Şirket/
işletme kavramı, teknik amaçla kurulan işyeri kavramına göre üst bir kavramdır. Bir işletme/şirket merkezinin yönetimine bağlı, bir veya birden fazla işyeri
olabilir. Hatta bu işyerleri değişik işkollarına gidebilir. Örneğin (A) şirketinin
merkez işyerinden başka bir sabun fabrikası ve bir de deterjan fabrikası
bulunuyorsa, sabun üreten işyeri gıda işkoluna, deterjan üreten petrol, kimya ve
lastik işkoluna girer. Yargıtayın böyle bir örnekte şirket merkezini, hangi
işyerinin yardımcı işlerinin yürütüldüğü işyeri sayacağı konuyu, çözümü çok
güç bir duruma getireceği açıktır. Şirket merkezi, lastik üreten bir işyeri kurup
üretimde bulunurken, şirket sermayesinin bir kısmını üç ayrı şirkette ortaklık
yolu ile yatırıma gidebilir. Öyle ki gelir getirici bu faaliyet, lastik üretiminden
çok fazla gelir sağlayabilir. Böyle bir durumda merkez işyerinin, lastik üretimine bağlı olarak yardımcı işler yapılan bir işyeri sayılması herhalde düşünülemez. Örnekler çoğaltılabilir. Ancak Yargıtay görüşünün isabetli olduğunu söylemek güçtür.
Yargıtay, şirket merkezini, mal veya hizmet üretiminde bulunan işyeri
ile ilişkisini Đş Kanunu madde 2/2 anlamında işyerine bağlı yerler unsurlarını
tespit ederek bir sonuca gittiği bir durumda, esasen ayrı, bağımsız işyerleri
değil, tek bir işyerinin bulunduğu kabul edilerek, bu işyerinin girdiği işkolunun
belirlenmesi üzerinde durulacaktır.
Sonuç olarak, bir işverenin, mal veya hizmet üretimini gerçekleştirdiği
birden fazla bağımsız işyeri varsa, bu işyerlerinin hangi işkoluna girdiğinin
tespitinde her işyeri ayrı birim olarak göz önünde tutularak o işyerlerinde yürütülen asıl işe göre işyerinin girdiği işkolu belirlenir. Đşkolu tespitinde birden
fazla işyerinden birinin diğerine yardımcı işlerin yürütüldüğünden hareket
edilmesini gerektiren bir ölçüt yoktur ve işkolunun belirlenmesi yönünden
böyle bir ölçütün varlığını ileri sürmek, tamamen ters ve kanuna aykırı bir
görüş olur. Đşkolu yönünden yardımcı işler, bir işyeri kapsamında, sınırları içinde söz konusu olabilir. 2821 sayılı kanun ve işkolları Tüzüğünde açıklandığı
üzere, bir işyerinde yürütülen asıl işe yardımcı işler de, asıl işin girdiği işkoluna
dahil işlerden sayılırlar. Sabrınıza çok teşekkür ederim.
Şimdi son olarak Yargıtay 9. Hukuk Dairesi Sayın Başkanına söz
veriyorum. Buyurun Sayın Başkan.
Mustafa KILIÇOĞLU : Sayın başkan, seçkin konuklar hepinizi
saygıyla selamlıyorum. Dün akşam yemek yerken Sayın Tuncay erken kalktı.
Dedim, aman hocam niye erken kalktınız. Dedi ki, şimdi gidip yarınki
derslerimi çalışacağım dedi.
Şimdi hukukun duayenlerinden birinin ders çalışması, buradaki olayı
ne kadar ciddiye aldığını, dolayısıyla siz dinleyicileri ne kadar ciddiye aldığını
ortaya koyar.
Şimdi hocamın sunduğu tebliğin de mükemmel bir tebliğ olduğunu
ifade etmek istiyorum. Kendisine teşekkür ediyorum huzurlarınızda.
Başlangıçta yine ben anlatmıştım, bizim kararlarımız niye geniş. Bizim
kararlarımız mümkün olduğu kadar kurumu da kuramı da okuyan kişinin anla-
ması ve önüne gelecek bir başka olayda değerlendirirken bu tutamak noktalarımızı görmesi için. Biz artık kararlarımızı o kadar geliştiriyoruz ki Avrupa
Sosyal Şartından tutun, Avrupa Đnsan Hakları Sözleşmeleri, Avrupa Yönergeleri, ne kadar dış yayın varsa bunları sözleşmesel açıdan izliyoruz. Öte yandan özellikle Alman Hukukunu, Fransız Hukukunu mümkün olduğu kadar yılı
yılına, zamanı zamanına izlemeye çalışıyoruz. Bu konuda öğretiyle yarışma
halindeyiz.
Evet, bu iddiayı tekrarladıktan sonra, hocamın tabii bir eleştirisi var.
Diyor ki bazen yukarıyla aşağı uymuyor veya somut olay kısa geçiliyor. Yukarı
aşağı çelişkileri olabiliyor. Şu ana kadar 35 bin civarında karar çıkardık. Artık
bunlar için hoşgörüsüne sığınıyoruz.
Şimdi biz sendika üyeliklerini bu anayasa değişikliklerinin gerekçelerine bakıldığı zaman nerede yasaklar getirilmişse, o yasaklar ve normatif
düzenlemeler doğrultusunda düzenledik. Dolayısıyla hocamızın görüşlerine
katılıyorum.
Sendika temsilcisinin güvencesi konusunda ayrık düşünüyorum. Kararlarımızda da bunu ifade ettik. Bir yasayı veya bir kanun hükmünü yorumlarken
amaçsal yorum, anayasal yorum haydi biraz daha ileri giderek sosyolojik
yoruma müracaat etmek gerekir. Burada sendika temsilcisinin zaten eskiye
oranla güvencesi azaltılmış bir hale gelen normu en azından sayısal açıdan işte
30 işçi olayı, altı aylık kıdem olayını göz önünde tutmayarak, bir noktada
sendika temsilcisinin varlığını sürdürebilmesi ve ona bir anlam verilmesi
açısından onu kuvvetlendirme için bu tür bir yoruma girdik. O yorum
konusunda Sayın hocama katılamayacağımı ifade edeyim.
Şimdi, sendikal tazminat konuları bize çok sık geliyor. Arzu edilmeyen
bir durum. Ve bu tür uyuşmazlıkların bize gelmesini arzu etmiyoruz. Çünkü bir
işyerinde sendikal örgütlenmenin yapısı kişisel olarak o işyerinin menfaatinedir. Bir kaynaşma bir birliktelik olacaktır. Ancak gelen davaların niteliğine
göre çok uzun ayrıntılı ilke kararlarında araştırmayı gerektiren ifadeler
kullanıyoruz. Đşte yetki alma aşaması mıdır, değil midir, kaç işçiyi çıkardı,
çıkarılan işçilerin yetkiye tesirleri, işyerinde ekonomik sıkıntının olup olmadığı, işverenin burada samimi olup olmadığı şeklinde son derece geniş
araştırma yapıyoruz. Bunun sonucuna göre de karar veriyoruz.
Bizim tabii yetki konusunda bir sıkıntımız daha var. Yetkiyle ilgili
dava açıldığında hemen işkoluna bir itiraz geliyor. Haydi, işkolu davası, çok
uzun sürüyor. Bu defa toplu iş sözleşmesi süresi dahi geçiyor. Fakat bu bizden
kaynaklanmıyor, yasanın düzenlenişinden kaynaklanan bir sıkıntı.
Yedi yıl sonra bir sendikal tazminatla ilgili işte dava açılma olgusu var.
Burada tabii hak arama özgürlüğüyle beklenen fayda gibi düşüncelerin
çatışması, hangisine üstünlük tanınması olgusu var. Hak arama özgürlüğüne
elbette ki üstünlük tanınır diyoruz ama dosyanın gelişine bakıldığında, ifade
etmekte zorlandığımız tutumları da görüyoruz.
Sendika yöneticisinin iş güvencesi konusunda biz bu tür uyuşmazlıklar
geldiğinde, özellikle Sendikalar Kanunu 29’uncu maddeyle ilgili uyuşmazlık
geldiğinde arkadaşlarımızla toplandık, tüm kaynakları, makaleleri hepsini
döküyoruz, herkes düşüncelerini söylüyor. Ben kişisel olarak verilmesi taraftarıydım fakat bu bir metodoloji sorunu. Eğer biz 29’uncu maddede gerçekten
işçinin işe alınması konusunda zorlayacaksak o zaman bütün maddeleri de
zorundadır sözcüğünden sonra biz hakime dava açıldığında işçiyi alacaksın
şeklinde bir hak tesisine imkan vermek lazım.
Hâlbuki 47’nci maddeye bakıyoruz askerlik nedeniyle işyerinden
ayrılma olgusunda, orada da yine zorundadır diyor, makul bir işte boş bir yer
varsa işveren alır diyor. Şimdi metodolojik fark veya felsefi fark şu. Bir şeyin
yapılmamasının cezai bir müeyyideye tabi tutulması veya tazmini bir
müeyyideye tabi tutulması burada bir tercih hakkı verir mi vermez mi sorunu
var? Bu yalnız bu 29’uncu maddeyle ilgili değil, tüm yasanın kapsamı dikkate
alındığında, gerek Đş Kanunu gerek Toplu Đş Sözleşmesi Kanunu gerek
Sendikalar Kanununda o zaman tek bir felsefe üzerine yoğunlaşmalı ve hepsine
de ortak hareket etmelidir. Zorundadırı yapacağız. Böyle bir sonuca varılacak.
Yalnız bunu kolay karar verilecek bir durum değildir. Çünkü işte toplumsal
gerçekler var, ekonomik gerçekler var, hangisine üstünlük tanınacak. Biz bütün
kaynakları topladık. Lehe olanları da düşündük aleyhe de olanları düşündük,
arkadaşlarımız birlikte oturduk bu sonuca vardık. Ancak bizim tabii ki bu
sempozyumlara geldiğinizde makaleleri usulen işte dinlemek veya konuşmak
şeklinde bir düşüncemiz yok. Arkadaşlarla toplanıyoruz ve bu makaleleri tekrar
tekrar değerlendiriyoruz ama özgür düşünceyle, bilimin ışığında.
Maalesef uygulamalarda yetki alınıyor, sırf yetkiden kurtulmak için
işyeri devirleri var. Biz zaten yasanın açık hükmü var 8’inci madde, hukuk
genel kurulunda da geçen bir karar var, hangi aşamada olursa olsun yetki
alındıktan sonra bu yetkinin sonuçlarını sonuna kadar yeni işverenle devam
eder. Bu konuda bir farklı bir uygulama bulunmamaktadır.
Sendika genel kurulu delege seçimiyle ilgili hocamız gayet güzel
açıklamalarda bulundu. Zaten Sendikalar Kanununun 63’üncü maddesi ve
Medeni Kanununa atıflar var Dernekler Kanununa oradan yararlanarak hak
düşürücü sürelere dayanıyoruz. Bu aslında tartışma konusu değil biz bu olayı
hallettik. Olağanüstü genel kurul toplantısına çağırma olayında yalnızca beşte
birin olmasını yeterli görmüyoruz. Bunun yanında objektif nedeni, neden
nesnel mi ve bunun ciddi olmasını araştırarak karar veriyoruz. Çünkü bir
olağanüstü genel kurul olayı büyük maliyetlere de neden olmaktadır. Bu seçim
çalışmalarında bir taraf kaybettiği zaman bayağı üye sayısı fazla oluyor.
Dolayısıyla yeniden bir olağanüstü genel kurul toplantısı geldiğinde her bir
nedeni tek tek inceliyoruz ve bu konuda bir tereddüt yoktur, içtihatlarımız
sürekli olarak günümüze kadar çok önceden farklı düşünceler varsa da biz
onları son içtihatlarla belirli bir şeye soktuk.
Toplu iş sözleşmesi özerkliği konusunda sayın hocam zaten yeterli
açıklamada bulundu. Nispi emredici hükümler artırılabilir. Şimdi özerklik
konusunda toplu iş sözleşmesinde sonraki toplu iş sözleşmesi daha az hükümler
verebilir ücrete ilişkin ve diğer hükümlerde. Bu özerklik ilkesinin bir gereğidir.
Sen işe iade davası açıyorsun başlangıçtaki toplu iş sözleşmesi süresi bitiyor.
Yeni bir toplu iş sözleşmesi imzalanıyor, artık sonucuna katlanılır diye
düşünüyoruz. Tabii o dediğim geçici madde veya bir madde varsa önceki toplu
iş sözleşmesindeki haklar devam eder.
Şimdi şu uygulamalara da rastlıyoruz. Toplu iş sözleşmesi devam
ederken işçi sendikadan istifa ediyor. Elbette ki toplu iş sözleşmesi haklarından
yararlanır. Diyelim ki toplu iş sözleşmesinde 45 gün kıdem tazminatı 45 gün
tayin edilmişse, toplu iş sözleşmesinden ayrılırsa daha önceki yasal hüküm
neyse, 30 günse o, fakat bir bakıyoruz ki işveren bazılarına 45 gün veriyor,
bazılarına 30 gün veriyor. O zaman diyoruz ki biz sen madem toplu iş
sözleşmesinden yararlanmaya 45 gün veriyorsun, o halde eşitlik ilkesi gereğince ona da 45 gün vereceksin diyerek bozma kararlarımız bulunmaktadır. Zaten
o epey gelişti artık, ayrımcılığa bir yandan girmekte, bir yandan Avrupa Đnsan
Hakları Sözleşmesinin 14’üncü maddesine aykırılık oluşmaktadır. Biz bunu
sıkıca takip etmekteyiz.
Şimdi grevin durdurulması kararı üzerinde tartışılan konulardan
sonuncusuna gelelim. Değerli hocalarımıza teşekkür ediyorum hepsini okudum, Sayın Şahlanan başta olmak üzere. Önceki içtihatlarımızda da farklılıklar
var. Fakat ben başkanlığım zamanında farklı bir karar vermedik. Sayın
Narmanlıoğlu burada oturuyor, hocamızın kitaplarına da baktım. Burada bizim
yararlandığımız tutamak noktalarından biri, 35’inci madde. Şimdi o 35’inci
maddede grev oylaması başlığı altında, kanuni bir grevin bir işyerinde
uygulanabilmesi için oylama yapılmasını, grev kararının ilan edildiği tarihte o
işyerinde çalışan işçilerin en az dörtte biri grev kararını o işyerinde ilan
edilmesinden başlayarak, altı iş gün içerisinde diyor. Burada bir ilan var,
dolayısıyla bizim hareket noktamız işte bu ilan tarihi hem şimdi şu eleştiri
getirilecek, o hüküm orada bir başka anlamdadır. Bizim belirlediğimiz nokta ve
de Đş Hukukunun, Sendikalar Hukukunun ve Toplu Đş Sözleşmesi Hukukunun
hedefe varması için gerekli olan, beklenen amaca örgütlenme açısından da,
çünkü Toplu Đş Sözleşmesi Kanununun ve Sendikalar Kanununun bir amacı
var, örgütlenme. Bu örgütlenmenin düşmemesi veya gücünden eksilmemesi
için ilan tarihinin belirlenmesinde kanımca isabet vardır. O dediğim kararlar
farklıdır içerik olarak, ya bozmadan geçmiştir fakat ben toparlayamadım.
Çünkü biz bunu arkadaşlarla oturduk uzun uzun kararlaştırdık. Her türlü
olanakları gözden geçirdik. Önceki düzenlemeleri de ele aldık. Ve ilan tarihini
uygun gördük.
Konuşmalarıma son vermeden önce büyük bir problem var önümüzde.
Anayasanın ilgili hükümlerinde iptaller var değişiklikler var. Fakat normatif
hükümler ve 2821 ve 2822’de yasaklar aynen kalmaktadır. Bunu Anayasanın
işte 90’ıncı maddesindeki uluslararası sözleşmelerin bizi bağlayıcılığı dikkate
alındığında anayasal engellerin de ortadan kalktığı durumlarda yasanın bir an
önce bu yasaklayıcı hükümler konusunda bir karar vermesi yasa koyucunun,
yapması gerekiyor aksi takdirde önümüzde Đnsan Hakları Mahkemelerinde bizi
uğraştıracak sorunlar çığ gibi gelecek. Bu sıkıntıyı şu an huzurlarınızda ifade
etmek istiyorum.
Oturum Başkanı : Sayın başkan, Sayın Kılıçoğlu tekrar teşekkür
ediyoruz.
Söz şimdi Sayın TUNCAY’da.
Can TUNCAY : Teşekkür ederim herkesin sorusuna.
Sayın başkan Kılıçoğlu’nun açıklamalarına da teşekkür ederim. Hemen
cevaplara geçiyorum.
Sarper Süzek arkadaşımın sorusu ve hemen hemen burada herkesin dile
getirdiği konu mevsimlik iş. Aslında biz mevsimlik işi eskiden pek fazla öyle
önemsemezdik ama görüyorum ki çok önemli bir konuymuş bu konu. Đyi ki bu
konuda Savaş Taşkent de yazı yazmış, bizi bilgilendirmiş. Mevsimlik işin ne
olduğunu burada açıklayacak değilim, sadece mevsimlik iş bitip ilişki askıda
olduğu bir sırada eğer işçi bir başka işkolunda işe girecek olursa ki buna da
hiçbir engel yok, o zaman eğer sendika üyesiyse üyeliği sona erer mi ermez mi
konusu tartışma yaratıyor. Biraz evvel başkanın dediği bir şey var, biz mümkün
olduğu kadar konuyla ilgili, somut olayla ilgili olsun olmasın herkes öğrensin
diye bu gerekçeleri yazıyoruz. Đşte yazdığınız zaman da bu sıkıntı ortaya
çıkıyor. Yani o zaman kendinizi bağlamış oluyorsunuz. Acaba her yazılan
doğru mu yanlış mı diye sonra tartışmak zorunda kalıyoruz. Benim yine de
ısrarla üzerinde durduğum bir şey karar gerekçelerinin mümkün olduğu kadar
somut olayla sınırlanması gereği. Yoksa bu kadar açıklama olduğu zaman,
uygulamada bazı sıkıntılara düşeceğiz gibi geliyor.
Burada, benimde zaten görüşüm oydu, başka bir işkolunda işe girmek
sendika üyeliğini ilk planda sona erdirmez, ama şablonu koyduğunuz zaman
bunda da bir terslik olduğunu kabul etmek lazım. Dolayısıyla sendika
üyeliğinin, pardon yanlış söyledim, bir işçi işten çıkıp başka bir işkolunda işe
girmiş olması halinde önceki sendika üyeliği sona erer. Ama bu işçi mevsimlik
işçi olursa, Sendikalar Kanunu md. 25/son karşısında yine de askı döneminde iş
devam ediyor sayılacağından üyelik sona ermez demek doğru mudur hala
mütereddidim.
Sendika temsilcisinin güvencesine gelince: Bu konu hakikatten önemli.
4773 ile bazı maddeleri değiştirilen Sendikalar Kanunu hükümleri, sendika
işyeri temsilcisinin iş güvencesini Đş Kanunu hükümlerine açıkça bağlamış.
2821 sayılı Kanun md. 30, Đş Kanununun ilgili hükümleri uygulanır diyor. Ama
ekliyor ve diyor ki, Đş K. 21’inci maddeyi uygulayacaksınız ama oradaki
sendikal tazminat işçinin bir yıllık ücret tutarından az olamaz diyor. Madde
21’i de açıkça söylemiş. Đlgili hükümler dediğine göre bu maddeler 18., 19., 20.
ve 21. Bu kadar açık bir düzenleme varken bunu yorumlayarak sendika işyeri
temsilcisinin oradaki 30 işçi ölçütüne, altı aylık kıdem ölçütüne tabi
olmamaları gerekir demek biraz zor. Yine de gönlüm temsilcinin güvencesinin
kıstaslardan bağımsız olması gerektiği yönünde. Ancak bu yasal bir değişikliği
gerektiriyor. Nitekim söyledim de. Taslakta da temsilcinin bu sınırlamalara tabi
olmayacağı açıklanmış. Ama yasada ifade o kadar açık ki yoruma gerek yok.
Başka yerlere sınırlama getiren, başka yerlerdeki sınırlamaları kaldıran bir yasa
koyucu niye bu konuda bir söz sarf etmemiş. Dolayısıyla bu konudaki
görüşümü muhafaza etmekteyim.
Yöneticilik teminatı konusunda da yani sendika yöneticiliğinin sona
ermesi halinde eğer üç ay içinde başvuran eski yöneticiyi işe almayan bir
işveren ne yapacak? Kanun onu eski işine başka adaylara tercihen almak
zorundadır diyor. Bu zorundadır lafının bir anlamı olması lazım. Tabii bu
konuda bir açıklık olmadığı için de burada kafa patlatıp duruyoruz. Birisi A
diyor, birisi B diyor, öbürü C diyor falan. Ama bu “zorundadır” a bir anlam
vermek lazım. Bu anlamı verirken de bazı temel kuralları da tahrip etmemek
lazım. Yasa diyor ki feshin hukuki ve cezai sonuçlarına katlanır. Ne demek bu,
cezası var peki hukuki sonuç nedir? Evet bundan ihbar ve kıdem tazminatını
anlıyoruz. Sözleşme yok ki henüz bir iş sözleşmesi kurulmamış ki. Benim
kişisel görüşüm, bunu aynen ifa davası yoluyla, daha doğrusu mahkemenin onu
işe iade kararının işverenin iradesi yerine geçmesi görüşüyle bir şekilde
çözümlemektir. Ama bu tabii doktrinde ve Yargıtay’da pek taraftar bulmadı,
bulmayınca da bu sıkıntı çekiliyor tabii.
Abdi Pesok kardeşimin hatırlatmasına teşekkür ederim. Hakikatten tam
baro seçimleri tarihine denk geldi. Değerli meslektaşımız Dr. Erdal Eğemen’i
kaybettik, cenaze töreni vardı, ben çok arzu etmeme rağmen cenazeye gidemedim fakat çok üzüldüm. Ruhu şad olsun, hakikatten Đş Hukukuna kıymetli
katkıları olmuş bir hukukçu ağabeyimizdir.
Grev uygulamasına itiraz konusu burada değindiğim kararlar arasında
yok. Ama grev oylamasına itiraz edildiği zaman mahkemenin kararı kesin. Bu
Yargıtay’a gitmiyor, doğru. Ama bunu nasıl zorlayabiliriz? Biraz evvel
söylediğim gibi yasa hükmünün açık olduğu hallerde, çok açık olduğu yerlerde
artık hele usulle ilgili bir şeyde zorlamak mümkün olmasa gerek. Ama birtakım
ihtilaflar ortaya çıkıyormuş onu da artık Yasakoyucu düşünsün, halletsin.
Beşte bir imza konusuna gelince: Bu durum sendikayı olağanüstü genel
kurula götürür gerçekten. Fakat burada genel kurula çağrı yapacak olan
yönetim kuruludur. Beşte bir üye toplantıyı yönetim kurulundan talep eder.
Denetim kurulu da yönetim kurulundan talep eder, o çağrıyı yapar veya
yapmaz. Burada tartışmalı olan şey şu, acaba yönetim kurulunun burada gerçek
bir çağrı nedeni var mı, objektif, ihtiyaçlara uygun ciddi bir çağrı nedeni var mı
yok mu bunu denetlemesi gerekir. O denetlemezse mahkemeler zaten bunu
denetleyecek. Mahkemelere tanıdığımız bir imkânı yönetim kuruluna öncelikle
vermek lazım. Yoksa hemen beşte bir talep etti diye veya denetim kurulu talep
etti diye yönetim kurulu hemen olağanüstü genel kurula çağırmaz. Zaten
Alman Hukukunun kabul ettiği bu çözüm tarzını bizim Yargıtay’ımız da uzun
zamandır kabul etmektedir.
Gelelim diğer sorulara: Bu söylediklerim daha sonraki soruların bir
kısmına da cevap niteliğinde olmakta. Çünkü aynı sorular tekrar tekrar veya
aynı görüşler tekrar tekrar söylenmiştir.
En tartışmalı olan karar grevdeki bir işyerinde eğer sendikanın üye
adedi, o işyerinde çalışan adedi üç bölü dört oranında azalmışsa ve artı grevin
de etkisiz olduğu mahkemece tespit edilmişse artık orada greve devam etmenin
bir yararı yok. Bu grevi mahkemenin ortadan kaldırması lazım. Peki hangi
tarihteki üye adedi nazarı itibara alınacak? Ben Fevzi Şahlanan arkadaşım gibi
düşünüyorum. Değerli fikirleri her zaman benim için saygıya değer. Burada da
kendisi düşünmüş epey. Nitekim bunun yetkinin alındığı tarihte olması çok
daha doğru. Çünkü o tarihte o sendikanın kaç üyesi olduğu açıkça belirleniyor
artık. Ondan sonra meydana gelen eksilmeler çoğalmalar falan hiç nazarı
itibara alınmayacak. Ya sendika üyeleri bu tarihten sonra artsaydı ne olacaktı.
O zaman da tersine bir durum ortaya çıkacaktı. Grevin sona erdirilmesinin
tersine.
Sayın başkanın bu konudaki açıklamasını ben zaten bekliyordum. Yani
grev oylamasındaki ilan tarihini buradaki olayda da nazarı itibara almaları ilk
bakışta mantıklı görünüyor. Çünkü yasada açıklık yok. Ancak önemli bir
ayrıntı grev oylamasındaki grev ilan tarihi üye olsun olmasın bütün işyerinde
çalışan işçiler diyor, 35’inci madde. Buradaki ise sadece o sendikanın üyelerini
ilgilendiriyor. O bakımdan yetkinin kesinleştiği tarihin esas alınması lazım.
Sayın Taşkent’e de böylece cevap vermiş oluyorum. Böylece
Şahlanan’ın görüşlerinin aynısını düşünüyorum. Bugünkü açıklamasının altına
imzamı da atarım. Dolayısıyla daha fazla bu konuda bir şey söylemeye gerek
yok.
Mevsimlik iş konusunda zaten söyledim, temsilcilik teminatı konusunda açıklamada bulundum. Yargıtay’ın vardığı sonucun yasaya uygun olduğunu
düşünüyorum.
Burada tebliğimi sunarken bir kararla ilgili olarak Sakarya işyeri,
Bağcılar işyeri konusunda bir eksik açıklamada bulundum. Yargıtay her iki
işyerinin tek bir işyeri olarak kabul ediyor. Burada bir işletme toplu iş
sözleşmesi söz konusu değil. Tek bir işyeri kabul ediyor ve birisini yardımcı iş
diğerini de esas iş sayıyor.
Şöyle ki, Sakarya’da 196 işçi çalışıyor ve üretim yapıyor. Esas amaç o
üretimin yapılması. Bağcılar’daki merkezde de 16 büro personeli bulunuyor ve
bu işin hesabını, kitabını yapıyor, işçi alınması çıkartılması, bordro tutuyor
falan. Bunlar tek bir işyeri sayılınca ben Yargıtay’ın görüşüne katılıyorum.
Dolayısıyla merkez işyerini fabrika işyerine tabi tutmanın daha doğru olduğu
ve bir yetki itirazı yapılacağı zaman da Sakarya’da yetki itirazının yapılması
gerektiğini düşünüyorum.
Sayın Korkusuz 5620 sayılı Kanunla ilgili birtakım açıklamalarda
bulundu. Onun üzerine fazla bir şey diyecek değilim ama yöneticilik görevi
sona eren bir işçinin eski işyerine başvurmasında artık onun yeniden işe
alınması konusu tartışılırken yöneticiyle sendika arasındaki bağın bir iş
sözleşmesi değil bir vekalet sözleşmesi olmasının bu konuyla ilgisi olduğu
kanısında değilim.
Ulaş Değirmenci, bazı açıklamalar yaptı. Galiba buraya kadar söylediklerim de bazılarına cevap teşkil ediyor. Sadece 3’üncüsünü pek iyi anlayamadım burada kendisiyle dialoğa girerek vaktinizi almak da istemiyorum. O
konuda bana koridorda sorar. Bizim yöntemimiz şu, salonda hukuki mütalaa
şeklinde soru sorulamaz. Onları dışarıda koridorda sorabilirsiniz. Buradaki
sorular incelediğimiz kararlarla ilgili olacak.
Sn. Murat Özveri kararların böyle dört beş sayfalık gerekçeler şeklinde
olmasını yararlı buluyor, olabilir. Buna diyeceğim bir şey yok. Ben söyledim,
bana göre uygun değil.
Özveri, 30’uncu maddenin farklı yorumlanması gerekir diyor. Đlginç
fikirler de ileri sürdü. Eğer diyor 30’uncu madde olmasaydı sendika işyeri
temsilcisinin işine son vermek istendiği zaman pekâlâ zaten Đş Kanunu
hükümleri bunlara uygulanacaktı. 30’uncu madde oraya konduğuna göre diyor
bunun bir anlamı olmalı. Ancak bu sonucu da böyle zorla çıkaracak durumda
değiliz. Sendikalar Kanunu da temsilcilerin iş güvencesi açıkça Đş Kanununun
iş güvencesi hükümlerine tabidir diyor. Ama 21’inci maddedeki tazminat
sınırını yükseltiyor ve orada diyor, bir yıllık ücret tutarından az olamaz.
Abbas Bilgili kardeşim de bunun sendikal tazmin hakkı olması mı
gerekli yoksa ağırlaştırılmış iş güvencesi tazminatı mı olması gerektiği
konusunda bir soru sordu. Buna ne derseniz deyin, ister tazminat deyin ister
ağırlaştırılmış güvence deyin, bunun giydirilmiş en az bir yıllık ücret tutarı
olduğuna da bir kuşku yok, adına ne derseniz deyin.
Ali Rıza Okur da aşağı yukarı daha önceki sorulara değindi. Onlara da
cevap vermiş oluyorum sanıyorum.
Muharrem Özkaya’nın sorusuna gelince. Sendikayı olağanüstü
toplantıya çağırmada denetim kurulunun talebi yine yönetim kuruluna yapılır.
Yönetim kurulu onun gerçekten haklı olup olmadığını değerlendirip ona göre
çağrıyı yapar veya yapmaz. Ama yapmadığı takdirde yönetim kurulunun bu
kararı mahkemeye gidebilir, buna da bir engel yok.
Gülsevil Alpagut’un sorularına buradaki yaptığım açıklamalar yanılmıyorsam cevap verdi. Onun üzerinde tekrar durmayacağım.
Emre Ertan bir soru sordu. Bu sorunun cevabı tebliğimde var fakat
burada dile getirmedim. O da şu, üzerinde aslında durulması gereken ilginç bir
şey. Şimdi sendikanın yetkisine itirazın altı iş gününde yapılması fakat bu
itirazın mahkemeye verilmeden önce dilekçenin Bölge Çalışma Müdürlüğüne
kaydettirilmesi veya dilekçenin bir nüshasının oraya verilmesi şart ve bu konu
çok amir bir şekilde yasada düzenlenmiş. Bugüne kadar da hep bu altı iş günü
zarfında bu kayıt yapılmazsa itirazın yapılmamış sayılacağı şeklinde bir görüşü
veya sonucu öteden beri kabul etmekteydik. Ancak Yargıtay 9. HD., 2009
yılında verdiği bir kararda bu kaydın o kadar önemi yok diye bir ifade var.
Doğrusu buna katılmak mümkün değil. Hatta kararda altı iş günü içinde kayıt
da gerekli değildir şeklinde yanılmıyorsam bir ifade var. Buna da katılmak
mümkün değil. Nereden çıktı bu değişik görüş doğrusu merak ettim. Karara
konu olan olayda işveren altı iş günü içinde kayıt yaptırmadan iş mahkemesine
gitmiş ama farkına varmış üçüncü gününde bir kayıt daha yaptırmış ve yeniden
bir dava açmış. Mahkeme de iki davayı birleştirmiş. Bence altı iş günlük süre
daha geçmeden kayıt olduğuna göre hakkını kullanmış ve itirazını yasal süresi
içinde yapmış sayılır. Ama itiraz dilekçesi kayıt yapılmamış da olsa olur, zaten
bunun anlamı Bakanlığın böyle bir davadan haberdar olmasını sağlamaktı
demek mümkün değil. Burada açıkça kaydın hak düşürücü bir nitelikte olduğuna ilişkin bir ifade kullanmış yasa koyucu. Dolayısıyla bunun kaydettirilmemesinin hakkın kaybı anlamına geldiği düşüncesindeyim.
Mustafa Cinkılıç’ın bir sorusu, kongre iptali davaları çok uzun sürüyor.
Doğru, işte onun için zaten bu konuda çok titiz davranıyor Yargıtay. Kongre
yapmak masraflı ve zahmetli bir iş. Öyle ulu orta her olağanüstü kongre yapılması talebinin kabul edilmesinin söz konusu olmayacağını söylüyor. Doğru.
Bir olayda sendika tüzüğünde üç yılda bir yapılır diyor. Üç yıllık süre biraz
aşılmış. Şimdi o kongrenin iptalini mi istemek lazım? Bunun cevabı yasada
açıkça yok. Ama hakların kullanılmasının dürüstlük kuralına uygun olması
prensibinden hareket edecek olursak, böyle birkaç aylık süre aşımları herhalde
kongrenin iptalini gerektirecek önemde değildir sonucuna varmak gerekir diye
düşünüyorum. Sabrınız için tekrar teşekkür ederim.
Oturum Başkanı : Çok teşekkür ediyorum Sayın TUNCAY.
Sayın başkanımız, ara veriyoruz ve öğleden sonra 12.30 yerine 14.45’te
başlayacağımızı belirtiyorum. Tekrar buluşmak üzere iyi dinlenmeler efendim.
Sosyal Sigortaların Genel Hükümleri ve
Türleri
Oturum Başkanı
: Süleyman CANER
Yargıtay 10. Hukuk Dairesi Başkanı
Tebliğ Sahibi
: Prof.Dr.Ömer EKMEKÇĐ
Đstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi
I. GENEL OLARAK
Gerek Yargıtay 10. Hukuk Dairesi gerekse 21. Hukuk Dairesi 2009 yılı
içerisinde son derece önemli kararlara imza atmışlardır. Bunlardan çoğu
Dairelerin artık yerleşik hale gelmiş (ki sigortalılığın tespiti ve rücuya ilişkin
kararlar bu niteliktedir) kararlarıdır. Tebliğ için tanınan kısıtlı süre içerisinde
bu nitelikte kararlara yer verilmemesi uygun görülmüştür. Bunun bir istisnası,
Yargıtay 10. Hukuk Dairesi’nin 2007 tarihli Hukuk Genel Kurulu kararından
sonra verdiği tasarruf teşvik kesintilerine ilişkin kararlardır. Bu konuya ilişkin
kararlar esasen yerleşik nitelik kazanmakla birlikte, geçmiş toplantılarda bu
kararların ayrıntılı tartışmalara konu olmadığı görülerek yeniden huzura
getirilmesi uygun görülmüştür. Bunun yanında, somut olayın özelliklerine göre
değişen kararlara da yer verilmemesi tercih edilmiştir.
Đstisnaları bir yana bırakarak; incelenen kararları gruplandırmak
gerekirse;
Yeni bir kanun yürürlüğe girdiğinde yargıyı uğraştıran en önemli
konulardan biri, eski kanun döneminde meydana gelmiş bir olaya yeni kanunun
nasıl uygulanacağıdır. Yargıtay 10. ve 21. Hukuk Daireleri bu konuda ilke niteliğinde çok önemli kararlar vermişlerdir. Bu bakımdan kararların incelenmesinde yerleşik sistematik bir yana bırakılarak, 5510 sayılı sosyal Sigortalar
ve Genel Sağlık Sigortası Kanunu hükümlerinin geçmiş dönemdeki sigorta
olaylarına nasıl uygulanacağına ilişkin kararlara öncelik verilmiştir.
Đkincisi; işe iade sisteminde özellikle işsizlik sigortası bakımından, iş
sözleşmesinin ne zaman sona ermiş sayılacağı büyük önem taşımaktadır.
Yargıtay 10. Hukuk Dairesi, bu konudaki kararlarında neredeyse 9. Hukuk
Dairesi kadar, işe iade sistemine ilişkin konularla uğraşmış ve son derece zevkli
hukuki tartışmalar içeren kararlar ortaya çıkmıştır. Bunlar Đş Hukuku ile Sosyal
Güvenlik Hukukunun ne derece iç içe olduğunu gösteren kararlardır.
Üçüncüsü; 5510 sayılı Kanundan doğan primlerin takip ve tahsilinde
6183 sayılı Kanun uygulandığı için, çeşitli konularda hangi kanun hükümlerinin öncelik kazanacağı sorunu ortaya çıkabilmektedir. Bu bakımdan 6183
sayılı Kanunun uygulamasına ilişkin birkaç karara da yer verilmesi uygun
görülmüştür.
Nihayet; incelenen kararların belirlenmesinde 10. Hukuk Dairesi mensuplarının önemli yönlendirmeleri olmuştur. Bu itibarla 10. Hukuk Dairesi
Başkanı sayın yargıç Süleyman Caner’in şahsında tüm Daireye teşekkürlerimi
belirtmek isterim.
II. SOSYAL SĐGORTA KOLLARININ UYGULAMASI
1) Yurtdışında Meydana Gelen Kazanın Đş Kazası Niteliği
a) Türkiye’de Sigortalılığı Devam Ettirilen Kişilerin Yurt Dışında
Geçirdiği Kaza
Yargıtay 10. Hukuk Dairesi’nin 13.7.2009 tarih ve 2008/893 –
2009/13076 sayılı kararına konu olayda; davacı, davalılardan işveren nezdinde Afganistan’da çalışırken 05.10.2003 tarihinde davalı işverene ait işyerinde
bina çatı sac montajı yaparken meydana gelen patlama sonucu yaralanmasıyla
neticelenen olayın işkazası olduğunun tespitine ilişkindir Ancak bu istek yerel
mahkeme tarafından reddedilmiştir. Karar 506 sayılı Kanun dönemine ilişkin
bulunmakla birlikte, 5510 sayılı Kanun döneminde de ortaya çıkması mümkün
bir uyuşmazlık niteliğindedir.
Yargıtay 10. Hukuk Dairesi; kural olarak sigortalıların, mülkilik ilkesi
gereği Türkiye’de yaşadıkları ve hizmet akdine göre çalıştıkları takdirde sosyal
sigorta haklarından yararlanacakları, Türkiye’yle sosyal güvenlik sözleşmesi
olmayan bir ülkede hizmet akdiyle çalışan Türk vatandaşlarının anılan
Kanunun 86. maddesi gereği işverenleriyle yapılacak “Đş kazalarıyla meslek
hastalıkları”, “Hastalık”, “Analık”, “Malûllük, Yaşlılık ve Ölüm” sigortalarından birine, birkaçına veya hepsine toplu olarak tabi tutulabilecekleri, herhangi
bir sosyal güvenlik sözleşmesi ve topluluk sigortası olmaması halinde ise;
kişinin 506 sayılı Kanunun 7. maddesi kapsamında geçici görevle yabancı
ülkeye gönderilmesi durumunda zorunlu sigortalı olarak kabul edilmesinin
mümkün olduğu, ancak; anılan madde kapsamında sigortalı sayılabilmek için
sigortalının malullük- yaşlılık -ölüm, işkazalarıyla meslek hastalıkları, hastalık, analık sigorta kolları bakımından sosyal güvenliğinin işin yapıldığı ülke
Sosyal Sigorta Merciince karşılanmaması gerektiği, Türk-işveren tüzel kişi ise,
şirket merkezinin Türkiye'de bulunması, gerçek veya tüzel kişi Türk işverenin
Türkiye'de iş yapmak şartı aranmaksızın Türkiye'de tescil edilmiş ya da tescil
edilebilir nitelikte işyerinin olması gerektiği, Türk işveren ile Türk işçi arasında
yabancı ülkede yerine getirilecek iş görme edimine ilişkin bireysel iş
sözleşmesinin Türkiye'de yapılması, Türk işçinin iş bu yazılı ya da sözlü hizmet sözleşmesinin Türk işçiye yüklediği iş görme ediminin yerine getirilmesi
gereği olarak yurt dışında yaşamasının sürekli olmayıp geçici nitelik taşıması
gerektiği, geçicilik kavramının nitelendirilmesinde zaman sınırlaması yoksa da,
bu görevin yurt dışında sürekli yaşamayı gerekli kılmaması koşullarının birlikte
gerçekleşmesi gerektiği, somut olayda; davalı işveren şirketin iş merkezinin
Türkiye'de olduğu, davacının 2001 yılında ve 2003 yılının birinci döneminde
Türkiye’deki işyerinde çalıştığı, Türkiye'de yapılan 28.07.2003 tarihli hizmet
sözleşmesi sonrasında aynı tarihli geçici görev belgesi düzenlenerek Kabil’e
götürülen davacının, davalı işveren tarafından yürütülen ISAF karargâhı inşaat
işyerinde çatı sac işçisi olarak çalışmaya başladığı, hizmetlerinin 31.12.2003
tarihine kadar Türkiye’deki işyerinden kesintisiz bildirilmiş, 05.10.2003
tarihinde kaza geçirdiği, sigortalının yabancı ülkede fiilen çalıştığı sürede 506
sayılı Kanun kapsamında zorunlu sigortalı olduğunun kabulü ile anılan Kanun
hükümlerinin uygulanmasının gerektiği ve sigortalının yurtdışında geçirdiği
kazanın işkazası olduğu sonucuna varmıştır.
Karara konu olayda sigortalı, merkezi Türkiye’de bulunan bir şirketin
yurtdışında aldığı inşaatta çalışırken kaza geçirmiştir. Sigortalının yurtdışındaki
çalışması durumunda sigortalılığı ya (506 sayılı Kanun dönemindeki) topluluk
sigortasıyla sağlanır ya da sigortalılığı Türkiye’de devam ettirilerek yurtdışına
gönderilir. Dava konusu olayda sigortalı çalışmak üzere yurtdışına gönderilmekle birlikte Türkiye’den sigortalı gösterilmeye devam edilerek 506 sayılı
Kanun ile irtibatı devam ettirilmiştir. Bu nedenle hangi ülkede çalışırsa çalışsın,
bunun iş kazası niteliğinde olduğunda bir tereddüt bulunmamak gerekir. Bu
görevlendirmenin geçici nitelikte olup olmaması da ikili sosyal güvenlik sözleşmelerinin uygulanmasıyla ilgili olup, Türkiye ile davacının gönderildiği ülke
arasında ikili sosyal güvenlik sözleşmesi de bulunmamaktadır. Bu itibarla dava
konusu olayda 506 sayılı Kanun kapsamında sigortalılığı devam ettirilen sigortalının, yurtdışında bulunduğu sürenin geçici olup olmamasına bakılmaksızın,
yurt dışında görevli iken geçirdiği kazanın iş kazası sayılması gerektiği açıktır.
Bu bakımdan 10. Hukuk Dairesi’nin nitelendirmesi isabetlidir.
b) Topluluk Sigortası Kapsamında Gönderilen Kişilerin Yurt
Dışında Geçirdiği Kaza
Buna karşılık benzer bir olayda Yargıtay 21. Hukuk Dairesi
7.12.2009 tarih ve 2008/19083 – 2009/15694 sayılı kararında, sigortalının
Kazakistan’da geçirdiği kazanın iş kazası sayılmayacağı sonucuna varmıştır.
Karara konu olayda sigortalı (506 sayılı Kanundaki) topluluk sigortası
kapsamında Kazakistan’da çalışırken kaza geçirmiş ve Daire “…506 sayılı
Yasanın ülke dışında meydana gelen sigorta olaylarına uygulanabilmesi
Sosyal Sigortalar Kurumuna yükümlülükler getiren sosyal güvenlik sözleşmesi veya kısa vadeli sigorta kollarını da kapsayan topluluk sigortaları
bulunması halinde mümkün olabilir. Somut olayda, davacının davalı işverenin yurtdışında Kazakistan’da bulunan işyerinde çalışmakta iken zararlandırıcı olaya maruz kaldığına ve Kazakistan ile Türkiye arasında Sosyal
Sigortalar Kurumunu yükümlülükler altına sokan sosyal güvenlik sözleşmesi
bulunmadığına ve topluluk sigortası işkazasını kapsamadığına göre olayın
Sosyal Sigortalar Kurumu yönünden işkazası sayılması mümkün değildir…”
sonucuna varmıştır.
Gerçekten karara konu olayda, yukarıda yer verilen 10. Hukuk Dairesi
kararına konu olaydan farklı olarak, Türkiye Đş Kurumu tarafından onaylanmış
bulunan iş sözleşmesi çerçevesinde ve uzun vadeli sigorta kollarını içeren
topluluk sigortası çerçevesinde çalışmak üzere yurtdışına gönderilmiştir.
Topluluk sigortası kısa vadeli sigorta kollarını kapsamadığı için sigortalının
geçirdiği kazanın Sosyal Sigortalar Kurumu bakımından işkazası sayılması
hukuken mümkün değildir. Bu itibarla Yargıtay 21. Hukuk Dairesi’nin kararı
isabetlidir.
2) Đş kazasının Meydana Gelmesinde Kaçınılmazlık Kavramı
Yargıtay 10. Hukuk Dairesi’nin 20.10.2009 2009/10839 - 2009/15866
sayılı kararına konu olayda; yer altı maden işçisi olarak çalışan ve olay
anında baca çalışması yapan sigortalı arında oluşan kırılma ve göçük üzerine
ortama yayılan gazdan etkilenerek ölmüştür. Kurumun açtığı rücu davasında,
daha önce haksahipleri tarafından açılan tazminat davasında alınan ve olayın %
100 oranında kaçınılmaz olduğu sonucuna varan bilirkişi raporundaki değerlendirme esas alınmak suretiyle davanın reddine karar verilmiştir.
Daire öncelikle isabetli olarak sigortalı veya haksahipleri tarafından
tazmin sorumluları aleyhine açılan tazminat davalarında alınan kusur tespitine
ilişkin bilirkişi raporunun rücu davası bakımından bağlayıcı niteliği olmadığı,
ancak ayrıntılı bir rapor niteliğini taşıması halinde güçlü delil olarak kabul
edilebileceğini vurgulamıştır.
Karara konu işkazası, göçük ve buna bağlı metan gazı yayılması sonucu, birden fazla işçinin ölümüne neden olacak biçimde gerçekleşmiştir ve ölen
işçiler arasında, göçük oluşan alanda çalışanlar yanında, başka bölümde çalışıp
kaza nedeniyle yardıma gelenler de bulunmaktadır.
Olay nedeniyle, iş güvenliği müfettişi tarafından düzenlenmiş bulunan
31.05.2005 tarihli raporda, metan drenajıyla ilgili çalışmaların yetersiz olduğu;
25 metrelik kontrol sondajları yapılması gerektiği halde buna ilişkin teknik
donanımın sağlanmadığı ve sondaj boylarının 2-6 metre arasında kaldığı; ocak
denetimi ve güvenlik organizasyonunun yetersiz olduğu tespitlerine yer verilip;
işverenin iş kazasının gerçekleşmesi nedeniyle % 100 oranında kusurlu olduğu
sonucuna varılmıştır. Yani olayın meydana gelişinde ortada işverenin kusurunun bulunduğu çok açıktır. Ne var ki; haksahipleri tarafından açılan davada
alınan ve bu davada hükme dayanak alınan bilirkişi raporunda “zor yeraltı
koşullarının, önlenmesi mümkün olmayan ani tavan basıncı artışlarının kömür
tabakalarını ezerek kömürün yapısındaki metan gazını açığa çıkarmasının,
sondajlarda rastlanmayan muhtemel gaz birikimlerinin ve aksi tesadüflerin de
etkisi bulunduğu, tüm önlemlerin alınmasına rağmen kazanın meydana gelmesinde %100 oranında kaçınılmazlığın etkili olduğu belirtilmiştir. Elbette bilirkişi raporunda yer alan böyle bir değerlendirmeyi insaf ve mantık kurallarıyla
bağdaştırmak mümkün değildir. Ve bir mahkemenin böyle bir raporla hüküm
tesis etmiş bulunması dikkat çekicidir.
Yerel Mahkemenin kaçınılmazlık kavramını ne şekilde değerlendirdiği
belli değildir. Öğretide sosyal sigorta uygulamasında “kaçınılmazlık”, hukuksal
ve teknik anlamda, olayın meydana geldiği tarihte geçerli olan bilimsel ve
teknik tüm önlemlere rağmen zararın meydana geldiği ve önlenemediği
durumları anlatan bir kavram olarak tanımlanmaktadır(A. C. Tuncay, Kurumun Đşverene Rücuu-Olayda Kaçınılmazlık Durumu, Sicil Đş Hukuku Dergisi,
185). Beklenmedik veya ani gelişen bir olay kaçınılmazlık olarak değerlendirilemez. Bu tür yerlerde böyle kazaların olabilme ihtimali ile kaçınılmazlık
kavramının hiçbir ilgisi bulunmamaktadır.
Yüksek Mahkeme isabetli olarak; “Anayasanın 17. maddesinde “yaşama hakkı” güvence altına alınmış, bu yasal güvencenin yaşama geçirilmesinde, iş ve sosyal güvenlik mevzuatında da işçilerin korunması, işin düzenlenmesi, iş güvenliği, sosyal düzen ve adaletin sağlanması düşüncesi ile koruyucu bir takım hükümler getirilmiştir. Kamu düzeni düşüncesi ile oluşturulan
işçi sağlığı ve iş güvenliği mevzuat hükümleri; işyerleri ve eklerinde bulunması gereken sağlık şartlarını, kullanılacak alet, makineler ve hammaddeler
yüzünden çıkabilecek hastalıklara engel olarak alınacak tedbirleri, aynı şekilde işyerinde iş kazalarını önlemek üzere bulundurulması gerekli araçların
ve alınacak güvenlik tedbirlerinin neler olduğunu belirtmektedir. Burada
amaçlanan …yapılmakta olan iş nedeniyle işçinin vücut tamlığı ve yaşama
hakkının önündeki tüm engellerin giderilmesidir…” ifadesine yer vermiştir.
Bu konuda yapılacak ilk yargı işlemi, mevcut hükümlere göre alınacak
tedbirlerin neler olduğunun tespiti işidir. Mevzuat hükümlerince öngörülmemiş, fakat alınması gerekli başkaca bir tedbir varsa, bunların dahi tespiti
zorunluluğu açıktır. Bunların işverence tam olarak alınıp alınmadığı
(=işverenin koruma tedbiri alma ödevi), alınmamışsa zararın bundan doğup
doğmadığı, duruma işçinin tedbirlere uymamasının etkili bulunup bulunmadığı
(=işçinin tedbirlere uyma yükümlülüğü) ve bu doğrultuda tarafların kusur oranı
saptanacaktır.
Yüksek Mahkeme burada “ … işçi sağlığı, iş güvenliği ve yapılmakta
olan iş nedeniyle işçinin eğitimi, bir kısım mevzuat hükümlerini içerir
belgelerin kendilerine verilmesini değil, eylemli olarak, bu bilgilerin aktarımı
ve öneminin kavratılması ile sağlanabilir. Eğitimden sonraki aşama ise, işçi
sağlığı ve iş güvenliği ile ilgili önlemlerin alındığının ve uygulandığının denetlenmesidir…” ifadesiyle iş sağlığı ve güvenliği eğitiminin ne anlama geldiğini
de belirtmiştir. Gerçekten; işçiye gerekli eğitimin verilmemesi kusurun belirlenmesinde önemli bir unsurdur ve bu eğitimlerin de kağıt üzerinde verilmiş
gibi gösterilen eğitimler veya yetersiz eğitimleri şeklinde değil, ilgili Yönetmelikte belirlenen konulara ve niteliklere uygun eğitimler olması gerekir.
3) Malûliyet Sigortası-Kanun Değişikliğinin Etkisi–Kazanılmış Hak
a) Kanun Değişikliklerinin Uygulanması Üzerine
Eski kanun döneminde meydana gelmiş bir olayın veya durumun yeni
kanun karşısındaki durumu her zaman tartışma konusu olmuştur. Yargıtayın bu
yoldaki kararları geçmiş dönemde de tartışılmıştır. Ancak konunun önemine
binaen konuya ilişkin 2009 yılı kararlarının yeniden huzura getirilmesi uygun
görülmüştür.
Kanun değişikliklerinde (ki sosyal sigorta mevzuatında sıklıkla karşılaşılmaktadır), bir olaya veya duruma hangi kanunun uygulanacağı konusu iki
şekilde ortaya çıkabilir. Ya yeni kanun geçmişte var olan bir hakkı ortadan
kaldırmıştır ya da geçmişte hak doğurmayan bir olaya veya duruma yeni kanun
hak tanımıştır.
Bunlardan geçmişte var olan bir hakkın ortadan kaldırılması veya
koşullarının güçleştirilmesi kazanılmış hak kavramı ile ilgilidir. Kişi eğer, eski
mevzuat döneminde bir hak elde etmişse, böyle bir hak yeni kanunla ortadan
kaldırılsa ya da hak kazanma koşulları güçleştirilse dahi, bunun (geleceğe
yönelik dahi olsa), ortadan kaldırılması mümkün değildir. Örneğin; bir sigorta
kolundan yararlanmak için gerekli prim ödeme koşulları ağırlaştırılsa veya iş
göremezlik oranı artırılsa dahi, geçmişte yürürlükte olan kanuna göre elde
edilmiş bir hakkın ortadan kaldırılması düşünülemez.
Yeni kanunun geçmişte olmayan bir olanak sağlamasına gelince, ki
5510 sayılı Kanunda böyle haller oluşmuştur, geçmişte meydana gelen bir
olaya yeni kanunun uygulanması ilk bakışta kanunun geçmişe yürütülmesi
veya hangi kanun lehe ise onun uygulanmasını akla getirmektedir. Kuşkusuz
tüketilmiş durumlar için bu doğrudur. Ancak devam eden durumlar için
kanunun geriye etkisinden veya lehe olan kanunun uygulanması değil, devam
eden bir duruma ilişkin olarak yeni kanunun tanıdığı bir haktan söz etmek
gerekir. Bu husus 2008 Yılı Kararlarının Değerlendirilmesi Seminerinde 10.
Hukuk Dairesi’ni temsilen söz alan Arkan tarafından, “…lehe kanunu
uygulamıyoruz. Sadece, yeni kanunla verilmiş bir hakkı, eğer koşulları
varsa, o kanunun yürürlük tarihinden sonra uyguluyoruz. Sanıyorum
burada minik bir nüans var, farklı anlaşılması gerekiyor…” sözleriyle
ifade edilmiştir(Bak. F. Arkan, 2008 Yılı Kararlarının Değerlendirilmesi,
Genel Görüşme, 390). Bu tespit son derece doğrudur. Durumu bir örnekle
açıklamak gerekirse; 506 sayılı Kanun döneminde bir sağlık harcamasının
(Örneğin tüp bebek uygulaması) Kurumca karşılanmadığını düşünelim. 5510
sayılı Kanun evvelce karşılanmayan sağlık yardımının karşılanmasını öngördüğü takdirde, sigortalının “artık” bu yardımdan ileriye doğru yararlanması
mümkün olacaktır. Böyle bir durumda kanunun yerine yürütüldüğünden söz etmek mümkün değildir.
Kaldı ki; öğretide de isabetle ifade edildiği gibi, sosyal sigorta uygulamasındaki kavram ve kuralların mutlaka özel hukuk kurallarıyla örtüşmesi
zorunlu değildir(Güzel, 2008 Yılı Kararlarının Değerlendirilmesi, 396). Özel
hukuk kurallarının tamamen göz ardı edilmesi mümkün bulunmamakla birlikte,
Kurum ile sigortalı arasındaki ilişkinin kendine özgü niteliğinin göz ardı
edilmesi de kabul edilemez. Varılacak sonuçların bu ilişkinin hukuki niteliğine
uygun olması gerekir.
Kuşkusuz tüketilmiş olaylar bakımından yeni kanunun tanıdığı hakkın
uygulanması mümkün değildir. Tüketilmiş durumlarda yeni kanunun tanıdığı
hakkın geçmişe doğru elde edilmesi kabul edilemez. Ancak bir kazanın veya
hastalığın yarattığı malûliyet durumu devam ediyorsa, bunu tüketilmiş bir
durum olarak değerlendirmemek gerekir. Yeni kanun bu malûliyet durumuna
bir sonuç bağlıyorsa, artık geleceğe yönelik olarak yararlanma olanağının ortaya çıktığının kabulü gerekir. Gerçekten burada eski kanuna göre hak tanınmayan ve devam eden bir durumun, yeni kanundaki koşullarla kapsama alınarak geleceğe yönelik olarak sonuç doğurması söz konusudur. Yoksa kanunun
geriye yürütülmesi değil.
Bu yorum şekli kanımca yeni kanunun eksik geçiş hükümlerinin ve salt
farklı zamanlarda meydana geldiği için sigortalılar arasında yaratılan gayri adil
farklılığın sakıncaları da ortadan kaldırıcı niteliktedir. Aşağıda incelenen kararlarda Yargıtay 21. Hukuk Dairesi kazanılmış haklar konusunda paylaşamadığımız bir karar vermişse de, yeni kanunun getirdiği olanaklardan yararlandırma konusunda gerek 10. ve gerekse 21. Hukuk Daireleri son derece isabetli
olarak yukarıda belirtilen yorum şeklini benimsemişlerdir.
b) 5510 Sayılı Kanunla Sigorta Yardımından Yararlanmanın
Mümkün Hale Gelmesi
5510 sayılı Kanunun geçici 1. maddesine değinmişken, 10. Hukuk
Dairesi’nin ve 21. Hukuk Dairesi’nin çok doğru bir ilkeyi ortaya koyan
kararlarına değinmek gerekir. Daire’nin 19.10.2009 – 2009/8241 – 2009/15835
sayılı kararına konu olayda; davacı 1.3.2004 tarihinden itibaren malûllük aylığı
bağlanmasına hak kazandığının tespitini talep etmiştir. Yerel Mahkeme; Özürlülere Verilecek Sağlık Raporları Hakkında Yönetmelik hükümleri çerçevesinde düzenlenen Adli Tıp Kurumu Genel Kurulunun 15.11.2007 tarihli raporunda çalışma gücünün % 60'ını yitirdiği belirlenen davacıya; 01.10.2008 tarihinde yürürlüğe giren 5510 sayılı Kanunun 25. maddesinin geriye dönük olarak
uygulanması gerektiği görüşüyle 01.12.2007 tarihinden itibaren malûllük aylığı
bağlanması gerektiğinin tespitine karar vermiştir.
Davacı vekilinin neden 1.3.2004 tarihinden itibaren aylık bağlanmasını
talep ettiği anlaşılamamaktadır. Eğer bu tarih davacının malûliyete uğradığı
tarih ise, bu tarihten itibaren aylık bağlanması mümkün değildir. Zira aylık
bağlanması tarihi sigortalının malûliyete uğradığı tarih değil, tahsis talebinde
bulunduğu tarihtir. Öte yandan yerel mahkemenin de 5510 sayılı Kanunu uygulamakla birlikte, aylık bağlama tarihini neden 15.11.2007 olan rapor tarihini
izleyen aybaşına çektiğini anlamak mümkün olmamıştır.
Yüksek Mahkeme 506 sayılı Kanundan 5510 sayılı Kanuna geçiş
döneminde, kanunların geriye yürümesi yasağı konusunda çok önemli ve ilke
niteliğinde tespitlerde bulunmuştur. Her cümlesine katıldığımız bu isabetli
tespite göre; “…kanunların geriye yürümesi veya yürümemesi konusunda
mevzuatımızda genel bir hüküm yoktur. Ancak, toplum barışının temel dayanağı olan hukuka ve özellikle kanunlara karşı güveni sağlamak ve hatta,
kanun koyucunun keyfi hareketlerine engel olmak için, öğretide kanunların
geriye yürümemesi esası kabul edilmiştir. Buna göre, gerek Özel Hukuk ve
gerekse Kamu Hukuku alanında, kural olarak her kanun, ancak yürürlüğe
girdiği tarihten sonraki zamanda meydana gelen olaylara ve ilişkilere uygulanır; o tarihten önceki zamana rastlayan olaylara ve ilişkilere uygulanmaz.
Hukuk güvenliği bunu gerektirir. Kanunların geriye yürümemesi (geçmişe
etkili olmaması) kuralının istisnalarından birini, beklenen (ileride kazanılacağı umulan) haklar oluşturmaktadır. Kamu düzeni ve genel ahlaka ilişkin
kurallar yönünden de kanunların geriye yürümesi söz konusudur. Yargılama
hukukunu düzenleyen kanunlar da, ilke olarak geçmişe etkilidir …”
Karara konu olayda, davacı aylık talep tarihinde 1479 sayılı Kanuna
(5510 md.4/b) tabi sigortalıdır. Bu nedenle malûliyet aylığına hak kazanıp
kazanmadığı konusunda uygulanacak kanun hükmü de 1479 sayılı Kanunun
28. maddesidir. Bu husus, 5510 sayılı Kanunun geçici 1. maddesindeki geçiş
hükmü ile de ortaya konulmuştur. Bu nedenle Yüksek Mahkemenin, 1479
sayılı Kanunun 56. maddesinde öngörülen prosedür uyarınca Sosyal Sigorta
Sağlık Đşlemleri Tüzüğü çerçevesinde Adli Tıp Kurumundan, davacının malûliyetinin ilk defa sigortalı olarak çalışmaya başladığı 01.01.1988 tarihi itibariyle
mevcut olup olmadığı, mevcutsa, malûl sayılmayı gerektirecek derecede bulunup bulunmadığı, şayet hastalık sonradan ortaya çıkmışsa, çalışma gücünün en
az üçte ikisini yitirip yitirmediği; yitirmişse, yitirdiği tarihe dair rapor alınması
ve ayrıca 1479 sayılı Kanunun 29. maddesindeki malûllük aylığı bağlanması
için öngörülen diğer şartların oluşup oluşmadığı irdelenerek karar verilmesi
gereğine ilişkin tespitleri son derece isabetlidir.
Davacının talebi 5510 sayılı Kanundan önceki döneme ilişkindir ve
Yüksek Mahkemenin, davacının talebine ilişkin değerlendirmenin hem 5510
sayılı Kanunun geçici 1. maddesini hem de kanunların geriye yürümemesi ilkesini dayanak alan yaklaşımı yerindedir. Ancak kararda bundan çok daha önemli
bir görüşe yer verilmiştir. Gerçekten 5510 sayılı Kanun malûllük aylığına hak
kazanma koşullarını değiştirmiştir. 1479 sayılı Kanunda malûllük aylığından
yararlanabilmek için çalışma gücünün en az üçte ikisini yitirmiş olmak ve beş
tam yıl prim ödemiş olmak aranırken, 5510 sayılı Kanunda çalışma gücünün %
60 oranında yitirilmesi yeterli görülmüş, buna karşılık (başka birinin sürekli
bakımına muhtaç olanlar hariç) en az 10 yıl sigortalılık süresi aranmıştır. Yani
koşullardan biri kolaylaştırılırken diğeri zorlaştırılmıştır.
Yüksek Mahkeme, kararda, 5510 sayılı Kanun’un 01.10.2008 tarihinde
yürürlüğe giren 25. maddesindeki malûllük koşullarının geriye dönük olarak
uygulanmasının mümkün olup olmadığı konusu üzerinde de durmuştur. Yüksek Mahkemeye göre; 01.10.2008 tarihinden önce gerçekleşen malûllük halleri
için 5510 sayılı Kanunun 25. maddesinin uygulanması mümkün değildir.
Bununla birlikte; 5510 sayılı Kanundaki (md.26) prim ödeme koşulları da gerçekleşmişse 5510 sayılı Kanununun yürürlüğe girdiği tarihi izleyen aybaşından
(1.11.2010) itibaren geçerli olmak üzere aylık bağlanması da mümkündür.
Böylelikle 10. Hukuk Dairesi (ve 21. Hukuk Dairesi) çok önemli bir
adım atmıştır. Bu ifadelerden çıkan sonuç şudur: Sigortalının malûliyet talebi
hakkında uygulanacak kanun hükmü 1479 sayılı Kanundur. Çünkü anlaşıldığına göre, davacının aylık talebi eski kanun döneminde gerçekleşmiştir (Bu
arada kararda malûliyetin eski kanun döneminde gerçekleştiğinden söz
edilmesi isabetli olmamıştır. Çünkü önemli olan malûliyetin eski kanun döneminde gerçekleştiği değil, sigortalının aylık tahsis talebini ne zaman yaptığıdır). Ancak eski mevzuatta yer alan şartlara göre malûllük aylığının bağlanması
mümkün değilse, 5510 sayılı Kanundaki tüm koşulları yerine getirmiş olmak
kaydıyla 5510 sayılı Kanunun yürürlüğe girdiği tarihi izleyen aybaşından
itibaren malûllük aylığı bağlanması mümkündür. Bu çok önemli bir yaklaşımdır. Böylelikle 5510 sayılı Kanundan önceki sosyal güvenlik kanunlarında
aranan koşulları taşımadığı için sigorta yardımından yararlanamayan kişilerin
5510 sayılı Kanundaki koşulları taşımaları halinde geleceğe yönelik olarak
sigorta yardımından yararlanması mümkün hale gelmiş olacak ve mevzuat
değişikliğinin sigortalılar arasında yaratması mümkün adil olmayan farklılık da
ortadan kalkacaktır. Bu sonucun 5510 sayılı Kanun hükümlerinin geriye yürümesi olarak da değerlendirilmemesi gerekir kanısındayım. Çünkü bu ihtimalde
sigortalıya geriye doğru bir hak sağlanmamakta, sadece mevcut durumuna veya statüsüne geleceğe yönelik sonuçlar bağlanmaktadır. Yani kanun
sigortalıya geleceğe yönelik olarak bir hak tanımaktadır. Aynı isabetli sonuç
Yargıtay 21. Hukuk Dairesi’nin 21.1.2010– 2009/9005 – 2010/410 sayılı
karırında da yer almıştır.
5510 sayılı Kanunun geçici 10. maddesine 5754 sayılı Kanunla eklenen
fıkrada, “Bu Kanunun yürürlüğe girdiği tarihten önce, malûllük durumlarının tespiti için talepte bulunan ve bu Kanunun yürürlük tarihinden
sonra malül olduklarına karar verilenler hakkında 506 ve 2925 sayılı
kanunlardaki diğer şartları taşımaları halinde anılan kanunlara göre
aylığı bağlanır.” hükmü getirilmiştir. Kanımca bu hüküm de 10. ve 21. Hukuk
Dairelerinin yorumunu engelleyici nitelikte değildir. Çünkü bu ek fıkra malûl-
lük aylığı için talepte bulunmakla birlikte henüz malûl olduklarına karar verilmemiş olan sigortalıların 5510 sayılı Kanunla getirilen 10 yıllık sigortalılık
süresine tabi olmaması, yani aylık bağlanmasını kolaylaştırmak için getirilmiştir.
Bu noktada belki iki hususa değinmek gerekir. Đlk olarak; Yüksek
Mahkeme herhalde, malûliyet aylığının talebi takip eden aybaşından itibaren
bağlanacağına ilişkin hükümden hareketle, 5510 sayılı Kanuna göre yapılacak
değerlendirme sonucu sigortalı malûliyet aylığına hak kazanıyorsa, aylığın
Kanunun yürürlüğe girdiği tarihi izleyen aybaşından itibaren bağlanacağı
sonucuna varmıştır. Kanımca davacı sigortalının zaten 1.10.2008 tarihinden
önce talebi bulunduğu için, aylığın da 1.10.2008 tarihinden itibaren bağlanmasına bir engel yoktur.
Đkincisi; Yüksek Mahkemenin 5510 sayılı Kanunun uygulanmasına
ilişkin görüşü son derece ihtiyaçlara uygun ise de, bu sonucun 3. kişilerin durumunu ağırlaştırmaması gerekir. Gerçekten 5510 sayılı Kanunda (md.39) uzun
vadeli sigorta kolları bakımından üçüncü kişilerin sorumluluğu düzenlenmiştir.
Anılan hükme göre; “Üçüncü bir kişinin kastı nedeniyle malûl … olan
sigortalıya … bağlanacak aylığın başladığı tarihteki ilk peşin sermaye
değerinin yarısı için Kurumca zarara sebep olan üçüncü kişilere rücu
edilir..” Kanunun yürürlük tarihinden önce meydana gelmiş bir malûliyet hali
için 5510 sayılı Kanunla 3. kişilere rücu olanağı getirilince, bu kişilerin geçmişse sebebiyet verdiği olay için Kurum karşısında sorumlulukları doğacak
mıdır? Kanımca hayır. Çünkü bu noktada sigortalının devam eden malûliyet
durumu değil, malûliyeti doğuran olayın meydana geldiği tarihte sorumluluk
koşullarının bulunup bulunmadığıdır. Olayın meydana geldiği tarihte 3. kişinin
Kurum karşısında bir sorumluluğu öngörülmediğinden, Kanun değişikliği nedeniyle geçmişe bir sonuç bağlanması mümkün değildir.
Yukarıda zikredilen kararında 5510 sayılı Kanunun uygulanması
yönünde biraz tereddütlü davranan 10. Hukuk Dairesi 2010 yılında çok daha
cesaretli bir karar vermiştir. 2010 tarihli olduğu için inceleme konusu yapamamakla birlikte, 2009 tarihli kararın bir devamı olarak ve önemine binaen
kısaca değinmek gerekirse; 16.3.2010 - 2008/19408 - 2010/3761 sayılı kararda
Davacı, çalışma gücünün üçte ikisini kaybettiğinin ve malûllük aylığına hak
kazandığının tespitine karar verilmesini istemiş ancak yerel mahkemece
davanın reddine karar verilmiştir.
Dava konusu olayda; davacı, malûllük sigortası hükümlerine göre
davalı Kuruma başvurarak aylık tahsis isteminde bulunmuş ancak bu başvurusu
Kurumca, çalışma gücünün en az üçte ikisinin yitirilmediği gerekçesiyle reddedilmiştir. Daha sonra açılan davada, Sosyal Sigorta Yüksek Sağlık Kurulu'nun
30.05.2006 ve yargılama aşamasında alınan Adli Tıp Kurumu Başkanlığı'nın
30.04.2008 tarihli raporlarında davacının beden çalışma gücünün üçte ikisini
kaybetmemiş olduğunun bildirilmesine göre davacının talebinin reddine karar
verilmiştir. Yani yerel mahkeme sadece eski kanuna göre inceleme yapmıştır.
Yüksek Mahkemeye göre; “…506 sayılı Kanun hükümleri uyarınca
malûllük aylığı koşullarının oluşmadığı anlaşılmakla birlikte,anılan
maddeleri yürürlükten kaldıran 5510 sayılı Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık
Sigortası Kanunu 01.10.2008 tarihinde yürürlüğe girmiş olup, anılan
Kanunun 25. maddesinde, çalışma gücünün en az %60’ını kaybettiği belirlenen sigortalının malûl sayılacağı hüküm altına alınarak, 26. maddesinde de
malûllük aylığı bağlama şartları belirtilmiştir. Hal böyle olunca, davacının
çalışma güç kaybı oranı % olarak belirlenmeli, oranın en az %60 olduğunun
belirlenmesi halinde ise, 5510 sayılı Kanunun 26. maddesinde belirtilen diğer
aylık bağlama koşullarının varlığı da araştırılıp irdelendikten sonra elde
edilecek sonuca göre karar verilmelidir…”
Bu kararıyla Yüksek Mahkeme hak kayıplarını önlemek üzere, 506
sayılı Kanuna göre malûllük koşulların yerine getiremeyen sigortalıların da
5510 sayılı Kanunla getirilen koşullara göre malûllük aylığına hak kazanması
halinde, bundan yararlanabileceği sonucuna varmıştır. Burada kanunun geriye
yürümesinden söz etmemek gerekir. Tekrar edelim ki; burada yapılan, geçmişte
meydana gelmiş bir durumun artık geleceğe doğru malûllük sayılarak bir sonuç
bağlanmasından ibarettir.
c) Kazanılmış Hak
Yargıtay 21. Hukuk Dairesi’nin 23.3.2010 – 2009/4025 – 2010/3188
sayılı kararı, kanunların geriye etkisinin ne anlama geldiğine ilişkin bir ilke
kararı niteliğindedir. Bu nedenle 506 sayılı Kanundan 5510 sayılı Kanuna
geçişte sosyal sigorta uygulamasında sıklıkla görülecek bir uyuşmazlığa
ilişkindir.
Yeni bir düzenlemenin eski düzenlemedeki, bir sigorta yardımından
yararlanmak için aranan koşulları ağırlaştırmasının sonuçları nelerdir? Bu hususların incelendiği karara konu olayda; davacı, 31.12.2006 tarihinden itibaren
malullük aylığı bağlanmasına ve aksi yöndeki Kurum işleminin iptaline karar
verilmesini istemiş ve yerel mahkeme isteğin kabulüne karar vermiştir.
Karara konu olayda, davacı 1.4.1973 tarihinde ilk kez 506 sayılı Kanuna tabi zorunlu sigortalı olarak çalışmaya başlamış ve 9.10.2001 tarihli aylık
tahsisi talebi üzerine Kurumca aldırılan SSK Kartal Hastanesinin 25.10.2001
tarih ve 2149 sayılı Sağlık Kurulu raporuna istinaden 15.11.2001 tarihinde
malullük aylığı bağlanmıştır. Davacıya malûliyet aylığı bağlanmasının nedeni
506 sayılı Kanunun md.53/b bendinde yer alan, yapılan tedavi sonu-cunda
çalışamaz raporu alınmış bulunmasıdır.
Davacının sağlık kurulu raporunda 20.5.2003 tarihinde kontrol kaydının bulunması nedeniyle davacının daha sonra aldırılan 29.5.2003 gün ve 1035
sayılı Sağlık Kurulu raporunda ve 2.10.2003 gün, 1875 sayılı Sağlık Kurulu
raporunda ve SSK Maluliyet Dairesi Başkanlığınca 25.12.2003 tarihinde alınan
son raporlara göre davacının 2/3 oranında malul kalmadığına karar verilmiştir.
Davacının itirazı üzerine; alınan 19.9.2006 tarih ve 11/967 sayılı SSK Yüksek
Sağlık Kurulu raporunda sigortalının çalışma gücünün 2/3 ünün kaybolmadığının belirtilmesi üzerine Kurumca 31.3.2004 gün ve 249801 sayılı işlemle,
sigortalının çalışma gücünün 2/3 ünü kaybetmediğinden aylığın 1.6.2003
tarihinden itibaren kesilmesine karar verilmiş ve 22.5.2003-31.5.2003 tarihleri
arası birikmiş geliri almak üzere 22.4.2004 tarihinde bankaya müracaatı
istenmiş, davacıya 1.1.2007 tarihinden itibaren askerlik borçlanmasıyla birlikte
yaşlılık aylığı bağlanmıştır.
Yüksek Mahkemeye göre; “ … Somut olayda uyuşmazlık davacının
506 sayılı Yasa’ya göre maluliyet aylığı almaya hak kazanıp kazanmadığı
noktasında çıkmaktadır. 506 sayılı Yasa’nın sigortalının kontrol muayenesini
düzenleyen 57 maddesinde; “malullük aylığı bağlandıktan sonra sigortalı her
zaman başka birinin sürekli bakımına muhtaç duruma girdiğini ileri sürerek
malullük aylığının artırılmasını isteyebilir. Malullük aylığı bağlanan
sigortalıları Kurum da her zaman kontrol muayenesine tabi tutabilir” hükmü
getirilmiştir. Yasaların geriye yürümesi konusunda mevzuatımızda genel bir
düzenleme bulunmamaktadır. Đlke olarak her yasa yürürlüğe girdiği andan
itibaren derhal hukuksal sonuçlarını doğurmaya başlar. Bunun doğal
sonucu da, yasaların yürürlüğe girmelerinden önceki olayları etkilemeyeceği,
başka bir anlatımla geriye yürümeyecekleridir. Ancak devam eden uyuşmazlıklarda,tamamlanmamış hukuki durumlara yeni yasa veya düzenleyici kural
“derhal yürürlüğe girme” niteliği nedeniyle uygulanacak ve hukuki sonuçlarını doğuracaktır. Bu gibi durumlarda yasaların geriye yürümesi değil ani
etkisi söz konusudur. Sosyal güvenlik hukukunun ilgi alanı kamusal olup
otoritesi kamu düzenini ilgilendirmektedir. Bu nedenle sosyal güvenlik
hukuku ile ilgili yasalar yürürlüğe girdiği andan itibaren derhal hukuksal
sonuçlarını doğurur. Bu açıklamalar karşısında 506 sayılı Yasa'nın 53/b.
maddesinde yapılan değişikliğin davalı yönünden de uygulanacağının kabulü
gerekir. Gerçekten davacıya maluliyet aylığı bağlanmasını gerektiren SSK
Kartal Hastanesinin 25.10.2001 tarih ve 2149 sayılı Sağlık Kurulu raporunda
20.5.2003 tarihinde kontrol kaydının bulunması nedeniyle Kurumca 57/2.
maddeye göre davacının kontrole tabi tutularak ve buna bağlı olarak
maluliyet oranının değişmesi nedeniyle maluliyet aylığının kesilmesine karar
verilmesi uyuşmazlık konusu değildir. Uyuşmazlık maluliyet oranının davacı
aleyhine değişmesi ve davacı tarafından itiraz edilmesine rağmen maluliyet
tespitinin prosedüre uygun olarak yapılmadan talebin kabulüne karar
verilmiş olmasındadır. Kural olarak Yüksek Sağlık Kurulunca verilen karar
Sosyal Güvenlik Kurumunu bağlayıcı nitelikte ise de diğer ilgililer yönünden
bir bağlayıcılığı olmadığından Yüksek Sağlık Kurulu Kararına itiraz edilmesi
halinde inceleme Adli Tıp Kurumu giderek Adli Tıp Kurumu Genel Kurulu
aracılığıyla yaptırılmalıdır. Yargıtay Đçtihadı Birleştirme Büyük Genel
Kurulu'nun 28.06.1976 günlü, 1976/6-4 sayılı Kararı da bu yöndedir. Mahkemece yukarıda açıklanan bu maddi ve hukuki olgular dikkate alınmadan
ve yasal prosedüre uygun maluliyet araştırması yapılmadan, 506 sayılı
Yasanın 53/b maddesindeki değişikliğin 6.8.2003 tarihinde yürürlüğe girdiği
ve davacının ise daha önceden maluliyet aylığı almaya başlaması nedeniyle,
maluliyet oranına ilişkin bu değişikliğin davacının kazanılmış haklarını
ortadan kaldırmayacağı gerekçesiyle davanın kabulüne karar verilmesi usul
ve yasaya aykırı olup bozma nedenidir …” sonucuna varmıştır.
Böyle bir sonucu kabul etmek mümkün değildir. Karardan anlaşıldığına göre; davacıya 15.11.2001 tarihinde malûllük aylığı bağlanmış ve
20.5.2003 tarihi için kontrol kaydı konulmuştur. 506 sayılı Kanunun kimlere
malûllük aylığı bağlanacağının düzenlendiği 53. maddesinin (b) bendinin
davacıya malûllük aylığı bağlandığı tarihteki şeklinde, Kurum sağlık tesislerinde yapılan tedavi sonucunda çalışamaz raporu almak malûllük aylığına hak
kazandırır bir hal olarak düzenlenmiştir. Ancak anılan bentte 6.8.2003 tarihinde
yürürlüğe giren 4958 sayılı Kanunla yapılan değişiklikle, hükümde, yapılan tedavi sonucunda çalışma gücünün üçte ikisini yitirenlere malûllük aylığı
bağlanması öngörülmüştür. Yani malûllük aylığına hak kazandıran hallerden
birinin koşulları ağırlaştırılmış, yapılan tedavi sonucu çalışamaz raporu almak
yerine, yapılan tedavi sonucu çalışma gücünün üçte ikisini yetirmiş olmak
aranmıştır. 2003’de yapılan kontrolde davacının malûliyetinin yeni hükümde
öngörülen üçte iki oranından az olduğu gerekçesiyle malûliyet aylığı kesilmiştir. Kararda kanunların geriye yürümeyeceğinden ve ani etkisinden söz
edilmiş ise de, kararda varılan sonucun anlamı kanunun geriye yürümesidir.
Gerçekten; davacının malûliyeti hiçbir zaman üçte iki oranını bulmamıştır.
Davacının malûliyet aylığı üçte iki oranında malûliyeti olduğu için değil,
çalışamaz raporu bulunduğu için bağlanmıştır. Kararda aslında kanunların
geriye yürümesinin ne anlama geldiği isabetli olarak açıklanmış ise de, gerekçe
olarak kontrol muayenesine ilişkin hükme değinilmiş ve tamamlanmamış bir
durumdan söz edilmiştir. Ancak; anılan hüküm ile kararda varılan sonucun
hiçbir ilgisi bulunmamaktadır.
Elbette Kurum gerektiği takdirde sigortalıyı kontrol muayenesine tabi
tutabilir. Ancak bu kontrolde davacının maluliyet koşullarında değişiklik olup
olmadığı yeni yürürlüğe giren hükme göre değil, aylık bağlandığı tarihteki
hükme göre yapılmak gerekir. Çünkü kontrol muayenesinin amacı, kanun
değişikliğine göre sigortalının aylığının devam edip etmeyeceğinin belirlenmesi değil, aylık bağlandığı tarihteki mevzuatta yer alan aylık bağlanma
koşullarında bir değişiklik olup olmadığının belirlenmesidir. Kanunun geriye yürüyemeyeceği ilkesi sadece davacıya eski hükme göre bağlanan aylıkların geri alınamayacağı anlamını değil, eski hükme göre aylığa hak kazanmış
olan sigortalının aylığının devam edip etmeyeceğinin yeni hükme göre değerlendirme konusu yapılamayacağı anlamına gelir. Sosyal güvenlikte yeni kanun
hükümlerinin devam eden uyuşmazlıklara ve tamamlanmamış olaylara uygulanacağı yolundaki ilke, eski hükme göre gerekli koşulları taşımadığı için
sigorta yardımına hak kazanamayan sigortalının, yeni kanuna göre aylığa hak
kazandığı takdirde yeni hükümden yararlanabilmesidir.
Kaldı ki; dava konusu olayda devam eden bir uyuşmazlık veya tamamlanmamış bir olay da bulunmamaktadır. Davacı 4958 sayılı Kanundan önceki
şartları yerine getirerek malûliyet aylığına hak kazanmıştır. Durumu bir örnekle
açıklamak gerekirse; geçmişte iş kazası sayılan bir halin yeni bir düzenleme ile
iş kazası olmaktan çıkarıldığını varsayalım. Böyle bir hüküm ancak yeni
düzenlemeden sonra meydana gelen olaylara uygulanabilir, yoksa daha önceki
hükme göre iş kazası sayılan hallere değil. Bir başka örnek; sigortalıya sürekli
iş göremezlik geliri bağlanabilmesi için iş göremezlik oranının en az % 10
olması gerekir. Daha sonra yürürlüğe giren bir hükümle bu oran %20’ye
çıkarıldığında, eski hükme göre aylık alanların bundan etkilenmesi söz konusu
olamaz. Aksine yorum hukukta kazanılmış hak kavramının bulunmadığı gibi
bir sonuca götürür ki, bunun kabul edilemeyeceği herhalde izahtan varestedir.
Hukukta böyle bir sonuç kabul edilemeyeceği içindir ki, 5510 sayılı
Kanunun geçici md.1/II. fıkrasında, yürürlükten kalkan sosyal güvenlik kanun-
larına göre bağlanan veya hak kazanan; aylık, gelir ve diğer ödenekler ile ek
ödemelerin verilmesine devam olunacağı, bu gelir ve aylıkların durum değişikliği nedeniyle artırılması, azaltılması, kesilmesi veya yeniden bağlanmasında,
5510 sayılı Kanunla yürürlükten kaldırılan ilgili Kanun hükümlerinin
uygulanacağı belirtilerek, kazanılmış haklar korunmuştur. Aslında bu hükümle
yeni bir durum yaratılmamıştır. Bu hüküm zaten malumun ilanı ve olması
gerekendir. 4958 sayılı Kanunda bu yolda bir hükme yer verilmemesinin
varılacak sonucu değiştirmemesi gerekir. Hukuk güvenliği bunun gerektirir.
Aynı durum Yargıtay 10. Hukuk Dairesi’nin 23.10.2008 – 2007/12468
– 2008/13241 sayılı kararına konu olmuş ve Daire kanımca da isabetli bir
şekilde, 4958 sayılı Kanundan önce 506 sayılı Kanunun 34. maddesi uyarınca
yapılan tedavi sonucunda çalışabilir durumda olmadığının saptanması nedeniyle malûllük aylığına hak kazanan sigortalının kontrol muayenesinin yine aynı
hükme göre yapılması gerektiği sonucuna varmıştır(Bak. Güzel, 2008 Yılı
Kararlarının Değerlendirilmesi, 338 – 339).
4) Đşe Đade Sisteminde Đşsizlik Sigortasının Uygulanması
a)Temel Esaslar
4857 sayılı Đş Kanunu’nda benimsenen iş güvencesi ve işe iade sistemi,
sosyal sigorta uygulaması bakımından da önemli ve zevkli hukuki tartışmaların
ortaya çıkmasına yol açmaktadır. Sosyal sigorta uygulamasında da iş sözleşmesinin sona erdiği tarih önem taşımakta, bu çerçevede bazı yardımlardan yararlanmak için iş sözleşmesinin sona erdiği tarihten itibaren belirli bir süre içerisinde başvuruda bulunulması gerekmekte veya iş sözleşmesinin sona erdiği tarihten geriye doğru belirli bir süre prim ödenmesi gerekmekte yahut başvuruda
bulunabilmek için iş sözleşmesinin sona ermiş bulunması gerekmektedir.
Konuyu birkaç örnekle açıklamak gerekirse; sigortalının işsizlik ödeneğinden yararlanabilmek için iş sözleşmesinin sona erdiği tarihten itibaren 30
gün içerisinde Đş-Kur’a başvuruda bulunması gerekmekte veya işsizlik ödeneğinden yararlanabilmek için iş sözleşmesinin sona erdiği tarihten geriye
doğru 120 gün prim ödenmiş bulunması aranmakta yahut yaşlılık aylığından
yararlanabilmek için iş sözleşmesi sona erdikten sonra Kuruma başvuruda
bulunulması gerekmektedir. Bu örnekleri çoğaltmak mümkündür.
Sigortalının açtığı işe iade davası sonucunda iş sözleşmesinin sona
erdiği tarih değişebilmektedir. Yargıtay 9. Hukuk Dairesi’nin yerleşik kararlarına göre, (diğer koşulların da tamamlanması halinde) iş sözleşmesinin sona
erdiği tarih davacının işe başlatılmayacağının bildirildiği veya bir aylık işe
başlatma süresinin dolduğu tarihtir.
Konuya ilişkin kararlara girmeden önce, bu konuda esas alınması
gereken birkaç temel prensipten söz etmek gerekir. Şöyle ki;
1) Đşe iade davası sonucunda sigortalı (koşulları varsa) geriye doğru
dört aylık ücrete hak kazanmaktadır. Kuşkusuz sigortalının bu dönemde hem
dört aylık ücretten hem de iş sözleşmesinin sona ermesine bağlı bir sigorta
yardımından mükerrer olarak yararlanması düşünülemez. Bu nedenle iş sözleşmesinin sona ermediği sonradan anlaşılan tarih aralığına denk gelen sigorta
yardımlarının geri alınması gerekir.
2) Đkincisi; iş güvencesi sisteminde iş sözleşmesinin sona erdiği tarihister 9. Hukuk Dairesi’nin yerleşik kararları yönünde sigortalının işverence işe
başlatılmadığı tarih, isterse öğretide bazı yazarlarca benimsendiği üzere dört
aylık sürenin sonu kabul edilsin – bunun (yeni fesih tarihinin) bir sosyal sigorta
yardımından yararlanmak için yapılan şekli işlemleri geçersiz kıldığını kabul
etmemek gerekir. Çünkü sigortalı işe iade davasını açtığı tarihte, davanın
sonunda fesih tarihinin değişebileceğini bilebilecek durumda değildir. Đş
sözleşmesinin ilk feshedildiği tarihte gerekli koşulları tamamlayan, gerekli
şekli işlemleri gerçekleştiren sigortalıdan, fesih tarihinin değiştiği gerekçesiyle
yeniden aynı işlemi yapmasını, örneğin yeniden başvuruda bulunmasını
istemek isabetli bir yorum şekli olmayacaktır.
b) Đşsizlik Sigortası Uygulamasına Đlişkin Kararlar
aa) Đşsizlik sigortası uygulamasında iş sözleşmesinin sona erdiği
tarih
Yargıtay 10. Hukuk Dairesi’nin 12.5.2009 – 2008/20624 - 2009/8646
sayılı kararına konu olayda davacı, Đş-Kur’a açtığı davada işsizlik sigortası
alacağından yararlanması gerektiğinin tespitine karar verilmesini istemiştir.
Kararda ayrıntıyı bir şekilde işe iadenin sonuçları anlatılmış ve işçinin işe iade
sonrasında başvurusuna rağmen işe başlatılmaması halinde, işe başlatılmayacağının sözlü ya da eylemli olarak açıklandığı tarihte veya bir aylık başlatma
süresinin sonunda iş sözleşmesi işverence feshedilmiş sayılması gerekeceği, bu
fesih tarihine göre işverence ihbar ve kıdem tazminatının ödenmesi gerektiği,
hesaplamada işe başlatılmadığı tarihteki son ücretin dikkate alınması gerektiği
ve kıdem tazminatı tavanının da aynı tarihe göre belirlenmesi gerektiği, ayrıca
işe iade davasında kararın kesinleşmesine kadar geçecek olan en çok 4 aya
kadar sürenin hizmet süresine eklenmesi gerektiği ve ihbar ve kıdem tazminatı
ile izin hakkı bakımından çalışılmış gibi değerlendirilmesi gerektiği ifade
edilmiştir.
Kararda ayrıca isabetli olarak;
- işe iadesine karar verilen işçi için yeniden işe giriş bildirgesi
verilmesine gerek olmadığı,
- iş güvencesi tazminatının niteliği itibariyle ücret sayılabilecek bir
kazanç olmadığından prim kesintisine tabi olmadığı,
- feshin geçersizliğine dair mahkeme kararının kesinleşmesine kadar
işe başlatılsın veya başlatılmasın işe iade için başvuran işçiye, çalıştırılmadığı
süre için ödenen en çok dört aya kadar doğmuş bulunan ücret ve diğer
haklardan iş kazaları ve meslek hastalıkları ile işsizlik sigortası dahil olmak
üzere tüm sigorta kollarına ait primlerin kesilmesi ve ödenmesi gerektiği ve
- bu sürelerin hizmetten sayılarak işçinin prim ödeme gün sayısına
dahil edilmesi gerektiği
ifade edilerek yerleşik Daire uygulaması tekrar edilmiştir.
Kararın başlangıcında işe iade sisteminde iş sözleşmesinin işverence
işe alınmadığı tarihte feshedilmiş sayılacağı zikredilmekle birlikte, kararın
devamında iş sözleşmesinin dört aylık sürenin sonunda sona ereceğinden söz
edilmiştir. Bu iki ifade çelişki gibi gözükse de, iş sözleşmesinin dört aylık
sürenin sonunda sona ermesi yönündeki kabulün işsizlik sigortasına özgü
olduğu vurgulanarak son derece isabetli bir görüşe yer verilmiştir. Gerçekte
işsizlik sigortası bakımından iş sözleşmesinin sigortalının işverence işe alınmadığı tarihte sona erdiği şeklindeki bir kabul sigortalının haklarını haleldar
eden pek çok sorunun ortaya çıkmasına neden olabilir. Çünkü Đş Kanunu’nda
yer verildiği şekilde işe iade davasının fesih tarihinden itibaren dört aylık
sürede kesinleşmesi neredeyse olanaksızdır (Kararda yargılamanın uzamasından söz edilmiş ise de, burada yargılamanın uzamasından değil, davanın ne
kadar sürede sona ereceğinin kanuna konulmasının isabetsizliğin-den söz
etmek gerekir) ve bu durum sigortalının işsizlik ödeneğinden yararlanmasını
çok güçleştirebilir. Şöyle ki; sigortalının iş sözleşmesinin 1.1.2010 tarihinde
işverence feshedildiğini, işe iade kararının 1.10.2010 tarihinde kesinleştiğini ve
başvuru vs prosedüründen sonra sigortalının 15.11.2010 tarihinde işverence işe
alınmadığını düşünelim. Ülkemizde sigortalının bu süre içerisinde işsiz kalması
veya 120 günlük prim ödeme gün sayısını tamamlayamaması kuvvetle muhte-
meldir. Böyle bir durumda iş sözleşmesinin sona erdiği tarih, sigortalının işverence işe alınmadığı tarih olarak kabul edildiğinde, sigortalının işsizlik ödeneğinden yararlanması mümkün olmayacaktır. Çünkü bu örnekte sigortalının
işsizlik ödeneğinden yararlanması için 15.11.2010 tarihinden geriye doğru 120
gün işsizlik sigortası primi ödenmiş olması gerekir. Yani iş sözleşmesinin
feshedildiği tarih ile davacının işe alınmadığı tarih arasında 120 günden fazla
süre olduğu ve sigortalı işe alınmadığı tarihten geriye doğru kesintisiz 120 gün
iş bulamadığı veya yeni iş bulsa dahi 120 günlük süreyi tamamlamadan
işverence işe alınmadığı takdirde, sigortalının işsizlik ödeneğinden yararlanması mümkün değildir. Bu örneğin fahiş bir örnek olmadığını da belirtmek
gerekir. Zira bu davanın dört aydan fazla sürmesi de, sigortalının hemen iş
bulamaması da büyük olasılıktır.
Bu noktada dört aylık süreden sonra geçen sürenin kesinti sayılmayacağının kabulü ile bir sonuca varılabileceği akla gelebilir ise de, bu da bir
çözüm olmayacaktır. Gerçekten; aslında bu süre kesinti olarak kabul edilmese
veya sigortalı bu sürede iş bulup çalışarak işverence işe alınmadığı tarihten
geriye doğru 120 günlük süreyi tamamlasa (yani örneğe göre 15.7.2010
tarihinden itibaren çalışmaya başlasa) dahi yine geriye doğru işsizlik
ödeneğinden yararlanması mümkün olmayacaktır. Bunu yukarıda verilen örnek
üzerinden açıklamak gerekirse; sigortalı geriye doğru ücret elde ettiği dört aylık
(1.1.2010 – 30.4.2010) dönemden sonra işleyen 1.5.2010 – 15.11.2010 tarihleri
arasında iş sözleşmesinin devam ettiği kabul edildiğinde, iş sözleşmesi devam
ettiği bir sürede işsizlik ödeneğine hak kazanılması mümkün olmayacağından,
işsizlik sigortası uygulamasında iş sözleşmesinin sigortalının işverence işe
alınmadığı tarihte sona erdiği kabul edildiğinde, sigortalının geriye doğru
işsizlik ödeneğinden yararlanması her halükarda mümkün olmayacaktır. Yani
işsizlik sigortası uygulamasında, iş sözleşmesinin işe iade sisteminde sigortalının işverence işe alınmadığı tarihte sona erdiğinin kabul edilmesi, hem 120
günlük prim koşulunun tamamlanamaması sonucunu doğuracak hem de daha
önemlisi, işsizlik ödeneğinden yararlanmak için iş sözleşmesinin son ermesi ön
koşul olduğundan, sigortalının geçersiz sayılan fesih tarihi ile işverence işe
alınmadığı tarih arasında işsiz kaldığı dönemde hiçbir şekilde işsizlik ödeneğinden yararlanması mümkün olmayacaktır.
Bu itibarla 10. Hukuk Dairesi’nin, işsizlik sigortası uygulaması bakımından işe iade sisteminde iş sözleşmesinin işverence işe alınmadığı tarihte
değil, geçersiz sayılan fesih tarihini izleyen dört aylık sürenin sonunda sona
ermiş sayılacağı yönündeki görüşü son derece isabetli ve işsizlik sigortası
sistemine uygundur.
Kararın devamında yine isabetli bir görüşe yer verilerek; 4447 sayılı
Đşsizlik Sigortası Kanununun 50 ve devamı maddelerinde, işsizlik ödeneğine
hak kazanma ve ödenek miktarına ilişkin olarak öngörülen son 120 gün prim
ödeyerek sürekli çalışmış olma ve son üç yıl içindeki sigortalı olarak çalışılan
gün sayısının hesabında, en çok dört aya kadar geçen ve hizmetten sayılarak
işçinin prim ödeme gün sayısına dahil edilen sürelerin de gözetilmesi gerektiği
ifade edilmiştir. Bu kabul şekli de son derece isabetlidir. Böylelikle iş
sözleşmesinin feshedildiği tarihte işsizlik ödeneğinden yararlanmak için gerekli
prim ödeme gün sayısına sahip olmayan sigortalının, bu sürenin ilavesiyle prim
ödeme koşullarını tamamlaması mümkün olabilecektir.
bb) Đş-Kur’a Başvurunun Yapılma Zamanı
Bir başka konu Đş-Kur’a başvurunun ne zaman ne zaman yapılacağıdır.
Zira 4447 sayılı Đşsizlik Sigortası Kanununun 48. maddesi uyarınca, işsizlik
ödeneğine hak kazanabilmek için, iş sözleşmesinin sona erdiği tarihten itibaren
30 gün içinde Đş-Kur’a başvurulması gereklidir. Đş sözleşmesinin sona erdiği
tarih dört ay ileriye alındığına göre, sigortalının yeniden mi başvurması
gerekir? Daireye göre, sigortalı iş sözleşmesi sona erdikten sonra başvuru
şartını yerine getirmişse, işveren aleyhine işe iade davası açılması ve iş akdinin
işverence haksız olarak feshedilmiş olduğunun tespitine dair karar verilmesi
halinde, işe iade kararının tebliğinden sonra sigortalı işsizin Kuruma ödenek
talebi ile yeniden başvurması da gerekli değildir. Daire bu görüşüyle de
yukarıda ileri sürdüğümüz, şekli işlemlerin geçersiz sayılmaması yolundaki
görüşümüze uygun bir karar vermiş bulunmaktadır.
Kararda değinilen bir başka husus, işe iadesine karar verilen sigortalının dört aylık çalışılmış sayılan süresine ilişkin primlerin işverence yatırılmamış olmasının, sigortalının işsizlik ödeneğinden yararlanmasına engel oluşturup oluşturmadığıdır. Karara konu olayda; 19.04.2006 tarihinde işveren tarafından iş sözleşmesi feshedilen davacının açtığı işe iade davası sonucunda,
yerel mahkemece feshin geçersizliğine ve davacının işe iadesine karar verilmiş,
davacının işsizlik ödeneğine ilişkin talebi, davalı Đş Kur tarafından “işe iade
edildiği halde işe başlamama ve işverenin 19.04.2006 tarihinden sonraki 120
günlük primlerin yatırılmamış olması” nedeniyle reddedilmiştir. Yüksek Mahkeme isabetli olarak iade davası sonucunda davacının kesinleşen mahkeme
kararının kendisine tebliğinden itibaren on iş günü içinde işe başlamak için
işverene başvuruda bulunduğu, işverence işe başlatılmadığı, işe iade kararında
belirlenen dört aylık ücret tutarında belirlenen iş güvencesi tazminatı ile boşta
geçen süreye ait en çok dört aya kadar ücret ve diğer hakların davacıya
ödenmesi gerektiği, işe iade kararı gereğince hizmetten sayılarak işçinin prim
ödeme gün sayısına dahil edilmesi gereken süre gözetildiğinde işten ayrılma
tarihinin 19.8.2006 olarak kabul edilmesi gerektiği, bu tarihten önceki 120
günlük süreye ait primleri ödeme yükümlülüğünün işverene ait olduğu, 4447
sayılı Kanunda öngörülen işsizlik ödeneğine ilişkin diğer yasal koşulların
oluşması halinde, primlerin işverenden tahsil edilmemiş olmasının işsizlik
ödeneği almaya engel oluşturmayacağı sonucuna varmıştır.
cc) Dava Açılmasının Đş-Kur’a Başvuru Yerine Geçmesi
4447 sayılı Đşsizlik Sigortası Kanunu’nun 15.05.2008 tarih 5763 sayılı
Kanunun 14.maddesi ile değişik 48. maddesinde; sigortalı işsizin, işverence
kendisine verilen işten ayrılma bildirgesi ile birlikte iş sözleşmesinin feshedildiği tarihi izleyen günden itibaren 30 gün içinde Đş Kur’un en yakın ünitesine
doğrudan veya elektronik ortamda başvurmak zorunda bulunduğundan, 51.
maddesinde de; işsiz sigortalıların Đş Kur’a süresi içinde şahsen başvurarak yeni bir iş almaya hazır olduklarını kaydettirme zorunluluğundan söz edilmiştir.
Bilindiği gibi; iş sözleşmesi sona eren sigortalının işsizlik sigortasından
yararlanmak üzere Đş-Kur’a başvuru şekli 2005 tarihli 10. Hukuk Dairesi ve
2006 tarihli Hukuk Genel Kurulu Kararına konu olmuş(Bak. Ekmekçi,
Yargıtayın 2006 Yılı Kararlarının Değerlendirilmesi, 302 – 303) ve 4447 sayılı
Kanunun 48 ve 51. maddelerindeki “doğrudan” ve “şahsen” başvuru koşulunu
arayan ifadelerden hareketle, Đş-Kur’a avukat aracılığıyla başvuru yapılamayacağı sonucuna varılmıştı.
Yargıtay 10. Hukuk Dairesi’nin 22.6.2009 – 2008/19257 –
2009/11323 sayılı kararına konu olayda, davacı sigortalının iş sözleşmesi Đş
Kanunu’nun md.25/II - e bendindeki “işverenin güvenini kötüye kullanmak ve
meslek sırlarını ortaya atmak” isnadıyla feshedilmiş ve işten ayrılma bildirgesine iş sözleşmesinin sona erme nedeni olarak bu ibare yazılmıştır.
Davacı sigortalı Đş-Kur’a başvuruda bulunmaksızın işsizlik ödeneğinden yararlanmak üzere dava açmıştır. Bu davada dikkat çeken iki husus
bulunmaktadır. Birincisi; dava Đş-Kur ve işvereni birlikte hasım göstererek
açılmıştır. Đkincisi; dava dilekçesinde hem işsizlik sigortasından yararlanma
talebinde bulunulmuş hem de işten ayrılma bildirgesinde yazılı bulunan “işverenin güvenini kötüye kullanmak ve meslek sırlarını ortaya atmak” şeklindeki
fesih nedeninin de iptali istenilmiştir. Yerel mahkeme bu davayı, davacının 30
günlük süre içerisinde Đş-Kur’a başvurmadığı gerekçesiyle reddetmiştir.
Yargıtay 10. Hukuk Dairesi yukarıda belirtilen kararında, işsizlik ödeneğine hak kazanma koşullarından birisinin de, sigortalı işsizin Đş Kur’a başvurması olduğu, bu başvuru koşuluna ilişkin olarak 4447 sayılı Đşsizlik Sigortası Kanunu’nun 15.05.2008 tarih 5763 sayılı Kanunun 14.maddesi ile değişik
48. maddesinde sigortalı işsizin elektronik ortamda da başvuru yapabileceğinin
belirtildiği, bu nedenle yasa koyucunun Đş-Kur’a başvuruyu herhangi bir şekil
şartına bağlamamış olduğunun kabulü gerektiği, bunun aksinin kabulünün ise;
Anayasada güvence altına alınan hak arama hürriyetine ve yasanın amacına
aykırılık oluşturacağı, sigortalı işsizin işsizlik ödeneğinden yararlanma yönündeki iradesini, yasada öngörülen süre içinde, dava açmak suretiyle Kuruma
karşı ortaya koymasının Đş-Kur’a yapılmış geçerli bir başvuru olarak kabul
edilmesi gerektiği sonucuna varmıştır.
Belirtelim ki; Yüksek Mahkeme burada işsizlik ödeneğinden yararlanma konusundaki başvurunun elektronik ortamda yapılabileceği yolundaki kanun değişikliğine dayanmış ise de, davacının iş sözleşmesi 13.12.2007 tarihinde feshedilmiş ve davacı davasını 14.1.2008 tarihinde açmıştır. Đş-Kur’a başvurunun elektronik ortamda da yapılabileceğine ilişkin değişiklik ise 15.5.2008
tarihli Kanunla, yani dava açıldıktan sonra yapılmıştır. Ancak Yüksek Mahkeme, yorumunu yaparken, dava esnasında yürürlüğe giren bir kanun hükmünün
başvuruyu kolaylaştıran yaklaşımını esas almıştır. Ancak karardaki “… yasa
koyucunun Kuruma başvuruyu herhangi bir şekil şartına bağlamamış olduğunun kabulü gerekir…“ şeklindeki ifadeyi ihtiyatla karşılamak gerekir. Burada
kanımca başvurunun herhangi bir şekil şartına bağlanıp bağlanmaması ile dava
açılmasının yazılı başvuru yerine geçmesi birbiriyle karıştırılmıştır. Eğer ĐşKur’a başvurunun herhangi şekil şartına bağlanmadığı kabul edilirse, sözlü
olarak yapılan başvuruyu da yeterli görmek gerekir ki, bunun kabulüne kanımca olarak bulunmamaktadır. Tam tersine Đş-Kur’a başvuruda şekil şartı vardır.
Bu ya yazılı başvuru ya da elektronik ortamda yapılan başvurudur. Burada
başvurunun herhangi bir şekil şartına bağlanmadığından değil, Đş-Kur’a ulaşan
dava dilekçesinin yazılı başvuru yerine geçen bir işlem olarak kabul edilmesinden söz etmek gerekir. Ancak burada kurgusu hatalı bir davadan söz etmek
gerekir. Zira aşağıda açıklanacağı üzere, Đş-Kur’a açılan davanın işsizlik ödeneğinden yararlanmak için başvuru yerine geçeceği hususu mevcut dava bakımından değil, ileride meydana gelebilecek bir uyuşmazlıkta önem taşıyacaktır.
Bu arada belirtelim ki; artık elektronik ortamda da başvurulabilmesi,
Đş-Kur’un ödenekten yararlanmak için talepte bulunan sigortalıyı fiziken görmesine gerek olmadığı anlamına da gelmektedir. Bu bakımdan 2005 tarihli ka-
rarın aksine, bundan sonra ĐşKur’a avukatla yapılan başvuruyu herhalde geçerli
kabul etmek gerekecektir.
Kararda ilginç bir hususa daha değinilmektedir. Gerçekten; dava konusu olayda işten ayrılma bildirgesinde fesih nedeni olarak işverenin güvenini
kötüye kullanmak ve meslek sırlarını ortaya atmak olarak gösterilmiştir. Davacının bir diğer talebi işten ayrılma bildirgesinde yer alan bu ibarenin ortadan
kaldırılmasıdır. Aslında iş sözleşmesi işsizlik ödeneğinden yararlanma olanağı
sağlamayan bir nedenle sona eren sigortalı için işten ayrılma bildirgesi verilmemektedir. Ancak dava konusu olayda her nasılsa böyle bir bildirge düzenlenmiştir.
Yüksek Mahkeme davacının bu işten çıkış nedeninin iptaline ilişkin
talebi hakkında inceleme yapılarak bir karar verilmemiş olmasını usul ve yasaya aykırı olup bozma nedeni olduğu sonucuna varmıştır. Yüksek Mahkemenin, talepler arasında yer alan bir konuda öyle veya böyle bir karar verilmemiş
olmasını bozma nedeni yapması isabetlidir. Çünkü HUMK md. 388’de hüküm
fıkrasında bulunması gereken hususlar tek tek sayılmıştır. Bununla birlikte;
Yüksek Mahkemenin davacının fesih nedeninin iptali hakkında inceleme
yapılması ile kasdettiği açık değildir.
Bundan sonra yerel mahkeme ne yapmıştır? Kararın bozulması üzerine
yerel mahkeme, Yargıtay bozma ilamı ile duruşma gün ve saati tebliğ edilmiş
olmasına rağmen davalıların iştirak etmediği oturumda Yüksek Mahkemenin
bozma ilamına uyulmasına karar vermiş ve fesih gerekçesinin iptaline ve
davanın açılması başvuru yerine geçtiği için davacının işsizlik sigortasından
yararlanması gerektiğinin tespitine karar vermiştir. Bu kararla ortaya çıkan
tablo şu şekilde özetlenebilir.
1) Ortada Đş-Kur’un yapmadığı bir işlem mevcut değildir. Halbuki ĐşKur aleyhine de hüküm tesis edilmiştir. Đş-Kur dava açılmasına sebebiyet
vermiş de değildir.
2) Đş-Kur’a karşı da husumet tevcih edilen bir davada feshin haklı olup
olmadığının incelenmesi söz konusu olabilecektir.
3) Yargıtay 10. Hukuk Dairesi feshin haklı olup olmadığını temyizen
inceleme mercii durumuna gelecektir.
Böyle bir sonucun kabul edilmesi mümkün değildir. Bu nedenle,
Yüksek Mahkemenin, bozma ilamındaki davacının fesih nedeninin iptali ile
ilgili olarak da bir karar verilmesi gerektiği yolundaki görüşünün anlamının,
feshin haklı olup olmadığının incelenmesi olmaması gerekir.
Belirtelim ki; davacı davasında muhatapları farklı olan iki talep ileri
sürmüştür. Bu iki talebin aynı davada görülmesi mümkün değildir. Đşten
ayrılma bildirgesine fesih nedenine ilişkin ibareyi yazan Đş-Kur değildir. Bu
nedenle; bu aşamada Đş-Kur’a karşı bir dava açılması da mümkün değildir.
Đşveren tarafından yazılan ibarenin geçerli olmadığı, yani feshin haklı olmadığı
yolunda bir iddia ancak işverene karşı açılan bir davada ileri sürülebilir.
Davacının iki hasım göstererek, işverenden feshin haklı olmadığını ve ĐşKur’dan işsizlik ödeneğinden yararlanması gerektiğinin tespitini istemesi
mümkün değildir. Davacının işsizlik ödeneğinden yararlanabilmesi için
öncelikle feshin haklı olmadığına ilişkin bir davanın görülmesi gerekir.
Konu dava arkadaşlığı bakımından incelendiğinde de bu iki davalıya
birlikte husumet yöneltilemeyeceği sonucuna varmak gerekir. Şöyle ki; bilindiği gibi birden fazla kişi hakkında aynı dava dilekçesi ile dava açılabilmesi
için, bunlar arasında ya zorunlu ya da ihtiyari dava arkadaşlığının bulunması
gerekir. Zorunlu dava arkadaşlığında maddi hukukun bir hakkın birden fazla
kişi tarafından dava edilmesini veya birden fazla kişiye karşı dava açılmasını
öngörmesi söz konusudur. Đhtiyari dava arkadaşlığının hangi hallerde söz
konusu olacağı da HUMK’nun 43. maddesinde; dava konusu hak veya borcun
ortak olması, borçluların ortak bir işlem ile birden çok kişi yararına borç
yüklenmiş olmaları, davanın aynı nedenden doğması olarak belirtilmiştir. Dava
konusu olayda ĐşKur ile işveren arasında ne zorunlu ne de ihtiyari dava
arkadaşlığı doğuracak bir hukuki bağlantı bulunmamaktadır. Bu bakımdan bu
kişilere karşı aynı dava dilekçesi ile birlikte dava açılması gerek maddi hukuk
gerekse usul hukuku bakımından olanaksızdır.
Yüksek Mahkemenin bozması üzerine yerel mahkeme 7.7.2010–
2009/865–2010/483 sayılı kararıyla; bozma ilamına uyulduğu, iş sözleşmesinin
haklı nedenle feshedildiğini ispat yükünün işverene ait olduğu, işverenin feshin
haklı olduğunu ispatlayamadığı, bu nedenle işten ayrılma bildirgesindeki,
davacının işten çıkış nedeni olarak gösterilen ibarenin iptali ve davacının işsizlik sigortasından yararlanması gerektiğinin tespitine hükmetmiştir. Davacıların
yokluğunda verilen bu kararın temyiz edilip edilmediği, edildi ise Yüksek
Mahkeme’nin ne şekilde karar verildiği bilinmemektedir. Ancak yerel mahkemenin kararı bu şekliyle onandığı takdirde, davanın açılmasında hiçbir etkisi ve
kusuru bulunmayan ĐşKur aleyhine ve ayrıca dava arkadaşlığına aykırı ve
feshin 10. Hukuk Dairesi’nin incelemesinden geçtiği bir karar ortaya çıkmış
olacaktır. Aslında yapılması gereken, bu davada feshin haksız olup olmadığının
incelenmesi ve Đş-Kur yönünden davanın reddi idi. Bu dava sonunda feshin
haksız olduğu ortaya çıktığında da, Đş-Kur hakkında dava reddedilmiş olmakla
birlikte, sigortalının başvurusundan dava dilekçesi ile haberdar olduğu ve
böylece bu tarih itibariyle başvurunun gerçekleştiği söylenebilir.
dd) En Çok Dört Aya Kadar Çalışılmış Sayılan Sürenin Sigortalı
Hizmet Olarak Tespiti Talebi
Đşe iade davalarıyla birlikte sosyal sigorta uygulamasında görülmeye
başlanılan bir dava konusu da, sigortalının çalıştırılmadığı dört aylık sürenin
sigortalı hizmetten sayıldığının tespiti talebini içeren davalardır.
Bunlardan Yargıtay 10. Hukuk Dairesi’nin 13.4.2009–2008/1338–
2009/7007 sayılı kararına konu olayda özetle; işe iade davasında üç aylık boşta
geçen sürenin ücretine hükmedilmiş, ancak işveren sadece iki aylık süreye
ilişkin prim yatırmıştır. Davacı sigortalı da işverene ve Kuruma husumet tevcih
ettiği davada, boşta geçen süreye ilişkin sigortalı hizmetlerinin tespitini ve
primlerinin ödenmesine karar verilmesini istemiştir.
Yüksek Mahkeme isabetli olarak, 9. Hukuk Dairesi’nin kesinleşen
kararında yer aldığı halde, primi yatırılmayan 26.11.2003 – 25.12.2003 tarihleri
arasındaki primin işverence yatırılması gerektiğinin tespitine karar verilmesinin
yeterli olduğu sonucuna varmıştır.
Bu davayı herhalde 506 sayılı Kanunun md. 79 ve 5510 sayılı Kanunun
md. 86’ya tabi bir sigortalılığın tespiti davası olarak değerlendirmek mümkün
değildir. Zira her şeyden önce işe iade sonucu en çok dört aya kadar hükmedilen sürede iş sözleşmesi devam etmektedir. Dolayısıyla hukuken çalışılmış
gibi kabul edilen bir sürenin tespitinden söz edilemez. Kaldı ki davanın
sonucunda iki aylık süreye ilişkin primler işverence yatırılmıştır. Yapılması
gereken de kararda isabetle belirtildiği gibi, eksik primin işverence yatırılması
gerektiğinin tespitine karar verilmesidir. Yoksa ortada tespiti gereken bir süre
söz konusu değildir. Bu itibarla, primleri yatırılmayan sürenin sigortalı hizmet
olarak değerlendirilmesinde beş yıllık hak düşümü süresinin uygulanması da
söz konusu olmayacaktır.
Ancak yine bu konuya ilişkin Yargıtay 10.Hukuk Dairesi’nin
14.12.2009 - 2008/15354 - 2009/18503 sayılı kararında ise – belki de kararın
yazımının yol açtığı bir yanlış anlamadan olabilir – farklı bir sonuca varılmış
gözükmektedir. Gerçekten karara konu olayda; davacı sigortalının iş sözleşmesi 19.4.2006 tarihinde feshedilmiş, bunun üzerine işveren aleyhine işe iade
davası açmış ve dava devam ederken işverence işe başlatılmıştır. Mahkeme de
bunun üzerine 19.4.2006 fesih tarihi ile 24.6.2006 işe başlatma tarihleri arasında ücret ve diğer haklara hükmetmiştir. Ancak, karardan anlaşıldığına göre,
davacının bu döneme ilişkin sigorta primleri yatırılmamıştır. Davacı işbu dava
ile 19.4.2006–24.6.2006 tarihleri arasındaki hizmetlerinin tespitine karar verilmesini istemiştir.
Yerel Mahkeme davacının 19.4.2006 – 24.6.2006 tarihleri arasında 506
sayılı Kanun kapsamında çalıştığının kabulü gerektiği gerekçesiyle, bu süreler
yönünden davanın kabulüne karar vermiştir.
Ancak Yargıtay 10. Hukuk Dairesi; fiili çalışma unsurunun iş sözleşmesinin esaslı unsurlarından olduğu, dava konusu edilen 19.4.2006 – 24.6.2006
tarihleri arasında davacının davalı işverene ait işyerinde fiili çalışması bulunmadığı, davacının işverene açtığı işe iade davasında verilen hükümde, davalı
işverenin, dava sırasında davacıyı tekrar işe alması nedeniyle konusuz kalan
davanın reddine karar verilmesi ve davacının iş sözleşmesinin sona erdirildiği
19.4.2006 tarihi ile işe geri alındığı 24.6.2006 tarihleri arasındaki aylık
ücretlerinin davalı şirketten alınarak davacıya verilmesine hükmedilmesinin de
kayden çalışma olgusunu ortaya koyduğu ve fiili çalışmanın olmadığını
gösterdiği, bu nedenle fiili çalışmanın olmadığı dönem açısından mahkemece
tespit kararı verilmesinin mümkün olmadığı sonucuna varmıştır.
Eğer kararın yazımından kaynaklanan bir hata ve karara yansımayan
bir özellik söz konusu değil ise, kararda varılan sonucu isabetli bulmak mümkün değildir. Bu sonuç işe iadenin hükümlerinin sosyal sigorta alanında
tanınmaması anlamına gelir ki, 10. Hukuk Dairesi hiçbir kararında böyle bir
görüşte olmamıştır. Ayrıca bir sürenin sigortalılık süresinden sayılması ve
primlerin ödenmesi için sigortalının fiili çalışmasının bulunması da gerekmemektedir.
Gerçekten işe iade davası devam ederken davacı işçi, işverence işe
başlatıldığında, sadece artık işçinin işverence işe başlatılmamasına ilişkin yönü
itibariyle bir karar verilmesine gerek olmamakta ancak en çok dört aya kadar
ücreti ve diğer hakları bakımından yargılamaya devam edilmekte ve vekalet
ücreti ve diğer masraflara hükmedilmektedir. Yerel mahkeme de zaten davanın
tümden konusuz kalmasından söz etmemiş, fesih tarihi ile işe başlatma tarihi
arasındaki ücretlere hükmetmiştir. Bu nedenle ortada işe iadeye ilişkin bir
hüküm bulunmadığından söz etmek mümkün değildir. Dolayısıyla bu sürenin
çalışma süresinden sayılacağı ve primlerinin ödenmesi gerektiği, primlerin
ödenmemesinin sigortalının hiçbir hakkını engellemeyeceği çok açıktır.
Yüksek Mahkemenin yukarıda zikrettiğimiz diğer kararları da zaten bu
yöndedir. Bu nedenle, anılan kararda çok farklı bir sonuca varılmış olması,
kararın yazımında bir hata olabileceği veya somut olayın karara yansımayan bir
özelliğinin bulunduğunu akla getirmektedir. Aslında yapılması gereken sadece
davacının 19.4.2006–24.6.2006 tarihleri arasındaki süreye ilişkin prim
belgelerinin verilmesi ve primlerinin yatırılmasının tespiti yönünde karar
vermek idi.
ee) Đşsizlik Sigortası – Sigortalının Zararı
Yargıtay 10.Hukuk Dairesi’nin 9.2.2010–2009/10113- 2010/1367
sayılı kararına konu olayda; davacı Türkiye Đş Kurumuna karşı açtığı davada
davacı, fazlaya dair hakları saklı kalmak kaydıyla işsizlik sigortası alacağının
yasal faizi ile birlikte tahsiline karar verilmesini istemiştir.
Yerel mahkeme davacının işten çıkarma nedeni ile alamadığı işsizlik
ödeneğinden sorumluluğun işverenden kaynaklanması nedeniyle ĐşKur’a karşı
açılan davanın reddine karar vermiştir. Yüksek Mahkeme iş sözleşmesinin ne
zaman sona ermiş sayılacağına ilişkin ifadelere de yer verdiği kararında;
“…Somut olayda; işveren tarafından iş akdi 31.08.2006 tarihinde feshedilen
davacının açtığı işe iade davası sonucunda, Adana 3. Đş Mahkemesi’nin
2006/462-21 sayılı kararı ile feshin geçersizliğine ve davacının işe iadesine
karar verildiği, işverenin daveti üzerine davacının işe başlatılmak üzere davet
edilmesine karşın asıl amacının işe başlatmamak olduğu, iş akdinin 4447
sayılı Kanun 51. maddede yazılı haller kapsamında sona erdiği, davacının
süresinde müracaat ettiği ve iş akdinin sona erdiği tarihinden önce son 120
gün kesintisiz çalışma koşulunun oluşması ve işveren tarafından yatırılmayan Aralık ayı için eksik primlerin sonradan tahsilinin mümkün bulunması
karşısında, davacının iş akdinin sona ermesinden önce son 120 gün kesintisiz
çalıştığının kabulü gerekir. 4447 sayılı Đşsizlik Sigortası Kanununun 46/4.
maddesi uyarınca; “...primlerinin toplanmasından Sosyal Sigortalar Kurumu, diğer her türlü hizmet ve işlemlerin yapılmasından (4904 sayılı kanunun
yürürlük tarihinden itibaren) Đş Kur görevli, yetkili ve sorumludur … Madde
metninden açıkça anlaşıldığı üzere, dava konusu işsizlik sigortası kapsamında bulunan işsizlik ödeneği taleplerini karşılamak, davalı Kurumun
görev, yetki ve sorumluluğundadır. Davacı koşulları yerine getirildiğinde
işsizlik ödeneğini Đş-Kur’dan talep edebilir. Đşverenin kusurlu davranışı
sonucu davacı yasal koşullarını yerine getirmesine rağmen Đş-Kur’dan
işsizlik sigortası talep etmesinin imkansız hale gelmesi sebebiyle işverenden
genel hükümlere göre zarar karşılığı tazminat olarak talep edebilir.
Davamızda,davacı, böyle bir maddi zarar talep etmemiş olup, işsizlik ödeneği
talep etmiştir. Mahkemece; davacının Đş-Kur’dan talep edebileceği işsizlik
ödeneği hakkında karar vermesi gerekirken, yazılı gerekçeler ile işten çıkartma nedeni ile alamadığı işsizlik ödeneğinden sorumluluğun işverenden kaynaklanmış olması nedeniyle davanın reddine karar verilmesi usul ve yasaya
aykırı olduğu ...” olduğu sonucuna varmıştır.
Yüksek Mahkemenin ĐşKur’a karşı açılan bir davada işsizlik
ödeneğinden sorumluluğun işverenden kaynaklanmış olması nedeniyle talebin
reddine karar verilmesini usul ve yasaya aykırı gören görüşü isabetlidir.
Karardan anlaşıldığına göre, sigortalının iş sözleşmesi haklı nedenle
(Kararda “… işten çıkartılma nedeni ile alamadığı …” işsizlik ödeneğinden söz edildiğine göre, iş sözleşmesi işsizlik sigortasından yararlanma
olanağı vermeyen bir nedenle sona erdirilmiş olduğu düşünülmektedir)
feshedilmiş, ancak açtığı işe iade davası sonucunda feshin geçersiz olduğu
belirlenmiş, bununla birlikte dört aylık süreye ilişkin primler eksik yatırılmış ve
bu gerekçe gösterilerek işsizlik ödeneğinden yararlandırılmamıştır. Bunu
üzerine işsizlik ödeneğini tahsili için açılan davada yerel mahkeme, sigortalının
işsizlik ödeneğinden yararlanamamasına işverenin sebep olduğu gerekçesiyle
talebi reddetmiştir.
Somut olayda, davacının işsizlik ödeneğinden yararlanmak için gerekli
koşulları, bu çerçevede, iş sözleşmesinin sona erme şekli, 120 gün prim ve
başvuru koşulu yerine getirilmiş, yani ĐşKur’un davacıyı işsizlik ödeneğinden
yararlandırmaması için bir sebep kalmamıştır. Primlerin ödenmesi yükümü de
işverene ait olup, işveren ile ĐşKur arasındaki ilişkiyi ilgilendirir. Bu nedenle;
primlerin eksik ödendiği gerekçesiyle ĐşKur’un yararlandırmamasının hukuka
aykırı olduğu çok açıktır.
Đşe iade davası sonucunda davacının işsizlik ödeneğinden yararlanması
için iş sözleşmesinin sona erme şekline ilişkin koşulun da gerçekleştiği
anlaşıldığına göre, davacının bu tarihten itibaren işleyecek faizi de talep etmesi
mümkündür. Çünkü davacının ödenekten yararlanamamasının nedeni artık
işveren değil, ĐşKur’dur.
Kuşkusuz bu tablo içerisinde işverenin de sorumluluğu söz konusudur.
Çünkü iş sözleşmesi işverence haklı neden iddiasıyla sona erdirilmiş ve feshin
geçerli bir nedene dayanmadığı işe iade davasıyla ortaya çıkmıştır. Đşverenin bu
işlemi nedeniyle davacı sigortalı işsizlik ödeneğine geç kavuşmuştur. Ancak
geçmiş dönem için ĐşKur’dan faiz isteyemez. Zira ĐşKur’un temerrüdü geçmiş
döneme ilişkin olmayıp, işe iadeden sonraki sürece ilişkindir. Davacı geçmiş
dönem için faiz karşılığında zararını ancak işverenden isteyebilir.
Kararda dikkat çeken bir husus; “… Đşverenin kusurlu davranışı sonucu
yasal koşulları yerine getirmesine rağmen Đş-Kur’dan işsizlik sigortası talep
etmesinin imkansız hale gelmesi sebebiyle işverenden genel hükümlere göre
zarar karşılığı tazminat talep edebilir…” ifadesidir. Bu ifadeye katılmadığımızı
belirtmek isteriz. Zira hiçbir ihtimalde sigortalının ĐşKur’dan talepte bulunmasının imkansız hale gelmesi mümkün değildir. Bunu çeşitli ihtimallere göre
değerlendirirsek; örneğin primlerin ödenip ödenmemesi sigortalının hakkını
ortadan kaldırmayacağından, işsizlik sigortası primlerinin o veya bu nedenle
işverenden tahsil edilememesi, sigortalının ödenekten yararlanmasını imkansız
kılmayacaktır. Veya iş sözleşmesi haklı neden iddiasıyla feshedilen sigortalı,
feshin geçersizliğine ilişkin dava açmakla birlikte, nasılsa yararlandırılmayacağı düşüncesiyle ĐşKur’a başvurmamıştır ve işe iade davası ödenekten
yararlanma süresi geçtikten sonra kesinleşmiştir ve artık sigortalının ödenekten
yararlanması mümkün değildir. Đş sözleşmesinin haklı neden iddiasıyla feshedilmesi, ĐşKur’a başvuruda bulunmasına bir engel oluşturmayacağı için, bu
ihtimalde de ödenekten yararlanamama durumu sigortalının kusuruna dayanmaktadır. Dolayısıyla işverenin eylemi nedeniyle işsizlik ödeneğinden yararlanamama durumu bu tablo içerisinde ortaya çıkmamaktadır.
ff) Prim Belgelerinin Verilme Süresi
Yargıtay 10. Hukuk Dairesi’nin 29.6.2009 – 2007/23162 – 2009/11788
sayılı kararında, işe iade davası sonunda aylık prim ve hizmet belgelerinin
verilme ve primlerin ödenme süresi ve bunların süresinde verilmesi konusundaki ispat yükünün kime ait olduğu incelenmiştir.
Karara konu olayda Kurum 16/330 sayılı Genelgeye göre işlem yapmış
ve belgeler süresinde verilmediği ve primler ödenmediği gerekçesiyle gecikme
zammı uygulamıştır.
Yüksek Mahkeme isabetli olarak; sigortalı işçinin işe iade kararında
yazılı ücrete hak kazanabilmesi için kesinleşmiş ilam yeterli olmayıp,
kesinleşen ilamın kendisine tebliğinden itibaren on iş günü içerisinde işverene
başvurması ve ayrıca bir ay içerisinde işverenin davet ettiği günde işe başlaması, ya da işverenin bu süre içerisinde işe başlatmaması gerektiği, işçinin on iş
günü içerisinde işverene başvurusunun bulunmadığı, işverenin usulüne uygun
davetine rağmen işe başlamadığının anlaşılması halinde ise fesih geçerli hale
geleceğinden, geriye doğru dört aylık ücrete hak kazanılamayacağı, dolayısıyla
bu durumda bulunan işçi için prim belgeleri verilmeyeceği ve prim ödeme
yükümlülüğünün doğmayacağı, bu durumda prim belgelerinin verilerek, primlerin ödenmesinde, işçinin süresi içerisinde işverene başvuruda bulunarak işe
başladığı tarihin ya da işverenin yasaca tanınan bir aylık süre gözetilerek, işe
başlatmama iradesinin ortaya çıktığı tarih esas alınarak, bu tarihi izleyen ayın
sonuna kadar prim belgelerini verdiği ve primleri ödediği takdirde gecikme
zammı uygulanmayacağı sonucuna varmıştır.
Kurumun dayanak yaptığı ve yürürlükten kaldırılmış olan 16/330 sayılı
Genelge Kanuna aykırı idi. Sosyal Sigorta Đşlemleri Yönetmeliği’nin (RG
12.5.2010, No.27579) md.102/3 – d bendinde, 4857 sayılı Đş Kanunu’nun 21
inci maddesine istinaden iş mahkemelerince veya özel hakem tarafından
verilen kararlar uyarınca, göreve iadesine karar verilen sigortalı personelin
kesinleşen mahkeme veya özel hakem kararının tebliğinden itibaren on işgünü
içinde işverene başvuruda bulunması ve işverenin usulüne uygun daveti üzerine
işe başlaması veya işverenin işçiyi işe başlatmaması halinde, onuncu iş
gününün içinde bulunduğu ayı takip eden aybaşından başlamak üzere Kurumca
çıkarıla-cak tebliğde belirtilecek süreler içinde verilecek ek veya asıl aylık prim
ve hizmet belgelerinin yasal süresi içerisinde verilmiş kabul edileceği düzenlenmiştir.
Yüksek Mahkemenin kararı isabetlidir ve işe iade konusunda 4857
sayılı Kanunun sistemine uygundur. Gerçekten; 4857 sayılı Đş Kanunu sisteminde, sigortalının 10 işgünü içerisinde işverene başvurmasının başlı başına
hiçbir anlamı bulunmamaktadır. Đş sözleşmesinin sona erip ermediği veya ne
zaman sona erdiği, dolayısıyla prim belgesi verme ve primlerin ödenme süresi
konusunda bundan sonraki süreç önemlidir. Bu konuda da önemli olan
işverenin bundan sonra ortaya çıkacak iradesidir ve bu birkaç şekilde ortaya
çıkabilir. Şöyle ki;
- Đşveren işçiyi işe başlattığı takdirde, işe başlangıç tarihini izleyen
dönem,
- Đşveren işe başlatmadığı takdirde, işe başlatmama iradesinin açık
olarak ortaya çıktığı tarihi izleyen dönem,
- Đşveren suskun kaldığı takdirde, işe başlatmama iradesinin ortaya
çıktığı bir aylık sürenin bitimi tarihini izleyen dönem, sonuna kadar prim
belgelerinin verilmesi gerekli ve yeterlidir.
Bu noktada bir başka tartışma konusu ortaya çıkmaktadır. Gerçekten;
kararda prim belgelerinin verilme ve primlerin ödenme süresi olarak diğer ayın
sonuna kadar denilmişse de, 5510 sayılı Kanunda aylık prim ve hizmet
belgelerinin verilme ve süresi 506 sayılı Kanundan farklı düzenlenmiştir.
Karara konu uyuşmazlıkta prim belgeleri ve primler 506 sayılı Kanun
dönemine ait ise de, bunların verilme zamanı 5510 sayılı Kanunun yürürlüğe
girdiği tarihten sonrasına ilişkindir. Bu bakımdan belgelerin takip eden ayın
sonuna kadar değil, 5510 sayılı Kanuna uygun olarak takip eden ayın 25’ine
kadar verilmesi daha uygun gözükmektedir.
Yüksek Mahkeme bu kararda prim belgelerinin süresinde verilip
verilmediği konusunda ispat yükünün kime ait olduğuna da değinmiştir. Daire;
bu MK md.6’dan hareketle bu konudaki ispat yükünün işverene ait olduğu,
4857 sayılı Đş Kanununun 21/5.maddesi hükmü gözetilerek, sigortalı işçinin kesinleşen mahkeme kararının tebliğinden itibaren on iş günü içerisinde işverene
başvurusu bulunmak kaydıyla, bu tarihi takip eden ayın sonuna kadar aylık
prim ve hizmet belgelerinin davalı Kuruma verilerek, içeriği prim tutarının da
ödenmesi gerekeceği, aksi takdirde gecikilen dönem için gecikme zammı
uygulanacağının kabulü ile işlem yapılması, aksini iddia eden işverenin, iddia
ettiği olguları ispatla yükümlü olduğunun kabulü gerektiği sonucuna varmıştır.
Bu ifadelerden ne anlaşılması gerektiği kanımca çok açık değildir.
Gerçekten; kararın ilk bölümünde sigortalının işverene başvurduğu ayın bir
önemi olmayıp, işverenin işe başlatmama iradesinin ortaya çıktığı ayın önemini
isabetle ortaya koyan Dairenin, ispat konusuna değinerek, sigortalının işverene
başvurduğu günü izleyen ayın sonuna kadar aylık prim ve hizmet belgelerinin
Kuruma verilmesi ve içeriği prim tutarının da ödenmesi gerektiği, aksi takdirde
gecikilen dönem için gecikme zammı uygulanacağı, aksini iddia eden
işverenin, iddia ettiği olguları ispatla yükümlü olduğunun kabulü gerektiğinden
söz etmesi anlaşılamamaktadır. Bu ifadeleri yanlış anlama hakkımızı saklı
tutarak, bu kurgunun uygulanmasının zaten mümkün olmadığını belirtmek
isteriz. Zira sigortalı işverene başvurduğunda, bu başvuru tarihini aynı zamanda
Kuruma da bildirmemektedir. Bu itibarla sadece belirli bir tarihten sonrasında
değil, tüm süreçte ispat yükünün işverene ait olması gerekir. Yani işveren
sigortalının ne zaman başvurduğunu, hangi tarihte işe aldığını veya almadığını
ispatla yükümlü olacaktır.
gg)Geriye Doğru Dört Aylık Ücretin Prim Kesintisine Tabi Olması
Aynı kararda ve konuya ilişkin diğer kararlarda Yüksek Mahkeme işe
iade davası sonucunda hükmedilen ve koşullarının oluşması nedeniyle işçiye
ödenmesi gereken en çok dört aya kadar olan ücretin prim kesintisine tabi
olduğunu belirtmiştir.
Yüksek Mahkeme önceki yıllarda da aynı yolda kararlar vermiştir
(Ekmekçi; 2006 Yılı Kararlarının Değerlendirilmesi; 345–346; Caniklioğlu,
2007 Yılı Kararlarının Değerlendirilmesi, 325 - 327).
ĐşK.m.21’in açık hükmü gereği, işçinin çalıştırılmadığı dört aylık süre
için hükmedilen ödeme hukuki niteliği itibariyle bir ücrettir. Bu nedenle, ücretten yapılan tüm kesintilerin bu ödemeden de yapılması gerekir. Bu itibarla
Daire görüşünün isabetli olduğunda tereddüt bulunmamaktadır.
5) Đşe Đade Sisteminde Yaşlılık Aylığı
Yargıtay 10. Hukuk Dairesi’nin 23.11.2009 – 12588/17684 sayılı
kararına konu olayda, karar metninden anlaşıldığına göre; davacının iş
sözleşmesi işverence feshedilmiş ve açtığı işe iade davasında feshin geçersizliğine ve işe iadesine karar verilmiştir. Dava sürerken (herhalde dört aylık
süre içerisinde) davacıya yaşlılık aylığı bağlanmıştır. Davacı işverence işe
alınmamış ve çalıştırılmadığı dört aylık süreye ilişkin ek bordro ve bildirgeler
tanzim edilerek tüm sigorta kollarına tabi olarak primleri tahakkuk ettirilerek
ödenmiştir. Herhalde davacının tüm sigorta kolları için prim yatırılan dönemi
ile yaşlılık aylığı aldığı dönem çakışmış olacak ki, Kurum bu döneme ilişkin
yaşlılık aylığını geri istemiştir. Davacı iş sözleşmesi devam ederken yaşlılık aylığı almış durumdadır. Bunun yolu da sosyal güvenlik destek primi ödenmesidir. Yüksek Mahkeme de isabetli olarak, dört aylık süre için ödenen tüm
sigorta kollarına ilişkin primlerin sosyal güvenlik destek primi olarak kabul
edilmesi gerektiği sonucuna vararak davacının borçlu olmadığını tespit
etmiştir.
Karar isabetlidir. Gerçekten; işverenin, davacının iş sözleşmesi sona
erdikten sonra yaşlılık aylığı talebinde bulunduğu ve kendisine yaşlılık aylığı
bağlandığından haberdar olmayarak, dört aylık süreye için tüm sigorta kollarına
ilişkin primleri ödemesi gayet olağandır. Bunun gibi yaşlılık aylığı alan
davacının da bu dört aylık süreye ilişkin olarak kendisi için tüm sigorta
kollarına ait primlerin ödendiğinden haberdar olmaması büyük olasılıktır. Bu
nedenle; işverenin tasarrufuyla gerçekleşen bir işleme dayanarak, salt sosyal
güvenlik destek primi ödenmediği gerekçesiyle yaşlılık aylığının geri alınması
düşünülemez. Bu gibi hallerde yapılması gereken, Kurumun işverene yazarak
prim belgelerinin sosyal güvenlik destek primine çevrilmesini talep etmesinden
ibarettir. Bu bakımdan Daire’nin bu süre için ödenen primlerin sosyal güvenlik
destek primi olarak kabulü yolundaki görüşü isabetlidir.
Kararda böyle bir durum yer almamakla birlikte, bazı hallerde sigortalının yaşlılık aylığı talebinde bulunduğu tarihe göre, geriye doğru dört aylık
sürede hem tüm sigorta kollarına ilişkin primlerin ve hem de sosyal güvenlik
destek priminin ödenmesi gerekebilir. Gerçekten; yaşlılık aylığı talebinde bu
talebi izleyen aybaşından itibaren aylık bağlandığından, sigortalı örneğin ay
ortasında talepte bulunmuşsa, geri doğru dört aylık dönemde ay sonuna kadar
tüm sigorta kollarına ilişkin primlerin ve bakiye süre için de hem de sosyal
güvenlik destek priminin ödenmesi gerekebilir.
Esasen bu gibi hallerde, yani dört aylık süre içerisinde yaşlılık aylığı
talebinde bulunup da aylık bağlandığı hallerde, işe iade sonucu fesih geçersiz
kabul edilip geriye doğru dört aylık süre çalışma süresinden sayılınca, yaşlılık
aylığı için işten ayrılma koşulunun gerçekleşmeyeceği ve bu nedenle aylığın
geri alınması gerektiği ileri sürülebilir. Çünkü iş sözleşmesi kesintiye uğramamıştır. Ne var ki, işe iade sisteminin geri doğru olan bir süreyi çalışma süresi haline getiren sistemi içerisinde, sigortalının hakları haleldar edecek böyle
bir yorum tarzının benimsenemeyeceği görüşündeyiz. Çünkü sigortalının yaşlılık aylığı talebinde bulunduğu tarihte iş sözleşmesi son ermiştir ve sigortalı
işe iade davasının sonucunu bilebilecek durumda değildir. Geriye doğru feshin
geçersiz sayılması nedeniyle, işten ayrılarak başvuru koşulunun gerçekleşmediğini iddia etmenin fazla şekilci bir yorum tarzı olacağı görüşündeyiz.
Tekrar karara dönersek; Yüksek Mahkemenin, hatalı prim ödenmesinin
davacının yaşlılık aylığını etkilemeyeceği yolundaki görüşü yerindedir. Ancak
sosyal güvenlik destek primi yerine tüm sigorta kollarına ilişkin prim
kesildiğinde davacının ücretinden olması gerekenden fazla kesinti yapılmış
olmakta, yani davacıya eksik ücret ödenmiş olmaktadır. Bu nedenle fazladan
yapılan prim kesintisinin sigortalıya geri ödenmesi gerekir. Bu durumu konu
olan Yargıtay 10. Hukuk Dairesi’nin 28.5.2009 – 5904/9709 sayılı kararına
konu olayda, davacı, SSK’dan emekliliğe hak kazandığı gerekçesiyle iş sözleşmesinin feshi üzerine açtığı feshin geçersizliği ve işe iade davasının kabulle
sonuçlanarak kesinleştiğini, fesih sonrası başvurusu üzerine de kendisine
SSK’dan yaşlılık aylığı bağlandığını; işe iade kararında öngörülen kararın kesinleşmesine kadarki çalışılmayan en fazla dört aylık süreye ilişkin olarak ödenen ücretlerden, yaşlılık aylığı bağlanmasından sonraki dönemin 506 sayılı
yasanın 63.maddesi gereğince destek primine tabi olması gerekirken tüm
sigorta kolları kapsamında %14 oranında prim kesintisi yapılarak, kendisinden
fazla kesinti yapıldığını iddia ederek fazladan kesilen miktarın tahsili için
Kuruma dava açmış ve yerel mahkemece davanın reddine karar verilmiştir.
Yüksek Mahkeme, sosyal güvenlik destek primi ödeyerek çalışmayı
düzenleyen 506 sayılı Kanunun 63. maddesinin B bendindeki “fiilen sigortalı
çalışma ve sigortalının yazılı başvuruda bulunması” şeklinde iki koşulun
gerçekleşmediği gerekçesiyle davacının talebini reddeden yerel mahkeme
kararını onamıştır. Yani Yüksek Mahkemeye göre işe iade sonucu hükmedilen
dört aylık ücretinden tüm sigorta kollarına ilişkin prim kesilen davacıdan sosyal
güvenlik destek primi kesilmesi için fiilen sigortalı olarak çalışması ve ayrıca
sosyal güvenlik destek primiyle çalışmak istediğine ilişkin yazılı başvurusunun
bulunması gerekir.
Kanımca 28.5.2009 tarihli bu karar, yukarıda yer verilen 23.11.2009
tarihli kararla çelişkilidir. Zira ilk kararda davacının dört aylık ücretinden
kesilen tüm sigorta kollarına ilişkin primin sosyal güvenlik destek primi
sayılacağı sonucuna varılırken sigortalının fiilen çalışması veya başvurusu gibi
bir koşul aranmamışken, sigortalının fazladan ödenen primlerin geri alınması
talebini içeren ikinci kararda fiilen çalışma ve başvuru koşulu aranmıştır.
Hemen belirtelim ki; sigortalını işe iadesi sonucunda hükmedilen geriye doğru
dört aylık ücretinin gerek tüm sigorta kollarına ilişkin prim gerekse sosyal
güvenlik destek primi kesintisine tabi olması için fiilen çalışma olgusunun
gerçekleşmesine gerek bulunmamaktadır. Aslında 10. Hukuk Dairesi’nin konuya ilişkin uygulaması da bu yöndedir. Ayrıca; karardan anlaşıldığına göre
sigortalı iş sözleşmesinin feshi sonrasında yaşlılık aylığı için başvuruda bulunmuş ve kendisine yaşlılık aylığı bağlanmıştır. Henüz dava sona ermeden yani
geriye doğru dört aylık ücrete hak kazanıp kazanmadığının belli olmadığı bir
dönemde kendisinden sosyal güvenlik destek primiyle çalışmak istediğine
ilişkin iradesini ortaya koymasını beklemek mümkün değildir. Bu bakımdan
ikinci kararda yer verilen gerekçenin isabetli olmadığı görüşündeyim.
Bununla birlikte Kuruma karşı açılan davada, davanın reddi yönündeki
sonuç doğrudur. Ancak bunun nedeni Daire’nin sigortalının fiili çalışmasının
bulunmaması ve başvurusunun olmaması değildir. Sigortalının ücretinden fazla
prim kesintisi yapılmıştır. Ancak sigortalı bunu işverenden değil Kurumdan
istemiştir. Kesintiyi yapan işverendir. Prim kesilmesi sigortalı ile Kurum arasında gerçekleşen bir işlem değildir. Hatalı prim kesildiğinde bunu düzeltmekle
yükümlü bulunan Kurum değil işverendir. Bu bakımdan fazla kesilen miktarın
işverenden talep edilmesi gerekir.
6) Yaşlılık Aylığı – Bütçe Kanunu Đlişkisi
Yargıtay 10. Hukuk Dairesi’nin 26.1.2010 – 2009/15734 – 2010/865
sayılı kararına konu olayda davacı 16.8.2006 tarihi itibariyle yaşlılık aylığına
hak kazandığının ve işe iade davası sonucu verilen aylık iptali talebi nedeniyle
borçlu olmadığının tespitine kara verilmesini istemiştir.
Karardan anlaşıldığına göre, olayda davacı iş sözleşmesinin feshine
karşı işe iade davası açmış ve bu arada yaşlılık aylığı almaya başlamıştır. Đşe
iade sonucunda işe başlatılmamış ve dört aylık ücreti kendisine ödenmiştir.
Bunun üzerine Kurum bu döneme tekabül eden yaşlılık aylığını kesmiştir.
Davacı buna karşı iş akdinin feshi üzerine yaşlılık aylığı almaya başladıktan sonra sonuçlanan işe iade davasına ilişkin hüküm uyarınca hak ettiği
dört aylık ücretinin kendisine ödenmesine karşın, fiilen işe başlamadığı yolunda savunma yapmıştır.
Yerel mahkeme konuyu yaşlılık aylığı için işten ayrılma olgusunun
gerçekleşip gerçekleşmemesi olarak görmüş ve “…davacının iş sözleşmesinin
feshedildiği tarihten sonra iş yerinde fiili çalışmasının bulunmadığı, iş akdinin
feshedildiği tarihten sonra işten ayrılma koşulunun gerçekleşmiş olduğu,
mahkeme kararı doğrultusunda Kuruma yapılan bildirimin ise sosyal güvenlik
destek primine tabi bir çalışma olduğu, bu nedenle davacının bağlanan yaşlılık
aylığının kesilmemesinin gerektiği ve ilk tahsis başvurusundan itibaren yaşlılık
aylığına hak kazandığı” gerekçesinden hareketle sonuca varmıştır.
Ancak durum böyle değildir. Gerçekten; 21.4.2005 tarih ve 5335 sayılı
Kanunun 30. maddesinde; “Herhangi bir sosyal güvenlik kurumundan emeklilik veya yaşlılık aylığı alanlar bu aylıkları kesilmeksizin; genel bütçeye dahil
daireler, katma bütçeli daireler, döner sermayeler, fonlar, belediyeler, il özel
idareleri, belediyeler ve il özel idareleri tarafından kurulan birlik ve işletmeler,
sosyal güvenlik kurumları, bütçeden yardım alan kuruluşlar ile özel kanunla
kurulmuş diğer kamu kurum, kurul, üst kurul ve kuruluşları, kamu iktisadi
teşebbüsleri ve bunların bağlı ortaklıkları ile müessese ve işletmelerinde ve
sermayesinin % 50’sinden fazlası kamuya ait olan diğer ortaklıklarda herhangi
bir kadro, pozisyon veya görevde çalıştırılamaz ve görev yapamazlar. Diğer
kanunların emeklilik veya yaşlılık aylığı almakta iken emeklilik veya yaşlılık
aylıkları ve/veya diğer tazminatları kesilmeksizin atanmaya, çalıştırılmaya veya
görevlendirilmeye izin veren hükümleri ile 5434 sayılı Türkiye Cumhuriyeti
Emekli Sandığı Kanununun ek 11. maddesine göre 01.01.2005 tarihinden önce
alınmış Bakanlar Kurulu kararları uygulanmaz.” hükmü yer almaktadır.
Anlaşıldığına göre davacı 5335 sayılı Kanun kapsamına giren bir kamu
kurumunda çalışmaktadır. Anılan hükme göre yaşlılık aylığı alanların bu aylıkları kesilmeksizin belirtilen kurumlarda çalışması mümkün değildir. Davacının
çalışma süresinden sayılan dört aylık süre ile yaşlılık aylığı aldığı süre çakıştığı, yani davacı bu dönemde kamu kurumunda çalışmış duruma geldiği için,
10. Hukuk Dairesi isabetli olarak davacının dört aylık süreyle sınırlı olarak
yaşlılık aylığını iadeyle yükümlü olduğu, bu sürenin bitiminde ise dört aylık
süre de eklenerek belirlenecek yaşlılık aylığının ödenmesine devam edileceği
sonucuna varmıştır.
7) Đş Kaybı Tazminatı Alınan Süre Đle Çalışılmış Sayılan Dört
Aylık Sürenin Çakışması
Yargıtay 10. Hukuk Dairesi’nin 12.5.2009 -3907/8650 sayılı kararı işe
iade hükmündeki dört aylık ücrete hak kazanılan süre ile iş kaybı tazminatı
alınan süresinin çakışmasına ilişkindir. Yukarıda da ifade ettiğimiz gibi, aynı
süre için mükerrer yararlanmaya izin verilmesinin söz konusu olmaması
gerekir.
Karara konu olayda; Bursagaz’a ait işyeri 4046 sayılı Özelleştirme
Uygulamaları Hakkında Kanun kapsamında 19.4.2004 tarihinde özelleştirilmiş
ve davacının iş sözleşmesi 31.1.2005 tarihinde işverence feshedilmiş ve
davacıya Đş-Kur tarafından 1.2.2005 tarihinden emekli aylığına hak kazandığı
9.6.2005 (ay sonu değil) tarihine kadar iş kaybı tazminatı ödenmiştir.
Davacının açtığı işe iade davası sonucunda işe iadesine karar verilmiş ve işe
başlatılmayan davacı için 2005 yılı 2, 3, 4 ve 5 aylarına ilişkin ek prim belgeleri SGK’na verilmiştir. Bunun üzerine Đş-Kur davacının ücret ve diğer haklarına hükmedilen ve çalışılmış gibi kabul edilen süre ile iş kaybı tazminatının
çakıştığı süreyi dikkate alarak ödenen iş kaybı tazminatının iadesini talep
etmiştir.
Đş kaybı tazminatının iadesine ilişkin Kurum işleminin iptaline ilişkin
davada Yüksek Mahkeme iade kararında yer alan dört aylık süreye ilişkin Đş
K.md.21 uyarınca ücret elde eden davacının aynı süre için iş kaybı tazminatı
almasının 4046 sayılı Kanunun amacına aykırı olacağı gerekçesiyle dört aylık
süreye ilişkin iş kaybı tazminatının Đş-Kur’a iade edilmesi gerektiği sonucuna
varmıştır. Kuşkusuz bu temel tespit isabetlidir. Davacının işsiz olmadığı ve
ücret geliri elde ettiği anlaşılan bir dönem için iş kaybı tazminatına hak
kazanması mümkün değildir. Gerçekten; işe iade sonucu ücret elde edilen bir
süre ile iş kaybı tazminatı alınan sürenin ilişkisinin bu şekilde ortaya konulması
isabetlidir.
Ancak bu gerekçe karara konu somut olaya uygun değildir. Zira aynı
süre için hem ücret ve hem de iş kaybı tazminatı alınamayacağı yolundaki
görüşün sonucu, kalan süre için (kuşkusuz eğer davacı emekli olmasa idi) iş
kaybı tazminatı alınabileceğidir. Halbuki karar konu olayda başka bir özellik
söz konusudur. Gerçekten; 4046 sayılı Kanunun 21. maddesi uyarınca işçinin iş
kaybı tazminatına hak kazanabilmesi için, iş sözleşmesinin özelleştirmenin
gerçekleşmesinden itibaren bir yıl içerisinde (ya haklı nedenler olmaksızın
işverence ya da haklı nedenlerle işçi tarafından) feshedilmesi sonucu işsiz
kalmış olması gerekir.
Karara konu olayda özelleştirme tarihi 19.4.2004 olup, davacının iş
kaybı tazminatına hak kazanabilmesi için feshin en geç 19.4.2005 tarihine kadar gerçekleşmiş olması gerekir. Davacının iş sözleşmesi işverence 31.1.2005
tarihinde feshedilmiş olmakla birlikte, işe iade sonucu fesih tarihi dört ay
ileriye ötelendiğinden (yani 31.5.2005) olduğundan, somut olayda özelleştirme
tarihinden itibaren bir yıl içerisinde işsiz kalma olgusu gerçekleşmemektedir.
Bu nedenle asıl gerekçenin, feshin bir yıl içerisinde gerçekleşmemiş olduğu
şeklinde olması gerekirdi. Çünkü Yüksek Mahkemenin dört aylık süreye ilişkin
Đş K.md.21 uyarınca ücret elde edilen süre ile iş kaybı tazminatı alınan sürenin
çakışmasının 4046 sayılı Kanuna aykırı olduğu yolundaki gerekçe ancak feshin
özelleştirme tarihinden itibaren bir yıl içerisinde gerçekleştirilen uyuşmazlıklara ilişkin olabilir. Eğer salt bu gerekçe kullanılırsa, davacı emekli olup iş
kaybı tazminatı kesilmese idi, davacının kalan süre için iş kaybı tazminatı
alabileceği sonucuna gidilir ki, bu da işe iadenin feshi dört ay ötelediğine ilişkin Daire görüşüne ve 4046 sayılı Kanunun işçinin iş kaybı tazminatına hak kazanabilmesi için, iş sözleşmesinin özelleştirmenin gerçekleşmesinden itibaren
bir yıl içerisinde feshedilmesini arayan 21. maddesine aykırı olur.
8) Sağlık Yardımlarının Kapsamı – Đyileşme Kavramı
Kurumca sağlanacak sağlık yardımlarını kapsamı 506 sayılı Kanun
bakımından önem taşıdığı gibi, 5510 sayılı Kanunun uygulanması bakımından
da önem taşıyacaktır. Nitekim 5510 sayılı Kanunda genel sağlık sigortası kapsamında yapılacak sağlık yardımları 506 sayılı Kanuna nazaran daha ayrıntılı
olarak sayılmışsa da, sayılın yardımların somut olayda gerekli olup olmadığı
konusunda yine uyuşmazlıklar yaşanacaktır. Bu bakımdan Hukuk Genel
Kurulu’nun ve özellikle 10. Hukuk Dairesi’nin sağlık yardımlarını kapsamına
ilişkin ayrıntılı kararları 5510 sayılı Kanun dönemi bakımından da büyük önem
taşımaktadır.
Hukuk Genel Kurulunun 4.3.2009 – 2009/10-34 – 2009/104 sayılı
kararına konu olayda; sigortalının felçli oğlu için “ayakta dik pozisyonlandırma
cihazı” kullanması Sağlık Bakanlığı Đzmir Eğitim ve Araştırma Hastanesinin
22.12.2005 tarihli ve 39480 sayılı raporu ile gerekli görülmüş ancak bu cihazın
temini Sosyal Güvenlik Kurumunca reddedilmiştir. Bunun üzerine davacı bu
cihazı satıcı firmaya borçlanarak temin etmiş, ancak fatura bedelinin karşılanması talebini Kurumca reddedilmiştir.
Açılan davada yerel mahkeme davacının talebini kabul ederek davalı
Kurumun söz konusu cihaz bedelini temerrüt tarihinden itibaren yasal faiziyle
birlikte ödemesine karar vermiştir.
Kararı temyizen inceleyen Yargıtay 10. Hukuk Dairesi 30.01.2007 2006/19692 - 2007/1113 sayılı kararıyla; aynı özellik ve işleve sahip cihazın
daha az bir bedelle temininin mümkün olup olmadığı hususunun açıklığa
kavuşturulmamış olduğunu, davalı Kuruma bu yönde iddia ve delillerinin
sorulması ve bildirilen deliller celbedilerek incelenmek suretiyle varılacak
sonuca göre Kurumca karşılanacak miktar konusunda bir karar verilmesi
gerektiğini belirterek yerel mahkeme kararını bozmuştur.
10. Hukuk Dairesi’nin 2007 tarihli ilk kararında;
- Davanın yasal dayanağı olan 506 sayılı Kanunun Ek 32. maddesi
hükmüyle sigortalıların ve bakmakla yükümlü oldukları eş ve çocuklarının
tedavilerinin Kurumlarınca yapılacağının öngörüldüğü,
- Đyileşmelerine yarayacak yahut iş göremezliklerini gidermeleri için
gerekli görülen protez araç ve gereçlerinin, Kurumca 34. maddede belirlenen
sağlık yardımları süreleri ile bağlı olmaksızın sağlanacağı düzenlemesi ile de
kısıtlayıcı bir hükme yer verilmediği,
- Davalı Kurumun çıkarmış olduğu Yönetmeliğin 6. maddesi ile, buna
bağlı 18.05.2005 tarihli Genelge uyarınca motorlu malul araçlarının karşılanamayacağı iddia edilmekte ise de, yasaların uygulamasını göstermek için
çıkartılan, tüzük, yönetmelik ve talimatların dayalı oldukları yasalara aykırı
düzenlemeler taşıyamayacaklarının hukukun genel ilkelerinden olduğu,
- Bu nedenle; sigortalının bakmakla yükümlü olduğu kişi için sağlık
kurulu raporu ile kullanılması gerekli görülen motorlu tekerlekli sandalye bedelinin herhangi bir kısıtlayıcı düzenlemeye sahip bulunmayan 506 sayılı Kanu-
nun Ek 32. maddesi uyarınca Kurumca karşılanması gerektiğinin kabulünde
isabetsizlik bulunmadığı sonucuna varmıştır.
Bunun üzerine yerel mahkeme bozma kararında belirtilen eksikliği
tamamlamak üzere gerekli araştırmayı yapmış ve araştırma sonucuna göre
önceki kararının isabetli olduğunu tespit ederek aynı içerikte yeni bir karar
oluşturmuştur. Bu kararın da temyizi üzerine dosyayı bir kez daha inceleyen
Yargıtay 10. Hukuk Dairesi, bu kez farklı iki nedenle kararı tekrar bozmuştur
(Y10HD., 19.02.2008 - 2007/19948 - 2008/2126).
Bunlardan ilki; 506 sayılı Kanunun 34. maddesinin son fıkrasında
protez, araç ve gereçlerinin temini konusunda yasanın aradığı iki koşulun dava
konusu olay bakımından gerçekleşmemiş olmasıdır. Yüksek Mahkemeye göre,
Kanunun ek 32. maddesinde yer alan bu iki koşul, “sigortalının iyileşmesine
yarayacak olma” veya “iş göremezliği az çok giderecek olma” dır.
Gerçekten kararda “… Söz konusu hükümlerle sigortalının iyileşmesine ya da
iş göremezlik derecesine olumlu yönde katkısı olmayacak, hayati önemi haiz
olmayan veya kişinin hayatını idame ettirmesi için zorunlu olmayan, protez,
araç ve gereçlerin Kurumca karşılanmasının mümkün olmadığı ifade edilmekle
yapılacak sağlık yardımlarının kapsamı ve amacı bu şekilde belirlenmiş olmaktadır...” ifadesine yer verilmiştir. Kararın devamında ayrıca, sigortalıya temin
edilecek araç ve gerecin sigortalının iyileşmesine veya iş göremezlik derecesinin azalmasına katkıda bulunup bulunmayacağının uzman bilirkişi heyetince
saptanması ve bu saptama yapılırken iş göremezlik derecesini azaltma kavramının sigortalının hayat kalitesini iyileştirme niteliğinde değerlendirilmemesi gerektiği, bu kavramın çalışma hayatıyla ilgili bulunduğu ve özellikle,
sigortalının az çok yeniden çalışma hayatına kazandırılması amacıyla iş göremezlik derecesinin az veya çok giderilmesi şeklinde anlaşıl-ması gerekeceği,
cihazın kullanımının sigortalının iyileşmesi ve iş göremezlik derecesinin giderilmesi yönünde hayati önemi haiz ve zorunlu olduğu sonucuna varılırsa, harcama miktarı denetlenerek sonuca göre karar verilmesi gerektiği ifade
edilmiştir.
Karardaki ikinci bozma nedeni, davacının davacı sıfatının bulunmamasıdır. Karara göre; “Bir sübjektif hakkı dava etme yetkisi kural olarak o
hakkın sahibine aittir. Mahkemece, dava konusu hakkın özüne ilişkin bir
maddi hukuk sorunu olan “sıfat” konusunun yargılamanın her aşamasında
re’sen ele alınıp incelenmesi ve şayet davacının dava konusunu talep etme
hakkının bulunmadığı sonucuna varılırsa, davanın sıfat yokluğundan reddine karar verilmesi yasal zorunluluğu bulunmaktadır… Davada maddi hukuk
açısından davacı lehine doğmuş bir alacak hakkının bulunup bulunmadığı;
bu bağlamda, söz konusu cihaz bedelinin davacı tarafından ilgili şirkete
ödenmesine bağlı olarak dava sıfat şartının gerçekleşip gerçekleşmediği yönü
araştırılarak sonuca göre karar verilmelidir…”
Bunun üzerine dosyayı bir kez daha inceleyen yerel mahkeme, söz
konusu cihazın Destek Rehabilitasyon Teknolojileri Limited Şirketinden alındığının fatura ve Şirkete yazılan müzekkere ile anlaşıldığını, cevap yazısında
fatura bedelinde belirtilen miktarın vadesinde ödenmediği belirtilmiş ise de, davacının aralarındaki sözleşme gereği cihazı temin eden firmanın halefi olduğunu, zamanında ödeme yapılmamasının yaptırımının faturanın altında belirtildiğini, Kurum ile cihazı temin eden şirket arasında bir sözleşme ilişkisi bulunmadığından Şirketin ödenmeyen alacağı yönünden davacının yerine geçmesinin olanaklı bulunmadığını, bu nedenle Yüksek Mahkemenin bozma kararının
yerinde bulunmadığını belirterek, önceki kararında direnmiştir.
Şimdiye kadar ki gelişimi özetlersek; Yerel mahkemece; 506 sayılı
Sosyal Sigortalar Kanununun Ek 32. maddesi uyarınca bilirkişi raporunda
belirlenen miktar üzerinden davanın kısmen kabulüne dair verilen karar davalı
Kurum vekilinin temyizi üzerine Özel Dairece; sigortalının bakmakla yükümlü
olduğu kişi için sağlık kurulu raporu ile kullanılması gerekli görülen motorlu
tekerlekli sandalye bedelinin herhangi bir kısıtlayıcı düzenlemeye sahip
bulunmayan 506 sayılı Kanunun Ek 32. maddesi uyarınca Kurumca karşılanması gerektiğinin kabulünde isabetsizlik bulunmadığı, ancak sağlık kurulu
raporunda açıklanan özelliklere ve aynı işlevlere sahip motorlu tekerlekli
sandalyenin daha az bir bedelle temininin mümkün olup olmadığı hususunun
açıklığa kavuşturulması gereğine işaretle bozulmuştur.
Yerel Mahkemece, bozmaya uyularak yapılan fiyat araştırması sonunda
cihazın fatura bedelinin uygun olduğunun tespit edildiği gerekçesi ile ilk
karardaki miktar üzerinden davanın kısmen kabulüne dair verilen kararın,
davalı kurum vekilinin temyizi üzerine Özel Dairece içeriği yukarıya alınan
gerekçe ile bozulmasına karar verilmiş, Yerel Mahkemece; Özel dairenin ilk
bozma kararında cihaz bedelinin Kurumca karşılanması gerektiğinin açıkça
belirtilmiş olmasına karşın Özel Dairenin ikinci bozma kararının usuli kazanılmış hakkın ihlali mahiyetinde olduğu, ayrıca davacının cihazı satın aldığı şirketin halefi olduğu ve dava dışı şirketin davacı yerine geçerek Kurum aleyhine
dava açmasının düşünülemeyeceği gerekçesiyle direnme kararı verilmiştir.
Konuyu inceleyen Hukuk Genel Kurulu’nun 4.3.2009 – 2009/10-34 –
2009/104 sayılı kararında, taraf sıfatının yargılamanın her aşamasında ileri
sürülmesi mümkün bir itiraz niteliğinde olduğu sonucuna varmıştır. Genel
Kurula göre; “ … Sıfat, dava konusu subjektif hak ( dava hakkı ) ile taraflar
arasındaki ilişkidir. Taraf sıfatı dava konusu subjektif hakka ilişkindir. Bir
subjektif hakkı dava etme yetkisi ( dava hakkı ) kural olarak o hakkın
sahibine aittir. Bu nedenle o hakka ilişkin bir davada davacı olma sıfatı da o
hakkın sahibine aittir. Bir kişinin bir davada gerçekten davacı sıfatına sahip
olup olmadığı hususu, usul hukuku sorunu olmayıp, dava konusu ( subjektif
) hakkın özüne ilişkin bir maddi hukuk sorunudur. Bir davada davacı olma
sıfatı dava konusu hakkın sahibine aittir … Mahkemenin taraflar arasında
dava konusu hakkın esası hakkında bir karar verebilmesi için, bu kişilerin o
davada gerçekten davacı ve davalı sıfatlarına sahip olmaları gerekir. Bir
davada taraf olarak gösterilen kişiler, taraf ve dava ehliyetine ve davayı takip
yetkisine sahip olsalar bile, taraflardan birinin o davada gerçekten davacı ve
davalı sıfatı yoksa, davanın esası hakkında bir karar verilemez; dava, sıfat
yokluğundan (husumetten) reddedilir. Görüldüğü üzere, taraf sıfatı usul
hukuku sorunu olmayıp, dava konusu sübjektif hakkın özüne ilişkin bir
maddi hukuk sorunu olduğundan taraf sıfatının yokluğu, davada taraf
olarak gözüken kişiler arasında dava konusu hakkın doğumuna engel
olduğu için def'i değil, yargılamanın her aşamasında taraflarca ileri
sürülmesi mümkün ve mahkemece de kendiliğinden nazara alınması zorunlu
bir itiraz niteliğindedir …”
Davacının cihaz bedelini ödememiş olmasının taraf sıfatı kazanmasına
engel oluşturup oluşturmayacağı yönünden incelersek; Genel Kurul 506 sayılı
Sosyal Sigortalar Kanunu’nun 32, 33, 34 ve Ek 32. maddelerine atıf yaptıktan
sonra, ” …. Maddelerin açık düzenlemesi karşısında; Kurumun temini ile
yükümlü olduğu cihazın, Kurumca temin edilmemesi ve bu yöndeki sigortalı
talebinin Kurumca reddi halinde; cihazı temin eden sigortalı veya hak
sahibinin Kurum işleminin iptalini ve kullanılan cihaz bedelinin tahsilini
talep etme yönünde bu davayı açmakta taraf sıfatı bulunduğu açıktır. Hukuk
Genel Kurulu’nun 01.03.2006 gün ve 2006/21-5 Esas 2006/33 sayılı
kararında da, sigortalının alacağını temlik ettiği uyuşmazlıkta sıfat yönünden
fatura bedelinin ödenmiş olması hususu aranmamıştır….” diyerek daha
önceki bir Hukuk Genel Kurulu kararına atıf yapmıştır.
Hemen belirtelim ki; Genel Kurulun burada 1.3.2006 tarihli kararda da
sigortalının fatura bedelinin ödenmiş olup olmadığının aranmadığı yolundaki
ifade hatalıdır. Zira anılan kararda fatura bedelinin ödenip ödenmemesi değil,
davacının Kurumdan olan alacağını, malzemeyi satın aldığı şirkete temlik
etmesinin iş mahkemesinin görevi bakımından bir değişiklik oluşturup oluştur-
mayacağına ilişkindir(Bak. Ekmekçi; 2006 Yılı Kararlarının Değerlendirilmesi, 346 – 348). Söz konusu karara konu olayda sigortalı alacağını malzemeyi
satan şirkete temlik etmiştir. Alacağın temlikini söz konusu olduğu olayda,
sigortalının ödeme olgusunun ve dolayısıyla bedelin ödenmiş olmasının aranması zaten mümkün değildir. Görüldüğü gibi Genel Kurul, fatura bedelinin
ödenmemiş olmasının taraf sıfatının kazanılmasına engel olmadığı sonucuna
varırken somut hiçbir gerekçe göstermemiştir.
10. Hukuk Dairesi kararında, davacının cihazı borçlanarak temin edip
herhangi bir ödeme yapmadığı için taraf sıfatını kazanamayacağını belirtmiştir.
21. Hukuk Dairesi de 2008 yılında böyle bir karar vermiştir (Y 21. HD.,
20.5.2008 – 2006/440 – 2007/232).
Kanımca fatura bedelinin henüz ödenmemiş olmasının, bu bedelin
Kurumdan talep edilebilmesi ve dolayısıyla davacı sıfatını kazanmayı engelleyici bir yönü bulunmamaktadır. Gerçekten; Kurumun kanundan doğan borcunu ifa etmemesi nedeniyle sigortalı zarara uğramış, fatura bedelini borçlanmış
ve pasifi artmıştır. Zira bilindiği gibi zarar aktifin azalması şeklinde ortaya
çıkabileceği gibi, pasifin artması şeklinde de ortaya çıkabilir. Bu bakımdan
sigortalının davacı sıfatına sahip olması için mutlak ödeme yapması yani aktifinin azalmış olması gerekmeyip, borç altına girdiğini tevsik etmesi yeterlidir.
Kurumun borçlu olduğunun belirlenmesinde davacının menfaatinin bulunduğu
izahtan varestedir. Kararda bu şekilde bir gerekçe kullanılmış olsa idi daha
isabetli olurdu.
Genel Kurul kararında ikinci olarak Kurumun cihazı temin yükümlülüğü bulunup bulunmadığı incelenmiştir. Genel Kurula göre; “… 506 sayılı
Kanunun hastalık sigortasına ilişkin 32. ve devamı maddelerinde yer alan
işgöremezliği giderme kavramı aktif sigortalıların çalışma hayatına ilişkin bir
kavram olup, uyuşmazlığın çözümünde Kanunun Ek 32. maddesinde yer
alan iyileştirme kavramının da incelenmesi gerekmektedir. T.C. Anayasası’nın 90. maddesi uyarınca usulüne göre yürürlüğe konulmuş anlaşmalar
kanun hükmündedir. Usulüne göre yürürlüğe konulmuş temel hak ve
özgürlüklere ilişkin milletlerarası anlaşmalarla kanunların aynı konuda
farklı hükümler içermesi nedeniyle çıkabilecek uyuşmazlıklarda milletlerarası anlaşma hükümleri esas alınır. Bu bağlamda onay kanunu ile
yürürlüğe giren Sosyal Güvenliğin Asgari Normları Hakkında 102 Nolu ILO
Sözleşmesinin 10/3. maddesinde; yapılacak yardımların, korunan kimsenin
sağlığını korumaya, çalışma gücünü iadeye ve şahsi ihtiyaçlarını karşılayabilme kabiliyetini artırmaya matuf olduğu açıklanmıştır. 506 sayılı Kanunun
hastalık sigortası kolundan sağlanacak sağlık yardımlarının kapsamı başlıklı
33. maddesinin son fıkrasında da bu madde gereğince yapılacak sağlık yardımlarının; sigortalının sağlığını koruma, çalışma gücünü yeniden kazandırma ve kendi ihtiyaçlarını görme kabiliyetini artırma amacını güdeceği
açıkça belirtilmiş, bir anlamda, onaylanması nedeniyle bağlayıcı hale gelen
102 Nolu ILO Sözleşmesinin 10/3. maddesi hükmü tekrarlanmıştır. Her iki
yasal düzenlemenin açıkça gösterdiği gibi, sigortalı veya hak sahibine dik
pozisyonlandırma cihazı temini yönünden; aranacak temel unsur; iyileşmesine yardımcı olması unsurudur. Đyileşmeye yardımcı olma kavramının
ise, açık yasal düzenlemeler uyarınca; sağlığı koruma, çalışma gücünü yeniden kazandırma ve kendi ihtiyaçlarını görme kabiliyetini artırma olarak
kabulü zorunludur, aksinin kabulü halinde iyileşme kavramına ilk günlü
sağlığına kavuşma anlamının verilmesi halinde, ortez ve protez kullanımının
hiçbir zaman mümkün olamayacağı hususu da açıktır….”
Kararda sağlık yardımlarının kapsamına ilişkin değerlendirme son
derece isabetlidir ve çağdaş bir sosyal güvenlik anlayışı sergilemektedir. Bu
nedenle bir ilke kararı niteliğindedir. Gerçekten 506 sayılı Kanun kapsamında
yapılacak sağlık yardımları md.32’de sayılmıştır. Kanunun 33. maddesinde,
sigortalıya tedavi süresince gerekli ilaç ve iyileştirme vasıtalarının sağlanacağı,
aynı maddenin son fıkrasında, bu madde gereği yapılacak sağlık yardımlarının
sigortalının sağlığını koruma, çalışma gücünü yeniden kazandırma ve kendi
ihtiyaçlarını görme kabiliyetini artırma amacı güdeceği belirtilmiştir. Ayrıca ek
md. 32’de, çocukların iyileşmelerini sağlayacak yahut iş göremezliklerini
gidermeleri için gerekli görülen araçların sağlanacağı öngörülmüştür.
Bu çerçevede bir sağlık yardımının yahut aracının gerekli olup
olmadığının belirlenmesinde yukarıda belirtilen maddelerde geçen; “iyileştirme
vasıtaları”, “sigortalının sağlığını koruma”, “çalışma günü yeniden kazandırma”, “ kendi ihtiyaçlarını görme kabiliyetini artırma”, “sigortalının iyeleşmesine yarama”, “iş göremezliğin giderilmesini sağlama” olgularının hep
birlikte değerlendirilmesi gerekir. Bunlar zaten birbirini tamamlayan unsurlardır ve birbirinden ayrı olarak ele alınamaz.
Davacının çocuğu için gerekli olduğu sağlık raporu ile sabit olan
ayakta dik pozisyonlandırma cihazının bu unsurları taşımaktadır. Söz konusu
cihazın sigortalının sağlığını korumaya, iyileşmesine yardımcı ve kendi ihtiyaçlarını görme yeteneğini artırıcı bir işlevinin bulunduğu açıktır. Genel Kurul
kararında da isabetli olarak belirtildiği gibi, aksine yorum halinde yani iyileşme
kavramına ilk günkü sağlığına kavuşma anlamı verildiği takdirde, ortez ve
protez kullanımını hiçbir zaman mümkün olmayacaktır. Bu nedenle Genel
Kurulun yorum şekli son derece isabetlidir.
Bununla birlikte; kararın devamında, Kurumun teminle yükümlü olduğu yürürlükteki mevzuat hükümlerine uygun fiyatlı dik pozisyonlandırma
cihazına hak kazanılması için gerekli olan iyileştirme unsurunun, diğer bir
anlatımla sağlığı koruma, çalışma gücünü yeniden kazandırma ve kendi
ihtiyaçlarını görme kabiliyetini artırma hususlarının; cihazı kullanacak kişi
yönünden, üniversite veya eğitim araştırma hastanelerinin fiziksel tıp ve rehabilitasyon kliniklerinde yatırılarak uygulama ve eğitiminin yapılması sonrasında
nöroloji, ortopedi ve fiziksel tıp ve rehabilitasyon uzmanlarının da içinde yer
aldığı sağlık kurulu raporu ile gerekliliğinin belirlenmiş olması gerektiğinden
söz edilerek dosyada alınan rapor yetersiz bulunmuştur.
Genel Kurul kararında, yargılama devam ederken yürürlüğe giren 5510
sayılı Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası Kanunu’nun 63. maddesinde
de yapılan açıklamalar doğrultusunda düzenleme bulunduğu, buna göre; iş
kazası ile meslek hastalığı, hastalık ve analık sonucu tıbben gerekli görülen
sağlık hizmetlerinin karşılanması, temini amacıyla Kurumca finansmanı
sağlanacak sağlık hizmetleri içinde (f) bendinde ortez ve proteze yer verilirken,
temini için sadece; sağlanacak sağlık hizmetleriyle ilgili teşhis ve tedaviler için
gerekli olabilme ifadesinin kullanıldığından söz edilerek yeni Kanundaki
hükmün açık olduğu, yani sanki yeni hükmün konuyu açıklığa kavuşturduğu
gibi bir ifade kullanılmış ise de, bunların tedavi edici ve iyileştirici özellikleri
ve bu gerekliliğin ne anlama geldiği konusunda yine uyuşmazlıklar çıkacaktır.
Nitekim gerekliliğin iyileştirme için mi, iş göremezliği gidermek için mi,
hayatını kolaylaştırmak için mi olduğu yine tartışmaya açıktır. Bu nedenle
Genel Kurulun ve 10. Hukuk Dairesi’nin yorum şeklinin 5510 sayılı Kanun
uygulamasında da değerini koruyacağı görüşündeyim.
Kararda ayrıca Sosyal Güvenliğin Asgari Normları Hakkında 102 Nolu
ILO Sözleşmesinin 10/3. maddesindeki; yapılacak yardımların, korunan
kimsenin sağlığını korumaya, çalışma gücünü iadeye ve şahsi ihtiyaçlarını
karşılayabilme kabiliyetini artırmaya matuf olduğuna değinilmiş ve bundan
sonra verilen 10. Hukuk Dairesi kararlarında da ILO Sözleşmesinin doğrudan
uygulanmasından söz edilmiştir. Kanımca buna gerek yoktur. Zira zaten 506
sayılı Kanunun 33. maddesinin son fıkrasında, ILO Sözleşmesinin md.10/3.
bendi somut hale getirilmiştir.
Yargıtay 10. Hukuk Dairesi de bundan sonra verdiği 7.4.2009 –
2008/1070 – 2009/6616 ve 7.4.2009 – 2007/12650 – 2009/6615 sayılı
kararlarında Hukuk Genel Kurulu kararına uygun sonuçlara varmıştır. Zaten
sağlık yardımlarının kapsamı konusunda 10. Hukuk Dairesi’nin Genel Kurula
giden kararındaki görüş bundan farklı olmamıştır.
Ayrıca Daire’nin yukarıda zikredilen ikinci kararında, dik pozisyonlandırma cihazının gerekliliğinin incelenmesinde, “ … hastanın özür durumu da
gözetilerek, ortopedi ve travmatoloji, fiziksel tıp ve rehabilitasyon, nöroloji
uzmanlardan oluşturulacak bilirkişi kurulunca hazırlanacak raporda; hastanın
anılan cihazları kullanma gereksiniminin bulunup bulunmadığı konusunda
saptama yapılırken; davacının eşinin kullanımına sunulan dikey pozisyonlandırma cihazının “Motorlu kalkış, motorlu sürüş” özelliklerine sahip olduğu;
portatif merdiven çıkma cihazının da faturada yazılı olduğu üzere farklı
niteliklere sahip olduğu gözetilerek, hastanın özür durumuna göre, motorsuz
aracı hareket ettirmesinde fiziki güç yetersizliği veya olanaksızlık ya da hareket
ettirmesi halinde sağlığının tehlikeye gireceği bir durumun bulunup
bulunmadığı; hastanın fiziksel durumu, zeka düzeyi, yaşı ve yaşadığı mekan ile
psikolojik koşulları da değerlendirilerek motorlu ve diğer özelliklere sahip
cihazları kullanması zorunluluğunun bulunup bulunmadığı bilimsel dayanaklarıyla ortaya konulmalıdır …” görüşüne yer verilmiştir. Daireye göre, yapılan
inceleme sonucunda, dik pozisyonlandırma cihazı kullanımı gereğinin tespitine
karşın, özellikli cihaz kullanımını gerektirir tıbbi zorunluluk ortaya
konulamadığı takdirde, özelliği olmayan motorsuz dik pozisyonlandırma cihazı esas alınarak Kurum tarafından karşılanacak bedelin belirlenmesi gerekir.
Bu karara konu olayda, bedelinin tahsili istenen cihaz değerlerinin
tespiti amacıyla Ankara Ticaret Odası’na yazılan yazılara verilen yanıtlarda, bu
konuda protokole rastlanmadığı için, ithalatçı firmanın sunduğu belgeler
üzerinden değerlendirme yapılarak sonuca varıldığı ve faturalardaki fiyatların
rayice uygun olduğu bilgisi yer almış ve mahkemece fatura değerleri üzerinden
tahsile karar verilmiştir. Daire bu tespiti hatalı bulmuş ve 20.01.2009 tarihli
Resmi Gazetede yayımlanan ve Tedavi Yardımına Đlişkin Uygulama Tebliğinde değişiklik öngören düzenleme de gözetilerek; bedeli dava konusu edilen
cihazların, davalı Kurum yönünden bağlayıcı fiyat tarifesinin bulunup bulunmadığı araştırılarak, böylesi bir fiyatın bulunmadığı sonucuna varıldığı takdirde; davalı Kurum ile protokollü firmaların protokolü dâhilinde olmayan
veya Kurumla protokolü olmayan firmalardan temin edilen cihazların Kurum
tarafından karşılanabilecek değerinin tespiti konusundaki yöntem gereğince,
Sağlık Bakanlığının konuya ilişkin görüşü de alınmak suretiyle rayiç belirlenmesi gereğine işaret etmiştir.
Kurumca temin edilecek sağlık malzemesi konusunda belirtmek
gerekir ki; elbette teknolojik yönden daha gelişmiş olan malzeme ve cihazlar
hastanın daha lehine olabilir. Ancak teknolojik yönden daha gelişmiş olmakla
birlikte, somut rahatsızlık bakımından “gereksiz” bulunan malzeme ve
cihazların Kurumca karşılanması gereğinden söz etmek mümkün değildir. Bu
bakımdan; 10. Hukuk Dairesi’nin deyim yerindeyse kılı kırk yaran yaklaşımı
son derece isabetlidir. Yüksek Mahkeme’nin 2009 yılı kararlarındaki; “hastanın
özür durumu”, “hastanın özür durumuna göre, motorsuz aracı hareket ettirmesinde fiziki güç yetersizliği veya olanaksızlık ya da hareket ettirmesi halinde
sağlığının tehlikeye gireceği bir durumun bulunup bulunmadığı” “hastanın
fiziksel durumu”, “zeka düzeyi”, “hastanın yaşı” “yaşadığı mekan”, “psikolojik
koşullar” gibi unsurların göz önünde bulundurularak, söz konusu cihaz türünün
kullanılmasının zorunlu olup olmadığının bilimsel dayanaklarıyla ortaya konulması gerektiği, aksi takdirde motorlu cihaz yerine motorsuz cihaz bedelinin
karşılanmasının yeterli olduğu yönünde ki tespitler bu yaklaşımı yansıtmaktadır
(Y 10. HD’nin 12.5.2009 – 2007/19927 – 2009/8675; 4.5.2009 – 2007/23121 –
2009/8199; 14.7.2009 – 2009/9525 – 2009/13186; 4.6.2009 – 2008/3908 –
2009/10235 sayılı kararları bu yöndedir).
Yargıtay 10. Hukuk Dairesi’nin 27.10.2009 – 5150/16257 sayılı kararı
da Kurumca yapılması gereken sağlık yardımlarının kapsamına ilişkindir.
Karara konu olayda; davacının oğlunun lösemiye dönüşmemesi için
uygun kök hücre vericisi bir kardeş doğmasına yönelik olarak yapılan tüp
bebek uygulaması masraflarının Kurumdan tahsili talep edilmiştir. Davacının
oğluna ilaç tedavisi ve kan transfüzyonu uygulandığı halde tedavisi yapılamamış ve sağlık kurulu raporu ile hastalığın lösemiye dönüşmemesi için en kısa
sürede kesin tedavi yöntemi olan kök hücre naklinin yapılması gerektiği, yapılan araştırmada uygun donör bulunamadığı ve bir kardeş yapılmasının zorunlu
olduğu tespit edilmiştir.
Yargıtay 10. Hukuk Dairesi; gerek davanın açıldığı tarihte yürürlükte
olan 506 sayılı Kanunun 33 ve 35. maddelerinde aksine bir hüküm bulunmaması ve ayrıca 5510 sayılı Kanunun genel sağlık sigortası kapsamında
sağlanacak yardımlara ilişkin md.63/b bendindeki sağlık yardımlarının kapsamına organ, doku ve kök hücre nakli ve hücre tedavilerini dahil eden hükme
dayanarak ve ayrıca insan hayatının kutsallığına değinerek tüp bebek uygulaması masraflarının Kurumca karşılanması gerektiği sonucuna varmıştır.
Hemen belirtelim ki burada 5510 sayılı Kanunla getirilen tüp bebek
masraflarının karşılanması durumu söz konusu değildir. Burada sigortalının
oğlunun tedavisi amacına yönelik bir tüp bebek uygulaması söz konusudur.
Kararda varılan sonuç isabetlidir. Esasen dava açıldıktan sonra yürürlüğe giren 5510 sayılı Kanunun dayanak yapılmasına gerek yoktur. Zira sigortalının oğlunun iyileşmesi için tek yolun çocuk yapmak olduğu sağlık raporu ile
sabit olmuştur. Yani söz konusu tedavinin değil sadece “iyileşmeye yardımcı”
olma, “iyileşmesinin tek yolu” olduğu ortadadır. Bu bakımdan; kararda 506 sayılı Kanunda aksine hüküm olmadığından değil, 506 sayılı Kanundaki iyileştirme kavramına bu tür tedavilerin de girdiği, hücre tedavisinin açıkça zikredilmemesinin bu sonuca varmayı engellemeyeceğinden söz edilmek gerekirdi.
Nihayet; yerel Mahkeme kararında sadece dava açıldığı tarihe kadar
değil, dava tarihinden sonra yapılacak masraflara da hükmedilmiştir. Halbuki
mevzuatta açıkça zikredilmediği takdirde (örneğin yoksun kalınan miktar gibi),
dava tarihinden sonra ortaya çıkacak masrafların hüküm altına alınması
mümkün değildir.
Ancak sigortalının iyileşmesine yardımcı olmaktan söz ederken,
herhangi bir sınırlama olmaksızın sigortalının iyileşmesine yarayan tüm sağlık
harcamalarının Kurumca karşılanacağı sonucuna varmamak gerekir. Bu konuda
maalesef uygulamada görülen sahtekarlıkların da göz önünde bulundurulması
gerekir. Çünkü sağlık alanında aynı nitelikteki malzemelerin fiyatları arasında
kat be kat farklılık bulunabilmektedir.
Yargıtay 10. Hukuk Dairesi’nin 23.3.2010 - 2009/12506 - 2010/4214
sayılı kararına konu olayda davacı, Kocaeli Üniversitesi Tıp Fakültesi
Hastanesindeki tedavisi sırasında, 06.11.2008 tarihinde kullanılan iki adet stent
(Xience V 2.5x28 Everolimus Eluting Cor. Stent SYS ve Xience V 3.0x28
Everolimus Eluting Cor. Stent SYS) bedeli olan 8.739,72 TL'nin tahsiline karar
verilmesini istemiş ve yerel mahkeme bunların hayati önemi bulunduğu
gerekçesiyle davanın kabulüne karar vermiştir.
Karara konu olayda davacının tedavisinde iki adet ilaçlı stent
kullanılmış olup; stentler sigortalı tarafından, hastane dışından faturalı olarak
temin edilmiştir. Daireye göre; “…Davacı, tedavisinin gerçekleştirildiği
dönem itibariyle, genel sağlık sigortası yönünden 5510 sayılı Yasaya tabi
olup; 5510 sayılı Yasanın “Finansmanı Sağlanan Sağlık Hizmetleri Ve
Süresi” başlıklı 63. maddesinin (f) bendi, “Yukarıdaki bentler gereğince sağ-
lanacak sağlık hizmetleriyle ilgili teşhis ve tedavileri için gerekli olabilecek
kan ve kan ürünleri, kemik iliği, aşı, ilaç, ortez, protez,tıbbî araç ve gereç, kişi
kullanımına mahsus tıbbî cihaz, tıbbî sarf, iyileştirici nitelikteki tıbbî sarf
malzemelerinin sağlanması, takılması, garanti süresi sonrası bakımı, onarılması ve yenilenmesi hizmetleri.” Hükmünü içermektedir. Maddenin 5754
sayılı Kanunla değişik II. fıkrasında da; “ Kurum, finansmanı sağlanacak
sağlık hizmetlerinin teşhis ve tedavi yöntemleri ile (f) bendinde belirtilen
sağlık hizmetlerinin türlerini, miktarlarını ve kullanım sürelerini, ödeme usûl
ve esaslarını Sağlık Bakanlığının görüşünü alarak belirlemeye yetkilidir.
Kurum, bu amaçla komisyonlar kurabilir, ulusal ve uluslararası tüzel
kişilerle işbirliği yapabilir. Komisyonların çalışma usûl ve esasları Maliye
Bakanlığı ile Sağlık Bakanlığının görüşü alınarak Kurumca belirlenir.”
düzenlemesi yer almaktadır. Öte yandan; davacı tarafından kullanılan sağlık
malzemesine 5510 sayılı Kanunun 74. maddesinde finansmanı sağlanmayacak sağlık hizmetleri arasında yer verilmemiştir…”
Yani bu hükümler çerçevesinde davacıya sözü edilen stentlerin sağlanmasında bir hukuka aykırılık bulunmamaktadır. Ancak yukarıda da ifade ettiğimiz gibi, kullanılan benzer nitelikteki sağlık malzemeleri arasında önemli fiyat
farklılıkları bulunabilmektedir. Yüksek Mahkeme isabetli olarak öncelikle
kullanılan malzemenin türünün zorunlu olup olmadığının araştırılması
gerektiğini belirtmiştir. Karara göre; “…Davacının tedavisinde gerekli görülerek, tıbbi yetkililer tarafından reçetelendirilen tıbbi malzeme bedelinin davalı
Kurum tarafından sağlanması konusundaki yasal yükümlülüğe karşın;
malzemenin nitelik ve bedelinin belirlenmesi konusundaki yasal yetki de
gözetilerek, tedavi gereklerini sağlama konusunda aynı sonucu doğurabilecek birden fazla malzeme türü arasından, insan yaşamının kutsallığı ve temel
insan haklarından olan, sosyal güvenlik hakkının özüne dokunacak sınırlamalar getirilemeyeceği konusundaki ilkeler ışığında, Kurumun düzenleme
yetkisinin olduğu ve eldeki davada da, bunun yargısal denetiminin olanaklı
bulunduğunun kabulü zorunludur. Davacının tedavisinde çıplak metal stent
kullanılabilme olanağı varken, ilaç kaplı stent olarak nitelenen stent kullanılmış olduğu gözetildiğinde; tercih edilen stent türünün, hastanın sağlık
durumu ve tedavi gerekleri yönünden çıplak metal stent yerine kullanımının
zorunlu olup olmadığı; özellikle ilaç kaplı stent olarak adlandırılan malzeme
kullanımının hayati önemiyle bu niteliğe sahip olmayan stentin tedavi
gereklerine uygun olmadığının, bilimsel ölçütler kullanılarak açıkça ortaya
konulması zorunluluğu vardır…”
Yüksek Mahkeme böylelikle, kullanılan malzeme türünün sadece
yararlı olduğunun değil, zorunlu olduğunun ortaya konulmasını aramıştır.
Yüksek Mahkemeye göre, ikinci olarak incelenmesi gereken husus;
malzeme bedelinin faturadaki haliyle ödenecek nitelikte olup olmadığı ve buna
bağlı olarak Kurum tarafından karşılanabilir miktarının belirlenmesidir. Karara
göre; “ …Gerçekten; 5510 sayılı Yasanın 63. maddesinde yer alan “Kurum,
finansmanı sağlanacak sağlık hizmetlerinin teşhis ve tedavi yöntemleri ile, (f)
bendinde belirtilen sağlık hizmetlerinin türlerini, miktarlarını ve kullanım
sürelerini, ödeme usûl ve esaslarını Sağlık Bakanlığının görüşünü alarak
belirlemeye yetkilidir. Kurum, bu amaçla komisyonlar kurabilir, ulusal ve
uluslararası tüzel kişilerle işbirliği yapabilir. Komisyonların çalışma usûl ve
esasları Maliye Bakanlığı ile Sağlık Bakanlığının görüşü alınarak Kurumca
belirlenir.” düzenlemesi ile Genel Sağlık Sigortası Đşlemleri Yönetmeliği'nin
22. maddesindeki, “Kurum, finansmanı sağlanan ortez, protez, tıbbî araç ve
gereç, kişi kullanımına mahsus tıbbî cihaz, tıbbî sarf, iyileştirici nitelikteki
tıbbî sarf malzemelerini ve bu malzemelerin temini, garanti süresi sonrası
bakımı, onarılması ve yenilenmesi hizmetleri ile, ödeme usul ve esasları Sağlık Bakanlığının görüşünü alarak belirlemeye yetkilidir.” hükmü gözetilerek;
kullanılan stent bedelinin Sosyal Güvenlik Kurumu tarafından yukarıda
sıralanan düzenlemeler çerçevesinde belirlenmesinin sağlanması, fiyat
tespitinin makul süre içerisinde Sosyal Güvenlik Kurumu tarafından gerçekleştirilmemesi halinde ise, konu hakkında teknik ve mali bilgiye sahip eczacı
bilirkişiden, piyasa değerleri ve ilgili kuruluşların görüşü ışığında fiyat tespitine ilişkin rapor alınarak, tüm kanıtlar ışığında yapılacak değerlendirmeyle bir sonuca varılmalıdır…”
II) DOĞUMA DAYALI BORÇLANMA
5510 sayılı Kanundaki yeni düzenlemelerden biri de doğum borçlanmasıdır. 5510 sayılı Kanunun, "Sigortalıların borçlanabileceği süreler" başlıklı,
41/1-a maddesinde; "Bu Kanuna göre sigortalı sayılanların; Kanunları gereği
verilen ücretsiz doğum ya da analık izni süreleri ile 4 üncü maddenin birinci fıkrasının (a) bendi kapsamındaki sigortalı kadının, iki defaya mahsus
olmak üzere doğum tarihinden sonra iki yıllık süreyi geçmemek kaydıyla
hizmet akdine istinaden işyerinde çalışmaması ve çocuğunun yaşaması
şartıyla talepte bulunulan süreleri, ..... kendilerinin veya hak sahiplerinin
yazılı talepte bulunmaları ve talep tarihinde 82 nci maddeye göre belirlenen prime esas günlük kazanç alt ve üst sınırları arasında olmak üzere,
kendilerince belirlenecek günlük kazancın % 32'si üzerinden hesaplanacak primlerini borcun tebliği tarihinden itibaren bir ay içinde ödemeleri
şartı ile borçlandırılarak, borçlandırılan süreleri sigortalılıklarına sayılır..." hükmüne yer verilmiştir.
Yargıtay 10. Hukuk Dairesi’nin 25.2.2010 tarih ve 2009/8312 –
2010/2516 sayılı kararı 5510 sayılı Kanunla getirilmiş bulunan doğum
borçlanmasına ilişkindir. Karar kanunların zaman bakımından uygulanması
konusuyla da ilgilidir.
Karara konu olayda, davacı 1.6.1982 tarihinde ilk kez sigortalı
olmuş, 3.3.1987 ve 21.3.1988 tarihlerinde doğurduğu iki çocuğundan dolayı,
5510 sayılı Kanunun 41/1-a maddesi gereğince, doğuma dayalı borçlanma
yapmak ve dava tarihi itibariyle yaşlılık aylığı bağlanmasını talep etmiştir.
Yerel Mahkeme 5510 sayılı Kanundaki düzenlemenin Kanunun yürürlüğünden
önceki olaylara uygulanamayacağı gerekçesiyle davanın reddine karar
verilmiştir. Yargıtay 10. Hukuk Dairesi isabetli olarak hükmü bozmuştur.
Oldukça kapsamlı olan bu karara göre; “ …Uyuşmazlık, öncelikle 5510 sayılı
Kanunun 41/1-a maddesi ile hukukumuzda ilk kez düzenlenen ve kısaca
"doğuma dayalı borçlanma" olarak nitelendirilebilecek borçlanma hakkının,
bu düzenlemenin yürürlük tarihinden önceki doğum olaylarına uygulanıp
uygulanmayacağı, doğum sırasında aktif sigortalı olma şartının aranıp
aranmayacağı noktalarında toplanmaktadır. Kural olarak her kanun, yürürlüğe girdiği tarihten itibaren derhal hukuksal sonuçlarını doğurmaya başlar
ve bu tarihten sonra meydana gelen olaylara ve ilişkilere uygulanır. Bu
kuralın doğal sonucu da, kanunların geriye yürümemeleridir. Ancak sosyal
güvenlik hukukunun özel ve kamusal niteliği itibarıyla ve 5510 sayılı
Kanunda, anılan hükümle getirilen, sigortalıların lehine olan bu borçlanma
hakkının, Kanunun yürürlüğünden önceki doğum olaylarına uygulanmasını
engelleyen bir düzenlemenin olmadığı gözetildiğinde, 5510 sayılı Kanunun
yürürlük tarihinden önce meydana gelmiş doğum olaylarına da uygulanabileceğini kabul etmek gereklidir. Zira maddi hukukun her zaman, hayatın
değişen sosyal akışı içinde gelişen tüm olayları ve ayrıntıları kurallaştırma
gücüne sahip olmadığını da dikkate alıp, çıkarlar dengesi ve adalet
duygularını gözeterek toplumun gereksinmelerini karşılamakla yükümlü
bulunan yargı organları, sigortalıların lehine hükümler içeren düzenlemelerin yürürlüğe girdiği durumlarda, kanun koyucunun amacını da gözönünde
bulundurarak, söze oranla öze üstünlük tanıyan bir yorumla sonuca varmalıdır. Doğuma dayalı borçlanma hakkından yararlanabilmek için doğum
sırasında aktif sigortalı olma şartının aranıp aranmayacağı hususunda ise,
geçmişte hizmet akdine dayalı olarak zorunlu sigortalılık tescilinin yapılmış
olması, bu haktan yararlanabilmesi için yeterli sayılmalıdır. Kadının fiziksel
yapısı, doğurganlık işlevi, aile yükümlülükleri ile çalışma yaşamındaki konumu yanında, doğum borçlanmasıyla amaçlanan sonucun tam olarak elde
edilebilmesi için, bu tip borçlanmalarda aranan doğum öncesi sigortalılık,
herhangi bir süre sınırına tabi tutulmamalıdır. Konuyla ilgili olarak 5510
sayılı Kanunda değişiklik yapan 5754 sayılı Kanuna ilişkin TBMM alt
komisyon raporunda bu değişiklik hakkında, "Ücretsiz doğum ya da analık
izin sürelerinin de borçlanılacak sürelerden sayıldığı, bu sürelerde kadın
çalışanların doğum ve çocuk bakımı gibi özel bir durum nedeniyle izin kullandığı, bunun sonucunda doğum yapan kadının sosyal güvenlik alanındaki
bir hakkı kullanmasından dolayı emeklilikle ilgili sürelerini tamamlamak
için ortaya çıkan bir maliyete katlanmak zorunda kalacağı, oysa çocuk
bakımının aynı zamanda toplumsal olarak devletin de üstlenmesi gereken bir
sorumluluk olduğu..." görüşlerine yer verilmiştir. Bu yaklaşım, cinsiyeti
sebebiyle sosyal güvenlik şemsiyesinde farklı muamele görmesi gereken ve
başta yaşlılık aylığı olmak üzere çeşitli sosyal güvenlik hakları yönünden de
bu şekilde değerlendirilen kadınlar için karşı cinsle eşitliği sağlayıcı bir bakış
açısı getirecektir. Böylelikle, prim yatırma imkanı bulunamadığı halde yasa
koyucunun çeşitli saiklerle sigortalılık imkanı sunmak ve prim süresine
eklemek istediği bu gibi dönemlerin telafisine yönelik getirilen borçlanma
müessesesinin amacı da gerçekleşmiş olacaktır. Aksine bir yorum, kanunda
bu yönde bir sınırlamanın olmadığı da gözetildiğinde, sosyal güvenlik
hakkına aykırılık oluşturacaktır…. Doğuma dayalı borçlanma talep tarihinde
sigortalı olmanın gerekip gerekmeyeceği noktasında ise, Kanun koyucunun
bahis konusu düzenlemede, doğuma dayalı borçlanma hakkını verdiği
kişinin borçlanma talep tarihinde sigortalı olmasını gerekli gören bir ifadeye
yer vermediği ve bu düzenlemeye göre sigortalı olanların yanında, hak
sahiplerinin de, yazılı talepte bulunmaları halinde borçlanabilecekleri
dikkate alındığında, böyle bir şartın varolmadığı belirgindir. Somut olayda,
ilk kez 506 sayılı Kanun kapsamında 01.6.1982 tarihinde zorunlu sigortalı
olduğu anlaşılan davacının, 3.3.1987 ve 21.3.1988 tarihlerinde gerçekleştirdiği doğumlar sebebiyle, ancak doğum tarihinden sonra iki yıllık süreyi
geçmemek kaydıyla, hizmet akdine istinaden işyerinde çalışmaması ve
çocuğunun yaşaması şartlarının dışında, başkaca bir şart aranmaksızın
borçlanma hakkına sahip olduğu kabul edilmelidir. Yapılacak değerlendirmede, zorunlu sigortalı olarak tescil edildikten sonra ilk doğumu yapan ve iki
yıllık süre dolmadan ve tekrar çalışmaya başlamadan ikinci doğumu yapan
kadın sigortalının, ilk doğumdan ikinci doğuma kadar geçen süre ile ikinci
doğum için borçlanabileceği iki yıllık sürenin toplamı kadar geçen süreyi
borçlanabileceği gözetilmelidir. …”
Daireye göre, dava konusu uyuşmazlık; doğuma dayalı borçlanma
hakkının, hükmün yürürlük tarihinden önceki doğum olaylarına uygulanıp
uygulanmayacağı ve doğum sırasında aktif sigortalı olma şartının aranıp aranmayacağı noktalarında toplanmaktadır.
Kuşkusuz 5510 sayılı Kanun doğuma dayalı borçlanma olanağından,
Kanunun yürürlük tarihinden önce doğum yapmış kişilerin yararlanacağını açık
olarak düzenleyerek böyle bir uyuşmazlığın ortaya çıkmasını engelleyebilirdi.
Bu yön, yeni bir kanun yürürlüğe girdiğinde veya yeni bir olanak getirildiğinde, geçiş hükümlerinin ne derece önemli olduğunu göstermektedir.
Đncelenen konulardan ilki 5510 sayılı Kanunun geçmiş olaylara
uygulanıp uygulanamayacağı ile ilgilidir. Kararda kanunların geriye yürümesi
konusunda çok ayrıntılı ve isabetli ifadelere yer verilmiş, bunun aslında
kazanılmış hakların korunması ile ilgili bulunduğu belirtilmiştir.
Ancak buna girmeden önce; esasen 5510 sayılı Kanunda, yürürlük
tarihinden önce doğum yapmış olanların da bu borçlanma olanağından
yararlanabileceklerine ilişkin bir pozitif dayanak bulunduğu iddia edilebilir.
Şöyle ki; Kanunun 5754 sayılı Kanunla değişik geçici md7/IV. fıkrasında
“Aylıkların hesaplanmasında 41 inci maddeye … göre yapılan borçlanmaların bu Kanunun yürürlüğe girdiği tarihten önceki sürelere ait kazançları, bu Kanunla yürürlükten kaldırılan ilgili kanun hükümlerine göre
değerlendirilir. Ancak bu Kanunun 4 üncü maddesinin birinci fıkrasının
(a) bendi kapsamında bulunan sigortalılar için bu Kanunun yürürlük
tarihinden önceki dönemlere ait sürelerin bu Kanunun yürürlük
tarihinden sonra borçlanılması halinde de 41 inci madde ….. hükümleri
uygulanır.” Hükümde açık surette ve borçlanma türleri arasında hiçbir ayrım
yapılmaksızın 5510 sayılı Kanunun yürürlük tarihinden önceki dönemlere
ait sürelerin bu Kanunun yürürlük tarihinden sonra borçlanılmasından
söz edildiğine göre, bundan Kanunun yürürlüğünden önceki doğumlara ilişkin
sürelerin de borçlanılabileceği sonucu çıkmaktadır(aynı görüşte E. Özkaraca,
“Doğum Borçlanması” Karar Đncelemesi Legal ĐHSGHD, 2010, s.26, 517). Bu
hüküm pozitif dayanak olarak kabul edildiği takdirde, yeni bir kanun hükmünün geçmiş olaylara uygulanıp uygulanamayacağı tartışmasına da gerek
kalmayacaktır.
Anılan hükmün bu konuda pozitif bir dayanak oluşturmadığının kabul
edilmesi ihtimalinde dahi yine Yargıtay görüşünün isabetli olduğu kanısındayız. Gerçekten; kanunların geriye yürümeyeceği ve geçmişte meydana gelen
olaylara bir sonuç bağlayamayacağı yolunda genel bir kabul isabetli değildir.
Kanun sadece (hukuk güvenliğinin bir gereği olarak) kazanılmış hakları ihlal
edemez. Kararda geçmişte meydana gelen bir olaya geleceğe yönelik olarak
bir sonuç bağlanmakta ve “artık” doğuma bağlı belirli bir sürenin borçlanma
yoluyla değerlendirilmesine izin verilmektedir. Bu sonuca varmakla kimsenin
kazanılmış hakkı da ihla edilmiş olmamaktadır. Herhalde Kurumun kazanılmış
hakkından söz edilemeyeceği izahtan varestedir. Dairenin bu yorum şekliyle
doğumun belirli bir süreden önce veya sonra yapılması nedeniyle sigortalılar
arasında anlamsız bir farklılık yapılması da engellenmiş olmaktadır.
Öte yandan; bu ihtimalde Kanunun geriye yürümesi de söz konusu
değildir. Bu ihtimalde yeni hükmün geçmişte meydana gelen bir olay için
olanak getirmesinden söz edilebilir. Aynı durum örneğin askerlik borçlanması
için de geçerlidir. Sigortalı askerlik borçlanmasını askerlik yaptığı tarihte
yürürlükte olan kanuna göre değil, borçlanma yapacağı tarihte yürürlükte olan
hükme göre yapabilir. Veya örneğin askerlik borçlanması hükmü kaldırıldığında sigortalı askerlik yaptığı tarihte böyle bir olanağın bulunduğunu iddia
edemez. Bu ihtimallerde kanunun geriye yürüyüp yürümemesi tartışması söz
konusu değildir. Bu itibarla; Kanunun getirdiği doğuma dayalı borçlanma
olanağının, Kanunun yürürlük tarihinden önceki doğumlara da uygulanacağı
tereddütsüzdür. Nitekim SGK Başkanlığı’nın 2010/106 sayılı Genelgesinde de
5510 sayılı Kanundan önceki doğumların borçlanma yoluyla değerlendirilebileceği açık surette belirtilmiştir.
Kararda değinilen asıl önemli husus; kadın sigortalının doğum yaptığı
tarihte aktif sigortalı olmasının gerekip gerekmediğidir. Karara konu olayda
kadın sigortalı ilk kez 506 sayılı Kanun kapsamında 01.6.1982 tarihinde
zorunlu sigortalı olmuş, yani sigortalılık süresi başlamış ise de, doğum yaptığı
3.3.1987 ve 21.3.1988 tarihlerinde aktif sigortalı değildir. Esasen hükmün
lafzına bakıldığında, “… 4 üncü maddenin birinci fıkrasının (a) bendi
kapsamındaki sigortalı kadın …” dan söz edilmesi sanki kadının doğum
tarihinde aktif sigorta ilişkisinin bulunması gerektiği gibi bir yoruma da müsait
gibi gözükmekle birlikte, hükümde açıkça doğum tarihinde aktif sigortalı olma
zorunluluğu zikredilmediğinden, 10. Hukuk Dairesi de yorumu yaparken
isabetli olarak sigortalının lehine olan yorum tarzını benimsemiş ve sosyal
güvenliğin niteliğine vurgu yaparak “… sosyal güvenlik, sosyal hukuk devleti
tanımı içerisinde yer alan ve bu ilkeyi oluşturan temel kavramlardan birisidir.
Sosyal güvenlik alanında oluşturulacak tüm kuralların, özde, sosyal hukuk
devleti anlayışına uygun olması zorunludur. Sosyal güvenlik, insanlığın en
derin gereksiniminin bir sonucudur. Bu gereksinim, bireyin karşılaşacağı ve
yaşamı için tehlike oluşturan olaylara karşı bir güvence arayışının ürünüdür.
Tehlikeye ve yoksulluğa düşen birey için asgari bir güvence sağlamak, sosyal
güvenliğin varoluş koşulu, diğer bir ifadeyle, olmazsa olmazıdır. Önemli olan
yön, sosyal güvenlik kavramına, işlevsel olarak temel bir insanlık hakkı
görünümü yaratmaktır…” ifadesiyle isabetli bir sonuca varmıştır.
III) PRĐME ESAS KAZANÇ – ÖZEL SAĞLIK SĐGORTASI
PRĐMĐ
Yargıtay 10. Hukuk Dairesi’nin 29.1.2009 tarih ve 2007/16915 2009/738 sayılı kararı özel sağlık sigortasının prime esas kazanç kapsamında
olup olmadığı ve ayrıca bu ödemenin hukuki niteliğine ilişkindir.
Bilindiği gibi; özel sağlık sigortası priminin prime esas kazanç
niteliğinde olup olmadığı daha önceki kararlara da konu olmuştur (bak.
Ekmekçi, 2006 Yılı Kararlarının Değerlendirilmesi, 325 vd.; Caniklioğlu,
2007 Yılı Kararlarının Değerlendirilmesi, 323 vd).
Karara konu olayda davacı şirket sigortalılar için işverence yaptırılmış
özel sağlık sigortası primlerinin prim kesintisine tabi olduğu hususundaki
davalı Kurum uygulamasının haksızlığının tespiti ile ihtirazi kayıtla ödenen
Nisan 2005-Ocak 2006 arası toplam 5.041,31 TL’nin yasal faizi ile iadesi talep
etmiştir.
Yerel Mahkeme özel sağlık sigortası primlerinin ayni yardım niteliğinde bulunduğu ve işveren hissesine isabet eden kısmının tahsilinin mümkün
olduğu gerekçesiyle davanın kısmen kabulüne karar verilmiştir.
Yargıtay 10. Hukuk Dairesi; çok güçlü gerekçelerle, 4958 sayılı Kanun
ile değişik 506 sayılı Yasanın 77. maddesinde, “özel sağlık sigortası primi” ne
ilişkin bir düzenlemeye yer verilmediği, Anayasanın 56. maddesinin Devlete,
herkesin hayatını, beden ve ruh sağlığı içinde sürdürmesini sağlamak amacıyla
hizmet verme; bu görevini kamu ve özel kesimlerdeki sağlık ve sosyal kurumlarından yararlanarak yerine getirme; sağlık hizmetlerinin yaygın bir şekilde
yerine getirilmesi için genel sağlık sigortası oluşturma görevi yüklediği, 5510
sayılı Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası Kanununun 1. maddesinde
Yasanın amacının “…sağlık sigortası bakımından kişileri güvence altına
almak…” olarak açıklandığı, özel sağlık sigortasında ise, genel ve özel şartlar
çerçevesinde sigortalının, sigorta süresi içinde gerek çalışma hayatında, gerekse
özel yaşamında oluşabilecek kaza ve hastalık durumunda doktora muayene
olması, tanı veya tedavi için hastaneye yatırılması ve cerrahi müdahale dahil
her türlü tedavi olanağı sağlanarak, tedavileri için gerekli masraflar ile varsa
gündelik tazminatları poliçede yazılı meblağlara kadar güvence altına alındığı
ve yurtiçinde ya da yurtdışında, tercih edilecek doktor veya sağlık Kurumundan
hizmet alma serbestisi bulunabildiği, sigorta ettiren ile sigortalının aynı kişi
olması zorunluluğu bulunmadığı, bazı durumlarda sigorta ettirenin kendi
menfaatini değil de, bir başkasının (somut ilişkide olduğu gibi işyeri sigortalısının/çalışanının) menfaatini sigorta ettirmiş olmasının mümkün olduğu, ödenen
primin riziko bedeli primi olup, tasarruf unsuru bu sigortada mevcut olmadığı
için primde de bu unsurun bulunmadığı, bu şekilde yapılan sözleşmelerde
(sigorta akdinden doğan borç ve yükümlülükler kapsamında) prim ödeme
yükümlülüğünün de sigorta ettiren işverene ait bulunduğu, özel sağlık sigortasından amaçlananın ise, (Sosyal Güvenlik Kurumunca sağlanan sağlık yardımlarına ek olarak) sigortalılara özel sağlık kuruluşlarından da sağlık desteği
temini olduğu, işveren tarafından özel sağlık kuruluşlarından, poliçe kapsamında yararlanabilmek amacıyla yaptırılan özel sağlık sigortasına ilişkin
primlerin sigortalının (ücret) geliri kapsamında değerlendirilmesinin, özel sağlık sigortasının sağlık hizmeti biçimindeki (ayni) niteliği dikkate alındığında da
doğru bulunmadığı, kaldı ki, özel sağlık sigortası primleri karşılığında teminat
altına alınan sağlık yardımları nedeniyle oluşan ve özel sigorta şirketlerince
karşılanan giderlerin Sosyal Güvenlik Kurumu yönünden “karşılanmayan sigorta riski” nedeniyle gider azaltıcı nitelikte olduğu, aksine düşüncenin
Devletin özel sağlık sigortasının yaygınlaştırılması konusundaki politikasıyla
da uyumlu bulunmadığı, nitekim, 193 sayılı Gelir Vergisi Kanununun 63/3.
maddesi ile “Ücretin safi değeri” nin; “Sigortanın veya emeklilik sözleşmesinin
Türkiye’de kain ve merkezi Türkiye’de bulunan bir sigorta veya emeklilik
şirketi nezdinde akdedilmiş olması şartıyla; ücretlinin şahsına, eşine ve küçük
çocuklarına ait hayat, ölüm, kaza, hastalık, sakatlık, işsizlik, analık, doğum ve
tahsil gibi şahıs sigorta poliçeleri için hizmet erbabı tarafından ödenen primler
ile bireysel emeklilik sistemine ödenen katkı payları…” indirildikten sonra
kalan miktar olduğunun belirtildiği, bu ve benzeri diğer düzenlemeler ile prim
veya katkı payları nedeniyle vergi matrahından indirimler sağlanmasına karşın,
sigorta primine esas matrahın belirlenmesinde farklı bir uygulamaya gidilmesinin çelişki yarattığı, bu nedenle yerel mahkemenin, özel sağlık sigortası
primlerinin sigorta prim matrahına dahil edilmemesi yönündeki kabulünün
isabetli olduğu sonucuna varılmıştır.
Öncelikle belirtelim ki; 10. Hukuk Dairesi yerel mahkeme kararını
isabetli bularak formül şekilde onamamış, bunun yerine oldukça ayrıntılı
gerekçelerle onama yolunu tercih etmiştir.
Kararda birkaç nokta dikkat çekmektedir. Bilindiği üzere davanın
ilişkin bulunduğu 506 sayılı Kanunda özel sağlık sigortasının prim kesintisine
tabi olup olmadığı yönünde açık bir hüküm bulunmamakta idi. 506 sayılı
Kanunun 77. maddesinde ayni yardımların prim kesintisine tabi olmadığı
düzenlenmiş ve ayrıca maddede 4958 sayılı Kanunla 2003 yılında yapılan
değişiklikle maddede sayılan ödemeler dışında her türlü ödemenin prim
kesintisine tabi olduğu yolunda düzenleme yapılmıştı (Bak. Tuncay/ Ekmekçi,
190). 5510 sayılı Kanunda ise (md.80), özel sağlık sigortası primlerinin ve
bireysel emeklilik sistemine ödenen katkı paylarının sadece belirli bir kısmı
muaf tutulmuş, ayni yardımlar ise prim kesintisinden tamamen muaf tutulmakla
birlikte, ayni yardım yerine geçmek üzere parasının verilmesi halinde bu
ödemelerin prim kesintisinden muaf olmadığı düzenlenmiştir. Dava 506 sayılı
Kanun dönemine ilişkindir. Yüksek Mahkeme son derece isabetli bu
kararıyla; 4958 sayılı Kanunla yapılan değişiklikle, ayni yardım yerine geçmek
üzere parasının verilmesi halinde bunun prim kesintisine tabi olacağı yolundaki
hükmün, özel sağlık sigortasına ödenen primlerin prime esas kazanç sayılması
için yetmediğini ifade etmek istemiştir
Ancak 5510 sayılı Kanunun 80. maddesinde artık, özel sağlık sigortası
primlerinin kısmen prim kesintisine tabi olduğu açık olarak düzenlenmiştir.
Ancak Daire’nin özel sağlık sigortasının ayni yardım niteliğine, özel sigorta
şirketlerince karşılanan giderlerin Sosyal Güvenlik Kurumu yönünden
“karşılan-mayan sigorta riski” nedeniyle gider azaltıcı nitelikte olduğuna,
aksine düşüncenin Devletin özel sağlık sigortasının yaygınlaştırılması konusundaki politikasıyla da uyumlu olmayacağını ön plana alan gerekçelerinden sanki
5510 sayılı Kanun döneminde de özel sağlık sigortası primlerinin prim kesintisine tabi bulunmadığı yolunda kararlar verebileceği gibi bir kanı uyanmaktadır. Ancak Kanunda kesinti yapılacağı açık olarak düzenlenmiştir. Eğer Yüksek
Mahkeme buna rağmen özel sağlık sigortası primlerini ayni yardım niteliğinde
görür ise, ayni yardımların yerine geçmek üzere para verilmesi halinde bunun
prim kesintisine tabi olacağı yolunda hükme bir aykırılık da söz konusu olmayacaktır. Zira bu ihtimalde sigortalının cebine herhangi bir para girmemekte,
sigortalı özel sigorta şirketinin sağlık yardımından ayni olarak yararlanmaktadır.
Kararda bir gerekçe olarak 193 sayılı Gelir Vergisi Kanunu’nun
md.63/3. bendinin zikredilmiştir. Gerçekten; kararda, “…nitekim…” denilerek
Gelir Vergisi Kanunu’nun “ücretin safi değeri” başlıklı md.63/3. bendinin
zikredilmesi isabetli olmamıştır. Yüksek Mahkemeye göre, anılan hükümde
prim ve katkı payları nedeniyle vergi matrahından indirim yapılmasına karşın,
sigorta primine esas matrahın belirlenmesinde farklı bir uygulamaya gidil-
mesinin bir çelişki yarattığı ifade edilmiştir. Kanımca bu isabetli bir dayanak
olmamıştır.
Herşeyden önce; vergi kesintine esas matrah ile prim kesintisine esas
matrahın aynı olması zorunlu değildir. Kanun koyucu pekala bunların farklı
değerlendirilmesini tercih etmiş olabilir. Bunda eşitliğe aykırı bir yön bulunmamaktadır. Öte yandan, daha da önemlisi, vergi kesintine esas matrah ile prim
kesintisine esas matrahın aynı konuma getirilmesi söz konusu olduğunda, bu
durum daima sigorta primleri aleyhine sonuç doğuracaktır. Zira prime esas
kazançta tavan olmasına rağmen, vergiye esas kazançta böyle bir tavan
sınırlaması yoktur. Ayrıca Gelir Vergisi Kanunu’nda hizmet erbabına verilen
ayınlar vergi kesintisine tabi iken, ayni yardımlar prim kesintisine tabi değildir.
Bu bakımdan, Gelir Vergisi Kanunu’nun anılan hükmünün özel sağlık sigortası
primlerinin kazanç matrahına dahil olmadığı konusunda bir dayanak yapılması
isabetli olmamıştır.
IV) SOSYAL SĐGORTALARDA 6183 SAYILI KANUN
UYGULAMASI
6183 sayılı Amme Alacaklarının Tahsil Usulü Hakkında Kanunun sosyal sigortalar bakımından önemli bir uygulama alanı bulunmaktadır. Nitekim
506 sayılı Kanunun ilk şekline göre Kurumun prim alacaklarını takip ve tahsili
2004 sayılı Đcra ve Đflas Kanunu hükümlerine göre yapılmakta iken, 8.12.1993
tarihinde yürürlüğe giren 3917 sayılı Kanunun 1. maddesiyle yapılan değişiklikle, Kurumun süresinde ödenmeyen prim ve diğer alacaklarının tahsilinde
6183 sayılı Amme Alacaklarının Tahsil Usulü Hakkında Kanun (ilk başta
md.51 hariç denilmiş daha sonra başka maddeler de eklenmiştir) hükümlerinin
uygulanacağı kabul edilmiştir. 5510 sayılı Kanunun 88. maddesinde de; Kurumun süresinde ödenmeyen prim ve diğer alacaklarının tahsilinde 6183 sayılı
Kanun (md. 51, 102 ve 106 hariç) uygulanması kabul edilmiştir. Bu nedenle
sosyal sigorta uygulamasında 6183 sayılı Kanunun önemli bir yeri bulunmaktadır.
1) Zamanaşımı
Yukarıda belirtildiği üzere 5510 sayılı Kanun bakımından uygulanmaması öngörülen hükümlerden biri de 6183 sayılı Kanunun zamanaşımını
düzenleyen 102. maddesidir. Bu bakımdan Kurum alacakları BK md.125 uyarınca 10 yıllık zamanaşımı süresine tabidir.
Yargıtay 10. Hukuk Dairesi’nin 25.5.2009 – 2008/5016 – 2009/9093
sayılı kararında bu husus vurgulanmış ve zamanaşımının başlangıcı, kesilmesi
ve durması konusunda da BK 132 ve devamı maddelerinin uygulanması
gerektiği ifade edilmiştir.
Kararda zamanaşımının başlangıcı konusunda da Borçlar Kanunu
hükümlerinin uygulanacağı belirtilmekle birlikte, burada zamanaşımının başlangıcı konusunda özel bir düzenleme getiren 5510 sayılı Kanunun 5754 sayılı
Kanunla değişik md.93/II. fıkrasını zikretmek gerekir. Anılan hükme göre;
Kurumun prim ve diğer alacakları ödeme süresinin dolduğu tarihi takip eden
takvim yılı başından itibaren on yıllık zamanaşımı süresine tabidir. Ayrıca bazı
haller bakımından zamanaşımının başlangıcı konusunda son derece önemli bir
değişiklik yapılmıştır. Anılan hükme göre; Kurumun prim ve diğer alacakları
mahkeme kararı sonucunda doğmuş ise mahkeme kararının kesinleşme tarihinden, kurumun denetim ve kontrolle görevli memurlarınca yapılan tespitlerden
doğmuş ise rapor tarihinden, kamu idarelerinin denetim elemanlarınca kendi
mevzuatları gereğince yapacakları soruşturma, denetim ve incelemelerden
doğmuş ise bunların sonuçlarının Kuruma intikal ettiği tarihten itibaren veya
bankalar, döner sermayeli kuruluşlar, kamu idareleri ile kanunla kurulmuş kurum ve kuruluşlardan alınan bilgi ve belgelerden doğmuş ise bilgi ve belgelerin
Kuruma intikal ettiği tarihten itibaren on yıl olarak uygulanır. Kanunun
zamanaşımının başlangıcına ilişkin bu hükmü yenidir ve son derece isabetlidir(Bak. Tuncay/Ekmekçi, 177). Yani zamanaşımının başlangıcı konusunda,
5510 sayılı Kanunun yürürlüğünden sonra muaccel olan Kurum alacaklarında
BK hükmü değil, özel bir düzenleme olan md.93/II hükmü uygulanacaktır.
Ancak bilindiği gibi, primlerin takip ve tahsilinde uygulanmayacak
hükümler arasında zamanaşımına ilişkin hükmün zikredilmediği ve bu nedenle
6183 sayılı Kanundaki beş yıllık zamanaşımı süresinin uygulandığı dönem de
olmuştur. Yüksek Mahkeme 2009 yılında da Kurum alacağının muaccel olduğu
tarihte hangi zamanaşımı süresi yürürlükte ise söz konusu alacağı o zamanaşımı süresinin uygulanacağı, daha sonra meydana gelen değişikliklerin zamanaşımı süresini değiştirmeyeceği yolundaki kararlarını sürdürmüştür. Kısaca
değinmek gerekirse; 506 sayılı Kanunda değişiklik yapan 3917 sayılı Kanunun
yürürlüğe girdiği 8.12.1993 tarihinden önceki dönemle 5198 sayılı Kanunun
yürürlüğe girdiği 6.7.2004 tarihinden sonraki dönemde doğmuş Kurum
alacakları 10 yıllık, aradaki dönemdeki Kurum alacakları ise beş yıllık zamanaşımına tabidir.
Karara konu olayda iptali istenen ödeme emrine konu Kurum alacağı,
zamanaşımı konusunda 6183 sayılı Kanundaki 5 yıllık sürenin uygulandığı
döneme ilişkindir ve zamanaşımı süresinin başlangıcı da alacağın vadesinin
rastladığı takvim yılını izleyen yılın başı olarak öngörülmüştür. Bunun gibi 10.
Hukuk Dairesi’nin 19.1.2009 – 2007/13934 – 2009/52 (YKD Eylül 2009, 1708
– 1711) sayılı kararında da Kurum alacağının ödenmesi gerektiği tarihte hangi
zamanaşımı süresine tabi ise o sürenin uygulanacağı vurgulanmıştır.
Yüksek Mahkeme aynı kararda 506 sayılı Kanunda olduğu gibi, 5510
sayılı Kanunda da yer verilen gecikme zammının niteliğine de değinmiştir.
Dairenin isabetli ifadesine göre; gecikme zammı borcun zamanında ödenmemesi halinde Kurumca talep edilecek kamu hukuku karakterli bir para alacağı
için öngörülen nitelikli temerrüt faizidir ve BK md. 104/son fıkrasında yer alan,
geçmiş günler faizinin tediyesinde temerrüt sebebiyle faiz işletilemeyeceği
ilkesi uyarınca, md. 80’de öngörülen gecikme zammına faiz işletilemez.
2) Prim Borcundan Sorumlu Tutulanlar
Gerek 506 sayılı Kanunda gerekse 5510 sayılı Kanunda üst düzey
yöneticilerin prim borcundan sorumluluğuna ilişkin hükümlere yer verilmiştir.
Nitekim 506 sayılı Kanunun md.80/XII. fıkrasına göre; “Sigorta primlerini
haklı sebepleri olmaksızın, birinci fıkrada belirtilen süre içerisinde tahakkuk ve tediye etmeyen kamu kurum ve kuruluşlarının tahakkuk ve tediye
ile görevli kamu görevliler, mesul muhasip, sayman ile tüzel kişiliği haiz
diğer işverenlerin üst düzeydeki yönetici veya yetkilileri Kuruma karşı,
işverenleri ile birlikte müşterek ve müteselsilen sorumludur.” hükmü yer
almakta iken, 5510 sayılı Kanunun md.88/XX. fıkrasında, “Kurumun sigorta
primleri ve diğer alacakları haklı bir sebep olmaksızın, bu Kanunda belirtilen sürelerde ödenmez ise kamu idarelerinin tahakkuk ve tediye ile görevli kamu görevlileri, tüzel kişiliği haiz diğer işverenlerin şirket yönetim
kurulu üyeleri de dahil olmak üzere üst düzeydeki yönetici veya yetkilileri
ile kanuni temsilcileri Kuruma karşı işverenleri ile birlikte müştereken ve
müteselsilen sorumludur.” ifadesine yer verilmiştir. Her iki hüküm karşılaştırıldığında; 5510 sayılı Kanun sorumluluk konusunda şirket yönetim kurulu
üyelerini açık surette saydığı gibi, kanuni temsilcilerin sorumluluğuna da yer
verilmiştir.
Daha önce sadece 6183 sayılı Kanunda yer verilen kanuni temsilci
kavramına 5510 sayılı Kanunda açıkça yer verildiği için, bunların kimler
olduğunun belirlenmesi daha da önem kazanmıştır. Bilindiği üzere tüzel kişilerin mükellef veya vergi sorumlusu olmaları halinde, bunlara düşen ödevler
kanuni temsilcileri tarafından yerine getirilir. Tüzel kişilerin kanuni temsilcileri
ise, türüne göre, müdürler ile yönetim kurullarıdır. Nitekim anonim şirketler
yönetim kurulları tarafından (TTK md.317), kooperatifler yönetim kurulları
tarafından (TTK md.489), komandit şirketler komandite ortak tarafından (TTK
md.481), limited şirketler müdürleri tarafından (TTK md.540 – 541), dernekler
yönetim kurulları tarafından (MK md.85) ve vakıflar mütevellileri tarafından
temsil olunurlar.
TTK md. 540 hükmüne göre; limited şirketlerde aksi kararlaştırılmış
olmadıkça, ortaklar hep birlikte müdür sıfatıyla şirket işlerini idareye ve şirket
işlerini temsile yetkili ve zorunludurlar. Böyle bir durumda bunların hepsi kanuni temsilci sıfatına sahiptir ve prim alacağının (ortaklık paylarıyla orantılı
olarak değil) tamamından birlikte sorumludurlar. Ancak şirket işlerini temsil ve
idare konusunda yetki verilmiş bur ortak bulunması halinde,bu kişi kanuni temsilci olarak (aşağıda değinileceği üzere şirketten tamamen veya kısmen tahsil
edilemeyen veya edilemeyeceği anlaşılan) prim alacağından sorumlu olacaktır.
Öte yandan; prim alacağı bir kamu alacağı niteliğinde olduğu için 6183
sayılı Amme Alacaklarının Tahsil Usulü Hakkında Kanunu’nun 35 ve
mükerrer 35. maddeleri de uygulama olanağına sahip olabilir. Bunlardan 6183
sayılı Kanunun 4.6.2008 tarih ve 5766 sayılı Kanunla değişik 35. maddesinin
birinci fıkrasına göre; “Limited şirket ortakları, şirketten tamamen veya
kısmen tahsil edilemeyen veya tahsil edilemeyeceği anlaşılan amme alacağından sermaye hisseleri oranında doğrudan doğruya sorumlu olurlar ve
bu Kanun hükümleri gereğince takibe tabi tutulurlar. Ortağın şirketteki
sermaye payını devretmesi halinde, payı devreden ve devralan şahıslar
amme alacağının ödenmesinden birinci fıkra hükmüne göre müteselsilen
sorumlu tutulur. Amme alacağının doğduğu ve ödenmesi gereken zamanlarda pay sahiplerinin farklı şahıslar olmaları halinde bu şahıslar, amme
alacağının ödenmesinden birinci fıkra hükmüne göre müteselsilen sorumlu
tutulur.” Tahsil edilemeyen ve tahsil edilemeyen prim alacağının ne anlama
geldiği de Kanunda açıklanmıştır.
Yine 6183 sayılı Kanunun mükerrer 35. maddesinin birinci fıkrasına
göre; “Tüzel kişilerle küçüklerin ve kısıtlıların, vakıflar ve cemaatler gibi
tüzel kişiliği olmayan teşekküllerin mal varlığından tamamen veya kısmen
tahsil edilemeyen veya tahsil edilemeyeceği anlaşılan amme alacakları,
kanunî temsilcilerin ve tüzel kişiliği olmayan teşekkülü idare edenlerin
şahsi mal varlıklarından bu Kanun hükümlerine göre tahsil edilir.” Ayrıca
5766 sayılı Kanunla mükerrer 35. maddeye eklenen fıkraya göre; “Amme
alacağının doğduğu ve ödenmesi gerektiği zamanlarda kanuni temsilci
veya teşekkülü idare edenlerin farklı şahıslar olmaları halinde bu şahıslar,
amme alacağının ödenmesinden müteselsilen sorumlu tutulur.”
Ayrıca 5766 sayılı Kanunun geçici 1. maddesinde, bu değişikliklerin ve
eklenen hükümlerin yürürlük tarihi itibariyle tahsil edilmemiş bulunan amme
alacakları hakkında da uygulanacağı hükme bağlanmıştır.
506 sayılı Kanunda üst düzey yöneticiler için bu sorumluluk hükmü
14.5.1985 tarih ve 3203 sayılı Kanunla getirilmiş olup, bu hükmün maddeye
konulmasının amacı, tüzel kişiliğin yönetim ve idaresinde söz sahibi iken, bu
gücünü ve yetkisini kullanmayarak Kuruma prim borcunu süresinde ödemeyen
kişilerin müteselsilen sorumlu tutulması ve böylece Kurumun prim tahsilatının
süresinde yapılmasının sağlanmasıdır. Bu itibarla 5510 sayılı Kanundaki
hükmün amacı da, prim alacağının her ne pahasına olursa olsun tahsili için tüm
üst düzey yöneticilerin ve kanuni temsilcilerin sorumluluk kurallarına aykırı
olarak prim borcundan sorumlu tutulması değil, primlerin tahakkuku ve
ödenmesi konusunda görev ve yetkisi bulunmasına rağmen bunu yerine
getirmeyen, yani ödememe olgusu ile illiyet bağı içerisinde olan kişilerin
sorumlu tutulmasıdır. Yani buradaki sorumluluk salt bir mevkinin işgaline
dayanan bir sorumluluk değildir (Tuncay/Ekmekçi, 173). Bu itibarla örneğin
salt yönetim kurulu üyesi olmak veya birinci derece imza yetkisine sahip olmak
bu tür sorumluluk için yeterli olmamak gerekir.
3) Sosyal Sigortalar Mevzuatı 6183 Sayılı Kanun Arasında Öncelik
Đlişkisi
Üst düzey yöneticilerin sorumluluğuna ilişkin olarak hem 5510 sayılı
Kanunda hem de 6183 sayılı Kanunda hüküm bulunduğu için, somut olayda
bunlardan hangisinin uygulanacağı sorunu ortaya çıkmaktadır. Ayrıca bir kişi
hem üst düzey yönetici hem de ortak sıfatıyla sorumlu olabildiği için, hangi
sıfatla sorumluluğun önceliğe sahip olacağı da önemli bir sorun olarak ortaya
çıkmaktadır. Öte yandan; her iki kanun arasındaki çelişki haczi kabil gelirler
bakımından da tartışma konusu olabilmektedir.
Bunlardan Yargıtay 10. Hukuk Dairesi’nin 23.11.2009 – 2008/13720 –
2009/17763 sayılı kararına konu olayda, limited şirketin ödenmeyen prim
borçları nedeniyle şirket ortağı ve yetkilisi olan davacının Bağ-Kur’dan aldığı
yaşlılık aylığına haciz konulmuştur.
Haczin kaldırılması talebi yerel mahkemece reddedilmiş ise de, Yüksek
Mahkeme isabetli olarak 1479 sayılı Kanunun 6183 sayılı Kanuna göre uygulama önceliğine sahip bulunduğu sonucuna varmıştır. Karara göre; 6183 sayılı
Kanunun 71. maddesinde, aylıklar, ödenekler, her çeşit ücretler, intifa hakları
ve hasılatı, ilama bağlı olmayan nafakalar, emeklilik aylıkları, sigorta ve emekli sandıklarınca bağlanan gelirlerin kısmen haczedilebileceği belirtilmiş ise de,
1479 sayılı Kanunun md.67/I. fıkrası, “Bu Kanun gereğince bağlanacak aylıklar, nafaka borçları dışında haciz veya başkasına devir ve temlik edilemez.”
hükmünü içerdiğinden, bu düzenleme hüküm öncelikle uygulanma olanağına
sahiptir.
Kanımca burada 6183 sayılı Kanundaki hükmün kamu alacağına ilişkin
özel bir hüküm olduğu da iddia edilemez. Çünkü 1479 sayılı Kanunun anılan
hükmünde kamu alacağı hariç tutulmadığı gibi, nafaka borçları zikredilerek,
hangi borçların haciz yasağına tabi olmadığı açık surette düzenlenmiştir.
Bu itibarla Yüksek Mahkemenin kararı son derece isabetlidir.
Yine her iki kanun arasındaki ilişkiyi konu alan Yargıtay 10. Hukuk
Dairesi’nin 19.12.2009 - 2008/14414 - 2009/18359 sayılı karara konu olayda
Kurum davacıya limited şirketin sahibi ve üst düzey yetkilisi sıfatıyla ödeme
emri göndermiş ve davacı, hissedarı olduğu limited şirketin prim borcu
nedeniyle davalı Kurum tarafından aleyhine başlatılan icra takibi ile yapılan
işlemlerin iptalini, bunun mümkün olmaması halinde şirket borcundan hissesi
oranında sorumlu olabileceğinin tespitini istemiştir.
Davacının hem üst düzey yönetici hem de ortak olması durumunda
6183 sayılı Kanunun md.35, mük. Md. 35 ve 506 sayılı Kanunun md.80/12.
fıkrasının (5510 sayılı Kanunun md.80/20) çakışması durumu ortaya çıkmaktadır. Zira limited şirket ortağının sorumluluğu 6183 sayılı Kanunun 35. maddesinde, üst düzey yöneticinin sorumluluğu ise hem 6183 sayılı Kanunun mükerrer 35. maddesinde hem de sosyal sigorta mevzuatında düzenlenmiştir ve
ortak sıfatıyla sorumluluğun koşulları ile üst düzey yönetici sıfatıyla sorumluluğun koşulları farklıdır. Gerçekten; ortak sıfatıyla sorumlulukta sermaye
hissesi oranında sorumluluk söz konusu iken, 506 sayılı Kanunda böyle bir
sınırlama öngörülmemiştir.
Yüksek Mahkeme isabetli olarak amme alacakların tahsilinde kanuni
temsilcinin sorumluluğuna ilişkin 6183 sayılı Kanun’un mükerrer 35. maddesindeki düzenlenmenin genel bir düzenleme olduğu, prim alacaklarına ilişkin
olarak 506 sayılı Kanunun 80. maddesi ile özel nitelikte yasal bir düzenleme
getirildiği, davacının, borçların ilişkin olduğu dönemlerde, şirketin ortağı olmakla birlikte aynı zamanda şirketi temsil ve ilzama yetkili üst düzey yönetici
olduğunun saptanması halinde, temsil ve ilzama yetkili dönemde şirketin borçlarından işveren şirket ile birlikte müştereken ve müteselsilen sorumlu olacağı
sonucuna varmıştır.
Karar isabetlidir. Çünkü 6183 sayılı Kanundaki hüküm tüm kamu alacaklarına ilişkin iken, 506 sayılı Kanundaki hüküm prim borçlarından sorumluluğa ilişkin özel bir hüküm niteliğindedir (aynı görüşte Z. Ayan, Anonim
Şirket Yönetim Kurulu Üyelerinin Şirketin Sosyal Sigorta Borçların-dan
Sorumluluğu, Çankaya’ya Armağan, Ankara 2010, 406). Bu bakımdan davacının sorumluluğunun öncelikle üst düzey yönetici niteliğine göre belirlenmesi,
bu niteliğine göre sorumluluğuna gidilemediği takdirde, bu kez 6183 sayılı
Kanuna göre ortak sıfatıyla sorumluluğunun incelenmesi gerekir. Ortak
sıfatıyla sorumlulukta 6183 sayılı Kanunun 35. maddesinde yer alan “şirketten
tahsil imkanı bulunmayan” ibaresi 2008 tarih ve 5766 sayılı Kanunla “şirketten
tamamen veya kısmen tahsil edilemeyen veya tahsil edilemeyeceği anlaşılan”
şeklinde değiştirilmiş ve 5766 sayılı Kanunun geçici 1. maddesinde de bu
değişikliklerin, yürürlüğe girdiği tarih itibariyle tahsil edilmemiş bulunan
amme alacakları hakkında da uygulanacağı hükme bağlanmıştır.
Bunun gibi Yüksek Mahkeme 3.2.2009– 2007/19827 – 2009/896 sayılı
kararında da, şirket ortağı ve üst düzey yönetici konumunda bulunan davacının
prim borçlarından sorumluluğunun 506 sayılı Kanuna göre belirleneceği ve
sorumluluk için 6183 mük. 35. maddede yer verilen öncelikle tüzel kişiye
başvurma zorunluluğunun uygulanmayacağı sonucuna varmıştır.
Öte yandan Yüksek Mahkeme 506 sayılı Kanundaki hükmün uygulama
önceliği bulunduğunu kabul ettiğine göre, bunun sonucu, prim borçlarından
üstü düzey yönetici sıfatıyla sorumluluğun bulunup bulunmadığı konusunda
artık tüm kamu alacaklarından üst düzey yöneticilerin sorumluluğuna ilişkin
6183 mük. 35. maddesinin uygulanamayacağıdır. 506 sayılı Kanunun 6183
sayılı Kanuna göre özel hüküm olmasının anlamı budur.
Ne var ki, Yargıtay 10. Hukuk Dairesi’nin 3.11.2009 – 2009/8791 –
2009/16731 sayılı kararına konu olayda, davacının ortağı olduğu ve bir dönem
yönetim kurulu üyeliğini sürdürdüğü şirkete ait prim borçlarının takibine
yönelik dosya üzerinden tebliği edilen ödeme emrinin iptali ve borçlu olmadığının tespitine ilişkin uyuşmazlıkta Daire, önce isabetli olarak, Davacının,
506 sayılı Yasanın 80. maddesi uyarınca prim borçlarından sorumlu tutulabilmesi için, yönetim kurulu üyesi konumunda bulunması yeterli olmayıp;
Kurum alacağının ödenmesi gereken dönemde, üst düzey yönetici sıfatıyla
işveren Anonim Şirketi temsil ve ilzama yetkisinin de bulunmasının gerektiği,
davada bu dönemde anılan yetki, Türk Ticaret Kanunu’nun 319. maddesine
uygun Şirket Ana Sözleşmesinin 15. maddesi uyarınca, başka bir yönetim
kurulu üyesine verildiği için, 506 sayılı Kanunun 80.maddesi uyarınca sorumlu
tutulmasına olanak bulunmadığı sonucuna varmıştır.
Aslında incelemenin bu noktada sona ermesi gerekirdi. Ancak Yüksek
Mahkeme, davacı 506 sayılı Kanunun 80. maddesine göre sorumlu olmadığına
göre, bu kez 6183 sayılı Kanundaki üst düzey yöneticilerin sorumluluğunu
düzenleyen mükerrer madde 35’e göre inceleme yapılması gerektiği sonucuna
varmıştır.
Bu sonucun isabetli olmadığı görüşündeyiz. Zira 506 sayılı Kanun özel
nitelikte bir hüküm içermektedir ve bu hükme göre üst düzey yönetici niteliğiyle sorumluluk tespit edilemediği takdirde, bu kez 6183 sayılı Kanuna
gidilebilmesi mümkün olmamak gerekir. 506 sayılı Kanuna göre üst düzey yönetici sıfatıyla sorumluluk tespit edilemedikten sonra, yine üst düzey yöneticilerin kamu alacağından sorumluluğunu düzenleyen 6183 sayılı Kanuna
gidilmesi, 506 sayılı Kanunun 6183 sayılı Kanuna göre uygulama önceliğine
sahip olması esasına aykırıdır.
Bir başka kararda da (2.4.2009 – 2008/899 – 2009/6180) Yüksek Mahkeme tam aksine, önce 6183 sayılı Kanun mük. 35. maddeye göre inceleme
yapılmış ve bu maddeye göre sorumluluğu bulunmadığı tespit edildikten sonra
bu kez 506 sayılı Kanun md. 80’e göre sorumluluğuna gidilmiştir.
Karara konu olayda; davacı, işveren Anonim Şirketin üst düzey
yöneticisi olduğu iddiasıyla 2002 Haziran ile 2003 Haziran arasındaki dönemde
sigorta ve işsizlik prim borcunun tahsiline ilişkin icra takibinde gönderilen
ödeme emrinin iptalini istemiştir. Yerel Mahkemece, asıl borçlu şirket hakkında gerekli tespit ve takibin yapılmadığı, dolayısıyla kamu alacağının davacıya müracaat şartının oluşmadığı, bu nedenle de davacıya gönderilen ödeme
emrinin iptaline karar verilmesi gerektiği gerekçesi ile davanın kabulüne karar
verilmiştir.
Yüksek Mahkeme; 6183 sayılı Kanunun mükerrer 35. maddesinde üst
düzey yöneticinin sorumluluğunun kamu alacağının tüzel kişiliğin mal
varlığından tamamen veya kısmen tahsil edilememesi veya tahsil edilemeyece-
ğinin anlaşılmış olması şartına bağlı olduğu, dava konusu olayda asıl borçlu
Anonim Şirkete karşı takibe geçilmiş ise de; tebligat yapılamadığı ve bunun
üzerine şirketin üst düzey yöneticisi ve yetkilisi olan bu nedenle de aynı
zamanda kanuni temsilci sayılan davacıya karşı takip başlatıldığı, 6183 mük.
md. 35’in uygulanabilmesi için tüzel kişinin mal varlığından Kurum alacağının
tamamen veya kısmen tahsil edilememesi veya tahsil edilemeyeceğinin
anlaşılmış olmasının gerektiği, olayda şirketin aciz halinde olduğunun davalı
yanca belgelenmemesi ve ticaret sicilindeki adresleri de araştırılarak usulüne
uygun biçimde icra takibine girişilmemesi nedeniyle mükerrer 35. maddenin
şartlarının oluşmadığı, ancak üst düzey yönetici olan davacının 506 sayılı
Kanunun 80. maddesine dayalı doğrudan sorumluluğunun bulunduğu ve şirketten tahsil edilememe koşulu aranmaksızın, davacının prim borçlarından
sorumlu tutulması gerektiği sonucuna varmıştır.
Yani kararda önce mük. 35. maddeye göre inceleme yapılmış, bu
maddenin koşulları oluşmadığı için 506 sayılı Kanuna gidilmiştir. Kanımca 506
sayılı Kanunda prim borçlarından sorumluluğa ilişkin özel hüküm bulunduğundan, artık 6183 sayılı Kanundaki koşulların oluşup oluşmadığının incelenmesine gerek bulunmamaktadır.
Yargıtay 10. Hukuk Dairesi’nin 10.2.2009 - 2007/22355 - 2009/1332
sayılı kararına konu olayda, limited şirket ortağı olan davacılardan biri aynı
zamanda şirket müdürü olarak görev yapmıştır. Diğeri davacı ise sadece ortak
durumundadır. Her ikisi de şirketteki hisselerini 2.5.2003 tarihinde
devretmiştir. Borç devirden önceki döneme ilişkindir.
Yüksek Mahkeme isabetli olarak müdür olan ortağın sorumluluğunun
506 sayılı Kanuna göre değerlendirileceği, sadece ortak olan davacının
sorumluluğunun ise 6183 sayılı Kanunun 35. maddesine göre değerlendirilmesi
gerektiği sonucuna varmıştır.
4) Üst Düzey Yöneticilerin Sorumluluğu
Prim borcundan belirli koşullar altında, üst düzey yönetici olarak
adlandırılan kişiler de sorumlu tutulmuştur.
Yargıtay’ın 506 sayılı Kanun dönemindeki istikrarlı kararları üst düzey
yöneticinin Kuruma olan borçlardan sorumlu tutulabilmesi için, ilgili kurum ya
da tüzel kişinin mali işlerini yürütme konusunda görev ve yetkisinin bulunması
gerekir. Öğretideki görüşler de esasen bu yöndedir (Tuncay/Ekmekçi, Sosyal
Güvenlik Hukukunun Esasları, 204; A.Güzel, Sosyal Sigortalar, Đş Hukuku ve
Sosyal Güvenlik Hukuku Türk Milli Komitesi Değerlendirme Semineri 1999,
Đstanbul 2000, 326). Şu halde, üst düzey yöneticinin prim borcundan sorumlu
tutulabilmesi için, örneğin; bir şirket veya kooperatifin genel müdürü gibi
bütünü sevk ve idare yetkisi bulunması veya sadece bir kısmını yöneten üst
düzey yönetici olmakla birlikte, mali işler müdürü, koordinatörü, mali işlerle
ilgisi bulunan yönetim kurulu üyesi gibi primlerin ödenmesinde görev ve
yetkisi bulunması gerekir(bak. Araslı, c.2, 1088; ayrıca R. Aslanköylü, Sosyal
Sigortalar Kanunu Yorumu, Ankara 2003, 814).
Konunun gelişimine kısaca değinmek gerekirse; Yargıtaya göre; SSK
md.80’de sözü edilen üst düzey yönetici veya yetkiliden amaç, şirketin yönetim
ve idaresinde etkili ve söz sahibi olan kişilerdir. Şirketin idare ve borçlarının
ödenmesinde inisiyatifi elinde bulunduran kişiler de üst düzey yönetici sayılır
(Y 21. HD., 17.6.2002 – 2002/4264 – 2002/5767, YKD., Ekim 2002, 1599 –
1560; aynı görüşte Güzel/Okur/Caniklioğlu, Sosyal Güvenlik Hukuku, 271 271).
Yargıtay 10. Hukuk Dairesi’nin 2.5.2005 tarihli kararına konu olayda,
davacı, şirket yönetim kurulunun sadece kayden üyesi olup, üyeliği bulunduğu
dönemde şirketin leh veya aleyhine hiçbir işlemde imzası bulunmamıştır.
Yargıtay isabetli olarak, üst düzey yönetici olmanın prim borcundan müteselsil
sorumluluk için yetmediği, bunun için yönetim kurulunda bulunduğu dönemde
şirketin prim borçlarını tahakkuk ve tediye ile görevlendirilmiş bulunması
gerektiği sonucuna varmıştır (Y 10. HD., 2.5.2005 – 2005/2042 – 2005/4858;
aynı yolda Y 21. HD., 26.9.2000 – 2000/5121 – 2000/6113).
Yargıtay 10. Hukuk Dairesi’nin imza yetkisine de değinen bir kararına
konu olayda, davalılardan biri mali işler koordinatörü ve diğeri insan
kaynaklarından sorumlu genel müdür yardımcısıdır. Her ikisi de yönetim kurulu üyesi olup, (A) grubu imza yetkisine sahiptir. Daire yine isabetli olarak,
yönetim kurulu üyesi ve (A) grubu imza yetkisine sahip olmanın yetmediği,
davalıların prim borçlarından sorumlu tutulabilmesi için seçildikleri genel kurul
toplantısında kendilerine ne tür görevler verildiğinin, ayrıca yönetim kurulunun
kendi içinde yaptığı görev bölümüne göre davalıların hangi işlemlerden
sorumlu olduğunun araştırılması gerektiği, sorumlulukları için şirketin mali
konularıyla ve özellikle prim tahakkuk ve ödemesiyle ilgili görevli ve yetkili
olduklarının tespit edilmesi gerektiği sonucuna varmıştır (Y 10. HD., 22.3.2004
– 2004/332 – 2004/2142; aynı yolda Y 10. HD., 29.9.1997 – 1997/5463 –
1997/6327, E. Ertürk, Sosyal Sigortalar Kanunu Uygulaması, Ankara 1999,
745; aynı yolda başka kararlar Y 10. HD., 3.2.1997 – 1997/755 – 1997/682; Y
10. HD., 18.2.1997 – 1997/10513 – 1997/902; Y 10. HD., 4.11.1997 –
1997/7967 – 1997/7629, A. Çakmak, Şerhli Sosyal Sigortalar Kanunu, c.2,
Ankara 2004, 2192 – 2195, 2226 – 2227).
Bunun gibi Yargıtay 10. Hukuk Dairesi 22.3.2007 tarih ve 2006/16556
– 2007/4367 sayılı kararında da; primlerin ödenmesinden sorumlu üst düzey
yöneticiden söz edebilmek için, bir kimsenin kurucu şirket ortağı veya yönetim
kurulunda başkan veya iş bölümüne göre primlerin ödenmesinden sorumlu üye
olması veya şirket yönetiminde parasal konularda yetkili genel müdür,
finansman veya muhasebe müdürü gibi üst düzeyde sorumluluk taşıyan görevli
olması gerektiği, bunun dışında kalan kişilerin prim borçları bakımından işverenle müştereken sorumluluğunun olamayacağı, şirkette görevli kimsenin belli
konularda imza sahibi olmasının da bu zorunluluğu ortadan kaldırmayacağı
sonucuna varmıştır (ayrıca Y 21. HD., 29.9.2005 – 2005/3697 – 2005/8614,
Çalışma ve Toplum D., 2007/3, 331).
506 sayılı Kanunda üst düzey yöneticilerin sorumluluğu konusunda
primler konusunda görevli ve yetkili olmak gibi bir koşul aranmamışken,
Yargıtay kararlarının bu yönde gelişmesi isabetli olmuştur(bak. Ayan, 415).
Gerçekten; bu sorumluluk hükmünün amacı, Kurumun prim alacağının her ne
pahasına olursa olsun tahsili amacıyla, hukuki bir kavram olmaktan uzak
olan üst düzey yönetici ve yetkililerin sorumluluk kurallarına aykırı olarak
prim borcundan müteselsilen sorumlu tutulması değil, primlerin tahakkuku ve
ödenmesi konusunda görev ve yetkisi bulunmasına rağmen bunu yerine
getirmeyen, yani ödememe olgusu ile illiyet bağı içerisinde olan üst düzey
yönetici ve yetkililerin sorumlu tutulmasıdır. Bir kimsenin, primlerin tahakkuk
ve ödenmesinde hiçbir görev, yetki ve sorumluluğu olmamasına rağmen, salt
tüzel kişiliğin organizasyon yapısında üst düzey yönetici veya yetkili olduğu,
yani salt belirli bir mevkiyi işgal ettiği için sorumlu tutulması sorumluluk
kurallarına aykırı olduğu gibi, hiçbir haklı gerekçesi de bulunmamaktadır. Üst
düzey yönetici veya yetkili, prim borcunun doğmasına kendi kusurlu eylemiyle
sebebiyet vermiş olmalıdır ki, prim borcundan müteselsilen sorumlu olduğundan söz edilebilsin.
5510 sayılı Kanunda bu konuda yapılan değişiklik de şirket yönetim
kurulu üyelerinin ve kanuni temsilcilerin maddede açıkça zikredilmesinden
ibarettir. Bu bakımdan Yüksek Mahkemenin bundan önceki kararlarındaki
görüşün değişmesini gerektirir bir durum bulunmamaktadır.
Yargıtay 10.Hukuk Dairesi’nin 9.3.2009 - 2007/23222 - 2009/3017
sayılı kararına konu olayda davacılar, borçlu olmadıklarının tespiti ile ödeme
emrinin iptaline karar verilmesini talep etmişlerdir.
Davacıların iddiası; üst düzey yönetici olmadıkları, muhtelif takiplerin
tek bir icra takibinde toplanmış olması nedeniyle görev yaptıkları dönemle
ilgili olup olmadığının anlaşılamadığı, müflis şirketin malvarlığı bulunduğu,
prim borçlarının tahsili için iflas masasının 3.sırasında davalı Kurumun prim
borçlarının kayıtlı olduğu, kaldı ki prim borcunun zamanaşımına uğradığını
belirterek ödeme emirlerinin iptaline karar verilmesi yönündedir.
Yüksek Mahkemeye göre; “…özel hukuk tüzel kişilerinin üst
düzeydeki yönetici veya yetkilileri; tüzel kişiyi üst düzeyde yöneten kimseyi
ifade eder ve şirketin prim borcundan müteselsilen sorumludur. Đşverenin prim
borcundan ötürü, 506 sayılı Kanunun 80. maddesinde tanımlanan özel
nitelikteki tüzel kişilerin üst düzeydeki yönetici ve yetkililerine işverenle
birlikte müteselsil ödeme sorumluluğu getirilirken, primlerin tahsilinin güvence
altına alınması ve prim ödeme işinin özendirilmesi sağlanmaya çalışılmıştır.
Öte yandan, maddede açıkça, haklı sebepler olmaksızın deyimine de yer
verilmiştir. Özel nitelikteki tüzel kişilerin üst düzey yönetici ve yetkilileri
yönünden primlerin ödenememesi haklı bir neden sonucu ise prim borcundan
ötürü şahsen sorumlu tutulamazlar. Diğer bir anlatımla şirketin prim borcundan
müteselsilen sorumlu olan üst düzeydeki yönetici ve yetkilileri borcun haklı
nedenle ödenemediği savunmasında bulunabilirler ve haklı nedenin varlığı
halinde prim borcundan dolayı Kuruma karşı işverenle birlikte mütesesilen
sorumlu tutulamazlar…”
Somut olayda işveren AŞ’nin bir şubesinin prim borcu nedeniyle icra
takibine girişilmiş olup, takibin iptalini isteyen davacılar, Şubenin genel
müdürü, muhasebe şefi ve yönetim kurulu üyeleridir. Ticaret Sicili Gazetesinde
yayınlanan yönetim kurulu kararına göre; davacılardan biri diğer yönetim
kurulu üyeleri ile birlikte birinci derecede, diğeri ikinci derecede imza yetkisine
sahiptir ve birinci derecede imza yetkisine sahip olanlar prim belgelerini düzenleyip Kuruma vermeye ve ödemeye yetkili kılınmışlardır. Yüksek Mahkeme
somut Kuruma olan prim borcundan sorumlu olanların prim belgelerini
düzenleyip Kuruma vermeye ve ödemeye yetkili kılınan birinci derecede imza
yetkilileri olduğu sonucuna ulaşmıştır.
V) TASARRUF TEŞVĐK KESĐNTĐSĐNDEN KURUMUN
SORUMLULUĞU
Yargıtay 10. Hukuk Dairesi 2009 yılında tasarruf teşvik kesintisinden
Kurumun sorumluluğuna ilişkin önemli bir karar vermiştir. Esasen Yargıtay 10.
Hukuk Dairesi’nin daha önceki yıllara ilişkin kararları 2007 tarihli Hukuk
Genel Kurulu Kararına konu olmuş ve bundan sonra 10. Hukuk Dairesi Hukuk
Genel Kurulu kararı yönünde kararlar vermeye başlamıştır. Kanımca Kurumun
sorumluluğuna ilişkin bu kararlar tartışmaya açıktır. Bu nedenle konunun 2009
yılı kararları çerçevesinde yeniden ele alınması uygun görülmüştür.
Konunun geçmişine de kısaca değinmek gerekirse; bilindiği üzere
01.04.1988 tarihinde yürürlüğe giren 3417 sayılı Çalışanların Tasarrufa Teşvik
Edilmesi Ve Bu Tasarrufların Değerlendirilmesine Dair Kanun, çalışanların
tasarrufta bulunması amacıyla aylık veya ücretlerinden kesinti yapılaması ve
işverenlerin katkı payları ile birlikte bu paraların nemalandırılmasını öngörmüştü. 3417 sayılı Kanunun 4. maddesinde, işverenlerin, işçilerin ücretlerinden
yapacakları tasarruf kesintileri ile sağlayacakları işveren katkılarını tahakkuk
ettirerek ücret ödemesinin yapıldığı ayı takip eden ayın sonuna kadar T.C.
Ziraat Bankasında işçiler adına açtıracakları “Tasarruf Teşvik Hesabı’na”
yatıracakları hüküm altına alınmış, aynı Kanunun 7. maddesi ile de işverenler
tarafından Tasarrufu Teşvik Kesintileri Aylık Bildirim Formlarının zamanında
Ziraat Bankasına gönderilmemesi ve kesinti ve katkı tutarlarının ödenmemesi
halinde Kurumun re’sen veya ilgililerin başvurusu halinde 506 sayılı Sosyal
Sigortalar Kanununun primlerin tahsiline ilişkin hükümleri uyarınca tahsil
olunarak alınacak gecikme zammı ile birlikte ilgili banka hesabına yatırılacağı
öngörülmüştür.
1999 yılında işsizlik sigortası kesintilerinin başlamasıyla birlikte 3417
sayılı Kanunla 1.6.2000 tarihinden geçerli olmak üzere kesinti ve katkı payı
tahsili ortadan kaldırılmıştır. Bundan sonraki dönemde Fonda biriken paraların
ne olacağı konusu sürümcemede kalmıştır.
Daha sonra 2003 tarih ve 4853 sayılı Çalışanların Tasarruflarını Teşvik
Hesabının Tasfiyesi ve Bu Hesaptan Yapılacak Ödemelere Dair Kanun ile 3417
sayılı Kanun yürürlükten kaldırılmış, bu Kanunun 7. maddesinde; 3417 sayılı
Kanunun mülga 2 nci maddesi kapsamındaki hak sahipleri tarafından bu Kanun
kapsamına giren alacaklarla ilgili olarak yargı mercilerine açılmış ve devam
eden davalar ile icra takipleri hakkında bu Kanun hükümlerinin uygulanacağı,
aynı Kanunun 8. maddesinde; “3417 sayılı kanun hükümlerine göre, ücretlerden yapılması gereken tasarruf kesintileri ile katkı paylarını süresi içinde
ilgililer adına açılmış bulunan Tasarrufu Teşvik Hesaplarına yatırmayan
işverenlerden; yatırılması gereken miktarlar ile gecikme zammı, resen veya
ilgililerin başvurusu halinde Sosyal Sigortalar Kurumunca 506 sayılı Sosyal
Sigortalar Kanununun primlerin tahsiline ilişkin hükümleri dairesinde tahsil
olunarak TC. Ziraat Bankası şubelerindeki ilgili Tasarrufu Teşvik Hesaplarına
yatırılır.” hükmü öngörülmüştür(ayrıntılı bilgi için bak. F.Arkan, “Sosyal
Güvenlik Kurumunun Zorunlu Tasarruf Uygulamasından Kaynaklanan Sorumluluğu, Sicil Eylül 2007, s.7, 114).
Bu tasfiye süreci ile birlikte uyuşmazlıklar da yargıya intikal etmeye
başlamıştır. Gerek 10. ve gerekse 21. Hukuk Dairesi daha önceki kararlarında;
Kurum ile işverenin Kanundan kaynaklanan yükümlülüklerini yerine getirmemiş olmaları halinde davacıya karşı zorunlu tasarruf kesintisi ve nema
alacağından sorumlu olacakları (Y 10. HD., 3.7.2006 – 3124/10077; ayrıca
6.7.2006 – 1303/10447) ve 21. Hukuk Dairesi de Kurumun işverence Bankaya
yatırılmayan fonlar ile yoksun kalınan nemalardan sorumluluğunun ancak
davacı sigortalının dava açmadan önce Kuruma başvurup kesinti ve katkı paylarının işverence Bankaya yatırılmadığını belirterek harekete geçmesini istemesi ve buna rağmen Kurumun yasal görevini yerine getirmemesi halinde
sorumlu olacağı (Y 21. HD., 22.1.2007 – 2006/14298 – 2007/172) sonucuna
varmıştı. Ancak Yargıtay 10. Hukuk Dairesi’nin 2006 tarihli isabetli kararı
Hukuk Genel Kuruluna gelmiş ve Genel Kurul Kurumun tasarruf teşvik kesintisi ve nema alacağından sorumlu olmadığı sonucuna varmış (Y HGK.,
2.5.2007 – 2007/21 – 228/247) ve bu karar öğretide de isabetli bulunmuştur
(Arkan, 116 – 117; Caniklioğlu, 2007 Yılı Kararları Değerlendirme Semineri,
331 - 322).
Hukuk Genel Kurulunun bu kararından sonra 10. Hukuk Dairesi de
aynı gerekçelerle Kurumun işverenin yükümlülüğünü yerine getirmemesinden
sorumlu olmadığı yönünde kararlar vermeye başlamıştır.
Yargıtay 10. Hukuk Dairesi 5.3.2009 tarih ve 2007/24141 – 2009/2666
sayılı kararında bu sonuca varırken Hukuk Genel Kurulu kararında da yer alan
şu gerekçeleri kullanmıştır:
1)Bir hukuksal ilişkinin borç ilişkisi sayılabilmesi için öncelikle
taraflarının alacaklı ve borçludan oluşması ve ayrıca ortada alacaklının ifasını
isteme yetkisine sahip olduğu ve borçlunun ifa yükümlülüğü altına girdiği
edimin olması gerekir. Borcun kaynakları sözleşme, haksız fiil ve sebepsiz
zenginleşmedir.
2)Kurumun işlevi tasarruf teşvik katkı payları süresinde yatırılmadığı
takdirde tahsil ederek banka hesabına yatırılmasını sağlamaktır. Davacı ve
işvereni ile Kurum arasında bu nitelikte bir borç ilişkisi bulunmamaktadır.
3)Kurumun müteselsil sorumluluğu da bulunmamaktadır. Zira teselsül
BK’nun 141. maddesine göre ancak kanundan veya sözleşmeden doğar.
Yani gerek bundan önceki Hukuk Genel Kurulu kararı ve gerekse 10.
Hukuk Dairesi’nin zikredilen kararına göre Kurumun tasarruf teşvik
kesintileriyle ilgili işlevi sadece aracılık yapmaktan ibarettir.
Tasarruf teşvik kesintisinden sorumluluk Yargıtay 21. Hukuk Dairesi’
nin 19.10.2009 – 2008/13767 – 2009/13004 sayılı kararına da konu olmuştur.
Daire yukarıda belirtilen gerekçelere ek olarak şu gerekçelere de dayanmıştır.
1) 506 sayılı Kanunda Kurumun hangi hallerde müteselsilen sorumlu
olduğu sayılmış, tasarruf teşvik kesintilerinden sorumluluğa yer verilmiştir.
2) 5502 sayılı Sosyal Güvenlik Kurumu Kanunu'nda Kurumun görevleri arasında tasarruf teşvik kesintileri ile ilgili bir görev sayılmamıştır.
3) 5018 sayılı Kamu Mali Yönetimi ve Kontrol Kanunu kapsamında
sosyal güvenlik kurumlarına da yer verilmiş, kaynakların etkili, ekonomik,
verimli ve hukuka uygun olarak elde edilmesi, kullanılması, kötüye kullanılmaması için gerekli önlemlerin alınmasına ilişkin hükümler öngörülmüştür.
4) Kanunla Kuruma verilen bu görev ve yetki aynı zamanda müteselsil
borçluluğu kapsamamaktadır.
5) Kuruma tanınan bu yetki, Anayasa'nın 60. maddesi ile güvence
altına alınan, herkesin sosyal güvenlik hakkına sahip olduğu yönündeki
evrensel ilkenin uygulamada etkinleştirilmesi amacını gütmektedir, aksi
düşünce ise, asıl işlevi sosyal sigorta kolları bakımından sigortalılarına güvence
sağlamak olan Kurumun işlevsizleşmesine yol açar. Davalı Kurumun, 3417 ve
4853 sayılı Kanunlarca kendisine yüklenen tahsil görevinin müteselsil
borçluluk ile örtüştürülmesi, yasada belirtilen amaç ve Sosyal Güvenlik
Kurumu ile sağlanmaya çalışılan işlev ile bağdaşmaz.
Dairenin kararını isabetli olmadığı görüşündeyiz. Ancak buna geçmeden önce 10. Hukuk Dairesi’nin 2009 yılında verdiği ve Kurumun tasarruf
teşvik kesintisinden hangi hallerde sorumlu olduğuna ilişkin bir kararına
değinmek gerekir.
Yargıtay 10. Hukuk Dairesi 22.06.2009 – 2008/20450 – 2009/11322
sayılı kararı da yine tasarruf teşvik kesintilerinde Kurumun sorumluluğuna
ilişkindir. Daire burada yine Hukuk Genel Kurulunun 2007 tarihli kararına atıf
yaparak Kurumun 4853 sayılı Kanundan doğan yükümlülüğünün kapsamının
kesintileri sigortalı nam ve hesabına tahsilden ibaret olduğu, mevzuatında
öngörülmemesi karşısında Kuruma verilen bu görev ve yetkinin müteselsil
sorumluluğu kapsamadığını ifade etmiştir. Aslında Kurumun sigortalı nam ve
hesabına tahsil yetkisi bulunduğunu belirttikten sonra, bu görevini yerine
getirmemesinin kendisinin sigortalı karşısında sorumluluğunu doğuracağı
sonucuna varmak çok daha kolay olurdu. Buna aşağıda değinilmiştir. Ancak
Daire bu kararda Kurumun sorumluluğunun ne zaman doğacağına değinmiştir.
Karara konu olayda davalı Belediye sigortalılara ilişkin tasarruf teşvik
kesintilerini yatırmamış ve Kurum bunların haciz yoluyla tahsiline gitmiştir.
Daireye göre; “… 4853 sayılı Yasanın 8. maddesi gereği, Kurum haciz
yoluyla tahsil ettiği tasarruf teşvik kesintisi ile katkı payını ilgilinin T.C.
Ziraat Bankası nezdindeki hesaplarına yatırmakla yükümlü olup, haciz
yoluyla tahsil edilen miktar yönünden işverenin tasarrufu teşvik kesintisi ve
nema alacağından sorumlu olduğu kabul edilemez. Mahkemece; haciz
yoluyla Kurumca tahsil edilen miktarın kim adına ve hangi hesaba
yatırıldığı, her bir işçi yönünden tahsil edilen miktarların ayrı ayrı bankada
açılan tasarrufu teşvik personel hesabına yatırılıp yatırılmadığı araştırılmalı,
Kurumun tahsil ettiği miktarı davacı adına açılmış hesaba yatırmamış olması
halinde yasadan kaynaklanan görevini yerine getirmemiş olacağı gözetilerek,
bankaya yatırılmayan fon ve yoksun kalınan nema alacaklarından sorumlu
olacağı gözetilerek karar verilmelidir ….”.
Yani Daireye göre Kurumun sorumluluğu ancak tahsil ettiği miktarı
Ziraat Bankasındaki hesaplara yatırmamış olması halinde söz konusudur. Karar
kuşkusuz isabetlidir. Daire bu sonuca varırken Kurumun yasadan doğan Banka
hesabına yatırma sorumluluğunu yerine getirmediğinden söz etmiştir. Aslında
Kurum tasarruf teşvik kesintilerini süresinde hesaplara yatırmayan işverenlere
karşı yasadan doğan takip zorunluluğunu yerine getirmemiştir. Dairenin
22.06.2009 tarihli kararındaki tespitlerde aslında 5.3.2009 tarihli kararda da
Kurumun sorumluluğuna gitmesi çok daha kolay mümkün iken, 2007 tarihli
Hukuk Genel Kurulu kararından sonra Kurumun bu konudaki görevi aracılıktan ibaret kılınmıştır.
Kararın bir başka yönü daha bulunmaktadır. Gerçekten; 5393 sayılı
Belediye Kanunu’nun geçici 5. maddesinde “Belediyeler ve bağlı kuruluşları
ile sermayesinin yüzde ellisinden fazlası belediyelere ait şirketlerin,
31.12.2004 tarihi itibariyle kamu kurum ve kuruluşlarından olan kamu ve
özel hukuka tâbi alacakları, bunların diğer kamu kurum ve kuruluşlarına
olan borçlarına karşılık olmak üzere 31.12.2005 tarihine kadar takas ve
mahsup edilir” hükmü yer almaktadır. 2005/8928 sayılı Bakanlar Kurulu Kararında yer alan esaslar çerçevesinde, Kurumca icra kanalı ile tahsil edilmeyen
aylara ilişkin tüm işçileri kapsayan tasarrufu teşvik kesintilerini de kapsayan
davalı belediyenin SSK’ya ve diğer kurumlara olan borçlarının ödenmesi ile
ilgili olarak Fatsa Belediyesi ile Hazine Müsteşarlığınca uzlaşmaya varıldığı ve
davalı belediyenin genel bütçe vergi gelirlerinden ayrılan paylarından her ay
taksitler halinde kesilmek suretiyle borçların tasfiyesi işlemlerinin başlatılmıştır.
Yargıtay isabetli olarak, bu uzlaşma kapsamında tahsil edilecek tasarruf teşvik kesintisi ile katkı payını tahsil eden tasarruf teşvik kesintisi, işveren
katkı payı ve bunların neması işçiye ait bir hak olsa da; yasa gereği, işverenden
tahsil yükümü Sosyal Sigortalar Kurumuna ait olmakla, Kurum tarafından
tasarruf teşvik kesintisinin uzlaşma kapsamında tahsiline başlanmış olması
halinde işverenin yükümlülüğünün devam ettiğinden söz edilemez. Kararda
aksi halde, davalı belediyenin aynı borç sebebiyle mükerrer şekilde sorumluluğuna gidilmiş olacaktır. Hal böyle olunca, 5393 Sayılı Yasanın 5. maddesi
kapsamında uzlaşma kapsamına alınan tasarrufu teşvik kesintisi, katkı payı ve
nema alacaklarından sorumluluğun SSK ve Hazineye ait olduğu kabul edilmelidir. Yani bu uzlaşma kapsamına girmekle birlikte Daire işverenin borcunun
Kurum ve Hazine’ye geçtiği sonucuna varmıştır (Aynı yönde YHGK.,
23.12.2009 – 2009/9 – 480 – 2009/596; ayrıca Y 9 HD.; 20.04.2010 –
2010/15806 – 2010/11365).
Yargıtay 10. Hukuk Dairesi, 2007 tarihli Hukuk Genel Kurulu kararından sonra Kurumun kesinti ve nema alacağından sorumlu olmadığı yönünde
karar vermekle birlikte, 2009 tarihli bir kararında yine Kurumun sorumlu
olduğu yönünde karar vermiştir. Gerçekten; sigortalının açtığı tasarruf teşvik
kesintisi ve nema alacağına ilişkin kısmi davada (Dairenin 2007 yılı kararları o
yönde olduğu için) Daire’nin 19.2.2007 – 15338/2224 sayılı kararı ile kesinleşmiş ve Kurum tasarruf teşvik kesintisi ve nema alacağından sorumlu
tutulmuştur. Davacının kalan miktarın tahsili için açtığı davada yerel
Mahkeme, görüş değişikliği çerçevesinde Kurumun sorumluluğunun bulunmadığı yolunda hüküm tesis etmiş ise Yargıtay 10. Hukuk Dairesi 2009 yılında
diğer davalarda Hukuk Genel Kurulu görüşü yönünde karar vermekle birlikte,
kalan miktarın tahsiline ilişkin davada 14.7.2009 – 840/13230 sayılı kararı ile “
…. Đlk davada davacının alacağının şimdilik belli bir bölümü için dava
açtığı, böylece ilk davanın kısmi dava, işbu davanın ek dava olduğu hususu
belirgindir ve kısmi davanın kabulüne ilişkin kararda mahkemenin davacının fazlaya ilişkin hakkı için dava açmakta muhtar olduğunu belirtmemesi
ek dava açılmasına engel teşkil etmez. Kısmi davanın tamamen kabulüne karar verildiğinde aynı zamanda, davalı ile davacı arasında bir borç ilişkisinin
(hukuki ilişkinin) varlığı da tespit edilmiştir. Dolayısıyla ek davaya bakan
mahkeme, kısmi davada verilen tespite ilişkin bölüm ile bağlıdır, ilke olarak
davalının bu borçtan sorumlu olmadığı sonucuna varamaz. Hukuk Genel
Kurulu’nun 02.4.2003 gün ve 2003/4-260-271 sayılı kararında da, kısmi
davanın tamamen kabulüne ilişkin kararın sonradan açılan ek davada yanlar arasındaki hukuksal ilişkinin mevcudiyeti açısından kesin delil oluşturacağı vurgulanmıştır. Somut olay bakımından da, ilk (kısmi ) davanın işbu
dava yönünden kesin delil oluşturduğu, Sosyal Sigortalar Kurumunun davacının tasarruf teşvik ve nema alacağının borçlusu olduğu yönündeki tespitin
iş bu davada tekrar irdelenemeyeceği …” sonucuna varmıştır. Yani Daire
daha önceki görüşüne göre kabul ettiği kısmi davadan sonra açılan ek davada
(görüş değiştirmiş olmasına rağmen) 2009 yılında kısmi davada verilen hükmün bağlayıcılığı nedeniyle eski görüşü doğrultusunda karar vermek durumunda kalmıştır.
Yargıtay’ın 2009 yılı kararlarına konu olsa da tasarruf teşvik kesintisi
sorunu güncelliğini yitirmiş bir konu olarak gözükmektedir. Bununla birlikte
Ülkemizde bu gibi uygulamaların sıklıkla görüldüğü göz önünde bulundurulursa, aynı sorunun başka şekillerde ortaya çıkabileceğini tahmin etmek güç
değildir.
Başa dönersek; kanımca Yargıtay 10. Hukuk Dairesi’nin Hukuk Genel
Kurulu kararından önceki kararları daha isabetli idi. Genel Kurul kararından
sonra ortaya çıkan tablo sigortalıyı tamamen korumasız halde bırakan bir
niteliktedir ve kanuna da aykırıdır. Şöyle ki;
Tasarruf teşvik kesintisi, işveren katkı payı ve bunların neması işçiye
ait bir haktır, ancak 3417 sayılı Kanun sisteminde sigortalının bunu şahsen
takip etme yetkisi bulunmamaktadır. Nitekim; 3417 sayılı Kanunun 4. maddesinde, işverenlerin, işçilerin ücretlerinden yapacakları tasarruf kesintileri ile
sağlayacakları işveren katkılarını tahakkuk ettirerek ücret ödemesinin yapıldığı
ayı takip eden ayın sonuna kadar T.C. Ziraat Bankasında işçiler adına açtıracakları “Tasarruf Teşvik Hesabı’na” yatıracakları düzenlenmiş ve aynı Kanunun 7. maddesinde, işverenler tarafından Tasarrufu Teşvik Kesintileri Aylık
Bildirim Formlarının zamanında Ziraat Bankasına gönderilmemesi ve kesinti
ve katkı tutarlarının ödenmemesi halinde Kurumun re’sen veya ilgililerin
başvurusu halinde 506 sayılı Sosyal Sigortalar Kanunu’nun primlerin tahsiline
ilişkin hükümleri uyarınca tahsil olunarak alınacak gecikme zammı ile birlikte
ilgili banka hesabına yatırılacağı öngörülmüştür. Yani kesinti ve katkı
tutarlarının ödenmemesi halinde bunu takip yetkisi Kuruma ait olup, sigortalı-
nın kesintilerin ve katkı paylarının bankaya yatırılıp yatırılmadığını takip
yükümlülüğü bulunmamaktadır.
Hukuk Genel Kurulu kararında sanki ortada Borçlar Hukuku’na tabi bir
borç ilişkisi varmış gibi, borcun kaynaklarının sözleşme, haksız fiil ve sebepsiz
zenginleşme olduğundan söz edilmiştir. Kararda sosyal sigorta ilişkisi, tipik
Borçlar Hukuku ilişkisinde olduğu gibi, tarafların bir araya gelerek iradelerinin
uyuşmasıyla ortaya çıkan bir ilişki imiş gibi değerlendirilmiştir. Sosyal sigortalarda borç ilişkisi ancak ve ancak sözleşme, haksız fiil veya sebepsiz zenginleşme ile ortaya çıkan bir ilişki olarak değerlendirilirse sosyal sigortaların
hiçbir alanında bu nitelikte kurulan bir borç ilişkisi bulmak mümkün olmaz.
Genel kabul gördüğü üzere, sosyal sigorta ilişkisi kanun gereği kurulan ve
içinde sigortalı, sigorta kurumu, sigortalının aile bireyleri ve işverenin de dahil
olduğu bir tür kamu hukuku borç ilişkisidir(bak. Tuncay/Ekmekçi; 116). Bu
itibarla Kurumu Borçlar Hukukuna tabi bir ilişkinin tarafı imiş gibi değerlendirmek isabetli olmayıp, Kurumun sorumluluğundan söz edebilmek için de BK
md.141’deki teselsül hükümlerine uygun bir yapının bulunması gerekmez.
Öte yandan; sosyal sigorta uyuşmazlıklarında iş mahkemelerinin
görevli olması, Kurumun bir idare makamı olduğu gerçeğini değiştirmez ve
idare hukuku prensiplerinin göz ardı edilmesini gerektirmez. Yetkinin
bulunduğu yerde görev ve sorumluluğun da bulunması idare hukukunun
temel prensiplerinden biridir. Hukuk Genel Kurulu kararında Kurumun
işlevinin tasarruf teşvik katkı payları süresinde yatırılmadığı takdirde bunu
tahsil ederek banka hesabına yatırılmasını sağlamak olduğu ifade edildikten
sonra, Kurumun bu görevini yerine getirmemesinin kendisini hiçbir sorumluluk
altına sokmadığı sonucuna varmak isabetli değildir. Kurum 3417 sayılı
Kanundan kaynaklanan yetkisini yerine getirmemiştir ve sigortalı karşısında
doğrudan sorumludur. Öğretide kararlardaki sonucu isabetli bulan bir görüşe
göre, Kurumun tasarruf kesintilerinden sorumluluğunun, oluşturulacak sağlıklı
sosyo – ekonomik politikalar sonucunda açık yasal düzenlemelerle tanınması
gerekir(Arkan, 119). Bu ifadede haklılık payı vardır. Elbette sorumluluk hükümlerinin açık surette düzenlenmesinde yarar vardır. Ancak yasal düzenlemelerin müphem olmasından zarar görenin kim olması gerektiği tartışmaya
açıktır.
Kararlarda yer alan, Kurum ile sigortalı arasında bir borç ilişkisinin
kurulmadığı ve ortada bir edim bulunmadığı yönündeki nitelemeye katılmak
mümkün değildir. Ortada kanunen kurulmuş bulunan bir ilişki mevcuttur.
Sosyal sigorta ilişkisi kurulurken de Kurum ve sigortalı bir araya gelip bir edim
kararlaştırmamaktadırlar. Öte yandan yine öğretide ileri sürülen, 5502 sayılı
Kanunda Kurumun giderleri sayılırken, tasarruf teşvik kesintilerine yer
verilmemiştir, o halde tasarruf teşvik kesintilerinden Kurumun sorumlu olmadığı şeklinde bir yaklaşımı (bu yönde bak. Arkan, 117) Kurum Kanunu’nda,
Kurumun yerine getirmesi gereken yükümlülüğe aykırı davrandığı için ödemesi
gereken bir miktarın gider olarak gösterilmesini beklemek mümkün değildir.
Aksi olsa idi, Kurum Kanunu’na hüküm koymamak suretiyle Kurumun belirli
yüklerden kurtulmasını sağlamak kolaylıkla mümkün olurdu.
Öte yandan; 506 sayılı Kanunda Kurumun müteselsil sorumluluğundan
söz edilmediği yolundaki gerekçeye katılmak mümkün değildir. Çünkü tasarruf
teşvik kesintisi 506 sayılı Kanunda düzenlenmemiştir. Dolayısıyla anılan
Kanunda Kurumun tasarruf teşvik kesintisinden müteselsil sorumluluğuna yer
verilmesi zaten mümkün değildir. Kaldı ki 506 sayılı Kanunda Kurumun
işverenlerin ödemediği sosyal sigorta primlerinden sorumlu olduğuna ilişkin bir
hükme de yer verilmemiştir.
Bunun gibi Kuruma böyle bir görev verilmesinin, görevlerini düzenleyen 5502 sayılı Kanunla bağdaşmadığı yolundaki gerekçe de isabetli değildir
kanısındayım. Zira bu gerekçe, Kuruma tasarruf teşvik kesintileri konusunda
böyle bir görev veren yasal düzenlemenin isabetsizliğini gösterir, yoksa Kurumun hiçbir sorumluluğunun bulunmadığını değil.
Özetle; tasarruf teşviklerin işverenden tahsil edilmesi yükümü Kanun
gereği Sosyal Sigortalar Kurumuna aittir. Bu nedenle sorumluluk da Kuruma
ait olmak gerekir. Ortaya çıkan tabloda, sigortalı, ilgili kesintiler yatırılmadığı
takdirde, işverenden tahsil edememekte, tahsile yetkili makam bu görevini
yerine getirmediğinde de Kurumun bundan hiçbir sorumluluğu olmamaktadır.
Bu sonucu isabetli bulmak mümkün değildir.
Son olarak belirtelim ki; tasarruf teşvik kesintisine ilişkin uyuşmazlıklar yargıyı oldukça meşgul etmekle birlikte güncelliği yitirmiş gözükmektedir. Ancak Ülkemizde benzer konulardaki uyuşmazlıkların çıkması
kuvvetle muhtemeldir. Şimdiden dikkat çekmek üzere belirtmek gerekir ki;
3417 sayılı Kanunun 7. maddesine benzer bir hüküm Kıdem Tazminatı Fonu
Kanun Tasarısı Taslağının md.14/I. fıkrasında yer almaktadır. Bu hükme göre;
“Kıdem Tazminatı Fonu kapsamına giren işçi ve işyeri kayıtlarının tutulmasından ve bunların Fon yönetimine aktarılması, primlerin toplanması, toplanan
primler ile gecikme zammı, faiz ve cezaların Fona ödenmesi, teminat ve hak
edişlerin prim borcuna karşılık tutulması, yersiz olarak alınan primlerin iadesi
konusunda Sosyal Sigortalar Kurumu görevli, yetkili ve sorumludur.”
V) KURUMUN ÖZEN YÜKÜMLÜLÜĞÜ
1) Hatalı Kurum Đşlemi Nedeniyle Đşten Ayrılan Sigortalının
Maddi Zararının Kapsamı
Yargıtay 10. Hukuk Dairesi’nin 13.7.2009 tarih ve 2008/11781 –
2009/12872 sayılı kararına konu olayda davacı, işten ayrılarak yazılı talepte
bulunması halinde yaşlılık aylığı bağlanmasına hak kazanacağına ilişkin davalı
Kurum yazısı üzerine 15.01.2006 tarihinde işyerinden ayrılmış ve fakat Kurumun yanlışlık yaptığı ve yaşlılık aylığı bağlanmasına hak kazanamadığının
ortaya çıkması üzerine son çalıştığı işyerine tekrar alınmamış, bu nedenle
Kuruma eksik prim ödediği ve sağlık yardımından yoksun kaldığı ve bunlardan
dolayı zarara uğradığı gerekçesiyle, 10.000,00 TL. manevi ve fazla hakkını
saklı tutarak 1.000,00 TL. maddi tazminat talebinde bulunmuştur.
Yerel Mahkeme davacıya yaşlılık aylığı bağlanmış olsa idi aylığın
bağlanacağı 01.02.2006 tarihi ile aylığa hak kazandığı 23.09.2007 tarihleri
arasında davacıya ödenmesi gereken ve davacının zararını oluşturan yaşlılık
aylığı toplamının 17.478,16 TL. olduğu gerekçesiyle, isteğin maddi tazminat
talebine ilişkin bölümünün kabulüne, manevi tazminata ilişkin bölümünün ise
kısmen kabulüne karar vermiştir.
Yüksek Mahkeme, kararında, Yargıtay Hukuk Genel Kurulunun
1999/10-995 - 1999/1011 sayılı kararına atıf yapılarak, davalı Kurumun davacıya yaşlılık aylığı bağlanabileceğini bildirmesi üzerine, bu bildirime güvenerek davacı işinden ayrıldığı için ve Kurum bilahare hesabı yanlış yaptığını ve
aylık bağlanamayacağını bildirmesi nedeniyle, davacının işinden ayrılıp işsiz
kalmasından dolayı Kurumdan gerçek zararını istemesinin mümkün olduğu,
Kurumun bu işleminin sigortalı yönünden haksız fiil oluşturduğu ifade etmiştir.
Kurumun hatalı işleminden doğan zarardan sorumlu olduğu, Kurumun
hatalı bilgi vermesi ile davacının işten ayrılması arasında illiyet bağı bulunduğu
için, davacının bundan doğan zararını isteyebileceği konusundaki Daire
görüşünün isabetli olduğunda bir tereddüt bulunmamaktadır.
Yerel Mahkeme zarar hesabı yaparken, davacı işten ayrıldığında
yaşlılık aylığı bağlansa idi, bunun bağlanacağı tarihle gerçekte yaşlılık aylığı
bağlandığı tarih arasında alması gereken yaşlılık aylığı toplamını zarar olarak
kabul etmiştir.
Yargıtay 10. Hukuk Dairesi’ne göre ise; “…davacı işten ayrıldığı
tarihten, yaşlılık aylığı hak ettiği tarihe kadar eski işinde çalışamamaktan
kaynaklanan gerçek zararını Kurumdan isteyebilir. Kuşkusuz, gerçek zarar
hesabı yapılırken net kazanç dikkate alınmalıdır. Ancak, davacının tazminat
istediği tarihler arasında çalışması varsa, aldığı ücret miktarı tazminattan
indirilmelidir. Ne var ki, bu işyerinden aldığı ücret ayrıldığı işyerinden aldığı
ücretten az ise, aradaki fark maddi tazminatın belirlenmesinde esas
alınmalıdır. Ayrıca, davacının kasten kazanmaktan feragat ettiği miktar ile
çalışmamaktan dolayı tasarruf ettiği kısım için, belirlenen zarar miktarından
uygun bir oranda hakkaniyet indirimi yapılması gerekir....”
Yerel Mahkemenin zararın hesabına ilişkin kabul şeklinin isabetli
olmadığı açıktır. Gerçekten; Kurumun hatalı işlemi, sigortalının yaşlılık aylığına geç kavuşması veya yaşlılık aylığından yoksun kalması sonucunu doğurmamaktadır ki, yaşlılık aylığı miktarının zarar hesabında dikkate alınması
mümkün olabilsin. Davacının zararı, Kurumun hatalı bilgi vermesi üzerine
işten ayrılması nedeniyle doğan zarardır. Yoksa davacı işten ayrıldığı tarihte
yaşlılık aylığına hak kazanma koşullarını yerine getirmiş değildir. Gerçekten;
Kurum hatalı bilgi vermese idi, davacı işten ayrılmayacak ve emeklilik
koşullarını yerine getirinceye kadar çalışacak ve bir yandan ücret geliri elde
ederken, diğer yandan sigorta primleri ödenecekti. Bu bakımdan Daire’nin
zarar hesabına esas aldığı unsurlar isabetlidir.
Daire’nin kararında, zarar hesabında BK md.325’de belirtilen esaslarının da uygulanması istenilmiştir. Bununla birlikte, zarar hesabı için net ücretin esas alınmasına ilişkin görüş tartışmaya açıktır. Kurumun hatalı işlemi
davacının işinden erken ayrılmasına neden olmuştur. Davacının isteyebileceği
maddi zarar bu erken ayrılmanın yol açtığı maddi zarardır. Bu da öncelikle
işinden olması nedeniyle davacının işsiz kaldığı dönemdeki gelir kaybından
oluşur. Bununla birlikte erken ayrılma nedeniyle doğan zarar sadece net ücret
miktarı değildir. Davacı bu dönemde başka bir yerde çalışmamışsa, kendi ve
işveren payı da dahil olmak üzere primlerin de zarar hesabına dahil edilmesi
gerekir veya davacı bu dönemde isteğe bağlı sigorta yaptırmışsa, buna ödenen
primler de zarar hesabına dahildir.
Bu arada belirtelim ki; somut olayın özelliklerine göre bu durumda
olan bir sigortalının zararı yoksun kaldığı kıdem tazminatı da olabilir. Gerçekten böyle bir durumda esasen işveren emekli olmadığı anlaşılan sigortalıdan
ödediği kıdem tazminatını geri aldığı takdirde, sigortalı yoksun kaldığı kıdem
tazminatı miktarı için de Kurumdan talepte bulunabilir.
Daire kararında bir başka isabetli tespite daha yer verilmiştir. Karara
konu somut olayda davacı iş sözleşmesini 15.1.2006 tarihinde feshetmiş ve
davasını 20.3.2006 tarihinde açmıştır. Yerel mahkeme, zarar hesabını yaparken, davanın açıldığı tarihten sonraki dönemi de dikkate almıştır. Yüksek
Mahkeme ise isabetli olarak; dava açmanın maddi hukuk ve usul hukuku bakımından sonuçlarının, Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanununun 185, 187 ve
202. maddelerinde düzenlendiği, Usul hukuku bakımından dava açmanın bazı
sonuçları kanunda açıkça yazılmış olmasına karşın, bazılarının açıkça yazılı olmadığı, Kanunda açıkça yazılı olmamakla birlikte dava açılmasının usul
hukuku bakımından doğurduğu sonuçlardan birisinin de, her davanın açıldığı
tarihteki duruma göre karara bağlanması olduğunu, hükmün uyuşmazlığın
başladığı tarihten davanın açıldığı tarihe kadar gerçekleşmiş olayları kapsayacağı, özel bir nedeni olmadıkça davadan sonraki olayları ve hakları kapsayamayacağı, bu nedenle zarar hesabının 15.01.2006 tarihinden 20.03.2006 dava
tarihine kadar olabileceği sonucuna varmıştır.
Davacının bir başka talebi manevi tazminattır. Yüksek Mahkemeye
göre; “… Borçlar Kanununun 47. maddesinde düzenlenen manevi tazminat;
zarara uğrayanın ruhi ızdırabını dindirerek, onda huzur ve tatmin duygusu
yaratmak amacıyla zarar görene ödenmesi gereken bir miktar paradan ibaret
olup, ilkeleri 22.06.1966 gün ve 7/7 sayılı YĐBK kararının gerekçesinde
açıkça belirtilmiştir. Yaşlılık aylığının geç bağlanması şeklinde gerçekleşen
somut olayda Borçlar Kanununun 49. maddesindeki şartların oluşmadığı
gözetilerek manevi tazminat isteminin reddine karar verilmesi gerekirken
eksik inceleme ve yanılgılı değerlendirme sonucu yazılı şekilde kısmen
kabule karar verilmiş olması, usul ve yasaya aykırı olup, bozma nedenidir..”
Bu tespitin tartışmaya açık olduğu görüşündeyiz. Gerçekten Ülkemizde
manevi tazminat yaygın bir uygulama alanına sahip olamamıştır. Kara konu
olayda sigortalı Kurumun hatalı işlemi sonucu yaşlılık aylığına yaklaşık dört yıl
sonra kavuşmuştur. Kurumun sebebiyet verdiği bu “eziyet” in huzur ve tatmin
duygusu yaratmayı hak ettiği görüşündeyiz.
Yargıtay 10. Hukuk Dairesi’nin 20.10.2009–2009/11103–2009/15867
sayılı kararına konu olayda; davacı Kurum, birden fazla sigorta sicil numarasına sahip olması nedeniyle iptal ipka işlemi yapılarak aylık bağlanan sigortalıya, anılan işlem sırasında aynı adlı başka sigortalıya ilişkin hizmetin mal
edildiğinin sonradan anlaşılması üzerine, yaşlılık aylığının iptali sonu-cunda
yersiz ödemeye dönüşen aylıklar nedeniyle oluşan Kurum alacağının tahsiline
yönelik takibe itirazın iptali, davacı ise açtığı karşılık davayla borçlu olma-
dığının tespitiyle maddi ve manevi tazminat isteminin karar altına alınmasını
istemiştir.
Karardan anlaşıldığına göre; sigortalı 03.10.2005 tarihli dilekçeyle
emekliliğe hak kazanıp kazanmadığını sormuş; 07.12.2005 tarihli dilekçesinde
ise kendi adıyla aynı isimli kişiye ait olarak görünen Bağ-Kur sigortalılık
süresinin kendisine ait olmadığını, hizmetlerinin buna göre belirlenmesini
istemiştir. Kurumun 06.01.2006 tarihli yazısında ise, işten ayrılarak yazılı
talepte bulunması halinde, yaşlılık aylığı bağlanabileceği bildirilmiştir. Davacı
bunun üzerine emekli olmuş fakat daha sonra davacıya ait olduğu kabul edilen
sigorta sicil numaralarından bir kısmının aynı adlı başka bir sigortalıya ait
olduğunun sonradan belirlenmesi üzerine, aylıklar iptal edilerek, 15.02.200616.04.2007 tarihleri arasındaki dönemde yersiz ödenen yaşlılık aylığının geri
alınması için takibe geçilmiştir.
Yüksek Mahkeme isabetli olarak, yerel mahkemece sigortalının % 50
kusurlu bulunmasına karşılık; ayrı kişilere ait sigortalılık sürelerini aynı sicil
numarası üzerinden değerlendirip, farklı kişilere ait çalışma sürelerini aynı
sigortalıya ait kabul ederek işlem yapan Kurumun; konu hakkında sigortalıyı
bilgilendirip, gerektiğinde bilgisine başvurma gereğini de yerine getirmeksizin;
başlıca görevi olan sigortalılık bilgilerini düzenli şekilde kayda geçirmek, aylık
bağlama işlemini de aynı titizlik içinde yürütme yükümlülüğüne aykırı davrandığı, sıralanan yasal yükümlülüklere uyulmaması nedeniyle oluşan yanlış
işlemlerin sigortalı tarafından fark edilip giderilmesini beklemek, bu anlamda
uzman kuruluşa rağmen sigortalının hataları bilecek durumda olduğunu kabul
etmek, hakkaniyete uygun bir yaklaşım olarak kabul edilemeyeceği, özellikle,
diğer sigortalıya ait çalışma süresinin ayrılmasından sonra dahi, davalı
sigortalının 5733 gün primi ödenmiş sigortalılık süresinin bulunması; aylığın
ise sigortalılık başlangıç tarihinin değişmesi nedeniyle iptal edildiği gözetildiğinde, tahsis talebinde bulunan ve bunun dışında herhangi bir yanıltıcı eylemde
bulunmayan sigortalının, Borçlar Kanunu’nun 63. maddesi uyarınca iyi niyetle
zenginleşen kişi konumunda değerlendirilmesi ve iade borcunun da bu çerçevede belirlenmesi gerektiği, sonucuna varmıştır. Gerçekten burada sigortalının
kusurundan söz etmek mümkün değildir. Çünkü sigortalı, kayıtların doğru
olmadığını anlayarak konunun araştırılması için dilekçe vermiş ancak Kurumca
herhangi bir araştırma yapılmamıştır.
Öte yandan, Yüksek Mahkemeye göre; “…iyi niyetle zenginleşen kimse, zenginleşmenin geri verilmesinden dolayı, zenginleşme hiç olmasaydı
bulunacağı durumdan daha kötü duruma düşürülemez. Yaşam deneyleri ve
günümüzün ekonomik koşullarına göre davalının, kendisine ödenen dava
konusu yaşlılık aylıklarını tüketerek elden çıkarmak zorunda kalan, günü
gününe ve kıtı kıtına geçinen kimselerden olduğunun da kabulü gerekir.
Şüphesiz bu yönde bir kuşku ve duraksama duyulması hâlinde, Mahkemenin
gerekli inceleme ve araştırmayı yaparak davalının iadeyle yükümlü olduğu
miktarı belirleme olanağının bulunduğu tartışmasızdır..”. Yani burada Daire
aslında, özel bir durum tespit edilmedikçe, bir iade yükümlülüğünün doğmayacağını ifade etmek istemiştir.
Yüksek Mahkeme sigortalının iyiniyetle zenginleşen olarak, buna
ilişkin esaslar çerçevesinde aylığı iadeyle yükümlü bulunduğunu belirtmekle
birlikte, sigortalının da Kurumun hatalı işlemi nedeniyle doğan zararını talep
edebileceği, bunun davacının işten ayrıldığı tarihten, yaşlılık aylığına hak
kazanacağı tarihe kadar eski işinde çalışması halinde elde edebileceği net
kazancı dikkate alınarak belirlenecek gerçek zarardan; davacının elde edip
iadeyle yükümlü tutulmadığı yaşlılık aylığı miktarıyla, davacının tazminat
istediği tarihler arasında çalışması varsa, bu çalışma nedeniyle elde ettiği
ücretlerden kaynaklanan kazanç miktarı indirilerek belirlenecek miktar olduğu
sonucuna varmıştır.
2) Kurumun Hatası Sonucu Yaşlılık Aylığının Geç Bağlanmasında
Uğranılan Zararın Kapsamı
Yargıtay 10. Hukuk Dairesi’nin 26.3.2009 – 2008/20370 – 2009/5184
sayılı kararından (Çalışma ve Toplum D., 2010, 1, s.24, 451–453) anlaşıldığına
göre; davacı 25.1.1999 tarihinde 506 sayılı Kanun kapsamında yaşlılık aylığı
tahsis talebinde bulunmuş ancak çakışan Bağ-kur sigortalılığı buna bağlı olarak
prim borcunun bulunması nedeniyle tahsis talebi beklemeye alınmıştır. Davacı
yaşlılık aylığına hak kazandığının tespitine ilişkin davada 2.1.1999 (herhalde
1.2.1999 olacak) tarihinden itibaren aylık bağlanmasına hükmedilmiş ve
Kurumca 25.1.2005 tarihinde ödenen birikmiş aylıklar davacı tarafından
ihtirazi kayıtla alınmıştır. Davacı da Daire kararına konu dava ile aylıkların
ödenme tarihinden itibaren faizini ve tahsis talep tarihi ile tahsis tarihi arasında
özel bir sigorta şirketine ödediği sağlık sigortası primlerinin ödenmesine karar
verilmesini talep etmiştir.
Yüksek Mahkeme kararında;
1) Zararın kapsamının saptanmasında Kurum işleminin niteliği ile
davacının istek ve amacının göz önünde tutulması gerektiği,
2) Faizin, alacaklının nakdinden bir süre yoksun kalması nedeniyle,
nakdin kullanılması olanağını borçluya bırakması karşılığında elde ettiği,
miktarı kanun ya da hukuki işlem ile belirlenmiş, para borçları açısından özel
olarak düzenlenen, tahsil için zararın ve kusurun varlığı şart olmayan bir tür
tazminat, bir medeni semere olarak tanımlandığını, faiz kavramı kapsamındaki
“muhtemel zararların giderilmesi amacıyla doğrudan doğruya yasakoyucu
tarafından öngörülmüş bir karşılık olup, talep edilebilmesi için gerçekten bir
zarar görülmüş olmayan faiz” olarak belirlenen temerrüt faizinin de zarar
kapsamında değerlendirilmesi gerektiği, davacı ihtirazi kayıt ileri sürdüğü için
faiz talep hakkının bulunduğu,
3) Davacının ayrıca BK 105 uyarınca munzam zararını da istediği,
dava konusu olayda munzam olarak istenilenin para borcunun ödenmemesi
nedenine dayalı bir zarar olmadığını, isteğin davacının taleple tahsis arasındaki
dönemde sağlık sigortası olanağından yararlanamamasından kaynaklanan bir
zarara ilişkin bulunduğu,
4) Munzam zararın gerçekleşmiş, ölçülebilir ve somut bir zarar olması
gerekirken, davacının bu kapsamda değerlendirilebilecek somut sağlık
harcamaları dışında, kendisi ve aile bireyleri için yaptırdığı özel sağlık sigortası
primlerinin faizi aşan zarar oluşturmadığı,
bu nedenle munzam zarara ilişkin talebin reddi gerektiği sonucuna
varılmıştır.
Karara konu olayda, davacının yaşlılık aylığı Kurumun hatalı işlemi
nedeniyle yaklaşık altı yıl sonra bağlanmıştır. Sigortalı asıl borç ödenirken
davacı faiz hakkını saklı tuttuğundan 506 sayılı Kanunun 116. maddesinde
öngörülen tarihten itibaren temerrüt faizine hak kazandığı tereddütsüzdür.
Karar bu yönü itibariyle isabetlidir.
Ancak davacının tahsis talebi ile aylık bağlandığı tarih arasında kendisi
ve ailesi için yaptırdığı özel sağlık sigortası giderlerinin talep edilemeyeceği
yolundaki görüşe katılmak mümkün gözükmemektedir.
Karardan davacının özel sağlık sigortası giderlerini munzam zarar
olarak nitelendirip talepte bulunduğu anlaşılmaktadır. Bununla birlikte,
mahkeme davacının hukuki nitelemesi ile bağlı değildir. Zira munzam zarardan
söz edebilmek için, davacının yaşlılık aylığının süresinde ödenmemesi
nedeniyle faiz dışında (örneğin; paranın değerinin düşmesi, kazancın
kaçırılması, 3. kişiye karşı edimin yerine getirilememesi gibi) ortaya çıkan bir
zararın söz konusu olması gerekir. Davacının sarfettiği özel sağlık sigortası
giderleri, yaşlılık aylığının geç ödenmesinden bağımsız, davacının emekli
statüsüne geçememesinden doğan bir zarar niteliğindedir. Davacının hukuki
nitelendirmesinin mahkemeyi bağlamaması gerekir.
Kuşkusuz bir tazmin yükümünün söz konusu olabilmesi için ortada
somut bir zararın bulunması gerekir. Eğer davacı, herhangi bir sağlık harcaması
yapmaksızın salt Kurumun sağlık hizmetlerinden yoksun kaldığını ileri sürerek
bir talepte bulunmuş olsa idi, o takdirde davacının gerçekleşmiş somut bir
zararının bulunmadığı söylenebilirdi. Ancak durum böyle değildir. Davacı
fiilen yaptığı bir giderin tahsilini istemiştir. Yüksek Mahkeme fiilen ödenmiş
bulunan sağlık sigortası primlerin somut zarar kapsamında değerlendirmemiştir. Buna katılmak mümkün değildir. Karardaki “… munzam zararın
gerçekleşmiş, ölçülebilir ve somut (gerçek) bir zarar olması gerekirken,
davacının bu kapsamda değerlendirilebilecek somut sağlık harcamaları
dışında…” şeklindeki ifadeden, eğer davacının bu dönemde sağlık sigortası
primi değil de, somut sağlık harcamaları söz konusu olsaydı Yüksek Mahkemenin bunu zarar kapsamında göreceği anlamı çıkmaktadır. Kuşkusuz davacı tahsis talebiyle tahsis tarihi arasındaki dönemde fiilen bir sağlık harcaması
yapmış bulunsaydı, bunun zarar kapsamında görüleceği tereddütsüzdü. Ancak
davacının somut bir sağlık harcaması yapması ile sağlık harcaması riskine karşı
somut bir sağlık sigortası harcaması yapması arasında bir fark bulunmamaktadır.
Bu bakımdan muhtemel sağlık harcamaları için ödenen sağlık sigortası
primleri de zarar kapsamına dahildir. Burada esasen şu iki yönden inceleme
yapılması gerekirdi. Öncelikle; sağlık sigortasının kapsamının Kurumun karşılayacağı sağlık yardımından fazla olup olmadığı, dolayısıyla ödenen primin
yüksek olup olmadığı konusunda bir değerlendirme yapılabilir. Nitekim davacının yaptırdığı sağlık sigortasının Kurumun sağladığı yardımları karşılayacak
nitelikte makul ve ölçülü olması gerekir.
Öte yandan, ikinci incelemenin ortada davacının durumu ile sağlık
sigortası yaptırması arasında uygun bir illiyet bağının bulunup bulunmadığı
konusunda yapılması mümkündür. Ortada davacının emekli statüsüne girememesinden doğan bir zarar kalemi söz konusudur. Davacının durumu ile sağlık
sigortası yaptırması arasında uygun illiyet bağının bulunmadığı da söylenemez.
Nitekim; dava sürerken kendisinin ve ailesinin sağlık risklerine karşı korumasız
kalmasını beklemek mümkün değildir.
VII) KUSURLU
AÇILMASI
KĐŞĐNĐN
TESPĐTĐ
ĐÇĐN
DAVA
Yargıtay 21. Hukuk Dairesi’nin 16.11.2009–2008/16361–2009/14896
sayılı kararına konu olayda, davacı yaşlılık aylığı için başvuruda bulunmuş
ancak 1986 yılı ikinci döneminden 83 günlük çalışmasının Kurum kayıtlarına
geçmediği anlaşılmıştır. Davacı bunun üzerine 83 gün daha çalışmak zorunda
kalmıştır. Davacı bu dava ile yaşlılık aylığının 83 günlük sürenin bildirilmemesi nedeniyle geç bağlandığını, ileride açacağı tazminat davasına esas olmak
üzere işverenin mi yoksa Kurumun mu kusurlu olduğunun tespitini istemiştir.
Daire isabetli olarak eda davası açılabilecek hallerde tespit davası açılamayacağını gerekçe göstererek, davacının bu davada hukuki yararı bulunmadığı
sonucuna varmıştır.
Gerçekten; davacının çalıştığını iddia ettiği 83 günlük sürenin Kurum
kayıtlarına geçmemesinde kimin kusurlu olduğu hususu ileride açacağı tazminat davasında incelenecektir. Bu nedenle davacının tazminat davasını kime
karşı açacağını belirlemek üzere tespit davası açmasında hukuki yararı bulunmamaktadır.
VIII) MADDĐ TAZMĐNAT DAVASI ĐLE RÜCU DAVASININ BĐRLEŞTĐRĐLMESĐ
Yargıtay 21. Hukuk Dairesi’nin 10.11.2009–15090/14504 sayılı kararına konu olayda; davacı sigortalı işverene açtığı davada iş kazası nedeniyle
maluliyetinden doğan maddi zararının tazminini istemiş, bir diğer davada
davacı Kurum sigortalıya yaptığı ödemelerden dolayı işverene rücu davası
açmıştır. Yerel Mahkeme her iki davayı birleştirmiştir.
Yüksek Mahkeme isabetli olarak, davaların talep üzerine veya resen
birleştirilebilmesi için her iki dava arasında bağlantı bulunması, aynı sebepten
doğması ve biri hakkında verilecek kararın diğerini etkileyecek nitelikte
bulunması gerektiği, iş kazasından doğan maddi tazminat davası ile rücu davası
arasında böyle bir bağlantının bulunmadığı, temyiz yerlerinin de farklı olduğu
sonucuna varmıştır. Kararın isabetli olduğunda tereddüt bulunmamaktadır.
Yerel mahkemenin her iki dava arasında nasıl bir irtibat tespit ettiğini anlamak
mümkün olmamıştır. Zira davaların birleştirilmesi için her şeyden önce
taraflarının aynı olması gerekir. Karara konu olayda ayrı görülürken ayrı
davacıları bulunan davalar birleştirildikten sonra iki davacısı olan bir dava
haline gelmiştir. Halbuki aynı davada taraf sıfatının birden fazla kişiye ait
olması, ihtiyari veya zorunlu dava arkadaşlığı (ki buna aşağıda değinilmiştir)
hallerinde mümkündür. Olayda böyle bir durum bulunmamaktadır.
Ortaya öyle bir dava çıkmıştır ki, davacılardan sigortalı Kurumca
karşılanmayan zararının tazminini, diğer davacı Kurum ise sigortalı için yaptığı
harcamaların rücuan tahsilini talep etmektedir. Davaların birleştirilmesi
sonucunda davacı tarafın değişmesi mümkün değildir. Halbuki karara konu
olayda her dava bakımından tek davacı varken ortaya iki ayrı davacı çıkmıştır.
Ayrıca, davalı işverenin davacılara karşı sorumluluk esasları dahi aynı değildir.
Bu davaları doğuran olayın iş kazası olması davalar arasında irtibatın varlığı
için yeterli değildir. Eğer birleştirme için irtibat kavramı, davanın aynı iş
kazasının sonucu olması olarak kabul edilirse, bu durum aynı iş kazasında
yaralanan iki işçinin de birlikte dava açabilmesi anlamına gelir ki, usul
hukukumuzda böyle bir dava şekli düzenlenmemiştir. Bu bakımdan 21. Hukuk
Dairesi kararının isabetli olduğunda tereddüt bulunmamaktadır.
IX) SĐGORTALILIĞIN TESPĐTĐ DAVASINDA BĐRDEN
FAZLA KĐŞĐYE HUSUMET YÖNELTĐLMESĐ
Konu dava arkadaşlığına gelmişken Yargıtay Hukuk Genel Kurulu’nun
8.7.2009–2009/21–286–2009/328 sayılı kararına konu 21. Hukuk Dairesi’nin
21.10.2008–2007/22158–2008/16301 sayılı kararına değinmek gerekir.
Karara konu olayda davacı 14.7.1982 – 30.6.1985 tarihleri arasında
Eyüpspor Kulübünde; 1.7.1985–26.11.1986 tarihleri arasında Silivrispor
Kulübünde; 29.7.1987–31.5.1989 tarihleri arasında Alibeyköy Kulübünde ve
31.12.1990–31.5.1991 tarihleri arasında Vefaspor Kulübünde ayda 30 gün
sürekli olarak çalıştığını ileri sürerek, sigortalı hizmetlerinin tespitini talep
etmiştir. Aynı dilekçe ile açılan davada husumet Kurumun yanında diğer dört
spor kulübüne de yöneltilmiştir. Yani davacı, husumet yönelttiği farklı işverenler yanında, farklı işyerlerinde ve farklı dönemlerde geçen çalışmaların
tespitini aynı dava ile istemiştir. Gerek 21. Hukuk Dairesi ve gerekse Hukuk
Genel Kurulu, hangi hallerde zorunlu ve ihtiyari dava arkadaşlığının söz
konusu olabileceğini açıkladıktan sonra, her işveren kendi işyerinde çalışılan
dönemden sorumlu olacağından, talepler arasında hukuki ve fiil irtibat bulunmadığı, bu farklı taleplerin birlikte görülmesini haklı kılacak açık bir yasal
düzenleme ve geçerli bir hukuki nedenin bulunmadığı sonucuna varmıştır.
Kararın isabetli olduğunda tereddüt bulunmamaktadır. Nitekim 21.
Hukuk Dairesi’nin aynı yolda bir kararı 2008 yılı değerlendirmesine konu
olmuştur(Bak. Güzel, 2008 Yılı Kararlarının Değerlendirilmesi, 314 – 315).
X) GÖREV
Yargıtay 10. Hukuk Dairesi’nin 3.11.2009–10106/16751 (YKD
Temmuz 2010, 1236–1238) sayılı kararı 5510 sayılı Kanun yürürlüğe girdikten
sonra sık karşılaşılabilecek görev uyuşmazlığına ilişkindir.
Karara konu olayda davacı, tedavisinde kullanılan ilaç kaplı stent
ücretinin ödenmemesi yönündeki Kurum işleminin iptaliyle, stent bedelinin
yasal faiziyle tahsiline karar verilmesini istemiştir. Davacı 5434 sayılı TC
Emekli Sandığı Kanunu kapsamında emeklidir ve tedavi 25.11.2008 –
26.11.2008 tarihleri arasında gerçekleşmiş ve bedeli konu edilen ilaç kaplı stent
farkı 26.11.2008 tarihli faturaya hasta katılım payı olarak yansıtılmıştır.
Bilindiği gibi; 5434 sayılı Kanun kapsamındaki tedavi giderlerinden
kaynaklanan uyuşmazlıklar daha önce idari yargıda görülmekte idi. 5510 sayılı
Kanunun 101. maddesinde; “Bu Kanunda aksine hüküm bulunmayan hallerde,
bu Kanun hükümlerinin uygulanmasıyla ilgili olarak ortaya çıkan uyuşmazlıklar iş mahkemelerinde görülür.” hükmüne yer verilmiştir.
Kararda da isabetli olarak belirtildiği üzere, 5434 sayılı Kanunun sağlık
yardımlarına ilişkin hükümleri 5510 sayılı Kanunun md.106/VIII. fıkrası ile
yürürlükten kaldırılmıştır. Bunun yanında 5510 sayılı Kanunun “5434 sayılı
Kanuna ilişkin geçiş hükümler” başlıklı geçici 4 ve “Genel sağlık sigortası
geçiş hükümleri” başlıklı geçici 12. maddelerinde genel sağlık sigortasının
uygulanması öngörülmüş ve bu sigorta kolunun uygulanması bakımından 5434
sayılı Kanuna göre emekli aylığı alanlar hariç tutulmamıştır. Ayrıca sözü edilen
tedavi giderleri de 5510 sayılı Kanunun genel sağlık sigortasına ilişkin
hükümlerinin yürürlüğe girdiği 1.10.2008 tarihinden sonra yapılmıştır. Bu
bakımdan Yüksek Mahkemenin söz konu uyuşmazlıkta iş mahkemelerinin
görevli olduğu yolundaki görüşü son derece isabetlidir.
Oturum Başkanı : Sayın Ekmekçi’ye yoğun emek ve uzun bir
çalışmasının sonucunda yorularak hazırladığı doyurucu kapsamlı tebliğini akıcı
bir üslupla ve kendisine has bir heyecanla sunduğu için kutluyorum, teşekkür
ediyorum. 15 dakikalık aradan sonra görüşmek dileğiyle saygılar sunuyorum.
Değerli katılımcılar oturumun bu bölümünde soru cevap bölümü olarak
genel görüşme yapacağız. Ancak farklı bir uygulama yapmak suretiyle 10’uncu
Hukuk Dairesi adına Dairemizin üyesi Fatih Arkan Bey hocamızın tebliğine
karşı katıldığımız, katılmadığımız ya da ek açıklama gerektiren konularda size
açıklama yapacaklardır.
Buyurun Sayın ARKAN şöyle alalım sizi.
Fatih ARKAN (Yargıtay 10.Hukuk Dairesi Üyesi) : Evet Kasım
ayının bugünlerinde özellikle havanın Kasım ayına göre güzel sayılabilecek
nitelikte olduğu bir günde aramızda olmanız nedeniyle ben çok teşekkür
ediyorum.
Hocama çok çok teşekkür ediyorum. Ama sizlere itiraf etmeliyim ki
hocamın süratine yetişmem çok güç, çok mümkünsüz hatta. Not almaya bile
yetişmekte güçlük çektim. Başlıklarını yazdım, şu an hatırlayabildiğim başlıklarla sizlere birtakım açıklamalarda bulunmak isterim.
Katıldığını belirttiği ilk Dairemiz kararı Afganistan’da yapılan bir
çalışmaya ilişkindi. Türkiye’de tam zamanlı olarak bildirilmiş sigorta primleri
yatırılmış bir sigortalının meydana gelen zararlandırıcı sigorta olayının iş
kazası olduğuna yönelikti. Kararımıza katılmasını büyük bir memnuniyetle
karşılıyorum fakat bir iki detay eklemek istiyorum. Biliyorsunuz bu geçicilik
unsuru konusunda bir süreyle sınırlı olmama olgusu 2000 yılının bir hukuk
genel kurulu kararında dile getirilmişti. 2000 yılı kararlarının değerlendirilmesinde sayın hocamız Can Tuncay beyefendinin değerlendirmesi vardı. Ama
orada sosyal güvenlik sözleşmeleri doğrultusunda bir değerlendirme yapılmıştı.
Avrupa Birliği normlarıyla bunun 12 ayla sınırlı olduğu, uluslar arası
Türkiye’nin dâhil olduğu sosyal güvenlik sözleşmeleriyle de 12 ve 36 aylık
sürelerle değerlendirilebileceği şeklinde Can Tuncay hocamızın bir değerlendirmesi vardı onu hatırlatarak ve kendisine bir kez daha saygıyla teşekkürlerimizi ileterek geçmek istiyorum.
Bir ufak bir şey hatırlatmak isterim. 5510 sayılı yasada buna ilişkin iki
tane düzenleme var. Dolaylı olarak buna ilişkin iki düzenleme var. 5’inci
maddenin g bendinde şu söylenmekte; ülkemiz ile sosyal güvenlik sözleşmesi
olmayan ülkelerde iş üstlenen işverenlerce yurtdışındaki işyerlerinde çalıştırılmak üzere götürülen Türk işçileri 4/1-a sigortalısıdır. Bunlar hakkında kısa
sigorta kolları hükümleri uygulanır. Bu sanıyorum 5510 ile getirilen bir yenilik.
Böylece iş kazası sayılmaya ilişkin bizim uzun gerekçeler bulmamıza bundan
sonra gerek bulunmayacak.
Bir ilgili madde 5510 sayılı yasada 10’uncu madde şunu ifade etmekte.
Đşverenlerce yurtdışına geçici gönderilme halinde bu görevlerini yaptıkları
sürece sigortalılar ve işverenlerin sosyal sigortaya ilişkin hak ve yükümlülükleri devam eder. Bu maddeyle de sanıyorum yeni bir süre sınırlaması getirilmediği dikkate alınarak bundan sonraki değerlendirmeler yapılmak durumunda.
Kaçınılmazlığa ilişkin çok haklı bir değerlendirmesi var, Dairemiz
kararına katıldığını belirttiler. Değerli hâkim arkadaşlar ve bilirkişilik yapan
arkadaşların bu ayrıntıya lütfen bir kez daha üzerinde durarak değinmelerinde
yarar var, özellikle maden işyerlerinde meydana gelen ani olayların kaçınılmazlık olarak adlandırılması en hafif deyimiyle, en hafif deyimini de kullanmayayım, pek uygun değil. Lütfen bu konuda insan yaşamının bir parça
kutsallığı kapsamında değerlendirme yapılmalı diye düşünüyorum.
Hangi yasanın uygulanacağına ilişkin değerlendirmeleri vardı hocamın.
2003 yılında meydana gelen yasa değişikliğiyle çalışamama olgusu biliyorsunuz değiştirildi, o da iki bölü üç oranında bir beden güç kaybı şeklinde bir
ifadeyle aranır oldu. Bizim Dairemizin uygulaması 2003 öncesi çalışamama
olgusuna dayalı maluliyet aylıklarında daha sonra meydana gelen kontrol
muayenelerle üçte ikinin altında bir değer saptansa bile kontrol kaybının 2003
önceki yasalara göre yapılması gerektiği. Burada ifade edilmek istenen kontrol
kaydı araştırılırken iki bölü üçe itibar edilmeyip çalışamama olgusunun değerlendirilmesi gerektiği dairemizin bu uygulaması aynen hocamın katıldığı
gibi sürmekte.
Đşsizlik sigortası ve işe iade davalarına ilişkin hocamın cesaretle yaptığı
değerlendirmeleri büyük bir memnuniyetle karşıladık. Bunun nedeni gerçekten
işe iade davaları biliyorsunuz 2002 yılından sonra gündemimize geldi yasa
değişikliğiyle. Ancak işsizlik sigortası 1999, iş kaybına ilişkin özelleştirme
kanunundan kaynaklanan tazminatlar ise daha önceki tarihte gündeme geldi.
Bunlar arasında cidden bir senkronize bir uyum söz konusu değil. Bunun için
her somut olayın değerlendirmesinde, irdelenmesinde acaba verilen kararın
domino etkisiyle neleri yıkacağını çok hassaslıkla düşünmek değerlendirmek
durumundayız. Đlk kez bu çaplı bu kadar geniş çaplı bir değerlendirmeyi yapan
hocama şahsım adına da teşekkür etmek istiyorum. Umarım bu değerlendirmeler diğer hocalarımız tarafından, diğer uygulayıcılar tarafından daha sonra
yeni yorumlarla gündeme gelir. Bizde bu katkıdan yararlanmış oluruz.
Hocamın bir örnekle huzurlarınıza aktardığı bir konuda düşüncemi
aktarmak istiyorum. Đşsizlik ödeneğiyle işe iade sonrasında hak kazanılan dört
aylık dönem çakışırsa sorun yok, bunu siz kararlarınızla aşıyorsunuz dedi. Ve
bu kararlarımızı uygun gördü. Ancak sigortalı altı ay işsizlik sigortasından yararlandı ve işe iade edildiyse ne olacak sadece iki aylık dönemi onun uhdesinde
bırakıp dört ayı mı alacağız dedi. Bu değerlendirmesinde son derece haklı
ancak böyle bir karar sanıyorum Dairemiz önüne gelmedi. Ancak kişisel
görüşümü belirtebilirim, altı aylık örnekte olduğu gibi işsizlik ödeneğine hak
kazanan bir kişi işe iade sonucunda elde ettiği dört aylık ücretinden sonra da bu
süre zarfınca işsiz kalmışsa bence iki ay değil yine altı ay işsizlik ödeneğinden
yararlandırılmalıdır diye düşünüyorum. Ancak çekincemi belirtiyorum bu bir
Daire kararı değil sadece kişisel görüşüm.
Sigortalı ĐŞKUR’a başvurmadan ĐŞKUR ve işvereni hasım görüp dava
açarsa ne olacak buna ilişkin hocamın detaylı eleştirileri oldu. Bu eleştirilerin
bir bölümü mutlaka dikkate alınacaktır. Ancak katılmadığımız yönleri ben
aktarmak istiyorum. ĐŞKUR’a başvuru şekil şartına bağlı değildir, bir yanlış
anlaşılır ifademiz olmuş gerçekten. Ancak buradaki amacımız, bundan
muradımız şu, dava açılmış olması karşısında dava açmanın bir yazılı başvuru
yerine geçeceği bu olayın bu şekilde algılanması ĐŞKUR’a bir başvuru
olmamasının sigortalı işsiz için bir hak kaybına yol açmaması gerektiği, bunun
bu şekilde algılanması sanıyorum doğru olacaktır.
Hocam tebliğinin yoğunluğu nedeniyle aktarmadığı bir konuda ben
yine bir not düşmek istiyorum. Elektronik konusunu biz kararımızda işledik
neden işlediğimiz konusunu belirtmek isterim. Hatırlayacağınız gibi şahsen
doğrudan başvuru aranıyordu işsizlik kanununda. Bu avukatlar aracılığıyla
yapılacak bir başvurunun geçerli olup olmayacağına ilişkin genel kurul önüne
gelen bir davada tartışma konusu oldu. Hayır dendi; Sigortalı işsiz şahsen ve
doğrudan ĐŞKUR’a başvuracak. Ancak; Dairemizce yapılan değerlendirmede
bunun ciddi hak kayıplarına yol açabilecek nitelikte olduğu ama bir tarafta da
hukuk genel kurulu kararı bulunduğu gözetildiğinde, elektronik ortamda
yapılacak başvuruyu mümkün kılan yasa değişikliğinden sonra hukuk genel
kurulu kararından ayrılmak için bir gerekçe oldu bizim için. Bu nedenle elektronik ortamda yapılan başvuru vekille yapılan başvurunun da yolunu açacağı
düşüncesiyle kararımıza işlenmiş oldu. Böylece hukuk genel kurul kararını
gerekçesiz olarak aşmamız olduğumuzu düşünüyorum.
ĐŞKUR’a bir başvuru olmadığı için dava açılmasına sebebiyet vermediğini belirtti hocam. Elbette bunun farkındayız, ancak dediğim gibi sigortalının hak kaybına uğramaması için biz bunu bir yazılı başvuru olarak değerlendirdik. Başvuru olmaması maddi olgusunu ise yargılama giderlerinin tayininde
mutlaka ĐŞKUR lehine değerlendiriyoruz. Başvuru olmaması yargılama giderlerinden kusurlu olmaması varsayımından hareketle somut olayın özelliklerine
göre gerektiğinde kusurlu tutulmamakta.
Bir de hocamın, değerli hocamın eleştirisi var. Burada iki farklı dava
var, niye birlikte gördünüz. Burada ihtiyari zorunlu dava arkadaşlığı yok derler.
Haklılar, ancak unutulmaması gereken bir yön var, iki dava arasında bir bağ
görüyorsanız bunu birlikte ele alabilirsiniz. Ki, bu davalardan birisi diğeri için
bir mesele, bir ön sorun niteliğinde ise haydi haydi birlikte görebilirsiniz.
Sanıyorum hocamın bu eleştirisine katılmadığımı belirtmek durumundayım.
Bir de şöyle eleştirisi oldu, iş akdinin haksız feshi olgusunun 10’uncu
Hukuk Dairesi tarafından değerlendirilmemesi. Bu değerlendirmeyi yapacak
olan merciinin 9’uncu Hukuk Dairesi olduğu eleştirisi. Unutulmamalıdır ki Đşsizlik Sigortası Kanununun 51’inci maddesinde iş akdinin feshinin nasıl olması
gerektiği, işsizlik sigortasına hak kazanmada bir unsur olarak aranır. Yargıtay
başkanlar kurulunun görevlendirmesiyle Dairemiz bu tür davalara bakmaktadır.
51’inci maddede belirtilen unsurların yüksek dairece denetlenmesi mutlak
zorunluluktur. Biz bu değerlendirmeyi yaparken yüksek 9’uncu Dairenin görüşlerinden yararlanıyoruz. Kaldı ki işçilik alacakları ve hizmet tespiti davalarının birlikte açılması karşısında bir diğer kardeş sosyal güvenlik dairesi olan
21’inci Hukuk Dairesi değerlendirme yapmaktadır. Demek ki bir sosyal güvenlik dairesi de bu değerlendirmeyi yapabilir diye düşünüyorum.
Đş kaybı tazminatı işsizlik ödeneğinin çakışması durumunda bir örnek
verdi hocam. Eğer dört aylık süreye ilave ettiğiniz zaman işe iadeyle hak kazanılan dört aylık süreyi iade ettiğiniz zaman, yasanın aradığı 4016 sayılı yasanın
aradığı 21’inci maddenin aradığı bir yıllık sürenin aşıldığını bu durumda iş
kaybı tazminatına hiç hak kazanılamayacağı olgusunun da ayrıca gözetilmediğini belirtti. Oysa işsizlik sigortasına yönelik başta yaptığı değerlendirmede
sigortalının başvururken işe iade sonucunda işine hak kazanıp kazanamayacağını bilemeyeceği, bu nedenle dört aylık sürenin fesihte farklı algılanması
gerektiğini, özellikle işsizlik sigortası anlamında belirtmişti hocam. Bizde farklı
algıladık bir yıllık süre geçici olabilir ancak fiili durumda işe iade davasının
açıldığı durumda, bir yıllık süre geçmemişti. Bu nedenle sadece talep gibi dört
aylık süre gözetildi. Zaten somut olayda da dört ay altı günlük bir süre işsizlik,
iş kaybı tazminatı ödenmişti. Çok cüzi bir miktardı. Ama 21’inci maddeye
baktığınız zaman iş kaybı tazminatının yanılmıyorsam 8 aya kadar olabileceği
olgusu var. Đşe iade davasıyla istemeden kazanacağı ki istemeden olgusunu
kavramını bilerek belirtiyorum, fesihten sonra, özelleştirmeden sonra bir yılı
aşan fesihlerde dört ayı alıp sekiz ay gibi bir dönemi iade etmek gibi bir
çelişkiyle açtığı davanın aleyhine sonuçlanması gibi bir çelişkiyle karşılaşabileceğini de belirtmek isterim.
Hukuk genel kurulu kararının taraf sıfatına ilişkin bir değerlendirme
yapmadığını belirtmişti. Haklı olabilir hocam ama biz hocamın değerlendirmesine aynen katılıyoruz. Biz davacının sigortalının pasifinin artması ona taraf
sıfatı verir, davacı sıfatı kazandırır ki Dairemiz uygulaması bu gerekçelerle
sürmektedir.
Lösemiyi önlemek için tedavi amaçlı tüp bebek uygulamasına katıldıklarını belirttiler. Uygulama aynı şekilde devam etmektedir. Doğuma dayalı
borçlanmaya gelince, bizim Mayıs 2010 tarihinde verdiğimiz karar gerçekten
5510 sayılı yasanın 41’inci maddesiyle getirilen borçlanma, yeni bir borçlanma
hakkına ilk kez uygulama katan bir madde, ilk kez yön gösteren bir madde. Bu
nedenle hangi yasanın uygulanması gerektiğine kadar birçok sorunları anlatıp
aşmaya, daha sonra oluşabilecek sorunları baştan önlemeye gayret ettik. Hocam buna gerek var mıydı, geçici 7’nci madde buna zaten normatif bir hüküm
getiriyor demektedirler. Ben hocama şöyle cevap vermek istiyorum, o zaman
5510 sayılı yasanın 41’inci maddesinin altlarda yer alan bir fıkrası var. Sigortalılıktan önce yapılan borçlanmalarda sigorta başlangıcı öne götürülür. Siz,
41’inci maddede sayılan tüm borçlanma, borçlanılabilecek durumlara maalesef
bu maddeyi uygulayamıyorsunuz. Uygulayamadığınız için bunun sadece o
ifadeye uygun olan borçlanmaya uygulayabileceğinizi düşündüğünüzde, geçici
7’nci maddenin de bu tür bir sakınca içerdiğini düşünerek biz gerekçeye yer
vermedik. Gerekçemizin uygun olduğu, yeterli olduğunu düşündüğümü belirtmek istiyorum.
Değerli hocamın bir eleştirisi de özel sağlık sigortası priminin prime
esas kazanç tutarına dâhil olup olmayacağına yönelik gerekçeli onama kararımızda gerekçedeki belirttiğimiz bir ifadeye ilişkin. Ben yine de çok mutlu
olduğumu belirtmek istiyorum. Hocam sonuçları itibarıyla katılıp gerekçelerle
katılmadığını belirtiyor kararlara. En azından sonuçları itibarıyla aynı düşünceyi paylaşmak bizim içinde mutluluk verici.
Kararı yanımda bulunduruyorum. Hocamın eleştirisi şu noktadaydı.
Gerekçede gelir vergisi kanununun 63’üncü maddesindeki bir düzenlemeden
dayanak alınmıştır. Bu yanlış sonuçlara varabilir. Oradaki matrahla buradaki
prime esas kazanç tutar aynı değildir dedi. Bizde sanıyorum burada farklı bir
şey söylemek istedik, bunu sizlerle de paylaşmak isterim. Biz şunu söylüyoruz,
özel sağlık sigortası primlerinin dâhil edilmemesi gerekçesini güçlendirebilmek
adına şunu ifade ediyoruz. Devletin özel sağlık sigortasının yaygınlaştırılmasının politikası ile de uyumlu değildir. Bu ifadeyi güçlendirmek için verilmiş bir örnektir gelir vergisi kanununun 63’üncü maddesi. Yoksa bir matrah,
prime esas kazanç, tutar karşılaştırması yapmıyoruz. Devlet özel sağlık sigortasını teşvik etmek için gelir vergisi kanununda bir düzenleme yaparken bir
başka mevzuatta bunun aksine sonuç doğurabilecek bir düzenlemeye gitmeyecek, bu hayatın olağan akışına uygun düşmeyecektir-i ifade etmek istedik
gerekçeyle. Yoksa matraha yönelik bir eleştirimiz, aynılığına yönelik bir değerlendirmemiz söz konusu değil.
Tasarrufu teşvik uygulamasına ilişkin sert eleştirileri oldu değerli hocamın. Üzülerek hiç katılmadığımı belirterek başlamak istiyorum, düşüncelerine
hiç katılmadığımı belirterek başlamak istiyorum. Öncelikle değerli hocam,
borcun kaynaklarının, sebepsiz zenginleşme, haksız fiil ve kanun olarak belirtildiği borçlar hukukunda buradan okumak istiyorum. Borcun kaynakları sözleşme haksız fiil, sebepsiz zenginleşme. Ama bendeki sosyal güvenlikte farklı
kaynaklarda var. Kararımızın bir alt paragrafını okumak istiyorum. Aynen şu
geçer paragrafın altında, kanundan doğan, bir kanun hükmü nedeniyle öngörülen borç ilişkileri de bulunmaktadır. Yani biz sadece Borçlar Kanununda
sayılan üç tane hali bu kanundan doğan sair kanunlarda ifade edilen halleri de
bu kapsamda ele alıyoruz.
Değerli hocam şunu söyler, bir yerde yetki varsa sorumluluk da vardır.
Ama evrensel hukuk ilkesi de vardır, hukuki güvenlik. Đki gün boyunca, işçi,
sigortalı için aradığımız hukuki güvenliği işveren içinde, sosyal güvenlik kurumu içinde aramak zorundayız diye düşünüyorum. Yasa, prim toplama yetkisi
vermiş ancak bunun sonuçlarını gösteremiyorsa, sonuçlarına da katlanmak
zorundadır. Yasa koyucunun sorumluluk öngören düzenlemeyi mutlaka ama
mutlaka metinlerde göstermek zorundadır. Bu hukuki güvenliğin ayrılmaz
sonucudur.
Ayrıca Borçlar Kanunu 141’inci maddede müteselsil sorumluluğun
kaynakları çok açıkça hiçbir kuşkuya bırakılmayacak şekilde yer verilmiştir.
141’inci madde, kanunu ve sözleşmeyi referans olarak göstermiştir. Ben şunu
sormak istiyorum, kanunda böyle bir düzenleme görüyor musunuz? Aksi
durumda ortaya ne çıkacak, ticaret hukukuyla ilgilenen arkadaşlarım bilecekler,
ticari işlerde Türk Ticaret Kanunun 7’nci maddesi bir karine geliştirmiştir,
teselsül karinesi ticari işler için. Böyle bir karinenin sosyal güvenlik alanında
geliştirilmesi söz konusu olamaz, yasa buna yer vermemektedir.
Değerli hocam, 506 sayılı yasadaki teselsüle ilişkin hükümlerin olayla
hiçbir ilgisi olmadığı biraz da gereksiz yazdığımızı belirtir ifadeler kullandı.
Orada bir örnekleme yapılmaktaydı. Yapılmakta olan örnekleme şuydu, yasa
koyucu istiyorsa müteselsil sorumluluğu muhtelif maddelerde belirtebilir. Bunu
da 506 sayılı yasada yapmış tasarrufu teşvik yasasında böyle bir arzusu varsa
yapmamasının nedenini anlamak güç. Yapmamışsa sonuçları bir yasa değişikliğiyle çözümlenmelidir, sonuçları bir yasa değişikliğiyle giderilmelidir. Yorumla yetki eşittir sorumluluk ifadesini kullanmak bence çok ağır sonuçlar doğurabilir.
Bir şey daha buna ekleyebilirim, tasarruf unsuru taşıyan bir yasadaki
bir hükmü sosyal sigorta yardımları yapmakla yükümlü olan Sosyal Güvenlik
Kurumuna yıkmak acaba ne kadar doğru. Ben Sosyal Güvenlik Kurumundan
sosyal sigorta ilişkilerini güçlendirmesi, sosyal sigorta yardımlarını artırması
derinleştirmesi çabası içine girmesini isterim. Tasarruf unsurunu öngören,
faizin, devlet katkısının, nemanın Sosyal Güvenlik Kurumunca karşılanması
bence Sosyal Güvenlik Kurumunun varoluş amacına da çok uygun değil.
Bundan sonraki düzenlemelerde ki kıdem tazminatı fonunu örnek gösterdi
hocam, sanıyorum arzu edilen kurum tarafından ya da hazine tarafından
ödenmesi ise bunun açıkça norma bağlanması gerekir. Bu benim düşüncem.
Kurumun özen borcuna ilişkin değerlendirmesine gelince, net ücret
çalışılmayan dönemde biz net ücretin kurum tarafından karşılanması
gerektiğini belirttik. Haksız yere hak kazanılmadığı halde işten ayrılmasına
neden olduğu için. Çünkü burada bir fiili çalışma söz konusu değildir. Ortada
bilinen bir durum vardır. Đşsiz kalmıştır, işsiz kaldığı için kaybolan bir prim,
zayi olan bir prim miktarı da yoktur. Bu nedenle net ücret vurgulaması yapıldı.
Bir başka yerde, munzam zarar ifadesi kullanıldı kararımızda, gerçekten bu birazcık munzam zararın tanımına uygun düşmez. Burada munzam zarar
yerine zarar ifadesi kullanılmalıydı. Hocamın buradaki tespitine katılıyorum.
Özel sağlık sigortası primi zarar kapsamında ele alınmalıydı. Ancak o kararın
başlığı, o somut olaya baktığımızda şu vurguyu göreceksiniz, çakışan sigortalılık nedeniyle sosyal güvenlik kurumu tarafından aylık bağlanmıyor; Çakışan
sigortalılığın oluşması davacının kişisel kusuru. Kurumun bir kusuru değil.
Yapılan yargılamayla giderilmiş, yaşlılık aylığına hak kazanmıştır. Kendisinin
neden olduğu bir sonucun en azından özel sağlık sigortası primlerinin de tahsil
edilmemesiyle denkleştirilmesi Dairemizce amaçlanmıştır.
6183 sayılı yasaya ilişkin yine hocama çok teşekkür ediyorum, yine
katılımcılardan bu konuda bundan sonraki yıllarda desteklerini istiyorum. Bu
konu özellikle Danıştay tarafından yoğun bir şekilde vergi uyuşmazlıklarında
uygulanan bir konudur. Aralık 1993 tarihinden itibaren iş mahkemeleri birden
6183 sayılı kanunun tüm hükümlerini uygular hale geldi. Bir gecede yeni bir
mevzuatı bilmeniz istendi. Dairemiz bu konuda gerekli çabaları gösteriyor.
Ama sizlerin de bu çabalara bundan sonraki yıllarda katkı sağlamanız mutlaka
çok yararlı olacaktır.
Hocamın tebliğinde 506 sayılı yasanın 80, 6183 sayılı yasanın 35 ve
mükerrer 35’inci maddelerine ilişkin değerlendirmeler var. Ancak süre yetmediği için değerlendirmelerini kısa kesti. Ben bir iki dakika içerisinde bu konuda
da bir şeyler söylemek istiyorum. 506 sayılı yasanın 80’inci maddesinde şu
ifade geçer, prim alacakları üst düzey yönetici ve yetkililerden şu şu hallerde
müteselsilen alınır. Geniş kapsamlı bir maddedir. Kanuni temsilci olmayı
gerektirmez. Üst düzey yönetici ya da yetkili bir finans yetkilisi olmanız bile
yeterli olabilir. Yararlanacağı, ayrıca kısıtlayıcı hallerde vardır. Haklı neden
olgusu vardır 80’inci maddede.
6183 sayılı yasanın özellikle mükerrer 35’inci maddesine değinmek
istiyorum. Kanuni temsilci sorumluluğunu ifade eden bir maddedir. Yıllarca şu
şekilde ele alındı bu madde, kanuni temsilcilik varsa esas mukaveleye bakılır
şirketin, buradan belirlenir. Ama son zamanlarda şunu görmekteyiz şirket ara
sözleşmesinde yüzde 88 paya sahip bir ortak yüzde bir sembolik paya sahip bir
ortak bulunmakta. Yüzde bir paya sahip bir ortağa tüm temsil nizami yetkisi
devredilmekte; Çoğu zaman bu ortak ticaret hukukçularının ifadesi gibi saman
ortak niteliğinde; Bundan sonra yapılacak değerlendirmelerin sanıyorum bunları da giderici, bunları da öngörücü şekilde olması gerekiyor.
Ben değerli hocamın temposuna not alabildiğim hususlar bu kadar. Bir
şeye daha değinmek istiyorum bu konuda. 80 ve 683 karşılaştırmasında, 5510
sayılı yasanın yanılmıyorsam 88’inci maddesi zaten bu tartışmaları da bir
kenara bırakacak nitelikte ifade içermektedir. 88’inci madde artık yönetim
kurulu üyeleri de dâhil üst düzey yöneticiler, üst düzey sorumlular ve kanuni
temsilciler ifadesini içermektedir. Sanıyorum bundan sonra artık bu sorunlar
daha kolay aşılabilecek.
Tüm katılımcıları saygıyla selamlıyorum, hocama bir kez daha teşekkür
ediyorum.
Oturum Başkanı : Dairemiz üyesi Sayın Arkan’a açıklamalarından
dolayı teşekkür ediyorum.
Şimdi, düşüncesini belirtmek, soru sormak isteyen arkadaşlarımızın
isimlerini alacağım. Lütfen, Ercan beyi yazdım. Efendim, Ahmet,
Fatma BAŞTERZĐ buyurun efendim.
Özür dilerim Fatma Hanım az önce bana dışarıda soru soran ancak bu
soruyu içeride sormasını istediğim Nurdan Hanım isimli bir arkadaşımız vardı,
salondalar mı, ben sizi görmedim herhalde. Tamam, avukat hanım size
vereceğim.
Fatma Hanım buyurun lütfen.
Dr. Fatma BAŞTERZĐ (Ankara Barosu Avukatı) : Hocama çok
teşekkür ediyorum, keyifle dinledik. Özel sağlık sigortası primlerinin de prime
esas kazanca belli bir bölümün dâhil edilmesi konusunda yaşanan tartışmalar,
onun arkasından 21’inci Dairenin kararı, sonra 5510’da yapılan düzenlemeyle
birlikte artık hem özel sağlık sigortası hem de bireysel emeklilik katkı
paylarından da prime esas kazanca dâhil olması. Burada kendisine şunu sormak
istiyorum, özel sağlık sigortası sistemine dâhil olan kişilerin serbest meslek
kazancı sahibi olsun, bağımlı çalışan olsun, işçi olsun ya da kamu görevlisi
olsun aynı zamanda genel sağlık sigortası sistemi içinde de ciddi bir prim ödediğini biliyoruz, yüzde 12,5 oranında. Toplam prim bu tabii, bunun yüzde 5’ini
çalışan ödüyor, eğer kamu görevlisi ya da işçi ise, yüzde 7,5’unu da işveren
ödüyor. Yaklaşık 1,5 milyon civarında özel sağlık sigortalısı var ve bunların
pek çoğu da genel sağlık sigortalısı oldukları halde sistemden yararlanmıyorlar.
Acaba burada genel sağlık sigorta sistemi tekrar gözden geçirilip özel sağlık
sigortası sistemi bir tamamlayıcı program olarak düşünülebilir mi? Çünkü
ödenen primler ciddi boyutlara ulaşıyor ve aslında belki de bir çifte prim
ödenmesinden de söz edilebilir bu durumda. Yaklaşık 3 bin lira brüt ücreti olan
bir çalışan için yıl içinde ödenen prim 4 bin 500 lira civarında hem işçi ve
işveren tarafından ödenen primin toplamı bu. Aynı zamanda bir özel sağlık
sigortası priminin de ödendiğini düşündüğünüzde bir sağlık yardımı için, bir
kişi için çok ciddi bir rakam ortaya çıkıyor. Bazen grup sağlık sigortası
yaptırabiliyor işveren. Bu durumda yeni bir sistem öngörülebilir mi ve bu
konuda bir şeyler yapılabilir mi, sadece konuyu tartışmaya açmak istedim,
çünkü biz her şeyi prime esas kazanca dâhil ediyoruz, ama bakıyoruz ki bunca
prim ödenirken sağlık yardımı almayan da bir buçuk milyon kişi var genel
sağlık sigortası sisteminden yararlanmak istemeyen. Bu konudaki görüşlerinizi
paylaşırsanız sevinirim. Teşekkürler.
Oturum Başkanı : Fatma Hanım teşekkür ediyorum.
Sayın Ercan TURAN.
Ercan TURAN : Teşekkür ederim. Hocamın sosyal güvenlik hukukuna yaklaşımındaki coşkusunu, sevgisini, ciddiyetini gerçekten takdirle karşıladığımızı hep söylüyordum ama bugünde bir kez daha burada da dile getirmek
istiyorum. Sanırım sosyal güvenliğin hak ettiği yeri bulmasında bu çabalar çok
önemli. Fakat sanırım hocam bu çabanın devamı olarak gelecek Milli Komitede eleştiri konusu olacak bir karar olsun diye mi bunu önerdi. Sayın Fatih
Arkan da değindi ama bu işsizlik sigortasından yararlanmayı gerektirecek
konumdaki bir feshin olup olmadığı konusunda soyut bir tespit davası açılması
olanağının hukuken mümkün olmadığını düşünüyorum. Çünkü bu eda davası
açılabilecek bir durumdayken kalkıp da bunu salt bir tespit davasıyla ben
işsizlik sigortasından yararlanmayı gerektirecek bir şekilde iş akdim feshedildi
diye bir dava açıldığı zaman bunun görülemeyeceği kanısındayım. Mahkemeler
bu konuda eda davası açmalı ama işsizlik sigortasıysa ondan dolayı, aksi halde
işçilik alacaklarıyla ilgiliyse bunu iste diyecektir. Böyle bir tespit davası
açılamayacaktır. Ayrıca hukuk genel kurulundan da geçen hizmet tespiti davalarıyla işçilik alacaklarına ilişkin davaların birlikte görülemeyeceği konusundaki Daire kararları da kabul görmedi, bu davaların birlikte görülmesi yönünde
oldu. Ben halen böyle soyut bir tespit davası açılabilir düşüncesinde midir diye
öğrenmek isterim.
Đkinci olarak da olumlu bulduğu bir kararda var hocamın şeyde
tebliğde, yurtdışına gönderilirken TĐP Sözleşme yapma zorunluluğu ki bu zaten
kurallara aykırı bir yurtdışına işçi gönderme değilse, tüm işverenler açısından
öngörülen bir durum. Ve TĐP Sözleşmesi yapılırken de o dönemde topluluk
sigortası yaptırılıyordu. Ama topluluk sigortası ilginçtir o dönem uzun vadeli
sigorta kollarıyken şimdi 5510 ile bu sefer tam tersine çevrildi, kanun koyucunun kafa karışıklığı ortada. Biz acaba salt TĐP Sözleşme yapılmış olmasına
bakarak bu işçinin yurtdışına gönderilmesindeki konumunu belirleyebilir
miyiz, yani buna geçici bir işçi değildir o zaman geçici işçi konumundaki
haklardan yararlanır veya yararlanamaz türünden hiçbir inceleme yapmaksızın
TĐP Sözleşme varsa gerisine gerek yok diyebilir miyiz, teşekkürler ediyorum.
Oturum Başkanı : Teşekkür ediyorum Ercan Bey.
Şaban Bey,
Şaban KARAKUŞ : Teşekkür ediyorum sayın başkanım. ĐŞKUR
işsizlik uygulama şube müdürüyüm efendim. Hocama açıklamalarından dolayı
teşekkür ediyorum. Bu organizasyondan çok faydalandığımızı belirtmek istiyorum. Özellikle işsizlerin mağduriyetini önlemek ve yargının yükünü hafifletmek amacıyla tıkandığımız konularda açtık, uygulamamızı geliştirmemize
vesile oluyor, bu açıdan teşekkür ediyorum.
Sorum şu efendim, işsizlik ödeneği alan kişiler için işe iade davası
açmış ve kişinin lehine sonuçlanması durumunda eğer işe başlatılmamışsa kişi,
geriye dönük dört ayın bittiği tarihi fesih kabul ederek kişileri mağdur edilmemesi yönünde hak kazandığı süre neyse altı ay, sekiz ay, on ay, işsiz kalınan
dönemde ödüyoruz. Başlatılmayan için. Başlatılanlar için yine hak kazanıp
işsizlik ödeneği alıp da işe iade davası açıp başlatılanlar için mahkemenin
kararı çok açık, feshin geçersizliğine, ilgilinin işe iadesine diyor. Fesih geçersiz
ise eğer biz ödeme yapmışsak Yargıtay 9’uncu Hukuk Dairemizde hepsi bu
kapsamda, fesih geçersiz kabul ediliyor orada, olmayan bir fesih için ödeme
yapamayız. Çünkü işsizlik ödeneğinin en temel koşullarından bir tanesi bir
fesih olmalı kanun kapsamında. Prim koşullarını sağlamış olmalı ve bir de
başvuru. Tamam, başvuruyu aşıyoruz bir şekilde kararın kesinleştiği tarihten
itibaren 70 gün içerisinde başvurursa kişi mağdur etmiyoruz. 70 gün neden, 13
gün içerisinde işverene başvuru, 30 gün içerisinde işveren karar verecek, 30
günde zaten bizim Đşsizlik Sigortası Kanunundan var, kişinin lehine yorum
ilkesinden hareketle 70 gün içerisinde başvuran herkese eğer daha önce
almamışsa bir de ödeme yapıyoruz. Buradan benim tereddüdüm şu, olmayan
bir fesih için ödeme yapılamaz ilkesinden hareketle biz yaptığımız ödemelerin
tamamını geri alacağız.
Yargıtay, işe başlatılanlar için konuşuyorum. Yargıtay 10’uncu Hukuk
Dairemizin bu yıl içerisindeki kararında bunlar içinde sanki işe başlatılanlar
içinde işe başlatılmamış olanlar gibi bir işlem yapılması yönünde bir kararı var.
Ve oradaki kararda özetle şunu söylüyor, o dört ayı alabilirsiniz gerekçesi de
sadece şu, kişilerin mahkemenin uzun sürmesi, kişilerin bu dönemde geçindirmekle sorumlu olduğu aile fertleri var. Đşte gelir, işsizlik sigortasının amacı
da gelir desteği sağlamak işsiz olduğu dönemde. Gerekçe bu. Yani feshin
geçersiz sayılmış bir feshi için o dört ayı alabilirsiniz geriye kalan iki ayı
almayın diyor.
Şimdi hocam biz bunun üzerine bir adım daha atarak diyor ki, feshin o
dört ayın bittiği tarihi fesih kabul et, yani fesih kabul et demiyor ama oraya
ödeme yap, ama o dört ayı da öde. Sanki hiç işsizlik ödeneği alıp da başlatılmayan gibi işlem yap diyor tabii ki işsizlik olduğu dönem için. Hak ettiği altı
aysa altı ay, sekiz aysa sekiz ay öde diyor.
Son cümlem başkanım, benim buradaki tereddüdüm hocam neye
dayanarak bu görüşe vardı. Bu tarihte bir fesih mi var, biz uygulamamızı bu
doğrultuda geliştiririz. Yani nasıl sürekli herkes yargıya başvurmasın da
uygulamamızı bu doğrultuda geliştirirsek neye dayanarak geliştireceğiz. Bunu
biraz açıklarsa memnun olurum. Teşekkür ediyorum.
Oturum Başkanı : Teşekkür ediyorum Şaban Bey.
Sayın Murat ÖZVERĐ.
Murat ÖZVERĐ : Teşekkür ediyorum sayın başkanım. Teşekkür ediyorum Sayın Ekmekçi hocama da değerli tebliği için. Evet, gerçekten de çok
hızlı sordu, çok hızlı sorduğu içinde zannediyorum öncelikle bir noktanın yeteri
kadar açık olmadığını düşünüyorum. Orayı açarsa sevineceğim. Dediler ki
ĐŞKUR aracılığıyla yurtdışına giden sigortalının geçirdiği kaza sosyal güvenlik
mevzuatı açısından iş kazası sayılmayacaktır dediler. Zannediyorum kast
ettikleri iş kazası sigortasının sağladığı haklardan yararlanamayacaktır. Ama bu
bir iş kazasıdır. Đş kazası olup olmadığını Sosyal Sigortalar Yasasının eski 11
şimdiki 13’üncü maddesine göre belirleyeceğiz. Đş yasasına göre kusur olaylarını belirleyeceğiz. Ancak 16 ve eski 13’e göre belirlenen örneğin sürekli iş
göremezlik gelirinden yararlanamayacak. Đş kazası sigortasından kendisini
tedavi ettiremeyecek vesaire. Đş kazası sigortasından yararlanamamakla iş kazası sayılıp sayılmama görev ve mahkemelerin görev açısından ve diğer açılardan
çok önemli olduğu için, burayı bir açarsa, en azından böyle olduğunu söylerse
rahatlayacağım doğrusu.
Mikrofonu açtı söyleyecek mi yoksa kestirmeden bilmiyorum.
Hocam bitmedi bir sorum daha var, bu birinci sorumdu ya da açıklamaydı, ikinci sorum değerli üyemiz Fatih Arkan da belirttiler iş kaybı tazminatından yararlanmaya ilişkin sorunda hocamın getirdiği şey, sadece şunu ekle-
mek istiyorum. Biliyorlar 1958 tarihli içtihadı birleştirme kararı çok açık net bir
şekilde bir mevzuatın korumayı hedeflediği hukuki yararın aksine hukuki
sonuçlar doğuracak şekilde değerlendirilemeyeceğini söylüyor. Đş kaybı tazminatı çıktığında iş güvencesi yasası hükümleri yoktu, işe iade kurumları yoktu.
Đşsizlik sigortasına yönelik düzenleme dahi yoktu, sonradan çıktı. Dolayısıyla
burada iş kaybı tazminatından yararlanan birisinin işe iade davası açarak daha
da zararlandırıcı bir konumda. Yani yasal bir hakkını arayarak daha zararlandırıcı bir konuma düşmesini bu içtihadını birleştirme kararı açısından olanaklı
olmadığını tıpkı kendisinin Fatih Bey’in de belirtmiş olduğu gibi işsizlik
sigortasından yararlanmaya ilişkin yapmış olduğu yorumun bir benzerini de
burada yorumlanarak, kalırsa iş kaybı tazminatından yararlanabilmesi gerekir
diye düşünüyorum, teşekkür ediyorum.
Oturum Başkanı : Teşekkür ediyorum Murat Bey.
Yard.Doç.Dr. Ahmet SEVĐMLĐ (Uludağ Üniversitesi Hukuk Fakültesi): Bende teşekkür ediyorum hocama tabii ki, uzun uzadıya bir soru
hazırlamıştım ama Sayın Arkan’ın konuşması çok kolaylaştırdı soruyu. Bu
Sayın Arkan’ın dört ayı alıp sekiz ayı geri ödemek zorunda kalmak şeklinde
özetlediği durumlarda şunu da hatırlatalım 4046 uyarınca yani iş kaybı
tazminatı alıyorsa sigortalı işsizlik ödeneğine hak kazanmış olsa bile işsizlik
ödeneği ödenmiyor. Eğer 4046 uyarınca bu verilen tüm tazminatların geri
alınması sonucunu doğuracak bu dört aylık iş fesih ertelemesi sonucunda bir
durum ortaya çıkarsa, bu alamadığı işsizlik sigortası ödeneklerini acaba talep
edebilir mi diye aklıma geldi, teşekkür ediyorum.
Oturum Başkanı : Teşekkür ediyorum.
Sayın Đnciser ALPTEKĐN.
Đnciser ALPTEKĐN (Avukat) : Sayın başkan, sayın Ömer Ekmekçi,
talebe heyecanıyla izlediğim tebliğinden dolayı teşekkür ediyorum. Konunun
katılımcıların da sıklıkla katıldığı kısmi itibarıyla dört aylık süreye ilişkin
olarak görüşümü ve bir soru yöneltmek istiyorum.
Şimdi işe iade davalarında yasa en fazla dört aylık ücretli sosyal
haklara hükmetti. Belki bunu yaparken hani bunu hep yıllar içinde eleştirdik,
süre boyutunu, az olması açısından. Belki ilk başta kısa sürede bu davaların
sonuçlanması düşünülüyordu. Ancak böyle olmadı tabii uygulamada. Şimdi 2,5
yıla ortalamada gelen bir işe iade davasının sonuçlanması var; Yargı ve
Yargıtay süreçleri itibarıyla. Burada dört aylık ben hocama ve sonra Fatih
Bey’e de katılıyorum, işsizlik sigortasının dört aylık süreden sonra altı veya
sekiz neyse süreçlerle ilişkin işsizlik sigortasının tamamının yararlanması
konusunda bu sürenin çok uzun olması nedeniyle. Yani işe iade davasının
sürecinin uzun olması, işsizliğin uzun olması, dolayısıyla işe iade kararı
verildiğinde dört aylık ücret ve sosyal haklar tamam ama işsizlik sigortasından
yararlanmada bundan sonra tüm süresi itibarıyla olması konusunda hem Sayın
Ömer Ekmekçi’ye hem de Sayın Fatih beye katılmak istiyorum.
Burada ben hocamıza şunu sormak istiyorum. Đşçi dört aylık süreden
sonra emekliliğini talep ediyor. Đşsizlik sigortası da sekiz aylık kazanmış
durumda. Dört ayı bekliyor, dört ay hiçbir talepte bulunmuyor. Dört ayı geçiriyor ve daha sonra da emeklilik başvurusu yapıyor. Böyle bir durumda
işsizlik sigortasının uygulanmasında nasıl bir durum arz edecek. Teşekkür
ederim.
Oturum Başkanı : Teşekkür ederim Sayın ALPTEKĐN.
Nurdan hanım.
Nurdan GÖKGÖZ : Hocama teşekkür ediyorum. Avukat Nurdan
Gökgöz Eskişehir’den geldim. Benim sorum doğum borçlanmasıyla ilgili.
Borçlanma talep eden kadının tüm çalışmalarının SSK’ya tabi olarak geçirilmesi gerekmekte midir? Yine buna bağlantılı olarak doğum borçlanması talep
edebilmek için doğumdan önceki son çalışmanın SSK’ya tabi olarak geçmiş
olması şart mıdır? Örneğin SSK’lı olduktan sonra kadının Emekli Sandığına
tabi bir çalışma yapması ve bundan sonra doğum yapması halinde doğum
borçlanması yapabilmesi mümkün müdür, yine bunlara bağlantılı olarak bir
sorum daha var. SSK’lı olmadan önceki doğum için de borçlanma yapabilmek
mümkün müdür?
Oturum Başkanı : Şimdi sorunuzu hocam anlayamadı, ben şöyle
anladım doğru mu? SSK’lı bir çalışmasından sonra ayrıldı Emekli Sandığına
geçti ve Emekli Sandığına tabi bir çalışması oldu. Doğum bu Emekli Sandığına
tabi çalışmadan sonra gerçekleşti. Böyle bir doğumdan dolayı ilgili SSK’lıdan
önceden doğumdan önce tescili bulunmuş olmasına yönelik doğum
borçlanması yapabilir mi, doğru mu?
Nurdan GÖKGÖZ : Evet başkanım.
Oturum Başkanı : Peki teşekkür ediyorum.
Efendim, o bölümünü anladı, sigortalılıktan önceki doğumlar için
borçlanma yapılabilir mi, ikinci bölümü biraz hızlı geçtiği için anlayamamıştık.
Onu aydınlattık teşekkür ediyorum size de.
Prof.Dr.Ömer EKMEKÇĐ (Đstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi):
Sayın başkanım teşekkür ederim. Ben vaktinde geçmiş olduğunu gözeterek
tabii her görüş muhterem Sayın Arkan’a çok teşekkür ediyorum. Dairenin
10’uncu Dairenin ne kadar çetin hukuki problemlerle uğraştığını ve giderek de
iş hukukuyla sosyal sigortanın çok önemli yerlerde birleştiğini gösteren
kararlar aldı. Kendi görüşleridir paylaştığımız oldu paylaşmadığımız olur.
Kararın yazımından kaynaklanan benim belki yanlış anlatabileceğim şeyler
oldu o bakımdan katkıları için çok teşekkür ediyorum.
Fatma, özel sağlık dersek genel sağlıkta da işte onu tamamlayıcı falan
dersek bu sefer tamamen sistemi sorguluyoruz. Bu sefer yaşlılık sigortası
olmasın bak bireysel emeklilik yaptırdım falan gibi bir sonuçlara da gideriz
bunun sonu da sosyal güvenliğin özelleştirilmesi olur. Dolayısıyla burada özel
sağlık sigortasına prim aynı zamanda genel sağlığa prim ödemiyor. Özel sağlık
sigortasından prim alma onu sistemi bir miktar rahatlatmış olsun yani çok daha
büyük bir adım atıyoruz. Özelleştirmeye kadar gitmiş oluruz onun mümkün
olmadığını düşünüyorum.
Đşsizlik sigortasından yararlanması gerektiğinin tespiti, feshin haklı
olup olmadığının tespitine ilişkin dava açılamaz tabii ki. Çünkü bu konuda
feshedilmişse feshin haksızlığını ileri sürüyorsa bunu bir eda davasıyla zaten
ileri sürebilir bunda hiçbir tereddüdümüz yok.
Ercan beyin TĐP Sözleşmeyle topluluk sigortasıyla gönderiliyor ama
kısa bir süre için de gönderiliyor. Acaba burada bir istisna yapamaz mıyız gibi
anladım hayır 21’inci Dairenin karadı doğru. TĐP Sözleşme olduktan sonra,
kanunda o hakkı ona tanıdıktan sonra artık üç günlük kaynak için mi gitmiştir,
altı ay için mi gitmiştir onun sorgulamasının mümkün olmadığını düşünüyorum.
Şaban bey, hepsini işe iadelerle ilgili kurum burada ekstradan bir
ödeme yapmıyor ki, kurum zaten adam işe iade davası açmasa idi, diyelim altı
ay boyunca 180 gün için ödeneğe hak kazanacaktı. Đşe iade davası açtı tabii ki
Daire ücret aldığı dönemle o işsizlik ödeneği aldığı dönem çakışamaz. Düştük
mü dördü, sadece iki kalmayacak, kararlarda yok, sadece iki kalmayacak. Đkiyi
kalan dördü orada vermediğimiz dördü diğerine ilave edeceğiz. Hala işsizlik
devam ediyorsa; Đşe iade davası açmasaydı da zaten ĐŞKUR bu kadar ödeyecekti altı ay. Açtı kazandı yine altı ay ödüyor. Dolayısıyla ekstra bir ödeme
yapmıyor ĐŞKUR. Tam tersine biz sigorta eğer iki ayla sınırlı tutarsak sigortalının açtığı işe iade davasında çıkan sonuçlar ĐŞKUR’u yararlandırmış oluyoruz. Đki aya düşmüş oluyor kurumun sorumluluğu.
Đkincisi, dediğiniz doğru, neyi kabul ediyorsunuz sistemin içerisinde,
işe iade davası açtı ama işe başlatıldı. Sözleşme baştan hiç bozulmamış gibi
devam eder. Görüşümüz de şu, Dairenin o görüşü var aslında 2010 tarihli olduğu için çok şey yapmadım. O kararda var, diyor ki, kanun sigortalıyı ne kadar
için koruyor, dört ay için koruyor. Bu davanın uzun sürmesinin sonucunda
sigortalıyı burada zararda mı çıkaracağız. Hakikatten verdiğim örneği hatırlayın, bir yıl sürdü dava. Dört ay için tamam orayı düştük. Geri kalan süreyi ne
yapacağız, yani o kâğıt üstünde diyoruz ki hiç bozulmamış gibi devam etmiştir
işsizlik ne oldu. Diyoruz ki o kabul kâğıt üstündedir. Adam bu dönemde işsizdi
ve işsizlik ödeneğinden yararlandı. O bakımdan Dairenin vardığı sonuç son
derece isabetli. O bizim kâğıt üzerindeki kabulümüz sona ermedi sözleşme
devam ediyor kabul. Onun için o kabulden şey yaparak hareket ederek işsizliği
geri almamız mümkün değil.
Fatma DEMĐR : Đşsizlik Sigortası Daire Başkanı. Şimdi kanun diyor
ki işsizlik sigortasına hak kazanmak için bir fesih gereklidir. Ama işe iade
davalarında da bu feshi ortadan kaldırıyor. Yani ödeyelim ya da ödemeyelim
böyle bir kurum olarak böyle bir sorunumuz yok. Sadece bir dayanak arıyoruz,
fesih nerededir, yani burada bir kanun değişikliğine ihtiyacımız olduğunu
düşünüyoruz. Çünkü işe iade davalarını eğer işe başlamışsa feshi geçersiz
saymış. Fakat işsizlik sigortası kanunu için illa ki bir fesih istiyor. Bu fesih
olmadan ödeme yapmanın doğru olmadığını düşünüyoruz. Yani bir feshe
ihtiyacımız var.
Ömer EKMEKÇĐ : 10’uncu Daire de diyor ki burada kâğıt üstünde
feshedilmemiş gibi gözükmesi engel değildir, o bakımdan Dairenin kararı
çerçevesinde genelgeyi çıkarırsınız olur biter.
Oturum Başkanı : Bu değerlendirilen süre çalışılan bir süre değil,
çalışılmış gibi kabul edilen bir süre. Peki, teşekkür ediyorum.
Ömer EKMEKÇĐ : Görüş farklılığı tamam orada Dairenin sigortalının
o ne olduğu dediği meçhul olan gerçekten iş hukuku bakımından da ne olduğu
meçhul olan sırf davanın dört ayda bitmemesinden kaynaklanan bir süreyi
işsizlik ödeneğini geri alma bu adam zarara uğramasın şeklindeki çözümü son
derece isabetli.
Değerli kardeşim Özveri tabii ki öyle, yani sürçü lisan ettiysek affola
diyeyim de zaten öyle yani sosyal sigortalara karşı herhangi bir iş kazası
kolundan talepte bulunamaz. Tabii ki iş kazasıdır işverenin sorumluluğuna
gidebilir. Onda hiçbir tereddüt yok. Bu konuda zaten iş mahkemesinde
görevlidir. Đş kaybı tazminatında doğru, daha kötü duruma düşürülüyor dediniz.
Fatih beyde onu söyledi. Kararda şöyle bir şey var. Şimdi aman aman uzun
süre yararlanmıyor. 1.2.2005’te yararlanmaya başlıyor. Çok kısa bir süre sonra
da emekli oluyor zaten. Daire de şunu diyor o bir yıl içinde feshedilmesi olgusu
gerçekleşmemiş midir gerçekleşmiş midir e bakmadan zaten alınacak miktar
son derece küçük bir miktar, o bakımdan diyor ben buna bakmayayım diyor.
Ama bende her şeyi madem ileri öteliyoruz, feshi de dört ay öteliyoruz. Çıkan
sonuç bir yılı geçti. Yani böyle bir somut olay böyle insanı şaşırtan sonuçlar
yoksa herkesin görüşüdür saygı göstermek lazım.
Ahmet’in sorusu diyor ki tamam diyelim benim görüşümü kabul etti iş
kaybı tazminatının tamamını geri aldı. Tamam, bu adam iş kaybı tazminatına
hak kazanamamış adam durumundadır. Sözleşmenin sona ermesi itibarıyla eğer
işsizlik ödeneğine hak kazanıyorsa tabii ki alacaktır hiç tereddüt yok.
Đncisel hanımın işe iade ve işsizlik tüm süre için derken diyelim altı ay
için hak kazandı ama işsizlik süresi 9 ay sürdü. Onun tüm süresi mi yoksa tabii
aynı onu söyledik zaten. Tabii ki alacak, Dairenin görüşü de o yolda, aynı
şeyleri konuşuyoruz. Yani orada ödenek geri alınmayacak. Emeklilik talebi,
dört ay, emekli olmuşsa işsizlik ödeneğinden yararlanamıyor durumuna
düşmüşse zaten yapacak bir şey yok. Geçmişteki hizmetleri sebebiyle hak
kazanmış olsa bile yararlanması mümkün değil.
Nurdan hanıma sayın başkanım demek bende yoruldum hala şey
yapamadım.
Oturum Başkanı : Nurdan hanımın sorusunu bir daha özetleyeyim,
nasıl anladım, teyit etsin kendileri. Nurdan hanım diyor ki doğum önce, SSK
sigortalılığının tescili sonra. Sonradan tescil edilen kadın sigortalı önceden yaptığı doğumları borçlanabilir mi, birinci sorusu bu. Đkincisinde önce SSK sigortalısı olarak çalışmaya başladı, bir süre sonra Emekli Sandığında çalışmasını
sürdürdükten sonra ayrıldı ve ayrıldıktan sonra doğum yaptı. Baştaki sigortalılık tescili Emekli Sandığı çalışmasından sonra gerçekleşen doğumlar için
ona borçlanma hakkı verir mi? Doğru mu efendim, peki teşekkür ediyorum.
Ömer EKMEKÇĐ : Kanunları gereği verilen ücretsiz doğum izni ya
da analık süreleriyle dördüncü maddenin birinci fıkrasının a bendi kapsamındaki sigortalı kadın, burada söylüyor, dördüncü maddenin birinci fıkrasının a
bendi kapsamındaki sigortalı kadın. Buradan şu sonucu çıkarmak mümkün,
demek ki bu statüye girmeden önce eğer bir doğum yapmışsa bundan yararlanamaz. Ancak ben burada Dairenin yaklaşımında olduğu gibi yani bu bütün
kadınlar için getirilmiş olan bir imkândır. Burada doğumun ne zaman olduğu
önemli değildir. Kişinin ne zaman çalışmaya başladığı önemli değildir. Askerlik borçlanmasında sigortalılık başlangıcından önceki süreyi borçlanmıyor
muyuz, borçlanma imkânı veriyoruz. Dolayısıyla bu olanağın daha geniş kadın
grubuna yayılabilmesi için ben yorumun bu şekilde yapılması gerektiğini,
onların da yararlanacağını düşünüyorum.
Sayın başkanım çok teşekkür ediyorum saygılar sunuyorum hepinize.
Oturum Başkanı : Hocama teşekkür ediyorum ancak doğum borçlanmasıyla ilgili bizim kararımız lütfen dikkatlice incelendiğinde tescil edilmemiş
bir kişinin tescilden evvelki yaptığı doğumlar nedeniyle borçlanma yapmasının
mümkün olmadığı açıkça görülecektir. Doğum tarihinde ya da borçlanma taleplerinde sigortalı olmak gerekmez. Ancak önce sigortalı olarak tescil edildikten
sonra doğumun gerçekleşmesi halinde bu borçlanmanın yapılması mümkündür.
Somut olaydaki Emekli Sandığından sonraki gerçekleşen doğumların Emekli
Sandığından önceki tescil nedeniyle borçlanılması kanaatimce mümkündür.
Bunu isteğe bağlı sigortalılık gibi de düşünebilirsiniz. Önce SSK sigortalı olarak tescil edilen kişi sonradan Bağ-Kur ya da Emekli Sandığı iştirakçisi olarak
çalıştıktan sonra ilk tesciline geri dönmek suretiyle isteğe bağlı SSK sigortalısı
nasıl olabiliyorsa Emekli Sandığı çalışması bittikten sonraki gerçekleşen
doğumlar için baştaki SSK sigortalılığı tesciline dayalı olarak borçlanma
yapmak mümkündür.
Akşamın bu saatinde bizi sabırla ve ilgiyle dinlediğiniz için teşekkür
ediyorum saygılar sunuyorum.
Prof.Dr. Sarper SÜZEK : Efendim bir iki kapanış cümlesi söylemek
istiyorum. Zannediyorum verimli ve başarılı bir toplantı gerçekleştirdik. Bunu
gerçekleştirmemizde başta Yargıtayın sayın başkan ve üyeleri, tebliğci
hocalarımız ve bütün katılımcılara teşekkür ediyorum. Ayrıca bize mükemmel
bir ev sahipliği yapan Sayın Dekan Ali Güzel’e teşekkür ediyorum. Bu
toplantımızı 2011 yılında fakat bu sefer Ankara Üniversitesi Hukuk
Fakültesinde yapacağız. Şimdiden sizleri davet ediyorum. O tarihe kadar
Đstanbul’da da belki bazı sempozyumlar, toplantılar yapabiliriz. Onlara da
teşriflerinizi bekliyorum. Hepinize katılımlarınız için teşekkür ediyorum.
Saygılar sunuyorum.
Download