Climate Deal ESP CS4_TR.indd

advertisement
\DüD\DQELUGQ\DLoLQ
YENi İklim Anlaşması
Cep Kılavuzu
İklim ve
ekonomik kriz...
“Bu nesil, gezegenimizi yavaş yavaş öldüren kirliliğin
yayılmasını durdurmak zorunda olan nesildir.
Gezegenin ısınma sürecini geriye çevirmek, kendimize,
çocuklarımıza ve bizler göçtükten çok sonra
gezegeni miras alacak herkese karşı yerine getirmemiz gereken
bir sorumluluktur.”
Barack Obama, Strasbourg, Nisan 2009
2009 yılı ekonomik kriz yılı olarak
hatırlanacak, öyle değil mi?
Umarız
öyle olmaz.
2009 yılı, dünyanın iklim değişikliğine çözüm bulduğu,
gidişata dur demek için gereken
politik iradeyi ortaya koyduğu ve gerekli
umut ve fırsatı ürettiği yıl olarak hatırlanmalı.
Çünkü krizden fırsat doğar.
İkiz tehditler olan finansal kriz ve iklim krizinden de, küresel ekonomiyi
küresel ekoloji ile aynı raya oturtma;
dünya ekonomisinin gelecekteki kalkınma çizgisini
dünyanın BÜTÜN yurttaşları için
sürdürülebilir bir temele yerleştirme fırsatı doğuyor.
İŞTE 2009 yılının zorlukları ve barındırdığı
fırsat budur.
1
“Finansal kriz, finansal olanaklarımızı aşan biçimde
yaşamamızın sonucudur. İklim krizi de, gezegenimizin
olanaklarını aşan biçimde yaşamamızın bir sonucudur.”
Yvo de Boer,
Birleşmiş Milletler İklim Sözleşmesi İdari Sekreteri
Finansal kriz ile iklim krizinin ortak bir nedeni var: Olanaklarımızı aşan yaşam
biçimimiz. Dünya dev bir finansal borç yükünün altına girerken, aynı zamanda dev bir
ekolojik borç yükünün altına da girdi. İkisi de sürdürülebilir değil. Liderlerimiz,
sürdürülebilirliğin önündeki en büyük engel olan iklim değişikliği sorununu
çözmedikleri sürece kapitalizmi eski haline getiremezler.
Dünya ekonomisinde kullanılan muhasebe yöntemleri nedeniyle, finans ve iklim
arasındaki ilişki her zaman net bir şekilde ortaya konamıyor. En önemli sermayemiz
olan doğa, ne şirketlerin bilançolarında ne de ulusal ekonomik verilerde yer
alıyor. Bu nedenle doğanın yıpranma payı fark edilmiyor. Yarın yokmuşçasına doğal
sermayemizi harcamamızın hesabı kimseden sorulmuyor.
Finansal sistem çöktüğünde, bazı ülkeler para basarak bu durumun üstesinden
geldiler. Ancak gezegenimizin yaşam destek sistemleri çöktüğünde böyle bir
çözüm yolu söz konusu olamaz. Başka bir gezegen yaratmamız
MÜMKÜN DEĞİL!
Atmosferi iklim değişikliğine yol açan gazlarla doldurarak gezegenin temel yaşam
destek sisteminin altını oyuyoruz. Dünya Bankası eski baş ekonomisti Lord Stern’in iklim
değişikliğinin ekonomisi konusundaki 2006 tarihli etkileyici raporunda dediği gibi, sera
gazı emisyonlarının maliyetini hesaplamayı başaramamamız “dünyanın
şimdiye kadar gördüğü en büyük piyasa başarısızlığı”dır.
Bu başarısızlığı ortadan kaldırmak çok çaba harcamamızı gerektiriyor. Ekonomik
sistemimiz – medeniyetimiz - ancak atmosfer, okyanuslar, ormanlar ve toprak gibi temel
kaynaklarımızın ve iklim sistemi, karbon ve hidrolojik döngüler gibi temel süreçlerin
sürmesiyle var olabilir. Ekonomi ve ekolojiyi birbirine düşman hale getirmek ikisinin
de kıyametini hazırlamak demektir. Bunları birbiriyle barıştırmak ise daha zengin,
daha sürdürülebilir, daha kârlı ve daha adil bir dünyanın kapısını
açmaktır.
Ancak, politikacılar, son aylarda finansal krizin çözümü için trilyonlarca dolar
harcamalarına rağmen, iklim sisteminin çökmesi gibi daha ciddi bir krize henüz el
atmış değiller. Bu hatayı düzeltme fırsatı Aralık ayında Kopenhag’da ortaya çıkacak:
Tüm dünya liderleri toplanarak, ekolojik krizi yaratan sera gazlarının kontrolü için kurallar
oluşturacak ve iklim değişikliğinin kaçınılmaz etkileriyle başa çıkma konusunda
karar verecekler.
Birleşmiş Milletler Kopenhag İklim Konferansı’nda bu hata
düzeltilmediği takdirde 2009 yılı dünyanın gördüğü en büyük
siyasal başarısızlıklardan birinin yaşandığı yıl
olarak anılacaktır.
2
Kriz
ve
fırsat
Bu yıl iklim müzakerecilerinin üstlendiği görevi ve
konunun aciliyetini hiç kimse küçümsememelidir.
İklim değişikliği halihazırda şiddetli kuraklık, sel baskınları
ve kasırgalara yol açıyor ve sıtma, humma gibi hastalıkların
yayılmasına neden oluyor. Büyük Mercan Resifi, Amazon
yağmur ormanları ve Kuzey Kutbu gibi kritik önemdeki
ekosistemlere zarar veriyor. Bilim insanları küresel ısınma
olmasaydı, Avrupa’da 2003’te 30.000 kişinin ölümüne neden
olan sıcak hava dalgasının oluşmayabileceğini ifade ediyor.
Deniz seviyesinin yükselmesiyle birlikte Dünya, kimi ada
ülkelerinin toptan yokoluşunu izlemeye başlayacak.
Halihazırda gıda güvenliği olmayan bir milyar kişiye ek olarak,
gelişmekte olan ülkelerdeki çok daha fazla insan çölleşme, Asya
muson yağmurları sisteminin değişmesi ya da Himalayalar’daki
gibi eriyen dağ buzulları nedeniyle tatlı su miktarının azalması
sonucu gıda güvenliğini kaybedecektir. BM’nin yetkili bilimsel
iklim kuruluşu Hükümetlerarası İklim Değişikliği
Paneli (IPCC – Intergovernmental Panel on Climate
Change), kontrol altına alınmayan iklim değişikliğinin küresel
gıda üretimini 2100 yılı itibariyle %40 azaltacağını
öngörüyor.
Daha da kötüsü gezegenimiz, bir kez ötesine geçildiğinde
nasıl geri döndüreceğimizi bilmediğimiz, tüm ekosistemleri yeni
bir konuma itecek ‘devrilme noktalarına’ yaklaşmış
olabilir. Bu devrilme noktaları, küresel iklimi yeni ve daha kırılgan
bir konuma ‘fırlatacak’, Grönland ve Antartika’daki kutup buzul
tabakalarının dengesini bozarak birkaç metrelik deniz seviyesi
artışına neden olacaktır. Daha sıcak bir iklim, kutuplardaki
donmuş toprak tabakasının (permafrost) milyarlarca ton
metan gazı salmasına, daha fazla kuraklık, böcek tahribatı ve
yangına maruz kalan ormanların da daha fazla karbondioksit
bırakmasına neden olacak; bu gazlar da gezegeni daha
da ısıtacaktır. Bu sürecin sonunda okyanus döngü
sistemi de devreden çıkabilir.
3
İnsanların, kültürlerin ve ekosistemlerin
yaşama hakkı var. Bu yüzden
TÜM DÜNYA HAREKETE GEÇMEK Z ORUNDA.
Bilim insanları, bu felaketlerin önlenebilmesi için küresel ısınmayı 2°C’nin
oldukça altında tutmamız gerektiğini belirtiyor. Bunun için iklim değişikliğine
neden olan sera gazı emisyonlarını, 2050 yılı itibariyle 1990’daki seviyenin en az
%80’i kadar azaltmamız gerekiyor.
Bu süre, bugün tasarlanan ve inşa edilen enerji
santrallerinin ömrüne aşağı yukarı EŞİTTİR.
Ne yazık ki, tüm ülkeler yeni termik santraller kuruyor. Ancak bir yanda Çin,
Hindistan ve diğer gelişmekte olan ülkelerle diğer yanda zengin ülkeler arasında
temel bir fark var: İlk grupta kişi başına düşen sera gazı emisyonu ve genel refah hâlâ
çok daha düşükken, zengin ülkeler onlarca yıldır atmosferi kirletiyor. Gerçek
sorun ABD ve Almanya gibi başka birçok seçeneği olduğu halde kömüre dayalı
projelerde ısrar eden zengin ülkelerle ilgilidir.
DÜŞÜK KARBON EKONOMİSİNE GEÇİŞ
zorunludur, GECİKME KABUL EDİLEMEZ .
4
İyi haber...
BUNU YAPMAMIZ
MÜMKÜN
Dünya ekonomisini baltalamayacak düşük karbon
teknolojisine sahibiz. Yeşil enerji teknolojileri sadece
iklimi dengelemekte anahtar rol oynamakla kalmayacak,
azalan doğal kaynakları daha verimli ve gerçek anlamda
sürdürülebilir şekilde kullanarak gelecekte de çok önemli
bir rol oynayacaktır.
Artık, gezegenin
Dünya ekonomik sistemini küreselleştirdik.
yaşam destek sistemini korumak amacıyla çevre
yönetimini küreselleştirmeliyiz.
İklimi onarmak sürdürülebilir geleceğin anahtarıdır.
KAYBEDECEK
Z AMAN YOK.
Üniversiteler, araştırma kuruluşları ve
WWF gibi STK’lar tarafından yürütülen çalışmalar, yeni endüstrileri
kurma şansını kaçırmamak için
HEMEN işe başlamamız gerektiğini göstermektedir.
Yeşil bir dünya, uzak bir geleceğe dair
NİRVANA DEĞİLDİR. ŞİMDİ VE BURADA
BAŞLAMALIDIR.
5
WWF’ye göre Kopenhag sürecinde üzerinde mutabakata varılması
gereken altı küresel hedef bulunuyor:
•
Gelişmiş ülkeler, sera gazı emisyonlarını 2020 yılına kadar 1990 yılı
seviyesinin %40 altına indirmeyi taahhüt eden güçlü ve bağlayıcı emisyon
azaltım hedefleri belirlemelidir. Bu azaltımın büyük bölümü ülke içerisinde
gerçekleştirilmelidir.
•
Gelişmekte olan ülkelere, düşük karbon ekonomileri oluşturmalarını desteklemek
üzere finansal kaynaklar sağlanmalı, teknoloji transferinin sağlanması için
uluslararası işbirliği güçlendirilmelidir.
•
Gelişmekte olan ülkeler, gelişmiş ülkelerden alacakları, ihtiyaçlarına göre belirlenen
destek ile birlikte sera gazı emisyonlarını 2020 yılı itibariyle, ‘halihazırdaki
tahminlerine göre emisyonların ulaşacağı seviyenin %30 altına indirmeyi
taahhüt etmelidir.
•
Gelişmekte olan ülkelerin taahhütleri arasında, ormansızlaştırmanın
durdurulması ve buna bağlı emisyonların azaltımı yer almalıdır.
•
Zengin ülkeler; iklim değişikliğinden en fazla etkilenen ülkelerin, toplumların ve
ekosistemlerin iyileştirilmesine destek olmalı, uyum çalışmalarına finansman
sağlamalıdır.
•
Tüm ülkeler 2050 yılı itibariyle küresel sera gazı emisyonlarının, 1990 seviyesinin
en azından %80 altında olması gerektiği konusunda anlaşmalıdır.
Bu hedefler üzerinde anlaşmaya varılırsa, gelecek on yıl içerisinde küresel emisyon en
yüksek düzeye çıkacak, sonrasında ise emisyonlar hızla düşecek, bir
başka deyişle tehlikeli iklim değişikliği önlenecektir.
Bazıları bu görevi ‘pahalı’ olarak niteleyebilir. Açıkçası bu görev önemli miktarda
sera gazı emisyonu indirimi için söz verilmesi ve zengin ülkelerden gelişmekte olan
ülkelere büyük miktarda para ve teknoloji akışı içermesi sebebiyle uluslar
arasında güven gerektirecektir.
ANCAK BU OLMAZSA OLMAZDIR.
Bu görev ‘kirleten öder’ prensibini, gelişmiş
ülkelerin yüksek emisyonlarını ve zengin ülkelerin
gelişmekte olan ülkelere yardım etme kapasitesini
temel alacaktır. Kuzey ve Güney arasındaki bu
‘yükümlülük paylaşımı’ herkes için yararlıdır.
Bilimin açıklık kazanmasından itibaren, konunun
sürüncemede bırakıldığı 20 yıldan sonra
Kopenhag, siyasi iradenin oluşması
yolunda SON FIRSATTIR.
6
Z AMAN ÇİZ ELGESİ:
Dünya ikliminin kritik yılları
1865: John Tyndall ‘atmosferik zarfta’ bulunan su buharı ve CO2 gibi
gazların ısıyı tuttuğu varsayımını ortaya attı.
1896: Svante Arrhenius fosil yakıtların yanması sonucu atmosferde CO2 miktarının
artmasının küresel ısınmaya yol açacağını; atmosferdeki CO2 miktarının iki
katına çıkmasının ortalama küresel sıcaklığı 5°C artıracağını öngördü. 1903
Nobel ödüllü Arrhenius’un öngörüleri yarım asırdan uzun süre dikkate alınmadı.
1958: İlk düzenli gözlemler, atmosferdeki CO2 düzeyinin hızla arttığını
ortaya koydu.
$WPRVIHUGHNLNDUERQGLRNVLW\RĊXQOXNODU×
500
0LO\RQSDUoDF×NSSP
400
300
200
100
0
1000
1100
1200
1300
1400
1500
1600
1700
1800
1900
2000
Kaynak: CDIAC/Worldwatch
1970’ler: Atmosferde
“küresel ısınma” diye adlandırılan dönemin başlaması.
1988: BM, iklim değişikliğini araştırmak üzere Hükümetlerarası İklim
Değişikliği Paneli’ni (IPCC) kurdu.
1990: IPCC’nin Birinci Değerlendirme Raporu basıldı. Daha sonra bu yıl,
gelecekteki emisyon azaltım hedefleri için baz yıl olarak belirlendi.
7
1992: Dünya Zirvesi Rio de Janeiro’da toplandı. Hükümetler, kendilerini
‘tehlikeli iklim değişikliği’ni önleme taahhütü altına sokan
BM İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi
(UNFCCC) üzerinde mutabakata vardılar.
1995: Özellikle OPEC ülkeleriyle hararetli bir tartışmadan sonra, IPCC İkinci
Değerlendirme Raporu, insan kaynaklı sera gazları ile iklim değişikliği arasında
güçlü bir bağlantı kurarak “eldeki verilerin ortaya koyduğu üzere... küresel ısınmaya
insanoğlu neden olmaktadır” ifadesini kullandı.
1997: UNFCC çatısı altında yer alan Kyoto Protokolü için mutabakata varıldı. Protokol,
sanayileşmiş ülkelerin 2008-2012 dönemine yönelik ilk emisyon azaltım
hedeflerini kapsamaktadır.
1998: Son bin yılın en sıcak yüzyılının, en sıcak on yılının, en
sıcak yılı yaşandı.
2001: Dünya ülkeleri Marakeş’te Kyoto Protokolü’nün metodolojisi ve diğer detayları
üzerinde anlaşmaya vardı. ABD ve Avustralya protokolü onaylamayı reddetti.
2003: Avrupa’da 30.000’den fazla kişinin ölümüne neden olan sıcak hava dalgası
yaşandı. Bilim insanları daha sonra bu olayın kesin şekilde insan kaynaklı küresel iklim
değişikliğine bağlanabilecek ilk beklenmedik hava olayı olduğunu belirlediler. Bilim
insanları 1970’lerdekinin iki katı büyüklüğündeki alanın, yani dünyanın üçte birinin
kuraklıktan etkilendiğini bildirdiler.
2005: Kuraklık, Amazon yağmur ormanını geçici olarak ‘karbon yutağı’ndan ‘karbon
kaynağı’na dönüştürdü.
2007: Kuzey Kutbu’nda yazın meydana gelen büyük buzul erimesi, “buzsuz bir Kuzey
Kutbu mu olacak” korkusunu yaşattı. IPCC Dördüncü Değerlendirme Raporu daha
hızlı ve geri dönüşü olmayan bir iklim değişikliğine karşı uyarıda
bulundu. Bali İklim Konferansı’nda Kyoto Protokolü’nü izleyecek süre için bir zaman
çizelgesi çıkarıldı.
2008: Polonya’daki Poznan İklim Konferansı’nda, ABD’deki Obama yönetiminin
sürece vereceği desteği açıklamasının beklenmesi nedeniyle yavaş bir ilerleme
sağlandı.
2009: Aralık ayında tamamlanması beklenen Kopenhag Protokolü ile ilgili
müzakereler sebebiyle iklim için en önemli yıl.
8
Kopenhag’ın yüzleri
“Finansal kriz, finansal olanaklarımızı aşan biçimde
yaşamamızın sonucudur. İklim krizi de, gezegenimizin
olanaklarını aşan biçimde yaşamamızın sonucudur.”
Yvo de Boer, mizah anlayışı, görevine adanmışlığı ve
diplomatik yetenekleri ile tanınan, BM’nin
önde gelen iklim yetkilisi.
“Gelişmekte olan ülkelerdeki birçok
ortağımızla birlikte, Güney Afrika olarak,
iklim değişikliğiyle mücadele konusunda daha fazlasını
yapmaya kararlıyız. Geleceğe yönelik ortak sorumluluğumuz
için üzerimize düşeni üstlenmeye hazırız.” Marthinus
Van Schalkwyk, Çevre ve Turizm Bakanı, Güney
Afrika Cumhuriyeti, Cape Town, 2008.
“Bilimsel bulgulara, konunun aciliyetine ve sorunun
büyüklüğüne dair hiçbir şüphe taşımıyoruz. Mevcut
durumda karşılaştığımız gerçekler dahi ‘en kötü
senaryolar’ın ötesine geçiyor. Hiçbir şey yapmamanın
veya eksik yapmanın maliyeti kabul edilemez.” ABD’nin
iklim değişikliği elçisi Todd Stern, iklim
konusunda Bush döneminin inatçılığının sona erdiğini
açıklarken, Bonn, Nisan 2009.
“Çin, henüz toplam emisyonlarını azaltma
düzeyine gelmiş değil ancak karbon yoğunluğunu azaltmak
mümkün.” Çin iklim müzakerecisi Su Wei, ABD’nin
iklim konusunda sunduğu önerilerin ardından Çin kendisini
yeniden konumlandırırken, Nisan 2009.
“Finansal kriz, küresel bir aciliyet
duygusunun eşi görülmemiş
bir siyasi irade ve işbirliği oluşturabileceğini bize
gösterdi. İklim krizi de benzer büyüklükte bir küresel
taahhüdü gerektiriyor. Tarih, bizi ortak başarılarımızla
sınayacaktır.” Connie Hedegaard, Kopenhag
görüşmelerine başkanlık yapacak olan Danimarka
İklim ve Enerji Bakanı.
9
Kısaca bilimsel veriler...
CO2 gibi sera
gazlarının, dünya yüzeyinden uzaya yayılan ısının tutulmasına yol
açarak havayı ısıttığını biliyoruz. Bilim insanları bunu yüz yıldır biliyor. Atmosferdeki
CO2 miktarının iki katına çıkması halinde sıcaklıkların 2 ila 6°C artacağına ilişkin ilk
hesaplamalar bir asır önce İsveçli kimyacı Svante Arrhenius tarafından yapılmıştı.
Günümüz iklim modelleri de büyük ölçüde aynı görüşte.
Geçen yüzyıl boyunca, özellikle 1970’ten itibaren, dünyanın ortalama 0,74°C
ısındığını biliyoruz.
Isınmanın önemli bir bölümü insanlar tarafından üretilen CO2 nedeniyle
oluşmaktadır. Günümüzde, atmosferdeki CO2 yoğunluğu 200 yıl öncekinin yaklaşık
yüzde 40 üzerindedir ve 2000 yılından beri, atmosfere salınan miktar yılda yüzde
2’den fazla artıyor. Bu artış esas olarak, ormansızlaşmadan ve insanların fosil yakıt
kullanımından kaynaklanır. Bu CO2’in gezegenimizde ısınmaya yol açmaması yüz yıllık
fizik bilgimize ters düşerdi.
-VZPS`HRÛ[SHYKHURH`UHRSHUHURHYIVULTPZ`VUSHYÛUÛUNLsTPüP ;VWSHTÛU`…aKLZP
30
25
20
Avustralya
Kanada
Afrika
Orta Doğu
Orta ve Güney Amerika
Japonya
Eski SSCB
ABD
5
Avrupa
10
Çin, Hindistan ve
Kalkınan Asya
15
0
Kaynak: CDIAC
Ayrıca, gezegende gözlemlenen ısınmanın başka bir açıklaması yoktur. Güneş
döngülerinin on yıllar boyunca küresel sıcaklık artışına etkisi ortalama yüzde 10’dan
az olmuş; diğer yandan atmosferdeki CO2 ve diğer sera gazları düzeylerinde en büyük
artışların yaşandığı ve en fazla küresel ısınmanın görüldüğü 1970 yılından beri volkanik
püskürmelerin ve diğer bilinen doğal etkenlerin küresel iklim üzerindeki etkileri, ısınma
değil soğuma şeklinde meydana gelmiştir.
10
Tanı
IPCC, 20 yıldan beri iklim değişikliği bilimi üzerine düzenli raporlar hazırlıyor.
Yayınlanan son raporlar, iklim değişikliğini ‘tartışmasız biçimde’ ifade ediyor
ve acil olarak harekete geçmediğimiz takdirde durumun geri döndürülemez
şekilde kötüleşeceğini ortaya koyuyor.
Doğa, okyanuslar ve ormanlar aracılığıyla havaya saldığımız CO2’in yaklaşık yarısını
emmekte, kalan yarısı ise asırlarca atmosferde kalmaktadır. Ancak, doğal ekosistemler
tarafından emilen karbon miktarı düzenli bir şekilde azalmaktadır. Bu nedenle,
emisyonları belli bir düzeyde sabit tutmak yeterli değildir. Atmosfere saldığımız
her bir ton CO2 durumu daha da kötüleştirmektedir. Sıcaklık artışının az olması için CO2
emisyonlarını hızla azaltmamız gerekmektedir.
YAPMAZSAK NE OLUR?
Hiçbir tedbir alınmaması, doğa, insanlar ve iş dünyası için oldukça kötü
sonuçlar doğuracaktır. Küresel sıcaklıklar bu yüzyılın sonuna doğru en
azından 2 ila 4,5°C artacaktır. Isınmadan en fazla karasal alanlar, özellikle kıtaların iç
kesimleri ve kutup bölgeleri etkilenecektir.
Isınma sonucunda atmosferde bulunacak daha fazla ısı enerjisi ve daha fazla su
buharı nedeniyle aşırı iklim ve hava olayları meydana gelecektir. Fırtınaların ve hatta
kasırgaların şiddeti ve sıklığı artacaktır. Genel olarak nemli alanlar daha nemli, kurak
alanlar ise daha kurak olacaktır. Zaten çok görülen kuraklıklar, daha uzun süreli ve daha
şiddetli hale gelecek, daha fazla alanı -Türkiye’yi de içine alan Akdeniz Havzası, Orta
Doğu, Orta Asya ve Güney Afrika gibi- etkisi altına alacaktır.
Buzulların ve karalardaki buz tabakalarının erimesi sonucunda deniz
seviyeleri yükselecektir. IPCC’nin Dördüncü Değerlendirme Raporu’nun ardından
yapılan değerlendirmelere göre 2100 yılı itibariyle deniz seviyesinin 1 metreden fazla
yükselmesi bekleniyor. Böyle bir artış, Asya’da büyük bölümü Çin, Bangladeş ve
Vietnam’da olmak üzere en az 100 milyon, Avrupa’da 14 milyon, Afrika ve Güney
Amerika’da ise 8’er milyon kişinin yerlerinden olmaları anlamına geliyor. Ayrıca, deniz
seviyesindeki yükseliş 2100 yılında sonlanmayacak, artmaya devam edecektir.
Tüm bunlar sadece bir başlangıç olabilir...
“İklim sistemimizde, ne yazık ki çok yaklaştığımız ‘devrilme
noktaları’ bulunuyor. Bu noktalara gelindiğinde sistemin
dinamikleri harekete geçecek ve bizi kontrolümüz dışında
kalan çok büyük değişikliklere taşıyacaktır.”
James Hansen, NASA, Haziran 2008
11
OLASI devrilme noktaları:
•
Grönland ve/veya Batı Antartika karasal buz tabakalarının
parçalanması. Bu buz tabakaları 3 kilometre kalınlığındadır ve her biri 2 milyon
kilometrekareden fazla alan kaplamaktadır. Bu tabakaların herhangi birinin erimesi
deniz seviyesinde 6 metre ya da daha fazla artış anlamına gelmektedir. Bazı iklim
modellerine göre 1,7°C’lık bir ısınma, Grönland buz tabakasında durdurulamaz bir
parçalanma başlatabilir.
•
Amazon yağmur ormanının s›cakl›k, kuraklık ve yangınlar nedeniyle
kurumas›. Bu durum CO2 emisyonuna yol açarak gezegenin ısınmasına, bu da diğer
orman sistemlerinin dengesinin bozulmasıyla daha da fazla ısınmaya neden olacakt›r.
Bu ayn› zamanda, gezegenin en önemli karbon yutağını ve benzersiz biyolojik
çeşitliliği kaybetmemiz anlamına gelecektir.
•
Kalıcı don (permafrost) bölgelerinde hapsedilmiş olan milyarlarca ton
metan gazının serbest kalması. Metan, sera gazlarından biridir ve küresel
ısınmayı artırır. Araştırmacılar metan gazının serbest kalışının geçmişte ani küresel
ısınma dönemlerini tetiklediğini öne sürmektedir.
•
Okyanus döngü sisteminin bozulması ile birlikte Avrupa’nın geniş ölçüde
soğuması ve Asya muson yağmurlarının dinmesi: Musonların düzenli olması,
dünyanın en kalabalık kıtası Asya’da su temini ve gıda üretimi için kritik önemdedir.
ENSO / El Niño
Amazon
sıcaklık dalgalanmalarının
yağmur
büyüklüğünde veya
ormanlarının
sıklığında değişim
kuruması
Hindistan
muson yağmurlarında
Batı Afrika
muson yağmurlarında kaotik istikrarsızlık
kayma
Batı Antartika
buzul tabakasında istikrarsızlık
Antartika dip su
oluşumunda değişimler
Daha yüksek nüfus yoğunluğu Kaynak: Lenton/Ulusal Bilimler Akademisi
Grönland'daki buzul Artktik Denizi'ndeki buzullarda azalma
tabakasının erimesi
Kalıcı don
Ozon
ve tundranın
Atlantik'te Tabakası'nda
Kutupaltı
Kutupaltı
derin su iklim değişikliği ormanlarının yok olması
ormanlarının
oluşumu
kuruması
kuruması
kaynaklı
delik
KULAĞA BİLİM KURGU GİBİ Mİ GELİYOR? Geçmişte iklimdeki
değişimlerin genellikle ani olduğu bilinmektedir. Örneğin, 10.000 yıl önceki son buzul
döneminin sonundaki ısınmanın büyük bölümü birkaç onyıl içerisinde meydana gelmiştir.
Kontrol dışı değişimin mevcut riskleri henüz bilim insanlarınca tam olarak rakamlara
dökülmemiş olsa da bu riskler gerçektir. Güncel bir araştırma, okyanus döngüsünün
bu yüzyılda bozulma olasılığını üçte bir olarak vermektedir. Her şekilde belirsizlik, huzur
değil endişe kaynağı olmaktadır. Bu da iklim müzakerecilerinin en güncel bilimsel
gelişmelerden haberdar olmas›n› sağlamak için bilimsel değerlendirmelerin sıkça
yapılmasının gereğini ortaya koymaktadır.
12
KARBON BÜTÇESİ
Isınmayı
2°C
’nin
nin altında tutmak
Belirsizliklere rağmen, tehlikeli ve geriye döndürülemez iklim değişikliğini
önlemek için küresel ısınmanın sanayi devrimi öncesi değerlere göre
2°C’nin oldukça altında tutulması gerektiği konusunda fikir birliği
bulunmaktadır. 2°C’lik artış küçük bir oran gibi görülebilir ancak bu artışın gerçekleşmesi
geriye hiçbir zaman olmadığı kadar sıcak bir dünya bırakacaktır.
Konuya başka bir açıdan yaklaşırsak, Avrupa ve Kuzey Amerika’nın büyük bir
bölümünün kalın bir buz tabakasıyla kaplı olduğu ve deniz seviyesinin onlarca metre
aşağıda olduğu son buzul çağından bizi ayıran şey yalnızca 6°C’dir.
Sıcaklıkları sabitlemek için insan kaynaklı CO2’nin ve diğer sera gazlarının
atmosferdeki yoğunluğunu sabitlememiz gerekir. Kolaylık yaratmak amacıyla,
bilim insanları tüm bu gazları ‘CO2 eşdeğeri’ olarak bilinen tek bir istatistik altında
toplamaktadır. Mevcut durumda CO2 yoğunluğu milyonda 386 partikül (ppm)
değerindedir. Diğer sera gazlarıyla birlikte bu 462 ppm CO2 eşdeğerine eşit olup,
artışı sürmektedir.
Uzun vadede iklim dengesini sağlamak ve sıcaklık artışını sanayi devrimi öncesindeki
ortalamanın 2°C altına indirmek, atmosferdeki CO2 eşdeğeri yoğunluğunu 400 ppm’e
düşürmeyi ve sanayi devrimi öncesi değerlere dönmeyi gerektirir.
PEKİ, BU
MÜMKÜN MÜ?
13
EVET,
mümkün!
UZUN VADEDE, okyanuslar ve ormanlar atmosfere saldığımız CO2’in daha fazlasını
emecektir. Sera gazı emisyonuyla sıcaklıkların artması arasında belirli bir zaman
farkı bulunmaktad›r. Şimdilik, duman kaynaklı kirleticiler ile diğer sera gazı olmayan
emisyonların oluşturduğu ince bir tabakanın
güneşin yoğunluğunu azaltmasıyla küresel
ısınmadan belli bir oranda korunuyoruz. Bu
yüzden, harekete geçmek için birkaç on
yıllık süremiz bulunuyor. 2000
2050
ile
yılları arasında atmosfere yalnızca
1.000 milyar ila 1.400 milyar ton CO2
eşdeğeri daha bırakmamız mümkün.
Bu miktar; fosil yakıt kullanımı,
ormansızlaşma ve değişen arazi kullanımı
nedeniyle oluşan mevcut emisyon
düzeyinde devam edersek, yaklaşık 20 yıllık
emisyona karşılık gelmektedir. Üstelik bu
‘karbon bütçesi’nin üçte birinden fazlası 2000 yılı ile günümüz arasındaki
dönemde salınmış durumdadır. Sera gazı emisyonunu azaltmaya ek olarak
atmosferdeki CO2’in geri toplanması konusunu da ciddi şekilde ele almak zorundayız.
Bu yalnızca büyük ölçekli ağaçlandırmayı değil, aynı zamanda fosil yakıtların yerini
alacak sürdürülebilir biyoenerjinin kullanımını, karbon tutma ve depolama teknolojilerinin
ve atmosferdeki sera gazı yoğunluğunu azaltacak teknolojilerin geliştirilmesini gerekli
kılmaktadır. IPCC’nin de belirttiği gibi düşük karbona giden yol dünyanın yüzyılın
ortalarına doğru ‘karbon yutağı’ haline gelmesiyle mümkündür. Artık sadece
emisyonları azaltmak yeterli değildir – daha da ileriye gitmeye hazır olunmalıdır.
Kıyıya çok yakın seyrediyoruz.
Hata payımız çok az.
14
DOĞANIN YUTAKLARI
VE KAYNAKLARI
İnsan faaliyetleri sonucu ortaya çıkan CO2 emisyonunun
yaklaşık yarısı, gezegen yüzeyinin iki büyük doğal karbon
deposu olan ormanlar ve okyanuslar tarafından
hızla emilir. Bu bir şanstır. Doğanın bu bedelsiz hizmeti
olmasaydı dünya çok daha sıcak bir yer olurdu. Dolayısıyla,
‘karbon yutakları’nın korunması, küresel iklim değişikliğinin
hızını azaltmak açısından yaşamsal öneme sahiptir.
Ancak, bu doğal depoları korumakta başarısız kalıyoruz.
Bunun yerine, bu alanları yok ediyoruz. Ormanları
yok etmemiz sonucu tutulan karbonun atmosfere salınması,
böylece karbon yutağı olan bu alanların karbon kaynağına
dönüşmesine neden oluyor. Günümüzde ormansızlaşma,
küresel sera gazı emisyonunun yaklaşık beşte birini oluşturur.
Hayatta kalan ormanlar atmosferdeki CO2’i toplamaya
devam ederken, ormansızlaşma orman alanlarını büyük
yutaklardan büyük CO2 kaynaklarına dönüştürmektedir. İşte bu
nedenle ormansızlaşmayı DURDURMAK, iklimi korumak
açısından son derece önemlidir.
Bir diğer büyük bir tehlike ise, ormansızlaşmayı durdursak bile ormanların, küresel
ısınmaya yenik düşmesi tuttukları karbonu atmosfere bırakması ve küresel ısınmayı
hızlandırmasıdır. 2005 yılında yaşanan kuraklık sırasında birçok ağaç birer karbon kaynağına
dönüşmüştür. Aynı yıl, Amazon yağmur ormanları atmosfere Avrupa ve Japonya’nın
yıllık toplam CO2 emisyonuna eşdeğer olan 5 milyar ton CO2 salmıştır.
Benzer şekilde, okyanuslar da ısındıkça CO2 yutma yeteneğini kaybedebilmektedir.
Önceleri gezegenin en büyük doğal karbon yutaklarından biri olan Antartika’daki Güney
Buz Denizi’nin son 25 yıldır daha az karbon tuttuğu gözlenmiştir. Nedeni tam olarak
bilinmemekle birlikte bu durum; sera gazı emisyonlarının büyük bir hızla artması karşısında
okyanusların karbon tutma kapasitesinin sınırlanması, ısınan okyanus sularından daha fazla
CO2’in atmosfere salınması ve suların ısınması nedeniyle atmosferdeki fazla CO2’in önemli bir
kısmını yutan deniz yosunlarının gelişiminin engellenmesine bağlanmaktadır.
“Sıcaklıklar artmaya devam ederse turistlere gösterebileceğimiz hiçbir
canlı mercan kalmayacağından endişe duyuyorum.”
Carlton Young Junior, dalış hocası ve tur operatörü, Belize
15
ANLAŞMAKYOTO PROTOKOLÜ
için küçük bir rehber
Kyoto Protokolü, aynı ismi taşıyan antik Japon kentinde 184 hükümet tarafından Aralık
1997’de kabul edildi. Protokol, 37 sanayileşmiş ülkenin sera gazı emisyonlarını
2008 ile 2012 yılları arasında 1990 seviyesinin ortalama yüzde 5 altına
indirme yükümlülüğü getirerek 2005 yılında yasal bağlayıcılık kazandı.
Protokol, iklim değişikliğiyle mücadele konusunda atılacak adımlar için temel bir çerçeve
oluşturması itibarıyla sera gazı emisyonlarının kontrolü açısından tarihi bir ‘ilk adım’dı. Kyoto
Protokolü ile birlikte sanayileşmiş ülkelerin çoğu, sera gazı emisyonlarını sınırlandırmak
için gerekli kurumsal yapıları ve politikaları geliştirmişler, bazı ülkelerde ve bölgelerde
ise sera gazı emisyonları gerçek anlamda düşmeye başlamıştır. Ancak, protokolün küresel
boyuttaki sera gazı emisyonu artış eğilimi üzerindeki etkisi sınırlıdır. Bunun yanı sıra Kyoto
Protokolü’nün oluşturduğu mekanizmalardan bazıları sorgulanabilir niteliktedir.
Ülkeler, diğer ülkelerdeki emisyon azaltıcı projelere yatırım yapmak suretiyle sera gazı
emisyonu azaltım hedeflerine kısmen ulaşabilmektedir. Bu ‘esneklik mekanizmaları’nın
en önemlisi; yatırımcıların gelişmekte olan ülkelerdeki emisyon-önleyici projelere yatırım
yaparak kendi ülkelerindeki emisyonları denkleştirmelerine veya piyasadaki diğer iklim
kirleticilerine ‘karbon kredileri’ satmasına olanak tanıyan Temiz Kalkınma
Mekanizması’dır (CDM – Clean Development Mechanism).
Bugün CDM’ye kayıtlı binden fazla proje bulunmakta olup, 4.000 kadarı da sırada
beklemektedir. Bu projeler zaman içerisinde Avustralya, Almanya ve İngiltere’nin mevcut
toplam emisyonlarından daha büyük miktarda emisyon azaltımını sağlayabilir.
Projeler, Hindistan’daki rüzgar türbinlerinden, Brezilya’da arazi dönüşümü yapılan alanlarda
metan gazı depolanmasına ve Orta Amerika’daki jeotermal tesislerine kadar pek çok alanı
kapsamaktadır.
Ancak, birkaç ülke (özellikle Çin, Hindistan, Brezilya ve Meksika) bu mekanizma
kapsamındaki projelerden en büyük payı alırken, özellikle Afrika’da yer alan, en
az gelişmiş ülkelerin sürecin dışında bırakılması endişe doğurmaktadır. Diğer yandan,
birçok projenin oldukça sınırlı sera gazı azaltımı sağlanması da kaygı vericidir. CDM’nin
kullanım alanları ve işleyiş biçiminde reforma gidilmesi gerçek anlamda emisyon azaltımının
sağlanabilmesi için gerekli görülmektedir.
Bunun yanında Kyoto Protokolü kapsamında, salınım azaltım taahhüdünde
bulunan ülkeler, Avrupa Birliği ülkelerinin yaptığı gibi emisyon yükümlülüklerini kendi
aralarında yeniden paylaştırabilmekte ve ticaretini yapabilmektedir. Bu alım satımlar, sera
gazı azaltım projelerinin maliyetinin en az olduğu yerlerde yapılmasını sağlayarak iklimin
korunmasını daha etkin maliyete getirmeyi amaçlamaktadır.
16
“20 yıldan beri kutup ayılarının Kanada’nın Hudson Körfezi’nde
bir araya gelişlerinin fotoğrafını çekerim. Her geçen yıl kış mevsimi
biraz daha geç geliyor. Avlanmak üzere buzun üzerine çıkamadan
geçirdikleri her hafta, kutup ayılarının bedenlerinde daha az
yağ olması ve daha sağlıksız olmaları anlamına geliyor. Giderek
daha küçük ve daha hafif hale geliyorlar. Eğer bu eğilim sürerse,
önümüzdeki 20-30 yıl içerisinde Hudson Körfezi’nin kutup ayıları
maziye karışacak.”
Daniel J. Cox, yaban hayat fotoğrafçısı, Kanada
Kyoto Protokolü’nce, gelişmekte
olan ülkelerin kendi
yükümlülükleri bulunmakta ancak
bağlayıcı emisyon azaltım
hedefleri bulunmamaktadır.
Örneğin, CDM’de yer alarak
emisyon yoğunluklarını azaltmak
üzere fon alabilmektedirler.
Sanayileşmiş ülkelerin,
gelişmekte olanlara teknoloji
transferi ve finansal yardımlarla
destekleme yükümlülüğü vardır.
Emisyon azaltımına ek olarak,
iklim değişikliğinden en çok
etkileneceklere yardımcı olmak
üzere son iklim müzakerelerinde
bir ‘uyum fonu’ oluşturulmuştur. Bu fon, CDM projeleri üzerinden alınan yüzde 2
oranındaki vergiden oluşmaktadır. Ancak, henüz bu mekanizma altında fonlanan proje
bulunmamaktadır.
Protokolün yükümlülüklerini yerine getirmeyenlere karşı düzenlenen cezaların etkisi
çok azdır. Kanada, hedefi yüzde 6’lık bir azaltma olduğu halde, 1990 düzeylerinin yüzde
25’inden daha fazla miktarda emisyon salmaktadır. ABD ise 2001 yılında Protokol’den
tamamen çekilmiştir.
Kyoto Protokolü mükemmel olmaktan çok uzaktır, ancak önemlidir. Emisyon azaltım
hedeflerinin 2012 yılı itibarıyla SONLANACAĞI da dikkate alındığında bir sonraki
adımın, iklim değişikliğinin bilimsel boyutunu dikkate alan, daha iddialı ve
geniş kapsamlı bir sistemi hedeflemesi gerekmektedir.
17
EMİSYONLARI
yüzde 80 AZ ALTMAK
Kopenhag, Kyoto’dan daha iyisini
yapmalıdır. Dünya artık daha sıcak, iklim
değişikliği daha hızlı, sera gazı emisyonu
1990’daki değerinden yüzde 25 daha yüksek
durumdadır. On yıllık bilim ve iki yeni IPCC
raporu sayesinde artık harekete geçmediğimiz
durumda karşılaşacağımız tehlikeleri daha
kesin şekilde biliyoruz.
Ülkelerin çoğu, küresel ısınmanın 2°C’nin
altında tutulması konusunda hemfikirdir. Ayrıca,
en azından teorik olarak, önümüzdeki yıllarda
sera gazı yoğunluğunu sabitlemek için
bir emisyon rotası oluşturulması gereği üzerinde
anlaşmaya varıldı. Artık geçici anlaşmalara
yer yok: Kopenhag, iklim felaketini önlemek
için yapılması gerekenlerin titiz bir bilimsel
değerlendirmesini temel almalıdır.
Küresel ısınmanın 2°C’nin altında kalması için, 2000-2050 yılları arasında
emisyonların yaklaşık 1.400 milyar ton CO2 eşdeğerinden fazla olmaması gerekiyor. Bu,
2050 yılı itibariyle küresel sera gazı emisyonunun 1990 düzeyinin en az yüzde 80 altına
indirilmesi anlamına geliyor. Bunun için küresel sera gazı emisyonunun, 2015 yılı itibariyle
en üst seviyeye ulaştıktan sonra hızla DÜŞMEYE başlaması gerekmektedir. Bu
gerçekleşse bile, 2050 sonrasında da atmosferdeki CO2 yoğunluğunun kabul edilebilir
düzeylere inebilmesi için emisyon azaltımına devam edilmesi gerekecektir. Bir başka
deyişle, ormanları koruyarak ve teknolojik araçlardan yararlanarak atmosferdeki
CO2’i tutmamız gerekecektir.
18
“Biz bir adada yaşıyoruz ve kasırgalar, fırtınalar ve gelgitler ile sık
sık doğanın öfkesine şahit oluyoruz. Deniz geri çekilirken evlerimizi,
arazimizi ve geçim kaynaklarımızı alıp götürüyor. Toprağımızı tuzlu
ve ürün ekimine elverişsiz bırakıyor. Her şey hızla değişiyor. Şimdiden
iki evimi kaybetmiş durumdayım ve üçüncüsünü de kaybetmekten
korkuyorum. Erken uyarı olanağı olmadığı için tamamen çaresiz
durumdayız. Eş yalarımızı toplayıp daha emin yerlere gitme
olanağımız dahi yok.” Intaz Sah, Hindistan kıyıları
2050 yılı için belirlenecek hedefler, tüm sanayileşmiş ülkeleri aynı zamanda da
büyük miktarda emisyon salan tüm ülkeleri kapsamalıdır. Küresel emisyonunun yüzde
80’ini oluşturan en yüksek emisyona sahip ülkeler en kısa sürede sürece dahil olmalıdır.
Bu sağlandıktan sonraki aşamada ise tüm dünyanın ‘yükü paylaşmak’ için değil de
gönüllü bir tercih olarak temiz enerji teknolojilerine geçerek sıfır karbon
geleceğine doğru adımlar atmasını beklemeliyiz. 20. yüzyılın sanayileşmiş ülkeleri
kömürün kirli havasından kurtulma kararını nasıl verdilerse karbon alışkanlığından
kurtulmak için de aynı kararlılığı gösterecekler.
Sanayileşmiş ülkelerin harekete geçmesi, ABD’nin yeniden küresel iklim çerçevesine
geri dönmesi ve Malezya, Kore Cumhuriyeti, Suudi Arabistan ve Singapur gibi yeni
sanayileşen ülkeler ile Çin, Brezilya, Endonezya, Hindistan, Güney Afrika ve Meksika gibi
hızla gelişen ekonomilerin de sürece dahil olması gerekmektedir.
Peki küresel emisyonların önümüzdeki
on yıl içerisinde zirveye çıkıp ardından
hızla düşmeye başlamasını nasıl
sağlayabiliriz?
19
SORUMLULUK almak...
Sanayileşmiş ülkeler için hedefler
IPCC’nin bilimsel çalışmalarını temel alan Bali İklim Konferansı (2007),
ara hedef olarak, sanayileşmiş ülkelerin 2020 yılına kadar sera
gazı emisyonlarını 1990 düzeyinin yüzde 25-40 düşürmeleri
gerektiğini ifade etmiştir. Küresel ısınmayı sınırlamak için sanayileşmiş
ülkelerden 2020 sonrası dönemde daha da keskin azaltım hedefleri
beklenmektedir. 2009 yılı itibariyle, ülkelerin çoğunun verdiği
sözler bu aralığın altında yer almıştır.
Hedeflere en yakın azaltımı yüzde 20’lik emisyon azaltım hedefi
ile Avrupa Birliği taahhüt etmiştir ve diğer ülkelerin de aynı yolu
izlemeleri halinde bu limiti yüzde 30’a taşıyabileceğini belirtmiştir.
Ancak AB’nin teklifi daha çok ‘denkleştirme’ mekanizmalarını kapsamakta (diğer ülkelerdeki
emisyon azaltım projeleri ile kendi emisyonlarını denkleştirme), kendi sınırları dahilinde 2020
yılına kadar gerçekleştirmeyi taahhüt ettiği emisyon azaltımı yüzde 5’i geçmemektedir.
ABD yönetimi, 2020 itibarıyla emisyonlarını 1990 düzeyine indirme niyetini
açıklamış, daha da fazla düşürme konusunu değerlendirdiklerini belirtmiştir. Kanada,
Kyoto taahhütlerine uygun olarak emisyonlarını azaltmak için neredeyse hiç gayret sarf
etmemiştir. Japonya ve Rusya ise 2012 sonrası için kayda değer bir emisyon azaltım hedefi
belirtmemiştir.
Bu yetersizdir. Ne kadar az azaltım yaparsak 2°C eşiğini geçme riskini o kadar
artırırız. WWF, Kyoto Protokolü’ne taraf olmayanlar da dahil TÜM sanayileşmiş
ülkelerin, emisyonlarını 2020 yılı itibariyle 1990 düzeyinin yüzde 40 altına indirmek üzere
bağlayıcı taahhüt almalarını talep eder. Bu azaltımın büyük kısmı ülke sınırları içerisinde
gerçekleşmelidir.
Sanayileşmiş ülkelerin bu hedefe ulaşmadaki başarısızlıkları gelecek yıllarda
dünyanın elindeki seçenekleri de büyük oranda azaltacaktır. Bu ülkelerin yeterli azaltım
yapmaması özellikle kalkınmaya gereksinim duyan yoksul ülkelere ayrılması gereken
atmosfer alanının işgal edilmesi anlamına gelecektir. Bu durum özellikle en az gelişmiş
ülkeler için geçerlidir. Bu ‘sıfır toplamlı oyunda’, sanayileşmiş ülkeler tarafından
salınacak her ton, kalkınmakta olan ülkelerin salamayacağı bir ton anlamına
gelmektedir.
İşi 2020 yılına da bırakamayız. Kyoto’nun kapsadığı 2008-2012 ile sonraki dönem
arasında boşluk olmamalıdır. Kopenhag’da 2013-2017 dönemini kapsayacak yükümlülük
dönemi için hedefler belirlenmelidir. Ayrıca Kopenhag’da 2018-2022 dönemi hedeflerinin
belirlenmesi için 2013 yılını geçmeyecek bir müzakere tarihi belirlenmelidir.
WWF, bilim insanlarından durumun daha da kötüleştiğine ilişkin uyarılar
WWF
geldiği takdirde dünyanın hızla harekete geçmesini sağlayacak bir ‘acil durum
değerlendirmesi’ maddesinin yeni anlaşmada yer alması gerektiğine inanmaktadır.
20
Kaplanlar da masada
yer almalı
Kyoto Protokolü
dünyayı, emisyon hedefleri olan (Ek 1 ülkeleri olarak
adlandırılan) zengin, sanayileşmiş ülkeler ile geri kalan ülkeler olarak ikiye ayırmıştı.
Ancak, mesele bu kadar basit değil. Ek 1’de yer almayan bazı ülkeler ‘yeni sanayileşen
ülkelere’ dönüştüler. Bu ülkelerin bazıları, Romanya ve Ukrayna gibi Ek 1 ülkelerinden
zengin duruma geldiler. Dahası, canlanan ekonomileri nedeniyle bu ülkelerin kişi başına
düşen emisyon miktarı ve geliri daha yüksektir.
WWF, artık bu ülkelerin ‘gelişmekte olan ülke’ zırhının arkasına saklanmamaları
gerektiğine inanmaktadır. Bu ülkeler yeni sanayileşen ülkeler olarak sorumluluklarını
kabul etmeli ve bağlayıcı emisyon azaltım hedefleri almalıdırlar.
)RVLO\DN×WODU×QGDQND\QDNODQDQ&22HPLV\RQODU×QGDNLGHĊLċLP
1990-2005 ((QGHNV)
500
400
300
Endeks 100 = 1990 düzeyi
0
Romanya
ABD
Çin
Singapur
Bahreyn
Kore Cum.
İsrail
S. Arabistan
Tayvan
Hindistan
Kuveyt
BAE
Endonezya
Katar
100
Malezya
200
Kaynak: CDIAC
Örneğin Malezya, bazı Doğu Avrupa ülkeleri kadar zengindir, ancak Doğu Avrupa
ülkelerinin çoğu Kyoto Protokolü gereğince emisyonlarını 1990 yılından itibaren düşürmeye
başlamışken, Malezya emisyon miktarını dörde katlamıştır. Büyük çaplı ormansızlaşmanın
da etkisiyle kişi başına düşen emisyon miktarı Avrupa ortalamasının yaklaşık üç katı duruma
gelmiştir. Tayvan, Kore Cumhuriyeti ve İsrail’in de 1990’dan bu yana kişi başına
emisyon miktarı iki katına çıkarak Avrupa seviyesine gelmiştir. Singapur’un emisyon miktarı
yaklaşık yüzde 50 oranında artmış, pek çok Avrupa ülkesinden yüksek seviyelere ulaşmıştır.
Kyoto Protokolü’nün muaf tuttuğu pek çok Körfez ülkesinin emisyon miktarı bu
örneklerden de yüksek durumdadır. Suudi Arabistan 1990’dan bu yana emisyonlarını
nerdeyse iki katına çıkarmış olup, Lüksemburg hariç tüm Avrupa ülkelerinden yüksek
kişi baş emisyon seviyesine çıkmıştır. Birleşik Arap Emirlikleri, Bahreyn, Kuveyt
ve Katar, kişi başı emisyon miktarı liginde ilk dörttedir. Birinci sırada yer alan Katar’ın
1990’dan bu yana emisyon miktarı dört kattan fazla artmış, kişi başı emisyon miktarı ise
ABD’nin üç katına varmıştır.
21
Gezegeni kurtarmak için
TARİHİ bir anlaşma
Kyoto’da Çin, Hindistan ve Brezilya gibi gelişmekte olan ülkeler emisyon
hedefleri almamış ancak birçok sorumluluk üstlenmiştir. Bu üç ülkenin kişi başına
düşen emisyon miktarı, yeni sanayileşen ülkeler dışında kalan sanayileşmiş ülkelerle
karşılaştırıldığında düşük kalmaktadır. Örneğin Çin, toplamda atmosfere ABD KADAR
CO2 salmaktadır ancak ABD’nin dört katı nüfusa sahip olması nedeniyle kişi başı
emisyon miktarı daha düşüktür. Bu ülkelerin atmosferdeki sera gazı miktarındaki tarihi
payları da daha düşüktür. Bir karşılaştırma yapmak gerekirse, en az emisyona sahip 100
ülkenin toplam emisyon miktarı küresel emisyonun sadece yüzde 3’ünü oluşturmaktadır.
Buna rağmen, gelişmekte olan ülkelerin ekonomileri büyüdükçe emisyonları
artmaktadır ve şu an küresel emisyonun neredeyse yarısını oluşturmaktadır. İster
zengin ister yoksul olsun, gezegendeki hiçbir ülkenin kalkınma rotasını ataları gibi ‘böyle
gelmiş böyle gider’ anlayışıyla sürdürme lüksü yoktur.
WWF, gelişmekte olan ülkelerin sera gazı emisyonlarının, 2020 yılında ‘hiçbir
değişiklik yapılmadığı durum’daki tahminlere göre ulaşacağı seviyenin yüzde 30
altına indirmesi gerektiğini savunuyor.
Bu, gelişmekte olan ülkelere yönelik ÖNEMLİ ve TARTIŞMAYA
AÇIK bir çağrıdır. Ancak, bu gezegene karşı bir yükümlülüktür ve adil bir
biçimde gerçekleştirilmesi mümkündür.
Gelişmekte olan ülkelerin yeşil kalkınma yolunu seçtiklerinde karşılaşacakları ek
maliyetleri zengin ülkelerin karşılaması halinde, gezegene karşı bu zorunluluk adil bir
biçimde yerine getirilebilir. Sonuçta, gezegeni ısıtmış olanlar gelişmiş ülkelerdir ve
atmosferin büyük bölümü gelişmiş ülkelerin emisyonlarıyla dolmuştur.
“Muson yağmurları artık daha geç geliyor ve daha kısa sürüyor. Bu
değişikliklerden ötürü Güney Çin Denizi’nden buraya eskisinden az
mavi yengeç geliyor. Av miktarı, tuzak başına 300 gramdan 30
grama düştü. Aralık 2008’de, ABD pazarına ürün sağlayan bir
fabrikayla yaptığım yengeç temini sözleşmemi yenileyemedim.”
Christopher Kong, yengeç avcısı, Sabah, Malezya
22
GELİŞMEKTE OLAN ÜLKELER
için
iyi haber:
Bu ülkelerin, geleneksel teknolojileri pas geçip, doğrudan yeni, düşük emisyonlu yöntem
ve süreçleri kullanarak eski teknolojilerin kirlilik, sağlık koşullarında bozulma ve doğanın
tahribi gibi istenmeyen yönlerinden kaçınması mümkündür. Üstelik yeşil, düşük
karbonlu teknolojiler daha verimlidir ve
uzun vadede tasarruf sağlar.
GELİŞMİŞ ÜLKELER
için
iyi haber:
Gezegenin yaşam destek sistemleri şimdilik, yoğun kirlilik yaratan sanayileşmenin
sonuçlarından kurtulabilecek durumdadır.
Gelişmekte olan ülkelerin bazıları kolları sıvadı bile. Güney Afrika,
emisyonlarının 2020’de zirveye çıktıktan sonra düşmeye başlayacağını taahhüt etti.
Meksika, 2050’ye kadar emisyonlarını yüzde 50 azaltmaya söz verdi ve Nisan 2009’da
emisyon azaltımı konusunda işbirliği için Obama yönetimi ile anlaşmaya vardı. Çin,
Brezilya ve Hindistan, ekonomilerinin karbon yoğunluğunu azaltıyor, yenilenebilir
enerji endüstrileri inşa ediyor. Çok yakın bir geçmişte Filipinler 2020 yılı için yüzde
50’lik yenilenebilir enerji hedefi benimsedi; Endonezya ve Brezilya gibi ormanlarını
hızla kaybeden ülkeler ise 2020 itibariyle ormansızlaşmayı yaklaşık yüzde 70 azaltma
hedefi belirledi.
WWF, gelişmekte olan ülkelerin, ulusal düşük-karbon eylem planları
hazırlamaları gerektiğini savunuyor. Bu planlar, ülkelerin kendi sürdürülebilir kalkınma
önceliklerini temel almalıdır. Bununla birlikte, ‘hiçbir değişiklik yapılmadığı durum’a göre
yüzde 30 indirim hedefine ulaşmayı amaçlamalıdır. Bu farklılıkların bir bölümü kendi
kendisini amorti edecektir. Bir kısmı ise sanayileşmiş ülkelerin tarihsel kirletme
sorumluluklarını yansıtacak şekilde, bu ülkelere yatırım ve teknolojik destek
sağlamalarını gerektirecektir.
En az gelişmiş ülkeler, kalkınma stratejilerinin bir parçası olarak düşük karbonlu
kalkınma planları yapmak isteyebilirler. WWF bu konuda onları teşvik etmektedir.
Bununla birlikte, bu tür girişimleri şimdilik başlatmak ZORUNDA olmamalıdırlar.
23
Kazan yakıtları...
Emisyon KARA DELİĞİ
Kyoto Protokolü uluslararası hava taşıtları ve gemicilik işlemlerinden
kaynaklanan emisyonları kontrol etmemektedir; çünkü müzakereciler bundan kimin
sorumlu olacağı üzerinde karara varamamışlardır. Sorumlu taraf gemi ya da uçağın
hareket ettiği veya vardığı ülke mi olmalıdır yoksa aracın, yolcuların ya da malların ana
vatanı mı esas alınmalıdır? Protokol, bu konudaki kararları Uluslararası Denizcilik Örgütü
ve Uluslararası Sivil Havacılık Örgütü’ne bırakmıştır.
Bu konuda henüz FAZLA BİR İLERLEME SAĞLANAMADI. Ama uçak ve
gemilerden kaynaklanan emisyon hızla artmaya devam ediyor.
Havacılıktan kaynaklanan sera gazı emisyonu yer kaynaklı CO2 emisyonuna kıyasla küresel
ısınmaya daha fazla etki etmektedir ve bazı değerlendirmelere göre küresel ısınmanın
yüzde 5’inden fazlasından sorumludur. Bu oran Kyoto Protokolü’nün gelişmiş ülkelerden
talep ettiği emisyon azaltım oranına eşittir. Kopenhag zirvesine yaklaşırken herkes bu yasal
boşluğun kapatılması konusunda hemfikir durumdadır.
AMA NASIL? Bugün pek çok seçenek mevcut...
En basit seçenek emisyonlar için hangi ülkenin sorumlu tutulacağı
(örneğin, çıkış limanı) konusunda anlaşmaya varmak ve daha sonra emisyon miktarını ulusal
emisyon toplamına dahil ederek sanayileşmiş ülkelerin azaltım hedeflerine katmaktır. Ancak
sanayileşmiş ülkeler buna karşı çıkmakta, bu sektörlerin küresel sektörler olduğunu ve bu
nedenle küresel bir çözüme ihtiyaç olduğunu ifade etmektedirler. Böylesi bir kararın hava ve
deniz taşımacılığının zarar görmesine yol açacağını savunmaktadırlar.
Bu ülkeler bunun yerine, her iki endüstrinin de ayrı birer ‘ülke’ gibi
değerlendirilmesi gerektiğini, böylece uluslararası hava taşıtlarının kendi endüstrisi
tarafından belirlenecek ve kontrol edilecek ayrı emisyon azaltım hedefleri olabileceğini ileri
sürmektedirler. Bu gemicilik için de geçerli görülmektedir.
Ancak bu öneri gelişmekte olan ülkelere bir haksızlıktır; çünkü bu gelişmekte olan
ülkelerin şimdilik yasal bağlayıcılığı olan emisyon azaltım hedefleri üstlenmeme hakkını
çiğnemek anlamına gelmektedir. Küçük ada devletleri böylesi bir durumun yaşamsal
değere sahip turizm endüstrisini ve gıda ithalatını olumsuz etkileyeceği konusunda
endişelidir. Açık bir uzlaşma sağlanamadığından, bu konu Kopenhag’daki en tartışmalı
konulardan biri olabilir.
WWF, bu sektörlerin emisyonlarının gelişmiş ülkelerin emisyonlarına
dahil edilmesinin küresel emisyonların büyük bir bölümünün üstesinden
gelinmesini sağlayacağı inancındadır. Aynı şekilde, gelişmekte olan ülkeler de
harekete geçmelidir. Ayrıca, kazan yakıtlarına uygulanacak bir vergi
ile bir yandan iklim değişikliğine uyum için fon yaratılırken bir yandan da düşük
karbonlu kalkınma teşvik edilebilir.
24
Anlaşma... UYUM
İklim değişikliği bir gerçek. Şimdiden insan hayatına, geçim kaynaklarına
ve doğanın yaşam destek sistemlerine zarar veriyor. Yol açtığı doğal afetler ölümlere
neden oluyor. Dünyanın bir yandan durumun daha da kötüleşmesini engellemek için
çabalaması, bir yandan da kaçınılmaz iklim değişikliğine uyum sağlaması gerekiyor.
Eğer hava koşulları daha tehlikeli hale gelecekse başımıza geleceklere karşı hazırlıklı ve
dirençli olmalıyız.
İklim değişikliğinin ilk ateş hattında yer alan ülkelerin çoğu iklim değişikliğinden en az
sorumlu olanlardır. 100 ülke toplam emisyonların yaklaşık yüzde 3’ünden sorumludur.
Bu yoksul ülkeler halen iklimin gittikçe tehlikeli hale geldiği bölgelerde bulunmaktadırlar.
150 milyon Bangladeşlinin kişi başı ortalama emisyonu, ortalama bir Amerikalı’nın
altmışta biri kadardır. Ama bu gerçek, onları deniz seviyesinin yükselmesinden, ani
fırtınalardan, toprağın tuzlanmasından ve şiddetli tayfunlardan korumayacaktır.
Afrika ülkelerinin çoğunda olduğu gibi, ortalama bir Brundi vatandaşının kişisel karbon
ayak izi, Batı’daki bir evin televizyonunun bekleme modunda yaptığı
emisyonla aynı düzeydedir. Ancak, iklim değişikliğinin, bu bölgelerde tarımsal üretimin
kuraklık ve sıcaklıklardan ötürü yüzde 30 oranında
düşürmesi beklenmektedir.
Pasifik ya da Hint Okyanusu’nda yer alan Tuvalu ve
Maldivler gibi tehlike altındaki ada devletleri,
önümüzdeki yarım yüzyılda, bu adaların yaşanamaz
hale gelmesine neden olabilecek ani fırtınalar, kıyı
erozyonu ve deniz seviyesinde yükselmeyle karşı
karşıyadır. Peki bu adaların sakinlerinin nereye
gitmesini bekliyoruz? İklim değişikliğinin en büyük
sorumlusu olan sanayileşmiş ülkeler bu insanlara
mülteci statüsü verecek mi?
Ve onları göç etmek
zorunda bırakmak ADİL mi?
25
Bu noktada da gelişmiş ülkeler, iklim değişikliğinin kurbanı olan yoksul ülkelerin
değişikliğe uyum sağlaması için fon sağlamakla yükümlüdür. “Kirleten
öder” ilkesini temel alan uluslararası hukuk, önde gelen CO2 salıcılarının bu ülkeleri
korumasının yasal bir yükümlülük olduğunu öne sürmektedir.
İklim değişikliğiyle ilgili olarak kurulmuş tek demokratik fon olan ve gelişmekte olan
ülkelerin uygun şekilde temsil edildiği Uyum Fonu bu yolda iyi bir başlangıçtır.
Fonun ana gelir kaynağı CDM projeleri üzerinden alınan yüzde 2’lik vergidir ve 2008
yılında çalışmalara başlanmıştır.
WWF’ye göre bu yeterli değildir. Aradan sekiz yıl geçmiş olmasına
rağmen Uyum Fonu hâlâ faaliyete geçememiştir. Bugüne kadarki iklim değişikliğinin
ana sorumlusu olan sanayileşmiş ülkeler, tehlike altındaki mağdur ülkelerin
korunması için ödeme yapma yükümlülüğünü kabul etmek zorundadır. Bunun
bir yolu, havayolu biletlerine uygulanacak ‘kirleten öder’ vergisi ya da deniz
taşımacılığında uygulanacak bir vergi olabilir. Buna ek olarak, ülkelerin iklim
değişikliği kaynaklı doğal afet mağdurlarına yardımcı olmak üzere uluslararası bir
sigorta mekanizması oluşturması gereklidir.
GEÇMİŞTE TUTULMAYAN SÖZ LER
Kyoto Protokolü kapsamında en az gelişmiş 48 ülkeye, Ulusal Uyum Eylem
Programları (NAPA – National Adaptation Programme for Action) hazırlamaları için
fon sağlanmıştı. Buradaki hedef, dağlık bölgelerdeki buzul göllerinin korunması ya da
kıyısal savunma hatları oluşturulması gibi en acil tedbirleri belirlemekti. Bu bağlamda,
Küresel Çevre Fonu (GEF - Global Environment Facility) çatısı altında bir fon oluşturuldu.
Bugüne kadar 39 adet NAPA tamamlanmıştır; dokuzu da yakında tamamlanacaktır.
Ancak, bunları gerçekleştirecek para yoktur. Sonuç olarak, programlarda
bulunan yalnızca birkaç proje detaylandırılarak fon için sunulabilmiştir. Program durma
noktasındadır. İklim sorunundan en az sorumlu olan ülkelerin iklim değişikliğine uyumu
için fon sağlama sözü veren sanayileşmiş ülkelerin vaatleri boş çıkmıştır.
WWF,
projelerin gerçekleştirilebilmesi için sanayileşmiş ülkelerin 2009 yılı
bitmeden Uyum Fonu için 2 milyar dolar ayırması gerektiğini belirtmektedir.
Bu, Kopenhag görüşmelerindeki havayı düzeltebilecek, acilen ihtiyaç duyulan bir
iyi niyet göstergesi olacaktır.
26
UYUM nasıl
gerçekleştirilebilir?
Bazen mühendislik acil bir ihtiyaç haline gelebilir. Himalaya buzulların
erimesiyle ortaya çıkan su, dar vadilerde, genelde molozlardan oluşan doğal barajların
ardında birikmiştir. Ancak göller dolunca kontrolden çıkabilir ve barajlar yıkılarak
sularını aşağıya bırakabilir. Bhutan’da 2.000’den fazla bu tür buzul
gölü bulunmaktadır ve bunların 24’ü ani sellere yol açma riski taşıyan göllerdir. Bu
göllerin mühendislerce incelenmesi ve afetler yaşanmadan su miktarının azaltılması
gerekmektedir.
“Dig Tsho gölünden gelen suların evimi yıkıp geçmesinden önce
duyduğum şiddetli gürleyiş hâlâ kulaklarımda. Göl, eriyen bir buzulun
sularıyla dolmuştu ve bir gün aniden patladı. O zamanlar gençtim.
Suların, 14 asma köprüyü parçalayışına, ev ve iş yerlerimize zarar
verişine şahit olduk. Köyümüzden beş kişi bu olayda öldü. Bugün tek
gelirim pansiyonuma gelen turistlerden kazandığım para. Ailemin, bir
başka selin daha üstesinden geleceğini sanmıyorum.”
Ang Maya Sherpa, Nepal
Bazen insanların erken uyarıya ve afete hazırlıklı olmaya ihtiyacı vardır. Kıyı
bölgeleri, deniz seviyesindeki artış nedeniyle, yerel toplulukları yok edebilecek güçlü
gelgitlere ve fırtınalara karşı eskisinden daha savunmasız durumdadır. Bangladeş’de
1991 yılındaki bir kasırgada 138.000 insan hayatını kaybetmiştir. O günden
beri Bangladeş’te, setlerin üzerlerine sel sığınakları yaparak bölgeyi vatandaşları için
daha emniyetli hale dönüştürmeye
çalışmaktadır. Artık, insanların ne
zaman sığınaklara gideceklerini
bilebilmesi için daha iyi bir kasırga uyarı
sistemine ihtiyaç vardır.
27
İnsanların doğru ve uygulanabilir bilimsel
verilere ihtiyacı var...
İklim değiştikçe kendine yetebilen
milyonlarca çiftçinin, yüksek sıcaklıklar ve
uzun süreli kuraklıklarla başedebilmek için
yeni tohumlara gereksinimi olacaktır. Güney
Afrika’nın bazı bölgelerinde şimdiden yüzde
30’un üzerinde ürün kaybı yaşanmaktadır. Ürünler
iklim değişikliği sebebiyle artan kuraklığa
uyumlu hale getirilmedikçe bu durum sürecektir.
İklim değişikliği ile birlikte hastalıklar yayıldıkça
hem insanlar hem de çiftlik hayvanları için yeni
aşılama kampanyalarına da gereksinim
duyulacaktır.
Ekosistem bazlı uyum
Aslında, iklim değişikliği ve etkilerine karşı tampon görevi gören ekosistemlerin
korunması en önemli ihtiyaçtır. Doğa, bizlere sayısız ‘ekosistem hizmeti’ sağlar.
Doğadan yararlanmak; kıyıları fırtınalardan ve artan gelgitlerden korumanın en ucuz
yoludur. 15 yıldan beri Vietnamlılar, Kızılhaç’ın yöresel temsilcilerinin koordinasyonunda
tayfunlara en açık sahillerde mangrov (Hindistan sakız ağacı) ormanları
oluşturmaktadır. Bu ağaçlar dalgaları kırar ve fırtınanın etkisini hafifletir.
2000 yılında Wukong tayfunu bölgeyi vurduğunda mangrov dikilmiş alanlar
korunurken, komşu bölgeler tayfundan kötü bir şekilde etkilenmiş, evler yıkılmış, insan
cesetleri kıyıya vurmuştur. Şimdiye kadar yaklaşık 1 milyon dolar maliyetle 12.000 hektar
alana dikim yapılmış; setlere harcanacak paraya kıyasla yaklaşık
7 milyon dolar tasarruf sağlanmıştır.
Karanın iç kısımlarında ise yağmur ormanları, toprağı sağlamlaştırarak fırtına sonrası
oluşabilecek ölümcül toprak kaymalarına karşı koruma sağlar. Aynı zamanda
nehir akışlarını düzenler, yağmur oluşturur ve kuraklığa karşı koruma sağlarlar. Genelde
Brezilya’da tarım ve yağmur ormanları arasında bir arazi mücadelesi olduğu düşünülür.
Ancak, tarlalar yağmur ormanlarına ihtiyaç duyar; çünkü tarlaların bağımlı
olduğu yağmurun kaynağı ormanlardır. Ormansızlaşma, tarım arazilerini de
çorak arazilere dönüştürecektir.
WWF, ülkelerin ekosistem bazlı uyumu en üst düzeye çıkarmak üzere özel çaba
harcaması gerektiğini vurgulamaktadır. Buna yapılacak yatırım büyük olasılıkla en iyi
sonuca ulaştıracaktır. Bu doğal altyapıların korunması en az yollar ve sahil
şeritleri gibi altyapıların bakımını yapmak kadar önemlidir.
28
Anlaşma... TEKNOLOJİ
‘Teknik çözüm’ ibaresi günümüzde neredeyse olumsuz bir anlam kazandı.
Ancak gerçek şu ki teknoloji,
iklim değişikliğinin çözümünün
kalbinde yer alacaktır. Bu bir zorunluluktur.
Dünya nüfusu, muhtemelen 2050’den itibaren sabitlenecek olsa da, önümüzdeki 50
yıl içinde sürekli artma eğiliminde olacaktır. Bu sürede 8–10 milyar insanı beslemek,
giydirmek ve bakmak zorunda olacağız. Dolayısıyla zengin ülkeler kendi nüfuslarını
sabitlemeyi başarsa bile birçok kaynağın tüketimi de artma eğiliminde olacaktır.
Tüketim listesinin başında enerji yer alacaktır. Dünya genelinde halen 2 milyar insan
elektrikten yoksundur.
Bir yandan emisyonlarımızı yüzde 80 azaltırken
diğer yandan 8-10 milyar insana enerji sağlamak
zorunda olacaksak, enerjiyi üretme ve kullanma
şeklimizi yaşamımızın her alanında (ev, işyeri,
kamusal alan, ulaştırma vb.) değiştirmemiz
gerekmektedir.
Bunun için hem etkin teknolojilere geçmeli hem
de yaşam şeklimizi ve yaşadığımız çevreyi
yeniden düzenlemeliyiz. Örneğin
kentsel alanlar, insanların araba yerine toplu
taşıma sistemleriyle veya yaya olarak hizmetlere
ulaşabileceği şekilde kurulmalıdır.
Günümüzde enerji altyapısını çabucak geliştiren
ülkelere bu yeni fikir ve teknolojilerin hızla ulaştırılması gerekmektedir.
Uluslararası Enerji Ajansı’nın tahminlerine göre 2006-2030 yılları arasında dünya
genelinde -yarısından fazlası gelişmekte olan ülkelerde olmak üzere- toplam 26 milyar
dolar değerinde enerji yatırımı yapılacaktır.
Gelişmekte olan ülkelerin, sanayileşmiş ülkelerin çoğunun
bugüne kadar izlediği kirli ve kirletici yoldan geçmeden,
yeni teknolojilere sıçraması gerekmektedir.
29
Gerekli teknolojilerin çoğuna şimdiden sahibiz.
Rüzgâr enerjisi, iyi gelişmiştir ve pahalı değildir. ABD, Almanya, Danimarka ve
İspanya gibi sanayileşmiş ülkeler bu teknolojiye yüklü yatırımlar yapmaktadır. Ancak
gelişmekte olan ülkeler arasında sadece Çin ve Hindistan bu teknolojiyi benimsemiştir.
Zengin ülkeler, gelişmekte olan diğer ülkelere yatırım desteği vermiş olsalar, bu ülkeler
de rüzgâr enerjisine yönelebilirdi. Bu ülkelerin rüzgâr atlaslarını oluşturabilmesi ve
elektrik üretim sistemlerine rüzgâr enerjisini dahil edebilmesi için eğitim, teknik
kapasite ve yardıma ihtiyacı vardır.
Güneş enerjisinde hızla gelişmektedir. Son döneme kadar güneş enerjisinde
genellikle güneş ışığının doğrudan elektriğe dönüştürüldüğü ışılelektriksel (fotovoltaik/
PV) işlemi kullanıyordu. Binalar kendileri için enerji ve havalandırma elde etmek için PV
kaplanarak inşa edilebilmektedir. Ancak, günümüzde aynalar ve mercekler kullanılarak
suyun ısıtılması ve sonrasında geleneksel türbinlerin çalıştırılmasına olanak sağlayan
yoğunlaştırılmış güneş enerjisi önem kazanmıştır. Endüstriyel ölçekte çalışan bu
tür enerji santrallerinin ilk örnekleri ABD ve İspanya’da bulunmaktadır. Teorik olarak,
Nevada’dan Cezayir ve Hindistan’a kadar uzanan geniş çöl alanları güneş enerjisini
kullanmak üzere aynalarla kaplanabilir. En büyük
potansiyel temiz enerji kaynaklarından biri olması
bakımından, yoğunlaştırılmış güneş enerjisinin
kullanılabilir hale getirilmesi küresel bir gerekliliktir.
Geleceğin taşıtları, elektrik, ya da hidrojenle
(ki altyapısı büyük miktarda elektrik gerektirir)
çalışacak araçlar olacaktır. Elektrikli arabalar, fizik
yasaları uyarınca, benzin gibi sıvı yakıtlarla çalışan
araçlardan daha verimlidir. Elektrikli arabalar, gelişmiş
ülkelerde, 2009’da siyasi olarak oldukça popüler
durumdadır. Ancak, bu araçların ne ölçüde iklim
dostu oldukları kullandıkları elektriğin nasıl üretildiğine
bağlıdır. Eğer elektrik için daha fazla kömür kullanırsak, sağlanacak kazanç az olacaktır.
Gelecek, yenilenebilir enerji kaynakları kullanılarak üretilmiş elektrikle işleyen süper
verimli taşıma sistemlerinindir.
Toplu taşımada elektrik kullanımı da, ulaştırma sektörünü daha çevre dostu
yapacaktır. Tramvay, elektrikli otobüs ve trenler dizele dayalı sistemlerin yerini almalıdır.
Halihazırda Avrupa’nın bazı bölgelerinde olduğu gibi şehir merkezleri arasında işleyen
elektrikli hızlı trenler hava taşımacılığına duyulan gereksinimi önemli ölçüde
azaltmaktadır. Buna ek olarak, yük taşımacılığında raylı sistem yaygınlaştırılmalıdır.
30
Yararlanabileceğimiz diğer doğal enerji kaynakları
arasında dalga enerjisi, jeotermal
enerji (sıcak kayalar) ve gelgit enerjisi yer
almaktadır.
Biyoyakıtlar, gıda üretimi için gerekli olan suyu
ve araziyi kullandıkları için ağır biçimde eleştiriliyor.
Ayrıca, bazılarının üretimi sırasında, büyük bir karbon
ayak izi oluşmaktadır. Ancak, gelecekte özellikle
tarım, tarımsal ormancılık ve keresteciliğin atık
ürünleri kullanılarak üretilen biyoyakıtlar oldukça
yararlı olabilir. Bunun yanında biyoyakıtlar uzun
vadede havacılıkta da gelecek vaat etmektedir. Özellikle yeni ve sürdürülebilir şekilde
yönetilen ormanlardan elde edilen katı biyokütle ise, enerji üretiminde kömürün yerini
alabilecek kritik bir yenilenebilir kaynak niteliğindedir ve gelişmekte olan ülkelerdeki
yoksul kesimler için güvenilir bir ısınma kaynağı haline gelebilir.
Karbon tutma ve depolama, akaryakıt kaynaklı CO2 emisyonunun
yakalanarak eski petrol kuyuları veya tuz kayaçlarında sürekli olarak depolanması ya
da akiferlerde çözünmeleri için önerilen sistemdir. Teknolojinin istenen ölçeklerde ticari
uygunluğa erişmesi için daha fazla mesafe alması gerekmektedir ve halen
teknolojinin kendisi de bir miktar emisyon üretmektedir. Ancak teknoloji, ileride kömürün
yakılmasıyla oluşan emisyonları yüzde 90’ın üzerinde düşürülebilecek, diğer bir deyişle
doğal gaz kullanımından oluşan emisyonlara eşit hale gelebilecektir. Karbon tutma ve
depolamanın, biyokütle yakıtlarına da uygulanabilmesi ‘karbon negatif’ elektrik üretimini
olanaklı kılabilecektir. Buna ek olarak, çimento gibi ‘enerji dışı’ karbon ayak izi büyük
kaynaklara olduğu kadar çelik üretimi gibi ‘enerji yoğun’ süreçlerde de geniş ölçekte
uygulanabilecektir.
Büyük ölçekli elektrik üretimini kaynağı nükleer enerji potansiyeline çoğunlukla
gereğinden fazla önem verilmektedir. WWF, nükleer gelişimin taşıdığı riskler,
atıkların arıtımı, kazalar ve gelecekte uranyum kaynaklı yakıt yetersizliği riski nedeniyle
nükleer enerjinin güvenilmez, akılcı ve sürdürülebilir olmayan bir seçenek olduğuna
inanmaktadır.
Tarım, arazi doldurma ve doğal gaz borusu hatlarından kaynaklanan metan
emisyonunun tutulması ve kullanımı hızlı ve ucuz bir yöntemdir. Bununla
birlikte emisyonların tutulması daha süratli gerçekleşmektedir. Metan atmosferde
yalnızca on yıl kadar kalır ancak bu süre zarfında CO2’den 20 kat fazla etkiye sahip olan
bir sera gazıdır.
31
Enerji verimliliği
Her şeyden önce, yaşamın nerdeyse her alanında enerji kullanımında çok daha fazla
verimlilik sağlamak için büyük bir potansiyel bulunmaktadır.
Ağır sanayiden ulaşıma, binalara ve elektronik cihazlara, etkin maliyetli dönüşümler
ve yeni tasarımlar, enerji tüketimini yüzde 30 ila 80 arasında azaltabilir. Enerji
koruma ve enerji verimliliği önlemleri uzun vadede, emisyonların ve pahalı, uçucu ve
sınırlı benzin ve doğal gaz ithalatına bağımlılığın azaltılması için en etkin maliyetli
seçenek olarak gözükmektedir. İşin tek sırrı, en verimli ekipmanın yüksek yatırım
maliyetinin karşılanması için fon bulunmasıdır.
Enerji teknolojilerine ek olarak, daha az karbon- ve enerji-yoğun ve daha uzun
ömürlü hafif karbon teller gibi yeni malzemelerin geliştirilmesine ve
yaygınlaştırılmasına ihtiyaç vardır. Sonuçta; dünyanın ekonomik zenginliğini,
yenilenebilir kaynaklar üzerine kurması ve fosil yakıt ürünlerini (plastik, ambalaj vs.),
çimento, demir ve alüminyumu, ahşap ve diğer biyokütle bazlı kaynaklarla ikame
etmesi gerekmektedir. Nano-teknoloji, biyo-teknoloji ve bilgi teknolojileri gibi alanlardan
piyasaya giriş yapan yeni ve yenilikçi malzemeler, yüksek verimli ve yeni malzemelerin
geliştirilmesi için çok büyük fırsatlar sunmaktadır.
İşin püf noktası, bu teknolojileri ve yenilerini geliştirebilmek, bunları ucuz hale
getirmek ve bütün dünyaya yayabilmektir. Zaman artık yaşamsal bir önem taşımaktadır.
WWF araştırmaları göstermektedir ki, teknolojiler çok hızlı ve erken büyüyebilseler
bile, bir kez belirli bir ölçeğe ulaşıldığında, hiçbir sanayi (yenilenebilir enerji de dahil)
uzun aralıklar için bir yılda %30 büyümeye ulaşamamaktadır. Uygulanabilir enerji
teknolojilerini inceleyen araştırmacılar, küresel ısınmayı 2°C’nin altında tutmayı başarmak
için çok sayıdaki enerji teknolojisinde %30 büyümeye mümkün olan en yakın zamanda,
fakat en geç 2014’e kadar, ulaşılması gerektiğini belirtmektedir. Eğer bu başarılamazsa
2°C hedefi kaçırılabilir.
Peki neden erteliyoruz? Düşük
karbon enerjisine geçiş; hem yerel, hem
ulusal, hem de küresel boyutta, YENİ İŞ
ALANLARI, YENİ ENDÜSTRİLER, YENİ
PAZARLAR ve daha verimli, daha üretken
ve daha yeşil bir ekonomi için bir başlangıç
noktası olabilir.
32
Teknoloji eylem programları
UNFCCC bünyesinde ülkeler,
emisyon azaltım teknolojilerini
geliştirmek ve transfer etmek
konusunda anlaşmışlardı. Temiz
Kalkınma Mekanizması ve Küresel
Çevre Fonu ile bu konuda belirli
bir mesafe kat edildi.
ANCAK bu çok yetersiz ve geç bir adımdı.
Zengin ve gelişmekte olan ülkeler arasında, zengin dünyanın teknolojisini gelişen
dünyaya aktarmanın maliyetini kimin karşılayacağı konusundaki kısır tartışma nedeniyle
süreç durma noktasına gelmiştir. Yoksul dünya, patent ve diğer fikri mülkiyet hakkı
kısıtlamaları olmaksızın bu teknolojileri kullanabilmeyi talep etmektedir. Zengin dünya
ise buluşları teşvik etmek için patentin önemli olduğuna ve serbest piyasanın teknoloji
transferi için en iyi mekanizma olduğuna inanmaktadır.
Bu tartışmanın ötesine geçmemiz şarttır. Gelişmekte olan ülkelerin de iyi teknolojilere
sahip olduğunun farkına varmalıyız. Ayrıca teknoloji transferini engelleyen unsurların
çoğu zaman patentler değil, kapasite geliştirme imkanı ve ‘teknik bilgi’
eksikliği olduğunu dikkate almalıyız.
WWF,
yenilikçi teknolojileri geliştirmek ve yaymak için
Teknoloji Eylem Programları’nın geliştirilmesi yoluyla teknolojik
işbirliğinin desteklenmesi gerektiğine inanmaktadır.
Bunlar daha önce sıraladığımız enerji teknolojilerini ve daha fazlasını içeriyor.
Tartışılmakta olan fikirler arasında, ormansızlaşmayı durdurmak için kurulacak uydu
sistemleri, doğal afetler için erken uyarı sistemleri, çimento üretiminde karbon tasarrufu,
Brezilya’nın yağmur ormanları palmiyelerini kullanması gibi yerli biyoyakıtların kullanımı
ile damla sulama ve yağmur suyu toplama gibi su tasarrufu uygulamaları yer alıyor.
33
Yeşil şebeke
Acaba YENİLENEBİLİR ENERJİNİN HAKİM OLDUĞU BİR GELECEK nasıldır?
Çoğu yenilenebilir enerji kaynağı kolayca elektriğe çevrilebilir. Modern
toplumlar da, daha verimli ve daha az kirletici olduğu için geleneksel yakıtlar yerine
elektriği kullanma eğilimindedir.
Elektrik-yenilenebilir elektrik- hem geleneksel, riskli ve kirletici kömür ve uranyum gibi
yakıtların hem de ulaşımda, binalarda ve imalatta kullanılan fosil yakıtların yerini almak
açısından da çok büyük potansiyele sahiptir. Yenilenebilir elektrik etkin
biçimde sınırsız hale gelebilir ve arz güvenliği kaygılarını ortadan kaldırabilir niteliktedir.
Bugün, Avrupa’da ve Kuzey Amerika’da kurulacak çok sayıda yeşil elektrik kaynağını
birbirine bağlayacak, kıta çapında yüksek gerilimli doğrudan akım kablolarından
oluşacak bir ‘süper-şebeke’ sistemi kurulması düşünülmektedir. Belki de bu,
yenilenebilir enerjileri küçük çaplı bir enerji kaynağı olmaktan çıkarıp Avrupa’nın enerji
santraline dönüştürecek adım olacaktır.
Bu süper-şebeke, Almanya, Fransa ve Birleşik Krallık gibi büyük Avrupa
ülkelerini, büyük yeşil enerji kaynaklarıyla birbirine bağlayacaktır. Düşünülen sistem,
İrlanda’nın jeotermal enerjisinden, Kuzey Afrika’nın uçsuz bucaksız güneş enerjisi
kaynaklarına, Kuzey Denizi’ndeki rüzgâr türbinlerinden, İskandinavya’daki
hidroelektrik barajlarına, Alpler’deki sıcak kayalardan, Orta Avrupa’daki biyoenerji
kaynaklarına uzanan bir süper-şebeke oluşturulmasıdır.
Bu sistem, bir Avrupa şebekesi oluşturulmasının ötesinde yarar sağlayabilir.
Sistemin geliştirilmesi, Kuzey Afrika ve Orta Doğu’nun politik olarak daha az istikrarlı ve
gelişmekte olan ülkeleri için, güneş enerjisi yatırımlarının Avrupa petrolü ve doğal gazına
olan bağımlılığın yerini almasına bağlı olarak bir barış olanağı olarak da görülebilir.
Böylesi bir sistemin sağlıklı işleyebilmesi, doğru miktarda yenilenebilir enerjinin, doğru
zamanda, ihtiyacı olan bölgelere bağlanabilmesi ve dağıtılabilmesi için güçlü ve uyumlu
bir sınır ötesi yönetimin uygulamaya konmasını gerektirmektedir.
Yenilenebilir elektriğin uzun mesafelere ulaştırılmasını sağlamak için süper-şebeke
oluşturulması fikri, yerel yenilenebilir enerjilerin yerel kullanımına dayalı geleneksel
yeşil düşünce akımının tam karşıtı olarak görülebilir. Oysa, süper-şebeke sistemiyle,
‘büyük’ güzel hale gelir. Güneş enerjisi, termal sular ve çatılardaki PV
panelleri gibi yerel enerji kaynaklarının kullanımı kuşkusuz gereklidir. Ancak, büyük
şehirlerdeki ve gelişmiş endüstrilerdeki üretimin yüksek enerji ihtiyacını karşılamaya
yetmeyecektir. Süper-şebeke planı, “ADB”de güneybatı çöllerinden sağlanan güneş
enerjisi ve Orta Batı’daki düzlüklerden sağlanan rüzgâr gücünün, doğunun endüstriyel
ve yoğun nüfuslu bölgelere taşınması için ‘akıllı’ Amerika elektrik şebekesi inşa
etmek isteyen Obama yönetiminin de ilgisini çekmiştir.
34
SÜPER-ŞEBEKE, yenilenebilir enerjilerin en büyük dezavantajlarından biri olan:
güç arzının değişkenliğini de çözer. Yüksek rüzgâr hızı, alçak rüzgâr hızına göre
daha çok güç üretir ve rüzgâr esmediğinde türbinler dönmeyi bırakır. Günbatımında
güneş enerjisi kesilir. Fakat akılcı enerji depolama kapasitesiyle donatılmış bir süperşebeke bunların üstesinden gelebilir.
Kuzey Denizi’nde rüzgâr çok sert estiğinde ve üretilen bütün elektriğe müşteriler
tarafından ihtiyaç duyulmadığı bir durumda, bu enerji, örneğin Norveç’teki barajlara su
pompalamak için kullanılarak depolanabilir. Böylece, rüzgâr durduğunda hidroelektrik
türbinlerinin çalışması için hazır bir durumda bekleyebilir.
Büyük Sahra’da güneş battığında Almanya Afrika’nın güneş enerjisine,
Alpler’deki veya İzlanda’daki jeotermal enerjiye ya da Doğu Avrupa’daki biyokütle
enerjisine geçiş yapabilir. Bunun yanında, artan yenilenebilir enerji gelecekte belki
de arabalara yakıt olarak kullanılabilecek şekilde hidrojen formunda depolanabilir.
Şu anda dünyada bazı süper-şebeke örnekleri bulunmaktadır. Manş
Denizi’ndeki denizaltı kabloları sayesinde, İngiltere Fransa’nın nükleer enerjisine
erişebilmektedir. Danimarka kendi rüzgâr potansiyelini, Norveç’in hidroelektrik enerjisi
ile değiş tokuş etmektedir. İtalya ve Yunanistan’ın ulusal şebekeleri Akdeniz’in altından
bağlanmaktadır.
Bunlar Hindistan, Kuzeydoğu Asya, Kuzey
Amerika kıtası veya Güney Afrika için ÖRNEK
PROJELER olabilir. Tüm bu bölgelerde,
farklı kaynaklardan üretilen yenilenebilir enerjileri
birbirine bağlayarak onları daha güvenilir hale
getirebiliriz, çünkü her biri diğerinin yedeği olarak
kullanılabilir.
35
Anlaşma… FİNANS
İklim değişikliğiyle mücadelenin faturası kabarık olabilir. Fakat küresel
ısınmanının 2°C’nin üzerine çıkmasına göz yummanın faturası çok daha
ağır olacaktır.
Atmosferdeki sera gazlarının çoğunluğundan sorumlu olan sanayileşmiş ülkeler,
kendi ekonomilerini yeşil hale getirmek için gerekli parayı bulmalıdır. Ayrıca, dünya
kamuoyu ve adalet anlayışı nezdinde, sorumluluğu olmadığı halde iklim değişikliğinden
en ağır darbeyi alacak mağdur ülkelerin emisyon azaltım planlarına ve uyum eylem
planlarına gereken fonu sağlama yükümlülükleri de bulunmaktadır.
McKinsey firmasının yaptığı bir çalışma, küresel emisyonları 2030’a kadar 1990’daki
seviyelerin %35 altına düşürme (ya da ‘hiçbir değişiklik yapılmadığı durum’daki
tahminlere göre %70 azaltma) potansiyeli bulunduğunu belirtir. Gerekli yaşam tarzı
değişikliklerinin ve bazı pahalı teknolojilerin maliyetine rağmen, incelenen teknolojilerin
ve faaliyetlerin çoğunun dünya çapındaki toplam maliyeti, önümüzdeki 20 yılda yıllık
250–300 milyar Euro aralığında olacaktır.
2030’a kadar, rüzgâr, güneş ve diğer yenilenebilir enerjiler küresel enerji
ihtiyacının neredeyse üçte birini karşılayabilecek, enerji verimliliği sera gazı emisyonlarını
%25 veya daha fazla azaltabilecek, gelişmekte olan ülkelerdeki ormansızlaşma
(küresel ısınmayı tetikleyen en büyük nedenlerden biri ve sürdürülebilir kalkınma için
büyük bir tehlike) neredeyse tamamen durdurulabilecektir. Bunlar, küresel GSYİH’nin
%0,5’inden az bir maliyetle gerçekleştirilebilecektir. Bu rakam, küresel
ekonominin küçük bir yüzdesi olsa da, şu ana kadar gelişmiş ülkeler tarafından iklim
değişikliğiyle mücadele ve gelişmekte olan ülkelere destek amacıyla taahhüt edilen
birkaç milyar doları gölgede bırakacak bir miktardır.
WWF’ye göre, Kopenhag’da ortak ama farklılaştırılmış sorumluluklar çerçevesinde,
eşitlikçi ve adil bir anlaşma oluşturulması için gelişmiş ülkelerin, düşük karbon
ekonomisini gerçekleştirmeleri yanında, gelişmekte olan ülkelerdeki emisyonlarını
önemli derecede azaltılması için yükümlülük almaları da bir ön koşul olmalıdır.
Maliyet, harekete geçmek ya da geçmemek için temel kriter olarak alınmamalı,
müzakereler “bu iş için ne kadar para gerekiyor?” noktasında çıkmaza
girmemelidir. Önemli olan, fonlanacak önlemlerin çevresel etkinliği ve gelişmekte
olan ülkelerin taleplerini karşılamak için yakın işbirliği içerisinde bu önlemlerin
alınmasını sağlamaktır. Şu anda maliyetli gözüken yeni teknolojiler birkaç
yıl içinde geniş ölçekte kullanılmaya başladığında son derece ucuz hale
gelebilir. Buna şu anda yalnızca rüzgâr enerjisi gibi enerji teknolojileri alanında değil
IT gibi enerji dışı teknolojilerde (ör. bilgisayarlar, cep telefonları) ve tüketicilerin büyük
ölçekte satın almaya başlamasıyla maliyetlerin büyük oranlarda düştüğü her alanda
şahit oluyoruz.
36
Peki küresel GSYİH’nin %0.5’i tutarındaki bu fon
nasıl yaratılmalı?
Zengin ülkelere GSYİH’lerinin belli bir yüzdesi oranında (%0.5-%1 gibi) kesinti
uygulanabilir. Ya da, bütün ülkelerde kişi başına düşen emisyonların belli bir seviyenin
üstünde olması halinde karbon emisyonları üzerinden bir vergi konabilir. Örneğin
İsviçre, kişi başına düşen yıllık karbon emisyon miktarı 1,5 tonun üzerinde olması
durumunda, ton başına 2 Amerikan Doları zorunlu vergi uygulanmasını önermiştir. Başka
bir öneri, emisyonlardaki tarihsel sorumluluğa göre ödeme yapılmasıdır.
WWF’nin önerdiği seçenek, paranın toplanabilmesi için ulusal veya küresel
ölçekte, kirlilik izinleri için açık artırma yapılmasıdır. Bu gelirin %10’u bile gerekli
fonu sağlayabilecektir.
Peki bu para nasıl yönetilmelidir? Genelde, sanayileşmiş ülkeler, gelişmekte
olan ülkelerdeki iklim eylemleri için temin ettikleri bütçenin Küresel Çevre Fonu (GEF
-UNFCCC’nin mevcut finansal mekanizmalarından biri) ya da Dünya Bankası gibi mevcut
organlar ya da ikili finansman anlaşmaları üzerinden ilerlemesini tercih etmektedir.
Ancak, onlarca yıldır bu organların alıcı tarafında bulunan gelişmekte olan ülkelerin
çoğu, bu organların demokratik olmadığını ve büyük ölçüde zengin ülkelerin kontrolü
altında olduğunu belirtmektedir.
Bu ülkeler, BM çatısı altında çalışacak, tek bir iklim değişikliği fonu üzerinden
yönetilecek, yeni ve daha demokratik kurumların oluşmasını istemektedir. WWF
de aynı görüşü paylaşmaktadır. Bütçelerin yönetilmesinde ve uygulanmasında açık ve
kesin mekanizmaların işlemesi çok önemlidir. Kopenhag sürecinde bir diğer önemli konu
da, gerekli fonun hazır hale getirilmesi, bir başka deyişle paranın masaya konmasıdır.
Bu gerçekleşmezse, gelişmekte olan ülkeler, ekonomilerini ‘hiçbir değişiklik yapılmadığı
durum’dan farklı bir biçimde geliştirmeyi kabul etmeyecektir.
Bu ülkeler yüksek sesle -ve haklı olarakzengin dünyaya şöyle diyecektir:
“Bu problemi siz yarattınız,
SİZ çözeceksiniz.”
37
Kimin parası?
Tüm bunlar için kim fon sağlayacak?
Özel sektör, kuşkusuz bu süreçte en önemli
aktörlerden biri olacaktır. Küresel yatırımların ve
mali akışların %86’sını özel sektör oluşturmaktadır.
Önümüzdeki yıllarda özel sektör kaynaklı trilyonlarca
dolar yeni enerji ve ulaşım altyapılarına yatırılacaktır.
Bu nedenle düşük karbon ekonomisine geçiş için
küresel ekonominin yeniden yapılandırılması, ancak
emisyon yaratan değil, azaltan altyapıları kurmak
kârlı bir hale geldiği zaman mümkün olacaktır.
Ancak, bunu başarmak için planlı hükümet girişimleri gerekmektedir. Bu girişim
aşağıdakileri kapsamalıdır:
•
•
•
•
•
•
•
Emisyonu fiyatlandıracak, düşük karbona yönelik çözümleri ödüllendirecek karbon
piyasalarının oluşturulması,
AR-GE’nin geliştirilmesi ve yeni teknolojilere önemli yatırımların yapılması,
Yeşil enerjileri taşıyan ve dağıtan elektrik şebekelerinin kurulması,
Arabalara bağımlılığını azaltacak şehirlerin ve toplu taşıma sistemlerinin
tasarlanması,
Binaların enerji tüketimini azaltan standartların uygulamaya konması,
Bireysel tüketim ürünleri için güçlü düşük karbon düzenlemeleri ve enerji
verimliliği standartları oluşturulması,
Ekosistem hizmetleri ödemesi uygulamasının hayata geçirilmesi ve tüketim
alışkanlıklarının değiştirilmesi (ör. biftek tüketiminin azaltılması) yoluyla
ormansızlaşmaya neden olan etkenlerin ortadan kaldırılması.
Karbon piyasasının ani iniş ve çıkışlar yaşayarak uzun vadeli yatırımların başarısını
etkilemesinin önlenmesi için, kamu sektörü yatırımları da yaşamsal öneme sahiptir.
Eğer kendi haline bırakılırsa, karbon piyasası yalnızca bir ya da iki yenilenebilir teknolojinin
yükselmesine olanak sağlayacaktır. Son on yılda birçok ülkede rüzgâr enerjisinin öne
çıkmasının nedeni de budur. Ancak, gelecek yılların zorlu hedeflerini yakalayabilmemiz
için pek çok teknolojinin aynı anda geliştirilmesi ve kapsamının genişletilmesi
gerekmektedir.
İçinde bulunduğumuz küresel mali krizin verdiği derslerden biri de hükümetlerin
ekonominin düzenleyicisi olarak nerede durmaları gerektiğini tekrar gözden geçirmeleri
gerektiğidir. Buna küresel düşük karbon ekonomisini oluşturma görevi de dahildir.
38
Karbon piyasaları
Karbon piyasasının mantığı
basittir.
Dünyanın karbon emisyonlarını sınırlaması gerekmektedir. Bu nedenle, CO2
veya diğer sera gazlarını atmosfere bırakmak için ‘izin’ alınmasını gerektiren bir sistem
oluşturmuş durumdayız. Ulusal emisyon azaltım hedefi bulunan ülkeler, büyük salıcılarına
‘kirletme izni’ verebilir veya bunları açık artırma yoluyla satabilir. Ayrıca, hükümetler
kirletme izinleri için bir piyasa oluşturabilir ve bu izinler ihtiyacı olan kirleticiler arasında
alınıp satılabilir. Bu ‘emisyon üst sınırı ve ticareti’ sistemidir.
Böylece, hedefin seviyesi (üst sınır) ve kirletme izinleri, karbon emisyonu için bir fiyat
oluşturmaktadır. Salıcılar, daha az izin satın almak ve üst sınırı geçmeyecek salınımı
satabilmek için emisyonlarını azaltmaya teşvik edilecektir. Bazı endüstrilerin,
şirketlerin ve ülkelerin karbon ayak izini azaltması diğerlerine göre daha kolay ve ucuzdur.
Böylece emisyonlarını azaltarak, karbon piyasası içerisinde, bunu yapmakta zorlananlara
izinlerini satabilirler. Bütün bunlar ise dünyanın, birim yatırım başına daha fazla emisyon
azaltımı yapması gerektiği anlamına gelmektedir. Avustralya’da kurulmakta, ABD ve
Meksika’da görüşülmekte ve Avrupa’da halihazırda işlemekte olan karbon emisyon
ticareti sisteminin arkasında da bu prensip yatmaktadır.
Kusursuz piyasa koşullarında tüm bunların, emisyon azaltımının maliyetini düşürmesi
gerekirdi. Ancak pratikte, küresel mali krizde de görüldüğü gibi, piyasalar kusursuz
işlememektedir. Bu nedenle karbonun fiyatı her metada olabileceği gibi hızla artabilir
ve azalabilir. Bu dalgalanmalar, iklim değişikliğine çözüm bulmak için tasarlanacak uzun
vadeli yatırımların başarısını ciddi şekilde etkileyebilir.
Piyasalar yatırımcılardaki sürü davranışından da olumsuz etkilenebilir. Örneğin,
piyasadaki tüm para rüzgâr enerjisine kayabilir ve güneş enerjisi veya diğer yenilenebilir
enerjiler fonlanamayabilir. Bu tür sonuçlar piyasanın kısa vadeli koşullarına uygun olsa
da, düşük karbon ekonomisinin yaratılmasına engel teşkil eder. Önemli olan, piyasanın
gezegenin ihtiyaçlarını karşılayacak şekilde şekillendirilmesi ve yönetilmesidir.
WWF’ye göre karbon piyasaları sihirli çözümler değildir, ama doğru
şekilde işletildikleri takdirde yararlı olabilir. Ancak, Avrupa Emisyon Ticareti Sistemi’nin
deneyimleri göstermiştir ki sistem, aşırı sayıda kirletme izni tahsisine ve emisyonun hızla
artmasına yol açmış, bunun sonucu olarak karbon fiyatı aşırı düşmüş ve sistem sonunda
düşük-karbon yatırımlarının gelişmesini sağlayamamıştır.
emisyon ticaretinin, Kaliforniya’da karbon tutma ve depolama teknolojisi
bulunmayan hiçbir termik santralin kurulmasına izin vermeyen standartlara benzer
‘Emisyon Performans Standartları’ ile birleştirilerek uygulanmasını önermektedir.
Bunun yanında, diğer sektörlerden farklı olarak, ulaşım, inşaat ve ormancılık sektörleri,
Emisyon Üst Sınırı ve Ticareti rejiminde uygulanacak standartlar yerine yasal bağlayıcılığa
sahip standartlar getiren spesifik yasalardan daha çok yararlanacaktır.
WWF,
39
Anlaşma...
ORMANLARI KORUMAK
“Neredeyse İngiltere büyüklüğünde olan yağmur ormanlarımızın
tamamını iklim değişikliğiyle mücadelede
kullanmaya hazırız.”
Robert Persaud, Guyana Tarım Bakanı, Bali İklim Konferansı, 2007
Ormansızlaşma, insan kaynaklı emisyonların beşte birinden sorumludur. Küresel
ormansızlaşmanın %87’sinin sorumlusu ise on ülkedir. Ormansızlaşma kaynaklı emisyonlar
hesaba dahil edildiğinde Brezilya ve Endonezya dünyanın dördüncü ve beşinci CO2 salıcısı
konumuna gelmektedir.
Emisyonları azaltmanın bir yolu da ormansızlaşma hızını azaltmaktır. Bu aynı
zamanda; biyolojik çeşitliliğin, toprağın ve suyun korunması gibi diğer çevresel hedeflere
ulaşmaya da olanak sağlayacaktır.
Ormansızlaşmanın %90’ının gerçekleştiği gelişmekte olan ülkelerdeki mevcut iklim
yasalarında ormanlarını koruması için herhangi bir teşvik bulunmamaktadır.
Azaltım hedefi bulunmayan tropik ülkelerde çok sayıda orman hâlâ kaybedilmektedir. Zengin
ulusların dana, biftek, odun, soya ve palmiye yağı taleplerini de kapsayan uluslararası ticaret,
orman tahribatına neden olan büyük, kısa vadeli finansal teşvikler oluşturmaktadır.
Ormanlarla kaplı ülkelerinin çoğu yoksuldur. Bu ülkelerde refahı artırma ve yoksulluğu
azaltma ihtiyacı doğa koruma kanunlarının uygulanma oranını düşürür.
Yine de yapılabilir. Kosta Rika’yı ele alalım. Bu küçük Orta Amerika ülkesi bir zamanlar
ormansızlaşmanın merkezinde yer alıyordu. 1950’lerde %80 düzeyinde olan orman örtüsü
1987’de %21’e düşmüştü. Ancak bu tarihten sonra Kosta Rika ormanları korumaları için
çiftçilere ödeme yaparak ve buradaki yaban hayatını görmeye gelen milyonlarca turistten ek
gelir kazanarak orman kaybına dur dedi. Bugün ülkenin orman örtüsü artarak %50’ye ulaştı.
Diğer ülkeler de harekete geçmeye başladılar. Brezilya yakın bir zamanda 2020 yılına
kadar Amazon bölgesindeki ormansızlaşmayı %70 azaltacağını açıkladı. Endonezya,
Sumatra’daki doğal yaşlı ormanların ekim alanına dönüştürülmesini durdurmayı taahhüt etti.
Paraguay izlemiş olduğu orman politikası sayesinde geçmişte, yılda 300.000 hektar düzeyinde
seyreden ormansızlaşmayı 2004’te 50.000 hektara indirdiğini açıkladı ve 2020 yılında sıfır
ormansızlaşma taahhüdünde bulundu.
(REDD Reducing Emissions from Deforestation and Forest Degradation) Ormansızlaşma
ve Orman Kaybı Kaynaklı Emisyonların Azaltılması Kosta Rika’da ve Paraguay’da gerçekleşen
iyi uygulama örneklerini koruma teşvikleri getirerek küresel boyuta çıkarmayı amaçlamaktadır.
Bu fikir ilk olarak 2005 yılında Kosta Rika ve Papua Yeni Gine’nin başını çektiği Yağmur Ormanı
Koalisyonu tarafından ortaya atıldı ve 2007 yılında Bali’de kabul edildi. Bu programla ülkelerin
ormansızlaşmayı azaltması ve sonlandırması için uluslararası fonları harekete geçirmek
amaçlanıyor.
40
Ancak, bunun gerçekleştirilmesinin önünde hem teknik hem de siyasi zorluklar
bulunuyor. Öncelikle, bu programın başarıya ulaşması için geniş ölçekli olması gerekiyor.
Keresteciler veya çiftçiler bir yeri bırakıp diğer bir yerde kesime devam edecekse veya REDD
yardımı bittiğinde bulundukları yere geri dönerek kesimi sürdüreceklerse, böyle bir desteğin
hiçbir anlamı olmayacaktır. REDD ödemesi, bir ülke ulusal ormansızlaşma hızını hiçbir
değişiklik yapılmadığı duruma kıyasla azaltabildikten sonra, koruma faaliyetleri üzerinden
yapılmalıdır.
Bir diğer sorun ise, ormansızlaşmanın azaltılmasına fon sağlayacak ülkelerin en kötü
ormansızlaşma hızına sahip ülkeleri bir anlamda ödüllendirecek olmasıdır. Bu ülkeler kötü
durumlarını biraz düzelterek para kazanabilecekken, mevcut durumda ormanlarını iyi korumuş
ülkeler hiçbir fondan pay alamayacaklardır.
Bu sorunları çözmenin bir yolu düşük ormansızlaşmanın olduğu ülkelerin de teşvik edilerek
bu fonlardan yararlandırılmasıdır. Bu fikir Guyana Hükümeti tarafından ormanların ekonomik
değerinin ortaya çıkarılması önerisinde yer alır. Bu şekilde Guyana gibi ormanlarını korumak
adına bazı gelirlerden feragat etmiş ülkeler de yeni yeni ormansızlaşmayı azaltan ülkeler gibi
kazanç sağlayabilecektir. Ancak bu sistem daha adil gözüküyor olsa da, diğerinden daha az
emisyon azaltımı getirecektir. Çünkü, para ormanlarını koruyan ve emisyon miktarı az olan
ülkelere kanalize edilmiş olacaktır.
Bu konuda da ‘kim ödeyecek?’ sorusunun yanıtı belirsizdir. Bazı ülkeler REDD’in
de ticari karbon piyasası gibi işlemesi gerektiğini ileri sürmektedir. Ormanların korunması ile
emisyonların azaltımı daha ucuz olacağından bu piyasa kendi emisyon fazlasını kapatmak
isteyen sanayileşmiş ülkeler arasında da popüler olacaktır. Ancak bazı taraflar, REDD’in ucuz
karbon tasarrufu projelerinin çok yüksek potansiyele sahip olması nedeniyle karbon
piyasasını batağa sürükleyebileceğinden; bu nedenle temiz ve yenilenebilir enerjilere geçiş
için oluşan teşviklerin zarar görebileceğinden endişe etmektedir. Bir diğer grup, orman karbon
kredilerinin artmasının sanayileşmiş ülkelerin kendi evlerinde atacakları adımların önemini
azaltacağından korkmaktadır. Brezilya gibi bazı orman ülkeleri ise ormanlarının kontrolünü
uluslararası piyasalara kaptırmaktan korkmaktadır.
WWF, dünyanın REDD’i 2020 yılına kadar sıfır ormansızlaşma hedefini
gerçekleştirmede kullanabileceğine inanmaktadır. Bu, muhtemelen toplam ormansızlaşmanın
bugüne kıyasla %75 azaltılması ve emisyonların %15 azaltılması anlamına gelecektir. REDD,
ormanları korumak için bir araç olarak kullanılabilir. Bununla birlikte, ormanların biyolojik
çeşitlilik değerleri ve yerel toplulukların ve halkların haklarını göz önünde bulundurarak ele
alınması gerekir. Yerel topluluklar ve yöre halkı arazilerini arzu ettikleri biçimde yönetirken
REDD’den yararlanabilmelidir.
“Ormanların rolünü karbon yutağı olmaya indirgemeyelim.
Ben Kopenhag’ı ekonomi anlayışımızın merkezine doğa
sermayesini koymak yolunda atılacak ilk adım olarak görmek
istiyorum” Karen Suassana, WWF-Brezilya
41
Adil paylaşım
Ülkelerin iklim değişikliğine ne ölçüde katkı sağladığını değerlendirmenin en adil
yolu, kişi başına düşen emisyon miktarına ve harekete geçebilme
kapasitelerine bakmaktır. Farklı ülkelerin vatandaşları arasındaki emisyon farkı oldukça
büyüktür.
)RVLO\DN×WODU×QGDQND\QDNODQDQNLċLEDċ×QD\×OO×N&22HPLV\RQODU×WRQ
20
15
10
Ruanda
Bangladeş
Hindistan
Maldivler
Meksika
Çin
G. Afrika
Almanya
Rusya
ABD
Katar
5
0
Kaynak: CDIAC
Kişi başına düşen değerler mevcut emisyonları temsil etmektedir. Peki ya geçmiş
emisyonlar? Sera gazlarının büyük bölümü yüzyıllar boyunca atmosferde kalabildiğinden
geçmiş emisyonlar konusu iklim değişikliğinden hangi ülkenin ne kadar sorumlu olduğu
konusunun önemli bir parçasıdır. Tarihsel açıdan bakıldığında sanayileşmiş ülkelerin
sorumluluğu daha büyüktür. Bu, erken sanayileşmenin mirasıdır.
ABD, 20. yüzyılın CO2 emisyonlarının %30’undan, ve Avrupa ise %28’inden
sorumludur. Asya’nın hızla gelişen ekonomilerinin küresel emisyonlara katkısı her yıl
artıyor olsa da, bu ülkeler tarihsel emisyonların %12’sinden sorumludur.
Bu rakamlar, sanayileşmiş ülkelerin, hem gelişmekte olan ülkelerin iklim
değişikliğinin sonuçlarından korunmasına yardım etmek, hem de düşük karbon
teknolojilerine yatırım yaparak izledikleri yolu değiştirmek konusunda
taşıdıkları sorumlulukların altını çizmektedir.
42
Karbon yoğunluğu
ve enerji tasarrufu
Karbon yoğunluğu, bir ekonominin ürettiği GSYİH’nin her birimi için ne kadar
karbon saldığını gösterir. Bu gezegenin ‘büyük salıcılarını’ tanımlamanın bir başka
yoludur.
Emisyonu büyük olan bazı ülkeler, ekonomileri ‘karbon yoğun’ olduğu için,
görece düşük bir refah yaratmaktadır. Bu ülkeler genelde kömür yakar ve ürettiği
enerjiyi israf eder. Diğerleri ise yenilenebilir yakıtlar kullanır, enerjiyi akılcı kullanır; bu
nedenle çok daha düşük karbon yoğunluğuna sahiptir. Genelde, zengin uluslar enerjiyi
daha verimli kullanır, ama enerjiyi çok verimli kullanan bazı gelişmekte olan ülkeler de
bulunmaktadır. 1990 yılından beri karbon yoğunluğu azaltımında %40 ile Hindistan
ve %60 ile Çin başı çekmektedir.
İsviçre ve Kamboçya salınan her ton CO2 için 9.000 Amerikan doları değerinde
GSYİH üretmektedir. Ancak; ABD, Avustralya ve Laos ton başına yalnızca 2.000
Amerikan doları değerinde GSYİH üretmektedir. Yüksek yoğunluk listesinin başında ton
başına 400 Amerikan doları refah üreten Rusya ve Çin bulunmaktadır.
Karbon yoğunluğunu azaltmanın yollarından biri yakıt kullanımını değiştirmektir.
Ancak, zengin veya yoksul, ileri veya düşük teknolojiye sahip ülke ve sanayilerin pek
çoğu için enerjiyi verimli kullanmak emisyonları azaltmanın ve karbon yoğunluğunu
iyileştirmenin en kolay yoludur. Bu, enerji faturalarını da hafifleterek maddi tasarruf
sağlar.
Çin’in mevcut beş yıllık planında, enerji yoğunluğunu 2005 ile 2010 yılları arasında
%20 azaltma hedefi yer almaktadır. Bu, dünyadaki en iddialı hedeftir ve çimento,
demir ve çelik gibi ‘karbon yoğun’ endüstriler bu hedefe uymakla yükümlüdür.
Çin’de bireyler de hedefe ulaşma yolunda katkı sağlayabilirler. WWF, Çin’e destek
olmak amacıyla ‘yüzde 20 için 20 öneri’ konulu bir kampanya başlatmıştır. Enerji
tasarruflu ampullerin kullanılması, cihazların fişten çekilmesi, toplu taşımanın tercih
edilmesi ve klima gibi aletlerin enerji tasarruflu modellerinin alınması kampanyada öne
çıkan fikirlerden bazılarıdır.
“Eğer Çin’deki 1,3 milyar insanın tümü bu 20 öneriye uyarsa,
her yıl 300 milyon ton kömür tasarruf
edilebilir.”
Ang Li, WWF-Çin
43
Nötr
ötr OLMAK
Yedi ülke, Birleşmiş Milletler Çevre Programı’nın İklim Nötr Ağı’na katılarak karbon-nötr
olma niyetini açıkladı. Onlar, bu yüzyılın sonuna kadar ayak uydurmamız gereken yeni
dünyanın öncüleri.
Kosta Rika: Hedef yıl, ülkenin 100. kuruluş yıldönümü olan 2021.
Ülkenin elektriğinin büyük kısmı düşük karbonlu hidro enerjiden geliyor.
Ormansızlaşmayı tersine çevirerek ormanlarını
karbon tutan yutaklara çevirmiş durumda.
İzlanda: İzlanda’nın neredeyse bütün elektrik enerjisi yenilenebilir
kaynaklardan elde edilmektedir - Jeotermal ve hidroelektrik enerji. Balıkçılık filosunu
da kapsayacak şekilde, hidrojen kullanan taşıtların geliştirilmesine öncülük yapmak
istiyor. Uzun süredir erozyon ve çölleşmeden zarar gören toprak yüzeyini yeniden
yeşillendirerek geniş arazilerini karbon yutaklarına dönüştürmek istiyor.
Maldivler: Hint Okyanusu’nda, deniz seviyesinin altında kalan adalardan oluşan
Maldivler’in varlığı, deniz seviyesindeki yükselme nedeniyle tehdit altındadır.
Maldivler, 2019 itibariyla ‘karbon nötr’ olma konusundaki isteğini açıklamış, nasıl bir yol
izleyeceğiyle ilgili olarak uzman görüşlerine başvurmuştur.
Monako: Binalarda güneş enerjili ısıtma ve enerji verimliliği ile toplu taşıma
stratejileri, Prenslik’in dış ülkelerde gerçekleştirdiği azaltım projelerine ek olarak artan
emisyonunu azaltmak için izlediği en önemli yollardır.
Yeni Zelanda: Yeni Zelanda, 2025 itibariyle elektrik enerjisinin
%90’ını yenilenebilir kaynaklardan sağlamak ve 2040 itibariyla enerjide
‘karbon nötr’ olmak istiyor. Doğal arazilerini karbon yutağına döndürecek
projeler ve ağaçlandırmayla dengelemek istediği emisyonlarının yarısı
tarım kaynaklı.
Niue: 1.700 nüfuslu küçük bir Pasifik adası olan Niue, enerji verimliliğine yatırım
yapıyor, rüzgâr ve güneş enerjisini geliştirmeyi planlıyor.
Norveç: 2030 yılı itibariyle ‘karbon nötr’ olmayı taahhüt etti.
Emisyonları tutmayı ve eski Kuzey Denizi petrol kuyularında depolamayı
planlıyor. Norveç karbon piyasasına öncülük etmiş bir ülke ve bunu 2030
hedefine ulaşmak için etkin şekilde kullanmayı planlıyor. Norveç’in satmakta
olduğu Kuzey Deniz petrolü ve doğal gaz konusunda bir sorumluluk almadığı
eleştiriler arasında yer alıyor.
44
Eşitliğe ulaşmak
Ulusal emisyonların nasıl kontrol altına alınacağına ve azaltılacağına dair birçok
yaklaşım bulunmaktadır.
Peki bu yaklaşımlar ne kadar ADİL?
Bir yaklaşım, (Kyoto Protokolü’nün Ek 1 ülkeleri için benimsediği yaklaşım)
emisyonların geçmişte yapılmış emisyonlar üzerinden oransal olarak kesilmesini istemek
yönündedir. Eğer, buna ek olarak emisyon ‘hakları’ karşılıksız ve ihale olmaksızın
dağıtılıyorsa bu ‘büyükbabacılık’ olarak adlandırılır. Eğer emisyon azaltmak için konulan
üst hedefler yeterince iddialı değilse ve kirletme izinleri karşılıksız
olarak veriliyorsa bu, büyük salıcıların diğerlerinden fazla emisyon üretmesine izin
vermekte ve adaletsizlik yaratmaktadır. Bu iklime karşı yapılan geçmişteki saldırıları
ödüllendirmek anlamına gelmektedir.
Emisyon haklarını ülkelerin nüfuslarına göre dağıtmak daha adil bir sistem
olabilir. Örneğin, kişi başına bir ton emisyon hakkı gibi. Bu durumda, birçok yoksul ülke
emisyon hakkının tamamını kullanamayacaktır. Bu fazlalığı emisyon hakkına çok ihtiyacı
olan endüstrileşmiş ülkelere satarak kâr elde edebilir. Beklenti, bu gelirleri düşük karbon
ekonomisine yatırmaları yönündedir.
Bazıları hedeflerin, gerçek emisyon miktarlarının azaltılması üzerinden değil ulusal
ekonomilerin karbon yoğunluğunun azaltılması üzerinden belirlenmesi gerektiğini
önermektedir (bkz. Sayfa 43). Bu şekilde, karbon verimliliğinin ödüllendirileceği ileri
sürülmektedir. Bu, ulusal emisyon hedefi olmayan ülkeler için makul bir yaklaşım
olabilir ve şu an Çin’in iklim politikasının da merkezinde yer almaktadır. Fakat bu
yaklaşım, atmosferdeki sera gazını sınırlamak için duyulan temel bilimsel ihtiyacı
karşılamamaktadır ve gelişmiş ülkeler için akılcı
olmayan bir seçenek olarak gözükmektedir.
Emisyon hakları yukarıdaki seçeneklerin
karışımından oluşan bir formüle göre de
belirlenebilir. Bunlardan biri Sera Gazı Kalkınma
Hakları’na (Greenhouse Development Rights)
dayalı ‘sorumluluk ve altyapı’ endeksidir.
Bu endeks, iklim değişikliğinden sorumlu olma
ölçütü (örneğin geçmişte ve şimdi kişi başına
düşen emisyon miktarı) ve emisyonları azaltma
kabiliyeti ölçütünü (örneğin şu anki refah düzeyi)
birleştirecektir. Bazılarına göre bu formül eski,
adaletsiz ‘büyükbabacılık’ yaklaşımından eşit
ulusal ve kişi başı emisyon hakkı dağılımına
giden pratik bir ana yoldur.
45
Yeni bir yeşil anlaşma
Dünyanın Yeni Bir Yeşil Anlaşma’ya ihtiyacı var. Bazı hükümetler şimdiden
Yeni Bir Yeşil Anlaşma’nın çok önemli üç amaca hizmet edeceğini görebiliyor: İş
olanakları yaratılması yoluyla sosyal eşitliğin sağlanması, yeşil teknolojilere
yapılacak yatırımlar yoluyla çevresel sürdürülebilirliğin sağlanması ve ekonominin
durgunluktan çıkmasını sağlayarak finansal kazanç elde edilmesi. Almanya şimdiden
yeşil sektörlere 1,8 milyonluk istihdam yaratmış durumda. Amerika’nın da Obama’nın
ekonomik iyileştirme önerileri kapsamında benzer planları var. Kore Cumhuriyeti, 34
milyar dolarlık iyileştirme paketi yayınlamış ve bunun %80’ini bir milyonluk istihdam
yaratması beklenen yeşil projelere ayırmıştır.
Bunlar OLUMLU gelişmelerdir. Ancak, Yeni Bir Yeşil Anlaşma’yı aynı zamanda
uluslararası bir strateji olarak da görebilmeliyiz. Ulusal ekonomik iyileşmenin küresel
ekonomik iyileşme olmadan gerçekleşemediği gibi, ulusal iklim eylem planları da küresel
sistemden bağımsız olduğu sürece bir anlam ifade etmez. Küresel ekonomimiz şunu
gerektirmektedir: Girişimciler emisyonlarını artırdığı için değil azalttığı için para
kazanabilmelidir. Bu nedenle en büyük siyasi öncelik ve zorluk, ekonomileri bunu
başaracak şekilde yeniden organize edebilmektir.
Hem ulusal hem de uluslararası güvenliği amaçlayan uluslararası anlaşmanın tarihte
bir örneği bulunuyor. 60 yıl önce ABD, Avrupa’ya yatırım yapan Marshall Planı’nı başlattı.
Bu, Avrupa’yı 2. Dünya Savaşı’nın etkilerinden kurtarmayı, kısmen de ortaya çıkan Soğuk
Savaş’a karşı Amerikan ulusal güvenliğini sağlamlaştırmayı amaçlıyordu. Bugünkü
tehdit çok daha büyük: Gezegenin yaşam destek sistemlerinin çöküşü. Bununla
birlikte, küresel düzeyde ulusal hükümetlerin paylaştığı çıkarlar Kopenhag’da bir
anlaşmaya varılmasını sağlayabilir.
İyi haber şu ki, yaşayan bir dünya yaratmak mümkün. Bu ciddi yatırımlar
gerektiren bir iş. Ancak, bu yatırımlar ekonomik iyileşmenin, uzun vadeli
sürdürülebilirliğin, doğayı ve medeniyetimizi korumanın da anahtarı. Uzun süre doğayı
korunması gereken yaşam destek sistemleri olarak görmek yerine evcilleştirilmesi ve
sömürülmesi gereken bir rakip gibi gördük. Bu düşünce artık çıkmaza girmiş durumda.
Doğaya yardım ederek kendimize de yardım edebiliriz. İklim ve finans krizleri
dünyaya bu basit gerçeği görme fırsatı tanıdı. İklim değişikliği yönümüzü değiştirmek için
hem bir uyanma çağrısı, hem de daha temiz, yeşil ve gerçek anlamda sürdürülebilir bir
dünya için bir fırsattır.
Aralıkta hazırlanacak akılcı bir anlaşma, hepimizin kazanması
anlamına gelecektir. Bu gerçekleşirse, hayatlar korunmaya, şirketler emisyonlarını
azaltarak kâr etmeye, hükümetler vatandaşlarının refah seviyesini arttırmaya, ulusal
güvenlik sağlanmaya ve dünyamız kurtulmaya başlamış olacaktır.
Bu artık sadece kutup ayıları ile ilgili bir konu değil
Bu bizimle, insanla, kurtuluşumuzla ilgili bir konu
konu....
46
Kısaltmalar ve Mini sözlük
Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği
Çerçeve Sözleşmesi (UNFCCC): 1992 Rio
Dünya Zirvesi’nde 192 ülke tarafından imzalandı ve kabul edildi. İmzalayan ülkeleri iklim
değişikliğine neden olan emisyonları dengelemek ve iklim değişikliğine neden olan
insan faaliyetlerine engel olmak konusunda
yükümlülük altına almaktadır. Sözleşmeye
taraf olan ülkeler her yıl bir araya gelmektedir. Bir sonraki zirve bu yıl Aralık ayında
Kopenhag’da gerçekleştirilecektir.
Biyoenerji, biyokütle: Likit yakıta dönüştürülmüş biyoyakıtları içerir. Örneğin mısır,
benzine bir alternatif olan etanole dönüştürülür. Palmiye ve soya gibi bitkisel yağlar ise dizeli ikame edecek şekilde dönüştürülür. Biyokütle genel olarak katı ve odun bazlıdır.
Isınma (odun parçaları), yemek pişirme (gelişmiş uluslarda odun yakıtları) gibi alanlarda
kömürün yerine kullanılmaktadır.
CO2 eşdeğeri: Sera gazlarının oluşturduğu
küresel ısınma potansiyelini CO2 miktarı
türünden tanımlayan istatistiki terim. Örneğin, atmosferdeki CO2 yoğunluğu 360 ppm
(parça/milyon) seviyesine yaklaşmaktadır.
Eğer insan aktivitelerinden kaynaklanan
diğer sera gazları da eklenirse bu rakam 460
ppm CO2 eşdeğerine ulaşmaktadır.
Devrilme noktası: Geri dönüşün olmadığı,
değişimin ani ve tersine çevrilemez bir hal aldığı nokta. İklim değişikliğinde bu nokta küresel ısınmanın kontrolden çıkması, büyük
kutup buzullarının kopması ya da okyanus akıntısının durması gibi, eski iklim koşulları yeniden oluşturulsa dahi geri dönüşü
imkânsız noktalar olabilir.
Ek-1 ülkeleri: Kyoto Protokolü kapsamında
emisyon hedefleri bulunan OECD ülkeleri ve
Rusya’nın da dahil olduğu diğer sanayileşmiş
ülkeler.
Fire: REDD ya da CDM gibi sistemlerin
kuralların ve denetiminin çok sıkı olmamasından dolayı amacına ulaşmakta başarısız
kalması. Örneğin, bir ülke orman tahribatını
engellemek için destek almışsa, ancak o
bölgedeki ormanı tahrip edenler başka bir
ormanlık araziye geçerek tahribata devam
ediyorsa ‘fire’ oluşmaktadır.
Fosil yakıt: Fosilize karbondan (eski bitki
ve hayvan fosilleri) oluşan yakıt. (Ör: Kömür,
petrol, doğal gaz, katran.)
Fotovoltaik: Güneş panelleri kullanarak
güneş enerjisinin direkt olarak elektriğe dönüştürülmesi yöntemi.
Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli (IPCC): 1988 yılında BM tarafından
iklim değişikliği çalışmaları, etkileri ve iklim
değişikliğinin hafifletilmesi konularında raporlar üretmek amacıyla kuruldu ve sonuncusu 2007’de olmak üzere şimdiye kadar
dört önemli değerlendirme raporu hazırladı.
Raporların hepsi yayınlanmadan önce uzmanlar ve hükümetler tarafından detaylı incelemelerden geçirilmektedir.
İRD (MRV): ‘İzlenebilir, raporlanabilir ve
doğrulanabilir’ kavramının kısaltması, 2007
Bali BM Konferansı’nda benimsenen, emisyon azaltım önlemlerinin güvenilirliğine yönelik bir denetim listesi.
Karbon bütçesi: Bir ülkenin, bazı aktivitelerin ya da bütün dünyanın belirli bir zaman
içerisinde yayabileceği karbon miktarı. Atmosferdeki sera gazı miktarının üst sınırının
belirlenmesiyle, küresel ısınmayı sınırlamaya
çalışan stratejinin parçası.
Karbon kaynakları: Atmosfere CO2 emisyonu üreten her tür doğal karbon deposu.
Toprak, ormanlar ve okyanuslar farklı zamanlarda karbon yutağı ya da karbon kaynağı
olabilirler.
Karbon ticareti (Emisyon Üst Sınırı ve
Ticareti): Ülkelerin, şirketlerin ya da diğer
birimlerin CO2 emisyonu hakkı üzerine ticaret yapmalarını sağlayan, Avrupa’da uygulanan ve yakın zamanda ABD’de uygulanmaya
başlanacak olan sistem. Bu sistemde ana
salıcılara belirli bir miktarda emisyon izni verilmektedir ve sonrasında salıcılara bu izinleri
alıp satma hakkı verilmektedir.
47
Karbon yoğunluğu: Ülkelerin
GSYİH’lerindeki her bir TL ya da üretilen her
bir birim için ne kadar karbon ayak izi yaptığıni gösteren bir ölçüm. Örneğin, bir birim
çelik üretimi için salınan CO2 miktarı.
Karbon yutağı: Ormanlar, yeşil alanlar ve
okyanuslar gibi atmosferdeki CO2’yi doğal
olarak emebilen karbon depoları.
Kişi başına düşen emisyon: Emisyonların
(genellikle bir ülkenin) nüfusa bölünmüş şekli.
Genellikle adil bir ölçüt olarak görülmektedir. Örneğin, Çin ve ABD’nin CO2 emisyonu
hemen hemen aynıdır ancak Çin’in nüfusunun ABD’nin dört katı olmasından dolayı kişi
başına düşen emisyon miktarı ABD’nin kişi
başı emisyon miktarının çeyreği kadardır.
Kyoto Protokolü: 1997 yılında karara
bağlandı ve ABD dışında hemen hemen
bütün ülkeler tarafından onaylandı. Türkiye
protokolü 2008 yılında imzalandı. Protokol,
sanayileşmiş ülkelere 2008-2012 döneminde
altı ana sera gazı için yasal bağlayıcılığı olan
emisyon azaltım hedefleri getirmektedir. Ülkeler bu hedeflere diğer ülkelerdeki emisyon
azaltıcı projelere yatırım yaparak ya da Temiz
Kalkınma Mekanizması gibi protokol mekanizmalarını kullanarak ulaşabilirler.
Ormansızlaşma ve Orman Kaybı Kaynaklı Emisyonların Azaltılması (REDD):
Gezegenimizin ‘karbon yutakları’ olan ormanları koruyan ve orman tahribatı kaynaklı
emisyonları azaltan gelişmekte olan ülkelere
yönelik destek sistemi.
Ortak ancak farklılaştırılmış sorumluluk: 1992 Dünya Zirvesi’nde yapılan Rio Bildirgesi ile benimsenen ilke. Bir durum karşısında ülkelerin farklı tarihsel sorumluluklarını, her ülkenin zenginlik, eğitim, sağlık gibi
imkanlarını da göz önünde bulundurarak tanımlar. Bu ilkeye dayanarak, Kyoto Protokolü
tüm ülkelerin sera gazı emisyonunu kontrol
altına almak üzere sorumlulukları olduğunu,
ancak sadece bazılarının özel olarak tanımlanmış hedefleri olduğunu belirtir.
Sera etkisi: Atmosferin ısınmasını ısı tutucu
gazların artması gerçeğine dayanarak açıklayan terim. Güneşten Dünya’ya ulaşan enerjinin büyük bölümü atmosferden sızarak yeryüzünü ısıtır. Isınan yeryüzü sıcaklık yayar.
48
Yayılan bu sıcaklığın bir kısmı yeniden uzaya
çıkar fakat önemli bir kısmı sera gazları nedeniyle atmosferde tutulur. Bu gazlar doğal
olarak atmosferde bulunan gazlardır, ancak
gaz miktarının fazlalaşması, daha az ısının
uzaya salınmasına neden olmaktadır. İnsanoğlu bu gazları atmosfere doğanın bunları
yok etme hızından çok daha hızlı şekilde bırakmaktadır.
Sera Gazı Kalkınma Hakları: Emisyon
haklarını iklim tehdidine karşı tarihsel sorumluluk ve ekonomik altyapıya göre paylaştırarak acil küresel CO2 azaltımını amaçlayan
yaklaşım.
Sera gazları: Atmosferde ısıyı hapseden
her türlü gaz. Kyoto Protokolü, insan kaynaklı
olan altı sera gazını kapsamaktadır: Karbondioksit (CO2 - en önemlisi), metan, diazotmonoksit, kloroflorokarbon, hidroflorokarbon,
perfloro-metan.
Temiz Kalkınma Mekanizması (CDM):
Sanayicilerin gelişmekte olan ülkelerdeki
sera gazı emisyonlarını azaltıcı projelere yatırım yaparak ‘karbon kredisi’ elde etmesini
sağlayan, Kyoto Protokolü’ne bağlı bir sistem. Protokol uyarınca, elde edilen krediler,
ülkelerin emisyon miktarlarını dengelemek
amacıyla kullanılabilir, ticareti yapılabilir.
Tehlikeli iklim değişikliği: UNFCCC’de
yer alan bir terim. Terim açık şekilde tanımlanmamıştır, ancak dünya hükümetleri bunun
önlenmesi konusunda anlaşmış durumdadır.
Ulusal Uyum Eylem Programları (NAPA):
Vatandaşlarını, ekosistemlerini ve ekonomilerini iklim değişikliğine karşı korumak için az
gelişmiş ülkeler tarafından geliştirilen planlar.
Uyum Fonu: Kyoto Protokolü kapsamında
yoksul ülkelere iklim değişikliğine uyum için
maddi kaynak sağlamak amacıyla kurulmuş
bir fon. Halihazırda, Temiz Kalkınma Mekanizması altında gerçekleştiren işlemlerden aktarılan yüzde 2’lik gelirlerden oluşmaktadır.
Yenilenebilir enerji: Rüzgâr ve güneş gibi
tükenmeyen doğal kaynaklardan üretilen her
tür enerji.
Birleşmiş Milletler Çevre Programı, Küresel Barış ve
Çevre Vakfı, Bayer ve Nikon tarafından çocuklara
yönelik düzenlenen resim yarışması genç neslin
iklim değişikliği ile mücadeledeki azmini ve
heyecanını göstermekle birlikte bu yayının görselleri
olarak kullanıldı. Yarışmanın konusu iklim değişikliği
olup, Gezegen için Resim Yap kampanyasının bir
parçası olarak gerçekleştirildi. (www.unep.org/
paint4planet).
Ön Kapak, Andrew Bartolo, Malta; s3, Banson; s4, Evdokia Vallis, Yunanistan;
p5. Laura Paulina Tercero Araiza, Meksika; s6, Abdul Rahman Anwar Elmeligg,
Suudi Arabistan; s9 (üstten) UNFCCC, IISD, ABD Dışişleri Bakanlığı, IISD/
UNDP/UNEP, IISD; s13, Charlie Sullivan, İngiltere; s14, Daniela Melendez,
Kolombiya; s15 Netpakaikarn Netwong, Thailand; s17, Alex Smith, ABD; s18,
Kevin Van Den Broucke, Belçika; s20, Obamamedia; s23, Gloria Ip Tung, Çin;
s25, Jerrika C. Shi, Filipinler; s27, Zayan Masood, Bangladeş; s28, Anoushka
Bhari, Kenya; s29, Laurent Ipperciel, Kanada; s30, Andriy Palamarchuk,
Ukrayna; s31, Katherine Liu, ABD; s32, Maria Kassabian, Nijerya; s33, Elizaveta
Rossokha, Ukrayna; s35, Dave Laurence A. Juntilla, Filipinler; s37, Guy Jayce
Nindorera, Burundi; s38, Tewanat Saypan, Tayland; s45, Giselle Lau Ching Yue,
Çin; Arka Kapak, Earth Hour/Shepard Fairey.
Yeni İklim Anlaşması - Kopenhag Cep Kılavuzu, 2009, WWF-Türkiye
(Doğal Hayatı Koruma Vakfı) İstanbul, Türkiye
© WWF-Türkiye (Doğal Hayatı Koruma Vakfı) Ekim 2009
Tüm hakları saklıdır. Bu yayının herhangi bir bölümü, WWF-Türkiye’nin yazılı izni
olmadan yeniden çoğaltılamaz ve basılamaz.
ISBN: 978-605-60247-7-1
Raporun içeriği ve coğrafi isimler, WWF’nin herhangi bir ülkenin ya da bölgenin
yerleşim alanının ve sınırlarının belirlendiği yasal konumuna ilişkin düşüncesinin
hiçbir şekilde ifadesi değildir.
Yazar: Fred Pearce
Çeviri: Galena İş, WWF-Türkiye
Editör: Deniz Öztok, WWF-Türkiye
Tasarım: A BANSON Production
Uygulama: Tasarımhane
Baskı: Desen Ofset
Büyük Postane Cad., No: 43-45 Kat:5 34420 Bahçekapı, İstanbul
Tel: 0212 528 20 30
Faks: 0212 528 20 40
www.wwf.org.tr
info@wwf.org.tr
© 1986 Panda sembolü WWF-World Wide Fund For Nature
® “WWF” ve “yaşayan dünya” WWF’nin müseccel markalarıdır.
www.earthhour.org
WWF-Türkiye’nin misyonu yeryüzünün doğal çevresinin bozulmasının durdurulması
ve insanların doğayla uyum içinde yaşadığı bir gelecek kurulmasıdır.
Bunun için WWF-Türkiye;
• Biyolojik çeşitliliği korur.
• Yenilenebilir doğal kaynakların sürdürülebilir kullanımını destekler.
• Kirliliğin ve aşırı tüketimin azaltılmasını sağlamaya çalışır.
\DüD\DQELUGQ\DLoLQ
WWF- Türkiye
Doğal Hayatı Koruma Vakfı
Büyük Postane Cad. No: 43-45 Kat: 5
34420 Bahçekapı, stanbul
T: 0212 528 20 30 F: 0212 528 20 40
info@wwf.org.tr www.wwf.org.tr
Download