\DüD\DQELUGQ\DLoLQ YENi İklim Anlaşması Cep Kılavuzu İklim ve ekonomik kriz... “Bu nesil, gezegenimizi yavaş yavaş öldüren kirliliğin yayılmasını durdurmak zorunda olan nesildir. Gezegenin ısınma sürecini geriye çevirmek, kendimize, çocuklarımıza ve bizler göçtükten çok sonra gezegeni miras alacak herkese karşı yerine getirmemiz gereken bir sorumluluktur.” Barack Obama, Strasbourg, Nisan 2009 2009 yılı ekonomik kriz yılı olarak hatırlanacak, öyle değil mi? Umarız öyle olmaz. 2009 yılı, dünyanın iklim değişikliğine çözüm bulduğu, gidişata dur demek için gereken politik iradeyi ortaya koyduğu ve gerekli umut ve fırsatı ürettiği yıl olarak hatırlanmalı. Çünkü krizden fırsat doğar. İkiz tehditler olan finansal kriz ve iklim krizinden de, küresel ekonomiyi küresel ekoloji ile aynı raya oturtma; dünya ekonomisinin gelecekteki kalkınma çizgisini dünyanın BÜTÜN yurttaşları için sürdürülebilir bir temele yerleştirme fırsatı doğuyor. İŞTE 2009 yılının zorlukları ve barındırdığı fırsat budur. 1 “Finansal kriz, finansal olanaklarımızı aşan biçimde yaşamamızın sonucudur. İklim krizi de, gezegenimizin olanaklarını aşan biçimde yaşamamızın bir sonucudur.” Yvo de Boer, Birleşmiş Milletler İklim Sözleşmesi İdari Sekreteri Finansal kriz ile iklim krizinin ortak bir nedeni var: Olanaklarımızı aşan yaşam biçimimiz. Dünya dev bir finansal borç yükünün altına girerken, aynı zamanda dev bir ekolojik borç yükünün altına da girdi. İkisi de sürdürülebilir değil. Liderlerimiz, sürdürülebilirliğin önündeki en büyük engel olan iklim değişikliği sorununu çözmedikleri sürece kapitalizmi eski haline getiremezler. Dünya ekonomisinde kullanılan muhasebe yöntemleri nedeniyle, finans ve iklim arasındaki ilişki her zaman net bir şekilde ortaya konamıyor. En önemli sermayemiz olan doğa, ne şirketlerin bilançolarında ne de ulusal ekonomik verilerde yer alıyor. Bu nedenle doğanın yıpranma payı fark edilmiyor. Yarın yokmuşçasına doğal sermayemizi harcamamızın hesabı kimseden sorulmuyor. Finansal sistem çöktüğünde, bazı ülkeler para basarak bu durumun üstesinden geldiler. Ancak gezegenimizin yaşam destek sistemleri çöktüğünde böyle bir çözüm yolu söz konusu olamaz. Başka bir gezegen yaratmamız MÜMKÜN DEĞİL! Atmosferi iklim değişikliğine yol açan gazlarla doldurarak gezegenin temel yaşam destek sisteminin altını oyuyoruz. Dünya Bankası eski baş ekonomisti Lord Stern’in iklim değişikliğinin ekonomisi konusundaki 2006 tarihli etkileyici raporunda dediği gibi, sera gazı emisyonlarının maliyetini hesaplamayı başaramamamız “dünyanın şimdiye kadar gördüğü en büyük piyasa başarısızlığı”dır. Bu başarısızlığı ortadan kaldırmak çok çaba harcamamızı gerektiriyor. Ekonomik sistemimiz – medeniyetimiz - ancak atmosfer, okyanuslar, ormanlar ve toprak gibi temel kaynaklarımızın ve iklim sistemi, karbon ve hidrolojik döngüler gibi temel süreçlerin sürmesiyle var olabilir. Ekonomi ve ekolojiyi birbirine düşman hale getirmek ikisinin de kıyametini hazırlamak demektir. Bunları birbiriyle barıştırmak ise daha zengin, daha sürdürülebilir, daha kârlı ve daha adil bir dünyanın kapısını açmaktır. Ancak, politikacılar, son aylarda finansal krizin çözümü için trilyonlarca dolar harcamalarına rağmen, iklim sisteminin çökmesi gibi daha ciddi bir krize henüz el atmış değiller. Bu hatayı düzeltme fırsatı Aralık ayında Kopenhag’da ortaya çıkacak: Tüm dünya liderleri toplanarak, ekolojik krizi yaratan sera gazlarının kontrolü için kurallar oluşturacak ve iklim değişikliğinin kaçınılmaz etkileriyle başa çıkma konusunda karar verecekler. Birleşmiş Milletler Kopenhag İklim Konferansı’nda bu hata düzeltilmediği takdirde 2009 yılı dünyanın gördüğü en büyük siyasal başarısızlıklardan birinin yaşandığı yıl olarak anılacaktır. 2 Kriz ve fırsat Bu yıl iklim müzakerecilerinin üstlendiği görevi ve konunun aciliyetini hiç kimse küçümsememelidir. İklim değişikliği halihazırda şiddetli kuraklık, sel baskınları ve kasırgalara yol açıyor ve sıtma, humma gibi hastalıkların yayılmasına neden oluyor. Büyük Mercan Resifi, Amazon yağmur ormanları ve Kuzey Kutbu gibi kritik önemdeki ekosistemlere zarar veriyor. Bilim insanları küresel ısınma olmasaydı, Avrupa’da 2003’te 30.000 kişinin ölümüne neden olan sıcak hava dalgasının oluşmayabileceğini ifade ediyor. Deniz seviyesinin yükselmesiyle birlikte Dünya, kimi ada ülkelerinin toptan yokoluşunu izlemeye başlayacak. Halihazırda gıda güvenliği olmayan bir milyar kişiye ek olarak, gelişmekte olan ülkelerdeki çok daha fazla insan çölleşme, Asya muson yağmurları sisteminin değişmesi ya da Himalayalar’daki gibi eriyen dağ buzulları nedeniyle tatlı su miktarının azalması sonucu gıda güvenliğini kaybedecektir. BM’nin yetkili bilimsel iklim kuruluşu Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli (IPCC – Intergovernmental Panel on Climate Change), kontrol altına alınmayan iklim değişikliğinin küresel gıda üretimini 2100 yılı itibariyle %40 azaltacağını öngörüyor. Daha da kötüsü gezegenimiz, bir kez ötesine geçildiğinde nasıl geri döndüreceğimizi bilmediğimiz, tüm ekosistemleri yeni bir konuma itecek ‘devrilme noktalarına’ yaklaşmış olabilir. Bu devrilme noktaları, küresel iklimi yeni ve daha kırılgan bir konuma ‘fırlatacak’, Grönland ve Antartika’daki kutup buzul tabakalarının dengesini bozarak birkaç metrelik deniz seviyesi artışına neden olacaktır. Daha sıcak bir iklim, kutuplardaki donmuş toprak tabakasının (permafrost) milyarlarca ton metan gazı salmasına, daha fazla kuraklık, böcek tahribatı ve yangına maruz kalan ormanların da daha fazla karbondioksit bırakmasına neden olacak; bu gazlar da gezegeni daha da ısıtacaktır. Bu sürecin sonunda okyanus döngü sistemi de devreden çıkabilir. 3 İnsanların, kültürlerin ve ekosistemlerin yaşama hakkı var. Bu yüzden TÜM DÜNYA HAREKETE GEÇMEK Z ORUNDA. Bilim insanları, bu felaketlerin önlenebilmesi için küresel ısınmayı 2°C’nin oldukça altında tutmamız gerektiğini belirtiyor. Bunun için iklim değişikliğine neden olan sera gazı emisyonlarını, 2050 yılı itibariyle 1990’daki seviyenin en az %80’i kadar azaltmamız gerekiyor. Bu süre, bugün tasarlanan ve inşa edilen enerji santrallerinin ömrüne aşağı yukarı EŞİTTİR. Ne yazık ki, tüm ülkeler yeni termik santraller kuruyor. Ancak bir yanda Çin, Hindistan ve diğer gelişmekte olan ülkelerle diğer yanda zengin ülkeler arasında temel bir fark var: İlk grupta kişi başına düşen sera gazı emisyonu ve genel refah hâlâ çok daha düşükken, zengin ülkeler onlarca yıldır atmosferi kirletiyor. Gerçek sorun ABD ve Almanya gibi başka birçok seçeneği olduğu halde kömüre dayalı projelerde ısrar eden zengin ülkelerle ilgilidir. DÜŞÜK KARBON EKONOMİSİNE GEÇİŞ zorunludur, GECİKME KABUL EDİLEMEZ . 4 İyi haber... BUNU YAPMAMIZ MÜMKÜN Dünya ekonomisini baltalamayacak düşük karbon teknolojisine sahibiz. Yeşil enerji teknolojileri sadece iklimi dengelemekte anahtar rol oynamakla kalmayacak, azalan doğal kaynakları daha verimli ve gerçek anlamda sürdürülebilir şekilde kullanarak gelecekte de çok önemli bir rol oynayacaktır. Artık, gezegenin Dünya ekonomik sistemini küreselleştirdik. yaşam destek sistemini korumak amacıyla çevre yönetimini küreselleştirmeliyiz. İklimi onarmak sürdürülebilir geleceğin anahtarıdır. KAYBEDECEK Z AMAN YOK. Üniversiteler, araştırma kuruluşları ve WWF gibi STK’lar tarafından yürütülen çalışmalar, yeni endüstrileri kurma şansını kaçırmamak için HEMEN işe başlamamız gerektiğini göstermektedir. Yeşil bir dünya, uzak bir geleceğe dair NİRVANA DEĞİLDİR. ŞİMDİ VE BURADA BAŞLAMALIDIR. 5 WWF’ye göre Kopenhag sürecinde üzerinde mutabakata varılması gereken altı küresel hedef bulunuyor: • Gelişmiş ülkeler, sera gazı emisyonlarını 2020 yılına kadar 1990 yılı seviyesinin %40 altına indirmeyi taahhüt eden güçlü ve bağlayıcı emisyon azaltım hedefleri belirlemelidir. Bu azaltımın büyük bölümü ülke içerisinde gerçekleştirilmelidir. • Gelişmekte olan ülkelere, düşük karbon ekonomileri oluşturmalarını desteklemek üzere finansal kaynaklar sağlanmalı, teknoloji transferinin sağlanması için uluslararası işbirliği güçlendirilmelidir. • Gelişmekte olan ülkeler, gelişmiş ülkelerden alacakları, ihtiyaçlarına göre belirlenen destek ile birlikte sera gazı emisyonlarını 2020 yılı itibariyle, ‘halihazırdaki tahminlerine göre emisyonların ulaşacağı seviyenin %30 altına indirmeyi taahhüt etmelidir. • Gelişmekte olan ülkelerin taahhütleri arasında, ormansızlaştırmanın durdurulması ve buna bağlı emisyonların azaltımı yer almalıdır. • Zengin ülkeler; iklim değişikliğinden en fazla etkilenen ülkelerin, toplumların ve ekosistemlerin iyileştirilmesine destek olmalı, uyum çalışmalarına finansman sağlamalıdır. • Tüm ülkeler 2050 yılı itibariyle küresel sera gazı emisyonlarının, 1990 seviyesinin en azından %80 altında olması gerektiği konusunda anlaşmalıdır. Bu hedefler üzerinde anlaşmaya varılırsa, gelecek on yıl içerisinde küresel emisyon en yüksek düzeye çıkacak, sonrasında ise emisyonlar hızla düşecek, bir başka deyişle tehlikeli iklim değişikliği önlenecektir. Bazıları bu görevi ‘pahalı’ olarak niteleyebilir. Açıkçası bu görev önemli miktarda sera gazı emisyonu indirimi için söz verilmesi ve zengin ülkelerden gelişmekte olan ülkelere büyük miktarda para ve teknoloji akışı içermesi sebebiyle uluslar arasında güven gerektirecektir. ANCAK BU OLMAZSA OLMAZDIR. Bu görev ‘kirleten öder’ prensibini, gelişmiş ülkelerin yüksek emisyonlarını ve zengin ülkelerin gelişmekte olan ülkelere yardım etme kapasitesini temel alacaktır. Kuzey ve Güney arasındaki bu ‘yükümlülük paylaşımı’ herkes için yararlıdır. Bilimin açıklık kazanmasından itibaren, konunun sürüncemede bırakıldığı 20 yıldan sonra Kopenhag, siyasi iradenin oluşması yolunda SON FIRSATTIR. 6 Z AMAN ÇİZ ELGESİ: Dünya ikliminin kritik yılları 1865: John Tyndall ‘atmosferik zarfta’ bulunan su buharı ve CO2 gibi gazların ısıyı tuttuğu varsayımını ortaya attı. 1896: Svante Arrhenius fosil yakıtların yanması sonucu atmosferde CO2 miktarının artmasının küresel ısınmaya yol açacağını; atmosferdeki CO2 miktarının iki katına çıkmasının ortalama küresel sıcaklığı 5°C artıracağını öngördü. 1903 Nobel ödüllü Arrhenius’un öngörüleri yarım asırdan uzun süre dikkate alınmadı. 1958: İlk düzenli gözlemler, atmosferdeki CO2 düzeyinin hızla arttığını ortaya koydu. $WPRVIHUGHNLNDUERQGLRNVLW\RĊXQOXNODU× 500 0LO\RQSDUoDF×NSSP 400 300 200 100 0 1000 1100 1200 1300 1400 1500 1600 1700 1800 1900 2000 Kaynak: CDIAC/Worldwatch 1970’ler: Atmosferde “küresel ısınma” diye adlandırılan dönemin başlaması. 1988: BM, iklim değişikliğini araştırmak üzere Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli’ni (IPCC) kurdu. 1990: IPCC’nin Birinci Değerlendirme Raporu basıldı. Daha sonra bu yıl, gelecekteki emisyon azaltım hedefleri için baz yıl olarak belirlendi. 7 1992: Dünya Zirvesi Rio de Janeiro’da toplandı. Hükümetler, kendilerini ‘tehlikeli iklim değişikliği’ni önleme taahhütü altına sokan BM İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi (UNFCCC) üzerinde mutabakata vardılar. 1995: Özellikle OPEC ülkeleriyle hararetli bir tartışmadan sonra, IPCC İkinci Değerlendirme Raporu, insan kaynaklı sera gazları ile iklim değişikliği arasında güçlü bir bağlantı kurarak “eldeki verilerin ortaya koyduğu üzere... küresel ısınmaya insanoğlu neden olmaktadır” ifadesini kullandı. 1997: UNFCC çatısı altında yer alan Kyoto Protokolü için mutabakata varıldı. Protokol, sanayileşmiş ülkelerin 2008-2012 dönemine yönelik ilk emisyon azaltım hedeflerini kapsamaktadır. 1998: Son bin yılın en sıcak yüzyılının, en sıcak on yılının, en sıcak yılı yaşandı. 2001: Dünya ülkeleri Marakeş’te Kyoto Protokolü’nün metodolojisi ve diğer detayları üzerinde anlaşmaya vardı. ABD ve Avustralya protokolü onaylamayı reddetti. 2003: Avrupa’da 30.000’den fazla kişinin ölümüne neden olan sıcak hava dalgası yaşandı. Bilim insanları daha sonra bu olayın kesin şekilde insan kaynaklı küresel iklim değişikliğine bağlanabilecek ilk beklenmedik hava olayı olduğunu belirlediler. Bilim insanları 1970’lerdekinin iki katı büyüklüğündeki alanın, yani dünyanın üçte birinin kuraklıktan etkilendiğini bildirdiler. 2005: Kuraklık, Amazon yağmur ormanını geçici olarak ‘karbon yutağı’ndan ‘karbon kaynağı’na dönüştürdü. 2007: Kuzey Kutbu’nda yazın meydana gelen büyük buzul erimesi, “buzsuz bir Kuzey Kutbu mu olacak” korkusunu yaşattı. IPCC Dördüncü Değerlendirme Raporu daha hızlı ve geri dönüşü olmayan bir iklim değişikliğine karşı uyarıda bulundu. Bali İklim Konferansı’nda Kyoto Protokolü’nü izleyecek süre için bir zaman çizelgesi çıkarıldı. 2008: Polonya’daki Poznan İklim Konferansı’nda, ABD’deki Obama yönetiminin sürece vereceği desteği açıklamasının beklenmesi nedeniyle yavaş bir ilerleme sağlandı. 2009: Aralık ayında tamamlanması beklenen Kopenhag Protokolü ile ilgili müzakereler sebebiyle iklim için en önemli yıl. 8 Kopenhag’ın yüzleri “Finansal kriz, finansal olanaklarımızı aşan biçimde yaşamamızın sonucudur. İklim krizi de, gezegenimizin olanaklarını aşan biçimde yaşamamızın sonucudur.” Yvo de Boer, mizah anlayışı, görevine adanmışlığı ve diplomatik yetenekleri ile tanınan, BM’nin önde gelen iklim yetkilisi. “Gelişmekte olan ülkelerdeki birçok ortağımızla birlikte, Güney Afrika olarak, iklim değişikliğiyle mücadele konusunda daha fazlasını yapmaya kararlıyız. Geleceğe yönelik ortak sorumluluğumuz için üzerimize düşeni üstlenmeye hazırız.” Marthinus Van Schalkwyk, Çevre ve Turizm Bakanı, Güney Afrika Cumhuriyeti, Cape Town, 2008. “Bilimsel bulgulara, konunun aciliyetine ve sorunun büyüklüğüne dair hiçbir şüphe taşımıyoruz. Mevcut durumda karşılaştığımız gerçekler dahi ‘en kötü senaryolar’ın ötesine geçiyor. Hiçbir şey yapmamanın veya eksik yapmanın maliyeti kabul edilemez.” ABD’nin iklim değişikliği elçisi Todd Stern, iklim konusunda Bush döneminin inatçılığının sona erdiğini açıklarken, Bonn, Nisan 2009. “Çin, henüz toplam emisyonlarını azaltma düzeyine gelmiş değil ancak karbon yoğunluğunu azaltmak mümkün.” Çin iklim müzakerecisi Su Wei, ABD’nin iklim konusunda sunduğu önerilerin ardından Çin kendisini yeniden konumlandırırken, Nisan 2009. “Finansal kriz, küresel bir aciliyet duygusunun eşi görülmemiş bir siyasi irade ve işbirliği oluşturabileceğini bize gösterdi. İklim krizi de benzer büyüklükte bir küresel taahhüdü gerektiriyor. Tarih, bizi ortak başarılarımızla sınayacaktır.” Connie Hedegaard, Kopenhag görüşmelerine başkanlık yapacak olan Danimarka İklim ve Enerji Bakanı. 9 Kısaca bilimsel veriler... CO2 gibi sera gazlarının, dünya yüzeyinden uzaya yayılan ısının tutulmasına yol açarak havayı ısıttığını biliyoruz. Bilim insanları bunu yüz yıldır biliyor. Atmosferdeki CO2 miktarının iki katına çıkması halinde sıcaklıkların 2 ila 6°C artacağına ilişkin ilk hesaplamalar bir asır önce İsveçli kimyacı Svante Arrhenius tarafından yapılmıştı. Günümüz iklim modelleri de büyük ölçüde aynı görüşte. Geçen yüzyıl boyunca, özellikle 1970’ten itibaren, dünyanın ortalama 0,74°C ısındığını biliyoruz. Isınmanın önemli bir bölümü insanlar tarafından üretilen CO2 nedeniyle oluşmaktadır. Günümüzde, atmosferdeki CO2 yoğunluğu 200 yıl öncekinin yaklaşık yüzde 40 üzerindedir ve 2000 yılından beri, atmosfere salınan miktar yılda yüzde 2’den fazla artıyor. Bu artış esas olarak, ormansızlaşmadan ve insanların fosil yakıt kullanımından kaynaklanır. Bu CO2’in gezegenimizde ısınmaya yol açmaması yüz yıllık fizik bilgimize ters düşerdi. -VZPS`HRÛ[SHYKHURH`UHRSHUHURHYIVULTPZ`VUSHYÛUÛUNLsTPüP ;VWSHTÛU` aKLZP 30 25 20 Avustralya Kanada Afrika Orta Doğu Orta ve Güney Amerika Japonya Eski SSCB ABD 5 Avrupa 10 Çin, Hindistan ve Kalkınan Asya 15 0 Kaynak: CDIAC Ayrıca, gezegende gözlemlenen ısınmanın başka bir açıklaması yoktur. Güneş döngülerinin on yıllar boyunca küresel sıcaklık artışına etkisi ortalama yüzde 10’dan az olmuş; diğer yandan atmosferdeki CO2 ve diğer sera gazları düzeylerinde en büyük artışların yaşandığı ve en fazla küresel ısınmanın görüldüğü 1970 yılından beri volkanik püskürmelerin ve diğer bilinen doğal etkenlerin küresel iklim üzerindeki etkileri, ısınma değil soğuma şeklinde meydana gelmiştir. 10 Tanı IPCC, 20 yıldan beri iklim değişikliği bilimi üzerine düzenli raporlar hazırlıyor. Yayınlanan son raporlar, iklim değişikliğini ‘tartışmasız biçimde’ ifade ediyor ve acil olarak harekete geçmediğimiz takdirde durumun geri döndürülemez şekilde kötüleşeceğini ortaya koyuyor. Doğa, okyanuslar ve ormanlar aracılığıyla havaya saldığımız CO2’in yaklaşık yarısını emmekte, kalan yarısı ise asırlarca atmosferde kalmaktadır. Ancak, doğal ekosistemler tarafından emilen karbon miktarı düzenli bir şekilde azalmaktadır. Bu nedenle, emisyonları belli bir düzeyde sabit tutmak yeterli değildir. Atmosfere saldığımız her bir ton CO2 durumu daha da kötüleştirmektedir. Sıcaklık artışının az olması için CO2 emisyonlarını hızla azaltmamız gerekmektedir. YAPMAZSAK NE OLUR? Hiçbir tedbir alınmaması, doğa, insanlar ve iş dünyası için oldukça kötü sonuçlar doğuracaktır. Küresel sıcaklıklar bu yüzyılın sonuna doğru en azından 2 ila 4,5°C artacaktır. Isınmadan en fazla karasal alanlar, özellikle kıtaların iç kesimleri ve kutup bölgeleri etkilenecektir. Isınma sonucunda atmosferde bulunacak daha fazla ısı enerjisi ve daha fazla su buharı nedeniyle aşırı iklim ve hava olayları meydana gelecektir. Fırtınaların ve hatta kasırgaların şiddeti ve sıklığı artacaktır. Genel olarak nemli alanlar daha nemli, kurak alanlar ise daha kurak olacaktır. Zaten çok görülen kuraklıklar, daha uzun süreli ve daha şiddetli hale gelecek, daha fazla alanı -Türkiye’yi de içine alan Akdeniz Havzası, Orta Doğu, Orta Asya ve Güney Afrika gibi- etkisi altına alacaktır. Buzulların ve karalardaki buz tabakalarının erimesi sonucunda deniz seviyeleri yükselecektir. IPCC’nin Dördüncü Değerlendirme Raporu’nun ardından yapılan değerlendirmelere göre 2100 yılı itibariyle deniz seviyesinin 1 metreden fazla yükselmesi bekleniyor. Böyle bir artış, Asya’da büyük bölümü Çin, Bangladeş ve Vietnam’da olmak üzere en az 100 milyon, Avrupa’da 14 milyon, Afrika ve Güney Amerika’da ise 8’er milyon kişinin yerlerinden olmaları anlamına geliyor. Ayrıca, deniz seviyesindeki yükseliş 2100 yılında sonlanmayacak, artmaya devam edecektir. Tüm bunlar sadece bir başlangıç olabilir... “İklim sistemimizde, ne yazık ki çok yaklaştığımız ‘devrilme noktaları’ bulunuyor. Bu noktalara gelindiğinde sistemin dinamikleri harekete geçecek ve bizi kontrolümüz dışında kalan çok büyük değişikliklere taşıyacaktır.” James Hansen, NASA, Haziran 2008 11 OLASI devrilme noktaları: • Grönland ve/veya Batı Antartika karasal buz tabakalarının parçalanması. Bu buz tabakaları 3 kilometre kalınlığındadır ve her biri 2 milyon kilometrekareden fazla alan kaplamaktadır. Bu tabakaların herhangi birinin erimesi deniz seviyesinde 6 metre ya da daha fazla artış anlamına gelmektedir. Bazı iklim modellerine göre 1,7°C’lık bir ısınma, Grönland buz tabakasında durdurulamaz bir parçalanma başlatabilir. • Amazon yağmur ormanının s›cakl›k, kuraklık ve yangınlar nedeniyle kurumas›. Bu durum CO2 emisyonuna yol açarak gezegenin ısınmasına, bu da diğer orman sistemlerinin dengesinin bozulmasıyla daha da fazla ısınmaya neden olacakt›r. Bu ayn› zamanda, gezegenin en önemli karbon yutağını ve benzersiz biyolojik çeşitliliği kaybetmemiz anlamına gelecektir. • Kalıcı don (permafrost) bölgelerinde hapsedilmiş olan milyarlarca ton metan gazının serbest kalması. Metan, sera gazlarından biridir ve küresel ısınmayı artırır. Araştırmacılar metan gazının serbest kalışının geçmişte ani küresel ısınma dönemlerini tetiklediğini öne sürmektedir. • Okyanus döngü sisteminin bozulması ile birlikte Avrupa’nın geniş ölçüde soğuması ve Asya muson yağmurlarının dinmesi: Musonların düzenli olması, dünyanın en kalabalık kıtası Asya’da su temini ve gıda üretimi için kritik önemdedir. ENSO / El Niño Amazon sıcaklık dalgalanmalarının yağmur büyüklüğünde veya ormanlarının sıklığında değişim kuruması Hindistan muson yağmurlarında Batı Afrika muson yağmurlarında kaotik istikrarsızlık kayma Batı Antartika buzul tabakasında istikrarsızlık Antartika dip su oluşumunda değişimler Daha yüksek nüfus yoğunluğu Kaynak: Lenton/Ulusal Bilimler Akademisi Grönland'daki buzul Artktik Denizi'ndeki buzullarda azalma tabakasının erimesi Kalıcı don Ozon ve tundranın Atlantik'te Tabakası'nda Kutupaltı Kutupaltı derin su iklim değişikliği ormanlarının yok olması ormanlarının oluşumu kuruması kuruması kaynaklı delik KULAĞA BİLİM KURGU GİBİ Mİ GELİYOR? Geçmişte iklimdeki değişimlerin genellikle ani olduğu bilinmektedir. Örneğin, 10.000 yıl önceki son buzul döneminin sonundaki ısınmanın büyük bölümü birkaç onyıl içerisinde meydana gelmiştir. Kontrol dışı değişimin mevcut riskleri henüz bilim insanlarınca tam olarak rakamlara dökülmemiş olsa da bu riskler gerçektir. Güncel bir araştırma, okyanus döngüsünün bu yüzyılda bozulma olasılığını üçte bir olarak vermektedir. Her şekilde belirsizlik, huzur değil endişe kaynağı olmaktadır. Bu da iklim müzakerecilerinin en güncel bilimsel gelişmelerden haberdar olmas›n› sağlamak için bilimsel değerlendirmelerin sıkça yapılmasının gereğini ortaya koymaktadır. 12 KARBON BÜTÇESİ Isınmayı 2°C ’nin nin altında tutmak Belirsizliklere rağmen, tehlikeli ve geriye döndürülemez iklim değişikliğini önlemek için küresel ısınmanın sanayi devrimi öncesi değerlere göre 2°C’nin oldukça altında tutulması gerektiği konusunda fikir birliği bulunmaktadır. 2°C’lik artış küçük bir oran gibi görülebilir ancak bu artışın gerçekleşmesi geriye hiçbir zaman olmadığı kadar sıcak bir dünya bırakacaktır. Konuya başka bir açıdan yaklaşırsak, Avrupa ve Kuzey Amerika’nın büyük bir bölümünün kalın bir buz tabakasıyla kaplı olduğu ve deniz seviyesinin onlarca metre aşağıda olduğu son buzul çağından bizi ayıran şey yalnızca 6°C’dir. Sıcaklıkları sabitlemek için insan kaynaklı CO2’nin ve diğer sera gazlarının atmosferdeki yoğunluğunu sabitlememiz gerekir. Kolaylık yaratmak amacıyla, bilim insanları tüm bu gazları ‘CO2 eşdeğeri’ olarak bilinen tek bir istatistik altında toplamaktadır. Mevcut durumda CO2 yoğunluğu milyonda 386 partikül (ppm) değerindedir. Diğer sera gazlarıyla birlikte bu 462 ppm CO2 eşdeğerine eşit olup, artışı sürmektedir. Uzun vadede iklim dengesini sağlamak ve sıcaklık artışını sanayi devrimi öncesindeki ortalamanın 2°C altına indirmek, atmosferdeki CO2 eşdeğeri yoğunluğunu 400 ppm’e düşürmeyi ve sanayi devrimi öncesi değerlere dönmeyi gerektirir. PEKİ, BU MÜMKÜN MÜ? 13 EVET, mümkün! UZUN VADEDE, okyanuslar ve ormanlar atmosfere saldığımız CO2’in daha fazlasını emecektir. Sera gazı emisyonuyla sıcaklıkların artması arasında belirli bir zaman farkı bulunmaktad›r. Şimdilik, duman kaynaklı kirleticiler ile diğer sera gazı olmayan emisyonların oluşturduğu ince bir tabakanın güneşin yoğunluğunu azaltmasıyla küresel ısınmadan belli bir oranda korunuyoruz. Bu yüzden, harekete geçmek için birkaç on yıllık süremiz bulunuyor. 2000 2050 ile yılları arasında atmosfere yalnızca 1.000 milyar ila 1.400 milyar ton CO2 eşdeğeri daha bırakmamız mümkün. Bu miktar; fosil yakıt kullanımı, ormansızlaşma ve değişen arazi kullanımı nedeniyle oluşan mevcut emisyon düzeyinde devam edersek, yaklaşık 20 yıllık emisyona karşılık gelmektedir. Üstelik bu ‘karbon bütçesi’nin üçte birinden fazlası 2000 yılı ile günümüz arasındaki dönemde salınmış durumdadır. Sera gazı emisyonunu azaltmaya ek olarak atmosferdeki CO2’in geri toplanması konusunu da ciddi şekilde ele almak zorundayız. Bu yalnızca büyük ölçekli ağaçlandırmayı değil, aynı zamanda fosil yakıtların yerini alacak sürdürülebilir biyoenerjinin kullanımını, karbon tutma ve depolama teknolojilerinin ve atmosferdeki sera gazı yoğunluğunu azaltacak teknolojilerin geliştirilmesini gerekli kılmaktadır. IPCC’nin de belirttiği gibi düşük karbona giden yol dünyanın yüzyılın ortalarına doğru ‘karbon yutağı’ haline gelmesiyle mümkündür. Artık sadece emisyonları azaltmak yeterli değildir – daha da ileriye gitmeye hazır olunmalıdır. Kıyıya çok yakın seyrediyoruz. Hata payımız çok az. 14 DOĞANIN YUTAKLARI VE KAYNAKLARI İnsan faaliyetleri sonucu ortaya çıkan CO2 emisyonunun yaklaşık yarısı, gezegen yüzeyinin iki büyük doğal karbon deposu olan ormanlar ve okyanuslar tarafından hızla emilir. Bu bir şanstır. Doğanın bu bedelsiz hizmeti olmasaydı dünya çok daha sıcak bir yer olurdu. Dolayısıyla, ‘karbon yutakları’nın korunması, küresel iklim değişikliğinin hızını azaltmak açısından yaşamsal öneme sahiptir. Ancak, bu doğal depoları korumakta başarısız kalıyoruz. Bunun yerine, bu alanları yok ediyoruz. Ormanları yok etmemiz sonucu tutulan karbonun atmosfere salınması, böylece karbon yutağı olan bu alanların karbon kaynağına dönüşmesine neden oluyor. Günümüzde ormansızlaşma, küresel sera gazı emisyonunun yaklaşık beşte birini oluşturur. Hayatta kalan ormanlar atmosferdeki CO2’i toplamaya devam ederken, ormansızlaşma orman alanlarını büyük yutaklardan büyük CO2 kaynaklarına dönüştürmektedir. İşte bu nedenle ormansızlaşmayı DURDURMAK, iklimi korumak açısından son derece önemlidir. Bir diğer büyük bir tehlike ise, ormansızlaşmayı durdursak bile ormanların, küresel ısınmaya yenik düşmesi tuttukları karbonu atmosfere bırakması ve küresel ısınmayı hızlandırmasıdır. 2005 yılında yaşanan kuraklık sırasında birçok ağaç birer karbon kaynağına dönüşmüştür. Aynı yıl, Amazon yağmur ormanları atmosfere Avrupa ve Japonya’nın yıllık toplam CO2 emisyonuna eşdeğer olan 5 milyar ton CO2 salmıştır. Benzer şekilde, okyanuslar da ısındıkça CO2 yutma yeteneğini kaybedebilmektedir. Önceleri gezegenin en büyük doğal karbon yutaklarından biri olan Antartika’daki Güney Buz Denizi’nin son 25 yıldır daha az karbon tuttuğu gözlenmiştir. Nedeni tam olarak bilinmemekle birlikte bu durum; sera gazı emisyonlarının büyük bir hızla artması karşısında okyanusların karbon tutma kapasitesinin sınırlanması, ısınan okyanus sularından daha fazla CO2’in atmosfere salınması ve suların ısınması nedeniyle atmosferdeki fazla CO2’in önemli bir kısmını yutan deniz yosunlarının gelişiminin engellenmesine bağlanmaktadır. “Sıcaklıklar artmaya devam ederse turistlere gösterebileceğimiz hiçbir canlı mercan kalmayacağından endişe duyuyorum.” Carlton Young Junior, dalış hocası ve tur operatörü, Belize 15 ANLAŞMAKYOTO PROTOKOLÜ için küçük bir rehber Kyoto Protokolü, aynı ismi taşıyan antik Japon kentinde 184 hükümet tarafından Aralık 1997’de kabul edildi. Protokol, 37 sanayileşmiş ülkenin sera gazı emisyonlarını 2008 ile 2012 yılları arasında 1990 seviyesinin ortalama yüzde 5 altına indirme yükümlülüğü getirerek 2005 yılında yasal bağlayıcılık kazandı. Protokol, iklim değişikliğiyle mücadele konusunda atılacak adımlar için temel bir çerçeve oluşturması itibarıyla sera gazı emisyonlarının kontrolü açısından tarihi bir ‘ilk adım’dı. Kyoto Protokolü ile birlikte sanayileşmiş ülkelerin çoğu, sera gazı emisyonlarını sınırlandırmak için gerekli kurumsal yapıları ve politikaları geliştirmişler, bazı ülkelerde ve bölgelerde ise sera gazı emisyonları gerçek anlamda düşmeye başlamıştır. Ancak, protokolün küresel boyuttaki sera gazı emisyonu artış eğilimi üzerindeki etkisi sınırlıdır. Bunun yanı sıra Kyoto Protokolü’nün oluşturduğu mekanizmalardan bazıları sorgulanabilir niteliktedir. Ülkeler, diğer ülkelerdeki emisyon azaltıcı projelere yatırım yapmak suretiyle sera gazı emisyonu azaltım hedeflerine kısmen ulaşabilmektedir. Bu ‘esneklik mekanizmaları’nın en önemlisi; yatırımcıların gelişmekte olan ülkelerdeki emisyon-önleyici projelere yatırım yaparak kendi ülkelerindeki emisyonları denkleştirmelerine veya piyasadaki diğer iklim kirleticilerine ‘karbon kredileri’ satmasına olanak tanıyan Temiz Kalkınma Mekanizması’dır (CDM – Clean Development Mechanism). Bugün CDM’ye kayıtlı binden fazla proje bulunmakta olup, 4.000 kadarı da sırada beklemektedir. Bu projeler zaman içerisinde Avustralya, Almanya ve İngiltere’nin mevcut toplam emisyonlarından daha büyük miktarda emisyon azaltımını sağlayabilir. Projeler, Hindistan’daki rüzgar türbinlerinden, Brezilya’da arazi dönüşümü yapılan alanlarda metan gazı depolanmasına ve Orta Amerika’daki jeotermal tesislerine kadar pek çok alanı kapsamaktadır. Ancak, birkaç ülke (özellikle Çin, Hindistan, Brezilya ve Meksika) bu mekanizma kapsamındaki projelerden en büyük payı alırken, özellikle Afrika’da yer alan, en az gelişmiş ülkelerin sürecin dışında bırakılması endişe doğurmaktadır. Diğer yandan, birçok projenin oldukça sınırlı sera gazı azaltımı sağlanması da kaygı vericidir. CDM’nin kullanım alanları ve işleyiş biçiminde reforma gidilmesi gerçek anlamda emisyon azaltımının sağlanabilmesi için gerekli görülmektedir. Bunun yanında Kyoto Protokolü kapsamında, salınım azaltım taahhüdünde bulunan ülkeler, Avrupa Birliği ülkelerinin yaptığı gibi emisyon yükümlülüklerini kendi aralarında yeniden paylaştırabilmekte ve ticaretini yapabilmektedir. Bu alım satımlar, sera gazı azaltım projelerinin maliyetinin en az olduğu yerlerde yapılmasını sağlayarak iklimin korunmasını daha etkin maliyete getirmeyi amaçlamaktadır. 16 “20 yıldan beri kutup ayılarının Kanada’nın Hudson Körfezi’nde bir araya gelişlerinin fotoğrafını çekerim. Her geçen yıl kış mevsimi biraz daha geç geliyor. Avlanmak üzere buzun üzerine çıkamadan geçirdikleri her hafta, kutup ayılarının bedenlerinde daha az yağ olması ve daha sağlıksız olmaları anlamına geliyor. Giderek daha küçük ve daha hafif hale geliyorlar. Eğer bu eğilim sürerse, önümüzdeki 20-30 yıl içerisinde Hudson Körfezi’nin kutup ayıları maziye karışacak.” Daniel J. Cox, yaban hayat fotoğrafçısı, Kanada Kyoto Protokolü’nce, gelişmekte olan ülkelerin kendi yükümlülükleri bulunmakta ancak bağlayıcı emisyon azaltım hedefleri bulunmamaktadır. Örneğin, CDM’de yer alarak emisyon yoğunluklarını azaltmak üzere fon alabilmektedirler. Sanayileşmiş ülkelerin, gelişmekte olanlara teknoloji transferi ve finansal yardımlarla destekleme yükümlülüğü vardır. Emisyon azaltımına ek olarak, iklim değişikliğinden en çok etkileneceklere yardımcı olmak üzere son iklim müzakerelerinde bir ‘uyum fonu’ oluşturulmuştur. Bu fon, CDM projeleri üzerinden alınan yüzde 2 oranındaki vergiden oluşmaktadır. Ancak, henüz bu mekanizma altında fonlanan proje bulunmamaktadır. Protokolün yükümlülüklerini yerine getirmeyenlere karşı düzenlenen cezaların etkisi çok azdır. Kanada, hedefi yüzde 6’lık bir azaltma olduğu halde, 1990 düzeylerinin yüzde 25’inden daha fazla miktarda emisyon salmaktadır. ABD ise 2001 yılında Protokol’den tamamen çekilmiştir. Kyoto Protokolü mükemmel olmaktan çok uzaktır, ancak önemlidir. Emisyon azaltım hedeflerinin 2012 yılı itibarıyla SONLANACAĞI da dikkate alındığında bir sonraki adımın, iklim değişikliğinin bilimsel boyutunu dikkate alan, daha iddialı ve geniş kapsamlı bir sistemi hedeflemesi gerekmektedir. 17 EMİSYONLARI yüzde 80 AZ ALTMAK Kopenhag, Kyoto’dan daha iyisini yapmalıdır. Dünya artık daha sıcak, iklim değişikliği daha hızlı, sera gazı emisyonu 1990’daki değerinden yüzde 25 daha yüksek durumdadır. On yıllık bilim ve iki yeni IPCC raporu sayesinde artık harekete geçmediğimiz durumda karşılaşacağımız tehlikeleri daha kesin şekilde biliyoruz. Ülkelerin çoğu, küresel ısınmanın 2°C’nin altında tutulması konusunda hemfikirdir. Ayrıca, en azından teorik olarak, önümüzdeki yıllarda sera gazı yoğunluğunu sabitlemek için bir emisyon rotası oluşturulması gereği üzerinde anlaşmaya varıldı. Artık geçici anlaşmalara yer yok: Kopenhag, iklim felaketini önlemek için yapılması gerekenlerin titiz bir bilimsel değerlendirmesini temel almalıdır. Küresel ısınmanın 2°C’nin altında kalması için, 2000-2050 yılları arasında emisyonların yaklaşık 1.400 milyar ton CO2 eşdeğerinden fazla olmaması gerekiyor. Bu, 2050 yılı itibariyle küresel sera gazı emisyonunun 1990 düzeyinin en az yüzde 80 altına indirilmesi anlamına geliyor. Bunun için küresel sera gazı emisyonunun, 2015 yılı itibariyle en üst seviyeye ulaştıktan sonra hızla DÜŞMEYE başlaması gerekmektedir. Bu gerçekleşse bile, 2050 sonrasında da atmosferdeki CO2 yoğunluğunun kabul edilebilir düzeylere inebilmesi için emisyon azaltımına devam edilmesi gerekecektir. Bir başka deyişle, ormanları koruyarak ve teknolojik araçlardan yararlanarak atmosferdeki CO2’i tutmamız gerekecektir. 18 “Biz bir adada yaşıyoruz ve kasırgalar, fırtınalar ve gelgitler ile sık sık doğanın öfkesine şahit oluyoruz. Deniz geri çekilirken evlerimizi, arazimizi ve geçim kaynaklarımızı alıp götürüyor. Toprağımızı tuzlu ve ürün ekimine elverişsiz bırakıyor. Her şey hızla değişiyor. Şimdiden iki evimi kaybetmiş durumdayım ve üçüncüsünü de kaybetmekten korkuyorum. Erken uyarı olanağı olmadığı için tamamen çaresiz durumdayız. Eş yalarımızı toplayıp daha emin yerlere gitme olanağımız dahi yok.” Intaz Sah, Hindistan kıyıları 2050 yılı için belirlenecek hedefler, tüm sanayileşmiş ülkeleri aynı zamanda da büyük miktarda emisyon salan tüm ülkeleri kapsamalıdır. Küresel emisyonunun yüzde 80’ini oluşturan en yüksek emisyona sahip ülkeler en kısa sürede sürece dahil olmalıdır. Bu sağlandıktan sonraki aşamada ise tüm dünyanın ‘yükü paylaşmak’ için değil de gönüllü bir tercih olarak temiz enerji teknolojilerine geçerek sıfır karbon geleceğine doğru adımlar atmasını beklemeliyiz. 20. yüzyılın sanayileşmiş ülkeleri kömürün kirli havasından kurtulma kararını nasıl verdilerse karbon alışkanlığından kurtulmak için de aynı kararlılığı gösterecekler. Sanayileşmiş ülkelerin harekete geçmesi, ABD’nin yeniden küresel iklim çerçevesine geri dönmesi ve Malezya, Kore Cumhuriyeti, Suudi Arabistan ve Singapur gibi yeni sanayileşen ülkeler ile Çin, Brezilya, Endonezya, Hindistan, Güney Afrika ve Meksika gibi hızla gelişen ekonomilerin de sürece dahil olması gerekmektedir. Peki küresel emisyonların önümüzdeki on yıl içerisinde zirveye çıkıp ardından hızla düşmeye başlamasını nasıl sağlayabiliriz? 19 SORUMLULUK almak... Sanayileşmiş ülkeler için hedefler IPCC’nin bilimsel çalışmalarını temel alan Bali İklim Konferansı (2007), ara hedef olarak, sanayileşmiş ülkelerin 2020 yılına kadar sera gazı emisyonlarını 1990 düzeyinin yüzde 25-40 düşürmeleri gerektiğini ifade etmiştir. Küresel ısınmayı sınırlamak için sanayileşmiş ülkelerden 2020 sonrası dönemde daha da keskin azaltım hedefleri beklenmektedir. 2009 yılı itibariyle, ülkelerin çoğunun verdiği sözler bu aralığın altında yer almıştır. Hedeflere en yakın azaltımı yüzde 20’lik emisyon azaltım hedefi ile Avrupa Birliği taahhüt etmiştir ve diğer ülkelerin de aynı yolu izlemeleri halinde bu limiti yüzde 30’a taşıyabileceğini belirtmiştir. Ancak AB’nin teklifi daha çok ‘denkleştirme’ mekanizmalarını kapsamakta (diğer ülkelerdeki emisyon azaltım projeleri ile kendi emisyonlarını denkleştirme), kendi sınırları dahilinde 2020 yılına kadar gerçekleştirmeyi taahhüt ettiği emisyon azaltımı yüzde 5’i geçmemektedir. ABD yönetimi, 2020 itibarıyla emisyonlarını 1990 düzeyine indirme niyetini açıklamış, daha da fazla düşürme konusunu değerlendirdiklerini belirtmiştir. Kanada, Kyoto taahhütlerine uygun olarak emisyonlarını azaltmak için neredeyse hiç gayret sarf etmemiştir. Japonya ve Rusya ise 2012 sonrası için kayda değer bir emisyon azaltım hedefi belirtmemiştir. Bu yetersizdir. Ne kadar az azaltım yaparsak 2°C eşiğini geçme riskini o kadar artırırız. WWF, Kyoto Protokolü’ne taraf olmayanlar da dahil TÜM sanayileşmiş ülkelerin, emisyonlarını 2020 yılı itibariyle 1990 düzeyinin yüzde 40 altına indirmek üzere bağlayıcı taahhüt almalarını talep eder. Bu azaltımın büyük kısmı ülke sınırları içerisinde gerçekleşmelidir. Sanayileşmiş ülkelerin bu hedefe ulaşmadaki başarısızlıkları gelecek yıllarda dünyanın elindeki seçenekleri de büyük oranda azaltacaktır. Bu ülkelerin yeterli azaltım yapmaması özellikle kalkınmaya gereksinim duyan yoksul ülkelere ayrılması gereken atmosfer alanının işgal edilmesi anlamına gelecektir. Bu durum özellikle en az gelişmiş ülkeler için geçerlidir. Bu ‘sıfır toplamlı oyunda’, sanayileşmiş ülkeler tarafından salınacak her ton, kalkınmakta olan ülkelerin salamayacağı bir ton anlamına gelmektedir. İşi 2020 yılına da bırakamayız. Kyoto’nun kapsadığı 2008-2012 ile sonraki dönem arasında boşluk olmamalıdır. Kopenhag’da 2013-2017 dönemini kapsayacak yükümlülük dönemi için hedefler belirlenmelidir. Ayrıca Kopenhag’da 2018-2022 dönemi hedeflerinin belirlenmesi için 2013 yılını geçmeyecek bir müzakere tarihi belirlenmelidir. WWF, bilim insanlarından durumun daha da kötüleştiğine ilişkin uyarılar WWF geldiği takdirde dünyanın hızla harekete geçmesini sağlayacak bir ‘acil durum değerlendirmesi’ maddesinin yeni anlaşmada yer alması gerektiğine inanmaktadır. 20 Kaplanlar da masada yer almalı Kyoto Protokolü dünyayı, emisyon hedefleri olan (Ek 1 ülkeleri olarak adlandırılan) zengin, sanayileşmiş ülkeler ile geri kalan ülkeler olarak ikiye ayırmıştı. Ancak, mesele bu kadar basit değil. Ek 1’de yer almayan bazı ülkeler ‘yeni sanayileşen ülkelere’ dönüştüler. Bu ülkelerin bazıları, Romanya ve Ukrayna gibi Ek 1 ülkelerinden zengin duruma geldiler. Dahası, canlanan ekonomileri nedeniyle bu ülkelerin kişi başına düşen emisyon miktarı ve geliri daha yüksektir. WWF, artık bu ülkelerin ‘gelişmekte olan ülke’ zırhının arkasına saklanmamaları gerektiğine inanmaktadır. Bu ülkeler yeni sanayileşen ülkeler olarak sorumluluklarını kabul etmeli ve bağlayıcı emisyon azaltım hedefleri almalıdırlar. )RVLO\DN×WODU×QGDQND\QDNODQDQ&22HPLV\RQODU×QGDNLGHĊLċLP 1990-2005 ((QGHNV) 500 400 300 Endeks 100 = 1990 düzeyi 0 Romanya ABD Çin Singapur Bahreyn Kore Cum. İsrail S. Arabistan Tayvan Hindistan Kuveyt BAE Endonezya Katar 100 Malezya 200 Kaynak: CDIAC Örneğin Malezya, bazı Doğu Avrupa ülkeleri kadar zengindir, ancak Doğu Avrupa ülkelerinin çoğu Kyoto Protokolü gereğince emisyonlarını 1990 yılından itibaren düşürmeye başlamışken, Malezya emisyon miktarını dörde katlamıştır. Büyük çaplı ormansızlaşmanın da etkisiyle kişi başına düşen emisyon miktarı Avrupa ortalamasının yaklaşık üç katı duruma gelmiştir. Tayvan, Kore Cumhuriyeti ve İsrail’in de 1990’dan bu yana kişi başına emisyon miktarı iki katına çıkarak Avrupa seviyesine gelmiştir. Singapur’un emisyon miktarı yaklaşık yüzde 50 oranında artmış, pek çok Avrupa ülkesinden yüksek seviyelere ulaşmıştır. Kyoto Protokolü’nün muaf tuttuğu pek çok Körfez ülkesinin emisyon miktarı bu örneklerden de yüksek durumdadır. Suudi Arabistan 1990’dan bu yana emisyonlarını nerdeyse iki katına çıkarmış olup, Lüksemburg hariç tüm Avrupa ülkelerinden yüksek kişi baş emisyon seviyesine çıkmıştır. Birleşik Arap Emirlikleri, Bahreyn, Kuveyt ve Katar, kişi başı emisyon miktarı liginde ilk dörttedir. Birinci sırada yer alan Katar’ın 1990’dan bu yana emisyon miktarı dört kattan fazla artmış, kişi başı emisyon miktarı ise ABD’nin üç katına varmıştır. 21 Gezegeni kurtarmak için TARİHİ bir anlaşma Kyoto’da Çin, Hindistan ve Brezilya gibi gelişmekte olan ülkeler emisyon hedefleri almamış ancak birçok sorumluluk üstlenmiştir. Bu üç ülkenin kişi başına düşen emisyon miktarı, yeni sanayileşen ülkeler dışında kalan sanayileşmiş ülkelerle karşılaştırıldığında düşük kalmaktadır. Örneğin Çin, toplamda atmosfere ABD KADAR CO2 salmaktadır ancak ABD’nin dört katı nüfusa sahip olması nedeniyle kişi başı emisyon miktarı daha düşüktür. Bu ülkelerin atmosferdeki sera gazı miktarındaki tarihi payları da daha düşüktür. Bir karşılaştırma yapmak gerekirse, en az emisyona sahip 100 ülkenin toplam emisyon miktarı küresel emisyonun sadece yüzde 3’ünü oluşturmaktadır. Buna rağmen, gelişmekte olan ülkelerin ekonomileri büyüdükçe emisyonları artmaktadır ve şu an küresel emisyonun neredeyse yarısını oluşturmaktadır. İster zengin ister yoksul olsun, gezegendeki hiçbir ülkenin kalkınma rotasını ataları gibi ‘böyle gelmiş böyle gider’ anlayışıyla sürdürme lüksü yoktur. WWF, gelişmekte olan ülkelerin sera gazı emisyonlarının, 2020 yılında ‘hiçbir değişiklik yapılmadığı durum’daki tahminlere göre ulaşacağı seviyenin yüzde 30 altına indirmesi gerektiğini savunuyor. Bu, gelişmekte olan ülkelere yönelik ÖNEMLİ ve TARTIŞMAYA AÇIK bir çağrıdır. Ancak, bu gezegene karşı bir yükümlülüktür ve adil bir biçimde gerçekleştirilmesi mümkündür. Gelişmekte olan ülkelerin yeşil kalkınma yolunu seçtiklerinde karşılaşacakları ek maliyetleri zengin ülkelerin karşılaması halinde, gezegene karşı bu zorunluluk adil bir biçimde yerine getirilebilir. Sonuçta, gezegeni ısıtmış olanlar gelişmiş ülkelerdir ve atmosferin büyük bölümü gelişmiş ülkelerin emisyonlarıyla dolmuştur. “Muson yağmurları artık daha geç geliyor ve daha kısa sürüyor. Bu değişikliklerden ötürü Güney Çin Denizi’nden buraya eskisinden az mavi yengeç geliyor. Av miktarı, tuzak başına 300 gramdan 30 grama düştü. Aralık 2008’de, ABD pazarına ürün sağlayan bir fabrikayla yaptığım yengeç temini sözleşmemi yenileyemedim.” Christopher Kong, yengeç avcısı, Sabah, Malezya 22 GELİŞMEKTE OLAN ÜLKELER için iyi haber: Bu ülkelerin, geleneksel teknolojileri pas geçip, doğrudan yeni, düşük emisyonlu yöntem ve süreçleri kullanarak eski teknolojilerin kirlilik, sağlık koşullarında bozulma ve doğanın tahribi gibi istenmeyen yönlerinden kaçınması mümkündür. Üstelik yeşil, düşük karbonlu teknolojiler daha verimlidir ve uzun vadede tasarruf sağlar. GELİŞMİŞ ÜLKELER için iyi haber: Gezegenin yaşam destek sistemleri şimdilik, yoğun kirlilik yaratan sanayileşmenin sonuçlarından kurtulabilecek durumdadır. Gelişmekte olan ülkelerin bazıları kolları sıvadı bile. Güney Afrika, emisyonlarının 2020’de zirveye çıktıktan sonra düşmeye başlayacağını taahhüt etti. Meksika, 2050’ye kadar emisyonlarını yüzde 50 azaltmaya söz verdi ve Nisan 2009’da emisyon azaltımı konusunda işbirliği için Obama yönetimi ile anlaşmaya vardı. Çin, Brezilya ve Hindistan, ekonomilerinin karbon yoğunluğunu azaltıyor, yenilenebilir enerji endüstrileri inşa ediyor. Çok yakın bir geçmişte Filipinler 2020 yılı için yüzde 50’lik yenilenebilir enerji hedefi benimsedi; Endonezya ve Brezilya gibi ormanlarını hızla kaybeden ülkeler ise 2020 itibariyle ormansızlaşmayı yaklaşık yüzde 70 azaltma hedefi belirledi. WWF, gelişmekte olan ülkelerin, ulusal düşük-karbon eylem planları hazırlamaları gerektiğini savunuyor. Bu planlar, ülkelerin kendi sürdürülebilir kalkınma önceliklerini temel almalıdır. Bununla birlikte, ‘hiçbir değişiklik yapılmadığı durum’a göre yüzde 30 indirim hedefine ulaşmayı amaçlamalıdır. Bu farklılıkların bir bölümü kendi kendisini amorti edecektir. Bir kısmı ise sanayileşmiş ülkelerin tarihsel kirletme sorumluluklarını yansıtacak şekilde, bu ülkelere yatırım ve teknolojik destek sağlamalarını gerektirecektir. En az gelişmiş ülkeler, kalkınma stratejilerinin bir parçası olarak düşük karbonlu kalkınma planları yapmak isteyebilirler. WWF bu konuda onları teşvik etmektedir. Bununla birlikte, bu tür girişimleri şimdilik başlatmak ZORUNDA olmamalıdırlar. 23 Kazan yakıtları... Emisyon KARA DELİĞİ Kyoto Protokolü uluslararası hava taşıtları ve gemicilik işlemlerinden kaynaklanan emisyonları kontrol etmemektedir; çünkü müzakereciler bundan kimin sorumlu olacağı üzerinde karara varamamışlardır. Sorumlu taraf gemi ya da uçağın hareket ettiği veya vardığı ülke mi olmalıdır yoksa aracın, yolcuların ya da malların ana vatanı mı esas alınmalıdır? Protokol, bu konudaki kararları Uluslararası Denizcilik Örgütü ve Uluslararası Sivil Havacılık Örgütü’ne bırakmıştır. Bu konuda henüz FAZLA BİR İLERLEME SAĞLANAMADI. Ama uçak ve gemilerden kaynaklanan emisyon hızla artmaya devam ediyor. Havacılıktan kaynaklanan sera gazı emisyonu yer kaynaklı CO2 emisyonuna kıyasla küresel ısınmaya daha fazla etki etmektedir ve bazı değerlendirmelere göre küresel ısınmanın yüzde 5’inden fazlasından sorumludur. Bu oran Kyoto Protokolü’nün gelişmiş ülkelerden talep ettiği emisyon azaltım oranına eşittir. Kopenhag zirvesine yaklaşırken herkes bu yasal boşluğun kapatılması konusunda hemfikir durumdadır. AMA NASIL? Bugün pek çok seçenek mevcut... En basit seçenek emisyonlar için hangi ülkenin sorumlu tutulacağı (örneğin, çıkış limanı) konusunda anlaşmaya varmak ve daha sonra emisyon miktarını ulusal emisyon toplamına dahil ederek sanayileşmiş ülkelerin azaltım hedeflerine katmaktır. Ancak sanayileşmiş ülkeler buna karşı çıkmakta, bu sektörlerin küresel sektörler olduğunu ve bu nedenle küresel bir çözüme ihtiyaç olduğunu ifade etmektedirler. Böylesi bir kararın hava ve deniz taşımacılığının zarar görmesine yol açacağını savunmaktadırlar. Bu ülkeler bunun yerine, her iki endüstrinin de ayrı birer ‘ülke’ gibi değerlendirilmesi gerektiğini, böylece uluslararası hava taşıtlarının kendi endüstrisi tarafından belirlenecek ve kontrol edilecek ayrı emisyon azaltım hedefleri olabileceğini ileri sürmektedirler. Bu gemicilik için de geçerli görülmektedir. Ancak bu öneri gelişmekte olan ülkelere bir haksızlıktır; çünkü bu gelişmekte olan ülkelerin şimdilik yasal bağlayıcılığı olan emisyon azaltım hedefleri üstlenmeme hakkını çiğnemek anlamına gelmektedir. Küçük ada devletleri böylesi bir durumun yaşamsal değere sahip turizm endüstrisini ve gıda ithalatını olumsuz etkileyeceği konusunda endişelidir. Açık bir uzlaşma sağlanamadığından, bu konu Kopenhag’daki en tartışmalı konulardan biri olabilir. WWF, bu sektörlerin emisyonlarının gelişmiş ülkelerin emisyonlarına dahil edilmesinin küresel emisyonların büyük bir bölümünün üstesinden gelinmesini sağlayacağı inancındadır. Aynı şekilde, gelişmekte olan ülkeler de harekete geçmelidir. Ayrıca, kazan yakıtlarına uygulanacak bir vergi ile bir yandan iklim değişikliğine uyum için fon yaratılırken bir yandan da düşük karbonlu kalkınma teşvik edilebilir. 24 Anlaşma... UYUM İklim değişikliği bir gerçek. Şimdiden insan hayatına, geçim kaynaklarına ve doğanın yaşam destek sistemlerine zarar veriyor. Yol açtığı doğal afetler ölümlere neden oluyor. Dünyanın bir yandan durumun daha da kötüleşmesini engellemek için çabalaması, bir yandan da kaçınılmaz iklim değişikliğine uyum sağlaması gerekiyor. Eğer hava koşulları daha tehlikeli hale gelecekse başımıza geleceklere karşı hazırlıklı ve dirençli olmalıyız. İklim değişikliğinin ilk ateş hattında yer alan ülkelerin çoğu iklim değişikliğinden en az sorumlu olanlardır. 100 ülke toplam emisyonların yaklaşık yüzde 3’ünden sorumludur. Bu yoksul ülkeler halen iklimin gittikçe tehlikeli hale geldiği bölgelerde bulunmaktadırlar. 150 milyon Bangladeşlinin kişi başı ortalama emisyonu, ortalama bir Amerikalı’nın altmışta biri kadardır. Ama bu gerçek, onları deniz seviyesinin yükselmesinden, ani fırtınalardan, toprağın tuzlanmasından ve şiddetli tayfunlardan korumayacaktır. Afrika ülkelerinin çoğunda olduğu gibi, ortalama bir Brundi vatandaşının kişisel karbon ayak izi, Batı’daki bir evin televizyonunun bekleme modunda yaptığı emisyonla aynı düzeydedir. Ancak, iklim değişikliğinin, bu bölgelerde tarımsal üretimin kuraklık ve sıcaklıklardan ötürü yüzde 30 oranında düşürmesi beklenmektedir. Pasifik ya da Hint Okyanusu’nda yer alan Tuvalu ve Maldivler gibi tehlike altındaki ada devletleri, önümüzdeki yarım yüzyılda, bu adaların yaşanamaz hale gelmesine neden olabilecek ani fırtınalar, kıyı erozyonu ve deniz seviyesinde yükselmeyle karşı karşıyadır. Peki bu adaların sakinlerinin nereye gitmesini bekliyoruz? İklim değişikliğinin en büyük sorumlusu olan sanayileşmiş ülkeler bu insanlara mülteci statüsü verecek mi? Ve onları göç etmek zorunda bırakmak ADİL mi? 25 Bu noktada da gelişmiş ülkeler, iklim değişikliğinin kurbanı olan yoksul ülkelerin değişikliğe uyum sağlaması için fon sağlamakla yükümlüdür. “Kirleten öder” ilkesini temel alan uluslararası hukuk, önde gelen CO2 salıcılarının bu ülkeleri korumasının yasal bir yükümlülük olduğunu öne sürmektedir. İklim değişikliğiyle ilgili olarak kurulmuş tek demokratik fon olan ve gelişmekte olan ülkelerin uygun şekilde temsil edildiği Uyum Fonu bu yolda iyi bir başlangıçtır. Fonun ana gelir kaynağı CDM projeleri üzerinden alınan yüzde 2’lik vergidir ve 2008 yılında çalışmalara başlanmıştır. WWF’ye göre bu yeterli değildir. Aradan sekiz yıl geçmiş olmasına rağmen Uyum Fonu hâlâ faaliyete geçememiştir. Bugüne kadarki iklim değişikliğinin ana sorumlusu olan sanayileşmiş ülkeler, tehlike altındaki mağdur ülkelerin korunması için ödeme yapma yükümlülüğünü kabul etmek zorundadır. Bunun bir yolu, havayolu biletlerine uygulanacak ‘kirleten öder’ vergisi ya da deniz taşımacılığında uygulanacak bir vergi olabilir. Buna ek olarak, ülkelerin iklim değişikliği kaynaklı doğal afet mağdurlarına yardımcı olmak üzere uluslararası bir sigorta mekanizması oluşturması gereklidir. GEÇMİŞTE TUTULMAYAN SÖZ LER Kyoto Protokolü kapsamında en az gelişmiş 48 ülkeye, Ulusal Uyum Eylem Programları (NAPA – National Adaptation Programme for Action) hazırlamaları için fon sağlanmıştı. Buradaki hedef, dağlık bölgelerdeki buzul göllerinin korunması ya da kıyısal savunma hatları oluşturulması gibi en acil tedbirleri belirlemekti. Bu bağlamda, Küresel Çevre Fonu (GEF - Global Environment Facility) çatısı altında bir fon oluşturuldu. Bugüne kadar 39 adet NAPA tamamlanmıştır; dokuzu da yakında tamamlanacaktır. Ancak, bunları gerçekleştirecek para yoktur. Sonuç olarak, programlarda bulunan yalnızca birkaç proje detaylandırılarak fon için sunulabilmiştir. Program durma noktasındadır. İklim sorunundan en az sorumlu olan ülkelerin iklim değişikliğine uyumu için fon sağlama sözü veren sanayileşmiş ülkelerin vaatleri boş çıkmıştır. WWF, projelerin gerçekleştirilebilmesi için sanayileşmiş ülkelerin 2009 yılı bitmeden Uyum Fonu için 2 milyar dolar ayırması gerektiğini belirtmektedir. Bu, Kopenhag görüşmelerindeki havayı düzeltebilecek, acilen ihtiyaç duyulan bir iyi niyet göstergesi olacaktır. 26 UYUM nasıl gerçekleştirilebilir? Bazen mühendislik acil bir ihtiyaç haline gelebilir. Himalaya buzulların erimesiyle ortaya çıkan su, dar vadilerde, genelde molozlardan oluşan doğal barajların ardında birikmiştir. Ancak göller dolunca kontrolden çıkabilir ve barajlar yıkılarak sularını aşağıya bırakabilir. Bhutan’da 2.000’den fazla bu tür buzul gölü bulunmaktadır ve bunların 24’ü ani sellere yol açma riski taşıyan göllerdir. Bu göllerin mühendislerce incelenmesi ve afetler yaşanmadan su miktarının azaltılması gerekmektedir. “Dig Tsho gölünden gelen suların evimi yıkıp geçmesinden önce duyduğum şiddetli gürleyiş hâlâ kulaklarımda. Göl, eriyen bir buzulun sularıyla dolmuştu ve bir gün aniden patladı. O zamanlar gençtim. Suların, 14 asma köprüyü parçalayışına, ev ve iş yerlerimize zarar verişine şahit olduk. Köyümüzden beş kişi bu olayda öldü. Bugün tek gelirim pansiyonuma gelen turistlerden kazandığım para. Ailemin, bir başka selin daha üstesinden geleceğini sanmıyorum.” Ang Maya Sherpa, Nepal Bazen insanların erken uyarıya ve afete hazırlıklı olmaya ihtiyacı vardır. Kıyı bölgeleri, deniz seviyesindeki artış nedeniyle, yerel toplulukları yok edebilecek güçlü gelgitlere ve fırtınalara karşı eskisinden daha savunmasız durumdadır. Bangladeş’de 1991 yılındaki bir kasırgada 138.000 insan hayatını kaybetmiştir. O günden beri Bangladeş’te, setlerin üzerlerine sel sığınakları yaparak bölgeyi vatandaşları için daha emniyetli hale dönüştürmeye çalışmaktadır. Artık, insanların ne zaman sığınaklara gideceklerini bilebilmesi için daha iyi bir kasırga uyarı sistemine ihtiyaç vardır. 27 İnsanların doğru ve uygulanabilir bilimsel verilere ihtiyacı var... İklim değiştikçe kendine yetebilen milyonlarca çiftçinin, yüksek sıcaklıklar ve uzun süreli kuraklıklarla başedebilmek için yeni tohumlara gereksinimi olacaktır. Güney Afrika’nın bazı bölgelerinde şimdiden yüzde 30’un üzerinde ürün kaybı yaşanmaktadır. Ürünler iklim değişikliği sebebiyle artan kuraklığa uyumlu hale getirilmedikçe bu durum sürecektir. İklim değişikliği ile birlikte hastalıklar yayıldıkça hem insanlar hem de çiftlik hayvanları için yeni aşılama kampanyalarına da gereksinim duyulacaktır. Ekosistem bazlı uyum Aslında, iklim değişikliği ve etkilerine karşı tampon görevi gören ekosistemlerin korunması en önemli ihtiyaçtır. Doğa, bizlere sayısız ‘ekosistem hizmeti’ sağlar. Doğadan yararlanmak; kıyıları fırtınalardan ve artan gelgitlerden korumanın en ucuz yoludur. 15 yıldan beri Vietnamlılar, Kızılhaç’ın yöresel temsilcilerinin koordinasyonunda tayfunlara en açık sahillerde mangrov (Hindistan sakız ağacı) ormanları oluşturmaktadır. Bu ağaçlar dalgaları kırar ve fırtınanın etkisini hafifletir. 2000 yılında Wukong tayfunu bölgeyi vurduğunda mangrov dikilmiş alanlar korunurken, komşu bölgeler tayfundan kötü bir şekilde etkilenmiş, evler yıkılmış, insan cesetleri kıyıya vurmuştur. Şimdiye kadar yaklaşık 1 milyon dolar maliyetle 12.000 hektar alana dikim yapılmış; setlere harcanacak paraya kıyasla yaklaşık 7 milyon dolar tasarruf sağlanmıştır. Karanın iç kısımlarında ise yağmur ormanları, toprağı sağlamlaştırarak fırtına sonrası oluşabilecek ölümcül toprak kaymalarına karşı koruma sağlar. Aynı zamanda nehir akışlarını düzenler, yağmur oluşturur ve kuraklığa karşı koruma sağlarlar. Genelde Brezilya’da tarım ve yağmur ormanları arasında bir arazi mücadelesi olduğu düşünülür. Ancak, tarlalar yağmur ormanlarına ihtiyaç duyar; çünkü tarlaların bağımlı olduğu yağmurun kaynağı ormanlardır. Ormansızlaşma, tarım arazilerini de çorak arazilere dönüştürecektir. WWF, ülkelerin ekosistem bazlı uyumu en üst düzeye çıkarmak üzere özel çaba harcaması gerektiğini vurgulamaktadır. Buna yapılacak yatırım büyük olasılıkla en iyi sonuca ulaştıracaktır. Bu doğal altyapıların korunması en az yollar ve sahil şeritleri gibi altyapıların bakımını yapmak kadar önemlidir. 28 Anlaşma... TEKNOLOJİ ‘Teknik çözüm’ ibaresi günümüzde neredeyse olumsuz bir anlam kazandı. Ancak gerçek şu ki teknoloji, iklim değişikliğinin çözümünün kalbinde yer alacaktır. Bu bir zorunluluktur. Dünya nüfusu, muhtemelen 2050’den itibaren sabitlenecek olsa da, önümüzdeki 50 yıl içinde sürekli artma eğiliminde olacaktır. Bu sürede 8–10 milyar insanı beslemek, giydirmek ve bakmak zorunda olacağız. Dolayısıyla zengin ülkeler kendi nüfuslarını sabitlemeyi başarsa bile birçok kaynağın tüketimi de artma eğiliminde olacaktır. Tüketim listesinin başında enerji yer alacaktır. Dünya genelinde halen 2 milyar insan elektrikten yoksundur. Bir yandan emisyonlarımızı yüzde 80 azaltırken diğer yandan 8-10 milyar insana enerji sağlamak zorunda olacaksak, enerjiyi üretme ve kullanma şeklimizi yaşamımızın her alanında (ev, işyeri, kamusal alan, ulaştırma vb.) değiştirmemiz gerekmektedir. Bunun için hem etkin teknolojilere geçmeli hem de yaşam şeklimizi ve yaşadığımız çevreyi yeniden düzenlemeliyiz. Örneğin kentsel alanlar, insanların araba yerine toplu taşıma sistemleriyle veya yaya olarak hizmetlere ulaşabileceği şekilde kurulmalıdır. Günümüzde enerji altyapısını çabucak geliştiren ülkelere bu yeni fikir ve teknolojilerin hızla ulaştırılması gerekmektedir. Uluslararası Enerji Ajansı’nın tahminlerine göre 2006-2030 yılları arasında dünya genelinde -yarısından fazlası gelişmekte olan ülkelerde olmak üzere- toplam 26 milyar dolar değerinde enerji yatırımı yapılacaktır. Gelişmekte olan ülkelerin, sanayileşmiş ülkelerin çoğunun bugüne kadar izlediği kirli ve kirletici yoldan geçmeden, yeni teknolojilere sıçraması gerekmektedir. 29 Gerekli teknolojilerin çoğuna şimdiden sahibiz. Rüzgâr enerjisi, iyi gelişmiştir ve pahalı değildir. ABD, Almanya, Danimarka ve İspanya gibi sanayileşmiş ülkeler bu teknolojiye yüklü yatırımlar yapmaktadır. Ancak gelişmekte olan ülkeler arasında sadece Çin ve Hindistan bu teknolojiyi benimsemiştir. Zengin ülkeler, gelişmekte olan diğer ülkelere yatırım desteği vermiş olsalar, bu ülkeler de rüzgâr enerjisine yönelebilirdi. Bu ülkelerin rüzgâr atlaslarını oluşturabilmesi ve elektrik üretim sistemlerine rüzgâr enerjisini dahil edebilmesi için eğitim, teknik kapasite ve yardıma ihtiyacı vardır. Güneş enerjisinde hızla gelişmektedir. Son döneme kadar güneş enerjisinde genellikle güneş ışığının doğrudan elektriğe dönüştürüldüğü ışılelektriksel (fotovoltaik/ PV) işlemi kullanıyordu. Binalar kendileri için enerji ve havalandırma elde etmek için PV kaplanarak inşa edilebilmektedir. Ancak, günümüzde aynalar ve mercekler kullanılarak suyun ısıtılması ve sonrasında geleneksel türbinlerin çalıştırılmasına olanak sağlayan yoğunlaştırılmış güneş enerjisi önem kazanmıştır. Endüstriyel ölçekte çalışan bu tür enerji santrallerinin ilk örnekleri ABD ve İspanya’da bulunmaktadır. Teorik olarak, Nevada’dan Cezayir ve Hindistan’a kadar uzanan geniş çöl alanları güneş enerjisini kullanmak üzere aynalarla kaplanabilir. En büyük potansiyel temiz enerji kaynaklarından biri olması bakımından, yoğunlaştırılmış güneş enerjisinin kullanılabilir hale getirilmesi küresel bir gerekliliktir. Geleceğin taşıtları, elektrik, ya da hidrojenle (ki altyapısı büyük miktarda elektrik gerektirir) çalışacak araçlar olacaktır. Elektrikli arabalar, fizik yasaları uyarınca, benzin gibi sıvı yakıtlarla çalışan araçlardan daha verimlidir. Elektrikli arabalar, gelişmiş ülkelerde, 2009’da siyasi olarak oldukça popüler durumdadır. Ancak, bu araçların ne ölçüde iklim dostu oldukları kullandıkları elektriğin nasıl üretildiğine bağlıdır. Eğer elektrik için daha fazla kömür kullanırsak, sağlanacak kazanç az olacaktır. Gelecek, yenilenebilir enerji kaynakları kullanılarak üretilmiş elektrikle işleyen süper verimli taşıma sistemlerinindir. Toplu taşımada elektrik kullanımı da, ulaştırma sektörünü daha çevre dostu yapacaktır. Tramvay, elektrikli otobüs ve trenler dizele dayalı sistemlerin yerini almalıdır. Halihazırda Avrupa’nın bazı bölgelerinde olduğu gibi şehir merkezleri arasında işleyen elektrikli hızlı trenler hava taşımacılığına duyulan gereksinimi önemli ölçüde azaltmaktadır. Buna ek olarak, yük taşımacılığında raylı sistem yaygınlaştırılmalıdır. 30 Yararlanabileceğimiz diğer doğal enerji kaynakları arasında dalga enerjisi, jeotermal enerji (sıcak kayalar) ve gelgit enerjisi yer almaktadır. Biyoyakıtlar, gıda üretimi için gerekli olan suyu ve araziyi kullandıkları için ağır biçimde eleştiriliyor. Ayrıca, bazılarının üretimi sırasında, büyük bir karbon ayak izi oluşmaktadır. Ancak, gelecekte özellikle tarım, tarımsal ormancılık ve keresteciliğin atık ürünleri kullanılarak üretilen biyoyakıtlar oldukça yararlı olabilir. Bunun yanında biyoyakıtlar uzun vadede havacılıkta da gelecek vaat etmektedir. Özellikle yeni ve sürdürülebilir şekilde yönetilen ormanlardan elde edilen katı biyokütle ise, enerji üretiminde kömürün yerini alabilecek kritik bir yenilenebilir kaynak niteliğindedir ve gelişmekte olan ülkelerdeki yoksul kesimler için güvenilir bir ısınma kaynağı haline gelebilir. Karbon tutma ve depolama, akaryakıt kaynaklı CO2 emisyonunun yakalanarak eski petrol kuyuları veya tuz kayaçlarında sürekli olarak depolanması ya da akiferlerde çözünmeleri için önerilen sistemdir. Teknolojinin istenen ölçeklerde ticari uygunluğa erişmesi için daha fazla mesafe alması gerekmektedir ve halen teknolojinin kendisi de bir miktar emisyon üretmektedir. Ancak teknoloji, ileride kömürün yakılmasıyla oluşan emisyonları yüzde 90’ın üzerinde düşürülebilecek, diğer bir deyişle doğal gaz kullanımından oluşan emisyonlara eşit hale gelebilecektir. Karbon tutma ve depolamanın, biyokütle yakıtlarına da uygulanabilmesi ‘karbon negatif’ elektrik üretimini olanaklı kılabilecektir. Buna ek olarak, çimento gibi ‘enerji dışı’ karbon ayak izi büyük kaynaklara olduğu kadar çelik üretimi gibi ‘enerji yoğun’ süreçlerde de geniş ölçekte uygulanabilecektir. Büyük ölçekli elektrik üretimini kaynağı nükleer enerji potansiyeline çoğunlukla gereğinden fazla önem verilmektedir. WWF, nükleer gelişimin taşıdığı riskler, atıkların arıtımı, kazalar ve gelecekte uranyum kaynaklı yakıt yetersizliği riski nedeniyle nükleer enerjinin güvenilmez, akılcı ve sürdürülebilir olmayan bir seçenek olduğuna inanmaktadır. Tarım, arazi doldurma ve doğal gaz borusu hatlarından kaynaklanan metan emisyonunun tutulması ve kullanımı hızlı ve ucuz bir yöntemdir. Bununla birlikte emisyonların tutulması daha süratli gerçekleşmektedir. Metan atmosferde yalnızca on yıl kadar kalır ancak bu süre zarfında CO2’den 20 kat fazla etkiye sahip olan bir sera gazıdır. 31 Enerji verimliliği Her şeyden önce, yaşamın nerdeyse her alanında enerji kullanımında çok daha fazla verimlilik sağlamak için büyük bir potansiyel bulunmaktadır. Ağır sanayiden ulaşıma, binalara ve elektronik cihazlara, etkin maliyetli dönüşümler ve yeni tasarımlar, enerji tüketimini yüzde 30 ila 80 arasında azaltabilir. Enerji koruma ve enerji verimliliği önlemleri uzun vadede, emisyonların ve pahalı, uçucu ve sınırlı benzin ve doğal gaz ithalatına bağımlılığın azaltılması için en etkin maliyetli seçenek olarak gözükmektedir. İşin tek sırrı, en verimli ekipmanın yüksek yatırım maliyetinin karşılanması için fon bulunmasıdır. Enerji teknolojilerine ek olarak, daha az karbon- ve enerji-yoğun ve daha uzun ömürlü hafif karbon teller gibi yeni malzemelerin geliştirilmesine ve yaygınlaştırılmasına ihtiyaç vardır. Sonuçta; dünyanın ekonomik zenginliğini, yenilenebilir kaynaklar üzerine kurması ve fosil yakıt ürünlerini (plastik, ambalaj vs.), çimento, demir ve alüminyumu, ahşap ve diğer biyokütle bazlı kaynaklarla ikame etmesi gerekmektedir. Nano-teknoloji, biyo-teknoloji ve bilgi teknolojileri gibi alanlardan piyasaya giriş yapan yeni ve yenilikçi malzemeler, yüksek verimli ve yeni malzemelerin geliştirilmesi için çok büyük fırsatlar sunmaktadır. İşin püf noktası, bu teknolojileri ve yenilerini geliştirebilmek, bunları ucuz hale getirmek ve bütün dünyaya yayabilmektir. Zaman artık yaşamsal bir önem taşımaktadır. WWF araştırmaları göstermektedir ki, teknolojiler çok hızlı ve erken büyüyebilseler bile, bir kez belirli bir ölçeğe ulaşıldığında, hiçbir sanayi (yenilenebilir enerji de dahil) uzun aralıklar için bir yılda %30 büyümeye ulaşamamaktadır. Uygulanabilir enerji teknolojilerini inceleyen araştırmacılar, küresel ısınmayı 2°C’nin altında tutmayı başarmak için çok sayıdaki enerji teknolojisinde %30 büyümeye mümkün olan en yakın zamanda, fakat en geç 2014’e kadar, ulaşılması gerektiğini belirtmektedir. Eğer bu başarılamazsa 2°C hedefi kaçırılabilir. Peki neden erteliyoruz? Düşük karbon enerjisine geçiş; hem yerel, hem ulusal, hem de küresel boyutta, YENİ İŞ ALANLARI, YENİ ENDÜSTRİLER, YENİ PAZARLAR ve daha verimli, daha üretken ve daha yeşil bir ekonomi için bir başlangıç noktası olabilir. 32 Teknoloji eylem programları UNFCCC bünyesinde ülkeler, emisyon azaltım teknolojilerini geliştirmek ve transfer etmek konusunda anlaşmışlardı. Temiz Kalkınma Mekanizması ve Küresel Çevre Fonu ile bu konuda belirli bir mesafe kat edildi. ANCAK bu çok yetersiz ve geç bir adımdı. Zengin ve gelişmekte olan ülkeler arasında, zengin dünyanın teknolojisini gelişen dünyaya aktarmanın maliyetini kimin karşılayacağı konusundaki kısır tartışma nedeniyle süreç durma noktasına gelmiştir. Yoksul dünya, patent ve diğer fikri mülkiyet hakkı kısıtlamaları olmaksızın bu teknolojileri kullanabilmeyi talep etmektedir. Zengin dünya ise buluşları teşvik etmek için patentin önemli olduğuna ve serbest piyasanın teknoloji transferi için en iyi mekanizma olduğuna inanmaktadır. Bu tartışmanın ötesine geçmemiz şarttır. Gelişmekte olan ülkelerin de iyi teknolojilere sahip olduğunun farkına varmalıyız. Ayrıca teknoloji transferini engelleyen unsurların çoğu zaman patentler değil, kapasite geliştirme imkanı ve ‘teknik bilgi’ eksikliği olduğunu dikkate almalıyız. WWF, yenilikçi teknolojileri geliştirmek ve yaymak için Teknoloji Eylem Programları’nın geliştirilmesi yoluyla teknolojik işbirliğinin desteklenmesi gerektiğine inanmaktadır. Bunlar daha önce sıraladığımız enerji teknolojilerini ve daha fazlasını içeriyor. Tartışılmakta olan fikirler arasında, ormansızlaşmayı durdurmak için kurulacak uydu sistemleri, doğal afetler için erken uyarı sistemleri, çimento üretiminde karbon tasarrufu, Brezilya’nın yağmur ormanları palmiyelerini kullanması gibi yerli biyoyakıtların kullanımı ile damla sulama ve yağmur suyu toplama gibi su tasarrufu uygulamaları yer alıyor. 33 Yeşil şebeke Acaba YENİLENEBİLİR ENERJİNİN HAKİM OLDUĞU BİR GELECEK nasıldır? Çoğu yenilenebilir enerji kaynağı kolayca elektriğe çevrilebilir. Modern toplumlar da, daha verimli ve daha az kirletici olduğu için geleneksel yakıtlar yerine elektriği kullanma eğilimindedir. Elektrik-yenilenebilir elektrik- hem geleneksel, riskli ve kirletici kömür ve uranyum gibi yakıtların hem de ulaşımda, binalarda ve imalatta kullanılan fosil yakıtların yerini almak açısından da çok büyük potansiyele sahiptir. Yenilenebilir elektrik etkin biçimde sınırsız hale gelebilir ve arz güvenliği kaygılarını ortadan kaldırabilir niteliktedir. Bugün, Avrupa’da ve Kuzey Amerika’da kurulacak çok sayıda yeşil elektrik kaynağını birbirine bağlayacak, kıta çapında yüksek gerilimli doğrudan akım kablolarından oluşacak bir ‘süper-şebeke’ sistemi kurulması düşünülmektedir. Belki de bu, yenilenebilir enerjileri küçük çaplı bir enerji kaynağı olmaktan çıkarıp Avrupa’nın enerji santraline dönüştürecek adım olacaktır. Bu süper-şebeke, Almanya, Fransa ve Birleşik Krallık gibi büyük Avrupa ülkelerini, büyük yeşil enerji kaynaklarıyla birbirine bağlayacaktır. Düşünülen sistem, İrlanda’nın jeotermal enerjisinden, Kuzey Afrika’nın uçsuz bucaksız güneş enerjisi kaynaklarına, Kuzey Denizi’ndeki rüzgâr türbinlerinden, İskandinavya’daki hidroelektrik barajlarına, Alpler’deki sıcak kayalardan, Orta Avrupa’daki biyoenerji kaynaklarına uzanan bir süper-şebeke oluşturulmasıdır. Bu sistem, bir Avrupa şebekesi oluşturulmasının ötesinde yarar sağlayabilir. Sistemin geliştirilmesi, Kuzey Afrika ve Orta Doğu’nun politik olarak daha az istikrarlı ve gelişmekte olan ülkeleri için, güneş enerjisi yatırımlarının Avrupa petrolü ve doğal gazına olan bağımlılığın yerini almasına bağlı olarak bir barış olanağı olarak da görülebilir. Böylesi bir sistemin sağlıklı işleyebilmesi, doğru miktarda yenilenebilir enerjinin, doğru zamanda, ihtiyacı olan bölgelere bağlanabilmesi ve dağıtılabilmesi için güçlü ve uyumlu bir sınır ötesi yönetimin uygulamaya konmasını gerektirmektedir. Yenilenebilir elektriğin uzun mesafelere ulaştırılmasını sağlamak için süper-şebeke oluşturulması fikri, yerel yenilenebilir enerjilerin yerel kullanımına dayalı geleneksel yeşil düşünce akımının tam karşıtı olarak görülebilir. Oysa, süper-şebeke sistemiyle, ‘büyük’ güzel hale gelir. Güneş enerjisi, termal sular ve çatılardaki PV panelleri gibi yerel enerji kaynaklarının kullanımı kuşkusuz gereklidir. Ancak, büyük şehirlerdeki ve gelişmiş endüstrilerdeki üretimin yüksek enerji ihtiyacını karşılamaya yetmeyecektir. Süper-şebeke planı, “ADB”de güneybatı çöllerinden sağlanan güneş enerjisi ve Orta Batı’daki düzlüklerden sağlanan rüzgâr gücünün, doğunun endüstriyel ve yoğun nüfuslu bölgelere taşınması için ‘akıllı’ Amerika elektrik şebekesi inşa etmek isteyen Obama yönetiminin de ilgisini çekmiştir. 34 SÜPER-ŞEBEKE, yenilenebilir enerjilerin en büyük dezavantajlarından biri olan: güç arzının değişkenliğini de çözer. Yüksek rüzgâr hızı, alçak rüzgâr hızına göre daha çok güç üretir ve rüzgâr esmediğinde türbinler dönmeyi bırakır. Günbatımında güneş enerjisi kesilir. Fakat akılcı enerji depolama kapasitesiyle donatılmış bir süperşebeke bunların üstesinden gelebilir. Kuzey Denizi’nde rüzgâr çok sert estiğinde ve üretilen bütün elektriğe müşteriler tarafından ihtiyaç duyulmadığı bir durumda, bu enerji, örneğin Norveç’teki barajlara su pompalamak için kullanılarak depolanabilir. Böylece, rüzgâr durduğunda hidroelektrik türbinlerinin çalışması için hazır bir durumda bekleyebilir. Büyük Sahra’da güneş battığında Almanya Afrika’nın güneş enerjisine, Alpler’deki veya İzlanda’daki jeotermal enerjiye ya da Doğu Avrupa’daki biyokütle enerjisine geçiş yapabilir. Bunun yanında, artan yenilenebilir enerji gelecekte belki de arabalara yakıt olarak kullanılabilecek şekilde hidrojen formunda depolanabilir. Şu anda dünyada bazı süper-şebeke örnekleri bulunmaktadır. Manş Denizi’ndeki denizaltı kabloları sayesinde, İngiltere Fransa’nın nükleer enerjisine erişebilmektedir. Danimarka kendi rüzgâr potansiyelini, Norveç’in hidroelektrik enerjisi ile değiş tokuş etmektedir. İtalya ve Yunanistan’ın ulusal şebekeleri Akdeniz’in altından bağlanmaktadır. Bunlar Hindistan, Kuzeydoğu Asya, Kuzey Amerika kıtası veya Güney Afrika için ÖRNEK PROJELER olabilir. Tüm bu bölgelerde, farklı kaynaklardan üretilen yenilenebilir enerjileri birbirine bağlayarak onları daha güvenilir hale getirebiliriz, çünkü her biri diğerinin yedeği olarak kullanılabilir. 35 Anlaşma… FİNANS İklim değişikliğiyle mücadelenin faturası kabarık olabilir. Fakat küresel ısınmanının 2°C’nin üzerine çıkmasına göz yummanın faturası çok daha ağır olacaktır. Atmosferdeki sera gazlarının çoğunluğundan sorumlu olan sanayileşmiş ülkeler, kendi ekonomilerini yeşil hale getirmek için gerekli parayı bulmalıdır. Ayrıca, dünya kamuoyu ve adalet anlayışı nezdinde, sorumluluğu olmadığı halde iklim değişikliğinden en ağır darbeyi alacak mağdur ülkelerin emisyon azaltım planlarına ve uyum eylem planlarına gereken fonu sağlama yükümlülükleri de bulunmaktadır. McKinsey firmasının yaptığı bir çalışma, küresel emisyonları 2030’a kadar 1990’daki seviyelerin %35 altına düşürme (ya da ‘hiçbir değişiklik yapılmadığı durum’daki tahminlere göre %70 azaltma) potansiyeli bulunduğunu belirtir. Gerekli yaşam tarzı değişikliklerinin ve bazı pahalı teknolojilerin maliyetine rağmen, incelenen teknolojilerin ve faaliyetlerin çoğunun dünya çapındaki toplam maliyeti, önümüzdeki 20 yılda yıllık 250–300 milyar Euro aralığında olacaktır. 2030’a kadar, rüzgâr, güneş ve diğer yenilenebilir enerjiler küresel enerji ihtiyacının neredeyse üçte birini karşılayabilecek, enerji verimliliği sera gazı emisyonlarını %25 veya daha fazla azaltabilecek, gelişmekte olan ülkelerdeki ormansızlaşma (küresel ısınmayı tetikleyen en büyük nedenlerden biri ve sürdürülebilir kalkınma için büyük bir tehlike) neredeyse tamamen durdurulabilecektir. Bunlar, küresel GSYİH’nin %0,5’inden az bir maliyetle gerçekleştirilebilecektir. Bu rakam, küresel ekonominin küçük bir yüzdesi olsa da, şu ana kadar gelişmiş ülkeler tarafından iklim değişikliğiyle mücadele ve gelişmekte olan ülkelere destek amacıyla taahhüt edilen birkaç milyar doları gölgede bırakacak bir miktardır. WWF’ye göre, Kopenhag’da ortak ama farklılaştırılmış sorumluluklar çerçevesinde, eşitlikçi ve adil bir anlaşma oluşturulması için gelişmiş ülkelerin, düşük karbon ekonomisini gerçekleştirmeleri yanında, gelişmekte olan ülkelerdeki emisyonlarını önemli derecede azaltılması için yükümlülük almaları da bir ön koşul olmalıdır. Maliyet, harekete geçmek ya da geçmemek için temel kriter olarak alınmamalı, müzakereler “bu iş için ne kadar para gerekiyor?” noktasında çıkmaza girmemelidir. Önemli olan, fonlanacak önlemlerin çevresel etkinliği ve gelişmekte olan ülkelerin taleplerini karşılamak için yakın işbirliği içerisinde bu önlemlerin alınmasını sağlamaktır. Şu anda maliyetli gözüken yeni teknolojiler birkaç yıl içinde geniş ölçekte kullanılmaya başladığında son derece ucuz hale gelebilir. Buna şu anda yalnızca rüzgâr enerjisi gibi enerji teknolojileri alanında değil IT gibi enerji dışı teknolojilerde (ör. bilgisayarlar, cep telefonları) ve tüketicilerin büyük ölçekte satın almaya başlamasıyla maliyetlerin büyük oranlarda düştüğü her alanda şahit oluyoruz. 36 Peki küresel GSYİH’nin %0.5’i tutarındaki bu fon nasıl yaratılmalı? Zengin ülkelere GSYİH’lerinin belli bir yüzdesi oranında (%0.5-%1 gibi) kesinti uygulanabilir. Ya da, bütün ülkelerde kişi başına düşen emisyonların belli bir seviyenin üstünde olması halinde karbon emisyonları üzerinden bir vergi konabilir. Örneğin İsviçre, kişi başına düşen yıllık karbon emisyon miktarı 1,5 tonun üzerinde olması durumunda, ton başına 2 Amerikan Doları zorunlu vergi uygulanmasını önermiştir. Başka bir öneri, emisyonlardaki tarihsel sorumluluğa göre ödeme yapılmasıdır. WWF’nin önerdiği seçenek, paranın toplanabilmesi için ulusal veya küresel ölçekte, kirlilik izinleri için açık artırma yapılmasıdır. Bu gelirin %10’u bile gerekli fonu sağlayabilecektir. Peki bu para nasıl yönetilmelidir? Genelde, sanayileşmiş ülkeler, gelişmekte olan ülkelerdeki iklim eylemleri için temin ettikleri bütçenin Küresel Çevre Fonu (GEF -UNFCCC’nin mevcut finansal mekanizmalarından biri) ya da Dünya Bankası gibi mevcut organlar ya da ikili finansman anlaşmaları üzerinden ilerlemesini tercih etmektedir. Ancak, onlarca yıldır bu organların alıcı tarafında bulunan gelişmekte olan ülkelerin çoğu, bu organların demokratik olmadığını ve büyük ölçüde zengin ülkelerin kontrolü altında olduğunu belirtmektedir. Bu ülkeler, BM çatısı altında çalışacak, tek bir iklim değişikliği fonu üzerinden yönetilecek, yeni ve daha demokratik kurumların oluşmasını istemektedir. WWF de aynı görüşü paylaşmaktadır. Bütçelerin yönetilmesinde ve uygulanmasında açık ve kesin mekanizmaların işlemesi çok önemlidir. Kopenhag sürecinde bir diğer önemli konu da, gerekli fonun hazır hale getirilmesi, bir başka deyişle paranın masaya konmasıdır. Bu gerçekleşmezse, gelişmekte olan ülkeler, ekonomilerini ‘hiçbir değişiklik yapılmadığı durum’dan farklı bir biçimde geliştirmeyi kabul etmeyecektir. Bu ülkeler yüksek sesle -ve haklı olarakzengin dünyaya şöyle diyecektir: “Bu problemi siz yarattınız, SİZ çözeceksiniz.” 37 Kimin parası? Tüm bunlar için kim fon sağlayacak? Özel sektör, kuşkusuz bu süreçte en önemli aktörlerden biri olacaktır. Küresel yatırımların ve mali akışların %86’sını özel sektör oluşturmaktadır. Önümüzdeki yıllarda özel sektör kaynaklı trilyonlarca dolar yeni enerji ve ulaşım altyapılarına yatırılacaktır. Bu nedenle düşük karbon ekonomisine geçiş için küresel ekonominin yeniden yapılandırılması, ancak emisyon yaratan değil, azaltan altyapıları kurmak kârlı bir hale geldiği zaman mümkün olacaktır. Ancak, bunu başarmak için planlı hükümet girişimleri gerekmektedir. Bu girişim aşağıdakileri kapsamalıdır: • • • • • • • Emisyonu fiyatlandıracak, düşük karbona yönelik çözümleri ödüllendirecek karbon piyasalarının oluşturulması, AR-GE’nin geliştirilmesi ve yeni teknolojilere önemli yatırımların yapılması, Yeşil enerjileri taşıyan ve dağıtan elektrik şebekelerinin kurulması, Arabalara bağımlılığını azaltacak şehirlerin ve toplu taşıma sistemlerinin tasarlanması, Binaların enerji tüketimini azaltan standartların uygulamaya konması, Bireysel tüketim ürünleri için güçlü düşük karbon düzenlemeleri ve enerji verimliliği standartları oluşturulması, Ekosistem hizmetleri ödemesi uygulamasının hayata geçirilmesi ve tüketim alışkanlıklarının değiştirilmesi (ör. biftek tüketiminin azaltılması) yoluyla ormansızlaşmaya neden olan etkenlerin ortadan kaldırılması. Karbon piyasasının ani iniş ve çıkışlar yaşayarak uzun vadeli yatırımların başarısını etkilemesinin önlenmesi için, kamu sektörü yatırımları da yaşamsal öneme sahiptir. Eğer kendi haline bırakılırsa, karbon piyasası yalnızca bir ya da iki yenilenebilir teknolojinin yükselmesine olanak sağlayacaktır. Son on yılda birçok ülkede rüzgâr enerjisinin öne çıkmasının nedeni de budur. Ancak, gelecek yılların zorlu hedeflerini yakalayabilmemiz için pek çok teknolojinin aynı anda geliştirilmesi ve kapsamının genişletilmesi gerekmektedir. İçinde bulunduğumuz küresel mali krizin verdiği derslerden biri de hükümetlerin ekonominin düzenleyicisi olarak nerede durmaları gerektiğini tekrar gözden geçirmeleri gerektiğidir. Buna küresel düşük karbon ekonomisini oluşturma görevi de dahildir. 38 Karbon piyasaları Karbon piyasasının mantığı basittir. Dünyanın karbon emisyonlarını sınırlaması gerekmektedir. Bu nedenle, CO2 veya diğer sera gazlarını atmosfere bırakmak için ‘izin’ alınmasını gerektiren bir sistem oluşturmuş durumdayız. Ulusal emisyon azaltım hedefi bulunan ülkeler, büyük salıcılarına ‘kirletme izni’ verebilir veya bunları açık artırma yoluyla satabilir. Ayrıca, hükümetler kirletme izinleri için bir piyasa oluşturabilir ve bu izinler ihtiyacı olan kirleticiler arasında alınıp satılabilir. Bu ‘emisyon üst sınırı ve ticareti’ sistemidir. Böylece, hedefin seviyesi (üst sınır) ve kirletme izinleri, karbon emisyonu için bir fiyat oluşturmaktadır. Salıcılar, daha az izin satın almak ve üst sınırı geçmeyecek salınımı satabilmek için emisyonlarını azaltmaya teşvik edilecektir. Bazı endüstrilerin, şirketlerin ve ülkelerin karbon ayak izini azaltması diğerlerine göre daha kolay ve ucuzdur. Böylece emisyonlarını azaltarak, karbon piyasası içerisinde, bunu yapmakta zorlananlara izinlerini satabilirler. Bütün bunlar ise dünyanın, birim yatırım başına daha fazla emisyon azaltımı yapması gerektiği anlamına gelmektedir. Avustralya’da kurulmakta, ABD ve Meksika’da görüşülmekte ve Avrupa’da halihazırda işlemekte olan karbon emisyon ticareti sisteminin arkasında da bu prensip yatmaktadır. Kusursuz piyasa koşullarında tüm bunların, emisyon azaltımının maliyetini düşürmesi gerekirdi. Ancak pratikte, küresel mali krizde de görüldüğü gibi, piyasalar kusursuz işlememektedir. Bu nedenle karbonun fiyatı her metada olabileceği gibi hızla artabilir ve azalabilir. Bu dalgalanmalar, iklim değişikliğine çözüm bulmak için tasarlanacak uzun vadeli yatırımların başarısını ciddi şekilde etkileyebilir. Piyasalar yatırımcılardaki sürü davranışından da olumsuz etkilenebilir. Örneğin, piyasadaki tüm para rüzgâr enerjisine kayabilir ve güneş enerjisi veya diğer yenilenebilir enerjiler fonlanamayabilir. Bu tür sonuçlar piyasanın kısa vadeli koşullarına uygun olsa da, düşük karbon ekonomisinin yaratılmasına engel teşkil eder. Önemli olan, piyasanın gezegenin ihtiyaçlarını karşılayacak şekilde şekillendirilmesi ve yönetilmesidir. WWF’ye göre karbon piyasaları sihirli çözümler değildir, ama doğru şekilde işletildikleri takdirde yararlı olabilir. Ancak, Avrupa Emisyon Ticareti Sistemi’nin deneyimleri göstermiştir ki sistem, aşırı sayıda kirletme izni tahsisine ve emisyonun hızla artmasına yol açmış, bunun sonucu olarak karbon fiyatı aşırı düşmüş ve sistem sonunda düşük-karbon yatırımlarının gelişmesini sağlayamamıştır. emisyon ticaretinin, Kaliforniya’da karbon tutma ve depolama teknolojisi bulunmayan hiçbir termik santralin kurulmasına izin vermeyen standartlara benzer ‘Emisyon Performans Standartları’ ile birleştirilerek uygulanmasını önermektedir. Bunun yanında, diğer sektörlerden farklı olarak, ulaşım, inşaat ve ormancılık sektörleri, Emisyon Üst Sınırı ve Ticareti rejiminde uygulanacak standartlar yerine yasal bağlayıcılığa sahip standartlar getiren spesifik yasalardan daha çok yararlanacaktır. WWF, 39 Anlaşma... ORMANLARI KORUMAK “Neredeyse İngiltere büyüklüğünde olan yağmur ormanlarımızın tamamını iklim değişikliğiyle mücadelede kullanmaya hazırız.” Robert Persaud, Guyana Tarım Bakanı, Bali İklim Konferansı, 2007 Ormansızlaşma, insan kaynaklı emisyonların beşte birinden sorumludur. Küresel ormansızlaşmanın %87’sinin sorumlusu ise on ülkedir. Ormansızlaşma kaynaklı emisyonlar hesaba dahil edildiğinde Brezilya ve Endonezya dünyanın dördüncü ve beşinci CO2 salıcısı konumuna gelmektedir. Emisyonları azaltmanın bir yolu da ormansızlaşma hızını azaltmaktır. Bu aynı zamanda; biyolojik çeşitliliğin, toprağın ve suyun korunması gibi diğer çevresel hedeflere ulaşmaya da olanak sağlayacaktır. Ormansızlaşmanın %90’ının gerçekleştiği gelişmekte olan ülkelerdeki mevcut iklim yasalarında ormanlarını koruması için herhangi bir teşvik bulunmamaktadır. Azaltım hedefi bulunmayan tropik ülkelerde çok sayıda orman hâlâ kaybedilmektedir. Zengin ulusların dana, biftek, odun, soya ve palmiye yağı taleplerini de kapsayan uluslararası ticaret, orman tahribatına neden olan büyük, kısa vadeli finansal teşvikler oluşturmaktadır. Ormanlarla kaplı ülkelerinin çoğu yoksuldur. Bu ülkelerde refahı artırma ve yoksulluğu azaltma ihtiyacı doğa koruma kanunlarının uygulanma oranını düşürür. Yine de yapılabilir. Kosta Rika’yı ele alalım. Bu küçük Orta Amerika ülkesi bir zamanlar ormansızlaşmanın merkezinde yer alıyordu. 1950’lerde %80 düzeyinde olan orman örtüsü 1987’de %21’e düşmüştü. Ancak bu tarihten sonra Kosta Rika ormanları korumaları için çiftçilere ödeme yaparak ve buradaki yaban hayatını görmeye gelen milyonlarca turistten ek gelir kazanarak orman kaybına dur dedi. Bugün ülkenin orman örtüsü artarak %50’ye ulaştı. Diğer ülkeler de harekete geçmeye başladılar. Brezilya yakın bir zamanda 2020 yılına kadar Amazon bölgesindeki ormansızlaşmayı %70 azaltacağını açıkladı. Endonezya, Sumatra’daki doğal yaşlı ormanların ekim alanına dönüştürülmesini durdurmayı taahhüt etti. Paraguay izlemiş olduğu orman politikası sayesinde geçmişte, yılda 300.000 hektar düzeyinde seyreden ormansızlaşmayı 2004’te 50.000 hektara indirdiğini açıkladı ve 2020 yılında sıfır ormansızlaşma taahhüdünde bulundu. (REDD Reducing Emissions from Deforestation and Forest Degradation) Ormansızlaşma ve Orman Kaybı Kaynaklı Emisyonların Azaltılması Kosta Rika’da ve Paraguay’da gerçekleşen iyi uygulama örneklerini koruma teşvikleri getirerek küresel boyuta çıkarmayı amaçlamaktadır. Bu fikir ilk olarak 2005 yılında Kosta Rika ve Papua Yeni Gine’nin başını çektiği Yağmur Ormanı Koalisyonu tarafından ortaya atıldı ve 2007 yılında Bali’de kabul edildi. Bu programla ülkelerin ormansızlaşmayı azaltması ve sonlandırması için uluslararası fonları harekete geçirmek amaçlanıyor. 40 Ancak, bunun gerçekleştirilmesinin önünde hem teknik hem de siyasi zorluklar bulunuyor. Öncelikle, bu programın başarıya ulaşması için geniş ölçekli olması gerekiyor. Keresteciler veya çiftçiler bir yeri bırakıp diğer bir yerde kesime devam edecekse veya REDD yardımı bittiğinde bulundukları yere geri dönerek kesimi sürdüreceklerse, böyle bir desteğin hiçbir anlamı olmayacaktır. REDD ödemesi, bir ülke ulusal ormansızlaşma hızını hiçbir değişiklik yapılmadığı duruma kıyasla azaltabildikten sonra, koruma faaliyetleri üzerinden yapılmalıdır. Bir diğer sorun ise, ormansızlaşmanın azaltılmasına fon sağlayacak ülkelerin en kötü ormansızlaşma hızına sahip ülkeleri bir anlamda ödüllendirecek olmasıdır. Bu ülkeler kötü durumlarını biraz düzelterek para kazanabilecekken, mevcut durumda ormanlarını iyi korumuş ülkeler hiçbir fondan pay alamayacaklardır. Bu sorunları çözmenin bir yolu düşük ormansızlaşmanın olduğu ülkelerin de teşvik edilerek bu fonlardan yararlandırılmasıdır. Bu fikir Guyana Hükümeti tarafından ormanların ekonomik değerinin ortaya çıkarılması önerisinde yer alır. Bu şekilde Guyana gibi ormanlarını korumak adına bazı gelirlerden feragat etmiş ülkeler de yeni yeni ormansızlaşmayı azaltan ülkeler gibi kazanç sağlayabilecektir. Ancak bu sistem daha adil gözüküyor olsa da, diğerinden daha az emisyon azaltımı getirecektir. Çünkü, para ormanlarını koruyan ve emisyon miktarı az olan ülkelere kanalize edilmiş olacaktır. Bu konuda da ‘kim ödeyecek?’ sorusunun yanıtı belirsizdir. Bazı ülkeler REDD’in de ticari karbon piyasası gibi işlemesi gerektiğini ileri sürmektedir. Ormanların korunması ile emisyonların azaltımı daha ucuz olacağından bu piyasa kendi emisyon fazlasını kapatmak isteyen sanayileşmiş ülkeler arasında da popüler olacaktır. Ancak bazı taraflar, REDD’in ucuz karbon tasarrufu projelerinin çok yüksek potansiyele sahip olması nedeniyle karbon piyasasını batağa sürükleyebileceğinden; bu nedenle temiz ve yenilenebilir enerjilere geçiş için oluşan teşviklerin zarar görebileceğinden endişe etmektedir. Bir diğer grup, orman karbon kredilerinin artmasının sanayileşmiş ülkelerin kendi evlerinde atacakları adımların önemini azaltacağından korkmaktadır. Brezilya gibi bazı orman ülkeleri ise ormanlarının kontrolünü uluslararası piyasalara kaptırmaktan korkmaktadır. WWF, dünyanın REDD’i 2020 yılına kadar sıfır ormansızlaşma hedefini gerçekleştirmede kullanabileceğine inanmaktadır. Bu, muhtemelen toplam ormansızlaşmanın bugüne kıyasla %75 azaltılması ve emisyonların %15 azaltılması anlamına gelecektir. REDD, ormanları korumak için bir araç olarak kullanılabilir. Bununla birlikte, ormanların biyolojik çeşitlilik değerleri ve yerel toplulukların ve halkların haklarını göz önünde bulundurarak ele alınması gerekir. Yerel topluluklar ve yöre halkı arazilerini arzu ettikleri biçimde yönetirken REDD’den yararlanabilmelidir. “Ormanların rolünü karbon yutağı olmaya indirgemeyelim. Ben Kopenhag’ı ekonomi anlayışımızın merkezine doğa sermayesini koymak yolunda atılacak ilk adım olarak görmek istiyorum” Karen Suassana, WWF-Brezilya 41 Adil paylaşım Ülkelerin iklim değişikliğine ne ölçüde katkı sağladığını değerlendirmenin en adil yolu, kişi başına düşen emisyon miktarına ve harekete geçebilme kapasitelerine bakmaktır. Farklı ülkelerin vatandaşları arasındaki emisyon farkı oldukça büyüktür. )RVLO\DN×WODU×QGDQND\QDNODQDQNLċLEDċ×QD\×OO×N&22HPLV\RQODU×WRQ 20 15 10 Ruanda Bangladeş Hindistan Maldivler Meksika Çin G. Afrika Almanya Rusya ABD Katar 5 0 Kaynak: CDIAC Kişi başına düşen değerler mevcut emisyonları temsil etmektedir. Peki ya geçmiş emisyonlar? Sera gazlarının büyük bölümü yüzyıllar boyunca atmosferde kalabildiğinden geçmiş emisyonlar konusu iklim değişikliğinden hangi ülkenin ne kadar sorumlu olduğu konusunun önemli bir parçasıdır. Tarihsel açıdan bakıldığında sanayileşmiş ülkelerin sorumluluğu daha büyüktür. Bu, erken sanayileşmenin mirasıdır. ABD, 20. yüzyılın CO2 emisyonlarının %30’undan, ve Avrupa ise %28’inden sorumludur. Asya’nın hızla gelişen ekonomilerinin küresel emisyonlara katkısı her yıl artıyor olsa da, bu ülkeler tarihsel emisyonların %12’sinden sorumludur. Bu rakamlar, sanayileşmiş ülkelerin, hem gelişmekte olan ülkelerin iklim değişikliğinin sonuçlarından korunmasına yardım etmek, hem de düşük karbon teknolojilerine yatırım yaparak izledikleri yolu değiştirmek konusunda taşıdıkları sorumlulukların altını çizmektedir. 42 Karbon yoğunluğu ve enerji tasarrufu Karbon yoğunluğu, bir ekonominin ürettiği GSYİH’nin her birimi için ne kadar karbon saldığını gösterir. Bu gezegenin ‘büyük salıcılarını’ tanımlamanın bir başka yoludur. Emisyonu büyük olan bazı ülkeler, ekonomileri ‘karbon yoğun’ olduğu için, görece düşük bir refah yaratmaktadır. Bu ülkeler genelde kömür yakar ve ürettiği enerjiyi israf eder. Diğerleri ise yenilenebilir yakıtlar kullanır, enerjiyi akılcı kullanır; bu nedenle çok daha düşük karbon yoğunluğuna sahiptir. Genelde, zengin uluslar enerjiyi daha verimli kullanır, ama enerjiyi çok verimli kullanan bazı gelişmekte olan ülkeler de bulunmaktadır. 1990 yılından beri karbon yoğunluğu azaltımında %40 ile Hindistan ve %60 ile Çin başı çekmektedir. İsviçre ve Kamboçya salınan her ton CO2 için 9.000 Amerikan doları değerinde GSYİH üretmektedir. Ancak; ABD, Avustralya ve Laos ton başına yalnızca 2.000 Amerikan doları değerinde GSYİH üretmektedir. Yüksek yoğunluk listesinin başında ton başına 400 Amerikan doları refah üreten Rusya ve Çin bulunmaktadır. Karbon yoğunluğunu azaltmanın yollarından biri yakıt kullanımını değiştirmektir. Ancak, zengin veya yoksul, ileri veya düşük teknolojiye sahip ülke ve sanayilerin pek çoğu için enerjiyi verimli kullanmak emisyonları azaltmanın ve karbon yoğunluğunu iyileştirmenin en kolay yoludur. Bu, enerji faturalarını da hafifleterek maddi tasarruf sağlar. Çin’in mevcut beş yıllık planında, enerji yoğunluğunu 2005 ile 2010 yılları arasında %20 azaltma hedefi yer almaktadır. Bu, dünyadaki en iddialı hedeftir ve çimento, demir ve çelik gibi ‘karbon yoğun’ endüstriler bu hedefe uymakla yükümlüdür. Çin’de bireyler de hedefe ulaşma yolunda katkı sağlayabilirler. WWF, Çin’e destek olmak amacıyla ‘yüzde 20 için 20 öneri’ konulu bir kampanya başlatmıştır. Enerji tasarruflu ampullerin kullanılması, cihazların fişten çekilmesi, toplu taşımanın tercih edilmesi ve klima gibi aletlerin enerji tasarruflu modellerinin alınması kampanyada öne çıkan fikirlerden bazılarıdır. “Eğer Çin’deki 1,3 milyar insanın tümü bu 20 öneriye uyarsa, her yıl 300 milyon ton kömür tasarruf edilebilir.” Ang Li, WWF-Çin 43 Nötr ötr OLMAK Yedi ülke, Birleşmiş Milletler Çevre Programı’nın İklim Nötr Ağı’na katılarak karbon-nötr olma niyetini açıkladı. Onlar, bu yüzyılın sonuna kadar ayak uydurmamız gereken yeni dünyanın öncüleri. Kosta Rika: Hedef yıl, ülkenin 100. kuruluş yıldönümü olan 2021. Ülkenin elektriğinin büyük kısmı düşük karbonlu hidro enerjiden geliyor. Ormansızlaşmayı tersine çevirerek ormanlarını karbon tutan yutaklara çevirmiş durumda. İzlanda: İzlanda’nın neredeyse bütün elektrik enerjisi yenilenebilir kaynaklardan elde edilmektedir - Jeotermal ve hidroelektrik enerji. Balıkçılık filosunu da kapsayacak şekilde, hidrojen kullanan taşıtların geliştirilmesine öncülük yapmak istiyor. Uzun süredir erozyon ve çölleşmeden zarar gören toprak yüzeyini yeniden yeşillendirerek geniş arazilerini karbon yutaklarına dönüştürmek istiyor. Maldivler: Hint Okyanusu’nda, deniz seviyesinin altında kalan adalardan oluşan Maldivler’in varlığı, deniz seviyesindeki yükselme nedeniyle tehdit altındadır. Maldivler, 2019 itibariyla ‘karbon nötr’ olma konusundaki isteğini açıklamış, nasıl bir yol izleyeceğiyle ilgili olarak uzman görüşlerine başvurmuştur. Monako: Binalarda güneş enerjili ısıtma ve enerji verimliliği ile toplu taşıma stratejileri, Prenslik’in dış ülkelerde gerçekleştirdiği azaltım projelerine ek olarak artan emisyonunu azaltmak için izlediği en önemli yollardır. Yeni Zelanda: Yeni Zelanda, 2025 itibariyle elektrik enerjisinin %90’ını yenilenebilir kaynaklardan sağlamak ve 2040 itibariyla enerjide ‘karbon nötr’ olmak istiyor. Doğal arazilerini karbon yutağına döndürecek projeler ve ağaçlandırmayla dengelemek istediği emisyonlarının yarısı tarım kaynaklı. Niue: 1.700 nüfuslu küçük bir Pasifik adası olan Niue, enerji verimliliğine yatırım yapıyor, rüzgâr ve güneş enerjisini geliştirmeyi planlıyor. Norveç: 2030 yılı itibariyle ‘karbon nötr’ olmayı taahhüt etti. Emisyonları tutmayı ve eski Kuzey Denizi petrol kuyularında depolamayı planlıyor. Norveç karbon piyasasına öncülük etmiş bir ülke ve bunu 2030 hedefine ulaşmak için etkin şekilde kullanmayı planlıyor. Norveç’in satmakta olduğu Kuzey Deniz petrolü ve doğal gaz konusunda bir sorumluluk almadığı eleştiriler arasında yer alıyor. 44 Eşitliğe ulaşmak Ulusal emisyonların nasıl kontrol altına alınacağına ve azaltılacağına dair birçok yaklaşım bulunmaktadır. Peki bu yaklaşımlar ne kadar ADİL? Bir yaklaşım, (Kyoto Protokolü’nün Ek 1 ülkeleri için benimsediği yaklaşım) emisyonların geçmişte yapılmış emisyonlar üzerinden oransal olarak kesilmesini istemek yönündedir. Eğer, buna ek olarak emisyon ‘hakları’ karşılıksız ve ihale olmaksızın dağıtılıyorsa bu ‘büyükbabacılık’ olarak adlandırılır. Eğer emisyon azaltmak için konulan üst hedefler yeterince iddialı değilse ve kirletme izinleri karşılıksız olarak veriliyorsa bu, büyük salıcıların diğerlerinden fazla emisyon üretmesine izin vermekte ve adaletsizlik yaratmaktadır. Bu iklime karşı yapılan geçmişteki saldırıları ödüllendirmek anlamına gelmektedir. Emisyon haklarını ülkelerin nüfuslarına göre dağıtmak daha adil bir sistem olabilir. Örneğin, kişi başına bir ton emisyon hakkı gibi. Bu durumda, birçok yoksul ülke emisyon hakkının tamamını kullanamayacaktır. Bu fazlalığı emisyon hakkına çok ihtiyacı olan endüstrileşmiş ülkelere satarak kâr elde edebilir. Beklenti, bu gelirleri düşük karbon ekonomisine yatırmaları yönündedir. Bazıları hedeflerin, gerçek emisyon miktarlarının azaltılması üzerinden değil ulusal ekonomilerin karbon yoğunluğunun azaltılması üzerinden belirlenmesi gerektiğini önermektedir (bkz. Sayfa 43). Bu şekilde, karbon verimliliğinin ödüllendirileceği ileri sürülmektedir. Bu, ulusal emisyon hedefi olmayan ülkeler için makul bir yaklaşım olabilir ve şu an Çin’in iklim politikasının da merkezinde yer almaktadır. Fakat bu yaklaşım, atmosferdeki sera gazını sınırlamak için duyulan temel bilimsel ihtiyacı karşılamamaktadır ve gelişmiş ülkeler için akılcı olmayan bir seçenek olarak gözükmektedir. Emisyon hakları yukarıdaki seçeneklerin karışımından oluşan bir formüle göre de belirlenebilir. Bunlardan biri Sera Gazı Kalkınma Hakları’na (Greenhouse Development Rights) dayalı ‘sorumluluk ve altyapı’ endeksidir. Bu endeks, iklim değişikliğinden sorumlu olma ölçütü (örneğin geçmişte ve şimdi kişi başına düşen emisyon miktarı) ve emisyonları azaltma kabiliyeti ölçütünü (örneğin şu anki refah düzeyi) birleştirecektir. Bazılarına göre bu formül eski, adaletsiz ‘büyükbabacılık’ yaklaşımından eşit ulusal ve kişi başı emisyon hakkı dağılımına giden pratik bir ana yoldur. 45 Yeni bir yeşil anlaşma Dünyanın Yeni Bir Yeşil Anlaşma’ya ihtiyacı var. Bazı hükümetler şimdiden Yeni Bir Yeşil Anlaşma’nın çok önemli üç amaca hizmet edeceğini görebiliyor: İş olanakları yaratılması yoluyla sosyal eşitliğin sağlanması, yeşil teknolojilere yapılacak yatırımlar yoluyla çevresel sürdürülebilirliğin sağlanması ve ekonominin durgunluktan çıkmasını sağlayarak finansal kazanç elde edilmesi. Almanya şimdiden yeşil sektörlere 1,8 milyonluk istihdam yaratmış durumda. Amerika’nın da Obama’nın ekonomik iyileştirme önerileri kapsamında benzer planları var. Kore Cumhuriyeti, 34 milyar dolarlık iyileştirme paketi yayınlamış ve bunun %80’ini bir milyonluk istihdam yaratması beklenen yeşil projelere ayırmıştır. Bunlar OLUMLU gelişmelerdir. Ancak, Yeni Bir Yeşil Anlaşma’yı aynı zamanda uluslararası bir strateji olarak da görebilmeliyiz. Ulusal ekonomik iyileşmenin küresel ekonomik iyileşme olmadan gerçekleşemediği gibi, ulusal iklim eylem planları da küresel sistemden bağımsız olduğu sürece bir anlam ifade etmez. Küresel ekonomimiz şunu gerektirmektedir: Girişimciler emisyonlarını artırdığı için değil azalttığı için para kazanabilmelidir. Bu nedenle en büyük siyasi öncelik ve zorluk, ekonomileri bunu başaracak şekilde yeniden organize edebilmektir. Hem ulusal hem de uluslararası güvenliği amaçlayan uluslararası anlaşmanın tarihte bir örneği bulunuyor. 60 yıl önce ABD, Avrupa’ya yatırım yapan Marshall Planı’nı başlattı. Bu, Avrupa’yı 2. Dünya Savaşı’nın etkilerinden kurtarmayı, kısmen de ortaya çıkan Soğuk Savaş’a karşı Amerikan ulusal güvenliğini sağlamlaştırmayı amaçlıyordu. Bugünkü tehdit çok daha büyük: Gezegenin yaşam destek sistemlerinin çöküşü. Bununla birlikte, küresel düzeyde ulusal hükümetlerin paylaştığı çıkarlar Kopenhag’da bir anlaşmaya varılmasını sağlayabilir. İyi haber şu ki, yaşayan bir dünya yaratmak mümkün. Bu ciddi yatırımlar gerektiren bir iş. Ancak, bu yatırımlar ekonomik iyileşmenin, uzun vadeli sürdürülebilirliğin, doğayı ve medeniyetimizi korumanın da anahtarı. Uzun süre doğayı korunması gereken yaşam destek sistemleri olarak görmek yerine evcilleştirilmesi ve sömürülmesi gereken bir rakip gibi gördük. Bu düşünce artık çıkmaza girmiş durumda. Doğaya yardım ederek kendimize de yardım edebiliriz. İklim ve finans krizleri dünyaya bu basit gerçeği görme fırsatı tanıdı. İklim değişikliği yönümüzü değiştirmek için hem bir uyanma çağrısı, hem de daha temiz, yeşil ve gerçek anlamda sürdürülebilir bir dünya için bir fırsattır. Aralıkta hazırlanacak akılcı bir anlaşma, hepimizin kazanması anlamına gelecektir. Bu gerçekleşirse, hayatlar korunmaya, şirketler emisyonlarını azaltarak kâr etmeye, hükümetler vatandaşlarının refah seviyesini arttırmaya, ulusal güvenlik sağlanmaya ve dünyamız kurtulmaya başlamış olacaktır. Bu artık sadece kutup ayıları ile ilgili bir konu değil Bu bizimle, insanla, kurtuluşumuzla ilgili bir konu konu.... 46 Kısaltmalar ve Mini sözlük Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi (UNFCCC): 1992 Rio Dünya Zirvesi’nde 192 ülke tarafından imzalandı ve kabul edildi. İmzalayan ülkeleri iklim değişikliğine neden olan emisyonları dengelemek ve iklim değişikliğine neden olan insan faaliyetlerine engel olmak konusunda yükümlülük altına almaktadır. Sözleşmeye taraf olan ülkeler her yıl bir araya gelmektedir. Bir sonraki zirve bu yıl Aralık ayında Kopenhag’da gerçekleştirilecektir. Biyoenerji, biyokütle: Likit yakıta dönüştürülmüş biyoyakıtları içerir. Örneğin mısır, benzine bir alternatif olan etanole dönüştürülür. Palmiye ve soya gibi bitkisel yağlar ise dizeli ikame edecek şekilde dönüştürülür. Biyokütle genel olarak katı ve odun bazlıdır. Isınma (odun parçaları), yemek pişirme (gelişmiş uluslarda odun yakıtları) gibi alanlarda kömürün yerine kullanılmaktadır. CO2 eşdeğeri: Sera gazlarının oluşturduğu küresel ısınma potansiyelini CO2 miktarı türünden tanımlayan istatistiki terim. Örneğin, atmosferdeki CO2 yoğunluğu 360 ppm (parça/milyon) seviyesine yaklaşmaktadır. Eğer insan aktivitelerinden kaynaklanan diğer sera gazları da eklenirse bu rakam 460 ppm CO2 eşdeğerine ulaşmaktadır. Devrilme noktası: Geri dönüşün olmadığı, değişimin ani ve tersine çevrilemez bir hal aldığı nokta. İklim değişikliğinde bu nokta küresel ısınmanın kontrolden çıkması, büyük kutup buzullarının kopması ya da okyanus akıntısının durması gibi, eski iklim koşulları yeniden oluşturulsa dahi geri dönüşü imkânsız noktalar olabilir. Ek-1 ülkeleri: Kyoto Protokolü kapsamında emisyon hedefleri bulunan OECD ülkeleri ve Rusya’nın da dahil olduğu diğer sanayileşmiş ülkeler. Fire: REDD ya da CDM gibi sistemlerin kuralların ve denetiminin çok sıkı olmamasından dolayı amacına ulaşmakta başarısız kalması. Örneğin, bir ülke orman tahribatını engellemek için destek almışsa, ancak o bölgedeki ormanı tahrip edenler başka bir ormanlık araziye geçerek tahribata devam ediyorsa ‘fire’ oluşmaktadır. Fosil yakıt: Fosilize karbondan (eski bitki ve hayvan fosilleri) oluşan yakıt. (Ör: Kömür, petrol, doğal gaz, katran.) Fotovoltaik: Güneş panelleri kullanarak güneş enerjisinin direkt olarak elektriğe dönüştürülmesi yöntemi. Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli (IPCC): 1988 yılında BM tarafından iklim değişikliği çalışmaları, etkileri ve iklim değişikliğinin hafifletilmesi konularında raporlar üretmek amacıyla kuruldu ve sonuncusu 2007’de olmak üzere şimdiye kadar dört önemli değerlendirme raporu hazırladı. Raporların hepsi yayınlanmadan önce uzmanlar ve hükümetler tarafından detaylı incelemelerden geçirilmektedir. İRD (MRV): ‘İzlenebilir, raporlanabilir ve doğrulanabilir’ kavramının kısaltması, 2007 Bali BM Konferansı’nda benimsenen, emisyon azaltım önlemlerinin güvenilirliğine yönelik bir denetim listesi. Karbon bütçesi: Bir ülkenin, bazı aktivitelerin ya da bütün dünyanın belirli bir zaman içerisinde yayabileceği karbon miktarı. Atmosferdeki sera gazı miktarının üst sınırının belirlenmesiyle, küresel ısınmayı sınırlamaya çalışan stratejinin parçası. Karbon kaynakları: Atmosfere CO2 emisyonu üreten her tür doğal karbon deposu. Toprak, ormanlar ve okyanuslar farklı zamanlarda karbon yutağı ya da karbon kaynağı olabilirler. Karbon ticareti (Emisyon Üst Sınırı ve Ticareti): Ülkelerin, şirketlerin ya da diğer birimlerin CO2 emisyonu hakkı üzerine ticaret yapmalarını sağlayan, Avrupa’da uygulanan ve yakın zamanda ABD’de uygulanmaya başlanacak olan sistem. Bu sistemde ana salıcılara belirli bir miktarda emisyon izni verilmektedir ve sonrasında salıcılara bu izinleri alıp satma hakkı verilmektedir. 47 Karbon yoğunluğu: Ülkelerin GSYİH’lerindeki her bir TL ya da üretilen her bir birim için ne kadar karbon ayak izi yaptığıni gösteren bir ölçüm. Örneğin, bir birim çelik üretimi için salınan CO2 miktarı. Karbon yutağı: Ormanlar, yeşil alanlar ve okyanuslar gibi atmosferdeki CO2’yi doğal olarak emebilen karbon depoları. Kişi başına düşen emisyon: Emisyonların (genellikle bir ülkenin) nüfusa bölünmüş şekli. Genellikle adil bir ölçüt olarak görülmektedir. Örneğin, Çin ve ABD’nin CO2 emisyonu hemen hemen aynıdır ancak Çin’in nüfusunun ABD’nin dört katı olmasından dolayı kişi başına düşen emisyon miktarı ABD’nin kişi başı emisyon miktarının çeyreği kadardır. Kyoto Protokolü: 1997 yılında karara bağlandı ve ABD dışında hemen hemen bütün ülkeler tarafından onaylandı. Türkiye protokolü 2008 yılında imzalandı. Protokol, sanayileşmiş ülkelere 2008-2012 döneminde altı ana sera gazı için yasal bağlayıcılığı olan emisyon azaltım hedefleri getirmektedir. Ülkeler bu hedeflere diğer ülkelerdeki emisyon azaltıcı projelere yatırım yaparak ya da Temiz Kalkınma Mekanizması gibi protokol mekanizmalarını kullanarak ulaşabilirler. Ormansızlaşma ve Orman Kaybı Kaynaklı Emisyonların Azaltılması (REDD): Gezegenimizin ‘karbon yutakları’ olan ormanları koruyan ve orman tahribatı kaynaklı emisyonları azaltan gelişmekte olan ülkelere yönelik destek sistemi. Ortak ancak farklılaştırılmış sorumluluk: 1992 Dünya Zirvesi’nde yapılan Rio Bildirgesi ile benimsenen ilke. Bir durum karşısında ülkelerin farklı tarihsel sorumluluklarını, her ülkenin zenginlik, eğitim, sağlık gibi imkanlarını da göz önünde bulundurarak tanımlar. Bu ilkeye dayanarak, Kyoto Protokolü tüm ülkelerin sera gazı emisyonunu kontrol altına almak üzere sorumlulukları olduğunu, ancak sadece bazılarının özel olarak tanımlanmış hedefleri olduğunu belirtir. Sera etkisi: Atmosferin ısınmasını ısı tutucu gazların artması gerçeğine dayanarak açıklayan terim. Güneşten Dünya’ya ulaşan enerjinin büyük bölümü atmosferden sızarak yeryüzünü ısıtır. Isınan yeryüzü sıcaklık yayar. 48 Yayılan bu sıcaklığın bir kısmı yeniden uzaya çıkar fakat önemli bir kısmı sera gazları nedeniyle atmosferde tutulur. Bu gazlar doğal olarak atmosferde bulunan gazlardır, ancak gaz miktarının fazlalaşması, daha az ısının uzaya salınmasına neden olmaktadır. İnsanoğlu bu gazları atmosfere doğanın bunları yok etme hızından çok daha hızlı şekilde bırakmaktadır. Sera Gazı Kalkınma Hakları: Emisyon haklarını iklim tehdidine karşı tarihsel sorumluluk ve ekonomik altyapıya göre paylaştırarak acil küresel CO2 azaltımını amaçlayan yaklaşım. Sera gazları: Atmosferde ısıyı hapseden her türlü gaz. Kyoto Protokolü, insan kaynaklı olan altı sera gazını kapsamaktadır: Karbondioksit (CO2 - en önemlisi), metan, diazotmonoksit, kloroflorokarbon, hidroflorokarbon, perfloro-metan. Temiz Kalkınma Mekanizması (CDM): Sanayicilerin gelişmekte olan ülkelerdeki sera gazı emisyonlarını azaltıcı projelere yatırım yaparak ‘karbon kredisi’ elde etmesini sağlayan, Kyoto Protokolü’ne bağlı bir sistem. Protokol uyarınca, elde edilen krediler, ülkelerin emisyon miktarlarını dengelemek amacıyla kullanılabilir, ticareti yapılabilir. Tehlikeli iklim değişikliği: UNFCCC’de yer alan bir terim. Terim açık şekilde tanımlanmamıştır, ancak dünya hükümetleri bunun önlenmesi konusunda anlaşmış durumdadır. Ulusal Uyum Eylem Programları (NAPA): Vatandaşlarını, ekosistemlerini ve ekonomilerini iklim değişikliğine karşı korumak için az gelişmiş ülkeler tarafından geliştirilen planlar. Uyum Fonu: Kyoto Protokolü kapsamında yoksul ülkelere iklim değişikliğine uyum için maddi kaynak sağlamak amacıyla kurulmuş bir fon. Halihazırda, Temiz Kalkınma Mekanizması altında gerçekleştiren işlemlerden aktarılan yüzde 2’lik gelirlerden oluşmaktadır. Yenilenebilir enerji: Rüzgâr ve güneş gibi tükenmeyen doğal kaynaklardan üretilen her tür enerji. Birleşmiş Milletler Çevre Programı, Küresel Barış ve Çevre Vakfı, Bayer ve Nikon tarafından çocuklara yönelik düzenlenen resim yarışması genç neslin iklim değişikliği ile mücadeledeki azmini ve heyecanını göstermekle birlikte bu yayının görselleri olarak kullanıldı. Yarışmanın konusu iklim değişikliği olup, Gezegen için Resim Yap kampanyasının bir parçası olarak gerçekleştirildi. (www.unep.org/ paint4planet). Ön Kapak, Andrew Bartolo, Malta; s3, Banson; s4, Evdokia Vallis, Yunanistan; p5. Laura Paulina Tercero Araiza, Meksika; s6, Abdul Rahman Anwar Elmeligg, Suudi Arabistan; s9 (üstten) UNFCCC, IISD, ABD Dışişleri Bakanlığı, IISD/ UNDP/UNEP, IISD; s13, Charlie Sullivan, İngiltere; s14, Daniela Melendez, Kolombiya; s15 Netpakaikarn Netwong, Thailand; s17, Alex Smith, ABD; s18, Kevin Van Den Broucke, Belçika; s20, Obamamedia; s23, Gloria Ip Tung, Çin; s25, Jerrika C. Shi, Filipinler; s27, Zayan Masood, Bangladeş; s28, Anoushka Bhari, Kenya; s29, Laurent Ipperciel, Kanada; s30, Andriy Palamarchuk, Ukrayna; s31, Katherine Liu, ABD; s32, Maria Kassabian, Nijerya; s33, Elizaveta Rossokha, Ukrayna; s35, Dave Laurence A. Juntilla, Filipinler; s37, Guy Jayce Nindorera, Burundi; s38, Tewanat Saypan, Tayland; s45, Giselle Lau Ching Yue, Çin; Arka Kapak, Earth Hour/Shepard Fairey. Yeni İklim Anlaşması - Kopenhag Cep Kılavuzu, 2009, WWF-Türkiye (Doğal Hayatı Koruma Vakfı) İstanbul, Türkiye © WWF-Türkiye (Doğal Hayatı Koruma Vakfı) Ekim 2009 Tüm hakları saklıdır. Bu yayının herhangi bir bölümü, WWF-Türkiye’nin yazılı izni olmadan yeniden çoğaltılamaz ve basılamaz. ISBN: 978-605-60247-7-1 Raporun içeriği ve coğrafi isimler, WWF’nin herhangi bir ülkenin ya da bölgenin yerleşim alanının ve sınırlarının belirlendiği yasal konumuna ilişkin düşüncesinin hiçbir şekilde ifadesi değildir. Yazar: Fred Pearce Çeviri: Galena İş, WWF-Türkiye Editör: Deniz Öztok, WWF-Türkiye Tasarım: A BANSON Production Uygulama: Tasarımhane Baskı: Desen Ofset Büyük Postane Cad., No: 43-45 Kat:5 34420 Bahçekapı, İstanbul Tel: 0212 528 20 30 Faks: 0212 528 20 40 www.wwf.org.tr info@wwf.org.tr © 1986 Panda sembolü WWF-World Wide Fund For Nature ® “WWF” ve “yaşayan dünya” WWF’nin müseccel markalarıdır. www.earthhour.org WWF-Türkiye’nin misyonu yeryüzünün doğal çevresinin bozulmasının durdurulması ve insanların doğayla uyum içinde yaşadığı bir gelecek kurulmasıdır. Bunun için WWF-Türkiye; • Biyolojik çeşitliliği korur. • Yenilenebilir doğal kaynakların sürdürülebilir kullanımını destekler. • Kirliliğin ve aşırı tüketimin azaltılmasını sağlamaya çalışır. \DüD\DQELUGQ\DLoLQ WWF- Türkiye Doğal Hayatı Koruma Vakfı Büyük Postane Cad. No: 43-45 Kat: 5 34420 Bahçekapı, stanbul T: 0212 528 20 30 F: 0212 528 20 40 info@wwf.org.tr www.wwf.org.tr