GELİŞEN TÜRKİYE VE YENİ ANAYASA 2012 Türk Mallarının Tanıtımı ve Kullanılmasını Teşvik Derneği Yayın No: 1 - 2012 - İstanbul GELİŞEN TÜRKİYE VE YENİ ANAYASA 2012 Türk Mallarının Tanıtımı ve Kullanılmasını Teşvik Derneği Yayın no: 1 Yazarlar Prof. Dr. Nevzat Yalçıntaş T.B.M.M. Anayasa Komisyonu Eski Üyesi Erdoğan Erdoğdu Türk Mallarının Tanıtımı ve Kullanılmasını Teşvik Derneği Başkanı Genel Yayın Yönetmeni Kitap Editörü Proje Sorumlusu Kitap Tasarım Nevzat GÖKALP Yaşar CELEP Av. M. Veysel GÜLDOĞAN Recep ÖNDER ISBN 978-605-4357-05-5 Birinci Basım Aralık 2011 İkinci Basım Mart 2012 Baskı ve Cilt Acar Grup Basım Sanayi ve Ticari Yatırımlar A.Ş. Adres: Beysan Sanayi Sitesi Birlik Caddesi No: 26 Acar Binası Haramidere/Beylikdüzü İstanbul Tel: 0212 422 18 34 - 422 18 00 (pbx) www.acar-group.com TÜRK MALLARININ TANITIMI VE KULLANILMASINI TEŞVİK DERNEĞİ Muradiye Mah. Hüsrevgerede Cad. Kalıpçı Sk. No: 54 Nişantaşı - İstanbul Tel: 0212 258 93 54 - Faks: 0212 258 93 44 Kütük Nu: 34-112-115 www.türkmalı.com.tr • www.turkmallari.org facebook.com/Türk Malı twitter.com@TURKMALIDERNEGI Prof. Dr. Nevzat Yalçıntaş Prof. Dr. Nevzat Yalçıntaş 1933 yılında Ankara’da doğdu. İlk ve Orta Öğrenimini Ankara’da yapan Nevzat Yalçıntaş, Ankara Ticaret Lisesi’nden mezun oldu. İstanbul Yüksek Ticaret ve İktisat Okulu’nu 1954’de bitirdikten sonra Fransa Caen Üniversitesi Hukuk ve İktisadi İlimler Fakültesi’ndeki Doktorasını 1957 yılında Pekiyi derece ile tamamladı. Akademik yaşamına Ankara’da başlayan ve kısa bir süre sonra İstanbul Üniversitesinde görev alan Nevzat Yalçıntaş 1958-1960 yılları arasında Genel Kurmay Başkanlığı Araştırma ve Geliştirme Kurulu’nda Araştırmacı olarak vatanî hizmetini yaptı. Yedek Subaylık görevi sonrasında 1962-1963 yılları arasında Doçentlik Çalışmaları için İngiltere’de Londra Üniversitesi London School of Ekonomics and Social Sciens’de bulundu. Prof. Dr. Nevzat Yalçıntaş, 1958 yılında Devlet Su İşleri Genel Müdürlüğü İktisat Uzmanı olarak ilk defa devlet görevine başlamış, arkasında sırasıyla; İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi Öğretim Üyeliği (1960-1998), Devlet Planlama Teşkilatı Sosyal Planlama Daire Başkanı (1968-1970), Vekaleten İktisadi Planlama Daire Başkanı (1969-1970), Avrupa Göçmen İşçiler Kurulu Üyeliği (1973-1975), TRT Genel Müdürlüğü (1975), İslam Kalkınma Bankası Araştırma ve Eğitim Ensititüsü Kurucu Başkanlığı (19821986), Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği Başkanlık Baş Müşaviri ve Yüksek İstişare Kurulu Başkanlığı (1986-1990) görevlerini yerine getirmiştir. Türkiye’yi dünyanın birçok ülkesinde çeşitli uluslararası kuruluş ve toplantılarda temsil eden Prof. Dr. Nevzat Yalçıntaş, ülkemiz Gelişen Türkiye ve Yeni Anayasa 2012 3 içinde ve dışında özel sektör kuruluşlarında üst düzey yöneticilik ve danışmanlık görevlerinde bulunmuştur. Prof. Dr. Nevzat Yalçıntaş, 1996-1998 yılları arasında da Türkiye Gazetesi’nde başyazarlık yapmıştır. Prof. Dr. Nevzat Yalçıntaş, 1995 yılınında Türkiye ve Suudi Arabistan arasında Türk kamyon şoförlerinin Captagon isimli uyuşturucu haplarla yakalanması sonucunda meydana gelen “İdam Krizi”nde dönemin Başbakanı Tansu Çiller ve Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel tarafından “Olağanüstü Arabulucu” olarak Suudi Arabistan’a gönderilmiş ve Devlet Başkanı protokolüyle karşılanmıştır. Yalçıntaş, Suudi Arabistan Veliahd Prensi Abdullah ile Türkiye adına görüşme yaptıktan sonra Prens Abdullah: “Sayın Yalçıntaş, Cumhurbaşkanımıza ve Başbakanınıza sizin gibi bir dostumuzu gönderdikleri için teşekkürlerimizi iletin”, diyerek uğurlamıştır. Prof. Dr. Nevzat Yalçıntaş’ın “Olağanüstü Arabulucu”luğuyla çözümlenen “İdam Krizi” O’nun uluslararası ilişkilerde etkili ve saygın bir yere sahip olduğunun bir delilidir. Neticede 50’ye yakın idama mahkum edilmiş ve cezaları kesinleşmiş Türk şoförlerinin hiçbiri infaz edilmemiştir. 1998 yılında Fazilet Partisi’nin yaptırmış olduğu bir kamuoyu araştırmasında, halkın siyasette en çok görmek istediği “akademisyen” olarak öne çıkan Prof. Dr. Nevzat Yalçıntaş kendine birçok parti tarafından yapılan teklifler arasında Fazilet Partisi’ni tercih ederek TBMM’ne 1999 Genel Seçimlerinde İstanbul Milletvekili olarak girmiştir. 2000 yılında Cumhurbaşkanlığına aday olan Yalçıntaş, 2002 genel seçimlerinde AK Parti’den tekrar İstanbul Milletvekili olarak TBMM içinde yer almışır. 2007 genel seçimlerinde ise kendi isteği ile milletvekili adayı olmamıştır. AGİT (Avrupa Güvenlik ve İş Birliği) Parlamentosu’nda da Başkan Yardımcılığı görevini yürütmüş olan Yalçıntaş,halen merkezi Almanya’nın Köln şehrinde bulunan “Avrupa Müslümanlar Birliği” (EMU) ve Hollanda’daki “Rotterdam İslam Üniversitesi”nin Şeref Başkanıdır. 4 Türk Mallarının Tanıtımı ve Kullanılmasını Teşvik Derneği İÇİNDEKİLER Önsöz 7 TBMM Başkanlığı’na Dilekçe Türk Tarihi 11 13 Türk Devleti 25 Türk Kültürü 29 T.B.M.M Anayasa Komisyonu Eski Üyesi Prof. Dr. Nevzat Yalçıntaş Hocamızın Hazırladığı ve T.B.M.M Başkanlığına Sunduğumuz Yeni Anayasa Çalışması 35 Gelişen Türkiye ve Yeni Anayasa 35 ÖNSÖZ 37 1. Millet Bütünlüğünün Tam ve Devamlı Sağla­namaması 39 2. Anayasal Düzenin Milli İradeye Dayalı ve İs­tikrarlı Olarak Gerçekleştirilmemesi 40 YENİ ANAYASANIN BEŞ ESASI 43 1. Türkiye Cumhuriyeti Devletinin İstiklali (İstiklal prensibi) 46 2. Vatan Toprakları ve Milletin Bölünmezliği (Bütünlük Prensibi) 46 3. Demokrasi ve İnsan Haklarına Dayalı Cumhuriyet (Cumhuriyet Prensibi) 47 4. Ortak Milli ve Manevi Değerlerimiz (Kimlik) 47 5. Gelişmiş Türkiye ve Güçlü Ordu 48 TÜRKİYE CUMHURİYETİ ANAYASASI -TEKLİFLER- 49 BAŞLANGIÇ 51 Başlangıç Gerekçe 51 Devletin Adı ve Şekli 52 Omzumdaki Gözyaşları 58 Türklük ve Etnisite 63 Değiştirilme Hükmü ve Darbeler 67 Gelişen Türkiye ve Yeni Anayasa 2012 5 Eşitliğin Korunması 68 Din ve Vicdan Hürriyeti 70 İKİNCİ BÖLÜM VE MÜTEAKİP KISIMLAR 75 Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Hayat 75 Devletin Görevi 76 Ailenin ve Çocukların Korunması 76 Türkçenin Yaygınlaştırılması 78 42. Maddeye Ek 79 İlim, Araştırma ve Öğretim Hürriyeti 81 Yüksek Öğretim Koordinasyon Kurulu 82 Yabancıların Durumu 85 Sendikalar ve Toplu Sözleşme 90 İşçi ve İşveren İlişkileri 91 Tarih, Kültür ve Tabiat Varlıklarının Korunması 92 Seçimler ve Siyasi Faaliyette Bulunma Hakları 93 Siyasi Partiler 93 Siyasi Parti Faaliyetleri 95 Türkiye Büyük Millet Meclisi 96 Milletvekili Sayısı 97 Milletvekili Yaşı ve Mezuniyeti 97 And İçme 98 Cumhurbaşkanı Görev ve Yetkileri 98 Milli Savunma 99 Genelkurmay Başkanlığı 100 Kurumlar 101 Anayasa Mahkemesi 101 Geçici Hükümler 101 TÜRK DİLİ KONUŞAN ÜLKELER İŞBİRLİĞİ KONSEYİ’NİN KURULMASINA DAİR NAHÇIVAN ANLAŞMASI -ORJİNAL METİN- 103 6 Türk Mallarının Tanıtımı ve Kullanılmasını Teşvik Derneği ÖNSÖZ Anayasalar devletlerin temel ilke ve kurumlarını düzenleyen, kişilerin haklarını güvence altına alan üstün hukuk kurallarından oluşur. Demokratik bir anayasa, ülkedeki belli başlı tüm toplumsal kesimlerin üzerinde uzlaştığı bir toplum sözleşmesi niteliğindedir. Yalnızca belli bir kesimin görüşleri doğrultusunda oluşturulan bir anayasa, yakın tarihimizdeki örneklerden görülebileceği gibi, ne kamu barışını korumada başarı sağlayabilir, ne de uzun ömürlü bir belge olabilir. Bir anayasanın kendisinden beklenen işlevi yerine getirmesi, yani devlet organlarının uyumlu çalışması, ülke fertlerinin haklarını güvence altına alması ve iç barışı sağlaması, ancak bütün toplumsal kesimler tarafından sahiplenilmesi, korunması ve yüceltilmesi ile mümkündür. Milletin “benim anayasam” diye sahiplenmediği hiçbir belge, bir anayasadan beklenen işlevleri yerine getiremez. Vatandaşların sahip çıkacağı, toplum sözleşmesi niteliğindeki bir anayasa, hem hazırlanma yöntemi, hem de içeriği bakımından bazı özellikler taşımalıdır. Tüm vatandaşların sahipleneceği, yönetenlerin kendilerini tartışmasız bağlı hissedeceği çağdaş bir anayasa, ancak özgür ve demokratik bir ortamda, tüm toplum kesimlerinin yapım sürecine katıldığı bir yöntemle ortaya çıkabilir. Son Anayasamız olan 1982 Anayasası’nın en çok eleştirilen yönlerinden biri, demokrasinin askıya alındığı, özgür tartışma ortamının bulunmadığı bir ortamda hazırlanmasıydı. Gelişen Türkiye ve Yeni Anayasa 2012 7 Demokratik bir anayasanın hazırlanmasında en sağlıklı yol, anayasa metninin nispi temsil sistemine göre seçilen ve yalnızca bu konuda yetkili kılınan bir Kurucu Meclis tarafından kaleme alınmasıdır. Belli başlı tüm toplum kesimlerini temsil edecek bir Kurucu Meclis, güncel politik baskı ve tartışmalardan uzak bir şekilde, Milletin geleceğini ve uzun vadeli çıkarlarını düşünerek gerçek bir toplum sözleşmesi niteliğindeki anayasa metnini ortaya çıkarabilir. 21. yüzyılda Türkiye’ye kılavuzluk edecek çağdaş bir anayasa, Cumhuriyet’in kazanımlarını koruyan, bu kazanımları yeni ilke ve kurumlarla geliştiren bir metin olmalıdır, çoğulcu, özgürlükçü ve demokrasi hedefinden uzaklaşmamalıdır. Yeni anayasanın, kuvvetler ayrılığı ilkesinin ve demokrasinin sağlıklı işlemesinin bir gereği olarak yargı bağımsızlığını güçlendirmesi gerekir. Bağımsız yargı, demokrasinin ve hukuk devletinin güvencesidir. Türkiye, bulunduğu coğrafyadaki gücünü ve saygınlığını laik ve demokratik bir ülke olmasından alıyor. Toplum barışının, inanç özgürlüğünün, akla ve bilime göre örgütlenen çağdaş bir toplum düzeninin güvencesi olan laiklik, Cumhuriyet’in en temel kazanımlarından biridir. Türkiye 40 yılı aşkın süredir, Devleti vatandaşlarına insanca bir yaşam düzeyi sağlamakla görevlendiren anayasal kurallara sahiptir. Anayasamızdaki sosyal devlet ilkesi ve sosyal haklar, onurlu ve insanca yaşama düzeyinin vazgeçilmez araçlarıdır. Yürürlükteki anayasada yer alan sosyal haklar, bugüne kadar çok yetersiz düzeyde gerçekleştirilebilmiştir. İçinde bulunduğumuz küreselleşme süreci, zaten sosyal hakları olumsuz yönde etkilemektedir. Yeni anayasanın bu olguyu dikkate alarak sosyal hakları güçlendirmesi gerekmektedir. Çağdaş demokrasi çoğulcu demokrasidir. Çoğulcu demokraside hükümet, ülkeyi yöneten güçlerden yalnızca biridir. Hükümetin yanı sıra yargı organları, parlamento, özerk kuruluşlar, kamu kurumu niteliğindeki meslek kuruluşları, sendikalar, dernekler gibi 8 Türk Mallarının Tanıtımı ve Kullanılmasını Teşvik Derneği sivil toplum kuruluşları da ülke yönetiminde doğrudan ya da dolaylı biçimde etkilidir. Hükümet bütün bu aktörlerin uyum içinde çalışmasını gözetmek ve anayasal ilkeler doğrultusunda yönlendirmekle yükümlüdür. Herkesin tüm insan haklarından yararlanması, çağdaş demokratik devletin temel özelliklerinden biridir. Anayasaların en önemli işlevlerinden biri de vatandaşların hak ve özgürlüklerini güvence altına almasıdır. Anayasa, 2000’li yıllarda insan onuruna yönelen yeni tehditleri dikkate alarak yurttaşları bu tehditlere karşı koruyacak yeni hakları güvence altına almalıdır. Türkiye’nin kalkınması, gelişmesi, çağdaş uygarlık yolunda emin adımlarla yürümesi için, ciddi reformlara ihtiyacı vardır. Türkiye’ye 21. yüzyılda kılavuzluk edecek çağdaş bir belge olacak yeni anayasanın yalnızca devlet kurumlarının işleyişini düzenlemekle yetinmeyip, toplumun ekonomik, sosyal ve kültürel gelişmesine rehberlik etmesi vatandaşların en büyük beklentisidir. Anayasa önerisinde, toplumun duyarlı olduğu konular olan milletvekili dokunulmazlığının çağdaş ülkelerdeki gibi sınırlanması, siyasal partilerin lider sultasından kurtarılarak demokratikleştirilmesi, cinsiyet eşitliğinin sağlanması, seçim sisteminin temsilde adaleti sağlayacak biçimde yeniden düzenlenmesi ve vatandaşların hak arama yollarını genişletmelidir. Yeni Anayasa Cumhuriyet’in kazanımlarını, sosyal hakları, hukukun üstünlüğü ilkesini, yargı bağımsızlığını, laikliği, devlet kurumlarının uyumlu ve dengeli işleyişini düzenleyen bir barış ve güvence kontratı olmalıdır. Yeni Anayasa çalışmalarını yürütmek üzere Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde, Anayasa Uzlaşma Komisyonu kurulmuştur. Anayasa yapım sürecine ilişkin usul ve esaslar bütün ayrıntıları ile bu komisyonda ve Türk Kamuoyunda tartışılmaya başlanmıştır. Türk Mallarının Tanıtımı ve Kullanılmasını Teşvik Derneği olarak, TBMM Başkanı Sayın Cemil ÇİÇEK’in bütün vatandaşları bireysel veya örgütlü bir şekilde aktif olarak yeni anayasa yapım sürecine katılma çağırısına uyarak görüşlerimizi bildirme kararı aldık. Gelişen Türkiye ve Yeni Anayasa 2012 9 Çağımızın Dede Korkut’u, milletimizin yetiştirdiği önemli ilim, fikir ve hizmet adamı, T.B.M.M Anayasa Komisyonu Eski Üyesi ve Türk Mallarının Tanıtımı ve Kullanılmasını Teşvik Derneği Danışma Kurulu Başkanı çok kıymetli Prof. Dr. Nevzat YALÇINTAŞ hocamızın hazırlamış oldukları ve T.B.M.M Başkanlığı’na kendilerinin de ayrıca sunduğu Yeni Anayasa Çalışması’nı esas alarak 30.12.2011 tarihinde Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanlığı’na sunduğumuz bu çalışmayı kitap haline getirerek milletimizin de istifadesine sunmak istedik. Yüce Milletimize hayırlar getirmesi dileğiyle. Erdoğan ERDOĞDU İstanbul, 2012 10 Türk Mallarının Tanıtımı ve Kullanılmasını Teşvik Derneği TBMM BAŞKANLIĞINA Ankara 12 Haziran 2011 seçimleri öncesinde bütün siyasi partilerimiz tarafından gündeme getirilen yeni bir anayasa yapılması konusu, seçim sonrasında da gündemin en önemli maddelerinden biri olmuştur. Türkiye’de ilk defa halkın da katılımıyla bir anayasa yapılacak olması, sürece ilişkin usul ve esasların iyi tespit edilmesini zorunlu kılmaktadır. Yeni Anayasa çalışmalarını yürütmek üzere Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde temsil edilen 4 siyasi parti üye bildirmiş ve Anayasa Uzlaşma Komisyonu kurulmuştur. Anayasa yapım sürecine ilişkin usul ve esaslar bütün ayrıntıları ile bu Komisyonda ve Türk Kamuoyunda tartışılmaya başlanmıştır. Türk Mallarının Tanıtımı ve Kullanılmasını Teşvik Derneği olarak, TBMM Başkanı Sayın Cemil ÇİÇEK’in bütün vatandaşları bireysel veya örgütlü bir şekilde aktif olarak yeni anayasa yapım sürecine katılma çağırısına uyarak görüşlerimizi bildirme kararı aldık. Bu çerçevede, milletimizin yetiştirdiği önemli ilim, fikir, hizmet ve siyaset adamı T.B.M.M Anayasa Komisyonu Eski Üyesi, Türk Mallarının Tanıtımı ve Kullanılmasını Teşvik Derneği Danışma Kurulu Başkanı çok kıymetli hocamız, Prof. Dr. Nevzat YALÇINTAŞ hocamızın izni ile kendilerinin hazırlamış oldukları ve T.B.M.M Başkanlığı’na sunduğu Yeni Anayasa Çalışması’nı esas alarak önerimizi Yüce Meclisimize sunmayı bir görev kabul ediyoruz. Saygılarımızla. Erdoğan Erdoğdu Başkan Gelişen Türkiye ve Yeni Anayasa 2012 11 TÜRK TARİHİ Bundan 2220 yıl önceydi. Genç bir hükümdar Asya bozkırlarında güçlü bir devlet kurdu. Hükümdarın adı Mete idi ve Türk Milleti ona Oğuz Han dedi. Oğuz, Türk Milletinin tarihte adı bilinen ilk Mehmetçiğiydi ve buna hürmeten Türk soyu, hep onun destanlardaki adını sahiplenerek anıldılar: Oğuzlar… Oğuz kelimesi bir rivayete göre Ok kökünden türemişti ve birinci çoğul kipiyle anılıyordu (Ok-uz). Çünkü Türk töresinde yay tabi olunanı (kağan ve hükümdarı), ok da tabi olanı (millet ve orduyu) temsil ederdi. Böylece Oğuz, baştan başa bir ordu milletin adı oluyordu. Oğuz Devleti’nin kuzey komşusu olan Tunghular, iç savaşlardan sonra genç hükümdar Mete’nin elinde kalan Hun Devleti’nin ezeli rakibi idiler. Hunları mahvetmek için daima fırsat kolluyorlardı. Tecrübesiz kağan Mete’ye bir elçi gönderip ondan en sevdiği atlardan birini istediler. Türk töresinde at verilmezdi; bu bir savaş çığlığı demekti. Mete aksakallar kurultayına danıştı. Güngörmüş bilgelerin kararı kesindi: “Türk töresinde at verilmez, savaşılır!” Mete, bu karara karşı çıkarak atı vermeyi tercih etti. Milletini mevsimsiz ve hazırlıksız bir savaşın içine sürükleyerek zaafa uğratmak istemiyordu. Tunghular atı alınca daha da cesaretlendiler ve bu sefer Mete’den kadınını istediler. Kurultay yine “Olmaz, savaşalım!” dedi. Mete, onları yine şaşırttı ve en sevdiği hatununu gönderme yolunu tuttu. Oğuz İli’nde taşlar yerinden oynamaya başlıyordu; halk onurlarının incindiğini düşünüyor, “Töre bozuldu!” diye söyleniyordu. Genç hükümdarın işi gerçekten zora girmişti. Bu arada Tunghulardan bir elçi heyeti daha geldi. Bu seferki talepleri toprak idi. İki ülkenin arasındaki sınıra yakın bir yerde, Gelişen Türkiye ve Yeni Anayasa 2012 13 çorak bir arazi vardı. Hiçbir işe yaramayan, ekilip biçilmeyen bir yerdi. Kurultay, atını ve hatununu veren Mete’nin bu araziyi de vermesinde bir mahzur görmediler; “Verelim, savaşmaktan iyidir!” dediler. Ama Mete şiddetle karşı çıktı ve Oğuz adıyla tarihe geçmesinin kapısını aralayan kararını açıkladı: At ve kadın benimdi, benim şahsî sevgim ve sevgilimdi; ama toprak milletindir. Bağrıma taş basarak sevgimi bastırabilirim, ama milletin bağrına taş basmak bir hükümdara yakışmaz. Onun birliği ve bütünlüğü, saadetinin temeli olan vatan sevgisine dayanır. En işe yaramayan bir parçası da olsa vatanın tek karışı düşmana verilemez; savaşacağız! Savaştılar ve yendiler. Orta Asya’da o zamana dek yaşamış en büyük devlet olan Oğuz Devleti işte bu savaştan sonra, o çağa ait Misak-ı Milli’nin hızı ve ideali ile kuruldu. Bugün Türkiye’de yaşayan Türklerin ataları Büyük Selçuklu İmparatorluğu’nu kuran Oğuz Türkleridir. Oğuzlar, Göktürkler zamanında onların idaresine bağlı olarak Selenge Irmağı boylarında yaşıyorlardı. Bütün Türk boyları içinde Göktürk iktidarına en çok baş kaldıranlardan biri de Oğuzlardı. En sonunda Uygurlar’la birlikte Göktürk ailesinin saltanatını yıktılar ve Türk Devleti’ne hâkim oldular. Sonraları Kırgız boyundan Türklerin baskısıyla Oğuzlar daha batıya, Seyhun Nehri civarına göçmek zorunda kaldılar ve oraya yerleştiler. İçlerinde büyük bir bölümü Kuzey Karadeniz üzerinden Ukrayna ve Balkanlara gitti. Avrupalıların “Uz” dedikleri bu Oğuz kitlesi zamanla Hıristiyan olarak kayboldu, bir kısmı Bizans ordusunda hizmet ederken Malazgirt Savaşı’nda akrabaları olan Selçuklu Oğuzları’nın tarafına geçtiler. Hazar Kağanlığı’na bağlı olan Oğuzlar, XI. yüzyıl başlarken bu kağanlığın dağılmaya yüz tutmuş olması dolayısıyla dağınık bir halde bulunuyorlardı. Doğularında kuvvetli Karahanlı Hakanlığı, güneylerinde daha kuvvetli Gazneliler vardı. Oğuzlar’ın büyük bir bölümü Gazneliler’e tâbi olduğu halde Çağrı Bey’le Tuğrul Bey, Karahanlılar’ın Talas valisi olan Yağan Tegin Mehmet Buğra 14 Türk Mallarının Tanıtımı ve Kullanılmasını Teşvik Derneği Han’a bağlıydılar. Yağan Tegin, Talas ırmağı boyundaki Selçi şehrini dirlik olarak Çağrı ve Tuğrul beylere vermişti. Türkiye’nin kurulmasını sağlayan tarihî ve destanî hareketlerin can alıcı noktası olan Dendânekan Meydan Savaşı 23 Mayıs 1040 yılında olmuştur. 1039 Haziranı’nda, ilerleyen ağır Gazneli Ordusu’yla Selçuklular arasında bir sıra savaşlar başladı. Bu savaşlarda Selçuklu Ordusu’nun ruhunu Çağrı Bey teşkil ediyordu. Selçuklular kesin sonuçlu savaşa girmeyerek yıpratma taktiğini kullanıyordu. Türkiye Devleti’nin kuruluşunda çok büyük payı olan bu kahraman Oğuz Beyi, Mikaîl Yabgu’nun büyük oğlu, Selçuk Subaşı’nın da torunudur. Mikaîl Yabgu büyük ihtimalle babası Selçuk Bey’den önce ölmüş, fakat tarihe Çağrı Bey ve Tuğrul Bey adında iki ateş parçası oğul bırakmıştır. Gazneliler’in Selçuklular üzerine kesin yürüyüşü 3 Mayıs 1040’ta başladı. Gazneliler Ordusu büyük su sıkıntısı içinde yürüyordu. 21 Mayıs 1040 Cuma günü Dandânakan Ovası’nda yapılan büyük meydan savaşı Selçuklular’ın kesin zaferiyle bitti. Çağrı Bey, bundan sonra devletinin doğu bölgesi olan Horasan’ın hâkimi olarak kalmış ve ölünceye kadar mevkiini korumuştur. Kardeşi Tuğrul Bey devletin başına geçmiştir. Sultan Tuğrul Bey Azerbaycan Valiliğine tayin ettiği kardeşi İbrahim Yınal’ı Anadolu seferine görevlendirdi. Bu sırada Erran bölgesine fetihlerde bulunan Kutalmış’ıda onunla birlikte Rum (Anadolu) gazâsına gitmek üzere vazifelendirdi. İbrahim Yınal büyük bir ordu ile ( Bizans kaynaklarına göre yüz bin) Anadolu’ya girdi. İki ordu Pasinler Ovası’nda karşılaştılar. Selçuklu - Türk Ordusu kesin bir zafer kazandı. Selçukluların Bizans’la Anadolu’ya akınlarda yaptığı ilk ciddi savaş Türk kuvvetlerinin zaferi ile sonuçlanmıştır. (18 eylül 1049 Cumartesi Pasinler) Amcası Tuğrul Bey’in ölümünden sonra devletin başına geçen Çağrı Bey’in oğlu Alparslan devrinde de Anadolu içlerine akınlar devam etti. Türk akıncıları gün geçtikçe daha ileri bölgelere yayılıyorlardı 1070 yılında Sultan Alparslan Anadolu’ya geldi, Malazgirt Gelişen Türkiye ve Yeni Anayasa 2012 15 Kalesini fethetti. Nihayet 26 Ağustos 1071 Cuma günü öğleden sonra Bizans İmparatoru R.Diogenes’in komutasındaki Bizans Ordusu ile Sultan Alparslan komutasındaki Selçuklu - Türk Ordusu çarpışmaya başladı. Çok şiddetli geçen savaş akşama doğru Türk Ordusu’nun kesin zaferi ile sonuçlandı. Okul kitaplarında devletimizin ne zaman kurulduğuna dair bir işaret yoktur. Bazıları Malazgirt Savaşı’nın yapıldığı 26 Ağustos 1071 tarihini devletimizin başlangıcı sayıyorlar. Bu düşünce tamamıyla yanlıştır. Çünkü Malazgirt Savaşı çoktan kurulmuş kuvvetli bir devletin diğer bir kuvvetli devleti yenmesinden başka bir şey değildir. Dandânakan Savaşı ise Selçuklu Hanedanının idaresindeki Türklerin, Gaznelileri yenerek Horasan ülkesini onlardan koparmasını, burada bağımsız olarak teşkilâtlanmasını ve fetihlere başlamasını sağlamış, yani Türkiye’yi kurmuş ve bizi bugüne getirmiş olan bir çarpışmadır. Türk yöneticilerinde devamlılık bilinci vardır. Türk Hanedanı değişir, yerine bir devlet -hanedan kurulur, bu devletin başındaki hanedan kendini daha evvelkinin devamı addeder. Kaynaklardan açıkça anlaşıldığına göre, Göktürkler kendilerinin Hun’lardan geldiğine inanıyorlardı. Uygurlar da Göktürkler gibi kendilerinin atalarını Hunlar olarak kabul ediyorlardı. Uygur Hükümdarları, Büyük Hun İmparatoru Mete’nin seviyesine ulaşmak için güç sarf ederlerdi. Bu bilinç halkta da mevcut idi. Nitekim Türk Milleti, Osmanlıları tamamen Anadolu Selçukluları’nın devamı olarak görmüştür. Son Selçuklu Sultanı’nın Osman Bey’e “mülk”ü devrettiğine dair bir inanış süregelmiştir. 1289 yılında Selçuklu Sultanı, Osman Bey’e yolladığı bir elçi ile “ ferman, tuğ, bayrak, kılıç “gibi egemenlik sembolleri yollamıştır. Söğüt ve Eskişehir’i kapsayan Sancak’a Osman Beyin atandığı yazılıydı.1299’da Selçukluların son anlarını yaşadığı senede, Anadolu’nun çeşitli bölgelerinden gelen göçmenler başlarında oymak beyleri olduğu halde Osman Beyin etrafında toplandılar. 16 Türk Mallarının Tanıtımı ve Kullanılmasını Teşvik Derneği Osman Bey’e bağlılık töreni de Oğuz Töresi’ne göre yapılmıştır: Hazır bulunanlar onun önünde diz çöküp onun verdiği kımızı içtiler. Bu ona itaat ve sadakat göstereceklerinin işaretiydi. Osmanlılar Oğuzlara mensup olmakla öğünür ve köklerini bağlamaya çalışırlardı. Osmanlı tuğrası Devletin sonuna kadar Oğuzlara ait şeklini korumuştur. Gerçekte, Büyük Selçuklu Devleti’nin ilk Sultanı Tuğrul Bey (1040 -1063) bütün resmi belgelerde ve mektuplarda Oğuzlar’ a özgü, tuğra olarak ok ve yay kullanmıştır. Sonraları ok ve yay işaretleri kaldırıldı. Ancak tuğralarda Osmanlıların sonuna kadar, isim ve unvanları ok ve yay biçiminde yazılmıştır. Türk Devleti ne zaman kuruldu? diye soranlara gerek resmi gerekse gayri resmi ağızlardan verilen iki cevap var ki ikisi de yanlış; Rejim değişikliğini devlet kuruluşu sananlar bu soruya 29 Ekim bunun biraz olsun doğru olmadığını sezinleyenlerse 26 Ağustos 1071 karşılığını verirler. Peki, bundan 941 yıl önce Bizans’a karşı Malazgirt meydan muharebesini kazanan ordu Selçuklu Devleti’nin ordusu değil miydi? Bu gün Türkiye Cumhuriyeti adını taşıyan o devlet Malazgirt’ten 31 yıl önce, 23 Mayıs 1040 tarihinde, Dandanakan Meydan Muharebesi sonunda Gazneli Devleti’nden, yani Doğu Türk Devleti’nden, koparak kurulmamışıydı? Malazgirt’in Muzaffer Komutanı Alparslan Türkiye’nin ikinci devlet başkanı değil miydi? Hem sonra 1055’te Abbasi Devleti’nin “Resmi Hamisi” sıfatını alan devlet kuruluşundan bir yıl önce (1070’de) nasıl Kudüs’ü Fethetmiş olabilir? Oğuz Türk’leri Selçuklu Hanedanı yönetiminde, 1040 yılında Dandanakan Meydan Muharebesinde Gaznelileri yenerek istiklaline kavuşmuştur. 26 Ağustos 1071 Malazgirt Meydan Muharebesinde Bizanslıları yenerek, Anadolu’yu yeni bir Türk Yurdu yapmıştır. 2012 yılı devletimizin kuruluşunun 972. yıl dönümüdür. 1071,Türklerin Anadolu’ya 3. girişlerinin değil, kitlesel olarak girişlerinin tarihidir, esasen Türklüğün Anadolu’daki tarihinin Sümerler ile başladığı bilinmektedir. Saka Türkleri ve Hun’ların Gelişen Türkiye ve Yeni Anayasa 2012 17 da Anadolu’ya girdikleri bilinmektedir. Daha sonra m.s. 4. 5. ve 6. yüzyıllarda Türkleri Anadolu’da Balkanlarda ve Kafkaslardan gelip yerleştirilen bir kavim olarak görürüz. Bizans ile işbirliği yapan bu kavimlerin birçoğu Hıristiyanlaşmışlardır. Abbasi Ordusu’ndaki Türk hassa birliklerinin de Tarsus’tan başlayıp Erzurum’a uzanan hat üzerine yerleştikleri bilinmektedir. Özellikle 9. yüzyılda bu bölgedeki Türk nüfusu artmış, Eskişehir’e kadar uzanan hatta birçok kent, geçici olarak Türkler tarafından işgal edinmiştir. Güneydoğu ve Doğu Anadolu’daki Türk askerî varlığına Bizans, ancak 928- 964 yılları arasında son vermiştir. Erzurum’dan Adana’ya kadar olan bölge Bizans Orduları tarafından geri alınmıştır. Bu bölgedeki Türklerin yenildikleri dönemde 100.000 atlı çıkardığı bilinmektedir. Yani sayıları küçümsenecek ölçüde değildir. Selçukluların ilk Anadolu seferini 1015 -1016 yıllarında Çağrı Bey gerçekleştirmiştir. Daha sonraki yıllarda Selçuklular Anadolu’nun sınırlarını özelliklede Güney Kafkasya’yı denetim altına almışlardır. 18 Eylül 1049 da Kutalmış Beyin kazandığı Pasin Muharebesi askeri açıdan Malazgirt’ten daha az önemli değildir. 2.bin yıla girerken gerçekleşen bu gelişme Türklerin 1000 ile 2000 yılları arasına da jeopolitik çerçevelerini belirlemiştir. Oğuz Türkerinin önemli bir bölümü için hedef Batıya, Avrupa’ya ilerleyerek Avrupa Kıtası üzerinde hâkimiyet kurmak olmuştur. Öte yandan Asya’da kalan Türkler için doğuda Çin batıda Osmanlı güneyde Hint ve kuzeyde Sibirya tundralarının çevirdiği ve tıkadığı ölü bir jeopolitiğin hâkim olduğu dönem başlamıştır. Denizlerden ve İpek Yolu’nun niteliğini yitirmesi ile birlikte dünya ticaret yollarından uzak kalmıştır bu coğrafya. Gerçi Cengiz ve Timur gibi cihangirler çıkararak belirli süreçlerde Asya’nın tümüne yakın bir alanına ve doğu Avrupa ya yayılan imparatorluklar kurduysa da, bu imparatorluklarında sıklet merkezi daima İç Asya olmuştur. Bu imparatorlukların, sıklet merkezinin jeopolitik zayıflığı yüzünden hızlı dağılış ve çöküşler yaşamıştır. 18 Türk Mallarının Tanıtımı ve Kullanılmasını Teşvik Derneği İstanbul’un 1453’de fethi Avrupa’nın zihni haritasında bir kayma yaratmış ve Avrupa sınırlarını İstanbul’a kadar geri çekmiştir. İstanbul’un fethinden sonra önce Balkanlar’daki varlığını sağlamlaştıran Osmanlı daha sonra Kırım’ı ve Doğu Karadeniz kıyısını sınırları içine katarak kuzeye karşı güvenliğini sağlamıştır. Yavuz döneminde İran, Suriye ve Mısır’daki Türk Hanedanlarını (Devletlerini) yenerek sırtını yani doğusunu güvence altına almıştır. Yavuz’u doğuya dönen ilk Osmanlı sultanı yapan eğer Fatih’in Trabzon’u fethi ve Akkoyunlu Devleti’ni yıkan doğu seferi sayılmaz ise, İslâmî devlet ideolojisinde bir vurgu noktası yapması değil, İran-Türk Devleti’nin Osmanlıya Şiayı ideolojik bir araç olarak kullanarak meydan okumasıdır. Osmanlı ilerlemesi devam etmekteyken 1521 de Balkanları Avrupa’nın geri kalan kısmına bağlayan Belgrat,1526 da Budapeşte alınmış,1529 da ilk kez Viyana’nın önüne gelinmiştir. Artık Osmanlı gücünün ve yayılışının zirvesindedir. Ancak bu zirveden düşüş sanıldığı kadar hızlı da olmamıştır. Kanûnî 1566’ da ölmüştür. Onun ölümünden 30 yıl sonra 1596 da Türkler Haçova’ da Kocatepe’den önce son büyük meydan muharebelerini kazanmışlardır. Devlet’in gelişmesi hızını kaybetse de devam etmiştir. Kanûnî’nin ölümünden 103 sene sonra Girit fethedilmiştir. 17.yüzyılın başında,1601 de İstanbul’da Türk Devleti’ni yönetenlerin, dönemin süper gücünü yönettikleri sabittir. Ancak, gücünün zirvesinde gibi gözüken bu güç, öte yandan Hıristiyan batı ve Hıristiyan kuzeyin iç hatlar kıskacına düşmeye başlamıştır. 1701 yılı,1699’da gerçekleşen Karlofça Anlaşması’nın üzerinden geçen iki yılın ardından, Karlofça’nın şokunun devam ettiği bir yıldır.1801 ise gerilemenin belirginleştiği, 16.yüzyılda geniş bir alanda başlayan iç hatlar kıskacının sıkışmaya başladığı bir dönemdir. Napolyon’un orduları, Mısır’a çıkmışlardır. Yunanistan’ın ve Sırbistan’ın kopuşları yakındır. Kafkasya da Rus işgal savaşları başlamanın arifesindedir. Türkistan’da Rusya ilerlemektedir. 1901 ise 1918 e kadar sürecek milli felaketlerin habercisidir. Gelişen Türkiye ve Yeni Anayasa 2012 19 Burada çok kısa özetlenen 500 yıllık Türk tarihini jeopolitik konseptine yerleştirirsek, karşımıza çıkan manzara şudur: Daha sonraki dönemlerde Kırım’ın doğusundan Kafkasya’ya, batısından Balkanlara sarkan Rus gücü Osmanlıyı her iki taraftan sıkıştırmıştır. 1598 de Sibirya Hanlığı,1606 Nogay Ordusu Ruslar tarafından ortadan kaldırılır. Rusların açıktan kuşatması devam etmiş 1632 de Saha ve Yakutistan’ı, 1731 de batı Kazakistan’ı 1756 da Altay’ı işgal etmişlerdir. Osmanlı güneyden batılı denizci uluslar tarafından kuşatılması ise Ümitburnu’nun keşfedilmesi ve ardından Hint Okyanusu’na ulaşılması ile gerçekleştirilmiştir. Osmanlı her ne kadar bunun farkına varmış ve oluşturduğu Hint okyanusu Filosu ile mücadele etmeye çalışmışsa da başarılı olamamış ve geri çekilmiştir. I.Viyana Seferi’nden 154 yıl sonra Türkler 2. kez Viyana önüne gelmişlerdir. Viyana Kuşatması Avrupa içinde dönüm noktası olmuş ve Osmanlı karşısında oluşturulan koalisyon ilk Avrupalılık bilinci ve fikrinin de oluşmasında önemli bir rol oynamıştır. Viyana’dan geri çekiliş 1699 da Karlofça Anlaşması ile sonuçlanmıştır. Osmanlı’nın ilk toprak kaybı gerçekleşmiştir. 1699 da Karlofça Anlaşması bu cephe ilişkisine yeni nitelikler kazandırmıştır. Bu Anlaşma ile Avrupa’da ilk defa toprak kaybeden Osmanlı Devleti Avrupa içlerine ilerleme stratejisinden kaybedilen toprakları geri alma müdafaa stratejisine yönelmiştir. Karlofça Anlaşması Kanûnî’nin ölümünden 133 yıl sonra gerçekleşmiştir. Bazı tarihçilere göre Karlofça gerileme döneminin başlangıcı kabul edilir. Çünkü Osmanlı ilk kez toprak kaybetmiştir. Ancak Karlofça’ nın nihâî bir mağlubiyet olup olmadığı tekrar sorgulanmalıdır. Çünkü 1739 da 40 sene sonra Osmanlı Ordusu Almanları yenerek kaybedilen yerleri geri alacaktır. Ancak nihâî ve geri çevrilemez yenilgi 1768 -1774 savaşı sonunda Ruslar karşısında alınır. Çünkü ilk kez Osmanlı Türk ve Müslümanların meskûn olduğu bir toprağı kaybeder ve bir daha geri alınamaz. 20 Türk Mallarının Tanıtımı ve Kullanılmasını Teşvik Derneği Rus kuşatması dış hatlardan içe yönelir ve doğrudan Osmanlıyı hedef alır. 1783 de Kırım Hanlığı ortadan kaldırılır. Böylece Küçük Kaynarca antlaşması ile 1774 den 1920 ye 156 sene devam eden büyük bir geri çekiliş başlar. Anadolu ya yönelik olan bu geri çekiliş 3 kıtadan Avrupa’dan, Afrika’dan ve Asya’dan ger çekiliştir ve sadece ordunun değil halkında geri çekilişidir. Osmanlı Devleti’nin yenildiği tarihte Türk Orduları cumhuriyetin sahip olduğu alandan daha büyük bir alanı elerinde tutmaktaydılar. Fakat Anadolu ya dönüş esas olarak tamamlanmamıştır. Esasen 21.yüzyıla girerken, Türkiye ve Türkiye’nin ötesinde bütün Türk Dünyası,16. yüzyıldan bu yana en şanslı olduğu yüzyıla girmiştir. 16.yüzyıl ‘Türk yüzyılı’ diye adlandırılır. Bu yüzyılda dört ayrı Hanedan-Devlet çatısı altında örgütlenmiş olan Türkler, 85 milyon kilometre kare olan eski dünyanın 40 milyon kilometre karesini kontrol altında tutmaktadırlar. Sadece Osmanlı Devleti’nin yayıldığı alanın 19 milyon kilometrekare olduğu hatırlanmalıdır. Anadolu’nun da Türkler için güvenli bir yer olduğunu söylemek mümkün değildir. Türklerin yok edilmesi hedeflenmektedir. Batı bu hedefe oldukça yaklaşmıştır. 1920 yılında dünya Müslümanlarının ancak % 2 si 400 milyonun 10 milyonu, yani Sakarya ile Aras nehirleri arasında yaşayan Türkler özgürdür. Onlar da kelimenin tam anlamıyla bir ölüm kalım mücadelesi vermektedirler. Büyük Zafer’den ancak 5 yıl sonra M. Kemal ATATÜRK 1927 de Büyük Nutuk’u, Batıya karşı kazanılan savaşın nihâî bir galibiyeti temsil etmediğini ancak bir ateşkes olduğunu anlatan Gençliğe Hitabı ile bitirir. Nihayet seksenli yıllarda Bulgaristan’da yaşanan baskılar, Balkanlar’da geçtiğimiz asrın başında başlayan Osmanlı Devleti’ni Avrupa topraklarından, Asya içlerine doğru sürme, nihâî tasfiyenin bitmediğinin ilk işareti idi. Doksanlı yıllara gelindiğinde ise Bosna ve Kosova’da yaşanan etnik kıyımlar nihâî tasfiyenin hala devam ettiğini açıkça ispat ediyordu. Boşnak ve Arnavutların birinci derecede başvurdukları ülkenin Türkiye olması tarihi bir zorunluluğun ve Türkiye’nin sorumluluğun gereğidir. Gelişen Türkiye ve Yeni Anayasa 2012 21 Türkiye’nin Kafkasya, Balkanlar ve Ortadoğu’daki siyasi etki temeli Osmanlı bakiyesi Türk ve Müslüman topluluklardır. Geçmiş dönemde bu toplulukları Türk dış politikasının yükleri gibi görmek göç yoluyla başta Balkanları ve diğer bölgeleri boşaltma politikasının yanlışlığı bu gün açık bir tarzda ortaya çıkmıştır. 1922 ile 1071 arasındaki 861 senenin özeti bir Milletin, Türk Milleti’nin tek başına bir uygarlık adına, İslâm Medeniyeti adına, birleşik bir kıtanın, Avrupa’nın uluslarına karşı ve bir uygarlıkla yaptığı mücadeledir. Bir milletin birleşik bir uygarlıkla tek başına böyle bir mücadele verdiği görülmemiştir. Cumhuriyet Dönemi dış politikası Osmanlı Devleti’nin son yüzyıllarına damgasını vuran bu tarihi mirasın ortaya çıkardığı reflekslerle uluslararası konjonktürün gerektirdiği zorunlulukların kesişim alanı üzerinde gelişmiştir. Stratejik zihniyetin derin kıvrımlarında bu tecrübe birikiminin izlerini barındıran dış politika yapımcısı siyasi elit, reflektif - yansıtıcı savunma dürtüsü ile reel güce orantılı bir dış politika pozisyonu arayışına yönelmiştir. Bu yıllarda İslâm Dünyası tarihinin en bunalımlı döneminde bulunmakta ve her alanda bir ölçek küçülmesi sürecini yaşamakta idi. Türk Dünyası ise Bolşevik Devrimi’nden sonra tamamıyla esaret altına düşmüş bulunuyordu. Böylece Osmanlı Devleti’nin dayandığı İstanbul merkezli ve Anadolu - Balkan eksenli siyasi güç havzasının uluslararası hinterlant oluşturma iddiasının iki önemli zemini olarak görülen İslamcılık ve Türkçülük reel anlamda önemini kaybetmiş görünüyordu. Bu durum yeni yönetimi uluslararası sistem açısından kabul edilebilir bir deklarasyona sevk etti. Yeni devletin bütün uluslararası mesuliyet ve iddialarından soyutlandığını ilan eden bu deklarasyon - bildirge iki temel unsuru ihtiva ediyordu. Uluslararası alanda iddialı bir konum yerine Misakı-ı Milli sınırlarını ve ulus–devleti müdafaa stratejisi, yeni Türk Devleti’nin yükselen Batı eksenine alternatif değil, bu eksenin bir parçası olması. 22 Türk Mallarının Tanıtımı ve Kullanılmasını Teşvik Derneği Atatürk’ün “Yurtta Sulh, Cihanda Sulh” ilkesinde ifadesini bulan bu yeni yaklaşım, barış eksenli idealist bir uluslararası ilişkiler çizgisini göstermesi yanında sömürgeciliğin zirveye ulaştığı uluslararası konjonktürü, toplu durumu göz önüne alan ve bu çerçevede sömürgeci güçlerle çatışmaktan kaçınan realist bir dış politika tavrını öne çıkarmaktaydı. Böylece, yaklaşık iki yüz yıldır birçok Batı ülkesi karşısında aynı anda sürdürülen anti sömürgeci direnişin Osmanlı Devleti’nin üzerindeki çözücü etkisinden kaçınılmaya ve Osmanlı Devleti’nin bakiyesi topraklar üzerinde yeni bir uluslararası konum belirlemeye çalışılıyordu. Yine de özellikle Atatürk Dönemi’nde Rusya, İran ve Afganistan gibi Avrasya güçleri ile geliştirilen ilişkiler doğuya doğru derinliğine uzanan kısmen bağımsız alternatif hinterlant oluşturma çabası olarak görülebilir. Bu günden, tarihe bakarsak Cumhuriyet, Milletimiz için 861 sene süren sürekli savaştan sonra Atatürk’ün “Yurtta Sulh, Cihanda Sulh” ilkesine, kendisine karşı girişilen bütün dolaylı saldırı ve örtülü harp yöntemlerine rağmen mümkün olduğunca sadık kalan Cumhuriyet Türkiyesi, Osmanlı’dan devir aldığı 10 milyonluk fakir, hasta ve bitap düşmüş Milleti 75 milyonluk genç sağlıklı ve dinamik bir nüfusa ulaştırmayı başarmıştır. Gelişen Türkiye ve Yeni Anayasa 2012 23 TÜRK DEVLETİ XV. Yüzyılda, bizde, belirli bir tarih görüşü vardı: Türk tarihinin en eski çağları olarak Oğuz Han Destanı’ndan bahis olunur, sonra pek kısa bir Selçuklu tarihi anlatılarak Osmanlılara geçilirdi. Böylece eski tarihçiler, Osmanlıları daha mühim ve üstün tutmakla beraber, Türk tarihini bir bütün halinde gözden geçirirlerdi. Fakat bu tarih görüşü köklenmeden baltalandı. Hele, Hoca Sadeddin gibi bir münevverin, eserine doğrudan doğruya Osmanlılarla başlamasından sonra, bizim için Türk tarihi sadece “Osmanlı Tarihi” olarak kaldı. Ve daha önceki Türklerden, az veya çok, yabancı milletler gibi bahsedilmeye başlandı. Türk tarihi, sıralanmış bir bütün haline konulmadı. Çünkü çeşitli hükümdar sülâlelerinin zamanları ayrı ayrı devletlermiş gibi ele alınıyor ve Türkler birçok yerlerde birçok devletler kurup bunlardan hiç birisini uzun müddet yaşatamamış bir millet gibi gösteriliyordu. Hâlbuki gerçek hiç de böyle değildir. Çünkü Türk tarihi aralıksız bir bütündür. Mesele, onu sistemleştirmekten ibarettir. Çünkü Türk tarihi; İngiliz, Alman veya Fransız milletlerinin tarihi gibi ele alınamaz. Bunun sebebi, Türk tarihinin, o milletlerin tarihi kadar basit olmayışıdır. Bundan başka bu milletlerin tarihi, hemen hemen, hep aynı dar bir alanda geçtiği için, onların tarihlerini sıraya koymak kolaydır. Fakat Türk tarihi için bu, mümkün müdür? Bazen Çin’de, bazen Mısır’da, bazen Avrupa’da gördüğümüz Türklerin tarihini bir çerçeveye sığdırmak güç bir iş gibi gözükür. Bundan dolayıdır ki şimdiye kadar Türkler, kırk yerde kırk devlet kuran bir millet sayılmış ve Türk tarihini kronolojik bir düzene sokmak teşebbüsü görülmemiştir. Gelişen Türkiye ve Yeni Anayasa 2012 25 Eskiden, tarihin destanlarla karışık olduğu zamanlarda, Türklerin kafasında daha sistemli bir tarih görüşü vardı. Bu gün, birçok bilinmeyen gerçekler meydana çıktığı için, artık, o eski görüş ile yetinmek mümkün değildir. Bunun için bir yeni tarih sistemi bulmak zorundayız. Tarihimize vereceğimiz sistem, dileklerimize uygun olmalı ve bu sistem, bize yalnız geçmişimizi en parlak şekilde göstermekle kalmamalı, aynı zamanda ilerisi için de yol çizmelidir. Birçok milletler için tarih, bir vatan tarihidir. Meselâ Fransızlar için vatan tarihinden başka bir tarih usûlü gütmek mümkün değildir. Bundan dolayı da Fransızlar için millet, o vatan içinde oturan ve birbirine karışan insanların topluluğundan doğan varlık demektir. Çünkü Fransızlar ne Gol, ne Lâtin, ne de Germen olduklarını iddia edebilirler. Bu unsurların hepsinin aynı vatanda karışmasından doğan bir millet oldukları için, vatan tarihini esas olarak almaya mecburdurlar. Bize gelince; bizim şimdiye kadar sahip olduğumuz “Tarihi Görüş”ümüz yanlıştır. Çünkü bizim için millet-devlet esasını kabul etmek millî menfaatlerimiz için daha uygun olduğu halde, biz, millet tarihi şöyle dursun, devlet ve vatan tarihini bile bir yana bırakarak, yalnız sülâle ve rejim tarihini esas olarak kabul ettik. Her sülâleyi bir devlet sayarak, şimdiye kadar, sülâleler sayısınca devlet kurduğumuzu ileri sürdük. Fakat düşünmedik ki o kadar devlet kurduysak, bunların hiç birisini de yaşatamamış olduk! Hâlbuki her zaman bir Türk devleti vardı. Çünkü gerçekte bu kadar devlet kurmuş değil, bu kadar sülâle değiştirmiş bulunuyorduk. Tarihi hayatları uzun olan bütün milletlerde olduğu gibi bizde de bir takım hükümdar sülâleleri gelmişti. Başka milletler onları hükümdar sülâleleri diye saydıkları halde, biz, ayrı devletler diye kabul ettik. Bu çeşit hükümdar sülâlelerinin zamanlarını ayrı devletler olarak kabul etmek elbette ki yanlıştır. İngiltere’de, Fransa’da sülâleler nasıl birbirlerinin ardından gelmişse ve Fransa’da Kapet, Burbon, Orlean, Napoléon; Almanya’da Saksonya, Frankonya, Baviyara, Habsburg; İngiltere’de Anju, Tudor, Stu26 Türk Mallarının Tanıtımı ve Kullanılmasını Teşvik Derneği ard devletleri yoksa ve bunlar sadece hanedanlar ise; bunun gibi, Türk ilinde de Kun, Göktürk, Uygur, Selçuk, Osmanlı devletleri yok, sülâleleri vardır. Bazen, iki veya daha çok sülâle idaresinde iki veya daha çok siyasî Türk zümresinin bulunması ve bunların birbirleriyle çarpışmaları bu kuralı bozamaz. Nasıl ki Almanya’da düne kadar aynı zamanda hâkim olan birçok sülâleler bazen birbirleriyle çarpıştıkları, hatta bunlardan bazıları Fransızlar ile birleşerek öteki Almanlara karşı yürüdükleri halde Alman devleti bir devlet sayılıyor idiyse, bizde de aynı şekilde bir devlet olmak gerekir. Eğer bütün milletler tarihlerini bizdeki gibi değerlendirselerdi, o zaman, meselâ İngiltere’de İki Gün Savaşı’nda iki devlet bulunduğunu kabul etmek lâzım gelirdi. Yine Fransa’da, kontlukların kuvvetlenip kral nüfuzunun gücünü kaybettiği zamanlarda, birkaç devlet bulunduğunu kabul etmek gerekirdi. Hele XVIII. ve XIX. yüzyıllar Almanyası, içinden çıkılmaz bir hal alır, belki de Almanya denilen varlığın inkâr edilmesi lüzumu baş gösterirdi. Hiçbir Fransız “Fransız ihtilali Fransız Milleti’nin miladıdır” demez. Hiçbir İngiliz Magna Carta veya Cromwell devrimi İngiliz milletinin miladıdır, gibi bir cehalet izharında bulunmaz. Türk Ordusu’nun 2220 yıllık tarihinden, İstanbul Üniversitesi’nin 558. kuruluş yıldönümünden, mülkiyenin 151. kuruluş yıldönümünden, Vakıfların 967. kuruluş yılı, Polis Teşkilatının 166 kuruluş yıldönümünden, Sayıştay’ın 149 kuruluş yıldönümünden, Yargıtay’ın, ve daha birçok kurum ve kuruluşun bilmem kaçıncı kuruluş yıldönümünden söz edecek ve ondan sonra kalkıp Cumhuriyet öncesini yok sayacaksınız. Bu tavır babasını inkâr eden ancak maddi mirasına sahip çıkan evladın durumuna benziyor. Hanedanları ayrı devlet saymak, hanedancılık zihniyeti ile hareket etmektir. Osmanlı Devleti yıkılmış, onun yerine Türkiye Cumhuriyeti gelmiştir, düşüncesi yanlıştır. Çünkü bir Osmanlı Devleti yoktu ki yıkılmış olsun. Gelişen Türkiye ve Yeni Anayasa 2012 27 Sadece Osmanlı hanedanı vardı. Yıkılan odur. Yani devlet aynı devlettir sadece devlette rejim değişmiştir. Çünkü Millet aynı Türk Milleti. Bayrak aynı ay yıldızlı bayrak. Dil aynı dil Türkçe. Din aynı din İslam. Vatan, biraz küçülmüşte olsa aynı vatan. Cumhuriyeti kuran kadro (Osmanlı Paşaları) Hanedanlık dönemi askeri ve bürokratik kadrosu. Nasıl bu devlet ayrı bir devlet diyebiliriz? 28 Türk Mallarının Tanıtımı ve Kullanılmasını Teşvik Derneği TÜRK KÜLTÜRÜ* Türk kültürünün kurucu unsuru, yani o kültürün arkasındaki yapı Medeniyettir. Medeniyetin özü ahlâk ve ahlâkın merkezindeki değer ise adalettir. Türk kültürün kurucu öğeleri olarak Türk Medeniyeti’ni anlamak yerinde olacaktır. Türkiye’nin içinde bulunduğu kültür veya medeniyet için birbirinden farklı adlandırmalar, kimi zaman “Türkistan Medeniyeti” olarak, kimi zaman “İslâm Medeniyeti” olarak, hatta kimi zaman “Türk-İslam Batı Medeniyeti” kavramları kullanılmıştır. Son iki yüzyıllık bir süreç dikkate alındığında, artık Türkİslâm Batı Medeniyeti demek de doğru olabilir. Bu adlandırma da tartışmaya, düşünceye açık bir konudur. Ancak yine de en uygun ve isabetli tabir, “Türk Kültürü” tabiridir. Birincisi, Türk Medeniyeti denildiğinde, bazılarının iddiasına göre 5000 yıl, ama en azından en eski yazılı ürünü dikkate alındığında, 2000 yıllık geçmişi olan bir millet, medeniyetinden bahsedilir. İkincisi, neredeyse kadîm dünyanın orta kuşağında Çin’den Balkanlara kadar uzanan bir hilâl üzerinde var olmuş bir milletten ve 2000 yıl boyunca var oluşunu sürdürebilmiş bir medeniyetten bahsedilmektedir. Türk kültürü, 2000 yıl içerisinde farklı kültür ortamlarında, farklı medeniyetlerle birlikte var olmuş bir medeniyet demektir. Öyleyse en belirleyici adı ve tüm bunları kuşatacak bir adı bulmak gerekir. Medeniyet, sürekli ekleye ekleye bir varlık meydana getirmek değildir. Dolayısıyla “Türk medeniyeti”, hatta bir çevre olduğuna göre “Türk Medeniyet Çevresi” adı daha isabetli bir ad olabilir. Kültürün kurucu öğeleri deyince, daha ziyade medeniyeti ve medeniyetin içinde olanları algılamak gerekir. Medeniyet denilen * Türkiyenin Stratejik Vizyonu 2023 Projesinden iktibas edilmiştir. Gelişen Türkiye ve Yeni Anayasa 2012 29 alanın da değerlerden meydana geldiği bellidir, değer deyince biraz daha felsefi ya da daha özelleştirecek olursak, ahlaki olanlar kastedilebilir. Medeniyet aslında bir ahlâktan ve ahlâk anlayışından oluşan bir yapıdır. Bu perspektiften bakıldığında, kültürün kurucu öğesinin ne olduğu üzerinde daha rahat düşünülebilir. Ahlâk tek başına felsefî, etik, tek başına bireyde somutlaşmış bir şey değildir, belki onların tamamını kucaklayıcı bir şeydir. Ahlâk eylemleri düzenleyen, insanların nasıl ve niçin yaşaması gerektiğini söyleyen bir alandır. Geçmişe bakıldığında, ahlâk kendisini Türk Medeniyeti içerisinde belli bir bilgelik tasavvurunda sunmuş olandır. Öyleyse, kültürün kurucu öğelerinden bir tanesine ahlâk gözüyle bakmak pekâlâ mümkündür. Ve ahlâktan değerler anlaşılıyorsa, bu değerlerin de organizasyonunu sağlayacak bir değer bulunmalıdır. Söz konusu alandan yoldan çıkıldığında, bu değerin diğer değerlere de hem anlam katacak, hem varlık katacak ve hem de varlıklarını devam ettirecek değerin adalet olduğu anlaşılmaktadır. Belli bir adalet anlayışı ve belli bir adalet yorumunu Türklerin asırlar içerisinde, bin yıllar içerisinde geliştirdiği ve kuşaklara aktardığı hikmetin içerisinde görmek mümkündür. Bunu Türklerin hem İslâmiyet’te, hem tam İslâmiyet’e geçiş sürecinde, hem de İslâmiyet’ten önceki yaşamında da görmek mümkündür. Adalet her zaman kendisini sadece “adalet” sözcüğü içerinde sunmaz. Adalet, sırasıyla o hak duygusuyla, o hak bilinciyle bir merhamete dönüşür. Öylelikle, asıl kurucu olan başka şeyleri de kurarak, o yaşanılanları biçimlendirir. Adalet, devletin de kendisine tabi olmak zorunda olduğu, hatta ve hatta burada yasadan bahsedilmiyor, burada bir bilinçten, bir duygudan bahsedilmekte, hatta ve hatta “benim” de yalnızken tabi olmak zorunda olduğum bir iç varlık oluşturmaktır. Türk Kültürü’nün kurucu unsuru, yani o kültürün arkasındaki yapı medeniyettir, medeniyetin özü ahlâk ve ahlâkın merkezindeki değer ise adalettir. Türk medeniyetinin ya da Türk kültürünün 30 Türk Mallarının Tanıtımı ve Kullanılmasını Teşvik Derneği kurucu öğesi olmak bakımından üzerinde durulacak unsur ki belki ahlaktan önceki unsur hiç şüphesiz ki, dildir, Türkçedir. Dil, kültürün hem kurucusu, hem koruyucusu, hem de somutlaşmış halidir. Dil sadece gramer kurallarından ibâret bir yapı değildir. Dil, üzerinde az çok düşünmüş herkesin fark edeceği bir husustur. Diller insanların birbirinden kendisiyle, kendisi aracılığıyla aldıkları dünyayı, doğayı, varlığı biraz şekillendirerek, yönlendirerek taşırlar, yani dil düşünceye istikamet kazandırır. Dil, kavramları ve değerleri belli bir düzenekte birbirini çağrıştırarak kazanmaya imkân tanıyacak yapıları içerisinde barındırır, dil içinde inançları, düşünüşleri ve hayalleri barındırır. Ve bir dilin medeniyet dili olabilmesi için gereken en önemli şart, bir inancı ifade edebilme, bir inancı ortaya koyabilme başarısı göstermesidir. Türkçe bir inanca, birkaç inanca alanlık edebilmiş başarılı bir dildir. Konunun dışına çıkarak örneklemek gerekirse, Almancayı Almanca yapan, İncil’in Almanca ifade edilebilmesidir. Eğer inancı, inançları ifade edebiliyorsa, o dil bir medeniyet dilidir. Bir dil tarih boyunca başka dillerle ilişki içerisinde olmasına rağmen, alışverişte bulunabilmesine rağmen, hala varlığını koruyabiliyor ise o kurucu ve koruyucu unsuru olmayı hak ediyor demektir. Bilindiği üzere, Ubıhça gibi birçok dil kaybolmaktadır. Türkçe ise var oluşunu koruyabilmiş bir dildir. Türkçe üstelik dışarıya açık olma konusunda da ilginç bir yapısı olan dildir. Dışarıdan kelime alma ve başka kelimelere açık olarak kavram alma konusunda da ilginç yapıya sahip. Fakat değişmez bir kuralı da vardır; adlar alır, ama yüklemlerini, yani ilişkilendirmeyi, kültürü de kendisinde göreceğimiz kısmı saklı tutar. Kültürün kurucu unsurunun olmazsa olmazı dildir. Kültürü meydana getiren kurucu unsurlardan biri de kurucu “mihver” veya “yaratıcı” denilen “atadır”. “Ata” ile kastedilen ise, yukarıda bahsedilen 2 unsura da örnek olabilecek birkaç isimdir. Ata, varlık, yokluk zamanlarında yeni bir kavrayış, yeni bir istikamet gösterebilendir. Ama bu gösteriş, bir rasyonel gösteriş değildir. Bu gösteriş bir yaşayıştır, bir yaşamadır, bütün bir varlığıyla göstermedir. Burada atalar kültünden vb. bahsedilmemektedir. Atalar kültü de belki bu bağlamda yeniden değerlendirilebiGelişen Türkiye ve Yeni Anayasa 2012 31 lir. “Mihver insan” yol gösteren, kültürün ve medeniyetin önemli unsurlarıdır. Medeniyet ve kültür bu üç unsurla ifade edilmelidir. Atalar derken, 13. y.y. çok önemlidir. Bugünkü Türk Medeniyeti söz konusu olduğunda, XIII. y.y.’ın kilit önem taşıdığı kesindir. 13. y.y. üzerinde pek bir düşünce sorgulaması yürütülmemiştir. Ancak sırası geldiğinde, dünyaya sahip olduğumuz evrenselliğimizi tanıtırken hep 13. yüzyıldan berisini örnekler sunarız. XIII. yüzyılda yaşayan Yunus Emre bir Atadır, Mevlana bir Atadır, Hacı Bektaş bir Atadır, Yusuf Has Hacib bir Atadır, Itri bir Atadır, kendi alanlarında değerlere, yapmakta olduklarına, değerler manzumesine yeni bir anlam, yeni bir varlık katar. Medeniyeti ve kültür bunlarla anılmalıdır. Mevlâna Anadolu’dan “Gel ne olursan ol gel, yine gel. ” diye seslenmiş. Aynı şekilde Yunus Emre kurucu bir Atadır, o da “Ben gelmedim dava için, benim işim sevgi için, dostun evi gönüllerdir, gönüller yapmaya geldim” demiş. Ata, varlıkla hayatı, değerler manzumesiyle birlikte çözme yolunu gösteren hayati unsur ve yaşayan örnektir, konuşmaya sürekli devam eder. Mevlana ”Satrancı öyle bir oyna ki 700 yıl sonra dahi şah mat diyesin” demiş. Bu mısralar 700 yıl boyunca konuşulan büyük ve davetkâr kültürün önemli parçaları ve unsurudur. Bir diğer husus, coğrafyalar ve zamanlar farklı olmasına rağmen medeniyetlerin ortak tarafı olmalıdır. Bu ortaklık, adalette bir araya gelir. Buna ilginç örnekler sunmak mümkündür: “Kutadgu Bilig’de” Orta Asya’dan Yusuf Has Hacib XI. y.y daire-i-adaletle ilgili “Eğer güçlü bir devlete sahip olmak istiyorsan, güçlü bir orduya sahip olmalısın, güçlü bir ordu istiyorsan, vergi toplamalısın, vergi toplamak istiyorsan, adil bir şekilde yöneteceğin bir halk olmalı” diyerek yol göstermiştir. Görüleceği üzere, daire adalette açılıp, adalette nihayete ermektedir. Öyle ise adalet kültürün temel belirleyicisidir. Bu adalet dairesi, XVI. y.y düşünürlerinden Kınalızade Ali Çelebi’nin Ahlâki-i Alâî’sinde de şekillendirilmiş olarak yer almıştır. Kınalızade de “lazımın en lazımı” dediği adaletü ü devlet ve toplumsal işleyişi özetler. Söz konusu edilen adalet konusunu, 32 Türk Mallarının Tanıtımı ve Kullanılmasını Teşvik Derneği toplumsal düzeni, siyasi işlemi, yani XI. y.y. “adalette yürüttüğün zaman halk yönetebilirsin” şeklindeki felsefeyi, XVI. y.y. coğrafya olarak Orta Asya’nın göbeğinden unsurları çoğaltarak Farabi de işlemiştir. Adaletin hikmetteki şeklini o tasavvufa gitmeksizin “her şey haktan, hakkı kadar hak almıştır” diyerek dile getirmiştir. Buradaki Farabi’nin hak dediği Tanrı değildir, topluma işleye işleye yansıttığı adaletten başka bir şey değildir. Aradan 400- 500 yıl geçmiş olmasına, toplum hayatında yeni unsurlar meydana gelmiş olmasına rağmen, Farabi’nin de bu felsefesinde adaletin önemi muhafaza edilmiştir. Bu da Türk medeniyetinin, onu oluşturan değerlerdeki devamlılığını ve benimsenme özelliğini göstermektedir. Türk medeniyetinin temel değeri olan adalet sadece hukuki bir değer değil, aynı zamanda ahlaki ve ontolojik bir değerdir ki onun bu cephesi özellikle Farabi tarafından vurgulanır. Üç farklı zaman ve üç farklı kulvar olmasına rağmen, burada adalet temel çıkış noktası olmuştur. Anlaşılacağı üzere, Türk Kültürü’nün kurucu öğelerinin neler olduğu ve nerede bulunduğu konuları meçhul değildir. Bir millet kültürü birlikte üretir, onun için kurucu öğelerini genişletmek de son derece önemlidir. Aslında kimin üreteceğini, kimin yaşatacağını belirlemek, tespit etmek zordur. En küçük, hatta en önemsiz bir öğesi diyebileceğimiz unsur dahi kültüre mutlak şekilde bir katkıda bulunur. Musiki, din, sanat, hatta yemek kültürü bile kültürü meydana getirir. Ancak kültürün kurucu öğeleri, kendinden önce mevcut olana bir katkıda bulunan değil, daha ziyade kültür adına atfedilenlerin arkasında durabilecek öğelerdir. Dini, kültürün kurucu öğelerinden saymak pek doğru olmaz. Çünkü Türk İslam kültürünün 1000 yıllık bir tecrübesi var, Türk medeniyetinin geçmişi ise 2000-3000 yıllar öncesinde inşa edilmiştir. Ancak yine de İslâm, hedef olarak ahlâk isteyen bir kurumdur. Ahlâktan derin bir değerler manzumesini anlamak gerekir. Erdoğan ERDOĞDU İSTANBUL 2012 Gelişen Türkiye ve Yeni Anayasa 2012 33 21. ve 22. Dönem İstanbul Milletvekili, T.B.M.M Anayasa Komisyonu Eski Üyesi Prof. Dr. Nevzat Yalçıntaş Hocamızın Hazırladığı ve T.B.M.M Başkanlığına Sunduğumuz Yeni Anayasa Çalışması GELİŞEN TÜRKİYE VE YENİ ANAYASA 2012 Prof. Dr. Nevzat Yalçıntaş T.B.M.M Anayasa Komisyonu Eski Üyesi İSTANBUL ÖNSÖZ Türkiye Cumhuriyeti, devlet ve millet olarak, 1923’te kurulduğundan günümüze kadar önemli başarılar kay­detmiş ve gelişmeler gerçekleştirmiştir. 1919 ila 1922 yılları süresinde cüretkâr müstevliye karşı yürütülen “Milli Mü­cadele” savaşı sonunda, düşman geri püskürtülmüş, kut­sal vatanımızda, daima dalgalanmış olan şanlı bayrağımız altında batısı ve doğusuyla, yakılmış, tahrip edilmiş, on binlerce evladı şehit edilmiş, bir o kadarı yaralanıp, sakat bırakılmış, çoğunluğu yaşlı, kadın ve çocuk olan bir millet, varlığını koruyup, yaşamını sürdürmüştür. İstiklal Harbi’nin sona erdiği yıllarda Türkiye’nin top­lam nüfusunun 10 ila 11 milyon arasında olduğu hesap edilmiş fert başına düşen milli gelirinde 50 ila 60 dolar ol­duğu iktisat ve istatistik uzmanları tarafından tahmin edil­miştir. Tabiatıyla yut içi gayri safi milli hasılanın meydana geldiği esas üretim tarım sektörüne dayanıyordu. Ülkemizin ölüm-kalım savaşını parlak bir zaferle ka­zanan dahi ve kahraman Gazi Mustafa Kemal Atatürk ve arkadaşları birkaç vilayeti dışında harabe hale getirilmiş Türkiye’yi mamur ve kalkınmış hale getirmek için, hiç beklemeden çalışmaya koyuldular. İzmir yangınının tabiri caizse, külleri soğumadan orada ilk İktisat Kongresini ço­ğulcu bir iştirakle topladılar ve takip edilecek iktisat siya­setini tespit ettiler. Cumhuriyetimizin 10. yılında, 1930’lar da Türkiye bü­yük Liderinin öncülüğünde kendisine güveniyor, “Dünya Ekonomi Krizine” rağmen, bütün yoksulluk ve sosyo-ekonomik engelleri aşacağına inanıyordu. Halkımız ve ay­dınlarımız gözleri ileri ufuklarda şu marşı haykırıyorlardı: Gelişen Türkiye ve Yeni Anayasa 2012 37 “Demir ağlarla ördük Anayurdu dört baştan” “On yılda on beş milyon genç yarattık her yaştan” Bu milli ümit, ilerleme ve gelişme azmi, öngörülen bir mucize gibi, içinde bulunduğumuz yıllarda gerçekleşti. Halen, toplam nüfusumuz 75 milyon civarındadır. Yani 1930’lardaki 15 milyonluk nüfusumuza 60 milyon yeni Türk vatandaşı eklenmiştir. Bunlar bizleriz, hepimiz, eşimiz, evlat ve torunlarımızdır. Vatanımızı, üzerinde ha­yat sürdüğümüz ülkemizi fakirleştirmedik, tam aksine, Türkiye kalkındı, yenileşti ve refah devleti istikametinde zenginleşti. Demokrasiye geçtiğimiz 1946 ve sonraki yıllarda Türkiye’de 250-300 dolar seviyelerinde seyreden fert başı­na düşen milli gelir halen (2011) 10 bin dolar seviyelerine ulaşmıştır. Benimde içinde bulunduğum nesiller hep “Türkiye yüzde 80’i köylü olan bir ülkedir” diye öğrenmiş ve söy­lemişizdir. Bu oran artık tersine dönmüş, halkımızın kahir ekseriyeti yenileşen, gelişen şehirlerde yaşıyor. 1970’lerin başında, Devlet Planlama Teşkilatında, ih­racatımızın ilk defa 2 milyar doları bulduğu haberi açık­landığı zaman, hepimiz adeta bayram havasına girmiş ve başta Müsteşarımız rahmetli Turgut Özal olmak üzere bu seviyenin asgari taban olduğunu, gelecek yıllarda bu 2 milyar doların, devamlı arttırılması üzerine o yılların genç uzman ve yöneticileri olarak adeta yemin etmiştik. İhraca­tımızın bileşimi ağırlıklı olarak tütün, fındık, pamuk, incir, kuru üzüm gibi tarım ürünleri idi. Tütünü de dış ülkelere satmakta zorluk çekiliyordu. Halen ihracatımız 100 milyar dolar ve üzeri rakamlar­la ifade ediliyor. Bu rakam 2008 dünya ekonomi krizine rağmen gerçekleştiriliyor ve ihracat bileşimi artık sanayi ürünleri başta olarak açıklanıyorsa, Türkiye ekonomisinin sağlam temellere dayandığını söyleyebiliriz. Elbette ki bazı sorunların varlığını inkar etmeden, onlara sürekli çözümler getirmek sorumluluğu duygusu ve kararlığı ile Cumhuri­yetimizin pek çok sosyo-ekonomik ve kültürel alanlardaki başarılarını ve gelişmeleri sayabiliriz. 38 Türk Mallarının Tanıtımı ve Kullanılmasını Teşvik Derneği Bunlara ait, bu satırların yazarının inceleme ve yayın­ları vardır. Buradaki mukadder ve hayati sual, halen, han­gi konular ve sahalarda başarıya ulaşamadığımız, kısacası başarısız kaldığımız hususudur. Değerli okuyucularımız, böyle bir önsözde uzun bir liste teşkil edecek noksanlık ve başarısızlıkları açıklayıp tahlil etmemizi elbette bekleme­yecektir. Burada, sadece iki noksanımıza, sağlam ve devamlı çözümlere kavuşturamadığımız, millet hayatımızda ağır kayıplara, yıpranmaya uğradığımız, asla ihmal edileme­yecek, milletimize ayak bağı olan, dünyada, haklı davala­rımızda dahi sesimizi kısıtlayan, gücümüzü zayıflatan iki önemli meselemize kısaca işaret edeceğim: 1. Millet Bütünlüğünün Tam ve Devamlı Sağla­namaması Halihazırda ve en yakın tarih olarak 1984 senesinden beri Türkiye, devlet ve millet olarak bölücü terör örgütü ve bağlı kuruluşların saldırıları, kanlı eylemleri, insanlık dışı vahşi düşman hücumları ile karşı, karşıyadır. Vatan ve milletimize karşı ermeni Asala terörünün, milletlerarası müdahalelerle de sona ermesi aynı tarihte, etnik ve ırkçı te­mele dayanan Marksist ayırımcı, bölücü terör örgütü önce sınırlarımız içinde ve Irak’ın ABD tarafından işgal edilme­sini müteakip bu ülkenin kuzey bölgesinde yerleşip, üsler teşkil ederek Türkiye’ye karşı silahlı saldırılarını devamlı sürdürmüştür. Halen Irak’ın kuzeyinde varlık ve silahlı eylemlerini sürdüren terör örgütü, ülkemizin güney-doğu bölgesini Türkiye’den koparmak ve diğer coğrafyalardaki alanlarla birleşerek sınırlarımız üzerinde ayrı bir devlet kurmayı ni­hai hedefi olarak seçmiştir. Güneydoğu bölgemizi de yer­leşeceği ve destek sağlayacağı alan olarak görmektedir. Bu acı sonucun meydana gelmesinde elbette devlet ve millet olarak yapılan hataların rolü olmuştur. Türkiye ve dünyadaki “Terörizm”i, kıymetli akademik meslektaşım ve konunun önde gelen uzmanlarından Prof. Dr. Mahir Kaynak ile hazırladığımız ve genç araştırmacı Ahmet Almaz’ın da Gelişen Türkiye ve Yeni Anayasa 2012 39 katkıda bulunduğu müşterek eseri­mizde1 çeşitli yönleriyle incelediğimizden, konuyla ilgi­lenen aziz okuyucularımızın aşağıda işaret edilen kitaba başvurmaları yararlı olacaktır. 2. Anayasal Düzenin Milli İradeye Dayalı ve İs­tikrarlı Olarak Gerçekleştirilmemesi Cumhuriyetimizin ilk dönemlerine ait ”rejimin istik­rarlı bir düzen içinde devam ettirilmesi” durumu ve niyeti 1960 senesi 27 Mayısında yapılan askeri darbe ile son bul­muştur. Kısaca “27 Mayıs Darbesi” milli iradeyi çiğnemiş, bağlı olduklarını söyledikleri rahmetli Atatürk’ün “En Bü­yük Eseri” TBMM’ni kapatmış, iktidar milletvekillerini tu­tuklayıp ıssız bir adaya hapsetmiş ve zamanın Başbakanı, Maliye ve Dışişleri Bakanlarını idam ettirmiştir. T.C. Devleti ve milletimizin varlığında, ilerlemesinde onulmaz yaralar açan bu darbe, kendisinden ibaret kalma­mış, maalesef ordumuzun içinden başka gruplar örgütle­nerek Türkiye’de arka arkaya sıralanan “darbeler dönemi” başlamıştır. Şüphesiz ki, hür seçimleri, milletin irade ve tercihleri­ni yok sayan ve böylece “ Cumhuriyet” rejimini özünden yıkan bu darbe örgütleri her defasında Anayasa’ları kendi totaliter düzenlerine uygun olabilecek yapıda ve hüküm­lerde yeniden yazmış ve yürürlüğe koymuşlardır. Haddi zatında, 27 Mayıs 1960 darbesi ile başlayan ve demokratik cumhuriyeti yıkarak totaliter bir düzen, hem de çeşitli Anayasa metinleri neşrederek, tesis eden hareketler;ilham, teşkilatlanma ve icraatlarını, aynı dö­nemlerde dünyanın özellikle 2 bölgesinde yapılan diğer darbe ve rejimlerden alıp, onların kavram ve metotlarını uygulamışlardır. Bu darbe rejimleri şunlardır. Ortadoğu da, ülkemize komşu “Ba’as”çı, askeri, sol 1. diktacı darbeler. Bunlar Suriye’den başlayarak Irak, Mısır, Libya, Tunus, 1 Terör ve Türkiye, Nevzat YALÇINTAŞ, Mahir KAYNAK, Ahmet ALMAZ – Mart 2011, İst. / Nokta Kitap 40 Türk Mallarının Tanıtımı ve Kullanılmasını Teşvik Derneği Yemen darbeleri. Bu darbelerden, Suriye’de olduğu gibi “mezhep” esasını temel hareket noktası alan darbe türleri de mevcuttur. 27 Mayıs darbesinden sonra ortaya çıkan bazı askeri müdahale girişimlerinde, ülkemizde de, gerçekte bir facia olabilecek “mezhep” ayırımcılığı temayülleri görülmüşse de, hemen aklı selim ağır basmış ve ülkemiz ortaçağa has bir iç çatışma felaketine sürüklenmemiştir. Türkiye’de baş gösteren “darbecilik” zihniyet ve 2. hareketlerinin esinlendiği, kendisine örnek aldığı bir diğer “darbe geleneği” ise “Latin Amerika”da sık sık baş gösteren ve bu ülkelerde demokratik düzenleri yıkan, siyasi, sosyo-ekonomik, felaketler getiren “Askeri Cunta” tipli, iktidarı askeri güç ve silahla gasp eden tür müdahalelerdir. Burada işaret ettiğimiz Latin Amerika “Askeri Cunta” türü darbeleri, dünya kamuoyu ile birlikte bizim insanları­mız da takip edip, az çok bildiklerinden bunların üzerinde durmayacağım. Türkiye tarihi kökleri, her dönemde müstakil olmuş, hür insanlar ülkesi, Cumhuriyet döneminde de büyük başarılar gerçekleştirmiş ve 1946’dan buyana demokra­siye geçerek milletimizin serbest iradesini temsil eden TBMM’ne sahip vatandaşlar olarak, yukarıda işaret edilen veya hangi türden olursa olsun dikta rejimlerini asla ka­bullenmemiş, meşru görmemiştir. Bugün, Türk milletinin, şerefi, seviyesi ve sosyo-ekonomik, kültürel yapısına uygun, muasır yeni bir Ana­yasa ve ondan kaynaklanan hukuki düzenin bütünlük ve tutarlığına acilen ihtiyacı vardır. Bu yeni Anayasa’nın önü­müzdeki asırlara uzanacak tarzda ömürlü, kısa ve vatan­daşlar tarafından anlaşılır olması gerekmektedir. Bu kutsal görev borcu, başta TBMM bütün üyelerinin ve hepimizin omuzlarındadır. Yüce Yaratıcı yardımcımız olsun. NOT: Türkiye son asırlarda “ modernleşme” çabala­rında yönünü batı demokrasilerine dönmüştür. Bunun neticesi olarak 1959 senesinde Avrupa Birliği’ne (AB) tam üye olma başvurusunu yapGelişen Türkiye ve Yeni Anayasa 2012 41 mıştır. Fakat bilindiği gibi, o tarihten bugüne kadar beklediği neticeyi alamamış “tam üyelik” yolculuğunda tünelin çıkışı hala görülememiştir. Bazı AB üyeleri Türkiye’nin “tam üyelik” statüsüne karşı olduklarını açıkça beyan etmektedirler. Bu konuda ülkemizin tek hareket alanı “Avrupa Bir­liği” değildir. 2009 senesinde Türkiye, Azerbaycan, Kaza­kistan ve Kırgızistan Devlet Başkanları ile Türkmenistan Devlet Temsilcisi, Nahcivan’da “Türk Konseyi” (Nahci­van Anlaşması)nı imzalamışlardır. Kardeş ülkelerle yapılan bu Anlaşmanın tam metnini kitabımızın son sayfalarında EK olarak vermeyi faydalı gördüm. Ayrıca, kitabın hazırlanıp siz aziz okuyucularımıza ulaş­masında değerli katkıları olan yardımcım Nevzat Gökalp Beye kalbi teşekkürlerimi bildiririm. Prof. Dr. Nevzat Yalçıntaş Ağustos 2011 Çatalca 42 Türk Mallarının Tanıtımı ve Kullanılmasını Teşvik Derneği YENİ ANAYASANIN BEŞ ESASI Gelişen Türkiye ve Yeni Anayasa 2012 43 Türkiye’mizin devamlı gelişmesi, için temelde, ülke­mizin istikrar içinde bulunması, siyasî ve sosyo-ekonomik yapının milletçe üzerinde mutabık kaldığımız bazı sağlam esaslara dayanmış olmasına bağlıdır. Bu millî mutabakatın hukukî belgesi ise “Türkiye Cumhuriyeti Anayasası”dır. Türkiye’miz, cumhuriyetle birlikte ve son 50 yıldan beri çeşitli alanlarda gelişmesini, sosyo-ekonomik kalkın­masını sürdürüyor. Bu “Cumhuriyet Dönemi”ne yani 90 yılı kapsayan sürece bir bütün olarak baktığımızda geliş­menin yavaşladığı hatta kalkınmanın eksi olduğu, yani Gayri Safi Milli Hâsıla (GSMH)’nin gerileyip, azaldığı za­man ve seneleri de görmekteyiz. Bu olumsuz yılları daha yakından incelediğimizde, bunların siyasi ve sosyal ba­kımdan ülkenin çalkantılı, istikrarsız, çatışmalı, gergin bir ortam içinde olduğunu gözlemleriz. Daha kısa bir ifade ile istikrarsız dönemler, ülkemizi pek çok alanda geriletmiş, buna karşılık istikrarlı, huzurlu ve çatışmasız yıllarda ise kalkınma ve gelişme devamlı olmuştur. Bu istikrarsızlık, karışıklık ve darbeler sürecine “Ana­yasa Krizleri” de eşlik etmiş ve Anayasalarımız son 50 se­nedir sürekli değişimlere uğramıştır. Türkiye’mizin tarihi ve milli yapısı itibariyle, derin, sağlam, bütünleştirici, ayrımcılığı ve istikrarsızlığı önleyici bir mutabakat, şu beş esasa dayanma zaruretini ortaya çı­karmaktadır. Bu temellere dayanan bir Anayasa çok daha uzun ömürlü olacaktır: Gelişen Türkiye ve Yeni Anayasa 2012 45 1. Türkiye Cumhuriyeti Devletinin İstiklali (İstiklal prensibi) İstiklal prensibi, şüphesiz ki, fazla izaha ihtiyaç göster­ memektedir. Bir milletin varlığını sürdürebilmesinin tek ve en önemli şartı bağımız bir devlete sahip olmasıdır. Dünya milletleri arasında Türklerin belki de en önemli ayırıcı far­kı, tarihi boyunca hep devleti olması, o devletin yönetimi altında bağımsız yaşayıp başka devletlerin sömürgesi ha­line gelmemiş olmasıydı. Karanlık mütareke yıllarında, İs­tanbul işgal altında iken dahi, Ankara’da müstakil devleti­mizin bayrağı T.B.M.M.’de ve Ankara Kalesi’nin en yüksek burcunda gururla dalgalanıyor ve ordumuz milletimizin içinden çıkarak onun en kudretli koruyucusu durumun­daydı. Şüphesiz ki günümüz dünyasında, milletler, birbirle­riyle çok sıkı işbirliğine, devlet yönetimleri “entegrasyon”a (bütünleşmeye) gidebiliyorlar. “Avrupa Birliği” gibi mo­deller gerçekleştiriyorlar. Yani “Karşılıklı Bağımlılıklar” ortaya çıkıyor. Fakat bu modeller her devletin istiklalinin özüne dokunmadan, anayasalarında özel şartlarla, gerçek­leştiriliyor. Hiçbir AB üyesi milli bağımsızlığını kaybet­miyor. 2009 yılının Ekim ayında Nahcivan’da imzalanan “Türk Konseyi” Anlaşması da bu niteliktedir. 2. Vatan Toprakları ve Milletin Bölünmezliği (Bütünlük Prensibi) Bugünkü dünyamızın somut şartları, yeni devletle­rin kurulması, ülkeden ülkeye büyük göçler vs. Müstakil devletler içinde “çok kültürlülük” gerçeğini doğurmuştur. Bunlar, kültürel, dini, etnik topluluklardır. Bu gruplar ve yerli etnisiteler, millet ve toprak bütünlüğünü parçalayıp, bozmadan iç içe yaşamaktadırlar. Bu, pek çok ülkede görül­düğü gibi, 21. Asrın bir evrensel özelliğidir. Türkiye’mizde, Osmanlı İmparatorluğu’nun dağılması sonucunda, kaybe­dilmiş topraklardan pek çok etnik grup ülkemize göç edip yerleşmişlerdir. Ayrıca yerli etnik topluluklar da vardır. Bu topraklar onların da vatanıdır. Fakat etnik toplulukların mevcudiyeti 46 Türk Mallarının Tanıtımı ve Kullanılmasını Teşvik Derneği milletin ve devletimizle vatanımızın parça­lanmasına yol açamaz. Millet varlığının bölünmesi, oradan hareketle vatan topraklarının ayrılması şüphesiz ki kabul edilemez. Bütünlük Prensibini milletçe korumamız, bütün problemlerimizi buna sadakat göstererek çözmemiz gere­kir. Etnisite özelliği taşıyan topluluklar kendi dillerini kul­lanmak ve kültürel özelliklerini yaşamakta serbesttirler. 3. Demokrasi ve İnsan Haklarına Dayalı Cumhuriyet (Cumhuriyet Prensibi) Çağımızın en gelişmiş siyasi rejim şekli cumhuriyet olmuştur. Bu rejim sadece bir halk idaresi ve hâkimiyeti ölçütleriyle kalmamış ve fakat aynı zamanda, özellikle 2. Dünya Harbi sonrası, gerçek demokrasi ve insan hakları boyutları ile evrensel olarak yaygınlaşmıştır. Şeklî cumhu­riyet rejimlerinin demokrasi, insan hak ve hürriyetleri ile derinleşmiş olması fert ve toplulukları daha mesut kılmış ve dolayısıyla devletlerine içten bağlılıkları ve toplum ola­rak kaynaşmalarını takviye etmiştir. Türkiye’mizde de demokrasi ve insan haklarına saygı gösterilmesi daha da gelişirse milli birlik ve bütünlüğü­müz o ölçüde güçlenecektir. Yeni Anayasada ferdi insan hak ve hürriyetleri bu açı­dan yer almalıdır. Cumhuriyetimizin şekli “Demokratik Cumhuriyet” olmalıdır. 4. Ortak Milli ve Manevi Değerlerimiz (Kimlik) Yukarıda işaret edildiği gibi Türkiye Cumhuriyeti Dev­letimiz, Osmanlı İmparatorluğu’nun mirasçısı olarak pek çok etnik grubu topraklarında barındırmaktadır ve bu et­nisitelerin, eşit vatandaşlar olarak tümü “Türk Milleti”nin asli unsurları olarak ulusumuzu meydana getirmektedir. “Türk” isimlendirmesi kadim zamanlardan beri Çin ve daha sonra Avrupa kaynaklarında ortaya çıkmıştır. Yani 1923 Cumhuriyetin bir ürünü değildir. Türkistan’da ve Anadolu-Rumeli coğrafyasında asırlar boyu beraber ya­şamış etnik Gelişen Türkiye ve Yeni Anayasa 2012 47 Türklerle diğer gruplar, tarihin akışı içinde kaynaşmış ve “ortak milli ve manevi değerler” e sahip ol­muşlardır. Etnik özellikleri tahrip etmeden bu “Bir Millet” olmanın müşterek değerlerini koruyup devam ettirmeli­yiz. Bunlar: Din, dil, müşterek tarih, kültür, adet ve gele­neklerdir. Bu müşterekler, asla, “asimilasyon” açısından değerlendirilmemelidir. Milli ve manevi değerlerimizi yıpratan her girişim, an­layış ve uygulama millet bütünlüğümüzü sarsan bir darbe niteliğindedir. 5. Gelişmiş Türkiye ve Güçlü Ordu Yukarıda saydığımız dört madde bir bütün teşkil et­mektedir. Fakat dünyamızın bir “milletler yarışı” dünyası olduğunu asla unutmamalıyız. Bu yarışta geride kalmak ve zayıf düşmek varlığımızın tehlikeye girmesi sonucunu doğurur. Bu tehlikeye karşı en geçerli teminatımız gelişmiş bir ülke ve ekonomi ile kesin caydırıcı teknolojiye sahip milli bir ordudur. Bugünün dünyasında savaş araçları ve teknolojisi en üst derecede geliştirilmiştir. Bir ülkenin top­rak bütünlüğü istiklâl ve hürriyetlerinin, nihaî hesapta, asıl teminatı silahlı kuvvetleridir. Ordumuzun caydırıcılığı, barışın en güvenilir garantisidir. Halkımızın “Peygamber Ocağı” dediği silâhlı kuvvetlerimizi yıpratmaya ne siville­rin ne de bazı mensuplarının hakları vardır. Bu iki hedef­le birlikte, demokrasi, insan hakları, sosyal adalet ile milli kimlik sağlam bir şekilde gerçekleştirilmelidir. Bunlar birbirlerini bütünleyen niteliklerdir. 48 Türk Mallarının Tanıtımı ve Kullanılmasını Teşvik Derneği TÜRKİYE CUMHURİYETİ ANAYASASI -TEKLİFLER- Gelişen Türkiye ve Yeni Anayasa 2012 49 BAŞLANGIÇ “İnsanlık tarihinin çok uzak geçmişinden beri, Türk milleti varlığı ve kimliğini devam ettirmiştir. Sultan Al­paslan, Osmangazi, Fatih Sultan Mehmet, Yavuz Sultan Selim, Kanuni Sultan Süleyman, İkinci Sultan Mahmut ve Gazi Mustafa Kemal Atatürk gibi büyük öncü ve kahraman, devlet başkanları, şanlı tarihimizde yer alan müstakil devletlerimizin unutulmaz yöneticileri olmuş­lardır. Bugün, Türkiye Cumhuriyeti aziz Türk milletini; İstiklâl, adalet, eşitlik, hürriyet, insan hakları, hukukun üstünlüğü, demokrasi ve gelişme ilkelerine kesin ve ka­rarlı bir inançla sadık kalarak ve Yüce Yaratanın koruma­sıyla sonsuza kadar yaşatıp, yükseltecektir.” Başlangıç Gerekçe İstiklaline sahip toplumlar “Devlet”lerini kurarak var olmaktadırlar. Konuya bu açıdan bakıldığında, “Devlet”in en kısa tariflerinden biriside: “Toplumların, kendi varlık­larını sürdürebilmek ve daha ileri seviyedeki hedeflerini gerçekleştirebilmek için teşkilatlanmış halidir.” Bu teşki­latlanma, bir başka deyimle “Devlet Olma” öncelikle o top­lumun vazgeçilmez ihtiyaçlarına ve gelecek için beklenti­lerine cevap verecek, onları karşılayacaktır. Bunlar kısaca: Adalet ve güvenliği sağlamak, dış tehditlere karşı kuvvet hazırlayıp savunmayı temin etmek, her türlü kamu harca­malarını karşılamak için Maliye sistemi kurmak refah ve gelişmeyi gerçekleştirmek gibi görevlerdir. Gelişen Türkiye ve Yeni Anayasa 2012 51 Türk toplumları da çok eski çağlardan beri çeşitli coğ­rafyalarda “Devlet”ler kurup müstakil yaşama irade ve gü­cünü, kudretini gösterdiği için bu “Anayasa” çalışmasının ‘Başlangıç” kısmında Türk Devletlerinin kurucularından ve başkanlarından ön safta olan bazılarını sembol olarak zikrettik. Bu geçmiş, uzun asırlara dayanan tarihî derin­lik, halen mevcut ve Birleşmiş Milletler Teşkilatı’nın üyesi ve sayıları 200’e yaklaşan devletlerden belki de iki haneli sayıları bulmayan çok nadir bazılarına ait özelliktir. Bu­günkü ve gelecekteki bütün nesillerimiz, atalarımızın bize bıraktığı bu muhteşem tarihî mirası şuurlarında daima ya­şatmalıdır. Bizler esir olmayan bir milletin nesilleriyiz. Cumhurbaşkanlığı forsunda yer alan parlak yıldızlar bu büyük mirası bize hatırlatan sembollerdir. TBMM’nin genel kurulunun tavanında salonu aydınlatan devasa avi­zenin de aynı mirasa işaret ettiğini hatırlayalım. Başlangıç metninin ikinci kısmında ise bugünkü mo­dern Türk halkının halen ve gelecekte takip edeceği temel ilkelerden en hayati ve evrensel olanlar sayılmaktadır. Şüphesiz ki milletimiz ve devlet için çok önemli olan başka ilkeler de vardır. Bunlar “sosyal”, “dünyevilik”, (laiklik) vs gibi esaslardır. Fakat bu nitelikte olanlar Anayasanın mad­delerinde yer alacağı için “Başlangıç”ta sayılmamıştır. Anayasa belgelerinde, bir milletin bugünkü ve gele­cekteki varlığı, istiklâl, hürriyet ve refahı için vazgeçilmez irade beyanı olduğundan “Başlangıcın” bitiş cümlelerinde Cenab-ı Hakk’ın koruyucu sıfatı yer almıştır. Pek çok ilke­nin Anayasalarında benzer ulvi, ilahî atıflar mevcuttur. Yeni Anayasamız için yeni bir Başlangıç yazmak zaru­reti; 1982 Anayasasında yer alan metnin uzun, siyasî bir ideolojinin örgütlenmesi ve çapraşık ifadeler kullanılmış olmasından dolayı doğmuştur. Devletin Adı ve Şekli Madde 1 -Devletin Adı “Türkiye Cumhuriyeti”dir. Türkiye Devleti Demokratik bir cumhuriyettir. 52 Türk Mallarının Tanıtımı ve Kullanılmasını Teşvik Derneği “Türkiye Cumhuriyeti” Büyük öncü Mustafa Ke­mal Atatürk ve arkadaşları tarafından kurulduğundan beri bu isim hep devam etmiştir. Değişmemelidir. “Cum­huriyet” kavram ve terim olarak kendiliğinden bizatihi “Demokrasi”yi kapsamamaktadır. Bu durum hem uygula­mada ve hem de siyaset literatüründe böyle olmuştur. İkin­ci Dünya Harbinden (1939-1945) önceki dönemde “Krallık” yönetimleri terk edilerek birçok ülkede ve özellikle Avrupa Kıtası’nda “Cumhuriyet” isimlendirilmesine sahip siyasî rejimler ortaya çıkmıştır. Bunların pek çoğu gerçek “Halk idaresi” niteliğinde değil ve fakat tam aksine diktatorya idareleriydi. İspanya, İtalya, Almanya, Romanya, Rusya önde gelen örneklerdir. Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği ismindeki Cumhuriyet vasfına rağmen, tarihin en baskıcı, Stalin ve diğerlerinin diktatörlüğüne dayanan ağır zulüm rejimleriydi. Halende, günümüzde, devletlerinin ismi ”cumhu­riyet” olup ta, parti ve şahıs diktası ile yönetilen ülkeler mevcuttur. Türkiye’mizde de özellikle 1960 yılını takip eden se­nelerde çeşitli “Hükümet ve Meclis Darbeleri” vukuu bul­muş. Ardı ardına gelen dikta yönetimleri “Halk idaresi” ve dolayısıyla “Milletin iradesine” dayanan siyasî rejim de­mek olan, Anayasamızda yer alan “Cumhuriyet”i mana­sında ve uygulamada tahrip etmişler ve fakat yapılan Ana­yasalarda “Cumhuriyet” terimini muhafaza etmişlerdir. Hâlbuki milletimizin her dönemde teyiden İstediği ve 1946 yılından beri rejim şekli “Demokrasi” olmuş ve her fırsatta seçim oylamalarında iradesini “çoğulcu” “De­mokratik Cumhuriyet” lehine kullanmıştır. Hükümet ve TBMM’ne karşı yapılan darbelerle demokratik yönetim şekli kaldırılarak gerçek anlamında “Cumhuriyet”e karşı darbe yapılmış olmaktadır. Öyleyse halkımızın başından beri içten benimsediği Cumhuriyeti, çağımız dünyasında, Yeni Anayasamızda olmazsa olmaz niteliği ile birlikte zik­retmemiz hayatî önem taşımaktadır. Dolayısıyla Devleti­mizin şeklini ifade ederken “Demokratik Cumhuriyet” de­mek daha uygun olacaktır. Darbe fikirlerini oluşturanların gerçekte bir iktidarı değil ve fakat aynı zaGelişen Türkiye ve Yeni Anayasa 2012 53 manda “Cumhu­riyeti” tahrip ettiklerini net bir şekilde görmeleri sağlana­cak ve toplum direnci daha güçlü hale gelecektir. 1982 Anayasasında yer alan ve “Cumhuriyetin Nitelikleri”ni sayan 2. Maddenin açıklığa kavuşturularak yeniden yazılması zarureti vardır. Yeni ifade şekli olarak şu metin kabul edilebilir: “Madde 2 – Türkiye Cumhuriyeti, toplumun huzur, millî dayanışma ve adalet anlayışı içinde insan haklarına saygılı, hedefleri sosyal, iktisadi ve kültürel gelişme olan Atatürk milliyetçiliğine bağlı, başlangıçta belirtilen te­mel ilkelere dayanan, dünyevi bir hukuk devletidir. “2 1982 Anayasasının 2. Maddesinde iki virgül arasında yer alan “Atatürk Milliyetçiliği” tabiri bizim yukarıda tek­lif ettiğimiz ifadede açıklık kazanmaktadır. Bu tabire net­lik kazandırmak bir zaruretten doğmaktadır. Çünkü çeşitli marjinal siyasî ve ideolojik cereyanlar rahmetli Atatürk’ün görüşlerini çarpıtarak, Türkiye’de ve özellikle de 1960 darbesini takip eden yakın geçmişten bugüne kadar ken­di totaliter ve milletimizin temel, kök manevi değerlerini zayıflatmak maksadıyla “Atatürkçülük” isimlendirmesi ile yaymak ve bazı zorlama usulleri ile hakim kılmak iste­mişlerdir. Gerçekte ise büyük öncü Atatürk’ün bu marjinal dik­tacı ve militan görüşleri benimsememiş olduğu aşikârdır. Atatürk hakkında yapılan ciddi ilmi çalışmalara, bu ara­da merkezi Ankara’da bulunan “Atatürk Araştırmaları Merkezi”nin yayınlarına bakıldığında O’nun temel görüş ve hedefleri açıklıkla görülür. Hiç şüphesiz ki bunlardan önde gelen bir inancı milletimizin “Muasır Medeniyet” seviyesini gerçekleştirmesi bir diğeri de, TBMM bahçe­sindeki heykelinde yer almış olan “Cumhuriyet Kültür Demektir.”vecizesidir. Bu ifadeler “Atatürk Milliyetçiliği” deyimini isabetli bir manaya kavuşturmaktadır. 2 Görüldüğü gibi biz 2. Maddede teklif ettiğimiz bir değişiklik “laiklik” kelimesi yerine “dünyevilik” kavramının kullanılmasıdır. Şayet komisyon, “laiklik” tabirini, ciddi mahzurlarına rağmen muhafaza etmek isterse, o halde, yeni yanlış yorum, anlayış ve uygulamaları bertaraf etmek için “laik”liğin doğru tarifini ek olarak yapmalıdır. 54 Türk Mallarının Tanıtımı ve Kullanılmasını Teşvik Derneği Anayasamızın 2. Maddesi için bizim yaptığımız ikinci değişiklik “laiklik” kelimesi, terimi yerine “dünyevi” teri­minin kullanılmış olmasıdır. Bu değişikliğin asıl sebebi bu terimin hem uygulamada ve hem de bazı sosyal ve siyasî gruplar tarafından çok olumsuz, militanca ve millet bütün­lüğünü bölücü tarzda anlaşılıp, sonu gelmeyen tartışma ve gerginliklere yol açmış olması ve toplum huzuruna zarar verici bu görüş ve davranışların halen devam etmesidir. Aziz meslektaşım, İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nin değerli Anayasa Profesörü, TBMM Anaya­sa Komisyonunun âlim Başkanı Prof. Dr. Burhan Kuzu, Anayasa Hukuku alanın temel kaynaklardan başta gelen eserinde 2. Maddedeki laiklik kavramı için şu açıklamayı yapmaktadır: (Sayfa 56) “... Hiçbir zaman dinsizlik anlamına gelmeyen laiklik ise her ferdin istediği inanca, mezhebe sahip olabilmesi ibadetini yapabilmesi ve dinî inançlarından dolayı diğer vatandaşlardan farklı bi muameleye tabii kılınmaması ma­nasına gelir.” Değerli meslektaşımızın bu görüşüne katılıyoruz ve bu yorumun doğru olduğunu teyit ediyoruz. Fakat konu­nun, paralarda olduğu gibi, bir diğer yüzü de vardır. Soyut kavramlar ilmî, hukukî, içtimaî terimler toplumda yaygın biçimde kullanılıp anlaşıldığı şekilde mana kazanırlar. Lâiklik terimi, ülkemizde uygulama bulduğu hallerde ön­celikle kamu otoritesini kullananların din alanına keyfi ve baskıcı bir şekilde müdahale etmesi şeklinde görülüp an­ laşılmaktadır. Dolayısıyla Sayın Kuzu’nun insan haklarına dayalı hürriyetçi ve dürüst akademik anlayışı ülkemizde, bazı kısa süren dönemler hariç, bir özlem olmuştur. Hürriyetçi Batı Bloğuna dâhil olmak için 1946 yılında başlatılan Demokrasiye geçiş karar ve uygulamalarından kısa bir süre sonra Türk Ceza Kanunu’na meşhur 163. Madde eklenerek dinî yaşam, fikirler ve dindarlar üzeri­ne ağır, ezici, cezaevlerine ülkesini ve milletini seven pek çok sayıda vatandaşı sevk edici bir anormal uygulama başlatılmıştır. Sözde “Laikliği Koruma” adına sürdürülen cezalandırmalardan çok sayıda fikir adamı, din hizmetli­leri, Gelişen Türkiye ve Yeni Anayasa 2012 55 dinine, inancına hizmet etmek isteyenler, sade Türk vatandaşları, yazarlar, gazeteciler mahkûm edilmişler ve mağdur olmuşlardır. Bu baskıcı, millî bütünlüğümüzü bölücü, fikir, din ve vicdan hürriyetlerine tamamen aykırı menfi uygula­ma rahmetli, Türkiye’nin şansı, değerli devlet adamı aziz dostum ve Devlet Plânlama Teşkilâtı’nda âmirim Turgut Özal’ın Başbakanlığına kadar devam etti. Ancak onun ay­dın görüşlüğü ve kararlılığı sayesinde 141, 142 ile birlikte 163. Madde yürürlükten kaldırıldı. Burada baskıcı, militan laikçi, müdahaleci davranışları benimseyip, inananları, fikir sahibi olanları ağır şekilde ce­zalandırıcı uygulamaları yürütenlerin diğer inananlarımızı mağdur edip ve yıldırmakta olduğunu bizzat yaşadığımız bir örnekle açıklamak isterim. Rahmetli Cumhurbaşkanımız Turgut Özal, 163, 141 ve 142. Maddeleri kaldırmak için yoğun çaba gösterdiği ve hatta çile çekmek derecesinde yorulduğu günlerin bi­rinde benimle ve değerli kardeşim Ali Coşkun’la konuşur­ken, bizlere: “Özellikle 163. Maddenin Ceza Kanunundan çıkarılması çabalarımda bizzat kendi kabinemdeki bazı Bakan arkadaşlarımdan dahi direnme görüyorum. Sizden bunları ziyaret edip görüşme yapmanızı rica ederim. Ne dersiniz?” diye sordu. Her ikimizde rahmetliye “tabiatıyla, hem onlara gider bu önemli girişimin gereğini anlatır, ikna ya çalışırız” dedik ve söz konusu Bakanlarımızı ziyarete başladık. Tipik bir endişe ve hâkim olan çekinmeyi anlatmak için bu görüşmelerden birini burada zikretmek isterim. Önem­li Bakanlıklardan birinin başında bulunan bir dostumu­zu ziyaret edip diğer maddelerle birlikte 163. Maddenin kaldırılması gerektiğini kendisine, izah ettiğimizde bana endişeli bir tavır ve ses tonuyla: “Peki Hocam o zaman ortalığı sarıklılar, cüppeliler ve deli dervişler sarmaz mı?” diye sormuştu. “Ben ve Sayın Ali Coşkun böyle bir şey olmayacağını, halkımızın anlayış ve medeni seviyesinin yüksek olduğunu ayrıca komünizme kapılmış olanlarında Türkiye’de o zamanki Sovyet Rusya rejiminin meddahlı­ğını yapamayacağını” anlatıp, neticede kanun değişikliği yapılması hususunda ikna ettik. 56 Türk Mallarının Tanıtımı ve Kullanılmasını Teşvik Derneği Yasaklayıcı maddeler kaldırıldığında sonuç, rahmetli Turgut ağabeyinin ve onun gibi düşünenlerin haklı oldu­ğunu gösterdi. Dinimiz İslâmiyet konusunda böyle endişeli tavırlar dışında asıl üzerinde durulması gerekli olan husus ise Türkiye’mizde İslamî hemen her olumlu hareket ve ge­lişmeye karşı çıkan, cephe alan, ellerine geçen hemen her fırsatta dinî öğretim, yaşayış ve hürriyetleri kısıtlamaya, zayıflatıp, etkisiz hale getirmeye uğraşan davranışları sür­düren grupların anlayış ve faaliyetleridir. Bu kişi ve gruplar şüphesiz ki insan hakları ve hürri­yetler temelindeki bir ‘laiklik’ anlayıştan uzak ve genel­liklede İslâm dininin temel inanç ve öğretilerinden yaban­cılaşmışlardır. İslamiyet, camiler, ezan, Kur’an Kursları, İmam-Hatip Okulları, örtünme, din dersleri, Diyanet İşleri Başkanlığı, Din Hizmetleri görevlileri v.s gibi pek çok ko­nuda bu kişi ve gruplar hemen reaksiyoner bir tutumla menfi görüş ve davranış sergileyip cephe almaktadırlar. İslami konularda karşıt, olumsuz ve genellikle bölücü tutumlar özellikle de Türkiye’mizin 1960 yılından sonraki “Darbeler Döneminde” ortaya çıkmıştır. Bütün darbelerde ve girişimlerinde Anayasada yer alan “Laiklik” kavramı “Laikliğin tehlikede olması” “Laikliğin korunması“ “Laik­liğe Sadık Kalma” v.s benzeri sloganlar darbeleri meşrulaş­tırıcı ana motif olarak ileri sürülmüştür. 1982 Anayasasında yer alan bazı olumlu düzenlemeler dışında, diğer darbelerde ve özelliklede 28 Şubat müda­halesinde, dinî öğretim, yaşayış tarzı, çalışma ve istihdam edilme hakkı gibi en temel hak ve hürriyetler ağır bir bi­çimde, akıl ve insaf ölçülerini aşan derecede, ihlâl edilmiş on binlerce dindar vatandaş ve genç kızlarımız gibi toplum içinde en müşfik ihtimam ve teşvike lâyık evlatlarımız bu dönemde mağdur edilmişlerdir. 28 Şubat darbesinde ortaya yeniden çıkan zihniyet ge­nelde Türk halkının manevi değerlerine karşıt bir görüş ve davranışı temsil etmektedir. Bütün bu cebredici zihniyet ve icraat yanlış, insan hakları ve demokratik prensiplere zıt bir “militan laiklik” anlayışına dayandırılmıştı. Gelişen Türkiye ve Yeni Anayasa 2012 57 Omzumdaki Gözyaşları Bu totaliter ve militan lâiklik anlayışının acısını halkı­mız, yine bir darbe ertesinde gelen “Başörtüsü Yasağı”nda çekmiştir ve halen de kısmen hafifletici şekilde çekmekte­dir. Böyle bir yasağı salim bir akılla kabullenmek mümkün değildir. Başın, saçları göstermeyecek şekilde kapatılması kadınlar için dinî bir gerektir ve Türk toplumunda bu veci­be asırlardan beri sürdürülmüştür. En son resmî talep üze­rine TC Diyanet İşleri Başkanlığı, bu İslami gerekliliği teyit eden görüşünü, müdellel bir şekilde, görevine tam müd­ rik ve vakur bir Başkan olan Sayın Tayyar Altıkulaç döne­minde açık olarak vermiştir. O dönem Başbakanlık sorum­luluğunu yürüten Sayın Bülent ULUSU bu Anayasal ve rahmetli Atatürk’ün mirası olan kuruluşun görüşüne karşı çıkan, kabullenmeyen bir davranış içine girmemiştir. Fakat daha sonraki dönemde başörtüsü yasağı özellik­le yüksek öğrenimini yapmak isteyen kız öğrencilerimize ve devlet müesseselerinde çalışmak isteyen hanımlara kar­şı bütün şiddeti ile tatbik edilmiştir. Lise tahsilini tamamla­yıp, pekçok zorluklarla üniversite giriş sınavlarını kazanıp yüksek öğrenimi yapmaya hak kazanmış genç kızlarımız üniversite kapılarından içeriye sokulmamış, daha önce fa­kültelerde okuyanların sınıflarına devamı dolayısıyla tah­ sillerini tamamlayıp diploma almaları önlenmiş, sınavlara sokulmamışlardır. Bir defasında üniversitesini derece ile bitiren bir genç kızımızın diploma töreninde, sahnede dip­lomasını alırken arkadan gelen bir hanım polis memuru bu genç kızın baş örtüsünü, herkesin gözleri önünde zorla çe­kerek çıkarmıştır. Üniversitelerin önünde başörtülü öğren­ciler gruplar halinde protestolar yapıp, ağlamışlardır. Kısa­ca bu “Laiklik Korumasında” devlet terörü estirilmiştir. Yanlış ve bölücü bir laiklik anlayışı ve uygulamasının halkımıza nasıl bir ıstırap çektirdiğini yaşadığım bir deği­şik olayla açıklamak isterim: Sovyet Rusya dağılmaya başladığında TV yapımcısı yakın dostum Sayın Zafer Karatay’la, bir heyet halinde Kırım’a gittik. Bahçesaray’da, Giray’ların Han Sarayı’nda, Taş avlu’da, 70 yıl 58 Türk Mallarının Tanıtımı ve Kullanılmasını Teşvik Derneği sonra ezan okunarak “Şükür Namazı” kıldık. Namaz ve duadan sonra soydaşlarımız önce bir­birlerine sarıldılar, tebrik ettiler ve gözyaşları boşalmaya başladı. Sevinç ve heyecanın son noktasında olan Kırım­lı soydaşlarımız sonra bana geliyor boynuma sarılıyor ve başlarını omzuma dayayıp ağlıyorlardı. Bunlardan iş ada­mı bir genci çok net hatırlıyorum. Benden uzun boyluydu, boynuma sarılmış sağ omzuma başını koyup hıçkırarak ağlıyordu. Sırtını okşayıp teselli etmeye çalıştım. Kucaklaş­malar, tebrikler sona erdiğinde, hayretle ceketimin omuz­larının ıslanmış oluğunu gördüm. Bu ilk defa oluyordu. Fakat bunlar Kırımlı kardeşlerimin sevinç gözyaşlarıydı. Onlar kendi vatanlarında, tarihî başkentlerinde, Giraylar Sarayı’nın avlusunda serbestçe, hep beraber şükür nama­zı, şehri dolduran gür ezanı dinleyerek kılmışlardı. Saray içindeki süngülü muhafızlar da bu olayı sessizce seyret­mişlerdi. Burada şüphesiz konumuz Kırım ve orada çöken Sov­yet rejimi sonrası kavuşulan din ve ibadet hürriyetini an­latmak değil. Fakat omuzlarımın gözyaşları ile ıslandığı bu olay ilk defa olmuş ve fakat son olmadı. Bu sorunun kendi ülkemizde, hemen tamamı Müslüman olan Türkiye’de Sel­çuklunun, Osmanlı ve Cumhuriyetin güney Kalesi muhte­şem ve narin Antalya’da yaşadım. Başörtüsü yasağının terör estirmeye dönüştüğü za­manlardı. Antalya’ya, başmakale ve yazılarımı yayınla­yan Türkiye Gazetesi’nin şehirdeki bürosuna gitmiştim. Oradaki görevliler, benim büroya geleceğimi öğrenen bir kişinin beni beklediğini söylediler. Bu 50 yaşlarında, dinç, yapılı, sanki Toroslardan şehre gelmiş mütevazı bir aile ba­basıydı. “Bana Antalya’da üniversitede Tıp Fakültesi’nde okuyan ve son sınıfa gelmiş kızından bahsetti. O’nun ai­leden yüksek öğrenime giden tek çocuğu olduğunu söyle­di. Diğerleri henüz küçüktü. Anlatışından bu büyük kızını çok sevdiği görülüyordu. Hocam ümidimizi bu kızımıza bağladık. O mezun olup doktorluk yapacaktı, hepimiz çok ümitliydik. Senelerce ailece fedakârlık yaptık. Artık Fakül­tesini bitirmeye az kalmıştı. Fakat şimdi kızımı Fakültesine sokmuyorlar, sınıfta kalacağını hatta üniversiteden ceza verilip atılacağını söylüyor. Bütün sebep olarak Gelişen Türkiye ve Yeni Anayasa 2012 59 başörtüsü­nü gösteriyorlar. Şimdi evimiz de başta kızım olmak üzere üzüntüler içindeyiz, ne yapacağımızı bilmiyoruz. Kızım ve annesi her gün gözyaşı döküyor” dedi ve “Torosların bu yiğit babası, bu yağız çiftçi gözyaşlarını döktü”. Kırımdan sonra omuzum 2. defa ıslanmıştı. Fakat bunlar sevinç değil ıstırap gözyaşları idi, kendi öz vatanında, görevi gençliği yetiştirmek olan kişilerin katı, fanatik davranışları yüzün­den. Bütün isteği son sınıfa gelmiş, yakında doktor olma­sını bekledikleri kızının Fakültesinden içeri sokulması ve derslere girebilmesiydi. Bu acıklı manzara karşısında çaresiz babanın anlattıkla­rı ve ağlaması beni etkilemiş ve ne yapacağımı düşünmeye başlamıştım. Teselli edici bazı sözler söyleyerek ağlamasını durdurdum ve sonrada kızının konusuyla meşgul olacağı­mı ve hemen bazı temaslarda bulunacağımı vaat ettim. Kar­şımda bir aile dramı bir gençlik dramı vardı. Niçin ülkeye, değerli varlığımız yüksek öğrenim gençliğine hizmetle, on­ların yetişmesinden sorumlu kişiler, onların geleceğini alt-üst ediyorlar, öğrenimlerini önlüyorlardı? Sadece Antalyalı çiftçi babanın doktor çıkacak kızı söz konusu değildi. Başta İstanbul, bütün diğer üniversitelerdeki dindar kızlarımızın önlerini kestiler, terör estirdiler, sınavlara almadılar, örtüle­ri var diye iş vermediler çalışmalarına mani oldular. Bu ki­şiler nasıl bir zihniyet ve ruh yapısına sahiptirler? Hatırıma derhal lisansüstü tahsilimi ve araştırmalarımı yaptığım Pa­ris, Cean, Saıbrüken, Londra ve diğer Avrupa ve ABD üni­versiteleri geldi, bunlar gerçek ilim ve öğretim kuruluşları idi. Orada okuyan öğrenciler ne kadar hür ve mutlu idiler. Benim ülkemin gençlerinin bir kısmı, o senelerde, ya anar­şinin içine düşürülmüş, ya inançlarında samimi ve tutarlı oldukları için, pek çok zahmetle giriş hakkı kazandıkları fakültelerine giremiyor, kapılardan kovuluyorlar, diğer bir kısmı da zaruretler içinde kıvranıyorlardı. Ayrıca Devlet Planlama Teşkilatında çok verimli geçen seneleri düşündüm. Kabiliyetli ve çalışkan genç uzmanla­rımızla ülkemizin yüksek vasıflı insan gücü açığını kapat­mak için yaptığımız planları, programları, çalışmaları…… 60 Türk Mallarının Tanıtımı ve Kullanılmasını Teşvik Derneği Bu acı duruma yol açıp, ilkel uygulamalara sebep olan­lar, vicdanlarında insani duygulara yer ayırmayan, her şeyi çağdışı ideolojilerin sloganlarına göre değerlendiren, fanatik ruh yapısına sahip her türlü meslekten kişilerdi. Ailelerimize ve on binlerce kız çocuklarımıza ve hanımla­rımıza acı yaşattılar, ciddi kayıplara yol açtılar, gözyaşları akıttırdılar. Veballeri büyüktür. Yanlış bir lâiklik anlayışı ile sosyal yapımıza, milli bü­tünlük ve dayanışmamıza indirilen darbeler sadece yük­sek öğrenimdeki tesettür meselesi ve bu hanımlara pek çok istihdam kapılarını kapatmadan ibaret değildir. İmam Hatiplerle birlikte, Kalkınma Plânlarımızın hedeflerine tamamen zıt bir şekilde bunların Yüksek Tahsil görme imkânlarını daraltılar. Bunu yapabilmek için bu okullar­dan mezun gençlerin önünü, hak ettikleri başarı puanlarını keyfi kararlarla düşürdüler. 28 Şubat Post-Modern Darbe­si sonucunda ayrıca, isteyen ebeveynleri yazın çocukla­rının Kur’anı Kerim okuma ve diğer din bilgilerini alma imkânlarına engel çıkardılar. 28 Şubat darbesinin bazı so­rumluları ülkemizde hafız yetişme imkânını tamamen or­tadan kaldırma girişimi yaptılar. Sonuç alamadılar. İslâmi öğretim ve yaşama tarzına karşı olan bütün bu ve diğer icraatı yapan ve fikirleri ileri sürenler “Laik’’ olma­nın gereğini yerine getirdiklerini iddia etmekte, ülkemizde sonu gelmez gerginliklere yol açıp milletçe bütünlüğü­müz, dayanışma ve huzuru zedeleyip zayıflatmaktadırlar. Bu Cumhuriyetimizin en azından son 70 yıldır içine düşü­rüldüğü bir rejim zaafı olmuştur. Demokratik Cumhuriyetimizde yanlış anlayış ve uy­gulamalar sonucunda ifade ettiği mananın özü ve gerçe­ğini kaybederek bir sosyal gerginlik, bölünme ve hatta ça­tışma mefhumu haline gelen “Laik” kelimesi yerine. Yeni Anayasamızda medeni dünyanın pek çok ülkesinde kabul edilip benimsenen ve Türkçede yeri olan içeriği derhal an­laşılan “dünyevi” (seküler) terimini kullanmak daha isa­betli olacak. Sosyal yaşantımızı bölücü olan bu Fransızca terimin anlaşılmazlığı giderilecektir. Gelişen Türkiye ve Yeni Anayasa 2012 61 Esasen “laik” terimi pek az devletin Anayasasında (Fransa, Meksika, Hindistan, Türkiye gibi) yer almakta­dır. Daha çok sayıda ülke ise devletlerinin fonksiyonlarını “dünyevi” (seküler) olarak tanımlamakta ve bu çerçevede “din ve vicdan Hürriyeti”nin tam bir teminat altına almak­ta aynı zamanda da milletlerinin taşıdığı dinî inançlara ya­bancı olmamaktadır. Sovyetler birliğinin dağılmasından sonra müstakil hale gelen Cumhuriyetlerde de benzer durumlar vardır. Bun­lardan kardeş Azerbaycan Cumhuriyeti Anayasası buna örnek gösterilebilir. Azerbaycan, müstakil Azerbaycan Cumhuriyetinin Anayasasını hazırlarken, mutat olduğu gibi bir komisyon teşkil etmişti. Anayasa taslağını hazırla­makla görevli bir komisyonun Hukuk Profesörü bir üyesi Türkiye’ye geldi ve benimle de Azerbaycan’ın hazırlan­ makta olan Anayasası konusunda istişarelerde bulundu. Burada hemen şu noktayı belirteyim ki Azerbaycan Dev­letinin istiklâli ile birlikte bazı temel ekonomik-mali ka­nunların hazırlanıp Millet Meclisine sevk edilmesinde bu kardeş ülkenin üst derece bürokratları ile beraber çalışmış­tık. Bu tasarılar Meclisten geçip kanunlaştığı zaman, neşre­dildikleri Resmi gazetelerin birer nüshasını bana Bakû’de hediye etmişlerdi. Anayasa hazırlığı için Azerbaycan’dan Türkiye’ye gelen komisyon üyesi profesörle pek çok nokta üzerinde durduk. Bu arada Anayasanın genel esaslarını görüşür­ken bana “Laik”lik umdesini sordu, ben de Türkiye’de bu terimin anlaşılması ve uygulanmasında başlangıçtan bu­güne kadar ülkemizde ortaya çıkan problemleri, ayrışma ve çatışmaları, darbe gerekçelerini ve diğer hususları an­lattıktan sonra “Devletinizin asıl fonksiyonu olan dünya İşleri’ni insan haklarını, kuruluş yapınızı, Anayasanızda belirtin. Bu Devletin “Din Hizmetleri ve Öğretimine” sırt çevirmesi anlamına gelmez; bu konuda Türkiye’nin uy­gulamasını örnek alabilirsiniz, sakın “Laik’lik kavramına takılıp ihtilaflara düşmeyin, sonu gelmez tartışmalara, ça­tışmalara dalmayın, darbelere gerekçe hazırlama gafleti­ne kapılmayın” şeklinde fikrimi açık bir şekilde belirttim. ‘’Dini inanç ve müesseseleri dışlamayan daha 62 Türk Mallarının Tanıtımı ve Kullanılmasını Teşvik Derneği modern ve Demokratik terminolojiyi kullanın diye ifade ettim’’ Mu­hatabım bu ve diğer gerekli hususları not alıyordu. Teşek­kür etti ve Azerbaycan’a döndü. Bir müddet sonra Azerbaycan Cumhuriyeti Anayasası kanunlaşmış olarak bize geldi. Merakla ve dikkatle met­ni inceledim, “Devletin Esasları” bölümünün ilk maddesi olan 7. Maddenin 1. Fıkrasında “Laiklik” terimi değil “dün­yevi” tanımlaması yer almıştı. Fıkra aynen şöyledir: Azer­baycan devleti, demokratik, hukuki, dünyevi ve üniter bir cumhuriyettir. Memnun oldum. Dinî inanç ve mensubiyeti sağlam, kadim ve müesseseleri sağlıklı olan milletimizin Anayasasında da başlangıcından beri çatışmayı beraberin­de getiren “Laik”lik terimi yerine devletimizin bu alanda asıl fonksiyonunu anlaşılır bir şekilde belirten Türkçe bir terimin konması daha isabetli olacaktır. Bu kelime “dünye­vi” ve benzer bir diğeri olabilir. Son olarak, 1982 Anayasamızın 2. Maddesindeki ni­telikler arasında zikredilen “sosyal” terimi, ifade edildi­ği şekliyle, muğlâk, net olarak anlaşılmaz bir durumda­dır. Bu terim başlangıçta da tartışmalara yol açmıştır ve “sosyalizm”le bir ilgisi olup olmadığı polemik konusu ol­muştur. Şüphesiz ki “sosyal” teriminin “sosyalizm”i çağ­rıştığı, ona atıf yapıldığı doğru bir görüş değildir. Fakat öte taraftan da “Devlet” elbette ki sosyal, bir tüzel kişiliktir, aksi düşünülemez. Dolayısıyla buradaki asıl maksadı 5. Maddede yer alan “Devletin Temel Amaç ve görevleri ara­sında şu şekilde ifade edebiliriz: “...... Devlet muhtaçlar ve düşük gelir gruplarını sos­yal barış, sosyal adalet ve sosyal denge uygulamaları ile korur. Türklük ve Etnisite 1982 Anayasasının 66. Maddesi “Türk Vatandaşlığı” hususunu düzenlemekte ve “Türklük” kavramını tanımla­maktadır. Tanımlama aynen şöyledir: “Madde 66- Türk Devletine vatandaşlık bağı olan herkes Türk’tür. Gelişen Türkiye ve Yeni Anayasa 2012 63 “Türk babanın veya Türk ananın çocuğu Türk’tür...” Bu tanım yerindedir ve Anayasal olarak hukukî an­lamda “Türk olma halini, statüsünü tespit etmektedir. Fakat günümüzde ayrımcılık ve bölücülük cereyan­ları, çatışma ve başkaldırma eylemleri başladığından beri (1984’den itibaren) milletimizin “Türk Milleti” olarak ta­nımlanmasına karşı çıkan mensup oldukları “etnik köken­lerini öne çıkararak bir dizi “ayrıcalıklar” talep eden sosyal gruplar mevcuttur. Bölücülerin kanlı eylemleri sonucu 40 binden fazla insanımız hayatını kaybetmiş, bir o kadarı da yaralanmış, sakat kalmıştır. Bu ayrımcıların bazıları da Atatürk’ün “Ne Mutlu Türküm Diyene” vecizesini de yanlış değerlendirmekte ve buna karşı çıkarak, bulunduğu yerlerden kaldırılmasını is­temektedirler. Bu durumu isteyenlerin bir kısmı “Türklük” mensubiyetini zayıflatmak kastı ile hareket etmekte, diğer­leri ise Türkçenin nüanslarını bilmemektedirler. Merhum büyük Gazi bu özdeyişiyle “ırkçı” görüşüyle soy itibariyle Türk olanları şüphesiz ki kastetmiyor ve fakat toplayıcı ve kucaklayıcı bir deyişle ‘’türküm diyene’’ tabirini kullana­rak ‘’aidiyet’’ haline işaret etmektedir. Aynı vatan topraklarında yaşayan vatandaşlar olarak çeşitli etnik kökenlerden gelebiliriz. Bu, özellikle 20 milyon km2’ye ulaşan ve 622 yıl süren büyük Devletin bugünkü varisleri olarak tabiidir. Bir üst kimlik olarak bugün Türk aidiyetini bildirmekte olumsuz olan ne vardır? Hepimiz kendi etnik kimliğimizi unutmadan “Türk Milleti” bütünü içinde olduğumuzu gurur duyarak söyleyebiliriz. cedle­rimiz de öyleydi. Omuz omuza, el ele bu güzel, bereketli topraklarda, müşterek vatanımızda, hiçbir dönemde esaret altına girmeden şerefleri ile yaşadılar ve vatanlarını savun­dular. Esasen “Türk” lüğün sosyolojik tanımlamasında da ırkçılık, soy, araştırma unsuru dün de bugünde olmamış­tır, yoktur: “Türkçe konuşan ve İslâm inancına sahip olan kişiler Türk’tür.” İslâm inancı temelde ve genel olarak Türk tanımlama­sında bin yılı aşan müşterek tarihimizde temel unsur ol­muştur. Fakat şüphesiz ki, istisna olan küçük topluluklar mevcuttur: Gagavuz64 Türk Mallarının Tanıtımı ve Kullanılmasını Teşvik Derneği lar, Çuvaşlar, Rusya Federasyonu’nda, Sibirya’da bazı türk asıllı toplumlar bu duruma örnek teş­kil ederler. Ayrıca bugün Türkiye hudutları dışında Batı Avrupa, Kuzey Amerika ve Avustralya’da sayıları, toplam, mil­yonlarla ifade edilen anadilleri Türkçe ve imanları İslâm olan önemli bir nüfusumuz mevcuttur. Bu kardeşlerimizin vatandaşlık statüleri ne olursa olsun Türk’türler ve “Ben Türk milletine mensubum” demeleri belirtip, beyan etme­leri kâfidir. Evet onlar Türkiye’de yaşayan, kardeşleri gibi milletimizin ayrılmaz parçalarıdır. Kimse aksini söyleme hakkına sahip değildir ve böylece Türkiye’deki “vatandaş­lık” düzenlemeleri buna uygundur. Mevcut bazı zorluklar kaldırılmalıdır. Etnik gruplar ülkemizde ana dilleri değişik, Ermenice, Rumca, İbranice olan gayri Müslim, Türk vatandaşı top­luluklar vardır. Cetlerimiz, tarih boyunca bu toplulukla­ra, insanlığa örnek teşkil edecek şekilde en geniş anlamda serbesti yet tanımış. Din, dil ve kültür hayatlarında kendi özellik ve tercihleri ile varlıklarını, cemaat ve müesseseleri­ni, ibadet mekân ve şekillerini devam ettirmişlerdir. Lozan Anlaşmalarında bu azınlıklara, kökenleri ve dinî sebepler­le bazı ilâve haklar ve imkânlar tanınmıştır. Şüphesiz bun­ların zedelenmemesi gereklidir. Yukarıdaki paragrafta zikredilen gayri Müslim Türk vatandaşlarımız dışında İslâm inancına bağlı, fakat kendi etnik özellikleri olan ve milletimizin ayrılmaz parçalarını teşkil eden etnik topluluklarda vardır. Daha önce işaret et­tiğimiz gibi Yüce Osmanlı Devletimizden Cumhuriyetimi­ze bu etnisiteler miras kalmışlardır. Bu topraklar onların da, diğerleri gibi, vatanıdır. Gayri Müslim ekalliyetlerin önemli bir kısmı, Osmanlı Ermenilerinde olduğu gibi ye­niden çizilen sınırların ötesinde Suriye, Lübnan, Irak gibi komşularımızda kalmış veya mübadele anlaşmasıyla Ana­dolu Rumlarıyla Yunanistan’daki Müslüman Türkler yer değiştirmişlerdir. Fakat ve elbette değişik etnisiteye sahip Müslüman topluluklar ülkemizdeki “azınlıklar”la aynı yapı ve statü­de değillerdir. Onlar bu ülke ve milletin asli unsurlarıdır. Bu Müslüman ve etnik özellikleri olan topluluklara “ekal­liyet” elbisesi giydirip, millet bütünGelişen Türkiye ve Yeni Anayasa 2012 65 lüğünden ayırmaya çalışmak hem onlara ve hem de milletimizin tümüne kar­şı yapılacak en büyük haksızlık ve millet bütünün her bir cüz’ünün zarar göreceği, tehlikeli anlayış ve teşebbüsler­dir. Halen Türkiye’de ırkçı ve etnik fanatizmden beslenen, tahrik edilen “ayrımcı-bölücü” çatışma ve çarpışmaların sebep olduğu beşeri ve gayrı kayıpların büyüklüğü ve dehşetini hissetmeyen bilmeyen kimse yoktur. Devlet ve millet olarak ortak bir anlayışa gelmeliyiz. Bir taraftan devletin ve milletin bölünmez bütünlüğü te­mel umde olurken diğer taraftan da kimlikleri yok edici anlayış ve uygulamalara saplanılmamalıdır. Her bir kişi kendi kimliğini kendisi belirleme hak­kına sahiptir ve etnik topluluklar kendi ana dillerini ko­nuşmada, o dilden yayın yapmak ve etnik özelliklerini yaşatmakta serbesttirler. Kendi kimliklerini kendilerinin tayin ettiği ve onu yaşamada serbest olan kişi ve toplulukların Türkiye’nin millet ve toprak bütünlüğünü bozmaya katılmayacağını ve bunun ağır bir suç olacağını idrak edeceğini düşünmek tabii bir davranıştır. Buraya kadar yaptığımız açıklamaları teyiden rah­metli Atatürk’ün dahiyane bir tespitini zikretmek isterim. ‘’milletimiz din ve dil gibi iki fazilete maliktir. Bu faziletleri hiçbir kuvvet milletimizin kalp ve vicdanından çekip ala­mamıştır ve alamaz’’ Atatürk söylev ve demeçleri: 66-67 1982 Anayasasının 3. Maddesine “Başkent Ankara’dır” son cümlesinden önce şu cümle eklenebilir: “Arması, iki yanı buğday başakları ile çevrilmiş, al zemin üzerinde, uçları gökyüzüne bakan ay yıldızdır” Devletlerin, kendilerine has bayrakları ile birlikte, pra­tik kullanım ve temsil maksatları için resmi “arma” larıda mevcuttur. Nitekim Cumhuriyet dönemimizden öncede Osmanlı Devletimizin bilinen “Devlet Arması” da olmuş­tur. Son senelerde de bu orijinal ve estetik “Arma” dekora­tif maksatlarla kullanılmaktadır. Fakat 66 Türk Mallarının Tanıtımı ve Kullanılmasını Teşvik Derneği demokratik Cum­huriyetimizde sade, anlaşılır ve Devletimizi temsil edecek bir armaya pratik anlamda ihtiyaç vardır. Böyle bir devlet arması yeni Anayasamızın 3. Madde­sine yukarıda belirttiğimiz şekliyle eklenebilir. Al zemin üzerinde ay yıldızın uçlarının gökyüzüne doğru bakması Milletimiz ve Devletimizin daima yükselmesi ve yücelme­sini sembolleştirmektedir. Ay yıldızımızı kucaklayan ve çevreleyen iki dolgun buğday başakları ise vatan toprakla­rının bolluk ve bereketiyle millet olarak köklerimizi ifade etmektedir. Aynı zamanda iki başak Asya ve Avrupadaki vatan topraklarımızın bir ve beraberliğini sembolize et­mektedir. Böylece 3. Maddede yer alan diğer unsurlarla birlikte “Devlet Arma”mız bir bütün teşkil edecektir. Değiştirilme Hükmü ve Darbeler Anayasalar elbette ki çok önemli hukuk, kanun belge­leridir. Ait oldukları ülkelerin bugün ve yarınlarını şekil­lendirir, ülke halkının yönetimlerini, beklentilerini, hak ve mesuliyetlerini belirlerler. Devletin yapısını kurar ve temel hukukî örgüyü tespit eder. Bu vasıfları ile Anayasa metinlerinin sık sık değişmesi beklenmez, istikrar gözetilir. Fakat şüphesiz ki Anayasalar Kutsal Kitap’lar, Kelâm-ı Kadim değildir ve ilahi Hüküm­leri ihtiva etmez. Değişen ilişkiler, iç ve dış şartlar toplum­ların beklentilerine uygun olarak Anayasalar da değişirler. Topyekûn, bir milletin iradesini aksettiren Anayasa hü­kümlerinin değişmesi TBMM’nin nitelikli çoğunluğu ta­rafından teklif edilmeli ve nitelikli çoğunluğu tarafından kabul edilmelidir. Bu değişikliklerin gerçekleşebilmesi için takip edilecek usuller referandumu gerektiren haller özel kanunu tarafından düzenlenir. Her ne şekilde olursa olsun, millet iradesinin neticesi olan Anayasanın hukuk esasları, demokrasi rejiminin gerekleri dışında zorlamalarla değiş­tirilmesi, ılga edilmesi TBMM’ye dayatılması meşru değil­dir ve ağır bi suç teşkil eder. Bu hukuk ve kanun dışı uygulama ve girişimler uzak olmayan bir geçmişte Türkiye’de vukuu bulmuş çok acı olaylar ve büyük kayıplar yaşanmıştır. Gelişen Türkiye ve Yeni Anayasa 2012 67 Milletimizin irade ve kararının bir sonucu olan Anaya­sa ve onun getirdiği insan hakları ve hürriyetlerine dayalı çoğulcu demokratik düzen başta TBMM olmak üzere Dev­let erkinin bütün kurum ve kuruluşları tarafından korun­malı, totaliter ve vesayetçi hiçbir odaklaşma ve girişimlere yol verilmemelidir. Dolayısıyla yeni Anayasa’da aşağıdaki madde yer al­malıdır: Madde 4 – Millet irade ve hâkimiyetinin sonucu olan Anayasa’nın verdiği yetkileri ve hukuk esaslarına sadık olarak yürütülen uygulama erkini toplumun hiçbir kesi­mi, kurum, kuruluş, örgüt ve kişiler zorla ele geçiremez ve değiştiremezler. Milli hâkimiyetin zorla ele geçirilmesi ağır bir suç­tur. Yakın geçmişte ülkemizde “Milli Hâkimiyet” esası­nı tahrip ederek yoK eden darbe ve girişimlerin millet ve devletimize verdiği ağır zararlar, ıstırap ve kayıpları göz önüne getirdiğimizde insan hak ve hürriyetlerine dayalı demokratik cumhuriyet rejiminin kararlı bir şekilde ko­runmasının hayati önemi daha açık bir şekilde idrak edilir. Bu Anayasal hüküm herkesi bağlayıcı bir görevdir. Eşitliğin Korunması Yeni Anayasamızın başlangıç olarak teklif ettiğimiz me­tinde Türkiye Cumhuriyet’imizin kesin ve kararlı bir şekil­de sadık kalacağı temel ilkelerden üçüncüsü olarak “Eşitlik” umdesine yer vermiş bulunuyoruz. Başlangıç metninin açık­lanmasında, diğer birçok ilkenin ülkemizde ihlal edildiğini, bu ihlallerin aynı zamanda gerçek anlamından saptırılmış, bir “laiklik” kavramına bağlanmak çabasında bulunulduğu anlatılmıştı. Bu yanlış durumun şüphesiz ki en çarpıcı örne­ği “türban” veya “başörtüsü” yasağı olmuştur. Bu yasak se­nelerce, hatta bu gününe kadar, her yaştan hanımlarımızın başta öğrenim görme, çalışma, sağlık hizmetlerinden yarar­lanma gibi pek çok hak ve hürriyetlerden mahrum edilmesi sonucunu doğurmuştur. On binler ve belki de yüz binlerce kadın 68 Türk Mallarının Tanıtımı ve Kullanılmasını Teşvik Derneği ve genç kızımızın mağdur edildiği bu haksız yasak uygulaması dramının ortadan kaldırılması için yapılan her hukukî teşebbüs, “katı ve hukukla bağdaşmayan” yorum­larla önlenmiş, bu sosyal dram ve mağduriyet devam ettiril­miştir. Bazı hukukçularımızın tabii hukuk kuralları ile açık­lanamayacak bu yasakçı yorumları uygulamada çok sert ve “insan aklına zarar” örnekler ortaya çıkarmıştır. Bunları, ör­nekleri de zikrederek, tarihe not düşürecek araştırmacılara bırakmak şimdilik yeterlidir. Birkaç on yıldır Türkiye’de sürüp giden bu traji-komik problemi sonlandırmak ve ülkemizde medeni bir sosyal ve eğitim-istihdam hayatı tesis etmek için Yeni Anayasamızın “Kanun Önünde Eşitlik” bahsine bir fıkra eklenmesi şart görülüyor. 1982 Anayasası’nın 10. Maddesine ek fıkra: Hiçbir kişi inancından, yaşama tarzından, giyi­− minin şeklinden dolayı insan hak ve hürriyetlerinden ve özellikle öğrenim, işe girme, çalışma, sağlık gibi hizmet­lerden yararlanma haklarından mahrum edilemez, kına­namaz. Bu hak ve hürriyetleri engelleyenlerin suçları − Türk Ceza Kanunu’nda düzenlenir. Milletimizin topyekûn iradesini temsil edecek yeni Anayasamızda Devletimiz bu haksız ve traji-komik yasak­tan kurtulmalıdır. Bir dönemde TBMM’ndeki ve Bakanlar Kurulu’ndaki Millet vekilleri kendi seçtikleri Cumhurbaş­kanının görev yaptığı mekana örtülü hanımları ile gireme­diler. Bir kısmı da bu durumu ihdas eden Köşk Daveti’ne icabet etmediler. Böyle bir yasağı ihdas edenler, Anayasal bir kurum olan ve hayati önem taşıyan T.C Diyanet İşleri Başkanlığı’nın değerli ve bilgin Başkanı Tayyar Altıkulaç zamanın da “başörtüsü-tesettür” konusunda verdiği resmi görüşü (Fet­vayı) görmezlikten geldiler. O tarafa bakışlarını kararttılar. Doğru, yanlış her indî, şahsî görüş ve eylemlerini T.C’ nin kurucusu dahi kahraman, rahmetli Atatürk’e bağlayan yasakçılar bu büyük önderin muhterem ve merhume an­nesi ve hanımının da Gelişen Türkiye ve Yeni Anayasa 2012 69 başlarının örtülü olduğunu dikkate bile almadılar ve millet bütünlüğünü bölücü tutumlarını devam ettirdiler. Yeni Anayasada 1982 Anayasası 10. Maddesinde ki ek fıkra yer aldığında, 1982 Anayasasında “Temel Hak ve Hürriyetlerin sınırlanması başlıklı 13. Maddedeki ”Laik Cumhuriyet” deyimi “Dünyevi ve Demokratik Cumhuri­yet” tabiri şeklini alacaktır. Esasen 1982 Anayasası’nın “Temel Haklar ve Ödevler” başlıklı ikinci kısmı bütün maddeleri ile (12. ve 40.) yeni­den ele alınıp incelenerek, demokrasi, evrensel değerler ve toplumumuzun ulaştığı sivil düzey değerlendirilerek yeniden yazılmalıdır. Din ve Vicdan Hürriyeti 1982 Anayasası’nda “Din ve Vicdan Hürriyeti” başlıklı bir maddenin bulunması (24.md) yerinde olmuştur. Esa­sen aslî ve doğru manada “laik”liğin en önemli öğelerin­den birisi de kişilerin “Din ve Vicdan” hürriyetine sahip olmasıdır. Bu hak ve hürriyetlerin inkârı ancak dinî inanç ve vicdanî kanaatleri reddeden, onlara karşı olan Komü­nist Sovyet Rusya gibi ülkelerde görülmüştür. O tür rejim­lerde Marksist bir anlayışla ateizm yaygınlaştırılmaya çalı­ şılmakta ve her bir din, ibadetler, öğrenim, dinî ve vicdanî kanaat içeren yayınlar yasaklanmaktadır. Sembolik bir-ikisi dışında camii, kilise ve havralar başka faaliyetlere tahsis edilmektedir. 24. Maddenin ilk fıkrasında isabetli olarak “herkes, vic­dan, dini inanç ve kanaat hürriyetine sahiptir” denildikten sonra müteakip fıkra da “14. madde hükümlerine aykırı olmamak şartıyla ibadet, dinî ayin ve törenler serbesttir.” Hükmüne yer verilmiştir. Şimdi bura da şu sual zihinlere gelmektedir: “Acaba böyle bir tekrara lüzum var mıdır? Çünkü özellikle Ana­yasa da yer alan, hüküm ifade eden maddelerin birbirine tezat teşkil eder şeklinde yorumlanması şüphesiz ki doğ­ru olamaz. Temel Kanun olan Anayasaların madde ve hü­kümleri bir ‘bütün’ teşkil etmesinden dolayı bunların yo­rumları birbirine uygun, birbirini destekler ve tamamlar şeklinde olmalıdır. 70 Türk Mallarının Tanıtımı ve Kullanılmasını Teşvik Derneği Esasen Anayasa’nın 14. Maddesindeki tek hüküm şöyledir: “Anayasa’da yer alan hak ve hürriyetlerin hiç­biri Devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünü bozmayı ve insan haklarına dayanan demokratik ve laik Cumhuriyeti ortadan kaldırmayı amaçlayan faaliyetler bi­çiminde kullanılamaz.” Görülüyor ki 14. Madde isabetli olarak genel geçi­ci bir hüküm getirdiğine göre bu durum 24. Madde’deki “hürriyet”ler içinde caridir. Anayasa “Kodifikasyonu”nda da yani metinleştirilmesinde maddelerin birbirine uyumu esastır. 14. Maddedeki “lâik” kelimesi yerine “dünyevi” teri­mini koymak yeterlidir. Burada bazı zihinlerde 2. bir soru da gelebilir: 14. Madde’deki hükümler yerinde midir? Kesin kanaatimiz şudur burada korunan “Devletin ülkesi ve milletiyle bö­lünmez bütünlüğü”, “Temel hak ve hürriyetler” bugün de ve yarında asla vazgeçmeyeceğimiz esaslardır. Bunlar yeni Anayasa’mızda da yer almalıdır. Titizlikle muhafazası gereken birlik, bütünlük ve temel hak ve hürriyetler, ülkemizin uzun zamandır içinde bulun­duğu şartlar dolayısıyla, tahrip edilme girişimleriyle karşı karşıya kalmaktadır. Bu satırların okuyucuları en yeni bazı masum gibi gösterilen “bölme” ve “parçalama” hatta tah­rik girişimlerini hatırlayacaklardır: 12 Haziran 2011 genel milletvekili seçimlerinin hemen öncesinde Güneydoğu Anadolu’muzun bazı yerleşim yer­lerinde yanı başlarında Müslüman halkımızın namazlarını kıldığı büyük camiler mevcut ve açıkken bazı vatandaşları­mız, organizatörlerin öncülüğünde açık havada ayrı Cuma namazı kılmışlar ve mahalli bir dille hutbe dinlemişlerdir. Bu bölünme, ayrışma teşebbüsü burada kalmadı yine aynı bölgemizin bir ilçesinde üniversal bir çağrı olan Ezan yine yöreye has bir dille okunmuştur. Bu ayrıştırıcı ve bö­lücü teşebbüsler dinimizin en hassas vazgeçilmez esasla­rından olan Cuma namazlarında, ibadete çağrı için okunan Ezan’ın aslî dilinden başka bir dille yapılıyor. Bu tür gi­rişimlerin ne için, hangi hedefe yönelik olarak Gelişen Türkiye ve Yeni Anayasa 2012 71 yapıldığını anlamak herhalde zor değildir. Ayrıca o bölgede görev ya­pan imamlardan bazıları şehid edilmişlerdir. Müşterek vatanımızın bölünmez bir bölgesi olan Güneydoğu’nun bazı yerleşim noktalarında bu müessif girişimler yapılırken çocukluk ve gençlik yıllarımı yaşadı­ğım ülkemizin Başkenti ve Türkçemizin orada doğup bü­yüyen herkesin ana dili olduğu güzel Ankara’mızda. Başta şehit çocukları olan babam ve annem olmak üzere hemen herkesin, namaza çağrı olan Ezan’ın Türkçe okunmasını hiçbir şekilde benimsemediklerini, Ezan-ı Muhammediye hasret çektiklerini bugün gibi hatırlıyorum. Dahası da var: İlk hür ve dürüst 14 Mayıs 1950 Milletvekilleri seçimlerinin yapılıp TBMM toplantılarının ilklerinin bir gününde, mec­lis, muhalif ses çıkmadan “Ezan okuma şeklini serbest” bıraktığında Ulus’ta Meclis’in önüne biriken Ankaralıların birbirlerine sarılıp gözleri yaşlar içinde sevinçlerini, şükür­lerini belirttiklerinde o kalabalığın arasında bizzat bulunu­yordum. Hafızam o genç yaşta bu manzarayı kaydettiği gibi, hemen o gündeki ilk vakit namazında Ankara’daki, bütün minarelerden “Allahü Ekber” sedalarının yükseldi­ğini işittim. O gün bir bayram havası esti: İstiklâl Harbi’nin kalpgâhında ve şüphesiz vatanın bütün şehir ve köylerinde. Bu, halkın halk için yönetimi demek olan genç Cumhuriyetimizin, “Devlet-Millet” bü­tünlüğünün, ayrılmazlığının hiç şüphesiz daha güçlendiği bir gündü. Yeni Meclis en güzel kararını almış devlet mille­tiyle tekrar kucaklaşmıştı, ikisinin arasındaki “sosyal akit” yeni ve güçlü bir imza daha kazanmıştı. Bizler, bu ülkenin evlatları, doğduğumuzda bu ezan kulaklarımıza okunur, camilerimizde, bu ezanın çağrısı ile omuz omuza vererek sadece Cenab-ı Hakka secde eder ve mutlak inandığımız ölümsüzlüğe bu ezanla uğurlanırız. Bu inanç ve ibadet bütünlüğünü bozmaya çalışanla­rın, fırsat bulduklarında nelere cür’et edeceklerini hepimiz düşünmeliyiz. Yakın ve uzak tarih böyle niyet taşıyanla­rın nihaî hesapta elde ettikleri sonucun şu olduğunu gös­teriyor: Hüsran. Yalnız temenni edelim ki “Ba’de harab-ül Basra” olmasın Millet olarak bütünlüğümüzün en temel esasını din birliğimizin teşkil 72 Türk Mallarının Tanıtımı ve Kullanılmasını Teşvik Derneği ettiğini, burada bölünüp, parçalanıp, birbirimizden ayrılmaya asla tolerans göster­meyeceğimizi idrak etmemiz gerekmektedir. Cumhuriyetimizi kuranlar, başta gazi Mustafa Ke­mal Atatürk olmak üzere dinimiz İslâmiyet üzerinde ih­tilafa düşüp, bölünüp çatışmalara sürüklenmememiz için Cumhuriyetin ilanından sadece aylar sonra “Diyanet İşleri Başkanlığı’nı kurmuşlardır. Cumhuriyetimizin 100. Yılına doğru gittiğimiz bu zamanlarda eğer asırlık süre içinde, ta­bii karşılanabilecek bazı fikir ayrılıkları dışında Türkiye’de ağır dinî ayrışmalar, bölünmeye varan çatışmalar ortaya çıkmamış, dinî bütünlüğümüz tahrip edilmemiş ve misyo­ner nüfuzu, propagandaları zemin tutamamışsa bu olumlu durumda Diyanet İşleri Başkanlığımızın, azimli, yorulmak bilmez ve sağduyulu gayretlerinin, çalışmalarının büyük payı olmuştur. Milletimiz mabetlerimizde bilgilenip en güzel ve vakur şekilde ibadetlerini yapabiliyor, muktedir olanlar bilinçli bir şekilde haclarını eda ediyorlar, ülkemi­ zin tümünde dinimizin emrettiği birlik ve huzur hâkimdir. İslam’ı kabulden bugüne gelen Din ve devlet beraberliği (Din-ü Devlet) ve vatan-millet ayrılmazlığı (mülk-ü mil­let) asrımızın modern anlayış ve kuruluşları çerçevesinde, pek çok devletleri kıskandıracak bir şekilde ülkemizde devam etmektedir. En müşkül ve problemli zamanlarda, halkımızın kalbi kan ağlarken dahi milletimizin Devletine karşı çıkmaması, sabırla sükûnetini koruması, Devleti ve vatanı için canını seve seve feda etmesi bizi bir tek vücut haline getiren bu asırlar öncesinde başlayan tarihi miras ve an’anedir. Hiçbir ilmî ve pratik tutarlılığı olmayan ve ideolojik içerikli görüşlerle Diyanet Teşkilâtı’nın varlığına itiraz eden kişiler ya Anayasa Kodifikasyonu’nun tekniğinden habersizdirler ya da T.C. Diyanet İşleri Başkanlığı’nın ku­ruluşunun 1924 yılı başlarında olduğu; Laiklik teriminin ise Anayasamıza 6 Ok’tan birisi olarak 1937 yılında dâhil edildiğini hatırlamak istemiyorlar. Yeni Anayasamızda da, T.C Diyanet İşleri Başkanlığı’nın bir Anayasal kuruluş olarak ve görevlerini muhafaza ede­rek yerini alması mutlak gereklidir. Aksini ileri sürenlere burada başka bir gerçeği, hem ta­rihte ve hem de günümüzde mevcut değişmeyen bir gerçe­ği hatırlamalarını Gelişen Türkiye ve Yeni Anayasa 2012 73 isterim: Müslüman milletimiz bu ülke ve devletin sahibi aslisidir. Azınlık bir cemaat değildir. Gayr-i Müslim vatandaşlarımız Lozan Anlaşması’ndan da gelen cemaat haklarını koruyup, cemaat teşkilâtlarını kurabilir­ler. Milletimiz ise kendi bir kısım dinî hizmetlerinin, iba­det ve öğretim gibi, devleti eliyle, resmî olarak organize edilmesini istemiş ve bu hususlar Anayasa ve kanunlarla kabul edilmiştir. Bu yerleşmiş olan düzen sadece Cumhuriyet döne­mine de has değildir, asırlardan beri gelmiş, yalnız yeni­lenmiş, modern şartlara cevap verir hale getirilmiştir. Aslî muhtevasından çıkarılarak, bir çatışma ideolojisi haline getirilmiş yanlış laiklik yorumlarıyla Cumhuriyetimizin temel taşlarını yerinden oynatmayalım. Doğruları yanlış­lardan ayırma akıllılığını, beceri ve titizliğini gösterelim. Eğer hâlâ bir “restorasyon” dönemindeysek başarıları, ka­ zanımları tahrip etmeyelim. Enerji ve dikkatimizi hataları­mızı; yeni huzursuzluklara yol açmadan, gelişmiş, sosyal ve siyasî dengesini demokrasi şartlarında gerçekleştirmiş ülkelerin başarılarından örnek alarak, düzeltelim. Millet varlığında ve ülke yönetiminde büyük bir boşluğu önemli hizmetleriyle dolduran Diyanet İşleri Başkanlığı’nın 1982 Anayasasındaki konumu aynen koru­nabilir: “Madde 136- Genel İdare içinde yer alan Diyanet İş­leri Başkanlığı, dünyevilik ilkesi doğrultusunda, bütün siyasî görüş ve düşünüşlerin dışında kalarak ve milletçe dayanışma ve bütünleşmeyi amaç edinerek özel kanun­da gösterilen görevleri yerine getirir.” Yukarıda yer alan görev ve unsurlarını; Siyasetin dışında kalmak,a) Millet dayanışması veb) Bütünleşmesini amaç edinmek gibi hedefleri sağla­c) mada Diyanet İşleri Başkanlığımızın, verimli millet-devlet birliğini sağlamlaştırıcı hizmetler verdiğini belirtmek biz­ler için vicdanî bir vazifedir. 74 Türk Mallarının Tanıtımı ve Kullanılmasını Teşvik Derneği İKİNCİ BÖLÜM VE MÜTEAKİP KISIMLAR Buraya kadar olan açıklamalarımızda Yeni Anayasa­mızda yer almasını zaruri gördüğümüz maddeleri, 1982 Anayasası’na göndermeler yaparak kısa gerekçelerle izah etmiş olduk. Fakat özellikle 17. Maddeden sonra gelen maddelerde, bir Anayasa hazırlama teknik ve usullerin­den ziyade pekçok detay ve izahları kapsayan diğer kanun ve hatta yönetmenliklerde yer alması gereken hükümlere yer verilmiştir. Ayrıca çok sayıda yapılan “Değişiklik” ler, “Ek Fıkralar” ve “Mülga”larla 1982 Anayasası yaygın de­yimiyle “yamalı bohça”ya dönmüş, diğer ciddi sebeplerle de Milletimiz ve Devletimize layık bir metin vasfına sahip değildir. Dolayısıyla Yeni Anayasamızın hazırlanmasından sorumlu Komisyon, diğer heyetler ve sonuçta TBMM’ni uzun, titiz, bilgili, sorumlu bir çalışma beklemektedir. TBMM’nin yeni döneminin en önemli ve muhakkak en takdire değer eseri örnek bir Anayasa olmalıdır. Başta mevcut T.C. Hükümeti’nin her fırsatta yaptığı çağrıya uy­gun olarak bu örnek eserin en iyi şekilde hazırlanabilmesi için geniş ölçüde bir katkı sağlanması zaruridir. Biz de, kendi sahamızda, önemli gördüğümüz bazı dü­zenlemeler hakkında tekliflerimizi kısaca, ilgili ve sorumlu kişi ve mercilere sunarak bu vatandaşlık görevimizi yerine getirmek arzusundayız. Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Hayat Toplumun ekonomik, sosyal, kültürel ve manevî ya­şayışı kendi normal seyri içinde var olmaktadır. Devletin diğer pek çok konuda Gelişen Türkiye ve Yeni Anayasa 2012 75 olduğu gibi, burada da her alana, kesime ve kişilere müdahil olması, etkili olması gereksiz ve zararlıdır. 1982 Anayasası bu yanlışlığa düşmüş, hazırlan­makta olduğu kısa dönemin olaylarının istikametinde pek çok detay meseleye ait hükümler getirmeyi hedef almış, kısa bir ifadeyle “konjonktür”e tâbi olmuştur. Yeni Anayasada ise Millet varlığının iktisadî, sosyal, kültürel ve manevi hayatında tayin edici temel umdeler ve Devletin yeri belirtilmeli ve toplumun tabii yaşayışına mü­dahaleci hükümlerden kaçınılmalıdır. Bu serbestiyetçi bakış açısından yeni Anayasamızda şu maddeler yer alabilirler: Devletin Görevi Madde- Devlet ekonomik kalkınmayı gerçekleştir­mek, sosyal, kültürel ve mânevî gelişmeyi sağlamak için gerekli tedbirleri alır, uygulamalar yapar. Devlet bu alanlarda faaliyet gösteren özel sektör ve kesimleri teşvik eder. Yukarıda sayılan alanlarda devlet kanun koyma, düzen­lemeler yapma, yatırım, kurumsal tedbirler alma gibi icra­ata başvuracaktır. Madde zikredilen “mânevî gelişme”den daha çok “genel ahlâk” kuralları ve bunlara uyum ve saygı davranışlarının geliştirilmesi kastedilmektedir. Ailenin ve Çocukların Korunması Madde- Aile Türk toplumunun temelidir ve eşler arasındaki saygı ve eşitliğe dayanır. Devlet, ailenin huzur ve refahı ile özellikle kadın, ana ve çocukların korunması ve millet nüfusunun azal­masını önleme, gelecek genç nesillerin devamını sağla­yıcı tüm tedbirleri alır. Devlet, her türlü istismar ve şiddete karşı çocukları koruyucu, şahsiyetlerini geliştirici tedbirleri alır. 1982 Anayasası’nda 41. Madde de yerinde olarak be­lirtildiği gibi “Aile” toplumumuzun temeli ve çekirdeğidir. Tarihimiz boyunca hep böyle olmuştur ve halende öyledir. Genel olarak batı ülkelerinde aile bağları zayıflamakta ve çözülmektedir. Bu ülkeler bu çözülmeyi durdurmak için pek çok tedbire başvurmakta ve malî harcamalar yapmak­tadırlar. Benzer gerilemeler ve bozulmalara uğramamak için Türkiye aileyi koruma politikalarını geliştirme ve güçlen­dirmelidir. Yukarıda teklif ettiğimiz madde de bazı yeni unsurlara yer vermiş bulunuyoruz. Bunlar kısaca şunlardır: 1. Fıkrada “eşitlik” beraber ve ondan önce “saygı” unsurunu ilâve ettik. 2. Fıkrada “aile plânlamasının öğretimi ile uygulamasını sağlamak” hedefi çıkarılmıştır. Modern toplumlarda bu tercih ve uygulama çiftlerin kendilerine bırakılmakta­dır. Bu çıkarılan cümlenin yerine “millet nüfusunun azal­masını önleme, “gelecek genç nesillerin devamını sağlayıcı tüm tedbirlerin alınması hedefi konulmuştur. Bilindiği gibi gelişmiş ülkelerde, nüfus olgunlaşma (maturite) seviyesine ulaşmakta ve nüfus eksilme safhası­na girmekte ve bu durum ise o ülkeler için ciddi ekonomik, sosyal ve moral problemlere yol açmaktadır. Batı Avrupa ülkelerinde ve özellikle komşumuz Rusya’da bu sorun şiddetle yaşanmakta, ailelerin çocuk sahibi olma tercihleri, gittikçe artırılan “aile ödemeleri” ile teşvik edilmektedir. Ülkemizde devlet ve özel sektörümüzün atılımları ile ekonomi sevindirici bir şekilde, cumhuriyetimizin başlan­gıcından beri gelişmekte, refah seviyesi yükselmekte, şehir­leşme sür’atle artmakta ve zenginleşme devam etmektedir. Bütün bunlar ve diğer faktörler neticesinde de Türkiye’nin nüfusunda “maturite” safhasına gelmiş ve doğum oranla­rına bağlı olarak nüfus artış hızında sürekli ve belirgin bir düşüş trendi ortaya çıkmıştır. Demografi ilimin verileri ve Rusya, dahil Avrupa ül­kelerinde görülen ciddi sosyo-ekonomik olumsuzluklar Türkiye’mizin bu teGelişen Türkiye ve Yeni Anayasa 2012 77 mel konuda geç kalmadan etkili tedbir­ler almasını zaruri kılmaktadır. Bu uygulamaların olumlu ve gelişmeci yönde olması, aileyi güçlendirmesi nitelikte olması gerekmektedir. Burada şahsi bir not da düşmek isterim. Fransa’da doktora öğrenim yıllarında, yukarıda zikredilen “aile plan­laması” uygulamalarının bizim tür ülkelerde ciddi olum­suzluklara yol açacağını gördüğümden dolayı ülkeme döndükten sonra bizdeki yanlışlığı genç bir akademisyen ve araştırmacı olarak anlatmaya devamlı gayret ettim. Devlet Plânlama Teşkilatı’nda kendi sorumluluğum altındaki “Sosyal plânlama” çalışmaları dışındaki ülkem­deki bu “yaygın yanlış”ı ve etkili bir bir şekilde düzeltme imkânı olmadı. Anayasalar gibi temel mevzuatın hazırla­yıcıları da bu tür alanlarda uzman bilgisi olan kişilere baş­vurmak gereğini duymadıklarından yıllarca bu gayrî ilmî, olumsuz uygulamalar yapıldı. Ülkemizin aleyhine olan bu uygulama bazı dış kuruluş ve çevreler tarafından teşvik edilmiştir. Şurasını da hatırlatalım ki son dönemde hükü­met yetkilileri sorunu gördüler ve düzelmesi için topluma hatırlatıyorlar. Bir milletin refah seviyesinin yüksek olması şüphesiz ki nüfusunun azlığına değil ve fakat zengin kaynaklara sahip olması ve bunları en verimli bir şekilde değerlendirmesine bağlıdır. 2011 yılının 75 milyonlu Türkiye’nin refah seviye­sini, fert başına düşen milli geliri iktisadi güç ve zenginliği 1930’ların ortalama 15 milyon nüfuslu Türkiye’sinden şüp­hesiz çok daha fazladır. O tarihten bugünlere nüfusumuza katılan 60 milyon Türk yurttaşımız Türkiye’yi fakirleştir­medi, zenginleştirdi. Türkçenin Yaygınlaştırılması Bizim de Yeni Anayasa’nın başlangıç maddesinde tek­raren teklif ettiğimiz ve önceki Anayasalarımızın tümünde olduğu gibi Devletin, dili Türkçedir. Bu esas değişmemeli ve zayıflatılmamalıdır. 1982 Anayasası’nın 42. Eğitim ve öğretimle ilgili maddesinde de, son fıkrada, “Türkçeden başka hiçbir dil, eğitim ve öğretim kurum78 Türk Mallarının Tanıtımı ve Kullanılmasını Teşvik Derneği larında Türk va­tandaşlarına ana dilleri olarak okutulamaz ve öğretilemez” hükmü yer almaktadır. Bu maddeye en son fıkra olarak aşağıdaki hüküm eklenmelidir: 42. Maddeye Ek “Devlet Türkçenin gelişme ve dünyada yaygınlaş­ması için gereken tedbirleri alır, düzenlemeler yapar.” Türkçe dünyanın en eski köklü ve yaygın dillerinden birisidir. Birleşmiş Milletlerin “UNESCO” teşkilâtının araş­tırmalarına göre dilimiz Türkçe Dünyada en çok konuşu­lan 10 dil arasındadır. Diller konusunda uzman ilim adamları ve araştırmacı­lar dünyada 2100 civarında değişik dilin varlığını, konuş­tuğunu tespit etmişlerdir. Sadece Hindistan’da konuşulan mahalli dil sayısı 200’e ulaşmaktadır. Afrika’da, Asya’da, yakınlığımızda olan Kafkasya’da da çok çeşitli diller konu­şulmaktadır. Kafkasya’daki dillerin çokluğundan dolayı, adeta her tepenin arkasında değişik bir dil olduğundan eski Arap coğrafyacıları ve bu bölgeye gelen gezginler Kafkas mın­tıkasına “Cebel-i Elsine” “diller ülkesi” demişlerdir. Za­manımızda bu dillerden bazıları kaybolmaktadır. “Ibıhça” bunlardan birisidir. Söz konusu 2100 civarındaki konuşulan dillerden sa­dece 75 kadarının 1 milyondan fazla insan tarafından ko­nuşulup yazılı şekilde olduğu, yani yazı dili haline getiril­miş olduğu da yine ilmî olarak tespit edilmiştir. İşte Türkçemiz, bu 75 civarındaki dünya dillerin­den en çok konuşulan ilk 10’u içerisinde bulunmaktadır. UNESCO’nun tespitine göre İngilizce, Mandarin Çincesi, İspanyolca, Portekizce, Bahasa Endonezya’ca gibi çok yay­gın dillerin bulunduğu diller grubunda yer almaktadır. Türkçe Türkiye dışında Çin Seddi’nden Adriyatik’e kadar uzanan coğrafyada, Avrasya’da yer alan milyonlar­ca kişinin ana dilidir. Ayrıca, batı Avrupa, kuzey Amerika ve Avustralya’da yaşayan, Türkçe konuşanların sayısı da milyonlarla ifade edilmektedir. Gelişen Türkiye ve Yeni Anayasa 2012 79 TBMM’nin 22. Döneminin son haftalarında “Yunus Emre Türkçe Kültür Merkezleri” kanununun kabulü sıra­sında söz alan konuşmacılar ve bizzat bu satırlarının yaza­rının yaptığı açıklamalar Türkçenin “Dünya Dilleri”nin ön safta gelenlerinden biri olma özelliğine sahip olduğu açık­lıkla ortaya koymuştu. Bu konuda Devletimizin sorumlu­luğunun bir Anayasa hükmü haline getirilmesi yerinde ve zaruridir. Şu hususu belirtmekte fayda vardır ki geniş Türk coğrafyasında değişik türkçe lehçeleri konuşulmakta ve yazılmaktadır. Bunların hepsinin, müşterek lehçe olarak, İstanbul’da konuşulup yazılan Türkçeyi tek örnek almala­rı Kırımdan İsmail Gaspıralı, Azerbaycan’dan Vahapzade, Kazakistan’dan Cengiz Aymatov gibi pek çok fikir, edebi­yat adamları ve yazarlar tarafından belirtilmiştir. Böylece Türkiye’nin dil birliği konusundaki sorumluluğu daha da artmaktadır. Türkçenin yukarda yer aldığı gibi “gelişmesi” ve “yay­gınlaşması” için her şeyden önce kendi ülkemiz Türkiye’de bütün okul kademelerinde, yeni tüm okullarda, ilköğre­timden Üniversitelere kadar öğretimin Türkçe yapılmasına doğrudan bağlıdır. Bütün ilim, teknik ve meslek dallarında öğretimin kendi öz dilimizde yapılması Türkçeyi de geliş­tirecek, zenginleştirecek ve çağın tüm kavram ve terimleri­nin Türkçe ifadesini mümkün kılacaktır. Ülkemizde bütün kademelerde öğretimin Türkçe ya­pılması başka dillerin öğrenilmesine asla engel teşkil et­meyecektir. Yabancı dillerin de öğrenilmesi için Devlet lüzumlu tedbirleri alacak, düzenlemeler yapacaktır, hatta destekçi olacaktır. Dolayısıyla Yeni Anayasamızda şöyle bir hüküm yer almalıdır. Madde- Türkiye’de öğretim, bütün kademelerde, Türkçe yapılır. Milletlerarası antlaşma hükümleri sak­lıdır. Yabancı dillerin öğrenimi, ayrı kurslarda sağlanır. Devlet yabancı dillerin öğrenilmesini destekler. Bu hüküm dolayısıyla, bazı okul ve üniversitelerde ya­bancı dil öğretimi yapılmasının getirdiği mahzurlar önlen­miş olacaktır. 80 Türk Mallarının Tanıtımı ve Kullanılmasını Teşvik Derneği İlim, Araştırma ve Öğretim Hürriyeti Bir ülkenin her sahada ilerlemesi, dünyadaki medeni­yet yarışında ön saflarda olabilmesinin vazgeçilmez şartla­rından biriside, şüphesiz ki orada ilmi çalışmalar, araştırma ve öğretim faaliyetlerinin hür, serbest olmasına bağlıdır. Bu hürriyetler sağlanmadan ilim adamlarının araştırmacılar ve öğretim üyelerinin verimli olması, çağdaş bilgileri yeni nesillere aktarabilmesi ve değişik sosyo-ekonomik alanlar­da gelişmeleri sağlamaları mümkün değildir. Öyleyse Yeni Anayasamızda aşağıdaki gibi bir hükmün yer alması, geç­miş tecrübeleri de göz önünde tutarak zaruri olmaktadır: Madde- Yüksek öğretimin her kademesinde çalışan öğretim üyeleri, görevlileri ve araştırmacılar ilmi çalış­maları, fikir ve kanaatlerini açıklamak ve öğretim faali­yetlerinde serbesttirler, bunlardan dolayı kınanamaz ve kısıtlanamazlar. Bir ülkenin ilim adamları, araştırmacı öğretim üye ve görevlileri, ilmî ve fikrî üretimde, yayınlarında hür olmaz­larsa, baskı ve cezalandırma tehdidi altında bulunurlarsa, orada yenileşmenin, hataları düzeltmenin dolayısıyla ge­lişmenin önü kesilmiş olacaktır. Bu ise toplumun hayat da­marlarının kesilmesi demektir. Türkiye’mizin yakın geçmişinde, ilim ve fikir adamla­rının susturulması, hatta kanaatlerinden dolayı cezalandı­rılması olayları, üniversitelerimizde cereyan etmiş, pek çok profesör, doçent ve yardımcıları gibi ilim adamları, listeler halinde, çalıştıkları yüksek öğretim kurumlarından tasfiye edilmiş, işlerine son verilmiştir. Bu tasfiyeler askerî darbelerden sonra vukuu bul­muştur. Hangi meslekten olursa olsun kişiler, T.C. Ceza Kanunu’nda yazılı belirgin suçlardan dolayı, meşru mah­kemelerde yargılandıktan sonra cezalandırılır. Darbeler döneminde bu hukukî esasa saygı gösteril­memiştir. Şahsi fişlemeler sonucu genellikle köklü üniver­sitelerimizde görevli pek çok akademisyenin işine son ve­rilmiştir. Gelişen Türkiye ve Yeni Anayasa 2012 81 Bu hal hukukunun ve akademik hürriyetlerin, serbes­tiyetin açık ihlâlidir. İlim adamı, öğretim üye ve görevlileri suç işlemez elbette denemez. Fakat suçların bilinmesi ve hangi ceza kanunu maddelerinin ihlâl edildiği açıkça bil­dirilmesi ve âdil yargılama esastır. Böylece, yüksek vasıflı işgücü yetiştirecek üniversi­te ve yüksek okullarımız ilim adamlarının bir kısmından mahrum olmuş ve keyfi tasarruflarla akademik hürriyet çiğnenmiştir. Bu tür baskı ve mesleğinden tasfiye endişesi bir kısım ilim adamlarını suskunluğa ve “Şartlara uyma” yoluna sevk etmekte, konfarmist bir hayat anlayışı ile hakikatin değil gücün, güçlünün savunucusu olmaktadırlar. Ülkemizde bazı akademisyen ve yazarların millet ira­desi hürriyet ve haklar, demokrasi konularında bu insan onurunu esas alan hayati kavramları savunacakları yerde darbelere, dikta rejimlerine, baskı ve haksızlıklara adeta arka çıkmaları, ilmî, akademik hürriyet gibi temel vasıflar­dan uzaklaştıkları, hür fikir ve ifade sahibi olamadıklarını göstermektedir. Bu hal ise bir toplum için büyük bir kayıptır, gerçek­tende hayat damarlarından birisi tıkanmıştır. Genç yaşla­rımda büyük hocalarımdan şöyle bir beyit işitmiştim: “Sanma ki zulüm ile âlem olur harap. Eyler onu müdana-i âliman harap” “Müdana” kelimesi burada menfaat peşinde olmayı ifade ediyor. Yüksek Öğretim Koordinasyon Kurulu Ortaöğretimden sonra gelen yüksek öğretim kademesi ülke ve millet için vazgeçilmez, hayati öneme sahiptir. Üni­versite, yüksek okullar ve araştırma enstütüleri tarafından sağlanan bu öğretim ve eğitim, yukarıda belirtilmiş olan, ilmî düşünce, çağdaş seviye ve akademik hürriyetler gibi esaslara göre yürütülür. Türkiye’de sayıları artmış ve artmakta olan, bütün ülke sathına yayılmış bulunan, yüksek öğretim kuruluşlarının verimlilikle82 Türk Mallarının Tanıtımı ve Kullanılmasını Teşvik Derneği rini artırma ve seviyelerinin yükseltilmesi için aralarında millî ölçüde bir koordinasyonunun sağlanması gereklidir. Bu ihtiyaç Yeni Anayasa’da şöyle bir madde ile belirtilip, yer alabilir: Madde- Bütün üniversitelerin yatırım kadro yeni akademisyenlerin yetiştirilmesi, ilmî sahada işbirliği ve iş bölümü yapmak ve benzer alanlarda birlikte karar ver­mek için yüksek öğretim kuruluşları arasında bir “Yük­sek Öğretim Koordinasyon Kurulu” kurulur. Bu kurulum teşekkül şekli, yetki alanları ve çalışma usulleri kendi özel kanununda belirtilir. Madde- Üniversiteler ve bağlı fakülteler, kendi yöne­tim organlarını, kendi öğretim üyeleri arasından seçerler. Rektörler, fakülteler arasında dönemsel esasa dayalı ola­rak seçilirler. Üniversitelerin ve yönetimlerinin bağlı olduğu esas usuller özel kanunlarında yer alır. Gerek Yüksek Öğretim Kurulu (YÖK) ve gerekse üni­ versitelerimizin kuruluş ve çalışma usulleri, yetkilerinin kullanılması, çeşitli müdahaleler geçmişte derin uyuşmaz­lıklar ve huzursuzluklara yol açmıştı. Böyle bir ortam ülke­nin eğitim ve öğretim hayatında, giderilmesi zor kayıplara da yol açıyordu. Bu durumun ana sebeplerinden biri, hiç şüphesiz, YÖK’ün kuruluşunun askerî döneme rastlaması ve bu­nun neticesi olarak da düzenlemenin askerî anlayışa göre şekillenmiş olmasıdır. Çıkarılan kanunun yanlışlıklarını düzeltmek gayretiyle hemen başlangıçta İstanbul Üniver­sitesi Beyazıt Yerleşkesi’nden (Hukuk, İktisat) bu satırların yazarı, Edebiyat Fakültesi’nden merhum hocamız Prof. Dr. Muharrem Ergin, Tıp Fakültelerinden Prof. Dr. Süleyman Yalçın’ın da bulunduğu bir İstanbul Üniversitesi heye­ ti olarak Ankara’ya gittik. TBMM’nin binasında o günkü askerî yönetim çalışıyordu. Yönetimin genel sekreteri Nec­det Üruğ Paşa bizleri nezaket ve saygıyla karşıladı. Rahat görüşebilmemiz için, tatil Cumartesi gününü ayırdı. YÖK konusunu, kanunu ana esasları ve önemli ayrıntılarıyla müzakere ettik. Gelişen Türkiye ve Yeni Anayasa 2012 83 Değerli ve yetkin bir general olan, sayın genel sekreter sonuçta bize “YÖK kanununun bu şeklinin düzeltilmesi ancak bir, kısa da olsa, uygulama neticesinde yapılabilece­ği anlaşılıyor, hocalarım” demek durumunda kaldı. Bizler, daha önce tanıdığımız ve demokrat görüşlü olduğunu bil­diğimiz Üruğ Paşa’ya teşekkür ettik ve İstanbul’a dönerek meslektaşlarımıza durumu aktardık. Sonra ülkemizde normal durum sivil idare avdet etti. Fakat YÖK’te ve kanunun uygulamasında gerekli esas değişiklikler yapılmadı. Bir iki istisnası ile, örnek olarak Prof. Dr. Mehmet Sağlam’ı zikredebiliriz, YÖK başkanları, askerî anlayışı, bazen çok daha katı şekilde uygulamaya soktular. Birer akademik kuruluş olan üniversitelerin me­selelerini, zamanlarının Ordu Komutan’ları ile çözme yo­luna giden YÖK başkanları görüldü. Rahmetli Prof. Dr. Tu­ran Feyzioğlu’nun sıkça söylediği “Kötü kanunlar dahi iyi uygulayıcılar elinde müspet sonuçlar verir” kuralı YÖK’te işlemedi. Bazı başkanların kendi meslektaşları üzerinde ta­hakküm kurma halleri acı sonuçlar verdi. YÖK çalışmalarının uzun süre bekleneni verememesi, hatta aksi olumsuz durumların ortaya çıkmasının bir diğer sebebi de bu Kurul’un varlığı ve çalışmalarına ait ayrıntıla­rın 1982 Anayasası’nda yer alması olmuştur. Anayasa’daki değişiklikler, gerekli olduğu zaman, kısa sürede ve sık olarak yapılamamaktadır. Kanun değişiklik­leri yapmadaki esneklik şüphesiz ki Anayasalarda yoktur. Bu bakımdan hem YÖK hem de üniversiteleri ilgilendiren pekçok hususun kendi özel kanunlarında düzenleme zo­runluluğu vardır. Masum ve fakat yanlış olana bir örnek vermek gere­kirse, ülkemizin en köklü üniversitelerinden ilki İstanbul Üniversitesi’nin Rektörlüğü, seçimdeki kural sebebiyle tıp mesleğinde olan meslektaşlarımıza tescil edilmiş gibidir. Bu gibi hallerde rektör seçimi, daha önceleri olduğu gibi, fakülteler arasında dönemsel (rotasyon) hale getirile­bilir. Bu değişiklik kanunda yapılabilir. 84 Türk Mallarının Tanıtımı ve Kullanılmasını Teşvik Derneği Buraya kadar yaptığımız açıklamalar gösteriyor ki, 1982 Anayasası’nda yer alan “Yüksek Öğretim Kurumları ve Üst Kuruluşları” düzenleyen ve ayrıntılı hükümleri içe­ren maddeler (130, 131 ve 132) tamamen kaldırılmalı, onla­rın yerine, teklif ettiğimiz, “Yüksek Öğretim Koordinasyon Kurulu”nu ihdas eden madde getirilmelidir. YÖK ve üni­versitelere ait ayrıntılı hükümler kendi özel kanunlarında bulunmalıdır. Akademik kuruluşlar olan üniversiteler ve yüksek öğ­retimin tümü keyfi ve ideolojik olmayan yönetim şekil ve anlayışına kavuşturulmalıdır. Yeni Anayasa bu esası gös­termelidir. Yabancıların Durumu Türkiye, tarihi boyunca ve özelliklede Osmanlı Devleti’nin yükselme döneminden beri dışa açık bir ülke olmuştur. Pek çok ülke, toplum ve devletlerle sürekli ilişki­lerimiz kurulmuş, karşılıklı çıkarlar sağlanmış ve etkileşim olmuştur. Fakat Osmanlı Devlet’imizin gerileme sürecinde ya­bancı ülke ve kuruluşlarla ilişkilerimizde ülkemiz aleyhine bir denge kayması ve maddi ve manevi kaynaklarımızın ecnebiler tarafından istismar edilip, sömürülmemiz duru­mu ortaya çıkmıştır. Dolayısıyla cumhuriyetle birlikte ve özelliklede birinci İzmir İktisat Kongresi sonrası Devletimiz, pek çok alanda “korumacı” ve hatta “içine kapanma” denilebilecek bir po­litika takip etmiştir. Fakat 2. Dünya Harbi’nden sonraki on yıllarda Türkiye, özellikle de rahmetli Turgut Özal’lı dö­nemde “Dış Dünyaya Açılma” atılımlarında hızlı adımlar atmıştır. Mevzuat değişiklikleri ve uygulamalar olmuştur. Bu olumlu gelişmeler elbette ki ülkemizin maddi ve manevi varlıklarının yabancıların istekleri, hedefleri istika­metinde ülkeye zarar verecek tarzda kullandırılması ma­nasına gelmemelidir. Dolayısıyla bazı alanlarda kısıtlama­ya varan tedbirler alınması zaruridir. İşte bu maksatla eğitim, öğretim, kültür ve savunma sanayi gibi alanlarda Türkiye’mizi yabancı nüfuzuna, ko­rumasız terk etmek Gelişen Türkiye ve Yeni Anayasa 2012 85 ülkemizin bütünlüğüne, kültür birli­ğimiz ve vatan topraklarının savunulmasını zaafa uğratıcı sonuçlar doğurur. Öyleyse Yeni Anayasa’mızda böyle bir olumsuzluğu giderecek bir hükme ihtiyaç vardır: Madde- Yabancılar Türkiye’de üniversite ve yüksek okul açamazlar. Devlet, yüksek vasıflı insan gücü açığı­nın bulunduğu alanlarda, öğrencilerin, yurt dışındaki üniversite ve araştırma merkezlerinde öğrenim yapması­nı kolaylaştırır ve burslar verir. Yurt dışından, Türk Yük­sek Öğretim Kurumları’na öğrenim için gelmek isteyen öğrencilere imkânlar hazırlar. Komşu ve Türk Dili konu­şan ülkelere öncelik tanınır. Madde- Yabancılar, medya kuruluş ve tesisleri, radyo, televizyon, günlük gazeteler, süreli yayınlar ve benzerle­ri ile doğrudan savunma sanayii üretimi yapan kuruluş ve tesislerin yönetimine hâkim sahipleri, işleticileri ve hissedarları olamazlar. Günümüzde “Hakimiyet kurma”, “Egemenlik tesis etme” gibi durumlar, çok değişik vasıtalar kullanma ve muğlak terminolojiyi yaygınlaştırma şekilleri ile, sessiz usullerle tesis edilebilmektedir. Bu alanda ön planda olan devletler, diğerleri üzerinde etkilerini tesis ve sağlamlaştır­ma için, görünüşte masum, gerçekte yönlendirme, kontrol etme hedeflerine geniş kitlelerin dikkat ve karşıtlığını çek­meden ulaşmayı değişik ve ince politika teknik ve taktik­lerle gerçekleştirmişlerdir. Geçmiş asırlarda “kolonyalizm” sömürgeleştireceği ülkelere önce İncil ve din adamları gönderip, müteakiben de ellerinde süngü ve silahı olan istilacı birliklerini sevk ederek oraları hakimiyetleri altına alıyorlardı. 2. Dünya Harbi sonunda Sovyetler, Nazilerden kurtar­dığı ülkeleri askerî güçle işgal etmiş ve sonrada hem o mil­letler dahilinde ve hedef ülkelerde yayılmacı ideolojisini, komünizmi, yerleştirmeye çalışmıştır. Böylece hem “tepeden” ve hem de “içten” pek çok za­yıf devlet üzerinde hakimiyetin tesis ve devam ettirmek istemiştir. 1990’lar86 Türk Mallarının Tanıtımı ve Kullanılmasını Teşvik Derneği da Gorbaçov dönemiyle birlikte dikta, zulüm ve sömürü sistemi çökmüş, yeni müstakil ülkeler kendi devletlerini kurmuşlardır. Bugünün şartlarında, diğer ülkeler üzerinde hâkimiyet kurmak ve devam ettirmek hedefini seçmiş olan güçlü ak­tif devletler yeni, sessiz ve masum görünen teknikler ge­liştirmişlerdir. Bunlardan en derinden etkili olanları ise “eğitim”, “kültür”, “iletişim”, “yayın” alanlarında yapılan çalışmalar ve şüphesiz ki savunma sisteminde görülen ba­ğımlı kılma politikalarıdır. Eğitim, kültür, iletişim yayınlar vasıtasıyla hedef ülke­deki bir kesim aydın ve onlar vasıtasıyla da kitleler üzerin­de zihni, düşünce, dünya görüşü alanlarında derin bir etki ve yönlendirme gücü elde eden aktif devlet, bu yaptırım üstünlüğünü tabii olarak kendi çıkar ve gayeleri lehine kullanmaktadır. Zihni bağımlılık durumuna getirilen topluluklar, mil­letler en uysal bir tarzda aktif ülkelerin politikalarını kabul­lenmekte ve netice olarak çeşitli alanlarda sömürülmekte­dirler. Burada, en yakın geçmişten, herkesin hatırlayacağı bir örnek verebiliriz. Birinci Körfez Savaşı sırasında A.B.D, İngiltere, Fransa ve diğer ittifak devletleri, müştereken et­kili bir psikolojik harp taktiği uyguladılar: “Irak’ın devlet başkanı Saddam’ın elinde, cehennem topları, füzeler gibi öyle ‘Kitle imha silahları’ bulunmaktadır ki, çok uzak men­zilleri, Türkiye’de Ankara’yı hatta daha uzakları vurup tahrip edebilir.” Öyleyse Irak’a yakın her ülke Irak’a savaş ilan etmelidir. Türkiye üzerinde de bu etki güçlü bir şekilde yapıl­dı. Ülkemiz Irak’a karşı savaşa, koalisyon kuvvetleriyle beraber katılmadı ve fakat Ankara gibi büyük şehirlerde “Irak’ın imha edici füze ve bombalarına karşı” günlerce “gece karartmaları” yapıldı. Bu şüphesiz gülünç ve aynı zamanda acınacak bir durumdur. Sonuçta, uluslararası bir “kontrol heyeti” Irak’ın hiçbir kitle imha silahına sa­hip olmadığını net bir şekilde açıkladı. Bu örnek İttifak Devletleri’nin yalana dayalı bir propagandanın nasıl etkili ve yönlendirici olabileceğini göstermiştir. Türkiye dün ve bugün NATO gibi güçlü bir kolektif savunma sistemi içindedir ve “soğuk savaş” sürecinde bu statü bize çok faydalı Gelişen Türkiye ve Yeni Anayasa 2012 87 olmuştur. Varşova Paktı dağılması­na rağmen bizim NATO içinde bulunmamız ülkemizin sa­vunması yönünden hayati öneme haizdir. Bu gerçeği tespit etmekle beraber bir başka değişmez gerçeği de daima zihinlerimizde canlı tutmak ve gereğini yapmak zorundayız. “Bir ülkenin gerçek savunma ve cay­dırıcı gücü kendi milli ordusunun gücü ve imkânlarıyla ölçülür.” Ülkenin savunması gibi hayati vazgeçilemez ve mukaddes bir görev, esasta, başka ülkelerin kararlarına ba­ğımlı olarak yürütülemez. Bu durum kendi içinde pek çok rizikoyu içerir. Bu tespit hiçbir zaman ülke savunması, savaşta galip gelmek için müttefiklerle işbirliği yapmamak manasına elbette gelmeyeceği gibi, her türlü dış kaynakları kullan­mamak olarak yorumlanamaz. Çok güçlü bir orduya sahip Fatih Sultan Mehmet dahi surları yıkan topların imalinde Macar ve diğer vasıflı işgücüne başvurmuştur. Tarihte pek çok olumlu örnekler vardır. Fakat, bugünkü dünya şartları ve konjonktür savun­ma gücümüzün hususiyle savunma sanayi ve teknolojisi alanlarında, hızla ve ileri derecede takviye edilmesi zaru­retini ortaya çıkarmıştır. Sür’atle zaman zaman estirilen karamsar atmosferi bertaraf edip ordumuzun ve savunma sanayimizin “caydırıcı” gücünü en üst seviyeye yükseltici atılımları gerçekleştirmemiz erteleyemeyeceğimiz, hayati bir hedeftir. Teknolojik hamlelerle tam caydırıcı güce sahip olmak, muhakkak ki en verimli savunma şeklidir. Böyle bir hedefi hakiki anlamda gerçekleştirmek kendi savaş sanayi­mize kendimizin sahip olmamız ve geliştirmemizle müm­kündür. İleri teknolojide dış katkı ve işbirliği çoğu zaman kaçınılmazdır, fakat tesislerin sahibi ve yönetimi “milli” olma zarureti vardır. Yukarıdaki açıklamalarımızda üniversite, medya sa­vunma sanayii gibi öğretim, iletişim, ülke bütünlüğünü doğrudan ilgilendiren kritik ve hayati alanların yabancıla­ra devredilemeyeceği bu sahalarda yabancılar lehine özel­leştirmeler yapılmaması gerektiğini belirttim. 1982 Anayasası’nın 47. ve kenar başlığı “Devletleştir­me ve Özelleştirme” olan maddesinde devlet özelleştirme­lerine ait hü88 Türk Mallarının Tanıtımı ve Kullanılmasını Teşvik Derneği kümler yer almıştır. Uygulamada, özelleştirme alanında lüzumlu olanlarının yanında ülke ve halkımızın aleyhine hatalı bir kısım özelleştirmeler yapılması girişim­leri olmuş, bunların bir kısmı kamu oyumuz ve TBMM’nin yerinde hassasiyeti karşısında önlenmiş ve fakat bazıları maalesef yürürlüğe konmuştur. Bu hatalı özelleştirmelerden bir tanesi de Tekel’in yani kamu yönetiminin elinde, kontrolünde bulunan alkollü içkilerin üretim ve satışının özelleştirilmesi olmuştur. Bu karar şüphesiz ki halk sağlığına açıkça ve ağır şekilde zarar verici niteliktedir. Özel sektör, dünyanın her yerinde “karmaksimizasyonu” peşindedir, bu örnekte alkollü içki tü­ketimini ne kadar teşvik edip artırırsa kârı o kadar yüksek olacaktır. Nitekim öyle de olmakta, özel firmaların, reklam ve diğer teşvik gayretleriyle Türkiye’de alkol tüketim ve alışkanlığı devamlı ve endişe verici bir seyir takip ederek artmaktadır. TBMM’de İstanbul Milletvekili olarak bulunduğum sorumluluk döneminde alkollü içki üretim ve satışını özel­leştiren mevzuatı önlemek için, milletvekili yetkileri için­de, gayret sarf ettim. Maalesef netice alamadım. Samimi kanaatim bu mevzuatı hazırlayıp TBMM’den geçiren ve lehte oy kullanan meslektaşlarım ağır ve veballi bir hata işlemişlerdir. Ülkemizde alkol tüketiminin artması, hasta­nelerimize başvuran alkolik vatandaşlarımızın çoğalması, Türkiye’yi kısa sürelerle ziyaret eden turist sayısının fazla­laşması ile izah edilemez. Alkollü içki imal ve satışını ser­best bırakan mevzuatı hazırlayan ve halkımıza, gençliği­mize karşı işlenen bu vebale el kaldıran pek çok politikacı halen yeni dönem TBMM’nin üyeleridir. Halkımızın, ne­sillerimiz ve ırkımızın, genel sağlığına aykırı bu durumu, umarız ve dua ederiz ki, önleyici tedbirleri kararlaştırıp uygulamaya koyarlar. Değerli Cumhurbaşkanımız Sayın Doç. Dr. Abdullah Gül’ün bu hayati sağlık konusunda ini­siyatifi başlatıcı bir rolü olabilir. Bu alanda sigara içmeyi kısıtlama başarılı uygulamasından daha da olumlu sonuç­lar alınabilir. Böylece ağır bir hata ve vebal düzeltilebilir. Gelişen Türkiye ve Yeni Anayasa 2012 89 Sendikalar ve Toplu Sözleşme Devletin, yoksullar, yaşlılar, bakıma muhtaç olanlar, engelliler ile alt gelir gruplarını, sosyal adalet, sosyal ve ekonomik denge, vatandaşların insanlık haysiyetine uy­gun yaşama imkânlarına sahip olmaları ilkelerini gözete­rek, koruma görevini daha önce belirtmiştik. Bugün bütün gelişmiş modern devletlerde bu sorumluluk kabul edilerek, çeşitli sosyo-ekonomik tedbirler alınmakta, uygulamalar yürürlüğe konmakta ve toplumda sosyal barış, huzur sağ­lanarak sürekli gelişme gerçekleştirilmektedir. Gelirinin, geçiminin kaynağını esasta sadece emeğinin teşkil ettiği işçiler de devletin koruma ve gözetmesi altın­da olmalıdır. Bu emekçilerin, iş güvenliği ve ailelerinin ya­şama şartlarını, sosyal endişelerden mahrum bir “Serbest Ekonomi Piyasası”nın konjonktür el şartlarına terk edil­mesi kabul edilemez. Bu temel anlayış sebebiyle, özellikle, sanayii inkılâbından günümüze kadar, modern devletler, işçileri, çalışan kadın ve çocukları koruyucu tedbirler almışlar, po­litikalar geliştirmişlerdir. Bu koruma uygulamalarından en önemlilerinden bi­risi de işçilerin sendika kurma hakkına sahip olmaları ve çalışma şartlarını işverenlerle karşılıklı toplu sözleşmelerle kararlaştırmalarıdır. İşçi sendikalarının Batı Avrupa’da ortaya çıkıp iş pi­yasasında yerlerini almalarından yakın tarihlere kadar ge­çen uzun sürede sınıf mücadeleleri yapan, çatışmacı siyasi sendikalarla varlıklarını sürdürmüşlerdir. Bu tür sendika­lar, sosyal barış ve huzuru sarsmakta ve pekçok kayıplara sebebiyet vermektedirler. Özellikle, 20. Yüzyılın ortasından itibaren Batı Dünyası’nda ortaya çıkan gelişmeler, bu tür sınıf mücade­lesi yapan, siyasi ve militan yapıdaki sendikaları geri pla­na itmiş amacı işçilerin, çalışanların refahı yaşama şartları­nı düzeltmek olan “mesleki sendikacılığı” güçlendirmiştir. Böylece toplumdaki sosyal huzur bozulmadan çeşitli sek­törlerde kayıp ve karşıtlıklar ortaya çıkarmadan, işçiler ve diğer çalışanların dengeli talepleri gerçekleşmektedir. 90 Türk Mallarının Tanıtımı ve Kullanılmasını Teşvik Derneği Ülkemizde de çalışma hayatında, işçi-işveren ilişkile­rinde, son dönemlerde, gelişmiş batı ülkelerinde olduğu gibi karışıklıklara, sosyal çatışma ve kayıplara yol açma­dan mesleki sendikacılık anlayışı ile uygulaması güç ka­zanmaktadır. Bu durum, ülke ekonomisinin sürekli büyü­mesi ve işçilerimizin hayat seviyesinin yükselmesinde çok önemli olmuştur. Marksist anlayışlı, çatışmacı, siyasi sendikacılıktan, iş­çilerin hayat seviyesini yükselten, çalışma şartlarını düzel­ten mesleki, profesyonel sendikacılığa geçiş, devam eden olumlu bir gelişmedir. Fakat çalışma ilişkilerindeki bu değişim esasta ücretle­rinden başka gelirleri olmayan işçilerin, sistem içinde ken­dilerine ait bir devlet koruması şemsiyesinden mahrum bırakılmaları anlamına gelmez. 1982 Anayasası’nda işçi ve işverenlere ait düzenlemeler uzun maddeler, çok fazla sa­yıda eklerle, maddeler 51-55 karmaşık hale gelmiştir. Aşa­ğıdaki teklifte yer aldığı gibi işçi-işveren ilişkileri 3 mad­dede kısaca esas olarak ifade edilebilir ve ayrıntılar özel kanunlarında düzenlenir. İşçi ve İşveren İlişkileri Madde- İşçi ve işverenler ücret ve diğer çalışma şart­ larını ferden karşılıklı olarak veya üyesi oldukları sendi­ kalar aracılığı ile kararlaştırırlar. Toplu sözleşme vasıtasıyla yapılan uzlaşmalarda, hakkaniyet, sosyal barış, sosyal adalet, ekonomik ve sos­yal denge ilkeleri gözetilir. Madde- Toplu sözleşme ve müzakerelerinde uzlaşma sağlanamadığı hallerde arabulucu ve bağdaştırıcı safha­ lardan geçilmeden, işçi ve işveren taraflar grev ve lokavt eylemlerine başvuramazlar. Madde- Sendikalar, toplu sözleşmeler, grev ve lokavt eylemlerine ait düzenlemeler kendi özel kanunlarında yer alır. Gelişen Türkiye ve Yeni Anayasa 2012 91 Grev ve lokavtlar iyi niyet kurallarına aykırı tarzda, sosyal barışı bozan, toplum zararına ve milli serveti tah­rip edecek şekilde kullanılamaz. Tarih, Kültür ve Tabiat Varlıklarının Korunması 1982 Anayasası’nın 63. Maddesinde yukarıdaki başlık altında Devletin, zikredilen varlıkların korunmasında yük­lendiği görev ve sorumluluk hükmü yer almaktadır. Fakat bu maddenin metninden açıkça anlaşılacağı gibi bunlar Türkiye hudutları içindeki varlıklardır. Türkiye Coğrafyası dışında da çok önemli tarih ve kül­tür mirasımız bulunmaktadır. Bunların azımsanmayacak bir kısmının, zaman içinde, karşıt yönetimler tarafından tahrip ve yok edildiği bilinmektedir. Buna rağmen önemli ölçüde olanlar halen ayaktadır ve bunların ihya edilmesi Türkiye Cumhuriyeti’nin manevi sorumluluğundadır. Yı­kılmış bir “Mostar” köprüsünün tekrar yapılıp, açılması ülkemizin tarih ve kültür alanlarındaki evrensel itibarının yükselmesine önemli ölçüde hizmet etmiş ve milletimizin derin bir sevinç duygusu yaşamasına yol açmıştır. Tarihi ve kültür mirasımızın, bağlarımızın öncelikle bu­ lunduğu bölge, Avrasya Kıtası’nın güney kuşağıdır, daha net bir ifade ile doğuda Orhun Abideleri ile batıda Dirina Köprüsü, Gül Baba dergâhına kadar uzanan kuşaktadır. Bu bölgede yapılan koruma görevlerini Yeni Anayasa’da hükme bağlamak üzere, 1982 Anayasası’nın 63. Maddesi aynen muhafaza edilerek, ona aşağıdaki şu fıkra eklenmesi yerindedir. Ek fıkra- devlet Türkiye dışında ve öncelikle Türk dili konuşan ülkeler ve topluluklarda bulunan tarih ve kültür mirasını korur. Gereken işbirliği anlaşmalarını yapar. Bilindiği gibi, esasen bu bölgedeki pek çok tarih ve kültür varlıklarımızın Hoca Ahmet Yesevi Külliyesi’nden Sultan Muradın Kosova’daki türbesine kadar, ihya edilip, dünya turizmine açılmış92 Türk Mallarının Tanıtımı ve Kullanılmasını Teşvik Derneği tır. 1982 Anayasası’nın 63. Mad­desine yukarıdaki fıkranın ilavesiyle hükümlerinin Yeni Anayasa’da yer alması, konunun önceliği ve uygulamada önemi bakımından yerinde olacaktır. Seçimler ve Siyasi Faaliyette Bulunma Hakları Bu konuda 1982 Anayasasının 67. Maddesinin ilk dört fıkrası aynen Yeni Anayasa’da yer alabilir, diğer fıkralar il­gili özel kanunlara aktarılmalıdır. Siyasi Partiler Gerçek bir demokratik Cumhuriyet Yönetimi’nin ço­ğulcu ve hür siyasi partiler mevcut olmadan ve bunlar faa­liyetlerini serbestçe yürütüp, dürüst düzenlenen seçimlere eşit hukuki zeminde katılmadan, söz konusu olamayacağı açıktır. Ülkemizde, demokratik bir yönetimin başlangıcı saya­bileceğimiz, 1908 Meşrutiyeti ile aynı zamanda siyasi parti­lerimiz kurulmaya ve açık bir şekilde faaliyete geçtiler. Bu dönem beraberinde, önlenemez şiddet olayları, devletin en üst kademelerine kadar uzanan siyasi cinayetler, baskınlar ve darbeler getirdi. Sonuçta, İttihat ve Terakki Fırkası’nın katı dikta yönetimi ve isabetsiz icraatı, uzun asırlar varlı­ğını sürdürmüş olan Osmanlı Devleti’nin, yok olup tarihe mal olmasına yol açtı. Cumhuriyet Dönemi’nin başlangıcında rahmetli Ata­türk yakın arkadaşı Fethi Okyar’a Serbest Fırka’yı kurdu­rarak demokrasiye geçme ideali istikametinde bir adım at­tırdıysa da bu teşebbüs başarılı olamadı; Türkiye tek parti yönetimiyle 1946 yılına kadar geldi. 1946 yılında, iç ve dünya şartlarının etkisi, Cumhur­başkanı İsmet İnönü’nün isabetli öngörüşü ile Celal Bayar, Adnan Menderes ve arkadaşları, mer’i kanunlar değiştiri­lerek Türkiye’de demokratik rejime geçişe sağladılar. 1946 yılı seçimleriyle 1960 darbesine kadar geçen sürede ve ağır­lıklı olarak iki siyasi partinin, CHP ve DP sert ve hırçın siyasi mücadeleleri Türk siyasi hayatına hakim Gelişen Türkiye ve Yeni Anayasa 2012 93 oldu. 1960 yılı 27 Mayısı’nda yapılan askerî darbe, onar yıl aralıklı ola­rak ortaya çıkan yeni darbe ve müdahalelerle Türkiye, fiili olarak bir “Demokrasi ve vesayet” rejimi yaşadı. Bu “De­mokrasi ve vesayet” rejiminin en önde gelen belirti araz ve göstergelerden birisi de hiç şüphesiz sık sık siyasi par­tilerin kapatılması idi. Öyle ki kendi kamuoyumuz ve batı demokrasi ülkelerinde Türkiye’nin bir “Partiler mezarlığı” haline getirildiği görüşü yerleşmeye başladı. Bu anormal ve gerçekte ülkemiz, devletimiz ve cumhuriyetimizi zayıf­latıp, yıpratan bu darbe ve diğer müdahaleler, zaman za­man dış desteklerin devreye girmesiyle Türkiye’ye hesap edilemez kayıplar verdirdiler. İşte, bu dönemde, Yeni Anayasa hazırlıkları ile mille­timizin; iradesine dayanan, sağlıklı ve sağlam bir demok­rasiye kavuşmamızın çalışması yapılıyor. Gerçek bir de­mokratik Cumhuriyet yönetimini, çoğulcu siyasi partiler olmadan bu partilerin güvenlik içinde istikrarlı faaliyet­lerde bulunmalarını sağlamadan tesis etmemiz mümkün değildir. Unutmayalım ki, ülkemiz, ekonomimiz tüm hızıy­la yeni kalkınma hamleleri yaparken, halkın önemli bir çoğunluğunun oyları ve TBMM’nin kararı ile bir siyasi partimiz T.C hükümetini kurup yürütme sorumluluğunu omuzlarına almış iken; oldukça zayıf ve geçersiz argüman­larla iktidar partisinin kapatılması girişimi yapılmıştır. Bu yanlış talebi yapan ve destekleyenler, bekledikleri gerçek­leşse idi, ülkemiz ve demokrasimizin ne kadar büyük kaos ve kayıplara sürüklenebileceğini acaba tam hesap edebil­mişler miydi? Anayasa Mahkeme’miz, yerinde aldığı bir kararla muhtemel ağır kaos ve kayıpları önledi. Bu geçmiş müşahhas örnekte gösteriyor ki demokrasi­nin vazgeçilmez temel kuruluşları olan siyasi partilerimi­zin güven içinde, istikrarlı çalışmalar yapıp fonksiyonları­nı icra edebilmeleri, varlıklarının anayasa teminatına sahip olmalarını gerekli kılmaktadır. 1982 Anayasamızın bu güvenliği verdiği söylenemez. Ayrıca 68 ve 69. Maddeler, ancak kendi kanun ve yönetme­liklerde yer alma94 Türk Mallarının Tanıtımı ve Kullanılmasını Teşvik Derneği sı gereken pek fazla ayrıntılarla uzatılmış­tır. Bu durum anayasa yapma tekniğine aykırıdır. Dolayısıyla demokratik Cumhuriyetimizin yapısını daha da güçlendirmek, siyasi partilerimizin varlıklarını güvence altına almak ve sağlıklı faaliyetlerini düzenlemek için Yeni Anayasamızda aşağıdaki hükümlere yer vermek gereklidir. Siyasi Parti Faaliyetleri Madde- Siyasi partiler, demokratik Cumhuriyetin ve siyasi hayatın vazgeçilmez unsurlarıdır. Vatandaşlar, siyasi parti kurma, partilere girme ve partilerden ayrılma hakkına sahiptirler. Siyasi partilerin kurulma, faaliyet ve kapatılmasına ait hükümler kanunlarda gösterilir. Madde- Siyasi partilere karşı, aşağıdaki eylemlerin odağı haline geldiği hallerde kapatma kararı verilir: - Şiddete başvurmak veya teşvik etmek, - Irkçı ayrımlar yapmak veya teşvik etmek, - Devletin bağımsızlığına, ülkesi ve milletiyle bö­lünmez bütünlüğüne karşı olmak veya bu tür girişimleri teşvik etmek. - Siyasi partilerin üyelerinden birinci fıkrada yer alan fiilleri ferden yapanlar, kişisel olarak sorumludurlar. - Temelli olarak kapatılan partiler bir daha kurula­maz. - Yabancı devletlerin uluslararası kuruluşlardan ve Türk uyruğunda olmayan gerçek ve tüzel kişilerden maddi yardım alan siyasi partiler temelli kapatılır. Madde- Kanunda gösterilen Genel Kurulları’nı yap­ mış ve seçimlerde iştirak etmiş siyasi partilerin hakkın­da Anayasa Mahkemesi tarafından verilen kapatma ka­rarları, TBMM’de görüşülüp, oylanmadan önce kesinlik kazanmaz. Gelişen Türkiye ve Yeni Anayasa 2012 95 Türkiye Büyük Millet Meclisi 1982 Anayasası’nın, Anayasa yapma tekniği ve özelli­ğine aykırı düşen kısımları, bilhassa “Üçüncü Kısım” baş­lığı altında toplanmış, 75. Maddeden başlayarak “Altıncı Kısım”a kadar 74. Madde devam eden kısımlar ve bölüm­leridir. Ancak ilgili kanun ve yönetmeliklerde yer alma­sı gereken, çok sayıda ayrıntı Anayasa hükümleri olarak yazılmıştır. Bu, Anayasayı adeta “kırkambar” hüviyetine sokan hüküm ve ayrıntılar onu temel yasa niteliğinden uzaklaştırmış gereksiz yere uzun ve millet-devlet hayatı­nın devam eden seyri içinde, vaki olan her gelişme ve de­ğişmelerde, değiştirilmesi zaruri bir yasa haline getirmiştir. Bu durum, başka bir deyimle Anayasayı “konjonktürel” bir kanun hüviyetine sokmuştur. Böyle bir vaziyetin bera­berinde getirdiği mahzurlar, tıkanıklıklar çok açıktır. Dolayısıyla başta devletimizin T.B.M.M gibi temel organları ve kuruluşları olmak üzere bütün “teşkila­tı esas iye”si, Anayasa’da sadece “görev ve yetkileri” ve “İşleyişleri”nin ana esasları itibariyle yer almalı diğer ve çoğu usullere, nisaplara ait ayrıntılar özel kanunları, tü­zükler ve yönetmeliklerde gösterilmelidir. Böylece yeni Anayasamız, öncekilerde olduğu gibi kısa ve orta vadeli hususları bünyesinde bulunduran, kısa ömürlü bir metin olmak zafiyetinden kurtulup asırları kapsayan 22. yüzyı­lın dahi ötesine uzanan bir temel yasa niteliği kazanacak­tır. Çalışmalarımızın, gayretlerimizin hedefi bu olmalıdır. Kökleri tarihin en eski zamanlarına uzanan az sayıda mil­letlerinden birisi olan Türk milletinin temel yasası 2030 senelik olmamalı ve fakat yüz yıllara uzanmalıdır. Bu hedefin yoğun bir düşünce, uzun ve yorucu bir çalışma ve çoğulcu bir katılım gerektirdiğini idrak ediyo­rum. Fakat meydana gurur duyulacak bir eser “Türkiye Cumhuriyeti’nin Anayasası’nı getireceksek, sadece siyasi beklentiler için değil ve fakat milletimizin geleceğini he­defliyorsak bu ciddiyet, titizlik ve ilmî davranışa sahip ol­malıyız. Bu anlayış çerçevesinde şimdiye kadar belirttiğim ve kendi bilgi ve tecrübelerim içinde olan tekliflerime diğer bazılarını da ekleyerek raporumu tamamlamak istiyorum. 96 Türk Mallarının Tanıtımı ve Kullanılmasını Teşvik Derneği Milletvekili Sayısı T.B.M.M’nin, millet ve devlet hayatımızdaki mevkii, görevleri fevkalade önemli, çeşitli ve hayatidir. Çalışma­larını verimli olarak yürütecek sayıda milletvekilinden teşekkül etmelidir. Milletvekilleri, Genel Kurul mesaisi dışında çok sayıda Komisyonlarda çalışacak, yurt içi ve dışı görevleri olacaktır. Bu tür görevlerin layıkıyla yerine getirilmesi için T.B.M.M.’de makul sayıda milletvekili bu­ lunmalıdır. Fakat bugünkü 550 milletvekili sayısı ihtiyaç­lardan fazladır ve bunun mahzurları uygulamada ortaya çıkmaktadır. Bunlar görülen ve bilinen hususlar olduğu için burada vaktinizi almak istemiyorum. Esasen hatırlanacağı gibi bu 550 rakamı, eski sayıya eklenmek istenen “Türkiye Milletvekilliği” teşebbüsünün gerçekleştirilememesinden dolayı, yani asıl beklenenin dı­şında ortaya çıkmıştı. Bundan dolayı 550 sayısının kısmen indirilmesi faydalı ve gerekli görülmektedir. Yeni sayı 500 olabilir. Madde-Türkiye Büyük Millet Meclisi genel oyla se­çilen beş yüz milletvekilinden oluşur. Böylece teşekkül edecek 500’ler Meclisinin daha ve­rimli çalışacağı kanaatindeyim. Milletvekili Yaşı ve Mezuniyeti 1982 Anayasasının 76. Maddesi milletvekili seçilme ya­şını 25 ve öğrenim şartını da “ilkokul” olarak tespit etmek­tedir. Bir taraftan Türkiye’de öğrenim süresinin uzaması, milletvekili olacak kişinin, milletvekilliği sona erdikten sonra da geçimini sağlayacak bir meseleğe daha önceden sahip olma zarureti, öte yandan Cumhuriyetimizin bir ba­şarısı olan genel öğrenim düzeyinin yükselmiş olmasını göz önünde tutarsak yeni durum şu şekilde kabul edile­ bilir. Madde: Otuz yaşını dolduran her Türk milletvekili seçilebilir. En az lise ve dengi okullardan mezun olma­yanlar milletvekili seçilemezler. Gelişen Türkiye ve Yeni Anayasa 2012 97 And İçme 1982 Anayasasında milletvekillerinin “And içme” met­ni (madde 80) bazı temel kavramları, “bağımsızlık”, “bü­tünlük”, “egemenlik”, “hukukun üstünlüğünü içermekle beraber yazılı şekli itibariyle akıcılığı olmayan çetrefillidir. Bunun böyle olduğunu her seçimden sonra T.B.M.M.’de yapılan yemin törenlerinden çok açık olarak görmekteyiz. Türkçe seviyeleri ortanın çok üstünde olan birçok millet­vekilimiz bu metne takılmakta onu yanlış veya eksik oku­maktadır. Bu Yeni Anayasamızda yeni bir yemin metninin yeniden yazılması zaruretini göstermektedir. Yeni metinde “namusum” ve “şerefim” kavramların­dan sonra “Bütün mukaddesatım üzerine” ibaresinin ila­vesi yerinde olacaktır. Çünkü “namus” ve “şeref” ağırlık­la sübjektif, indi kavramdır, her fert ayrı yoruma, anlayışa sahip olabilir. “Mukaddesat” lafzı ise kullanış ve maksatta daha somut ve müşterek değerleri içermekte ve öyle de an­laşılmaktadır. Bunlar “inanç sistemi”, “vatan”, “bayrak”, “ezan”, “hak” gibi kavramlardır. Cumhurbaşkanı’nın And içme metni de (1982 Madde 103) yukarıda belirttiğimiz mülahazalar ışığında yeniden yazılmalıdır. Cumhurbaşkanı Görev ve Yetkileri Türkiye, 1982 Anayasası’nda yapılan değişiklikle Cumhurbaşkanının, halk tarafından seçilmesi sistemine geçti. Bu yeni sistemin nasıl örgüleneceği, başkanlık siste­minin hangi türünün kabul edileceği henüz kararlaştırılıp yürürlüğe sokulmamıştır. Yeni Anayasamız ayrıntıları ile tartışılmaya başlandığında bu önemli konu daha da ayrın­tıları ile ortaya çıkıp kanunlaşma zemini bulunacaktır. Biliniyor ki 1982 Anayasasının hazırlanıp kabul edil­me döneminde Türkiye’nin yaşadığı siyasi şartların da bir sonucu olarak Cumhurbaşkanına oldukça geniş görev ve yetkiler verilmiştir. Askeri yönetim sona erip demokratik kurallar işlemeye başlayınca 98 Türk Mallarının Tanıtımı ve Kullanılmasını Teşvik Derneği bizzat T.B.M.M.’nin seçtiği Cumhurbaşkanları, Sayın Ahmet Necdet Sezer gibi, bu yetkilerin fazlalığını ifade etmişlerdir. Gerçekten, Yeni Anayasa, mevcut ve gelecekteki şart­ları, gelişmeleri göz önüne alarak Cumhurbaşkanı’nın “Görev ve Yetkilerini” (1982-Madde 104) yeniden tanzim etmelidir. Yeni düzenleme için bir örnek, eğitim alanında verile­bilir. Üniversitelerin sayının gittikçe artmış olduğu da dü­şünülürse, “Yüksek Öğretim Kurulu üyeleri seçmek” “Üni­versite rektörlerini seçmek” gibi yetkiler Yeni Anayasada yer almaz, buna mukabil “Yüksek Öğretim Koordinasyon Kurulu Başkanı”nı atamak yetkisi söz konusu olabilir. Milli Savunma Türkiye Cumhuriyeti devletinin varlığı ve istiklali, ni­hai bir hesapta, Türk Ordusunun mevcudiyeti ve savaş gü­cüne bağlıdır. Aziz Türkiye topraklarına millet olarak ayak bastığımız tarihten bugüne hiçbir gücün boyunduruğu al­tına girmemiş, müstemleke olmamış yakın gelecekte 1000 yıla ulaşacak tarih içinde her zaman kendi sancaklarımız altında yaşamış isek bunu iki temel faktöre borçluyuz. 1- Milletimizin sarsılmaz kutsal vatan ve onun uğru­na şehit olma inancı, şehitler mutlak mutluluk ülkesine açılan cennet kapılarına tebessüm ederek girerler. Büyük kahraman Mustafa Kemal’in Çanakkale’de savaşan asker­lerimizin düşman siperlerine nasıl atıldıklarını tasvir eden cümleleri hafızalarımızdan asla silinmesin. 2- Türk Ordusunun Kahramanlığı. Türkiye’miz gibi dünyanın en fırtınalı, en çok göz konan bir coğrafyada bin yıldan beri istiklalimizi daima korumuş isek bunu şanlı ordumuzun kahramanlığı, üstün komuta yeteneği, savaş gücü ve kabiliyetine borçluyuz. Her ikisi de ağustos ayın­da tecelli eden Malazgirt ile Afyon sırtlarında kazanılan Başkomutanlık Meydan Muharebesi zaferleri arasındaki tarihte nice milli gurur tabloları yer aldı. Gelişen Türkiye ve Yeni Anayasa 2012 99 Bugünün gerçekleri ise, bize bir diğer hakikati gös­teriyor, öğretiyor. Yukarıda işaret ettiğimiz her iki faktör mutlaka baki kalmak üzere modern savaşların yüksek tek­nolojinin ürünü olan silahlarla yapıldığı ve kolektif savun­ma sistemine dahil olunsa dahi asıl savunma gücünün o ülkenin kendi öz gücüne dayandığı realitesi. Bu durumda, Yeni Anayasamızda, varlık ve istikla­limizi muhafaza etmek ve yüksek caydırıcılık seviyesine devamlı sahip olabilmek için Devletin temel sorumlulukla­rından birini şöyle bir madde ile tespit edebiliriz: Madde-Devlet, savunma sanayinde dış ülkelere ba­ğımlı olmama ve ileri teknoloji ürünü silah ve diğer sa­vaş araçlarını milli olarak üretme hedeflerini takip eder. Şüphesiz ki böyle hayati hedeflerin gerçekleştirilmesi devletin elinde bulundurduğu kaynak ve imkânlara bağ­lıdır. Başka türlü düşünülemez. Fakat Madde’de yazılı hüküm, kaynakların artırılması ve bütün imkânların en verimli şekilde kullanılması anlamına gelmektedir. Bu sa­tırları güzel ve hikmet dolu bir atasözümüzle bitirelim: “Elden gelen öğün olmaz, o da vaktinde bulunmaz.” Genelkurmay Başkanlığı Genelkurmay Başkanlığı hiçbir ülke ve ordunun vaz­ geçemeyeceği hayati bir teşkilattır. Orduların tam bir birlik ve koordinasyon içinde bulunması zarureti vardır. Bunu da Genelkurmay Başkanlığı sağlar. Bu kadar hayati bir gö­revi olan bir kuruluşun mevcudiyeti devletin iki başlı hale dönüşmesi sonucunu doğurmaz. Bunu sağlamak için 1982 Anayasasının 117. maddesinde bir değişiklik yapmak ge­rekli olacaktır. Madde- .................. “Genelkurmay Başkanlığı Milli Savunma Bakanlığına bağlı bir kuruluştur.” Ayrıca bu durum şöyle bir fayda da getirecektir. Bilin­diği gibi son yarım yüzyıla varan zaman diliminde varlık ve istiklalinizi koruyucusu şerefli ordumuzun içerisinde bazı unsurlar, kutsal sa100 Türk Mallarının Tanıtımı ve Kullanılmasını Teşvik Derneği vunma görevlerini ihmal ederek siyasi müdahalelere karışmışlardır. Bu durumların tekrar zuhur etmesini önlemede Milli Savunma Bakanlığı ek ve etkili bir sorumluluk hizmeti yapacaktır. Kurumlar 1982 Anayasamızda bazı kurumların kuruluş ve yöne­tim usuleri hakkında maddeler yer almıştır (Madde 133, 134, 135). Bu kurul ve kurumların görev ve yönetim biçim­lerinde, zamanın şartlarına göre değişiklikler olabilir ayrı­ca yeni kurul ve kurumlar kurulabilir. Bunlar Anayasada değişiklik yapma gereğini doğurabilir. Bu ve diğer mahzurları önlemek için bu maddeler Yeni Anayasada metinden çıkarılarak kendi kanunlarını muha­faza ve geliştirme daha da uygundur. Anayasa Mahkemesi Yeni Anayasada “Anayasa Mahkemesi” hakkındaki bütün maddeler, geçmiş bütün çalışma esas ve usulleri, ve­rilmiş olan kararlar, T.B.M.M.’nin görev ve yetkileri, kişi hak ve hürriyetleri ve diğer temel konular muvacehesin­den tümüyle incelenip yeniden yazılmalıdır. Bu çalışmalar şüphesiz Anayasa Mahkemesi’nin de görüşlerinin alınması zaruridir. Geçici Hükümler Yeni “Türkiye Cumhuriyeti Anayasası” kabul edilip, yürürlüğe girince, 1982 TC Anayasası tümüyle kaldırılmış olacağından yeni Anayasada yer alacak “geçici hükümler” gerektiği ölçü ve şekilde maddelendirilecektir. Bu raporumuzda yeni “TC Anayasası” hakkında tek­liflerimizi kısa gerekçelerle kaleme aldık. Bunları nihaî metni hazırlayacak Komisyon veya Komisyonlarla Türki­ye Büyük Millet Meclisimizin bütün değerli üyelerine say­gılarımızla sunuyoruz. Cenab-ı Hak yardımcıları olsun ve milletimizi korusun. Gelişen Türkiye ve Yeni Anayasa 2012 101 TÜRK DİLİ KONUŞAN ÜLKELER İŞBİRLİĞİ KONSEYİ’NİN KURULMASINA DAİR NAHÇIVAN ANLAŞMASI -ORJİNAL METİN- AZERBAYCAN KAZAKİSTAN KIRGIZİSTAN TÜRKİYE TÜRKMENİSTAN ÖZBEKİSTAN KIBRIS 104 Türk Mallarının Tanıtımı ve Kullanılmasını Teşvik Derneği Gelişen Türkiye ve Yeni Anayasa 2012 105 106 Türk Mallarının Tanıtımı ve Kullanılmasını Teşvik Derneği Gelişen Türkiye ve Yeni Anayasa 2012 107 108 Türk Mallarının Tanıtımı ve Kullanılmasını Teşvik Derneği Gelişen Türkiye ve Yeni Anayasa 2012 109 110 Türk Mallarının Tanıtımı ve Kullanılmasını Teşvik Derneği Gelişen Türkiye ve Yeni Anayasa 2012 111 TÜRK DİLİ KONUŞAN ÜLKELER İŞBİRLİĞİ KONSEYİ’NİN KURULMASINA DAİR NAHÇIVAN ANLAŞMASI ESNASINDAKİ SICAK GÖRÜNTÜLER 112 Türk Mallarının Tanıtımı ve Kullanılmasını Teşvik Derneği