Sunuş - Mersin Üniversitesi

advertisement
Sunuş
Rana Gürbüz
Yrd. Doç.
Gaziantep Üniversitesi
Islahihe İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi
E-posta: ranagurbuz@gantep.edu.tr
Müphem zamanlardan geçiyoruz. Toplumbilimci, içinde yaşadığı
dünyayı kavramaya çalışırken, yüzyılların bırakmış olduğu pedagojik tortuyla
edinmiş olduğu alışkanlık gereği, durum tespiti yapıp adlandırma, onun
üzerinden dönemleştirme ve olguları teşhis etme eğilimindedir. Müphem
zamanlarda, bu adlandırma ve teşhis zorlaşır, gerçeklik ile görüngüler
arasındaki bağlantı verili kuramsal ve kavramsal teçhizatla kurulamaz hale
gelir, katı olan, bütün ara niteliksel dönüşümleri bir çırpıda atlayıp
buharlaşmış görünür.
Toplumsal ilişkilerin görünür niteliğinin altındaki gerçekliliğin kalın bir
sis tabakasıyla örtüldüğü yeni bin yılın başında kapitalizm, tarihindeki en
uzun ve en derin krizlerden biriyle karşı karşıya. Yarım yüzyıla yaklaşan bir
zamandır aralıksız ve acımasız biçimde uygulamaya konulan neo-liberal
iktisat politikaları krizle birlikte iflas etmiş durumda. Söz konusu iktisat
politikalarının savunucuları, serbest piyasa ile bireysel hak ve özgürlükleri
aynı potada harmanlayan tuhaf bir “demokrasi” söylemini canhıraş
savunuyorlardı. Gelinen noktada, krizi aşmada bedel ödemesi istenen
emekçilerin direnişi karşısında giderek otoriterleşen siyasal rejimlerle karşı
karşıya olduğumuz bir gerçek. Bir başka deyişle, bugünlerde, özellikle batı
toplumbilim yazınında hararetle tartışılan, demokrasinin krizi, giderek
katmerleşen iktisadi krizin yansımasından başka bir şey olmasa gerek. Bu
uzun erimli krizin yarattığı toplumsal altüst oluşlar, sermayenin emekçi
sınıflara karşı yükselttiği ulusal/yerel düzeydeki saldırılar, bir zamanlar çok
revaçta olan küreselleşme söylemlerine karşı yeniden güçlenen ulus devletler
ve hemen her kıtada uluslararası savaşlar, toplumbilimler açısından inanılmaz
ölçüde malzeme zenginliği sağlarken, diğer yandan, tam da dönemin
müphemliğinden kaynaklı olarak muazzam bir kafa karışıklığı ve ideolojinin
bilimsel analizle ikame edilmesi tehlikesinin tohumlarını içerisinde
barındırıyor.
Gürbüz, R., 2016, “Sunuş”, Toplum ve Demokrasi, 10 (21), Ocak-Haziran, s. i-ii.
Sunuş, Toplum ve Demokrasi, 10 (21), Ocak-Haizran 2016, s. i-ii.
Her türeden belirlenimin görünmez olduğu, mantıksal açıklamaların
şüpheciliğin duvarlarına çarpıp yerle yeksan olduğu bu koşullarda, ontolojik
olarak maddi insan emeğinden yola çıkan yaklaşımların yerine conatus gibi
psiko-ontolojik çıkışı, toplumsal bütünün yerine parçalı açıklamaları öneren,
her türden belirlenimi özcülük olarak mahkum edip, olumsallığı yücelten
Spinozacılığın çağdaş formülasyonları toplumsal bilimlerde rağbet görüyor.
Kriz karşısında radikal kuramsal bir bakış açısı önermek yerine, sinizimle
cilalanmış, entelektüel-seçkinci duruşu salık veren bu türden yaklaşımların
tercihe şayan olması, tam da giderek otoriterleşen siyasal ilişkilere uygun
biçimde popülist ve içten içe otoriter bir “akademisyen tipi”ni de yeniden
üretiyor.
Görünür olanla toplumsal gerçekliğin bu denli ters yüz olduğu
koşullarda, bilişim teknolojilerinde yaşanan gelişimin özellikle kitle iletişim
araçlarında ve onların kullanımında yarattığı dönüşümün toplumsal ilişkiler
üzerindeki etkisi de söz konusu ilişkileri müphemleştiriyor. Bu değişimin
yarattığı sanal iletişim biçimleri ve görünürdeki simulark benzeri yaşamlar, bir
yandan maddi toplumsal gerçekliğin yerine bu türden hiper-gerçeklikleri
ikame ederken, şaşırtıcı bir biçimde bilim insanlarını da bu tersyüz oluşun
nedenlerini araştırmak yerine varolanı veri kabul edip incelemeye yönelten,
sanal gerçekliği veri kabul eden, bir tür hiper-ampirizme sevk ediyor.
Toplum ve Demokrasi Dergisi‟nin bu sayısı, burada kısaca
değindiğimiz müphem zamanların farklı boyutlarına kıyısından değinmeye
çalışan mütevazı çalışmalardan oluşuyor. İyi okumalar dileğiyle.
ii
Conatus’tan Habitus’a Birey/Toplum
ve Akıl/Beden İkiliğini Aşmaya
Yönelik Bir Deneme
Selver Dikkol
Arş. Gör.
Mersin Üniversitesi
E-posta: selverdikkol@mersin.edu.tr
Özet: Bu çalışmada, Spinoza‟nın Akıl/Beden ve Bourdieu‟nün Yapı/Fail kavramsal
çerçevesi ekseninde tekil birey ve toplumsal birey arasındaki ilişkisel durumun
tartışılması amaçlanmaktadır. Çalışmanın temel problemini bir „var kalma istenci‟ olarak
bireyde bulunan conatus ile toplumsal ilişkilerde pratik yatkınlıklar olarak işleyen
habitus kavramları bağlamında birey/toplum ve akıl/beden ikiliğinin nasıl ele
alınabileceği sorusu oluşturmaktadır. Bu problem çerçevesinde conatusa sahip bireyin
ruh-beden paralelliğinde yaşamaya çalıştığı tekil hayatından yola çıkarak, kendi
habitusu içerisinde sürdürmeye çalıştığı toplumsal hayatı ekseninde yapı-fail ilişkisi ele
alınacaktır. Çalışmada conatusun içerdiği fail olma durumu ile habitusun içerdiği yapı
arasında bir yerde olan bireyin varlığına odaklanılacaktır.
Anahtar Kelimeler: Conatus, Habitus, Yapı, Fail, Akıl, Beden
From Conatus to Habitus: A Try to Surpass the Duality Between
Individual/Society and Mind/Body
Abstract: In this study, the relationality between one individual and social individual is
discussed into the framework of Spinoza‟s Mind/Body and Bourdieu‟s Structure/Agent.
The main problem of the study is how individual/society and mind/body duality can be
discussed in context of conatus as a desire to continue existing and habitus as
dispositions in social relations. Within the frame of this problem, structure/agent
relationship is argued in the axis of individual‟s social life named habitus by also taking
into account the conatus that the individual has got to live his/her own single life. In
the study it is focused on the individual who is an agent and has a conatus and also
who is living in a structuring structure namely in habitus.
Keywords: Conatus, Habitus, Structure, Agent, Mind, Body
Giriş
Kuşkusuz ki birey ve toplum arasındaki ilişkinin seyrini anlamak her
çağda düşünürlerin odak noktası haline gelmiştir. Belki de bunun önemli
sebeplerinden bir kaçı toplumsal değişimin dinamiklerini anlamaya çalışmak;
bireylerin toplamından daha fazlasını ifade eden toplum olgusu içerisinde
bireyin durumunu açıklayabilmek veya şimdilerde özellikle „özne‟ kavramı
Dikkol, S., 2016, “Conatus‟tan Habitus‟a Birey/Toplum ve Akıl/Beden İkiliğini Aşmaya Yönelik Bir Deneme”,
Toplum ve Demokrasi, 10 (21), Ocak-Haziran, s. 1-11.
Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 10 (21), Ocak-Haizran 2016, s. 1-11.
üzerinden bireyin toplum üzerindeki etki gücünü kavrayabilmektir. Temel bir
sorunsal olarak birey/toplum arasındaki ilişki ise özellikle sosyolojide düalist
bir anlayışla yapısalcılık/öznelcilik temelinde tartışılmaktadır. Toplumsal
yapıların bireyleri belirlediğine veya bireylerin toplumsal yapıları belirlediğine
yönelik çift kutuplu tartışma günümüzde de güncelliğini korumaktadır.
Birey ve toplum arasındaki bu müphem ilişkiye yönelik söz konusu
düalist yaklaşımı eleştiren Bourdieu ise içinde hem bireyin hem de toplumun
faal olduğu bir alan teorisi geliştirir. Her iki olgunun da birbirini nasıl
etkilediğini ve ürettiğini anlamak için „yapılandıran yapı‟ olarak tanımladığı
habitus kavramını Aristoteles‟ten günümüze taşır. Bu kavram içerisinde birey
hem toplumsaldır hem de özneldir. Yani ne sadece biri ne de sadece ötekidir.
Tıpkı 17. yüzyılda bireyi hem akıl hem de beden bütünlüğü ekseninde ele alan
Spinoza gibi Bourdieu de ikili mefhumları aşmaya girişmiştir. Bireyin hayatına
devam etmesinin temelinde yatan yaşam arzusunu conatus olarak tanımlayan
Spinoza da akıl ile beden arasındaki paralelliği içkin bir felsefe ile kanıtlamaya
çalışır.
Bu iki düşünürün çalışmalarının kesiştiği ortak zeminlerden ilham alan
bu çalışmada da kendinden menkul olarak yaşayan birey ile toplumsal hattı
içerisinde eyleyen birey ekseninde bir tartışma yürütülmektedir. Çalışmada,
düalist bir yaklaşımdan uzak, neden-sonuç ilişkisinin ötesinde var olanı
anlamaya yönelik bir çaba sözkosunudur. Bu çaba doğrultusunda, Spinoza
felsefesi ile Bourdieu sosyolojisi bağlamında bireyin tekilliği ile toplumsallığı
arasındaki ilişkisellik her iki düşünürün kavram seti ekseninde açıklanmaya
çalışılmaktadır.
Bireyin Ayak İzleri Olarak Conatus ve Toplumsal Eyleyici Olan Birey
“Her şey kendi varlığında devam etmek için elinden gelen bütün
çabaları yapar” der Spinoza (2014: 137). Conatus olarak adlandırdığı bu çaba
Spinoza‟nın kendi felsefesinin temel kavramlarından birisidir. Her şeyde var
olan bu çaba elbette insanda da vardır. Zorunlu olarak kendiliğinden olan bu
istenç, her bireyde özgün biçimde bulunduğundan Spinoza tekilliklerden
bahseder. Conatusta bulunan gücün, yani insanın kendi varlığında devam
edebilmesi için ihtiyacı olan gücün, insanda duygulanışlar yoluyla kazanıldığını
belirtir. “Zihin, bedenin duygulanışlarının fikirleri aracılığıyla kendi hakkında
içten bir bilgiye zorunlu olarak sahip olduğundan, kendi çabası için de içten
bir bilgiye sahiptir (Spinoza, 2014:139). Bu içten bilgi ile beden duygulanır ve
aklın da harekete geçmesini sağlar ve nihayetinde ikisi birden, aynı anda
değişir. Spinoza bu duygulanışların ortaya çıkardığı tavırlara iyi veya kötü
demez. Onlar olsa olsa sevinç ve keder olarak nitelenen ve conatusa ya güç
katan ya da onu zayıflatan duygulanışlardır. Ancak unutulmamalıdır ki bu
süreç içten bilgi ile başlar. Dolayısıyla bu durumda birey etkindir. Spinoza için
bir de bireyin edilgen olduğu duygulanışlar vardır ki onlar da sevinç ve keder
doğurabilir fakat bu duygulanımlar dıştan gelen bir nedene bağlı olduğundan
burada birey pasiftir (Spinoza, 2014: 178).
2
Dikkol, S., 2016, “Conatus‟tan Habitus‟a Birey/Toplum ve Akıl/Beden İkiliğini Aşmaya Yönelik Bir Deneme”
Spinoza‟ya göre birey, sahip olduğu conatus gereği sürekli olarak
kendisine sevinç verenin peşinde olacaktır. Böylece sevinç duydukça yaşama
gücü de artacaktır. Tersine olarak da birey kendisini kederlendiren şeylerden
sürekli kaçacaktır ki bu güç zayıflamasın. Böylece insanı sevindiren şeyler
faydalı, kederlendiren şeyler ise zararlı olarak tanımlanacaktır. Bu önermeler
silsilesi ile Spinoza, bireyin sürekli olarak kendisine faydalı olanın peşinde
koştuğunu ve kendisine zararlı olan şeylerden de kaçtığını belirtir. Böylece
bilgi-sevinç-keder kavramalarıyla yeniden düşünüldüğünde conatus, bireyin
hem zihinsel hem de bedensel anlamda varlığını sürdürme çabası olarak
nitelenebilir. Zira conatusun temel dinamiği bilmektir. Buradan yine bireyin
aktif ve pasif durumlarından bahsetmek gerekir. Eğer birey kendi içten bilgisi
ile duygulanırsa bu onun uygun bir fikir ile duygulandığını gösterir. Ve bu
uygun fikir insanı zaten yararlı olana götüreceğinden insan sonuç olarak aktif
bir halde olacaktır. Böylece, eğer birey, bilgisi olmadan bir şey yapmak
durumunda kalmış ise bu onun pasif olduğunu, tersine bilgisi olduğu için bir
şey yapması durumunda da aktif olduğunu gösterir (Spinoza, 2014: 215).
Spinoza‟da aktif veya pasif hallerde bulunan birey, toplumsal
bağlamda yeniden ele alındığında Bourdieu‟nün toplumsal eyleyici kavramını
da tartışmaya dahil etmek mümkün olur. Nesnelleştirilebilir şeyler olarak
yapılar içerisinde eyleyen bireyi düşündüğümüzde pasiflik durumu daha bir
somutluk kazanır. Ancak aynı birey - Bourdieu‟nün fail dediği- yapılar içinde
kendi çıkarına göre davranmaya olanak veren stratejiler geliştirerek hareket
eder. Bourdieu kendi faydası için hareket etmek anlamına gelen bu duruma
illusio der. Spinoza (2014: 212), “Aklın Tabiata aykırı olan hiçbir şey
istemeyeceği için, öyle ise o herkesin kendi kendisini sevmesini, kendi
faydasını, kendisine gerçekten faydalı olan şeyi aramasını, insanı gerçekten
daha büyük bir yetkinliğe götüren her şeye karşı iştahı olmasını ve mutlak
olarak söylenirse, herkesin kendisinde bulunduğu kadar kendi varlığını
korumaya çalışmasını ister.” der. Burada bireysel bir var kalma mücadelesi
vardır. Bourdieu sosyolojisi ekseninde düşünüldüğünde bu var kalma çabası
toplumsal alanların varlığı ile önem kazanır. Bourdieu için alan, bazı iktidar
biçimlerine gömülü konumlar arasındaki tarihsel nesnel bağıntılar bütününden
oluşur ve ödüllere inanan, etkin olarak bunların peşinden koşan oyuncular var
olduğu ölçüde var olan bir oyun mekânıdır (Bourdieu ve Wacquant, 2014: 2528). Yani toplumsal eyleyici her alanda var kalamaya çalışmaz. Alana dair bir
takım ödüller tarafından motive edilmesi gerekir. Başka bir deyişle, tıpkı
Spinoza‟nın savunduğu gibi yalnızca kendisi için faydalı olacağını düşündüğü
veya sezdiği toplumsal ilişkilere katılım sağlar. Bu açıdan Bourdieu ve
Wacquant‟nın (2014: 105) da belirttiği üzere bireyin bir illusio‟su (çıkarı)
olması onun belirli bir toplumsal oyunun onun için bir anlam taşıdığını,
kazanıp kaybedebileceklerinin önemli ve peşinde koşulmaya değer olduğunu
kabul etmesidir.
Kendi varlığında yaşamaya devam etmenin bireysel çabası içinde olan
ve aynı zamanda toplumsal bir varlık olarak kendi çıkarının (faydasının)
peşinde koşan insanın „dışarısı‟ ile olan ilişkisini hem Spinoza‟da hem de
3
Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 10 (21), Ocak-Haizran 2016, s. 1-11.
Bourdieu‟de var olan benzer nosyonlarla açıklamak mümkündür. İnsanın pasif
konumda olmasına neden olan şeyi Spinoza dış nedenler olarak tanımlar. Bu
nedenler ise Bourdieu‟de yapılardır, kurumlardır, alanlardır. Ancak Bourdieu
toplumsal uzamdaki bu yapılar ve fail arasında Spinoza kadar keskin bir
ayrım yapmaz. Bourdieu‟de birey tamamen pasif değildir. Yapılar içinde veya
yapılar karşısında eyleyecek gücü vardır. Bu açıdan Spinoza ile benzerlik
yalnızca „seçim‟ noktasında kurulabilir. Zira Bourdieu‟de bireyin seçim
yaptığını sandığı noktalarda yatkınlıklar devreye girer, dolayısıyla tamamen
rasyonel bir seçim yapmaz. Çoğu zaman zihinsel yatkınlıkları ile hareket eder.
Spinoza‟da bu durum şöyle işler: “İnsan kendi istediklerini ve iştahlarını
bilmekte, ama belli bir şeyi istemesinin gerçek nedenlerini bilmemekte, bu
yüzden de özgürce, nedensiz olarak istediğini sanmaktadır” (Bumin, 2012:
70).
Bourdieu fail olarak tanımladığı bireyin “neden öyle değil de böyle
davrandığı”na yönelik sorular sorarken „çıkar (fayda)‟ kavramını işe koşar ve
failin seçimlerinin mekanik olmadığını anlatmaya girişir. Bu açıdan conatus ve
faillik arasında ilişkisel bir yaklaşım kurulabilir.
Conatusa Sahip Birey ve Yapıyı İçselleştiren Fail
Spinoza felsefesi çerçevesinde tanımlanagelen bireyin kendiliğinden
sahip olduğu var kalma çabası olarak conatus, duygulanışlar teorisi
çerçevesinde ele alındığında esasen bireysel bir çaba olarak görülür. Tüm
varlıklarda kendisini gösteren conatusun bireye özgü hali toplumsallaştığında,
başka bir deyişle her biri birer conatusa sahip bireyler toplumsal uzamda
karşılaştıklarında, karşı karşıya geldiklerinde, ortak bir mefhumu paylaşmak
durumunda kalırlar. Bourdieu‟nün kavramsallaştırdığı habitus tam bu noktada
işlevsellik kazanır. Zira kendi duygulanışlarıyla sürekli bir var olma çabası
halinde olan birey tıpkı kendisi gibi çabalayan başka insanlarla aynı ortamları,
aynı mekanları veya aynı doxaları paylaşır. Böylece asgari bir düzeyde de olsa
bireyler sürekli bir karşılaşma halindedir. Etik ve erdem açısından bireyi belli
bir yerde konumlandıran Spinoza, bu karşılaşmalarda imgeler üzerinde durur.
Bu imgelerin yarattığı duygulanışlar üzerinden etik bir tartışma yürütür.
Meseleyi toplumsal düzleme taşıdığımızda ise karşımıza bireyin içinde var
olduğu koca bir toplumsal evren çıkar. Zira pek çok Paul ve bir o kadar da
Pierre vardır orada ve bunların her biri birbirleriyle farklı duygulanımlar ve
imgeler düzleminde karşılaşır. Habitus kavramı da bu karşılaşma biçimlerinin
sosyolojik yaklaşımını kavramamıza olanak sağlar. Böylece toplumsal varlığı
hem tek tek bireyler olarak hem de birbiriyle ilişki içerisinde olan eyleyiciler
olarak ele almak mümkün olacaktır.
Her bir bireyin var kalmak için çabaladığını sürekli akılda tutarak ve
bireyin sadece akılla değil duygulanımlar yoluyla da hareket ettiğini hesaba
katarak birey ve yapı arasındaki ilişkisellik kavranabilir. Burada kullanılan
yapı kavramı, bizzat bireyin kendisi tarafından oluşturulmamış, bireyin içine
doğduğu ancak bireyin eylemlerini kimi zaman doğrudan kimi zaman ise
4
Dikkol, S., 2016, “Conatus‟tan Habitus‟a Birey/Toplum ve Akıl/Beden İkiliğini Aşmaya Yönelik Bir Deneme”
dolaylı olarak etkileyen sistematik şemalara referans verir. Habitus
kavramında ise bu şemalar ile onlar içinde eyleyen bireyler arasında
devamlılığı sağlayan pratiklere odaklanılır. Habitus, içinde bulunduğu
faaliyetleri sergilemek, hareket etmek, karar vermek ve hissetmek için
bedenin gerek duyduğu yetenek, kapasite ve anlayıştır (Stam, 2009: 707).
Habitus kavramı ile Bourdieu bireysel ve toplumsal olanı aynı bünyede toplar
ve böylece nesnel olan ile öznel olanı karşıtlık ekseninde değil, tam tersine
ilişkisel eksende ele alır. Wacquant‟a göre habitus bağdaştırıcı bir nosyondur;
birey ve toplum arasındaki kabullenilmiş dualist yaklaşımı bertaraf ederek
„dışsal olanın içselleştirilmesi, içsel olanın dışsallaşması‟ pratiğinden hareketle
oluşur (Wacquant, 2004: 316).
Hem bireyselliğin hem de toplumsallığın bin bir çeşit kesişme alanı
bulduğu habituslar içerisinde insanlar, tıpkı Spinoza‟nın da belirttiği gibi
sonsuz sayıda duygulanışlarla yönlendirilerek her karşılaşmayı kendine özgü
ve çeşitli kılar. Her insan bu dünyada özgün bir yörüngeye ve konuma
sahiptir çünkü emsalsiz bir kombinasyon şemasını içselleştirir (Wacquant,
2004: 317). Bu yüzden de “ habitusun buğuyla, müphemlikle göbek bağı
vardır”, belirsizlik, değişkenlik, ucu açıklık içerir, doğaçlamadır (Bourdieu,
2014: 129-130). Bu şu demektir, insanlar belli bir yapı içerisinde nasıl
hareket edeceklerini bilirler ama her defasında bu hareketler için ayrıca bir
düşünme pratiğine ihtiyaç duymazlar ve içselleştirmiş oldukları şemaları
devreye sokarlar. Motor davranışlarda olduğu gibi insanlar örneğin işe hangi
yollardan gideceğini bilir. Bunun üzerinde ayrıca düşünüp her defasında aynı
kararı vermezler, ayakları onları zaten oraya götürür. Böylece birey yapıyı kendisinin dışındaki sistemi - içselleştirir ama bunu tamamen edilgen bir
halde yapmaz. İçinde zaten var olan conatusla birlikte birey içsel bir yatkınlık
sergiler. Bourdieu habitus için “kültürel bilinçdışı”, “alışkanlık oluşturan güç”,
“temel, derinlemesine içselleştirilmiş büyük örüntüler”, “zihinsel alışkanlık”,
“zihinsel ve bedensel algı, beğeni ve eylem şemaları”, “düzenli
doğaçlamaların üretici ilkesi” gibi ifadeleri kullanır (Swartz, 2013: 144).
Görüldüğü gibi habitus kavramı içerisinde hem beden hem de akıl
vardır. Özellikle „zihinsel ve bedensel algı‟ ifadesi Spinoza‟nın zihin ve beden
paralelliğini hatırlatır. Benzer bir durum „içselleştirilmiş örüntüler‟ söyleminde
de görülür. Zira Ergün‟nün de belirttiği üzere Spinoza‟da içsellik bireye içkin
olan, onun tabiatıyla uyuşan, varlıkta sürme çabasına katkıda bulunandır
(Ergün, 2014: 18). Dolayısıyla habitusa, Spinoza‟nın her bireyde kendine
özgü olarak varolagelen zihin-beden birliğinin toplumsal tezahürü olarak
yaklaşılabilir.
Yapı-Fail İkiliği ile Akıl-Beden Paralelliği
Spinoza‟nın duygulanışların Akla etki ederek onu yönlendirebileceğine
dair ileri sürdüğü önermeler, içinde yaşıyor olduğumuz modernitenin temel
argümanı olan “akıl ile hareket” etme veya “aklın egemenliği” iddiası ile
çelişir. Spinoza beden ve akıl arasındaki etkileşimi ve paralelliği „duygulanış‟
5
Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 10 (21), Ocak-Haizran 2016, s. 1-11.
(affection) kavramı ile açıklar: “Duygulanış deyince Bedenin etkileme (tesir
etme) gücünün artmasına veya eksilmesine, tamamlanması ya da
indirilmesine sebep olan bu Beden duygulanışlarını, aynı zamanda bu
duygulanışların fikirlerini anlıyorum” (Spinoza, 2014: 131). İnsanın aynı anda
hem duygulanması hem de fikirlenmesi durumu, Spinoza‟nın insan bedenini
ve aklını birbirinden kopuk iki şey gibi değil aksine sürekli bir etkileşim ve
devinim halinde olan bir bütün olarak ele almasının sonucudur. Conatus
kavramı ekseninde bu paralellik yeniden düşünüldüğünde önerme daha
anlaşılır olabilir. Var kalma çabasının itici bir gücü olarak Sevinç, Spinoza
tarafından, aklı daha büyük bir yetkinliğe geçiren tutku olarak tanımlanır
(Spinoza, 2014: 140). Esasen Spinoza tüm duygulanışların kökenini üç temel
duygulanış olan Sevinç, Keder ve Arzu‟da görür. Bir şeyin kendi varlığında
devam etmesi için gerekli duygulardan biri olan Sevinç özelinde bakıldığında
akıl ve beden arasındaki eş zamanlı değişimi anlamak mümkün olur. Bedenin
sevinç ile duygulanışı, aklın da aynı anda bu duygulanışın fikriyle
çevrelenmesi bir bütünlük durumuna işaret eder. Burada üzerinde durulması
gereken önemli bir nokta da bu sürecin herhangi bir neden-sonuç ilişkisi
neticesinde ortaya çıkmamasıdır. Başka bir deyişle, akıl, bedenin
duygulanması sonucunda bu duygulanışın fikrine sahip olmaz. Tersine ikisi
aynı anda hem duygulanır hem de fikirlenir ve birbirine içkin iki olgu olarak
işlerler. Bu içkinliği Spinoza‟nın ifadelerinden anlamak mümkündür: “İnsan
zihnini meydana getiren fikrin objesi bir beden ise, bu bedende zihin
tarafından kavranamayan hiçbir şey olmayacaktır. … İnsan Zihnini teşkil eden
fikrin objesi bedendir” (Spinoza, 2014: 88-89). Bireysel ölçekte ve tekil olan
bu içkinlik, beden ve akıl arasında bir üstünlük durumu olmadığını, ikisinin
birbirine eş zamanlı bir etkileşim halinde olduğunu vurgular.
Beden ve akıl arasındaki bu karşılıklı ilişkiyi Bourdieu‟cü toplumsal
bağlamda ele almak mümkündür. Bireye özgü içkinlik olgusu, Bourdieu‟de
içselleştirme olarak tezahür eder. Bireyin toplumsal uzamda kendisine dışsal
olan yapıları içselleştirdiğini ve bunların birer habitus olarak işlediğini
söyleyen Bourdieu için bu süreç, sadece zihinsel değil aynı zamanda bedensel
bir süreçtir; fiziksel ve zihinsel yatkınlıklar kopmaz bağlarla birbirine bağlıdır
(Swartz, 2013: 154). Benzer bir ifadeyi Spinoza‟da da görmek mümkündür:
“Zihnin yatkınlıkları hep Bedenin yatkınlıklarına bağlıdır” (Spinoza, 2014:
134). Hem bireyin yapıyı içselleştirmesi hem de bedenin ve zihnin bütünsel
bir pratik içinde hareket etmesi, Bourdieu‟nün habitus kavramında ifade
bulur. Bu içselleştirme süreci Spinoza‟da upuygun olmayan bilginin edinilme
süreci ile benzerlik gösterir. Spinoza, upuygun ve upuygun olmayan bilginin
kaynağı olarak içsel ve dışsal dünya ayrımı yapar. İnsanın doğal varlığına
yönelik bu vurgunun farklı bir ifadesini, Bourdieu'de görmek mümkündür.
Spinoza‟nın upuygun olmayan bilgi dediği mefhumun kaynağı olan bu dış
dünyadan gelen bilgi de Bourdieu için yanlış bilgidir. Zira, Bourdieu‟ye göre
toplumsal dünyanın sıradan deneyimi bir bilgidir ancak „bilincin kendiliğinden
oluşu‟ fikri bir yanılsamadır çünkü ilk bilgi yanlış-tanımadır ve beyinlere zaten
yerleşmiş olan bir düzenin kabul edilmesidir (Bourdieu, 2015: 256). Bu
anlamda beden ve akıl arasındaki birbirine eş zamanlı yürüyen etkileşimin
6
Dikkol, S., 2016, “Conatus‟tan Habitus‟a Birey/Toplum ve Akıl/Beden İkiliğini Aşmaya Yönelik Bir Deneme”
kaynakları hem Spinoza‟da hem Bourdieu‟de çoğu zaman dışsaldır ve bu
nedenle içselleştirme ile içkinlik arasındaki ince farkın sürekli olarak akılda
tutulmasında fayda vardır.
İmge ve Sembolik Düzlem
Dışsal olan ve Spinoza‟nın upuygun olmayan, Bourdieu‟nün de yanlıştanıma dediği fikirler bağlamında tartışılabilecek bir başka düzlemin imge,
hayal ve sembol gibi kavramlar tarafından sağlandığı görülür. Spinoza
felsefesinde imgeler önemli bir yer tutar. Spinoza, insanların çoğunlukla
upuygun bir fikre sahip olmamasını dış cisimleri hayal etmesine bağlar
(Spinoza, 2014: 104). Dışımızdaki dünyada var olan cisimleri hayal etmemiz,
onların birer imge olarak aklımızda olması, yine upuygun olmayan fikirlerin
bir sonucudur. Fikirler ve duygulanışlar arasındaki etkileşimi ve paralelliği
yeniden düşündüğümüzde yanlış imgelerin yol açacağı ve birer yanılsamadan
ibaret olacak olan duygulanışların da niteliğini tahmin edebiliriz. Spinoza
insan zihninin çok şeyi algı ile kavramaya elverişli olduğunu ve bedenin
yaptığından daha fazla bu şeylere biçim verebildiğini belirtir (Spinoza, 2014:
96). Bu ifadeden anlaşılacağı üzere, şeylere biçim vermek, onları olduğu gibi
algılamaktan ziyade kendisine göre yorumlamayı içerir. Bu duruma en iyi
örnek Spinoza‟nın insanların kendilerinin hür olduğunu sanmalarına yönelik
önermeleridir. Upuygun fikirden doğan imgeler dünyası içinde insanın özgür
olamayacağını belirtir. Zorunluluklarla kuşatılmış insan özgürlük yanılsaması
tarafından köleleştirilmiştir ancak durumun bilincine varması ve bu
zorunluluklar bütünü içinde kendi yerini kavraması halinde bu yanılsamayı
aşabilir (Kayıran, 2014: 166). Bourdieu‟de bu yanılsama, nesnel olasılıkları
yanlış hesaplayan grupların veya bireylerin hayalleri ekseninde farklı bir
açıdan tartışılabilir. Bourdieu, özellikle eğitim alanında mevcut olan rekabet
ortamına yaptığı vurguda yapıların (eğitim arzı ile iş piyasası) birbiriyle
uyumsuzluğundan doğan hayal kırıklığından bahseder (Swartz, 2013: 158160). Eğitim alanında çok çalışırsa başarılı olabileceğine inanan bireyin
hesaba katmadığı kültürel, simgesel, ekonomik sermaye gibi farklı boyutların
varlığının bu hayal kırıklığındaki payı büyüktür. Hesaplarını bireysel ölçekte
tutan, sınıfsal kimliğinin nesnel koşullarını hesaba katmadan özgür olduğunu
varsayan, zengin olma hayalleri kuran ve bir gün mutlaka çok başarılı
olacağını düşünen bireylerin bu büyük hayalleri bu açıdan birer yanılsamadır.
Yine bireysel ölçekte ve tekil olarak ele alınan imgelerle düşünme
meselesinin toplumsal boyutta nereye düştüğü Spinoza‟nın Paul ve Pierre
karşılaşması örneğinden hareketle tartışılabilir (Spinoza, 2014: 98). Bu iki
insanın karşılaşmasının yarattığı duygulanış ve sonrasında birbirlerine dair
fikirlerden doğan imgesel hatırlama, toplumsal varlıkların ortak mefhumlarını
oluşturan bir etkileşime doğru yönelir. Zira toplumda pek çok Paul ve Pierre
vardır ve bu karşılaşmalar sonsuz sayıda duygulanışlar içerir. Duygulanışlarda
ortaklaşma, yani duygudaşlık meselesi ise insanları ortak bir zeminde
birbirine yaklaştırabilir. İmgelerden ve duygulanışlardan başlayarak gelişen
7
Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 10 (21), Ocak-Haizran 2016, s. 1-11.
bu ortak mefhumlarda sembolik anlamlar da gelişir. Meseleye daha toplumsal
bir genişlikte baktığımızda bu sembolik anlamların günlük yaşam pratiklerinde
işlediğini görebiliriz. Sahip olunan soy isim, karşılıklı verilen hediyeler, şanşeref olgusu, namus, saygınlık görme, ritüeller, armağanlar, vs gibi toplumsal
uzamın sembolik düzleminde işleyen pratik ilişkilerdir. Bireysel ilişkilerin
imgesel düzeyde analizi için işlevsel olan Spinoza felsefesi ekseninde bireyler
arası imgelemleri tartışmak mümkünken, Bourdieu‟nün sembolik iktidar
kuramı ekseninde de birey ve yapı arasındaki simgesel uzamı analiz etmek
mümkündür.
Bellek ve Tarih
Spinoza‟nın imgelerle düşünme önermesi beraberinde „hatırlama ve
hayal etme‟ durumlarını da açıklamaktadır. Bireylerin karşılaşmalarından
doğan duygulanımlar sonraki benzer anlarda yeniden hatırlanacak ve hayal
edilecektir. Başka bir deyişle “duygulanımlar ve bunların sonucunda ortaya
çıkan duygular, az çok derin, az çok tekrar harekete geçirilebilir izler bırakır;
eski sevinçler ya da kederler, bağıntılarla yeni nesnelere sirayet eder…”
(Lordon, 2014: 35). Bu durumda bellek önem kazanmaktadır. Bir
yaşanmışlık, karşılaşma ve duygu alıverişi sırasında oluşan bağ tekrar
hatırlanma suretiyle kurulur ve bu durum bireyin gelecek yaşamını da etkiler.
Spinoza zaman ile ilgili olan önermelerinde tarihten bahsetmez ancak bireyin
içinde bulunduğu „an‟dan ve „süre‟den bahseder. Zaman Spinoza için „gerçek‟
anlamda ölçülebilir birşey olmaktan öte, mental bir araçtır (Hallett,
1928:284) ve her birey için mental süre farklı olduğundan gerçek (ölçülebilir)
bir süreden bahsedilememektedir. Buradan hareketle, zamanın her birey için
tekil olduğu ve geçmiş duygulanımların gelecek ilişkileri etkilediği önermesi
toplumsal düzlemde yeniden ele alındığında bireylerin toplumdaki diğer
bireyleri etkileme veya onlardan etkilenme durumu gündeme gelir. Zira,
Bourdieu‟nün habitus kavramı ekseninde düşünüldüğünde toplumsal fail,
geçmiş toplumsal deneyimleri duyarlılıklar ve kategoriler olarak bünyesinde
taşıyan bir tarihselliğe sahiptir (Wacquant, 2011: 82). Bireysel ve kolektif
tarih bedene yerleştiği için toplumsal yapı mental bir yapıya döner ve tıpkı
Naom Chomsky‟nin „yaratıcı gramer‟ dediği şeyde olduğu gibi, hem fail
tarafından üretilir hem de failin bunu üretmesinin koşulları önceden yaratılır
(Wacquant, 2004: 316). Yatkınlıklar olarak bedene işleyen habitus, belli bir
zamanda belli bir yerde nasıl davranılacağının, nasıl konuşulacağının ve nasıl
hareket edileceğinin bilgisini sağlayan bir geçmiş zaman yaşanmışlıklar
silsilesidir. Ancak Spinoza‟nın da belirttiği üzere „insanlar hür değillerdir, hür
olduklarını zannederler çünkü hareketlerinin şuuruna sahiplerdir ama onları
gerektiren nedenleri bilmezler‟ (Spinoza, 2014: 109). Habitusa sahip bireyler
de neden böyle davrandıklarını sorgulamaksınız bir yatkınlık içinde hareket
ederler ve kendilerini yapılandıran yapıları tekrar tekrar yapılandırırlar. Bu da,
nesnelcilik ve öznelciliğe meydan okuyarak, yapıların bireylerde ve bireyler
aracılığıyla ifade bulduğunu, yapıların tam da bireylerin içinde, ama
8
Dikkol, S., 2016, “Conatus‟tan Habitus‟a Birey/Toplum ve Akıl/Beden İkiliğini Aşmaya Yönelik Bir Deneme”
davranışlar, arzular, inançlar ve duygular biçiminde mevcut olduğunu
düşünmeyi gerektirir (Lordon, 2014: 31).
Tekil - Kolektif Tekil
Duygulanışlar, imgeler yani beden ve akıl ekseninde Spinoza
felsefesinde insan, tekil bir varlıktır. Spinoza insanın, tekil varlığın,
bedensel/zihinsel özerkliğini onu kuşatan zorunluluklar içinde düşünür
(Kayıran, 2014: 169). Evrensel insan hakları söyleminde ifadesini bulan bu
tekillik, bireyin bedensel bütünlüğünün ve insan olmaktan kaynaklı temel
haklarının güvence altına alınmasında pratik karşılığını bulur. Sadece insan
olmanın anlamından doğan bu tekillik her insan için ayrı ayrı tasarlanır.
İnsanlar kendi zihinleri ve bedenleri özelinde özerktir. Özellikle göç politikaları
ile birlikte düşünülen bu tekillik tasarımı, göçmen bireyin herhangi bir ulusun
vatandaşı değil de sadece insan olmasından ötürü sahip olması gereken
haklar Spinoza‟nın birey anlayışıyla birlikte açıklanabilir. Ergün ve Akal‟a göre
“göçmenlerin ya da yersiz yurtsuzların hakları, halka halka genişletilebilecek
ilkesel bir iletişim hakkını, sınırsız bir düşünsel/bedensel dolaşımı, ama
dolaşımın ötesinde bedenin sınırsız özerkliğini, “kimliksizliğini” düşündürten
en iyi örnektir” (Ergün ve Akal, 2014: 4). Göçmen bireyde somutluk kazanan
tekillik olgusu, Bourdieu‟nün habitus kavramı ile yeniden düşünüldüğünde,
habitusta eyleyen bireylerin de bir „ben‟ olgusu taşıdığı görülür. Her ne kadar
bu olgu içinde yapının içselleştirilmiş pratikleri mevcutsa da, yani habitus
içindeki Ben tamamen özerk değilse de habitusta bireyin failliğini tamamen
dışlamak mümkün değildir. Habitus kavramındaki bireyin tekilliğini
sorunsallaştıran Philippe Corcuff, bu durumu açıklayabilmek adına Kolektif
Tekil ifadesini kullanır. Corcuff‟un öznelleştirme anları dediği yerde “ „ben‟
bizzat bir kimliği değil, ama bir anın, bir eylemin dakikliği içerisinde bir
tekilliğin, bir indirgenemezliğin ifadesini ortaya koyar ve bu anlar sosyal
ilişkiler ya da sosyal oyunlar içerisinde yer alır, sosyolojiktir. “Bireysel
habituslar arasında farklılıklar ilkesi, kronolojik olarak düzenli ve birbirlerine
indirgenemez belirlenimler dizisinin karşılık geldiği sosyal yörüngelerin
tekilliğine dayanır.” (Corcuff, 2014: 371-376). Yapılandıran yapılar olarak
habitustaki „yapılandıran‟ ifadesinin öznesi faildir. Dolayısıyla bu fail her
zaman pasif durumda olmayan, etki eden, değiştirebilen bir konuma da
sahiptir. Ancak habitusun, aynı yatkınlıklar bütününe sahip faillerden oluşuyor
olması gerçeği de onu kolektif bir olgu olarak da değerlendirmemizi sağlar.
Bu açıdan Corcuff‟un kolektif tekil olarak habitus içindeki faili yeniden ifade
etmesi önemli bir kavramsal açığı doldurmuştur.
Sonuç
Spinoza ve Bourdieu‟nün kavramsal ikilikleri bağlamında birey/toplum
ilişkisinin sorunsallaştırıldığı çalışmada her iki düşünürün kavramsal
argümanları bu ilişkiselliği çözümlemek adına birbiriyle karşılaştırmalı olarak
9
Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 10 (21), Ocak-Haizran 2016, s. 1-11.
ele alınmıştır. Spinoza‟nın bireye dair felsefi bağlamdaki açılımları ve bireyin
beden/akıl bütünlüğüne yaptığı vurgu ile Bourdieu‟nün yapı/fail kavramsal
çerçevesi arasında benzer yönlerin olduğu görülmüştür. Conatus ve habitus
kavramlarından doğru gelişen bu benzerlikler, beden, imge, sembol, tekillik,
faillik gibi bir dizi başka kavramlarla birlikte daha geniş bir tartışma zemini
bulmuştur. Spinoza‟nın var kalma mücadelesi olarak belirttiği conatus
kavramı ile Bourdieu‟nün bireyin toplumsal olarak nasıl var kaldığını açıklayan
kavramı habitus bu açıdan çalışmanın temel iki kavramı olarak belirginleşir.
Spinoza ve Bourdieu‟nün kavramsal karşılaştırılması olan bu
çalışmada benzer bir takım argümanların varlığına rastlanmıştır. Spinoza‟daki
içkinlik meselesi beden ve akıl ekseninde tartışılırken, Bourdieu‟deki
içselleştirme süreçleri fail ve yapı temelinde tartışılmaktadır. Elbette
epistemolojik açıdan içkinlik ile içselleştirme benzer şeyler değildir. Ancak
düşünme pratiği açısından -yani olguları birbirinden koparmadan bedeni
akılla, faili yapıyla düşünme açısından- her iki kavram yöntemsel bir benzerlik
göstermektedir. Yine benzer şekilde nesne ve özne ilişkisi bağlamında hem
Spinoza hem de Bourdieu ilişkisel bir tutum içerisindedir. Beden, akıl
olmadan, fail ise yapı olmadan düşünülemez. Aralarında keskin bir ayrımın
varlığı veya her ikisinin bir neden-sonuç ilişkisi içinde devindiği görüşlerine
yönelik her iki düşünürde de eleştirel bir yön bulmak mümkündür. Her iki
düşünürün ortak bir zeminde tartışılabilecek diğer kavrmaları Spinoza‟nın
imgesi ile Bourdieu‟nün sembolik yapıları ve tekil / kolektif tekil kavrmaları
olmuştur.
Tartışılan bu ortaklıklar ekseninde, çalışmanın sonucunda birey ve
toplum arasındaki ilişkinin bütünsel bir analizi için gerekli olan kavramsal
zenginliğin Spinoza felsefesi ve Bourdieu sosyolojisinde bulunduğu açıktır.
Birey ve toplumun hem kendi başına -kendi varlığında- sürmesi hem de
bunların birbiriyle olan sürekli teması Spinoza ve Bourdieu‟yü böyle bir
çalışmada buluşturmuştur. Hem bireyin hem de toplumun kendi dinamiklerini
göz ardı etmeden ve kavramları kendi bağlamlarından koparmadan yürütülen
tartışmada, Spinoza‟nın ve Bourdieu‟nün birey ve toplum arasındaki gerilimli
ilişkileri açıklamada verimli bir zemin yarattığı söylenebilir.
Kaynaklar
Bumin, T., 2012, Tartışılan Modernlik: Descartes ve Spinoza, YKY, İstanbul.
Bourdieu, P., 2014, Seçilmiş Metinler, Heretik, Ankara.
Bourdieu, P., 2015, Ayrım, Heretik, Ankara.
Bourdieu, P. ve Wacquant, L., 2014, Düşünümsel Bir Antropoloji İçin Cevaplar, İletişim,
İstanbul.
Corcuff, P., 2014, “Habitustan Hareketle: Kolektife Meydan Okuyan Tekil”, Ocak ve
Zanaat, İletişim, İstanbul.
Ergün, R., 2014, “Spinoza‟da Kadın ve Kadınların Spinozası”, içinde Kimlik Bedenin
Hapishanesidir: Spinoza Üzerine Yazılar ve Söyleşiler, (der.) R. Ergün&C. B.
Akal, Dost, Ankara.
10
Dikkol, S., 2016, “Conatus‟tan Habitus‟a Birey/Toplum ve Akıl/Beden İkiliğini Aşmaya Yönelik Bir Deneme”
Ergün, R. ve Akal, C. B., 2014, “Kimlik Bedenin Hapishanesidir”, içinde Kimlik Bedenin
Hapishanesidir: Spinoza Üzerine Yazılar ve Söyleşiler, (der.) R. Ergün&C.l B.
Akal, Dost, Ankara.
Hallett, H. F.,1928, Spinoza‟s Conception of Eternity,” Mind, New Series, 37(147), s.
283-303. [http://www.jstor.org/stable/2249249], e.t. 21.04.2016.
Kayıran, Y., 2014, “Spinoza‟da Tekilden Çoğula Geçilmez Tekil, Tekillikler İçinde
Düşünülür”, içinde Kimlik Bedenin Hapishanesidir: Spinoza Üzerine Yazılar ve
Söyleşiler, (der.) R. Ergün&C. B. Akal, Dost, Ankara.
Lordon, F., 2014, Kapitalizm, Arzu ve Kölelik: Marx ve Spinoza‟nın İşbirliği, Metis,
İstanbul.
Spinoza, B., 2014, Etika, Dost, Ankara.
Stam, H.J, 2009, “Habitus, Psychology, and Ethnography: Introduction to the Special
Section”, Theory & Pschology, 19, s. 707-711.
Swartz, D., 2013, Kültür ve iktidar: Pierre Bourdieu‟nün Sosyolojisi, İletişim, İstanbul.
Wacquant, L. 2004, “Habitus”, içinde International Encyclopedia of Economic Sociology,
derleyen Beckert, J., & Zafirovski, M., s. 315-319, Routledge, London.
Wacquant, L., 2011, “Habitus as Topic and Tool: Reflections on Becoming a Prizefighter”,
Qualitative Research in Psychology, 8, s. 81–92.
11
Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 10 (21), Ocak-Haizran 2016, s. 1-11.
12
Biyo-İktidarı Spinoza ile Okumak
Cihan Palancı
Doktora Öğrencisi
Mersin Üniversitesi, Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi
E-Posta: cihanp44@gmail.com
Özet: Spinoza‟nın Tanrıyı kavrama biçimi ve bununla bağlantılı olarak Tanrı-Doğaİnsan ilişkisini benzersiz kurması onu dönemi içinde önemli bir noktaya taşır. O bir
monisttir. Monist olması, onun Tanrı kavramını nasıl açılımladığı ile ilgilidir. Spinoza‟ya
göre; tüm doğa ve insanlar aslında, Tanrının (tek tözün) farklı “Attributumları”dır.
Tanrının bir ereği yoktur hatta varlığını bile bilmez. Sadece kendini açılımlamak zorunda
olduğu için bunu yapar. Dolayısıyla doğa ve doğadaki her şey “kendiliğinden” ve tek bir
tözden meydana gelmiştir. Buna beden ve zihin de dâhildir. Beden, Spinoza‟da zihin
tarafından kuşatılan, edilgen, zihnin emir kulu değildir. Beden zihinle aynı töze sahip
zihnin işleyişiyle aynı paralelde, hatta kimi yorumlara göre zihnin de önünde olan bir
yapıdır. Bu bakış açısı, özellikle son dönem siyasal-felsefi akımları yoğun şekilde
etkilemiş ve yeni tartışma zeminlerinin imkânlarını sağlamıştır. Bu bağlamda Çalışma,
Foucault‟un, Biyo-İktidar sarmalının birey üzerinde yarattığı yabancılaşmayı, Spinozacı
bir teori ile aşmanın imkânlarını tartışacaktır.
Anahtar Kelimeler: Spinoza, Biyo- İktidar, Foucault, Biyo-Politika
Bio-Power Read with Spinoza
Abstract: Spinoza‟s understanding of God and in conjuction with this establishing a
unique relationship among God-nature-human give him an important position in his
period. He was a monist. It is about how to expound his conception of God. According
to Spinoza, nature and humanity is actualy the different attributes of God . God doesn‟t
have a purpose and even it is not aware of its being. God expounds itself only for it has
to do. Therefore, nature and everyting in nature happens by itself and from only one
substance, including body and mind. In spinoza, body is not infested by mind, passive
and aide of mind. Body has the same substence as mind, functions in paralel and even
according to some ideas body get ahead of mind. This point of view affected especially
the last political-philosophical trend and provide opportinity for new discussions. In this
context, the study is going to come up for discussion in respect to possibility of over
coming the alienation effect on individual of Foucault‟s bio-power impasse.
Keywords: Spinoza, Bio-Power, Foucault, Bio-Politic
Bedenin İkincilliği
Türk filmlerinden bildiğimiz repliklerden biridir; “Bedenimi ele
geçirebilirsin ama ruhumu asla”. Bu replik ile aslında bedenin varlık içindeki
değeri imlenir. Sadece bizim gibi doğu toplumlarında değil batı toplumlarında
da beden ile ilgili bakış açısı hep ikincil ve “öteki” olagelmiştir. Bunun felsefik
Palancı, C., 2016, “Biyo-İktidari Spinoza ile Okumak”, Toplum ve Demokrasi, 10 (21), Ocak-Haziran, s. 1322.
Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 10 (21), Ocak-Haziran 2015, s. 13-22.
kodları önemlidir, fakat onun da ötesinde bedeni ikincil kılan bakış açısını
daha öncelere, insanın Tanrı ile kurduğu ilk ilişki noktasından başlatabiliriz.
Balanuye‟nin ifadesiyle sonlu bir varlık olan insan, ölümün ortadan
kaldıramayacağı bir varlığın olanağı konusunu, tutkulu bir saplantıya
dönüştürmüştür. Bu tür bir saplantının ilk örneklerinden birini İ.Ö.630
yıllarında Mimnermus şiirlerinde bulunabilir. Bu şiirlerin bazılarında yaşamak
uğraşını, sonu kesin bir yok oluş olan ölümden daha az değerli görmüş ve
belki de sonsuzluğa gizlice göz kırpmıştır (Balanuye: 56). Yine örneğin; Eski
Mısır‟da insanlar öteki dünyada aynı beden ile yaşayacaklarına inandıkları için
bedenlerini mumyalayıp saklamış, ruhun ölümsüzlüğüne inanarak nafile bir
çaba ile bedeni korumaya çalışmışlardır. Tek tanrılı dinler için ise beden artık
gerçek bir hapishanedir. Dünyevi bir hapishane. Öteki dünya inancı gereği,
bedenler çürüyüp gidecek fakat ruhlar sonsuza dek yaşayacaktır. Tek tanrılı
dinlere göre, beden ruhu ayartmaya çalışan onu “kötü yola” teşvik eden ve
günah işlemesi için tüm enstrümanlarını kullanan bir “şeytan”dır. İnsan ancak
bedenini-nefsini terbiye ederek iyi olana erişir. Bedeni ruhu ayartan bir haz
makinesi olarak gören iktidarlar, her dönem onun dışavurumunu
yasaklamaya çalışmışlardır. Örneğin ortaçağda var olan karnaval geleneğinin
kilise tarafından engellenmeye çalışıldığını ve bunun zamanla bir iktidar
çekişmesine dönüştüğünü biliyoruz. Elbette ortaçağ karnavallarını şenliklerle
ya da bayramlarla karıştırmamak gerekir. Bayramlarda var olan durağan,
değişmez, daimi olan şeyleri–hiyerarşiler, değerler, normlar ve yasaklarıteyit ederken karnavallar hiyerarşik rütbeleri, normları, yasakları askıya
alarak egemen hakikat rejiminden geçici de olsa bir özgürleşmeyi
sağlamaktadır (Kalaycı, 2015: 253). Karnavallarda yapılan sadece hiciv, ironi
değil aynı zamanda yasaklanmış tüm hazcı-bedensel aktivitelerin özgürce
gerçekleştirilmesidir. Karnavallarda resmedilen en önemli şey, Ortaçağ
karanlığına karşı sınırlıda olsa kitlelerin ağız dolusu gülmesidir. İktidarı
korkutanda budur. Spinoza için gülmek eylemi bedensel etkilenmenin bir
sonucudur ve Umberto Eco‟nun Gülün Adı romanı da bununla ilgilidir.
Anlatılan olaylar kayıp bir kitap yüzündendir. Bu kitap okunmasın diye
yapraklarına zehir sürülmüştür. Kitabı ele geçiren keşişlerin esrarengiz
ölümleriyle başlayan olaylar, kitapla birlikte manastırın yanmasıyla son bulur.
Peki, manastırın en gizli köşelerine saklanmış bu kitap ne hakkındadır, neden
gizlenmiştir? Rivayete göre bu kitap Aristotales tarafından yazılmış
Poietika‟nın kayıp ikinci cildi olan Komedya üzerinedir… Eco‟nun bu kurguyla
anlattığı şey aslında ortaçağ resmi ideolojisinin gülme ve bedensel haz ifade
eden tüm davranışları dışlamasıdır (Kalaycı, 2015: 252-253). Felsefik
geleneğin bedene bakış açısı da benzer bir izlekte yol alır. Başat olan bakış
Balanuye‟ye göre; daha çok Sokrates-Platon Okulu-Kilise-Descartes ve Kant
gibi filozofların temsil ettiği ve farklı argümanlarla bedeni ikincil kılan
gelenektir. Bedeni önemseyen ve ikincillikten terfi ettiren akım ise,
Herakleitos ile başlayıp Spinoza, Nietzche ve Deleuze ile devam eder. Yine
Balanuye Batı felsefesinin temel rotasının akıl-ruh eksenli olmasını tek Tanrılı
dinlerle olan uzun soluklu flörtüne bağlar. Beden arzunun son sığınağı,
günahın tetiklendiği sonsuzluk ödülünün önündeki yegâne engeldir.
14
Palancı, C., 2016, “Biyo-İktidari Spinoza ile Okumak”
Arzularımızı denetleyecek olan akıl bu çabasında en çok bedensel olanı
bastırıp zayıflatmakla görevlidir. Aydınlanmanın tüm seküler ısrarına rağmen
akla en güvenilir destek de ironik olarak “inanç” tan gelecek, akıl ve imanın
işbirliği karşısında en ciddi tehdit yine beden olup çıkacaktır. Öteki bakış
örneğin; Herakleitos‟un eşsiz kuramına rağmen batı felsefesinde bir döneme
kadar yer bulamamıştır. Herakleitos‟a göre bireyin ölümsüzlüğü fikrinin
kozmosun temel eğilimleri ile çelişir. Ona göre, sürekli ve sonsuz olan yegâne
şey “sürgit bir akış” olduğundan bireyin derli toplu kalışının bu akış karşısında
sürekli olamayacağı açıktır (Balanuye, 56-57). Nietzsche ise bedeni arzuları
yüceltirken Antik Yunan‟daki Dionysos şenlikelerine gönderme yapar ve
gülme ve mizahın şarapla buluştuğu anları yüceltir. Avcı şenliğin özünü şöyle
aktarır: Dionysos etkinlikleri, sınırsız bir karnaval ve halk eğlencesi
biçimindeydi. Bu özellikler aynı zamanda eski komedyanın asal öğesini
oluşturuyordu. Atina‟da düzenlenen Dionysos ve Lenaea festivallerinde
tragedya yarışmaları yanında komedya yarışmaları da yapılmaya başlanmış,
kentin yöneticileri bu yarışmalarda hicvedilmiştir. Yunan mitolojisinde
yaşamın, umudun, coşku ve şarabın simgesi olan Dionysos, sınırların dışında
bir tanrıdır. Evrensel bir kaynaşma ve birleşme ritüelini içinde barındırır.
Dionysos
şenlikleri
„Ben‟den
uzaklaşarak
evrensele
bağlanmayı
gerçekleştirmiş; kutlama, şenlik, şarap, üzüm, coşku ve cinsellik gibi ögelerle
bir tür „katharsis‟ işlevi sağlamıştır (Avcı, 2003: 86 ). Antik Yunan‟a ilişkin
cinsellik ve haz deneyimlerine Nietzsche dışında Foucault‟da vurgu yaparak
dönemi bu bağlamda “aphrodisia” kavramıyla açıklar. Fakat beden-akıl
karşıtlığının asıl doruk noktası Descartes ile yaşanır. Onun öncesinde
Platon‟un nesneler dünyası-idealar dünyası olarak kavramsallaştırdığı
düalizm, Descartes‟de daha da somutlaşmıştır. Descartes zihin ve bedeni
farklı iki töz olarak düşünmüş ve gerçek bilginin zihin-ruh aracılığıyla
bilinebileceğini ifade etmiş, bedeni zihin karşısında nesneleştirmiştir. Maddi
dünyanın tözünü kavrayabilmek için Descartes meşhur balmumu örneğini
verir: Sıcaklıktan dolayı balmumu erir ve geriye daha koyu daha sert
akışkanlığını yitirmiş bir madde kalır. Bu kalan aslında balmumunun tözüdür.
Şekli değişse bile tözü değişmemiştir. Maddi dünyanın bu bilinmezliğini biz
akıl ve onun biricik enstrümanları pozitif bilimlerle kavrarız. Dolayısıyla,
akışkan olmak ve belli bir uzamı olmak, maddesel dünyanın en temel
hakikatidir. Beden de bu anlamda uzamı olan, hareket eden ve kendi varlığını
bilmeyen, kendi varlığını bilmek için akla muhtaç bir nesnedir. Bu görüş
modern felsefede, insanın bedenine ve doğaya yabancılaşmasının en uç
sistematiklerinden birisini sunar.
Spinoza Felsefesinde Beden ve İçkinlik
Spinoza aşağıda alıntılanan ifadeyle akıl karşısında ikincilleştirilen
duygulara bir nevi iade-i itibar yapmıştır:
“Filozoflar, içimizde çarpışan duyguları (affection), insanların kendi
hatalarıyla içine düştükleri kötülükler olarak düşünürler, işte, bu
15
Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 10 (21), Ocak-Haziran 2015, s. 13-22.
yüzdendir ki, onları alaya almayı, onlarla ilgili hayıflanmayı, onları
kınamayı ya da daha ahlaki görünmek istediklerinde onlardan nefret
etmeyi alışkanlık haline getirmişlerdir. Böylece, tanrısal biçimde hareket
ettiklerini ve hiçbir yerde var olmayan bir insan doğasına her türden
övgüler düzerek ve söylemleriyle gerçekte var olanı kötüleyerek bilgeliğin
doruğuna çıktıklarını sanırlar. Onlar insanları aslında oldukları gibi değil,
ama kendileri nasıl olmalarını istiyorlarsa öyle tasarlarlar: bunun neticesi
olarak, çoğu bir Etik yerine bir Yergi yazmışlardır…” (Spinoza, 2007: 11).
Spinoza Ethica‟yı Tanrı tasavvuru ile başlatır. Tanrı tasavvuru
önemlidir, çünkü henüz 1. Bölüm tanım I de Tanrıyı kendi kendinin nedeni
(causamsui) olarak ilan etmiş ve devamında önerme 6‟da “Bir cevher başka
bir cevher tarafından meydana getirilemez” ifadesinin sonucunda şunları
yazmıştır:
“Bir cevher başka bir cevher tarafından meydana getirilemez çünkü
tabiatta cevherler ve duygulanışlardan başka bir şey yoktur… Eğer
onların aynı tabiatı ve aynı sıfatları varsa, artık birbirlerinden ayrı
olmayacaklar ve bunun sonucu olarak tek ve aynı şeyi teşkil edeceklerdir,
biri öteki tarafından meydana getirilen iki cevher olmayacaklardır.”
Spinoza‟nın bu ifadeleri bizi tek töz-cevher bilgisine ulaştırır.
Gerçektende onun Tanrı tasavvuru öncekilerden oldukça farklıdır. Sunat‟ın da
belirttiği gibi Spinoza‟nın Tanrısı seven, esirgeyen, yasa koyan bir Tanrı
değildir. O bir başka tözle sınırlanamaz, kendi dışında başka bir şeye
nedensellikle bağlanamaz, varlığı olumsal değil zorunludur. Bununla birlikte
düşünce ve uzam var olan tözün öznitelikleri olup her şey öncesiz ve sonrasız
bir zorunlulukla Tanrı‟dan gelir. O anlamda Tanrı “Natura Naturanstır”
(doğuran doğa). Ondan gelenlerse “Natura Naturata” (doğmuş doğa) ya da
tözün öz niteliklerinin tezahürleri olmak anlamında onun “kip” leridir (Sunat,
2014: 3). Yine Ethica‟da; önerme 10‟un Scoliesinde şunları söyler: “…Buradan
şu sonuç çıkar ki mutlak olarak sonsuz varlık, her biri bu Varlığın sonsuz ve
ezeli özünü ifade etmek üzere sonsuz sıfatları kuşatan bir varlık diye
tanımlandığı zaman, çok kesin bir tanım yapılmış olur.” Tüm bunlardan yola
çıkarak Spinoza‟nın Tanrı ve tek töz tasavvuru ile Descartes‟in Düalizmini ve
dolayısıyla Aklın, Beden karşısındaki birincilliğini yıkmıştır diyebiliriz. Ona göre
Akıl ve Beden aynı tözün değişik görünümleridir. Biri diğerinden önce gelmez
eş zamanlı ve paralel olarak duygulanırlar. Bununla birlikte bazı Spinoza
yorumcuları Ethica‟da geçen “Zihin bedenin bir fikridir” ifadesine ve 3. Bölüm,
Önerme 2‟nin Scoliesin‟de:
“Gerçekten şimdiye kadar kimse bedenin gücünü tespit edemedi; demek
istiyorum ki deney henüz kimseye Bedenin Ruhtan bağımsız olarak sırf
tensel gibi göz önüne alınan Tabiat kanunlarıyla ne yapılabileceği ve ne
yapamayacağı konusunda hiçbir şey öğretmedi. Zira hayvanlarda fark
edilen ve insanın bilgeliğini çok aşan birçok şeylerden, hele
uyandırıldıklarında başarmaya cesaret edemeyecekleri birçok şeyleri
uyurken yapan uyurgezerleri uzun uzadıya anlatmaya girmeden bu
16
Palancı, C., 2016, “Biyo-İktidari Spinoza ile Okumak”
gösterir ki Beden yalnız kendi tabiat kanunlarıyla Ruhu hayrete düşüren
birçok şey yapabilir…”
İfadelerine dayanarak aslında Spinoza‟nın bedeni öncelediğini
savunurlar. Sonuç olarak Spinoza‟yı ister “paralelist” olarak nitelendirelim
ister bedene verdiği öncelikten dolayı “materyalist” diyelim, onun başardığı
en önemli şey, doğa ve bedeni iğdişleyen uzun felsefe geleneğini önemli
ölçüde sorgulatması olmuştur. Bu da aslında Spinoza‟nın “İçkinci” felsefesinin
alâmetifarikasıdır. Spinoza‟nın Tanrı tasavvuruna geri dönersek; bu tasavvur
onun da ifade ettiği gibi bizim için oldukça yabancı ve algılanması zordur.
Hatta ilk anda, anlaşılmazlığının ötesinde gülünçtür. Öyle bir Tanrı ki;
amaçsız, tam olarak kendi varlığından habersiz, yarattıklarını önemsemeyen,
varlığı gereği sadece doğuran, üreten ve amaçsızca yayılan... Bunu algılamak
için sadece kendi tanrı tasavvurumuzdan değil etrafımızı saran tüm statik
perspektiflerden kurtulmamız gerekir. Öyle ki Spinoza‟nın tanrısını kabul
etsek de etmesek de aslında, önümüze özgürleşmenin en önemli hatlarından
birini çizer. Ergün‟ün, Deleuze‟ün “Spinoza ve İfade Sorunu” kitabından
aktardığı gibi: “Tanrı ile mutlak olarak sonsuz varlığı, yani her biri bengi ve
sonsuz özü anlatan sonsuz sayıda öznitelikten oluşan tözü anlıyorum”.
Deleuze‟e göre bu düşünce çok önemlidir ve Spinoza felsefesi içinde çeşitli
bağlamlarda yeniden ele alınır. Buna göre, her öznitelik, bengi ve sonsuz olan
belli bir özü ifade eder. Diğer yandan her öznitelik, tözün özünü, varlığını ya
da gerçekliğini açığa vurur. Öyleyse her öznitelik, tözsel varoluşun
sonsuzluğunun ve zorunluluğunun, yani bengiliğinin ifadesidir (Ergün, 2011:
212). Burada vurgulanan sadece determinizm içeren bir varoluş prensibi
değildir, aynı zamanda tıpkı beden-zihin ikiliğini yok ettiği gibi, aslında tüm
varlıklar arasındaki hiyerarşiyi de ortadan kaldıran bir vurgudur. Yine
Bumin‟in Deleuze‟nin aynı kitabından alıntıladığı üzere:
“Tek tözün sonsuz sayıdaki özniteliği (attributum), onun değişik adları,
değişik düzlemlerde kendini dile getirmesi olarak ondan ayrı ve ondan
daha az var ya da daha değersiz değildir. Varlık, aynı kiplikte (modalite)
olmamakla birlikte sonsuz ve sonlu varlıklar için aynı anlamdadır. Çünkü
varlık başka tarza, kipe bürünmekle doğasını değiştirmez”.
Bu ifade Bumin‟e göre aslında Bir ve Çok ilişkisinin içkinlik ilişkisi
olarak tanımlanması yolunda kullanılan matematiksel yöntem sayesinde, tüm
varolanlar aynı bir ontoloji ve epistemolojinin eş türden ortamında eşitlenirler
(Bumin, 1996: 80). Spinoza bu eşitleme ile felsefe tarihi boyunca hâkim olan
aşkınsallık arayışı ve pratiklerini tersine çevirmiş yerine içkinlik fikrini
dolaşıma sokmuştur. İçkinlik kuramı ve Spinoza‟nın varlık biçimlerini ele alışı,
siyasette önemli bir özgürleşmenin pratiğini de sağlar. Negri kitabında
Althuserden şu alıntıyı yapar “Spinoza‟nın felsefesi felsefe tarihinde eşsiz bir
teorik devrim yapmıştır; bu belki de tüm zamanların en büyük felsefi
devrimidir. Öyle ki felsefi açıdan Spinoza‟yı Marx‟ın tek atası olarak kabul
edebiliriz” neden? Çünkü Spinoza, teleolojinin olmadığı, tümüyle özgün bir
praksis kavrayışının kurucusudur çünkü nedenin varlığını kendi etkisinin
17
Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 10 (21), Ocak-Haziran 2015, s. 13-22.
içinde, yapının varoluşunu kendi etkisinin içinde ve varlığında düşünmüştür.
“Yapının tüm varlığı kendi etkilerinden oluşur…” kendi özel unsurlarının
spesifik bir birleşeni olan yapı, kendi etkilerinin dışında olan bir şey değildir.”
(Negri, 2011: 126-127). Althuser‟in Spinoza ve Marx arasında kurduğu bu
güçlü ilişki önemlidir. Marx‟ın insanı merkeze alan ve doğayı dışlamayan tavrı
Spinoza‟da da vardır. Burada insanı merkeze alma tavrı, insanı her şeyin
efendisi ilan etme biçiminde değil, onu doğayla ve diğer tüm insanlarla
barıştırma halidir. Tanrı ve kutsal kitaplar ya da bir tutsaklaştırma aracı
olarak bilim, aşkınsallık düzleminden içkinlik düzlemine çekilmiştir. Dolayısıyla
her iki öğreti “içkinlik” düzleminde ortaklaşır. Bu durum, Marx‟ı, Spinoza‟ya
yaklaştırır.
Spinoza ve Biyo-İktidar
Foucault‟un Biyo-İktidar kavramının sosyal bilimler alanında önemli
yankıları olmuştur. İktidarın beden üzerinde tahakküm kurması Modernizm ile
birlikte yeni bir safhaya geçmiş ve Ortaçağ‟da uygulanan ve öldürme ve katı
cezalandırma sistemi yerini daha teknolojik, içine tıp gibi disiplinleri de alan,
bir sistematiğe dönüşmüştür. Uluğer‟in belirttiği gibi Foucault‟a göre iktidar
bu tahakkümü iki şekilde gerçekleştirir. Bireyin bedeni üzerinde uygulanan
“disiplinci” iktidar modeli ve nüfus üzerinde uygulanan “düzenleyici” iktidar
modeli. Disiplinci yöntem, klasik çağın başlamasıyla bireyi kapatma
pratiklerine tabi tutarak (hapishane, okul, kışla, tımarhane) bedeni toplumsal
süreçlere uyumlu ve uysal kılma amacı güder. Foucault buna anatomopolitika der. Bu yöntemle iktidar sürekli gözetim ve denetim ile bireyi “içten
fetheder” dolayısıyla birey iktidarı içselleştirerek sadece bir öğeye dönüşür.
Disiplinci dispositifin yönlendirdiği öznenin artık sistemin dışına çıkma ihtimali
yoktur. Panoptik durum artık bireyin kendisinde, zihninde ortaya çıkar.
18.yüzyılın sonlarına doğru karşımıza “düzenleyici” iktidar modeli olarak biyopolitika çıkmaktadır. Bireyleri tek tek nesneleştiren iktidar artık nüfusa
yönelir. Nüfusu topyekun korumak önemlidir. Foucault‟un değimiyle bu büyük
bir “toplumsal hekimliktir” (Uluğer, 2014: 51). Yaşamın yüceltilmesi, doğumölüm oranları, sağlık düzeyi yaşam süresi vs. amaç “sağlıklı” bir kütle
yaratmak ve bu kütleyi üretime yönlendirmektir. Bu çerçevede iktidarın
yaptığı başka bir şey söylemsel düzeyde “norm”lar üretmektir. İktidar belli
söylem disiplinlerini kullanarak (tıp, psikiyatri, hukuk vs.) olması gereken ve
olmaması gerekenleri birey ve toplumlara dayatır. Dolayısıyla karşımıza
Normal-Anormal gibi düaliteler çıkar. Tüm gündelik yaşam bu düaliteler ile
örülür ve kişiler bunları içselleştirir. Asıl “Büyük Kapatılma” da böyle
gerçekleşir. Kafka‟nın “Dava” romanı ve sorulamayan “neden” sorusu büyük
kapatılmanın içselleştirilmesine belki de en iyi örnektir.
Foucault‟un İktidar kuramının en önemli başka bir niteliği “içkin”
olmasıdır. Genel iktidar perspektifi İktidarı; tek merkezde toplanan
kristalleşmiş bir tahakküm aracı olarak düşünüyor iken Foucault‟un iktidar
kuramı, daha karmaşık ve anlaşılması güçtür. Ona göre iktidar tek merkezden
18
Palancı, C., 2016, “Biyo-İktidari Spinoza ile Okumak”
doğan ve hareket eden ve yayılarak tüm ilişkilerimizi kapsayan bir yapı
değildir. İktidar merkezsiz, odaksız ve ağsaldır; ayrıca her zaman kötü bir şey
değildir. Geleneksel iktidar kuramlarında başat olarak dile getirilen iktidarın
“temsiliyeti” ona göre tehlikeli bir kavrayıştır. Devlet, Aile, Din gibi “Büyük
İktidar” temsilleri bile yeniden düşünülmelidir.
“…Toplumsal gövdenin her bir noktası arasından, bir kadınla bir erkek
arasından, aile içinden, öğretmenle öğrencisi arasından, bilenle bilmeyen
arasından geçen iktidar ilişkileri, daha ziyade büyük iktidarın köklerini
saldığı hareketli ve somut topraktır, onun işlev görmesini mümkün kılan
koşullardır. Aile devlet iktidarının basit bir yansıması, uzantısı değildir:
çocuklar karşısında devletin temsilcisi değildir, tıpkı erkeğin kadın
karşısında devletin temsilcisi olmadığı gibi… Genel anlamda, bence iktidar
ne (bireysel ya da kolektif) istençlerden yola çıkarak oluşur ne de
çıkarlardan türer. İktidar, iktidarlardan, iktidarın çok sayıdaki sorun ve
etkisinden yola çıkarak oluşur ve işlev görür…” (Foucault, 2003: 110111).
Foucault‟un iktidara içkin bir paye vermesi yukarıda alıntılandığı gibi
aşağıdan yukarıya doğru kurulmasından dolayıdır. Onun iktidar algısı iktidarın
“her yerde” olması üzerine kurulur. Gündelik hayatın her alanında karşımıza
çıkar ve çoğu zaman “Büyük İktidar”ın tahakkümcü mekanizmalarıyla
açıklanamaz. Onun için iktidar:
“Her yerde hazır ve nazırdır: Ama bu her şeyin yenilmez birliğinin çatısı
altında kümeleştirme ayrıcalığına sahip olmasından değil, her an, her
noktada, daha doğrusu bir noktayla başka bir nokta arasındaki her
bağıntıda ürüyor olmasından kaynaklanır. İktidar her yerdedir; her şeyi
kapsadığından değil, her yerden geldiğinden dolayı her yerdedir.”
(Foucault, 2007: 72).
Bu durumda asıl soru şudur; Spinoza‟nın naif öğretisi, Foucault‟un bu
şeytani iktidar işleyişiyle nasıl başa çıkar? Spinoza‟daki “Aslında her şey
Tanrı‟dandır” ve bu her şey arasında hiyerarşi yoktur” desturunun bir karşılığı
var mıdır? Aslında Spinoza‟nın siyaset felsefesi gücünü tam da bu naiflikten
alır. Çünkü Spinoza‟da her varlığın devinimini sağlayan şey, Foucault‟un
komplike iktidar ilişkilerini tanımladığı tekil, gündelik ve hatta sıradan
durumun karşısındaki direniş yine tekil ve gündelik ve oldukça naif bir dürtü
olan Conatustur, “Yaşamda kalma uğraşı”. Temel olarak Spinoza‟da bilgiye ve
mutluluğa ulaşmanın yolunun kişinin özgür bir şekilde tüm edimselliklerini
gerçekleştirebilmesi ile olacağını biliyoruz. Yaşamı aslında bize bunun
ipuçlarını da veriyor. Toplumun ve dinin belli normlarından dolayı önemli
sıkıntılar çektiğini ve hayatı boyunca hem devlet hem din düzleminde bu
kurumların bireyin özgürleşmesi önündeki en önemli engeller olduğunu
vurguluyor. Sünat‟ın değindiği gibi Spinoza‟da temel öğe bireydir.
Kendisinden kalkarak “öteki” ile etkileşim/iletişim içinde olan birey. Bireyi
harekete geçiren itki, insanın özünden-doğasından kaynaklanan ve
varoluşsallığının sakınımına hizmet eden şeydir. Bir farkındalık olarak bilinçle-
19
Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 10 (21), Ocak-Haziran 2015, s. 13-22.
zihinsellikle bedensel bir değişki olarak da bedenle ilişkilidir. İşte bu temel
güdü, Spinoza felsefesinin temel dayanağının yani Conatus‟un da sebeb-i
hikmetidir. Conatus ihtiyacı giderecek şeye yönelik bir edimsellik-çaba olmak
anlamında itkisellikle ateşlenir. Bedensel iç güdülenimi ile ihtiyacı olana
yönelen, aynı yönelim ve arzular içindeki başkası ile ortak en yüksek yararı
oluşturmak üzere buluşmanın ve biraradalığın yolunu yordamını arayacak
olan insanın demokrasi yolculuğu (Sunat, 2014: 5). Conatus ayrıca bir
sürekliliğin ifadesidir. Bireyin hayatta kalma uğraşı ve bedeni “Foucault‟un
İktidarı” tarafından sürekli olarak engellenmeye ve denetim altına alınmaya
odaklanır. Dolayısıyla aktif ve her an her şeye içkin olan iktidar yine aktif ve
her şeye içkin olan direnişle, yani sürekli bir Conatus ile karşılaşır. Bu direniş
ancak başkası ile en yüksek yararı oluşturma ile ve bireylerin özgür bir
şekilde bedensel ve zihinsel kapatılmalara, normlara ve korkulara yer
bırakmadan etkileşim içinde olmalarıyla gerçekleşir. Dolayısıyla Foucault‟un
kendi ifadesiyle; “Modern iktidar bireyi kategorize ederek, bireyselliği ile
belirleyerek, kimliğine bağlayarak, ona hem kendisinin hem de başkalarının
onda tanımak zorunda olduğu bir hakikat yasası dayatarak direk gündelik
yaşama müdahale eder” (Foucault, 2005: 63). Bu bağlamda, Akarsu‟nun
aktardığı gibi Spinoza Töre Bilim‟de şunu söyler “O halde bir insana aklın
kılavuzluğu altında yaşayan bir başka insandan daha yararlı bir şey yoktur”.
Bireyin kendini gerçekleştirmesi özgür bir etkileşimle olur. Çünkü beden dış
nedenler tarafından etkilendiği ve onları etkilediği ölçüde devim halinde ve
edimsel olarak var olduğu sürece zihinde bedenin varlığına dair bir fikir
oluşacaktır. O halde zihin, bedeni ve eyleme kudretini ancak ilişki içerisinde
yani diğer tekil şeyleri etkilediği ve onlardan etkilendiği düzeye dek devam
edebilir. Bu bizim varolma direncimizi ve eyleme kudretimizi belirleyen
yegâne şeydir (Akarsu, 2015: 208-209). Özgür etkileşim ve modern iktidarın
dayattığı yasalardan arınmış ya da arınmaya çalışan özgür bireylerin
etkileşimi, direncimizi-Conatus‟u güçlendirecek asıl şeydir. Öyleyse
Spinoza‟ya göre bireyin kendini gerçekleştirmesinin yolu, hem iyi ve özgür
karşılaşmalarla yaşama gücünü arttıracak ve direnişi güçlendirecek hem de 2.
ve 3. tür bilgiye kendisini kavuşturacak birlikteliklerden geçer. Yaşamın her
alanına sirayet eden iktidarlardan ve normlarından Conatus ile sakınan, tekil
bireylerin birliktelikleri.
Sonuç
“Spinoza‟nın felsefesinin en temel karakteristiği, insana atfedilen
indirgenemez tekilliği ve özgürlüğü reddetmesidir. Spinoza‟ya göre insana
özgür bir irade atfetmek onu "bir krallık içinde bir krallık" olarak algılamak
demektir. Ancak bir tek krallık, yani doğa vardır ve insan onun bir parçası
olduğu için insan edimleri kurgusal bir özgürlüğe dayanarak değil doğadaki
tüm nesneler için geçerli olan temel yasalar çerçevesinde anlaşılmalıdır. Bu
noktada bile Spinoza'nın zihne atfedilen özgürlüğü ve bağımsızlığı kabul
etmediği görülebilir.” (Cengiz, 2016).
20
Palancı, C., 2016, “Biyo-İktidari Spinoza ile Okumak”
Cengiz‟in belirttiği bu durum Spinoza‟da insanın özgürlük alanını
genişletemeyeceği anlamına gelmez. İnsan, ancak Tanrının varlığını doğru bir
şekilde kavradıkça ve bu kavrayış için gerekli hareket alanını özgürce
kullandıkça özgürlük alanını genişletebilir. Gerekli hareket alanı ile kastedilen
şey diğer özgürleşmiş bireylerle buluşabilmektir. Dolayısıyla gerekli olan biyoiktidar ve yarattığı normlar ile düşünen-yaşayan birey değil bu sarmalın ve
kaygıların dışına çıkabilen bireydir. Özgürleşmiş bireylerle buluşmak, aynı
zamanda o dönem için oldukça yeni bir öneriyi de içerir. Spinoza‟nın yaşadığı
dönemde başat olan bakış, Negri‟nin belirttiği gibi; doğal hakların bir
sözleşme ile egemene devredilmesi ve onu mutlaklaştırıp aşkınlaştırmasıdır.
Spinoza korku ve yalnızlık duygusunun körüklediği doğal haklardan feragat
etmek yerine birlikte ortaklaştığı topluluğa sığınmayı önerir (Negri, 2011: 2833). Sığınmanın da ötesinde ortaklaşan bu gruplar, siyaset alanını yeniden
dizayn etmeli, devletin egemenliğini sonsuzdan, sınırlı bir alana
çekebilmelidir. Bu öneri Foucalt‟un iktidar kuramı ile de uyumludur. Çünkü
Foucault iktidarı tanımlarken iktidarın oluşum mekanizmalarını “yerelden”
başlatır. Büyük iktidarlar, yereldeki bu mekanizmaları kullanarak büyür ve
kristalleşir. Dolayısıyla Foucault‟a göre kişi ve gruplar önce kendi kurum, aile,
ahlak ve üretim ilişkilerine karşı bir söylem ve hareket geliştirmelidirler. İkisi
de bu anlamda önce “kendi sokağını” önemser. Kurulacak karşı iktidar, ikisi
içinde tabandan, dolayımsız- devredilmeyen olmalı ve iktidarı maskeleyip
görünmez kılan tüm mekanizmaların red etmelidir.
Kaynaklar
Akarsu, Ö.. 2015, “Spinoza İle Karşılaşmalar”, içinde “Spinoza ve Hobbes‟ta Çokluk
Kavramı”, Der. G. Ateşoğlu ve E. Canaslan, İstanbul: Ayrıntı Yayınları.
Avcı, A. 2003, “Toplumsal Eleştiri Söylemi Olarak Mizah Ve Gülmece”, Birikim Dergisi,
Cilt:166, s. 80-96.
Balanuye, Ç. “Beden ve Aşkınlık”, http://www.flsfdergisi.com/sayi6/49-59.pdf, (Erişim
Tarihi:2016).
Bumin, T. 1996, Tartışılan Modernlik: Descartes ve Spinoza, İstanbul: Yapı Kredi
Yayınları.
Cengiz, Ö. “Bir Anti-Hümanist Olarak Spinoza”,
http://www.teorivepolitika.net/index.php/okunabilir-yazilar/item/255-bir-antihumanist-olarak-spinoza,(Erişim Tarihi: 2016).
Ergün, Reyda. 2011, “Modern Siyasi-Hukuki Kavramları Yeniden Düşünmek Spinoza‟nın
Siyaset Felsefesi Çerçevesinde Yeni Bir Perspektif Arayışı”, Yayımlanmamış
Doktora Tezi, SBE, İstanbul: Galatasaray Üniversitesi.
Foucault, M. 2005, Özne ve İktidar, Çev. I. Ergüden ve O. Akınhay, İstanbul: Ayrıntı
Yayınları.
Foucault, M. 2003, İktidarın Gözü, Çev. I. Ergüden, İstanbul: Ayrıntı Yayınları.
Foucault, M. 2007, Cinselliğin Tarihi, Çev. H. Uğur Tanrıöver, İstanbul: Ayrıntı Yayınları.
Kalaycı, N. 2015, “Spinoza ile Karşılaşmalar” içinde Spinoza‟nın Ethica‟sı Bağlamında
Mizahın Politik İşlevi, Der. G. Ateşoğlu ve E. Canaslan, İstanbul: Ayrıntı
Yayınları.
Negri, A. 2011, Aykırı Spinoza, Çev. N. Çelebioğlu ve E. Canaslan, İstanbul: Otonom
Yayınları.
Spinoza, B. 2007, Politik İnceleme, Çev. M. Erşen, Ankara: Dost Kitabevi.
Spinoza, B. 2014, Etika, Çev. H. Ziya Ülken, Ankara: Dost Kitabevi.
21
Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 10 (21), Ocak-Haziran 2015, s. 13-22.
Sunat, H. 2014, “Etika‟dan Demokrasiye Teolojik-Politik Edimselliğe Yol Alırken”,
http://haluksunat.com/2013/12/25/etikadan-demokrasiye-teolojik-politikedimsellige-yol-alirken-i/, (Erişim Tarihi: 2016)
Uluğer, Ç. 2014, “Yaşam Ve Ölüm Arasında Sallanan İktidar Sarkacı: Biyopolitika”
Mesele Dergisi, Cilt: 88, s.49-53.
22
Türkiye Siyasetinde AKP’li Uzun Yıllar:
“Hukukun Üstünlüğün”den “Dost”ların
Demokrasisine
Melehat Kutun
Yrd. Doç. Dr.
Mersin Üniversitesi, Uluslararası İlişkiler Bölümü
E-posta: mkgurgen@mersin.edu.tr
Özet: Çalışma, uzun koalisyon hükümetlerinden sonra iktidarı ele geçiren ve on yılı
aşkın bir süredir tek parti hükümeti olarak Türkiye siyasetine yön veren AKP dönemi
üzerinedir. Tek parti olmasından aldığı güçle AKP yönetiminin iktidarı boyunca
uyguladığı otoriteryan uygulamalara ışık tutmak çalışmanın temel akslarından biridir.
Bu, bir yandan uluslararası sermayenin küresel bir uğrağı ya da yerel temsilcilerinden
biri olarak ulus devletin kendi sınırlarında bu rolü nasıl gerçekleştirdiğini devlet
otoriteryanizmi ve onun ulaştığı sınırlar bağlamında anlamaya imkan verecektir. Diğer
yandan, bugün, toplumsal ilişkilerin neredeyse her alanında görünür olan
otoriteryanizmin araçlarının kapitalist devletin farklı formlarında nasıl biçimlendiğini de
görünür kılacaktır.
Anahtar Kelimeler: AKP, Hukukun Üstünlüğü, Demokrasi, İstisna Durumu
The Long Period of AKP in the Turkish Politics:
From The “Rule of Law” To the “Democracy of Friends”
Abstract: The aim of the study is about the ruling party in Turkey The Justice and
Democracy Party (AKP) which has taken the political power and affected the Turkish
politics as a single-party government after the long-term unstable coalition
governments.In this context, this paper aims to enlighten the authoritarian applications
of AKP administration with the empowerment as a single party. On the one hand it is
the understanding of how to implement the role as a global stamping ground of
international capital or as a local representative of nation state in terms of state
authoritarianism and its reached boundaries. On the other hand, today, it will be
helpful to display how these authoritarian tools which have been seen in all fields of
society with the different capitalist state forms.
Keywords: AKP, the Rule of Law, Democracy, the State of Exception
Giriş
Uzun koalisyon hükümetlerinin ardından Türkiye‟de siyasal iktidarı,
tek parti hükümeti, Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP), devraldı. Bir önceki
dönemin neoliberal kemer sıkma programını sürdüreceği taahhüdünde
bulunması bunda etkili oldu. Sermayenin farklı fraksiyonlarından gelen
Kutun, M., 2016, “Türkiye Siyasetinde AKP‟li Uzun Yıllar: “Hukukun Üstünlüğü”nden „Dost‟ların
Demokrasisine”, Toplum ve Demokrasi, 10 (21), Ocak-Haziran, s. 23-51.
Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 10 (21), Ocak-Haziran 2015, s. 23-51.
desteklerle istikrar ve öngörülebilirlik adına otoriteryan bir siyasal ortam
yarattı. On yılı aşan iktidarı boyunca, sistemin yeniden üretimi adına, AKP,
gittikçe daha da otoriteryan bir karakter edindi. Bu otoriteryan eğilim
toplumun geniş kesimleri pahasına her geçen gün baskıcı tonu daha da
koyulaşan bir resmi siyasetle sonuçlandı. Nihayetinde toplumun geniş
kesimlerine nüfuz ederek siyaset dışı aktörlerin siyasal alandan dışlanmasıyla
otoriter karakteri her özgül duruma yönelik somut kararlarla daha da görünür
oldu.
Çalışma, on yılı aşkın bir süredir tek parti olmasından aldığı güçle AKP
yönetiminin iktidarı boyunca uyguladığı otoriteryan uygulamalara ışık
tutmaktır. Başka bir deyişle uluslararası sermayenin küresel bir uğrağı ya da
yerel temsilcilerinden biri olarak ulus devletin kendi sınırlarında bu rolü nasıl
gerçekleştirdiğini devlet otoriteryanizmi ve onun ulaştığı sınırlar bağlamında
anlamaya çalışmaktır. Bu bağlamda çalışmanın temel argümanı AKP‟nin
demokrasi söylemi ya da otoriteryan popülizmi ile neoliberal ekonomik teorisi
arasında yakın bir ilişki olduğu üzerinedir. Başka bir deyişle, neoliberal teori
piyasaya sınırlı bir devlet müdahalesini varsayarken, toplumun diğer
alanlarına doğrudan müdahale hakkı gören otoriteryan bir devlet anlayışı
formüle eder. Kapitalist ilişkilerin bugünkü formu olarak neoliberalizmin bu
ikili varsayımları Türkiye‟deki “güçlü devlet” geleneğini kucaklar. Bu aynı
zamanda AKP‟nin iktidarı devraldığı günden bugüne neoliberal kemer sıkma
programını nasıl sürdürdüğünü de ortaya koyar.
Bu bağlamda çalışma; bir siyasal parti olmasının çok ötesinde devletin
bütün bileşenlerini kendisinde toplayan AKP dönemini ikiye ayırarak
incelemektedir. Sözkonusu dönemleştirmede uzun koalisyon hükümetlerinin
ardından 2001 krizi sonrasında AKP‟nin tek başına iktidara geldiği 2002
yılından 2007‟ye kadar “hukukun üstünlüğü” ve “güçlü devlet”e dayanarak
ekonomi politikası anlamında birçok düzenlemenin yapılarak “istikrar”ın
sürdürüldüğü “otoriteryan liberalizm” dönemidir. 2008 krizi sonrasında
gücünü kısmen kaybetmeye başladığı, öncekinin aksine, kendisinde toplanan
koalisyonun bozulduğu ve toplumsal muhalefetin derinleşmeye başlaması
karşısında tek parti olmasından aldığı güçle yetki alanını derinleştirerek
gücünü merkezileştirdiği bir dönemdir. Bu dönemi açıklarken, otoriteritaryan
formlarının yanı sıra bunların da ötesine uzanarak, “istisna durumu”
kavramına başvuruldu. Bununla da krizin etkilerinin azaltılması adına hem
ekonominin yönetiminin politizasyonu hem de, buna paralel, “siyasal birlik”i
sağlama gerekçesiyle “karar veren” olarak toplumu homojenleştirme ve
yönetebilir hale getirme çabası baskın oldu.
Kriz ve AKP’nin İlk Dönemi (2002-2007): “İstikrar” ve “Hukukun
Üstünlüğü”
Komünist Manifesto‟da sermaye küresel, devlet ise yerelden
tanımlanır (Marx-Engels, 2015). Benzer biçimde Holloway ve Burnham‟da
devletin sermayeyi içerde tutmak için ona iyi bir piyasa çevresi sunmayı
24
Kutun, M., 2016, “Türkiye Siyasetinde AKP‟li Uzun Yıllar: “Hukukun Üstünlüğü”nden „Dost‟ların
Demokrasisine”
amaçladığını, iyi bir yatırım ve rekabet ortamı sağlayarak küresel sermaye
birikiminde siyasal bir uğrak olma işlevini yerine getirdiğini belirtir. Ulusal
ekonominin, gerçekte, küresel dolaşım ekonomisi olması bunun nedenidir.
Tek başına bir ulusal ekonomi yoktur çünkü (Holloway, 1995: 123; Burnham,
2000: 18). Ulusal sermayelerin küresel piyasalarla bütünleştirildiği,
kaynakların piyasa aktörlerine aktarım süreçlerinin siyasal mekanizmalarının
derinleştiği
günümüz
kapitalizminde
sermaye birikiminin
ihtiyaçları
doğrultusunda devletin ekonomideki rolü ise klasik liberalizmin “bırakınız
yapsınlar” ve “zayıf devlet” iddiasının tersine azalmayıp artmıştır. Klasik
liberalizmin bırakınız yapsınlar ilkesinin ekonomiyi toplumdan ve siyasal
iktidarın müdahalelerinden tümüyle ayırma görünümüne karşın piyasa
ekonomisinin uzun vadede tümüyle etkili ve işlevsel korunması tersine güçlü
ve otoriteryan bir devlete gereksinim duyar (Wilkinson, 2013: 543).
Bunun bir aracı, herkesin kurallar önünde eşit varsayıldığı ya da
eşitsizliğin de yasal olduğu “hukukun üstünlüğü” ilkesidir. 1980‟lerde yaşanan
durgunlukla yeniden keşfedilen Hayek‟in (2014) “istikrar ve düzen”in
“hukukun üstünlüğü” ile, bunun da güçlü devletle sürdürülebileceği
argümanıdır bu. Küresel piyasasının daha da serbestleşerek sermayenin
yeniden yayılmaya başlaması karşısında, Hayek‟in kuramına, piyasanın
temizleyici bir gücü olarak başvurulması 1980 sonrası politikaların bir devamı
olarak AKP için de işlevseldir. Hayek‟le otoriteryan liberalizm bağlamında
benzer bir sorunsaldan hareket etmiş olan Schmit‟in (2006: 65) de belirttiği
gibi, olağanüstü durumlar hariç, devletin temel görevi; hukuk normlarının
geçerliliğini sağlamak üzere, önkoşul niteliğindeki istikrarı, huzuru, güveni
kurmak ve sürdürmektir. Bunun nedeni, ekonomik istikrarı sürdürmek ve
finansal piyasaların baskısını hafifletmek, ekonomiye siyasal desteği
oluşturacak depolitizasyon politikası ile mümkün olduğundan, hukukun
üstünlüğü kapitalist devlet için bir zorunluluk oluşturur (Wilkinson, 2013:
542).
Kapitalist Devletin Bir Aracı Olarak “Hukukun Üstünlüğü”
Türkiye özgüllüğünde 2001‟deki düzenleyici müdahelenin amacı da
piyasanın devlet otoriteryanizmi ile korunarak sermaye grupları farklılıklarının
yanı sıra birikimin disipline edilmesine yöneliktir. Kriz sonrasındaki durgunluk,
uluslararası ekonomik atmosfer ve yeni kurulan bir parti olarak AKP‟nin
“makro istikrar programını” sürdürüceğine dair verdiği güven ise onun tek
başına siyasal iktidarı ele geçirmesindeki belirleyici nedenlerden biridir. Bir
önceki koalisyon hükümetinin ekonomik programı uygulayacak güçte
olmaması ve bu programın güçlü bir tek parti iktidarı ile uygulanır alan
bulabilecek olması, Türkiye‟yi uluslararası sermaye için güvenilir kılacak temel
unsurlardan biriydi (Boratav, 2016: 5). Bu sayede kriz, devlet dolayımı ile
sermayenin
güçlenmesi
tarihi
rolünü
gerçekleştirerek,
sermayenin
merkezileşmesini ve yeni düzenleyici çerçevenin kurulup “öngörülebilir” bir
piyasa çevresinin güçlendirilmesini sağlamış oldu.
25
Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 10 (21), Ocak-Haziran 2015, s. 23-51.
Neoliberalizme içkin bir özellik olarak ekonomik ve siyasal
istikrarsızlığın kaynağı gibi görülen çeşitli koalisyon hükümetlerinin ardından
güçlü bir tek parti hükümetine duyulan ihtiyaç ise (Sayarı, 2007: 197; Öniş,
2009: 9) serbest piyasanın güçlü devlet formunda varlık bulabilebilecek
olmasıyla ilgilidir. Ekonominin modernizasyonu, bütün bir toplumun daha
rekabetçi hale getirilmesi ve rekabet hızının arttırılarak girişimciliğin
desteklenmesi ve böylece piyasanın esnekliği konusunun önemli bir aygıt
haline dönüştürülmesi güçlü devlet formu olmaksızın mümkün değildir.
Liberal “bırakınız yapsınlar” ilkesinin “weak state/zayıf devlet”inin tersine
müdahale alanı ve kapsamı güçlü bir devlet sözkonusudur burada. Serbest
piyasanın kurumsal olarak yeniden şekillendirilmesi, vatandaşların “özgür” ve
girişimci olmaya zorlanmaları, aksi takdirde hiçbir garantilerinin olmadığı
algısının topluma kabulü bu sayede mümkündür (Gamble, 1994:43). Bu aynı
zamanda diğer formlarına ve amaçlarına bakılmaksızın kapitalist devletin
temelde liberal olduğu ve onun burjuva karakterinin, bugünkü süreçte,
neoliberal devletin istikrarlı bir piyasa adına sınıf karakteri üzerinden
kurulduğu anlamına gelir (Bonefeld, 2010: 22).
Nitekim kapitalist devletin yeniden yapılanmasının düzenleyici devlet
biçimine evrildiği döneme denk düşen AKP yönetimi de, siyasal gücüne
dayanarak ekonomi politikalarının uygulanmasında görünür bir “istikrar”
sağladı. “Güçlü hükümet” söylemi ile ekonomi politikası yapma süreçlerinin,
görünürde, siyasal etkilerden uzaklaştırılması ve ekonominin teknokratik
yönetiminin bu etkileri dışarıda bırakacak biçimde gerçekleşmesinin hukuksal
çerçevesini hazırlayarak depolitizasyon stratejisini temel bir araç olarak
benimsedi.
Ana-akım yazının ekonomik krizlerin siyasal krizlerden kaynaklandığı
anlayışına göre bu stratejinin gerisinde, 1980‟lerden bu yana koalisyon
hükümetlerinin tam olarak uygulayamadıkları istikrar tedbirlerinin ya da
“teknik hataların” krizleri süreklileştirdiği iddiası bulunur. Burada devletin
yeniden düzenleyici işlevi ile amaçlanan ise küresel sermayenin siyasal bir
uğrağı olarak ulus-devletlerin, piyasa sisteminin dengesi için, kurumsal yasal
düzenlemeler ile aralarındaki farklılıkların kaldırılarak bir standardın
oluşturulduğu sürekli bir yeniden yapılanma sürecinin varlığıdır (Kutun
Gürgen, 2011: 191).
Devlet yöneticilerinin işçi sınıfı gibi toplumun muhalif kesimlerini
baskılayarak piyasalaşmadan fayda sağlamalarının bir stratejisi olarak
depolitizasyon da kurallara, yani hukukun gücüne dayanır. Kuralların ve
kurumların ya da “hukukun üstünlüğü”nün toplumun üzerinde oluşu
hükümetin
ekonomi
politikasını
yaparken
topluma
karşı
olan
sorumluluğundan arındırılmasının meşruiyetini oluşturur (Burnham, 2000). Bu
anlamda gerek uluslararası kuruluşların uyum kriterlerinin ekonomik ve
siyasal hayat üzerindeki etkileri, gerekse 2001 sonrası düzenleyeci çerçeve
gereği ekonominin yönetiminde düzenleyici kurulların varlığı depolitizasyon
stratejisinin somut görünümleri olarak düşünülebilir. AKP‟nin sürmekte olan
kemer sıkma programını güçlendirerek uygulayacağını taahhüt etmesi ve
26
Kutun, M., 2016, “Türkiye Siyasetinde AKP‟li Uzun Yıllar: “Hukukun Üstünlüğü”nden „Dost‟ların
Demokrasisine”
finansal piyasaların güçlü bir tek parti hükümetine gösterecekleri olumlu
tepkiyi vurgulamasının yanı sıra hem Uluslararası Para Fonu (IMF) istikrar 1
programını2 hem de Avrupa Birliği (AB) uyum kriterlerini takip edeceğine
garanti vermesi bu minvalde düşünülmelidir. Nitekim, IMF tarafından
hazırlanan sıkı maliye politikası, kamu açığını kapatmaya dayalı antienflasyonist politika, fiyat istikrarı ve yabancı sermaye akışı garantisi için
yüksek faiz oranlarının siyasal iktidar tarafından kabul edilerek “özerk”
Merkez Bankası (MB) tarafından yürütülmesinin kararlaştırılması bu
politikanın siyasal ya da toplumsal güçlerin etkisinden uzak tutulmasına
yöneliktir (Bekmen, 2014: 60). Sıkı maliye politikasının kamu borçlarını ya da
bütçe açığını azaltabileceği düşüncesi 2003‟de 4749 sayılı Kamu Finansmanı
ve Borç Yönetiminin Düzenlenmesi Hakkında Kanun ile hukuksal bir çerçeveye
oturtularak borç yönetimine yönelik etkin bir politika oluşturulmasına
çalışılmış ve böylece kamu hacamaları ve borçları üzerinde disiplin
kurulabilerek, bütçe hacamaları üzerinde kısıntıya gidilebilmiş bu da isikrar
anlamında güven sağlamıştır.
Krizden sonra ekonominin yönetiminde etkinliği artan IMF‟nin yanı
sıra ekonomi-politik dönüşümde önemli bir aktör haline gelen AB ise örneğin
Kopenhag Kriterlerinin üye ve aday ülkeler üzerindeki etkisi nedeniyle
sermaye gruplarına güven vermesinin “işleyen bir piyasa ekonomisi” için
önemini vurgular. Bu Kriterlerin ekonomik, siyasal ve toplumsal düzeylere
ilişkin öngörülen düzenlemeler üzerindeki belirgin etkisi, ulusal ve uluslararası
sermaye gruplarınca sürekli vurgulanan uzun dönemli ekonomik istikrara
yönelik katkısı nedeniyle önemlidir. AKP‟nin, güçlü yeniden yapılanma
programını üstlenerek, AB‟nin öngördüğü ekonomik ve siyasal düzenlemelerin
mali disiplinle birleşme derecesine uyum göstermesi bu bağlamda
düşünülmelidir (Öniş, 2009: 12).
“Makro-ekonomik istikrar”ı içermesinin yanı sıra kurala-dayalı,
depolitizasyon, stratejinin bir diğer sonucu aynı zamanda yolsuzluk karşıtı
programı da içerdiğinden, AKP‟nin hem uluslararası sermaye gruplarından
hem de uluslararası kurumlardan destek alarak iç siyasete yönelik
kırılganlığın üstesinden gelmesini de kolaylaştırmasıdır. Böylece kısa dönemli
sermaye akışının kesintisiz bir biçimde Türkiye‟ye gelebilmesi için hem
güvenilir bir ortam sağlanmış hem de herhangi bir finansal krizin
yaşanmaması yönünde beklenti artmış olmaktır (Bedirhanoğulları, 2007:
1246-1247).
Kapitalist küresel sistem içindeki değişikliklerin gerçekleştirilmesinde,
karar almanın siyasal karakterini gizlemenin, böylece politikaların
uygulanmasının etkinliğini arttırmanın (Burnham, 2000: 17) bir stratejisi
1
“İstikrar” kavramı ile kastedilen hedef, yabancı sermaye girişlerinin özendirilmesini
sağlamak için ulusal mali piyasalarda yüksek reel getiriye ulaşılması ve dış borç
ödemelerinin aksatılmadan sürdürülmesidir (Bağımsız Sosyal Bilimciler Grubu, 2007:
76-77)
2
4 Mayıs 2003 Tarihli IMF Niyet Mektubu
27
Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 10 (21), Ocak-Haziran 2015, s. 23-51.
olarak depolitizasyonun içerdeki görünümlerinden diğeri ise düzenleyici
kurulların varlığıdır. Bu aynı zamanda demokratik kurumlar ve süreçler
aleyhine uluslararası kurumların ajandalarındaki ekonomi-politik kararların bir
ulustan diğerine aktarılmasının, yani teknokratik kurumlara geçirilmesinin bir
sürecidir (Streeck, 2015: 365).
Örneğin krizden hemen sonra bankacılık sektörünün yeniden
düzenlenmesi Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurulu (BDDK)3
aracılığıyla olmuş ve bu kurul özellikle IMF programlarına bağlanmış devlet
gücü bağlamında sıkı bütçe gereklilikleri nedeniyle mali ve para disiplininin
zorlanması işlevini üstlenmiştir (Öniş, 2009: 14). Böylece küresel finansal
düzenleme sistemine sıkı sıkıya bağlı kalınacağı, krizden sonra finans
öncülüğünde sıkı bir entegrasyon ve neoliberal biçimin oluşmasıyla piyasa
belirsizliklerinin üzerinden gelinilebileceği öngörülmüştür (Bekmen, 2014:
61). Ekonominin özel bankalar alanındaki zayıflığına dayandırılan 1990‟ların
krizlerinin, likidite/nakit sorunu olarak anlaşılması, krizlerin bu biçimde
siyasal süreçlerin etkisinden uzak özerk kurullarla aşılabileceği düşüncesine
dayanır. Örneğin, hukuksal korumaya sahip MB‟nin özerkliğinin genişletilmesi
IMF‟nin sisteme daha fazla likit/nakit akıtma talebini de karşılayabilmesinin
yanı sıra enflasyonu da engellediğinden uluslararası finans sermayesi ile
iktidar partisi ve önde gelen sermaye örgütlerinin çıkarları örtüşebilmiştir
(Yılmaz, 2003: 82-83). Bu nedenle 1999‟da, krizden hemen önce,
kurulmasına rağmen düzenleme gücünün zayıflığı nedeniyle banka lobilerinin
direncini kıramaması, krizden sonra bankacılık düzenlemesinin uluslararası
standartlara yaklaştırılması için özerkliğinin genişletilmesi yoluna gidilmiştir
(Öniş, 2009: 15-16). Böylece MB özel bankaların finansal durumlarını
izleyerek finansal açıdan güçsüz olduğu belirlenen bankaların sermaye
güçlendirme planları üzerinde BDDK ile görüş birliğinde olarak bu planlar
üzerinde anlaşma sağlanılamayan durumlarda sözkonusu bankaların bir
sonraki gözden geçirmeye kadar çözüme kavuşturulması konusunda etkili
olmuştur. Bununla amaçlanan güçlendirilmiş düzenleyici bir çerçevede,
bankacılık alanında olası piyasa belirsizliklerini savuşturmak ve siyasal
süreçlerin belirsiz etkilerinden “hukukun gücü” ile koruma sağlamaktır (07
Temmuz 2006 Tarihli Niyet Mektubu).
Ekonomi yönetiminin devlet aygıtları arasında nasıl paylaştırıldığı ve
iktidarın bu aygıtlarda nasıl biçimlendiği BDDK‟nın bankaları kurtarma ve
sermayelerarası ilişkileri yeniden düzenleme görevlerinden izlenebilir. Örneğin
önemli derecede kardan pay almanın yanı sıra bu hakimiyet büyük sermaye
gruplarına ekonomi üzerinde büyük kontrol imkanı vermiştir. Bir yandan
kamu bankalarının özelleştirilmesi düzenlemelerini, diğer yandan mali yapısı
güçlü olmayanları Türkiye Tasarruf Mevduatı Fonu‟na (TMSF) devreden
3
Buna ilaveten, MB‟nin özerkliğinin düzenlenmesinin yanı sıra, tarımsal destekleme
politikalarının
tasfiyesini
hedefleyen
destek
politikalarının
kaldırılmasından
telekominikasyon, enerji, ihaleler ve bankacılık alanlarının yönetimini ve
düzenlenmesini amaçlayan özerk kurulların kurulması kararlaştırılmıştır (Boratav,
2007:180-182).
28
Kutun, M., 2016, “Türkiye Siyasetinde AKP‟li Uzun Yıllar: “Hukukun Üstünlüğü”nden „Dost‟ların
Demokrasisine”
BDDK‟nın karar organı içinde Bankalar Birliği‟nden bir temsilcinin bulunması
burjuvazinin temsili ve finans burjuvazisinin kurul içindeki etkisi bakımından
önemli bir göstergedir (Yılmaz, 2003: 83).
Bütün bunların yanı sıra düzenleyici çerçeve ile küresel finansal
sermaye ve yerel sermaye grupları ile kurulan ortaklık ve doğrudan
yatırımların 2000‟lerin ortasından itibaren rekor seviyelere ulaşması bu
süreçteki güçlü devlet düzenlemeleriyle ilgili olup “hukukun üstünlüğü” ya da
hukuksal koruma ile o güne kadar düşük düzeyde seyir gösteren
özelleştirmeleri de görülmedik biçimde hızlandırabilmiştir (Bekmen, 2014:
60).
Görüldüğü gibi, birçok analizin ulusal kapitalizme ya da sanayi, finans
gibi özgül sermaye fraksiyonlarına bakmasının (Savran, 2014; Tanyılmaz,
2014) aksine, sermayenin küresel niteliği, düzeni sürdürecek güçlü devleti
gerektirir. AKP de bu dönem farklı sermaye fraksiyonları arasındaki
çelişkilerin üstesinden gelerek genel olarak sermayenin çıkarlarını temsil etme
eğiliminde oldu. Politikalarında hem sermayenin hem de kendi siyasal
çıkarları arasındaki sınırları açıkça ortaya koyarak sermaye birikimine yönelik
desteğini sağladı.Yandaş kabul ettiği sermaye grubu ile ortaklıklar kurmakla
birlikte rekabet halindeki diğer sermaye fraksiyonlarını yoketmeye çalışmadı.
Kendisinin içkin olduğu gruba ayrıcalık göstermesinin yanı sıra diğer gruplara
da kendi ekonomik faaliyetleri için geniş alan açtı (Silverman, 2014: 150).
Örneğin Türk Sanayicileri ve İşadamları Derneği‟ne (TUSİAD) yönelik makro
ekonomik istikrarın yanı sıra bankacılık sektörüne yönelik düzenlemeler, vergi
reformunun
hızlanmasına
yönelik
talepler
ve
kamu
girişimlerinin
özelleştirilmesi sürecinde karşılaşılan yasal engellerin kaldırılmasıyla
sermayenin yeniden üretimini kendi özgül çıkarları ve ihtiyaçları ile
buluşturmuş oldu (Bekmen, 2014: 68-69). Öte yandan Mustakil Sanayici ve
İşadamları Derneği‟nde (MUSİAD) temsiliyet bulan küçük ve orta ölçekli
sermaye gruplarının kamu kredileri ve kamu teşviklerinden yararlanma
biçimindeki ekonomik talepleri de karşılanır oldu (Hoşgör; 2014: 292). Bu
grup finansal istikrara yönelik politikalardan şikayetçi olsa da, 1980‟den bu
yana süregelen ihracat odaklı büyüme stratejisi gereği, verili küresel
koşullarda avantaj sağlayıcı görece ucuz dış kredi ve desteklerden
faydalanabilmişlerdir. Özellikle merkezi ve yerel yönetimlerde ticaret ve
inşaat firmalarının kamu tekliflerinin önünü açan 2004 “Kamu Yönetimi
Reform”unun kamu mallarının ve hizmetlerinin piyasa aktörleri tarafından
piyasa koşullarında üretilmesi ve sunulmasının teşviki bu grup açısından
önemli olmuştur (Hoşgör, 2014: 318; Bekmen, 2014; 62). Bu grup IMF
yörüngesinden çıkmış bir ekonomik programdan ve TÜSİAD‟ın tersine bütçe
disiplinine yönelik esneklikten yana olsa da mali disiplin ve düşük enflasyon
düzeyi ile ekonomik büyümeden ve “istikrar”dan memnuniyet duymaktaydı.
Dolayısıyla bu dönem AKP‟nin bir yandan finansal istikrarın
gereklerine dayalı makro ekonomik koşulların inşaasını oluşturmasının bir
yandan da imalata dayalı sermayenin büyük sermaye ile oryantasyonunun,
bunların küresel sermayeye eklemlenmesinin, dış kredinin akışının
29
Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 10 (21), Ocak-Haziran 2015, s. 23-51.
sürekliliğinin ve parasal kaynak yaratımının ve finansal istikrarın korunduğu
bir dönem olması itibari ile genel olarak sermayenin çıkarlarını gözeten ve bu
çıkarlar önündeki yasal engelleri kaldıran bir içerikle kendi yeniden üretimini
de koruduğu bir dönem olmuştur (Bekmen, 2014: 63).
Buna ilaveten devletin genel olarak sermayenin çıkarını gözetmesinin
en açık halinin emek-sermaye arasındaki ilişkilerin örgütlenmesi ve
düzenlenmesi sırasında görünür oluşu; bu yöndeki politikalara bakmayı da
zorunlu kılar. Kapitalist toplumlarda devlet müdahalesinin merkezi aksları
olan bu ilişkiler sermaye birikiminin itici gücü olarak rekabet baskısı, üretimin
piyasa sınırları olmaksızın gerçekleşmesi ve ticari genişlemenin yanı sıra
emek gücünün yoğunlaşması, maliyetlerin düşmesi, iş gününün uzunluğu ve
ücretler üzerindeki baskı gibi yöntemlerle olur. Clarke‟in (1992) de belirttiği
gibi piyasanın sınırları göz önünde bulundurulmaksızın üretim güçlerinin
genişleme eğiliminin küresel birikim eğilimine bağlı oluşu rekabet üzerindeki
baskı ile sınıf mücadelesinin yoğunlaşması demek olduğundan hem bu
yoğunlaşmayı baskılayıcı hem de artı değeri artırmaya yönelik düzenlemeler
sözkonusu olur. Nitekim, 59. Hükümet Programı'nda piyasalara güven veren
bir siyasetten, finansal liberalleşmeyle, finansal ürün ve hizmet fiyatlarının
piyasa tarafından iç ve dış koşulları yansıtacak şekilde belirlenmesine imkân
sağlayan bir piyasa toplumu yaratma hedefinden sözedilmesi emek-sermaye
ilişkilerinin hangi bağlamda kurulduğunu yeterince açıklayıcı niteliktedir
(www.akparti.org.tr). Buna istaneden 2008‟de tamamlanmış olan yirminci
yeni stand-by anlaşmasının bütçede yüzde 6‟lık bir fazlayı amaçlamış olması
(1 Mayıs 2007 Tarihli IMF Niyet Mektubu) bütçe üzerindeki sosyal
transferlerin sınırının hafifletilmesi demek olduğundan devlet bütçesinde
yaratılan bu artı değerin sermaye gruplarının gelirlerine olumlu yansıdığı
düşünüldüğünde ekonomik krizin maliyetinin emek gruplarına yıkıldığı
görülmektedir (Bağımsız Sosyal Bilimciler Grubu, 2007: 76-77). Yapısal
düzenlemeler ve düşük enflasyon hedefleyen politikalarla birlikte bir bütün
olarak değerlendirildiğinde kamu gelirlerinin önemli bir kısmına bu gibi
yollarla el konulmasının işsizlik ile emek maliyetinin belli bir düzeyde
tutulmasıyla ilgili olduğunun da bunlara eklenmesi gerekir (Hoşgör,
2014:318).
AKP‟nin iktidara gelir gelmez düzenlediği 2003 tarihli 4857 sayılı 4 İş
Kanunu, Türkiye istihdam kurumuna yönelik düzenlemeler ve çalışanlar için
sosyal güvenlik hukuku gibi alanları bir yandan toplumsal ve siyasal
müdahalelerden ayırırken diğer yandan buralarda “genel çıkar” adına
sermayenin temsilcilerinin yasa yapma süreçlerinde doğrudan içerilmesi
(Bekmen, 2014: 67) emek-sermaye ilişkileri açısından devletin sınıf
karakterini ortaya koymaya yeter. Örneğin, bu sayede, finansal birikim
stratejisinin küçük ve orta ölçekli sermaye grupları için dezavantajlı durumları
4
Yasanın iş güvencesi hükümleri 10‟dan fazla işçi çalıştıran işyerlerinde uygulanacak ve
tazminat tutarı 6-12 ay arasında olacaktı. Ancak Meclis müzakereleri aşamasında
TOBB‟un devreye girmesi ve AKP grup başkanvekilinin verdiği önergeyle kapsam 30
kişiye çıkarılarak, tazminat tutarı da 4-8 aya indirilmiştir(Çelik,2012)
30
Kutun, M., 2016, “Türkiye Siyasetinde AKP‟li Uzun Yıllar: “Hukukun Üstünlüğü”nden „Dost‟ların
Demokrasisine”
emek ücretlerinin sistematik olarak düşürülmesi yoluyla telafi edilebilmiştir.
Bu grubun rekabetinin temelde ucuz ve esnek/informal çalışan emek gücünün
sömürüsüne dayalı olması, kamuda yeni istihdam biçimlerini, sözleşmeliliği,
ücretli adı altında parça başı çalışmayı ve emek gücünün esnekleştirilmesine
yönelik politikaların yaygınlaştırılmasıyla sonuçlanmıştır (Akça, 2014: 31;
Bekmen, 2014: 64).
Kapitalist ilişkilerin bu rasyonalitesi, Türkiye‟de 2001 ve başka bir
formda 2008 krizi sonrasında görüldüğü gibi, ekonomik ve siyasal yeniden
yapılanma dönemlerinde daha belirgindir (Gamble, 1991: 131-132).
Piyasanın olası en geniş koşullarının yeniden oluşturulmasını içeren
neoliberalizm, örneğin rekabet üzerindeki birçok sınırlamayı kaldırarak,
vergilendirmenin sınırlarını azaltarak, piyasa kurumlarını daha da
güçlendirerek hangi politikanın daha etkili olduğunun uygulanmasını, muhalif
grupların direncini kırmaya yönelik politikaları da içererek, şart koşar
(Gamble, 1991: 132; Hoşgör; 2014: 300). Bu otoriteryan form, kapitalist
sistemin gerekleri, bunun toplumsal yansımaları ve siyasal talepler üzerinde
devlet gücünü devreye sokarak piyasaların sonsuz ve sorunsuz genişlemesini
destekler. Geleneksel ve kollektif normların etkisini “genel çıkar” adına yok
ederek ekonominin daha genel modernizasyonu ile metalaşmasını
yükseltmeye çabalar (Wilkinsion, 2013: 546). Böylece bir yandan neyin genel
çıkar olduğu vurgulanarak piyasa kurumlarının koruyuculuğu üstlenilirken
diğer yandan da devlet, piyasa karşıtı sorumluluklarından arınarak piyasa
kurallarını “hukukun üstünlüğü” ile garantiye almış olur (Gamble, 1994; 3839). “Kapitalist üretim biçimi hukuksal düzen olmadan varolamaz” (Agnoli,
2000: 199) çünkü.
“Hukukun Üstünlüğü”nün Bir Yanılsaması Olarak Demokrasi
Ana-akım yazın açısından AKP‟nin ilk dönemi makro ekonomik
istikrarın sağlandığı, yüksek büyüme oranlarının göründüğü ve buna paralel
“demokratikleşme” yolunda çeşitli düzenlemelerin yapıldığı bir istikrar
dönemidir. Akdoğan‟ın (2004) islami değil “muhafazakar demokrasi” olarak
tanımlamasında da olduğu gibi AKP, milliyetçi-muhafazakar desteği ve
(Özbudun, 2014: 156) AB üyeliği ile uyumlu “muhafazakar küreselleşme”
yolunda (Öniş, 2015: 23) liberallerin de desteğini alarak geniş bir koalisyon
kurmuştur. “Demokratikleşme” yönündeki vaadleri, bu koalisyon için,
1980‟den
bu
yana
yürütülen
neoliberal
yeniden
yapılanmanın
sürdürülebileceği yönünde güçlü bir hükümet olduğuna ilişkin güven de
yarattı. O zamana kadarki hükümetlerin istikrarsızlık, yapısal düzenlemelerin
ertelenmesi, parlamenter sistemin tıkanıklıkları, populizm ve yolsuzluk gibi
kavramlar üzerinden “zayıf” olarak anılması AKP‟nin, demokratikleşme
dolayımı ile, siyasal istikrarı gerçekleştireceği öngörüsünü güçlendirdi.
Burada demokratikleşmenin temel liberal kriteri; devlet formunun
siyasal alan üzerindeki etkilerinin sınırlarının azaltılmasıdır (Akça, 2014: 36).
Çünkü, demokrasiden anlaşılan ekonomi/siyaset ya da devlet/sivil toplum
31
Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 10 (21), Ocak-Haziran 2015, s. 23-51.
ayrılığı bağlamında anti-devletçiliğe denk gelen devletin toplumsal sınıflara
uzaklığı ile toplumsal sınıflar karşısında nesnel olacağı varsayımıdır. Sivil
toplumdaki çıkar gruplarınca devletin zayıflatılarak antagonistik ilişkilerin
üstünde ya da ötesinde duramayacak oluşu, bu çıkarların nesnesi haline
gelmesine ve sonunda “dost-düşman” ayrımını yapamamasına neden olacağı
düşüncesidir bu. Hem Hayek hem de Schmit için demokratik müdahaleci
devletin varlığının anlamı siyasal krizlerin ortaya çıkması ve “zayıf” devletin
hukukun üstünlüğünü koruyamayacak oluşudur (Schmitt, 2006; Hayek,
2004). “Zayıf” devletin “hukukun üstünlüğünü”, dolayısıyla düzeni
sürdüremediği durum, AKP‟nin ikinci döneminde de görüleceği üzere istisna
durumunda otoriter devletin yasalara dayalı liberal hukuku bireysel önlemler
ve emirler lehine terketmesi olacaktır.
Nihayetinde, ana-akım yazının liberal demokrasinin gelişememesinin
nedenini devletin otoriter eğilimlerine dayandırması bu dönem AKP‟ye verdiği
destekde etkili oldu. Çünkü burada otoriterlik, devletin ekonomi ilişkilerine
müdahale ederek geniş dağıtımcı politikalar pratiğinde alan bulması ile
ilgilidir. Devletin toplumsal çıkarların bir nesnesi haline gelerek zayıflayacak
olması kapitalist ilişkilerin yeniden üretimi için sorundur. Çünkü, bir burjuva
devlet olarak güçlü devlet formuna daha etkili davranma olanağı veren onun
toplumun üzerinde ve topluma bağımsızmış gibi görünmesidir. Kitle
demokrasisinin baskılarına karşı kendi bağımsızlığını koruyamayacak
durumda olması otoritesini kaybetmesine neden olacağından güçlü bir form
alması gerekmektedir (Bonefeld, 2006: 240). Bu anlamda hukukun
üstünlüğü, devleti sivil toplumdan koruyan, siyasal iktidarın tekelini
garantileyen ve toplumun politikleşmesini engelleyerek emek-sermaye
ilişkilerinin ve siyasal alanda yer alan farklı toplumsal grupların demokratik
mücadelelerin önüne set çeken bir araç olarak (Cristi, 1994: 526)
anlaşılmalıdır.
Kapitalist devletin “hukukun üstünlüğü”ne dayanılarak yapılan
vurguyu da bu bağlamda anlamak gerekir. Nitekim, AB uyum kriterlerinin
AKP için stratejik bir ittifak kabul edilmesiyle amaçlanan hukukun üstünlüğü,
özellikle, “sivilleşme” olarak tasavvur edilen askerin sivil siyaset üzerindeki
etkisinin azaltılmasından kürt sorununun çözümüne kadar siyasal iktidarın
kitle demokrasisi araçlarıyla zayıflatılmaması amacına dönüktür. Bu minvalde
AKP‟nin demokratikleşme vurgusu da onun merkeze doğru seçim desteğini
sağlarken aynı zamanda askeriye ve Anayasa Mahkemesi gibi kurumlar
karşısında siyasal pozisyonunu güçlendirmesinde hayati bir önem arz etti.
Sivil toplum alanında olduğu varsayılan kitlelerin temel hak ve
özgürlüklerinden ziyade ağırlıklı olarak askeri rejimin bir unsuru olarak
adlandırılan “bürokratik elitlere” karşı “demokratik” mücadele bağlamında
gerçekleşti bu. Örneğin Milli Güvenlik Kurulu‟nun (MGK) iç siyasetteki rolünün
azaltılması kapsamında Genel Sekreterliğinin işlevleri siyasal iktidarın
askeriyeden özerkliğini sağlamaya yönelik düzenlemeleri içerdi. Devletin milli
güvenlik siyaseti çerçevesindeki görev tanımı ve siyasetin tayini, tespiti ve
32
Kutun, M., 2016, “Türkiye Siyasetinde AKP‟li Uzun Yıllar: “Hukukun Üstünlüğü”nden „Dost‟ların
Demokrasisine”
uygulanmasında tavsiye kararı alarak gerekli koordinasyonun sağlanması
biçiminde sınırlandırıldı (www.resmigazate.gov.tr).
Askerin sivil siyaset üzerindeki etkisinin azaltılması yönündeki belirgin
düzenlemelerini toplumsal alana yönelik oldukça sınırlı olanları izledi ki
bunların birçoğu aşağıda görüleceği üzere ikinci döneminde fiilen ortadan
kalkmış olacaktır. İdam cezasının kalkması, uluslararası hukukun iç hukuk
üzerindeki anayasal üstünlüğünün kabulu, Devlet Güvenlik Mahkemeleri‟nin
(DGM) kalkması, cinsiyet eşitliğinin anayasal güvencesi, ceza hukuku ve terör
karşıtı yasadaki bazı küçük değişikliklerden ibaretti bunlar (Saatçioğlu, 2014:
92).
Dolayısıyla AKP‟nin “başarı” olarak tarif edilen ekonomi politikasının
demokratikleşme yönelimli düzenlemelere paralel bir seyirde düşünülmesi
toplumsal bir güç olarak farklı sermaye gruplarının güçlü ve istikrarlı bir
hükümetle “ortak düşman”a karşı bir koalisyonda bir araya gelmeleriyle
ilgilidir. Burada bu istikrar halinin korunmasının, yukarıda da görüldüğü gibi,
hukukun üstünlüğü ve depolitizasyon araçlarıyla güçlü devletce korunmasının
demokrasiye ters bir şey olmayıp depolitizasyonun da bizzat parlamenter
faaliyetlerin işlediği bir süreçle ilgili olduğunun vurgulanması gerekir
(Burnham, 2000: 19).
“Demokratikleşme” yönünde yapılan düzenlemelerle birlikte sermaye
gruplarının bunları destekleyici ve yönlendirici raporları da bu bağlamda
değerlendirildiğinde parlamenterizmin kendi formunda bir bütün olarak
toplum adına kapitalist toplumun temsilcisi ya da kapitalist çıkarların topluma
üstün gelmesinin bir ifadesi olduğu görünür. Böylesi bir toplumda demokratik
biçimin temsil kurumları, yöneten sınıfın çıkarlarının bir kurumu olup yöneten
sınıfın kendi çıkarı da nüfusun geri kalanının gerçek çıkarınaymış gibi bir algı
yaratır (Bonefeld, 2006: 238). Parlamenter çoğunluğun politizasyona açık
ilkelerinin
işlevsizleştirilmesi
bunun
bir
yoludur.
Ekonomik-siyasal
birliğin/istikrarın sağlanmasının araçlarından biri olarak “iki parti sistemi”nin
temsiliyetinin çoğulcu siyaseti parlamento dışı bırakıyor oluşu ise bu anlamda
oldukça etkili bir yoldur. AKP‟nin, derin istikrarsızlık ve kriz ortamının
ardından siyasal iktidarı ele geçirmesi, tam da siyasal birliğin ya da serbest
piyasanın “dostu” olmayan radikal partilerin, hareketlerin, örgütlenmelerin
yani bütün “düşman”ların siyasetin mevcut seçim barajı ile dışarıda
tutulmasının da bir sonucudur. 1980 askeri darbesi sonrası hukukun yeniden
yapılanmasının bir ürünü olan siyasal partiler kanunu ve %10 seçim barajının
bugün halen değişmemiş olması, Hayek‟in (2004: 89) de vurguladığı gibi,
çoğulcu siyasal sistemde neoliberal politikalar için parlamenter uzlaşmanın
zorluğu nedeniyledir. Darbe sonrasında siyasi istikrar amacıyla benimsenen
seçim barajının bugün halen aynı oranda tutulması, bunun küçük-radikal
partilere oy vermeyi bütünüyle imkansız hale getirmesi AKP‟nin oylarının her
seçimde yükselmesini sağladığı gibi onun tek parti iktidarını sürdürmesini de
olanaklı kılmaktadır.
33
Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 10 (21), Ocak-Haziran 2015, s. 23-51.
Nihayetinde neoliberal siyasetin pratiği gerçekte demokrasinin
geçersizliği ve depolitizasyon politikaları olup hukukun üstünlüğü ve ekonomi
sorunlarının teknokratizasyonu aracılığıyla toplumsal muhalefetin bastırılması
ve demokratik kitle hareketlerinin baskılanmasına yöneliktir. AKP‟nin islami
kökleri olan partilerle bağlarını koparıp merkez sağı yeniden oluşturarak
neoliberal popülizminin kapitalist ilişkilerin bugünkü formu ile tümüyle uyum
göstermesinin bir ifadesi olarak otoriteryan devlet bunun bir görünümüdür.
Bir yandan askerin sivil siyaset üzerindeki etkisini azaltarak gücünü
pekiştirirken diğer yandan “terör karşıtı”5 yasayı düzenleyerek 2007‟ye kadar
kürt karşıtı tavırla asker ile yakın ilişkilerde olmaya çabalaması da bu
otoriteryanizmi destekleyen bir durumdur (Saatçioğlu, 2014: 92). Ayrıca
demokratikleşme adına “sivilleşme” yönelimli düzenlemelerle asker merkezli
neoliberal ulusal güvenlik devletini zayıflatmasına karşın, bunun yerine polis
ve yargı merkezli bir form koyarak daha kendi tekelinde bir nüfuz alanı da
yaratabilmiştir. Bu sayede güvenlik ve özgürlükler arasında bir denge
gözettiği iddiasının aksine temel haklar ve özgürlükler aleyhine demokrasinin
ön şartı olarak önceliği güvenliğe vermiştir. Örneğin Danıştay‟ın yürütmeyi
durdurma kararlarına rağmen, sermaye örgütlerinin baskısıyla, özellikle lastik
ve cam gibi büyük ölçekli ve etkili sektörlerde grevlerin6 neredeyse
tamamının milli güvenlik ve genel sağlık gerekçesiyle ertelenmesini bu
minvalde düşünmek gerekir. Çünkü serbest piyasanın bizzat kendisinin devlet
otoritesi ile ekonomik etkililiği geliştirme ihtiyacı, bireysel haklar ve ilkelerin
önünde geldiğinden devletin görevi toplumun heryanına bu otoritenin nüfuz
etmesini sağlamaktır (Gamble, 1994: 43). Liberalizmin doğası ya da
kapitalizmin ve onun demokrasi ile ilişkisinin otoriteryan devlette somutluk
kazanması Schmitt ve Hayek‟in de desteklediği üzere devletin ekonomi ve
piyasa adına demokratik taleplerin temsilcisi olmaktan korunması demektir.
Hayek‟in serbest piyasa koşullarında devletin demokratik olup olmadığı
konusuna ilgisizliğinin yanı sıra Schmitt‟in bizzat ekonomiyi devlet otoritesi ile
ilişkilendirmesi kapitalist ekonominin dizaynı ve korunmasında “bırakınız
yapsınlar” ilkesinin devlet konusundaki sınırını gösterir. Örneğin Schmitt
(2006) için çoğulcu demokratik müdahalelere karşı devletin sürekli varlığı
gerekli olmakla birlikte özel sermayenin ayrıcalıklarının çiğnenmemesi esastır.
Streeck‟in (2015: 365) de yerinde tespitiyle piyasanın devamlılığı ve
ekonominin yönetimi için demokratik siyasal taleplerin ve iddiaların siyasal
otorite tarafından savuşturulması, piyasaya yönelik müdahalelerde, bunun,
kimin çıkarına olduğu ile ilgilidir.
5
Teror karşıtı yasadaki (md 8) devletin birliğine ve bölünmezliğine karşı propagandanın
kaldırılması, (md. 7) teror örgütüne yardımın ve propagandanın alanının “şiddete
kışkırtmak”la sınırlandırılması, (md. 159) Ceza Kanunu‟da açıkça Türklüğü aşağılama
suçunun kapsamının azaltılması biçimindedir (Saatçioğlu, 2014: 92).
6
Dava dosyaları bu grevlerin açıkça sermaye örgütlerinin istekleri doğrultusunda
ertelendiğini ortaya koyuyor (Çelik, 2012)
34
Kutun, M., 2016, “Türkiye Siyasetinde AKP‟li Uzun Yıllar: “Hukukun Üstünlüğü”nden „Dost‟ların
Demokrasisine”
Kriz ve AKP’nin İkinci Dönemi (2008-): “İstikrarsızlık” ve “İstisna
Durumu”
İlk dönemindeki piyasa, demokrasi, devlete karşı toplum gibi
özgürlükler, hem piyasa ekonomisini güçlendirmeye hem de siyasal alanı
genişletmeye yönelik çelişkili söylemlerin yerini toplumun her alanına nüfuz
eden, otoriterliğin de ötesinde, “istisna durumu”nu anımsatır pratiklerin
hayata geçirildiği bir dönemdir. Schmitt‟te karşılık bulan güçlü ve etkin devlet
kavramının neoliberal serbest piyasa ile formülasyonu olarak “istisna durumu”
burada sıradan bir olağanüstü hali ya da bir sıkıyönetim durumunu değil,
devletin bekasının son derece büyük bir tehlikeyle ve tehditle karşılaştığı bir
durumu anlatır. Temel özelliği hukukun askıya alınması ise, başka bir özelliği
de siyasal pratikler düzeyinde de olsa yasama, yürütme ve yargı arasındaki
ayrımın kaldırılması, yani kuvvetler birliği ile gücün merkezileştirilmesidir.
Devletin “hukukun üstünlüğü” ile nesnelmiş gibi görünmesinin aksine, daha
belirleyici ve keyfi olduğu, bunu da istisnai niteliğinden aldığı durumdur. Bu
Schmitt için tam da siyasal olanın özünün ortaya çıktığı varoluşsal bir duruma
tekabül eder (Schmitt, 2006: 63).
2008 krizi sonrası gerek ekonomik gerekse siyasal toplumsal
kutuplaşmanın derinleşmesi karşısında “hukukun üstünlüğü” ile yürütmenin
daha da merkezileşmesinin yanı sıra bunun yetersiz kaldığı durumlarda,
egemen olma sıfatıyla, çatışmaları çözmek için “istisna durumu”na yaraşır
pratiklerde bulundu. Bunlar keyfilik ve politizasyon gibi “karar veren” olma
niteliğinin daha görünür olduğu pratiklerdi. Serbest piyasa ve güçlü devlet
formülasyonunun araçları ile, bu sefer “hukukun üstünlüğü”nün yanı sıra
“keyfilik” ve politizasyon, hem krizin etkilerinin üzerinden gelmek hem de
“siyasal birlik”i sürdürmek adına otoriteryan niteliğinin sınırlarını genişletip
toplumsal alanın her yanına nüfuz edebildi. Toplumsal ayrışmanın ve
kutuplaşmanın derinleştiği “dost”ların ve “düşman”ların her somut durumda
yeniden belirlendiği ve siyasetin bu belirlenim üzerinden kurulduğu bir süreç
oldu bu.
Kapitalist Devletin Bir Başka Aracı Olarak “İstisna Durumu”
AKP‟nin ikinci dönemi olarak aldığımız 2007 sonrası dönem ekonomik
bakımdan göreli durgunlukla karakterizedir. Türkiye ekonomisi 2008 küresel
finansal krizini atlatmasına rağmen ekonomik performansı, özellikle küresel
finansal çevrede, bir önceki dönem kadar etkili değildir (Öniş, 2015: 23).
Kriz, bütçeden yapılan harcamalar ve sermayeye tanınan teşvikler sayesinde
hafif atlatılırken, küresel sermaye için halen Türkiye‟nin seçenekler arasında
gidilebilecek bir yer olarak kaldığını fark etmesi dışarıya çıkmış olan
sermayenin 2009‟un ikinci yarısından itibaren tekrar içeri akmasıyla devam
etti (Sönmez, 2014: 181). 2001 krizi sonrasında finans sistemini sağlam bir
bankacılık sistemine oturtmuş olması Türkiye‟nin uzun süren bir durgunluğa
girmemesinin de bir nedeniydi (Savran, 2014: 99). Bu sayede 2009‟daki
durgunluğun ardından 2010 ve 2011‟de tekrar ve çok daha yüksek oranlarda
35
Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 10 (21), Ocak-Haziran 2015, s. 23-51.
büyümeye7 tanık olunsa da Savran‟ın‟da belittiği gibi kriz süresince dünya
konjonktürü için Türkiye‟nin durumu önemli olmakla birlikte kendisiyle benzer
sosyoekonomik yapıya sahip ülkeler arasında bu konjontürden yararlanma
konusunda en zayıf ülkeler arasında oldu. Diğer “yükselen piyasa”
ekonomileri cari açık sorununu köklü biçimde çözerken Türkiye için bu, sorun
olmaya devam etmiştir (Savran, 2014: 99). Yine de küresel krizin Türkiye‟ye
yansıması, gerileyen büyüme oranları, artan enflasyon, işsizlik, bozulan
finansal disiplin ve büyüyen cari açık biçiminde olmuştur. 2008‟den sonra Batı
Avrupa piyasasının çökmesi, ihracatın ve dış finansın azalması istihdamı ve iç
talebi düşürmüştü. Aşamalı olarak Orta Doğuya ve diğer İslami ülkelere
ihracat oranı artsa da bu, Batı Avrupa‟daki piyasaların çöküşünden
kaybedilenin telafi edilmesine yetmedi.
Ekonomik durgunluğun yanı sıra 2009 yerel seçimlerinde oylarının
2002‟den bu yana yüzde 38 gibi en düşük seviyeyi görmesi depolitizasyon
stratejisinin güvenirliliği sorununu da yarattı. Bu nedenle AKP‟nin ikinci
döneminde kapitalist ilişkiler bağlamında ilk dönemine kıyasla birbiriyle daha
çelişkili politikaların uygulanması sözkonusu oldu. Sermaye birikiminin
dinamiklerine bağlı olarak depolitizasyon ve politizasyon stratejilerinin birlikte
kullanımının sözkonusu olmasının yanı sıra, farklı sermaye fraksiyonlarının
taleplerinin karşılanmasına çalışılsa da zaman zaman bu yöndeki
düzenlemelerin özellikle iki fraksiyon arasındaki gerilimi yükseltmesi de söz
konusu oldu. Bu, Erol‟un da belirttiği gibi, hem ekonomik kriz hem de iç
siyasal krizler nedeniyle toplumsal ilişkilerin yönetiminde ortaya çıkan
çelişkilerin ve gerilimlerin bastırılmasında gücünün daha da merkezileşmesi
ve otoriteryan pratiklerinin artmasıyla sonuçlandı. Haliyle bu süreç aynı
zamanda depolitizasyon yani kurala dayalı politikalar ile politizasyon ya da
keyfi kararlara dayalı pratikler arasındaki gerilimleri de beraberinde getirdi
(Erol, 2016: 235).
2008 krizinden itibaren IMF ve AB gibi kurumlara olan bağlılığın
azalması nedeniyle IMF anlaşmasının sona ermesi ve TUSİAD‟ın yenilenmesini
istemesine rağmen AKP‟nin imzalamamasının nedeni, bunun mali disipline
zorlaması ve iç piyasaya yönelik sermaye gruplarının çıkarlarının aleyhine
olmasıdır. Çünkü AKP, bu dönem küresel krizin de etkisiyle, daha fazla mali
disiplinden ziyade küçük ve orta ölçekli sermaye gruplarına dayalı bir
ekonomik büyümeye odaklandı. Bu nedenle IMF tarafından öne sürülen vergi
7
Türkiye küresel krizin etkilerinin yavaş yavaş hissedildiği 2008 yılını yüzde 0,7‟lik
düşük bir büyüme oranıyla atlatırken; krizin en ağır sonuçlarının ortaya çıktığı 2009
yılında ise yüzde 4,8 küçülmüştür. Türkiye, iç talebin büyümeye yüksek oranlı katkısı,
sabit sermaye yatırımlarındaki artış ve özel sektör faaliyetleri sonucu 2011 yılını
dünyanın en hızlı büyüyen ekonomilerinden biri olarak yüzde 8,8‟lik bir GSYH artışı ile
tamamlamıştır. 2012 yılında ise iç talep, makro ihtiyadi tedbirler sonucunda
yavaşlamış; Avrupa‟daki krizin devam etmesine rağmen ihracatın pazar çeşitlendirmesi
sonucu büyümeye olumlu katkısıyla 2012 yılında yüzde 2,1‟lik, 2013 yılında yüzde
4,1‟lik ve 2014 yılında yüzde 2,9‟luk bir büyüme performansı sergilenmiştir. 2014
yılında kişi başı GSYH değeri 10 bin 404 Dolar, cari fiyatlarla GSYH ise 800,107 milyar
Dolar olarak gerçekleşmiştir (Sanayi Strateji Belgesi, 2015: 19)
36
Kutun, M., 2016, “Türkiye Siyasetinde AKP‟li Uzun Yıllar: “Hukukun Üstünlüğü”nden „Dost‟ların
Demokrasisine”
sisteminin kayıt altına alınması ve kamu harcamalarında kısıntıya gidilmesi
talebini içeren kemer sıkma politikası kabul edilebilir değildi. Bunun yerine,
daha fazla iç piyasaya yönelik olması nedeniyle, Mart 2008-2011 dönemi için
Dünya Bankası‟ndan (DB) gelecek kredilerle ilgili olarak sektör politikalarının
düzenlenmesine yönelik “ülke işbirliği stratejisi” (Bağımsız Sosyal Bilimciler
Grubu, 2008: 65) imzalandı. Küresel sermayenin içinde bulunduğu kriz,
AKP‟yi içe dönük bir büyüme politikasına yönlendirdiğinden, mali disiplin
zayıflatılarak hem devlet kurumları odaklı siyasal esnek vergi toplama
sisteminden hem de AKP kontrolündeki belediyelerle yakın ilişkiler sayesinde
harcamaların temel faydalanıcıları olmaları nedeniyle iç piyasaya yönelik
destekleyici politizasyona açık politikalar sözkonusu oldu (Hoşgör, 2014:
315). Ancak, iç piyasa yeniden ekonomik büyümenin motoru haline
getirilmeye çalışılsa da kriz sonrasındaki dış kredi ve fonların azalması
nedeniyle iç piyasa alanı da küçüldü. Ekonomik büyüme halen dış fonun
bulunabilirliğine bağlı olduğundan bankalar, özel sektöre yönelik kredileri
düşürüp faizleri yükseltip ve finansal sıkıntı içindeki şirketlerden kredilerini
geri isteyince küçük ve orta büyüklükteki işletmeler günlük işlemlerini
sürdürebilecek
dolaşan
sermaye
bulmakta
zorlandıklarından
bütçe
transferleri, faizsiz krediler, borç vadesinin uzatılması gibi politizasyona açık
politikalar sözkonusu oldu.
Nitekim enflasyon, siyasi istikrarsızlıklar ve kamu harcamalarının
bütçe üzerinde yarattığı baskılar üzerine TÜSİAD ve Türkiye Odalar ve
Borsalar Birliği (TOBB) gibi önde gelen sermaye grupları mali disiplinin
gerekliliğini açıkça ifade ederek, hükümeti popülist politikalar izlemekle
suçladılar. Bu grup, artan yerel yönetim ödenekleri, özelleştirme gelirlerinin iç
borçların geri ödenmesinde kullanılması ve işsizlik fonunun işsizlere ödenmesi
yerine kamu harcamalarına yönlendirilmesini ve ödenmemiş sosyal güvenlik
primleri için çıkarılan affı eleştirerek, faiz dışı fazlanın düşürülmesini talep
ediyordu (Hoşgör, 2014: 315). Küresel ekonomik kriz nedeniyle büyüme
oranlarının dramatik biçimde düşmesi karşısında, mali disiplinin esnetilerek
kamu açığının önemli bir sorun olmaya devam etmesi bu grup açısından,
önceki dönemin aksine, ekonominin yönetimi açısından çeşitli belirsizlikler
demekti. İhracat odaklı büyüme stratejisinin büyük ölçüde ithalata bağlı
olması ve bu yönde uygulanılan politikaların açığın büyümesinin başlıca
nedenlerinden biri olması bu grup için kaygı vericiydi.
Küresel ekonomik kriz ve farklı sermaye fraksiyonlarından gelen
endişeler/baskılar karşısında AKP‟nin gücünü kaybetmeye başlaması onun, bu
sefer politizasyona sarılarak ekonominin yönetimini yürütme gücünün
müdahalelerine daha açık bir hale getirmesine ve daha fazla kendi
kontrolünde bir merkezileşmeye neden oldu. IMF anlaşmasının bozulmasının
ardından neoliberal düzenleyici çerçevede ve kurumlarda yönetim düzeyinde
ortaya çıkan belirsizlik ise AKP‟nin özellikle ekonomi yönetimi konusunda
devlet kurumlarını neoliberal bir çerçevede yeniden düzenleyerek “istisna
durumu”na yaraşır “karar verici” bir siyasal formla hem krizin etkilerini
gidermeye hem de gücünü derinleştirmesiyle aşılmaya çalışıldı.
37
Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 10 (21), Ocak-Haziran 2015, s. 23-51.
Bu yöndeki düzenlemelere bakıldığında örneğin, 2010 Anayasa
değişikliğinin ekonomi politikaları açısından önemli sonucu; yargının
yürütmeye bütünüyle tabi kılınmasıdır. Yürütmenin yargısal denetimine ilişkin
yasanın değiştirilip yoruma açık hale getirilmesi bunun önemli bir
görünümüdür. “Yargı yetkisi, idari eylem ve işlemlerinin hukuka
uygunluğunun denetimi ile sınırlıdır” ifadesinin; idari yargının hukukilik
denetimi ile sınırlandırılıp, “yerindelik” denetimi ile sınırlandırılamayacak
olması nedeniyle 2000‟li yıllar boyunca birçok neoliberal düzenleme “kamu
yararı”na aykırılıktan iptal edilebilmişti (Oğuz, 2012: 93:92). Değişiklik,
“yerindelik denetimi”ni kaldırdığından hükümetin çıkardığı neoliberal
düzenlemelerle ilgili Danıştay‟a başvurma yolu tümüyle kapandı. İdari
mahkemelerin verili yasalara ve “kamu yararı”na dayanarak yürütmenin
eylemlerine karşı gelmesi ve iptal etmesinin özellikle ekonomi ile ilgili
konularda sıkıntı oluşturması bu değişikliklerin temel nedeni oldu. Böylece bu
çeşit düzenlemeler siyasal iktidarın gelir getiren “keyfi” eylemlerini ya da
ekonomi politikaları konusundaki nüfuzunu kolaylaştırarak (Boratav, 2016: 6)
iç piyasaya yönelik sermaye gruplarına kaynak aktarımını kolaylaştırmış oldu.
Genel seçimlerden hemen önce çıkarılan, 2011 tarihli 6223 sayılı
“yetki kanunu” ise kamu hizmetlerinin düzenli, süratli, etkin, verimli ve
ekonomik bir şekilde yürütülmesini sağlamak üzere; ekonomiyle ilgili kamu
kurum ve kuruluşlarınca yürütülen faaliyetlerin koordinasyonunu sağlamak,
ekonomi ve siyasete ilişkin hedef ve stratejilerini belirlemek ve böylece iç ve
dış ticarete yönelik hizmetlerin daha etkin ve verimli bir şekilde sunulabilmesi
için
yeni
bir
bakanlık,
Kalkınma
Bakanlığı,
kurulmasını
sağladı
(www.resmigazate.gov.tr). Ulusal ve uluslararası ekonomik gelişmeler
ekseninde dönüşen kalkınma anlayışı ile yeni neoliberal sanayileşme planının
daha merkezi ve güçlü bir kurumla yürütülmesi demekti bu. Doğal, beşeri ve
ekonomik olmak üzere her türlü kaynak ve imkânların tespit edilerek bölgesel
gelişme alanlarında, ulusal ve yerel düzeyde (ww.turkiye.gov.tr) yeni piyasa
alanları ve kaynakları oluşturup sermaye birikiminin tıkanıklıklarının
üstesinden gelmekti amaç. Bu Bakanlıkla ilişkili olarak tüm bakanlık ve kamu
kurum ve kuruluşlarının üstünde yer alarak ekonomik koordinayonu sağlama
işlevindeki Yatırım Ortamını İyileştirme Koordinasyon Kurulu (YOİKK) ve
Ekonomi Koordinasyon Kurulu (EKK) gibi kuruluşlar yine bu amaç içindir.
Sekretaryası Hazine Müsteşarlığı tarafından yürütülmekte olan EKK8, kriz
yönetimi bağlamında 2009 tarihinde kurulmuş, ekonomik istikrarla ilgili
gelişmelerin izlenmesi, kredi, finans, maliye ve borçlanmaya kadar ekonomi
politikalarının tespiti, uygulanması ve güncelleştirilmesi koordinasyonunun
sağlanması ve küresel ekonomik gelişmelerin izlenmesi için oluşturulmuştur
(www.hazine.gov.tr). 2016‟da yapısı ve çalışma usul ve esasları yenilenen
YOİİK ise Türkiye'deki yatırımlarla ilgili düzenlemelerin rasyonel hale
getirilmesi, yatırım ortamının iyileştirilerek rekabet gücünü arttırıcı
8
Ekonomi Koordinasyon Kurulu, DPT Müsteşarlığının bağlı olduğu Bakanın
başkanlığında Maliye Bakanı, Sanayi ve Ticaret Bakanı, Hazine Müsteşarlığının bağlı
olduğu Bakan ve Dış Ticaret Müsteşarlığının bağlı olduğu Bakandan oluşmaktadır.
38
Kutun, M., 2016, “Türkiye Siyasetinde AKP‟li Uzun Yıllar: “Hukukun Üstünlüğü”nden „Dost‟ların
Demokrasisine”
düzenlemeleri tespit edip ulusal ve uluslararası sermayenin karşılaştığı
yönetsel engellere çözüm üretmek ve özel sektör faaliyetlerini güçlendirmek
üzere kurulmuştur (www.yoikk.gov.tr).
Sanayi Strateji Raporu (2015-2018), sermayenin yüksek talebin
olduğu alanlara yönelik yatırım yapması, daha çok yurtiçi tasarrufla finanse
edilen ve ihracattaki verimlilik artışına dayalı bir strateji setiyle ulaşılan
büyüme oranlarının yakalanması ve verimlilik odaklı bir yaklaşım ve rekabet
gücünün artırılması dolayısıyla yüksek ve istikrarlı büyüme yönündeki
neoliberal stratejiler konusunda piyasa ve devlet koordinasyonunun önemini
vurgular. Bu kapsamda; imalat sanayinin verimlilik düzeyini artırmak için
teknolojinin yanında ucuz emek gücünün de etkin bir şekilde kullanılması
sözkonusudur (Sanayi Strateji Raporu, 2015: 20).
Bu kuruluşların görevlerinden, kuruluş amaçlarından ve hedeflerinden
de anlaşılacağı üzere sermayenin bilgi ihtiyacının bizzat devlet tarafından
karşılanarak yine bizzat devletin müdahil olduğu bir ekonomik koordinasyon
yoluyla tüm düzeylerin aynı yönde hareketinin sağlanması ve hem küresel
hem de yerel sermaye birikiminin güncel talepleriyle uyumunun
gerçekleştirilmesi bu dönemin temel özelliğidir.
Yine bu yöndeki başka bir pratik; bu süreçte örneğin MB‟nin
bağımsızlığının sorgulanması ve bunu bazı özerk kurulların, hükümetin bir
unsuru olarak, kapasitelerinin zayıflatılarak yeniden düzenlenmesidir. 2001
krizinden sonra düzenleyici kurulların kurulmasının aksine AKP‟nin bu
kurulların denetimini üstlenmesi onun “karar verici” gücünü daha da
pekiştirmesine başka bir örnektir. 2011‟de 649 sayılı KHK ile sekiz üst
kurulun özerkliğine son verilerek bakanlıkların kendileriyle ilişkili bağımsız
kurulların faaliyetlerini incelemek için yetkilendirilmesi ilgili bakanın üst
kurulların her türlü etkinliklerini denetlemekle sorumlu olması anlamına
gelmekteydi. Burada dikkat çekilmesi gereken bunların daha çok küçük ve
orta ölçekli sermaye gruplarıyla ilişkili olan şeker, tütün ve alkol piyasası gibi
küresel piyasa nezdinde daha az önemdeki kurullar olmalarıdır. Bunların
aksine küresel sermaye ile ilişkili ekonominin kritik sektörlerindeki kurulların
sorumluluğunda daha dikkatli davranıldı. Bu anlamda Babacan‟ın, “bağımsız
kurulların yetkilerinin yeniden tanımlanmasının zamanı” demesine istinaden
BDDK fiili olarak en yüksek bağımsızlığa sahip kurul olma özelliğini korumaya
devam etti. Bunu Telekomünikasyon Kurulu ve Enerji Piyasası Düzenleme
Kurulu (EPDK) gibi küresel sermayeye bağlı olanları izledi. Neoliberal
ekonomik çerçevenin etkili işleyebilmesi için önem arz eden bu kurulların
küresel sermayeyi ve TUSİAD‟ı temsil ediyor oluşu bu sektörlerle ilgili olarak
daha dikkatli davranılacağı demekti. Bu minvalde 637 sayılı KHK ile 2011‟de
Hazine Başkanlığı‟na bağlı olarak kurulan ve finansal sistemin bütününe
sirayet edebilecek sistemik risklerin belirlenmesi, izlenmesi ve bu tür risklerin
azaltılması için gerekli tedbir ve politika önerileri tespit ederek kamu kurum
ve kuruluşlarından her türlü veri ve bilginin alınmasını, kurumlar arasında
politikaların ve uygulamaların koordinasyonunu sağlamak üzere Finansal
İstikrar Komitesinin (www.hazine.gov.tr) kurulması da yine küresel
39
Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 10 (21), Ocak-Haziran 2015, s. 23-51.
sermayenin bizzat devlet gücüyle etkin işleyebilmesine yöneliktir. Nitekim 64.
Hükümet programında da MB‟nin fiyat istikrarını sağlamak için uygulayacağı
para politikası araçlarını doğrudan kendisinin belirlemesinin esas olduğundan
sözedilmesinin yanı sıra istikrarın sürdürüleceğine dikkat çekilerek küresel
sermayenin
taleplerinin
korunacağı
özellikle
belirtilmiştir
(www.akparti.org.tr.).
Böylece gerek kamu kurumlarındaki gerekse üst kurullardaki yapılan
değişikliklerin
tümü
birden
birikimin
hızla
değişen
koşullarının
yönetilebilirliğini kolaylaştırarak yetkinin doğrudan sermayenin bürokrasi
içindeki güncel temsilcileri ile siyasi iktidarda toplanmasını kolaylaştırarak
(Oğuz, 2012) “karar veren” niteliği ile ekonominin yönetiminde AKP‟nin
gücünü merkezileştirmesine yönelik araçlar oldu. Bu merkezileşme süreci
benzer mekanizmalarla Özal döneminde de sözkonusu idi. Yargı süreçlerinin
ve parlamenter yönetsel süreçlerin siyaset dışı bırakılarak yürütmenin alanını
genişletmesi, yasama gücünün yürütme gücünün çıkardığı yasa taslaklarının
onay kurumuna dönüşmesi ANAP döneminde olduğu gibi bugün de siyasal
iktidar için en önemli politizasyon aracını sağlamaktadır (Bekmen, 2014: 69).
Özellikle AKP‟nin ikinci döneminde verili “hukukun” yetersiz kaldığı
durumlarda “hukukun üstünlüğü”nün devre dışı bırakılarak özelleştirmeler ve
ihalelerle ilgili çok sayıda konunun parlamenter süreçler atlanarak yürütmenin
kontrolündeki mekanizmalarla çözülmesi ise politizasyonun başka bir sonucu
oldu. Özellikle ekonomi ile ilgili konularda siyasal karar alma süreçlerine
yönelik toplumsal müdahalelerin, parlamenter süreçler nezdinde dahi, bu
biçimde engellenmesi hem piyasanın hem de devletin kendi yeniden
üretiminin de garantisidir çünkü. Nihayetinde parlamenter süreçler nedeniyle
ivedilikle yasalaşamayacak konuları, siyasal karar alma süreçlerinin uzağında
tutmanın araçlarından biri olarak KHK‟lar ve bunun bugünkü güncel bir formu
olarak “torba yasa”, başkanlık sisteminin sürekli gündeme gelmesi, yasama
gücüne ait yetkilerin yürütme içinde bakanlıklara aktarılarak yönetmelik
düzeyinde kullanılmaya başlanması ve yargıdan kaynaklanan gecikmelere
yönelik artan siyasal baskı yürütme gücünün yasal süreçler tamamlanıncaya
kadar istisnai yetkilerle donatılması demektir.
Bu merkezileşme ve ekonomi politikalarının politizasyonu ya da yeni
yasama süreçleri ve yönetsel düzenlemelerle yolsuzluk da yükseldi ve
meşrulaştı. Enerji sektörü ve sosyal güvenlik ile ilgili satın almaları
kolaylaştırmak için Yeni Kamu İhale Hukukuna yönelik çeşitli düzenlemelerle
bu hukukun alanı sınırlandırıldı. Uluslararası sermaye piyasaları ve
kurumlarından fon sağlanması için yapılan Telekom ile Türk Hava Yolları
(THY) özelleştirmeleri uluslararası sermaye, DB, IMF ve hükümet arasındaki
anlaşmaların bir sonucu olarak düzenleme dışı tutuldu. Şeker ve tütün
piyasasının yeniden yapılanması da yine içeri ile sınırlı olmayan bir düzeyde
yolsuzluk gündemini açığa çıkardı (Bedirhanoğulları, 2007: 1248-1249).
Neoliberal program böylece daha da politize olarak bütün kamu
kurumları aracılığıyla kırsalın ve kentin özelleştirilmesinden zenginliğin
dağıtılmasına önemli bir işlev üstlendi. Çoğu zaman “piyasa” fiyatı olmadan
40
Kutun, M., 2016, “Türkiye Siyasetinde AKP‟li Uzun Yıllar: “Hukukun Üstünlüğü”nden „Dost‟ların
Demokrasisine”
sembolik fiyatlarla sermayedarlara özel mülkiyet olarak transfer edildiğinden
ilgili aktörler arasında buralardan elde edilen gelir akışı ve astronomik
sermaye edinimi genelleşti. Özellikle kamu mülkiyetinin genellikle sahipsiz
oluşu ve kolay transferi yoluyla doğrudan kaybedeninin olmaması bu
zenginliği ve gelir akışını daha da genelleştirdi (Boratav, 2016: 6). Başka bir
örnek; belediyeler ve yerel yönetimler teklifleriyle bu dönem TOKİ‟nin
iktidarın elindeki önemli rant kurumuna dönüşmesi oldu. Kamu arsaları
TOKİ‟nin eline verilerek buralardan elde edilen rant AKP‟nin yandaşı
sermayedarlara aktarıldı (Sönmez, 2014: 178-179). Nihayetinde ekonominin
yönetimi ile ilgili konularda kararların hangi sermaye grubunun faydasına ve
zararına olacağına, bu gruplar içinden kimlerin ödüllendirileceğine ve
dışlanacağına ilişkin yasal engellerin elimine edilmesi ya da duruma göre yasa
çıkarılması hem AKP‟nin gücünün merkezileşmesiyle onu “karar veren”
durumuna getirdi hem de sermayeden ihtiyacı olan desteği sürdürebilmesine
yaradı. Yolsuzluğun yürütme organının kimi kurumlarına nasıl sirayet ettiği ve
bunun çeşitli sermayedarlara nasıl uzandığı; 2013 sonunda AKP içinden üç
kabine bakanının oğlunun ve bir devlet bankasının genel müdürünün,
sermayedarlarının ve bürokratların dahil olduğu yolsuzluk iddiası ile ortaya
çıktı. AKP, bunu hükümeti zayıflatmak ve küçük düşürmek isteyen
uluslararası (ABD ve İsrail) aktörlerin ve onların Türkiye‟deki işbirlikçilerinin
(Gülen Hareketi9) komplosuna bağlarken (Özbudun, 2014: 158); TESK,
TOBB, TZOB, TÜRK-İŞ, TİSK, HAK-İŞ ve MEMUR-SEN gibi hükümet yandaşı
gruplar; yolsuzluk iddialarının ayrıştırmaya neden olduğunu ileri sürüp bu
tartışmanın istikrarsızlık getireceğini duyurup (www.evrensel.net) hükümetin
zayıflatılmasına karşı siper durarak o güne kadar kendilerine yapılan desteğin
karşılığını da vermiş oldular.
AKP iktidarının parlamenter siyasal süreçlerden ve toplumsal
güçlerden bağımsızlaşıp güçlü devlet formunun bir görünümü olarak bizzat
yürütme organının pratiklerinde somutlaşan, sermaye gruplarıyla kurduğu bu
yakın ilişkiler 1980‟lerde başlayan ve devam eden sürecin büyük ölçüde
tamamlandığını gösterir. 64. Hükümet programından da izlendiği gibi
kapitalist ilişkilerin siyasal taşıyıcısı olarak AKP ile serbest piyasa ilişkileri
daha fazla derinleştirilerek piyasaların taleplerinin bizzat devlet tarafından
karşılanması sözkonusu olurken özellikle emek gücüne ve örgütlenmesine
yönelik düzenlemelerle de emek gücünün toplumsal yeniden üretimi yani
politizasyonu süregelen çeşitli düzenlemelerle baskılanabilmiştir.
İşsizliğin yükselmesiyle birlikte yeni yatırım ve iş paketini devreye
sokan AKP iktidarının sendikalaşma hakkına, grev ve toplu görüşmelere
getirdiği sınırlamalar, 2003 İş Kanununun yanı sıra, 2011‟de torba yasaya
dayanarak emek süreçlerinin parçalanmasına yönelik yeni esnekliklerle
kolaylaştırıldı. KHK‟lara benzer biçimde sermaye birikiminin acil ihtiyaçlarını
karşılamaya dönük olan “torba yasa” emeğe yönelik tüm saldırıların
9
Bu olayın ardından Gülen Hareketi ve AKP hükümet arasındaki çatışmanın açığa
çıkması AKP koalisyonu içinde çatlak yaratarak siyasal krize neden oldu (Özbudun,
2014: 159).
41
Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 10 (21), Ocak-Haziran 2015, s. 23-51.
dayanağını oluşturdu10. Yine bu minvalde 2013‟de Bakanlık tarafından
hazırlanan Esneklik ve Ulusal İstihdam Stratejisi ise emek piyasasının
esnekleştirilmesine yönelik olarak; kiralık işçilik, yeni esnek çalışma biçimleri,
taşeron uygulamasının önündeki engellerin kaldırılması, geçici işçiliğin
yaygınlaştırılması gibi içeriği ile sermaye gruplarının taleplerini karşılamaya
ve
krizin
farurasının
emek
gücüne
yüklenmesini
kolaylaştırdı
(www.uis.gov.tr). Ki bu daha önce, 61. Hükümet programında, işgücü
piyasasının “katılıklarının” giderilmesi, esnekleştirilmesi hedefi ile sermayenin
önünü açıcı politikalarla piyasa ilişkilerinin emek gücü aleyhine
yaygınlaştırılacağı biçiminde belirtilmişti (www.akp.org.tr). Sendikaların karşı
çıkışlarına rağmen sermaye örgütlerinin yıllardır dile getirdiği kıdem tazminatı
fonunun kaldırılması ya da sınırlandırılmasına da yine bu programda yer
verilmiştir (www.akp.gov.tr). Emek gücü maliyetlerinin kısılmasına yönelik bu
gibi düzenlemelerin yine belirgin bir örneği esneklik, parça başı ücret gibi
pratiklerle kadın emek gücü istihdamının arttırılmasını özellikle kapsamına
aldı. Hem Sanayi Srateji Raporu hem de 64. Hükümet programından da
izlendiği gibi 2008 krizinin etkilerini gidermeye yönelik önlemler içinde,
özellikle imalat sanayinde, kadın istihdamının arttırılmasına yönelik
düzenlemelerin gerekliliği sürekli vurgulanan bir konu oldu (Sanayi Strateji
Raporu, 2015-2018; www.akparti.org.tr).
“İstisna Durumu” Demokrasisi ya da “Dost”ların Demokrasisi
Bu dönemi “otoriterleşme” olarak tanımlayan ana-akım yazına göre
bunun
temel
nedeni
hükümetin
AB
yönelimli
“demokratikleşme”
düzenlemelerinde
geri
adım
atmasıdır.
Örneğin
Öniş
(2015:24)
demokratikleşme anlamında bu dönemi, önceki dengeli süreçten bir geri
çekilme ve mevcut otoriteryanizmin yükselmesi, Özbudun (2011) “seçimsel
otoriteryanizm”, Dağı (2012) “post-modern otoriteryanizm” olarak ifade eder.
İnsel (2012) ise AKP'nin bugün beslendiği otoriterliğin güçlülüğüne vurgu
yaparak,
yukarıdan
gelen
otoriterlikle
aşağıdan
gelenin
birbirine
eklemlendiğini söyler. Freedom House (2014) Raporu‟na göre de Türkiye
“modern otoriteryanizm” koşullarındadır. Askerin siyaset üzerindeki etkisinin
azalması nedeniyle Akça (2014: 37) ise “bir sivil otoriter devlet formu” olarak
tanımlar süreci.
Bu yazına göre; AKP‟nin bir önceki dönemde “demokratikleşme”
sürecine dayanarak askerin siyaset üzerindeki etkisini azaltması ve bunun
siyasal varoluşunu sürdürmesindeki öneminin aksine, ikinci dönemi
10
Torba yasa Meclis İç Tüzüğüne göre 91. Maddede düzenlenmiş özel bir yasama
yöntemidir. Tasarı Meclis‟te komisyonlara gitmeden komisyonlarda tartışılmadan
doğrudan Plan-Bütçe‟ye getirilir. Genelde 30 madde olarak farklı alanlardan “acele”
olarak yasalaştırılması amacıyla sermaye birikiminin ve yürütmenin acil beklentileriyle
gündemi belirlenen pakette yer alan madde sayısı, sabaha karşı eklemelerle 100‟ü
geçer. 100 maddelik bu taslak Genel Kurul‟a iner. Sabaha karşı 04:00 da 30 maddede
bir oylanarak tartışılarak geçirilir. İçinden bir maddeye evet ya da hayır deme durumu
olmayıp topyekun evet ya da hayır demek sözkonusu.
42
Kutun, M., 2016, “Türkiye Siyasetinde AKP‟li Uzun Yıllar: “Hukukun Üstünlüğü”nden „Dost‟ların
Demokrasisine”
genişleyen otoriteryanizm ile karakterizedir. Buna göre, bir önceki dönemde
vurgulanan “hukukun üstünlüğü” ve temel hak ve hürriyetler söyleminden
tersine dönüşün (Saatçioğlu, 2014: 87-88) nedeni, AB reform sürecinin
2005‟de Fransa ve Hollanda‟nın karşı çıkması üzerine yavaşlamasının
kamuoyunda ve hükümette AB üyeliğine yönelik bir direnç oluşturmasıdır.
AB‟nin ekonomik ve demokratikleşme konusundaki dönüşüme rağmen birçok
ülkesinde devam eden kriz nedeniyle güvenirliliğini ve etkinliğini yitirmekte
oluşu ve Türkiye‟nin hali hazırda Gümrük Birliği‟nin, NATO‟nun, AB araştırma
ve eğitim programlarının üyesi olması ise AB yönelimli demokratikleşme
programına
devam
etmesindeki
isteksizliğini
ya
da
gereksizliğini
meşrulaştıran nedenlerdir (Öniş, 2015: 37).
Dolayısıyla ana-akım yaklaşımın siyasala dayalı “otoriterlik”
açıklamalarının ötesinde AKP‟nin, kriz sonrasında azalan gücünün de etkisiyle,
toplumsal bütünlüğün çeşitli düzeylerine yönelik nüfuzunu genişletmesi bu
yöndeki “karar”ların alınmasında belirleyen olma niteliğinin öne çıkmasıyla
oldu. Gerek ekonomik gerekse siyasal alana ilişkin düzenlemelerinin niteliği
ve bunları gerçekleştirirken, kendisinin yeniden üretimi anlamında,
“varoluşsal” bir yerden hareket ettiği düşünüldüğünde “istisna durumu”na
uygun pratiklerde görünür oldu bu. Bu pratiklerin çıkış noktası ise siyasal ve
ekonomik istikrarsızlığın büyümesi karşısında neoliberal devlet formunun
“siyasal birlik” etrafında, siyasal hayatın yeniden oluşturulması sağlanıncaya
kadar, örneğin yeni anayasanın yapılması ya da rejim değişikliği, devletin
desteğine ihtiyaç duyulmasıyla ilgilidir (Agnoli, 2000: 200). Burada egemen
niteliği ile AKP‟nin, somut durumun gerektirmesi halinde düzeni bozan
istisnaların neler olabileceğine karar veren olduğunu yürütmenin başı sıfatıyla
Cumhurbaşkanı‟nın “siyasal birliğe” ve kaos durumunda bunun bozulmasını
engelleyecek güç olarak devletin varlığına yaptığı aşağıdaki ifadeleri ile
örneklendirebiliriz.
“….çünkü biz ülkemizde bir şeyin müdafaasını açıkça yapıyoruz. Tek
millet olmanın gayreti içindeyiz. Yani tüm etnik unsurlarla tek millet, 78
milyon olarak ve biz tek bayrak, onun peşindeyiz. Unutulmasınki devletin
olmadığı yerde ne özgürlük, ne demokrasi, ne hak, ne hürriyet olur.
Sadece kaos olur, kan olur…” (Erdogan, 2016; www.t24.com).
Akça‟ya (2014: 38) göre de devletin yeni formu olarak “istisna
durumu” hukuksal düzenin alanında kalarak “kabul edilebilir” vatandaş ve
“terorist” arasında ayrım yapar. Bugüne kadar iç düşmanlar olarak kabul
edilen sosyalistler, işçi sınıfı ve Kürtler iken AKP döneminde buna Kemalistler
ve sivil askeri bürokratların da eklenmesi, bunların, AKP‟nin hem kendi
yeniden üretimi hem de “istikrar”ın sürdürülmesinde tehdit olarak
görülmesiyle ilgilidir. Çünkü kimin düşman kimin dost olduğuna karar verecek
olan polisin ve yargının kontrolünü elinde tutması nedeniyle egemen AKP
hükümetidir. Örneğin, AKP‟nin kendi varoluşuna tehdit olarak gördüğü
“askerin sivil siyaset üzerindeki etkisi”nin “demokratikleşme” yönelimli
düzenlemelerle azaltılması ikinci döneminde “hükümeti devirme” ya da
43
Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 10 (21), Ocak-Haziran 2015, s. 23-51.
“hükümetin faaliyetlerini yapmasına engel olma” gibi gerekçelerle kurulan
Ergenekon Mahkemeleri aracılığıyla sürdürüldü. Nitekim birçok asker,
akademisyen, politikacı, gazateci, hukukçu, işadamı, yüksek rütbeli ve emekli
askeri görevlilerin silahlı “terorist” grup üyesi olmak ve toplumda kaos
yaratarak siyasal hayatı devirmeye çalışmak iddiasıyla tutuklanması, AKP‟nin
asker karşısında gücünü tümüyle sağlamlaştırmasına yaradı.
Küresel ekonomik krizin etkilerine ve siyasal istikrarsızlığa karşı
önlemlere dayanarak AKP‟nin gücünü kendi kontrolünde merkezileştirmesi
ise, önceki dönemin aksine, hem tolumun çeşitli katmanları hem de devletten
özerk bütün kurumlar üzerinde kontrol kurması yönünde oldu. AKP bunu kaos
dönemlerine özgü sert önlemlerle siyasal varlığını yürütme gücünde
tikelleştirerek ve gücü burada yoğunlaştırarak gerçekleştirmeye çalıştı.
Burada siyasetin yönlendirici ilkelerini belirleyen yetkilendirilmiş bir kişi olarak
egemen, toplumsal kitlelere rağmen, bu kitlelelerin siyasal taleplerini, bu
haklar Anayasa‟da düzenlenmiş olsa da, sınırlandırabilir. Zira “liberal
demokrasinin gerçek karakteri anayasal oligarşidir” (Agnoli, 2000: 201). Bu
anlamda aşağıda da değinilecek olan AKP‟nin kurumsal nüfuzunu
genişletmesinin araçlarını kapitalist devlet formundan azade bir yerde
tutmamak gerekir.
Örneğin 1980‟lerin bir mirası olarak yüzde 10 seçim barajının iki
merkez partiye parlamentoda hatırı sayılır bir çoğunluk sağlamasının bir
sonucu olarak “iki parti sistemi”nin siyasal iktidar partisine verdiği üstünlük;
yürütme gücünü ayrıcalıklı bir konuma yerleştirerek yasama ve yargı gibi
diğer güçler üzerinde nüfuzunu genişletmesine neden olur. AKP‟nin de 2009
yerel seçimlerinde yüzde 38, 2011 ve 2015 genel seçimlerinde sırasıyla yüzde
50 ve yüzde 49.5 oranında oy alması hem kurumsal hem siyasal hem de
toplumsal düzeyde gücünü aşırı derecede yoğunlaştırabilmesinin “meşru”
mekanizmalarından birini oluşturdu. Kitle demokrasisinin parlamenter
süreçler yoluyla siyasete katılım koşullarında siyasal olanın işlevlerinin
devreye girmesi, siyasetin toplumsal çıkarlardan özerkliği lehine bir
tartışmanın yanı sıra esas karar vericisinin yani gerçek egemenin
belirlenmesine de yarar (Agnoli, 2000: 203). Böylece siyasal birliğin
sağlamlaştırılması adına, yürütme gücü içinde Cumhurbaşkanlığı ve
Başbakanlık kurumunun daha etkin hale getirilmesi, birçok kararın yasama
süreçlerinin dışında yürütme organınına bağlı çeşitli mekanizmalar yoluyla
alınması ve yürütmenin “karar veren” sıfatıyla belirleyici olması gerçekleşmiş
olur. Bu Schmitt‟in aşağıdaki ifadesiyle tümüyle örtüşür.
“… eğer pratik ve teknik sebeplerle halk yerine temsilcileri karar
verebiliyorsa aynı halk adına tek bir temsilci de karar verebilir… yasama,
yürütme arasındaki ilişkide yasama organının halktan bağımsız seçim
dönemi arasında azledilemeyecek olması ile yürütmenin her an
yasamanın güvenine bağımlı ve her an azledilebilecek olması arasında
tezat vardır” (Schmitt, 2006a: 53).
44
Kutun, M., 2016, “Türkiye Siyasetinde AKP‟li Uzun Yıllar: “Hukukun Üstünlüğü”nden „Dost‟ların
Demokrasisine”
Gücün merkezileşmesine yönelik bu dönemin araçlarından bir diğeri
derin bir kutuplaşma yaratmasına rağmen birçok liberal ve sosyal demokrat
grubun 1982‟nin otoriteryan mirasına karşı referandumda11 “evet” oyu verdiği
anayasa değişikliğidir (Öniş, 2015: 27). Anayasa Mahkemesine ve Hakimler
ve Savcılar Yüksek Kurulu‟na (HSYK) yönelik düzenlemelerle yüksek yargı
organları, Cumhurbaşkanlığı seçimlerinden sonra Yüksek Öğretim Kurumu
(YÖK) üzerindeki kontrolü ele geçirip üniversitelere müdahale etmesi ile hem
yürütme organının bu yargı organları üzerindeki kontrolü hem de buraların
AKP kadrolarınca doldurulması sağlandı. AKP‟nin 2009 yerel seçimlerinde
desteğinin azalmasına rağmen, 2010 anayasa referandumunda aldığı oy ve
takip eden düzenlemeler seçilmiş hükümet üzerindeki “vesayeti” ve kontrolü
zayıflattığı ve buralara çoğulcu ve temsiliyeti yüksek bir yapı kazandırıldığı
argümanının tersine (Özbudun, 2011: 103,107) gücünün sağlamlaştırılmasına
yaradı. Gülen Hareketi ile çatışma sonrasında da bürokrasi kadrolarının kendi
destekçileriyle doldurulmasında olduğu gibi (Bekmen, 2014: 69) bürokrasiyi
sivilleştirmek adına bürokrasiye karşı yapılan operasyonlar belli devlet
aygıtlarının diğerlerine tabi kılınması biçiminde oldu. Devlet bürokrasisi içinde
farklı bölümleri kesen ve bunları birbirine bağlayan paralel iktidar ağlarını
oluşturarak stratejik poziyonlara kendi ekiplerini yerleştirip buralara nüfuz
edebildi. Milli Eğitim (MEB), Enerji ve Tabii Kaynaklar, Bayındırlık ve İskan
gibi bakanlıklara önemli figürler yerleştirilmesinin yanı sıra Maliye Bakanlığı
ve Başbakanlığa bağlı kuruluşlar ve diğer kamu kurumlarında benzer
yöntemleri izleyerek buraları yine kendi kadrolarıya doldurdu. HSYK‟nın yapısı
da radikal bir biçimde değiştirilerek genel konseyinin birçok kritik gücü Adalet
Bakanlığına aktarılmış oldu (Hoşgör, 2014: 328).
Kurumsal düzeydeki bu değişikliklerin yanı sıra merkezileşmesinin
izleneceği diğer bir alan; toplumun politizasyonuna karşı muhalif kesimlerin
faaliyetlerini ve alanlarını sınırlayıcı ya da tümden ortadan kaldırmaya yönelik
düzenlemelerdir. Kapitalist devlet fomunun güçlü devlet serbest piyasa
formülasyonu, devletin toplumsal ve siyasal alana geniş müdahalesi üzerine
kuruludur çünkü. AKP‟nin bunu yaparkenki argümanı ise büyük ölçüde, güçlü
devletin bir görünümü olan ve istikrar gerekçesiyle alanı genişleyen “siyasal
birliğin” sağlanmasının toplumun, “dostların”, çıkarına olacağı gerekçesidir.
Bu, somut duruma özgü kararın soyut yasaya ya da yasama organına değil
emrin kaynağı olarak yürütmeye dönülmesi gerektiğini belirten Schmitt‟in
(2006a: 68-69), yürütmenin tek kişi elinde bulunmasının toplumsal kaos
karşısında devlet için ne kadar elzem olduğuna ilişkin vurgusuyla benzerdir.
Bu yönde DGM‟lerin yerini özel yetkili mahkemelerin almasıyla yeni
Ceza Kanunu meşru birçok politik protesto ve toplumsal gösteriyi terör suçları
kapsamına aldı. 2006‟daki terör karşıtı yasanın önceden Ceza Kanunu
kapsamında yer alan önemli miktardaki suçu “terör” kapsamına dahil etmesi
bunların istisnai mahkeme süreçlerinde görülmesiyle sonuçlandı. Bu yasa,
özel yetkili savcılara aşırı derecede bir keyfilik verdiğinden bunun yine “istisna
11
Anayasa referandumu; liberallerin yardımıyla değişiklik konusunda %58 oy aldı.
45
Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 10 (21), Ocak-Haziran 2015, s. 23-51.
devleti”nin bir görünümü olduğu söylenebilir. Akça‟nın (2014) da belirttiği gibi
yasa; polise ve yargıya savaş ya da varoluşsal bir durumdalarmış gibi
“düşman” fikrini esas alarak davranmalarını kolaylaştırdı. Bu düzenleme aynı
zamanda askeri ayrıcalıkları da sınırlayarak askeri personelin anayasal
düzene ve devlete karşı işledikleri suçların askeri mahkemelerden sivil
mahkemelere geçişini de sağlayarak bu alandaki yargısal süreç üzerindeki
kontrolünü de getirdi. Böylece AKP hükümetine karşı olası askeriyeden ya da
yargıdan gelecek meydan okumalar elimine edilmiş oldu (Özbudun, 2014:
156).
“Terör” karşıtı yasadaki “terörist propaganda” ve “terörizm”e
dayanarak Ergenekon ve Balyoz soruşturmalarını takiben Kürdistan
Topluluklar Birliği (KCK) ile binlerce seçilmiş yerel görevlileri de içeren Kürt
aktivist, gazateci, akademisyen, insan hakları savunucusu ve hukukçu
Kürdistan İşçi Partisi‟nin (PKK) terörist faaliyetlerini destekledikleri
suçlamasıyla karşı karşıya kaldı (Saatçioğlu, 2014: 93). Hiçbir hukuki
dayanak olmadan uzun tutukluluk süreleri adaletin uygulanmasına yönelik
endişeleri arttırdığı gibi yargı sisteminin politizasyonuna da neden oldu. Tam
da “çözüm süreci” görüşmelerine başlamadan Kürt siyasal hareketindeki
önemli aktivistlerin tutuklanmasının AKP‟nin süreci (Akça, 2014: 44) daha
fazla kendi kontrolünde sürdürmesiyle ilgiliydi. AKP‟nin Öcalan ile doğrudan
görüşerek, kısa sürede sürecin başlayıp, ateşkesin sağlandığı günlerden
sürecin dondurulmasıyla gelinen bugünkü noktada Başbakan yardımcıları
Yalçın Akdoğan ile Bülent Arınç‟ın “biz olmazsak çözüm süreci olmaz”12
sözlerinden sonra 7 Haziran seçimlerinde Halkların Demokratik Partisi‟nin
(HDP) yüzde 10 seçim barajının üzerinde bir oy oranı ile parlamentoya girişi
olasılığına karşı “8 Haziran‟da AKP iktidar değilse çözüm sürecinin ruhuna
fatiha” diyerek AKP‟nin iktidar olmaması halinde “herkesin her şeyini
kaybedeceğini”n (Akdoğan, 2015, www.evrensel.net) söylenip toplum kaos
ve istikrarsızlıkla tehdit edilmiştir. Seçim sonuçlarının AKP‟nin tek parti olarak
hükümeti kurmasına engel oluşu, koalisyon arayışlarının sonuçsuzluğu ve
seçimlerin yenileneceği 1 Kasım‟a kadar “geçici hükümet” sıfatıyla AKP,
“siyasal birliğin” tehlikede olduğuna sürekli vurgu yaparak hem HDP‟yi
“düşman” gösterip hem de koalisyonun istikrarsızlık getireceğini belirterek
“dost”ları uyardı. İki seçim arası dönemde HDP seçim bürolarına yönelik
12
Hisarcıklıoğlu başkanlığında, Hak İş Sendikaları Konfederasyonu (HAK-İŞ), Memur
Sendikaları Konfederasyonu (MEMUR-SEN), Müstakil Sanayici ve İş Adamları Derneği
(MÜSIAD), Türkiye Kamu Çalışanları Konfederasyonu (Türkiye Kamu-Sen), Türkiye
Barolar Birliği (TBB), Türkiye Emekli Astsubaylar Derneği (TEMAD), Türkiye Esnaf ve
Sanatkarları Konfederasyonu (TESK), Türkiye İşveren Sendikaları Konfederasyonu
(TİSK), Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği (TOBB), Türkiye İşçi Sendikaları
Konfederasyonu (TÜRK-İŞ), Türk Girişim ve İş Dünyası Konfederasyonu (TÜRKONFED),
Türkiye Serbest Muhasebeci Mali Müşavirler ve Yeminli Mali Müşavirler Odaları Birliği
(TÜRMOB), Türk Sanayici ve İş Adamları Derneği (TÜSİAD), Türkiye Ziraat Odaları
Birliği (TZOB) ortak açıklama yaptı. TOBB Başkanı Rifat Hisarcıklıoğlu, “Her görüş ve
düşünceden, toplumun tüm kesimlerini temsil eden kuruluşlar olarak; 17 Eylül
Perşembe günü saat 16.30‟da bütün Türkiye‟yi Ankara Sıhhiye Meydanında buluşmaya
davet ediyoruz” dedi.
46
Kutun, M., 2016, “Türkiye Siyasetinde AKP‟li Uzun Yıllar: “Hukukun Üstünlüğü”nden „Dost‟ların
Demokrasisine”
saldırılardan, Türkiye‟nin stratejik kentlerinde meydana gelen patlamalarla
tırmanan olaylar sonrasında çeşitli toplumsal grupların yaptığı çağrı ile bu
uyarı, aşağıda da görüldüğü gibi, dikkate alınarak “siyasal birlik” ve istikrar
vurgusu tekrarlandı. Birçok sermaye ve AKP yandaşı sendikanın içinde yer
aldığı bu çağrıya göre;
“gün birlik olma günüdür. Kökenimiz, kimliğimiz, inancımız ne olursa
olsun, 78 milyon hepimiz Türkiye‟yiz. Türkiye‟nin her bölgesinde örgütlü,
toplumun bütün kesimlerini temsil eden kuruluşlar olarak bir aradayız.
Biz, ülkemizin çalışan ve üreten, esnafı, çiftçisi, işçisi, memuru, emeklisi
ve girişimcileriyiz” Türkiyenin güvenliği ve istikrarı için …. tek bir şeyi
haykıracağız. Hep bir ağızdan „teröre hayır, kardeşliğe evet‟ diyeceğiz”
(www.milliyet.com.tr.; 14.09.2015).
TOBB, TÜRK-İŞ, TESK, TZOB, HAK-İŞ ve MEMUR-SEN gibi “dost”
örgütler bu çağrının benzerini yine “istikrar”ı öne sürerek Gezi direnişi
sırasında da yapmışlardı. 2013‟de AKP‟nin kentsel dönüşüm altında, kamusal
mekanları piyasa süreçlerine açmasının uygulamalarından biri olarak, Gezi
Parkı‟nın13 dev bir alışveriş merkezine dönüştürülmesine karşı başlayan
direnişin büyüyerek sendikalar, sivil toplum örgütleri (STK), çevreci gruplar,
kadın örgütleri, antikapitalist Müslümanlar gibi grupların da desteğiyle alkol
satışına getirilen kısıtlamalardan kürtajı yasaklayan yasalara kadar hükümet
karşıtı bir direnişe dönüşmüştü. Çok fazla sayıda kente yayılan protestolar
sırasında göstericilere yönelik güvenlik ve polis aygıtlarının aşırı fiziksel güç
kullanımının yanı sıra göstericiler “çabulcu”, “marjinal”, “terörist” diye
nitelendirilerek “düşman” ilan edilmişti. O günlerde bu “dost” örgütlerin
“siyasal birlik” ve “istikrar” çağrısına göre;
“… son günlerde gösterilerin, marjinal gruplar tarafından farklı mecralara
çekilmek istendiğini; gelişmelerin ülkemiz üzerinde kötü emelleri olanlara
hizmet etmeye zemin hazırladığını üzülerek görüyoruz. Tüm dünya
sorunlarla boğuşurken, herkesin bakışlarının yükselen Türkiye üzerinde
odaklandığı bu dönemde, huzura ve istikrara her zamankinden daha fazla
ihtiyaç …”
olduğunun belirtilmesi AKP pratiğinde somutlaşan “istisna durumu”na
yönelik eylemlerin gerisindeki saikle paralellik oluşturdu (www.evrensel.net.,
14.09.2015).
Nitekim, Schmitt‟in (2006a: 26) bu yöndeki pratiklere dayanak
oluşturan argümanından da izleneceği gibi; liberal demokrasinin siyasi gücü,
yabancı ve eşitsiz olanı, türdeşliği tehdit edeni bertaraf etmeyi veya uzak
tutmayı becermesiyle ortaya çıkar. Yine buna benzer biçimde AKP‟nin Kürtlere
yönelik siyasetini ve politikalarını eleştiren ve bölge halkına yönelik
sürdürülen savaşa karşı barış bildirisini imzalayarak savaşın durması ve
13
İstanbul‟un merkezindeki az sayıdaki yeşil alanlardan biri olan Gezi Parkı‟nın, dev bir
alışveriş ve kültür kompleksine dönüştürme kararına karşı başladı.
47
Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 10 (21), Ocak-Haziran 2015, s. 23-51.
çözüm sürecine geri dönülmesi talebinde bulunan binden fazla akademisyenin
“terörizm” propagandasıyla suçlanarak bizzat Cumhurbaşkanı ve “dost”
kamuoyu tarafından itibarsızlaştırılmaya ve karalanmaya çalışılarak “düşman”
ilan edilmesi de bu yöndedir (www.barisicinakademisyenler.net). Schmitt‟in
siyasal olanı dost-düşman arasındaki ilişki diye tanımlaması ya da Marksist
lietratürde emek ve sermaye arasındaki sınıf antagonizması, devletin düşmanı
tanıması ve politikalarını buna göre oluşturması demek olduğundan nihai
karar tekeli ile devlet, hem hukukun üstünlüğü temelinde hem de istikrarın
yeniden kurulması için hukukun üstünlüğünü erteleyerek “düşman”ı bertaraf
etmeye çalışır (Bonefeld, 2006: 240).
AKP‟nin, özellikle 2010 sonrası, toplumsal muhalefete ve protestolara
artan ölçüde şiddetle karşılık vermesi, polisin yetkilerini arttıran kanun,
terörle mücadele kanunu, dernekler, sendikalar, vakıflar yasası ve toplantı ve
gösteri hakkını düzenleyen antidemokratik yasaların hepsi birden “düşman”ın
bertaraf edilerek “istikrarı” ve kendi varoluşunu korumaya yönelik yoğun
çabasının bir göstergesidir. Emek üzerindeki baskıcı düzenlemelerin yanı sıra
siyasal iktidarıyla özdeşleştirdiği çoğunluk iradesini eleştirenleri “darbeci”,
“terörist”, “anarşist” ve etnik ayrılıkçılıkla dolayısıyla “düşman” olarak
nitelendirmesi, her tür muhalefete karşı kendisini “dost”ların birliğini ve
güvenini sağlayan olarak konumlandırması muhalefet üzerindeki baskı,
istikrarı sağlamak adına muhelefetin kontrol altına alınmasıyla ilgilidir. Adil
yargılanma hakının ihlali, gösterilerde polis gücünün orantısız ve aşırı
kullanımı, medya sahipleri üzerinde finansal ve diğer baskılar, eleştirel
gazateciler üzerinde işten çıkarma ve sansürün yanı sıra AKP‟nin otoriteryan
popülizminin örgütlü muhalif gruplardan sınıf hareketine hatta zaman zaman
kendisiyle aynı görüşte olmayan sermayedarlara kadar uzanması 14 hem kendi
varlığıyla hem de bununla özdeşleştirdiği sermayeye yönelik tehditler
yüzündendir.
Emek gücüne yönelik yukarıda belirtilen düzenlemelerin yanı sıra
örgütlü işçi sınıfının pasifleştirilmesi, depolitize edilmesi siyasal alanın özneleri
olarak siyasal mücadelelerden kopartılması “ayakların baş olduğu yerde
kıyamet kopar” (Erdoğan, 2008; www.radikal.org.tr) ifadesinden de izlendiği
gibi “siyasal birliğin” ve bölünmezliğin adına bu grupların siyasallaşmalarının
engellenmesine yöneliktir (www.akparti.org.tr; 2012: 5, 24). Örneğin,
tarafların üzerinde kısmen anlaştığı ve sınırlı iyileştirmeler sunan bir taslak
olarak Bakanlar Kurulu‟nda aylarca bekletildikten sonra TUSKON, TOBB,
MÜSİAD, TÜSİAD ve TİSK gibi sermaye grupları ve kabinedeki bazı
bakanların sendikal haklarla ilgili kimi iyileştirmelere karşı çıkması üzerine
Sendikalar ve Toplu İş Sözleşmesi Yasası‟nın mecliste görüşülmesi
engellenerek (Dünya, 9 Ocak 2012 akt: Çelik, 2012) grev yasaklarının artışı
ve yüzde 10 olan işkolu barajının yüzde 3‟e çekilerek görüşülmesinin
14
Referandum döneminde desteklerini almak için, toplumun farklı örgütlü kesimlerine
önemli baskı uyguladı TUSİAD‟ın düzenleme ile ilgili çekincelerine Erdoğan tepki
göstererek “bugün tarafsız olan, yarın bertaraf olur” demişti (Erdoğan, 2010;
www.radikal.org).
48
Kutun, M., 2016, “Türkiye Siyasetinde AKP‟li Uzun Yıllar: “Hukukun Üstünlüğü”nden „Dost‟ların
Demokrasisine”
sağlanması gerçekleşmiştir. Dünyanın hiç bir yerinde olmayan bankacılık
hizmetlerinde grev yasağı korunarak grev ve lokavt yasakları temel kamu
hizmeti
gösteren
yerlerde
sınırlandırılmıştır
(md.62)
(www.resmigazete.gov.tr). Nitekim AKP, 64. Hükümet programında; siyaset
alanının daraltılmasına ve saygınlığının gölgelenmesine dönük tüm
teşebbüslere karşı kararlı bir politika izleneceğini (www.akparti.org.tr. 2016)
kriz yönetiminin de bir gereği olarak demokratik katılımın ve müdahale
kanallarının kapatılması ile demokratik talepleri bertaraf etmek yönünde çaba
harcayacağını söylemiş olmaktadır. Çünkü devletin hukuksal gücü işçi sınıfının
kolektif gücünün kullanılmasını da engelleyerek sermaye adına emeğin uygun
hale getirilmesine dayanır. Böylece özgür ve eşit vatandaşlar olarak işçiler
serbest piyasada sözleşmeyle bağlı kaldıklarından emek ve sermaye
arasındaki ilişkiler de garantiye alınmış olur.
Sonuç
Gerek emek-sermaye arasındaki ilişkilerin yeniden örgütlenmesi,
gerekse siyasal alanın kitlesel demokratik taleplerinin bastırılması devlet
otoritesinin gücünü gerektirir. Küresel sermaye, devletlerin hem sıkı emek
disiplini içinde emek sermaye ilişkilerini ulusal düzeyde yeniden
oluşturmalarını hem de toplumun diğer kesimlerinden gelebilecek baskıların
bertaraf edilmesini zorunlu kılarken, devlet de bunu içerde “siyasal birlik” ve
istikrar vurgusuyla meşrulaştırmaktadır.
Serbest piyasa ekonomisine doğrudan müdahalenin güçlü devleti
gerektirmesi, AKP‟nin her iki döneminden de izlendiği gibi siyasal alanın
tümden manuple edilmesi adına ekonominin depolitizasyonunu devletin ise
tümden politizasyonunu içerir. Schmitt ve Hayek‟in argümanlarında teorik
dayanak bulabilen bu politikalar; sınırlanmamış demokrasinin serbest piyasa
hedefindeki liberal hükümetler için bir tehdit oluşturduğu üzerinedir.
Demokratik faaliyetler nedeniyle devletin toplumsal çıkarların bir
aracı/nesnesi haline dönüşerek zayıflayacak olması bunun da siyasal birliği
ortadan kaldıracağı tezidir bu. Gerek parlamenter demokrasinin parlamentoda
“düşman”ların çoğalmasını engelleyen seçim barajı bariyeri ile gerekse
devletin depolitize edici düzenlemeleriyle demokrasinin temelde homojeniteye
bağlı olduğu, “düşman”lara karşı “dost”ların demokrasisinin hem devletin
hem de sermayenin yeniden üretimini sürdüreceği açık.
Nitekim AKP, gerek ana-akım yazından bu anlamda aldığı destekten,
gerekse hemen her hükümet programından ve demokratikleşme paketinden
izlendiği gibi kendisini, toplum olarak gördüğünden, siyasetin öznesi kılmakta
ve sivil ve askeri bürokratik kurumlardan gelebilecek kendisine yönelik
müdahalelere
karşı
yürüttüğü
mücadeleyi
demokratikleşme
olarak
görmektedir (62. Hükümet program; www.akparti.org.tr). Demokratikleşme
konusunda kendisini toplumun tek aktörü olarak gördüğünden toplumdaki
etnik, dinsel, sınıfsal farklılıkların varlığını kabul ediyor görünse de bu daha
49
Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 10 (21), Ocak-Haziran 2015, s. 23-51.
fazla siyasal düzeydeki varlıklarının tanınmasına değil “milli irade”deki
temsiliyetleri bakımından oy verme pratiklerinde anlam ifade etmektedir.
Toplumsal çelişkilerin ve çatışmaların arttığı durumda ise hem kendi
hem de sermayenin yeniden üretimi adına kimlerin “dost” kimlerin “düşman”
olduğuna karar vererek, “siyasal birlik” adına gücünü bütün bileşenleriyle
devreye sokmaktadır. Çünkü bölünmüş ve çatışma halindeki bir toplumda
“hukukun üstünlüğü”nü sürdürebilmek de, “istisna durumu” koşullarının
üstesinden gelinip düzenin yeniden kurulması da güçlü devleti gerektirir.
Kaynaklar
Agnoli, J., (2000), “The Market, the State and the End of History”, The Politics of
Change: Globalization, Ideology and Critique, Bonefeld, W., Basingstoke, etc.
(edt.), Palgrave
Akça,İ., (2014), “Hegemonic Projects in Post-1980 Turkey and the Changing Forms of
Authoritarianism” in Reframed Turkey: Constituting Neoliberal Hegemony”,
(edt.),
Akça, İ., Bekmen A., Özden B.A, Pluto Press, London, s.14-46.
Bekmen, A., (2014), “State, and Capital in Turkey During The Neoliberal Era”, in
Turkey Reframed: Constituting Neoliberal Hegemony”, edt: Akçai İ., Bekmen A.,
Özden B.A., Pluto Press, London, s. 47-74.
Boratav, K., (2016), “The Turkish Bourgeoisie under Neoliberalism”, Research and
Policy on Turkey, 1:1, 1-10.
Bedirhanoğulları, P., (2007), “The Neoliberal Discourse on Corruption as a Means of
Consent Building: Reflections from Post-Crisis Turkey”, Third World Quarterly,
Vol. 28, No. 7, pp. 1239 – 1254.
Bonefeld, W., (2010), “Free Economy and the Strong State, Capital and Class”, vol. 34,
issue 1, pp.15-24.
Bonefeld, W., (2006), “Democracy and Dictatorship: Means and Ends of the State”,
Critique, vol.34, issue 3, pp. 237-252.
Burnham, P., (2000), “Depoliticisation: Economic Crisis and Political Management in
The Politics of Change Globalization”, in The Politics of Change: Globalization,
Ideology and Critique, Bonefeld and K. Psychopedis (eds), London; Macmillan,
pp. 9-30.
Clarke, S., (1991), 'The Global Accumulation of Capital and the Periodisation of the
Capitalist State Form', in Open Marxism. Bonefeld, Werner London : Pluto
Press , Vol 1.
Cristi, R., (1984), “ Hayek and Schmitt on the Rule of Law” Canadian Journal of
Political Science/Revue Canadienne de Science Politique, Vol. 17,No. 3 (Sep.,
1984), pp. 521-535.
Gamble, A., (2001), “Neo-Liberalism”, Capital & Class, vol. 25, issue 3, pp. 127-134.
Gamble, A., (1994), Free Economy and the Strong State, Palgrave, New York
Hayek, F., (2014), Kölelik Yolu, Liberte, Ankara.
Holloway, J., (1995), "Global Capital and the National State" in From Global Capital,
National State and the Politics of Money, pp.116-140, Basingstoke: Macmillan
Hoşgör, E., (2014), “AKP‟nin Hegemonya Sorunsalı: Uzlaşmasız Mutabakat”,
Neoliberalizm, İslamcı sermayenin Yükselişi ve AKP İçinde, Yordam,
İstanbul.
Kutun Gürgen, M., (2011), Eleştirel Devlet Kuramlari Bağlaminda Türkiye‟de Siyasal
Değişim: 1980-Sonrasi, Doktora Tezi, Gazi Üniversitesi SBE, Ankara, 2011.
Marx, K., Engels., F., (2015), Komünist Manifesto, (çev.), Nail Satlıgan, Yordam,
İstanbul.
50
Kutun, M., 2016, “Türkiye Siyasetinde AKP‟li Uzun Yıllar: “Hukukun Üstünlüğü”nden „Dost‟ların
Demokrasisine”
Oğuz, Ş., (2012), “Türkiye‟de Kapitalizmin Küreselleşmesi ve Neoliberal Otoriter
Devletin İnşaası”, Türk Tabibleri Birliği Mesleği Sağlık ve Güvenlik Dergisi, Sayı45-46., s.2-15.
Öniş, Z., (2009), “Beyond The 2001 Financial Crisis: The Political Economy Of The New
Phase of Neo-Liberal Restructuring In Turkey” Review of International Political
Economy, Vol.:16 , Issue:3 , pp. 409-432.
Öniş, Z., (2015), “Monopolising the Centre: The AKP and the Uncertain Path of Turkish
Democracy”, The International Spectator, 50:2, s.22-41.
Özbudun, E., (2014), “AKP at the Crossroads: Erdoğan's Majoritarian Drift”, South
European Society and Politics, 19:2, s.155-167.
Saatçioğlu, B., (2014), “AKP's „Europeanization‟ in Civilianization, Rule of Law and
Fundamental Freedoms: The Primacy of Domestic Politics”, Journal of Balkan
and Near Eastern Studies, 16:1, s.86-101.
Savran, S., (2014), “İslamcılık, AKp, Burjuvazinin İç Savaşı”, Neoliberalizm, İslamcı
Sermayenin Yükselişi ve AKP İçinde, Yordam, İstanbul.
Schmitt, C., (2006), Siyasal Kavramı, (çev:), Ece Göztepe, Metis, Ankara.
Schmitt, C., (2006a), Parlamenter Demokrasinin Krizi, (Çev.) Emre Zeybekoğlu, Dost,
Ankara.
Silverman, R., (2014), “Dogan versus Erdogan:Business and Politics in AKP-Era
Turkey”, Mediterranean Quarterly: Spring 2014 25:2
Streeck, W., (2015),“Heller, Schmitt and the Euro” European Law Journal, Vol. 21, No.
3, pp. 361–370.
Tanyılmaz, K., (2014), “Türkiye Büyük Burjuvazisinde Derin Çatlak”, Neoliberalizm,
İslamcı Sermayenin Yükselişi ve AKP, Yordam, İstanbul.
Wilkinson, M. A., (2013), “The Spectre of Authoritarian Liberalism”, German Law
Journal, Vol. 14 No. 05.
Yılmaz, Z., (2003), “Günümüz Türkiye‟sinde Devlet ve Hâkim Sınıflar İlişkisi Üzerine
Alternatif Bir Çerçeve Denemesi”, Praksis, Sayı, 9, s. 55-92, 2003.
Sanayi ve Ticaret Bakanlığı (2015), Türkiye Sanayi Stratejisi Belgesi: 2015-2018
Freedom
House,
(2014)
Freedom
House
in
the
World
2014,
www.freedomhouse.org/report/freedom-word/freedom-word-2014
Şimşek, M., (2015), “Ekonomik kazanimlar tehdit altinda”, www.hürriyet.com.
14.09.2015.
Çelik, A., (2012), “Madem patronların hükümeti değilsiniz”. azizcelik@birgun.net
08.03.2012
Dağı, İ., (2012) „Imagining an AK party society‟, Today‟s Zaman, 23 December
İnsel, A., (2012), “Adım adım otoriterleşme mi?”, ahmet.insel@radikal.com.tr.
Erdoğan, R.T., (2010); www.radikal.org.tr. 18 Agustos 2010
Erdoğan, R.T., (2008); www.radikal.org.tr. 22 Nisan 2008
Erdogan, R.T., (2016); www.t24.com. 14 01 2016.
Akdoğan, (2014), www.akparti.org.tr
61.hükümet program, www.akparti.org.tr
62.hükümet programı; www.akparti.org.tr.
www.akparti.org.tr. 2012: 5, 24.
www.akparti.org.tr. 02.15.2016
www.uis.gov.tr.
www.barisicinakademisyenler.net.
www.resmigazete.gov.tr.
www.evrensel.net. 4.06.2015
www.evrensel.net. 14.09.2015
www.milliyet.com.tr. 14.09.2015.
51
Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 10 (21), Ocak-Haziran 2015, s. 23-51.
52
İşletmeler Tüketici Boykotlarina Ne
Kadar Hazırlıklı? Gezi Parki Direnişi
Kapsaminda Mersin Starbucks Örneği*
Yasemin Karaca
Dr.
E-posta: yaseminkaraca2000@gmail.com
Özet: Tüketici davranışı sadece bir ürün satın alınması, tüketilmesi ile ortaya çıkan bir
davranış şekli değildir. Dolayısıyla pazarlamacılar için bir ürünün veya hizmetin tercih
edilmesi, satın alınması, tüketilmesi kadar o ürünün veya hizmetin tercih edilmemesi,
tüketiminden vazgeçilmesi de önemlidir. Bu çalışmada, tüketici davranışının bir başka
boyutu olarak nitelendirebileceğimiz tüketim karşıtlığı (tüketici boykotları) kavramı,
kapsamı ve "Gezi Parkı Direnişi" kapsamında ortaya çıkan tüketici boykotlarında
Starbucks işletmesinin tavırları, yerel bazda ele alınarak sunulmuş ve işletmenin
tüketici boykotlarına yönelik ne kadar hazırlıklı olduğu mevcut verilerle
değerlendirilmiştir.
Anahtar Kelimeler: Boykot, Tüketici Boykotu, Gezi Parkı.
How Much are Businesses Ready to Consumer Boycott? Mersin
Starbucks Case within the Scope of Gezi Park Resistance
Abstract: Consumer behavior is not a way of behavior only emerging from buying and
consuming a product. Therefore, a product or service that is not preferred and
consumed is as important for marketers as that a product or service that is preferred
purchased and consumed. In this study, opposition to consumption (consumer boycott)
concept that can be described as different aspect of Consumer behavior and its scope,
and Starbucks business‟ attitudes in consumer boycott emerging within the scope of
“Gezi Park Resistance” have been presented by tackling them on a local basis. And how
much the business is ready to consumer boycott has been evaluated with available
data.
Keywords: Boycott, Consumer Boycott, Gezi Park.
*
Ocak 2014 tarihinde
gerçekleştirilmiştir.
mevcut
işletmeden
gerekli
izin
alınarak
araştırma
Karaca, Y., 2016, “İşletmeler Tüketici Boykotlarina Ne Kadar Hazirlikli? Gezi Parki Direnişi Kapsaminda
Mersin Starbucks Örneği”, Toplum ve Demokrasi, 10 (21), Ocak-Haziran, s. 53-67.
Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 10 (21), Ocak-Haziran 2016, s. 53-67.
Giriş
Günümüz tüketicileri, “tüketici kimliği”nin öne çıkması sonucunda
“tüketimden gelen güç”ünü kullanmaya ve buna bağlı olarak da satın alma
güçleri ile tercihleri sayesinde ürünleri, markaları ve işletmeleri
ödüllendirmeye ya da cezalandırmaya başlamıştır (Odabaşı, 2013: 27).
Ayrıca, günümüz tüketicilerinin, bireysel tatminlerinin odağı olan “tüketici
kimliği”nin yanında, etik, toplumsal, ekonomik, çevresel ve siyasal
konulardaki rollerini belirleyen kimliklerinin de farkına varmış olduğu ve
vatandaşlık bilinciyle hareket ettiği söylenebilir (Odabaşı, 2008).
Modernist yaklaşım daha çok üreticiler ile tüketiciler arasındaki güç
dengesinin üzerinde yoğunlaşmış ve bu dengede tüketicilerin haklarının
korunması ana stratejiyi oluşturmuştur. Postmodern yaklaşımın ise, yeni
boyutuyla oluşan tüketici eylemlerinin toplumu, ekonomiyi ve siyaseti
değiştirmeye ve dönüştürmeye odaklanan bir demokratik anlayışa sahip
olduğu ileri sürülmektedir (Odabaşı, 2008). Postmodernizm, tüketim ve
tüketici davranışlarında artan karmaşıklığı doğurmuştur. Bu karmaşıklıklar
sadece tüketim işleminde değil, aynı zamanda anti-tüketim çabalarını takip
etmekte de ortaya çıkmaktadır. Bu nedenle, bireyler, postmodernizme geçişin
bir sonucu olarak, artık sadece ne tükettikleri açısından tespit edilmez, aynı
zamanda tüketim kısıtlaması anlayışların üretken temsilcileri olarak ele
alınmaktadır (Yuksel ve Mirza, 2010: 496). Günümüz postmodern
tüketicilerinin tipik özellikleri arasında olan adil davranılmak, her şeyi anında
ve hızlı istemek, tüketimle kendini oluşturmak ve benliğini ifade etmek,
sembollere kafa tutarak markalara karşı sadakat beslememek, hem tüketmek
hem de insanlara ve çevreye duyarlılığı arzulamak gibi bazıları çelişkili olan
özellikler, kendini bu hareketlerde açık biçimde göstermektedir (Odabaşı,
2011: 58).
Tüketiciler gerek kullandıkları ürün veya hizmetle ilgili, gerekse çeşitli
toplumsal, çevresel veya politik nedenlerden ötürü beğenmedikleri bir
hareket ile karşılaştıklarında tepkilerini kolayca gösterebilmektedirler. İşte bu
tepkilerin en ileri aşaması boykotlardır (Çakır, 2010: 121). Özellikle rekabetin
yoğun olduğu pazarlarda tüketici boykotu, işletmeler için büyük tehdit
oluşturmaktadır (Bayuk ve Ofluoğlu, 2013: 142).
Tüketici Boykotu Kavramı ve Kapsamı
Günümüzün küreselleşen dünyasında, iletişim teknolojilerinde
meydana gelen gelişmeler sonucunda tüketiciler, her türlü bilgiye kolayca
ulaşabilmekte ve bu şekilde işletmeler, ürün ve hizmetler ile ilgili olarak
meydana gelen gelişmeleri kolayca takip edebilmektedirler. İşletmelerin mal
ve hizmet fiyatları, kaliteleri, kar oranlarının yanı sıra toplumsal olaylarla ilgili
tutumları da son yıllarda tüketicilerin gündeminde olan konulardır (Çakır,
2010: 122).
54
Karaca, Y., 2016, “İşletmeler Tüketici Boykotlarina Ne Kadar Hazirlikli? Gezi Parki Direnişi Kapsaminda
Mersin Starbucks Örneği”
Teknolojinin ilerlemesi artık eski tip şikayet ve protesto yöntemlerini
değiştirmiştir. İnsanlar evlerinde yazdıkları bir mesaj ile markaları zor duruma
sokabilmekte, ciddi prestij kaybına yol açabilmektedir (Banko ve Babaoğlan,
2013).
Tüketici, kendisine ait sosyal bir eylem boyutunda kolayca
kullanabileceği gücü ile siyasete karışma ve müdahale etme olanağı
bulmaktadır. Organize olmuş satın alma ya da almama hareketi ile de
ekonomik ve siyasal kolektif bir baskı uygulayıp, karşı duruş gerçekleştirmek
ve gerektiğinde ekonomik bir ceza vermek amaçlanmaktadır. Boykotlar bu
konudaki en yaygın uygulamalardır (Odabaşı, 2008).
Bir ahlaki veya politik gerekçe ile tetiklenen, tipik anti-tüketim
davranış biçiminin bir formu olan boykotlar, bir işletmenin, ürün veya
kurumsal davranışını onaylanmama biçimi olarak tüketiciler tarafından uzun
yıllar boyunca kullanılmış bir araçtır (Yuksel ve Mryteza, 2009: 248).
Boykot kavramı ilk kez O‟Malley tarafından 1880 yılında İrlandalı
çiftçilerin Lord Erne‟nin arazi sorumlusu olan Charles Cunnigham'a karşı
başlattıkları ve işçilerini (hizmetçiler, şoförler, çobanlar) de ikna ettikleri iş
bırakma eylemiyle ortaya atılmıştır (Friedman, 1999: 6 akt. Bayuk ve
Ofluoğlu, 2013: 142).
Tüketici boykotu ise pazarda (bir veya daha fazla hedef kuruluştan
seçilen) alım yapmaktan kaçınmaya bireysel tüketicileri yönlendiren, belirli
hedeflere ulaşmak için bir veya daha fazla kişi tarafından gerçekleştirilen bir
girişimdir (Friedman, 1985: 97).
Tüketici boykotu, “Alıcıyla ilgili bir sorunu ve bu sorunun ortaya
çıkmasına neden olan kuruluşu etkileme çabası olarak bir ürünün satın
alınmasına engel olan tüketici egemenliğinin örgütlü bir uygulaması” olarak
tanımlanmaktadır (Smith, 1990: 140 akt. Balıkçıoğlu vd., 2007: 81).
Boykotlar pazarlama kavramı ile uyumlu tüketici davranışının bir
biçimi olarak tespit edilmiştir (Klein vd., 2004: 92). Boykotların ve onlara
katılan tüketicilerin sayısında günümüz dünyasında her geçen gün bir artış
olmasına rağmen, pazarlama disiplini, boykotlar ve tüketici boykot
davranışları konusuna çok fazla dikkat etmemiştir. Ancak, günümüzde boykot
kullanımının artması, boykotu düzenleyenlerin daha çok deneyimli hale
gelmesi, adli kurumların protestonun yasal formları şeklindeki boykotları
desteklemeleri, gibi nedenlerden dolayı, boykotların pazarlamayı daha çok
ilgilendirdiği ve pazarlama disiplini açısından daha önemli hale gelmesi
gerektiği ifade edilmiştir (Garrett, 1987: 47)
İşletmelerin satışlarını düşürme, kar kayıpları, piyasadaki imajını
zedeleme gibi amaçların güdüldüğü boykotlar işletmeler açısından her zaman
bir tehdit ve kriz dönemi oluşturmuştur. Ancak, işletmeler açısından boykotlar
çok önemsenmemiş, hep gözardı edilmiştir. Boykotların incelendiği ampirik
araştırma eksikliğinin nedeni, yöneticilerin genelde tüketici protesto
davranışları hakkında çok az bilgiye sahip olmaları ve protesto davranışlarıyla
55
Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 10 (21), Ocak-Haziran 2016, s. 53-67.
ilgilenmemelerinden kaynaklanmaktadır (Ettenson ve Klein, 2005: 201). Son
yıllarda, tüketici boykotları konusunda yapılan çalışmalar literatürde
(Witkowski, 1989; Klein vd., 2002; Garrett, 1986; 1987) artmıştır. Boykot ile
ilgili, boykot davranış türleri (Kozinets ve Handelmann, 1998), boykota
katılımın altında yatan motivasyonların (Sen vd., 2001; Klein vd., 2004; John
ve Klein, 2003; Tyran ve Engelmann, 2005) ve boykotun finansal etkisinin
(Koku vd., 1997; Pruitt ve Friedman, 1986) neler olduğu çalışmalarda
üzerinde ağırlıklı olarak durulan başlıca konulardır (Yuksel ve Mryteza, 2009:
248).
Tüketici boykotları ile ilgili literatür araştırması üç alandan
oluşmaktadır: (1) boykotun sıklığı, nedenleri ve hedefleri; (2) boykotun
sonuçları; ve (3) katılan bireylerin motivasyonları (Hoffmann ve Müller, 2009:
240).
Tüketici boykotlarının işletmeler üzerindeki etkilerini inceleyen
araştırmacılar (Friedman, 1985; Pruitt ve Friedman, 1986; Pruitt, Wei ve
White, 1988; Worrell ve El-Jelly, 1995), boykotların marka, kurumsal imaj,
itibar açısından işletmeler tarafından her zamankinden daha önemli hale
gelmesi gerektiği ve tedbir almaları yönünde önerilerde bulunmuştur. Diğer
yandan, boykotların işletmelerin hisse senedi fiyatları üzerindeki olumsuz
etkileri olduğunu belirten çalışmalar (Friedman, 1985; Pruitt ve Friedman,
1986; Pruitt, Wei ve White, 1988; Davidson, Worrell ve El-Jelly; 1995)
yapılmıştır (Chavis ve Leslie, 2008: 4).
Literatür, (a) hedef şirketin pazarlama uygulamalarını değiştirmek
amacı ile yapılan ekonomik ya da pazarlama politikası boykotları, ve (b)
politik, sosyal ve etik denetim boykotları olmak üzere iki tür boykotun
varlığını kabul etmektedir (Farah, 2008: 6).
Knudsen ve arkadaşları tarafından yapılan bir çalışmada da; boykot
çağrılarını tetikleyen eylemlerin hükümet eylemleri, işletme eylemleri ve
bireysel eylemler olmak üzere üç şekilde sunulduğu belirtilmiştir. Ayrıca
çalışmada, boykotu organize edenler tarafından kendi kampanyaları için
farkındalık oluşturmak ve belirlenen hedef kitlelerin medya kullanımını
yönetmek amacıyla kullanılan stratejiler tartışılmıştır. Boykot çağrılarına
yönelik cevap veren çok uluslu şirketler için mevcut çok sayıda stratejiler
gözden geçirilmiştir (Knudsen vd., 2008:17-26).
Tüketici Boykotlarına Yönelik İşletme Stratejileri
Tüketiciler bir işletmeyi boykot ettiğinde, işletmenin satışları, gelir,
nakit akışları ve dolayısıyla hisse senedi fiyatlarında azalma oluşabilmektedir
(Davidson vd., 1995; Pruitt ve Friedman, 1986; Farah ve Newman, 2010:
347). Örneğin, Birleşik Krallık'ta, Irak savaşı nedeni ile Amerika Birleşik
Devletleri'ne öfkeli olan tüketicilerin boykot hedefleri, ABD şirketleri olmuştur.
Önceki yıl 600 milyon Pound bir gelir artışı yaşayan bu şirketler, 2004 yılında
3.2 milyar Pound kaybetmiştir. ABD şirketleri Avrupa'da zarara uğrarken,
56
Karaca, Y., 2016, “İşletmeler Tüketici Boykotlarina Ne Kadar Hazirlikli? Gezi Parki Direnişi Kapsaminda
Mersin Starbucks Örneği”
ABD'de iş yapan Fransız şirketlerin durumu da aynı olmuştur. Fransa'nın Irak
savaşına katılmayı reddetmesine öfkelenen ABD'li tüketiciler, Fransız
şaraplarını boykot etmeye karar vermiştir. Bu boykot, işletmelerin haftalık
satış oranını % 26 azaltmış ve altı ay süren boykot esnasında yaklaşık % 13
oranında, 112 milyon dolar tutarında bir finansal kayba yol açmıştır
(Braunsberger ve Buckler, 2009: 460).
Tüketici boykotları işletmenin ürün ve hizmetleri ile ilgili bir kriz
çeşididir ve işletmeler açısından son derece önemlidir. Boykotların gerek
işletmenin ekonomik durumuna, gerekse imajına zarar vermesini önlemek
amacı ile boykotları düzenleyen tüketici grupları ile yürütülecek iletişimde kriz
iletişiminin ana ilkelerini göz önünde bulundurmak faydalı olabilecektir
(Davidson, 1995: 80).
Boykot krizini önlemek için her şeyden önce, işletmenin ihtiyaçlarını,
yönetimin değerlerini tanımlamak, belirlenecek amaçlarda bu ihtiyaç ve
değerleri göz önüne almak gerekir. İşletmenin nereye gittiğini bilmek,
yönetimin temel alanlarında bilgi ve değerleri paylaşmak, yönetimin
felsefesini kavramak, krizden kaçınmak için oldukça önemlidir. Problemleri
tanımlamayı mümkün olduğu kadar etkili ve verimli çözümler bulmayı ve
uygulamayı kolaylaştıracak örgüt yapısını kurmak ve korumak, krizden
kaçınmak için ön şarttır. Kriz esnasında, durum doğru olarak algılanmalı ve
teşhis edilmeli, gerçekçi bir şekilde ve sükunetle karşılanmalıdır. Ayrıca etkili
kararlar alabilmek için bilgi toplamayı sistematik hale getirmeye, farklı
hiyerarşik kademelerde çalışanlara fırsat tanıyıcı roller dağıtmaya, zamanın
baskısını azaltmaya, krizin kaynaklarını ayrıntılı bir şekilde teşhis etmeye
yönelik çabalar sarf edilmelidir (Dinçer, 2004: 424). Bu dönemde alınabilecek
en önemli karar, geniş çaplı bir "yeniden yapılanma" yapmaktır. İşletmenin
mevcut değerleri, amaçları, varsayımları gözden geçirilmeli, kısaca örgüt
kültürü değişiklere kolayca uyum sağlayacak hale getirilmelidir. Bu aşamada
ayrıca yönetim ve örgüt geliştirme faaliyetlerine ağırlık verilmelidir (Akgemci,
2007: 438).
Boykot dönemlerinde ortaya çıkan krizlerde mutlaka bir kriz planı
hazırlanmalı ve stratejiler saptanmalıdır. Planda kriz türleri, önlemler,
etkilenecekler ve iletişim kanalları belirlenmeli, bütün bunlar denetim altında
bulundurulmalıdır. Bu dönemde yapılan marka yatırımları, imaj kampanyaları
ve hedef kitleye verilen umut yüklü iletiler güvenilirliği arttıracağı gibi, uzun
vadede olumlu bir geri dönüşü de sağlamaktadır (Bülbül, 2004: 76).
İşletmelerde meydana gelen boykot krizlerin yönetilmesinde ortaya
çıkan kriz yönetim ilkeleri genel bir ifadeyle yedi maddede açıklanarak,
problem üzerinde odaklanmak için günlük işlerle ilgilenen bir kriz ekibinin
oluşturulması, en kötü senaryolara göre bir stratejinin belirlenmesi, baskıları
gözetmeksizin içeriğe odaklanması, potansiyel müttefiklerin bilinmesi ve
onlarla görüşülmesi, etraflı bir kriz hareket planı oluşturulması şeklinde
değerlendirilmiştir (Akdağ, 2005: 5).
57
Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 10 (21), Ocak-Haziran 2016, s. 53-67.
Davidson‟a göre ise tüketici boykotları ile karşılaşan bir işletmenin
uygulaması gereken stratejiler şunlardır: İşletme, erken bir uyarı sistemi ve
sorunlara cevap bulabilmek için bir politika geliştirmeli, boykot tehditlerini
gözardı etmemeli, boykotu düzenleyenlerin ne söylediğini dinlemeli, boykotu
düzenleyenlere kapıları açık tutmalı, yaratıcı olabilmek için bir fırsat aramalı,
panik yapmamalı ve ekonomik sonuçları kabullenmeli, müşteriler ile daha
güçlü ilişkiler kurmak için fırsat yaratmalı, konunun toplumsal veya politik
boyutunu ihmal etmemeli, işletmenin ilkelerine sadık kalmalı, hata yapıldığını
kabul etmekten korkmamalıdır (Davidson, 1995: 78)
Yapılan bir diğer çalışmada da; özellikle uluslararası işletmelerin hedef
olarak görüldüğü boykotlarda, üstesinden gelmeleri için seçenekler
sunulmuştur. İşletmelerin ortaya çıkan olumsuzlukları giderebilmek için
yapmaları gereken stratejik uygulamalar; söylentilere cevap vermek,
tartışmalı konulardan uzaklaşmak, boykotların ülke ve bölge ekonomisine
olan etkilerini vurgulamak ve pazarlama karmasını yerelleştirmek, olarak
ifade edilmiştir (Knudsen vd., 2008:21).
Gezi Parkı Direnişi
27 Mayıs sabahı Gezi Parkı‟nın Divan Oteli'ne bakan duvarlarının
yıkılması ve ağaçlarının sökülmeye başlamasıyla başlayan süreç, Taksim
Dayanışma Platformu tarafından sosyal medyaya taşınmasıyla, 27 Mayıs‟ta
başlayan Gezi Parkı direnişi, geniş bir yelpazeden farklı talepleri olan bir kitle
oluşturmuştur. Türkiye‟de ve dünyada oldukça tanınmış kişilerin sürece dahil
olmasıyla birlikte de konu Türkiye içerisinde farklı illere ve yabancı basına
taşınarak dünya gündemine oturmuştur (Banko ve Babaoğlan, 2013).
Yaşananların sosyal ve politik izdüşümleri bir yana, ciddi ticari etkileri
olduğu göz ardı edilemez bir gerçektir. Özellikle sosyal medyada Gezi Parkı
direnişine destek veren veya vermeyen markalar, sosyal medya kullanıcıları
tarafından belirtilmiş ve destek vermeyenlerin boykot edilmesi yönünde
çağrılar yapılmıştır. Gezi Parkı direnişi sırasında yaşananları ekrana taşımayan
CNN Türk, NTV ve bağlı olduğu Doğuş Grubu, yine aynı gruba bağlı olan
Garanti Bankası, Habertürk, eylemcilere karşı tavır koyan Kızılkayalar,
kepenklerini kapatan Starbucks, eylemcilere su satmayıp polise çay
vermesiyle eleştirilen Mado sosyal medyada eleştirilen ve boykot edilmesi
istenen işletmeler olarak sıralanmıştır. Yapılan boykot çağrıları sonucunda;
bazı bankaların, zincir restoran ve kafelerin, medya kuruluşlarının ve
otomotiv işletmelerinin hem ticari olarak hem de itibar açısından bu
olaylardan zarar gördüğü söylenilebilir (Kahraman, 2013: 63).
58
Karaca, Y., 2016, “İşletmeler Tüketici Boykotlarina Ne Kadar Hazirlikli? Gezi Parki Direnişi Kapsaminda
Mersin Starbucks Örneği”
Gezi Parkı Direnişi Kapsamında Ortaya Çıkan Tüketici Boykotları
Örnekleri
Gezi Parkı direnişi ile başlayan eylemleri gerçekleştirenlerin, kentli,
beyaz yakalı profesyoneller ve onların çocukları olduğu, yapılan
araştırmalarda ortaya çıkmıştır. Çok farklı seviyelerden beyaz yakalı
çalışanlar, kurumsal duruşlarını bırakıp ama aynı zamanda kurumsal
aidiyetleri de bilinecek biçimde sosyal medya üzerinden yaşananlara taraf
olmuşlardır (İlhan, 2013: 27).
Gezi Parkı olayları sonrasında, tüketicilerin marka tercihlerindeki
değişimin ölçülmesi amacıyla 7-13 Haziran tarihleri arasında 713 kişi ile
yapılan
bir
çalışmanın
sonuçları;
markaların,
makro
faktörlerden
etkileneceğini ispatlamıştır (Okan ve Yalman, 2013: 81). Gezi Parkı
olaylarının 7. ile 13. günleri arasında yapılan ankette, katılımcıların %97,2
oranında bu güncel olayı takip ettiği sonucuna ulaşılmıştır. Katılımcıların
%84'ü marka tercihlerinin değişeceğini söylerken, sadece %7,7'si marka
tercihlerinde herhangi bir değişiklik olmayacağını belirtmiş, %8,3'ü ise
kararsız kalmıştır. Bu olayların içine, lokasyonları dolayısıyla dahil olan
kafelerin (Cafe Nero, Strabucks, Mado, Kahve Dünyası, Caribou Cafe ve
Divan) olaylar sırasındaki uygulamalarının, tüketici tercihlerinde neden olduğu
değişim, araştırmanın en önemli sonucunu oluşturmaktadır. Gezi Parkı
olayından önce, katılımcıların %85'i Starbucks'a, %74,8'i Mado'ya ve %57,4'ü
Kahve Dünyası'na gittiklerini belirtmelerine karşın, Gezi Parkı olaylarından
sonra, sadece %16,8'i Starbucks'a, %10'u Mado'ya ve %24'ü Kahve
Dünyası'na gideceğini belirtmiştir. En büyük yüzdesel farklılık (%65) Mado ve
(%68) Starbucks'ta görülmüştür. Kafe tercihlerinden olumlu etkilenen tek
marka ise Divan olmuştur. Katılımcıların %28,8'lik bir kesimi, Gezi Parkı
olaylarından önce Divan Kafe'ye gittiğini belirtirken; bu oran olaylar
sonrasında %39'a çıkmıştır. Katılımcıların %76,9'u, tüketici tercihlerinin, bu
olaylar sonrasında değişeceğini belirtmiştir. Bu araştırma sonuçları ile
tüketicilerin, sosyal olaylar karşısında; kurumların, duyarlı olmadığına
inanması durumunda, satın alma tercihleri ile kurumu cezalandırabileceği
sonucuna ulaşılmıştır (Okan ve Yalman, 2013: 81).
ERA Araştırma ve Danışmanlık tarafından yürütülen bir başka
araştırmada, İstanbul‟da yaşayan halkın genelinin görüşlerini almaya yönelik
tasarlanmıştır. Araştırmanın amacı, kentin bu dönemde gündeme gelen
markalara yönelik algısını belirlemeye yöneliktir. Araştırmada elde edilen
verilere göre birçok markanın krizi iyi yönetemediği için itibar kaybettiği
gözükmektedir (Oktar vd., 2013). Gösterilerdeki tutumları nedeniyle
tüketicilerin beğenisinin en çok değiştiği alan medya sektörü olarak tespit
edilmiştir. HaberTürk, CNNTürk, NTV, Sabah Gazetesi ve Hürriyet
Gazetesi‟nin eylem destekçileri arasında beğeni oranının düştüğü çalışma
tarafından tespit edilmiştir. Destekçiler açısından en çok puan toplayan kurum
ise gösterileri ilk günden itibaren canlı olarak yayınlayan Halk TV olduğu
belirlenmiştir.
59
Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 10 (21), Ocak-Haziran 2016, s. 53-67.
Göstericilere ilk günden itibaren kapılarını açan, Divan Oteli‟nin ve
Koç Holding‟in daha fazla beğenildiği ifade edilmiştir. Araştırmadan çıkan
sonuca göre eylemlere destek olanların bundan sonra Koç Holding markasına
daha fazla yöneleceği belirtilmiştir. Özellikle Doğuş Holding, Sabancı Holding,
Garanti Bankası, Kahve Dünyası, Saray Muhallebicisi ve MADO gibi markaların
krizi iyi yönetemeyerek, tüketici gözünde itibar kaybettikleri göze
çarpmaktadır. Araştırmaya göre eylemlere destek olanlar açısından beğeni
oranı en çok düşmüş marka ise tartışmasız Starbucks olduğu ifade edilmiştir
(Oktar vd., 2013).
Birgün Gazetesinin, 05 Haziran 2013 tarihindeki haberine göre:
NTV'nin sansür uygulamasına tüketiciler Doğuş Grubu markalarını
protesto ederek yanıt vermiştir. Garanti Bankası'ndan bir günde 40
milyon lira mevduat çıkışı yaşanmıştır. Garanti Bankası Genel Müdürü
Ergun Özen, "Boykot edenleri anlayışla karşılıyoruz" demiştir. Garanti
Bankası'na ve Doğuş Grubu lokantalarına en etkili protesto yüksek gelir
grublarının sürekli ziyaret ettiği Kanyon Plaza ve Alışveriş Merkezi'nde
gerçekleşmiştir. Kanyon'da işyerleri bulunan yaklaşık iki bin kişilik bir
grup AVM'nin alt katında toplanarak eylem yapmış, AVM'de Doğuş
Grubu'na ait tüm lokantalar bomboş bırakılmış, öğle yemeği için diğer
restoranlar tercih edilmiştir. Grubun daha sonra topluca Garanti Bankası
şubesine giderek, kartlarını iptal ettirdiği ya da hesaplarını kapattırdığı
belirtilmiştir. (Birgün Gazetesi, 2013).
Haberleri sosyal medya sayesinde öğrenen, kimi zaman da bu kirli
bilgi ortamında yanlış yönlenen milyonlarca insanın ortak çağrısına daha fazla
kulak tıkayamayan NTV CEO'su Cem Aydın hata ettiklerini kabul ederek özür
dilemiştir. Hatta kanalın önünde protesto yapanların arasına inen ve
protestocuları destekleyen NTV çalışanları da bu büyük empatinin bir parçası
olmuştur (Yener, 2013).
Araştırmanın Amacı
Bu araştırmanın amacı, Gezi Parkı direnişi kapsamında tüketici
boykotlarına maruz kalan işletmelerin eylemler esnasında ne tür tedbirler
aldıklarını yerel bazda belirlemektir. Bu amaç doğrultusunda, Mersin ilindeki
boykota maruz kalan "Starbucks" işletmesinin eylem esnasında ve sonrasında
ne tür stratejiler belirledikleri örnek olay incelemesi çerçevesinde
değerlendirilmiştir.
Yöntem
Araştırmada kullanılan yöntem, nitel araştırma yöntemlerinden
"Örnek Olay İncelemesi" yaklaşımıdır. Örnek olay, bir veya az sayıda
birbiriyle ilgili katılımcı üzerinde yapılan ayrıntılı çalışma şeklinde
60
Karaca, Y., 2016, “İşletmeler Tüketici Boykotlarina Ne Kadar Hazirlikli? Gezi Parki Direnişi Kapsaminda
Mersin Starbucks Örneği”
tanımlanabilir. Yapılan derinlemesine sorgulama ile bir kişi, grup veya kurum
hakkında ayrıntılı veriler elde edilmektedir (Altunışık vd., 2010: 66).
Örnek olay, çoklu delil kaynaklarının kullanıldığı ve olay ile olayın
içinde vuku bulduğu yer arasındaki sınırlar yeterince açık olmadığında gerçek
hayatın içinde oluşan tabii bir olayı araştırır (Köklü, 1994: 771).
Mersin Starbucks işletmesinde orta düzey yönetici olarak çalışan kişi
ile açık uçlu sorulardan oluşan görüşmeler yapılmıştır. Yapılan görüşmeler, iki
hafta süren, hafta sonlarında ortalama bir saat ve detaylı bir biçimde alınan
notlardan hareketle gerçekleştirilmiştir.
Verilerin analizi bilgisayar ortamında yazıya geçirilerek deşifre
edilmiştir.
Görüşmeciden
elde
edilen
veriler,
yetkilinin
bireysel
düşüncelerinden değil, çalıştığı işletmenin kriz durumlarında uyguladığı
iletişim ve pazarlama stratejilerinden oluşmaktadır.
Veri Toplama Aracı
Araştırmada toplanan veriler yarı yapılandırılmış derinlemesine
görüşme kapsamında açık uçlu soru formu ile elde edilmiştir. Yarı
yapılandırılmış bir görüşme formu, temel alanlarda önceden geliştirilmiş
sorular kullanılarak hazırlanır (Balcı, 2006: 160). Katılımcıların bu görüşme
formundaki yarı yapılandırılmış sorulara verdikleri yanıtlar betimlenerek
tartışılmıştır.
Bu form araştırmacıya görüşme içeriği konusunda yol göstermiştir
Görüşme formundaki sorular, iki ana kısım altında toplanmıştır. İlk kısımda
işletmelerin, boykotlara karşı ne tür iletişim strateji uyguladıklarını
belirlemektir. İkinci kısımda ise işletmelerin bu dönemde uyguladıkları
pazarlama stratejilerinin neler olduğunu belirlemek amacıyla oluşturulan
sorular sorulmuştur. Hazırlanan sorular mevcut literatür araştırmasında
boykot krizlerinde işletmelerin yapması gereken stratejilerden derlenerek
oluşturulmuştur.
Araştırma Soruları
Mevcut literatür kapsamında, örnek olay incelemesi geçekleştirilen
işletmeye temel iki soru sorulmuş ve daha sonra mevcut araştırma soruları
kapsamında yanıtları aranacak alt sorular belirlenmiştir. İşletmelere sorulan
temel iki soru;
Araştırma Sorusu 1: Gezi Parkı direnişi kapsamında ortaya çıkan
işletmenize yönelik tüketici boykotlarında ne tür İletişim stratejileri
belirlediniz? İşletme olarak neler yapıldı?
61
Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 10 (21), Ocak-Haziran 2016, s. 53-67.
Araştırma Sorusu 2: Gezi Parkı direnişi kapsamında ortaya çıkan
işletmenize yönelik tüketici boykotlarında Pazarlama Karma Elemanları
açısından nasıl stratejiler belirlediniz? İşletme olarak neler yapıldı?
Verilerin Çözümlenmesi
Araştırmadan elde edilen veriler betimsel analizle çözümlenmiştir.
Betimsel analiz, elde edilen verilerin, önceden belirlenen temalara göre
özetlenmesi ve yorumlanmasıdır (Altunışık vd., 2010: 322). Öncelikle
çözümlenen verilerin hangi temalar altında sunulacağı belirlenmiştir. Ardından
veriler, oluşturulan temalar doğrultusunda betimlenmiş ve katılımcıların
görüşlerini yansıtmak amacıyla doğrudan alıntılarla desteklenmiştir.
Bulgular
Görüşmecilere iki temel araştırma sorusu kapsamında alt sorular
sorularak cevaplanması istenmiştir. Görüşülen uzman, Gezi Parkı direnişi
kapsamında işletmelerine yönelik tüketici boykotunu sürdüren tüketicilere
karşı bu dönemde uyguladıkları iletişim ve pazarlama stratejileri kapsamında
neler yapıldığı ile ilgili cevaplar vermiştir. Verilerin yazıya geçirilmesi sırasında
görüşmecilerin vermiş oldukları cevapların anlam bakımından daha net
değerlendirilmesini sağlamak amacıyla, söylenenler aynen aktarılmıştır.
Starbucks işletmesi Mersin ilinde bir AVM içerisinde 5 yıldır faaliyet
gösteren, hedef kitlesi çoğunlukla 18-40 yaş aralığında gelir düzeyi ve yaşam
koşulları yüksek olan müşteri grubunun, haftada en az 2 defa geldiği
uluslararası kahveler zinciri olarak faaliyet gösteren bir işletmedir. Ürün ve
fiyatlama stratejileri Merkezden belirlenen, ancak yerel düzeyde mevcut ürün
karmalarına "Türk kahvesi" ürünü ekleyen bir işletmedir. Gelen müşterilerini
tanıyan, diyalog geliştiren çalışanları bulunmaktadır.
Gezi Parkı direnişi kapsamında ortaya çıkan tüketici boykotlarında,
AVM'ye karşı ve Starbucks'a yönelik oluşan boykot kapsamında Mersin ilinde
en çok etkilenmiş işletmelerin başında gelmektedir. Eylemler esnasında
tüketiciler yaklaşık bir ay boyunca Mersin Forum AVM önünde toplanarak
AVM'yi ve AVM'de bulunan Starbucks'ı protesto ederek kalabalık halde
yürüyüşler gerçekleştirmiştir. Polis müdahalelerin yaşandığı 30 Haziran 2013
tarihinde Starbucks masa sandalye ve şemsiyeleri ateşe verilmek suretiyle
eylemciler tarafından barikat oluşturulmuştur. Bu olaydan sonra yaklaşık bir
hafta süresince müşterilerine tam anlamıyla hizmet vermekte aksaklıklar
yaşanmıştır. Boykotların yaşandığı bu dönemde işletme iletişim ve pazarlama
açısından ne tür stratejiler uyguladıklarını şu şekilde belirtmiştir (Kişisel
görüşme, 2014):
62
Karaca, Y., 2016, “İşletmeler Tüketici Boykotlarina Ne Kadar Hazirlikli? Gezi Parki Direnişi Kapsaminda
Mersin Starbucks Örneği”
İletişim Stratejileri
-
-
-
-
-
-
Türkiye Merkezli bir basın sözcüsü belirlendi. Medyada yeralan basın
bülteni çoğaltılarak Starbucks camlarına ve içerideki kasa bölümüne,
bar bölümüne yapıştırıldı, müşterilerin görmesi ve okuması sağlandı.
İşletmenin sadece boykot esnasında değil ortaya çıkabilecek kriz
dönemlerinde yol göstermesi amacıyla ana merkez tarafından
oluşturulmuş bir "Kayıp Önleme ve Güvence Bölümü" bulunmaktadır.
Bu bölümden sürekli talimatlar alındı ve bu bölüme bilgiler verilerek
iletişim sağlandı.
Sosyal medya, ve diğer medya araçlarından özellikle internet
ortamından yerel düzeyde yararlanılmadı, genel merkez talimatlarına
uyuldu.
Boykotu düzenleyenlerin, İstanbul Merkezli Mağazada istekleri dikkate
alınmadı onlarla iletişime geçilmedi. Ancak, Mersin‟de bulunan
mağazamızda, müdahalelerden kurtulan ve kaçanlara kapılar açıldı,
kapıların önüne su ve süt kolileri, ilkyardım malzemeleri konuldu. Bu,
Genel merkez talimatıyla gerçekleştirildi.
Boykot tehditlerine yeterince önem verilmedi, Genel Merkez, İstanbul
bazlı
bir
boykot
olabileceği
düşünüldü,
yerel
düzeyde
etkilenebileceğimiz öngörülmedi.
Boykot sebebi olarak ortaya çıkan söylentilere direnişçilere yardım
edilerek yanıt verildi.
Özellikle çalışanlar ve diğer müşteriler, ya da kitlesel kapımıza gelen
boykotçular arasında tartışmalı konulardan uzaklaşıldı.
Tüm talimatlar merkezden alındı, merkez ve bölge müdürlüğü
doğrultusunda söylenilen talimatlar yerine getirildi.
Bu dönemde çalışanların dikkat etmesi gereken unsurlar oldu,
özellikle çalışanlara yönelik toplantı, konuşmalar, dikkatli olması ve
taraf tutmaması yönünde uyarılarda bulunuldu ve ayrıca çalışanlara
yönelik
serbestiler
uygulandı,
eyleme
katılmak
isteyenlere
gidebilecekleri söylenildi.
Pazarlama Stratejileri
-
-
Hedef kitlede bir değişiklik meydana gelmedi ancak Starbucks,
Mersin'de AVM içerisinde faaliyet sürdüren bir işletme olması
sebebiyle gerek AVM boykotu, gerek Starbucks boykotu kapsamında
Kafe'ye gelen müşteri sayısında azalma meydana geldi. Ve dolayısıyla
satışlarda azalma meydana geldi (Satışlar veya müşteri sayısına
yönelik net bir rakam belirtilmemiştir). Gezi Parkı direnişinin
başlamasıyla devam eden bir aylık süreçte satışlarda azalma düşüş
meydana
geldi.
Özellikle
AVM
önünde
gerçekleşen
polis
müdahalelerinin yaşanmasıyla yaklaşık bir hafta hizmet verilemedi.
Yerel bağlantılar açısından mevcut müşteri kitlemizin Genel Merkez
tarafından uygulanan boykot sebebi olarak belirtilen davranışların
bizim tarafımızdan yapılmayacağı inancı hissedildi.
63
Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 10 (21), Ocak-Haziran 2016, s. 53-67.
-
-
Ürün stratejilerimizde bir değişiklik meydana gelmedi, yerel düzeyde
bunu gerçekleştiremeyiz. Bölge yetkilileri ya da Merkez yetkilileri
talimatıyla gerçekleştirebiliriz.
Fiyat stratejilerimiz aynı kaldı.
Bu dönemde tutundurma faaliyetlerimiz arttı. Özellikle hedef kitlemizi
oluşturan genç kitlenin bulunduğu ortamlarda (üniversite gibi) "kahve
sohbetleri" adı altında toplantılar düzenlenildi, halkla ilişkiler
çalışmaları, ve kardeş okul kitap kampanyaları tarzı sosyal sorumluluk
projeleri gerçekleştirildi.
Değerlendirme ve Sonuç
Mersin ilinde tüketici boykotlarına maruz kalan Starbucks işletmesinin
bu dönemde neler yaptığına/yapamadığına ilişkin genel bir değerlendirme
yapılmak istenirse; işletme öncelikle mevcut durumu bir kriz olarak
algılamıştır. Ancak bu tür bir krizin, İstanbul merkezli gerçekleşeceğini,
Mersin'de kitlesel bir eylemin ve buna bağlı boykotun olmayacağını, bu
dönemde mevcut müşterilerinin sadık müşteriler olduğunu varsayarak
boykottan etkilenmeyeceklerini düşünmüşlerdir. Dolayısıyla, işletmenin
boykotlara yönelik proaktif herhangi bir kriz iletişimi stratejisi mevcut
değildir. Ancak boykotun Mersin il merkezinde gerçekleşmesi ve ortalama bir
ay kadar sürmesiyle birlikte İstanbul merkezli bir kriz iletişimi stratejisi
uygulanmıştır.
Kriz iletişimi krizin her evresinde iç ve dış hedef kitlelerle kurulacak
iletişimin yönetilmesidir. Hedef kitleye uygun mesajların oluşturulması
sonrasında en uygun iletişim araçlarının seçilmesi gerekir (Suher, 2013:
116). Kriz zamanlarında verilecek mesajların hedef ve amaçlarının kurum
yöneticileri ve iletişimcilerinin ortak kararları üzerine belirlenmesinden sonra
gelen basamak hedef kitlelerin profillerinin çıkarılmasıdır. Hedef kitlenin
demografik özelliklerinin belirlenmesi kadar tutumlarının, inançlarının ve
duygusal durumlarının öğrenilmesi de mesajın hedef kitleye nasıl
yansıyacağının anlaşılması için önemlidir (Suher, 2013: 116). Kriz iletişimi
açısından işletme, Taksim‟deki polis müdahalesinin ardından göstericilere
yardım etmediği, kepenklerini kapattığına yönelik eleştirilere cevaben
durumun tam tersi olduğunun anlatıldığı, güvenlik kamerası görüntülerinin
bulunduğu basın bülteni hazırlamıştır.
Ülkemizdeki son olaylarla bağlantılı, marka konumlanmasında, etik
marka olması gibi tarafsız bir duruşla; özellikle, bizim gibi ülkelerdeki, siyasal
kırılma ve ayrışmaların, kitleler arasında kutuplaşmanın, kamplaşmanın
artmakta olduğu bir ülkede, özen göstermek zorunluluğu vardır ve marka
yönetimi, marka yöneticileri taraf tutmadan, marka konumlandırmasını iyi
yönetebilmelidir (Odabaşı, 2013: 27). Bu bağlamda sürdürülebilir marka
yönetimi çerçevesinde, etkin kriz yönetimi stratejileri ve iletişim
yöntemlerinin ne denli önemli olduğu bir kez daha görülmüştür (Okan ve
Yalman, 2013: 81).
64
Karaca, Y., 2016, “İşletmeler Tüketici Boykotlarina Ne Kadar Hazirlikli? Gezi Parki Direnişi Kapsaminda
Mersin Starbucks Örneği”
İstanbul Starbucks'ın mevcut durumda tarafsızlığını belirtememiş
olması yerel düzeyde tarafsız duran işletmenin faaliyetlerinin gözardı
edilmesine ve eylemler boyunca boykot edilen işletmeler içerisinde en üst
sırada yer almasına neden olmuştur. Boykot dönemlerinden olumsuz
etkilenen markaların durumlarına düşmemek için; tarafsızlığın, empati ve
diyaloğun, bu konuda vazgeçilemez öneme sahip, anlayış ve uygulamalar
olduğu içselleştirilmelidir (Odabaşı, 2013: 27).
Ele aldığımız işletme, boykot tehdidini gözardı ederek, öngörememiş,
daha sonra merkezden gelen talimatlarla hareket ederek durumu kurtarmaya
çalışmıştır. Bir kriz dönemi olarak nitelendirilen boykotlarda en önemli husus
olarak başta müşteriler olmak üzere önemli sosyal paydaşlar ile iletişime
gerekli önemin verilmesi gerektiği ön plana çıkmaktadır. Davidson, buna bağlı
olarak boykot tehditlerinin önemsenmesi gerektiğinden bahsetmektedir
(Çakır, 2010: 129).
İşletme, bir koordinatör eşliğinde her sabah çalışanlarla toplantılar
yaparak faaliyetlerine başlamış ve bu doğrultuda çalışanların bilgilendirilmesi
sözkonusu olmuş ve başarılı bir şekilde uygulamıştır. Krizlerle ilgili olarak
öncelikle çalışanları bilgilendirmek gerekmektedir. Boykotlarda da boykotun
sebepleri ve işletmelerin boykot karşısında izleyeceği tutum ile ilgili olarak
çalışanlara bilgi verilmelidir (Çakır, 2010: 130).
Eylemlerin Mersin'de başlamasıyla birlikte eylemcilere yönelik tavırları
İstanbul Starbucks'ta olduğu gibi olumsuz olmasa da tüketiciler tarafından
boykota maruz kalmıştır. İşletme, özellikle polis müdahalelerinin olduğu
günlerde eylemcilere yardımcı olmuş ancak mevcut boykot kararından
etkilenerek satışları düşmüş, işletmeye gelen müşteri sayısında azalma
meydana gelmiştir. Ayrıca polis müdahaleleri esnasında işletmede maddi
zararlar meydana gelmiş, yaklaşık bir hafta süreyle hizmet veremez duruma
gelmiştir. Kriz esnasında herhangi bir iletişim yöntemi belirlenmemiş, mevcut
İstanbul merkezli hazırlanan basın bülteni işletmenin görünen yerlerine
asılmıştır. Basın bülteni ile dile getirilen durumun uygulamada böyle olmadığı
yönündeki eleştirilerin sosyal medyada belirtilmesi işletmeyi boykotun hedefi
olmaktan kurtaramamıştır. Mersin Starbucks işletmesinin çalışanlara yönelik
bilgilendirmede bulunması, taraf tutmamalarını ifade etmeleri, ve bir
serbestlik sağlamaları kriz anında çalışanlara yönelik iletişimin başarılı şekilde
uyguladığının bir göstergesi olarak ifade edilebilir. Son olarak işletmenin
boykot krizlerinde kriz iletişimini çok iyi yönetemediği, eksikliklerin bulunduğu
ifade edilebilir.
Pazarlama stratejileri açısından ise, işletme merkeze bağlı hareket
etmesi dolayısıyla karmada değişiklik gerçekleştirmemiştir. Oysaki,
işletmelerin insiyatif kullanarak, boykot dönemlerinde yerel tutundurma
çalışmaları sunmaları, kendi reklam kampanyalarında yerel imgeleri dahil
ederek, güçlü bir yerel lezzet ile yeni ürünleri tanıtmaları, pazarlama
karmasını yerelleştirerek, değiştirmeleri, pazarlama stratejileri açısından
boykota karşı bir önlem olarak ele alınmaktadır (Knudsen vd., 2008: 23).
65
Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 10 (21), Ocak-Haziran 2016, s. 53-67.
Ancak, işletme üzerindeki olumsuz imajı kaldırmak açısından insiyatif
kullanarak tutundurma çabalarına ağırlık vermiştir. Tutundurma çabalarında
başarılı olduğu ve mevcut boykot sebebiyle ortaya konan imajını düzeltmek
için çaba sarfettiği sonucuna varılabilir. Sonuç olarak, günümüz postmodern
dünyasında değişim, her yerde olacaktır. Bu değişimi okuyup içselleştirebilen
emeğe, insana, doğaya saygılı, tarafsız işletmeler sürdürülebilir başarıyı
yakalayabilecektir.
Çalışma,
tüketici
boykotlarına
yönelik
ne
tür
tedbirler
alındığına/alınmadığına yönelik yerel bir bakışı ortaya koymasına rağmen, bir
takım kısıtlara sahiptir. Bu kısıtlardan en önemlisi, araştırmanın evren ve
örneklemi ile ilgilidir. Araştırma sadece Mersin ilinde boykota maruz kalmış
Starbucks işletmesini kapsamaktadır. Elde edilen sonuçların genellenmesi söz
konusu değildir. Ancak, bu çalışmadan elde edilen sonuçlar, uygulayıcılar ve
araştırmacılar için temel bulgular sağlayabilir. Bundan sonraki çalışmalara
öneri olarak, Gezi Parkı direnişi kapsamında ortaya çıkan tüketici
boykotlarının İstanbul merkezli ve diğer yerel düzeydeki işletmeler açısından
incelenmesi, mevcut tüketicilerin boykota katılım, boykot sonrası işletmeye
yönelik satın alma davranışlarının araştırılması yönünde gerçekleşebilir.
Kaynaklar
Altunışık, R., Coşkun, R., Bayraktaroğlu, S. ve Yıldırım, E., 2010, Sosyal Bilimlerde
Araştırma Yöntemleri, Sakarya Yayıncılık, Sakarya.
Akdağ, M., 2005, "Halkla İlişkiler ve Kriz Yönetimi", Selçuk Üniversitesi Sosyal Bilimler
Enstitüsü Dergisi, Sayı 14, s. 1-20.
Akgemci, T., 2007, Stratejik Yönetim, Gazi Kitabevi, Ankara.
Balcı, A., 2006, Sosyal Bilimlerde Araştırma Yöntem, Teknik ve İlkeler, Pegem
Yayıncılık, Ankara.
Balıkçıoğlu, B., Koçak, A. ve Özer, A., 2007, "Şiddet İçermeyen Bir Eylem Olarak
Dolaylı Tüketici Boykotlarının Oluşum Süreci ve Türkiye İçin Değerlendirme",
Ankara Üni. Siyasal Bilgiler Fak. Dergisi, 62 (3), s.79-100.
Banko, M. ve Babaoğlan, A. R., 2013, Gezi Parkı Sürecine Dijital Vatandaş‟ın Etkisi,
(http://geziparkikitabi.com/), e.t. 10.10.2013.
Bayuk, M. N. ve Ofluoğlu, M., 2013, "Tüketici Boykotu ve İşletme Faaliyetlerine
Etkileri", Kamu-İş, İş Hukuku ve İktisat Dergisi, 13 (1), s.141-155.
Birgün Gazetesi, 2013, "Doğuş'a Tüketici Darbesi: Garanti'den 40 Milyon Çıktı",
(http://www.birgunabone.net/economicindex.php?newscode=
137042285&year=2013&month=06&day=05), e.t. 05.06.2013.
Braunsberger, K. ve Buckler, B., 2009, "Consumers on a Mission to Force a Change in
Public Policy: A Qualitative Study of the Ongoing Canadian Seafood Boycott",
Business and Society Review, 114 (4), s.457-489.
Bülbül, A. R., 2004, Halkla İlişkiler, Nobel Yayın, Ankara.
Chavis, L. ve P. Leslie, 2008, "Consumer Boycotts: The Impact of The Iraq War on
French
Wıne
Sales
in
The
U.S.",
(http://areas.kenanflagler.
unc.edu/Entrepreneurship/faculty/chavisl/Documents/Consumer%20boycotts%
20The%20impact%20of%20the%20Iraq%20war%20on%20French%20wine%2
0sales%20in%20the%20US.pdf), e.t. 20.09.2013.
Çakır, H. Ö., 2010, "Tüketici Boykotlarının Kriz iletişimi Açısından Değerlendirilmesi",
Çankırı Karatekin Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 2, s.121-136.
Davidson, D. K., 1995, "Ten Tips for Boycott Targets", Business Horizons, 38 (2), s.
77-80.
Dinçer, Ö., 2004, Stratejik Yönetim ve İşletme Politikası, Beta Basım, İstanbul.
66
Karaca, Y., 2016, “İşletmeler Tüketici Boykotlarina Ne Kadar Hazirlikli? Gezi Parki Direnişi Kapsaminda
Mersin Starbucks Örneği”
Ettenson, R. ve Klein, J. G., 2005, “The Fallout From French Nuclear Testing in The
South Pacific: A Longitudinal Study of Consumer Boycotts,” International
Marketing Review, 22 (2), s. 199–224.
Farah, M. F. ve Newman, A. J., 2010, "Exploring Consumer Boycott İntelligence Using
A Socio-Cognitive Approach", Journal of Business Research, 63, s.347-355.
Farah, M. F., 2008, "Understanding and Predicting Consumers‟ Boycott Participation:
An
Application
of
the
Theory
of
Planned
Behavior",
(http://www.escpeap.eu/conferences/marketing/2008_cp/Materiali/Paper/Fr/Far
ah.pdf), e.t. 18.09.2013.
Friedman, M., 1985, “Consumer Boycotts in the United States, 1970–1980:
Contemporary Events in Historical Perspective,” Journal of Consumer Affairs, 19,
Summer, s.96-117.
Garrett, D. E., 1987, "The Effectiveness of Marketing Policy Boycotts: Environmental
Opposition to Marketing", Journal of Marketing, 51 (2), s.46-57.
Hoffmann, S. ve Müller, S., 2009, "Consumer Boycotts Due to Factory Relocation",
Journal of Business Research, 62, s.239-247.
İlhan, A. C., 2013, "Şirketler ve Markalar Açısından Gezi Parkı Protestoları", Reportturk
Dergisi, 25, Temmuz, s. 26-27.
Kahraman, A., 2013, "Bir Kahve Lütfen, Devrimci" Olsun!", Marketing Türkiye, 1 Eylül,
s. 62-72.
Klein, J. G., John, A. ve Smith, N. C., 2001, "Exploring Motivations for Participation in a
Consumer
Boycott",
(http://citeseerx.ist.psu.
edu/viewdoc/download?doi=10.1.1.200.948&rep=rep1&type=pdf),
e.t.
15.09.2013.
Knudsen, K., Aggarwal, P. ve Maamoun, A., 2008, “The Burden Of Identity:
Responding to Product Boycotts In The Middle East”, Journal of Business &
Economics Research, 6 (11), s. 17-26.
Köklü, N., 1994, "Örnek Olay Çalışma Metotları", Ankara Üniversitesi Eğitim Bil.
Fakültesi Dergisi, 27 (2), s.771-779.
Odabaşı, Y., 2013, "Siyasallaşan Tüketici, Tüketim ve Marka Yönetimi", The Brand Age,
Temmuz, s.27.
Odabaşı, Y., 2011, "Postmodern Toplumsal Bir Başkaldırı", The Brand Age, Aralık, s.5861.
Odabaşı, Y., 2008, "Siyasallaşan Tüketiciliğin Demokratik Denetim Gücü",
(http://yavuzodabasi.blogspot.com/2008/05/siyasallaantketiciliindemokra
tik.html), e.t. 02.09.2013.
Okan, E. Y. ve Yalman, N., 2013, "Gezi Parkı Direnişi ve Değişen Marka Tercihleri", The
Brand Age, Temmuz, s.81.
Oktar, E., Yüksel, N. ve Ertegün, E., 2013, "Gezi Parkı Araştırması Raporu”, Era
Research
and
Concultancy,
(http://imgserveri.com/
F34CADC556F14D2DA1D8ECC82AD1B567/ERA-GeziParki.pdf), e.t. 21.06.2013.
Suher, İ., K., 2013, Kriz İletişimi ve Yönetimi, Anadolu Üniv. Açıköğretim Fakültesi
Yayını, Eskişehir.
Yener, E., 2013, "Markaların Gezi Parkı İle İmtihanı" (http://www.halkla
iliskiler.com.tr/MarkalarinGeziParkiileimtihani.php), e.t. 13.06.2013.
Yuksel, Ü. ve Mryteza, V., 2009, "An Evaluation of Strategic Responses to Consumer
Boycotts", Journal of Business Research, 62, s.248-259.
Yuksel, Ü. ve Mirza, M., 2010, "Consumers of The Postmodern World: Theories of AntiConsumption and Impression Management", Marmara Üniversitesi İİBF Dergisi,
XXIX (II), s. 495-512.
67
Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 10 (21), Ocak-Haziran 2016, s. 53-67.
68
7 Haziran 2015 Milletvekilliği Genel
Seçimleri Parti Seçim Beyannamelerinin
Engelli Kavramı Temelinde İçerik Olarak
İncelenmesi*
Utku Sayın
Suad Sakallı Gümüş
Yrd. Doç. Dr.,
Mustafa Kemal Üniversitesi
Eğitim Fakültesi Özel Eğitim Bölümü
E-posta: utkusayin@msn.com
Yrd. Doç. Dr.,
Mustafa Kemal Üniversitesi
Eğitim Fakültesi Özel Eğitim Bölümü
E-posta: ssakalli@umail.iu.edu
Özet: Siyasi partiler, propaganda yolu ile seçmen kitlelerini etkileyerek oy vermelerini
sağlamaya çalışırlar. Bu sayede iktidare gelerek ülke ve toplumları yönetmek isterler.
Bu çalışmada, 7 Haziran 2015 milletvekilliği genel seçimlerinde başarı göstererek
mecliste grup kurma yetkisi kazanan dört siyasi partinin, propaganda sürecinde
yayınladıkları seçim beyannamelerinde engelli ifadeleri odağında içerik analizi
amaçlanmıştır. İçerik değerlendirmesi biçimsel ve ifadelerin değerlendirmesi şeklinde
olmak üzere iki yolla yapılmıştır. Sonuçta, engelli kavramının en sık Cumhuriyet Halk
Partisi (CHP) tarafından kullanılmasının yanı sıra en fazla vaatte bulunan parti yine aynı
parti olmuştur. Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP), daha çok mevcut durumun
betimlenmesi şeklinde hazırlamış olduğu beyannamede, engelli bireylerle ilişkili olarak
en az vaat sunan parti olarak belirlenmiştir. Toplam 93 vaadin sunulduğu
beyannamelerde vaatlerin yarısından fazlası “Sosyal-Ekonomik Politikalar”, “İstihdam” ,
“Sağlık” ve “Eğitim” gibi, seçmen kitlesi tarafından kolay görülebilen ve önem verilen,
hizmet ve politikalar alanlarında ortaya çıkmıştır.
Anahtar Kelimeler: Engelli, Siyasi Parti, Beyanname, Seçim, Vaat
The Evaluation to Political Parties' Election Declarations in the June
7th 2015 Parliamentary General Elections on the Basis of the Content
of the Disability
Abstract: Political parties aim to impact voters with propaganda to draw their votes to
themselves. Their goal is to come to power and govern countries and societies. In this
study the data comes from a content analysis of to the election declarations of the four
political parties that were successful in the June 7th 2015 parliamentary elections and
that established a group in the parliament.This analysis was conducted two ways: one
as formal and another as content assessment. According to the results of the study,
CHP is the political party with highest number of reference to the disabled concept and
the highest number of assurances to disabled induviduals in its declaration. Yet, AKP is
the party that gave the least number of assurances to disabled individuals in its
declaration prepared on the base of a description of recent situation. A majority of the
*
Bu çalışma ELMIS2016 Kongresinde özet halinde sözlü bildiri olarak sunulmuştur
Sayın,U. & Gümüş, S. S., 2016, “7 Haziran 2015 Milletvekilliği Genel Seçimleri Parti Seçim
Beyannamelerinin Engelli Kavramı Temelinde İçerik Olarak İncelenmesi”, Toplum ve Demokrasi, 10 (21),
Ocak-Haziran, s. 69-89.
Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 10 (21), Ocak-Haziran 2016, s. 69-89.
total 93 assurances in declarations are about “Social-Economical Politics”,
“Employement”, “Health” and “Education” that are more visible in service delivery and
for politics.
Keywords: Disabled, Political Party, Declaration, Election, Commitment
Giriş
Yapısal-işlevselci sosyoloji, toplumsal yapının varlığı ve devamını
sağlayan kurumlar arasında siyaset kurumunu da hayati önemde olan
kurumlar arasında ele almaktadır (Arslan ve diğ., 2013: 555).
Demokrasilerde siyaset kurumu diğer yapıların yanı sıra en temelde siyasi
partiler aracılığıyla varlığını devam ettirebilmektedir. Siyasi partilerin önemli
fonksiyonlarından birisi, siyaseten karar alma sürecini basitleştirmek ve
istikrarı sağlamaktır. Ancak rekabetin olumsuz olduğu durumlarda, siyasi
partilerin istikrarı bozucu etkisi de söz konusu olabilmektedir (Sakal, 1998:
214). Literatürde elde edilen verilere göre siyasi partilerin 4 temel işlevi söz
konusu olup bu işlevler şu şekilde sınıflanabilir (Pektaş, 1997: 107-109):
1234-
Düşünce, eğilim ve çıkarların birleştirilmesi ve kanalize edilmesi işlevi
Siyasal sistemdeki rollerin bireylerle doldurulması işlevi
Devlet mekanizmasını yönetme ve denetleme işlevi
Siyasal toplumsallaşma, siyasal kültürü geliştirme ve eğitme işlevi
Demokrasi temel olarak, yurttaşların egemenliğinin mevcut yasaların
kabul ve itaat edilmesi yoluyla kendiliğinden sınırlandırılmasını, yurttaş
egemenliğinin, çoğunluk yoluyla seçilmişlere aktarılmasını içerir (Bayhan
2002: 2). Bu yönüyle siyasi partiler katılımcı demokrasilerin olmazsa
olmazıdır. Partilerin katılımcılığı gerçekleştirebilmeleri için en etkili yol ise
seçimlerdir.
Siyasal
sistemde
seçimler,
beklentilerin
karara
dönüştürülebilmesinin bir yoludur. Bu bağlamda seçmen, seçim aracılığıyla bir
politikayı onaylar veya reddeder. Gerçekte seçimler aracılığıyla seçmenler ile
siyasi partiler ve genel olarak siyaset kurumu arasında bir alışveriş söz
konusudur. Seçmenler verdikleri oyun karşılığı olarak siyasi partinin yasama
kararlarını elde etmeyi hedefler. Bu alışveriş ise seçmen açısından
memnuniyetin yanı sıra pişmanlıkta yaratabilir. Seçimin temelinde siyasal
partiler, siyasal partilerin temelinde de kamusal politikalar oluşturma ve
güven sağlama yer almaktadır. Bir demokraside, siyasetin halkın isteğini
yansıtması beklendiği gibi, politikaların da değişen beklentilere yanıt vermesi
gerekir. Şayet politikalar seçmenlerin tercihlerindeki değişimlere yanıt
veremiyor veya yeni alanları yanıtlayamıyorsa, demokrasi kötü durumda
demektir. Dolayısıyla toplum değiştiği sürece, politikalar da değişmelidir
(Üste, Yüksel ve Çalışkan, 2007: 219; Okumuş, 2007: 159; Walgrave,
Nuytemans 2009: 190).
Çok partili demokrasilerde bireyler, parti programında belirtilen
hususlar çerçevesinde, sonraki dönem için kendisine sunulacak kamu mal ve
hizmetlerine ilişkin tercihte bulunarak, temsilcilerini seçer (Sakal, 1998: 214).
70
Sayın, U. & Gümüş, S. S., 2016, “7 Haziran 2015 Milletvekilliği Genel Seçimleri Parti Seçim
Beyannamelerinin Engelli Kavramı Temelinde İçerik Olarak İncelenmesi”
Montesquieu‟nun “büyük bir devlette halkın tamamının bir yasama organı
içinde toplanması ve karar almasının imkânsızlığından dolayı halkın temsilci
seçmek zorunda olduğu” yönündeki görüşü (Koçak, 2006: 116) ile Sakal‟ın
görüşünün paralel olduğu düşünülmektedir. James Mill (1820) “temsil”
kavramını, “modern zamanların büyük keşfi” olarak sunmuş ve demokrasiyi,
tarihteki şehir devletlerinin rejimi olmaktan öteye taşımıştır (Koçak, 2006:
116).
Partiler seçimlerde kazandıkları destek ve oy ile meclislerde
çoğunluğun temsilini kazanmayı hedeflerler. Siyasi parti kavramı çeşitli
yazarlar tarafından birçok yolla tanımlanabilmektedir. Bir program etrafında
toplanmış, süreklilik özelliği olan ve iktidarı elde etmek ve paylaşmak amacı
olan kuruluş siyasi partiler olarak tanımlanabilir (Kapani, 2003: 159). Ware
(1996) ise siyasi partiyi, “asgari politik amaçlar ve fikirler çevresinde
birleşerek, seçim yolu ile kamu yapısına sahip olup, toplumun siyasi hayatını
etkilemeyi amaçlayan, organize insan grubu” olarak tanımlamaktadır (akt.
Bulut ve Güven, 2010: 282).
Osmanlı Devleti‟nin devamı kabul edildiği zaman, Türkiye tarihinde,
II. Meşrutiyetin ilanını takiben 1909 yılında Meclis-i Mebusan‟ın, 1876 Kanuni
Esas-i‟de yapmış olduğu değişiklikle parti kurma hakkı ortaya çıkmıştır. Bunu
takiben 1912 erken genel seçimleri için ilk çok partili seçim deneyimi
denilebilir (Tepekaya 2013: 38). Gelişen tarihsel süreç içerisinde savaşlar,
sıkıyönetim dönemleri, darbeler ve çeşitli nedenlerle Türkiye demokrasisi
kesintilere uğrasa da, 1946 yılından itibaren çok partili seçimler
yapılmaktadır. Liberal demokrasi açısından seçimler yönetici sınıf ve elitlerin
belirlenmesinde temel bir role sahip olup, seçim kampanyaları ile
vatandaşların etkilenmesi hedeflenmektedir. Partiler seçmen kitlesine yönelik
bu kampanyalarda çoğunlukla çeşitli iletişim araç ve yöntemlerinden
yararlanmaktadırlar. Seçim kampanyası, siyasi partilerin ideolojilerini,
programlarını veya adaylarını, seçmenlerin beğenisine sunmak için yapmış
olduğu faaliyetlerdir. Seçim kampanyalarının hedefleri, kendi seçmen kitlesini
rahatlatmak, karasız seçmeni çekmek, eleştiren seçmenin şüphelerini
gidermek şeklinde tanımlanabilir (Üste ve diğ. 2007: 221; Kalender, 2003:
31).
Partiler, demokrasileri ve politikacıların kendi politik kararlarını
meşrulaştırmaya yarayan, toplum ve politikacılar arasındaki en önemli
aracıdır. Bu aracılık sürecinde parti beyannameleri en önemli rolü oynarlar.
Partiler seçmenlerini etkilemek için, onların umut ve beklentilerine yanıt
verecek politika, söylemler, vaat ve projelerle ortaya çıkarlar. Siyasal iletişim
stratejilerini de etkin bir şekilde kullanarak, görsel ve yazılı medya aracılığıyla
seçmen kitlesine beyanlarını iletmeye çalışırlar. Bu beyanlar içerisinde en çok
yer edinen, seçmenlerine mesajların kesin bir dille iletilmesini sağlayan
yöntem ise “seçim beyannameleri”dir. Seçim beyannameleri, hükümet
olmaya aday siyasi partilerin, seçmenlerinin inanmaları ve kendilerini
yönetime seçmeleri için yapacaklarını ifade ettikleri vaatlerin yer aldığı
taahhütlerdir. Partiler, seçimlerde, bir program oluşturup politik tercihleri
71
Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 10 (21), Ocak-Haziran 2016, s. 69-89.
listeler ve seçmenlere bu listeyi sunarlar. Seçmenlerden yeterli desteği
alırlarsa, hükümet etme yetkisine sahip olarak, beyanname ve parti
programında sunulan politikaları uygulamaya başlarlar. Parti beyannameleri
büyük oranda seçmenler tarafından bilinmemekle birlikte, partinin plan ve
fikirlerini yansıtan, gelecekte sorumlu tutulacağı, verilmiş sözleri içeren
formlar olması nedeniyle kıymetlidirler. Partiler çeşitli alanlarda ortaya
koydukları problem ve hizmetler konusunda seçmene, kendilerine yetki
verilmesi durumunda gerçekleştirecekleri değişiklikleri, parti programı ve
beyannameleri sayesinde taahhüt ederler (Walgrave, Nuytemans, 2009: 191;
Bulut, Güven 2010: 282; Demirci 2014: 35; Polat, Akkaya, Binici 2015: 297;
Terkan 2010: 115; Tiyek 2015: 38). Bu açıdan ele alındığında engelli
bireylerle ilişkili olarak sunulan vaat ve beyanların, kendileri ve ailelerinin,
siyasi parti tercihlerinde ve seçimlerde kullandıkları oyun renginde belirleyici
rol oynaması olasıdır.
Son yıllarda engellilik, siyasal alan da dahil olmak üzere, oldukça
hararetli bir tartışma konusu olmuştur. Siyasal müdahaleler, ayrımcılık, sağlık
ve refahın sağlanması için geleneksel ilginin ötesinde hareketlenme,
merhamet ve kültürel ifade rolü, ulaşım ve eğitimde ayrımcılık, otonomiyi
arttırıcı buluşlar gibi konuları merkeze almıştır. Büyük Britanya Hükümeti,
1995 yılı Engelli Ayrımcılığı Yasasında engelli kavramını, “bireyin günlük
yaşam aktivitelerini gerçekleştirme yeteneği üzerine büyük ve uzun süreli
olumsuz etkisi olan fiziksel ve zihinsel bozukluk” olarak tanımlamıştır.
Bozukluk; hareketlilik, el becerisi, fiziksel koordinasyon, taşıma becerisi,
konuşma, işitme veya görme, hafıza veya odaklanma becerisi, öğrenme ya
da anlama, riskleri algılama gibi günlük yaşam gereksinimlerinin en az
birisinde olmalıdır. “Uzun süreli” kavramı ise engelin en az son 12 aylık süre
boyunca devam etmesini ifade etmektedir (Shakespeare, 1993: 249; Purdam
ve diğ., 2008: 53).
Türkiye İstatistik Kurumu‟nun (TÜİK) 2002 yılında yapmış olduğu,
Türkiye Özürlüler Araştırmasına göre, Türkiye‟de engelli nüfusunun genel
nüfusa oranı, süreğen hastalığı olanların da dahil edilmesi ile %12.29 olarak
tespit edilmiştir. Bu veri bağlamında 2015 adrese dayalı nüfus sayımına göre
78 milyon 741 bin 053 kişi olan ülke nüfusu içinde, yaklaşık 9 milyon 677 bin
civarında engelli birey olduğu varsayılmaktadır (e-6). Bu rakamlara her
engelli bireyin ortalama dört kişilik bir ailede yaşadığı varsayılırsa, engelli
politikalarının yaklaşık 37 milyon vatandaşı ilgilendirmesi olasıdır. Söz konusu
varsayımdan yola çıkarak, yaklaşık 37 milyon insanımızı ilgilendiren engelli
politikalarını belirlemeye aday siyasi partilerin, politikalarını anlattıkları, seçim
beyannamelerinin önemi daha da artmaktadır. Bu çalışmada, 7 Haziran 2015
milletvekilliği genel seçimleri propaganda sürecinde beyannamesi yayınlanmış
olup, seçim barajını aşarak Türkiye Büyük Millet Meclisi‟nde (TBMM) temsil
edilebilen dört siyasi partinin, engelli vatandaşlar ve haklarına yönelik olarak,
seçim bildirgelerinde yer alan ifadeleri ve taahhütlerinin, içerik analizinin
yapılması amaçlanmıştır. Araştırma ile elde edilecek bulguların derlenmesi ve
sunulması ile Türkiye‟deki siyasi partilerin, politikalarının ve bundan sonraki
72
Sayın, U. & Gümüş, S. S., 2016, “7 Haziran 2015 Milletvekilliği Genel Seçimleri Parti Seçim
Beyannamelerinin Engelli Kavramı Temelinde İçerik Olarak İncelenmesi”
seçim argümanlarının, engelli bireyler
geliştirilmesi beklentisi taşınmaktadır.
açısından
daha
pozitif
yönde
Araştırmanın Temel Problemi
7 Haziran 2015 milletvekilliği genel seçimleri propaganda sürecinde
Türkiye siyasi partileri, seçim beyannamelerinde, “engelli kavramı ve engelli
bireyleri” nasıl ele almışlardır?
Araştırmanın Alt Problemleri
1234-
Örneklemdeki siyasi partiler seçim beyannamelerinde engelli
bireylerden ne sıklıkta söz etmektedirler?
Örneklemdeki siyasi partilerin seçim beyannamelerinde engelli
bireylere yönelik vaatleri nelerdir?
Örneklemdeki siyasi partilerin seçim beyannamelerinde engelli
bireylere yönelik vaatlerinde benzerlik ve farklılıklar nelerdir?
Örneklemdeki siyasi partilerin seçim beyannamelerinde engelli
bireylere yönelik vaatleri hangi alanlarda ve sayıda yer bulmuştur?
Araştırmanın Sınırlılıkları





Bu araştırmanın en temel sınırlılığı, örneklemdeki siyasi partilerin 7
Haziran 2015 milletvekilliği genel seçimleri için yayınlamış oldukları
seçim beyannamelerinin analiz edilmesidir.
Söz konusu seçimlerden önceki ve sonraki seçimlere ilişkin
bildirgelerin, parti programlarının ve televizyon veya miting
konuşmalarının değerlendirmeye dahil edilmemiş olması, partilerin
genel politik eğilimleri veya engelli politikalarının dikkate alınmamış
olması araştırmanın en önemli sınırlılıklarından birisidir.
Araştırmanın bir başka sınırlılığı ise, 7 Haziran 2015 genel seçimlerine
katılabilen siyasi partiler arasından, Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP),
Cumhuriyet Halk Partisi (CHP), Halkların Demokratik Partisi (HDP) ve
Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) olmak üzere, mevcut seçim barajını
aşarak TBMM‟de milletvekili bulundurma hakkına sahip olan dört
siyasi partiyi kapsamasıdır.
Seçimlerde bağımsız adaylar da yarışmakla birlikte, bağımsız
adayların seçim vaatleri analize dâhil edilmemiştir.
Çalışmada içinde “engelli” terimi kullanılan cümle ve/veya ifadeler
haricindeki ifadeler analiz kapsamına alınmamıştır.
73
Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 10 (21), Ocak-Haziran 2016, s. 69-89.
Evren ve Örneklem
Çalışmanın evreni Türkiye‟de mevcut siyasi partilerden oluşurken,
örneklemi, 7 Haziran 2015 milletvekilliği genel seçimlerine katılarak, seçim
barajını aşarak, TBMM‟nde, parti grubu kurma hakkı kazanan dört siyasi
partiden (AKP, CHP, HDP, MHP) oluşmaktadır.
Veri Toplama Süreci
Çalışmanın verileri, nitel veri toplama yöntemlerinden doküman
incelemesi yöntemi doğrultusunda toplanmıştır. Doküman incelemesi,
araştırılması hedeflenen olgu ya da olgular hakkında bilgi içeren yazılı
materyallerin analizini kapsamaktadır. Dokümanlar, nitel araştırmalarda etkili
bir şekilde kullanılması gereken önemli bilgi kaynaklarıdır. Diğer nitel veri
toplama yöntemleriyle karşılaştırıldığında, denek veya “katılımcı tepkiselliği”
sorununa yol açmaz (Tok, 2012: 284). Örneklemi oluşturan siyasi partilerin,
2015 milletvekilliği genel seçimleri için, 2015 yılı başından itibaren 7 Haziran
2015 seçimlerine kadar yayınladıkları yazılı seçim beyannameleri web
üzerinden, elektronik ortamda elde edilmiştir. Çalışmada partilerin web
sitelerinin kullanılmasının dayanağı, Gibson ve Ward (2002) tarafından ifade
edilmiş olan siyasal web sitelerinin beş temel fonksiyonu arasında yer alan
“bilgi sağlama” ve “kaynak oluşturma” (akt. Kalender, 2003: 31)
fonksiyonlarından faydalanılmasının hedeflenilmesidir.
Verilerin Tasnifi ve Analizi
Verilerin tasnifi amacıyla, her bir partinin 7 Haziran 2015
milletvekilliği genel seçimleri için propaganda amacıyla yayınlamış oldukları
seçim beyannameleri tek tek ele alınmıştır. Örneklemdeki tüm partilerin
beyannamelerinde özel gereksinimli bireylere ilişkin, terim olarak “engelli”
terimi kullanılması nedeniyle, çalışmanın bütününde anlam bütünlüğünü
korumak amacıyla, yazarlar tarafından “engelli” kavramı kullanılmıştır.
Beyannamelerin incelenmesi aşamasında, “engelli” sözcüğü ara/bul komutu
ile elektronik ortamda taraması yapılarak, engelli teriminin kullanıldığı ifade
ve cümleler belirlenmiştir. Ardından, “engelli” kavramı odağa alınarak
biçimsel değerlendirme yapılmış olup, elde edilen bulgular ortaya konmuştur
(Tablo 1). Biçimsel değerlendirmenin ardından, araştırmacılar tarafından
birbirlerinden bağımsız olarak tek tek vaatlerin incelenmesi yapılmıştır. Daha
sonra her iki araştırmacı tarafından, tüm vaatlerin, öznel olarak belirlenen
başlıkları incelenmiş ve araştırmacıların üzerinde uzlaştığı ortak başlıklar
belirlenmiştir. Belirlenen başlıklar ve her bir partinin bu başlıklarda ortaya
koydukları vaatler nicel olarak gösterilmiştir (Tablo 2).
74
Sayın, U. & Gümüş, S. S., 2016, “7 Haziran 2015 Milletvekilliği Genel Seçimleri Parti Seçim
Beyannamelerinin Engelli Kavramı Temelinde İçerik Olarak İncelenmesi”
Bulgular
Tablo 1: Siyasi Partilerin Seçim Beyannamelerinin Biçimsel Olarak
İncelenmesi
Beyanname Biçimsel Özellikleri
AKP
CHP
HDP
MHP
İçindekiler kısmında “engelli” terimi kullanımı
Yok
Var
Yok
Var
Ayrı başlık olarak “engelli” terimi kullanımı
Yok
Var
Var
Var
Beyannamenin toplam sayfa sayısı
380
203
28
257
“Engelli” terimi kullanım sayısı
32
62
24
43
“Engelli” teriminin kullanıldığı sayfa sayısı
18
23
10
13
Mevcut durumun betimlenmesi
19
0
0
0
Engellilere ilişkin vaat sayısı
7
42
21
23
Tablo 1‟de, partilerin seçim beyannamelerinde AKP‟nin (380 sayfa) en
fazla sayfa sayısına sahip seçim beyannamesine sahip olduğu, CHP‟nin (42
vaat) engellilere ilişkin olarak en fazla, AKP‟nin (7 vaat) ise en az vaat sunan
partiler oldukları görülmektedir. CHP‟nin, tüm beyanname içerisinde toplam
23 sayfa içerisinde 62 kez “engelli” terimini kullanarak, “engelli” terimini en
fazla kullanan parti olduğu, tüm partiler içerisinde “engelli” terimini ayrı bir
başlık olarak kullanmayan tek partinin AKP olduğu gözlenmektedir.
Tablo 2: Beyannamelerde Yer Alan “Vaatlerin” Alanlara Göre Nicel
Görünümleri
Vaatlerin ilişkili olduğu alanlar
AKP
CHP
HDP
MHP
Sosyal-Ekonomik politikalar alanında
vaat sayısı
Toplam
1
10
5
7
23
İstihdam alanında vaat sayısı
0
7
2
4
13
Sağlık alanında vaat sayısı
0
6
2
1
9
Eğitim alanında vaat sayısı
0
5
1
1
7
Yasal-Hukuksal alanda vaat sayısı
0
2
2
0
4
Bütünleşme-Entegrasyon alanında
vaat sayısı
1
2
2
2
7
Erişilebilirlik alanında vaat sayısı
0
4
1
1
6
Ulaşım-Mobilizasyon alanlarında vaat
sayısı
0
2
2
1
5
Kentleşme-İmar alanında vaat sayısı
3
1
1
3
8
Hizmet alanında vaat sayısı
0
1
2
0
3
Pozitif ayrımcılık alanında vaat sayısı
0
0
1
2
3
Ar-Ge alanında vaat sayısı
1
1
0
1
3
Gençlik alanında vaat sayısı
1
1
0
0
2
Toplam
7
42
21
23
93
75
Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 10 (21), Ocak-Haziran 2016, s. 69-89.
Tablo 2‟de, tüm partilerin toplam vaatlerinin 92 adet olduğu ve bu
vaatlerin en fazla 23 vaat ile “Sosyal-Ekonomik Politikalar” alanında olduğu
göze çarpmaktadır. AKP‟nin en fazla vaatte bulunduğu alan “Kentleşme-İmar”
alanı (3 vaat) olurken, beyannamede belirlenmiş 13 alanının 8 tanesinde
hiçbir vaat olmadığı görülmektedir. 42 vaat ile en fazla vaat sunan CHP, en
fazla “Sosyal-Ekonomik Politikalar” alanında (10 vaat) vaatte bulunurken,
“Pozitif Ayrımcılık” alanında doğrudan hiçbir vaatte bulunmamıştır. Yine CHP,
“Eğitim” alanında da (7 vaat) en fazla vaat sunan parti olarak görülmektedir.
HDP‟nin beyannamesinde de en fazla vaat sunulan alan “Sosyal-Ekonomik
Politikalar” alanı (5 vaat) olup, partinin “Ar-Ge” ve “Gençlik” başlıklarında hiç
vaadi olmadığı görülmektedir. MHP beyannamesinde benzer şekilde en fazla
vaat “Sosyal-Ekonomik Politikalar” alanında (7 vaat) ortaya çıkarken
“Gençlik”, “Hizmet” ve “Yasal-Hukuksal” başlıklarında doğrudan bir vaade
rastlanmamıştır. Partilerin, tüm vaatler içinde, en az vaat sundukları başlık
“Gençlik” başlığı olarak ortaya çıkmıştır.
Partilerin Seçim Beyannamelerinin Özellikleri ve Vaatlerin İçerikleri
Çalışmanın bu bölümünde, partilerin beyannamelerinde yer alan
tespit, taahhüt ve öneriler her bir parti için ayrı ayrı olmak üzere
değerlendirilmiştir. Partiler irdelenmiş, değerlendirmeleri yapılmış ve çalışma
içinde, herhangi bir ayrıma gitmeksizin alfabetik sıra ile sunulmuştur. Bu
değerlendirmeler yapılırken beyannamelerde “engelli” kavramı ekseninde yer
alan ifadelerin, engelli popülasyonu ve ailelerini ne derece etkileyeceği
konusunda bir tespite varılmaya özen göterilmiştir. Bunun en önemli
gerekçelerinden birisi Sakal‟ın (1998), ifade ettiği gibi “vatandaşın toplam
faydadan çok, hükümet faaliyetlerinden elde ettiği marjinal etkiye göre oy
verdiğine” ilişkin alan yazındaki inançtır (Sakal, 1998: 212).
Adalet ve Kalkınma Partisi
Partinin toplam “380” sayfadan oluşan seçim beyannamesinde “32”
kez “engelli” ifadesi kullanılmıştır. Beyannamede “18” sayfada “engelli”
ifadesi kullanılmış olup, beyannamenin içindekiler kısmında engelli kavramı
geçmediği gibi, engelli kavramı ayrı bir başlık olarak da kullanılmamıştır.
Beyannamede engellilerle ilgili olarak “19” tane mevcut durum tespiti yer
alırken, toplam vaat sayısı “7” olarak ortaya çıkmıştır. Partinin
beyannamesinde en çok göze çarpan durum “Eğitim”, “Ulaşım-Mobilizasyon”,
“İstihdam”, “Erişilebilirlik”, “Sağlık”, “Hizmet”, “Yasal-Hukuksal”, “PozitifAyrımcılık” alanlarının hiçbirisinde vaat tespit edilememiş olmasıdır (Tablo 2).
Bu durum diğer siyasi partilerle kıyaslayınca AKP‟nin vaat sayısı ve engellileri
ifade ettiği başlıklar konusunda daha geride kaldığını göstermektedir.
76
Sayın, U. & Gümüş, S. S., 2016, “7 Haziran 2015 Milletvekilliği Genel Seçimleri Parti Seçim
Beyannamelerinin Engelli Kavramı Temelinde İçerik Olarak İncelenmesi”
Halen iktidarda olan parti olması nedeniyle, beyannamenin bütününde
engelli bireylerle ilgili olarak, vaatlerden çok, iktidar sürecinde yapılmış
olanlar öne çıkarılmıştır. Bu çerçevede;
2015 yılı için, engelli evde bakımı için 4,5 milyar TL, kişi başı aile
geliri asgari ücretin 1/3‟ünden az olan ailelerde engelli aylığı ve bakım
gideri olarak 3,9 milyar TL kaynak ayrıldığı (e-1: 105),
2- Sosyal yardım programlarının geliştirildiği, engelli ve diğer
dezavantajlı gruplar için düzenli sosyal yardım programlarının olduğu
(e-1: 106) ifade edilirken, bu yardım programlarının neler olduğu,
hangi kriterleri içerdiği ve nasıl bir sürdürülebilirlik ve gelişme esasına
açık olduğu ifade edilmemektedir.
3- Engellilere ödenen aylıkların, engel durumuna göre %200-300
oranında arttırıldığı ve 18 yaş altı engellilerin de yararlanmasının
sağlandığı (e-1: 107),
4- Özel bakım merkezlerinden faydalanan engelliler için kurumlara, 2 net
asgari ücret tutarında ödeme yapılmaya başlandığı (e-1: 107),
5- Kamusal ve toplumsal alanlara erişilebilirliği sağlamak amacıyla fiziki
ve çevresel düzenlemeler yapıldığı (e-1: 107) ifade edilmekle birlikte,
yine bu düzenlemelerin neler olduğuna ilişkin ayrıntılı bir ifadeye
rastlanmamıştır.
6- Engellilerin Haklarına İlişkin Birleşmiş Milletler Sözleşmesini 2007
yılında imzalanması ve 2009 yılında TBMM tarafından onaylanması
yine yapılanlar bölümünde ifade edilen gelişmelerden birisidir (e-1:
107).
7- Engelli bireylerin devlet memuru olabilmeleri için, engel durumlarına
göre düzenlenmiş ayrı bir kamu personel sınav siteminin getirilmesi
yapılan düzenlemeler arasında sayılmış, aynı zamanda kamuda
çalışan engelli personellerin sayısında ve evde bakım hizmeti
kapsamında desteklenen engelli sayısında artışlar sayısal olarak
beyannamede yer bulmuştur (e-1: 107).
8- Terör nedeniyle engelli hale gelen bireylere bir istihdam imkânı
sağlandığı ifade edilirken, buna ilişkin herhangi bir sayısal veriye
rastlanmamaktadır (e-1: 107).
9- Engelli çocuk annelerine ilave gün hakkının verilmesi ve engelli kamu
memurları için kolay emeklilik hakkının tanınması (e-1: 141, 142),
pozitif ayrımcılık kapsamında değerlendirilebilecek yenilik olarak
sunulmaktadır.
10- Hasta olan engelli bireylerin diş tedavilerinin yanı sıra fizik tedavi
süreçlerine yönelik hizmetler sağlandığı (e-1: 144),
11- Engelli istihdamının arttırılmasını teşvik amacıyla düzenlemeler
yapıldığı (e-1: 178),
12- Genç ve yaşlı engelli bireyleri de hedef kitle olarak kabul
edebileceğimiz bir uygulama olarak sağlık turizminin geliştirilmesine
yönelik olarak dönüşüm programının hayata geçirildiği de yapılanlar
arasında sayılmaktadır (e-1: 234).
1-
77
Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 10 (21), Ocak-Haziran 2016, s. 69-89.
13- Engelli istihdamına yönelikler teşviklerin uygulamaya koyulduğu ve
2014 yılında bu teşviklerin kapsamının genişletildiği ifadesi yer
almıştır (e-1: 135). Ancak bu teşviklerin neler olduğu ve genişletilen
kapsam içerisinde hangi özellik ve uygulamaların yer aldığı,
beyannamenin bu sayfalarında yer almamıştır.
Yapılanların beyan edilmesinin yanı sıra, partinin seçim bildirgesinde
aynı zamanda, diğer partilerle karşılaştırınca nicel olarak daha az olmakla
birlikte, gelecek dönemler için politikaları içeren vaatler de yer almıştır.
14- Erişilebilirlik konusunda uygulamanın güçlendirileceği ve bu konuda
kampanyalarla, toplumsal farkındalığın yaratılmasının hedeflendiği
ifade edilmiştir (e-1: 108).
Daha sonra, beyannamenin farklı bölümlerinde, içinde engelli kavramı
geçen, bazen durum tespiti bazen de çeşitli vaatler olmak üzere aşağıdaki
ifadelerin yer aldığı belirlenmiştir.
15- Engelli gençlerin toplumsal entegrasyonu (bütünleşme kavramı
kullanılmıştır) amacıyla, gerekli fiziksel ve sosyal alt yapının daha da
güçlendirileceğinin yanı sıra, toplumsal alanların ve hizmetlerin engelli
genç bireylerin katılımını sağlayacak şekilde düzenleneceği ifade
edilirken (e-1: 119, 120), bu alanda neler yapılması gerektiğine ve
neler yapılacağına ilişkin net ifadeler ve projelerden söz edilmemiştir.
16- Engellilere özel BİT yazılım ve donanımlarının yaygınlaştırılmasının
sağlanacağı ifade edilmekle birlikte detaylı bir plan sunulmamaktadır
(e-1: 272).
17- Kentsel tasarım ilkeleri ve yapılaşmanın engelli ve diğer dezavantajlı
kesimlerin
gereksinimleri
doğrultusunda,
hizmetlere
erişimi
kolaylaştıracak şekilde geliştirileceği (e-1: 286),
18- Adalet sisteminde kadınlar, çocuklar ve engellilere yönelik
kolaylaştırıcı uygulamaların hayata geçirileceği (e-1: 48),
19- Özellikle kadın, çocuk, engelli ve yaşlı vatandaşların güvenlik
hizmetlerine erişimini kolaylaştıran politikaların mevcut olduğu ve
uygulamaya devam edileceği belirtilirken (e-1: 53), mevcut durum
üstüne bir iyileştirmeden söz edilmemektedir.
Cumhuriyet Halk Partisi
Cumhuriyet Halk Partisinin seçim için hazırlamış olduğu beyanname
“203” sayfadan müteşekkil olup, içinde “62” kez engelli kavramı geçmektedir.
Partinin beyannamesinin toplam “23” sayfasında “engelli” ifadesi kullanılmış
olup, “engelli” terimi ana başlık halinde yer almasının yanı sıra, içindekiler
alanında da görülmektedir. Beyanname içerisinde, engelli bireylerle ilgili
olarak “42” tane vaat yer almaktadır (Tablo 1). En fazla vaat “SosyalEkonomik Politikalar” alanında (10 adet vaat) sunulurken, bunu “İstihdam” ve
“Sağlık” alanlarında sunulan vaatler takip etmektedir (sırasıyla: 7, 6 vaat).
78
Sayın, U. & Gümüş, S. S., 2016, “7 Haziran 2015 Milletvekilliği Genel Seçimleri Parti Seçim
Beyannamelerinin Engelli Kavramı Temelinde İçerik Olarak İncelenmesi”
Partinin
beyannamesinde
rastlanmamıştır (Tablo 2).
1-
2-
3-
4-
5-
6-
7-
8-
9-
“Pozitif
Ayrımcılık”
alanında
hiç
vaade
Beyannamede ilk olarak genel bir ifade ile tüm yurttaşları kapsayacak
şekilde “aile sigortası, sosyal güvenlik ve sağlık haklarına ek olarak
eğitim hakkının da ayrım gözetilmeksizin sağlanacağı belirtilirken
çocuk, kadın, emekli ve yaşlılara ek olarak engelli bireylerin de sosyal
haklardan kapsamlı biçimde faydalanmalarının sağlanacağı ifade
edilmektedir (e-2: 21).
Kapsayıcı kalkınma stratejisi adı verilen bir kalkınma öngörüsü ile
ekonomi politikalarının engelli bireyler de içinde olacak şekilde, tüm
dezavantajlı
kesimler
dikkate
alınarak
hazırlanması
ve
uygulanmasının gerekliliği ve ekonomik büyüme getirilerinin eşitlikçi
dağıtılması gerektiği savunulmaktadır (e-2: 69).
Devamında ise aynı evde yaşayan engellilerin ve diğer dezavantajlı
grupların her birini ayrı ayrı ele alacak sosyal politikaların gerekliliği
ve sosyal yardımların ekonomik olarak geri kalmış bölgelerden
başlayarak yapılacağı ifade edilmektedir (e-2: 70).
Bir proje olarak sunulan “aile sigortası” kapsamında, diğer
dezavantajlı gruplara ek olarak, engelli bireyler için de “engelli
desteği” sağlanacağı taahhüt edilirken (e-2: 72), bu kapsamda engelli
bireylerin güçlendirileceği (e-2: 73), kronik hastalığı olanlarla engelli
bireylere sağlanacak desteğin ise benzer düzeyde olacağı vaat
edilmektedir (e-2: 75).
Ayrımcılıkla mücadele ana başlığında, engelli istihdamı ve istihdam
edilenlerin, çalışma yaşamına adaptasyonları için etkin politikalar
geliştirileceği belirtilmektedir (e-2: 75).
Kadınların, çocuk ve yaşlılarla birlikte engelli bireylere yönelik olarak
ortaya çıkmış olan bakım sorumluluklarının azaltılacağı, bakım sunan
kadınların sosyal güvenlik kapsamına alınmasının yanı sıra, evde
bakım ve gündüz bakım hizmetlerinin ücretsiz, kurumsal ve yüksek
nitelikle sunulacağı vaat edilmektedir (e-2: 83).
Gençlik politikalarının oluşturulmasında, engelliler dâhil olmak üzere
tüm dezavantajlı genç insanların ihtiyaçlarının göz önünde
bulundurulacağı belirtilmektedir (e-2: 86).
“Her alanda var olan engelliler” ana başlığında, aile sigortası
kapsamında yer alan engelli bireylere;
 %40 engellilik düzeyi için 400 TL, %60 engellilik düzeyi için 600 TL
olmak üzere “yaşam aylığı” verileceği,
 Bakıma muhtaç tüm engelli bireylere bakım hizmetinin yanı sıra,
evde bakım aylığı alanların sosyal koruma kapsamına alınacağı,
 Kurumsal bakım hizmetlerinin yaygınlaştırılacağı,
 Özel beslenme gereksinimi olan engelli bireylerin beslenme
ihtiyaçlarının ücretsiz karşılanacağı vaat edilmektedir (e-2: 92,
93).
“Engelliler için ücretsiz sağlık hizmetleri” başlığında ise sırasıyla;

Engellilerin tıbbi ihtiyaçlarının ücretsiz karşılanacağı,
79
Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 10 (21), Ocak-Haziran 2016, s. 69-89.

10-
11-
12-
13-
80
Resmi kurumlara başvurular için ayrı ayrı rapor alma sorununun
bitirileceği,

Tüm engelli bireylerin ayrım gözetmeden sosyal güvenlik
kapsamına alınacağı,

Engelli bireylerin rehabilitasyonunun sağlık, eğitim, sosyal
hizmetler ve engellilere özel tüm yasalara dâhil edileceği,

Zihin engelli bireylerle ilgili ayrı bir madde olarak erken tanı,
tedavi ve eğitim için özel projeler geliştirilip uygulanacağı
belirtilmektedir (e-2: 93).
“Eğitimde fırsat eşitliği” başlığında ise yine sırasıyla;

Engellilerin koşullarına uygun, çok yönlü eğitimin, eşit, nitelikli ve
ücretsiz sağlanacağı,

Kaynaştırma eğitimini desteklemek için okullarda fiziksel
düzenlemelerin yapılacağı,

Kaynaştırma eğitimin öncelikli olduğu ancak kaynaştırmanın
mümkün olmadığı durumlar için de özel eğitim okullarının
sayısının arttırılacağı,

Zihin engelli ve otizmli bireylerin ise yaşam boyu öğrenme
gereksinimlerinin gözetilerek genel eğitimden dışlanmalarının
önleneceği ifade edilmiştir (e-2: 93).
Engelli istihdamı konusunda;

Kamu ve özel sektörde 50.000 engelli istihdamının sağlanacağı,

Mesleki eğitimin yanı sıra, engellilerin çalışma yaşamına uyumları
amacıyla rehberlik hizmetlerinin sağlanacağı,

Bilgiye erişimde tüm yurttaşlara eşit imkânlar sağlanacağı,

Engelli kadrolarının arttırılmasının yanı sıra, özel sektöre engelli
istihdamını teşvik edici özel düzenlemeler yapılacağı,

İşyerlerinde engellilere yönelik fiziksel düzenlemeler yapılırken,

Eşit ücret politikası ve iş güvencesi sağlanacağı belirtilmektedir
(e-2: 94).
Erişilebilirlik kavramı kapsamında;

“Erişilebilirlik standartları” geliştirilerek, engelli bireylerin tüm
vatandaşlarla eşit şekilde kamu hizmetlerine ve yaşamın tüm
alanlarına erişebilmelerinin amaçlandığı,

“Politika takip sistemi” ile engelli bireylerin ulaşım haklarının
güvence altına alınacağı belirtilmiş ancak, “politika takip
sisteminin” tam olarak ne olacağı ve nasıl bir işleyiş ortaya
koyacağı açıklanmamıştır.

Tüm alt yapı hizmetlerinin engelli bireylere göre düzenlenmesinin,

“Engelli rehberlik merkezleri” ile engelli bireyler için sosyal
kültürel olanaklarının arttırılmasının,

Engelli spor kulüplerinin desteklenmesinin hedeflendiği, vaatler
arasındadır (e-2: 94).
Tüm okullarda engelli öğrenciler için gerekli altyapı düzenlemelerinin
yapılacağı, hem eğitim hem de imar alanlarında ele alınabilecek vaat
olarak görülmektedir (e-2: 111). Öte yandan, okullarda engelli
Sayın, U. & Gümüş, S. S., 2016, “7 Haziran 2015 Milletvekilliği Genel Seçimleri Parti Seçim
Beyannamelerinin Engelli Kavramı Temelinde İçerik Olarak İncelenmesi”
öğrencilerle ilişkili ne tür eksiklik veya yanlışların olduğu tespit edilmiş
değildir.
14- Beyannamenin 125. Sayfasında yer alan “engellilerin sağlığı” başlıklı
taahhütlerde sırasıyla;

Bütün hastanelerde engelli karşılama birimlerinin yanı sıra, işitme
engelli bireyler için tercüman bulundurulacağı,

Hastane servis araçları ile hastanelere ulaşımın sağlanacağı,

Ücretsiz sağlık hizmetinin yanı sıra, evde fizik tedavi olanağının
sunulacağı, rapor alma ve yenileme süreçlerinin kolaylaştırılacağı
ön görülmektedir (e-2: 125).
15- Yeterli sayıda spor tesisinin engellilerin kullanabileceği hale
getirileceği taahhüt edilirken (e-2: 135),
16- Toplu Konut İdaresi bünyesinde diğer dezavantajlı grupların yanı sıra,
engelliler için de sağlıklı, yaşanabilir konutlar yapılacağı vaat
edilmektedir (e-2: 158).
Halkların Demokratik Partisi
Yirmi sekiz sayfadan oluşan Halkların Demokratik Partisi seçim
bildirgesinde “engelli” kavramı “24” kez yer almaktadır. İçindekiler alanı
olmayan beyannamede “engelli” ifadesi “10” sayfada geçmekte olup, ayrı
başlık olarak da kullanılmıştır (Tablo 1). Toplam vaat sayısı “21” olup, en
fazla “Sosyal-Ekonomik Politikalar” alanında (5 vaat) vaat sunulurken, “ArGe” ve “Gençlik” alanlarında doğrudan herhangi bir vaat göze
çarpmamaktadır (Tablo 2).
1- Partinin beyannamesinde “engelli” kavramı ilk olarak yeni ve
demokratik bir anayasa yapılacağına ilişkin beyan içerisinde engelli
haklarının gözetildiği bir anayasa olacağını taahhüt ederek
kullanılmaktadır (e-3: 7).
2- Sayfa 22‟de “engelli kadınlar”a ayrı bir vurgu yapılarak engelsiz özgür
yaşamın birlikte kurulacağı taahhüt edilmektedir (e-3: 22). Ancak
izlenecek yola ilişkin bir plan veya detay sunulmamaktadır.
3- Bir başka ifadede “engelsiz kampüs” kavramı kullanılmakla birlikte,
bu kavram içerisinde engellilerin nasıl ve ne şekilde yer alacağına
ilişkin bir açıklama getirilmemiştir (e-3: 22, 24).
4- Parti tarafından dezavantajlı kabul edilen diğer gruplarla birlikte,
engelliler için de toplu taşımanın ücretsiz olacağı beyan edilmektedir
(e-3: 27).
5- Bu beyanı takip eden bir şekilde yine dezavantajlı gruplarla birlikte
engelli bireylerin de sosyal güvenlik sistemi içerisinde tanımlanacağı
ve gerekli sosyal destek, yardım ve koruyucu hizmetlerin sunulacağı
garanti edilmektedir (e-3: 29).
6- Şehirleşme uygulamalarında kadın ve çocuklarla birlikte engellilerin
ihtiyaçlarına duyarlı davranılacağı (e-3: 33), her mahallede kreş ve
“engelli iyileştirme merkezleri”nin yer alacağı ifade edilmiştir (e-3:
41).
81
Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 10 (21), Ocak-Haziran 2016, s. 69-89.
7- Bir yenilik olarak “Engelleri Kaldırma Bakanlığı” kurulacağı, bu
bakanlığın engelli bireyler önündeki engellerin kaldırılması amacıyla,
engelli örgütlerinden oluşan bir konseyin önerileri doğrultusunda
çalışacağı taahhüt edilmektedir (e-3: 44).
8- Engelli bakım aylığı bağlanmasında gelir şartının ortadan kaldırılacağı,
evde bakım ücretleri arttırılırken aynı zamanda sadece akrabaların
bakıcı olma şartının da kaldırılıp, bakım verenlerin sigorta kapsamına
alınacağı beyan edilmektedir (e-3: 44).
9- Bağımsız yaşamak isteyen ancak bakım gereksinimi olan engelliler
için her ilçede bakım merkezleri kurulurken, evlerine de ayda iki kez
temizlik personelleri aracılığıyla temizlik hizmeti götürüleceği beyan
edilmektedir (e-3: 44). Muhtaç bireylere, yaşadıkları mekânlarda
sağlık hizmeti sunulması için düzenleme yapılacağı ifade edilmektedir
(e-3: 44).
10- Toplu taşıma araçlarının, ücretsiz yapılmasının yanı sıra, aynı
zamanda, engelli ihtiyaçlarına göre zorunlu düzenlemeler getirileceği
beyan edilmektedir (e-3: 44).
11- Kamuya ait kreş ve anaokullarında mutlaka engelli çocukların
olmasının sağlanacağı, işyerlerinin ve sosyal alanların engellilere
uygun hale getirileceği, bütünleşmeyi sağlaması açısından önemli
taahhütler olarak değerlendirilebilir (e-3: 44).
12- Tüm engelli vatandaşlar sosyal güvence kapsamına alınırken, medikal
gereksinimlerinin bedelsiz karşılanacağı belirtilmiştir. (e-3: 45)
13- Şehir içinde bağımsız hareket olanağını sağlamak amacıyla, elektrikli
tekerlekli sandalyeler için şarj istasyonlarının kurulacağı, partinin
beyannamesinde sunduğu bir başka seçim taahhüdüdür (e-3: 45).
14- Engellilere hizmet veren birimlerde engellilerin istihdam edileceği (e3: 44), işyerlerinde engelli kontenjanlarının arttırılmasının yanı sıra,
üniversitelerde pozitif ayrımcılık ve kota uygulaması yapılacağı beyan
edilmiştir (e-3: 47).
Milliyetçi Hareket Partisi
Engelli ifadesinin “43” kez kullanıldığı Milliyetçi Hareket Partisi seçim
beyannamesi toplam “257” sayfadan oluşmaktadır. Beyannamede toplam
“13” sayfada “engelli” ifadesi kullanılmıştır. İçindekiler kısmında “engelli”
ifadesi geçtiği gibi ayrı başlık olarak da kullanılmıştır (Tablo 1). Beyannamede
engelli bireyleri hedefleyen toplam “23” tane vaat mevcut olup, en fazla vaat
“Sosyal-Ekonomik Politikalar” alanında (7 adet) olup, “Yasal-Hukuksal”,
“Hizmet” ve “Gençlik” alanlarında herhangi bir vaat bulunamamıştır (Tablo 2).
1-
2-
82
Engelli kavramını ilk olarak, Türkiye‟nin gelişmişlik düzeyinin evrensel
normlara ulaşmasında, engellilerin yaşam şatlarının da bir kriter
olarak ele alındığının beyan edilmesi ile birlikte beyanname içinde
görmekteyiz (e-4: 41).
Diğer dezavantajlı gruplarla birlikte engelli bireyler için de geçerli
olmak üzere, öznelere yönelik şiddet eylemlerinde mahkeme zaman
aşımı uygulamasının kaldırılacağı; mahkeme masraflarının bu
Sayın, U. & Gümüş, S. S., 2016, “7 Haziran 2015 Milletvekilliği Genel Seçimleri Parti Seçim
Beyannamelerinin Engelli Kavramı Temelinde İçerik Olarak İncelenmesi”
3-
45-
6-
7-
8-
9-
10-
11-
12-
13-
davalara özel olarak alınmayacağı taahhüt edilirken (e-4: 70), adliye
ve ceza infaz kurumlarında engellilere yönelik iyileştirici tedbirlerin
alınacağı ifade edilmiş, ancak bu tedbirlerin neler olduğuna ilişkin bir
detay verilmemiştir (e-4: 72).
Kent içi ulaşımda, insan odaklı ulaşım perspektifinde, engellilerin
yaşamını kolaylaştırıcı ulaşım çözümleri sunulacağı beyan edilmiştir
(e-4: 151).
Diğer dezavantajlı gruplara ek olarak engelli bireylerin de özne olduğu
mesleki eğitim programları açılacağı dile getirilmiştir (e-4: 171).
Sosyal yardım ve sosyal hizmetlerin çağdaş ve tek çatıdan yürütülen
bir yapıya kavuşturulacağı, 18 yaş altı engelli aylığının 400 TL ve 18
yaş üstü engelli ayılığının ise 600 TL‟ye yükseltileceği ifade edilmiştir
(e-4: 174, 176).
İmar mevzuatında, engelliler için mevcut hükümlerin etkin biçimde
uygulanacağı, fiziki ve sosyal çevrede mevcut engellerin ortadan
kaldırılmasının hedeflendiği beyan edilmiştir (e-4: 180).
Engellilere yönelik bakım hizmetlerinin sosyal bir hak olarak kabul
edileceği ve sosyal güvenlik sistemi içerisinde değerlendirilerek tıbbi,
mesleki ve sosyal rehabilitasyon uygulamalarının etkileşim ve işbirliği
içerisinde sürdürüleceği taahhüt edilmiştir. Tıbbi ve mesleki
rehabilitasyon imkanlarının arttırılacağı ve bu süreçte her türlü
desteğin sağlanacağı kabul edilmiştir (e-4: 180).
Kamuda mevcut engelli kadrolarının tamamına atama yapılacağı,
ayrıca işe yerleştirmede öncelik verileceği taahhüt edilmektedir (e-4:
181).
Bedensel ve zihinsel komplikasyonları olan hastalıkların önlenebilmesi
için erken tanı ve tedavi hizmetlerinin geliştirilip, koruyucu sağlık
hizmetleri kapsamında ücretsiz sağlanacağı, ayrıca engellilere protezortez ve araç-gereç desteği verileceği savunulmuştur (e-4: 181).
Erişilebilirliği sağlamak amacıyla fiziksel çevre düzenlemesinin, ILO,
BM Engelli Hakları Bildirgesi ve Engelliler İçin Standart Kurallar
yaklaşımına dayanarak yapılacağı ve gerekirse yeniden inşa edileceği
beyan edilmektedir (e-4: 181).
Muhtaç aylığı bağlanmasında, hane gelirine göre değerlendirme
yerine, kişi geliri esasının uygulanacağı beyan edilirken, bu gelir
düzeyi hakkında bilgi verilmemektedir (e-4: 182).
Mevcut uygulamada, malullük aylığı bağlanması için şart olan, sigorta
veya iş başlangıcından sonra malullük durumun ortaya çıkması
şartının kaldırılıp, işe başlamadan önce de engel durumu olup
işgücünün %60‟ında kayıp yaşayanların malul sayılması için
düzenleme yapılacağı taahhüt edilmektedir (e-4: 182).
Engellilerin eğitimlerinde aksama veya engelleme olmaması için fiziki
ve sosyal çevrenin yanı sıra, eğitim ve teknolojik alt yapıda da
düzenlemeler yapılacağı ifade edilmiştir (e-4: 180).
83
Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 10 (21), Ocak-Haziran 2016, s. 69-89.
Değerlendirme ve Sonuç
Çalışmanın “engelli” kavramı temelinde ortaya koyulan nicel bulguları
(Tablo 1) alan yazında elde edilen verilerle oldukça uyumlu olarak
belirlenmiştir (Özkaynar, 2015: 448). Her dört partinin beyannamelerine
karşılaştırmalı olarak bakıldığında, AKP seçim beyannamesinin, engelli
bireylerle ilişkili vaatler konusunda, diğer partilerin beyannamelerine göre
daha yetersiz kaldığını söylemek mümkündür. Vaatten çok yapılmış olanlara,
içerikten çok sayısal verilere dayanan tespitlere daha çok yer vermiş bir
beyanname olduğu ifade edilebilir. HDP seçim beyannamesi ise engelli
bireylerle ilişkili olarak, ifadeleri yeterli olmamakla birlikte içeriği doldurulmuş
bir beyanname olarak değerlendirilmektedir. CHP ve MHP seçim
beyannameleri hem ifadeler hem de kapsam olarak, engelli bireylere ilişkin
oldukça detaya inmiş, sunulan vaatlerin neden ve nasıllarına görece daha
fazla
yer
vermiş
beyannameler
olarak
düşünülmektedir.
Seçim
beyannamelerinde, partiler bazında ortaya çıkan farklılıkları şu şekilde
detaylandırmak mümkündür.
AKP seçim beyannamesinde “engelli” kavramı ekseninde ortaya çıkan
ifadeler, büyük oranda mevcut durumun betimlenmesi şeklinde yer
almaktadır. Açık bir proje sunulmadığı gibi, vaatlerde de net olarak neyin,
nasıl yapılacağı ortaya koyulmuş değildir. Türkiye‟nin son 13 yılına iktidar
eden bir parti olması sebebiyle elbette, yapılmış olanlara ilişkin ifadelerin yer
alması olağandır. Ancak Tablo 1 ve Tablo 2‟de ele alınan verilerden de
anlaşılacağı üzere, engelli bireylere ilişkin vaatler diğer partilerle
karşılaştırılınca oldukça az ve içerik olarak da sönük kalmaktadır. Özellikle
engelli bireylerin odağında ele alındığında, eğitim alanında hiçbir vaat
olmaması özel eğitim açısından değerlendirildiğinde oldukça problem bir
durum olarak düşünülebilir. Zira seçimlerde yarışan her bir parti ülkenin ve
dolayısıyla da özel eğitim alanında önümüzdeki dört yıllık politika ve
uygulamaların belirleyicisi olmaya aday olmaktadır. Buradan hareketle bu
beyanname ekseninde gelişecek politikalara göre, AKP‟nin önümüzdeki dört
yıllık politikası içerisinde engelli bireylerin eğitimlerine ilişkin yeni bir şey
yapmayacağı ve özel eğitimin önemli bir parti politikası olarak görülmediği
şeklinde değerlendirme yapmak olasıdır. Oysa 2011 seçimlerinde AKP, engelli
öğrencilerin eğitimine önem verileceği, bu amaçla faaliyet gösteren dernek,
vakıf ve sosyal yardım kuruluşlarının faaliyetlerinin destekleneceği, engellilere
yaşamı kolaylaştıracak alt yapı düzenlemelerinin sağlanacağı, üstün yetenekli
çocuklara gerekli ortamların yaratılacağı gibi oldukça çeşitli ve kapsamlı
vaatlerde bulunmuş bir partidir (e-5: 193-196). Kaldı ki bu vaatlerin önemli
bir bölümü 2011-2015 hükümet döneminde kısmen gerçekleştirilmiştir.
Eğitim sadece iktidar partisinin değil, aslında tüm partilerin önemli
politika alanları arasındadır. Eğitimde temel amaç, davranışların istenen
yönde değiştirilmesi ve yenilerinin yerleştirilmesi olup, iktidar veya
muhalefet, bütün siyasal partiler için önemlidir. Zira siyasal yapılanmalar,
uyguladıkları eğitim anlayışı ve politikaları sayesinde, seçmenlerinin
tercihlerinin belirlenmesini de etkileme şansına sahip olurlar (Pektaş, 1997:
84
Sayın, U. & Gümüş, S. S., 2016, “7 Haziran 2015 Milletvekilliği Genel Seçimleri Parti Seçim
Beyannamelerinin Engelli Kavramı Temelinde İçerik Olarak İncelenmesi”
110). Engellilerin en temel sorununun eğitim olduğuna yönelik alanda oldukça
yaygın inanışa rastlamak mümkündür. Yapılan araştırmalar, çalışmamızda da
üzerinde durulan “engellilerin eğitimi” gerçeğinin önemini vurgulamaktadır.
Türkiye genel nüfusunun yüzde 13‟ü okuma yazma bilmiyorken, engelli
nüfusun yüzde 36‟sının okuma yazma bilmediği, engellilerin yüzde 41‟inin
ilkokul mezunu olduğu ve yüksekokula devam edebilen engelli oranının ancak
yüzde 2,24 olduğu ortaya koyulmuştur (Öztürk, 2011: 23). Atatürk
Üniversitesi öğrencileri üzerine yapılan bir araştırma, yaklaşık 60bin civarında
öğrencisi bulunan üniversitenin ancak yüzde 0.2‟sinin engelli öğrencilerden
oluştuğunu göstermiştir. Bu düşük oran içerisinde (n: 135) ise yüzde 71.85‟i
Açık Öğretim uygulamasından yararlanan öğrenciler olup, örgün eğitimde yer
alan engelli öğrenci oranı yüzde 0.1‟in de altına düşmektedir (Küçükali, 2014:
70-76).
AKP‟nin seçim beyannamesinde öne çıkan en önemli detaylardan
birisi, imar ve kentleşme alanında, engelli bireyleri odağa alan vaatler
sunarak (3 vaat), bu alanda en fazla taahhütte bulunan parti olduğunu
göstermesidir. Beyannamede günün ihtiyaçlarına göre yeniden düzenlemeler
yapılacağı taahhüt edilmektedir. Alanda Tiyek (2015: 39), çalışmayla paralel
şekilde partinin imar başlığındaki vaatlerine vurgu yapmıştır. Öte yandan bir
başka çalışmada, aslında kamu binalarında bile engelliler açısından
memnuniyet veren bir eşgüdüm olmadığı ortaya konulmuştur (Çınar ve diğ.,
2015: 333). Bu açıdan partinin imar olgusuna odaklanmış olması anlaşılabilir
bir durum olarak değerlendirilebilir. Partinin beyannamesini diğer partilerin
beyannamelerinden ayıran en önemli özelliklerden birisi de, engelli bireylerin
de hedeflendiği sağlık turizmi konusunda rekabetçi bir politika izleneceğinin
belirtilmesidir.
Engelli kavramı odağında, CHP seçim beyannamesi incelendiği zaman,
örneklemi oluşturan siyasi partiler içerisinde, beyannamesi biçim ve içerik
olarak en dolu görünen siyasi parti olduğunu söylemek mümkündür.
Vaatlerinin sayısı ve içeriği açısından değerlendirildiği zaman, engelli
bireylerle ilişkili olarak birçok alan ve konuyu ele aldığını söylemek
mümkündür. Özellikle eğitim alanında, “kaynaştırma eğitimini” öncelikli
eğitim anlayışı olarak sunması, otizmli bireyleri eğitimden dışlamaması, zihin
engelli bireylerle ilgili yaşam boyu öğrenme stratejisi sunması, eğitimde
eşitlikçi anlayışı öne alması ve benzeri özellikleri nedeniyle, diğer siyasi parti
beyannameleri ile karşılaştırınca bir adım önde olduğunu ifade etmek yanlış
olmaz. Bunlara ek olarak, işitme engelli bireylerle ilişkili olarak sunmuş
olduğu vaat, partinin bütün engellileri benzer sınıflama ve gereksinim
düzeylerine sahip olarak görmediğini göstermesi açısından önemli bir
detaydır. Yine diğer partilerin beyannamelerine göre, engelli bireylere
sunulacak spor imkânları ve bunu bütünleşme ile birlikte ele alması
beyannamede farklılık yaratan bir unsur olarak görülebilir. Alanda yapılan
incelemede, CHP‟nin eğitim ve spor alanında engelli bireylere yönelik
vaatlerinin dikkat çektiği ifade edilmektedir Tiyek‟in (2015: 39). 2001
seçimlerinde de CHP eğitim alanında benzer vaatler ortaya koymuştur (Tok,
85
Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 10 (21), Ocak-Haziran 2016, s. 69-89.
2012: 295). Beyannamenin bütününde eğitim, istihdam, sosyal politikalar ve
erişilebilirlik kavramları üzerinde çeşitli argümanlarla oldukça sıklıkla
durulduğu görülmektedir. Toplum bütün olarak ele alındığında engelli bireyler
arasındaki işsizlik oranı, sağlıklı bireylerin işsizlik oranlarına göre oldukça
düşüktür. Öte yandan, engellilerin ilerleyen dönemlerde çalışma hayatında
istihdam
edilebilirliğini,
bu
sayede
toplumla
bütünleşmelerinin
geliştirilebilmesi için sağlık gereksinimlerinin giderilmesi, eğitim ihtiyaçlarının
karşılanması ve mesleki rehabilitasyonlarının sağlanması gerekmektedir
(Seyyar, 2008: 81-82). Böylelikle bu hizmetlere erişebilen engellilerin tamamı
olamasa da oldukça önemli bir kısmı devamlı tüketen ve hizmet bekleyen bir
topluluk olmaktan çıkarılıp, üretken, verimli, topluma ve ekonomiye katkısı
olan kişiler haline getirilebilirler (Öztürk, 2011: 32; Küçükali, 2014: 67).
Engelli bireylerin temel gereksinimleri olan sağlık, beslenme ve eğitim
konularında “ücretsiz/bedelsiz” karşılamaya yönelik vaatler önemli olarak
görülürken, bu ifadeleri CHP ile en sık (3‟er kez) kullanan parti de HDP olarak
belirlenmiştir. AKP beyannamesinden farklı olarak imar ve kentleşme alanında
tek bir cümle ile ifade edilen, sadece bir vaat sunulması göze çarpmaktadır.
HDP seçim beyannamesini engelli kavramı ekseninde farklı kılan en
önemli ayrıntı, “engelli hakları” kavramı ve yeni demokratik anayasa yapma
taahhüdünün aynı ifade içinde ele alınarak, yapılacak yeni anayasada engelli
haklarının temel haklar arasında yer alacağının beyan edilmesidir. Bu yönüyle
partinin beyannamesi engellilerin sosyal dışlanmasını önlemeye yönelik
anayasal bir yol izleyeceğini taahhüt etmektedir. Zira sosyal dışlanma
kavramı tam da bireyin telemk haklardan yoksun kalmasının yanı sıra
ekonomik, siyasal, sosyal vatandaşlık haklarından yoksun olması durumudur
(Genç, Çat, 2013: 369). Parti beyannamesi ve Tablo 2‟de yer alan verilerden
ortaya çıkan gerçek, partinin beyannamede engelli bireylerle ilişkili olarak
temel
sosyal
haklar
ve
hizmetler
konusunu
önceliğine
aldığını
düşündürmektedir. Özellikle bunlar içerisinde tüm engellilerin gelir şartı
aranmaksızın sosyal güvenlik kapsamına alınmasının yanı sıra, ulaşım hizmeti
ve bağımsız yaşama vurgu öne çıkmaktadır. 2008 yılında yürürlüğe giren
Birleşmiş Milletler Genel Kurulu Sözleşmesi, bütün engelli kişilerin insan
hakları ve temel özgürlüklerinden tam ve eşit olarak yararlanmalarını
özendirmek, korumak ve bu kişilerin doğuştan gelen onuruna saygı
gösterilmesi konusunda teşvik edici hükümler içerir (Küçükali, 2014: 64).
HDP‟nin seçim beyannamesi bu bağlamda uluslararası engelli haklarına
paralellik göstermektedir. Beyannameyi diğer partilerin beyannamelerinden
ayıran en önemli farklılık ise, partinin “Engelleri Kaldırma Bakanlığı” adı
verilecek bir bakanlık kurulacağı ve bu bakanlığın engelli sivil toplum
örgütlerinin oluşturduğu bir komisyonun önerileri doğrultusunda çalışacağına
ilişkin sunduğu vaattir. Yine beyannamede farklılık yaratan ayrıntılardan
birisi, bakıma muhtaç engelli bireylere bakım verenlerin sigorta kapsamına
dâhil edileceğinin ifade edilmesidir. Engellilik, yoksulluğun hem gerekçesi
hem sonucu olup (Genç, Çat, 2013: 371), yoksul ailelerde sigorta imkanının
sunulması önemli bir sosyal içerme politikası olarak düşünülebilir. Yine CHP
ile birlikte, özellikle sağlık alanında ücretsiz medikal destek ve tıbbi hizmet
86
Sayın, U. & Gümüş, S. S., 2016, “7 Haziran 2015 Milletvekilliği Genel Seçimleri Parti Seçim
Beyannamelerinin Engelli Kavramı Temelinde İçerik Olarak İncelenmesi”
önemli vaatler arasındadır. Ayrıca istihdam konusunda kontenjan arttırılması
önerilmiştir. Zaten 22.05.2003 tarih ve 4857 sayılı İş Kanunu‟nda 50 ve üzeri
işçi çalıştıran kuruluşlarda yüzde 3 olmak üzere bir kota uygulaması söz
konusudur (Güngör, Güneş, 2012: 32). Beyannamede bu vaat ile bu yasaya
nasıl bir anlam katılacağı belirtilmiş değildir. Öte yandan, beyanname diğer
partilerin beyannameleri ile karşılaştırılınca oldukça kısa hazırlanmış ancak
temel gereksinimleri göz ardı etmemiş bir beyannamedir. Toplam sayfa sayısı
olarak en kısa beyanname olmasına rağmen, CHP ve MHP beyannamelerinin
ardından en fazla vaat sunan beyanname olarak göze çarpmaktadır.
MHP seçim beyannamesini, örneklemde yer alan diğer partilerin seçim
beyannamelerinden ayıran birkaç temel özellik söz konusudur. En başta,
engelli birey kavramı ve ceza infaz kurumları kavramı sadece MHP seçim
beyannamesinde bir arada kullanılmıştır. Öte yandan mesleki eğitim ve
rehabilitasyon kavramı beyannamenin birkaç yerinde tekrarlanmıştır. Mesleki
rehabilitasyon engelliler için psiko-sosyal açıdan olumlu gelişmeler
sağlamaktadır. Çalışmak, üretmek, toplumdan biri olmak, gelir sağlamak, aile
ortamı oluşturmak, dikkate alınmak, başkalarına yararlı olmak, yetenek ve
kapasitesini kullanmak, evden dışarı çıkmak, arkadaş ilişkileri geliştirmek ve
kendine yeterli hale gelmek engellilerin özlemleridir (Genç, Çat, 2013: 391).
Bu yönüyle beyannamenin mesleki rehabilitasyon üzerinde bu derece yoğun
durması anlaşılabilir bir durumdur. En önemli ve farklılık yaratan detaylardan
birisi ise, sosyal yardım ve sosyal hizmetlerin parçalar halinde farklı kurum
veya örgütler tarafından gerçekleştirilmesinin yerine, çağdaş bir şekilde tek
çatıdan yürütüleceğinin belirtilmesidir. Beyannamenin bu yönünü literatürde
belirtilen ve engelliliğin aynı zamanda yoksullaşma ve yardıma ihtiyaç duyma
denklemiyle de ilişkilidir. Engelli çocuğu olan, sabit gelirli bir yurttaş, sağlıklı
çocuğa sahip yurttaştan 4-5 kat fazla masrafı üstlenmek zorunda
kalabilmektedir. Bu hem ekonomik olarak hem de bir işsizlik kaynağı olarak
etkili bir neden olarak karşımıza çıkmaktadır (Besiri, 2009: 369). Bu açıdan
sosyal yardım ve destek süreçlerinin yapılandırılması engelli bireyler ve
aileleri için zorunluluk taşımaktadır. Yine partinin beyannamesinde farklılık
yaratan özelliklerden birisi de, engel durumuna sebep olan veya olabilecek
hastalıkların belirlenmesi için erken tanı ve tedaviye ilişkin hizmetlerin
geliştirilip, koruyucu sağlık hizmetleri kapsamına alınacağının beyan
edilmesidir. Öte yandan, çevre düzenlemesi sürecinde sadece ulusal
mevzuata değil, uluslararası mevzuata göre de düzenleme yapılacağını
savunması da farklılık olarak değerlendirilebilir. Parti beyannamesi özellikle
sosyal-ekonomik politikalar alanında CHP‟den sonra en fazla vaatte bulunan
parti olduğunu göstermesinin yanı sıra, tüm partiler içerisinde “sosyal”,
“yaşam”, “iş” ve “rehabilitasyon” kavramlarını en çok kullanan parti olması
sebebiyle diğer partilerin de seçim beyannamelerinden ayrılmaktadır. MHP ile
birlikte CHP açısından önemli seçim söylemleri arasında yer alan engelli
istihdamı kavramı, eğitim ve rahabilitasyon kavramları ile birlikte ele alındığı
zaman anlam kazanmaktadır. Engellilerin istihdamı konusunda sayısız neden
olmasına rağmen özellikle eğitim ve rehabilitasyon kavramları ayrı bir öneme
87
Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 10 (21), Ocak-Haziran 2016, s. 69-89.
sahiptir (Öztürk, 2011: 30). MHP‟nin beyannamesinde bu iki olguya vurgu
yaparak söylemlerinin içini doldurmaya çalıştığını düşünmek yanlış olmaz.
Öneriler
Partilerin seçim beyannamelerinin hazırlanması sürecinde özel
gereksinimli bireyler alanında profesyonellerden yardım alınması, ortaya
koyulacak beyannamelerin bu alana özgü olarak daha kapsamlı, detaylı ve
yenilikçi özellikler taşımasını sağlayacaktır.
Partilerin ve siyasetçilerin geçmiş deneyimlerin yanı sıra diğer parti
beyannamelerinden de faydalanmaları, engelli bireylerin yaşamsal gereksinim
ve olanaklarının, ortaya konulacak politikalar sayesinde daha fazla gelişmesi
için imkân ve zemin oluşturacaktır.
Özel gereksinimli bireylere hizmete eden sivil toplum örgütlerinin,
parti beyannamelerini detaylı bir şekilde inceleme altına alması, özel
gereksinimli bireyler ve çevrelerinin gelecek dört yılını etkileyecek politik
adımların anlaşılması ve gerekiyorsa siyasi partilere bu konuda baskı
oluşturması ve politika değiştirilmesini sağlaması açısından önemlidir.
Kaynaklar
Arslan, A., Karataş, M., Baştürk, S., Arslan, G., 2013, Yerel Seçim Sonuçları Temelinde
Tokat‟ın Siyasi Yapısı, International Journal of Human Sciences, 10(1), 555-609
Bayhan, V., 2002, Demokrasi ve Sivil Toplum Örgütlerinin Engelleri: Patronaj ve
Nepotizm, C.Ü. Sosyal Bilimler Dergisi, 26 (1), 1-13
Besiri, A., 2009, Yoksulluk Ekseninde Engellilerin Eğitimi, TBB Dergisi, 83, 353-374
Bulut, P., Güven, S., 2010, Primary Education in Political Parties‟ Programs, Journal of
Theory and Practice in Education, 6 (2), 281-300
Çınar, H., Arslan, AR., Öztürk, AM., Bülbül, R., 2015, Kamu Binaları: Engellilerin Donatı
ve Mobilya Kullanımına Yönelik Yaşam Analizi, SDÜ Mühendislik Bilimleri ve
Tasarım Dergisi, 3(3), 329-337
Demirci, K., 2014, Türkiye‟de 2000 Sonrası Genel Seçim Kampanyalarında Demokrasi
Söylemi, Mülkiye Dergisi, 38(1), 35-73
Genç, Y., Çat, G., 2013, Engellilerin İstihdamı ve Sosyal İçerme İlişkisi, Akademik
İncelemeler Dergisi, 8 (1), 363-393
Güngör, F., Güneş, G., 2012, Dünya‟daki Gelişmeler Paralelinde Türkiye‟de Değişen
Özürlülük Politikaları, Yalova Sosyal Bilimler Dergisi, 3, 25-44
Kalender, A., 2003, Seçmenin Karar Sürecinde İletişim Araç ve Yöntemlerinin Önemi
Üzerine Bir Araştırma, Selçuk İletişim, 2 (4), 30-41
Kapani, M., 2003, Politika Bilimine Giriş, Bilgi Yayınevi, Ankara
Koçak, M., 2006, Seçim Sistemi ve Demokrasi Karşılaştırmalı Analiz: İHAM ve AB
Ölçütleri, Anayasa Yargısı, 23, 115-132
Küçükali, A., 2014, Engellilere Uygulanan Sosyal Politikaların Değerlendirilmesi: Atatürk
Üniversitesi Örneği, Kırıkkale Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, 4 (1), 59-86
Okumuş, A., 2007, Pazarlama Anlayışında Siyasal Pazarlamanın Yeri ve Pazar
Konumlarına Göre Siyasi Partilerin Stratejik Analizi, Dumlupınar Üniveristesi
Sosyal Bilimler Dergisi, 17, 157-172
Özkaynar, K., 2015, Siyasi Partilerin 2011 ve 2015 Yılı Seçim Beyannamelerine Bakış:
Bir Doküman İncelemesi ve İçerik Analizi Çalışması, Akademik Sosyal
Araştırmalar Dergisi, 3 (17), 439-452
88
Sayın, U. & Gümüş, S. S., 2016, “7 Haziran 2015 Milletvekilliği Genel Seçimleri Parti Seçim
Beyannamelerinin Engelli Kavramı Temelinde İçerik Olarak İncelenmesi”
Öztürk, M., 2011, Türkiye‟de Engelli Gerçeği, Müsiad Cep Kitapları No: 30, Ajansvista
Matbaacılık, İstanbul.
Pektaş, EK.,1997, Büyük Kent Belediyelerinin Eğitim ve Kültür Hizmetlerine Siyasal
Parti İdeolojilerinin Yansıması. Yayımlanmamış Yükseklisans Tezi, Dokuz Eylül
Üniversitesi, İzmir.
Polat, C., Akkaya, MA., Binici, K., 2015, 07 Haziran 2015 Türkiye Genel Seçimleri Parti
Bildirgelerinde Bilgi ve Belge Yönetimi ve Kütüphanecilik, Türk Kütüphaneciliği,
29 (2), 296-308
Purdam, K., Afkhami, R., Olsen, W., Thornton, P., 2008, Disability in the UK:
Measuring Equality, Disability & Society, 23 (1), 53–65
Sakal, M., 1998, Siyasal Karar Alma Sürecinde Yeralan Aktörler ve Rolleri,
D.E.Ü.İ.İ.B.F. Dergisi, 13 (1), 211-230
Shakespeare, T., 1993, Disabled People's Self-organisation : A New Social Movement?,
Disability, Handicap and Society, 8 (3), 249-264
Seyyar, A., 2008, Sosyal Siyaset Ekseninde Yerel Özürlüler Politikası, Yerel Siyaset
Dergisi, 27, 80-85
Tepekaya, M., 2013, 1912 Osmanlı Meclisi Mebusan Seçimlerinde Saruhan (Manisa)
Sancağı İttihat ve Terakki Fırkası Adayı Yusuf Rıza Bey ve Seçim Beyannamesi,
Çağdaş Türkiye Tarihi Araştırmaları Dergisi, 13 (27), 33-61
Terkan, B., 2010, Siyasi Partilerin Kadına İlişkin Söylem ve Politikaları (AKP ve CHP
Örneği), Selçuk İletişim, 6 (2), 115-136
Tiyek, R., 2015, Sosyal Politika Kapsamında Seçim Bildirgelerinin Değerlendirilmesi,
Emek ve Toplum, 4 (9), 36-63.
Tok, T. N., 2012, Türkiye‟deki Siyasal Partilerin Eğitim Söylemleri ve Siyasaları, Kuram
ve Uygulamada Eğitim Yönetimi, 18 (2), 273-312
Üste, R.B., Yüksel, B., Çalışkan, S., 2007, 2007 Genel Seçimlerinde Siyasal Pazarlama
Tekniklerinin Kullanımı ve İzmir İli Örneği, SDÜ Fen Edebiyat Fakültesi Sosyal
Bilimler Dergisi, 15, 213-232
Walgrave, S., Nuytemans, M., 2009, Friction and Party Manifesto Change in 25
Countries, 1945–98, American Journal of Political Science, 53 (1), 190–206
e-Kaynakça
e-1-http://www.akparti.org.tr/upload/documents/2015-secim-beyannamesi20nisan.pdf (İndirme Tarihi: 26/06/2015)
e-2-http://yasanacakbirturkiye.com/CHP-SECIM-BILDIRGESI-2015.pdf (İndirme Tarihi:
26/06/2015)
e-3-http://www.hdp.org.tr/images/UserFiles/
Documents/Editor/HDP%20Se%C3%A7im%20Bildirgesi%20Tam%20Metin.pdf
(İndirme Tarihi: 01/07/2015)
e-4-http://www.mhp.org.tr/usr_img/mhpweb/MHP_Secim Beyannamesi_2015_tam.pdf
(İndirme Tarihi: 02/07/2015)
e-5-http://www.akparti.org.tr/upload/documents/2011-beyanname.pdf
(İndirme
Tarihi: 01/03/2016)
e-6- http://www.tuik.gov.tr/PreTablo.do?alt_id=1017 (İndirme Tarihi: 21/04/2016)
89
Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 10 (21), Ocak-Haziran 2016, s. 69-89.
90
Dijital Çağda Bakışın Politikası:
Panoptikon ve Aleniyet İlkesi
Eylem Çamuroğlu Çığ
Yrd. Doç. Dr.
Mersin Üniversitesi İletişim Fakültesi, Gazetecilik Bölümü
E-posta: eylemcamuroglu@mersin.edu.tr
ÖZET: Snowden‟ın ifşaatları, Wikileaks‟in sızdırdığı belgelerin ışığında küresel bir
gözetim sisteminin varlığı ispatlanmıştır. Bu küresel askeri/endüstriyel gözetim sistemi,
sosyal ağlardaki verilerin mülkiyeti ve ortaya çıkan diğer çelişkiler bağlamında
tartışmaları derinleştirmeyi zorunlu kılmaktadır. Günümüzde dijital çağın çelişkilerinden
biri, kullanıcıların mahremiyeti ile endüstriyel gözetim bloğu arasındaki gerilimdir. Bir
diğeri ise yurttaşların güçlünün hesap vermesi yönündeki talebi ile iktidarların gizlilik
arzusu arasındaki çelişkidir. Bu iki çelişki, tarihsel ve teorik çerçevede Habermas‟ın
aleniyet ilkesi ile Foucault‟nun panoptikon tartışmalarında somutlaştırılabilmektedir.
Jürgen Habermas ve Michel Foucault, modernitenin çeşitli dinamiklerini birbirinden çok
farklı, ancak felsefi ve politik açıdan birbiri ile bağlantılı bakış açıları ile tartışmış iki
düşünürdür. Sosyal medya çağına eleştirel yaklaşımlar içinde her iki düşünürün de
kavram ve kuramsal yaklaşımları tekrar tartışılmaktadır. Bu çalışmada modern iktidarın
temel antagonizmasına karşılık gelen Foucault‟nun panoptikon, Habermas‟ın ise
aleniyet ilkesi bağlamında sosyal ağlar eleştirel yöntemle tartışılmaktadır.
Anahtar Kelimeler: Sosyal Medya, Panoptikon, Aleniyet İlkesi, Güvenlik, Disiplin
The Politics of the Gaze in the Digital Age: Panopticon and the Public
Sphere
Abstract: Snowden‟s disclosures and Wikileaks documents have proved the existence
of a global surveillance system. This global military/industrial surveillance system
obliges to make a deep discussion about the ownership of social media data and the
other emerging contradictions in this context. In this day and age one of the
contradictions of the digital age is between the privacy of users and industrial
surveillance complex. Another contradiction is between the citizens‟ desire of
accountability of the strong and secrecy desire of the power. These two contradictions
become concrete historically and theoretically in the discussions of Habermas‟ public
sphere and Foucault‟s panopticon. Jürgen Habermas and Michel Foucault are two
philosophers who studies the dynamics of modernity in very different perspectives but
in a connected way philosophically and politically. In critical approaches to social media
age both philosophers‟ concepts and theories are being used and discussed
continuously. In this study social networks are examined in the context of Habermas‟
public sphere and Foucault‟s panopticon which correspond to the basic antagonism of
modern power.
Keywords: Social Media, Panopticon, Public Sphere, Security, Dicipline
Altındal, Y. & Sallan Gül, S., 2016, “Türkiye‟de Kadın Girişimcilerinin Risk Deneyimleri”, Toplum ve
Demokrasi, 10(21), Ocak-Haziran, s. 115-???.
Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 10 (21), Ocak-Haziran 2016, s. 91-113.
Giriş
Geleneksel medya olarak adlandırılan, büyük oranda tek yönlü,
endüstriyel ve kitlesel iletişimi tanımlayan aşamanın ardından, sosyal medya
çağının iletişimsel evresini yaşamaktayız. Dijital medya veya internet medyası
olarak da adlandırılan bu medya her şeyden önce bilişim ve enformasyon
teknolojilerini ve internet ağ yapısını kullanan bir mecradır. Web 1.0
döneminde internet siteleri ve e-maillerin yoğun kullanımı, Web 2.0 olarak
adlandırılan teknolojik gelişimi takiben, sosyal medya platformlarının devreye
girmesi ile etkileşimlilik ve etkinlik alanını muazzam boyutlara ulaştırmıştır.
Söz konusu teknik altyapı bünyesinde sayısız bireysel ve kurumsal
web siteleri, blog siteleri, web yayıncılığı, podcastler, forum siteleri;
Facebook, Twitter, Snapchat, Instagram, Wordpress, Persicope, Ustream,
Skype vb. popüler platformlar; yazılı, görsel, işitsel tüm formlarıyla iletişimsel
evrenimizi oluşturmaktadır. Bu altyapı üzerinde gerçekleştirilen her tür
iletişim haberleşme, ticaret, eğitim, kültürel tüketim veya tasarım etkinlikleri,
sosyal medya kapsamında değerlendirilebilir (Çamuroğlu Çığ ve Çığ, 2015:
22). Sosyal medya ve Web 2.0 kavramları, Facebook, Linkedln gibi sosyal ağ
siteleri, bloglar, Wikipedia gibi wikiler, Twitter, Weibo gibi mikrobloglar ve
Youtube gibi kullanıcı kaynaklı içerik paylaşım sitelerinden oluşan World Wide
Web (www) platformlarını nitelemek için 2005 yılı civarında hayatımıza
girmişti (Fuchs, 2015a: 94). Teknolojiye vurgu yapan Web 2.0, bütün sosyal
ağları içine alan bir şemsiye kavram olarak düşünülmektedir (Trottier ve
Fuchs, 2015: 6). Aslında sosyal medya teknolojilerinin büyük bir kısmı, 2005
yılından önce kullanılmaya başlanmıştı. Ancak popülerleşmesi, geleneksel
medya ile de melezlenerek toplumsal yaşamı giderek daha fazla
şekillendirmeye başlaması, 2005 sonrası döneme denk düşmektedir (Fuchs,
2014: 48).
Giderek artan kullanıcı sayılarıyla sosyal medyanın dijital kültürü,
toplumsal, ekonomik ve siyasal yaşama hızla eklemlenirken, birçok farklı
boyutu ile gündeme geldi. Sosyal medya, 2011 yılından başlayarak tüm
dünyada yeni toplumsal hareketler, siyasal katılım ve kamusal alan
bağlamında tartışılmaya başlandı. “Arap Baharı” olarak adlandırılan Tunus‟ta
başlayıp birçok ülkeye yayılan isyanlar, İspanya‟da bugün Podemos isimli
partiyle kurumsallaşan İndignadas (Öfkeliler) hareketi, Amerika‟da Occupy
Wall Street hareketi ile 2011 yılında sosyal medya ve yeni toplumsal
hareketler, oldukça iyimser tonlarda yapılan yeni yurttaşlık ve kamusal alan
tartışmasını ateşlemişti.
Sosyal ağlardan güç alan bu yeni toplumsal hareketler, 2004‟te
Madrid‟de, 2009‟da İran ve İzlanda‟da da görülmüştü (Castells, 2013: 11-12).
2013‟te Taksim Meydanı‟ndan tüm Türkiye‟ye yayılan Gezi Direnişi ile sosyal
ağlar bağlamında yapılan siyasal katılım, kamusal ve müşterek alanlar
tartışmaları da yoğunlaştı. Tartışmaların başlangıçtaki iyimser tonu,
neoliberalizmin otoriteryan eğilimlerinin hız kazanması ile yerini dijital
gözetim toplumları tartışmasıyla karamsar bir tona bıraktı. Julian Assange‟ın
92
Çamuroğlu Çığ, E., 2016, “Dijital Çağda Bakışın Politikası: Panoptikon ve Aleniyet İlkesi”
kurduğu Wikileaks‟ın ortaya çıkardığı belge sızıntıları ve Edward Snowden‟ın
ifşaatları ile küresel bir gözetim sisteminin varlığı ispatlanmıştır. 2007 yılında
NSA tarafından geliştirilen kitlesel elektronik gözetim ve veri madenciliği
yapan program PRISM ile gizli servisler ve devletlerin ağlarda bireysel
mahremiyeti sistematik olarak ihlal etmekte oldukları da netleşti. Devlet ve
istihbarat örgütlerinin yanı sıra, Google, Facebook, Yahoo, AOL ve www
şirketleri de bu küresel gözetim ağına dahildir. Bu şirketlerin sermaye birikim
modeli, küresel gözetim sisteminin suç ortağı olmalarının nedenleri
arasındadır. Snowden‟ın ifşaatları, küresel gözetim ağının şirket ve devlet
gücü birlikteliği ile iletişimi, interneti ve sosyal ağları kontrol ettiğini ortaya
koymuştur (Fuchs, 2015b: 149). Yakın zamanda Panama Papers ile yeniden
hatırlanan küresel endüstriyel/askeri gözetim bloğu, sosyal ağlardaki verilerin
mülkiyeti ve ortaya çıkan çelişkiler bağlamında tartışmaları derinleştirmeyi
zorunlu kılmaktadır.
Günümüz sosyal medya dünyasının çelişkilerinden biri, kullanıcıların
mahremiyeti ile endüstriyel gözetim bloğu arasındaki gerilimdir. Bir diğeri de
yurttaşların güçlünün hesap vermesi yönündeki talebi ile iktidarların gizlilik
arzusu arasındaki çelişkidir. Sosyal medya şirketlerinin sermaye birikim
modeli ve ekonomileri, ağırlıklı olarak hedefli reklamcılık (targeted
advertising) ve dijital emeğin sömürüsü üzerine temellenmektedir (Trottier ve
Fuchs, 2015: 24). Şirketlerin ekonomik modeli ile söylem ve ideolojilerini
temellendirdikleri açık, küresel olarak bağlantılı ve özgür iletişim arasında
sürekli bir gerilim hattı ortaya çıkmaktadır. Şirketler, sermaye birikim modeli
nedeniyle parçası oldukları bu yoğun gözetimin karşısında olduklarını
vurgulamakta ve özgür, açık dünya söylemlerini bu karşıtlık üzerinden
kurmaktadır (Fuchs, 2015b: 149). İdeoloji ve ekonomik gözetim arasındaki
bu gerilim hattı, çağdaş sosyal medya dünyasının antagonistik gerçekliğini
oluşturmaktadır.
Sosyal
medya
dünyasının
antagonizmaları,
Harvey‟nin
adlandırmasıyla sermayenin hareketli ve tehlikeli çelişkilerine denk
gelmektedir. Hareketli çelişkiler, istikrarsız ve önbelirlenmemiş bir evrim
süreci yaratmaktadır. On yıllarla ölçülebilen bu görece yavaş süreç, bugünkü
ikilemlerden yola çıkarak gelecek hakkında da öngörüde bulunmamıza imkan
vermektedir. Hareketli çelişkilerin dinamik etkileşimi, insan, sermaye ve doğa
açısından tehlikeli çelişkileri doğurmaktadır (Harvey, 2015 (b): 99 - 297). Bu
nedenle hareketin anlamını kavramak politik açıdan hayatidir, çünkü
Harvey‟nin vurgusu ile “kendi geleceğimizin şiirini sermayenin hızla
evrilmekte olan çelişkilerinin oluşturduğu fon üzerine” yazmaktayız (Harvey,
2015 (b): 100).
Bu hareketin anlamını ve gelecekte yaratabileceği değişimleri
öngörebilmek için sosyal ağlardaki dijital gözetime yakından bakmak
gerekmektedir. Dijital gözetimin en belirgin çelişkilerinden bir tanesi, devlet
gözetimi ve sosyal medya şirketleri arasındaki birliktelikte görünür
olmaktadır. Şirketlerin ticari gözetimi, bilginin sürekli akışına ve insanların
verilerini, iletişimlerini ve yaşamlarını büyük oranda ağlara taşımasına
93
Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 10 (21), Ocak-Haziran 2016, s. 91-113.
bağlıdır. Devlet gözetimi ise, bilgiye erişimi kısıtlamak ve özellikle kriz
dönemlerinde sansür üzerinden şekillenmektedir. Devletler ve şirketler
arasındaki bu çelişkiyi tarihselliği içinde değerlendirdiğimizde dijital gözetim
politikalarının henüz oluşum halinde olduğu ve piyasa-devlet işbirliği içinde
şekillenmekte olduğu netleşmektedir. Ticari gözetimin sınıflandırma işlevi ve
devletin zor aygıtı, piyasanın tehdit oluşturabilecek olan kısımlarını
eleyebilmektedir (Yumuşak, 2015: 108).
Dijital gözetimi analiz edebilmek için, sosyal medyayı devlet ve
siyaset teorileri içinde konumlandırmak ve devlet-şirket ilişkisini bu bağlamda
tartışmak gerekmektedir (Trottier ve Fuchs, 2015: 33-34). Medya, teknolojik
yapıların sosyal ilişkiler ve insan eylemleriyle karmaşık biçimlerde etkileşimde
olduğu tekno-sosyal yapılardır. İktidar yapıları medyayı ve medyanın
toplumsal ilişkilerini biçimlendirmektedir (Fuchs, 2014: 49). Sosyal medyanın
toplumsal ve siyasal boyutlarını tartışırken, ağların iktidar ve karşı iktidar
yapıları ile çelişkili ve etkileşimli ilişkilerini dikkatle analiz etmek
gerekmektedir.
Bu açıdan sosyal medya ve dijital gözetimi, modern iktidar teorisinin
iki önemli kavramsallaştırması olan aleniyet ilkesi ve panoptikon bağlamında
tartışmak ve temel çelişkilerin kuramsal ve tarihsel gelişimine odaklanmak
önemlidir. Günümüzde sosyal medyada sızıntılarla, Anonymus gibi hacker
grupları ile Türkiye‟de ise yolsuzluk tapeleri ve “fuatavni” twitter hesabı ile
gündemimize gelen yurttaşların güçlünün hesap vermesi talebi ile iktidarların
gizlilik arzusu arasındaki çelişki, tarihsel olarak modernitenin ilk
çelişkilerinden bir tanesidir. Dijital hak mücadelesinin temelini oluşturan özel
hayatın ve kişisel verilerin gizliliği ile endüstriyel/askeri gözetim bloğu
arasındaki çelişki de yine tarihsel olarak modernitenin disiplinci
mekanizmalarında yer almaktaydı. Aşağıdaki bölümlerde Jürgen Habermas‟ın
aleniyet ilkesi ve Michel Foucault‟nun panoptikon metaforu bağlamında dijital
gözetimin temel antagonizmaları eleştirel yöntemle tartışılmaktadır.
Dijital Çağda Karşı-Gözetim ve Aleniyet İlkesi
Dijital alanda ticari gözetim adına yapılan veri madenciliği ve
sınıflandırmanın tersine dönerek iktidar odaklarını, kurulan ilişkileri vs. ifşa
etmek adına kullanıldığı örnekler son yıllarda artarak karşımıza çıkmaktadır.
Anonymus gibi hacker grupları, Assange‟ın kurduğu Wikileaks gibi belge
sızdıran siteler, Edward Snowden‟ın ifşaatları ve yakın zamanda Panama
Papers gibi sızıntılar, zamanımızın önemli sızıntıları arasında sayılabilir.
“Whistleblower”1 aktiviteleri olarak da adlandırabileceğimiz bu sızıntılar,
1
Whistleblower ve whistleblowing kavramlarının Türkçe‟de tam bir karşılığı yoktur.
Halkla ilişkiler literatüründe çok kullanılan bu kavramın birçok tanımı yapılmıştır. Özetle
bilgiye veya veriye erişimi olan kişilerin tanık oldukları yanlış veya etik dışı durumları
kamuya ifşa etmeleri olarak tanımlanabilir. Eski bir gazeteci olan Assange‟ın kurduğu
Wikileaks isimli site, aslında birçok whistleblower‟ı bir araya getirmektedir.
94
Çamuroğlu Çığ, E., 2016, “Dijital Çağda Bakışın Politikası: Panoptikon ve Aleniyet İlkesi”
sosyal medya çağının önemli ifşa ve muhalefet yolları arasında sayılmaktadır
(Bora
ve
Altıparmak,
2016:
53).
Wikileaks‟in
içeriği
bireysel
“whistleblower”lar tarafından sağlanmaktadır. Bu yolla “whistleblower”ların
kimlikleri anonim kalırken sızdırdıkları belgeler küresel kamuya ulaşarak
kitlesel olarak izlenebilmektedir (Fuchs, 2011b: 6). Henüz sonuçları çok
kestirilebilir olmamakla beraber, neoliberal dönemin önemli demokratik
mücadele alanlarından bir tanesinin ifşaatlar yoluyla yürütülen muhalefet
olacağı söylenebilir.
Şirketler, devletler ve istihbarat örgütlerinin karmaşık ilişkiler ağları
içerisinde yürüttükleri gözetim, izleme ve özel alan ihlalleri ve yapılan
yolsuzluklar ile etik ihlallerin belgeleriyle kamuya duyurulması dijital hak
mücadelelerinin önemli adımlarından biridir. Gözetleyenlerin gözlenmesi
yoluyla bakışı ters yüz etmek ve iktidar odaklarını hesap vermeye zorlamak,
demokratik ülkelerde belli bir muhalefet zemini açabilmektedir. Aynı zamanda
aleniyet kazanan ifşaatlar, kamuyu da bilinçlendirerek hak mücadelelerini
güçlendirmektedir (Fuchs, 2011a: 306). Ancak devletler de bu süreçte dijital
alanın imkanlarını fark ediyor ve öğrenmeye devam ediyorlar. İktidar
odaklarını, gözetimi ve ilişkiler ağlarını görünür kılma ve alenileştirme
çabalarının karşısında baskı da giderek artıyor. Özellikle 2015‟ten başlayarak
dünya çapında terörle mücadele ve güvenlik paradigmasının yükselişe
geçişiyle dijital hak mücadelesi de mevzi kaybetmektedir. Charlie Hebdo
saldırısı, Paris Katliamı, Brüksel Saldırıları gibi olaylar bu baskıya toplumsal
destek de kazandırmaktadır (Bora, Altıparmak, 2016: 53). 2015 yılı
ortalarından başlayarak Türkiye‟nin de artarak deneyimlediği güvenlik
paradigması, neoliberal iktidar yapısına içkindir (Gambetti, 2009: 143-172).
2010 yılından itibaren dünya çapında neoliberalizmin ortaya çıkardığı sorunlar
karşısında yükselen protesto dalgaları ile dengesizleşen neoliberal iktidarlar,
çok daha çatışmacı ve otoriter bir evreye evrilmektedir.
Dijital hak mücadelelerindeki mevzi kaybının da bu açıdan, dünyadaki
siyasal atmosfer ile yakından ilgili olduğunun da altını çizmek gerekmektedir.
Yakın zamanda Sınır Tanımayan Gazeteciler‟in (RSF) açıkladığı 2016 yılına
dair Dünya Basın Özgürlüğü Endeksinde, tüm dünyada bilgi alma
özgürlüğünde kayıplar yaşandığına dikkat çekilmesi ve dünya genelinde basın
özgürlüğüne duyulan saygıda büyük ve ürkütücü bir kayıp olduğunun
vurgulanması, bu duruma işaret etmektedir2. Bu noktada Morozov‟un
internetin kazanımlarının özgürlükleri tehdide dönüşme ihtimali yönündeki
uyarısı önem kazanmaktadır. Online gözetimin norma dönüşme ihtimali,
güvenlik paradigmasının yükselişi ile giderek artmaktadır. Bu normla
otoriteler karşısında yurttaşlar giderek şeffaflaşırken otoritelerin güvenlik
adına opak kaldığı, siyasal ve ticari çıkarların iç içe geçtiği otoriter ve tehlikeli
bir yola girilmektedir (Özkul ve Barnett, 2016: 13 -14). Otoritelerin opak
alana çekilmesi, modernitenin temel belirleyenlerinden biri olan aleniyet
ilkesini muğlaklaştırmaktadır.
2
www.diken.com.tr/turkiye-basin-ozgurlugunde-ugandanın- gerisinde/
95
Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 10 (21), Ocak-Haziran 2016, s. 91-113.
Aleniyetin Kurumsallaşması
Tam da bu noktada vurgulamak gerekir ki teknoloji gelişirken
dünyamız giderek karmaşıklaşsa da bu eğilimler ve çelişkiler, modernitenin
temel çelişkileri arasında idi. Bilginin üretimi ve dolaşımın toplumsal kontrolü
ve disiplin teknikleri bakımından tarihsel olarak en gelişmiş iktidar biçimi,
modern ulus devletlerde belirginleşmektedir. Feodalitenin iktidar biçimleri
modern iktidara evrilirken iktidarı şeffaflaştırarak denetlemenin yolu olarak
aleniyet ilkesi kurumsallaştırılmıştı. Aleniyetin kurumsallaşması ile birlikte
demokratik ve otoriter rejimlerin bilgiyi yönetmeleri açısından fark,
yönetenlerin erdemi veya tercihlerinden bağımsızlaşmıştır. Kurumların yapısı,
işleyişi ile diğer siyasal ve toplumsal aktörlerin devlet iktidarını dengeleyici
gücü önem kazanmıştır. Modern anayasanın ortaya çıkışı, 1789 devriminin
kralın kişiliği ile devleti birbirinden ayırması sonucunda gerçekleşmiştir.
Böylece kamusal otorite ve egemenlik, doğuştan gelen bir hak olmaktan
çıkmış, denetlenmesi gereken bir yetkiye dönüşmüştür (Teziç, 2009: 143).
Weber‟in gayrişahsileşme (depersonalization) ve rasyonelleşme kavramları
üzerinden tartıştığı bürokrasinin, Habermas, Arendt ve Sennett‟ın farklı
boyutlarıyla tartıştığı kamusal-özel ikiliğinin ve daha birçok modern kavram
ve tartışmanın başlangıcı, devlet iktidarındaki bu büyük dönüşüm ile ilişkilidir.
Devlet iktidarının şeffaflaştırılması, denetlenmesi ve demokratikleştirilmesi
için verilen mücadeleler, görünürlüğün ve bakışın politikleşmesine yol
açmıştır. Bakışın iktidarlara çevrilebilmesi yolu ile iktidarı sınırlayıp
denetlenebilir kılan bir bakış politikası, siyasal alandaki sınıf savaşımları ve
demokratikleşme mücadeleleri ile kurumsallaşabilmiştir.
Bu bakış politikasını Habermas, kamusal-özel kavramlarının tarihsel
gelişimi ile burjuva kamusal alanının ortaya çıkışı aşamasında tartışmıştır.
Bakışın politikası ile aleniyet ilkesinin demokratikleşmeye yol açacak biçimde
kurumsallaşabilmesi için yurttaşların kamusal bir gövde oluşturarak
örgütlenebilmeleri ve kamuoyunu oluşturabilmeleri gerekmektedir. Kamuoyu,
devlet biçiminde örgütlenmiş olan egemen yapıya karşı yürütülen eleştiri ve
denetim mekanizmalarına işaret etmektedir. Örneğin mahkemelerin veya
meclis görüşmelerinin halka açık olması gibi devlete ait bazı işlerin aleni
olması gerektiğine dayanan düzenlemeler, kamuoyunun eleştiri ve denetim
işlevleri ile ilişkilidir. Monarşilerin gizlilik politikalarına karşı mücadele ederek
kazanılan kamusal bilgi ve aleniyet ilkesi, devletin ve iktidar odaklarının
demokratik kontrolünü olanaklı kılmıştır (Habermas, 2010: 29).
Günümüzde kamusal bilgi ve aleniyet ilkesinin olanaklarına karşıt,
“devlet sırrı” kavramı bir iktidar tasarrufu olarak öne çıkmaktadır. Bu kavram,
kamusal otoritelerin yine kamu yararını öne sürerek gizlilik sağlayabildikleri
opak bir alana işaret etmektedir. Ancak demokratik modern iktidarlarda
devlet sırrı, sınırsız ve koşulsuz bir gizlilik sağlamamaktadır. Terörle mücadele
ve güvenlik paradigmasının yükselişe geçtiği günümüz Türkiye‟sinde, devlet
sırrı kavramının gazetecilik ile ilgili tarihi bir davanın konusu olması,
96
Çamuroğlu Çığ, E., 2016, “Dijital Çağda Bakışın Politikası: Panoptikon ve Aleniyet İlkesi”
iktidarların güvenlik adına opak bir alana çekilme isteklerinin ifşa edilmiş bir
göstergesidir.3 İngiltere‟de 2015‟te açıklanan internet yasa tasarısının,
güvenlik güçlerine mahkeme kararı olmadan online takip yetkisi sağlamayı
amaçlaması da dijital dünya açısından benzeri bir duruma işaret etmektedir
(Keeble-Gagnere, 2015). Tasarı, gazeteciler tarafından haber verme hakkının,
siyasal iktidardan bağımsız yapılamayacağı bir ortama kayma endişesi ile
tartışılmaktadır.
İktidarların gizlilik arzusu ile yurttaşların güçlünün hukuk önünde
hesap vermesi yönündeki talebinin günümüz demokrasilerinde gerilimli bir
siyasete yol açması, aleniyetin kurumsallaşmasının tarihsel evrelerine
bakmayı gerekli kılmaktadır. Bugün yeniden bir mücadele hattına işaret eden
aleniyet talebi, modernite feodaliteyi dönüştürürken kurumsallaşan kamusal
otoritenin en temel mücadele alanıydı ve ortaya çıktığı tarihsel evrede de
çelişkili bir kurumsallaşmadan muzdaripti4.
Ortaçağdan Çıkışta Aleniyet
Feodalite içinde pre-kapitalist koşullar ortaya çıkmaya başladığında
kamusal kavramı ve aleniyet, hiyerarşi ve ayrıcalıklarla ilgilidir. Ortaçağın
kamusallığı
bir
statü
belirtisidir,
toplumsallıkla
ilişkili
olarak
yaşanmamaktadır. Fermanlardaki veya kralın mühründeki kamusal kavramı,
hükmetme ile ilgilidir. Aleni olma ve herkese açık olma durumu ise
ayrıcalıklardan ve hükmedenlerin konumundan dışlanmış olmak anlamına
gelmekteydi. Habermas, ayrıcalıklar, güç ve hiyerarşiyi barındıran Ortaçağ
kamusallığını “temsili kamusallık” ile kavramsallaştırmaktadır. Burada temsil
kavramı, demokratik teorilerdeki temsilin tam aksine, gücün ve statünün
3
Gazeteciler Can Dündar ve Erdem Gül‟ün yargılanmakta oldukları MİT tırları davası,
Milli İstihbarat Teşkilatı‟na ait tırlarla Suriye‟ye silah ve cihatçı sevk edildiğinin iddia
edildiği haberin, 29 Mayıs 2015 günü Cumhuriyet Gazetesi‟nde yayımlanması üzerine
açılmıştı. Haberdeki iddialara kanıt olarak savcılık dosyasından alındığı belirtilen
görüntüler yer almaktaydı. Bu görüntülerde ilaç kutularının altındaki havan topu
mermileri ve askeri mühimmat görülmekteydi. Yaptıkları haber sonrasında açılan
davada Dündar ve Gül‟e yöneltilen suçlamalar, devletin gizli kalması gereken bilgilerini
siyasal ve askeri casusluk amacıyla temin etme, devletin güvenliğine ilişkin gizli
kalması gereken bilgileri casusluk maksadıyla açıklama, cebir ve şiddet kullanarak
Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti‟ni ortadan kaldırmaya veya görevlerini yapmasını
kısmen ya da tamamen engellemeye teşebbüs etme ve silahlı terör örgütüne üye
olmaksızın
bilerek
isteyerek
yardım
etmedir
(www.bbc.com/turkce/haberler/2016/04/160401_can_dundar_erdem_gul_durusma).
4
Bu çelişkili kurumsallaşmaya örnek olarak klasik hukuk teorisinde devletin iki niteliğini
oluşturan devletin hukuki kişiliği ve egemenliği arasındaki uyuşmazlık gösterilebilir.
Devletin hukuk içinde denetlenebilirliğini sağlayan tüzel kişiliğinin yanında egemenlik,
devletin hiçbir denetim kabul etmeyen asli, kayıtsız şartsız bir iktidarını
vurgulamaktadır (Teziç, 2009: 125-126; 144-145). Benzer bir çelişkili kurumsallaşma
da Fransız Devrimi sonrası iktidarı dünyevileştiren demokratik teorilerden milli
egemenlik teorisinde yaşanmıştır. Teori, İktidarı monarktan yeryüzüne indirirken aşkın
bir millet tanımıyla (ölen atalardan doğmamış çocuklara kadar halkı aşan bir kavram
olarak millet) onu yeniden metafizik ve hukuk ötesi kılmıştır (Teziç, 2009: 100).
97
Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 10 (21), Ocak-Haziran 2016, s. 91-113.
temsilini anlatmaktadır. Kralın tacı, onun -Tanrıdan aldığı – sonsuz gücü
temsil eder. Ortaçağ‟ın bu temsili kamusallığı dışlayıcıdır; örneğin ayinler
halkın dilinde değil, Latince yapılır. Halk, bu kamudan dışlanmıştır; ancak
varlığı temsilin gerçekleşebilmesi açısından önemlidir.
15. yüzyılda coğrafi keşiflerin ticareti canlandırarak bir sınıf olarak
burjuvaziyi ortaya çıkarmaya başlaması ile temsili kamu ile yeni ortaya
çıkmaya başlayan aydınlanma kamularının bir arada olduğu ara bir dönemden
geçilmiştir. Kralın kişiliği ile devleti birbirinden ayıran burjuva devrimlerinin
bir sonucu olarak kamusallık devleti ve devlet aygıtını temsil eder hale
gelirken özel olan da bu alanın dışında kalan alan olarak şekillenir (Habermas,
2009: 57 -74).
Ortaçağda feodalitenin içinde feodaliteden farklı bir gelişimin habercisi
olan pre-kapitalist koşullar, bir taraftan -merkantilizm ve fizyokrasinin temel
bakışı olarak- güçlü krallık ve hükümdar vurgusu ile var olan egemenliği
güçlendirirken bir taraftan da bu düzenin çözülüşüne yol açacak koşulları
oluşturur. Habermas burada çözülüşe yol açan unsurlar olarak mal ve haber
dolaşımına önem verir. Ticaretin gelişimi –her ne kadar var olan egemen
krallık veya güç tarafından koyulan kurallarla işlese de- feodal sistemin kapalı
ekonomisini ve kapalı yapısını sarsmaya başlamıştır. Başlangıcında temsili
kamuyu bu yeni gelişmeler rahatsız etmemiştir; çünkü eski üretim ve bu
üretimden beslenen egemenlik henüz bu yeni oluşmaya başlayan sermayeye
bağımlı değildir.
Feodalitenin katı egemenlik yapısı, gelişen ticaretle zenginleşmeye
başlayan burjuvazinin iktidara ortak veya talip olmasını engelliyordu. Ancak
iktidarın kurulmasını sağlayan temel ilkeleri hedef alırlarsa yani, egemenlik
biçimini tümden değiştirirse iktidarda pay sahibi olabilecekti. Bu noktada
Ortaçağ egemenliğinin temel ilkelerine karşı burjuva kamusunun ortaya
koyduğu ilke, aleniyet ilkesi olmuştur. Ortaçağın kapalı iktidar yapıları, bu
ilkenin karşısında zamanla çözülmeye başlamış; Aydınlanmanın “akıl”
ölçütünü temel alarak başlattığı devrimlerle burjuvazi, bu kapalı yapıların
aleniyet ilkesine göre, anayasalar ve yasalar çerçevesinde yıkıldığı yeni bir
çağı başlatmıştır (Habermas, 2009: 93 – 98). Kapalı yapıların yıkılmasıyla
başlayacak yeni çağın en önemli araçları arasında ise basın yer almaktaydı.
Burjuva Kamusal Alanı ve Basın
Merkantilist dönem, devletin karşısında ayrı bir alan olarak burjuva
kamusal alanının yükselişine yol açmıştır. Çünkü yönetimin ticaret üzerinde
uyguladığı önlemler veya aldığı vergiler, özel çıkar ile kamusal çıkarı karşı
karşıya getirirken bir taraftan da devletin özel alana da müdahalesi –örneğin
tahıl darlığında Cuma akşamları ekmek tüketiminin yasaklanması gibi
müdahaleler- devleti ve işleyişini de eleştiriye açık hale getirmiştir. Hane
ekonomisini ilgilendiren konuların aynı zamanda kamusal çıkar alanına giren
bir meseleye dönüşmesi ile kapitalizmin bu başlangıç evresinde hem devlet
98
Çamuroğlu Çığ, E., 2016, “Dijital Çağda Bakışın Politikası: Panoptikon ve Aleniyet İlkesi”
karşısında özel alan hem de akıl yürüten kamusal topluluğun eleştirerek ve
tartışarak oluşturduğu kamusal alan ortaya çıkmıştır. Yine kamusal bir araç
olarak basın da bu dönemde çok önemli bir rol oynamıştır. Böylece kamusal
alan, kamusal bir topluluk olarak bir araya gelmiş özel kişilerin, kamu erkini
kamuoyunun önünde şeffaflaşmaya ve meşrulaşmaya zorladıkları bir alan
olarak dönüşüyordu (Habermas, 2009: 77 – 91).
Dolayısıyla haber dolaşımı, bu yeni oluşmaya başlayan ekonomik
sistem için en az mal ve evrak dolaşımı kadar önemliydi. İlk dönemde ticareti
geliştiren bir unsur olarak ortaya çıkan haber dolaşımı, merkantilist dönemde
siyasal ve toplumsal düzenin içinde eski sistemi alt üst edecek bir güç olacak
basına evriliyordu. İlk gazeteler –siyasi gazete olarak adlandırılıyorlardıbaşlangıçta haftalık olarak çıkarken, 17. yüzyılın ortalarında günlük çıkmaya
başladılar (Habermas, 2009: 74 – 80; Van Horn Melton, 2011: 13 -17).
Günlük çıkmaya başlayan gazetelerle haberler, modern toplumların temel
ritüellerinden
birine
dönüşerek
kamusal
alanın
meselelerini
de
belirlemekteydi.
Hegel‟in gazetelerin modern insanın sabah duası olduğunu
vurgulaması, metalaşan haber ile kurulan törensel ve ritüelistik ilişkiyi
netleştirmekteydi. Anderson‟a göre bu ilişki, ulus devletin ve milliyetçi
ideolojilerin kuruluşunda da önemli bir rol oynamaktaydı. Gazetelerin ve
metalaşan haberlerin kitlesel ve hızlı tüketimi, olağanüstü kitlesel bir ayini
mümkün kılmaktaydı. Anderson‟a göre, hayali bir cemaat olarak ulusu
mümkün kılması, bu ritüelin paradoksal anlamından kaynaklanmaktadır.
Sessiz bir mahremiyet ile yerine getirilen okuma eylemi, hayali cemaati
oluşturan büyük kitleler tarafından eş zamanlı ve kamusal bir eylem olarak
gerçekleşmektedir (Anderson, 2009: 50). Bu eş zamanlı kamusal eylem,
çelişkili bir var oluşla kapitalizmin varlığını güçlendiren haber endüstrisini
yaratırken, bir taraftan da onu aşan ve bütün iktidar odaklarını sarsabilecek
güçte olan aleniyet ilkesini de mümkün kılmaktaydı. Çünkü siyasal
gazeteciliğe evrilen habercilik, dünya ile ilgili her şeyin – meclis, savaş, ticari
dolaşım- aleniyet kazanmasının yolunu açmaktaydı (Habermas, 2009: 74 –
80; Van Horn Melton, 2011: 13 -17).
İlerleyen süreçlerde burjuvazi açısından paradoksal bir durum yaratan
basının bu ikili rolü, iktidarların yeni başetme stratejileri geliştirmelerine de
ön ayak olacaktı. Bu yeni strateji, haberin bir meta olduğu gerçekliği üzerine
inşa edilmekteydi. Sonuç olarak mal dolaşımına bağımlı olmaktan çıkan
haberin kendisi de basılı bir materyal olarak ve kar stratejilerinin de etkisine
girerek bir metaya dönüşüyordu. Bir meslek olarak profesyonelleşen
gazetecilik, ortaya çıkışını sağlayan pazar ile aynı düzeneğe ve işleyişe
sahipti. Haberin metalaşma süreci, kapitalist ekonominin başlangıcından
günümüze geçirdiği büyük değişimlere paralel olarak daha verimli formlara
girmiştir. Dolayısıyla metalar piyasasını yöneten burjuvazi, iktidarını tahkim
ettikten sonra, her türlü iktidarı sarsacak güçteki eleştirel kamuoyu çözülecek
ve yerini bilginin kontrolü ve manipülasyonuna bırakacaktı.
99
Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 10 (21), Ocak-Haziran 2016, s. 91-113.
Bilginin Kontrolü ve Karşı-Gözetim
İktidara yönelen bakışın gücü ve politikası, devrimci bir yüzyıl olan
18. yüzyıldan sonra burjuva devrimleri ile kurumsallaşan yeni modern
iktidarlar çağında, Habermas‟ın kavramsallaştırmasıyla yapısal bir dönüşüme
uğrar. 19. yüzyıl kültür ve haber endüstrilerinin kamusal toplulukları ve
yurttaşları kitleye dönüştürmesi sonucunda kamuoyu yerini kanaatlere
bırakmış, kamusal akıl yürütmenin yerini duygular ve irrasyonalite almış,
aleniyet ilkesi ise iktidarın meşruiyetini üretmekten öteye geçememiş ve
gerçekten demokratik bir denetimi hayata geçirememiştir. Foucault‟ya göre,
aleniyet ilkesi ile kurulması düşünülen demokratik denetim ve bakışın gücüne
duyulan inanç, baştan itibaren bir yanılsamadan ibarettir. Kamu görüşüne ve
bakışa önemli bir güç atfetmiş olan aydınlanmacılar, kamu görüşünün gerçek
koşullarını, medyayı öngörememişlerdir. Basın, yayın, sinema ve televizyon
biçimleri altında iktisat ve iktidar mekanizmalarına dahil edilmiş bir
maddesellik yatmaktadır. Medya, kaçınılmaz olarak iktisadi- siyasi çıkarların
emrindedir. Devrimciler, kamu görüşünün bu maddi ve iktisadi bileşenlerini
fark edemedikleri için, doğası gereği doğru olacağını, kendine özgü bir
biçimde yayılacağını ve bir tür demokratik gözleme olarak işleyeceğini
düşünmüşlerdir. Düşünüre göre, bu bakış politikasının ütopik karakteri, 19.
Yüzyılda gazetecilikle ortaya çıkmıştır (Foucault, 2007: 85 – 105).
Habermas‟ın aleniyet ilkesi üzerinden somutlaştırdığı bakışın gücü ve
politikası da, 19. Yüzyıldan başlayarak medyanın ekonomi politik yapısı ve
sermaye ile ilişkileri sonucunda çözülmüş ve eleştirel gücünü yitirmiştir.
Habermas ve Foucault‟nun çalışmalarının da gösterdiği gibi, basın ve
düşünce özgürlüğü ile demokratikleşme arasındaki ilişkiye odaklanan tezlerin
eksik kaldığı nokta, nasıl olup da bilginin kontrolü ve manipülasyonu yoluyla
görece demokratik sistemlerin otoriterliğe savrulabildiğidir. Medyanın ve
bilginin kontrolü yoluyla bakışın manipülasyonu, demokrasinin yavaş
ölümüyle ilgili önemli veriler sunabilmektedir (Demirtaş, 2016: 30). Özellikle
toplumun tamamını ekonomik bir paranteze alan ve sınıf iktidarının yeniden
kurulduğu geniş çaplı bir proje olarak neoliberal sistemde (Harvey, 2015
(a):17-27) demokrasilerin aşınmasını açıklayabilmek için bilginin devlet ve
sermaye tarafından nasıl kuşatıldığına daha yakından bakmak gerekmektedir.
Örneğin İngiltere‟de Telekulak Skandalı ve Leveson Soruşturmaları ile ortaya
çıkan medya skandalı, demokrasi geleneği köklü ve güçlü olan ülkelerde bile
medyanın finansallaşmış yapısının ve bilginin devlet ve sermaye tarafından
kuşatılmasının ürettiği sorunların boyutunu ortaya koymaktadır (Leveson,
2012).
Neoliberal dönemde geleneksel medya, Habermas‟ın aleniyetin ve
bakışın çözülüşü sonucunda tespit etmiş olduğu sorunların çok daha karmaşık
biçimleri ile karşı karşıyadır. Bu noktada sosyal medya ve ağlar, medyanın
hiyerarşik yapısını kırabilmekte ve bireye yeni kamusal alanlar sağlarken
dijital gözetimi de tersine çevirerek iktidar odaklarını görünür kılabilmektedir.
100
Çamuroğlu Çığ, E., 2016, “Dijital Çağda Bakışın Politikası: Panoptikon ve Aleniyet İlkesi”
Bir karşı-gözetim projesi olarak Wikileaks kendisini “halkların istihbarat
örgütü” olarak tanımlamaktadır (Fuchs, 2011b: 2).
Ancak teknolojinin sağladığı çok önemli kazanımlar olmakla beraber,
bakışın politikası konusunda iyimser olmadan önce dijital gözetimin
boyutlarını ve gözetimin nasıl bir iktidar mekanizmasına dahil olduğunu
dikkatle analiz etmek gerekmektedir. İnternetin katılımcı karakterinin
önündeki en büyük engel, dev şirketlerin giderek tekelleşmesi ve internet
üzerindeki bilgi ve verileri kontrol altına almasıdır. Whatsapp, Youtube,
Gmail, Instagram gibi uygulamalar iki internet devi Facebook ve Google‟dan
birine aittir. Akıllı telefon pazarında en çok kullanılan işletim sistemlerinden
biri olan Android veya mobil uygulamaların senkronizasyonunu sağlayan
Firebase de Google tarafından satın alınmıştır (Yumuşak, 2015: 107). Üstelik
bu tabloya bir de bu şirketlerin sermaye birikim modelleri eklendiğinde ticari
gözetim yoluyla yayılmakta olan bilginin kontrolü sorunu da karşımıza
çıkmaktadır. Bu nedenle dijital gözetim ve bakışın politikasının çelişkilerini
iktidar teorileri açısından da tartışmak gerekmektedir. Aşağıdaki bölümde
Michel Foucault‟nun modern iktidar çözümlemesi ve panoptikon metaforu
üzerinden bakışın politikası ve dijital gözetim tartışılmaktadır.
Dijital Gözetim ve Panoptikon
Sosyal medyanın dijital gözetimi, Türkiye‟nin şu sıralar en sıcak
konuları arasındadır. Son birkaç yıldır sosyal medya paylaşımlarından ötürü
birçok insana giderek artan sayı ve sıklıkta davalar açılmaktadır. Twitter‟ın 6
ayda bir yayımlanan şeffaflık raporuna göre Türkiye, devletlerden gelen içerik
çıkarma talepleri konusunda %72 oranla birinci sıradaydı. Facebook içerik
çıkarma taleplerinde ise Hindistan‟ın ardından 2. sırada yer almaktaydı (Bora,
Altıparmak, 2016: 55). İlk bakışta internette devlet gözetimi, bilgiye erişimi
kısıtlamak ve sansür üzerinden işlemektedir. Bu durumu ilk bölümde aleniyet
ilkesi bağlamında tarihsel olarak da tartışmıştık. Şirketlerin ekonomik
gözetimi ise her türlü bilgi ve verinin sürekli akışına bağlıdır. Devletlerin
sakıncalı görüp engellemek istedikleri paylaşımlar da şirketler için analiz
edilecek ve sınıflandırılacak verilerdir. Dijital gözetimin birbiriyle çelişkili bir
varoluş
içinde
olan
iki
biçimi,
ülkeden
ülkeye
farklılaşarak
gözlemlenebilmektedir. Dijital gözetimin bir türü, Orwell‟in Büyük Birader‟inin
gözetimine benzeyen katı bir devlet gözetimi, diğeri de gözetimi gönüllü
kabul ettiren, gözetimi geliştiren ve mükemmelleştiren ideolojileri içinde
barındıran tüketim alanının akışkan gözetimidir (Bauman ve Lyon, 2013: 1720).
Hem katı devlet gözetimi, hem de şirketlerin akışkan gözetimi
kamusal ve özel arasındaki ayrımı çözmektedir. Katı olan biçim, sansür ve zor
araçları ile başka türlü davranma hakkınızı elinizden alırken, akışkan biçim
sizi cezbederek ikna etmektedir. Bu anlamda dijital gözetimin iki biçiminin
hala iki ünlü distopya arasında salınmakta olduğu iddia edilebilir; George
Orwell‟in 1984‟ü ile Aldous Huxley‟nin Cesur Yeni Dünya‟sı. 1984‟ün katı,
101
Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 10 (21), Ocak-Haziran 2016, s. 91-113.
totaliter, hiyerarşik yapılarına karşı, Cesur Yeni Dünya akışkan ve eğlenceli
bir otoriteryanizmi anlatmaktaydı. Tüketim alanının akışkan dijital gözetimi,
Cesur Yeni Dünya‟nın eğlenerek ve cezbedilerek özerkliklerini kaybeden
bireylerini mümkün kılmaktadır. Her iki distopya da farklı biçimlerle kamusal
ve özel arasındaki dengesizliği hayata geçiren totaliter dünyaları
anlatmaktaydı. Kamusal ve özel arasındaki ayrımın bulanıklaşması, totaliter
dönemlerin alamet-i farikasıdır. Hitler, her bir bireyden tüm liberal özerklik
biçimlerini yok ettiği tam bir iktidar talep etmişti. Kamusal – özel ayrımına
“Alman halkının verdiği kendini koruma mücadelesinde, artık yaşamın hiçbir
yönü siyaset dışı değildir” diyerek meydan okumaktaydı. Bir Nazi
hukukçusuna göre ise, “sözüm ona özel alan” yalnızca göreli olarak özeldi,
potansiyel olarak ise siyasi idi. 1934‟de bir Alman doktorun rüyası, iktidar
opaklaşırken
yurttaşın
şeffaflaşmasının
bireyler
üzerindeki
etkisini
özetlemektedir:
“Akşamın saat dokuzu gibiydi. Muayenelerim bitmişti. Tam muayene
koltuğuna uzanıp Matthias Grünevald‟ın bir kitabını okuyarak dinlenmeye
koyulmuştum ki, bir anda odamın, sonra da apartmanımın duvarları
kayboluverdi. Etrafıma baktım ve dehşet içinde gözümün görebildiği kadar
uzaklıkta hiçbir apartmanın artık duvarlarının olmadığını fark ettim. Sonra bir
hoparlör
gümbürdedi,
„bu
ayın
17‟sinde
yayınlanan
Duvarların
Yasaklanmasına Dair Kararnameye göre...”
Doktor, gördüğü rüyayı yazdıktan sonra bir de bu nedenle
suçladığının rüyasını görür, artık uyku bile özel ve özerk değildir (Mazower,
2008: 38 -39). Dijital gözetimin katı devlet versiyonunda hissedilen baskı,
doktorun duvarların yok olması ile devlet karşısında şeffaflaşmış ve özerkliğini
kaybetmiş bireyin hissettiklerine benzemektedir. Akışkan ticari gözetimde ise
baskı hissettirmeden cezbetmek, çeşitli yollarla kullanıcılarını metalaştırırken
güvende ve özgür hissetmelerini sağlamak temel amaçtır. Devlet ve
istihbarat örgütlerinin demokratik ülkelerde de ağlarda bireysel mahremiyeti
sistematik olarak ihlal ettikleri, Snowden‟ın ifşaatları ile ortaya çıkmıştır.
Şirketlerin devletlerle işbirliği konusunda tavırları birbirlerinden farklı olmakla
beraber genellikle şirketler temkinli davranmaktadır.
FBI vs. Apple Davası
2016 yılının Mart ayında FBI ile Apple şirketi arasında yaşanan ve
mahkemeye de taşınan gerilim, bu temkinli duruşa örnektir. FBI, şirketten
terör saldırısı zanlısının Iphone 5c telefonuna erişim için Apple telefonlarının
şifre sistemini kıracak bir yazılım talep etmişti. Şirket talebi kabul etmeyince,
FBI talebini mahkemeye taşımış ve kazanmış; Apple ise şifre sistemini devre
dışı bırakmanın markanın bütün kullanıcılarının gizliliğini ihlal eden tehlikeli
bir emsal oluşturacağını belirterek mahkeme kararına direnmişti. FBI ve
Apple arasında başlayan bu tartışma, güvenlik ve gizlilik bağlamında yeni
teknolojiler etrafında yürütülen tartışmayı büyütmüştü. Apple, müşterilerinin
102
Çamuroğlu Çığ, E., 2016, “Dijital Çağda Bakışın Politikası: Panoptikon ve Aleniyet İlkesi”
veri güvenliğine büyük önem verdiklerini açıklayarak şifre kırıldığı takdirde
bunun bütün kullanıcıların veri güvenliğini tehlikeye atacağını belirtmişti.
Facebook, Twitter, Google, Amazon, Ebay, Linkedln, Reddit, Pinterest,
WhatsApp, Yahoo gibi birçok sosyal medya ve internet şirketi, basına beyan,
mahkemeye de bilirkişi raporları sunarak Apple‟a destek olmuştu. Ancak FBI,
Apple‟ın yardımı olmadan Iphone‟un şifresini kırdığı için davayı geri çekti.
Tartışma ABD‟de ve dünya basınında uzun süre devam etti. ABD‟de Donald
Trump, FBI‟ı desteklerken, Cumhuriyetçi Senatör Tim Cotton, Apple‟ı IŞİD
teröristlerinin tarafını tutmakla suçlamıştı. ABD Kongresi‟nde terör-güvenlikgizlilik hakkı-gözetim bağlamında bir yasal düzenleme yapmayı da ön gören
tartışmada Demokratlar ise Apple‟a destek vermişti5. Şifreyi kırmayı başaran
FBI, devlet ve istihbarat örgütlerinin küresel gözetim ağına bir mevzi daha
kazandırmış oldu. Ancak Apple da bu hamleye muhtemelen yeni bir şifreleme
sistemi geliştirerek yanıt verecektir. Bu tartışmanın hem teknolojik boyutta
hem de yasal düzenlemeler kısmında uzun yıllar devam edeceği açıktır.
Apple-FBI örneğinde de görüldüğü gibi küresel gözetim ağına
toplumsal desteği de sağlamanın anahtarı, dünya çapında yeniden tırmanışa
geçen güvenlik ve teröre karşı savaş söylemi olmaktadır. Devletlerin ve
istihbarat örgütlerinin askeri veya siyasi amaçlarla kullanabildikleri bu küresel
gözetim ağını mümkün kılan ise sosyal medyanın dev şirketlerinin sermaye
birikim modeli olmaktadır. Küresel endüstriyel/askeri gözetim ağı, iletişimi,
interneti ve sosyal ağları kontrol altında tutmaktadır (Fuchs, 2015b: 149).
Neoliberal dönemin çatışmacı ve birçok ülkede giderek otoriterleşen bu
evresinde dijital gözetimde ortaya çıkan bu çelişkili durum, neoliberalizmi
sınıf iktidarının onarımıyla bağlantılı olarak şiddetle kurduğu ilişki açısından
ele aldığımızda şaşırtıcı değildir (Harvey, 2012; Harvey, 2015 (a); Gambetti,
2009). Dijital gözetim politikaları tüm dünyada oluşum halindedir ve giderek
daha fazla piyasa-devlet işbirliği ile şekillenmektedir (Yumuşak, 2015: 108109).
FBI ve Apple arasındaki davaya da taşınan bu anlaşmazlığın ortaya
çıkardığı temel problem, teknolojinin kırılganlığı ve sosyal medyada giderek
tekelleşmekte olan sermayenin iktidarıdır. Apple‟ın, Google‟ın veya
Facebook‟un FBI karşısındaki pozisyonu, ifade özgürlüğü veya kullanıcıların
hak ve özgürlüklerinin savunulmasından çok, gözetim kapitalizmini mümkün
kılacak müşteri güvenini sağlama isteğinden kaynaklanmaktadır. FBI‟ın bu
vakayı mahkemeye taşımış olması ve “terörizm” tartışmasını konunun
merkezine yerleştirmesi, son derece fırsatçı bir seçimdir. Birçok insan,
tartışmayı sadece teröre karşı güvenlik söylemi üzerinden yürütmektedir.
Ancak bilindiği üzere, ulusal güvenlik ile bireysel güvenlik arasında her zaman
bir gerilim hattı bulunmaktadır.
Üstelik Apple gibi dijital evrenin en güvenli ve girilmesi zor görülen
platform ve teknolojilerin bile bu kadar kısa bir sürede şifresinin kırılarak
5
www.bbc.com/turkce/haberler/2016/02/160219_apple_fbi_5_soru
103
Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 10 (21), Ocak-Haziran 2016, s. 91-113.
ulaşılabilir olmasının ışığında, bireysel güvenlik, hak ve özgürlükler açısından
ibrenin iyi bir yeri göstermediği açıktır. Teknolojinin kırılganlığını da bir kez
daha ispatlayan bu davayla birlikte dijital evrende tekelleşmekte olan
sermayenin iktidarının demokrasinin en temel değerlerine meydan okumaya
devam edeceği açıktır. Sosyal ağ şirketlerinin sürekli atıfta bulunduğu
kullanıcı güveni, gerçekten hak edilmelidir. Bu da tartışmayı ve harekete
geçilecek zeminleri, pazarlama ve basın bültenlerinden ziyade, güç
odaklarının şeffaflığı ve hesap verilebilirliği üzerine kurmakla mümkün
olacaktır. Dijital evrenin politik, yasal ve teknolojik problemlerine ancak
dürüst, şeffaf ve demokratik bir tartışma ile çözüm bulunabilir (Powles ve
Chaparro, 2016).
Sosyal medya kullanıcıları ile şirketler ve devletler arasında dijital
gözetim politikaları konusundaki hak mücadelesi bu çerçeveden bakıldığında
yakın bir zamanda sonuçlanacak gibi görünmemektedir. Bu konuda öngörüde
bulunabilmek için dünya çapında tırmanan güvenlik politikalarıyla dijital
gözetim arasındaki bağı, neoliberal dönemin devlet-şirket ilişkisi bağlamında
değerlendirmek gerekmektedir. Bu bakımdan yukarıdaki bölümde tartıştığımız
Orwell ve Huxley‟in distopik kurgularından ziyade; dijital gözetim tartışmaları
konusunda en çok atıfta bulunulan düşünür, ayrıntılı iktidar analizleriyle
Michel Foucault ve onun panoptikon metaforudur.
Foucault’nun İktidar Analizi ve Panoptikon
Panoptikonu Foucault‟nun modern iktidar çözümlemesi bağlamında
ele almak, dijital gözetimin ekonomi politik yapısını ve ortaya çıkan
antagonizmaları, neoliberal dönemin iktidar mekanizmaları açısından
değerlendirebileceğimiz
zemini
sağlamaktadır.
Ağlarda
panoptik
mekanizmanın güvenlik ile beraber işleyişini açıklayabileceğimiz teorik ve
tarihsel
kavrayış,
düşünürün
iktidar
çözümlemesinden
temellendirilebilmektedir. Foucault‟nun 1977-78 ve 1978-79 yıllarında College
De France‟da verdiği dersler, modern iktidar çözümlemesini neoliberal
döneme uyarlamaktaydı.
Feodal biçiminden modern biçimine evrilen iktidarı Foucault,
hükümranlık ve egemenlik kavramlarıyla tartışmaktadır. Feodalitenin
hükümran iktidarı, öldürme hakkına sahip olan iktidardı. Topraktan çıkan
ürünler ve bu yolla elde edilen gelirin miras olarak aktarılması ile
ilgilenmekteydi. Malların ve zenginliğin yer değiştirmesi ve sahiplenilmesi ile
ilgilenen bu iktidar mekaniği, hükümran-uyruk ilişkisi ile işlemekteydi.
Hükümranlık, gücün ve iktidarın otorite sahibinin bedeninde ve çevresinde
temsil edilmesine dayanıyordu. Oysa modern iktidar mekaniği, bedenler ve
bedenlerin ne yaptığı ile ilgilenmektedir. Bedenlerden mal ve zenginlikten
çok, zaman ve emek elde etmeyi sağlayan bir iktidar mekanizmasıdır. Yeni
mekanizma,
hükümdarın
fiziksel
varlığına
ihtiyaç
duymamaktadır.
Hükümranlık terimleriyle açıklanamayan bu yeni iktidar türü, burjuva
toplumunun en büyük buluşlarındandır. Egemenlik olarak adlandırılan iktidar
104
Çamuroğlu Çığ, E., 2016, “Dijital Çağda Bakışın Politikası: Panoptikon ve Aleniyet İlkesi”
mekanizması, endüstriyel kapitalizmin ve bununla bağlantılı toplum türünün
oluşturulmasının da aracı olmuştur (Foucault, 2008: 47 – 52).
Modern iktidarı anlatan egemenlik paradigması Foucault‟nun
kavramsallaştırmasında,
hukuk
ve
siyaset
biliminin
klasik
iktidar
çözümlemesine denk düşmektedir. Egemenlik, hukukun ikili kodifikasyonu
olan suç/ceza ikiliği üzerinden ilerlemektedir. Devletin merkezi gücünü
yaptırımlar yoluyla sağlamasıyla kurulan iktidardır. Ancak hapishanenin
doğuşunu incelerken Foucault, egemenlik ile açıklanamayacak disiplinci
iktidar pratiklerini fark eder. Egemenlik paradigması korku salma ve egemeni
ya da egemen mekanizmayı görünür kılma üzerine kuruludur. Oysa disiplin
paradigmasında bakışın yönü değişmiştir, bakılan üzerinde iktidar kurulmak
istenen öznelerdir (Gambetti, 2008: 2).
Bakışın gözetlenen özneler üzerinde önemli bir etkisi olmaktaydı.
Gözetlenen özneler, iktidarı kendi öznelliğinde yeniden üretmekteydiler.
Disiplin mekanizması gözetim, teşhis, değiştirme, dönüştürme alanına dahil
olan polisiye, tıbbi, psikolojik, mekânsal, askeri tekniklerden oluşmaktadır
(Gambetti, 2012: 26). Bu tekniklerle yaygınlaşan toplumsal denetim ve bu
denetim biçimlerinin genişlemesi, sermayenin dağıtımına uygun biçimde
ilerlemektedir. Nüfusun gözetimi ve denetleme mekanizmaları, kapitalizm ile
beraber ortaya çıkmış ve gelişmiştir. Üretimi ve piyasaları gözeterek emeği ve
emeğin uzamsal dağılımını toplumsal olarak denetleme zorunluluğu, kapitalist
toplum biçiminin gerekliliğidir (Revel, 2012: 44-45). Toplumsal denetim, ikili
bir biçimde işlemektedir; bir yandan topluluklar denetlenir ve yönetilirken,
diğer yandan da bireyselleştirerek yönetme sürmektedir (Revel, 2012: 45).
Hapishanenin Doğuşu‟nda Foucault, 17. ve 18. yüzyıllarla beraber,
iktidarın teknolojik açılımlarla bu ikili işleyişi özümsemesinin izini sürmektedir.
Bu yüzyıllarda klasik dönemin monarşileri, ordu, polis, maliye ve hukuk
örgütü gibi büyük devlet aygıtlarını geliştirdiler. Ancak bu dönemde bir
taraftan da, iktidarın etki alanının toplumsal bünyenin tamamına
yayılabileceği, sürekli, kesintisiz, uyarlanmış ve bireyselleşmiş süreçler ve
prosedürlerle modern sistem yerleşmekteydi. Bu yeni iktidar teknikleri, ceza
veya baskı gibi tekniklere kıyasla hem daha etkili ve ekonomik, hem de
sonuçları bakımından riski düşük, kaçma veya direnme yollarına daha kapalı
tekniklerdir (Foucault, 2005: 70).
Foucault, modern toplumlarda gözetim yolu ile kurulan bu disiplinci
iktidarı, Bentham‟ın panoptikon metaforu ile somutlaştırmaktadır. Jeremy
Bentham, 18. yüzyıl sonlarında, okullar, akıl hastaneleri, yoksul evleri,
hastanelerde, ama özellikle hapishanelerde uygulanabilecek endüstriyel bir
bina tasarımı yapmıştır. Tasarım, daire şeklinde, merkezinde bir gözetleme
kulesinin
yer
aldığı
bir
yapıdan
oluşmaktadır.
Her
bir
mahkum/hasta/yoksul/öğrencinin koyulacağı hücre, merkezdeki kulenin
etrafına dairesel olarak sıralanacaktır. Her hücre ikişer pencere
barındıracaktır; bir tanesi kuleye bakacak; diğeri de dışarıdan ışık alacak ve
hücreyi aydınlatacaktır. Böylece her hücre, merkez kule tarafından sürekli
105
Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 10 (21), Ocak-Haziran 2016, s. 91-113.
görülebilir, aydınlık ve izlenebilir olacaktır (Foucault, 2000:296; Bentham,
2008: 14-16). Bentham‟cı tasarımla gerçek panoptikon hapishane
yapılmamıştır. Ancak, görünürlüğü tuzağa dönüştüren (Foucault, 2000:296;
2007: 85 – 87) bu tasarımın mantığının izini teknolojiden plazalardaki cam
bina ve oda tasarımlarına kadar sürmek mümkündür.
Foucault, panoptikon hapishane metaforunu, sürekli görünür olmanın
yarattığı baskıyla zihinlerde iktidarın devamlı pekişmesi ile bağlantılı olarak
kullanmıştır. Panoptikonda mahkum, görülmekte, ama görememektedir.
Sürekli gözetlendiğini bilmek, tutuklunun zihninde iktidarın sürekli işlemesini
sağlayacak bir mekanizmaya dönüşecektir. Böyle bir modelde zor kullanmaya
gerek kalmayacaktır; çünkü hasta tedaviye uygun davranmaya, akıl hastaları
sakin ve normal görünmeye, mahkum iyi davranmaya, yoksul, işçi veya
öğrenci çalışmaya kendi isteği ile başlayacaktır. Foucault‟ya göre, Aydınlanma
Çağı, özgürlükle beraber disiplin ve gözetimi de keşfederek, demokratik bir
biçimde – kişiler sürekli izlendikleri zaman iktidarla gönüllü işbirliğine
gitmektedir- özgürlüğü yok edebilmektedir (Foucault, 2000: 289-302).
Disiplinci iktidarın panoptik tahayyülü aslında aydınlanmacıların aleniyet ilkesi
ile kurduğu düşün, kabusa dönüşmüş halidir.
Bir anlamda panoptik proje, aleniyetin ters yüz edilerek kamusal
denetimin iktidarları sarsabilecek gücünün de yine iktidarlar tarafından
kontrol altına alınmasıdır. Bu ters yüz edilmenin kökeni, Fransız Devrimi‟nin
bazı düşünürleri ve devrimin kamusal denetime açma fikri nezdinde de
görülebilmektedir. Bu açıdan Foucault, Bentham‟ı Rousseau‟nun tamamlayıcısı
olarak nitelemektedir. Rousseaucu düş, her bir parçasında görünür ve şeffaf
olan bir toplum düşüydü. Bu düş, karanlık hiçbir bölge, kraliyet iktidarına
özgü ayrıcalıklar veya herhangi bir topluluğun imtiyazı kalmamasını,
bakışların engelle karşılaşmamasını, kamuoyu hakimiyetini içermektedir.
Aydınlanma çağı, adeta insandaki ve toplumdaki bütün loş yerleri ortadan
kaldırmak istemektedir. Bentham‟ın panoptikon analizleri, caydırmanın
önemini merkeze almaktadır; sürekli denetçinin gözü önünde olmak, kötülük
yapma gücünü ve kötülük isteme düşüncesini yok edecektir. Devrimin
kaygısı, insanların kötülük yapmasını engellemek ve suç işleme arzusunu
ortadan kaldırmaktır.
Panoptikon, mükemmel gözetleme ile iktidar düzeneklerini toplumun
bütününe yaymaktadır. İktidar, bu nedenle basitçe üstyapı değildir, altyapıda
da işlemektedir. İktidar düzenekleri, üretici güçlerin bir parçasıdır. Panoptik
düzeneğin yayılması, sermaye birikiminin sanayi teknolojisi sayesinde ve tüm
bir iktidar aygıtının yerleşmesi ile gerçekleşmektedir. Bu bağlamda kar
dolaşımı ile iktidar düzenekleri arasında, burjuva iktidarının esnekliğini
sağlayan sürekli bir ilişki vardır. 18. yüzyılda kamu görüşüne ve bakışa
önemli bir güç atfeden aydınlanmanın temel yanılsaması ve çelişkisi de
buradan kaynaklanmaktadır. Devrimciler, kamu görüşünün tüm toplumsal
gövdenin doğrudan bilinci olarak iyi olacağına inandıkları için insanların da
bakışın etkisi altında erdemli olacaklarına inanmışlardı. Oysa monarkın
iktidarını yıkmış olan aleniyet ilkesi, ters yüz edildiğinde panoptikonun içinde
106
Çamuroğlu Çığ, E., 2016, “Dijital Çağda Bakışın Politikası: Panoptikon ve Aleniyet İlkesi”
iktidarı yaymaya yarayan bir araca dönüşmüştür (Foucault, 2007: 85 – 105).
Bu ters yüz edilmenin temelindeki nedenlerden bir tanesi, Foucault‟nun da
vurguladığı gibi, sermaye ile iktidar düzenekleri arasındaki birbirini sürekli
dönüştüren ilişkidir. Modern demokratik iktidar ile kapitalizmin tarih
sahnesine çıkışında ortaya çıkan bu ilişki, bugün de aynı çelişkiyi çeşitli
biçimlerde ve boyutlarda barındırmaktadır. Bir iktidar düzeneği olarak
panoptikonun disiplinci özü de, mekânsal bağlarından kurtulsa da bugün de
geçerliliğini korumaktadır.
Panoptikon Sonrası
Mekansal bir kapatılmayı anlatan panoptikon, bugün varlığını modern
mekanizmalar içinde sürdürmekle beraber, katı ve sabit gözetimin yanında
yer alan esnek ve akışkan biçimlerle iç içe geçmektedir. Örneğin Deleuze,
(aktaran Bauman ve Lyon, 2013: 11) denetim toplumlarında gözetimin
sarmaşık
gibi
sürünerek
yayıldığı
toplumları
tartışmıştı.
Denetim
toplumlarında gözetim, katı, dikey bir düzlemde köklenip büyüyen
panoptikona benzer bir ağaçtan farklı, esnek bir gözetim biçimi idi. Bauman,
günümüz toplumlarına panoptik-sonrası adını vermektedir. Panoptik sonrası
dünyada gardiyan ve mahkumlar arasındaki karşılıklı bağımlılık sona ermiştir
artık. Iphone‟lar ve Ipad‟lerin dünyasında mekana bağımlılık azalırken,
hareketlilik ve göçebelik çağın ruhunu oluşturmaktadır (Bauman ve Lyon,
2013: 11-12).
Günümüzün kapatılmaları, örneğin elektronik veritabanı, şebekeler ve
enformasyon ağları, gönüllü olarak dahil olduğumuz kapatılmalardır. Mark
Poster
(aktaran Bauman,
2006:
60),
“bedenlerimizin,
şebekeler,
veritabanları, enformasyon koridorları içine çekildiğini” yazmaktadır. Poster‟e
göre, kredi kartı kullanımı ve satın alma eylemleri yolu ile çoğalan veriler,
“süper-panoptikon”la sonuçlanmaktadır. Süper-panoptikon‟un Panoptikon‟dan
farkı, enformasyon deposuna veri sağlayan gözetim altındakilerin, gözetimin
birincil ve gönüllü unsurları olmalarıdır. Veritabanları, Bauman‟a göre, kredi
verilmeye değer olup olmadığınızı belirler; yani “eğlenceye giriş biletidir”.
Veritabanı hakkınızda ne kadar çok enformasyon içeriyorsa, o kadar çok
hareket özgürlüğünüz var demektir. Bu durumda veritabanı, bir ayıklama,
dışlama ve eleme aracıdır. Küresel eliti eleğin üzerinde tutarken,
yerelleşen/yerelleştirilenleri eler. Panoptikonun aksine veritabanı, insanlara
hareketlilik sağlayan bir araçtır (Bauman, 2006: 58-61).
Thomas Mathiesen, “sinoptikon” (synopticon) ile “panoptikon”u
medya modeline uyarlamıştı (Bauman, 2006: 61). Panoptikon, antikitenin
gösteri toplumunu tersine çevirmişti. Medya üzerinden süren gösteri toplumu
içinde, antikitedeki gösteri toplumundan farklı bir yapı gözlenmektedir.
Antikitede kamusal yaşam duyumsal yakınlık, katılım ve gösteri ile
107
Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 10 (21), Ocak-Haziran 2016, s. 91-113.
sürdürülmekte idi. Panoptik gücün ortaya çıkması ile çoğunluğun azınlığı
izlediği bir durumdan azınlığın çoğunluğu gözlediği bir duruma geçilen, köklü
bir dönüşüm yaşanmıştır. İktidarın kullanımında gösterinin yerini gözetim
almıştır. Modern öncesi dönemlerde güç, iktidar, haşmet ve zenginlik, sıradan
insanların önünde temsile ihtiyaç duyardı. İnsanların korku, hayranlık veya
imrenme ile seyretmeleri ile iktidar, insanların zihnine yerleşirdi. Modern
iktidar ise, iktidarın dağılımı ile birlikte, birçok kule yaratarak, gölgeye
çekilmiş ve oradan izlemeyi tercih etmiştir.
Medya üzerinden tanımlanan kamusal yaşamda ise, -panoptikonda
izlenen ve disiplin altına alınan- çoğunluk, azınlığı izlemektedir. Film yıldızları,
magazin ikonları, sanatçılar, politikacılar, medya starları, bilim insanları,
izlenen azınlığı oluşturmaktadır. Mathiesen‟e göre bu, paralel modern
süreçtir. Ki bu da yeni bir iktidar mekanizması oluşturmaktadır. Bu iktidar
mekanizması, aleniyet ilkesini dönüştürecek olan medyanın, özellikle
televizyondan bu yana, durmaksızın yükselişidir (Bauman, 2006: 60 -62).
Sosyal medya çağından önce geliştirilmiş bir kavram olan sinoptikon,
yöneticilerin yönetme yükünden azledildiği, rekabet ile herkesin kendini ve
diğerlerini denetleyip gözetlediği bu yeni çağda da karşımızdadır.
Panoptikonun yerine sinoptikon geçirildiğinde mahkumları içeride tutmak için
yüksek duvarlar örmeye ve gözetleme kuleleri yapmaya gerek
kalmamaktadır.
Cezanın yerine ödülün, normatif düzenlemelerin yerine cazibe ve
baştan çıkarmanın, polislik ve zor kullanma yerine arzuların geçirilmesiyle
gözetim kuleleri de özelleştirilmiştir. Günümüzde veritabanını oluşturanlar,
Google ve Facebook hizmetlerinin özerk görünümüne rağmen önceden
düzenlenmiş ve yayılmış sinoptik eylemlerde bulunan kullanıcılarıdır.
Kurumsallaşmış bu iki gözetim tekniği, sosyal ağların ve girişimciliğin en
temel araçları olmaktadır (Bauman ve Lyon, 2013: 76 -79). Ağ toplumları
çağının temel özellikleri arasında hiyerarşinin kırıldığı bir yataylaşmadan
bahsedilmekteydi. Ancak burada hiyerarşinin yerine geçirilen rekabet,
gerçekten yöneticiyi neredeyse gereksiz kılmaktadır. Rekabetin yöneticinin
denetimine gerek kalmadan çalışanların birbirlerini baskı altına almalarına yol
açtığını en iyi anlatan örneklerden bir sinemadan gelmiştir. Dardenne
Kardeşler‟in İki Gün Bir Gece isimli filmi, patronun işten atma kararını bile
çalışanlara verdirdiği yatay gözetim dünyasını anlatmaktadır.
Bauman‟a göre akışkan sosyal medya çağında panoptikon da
sinoptikon da hala hayattadır. Panoptikon, Bentham‟ın ve Foucault‟nun hayal
bile edemeyeceği kadar güçlenmiştir hatta. Panoptikonun disiplinci anlayışı ve
bireyleri gönüllü boyun eğmeye zorlayan ruhu sapa sağlamdır. Değişen tek
şey ise klasik panoptikonun tahakkümün evrensel kalıbı olmaktan çıkmakta
olmasıdır. Klasik ve mekânsal panoptikon, Loic Wacquant‟ın da vurguladığı
gibi (aktaran Bauman ve Lyon, 2013: 62) toplumun dışlanmışlarına
ayrılmıştır. Bu kurumların mantığındaki temel amaç mekanlar içindeki
bedenlerin gittikçe güçsüzleştirilmesidir. Akışkan gözetim çağının evrensel
tahakküm biçimi zorlamadan cezbetmeye, normatif düzenlemeden halkla
108
Çamuroğlu Çığ, E., 2016, “Dijital Çağda Bakışın Politikası: Panoptikon ve Aleniyet İlkesi”
ilişkilere, zor aygıtlarından arzu uyandırmaya dönüşmektedir. “Cesur yeni
akışkan modern dünyanın” çalışanları ve sakinleri, kendi kişisel
panoptikonlarını bedenlerinde taşımaktadır ve kendi kendilerinin bekçiliğini
yapmak üzere eğitilmektedir (Bauman ve Lyon, 2013: 62 -65).
Panoptikon Sonrası Gözetim ve Güvenlik
Disiplin mekanizması yeni teknoloji ve tekniklerle güçlenmiş bir
biçimde hala iktidar ağlarına dahil olduğuna göre, sosyal medya çağında
devlet-şirket gözetimini iç içe geçiren güvenlik paradigması ile buluştuğu
noktaya
da
bakmak
gerekmektedir.
Foucault‟nun
modern iktidar
çözümlemesinde egemenlik ve disiplinin yanında güvenlik paradigması
üzerinden işlemekte olan düzenleyici iktidar yer almaktadır. Düzenleyici
iktidarın nesnesi tek tek bedenler değil, nüfustur ve hayatın kendisini
düzenlemeyi hedefleyen biyopolitika üzerinden işlemektedir. Foucault,
biyopolitikayı ilk önce totaliter Nazi iktidarı üzerinden kavramsallaştırır. Daha
sonra bu kavramı, neoliberal dönemin güvenlik paradigmasını açıklarken
yeniden kullanmıştır. Egemenlik, disiplin ve güvenlik, birbirinin yerini alan
veya biri diğerini ortadan kaldıran iktidar biçimleri değildir. Üç iktidar
paradigması birbiriyle ilişkili girift yapılar olarak işlemektedir düşünüre göre.
Tarihsel dönemlerde değişen, bu üç iktidar arasındaki bağıntı olmaktadır
(Gambetti, 2012: 25-27). Mattelart‟a göre (2012:15) gözetim ve güvenlik,
bizim toplumlarımızı anlatan bir bütündür. Otoritesini beden üzerinden kuran
disiplin toplumundan farklı olarak güvenlik toplumu iktidarını yaşam üzerinde
kurmaktadır. Endüstriyel toplumların tarihi, bu iki iktidar biçiminin birbirini
izlediği ve bütünleştiği bir süreç olarak okunabilmektedir (Mattelart, 2012:
15-17). Sosyal medyanın dijital gözetim çağında disiplin ve güvenlik,
birbiriyle elektronik bir ilişki kurmaktadır. Geleceğe dönük bir proje olarak
güvenlik, gelecekte olması muhtemel şeyleri dijital teknikler ve istatiksel akıl
yürütme yoluyla denetlemeye çalışarak gözetim yoluyla işlemektedir. Dijital
gözetim çağının güvenlik anlayışı, hareket halinde olan her şeyi, ürünleri,
bilgiyi, sermayeyi ve insanları izleyerek yürütülmektedir. Gözetim,
küreselleşmiş dünyada, ulus devletlerle birlikte ve bir taraftan da onları aşan
biçimde akışkan halde dolaşmaktadır (Bauman ve Lyon, 2013: 13).
Sosyal medya çağında, Foucault‟nun üç iktidar biçimi egemenlik,
disiplin ve güvenlik farklı biçimlerde iç içe geçerek var olmaktadır. Egemenlik
uzamı sermayeleştirmeye çalışırken, disiplin yapılandırır, uzamın içindeki
öğeleri çeşitli biçimlerde tasnif edip dağılıma tabi tutar. Güvenlik ise, uzam
içindeki zamansal ve değişken öğeleri hesaplayarak, uzamdan çok çevre ve
ortamla ilgilenir (Gambetti, 2012: 28). Güvenlik riskten beslenmektedir ve
işlemesi için nüfusun bir kısmının harcanabilir tutulması gerekmektedir.
Harcanabilirlik faşizm ile ilişkili olduğu kadar, liberal ekonomik zihniyetle de
ilişkilidir. Rekabet, harcanabilirliği normalleştiren bir anlatı kurmaktadır. Bir
iktidar paradigması olarak güvenlik, yaşamı düzenlerken kimin ölüp kimin
yaşayacağına risklere ve risk yönetimine göre karar vermektedir. Güvenlik,
109
Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 10 (21), Ocak-Haziran 2016, s. 91-113.
hakları ve hukuku muğlaklaştırırken, öznelliği de sosyal medya çağında çok
yaygın olan arzulara indirgemektedir (Gambetti, 2008: 10). Hak sahibi özne
nüfusa dönüştüğünde pozitif hukuk fazlalığa dönmektedir. Neoliberal çağda
hukukun yerini piyasanın yasaları almaktadır (Gambetti, 2012: 33).
Dijital hak mücadelelerini de gerileten güvenlik ve terör söylemi,
neoliberalizmin sermaye birikiminin olağanüstü bir yaratıcı yıkımı ile birlikte
işlemektedir. Devletler ile şirketlerin dijital gözetimdeki konumlarındaki
çelişkiye rağmen onları birleştiren nokta, güvenlik ve gözetimin bir arada
işleyişi ve sermaye birikimindeki rolü olmaktadır. Güvenlik ve gözetim,
bireylerin sınır aşırı hareketlerine odaklanan enformatik ve biyometrik
gözetim biçimlerini güçlendirmeye yönelen devletler ve şirketler üzerinden
işlemektedir (Bauman ve Lyon, 2013: 67). FBI ve Apple arasında yaşanan
dava süreci ve ABD Kongresi‟nin yaptığı yasal düzenleme tartışmaları, bu
işleyişi netleştirmektedir. Tam bu noktada Nisan ayında Google ile Microsoft
arasındaki dünya genelinde antitröst davalarını karşılıklı olarak düşürme
anlaşmasına da değinmek gerekmektedir.
Yaklaşık yirmi yıldır birbiri ile rekabet halinde olan bu iki dev şirket,
birbirlerine karşı şikayetlerini küresel düzlemde geri çektiler. Bu iki tekelin
birbirleri ile yasal mücadeleden vaz geçmelerinin ardında yatan temel neden,
gelecek dönemin mücadele hattının yönüne de işaret etmektedir. Dava
süreçlerinin masraflı olması vs. gibi ilk bakışta görülebilecek nedenlerin
ardında Zuboff‟a göre (aktaran Powles, 2016), Microsoft‟un da Google‟ın
keşfettiği gözetim kapitalizminde pay sahibi olmak istemesi yatmaktadır.
Microsoft, Google‟ı hukuki anlaşmazlıklar yoluyla durdurmak yerine arka
planda opak bir alana çekilerek anlaşmayı tercih etmektedir. Çünkü gözetim
kapitalizmi, opak ve hukuksuz bir alana ihtiyaç duymaktadır. Yukarıda da
tartıştığımız dünya çapında yükselişe geçen güvenlik paradigması, bu
hukuksuz zemini sağlamaktadır. Devletler ve şirketlerin dijital alanda
ortaklaştıkları ana zemin, opak ve hukuksuzdur. Demokratik gözetim ve
aleniyet ilkesi, bu zemine bir tehdittir. Google ve Microsoft, rekabetçi
çıkarlarına rağmen, yasal düzenlemenin olmaması yönündeki ortak çıkarda
birleşmektedir. Microsoft ve Google‟ın bu stratejik, ticari hamlesi, daha derin
bir hamleyi de içermektedir. İnsanların iletişimlerini, davranışlarını ve
karşılıklı etkileşimleri ile ilgili veriyi içeren ve hepsini metalaştıran dijital
gözetim kapitalizmi, şirketleri ortak bir hatta birleştirmektedir. Powles‟ın da
vurguladığı gibi (2016), yasa koyucular ve yurttaşlar için şirketlerin meydan
okuması karmaşık ve çok önemlidir. Ve mücadele henüz yeni başlamaktadır.
Sonuç
Dijital gözetim çağında bakışın politikasını eleştirel ekonomi politik
perspektiften tartıştığımızda internetin toplumsal ve siyasi alandaki
yansımaları ile ilgili hem iyimser hem de kötümser olmak için yeterli veri
bulunmaktadır. Çağın yükselen teröre karşı savaş ve güvenlik paradigması
içinde dünyada hak ve özgürlüklerin gerilediği bir dönemden geçilmektedir.
110
Çamuroğlu Çığ, E., 2016, “Dijital Çağda Bakışın Politikası: Panoptikon ve Aleniyet İlkesi”
Üstelik güvenlik, hak ve özgürlüklerin kısıtlanmasına toplumsal destek
sağlamanın da zeminini oluşturmaktadır. Tehlikenin nereden, ne zaman
geleceğini bilmediğiniz için kendi güvenliğiniz için boyun eğer, özgürlüklerin
ortadan kaldırılmasını arzular hale gelirsiniz (Gambetti, 2012: 32). Dijital
çağda güvenlik ve gözetim bir arada işlemektedir. Devletler ile şirketlerin
dijital gözetimdeki çelişkili pozisyonlarına rağmen onları birleştiren, güvenlik
ve gözetimin bir arada işleyişinin sermaye birikimindeki rolü olmaktadır.
Güvenlik paradigması ve dijital gözetimin ortaya çıkardığı çelişkiler,
internetin, dijital hakların ve onların toplumsal ve siyasi yaşama etkilerinin
geleceğini önümüzdeki on yıllar içerisinde şekillendirecektir. Sosyal medyanın
katılımcı teknolojileri, doğası gereği demokratik değildir. Ağların kamusal alan
kültürünü yaratıp yaratamayacağı, geleceğin toplumsal ve siyasal
mücadeleleri sonucunda belirlenecektir. Dijital politikalar, FBI ve Apple
arasında yaşanan davada da gördüğümüz gibi, tüm dünyada henüz oluşum
halindedir. Dijital hak mücadeleleri, güvenlik politikaları sonucunda mevzi
kaybetse de hala çok önemli potansiyelleri içinde barındırmaktadır. Sosyal
medya şirketlerinin sermaye birikim modelleri ve giderek tekelleşmeleri,
dijital gözetimin derinleşmesine neden olmaktadır. Devletlerin de sosyal
medyanın yarattığı imkanların farkına varması sonucunda bu alan üzerindeki
baskılar da artmaktadır. Sosyal medya üzerindeki yoğun siyasi ve ekonomik
kontrol, mahremiyet hakkı, veri güvenliği ve ifade özgürlüğü alanlarında ciddi
bir baskı ve tehdit oluşturmaktadır.
Sosyal medyanın kamusal alana dönüşebilmesinin önündeki en büyük
tehditlerden bir tanesi, dijital gözetimin mahremiyet ve veri güvenliği
üzerindeki baskısıdır. Aleniyet ilkesi bağlamında hukuk içinde hesap verecek
modern iktidar biçimini hayata geçiren en temel haklardan bir tanesinin
mahremiyet hakkı olduğunu tartışmıştık. Kamusal- özel arasındaki sınırların
muğlaklaştığı ve devletlerin bireylerin özerkliğini yok edecek biçimde bu hakkı
kontrol altına aldığı dönemler, modernite içinde insanlık tarihinin totaliter
deneyimlerine denk düşmektedir. Bu dönemlerin insanlık açısından tahribatı
ortadadır. Günümüzde teknolojinin imkanlarıyla ve güvenlik paradigmasının
yardımıyla devlet ve şirketlerin interneti kontrol altına almaları bu nedenle
endişe vericidir. Üstelik insansız hava araçları gibi teknolojilerle bu eğilim,
daha da tehlikeli boyutlara ulaşmaktadır.
Bu eğilimleri tersine çevirebilmek için verileri metalaştırmayan ve
sosyal medyanın katılımcı potansiyelini güçlendiren alternatif sosyal medya
projeleri geliştirebilmek gerekmektedir. Özkul ve Barnett‟ın da (2016: 15)
belirttiği gibi, “Kendimizle ilgili metaverilerin sahibi biz olmalıyız; bunlar
iznimiz olmadan kullanılmamalı. İnternet insan olmanın anlamını geliştirerek
hayatlarımıza yeni bir boyut kattı fakat bu yeni boyut çerçevesinde temel bir
insan hakkı mücadelesi de doğdu: Bizim metaverilerimiz bize ait olmalıdır
aksi takdirde özgürlüğümüz elimizden alınmış demektir”. Sosyal medyanın
demokratik potansiyellerini geliştirecek ve güçlendirecek alternatiflere ihtiyaç
duyulduğu çok açıktır. Bu alternatifleri geliştirebilmek için sosyal medyanın ve
günümüz dünyasının çelişkilerini ortaya çıkaran dijital gözetimin ekonomik,
111
Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 10 (21), Ocak-Haziran 2016, s. 91-113.
siyasi ve kültürel açılardan dikkatle tartışılması gerekmektedir. Bu
alternatifleri geliştirirken sosyal medya ve yeni teknolojilerin emek
süreçlerinde yarattığı değişimi de analiz etmek gerekmektedir.
Yeni internet teknolojilerinin küresel bir vatandaşlık veya ulus ötesi
müşterek topluluklar yaratma konusundaki potansiyelleri de tartışılmaktadır.
Jürgen Habermas‟ın, basının burjuva kamusal alanını oluşturmadaki kurucu
rolüne veya Benedict Anderson‟un, ulus devletlerin ve milliyetçiliğin
doğuşunda gazetelerin rolüne vurgusuna benzer bir bakışla sosyal medyanın
da enternasyonal topluluklar yaratma potansiyeli sıklıkla vurgulanmaktadır
(Özkul, Barnett, 2016: 13; Bora, Altıparmak, 2016: 57). Ancak henüz böyle
bir iddiayı destekleyecek boyutta küresel bir sivil toplum veya küresel bir
vatandaşlık hareketi ortaya çıkmadı. Dijital kamusal alanın böyle bir
potansiyele sahip olduğu açıktır, ama bu potansiyelin önündeki en büyük
engel de dijital alandaki devlet-şirket birlikteliğiyle yayılmakta olan
endüstriyel/askeri gözetim ve güvenlik bloğu olmaktadır.
Kaynaklar
Anderson, B., 2009, Hayali Cemaatler: Milliyetçiliğin Kökenleri ve Yayılması, Çev.
İskender Savaşır, Metis yayınları, İstanbul.
Bauman, Z., 2006 Küreselleşme Toplumsal Sonuçları, Çev. Abdullah Yılmaz, Ayrıntı
Yayınları, İstanbul.
Bauman, Z. & Lyon, D., 2013, Akışkan Gözetim, Çev. Elçin Yılmaz, Ayrıntı, İstanbul.
BBC,
2016,
Can
Dündar
ve
Erdem
Gül
Tutuksuz
Yargılanacak,
www.bbc.com/turkce/haberler/2016/04/160401_can_dundar_erdem_gul_durus
ma, e.t. 01.05.2016.
BBC, 2016, 6 Soruda Apple – FBI Tartışması: Güvenlik mi, Gizlilik mi?
www.bbc.com/turkce/haberler/2016/02/160219_apple_fbi_5_soru,
e.t.
29.03.2016.
Bentham, J., 2008, “Panoptikon: Gözün İktidarı” içinde Panoptikon Ya Da Gözetim-Evi,
Der. Çoban, B. ve Özarslan, Z., s. 9-77, Su Yayınları, İstanbul.
Bora, T. ve Altıparmak, K., 2016, “Kerem Altıparmak‟la Sosyal Medya ve temel Haklar
Üzerine Söyleşi: „İnternet Sansüründe Dünya Birincisiyiz‟”, Birikim Dergisi, 322,
Şubat, s.53-58.
Castells, M., 2013, İsyan ve Umut Ağları: Internet Çağında Toplumsal Hareketler, Koç
Üniversitesi Yay., İstanbul.
Çamuroğlu Çığ, E. & Çığ, Ü., 2015, “Gazetecilik Emeğinin Prekarizasyonu: Yeni Medya
Çağında Habercilik Etiğini Tartışmak”, İş Ahlakı Dergisi, 8 (2), Kasım, s.9-44.
Demirtaş, E., 2016, “Otoriter Rejimler ve Bilginin Yönetimi”, Birikim Dergisi, 322,
Şubat, s. 27-33.
DİKEN, 2016, Türkiye Basın Özgürlüğünde Üç Basamak Daha Geriledi,
www.diken.com.tr/turkiye-basin-ozgurlugunde-ugandanıngerisinde/,
e.t.
25.04.2016
Foucault, M., 2000, Hapishanenin Doğuşu, Çev. Mehmet Ali Kılıçbay, İmge Yayınları,
Ankara.
Foucault, M., 2005, Entelektüelin Siyasi İşlevi, Çev. Işık Ergüden, Osman Akınhay ve
Ferda Keskin, Ayrıntı Yayınları, İstanbul.
Foucault, M., 2007, İktidarın Gözü, Çev. Işık Ergüden, Ayrıntı Yayınları, İstanbul.
Foucault, M., 2008, Toplumu Savunmak Gerekir, Çev. Şehsuvar Aktaş, Yapı Kredi
Yayınları, İstanbul.
Fuchs, C., 2011a, “New Media, Web 2.0 and Surveillance”, Sociology Compass, 5/2,
s.134-147.
112
Çamuroğlu Çığ, E., 2016, “Dijital Çağda Bakışın Politikası: Panoptikon ve Aleniyet İlkesi”
Fuchs, C., 2011b, “WikiLeaks: power 2.0? Surveillance 2.0? Criticism 2.0? Alternative
media 2.0? A political- economic analysis”, Global Media Journal,5:1, s.31-56
Fuchs, C., 2014, Social Media: A Critical Introduction, Sage, Los Angeles
Fuchs, C., 2015a, Culture and Economy in the Age of Social Media, Routledge, New
York and London.
Fuchs, C., 2015b, “WWW‟nin 25.Yıldönümü: Sosyalizme Geçiş ya da Barbarlığa Dönüş”,
Ayrıntı Dergi, 11, Ağustos-Eylül, s.143-151.
Gambetti, Z., 2008, “Foucault‟da Disiplin Toplumu-Güvenlik Toplumu Ayrımı”, Mesele
Dergisi, 20, Ağustos, s.1-9.
Gambetti, Z., 2009, “İktidarın Dönüşen Çehresi: Neoliberalizm, Şiddet ve Kurumsal
Siyasetin Tasfiyesi”, İ.Ü. Siyasal Bilgiler Fakültesi Dergisi, 40, Mart, s.145-166.
Gambetti, Z., 2012, “Foucault‟dan Agamben‟e Olağanüstü Halin Sıradanlığına Dair Bir
Yanıt Denemesi”, Cogito, 70-71, s.21-39
Habermas, J., 2009, Kamusallığın Yapısal Dönüşümü, Çev. Tanıl Bora ve Mithat Sancar,
İletişim Yayınları, İstanbul.
Habermas, J., 2010, “Kamusal Alan” içinde Kamusal Alan, Ed. Özbek, M., s. 95-102, Hil
Yayınları, İstanbul.
Harvey, D., 2012, “Yaratıcı Yıkım Olarak Neoliberalizm”, Çev. E. Çamuroğlu Çığ ve Ü.
Çığ, Atılım Sosyal Bilimler Dergisi, 2(2), s. 67–88.
Harvey, D., 2015 (a), Neoliberalizmin Kısa Tarihi, Çev. Aylin Onacak, Sel Yayıncılık,
İstanbul.
Harvey, D., 2015 (b), On Yedi Çelişki ve Kapitalizmin Sonu, Çev. Esin Soğancılar, Sel
Yayıncılık, İstanbul.
Keeble-Gagnere, G., 2015, “Encryption for the working journalist: Communicating
securely”. Retrieved from https://www.journalism.co.uk/news/encryption-forthe-working-journalist/s2/a580914/
Leveson, J., 2012, An Inquiry Into The Culture, Practices And Ethics Of The Press,
(Volume 1), The Stationery Office, London.
Mattelart, A., 2012, Gözetimin Küreselleşmesi: Güvenlileştirme Düzeninin Kökeni, Çev.
Onur Gayretli, Su Elif Karacan, Kalkedon Yayınları, İstanbul.
Mazover, M., 2008, Karanlık Kıta: Avrupa‟nın 20. Yüzyılı, Çev. Mehmet Moralı, İstanbul
Bilgi Üniversitesi yayınları, İstanbul.
Özkul, B. & Barnett, A., 2016 “Anthony Barnett ile Söyleşi: Alternatif Medya, Siyaset ve
Dijital Vatandaşlık”, Birikim Dergisi, 322, Şubat, s.12-17.
Powles, J. And Chaparro, E., 2016, “In the Wake of Apple v FBI, We Need To Address
Some
Uncomfortable
Thruths”.
Retrieved
from
https://www.theguardian.com/technology/2016/mar/29/apple-fbi-encryptionsan-bernardino-uncomfortable-truths, e.t. 30.04.2016.
Powles, J., 2016, “Google and Microsoft Have Made A Pact To Protect Surveillance
Capitalism”.
Retrieved
from
https://www.theguardian.com/technology/2016/may/02/google-microsoft-pactantitrust-surveillance-capitalism, e.t. 03.05.2016.
Revel, J., 2012, Foucault Sözlüğü, Çev. Veli Urhan, Say Yayınları, İstanbul.
Teziç, E., 2009, Anayasa Hukuku, Beta Yayınları, İstanbul.
Trottier, D. ve Fuchs, C. 2015, Social Media, Politics and the State: Protests,
Revolutions, Riots, Crime and Policing in the Age of Facebook, Twitter and
Youtube, Routledge, New York and London.
Van Horn Melton, J., 2011, Aydınlanma Avrupası‟nda Kamunun Yükselişi, Çev. F. Burak
Aydar, Boğaziçi Üniversitesi Yayınları, İstanbul.
Yumuşak, F., 2015, “Dijital Gözetim Sunar: Ölçülebilir, Karlı ve Hızlı Hayatlar”, Ayrıntı
Dergi, 11, Ağustos-Eylül, s.101-111.
113
Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 10 (21), Ocak-Haziran 2016, s. 91-113.
.
114
Türkiye’de Kadın Girişimcilerinin Risk
Deneyimleri
Yoncal Altındal & Songül Sallan Gül
Altındal, Y. & Sallan Gül, S., 2016, “Türkiye‟de Kadın Girişimcilerinin Risk Deneyimleri”, Toplum ve
Demokrasi, 10(21), Ocak-Haziran, s. 115-???.
Download