SÖZLÜ İLETİŞİM, YABANCI DİL EĞİTİMİ, KÜLTÜR VE SÖYLEM ÇÖZÜMLEMESİ ÜZERİNE DENEME YAZILAR (2004-2014) Yrd. Doç. Dr. Hidayet TUNCAY1 1 İngiliz Dili Eğitimi ve Uygulamalı Dilbilim Öğretim Üyesi 1 Zaman ve Biz Konuşmak ya da Konuşmamak... 4artı4artı4: Üç Dörtlük Öğretim Sistemi Dilim Dilim, Ettin Beni Dilim Dilim! İki Yarım Dil Bir İnsan Eder mi? Yabancı Dile Ne Kadar Dost, Ne Kadar Yabancıyız? (1) Yabancı Dil Öğretememenin Dayanılmaz Hafifliği? (2) Yabancı Dil Öğreniminin Neresindeyiz? (3) Ülkemizde Yabancı Dil Öğretimi? (4) Dil ve İletişim Bağlamında İnsan (1) Dil ve İletişim Bağlamında İnsan (2) Dil ve İletişim Bağlamında İnsan (3) Aile içi iletişim ve Dil: Didişmek mi yoksa Konuşmak mı? (1) Aile içi iletişim ve Dil: Empatik Dinlemek mi, yoksa Konuşmak mı? (2) Aile içi İletişim ve Dil: (3)Konuşurken Dinleyebilir miyiz? (3) Yükseköğrenim ve Gençlik: Yüksek İdealler, Yüksek Hedefler ama Nasıl? Dedikodu: İki tarafı keskin kılıç Lakapla anılmak mı, isimle çağrılmak mı? Hangisi Doğru Dersiniz? (1) Lakapla anılmak mı, isimle çağrılmak mı? Hangisi Doğru Dersiniz? (2) Yeni Yıl, Yeniden Bize Özgün Sözlü İletişim Anlayışı Meydanların Dili: Siyasi Söylemler (1) Meydanların Dili: Siyasi Söylemler (2) Meydanların Dili: Siyasi Söylemler (3) Medialog (1) Medialog (2) Medialog (3) Medialog (4) Sosyal Medya ve İletişim (1) Sosyal Medya ve İletişim (2) Sosyal Medya ve İletişim (3) 2 Zaman ve Biz Zaman sanki hiç son bulmayacakmışcasına günlük yaşamın karmaşası ve debdebesi içinde bir birimizle pek ilgilendiğimiz söylenemez. O nedenledir ki, dostlar arasındaki bağ ve muhabbet gittikçe zayıflıyor ve neredeyse kopma noktasına geliyor. Çoğu zaman en yakınımıza bile yeterince zaman ayıramıyoruz. Meselâ bu hafta çocuğunuza, eşinize ya da en yakın arkadaşınıza ve hatta kendinize ne kadar zaman ayırabildiniz? Günümüzün kime göre en değerli, kimine göre de bir o kadar da değersiz nesnesi olan zamandan söz etmek istiyoruz. Maalesef günümüzde hemen birçoğumuzun zaman denilen ucu sonu belli olmayan sanal kavramı yeterince değerlendiremediği kanaatindeyiz. Sözün özü, “Zamanı değerli kılabilmek için neler yapabiliriz?” Birçoğumuz günlük sıradan meşguliyetlerimizi o günü iyi değerlendirmek olarak kabul edebiliriz. Ancak, yararlı herhangi bir şey yapmadan geçirilen her bir zaman dilimi, maalesef bizi istediğimiz noktaya bir an önce ulaştıramaz; ancak takvimden bir sayfa, ömürden boşa geçen bir kaç saat olarak anılabilir. Oysaki insan ömrünün çok kısa olduğu düşünülürse zamanı boşa kullanarak, “Daha yapacak çok şeyimiz var” demek bir hayal olmaktan öte geçemez. İnancımıa o dur ki zamanı en iyi değerlendirmenin bir tek yolu okumak, yine okumaktır. Doğrusu bu yazıyı yazmaya başladığımızda konunun bu noktaya geleceğini hiç düşünmemiştik. Evet, boşa geçen zamana en güzel darbe, bence okuyarak, bir şeyler yapmaya çalışarak vurulabilir. Bizler hayatın her safhasında olduğu gibi, günlük yaşamımızda da çevremizdekilere, okuyarak ve okumayı sevdirerek örnek olabiliriz. Ayrıca münevver insan olmanın temel şartı kanımca okuyarak düşünmek, ya da düşünerek okumaktır. Çocuklarımıza verebileceğimiz en güzel armağan, onları okuyabilen birer birey olarak yetiştirebilmektir. Doğrusu çağımızın koşulları içerisinde her şeyi okuldan ya da öğretmenden beklemek pek akılcı gözükmemektedir. Çocuklarımıza sahip olabilmek ve onlara iyi şeyleri verebilmek ortak anlayışımız olmalı diye düşünüyoruz. Çevremiz koşullarında onları kötülüklerden korumanın yolları, onlara yetişkin bireyler gibi davranmak ve gereksinim duydukları sevgiyi vererek hoşgörülü ve saygılı olmayı öğreterek mümkün olabilir kanaatindeyiz. Bir diğer önemli husus, çocuklarımıza düşünmeyi öğretmek ve daha da önemlisi onlara okuyan, araştıran kişiler olmayı benimsetebilmektir. İşte zaman, bu bağlamda da önemini bir kez daha ortaya koymaktadır. Çünkü bu günün çocukları bir kaç yıl sonra yarının büyükleri olacaklardır. Günümüzün bilgide sınır tanımayan bu devasa ortamında, bilginin bir “tık” mesafesinde olduğu ve yaşamımıza derinden nüfuz etmiş olan teknolojinin ışığında mutlaka çocuklarımıza zamanın önemini öğretmeli ve daha da önemlisi onları kaybetmeden sahiplenmeli ve eğitmeliyiz. Çünkü iyi eğitilmiş bir insan, ailesine topluma ve ülkesine faydalı insan demektir. Dilerseniz sohbetimizi Çinli ünlü düşünür ve filozof Konfiçyüs’ün eğitimli insan için söylemiş olduğu şu sözlerle bitirelim. Eğitimli insanların dokuz düşüncesi vardır. Bu kişiler… baktıklarında berrak görmeyi, dinlediklerinde, iyi duymayı, görünüşleri bakımından sıcak olmayı, davranışlarında saygılı olmayı, konuşmalarında doğru olmayı, işlerinde ciddi olmayı, kuşkuya düştüklerinde soruları nasıl soracaklarını, öfkelendiklerinde sorunları, kazancı gördüklerinde adaleti düşünürler... 26 Ocak 2004, İstanbul 3 Konuşmak ya da Konuşmamak... Konuşmak insan insana iletişimin en medeni şeklidir. Ayrıca kaçınılmaz bir ihtiyaçtır da. Sevinçlerimizi, kederlerimizi, duygu ve düşüncelerimizi hep konuşarak, yani sözlü iletişim kurarak anlatırız. Bazen tabi ki sözcüklerin yetmediği ve sadece duruşumuz, bakışımız, mimik ve jestlerimizle de iletişim kurduğumuz zamanlar mevcuttur. İnsanoğlunun kendini kanıtlayabilme, yeteneklerini ortaya koyabilme ve çevresiyle iletişim kurabilme çabalarının temelinde hep dil yatmaktadır. Dil ise, insan insana iletişimin en mükemmel unsurudur. Bizler, insan insana iletişimde dilimizi kullanırken, hem duygu ve düşüncelerimizi ortaya koyuyor, hem de kendimizi ifade edebilmede dilin her türlü unsurlarından fayda sağlamaktayız. Öyle ki, insan insana iletişimde konuşmak en kaçınılmaz öğe iken, dil ise sağlıklı iletişim kurmamızda bize en çok yardımı olan bir unsur olma özelliğini taşımaktadır. Günlük hayatımızda hemen her gün çok farklı ve çeşitli iletişim ortamlarına giriyor ve çoğunda kendimizi ifade edebilmiş olmayı ümit ediyoruz. Hiç şüphesiz iletişim sadece konuşmak demek değildir. Arzu edilen düzeyde iletişim kurulabilmesi için mutlaka iyi bir dinleyici olmak gerekir. Çünkü insan insana iletişimde dinleme sabrını gösterebilmek, sağlıklı iletişimde esas başlangıçtır. Oysa günümüzde insanların birbirlerini dinlediğini pek görmüyoruz doğrusu; sonuç olarak da konuşurken, ya anlaşamıyoruz ya da kendimizi ifade edemediğimizi düşünerek üzülüyoruz. İnsan düşünüp, konuşabilen ve düşündüklerini yorumlayıp, aktarabilen bir varlıktır. Ancak zaman zaman çeşitli nedenlere bağlı olarak düşündüklerimizi karşımızdakine pek anlatabildiğimiz söylenemez. Çünkü içi boş sözcüklerle demek istenilen şeyi tam anlamıyla ifade edemeyiz. Bu nedenle üzerinde konuşulması düşünülen kavramlar, daima karşımızdaki ile konuşabilmemizi, iletişim kapımızı açık tutabilmemizi sağlar nitelikte olmalıdır. Yaşamımızın her boyutunda, hemen her koşulda, iletişimle yani konuşma ile iç içeyiz. Doğrusu sağlıklı iletişim kurabilmenin temel şartı içtenlik, anlayış ve özveri olmalıdır. Mesela, çocuklarımızla iletişim kurarken ve onlarla konuşurken aramızdaki fiziki mesafeye dikkat etmeliyiz. Mümkünse onlarla konuşurken onların göz hizasına kadar eğilebilmeliyiz. Çünkü bu davranış, onların kendileri ile daha yakından ilgilendiğimizi ve saygı duyduğumuzu, değer verdiğimizi göstermek açısından önemlidir. Öte yandan, hiç şüphesiz toplum karşısında konuşmak da her zaman büyük bir özen gerektirir ve bazen hedef kitlemizle iletişim kurmakta zorlanabilmekteyiz. Kısacası, konuşmak kendini ifade edebilmektir. Bu bağlamda, ne kadar mükemmel bir konuşmacı olursanız olun, anlatabildikleriniz Hz. Mevlana’nın “Sen ne söylersen söyle, söylediğin, karşındakinin anladığı kadardır” özdeyişinde belirttiği gibi konuşmanın, yani iletişim kurmanın ne ölçüde başarılı olabildiğini vurgulamak açısından son derece önemli. O halde, konuşmalarımızı karmaşık, içinden çıkılmaz bir hale getirmemeye özen göstererek, karşımızdaki kişilerin hassasiyetlerini ve genel konumunu da dikkate alarak, söylenmek istenilen hususu, onları kırmadan ve kendimizi de üzmeden dilimizin bütün inceliklerini de kullanarak anlatabilmeliyiz. Doğrusu son zamanlarda kitle iletişim araçlarına bakıldığında çevremizle ne denli iletişim kurabildiğimiz bir hayli tartışılır durumdadır. Nedense iletişim gereksinimimiz gittikçe azalıyor ve buna bağlı olarak da konuşma yeteneğimiz zayıflıyor kanaatindeyiz. Her ne şekilde olursa olsun, mutlaka muhatabımız tarafından anlaşılmayı ve söylenmeden de bazı hususların anlaşılmasını bekleyebiliyoruz. İşte iletişimin, yani konuşmanın en zor tarafı burada yatmaktadır. Hepimizin çok iyi bildiği bir özdeyiş vardır: “Ne söylediğiz değil, nasıl söylediğiz önemli.” Bu görüşe saygı duyuyor, ancak kısmen katıldığımızı belirtmek isteriz. Tabi ki nasıl söylediğimiz ve hangi tür bir iletişim tavrı takınarak ve neyi kasteder söylediğimiz çok önemli ancak, içi boş sözcüklerle örülmüş bir konuşma biçimi, karşımızdakini belki incitmeyebilir ama asla düşünmesine vesile olamaz. Bu nedenle, nasıl söylediğiniz kadar, ne söylediğiniz de o derece önemlidir kanaatindeyiz. Kısacası karşınızdakine değer verdiğinizi gösteren her tür konuşma ve iletişim çabası, anlatılmak istenilen hususu ve dolayısıyla da iletişimi son derece önemli kılacaktır. Yani; konuşmak ya da konuşmamak, işte bütün mesele... 29 Mart 2004, İstanbul 4 4artı4artı4: Üç Dörtlük Öğretim Sistemi Son zamanlarda Türk kamuoyunu tümüyle meşgul eden ve tartışmaların hâlâ odağında yer alan 4+4+4 adı verilen ve söylenmesi de bir o kadar zor olan Türk eğitim sistemindeki bu yeni düzenleme TBMM Genel Kurulu’nda yapılan oylamada 295 kabul, 91 ret oyu alarak kabul edildi ve yasalaştı. Ancak geride cevaplanması gereken birçok soru bırakıldı kanısındayız. Bilinen bir gerçek var ki; zorunlu eğitim kademeli olarak 12 yıla çıkarılmış bulunuyor. Bu durumda zorunlu ilköğretim aşaması 6-14 yerine 5-13 yaş arasındaki çocuklarımızı kapsayacaktır. Kamuoyunun bu sistemle ilgili çok iyi bildiği tek şey, çocuklarımızın 5-6 yaş aralığında ilköğretime başlayacak olmasıdır. Görsel ve yazılı medyanın konuya verdiği ağırlık dikkate alındığında, gerek kanunun içeriği gerekse kamuoyunda algılanma biçimi pek fazlasıyla yer almamış gibi gözüküyor. Kanımızca yaklaşık her yıl okula başlayacak olan 5 milyon yavrumuzu ilgilendiren bu konuda, aileler hiç değilse sistemin neler getireceği ve neleri değiştireceği konusunda çeşitli iletişim araçlarıyla aydınlatılması gerekirdi diye düşünüyoruz. Dünyaya baktığımızda, birçok ülkede eğitimle ilgili son derece radikal kararlar alınabilmekte ve sürekli bir yenileştirme yani reform çalışmaları yapılmaktadır. Ülkemizde de uzun yıllar en radikal değişimler ve yenilikçi çalışmalar yapıla gelmiştir. Mesela yıllar önce okulların isimleri değiştirildi ama eğitim düzeyi ve kalitesi aynı idi. Yabancı dil eğitiminde kademeli kur sistemine uygulandı ve birkaç yıl sonra vazgeçildi. En son yapılan değişikliklerle hepimizin bildiği gibi Anadolu Liselerinde hazırlık sınıfları kaldırıldı ve yabancı dil dersleri eğitim-öğretim süresinin tamamına yayıldı. Daha bu değişikliklerin sonuçları elde edilen veriler ve geribildirimler doğrultusunda yeteri kadar değerlendirilmeden adeta sil baştan bir sistem değişikliği ile karşı karşıyayız. Eğitim-öğretim alanında değişim ve yenilik neredeyse hava ve su kadar elzemdir. Öyle ki; değişiklikler ve gerekli görülen yenilikçi reformlar yapılırken ve uygulamaya konulurken, Türk Milletinin hassasiyetleri, eğitim-öğretim altyapı hizmetleri, yetişmiş etkin ve yetkin eğitim kadrosu, mevcut koşulları dikkate alarak ortaya konulabilecek öngörüler ve daha birçok parametre mutlak surette dikkate alınmalıdır. Aksi takdirde çeşitli ülkelerde de tanık olduğumuz gibi, sonuçları tamiri zaman alabilecek ve bazen de mümkün olmayan yaralar açabilir. Sonuç olarak, gelecek nesillerin yetişmesine katkı sağlayacağı ümidini koruyarak, ismi yeni olan bu 4artı4artı4 sistemin denenmeden mahsurlarının ya da iyi yönlerinin görülebilmesi neredeyse imkânsız gibidir. Ancak, bu deneme sürecinde ya güzel ülkemiz bundan kazançlı çıkacak ve çok daha iyi yetişmiş bir nesil elde edeceğiz ya da Türk toplumu olarak hepimiz bu sistemin getirebileceği olumsuz koşullardan üzerimize düşen nasibimizi alacağız. Umarız siyasi iradenin yetkilileri her türlü detayı düşünmüş ve gerekli tüm önlemleri almış olsunlar. Ancak burada hatırlatılması gereken bir husus daha var ki; o da çağdaş eğitim düzeyinde yetişmiş insan gücünün yıllara mal olduğunun hiç bir zaman unutulmaması gerektiğidir. Yeni sistem maalesef üç dörtlük bir sistem, inşallah bu sistemle yetişecek olan yeni kuşaklar bizi dört dörtlük bir sistemle tanıştırır. 27 Nisan 2012, İstanbul 5 Dilim Dilim, Ettin Beni Dilim Dilim! Eskiden “Ne dediğin değil nasıl söylediğin önemli” denilirdi; oysa bugün nasıl söylediğimiz kadar ne dediğimiz de son derece büyük önem taşımaktadır. Hele görsel medyanın ve internetin de işin içine girdiğini düşününce bu düşüncemizin ne kadar doğru olduğunu görebilmekteyiz. Şimdilerde bilhassa gençler kelimeleri, ifade ve cümleleri son derece idareli (!) ve tutumlu (!) kullanmakta hatta bazen adeta hiç kullanmamaktadırlar. İletişim teknolojilerinin hızla gelişmesiyle birlikte dilin kullanımı da yeni bir boyut kazanmıştır, çünkü çoğumuz dilden çok iletişim araçlarını kullanmaktayız ve dile gerek bile duymamaktayız. Mesela, bilgisayar başında oturan ve internette gezinen bir genç düşünün; saatlerce tek kelime dil kullanmadan orada öylece kalabilir. Kendince sosyal ağları kullanarak iletişim kurduğunu düşünmektedir. Öyle ki, bu ağlar sayesinde hiç tanımadığımız kişilerle yarım yamalak iletişim kurulmakta ve hatta zamanla dostluklar oluşmaktadır. Eğer buna iletişim kurmak veya yazarak konuşmak dersek, dilimize haksızlık etmiş oluruz çünkü bu tür bir iletişim anlayışı, kişileri adeta yutarcasına içine çeken sanal âlemin bir gereksinimidir. Böylesi bir iletişim ortamında sanal ağlar kazanırken, dilimizi en güzel şekilde kullanmak varken, sanki dokunduğumuz her bir tuş ağlar. Oysa dil bir iletişim aracıdır ve her türlü duygu ve düşüncemizi onunla iletiriz çünkü bizim için büyük bir gereksinimdir. İletişim teknolojisinin sağladığı imkânlar görüyoruz ki insanları sanal âlemde bir ekrana hapsediyor ve neredeyse dış dünya ile irtibatını koparıyor. Peki, böyle mi olmalı? Elbette hayır. Dilimizi kullanarak kendimizi ifade etmenin, duygu ve düşüncelerimizi karşımızdakilere anlatmanın hazzını yaşamadan anlamak mümkün değildir. İnternetin cep telefonlarına bile girdiği bir dönemde, teknolojinin bu kolaylıklarında uzaklaşarak, zihin ve düşünce gücüyle bir şeyler üretmek ve onları dille aktarmak, dilimizi kullanmak pek zor gelse gerek. Teknoloji araç olmaktan çıkmış amaç olmaya başlamıştır. Dilimizden bu kadar uzaklaşmak, onu gerektiği gibi kullanmamak veya yukarıda belirttiğimiz nedenlere bağlı olarak gereken önemi vermemek, maalesef kişiler arasındaki sözlü iletişimi yok etmektedir. Bir zaman sonra bu böyle devam ettiği sürece, belli bir yaşa gelmiş insanlar konuşacak genç bulamazken, o gençler çoktan teknolojinin sunduğu fırsatlardan faydalanarak sanal âlemde iletişmeye, pardon iletişmemeye devam edeceklerdir. Şöyle bir düşünecek olursak sanal âlemde iletişim kurmaya çalışan bu insanların kendilerini uçsuz bucaksız nasıl bir çıkmaza soktuklarını görmemiz hiçte zor olmasa gerek. Bu anlamda, bu gün birçoğumuz ya dili hoyratça kullanıyoruz ya da sadece gereksinim duyduğumuzda ihtiyaçlarımızı karşılamak için başvuruyoruz. Maalesef nesiller arasındaki uçurumun en önemli sebebi, ebeveynlerine “Siz beni anlamıyorsunuz” diyebilecek kadar düzgün bir cümle kuran(!) gençlerimizin suçlamalarında göze çarpmaktadır. Oysaki tam aksine onların belki de büyüklerini anlayamamalarından kaynaklanmaktadır. Çağımızın en güzel icatları bilgisayar, internet ve cep telefonları gerçek amaçları doğrultusunda gerektiği gibi kullanıldığında bizlere ve insanlığa inanılmaz yararlar sağlamaktadır. Hiç düşünür müydük bu icatların dilimizi bu kadar körelteceğini ve hatta bizi sanal birer insan haline getireceğini. Görülüyor ki bu tür olumsuz gelişme ve sonuçlar yaşamımıza güzellik ve anlam katmak yerine bizi ondan uzaklaştırıyor, yalnızlaştırıyor ve adeta param parça ediyor. Bizleri konuşamaz hale getirerek konuşma, iletişim kurma zevkimizi yok ederek ne söylediğimizin de nasıl söylediğimizin de bir önemi kalmamaktadır ve dilim, dilim ettin beni dilim, dilim dahi diyemiyoruz zira söylemeye dilimiz varmıyor. 24 Mayıs 2012, Bişkek 6 İki Yarım Dil Bir İnsan Eder Mi? Yabancı Dile Ne Kadar Dost, Ne kadar Yabancıyız? (1) Evet, İki yarım dil bir insan eder mi? Bu yazımızda ve yabancı dil öğrenimi ve öğretimi konusunda devam edecek olan bir seri yazımızda bu konuyu irdeleyecek, bu soruya bir cevap bulmaya çalışacağız. Elbette ki bulduğumuz cevaplar kimimizi asla memnun etmeyecek çünkü bugüne değin bu konuda birçok görüş ortaya atıldı. Yıl 1980, mesleğe başladığım ilk yıllar, henüz teknoloji bu kadar yaygın değil ve dil öğretimi sadece kağıt, kalem, tahta ve öğretmenden ibaret. Yabancı dil öğretimi konusunda bilimsel çalışmalar da bu kadar yoğun değil. Öğretmenler kendi öğretim yöntemlerini uygulayarak batıdan ve gelişmiş ülkelerdeki meslektaşlarında farklı olarak dil öğretiminde adeta çığır açmaya çalışıyorlardı. Bizlerde bunun bir parçası olarak kendi gayret ve çabalarımızla bir şeyler yapıyor, tabiri yerindeyse iğne ile kuyu kazmaya çalışıyorduk. Yabancı dil öğretiminde kaynaklarımız sınırlı, sadece devletin yazdırmış olduğu ders kitapları kullanılmakta ve hala bu kitapların hangi amaç için yazıldığını ve kullandığı metodun da ne olduğunu anlayabilmiş değilim. Okul yönetimi, öğrenciler ve aileler yabancı dil öğretiminin ne denli önemli olduğunu kavrayabilmiş değillerdi ve her şey el yordamıyla ilerliyor yabancı dili neden öğrettiğimizi biz dahi bilmiyorduk. Hal böyle iken bizler yine de yabancı dil öğretmeye devam ediyor asla ideallerimizden vazgeçmiyorduk, ancak ters giden bizim de anlayamadığımız bir şeyler var idi. Şimdilerde çok iyi anladığım ve cevabını ancak otuz küsur yıl sonra verebileceğim bir sürü soru beynimi kemiriyordu. Evet, bizler yabancı dil öğretiyorduk. Ama kime? Ne için? Ne kadar? Daha da önemlisi bir önceki yıl öğrettiğimizi öğrenciler yaz tatilinde unutuyor ve adeta hiç yabancı dil dersi görmemiş gibi yeni sınıflarına başlıyorlardı. Bu durum sadece ülkenin bir bölümünde değil neredeyse tamamında hâkim idi ancak özel okullar ve yabancı okullar hariç. Onlar öğretebiliyordu bizlere öğretemiyorduk. Ayrıca öğrencilerin birçoğu yabancı dilden nefret ediyorlardı. Hiç unutmuyorum liseden mezun olduğumuzda bir arkadaşım gözlerimin önünde Fransızca kitabını param parça ederek derenin serin sularına atmıştı. O halde sorun nerede ve bizler neden bu yabancı dil öğretiminde çağdaş seviyeyi yakalayamadık dersiniz. Bu konuda bir tek etmenden söz etmek mümkün değil, aksine bu sorunun birçok paydaşı olduğunu hepimiz çok iyi biliyoruz. Kimi zaman resmi rakamlarca bazı istatistik bilgiler verilir ve hep bu rakamların arkasına sığınılmaktadır. Şöyle düşünelim; bu güne değin Bayat lisesinden yüzlerce gencimiz mezun oldu ve acaba kaç tanesi yabancı dili konuşup yazabiliyor dersiniz. Bu sorunun cevabı oldukça basit; neredeyse hiç kimse, oysa bu gençlerimiz toplamda altı yıl boyunca yabancı dil dersi almışlardı. Yabancı dil öğretimindeki başarısızlığımıza etki eden unsurlara bir sonraki yazımızda değineceğiz. Şimdi dilerseniz bu yazımızı yabancı dil öğrenimine ilişkin herkesçe malum olan bir fıkra ile bitirelim: Temel ile Dursun Karadeniz’in küçük bir kasabasında kahvenin önünde oturmuş sohbet ederek çaylarını yudumlarken birden önlerinde sırtında sırt çantası kafasında şapkası saçı sakalı birbirine karışmış yorgun olduğu her halinden belli bir turist durmuş. Elindeki haritayı göstererek Temel’e İngilizce bir şeyler sormuş ancak Temel’de cevap yok sadece adamın yüzüne bakıp duruyor. Turist herhalde İngilizce bilmiyor diyerek bu kez aynı soruyu Fransızca sormuş yine cevap yok. Adam biraz sinirlenerek soruyu daha kızgın bir ses tonuyla bu kez de Almanca sormuş fakat Temel öyle hareketsiz ve donuk bir şekilde turistin yüzüne bakıp duruyormuş. Adamcağız öyle yorgun ve bitkin ki ayakta duracak hali yok son bir ümit bu kez de soruyu daha kızgın bir ses tonu ve yüz ifadesiyle İtalyanca sormuş yine cevap alamayınca kendi kendine kızgın bir şekilde söylenerek hızla oradan uzaklaşmış. Bu duruma şahit olan Dursun, Temel’e: Ula Temel artık bir yabancı dil öğrenme zamanı geldi de geçiyor bile değil mi? Diye sormuş ve Temel: Ula Tursun bak adam beş dil biliyor hiçbir işe yaradı mı? 01 Kasım 2012, Bişkek 7 Yabancı Dil Öğretememenin Dayanılmaz Hafifliği? (2) Bir önceki yazımızda ülkemizde yabancı dil öğretiminin geçmişine kısaca değinmiş ve kendi deneyimlerimizden örnekler vermiştik. Bu yazımızda okullarımızdaki- ilköğretimden başlayarak lisede devam eden hatta üniversitede bile öğretilmeye çalışılan- yabancı dil eğitimini ele almaya ve irdelemeye çalışacağız. Ancak yine de değinmek istediğimiz asıl husus yabancı dili öğretememenin yarattığı sıkıntılar ve sonuçlardır. Ülkemizde elli yılı aşkın süredir yabancı dil öğretimi yapılmakta, bir o kadar emek ve çabalarda boşa gitmiş gibi görünmekte. Seksenli yıllarda başta İngiltere olmak üzere Amerika, Almanya, Fransa ve daha birçok ülkeden yabancı dille ilgili yayınlar ülkemize yavaş yavaş girmekte ve kullanılmaya başlamaktaydı. Herhangi bir altyapı çalışması yapılmadan, ülkenin mevcut yabancı dil potansiyeli araştırılmadan ve yabancı dilin okulların müfredatında ne kadar ve nasıl yer alması gerektiği özgün çalışmalarla belirlemeden, neredeyse balıklama atlayarak elimize geçen her kaynağı düşünmeden kullanarak yabancı dili daha da yabancılaştırarak öğretmeye çalıştığımız bilinen bir gerçektir. O yıllarda özel okulların ve yabancı dille eğitim-öğretim yapan Anadolu Liselerinin sayısı her yıl artmaktaydı. Yabancı dil öğretimi gün geçtikçe önem kazanıyor ancak Anadolu Liseleri dâhil birçok orta öğretim kurumunda yabancı dil öğretmeni bulunamıyor ve yabancı dil derslerinin birçoğu boş geçiyor veya başka hocalarca dolduruluyordu. Yeterli altyapı, kitap, kaynak ve öğretmen yok iken ve de yabancı dil öğretiminin önemi henüz pekiyi kavranamamışken, yabancı dil ders saatlerinin artırılması, farklı dil öğretim yöntemleri denenmeye çalışılmasının dili öğretmek isterken dilden nefret eden öğrenciler yetiştirmeye sebep olması kaçınılmazdı. Bilindiği gibi yabancı dil bir ihtiyaç ve çağdaş yaşamın olmazsa olmaz koşuludur. Bu itibarla, yabancı dil öğretiminden hiçbir şekilde sarfı nazar edilemez. Bizim burada vurgulamak istediğimiz husus bunca emek, çaba ve harcamaya rağmen neden yabancı dili gerektiği gibi öğretemediğimizdir. Ortaöğretim müfredatında yapılan değişiklikler ve artırılan yabancı dil ders saatleri de maalesef bu sorunun çözümüne katkı sağlamamıştır. Peki, çözüm nerede ve biz hala yabancı dil öğretiminin neresindeyiz? Son dönemlerde yabancı dil öğretimi neredeyse anaokulu düzeyine kadar inmiş ve adeta iki binli yılların başında yabancı dil öğretimine çok daha fazla ilgi olduğunu söylemek mümkün. Ancak biz bu konuya daha sonraki yazılarımızda tekrar ele alacağız ve şimdi dilerseniz yabancı dili öğrenmede/öğretmede sistem, yöntem, ders kitabı ve çevre faktörüne değinelim. Yabancı dil öğretiminde öğretmenin ve öğrencinin nasıl bir etkisi olduğu hususunu ayrıca ele alacağız. Yabancı dil öğretiminde uzun yıllar bir yöntemler karmaşası hâkim idi ve neredeyse yirmiye yakın yöntem ve yaklaşımdan söz etmek mümkündür. Yöntem ve yaklaşımlar yabancı dil öğreniminde nasıl etkili olabilir diye düşünürsek bunun hiçte o kadar önemli olmadığın göreceğiz. Ancak yöntem ve yaklaşımların yabancı dil öğretimine katkısını asla yadsıyamayız. Öte yandan yabancı dil öğretimin, hayatın gerçek bir parçası, sosyal ve mesleki yaşamın çok önemli bir koşulu olarak değerlendirildiğinde ne demek istediğimiz çok daha iyi anlaşılacaktır. Ders kitabı, yöntem kadar önemlidir, hele kaynakların gerektiği gibi kullanılması; örneğin dil laboratuarlarının (şimdilerde demode olan), görsel işitsel aletlerin ve dilin kullanıldığı ortam ve çevrenin etkinliğine değinmeden geçemeyiz. Ancak tüm bunların içinde en önemlisi dili öğrenen kişinin motivasyonu, istek ve arzusu daha da önemlisi yabancı dili bir ders olmaktan öte hayatın birçok alanında gereksinim duyulan bir unsur olduğu gerçeği bu tartışmanın tüm seyrini değiştirecek güce sahiptir. Birçoğumuz özgeçmişimizde “yabancı dil/İngilizce, Fransızca, Almanca” bilir ifadesinin mutlaka yazarız ancak ne kadar bildiğimizi ne nasıl kullandığımızı asla anlatamayız. Zira günümüzde çoğu zaman yabancı dil bilmemek bir itibar kaybı gibi görülmekte ve yabancı dil öğrenememenin dayanılmaz hafifliğini üzerimizden atmakta zorlanmaktayız. 02 Kasım 2012, Bişkek 8 Yabancı Dil Öğreniminin Neresindeyiz? (3) Önceki ilk iki yazımızda yabancı dil öğreniminin süreçleri ile öğretmemenin nedenlerine kısaca değinmiş ve sizlerle bu konularda dertleşmiştik. Bu yazımızda, bunca yıldır yapılan yabancı dil öğreniminde/öğretiminde neredeyiz; bu konuyu ele alacağız. Aslında böyle bir konuyu bir sayfaya sığdırabilmek neredeyse imkânsızdır. Yaklaşık altmış yılı aşkın bir süredir ülkemizde yabancı dil öğretimi yapılmakta ve önceleri Cumhuriyetin ilk yıllarında Fransızca, yetmişli yıllardan sonra İngilizce başta olmak üzere ülkemizden Almanya’ya gönderilen işçilerin artışı ile Almanca olarak devam etmiştir. Günümüzde ise gelişen ekonomik işbirlikleri ve uluslararası ilişkilerde değişen koşullar neticesinde Rusça, Çince, Arapça, İspanyolca ve İtalyancanın da öğretimi ön plana çıkmıştır. Görüldüğü gibi dil çeşitliliği bir hayli artmıştır. Teknolojinin gelişmesi ile yabancı dil öğrenimi daha kolay hale gelmesi gerekirken, neredeyse bilgisayar, internet, cep telefonu ve buna bağlı diğer iletişim araçlarının varlığı yabancı dil öğretimini kolaylaştıracağı ve yardımcı olacağı yerde sanki zorlaştırıyormuş gibi bir durum söz konusu. Teknoloji ne denli artarsa artsın, iletişim hangi boyutta gelişirse gelişsin yabancı dil öğrenen insan olduğu sürece teknoloji sadece bir araç, asla amaç değildir. Yabancı dil öğretimi ve öğreniminde teknolojinin gerektiği gibi kullanımı ve varlığı, bilinenin aksine daima olumlu sonuç doğurmamaktadır. Çünkü yabancı dil öğreniminde teknolojiyi gerektiği gibi kullanmak belli bir maliyeti gerektirmekte ve bu konuda eğitim çalışmaları da söz konusudur. Ayrıca teknolojinin ve iletişim araçlarının belirlenen hedefler doğrultusunda etkin şekilde kullanılabilmesi birçok konuda uzmanlığı da gerektirmektedir. Teknoloji ve iletişim araçlarının türü her ne olursa olsun, yabancı dil bireyler tarafından öğrenilmekte ve öğretilmektedir. Yukarıda da değindiğimiz gibi bilgisayar, internet vb. teknolojinin her türü ve iletişim araçları yabancı dil öğreniminde her zaman bir araç olmuştur. Ancak zaman zaman bazı yabancı dil öğretim ortamlarında görüldüğü gibi teknoloji ve iletişim araçları adeta araç olmakta çıkmış, amaç olmuştur. Bu son derece tehlikeli bir durumdur, çünkü insanı hedef almayan ve insan odaklı olmayan hiçbir teknoloji ve yabancı dil öğretim yöntemi pek başarılı olamaz kanaatindeyiz. Hepimizin aklına şu soru gelebilir: Teknoloji, yabancı dil öğretim araç ve gereçleri ile internet, bilgisayar ve iletişim araçları bu kadar gelişmesine ve artmasına rağmen neden yabancı dili hala gerektiği gibi öğrenemiyoruz ve öğretemiyoruz? Bu sorunun cevabını birkaç cümle ile verebilmek neredeyse imkânsızdır. Şöyle ki; yabancı dil öğrenimi belli düzeyde dil kabiliyetini gerektirdiği gibi kişinin motivasyonuna, dil öğrenim gerekliliklerine, yaşadığı çevre koşullarının yanı sıra mesleki ortamda yabancı dile ne kadar gereksinim duyduğu ile de doğrudan ilişkilidir diyebiliriz. Ayrıca yıllarca okullarımızda şu ya da bu şekilde her öğrenciye bir yabancı dili öğretmeye epey gayret ve çaba harcadık. Nedense herkesin bir yabancı dili öğrenmeye isteğinin olup olmadığı hiç sorulmadı ve herkese eşit oranda ve şartlarda bir yabancı dili dayatarak öğretmekten geri durmadık. Oysa yabancı dili sevdirerek, bilinmeyene karşı olan korkuyu yenerek öğretmek yerine, programın gereği, müfredatın olmazsa olmazı diyerek zorla ve nefret ettirircesine öğretmeye çalıştık. Acaba herkese öğretebildik mi dersiniz? Elbette hayır ve bu cevap hep hayır olacaktı. Yapılması gereken yabancı dilden nefret ettirmeden, onu sevdirerek, yaşamın bir parçası ve modern dünyanın gereği olarak öğretmek olmalıydı. Müfredatın bir parçası, bir ders mecburiyeti olarak değil elbette. Umarız günümüzün çağdaş imkânları ve gelişen teknolojik araç gereçleriyle, internet ve iletişim araçları sayesinde insancıl bir anlayışla yabancı dili gelecekte çok daha iyi ve gerektiği gibi öğretebilir/öğrenebiliriz. 04 Aralık 2012, Bişkek 9 Ülkemizde Yabancı Dil Öğretimi? (4) Yabancı dil öğretimine ve yabancı dili öğrenememenin, öğretememenin nedenlerine ve sonuçlarına bundan önceki yazılarımızda yerimiz ve zamanımız elverdiğince değinmiştik. Gelişen teknolojinin yabancı dil öğrenimine son derece olumlu katkısı olduğundan bahsetmiştik. Evet, bu son derece doğru ve neredeyse artık teknoloji olmadan yabancı dil öğreniminden bahsedilemez diye düşünüyoruz. Yine de her şeye rağmen biz çok iyimser bir anlayışla ülkemizde yabancı dil öğretiminin ve öğreniminin olumlu yönlerini ele alacağız ve gençlerimizi bu konuda yüreklendirmeye gayret edeceğiz. Tarihimize baktığımızda birçok padişahın birkaç dili çok iyi bildiği hepimizce malumdur. O günün koşullarında ve imkânları dâhilinde cihan padişahları yabancı dil öğrenimine çok fazla önem vermişlerdir. Rahmetli Atatürk’ün çok iyi Fransızca, Osmanlıca ve birazda Arapça bildiğini ve şu kısacık ömründe bunları hem savaş cephelerinde hem de devlet yönetiminde son derece güzel kullandığı yakın tarihimizi bilen herkesçe malumdur. Demek oluyor ki yabancı dil öğreniminde yer, zaman, koşullar ve sunulan imkânlar ne derece değişken olursa olsun, mutlaka öğrenilebilir kanaatindeyiz. Gelişen çağdaş dünyada neredeyse sınırların kalktığı bir durumda yabancı dilin ne denli önemli olduğunu sanıyoruz bir kaz daha vurgulamamız gerekiyor. Eğer bir başka kültüre, topluma, ülkeye ulaşmak ve onları anlamak istiyor isek mutlaka yabancı dili çok iyi öğrenmek durumundayız. Ülkemiz bunun örneklerini yıllar önce Almanya’ya işçi gönderirken en acı şekilde yaşadı ve sonuçları hâlâ hem orada yaşayanları, hem de ülkemizi etkilemeye devam etmektedir. Eğer bu ülkeye gönderiler işçi kardeşlerimize hiç değilse temel anlamda yabancı dil eğitimi verilebilseydi sanıyoruz toplumla daha iyi bütünleşmiş olabilir, kendine güveni daha çok artabilir ve hiç değilse dil bilmemekten dolayı itilip kakılmazlardı. Görünen o ki yabancı dil öğreniminde en temel unsur kişisel gayret, çaba, imkân ve en önemlisi yabancı dil öğrenmeyi gerektiren veya mecbur kılan dış şartlara bağlı güdülemedir. Çağımızın bizlere sunduğu teknolojik imkânlar arttıkça, bizlerdeki yabancı dil öğrenme arzusu ve isteği o denli azalmakta gibi geliyor bize. Hâlbuki bunun tam tersi olması beklenirdi. Ama maalesef öyle değil ve en kötü örneğini bu gün bilgisayar başında ve bir tık hareketiyle yaşamaktayız. Son zamanlarda aradığımız her tür bilgiyi internet ortamında bulabiliyor ve neredeyse tamamının doğru kabul ediyoruz kaynağını hiç bir şekilde sorgulamadan (internette bilgiye ulaşım konusunu bir başka yazımızda geniş olarak ele alacağız). Mesela bilgisayar ve internet bizim yerimize düşünebilir mi? Elbette hayır siz ona neyi verirseniz o da size bilgiyi sayarak/işleyerek geri verir. Bu bağlamda, günümüzde birçok insan evde, okulda, işte, büroda ve bilhassa yabancı dille ilgili ödevlerini yaparken artık bir terim haline gelmiş olan “google tercüme” ye başvurmaktadır. Daha da kötüsü bu yönteme başvuranların çoğu tüm bu verileri doğru kabul etme yanılgısına düşmektedirler. Değerli dostlar, yabancı dil öğrenimi asla emek sarf etmeden, gönül vermeden, zaman ayırmadan ve dahası ona âşık olmadan neredeyse imkânsızdır. Burada bahsettiğimiz yabancı dil öğrenimi elbette ki Kapalı Çarşı’da kullanılan yabancı dil değil. Oradaki insanlar, satıcılar ve tezgâhtarlar yüz, iki yüz kelimeden oluşan ve düzgün cümleler içermeyen bir dil yani tabiri caiz ise kafasını gözünü yara yara konuşmaktır denilebilir. Yabancı dil öğrenimi çok fazla uzun zamana yayılmamalı ve bırakıp başlanmamalıdır. Ayrıca yabancı dil öğreniminde bir diğer sorun öğrenilen yabancı dilin gerektiği gibi zihinde korunamamasıdır ve sürekli sil baştan yaparak tekrar başlamaktır. Bu asla yabancı dil öğrenimi değil, aksine yabancı dilden bıkmak demektir. 23 Aralık 2012, Bişkek 10 Dil ve İletişim Bağlamında İnsan (1) Dillerin tarihi neredeyse dinlerin tarihi kadar eski ve hâlâ nasıl oluştuğu konusunda onlarca tartışma ve kuram gündemdedir. Öyle ki, kimi zaman dilin tarihinden bahsederken net bir tarih söylemek nerdeyse mümkün değildir. Ancak bilinen tek gerçek bu tarihin insanoğlunun tarihi kadar eski olduğudur. Tarihte ilk insanların dil olmadan nasıl iletişim kurdukları çeşitli yazılarda ve tarih kitaplarında belirtilmekte olup, insanoğlunu iletişim kurabilmek için büyük bir çaba içinde olduğu hepimizce bilinmektedir. Bu itibarla dil ve insan bir bütünün ayrılamaz iki yarısıdır. Dil, insanoğluna Allah’ın en büyük lütuflarından biridir denilebilir. Şöyle ki Peygamber Efendimiz (s.a.v.) dil ve insanı: “İnsanlar dilinin altında gizlidir.” Buyurarak dil ve insan ilişkisini en güzel biçimde tarif etmiştir. Çünkü dil düşüncelerimizi söze dönüştüren ve bir anlamda kendimizi anlatan en güzel unsurdur. Kültürümüzde de “Baş dil ile tartılır” denilerek insan neyi nasıl ve ne şekilde söylerse ve hangi üslubu kullanırsa o dur denilmek istenmektedir. O halde dil ve insan ayrılmaz ve birbirini tamamlayan değil, biri olmazsa diğerinin hiçbir değerinin olmadığı ikilidir denilebilir. Ancak bir husus öne çıkmaktadır. İnsanın dili nasıl kurabildiği ve iletişim bağlamında dilin ne denli önemli olduğudur. İşte biz dil ve iletişim bağlamında insan başlığını koyduğumuz bu yazımızda öncelikle dili birçok yönüyle ele alacağız. Dil, insan insana iletişimde asıl vazgeçemeyeceğimiz bir organımız ve yeteneğimizdir. Kişiliğimizi, kültürümüzü, duygu ve düşüncelerimizi, sevinç ve kederlerimizi, hatta öfke ve istemesek de küfür içeren söylemlerimizi hep dil ile seslendiriyor ve kendimizi böyle ifade ediyoruz. Ancak, acaba dilimizi kullanırken onu nasıl kullanmamız gerektiği hususunda ne denli çaba sarf ettiğimiz doğrusu ele alınması gerek çok önemli bir husustur. Birçoğumuzun günlük yaşam koşulları içinde kiminle iletişim kurduğumuza bağlı olarak zaman zaman bunu da dikkate almadan dili hoyratça kullandığımızı söyleyebiliriz. Dilin iletişim bağlamında her boyutta kullanımı belli bir özeni, itinayı ve dikkati göstermemizi gerektirmektedir. Çünkü biz ne söylersek onunla tartılır ve değerlendiriliriz. Bu nedenle, kullandığımız üslup, sözcük seçimi, hitap şeklimiz, karşımızdaki muhatabımıza duyduğumuz saygı ve sevgiyi göstermek ve anlatmak için hepsi önemli birer unsurdur. Hiç birini diğerine tercih edemeyiz çünkü dil bir bütündür ve söz ağızdan çıkmadan önce, yaygın tabir ile kırk boğumdan geçmelidir. Öte yandan hiç konuşmamak, susmak her zaman ikrar yani tasdik, kabul etmek anlamına gelmiyor. Çünkü dil insanın kendisini en güzel biçimde anlatabildiği yegâne olağanüstü bir unsurdur ve çok iyi kullanılması gerekmektedir, zira iki tarafı keskin kılıca benzer. 12 Şubat 2013, Bişkek 11 Dil ve İletişim Bağlamında İnsan (2) Geçen sayıda aynı başlık altında “dil iletişim bağlamında insan” konusunda dili ele almış ve kısaca dilin insanın yaşamında ve iletişimde ne denli etkili olduğunu belirtmiştik. Bu yazımızda insanı, yani insan ve dili, dilin kullanımını ve insan üzerindeki etkisini ele alacağız. Zira insan ve dil, etkili iletişimde kendimizi ispat etmemiz, birikim ve düşüncelerimizi ortaya koymamız açısından son derece önemlidir. Dil ile bütünleşmemiz ve onu kullanmaya başlamamız neredeyse daha anne karnında başlar ve başta fiziksel tepkilerle ve mimiklerle başlayan ilk iletişim deneyimimiz daha sonraları söze ve belagate dönüşüyor. Konuşmak, iletişim kurma isteği günlük yaşamımızda neredeyse ekmek su kadar elzemdir denilebilir. Ancak konuşmak, yani iletişim kurmak, karşımızdaki kişiye kendimizi anlatabilmek ya da anlatılanları anlayabilmek için dili iyi ve yerinde kullanmak zorundayız. Bu itibarla; insan dilin kullanımında ve iletişimde kendini bütünüyle ortaya koymakta ve neredeyse kullandığı bir kelime veya ifadeyle “Bana bir kelime söyle sana kim olduğunu söyleyeyim” deyişinde belirtildiği gibi kendini anlatmakta ve karşısındaki kişiye/kişilere bilgi vermektedir. O halde insan dilinin esiridir ve bu manada dili çok iyi kullanmak, duygu ve düşüncelerini en iyi biçimde aktarabilmek için çaba sarf etmektedir. Ancak burada her şeyi dile yüklemek onu tüm kusurlarımızın tek sorumlusu olarak göstermek çok büyük haksızlık olur. İnsanın dili iyi kullanabilmesi ve iletişimde kendini dilediği gibi aktarabilmesi, şüphesiz dilin ne denli kaliteli olduğuyla doğru orantılıdır. Dilimizi, dili kullanan insanlar olarak kendimizi sürekli geliştirmek ve çocuklarımıza, gençlere örnek olmak zorundayız. Zira dilin gelişimi kişinin entelektüel gelişimi ile doğru orantılıdır ve bunun tek çözümü de bize göre okumak, kaliteli okumaktan geçiyor. Günümüzde birçok insanın o güzelim Türkçemizi, ses bayrağımızı neredeyse iki yüz üç yüz kelimeyle kullanmakta olduğuna şahit olmaktayız. Dilimizin yetmediği yerde kaş göz hareketi ve mimiklerle geçiştirebiliyoruz. Oysa böyle mi olması gerekir? Elbette hayır. Çözüm son derece basit. Şöyle ki; günlük gazete manşetlerini okumak veya hiç okumamak en büyük etken unsur, çünkü son derece az okuyan bir toplum haline geldik. Eğer gerektiği gibi okuyabilsek hem düşünce dünyamız gelişecek hem de kendimizi çok daha iyi ifade edebilme yeteneğimizi geliştirmiş olacağız. Sonuç itibariyle, her birimiz dilimizle tartılıyor ve onunla anılıyoruz. Eğer kendimizi daha iyi tanıtmak, aile içinde, çevrede, toplumda, işyerinde, sınıfta, alışverişte, kürsüde velhasıl yaşamın her boyutunda kendimizi anlatmak için dilin çok iyi kullanılmasına ihtiyacımız vardır. Bunun yolu da çok iyi okumak, düşünce sistemimizi geliştirmek ve manasız cümleler kurmak yerine “Söz bilirsen söz söyle sözünden ders alsınlar; söz bilmezsen sükût eyle seni adam sansınlar” özdeyişinde olduğu gibi sükût eylemek yerine sözümüzden ders alınabilecek sözler söylememiz dilimize, kendimize ve toplumumuza karşı olan sorumluluğumuzdur. 02 Mart 2013 12 Dil ve İletişim Bağlamında İnsan (3) İlk iki yazımızda dili ve insanı iletişim bağlamında ayrı ayrı ele almıştık. Bu yazıda dil, iletişim, insan ve çevre dörtlemesinde konuyu sizlerle paylaşmaya çalışacağız. Konuşmanın en doğal bir ihtiyaç olduğunu hepimiz kabul etmekteyiz ve asıl sorun bu ihtiyacı ne denli gerektiği gibi yerine getirebildiğimizdir ve üzerimize düşen sorumluluğumuzun ne kadar bilincinde olduğumuzdur. Kimi okuyucularımızın aklına şöyle bir soru gelebilir: “Konuşmak, iletişim kurmak için herkesin mutlaka iletişim veya dil uzmanı olması gerekli midir?” Elbette ki hayır ve asla böyle bir düşünce söz konusu değildir; çünkü her birimiz dili her anlamda değişik şekilde kullanabilmekteyiz ve gereksinimlerimiz daima farklıdır. Konuşurken en son ne zaman birini kırdınız veya üzdünüz? Hiç düşündünüz mü? Elbette zaman zaman birilerini kullandığımız dil ve üslup ile kırmış ve üzmüş olabiliriz. Düşündüğümüzde kırıcı olan iletişim çabamızda söylediklerimizden çok kişilerin nasıl söylediğimizden dolayı kırılıp üzüldüklerine tanık olmaktayız. Öyle ki dili ne denli entelektüel kullansak da karşımızdaki iletişim ortağımızı kırabiliyor veya tam aksine mutlu edebiliyoruz. O halde konuşmamızı çok basit bir düzeyde bile bir sanata dönüştürebiliriz. Bunun için yapmamız gereken tek şey içten, gönülden, söylediklerimizi gerçekten ima etmeden samimi bir dille anlatarak ve karşımızdaki iletişim ortağımızı ona değer verdiğimizi gösterircesine dikkatle ve eşduyum (empati) göstererek dinleyebilmektir. İçinde yaşadığımız sosyal, kültürel, toplumsal ve aile çevresi dili kullanmamızda ve iletişim kurmamızda son derece etken bir unsurdur. Çevremiz dilimizin şekillenmesinde ve kullandığımız üslupta son derece belirgin etkilere sahiptir. Zira insan yaşadığı çevre ile bütünleşebilen sosyal bir varlıktır. Kendimizi soyutlayamayız ve o çevrenin özelliklerine zamanla kendimizi uydurur ve çevrenin dilimize olan katkısını belli bir süre sonra fark edebiliriz. Dil, birey, toplum, aile ve sosyal çevre her biri hem entelektüel hem de kişisel gelişimimizde ayrı ayrı etken unsurlardır. Biz yazımızda çevrenin konuşmamıza dolayısıyla iletişimize olan etkisinden bahsetmekteyiz. Zira çok az konuşulan bir ailede yetişen bir çocuğun dil becerisinin hızlı gelişmesini beklemek, eğer başka etmen unsurlar yok ise, çok fazla iyimserliktir. Ayrıca, önceki yazımızda değindiğimiz gibi okumak, bilinçli ve kaliteli okumak yapılması gerekenlerin başında gelmektedir. Sonuç olarak, dil sıradan teorilerle ele alınabilecek bir beceri değildir. Zira bize en sadık olacak becerimiz dilimizdir, ta ki biz ona gereken ilgiyi ve ihtimamı gösterirsek. Çünkü dil hiçbir zaman durduğu yerde gelişmeyecektir aksine öğrendiğimiz, geliştirmeye çalıştığımız bu becerimiz gün geçtikçe gerileyecektir. Tarih boyunca nice güzel şiirleri yazan şairlerimizin, romancılarımızın ve edebi şahsiyetlerin hayatını incelediğimizde her birinin çok iyi birer okuyucu olduğunu görmekteyiz. 24 Mart 2013, Bişkek 13 Aile içi iletişim ve Dil: Didişmek mi yoksa Konuşmak mı? (1) Aile içi iletişim ve dil kullanımı gündelik hayatımızda hemen her birimizin yaşadığı veya şahit olduğu bir durumdur. Anne, baba, çocuklar ve akrabalar velhasıl aileyi oluşturan her birey bu anlamda iletişimin doğal ortaklarıdır. Önceki yazılarımızda iletişim ve dili epey anlattık bu defa çok daha özgün bir şekilde iletişim kurma ve dil kullanma becerisinin aile içinde ne anlama geldiğini ve neyi kast ettiğimiz sizlerle paylaşacağız. Yazının başlığını bilhassa didişmek mi yoksa konuşmak mı diye koyduk, çünkü çoğu zaman konuşmak yerine didişiyor veya hiç iletişim kurmuyoruz. Konu ve konum her ne olursa olsun iletişimin bir veya birden fazla ortakları vardır ve genel anlamda bu, zaman zaman tanımadığımız veya çok az tanıdığımız kişiler olabilir. Bu durumda didişmekten bahsedemeyiz çünkü tanımadığımız kişilerle sınırlı ölçüde iletişim kurmaya özen gösterebiliriz. Oysa konuşmak yerine didişmek için muhatabımızı çok iyi tanımamız gerekebilir. İşte bu durumda sağlıklı olmayan aile içi iletişim didişmekten ya da sözlü atışmadan öteye geçemez. Bu bağlamda temel unsur şudur: Sağlıklı iletişim kurmak için, karşımızdaki muhatabımız bize ne kadar tanıdık ve yakın olursa olsun, mutlaka ona değer verdiğimizi ve saygı duyduğumuzu göstererek ve ön yargısız iletişim kurarak konuşup anlaşabiliriz. Aile içindeki iletişimsizlikten ve didişmekten ailede bulunan her birey bir şekilde etkilenmekte ve ilerleyen zaman içinde telafisi mümkün olmayan zararlar açabilmektedir. Oysa konuşmak didişmekten çok daha kolay ve insan onuruna yakışır bir tutumdur. Zira birçoğumuz aile içindeki iletişimde farkında olmadan karşımızdakini iletişim ve konuşma tarzımızla üzebilmekte ve bizler için son derece önemli olan o zaman dilimini didişerek kâbusa döndürebiliyoruz. Hiç şüphesiz bu bir genelleme olamaz. Tüm bunların aksine, aile içi iletişimde son derece güzel örnekler de mevcuttur. Mesela anne baba ve çocuklar arasındaki saygı sevgi ve empatik dinlemeye dayalı iletişim de mümkündür. Sadece biraz özveri, anlayış ve karşımızdaki bireyi insan yerine koyarak ona değerli olduğunu hissettirdiğimiz iletişim ortamı. Öte yandan aile içi iletişimde bir diğer önemli unsur hiç şüphesiz büyüklerin küçüklere değerli birer birey olarak davranmaları ve küçüklerinde iletişim ortamında büyüklere gereken özeni ve hassasiyeti göstermeleridir. Yukarıda anlatmaya çalıştığımız kurgulanmış ideal bir aile ortamında görülen iletişim biçimi olarak algılanabilir ki bu kısmen de doğrudur. Gerçek yaşamda bunların örneklerine rastlamak mümkün olmakla birlikte tersini de görmek daima olasıdır. Oysa günümüzde gerek aile içi, gerekse aile dışı iletişim de belli yaş grubundaki insanların sadece bilgisayar klavyesi ve telefonla iletişim kurmaya çalıştıklarına şahit olmaktayız. Böyle bir iletişim anlayışı, hele internet ortamında ekrana hapsedilmiş bir iletişim anlayışı neredeyse iletişimi belli ölçülerde katletmekte ve hem aile bireyleri hem de sosyal yaşamdaki yüz yüze, içten, ilkeli, samimi iletişim ilkesini yok etmektedir adeta. Neredeyse, sevgi, şefkat, aşk, nefret, sevinç, keder ve tüm insani duygularımızı küçücük bir ekrana ve sanal âleme hapsetmiş durumdayız. Bu durumda aile içinde iletişim kısmen belli ölçülerde mümkün gözükmektedir zira arta kalan zamanımızı iletişmek için değil çok ciddi meselelerde bile didişmek için kullanır olduk artık. Burada anlayış ve hoşgörü büyüklere, gerçeği kavrayış ve yüzü yüze insani boyutlarıyla iletişimi sürdürmek de gençlere düşmektedir. 26 Nisan 2013, Bişkek 14 Aile içi iletişim ve Dil: (2) Empatik Dinlemek mi, yoksa Konuşmak mı? Önceki yazımızda aile içi iletişimin temel özelliklerine değinmiş, empatik dinlemenin, yani gerçek anlamda iletişim ortağımıza önem verdiğimizi göstererek dinlemenin ne kadar önemli olduğundan kısaca bahsetmiştik. Aile içi iletişimin temel ilkelerinden biri de bireylerin birbirlerini dinlerken empatik yaklaşım gösterebilmeleridir. Belki aklımıza empatik dinlemenin neden bu kadar önemli olduğu gelebilir, çünkü empatik sözcüğü dinlemek ile yan yana kullanıldığında farklı bir işlev kazanmaktadır. Bu yazımızda aile içi iletişimin yanı sıra konuşmak mı yoksa empatik dinlemek mi daha önemli bu konuyu ele alacağız. Son yıllarda aile içi iletişim yeni boyutlar kazanmış, doğrusu gerçekte iletişim kurup kurmadığımız da tartışılır olmuştur. Zira iletişim unsurlarının, telefonun, bilgisayarın ve internetin bir arada olduğu ortamlarda yüz yüze söze, anlama dayalı ve de manayı ifade eden gerçek iletişimden bahsetmek neredeyse imkânsızdır. Oysaki tüm bunlar iletişimin, empatik dinlemenin çok daha iyi yapılabilmesi için gereksinim duyduğumuz öğelerdir. Aile içi iletişimde genellikle yaşça küçük olanların söz hakkı ya hiç yoktur ya da çok sınırlıdır. Hal böyle olunca gençleri daha ilk başında sınırlıyor zaten çoğunlukla konuşmak, iletişim kurmak gibi kaygıları olmayan gençleri tamamen kendi dünyalarına hapsediyoruz. Günümüz medya unsurları hem aile içi hem de sosyal ortamlardaki iletişime pek fazla katkı yapmamakta ve neredeyse dinlemeyi dahi sınırlamaktadır. Aile içinde her birey hak ettiği saygıyı ve gerçek anlamda dinlenmeyi beklemektedir, çünkü iletişim kurmaya çalışırken dinlenmediğini hissetmek bireyin kendine olan güveninin azalmasına neden olabilir. Aile içinde konuşmak, iletişim kurmak ve empatik dinleme yapabilmek sağlıklı iletişimin olmazsa olmaz koşuludur. Empatik dinlemek, kısa tanımıyla kendini karşısındaki iletişim ortağının yerine koyarak ve ona değer verdiğini hissettirerek dinleyebilmektir diyebiliriz. Peki, nasıl dinlemeliyiz ve muhatabımıza ona değer verdiğimizi gösteren dinlemeyi yapabilmeliyiz? Sadece susmak ve hatta muhatabımız konuşurken başka şeylerle ilgilenmek empatik dinleme değildir. İletişim ortağımız olan aile bireyleri, eşimiz, büyüklerimiz, küçüklerimiz, çocuklarımız velhasıl ailenin her bir üyesi birbirine gereken ilgi ve alakayı göstererek, gerektiğinde fikir beyan ederek dinlediğini, empatik davranarak gösterebilir. Ayrıca empatik dinleme yapabilmek, sadece susmak olmadığı gibi aynı zamanda anlamsız söz kesmeler de değildir. Ailede sözler eyleme dönüşmeden, küçüğün büyüğüne saygı duyduğu, büyüğün küçüğünün haklarını gözettiği ve kısacası ailenin her bireyinin karşısındaki muhatabına özgüven verecek iletişim yaklaşımı sergileyebilmesi sağlıklı iletişim kurabilmenin temel başlangıcıdır. Sen sus! Konuşma! Kes sesini! Sen anlamazsın! Yaşın kadar konuş! Gibi benzer ifadeler aile içi iletişimi sınırlamaktan çok yok eder diyebiliriz. Oysa karşımızdaki ile empati kurarak, kendimizi onun yerine koyarak bu tür ifadelerin ne denli incitici olduğunu anlamak hiçte zor değildir. 06 Haziran 2013 15 Aile içi İletişim ve Dil: (3) Konuşurken Dinleyebilir miyiz? Bir evvelki yazımızda aile içi iletişimde empatik dinlemeye bir hayli yer ayırmıştık ve bazı örneklerle neyi kast ettiğimizi sizlerle paylaşmıştık. Bu yazımızda da benzer bir konuyu ele almaya çalışacak ve dilimizin döndüğünce sizleri sıkmadan anlatmaya çalışacağız. Aslında başlıkta da görüldüğü gibi “Konuşurken dinleyebilir miyiz” sorusu elbette ki sadece aile içi iletişimin konusu olamaz, bu nedenle kapsamı biraz daraltmak istedik ve “Aile içi iletişimde konuşurken dinleyebilir miyiz?” sorusuna cevap bulmaya çalışacağız. Öncelikle aile gibi samimi ve sıcak ortamlarda konuşmak, iletişim kurmak her zaman istenilen ölçülerde olmayabilir. Çünkü bunun birçok nedeni vardır; örneğin, aile bireyleri birbirlerine yeterince vakit ayıramadıkları için günlük birkaç kelime ile sürdürdükleri kısır iletişim biçiminde gerektiği gibi etkin konuşma ve dinleme yapamayabilirler. Oysaki bu konuda birbirimize en çok zaman ayırmamız gereken ortam, aile ortamıdır. Nedense çoğumuzun böyle bir kaygısı da yok ve alışılagelmiş olan iletişim biçimini sürdürmede hiçbir mahsur görmemekteyiz. Peki, konuşurken dinleyebilir miyiz? Elbette birçoğumuz evet cevabını verebiliriz. Tabi ki yürürken sakız çiğneyebilmek gibi, konuşurken de dinleyebiliriz. Ancak konuşurken her bir dinleme teşebbüsü söylenen sözlerin kesilmesi anlamına gelmekte ve eğer bilinçli bir şeyler anlatmıyor ve sadece alışkanlık haline gelmiş ezberleri söylüyorsak konuşurken dinlemenin hiçbir mahsuru gözükmemekte. Zira bizim burada anlatmaya çalıştığımız karşılıklı diyaloglarda kısa aralıklarla dinleyerek konuşmak değil, daha çok aile ortamında konuşurken etkin ve verimli, empatik dinlemenin gerektiği gibi yapılamayacağı hususuna değinmektir. Empatik dinleme, iletişim ortağımızı can kulağıyla dinlemedir, sadece ses ve sözcükleri işitmekten ibaret değildir. O halde böylesi bir dinlemede sizce dinlemeyen kişi aynı zamanda anlamlı, ne dediğini bilen ve ifade edebilen yeterince doyurucu ve maksada uygun, makul cümleler kurabilir mi? Bizce mümkün gözükse bile bu tür dinlemeden ve de konuşmadan gerektiği gibi fayda elde etmek bir hayli zordur kanaatimizce. Konuşmak, eğer ezber değil ise, düşünmeyi, düzgün, anlaşılır ve manayı kast eden cümleler, ifadeler kurmayı gerektirir. Oysa zaman zaman istemeden de olsa farkında olmadan dinleme yapmaktayız. Çünkü bu tür dinlemede zaman, kişi, amaç ve eylem o kadar önemli gözükmemektedir. Eğer ne dediğimizi ifade eden konuşma yapıyor isek mana bütünlüğü kaybolmadan ve istediğimizi söylemeden dinlemeyebilmek çok zordur. Bu itibarla, aile içinde konuşurken dinlemek yerine, muhatabımızı küçük ya da büyük diye ayırmaksızın dinleyerek konuşmak hayatımızı daha da anlamlı kılacaktır. Konuşurken dinlemek aslında hem konuşanı, hem de dinleyeni zora sokmaktır çünkü aile içinde her birey önemsenmeyi yeterince hak etmektedir. Zira dinlemek anlamayı, konuşmak düşünmeyi gerektirir ve sevdiklerimizi, büyük ve küçüklerimizi, kısacası birbirimizi severek, isteyerek ve empati kurarak dinlemek ve konuşmak zorundayız. Dinlemeden konuştuğumuzda bazen aldığımız cevaplar bizi incitebilir, dolayısıyla buna meydan vermemek için samimi dinlemek ve düşünerek konuşmak ilişkilerimizi ve iletişimimizi daha da anlamlı yapabilir. 23 Haziran 2013, Bişkek 16 Yükseköğrenim ve Gençlik: Yüksek İdealler, Yüksek Hedefler ama Nasıl? Bilindiği gibi ülkemizde yaklaşık bir buçuk milyon gencimiz son iki aydır sınav ve sınav sonrası tercih maratonuyla boğuşmakta, gelecekte alacağı yüksek öğrenimi seçmeye çalışmaktadır. Şüphesiz bu çaba sadece gençlerle sınırlı kalmıyor, anne babaları, yakın akrabaları da ziyadesiyle ilgilendirmektedir. Eğer tüm bu bileşenler dikkate alınırsa, neredeyse on milyon insanı yakından ilgilendirmekte ve kaygıları, sevinçleri hep birlikte paylaşmaktadırlar. Gençlerimizi yüksek öğretime, geleceğe hazırlamak sadece okulların, dershanelerin, özel hocaların görevi olarak görülmemeli çünkü bunda hepimizin az çok payı bulunmaktadır. Elbette yüksek öğrenime hazırlanmak ve yüksek öğrenimde geleceği şekillendirmek öncelikle gençlerimizin başarması gereken asıl sorumlulukları ancak aile, okul, çevre ve sunulan imkânlar da bir o kadar önemlidir. Aslında bu maraton daha ilköğretimde başlıyor ve yıllardır gerek TV programlarında gerekse eğitimle ilgili her platformda değerlendirilmekte, çeşitli görüşler ortaya atılmakta ancak maalesef her nedense somut hiçbir adım atılamamaktadır. Gençlerimiz daha lise çağında kendilerinin bitmek tükenmek bilmeyen yarışın içinde bulmaktalar ve bir koşturmacadır devam etmekte ta ki sınav sonuçları açıklanıncaya, sevinç ve mutluluklar yaşanıncaya kadar. Bugün ülkemizde yükseköğrenim kurumlarının sayısı hemen hemen iki yüze yaklaşmıştır. Gençler daha lise çağlarında çevreninde etkisiyle ve maddi koşulları nispetinde vakıf mı, yoksa devlet üniversitesi mi olacağına karar vermekte ve ona göre tercih yapmaktalar. Oysa burada asıl sorun hangi yükseköğretim kurumu olacağı değil, geleceğini şekillendireceği hangi mesleği seçmesi gerektiğidir. Maalesef gençlerimiz bu konuda yeteri kadar bilgilendirilemiyor ve yönlendirilemiyor diye düşünüyoruz. Çünkü amaç yüksek puan almak ve derece yapmak gibi bir hedefe hapsediliyor. Öte yandan bilhassa vakıf üniversitelerinin sınav öncesi ve sonrasında tercih döneminde öğrenci kapma yarışlarına da tanık olmaktayız. Şüphesiz birçok vakıf üniversitesi çok çeşitli imkânlar sunmakta ancak eğitimin kalitesi konusunda çok iyimser düşünceler zikredemiyoruz. Bu bağlamda, öğrencilerin üniversite tercihi konusunda çok iyi düşünmeleri ve tercih edecekleri üniversitenin akademik kadrosunu mutlaka sorgulamaları gerekmekte, yapılan tanıtım faaliyetlerindeki ve web sayfalarındaki şişirilmiş kadrolara aldanmamaları beklenmektedir. Tüm bu aşamalar iyice değerlendirildikten sonra asıl önemli husus bizce üniversite öğreniminde yüksek ideallere ve yüksek hedeflere nasıl ulaşılacağını dikkate almak gerektiğini düşünmekteyiz. Zira bunca çabanın sonunda eğer yüksek idealler yüksek hedeflerle zenginleştirilmez ise, sadece diploma veren bir yüksek öğretim kurumundan, yalnızca belgeli gençlerin mezun olması kaçınılmazdır. Bu itibarla, yüksek öğrenim kurumunun eğitim kalitesi ve kurumun idealist gençler yetiştirme hedefleri söz konusu hususta en önemli unsurları oluşturmaktadır. Ayrıca gençlerimizin bu ideallere ulaşmada ve yüksek hedefleri de ne denli benimsedikleri son derece etken unsurdur. Bu konuda gözlem ve önerilerimizi şöyle aktarabiliriz. Yüksek öğrenimden amaç, gençlerimizin bir meslek sahibi olmalarını sağlamanın yanı sıra, düşünen, inceleyen, sorgulayan, araştıran, yaşayarak öğrenen ve de öğrendiklerini gerek ulusal, gerekse uluslararası alanlarda uygulayabilen yüksek ideal ve hedef sahibi gençler yetiştirmektir. Tüm bunların başarılmasında en önemli unsur, gençlerimizin doğru tercih yapmaları ve başarılı olabilecekleri, ideallerini gerçekleştirebilecekleri yüksek öğrenim bölümünü ve kurumunu bilinçli tercih ile belirleyebilmeleridir. 26 Temmuz 2013, Bişkek 17 Dedikodu: İki tarafı keskin kılıç Dedikodu son yıllarda görsel ve yazılı medyanın da desteğiyle nerdeyse günlük hayatımızın bir parçası ve yegâne iletişim biçimi haline geldi. Gün geçmiyor ki herhangi bir televizyon kanalında veya gazete köşesinde tanıdığımız veya tanımadığımız, ünlü veya ünsüz birçok kişinin dedikodusuna tanık olmayalım. Öyle güzel bir şekilde sunuluyor ki televizyonlarda “Az sonra!” nidalarıyla bağıra bağıra izleyenleri cezp etmeye çalışıyorlar. Oysa onların amacı kimin dedikodusunu nasıl veya niçin yaptıkları değil, maalesef magazin haberleri diye bir grup insanı daha izleyici saflarına katarak reyting (izlenme oranları) seviyelerini artırmak ve daha çok kazanmak. Magazin adı altında yapılan televizyon ve gazete yayınları, renklilikleri ve kolay takip edilir olmaları nedeniyle izlenmeleri veya okunmaları belli düzeyde birçok kişiye sanki yemek üzerine tatlı yemek, sakız çiğnemek veya yürürken çekirdek yemek gibi kolay gelmekte. Her izleyen veya okuyanın daha program bitmeden, gazetenin sonuna gelmeden unutacağını bildiği bir eylem: dedikodu haberleri yapan yazılar veya programlar. Birçoğumuz maalesef şu soruyu soruyoruz: “Peki ne yapalım?” Cevap son derece basit; izleyeceğimiz programları çok itina ile seçmemiz gerekiyor, çünkü seçilen programlarla istesek de istemesek de yayıncıya reyting kazandırıyor ve daha çok reklam almasına yardımcı oluyoruz. Dedikodu tabanlı televizyon programı ve gazete yayınlarının dışında küçük ve dar çevrelerde dedikodunun, asılsız haberlerin, muhatabın bilgisi olmadan üretilen dedikoduların nelere mal olduğunu hepimiz çok iyi bilmekteyiz. Kimi zaman cinayetlere, masum ölümlere, ailelerin dağılmasına ve daha birçok olumsuz sonuçlara neden olduğunu, günahsız insanların yaşamlarını yitirdiklerine veya ömür boyu üzüntüyle yaşadıklarına tanık olmaktayız. Yazımızda dedikodunun dini boyutuna değinmeyeceğiz ancak dinimiz açısından da son derece istenmeyen bir eylem olduğu malum. Biz daha çok dedikodunun güncel hayatımızdaki etkilerini yazılı ve görsel medya açısında değerlendiriyoruz. Asıl değinmek istediğimiz husus ise dedikodunun bir iletişim biçimi olarak günlük hayatımızda yer almasıdır. Çoğu zaman iletişim ortamında kurduğumuz cümlelerin dedikodular içerip içermediğini bile düşünmüyoruz. Muhatabımızın yüzüne söyleyemediğimiz her olumsuz, yeren, aşağılayan veya eleştiren ifade ve cümleler bir tür dedikodudur diyebiliriz. Sözün muhatabının olmadığı iletişim ortamında istemeden de olsa sarf edilen her olumsuz ve incitici söz konuşanı rahatlatabilir ancak muhatabımızda telafisi mümkün olmayan yaralar açabilir. O halde muhatabın olmadığı iletişim ortamlarında mümkün olduğu kadar olumsuz ifade ve sözleri sarf etmekten çekinmeliyiz ve gıybetten uzak durmalıyız. Yazımıza küçük bir fıkra ile bitirelim. Ülkelerden birinde küçük bir kasabada adamın biri, bilge bir kişi hakkında durmadan kötü şeyler söylüyormuş, sürekli dedikodu yapıyormuş. Bir gün, bu yaptığından dolayı vicdan azabı duyarak, bilgeye gitmiş ve kendisini affetmesini istemiş, sonra da günahının kefareti olarak bir ceza çekmek istediğini belirtmiş. Bilge kişi ona, eve gidip bir kuş tüyü yastık almasını, yastığı yırtıp açmasını ve tüylerini rüzgârda savurmasını, sonra da tekrar ona gelmesini söylemiş. Adam kendine söylenenleri aynen yapmış ve bilgeye gelerek: - Şimdi affedildim mi…? diye sormuş - Hemen hemen, demiş bilge kişi. Son bir şey kaldı. Şimdi git ve o tüylerin hepsini topla. - Ama bu imkânsız, diye itiraz etmiş adam. Rüzgâr onları çoktan her yana savurmuştur bile... - Doğru, demiş bilge. Senin de yaptığın kötülüğü düzeltmeyi gerçekten istemene rağmen, sözlerinle ve yaptığın dedikodularla, sarf ettiğin asılsız ifadelerle verdiğin zararı düzeltmen, tüyleri toplaman kadar zor... Bilindiği gibi söz ağızda çıkana dek kişiye aittir, ancak ağızdan çıktıktan sonra kişi ona ait olur. Bu itibarla nerede, hangi ifadeyi, doğrumu yanlış mı diye araştırmadan ve düşünmeden sarf etmek çok daha vahim sonuçlar doğurabilir. Zira sözler, dedikodu olduğunu bilip bilmeden sırf laf olsun diye iletişim kurmak veya devam ettirmek adına kullandığımız cümleler unutmayalım iki tarafı keskin kılıca benzer söyleyene de dedikodusu yapılana da mutlaka zarar verir. O halde sözlerimizi özenle seçerek dedikodunun bir parçası olmadan güzel iletişim kurmaya çalışalım. Ayrıca dedikodu bumerang gibidir, sözün sahibine mutlaka bir gün geri döner. 01 Eylül 2013, Bişkek 18 Lakapla anılmak mı, isimle çağrılmak mı? Hangisi Doğru Dersiniz? (1) Toplumumuzda kültürümüzün bir parçası haline gelen lakap, daha küçük ve kırsal kesimlerlde neredeyse kişilerin isimlerinin önüne geçmektedir. Hatta zaman zaman kişinin lakabından dolayı ismini hatırlayamadığımız da çok olmuştur. Dahası lakaplar nesiller boyu devam etmekte ve iki ya da üç nesil o ailenin lakabı ile anılmaktadır. Şimdi etrafımızda olan yakın ya da uzak tanıdıklarımızın lakaplarını bir hatırlayalım. İsmini hatırlamakta zorlandığımız kişilerin kim olduklarını “…falancanın oğlunu kızının/oğlunun kocası/karısı” gibi tanımlamalarla bulmaya çalışmaktayız. Görüldüğü gibi ilk referansımız iki nesil önceki lakaplardır. Kültürümüzde lakap kullanımı son derece büyük bir yer tutmaktadır. Ancak tüm bunlar daha çok sözlü iletişimde karşımıza çıkmaktadır ve sözlü anlatımda kaçınılmazdır diyebiliriz. Küçük çevrelerde lakapları herkes kabullenmiş ve kimi zaman bazı lakaplar incitici olsa da toplum bu tür bir lakabı kabullenmiş demektir. Zira o lakaplar zamanla kimliklerimizde yazan soy isimlerden daha da ön plana geçmektedir. Dilerseniz konuya biraz daha derinlemesine bakalım ve lakapların kimi zaman o kişinin karakteri ile özdeşleştiğini hatta karakteri ve kişiliğiyle ilgili çok önemli ipuçları verdiğini söyleyebiliriz. Çoğunlukla kişinin bilmeden yaptığı bir yanlış veya hatanın bir süre sonra onun lakabı haline geldiğini de biliyoruz. Bilhassa okul yıllarında veya iş yaşamında istemeden de olsa bize yakıştırılan lakaplar hep böylece anıla gelir hayatımız boyunca. Mesela “…Onbaşının Memed’in Ali” gibi burada örnek olarak verilen bu lakap ilgili kişinin yaşadığı o çevredeki herkesçe bilinen ve o kişiyle özdeşleşmiş, artık soy ismine gerek duyulmayacak hale gelmiştir. Hâlbuki o çevrede “…Onbaşı” gibi daha birçok kişi askerliğini onbaşı olarak yapmış olabilir ama her nedense “Onbaşı” lakabı o kişiye yakıştırılmıştır. Kişiler bir süre sonra lakaplarıyla anıldıkça artık bu durumu yadırgamaz oluyorlar ve bu çok uzun yıllar böyle devam edecektir. Buradan kısaca şöyle bir sonuç çıkarabiliriz. Sanki yıllar önce insanlar daha hoşgörülü, daha samimi ve içten davranabiliyorlarmış günümüzün insanına kıyasla. Şimdi de şöyle düşünelim; en son hangi lakabı duydunuz ve o lakabın kime ait olduğunu bulamadınız? Ya da yaşadığınız küçük çevrede en yeni lakap sizce nedir? Bu durum belki çok sıklıkla olmuyordur ama yine de uzun süre görmediğimiz ve hatırlayamadığımız birçok kişinin ismi ve lakabı vardır. Kimilerinin lakabı son derece küçültücü ve incitici olabilmekte ama bunu değiştirmek kişinin elinde olmadığı gibi, bunun nesiller boyu devam etmesini de engellemesi neredeyse imkânsızdır, ta ki başka bir şehre taşınıncaya ve unutuluncaya kadar. Çoğu zaman lakapları günlük konuşma dilinde hiçbir şey düşünmeden ve herhangi bir kasıtta bulunmadan kullanırız. Zira bu tür günlük konuşma tarzı o yörenin insanı tarafından asla yadırganmaz ancak yörenin kültürüne yabancı birisi için sanki yabancı dil konuşuluyormuş ve isimler o dilden alınmış gibi algılanabilir. Öyle ki belli oranda kişilerin açıklamaya ihtiyacı olabilir çünkü kişileri tanımlamada kullanılan lakaplar yöre halkı için son derece açıklayıcı olabilirken diğerleri için aynı şeyi söyleyemeyiz. Lakaplar ve bir diğer anlamda yakıştırılmış isimler toplum tarafında kabul görmediği sürece asla kalıcı olmayacaktır. Bilhassa kişiyi küçültücü, aşağılayıcı lakapların veya takma isimlerin toplum tarafından kabul görmesi çok kolay gözükmemektedir. Ayrıca kabul görse bile kişinin bundan duyduğu rahatsızlık bir ömür boyu ve hatta gelecek nesilde de hiç hak etmedikleri halde devam edecektir. Bu itibarla, kişileri lakapları ile veya takma isimleriyle anarken dikkatli olmamız gerekebilir. Çünkü günlük iletişimimizde bu duruma pek özen göstermeyiz ve sözleri düşünmeden sarf edebiliriz. Sonradan verilen lakaplar ve takma adların birçoğu dilimizde herhangi bir anlam taşımamaktadır. Adeta bazen bu kadar yaratıcı kelimelerden oluşan lakap ve takma isimlerin son derece eğlendirici tarafları da vardır. Zira kelimeler hiçbir anlam taşımamaktadır ama günlük dilimize yerleşmiştir. Eğer sevgili dostlarımız alınmazlar ise yöremizden birkaç örnek vermek isterim sadece yüzünüzde küçük bir gülümseme yaratmak için (lakabın sahipleri Hakk’ın rahmetine kavuşmuş ise her birine Allah’tan rahmet diliyorum ve mekânları cennet olsun inşallah). Mesela cozzik, gödelek, şabalak, hosdili ve daha birçoğu. Bu kelimelerin anlamını bileniniz var mı sadece çağrıştırdığı kişiler hariç? 01 Kasım 2013, Bişkek 19 Lakapla anılmak mı, isimle çağrılmak mı? Hangisi Doğru Dersiniz? (2) Hatırlanacağı gibi bir önceki yazımızda lakaplara kısaca değinmiş, bazı örnekler de vermiştik. Bu yazımızda konuyu biraz daha derinlemesine ele alacağız ve toplumumuzda ne gibi etkileri olduğunu dil ve iletişim açısından değerlendireceğiz. Zira bu konu hepimizin çoğu zaman farkında olmadan gündelik yaşamımızda hiç ayrı olmadığımız bir husus. Öyle ki uzaktan veya yakından mutlaka memleketle ilgili konuşurken, doğduğumuz topraklardaki komşumuzdan bahsederken veya birini referans vermemiz gerektiğinde kişilerin lakaplarının kullanmamamız imkânsız gibidir. Günümüzde doğduğu topraklardan uzak olan bizler lakapları ancak memleketle ilgili bir hususu anlatırken ve referans gerektiğinde kullanıyoruz. Bizlerden daha genç olanlar ve memlekette uzun süre yaşamayanlar çoğu lakabı bilmezler ve hatta kişilerden lakabıyla bahsederken neredeyse kişiyi tanıyamazlar bile. Bu husus tabi ki bir kusur hiç değil, elbette o çevrede yaşamadan lakapları kullanmak ve hatta yeni lakaplar bulmak imkânsızdır. Son dönemlerde iletişim teknolojisinin ileri düzeyde gelişmesiyle ve yaşamların daha da bireyselleştiği düşünülürse lakaplar, takma isimler kullanılmamakta, kişilerin meslek unvanları, kazandıkları unvanlar ya da soy isimleri daha çok tercih edilmekte. Bu elbette yadırganamaz çünkü bu çağın gerekleri böyle, ancak küçük çevrelerde hatta büyükşehirlerin dış mahallelerinde belki de hala takma isimler, lakaplar unvanlardan daha çok kullanılmaktadır. Lakap ve takma isimlerin kullanımını günümüzde bey, ağa, beyefendi, müdür bey, başkan, vb. gibi daha birçok unvanı kıyasladığımızda bunların çoğunun kültürel, sosyal, iletişim ve bilinirlik açısında pek fazla derinliği olduğunu söyleyemiyoruz maalesef. Mesela toplumsal iletişim bağlamında kasaba, köy veya yetiştiğimiz yörenin insanından bahsederken kişiyi lakabıyla/takma ismiyle andığımızda, dinleyenlerin (tabii aynı yöreden ise) başka söze hacet kalmadan o kişiyle ilgili olarak bir fikir edinebileceklerini ve hatta karakteristik bazı özelliklerini de ortaya koyabileceklerini söylemek mümkündür. O halde, bu düşünceden hareketle şöyle diyebiliriz; lakaplar ve takma isimler kültürümüzün som derece önemli ve kaçınılmaz bir parçasıdır. Sözlü iletişimin en önemli unsurlarıdır çünkü kişileri dar çevrede gelişen kültür bağlamında tanımlamak son derece kolaydır. Lakaplarda veya takma isimlerde daima edebi bir unsur bulmak zor, çünkü kimi zaman lakapların bir bölümü ve neredeyse takma adların hemen tamamı kişiyi yermek veya küçük düşürmek için kullanılabilmekte. Ancak şöyle hafızamız bir yoklarsak birçok lakabın kişileri sayfalar dolusu tanımlama ve tasvirlerden çok daha iyi anlattığını söyleyebiliriz. Lakap veya takma ad gibi tanımlamalar önceden kurgulanarak veya bir çocuğa isim koyar gibi törenlerle ortaya çıkmaz zira bu kültürümüzün zenginliklerinden biridir çünkü Türk kültüründe söz sanatı sosyal iletişimin ayrılmaz bir parçasıdır. Lakapları sözlü iletişimden yazıya aktarırken biraz zorlandığımızı söyleyebiliriz. Yazı dilinde lakapların kullanımı sadece öykü ve romanlarda görülmektedir. Lakaplar sözlü iletişimde kişilere son derece kolaylık sağlamakta ve söz konusu kişiyi uzun uzadıya tanımlamanıza gerek kalmamaktadır zira bu, günümüz neslinin konuşmak yerine yazı yazarken tuşları dövmesinden çok daha anlamlıdır diyebiliriz. 09 Aralık 2013, Bişkek 20 Yeni Yıl, Yeniden Bize Özgün Sözlü İletişim Anlayışı Günlerdir süregelen yeni yılı karşılama çılgınlığı nihayet bir ocak sabahı son buldu ve kimi insanlar yeni yılla birlikte neyin yenilendiğini anlamaya çalışıyor olsalar gerek. Yazılı ve görsel medyanın da desteğiyle yayınların insanları çılgınca alışveriş yapmaya ve sanki hediye almak için tek gün bugünmüş gibi hediye almaya yönlendirdiğine şahit olduk. Eğer böyle vesileler bizleri birbirimize yaklaştırıyor, kardeşliğimizi pekiştiriyor, barış içinde yaşamamıza yardımcı oluyor ve daha da önemlisi insanlığın gelişmesine katkı sağlıyor ise hiçbir mahsuru yok elbette. Kıymetli okuyucularımız, biz bu yazımızda yeni yılda bize özgün yeni bir sözlü iletişim anlayışından bahsetmeye çalışacağız. İnsanlar yeni yılda yeni dilek ve temennilerde bulunuyor, piyangodan, hem de başında “milli” olan piyangodan çıkacak ikramiye ile neler yağacağının hayalini kurarken, bizler dilerseniz nasıl özgün bir sözlü iletişim anlayışı geliştirebiliriz bunu değerlendirelim. Bu günler bizim için bir başlangıç olsun ve artık hep bu tür sözlü iletişim anlayışına sadık kalalım isteriz. Ülkemizde trafik terörü diye bir deyiş söz konusu, bu ifade dilimize gireli çok oldu ve neredeyse her gün onlarca cana mal oluyor. Sonradan da sürekli araç hatası mı, sürücü hatası mı veya kural hatası mı diye tartışıyoruz. Bu konu daha çok tartışılacağa benziyor. Bizim burada değineceğimiz husus trafikte aracı kullananların gelişigüzel korna çalma alışkanlığıdır. Hepimizin bildiği gibi ülkemizde araç kornaları sanki aracın değil de sürücünün mekanik dili gibi kullanılmaktadır. Oysa gelişmiş ülkelerde korna çalmak trafikte önemli bir kural ihlali yapmak veya acil ciddi bir sorun olduğu şeklinde algılanmaktadır. Şimdi ülkemizde korna çalma eyleminin nasıl kullanıldığını bir kez düşünelim. Gerekçe ne olursa olsun, her fırsatta korna çalıyor ve düşünce ve isteklerimizi onunla eyleme dönüştürüyor, kendimizi anlamalarını istiyoruz ve hatta kendimizi bu şekilde çok iyi anlattığımızı sanıyoruz. Oysa gereksiz çalının her korna karşıdakini taciz etmek ve düşüncesizce gürültü kirliliği yaratmaktadır. O halde değerli okuyucularımız, gelin bu yeni yılda hem kendimize, hem de aracımıza ve çevremize saygı göstergesi olarak gereksiz korna çalmaktan vazgeçelim ve kendimizi, istek ve dileklerimizi insani sosyal iletişim yollarıyla anlatmaya çalışmaya söz verelim. Elbette korna yeni icat edilmedi; ancak kullanımındaki gittikçe artan ısrar ve düşüncesiz kullanım bizleri bu konuda daha dikkatli ve duyarlı olmaya ve iletişim dili olarak kornayı tercih etmemeye yönlendirmektedir. Araçların mekanik dili olan korna hiçbir zaman sürücüsünün kendi zevklerine hitap etmesi ve rastgele kullanılması için tasarlanmamıştır. İnsani ve sosyal bağlamda konuşarak veya sözlü iletişim araçlarını kullanarak birbirimizle anlaşmak varken, neden mekanik araçlara başvurulur bunu anlamak pek mümkün değildir. Zira kullanılan mekanik dili tanımlamakta bir hayli zorlandığımız aşikârdır. Dileğimiz insani değerleri yıpratmadan sözlü iletişimde kornayı sözlerimizin yerine koymadan, aracımızın dili olarak kullanmadan, istek ve dileklerimizi sözle anlatmaya özen göstererek bizlerin ve aracımızı kullanma esnasında davranışlarımızın yanlış anlaşılmasını engellemiş olacağız. İnsan olarak bizler, Allah’ın bize bahşetmiş olduğu dilimizi bilhassa sözlü iletişim bağlamında her türlü duygu ve düşüncelerimizi gerektiği gibi anlatmak için kullanmamız bu yeni yılın başlangıcında alabileceğimiz en güzel karardır diye düşünüyoruz. Bu bağlamda, korna ve korna çalmak bizim için yeni bir sözlü iletişim anlayışı olmamalı, sadece araçlarda bulunması gereken bir araç olarak değerlendirilmelidir. Kornalog, kornalist veya benzer isimlerle anılmamak için, korna yerine sözlü iletişim şeklinin benimsenmesi kaçınılmazdır çünkü bizler insan olarak daima söz ile anlaşmak ve iletişim kurmak zorundayız. 09 Aralık 2013, Bişkek 21 Meydanların Dili: Siyasi Söylemler (1) Ülkemizde hem siyasi hem de sosyal gündem çok hızlı değişiyor, neredeyse takip etmekte zorlanıyoruz. Gündemler birbirini kovalarken bir gün önceki gündem çabucak eskimekte ve tarihin sayfalarında yerini almakta, bizlerde yeni gündem ile meşgul olurken eskiyi çoktan unutmuş oluyoruz. Siyasi gündem tamamıyla seçime odaklanmış ve siyasetçiler meydanlara inmiş durumda bizlerden oy istemek içi. Bu yazımızda, siyasi söylemlere ve meydanların diline değineceğiz ve tüm tespitlerimizi dil ve iletişim bağlamında ele alacağız. Hiçbir lider, siyasetçi veya siyasi parti yazımızın konusunu oluşturmamakta, çünkü konuyu akademik olarak değerlendireceğiz. Meydanları dolduran kalabalıklar siyasi tercihini yaptığı partinin liderini konuşurken dinlemeye geliyor ve istiyorlar ki lider kendilerinin sesi, gözü, kulağı olsun ve tüm duygu ve düşüncelerini kürsüden söylesin. Tabi ki bu maalesef pek mümkün olmamakta, çünkü siyasi liderlerin/konuşmacıların kendi gündemleri ve değinmek istedikleri konular vardır. Ayrıca meydanlarda konuşma yapanlar elbette ki kalabalıkları coşturmak, onlara hoş görünmek ve kalabalıkların beklentilerini değil de kendi mesajlarını vermek durumundadırlar. Asıl sorun da zaten bu aşamada başlıyor, çünkü siyasi söylemlerde ve meydanlarda kullanılan dil her zaman arzu edilen, beklenen ve de olması gereken üslup ve dil olmamaktadır. Miting meydanlarında kitlelerin duygularına hitap edebilmek ve onları coşturabilmek gerçekten büyük bir hatiplik sanatı gerektirmektedir. Zira kimi zaman istenmeden sarf edilen bir söz ya da kullanılan üslup çoğu zaman lidere ve siyasi görüşe çok pahalıya mal olabilmekte. İşte bu sebepledir ki siyasi lider veya konuşmacılar hem seçtikleri kelimelere hem de üsluba çok dikkat etmek zorundadırlar. Bu bağlamda meydanların dili sıradan bir dil ve üslup, yani çirkin bir üslup olamaz. Her şeyden önemlisi lider veya konuşmacılar hangi bağlamda konuşursa konuşsun, kitleleri, insanları ve en önemlisi dilimizi düşünerek ve ona göre bir üslup belirlemelidir. Meydanların dili ve siyasi söylemler insanlarımızın duygularını yaralamamalı, siyasetçiye ve siyaset kurumuna olan güveni sarsacak nitelikte olmamalıdır. Maalesef daha önceki seçimlerden yaptığımız tespitlerde ve incelemelerimizde meydanların dili çok sert, üslup son derece incitici ve sadece o zaman dilimi içinde seçmenleri memnun etmeye yönelik söylemlerin olduğu aşikârdır. Meydanlarda en çok kullanılan dil daha çok sataşma, meydan okuma, argo terimler hatta sözlü saldırı amaçlı ifadeler zaman zaman da siyasi lideri ya da görüşü aşağılayıcı, küçültücü sözlerden oluşmaktadır. İktidarı temsil eden liderin muhatabı muhalefet liderleri, muhalefet liderlerinin ki de iktidar ve lideridir. İlk bakışta bu son derece doğal gözükmektedir. Ebette demokratik sistemle yönetilen tüm ülkelerde, iktidar ve muhalefet olmazsa olmaz iki unsurdur. Buraya kadar her şey tamam, ancak siyasi miting meydanlarında kullanılan dil ve üslup seçilen sözcükler nifak tohumları ekmemeli, toplumsal barışı zedelememeli ve en önemlisi kamplaşmaya, milleti ayrıştırmaya, ötekileştirmeye neden olmamalı, milli ve manevi duyguları rencide edici boyuta ulaşmamalıdır. Bu itibarla; siyasi liderler, konuşmacılar ve meydanların diline hâkim olan ve nabzını tutanlar burada değinilen hususları bir kez daha gözden geçirmelidir diye düşünüyoruz. Meydanlarda sarf edilen sözler ve üslup, “Aman canım siyaset meydanı işte; o an öyle söylemek gerekiyordu” gibi düşüncenin arkasına sığınmak hiçbir zaman siyasetçiyi ya da lideri masum kılmamaktadır. Siyasi söylemlerde yapılan söylem hatalarının çoğu irticalen yani düşünmeden konuşma yapılırken görülmektedir. Bu nedenle; söylemlerde meydanları dolduran kalabalıkları etkilemek için önceden iyi bir hazırlık yapılmalı ve kitlelerin sahip olduğu yöresel, kültürel ve bilhassa Türk Milletinin milli ve manevi değerlerini mutlak surette dikkate almak ve ona göre söylem geliştirmek gerekmektedir. Daha önceki siyasi mitinglerden elde ettiğimiz veriler ışığında, meydanların dili, daha çok hedefteki siyasetçiye, lidere ve siyasi görüşe sözlü saldırı ve sataşmalardan, kimi zaman suçlamalardan ve küfürleşmeye varan söz düellosundan ve kullanılan üsluptan oluşmaktadır. Söylemler, söylendiği ortam ve hissiyat ve bağlam içinde kısmen mazur görülebilir ancak incitici, vicdanları yaralayıcı, milli ve manevi değerleri küçültücü söz veya söylemler Türk insanının sağduyulu yaklaşımıyla hoş görülebilmekte, ancak yaratmış olduğu olumsuz etkinin uzun süre unutulmayacağını söyleyebiliriz. Kanımızca siyaset meydanlarında en önemli strateji; Meydan Okumak değil “Meydanı Okumak” olmalıdır diye düşünüyoruz. 02 Şubat 2014, Bişkek 22 Meydanların Dili: Siyasi Söylemler (2) Hatırlanacağı gibi bir önceki yazımızı siyasi söylemlerde önemli olan “Meydan Okumak” değil “Meydanı Okumak” olmalıdır diye bitirmiştik. Belki de bu tür bir sonuç cümlesi birçok siyasetçiye önemli ipuçları verebilir. Zira siyasi söylemler çok büyük sorumluluklar ve sonuçlar doğurabilen cümlelerdir. Bu itibarla siyasi söylemlerde siyasetçiler/konuşmacılar ağızlarından çıkan söylemleri ve ifadeleri çok iyi tartmalıdır diye düşünüyoruz. Öyle ki yaygın bir deyişte de belirtildiği gibi “Bir söz ağızdan çıkıncaya kadar kişiye, çıktıktan sonra kişi ona ait olur.” Ayrıca düşünmeden söz sarf eden/konuşan kişi alacağı cevabı iyi hesap etmiş olmak zorunda ve incinebileceğini unutmamalıdır. Dilerseniz bir siyasetçinin meydan mı okuması, yoksa meydanı mı okuması gerektiği hususuna değinelim. Vaktiyle ünlü bir siyasetçinin de söylediği gibi “Eğer meydanlara gelen herkes oy vermiş olsaydı biz şimdi iktidardık.” Demek ki meydanların dilini iyi anlamak, meydan okumak yerine meydanı iyi okumak işin esasını oluşturmakta. Siyasi söylemlerde kitleler daha çok meydanlarda liderlerin söylemlerine çok fazla ilgi göstermektedirler ve meydanları dolduran kalabalıklar liderin ağzından çıkan her sözü ve ifadeyi doğru kabul etmekte ve buna göre tercihine yön vermektedir. Ancak son zamanlarda meydanların dili ve bilhassa siyasi söylemlerin görsel ve yazılı medyada sıklıkla yer aldığı gibi toplumda zaman zaman gereksiz gerginlikler oluşturmakta ve neredeyse söylemlerin hemen tamamı sanki âşık atışması gibi birbirini tamamlayan cümlelerden ibarettir. Yani bir siyasetçi ortaya bir görüş atıyor, daha doğrusu diğer bir siyasetçiye sözle saldırıyor/sataşıyor, öteki siyasetçide çoğunlukla aynı üslup ve tarzda cevap veriyor. Bu tür siyasi söylemler, seçmeni geçici olarak memnun etmenin dışında, dil ve algılama açısından maalesef pek fazla yararı olmayan söylemlerdir. Seçmeni, meydanları dolduran kalabalıkları algıda seçicilik yaratmak düşüncesiyle kanımızca daha güzel ve anlamlı söylemlerle de yönlendirmek mümkündür. Son günlerde siyasi söylemleri iki “sayın” sözcüğü arasına sıkıştırdık ve bununla birlikte her türlü hakaretamiz ifadeyi kullanmakta asla bir mahsur görmüyoruz. Türk seçmeni, yani meydanları dolduran kalabalıklar eskiden olduğu gibi sadece liderin söylediğiyle yetinen ve bilgiye ulaşmak ve doğrulamak için başka bir seçeneği olmayan seçmen kitlesi değildir artık. Zira kalabalıkları oluşturan, meydanları dolduran insanların birçoğu eğer her lideri siyasetçiyi dinleme fırsatı bulmakta ve meydanların nabzını tutabilen, yani meydanları iyi okuyabilen liderleri, gerçekçilik, dürüstlük ve ilkeler çerçevesinde çok iyi tahlil edebilmekte ve buna göre siyasi tercihini yapabilmektedir. Bu itibarla, siyasi söylemlerde, bir siyasetçinin dedikodu düzeyinde bir başka lideri hedef alarak söylemine devam etmesi belki çok kısa bir süre taraftar seçmeni memnun edebilir ancak siyasi üslup, söylem ve propaganda hedeflerine pek fazla bir değer kazandırmayacağı bilinen bir gerçektir. Ülkemizin içinde bulunduğu durum göz önüne alınırsa, siyasi söylemlerin titizlikle belirlenmesi, meydanları dolduran kalabalıkların doğru ve ilkeli bir şekilde gerçeklerin ışığında yönlendirilmesi gerekmektedir. Bilhassa oy kaygısı gütmeden, Türk insanına doğruların uygun bir siyasi söylem bağlamında, kitleler arasında husumet yaratacak söylemlerden kaçınarak anlatılması her siyasetçinin birincil ve en öncelikli davranışı olmalıdır diye düşünüyoruz. Zira Türk siyasi hayatı içi boş, hiçbir anlam taşımayan ve sadece seçmeni, kalabalıkları etkilemek adına yapılan siyasi söylemlerle doludur. Yalan yanlış, yersiz ve de gerçeği yansıtmayan söylemlerle algıda seçici olamayan seçmen kandırılabilir, ancak Türk siyasi hayatında bu tür söylemlerin meydanı okumaktan uzak olup, yalnızca lideri/konuşmacıyı seçmenin gözünde farklı gösterebileceği unutulmamalıdır. 02 Mart 2014, Bişkek 23 Meydanların Dili: Siyasi Söylemler (3) Mahalli seçimler sona erdi, meydanlar boşaldı, söylenenler söylendi, sözler verildi ve sonuçlar herkes için tatminkâr olarak değerlendirildi. Siyasetin nabzı biraz olsun meydanları terk etti eski mekânına geri döndü ve iç siyasi çekişmeler, söylemler, demeçler ve sataşmalar miting meydanlarındaki kadar olmasa da devan ediyor diyebiliriz. Her siyasi lider meydanı gerektiği gibi okuyabildi mi bilinmez ama sonuçlara ilişkin gerekli yorumları yaptılar ve kamuoyunu her zamana olduğu gibi büyük ölçüde aydınlattılar. Acaba kamuoyu bu açıklamalardan yeteri kadar tatmin oldu mu dersiniz? Seçmenler miting meydanlarında yeterince bilgilendirildiler mi? Kısacası meydanlar gerektiği gibi okunabildi mi yoksa yine meydan mı okudular. Bana kalırsa bu kez de siyasi liderler gerek söylemleriyle ve sataşmalarıyla gerekse demeçleriyle miting alanlarını dolduran insanları ikna etmeye ve kendi açılarından doğruları başkalarını eleştirerek de olsa söylemeye çalıştılar. Bugün artık neredeyse tüm siyasi liderler miting meydanlarında neleri dillendirdiklerini, söylediklerini ve sözlü iletişim sınırlarını zorlayan tüm sataşmalarını unutmuş gözükmektedirler. Ancak meydanları dolduran kalabalıkların bu söylemleri unutmuş olduklarını söyleyemeyiz; çünkü kalabalıkların nabzını tutmak ve onlara duymak istediklerini söylemek meydanların karşı konulamaz dili gibidir. Kimi zaman kalabalıklar da liderin meydanları coşturmasını isterken sanki ona spor karşılaşmalarında tribünleri coşturan kişi görevini yüklemektedir. Elbette meydanların dili ve iletişim üslubu bir hayli farklıdır çünkü liderler kitlelerin nabzını tutmak siyasi doktrin ve görüşlerini aktarmak bir anlamda söz söyleme sanatını uygulamak; bazen lâfazanlık da olsa konuşmak zorundadır. Türk siyasi tarihinde geçmiş son kırk, elli yıldaki liderlere baktığımızda üslup ve söylemelerin birbirine benzerliği son derece şaşırtıcıdır. Bu gün bile meydanlardaki siyasi söylemlerdeki geleneksel anlayış devam etmekte yalnızca liderler değişmektedir. Yakından izlendiğinde siyasi söylemlerde her liderin kalabalıkları ikna etme yöntemi birbirlerine çok benzemektedir. Öyle ki kullanılan tüm yöntemler, dil, üslup, hitap şekli ve söylem tarzları birbirine çok yakındır. Siyasi söylemlerde en çok başvurulan yöntem tıpkı ürün reklamlarında olduğu gibi; mesela A deterjanı ve öteki deterjan örneğinde de görüleceği gibi her siyasi lider diğer lideri, görüşünü ve partisini onlar diyerek ötekileştirmekte kendi deterjanının daha iyi olduğunu ve iyi temizleyeceğini iddia etmektedir. Sonuç itibariyle özetleyecek olursak; siyasi söylemlerde ötekileştirmekten çok kendini anlatmak, aşağılamak, hakaret etmek yerine kendi özgün hasletlerini kitlelere anlatabilmektir. Daha da önemlisi kitleleri zoraki dinleyiciler olmaktan çıkarıp, gönüllü, isteyerek, söylemleri gerektiği gibi anlayan, ne istediğini bilen, bilinçli seçmenler olarak ötekileştirmeden ve toplumdaki sosyal farklılıkları hiçbir zaman ön plana çıkarmadan sade, yalın, kolay anlaşılabilir, hakaret ve aşağılama içermeyen ve toplumu, kitleleri ve meydanları gerektiği gibi okuyabilen söylemlerle gönülleri kazanabilmelidir. 20 Nisan 2014, Bişkek 24 Medialog (1) Değerli okuyucular belki bu başlık kimimiz için hiç bir şey ifade etmeyebilir ancak yazı serisi takip edilebildiği sürece bir anlam kazanacaktır. Medialog media/medya ve diyalog sözcüklerinin birleşiminden oluşan bir kelime ve uzun zamandır ele almayı, yazmayı düşündüğümüz bir konu hem de derinlemesine irdelenmesi gereken bir konu kanımızca. Günlük yaşamımızın her safhasında yer alır medya, yazılı veya sözlü ve öyle ki çoğu zaman algılarımızı, düşüncelerimizi, yaşam biçimimizi, kimliğimizi ve hatta kültürel birikimimizi de yönlendirmektedir. Medyanın her kademesinde elde edilen hâsıla ve çıktılar bize yön vermekte, bizleri kimi zaman olumlu kimi zaman olumsuz yönde etkilemektedir. Yazılı ve görsel medyanın ayrımını yapmadan önce genel anlamda medyanın insan, toplum ve sosyal yaşam üzerindeki etkilerine bir göz atmak gerekebilir. Bizler maalesef medyanın sunduğu her tür bilgiyi, iletiyi, haber ve yazıları düşünmeden ve medya organının büyüklüğüne de bağlı olarak doğru kabul etme ve hatta bu konuda yorumlar bile üretmeye teşebbüs edebilmekteyiz. Oysa görsel veya yazılı medyanın kendi iç dinamikleri doğru irdelenir ise görülecektir ki her yazı, resim veya bilgi haber şeklinde topluma sunulabilmekte ve kimi zaman bilhassa görsel medyada “az sonra” nidalarıyla servis edilmektedir. Medyanın zorunlu takipçileri olan toplum yani bizler algıda seçici olmak ve okuduğumuz, duyduğumuz her medya unsurunu mutlaka akıl süzgecinden geçirerek değerlendirmeliyiz; çünkü düşünmeden, üzerinde kafa yormadan duyduğumuz, okuduğumuz bir medya gerçeğini öyle ve doğru kabul etmek, kendimize yapabileceğimiz en büyük haksızlıktır. Medyalog ismini verdiğimiz bu yazı serimizde ilk olarak yazılı medya unsurlarının toplumumuz üzerindeki etkilerini ele alalım istiyoruz. Toplumumuzu olumlu ya da olumsuz yönde yönlendiren, şekillendiren ve algıda seçici olmamıza mani olan ve kısacası haber ve yazı değeri olmayan birçok yazılı medya malzemeleri her daim mevcuttur. Dilerseniz yazılı medya unsurlarının bizler üzerinde nasıl bir etki yarattığına bir bakalım. Mesela hiçbir haber değeri olmayan bir yazıyı okuduğumuzu varsayalım ve ilk tepkimiz algımızı kontrol etmeden onu doğru ya da yanlış kabul etmektir. Oysa bizlere sunulan her yazı veya haber doğru olmayıp, gerçek ve hakikati bildirmeyen içerikten oluşabilir. Peki, her yazıyı sorgulama ve doğruyu bulma şansımız var mı? Elbette hayır; ancak her okuduğumuz yazı haber veya makaleyi sorgulamadan doğru kabul etme eğilimiz, aslı astarı olup olmadığını bilmediğiz, sadece dedikodudan ibaret bir söylemi kabul etmekle eşdeğerdedir. Yazılı medyanın toplumlarda kamuoyu oluşturmak ve algıları yönlendirmek gibi bir işlevleri olduğunu asla unutmamak gerekir. Bizler için hiçbir haber ya da yazı değeri olmayan birçok unsur, eylem, olgu maalesef sanki çok önemli ve haber değeri varmış gibi sunulmaktadır. Bu itibarla, yazımızın bu bölümünde sonuç olarak, yazılı medyanın “Köpek adamı ısırdı!” yerine “Adam köpeği ısırdı!” mantığıyla bizlere sunmaya çalıştığı anlayışı çok iyi bilmeliyiz. Yazılı medyada okuduğumuz her bir yazının algılarımızı amaç dışı ve gerçeğe aykırı biçimde yönlendirmesine asla izin vermeden, sorgulama yaparak, okuduğumuz her bir yazıyı doğru kabul etmeden arkasındaki gerçek manayı keşfetmeye çalışarak okumalı ve ona göre değerlendirmeliyiz kanaatindeyiz. 04 Haziran 2014, Bişkek 25 Medialog (2) Gün geçmiyor ki görsel ve yazılı medyada çarpıcı bir haber ya da olay ile karşılaşmayalım. Nerdeyse her gün değişen gündem ve olaylar bize bazı gerçekleri görme ve takip edebilme imkânını sunmaktadır. Bilhassa görsel medyada - televizyon, gazete ve magazin içerikli dergilerde - gündem çok çabuk değişiyor. Bir gün önce topluma sunulan renkli haber ile ilgi çekmeye çalışan, hatta haberi daha da dikkat çekici hale getirmeye özen gösteren işgüzar ve söylediğine kendisi de inanmayan spikerlerle karşılaşmak her daim mümkündür. Bu tavır izleyicinin neyi nasıl algılaması gerektiğinden çok reyting (seyredilme oranını) artırma çabasından öte geçmemektedir. Bir haberin - yazılı veya görse medyada – reklamı yapılabilir mi? Maalesef en acı haberlerin bile reyting kaygısı nedeniyle çığırtkanlığı, yani reklamı yapılabilmektedir. Peki, bizler bu durumu nasıl algılamalıyız? Medyanın bize sunuş şekliyle mi yoksa kendi akıl süzgecimizden geçirerek, usumuza vurarak mı değerlendirmeliyiz? İşte asıl sorun burada yatmaktadır. Maalesef birçoğumuz sunulduğu şekliyle, dimağımızı yormadan söyleneni, gösterileni olduğu gibi kabul etme eğilimindeyiz. Sizlerle geçen gün bir televizyon kanalında izlediğim bir haberi paylaşmak istiyorum çünkü haberin önemi ve ehemmiyetinden çok, sunuş şekliyle kanımızca incelenmesi gerektiği inancını taşımaktayız. Haber şöyleydi: “Değerli seyirciler Şanlıurfa’da arazi anlaşmazlığı yüzünden iki aile birbirine girdi ve çıkan silahlı kavgada dört kişi hayatını kaybetti ve otuz iki kişide çeşitli yerlerinden yaralandı. Neyse ki kavga daha fazla büyümeden (!) güvenlik güçlerinin de araya girmesiyle önlenebildi.” İlk bakışta ne var bu haberde gayet güzel sunulmuş denilebilir. Eğer sunulanı olduğu gibi kabul eder, sadece duyduğumuzla yetinirsek elbette ki hiçbir sorun yok; ancak biraz yakından incelediğimizde hiçte öyle olmadığı ayan beyan görülecektir. Dilerseniz haberin metnini bir de bizim açımızdan ele alalım. Sunucu önündeki metni okuyor ve aslında neyi okuduğunu pek sorgulamıyor. Bu tıpkı bir siyasi liderin veya hatibin önüne konulan yazıyı veya notu sorgulamaya, usuna vurmaya fırsat bulmadan toplumla paylaşmasına benziyor. Sonuç daima istenmeyen noktalara gidebiliyor. Yukarıdaki cümlede edebi açıdan her şey normal ve hiçbir söylem hatası mevcut değildir. Ancak önemli bir mantık hatası yapılmıştır ve bu haberin içinde kaybolup gitmektedir. Burada bir ifadeye dikkatinizi çekmek isteriz: “...neyse ki kavga daha fazla büyümeden…önlenebildi.” Böyle bir haberde daha kaç kişi ölmeli veya yaralanmalı ki söz konusu silahlı kavga büyümeden önlenebilmiş olsun. Sevgili okuyucular bu haber metninde dört ölü ve otuz iki yaralı olayın yeterince önemli ve büyük olduğunu göstermeye yetmiyor mu dersiniz? Kaç insan hayatını kaybetmeli ve daha kaç kişi yaralanmalı ki bizler, yani medyanın zorunlu ve çaresiz takipçileri olayın yeterince vahim olduğunu ve önemli olduğunu kavrayabilelim. Yazılı ve görsel medyada buna benzer daha birçok mantık hatasıyla, sunum ve yorum farklılıklarıyla karşılaşmak son derece olağandır. Bilhassa ülkemizde maalesef dinleyiciye, okuyucuya ve televizyon izleyicisine pek önem verildiği söylenemez. Hemen her şey çıkar kaygısı ve reyting amacı üzerine inşa edilmekte, bizlerin algılarını diledikleri gibi yönlendirebilmekteler. Haber çığırtkanları ve güncel deyimiyle reyting canavarları evimizin en ücra köşesine kadar girmekteler ve bizlere istediklerini kendilerince sunabilmekteler. 12 Temmuz 2014, Bişkek 26 Medialog (3) Çoğumuzun beki de tek eğlence aracı televizyon çünkü ülkemizde girmediği ev, mekân yok gibidir. İsteyerek ya da istemeyerek televizyonun bize sunduklarını izliyor, medyanın nimetlerinden(!) yeterince faydalandığımızı düşünebiliriz. Belli konularda bazı programlar için bu doğru olabilir, ancak yedi yirmi dört tekrar tekrar aynı programların “alın seyredin işte daha ne istiyorsunuz” der gibi topluma sunulmasını hiç de doğru bulmuyoruz. Medya organlarında konuşmacılar bazı konuşma, diyalog ve söyleşilerde birçok hata yapmaktalar ve bizler bunu dil sürçmesi olarak algılamaktayız. Ancak görülüyor ki konuşma metinleri olsun ya da olmasın yine de sürçü lisan edilmekte. Maalesef medyada dilimize ne kadar önem verdiğimizi görmek o kadar zor olmasa gerek. Dikkatli izleyici ve okuyucular bunu hemen anlayabilirler, çünkü bazı diyalogları fark etmemek imkânsız gibidir. Bilhassa yarışma programlarında ve spikerlerin sunumlarında son derece büyük hatalar yapılmaktadır. İrticalen yapılan konuşmalarda bazı küçük hataların olması muhtemeldir ancak ne yazık ki promter (haber spikerleri ve bazı siyasetçilerin kullandığı yazıların kaydığı ekranlar) kullananlar bile birçok hataya imza atmaktalar. Şüphesiz hepimiz zaman zaman düşünmeden konuşurken sözcük ve kullanım hataları yapmaktayız hatta neyi kast ettiğimizi bile tam olarak anlatamamaktayız. Bu bağlamda Hz. Ali (r.a.) “Düşünmeden konuşmanın cezası, konuştuktan sonra düşünmeye mahkûm olmaktır” buyurmuştur. Dilerseniz bu yazımızda da medyadan bazı örneklerle neleri ifade etmeye çalıştığımızı biraz pekiştirelim. Bir TV kanalında sunucu bir yarışma programı sunuyor ve yarışmacıların heyecanını yatıştırmak ve programı biraz daha uzatmak için onlarla sohbet ediyor. Bir yarışmacıyla aralarında şöyle bir diyalog geçiyor; Sunucu “Kaç çocuğunuz var?” diye soruyor, yarışmacıda “İki kızım var” diye cevap veriyor. Sunucu “Benimde iki kızım var ve üçüncüsü oğlan ama o biraz hırt (!)” diyor. Yarışmacı bayan son noktayı koyuyor ve şu cevabı veriyor: “Size çekmiş herhalde(!)” sunucu bir süre sessiz kalıyor ve salonda buz gibi bir hava esiyor. Aslında her iki konuşmacı da düşünmeden konuşmanın cezasını çekmekteler ve sonradan epey düşünmek zorunda kalacağa benziyorlar. Bir diğer örneğimiz yine neden bu yazı serisine “medialog” adını verdiğimizi destekler nitelikte. Yine bir TV kanalında sunucu kahvaltı haberlerini sunuyor bir olayı anlatmak için “…az önce canlı kamera görüntüleriyle izledim…” Bu cümleden neyi anlamamız isteniyor doğrusu biraz düşünmek gerekir. Kamera görüntülerinin canlı olmayanı da mı var diye düşünüyor ya da ne denilmek isteniyor anlamaya çalışıyoruz. Görsel ve yazılı medyada bu ve buna benzer birçok örnekle karşılaşmak maalesef her zaman mümkündür. Ancak burada önemli olan dilimize ne kadar itina gösterdiğimizdir. Bilhassa medyada dil kullanımı çok büyük önem taşımaktadır çünkü medya toplumu yönlendirmede ve algı yaratmada büyük rol oynamaktadır. Bizler de söylenenleri iyi irdelemek, neyi dinlediğimizi bilmek ve hiç değilse dinlediklerimizi algılama konusunda özgür irademizle karar verebilmeliyiz. Daha önceki yazılarımızda da değindiğimiz gibi görsel ve yazılı medyada bizlere sunulan her tür bilgi ve programı sorgulamadan genel kabuller doğrultusunda değerlendirmek oldukça yanlıştır. Bu itibarla, toplumu yönlendiren medyanın tüm unsurlarını dikkatle takip etmek ve her sunulanı doğru kabul etmek, sorgulamadan, irdelemeden değerlendirmek doğru olamaz kanaatindeyiz. Kısaca adına medialog dediğimiz bu unsurun dikkatle ele alınması elzemdir. Toplumumuzu gereksiz bilgi ve yersiz programlarla meşgul etmesini zorunlu takipçiler/izleyiciler/okuyucular olarak bizler sağduyumuzu kullanarak bir nebze olsun azaltabiliriz diye düşünüyoruz. 10.08.2014, İstanbul 27 Medialog (4) Yazılı veya görsel medya araçları ile toplumları yönlendirmek ve hemen her konuda belirli bir bilinç ve toplumsal algı oluşturmak günümüz dünyasında oldukça kolay gözükmektedir. Toplum mühendisleri ve toplumu yönlendiren diğer unsurlar bu sayede ülkelerin gündemlerini çok kolay değiştirebilmekteler ve böylelikle bireylerin algıda seçici davranmalarına fırsat vermeden algılarını kolayca, istedikleri gibi yönetebilmekteler. Bu itibarla, görsel ve yazılı medyada bize sunulanlarla yetinmekte ve çoğu zaman sorgulamaya gerek duymadan olduğu gibi kabul edebilmekteyiz çünkü gündemler o kadar hızlı değişiyor ki biri diğerini hemen unutturabiliyor. Hatırlanacağı gibi bu konuda bir süredir devam eden yazılarımızda medyanın bireyler ve toplum üzerindeki etkilerine değinmiştik. Maalesef çoğu zaman bu etkiler olumsuz sonuçlar doğurmakta ve toplum bilinci yanlış, taraflı, istenildiği gibi ve amaçlı yönlendirilmektedir. Dolayısıyla toplumda oluşturulan algı ve bilinç çoğu zaman toplumunu özgür iradesi ile ortaya koyabildiği davranış ve düşünceleri yansıtmamaktadır. Son zamanlarda medialog her zaman olduğu gibi yine iş başında ve topluma kendince önemli gördüğü ancak toplum için ikinci derecede önemli olabilecek haber, bilgi ve programları sunmaktadır. Yani bizler bize sunulanları ve aktarılanları medialoğun gözü ve önemlilik sırasına göre algılamakta ve değer biçmekteyiz çünkü bize bunlar daha elzem ve önemli diye sunulmaktadır. Yıllar önce büyükçe bir gazetemizde ve toplumun her kesiminde okunan, resimleri bol bu gazetemizde ilk sayfada farklı iki haber yayınlanmıştı. Bir tarafta küçük puntolarla ve bir köşeye sıkıştırılmış on üç askerimizin şehit edildiği haberi, yan tarafta sanatçının(!) dev bir resmi ve nerede ne yapacağını/yaptığını anlatan iki sütuna yayılmış haberi. Görüldüğü gibi medialog iş başında ve onun için haberin algı değeri değil topluma sunuluş amacı önemli; bu demek oluyor ki bu toplum şehit askerlerin haberinden çok o malum bayan sanatçının haberiyle daha çok ilgilenir denilmek istenmektedir. Bunun üzerine fazla yorum yapmaya gerek var mı bilmiyoruz. Bize sunulanları, yazılı veya görsel olsun, her zaman bilinçli şekilde sorgulamalı, olduğu gibi kabul etmemeliyiz ve gerekirse insani tepkilerimizi de ortaya koymak gereğini duyabiliriz. Algılarımızın köreltilmesine ve toplumun bilinçli bir şekilde manipüle edilerek yanlış yönlendirilmesine ses çıkarmamak olmaz diye düşünüyoruz. Bu güne kadar bu tür yazı dizimizde görsel ve yazılı medyada bazı konuları ele aldık ve değerlendirmeye çalıştık. Toplumumuzda kullanımı çılgınlık derecesine varan facebook, twitter ve benzeri sosyal medya unsurlarına hiç değinmedik. Aslında toplum üzerinde etkileri açısından değerlendirilmesi gereken ve medialoğun ilgi sahasına giren bir başka konuyu da ele almamız uygun olacaktır diye düşünüyoruz. Çoğumuzun sosyal medya diye bildiği ve internetin bizlere bir nimeti olarak sunulan bu unsurların çok iyi bir şekilde değerlendirilmesi, artı ve eksi yönleriyle medya, toplum ve sosyal yaşam açısından itina ile irdelenmesinin doğru olacağı kanaatindeyiz. Sosyal medya neredeyse dünyanın tüm ülkelerinde çığ gibi büyüyor ve artık kâğıt kalemler tamamen unutuldu diyebiliriz. Tüm bunların tamamı sosyal medyada yazılan, çizilen ve hazırlananların tamamı iletişim amaçlı yapılıyor ve insanlar teknolojinin tüm imkânlarını kullanarak birbirleriyle görsel ve yazılı iletişim kurmaktalar, hasret gidermekteler ve her türlü duygu ve düşüncelerini paylaşmaktalar. Bu konuyu, birkaç yazı dizimizde medialog, sosyal medya, kişiler arası iletişim, toplumsal ve sosyal etkileri ile çağdaş dünyadaki yansımaları açısında geniş anlamda ele almaya çalışacağız. 27.08.2014, İstanbul 28 Sosyal Medya ve İletişim -1 Sosyal medyanın kullanımı günümüzde neredeyse çılgınlık derecesine ulaştı. Öyle ki bugün herhangi bir sosyal medya ağını kullanmayan hiç kimse yok gibi. Bu çılgınlığın boyutu sadece bir sosyal medya unsurunu kullanmakla sınırlı olmayıp, bunun birde kişisel, ailevi, toplumsal ve ahlaki boyutu var. Hemen her yıl yeni bir sosyal medya ağı veya kullanım kolaylığı ortaya çıkıyor ve hepimiz bu yenilikleri hesaplarımızda kullanmaya başlıyoruz. Bilgisayar, internet ve sosyal medya ağları gerektiği gibi kullanıldığında son derece yararlı ve bilgiye erişim, uygulama ve değerlendirme kolaylığı sunmaktadır. Yani kısacası her şey bir “tık” mesafesinde. Ancak her şeye “tıklamak” bazen son derece üzücü, kahredici, yaralayıcı ve altından kalkılamaz sonuçlar doğurabilir. İşte bu itibarla sosyal medyanın ve sosyal paylaşım ağlarının iletişim açısından önemini, kolaylığını, bireye ve topluma neler kazandırıp, neleri kaybettirdiğini ele alacağız. Sosyal medyada iletişim kurmak ve iletişim kurduğumuz insanları özenle seçmek son derece önemlidir diye düşünüyoruz. Kimi zaman bunu kontrol edebilmek mümkün olmamakta ve istenmeye sonuçlara yol açabilmektedir. Sosyal paylaşım siteleri aracılığıyla kurulan iletişim biçimi ortak belli kurallara bağlı olduğu için çoğu zaman iletişim kuran kişi veya kişilerin kontrolünden çıkabilmektedir. Örneğin sosyal iletişim yani paylaşım ağlarında kimi zaman kişisel bilgilerimizi de içeren yazı, belge ve resimleri de yayınlamakta ve paylaşmaktayız. İlk bakışta bunun son derece zararsız olduğunu düşünebiliriz, ancak unutulmamalı ki birçok kişisel ilişki, dostluk, arkadaşlık vb. gibi sosyal ilişkiler zarar görebilmekte hatta istenmeyen sonuçlarla son bulmaktadır. Sosyal medya ve paylaşım ağlarındaki masum ve iyi niyetli iletişim girişimleri her zaman istenilen sonucu vermemektedir, çünkü birçok bilgi ve resim vb. unsur paylaşılmış bu kanalla iletişim kurulmuştur, artık geriye dönüş neredeyse imkânsızdır. Burada kast edilen husus iyi niyetli iletişim girişimleri değil, bilgi ve belgenin nasıl ve ne amaçlarla kullanılabileceğidir. Sosyal medya ve paylaşım ağları aracılığıyla temel düzeyde birçok kişi hakkında belli bir kanaat oluşturacak bilgiye ulaşmak mümkündür. Bu bilgilerin nasıl ve ne amaçla kullanılabileceği, kişiler arasındaki dostluk, arkadaşlık bağlarını, dostlukların ve hatta ikili ilişkileri nasıl olumlu ya da olumsuz etkileyebileceği son derece aşikârdır. Sosyal paylaşım ağları yoluyla gizli ya da açık yeni dostluklar kurmak, önceden hiç tanımadığımız yeni kişileri bir “tık” ile tanımak hatta istemeden sizin iletişim kanallarınıza ortak olduklarını görmek hep mümkündür. Burada en önemli unsur, eğer bilgisayar ve sosyal paylaşım ağların kullanımı çok iyi bilinmiyor ise farkında olmada birçok bilgi, resim, diyalog ve konuşmalar istenmeyen şekilde başkalarıyla paylaşılabilir olumsuz sonuçlara neden olabilir. Bu itibarla, sosyal paylaşım ağlarındaki iletişim kurma çabaları her zaman olumlu sonuç vermeyebilir ve bu ağlar üzerinden paylaşılan her bilgi ve iletişim mesajları, konuşmalar ne kadar masum ve iyi niyetli olsa da bazen zararlı olabilir diye düşünüyoruz. Sosyal paylaşım siteleri ve ağlar yani internet bugün artık hayatımızın ayrılmaz bir parçası haline geldi ve yediden yetmişe her birey şu ya da bu şekilde bu ağları kullanıyor, hatta kişiler kendi aralarında “feyste rastladım”, “feyste görüşürüz” gibi ifadeleri sıkça kullanmaktalar. Sonuç olarak, her ne kadar sosyal paylaşım ağları masum görünseler de, kullanım amaçları ve kullanıcıların niyetleri son derece önemlidir ve arkadaş, dost, anne baba, çocuklar arasındaki ilişkilere, hatta çiftlerin birbirlerine olan güvenini kaybetme konusunda telafisi mümkün olmayan biçimde sonuçlara yol açabilir. 26.10.2014, Bişkek 29 Sosyal Medya ve İletişim (2) Bugün yediden yetmişe herkesin elinde bir telefon, hatta çoğu akıllı ancak ne kadar akıllı olduğu tartışılan bir telefon var. Birçok sosyal paylaşım ağına bu telefonlar vasıtasıyla hemen her ortamda kolayca erişim sağlanabilmekte ve istenilen tarzda iletişim kurulabilmektedir. Ne var ki tüm bu iletişim çabaları ve uğraşları zamanı öldürmek ve boşa geçirmekten başka bir amaç taşımamaktadır çoğu zaman. Bu alışkanlık öylesine bir hal aldı ki neredeyse sosyal yaşamımızın her aşamasında hatta yatağımızın başucunda bile devam etmektedir. Birçok televizyon programında bu konular ele alınmakta, bu tür bir yaşam biçiminin neleri götürüp, neleri kazandırdığı tartışıla gelmekte. Ancak maalesef kişiye özgün bir çözüm üretilememektedir. Çoğu zaman sosyal paylaşım ağlarının kullanımı adeta bir alışkanlık yaratmakta ve kişiler bunun farkında olmadan saatlerce zamanı boşa harcamaktadır. Peki, bu tür sosyal paylaşım sitelerinin kullanımı dünyada çılgınlık derecesinde gün geçtikçe artarken, hiç mi faydasında söz edilemez. Daha önceki yazımızda da değindiğimiz gibi elbette gerçek amacı doğrultusunda kullanıldığında son derece yararlı olabilir ve hatta kişilerin hayatını da kolaylaştırabilir. Bilhassa ergenlik çağındaki gençlerin kitap okumak, bilgiyi araştırmak, sorgulamak ve sonucunu çaba sarf ederek elde etmek yerine, kolaycılığa kaçarak bir “tık” marifetiyle internet ve sosyal paylaşım ağlarından, doğruluğu kanıtlanmamış ve de ne amaçla yazıldığı belli olmayan yalan yanlış bilgiye ulaşarak bunu bir marifetmiş gibi göstermeleri bir hayli düşündürücüdür. Gençlerin birçoğu, bilhassa üniversite çağındaki gençler, nedense hiçbir çaba sarf etmeden internet ve benzeri araçlar vasıtasıyla bilgiye ulaştıklarında ve bunu sosyal medya aracılığıyla paylaştıklarında bunu bir meziyetmiş gibi göstermeleri de bir o kadar manidardır. Elbette ki sosyal paylaşım ağları doğru amaçlar için kullanıldığında son derece yararlı sonuçlarda doğurabilir. Örneğin sosyal paylaşım ağları üzerinden kitleler kolayca iletişim kurabilir ve hatta belli konularda ortak bir kamuoyu bile oluşturulabilir. Toplum da bireylerde yönlendirilebilir ve hızlı iletişim sağlanarak, son dönemde bazı örneklerde de görüldüğü gibi, ortak bilinç oluşturulabilmektedir. Sosyal paylaşım ağlarının kullanımında tüm sorumluluk daima bireyin kendisindedir ve sonucuna da kendisi katlanmak zorundadır. Sosyal paylaşım sitelerinde, zamanı yararlı kullanmak adına yapılan tüm yazışmalar, diyaloglar, yüklemeler ve her türlü görüntülü görüntüsüz mesajlaşmalar ve paylaşımlar doğru amaçlar için kullanıldığında son derece yararlıdır. Ancak yine de unutmamak gerekir ki; tüm paylaşımların bir başkası veya başkaları tarafından belki de kötü amaçlar için kullanılabileceği asla unutulmamalıdır. Birçoğumuz itiraf etmesek de interneti ve dolayısıyla sosyal paylaşım ağlarını en azından merak ettiğimiz için en az birkaç kez kullanmışızdır. İnternetin hayatımızı çılgınca kuşattığı bu çağda bundan uzak kalabilmemiz asla mümkün gözükmemektedir. Bu gün artık internet için bilgisayara gerek bile yoktur çünkü akıllı (!) telefonlar vasıtasıyla bunu kolayca yapabilmekteyiz. Bankacılık işlemlerimizi, bilgiyi paylaşmamızı, sevdiklerimizle, dost ve akrabalarımızla iletişim kurmayı hep bu yolla yapmaktayız. Birçoğu da ücretsiz ve kolayca kullanılabilmektedir. Peki, bunu kim denetliyor ve bilgilerimizi farkında olmadan ve de istemeden kiminle paylaşıyoruz dersiniz? Sözün kısası, sosyal paylaşım siteleri, akıllı telefon ve internet kullanımı gerekli, dikkatli ve özenle kullanıldığında sorun yoktur. Ancak aile için iletişim, eşler arasındaki muhabbeti velhasıl en önemlisi insan insana hasbıhal etmeyi, konuşarak anlaşmayı, ikonlar göndermek yerine içinden gelerek sevdiklerimize sevdiğimizi göstermeyi ve söylemeyi engellemediği sürece ve önce kendimize sonrada karşımızdakilere dürüst davrandığımız müddetçe hiçbir zararı olmayacağını düşünmekteyiz. 05.12.2014, Bişkek 30 Sosyal Medya ve İletişim (3) Sosyal medya ve iletişim konusunda ki yazılarımızın üçüncü ve son bölümünde daha çok “Sosyal medya ile iletişim nasıl olmalı ve yaşamımızı daha nasıl kaliteli hale getirebiliriz?” sorusuna cevap bulmaya çalışacağız. Sosyal medyanın tüm ağları ve unsurları hayatımızın neredeyse tam odak noktasında ve günün her saatinde işte veya evde, kafede, yolda, metrobüste, okulda velhasıl her yerde bizimle. Bilhassa büyük şehirlerde ve kalabalık yerlerde kulağında telefon yürüyen insanlar, bir bankta yan yana oturmuş ve dakikalarca belki de saatlerce birbirleriyle tek kelime konuşmayan ve sadece iletişim araçları ile sosyal paylaşım ağlarında gezinen, teknik tabiri ile sörf yapan kişileri görmek her daim olasıdır. Önce hayatımıza televizyon girdi ve o sayede dünyayı daha iyi tanımaya başladık. Bugün ise hayatımıza girmeyen hiçbir sosyal medya unsuru neredeyse yok gibidir. Tabi ki çağın ve teknolojinin gelişimine ayak uydurmak ve gelişmiş toplumlardan aldığımız veya bu gün artık kendimizin ürettiği teknolojiyi kullanmak kaçınılmazdır. Ancak bir kez daha vurgulamak gerekirse, doğru ve yerinde kullanımın ve de insan insana iletişimin önünde aşılamaz bir engel ve vazgeçilemez bir unsur olmadığı sürece hiçbir mahsur görmüyoruz. Her ay kaleme aldığımız yazımızı elbette sosyal medya unsurlarını kullanarak binlerce kilometre öteden sizlere ulaştırıyoruz. Hayatımıza giren her sosyal medya unsuru bizden sevdiklerimizle, ailemizle ve dostlarımızla geçirebileceğimiz değerli ve kaliteli zamanı çalmamalı diye düşünüyoruz. Belki de kimi okuyucularımız, sosyal medya ve iletişim bağlamında, sosyal medya unsurlarına getirdiğimiz bu eleştirel yaklaşıma karşı çıkıyor olabilirler. Doğrusu haksız sayılmazlar çünkü hemen her birimiz bir sosyal paylaşım ağını veya soysal medya unsurunu kullanıyoruz. O halde hiç mi kullanmayalım? Elbette böyle bir yaklaşımımız olamaz, zira bu çağın gerçeklerini inkâr etmek olur. Sosyal paylaşım ağları vasıtasıyla birbirimizle kolay iletişim kurabiliyor, bilgi ve haberleri paylaşabiliyor, en küçük bir gelişmeden bile hemen anında haberdar olabiliyoruz. Oysa bizim yaşımızda olanlar gayet iyi hatırlayacaklar ki çoğu zaman varacağımız yere eğer mektup göndermiş isek bizler mektuptan önce varırdık. Şimdi ise bulunduğunuz her konumu ve gelişmeyi anında sosyal paylaşım siteleri aracılığıyla “şuradayım, buradayım, şunu yapıyoruz, şimdi hareket ediyoruz” ve benzeri birçok şekilde paylaşabiliyoruz. Özetle değerli dostlar; adı her ne olursa olsun sosyal paylaşım ağları ve de kullandığımız elektronik iletişim araç ve yöntemleri, hayatımıza renk katmak, dostlarımızla iletişime geçmek, onlarla yeniden görüşebilmek ve yazışabilmek için son derece önemli olabilir. Elbette tüm bu unsurlar ahlaka, edebe, dürüstlük ilkesine bağlı ve saygı sınırlarını aşmadığı, en önemlisi milli, manevi değerlerimize aykırı unsurlar taşımadığı sürece oldukça yararlıdır diye düşünüyoruz. Burada zikretmemiz gereken bir başka unsur ise tüm bu sosyal medya ağlarının ve iletişim unsurlarının ne denli sıklıkla kullanılmasıdır. Sınıfta öğrenci, toplantıda dinleyen, karşınızda sizi dinlediğini düşündüğünüz herhangi bir arkadaşınız veya kızınız, oğlunuz, eşiniz, dostunuz parmaklarıyla bir sosyal paylaşım ağı ya da iletişim kanalı vasıtasıyla mesaj yazıyor olabilir. Eskiden on parmak daktilo yazabilmek bir iş başvurusunda birinci koşul iken, maalesef telefon tuşlarını iki parmağımızla kullansak da, parmak sayısını azaltmış dahi olsak, bu bizim yazışarak iletişin kurmamızı sağlar, ancak bir iş başvurusunda hiçbir şey ifade etmediği gibi kimi zaman dezavantaj bile olabilmektedir. Sonuç olarak sosyal paylaşım siteleri ve iletişim ağları kötü amaçlar doğrultusunda da kullanılabilmektedir. Günümüzde neredeyse mahremiyetin ve kişisel sırların hiçbir öneminin de kalmadığını düşünürsek, sosyal paylaşım ağlarını kullanmakta ve hatta en mahrem bilgi ve düşünceleri de paylaşmakta hiçbir mahsur görmeyen birçok kişiye de rastlamak mümkündür. Oysa asıl amacımız teknolojiyi gerektiği gibi kişisel kolaylıklarımız, gelişmemiz ve daha hızlı iletişim kurabilmek ve paylaşımda bulunabilmek doğrultusunda kullanmak olmalıdır diye düşünüyoruz. Kendimizi telefonların küçücük ekranlarına veya bilgisayar klavyesine uzun süre amaçsız bir şekilde mahkûm etmek yerine, zamanımızı çok daha güzel ve faydalı bir şekilde geçirebiliriz diye umut ediyoruz. 28.12.2014, Bişkek 31