NEO-KLASİK TEORİDEN, NEO-MERKANTİLİST

advertisement
NEO-KLASİK TEORİDEN, NEO-MERKANTİLİST SİSTEME; KÜRESEL EKONOMİK
KRİZ ÇERÇEVESİNDE BİR DEĞERLENDİRME
Selda Atik 1
Neo-klasik ekonomiyi koşulsuz savunan ve serbest piyasa ekonomisi kurallarını bu teori
üzerine kuran batı ekonomileri, karşılaştıkları her zorlukta, Merkantilist sistemin ardına
sığınmaktadırlar. Son yıllarda yaşanan ve batı ekonomilerinin en güçlülerinin bile
zorlanmalarına sebep olan küresel finans krizi (büyük bunalım) sonrası aranan çıkış yolları da
neo-merkantilist çözümler olarak tanımlanabilir.
J. Stiglitz’in de belirttiği gibi; ABD ve batı dünyası, kriz sonrası yapılan müdahalelerle
küresel ekonomiyi rahatlatmaktan çok, korumacı önlemlerle kendi yurttaşlarını rahatlatmaya
yönelik programlara uygulamışlardır.
Çalışmada; küresel finans krizi boyunca yaşanan süreçte alınan önlemlerle, neo-merkantilist
sisteme geçiş sorgulanarak neo-klasik teorinin hangi aşamalarda yetersiz kaldığı konusunda
sonuçlara ulaşılmaya çalışılmıştır.
FROM NEO-CLASSİC THEORY TO NEO-MERCANTILIST SYSTEM; AN
EVALUATION WITHIN THE FRAMEWORK OF THE GLOBAL ECONOMIC CRISIS
Altough the western economies which unconditionally defending yhe neo-classical economic
theory and based upon the rules of free market economy on this theory, esorting to
mercantilist system, faced by any problem. In recent years, the global financial crisis causing
difficult situations in most powerful western economies. Sought solutions to post-crisis can be
seen as neo-mercantilist practices.
According to J. E. Stiglitz; post crisis interventions such as protectionist measures made by
the US and the western world have been to rescue its own citizens instead of saving the global
economy.
This study contact the causes of neo-mercantilist measures to be queried by western
economies during the global financial crisis and conclusions about the inadequancies of the
neo-classical theory in practice be pursued.
Anahtar kelimeler; Neo-klasik teori, Neo-merkantilizm, Küresel ekonomik kriz
Keywords; Neo-classic theory, Neo-mercantilism, Global economic crisis
Jel codes: B4, P1, P5
Dr. Başkent Üniversitesi
İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi
İktisat Bölümü.
1
e-mail: selda@baskent.edu.tr
1
Giriş
Merkantilist sistem 15-18.yy batı dünyasında hüküm sürmüş hakim ekonomik sistemdir.
“Ulusal servet” hedefi ile yola çıkan Merkantilist düşünce’nin üç temel faktöre dayalı
olduğunu söylemek mümkündür: Birincisi; milli ve güçlü devlet ilkesi. İkincisi; kıymetli
madenler ve ulusal güç arasındaki pozitif bağlantı ve kazanma tutkusu. Üçüncüsü; dış
ticaretin gerekliliğidir.
Öte yandan,
milli ve güçlü devlet ilkesinin gereklerinden biri, kuvvetli bir ordu ve
donanmaya sahip olmak, güçlü bir ticaret filosuyla diğer devletlere üstünlük sağlayabilmekti.
Ancak Smith’e göre altın ve gümüş bir ulusun dış mücadelede ordu ve donanmasını güçlü
kılmakta yeterli değildi. (Smith, 1981: 440) . Klasiklerin, Merkantilist’lere olan eleştirilerinin
temelini oluşturan bu ilk ve önemli eleştiri ekonomi politikası çerçevesinde liberal düşünceyle
özdeşleşen bir devrim niteliği taşımaktadır. Ancak, klasik iktisatın başlangıçtaki bu iyi niyetli
bölüşüm ve emek merkezli üretim teorisi yaklaşımını, günümüz neoklasik sistemi adına
düşünmek ne yazık ki mümkün değildir.
Günümüz gelişmiş ülkelerinin neredeyse tamamı, kendi sanayilerini geliştirmek için gümrük
vergileri ve sübvansiyonlar kullanmışlardır. Bunlardan Britanya ve ABD, geçmişte en atılgan
biçimde koruma ve sübvansiyon sağlayan ülkelerdendir. List’e göre; 18. Ve 19.yy da bebek
sanayi koruması sanatında mükemmelliğe ulaşan ilk ülke Britanya’dır. Hatta bebek sanayi
argümanı ile ikna olmamış birinin önce Britanya sanayinin tarihi üzerine çalışması gerektiğini
söyler (List; 1841[1985]: 39) Britanya, daha sonra kendisinden daha az gelişmiş olan Almanya ve
ABD’ye serbest ticareti öğütleyerek, zirveye tırmandığı merdiveni tekmelemiştir. Benzer biçimde
ABD de iç savaş ile ikinci dünya savaşı arasında dünyanın en sıkı korunan ekonomisi olmuştur.
Abraham Lincoln iyi bilinen bir korumacıdır. Britanya’yı örnek alan ABD zirveye korumacılık ve
sübvansiyonlarla tırmandıktan yaklaşık 100 yıl sonra az gelişmiş ülkelere serbest ticareti önererek
“merdiveni tekmeleme” sürecine girmiştir.
Ancak aynı ABD 1980’lerde, geçmiş uygulamaları hızla unutarak, IMF, Dünya Bankası ve ABD
hazinesi arasında imzalanan “Washington Uzlaşması” ile serbest piyasa uygulamalarına geri
dönmüştür. (Acar; 2008:161) . Söz konusu uygulamaların gelişmelerinin başında olan ülkeler için
uygun olmadığı konusunda gelen eleştirilerin yanı sıra,
önerilen “laissez faire” (liberal)
politikalara en başta ABD olmak üzere batı dünyası uymamaktadır.
Çalışmada, Günümüz hakim iktisat teorisi neo-klasik sistemin yetersizliklerine değinerek, neoklasik sistem içindeki merkantil metodoloji ele alınacak ve 2008 ekonomik krizi (büyük bunalım)
2
döneminde başvurulan neo-merkantilist uygulamalara dair örnekler verilerek, batı ekonomilerinin
bu eski “servet ve ulusal güç” politikasından aslında hiç vazgeçmedikleri ve ekonomik
konjonktürün dip yaptığı her dönemde
benzer uygulamalara dönüş yaptıkları konusundaki
argümanlar ele alınarak sonuçlara ulaşılmaya çalışılacaktır.
1. Merkantilist Düşüncenin Bileşenleri ve Klasiklerden Eleştiriler:
Merkantilist düşünce ortaçağ (15-18. Yy) ulusal devletlerinin, refah ve zenginliğini altın ve
gümüş mevcudu ile aynı düzeyde gören, refahın artırılabilmesi için de devletlerin, ülkelere
tatminkar bir dış ticaret bilançosu sağlayabilecek (ihracatın teşviki, ithal ikameci önlemler
gibi) politikalar uygulamasının kaçınılmaz olduğunu ileri süren bir iktisadi düşünce biçimidir.
Bu çerçevede Merkantilist düşünce’nin üç temel faktöre dayalı olduğunu söylemek
mümkündür: Birincisi; milli ve güçlü devlet ilkesi. İkincisi; kıymetli madenler ve ulusal güç
arasındaki pozitif bağlantı ve kazanma tutkusu. Üçüncüsü; dış ticaretin gerekliliğidir. Bu üç
bileşen arasındaki bağlantının temelde aynı ilkeye dayalı olduğunu söylemek mümkündür:
Ülkenin değerli maden kaynakları yoksa, zenginliğe giden yol “tatminkar bir dış ticaret
bilançosu”ndan, başka bir deyişle dış ticaret fazlasından geçmeliydi. (Gomes, 1987: 39)
Klasik iktisatçıların eleştirilerini Merkantilizmin yukarıdaki temel görüşleri çerçevesinde
toplamak gerekirse; milli ve güçlü devlet ilkesinin gereklerinden biri, kuvvetli bir ordu ve
donanmaya sahip olmak, güçlü bir ticaret filosuyla diğer devletlere üstünlük sağlayabilmekti
(Tekelioğlu, 1993: 18) Ancak Smith’e göre altın ve gümüş bir ulusun dış mücadelede ordu ve
donanmasını güçlü kılmakta yeterli değildir. (Smith, 1981: 440) Militarist güç aynı zamanda
tüketilebilir mallarla da desteklenmelidir. Adam Smith’in bu görüşü aslında klasik iktisatın
“arz ağırlıklı” yapısını ve yurtiçi sanayinin gelişmesi konusuna verdiği önemi de ortaya
çıkarmaktadır. Askeri projelerin güçlü olabileceği ekonomik sistemin, korumacılıkla değil,
serbest ticaretle mümkün olabileceğini söyleyen Smith, ulusların zenginliğinin temel prensibi
olarak; merkantilistlerinin değerli maden birikimi savına karşılık üretim ağırlıklı ekonominin
önemini vurgulamıştır.
“Merkantil Sistem” kavramı Smith’in kapitalizmin 16. Yüzyılla 18. Yüzyıl arasındaki ilk
döneminde hakim olan sermaye birikim modeline verdiği isimdir. Bu sistem, karın kaynağını
üretimde değil, ticarette gören geleneksel anlayış doğrultusunda zenginliğin sadece dış
ticaretten elde edilecek fazla ile sağlanabileceğini öngörmekte, bu çerçevede dış ticaret
üzerinde tekeller oluşturarak, yeni oluşmaya başlayan ulusal devletlerin hazinesini zenginliğin
3
temel ölçütü sayılan değerli madenlerle doldurmaya odaklanmaktadır. Ancak, Smith’ e göre;
üretimin tek amacı ve hedefi tüketim olmalıdır. Bu doğrultuda Merkantilist sistemin piyasayı
baskı altına alan yapısını da eleştirerek, sistemin tüketici çıkarlarını, üretici çıkarlarına feda
ettiğini ifade etmiştir. (Smith, 1937: 438) Eleştirinin sebebi; Merkantilist sistemin tekelci
yapısıdır. Tüccarlar ve manifaktür patronlarının sistemlerini sürdürmek için devleti baskı
altına alması ve çıkarlarına uygun yasalar çıkarılmasını sağlamaları, hile ve gözdağı ile
yönlendirilen ekonomi politikalarının oluşumuna ve tekelleşmelere yol açmıştır. Rekabetin
önlenmesi ve üretimin baskı altına alınması ile doğal olmayan ve piyasa dinamiklerine göre
oluşmayan fiyat ve karlar üretim ve tüketim arasındaki etkin ve doğrusal ilişkiyi
engellemektedir. Hatta pazar üzerindeki bu kısıtlamalar bireylerin emeklerini kendi
belirledikleri alanlara yönlendirmelerini engelleyerek üretim ve tüketim arasındaki ilişkiyi
tersine çevirecektir. (Smith, 1937:460) Smith’in üretimi ikinci plana atan merkantilist
düşünceye yaptığı eleştiriler aslında günümüz ekonomik sistemine de göndermeler
içermektedir. Liberal düşünceyle özdeşleşen, klasik iktisatın başlangıçtaki bu iyi niyetli
bölüşüm ve emek merkezli üretim teorisi yaklaşımını, günümüz neoklasik sistemi adına
düşünmek ne yazık ki mümkün değildir.
Klasiklerden David Hume ise; dış ticaret dengesinin sürekli fazla vermesini savunan
merkantilist düşünceye madeni para akım mekanizması ( price specie flow mechanism) ile
karşı çıkmaktadır. Mekanizmaya göre; ülke içinde durmadan çoğalan değerli madenler, ulusal
fiyatları yukarı doğru çekerek, ihracatın kısıtlanması ve ithalatın genişlemesini sağlar ve bir
süre sonra ülkeden değerli maden çıkışı başlar. Tam tersi durumda yani değerli madenlerin
ülkeden çıkması ile birlikte bu kez para arzı azalacağı için, ulusal fiyatlar düşecek ve dış
ticaret dengesi tersine dönecektir. Klasiklerin ünlü “laissez faire” ilkesine göre işleyen
mekanizma sürekli fazla veren dış ticaret dengesinin hem mümkün olmayacağını hem de ülke
ekonomisine zarar verebileceğini açıklamaktadır.
Merkantilist sisteme, klasiklerin üçüncü büyük eleştirisi David Ricardo’dan gelmiştir.
Ricardo’nun “karşılaştırmalı üstünlükler teorisi” merkantilistlerin savunduğu korumacı dış
ticaret sistemiyle çelişmekte ve Adam Smith’i desteklemektedir. Teoriye göre; uluslar uzman
oldukları alanda mallar üretip satarak zengin olabilirler ve sistemin işlemesi için de serbest dış
ticaret koşullarının var olması gerekmektedir.
Klasikler sanayi kapitalizminin başlangıcında yaşamış olmakla beraber, süreçte hız kazanan
sanayileşme ve kentleşme beraberinde pek çok toplumsal sorunu da beraberinde getirmiştir.
4
Klasik teorinin temel taşını oluşturan laissez-faire ilkesi, ortaya çıkan toplumsal sorunlar
sonucunda devletin giderek ekonomiye daha fazla müdahale etmesi sonucu zedelenmeye başlamış
ve 19. yy sonunda, kapitalizme yöneltilen şiddetli eleştiriler, toplumsal düzen konusunda tarafsız
kalmayı imkansız hale getirmiştir. (Guerrien, 1999 : 9)
2. Neo-Klasik İktisat ve Temel Varsayımların Eleştirisi
Neo-Klasik kuram iktisatta hakim görüş olma konumunu yüzyıldan fazla bir süredir
korumaktadır. Klasik ekolün revizyonu da denebilecek olan Neo-klasik kuram, Marxizmin
gelişmesinden de etkilenerek, değer teorisini yeniden açıklamaya yönelmiştir.(Wallerstein,1996:
93) Klasiklerin ortaya koyduğu makroekonomik yaklaşım korunmakla birlikte, üretici ve tüketici
gibi küçük karar birimlerinin davranışlarını incelemek üzere, mikro ekonomik görüş ile ilgili
konuların ön plana çıktığı söylenebilir. Neo-klasikler, değeri yeni bir açıdan izah etmeye
çalışırken, nesnel reel maliyet, 1870’lerden itibaren yerini, sübjektif reel maliyete bırakmıştır.
Yeni teori psikolojik etkenlere dayandırılarak fayda ön plana alınmış, değerin belirleyicisi olarak
da emek-zaman yerini sübjektif zahmete bırakmıştır. Bu çerçevede Neo-Klasik iktisat, marjinal
değer ve bölüşüm anlayışında birleşen iktisat okullarının oluşturduğu bir bütündür. (Mousavi ve
Garrison, 2003: 131)
Modern Neo-klasik teorinin genel hatlarını Leon Walras’ın çizdiğini söylemek mümkündür.
Walras’ın çağdaşı olan Alfred Marshall, Adam Smith geleneğini devam ettirmek üzere kısmi
denge analizini kullanmış ve tek piyasalarda kısmi denge üzerinde durmuştur. Bununla birlikte
analizin zaman aralıklarını içermemesi, genel denge modeline ulaşılmasını engellemiştir. Walras,
bu zorluktan kaçınmak için, statik bir model kullanmayı tercih etmiş ancak bu yöntemle
matematiksel analizin de önü açılmıştır.(Thomson, 1997 : 28) Statik bir modelin tıpkı fizik gibi
matematiksel bir yapı üzerine kurulması olasıdır. Bu çerçevede statik model, iktisadın doğal
bilimler gibi bir bilim olma yolunda ilerlemesinde önemli bir rol oynamıştır. Pareto, Hicks ve
Samuelson gibi isimlerin ürettiği kavramlar ve uyguladıkları zekice yöntemler, tam rekabet ve
pareto optimum gibi göz alıcı kavramlara ulaşılmasını sağlamıştır. (Boland, 2002: 98)
Neo-Klasik kuramın en çok eleştiri alan varsayımlarını genel başlıklar altında toplamak gerekirse,
üç temel varsayımdan söz etmek mümkündür. Bunlar; homo economicus (ekonomik insan), tam
rekabet koşulları ve kar maksimizasyonu ve ceteris paribus (diğer şartlar sabitken) olarak
sıralanabilir. (Brenner, 1999 : 89)
Homo economicus varsayımı, Klasik ve Neo-Klasik kuramların ortak paydası olarak kabul
edilebilir. Söz konusu kavram; bireylerin kendi çıkarlarına göre hareket ederken uzun dönemde de
5
toplumun refahını artıracak şekilde hareket ettiklerini öngörür. Burada önemli olan sorun, sözde
bireyin ortalama tüketici (üretici) davranışlarını genel olarak açıklayıp açıklayamamasıdır. Homo
economicus birey, mallar, piyasalar ve diğer ekonomik konularda tam bilgiye sahip, karşılaştığı
seçenekler arasında mutlaka değerlendirme yapan, çoğu aza tercih eden, yaptığı tercihler
birbiriyle çelişmeyen kişidir. Homo economicus tüketiciler, faydalarını maksimize ederken,
üreticiler, karlarını maksimize eder.(Çeçen, 2004: 221) Homo economicus varsayımı 2002
ekonomi Nobel ödülünü alan Daniel Kahneman, bireyin, belirsizlik ve risk karşısında sistematik
olarak rasyonel modelle bağdaşmayan şekilde davranabildiğini kanıtlamaktadır. Kahneman’ın bu
doğrultuda geliştirdiği refah teorisi Neo-Klasik kuramın dayandığı bu en güçlü varsayımın
geçerliliğini sorgulanır hale getirmektedir. Kahneman ve Tversky, 1979 :263)
Neo-Klasik kuramın diğer bir varsayımı tam rekabet koşullarıdır. Bunları aşağıdaki gibi sıralamak
mümkün olsa da, tam rekabet piyasasını oluşturan koşulların gerçek ekonomik hayatta
uygulanabilirliği neredeyse imkansızdır. (Finlayson ve diğerleri, 2005 : 530)
• Alıcı, satıcı ve üretim faktörlerinin tam serbestiye sahip olmalarına dayanan mobilite koşulu;
gerçek ekonomik hayatta oluşan bir takım nedenlerle aksamakta ve bu da piyasada n taneden daha
az firma bulunmasına sebep olmaktadır.
• Tek tek bireylerden oluştuğu düşünülen toplum kurgulaması ya da başka deyişle atomisite
koşulu; Fizikçinin atomu, biyoloğun genleri temel nesne olarak kabul etmesi gibi, ekonomi de
bireyleri temel birim olarak kabul eder. Toplum bireylerden oluştuğu kadar, sınıflar, politik
gruplar, sendikalar, dini cemaatler ve etnik gruplardan da oluşmaktadır. Birey Neo-klasik iktisadın
varsaydığı gibi tek tip bir yapıdan (rasyonel birey) oluşmamakta, aksine değer yargıları, cinsiyeti,
yaşı, politik görüşü, ait olduğu sınıf, etnik kimliği ve inançları onu toplumsal bir varlık haline
getirir. Bu çoğulcu yapı ihmal edilerek, özgür ve eşit sayılan rasyonel birey Neo-klasik iktisata
konu edilmiştir. (Kuhn, 1970 : 78)
• Alıcı, satıcı ve alışverişe konu olan malların birbirinin aynısı olmasını ifade eden homojenlik
koşulu ise; psikolojik ve mekansal nedenlerle olduğu gibi, Pazar payını artırmayı amaçlayan
firmaların reklam ve mal farklılaştırmasına başvurması nedeni ile de uygulamada yerini
bulamamaktadır.
• Alıcı ve satıcıların piyasadaki tüm fiyatları bildiği ve giriş çıkışlardan haberdar olduğunu
savunan açıklık koşulu ise; çeşitli zaman ve mekan engelleri sebebiyle, özellikle mal
piyasalarında uygulanması çok zor olan koşullardan biridir. (Weintraub, 1999 : 140)
Neo-klasik iktisatçılar yukarıdaki koşullardan yola çıkarak kurguladıkları modelde tam rekabet
piyasasını, başka bir deyişle ideal piyasayı benimserler. Bu piyasa fiyatları öneren ve karar
6
birimlerinin bu önerilen fiyatlara dayanarak oluşturdukları dileklerini kabul eden tek
merkezlerdir.(Guerrien , 1999: 10)
Tartışılan diğer bir varsayım da kar maksimizasyonudur. Neo-klasik iktisat hangi rekabet piyasası
koşullarında bulunursa bulunsun, her firmanın nihai amacını kar maksimizasyonu olarak kabul
etmekte ve bunu gerçekleştirmek için firmaların üretimlerine marjinal maliyetlerin, marjinal
hasılatlarına eşit olduğu düzeye kadar artıracaklarını ve satış fiyatlarının da belirtilen üretim
miktarına göre belirleneceğini varsaymaktadır. Firmaların gerçek hayatta talep ve maliyet
fonksiyonlarını bilmeleri ya da ürettikleri malın talep esneklikleriyle ilgili tam bilgiye sahip
olmaları mümkün değildir. Bir çok üretim alanında marjinal hesaplamaları yapmak ya da başka
bir deyişle bölünebilirlik mümkün değildir.(Simon, 1979 : 493)
Son olarak, ceteris paribus varsayımına göre; iktisadi bir olgu incelenirken, bu olguyu inceleyen
değişkenlerden belirli bir tanesinin değiştiğini, diğer değişkenlerin ise sabit kaldığı varsayılır. Bu
varsayım, iktisat bilimine teori oluşturmada ve analiz yapmada kolaylık sağlarken, yapılan
analizlerin gerçeklikten kopmasına sebep olan basitleştirici bir mantığa karşılık gelmektedir.
(Solow, 1985 : 328)
3. Neoklasik Sistem İçinde Merkantil Metodoloji
Yukarıda bahsedilen neoklasik iktisatın tartışmalı varsayımları, sistemin ideolojik yönelimi
yüzünden zaman zaman tüm nesnellik duygusunu bir kenara bırakarak amaca hizmet etmiştir. Bu
konuda en etkin açıklamalardan bir tanesi Guerrien’ aittir;
“…Neoklasik düşünce, ilk amacı piyasa ekonomisinin işleyişi ile uyumlu veya “optimal”
durumlara erişeceğini göstermek olan bir teorik modele dayanır. Mantık açısından yöneltilen
eleştiriler sonucunda neoklasikler analizlerine daha genel bir geçerlilik kazandırmak için
varsayımlarını daha net ifade etme, bazı varsayımlarını terk etme ve nihayet bir kısmını da yeni
bir tarzda formüle etme gereğini duydular. Ancak bu kez esas sorun şu şekilde ortaya çıktı:
Piyasa kurallarının bir optimuma götüreceğini ispat etmek için acaba hangi varsayımlar
yapılmalıdır? Başka bir deyişle, artık sözkonusu olan bir varsayımdan yola çıkmak değil, tersine,
sonuçtan hareket etmek ve dolayısıyla bu sonuca hangi şartlarda ve hangi varsayımlar altında
erişilebileceğini belirlemektir”.(Guerrien; 1999:13)
7
Blaug’a göre ise; İktisadın analizini gerçek dışı varsayımlar üzerine kurmasının nedeni, belirli bir
hedefe ulaşma amacından başka bir şey değildir. Hatta varsayımları terk etmeye yönelik
çalışmalar bile aynı amaca hizmet edebilir. (Blaug; 2004:164)
İktisat politikası uygulamaları, ideolojinin en çok etkisinde kalan alandır. Politika içinden geçilen
zamana ve koşullara göre değişebilen bir olgu olduğundan, iktisat teorisi de benzer şekilde
uygulamalara tabi olabilmektedir.
Örneğin Chang’e göre; Neo klasik iktisatın koşullarından biri olan serbest dış ticaret
uygulamaları gerçekte, gelişmiş ülkelerin, gelişmekte olan ülkeler üzerinde, iktisadi konumlarını
güçlendirebilmek için ticaret ve yaptırım serbestliğini ya da patent kanunu gibi bir grup politikayı
benimsetmek amacıyla baskı kurmalarıdır. (Chang; 2003:17) Günümüz gelişmiş ülkelerinin
neredeyse tamamı, kendi sanayilerini geliştirmek için gümrük vergileri ve sübvansiyonlar
kullanmışlardır. Bunlardan Britanya ve ABD, geçmişte en atılgan biçimde koruma ve
sübvansiyon sağlayan ülkelerdendir. List’e göre; 18. Ve 19.yy da bebek sanayi koruması
sanatında mükemmelliğe ulaşan ilk ülke Britanya’dır. Hatta bebek sanayi argümanı ile ikna
olmamış birinin önce Britanya sanayinin tarihi üzerine çalışması gerektiğini söyler (List; 1885:
39) Britanya, daha sonra kendisinden daha az gelişmiş olan Almanya ve ABD’ye serbest ticareti
öğütleyerek, “zirveye tırmandığı” merdiveni tekmelemiştir.
Benzer biçimde ABD de iç savaş ile ikinci dünya savaşı arasında dünyanın en sıkı korunan
ekonomisi olmuştur. Abraham Lincoln iyi bilinen bir korumacıdır. Britanya’yı örnek alan ABD
zirveye korumacılık ve sübvansiyonlarla tırmandıktan yaklaşık 100 yıl sonra az gelişmiş ülkelere
serbest ticareti önererek “merdiveni tekmeleme” sürecine girmiştir. Öte yandan Adam Smith
Ulusların Zenginliği’nde Amerikalıları bebek sanayi korumalarına karşı sert bir şekilde
uyarmaktadır.(Smith; 1937: 348)
ABD’nin Büyük Bunalım’ın (1930) başında serbest ticaretten vazgeçerek, korumacı SmootHawley tarifesini benimsemesi konuyla ilgili ilgi çekici örneklerden biridir. Serbest ticaret yanlısı
Bhagwati’ye göre söz konusu tarifeler ; Ticaret karşıtı çılgınlığın en aşikar ve en dramatik eğilimi
olarak görülmüştür. (Bhagwati; 1985: 22) Ancak aynı ABD 1980’lerde, geçmiş uygulamaları
hızla unutarak, IMF, Dünya Bankası ve ABD hazinesi arasında imzalanan “Washington
8
Uzlaşması” 2 ile serbest piyasa uygulamalarına geri dönmüştür. (Acar; 2008:161) . Söz konusu
uygulamaların gelişmelerinin başında olan ülkeler için uygun olmadığı konusunda gelen
eleştirilerin yanı sıra, önerilen “laissez faire” (liberal) politikalara en başta ABD uymamaktadır;
Stiglitz’e göre;
Serbest piyasacılar, endüstri politikalarına karşı çıkarken ABD hükümeti yeni teknolojileri
uzun zamandır aktif biçimde destekliyor. İlk telgraf hattı 1842’de ABD federal hükümeti
tarafından kurulmuştu. İnternet ABD ordusu tarafından geliştirildi ve Amerikan teknolojik
ilerlemesinin çoğu hükümet destekli bioteknoloji ya da savunma alanlarında gerçekleşti. Benzer
biçimde, birçok ülkeye sosyal güvenliğini özelleştirmesi söylenirken Amerika’nın kamu sosyal
güvenlik sistemi etkin biçimde çalışır…ABD ekonomi politikasının birçok yönü kalkınma
stratejileri tartışmalarından bahsedilmeyen uygulamalardır.ama ülkenin başarısına katkıda
bulunur… ABD hükümeti ayrıca, hükümet destekli kuruluşlar aracılığıyla kredi sağlayarak ve tüm
borçlarının dörtte birinden fazlasını kısmen garanti altına alarak ülkenin finansal piyasalarını
geliştirmekte de önemli bir rol oynadı…(Stiglitz; 2003:89)
ABD önerdiği politikalara uymadığı gibi, Washington Uzlaşması ile büyümenin, serbestleşme ve
özelleştirmelerle olacağı düşüncesini diğer ülkelere empoze ederek, yatırımlara uygun ortamlar
hazırlanması salık verir.(Acar; 2008:162)
Standart neoklasik model, teknolojinin ülkelerde değişiklik göstermeyeceğini öngördüğünden ve
girdileri yalnızca; emek ve sermaye olarak belirlediğinden, en yoksul ülkelerin en yüksek
sermayeyi çekmesi gerekirken, en iyi teknolojiye sahip ülkelerin sermayeyi daha fazla çektiği
sonucuna varılmaktadır. (Zebregs; 2004) Bu doğrultuda !990’lardan sonra gelişmiş ülkelere
yönelik doğrudan yabancı sermaye akımı büyük ölçüde artmıştır. Sermaye miktarı artmasına
karşın, sermayenin ülke tercihleri değişmemiştir. Bu çerçevede, neoklasik modelin hem standart
hem de gelişmiş formlarının “doğrudan yabancı sermaye” akımları konusunda açıklayıcı
olamamıştır. Öte yandan yabancı sermaye yatırımları bir çok ülkenin gelişmesine yardımcı
olabilmiştir.
Bununla birlikte, yabancı yatırım ülkeye geldiğinde, güçlü rekabet kanunlarının
olmaması, firmaya kar garantisi sağlayan ve yüksek fiyat vaat eden ya da riski devletin
2
Washington Uzlaşması kavramı ilk kez John Williamson tarafından 1989 yılında kullanılmıştır. IMF ve Dünya Bankası
gibi uluslararası kuruluşların düşüncelerini yansıtan ve temelde 1980’li yılların başlarından itibaren yapısal uyum programları
ile IMF ve Dünya Bankası tarafından üyelerine uygulattırılan politikalar Washington Uzlaşması olarak isimlendirilmektedir
9
üstlenmesini içeren anlaşmaların yapılması ile yabancı firma, iç rakiplerini yok ederek,
tekelleşmeye gidebilir.
Batılı ülkeler, serbest ticareti savunurken kendi ürünlerini korumayı sürdürmektedirler. Gelişmiş
ülkeler, kendi ülkelerindeki tarım sübvansiyonlarını kaldırmamışlardır. Gelişmekte olan ülkelerin
karşılaştırmalı üstünlüğe sahip gelişmiş sektörlerine de kapıları kapatmayı tercih etmişlerdir.
Bununla birlikte “karşılaştırmalı üstünlükler” tezi, klasiklerin, merkantilist sisteme yönelttiği en
önemli eleştirilerden biri olmasına rağmen günümüz merkantilist uygulamalarının devam ettiğinin
de bir göstergesidir. Bu konuda diğer önemli bir örnek de; GATT Uruguay Turu’unda 3 hizmet
ticaretinin gündeme gelmesi ile piyasalar gelişmiş ülkelerin ihraç ettiği finans hizmetleri ve bilgi
teknolojilerine açılırken, gelişmekte olan ülkelerin üstün oldukları inşaat ve gemicilik sektörlerine
açılmamıştır.(Stiglitz; 2003:85)
İktisat politikalarının kamunun algısını biçimlendirmekte çok önemli bir rolü vardır. Örneğin;
IMF ve Dünya Bankası gibi küresel kurumların belirlediği politikalar sorunları çözmekten çok,
kitlelerin ne düşüneceğini belirlemeye hizmet ederler ve bu çerçevede kurumsal amaçlarından
sapmış olurlar. IMF’yi uluslararası ve özellikle ABD merkezli finans çevreleri yönetmektedir. Bu
yüzden IMF politikaları yoksullara göre belirlenmez, kredilerin neredeyse tamamına yakını
gelişmekte olan ülkelere verildiği halde kurum, hizmet verdiği ülkeyi temsil etmez. Yönetimde
bulunan maliye bakanları ve merkez bankası yöneticileri (gelişmiş finans çevrelerinin temsilcileri)
ya da Dünya Bankası içinde görev yapan ticaret bakanları kendi ülke çıkarlarını gözeterek,
dünyayı finans kurumlarının gözüyle görürler. Benzer şekilde Dünya Ticaret Örgütü ticareti her
şeyin üstünde tutarak, piyasaların yarattığı çevre sorunlarına müdahale edilmesini “ticarete yersiz
bir müdahale” olduğu gerekçesiyle reddeder. (Wolff; 2003:22)
4. Küresel Ekonomik Krize Yol Açan Neo-Klasik Paradigmalar
Steve Keen’e göre; (Keen, 2009: 2) Küresel ekonomik krizin ortaya çıkmasına yol açan Neoklasik kuram sadece yanlış değil aynı zamanda tehlikelidir. Neo-klasik iktisat yapısında
bulundurduğu piyasa ekonomisi ve doğal istikrar inancının bir sonucu olarak, gündemdeki
krizi doğrudan teşvik etmiştir.
3
Uruguay Turu1986-1994 yılları arasındaki sonuncu ve en kapsamlı GATT müzakere turu olmuş, Dünya
Ticaret Örgütü'nün kurulması ile birçok yeni anlaşmanın imzalanmasını sağlamıştır.
10
Neo-klasik kuram kendi yanlış laissez-faire inancı içinde sisteme müdahaleyi kesinlikle
engelleyerek, piyasa istikrarsızlıklarındaki artışa katkıda bulunmuştur. Gelinen noktada krizin
temel çıkış noktası olan finans piyasalarındaki istikrarsızlık hakim iktisat görüşünün varlığını
tehdit eder hale gelmiştir. Finans piyasalarında oluşan balonlar ve bunları finanse etmek için
gittikçe artan özel borçlardan oluşan, krizin en belirgin sinyalleri bile ekonomistler tarafından
görülememiştir. Yerinde bir benzetmeyle iktisat yazınında sık rastlanan ve küresel ekonomik
kriz anlamında kullanılan mükemmel fırtına’nın yaklaşması bile Neo-klasik ekonomistlerin
piyasanın kendi döngüsüne olan inançlarını kıramamıştır.(Galbraith, 2009:62) Ancak finansal
kurumlar ve piyasa üzerindeki denetimi tamamen dışlayan sistem, ne zaman finansal bir kriz
ortaya çıksa spekülasyonların piyasada açtığı zararın önlenmesi için kamu fonlarının
piyasalara aktarılmasını gerekli görmektedir.
Kriz öncesi dönemde, ekonomik büyümenin pozitif olması, düşük enflasyon, ekonomik
dalgalanmalardaki azalma gibi makroekonomik dengelerdeki olumlu gelişmeler, Neo-klasik
ekonomistlerin sistemin temel dayanağı olan piyasa dengesi kavramını güçlendirmiştir.
(Costanza, 2009:20) ekonomistlerin, finans piyasalarında giderek artan fiyatlar ve ekonomik
büyümenin fiziksel değil spekülatif piyasalardaki fiyat artışları sonucu oluştuğu yönündeki
uyarıları hükümetler ve iş dünyası tarafından görmezden gelinmiş hatta söz konusu sinyallerden
söz ederek sistemi eleştirenler piyasanın istikrarsız olduğunu söylemeye cesaret ettikleri için sert
biçimde
eleştirilmişler
hatta
akademik
çevreler
tarafından,
akademik
düşünmemekle
suçlanmışlardır.(Keen, 2009:8) Suçlamanın sebebi ise özellikle finansal piyasalarda yapılan
tahminlerin temelinde kullanılan yoğun matematiksel modeller ve daha bilimsel olduğuna inanılan
akademik çalışmaların yanılmazlığına duyulan güven olmuştur.
Sisteme müdahalenin engellenmesinin yanında Neo-klasik kuramın temel varsayımlarından bir
diğeri ve krizin hızlanma sürecini hazırlayan olgu homo-economicus dur. Rasyonel düşünen ve
her zaman fayda maksimizasyonu peşinde koşup çoğu aza tercih eden bu makine insan yapısı
sistemin en güvendiği ve şüphe duymadığı yapılardan biridir. Küresel krize giden süreçte finansal
piyasaların yapısı ve rasyonel insan görüşü ne yazık ki beklenen kombinasyonu sağlayamamış ve
bireyler kapasitelerinin çok üstünde borçlar altına girerek fayda maksimizasyonunu bir kenara
bırakmıştır.(Turton, 2009 : 83)
Finansal piyasalarda alım-satım işlemleri uzun dönemli arz talep ilişkilerine göre değil,
diğerlerinin hareketlerine ve niyetlerine bakılarak yapılmaktadır. Finansal araçların alım satımında
yüksek fiyata alıp düşüğe satanlar her zaman irrasyonel olarak değerlendirilirken, rasyonel insan
11
her zaman düşüğe alıp yükseğe satan olmalıdır. 2002 yılı ekonomi Nobel ödülünü alan
Kahneman’a göre; (Radikal, 13/10/2002)
“Risk veya belirsizlik durumlarında insan davranışları, rasyonel insan davranışlarıyla
farklılaşabilmekte ve ortaya optimal olmayan sonuçlar çıkabilmektedir. Bununla birlikte
varsayılan insan davranışları sistemli ve önceden tahmin edilebilir davranışlardır. Örneğin; A
yatırımcısı, borsada 50 dolara satın alınan bir hisse senedinin fiyatı 70 dolara yükseldiğinde,
yeterince değer kazandığını düşünerek senedi satmak isteyebilir. Buna karşılık aynı senedi 90
dolardan almış olan B yatırımcısı ise 70 dolarda aşırı değerlenmiş olduğunu bildiği senedi satma
konusunda gönülsüz davranacaktır. Böyle bir durumda ikinci yatırımcının tutumunun akılcı
olduğunu savunmak zordur”
Rasyonel insanın yüksek risk ve belirsizliğe prim vermeyeceğini düşünen finansal piyasa
aktörleri, yüksek riskli subprime kredileri1, tek başına kullanmak yerine riski azaltmak ve
kredileri güvenli hale getirebilmek için benzer araçlarla birlikte bir kredi paketi düzenleyerek
piyasaya sunmuşlardır. Bu haliyle dışarıdan bakıldığında risklerin görünmez oluşu söz konusu
finansal çıktıların çok daha güvenli hale gelmesine ve kolay yoldan bireylere sunulmasına yol
açmıştır. Bu noktada sorulması gereken soru; bireylerin rasyonel oldukları için mi, yoksa diğer
bireyler satın aldığı için mi bu yüksek riskli kredileri satın aldıklarıdır. Nitekim subprime
kredilerin risk durumunun piyasada kötüye gitmeye başlamasıyla birlikte, sahte güven bir anda
yok olmuş ve bilinen domino etkisiyle piyasalar hızla çözülmeye başlamıştır.(Katsuhito, Tokyo
Foundation:12/08/2008)
Yukarıda da değinildiği gibi küresel ekonomiyi yaşanmakta olan kriz sürecine taşıyan on
yıllarda uzun dönemli bakış açısı, sarsılmaz olarak kabul edilen Neo-klasik paradigmalar
sayesinde kısa dönem bakış açısıyla spekülasyonlara ve Wall-Street’e yönlendirilmiştir. Bu
geçiş beraberinde sadece ekonomik çöküşü getirmemiş, aynı zamanda sürdürülebilir
ekonomik istikrar için gerekli olan; sürdürülebilir büyüme, altyapının yenilenmesi, iklim
değişikliğinin azaltılması, yeterli sermaye akışı ve alternatif enerji kayakların geliştirilmesi
gibi uzun vadeli girişimleri de büyük ölçüde engellemiştir.(Krugman, 2008 : 19)
Söz konusu süreçte izlenen Neo-klasik paradigmaları aşağıdaki gibi sıralamak mümkündür;.
• Piyasalar çoğu zaman kararlı dengede ya da dengeye yakın konumdadır.
• Piyasa aktörleri fayda maksimizasyonu sağlamak amacıyla rasyonel davranırlar.
• Piyasa aktörlerinin piyasa hakkında tam ve mükemmel bilgiye sahip oldukları varsayılır.
12
• Fiyatlar, ticarete dahil olan herkesin çıkarlarını maksimize edecek
• Fiyatlar, ticarete dahil olan herkesin çıkarlarını maksimize edecek şekilde belirlenirler.
• Fiyatlardaki dalgalanmalar, küçük, rastgele ve bağlantısızdır.
• Piyasalarda, tüm fiyatların iyi tanımlandığı ve tüm piyasaların temiz olduğu mükemmel
likidite akışı söz konusudur.
• Birkaç kişilik piyasaların yer aldığı basit modeller ile milyonlardan oluşanlar arasında hiçbir
fark yoktur. Basit modeller, pazarları yöneten ilkeleri aydınlatmaya yeter.
Bununla beraber yaşanmakta olan küresel ekonomik kriz Neo-klasik paradigmalarda ciddi
zayıflıklar olduğunu göstermektedir; (Sean, 2009 :36)
• Finansal araçların fiyatları, mal fiyatları ve para birimlerindeki dalgalanmalar rastgele ve
bağlantısız değildir ve muhtemelen gerçek piyasaların işleyişini açıklamak için başka bir
paradigma gereklidir.
• Rekabetçi genel denge modeli, piyasaların gerçek hayattaki işleyişine göre çok idealizedir.
• Piyasa aktörlerinin (tüketici ve üretici) genel denge teorisinin varsaydığı şekilde kesin bir
tercihleri yoktur. Beğeniler ve koşullar değişkendir. Bu sebeple değişikleri ve yenilikleri
öngöremeyen risk değerlendirmeleri sorunludur.
• İki birey ve iki maldan oluşan basit kurgu modeller, milyonlarca birey ve binlerce maldan oluşan
gerçek piyasaları açıklayamamaktadır.
• Piyasa aktörlerinin her zaman kusursuz ve tam bilgiye sahip oldukları inancı geçerli değildir.
Gerçekte piyasa koşulları hakkındaki bilgi ve inançlar yanlış veya güvenilmez olabilir. Ya da
farklı bireylerin farklı bilgi ve inançları olması mümkündür.
• Piyasa ölçekleriyle ilgili tahminlerde ciddi yanılgıların ortaya çıkması mümkündür. Örneğin;
finansal araçlar ve türevlerini kullananlar piyasanın sadece küçük bir kısmını oluşturuyorsa riskin
(zararın) düşük olduğunu söylemek mümkündür. Ancak söz konusu araçların kullanımı giderek
arttığında piyasanın risk (zarar) tahmini yapması da giderek zorlaşır.
• Ekonomi, mal, bilgi ve enerji akışını içeren fiziksel bir sistemdir. Bu çerçevede fiziksel sistem
olarak düşünülen bir ekonomi modeli bilim için yararlı olabilir. Bununla birlikte, fiziksel denge
modeli sadece kapalı sistemler için geçerli olduğundan, kapalı bir sistem olarak tanımlanması
mümkün olmayan piyasalardan oluşan ekonominin denge modeline uyarlanamaz.
13
5. Küresel Kriz ve Neo-merkantilist Politika Uygulamaları
Merkantilizmin klasik formu, “ ulusların değerli maden stoklarını artırmak için, ihracatı
özendirip, ithalatı azaltmaları gerektiği” yönünde hareket eder. Ancak günümüzde,
merkantilist uygulamalar şekil değiştirmiş olsa da, serbest ticareti savunan küresel kurumların
varlığına rağmen uygulamalar devam etmiştir. Korumacılık uygulamalarının küresel neo
merkantilist yöntemleri incelendiğinde bir kısmının doğrudan, bariyerler, kota uygulamaları,
destekler, vergiler vb. şeklinde yeni geleneksel uygulamalar oldukları görülürken, çalışmada
daha çok üzerinde durulacak olan asıl büyük ölçekli korumacılığın kur manipülasyonu
yöntemiyle uygulanan “ticaret savaşları” olduğu söylenebilir.
5.1. Neo merkantilizm ve Yeni Geleneksel Korumacılık
Dış ticarette korumacılığı gerektiren güncel neden 2008’de yıkıcı etkileri görülmeye başlanan
küresel krizdir. Ancak dünya ekonomileri korumacılık önlemlerine yabancı değildir.
Ekonomik konjonktürün derin daralmalar yaşadığı dönemlerde, dış ticarette ortaya çıkan
dengesizliklerin üretim ve istihdam üzerindeki negatif etkilerini gidermeye yönelik politika
arayışları çerçevesinde de, korumacılık gündeme gelmiştir. Ancak güncel korumacı
politikaları 1930’larla kıyaslamanın mümkün olduğu söylenemez. Küresel kurumların varlığı
ve neoliberal dış ticaret politikalarının genişlemesi, yeni-geleneksel koruma yöntemlerinin
oluşmasına yol açmıştır. Yeni-geleneksel korumacılığın dünya ticareti üzerindeki etkisi hem
tarifeler ve Dünya Ticaret Örgütünün (WTO) yasal ticaret çareleri (antidamping ve koruyucu
önlemler) gibi “doğrudan” (outright) ve hem de desteklemeler ve hükümet tedarik engelleri
gibi “yoğun-kasvetli” 4 (murky protectionism) olması- krizin gelecekteki rotasına büyük
ölçüde bağımlı olacağını göstermektedir. ( Baldwin ve Evenett: 2009; 4)
WTO’nun 1930 krizine karşı II. Paylaşım Savaşı sonrasında imzalanan ve uluslararası ticaret
ilişkilerine disiplin getirmeyi amaçlayan ve ilke olarak ticaret engellerini ve korumacı
önlemeleri reddeden resmi GATT’ın yerine geçmek üzere 1995’te kurulduğu bilinmektedir.
Gelinen son noktada; Uruguay Turu temelinde ve WTO’nun çatısı altında mal ticareti ile ilgili
GATT, hizmet ticareti ile ilgili (GATS) ve fikri mülkiyet hakları ile ilgili (TRIPS) olmak
üzere üç özel anlaşmanın çağdaş ölçülerde yapılandırıldığı görülmektedir. GATT turlarına
Murky protectionism; yabancı mal, şirket, işçi ve yatırımcılara karşı ayrımcılık için kullanılan yasal ihtiyati
suiistimaller;örneğin sağlık ve güvenlik düzenlemelerinin manipülasyonu, lisans sınırlamaları, yeşil politikalar,
ayrımcı standartlar vs. bütünü demektir.
4
14
bakılırsa küreselleşmenin gerekli “taban tahtası” olan WTO, korumacılığı serbest ticaretin
önünde muhafazakâr bir bariyer olarak görmekte ve genellikle yasaklamaktadır. (Kalaycı:
2010; 85) WTO, dünya ticari ilişkilerinin, serbest ticaretten korumacılık eksenine sapılmadan
güvenlik ve istikrar disiplini içinde sürmesine dikkat etmektedir. Ancak kriz batağından
kolayca çıkmak adına korumacılığa ilk başvuranların da yine daha çok korumacılığa karşı
olan Batılı hükümetlerin-gelişmiş ekonomilerin olduğu ve onları diğer gelişen ülkelerin
izlediği gözlemlenmiştir.
Dünya dış ticaretinde en büyük paya sahip olan ülkeler -ki bunlar aynı zamanda dünyanın en
gelişmiş (G) ekonomileri olarak da kabul edilirler- kendi aralarında kurdukları (G8 ve G20
gibi) “kulüpler”, aldıkları kararlarla kimi zaman hükümetler ve toplumlar üzerinde etkili
olabilmektedirler. Bu kulüplerden “G-8”, 1975’te Fransa tarafından, “G-20” ise 1999’da
Asya finans krizinin ardından kuruldu. G-20, G-8 ile birlikte AB, Arjantin, Avustralya,
Brezilya, Çin, Endonezya, G.Afrika, G.Kore, Hindistan, Meksika, S.Arabistan ve Türkiye’den
oluşmaktadır. Küresel kriz döneminde, G20’ye başkanlık yapan ülke Fransa’dır. G20 özünde
korumacılığa karşıdır ancak kriz çözümünde pragmatik davranarak korumacılığı “B planı“
olarak görme eğilimine girmiştir. Küresel iktisadi ve finansal sistem açısından büyük önem
taşıyan G20, dünya ekonomisinin yaklaşık %90’ını, dünya ticaretinin %80’ini ve dünya
nüfusunun 2/3’ünü temsil etmektedir. Bu çerçevede söz konusu kulüplerin aldıkları korumacı
önlemlerin dünya ticaretini büyük ölçüde etkilemesi kaçınılmazdır ve öyle de olmuştur.
G20 grubunun Kasım 2008’de koyduğu 47 önleme ek olarak Dünya Bankası (WB) ve Dünya
Ticaret Örgütü (WTO) tarafından 2008’den beri (bir yıllık sürede) yaklaşık 80 önlem devreye
sokulmuştur. Ülkeler bazında; ABD’nin 2009 yılı ekonomiyi canlandırma yasa taslağı
içindeki tedarik bariyerleri, Çin’in ihracat sınırlamaları, Rusya’nın oto tarifeleri, kimyasallarla
ilgili Avrupa standartları/teknik bariyerleri, Latin Amerikan ithalat tarifeleri, genel destek,
anti damping (2008’de %27+) ve sınır önlemleri. WB 2009 yılı itibarıyla küresel üretimde
%3-%4, WTO da küresel ticarette %9 oranında bir düşüş tahmin emiştir. (Gamberoni ve
Newfarmer: 2009; 37)
Korumacılık kapsamındaki tarifelerde “mevcut durum”u (status quo) gösteren oranlar,
ihracatçı ülkelerin gelir grubuna göre %4,0 ile %4,6 arasında birbirine yakın iken 2008’de
kriz nedeniyle ortaya çıkan korumacı politikalardan dolayı sınır oranlarını aşarak yüksek
gelirli ülkeler için %9, orta gelirli ülkeler için %8,9 ve düşük gelirli ülkeler için ise %11,7’ye
15
çıkmıştır. (Baldwin; 2008: 31) Baldwin’e göre WTO, ülkeleri korumacılıktan (protection)
korumak (prevent) konusunda etkisiz olup sadece GATT kurallarıyla disiplin sağlamaktadır.
WTO Direktörü P.Lamy’ye atfen yapılan eleştirilerde “düşük yoğunluklu korumacılık”
şekilleri uygulandığı ve WTO üyeleri uyarıldığı halde ABD’nin son krizden çıkış için
2009’da açtığı yoğun korumacı finansal (800 milyar dolarlık) paketine ve “Amerikan malı
satın al” kampanyasına bakılırsa Smoot-Hawley Tarifelerine geri dönüşün olduğunu
hatırlatılmaktadır. ( Clancy: 2009) İsviçre Uluslararası İktisat Enstitüsü Direktörü S.Evenett,
“yoğun korumacılık” (murky protectionism) deyiminin mucididir ve bu deyim, “hükümet
öncelikleri arasında gizlenmiş ve dışarıda mükemmel mantıklı amaçlar olarak gözüken
ayrımcı ticaret önlemleri” demektir. Bunun bir örneği adı geçen Amerikan ekonomisini
canlandırma paketidir. Unutmamalı ki ABD hükümetleri, dış ticarette korumacılığı salt
ekonomi açısından değil belki de daha da fazlasıyla ulusal güvenliği açısından
önemsemektedirler.
The International Foundation for Production Research’nin (IFPR:2011) tahminlerine göre,
korumacılık içerikli küresel çarelerin dünya ticaretine maliyeti 700 milyar doları aşmıştır. Bu
dramatik tablodan etkilenmemeleri olanaksız olduğu varsayılan G20 liderleri için -literatüre
geçtiği gibi- “komşunun canı çıksın” (beggar–thy–neighbour) bencilliğinden bahsedilmesi bu
noktada kulağa çok da garip gelmemektedir. (McKinnon: 2010: 3)
Öte yandan Krugman, her ülkenin ekonomisinde finansal genişlemenin etkilerini içeren
korumacı önlemleri kabul etmesi halinde dünya ticaretinde nasıl bir değişmenin
gerçekleşeceğini
sormaktadır.
Her
ülke
bir
başka
ülkeye
göre
tam
istihdama
yaklaşılabileceğini fakat ticaretin bozulabileceğini; bunun “komşunun canı çıksın” tezi ile
değil dünyayı bir bütün olarak daha iyi yapabilen korumacılık tezi ile ilgili olduğunu,
korumacılığın yanlışlığı üzerine söylenebilecek şeylerin ise “iktisadi” değil ancak “teolojik”
olabileceğini ileri sürmektedir (Krugman: 2009)
5.2. Kur Manipülasyonu Yoluyla Korumacılık
Geçtiğimiz yüzyıldaki, askeri güce dayalı yayılmacılık ve bunun sonucunda değerli madenlere
ulaşma ve sahip olmaya dayalı merkantilizmin, günümüzdeki uygulamalarından biri; ulusların
döviz kuru rezervlerini kendi çıkarları doğrultusunda düzenleyerek, serbest dış ticaret
16
kapsamında, ihracatı artırmak ve ithalatı azaltmak amacıyla kullanmalarıdır. “Monetary
mercantilism” kavramı ile de ifade edilen ve “kur manipülasyonları” yoluyla gerçekleştirilen
bu yeni korumacılık yöntemi, modern dünyanın neo merkantilist politikalarına serbest
piyasanın dinamikleri yoluyla hizmet etmektedir.
II: Dünya savaşının bitiminden itibaren ABD doları tüm dünya tarafından rezerv para olarak
kabul görmektedir. Başkan Nixon’un 1971’de altın penceresini kapatması ile birlikte, altın ve
doların yolları ayrılmış, ve FED’in yoktan dolar yaratma yeteneği giderek artmış ve hatta
birkaç tuşla yaratılan bu yeni paranın maliyeti sıfıra yaklaşmıştır. Modern dünya parasını
değerli herhangi bir mala bağlamaktansa, “itibari para” 5 (fiat Money) adı verilen rekabetçi ve
miktar bakımından herhangi bir üst sınırı olmayan bu parayı tercih etmektedir.(Cwik:2011; 9)
Bu para sistemine dahil olan tüm ülkeler benzere şekilde davranarak, merkez bankaları
tarafından para miktarını istedikleri şekilde ayarlayabilmekte böylece yerli paranın değerini
rakiplerine göre daha düşük seviyede kontrol edebilmekte ve kendi merkantilist politikaları
gereğince kolayca yönetebilmektedirler. Siyasi sınırların neredeyse silindiği bu sistemde
rezerv para sınırlar arasında istediği gibi dolaşabilmekte ve para piyasasının arz ve talep
dinamikleri tarafından dengelenmektedir. Bu çerçevede uluslararası pazarlarda rekabet gücü
kazanan gelişmiş pazarlar “komşunun canı
çıksın” (beggar-thy-neighbor) politika
uygulamaları yoluyla ve bu kez adeta bir ticaret savaşıyla dış ticaret fazlaları yaratma
çabasına girmektedirler. (McKinnon;2010;12) İtibari para sisteminin serbest dolaşımının
durdurulamayacağını savunanlar,
herhangi bir müdahalenin etkinsizlik, dengesizlik ve
verimsizlik gibi sorunlar yaratabileceğini söylemektedir.
Boratav’ a göre;
“Son kırk yılda metropol ekonomileri arasında iki “kur savaşı” yaşandı: 1971-1973’te
doların değeri düşürüldü; altınla bağlantısına son verildi; büyük paralar arasında dalgalı
kurlara geçildi. 1985’te ise Plaza Anlaşması ile yen ve mark’ın değerlenmesi sağlandı. Bu iki
“kur savaşı” Amerikan ekonomisini (özellikle ucuz ithalatın sarstığı sanayi kollarını)
korumak amacıyla başlatıldı, sonuçlandırıldı.”
ABD’nin küresel kriz sonrasında hızla para basması (monetizasyon) süreci, küresel krizle
mücadele politikaları bağlamında artmış gibi gözükmesine rağmen, yeni başlamış bir
İtibari para (fiat Money): Altınla konvertibilitesi olmayan, manipülasyona uğramış kağıt para. 1971’de altın
standart’ının kaldırılması ile birlikte, ekonomik sistemde paranın tamamına yakını kağıt paraya dönüşmüştür. Bu
yeni para birimi için ilk olarak Avusturya okulu tarafından kullanılan, fiat Money terimi kullanılmaktadır.
5
17
uygulama değildir. Doların “rezerv para” olması sebebiyle, başka ülkeleri zor duruma
sokabilecek bu süreç ABD tarafından rahatlıkla yürütülebilmektedir. Öte yandan, doların, söz
konusu yüksek para arzına rağmen değer kaybetmesini engelleyen en önemli faktör rezerv
para olmasından kaynaklanmıştır.
ABD ekonomisinin 1990’lı yılların ikinci yarısında, Asya ekonomileri ile bağlantısı sayesinde
dış açıkları önemli miktarda azalma göstermiştir; Asya ülkelerindeki üretim, ABD’nin özel
tüketimine karşılık vermiş, buna karşılık Asya ülkeleri dış ticaret işlemlerini dolar üzerinden
yürütmüş ve döviz rezervlerinin çok önemli bir bölümünü dolar cinsinden tutmuştur. ABD
tahvil bonolarının Asya ülkeleri tarafından satın alınması, dış açıkların azalmasına ve para
arzının artmasına yol açmıştır.(D’orlando:2008) Ancak bu likidite bolluğuna rağmen dolar,
rezerv para olması sebebiyle değerini korumuştur.
Boratav’a göre söz konusu likidite bolluğu önceden tahmin edilemeyen finansal balonlaşmaya
yol açmıştır;
“Balon patlayıp uluslararası krize yol açınca algılamalar değişti; Amerika “kur
savaşları”nın üçüncü perdesini açtı. “Küresel dengesizlikler”in hafifletilmesi için ABD’nin
(en başta Çin’e karşı verdiği) astronomik açıkları aşağı çekilmeliydi. Ucuz ithalatın yerli
üretimi tehdit etmesi önlenmeliydi. Ve özellikle Çin Amerika’dan ithalatını artırmalıydı. Çin
parasının (renminbi veya yuan’ın) değerlendirilmesi bu nedenle istendi. Yuan’ın
değerlenmesi, Amerika’nın Çin’e karşı devalüasyon gerçekleştirmesi anlamına gelecektir.
Ayak dirediği için Çin, ABD Kongresi tarafından “para manipülasyonu yapan ülke” olarak
yaftalandı ve olası ekonomik yaptırımların kapısı aralandı.”(Boratav: 2010) Kur savaşlarının
üçüncüsü böylece, dolar-renminbi (yuan) arasında geçmektedir. Çünkü merkantilist sisteme
göre dış ticaret açıkları ulusları güçsüz bırakan tehlikeli bir sorundur.
Stiglitz’e göre ise; (Stiglitz: 2010)
“Ticaret savaşlarından kimsenin galip çıkması mümkün değildir. Çin’in manipülatör
olarak suçlanması tek taraflı bir görüştür. Çünkü Kriz ABD yapımıdır; Çin’in çok taraflı
ticaret fazlası, çok taraflı bir ekonomik sorun olduğundan ve bu konuda pek çok ülke
endişelendiğinden, ABD, çok taraflı ve kurallara dayalı bir çözüm aramalıdır. Tek taraflı
olarak Çin’i “döviz kuru manipülatörü” olarak yaftaladıktan sonra, tek taraflı vergiler
koymak, çok az getirisine karşı çok taraflı sisteme zarar verir. Çin Amerika’nın bankaları ve
18
otomobil şirketlerini kurtaran devasa paketlerinin doğrudan veya dolaylı olarak sübvanse
ettiği Amerikan ürünlerine gümrük vergisi uygulayarak cevap verebilir.”
Stiglitz’in yukarıdaki görüşünün dayanağı; 1988’de kabul edilen “ Ticaret ve Rekabet Yasası”
dır. Yasaya göre; ABD hazine bakanı haksız rekabeti önlemek amacıyla, ülkelerin döviz kuru
politikalarını analiz ederek, döviz kurunu manipüle eden ülkeleri belirleme ve dolar
kurlarındaki dengesizlikleri giderme yetkisine sahiptir. Küresel para ve ekonomi sisteminde,
dolar hegemonyası sayesinde ihtiyacı olan her türlü avantaja sahip olan ABD’nin 1998-2001
yılları dışında süregelen dış açıklarının varlığını hala koruması sebebi de; ekonomik
konjonktürün genişleme dönemlerinde, neo-klasik iktisatın liberal politikaların uygulanması
daralma dönemlerinde ise neo-merkantilist politikaların gündeme gelmesi ile oluşan
istikrarsız ekonomi politikalarında aranmalıdır.
Küresel ekonominin merkezindeki büyük oyuncular dışında kalan ülkelerin bu savaş sırasında
karşı karşıya kaldıkları en büyük sorun; yerli paranın değer kazanmasına (dövizin
ucuzlamasına) yol açan yüksek tempolu dış kaynak girişleridir. Bu ortam rekabet gücünü
baltalayarak, finansal varlıklarda balonlaşmaya yol açmakta, sermaye hareketlerinin
yavaşlaması ya da durması halinde de finansal kriz riskine sebep olmaktadır. Başka bir
deyişle başta ABD olmak üzere daralma dönemlerinde uygulanan neo-merkantilist dış ticaret
savaşları, çevre ekonomilerin liberal politikalar çerçevesinde önlem almasını güçleştirerek,
söz konusu ülkeleri zor duruma sokmaktadır.
Sonuç
Geçtiğimiz yüzyıldaki, askeri güce dayalı yayılmacılık ve bunun sonucunda değerli madenlere
ulaşma ve sahip olmaya dayalı merkantilizm, aslında gelişmiş batılı ülkeler tarafından
ekonomik konjonktürün dip yaptığı her seferde neo-klasik iktisat politikalarının yetersizlikleri
sebebiyle gündeme gelmeyi sürdürmüştür. 2008 krizi ile tekrar gündeme gelen neomerkantilizm’in günümüzdeki uygulamalarından biri; “yeni geleneksel korumacılık”
yöntemleri iken, bir diğeri; ulusların döviz kuru rezervlerini kendi çıkarları doğrultusunda
düzenleyerek, serbest dış ticaret kapsamında, ihracatı artırmak ve ithalatı azaltmak amacıyla
kullanılması yolu ile yaratılan ticaret savaşlarıdır. “Monetary mercantilism” kavramı ile de
ifade edilen ve “kur manipülasyonları” yoluyla gerçekleştirilen bu yeni korumacılık yöntemi,
modern dünyanın neo-merkantilist politikalarına serbest piyasanın dinamikleri yoluyla hizmet
19
etmektedir. Her fırsatta çevre ekonomilere, serbest dış ticareti geliştirmek amacıyla empoze
edilen liberal ekonomi politikaları her nedense kriz dönemlerinde batılı ülkeler tarafından
uygulanmamaktadır. Siyasi sınırların neredeyse silindiği bu sistemde rezerv para sınırlar
arasında istediği gibi dolaşabilmekte ve para piyasasının arz ve talep dinamikleri tarafından
dengelenmektedir. Bu çerçevede uluslararası pazarlarda rekabet gücü kazanan gelişmiş
pazarlar “komşunun canı çıksın” (beggar-thy-neighbor) politika uygulamaları yoluyla ve bu
kez adeta bir ticaret savaşıyla dış ticaret fazlaları yaratma
Öte yandan, başta ABD olmak üzere daralma dönemlerinde uygulanan neo-merkantilist dış
ticaret savaşları, çevre ekonomilerin liberal politikalar çerçevesinde önlem almasını
güçleştirerek, söz konusu ülkeleri zor duruma sokmaktadır.
20
Kaynakça
Acar, Gökmen T. (2008), İktisadı Değiştirmek: Neoklasik İktisada Eleştirel Bir Yaklaşım, Birinci
baskı, İletişim yayınları, İstanbul.
Baldwin, Richard. (2008), The Crisis and Protectionism: History Doesn't Repeat Itself, But
Sometimes It Rhymes”, What World Leaders must do to Halt the Spread of Protectionism,
Edited by Richard Baldwin and Simon Evenett London: Centre for Economic Policy Research
(CEPR), A VoxEU.org Publication, 31-33.
Baldwin Richard, Evenett, Simon J. (eds.) (2009): The collapse of global trade, murky
protectionism, and the crisis: Recommendations for the G-20, A Vox.EU.org publication, p. 4.
Bhagwati, J. (1985). Portectionism, Cambridge,Massachussets, The MIT Press
Blaug, M. (2004) “Formalizmin Sorunları”, Post Otistik iktisat (ed.) Kaya ardıç, IFMC İktisat
Dergisi yayınları, İstanbul.
Boland, Lawrence A., (1997), Critical Economic Methodology: A Personal Odyssey, Routledge,
Londra
------------------ (2002), “ Applying Economic Methodology: Recognizing Knowledge in
Economic Models”, International Journal of Philosophy and Methodology of Economics, vol.1, p.
82-95
Boratav, Korkut. (2010), “Kur Savaşlarının Evveliyatı” http:// www.yenicag.com.cy/yenicag/
2010/11/12, (Erişim: 10-10-2012)
Brenner, Robert. (1999). “Dünya kapitalizminin Yaklaşan Krizi: Neo-liberalizmden Buhrana mı”
(çeviri: Pınar Bedirhanoğlu), Birikim 119, s.88-95
21
Clancy, Sarah. (2009), “ The Global Response to the 2008 Economic Crisis: A Return to
Smoot Hawley?, The George Washington University”, The International Economics Study
Center, May, http://internationalecon.com/students/SClancy.pdf (Erişim:15/09/2012).
Chang, Ha.J. (2003). Kicking Away the Ladder: Development Strategy in Historical Perspective,
Wimbledon Publishing Company Ltd.
Costanza, Robert. (2009), “Toward a New Sustainable Economy”, Real-World Economics
Review, vol.49, part II, p.20-32
Cwik, Paul. F. (2011). “The New Neo-Mercantilism: Currency Manipulation as a Form of
Protectionism” Institute of Economic Affairs, Published by Blackwell Publishing, Oxford, p.
7-11
Çeçen, Aydın. (2004), “Rasyonel Eylem Aksiyomatik Bilgi ve Homo Economicus”, İktisat
Üzerine Yazılar I, İletişim yayınları, İstanbul.
D’orlando, Maurizio. (2008, ), Economic crisis: US, China and the Coming Monetary Storm.
Asia News. http://www. asianews.it/index.php. (Erişim: 21.09.2012)
Friedman, Milton. (1994), “The Methodology of Positive Economics” The Philosophy of
Economics- An Anthology (ed.) Daniel M. Hausman, II. Baskı, Cambridge Universty Press, ABD
Galbraith, James K. (2009), “Statement to The US House of Representative” Real-World
Economics Review, vol.49, part IV, p.62-80
Gamberoni, Elisa. and Newfarmer, Richard. (2009), “Its Trade Protection: Incipient But
Worrisome Trends,” Trade, Notes 37, The World Bank-Int Trade Department, March 2.
Guerrien, Bernard. (1999), Neo-Klasik İktisat, çev. Ertuğrul Tokdemir, II. Baskı İletişim
Yayınları, İstanbul.
Finlayson, Alan C. Lyson, Thomas A. (2005) “The Invisible Hand Neoclassical Economics and
The Ordering of Society” Critical Sociology, vol.31, no.4, pp.515-536
22
Kahneman, Daniel. and Tversky, Amos.(1979) “Prospect Theory: An Analysis of Decision
Under Risk” Econometrica, vol.47,no.2, pp.263-291.
Kalaycı, İrfan. (2011) “2008 Küresel Finans Krizi Sonrasında Dış Ticarette Korumacılık:
Paradigma Kayması (mı?)” Maliye Dergisi, Temmuz-Aralık, s. 76-105
Katsuhito,
Iwai.
(2008)
“Global
Financial
Crisis
Shows
Inherent
Instability
of
Capitalism”TheTokyoFoundation,12.08.2008
(http://www.tokyofoundation.org/en/articles/2008/global-finacial-crisis-shows-inhere..
Erişim: 19.04.2009)
Keen, Steve. (2001) Debunking Economics:The Naked Emperor of The Social Sciences, Pluto
Pres, Zed Boks, Sydney&London
------------- (2009) “Neoclassical Economics: Mad, Bad and Dangerous to Know”, Real-World
Economics Review, vol.49, partI, p.2-8
Kuhn, Thomas S. (1970) The Structure of Scientific Revolutions, Chicago IL: The Universty of
Chicago Press .
Krugman, Paul R.(2008) The Return of Depression Economics and the Crisis of 2008, W.W.
Norton, Seeking Alpha, hardcover, pp.224.
--------------------. (2009), “Protectionism and stimulus (wonkish)”, The New York Times,
February 1, , http://www.nytimes.com/. ( Erişim: 20/09/2012)
List, Friedrich. (1841 [1985], The National System of Political Economy, London, Longmans,
Green and Company
McKinnon,
Ronald
I.(2010)
“Bigger-Thy-Neighbor
Interest
http://www.stanford.edu/~mckinnon, p..1-26, (Erişim: 10/ 10/2012)
23
Rate
Policies”
Mousavi, Shabnam and Garrison, Jim. (2003) “Toward a Transactional Theory of Decision
Making: Creative Rationality as Functional Coordination in Context” Journal of Economic
Methodology, vol.10, p. 131-156
Sean, Malin. (2009) “A Non-Formal Look at The Non-Formal Economy” Real World Economics
Review, vol.49.partII, pp. 36-42
Simon, Herbert A.(1979) “Rational Decision making in Business Organizations” The American
Economic Review, vol. 69, pp.493-513
Solow, Robert M. (1985) “Economic History and Economics”, The American Economic Review,
vol.75, no.2,pp. 328-331
Smith, Adam. (1937) [1981] An Inquiry into the Nature and Causes of the Wealth of Nations,
(ed.) R.H. Campell and A.S. Skinner, Indianapolis, Liberty Classics Edition
Stiglitz, Joseph.E. (2003) “Do as the US Says, Not as it Does” Guardian, 29.10.2003, http://
globalpolicy.org/globaliz/econ/2003, erişim tarihi: 20.10.2004
--------------- (2010) “Ticaret Savaşının Sırası Değil” Ekonomik Forum, Nisan , s.86-87
Wallerstein, Immanuel. (1996) Tarihsel Kapitalizm (Çev. Necmiye Alpay), ikinci baskı, Metis,
İstanbul.
Thomson, George (1997) Kapitalizm ve Sonrası: Meta Üretiminin Yükselişi ve Çöküşü (Çev.
Fatmagül Berktay), ikinci baskı, Kaynak, İstanbul.
Turton, Dan (2009) “The Real Dirth on Happiness Economics: A Reply to The Unhappy
Thing About Happiness Economies” Real-World Economics Review, vol.49, Part II, pp.83-94
Weintraub, Roy E. (1999) “How Should we Write The History of Twentieth Century
Economics?” Oxford Review of Economic Policy, vol.15, pp.139-152
Wollf, Richard.D., “The Critique of Economic Policy” Post-Autistic Economic Review, vol.4
no.22
24
Young, Jeffrey T. (1997) Economics as a Moral Science: The Political Economy of Adam
Smith, Cheltenham. Edward Elger.
.
25
Download