NEO-KLASİK TEORİDEN, NEO-MERKANTİLİST SİSTEME; KÜRESEL EKONOMİK KRİZ ÇERÇEVESİNDE BİR DEĞERLENDİRME Selda Atik 1 Neo-klasik ekonomiyi koşulsuz savunan ve serbest piyasa ekonomisi kurallarını bu teori üzerine kuran batı ekonomileri, karşılaştıkları her zorlukta, Merkantilist sistemin ardına sığınmaktadırlar. Son yıllarda yaşanan ve batı ekonomilerinin en güçlülerinin bile zorlanmalarına sebep olan küresel finans krizi (büyük bunalım) sonrası aranan çıkış yolları da neo-merkantilist çözümler olarak tanımlanabilir. J. Stiglitz’in de belirttiği gibi; ABD ve batı dünyası, kriz sonrası yapılan müdahalelerle küresel ekonomiyi rahatlatmaktan çok, korumacı önlemlerle kendi yurttaşlarını rahatlatmaya yönelik programlara uygulamışlardır. Çalışmada; küresel finans krizi boyunca yaşanan süreçte alınan önlemlerle, neo-merkantilist sisteme geçiş sorgulanarak neo-klasik teorinin hangi aşamalarda yetersiz kaldığı konusunda sonuçlara ulaşılmaya çalışılmıştır. FROM NEO-CLASSİC THEORY TO NEO-MERCANTILIST SYSTEM; AN EVALUATION WITHIN THE FRAMEWORK OF THE GLOBAL ECONOMIC CRISIS Altough the western economies which unconditionally defending yhe neo-classical economic theory and based upon the rules of free market economy on this theory, esorting to mercantilist system, faced by any problem. In recent years, the global financial crisis causing difficult situations in most powerful western economies. Sought solutions to post-crisis can be seen as neo-mercantilist practices. According to J. E. Stiglitz; post crisis interventions such as protectionist measures made by the US and the western world have been to rescue its own citizens instead of saving the global economy. This study contact the causes of neo-mercantilist measures to be queried by western economies during the global financial crisis and conclusions about the inadequancies of the neo-classical theory in practice be pursued. Anahtar kelimeler; Neo-klasik teori, Neo-merkantilizm, Küresel ekonomik kriz Keywords; Neo-classic theory, Neo-mercantilism, Global economic crisis Jel codes: B4, P1, P5 Dr. Başkent Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi İktisat Bölümü. 1 e-mail: selda@baskent.edu.tr 1 Giriş Merkantilist sistem 15-18.yy batı dünyasında hüküm sürmüş hakim ekonomik sistemdir. “Ulusal servet” hedefi ile yola çıkan Merkantilist düşünce’nin üç temel faktöre dayalı olduğunu söylemek mümkündür: Birincisi; milli ve güçlü devlet ilkesi. İkincisi; kıymetli madenler ve ulusal güç arasındaki pozitif bağlantı ve kazanma tutkusu. Üçüncüsü; dış ticaretin gerekliliğidir. Öte yandan, milli ve güçlü devlet ilkesinin gereklerinden biri, kuvvetli bir ordu ve donanmaya sahip olmak, güçlü bir ticaret filosuyla diğer devletlere üstünlük sağlayabilmekti. Ancak Smith’e göre altın ve gümüş bir ulusun dış mücadelede ordu ve donanmasını güçlü kılmakta yeterli değildi. (Smith, 1981: 440) . Klasiklerin, Merkantilist’lere olan eleştirilerinin temelini oluşturan bu ilk ve önemli eleştiri ekonomi politikası çerçevesinde liberal düşünceyle özdeşleşen bir devrim niteliği taşımaktadır. Ancak, klasik iktisatın başlangıçtaki bu iyi niyetli bölüşüm ve emek merkezli üretim teorisi yaklaşımını, günümüz neoklasik sistemi adına düşünmek ne yazık ki mümkün değildir. Günümüz gelişmiş ülkelerinin neredeyse tamamı, kendi sanayilerini geliştirmek için gümrük vergileri ve sübvansiyonlar kullanmışlardır. Bunlardan Britanya ve ABD, geçmişte en atılgan biçimde koruma ve sübvansiyon sağlayan ülkelerdendir. List’e göre; 18. Ve 19.yy da bebek sanayi koruması sanatında mükemmelliğe ulaşan ilk ülke Britanya’dır. Hatta bebek sanayi argümanı ile ikna olmamış birinin önce Britanya sanayinin tarihi üzerine çalışması gerektiğini söyler (List; 1841[1985]: 39) Britanya, daha sonra kendisinden daha az gelişmiş olan Almanya ve ABD’ye serbest ticareti öğütleyerek, zirveye tırmandığı merdiveni tekmelemiştir. Benzer biçimde ABD de iç savaş ile ikinci dünya savaşı arasında dünyanın en sıkı korunan ekonomisi olmuştur. Abraham Lincoln iyi bilinen bir korumacıdır. Britanya’yı örnek alan ABD zirveye korumacılık ve sübvansiyonlarla tırmandıktan yaklaşık 100 yıl sonra az gelişmiş ülkelere serbest ticareti önererek “merdiveni tekmeleme” sürecine girmiştir. Ancak aynı ABD 1980’lerde, geçmiş uygulamaları hızla unutarak, IMF, Dünya Bankası ve ABD hazinesi arasında imzalanan “Washington Uzlaşması” ile serbest piyasa uygulamalarına geri dönmüştür. (Acar; 2008:161) . Söz konusu uygulamaların gelişmelerinin başında olan ülkeler için uygun olmadığı konusunda gelen eleştirilerin yanı sıra, önerilen “laissez faire” (liberal) politikalara en başta ABD olmak üzere batı dünyası uymamaktadır. Çalışmada, Günümüz hakim iktisat teorisi neo-klasik sistemin yetersizliklerine değinerek, neoklasik sistem içindeki merkantil metodoloji ele alınacak ve 2008 ekonomik krizi (büyük bunalım) 2 döneminde başvurulan neo-merkantilist uygulamalara dair örnekler verilerek, batı ekonomilerinin bu eski “servet ve ulusal güç” politikasından aslında hiç vazgeçmedikleri ve ekonomik konjonktürün dip yaptığı her dönemde benzer uygulamalara dönüş yaptıkları konusundaki argümanlar ele alınarak sonuçlara ulaşılmaya çalışılacaktır. 1. Merkantilist Düşüncenin Bileşenleri ve Klasiklerden Eleştiriler: Merkantilist düşünce ortaçağ (15-18. Yy) ulusal devletlerinin, refah ve zenginliğini altın ve gümüş mevcudu ile aynı düzeyde gören, refahın artırılabilmesi için de devletlerin, ülkelere tatminkar bir dış ticaret bilançosu sağlayabilecek (ihracatın teşviki, ithal ikameci önlemler gibi) politikalar uygulamasının kaçınılmaz olduğunu ileri süren bir iktisadi düşünce biçimidir. Bu çerçevede Merkantilist düşünce’nin üç temel faktöre dayalı olduğunu söylemek mümkündür: Birincisi; milli ve güçlü devlet ilkesi. İkincisi; kıymetli madenler ve ulusal güç arasındaki pozitif bağlantı ve kazanma tutkusu. Üçüncüsü; dış ticaretin gerekliliğidir. Bu üç bileşen arasındaki bağlantının temelde aynı ilkeye dayalı olduğunu söylemek mümkündür: Ülkenin değerli maden kaynakları yoksa, zenginliğe giden yol “tatminkar bir dış ticaret bilançosu”ndan, başka bir deyişle dış ticaret fazlasından geçmeliydi. (Gomes, 1987: 39) Klasik iktisatçıların eleştirilerini Merkantilizmin yukarıdaki temel görüşleri çerçevesinde toplamak gerekirse; milli ve güçlü devlet ilkesinin gereklerinden biri, kuvvetli bir ordu ve donanmaya sahip olmak, güçlü bir ticaret filosuyla diğer devletlere üstünlük sağlayabilmekti (Tekelioğlu, 1993: 18) Ancak Smith’e göre altın ve gümüş bir ulusun dış mücadelede ordu ve donanmasını güçlü kılmakta yeterli değildir. (Smith, 1981: 440) Militarist güç aynı zamanda tüketilebilir mallarla da desteklenmelidir. Adam Smith’in bu görüşü aslında klasik iktisatın “arz ağırlıklı” yapısını ve yurtiçi sanayinin gelişmesi konusuna verdiği önemi de ortaya çıkarmaktadır. Askeri projelerin güçlü olabileceği ekonomik sistemin, korumacılıkla değil, serbest ticaretle mümkün olabileceğini söyleyen Smith, ulusların zenginliğinin temel prensibi olarak; merkantilistlerinin değerli maden birikimi savına karşılık üretim ağırlıklı ekonominin önemini vurgulamıştır. “Merkantil Sistem” kavramı Smith’in kapitalizmin 16. Yüzyılla 18. Yüzyıl arasındaki ilk döneminde hakim olan sermaye birikim modeline verdiği isimdir. Bu sistem, karın kaynağını üretimde değil, ticarette gören geleneksel anlayış doğrultusunda zenginliğin sadece dış ticaretten elde edilecek fazla ile sağlanabileceğini öngörmekte, bu çerçevede dış ticaret üzerinde tekeller oluşturarak, yeni oluşmaya başlayan ulusal devletlerin hazinesini zenginliğin 3 temel ölçütü sayılan değerli madenlerle doldurmaya odaklanmaktadır. Ancak, Smith’ e göre; üretimin tek amacı ve hedefi tüketim olmalıdır. Bu doğrultuda Merkantilist sistemin piyasayı baskı altına alan yapısını da eleştirerek, sistemin tüketici çıkarlarını, üretici çıkarlarına feda ettiğini ifade etmiştir. (Smith, 1937: 438) Eleştirinin sebebi; Merkantilist sistemin tekelci yapısıdır. Tüccarlar ve manifaktür patronlarının sistemlerini sürdürmek için devleti baskı altına alması ve çıkarlarına uygun yasalar çıkarılmasını sağlamaları, hile ve gözdağı ile yönlendirilen ekonomi politikalarının oluşumuna ve tekelleşmelere yol açmıştır. Rekabetin önlenmesi ve üretimin baskı altına alınması ile doğal olmayan ve piyasa dinamiklerine göre oluşmayan fiyat ve karlar üretim ve tüketim arasındaki etkin ve doğrusal ilişkiyi engellemektedir. Hatta pazar üzerindeki bu kısıtlamalar bireylerin emeklerini kendi belirledikleri alanlara yönlendirmelerini engelleyerek üretim ve tüketim arasındaki ilişkiyi tersine çevirecektir. (Smith, 1937:460) Smith’in üretimi ikinci plana atan merkantilist düşünceye yaptığı eleştiriler aslında günümüz ekonomik sistemine de göndermeler içermektedir. Liberal düşünceyle özdeşleşen, klasik iktisatın başlangıçtaki bu iyi niyetli bölüşüm ve emek merkezli üretim teorisi yaklaşımını, günümüz neoklasik sistemi adına düşünmek ne yazık ki mümkün değildir. Klasiklerden David Hume ise; dış ticaret dengesinin sürekli fazla vermesini savunan merkantilist düşünceye madeni para akım mekanizması ( price specie flow mechanism) ile karşı çıkmaktadır. Mekanizmaya göre; ülke içinde durmadan çoğalan değerli madenler, ulusal fiyatları yukarı doğru çekerek, ihracatın kısıtlanması ve ithalatın genişlemesini sağlar ve bir süre sonra ülkeden değerli maden çıkışı başlar. Tam tersi durumda yani değerli madenlerin ülkeden çıkması ile birlikte bu kez para arzı azalacağı için, ulusal fiyatlar düşecek ve dış ticaret dengesi tersine dönecektir. Klasiklerin ünlü “laissez faire” ilkesine göre işleyen mekanizma sürekli fazla veren dış ticaret dengesinin hem mümkün olmayacağını hem de ülke ekonomisine zarar verebileceğini açıklamaktadır. Merkantilist sisteme, klasiklerin üçüncü büyük eleştirisi David Ricardo’dan gelmiştir. Ricardo’nun “karşılaştırmalı üstünlükler teorisi” merkantilistlerin savunduğu korumacı dış ticaret sistemiyle çelişmekte ve Adam Smith’i desteklemektedir. Teoriye göre; uluslar uzman oldukları alanda mallar üretip satarak zengin olabilirler ve sistemin işlemesi için de serbest dış ticaret koşullarının var olması gerekmektedir. Klasikler sanayi kapitalizminin başlangıcında yaşamış olmakla beraber, süreçte hız kazanan sanayileşme ve kentleşme beraberinde pek çok toplumsal sorunu da beraberinde getirmiştir. 4 Klasik teorinin temel taşını oluşturan laissez-faire ilkesi, ortaya çıkan toplumsal sorunlar sonucunda devletin giderek ekonomiye daha fazla müdahale etmesi sonucu zedelenmeye başlamış ve 19. yy sonunda, kapitalizme yöneltilen şiddetli eleştiriler, toplumsal düzen konusunda tarafsız kalmayı imkansız hale getirmiştir. (Guerrien, 1999 : 9) 2. Neo-Klasik İktisat ve Temel Varsayımların Eleştirisi Neo-Klasik kuram iktisatta hakim görüş olma konumunu yüzyıldan fazla bir süredir korumaktadır. Klasik ekolün revizyonu da denebilecek olan Neo-klasik kuram, Marxizmin gelişmesinden de etkilenerek, değer teorisini yeniden açıklamaya yönelmiştir.(Wallerstein,1996: 93) Klasiklerin ortaya koyduğu makroekonomik yaklaşım korunmakla birlikte, üretici ve tüketici gibi küçük karar birimlerinin davranışlarını incelemek üzere, mikro ekonomik görüş ile ilgili konuların ön plana çıktığı söylenebilir. Neo-klasikler, değeri yeni bir açıdan izah etmeye çalışırken, nesnel reel maliyet, 1870’lerden itibaren yerini, sübjektif reel maliyete bırakmıştır. Yeni teori psikolojik etkenlere dayandırılarak fayda ön plana alınmış, değerin belirleyicisi olarak da emek-zaman yerini sübjektif zahmete bırakmıştır. Bu çerçevede Neo-Klasik iktisat, marjinal değer ve bölüşüm anlayışında birleşen iktisat okullarının oluşturduğu bir bütündür. (Mousavi ve Garrison, 2003: 131) Modern Neo-klasik teorinin genel hatlarını Leon Walras’ın çizdiğini söylemek mümkündür. Walras’ın çağdaşı olan Alfred Marshall, Adam Smith geleneğini devam ettirmek üzere kısmi denge analizini kullanmış ve tek piyasalarda kısmi denge üzerinde durmuştur. Bununla birlikte analizin zaman aralıklarını içermemesi, genel denge modeline ulaşılmasını engellemiştir. Walras, bu zorluktan kaçınmak için, statik bir model kullanmayı tercih etmiş ancak bu yöntemle matematiksel analizin de önü açılmıştır.(Thomson, 1997 : 28) Statik bir modelin tıpkı fizik gibi matematiksel bir yapı üzerine kurulması olasıdır. Bu çerçevede statik model, iktisadın doğal bilimler gibi bir bilim olma yolunda ilerlemesinde önemli bir rol oynamıştır. Pareto, Hicks ve Samuelson gibi isimlerin ürettiği kavramlar ve uyguladıkları zekice yöntemler, tam rekabet ve pareto optimum gibi göz alıcı kavramlara ulaşılmasını sağlamıştır. (Boland, 2002: 98) Neo-Klasik kuramın en çok eleştiri alan varsayımlarını genel başlıklar altında toplamak gerekirse, üç temel varsayımdan söz etmek mümkündür. Bunlar; homo economicus (ekonomik insan), tam rekabet koşulları ve kar maksimizasyonu ve ceteris paribus (diğer şartlar sabitken) olarak sıralanabilir. (Brenner, 1999 : 89) Homo economicus varsayımı, Klasik ve Neo-Klasik kuramların ortak paydası olarak kabul edilebilir. Söz konusu kavram; bireylerin kendi çıkarlarına göre hareket ederken uzun dönemde de 5 toplumun refahını artıracak şekilde hareket ettiklerini öngörür. Burada önemli olan sorun, sözde bireyin ortalama tüketici (üretici) davranışlarını genel olarak açıklayıp açıklayamamasıdır. Homo economicus birey, mallar, piyasalar ve diğer ekonomik konularda tam bilgiye sahip, karşılaştığı seçenekler arasında mutlaka değerlendirme yapan, çoğu aza tercih eden, yaptığı tercihler birbiriyle çelişmeyen kişidir. Homo economicus tüketiciler, faydalarını maksimize ederken, üreticiler, karlarını maksimize eder.(Çeçen, 2004: 221) Homo economicus varsayımı 2002 ekonomi Nobel ödülünü alan Daniel Kahneman, bireyin, belirsizlik ve risk karşısında sistematik olarak rasyonel modelle bağdaşmayan şekilde davranabildiğini kanıtlamaktadır. Kahneman’ın bu doğrultuda geliştirdiği refah teorisi Neo-Klasik kuramın dayandığı bu en güçlü varsayımın geçerliliğini sorgulanır hale getirmektedir. Kahneman ve Tversky, 1979 :263) Neo-Klasik kuramın diğer bir varsayımı tam rekabet koşullarıdır. Bunları aşağıdaki gibi sıralamak mümkün olsa da, tam rekabet piyasasını oluşturan koşulların gerçek ekonomik hayatta uygulanabilirliği neredeyse imkansızdır. (Finlayson ve diğerleri, 2005 : 530) • Alıcı, satıcı ve üretim faktörlerinin tam serbestiye sahip olmalarına dayanan mobilite koşulu; gerçek ekonomik hayatta oluşan bir takım nedenlerle aksamakta ve bu da piyasada n taneden daha az firma bulunmasına sebep olmaktadır. • Tek tek bireylerden oluştuğu düşünülen toplum kurgulaması ya da başka deyişle atomisite koşulu; Fizikçinin atomu, biyoloğun genleri temel nesne olarak kabul etmesi gibi, ekonomi de bireyleri temel birim olarak kabul eder. Toplum bireylerden oluştuğu kadar, sınıflar, politik gruplar, sendikalar, dini cemaatler ve etnik gruplardan da oluşmaktadır. Birey Neo-klasik iktisadın varsaydığı gibi tek tip bir yapıdan (rasyonel birey) oluşmamakta, aksine değer yargıları, cinsiyeti, yaşı, politik görüşü, ait olduğu sınıf, etnik kimliği ve inançları onu toplumsal bir varlık haline getirir. Bu çoğulcu yapı ihmal edilerek, özgür ve eşit sayılan rasyonel birey Neo-klasik iktisata konu edilmiştir. (Kuhn, 1970 : 78) • Alıcı, satıcı ve alışverişe konu olan malların birbirinin aynısı olmasını ifade eden homojenlik koşulu ise; psikolojik ve mekansal nedenlerle olduğu gibi, Pazar payını artırmayı amaçlayan firmaların reklam ve mal farklılaştırmasına başvurması nedeni ile de uygulamada yerini bulamamaktadır. • Alıcı ve satıcıların piyasadaki tüm fiyatları bildiği ve giriş çıkışlardan haberdar olduğunu savunan açıklık koşulu ise; çeşitli zaman ve mekan engelleri sebebiyle, özellikle mal piyasalarında uygulanması çok zor olan koşullardan biridir. (Weintraub, 1999 : 140) Neo-klasik iktisatçılar yukarıdaki koşullardan yola çıkarak kurguladıkları modelde tam rekabet piyasasını, başka bir deyişle ideal piyasayı benimserler. Bu piyasa fiyatları öneren ve karar 6 birimlerinin bu önerilen fiyatlara dayanarak oluşturdukları dileklerini kabul eden tek merkezlerdir.(Guerrien , 1999: 10) Tartışılan diğer bir varsayım da kar maksimizasyonudur. Neo-klasik iktisat hangi rekabet piyasası koşullarında bulunursa bulunsun, her firmanın nihai amacını kar maksimizasyonu olarak kabul etmekte ve bunu gerçekleştirmek için firmaların üretimlerine marjinal maliyetlerin, marjinal hasılatlarına eşit olduğu düzeye kadar artıracaklarını ve satış fiyatlarının da belirtilen üretim miktarına göre belirleneceğini varsaymaktadır. Firmaların gerçek hayatta talep ve maliyet fonksiyonlarını bilmeleri ya da ürettikleri malın talep esneklikleriyle ilgili tam bilgiye sahip olmaları mümkün değildir. Bir çok üretim alanında marjinal hesaplamaları yapmak ya da başka bir deyişle bölünebilirlik mümkün değildir.(Simon, 1979 : 493) Son olarak, ceteris paribus varsayımına göre; iktisadi bir olgu incelenirken, bu olguyu inceleyen değişkenlerden belirli bir tanesinin değiştiğini, diğer değişkenlerin ise sabit kaldığı varsayılır. Bu varsayım, iktisat bilimine teori oluşturmada ve analiz yapmada kolaylık sağlarken, yapılan analizlerin gerçeklikten kopmasına sebep olan basitleştirici bir mantığa karşılık gelmektedir. (Solow, 1985 : 328) 3. Neoklasik Sistem İçinde Merkantil Metodoloji Yukarıda bahsedilen neoklasik iktisatın tartışmalı varsayımları, sistemin ideolojik yönelimi yüzünden zaman zaman tüm nesnellik duygusunu bir kenara bırakarak amaca hizmet etmiştir. Bu konuda en etkin açıklamalardan bir tanesi Guerrien’ aittir; “…Neoklasik düşünce, ilk amacı piyasa ekonomisinin işleyişi ile uyumlu veya “optimal” durumlara erişeceğini göstermek olan bir teorik modele dayanır. Mantık açısından yöneltilen eleştiriler sonucunda neoklasikler analizlerine daha genel bir geçerlilik kazandırmak için varsayımlarını daha net ifade etme, bazı varsayımlarını terk etme ve nihayet bir kısmını da yeni bir tarzda formüle etme gereğini duydular. Ancak bu kez esas sorun şu şekilde ortaya çıktı: Piyasa kurallarının bir optimuma götüreceğini ispat etmek için acaba hangi varsayımlar yapılmalıdır? Başka bir deyişle, artık sözkonusu olan bir varsayımdan yola çıkmak değil, tersine, sonuçtan hareket etmek ve dolayısıyla bu sonuca hangi şartlarda ve hangi varsayımlar altında erişilebileceğini belirlemektir”.(Guerrien; 1999:13) 7 Blaug’a göre ise; İktisadın analizini gerçek dışı varsayımlar üzerine kurmasının nedeni, belirli bir hedefe ulaşma amacından başka bir şey değildir. Hatta varsayımları terk etmeye yönelik çalışmalar bile aynı amaca hizmet edebilir. (Blaug; 2004:164) İktisat politikası uygulamaları, ideolojinin en çok etkisinde kalan alandır. Politika içinden geçilen zamana ve koşullara göre değişebilen bir olgu olduğundan, iktisat teorisi de benzer şekilde uygulamalara tabi olabilmektedir. Örneğin Chang’e göre; Neo klasik iktisatın koşullarından biri olan serbest dış ticaret uygulamaları gerçekte, gelişmiş ülkelerin, gelişmekte olan ülkeler üzerinde, iktisadi konumlarını güçlendirebilmek için ticaret ve yaptırım serbestliğini ya da patent kanunu gibi bir grup politikayı benimsetmek amacıyla baskı kurmalarıdır. (Chang; 2003:17) Günümüz gelişmiş ülkelerinin neredeyse tamamı, kendi sanayilerini geliştirmek için gümrük vergileri ve sübvansiyonlar kullanmışlardır. Bunlardan Britanya ve ABD, geçmişte en atılgan biçimde koruma ve sübvansiyon sağlayan ülkelerdendir. List’e göre; 18. Ve 19.yy da bebek sanayi koruması sanatında mükemmelliğe ulaşan ilk ülke Britanya’dır. Hatta bebek sanayi argümanı ile ikna olmamış birinin önce Britanya sanayinin tarihi üzerine çalışması gerektiğini söyler (List; 1885: 39) Britanya, daha sonra kendisinden daha az gelişmiş olan Almanya ve ABD’ye serbest ticareti öğütleyerek, “zirveye tırmandığı” merdiveni tekmelemiştir. Benzer biçimde ABD de iç savaş ile ikinci dünya savaşı arasında dünyanın en sıkı korunan ekonomisi olmuştur. Abraham Lincoln iyi bilinen bir korumacıdır. Britanya’yı örnek alan ABD zirveye korumacılık ve sübvansiyonlarla tırmandıktan yaklaşık 100 yıl sonra az gelişmiş ülkelere serbest ticareti önererek “merdiveni tekmeleme” sürecine girmiştir. Öte yandan Adam Smith Ulusların Zenginliği’nde Amerikalıları bebek sanayi korumalarına karşı sert bir şekilde uyarmaktadır.(Smith; 1937: 348) ABD’nin Büyük Bunalım’ın (1930) başında serbest ticaretten vazgeçerek, korumacı SmootHawley tarifesini benimsemesi konuyla ilgili ilgi çekici örneklerden biridir. Serbest ticaret yanlısı Bhagwati’ye göre söz konusu tarifeler ; Ticaret karşıtı çılgınlığın en aşikar ve en dramatik eğilimi olarak görülmüştür. (Bhagwati; 1985: 22) Ancak aynı ABD 1980’lerde, geçmiş uygulamaları hızla unutarak, IMF, Dünya Bankası ve ABD hazinesi arasında imzalanan “Washington 8 Uzlaşması” 2 ile serbest piyasa uygulamalarına geri dönmüştür. (Acar; 2008:161) . Söz konusu uygulamaların gelişmelerinin başında olan ülkeler için uygun olmadığı konusunda gelen eleştirilerin yanı sıra, önerilen “laissez faire” (liberal) politikalara en başta ABD uymamaktadır; Stiglitz’e göre; Serbest piyasacılar, endüstri politikalarına karşı çıkarken ABD hükümeti yeni teknolojileri uzun zamandır aktif biçimde destekliyor. İlk telgraf hattı 1842’de ABD federal hükümeti tarafından kurulmuştu. İnternet ABD ordusu tarafından geliştirildi ve Amerikan teknolojik ilerlemesinin çoğu hükümet destekli bioteknoloji ya da savunma alanlarında gerçekleşti. Benzer biçimde, birçok ülkeye sosyal güvenliğini özelleştirmesi söylenirken Amerika’nın kamu sosyal güvenlik sistemi etkin biçimde çalışır…ABD ekonomi politikasının birçok yönü kalkınma stratejileri tartışmalarından bahsedilmeyen uygulamalardır.ama ülkenin başarısına katkıda bulunur… ABD hükümeti ayrıca, hükümet destekli kuruluşlar aracılığıyla kredi sağlayarak ve tüm borçlarının dörtte birinden fazlasını kısmen garanti altına alarak ülkenin finansal piyasalarını geliştirmekte de önemli bir rol oynadı…(Stiglitz; 2003:89) ABD önerdiği politikalara uymadığı gibi, Washington Uzlaşması ile büyümenin, serbestleşme ve özelleştirmelerle olacağı düşüncesini diğer ülkelere empoze ederek, yatırımlara uygun ortamlar hazırlanması salık verir.(Acar; 2008:162) Standart neoklasik model, teknolojinin ülkelerde değişiklik göstermeyeceğini öngördüğünden ve girdileri yalnızca; emek ve sermaye olarak belirlediğinden, en yoksul ülkelerin en yüksek sermayeyi çekmesi gerekirken, en iyi teknolojiye sahip ülkelerin sermayeyi daha fazla çektiği sonucuna varılmaktadır. (Zebregs; 2004) Bu doğrultuda !990’lardan sonra gelişmiş ülkelere yönelik doğrudan yabancı sermaye akımı büyük ölçüde artmıştır. Sermaye miktarı artmasına karşın, sermayenin ülke tercihleri değişmemiştir. Bu çerçevede, neoklasik modelin hem standart hem de gelişmiş formlarının “doğrudan yabancı sermaye” akımları konusunda açıklayıcı olamamıştır. Öte yandan yabancı sermaye yatırımları bir çok ülkenin gelişmesine yardımcı olabilmiştir. Bununla birlikte, yabancı yatırım ülkeye geldiğinde, güçlü rekabet kanunlarının olmaması, firmaya kar garantisi sağlayan ve yüksek fiyat vaat eden ya da riski devletin 2 Washington Uzlaşması kavramı ilk kez John Williamson tarafından 1989 yılında kullanılmıştır. IMF ve Dünya Bankası gibi uluslararası kuruluşların düşüncelerini yansıtan ve temelde 1980’li yılların başlarından itibaren yapısal uyum programları ile IMF ve Dünya Bankası tarafından üyelerine uygulattırılan politikalar Washington Uzlaşması olarak isimlendirilmektedir 9 üstlenmesini içeren anlaşmaların yapılması ile yabancı firma, iç rakiplerini yok ederek, tekelleşmeye gidebilir. Batılı ülkeler, serbest ticareti savunurken kendi ürünlerini korumayı sürdürmektedirler. Gelişmiş ülkeler, kendi ülkelerindeki tarım sübvansiyonlarını kaldırmamışlardır. Gelişmekte olan ülkelerin karşılaştırmalı üstünlüğe sahip gelişmiş sektörlerine de kapıları kapatmayı tercih etmişlerdir. Bununla birlikte “karşılaştırmalı üstünlükler” tezi, klasiklerin, merkantilist sisteme yönelttiği en önemli eleştirilerden biri olmasına rağmen günümüz merkantilist uygulamalarının devam ettiğinin de bir göstergesidir. Bu konuda diğer önemli bir örnek de; GATT Uruguay Turu’unda 3 hizmet ticaretinin gündeme gelmesi ile piyasalar gelişmiş ülkelerin ihraç ettiği finans hizmetleri ve bilgi teknolojilerine açılırken, gelişmekte olan ülkelerin üstün oldukları inşaat ve gemicilik sektörlerine açılmamıştır.(Stiglitz; 2003:85) İktisat politikalarının kamunun algısını biçimlendirmekte çok önemli bir rolü vardır. Örneğin; IMF ve Dünya Bankası gibi küresel kurumların belirlediği politikalar sorunları çözmekten çok, kitlelerin ne düşüneceğini belirlemeye hizmet ederler ve bu çerçevede kurumsal amaçlarından sapmış olurlar. IMF’yi uluslararası ve özellikle ABD merkezli finans çevreleri yönetmektedir. Bu yüzden IMF politikaları yoksullara göre belirlenmez, kredilerin neredeyse tamamına yakını gelişmekte olan ülkelere verildiği halde kurum, hizmet verdiği ülkeyi temsil etmez. Yönetimde bulunan maliye bakanları ve merkez bankası yöneticileri (gelişmiş finans çevrelerinin temsilcileri) ya da Dünya Bankası içinde görev yapan ticaret bakanları kendi ülke çıkarlarını gözeterek, dünyayı finans kurumlarının gözüyle görürler. Benzer şekilde Dünya Ticaret Örgütü ticareti her şeyin üstünde tutarak, piyasaların yarattığı çevre sorunlarına müdahale edilmesini “ticarete yersiz bir müdahale” olduğu gerekçesiyle reddeder. (Wolff; 2003:22) 4. Küresel Ekonomik Krize Yol Açan Neo-Klasik Paradigmalar Steve Keen’e göre; (Keen, 2009: 2) Küresel ekonomik krizin ortaya çıkmasına yol açan Neoklasik kuram sadece yanlış değil aynı zamanda tehlikelidir. Neo-klasik iktisat yapısında bulundurduğu piyasa ekonomisi ve doğal istikrar inancının bir sonucu olarak, gündemdeki krizi doğrudan teşvik etmiştir. 3 Uruguay Turu1986-1994 yılları arasındaki sonuncu ve en kapsamlı GATT müzakere turu olmuş, Dünya Ticaret Örgütü'nün kurulması ile birçok yeni anlaşmanın imzalanmasını sağlamıştır. 10 Neo-klasik kuram kendi yanlış laissez-faire inancı içinde sisteme müdahaleyi kesinlikle engelleyerek, piyasa istikrarsızlıklarındaki artışa katkıda bulunmuştur. Gelinen noktada krizin temel çıkış noktası olan finans piyasalarındaki istikrarsızlık hakim iktisat görüşünün varlığını tehdit eder hale gelmiştir. Finans piyasalarında oluşan balonlar ve bunları finanse etmek için gittikçe artan özel borçlardan oluşan, krizin en belirgin sinyalleri bile ekonomistler tarafından görülememiştir. Yerinde bir benzetmeyle iktisat yazınında sık rastlanan ve küresel ekonomik kriz anlamında kullanılan mükemmel fırtına’nın yaklaşması bile Neo-klasik ekonomistlerin piyasanın kendi döngüsüne olan inançlarını kıramamıştır.(Galbraith, 2009:62) Ancak finansal kurumlar ve piyasa üzerindeki denetimi tamamen dışlayan sistem, ne zaman finansal bir kriz ortaya çıksa spekülasyonların piyasada açtığı zararın önlenmesi için kamu fonlarının piyasalara aktarılmasını gerekli görmektedir. Kriz öncesi dönemde, ekonomik büyümenin pozitif olması, düşük enflasyon, ekonomik dalgalanmalardaki azalma gibi makroekonomik dengelerdeki olumlu gelişmeler, Neo-klasik ekonomistlerin sistemin temel dayanağı olan piyasa dengesi kavramını güçlendirmiştir. (Costanza, 2009:20) ekonomistlerin, finans piyasalarında giderek artan fiyatlar ve ekonomik büyümenin fiziksel değil spekülatif piyasalardaki fiyat artışları sonucu oluştuğu yönündeki uyarıları hükümetler ve iş dünyası tarafından görmezden gelinmiş hatta söz konusu sinyallerden söz ederek sistemi eleştirenler piyasanın istikrarsız olduğunu söylemeye cesaret ettikleri için sert biçimde eleştirilmişler hatta akademik çevreler tarafından, akademik düşünmemekle suçlanmışlardır.(Keen, 2009:8) Suçlamanın sebebi ise özellikle finansal piyasalarda yapılan tahminlerin temelinde kullanılan yoğun matematiksel modeller ve daha bilimsel olduğuna inanılan akademik çalışmaların yanılmazlığına duyulan güven olmuştur. Sisteme müdahalenin engellenmesinin yanında Neo-klasik kuramın temel varsayımlarından bir diğeri ve krizin hızlanma sürecini hazırlayan olgu homo-economicus dur. Rasyonel düşünen ve her zaman fayda maksimizasyonu peşinde koşup çoğu aza tercih eden bu makine insan yapısı sistemin en güvendiği ve şüphe duymadığı yapılardan biridir. Küresel krize giden süreçte finansal piyasaların yapısı ve rasyonel insan görüşü ne yazık ki beklenen kombinasyonu sağlayamamış ve bireyler kapasitelerinin çok üstünde borçlar altına girerek fayda maksimizasyonunu bir kenara bırakmıştır.(Turton, 2009 : 83) Finansal piyasalarda alım-satım işlemleri uzun dönemli arz talep ilişkilerine göre değil, diğerlerinin hareketlerine ve niyetlerine bakılarak yapılmaktadır. Finansal araçların alım satımında yüksek fiyata alıp düşüğe satanlar her zaman irrasyonel olarak değerlendirilirken, rasyonel insan 11 her zaman düşüğe alıp yükseğe satan olmalıdır. 2002 yılı ekonomi Nobel ödülünü alan Kahneman’a göre; (Radikal, 13/10/2002) “Risk veya belirsizlik durumlarında insan davranışları, rasyonel insan davranışlarıyla farklılaşabilmekte ve ortaya optimal olmayan sonuçlar çıkabilmektedir. Bununla birlikte varsayılan insan davranışları sistemli ve önceden tahmin edilebilir davranışlardır. Örneğin; A yatırımcısı, borsada 50 dolara satın alınan bir hisse senedinin fiyatı 70 dolara yükseldiğinde, yeterince değer kazandığını düşünerek senedi satmak isteyebilir. Buna karşılık aynı senedi 90 dolardan almış olan B yatırımcısı ise 70 dolarda aşırı değerlenmiş olduğunu bildiği senedi satma konusunda gönülsüz davranacaktır. Böyle bir durumda ikinci yatırımcının tutumunun akılcı olduğunu savunmak zordur” Rasyonel insanın yüksek risk ve belirsizliğe prim vermeyeceğini düşünen finansal piyasa aktörleri, yüksek riskli subprime kredileri1, tek başına kullanmak yerine riski azaltmak ve kredileri güvenli hale getirebilmek için benzer araçlarla birlikte bir kredi paketi düzenleyerek piyasaya sunmuşlardır. Bu haliyle dışarıdan bakıldığında risklerin görünmez oluşu söz konusu finansal çıktıların çok daha güvenli hale gelmesine ve kolay yoldan bireylere sunulmasına yol açmıştır. Bu noktada sorulması gereken soru; bireylerin rasyonel oldukları için mi, yoksa diğer bireyler satın aldığı için mi bu yüksek riskli kredileri satın aldıklarıdır. Nitekim subprime kredilerin risk durumunun piyasada kötüye gitmeye başlamasıyla birlikte, sahte güven bir anda yok olmuş ve bilinen domino etkisiyle piyasalar hızla çözülmeye başlamıştır.(Katsuhito, Tokyo Foundation:12/08/2008) Yukarıda da değinildiği gibi küresel ekonomiyi yaşanmakta olan kriz sürecine taşıyan on yıllarda uzun dönemli bakış açısı, sarsılmaz olarak kabul edilen Neo-klasik paradigmalar sayesinde kısa dönem bakış açısıyla spekülasyonlara ve Wall-Street’e yönlendirilmiştir. Bu geçiş beraberinde sadece ekonomik çöküşü getirmemiş, aynı zamanda sürdürülebilir ekonomik istikrar için gerekli olan; sürdürülebilir büyüme, altyapının yenilenmesi, iklim değişikliğinin azaltılması, yeterli sermaye akışı ve alternatif enerji kayakların geliştirilmesi gibi uzun vadeli girişimleri de büyük ölçüde engellemiştir.(Krugman, 2008 : 19) Söz konusu süreçte izlenen Neo-klasik paradigmaları aşağıdaki gibi sıralamak mümkündür;. • Piyasalar çoğu zaman kararlı dengede ya da dengeye yakın konumdadır. • Piyasa aktörleri fayda maksimizasyonu sağlamak amacıyla rasyonel davranırlar. • Piyasa aktörlerinin piyasa hakkında tam ve mükemmel bilgiye sahip oldukları varsayılır. 12 • Fiyatlar, ticarete dahil olan herkesin çıkarlarını maksimize edecek • Fiyatlar, ticarete dahil olan herkesin çıkarlarını maksimize edecek şekilde belirlenirler. • Fiyatlardaki dalgalanmalar, küçük, rastgele ve bağlantısızdır. • Piyasalarda, tüm fiyatların iyi tanımlandığı ve tüm piyasaların temiz olduğu mükemmel likidite akışı söz konusudur. • Birkaç kişilik piyasaların yer aldığı basit modeller ile milyonlardan oluşanlar arasında hiçbir fark yoktur. Basit modeller, pazarları yöneten ilkeleri aydınlatmaya yeter. Bununla beraber yaşanmakta olan küresel ekonomik kriz Neo-klasik paradigmalarda ciddi zayıflıklar olduğunu göstermektedir; (Sean, 2009 :36) • Finansal araçların fiyatları, mal fiyatları ve para birimlerindeki dalgalanmalar rastgele ve bağlantısız değildir ve muhtemelen gerçek piyasaların işleyişini açıklamak için başka bir paradigma gereklidir. • Rekabetçi genel denge modeli, piyasaların gerçek hayattaki işleyişine göre çok idealizedir. • Piyasa aktörlerinin (tüketici ve üretici) genel denge teorisinin varsaydığı şekilde kesin bir tercihleri yoktur. Beğeniler ve koşullar değişkendir. Bu sebeple değişikleri ve yenilikleri öngöremeyen risk değerlendirmeleri sorunludur. • İki birey ve iki maldan oluşan basit kurgu modeller, milyonlarca birey ve binlerce maldan oluşan gerçek piyasaları açıklayamamaktadır. • Piyasa aktörlerinin her zaman kusursuz ve tam bilgiye sahip oldukları inancı geçerli değildir. Gerçekte piyasa koşulları hakkındaki bilgi ve inançlar yanlış veya güvenilmez olabilir. Ya da farklı bireylerin farklı bilgi ve inançları olması mümkündür. • Piyasa ölçekleriyle ilgili tahminlerde ciddi yanılgıların ortaya çıkması mümkündür. Örneğin; finansal araçlar ve türevlerini kullananlar piyasanın sadece küçük bir kısmını oluşturuyorsa riskin (zararın) düşük olduğunu söylemek mümkündür. Ancak söz konusu araçların kullanımı giderek arttığında piyasanın risk (zarar) tahmini yapması da giderek zorlaşır. • Ekonomi, mal, bilgi ve enerji akışını içeren fiziksel bir sistemdir. Bu çerçevede fiziksel sistem olarak düşünülen bir ekonomi modeli bilim için yararlı olabilir. Bununla birlikte, fiziksel denge modeli sadece kapalı sistemler için geçerli olduğundan, kapalı bir sistem olarak tanımlanması mümkün olmayan piyasalardan oluşan ekonominin denge modeline uyarlanamaz. 13 5. Küresel Kriz ve Neo-merkantilist Politika Uygulamaları Merkantilizmin klasik formu, “ ulusların değerli maden stoklarını artırmak için, ihracatı özendirip, ithalatı azaltmaları gerektiği” yönünde hareket eder. Ancak günümüzde, merkantilist uygulamalar şekil değiştirmiş olsa da, serbest ticareti savunan küresel kurumların varlığına rağmen uygulamalar devam etmiştir. Korumacılık uygulamalarının küresel neo merkantilist yöntemleri incelendiğinde bir kısmının doğrudan, bariyerler, kota uygulamaları, destekler, vergiler vb. şeklinde yeni geleneksel uygulamalar oldukları görülürken, çalışmada daha çok üzerinde durulacak olan asıl büyük ölçekli korumacılığın kur manipülasyonu yöntemiyle uygulanan “ticaret savaşları” olduğu söylenebilir. 5.1. Neo merkantilizm ve Yeni Geleneksel Korumacılık Dış ticarette korumacılığı gerektiren güncel neden 2008’de yıkıcı etkileri görülmeye başlanan küresel krizdir. Ancak dünya ekonomileri korumacılık önlemlerine yabancı değildir. Ekonomik konjonktürün derin daralmalar yaşadığı dönemlerde, dış ticarette ortaya çıkan dengesizliklerin üretim ve istihdam üzerindeki negatif etkilerini gidermeye yönelik politika arayışları çerçevesinde de, korumacılık gündeme gelmiştir. Ancak güncel korumacı politikaları 1930’larla kıyaslamanın mümkün olduğu söylenemez. Küresel kurumların varlığı ve neoliberal dış ticaret politikalarının genişlemesi, yeni-geleneksel koruma yöntemlerinin oluşmasına yol açmıştır. Yeni-geleneksel korumacılığın dünya ticareti üzerindeki etkisi hem tarifeler ve Dünya Ticaret Örgütünün (WTO) yasal ticaret çareleri (antidamping ve koruyucu önlemler) gibi “doğrudan” (outright) ve hem de desteklemeler ve hükümet tedarik engelleri gibi “yoğun-kasvetli” 4 (murky protectionism) olması- krizin gelecekteki rotasına büyük ölçüde bağımlı olacağını göstermektedir. ( Baldwin ve Evenett: 2009; 4) WTO’nun 1930 krizine karşı II. Paylaşım Savaşı sonrasında imzalanan ve uluslararası ticaret ilişkilerine disiplin getirmeyi amaçlayan ve ilke olarak ticaret engellerini ve korumacı önlemeleri reddeden resmi GATT’ın yerine geçmek üzere 1995’te kurulduğu bilinmektedir. Gelinen son noktada; Uruguay Turu temelinde ve WTO’nun çatısı altında mal ticareti ile ilgili GATT, hizmet ticareti ile ilgili (GATS) ve fikri mülkiyet hakları ile ilgili (TRIPS) olmak üzere üç özel anlaşmanın çağdaş ölçülerde yapılandırıldığı görülmektedir. GATT turlarına Murky protectionism; yabancı mal, şirket, işçi ve yatırımcılara karşı ayrımcılık için kullanılan yasal ihtiyati suiistimaller;örneğin sağlık ve güvenlik düzenlemelerinin manipülasyonu, lisans sınırlamaları, yeşil politikalar, ayrımcı standartlar vs. bütünü demektir. 4 14 bakılırsa küreselleşmenin gerekli “taban tahtası” olan WTO, korumacılığı serbest ticaretin önünde muhafazakâr bir bariyer olarak görmekte ve genellikle yasaklamaktadır. (Kalaycı: 2010; 85) WTO, dünya ticari ilişkilerinin, serbest ticaretten korumacılık eksenine sapılmadan güvenlik ve istikrar disiplini içinde sürmesine dikkat etmektedir. Ancak kriz batağından kolayca çıkmak adına korumacılığa ilk başvuranların da yine daha çok korumacılığa karşı olan Batılı hükümetlerin-gelişmiş ekonomilerin olduğu ve onları diğer gelişen ülkelerin izlediği gözlemlenmiştir. Dünya dış ticaretinde en büyük paya sahip olan ülkeler -ki bunlar aynı zamanda dünyanın en gelişmiş (G) ekonomileri olarak da kabul edilirler- kendi aralarında kurdukları (G8 ve G20 gibi) “kulüpler”, aldıkları kararlarla kimi zaman hükümetler ve toplumlar üzerinde etkili olabilmektedirler. Bu kulüplerden “G-8”, 1975’te Fransa tarafından, “G-20” ise 1999’da Asya finans krizinin ardından kuruldu. G-20, G-8 ile birlikte AB, Arjantin, Avustralya, Brezilya, Çin, Endonezya, G.Afrika, G.Kore, Hindistan, Meksika, S.Arabistan ve Türkiye’den oluşmaktadır. Küresel kriz döneminde, G20’ye başkanlık yapan ülke Fransa’dır. G20 özünde korumacılığa karşıdır ancak kriz çözümünde pragmatik davranarak korumacılığı “B planı“ olarak görme eğilimine girmiştir. Küresel iktisadi ve finansal sistem açısından büyük önem taşıyan G20, dünya ekonomisinin yaklaşık %90’ını, dünya ticaretinin %80’ini ve dünya nüfusunun 2/3’ünü temsil etmektedir. Bu çerçevede söz konusu kulüplerin aldıkları korumacı önlemlerin dünya ticaretini büyük ölçüde etkilemesi kaçınılmazdır ve öyle de olmuştur. G20 grubunun Kasım 2008’de koyduğu 47 önleme ek olarak Dünya Bankası (WB) ve Dünya Ticaret Örgütü (WTO) tarafından 2008’den beri (bir yıllık sürede) yaklaşık 80 önlem devreye sokulmuştur. Ülkeler bazında; ABD’nin 2009 yılı ekonomiyi canlandırma yasa taslağı içindeki tedarik bariyerleri, Çin’in ihracat sınırlamaları, Rusya’nın oto tarifeleri, kimyasallarla ilgili Avrupa standartları/teknik bariyerleri, Latin Amerikan ithalat tarifeleri, genel destek, anti damping (2008’de %27+) ve sınır önlemleri. WB 2009 yılı itibarıyla küresel üretimde %3-%4, WTO da küresel ticarette %9 oranında bir düşüş tahmin emiştir. (Gamberoni ve Newfarmer: 2009; 37) Korumacılık kapsamındaki tarifelerde “mevcut durum”u (status quo) gösteren oranlar, ihracatçı ülkelerin gelir grubuna göre %4,0 ile %4,6 arasında birbirine yakın iken 2008’de kriz nedeniyle ortaya çıkan korumacı politikalardan dolayı sınır oranlarını aşarak yüksek gelirli ülkeler için %9, orta gelirli ülkeler için %8,9 ve düşük gelirli ülkeler için ise %11,7’ye 15 çıkmıştır. (Baldwin; 2008: 31) Baldwin’e göre WTO, ülkeleri korumacılıktan (protection) korumak (prevent) konusunda etkisiz olup sadece GATT kurallarıyla disiplin sağlamaktadır. WTO Direktörü P.Lamy’ye atfen yapılan eleştirilerde “düşük yoğunluklu korumacılık” şekilleri uygulandığı ve WTO üyeleri uyarıldığı halde ABD’nin son krizden çıkış için 2009’da açtığı yoğun korumacı finansal (800 milyar dolarlık) paketine ve “Amerikan malı satın al” kampanyasına bakılırsa Smoot-Hawley Tarifelerine geri dönüşün olduğunu hatırlatılmaktadır. ( Clancy: 2009) İsviçre Uluslararası İktisat Enstitüsü Direktörü S.Evenett, “yoğun korumacılık” (murky protectionism) deyiminin mucididir ve bu deyim, “hükümet öncelikleri arasında gizlenmiş ve dışarıda mükemmel mantıklı amaçlar olarak gözüken ayrımcı ticaret önlemleri” demektir. Bunun bir örneği adı geçen Amerikan ekonomisini canlandırma paketidir. Unutmamalı ki ABD hükümetleri, dış ticarette korumacılığı salt ekonomi açısından değil belki de daha da fazlasıyla ulusal güvenliği açısından önemsemektedirler. The International Foundation for Production Research’nin (IFPR:2011) tahminlerine göre, korumacılık içerikli küresel çarelerin dünya ticaretine maliyeti 700 milyar doları aşmıştır. Bu dramatik tablodan etkilenmemeleri olanaksız olduğu varsayılan G20 liderleri için -literatüre geçtiği gibi- “komşunun canı çıksın” (beggar–thy–neighbour) bencilliğinden bahsedilmesi bu noktada kulağa çok da garip gelmemektedir. (McKinnon: 2010: 3) Öte yandan Krugman, her ülkenin ekonomisinde finansal genişlemenin etkilerini içeren korumacı önlemleri kabul etmesi halinde dünya ticaretinde nasıl bir değişmenin gerçekleşeceğini sormaktadır. Her ülke bir başka ülkeye göre tam istihdama yaklaşılabileceğini fakat ticaretin bozulabileceğini; bunun “komşunun canı çıksın” tezi ile değil dünyayı bir bütün olarak daha iyi yapabilen korumacılık tezi ile ilgili olduğunu, korumacılığın yanlışlığı üzerine söylenebilecek şeylerin ise “iktisadi” değil ancak “teolojik” olabileceğini ileri sürmektedir (Krugman: 2009) 5.2. Kur Manipülasyonu Yoluyla Korumacılık Geçtiğimiz yüzyıldaki, askeri güce dayalı yayılmacılık ve bunun sonucunda değerli madenlere ulaşma ve sahip olmaya dayalı merkantilizmin, günümüzdeki uygulamalarından biri; ulusların döviz kuru rezervlerini kendi çıkarları doğrultusunda düzenleyerek, serbest dış ticaret 16 kapsamında, ihracatı artırmak ve ithalatı azaltmak amacıyla kullanmalarıdır. “Monetary mercantilism” kavramı ile de ifade edilen ve “kur manipülasyonları” yoluyla gerçekleştirilen bu yeni korumacılık yöntemi, modern dünyanın neo merkantilist politikalarına serbest piyasanın dinamikleri yoluyla hizmet etmektedir. II: Dünya savaşının bitiminden itibaren ABD doları tüm dünya tarafından rezerv para olarak kabul görmektedir. Başkan Nixon’un 1971’de altın penceresini kapatması ile birlikte, altın ve doların yolları ayrılmış, ve FED’in yoktan dolar yaratma yeteneği giderek artmış ve hatta birkaç tuşla yaratılan bu yeni paranın maliyeti sıfıra yaklaşmıştır. Modern dünya parasını değerli herhangi bir mala bağlamaktansa, “itibari para” 5 (fiat Money) adı verilen rekabetçi ve miktar bakımından herhangi bir üst sınırı olmayan bu parayı tercih etmektedir.(Cwik:2011; 9) Bu para sistemine dahil olan tüm ülkeler benzere şekilde davranarak, merkez bankaları tarafından para miktarını istedikleri şekilde ayarlayabilmekte böylece yerli paranın değerini rakiplerine göre daha düşük seviyede kontrol edebilmekte ve kendi merkantilist politikaları gereğince kolayca yönetebilmektedirler. Siyasi sınırların neredeyse silindiği bu sistemde rezerv para sınırlar arasında istediği gibi dolaşabilmekte ve para piyasasının arz ve talep dinamikleri tarafından dengelenmektedir. Bu çerçevede uluslararası pazarlarda rekabet gücü kazanan gelişmiş pazarlar “komşunun canı çıksın” (beggar-thy-neighbor) politika uygulamaları yoluyla ve bu kez adeta bir ticaret savaşıyla dış ticaret fazlaları yaratma çabasına girmektedirler. (McKinnon;2010;12) İtibari para sisteminin serbest dolaşımının durdurulamayacağını savunanlar, herhangi bir müdahalenin etkinsizlik, dengesizlik ve verimsizlik gibi sorunlar yaratabileceğini söylemektedir. Boratav’ a göre; “Son kırk yılda metropol ekonomileri arasında iki “kur savaşı” yaşandı: 1971-1973’te doların değeri düşürüldü; altınla bağlantısına son verildi; büyük paralar arasında dalgalı kurlara geçildi. 1985’te ise Plaza Anlaşması ile yen ve mark’ın değerlenmesi sağlandı. Bu iki “kur savaşı” Amerikan ekonomisini (özellikle ucuz ithalatın sarstığı sanayi kollarını) korumak amacıyla başlatıldı, sonuçlandırıldı.” ABD’nin küresel kriz sonrasında hızla para basması (monetizasyon) süreci, küresel krizle mücadele politikaları bağlamında artmış gibi gözükmesine rağmen, yeni başlamış bir İtibari para (fiat Money): Altınla konvertibilitesi olmayan, manipülasyona uğramış kağıt para. 1971’de altın standart’ının kaldırılması ile birlikte, ekonomik sistemde paranın tamamına yakını kağıt paraya dönüşmüştür. Bu yeni para birimi için ilk olarak Avusturya okulu tarafından kullanılan, fiat Money terimi kullanılmaktadır. 5 17 uygulama değildir. Doların “rezerv para” olması sebebiyle, başka ülkeleri zor duruma sokabilecek bu süreç ABD tarafından rahatlıkla yürütülebilmektedir. Öte yandan, doların, söz konusu yüksek para arzına rağmen değer kaybetmesini engelleyen en önemli faktör rezerv para olmasından kaynaklanmıştır. ABD ekonomisinin 1990’lı yılların ikinci yarısında, Asya ekonomileri ile bağlantısı sayesinde dış açıkları önemli miktarda azalma göstermiştir; Asya ülkelerindeki üretim, ABD’nin özel tüketimine karşılık vermiş, buna karşılık Asya ülkeleri dış ticaret işlemlerini dolar üzerinden yürütmüş ve döviz rezervlerinin çok önemli bir bölümünü dolar cinsinden tutmuştur. ABD tahvil bonolarının Asya ülkeleri tarafından satın alınması, dış açıkların azalmasına ve para arzının artmasına yol açmıştır.(D’orlando:2008) Ancak bu likidite bolluğuna rağmen dolar, rezerv para olması sebebiyle değerini korumuştur. Boratav’a göre söz konusu likidite bolluğu önceden tahmin edilemeyen finansal balonlaşmaya yol açmıştır; “Balon patlayıp uluslararası krize yol açınca algılamalar değişti; Amerika “kur savaşları”nın üçüncü perdesini açtı. “Küresel dengesizlikler”in hafifletilmesi için ABD’nin (en başta Çin’e karşı verdiği) astronomik açıkları aşağı çekilmeliydi. Ucuz ithalatın yerli üretimi tehdit etmesi önlenmeliydi. Ve özellikle Çin Amerika’dan ithalatını artırmalıydı. Çin parasının (renminbi veya yuan’ın) değerlendirilmesi bu nedenle istendi. Yuan’ın değerlenmesi, Amerika’nın Çin’e karşı devalüasyon gerçekleştirmesi anlamına gelecektir. Ayak dirediği için Çin, ABD Kongresi tarafından “para manipülasyonu yapan ülke” olarak yaftalandı ve olası ekonomik yaptırımların kapısı aralandı.”(Boratav: 2010) Kur savaşlarının üçüncüsü böylece, dolar-renminbi (yuan) arasında geçmektedir. Çünkü merkantilist sisteme göre dış ticaret açıkları ulusları güçsüz bırakan tehlikeli bir sorundur. Stiglitz’e göre ise; (Stiglitz: 2010) “Ticaret savaşlarından kimsenin galip çıkması mümkün değildir. Çin’in manipülatör olarak suçlanması tek taraflı bir görüştür. Çünkü Kriz ABD yapımıdır; Çin’in çok taraflı ticaret fazlası, çok taraflı bir ekonomik sorun olduğundan ve bu konuda pek çok ülke endişelendiğinden, ABD, çok taraflı ve kurallara dayalı bir çözüm aramalıdır. Tek taraflı olarak Çin’i “döviz kuru manipülatörü” olarak yaftaladıktan sonra, tek taraflı vergiler koymak, çok az getirisine karşı çok taraflı sisteme zarar verir. Çin Amerika’nın bankaları ve 18 otomobil şirketlerini kurtaran devasa paketlerinin doğrudan veya dolaylı olarak sübvanse ettiği Amerikan ürünlerine gümrük vergisi uygulayarak cevap verebilir.” Stiglitz’in yukarıdaki görüşünün dayanağı; 1988’de kabul edilen “ Ticaret ve Rekabet Yasası” dır. Yasaya göre; ABD hazine bakanı haksız rekabeti önlemek amacıyla, ülkelerin döviz kuru politikalarını analiz ederek, döviz kurunu manipüle eden ülkeleri belirleme ve dolar kurlarındaki dengesizlikleri giderme yetkisine sahiptir. Küresel para ve ekonomi sisteminde, dolar hegemonyası sayesinde ihtiyacı olan her türlü avantaja sahip olan ABD’nin 1998-2001 yılları dışında süregelen dış açıklarının varlığını hala koruması sebebi de; ekonomik konjonktürün genişleme dönemlerinde, neo-klasik iktisatın liberal politikaların uygulanması daralma dönemlerinde ise neo-merkantilist politikaların gündeme gelmesi ile oluşan istikrarsız ekonomi politikalarında aranmalıdır. Küresel ekonominin merkezindeki büyük oyuncular dışında kalan ülkelerin bu savaş sırasında karşı karşıya kaldıkları en büyük sorun; yerli paranın değer kazanmasına (dövizin ucuzlamasına) yol açan yüksek tempolu dış kaynak girişleridir. Bu ortam rekabet gücünü baltalayarak, finansal varlıklarda balonlaşmaya yol açmakta, sermaye hareketlerinin yavaşlaması ya da durması halinde de finansal kriz riskine sebep olmaktadır. Başka bir deyişle başta ABD olmak üzere daralma dönemlerinde uygulanan neo-merkantilist dış ticaret savaşları, çevre ekonomilerin liberal politikalar çerçevesinde önlem almasını güçleştirerek, söz konusu ülkeleri zor duruma sokmaktadır. Sonuç Geçtiğimiz yüzyıldaki, askeri güce dayalı yayılmacılık ve bunun sonucunda değerli madenlere ulaşma ve sahip olmaya dayalı merkantilizm, aslında gelişmiş batılı ülkeler tarafından ekonomik konjonktürün dip yaptığı her seferde neo-klasik iktisat politikalarının yetersizlikleri sebebiyle gündeme gelmeyi sürdürmüştür. 2008 krizi ile tekrar gündeme gelen neomerkantilizm’in günümüzdeki uygulamalarından biri; “yeni geleneksel korumacılık” yöntemleri iken, bir diğeri; ulusların döviz kuru rezervlerini kendi çıkarları doğrultusunda düzenleyerek, serbest dış ticaret kapsamında, ihracatı artırmak ve ithalatı azaltmak amacıyla kullanılması yolu ile yaratılan ticaret savaşlarıdır. “Monetary mercantilism” kavramı ile de ifade edilen ve “kur manipülasyonları” yoluyla gerçekleştirilen bu yeni korumacılık yöntemi, modern dünyanın neo-merkantilist politikalarına serbest piyasanın dinamikleri yoluyla hizmet 19 etmektedir. Her fırsatta çevre ekonomilere, serbest dış ticareti geliştirmek amacıyla empoze edilen liberal ekonomi politikaları her nedense kriz dönemlerinde batılı ülkeler tarafından uygulanmamaktadır. Siyasi sınırların neredeyse silindiği bu sistemde rezerv para sınırlar arasında istediği gibi dolaşabilmekte ve para piyasasının arz ve talep dinamikleri tarafından dengelenmektedir. Bu çerçevede uluslararası pazarlarda rekabet gücü kazanan gelişmiş pazarlar “komşunun canı çıksın” (beggar-thy-neighbor) politika uygulamaları yoluyla ve bu kez adeta bir ticaret savaşıyla dış ticaret fazlaları yaratma Öte yandan, başta ABD olmak üzere daralma dönemlerinde uygulanan neo-merkantilist dış ticaret savaşları, çevre ekonomilerin liberal politikalar çerçevesinde önlem almasını güçleştirerek, söz konusu ülkeleri zor duruma sokmaktadır. 20 Kaynakça Acar, Gökmen T. (2008), İktisadı Değiştirmek: Neoklasik İktisada Eleştirel Bir Yaklaşım, Birinci baskı, İletişim yayınları, İstanbul. Baldwin, Richard. (2008), The Crisis and Protectionism: History Doesn't Repeat Itself, But Sometimes It Rhymes”, What World Leaders must do to Halt the Spread of Protectionism, Edited by Richard Baldwin and Simon Evenett London: Centre for Economic Policy Research (CEPR), A VoxEU.org Publication, 31-33. Baldwin Richard, Evenett, Simon J. (eds.) (2009): The collapse of global trade, murky protectionism, and the crisis: Recommendations for the G-20, A Vox.EU.org publication, p. 4. Bhagwati, J. (1985). Portectionism, Cambridge,Massachussets, The MIT Press Blaug, M. (2004) “Formalizmin Sorunları”, Post Otistik iktisat (ed.) Kaya ardıç, IFMC İktisat Dergisi yayınları, İstanbul. Boland, Lawrence A., (1997), Critical Economic Methodology: A Personal Odyssey, Routledge, Londra ------------------ (2002), “ Applying Economic Methodology: Recognizing Knowledge in Economic Models”, International Journal of Philosophy and Methodology of Economics, vol.1, p. 82-95 Boratav, Korkut. (2010), “Kur Savaşlarının Evveliyatı” http:// www.yenicag.com.cy/yenicag/ 2010/11/12, (Erişim: 10-10-2012) Brenner, Robert. (1999). “Dünya kapitalizminin Yaklaşan Krizi: Neo-liberalizmden Buhrana mı” (çeviri: Pınar Bedirhanoğlu), Birikim 119, s.88-95 21 Clancy, Sarah. (2009), “ The Global Response to the 2008 Economic Crisis: A Return to Smoot Hawley?, The George Washington University”, The International Economics Study Center, May, http://internationalecon.com/students/SClancy.pdf (Erişim:15/09/2012). Chang, Ha.J. (2003). Kicking Away the Ladder: Development Strategy in Historical Perspective, Wimbledon Publishing Company Ltd. Costanza, Robert. (2009), “Toward a New Sustainable Economy”, Real-World Economics Review, vol.49, part II, p.20-32 Cwik, Paul. F. (2011). “The New Neo-Mercantilism: Currency Manipulation as a Form of Protectionism” Institute of Economic Affairs, Published by Blackwell Publishing, Oxford, p. 7-11 Çeçen, Aydın. (2004), “Rasyonel Eylem Aksiyomatik Bilgi ve Homo Economicus”, İktisat Üzerine Yazılar I, İletişim yayınları, İstanbul. D’orlando, Maurizio. (2008, ), Economic crisis: US, China and the Coming Monetary Storm. Asia News. http://www. asianews.it/index.php. (Erişim: 21.09.2012) Friedman, Milton. (1994), “The Methodology of Positive Economics” The Philosophy of Economics- An Anthology (ed.) Daniel M. Hausman, II. Baskı, Cambridge Universty Press, ABD Galbraith, James K. (2009), “Statement to The US House of Representative” Real-World Economics Review, vol.49, part IV, p.62-80 Gamberoni, Elisa. and Newfarmer, Richard. (2009), “Its Trade Protection: Incipient But Worrisome Trends,” Trade, Notes 37, The World Bank-Int Trade Department, March 2. Guerrien, Bernard. (1999), Neo-Klasik İktisat, çev. Ertuğrul Tokdemir, II. Baskı İletişim Yayınları, İstanbul. Finlayson, Alan C. Lyson, Thomas A. (2005) “The Invisible Hand Neoclassical Economics and The Ordering of Society” Critical Sociology, vol.31, no.4, pp.515-536 22 Kahneman, Daniel. and Tversky, Amos.(1979) “Prospect Theory: An Analysis of Decision Under Risk” Econometrica, vol.47,no.2, pp.263-291. Kalaycı, İrfan. (2011) “2008 Küresel Finans Krizi Sonrasında Dış Ticarette Korumacılık: Paradigma Kayması (mı?)” Maliye Dergisi, Temmuz-Aralık, s. 76-105 Katsuhito, Iwai. (2008) “Global Financial Crisis Shows Inherent Instability of Capitalism”TheTokyoFoundation,12.08.2008 (http://www.tokyofoundation.org/en/articles/2008/global-finacial-crisis-shows-inhere.. Erişim: 19.04.2009) Keen, Steve. (2001) Debunking Economics:The Naked Emperor of The Social Sciences, Pluto Pres, Zed Boks, Sydney&London ------------- (2009) “Neoclassical Economics: Mad, Bad and Dangerous to Know”, Real-World Economics Review, vol.49, partI, p.2-8 Kuhn, Thomas S. (1970) The Structure of Scientific Revolutions, Chicago IL: The Universty of Chicago Press . Krugman, Paul R.(2008) The Return of Depression Economics and the Crisis of 2008, W.W. Norton, Seeking Alpha, hardcover, pp.224. --------------------. (2009), “Protectionism and stimulus (wonkish)”, The New York Times, February 1, , http://www.nytimes.com/. ( Erişim: 20/09/2012) List, Friedrich. (1841 [1985], The National System of Political Economy, London, Longmans, Green and Company McKinnon, Ronald I.(2010) “Bigger-Thy-Neighbor Interest http://www.stanford.edu/~mckinnon, p..1-26, (Erişim: 10/ 10/2012) 23 Rate Policies” Mousavi, Shabnam and Garrison, Jim. (2003) “Toward a Transactional Theory of Decision Making: Creative Rationality as Functional Coordination in Context” Journal of Economic Methodology, vol.10, p. 131-156 Sean, Malin. (2009) “A Non-Formal Look at The Non-Formal Economy” Real World Economics Review, vol.49.partII, pp. 36-42 Simon, Herbert A.(1979) “Rational Decision making in Business Organizations” The American Economic Review, vol. 69, pp.493-513 Solow, Robert M. (1985) “Economic History and Economics”, The American Economic Review, vol.75, no.2,pp. 328-331 Smith, Adam. (1937) [1981] An Inquiry into the Nature and Causes of the Wealth of Nations, (ed.) R.H. Campell and A.S. Skinner, Indianapolis, Liberty Classics Edition Stiglitz, Joseph.E. (2003) “Do as the US Says, Not as it Does” Guardian, 29.10.2003, http:// globalpolicy.org/globaliz/econ/2003, erişim tarihi: 20.10.2004 --------------- (2010) “Ticaret Savaşının Sırası Değil” Ekonomik Forum, Nisan , s.86-87 Wallerstein, Immanuel. (1996) Tarihsel Kapitalizm (Çev. Necmiye Alpay), ikinci baskı, Metis, İstanbul. Thomson, George (1997) Kapitalizm ve Sonrası: Meta Üretiminin Yükselişi ve Çöküşü (Çev. Fatmagül Berktay), ikinci baskı, Kaynak, İstanbul. Turton, Dan (2009) “The Real Dirth on Happiness Economics: A Reply to The Unhappy Thing About Happiness Economies” Real-World Economics Review, vol.49, Part II, pp.83-94 Weintraub, Roy E. (1999) “How Should we Write The History of Twentieth Century Economics?” Oxford Review of Economic Policy, vol.15, pp.139-152 Wollf, Richard.D., “The Critique of Economic Policy” Post-Autistic Economic Review, vol.4 no.22 24 Young, Jeffrey T. (1997) Economics as a Moral Science: The Political Economy of Adam Smith, Cheltenham. Edward Elger. . 25