Sezernaz Sezer 21300554 TURK 102 - Şube 10 Aslı Uçar OTOMATİKLEŞTİRME BENİ! Toplum normlarına ters düşen insan davranışları, hiç kuşkusuz, edebiyat ve beyaz perde için daima meyve veren ağaç konumundadır. Sinemada yerleşik kalıpların dışına taşan Stanley Kubrick’in İngiliz romancı Anthony Burgess’in romanından cüretkar bir şekilde uyarladığı Otomatik Portakal da bu konuyu ele alan filmlerden biri. Hava karardığında dehşet saçmak için sokağa dökülen gençler, kapıları yardım için çalındığında bile açma konusunda tereddüte düşen kadınlar, günün yirmi dört saati gece karanlığının tedirginliğinde geçen bir atmosfer... Film, vizyona girdiği 1971 yılında bir distopya ise de şimdilerde geçmişten gelip gerçeğe dönüşmüş sosyal bir kehanet sanki. Toplumda genel kabul gören düşünce, insanların sistemin yarattığı kurallara ayak uydurabildiği ölçüde iyi, toplum faydasına aykırı düştüğü ölçüde ise kötü olduğu yönündedir. İnsanın toplumdan bağımsız olarak düşünülemediği gerçeğini göz önünde bulundurduğumuzda insan ruhunun eğilimi hangi yöndedir? Freud, insan bilincini üç ayrı ruhsal kategoride inceler. İlki cinsellik, saldırganlık, kin gibi hayvansal içgüdülerimizi ifade eden id; ikincisi doğayla id arasındaki denge unsuru ego; sonuncusu ise insanın içinde bulunduğu toplum tarafından yaratılan kural ve değerler bütünlüğü ekseninde insana yön veren süper egodur. İnsan, süper ego sayesinde toplumca kabul görmeyecek tutkularını ve hayvani içgüdülerini çoğunlukla bastırır, erteler ya da derinlere hapseder. Bu sayede topluma ayak uydursa da temelde değişmez. Temelde, kabuğundan sıyrıldığında ilkel insandan farksızdır. Bu yüzdendir ki ruhunda varoluşundan kaynaklı doyumsuz bir hayvan bulunan bir varlık için mutlak iyilikten bahsetmeyi ütopik buluyorum. Şayet mutlak iyilikten bahsedebilsek bile bu tür insanların bir elin parmağını geçmeyecek kadar az olduğu ortada. Asıl mesele sistemin çizdiği ahlak sınırlarına aldırmadan, sırf kendi doyumu adına hareket eden “kötü”ye, sistemin gösterdiği direncin şiddeti ve yol açtıklarıdır. Cevabı mutlak olmayan iyi mi kötü mü, doğru mu yanlış mı tartışmasının ötesinde üzerinde durulması gerekenler vardır: Suç, ceza, sistemin suçluyu topluma kazandırmak için sunduğu eğitimin etikliği, devlet ideolojisi uğruna yok edilen iradeler... Öyleyse suçun orijinini, nereden, neden geldiğini, sorumlusunu –aile, sosyal çevre...bir kenara bırakalım da suçlunun karşısında duran sisteme bir göz atalım. Devletin, örgütlenme modeliyle topluma egemen olan düşünce sistemini şekillendirdiği su götürmez bir gerçektir. Kudretli(!) devlet, üstün buyurma gücünü ve bürokratik araçlarını devreye sokarak bünyesindeki insanları istediği forma sokar. İdeolojisini temel alarak yarattığı bu düzene aykırı düşen, kamu huzurunu bozan, varlığına tehdit olarak gördüğü “kötü”leri bir bir ayıklar ve onlar üzerinde kimi zaman “iyileştirme, topluma kazandırma” adı altında olsa bile baskı mekanizmalarını kullanmaktan çekinmez. Ötekilere -öteki değerlere, öteki yargılara, öteki davranışlara, öteki ideolojilere- tahammül etmez, kendi amaçları doğrultusunda asimile eder. Totalitarizme doğru emin adımlarla yelken açar âdeta. Amacı iktidar-birey çatışmasında galip gelip tek tip “iyi” birey yaratmaktır. Etik ya da değil, büyük oranda gerçekleştirir de bunu. Kurbanlar baskılanarak, iradeleri hiçe sayılarak “iyi”ye evrilmiştir şimdi. Peki, iradesi doğrultusunda kötü olmayı tercih etmiş hatta bundan ziyadesiyle zevk alan bir kişiyi iyi olmaya zorlamak ne derece iyidir? Bu baskılar neticesinde iyi olmak bir seçim olmaktan çıkıp bir mecburiyete dönüşmüşse iyi olmak hâlâ bir erdem midir? Nerede kaldı iyi ile kötüyü ayırt etmesi için yalnız insana bahşedilmiş irade? Evet, suçlu suçundan arınmıştır ancak artık ahlaki seçim yapabilecek bir varlık da değildir. Artık, “iyi” tanımına fazlasıyla uygun “yapay bir otomatik portakaldır” sadece. Ve unutulmamalıdır ki o portakal elbet bir gün soyulup başucuna koyulur.