KUBA DEVRİMİ 50. YILINI DOLDURURKEN KUBA TARİHİNDEN

advertisement
KUBA DEVRİMİ 50. YILINI DOLDURURKEN
KUBA TARİHİNDEN NOTLAR
Yazar Yusuf Küpeli (www.sinbad.nu)
Cuma, 27 Şubat 2009 11:09
Önsöz yerine
Kuba hakkında genel bilgiler veren göreceli uzun bir metni en kısa sürede yazıp
Sinbad’a yerleştirmeyi düşünürken, şimdilik ortaya 12 punto ile 60 A-4 sayfası
tutan bir kitap çıktı...
şimdilik diyorum, çünkü, devrim sonrasını, Kuba’nın başarılarını, ve güçlü
enternasyonal dayanışmasını henüz yazıp tamamlayamadım. Kaynakları hazır
olan bu bölümleri yazmadan, devrimin gerçekleşmesine dek olan bölümleri
Sinbad’a yerleştirmeye karar verdim. Aslında önce kitabı tamamlayıp tümüyle
Sinbad’a yerleştirmeyi düşünmüştüm ama, biraz sabırsızlık yaptım...
Kuba’nın gününü anlayabilmek için geçmişini de en kalın çizgileri ile doğru
bilmek gerektiğini düşünüp, anlatımımı genişlettim. şüphesiz bu yazdıklarımdan
da çok fazlası, daha ayrıntılı ve doğru olanları yazılabilir ama, yazmış
olduklarımın da Kuba hakkında genel doğru fikirler verebileceğini, okuyucuya
yardımcı olabileceğini sanıyorum. Umarım öyle olur.
Bu anlatımı kısa sürede bitireceğimi sandığım için, başlayıp 1800’lü yılların
sonlarına dek getirmiş olduğum Balkanlar ile ilgili anlatıma ara vermiştim. Fakat
Kuba anlatımı uzayınca, Balkanlar ile ilgili anlatıma umduğumdan biraz daha fazla
ara vermek zorunda kaldım. Kuba ile ilgili anlatımı bitirmeden, daha kalan iki
bölüm yazmadan, Balkanlar ile ilgili anlatıma yeniden başlamayacağım... Zengin
kaynak listesini ise, kitap tamamlanınca en sona ekleyeceğim.
ıyi okumalar dileğiyle
Yusuf Küpeli
25 şubat 2009
Yusuf Küpeli, Kuba devrimi 50. yılını doldururken Kuba tarihinden notlar
 Keşfedilmiş kıtayı Avrupa’nın keşfi, ve yeni toplumsal trajedilerin
başlayışı
“Yeni kıtanın keşfi” derken, bunun Batı dünyası için böyle olduğunu anlamak
gerekir. Yoksa, Amerika kıtası çok daha önce insani yerleşime açılmıştır. Bazı
öğretiler, bu kıtaya insani yerleşimi 60 bin yıl önceye dek götürüyor olsalarda,
daha çok kabul gören, Kuzey Amerika yerlilerinin bundan 35 bin ile 20 bin yıl,
hatta 10 bin yıl kadar önce Bering Boğazı’nı geçerek Asya’dan, Sibirya’dan bu
yeni topraklarına geldikleri üzerinedir- bu göçün, zamana yayılan birçeşit
süreklilik taşımış olduğu da düşünülebilir. Aynı anlatımlara göre, Orta ve Güney
Amerikaya doğru göç ve yerleşim ise, bundan 10 bin yıl kadar önce
gerçekleşmiştir. Kısacası, Amerika yerlilerinin, son buzul çağı bitmeden,
kuzeydoğu Sibirya’dan gelip, donmuş Bering Boğazı’nı geçerek, bu kıtaya
girmişlerdir. Gerçeğin böyle olduğu, iddia edilmektedir…
Dini dogmaları ile kendilerini -bir “tepsi” gibi farzettikleri sınırları çizilmişdünyalarının “merkezine” oturtan ve bu dünyayı da “evrenin merkezine” oturtan
Avrupalıların ruhları bile duymadan, Orta ve Latin Amerika da, Asya’nın,
Mezopotamya’nın (mesopotamia= nehirler arası) medeniyetlerini aratmayacak ve
birçok konuda bunlarla paralellikler taşıyan medeniyetler doğup gelişmiştir… Orta
Amerika’da, Maya, Aztek medeniyetleri… Daha güneyde, günümüzdeki Ekvador,
Peru, Bolivya ve şili gibi ülkelerin büyük bölümlerini içine
alan Inka ımparatorluğu vs…
Günümüzde Batı, Amerika Kıtası’na ilk ayak basan Avrupalıların Vikinler olduğu
kanısındadır… Aslında, ıskandinavya’nın kuzeyinde yaşayan Asyalı ve
şamanist Sami halkını bir yana koyacak olursak, ısveçliler ve Norveçliler, -her
halk gibi karışmış olmakla birlikte- daha çok Germen (Alman) kökenlidirler.
Onlar, alman dil ailesinden olan yakın akraba diller konuşmakla birlikte, tarih ve
kültür olarak, düşünce yapısı olarak Batı toplumlarından sonderece farklıdırlar.
Sözkonusu milletler, Batı ve Doğu Avrupa ile benzer ve aynı derinlikte güçlü bir
feodal dönem yaşamamış oldukları için, farklıdırlar. Aslında ıskandinavyalılara
tam Avrupalı demek bile zordur ama, yine de Amerika Kıtası’na ilk ayak basan
Avrupalıların Vikingler olduğu iddiasına olumlu yaklaşabiliriz. Çünkü, daha önce
başka birileri bu kıtaya ayakbasmış olsalar bile, bu konuda somut bir kanıt
yoktur…
Denizci, korsan-tüccar, savaşcı Vikingler (800- 1000 yılları), ıskandinavya’nın
derin körfezlerine yerleşmiş oldukları için, bu adla anılmışlardır. Alman dillerinden
olan ıskandinav dillerinde vik, körfez anlamına gelmektedir. Viking ise, anlaşılmış
olacağı gibi, Körfezli olmaktadır…
Önce, Norveçli Erik Thorvaldson, norveççe söylenişiyle Eirik Torvaldsson,
veya Eirik Raude (Kızıl Erik), dünyanın en büyük adası olan Grönland’ı (Yeşil Ada)
yaklaşık 980 yılında keşfetmiş ve ıskandinavyalıların yerleşimine açmıştır. Eirik’in
soyadı Torvaldsson, Torvald’ın oğlu anlamına gelmektedir. Torvald adı, Kuzey
mitolojilerinin savaş tanrısı Tor’dan türetilmedir… Kısacası, Kızıl Erik’in Grönland’ı
keşfinden kısa süre sonra, oğlu Leif Eriksson (Erik oğlu Leif), Kuzey Amerika’ya
ayakbasmıştır…
Eskimolar için eski, Batı için ise yeni olan bu yeryüzünün en büyük adasına
ıskandinavyalıların vermiş oldukları Grönland adının başındaki Grön sözcüğü,
ıskandinav dillerinde yeşil anlamına gelmektedir. Land ise, kara, ülke, arazi
olmaktadır. Bu iki sözcüğün birleşiminden oluşan Grönland, yeşil ülke, yeşil kara,
yeşil ada anlamına gelmektedir ama, işin gerçeği, Grönland buzlarla kaplı soğuk
bir toprak parçasıdır. Grönland’ın adının böyle büyük bir uyumsuzlukla, yanlışlıkla
yüklü olması, basit bir hatanın ürünüdür.
Avrupa ile Amerika arasındaki, ıngiltere’nin kuzeyindeki Iceland, veya isveççe
söylenişiyle Island; türkçe anlamıyla, Buz Adası; ve türkçe söylenişiyle ızlanda,
aynı yıllarda (Grönland’ın keşfedildiği yıllarda) yine ıskandinavyalılar tarafından
keşfedilmiştir. Daha önce bazı inzivaya çekilmiş, sosyal yaşamdan uzaklaşmış
ırlandalıların yaşadıkları bu adaya, 874 yılında karısı ile gelip yerleşen ilk
Norveçli, Ingólfur Arnarson olmuştur...
Grönland’ı keşfedip Norveçlilerin yerleşimine açmış olan Erik Raude (Kızıl Erik),
986 yılında bu adaya, ızlanda’ya gelmiştir. Erik’in -aktif volkanik bir toprak
parçası olan ve topraktan fışkıran sıcak su kaynakları (geyser) ile dolu bulunanbu yemyeşil adayı, Izlanda’yı tarif edişi, yeşillikle alakası olmayan buzlarla
kaplı Grönland’a maledilmiştir. Sonuçta, kar ve buzlarla kaplı bu soğuk devasa
adaya, “Yeşil Ada” anlamına Grönland denilirken, volkanik arazisinden
kaynar geyserler fişkıran yemyeşil ızlanda’ya ise, “Buz Adası”
anlamına ızlanda (Island) denilmiştir...
Coğrafi olarak Kuzey Amerika kıtasının, Kanada’nın bir uzantısı olan ve
Norveçli Kızıl Erik tarafından yaklaşık 980 yılında keşfedilen -buzlarla kaplıGrönland (Yeşil Ada), 1776 yılından beri Danimarka Kırallığı’nın kolonisidir...
ılginçtir, Danimarka Kırallığı sadece 43 bir 94 kilometre kare büyüklüğe sahipken,
Türkiye’nin sahibolduğundan üç kez daha büyük yüzölçüme sahip olan Grönland,
2 milyon 175 bin 600 kilometre karelik bir toprak parçasıdır. Ada nüfusunun
sadece altıda biri Danimarkalı iken, beşte dördü yerli Eskimo halkındandır...
Adının tam tersine ılıman bir iklime sahibolan Izlanda, ıngilterenin çok kuzeyinde
olmasına, Kuzey Kutbu çizgisi ile sınırdaş bulunmasına karşın, yemyeşildir.
Çünkü Izlanda, Gulf Stream olarak bilinen sıcak su akıntısının etkisi altındadır...
Yine Norveç’in en kuzey ucundaki limanlarından Kirkenes’e gidilince, Rusya’nın
Kola Yarımadası sınırında Barent Denizi kıyısına kurulmuş bu yerleşim
merkezinde, olması beklenenin tam tersine, herşeyin, iklimin, ağaçların, bitkilerin
daha güneydekilere, ılıman iklimde olanlara benzer oldukları şaşkınlıkla
farkedilir. Kirkenes gibi Gulf Stream’in etkisinde olmayan bölgelerde, birkaç yüz
kilometre daha güneyde, ve güneybatı da, Asya kökenli Sami halkının merkezi
sayılan -denizden uzak- Kautokeino’da ise, tam bir tundra iklimi egemendir.
Buralarda ağaçlar küçücüktür, herşey aslının cücesi, minyatürü gibidir ve hava
kuzey kıyılarında olandan daha soğuktur...
Sonuçta, eldeki bilgilere göre Vikingler, Kiristof Kolomp’tan (Christopher
Columbus, 1451- 1506) çok önce, 510 yıl kadar önce Amerika kıtasına
ayakbasmışlardır. Yine muhtemelen, ortada bir kanıt veya yazılı belge olmasa da,
veya bu satırları yazan tarafından bilinen somut birşey olmasa da, Leif
Eriksson’dan önce Amerika kıtasının değişik bölgelerine ayakbasan Avrupalılar,
Asyalılar, ve hatta Afrikalılar olmuş olabilir ve kanımca olmuştur. Yine Hemen
belirtmekte yarar var; Leif Eriksson’dan önce olmasa bile, Çinlilerin Kiristof
Kolomp’tan çok önce Amerika kıtasını keşfetmiş oldukları bilinmektedir. Ve aynı
yıllarda Çinliler, mükemmel bir dünya haritası yapmışlardır...
ılginçtir... Osmanlı’ın ünlü büyük denizcisi, haritacısı, ve “Kitab-ı Bahriye”nin
yazarı Piri Reis (Hacı Muhiddin Piri Ibn Hacı Mehmet) tarafından 1513 yılında
hazırlanmış olduğu iddia edilen bir harita, 1929 yılında Topkapı Sarayı’nda
bulunup gün ışığına çıkartılacaktı. Bir küçük antilop, ceylan derisi üzerine çizilmiş
olan özkonusu harita, Afrika’nın batı kıyılarından başlayarak Latin Amerikanın
tüm doğu kıyılarını ve Antartika’yı çok net biçimde göstermekteydi,
göstermektedir...
Kristof Kolomp (Christopher Colombus), 12 Ekim 1492 günü Bahama Adaları’na
ulaşmış ve önce San Salvador adını verdiği adaya ayak basmıştı. Çok kısa süre
sonra O, Kuba’nın (Cuba) kuzeydoğu kıyısına çıkmıştı... Kolomp’un çizmiş olduğu
haritanın kaybolduğu iddia edilmektedir... ışte Kolomp’un yolculuğundan tam 21
yıl sonra çizilen Piri Reis Haritası’nda, sadece Kolomp’un gelip görmüş olduğu
coğrafya değil, daha fazlası da gösterilmektedir... (Bilindiği gibi, farsça
kökenli pir sözcüğü, kocamış, bir meslekte derin deneyim elde etmiş, o işin
üstadı olmuş, bir sanatın kurucusu haline gelmiş kişileri ifade etmek için
kullanılmaktadır.)
Bazı iddialara göre, sözkonusu haritasını 1513 yılında Gelibolu’da çizen Piri Reis,
bu iş için Kristof Kolomp’un “kaybolan” haritasından yararlanmıştı... Kristof
Kolomp’un bölgeye yapmış olduğu dört yolculuk, ziyaret etmiş olduğu kıyılar
ayrıntılı olarak bilindiği için, 1513 yılında çizilen Piri Reis haritasının, 1506 yılında
ölmüş olan Kolomp’un veya O’nun ekibinden birilerinin çizmiş olduğu bir
haritadan, veya daha doğrusu sadece bu haritadan yararlanılarak üretilmesi
olanaksızdı. Çünkü O, Kolomp, dört yolculuğu boyunca Karaip adaları ve Orta
Amerika’nın doğu kıyıları dışında kalan yerlere, Latin Amerika’nın daha güney
kıyılarına, Patagonya kıyılarına ve Antartika’ya gitmemişti. Halbuki Piri
Reis Haritası’nda, Latin Amerika’nın tüm doğu kıyıları, Patagonya kıyıları ve
Antartika net biçimde gösterilmekteydi...
Kolomp ve ekibi, Piri Reis Haritası’nda gösterilen kıyıların tümüne uğramamış
oldukları gibi, Piri Reis Haritası üzerindeki hesaplamaları, enlem çizgilerine
benzeyen işaretleri O’nun dönemi Avrupa’sında kullananın olmadığı ifade
edilmektedir. Fakat yine de Piri Reis tarafından bir şekilde elegeçirilmiş olduğu
hesaba katılabilecek olan kayıp Kolomp Haritası’nın, Piri Reis Haritası’nın
çiziminde kullanılmış olabileceği, bundan bir ölçüde yararlanılmış olabileceği
düşünülebilir. ıddianın bukadarı, sınırlı yararlanma üzerine bir iddia, mantığa
aykırı olmaz.
Profösör Charles H. Hapgood gibi kişilerinde arasında bulunduğu konunun uzmanı
birkısım bilim adamı, sözkonusu haritanın (Piri Reis Haritası’nın) Kolomp’tan çok
önce çizildiğini, ve bunun bir nedenle Piri Reis’in eline geçmiş olabileceğini,
düşünmektedirler. Yine aynı bilim adamları, Piri Reis’in bu çok eski hazır harita
üzerinde çalıştığını hesaplamaktadırlar. Onlara göre, Piri Reis’in yararlanmış
olduğu sözkonusu çok eski harita, 1513 yılından en az 300 yıl daha önce
çizilmiştir... O zaman, bu iddia doğru ise eğer, Piri Reis Haritası’nın ilk biçimini
çizen en erken usta denizcilerin ve haritacıların kimler olabilecekleri sorusu akla
gelmektedir?
Haritalardan anlayan uzman kişilerin verdikleri bilgilere göre, ve zaten sözkonusu
haritadan da açıkça gözüktüğü gibi, Piri Reis haritasının pozisyonundan, Afrika ile
Güney Amerika arasında bir bağlantı bulunmaktadır. Yani, haritayı çizmiş olanlar,
bu haritanın üst kısmına, haritanın kuzey yönüne Afrika’nın batı kıyılarını
resmetmişlerdir. Ve onlar, Amerika kıtasına o istikametten, Afrika yönünden
bakmışlardır... Kolomp, Kanarya Adaları üzerinden, yani Afrika’nın kuzeybatı
kıyılarından Karaip adalarına ulaşmıştır ama, Kolomp’tan 71 yıl önce Çinli
amiral Zheng He ve filosu, tüm Batı Afrika kıyılarını keşfetmiş, buradan Orta ve
Güney Amerika’nın doğu kıyıların, Karaip Adalarına, Fakland Adalarına,
Antartika’ya gelmiştir...
Kolomp’tan hemen sonra Amerigo Vespucci (1454- 1512) ve daha başka ıspanyol
denizciler Amerika’ya yelken açmışlar, haritalar çizmişlerdir ama, Piri Reis’e ait
olduğu iddia edilen haritanın, Vespucci’ye ait haritalardan yararlanılarak çizilmiş
olması olasılık dışı gözükmektedir... Amerigo Vespucci Latin Amerika’nın en
güney ucuna dek inmiş olmakla birlikte, bu denizcilere ait haritaların öyle hemen,
bukadar kısa süre içinde Türk denizcilerinin ellerine geçme olasılıkları çok zayıf
gözükmektedir... Diğer yandan, Piri Reis Haritası’nda, günümüzün bilimsel
verilerine uygun gerçek enlem ve boylam işaretleri yoktur ama, benzer birtakım
hesaplamalar gözükmektedir... Batı’da enlem (latitude) cizgilerinin kulanılması,
bilimsel haritacılığa adım atış, 1700’lü- 1800’lü yıllarda başlayacaktı... Halbuki
Çin’de haritacılık, Batı’da işlemiş olan süreçten tamamen bağımsız olarak ve çok
daha erken dönemlerde mükemmel biçimde gelişmişti. Ve Çinliler, iki bin yıl
önceden beri, veya ısa’nın doğumundan beri, günümüzün manyetik pusulalarına
benzeri bir aygıtı kullanmaktaydılar...
Eğer Piri Reis’e ait olan harita -iddia edildiği gibi- ilk kez gerçekten 300 yıl önce,
yani 1200’lü yılların hemen başında, veya 1100’lü yılların sonunda çizilmiş ise, o
yıllarda bu ölçüde mükemmel bir çizimi yapabilecek olanlar, Araplar ve bir de
Çinliler olabilirdi herhalde...
Müslüman inancına bağlanmış olan büyük Çinli amiral ve diplomat Zheng
He (Cheng Ho, orjinal adıyla Ma San-Pao, 1371- 1435), Güney Atlantik
akıntılarından da yararlanarak, 1421 yılında, Kristof Kolomp’tan tam 71 yıl önce
-Afrika’nın batısından- Güney Amerika kıyılarına ve Antartika’ya ulaşmıştı. Bu
keşif, Çinli amiralin, Zheng He’nin, ve yanındaki Zhou Wen, Zhou Man, Yang
Qing, ve Hong Bao gibi kaptanların tek keşifleri değildi şüphesiz. Onlar, Batı
dünyası Avustralya’dan habersiz iken, bu kıtanın çevresinde dolaşmışlar,
Avustralya’nın her kıyısında izler bırakmışlardı. Yeni Zellanda’yı keşfetmişler, Pers
Körfezi’ne (Basra) ve Afrika’nın doğu kıyılarına gelmişlerdi. Bölgenin, dünyanın,
zamanlarına göre mükemmel bir haritasını yapmış oldukları gibi, geriye,
Afrika’dan Zürefa çizimleri dahi bırakmışlardı. Yine onlar, Batılılardan çok
önce Ümit Burnu’nu keşfetmişler, ve Afrika’nın batı kıyılarını dolaşmışlardı...
Gavin Menzies imzalı, 2002 ve 2003 ıngiltere baskılı “1421, The Year China
Discovered The World” (“1421, Çin’in dünyayı keşfettiği Yıl”) başlıklı ve notları ile
birlikte 650 sayfadan biraz fazla tutan kitapta, Zheng He’nin -Amerika kıtası
dahil- keşifleri ayrıntıları ve kanıtlarıyla anlatılmaktadır...
Amiral Zheng He, Çin’in Asya’da etkisinin en çok artmış olduğu ve dışındaki
dünya ile ilişkilerinin en çok geliştiği bir dönemde, Ming Hanedanı’nın (13681644) iktidarı yıllarında yaşamış ve keşiflerini -daha çok- Ming Hanedanı’nın
üçüncü imparatoru olan Zhu Di (iktidar adı, Yonglo; tapınak adı, Ch’eng
Tsu veya T’ai Tsung; kişisel adı, Chu Ti veya Zhu Di, 1360- 1424; imparatorluğu,
1402- 24) döneminde gerçekleştirmişti. Sözkonusu gezilere destek veren aynı
imparator döneminde Çin’in başkenti, Nanking’den Pekin’e taşınacaktı...
Amiral Zheng He, 41’den 317’ye varan gemi sayısı ve sayıları 30 bine ulaşan
mürettebatı ile 1405 yılından 1433 yılına dek, Pasif’te, Hint Okyanusu’nda
ve Atlantik’te gezip uğramadığı ülke bırakmayacaktı. Gemilerinden 62 tanesi, -o
yıllarda herhangi başka bir ülkede bulunmayan- devasa boyutlu çok değerli
gemilerdi. Filo kumandanları tarafından kullanılan ve “Hazine Gemiler” adını alan
sözkonusu 62 gemi ile aynı katagoriden olan Zheng He’nin amiral gemisi,
yaklaşık 127 metre boyunda (bazılarına göre 180 metre boyunda) ve yine
yaklaşık 52 metre genişliğinde, 1000 mürettebatlı ve 3500 ton kapasiteli idi. Bir
futbol sahasından daha büyük olan sözkonusu amiral gemisinin
yanında, Kolomp’un sade 36 metre uzunluğundan olan Santa Maria adlı kalyonu,
kaptan gemisi, ve 15’er metre uzunluklardaki diğer iki gemisi, Pinta ve Nina,
birer tahliye sandalı gibi kalmaktaydılar...
O, Zheng He, yedi sefere çıkacak ve Vietnam’dan Doğu Afrika’ya dek 37 ülkeyi
ziyaret edecekti. Batı Afrika, Amerika ve Antartika keşifleri de bu gezilerinin birer
parçaları olacaklardı. Zheng He’nin, Karaip adalarında dolaştığı, uğradığı yerler;
Fakland Adaları’na ve Arjantin’in en güney ucuna dek geldiği coğrafyalar;
günümüzde Magellan Boğazı adını alan su yolundan geçtikten sonra Antartika’ya
dek uzanan yolculuğu, buralardaki rotaları, Gavin Menzies’in -yukarıda adı
anılmış olan- kitabında ayrıntılı olarak gösterilmektedir. Ayrıca aynı kitapta,
Çinlilerin, sözkonusu filodan gemilerle Güney ve Kuzey Amerika’nın batı kıyılarını,
Pasifik kıyılarını ziyaret ettikleri, ve bu yolculukları ile ilgili olarak Amerika’nın
Pasifik kıyılarında somut izler bıraktıkları, ve bu izlerin neler oldukları üzerine
bilgiler vardır. Yine aynı kitapta, izlediği rota da gösterilerek, amiral Zheng He’nin
kaptanlarından Zhou Man’ın, Latin Amerika’nın Pasifik kıyılarından, yani bu
kıtanın batısından, şimdiki Ekvador kıyılarından Avustralya’ya dek geldiği
anlatılmaktadır. Zhou Man’ın gemileri, Avustralya yakınlarında iki kola ayrılarak
bir bölüm bu kıtanın güneyine yönelirken, diğerleri, Avustralya ile Asya arasındaki
adaların su yollarından geçerek, Endonezya ve Vietnam kıyılarını izleyerek,
kuzeye, Çin kıyılarına doğru yönelmişlerdir...
Daha önce de ifade edilmiş olduğu gibi Çinliler, ısa’nın doğmuş olduğu günden
beri, yani bundan iki bin yıl önceden beri, modern manyetik pusulanın bir
benzerini bilmekte ve kullanmaktaydılar. Yine Araplar’ın pusula benzeri bir aygıtı
700’lü yıllar içinde kullanmakta oldukları bilinmektedir. Batı denizciliği ise, bu tip
bilgilere 1100’lü yıllardan, ve daha çok 1300’lü yıllardan sonra kavuşabilecekti.
Haçlı Seferleri ve ayrıca ıspanya’da bulunan Arap iktidarı aracılığıyla gelen
Doğu’nun bilgileri sayesinde Batılılar, navigation adını alan gemi sürme, yön
bulma tekniklerini, denizciliği geliştirebileceklerdi. Arap-ıslam dünyasının bilgileri
olmasaydı, Batı’da ne Rönesans başlayabilirdi ve ne de aynı süreç içinde Batı
denizciliği, navigation (gemi sürme) tekniği geliştirilebilirdi. Ve tabii yine, Hindistan’a gittiğini sanarak- Batı için Amerika kıtasını keşfeden Kolomp ve diğer
Batılı kaşifler varolamazlardı...
Zheng He’den çok az ve O’nunkilere göre çok sınırlı geziler yapmış olmasına,
1497’den 1524’e dek sadece 3 Hindistan gezisi gerçekleştirmesine, ve
yine Zheng He’den yaklaşık bir asır sonra Ümit Burnu (Cape of Good Hope) adını
alan Afrika’nın en güney ucunu keşfetmiş olmasına karşın, portekizli
denizci Vasco de Gama, Zheng He’den defalarca daha fazla ünlendirilecek,
“büyük bir kaşif” olarak tanıtılacaktı. Çünkü O, tüm bunları Batı koloniyalizmi için
yapmıştı...
Yine Portekiz doğumlu ve hem Potekiz hem de ıspanyol bayrakları altında
yolculuk yapmış olan Magellan, Latin Amerika’nın, Arjantin’in en güneyindeki kendi adıyla anılan- Magellan Boğazı’nı Zheng He’den ancak bir asır sonra, 151922 yılları arasında keşfedebilecekti. Zheng He ise, aynı coğrafyaya 1421 yılında
ulaşmıştı. Buna karşın O, Zheng He, sadece bir yolculuğu olan Ferdinand
Magellan kadar ünlü olamayacaktı. Hatta, hemen hemen hiç tanınmayacaktı...
Tüm kıtaları doğru bağlantıları ve gerçeğe çok uygun biçimleri ile gösteren,
Çinlilerin daha o yıllarda dünyanın küre biçiminde olduğunu farkettikleri izlenimini
uyandıran, ve 1428 yılında çizilmiş olduğu anlaşılan Zheng He’ye ait dünya
haritası, son zamanlarda gün ışığına çıkacaktı... Yukarıda anılmış olan “1421,
Çin’in dünyayı keşfettiği Yıl” adlı kitabın 423. ve 424. sayfalarında, Piri Reis’in
haritasından sözedilirken, 1513 yılında çizilmiş olan Piri Reis Haritası ile Zheng
He’nin dünya haritası arasında bağlantı kurulmaktadır. Ve Piri Reis’in haritasında
yeralan Güney Amerika ile ilgili bazı bölümler işaret edilerek, Piri
Reis Haritası’nın, 1428 yılında çizilmiş olan Zheng He Haritası’ndan yararlanılarak
yapılmış olduğu iddia edilmektedir. şüphesiz bu iddia akla uygun gelmektedir
ama, Piri Reis’in sözkonusu Zheng He Haritası’nı nasıl elde edebildiği?, sorusu da
ortada durmaktadır... Yine ayrıca, Piri Reis’in, Zheng He Haritası ile birlikte başka
bazı haritalardan da yararlanmış olabileceği iddiaları vardır...
şüphesiz tüm bu iddialar akla uygundurlar ama, daha önce belirtilmiş olduğu gibi,
birkısım bilim adamı da, sözkonusu Piri Reis haritasının ilk biçiminin 1513 yılından
300 yıl kadar önce çizilmiş olabileceği tezi üzerinde durmaktadırlar. Eğer bu
iddianın gerçek ile bir bağı varsa, Zheng He’den den çok önce, 1100’lü yıllarda
“eski dünya”dan birileri Güney Amerika kıtasına ayak basmıştır...
Bu satırları yazana göre, Afrika’nın kuzeybatı kıyılarından, veya ıspanyanın batı
kıyılarından yelken açmış olan Arapların, Latin Amerika kıyılarına, hatta
Antartika’ya dek gitmiş olmaları olasılık dışı değildir... Bu bir spekülasyon olsa da,
denizciliğin asıl erken ustaları olan, ve 700’lü yıllardan beri birçeşit pusula
kullanan, ve yine aynı yıllardan itibaren ıspanya-Portekiz üzerinde egemenlik
kuran Arapların, Afrika’nın veya ıspanya’ın batı kıyılarından yelken açıp -Güney
Atlantik akıntılardan da yararlanarak- Okyanus’u aşmaları, Latin Amerika
kıyılarına herkesten önce ulaşmış olmaları hiç te ihtimal dışı değildir...
ılginçtir... Geçmişi daha eskilere uzanan halk masallarının, sözlü edebiyatın,
“Binbir Gece Masalları” adı ile derlenip yazı diline dökülmeleri, modern roman
türüne kaynaklık eden bu masal içinde masalların kaleme alınmaları, ıslam
medeniyetinin en yükselmiş olduğu 800’lü ve 900’lü yıllara, -yüksek bürokrasisi
ağırlıklı olarak ıran kökenlilerden oluşan- Abbasi Halifeliği dönemine
rastlamaktadır. “Binbir Gece Masalları” adıyla derlenen bu halk masallarının
birkısmı köken olarak Arap dünyasına ait olmakla birlikte, önemli bir kısmı da eski
ıran, Sasani dönemi anlatılarına, Hint anlatılarına, Anadolu anlatılarına, ve hatta
iddiaya göre eski Grek anlatılarına dek uzanmaktadır...
Ülkesinin kadınlarını, ve sonuçta bütünüyle ülkeyi büyük bir felaketten kurtaracak
olan aklın simgesi şehrazat tarafından hükümdar şehriyar’a anlatılan ve hep en
heyecanlı yerinde kesilerek devamı sonradan gelen bu masalların en ünlü
olanların başında, yedi kez sefere çıkan, ve “Yedi Deniz”e yolculuk yapmış
olan Sinbad’ın serüvenleri gelmektedir. Alaaddin’in ve Ali Baba’nın serüvenleri de
en ünlüler arasındadır...
Yedi sayısı tüm mitolojilerde makrokozmosu, bütünselliği, evreni, tamamlanmış
bir çemberi sembolize etmektedir. Hatta özellikle ıslamiyet öncesi tek
yaratıcılı ıran (Med, Pers, Part, Sasani, bunların hepsi ıranlı)
dini Zoroastrianizm inancının dünyası yedi parçalıdır (yedi zona ayrılmıştır) ve
merkezde (merkez zonda) “Ari” adını taktıkları kendileri, ıranlılar oturmaktadırlarıran adı zaten bu Ari sözcüğünden türetilmedir... ıran kökenli bir sözcük olduğu,
Sasani döneminden (256- 651) kaldığı, -günümüz farsçasının da temelinde olanOrta ıran dilinden (Pahlavi/ Pehlevi) gelme olduğu iddia edilen Sinbad adının, bu
adı taşıyan Sinbad’ın, yedi yolculuğa çıkmış olması, “Yedi Deniz”i
dolaşması, Zoroastrianizm’in “yedi parçaya bölünmüş dünyası”nı da oluşturan
evrensel bir çemberi tamamlaması, tüm dünyayı gezmesi anlamına gelmektedir...
Sonuçta, Sinbad masalının Pers/ Sasani kökenli olabileceği akla sonderece
uygundur...
ıdealize edilmiş kahramanlarına, ve mitolojik figürlerine karşın, halk masallarının,
hatta mitolojilerin, gerçeklerle bir bağları olduğu, ve tarih araştırmalarında değer
taşıdıkları bilinmektedir... Sinbad karakteri ile birlikte anlatılan serüvenlere
bakarak, Basra’dan yelken açan ıran veya Arap denizcilerinin, veya bunların
karışımının, veya Ortadoğu halklarından denizcilerin, Amerika kıtasını da içine
alan tüm dünyayı çok erken dönemlerde keşfetmiş olduklarını düşünmememiz
için bir neden yoktur...
Piri Reis Haritası eğer gerçekten 300 yıl kadar daha erkene ait ise, Piri Reis’in Güney Amerika’nın Atlantik kıyılarını da içine alan- eski bir Arap haritasını
elegeçirmiş olma olasılığı mevcuttur. Çünkü, Osmanlı’nın Kızıl Deniz ve Hint
Okyanusu filolarının amirali olan Piri Reis’in asıl yoğun ilişkileri, Arap dünyasının,
Kızıl Deniz ve Pers Körfezi’nin insanları, Arap denizcileri iledir...
Osmanlı ımparatorluğu’nun ıpek Yolu, Akdeniz’in doğu limanları ve ticaret yolları
üzerinde kurmuş olduğu egemenlik, Batı Avrupa’yı, özellikle Batı Avrupa’nın
denizci milletlerini, yeni ticaret yolları aramaya, Doğu’nun zenginliklerine
ulaşmalarını sağlayacak farklı yollar keşfetmeye yönlendirmişti... Aslında, Franco
Cardini’nin “Europa 1492” adlı kitabında söylediği gibi, -Daha Türkler tüm Doğu
Akdeniz üzerinde ve bütünüyle Kuzey Afrika kıyılarında egemen olmadan-, 1453
yılında ıstanbul’u aldıkları zaman, Batı ticareti ağır bir darbe yiyecekti. Batı
ticareti derken, ilk akla gelen Cenevizliler ve Venedikliler olmaktaydılar
şüphesiz... Aynı yazarın ifade ettiği gibi, Türklerin ticareti engelleme düşünceleri
yoktu ama, Venedikli tüccarlar, Çin ipeğini ve baharatını Müslümanlardan almak
zorunda kalmaya başlamışlardı. Artık ticaret, Türklerin dayattığı koşullarda
sürmek zorunda idi, bu durum Batılı tüccarların işlerine gelmiyordu. Sonuçta
onlar, alternatif ticaret yolları bulabilmek için arayışlar başlatacaklardı...
Batı’da doğmakta olan güçlü ticaret burjuvazisi, navigation (gemi sürme)
tekniğinde yaşanan gelişmeler bu konudaki, yeni ticaret yolları bulma
çabalarındaki atılımlara daha büyük bir güç katacaktı. Sözkonusu keşif gezileri, Kolomp’a arka çıkmış olan- ıspanya kraliçesi Isabella (I. Isabella veya Katolik
Isebella, 1451- 1504; iktidarı, 1474- 1504) gibi birtakım devlet yöneticileri,
iktidar odakları tarafından desteklenecekti...
Ekonomi ile ilgili olarak, “sonsuz istekler...” ifadesini içeren bir tarif bulunsa da,
bu satırları yazana göre, insanı ilgilendiren sözkonusu tarif gerçeği
yansıtmamaktadır. Çünkü insanlar, ancak bilinçleri ile sınırlı isteklerde
bulunabilirler. Bu istekleri ne ölçüde büyük olursa olsun, bu “büyüklük”, ancak
kendi farkedebildikleri dünya ile, farkedebildikleri evrenle bağlantılı olabilir.
ıstekler, kişinin bilebildiklerine dayanan düşlerinin genişliği ve derinliği ile
sınırlıdır. ınsanların, hiç bilemedikleri, düşleyemedikleri birşeyi isteyebilmeleri
olanaksızdır. Süreç içinde geçmişin bilgilerine dayanarak sıçramalarla gelişen
insan bilincinin -her çağa ve nesle göre- bilemedikleri mutlaka vardır, ve insanın
bu hiç bilemediklerini isteyebilmesi, yani taleplerinin gerçekte “sonsuz” olması
olanaksızdır. Kısacası, insanın isteyemeyeceği, insan bilincinin dışında olan
birşeyler herzan olmuştur; maddede hareketin karmaşık her biçimi hakkında
bilinmeyen birşeyler her dönemde olmuştur ve olmaktadır...
Portekizli denizciler, 1400’lü yılların ilk yarısında, -henüz Ümit Burnu’na dek
inmiyor ve Okyanusun derinliklerine yelken açmıyor olsalar da- Afrika’nın batı
kıyılarını keşfetmeye başlamışlardı. O yüzyılın Avrupası’nın üst sınıflarının büyük
bir açgözlülükle düşleyebilecekleri coğrafya, baharatların, renkli ipek kumaşları,
çeşit çeşit zenginliğin kaynağı olan Ortadoğu ve daha da Doğu ile sınırlıydı. Haçlı
Seferleri’ne katılmış olanların, Guillaume de Rubrouck (Rubroucklu Guillaume,
yaklaşık 1215- 1295) ve daha önemli olarak Marco Polo (1254- 1324) gibi
gezginlerin Doğu ile ilgili olarak anlattıkları, Batı’nın üst sınıflarının Doğu’ya
yönelik düşlerini renklendirmekte, sözkonusu coğrafyalardaki zenginliklere
ulaşma isteklerinin kamçılamaktaydı.
Yine Franco Cardini’nin “Europa 1492” adlı kitabından özetleyerek anlatacak
olursak, Kolomp dönemi Avrupalıları, dünyadaki cennetin Doğu’da veya Afrika’da
olduğuna inanmaktaydılar. Onlar, mükemmel kokulu kremler, tarçın ve -adları
uzun bir liste oluşturacak- cins cins baharatlar veren inanılmaz güzellikte
olağanüstü ağaçların, Nil, Ganj, ve Dicle- Fırat havzalarında yetiştiğini
düşünmekteydiler. Bu ağaçlardan nehirlere düşen yaprakların ve emslsiz
güzellikte meyvaların nehirler aracılığıyla kaybolan cennetteki insanlara ulaştığını
sanmaktaydılar... Fakat sonuçta Batı’da kimse, -keşfedilmeyi bekleyen- yepyeni
bir kıta, yepyeni bir dünya olduğunu aklının ucundan bile
geçirmemekteydi. Kristof Kolomp’ta, bilinmeyen böyle bir kıtayı özel olarak
düşünmemişti, keşfetmeyi istememişti, isteyemezdi. Çevresindeki kişilerin de
etkileri ile O, Kolomp, Batı’ya yelken açarsa eğer, Hindistan’a ulaşan yeni bir
deniz yolu bulabileceği düşüncesini beyninde yeşertmişti. O, Hindistan’a gitmek
istiyordu sadece...
ıspanyol Yahudisi aileden geldiği söylenen -Katolikleşmiş- Kiristof
Kolomp (Christopher Colombus; ispanyolca, Cristóbal Colón), Domenico
Colombo adlı yün tüccarı bir adamın oğlu olarak ıtalya’nın önemli liman
kentlerinden olan Cenova’da (Genoa) 1451 yılında doğacaktı... Marco Polo’nun
gezi notlarının, ve daha önceki birkaç yazarın anlattıklarının etkisinde kalmış
olan Kristof Kolomp, hakkında yazılanlar doğruysa, Portekiz’de, Lizbon’da
yaşamakta olduğu tarihlerde, yaklaşık 1480’li yıllarda, Batı’ya yelken açarak
Hindistan’a ulaşabileceği fikrini kafasında geliştirmeye başlayacaktı. Sonuçta
O, Kolomp, projesini yaşama geçirebilmek amacıyla, iktidarı paylaşan hükümdar
çift Aragonlu II. Ferdinand’dan (Katolik Ferdinand, 1452- 1516) ve Kastilyalı I.
ısabella’dan (Katolik ısabella, 1451- 1504) yardım istemek amacıyla ıspanya’ya
gidecekti. Düşlediği yolculuğu yapabilmesi için mali desteğe gereksinimi vardı...
Kolomp’un gezisi için mali destek aradığı günlerde sözkonusu Katolik çift, II.
Ferdinand ve I. ısabella, yaklaşık 700 yıldır ıspanya’nın ve Portekiz’in en geniş
kısmına egemen olan, ve artık egemenlik alanları alabildiğine daralmış bulunan
Araplara karşı savaş halindeydiler. Onlar, ıspanya’yı bütünüyle Katolik yapmanın
eşiğine gelmişlerdi... Sonuçta Kolomp, isteğine okadar çabuk kavuşamıyacaktı...
Kolomp’un gezi ile ilgili düşünceleri, 1491 yılında, ıspanyol bir komisyon
tarafından incelemeye alınacaktı... Sözkonusu yılın bittiği günlerde, 2 Ocak
1492’de, Mor olarak adlandırılan Arap yönetimi, XII. Muhammed, son kaleleri
olan Granada’nın düşmesinin ardından teslimiyet anlaşmasını imzalayacaktı.
Sonuçta ıspanya tümüyle Katolik egemenliği altına girerken, Kolomp’un planlarını
yaşama geçirmesi için gereksinim duyduğu mali desteği alabilme olanakları da
doğacaktı... Bu gelişmenin hemen ardından, aynı yıl (1492), ıspanya Engzisyonu,
Yahudileri kovma kararını alacaktı. Hoşgörü yoktu; ya din değiştirecekler, ya da
ülkeyi hemen terkedecekleri. Yapılmış olan teslimiyet anlaşmasına karşın aynı
şey Müslümanlar için de sözkonusuydu; ve din değiştirmek istemeyenler
ödürüleceklerdi. Acımasız bir Müslüman katliam olacaktı... Engzisyon, 1878
yılında, ülke de tek din olması kararını almıştı...
Kiristof Kolomp, 36 metre uzunluğundaki “Santa Maria” (“Aziz Meryem”) veya
“Marigalente” adlı kumanda gemisi ve beraberinde 15’er metre uzunluklarındaki
“Pinta” ve “Nina” adlı gemilerle, 3 Ağustos 1492 günü, daha güneş doğmadan
güybatıya doğru yelken açacaktı. Bu Küçük filo, Afrika’nın kuzeybatı kıyılarındaki
Kanarya adalarına 12 Ağustos günü ulaşacak ve birtakım tamiratlar için 6 Eylül
gününe dek burada kalacaktı... Sonuçta, 12 Ekim 1492 günü -geceyarısından iki
saat kadar sonra- Kolomp, Florida’nın doğusunda, Kuba’nın kuzeyinde bulunan
Bahama Adaları’ndan birine ayakbasacaktı. O, bu adaya, “San Salvador” (“Kutsal
Kurtarıcı”) adını verecekti. Bu ada da fazla kalmayan Kolomp, kısa süre sonra, 28
Ekim günü, -Meksika Körfezindeki- Kuba’nın (Cuba) kuzeydoğu kıyılarına
çıkacaktı. Kuba, Karaip Denizi’nin en büyük adasıydı ve Kolomp Hindistan’a
ulaştığını sanmıştı. Bu nedenle, sözkonusu denizdeki tüm adalara, “Batı Hint
Adaları” denecek, ve Amerika’nın yerli halkına da yanlışlıkla “Hintli” (“Indian”) adı
takılacaktı. Aşağılayıcı bir ifade olarak onlara, “Kızılderili”de denilecekti...
Kuba’dan hemen sonra, günümüzdeki Haiti’nin ve Dominik Cumhuriyeti’nin
birlikte bulunduğu ikinci büyük ada keşfedilecekti... Önemsiz de olsa, Türklere
ilginç gelebileceği için, “Batı Hint Adaları” arasında ıngiliz kolonisi olan, ve en
büyük adası “Büyük Türk” olarak adlandırılan “Turk ve Caicos Adaları”ndan
sözetmek istedim. Sözkonusu adaya Türk adının verilmesi, bu adalarda yetişen
bir çeşit kaktüs bitkisinin çiçeklerinin fes benzeri olması, kafaya
giyilen fesi çağrıştırması ile bağlantılı imiş...
Kolomp tarafından keşfedildiği günlerde Kuba’da, Taino ve Ciboney adlarını alan
iki farklı yerli halk yaşamaktaydı. Tarihçi Juan Perez, bunlara bir
de Guanahatabetes halkını eklemektedir. Juan Perez’in hesaplamasına göre,
Kolomp’un adaya geldiği günlerde yerli halkın nüfusu 100 ile 200 bin arasında idi.
Günümüzde yerli halktan geriye geriye sadece 4 bin kadar küçük bir sayının
kalmış olmasında, Atlantik boyunca gelişen köle ekonomisinin ve bu ekonomide
Kuba’nın ara durak olmasının etkileri olmuştur...
Kuba’da yaşamakta olan ve farklı kültürleri, farklı sosyal gelişmişlik düzeylerini
temsileden bu halklar, birkaç bin yıldır buralardaydılar. Daha gelişmiş
olan Taino halkı, tarım ile uğraşmaktaydı. Ciboney halkı ise, avcılık ve toplayıcılık
ile yaşamını sürdürmekteydi... Kuba (Cuba) adı, Taino halkının dilinden, üzerinde
yaşamakta oldukları bu adaya verdikleri cubanacan sözcüğünden
gelmektedir. Cubanacan, “merkezi yer” anlamına gelmekte imiş ve ıspanyollar’da
adayı Kuba olarak adlandıracaklardı... Spekülasyon olacak ama, kimbilir belki
onlar, Taino halkı, “Nasrettin Hoca’nın dünyanın merkezi olarak eşşeğinin arka
ayağının bastığı yeri göstermiş olması” gibi, üzerinde yaşamakta oldukları bu
adayı ve kendilerini, dünyalarının merkezi olarak görmekteydiler...
Aslında tarihte, sözkonusu kendini merkeze oturtma yanlışlığı veya idealizmi,
sadece onlara değil ama, aralarında ıranlıların da bulunduğu daha birçok
toplumun üst sınıflarına özgü bir üstünlük kuruntusudur... Değişik toplumların
egemen üst sınıfları, -yetersiz bilgileri ve egemenlik sorunları ile birlikte- varlık
nedenlerini sorgularken, kendilerini idealize ederek yüceltmekte, sonuçta,
dünyanın merkezine kendi varlıklarını oturtmaktadırlar. Yine birçok birey de,
bilincinde olarak veya olmayarak, “dünyanın merkezine” kendi varlığını oturtur;
dünyaya sübjektif idealizmin pencersinden bakmaya çalışır...
Aslında, emperyalist merkezler de dünyaya bu pencereden bakarlar, kendilerini
herşeyin merkezine oturturlar... Gerçekleri doğru görmeyi engelleyen, varlıkları
ve yaşananları luna park aynaları gibi çarpıtarak yansıtan, herşeyi kendi varlığı ile
başlatıp sonlandıran bu görüş, yaşanan toplumsal trajedilerin temelinde durur...
Hitler Almanyası’nın bilim-dışı jeopolitiğine göre Almanya, dünyanın merkezine
oturtulmaktaydı. Aynı yalan, şimdi de ABD’nin yönetici güçleri için geçerlidir.
Dünyadaki tüm gelişmeleri ABD merkezli, ve ABD mali-sermayesinin azami
kazançları perspektifinden gören bu bakış, günümüzde yaşanmakta olan insani
trajedilerin başlıca kaynağı olmaktadır...
Kolomp’un keşfetmiş olduğu coğrafya, ıtalya, Floransa doğumlu Amerigo
Vespucci’nin (1454- 1512) bölgeye yapmış olduğu ikinci gezinin (1501-1502)
sonuna dek, Batı’da, Asya kıtasının bir parçası sanılacaktı. Sözkonusu ikinci gezisi
ile birlikte Brezilya kıyılarını, ve yine Arjantin’in güneyindeki Patagonya kıyılarını
keşfedek olan Vespucci, burasının “yeni bir dünya”, Batı’da bilinmeyen yeni bir
kıta olduğunu anlayacaktı... Amerigo Vespucci’nin adına izafeten, Batı için yeni
olan bu kıtaya, Amerika denilecekti...
Öncelikle Karaip Adaları’nın ve ardından Orta ve Latin Amerika’nın, Katolik
Latinler, ıspanyollar tarafından kolonileştirilme süreci başlamıştı... Bu açgözlü
kolonileştirme süreci, aynızamanda yeni korkunç toplumsal-insani trajedilerin,
gelişmekte olan ırkçı ideolojilerle “haklı” çıkartılmaya çalışılan ürkütücü
soykırımların başlangıcı olacaktı...
Diğer yandan, Avrupa’nın kuzeyinden gelen püritan (safcı) Protestanlar,
çoğunluklu olarak Anglo-Sakson kökenli koloniyalistler, Kuzey Amerika’nın yerli
halkını yoketmeye başlayacaklardı. Bu ikinciler daha da ırkçı idiler, Latinler gibi
karışık evlilikler yapmıyorlar, melez nesiller istemiyorlardı... Yoketmekte oldukları
yerli halkı “daha aşağı bir soy” olarak görmekteydiler, ve bu konular üzerine
tamamen bilim dışı spekülatif “teoriler” üretmeye başlayacaklardı... ABD
yönetimi, 1870 yılında yapılan nüfus sayımı sırasında yerli halkı resmen
farklı bir “ırk” olarak tanımlayıp bunların sayılarını hesaplamaya
çalışacaktı. Yani onlar, o yıla dek yerlileri -resmi olarak- insandan bile
saymamaktaydılar...
Gerçek sayıyı bilmek olanaklı olmasa da, değişik kaynaklardaki bilgileri
özetleyerek nakledecek olursak, 1492 yılında Kolomp bu kıtaya geldiği zaman,
yerli halkın sayısı, kimilerinin hesaplamalarına göre, 100- 112 milyon civarında
idi. Başkalarına göre ise aynı sayı, 25 milyonu Aztek ımparatorluğu, 12
milyonu Inka ımparatorluğu sınırları içinde olmak üzere 50- 55 milyon civarında
bulunmaktaydı. Nüfus yoğunluğu bakımından, şimdiki Meksika-ABD sınırının
kuzeyine göre güneyinde kalan bögeler daha ağır basmaktaydı. Bazı ansiklopedik
bilgi kaynakları, geçmişte kuzeyde yaşıyanların sayılarının üst sınırını 18 milyon
olarak vermektedirler... Fakat daha ağır basan genel kanı, 100 milyon kadar
yerlinin, gelen Avrupalıların soykırımları ve taşıdıkları mikroplarla yokedildikleri,
öldürüldükleri yönündedir...
Günümüzde de Orta ve Latin Amerika coğrafyasında yaşamakta olan yerli halkın,
veya aslında çoğu karışmış olan melez halkın sayısı, ABD ve Kanada
topraklarında yaşayan yerlilere göre çok daha fazladır. Fakat şüphesiz
günümüzdeki tüm bu yerli halkın sayısı, Kolomp’un Amerika kıtasına geldiği
zamanki sayısına göre sonderece düşüktür...
Miami Üniversitesi’nden Profösör Ruth Reitan’ın 27 şubat 2008 tarihli ve “US
NATİVE AMERİCANS' STRUGGLE FOR SURVİVAL AND SELFDETERMİNATİON, PAST AND PRESENT ” başlıklı makalesine göre,
günümüzde ABD sınırları içinde, sayıları 500’ü aşan kabileye ait ve toplam 3
milyondan daha az nüfusa sahip olan yerli halk yaşamaktadır.
“HomeEncyclopediaDictionaryAtlasK-12 SuccessCollege & Grad SchoolDegrees &
TrainingQuizzesMore” adresindeki “Native Americans of North America” başlıklı
oldukça uzun ve detaylı ansiklopedik bilgilere göre, günümüzde (2000’li yıllarda)
ABD’de yaşıyan yerli halkın nüfusu 2.48 milyon kadardır ve kabile sayısını da
300’ün üzerindedir. Aynı kaynak, kendisini yerli Amerikalı olarak tanıtanların
1990’lı yıllarda 1.8 milyon olduğunu, söylemektedir... Günümüzde (2008- 09)
ABD nüfusunun 300 milyonu biraz aştığı hesaba katılırsa, yerli Amerikalıların
sayılarının azlığı daha fazla dikkati çekebilir.
Aslında, kabile sayısı konusunda farklı bakışlardan kaynaklanan biraz değişik
hesaplamalar olsa da, yukarıda anılan iki farklı kaynağa ait nüfus sayısı yaklaşık
birbirini tutmaktadır. Ve şüphesiz bu sayı, geçmişe ve genel ABD nüfusuna göre
sonderece düşüktür. Sözkonusu yerli halkın nüfusu, genel ABD nüfusunun yüzde
1’i bile etmemektedir... Yine Profösör Ruth Reitan’ın verileriyle bunların (ABD’de
yaşamakta olan yerli halkın) üçte biri, kendilerine ayrılmış olan ve “reservation”
adını alan 300 kadar özel toprak parçası üzerinde varlıklarını sürdürmektedirler.
Sözkonusu mevcut yerli halkın ancak yüzde 1 kadarı geçmiş ruhsal
şekillenmesini, etnik özelliklerini, inançlarını koruyabilmiştir. Kalanları, çoğunluk,
karışmış bir etnik yapıya ve Hiristiyan inancına sahiptir. Kısacası yerliler, hem
fiziki biyolojik yapı olarak, ve hem de kültür olarak yokolmuşlar, veya daha doğru
ifadeyle, yokedilmişlerdir...
Yine “Native Americans of North America” başlıklı ansiklopedik bilgilere göre,
Kanada’da yerli halkla ilgili yaklaşık 600 birlik vardır ve 1996 yılı sayımına göre
yaklaşık 805 bin kişi kendisini Yerli Amerikalı (Indian), Métis (melez, karışmış
Yerli/ Indian, veya karışmış Fransız, veya karışmış ıskoçyalı), ve Inuit (Kanada ve
Grönland topraklarında yaşayan Eskimolar) olarak tanımlamıştır... Anlaşılmış
olacağı gibi, Eskimolar ve karışmış olanlarla birlikte hesaplandığı zaman yerli
halkın sayısı ancak 800 bini bulabilmektedir. şüphesiz bu sayı da geçmişe göre
sonderece düşüktür. Bir de, dünya nüfusunun sürekli artmakta olduğu dikkate
alınırsa, yerli halka yönelik kırımın boyutları, geçmişe göre bunların nüfuslarının
ne ölçüde düşük olduğu daha iyi farkedilebilir...
Orta ve Latin Amerika’ya gelince... Burada, Kuzey’e göre yerli ve asıl olarak
melez halkın sayıları yükselmektedir. Özellikle And Dağları bölgesinde, Bolivya’da
ve diğer bazı komşu ülkelerde yerli halk arasında bir nüfus artışı gözlemlenildiği
yazılmaktadır...
Yine aynı ansiklopedi’de yeralan “Native Americans of Middle and South
America” başlıklı açıklayıcı metne göre, yakın zamanda yapılmış nüfus sayımları,
Latin Amerika’nın yerli halkının sayısını 40 ile 49 milyon arasında göstermektedir.
Bunların genel nüfusa oranları Bolivya’da yüzde 60’a (başka kaynaklarda, yüzde
55 olmaktadır ama, melezlerle birlikte oran yüzde 90’a ulaşmaktadır), Peru’da
yüzde 45’e, Guatemala’da yüzde 44 ile 53 arasında bir miktara (başka kaynakta,
yüzde 40), Ekvador’da yüzde 43’e (başka kaynakta, yüzde 25 ve melezlerle
birlikte yüzde 55), Meksika’da ise yüzde 8 ile 30 arasında (başka kaynakta, yüzde
12) bir sayıya varmaktadır. Tüm bu ülkeler arasında bir tek Bolivya’da yerli
nüfusu diğerlerini geçmektedir. Adları verilenlerin dışında kalan Latin Amerika
ülkelerinde yerli halkın genel nüfusa oranları sonderece düşüktür... Metni sayılara
boğmamak için vermediğim diğer tüm oranlar, değişik kaynaklarda da benzer
biçimde yansıtılmaktadır... Aslında, Orta ve Güney Amerika coğrafyasında
varolan belli başlı ülkelerin, özellikle Bolivya ve çevresi ülkelerin halkının ezici
çoğunluğu melezdir...
Bu metnin asıl konusu olan Kuba’ya gelecek olursak... Yukarıda da belirtilmiş
olduğu gibi, ıspanyollar Kuba’ya ilk ayak bastıkları sırada sayıları 100 ile 200 bin
arasında olan yerli halktan geriye hemen hemen birşey kalmamıştır. Günümüzde
11.2 milyon kadar olan Kuba nüfusu içinde yerli halkın sayısı, hatta melezler ile
birlikte sayıları, yüzdesi hesaplanamayacak kadar azdır... DNA testlerinin ve
bunlara dayanılarak yapılan soy tesbitlerinin ne ölçüde bilimsel doğru sonuçlar
verebiceklerini bilemesem de, 1995 yılında Kuba’nın Pinar del Rio Bölgesi’nde
(Kuba’nın batı ucunda, Havana’nın 150 km kadar güneybatısında) tıbbi amaçlı
olarak, bulaşıcı salgın hastalıklarla ilgili olarak yapılan DNA testleri, örneklerin
yüzde 50 kadarının Avrupa kökenli, yüzde 46 kadarının Afrika kökenli olduğunu
göstermiştir. Bunlardan ancak yüzde 4 kadarında yerli halkın izleri bulunmuştur.
Bu sonuçlar Kuba’nın geneli hakkında da bir fikir verebilirler herhalde...
Gelenlerin gerçek karakterlerini, mülkiyet hırslarını bilemeyen Amerika’nın yerli
halkı, başlangıçta Avrupalıları dostça karşılamıştır. Bununla ilgili onlarca örnek
verebilirim ama, konu dağılır... Trajik olaylar daha sonra başlamıştır... Yerli
halkın çok önemli bir kısmı -ateşli silahlara sahibolan- göçmenler ve yağmacılar
tarafından vahşice yokedilmiş olsalarda, bu fiziki şiddetin etkisinden daha fazla
ölümlere neden olanın, “eski dünya”dan gelen salgın hastalıklar oldukları iddia
edilmektedir... Altın peşindeki ıspanyol fatihlerin Latin Amerika’daki belgeli
kitlesel katliamlarını bir yana koyacak olursak, örneğin, Amerikalıların ıngiliz
ımparatorluğu’na karşı yürüttükleri bağımsızlık savaşı (1775- 83) sırasında ve asıl
olarak savaşın ardından, önemli bir yerli Amerikalı katliamı yaşanacaktı. Çünkü,
savaş sırasında taraf tutmaya zorlanan yerlilerin önemli bir kısmı, ıngilizlerin
safında olmuşlardı... Fakat yine bu halkın arasında yaşanan ölümlerin
çoğunluğunun, Avrupa’dan gelen salgın hastalıklarla ilgili olduğu iddia
edilmektedir...
Amerika kıtası diğerlerinden izole bir konumda olduğu için, bu kıtanın halkı, “eski
dünya”da, Avrupa-Asya-Afrika ülkelerinde yaşanmış olan ve kısa süreler içinde
onmilyonlarca insanın yaşamına malolan, hatta bazı ülkelerde nüfusun
çoğunluğunu alıp götüren, veba vs. gibi salgın hastalıklardan uzak kalabilmişti.
Amerika kıtası, eski dünyadaki birçok mikrobu, bakteriyi ve virüsü tanımamıştı.
Aynı nedenle Amerika’nın yerli halkının bağışıklık sistemi sonderece zayıftı; bu
insanlar, “eski dünya”nın mikroplarına, bakterilerine, virüslerine karşı tamamen
korumasızdılar... Amerika’ya gelen göçmenlerle birlikte, veba, tifüs, sifilis, çiçek
ve daha onlarca salgın hastalığın nedenleri de gelecek, ve yerli halk arasında
yığınsal ölümler başlayacaktı. Yazılanlara göre, en çok ölüm, çiçek hastalığı
nedeniyle yaşanacaktı...
şakayla karışık, tüm “suç” Kolomp’un üzerine atılabilir. Alaylı bir gülümsemeyle,
“O bu kıtayı keşfetmese, sözkonusu trajedilerin yaşanmayacağı, ve günümüzde
ABD’nin dünyanın başına bela olmayacağı”, söylenebilir... Aslında bela, ne
ABD’dir ve ne de bir başka ülke. Belanın, şiddetin, baskının, sömürünün, -“solcu”
veya sağcı etiketleri ile söylenen- yalanların, ikiyüzlülüklerin, hertürlü kötülüğün,
toplumsal trajedilerin asıl kaynağı, insan soyunun, iradesi dışında ve toplumsal
gelişmenin bir sonucu olarak içine sürüklenmiş olduğu uzlaşmaz sosyal
çelişkilerle yüklü sınıflı toplum yapısıdır. Ve yine kötülükler, bu çok yönlü zengin
toplumsal ilişkiler içinde farklı bireylerin değişik ölçülerde bozulan moralleri ve
psikolojik yapıları ile ilgilidir...
ınsan soyu, -renkleri çok daha zengin olmakla birlikte- yukarıda grileştirilerek
ifade edilen bu süreci aşabilecek bir toplumsal evrime ulaşmadan, hertürlü pislik
-değişik kılıfların içinde- pazarlanacak, toplumsal ve bireysel acılar eksilmeden
sürecektir. Mevcut toplumsal yapı özü itibariyle varlığını sürdürdükçe, Amerika
olsa da olmasa da kötülükler olacaktı ve olacaktır... Ayrıca Amerikadaki herşey de
kötü değildir. Nasıl diğer ülkelerdeki herşey iyi değilse...
2 Sosyalis devrime dek Kuba tarihinde hızlandırılmış bir yolculuk
“Batı Hint Adaları” denilen adaların en büyüğü konumundaki 110 861 kilometre
kare yüzölçüme ve 2008 sayımına göre 11 milyon 236 bin nüfusa sahip olan
Kuba, ıspanya Krallığı tarafında bölgenin ilk görevlisi olarak atanan Diego
Valázquez de Cuellar tarafından 1510 yılında yerleşime açılmaya,
kolonileştirilmeye başlanacaktı. Artık Kuba ıspanya’ya ait oluyordu ve 1511
yılında Sebastian de Ocomba, bu adanın tüm kıyılarının haritasını çizecekti...
Gerçekleşen ıspanyol istilası ile birlikte ilk olarak yedi köye yerleşim başlayacaktı.
Bunlardan en önemlisi haline gelecek olan La Habana (Havana), 1514- 15 yılında
ıspanyolların yerleşimine açılıp büyümeye başlayacaktı. Burası, tarıma elverişli
mükemmel toprakları olduğu kadar, adanın diğer bölgeleri ve dış dünya ile
iletişim için de elverişli idi ve öyledir...
Kuba, Havana’ya yerleşmiş bir ıspanyol vali eliyle yönetilecekti. Bu ülke,
Avrupa’nın şeker, kahve ve tütün gereksinimini ucuza karşılayan toprak parçası
olarak kullanılacaktı. Sözkonusu üretim amacıyla köle işçiler kullanılmaktaydı ve
1526 yılından itibaren Ada’ya Afrika’dan köleler getirtilmeye başlanacaktı. Yerli
halk büyük ölçüde yokedilmişti...
ıspanyol yönetiminin 1774 yılında yapmış olduğu ilk nüfus sayımı, Kuba’da 171
bin 620 kişinin yaşamakta olduğunu gösterecekti. Adadaki yerli halkın 270 yıl
kadar önce 100- 200 bin kadar olduğunu düşünecek ve 1526’dan itibaren de
Afrika’dan kölelerin getirtilmeye başlandıkları hesaba katılacak olursa, yerli
kıyımının hangi boyutlarda olduğunu daha iyi hissedilebilir herhalde... Nüfus
sayımının yapıldığı 1774 yılında Kuba’nın dış ticaretinde patlama olmuş, ve yeni
kasabalar kurulmaya başlanmıştı.
Fransız devriminin arifesinde Avrupa’da yaşanmış olan “Yedi Yıl Savaşları” (175663) sırasında Kuba, 1762 yılında ıngilizlerin eline geçecekti ama, ertesi yıl,
1763’de ıspanyollar tarafından geri alınacaktı... Aynızamanda deniz aşırı koloniler
üzerine de bir kapışma olan bu savaş sırasında, Fransa, Avusturya, Saxony,
ısveç, ve Rusya bir safta, Prusya, Hanover ve Büyük Britanya diğer safta
yeralmışlardı. Sözkonusu savaşta ıspanya, Fransa’ya mali destek
sağlamaktaydı... ıngiltere, “Yedi Yıl Savaşları” sürecindeki deniz aşırı kapışma da
Fransayı alt edecekti...
Yukarıda ifade edilmiş olan dış ticari gelişme ile birlikte, 1790 yılına dek Kuba’ya
Afrika’dan köle ithali büyük boyutlara ulaşacaktı... Kubalı tarihçi Hortensia
Pichardo’ya göre, 1841- 61 yıllarında beyazlar (Avrupa kökenli Kubalılar) azınlık
konumuna düşeceklerdi. Yine aynı tarihçinin notlarına göre, 1869 yılında Kuba’da
763.176 beyaz, 238.297 tane özgür renkli derili kişi, 34.420 Asya kökenli halk,
ve 363.286 Afrikalı köle vardı. Aynı yüzyılın başlarında köle ayaklanmaları
yaşanacaktı. Özellikle 1824- 45 arasında Matanzas bölgesinde yeralan çiftliklerde
kölelerin ve renkli derili halkın katıldığı önemli ayaklanmalar olacaktı...
Köleliğe karşı çıkan bu ayaklanmalardan en önemlisi, 1844 yılında yaşanacaktı.
“Conspiracy of Ladder” (“Aşamalı Komplo”, “Adım Adım Komplo”, “Basmak
Basamak Komplo”) olarak anılan sözkonusu kalkışma, özgür bir siyah olan Jose
Antonio Aponte tarafından yönetilecekti... ısyan, sonderece kanlı biçimde
bastırılacak, ve ardından çok sayıda köle, özgür siyah derili insan, ve
yine Mestizos olarak anılan özgür Yerli Kubalı (Indian)- ıspanyol karışımı melez
öldürülecekti. Bu sonuncuların, Yerli-ıspanyol melezlerinin arasında, sonderece
parlak bir şair olan Gabriel de la Concepcion Valdes’de (Plácido) vardı...
Kuba’da yaşayan sözkonusu Asyalıların kimler oldukları sorusu akla gelebilir...
Kuba devriminde yeralmış, devrim için savaşmış olan üç Çinli-Kubalı generalin
birlik kaleme almış oldukları “Our History is still being written” (“Tarihimiz Halen
Yazılmaktadır”) başlıklı kitap, bu suale yanıt getirmektedir. Evet bunlar, Armando
Choy, Gustavo Chui, ve Moisés Sio Wong, -aynen dedeleri gibi- Kuba’da doğmuş
üç Çinlidirler, devrim sürecinde savaşıp general olmuşlardır, Afrika’da
savaşmışlardır, ve halen Kuba toplumunda önemli görevler yapmaktadırlar...
Kuba’da sayıca kalabalık olan Çinli kökenli halk, bu adaya ilk kez 3 Haziran 1847
günü ayakbasmıştır...
Batı sömürgeciliği Çin topraklarına ilk kez -son hanedan olan- Manchu (Ch’ing)
Hanedanı (1644- 1911) döneminde Afyon/ Opium Savaşı (1839- 42) ile girecek
ve Çin pazarı üzerindeki egemenliğini kanlı yöntemlerle genişletip
sürdürecekti... “Dördüncü ımparator” ünvanıyla ülkeyi 60 yıl yöneterek en geniş
sınırlarına ulaştıran ve kendiliğinden tahtı terkeden Hung- li veya Ch’ien
Lung (1735- 95) Çin’i en geniş sınırlarına ulaştıran bilge bir
kişilikti. Manchu (Ch’ing) Hanedanı’nın bu “Dördüncü ımparator”u, Hıristiyanlığın
Çin’de yayılmasını en asgari düzeyine indirmişti. Batı’nın tüccarları ile ilişkileri
sınırlamış ve tek ticaret limanı olarak güneydeki Canton/ Kanton’un (Kuangchou, Guangzhou) kullanılmasına izin vermişti. Buna karşın Batılı tüccarlar karaya
ayak basamıyorlar, ticaretlerini açığa demirlemiş gemilerinden yapabiliyorlardı...
ıleride bu kurallarda gevşeme olacak ve Hindistan’ı sömürgeleştirmiş olan
ıngiltere’nin tüccarları, Çin’den almış oldukları çayı Hindistan’da pazarlarlarken,
Hindistan’dan getirdikleri afyonu (opium) gizlice Çin pazarına sürmeye, halkı bu
uyuşturucuya alıştırmaya başlayacaklardı. Dönemin Manchu hanedanından
imparator Tao-kuang (yönetimi, 1820- 50) ve hükümeti, afyon ticaretini
kesinlikle yasaklayacak, kaçakçılığın ve rüşvetin üzerine sert tedbirlerle gidecekti.
Çin yönetimi, halkı uyuşturan bu gizli ticarete müdahale edip ıngiliz tüccarlara ait
büyük bir parti afyonu Kanton’da tahribedince, ıngiliz donanması önemli Çin
limanlarını top ateşine tutacak ve buralara asker çıkarttı...
Barutu keşfeden çinlilerdi ama, artık ıngiliz toplarının menzilleri Çin
toplarınınkinden çok daha uzundu. ıngiliz savaş gemiler, Çin toplarının menzilleri
dışında kalarak, uzaktan bu ülkenin limanlarını rahatça bombalıyabiliyorlardı...
Çin’in yenilgisi ve pazarını Batı sömürgeciliğine açması ile sonuçlanacak olan ilk
“Afyon Savaşı” (1839- 42), ıngilizlerin yaptıkları gizli afyon (opium) ticaretinin Çin
hükümeti tarafından engellenmeye kalkılması ile başlamış oldu. Bunun bir de
ikincisi olacak, ikinci Afyon Savaşı (1856- 60) Çin için daha da ağır koşullar
üreterek noktalanacaktı...
Çin yönetiminin yenilgisinin ardından imzalanan 1842 tarihli Nanjing
Anlaşması ile ıngiliz tüccarları ilk kez özgürce Çin pazarlarına egemen
olacaklardı. Nanjing Anlaşması ile aralarında büyük Shanghai limanının da olduğu
beş büyük Çin limanı, ıngiliz ticaret gemilerine ve ticaretine sınırsız açılacaktı.
Buna ek olarak günümüz’de Hon Kong’un bulunduğu arazi de -mükemmel limanı
ile birlikte- ıngiliz toprağı haline getirilecekti... Beş yıl içinde diğer büyük Batılı
güçlerde Çin ile benzer anlaşmalar imzalayacaklardı. Artık, Çin limanlarında
Batı’nın sömürgeci merkezlerinin egemenlikleri başlamıştı. Fakat onlar bununla
da yetinmeyeceklerdi...
En önemli ıngiliz kolonisi haline gelmiş olan Hon Kong’un hemen yanında duran
Çin’in önemli limanı ve ticaret merkezi konumundaki Kanton (Canton)
limanında, Guangzhou’da, Arrow adlı bir ingiliz gemisinin Çinli yetkililerce gizlice
aranmış olmasını bahane yapan Londra, 1856 yılında bu ülkeye yeniden
saldıracaklardı. ıkinci “Afyon Savaşı” (1856- 60) olarak anılacak olan bu askeri
müdahaleye, Fransızlar, Ruslar ve artık denizaşırı koloniler elde etmeye başlamış
olan ABD’nin gemileri ve askerleri de katılacaklardı. Sonuçta, 1858 yılında
imzalanan Tianjin anlaşması ile Çin, 11 büyük limanını daha bu sömürgeci
güçlere açmak zorunda kalacaktı. Pekin
bölgesindeki Hıristiyan misyonerlerin çalışmalarına tam bir özgürlük tanınacaktı.
Çin yönetimi afyon (opium) ticaretini bütünüyle legalleştirmek zorunda
kalacaktı... Çin artık Batı’nın emperyalist merkezlerinin ve ABD’nin açık av alanı
haline gelmişti. Birsüre sonra bunlara Japon emperyalizmi de eklenecekti...
Bu süreç içinde ıngilizler, Çin işgücünü kullanarak Trinidad ve Tobago, Jamaica,
Guyana, Barbados gibi kolonilerinde üretimlerini ve kârlarını arttırabileceklerini
farkedeceklerdi. Yine aynı süreç içinde ıspanya Kırallığı’da, Kuba’nın şeker
endüstrisi için Afrikadan getirilen siyah köleler yerine, ucuz Çinli işgücünü
kullanabileceğini farkedecekti... Aslıda, 1817 yılında ıspanya ve ıngiltere,
Afrika’dan yapılan köle ticaretini iptal etme, bir daha yapmama konusunda
anlaşma imzalamışlardı. Fakat yine de ıspanya, imzalamış olduğu anlaşmayı
çiğneyerek köle ticaretini gizlice sürdürmüştü. Bu illegal ticaret sırasında ıspanyol
gemileri çok fazla köle getirmişlerdi ama, yine de bunlar gereksinim duyulan
işgücü için yeterli değildi. Sonuçta ıspanya Kırallığı’da Çinli işgücünden
yararlanma kararı aldı...
Yukarıda adları verilmiş olan Çinli-Kubalı üç genarelin vermiş oldukları bilgilere
göre, ilk “Afyon Savaşı”nın sürdüğü 1841 yılında, Kuba’da 1.071.000 kişi
yaşamaktaydı. Bunların sadec 418 bin tanesi Avrupa kökenli beyaz, 150 bin
tanesi ise “mestizos” olarak anılan özgür Yerli/ Indian-ıspanyol melezi idi. Geriye
kalan 432 bin kişi ise köle statüsünde idi. Sonuçta, köle konumunda olanlarla
özgür melezlerin sayıları beyazları geçmekteydi...
Daha önce yukarıda kısaca anılmış olan 1844 tarihli kölelik karşıtı büyük
ayaklanma, “Conspiracy of Ladder” (“Aşamalı Komplo”, “Adım Adım Komplo”,
“Basmak Basamak Komplo”) olarak anılan isyan, Çinli işgücünü kullanma
düşüncesini yaşama geçirmekte etkili olacaktı... Yine aynı Çinli-Kubalı
generallerin verdikleri bilgilere göre, ıngilizlerden esinlenmiş olan ıspanyollar,
sözkonusu isyanın kanlı biçimde bastırılmış olduğu 1844 yılında, Kuba’ya
getirmeyi planladıkları Çinli iş gücü trafiğini yönetebilmek amacıyla, Çin’in
güneydoğusunda, Tayvan (Taiwan veya Formosa) adasının tam karşısında
bulunan Amoy (Xiamen) limanında bir şirket kuracaklardı. ıspanyollar, Kuba’da
çalışacak Çinli işçilerle, dört pesos aylık, ve ek olarak yiyecek ve giyecek
karşılığında 8 yıllık kontratlar imzalayacaklardı. Bu ücret ıspanyollar için sudan
ucuz olsa da, zor durumdaki Çinliler için değerli idi. Resmi çalışma belgesi olan
sözkonusu kontratlar 70 pesosa satılacaklardı...
Yukarıda da ifade edilmiş olduğu gibi, 206 kişilik ilk Çinli işçi gurubu, 3 Haziran
1847 günü Kuba’ya ayakbasacaktı... Çinden gelenler, Afrikalı kölelerinde
getirildikleri Havana körfezine çıkartılıp barakalara yerleştiriliyorlardı. Bunların
kontratları toprak sahibi varlıklı kişilere satılıyordu. Onlar da aldıkları Çinli işçilere
köle muamelesi yapıyorlardı... Aynı yıl bir ingiliz gemisi 365 Çinli işçi daha
getirecekti. Bunların birkısmı, 4-5 ay kadar süren yolculuk sırasında ölmüşlerdi.
Sonuçta, 1847 yılında Kuba’da bulunan Çinlilerin sayıları 500- 600 kadar olacaktı
ve bu sayı zaman içinde artacaktı... Sözkonusu iş belgelerini alan, sekiz yıllık
kontratların altına imzalarını atan Çinliler, bu sekiz yılın sonunda ülkelerine
dönmeyi, veya Kuba’da özgür iş gücü olarak kalmayı hesaplamışlardı. Fakat
“evdeki hesap çarşıya uymayacak” ve Çinliler dönüş bileti için gerekli parayı
birtürlü denkleştiremeyeceklerdi.
Yine Armando Choy, Gustavo Chui, ve Moisés Sio Wong adlarındaki üç ÇinliKubalı generalin birlik kaleme almış oldukları “Our History is still being written”
(“Tarihimiz Halen Yazılmaktadır”) başlıklı kitapta verilen bilgilere göre, 1848- 74
yıllarında Kuba’ya gemilerle 141 bin Çinli taşınacaktı ve bunların yüzde 10- 15
kadarı yolculuk sırasında yaşamlarını yitireceklerdi. Kabaca bir hesaplama ile,
aynı süreç içinde ABD’ye de aynı miktarda Çinli taşınmıştı. Fakat tabii oran olarak
Kuba’ya getirilen Çinliler çok daha fazla idi. Çünkü, 1870 yılında Kuba nüfusu 1.4
milyon iken, ABD’nin nüfusu 38 milyon idi...
Yukarıda adı geçmiş olan Kubalı tarihçi Hortensia Pichardo’nun 1869 yılı nüfus
sayımı verileri, üç generalin 1870 yılı nüfusu ile ilgili olarak vermiş olduğu 1.4
milyon sayısı ile örtüşmektedir. Daha önce de ifade edilmiş olduğu gibi aynı
tarihçi, aynı sayımla ilgili olarak, Kuba’da 34.420 Asya kökenli halk olduğunu
söylemektedir. Bunların, o tarihte Kuba’da yaşayan Çinliler oldukları
anlaşılmaktadır... Generallerin verdikleri bilgilerden kalkarak Kuba’ya getirilmiş
olan Çinlilerin sayılarının sayımda gösterilen 34.420 sayısının dört katı olduğu
dikkate alınırsa, bunların önemli bir kısmının öldükleri, ülkeden kaçtıkları, veya
kaçak bir yaşamı seçtikleri düşünülebilir...
Zaten üç Çinli-Kubalı general de, şeker plantasyonlarına ve diğer tarımsal üretim
arazilerine sevkedilen ve çok ağır koşullar altında çalışmaya zorlanan dil
bilmez, machete (kamış kesmekte kullanılan geniş ağızlı ve tek yanı keskin kılıç
boyunda bıçak) kullanmaktan anlamaz bu Çinlilerin birçoğunun, -aynen Afrikalı
köleler gibi- dağlara kaçtıklarını anlatmaktadırlar. Bunun yanında, birçok Çinli’de,
bu şekilde aşağılanarak yaşamaktansa intehar etmeyi, kendilerini öldürmeyi
tercih etmişlerdir... Bu veriler, 1869 sayımı sırasında neden getirilenden dört kez
daha az Çinli gözükmüş olduğu gerçeğine de açıklık getirmektedir herhalde...
Diğer yandan, 1865- 75 yıllarında Çin’den gerçekleşen göç sırasında, 5 bin kadar
Çinli’de ABD’den Kuba’ya geleceklerdi. Bunların çoğunluğu, çok ağır koşullarda,
ABD’yi boydan boya geçen demiryollarının inşaatlarında kullanılmaktaydılar.
Sözkonusu Çinliler, ABD’de karşılaşmış oldukları çok kötü koşullardan kurtulma
umuduyla Kuba’ya gelmişlerdi...
Latin Amerika’da ıspanyol sömürgeciliğine karşı başkaldırının, özgürlüğe
yürüyüşün ateşini 1819 yılında New Granada’da (şimdiki Colombia/
Kolombia, Venezuella ve Ecuador/ Ekvador) Simón Bolívar (1783- 1830)
yakacaktı. Peru ve Yukarı Peru (Bolivya) aynı başkaldırının alanı içinde idiler...
O, Bolívar, 1821- 30 yıllarında Colombia’nın, 1823- 29 yıllarında Peru’nun
cumhurbaşkanı olacaktı. ıspanya Krallığı’na bağlı güçler Yukarı Peru’yu (Bolivya)
daha uzun süre ellerinde tutabileceklerdi ama, sonunda, 1825 yılında Yukarı
Peru’da Bolívar’a bağlı ihtilalci güçlerin eline geçecekti. Bolívar’ın adına izafeten
bu ülkeye Bolivya adı verilecekti... Simón Bolívar’ın özgürlük çığlığının diğer latin
Amerika ülkelerinde ve Kuba’da yankılanmaması olanaksızdı...
Kuba’da, 1868- 78 yıllarında ıspanyol sömürgecilere karşı 10 yıl süren bir
bağımsızlık savaşı verilecekti... ıspanya’da 1868 yılında hükümetin ihtilalci bir
kalkışma ile devrilmiş olması, Kubalı yurtseverlerin bağımsızlık umutlarını
yükseltmişti. Aynı yılın (1868) Eylül ayında, liberal bir ayaklanma sonucu ıspanya
Kraliçesi II. Isabella Fransa’ya kaçmaya zorlanmıştı... II. Isabella, skandalları ile
ünlenmişti, ve sonunda amiral Topet, 18 Eylül 1868 günü isyan bayrağını
açacaktı. Diğer liberal düşünceli generallerin, ve hemen hemen tüm ordu
birliklerinin isyana katılmasının ardından, II. Isabella, 29 Eylül 1868 günü
Fransa’ya kaçacaktı... Bu gelişme, Kubalı bağımsızlıkçıları cesaretlendirecek,
mücadeleyi başlatmaları için işaret olacaktı...
Bağımsızlıkçıların önderi, Kuba Cumhuriyeti’nin Geçici Başkanı seçilen Carlos
Manuel de Céspedes idi... Kuba’nın bağımsızlık savaşı, ıspanya Kraliçesi II.
Isabella’nın devrilmesinden sonra ve Haziran 1869’da yeni ıspanya anayasasının
yapılmasından önce ateşlenecekti. Bağımsızlık savaşı, Oriente bölgesinde, “Grito
de Yara”da (“Yara’nın Çığlığı”), sonderece kötü silahlanmış 147 adamın başında
yeralan Carlos Manuel de Céspedes’in, 10 Ekim 1868 günü Kuba’nın
bağımsızlığını ilanetmesi ile başlayacaktı... Köleler özgürleştirilecek ve Çinli
işçilerin kontratları Cumhuriyetçi Ordu tarafından geçersiz sayılacaktı. Kısacası,
başkaldırmış olan Cumhuriyetçi Ordu, hem Afrikalı köleleri özgürleştirmekte ve
hem de köle konumuna sürüklenmiş olan kontratlı Çinli işçileri özgürlüklerine
kavuşturmaktaydı. Bunun üzerine, binlerce siyah Afrikalı köle ve Çinli,
Cuhuriyetçi Ordu’nun saflarına katılacaktı... Günümüz Havana’sında, Kuba’nın
bağımsızlığı için savaşmış olan bu çinlilerin anısına dikilmiş bir anıt
bulunmaktadır...
Carlos Manuel de Céspedes ile birlikte bağımsızlık mücadelesine önderlik edenler,
ağırlıklı olarak refomcu düşüncelere sahiptiler. Bunlar, köleliği kaldıracak, ve
ıspanyol sömürge yönetimini sonlandıracak reformların yapılmasından yana
kişilerdi... Sonuçta ıspanyol sömürge yönetimi, -hiçbirzaman
gerçekleştirmeyeceği- “reformlar ve daha geniş bir otonomi” sözü vererek
başkaldırının bitmesini sağlayacaktı. Fakat, ırkçılığı törpülemiş olan bu
başkaldırının da etkisi ile, 1886 yılında kölelik yasal olarak kaldırılacaktı. Pratikte
ise birçeşit ücretli kölelik sosyalist devrime dek sürecekti...
Günümüzdeki Kuba devrimci geleneğinin temel taşlarından olan yurtsever
şair José Martí’nin (1853- 1895) önderliğindeki tek ihtilalci parti olan Kuba
ıhtilalci Partisi, 1895 yılında devrimi yeniden başlatacaktı. José Martí ve diğer
yurtseverler, siyah ve beyazların eşit haklarla oluşturdukları bir ulusu, özgürlükçü
bir toplumsal yapıyı savunmaktaydılar. Onlar, ülkenin çok kültürlülüğünü
kabuletmekteydiler...
şüphesiz, -bir öncekinin devamı, tamamlanması gibi olan- bu yeni devrimci
sürece de siyah Afrikalılarla ile birlikte Çinliler’de katılacaklardı... Aynı Çinli asıllı
Kubalı generaller, birlikte kaleme almış oldukları “Our History is still being
written” (“Tarihimiz Halen Yazılmaktadır”) başlıklı kitaplarında, dedelerinden
duydukları gururla, José Martí’nin önderliğindeki Kuba ıhtilalci Partisi’nin sekreteri
olan General Gonzalo de Quesada’nın, “Kaçan tek bir Çinli-Kubalı dahi
olmamıştır.”, dediğni aktarmaktadırlar. Yine onlar, General Gonzalo de
Quesada’nın, “Tek bir vatan haini Çinli-Kubalı dahi çıkmamıştır.”, dediğini, ve
ayrıca herhangi bir Çinlinin herhangi bir nedenle ıspanyollara yardım etmiş
olduğunun görülmediği, ve yerli Çinlilerin gönüllü birliklerde yeraldıkları gerçeğini,
gururla aktarmaktadırlar...
Kendi adları ve soyadları da ıspanyolcaya uyarlanmış olan sözkonusu
generaller, Kastro’nun kendilerine yöneltmiş olduğu, “devrimci süreçte kaç
Çinlinin yeralmış olduğu?”, sorusuna somut bir yanıt veremediklerini
söylemektedirler. Çünkü, Çinli-Kubalılar, soyadlarını, ustalarına, önderlerine göre
değiştirmişlerdir. Sözkonusu değişikliğin bir sonucu olarak ordu görevlerinde Çinli
adlarının kaybolmaları, gerçek bir Çinli asıllı savaşçı ayırımını, savaşan
birliklerdeki Çinlilerin sayımlarını zor hale gelmiştir... Bazı tarihçilere göre, 186898 devrimci sürecininin içinde, savaşçı birliklerde, 6 bin Çinli görev almıştır.
Diğerleri, bu sayının daha da fazla olabileceği üzerinde durmaktadırlar... Aynı
generallerden Armando Choy’a göre örneğin, 1874 yılında yaşanmış olan Las
Guásimas muharebesi içinde, sadece bu çatışmada, 500 yerli Çinliden oluşan bir
tabur, General Máximo Gómez’in emrinde savaşmıştır... Diğer yandan ÇinliKubalı halk, devrime, gıda desteği vererek ve daha birçok alanda yardımcı
olmuştur...
Kuba ıhtilalci Partisi (PRC, Partido Revolucionario Cubano) tarafından 15 Temmuz
1895 günü yeniden başlatılmış olan devrimin birinci derecede önderlerinden José
Martí, Marksist olmamakla, sadece Marks hakkında bazı yazılar okumuş olmakla
birlikte, proleterya enternasyonalizmini çağrıştırır insancıl evrensel bir
enternasyonalizmin savunuculuğunu yapmaktaydı. O, José Martí, “ınsanın
anayurdu doğduğu yer değil, tüm insanlıktır!”, demekteydi. Martí’nin mücadelesi
sadece Kuba için değil, tüm Latin Amerika içindi. O, bir Latinamerikancı idi.
ıleride Che Guevera, O’nun bu yolunu izleyecekti... Aslında O, Martí, Kuba ıhtilalci
Partisi’nin baş mimarları arasında olmakla ve 1892 yılında “delege” olarak
seçilmekle birlikte, “başkan” olarak adlandırılmayı reddedecek, “delege” olarak
kalacaktı...
José Martí, Thomás Estarta Palma, Máximo Gómez gibi önderler, varolan tek
ihtilalci bağımsızlık partisi konumundaki Kuba ıhtilalci Partisi’ni (PRC) birlikte
yönetmekteydiler... Máximo Gómez ve Calixto García’nın 15 Temmuz 1895 günü
halkı ayaklandırması ile başlamış olan kalkışmanın içinde O, José Martí, 11 Nisan
1895 günü yerini alacaktı. Sözkonusu gün José Martí, Máximo
Gómez komutasındaki Kurtuluş Ordusu’nun saflarına katılacaktı. Ve yine O, bir ay
sonra, 19 Mayıs 1895 günü, Dos Ríos ovasında yapılan savaşta, “ıki Nehir”
operasyonu sırasında yaşamını yitirecekti...
ıspanya’nın acımasız yöntemlerle bastırma çabaları ile birlikte sözkonusu
bağımsızlık savaşı devamederken, ABD kamuoyunda Kübalı ihtilalcilere yönelik
bir sempati gelişmeye başlayacaktı... Aynı süreç içinde, 15 şubat 1895 günü bir
ABD savaş gemisi, Havana limanında esrarengiz biçimde infilak edip batacak ve
266 kişi yaşamını yitirecekti. Bu olay, ABD- ıspanya Savaşı’nın başlaması için
yeterli neden haline gelecekti...
ABD vatandaşlarının yaşamını yitirmiş olduğu sözkonusu gemi patlamasının
ardından, ABD’nin savaşa girmesinden çekinen ıspanya, Kuba’nın kendi yerli
yönetimini tanıyacaktı. Fakat tam o günlerde Amerikan Kongresi, “Kuba’nın
bağımsızlığa hakkı olduğu” yönünde bir karar alınca, 24 Nisan 1898 günü
ıspanya, ABD’ye savaş ilanedecekti... Bunun üzerine ABD güçleri, Haziran
1898’de Kuba’ya çıkartma yapmaya başlayacaklardı... ABD halkının önemli kısmı
içtenlikle devrimi desteklemekteydi. Kuba’ya çıkartma yapmış olan ABD Ordusu,
ihtilalci güçlerle birlikte davranmaktaydı ama, aslında, yeni palazlanmakta olan
Amerikan mali-sermayesi, ıspanya’nın Karaip Denizi’ndeki, Latin Amerika’daki
kolonilerine gözdikmişti... Tamamen haklı bir başkaldırı, ABD yönetimi tarafından,
ABD’nin emperyalist bir güç olarak bölgeye girme bahanesi haline
getirilmekteydi...
Kuba’ya çıkan ABD güçleri kolay başarı sağlayacaklar, ve ıspanya’nın Kuba’yı
terketmesini öngören bir barış anlaşması, Ağustos 1898’de imzalanacaktı...
Çünkü zaten Kuba’nın bağımsızlık güçleri uzun zamandan beri, üç dönemdir
savaşmakta idiler ve ıspanya adayı terketmeye, yetkileri yerel yönetime
bırakmaya hazırlanıyor. Bu “zafer” ABD için, “armut piş, ağzıma düş” deyişini
çağrıştırır biçimde olmuştu. şüphesiz onlar, Kuba’nın doğal kaynaklarını
sömürebilmek için bu kolay başarılarını sonuna dek kullanacaklardı. ABD malisermayesinin gözü, uzun zamandır Kuba ve diğer Karaip adaları üzerindeydi...
Kısacası, Kuba bağımsızlık güçlerinin ve halkının umutlarının tam tersine, Kuba’da
bir Amerikan askeri diktatörlüğü şekillenecekti...
ıspanya’nın yenilgisinin bir sonucu olarak, 10 Aralık 1898 günü imzalanan Paris
Anlaşması ile ıspanya, Kuba üzerindeki tüm haklarından vazgeçtiği gibi, Guam ve
Puerto Rico adalarını da ABD’ye devrettiğini kabuledecekti. Aynı anlaşma, ABD
güçlerinin Küba’yı işgallerini legalleştirmiş olmaktaydı. Yine ıspanya, sözkonusu
anlaşma ile, 20 milyon dolar karşılığında, Filipinler üzerindeki egemenliğini de
ABD’ye devretmekteydi... Filipinler’de, Manila körfezinde, 1 Mayıs 1898 günü
ıspanyol donanmasının yokedilmesi ile sonuçlanmış olan savaş, Paris
Anlaşması ile ıspanya’nın Filipin Adaları’nı da ABD’ye yitirmesi sonucunu
doğurmuştu. ABD artık denizaşırı sömürgeler elde etmeye başlamıştı...
Kuba’ya, General John A. Brooke komutasında 45 bin ABD askeri çıkıp
yerleşmişti. Bunların arasında, ABD’nin 26ncı başkanı olacak olan Theodore
Roosevelt’te (başkanlığı, 1901- 09) bulunmaktaydı... Amerikalı askerlerin
birçoğu, -o kovboy filimlerinde yansıyan karakterler gibi- düşük moralli, serseri
mizaçlı, halka saygısız saldırgan tiplerdi. Irkçı düşünce yapısına sahip
Amerikalılar, Kuba halkının üçte bir kadarının Afrika kökenli siyahlardan
oluştuğunu görünce, küstahlıklarını daha da arttıracaklardı. Irkçı düşünceleri ile
Amerikalılar, böyle bir toplumun kendi kendisini yönetebileceğine inanmıyorlardı.
Bu hastalıklı düşünceleri, Kuba’yı sömürgeleştirme hesaplarını meşrulaştırıp kendi
gözlerinde kendilerini haklı çıkarmalarına yardımcı oluyordu...
Kuba halkı, ıspanya’dan kurtulmaya çalışırken, ABD emperyalizminin eline
düşmüştü. Türkçe ifadesiyle Kuba halkı, “yağmurdan kaçarken doluya
yakalanmıştı.” ıspanyol koloniyalizmine başkaldırmış, bundan kurtulmak için ağır
bir emek sarfetmiş, ve en değerli evlatlarının canını vermiş olan Kuba halkı, bu
kez de ıspanya’da çok daha güçlü ve acımasız emperyalist bir merkezin, ABD’nin
kolonisi haline gelmişti. Aynı halk, 1958 yılı sonuna dek bu yeni baskı ve sömürü
ortamında yaşamını sürdürmek zorunda kalacaktı...
ıhtilalcilerin umutlarının tersine, ABD’nin ıspanya karşısında kazanmış olduğu
savaş, Kuba’ya bağımsızlık getirmeyecekti. Sözkonusu savaş sırasında ABD’nin
25nci başkanı olarak yönetimde olan William McKinley (başkanlığı, 1897- 1901)
ve hükümeti, Kuba’yı 20 yıl için ABD’nin yönetimi, vesayeti altına alacaktı...
Amerikalı işgalciler, köylülerden, çalışanlardan oluşan Kuba’nın kurtuluş ordusuna
usulune uygun silah bıraktırıp, asker ünüforması giymiş bu köylüleri topraklarına
yollamakla işe başlıyacaklardı. Anlaşılan, sürekli asker beslemenin Kuba’ya
doğurduğu ekonomik yük, ve insanların bir an önce işlerinin başına dönme
istemleri, bu operasyonlarını kolaylaştırmıştı. Yaşanmakta olan silahsızlandırma
süreci içinde, Kubalı General Maximó Gómez, ABD’nin ıspanya karşısındaki zaferi
için de çarpışmış olduklarını, ve bu savaşın kendileri için ekonomik maliyetinin 60
milyon doları bulduğunu söyleyecek, ve sözkonusu paranın Kuba’ya ödenmesini
talep edecekti. Bu talebi geri çeviren ABD, Kuba ordusunun masrafları için sadece
3 milyon dolar ödemekle yetinecekti... Kubalı general bu duruma razı olunca,
Kuba hükümeti tarafından işinden atılacaktı ama, askerler silah bırakmaya zorla
razı edileceklerdi...
ABD’li işgalciler, Zaten varolan Kuba kabinesini yanlarına katıp, her bölgeye bir
vali tayinedeceklerdi ama, bunların başlarına da birer Amerikalı general
oturtacaklardı. Belediye yönetimlerini isteklerine uygun biçimde yeniden
oluşturacak, ve denetimlerinde bir bürokrasi, polis gücü, ve kırsal muhafızlar (köy
korucuları) şekillendireceklerdi... Pazarı rahatça denetliyebilmek için, gerekli
demiryollarını yenilemeye başlayacaklardı... Amerikalılar ülkeye kültürel olarak ta
girceklerdi. Onlar, 1.500 Kubalı öğretmeni Harvard’da eğitecekler ve bunların
ders vereceği 3 bin kadar halk okulu açacaklardı...
Amerikalılar, Nisan 1900’de yeni bir seçim yasası yapılmasını sağlayacaklardı. Bu
yasaya göre seçmenler, olgun yaşa gelmiş, askerliğini yapmış, en az 250 dolar
değerinde varlığa sahip Kuba vatandaşı ve okur-yazar erkeklerden oluşmaktaydı.
Hemen anlaşılmış olacağı gibi, sadece kadınlar seçme ve seçilme hakkından
mahrum bırakılmıyorlar, aynızamanda en az 250 dolarlık varlık sınırı ve okumayazma zorunluluğu ile Kuba’nın çoğunluğunu oluşturan mülksüz “vatandaşlar”, ve
özellikle kölelik sürecinden yasal olarak yeni kurtulmuş Afrika kökenli siyahlar
seçim sürecinin dışında bırakılıyorlardı. Burada, basbayağı açık bir ırkçılık ve
emek düşmanlığı vardı...
Anlaşılmış olacağı gibi bu seçim yasası ve diğer uygulamalar, 1895 yılında Kuba
devrimini başlatmış olan José Martí’nin ve Kuba ıhtilalci Partisi’nin ideallerinden
kesin bir kopmayı, uzaklaşmayı ifade etmekteydi. José Martí ve diğer
yurtseverler, siyah ve beyazların eşit haklarla oluşturdukları bir ulusu, özgürlükçü
bir toplumsal yapıyı savunmaktaydılar. Onlar, ülkenin çok kültürlülüğünü
kabuletmekteydiler ama, Amerikalılar, satınalmış oldukları üst sınıflardan
yöneticilerin, Kuba elitinin, ve ihtilalin başındaki birtakım generallerin
işbirlikçilikleri ile bu idealleri ters-yüz etmekte, sömürülerine uygun bir Kuba
toplumu şekillendirmekte idiler. José Martí ve gerçek yoldaşlarının idealleri, ancak
1959 yılından sonra, Kastro ve yoldaşlarının devrimleri ile yaşam bulmaya
başlayabilecekti...
Amerikan askeri gücünün gölgesi altında yapılmakta olan Kuba anayasası, 1901
yılında tamamlanacaktı. Bu anayasaya, Kuba’nın bağımsızlığını zedeleyen, hatta
yokeden maddeler sokulmuştu. Sözkonusu anayasaya göre Kuba hükümeti,
ABD’nin müdahalesini kışkırtacak işler yapmamak zorunda idi. Aksi takdirde
ABD’nin Kuba’ya askeri müdahale hakkı vardı... Yeni anayasanın kabuledilmiş
olduğu 1901 yılında, McKinley’in başkanlık dönemi sonbulacak, ve ABD
başkanlığına Theodore Roosevelt seçilecekti.
Roosevelt yönetimi, daha önce sözedilmiş olan ABD’nin 20 yıllık vasiliği süreci
dolmadan, Kuba’yı yönetme hakkı bitmeden, 20 Mayıs 1902 günü Kuba’nın
bağımsızlığını tanıyacaktı. Ve bu erken çekiliş, Roosevelt’in Kuba halkına bir
“lutfu” gibi sunulacaktı. Çekilme nedeni olarak, Theodore Roosevelt’in asker
olarak Kuba’da bulunmuş olması, Kuba’ya “sempatisi” gibi sahte gerekçeler
gösterilecekti. Gerçekte ise, Kuba artık ABD mali-sermayesinin ve politik gücünün
denetimi altında sokulmuştu. Bunun için gerekli hukuki altyapı ve politik- idari
örgütlenme sağlanmıştı. Toplumsal yapı baştan sona yeniden düzenlenmişti.
Bundan sonra Kuba’da askeri güçle kalmayı sürdürmek, hem masraflı ve hem de
kışkırtıcı olabilirdi...
Kurulan Kuba Cumhuriyeti’nin ilk cumhurbaşkanı, bağımsızlık mücadelesinin
önderlerinden, ihtilalci ordunun generallerinden Tomás Estrada Palma (18351908) olacaktı. Palma milliyetçi olmadığı gibi, ABD’nin Kubadaki varlığına da karşı
çıkmamıştı... Sonuçta olan, emekçi halka olmaktaydı ve kazanılan, yukarıda da
belirtilmiş olduğu gibi, gerçek anlamda bir bağımsızlık değildi. Palma, yeni düzen
ile gerekli uyumu sağlamıştı...
Sözkonusu biçimsel bağımsızlık, Kuba’yı, ABD dışpolitikasının piyonu, ve artık
yeterince palazlanmış olan ABD mali-sermayesinin av sahası olmaktan
kurtaramamaktaydı. Daha önce ifade edilmiş olduğu gibi, yeni Kuba anayasasına
göre ABD, Kuba’nın iç işlerine karışma hakkına sahipti. Ve yine ABD, Kuba’nın
mali sorunlarında ve dış ilişkilerinde başat yönlendirici güç olarak
kabuledilmekteydi. Tüm bunların yanında Kuba, aynı anlaşma ile Guantánamo
Körfezi’nde bir ABD askeri deniz üssünün varlığına izin vermekteydi... Tomás
Estrada Palma yönetimi, ABD’ye bağımlılığı, ve Kuba ekonomisinin tek ürüne
bağlılığını güçlendirecekti...
Sözkonusu 1898 ABD- ıspanya savaşı, uzlaşmaz nitelikteki ABD- ıspanya
çatışması için bir dönüm noktası olduğu kadar, Orta ve Latin Amerika halklarının,
ve şüphesiz Kuba halkının da tarihinde bir dönüm noktası olacaktı. Pasifik’te,
Filipin adalarında üstünlük, denizaşırı bir güç olma yolundaki ABD
emperyalizminin eline geçerken, -Kuba’nın da içinde olduğu- Orta ve Latin
Amerika ülkelerindeki ıspanyol egemenliği sarsılmakta, bu coğrafya da güç ibresi,
ABD emperyalizminden yana dönmekteydi...
Zaten kısa süre önce, 1817- 25 yılları içinde ABD’nin beşinci başkanı olan James
Monroe’nun (1758- 1831) adıyla anılan Monroe Doktrini (2 Aralık 1823), ABD
dışpolitikasının rotasını çizerken, “Amerika Amerikalılarındır” ifadesi ile
özetlenebilecek maddelerle Avrupalı güçlerin Amerika Kıtası’nın işlerine
bulaştırılmayacağının, Orta ve Güney Amerika’nın da ABD’ye ait olduğunun altını
çizmişti. Ve ıspanya’nın sözkonusu yenilgisinin ardından Theodore Roosevelt,
1904 yılında, Monroe Doktrini’ne bir ek yaparak, “Latin Amerika milletlerinin
‘kronikleşen hataları’ durumunda ABD’nin bu devletlerin iç işlerine müdahale
etme hakkının olduğunu” ilanedecekti. şüphesiz “hata”nın ne olduğunu ABD
yönetimleri tesbit ediyorlardı. ABD mali-sermayesinin yararları ile çelişen her
politika, “hata” katagorisi içine giriyordu...
Sonuçta, Roosevelt ile birlikte Monroe Doktrini’nin gerçek anlamıyla yaşama
geçirilme süreci başlamıştı. Denizaşırı sömürgeler de elde etmeye başlamış olan
ABD, artık bunu yapabilecek güçteydi... Roosevelt’in Monroe Doktrini’ne yapmış
olduğu sözkonusu “yanlışlıklara müdahale” katkısının ardından, Latin Amerika
ülkelerinde, iğmesi artan bir hız ve yoğunlukla Washington merkezli askeri
darbeler, toplumsal trajediler birbirlerini izleyerek günümüze dek
geleceklerdi... Roosevelt’in Monroe Doktrini’ne katkısı çerçevesinde Latin
Amerika’ya yönelik ilk ABD müdahalelerden biri, Kuba’ya olacaktı...
Kongre için 1904 yılında gerçekleşen ara seçimlerde yaşanmış olan düzen yanlısı
şiddet, Liberal Parti’nin Kongre’yi boykotu ile sonuçlanmıştı. Sözkonusu gerilimli
olayların ardından 1906 yılında gerçekleşen cumhurbaşkanlığı seçimlerinde,
yeniden aday olan Tomás Estrada Palma’nın karşısına rakip olarak, Liberal aday
General José Miguel Gómez çıkacaktı. Ve seçimi ikinci dönem için yeniden Tomás
Estrada Palma kazanınca, Liberal Parti bu sonuca itiraz edecekti... Seçimlerde
şiddet uygulanmış ve kırsal muhafızlar (köy korucuları) ile polis, Estrada
Palma’nın yararına olaylara karışmıştı... Liberal Parti, seçim sonuçlarını tanımayı
reddecekti...
Filipinler’in eski ABD valisi ve ABD’nin gelecek Başkanı olacak olan William
Howard Taft (27nci başkan; 1909- 13), olaylar sırasında Kuba’da
Başkan Roosevelt’in temsilcisi olarak görev yapmaktaydı. William Howard Taft’ın
analizine göre, Tomás Estrada Palma ve yandaşları ülkeyi yeni bir seçime
götürmeliydiler. Tomás Estrada Palma böyle bir davranışı reddedince, Amerikan
yararları ile uyuşmayan bir iktidar boşluğu doğacaktı. Bunun üzerine ABD
Başkanı Theodore Roosevelt, 29 Eylül 1906 günü William Howard Taft’ı Kuba
valisi tayinedecek ve acele adaya, Havana’ya 2.000 deniz piyadesi yollayacaktı.
Böylece ABD askeri birlikleri, 1906 sonbaharında Kuba’ya ikinci kez çıkartma
yapacaklardı...
Liberal Parti’nin adayı José Miguel Gómez önderliğineki protesto olayları, yaşanan
kargaşa, ABD yönetiminin askeri güçlerini Kuba’ya sokmasına yaramıştı. ABD’nin
Kuba’yı ikinci kez istilasından iki hafta kadar sonra Roosevelt, Panama Kanalı
bölgesi valisi Charles Magoon’u Kuvba’ya yeni valisi olarak tayinedecekti. Magon,
28 Ocak 1909 günü José Miguel Gómez Kuba’nın ikinci cumhurbaşkanı seçilinceye
dek görevinde kalacaktı. ABD yönetimi, liberal etiketli Gómez’in kendileri için çok
daha yararlı bir politikacı olduğunu anlayacaktı... Kuba’ya yönelik bu ikinci ABD
istilası üç yıl sürecek ve Amerikan ordusu 1909’dan önce Kuba’yı
terketmeyecekti...
Aynı yıl (1909) yapılan başkanlık seçimlerini -ABD desteği ile- kazanacak
olan liberal etiketli José Miguel Gómez, bir rüşvet skandalı ile yünetimi terketmek
zorunda kalacağı 1913 yılına dek başta kalacaktı. Gómez yönetimi (1909- 13),
Afrika kökenli siyah Kubalılara karşı bir aşağılama politikasının yanında, sosyal
adaletsizlik, rüşvet, iktidarı kötüye kullanma süreclerini başlatacaktı.
O, liberal etiketli Gómez, yukarıda sıralanmış olan tüm bu kötülükleri yönetim
mekanizmasına kalıcı biçimde yerleştirecekti. Ardılları da aynı yoldan
gideceklerdi... José Miguel Gómez ile birlikte Kuba, ABD yatırımlarını çeken bir
ülke haline gelecekti. Kuba ekonomisi tek ürüne, şeker kamışı üretimine tam
anlamıyla bağlanır, ve şeker üretimi artarken, turizm sektörü, ve kumarhaneler
gelişecekti. Kuba giderek bir mafya cennetine dönüşecekti...
José Miguel Gómez yönetiminin aşağılama politikasına karşı Afro-Kubalı halk,
1912 yılında ayaklanacaktı. Siyah derili Kubalıların ayrımcılığa ve aşağılamaya
karşı başlattıkları protestolar, Evaristo Estenoz ve Pedro Ivonet tarafından
yönetilmekteydi. Bu kalkışmanın bastırılmasına yardım amacıyla ABD askeri
güçleri, 1912 yılında Kuba’ya yeniden gireceklerdi... José Miguel
Gómez yönetimini, bu yönetimin fotokopileri gibi olan Mario García
Menocal (1913- 21), ve Alfredo Zayas (1921- 25) yönetimleri izleyecekti...
ıleride yaşamı Miami Beach’de noktalanacak olan Kuba Bağımsızlık Savaşı’nın
(1895- 98) kahramanlarından Gerardo Machado Morales (1871- 1939), Liberal
Parti’nin adayı olarak 1924 seçimlerini ezici bir çoğunlukla kazanacak, ve 1933
yılı Ağustos ayına dek oturacağı iktidar koltuğuna 1925 yılında yerleşecekti... Bir
bağımsızlık savaşı kahramanı olarak halka büyük umutlar aşılamış olmasına
karşın O, Kuba’nın en acımasız kötü diktatörlerinden biri olacaktı...
Her cinsten karakter, değişik politik etiketleri yakalarına iliştirmiş bireysel
ihtiraslara sahip hastalıklı tipler, ün ve zenginlik peşindeki maceracılar, hatta su
katılmamış faşistler dahi, ataerkil kültürün egemen olduğu sosyal yapılar içinde
“kahramanlık” sanılan birtakım işler yapabilirler. Her türlü karmaşık yapıda kişilik,
hastalıklı psikolojik yapıları ile ve kişisel hırsları yönünde yaşamlarını tehlikeye
atabilir. Hatta bunların birkısmı, karanlık işleri nedeniyle yaşamaya gücü
kalmamış olanları, başkalarına da zarar veren gösterili inteharları ile insanları
aldatmayı sürdürerek ataerkil kültüre sahip kişilerce “kahraman” katagorisine
dahi sokulabilir.
Bu özünde anti-sosyal karakterler, ataerkil kültürün egemen olduğu çevrelerde,
birtakım dar görüşlü ahmakların gözünde, “kahraman” konumuna yükselebilir.
Egemen güçlere hizmet eden birtakım gizli servisler, haksızlıklara yönelik
toplumsal başkaldırıyı uçuruma sürmek, şiddetle bastıracak bahaneler üretmek,
likide etmek, hedefsiz bırakmak amacıyla, tüm bu hastalıklı karakterleri ve
bunların zararlı bireysel terör eylemlerini, “komünizm” gibi yansıtan,
“kahramanlık” gibi yücelten kampanyaları ustaca örgütleyebilirler. Özellikle
gençleri ve toplumun baskı altındaki bazı kesimlerini aldatıcı bu gerçekliğinden
kopartılmış karanlık “örnekleri” öne çıkartan aldatıcı propogandalarla sosyal
başkaldırıyı yeni tuzaklara doğru sürebilirler...
Fakat sonuçta, böyle aldatıcı etiketler, doğru politik bilince sahip ve ruhsal olarak
gelişmiş insanların gözlerinde yerli yerine oturtulabilir. Onlar, yeni faşist tuzaklar
için yem olarak kullanılan bu karanlık ruhlu kişilerin hastalıklı bireysel terör
eylemleri, bilinçli olarak süslenip şişirilmiş sahte öyküleri ile ancak ölümcül
tuzaklara düşülebileceğini anlarlar. Bu sözde “kahramanların”, namusuyla
çalışan, üreten dürüst halktan yana fedakarlıklar yapabilecek gerçek kahramanlar
olmadıklarını bilirler...
Gerçek halkçı bir kahramanlık için, gelişmiş temiz bir ruhsal yapı ve moral ile
birlikte, emekçi kitlelerle kalıcı bağlar kurmaya yarıyacak doğru politik bir bilinç
gereklidir. ışte bu son ifade edilenlerin Gerardo Machado’da ve benzerlerinde
olmadığı ortadaydı... Machado diktatörlüğüne karşı direnişte başlayacaktı...
Aralarında -ekonomik nedenlerle 1920 yılında Çin’den, Kanton’dan (Canton)
Kuba’ya gelmiş olan- Sío Wong (José Wong) gibi gençlerin de bulunduğu güçlü
bir direniş eylemi, Machado diktatörlüğüne karşı yığınsal bir gençlik başkaldırısı,
1920’li yıllarda başlayacaktı. O yıllarda (1920’li yıllar) Kuba’da örgütlenen
üniversite gençliği, hem üniversite içinde ve hem de sosyal yaşamda köklü
reformların yapılması için güçlü bir mücadele yürütecekti... Sözkonusu gençlik
hareketi, Julio Antonio Mella (1903- 29) ve Rafael Trejo (1910- 30) gibi önderlere
sahipti. Bu kişilikler, yine 1920’li yıllarda politik yaşamda yerini almış olan Kuba
Komünist Partisi’ne katılacaklardı... Sözkonusu yıllar, Kuba tarımının, bankaların,
mali sermaye güçlerinin denetimine girdiği yıllar olacaklardı aynızamanda...
Julio Antonio Mella, Üniversite Öğrencileri Federasyonu’nun (FEU) kurucu başkanı
ve 1923 yılında başlamış olan üniversite reform hareketinin önderi idi. Yine O,
1925 yılında kurulan Kuba Komünist Partisi’nin (Partido Comunista Cubano)
kurucu önderlerinden biriydi. III. Enternasyonal’in (Comintern/ Komintern)
üyeleri arasında olan Kuba Komünist Partisi, Moskova’da eğitim görmüş bazı
önderlerin yardımlarıyla şekillendirilmişti. Aynı parti, 1944 yılında, Halkın
Sosyalist Partisi (Partido Socialista Popular; PSP) olarak adını yenileyecekti.
Fakat, Fidel Castro ve yoldaşları, 1965 yılında, aynı partiyi, Partido Comunista de
Cuba (PCC) adıyla reorganize edeceklerdi...
Çinli-Kubalı üç generalin vermiş oldukları bilgilere göre Julio Antonio Mella, 1926
yılında Gerardo Machado’nun polisi tarafından tutuklanacaktı. Fakat O,
Meksika’ya kaçmayı başaracak ve diktatörlüğe karşı örgütlenmesini bu ülkeden
sürdürecekti. Yine O, Augosto César Sandino gibi önemli politik karakterlerle
birlikte Sacco ve Vanzetti için örgütlenen uluslararası kampanyaya katılacaktı...
Malesef O, Julio Antonio Mella, Gerardo Machado’nun ajanları tarafından
avlanacak ve Ocak 1929’da Mexico City’de öldürülecekti.
Sanırım, Sandino adı sizlere yabancı gelmemiştir... Sandinist örgütlenmeyi,
Nicaragua’yı çağrıştıran bu ad, gerçekten de Nicaragua devrimci hareketi ile
bağlantılıdır... Julio Antonio Mella’nın Meksika’da işbirliği yapmış olduğu Augosto
César Sandino (1893- 1934), ABD’nin askeri istilasına (1927- 33) karşı
yürütülmüş olan Nicaragua direnişinin kahramanıdır. O, 1900’lü yılların Orta
Amerika tarihi içinde en dikkate değer karakterlerden birisidir. Augosto César
Sandino, Nicaragualı gerilla lideridir... O’nun adını taşıyan Sandinista Ulusal
Özgürlük Cephesi (Frente Sandinista de Liberacíon Nacional; FSLN), 1962
yılında Carlos Fonseca Amador tarafından organize edilmiş ve -ABD tarafından
desteklenen- 46 yıllık Samoza diktatörlüğünü 1979 yılında devirmiştir...
Sözkonusu örgütlenme, FSLN, 1979- 90 yıllarında Nicaragua’yı yönetmiş ve
ABD’nin ağır ekonomik ve politik baskıları, Nicaragua ekonomisini yıkma
eylemleri karşısından, -ABD dolarları ile kişilerin satınalındığı bir seçimlehükümetten çekilmek zorunda kalmıştır. Fakat sonuçta, ABD yanlısı yeni
yönetimin sorunlarını ağırlaştırdığını gören Nicaragua halkı, FSLN’i, günümüzde,
demokratik seçimle yeniden Nicaragua’nın yönetimine oturtmuştur...
Bazıları biliyor olsa bile, yine de bir-iki cümle ile -yukarıda adları geçmiş olanSacco ve Vanzetti hakkında bilgi vermekte yarar vardır... Birisi ayakkabı
tamircisi, diğeri ise sokaklarda balık satan iki ıtalyan asıllı
anarşist, Sacco ve Vanzetti, ekonomik nedenlerle 1908 yılında ABD’ye
göçetmişlerdi... Günümüzde de ırkçı görüşlerin, diğer hastalıklı ideolojilerin, ve
birtakım menfaat ilişkilerinin etkileri altında sakat işleyen ABD adli sisteminin
yapmış olduğu en büyük yanlışlardan biri olarak, politik görüşleri de juri
tarafından dikkate alınarak, bu iki yoksul insan, aleyhlerine yeterli delil olmadan
ağır bir suçun “sorumluları” olarak farzedilip, tüm yığınsal protestolara,
uluslararası kampanyalara karşın, Ağustos 1927’de idam edileceklerdi...
Sacco ve Vanzetti olayı, aslında, Dreyfus davasını çağrıştırmaktadır... Fransız
ordusunda subay olan Yahudi asıllı Alfred Dreyfus (1859- 1935), “askeri sırları
Almanya’nın askeri ateşesine sattığı” gerekçesiyle 1894 yılında tutuklanıp kısa bir
yargılamanın ardından Fransız Guyanası’nda (French Guiana) bulunan şeytan
Adaları’na hapsedilecekti. Sacco ve Vanzetti ikilisinin anarşist olmaları gibi, O’nun
da Yahudi asıllı olması, suçlanması için başlıca nedeni oluşturmuştu... Büyük
romancı Emile Zola, 13 Ocak 1898 günü yazdığı açık mektupla bu haksızlığı
kamuoyuna duyurup, Dreyfus için geniş bir kampanyanın başlamasını
sağlayacaktı...
Yeniden Kuba devrimci gençlik hareketine dönecek olursak... Yukarıda adı Julio
Antonio Mella ile birlikte geçmiş olan gençlik önderlerinden Rafael Trejo, Havana
Üniversitesi Hukuk Okulu (Fakültesi) öğrenci derneğinin başkanlığını yapmıştı. Ve
O’da, Machado diktatörlüğüne karşı yapılmakta olan bir yığınsal gösteri sırasında,
30 Eylül 1930 günü, Machado’nun polisleri tarafından öldürülecekti...
Daha önce de ifade edilmiş olduğu gibi, 1924 seçimleri ile başkanlığa gelmiş
olan Gerardo Machado, 1927 yılında tüm politik partileri kapatarak diktatörlüğünü
yerleştirmişti. Ve O, 1928 seçimlerini rakipsiz olarak yeniden kazanmıştı.
Arkasına ABD’nin tam desteğini almış olan Machado, yeniden seçilmesinin
ardından, diktatörlüğünü daha da ağırlaştırmıştı. Bu koşullar altında toplumsal
başkaldırı yükselmekteydi... Emirlerini ABD’nin 32nci Başkanı (1933- 45) Franklin
D. Roosevelt’ten alan Amerika’nın Kuba elçisi Sumner Welles, Kuba’nın politik
yaşamını yumuşatma girişiminde bulunacaktı. Yaşanmakta olan yüksek gerilim,
ABD’nin Kuba’da olan yararları açısından da tehlikeli idi. Elçi Welles’in Machado ile
muhalefet arasındaki ilişkileri iyileştirme çabalarına
karşın, Machado diktatörlüğüne karşı başlayan genel greve bazı askeri birliklerin
de katılmaları sonucu, Machado, 12 Ağustos 1933 günü ABD’ye sığınmak zorunda
kalacaktı...
Halkın kalkışmasından ve yaşanmakta olan sosyal devrim koşullarından
yararlanan Fulgencio Batista (1901- 73), Machado diktatörlüğünün halk
ayaklanması ile devrilmesinden kısa süre sonra, Eylül 1933’te, genç astsubayları
peşine takıp, “çavuşların isyanı”nı adını alan bir darbe örgütleyecekti. Aslında bu
darbe, sürmekte olan başkaldırıdan kopuk değildi. Batista, devrimci öğrenciler ve
sendika liderleri ile işbirliği içindeydi, ve bir halk kahramanı konumuna
yükselmişti... Sonuçta, Machado diktatörlüğünün yıkılmasının ardından Kuba’nın
başına Batista geçecekti. O, 1933 yılı sonbarında, ülkenin en güçlü kişisi haline
gelecekti...
Aynı yıl (1933), Kuba’da yaşanmakta olan gelişmeden tamamen bağımsız olarak,
daha bir yıl önce (1932) Alman vatandaşlığına geçmiş olan Hitler, 12 yıl sürecek
olan kanlı faşist diktatörlüğünü perçinlemekte idi. Ve 1931 yılında demokratik bir
cumhuriyet konumuna gelmiş olan ıspanya, 1936
yılında, Hitler ve Mussolini tarafından desteklenen general Franco’nun 1936
yılında başlattığı saldırı ile kanlı bir içsavaşa sürüklenecekti... Sözde demokratik
olmalarına karşın ıspanyol cumhuriyetçilerine yardım etmemiş, ve ayrıca Hitler’in
Çekoslovakya’yı ve Avusturya’yı işgaline seyirci kalmış olan Büyük Britanya
(ıngiltere) ve Fransa hükümetlerinin şubat 1939’da faşist Franko hükümetini
tanımaları, ve 27 Mart 1939 günü Madrit’in faşistlerin ellerine düşmesi ile,
ıspanya’nın üzerine Franko faşizminin karanlığı çökecekti. Aynı yılın (1939) 1
Eylül günü Nazi ordularının Polonya’yı işgale başlamalarının ardından, 3 Eylül
günü ıngiltere’nin ve Fransa’nın Nazi Almanyası’na savai ilanetmeleri ile, 4.5
milyon kadarı Alman, 6 milyon kadarı Polonyalı, 25- 26 milyon kadarı Sovyet
vatandaşı olmak üzere 60 milyonu aşkın insanın yaşamına ve hesapsız yıkıma
neden olacak II. Dünya Savaşı, mali-sermaye güçlerinin dünyayı ikinci kez kanlı
biçimde paylaşma savaşı başlayacaktı...
Aslında, 1933 yılında Kuba’da, çok güçlü kansız bir sosyal devrim yaşanmaktaydı.
Fabrikalardan, tarım alanlarından, şeker plantasyonlarından gelen devrimci
ırmakları tek bir nehirde birleştirebilecek güçte devrimci bir örgütlenmenin
olamayışı, komünistler için doğmuş olan bu fırsatı Batista’nın değerlendirmesine
yolaçmıştı. Komünistler bu yıllar içinde güçleniyor olsalarda, iktidar olabilecek
düzeye gelememişlerdi... Fakat yine de sözkonusu toplumsal gelişme ABD
yönetimini ürkütmüş olmalıydı ki, ABD hükümeti, Kuba üzerindeki ekonomik ve
politik baskısını 1934 yılında gevşetme yolunu seçecekti. Yine aynı yıl (1934)
Amerika, Kuba ile olan şeker alışverinde, fiyat listesini Kuba’dan yana
düzeltecekti...
şüphesiz aynı yıl (1934) Batista’nın da ABD’ye ruhunu teslim etmiş olduğu yıl
olacaktı. ABD’nin bu ekonomik manevrasında, anlaşılan, gizlice saflarına geçirmiş
oldukları ve 1934 yılında ülkenin ilerici güçlerine ve sendikalara darbeler vurmaya
başlamış olan Batista’ya önemli bir halk desteği sağlayabilme hesabı
yatmaktaydı. Ekonomideki göreceli düzelme, şeker fiyatlarındaki yükselme,
sadece ve sadece Batista diktatörlüğüne güç verebilirdi...
ABD mali-sermayesinin yerleşmiş olduğu Kuba gibi göreceli küçük ülkelerde
ABD’nin kişileri satınalmakta ve politik yaşamı manupule etmekte gösterdiği
maharetin bir sonucu olarak Kuba, Batista yönetimi ile de ABD’nin ekonomik ve
politik av alanı olma özelliğini yitirmeyecekti... Sözkonusu 1930’lu yıllar,
aynızamanda Kuba Komünist Partisi’nin geliştiği yıllar olacaktı...
Yoksullaşan bir çiftçinin oğlu olarak, Kastro’nun babasının çiftliğinden birkaç mil
ötede, Kastro’nun da doğup büyümüş olduğu Oriente bölgesinde dünyaya gelmiş
olan Fulgencio Batista, 1921 yılında stenograf (konuşulanları birtakım sembollerle
ve aynı hızla yazıya geçirme tekniğini bilen kişi) olarak orduya katılmıştı.
Çavuşluk rütbesine dek yükselen Fulgencio Batista, iş ilişkileri içinde oldukça
geniş bir çevre edinmişti... Diktatör Gerardo Machado’ya yönelik halk
ayaklanması ortamında ve ayaklananların safında gerçekleştirdiği darbeyle
birlikte kendisini albaylık rütbesine yükselten Batista, aynızamanda Kuba
Ordusu’nun komutanı, “genelkurmay başkanı” olma görevini de üstlenecekti...
Başlangıçta O, Fulgencio Batista, gerçekten devrimci idi, veya yaşanmakta
olanların etkisinde kalarak devrimci havasına kendisini kaptırmıştı. Daha önce de
ifade edilmiş olduğu gibi O, devrimci öğrenciler ve sendika liderleri ile işbirliği
içinde örgütlenmesini gerçekleştirip darbesini yapmıştı. Ülkenin başına geçtiği
günlerde Batista, gerçek bir halk kahramanı konumundaydı, halk O’na
inanmıştı... Fakat Batista, ABD’nin Kuba elçisi Sumner Welles ile gizli karanlık
ilişkiler geliştirmekte gecikmeyecekti. Yönetmeye alışık Amerikalı görevliler,
anlaşılan, O’nun entellektüel ve ruhsal gelişmişlik düzeyini, politik bilinç düzeyini
çabuk kavramışlardı. Kişilerin zaaflarını tesbit etmekte ve onları
satınalmakta, Mephisto rolü oynamakta usta idiler... Sonuçta Fulgencio Batista,
1934 yılında yeni bir darbe örgütleyerek, vaktiyle kendisine inanmış olan tüm
ilerici demokratik güçleri, Küba işçi sınıfını, sendikaları, köylüleri ağır bir baskı
altına alacaktı. Fakat bu, okadar güçlü bir dikta rejimi olamayacaktı... Ordu
komutanı olarak sırasıyla birkaç hükümeti yönlendirmesine karşın, Batista’nın
diktatörlüğü ülkeye politik istikrarı getiremeyecekti...
Yeniden ülkenin cumhurbaşkanı olmak isteyen Batista, 1940 seçimleri için önce,
anayasal liberallerin önderi Ramón Grau San Martin’den destek arayacaktı.
Liberallerin lideri O’nun bu teklifini reddedince, Batista yüzünü, ülkede politik bir
güç haline gelmiş olan komünistlere dönecekti... Sonuçta sendikaların desteğini
alan Batista, 1944 seçimleri ile yeniden cumhurbaşkanı olabilecekti.
Komünistlerle yapılmış olan anlaşma uyarınca Batista yönetimi, bazı temel
reformlarla birlikte, 1940 yılında, ilerici sayılabilecek bir anayasanın yürürlüğe
girmesini sağlayacaktı. Sendikaları denetleyebilen komünist muhalefet ile Batista
arasında sağlanmış olan uzlaşmanın bir ürünü olarak, içinde halkçı ilkeleri
barındıran ilerici 1940 anayasası şekillenecekti... Bu yeniden başkanlık süreç
içinde O, Batista, kişisel servetini de sürekli arttıracaktı...
Fulgencio Batista, 1944 yılı başkanlık seçimlerine katılmayacak, ordu subaylarını
barındıran bir askeri üsse yerleşerek birsüre için aktif politik yaşamdan uzak
duracaktı. O’nun yerine, liberal sivil bir kişi olan Ramón Gray (Grau) San
Martin (1944- 48) ve ardından da yine bir liberal olan Carlos Prío Socarrás (194852) cumhurbaşkanlığına seçileceklerdi...
Başkanlıktan çekilmiş olduğu zaman dilimi içinde O, Batista, dış gezilere çıkacak
ve birsüre için ABD’de, Florida’da yaşayacaktı... Florida günlerinde O, Kuba
halkının sırtından elde ettiği servetin çok yüklü bir miktarını kişisel yatırıma
dönüştürecekti...
ABD’nin 33ncü başkanı ve “Soğuk Savaş” politikasının mimarı olan aşırı
sağcı Harry S. Truman’ın (yönetimi, 1945- 53) Latin Amerika politikasının bir
ürünü olarak Batista, 10 Mart 1952 günü kansız ama, tüm demokratik süreçleri
ve gelmekte olan seçimi iptal eden bir askeri darbe gerçekleştirecekti. ABD
yönetimi, 27 Mart günü, Batista hükümetini resmen tanıyacaktı... Aslında
O, Batista, önce seçimle iktidara gelmeyi hesaplamış olsa da, liberallerin
temsilcisi Roberto Agramonte karşısında kazanamayacağını anlayınca, sözkonusu
darbeyi gerçekletirecekti...
Bu kez Batista, ülkenin tüm demokratik güçlerini gerçek anlamıyla ezecekti.
Yaşanmakta olan, “Soğuk Savaş”ın en soğuk günleri idi; ABD’de Cumhuriyetçi
senatör Joseph McCarty’nin yellediği dondurucu anti-komünizm rüzgarları
esmekteydi; Kore Savaşı ağır insani kayıplarla sürmekteydi; ve General Douglas
MacArthur gibiler, Çin’e atom bombaları atmayı düşlemekteydi... Bazı kaynaklara
göre O, Batista, Latin Amerika standartları ile “ılımlı” sayılacak bir diktatör
olmuştu. Fakat bu ifadeyi kullananlar, sözkonusu göreceli “ılımlılığın” ancak 1956
yılına dek sürdüğünü, başlayan sosyal kalkışma ve gerilla mücadeleri ile
birlikte Batista diktatörlüğünün de -diğer acımasız Latin Amerika diktatörlükleri
gibi- sertleşip gaddarlaştığını ifade etmekten geri durmamaktadırlar...
Asıl olarak Yunanistan’ı ve Türkiye’yi ilgilendiren, bu ülkelerde örgütlenen faşist
nitelikli askeri müdahalelerin, aşırı sağcı rejimlerin anası olan “Truman
Doktrini”nin mimarı Harry S. Truman, Latin Amerika’yı elinin altında tutabilmek
için, 1953- 57 yılları için, o günün değeri ile 1 milyar 900 milyon ABD dolarını
(günümüzün değeri ile yaklaşık 18 milyar doları) Latin Amerika işlerine ayırmıştı
(“Truman Doktrini” hakkında daha geniş bilgi için bak:Yusuf Küpeli, Truman
Doktrini ve Doğu Akdeniz’de sahnelenen trajedilerden bazı örnekler ).
Yine Truman’ın iktidarı yıllarında, 1947’de, -Reinhard Gehlen gibi eski Nazi
istihbaratı şeflerinin de yardımlarıyla kurulmuş olan- CIA’nın operasyonları
sonucu, Guatemala’da (1954) ve daha birçok Orta ve Güney Amerika ülkesinde
kanlı askeri darbeler birbirlerini izleyeceklerdi...
Sözkonusu darbeleri kolaylaştıran, Latin Amerika ordularının subay kadrolarını
Pentagon’a bağlayan askeri bir pakt, NATO’ya örnek oluşturacak bir askeri pakt,
NATO’nun kuruluşundan çok önce, Orta ve Güney Amerika ülkeleri ile ABD
arasında imzalanacaktı. CIA’nın kurulduğu 1947 yılında, Latin Amerika ülkelerinin
askeri güçlerini Pentagon’un demir pençesine teslim edecek olan bir askeri
anlaşma şekillendirilecekti... II. Dünya Savaşı’nın hemen ardından, ve NATO’dan
önce, ABD yönetiminin şekillenmesine öncülük ettiği asıl büyük karşılıklı askeri
anlaşma, 2 eylül 1947 günü imzalanan Intern-American Reiprocal Assistance
Treaty (Amerika içi ikili karşılıklı dayanışma anlaşması) adlı birlik olacaktı. Rio de
Janeiro’da imzalanmış olması nedeniyle aynı anlaşma kısaca Rio Paktı olarakta
anılacaktı...
Rio Paktı’na ABD dışında 19 latin Amerika ülkesi taraf
olmuştu. Arjantin, Bahamalar, Bolivya, Brezilya, şili, Kolombiya, Kosta
Rika, Dominik Cumhuriyeti, Ekvador, El
Salvador, Guatemala, Meksiko, Nikaragua, Panama, Paraguay, Peru, Haiti, Hondu
ras ve Küba, anlaşmayı imzalayan ülkeler arasında idiler... Bu adları
sıralanan Latin Amerika ülkeleri ile anlaşmayı, dönemin ABD Başkanı Harry
Truman (33. başkan, 1945- 53) bizzat imzalamıştı. Daha sonra, devrimle birlikte
(1959) Küba anlaşmadan çekilmiş olsada, günümüzde imzacı devletlerin sayıları
23’e yükselmiştir... Batista’nın 10 Mart 1952 günü gerçekleştirmiş olduğu askeri
darbe, Truman yönetiminin sözkonusu Latin Amerika politikasından ve Rio
Paktı aracılığıyla Pentagon’un Kuba ordusu üzerinde kurmuş olduğu denetimden
ayrı düşünülemez...
ıleride NATO anlaşmasına örnek olacak Rio Paktı, 26 maddeden oluşmaktaydı.
Aynı paktın 3. maddesi, özet olarak, “taraflardan birinin saldırıya uğraması
durumunda bunun tüm üyelere yapılmış kabuledileceğini ve ortak meşru
savunmayı” öngörmekteydi. Fakat, sözkonusu anlaşma maddesinin bağlayıcı
hükmüne karşın, 1982 yılında patlayan Fakland krizi ve ıngiliz donanmasının
Arjantin’e saldırısı sırasında ABD yönetimi, Arjantin’in yardım başvurusuna yanıt
vermeyecekti. ABD yönetimi, Rio Paktı içindeki ortağı Arjantin’e değil, tam tersine
emperyalist yamağı ve en önemli NATO müttefiki Büyük Biritanya’ya
(ıngiltere’ye) yardım etmiştir... NATO ise, bilindiği gibi, o yıllardaki tüzüğü ile
sadece bir savunma anlaşması idi, ve ıngiltere’nin Fakland adalarına, Arjantin
güçlerine saldırısı durumunda, ABD’nin buna yardımcı olmasını gerektirecek
herhangi bir hüküm içermiyordu... Provokatif 11 eylül 2001 olayının, ikiz kulelerin
yıkılmasının ardından ABD, Rio Paktı’nı yeniden anımsayacak ve bu olaydan10
gün sonra, 21 eylül 2001 günü, Rio Paktı’na üye 23 ülkenin Dışişleri Bakanlarını,
“uluslararası terörizm” sorunlarını tartışmak amacıyla Washington’da toplantıya
çağıracaktı...
Organizations of American States (OAS), yine ABD yönetiminin insiyatifi ile Rio
Paktı’ndan bir yıl sonra, 1948 yılında, Kolombiya’da, Bogota’da kurulacaktı. OAS
anlaşmasının 15. maddesi, üyelerin iç veya dış işlerine herhangi başka bir
devletin müdahalesini açıkça yasaklamaktaydı... Sözkonusu anlaşmanın açık
metnine karşın ABD yönetimleri, daha önce de belirtilmiş olduğu gibi, Rio Paktı ve
OAS üyesi Latin Amerika ve Karaip ülkelerinin iç işlerine -doğrudan askeri
müdahaleler dahil- hertürlü yöntemle sürekli müdahale edeceklerdi ve halen de
güçleri yettiği ölçüde etmektedirler... Rio Paktı ve OAS ile Beyaz Saray, Soğuk
Savaş yılları boyunca Latin Amerika devletlerinin tüm iç ve dış ilişkileri üzerinde
hegemonya oluşturacaktı... Rio Üniversitesi’nden politik bilimci William
Goncalves’in inancına göre ABD, Afganistan’da ve Irak’ta sahnelenecek olan
askeri operasyonlarına Latin Amerika’nın desteğini sağlamak amacıyla Rio Paktı’nı
yeniden canlandırmıştı... şüphesiz 2000’li yıllarda Latin Amerika’da doğmaya
başlayan demokratik sosyalist hükümetler ve özellikle Venezuella’da iktidara
gelen Chavez hükümeti, ABD’nin bu planları için birer soğuk duş olmuşlardı...
(daha geniş bilgi için bak: Yusuf Küpeli, ABD’nin askeri gücü, toprakları
dışındaki askeri üsleri, yayılması ve dünya egemenliği düşleri üzerine
notlar 2- Rio Paktı, ABD’nin Latin Amerika üsleri ve Latin Amerika’yı
sömüren ticari bağlar üzerine bazı notlar ).
ABD, ıspanya karşısında 1898 yılında kazanmış olduğu askeri zaferle, Filipinler,
Guam, Puerto Rico gibi deniz aşırı koloniler elde etmeye başlayacaktı. Bu durum
aynızamanda ABD’nin Latin Amerikaya’ya atmış olduğu ilk kalıcı adım oluyordu.
Artık, Karaip Adaları’nın, Orta ve Güney Amerika’nın üzerine -gelişip denizaşırı bir
güç olmaya başlamış olan- ABD emperyalizminin gölgesi düşmeye başlamıştı...
Monroe Doktrini (2 Aralık 1823) ile ABD, Orta ve Latin Amerika’nın da kendisine
ait olduğunu, bu coğrafyayı Batı Avrupa’nın müdhalelerinden “koruyacağını”
ilanetmişti. ıspanya karşısındaki zaferi ile ABD, bu “korumayı” başaracak güce
eriştiğini göstermişti. Ve zaten aynı nedenle Theodore Roosevelt, 1904
yılında, Monroe Doktrini’ne bir ek yaparak, ABD’nin Orta ve Latin Amerika
ülkelerine yönelik askeri müdahalelerini başlatacaktı. Yukarıda da belirtilmiş
olduğu gibi, Roosevelt’in ekine göre, “Latin Amerika milletlerinin ‘kronikleşen
hataları’ durumunda ABD’nin bu devletlerin iç işlerine müdahale etme hakkı
vardı”, ve ABD’nin ilk müdahale ettiği ülkelerin başında da Kuba olacaktı. Zaten
daha 1901 yılında ABD, “Kuba’nın gerçek anlamıyla ABD’nin koruması altında
olduğunu” ilanetmişti...
ABD, 1898 yılında, Karaip denizinde, Puerto Rico’yu işgalederek Karaip adaları
üzerindeki gücünü yaymaya başalayacaktı. Bu gelişmenin ardından ABD, Orta
Amerika’ya doğru uzanacaktı... O yıllarda Panama, Kolombia’nın (Colombia)
kontrolu altındaydı. ABD yönetimi biryandan Panamalı ayrılıkçıları desteklerken,
diğer yandan da Panama’nın “bağımsızlığını” tanıması için Kolombia’ya baskı
yapacaktı. Kolombia, -Roosevelt’in Monroe Doktrini’ne ekleme yaptığığı- 1904
yılında Panama’nın “bağımsızlığını” tanımak zorunda kalacaktı. Panama’yı
Kolombia’dan kopartmış olan ABD, Panama Kanalı bölgesine elkoyacaktı ve kanal
1914 yılında tamamlanacaktı...
Artık ABD, uluslararası planda herkes tarafından kabul gören terminoloji ile,
“uluslararası polis gücü” konumuna geliyordu. Yine bilinen genel terminoloji ile
ABD müdahaleleri, ya “dolar diplomasisi” (“dollar diplomacy”) ile, ya da askeri
müdahale biçimini alarak “savaş gemisi diplomasisi” (“gunboat diplomacy”) ile
yürütülüyordu... Vaktiyle Filipinler ve kısa dönem için Kuba valiliği yapmış olan
ABD’nin 27nci başkanı William Howard Taft (1909- 13) ve O’nun dışişleri bakanı
(secretary of state) konumundaki Philander C. Knox tarafından geliştirilmiş olan
“Dolar diplomasisi” adlı şey, ABD’nin mali ve ticari yararlarının bir yerde
korunması ve geliştirilmesi süreci içinde mali stabiliteyi, mali istikrarı ve güvenliği
sağlama anlamına gelmekteydi. Tabii bunu sağlayacak olan insanlardı, yönetici
politik kadrolardı. Emperyalist amaçlarla girilen ülkenin direksiyonunda ABD’nin
istemlerine uygun politik-idari kadrolar olmalıydılar... “Dolar diplomasisi” denen
idari mühendislik önce Nicaragua’da yaşama geçirilecekti ama, yetersiz kalınca
Nicaragua’ya askeri müdahale gerçekleşecekti. Askeri müdahalenin adı da,
kısaca, “savaş gemisi diplomasisi” (“gunboat diplomacy”) olmaktaydı...
Yukarıdaki politik deyimleri basitleştirerek türkçeleştirecek olursak, yapılmakta
olana kısaca, “havuç” ve “kamçı” diplomasisi de diyebiliriz. şüphesiz “havuç”,
ekonomisine ve politikasına elkonulacak ülkenin yöneticilerine, politik ve
ekonomik yönetimin direksiyonuna oturtulacak dar bir azınlığa sunuluyordu, ve
operasyonun böylesi sömürünün en masrafsız olanı idi. “Kaz gelecek yerden
tavuk esirgenmez!”, idi ama, burada verilen tavuk kadar bile değildi... Satışa
çıkmış çok “ruh” ve beden vardı; ve cahil bırakılıp bölünmüş halklar sürekli yeni
“umutlar” ile aldatılıyorlardı... Havucun yetmediği durumlarda, hemen kamçıya,
zora, şiddete başvuruluyordu. Ve çoğu zaman bu ikisi birlikte kullanılıyordu ve
halen de kullanılmaktadırlar...
ılk ABD askeri müdahalelerinin, işgal operasyonlarının, ya da “savaş gemisi
diplomasisi”nin kurbanları arasında, Santo Domingo (Dominican Cumhuriyeti’nin
başkenti), Nicaragua, Haiti gibi ülkeler yeralacaklardı... Dominican Cumhuriyeti,
Karaip denizinde, Kuba’nın hemen güneydoğusuna yerleşmiş ikinci büyük adayı
Haiti ile paylaşmaktadır. Aynı adanın doğu tarafına Dominican Cumhuriyeti
yeralmaktadır. Batı tarafında ise, biraz daha küçük bir alana yerleşmiş Haiti
bulunmaktadır. Ve bu ikili halen yerlerinde durmaktadırlar... Santo Domingo,
gelen avrupalıların bu adalar üzerinde kurmuş oldukları en eski kenttir.
Dominican Cumhuriyeti, 1821 yılında bağımsızlığını ilanetmişti. Ve bu
cumhuriyet, 1916- 24 ve 1965- 66 yıllarında iki kez ABD askeri müdahalesi
yaşayacaktı. Yine örneğin, 1930 yılında Dominican Cumhuriyeti’nin başına geçmiş
olan Rafael Trujillo, 1961 yılında CIA tarafından organize edilmiş bir süikastin
kurbanı oluncaya dek iktidarda kalabilecekti... Yine ABD, daha önce sözünü etmiş
olduğum “Dolar diplomasisi”nin Nicaragua’da yetersiz kalması sonucu, tutucu
yönetimi yerleştirip desteklemek amacıyla, “savaş gemisi diplomasisi”ne
başvuracak ve 1909 yılında Nicaragua’ya küçük bir deniz gücü yollayacaktı.
Ayrıca ABD, 1927- 33 yıllarında bu ülkeyi işgalederek “savaş gemisi
diplomasisi”ni sürdürecekti. Ve Nicaragua’nın ABD müdahaleleri ile ilintili
toplumsal trajedileri bundan sonra da sürcekti... ABD deniz piyadeleri, Dominican
Cumhuriyeti’nin doğusuna yerleşmiş olan Haiti’yi 1915 yılında işgaledecekler ve
1934 yılına dek burada kalacaklardı. Günümüzde de aynı deniz piyadeleri Haiti’de
bulunmaktadırlar...
“Açık kapı” politikasının babası sayılan ve küçük ülkelerin pazarlarını ABD malisermayesine açmakla ünlenen ABD’nin 28nci Başkanı Woodrow Wilson’un
(başkanlığı, 1913- 21) I. Dünya Savaşı’nın son günlerinde, 1917 yılında müttefik
güçlerin safında Avrupa’ya asker yollaması, ABD’nin Avrupa’da katıldığı ilk savaş
olacaktı. Yeni bir dünya savaşının (II. Dünya Savaşı’nın) ilk ilmiklerini atacak olan
tamamen haksız Versailles Anlaşması’nın (1919) baş mimarları arasında yeralan,
ve Türkiye’ye ABD mandası olma “şerefini” bahşeden Wilson ile ABD, Avrupa’nın
iç işlerine, Balkanlar’a ve Ortadoğu’ya müdahaleye başlayacaktı. O, Balkanlar’a,
Arnavutluk’un “savunucusu” rolünü oynayarak girmeye çalışacaktı... Artık Orta ve
Latin Amerika ülkeleri -sözün gerçek anlamıyla- ABD’nin “arka bahçesi”
konumuna sürüklenmişlerdi...
“Özgürlüklerin savunucusu” gibi tanıtılmaya çalışılan Woodrow Wilson, Avrupa’ya
asker yollamadan önce, -Haiti ve Dominican Cumhuriyeti ile birlikte- Meksika’nın
iç işlerine de müdahale edecekti. Wilson, tamamen haklı köylü ayaklanmasının
bastırılabilmesi için, General Pershing komutasında bir askeri gücü, 1916 yılında,
Meksika’ya, Pancho Villa (1878- 1923) güçlerinin üzerine yollayacaktı. Yeni
kurulmuş olan ABD hava gücüne ait askeri amaçlı bir uçak, tarihte ilk kez askeri
operasyonlar için kullanılacak, Pancho Villa güçlerine havadan bombalar
yağdıracaktı ama, pek başarılı olamayacaktı...
Artık ABD’nin askeri güçleri ve gizli servisleri, Orta ve Güney Amerika halklarının,
Karaip halklarının yaşadıkları trajedilerin, kabusların baş mimarları haline
gelmişlerdi. CIA ve yetiştirmelerinin denetimindeki gizli işkencehanelerden
yükselen çığlıklar, tüm Orta ve Latin Amerika topraklarında yankılanmaya
başlayacaktı. Hatta, Türkiye ve benzeri ülkelerin “kontragerilla” elemanı işkence
uzmanlarının bile, işkence teknikleri üzerine Panama’da eğitildikleri bilgisi
yayılacaktı... Daha önce geçici birtakım örnekleri olmakla birlikte, Latin
Amerika’da bu kabustan ilk uyanan, ve hertürlü ABD baskısına ve ekonomik
ambargosuna karşın -halkının örgütlü gücü ile- devrimini 50 yıldır yaşatıp
geliştirmeyi başaran ülke, Kuba olacaktı...
3 Sosyal devrim ve kitlelerden kopuk terör, karşı-devrimci güçlerin bazı
provokasyonları, yanıltmaları üzerine çok kısa notlar
Bir ülkede sosyal devrimin gerçekleşebilmesi için, sadece derin bir yoksulluğun,
sefaletin, değişik türden adaletsizliklerin, ve toplumsal kokuşmanın olması yeterli
değildir. Eğer tüm bunlar yeterli olsalardı, Kuba’dan da kötü durumda olan diğer
birtakım Latin Amerika, Afrika ve Asya ülkelerinde, dünyada yoksulluğun ve
sefaletin yaşanmakta olduğu tüm ülkelerde devrimlerin hemen olması gerekirdi...
Yaşamın hareketliliği ve değişkenliği içinde, farklı toplumların, kendi yerleşik
egemen kültürel yapıları ve yaygın yaşam tarzları, ağırlıklı olarak dünyaya
bakışları, entellektüel gelişim ortalamaları, egemen sınıfların yönetebilme
yetenekleri ve yaşanan politik krizler, dünyadaki egemen politik dalga, hertürlü
sömürü, haksızlık, emperyalist veya başka türden baskıların hemen giderilip
giderilmemesi, devrimlerin gerçekleşip gerçekleşmemesi üzerinde etkili
olabilmektedir. Herşeyden önce bir halkın, nasıl yaşadığının, içinde olduğu
kötülüklerin, yoksulluğun, sefaletin, çürümüşlüğün, şiddet ortamının bilincinde
olabilmesi için, farklı ve daha iyi yaşam tarzları olduğunu da bilebilmesi,
kıyaslama ve seçme yapabilecek bir düzeye gelmiş olması gerekir. Doğal olarak
değişik bilinç düzeylerine sahip kişilerden de oluşsa, en azından önemli bir
emekçi çoğunluğun, farklı ve çok daha iyi yaşam tarzlarının olduğunu farketmesi,
ve bu yeni yaşamı kuracak bir inanç, güven ve örgütlenme içinde olması gerekir.
Farklı ve daha insancıl yaşam tarzlarının varlığını emekçi halka sistematik biçimde
iletecek ve o halkın bu uğurda örgütlenmesine yardımcı olacak aydınlara
toplumun sahibolması gerekir...
Aksi takdirde, kadınların alabildiğine ezildikleri ve insanların seçme haklarını ve
kaderlerini, yarı tanrı konumuna yükselttikleri beylerine, “kutsal baba”larına
terkettikleri feodal bir toplumsal yapıda, ataerkil kültürün en koyusunun egemen
olduğu bir toplumsal yapıda, kadınların, bu durumu yüzlerce yıl doğal karşılayıp
kabullenmeleri, kendilerini erkeğin “şerefini” korumakla yükümlü saymaları, ve
hertürlü baskıya inançla katlanmaları gibi, farklı ve çok daha adaletli bir yaşam
tarzı olduğunu bilemeyen insanlar da, içinde oldukları durumu kabullenip, çok
uzun süreler buna katlanabilirler ve yaşama yönelik öfkelerini, farklı biçimlerde,
ahmakça bireysel çatışmalar düzeyinde açığa vurabilirler. Hatta ataerkil feodal
kültürlerin değişik ölçülerde egemen olduğu toplumlarda, sosyalizm anlayışı bile
bu kültürle yüklenerek politik yaşamda işlev görmeye, özünden uzaklaşarak
devrimci niteliklerini yitirmeye, adı ötesinde kendisi olmaktan çıkmaya
başlayabilir...
“Çingenenin merdi övünürken suçlarını sayarmış” özdeyişi, aslında, yasadışılığa
sürüklenmiş bir toplumsal yapıya ait insanların bu durumlarını nekadar normal
karşılamakta oldukları, ve “kahramanlık” gibi gördükleri yasadışılıkları ile
övünmekte oldukları gerçeğinin, önemli bir toplumsal psikolojinin altını
çizmektedir. Mevcut toplumsal düzenlerin dışına itilerek aşağılanan, ve zaten
kendileri de geleneksel farklı yaşam biçimleri ile egemen toplumsal yapının
dışında kalmayı seçen, ve bu toplumsal yapının “suç” saydığı her işi yapmakta
sakınca görmeyen, kendi dışlarındakilere yönelik “hırsızlık” gibi küçük suçları
sonderece normal bulan sevimli çingene halkının yerleşik toplumsal yapılara göre
yaşamakta olduğu göreceli kaos, kendileri için sonderece doğal olmakta, ve o
nedenle farklı bir yaşam biçimini seçmekten uzak durmakta, en azından nesiller
boyunca bundan uzak durabilmektedirler...
Sadece bir örnek olarak seçtiğimiz Çingenere özgü düzensizliğin düzeni okadar
tehlikeli ve ürkütücü olmamakla birlikte, bazı durumlarda, çok daha derin ve
karmaşık kaos ortamları, şiddet ortamları, yasadışılıklar, korkunç düzensizliklerin
düzeni toplumlara egemen olabilirler. Farklı, sağlıklı ve güvenlikli bir yaşamın
bilincinde olamayan toplumsal çoğunluk, bu durumundan gerçek anlamıyla
şikayetçi olmayabilir. Aynı çoğunluk, çılgınca hastalıklı suçları “kahramanlık” gibi
görmeye başlayabilir. Sonuçta, hem halktan yana devrimci dönüşümleri
engelleyen, emperyalist merkezlerin bu toplumsal kaos bölgeleri üzerindeki
ekonomik sömürü ve politik egemenlik süreçlerini uzatan, ve hem de silah
satışlarını arttırarak aynı emperyalist merkezlerin kazançlarını yükselten, o
merkezlerin dengesiz gelişmiş hastalıklı ekonomik yapılarını canlandırmalarına
yardımcı olan sözkonusu uzun süreli kanlı kaoslar, biryandan bu kaos
toplumunun içinde yaşayanların önemli kısmının bilinçlerinde normal olarak
algılanmaya başlarken, diğer yandan da aynı kaos, dış emperyalist merkezler
tarafından denetim altında beslenip kışkırtılabilir...
Kısacası, kaostan, savaştan kazanç sağlayanlar, kaos ortamından yararlanarak
düzenlerini rahatça sürdürürlerken, kaosun yaşanmakta olduğu toplumun önemi
bir çoğunluğu da, normal bulmaya başladığı bu ortamın değişmesi için harekete
geçmeyebilir... Çarpıklığın farkında olan bilinçli ve örgütlü bir güç olmadığı sürece
kaos devrime dönüşemez, ve tam tersine kitlelerle birleşebilecek devrimci
güçlerin doğmasını engelleyen, en azından frenleyen bir olgu olarak kullanılabilir.
Yine diğer yandan, sınırlı, denetimli şiddet ortamları, yığınlardan kopuk terör
ortamları üretilerek, bu denetimli ve sınırlı şiddet, terörü manupule eden
merkezlerin denetimi altındaki medya aracılığıyla geniş yığınların zihinlerinde
korku yaratacak biçimde kareleri ile çarpılarak dalga dalga büyütülüp yayılır, ve
böylece ulusal ve uluslararası planda egemen faşist güçlerin diktatörlükleri için
gerekli politik iklim yaratılabilir. Ve ardından kitle desteği alan faşist darbeler
gerçekleştirilebilir. Bunun örnekleri Türkiye’de de yaşanmıştır...
Gizli servislerin denetimleri altındaki yığınlardan kopuk ahmakça terörün
“devrimcilik” gibi yansıtılması, veya hatta “komünizm” gibi yansıtılması ile,
korkutulmuş kitleler bir kurtarıcı arama psikolojisi içine itilebilirler, faşist güçlerin
tuzaklarına düşebilirler ve bunun örnekleri yaşanmıştır. Kitlelerden kopuk zararlı
bireysel terörün yarattığı korku yüklü kitle psikolojisi ile, göreceli demokratik
politik ortamı dağıtacak askeri müdahaleler geliştirilebilir, ve geliştirilmiştir. Bu
şekilde emekçi yığınların tüm örgütlenmeleri ezilebilir, karşı-devrim
yerleştirilebilir, ve bunlar yaşanmıştır... Her kaos ve şiddet devrime
yolaçmayacağı gibi, tam tersinin olacağı bir ortamı da hazırlayabilir, ve egemen
güçlerin servisleri bu işleri çok iyi bilmektedirler...
Kitleler, -özünde egemen güçlere herhangi bir zarar veremeyecek olan- “sol”
veya “komünist” etiketli birtakım bireysel terör eylemleri ile korkutularak, bu
korku ortamı içinde gerçek devrimci demokratik eylemlerden soğutularak,
yığınsal kalkışmalar, yığınsal demokratik örgütlenmeler, sendikal örgütlenmeler
likide edilebilir, karşı-devrim kolayca yerleştirilebilir...
Birtakım hastalıklı psikopat karakterlerin, kolay iktidar peşinde karanlık faşizan
güçlerle gizli ilişkiler geliştirmiş “devrimci” etiketli bazı psikopatların denetim
altındaki bireysel terör eylemleri bahane yapılarak faşit diktatörlüklerin politik
iklimi oluşturulabilir. Kirli politik cinayetlere bulaşmış, ve egemen güçlerin
istemleri doğrultusunda söylediği yalanlarla başka kişilerin de trajik sonlarını
hazırlamış bu karakterlerden bazıları, kullanıldıktan sonra yokedilirler. Bu sahte
“devrimci” etiketlerle ikili oynamış ve yokedilmiş hastalıklı karakterlerin işleri
“devrimcilik” gibi yansıtılarak, gelecek kuşaklara da tuzaklar hazırlanabilir.
Yaratılan bu illizyonlarla, doğru çizgide yığınsal demokratik örgütlenmelerin,
gerçek yığınsal bir muhalefetin önü uzun süreler için kesilebildiği gibi,
varolanların likide edilmeleri de sağlanabilir. Aynı illizyonlarla örgütlenen birtakım
ahmak veya kriminal unsurlar, yeni politik cinayetlerde, yeni politik
destabilizasyon operasyonlarında kullanılabilirler, ve bunlar da olmuştur,
olmaktadır. Bu arada, sosyalist veya devrimci örgütlenmelere, veya bu etiketleri
taşıyan örgütlenmelere vurulan her darbanin ardından, genel evrensel klasik
kural olarak, satınalınmış veya zaten görevli olanlar, daha ön planlara
çıkartılırlar; mümkün olursa, ünlendirilerek “lider” konumlarına yükseltilirler, veya
en azından alt seviyedeki görevliler, örgütleri içinde daha üstlere çıkartılırlar...
Kolayca anlaşılmaları zor zeki ve tehlikeli psikopatlara toplumun her katmanında
rastlanabileceği gibi, uzaydan gelmemiş olan, tamamen dünyasal olan devrimci
hareketler, sosyalist etiketli hareketler içinde de aynı tiplere rastlamak olasıdır.
Bu nedenle, kitlelerden kopuk teröre yönelen her eyleme, ve bunları yüceltmeye,
ve bunların sahte kahramanlarını “devrimci” gibi lanse ederek kullanmaya çalışan
demagog provokatörlere tavizsiz karşı çıkmak gerekir. Devrim, kitlelerin işidir;
doğru teoriye sahip, kitlelerle bağ kutabilmiş, kitleleri kendi yararları yönünde
örgütleyebilmiş disiplinli örgütlenmelerin çabaları ile hedefine ulaşabilir...
Herhangi ciddi askeri bir eğitim görmemiş olmalarına, hatta bundan özel olarak
kaytarmış olmalarına, gittikleri her yerde olaylar çıkartmış olmalarına karşın,
üniversite kampüslerinde gösterişli bir teşhircilikle “gerilla” tiyatrosu oynayıp
saçma sapan ahmakça bireysel terör işlerine karışıp -zaten sınırlı olandemokratik süreçlerin baltalanabilmesi için “meşru” mazeretler yaratmış olanların
efsane haline getirilmeleri, örnek haline getirilmeleri ile gençlere, yığınlara, yanlış
hedefler gösterilebilir. Sonuçta, 12 Eylül gibi darbelerin hazırlanmasına yardımcı
olan bu aldatıcı tuzaklarla, doğru, disiplinli yığınsal bir muhalefetin, hedefine
ulaşabilecek çapta yığınsal bir mücadelenin gelişmesi uzun süreler için
engellenebilir, veya birsüre için frenlenebilir... Kısacası, egemen güçler eliyle
zihinlerde yaratılan kaoslar da, karşı-devrimci faaliyetler için kullanılabilir, ve
bunlar kullanılarak devrimci dönüşümlerin önüne göreceli uzun süreler için setler
çekilebilir. Bu anılan son işlerin de örnekleri olduğu gibi, aynı kirli politik oyunların
halen oynanmakta oldukları da bir başka gerçektir...
Karşı-devrimci güçlerin değişik saldırı yöntemleri, aldatıcı propogandaları, değişik
entrikaları, sosyalist devrimci muhalefetin önüne tuzak niteliğinde aldatıcı
örnekler koyma entrikaları, devrimci süreçlerin içinde varolan psikopat ve
serüvenci karakterlerin, kolay kazançlar peşindeki inançsız karakterlerin işleri ile
de birleşerek herzaman yıkıcı sonuçlara yolaçabilir. Ve bunlar fazlasıyla
yaşanmışlardır... Psikolojik savaşın ve dezinformasyonun her türünden, şiddetin
ve işkencenin her türüne dek güçlü bir dirençle karşılaşacak olan devrim, özünde
ve tamamen yığınların işidir...
Sonuçta özet olarak, tek başına kitlelerin yoksulluk düzeyleri, sefaletleri,
herhangi bir devrimin başlayabilmesi için neden oluşturamayacağı gibi, yine tek
başına şiddete, silaha başvurmakta devrimci sonuçlara değil, çoğu zaman tam
tersine karşı-devrimci gelişmelere yolaçabilir. Çünkü, silaha başvuran, silahın
çapı ölçüsünde yaratmış olduğu krizi devrime dönüştürecek güçte değilse eğer,
bir başka büyük ve örgütlü güç, durumun etkilerini rahatlık kendi iktidarı için
kullanabilir. Hatta sadece bu nedenle, topluma diktatörlüğünü yerleştirecek
mazeretlerin doğabilmesi için, ufak gurupların silahlı terör eylemlerini teşvik edip
birsüre için denetimi altında serbest bırakabilir... Silahlı şiddet, sonuçta, politik
mücadelenin zorla sürmesinin bir biçimidir, ve kitleleri kucaklayan güçlü politik
örgütlenmeler olmadığı sürece başvurulan şiddetin, toplumda asıl egemen büyük
güçlerin işlerine yarıyacağı ortadadır...
Silahlı şiddet, hedefleri belli, bilinçli ve örgütlü yığınsal kalkışma tarafından
uygulanan politikaların bir gereği olarak, politik mücadelenin içinde olduğu
aşamanın kaçınılamaz bir zorunluluğu olarak amaca hizmet edebildiği ölçüde
kullanıldıkça; karşı-devrimin terörünü alt edebilmek amacıyla yığınsal
kalkışmanın politik çizgisinin bir uzantısı olarak kullanılabildiği sürece, kitlelerin
çoğunluğunun vicdanı tarafından kabuledilebilir ölçülerde ve yasal olarak
kullanılabildiği sürece, toplumsal ve tarihi bir meşruiyet kazanabilir. ışte ozaman
bunun adı terörizm olmaz... Hangi toplumsal sınıfa dayanıyor olursa olsun,
isterse gücünü işçi sınıfından alsın, yasal olarak ve yerinde kullanılmayan hertürlü
şiddet, birsüre sonra sahibini vurmaya, hem ait olduğu yapıyı ve hem de tüm
toplumu çürütmeye başlar... Yasal olmayan, sınırları ve kuralları belli olmayan
şiddet, kaosun ve çürümenin anası olur...
Bir devrimin gerçekleşebilmesi için, öncelikle, göreceli yoksulluk, sefalet, ve
adaletsizlikler ortamı içindeki yığınların, bu durumlarının bilincine varmış olmaları,
daha farklı ve yaşanabilir bir dünyanın varlığından haberdar olarak devrimci
dönüşümü istemeleri, bir başka ifadeyle artık eskisi gibi yaşamak istememeleri
gerekir. Sözkonusu bilincin gelişebilmesi için, kitlelerin, karşılaştırma yapabilecek
ölçüde farklı yaşam tarzlarından haberdar olabilmeleri, bu bilincin örgütlü
aydınlar tarafından yığınlara sabırla taşınması, hertürlü haksızlığa karşı
mücadelede ve değişik kitle eylemleri içinde yığınların bilinç düzeylerinin
yükselebilmesi gerekir. Irmakların birleşerek büyük nehirleri, ve nehirlerin
okyanusları oluşturmaları gibi, toplumdaki haksızlıklara başkaldırı duygularını,
başkaldırı ırmaklarını doğru hedeflere yönlendirebilecek, tüm bunları tek bir
başkaldırı kanalına akıtabilecek, doğru teoriye sahip disiplinli devrimci bir
örgütlenmenin varolması gerekir. Ve bir devrimin başarıya ulaşabilmesi için
üçüncü en önemli olgu da, yönetenlerin artık eskisi gibi yönetemez bir duruma
düşmüş olmaları gerekliliğidir. Bu artık eskisi gibi yönetememe olgusunu
yaratacak ölçüde ulusal ve uluslararası bir krizin varlığı devrimin başarısı için
gereklidir...
Yukarıda özetlenerek sıralanan üç unsurdan herhangi biri eksik olduğu takdirde,
devrimci dönüşümler olanaksızdır. Diğer yandan, yönetenlerin eskisi gibi
yönetemez duruma sürüklenmelerine neden olabilecek krizler de geçicidirler. O
nedenle, devrime yolaçabilecek bir toplumsal kalkışma ve yönetenleri eskisi gibi
yönetemez duruma düşürecek ulusal bir kriz yaşanmasına karşın, bu durumu
değerlendirebilecek doğru teoriye ve politik çizgiye sahip devrimci bir parti
varolamadığı sürece, veya mevcut parti krizin yükseliş anını doğru
değerlendiremediği sürece, yönetmekte usta olan üst sınıflar, uluslararası destek
te sağlayarak, tekrar kolayca yönetimin iplerini ellerine geçirebilirler...
Devasa mali-sermaye guruplarının hemen hemen tüm dünya pazarına egemen
olmaya başladığı, iletişim olanaklarının olağanüstü boyutlara ulaşarak -bundan
yararlanabilen- yığınları birbirlerine daha fazla yaklaştırdığı, ulusal sınırların
geçmişe göre göreceli olarak yıkıldığı, iç politika süreçlerinin dış politik süreçlere
çok daha sıkı bağlanmaya başladığı küçülen bir dünyada, hem yönetici üst
sınıfların kendi aralarındaki ve hem de farklı ülkelerin emekçi yığınları arasındaki
dayanışmaların önemleri artarken, devrimci dönüşüm çabalarının önüne de yeni
sorunlar, çözülmesi gereken yeni problemler çıkmaktadır.
Bunun başında, sermayenin ve bu sermayenin istemleri yönünde davranan
politikacıların kolayca birleşebiliyor olmalarına karşın, ve bunların oluşturdukları
birliklerin çok güçlü karşı-devrimci merkezler şekillendirebilmesine karşın, ezilen
halk yığınları ve onların ekonomik ve politik örgütlenmeleri, mevcut dil ve kültür
sorunları, ve teorik sorunlar nedenleriyle, gelişmiş olan tüm iletişim kolaylıklarına
karşın, henüz sermaye güçleri çapında uluslararası birlikler
oluşturamamaktadırlar. Diğer yandan, yeni yeni teknolojik devrimlerle işçi
sınıfının eski bileşimi hızla değişmektedir ve hatta değişmiştir. Çok daha
karmaşık, bilgisayarlı sofistike endüstriler içinde iyi eğitilmiş, göreceli yüksek
ücretli ve aldığı ücrete göre aslında geçmişin işçi tipinden defalarca daha fazla
artı-değer üretebilen bir işçi tipi doğmaktadır, doğmuştur. Batı’nın zengin
ülkelerinde, “kaybedecek birşeyleri” olduğunu düşünen, ve kendisini düzene ait
hisseden güçlü bir işçi aristokrasisi şekillenmişken, işsiz işçiler tüm dünyada hızla
armaktadır. Artık “hizmet sektörü” sayılan alanlarda çalışanların sayıları, endüstri
de çalışanların sayılarını kat kat aşmıştır. Diğer yanda, dünya ulusları, halkları
arasında da geçmişe göre çok daha derin bir bölünme yaşanmakta, birileri daha
fazla zenginleşirlerken, daha da yoksullaşıp azgelişmişlik katagorisine sürüklenen
ülkelerin sayıları artmaktadır...
Tüm bu kısaca sayılan ve sayılmayan olgular, işçi sınıfının, emekçi
örgütlenmelerinin önlerine yepyeni teorik sorunlar, ve örgütlenme sorunları
çıkartmaktadır. Sendikalar eski güçlerini yitirmekte, ve sosyalist sistemin yıkılmış
olmasının da etkileri ile sermaye güçlerinin işçiler üzerindeki baskıları
artmaktadır. Çünkü eskiden, sosyalist sistem var iken, işçileri sosyalist sistemden
soğutmayı amaçlayan, işçilerin karşısında böyle bir örneğin durmasını istemeyen
zengin Batı’nın patronları, birtakım hakları daha kolay vermekte idiler... Sonuçta,
içine girilen yeni dünya koşullarında devrimci dönüşümlerin olabilmesi ve
olanların yaşamlarını sürdürebilmesi için, herzamankinden çok enternasyonal
dayanışmaya gereksinim vardır. Çalışan ve üreten halkların, baskı altındaki
halkların özgürlük mücadeleleri, farklı ülkelerin emekçi yığınları arasında
dayanışmayı kaçınılmaz bir zorunluluk olarak dayatmaktadır. Aynı dayanışmaya,
mevcut devrimci iktidarları, ilerici hükümetleri eklemek gerekir...
4 Fidel Kastro ve yoldaşlarının devrime doğru yolculukları üzerine
notlar
Yukarıdaki kısa bölümde yeralan sosyal devrim, kitlelerden kopuk terör ve
provokasyonlar üzerine açıklamaların ışığında, yeniden Kuba devrimine dönecek
olursak...
ısveççe “National Geographic”in 2003 yılına ait 12nci sayısında, “Doğa aşıklarının
cenneti Kuba” olarak tarif edilen bu 110.861 kilometre kare büyüklüğe sahip ada
ülkesinin halkı, 1950’li yıllarda hiçte cenneti yaşamıyordu. Koloniyalizm ile
başlayan 400 yıllı aşkın tarihleri boyunca da aynı halk, -küçük bir egemen
azınlığın dışında- içinde varolduğu cenneti yaşıyamamıştı... Günümüzde, 2007
sayımına göre 11.3 ve Temmuz 2008 verileriyle 11.4 milyon nufusa sahibolan
Kuba, devrimin arifesinde, 1958 yılında, 6.6 milyon (tam olarak, 6.630.921)
nüfusa sahipti.
Devrim ve Kastro karşıtı kişi ve kurumlar, 1957- 58 yıllarının Kubası ile ilgili
rakamlar verirlerken, tamamen pembe bir tablo çizmektedirler. ınsan bu tabloya
bakarken, peki ozaman devrim nasıl oldu?, yığınlar neden devrimi destekleyip
gerçekleşmesine yardımcı oldular?, ve devrimin ardından yaşanan birçok maddi
sıkıntıya, emperyalist baskılara, süreç içinde ağırlaşan ABD ekonomik
ambargolarına ve -“Domuzlar Körfezi Çıkartması” gibi- silahlı saldırılara karşın,
yığınlar neden devrime sahip çıktılar?, diye düşünmekten kendisini
alamamaktadır...
Kastro öncesi üzerine pembe tablolar sunanlar, komünistlerin propogandalarının
inanılmazlığını “kanıtlamak” amacıyla, onların, komünistlerin, devrim öncesi
Kubasında “10 bin gazino” ve “1 milyon fahişe” olduğunu söyledikleri, yalanını
yaymaktadırlar... şüphesiz o yılların Kubası gibi 6.6 milyonluk bir toplum da, “10
bin gazino”nun ve “1 milyon fahişe”nin olabilmesi, yetişkin kadınların yaklaşık
yarısının fahişe olduklarının söylenmesi, akla tamamen aykırı olduğu için,
komünistlerin ne ölçüde “yalancı” olduklarına insanları kendilerince inandırmış
olmaktadırlar... Gerçekte ise bu iddia, karşı-devrimci güçlerin gerçeği
sulandırmak, ve komünistleri kötülemek için uydurmuş oldukları bir yalandırşüphesiz, “komünist” etiketini kullanan birçok sahtekarın bulunabileceğini de bu
arada unutmamak gerekir... Gerçekte ise Kuba devrimcileri, devrim öncesindeki
Kuba’nın çürümüşlüğünü akla uygun doğru ve inanılabilir sayılarla
anlatmaktadırlar...
Sosyalist sistemin yıkılmasının, Kuba’nın eski ticaret ortaklarını büyük ölçüde
yitirmiş olmasının etkileri ile yaşanan bazı ekonomik sıkıntılar sonucu ülkenin
turizme açılmasından, ekonomide özel teşebbüse bir miktar olanak
sağlanmasından, ve dolarla alışverişlerin serbest bırakılmasından sonra, 1990’lı
yıllarda Kuba’da yeniden rastlanmaya başlanılan bazı fahişelik olayları ile ilgili
olarak söylenenlere, W. Bush’un Kubayı karalama çabalarına, bizzat Kastro şu
yanıtları vermektedir...
“Devrimin zaferinden önce, 1959 yılında Kuba’da, yoksulluk, cinsel ayırım ve
aşağılama, işsizlik gibi nedenlerle yaklaşık 100 bin kadın doğrudan veya dolaylı
olarak fuhuş bataklığına sürüklenmişlerdi. Devrim bu kadınları eğitti ve onlara iş
buldu. Hiç kimse bu gerçekleri Bush’a anlatmadımı?” Evet Kastro aynen bunları
söylemekte ve 6.6 milyonluk bir nüfus için hiç te az olmayan 100 bin sayısını
vermektedir. Karşı-devrimciler tarafından uydurulmuş “1 milyon fahişe” sayısının
yanında bu 100 bin sayısı, sonderece akla uygun bir sayıdır, ve aynızamanda
devrimin hangi yoksulluk ve çürümüşlük koşullarında gerçekleşmiş olduğunun da
göstergelerinden birisidir...
T J English’in David Flusfeder’in tasvirlerine dayanan “The mafia paradise that
was Havana” başlıklı makalesinde yazdığına göre, gerçekten de, Batista’nın ikinci
dönem yönetimi yıllarında (1952- 59), Kuba, gansterlerin, kubarbazların, gösteri
kızlarının ve tabii bu sürece başkaldıran ihtilalcilerin ülkesi konumuna
sürüklenmişti. Havana, karanlık dünyaları, gece yaşamları ile ünlü Monte
Carlo, Casablanca, ve Cádiz kentlerinin Karaiplerdeki bir toplamı haline gelmişti.
Yine, 9 Haziran 1975 Pazartesi tarihli Time Magazine’de yeralan “Mafia Spies in
Cuba” başlıklı makalede yazıldığına göre, 1959 başında Kuba diktatörü Fulgencio
Batista devrilmeden önce, Havana yakınlarında bulunan ve ırk ayrımı uygulanan
devasa kumarhane gazinoyu üç kişi kontrol etmekteydi. ıktidarı almasının
ardından Kastro, New York- Chicago- ve Pittsburgh mafya ailesine bağlı bu
üçlüyü ülkeden sürmekle yetinecekti. Sözkonusu üçlü, Kuba’ı terkederken,
denetledikleri kumarhane gazinonun son günkü hasılatını, yani sadece bir günlük
kazançlarını, gizlice, ülkede kalan yakınlarına bırakacaklardı. Geride bıraktıkları
bu bir günlük kazançları, 450 bin ABD doları idi. Sözkonusu para, ileride, CIA
tarafından casusluk faaaliyetleri için Kuba’ya yollanacak olan mafya elemanlarının
masrafları için kullanılacaktı...
Kastro, yukarıda anılmış olan konuşmasında ayrıca şunları söylemektedir: “Kubalı
çocukların fiziki, mental ve moral sağlıkları, devrimin birinci önceliği idi. Onları,
ABD’de olanlardan çok daha sert yasalarla koruma altına aldık, ve 50 bini aşkın
fiziki ve mental özürlü çocuk dahil olmak üzere çocukların tümü okula devametti.
Herhangi bir ayrıcalık uygulamadan, bu özürlü çocukları, uzmanlaşmış bir
dikkatle özel eğitim merkezlerine kabulettik. Hiç kimse bu gerçekleri Bush’a
anlatmadımı?”
Kastro, şu sözlerle konuşmasını sürdürmektedir: “Kuba’da olan bebek ölümlerinin
ABD’de olandan çok daha düşük sayıda olduğunu, ve giderek de daha aza
indiğini, hiç kimse Bush’a anlatmadımı?”
Devrimden önce, değişik defalar Kuba’nın değişik yerlerini ziyaret etmiş, 1950’li
yılların Kubasını yansıtan sayısız fotoğraf çekmiş, birçeşit Kuba dökümanteri ve
seyyahat broşürleri hazırlamış olan Joe Goldstein’in vermiş olduğu bilgiler,
sanırım, devrimin neden halk desteği sağlayabilmiş olduğu gerçeğini anlaşılır
kılmaktadır. Ve bu veriler, “National Geographic”in “Karaipler’in cenneti Kuba”
tarifine karşın, devrim öncesi Kuba halkının hiç te cenneti yaşamadığı gerçeğine
de açıklık getirmektedir...
Kastro öncesi, veya 1959 devrimi öncesi kırsal alandaki evlerin yüzde 75’i,
palmiyelerden yapılmış kulübelerdi. Evlerin yüzde 50’si herhangi bir çeşit
tuvaletten, yüzde 85’i içinde akar sudan, ve yüzde 91’i ise elektrikten
mahrumdu. Kırsal alanda 2 bin kişiye ancak bir hekim düşmekteydi.
Kırsal nüfusun üçte birinden fazlasının bağırsaklarında parazit
bulunmaktaydı. Kubalı köylülerin ancak yüzde 4 kadarı düzenli yemek
yiyebiliyordu. Bunların ancak yüzde 1 kadarı balık, yüzde 2’den azı
yumurta, yüzde 3 kadarı ekmek yeme şansına sahipti. Ancak yüzde 11
kadarı süt içebilmekteydi ve yeşil sebze yiyen yoktu. ıhtilalin başlamış
olduğu 1956 yılı verilerine göre, köylülerin çoğunluğunun yıllık geliri 91
ABD doları kadar birşeydi. Bu, kişi başına ulusal gelir ortalamasının üçte
birinden daha azdı. Ayni hesapla kişi başına ulusal gelir ortalaması, 300
ABD doları civarinda bir sayı olmaktaydı ve gerçekte de öyleydi. Anlaşılmış
olacağı gibi büyük çoğunluk, bu sonderece düşük kişi başına ulusal gelir
ortalamasının altında bir gelirle yaşamak zorundaydı...
Yine kırsal nüfusun yüzde 45 kadarı okuma-yazma bilmemekteydi. Aynı
nüfusun yüzde 44’ü hiç okula gitmemişti. ışgücünün yüzde 25’i kronik
işsiz konumundaydı. Aynı yıl, 1956’da nüfus 5.5 milyon iken, 1 milyon
yetişkin insan okuma yazma bilmiyordu. Kentli çocukların yüzde 27
kadarı ve kırsal alandaki çocukların ise yüzde 61’i okula
gidemiyordu. Irksal ve cinsel ayrımcılık sonderece yaygındı. Bir başka kaynağa
göre, devrimden hemen önce, 1958 sonunda, Kuba işgücünün sade yizde 14.8’ini
kadınlar oluşturmaktaydı... Kamu okulları berbat biçimde kötüleşmişti. Çürüme,
rüşvet alabildiğine yaygındı, ve yüksek mahkeme yargıcından polise dek her kim
olursa olsun satınalınabilirdi. Polis şiddeti ve işkence, normal gündelik
işlerdendi...
Kastro ve yoldaşlarının başkaldırısı, birbirini izleyen çatışmalar ve ölümler
sürerken, 10 Aralık 1957 günü, maliyeti zamanın değeri ile 14 milyon doları
bulan ve çoğu Kuba hükümeti tarafından Mayer Lansky hesabına ödenmiş olan
sonderece lüks Hotel Rivera, Havana’da açılışını yapacaktı. Aynı günlerde
haftalık Revista Carteles dergisinin verdiği habere göre, ısviçre bankalarında,
Batista hükümetinin 20 üyesinin her birinin -bilinen- hesap numaralarında, 1’er
milyon doları aşkın para bulunmaktaydı. Ve yine aynı yıl (1957) Kuba’ya yatırım
yapmış olan Amerikan firmalarının Kuba yatırımlarından elde etmiş oldukları
kâr, 77 milyon dolar idi. Diğer yandan, sözkonusu firmaların yaratmış
oldukları iş alanı yok denecek kadar azdı. Aynı firmalar için Kuba
nüfusunun yüzde 1’inden azı çalışmaktaydı. Yine 1950’li yılların
sonlarına doğru Kuba madenlerinin yüzde 90’ı, kamuya hizmet sunan
kuruluşların yüzde 80’i, demiryollarının yüzde 50’si, şeker üretiminin
yüzde 40’ı, banka yatırımlarının yüzde 25’i ABD sermayesinin denetimi
altındaydı...
Devrim öncesi Kuba’da varolan yoksulluğun, eğitimsizliğin, hertürlü baskının
resmini, Joe Goldstein’in vermiş olduğu bilgilere dayanarak kısaca yansıtmaya
çalışmıştım. Fakat bunun herhangi bir devrim için yeterli neden olamayacağını,
eğer olacak olsa idi Kuba’dan daha kötü durumda olan bazı Latin Amerika, Asya
ve Afrika ülkelerinde de devrimlerin hemen gerçekleşmiş olmalarının gerektiğini
sözlerime eklemiştim... Zaten, Kuba devrimini yüzeysel bir bakışla bu yoksulluğa
ve bir avuç sakallı adamın dağa çıkarak silahlı mücadeleyi başlatmış olmasına
bağlayanlar, ve bunu kendilerine göre profosyonelce, veya sonderece amatörce
bir gayriciddilikle tekrarlamaya çalışanlar, bazı iyi niyetli veya kolay şöhret
peşindeki serüvenciler, kısa süreler içinde düş kırıklığına uğramaktan
kurtulamıyacaklardı...
Çünkü özünde Küba devrimi, başlatanlar kalkışmayı başlattıkları sırada yapmakta
oldukları işin tam bilincinde olsalarda olmasalarda, köken olarak, 1820’li yıllarda
başlamış ve 1840’lı yıllarda çapı daha da büyüyerek alevlenmiş olan köle
ayaklanmaları geleneğine, 1868 yılında başlayıp söndürülmesinin ardından 1895
yılında yeniden başlamış olan tamamen demokratik içerikli ulusal bağımsızlık
başkaldırısı geleneğine dayanmakta idi. Bundan sonra da, aydınları, öğrencileri,
işçileri, yoksul köylüleri içine alan başkaldırılar belirli aralıklarla kesintisiz
sürmüşlerdi... Zaten ülkede aynı geleneğe sahip göreceli güçlü bir sendikal
örgütlenme, ve işçi sınıfının politik örgütlenmesi, ve güçlü bir üniversite
öğrencileri örgütlenmesi mevcuttu. Bu örgütlenmeler, diğer birçok yoksul ülkede,
ve Latin Amerika ülkelerinde olduğu gibi, Kuba’da ezilip
yokedilememişlerdi... José Martí’nin özgürlükçü düçünceleri halkın tüm kesimleri
içinde canlılığını korumaktaydı...
Kısacası, nasıl her ülkenin bir ulusal geleneğinden, kitlelerin bilinçlerinde yeretmiş
düşünce biçimlerinden sözedilebiliyorsa, örneğin Türkler halen çoğunluklu olarak
kendilerini nasıl “asker” olarak tanımlıyor, ve merkezi otoriteye saygı duyma,
uyma, itaat geleneğini büyük ölçüde sürdürüyorlarsa, Kuba halkı da, içinde
bulunduğu sürekli yabancı baskılarının bir sonucu olarak olmalı, diğer bazı halklar
gibi, örneğin hemen aklıma gelen Grek halkı gibi, hatta tüm bunlardan daha
güçlü olarak, otoriteye karşı güçlü bir isyan, başkaldırı geleneği geliştirmişti.
Özellikle kırsal alandaki halkın yarıya yakınının okuma-yazma bilmiyor olması,
başkaldırı geleneğinden uzak olması anlamına gelmiyordu. Diğer çok önemli bir
özellikte, erkek egemen bir toplum olmasına karşın, kırsal alandaki bu eğitimsiz
geniş emekçi yığınlar üzerinde bir feodal ağanın, şeyhin otoritesi mevcut değildi.
Türkiye ve diğer bazı ülkelerde rastlandığı gibi, birilerinin bu insanlar üzerinde
“sözünden çıkılmaz baba” rolü oynaması sözkonusu değildi... Ayrıca, soğuk savaş
koşulları içinde güçlü bir sosyalist bloğun bulunuyor olması, özellikle devrimin
başarıya ulaşmış olduğu yıllarda Sovyetler Birliği’nin gücünün zirvelerine doğru
tırmanıyor olması, ve uzay yarışında ABD’yi geçmesi, Kuba devriminin önüne yeni
alternatifler koyabilecek, ve ABD’ye rağmen yaşayıp gelişme şansını arttıracaktı...
Kalkışma başladığı sırada, Kuba ordusu, diğerlerine göre göreceli olarak daha
zayıf olduğu gibi, Batista diktatörlüğü çürüme sürecinin en üst noktalarına
ulaşmıştı. Zaten derinleşen ulusal politik bir kriz mevcuttu, ve hatta ABD
yönetimi, -silah ambargosu uygulayabilecek ve 1958 yılında tüm yardımları
kesecek kadar- Batista’dan rahatsızdı; kendi yararları açısından da olumlu etkiler
yaratabilecek bir iktidar yenilenmesini, kan tazelenmesini kabullenecek durumda
idi. Ve ayrıca dağa çıkmış olanlar, açıkça komünist gibi gözükmüyorlardı. Hatta
CIA, 1960 yılına girildiği zaman bile, Kastro’nun komünist olup olmadığına karar
verememişti ama, kendilerine karşı olduğunu farketmişti. Zaten Kastro’da
devrimin sosyalist olduğunu, ancak 1961 yılında ilanedecekti, ve geleceğiz...
Kuba’da mevcut politik iktidarları denetleyen Washington, her başkaldırının
ardından bu eylemin önderlerini satın alabileceği rehaveti içinde idi, ve bir kan
yenilenmesine okadar şüpheci bakmıyordu... Tabii şüphesiz ABD yönetimi,
komünizme karşı sıfır toleransa sahipti. Washington, komünizme karşı mücadele
için Kuba’ya başta mali olmak üzere hertürlü desteği veriyordu. Washington’un
sözkonusu komünizm karşıtı eylemi, -başında acımasız ve deneyimli bir
istihbaratçı olan eski faşist Allen Dulles’in bulunduğu- CIA tarafından organize
etmekteydi. Kuba’da yürütülen komünizm karşıtı mücadeleyi, Batista’ya bağlı
Kubalı servislerle birlikte CIA organize etmekteydi ama, CIA tarafından bu iş için
verilen paraların önemli kısmının Kubalı görevlilerce iç edildiği daha sonra
anlaşılacaktı...
Biraz konu dışı ama, faydalı olabilir... “Teke Tek” programına çıkmış 70 yaşın
üzerinde bir garip kişi, programcıları bile şaşırtan biçimde övünüp şişinirken,
“Nasır ile elini masaya vurarak konuşabildiğini, Saddam Hüseyin’e ne tip akıllar
verdiğini” vs. anlatırken, bir ara, “ozamanlar CIA’nın başında Dulles vardı, bu
adam daha sonra dışişleri bakanı oldu”, diyecekti. Bu atmasyonu duyunca, artık
dayanamayacak, birsüre için kanal değiştirecek, ve sonra tekrar meraktan aynı
kanala geçecektim... Hem yüksek perdeden atan, ve hem de söylediklerinden
kendisi de ürküp arada mevcut iktidara yalanan bu kişi, Dulles soyadını
taşıyanların iki ayrı kardeş olduklarından habersizdi.
O, Dwight (David) Eisenhower’in başkanlığı yıllarında (1953- 61), kardeşlerden
daha yaşlı olan John Foster Dulles’in dışişleri bakanlığına (secretary of state,
1953- 59), küçük kardeş Allen Welsh Dulles’in ise yine Eisenhower Tarafından
CIA (Central Intelligence Agency) direktörlüğüne (1953- 61) atanmış olduğunu
bilmiyordu. Buna karşın O, büyük entellektüel ve dönemin en önemli gazetecisi
rolünde, Arap ülkelerinin yöneticilerini cahillikle suçlamayı sürdürüyordu... Tabii
bu zevzeklik gösterisi o anda kafamda, Batista’nın çevresindekilerin CIA paralarını
nasıl iç etmiş oldukları komedisini, bunun benzerlerinin Türkiye’de de ne ölçüde
yaşanmış olabileceği düşüncesini uyandıracak, gülümsememe neden olacaktı.
Kahramanımız, iyi atıcı olmasının yanında, anlaşılan bayağı işbilir biriydi, ve
“boşta dolaşan bir gazeteci” değildi...
ıran petrollerini millileştirmiş olan Muhammed Musaddık’ın devrilmesi (1953),
Guatemala’da köylülere toprak dağıtarak United Fruit Company’nin tatlı
kazançlarını azıcık sınırlamış olan Jacobo Arbenz’in iktidardan indirilmesi (1954)
gibi daha onlarca komployu organize eden, değişik halklara derin acılar yaşatan
kanlı trajedilere imza atmış olan John Foster Dulles (1888- 1959) ve küçük
kardeşi Allen Welsh Dulles (1893- 1969), aynızamanda Kuba halkının kaderini
olumsuz yönde değiştirebilmek için de ağır ama, başarısız çabalar sarfetmişlerdi.
Bunlardan CIA direktörü olan Allen Welsh Dulles, Kuba devrimini yıkabilmek
amacıyla, mafya önderlerinden de destek alarak, CIA kamplarında eğitilmiş bazı
göçmen Kubalıları, ve kriminal unsurları kullanarak, 17 Nisan 1961 günü,
başarısız “Domuzlar Körfezi Çıkartması”nı gerçekleştirmişti. CIA için sansasyonel
bir skandal olan “Domuzlar Körfezi Çıkartması”, Allen Dulles’in görevinden
alınması, kariyerinin noktalanması ile sonuçlanmıştı. Yeni ABD başkanı John
Fitzgerald Kennedy (başkanlığı, 1961- 63), “Domuzlar Körfezi” skandalının
ardından, Allen Dulles’i görevinden almıştı...
Bu satırları yazana göre, ABD’nin tek Katolik kökenli başkanı olan Kennedy’ye
yönelik süikast, özellikle Kennedy’nin -daha büyük uluslararası çatışmaların, bir
nükleer savaşın anası olabilecek- savaşı başlatmaktan sakınan Kuba politikasının,
ve uluslararası yumuşama süreci yönünde Nikita Khrushchev (Sovyetler Birliği
Komünist Partisi birinci sekreteri, 1953- 64) ile birlikte atmış olduğu adımların bir
sonucu olarak, CIA içindeki faşistlerin, mafya örgütlenmeleri ile iç-içe geçmiş
olan Allen Dulles ekibinin işi idi muhtemelen... Kuba ile olan ilintileri, Kuba
halkının kaderi ile oynamaya çalışmış olmaları nedeniyle,
sözkonusu Dulles biraderlerin biyografilerinden, gerçek kimliklerinden kısaca
sözetmekte yarar vardır...
Devasa mali şirketlerin merkezi ve dünya çapında mali yatırımların sembolü
konumundaki Wall Street’in hukuki işlerine bakmakta uzmanlaşmış New York
Hukuk Firması’nda avukatlık yapan, ve sözkonusu mali merkezlerle yakın
bağlantılar içinde olan Dulles biraderler, 4 Ocak 1933 günü Hitlertarafından
örgütlenmiş olan toplantıya, Hitler’i destekleyen Alman bankerKurt Freiherr Von
Schroeder ve Schroeder Bank yöneticileri ile birlikte Wall Street’i
temsilen katılmışlardı. Toplantının amacı, Nazi iktidarının mali sorunlarını çözmek
ve sendikaların direnişlerini kırmaktı... Dulles biraderler bu toplantıya
katılmışlardı, çünkü, Hitler’i destekleyen Alman mali- sermaye gurupları ile
Amerikan Ford, Standart Oil (şimdiki Exxon), General Motors, yine Rockefeller’in
denetimindeki National City Bank of New York, şili’deki kanlı Pinoche darbesinin
baş mimarı ITT tekeli, ve daha birsürüsü, kısaca ABD’nin mali merkezi Wall
Street, bu metnin kapsamını aşan uzun karmaşık ve sıkıcı bir liste oluşturacak
biçimde iç içe geçmişlerdi. Sözün kısası, ABD’nin büyük sermaye çevreleri Hitler’i
açıkca desteklemekteydiler; çünkü, Nazi Almanyası’nda kârlı yatırımları vardı...
John Foster Dulles, 1935 yılında Atlantic monthly’de yazdığı uzun makalede, Nazi
felsefesini destekleyecek, ve almanyanın gizlice silahlanmasının özgürlüğünü
kazanma yolunda tamamen haklı bir davranış olduğunu belirtecekti... John Foster
Dulles, Harriman’ın, -Hitler destekçisi-Krupp’a büyük krediler açmasına aracı
olacaktı. Krediyi bizzat veren kişi ise, George Bush’un babası, ve W. Bush’un
dedesi, ve o yıllardaHarriman&Co’nun ikinci başkanı olan Prescott Bush’dan
başkası değildi... (Wall Street ve Nazi Almanyası ilişkileri hakkında biraz
daha geniş bilgi için bak: Yusuf Küpeli, Nazi Almanyası ve Polonya,
Büyük Biritanya, ABD, Sovyetler Birliği, Varşova ayaklanması ve
yalanlar üzerine kısa notlar + b. Hitler’i iktidara taşıyan Alman ve ABD
tekelleri, pusuda bekleyen ıngiltere ve Fransa, Sovyetler Birliği ve Nazi
Almanyası, Polonya’ya saldırı ve II. Dünya Savaşı + c. Nazi işgali
altındaki Polonya, toplama ve ölüm kampları, Alman tekelleri ile
birleşmiş ABD tekelleri, “Üç Maymunları” oynayan ABD yönetimi)
II. Dünya Savaşı yıllarında şimdiki CIA’nın görevlerini üstlenmiş olan ve varlığını CIA’nın kurulduğu- 1947 yılına dek sürdürecek olan Office ofStratejik Service
(OSS) üst görevlilerinden birisi de, -Dulles biraderlerden küçük kardeş- Allen
Dulles’den başkası değildi... Allen Dulles, 1942- 45 yıllarında, ısviçreBern’de, OSS bürosunun şefi olarak bulunacaktı. Savaşın en kanlı günlerinde
O, Allen Dulles, savaş suçlusu Nazi canileri ile, ve ileride CIA tarafından
kullanılacak olan ünlü SS ve Gestapo yöneticileri ile ilişkiler kuracaktı. Örneğin
O, daha 1943 yılında, Nazi askeri istihbaratının Doğu Cephesi komutanı,
“Gurbette Doğu Ordusu” adlı örgütlenmenin şefi GeneralReinhard Gehlen ile
ilişkiler geliştirmişti ve savaşın son günlerinde elindeki anahtar belgelerle birlikte
ABD safına atlayacak olan Gehlen, 1947 yılında,Allen Dulles ile birlikte CIA’nın
kuruluşunda başrolü oynayacaktı...
Hukuken aranıyor olmalarına karşın ABD servisleri tarafından kaçırılıp kullanılan
ünlü Nazi şefleri arasında, “Lyon Canvarı” olarak ünlenmiş olanKlaus Barbie ve
daha başkaları da bulunmaktaydı... Aslında bu, kirli ve uzun bir öyküdür, ve aynı
öykünün önemli aktörleri arasında Dulles biraderler de bulunmaktadır...
General Reinhard Gehlen ile birlikte CIA’nın kuruluşunda önemli roller oynamış
olan ve başarısız “Domuzlar Körfezi Çıkartması” ile kariyerini yitiren Allen
Dulles’in, ıstanbul’u bir savaş alanına döndürmüş olan 6-7 Eylül 1950
provokasyonu yaşanırken Türkiye’de bulunduğunu hatırlamakta da yarar vardır
sanırım...
Dışişleri Bakanı (Secretary of State) John Foster Dulles’in özel mektubunu
dönemin Kuba Cumhurbaşkanı Batista’ya iletecek ve CIA direktörü Allen Dulles ile
Kuba konusunda karşılıklı görüşecek kadar ABD yönetimine yakın olan, ve
ayrıca Batista Kubası’nı yakından tanıyan Lyman B. Kirkpatrick, Jr. Adlı bir CIA
görevlisi, “The Real CIA” adlı kitabının “Batista’s Cuba” başlıklı 7. Bölümü’nde
ilginç bilgiler vermektedir... Komünizme karşı savaşta etkili bir örgütlenmenin
yaratılması için Kuba hükümetine yardımcı olabilmek amacıyla 1956, 1957, ve
1958 yıllarında Kuba’ya gitmiş olduğunu anlatan aynı yazar, Batista’nın, komünist
çabaları boşa çıkartabilmek için etkili bir örgütlenme kurmak gerektiğini Foster
Dulles’a söylemiş olmasına karşın, Haziran 1956’da, paraları çekip akıtmaya
yarayan bir huni görevi taşıyan kağıt üzerindeki birtakım örgütler dışında
hiçbirşeyin yapılmış olduğunu, anlatmaktadır...
Aynı görevli, CIA direktörü Allen Dulles tarafından, BRAC (Buro Para Represion
de las Actividades Comunistas) adlı komünizme karşı mücadele örgütünün
iyileştirilip güçlendirilmesini amaçlıyan karmaşık sorunları
Cumhurbaşkanı Batista ile tartışmak, ve tavsiyelerde bulunmak için Kuba’ya
yollanmıştır. Sözkonusu yazarın anlatımıyla, hükümet hiyerarşisinin çok altında
olan sözkonusu anti-komünist örgütlenme, bir albay tarafından yönetilmekteydi.
Yazarın ifadesi ile bu albay, eski bir ordu çavuşu olan Batista ile görüşme, yakın
temas konusunda problemler yaşamaktaydı... Bu sözlerden anlaşılmış olduğu
gibi, Kuba ordusunun üst rütbeli subayları ile eski bir çavuş olan Batista arasında,
sözkonusu rütbe sorunu nedeniyle görülemeyen psikolojik duvarlar mevcuttu...
CIA direktörü Dulles’in tavsiyesi, sözkonusu BRAC adlı örgütlenmeyi doğrudan
kabine üyelerinden birine bağlamak ve örgütün başındaki kişinin rütbesini
yükseltmek yönünde olmuştu...
Aynı anlatımla, o günlerde, Kastro’nun bir avuç yandaşı ile Sierra Maestra’ya
çıkmış olduğu ilk zamanlarda, ABD hükümetinin politikası, askeri danışmanlık
dahil Batista’ya tam destek verme yönünde olmuştu.
Aynızamanda Batista yönetimi, ülkedeki ABD elçiliğinden
birilerinin Kastro yandaşları, sempatizanları ile ilişkiye geçip geçmediği konusuna
da dikkatlerini yoğunlaştırmıştı. Bunu bilen ABD elçisi, mevcut Kuba yönetimi ile
olan ilişkilerinde herhangi bir pürüz doğmaması için, personeline bu tip ilişkileri
kesinlikle yasaklamıştır... Vaktiyle, ilk dönem yönetimi sırasında kendisi de bir
başkaldırı ortamında iktidarı elegeçirmiş ve ardından Washington’a satılmış
olduğu için derin bir şüphecilik içinde olan Batista’nın ve yönetiminin ABD’ye
yönelik güvensizliğini yansıtan bu anlatım, aynızamanda ABD’nin Batista’ya
vermiş olduğu desteğin de altını da çizmektedir. Anlaşılan yazar, tüm desteğimize
karşın “Batista’nın yenilmiş olmasında bizlerin suçu yok” demeye getirmektedir.
Fakat yine de, Kastro konusunda ABD yönetiminin yaşamış olduğu kararsızlığın
altını da çizmektedir...
Kuba’ya yolculuklarından zevk aldığı anlaşılan bu kişinin vermiş olduğu ayrıntılı
birtakım bilgilerden, özet olarak, Batista yönetiminin çürümüşlüğü, süreç içinde
tüm halk desteğini nasıl yitirmiş olduğu gerçeği yansımaktadır. Yine aynı
bilgilerden, başlangıçta Batista’ya vermiş olduğu tüm desteğe karşın ABD
yönetiminin, Kastro ve diğer ihtilalciler üzerinde doğru kanıya ulaşma konusunda
uzun süreli kararsızlıklar yaşamış olduğu gerçeği de anlaşılmaktadır... Sözkonusu
anlatımda, aynı yıllarda, yani Kastro önderliğindeki gerilla mücadelesinin hemen
başlamış olduğu yıllarda, Batista’yı kendi sarayında öldürme girişiminde
bulunmaya kalkışacak kadar güçlü bir öğrenci hareketinin olduğu gerçeği
yansımaktadır. Zaten Havana’da, Kastro’nun en güçlü bağlaşıklarının başında,
sözkonusu güçlü öğrenci hareketi gelmektedir... Bir karşı-devrimci olan aynı
kişinin ifadesi ile, 1958 yılında halkın yüzde 80’i artık Batista rejimine karşıdır...
Kısacası CIA, gelişmeleri an be an dikkatle izlemiştir ama, süreci değiştirecek
birşey yapamamıştır, yapmaya kalkışma insiyatifini de güçlü biçimde
gösterememiştir...
Daha önce Guatemala’dan sözederken anılan, ve Latin Amerika halklarının
sömürülmelerinde ve toplumsal trajedilerinde baş rollerde olan ABD
merkezli United Fruit Company’ye bağlı olarak şeker kamışı üretimi yapan
ıspanyol göçmeni varlıklı bir çiftçinin, Angel Kastro’nun ikinci eşi Lina Ruz
Gonzaléz’den olma Fidel Kastro Ruz, 13 Ağustos 1926 günü doğacaktı. Angel
Kastro’nun ilk eşinden iki, aynızamanda ahçısı olduğu söylenen ikinci eşinden ise,
aralarında Fidel Kastro’nun ve şu anda Kuba’nın birinci kişisi konumundaki Raúl
Kastro’nun da bulunduğu beş çocuğu olacaktı...
Fidel Kastro, Kuba’nın güneydoğu kıyısında, Oriente bölgesinde,
ünlü Guantanamo Körfezi’nin 100 km kadar batısına konumlanmış olan Santiago
de Cuba’da yatılı bir Roma Katolik okuluna devamedecekti. Ardından, Havana’da
yine bir Katolik lisesine devamedecek olan Kastro, 1945 yılında Havana
Üniversitesi Hukuk Okulu’na (Hukuk Fakültesi) başlayacaktı. O, 1947 yılında,
göçmen Dominikliler ve bazı Kubalılarla birlikte, Dominik Cumhuriyeti
diktatörü Rafael Trujillo’yu devirmeye yönelik başarısız bir girirşimin içinde
yeralacaktı. Fidel Kastro, 1948 yılında, Colombia’nın başkenti Bogotá’da yaşanan
bir ayaklanmanın içinde gözükecekti... Yine O, Kastro, aynı yıl (1948) United
Fruit Company’de avukatlık yapan bir adamın kızıyla, Mirta Díaz Balart ile
evlenecekti. Kubalı halktan ayrı olarak sadece United Fruit Company çalışanı
Amerikalıların yaşadıkları lüks ve zengin Banes kentine yerleşecekti. Burada
yaşayanların plajları bile özeldi... şüphesiz bu evlilik uzun
sürmeyecekti; Moncada Kışlası baskınının ardından Kastro hapisten çıktığı zaman,
karşılayanlar arasında Mirta Díaz Balart bulunmayacaktı... Kastro, Hukuk
Okulu’na başladıktan beş yıl sonra, 1950’de diplomasını alacaktı...
Bir yandan avukatlık stajına başlayan Kastro, diğer yandan “Ortodoxos” olarak
anılan Kuba Halk Partisi’ne katılacak, ve Haziran 1952’de yapılması
kararlaştırılmış olan seçimlerde Havana’dan bu partinin Temsilciler Meclisi adayı
olacaktı. Daha önce de ifade edilmiş olduğu gibi, yeniden ülkenin cumhurbaşkanı
olmayı planlayan ama, seçimlerde kazanamayacağını anlayan Fulgencio Batista,
seçimlerden önce, 10 Mart 1952’de, kansız bir askeri darbe gerçekleştirecekti.
Cumhurbaşkanı Carlos Prío Socarrás’ın hükümetini yerinden indirecek
olan Batista, seçimleri iptal edecekti...
Legal olanakların tamamen yokolduğunu düşünen Kastro, silahlı bir saldırı
örgütlemeye başlayacaktı. O, hedef seçeceği askeri kışlaya yönelik silahlı
saldırının yaratacağı çok etkisi ile, Batista karşıtı bir toplumsal kalkışmanın
olabileceğini düşünmekteydi. Fakat olaylar, düşündüğü ve planladığı gibi
gerçekleşmeyecekti. Fakat yine de bu olay, ilerideki silahlı mücadele sürecinin
başlangıcı sayılacak, ve sembolik bir önem taşıyacaktı. Kastro ve yoldaşlarının
1956 yılında başlatacakları gerilla mücadelesi, “26 Temmuz Hareketi” olarak
anılacaktı...
Örgütlediği 160 kadar silahlı ihtilalci (bazı kaynaklara göre, 125 kadın ve erkek
ihtilalci) ile birlikte Kastro, 26 Temmuz 1953 günü, ülkenin
güneydoğusunda, Oriente bölgesinde bulunan Santiago de Cuba’da, ilk
öğrenimini görmüş olduğu bu kentte, sabahın 05:15’inde, Moncado Kışlası’nın
askeri barakalarına saldıracaktı... Askeri deneyimden yoksun ve iyi silahlanmamış
bu birlik, birçok hata yapacaktı. Jill Hickson’un anlatımıyla, gurubun yarısı
barakalar arasında yolunu şaşıracaktı. Saldırıyı gerçekleştirenlerin birçoğu,
çatışma sırasında yaşamlarını yitircekler veya tutuklanacaklardı. Fidel Kastro,
diğer 18 kişi ile birlikte dağlara çekilmeyi başarabilecekti ama, bunlar da bir hafta
sonra yakalanıp tutuklanacaklardı... Santiago de Cuba’nın hemen
kuzeyinde Sierra Maestra dağları uzanmaktadır...
Bir anlatıma göre, Moncado Kışlası baskınını gerçekleştirenlerin arasında iki
kadın bulunmaktaydı. Gurup önce, 24 Temmuz 1953 akşam üzeri, iki otobüs ile,
Havana’dan güneydoğuya, Santiago de Cuba’ya doğru yola çıkmıştı. Sözkonusu
gurup, Santiago de Cuba kentine 20 dakika mesafede olan Siboney plajında
toplanmıştı. Burada Kastro, baskına katılacak olanlara, ilk kez, planın detaylarını
açıklamıştı. Bu birçeşit intehar saldırısı idi... Aralarında Kastro’nun erkek
kardeşi Raúl’un da bulunduğu yaklaşık 150 genç savaşçı idiler. Ellerinde daha çok
22 kalibrelik av silahları vardı. Kastro’nun çocukluğunun geçmiş olduğu, ilk okula
gittiği bu yerde, Batista ordusunun bölgesel merkezi garnizonu bulunmaktaydı.
Sözkonusu garnizonun, Moncado Kışlası’nın bitişiğinde ise, Adalet Sarayı, bir
hastahane, ve radyo istasyonu vardı. Anlatılanlar gerçeği tam yansıtıyorsa eğer,
saldırıyı örgütleyenler, muhalif politikacı Eduardo Chibás’ın düşünceleri
doğrultusunda demokrasiye dönüşe çağrı yapan bir bildiri ilanetmeyi
hesaplamışlardı. Kastro’nun hedefi, ordunun da halkın saflarına katılımı ile, ve
halkın güç kullanması sonucu, Batista’nın iktidaran uzaklaşmasını sağlayacak bir
uyanışı tetiklemek, bu yönde halkı harekete geçirmekti... Fidel Kastro, “Eğer
başarısızlığa uğranacak olsa bile, bu, kahramanca ve sembolik değeri olan bir
eylem olacaktır.”, diye not düşmeyi ihmal etmemişti...
Sözkonusu gurup, başlarında Kastro, saat 05:00
sularında Siboney plajından Moncada’ya doğru yola çıkacaktı. ıkinci
kumandan, Abel Santamaría idi. Arabalarla gidiyorlardı, ve ikinci arabada, Abel
Santamaría’nın kızkardeşi Haydeé ve erkek arkadaşı Boris de la
Coloma bulunmaktaydı... Kışlalara ilk olarak içinde Kastro’nun bulunduğu araç
ulaşacaktı ve Batista’nın askerlerinin ateşi ile karşılaşacaklardı. Baskını
yapanlardan 8 kişi hemen orada yaşamını yitirecekti, ve 12 kişi de yaralanacaktı.
Aralarında Raúl Kastro’nun da bulunduğu 70’i aşkın isyancı tutsak alınacaktı.
Tutuklananlar ağır işkenceye maruz kalacaklardı, ve hatta bazıları
öldürüleceklerdi. Bu öldürülenler arasında, Haydeé’nin erkek arkadaşı Boris de la
Coloma ve erkek kardeşi, gurubun ikinci kumandanı Abel Santamaría’da
bulunmaktaydı. Daha önce de ifade edilmiş olduğu gibi, kaçmayı başarmış
olan Fidel Kastro, Sierra Maestra dağlarında bir çiftlikte bulunup tutuklanacaktı...
(Kastro’nun sözkonusu eyleminin politik bir hata olduğunu düşünenler bulunacak
olsa bile, bu işin, Moncado Kışlası’na yönelik saldırının, çocuk kaçırmaktan,
çocuk rehin almaktan, banka soymaktan, banka soyuyorum derken bilinçli olarak
ve korkunç biçimde bir şöförü öldürüp suçun başkalarının omuzlarına
yüklenmesini bilerek seyretmekten, polisin denetimi ve gözyumması altında
konsolos kaçırıp -bilinçli biçimde yapılamıyacak taleplerde bulunarak- silahsız
adamı uyurken öldürmekten, ardından sıkıyönetim komutanlığının ordu içindeki
hesaplaşmaya yönelik istemleri doğrultusunda bu cinayeti başkalarının üzerine
yıkmaktan, bu ve benzeri daha onlarca moral dışı lanetli kriminal olaydan yüzde
yüz açık bir farkı vardır... Kastro ve yoldaşları, birtakım kişisel beklentilerle başka
büyük güçlerin iktidar hesaplarına taşaronluk yaparken lanetli kriminal olaylara
imza atmış psikopat karakterlerden yüzde yüz farklı gerçek devrimcilerdir; onlar,
tüm ruhları ile devrimcidirler. Moncado Kışlası’na saldırılarının politik ve askeri
hatalar içeriyor olduğu düşünülecek olsa bile, onlar, devrimci ruhlarına ve
ahlaklarına uygun olarak, doğrudan asıl düşmanlarının üzerine, Batista’ya bağlı
askeri bir garnizona saldırmışlardır...)
Bilgiler doğruysa eğer, daha sonra yakalanmış olan Kastro, diğerleri gibi işkence
görmeyecekti. Ve yaşamı, Santiago’nun Katolik baş piskoposu Monsenyör Pérez
Serantes tarafından garanti edilecekti... Duruşmalar sırasındaki heyecanlı
savunmasının ardından Kastro, 15 yıl hapis cezasına çarptırılacaktı. Kastro ile
birlikte Moncado Kışlası baskınına katılmış olan kardeşi Raúl Kastro’da hapse
girenler arasında idi. Fakat 1955 yılı baharında hükümetin çıkarttığı genel politik
af ile Fidel ve Raúl Kastro kardeşler özgürlüklerine kavuşacaklardı. Ve onlar,
Batista rejimine karşı mücadelelerini sürdürebilmek için aynı yılın yazında
Meksika’ya gideceklerdi... Meksika’da onları yeni zorluklar ve ayrıca yeni
dostluklar beklemekteydi...
Kastro’nun dünyasından ve yaşamından uzaklarda, daha çok ıtalyan göçmenlerin
yurdu olan Güney Amerika’nın en güneyindeki coğrafya da, yüksek Patagonya
düzlüklerinin sığır çobanlarının ve tango dansının vatanı Arjantin’de, 2 milyon 780
bin 400 kilometre karelik geniş topraklara sahip ülkenin kuzeyinde ortalarda
biryerde bulunan Rosario’da, 14 Haziran 1928 günü, başına geleceklerden
habersiz bir bebek doğacaktı. Aile orta sınıfa aitti ama, Anne Celia de la
Serna’nın, ıspanyol yüksek sosyetesinden geldiği, hatta yakınlarından birinin
ispanya kıralının Latin Amerikadaki temsilcilerinden, valilerinden olduğu
söylenmekteydi. Kısacası anne saf ıspanyol idi ama, baba Ernesto
Guevara Lynch, ıspanyol- Irlandalı karışımı bir melezdi. Böylece, ailenin beş
çocuğundan en küçüğü olarak dünyaya gelmiş olan Che Guevara için de,
ıspanyol- Irlanda kökenli denilecekti. şüphesiz kökenin bir anlamı yoktu; önemli
olan, insanın düşünsel ve ruhsal yapısı idi. Önemli olan, insanın entellektüel ve
ruhsal gelişmişlik düzeyi idi... Rosario’nun kuru iklimi, astımlı olmasına karşın iyi
bir sporcu olan Che Guevara’nın sağlığı için elverişliydi...
Che Guevara, çok daha güneydoğu da, Atlantik kıyısında mükemmel bir doğal
limana kurulmuş olan başkent Buenos Aires’te, 1947 yılında, tıp öğrenimine
başlayacaktı... Arkeolojiye ve sosyal sorunlara ilgisi, arkadaşı Alberto Granado ile
birlikte komşu ülkelere yolculuk yapmasına, yerli halkın yoğun yaşadığı Bolivya
ve Peru gibi ülkelere gitmesine, ınka harabelerini dolaşmasına ve ayrıca Arjantin
içinde de gezmesine yolaçacaktı...
O, Sartre, Neruda, Russel, Freud gibi bazı tanınmış yazar ve düşünürleri
okuyacak, ve kendisine göre ihtilalci düşünceler geliştirecekti. Bilindiği gibi
bunlardan ünlü şilili şair Neruda, aynızamanda sosyalist düşünceleri ile; ıngiliz
düşünürü Russel ise aynızamanda barış için mücadelesi ile ünlü idi. Bir varoluşçu
olan Sartre, yazarlığının ötesinde, Cezayir halkının kurtuluş mücadelesine verdiği
destekle, halkın safında durmasıyla, Nobel edebiyat ödülünü reddetmesiyle
ünlendiği kadar, ileride Kuba devrimini coskuyla karşılaması ile de tanınacaktı.
Ayrıca O’nun, Che Guevara’nın, bir seri önemli Latin Amerikalı romancı ile birlikte
türkçeye de yıllarca önce çevrilmiş olan Miguel Asturias’ı severek okuduğu ve
okuduklarından etkilenmiş olduğu yazılmaktadır. Türkçeye 1960’lı yıllarda
kazandırılmış olan Guatemalalı büyük yazar, büyük entellektüel Miguel Asturias,
Guatemala efsanelerini dünyaya tanıtmış olmasının ötesinde, ayrıca O, içeriklerini baştan sona hatırlıyor olmakla birlikte türkçe isimlerini “Yeşil Papa” ve
“Gözleri Açık Gidenler” dışından tam doğru hatırlayamadığım- destansı
üçlemesinde, muz plantasyonlarının nasıl kurulduğunu, muz tröstünün, United
Fruit Company’nin halkı nasıl acımasızca sömürdüğünü, nasıl bir politik rejimin
şekillenmesine yardımcı olduğunu, ve ilk isyanın nasıl başladığını, ilk gizli
sendikaların nasıl şekillendiğini olaganüstü heyecanlandırıcı mükemmel edebi bir
dille anlatır...
Haziran 1953’te Tıp Fakültesi’nden diplomasını alan Che Guevara, 7 Temmuz
1953 günü, Buenos Aires’ten kuzeye, Orta Amerika’ya doğru binlerce kilometrelik
uzun, çok uzun bir yolculuğa çıkacaktır... Bolivya, Peru, Ekvator, Panama, Kosta
Rika, Nicaragua, Honduras, El Salvador, ve derken 10 Aralık 1953’de, uzun süreli
bir soluk alacağı Guatemala’ya doğru yola çıkacaktır... Guatemala’ya ulaşmadan
önce O, Kosta Rika’dan, San José’den (San José, burada, Kosta Rika’nın başkenti
ama, aynı adla başka kentler de var.) arkadaşı Aunt Beatriz’e yazdığı
mektupta, United Fruit Company’nin sömürüsünden ve “Kapitalist ahtapot”un
korkunçluğundan sözetmektedir. Bu ifadeler O’nun sosyalist düşüncelerle
tanışmış olduğunu gösterdikleri kadar, insani duyarlılıklarını da yansıtmaktadır...
Meksika’nın ardından Guevara’nın bu yolculuğunun son durağı, 1 Ocak 1959
günü, Kuba devriminin önemli önderlerinden Camilo Cienfuegos ile birlikte
ihtilalci ordunun önünde girmiş olduğu Havana olacaktır. Kastro, Havana’ya 7
Ocak günü girecektir... Guevara’nın Afrika’ya dek uzanacak yolculuğu bundan
sonra da sürecektir, ve 9 Ekim 1967 günü Bolivya’da noktalanacaktır...
Che Guevara henüz Guatemala’ya ulaşmadan önce, komünistlerin desteğini almış
olan yoksul halktan yana ilerici yurtsever Jacobo Arbenz Guzmán (1913- 1971),
Guatemala tarihinde gerçekleşen ilk barışçı dönüşümle, uluslararası arenada
tanınan demokratik bir seçimle 15 Mart 1951 günü Guatemala
cumhurbaşkanlığına gelecekti. Guatemala yerlisi bir anneden ve ısviçre göçmeni
bir babadan doğmuş olan bu sonderece aydın ve yakışıklı insan, bir CIA darbesi
ile devrileceği 27 Haziran 1954 gününe dek görevinde kalacaktı... Guzmán, 1935
yılında Guatemala askeri akademisini asteğmen rütbesi ile bitirmiş ve 1937
yılında aynı askeri okula bilim ve tarih öğretmeni olarak dönmüştü...
Jacobo Arbenz, 1939 yılında, toprak sahibi varlıklı bir aileden gelen ama,
sosyalist düşüncelere sahibolan Maria Cristina Vilanova ile aşk evliliği yapacaktı.
Kocasını etkileyen Maria Cristina Vilanova, şilili komünist önderlerden Virginia
Bravo ve yine Salvador politik göçmeni komünist Matilda Elena ile yakın dostluk
içindeydi. Bu üçlü, Arbenz ailesinin evinde tartışma toplantıları örgütlemekteydi...
O, Jacobo Arbenz, 1944 yılında, diğer bir gurup yurtsever ordu subayı ile birlikte
diktatör Jorge Ubico’nun devrilmesinde rol oynayacaktı. Darbe halktan kopuk
değildi; 23 haziran 1944 günü diktatöre karşı başlamış olan genel grevin
ardından, askeri müdahale, 1 Temmuz 1944 günü gerçekleşecekti...
Diktatör Jorge Ubico, öğretmenlerin başlatmış oldukları grevin ve göstericilerin
üzerlerine askeri birlikleri yollamış, ve -aralarında öğretmen sendikası
başkanı Maria Chinchilla’nın da bulunduğu- 200 göstericinin öldürülmesine neden
olmuştu. Bu olayın ardından genişleyen protestolara yurtsever subaylar da
katılmışlardı. Ve diktatörün devrilebilmesi için kaçınılmaz hale gelen sözkonusu
halk destekli askeri müdahalenin ardından, Jacobo Arbenz, Juan José Arévalos’un
kabinesinde savunma bakanlığı görevini üstlenecekti. Ve yine bu gelişmenin
ardından O, daha önce de ifade edilmiş olduğu gibi, Guatemala tarihindeki ilk
özgür demokratik seçimle, Mart 1951’de, ülkenin cumhurbaşkanı olacaktı...
“Dadı” adıyla anılan diktatör Jorge Ubico, 13 yıllık (1931- 44) diktatörlüğü
boyunca, -karın tokluğuna köle gibi kullanılan Guatemalalı işçilerin alın terleri ve
kanları ile beslenmiş- Çikita (Chiquita) muzlarını ucuza ABD pazarına
süren United Fruit Company’nin en büyük hissedarı Sam Zemurray ile ortak
çalışacaktı... Diktatör Jorge Ubico, 1930’lu yıllarda United Fruit Company’ye vergi
muafiyeti sağladığı gibi, ülkenin topraklarından yüzlerce mil karesini, muz
plantasyonları kurması için aynı şirketin emrine vermişti. Diğer yandan ülkenin
tek demiryolunu, Atlantik kıyısında tek limanı olan Puerto Barrios’u, elektrik ve
telgraf sistemini aynı şirket, United Fruit Company kontrol etmekteydi. Tarıma
elverişli toprakların yüzde 72’sini nüfusun yüzde 2’si denetlemekteydi ama, bu
toprakların sadece yüzde 12’si işlenmekteydi...
Ülkede latifunda sistemi, büyük devasa çiftlikler bulunmaktaydı, ve United Fruit
Company’nin muz plantasyonlarında 40 bin işçi, 50 setlik sonderece düşük bir
gündelik üçretle günde 10- 12 saat çalıştırılmaktaydı. Kişi başına ulusal gelir
ortalamasından bir tarım işçisinin payına, 1950 yılı sayılarıyla, yılda 100 dolardan
fazla düşmüyordu. Aslında bu, kölelik düzeninden de kötüydü... ışte Amerikalılar
bu şekilde ucuza muz yiyebilirlerken, United Fruit Company’nin kasaları
milyarlarla dolabiliyor, ve bundan komisyonunu alan diktatör Jorge Ubico’da
kendi “cenneti”nde yaşıyabiliyordu...
ıdealist bir kişi olan Jacobo Arbenz, başkanlığa seçilmesinin ardından ülkedeki
Latifunda sistemine, ve United Fruit Company’nin kazançlarına belirli ölçüde
darbe olabilecek bir toprak reformu gerçekleştirecekti. Eşine ait 7 kilometre
karelik toprak dahil olmak üzere geniş arazileri toprak reformu kapsamı içine
alan Arbenz, ülkenin en büyük toprak sahibi haline gelmiş olan United Fruit
Company’nin topraklarının yüzde 85’ini aynı reform paketinin içine sokacaktı.
Yine Arbenz, şirketin vergi sorumluluğunu doğru bir düzeye getirecekti. Arbenz’in
200 bin aileyi toprak sahibi yapıyor olması, Washington’da hiç te olumlu
karşılanmayacak, “komünist” damgasını yemesine yol açacaktı... Gelişmeden
sonderece rahatsız olan Sam Zemurray, Washington’da bulunan dostlarını ve
basını alarma geçirmişti. Onlar da, CIA Direktörü Allen Welsh Dulles ile Dışişleri
Bakanı olan ağabeyiJohn Foster Dulles’i ve ülkenin başkanı
konumundaki Dwight (David, Davud) Eisenhower’i (1953- 61) devreye
sokacaklardı...
ışte yukarıda özetlenen devrimci dalga yükselirken, 1953 yılı sonunda Che
Guevara, Guatemala’ya ayakbasacaktı... Guatemala’da birsüre yaşamaya karar
veren Che Guevara’nın en yakını, American Popular Revolutionary
Alliance (ARPA) üyesi olan Perulu ekonomist Hilda Gadea olacaktı. Hilda, Che
Guevara’yı Arbenz hükümetindeki bazı yüksek görevlilerle tanıştırdığı gibi, O’nun
sosyalist düşüncelerinin gelişmesinde de etkili olacaktı. Yine Hilda sayesinde Che
Guevara, Kastro’nun 26 Temmuz 1953 hareketinden bazı Kubalı politik
göçmenlerle, Moncada Kışlası baskınına katılıp ta sağ kurtulabilmiş olan Antonio
“Nico” López ile tanışacaktı...
George Walker Bush’dan tam 48 yıl önce, “ABD ve ‘hür dünya’ için büyük
Haçlı Seferi’ni başlattığını!,” açıkça ilanetmiş olan ABD’nin 34ncü Başkanı ve
Normandiya Çıkartması’nın (D- günü) ve Avrupa’daki Müttefik Kuvvetleri’nin
komutanı Dwight (David, Davud) Eisenhower’in onayı ile, Dışişleri bakanı John
Foster ve CIA Direktörü olan Allen Welsh Dullesbiraderler, 19 şubat 1954
günü, Jacobo Arbenz’i iktidardan indirmek amacıyla düğmeye basacaklardı...
Komploya, -Guatemala’da yaşanmakta olan devrimin Nicaragua’ya da
sıçramasından korkan- Nicaragua diktatörü Anastasio Somoza’yı, Guatemala’nın
büyük toprak sahiplerini, ve Katolik Kilisesi’ni de dahil edeceklerdi...
Arbenz’e yönelik darbeye sözde haklı bir gerekçe bulabilmek için, Washtup
Operasyonu kod adıyla planlanmış olan hile gereği, Çekoslavakya’dan
satınaldıkları Skoda fabrikası ürünü 2 bin ton piyade silahını ve hafif topu, ısveç
bandralı Alfhem şilebi ile ülkenin Atlantik kıyısındaki Puerto Barrios limanına
taşıyacaklardı. Sözkonusu şilep, 15 Mayıs 1954 günü Puerto Barrios’a
ulaşacaktı... Niyetleri, bu silahları bahane yaparak “Arbenzyönetiminin Sovyetler
Birliği ile ortak çalıştığı” yaygarasını kopartmak, ve böylece askeri müdahalelerini
haklı çıkartmaktı... şüphesiz böyle bir ortaklık yoktu... CIA’nın Arbenz’e yönelik
darbe planının kod adı, PBSUCCESS Operasyonu idi...
Dışarıdan gerçekleşen askeri müdahale, Samoza’ya ait kimliksiz korsan
uçakların Arbenz’in sarayını ve başkent Guatemala City’i bombalaması ile
başlayacaktı. Diğer yandan, 150 iyi eğitilmiş yeşil bereliyi, kontras gücünü,
Honduras sınırında ülkeye sokacaklardı... Yaratmak istedikleri kaosu
başarmışlardı... Cumhurbaşkanı Arbenz, 27 Haziran 1954 günü, Meksika
Elçiliği’nden sığınma hakkı istemek zorunda kalacaktı. Arbenz, 27 Ocak 1971
günü evinin banyosunda şüpheli bir biçimde ölmüş olarak bulunacaktı... Aslında,
devrimden sonra Kastro tarafından Kuba’ya davet edilmişti, ve O Kuba’da
yaşamaya başlamıştı ama, kızının Kolombia’da gerçekleşen inteharının ardından
geri dönmüştü...
Arbenz’e yönelik başarılı CIA darbesinin ardından, Albay Carlos Castillo Armas’ın,
1957 yılında özel muhafızı tarafında vurulup öldürülmesine dek sürecek
cumhurbaşkanlığı dönemi başlayacaktı... Küçük Guatemala, yaklaşık 45 yıl
sürecek alabildiğine kanlı- işkenceli bir iç çatışma ve dış müdahale sürecenin içine
yuvarlanacaktı. Ve sorun halen bitmiş değildir... Eisenhower’in başlatığı Haçlı
Seferi’nin ilk kurbanı, yoksul ıran halkı, Anglo- Iranian Oil Company’nin (ıngilizıran Petrol Kumpanyası) denetimindeki ülke petrollerini millileştiren yurtsever
başbakan Muhammed Musaddık (1880- 1967) olacaktı. CIA’nın Ortadoğu masası
şefi Kermit “Kim” Roosevelt tarafından - ıngiliz MI6 desteği ile- Kıbrıs’tan
yönetilen “AjaxOperasyonu” sonucu Ağustos 1953’te Muhammed
Musaddık hükümeti devrilirken, ikinci kurban da, 27 Haziran 1954’de iktidardan
indirilecek olanArbenz hükümeti, ve yoksul Guatemala halkı olacaktı...
Darbenin başlangıcında Komünist Gençlik örgütü ile birlikte kısa bir süre, iki- üç
gün direnmeye çalışan Che Guevara, Hilda’nın yakalanıp tutuklanmasının
ardından, Arjantin Elçiliğine sığınmak zorunda kalacaktı. Guevara, kısa süre sonra
Meksika’ya, Mexico City’ye geçecekti... Guatemala’da yaklaşık iki yıl
yaşayabilmiş, ve yaşamını fotoğrafçılık ve allerji araştırmacılığı yaparak kazanmış
olan Guevara, Hilda Galea ile evlenmişti. Galea’dan Vladimir adını verdiği bir de
oğlu olmuştu... Meksika’da O’nu yeni ilişkiler beklemekteydi...
Che Guevara Guatemala’da yaşarken, Meksika Körfezi’nin açığında, Kuba’da,
Kastro kardeşler ve diğer ihtilalciler henüz hapiste idiler. Che Guevara’nın
Meksika’ya geçmesinden birsüre sonra Kuba’da gerçekleşen politik af ile hapisten
çıkan Fidel ve Raúl Kastro kardeşler, mücadelelerini sürdürebülmek, gerilla savaşı
konusunda eğitilebilmek amacıyla, 1 Haziran 1955 günü Meksika’ya
ayakbasacaklardı. Onlarla birlikte hapsedilmiş olan 70 kadar ihtilalci
bulunmaktaydı ama, bunlardan kaç tenesinin birlikte, veya daha sonra
Meksika’ya gelmiş oldukları konusunda -şimdilik- kesin bir bilgiye rastlayamadım.
Fakat şüphesiz, Kastro kardeşler yalnız değillerdi. Moncada Kışlası baskınına
katılmış olan birkısım eski ihtilalci ile birlikte, yaklaşık 80 kişilik bir gurup olarak
eğitilmekteydiler. şüphesiz bu, Batista servisleri ile ortak çalışan,
veya Batista’dan rüşvet alarak peşlerine düşen Meksika polisinden gizli bir işti...
Gizli eğitim için Mexico City’nin yakınlarında bir çiftlik bulmuşlardı. Eğitmenleri,
ıspanya içsavaşı sırasında Cumhuriyetçilerin safında faşist Franko güçlerine karşı
savaşmış olan Alberto Bayo (1892- 1967) idi. ıleride, 1967’de Havana’da Kuba
ordusu generali olarak yaşama veda edecek olan Bayo, aynızamanda birçok
kitabı olan bir şair ve deneme yazarı idi. Ayrıca O, batı orta Meksika’da merkezi
bir kent olan Guadalajara’da, Guadalajara Askeri Akademisi’nde eğitmeklik
yaptığını da söylemişti. ıspanya içsavaşının ardından birsüre ortalıktan
kaybolan Bayo, daha sonra Meksika’da bir mobilya fabrikası işletmecisi olarak
gözükecekti. O, Latin Amerikalı eski ihtilalcilerle, ve Sovyetler Birliği yanlısı bazı
Latin Amerikalılarla bağlantılar içerisindeydi...
Aslında hemen parantez dışı belirteyim... Türkçe adını tam anımsayamadığım
ama, ingilizce adı “150 Questions for a Guerrilla” olan, gerillan mücadelesi ve
gerillaların kendilerinin üretebilecekleri “Molotov Kokteyli” vs gibi basit silahlar, el
yapımı patlayıcılar, ve ayrıca “booby traps” (ahmak tuzakları) hakkında soruyanıt biçiminde bilgiler veren bir Alberto Bayo kitabı, 1960’lı yılların sonuna doğru
türkçeye çevrildi. Ne ölçüde doğru, tam veya eksik çevrilmiş olduğunu
bilememekle birlikte, o yıllarda bu kitabı hemen okumuş ve biraz düş kırıklığına
uğramıştım. Doğrusu düşüncelerimi kimseye açmamış olmakla birlikte, ve şimdi
de biraz yanlış anlaşılmaktan çekinerek, o yıllarda bile bu kitabın bana çok hafif,
basit geldiğini söyleyebilirim. şüphesiz benim bu kitap hakkındaki kişisel
düşüncem, Alberto Bayo’nun değerini asla küçültemez. Ayrıca, askerlik
konusunda herhangi bir bilgisi olmayanlar için sözkonusu kitabın taşıdığı değeri
de küçültemez ama, kişisel olarak bana kitap böyle gelmişti. Çünkü ben, O’nun
anlattıklarından çok daha karmaşık yapıda, gelişmiş bazı şeyler ve şüphesiz
birtakım askeri taktikler ve teknikler biliyordum...
Bu arada hemen belirteyim, çok değişik, hatta tamamen fitilsiz olanları, şişenin
kırıldığı yerde ve her koşulda kendi kendisine alev alabilecek olanları
üretilebilecek olan “Molotov Kokteylleri”, dönemin Sovyetler Birliği dışişleri
bakanının adını taşıyor ve Rus icadı basit bir anti-tank silahı sanılıyor olmakla
birlikte, aslında, bunu ilk üretenler ve kullananlar Japonlar olmuşlardır. Ruslar bu
silahı, Japonlardan öğrenip almışlar, ve II. Dünya Savaşı yıllarında daha popüler
hale getirmişlerdir... Anti-tank silahı derken, bunun çok güçlü bir anti-tank silahı
olduğunu sanmamak lazım. Dönemin modern gelişmiş tankları karşısında bir
etkisi olamayacak olan “Molotov Kokteylleri”, geçmişin daha ilkel ve zırhları zayıf
tankları üzerinde bir ölçüde etkili olmaktaydılar. Özellikle tankların arkalarında
bulunan benzin depolarına rastlarlarsa... Tankların en zayıf noktaları, altları,
paletleri, ve benzin depolarının bulunduğu arka kısımlarıdır. “Molotov Kokteylleri”,
diğer askeri araçlara, hertürlü motorlu araca karşı kullanılmıştır...
Che Guevara, 1955 yılı başında Mexiko City’de bir hastahane de hekim olarak iş
bulmuştu... Kastro kardeşlerin Meksika’ya ayakbasmalarından birsüre sonra,
Haziran 1955’de, Guevara’nın çalıştığı hastahane de, RaúlKastro ile Che
Guevara tanışacaklar ve dost olacaklardı... Mexico City’ye 8 Temmuz 1955 günü
gelecek olan Fidel Kastro, kardeşi Raúl aracılığı ile Che Guevara ile tanışacaktı.
Düşünceleri uyuşmaktaydı, ve Fidel Kastro’nun ileriye yönelik planları, Che
Guevara’yı etkileyecekti... Guevara, başlangıçta bir hekim olarak Kastronun “26
Temmuz Hareketi” adlı gurubuna katılacaktı...
Batista tarafından ödeme yapılan iki ayrı Meksika polis timi, “26 Temmuz
Hareketi” adlı gurubun peşindeydi. Sonunda, Mart 1956’da yerleri bulunacak ve
tutuklanacaklardı. Bazıları yaklaşık iki ay tutuklu kaldıktan sonra serbest
bırakılacaklardı... Kastro kardeşler ve Che Guevara’da tutuklananlar
arasındaydı...
Sonuçta, 25 Kasım 1956 gününü 26 Kasım gününe bağlayan gece, henüz gün
ışımadan, saat 02:00 sularında, Meksika Körfezi’nin güneyinde ve Kuba’nın
güneydoğu kıyılarının tam karşısında bulunan Tuxpan limanından, yaklaşık 18.3
metre uzunluğundaki Gramma yatı ile yola çıkacaklardı. Tüm tedariklerini
yapmışlardı... Okuyabildiğim metinlerin çoğuna
göre, Gramma yatında, Kastro dışında 82 savaşçı idiler. Ernesto Che Guevara’nın
yazdığına göre, yola çıkarlarken Fidel Kastro, “1956’da ya özgür olacağız ya da
şehit (martyrs).”, diyecekti... Kaynakların çoğuna göre, daha karaya ayak
basarbasmaz, 12- 20 kadarı dışında hepsi martyr veya tutsak olacaklardı...
Özgürlük için 1959 yılı başına dek ağır bir uğraş vermeleri gerekecekti. Ve
şüphesiz mücadeleleri, bundan sonra da değişik biçimler alarak sürecekti...
5 Kastro önderliğinde Kuba halkının devrimi, devrim sürecinde
yaşananlar üzerine kısa notlar
Kötü hava koşulları nedeniyle gemilerin denize çıkmalarının yasaklanmış olduğu
bu karanlık gece de Gramma yatına binmeye hazırlanan Kastro ve yoldaşlarının
ilk işleri, “ilahi ulusal bir marş” haline getirmiş oldukları “26 Temmuz Hareketi”
marşını söylemek olacaktı. Anlaşılan, bu bir inanç tazeleme, moral güç alma işi
idi, ve bundan sonra yata binip zorlu bir yolculuğa çıkacaklardı... Che Guevara’nın
anlatımı ile, iki- üç denizci ve diğer dört beş kişi dışında kalanları deniz tutacaktı
ve bayağı rahatsızlanacaklardı...
Yönlerini güneydoğuya doğru çevirmişlerdi. Grand Cayman adaları ile Jamaika’nın
arasından geçerek, Kastro’nun çocukluğunun geçmiş olduğu Santiago de
Cuba kentinin, Guantanamo Üssü’nün ve Moncada Kışlası’nın bulunduğu, ayrıca
Kuba’nın güney ucunu diğer büyük bölümünden ayıran ve batıdan doğuya doğru
denize paralel uzanan Sierra Maestra dağlarının yeraldığı Oriente bölgesine doğru
gitmekteydiler...
Başlangıç noktası olarak neden Oriente bölgesini seçmişlerdi?.. Oriente, eskiden
beri tüm çatışmalarda, Kuba’nın bağımsızlık savaşında, ve ıspanya-ABD
savaşında stratejik bir önem taşımış, savaşın merkezi konumunda olmuştu.
Burası, tropik ormanların ve Kuba’nın en büyük dağı Sierra Maestra’nın
bulunduğu yerdi. Sierra Maestra, 1511 yılından beri tüm isyancıların sığınak
yeriydi. Yine, ıspanyollara yönelik bağımsızlık savaşı (1868- 1898), buradan
başlamıştı. Kastro ve yoldaşları, Moncada Kışlası baskınını (26 Temmuz 1953),
yine Oriente bölgesinde, Santiago de Cuba kentinde gerçekleştirmişlerdi... Diğer
yandan Oriente bölgesi, aynızamanda bir madencilik ve tarım merkezi idi...
ıspanya’nın ilk Kuba valisi Diego Velázquez tarafından 1514 yılında kurulmuş
olan Santiago de Cuba, aynızamanda Kuba’nın başlıca merkezi demiryolunun
limanla birleştiği noktadaydı, ve bu limandan bakır, demir, manganez, şeker ve
meyva ihracatı yapılmaktaydı... Tıp Fakültesi, ve gelişmiş spor alanı ile Oriente
Üniversitesi 1947 yılında aynı kentte kurulmuştu. Aynızamanda kent, müzeleri ile
bir kültür ve turizim merkezi idi... Oriente bölgesindeki egemenlik, Kuba’nın
gırtlağını tutmak gibi oluyor, diğer bölgelerindeki egemenliği kolaylaştıracak
özellikler taşıyordu...
Gramma yatı ile denize açılmış olan Kastro ve yoldaşları, yavaş yol alıyorlardı...
Beş gün sonra, 30 Kasım 1950 akşamı, radyo da, Kuba devriminin önemli
karakterlerinden olan yoldaşları Frank País’in, Oriente bölgesinin en büyük
kenti Santiago de Cuba’da gerçekleştirdiği karşılama eylemini duyup
sevineceklerdi. Anlaşılan, karaya çıkışları ile ilgili hazırlıklar yapılmıştı...
Olaylar bekledikleri gibi gelişmeyecekti... Ertesi gün, 1 Aralık 1956 günü, suları,
yiyecekleri, ve mazotları tükenecekti... Yönlerini umutsuzca Kuba’ya doğru
tutmaya, ve Oriente bölgesinin en batı ucundaki Cabo Cruz’un ışıklarını görmeye
çalışmaktaydılar... Ertesi gün başlarken, gecenin saa 02:00 sularında, eski bir
deniz teğmeni olan Roque, Cabo Cruz’un ışıklarını ilk gören kişi olacaktı...
Kuba’ya, Oriente bölgesi içindeki Las Coloradas plajında bulunan ve Belic olarak
anılan yere, 2 Aralık günü ayakbasabileceklerdi. Artık gün doğmuştu, deniz
tutmasının etkisi altındaydılar, ve görülmüşlerdi...
ıki gün önce, 30 Kasım günü, Kuba’da kalmış olan yoldaşları Frank País,
karşılama hazırlığı olarak, zeytin yeşili askeri üniformalar giymiş ve “26 Temmuz
Hareketi”nin ablemi olan kırmızı ve siyah kol bandları takmış 300 genç
adamla Santiago de Cuba’da bulunan polis merkezini, Gümrük Müdürlüğü’nü, ve
liman müdürlüğünü basmıştı... ıleride, 11 Mart 1957 günü, sözkonusu eylemi
nedeniyle Frank País yakalanıp tutklanacak ve 30 Temmuz 1957 günü, henüz 23
yaşında iken, polis şefi José Salas Cañizares tarafından öldürülecekti...
Aslında Santiago de Cuba yakınlarına çıkmaları bekleniyordu ama, yattaki yakıt
sorunu, kötü hava koşulları, Kuba’da kalarak gizli eylem yürüten yoldaşları ile
yaşadıkları iletişim sorunları, ve gecikmeleri sonucunda, -daha önce de ifade
edilmiş olduğu gibi- ancak 2 Aralık günü, yine Oriente bölgesinde bulunan Las
Coloradas plajına çıkabileceklerdi... Aslında, Frank País’in yönettiği gerilla gurubu
ile Kastro’nun gurubunun kıyıda birleşmesi gerekiyordu ama, Gramma yatı ile
gelenler iki gün gecikince, ve planlanan yere çıkamayınca, karada bekleyenler
dağılmak zorunda kalmışlardı...
Gelenler, bir sınır muhafızı tarafından görülmüşlerdi. Bu kişi, telgraf
kanalıyla Batista ordusunu durumdan haberdar etmişti. Artık, Kuba ordusunun
takibi altındaydılar... Ellerinde sadece taşınabilir gerekli nesneleri ile bir bataklığın
içine düştükleri sırada, Batista’nın, düşman uçaklarının saldırısına
uğrayacaklardı... Uçaklar tarafında görülemeyecekleri arazi koşullarına ulaşıncaya
dek yürüyüşlerini sürdüreceklerdi. Bataklığı geçinceye, ayaklarını sağlam toprağa
basıncaya dek birkaç saatleri geçmişti, uçaklardan görülemeyecekleri biçimde
çemberler çizerek geceleri yürümekteydiler. Günlerdir kronik bir açlığın, henüz
kurtulamadıkları deniz tutmasının, ve ölümcül yorgunluğu pençesindeydiler...
Meksika’yı terketmelerinden tam on gün sonra, 5 Aralık 1956 günü, paradoksal
biçimde, Alegria de Pio (Pio’nun Mutluluğu) adlı yere erişeceklerdi.
Burası, Oriente bölgesindeydi, Cabo Cruz’a yakındı ve Sierra Maestra’dan uzak
değildi... Karaya ayakbasmış oldukları 2 Aralık günü, Playa de las
Colorados plajında, birkaç tüfek ve ıslak mermiler dışında sahiboldukları herşeyi,
hemen hemen tüm aygıtlarını yitirmişlerdi... Tıbbi malzemeleri tümüyle
kaybolmuştu. Kalan malzemelerinin birçoğunu, içine düşmüş oldukları bataklıkta
terketmek zorunda kalmışlardı...
Bu durumda, Alegria de Pio’da, bir Batista birliğinin saldırısına uğrayacaklardı.
Burası, Sierra Maestra’ya pek uzak değildi... Birçoğu öldürülecek veya tutsak
alınacaktı ama, diğerleri Sierra Maestra’ya doğru kaçmayı başarabilecekti... Kesin
sayı verilmemekle birlikte, değişik metinlerde, geriye 12- 20 arası gerillanın sağ
olarak kalabildiği yazılmaktadır. Sağ kalanların arasında, Kastro kardeşlerle
birlikte Che Guevara, Juan Almedia, Calixto Garcia ve daha bir avuç gerilla
bulunmaktaydı. Sonunda, yakınından geçtikleri Julio Lobo’ya ait şeker kamışı
plantasyonlarından koparttıkları kamışları yol boyunca emerek açlıklarını ve
susuzluklarını tatmin edebileceklerdi...
Ancak 18 Aralık günü, Sierra Maestra’nın eteklerindeki bir tepede, Purial’de,
“Gramma” yolculuğundan geriye kalmış 12 kişi ile ilk gerilla birliğini yeniden
örgütleyeceklerdi. Üç gün sonra, 21 Aralık günü, Che Guevara ve Juan
Almedia, Purial’de diğerlerine katılacaklardı. Artık başkaldırı gücünün sayısı 15’e
erişmişti, ve sadece yedi silahları bulunmaktaydı. Ve Sierra Maestra dağlarının
daha yükseklerine doğru yollarına devamedeceklerdi... Onlar dağda iken, 24
Aralık günü, “26 Temmuz Hareketi”nin bazı önderleri, dağdakilere nasıl yardım
edebilecekleri konusunu tartışmak üzere Santiago de Cuba’da gizlice
toplanacaklardı...
Guruba hekim olarak katılmış olan Guevara, eline silah alacaktı... Bir köylüden,
korumasız bir askeri tesis olduğu haberini alacaklardı. Tepeleri ve cangıl ormanı
aşarak 3 gün süren bir yürüyüşün ardından, askeri tesisin orduğu yere
ulaşacaklardı. Che Guevara’nın görevi, emrindeki beş kişi ile askeri tesisi
bekleyen üç nöbetçiyi sessizce halletmekti. O, gecenin karanlığından yararlanarak
bu görevini başaracaktı, ve 3 Ocak 1957 günü saat 21:56’da sözkonusu birliği
elegeçireceklerdi. Silahlanmalarını bu şekilde gerçekleştiriyorlardı, ve sayıları
yavaş ta olsa artıyordu...
Bir gün önce, 2 Ocak günü, Santiago’da bir evde, aralarında 14 yaşındaki William
Soler’in de bulunduğu dört gencin işkence görmüş cesetleri bulunmuştu. Bu
çocukları sorgulayıp öldürenin Batista polisi olduğu belliydi; ve iki gün sonra, 4
Ocak günü, aralarında William Soler’in annesinin de bulunduğu siyahlar giyinmiş
500 kadın, “Oğullarımızı katletmeyi durdurun” pankartları ile sessiz bir yürüyüş
gerçekleştirecekti... Batista polisinin bu tip işleri, zaman içinde gerçekleşecek
daha yüzlerce cinayeti, ve gerillaların halka yönelik tek bir suç bile işlememeleri,
süreç içinde insanları Batista’dan uzaklaştırarak isyancıların saflarına
yaklaştıracaktı...
ısyancılar, 17 Ocak günü, La Plata Nehri’nin aktığı tepeye konumlanmış küçük bir
askeri garnizona başarılı bir baskın gerçekleştirecekler, ve 23 değerli ordu silahı
elde edeceklerdi... Dört gün sonra, 21 Ocak günü, Teğmen Angel Sánhes
Mosquera komutasın elit bir Batista birliği, Sierra Maestra’da peşlerine düşecekti.
Ardından, Binbaşı Joaquín Casillas komutasında daha büyük bir birlik peşlerine
takılacaktı... Artık ciddiye alınmaya başlanmışlardı anlaşılan. Ve onlar, Kastro ve
yoldaşları, askeri birliklere yönelik başarılı baskınlarını, 22 Ocak ve 9 şubat 1957
günleri sürdüreceklerdi...
Artık, Kastro ve yoldaşlarının ünleri Küba’nın sınırlarını aşmıştı... New York
Times gazetecisi Herbert Matthews, Kastro ve diğer gerillalarla röpörtaj
yapabilmek için, 17 şubat 1957 günü Sierra Maestra’ya tırmanacaktı... Yine
Amerikalı gazeteci Robert Taber, 23 Nisan 1957 günü, Sierra Maestra’da Kastro
ile bir röportaj yapacaktı, ve bu görüşme gazeteci tarafından filme alınacaktı.
Sözkonusu film, aynı yılın Mayıs ayında CBC-TV’de gösterilecekti... O yılların ABD
basınında Kastro’ya karşı bir sempati gelişmişti. Aynı sempatinin Hollywood’da,
sinema endüstrisinde çalışan sanatçılar arasında çok daha yoğun biçimde
gelişmiş olduğunu söyleyebiliriz...
ABD Ordusu’ndan Binbaşı Russell J. Hampsey’in Kansas’ta yayınlanan “Military
Review Command & General Staff College” nin Kasım-Aralık 2002 sayısında
yazdığı “Voice from the Sierra Maestra: Fidel Castro’s Revolutionary Propaganda”
başlıklı göreceli uzun yazısında, o günlerde ABD politikasını
belirleyenlerin Kastro’nun komünist olduğuna inanmadıkları değişik ifadelerle altı
çizilerek anlatılmaktadır. Aynı yazar, aynı metinde, 7 Aralık 1957 tarihinde ABD
Dışişleri Bakanlığı (Department of State) ile ABD’nin Havana Elciliği’nden politika
görevlisi Wayne Smith arasında gerçekleşmiş olan bir yazışmadan
sözetmektedir. Wayne Smith, Dışişleri Bakanlığı’na, “Kuba Hükümeti Kastro’yu
komünist olmakla suçlamaktadır, fakat bu saldırılarının doğruluğunu kanıtlayacak
herhangi bir maddi delil sunamamaktadır.”, diye yazmıştır...
Wayne Smith’in sözleri, ABD yönetiminde politikaları belirleyenlerin düşünce
yapılarını, ve olaya yaklaşımlarını yansıtması bakımından sonderece ilginçtir.
Onların kendi yararlarına ve egemenliklerine yönelik asıl tehlike olarak gördükleri,
korkulması gereken asıl “günah” olarak tesbit ettikleri, komünist ideolojiye sahip
olanların işleridir. Ve zaten o nedenle Batista ve yandaşları, Kastro’nun yakmış
olduğu ateşin söndürülmesi, ve ABD yönetiminden daha fazla yardım, daha fazla
para çekebilmek için, -vaktiyle Türkiye’yi yönetmiş olanların gelecek dolarları
hesaplayarak her taşın altında gürültülü biçimde komünist aramaları gibi- Kastro
ve yandaşlarını peşin peşin komünistlikle suçlamaktadır...
Kastro ve yoldaşlarının mevcut yönetime karşı silah çekmiş olup olmamaları
Amerikalıların gözlerinde okadar önemli sayılmazken, komünist ideolojiye sahip
olup olmamaları çok daha büyük önem taşımaktaydı. ABD yönetimi, komünist
oldukları konusunda kesin bir kanaate varmadan, başkaldırmış olanlara cepheden
saldırmak istememekteydi. Çünkü onlar için, kendi yararlarına doğrudan
yönelmeyen işler okadar da önemli değillerdi. Havana’da Batista yönetiminin,
veya bir başkasının olması, onlar açısından herhangi bir önem taşımamaktaydı.
Batista nasıl “ihtilalci” olarak iktidara gelip satınalındı ise, iktidara gelmeleri
durumunda bu yeni ihtilalcilerle de anlaşabileceklerini düşünmekteydiler
anlaşılan... Sözkonusu nedenle, ve ırkçı kafa yapılarının bir sonucu olarak,
“kendilerinden çok daha aşağı düzeyde gördüklerinin hesaplaşmasına, yararlarına
doğrudan dokunmadığı sürece” önemli ölçüde seyirci kalmaktaydılar...
Daha önce, 4. bölümde, Lyman B. Kirkpatrick, Jr. Adlı bir CIA görevlisinin, “The
Real CIA” adlı kitabının “Batista’s Cuba” başlıklı 7. Bölümü’nde, ABD yönetiminin
Kastro konusunda çok uzun süre derin bir kararsızlık yaşamış olduğunu
yazdığından, sözetmiştim... şüphesiz bu durum, Kastro ve yoldaşlarının işlerine
yaramıştır...
Frank País, 11 Mart 1957 günü tutuklanıp, 30 Temmuz 1957 günü öldürülmüş
olduğunu yazmıştım... ılerici üniversite öğrencileri dağda olanların en yakın
bağlaşıkları idiler, ve öğrenci önderlerinden José Echeverría, 13 Mart 1957 günü,
küçük bir gurupla, Havana’da bulunan bir radyo istasyonunu işgaledecekti. ışgali
bitirip üniversiteye dönerken, vurularak öldürülecekti. Sözkonusu radyo işgali ile
aynı zamanda, bir diğer gurup öğrenci, başkanlık sarayına saldıracaktı.
Çatışmada, 35 isyancı ve 5 saray muhafızı yaşamlarını yitireceklerdi... Daha
sonra, 13 Mart tarihli saldırıya, başkanlık sarayına gerçekleşmiş olan saldırıya
katılıp sağ kalmış olan dört öğrenci lideri, Batista’nın emri ile, Polis
Yüzbaşısı Estaban Ventura tarafından, 20 Nisan 1957 günü, vurulup
öldürüleceklerdi. Bu olay, “7 Humboldt Caddesi katliamı” olarak anılacaktı...
ABD’nin Havana elçisi Arthur Gardner, 14 Mayıs 1957 günü, makamını yeni
elçi Earl Smith’e terkedecekti. Bu durum, ABD Dışişleri Bakanlığı’nın Kuba’da
yaşananlardan rahatsız olmaya başladığının göstergelerinden birisi idi...
Dağdakilere lojistik destek sağlayan, silah ve cephane ikmali yapan, kentlerde
propoganda ve örgütlenme faaliyetlerini yürüten illegal “26 Temmuz Hareketi”,
18 Mayıs 1957 günü Santiago’dan, Sierra Maestra’ya, Kastro ve yoldaşlarına, iki
düzineden fazla otomatik silah ile birlikte 6 bin atışlık mermi yollayacaktı. Ve ilk
büyük çatışma, bu önemli silah partisinin gelmesinden on gün sonra, 28 Mayıs
1957 günü El Uvero garnizonuna yönelik baskın sırasında gerçekleşecekti... El
Uvero garnizonu, Sierra Maestra’nın güney bölgesine düşen küçük bir
kasabadaydı. Gerilla hareketinde bir dönüm noktası sayılabilecek bu savaş
için Che Guevara, sonradan şunları yazacaktı: “Bu zafer bizler için, gerilla
hareketimizin yetkinleşmiş olduğunun, önemli bir olgunluğa erişmiş olduğunun
göstergesi olacaktı. Bu andan itibaren artık, kararlılığımız, ve zafere yönelik
umudumuz yükselecekti. Bundan sonra gelen aylar bizler için zorlu bir sınav
niteliğindeydi, ve düşmanı nasıl yaralayabileceğimizin gizli anahtarını
elegeçirmiştir.”
Aynı gelişmenin Batista hükümeti, ve -Kastro konusunda kesin bir kararlılık
taşıyor olmasa da- halen Batista hükümetini desteklemekte olan ABD yönetimi
üzerinde de etkili olduğu anlaşılmaltadır. şüphesiz bu etki, Kastro ve yoldaşları
üzerindeki pozitif etkinin tam tersi yönündeydi. Artık öncelikle Batista yönetiminin
ve daha az da olsa ABD’nin, yaşanmakta olanlardan ürkmüş oldukları
anlaşılmaktaydı... United Press International (UPI), 4 Haziran 1957 günü, ABD’de
eğitim görmüş ve Amerikan silahları ile donatılmış 800 kişilik bir Kuba birliğinin,
isyancı güçlerle savaşmak üzere Sierra Maestra’ya yollanmış olduğu haberini
geçecekti.
Aralarında gerçekleştirdikleri günler alan bir tartışmanın ardından, 12 Temmuz
1957 günü, Kastro kardeşlerin ve Felipe Pazos’un imzalarını taşıyan, büyük
kısmı Fidel Kastro tarafından kaleme alınmış olan, ve Sierra Maestra’daki
ihtilalcilerin görüşlerini yansıtan bir bildiri yayınlanacaktı. Bildiride, tüm
Kubalılara, “rejimin baskılarını, şiddetini, bireyselliğini, ve polisin suçlarını
sonlandırmak amacıyla, kentsel medeni yaşam içinde ihtilalci bir cephe
oluşturma” çağrısı yapılmaktaydı. Anlaşılan Kastro ve yoldaşları, artık
mücadelelerini Sierra Maestra’nın dışına yayabilecek, kır ve kentin direnişini
koordine edebilecek güce erişmiş oldukları kanısındaydılar. Ve 21 Temmuz 1957
günü Kastro, savaşçıları arasında ilk olarak Che Guevara’yı onurlandıracak,
O’nu ıkinci ıhtilal Ordusu Gücü’ne komutan tayinedecekti. şüphesiz “ordu” derken
bunu, nizami orduların güçleri çapında büyük bir ordu gibi algılamamak gerekir
ama, yine de sayılarının çoğalmış olduğu, ve yavaş ta olsa aralarına yoksul
köylülerden katılımların başladığı anlaşılmaktaydı...
Daha önce, 23 yaşındaki ihtilalci Frank País’in, 30 Temmuz 1957 günü, polis şefi
Albay José Salas Cañizares tarafından öldürüldüğünü yazmıştım... Ertesi gün, 31
Temmuz 1957 günü, Oriente bölgesinin en önemli kenti, tarım ve madencilik
merkezi Santiago de Cuba’da, 60 bin kişilik bir kitle Frank País’in yargısız infasızı
protesto için gösteri yapacaktı. Kitle, polisin kontrol edebileceğinden çok büyüktü,
ve üç gün boyunca kentte yaşam duracaktı... Nüfusu ancak 1990 yılında 504 bin
olan, ve 1957’de nüfusu muhtemelen 250- 300 bin civarında olan bir kentte 60
bin kişinin gösterisi demek, yaklaşık tüm yetişkinlerin yarıdan fazlasının alana
çıkması anlamına gelmekteydi. Bu, gerçekten de o yılların yaklaşık 6 milyon
nüfuslu Kuba’sının ve Santiago’nun ölçüleri ile olağanüstü büyük bir gösteriydi.
Gösteri, halkın Batista’ya ve Batista polisine duymaya başladığu nefreti yansıttığı
kadar, ihtilalcilerin, Kastro ve yoldaşlarının halk arasındaki desteklerinin de bir
göstergesi olmaktaydı...
Artık mücadele, halk yığınlarını da içine alarak keskinleymeye başlamıştı.
Sözkonusu 60 bin kişilik gösterinin üzerinden iki hafta kadar geçtikten sonra, 15
Ağustos 1957 günü Batista polisi saldırıya geçecek, toplu tutuklamalar
başlatacaktı. Adları uzun bir liste oluşturacak olan tutukluların çoğunluğu, çok
genç insanlardı... Tutuklamalardan beş gün sonra, Las Cuevas bölgesinde, Palma
Mocha’da, Fidel Kastro tarafından yönetilen ihtilalci ordu, Batista güçlerine karşı
önemli bir zafer kazanacaktı. ıhtilalci güçlerin bu başarısının hemen ardından, 5
Eylül 1957 günü, ihtilalci önderlerden, ve “26 Temmuz Hareketi”nin
üyelerinden Camilo Cienfuegos’un yönetimindeki güçler, Kırsal Muhafızların (Köy
Korucuları’nın) garnizonlarına ve aynızamanda Deniz Polisi’nin merkezine baskın
gerçekleştireceklerdi.
ılginçtir, aynı yılın (1957) Ekim ayında Türkiye-ıstanbul’da gerçekleşen Dünya Tıp
Birliği’nin (World Medical Association) kongresinde konuşan Kuba Tıp Birliği’nin
eski başkanı Dr. Augusto Fernandez Conde, Batista’nın vahşetini, gaddarlığını
açıkça sergileyip suçlayacaktı... Yine ilginçtir, Türkiye’yi yönetenler, Batista
yönetimi ile ilgili gerçekleri bizzat Augusto Fernandez Conde’nin ağzından
dinlemiş olmakla birlikte, “Soğuk Savaş” yılları boyunca, Kastro’nun Kubasını
tanımıyacaklar, ihtilalin Kubası ile diplomatik ilişki içine girmeyeceklerdi...
Washinton “vur” dese, Ankara öldürüyordu...
Aynı yılın (1957) 4 Kasım günü ısyan Ordusu’nun ilk yayın organı El Cubano
Libre (Özgür Kubalı), Che Guevara tarafından Sierra Maestra’da basılacak, ve
yayına başlayacaktı...
Batista yönetimi yeni yıla, 1958’e, ABD’nin artan askeri yardımları ile girecekti. O
yılın başında ABD yönetimi, Kuba diktatörüne 1 milyon dolar değerinde askeri
yardım yapacaktı. Batista ordusunun tüm silahları, tankları, gemileri, uçakları, ve
diğer askeri malzemeleri ABD’den gelmekteydi. Batista ordusu, üç askeri görev
alanı için ABD’de eğitilmekteydi...
ıhtilalciler artık “kurtarılmış bölge, kurtarılmış Kuba toprağı”
yaratabilmişlerdi. José Martí’nin önderliğinde başlamış olan Bağımsızlık Savaşı’nın
ateşlenmesinin 63ncü yıldönümü olan 24 Ocak 1958 günü, “kurtarılmış Kuba
toprağı” üzerine kurulmuş olan Radyo Başkaldırı (Radio Rebelde) yayına
başlayacaktı. Ve kısa süre sonra, 1 mart 1958 günü, Santiago de Cuba’nın
kuzeyine düşen Sierra Cristal dağlarında ikinci cephe açılacaktı. Bu cephe için 67
savaşçıdan oluşturulan küçük birliğe, Raúl Kastro ve Juan Almeida birlikte
komuta etmekteydiler...
Artık aydınların ve halkın desteği, iğmesi artan bir hız ve yoğunlukla isyancılardan
yana dönmekteydi. Halkın rüzgarı, isyan teknesinin yelkenlerini güçlü biçimde
şişirmeye başlamıştı... Mart 1958’de, aralarında avukat, mimar, sosyal hizmet
çalışanları, dişçi, elektrik mühendisleri, kamu
müfettişleri, profösör ve veteriner odalarının (birliklerinin) bulunduğu 45 sivil
kuruluş, “26 Temmuz Hareketi”ni desteklediklerini açıklayan bir bildiriyi
imzalayacaklardı. Fakat, 9 Nisan günü örgütlenen genel grevin zamanlama hatası
ve diğer bazı yanlışlar nedeniyle uğradığı başarısızlık, başkaldırı eylemi için geçici
bir gerileme yaratacaktı. Bu hava içinde Batista, Mayıs 1958’de, Sierra
Maestra’daki gerillalara yönelik yoğun bir saldırı kampanyası başlatacaktı.
Sözkonusu kampanyaya, hava kuvvetleri ile desteklenen iyi silahlanmış 10 bin
asker katılmaktaydı. Operasyona katılan hükümet kuvvetlerinin asker sayısı,
gerillaların sayısından çok fazlaydı ama, Batista ordusu savaşma motivasyonunu
büyük ölçüde yitirmişti...
Batista güçlerinin başlatmış olduğu saldırıya karşın, Başkaldırı Ordusu, 25 Mayıs
1958 günü Sierra Maestra’da, halktan 350 katılımcı ile bir köylü meclisi
toplayacaktı. Köylülerden oluşan bu ilk meclisin tartıştığı konuların başında,
bir tarım reformu yeralmaktaydı...
ısyancılar, Sierra Maestra dağlarında, Santo Domingo’da, saldırıya geçmiş olan
Batista birliklerine karşı 29 Haziran 1958 günü ciddi bir zafer kazanıp çok sayıda
esir ve askeri malzeme elegeçireceklerdi. Daha sonra esirleri serbest
bırakacaklardı... Yaklaşık bir ay sonra, 11- 21 Temmuz 1958 tarihinde 10 gün ve
gece süren Jigüe Savaşı devrimci mücadele için bir dönüm noktası olacaktı...
Hükümet kuvvetlerine ait bir tabur, isyancı güçlere yakın bir mevzide, bir nehrin
çatallaştığı araziye kamp kurmuştu. Bunu haber alan Kastro’ya bağlı güçler,
sözkonusu taburu çembere alacaklardı. Hükümete bağlı taburun üst üste
gerçekleştirdiği çemberi yarma çabaları boşa gidecekti. Batista’ya bağlı savaş
uçaklarının isyancı mevzilerine açtığı makineli tüfek atışları, attığı 500 pound
(227 kilo) ağırlığındaki bombalar, ve hatta napalm bombaları, çemberin
yarılmasına yardımcı olamayacaktı... Aynı gün Fidel Castro, sözkonusu çembere
alınmış hükümete bağlı tabura kumanda eden Binbaşı José Quevedo’nun,
Havana Üniversitesi’nden sınıf arkadaşı olduğunu öğrenecekti. Ve José
Quevedo’ya yazdığı mektubu, tutsak alınmış askerlerden biriyle O’na
yollayacaktı...
Mektubunda Kastro, “Quevedo’nun konumunu, çembere alınmış olan taburun
komutanı olduğunu büyük bir acıyla öğrenmiş olduğunu,” yazıyordu. Yine Kastro,
“O’nun, Akademi’yi hukuk derecesi ile bitirmiş onurlu bir subay olduğunu; ve
mevcut adeletsiz koşullar içinde askerleri ile birlikte yaşamını feda etmeye hazır
olduğunu bildiklerini,” sözlerine ekliyordu. José Quevedo’ya “vakur ve onurlu bir
teslimiyet” isteminde bulunan Kastro, mektubuna şu sözlerle devamediyordu:
“Anayurdunun düşmanları tarafından değil, bize karşı savaşan askerler dahil tüm
Kübalıların refahı için mücadele eden içtenlikli (iki yüzlü olmayan) bir ihtilalci kişi
tarafından çenbere alındın. Kuba için aynen senin istediğin şeyleri isteyen sınıf
arkadaşın tarafından çembere alındın.”
Çemberin yarılabileceğine halen inanmakta olan José Quevedo, Kasto’nun
çağrısına olumsuz yanıt verecekti. Fakat, dört gün sonra isyancı ordu, deniz
tarafından, gerilerinden çemberi daha da pekiştirince, hükümet taburu tam bir
açmaza sürüklenecekti... Kesin zafer tarihinden bir gün önce, 20 Temmuz 1958
sabahı Kastro, saat 06:00’dan saat 10:00’a dek ateşkes ilanedecekti ve bu
düşman güçleri tarafından da kabuledilecekti. Çembere alınmış olan José
Quevedo’nun taburu çok zor durumdaydı; ve taburda yürüyebilecek halde olan
askerler, isyancıların saflarına dek yaklaşıp, ekmek, su ve sigara istemeye
başlayacaklardı. ıhtilalci askerler, yanlarına yaklaşan bu düşman güçlerden
askerlere ateş açmayacaklar, ve gıdalarını onlarla paylaşacaklardı. Ekmek alan aç
Batista askerleri, sevinçli bir duyarlılıkla, heyecanla, gözyaşlarına boğulacaklardı.
Diktatörlüğün devrimciler hakkın yapmakta olduğu yanıltıcı propogandanın tam
tersi bir durumla karşılaşmış, gerçekleri görmüş olmak, onları heyecanlandırmıştı.
Çembere alınmış olan José Quevedo komutasındaki tabur, ertesi gün, 21
Temmuz 1958 günü, komutanı ile birlikte teslim olacaktı.
Yaşamış oldukları ve Fidel Kastro ile yapmış olduğu konuşma nedeniyle ısyancı
Ordu’nun komuta merkezinden sonderece derinden etkilenmiş biçimde
ayrılan José Quevedo, ihtilalci güçlerin safına katılacaktı. José Quevedo,
sadece kendisi ihtilalci saflara katılmakla yetinmeyecek, o sırada isyancı güçlere
karşı savaşmakta olan Batista ordusunun diğer askeri birliklerinin de ikna ederek
teslim olmalarını, veya ihtilalci saflara katılmalarını sağlayacaktı... Kastro
komutasındaki ısyancı Ordu, artık Sierra Maestra’nın dışına taşıyor, Kuba’nın
içlerine, kuzeybatıya, Havana’ya doğru yolunu açıyordu...
Jigüe Savaşı’nın sonuna doğru, 20 Temmuz 1958 günü, Sierra Maestra’dan
yapılan Radio Rebelde yayınında, ABD’nin Batista’ya yardımlarını
sonlandırabilecek geçici bir hükümetin kurulmasını sağlayabilmek amacıyla genel
bir başkaldırı için çağrısı yapılacaktı. Propoganda ve çağrılarda ABD doğrudan
hedef alınmıyordu, hedef tahtasının merkezine oturtulan Batista ve hükümeti
idi...
Başkaldırı Ordusu, 18 Eylül günü Batista güçlerini Yara’da yenilgiye
uğratacaktı. Yara, Sierra Maestra dağlarının dışında, dağlık bölgenin
kuzeybatısındaki düzlüklerde, Canayaba Körfezi’ne yakın bir yol kavşağında
idi...
Kuba’nın ihtilalci kahramanlarından Carlos Manuel de Céspedes (1819- 74),
sonderece kötü silahlanmış 147 savaşçısının başında, 10 Ekim 1868
günü, Oriente bölgesinde, “Grito de Yara”da (“Yara’nın Çığlığı”) Kuba’nın
bağımsızlığını ilanetmişti. Ve şimdi, bu olaydan 90 yıl bir ay farkal aynı yerde
ihtilalci ordu zafer kazanıyordu...
Bir diğer önemli gelişme olarak ihtilalciler, 4 Eylül 1958 günü, kadın
savaşçılardan oluşan Mariana Grajales Takımı’nı oluşturmuşlardı. Bağımsız
savaşçı bir takım oluşturacak kadar kadın aralarına katılmıştı.Ve Yara zaferinin
hemen ardından, 27- 28 Eylül 1958 günü, sözkonusu kadın savaşçılardan
oluşan Mariana Grajales Takımı, yine Oriente bölgesinde yeralan Cerro Pelado’da
konumlanmış Batista’ya bağlı askeri birliğe yönelik saldırıya katılacaktı. Ve 9
Ekim 1958 günü, Oriente bölgesinde askeri operasyonlar yapması amacıyla Delio
Gómez Ochoa komutasında dördüncü bir cephe daha oluşturacaklardı.
Ertesi gün, 10 Ekim tarihinde Başkaldırı Ordusu, Sierra Maestra yasalarının
3ncü maddesi olarak, kiracılık ve yarıcılık yapan çiftçilerin, ekip-biçtikleri
topraklar üzerin hak sahibi olduklarının altını çizecekti... Yoksul ve
topraksız köylüler, artan sayılarla Başkaldırı Ordusu’nun saflarına katılmaya
başlamışlardı... Başkaldırı Ordusu, 26-27 Ekim 1958 günleri, Güinía de
Miranda’ya konumlanmış bir ordu garnizonunu elegeçirecekti. Ve hemen
ardından, 2 Kasım günü, yine Oriente bölgesinde bulunan Alto Songo’daki askeri
garnizon, Başkaldırı Ordusu’nun eline düşecekti... Artık, Oriente bölgesi
garnizonları, ve kasabaları, tek tek Başkaldırı Ordusu’nun eline geçmekteydiler...
Daha önce adı ıspanya-ABD savaşı ve Kuba’nın bağımsızlığı süreci ile bağlantılı
olarak anılmış olan ABD’nin 26ncı başkanı (1901- 09) Theodore
Roosevelt (Teddy Roosevelt, 1858- 1919), ıspanya-ABD savaşı sırasında
(1898) 1nci Süvari Birliği’ni organize etmiş ve bu birliğin başında Santiago de
Cuba’ya girmişti. Üç yıldır zaten savaşmakta olan Kuba Bağımsızlık Ordusu’da
aynı kente girmek isteyince, Theodore Roosevelt tarafından durdurulmuş, ülkenin
asıl sahiplerinin bu kente girmesine izin verilmemişti... Santiago de Cuba’nın
bulunduğu Oriente bölgesinde ABD destekli Batista birlikleri ile Kuba Başkaldırı
Ordusu arasındaki savaş tüm hızıyla sürerken, 31 Ekim 1958 günü,
Washinton’daki Kuba Elçiliği’nde, Kuba Bağımsızlık Ordusu’nu Santiago de
Cuba’ya sokmamış olan Theodore Roosevelt’in, askeri birliğinin başında Santiago
de Cuba’ya girişinin 60ncı yıldönümü kutlanacaktı. Kutlamaya, Batista’nın
Washington Elçisi ile birlikte ABD Dışişleri Bakanı (Secretary of State) John Foster
Dulles ve Dulles’in eşi katılmışlardı... Sergilenen acıklı komedi, yoruma gerek
bırakmayacak kadar ortalıktaydı...
Halkın tüm desteğini hızla yitirmekte olan Batista, iktidarını meşru gösterebilmek
amacıyla, ABD Başkanı Dwight (David) Eisenhower yönetiminin güvenini
kazanarak ABD yardımlarının devamlılığını sağlayabilmek için, 3 Kasım 1958
günü sahte bir seçim örgütlemiştir. Eisenhower yönetimi, artık Batista’dan
rahatsızdı, O’nun hakkında düş kırıklığına uğramıştı... Başta Havana halkı olmak
üzere Kuba halkı, kendisiyle alay eden bu sahte seçime gereken yanıtı verecekti.
Havana halkının yüde 75’i aşkını, ve diğer bazı bölgelerle birlikte Santiago de
Cuba halkının ise yüzde 98’i seçimleri boykot edecekti. Mevcut iktidarın
kurtarılması amacıyla Batista tarafından örgütlenmiş adil olmayan hileli bir seçim
bile, ihtilalcilerin halk arasında kazanmış oldukları sempatiyi yansıtmaktan, ve
Batista’nın sonunu hızlandırmaktan başka bir işe yaramayacaktı. Sonuçta, ne bu
seçim, ve ne de artık savaş motivasyonunu yitirmiş olan Batista ordusunun
modern silahları, diktatörün iğmesi artan bir hızla düşüşünü engellemeye
yetmeyecekti...
Başkaldırı Ordusu, sözkonusu sahte seçimin ardından, 9 Aralık günü, Oriente
bölgesinin kuzeyinde bulunan Baire’yi ve San Luis’i elegeçirecekti... Küçük bir
kasaba olan Baire, Sierra Maestra’nın kuzeybatısındaki düzlüklerde ve bir yol
kavşağının üzerine kuruludur. Baire, kuzeybatı da çok daha büyük bir merkez ve
daha yoğun bir kavşak noktasındaki Jiguani’ye, ve buradan da yine daha da
kuzeybatı da yolların kesiştiği yerde büyük bir kent merkezi olan Bayamo’ya
uzanan yolu tutmaktadır... Baire’den çok daha büyük bir yerleşim merkezi
olan San Luis ise, Baire’nin doğusuna, Santiago de Cuba’nın tam
kuzeyinde, Sierra Maestra’nın kuzeyinde kalan düzlüklerde kuruludur. Ve
ayrıca San Luis’de yol kavşağına yerleşmiş bir merkezdir...
Haritadan bakılınca anlaşıldığı kadarıyla, Kastro güçleri, zengin Oriente bölgesini,
ülkenin diğer büyük bölümünden, batı ve kuzeybatı yönünde kalan çok daha
geniş coğrafyadan izole etmekteydiler. Batıya, ve kuzeybatıya, Havana yönüne
doğru açılan yolları kontrol altına alarak zafere doğru ilerlemekteydiler... Onlar,
halk yığınlarının sempatisini kazanmaya yarıyacak doğru politik mücadeleden
anladıkları kadar, bir sınıf politikası temeli üzerinde politikanı zor kullanılarak
yürütülmesi olan savaştan, askeri stratejinin ve taktiklerin kurallarından da
anladıklarını göstermekteydiler...
Kastro güçleri Baire’ye ve San Luis’e girerlerken, 9 Aralık 1958 günü, William
Douglas Pawley, Kuba diktatörü Batista ile 3 saat süren bir görüşme yapıp,
ondan çekilmesini, kendisini emekliye ayırarak Florida’da, Dayton Beach’de olan
lüks villasına yerleşmesini isteyecekti. Cumhuriyetçi Parti üyesi ve
Başkan Eisenhower ile CIA direktörü Allen Welsh Dulles’in çok yakın dostu
olan Pawley, Kastro’yu durdurabilmek amacıyla, görünüşte “hem Batista ve hem
de Kastro karşıtı ılımlı” askeri bir darbe örgütleyerek ABD yanlısı rejime yeni bir
kan aşılamayı, böyle muvazaalı (danışıklı) bir iktidar değişikliği ile
halkın Kastro’dan yana dönmüş olan desteğini kesmeyi hesaplamaktaydı.
şüphesiz bundan asıl amaç, Kubadaki ABD yararları garanti altına alabilmekti.
Amerikalılar, Kastro’nun komünist olup olmadığı konusunda kesin bir karara
varmamış olsalarda, “eşşeği sağlam kazığa bağlamaya” çalışmaktaydılar... Fakat,
derin bir megolomani içine sürüklenmiş olan Batista’nın gururu, iktidarı muvazaalı
(danışıklı) bir darbe ile terketme planını reddetmesine neden olacaktı. Sonuçta bu
plan uygulanamayacaktı... Yukarıda adı geçmiş olan ABD’nin Kuba elçisi Earl E. T.
Smith, ileride Senato Komitesi karşısında konuşurken, “Batista’nın görevi
terketmesinin Kuba’nın ve dünyanın genel yararları açısından en mükemmeli
olacağına inanmıştım.”, diyecekti. şüphesiz O, “dünyanın genel yararları” derken,
ABD’yi, ABD’nin yararlarını kastetmekteydi... (William Douglas Pawley’in
kimliği hakkında daha geniş bilgi için tıkla)
Che Guevara’nın emrindeki askeri birlik, 15- 18 Aralık 1958 günleri, daha önce
elegeçmiş olan yerlerin çok daha kuzeybatısında, Kubanın tam ortasında
bulunan Fomento’yu elegeçirecekti. Havana’ya en çok 400 kilometre kadar bir
yolları kalmıştı... Ve 19 Aralık günü, sırasıyla -yukarıda adı geçmiş olanJiguani, Caimanera, ve Majajigua, Başkaldırı Ordusu’nun eline düşeceklerdi.
Artık Batista güçleri tam anlamıyla moral çöküntü içindeydiler, kasabalar ve
kentler artan sayılarla üst üste düşerlerken, ihtilalci güçlerin Havana’ya
ilerleyişleri de zaman içinde artan bir hızla sürmekteydi.
Aynı yılın Aralık ayının 22nci ve 25nci
günleri, Guayos; Cabaiguán; Placetas; Manicaragua; Cumanayagua; Camarones;
Cruces; Lajas; kuş uçuşu Guantanamo’nun birkaç yüz kilometre kuzeyinde, üç
ayrı istikametten gelen yolların kesiştiği yerde ve ülkenin kuzeydoğu kıyısında
kurulu Sagua de Tánamo; çok daha kuzeybatı da ve ülkenin doğu kıyısında
oldukça büyük bir liman kenti olan üç yolun kesişme noktası Puarto Padre;
ve Sancti Spiritus, ihtilalci güçlerin eline geçecekti. Daha önce, 9 Aralık günü
devrimci güçlerin eline geçmiş olan San Luis’in batısında, dört ayrı istikametten
gelen yolların ve ayrıca Santiago de Cuba’ya giden yolun üzerinde olan Palma
Soriano, ve ayrıca Remedios, ve Caibarién, 27- 28 Aralık günleri ihtilalci güçler
tarafından alınacaklardı.
Jiguani yakınındaki Baire’de, 26 Aralık 1958 günü, Alan Robert Nye adlı ABD
doğumlu biri, aniden ve öldürme kastı ile Kastro’ya saldırırken etkisiz hale
getirilip tutuklanacaktı. Kastro, bundan sonra da, yaşamı boyunca birçok süikast
girişimini atlatmayı başaracaktı. Ve 29 Aralık günü, Che Guevara’nın emrindeki
güçler, Kuba’nın tam ortasından daha kuzeybatıda ve altı ayrı istikanetten gelen
yolların buluştuğu yerde kurulu Santa Klara’yı, Kuba’nın en büyük kentlerinden
birisini elegeçirecekti. Artık Havana’ya daha da yaklaşmışlardı. Santa Clara ile
birlikte 1.000 Batista askeri de tutsak alınacaktı. Anlaşılan artık onlar Batista için
savaşmak istemiyorlardı... Havana’nın ihtilalcilerin eline düşmesine ramak
kalmıştı, ve Batista’ya yardımlarını durdurmuş olan Washington, olayı
seyretmekle yetiniyordu...
“Revolutionary Cuba” adlı kitabın yazarı olan Terrence Cannon, Başkaldırı Ordusu
Kuba’da zafere yürürken, ABD yönetiminin buna seyirci kalması hakkında şunları
yazacaktı: “ABD, tek basit bir nedenle deniz piyadelerini Kuba’ya yollamadı:
Çünkü onlar, yaşanan devrimden korkmadılar. Kuba’da yaşanan bir devrimin
kötü biçimde kendilerine karşı yönelmesi, ABD’nin politika mimarları için,
şaşkınlık verici, önceden tasarlanamaz, düşlenemez bir gelişmeydi. Tüm bunların
ötesinde, ABD şirketleri ülkeyi ellerinde tutmaktaydılar.”
Kısacası Terrence Cannon, daha önce farklı vesilelerle de ifade etmiş olduğum
gibi, bu yeni devrimin ardından da, ABD’yi yönetenlerin, devrimin başındakilerle
anlaşıp Kuba’da işlerini eskisi gibi yürütebileceklerini sanmış olduklarını
söylemektedir. Onlar, bunun aksinin olabileceğini düşleyememişlerdi. Çünkü
Küba, kaynakları sınırlı, asıl olarak tek ürüne bağlanmış ekonomisi ABD
tekellerinin elinde, ve -o yıllarda 6.5 milyonluk nüfusu ile- küçük bir ülke idi. Ve
yine şüphesiz Sovyetler Birliği, Atlantiğin öbür tarafındaydı... Kuba’nın Sovyetler
Birliği ve sosyalist blokla dayanışma içinde, ve halkının yaratıcı gücüne dayanarak
ekonomisini yeniden şekillendirebileceği, ABD’nin politika belirleyicilerinin
akıllarının köşesinden geçmemişti anlaşılan...
Fakat tabii ABD’nin patronları, kısa süre sonra düşlerinden uyanacaklar, ve Kuba
devrimini yıkabilmek için, “Domuzlar Körfezi Çıkartması” gibi askeri müdahale
dahil, ellerinden geleni artlarına koymayacaklardı. Kuba’yı, günümüze dek
uzanan ağır bir ekonomik ambargonun kısgacı içine alacaklardı. Fakat bunların
hiçbiri, ABD ve diğer emperyalist dünya açısından özlenen başarıyı
sağlıyamayacaktı. Sovyetler Birliği yıkıldıktan sonra bile, -kısa bir ekonomik
sarsıntının ardından- Kuba, sosyalizm yolunda gelişmesini sürdürebilecekti. Tüm
bunlar, Kuba sosyalizminin geniş halk yığınlarının gücüne gerçekten
dayanabilmiş, sosyalis demokrasiyi -diğer örneklere göre- en doğru biçimde
uygulamayı başarabilmiş olmasıyla ilintiliydi. Kuba sosyalizmi, -komünist parti
üyesi olsun olmasın- kişilerin yaratıcı insiyatiflerini, katılımcılıklarını, canlı
tutabilmiş, harekete geçirebilmişti... ileride, şubat 1965’de Che Guevara,
gerçekleştirmiş oldukları devrimin hataları üzerine konuşurken, başlangıçta diğer
sosyalist ülkelerin uygulamalarını otomatik olarak kopya etmelerinin bir hata
olduğunu, pratiğin kendilerine ekonomideki herşeyin tek merkezden
planlanmasının bozukluklar üreteceğini öğrettiğini, mevcut ekonomik koşulların
böyle tek merkezden bütünsel bir planlamaya izin vermediğini belirtirken,
yığınların ve kişilerin yaratıcı insiyatiflerini harekete geçirmenin önemini de
vurgulamış olacaktı...
Vaktiyle Sovyet devrimi (1917) olurken, emperyalist Batı’nın Rusya’ya dört
yanından askeri müdahale gerçekleştirmiş, kanlı içsavaş süreci boyunca karşıdevrimci güçleri her biçimde desteklemiş olması gibi, ABD yönetimi de Kuba’ya
deniz piyadelerini çıkartıp, havadan da ateş yağdırsaydı, neler olabilirdi? şüphesiz
bu sorunun yanıtını vermek kolay değildir... Fakat yine de, halkın istemlerine,
güçlü ve kararlı istemlerine karşın bir rejimi yaşatabilmenin olanaksızlığını
rahatça ifade edebiliriz... Kuba halkı, Batista’yı, ve batista rejiminin dayanağı
olan güçleri sonderece güçlü bir irade ile reddetmekte, istememekteydi. Halkın
bu kararlılığına, iradesine karşın Kuba’ya dışarıdan askeri operasyon yapmaya
kalkışmak, sadece ve sadece daha fazla kan dökülmesine, ve halkın ABD
emperyalizmine karşı nefretinin daha da derinleşmesine yardımcı olabilirdi. Belki
devrim gerçekleşmiş olduğu zamanda olamazdı ama, böyle bir saldırganlığın
ardından ABD ve sermayesi, Kuba topraklarında rahat oturamazdı. Daha kanlı ve
acılı süreçlerin ardından sular yine yatağını bulur, olacak olanlar olurdu...
Kastro’nun emri ile Che Guevara ve Camilo Cienfuegos komutasındaki dokuz bin
kişilik bir gerilla ordusu yeni yıl gününde, 1 Ocak 1959’da, saat 02:00 sularında
Havana’ya girerken, Fulgencio Batista, 180 yakın çalışma arkadaşı ve 300 bin
ABD doları ile birlikte özel uçağına atlayıp tüyecekti. O’nun bundan sonraki lüks
yaşamının çoğu, ıspanya’da ve Portekiz’de geçecekti. Ve O, Portekiz’de ölecekti...
Havana’da bunlar yaşanırken, 1 Ocak 1958 günü Kastro, Santiago de Cuba’da
zafer konuşmasını yapmaktaydı. Konuşmasında O, şunları söyleyecekti: “Bu kez
ihtilal hedeflerinden uzaklaşmayacaktır! Bu kez Kuba’nın talihi gülecek,
devrimimiz doğru amaçlarına başarıyla ulaşacaktır. Daha önce, 1898’de olduğu
gibi, Amerikalılar gelip kendilerini ülkemizin patronu yapamayacaklardır.”
Biliyorsunuz, daha önceki bölümlerde, Küba’nın ıspanya’dan bağımsızlık
mücadelesini anlatırken, tam Kuba halkının özgürlüğüne kavuşma aşamasında
çıkan ıspanya-ABD savaşı sonucu, Kuba’ya giren ABD güçlerinin (1898),
ihtilalcilerin mücadelelerinden de yararlanarak kolay bir başarı kacanmış
olduklarını, ve zaferlerinin ardından Kuba’yı 1902 yılına dek işgal ettiklerini, ve
ardından Kuba’yı nasıl bir sömürge haline getirmiş olduklarını, özetleyerek
anlatmıştım... Konuşmasında Kastro, artık bunların tekrarlanmayacağı sözünü
vermekteydi...
Ertesi gün, 2 Ocak 1959’da yeni geçici hükümet oluşturulacak,
Cumhurbaşkanlığına Manuel Urrutia getirilirken, Başbakanlığa’da Jose Miró
Cardona atanacaktı. Ve 7 Ocak 1959 günü Kastro Havana’ya ulaşırken, ABD
yönetimi de Kuba’nın yeni hükümetini resmen tanıyacaktı. Ve 10 Ocak 1959 günü
ABD’nin Kuba elçisi Earl Smith, yerini, yeni ABD elçisi Philip Bonsal’a
terkedecekti. Kısa süre sonra, 7 şubat günü, Kuba’nın 1940 Anayasası, bu
ilerici anayasa, yeniden yürürlüğe konacaktı. Batista, 1952 darbesinin ardından
sözkonusu anayasayı yürürlükten kaldırmıştı... Hatırlanırsa, Kastro öncesi
Kübasını anlatırken, şunları yazmıştım: “(...) Komünistlerle yapılmış olan anlaşma
uyarınca Batista yönetimi, bazı temel reformlarla birlikte, 1940 yılında, ilerici
sayılabilecek bir anayasanın yürürlüğe girmesini sağlayacaktı. Sendikaları
denetleyebilen komünist muhalefet ile Batista arasında sağlanmış olan
uzlaşmanın bir ürünü olarak, içinde halkçı ilkeleri barındıran ilerici 1940
anayasası şekillenecekti...”
Başkaldırı Ordusu’nun komutanı Fidel Kastro, 16 şubat 1959 günü, Jose Miró
Cardona’nın yerine ıhtilalci Hükümet’in Başbakanlığına getirilecekti. Ve O, 28
şubat günü, iki yıl içinde Kuba’da seçimlerin yapılacağını ilanedecekti...
Kuba’yı zor günler, zorlu mücadeleler ve halkın desteği ile büyük başarılar
beklemekteydi. Kuba, sadece Latin Amerika halklarının değil, tüm yoksul ve baskı
altındaki halkların umudu haline gelecekt. Kuba, enternasyonal dayanışmanın her
türünde bayrağı en yükseklerde tutmayı başaracaktı...
Yusuf Küpeli,
25 şubat 2009 (2009-02-25)
yusuf@comhem.se
William Douglas Pawley
Kastro’nun yolunu kesebilecek planı Batista’ya öneren William Douglas
Pawley kimdi? O, hem ABD başkanının ve hem de CIA başkanının en yakın
dostları arasına nasıl girebilmişti?.. Doğrusu, yaşamı sayfalara sığmayacak kadar
hareketli ve zengin serüvenlerle geçmiş olan bu uzun yüzlü, kepçe kulaklı, zeki
saldırgan bakışlı kişiden çok kısa da olsa sözetmek, sanırım emperyalist dünyanın
bazı operasyonlarını anlamaya biraz yardımcı olabilir.
Tipik Anglo-Sakson görünümlü bu girişimci atak kişinin karakterinin
şekillenmesinde, sosyal Darvinizm’in ırkçı görüşlerinin önemli yeri olduğunu
hissetmemek olanaksızdır. Sosyal yaşamı bir cangıl orman gibi gören düşünce
yapısı içinde “yaşam alanını” sürekli diğerleri aleyhine genişletmeye çalışan bu ve
benzeri karakterlerin olağanüstü güçlü bir egoya sahiboldukları bellidir. Mevcut
düşünce yapıları ile acımasız emperyalist operasyonlar içinde insani herhangi bir
duyarlılık taşımadan yeralabilen, yapılan kötülükleri yaşamın sonderece doğal
gereklilikleri olarak görüp büyük bir soğukkanlılıkla uygulayan, her cinsten sağcı
ve faşist diktatörlükler için paha biçilmez değerleri olan böyle bireysel üstünlük
peşindeki karakterden bir-iki cümle ile de olsa sözetmekte sanırım yarar vardır.
Sürekli lak lak edip ona buna çamur atarak kendilerini yücelttiklerini sanan bir işe
yaramaz, ve zaten önceden de yaramamış olan ikiyüzlü, veya hatta birkısmı
bilinen biçimde görevli bazı “sosyalist” veya “komünist” etiketli ahlaksızlar; boş
klişe gevezeliklerle “sosyalist”, veya “komünist” rolü oynayan utanmaz ikili sahte
karakterler; ya da daha safiyane biçimde “sosyalist” veya “komünist” olduklarını
sanınca kendilerini “dünyanın en akıllı kişisi” görerek durumlarından olağanüstü
memnun olan her cinsten ahmak; öldükten sonra geriye semerlerini bile
bırakamayacak birtakım pislik çuvalları, yukarıda adı anılan örneğe azıcık
bakarak, “lafla peynir gemisinin yürümediğini” belki farkedebilirler...
Güney Carolina doğumlu (1896) William Douglas Pawley’in babası, Kuba’ya
yerleşmiş varlıklı bir işadamı idi. Pawley, hem Havana’da ve hem de Santiago de
Cuba’da özel okullara giderek yetişmişti... ABD’de Gordon Askeri Akademisi’nde
eğitim gören Pawley, bir seri önemli büyük firma da yöneticilik yapmasının
ardından, 1930’lu yıllarda China National Aviation Corporatio’un başına geçecek
ve komünistleri yoketmeye çalışan “milliyetçi” Kuomintang Hükümeti önderi
general Chiang Kai-shek için üç askeri uçak fabrikası kuracaktı...
Modern Çin’in mimarı sayılan ve Kuomintang’ın kurucusu olan Dr. Sun Yatsen, kanserden öleceği 12 mart 1925 gününe dek, tek yardım kaynağı olan genç
Sovyetler Birliği hükümetinin de etkisi ile, henüz pek güçlü olmayan Çinli
komünistlerle işbirliği yapmış, onların gelişip serpilecekleri iklimi sağlamıştı...
Fakat O’nun ölümünün ardından Kuomintang’ın başına geçen ve Çindeki ABD
misyonu ile çoktan gizli ilişkiler geliştirmiş olan Chiang Kai-shek, 1927 yılında
aniden komünistlere saldırarak kanlı bir içsavaş sürecini başlatacaktı. Bu acılı
boğuşmaya, 1937 yılında başlayan Japon istilası da eklenecekti... Batı’nın diğer
güçleri ile birlikte ABD ajanları da, kendi hesapları yönünde aynı boğuşmanın
içinde yerlerini alacaklardı...
Kara kuvvetlerinde Alman subaylarını danışman olarak kullanan ve bu işbirliğini
başlangıçta Nazi Almanyası ile de sürdüren Chiang Kai-shek, yeni savaş
taktiklerini öğreten Alman generali von Falkenhausen’in tavsiyeleri yönünde bir
yandan motorize birliklerini güçlendirirken, diğer yandan da faşist ıtalya’nın
diktatörü Mussolini’den -çoğu işlemez durumda olan- 500 uçak ve bunlar için
eğitmen alacaktı. Komünistlerin kafalarına havadan ateş yağdırmak amacıyla
satınalınan bu savaş uçakları ile birlikte, 1932 yılında,Kuomintang Hükümeti bir
“Merkezi Havacılık Akademisi” ve hava savaş filosu kuracaktı. Çin hava kuvvetleri
ilk kez bu biçimde şekillenmeye başlayacaktı. Mussolini’den gelen uçakların
ancak 91 tanesi ileride savaşa katılabileceklerdi...
Ardından, 1937 Japon istilası ve dünya düzeyinde saflaşmaların daha da kristalize
olması ile birlikte, Chiang Kai-shek’in hava gücü üzerinde bir ABD tekeli oluşmaya
başlayacaktı. Ve sözkonusu işte başrolü, beş yıldan fazla Çin’de yaşayacak
olan William Douglas Pawley’in oynamış olduğunu görecektik... Diğer yandan,
1937’de Kuomintang’a bağlı olarak şekillenen ünlü “Uçan Kaplanlar” hava
filosunu oluşturan Amerikalı general Claria L Chennault’ta, Chiang Kai-shek’in
askeri danışmanları arasındaydı. William Douglas Pawley, Çindeki
çalışmalarını, yukarıda adı geçen amerikalı generalle, Claria L Chennault ile
birlikte sürdürecekti...
Aslında Walt Disney’in fikirlerinden yararlanılarak dizayn edilmiş olan “Uçan
Kaplanlar” ile ABD, II. Dünya Savaşı’na katılmadan çok önce, Japonların Pearl
Harboor baskınından (7 Aralık 1941) dört yıl önce, Japonya’ya karşı gizli bir savaş
başlatmıştı. ABD başkanı Franklin D. Roosevelt’in 13 Nisan 1941 tarihli gizli emri
ile, ve daha ABD II. Dünya Savaşı’na resmen girmeden, Temmuz 1941’de,
Japonlara karşı gizlice savaşmaları amacıyla ve sahte pasaportlarla gönüllü 10
pilot ve 150 uçak teknisiyeni Burma’nın (Myanmar) başkenti Rangoon’a bir
gemiyle yollanacaktı. Oradan Çin’e geçecek olan bu kişiler, William Douglas
Pawley ile ilişkide olacaklardı. Bunlar, sözde gönüllü kişilerdi ama, görevlerinin
tehlikesi ölçüsünde çok yüksek ücretler almaktaydılar...
Daha sonra, 1944 yılında Pawley’i, Hindistan’da bir uçak fabrikasının başında
görüyoruz. Ardından, Başkan Truman tarafından 1945 yılında Peru’ya ABD elçisi
olarak atanacak olan Pawley’i, bu ülkenin başkenti Lima’ya, kimlikleri
belirlenemeyen gizli birtakım nesneleri sokup çıkartırken göreceğiz. Ardından,
1948 yılında O, ABD’nin Brezilya büyükelçisi olacaktı. Pawley, aynı süre içinde ABD iç istihbarat servisi- FBI için de çalışacaktır... O, William Douglas Pawley,
Latin Amerika ülkelerinde yapmakta olduğu gizli karışık işler sırasında, Dominik
Cumhuriyeti diktatörü Rafael Trujillo ile de tanışıp yakın dostluk kuracaktı. Daha
önce metnin içinde ifade etmiş olduğum gibi Trujillo, 1961 yılında CIA tarafından
öldürülecekti... Yine O, Pawley, Küba diktatörü Fulgencio
Batista ve Kastro öncesi diğer bazı Küba cumhurbaşkanları ve yöneticileri ile de
yakın dostluk ilişkileri geliştirecekti. Pawley, 1948 yılında Kuba’da “Autobuses
Modernos” adlı bir firma kuracak, ve ileride bunu Batista’ya satacaktı. Pawley’in
Kuba’daki iş ilişkileri otobüs firması ile sınırlı değildi. O, aynızamanda Kuba şeker
endüstrisinin, el arabalarının, ve gaz işlerinin ortağıydı...
Sıralanması çok yer kaplayacak daha birtakım işlerinin ardından Pawley, John
Foster Dulles tarafından ABD Dışişleri Bakanlığı’na sivil danışman olarak
atanacaktı. Pawley, sağcı Latin Amerika diktatörleri ile en uzun süreli ve verimli
ilişkiler geliştiren kişi olarak ünlenecekti...
Yoksul köylü ailelere toprak dağıtmış ve bu arada Orta ve Latin Amerika
halklarının kanını emerek semiren United Fruit Company’ye ait birkısım toprakları
da millileştirmiş olduğu için, sözkonusu firmanın, ve CIA’nın hedef tahtası haline
gelen Guatemala’nın demokratik cumhurbaşkanı Jacobo Arbenz’e
yönelik darbenin içinde William Douglas Pawley’de yerini alacaktı. Bu metnin
önceki bölümünde hakkında daha ayrıntılı bilgiler verilmiş olan Guatemala’nın
demokratik cumhurbaşkanı Jacobo Arbenz 1954 yılında bir CIA darbesi ile
devrilirken, koplonun plancıları ve uygulamacıları arasında
yeralan Pawley, Guatemala’yı yarım asır sürecek alabildiğine kanlı trajik bir yola
sokan başarısını kutluyor olmalıydı... Pawley, Batista’nın devrilmesinin ardından,
Kuba halkına, Kastro’ya yönelik başarısız komploların içinde de yerini alacaktı.
Yusuf Küpeli
2009.02.25
Download