İslâm âlimleri Ansiklopedisi ALFABETİK SIRAYA GÖRE (K) İçindekiler Tablosu ...................................................................... 1 KA’B BİN ZÜHEYR ( radıyallahü anh )............. 2 KA’B-ÜL-AHBÂR ( radıyallahü anh ) ............... 4 KÂDI ADÛDÜDDÎN ÎCÎ .................................... 6 KÂDI BEDRÜDDÎN ŞİBLÎ (Muhammed bin Abdullah) ....................................................... 8 KÂDI BURHÂNEDDÎN AHMED...................... 12 KÂDI EBÛ ALİ BENDENÎCÎ (Hasen bin Abdullah) ..................................................... 15 KÂDI EBÛ YA’L (Abdullah bin Ali) .............. 15 KÂDI EBÛ YA’L İBNİ FERR (Ebü’l-Hüseyn Muhammed bin Muhammed) .................... 16 KALKAŞENDÎ (Ahmed bin Ali) ...................... 84 KAZVÎNÎ (Ahmed bin İsmâil) ...................... 159 KALKAŞENDÎ (Ali bin Ahmed) ...................... 87 KEFEVÎ ....................................................... 165 KALSÂDÎ (Ali bin Muhammed) ..................... 88 KEHMES BİN HASEN ET-TEMÎMÎ ............... 167 KALŞÂNÎ (Ömer bin Muhammed) ............... 89 KEMÂLEDDÎN BEYÂDÎ ................................ 168 KALYÛBÎ (Ahmed bin Ahmed el-Mısrî) ........ 89 KEMÂLÜDDÎN İBN-İ ADÎM (Ömer bin Ahmed) .................................................................. 169 KALYÛBÎ (Muhammed bin Ahmed el-Askalânî) .................................................................... 94 KÂNÛNÎ SULTAN SÜLEYMÂN....................... 94 KARA ÇELEBİ (Muhammed bin Hüsameddîn Abdullah) ................................................... 109 KARA DÂVÛD BİN KEMÂL .......................... 110 KARA SEYYİDÎ HAMÎDÎ ............................... 117 KARA ŞEMS (Şemseddîn Ahmed Sivâsî)..... 117 KÂDI EBÛ YA’L SAGÎR (Muhammed bin Muhammed) ............................................... 21 KARA YA’KÛB İBNİ İDRÎS NİĞDEVÎ ............. 123 KÂDI EBÜ’L-FETH (Abdülvehhâb bin Ahmed) .................................................................... 22 KARAÇELEBİ-ZÂDE ABDÜLAZÎZ EFENDİ ..... 124 KÂDI FADIL (Abdurrahîm bin Ali bin Hasen bin Ahmed) ....................................................... 23 KARÂFÎ (Muhammed bin Ahmed) ............. 127 KÂDI HAMÎDÜDDÎN NÂGÛRÎ (Muhammed bin Atâ) ............................................................. 24 KARACA AHMED (Şemseddîn Ahmed) ...... 124 KARÂFÎ....................................................... 125 KARAHİSÂRÎ (Hitâb bin Ebi’l-Kâsım) .......... 128 KÂDI HÂN (Hasen bin Mensûr el-Fergânî) ... 25 KARAHİSÂRÎ (Seyyid İbrâhim bin Osman bin Muhammed) ............................................. 128 KÂDI IYÂD .................................................... 29 KÂSÂNÎ ...................................................... 129 KÂDI İBN-İ ŞÜHBE ........................................ 52 KÂSIM BİN ALİ (Ebû Muhammed İbni Asâkir) .................................................................. 132 KÂDI İMÂDÜDDÎN (Nasr bin Abdürrezzâk) .. 53 KÂDI MAHMÛD EFENDİ (Koca Efendi) ........ 54 KÂDI MUHAMMED ZÂHİD ........................... 55 KADI ŞÜREYH ( radıyallahü anh ) ................. 59 KÂDI ZEYNÜDDÎN SÜBKÎ (Abdülkâfî bin Ali) 61 KÂDI-ZÂDE ................................................... 62 KÂDI-ZÂDE (Şemseddîn Ahmed) ................. 69 KÂDI-ZÂDE MEHMED TÂHİR EFENDİ ........... 70 KÂDI-ZÂDE-İ RÛMÎ (Mîrim Kösesi) .............. 71 KÂDIZÂDE-İ RÛMÎ (Selâhaddîn Mûsâ Paşa) . 72 KADÎB-ÜL-BÂN EL-MÛSULÎ .......................... 74 KADİRBİLLÂH (Ahmed bin İshâk) ................. 76 KAFFÂL-I MERVEZÎ....................................... 78 KAFFÂL-İ KEBÎR ............................................ 80 KÂFİYECÎ ...................................................... 81 KÂSIM BİN ASBAG BEYYÂNÎ ...................... 132 KÂSIM BİN HÜSEYN EL-HAREZMÎ .............. 133 KÂSIM BİN MUHAMMED .......................... 134 KÂSIM BİN MUHAMMED ŞÂŞÎ................... 136 KÂSIM BİN MUHAYMİRE ........................... 136 KÂSIM BİN SELLÂM (Ebû Ubeyd) ............... 137 KASTALÂNÎ ................................................ 140 KÂŞÂNÎ (Ebû Bekr bin Mes’ûd) .................. 143 KAŞÂŞÎ EL-MEDENÎ .................................... 146 KATÂDE BİN DİÂME ................................... 147 KATÂDE BİN NU’MAN ( radıyallahü anh ) .. 149 KÂTİB ÇELEBİ ............................................. 150 KAYÂTÎ (Muhammed bin Ali) ..................... 153 KAYRAVÂNÎ (Abdullah bin Ebî Zeyd) ......... 154 KÂF-ZÂDE FÂİZÎ ........................................... 82 KAYYÛM-İ CİHÂN MUHAMMED SEYFULLAH .................................................................. 155 KALBURCU ŞEYHİ (Ahmed Dede) ................ 83 KAZRÛNÎ (Muhammed bin Ahmed) .......... 158 KERÂBÎSÎ (Es’ad bin Muhammed en-Nişâbûrî) .................................................................. 170 KERÂBÎSÎ (HÜSEYN BİN ALİ) ....................... 171 KERDERÎ .................................................... 172 KERDERÎ (İbn-ül-Bezzâz Muhammed Kerderî) .................................................................. 172 KERÎMÜDDÎN BÂB HASEN EBDÂLÎ ........... 175 KESTELLİ (Mustafa bin Muhammed) ......... 179 KETTÂNÎ (Muhammed bin Ahmed bin Ahmed) ..................................................... 180 KEVÂŞÎ (Ahmed bin Yûsuf) ........................ 183 KINALI-ZÂDE HASEN ÇELEBİ ...................... 185 KINÂVÎ (Abdurrahîm bin Ahmed Magribî) . 186 KIRÎMÎ........................................................ 187 KIVÂMÜDDÎN EL-KÂKÎ (Muhammed bin Muhammed Sencârî)................................. 187 KİLÂ’Î (Süleymân bin Mûsâ) ...................... 188 KİLVETÂTÎ (Ahmed bin Osman) ................. 189 KİRMÂNÎ (Abdurrahmân bin Muhammed) 189 KİRMÂNÎ (Muhammed bin Yûsuf) ............. 190 KİSAÎ .......................................................... 191 KİYÂ’L HERRÂSÎ (Ali bin Muhammed)........ 194 KOÇHİSÂRÎ (Ali bin Mûsâ).......................... 195 KONEVÎ İSMÂİL EFENDİ ............................. 195 KUDÂME BİN CA’FER ................................. 196 KUDÛRÎ ..................................................... 198 KUHİSTÂNÎ (Muhammed bin Hüsâmeddîn) .................................................................. 202 KURD EFENDİ (Muhammed bin Ömer) ..... 202 KURTUBÎ (Muhammed bin Ahmed) .......... 204 KUŞADALI İBRÂHİM HALVETÎ .................... 216 KUŞÂŞÎ (Seyyid Ahmed bin Muhammed) .. 218 KUŞEYRÎ ..................................................... 219 KUTB-İ MEKKÎ (Muhammed Kutbüddîn Efendi, Nehrevânî) .................................... 233 KUTB-İ ZEMAN (Seyyid Celâl Buhârî) ......... 234 KUTBÜDDÎN KÂDI-ZÂDE ............................ 236 KUTBÜDDÎN-İ BAHTİYÂR KÂKÎ ................... 238 KUTBÜDDÎN KASTALÂNÎ ............................ 237 KUTBÜDDÎN-İ İZNÎKÎ (Muhammed bin Muhammed Rûmî) .................................... 246 KUTBÜDDÎN SÜNBÂTÎ (Muhammed bin Abdüssamed) ............................................ 237 KUTEYBE BİN SA’ÎD ES-SEKAFÎ ................... 247 KÜÇÜK TÂCEDDÎN EFENDİ (İbrâhim Hamîdî) .................................................................. 250 KÜFEYRÎ (Muhammed bin Ahmed) ........... 251 KÜTAHYALI ABDÜLVÂCİD EFENDİ ............. 252 Kâ’b bin Züheyr ( radıyallahü anh ) kardeşi Büceyr’in ( radıyallahü anh ) müslüman olduğunu öğrenince ona çok kızdı. Bunu dile getiren bir şiir yazdı. Şiirinde Peygamberimize KA’B BİN ZÜHEYR ( radıyallahü anh ) ( aleyhisselâm ) ve İslâmiyete karşı hoş olmayan sözler söylemişti. Kardeşi Büceyr ( radıyallahü anh ) buna tahammül Eshâb-ı kiramdan meşhûr şâir. Künyesi Ebü’l Mudarreb’dir. edemeyip, durumu Peygamberimize ( aleyhisselâm ) arz etti. Peygamberimizin ( aleyhisselâm ) şairlerinden olup, Kasîde-i Bunun üzerine Peygamberimiz ( aleyhisselâm )“Kâ’b’a kim Bürde denilen meşhûr şiirin sahibidir. Doğum tarihi rastlarsa O’nu öldürsün” buyurmuştu. Kardeşi Büceyr ( bilinmemektedir. 6 (m. 645) senesinde Şam’da vefât etti. radıyallahü anh ) Kâ’b’a ( radıyallahü anh ) bir mektûb yazarak Babası meşhûr şair Züheyr bin Ebî Sülemî, annesi, Kebşe gönderdi. Burada “Başının çaresine bak!” diye yazarak binti Ammar’dır. durumu bildirdi. Kâ’b’ın ( radıyallahü anh ) yazdığı zemmedici (kötüleyici) şiire karşılık bir de şiir yazdı. Bu şiirinden bir Kâ’b bin Züheyr ( radıyallahü anh ) Müzeyne kabilesinden bölümünün tercümesi şöyledir: “Ey Kâ’b! Kabûl etmeyip, olup, onbir şâir yetiştiren bir aileye mensûbtu. Babası Züheyr yerdiğin bu İslâm dininden daha gerçek ve daha sağlam bir bin Ebî Sülemi ve kardeşi Büceyr ( radıyallahü anh ) de şair din olamaz, var mı sende? Kurtulmak istiyorsan putları bırak, idi. Kâ’b bin Züheyr’in babası hıristiyan ve yahudi âlimlerinin bir olan Allaha îmân et, müslüman ol ki, kurtulabilesin! yanlanna gider onları dinlerdi. Onlardan âhir zamanda bir Kıyâmet gününde kaçılamayacak olan Cehennem ateşinden, peygamber gönderileceğini işitmişti. Bir gece rü’yâsında müslüman olup, îmân edenlerden başkası kurtulamayacaktır. gökten bir ip uzatıldığını o ipten tutmak için elini uzattığı halde Büceyr ( radıyallahü anh ) kardeşi Kâ’b’a ( radıyallahü anh ) yetişemediğini görmüştü. Bu rü’yâsının âhir zamanda gelecek yazdığı mektûbun bir kısmında da şöyle yazmıştı: olan Peygambere ( aleyhisselâm ) yetişemeyeceğine, ömrünün o gönderilmeden biteceğine işâret olduğunu “Resûlullah’ı ( aleyhisselâm ) şiir yazarak hicvedip üzen, anlamıştı. Fakat oğulları Kâ’b ( radıyallahü anh ) ve Büceyr’e ( Mekkelilerden bazıları öldürüldü. Kureyş şairlerinden sağ radıyallahü anh ) âhır zaman Peygamberi gönderilince O’na kalan İbn-i Zibâ’ra ve Hubeyre bin Ebî Vehbise başlarını alıp îmân etmelerini vasıyyet etmiştir. Züheyr’in kendisi ve iki oğlu kaçtılar. Eğer sağ kalmak istiyorsan acele Resûlullah’ın ( meşhûr şâir idiler. aleyhisselâm ) yanına gel. O, yaptığına pişman olup, tövbe ederek yanına gelen kimseyi öldürmez. Böyle tövbe ederek, Kâ’b bin Züheyr ( radıyallahü anh ) ve kardeşi Büceyr ( gelip müslüman olanların hepsini kabûl etti.” radıyallahü anh ), İslâmiyet gelince Peygamberimizle (s.a.v) görüşmek üzere Medine-i Münevvere’ye doğru yola Bu mektûbumu alır almaz müslüman ol ve hemen buraya gel! çıkmışlardı. Ebrak-ul-Azzaf denilen yere geldiklerinde kardeşi Eğer bu dediğimi, yapmayacak olursan, yeryüzünde başını al Büceyr ( radıyallahü anh ), sen burada bekle, ben Medine’ye nereye gideceksen git...” gidip, O Peygamberi ( aleyhisselâm ) bir göreyim, söylediklerini dinleyelim dedi. Büceyr ( radıyallahü anh ) Medine’ye gidince, Peygamberimiz ( aleyhisselâm ) ona, İslâmiyyeti anlattı ve müslüman olmasını söyledi. O da hemen kelime-i şehâdet getirerek müslüman oldu. Kâ’b bin Züheyr ( radıyallahü anh ) kardeşi Büceyr’in ( radıyallahü anh ) mektûbunu alınca sanki yer yüzü ona dar gelmişti. Zaten kabilesi arasında bulunan düşmanları onun için “O artık öldürülmüş demektir!” diyerek dedikodu yayıyorlardı. Kâ’b bin Züheyr ( radıyallahü anh ) bu durum karşısında derin derin düşünmeye başladı. Yavaş yavaş gönlü aydınlanıyordu. Nihâyet müslüman olmaya karar verdi. Medine yoluna düştü. kadar korunan bu harka, “Hırka-i Se’âdet” ismi ile meşhûr Peygamber efendimizi ( aleyhisselâm ) medheden ve olmuştur. Bugün hâlâ İstanbul’da Topkapı Müzesinde “Hırka-i kendisinin de tövbe edip, müslüman olduğunu bildiren uzun bir Se’âdet” odasında muhafaza edilmektedir. şiir yazdı. Medine’ye varınca Cüheynî kabilesinden olan bir dostunun evine gizlice gidip, misâfir oldu. Ertesi gün sabah Hırka-i Se’âdet, 1,24 boyunda geniş kollu olup, siyah yünlü namazında misâfir olduğu kişi onu Peygamberimizin ( kumaştan yapılmıştır. İçi krem renkli yünlü kumaş ile kaplıdır. aleyhisselâm ) yanına götürdü. Peygamberimiz ( aleyhisselâm Önünde, sağ tarafında ve sağ kolunda birer parça eksiklik ) o sırada Eshâb-ı kiram arasında idi. Eshâb-ı kiram etrâfını vardır. Bohçalara sarılı olarak üstten çifte kapaklı altın bir sarmış sohbetini dinliyorlardı. Kâ’b bin Züheyr ( radıyallahü çekmece içindedir. Bu çekmece de ayrıca bohçalara sarılmış anh ) devesini mescidin önüne çöktürüp içeri girdi. olarak altından büyük bir sandukaya konulmuştur. Bu Peygamberimizin ( aleyhisselâm ) yanına yaklaşıp, kendini çekmece ve sanduka Sultan Abdulazîz Han tarafından tanıtmadan “Yâ Resûlallah ( aleyhisselâm ) Kâ’b bin Züheyr yapılmıştır. Daha önceden de Osmanlı Sultanları tarafından yaptıklarına pişman ve müslüman olarak aman dilemeye bu şekilde çekmece ve sandukalar yapılarak muhafaza gelmiş bulunuyor. Ben onu sana getirsem aman verip, edilmiştir. Hırka-i Se’âdetin içinde bulunduğu Sanduka müslüman olmasını kabûl eder misiniz?” dedi. Peygamberimiz üzerinde “Lâ ilahe illallah ve mâ erselnâke illâ rahmeten ( aleyhisselâm ) “Evet” buyurdu. Bunun üzerine “Şehâdet lilâlemîn. Lâ ilahe illallah el-Melik-ül-Hakk-ül-Mübîn. ederim ki, Allahtan başka ilâh yoktur. Sen de O’nun Muhammedün Resûlullah, es-Sâdık-ul-Va’dü’l Emîn” yazılıdır. Resûlüsün!” dedi. Peygamberimiz ( aleyhisselâm ) “Sen kimsin” dedi. O da “Ben Kâ’b bin Züheyr’im” dedi... Eshâb-ı kiram, onun Kâ’b bin Züheyr ( radıyallahü anh ) olduğunu anlayınca Ensârdan biri ayağa kalkıp “Yâ Resûlallah ( aleyhisselâm ) müsaade et boynunu vurayım!” dedi. Peygamberimiz ( aleyhisselâm )“Vazgeç ondan! O içinde bulunduğu halden pişman ve hakka dönmüş olarak gelmiştir” buyurdu. Bu sırada Kâ’b bin Züheyr ( radıyallahü anh ) müslüman olduğunu bildiren, bir kasîde okumaya başladı. Bu kasîdesinde uzun bir girişten sonra asıl mevzûya geçip, müslüman olduğunu, tövbe ettiğini ve af dilediğini dile getirdi. Son kısmında da Peygamberimizi ( aleyhisselâm ) ve Eshâb-ı kiramı metheden beyitleri okudu. Osmanlılar zamanında Mukaddes emanetlerin ziyâreti muayyen bir merasim ile yapılırdı. Her yıl Ramazan ayının onikinci günü Hırka-i Se’âdet’in içinde bulunduğu sanduka “Revan” odasına nakil edilir, umûmî bir temizlik yapılır, bu arada duvarlar gülsuyu ile yıkanır, Od ağacı ve buhurlar yakılır, dairenin direkleri cilâlanırdı. Ramazanın on beşinci günü devlet ileri gelenleri, âlimler, Yeniçeri ve Sipâhi ağaları, Babüssaade önünde öğleden önce toplanırlardı. Sadrazam, Ayasofya Câmii’nde Şeyhülislâm ile birlikte namaz kıldıktan sonra, alay ile arz odasına gelirlerdi. Padişah ile maiyetindekiler de Hırka-i Se’âdet dairesine geldikten, sonra, Sultanda bulunan altın anahtar ile büyük sanduka açılır ve yeşil ipek kadifeden som sırmalı ve ince işlemeli ve yedi Peygamberimiz ( aleyhisselâm ) Kâ’b bin Züheyr ( radıyallahü bohçaya sarılı altından yapılmış çekmeceyi de padişahta anh ) “Banet süâdü; Sevgili uzaklaştı” sözleriyle başlayan bu bulunan altın bir anahtar ile açmak sûretiyle Hırka-i Se’âdet kasîdesini beğenip, çok memnun oldu. Onu afv etti. Bürdesini ortaya çıkarılmış olurdu. Bu işler yapılırken, Pâdişah’ın birinci (hırkasını) çıkarıp, onun omuzlarına koydu. Bu sebeple Kâ’b ve ikinci imamları ile has oda imamı ve ayrıca güzel sesli bin Züheyr’in kasîdesi, “Kasîde-i Bürde” ismi ile meşhûr müezzinler Kur’ân-ı kerîm okurlardı. Önce Padişah, sonra olmuştur. Bu kasîdenin birçok şerhleri (açıklamaları) vardır. işâret ettiği kimseler sıra ile Hırka-i Se’âdet’e yüzlerini ve Resûlullah’ın ( aleyhisselâm ) hediye ettiği bu hırka, Hazreti gözlerini sürerlerdi. Padişah, üzerinde bir kıt’a yazılı bulunan Muâviye tarafından Kâ’b bin Züheyr’in ( radıyallahü anh ) tülbentleri Hırka-i Se’âdet’e sürüp ziyârete gelenlere dağıtırdı. varislerinden satın alınıp muhafaza edilmiştir. Sırasıyla Merasim bittikten sonra sandukayı padişahın kendisi kilitlerdi. Emevilere, onlardan Abbasîlere, daha sonra da Mısır’ın fethinde Mekke Şerîfi tarafından diğer kutsal emanetler ile birlikte Yavuz Sultan Selim Han’a teslim edilmiştir. Günümüze Hicretin 26. yılında vefât eden Kâ’b bin Züheyr’in Fransızca, İtalyanca ve diğer dillere çevrilen Kasîde-i Bürdesi’nden başka diğer kasidelerini ve şiirlerini içine alan bir de dîvânı vardır. Hazreti Ömer zamanında müslüman olduğu söylenir. Divânı, Ebî Saîd Şükrü tarafından “Şerh-i divân-ı Kâ’b İbn-i Yemen’de doğdu. Hazreti Ömer’in hilâfeti zamanında Medine-i Züheyr” adıyla şerh edilmiştir. Fuat Bostanî tarafından da Münevvere’ye geldi. Humus’ta yerleşti. Burada Hazreti Osman divanı ve kendisi hakkında “Kâ’b bin Züheyr” adlı bir kitap zamanında 32 (m. 652) târihinde vefât etti. Vefâtı hakkında yazmıştır. başka târihler de söylenmiştir. Kâ’b bin Züheyr’in ( radıyallahü anh ) Kasîde-i Bürde adlı bu Kâ’b-ül-Ahbâr ( radıyallahü anh ) buyurur ki: meşhûr kasîdesinin bir bölümünün tercümesi şöyledir.” “Allahü teâlâ, mü’min kulunu sevdiği zaman, Cennette onun “Yardımını umduğum her dost bana, senden yüz çevirdim seni derecesini yükseltmek için, dünyâyı ondan uzaklaştırır. Kâfir teselli edemem dedi.. kuluna gazâb ettiği zaman, onu dünyâda rahat kılıp, sevindirir. Böylece onu Cehennemin aşağı derecelerine düşürür.” Ben de onlara çekilin yolumdan Allahü teâlâ’nın takdîr ettiği herşey elbette olacaktır, dedim... Her insan bir gün mutlaka “Fakîr kimseler, ihtiyâçları için Allahü teâlâya yalvardıklarında, tabut üzerinde taşınacak (ölecek)... Özür beyan ederek onlara: (Size müjdeler olsun, üzülmeyiniz. Çünkü siz Resûlullah’ın ( aleyhisselâm ) huzûruna geldim... Onun zenginlerden üstünsünüz. Kıyâmet günü Cennete onlardan affetmesi en çok umulan şeydir... O’nun huzûrunda özür kabûl önce, sizler gireceksiniz.)” edilir. Bana merhamet et beni affet Yâ Resûlallah ( aleyhisselâm )... Şüphesiz ki, Resûlullah ( aleyhisselâm ) “Peygamberler (salavatullahi aleyhim ecmain) bir şeye muhtaç Allah’ın keskin kılıçlarından yalın bir kılıç ve hidâyet saçan bir oldukları ve bir belâya uğradıkları zaman, sıkıntısız oldukları nûrdur...” zamankinden daha sevinçli ve rahat olurlardı. Rahata kavuştukları zaman, bir günâh işlemiş olabileceklerini düşünürlerdi.” 1) El-A’lâm cild-5, sh 226 “Kim zenginlere ve mal sahiblerine boyun eğerse, dîni de boyun eğer, böylece dînine zarar gelir.” 2) El-İsâbe cild-3, sh. 295 “Dünyadan ancak Allahü teâlânın takdîr ettiği kadar ele geçer. 3) El-İstiâb cild-3, sh. 297 4) Eş-Şiir ve-ş-Şuarâ sh. 61 5) Kâmûs-ul-a’lâm cild-5, sh. 3867 KA’B-ÜL-AHBÂR ( radıyallahü anh ) Tâbiîn’in tanınmışlarından. Rivâyeti çok olan bir zâtdır. Müslüman olmadan önce, yahûdi âlimlerinin büyüklerinden idi. Künyesi Ebû İshâk’tır. Resûlullahın ( aleyhisselâm ) zamanına yetişti. Ancak bu sırada müslüman olma ni’metine kavuşamadı. Bir rivâyete göre, İslâmiyyetle şereflenmek üzere, Resûlullah’ın ( aleyhisselâm ) huzûruna çıkmak için hazırlanmıştı. Fakat Resûlullah ( aleyhisselâm )’in vefâtını ve bazı Arapların irtidâdını (dinden çıkışlarını) duyunca geri döndü. Ancak kulun sebeplere yapışıp, çalışması gerekir. Böyle yaparsa, emre uymuş olur.” “Allahü teâlânın korkusundan gözyaşı döken kimseyi Cehennem ateşi yakmaz.” “Allahü teâlâya yemîn ederim ki Allahü teâlânın korkusundan gözyaşlarımın yanaklarıma akmasını, altından bir dağı sadaka olarak vermekten, daha çok severim.” “Evlerinizi Allahü teâlâyı anmak sûretiyle nurlandırınız. Evlerinizi onda namaz kılarak, nasiplendiriniz. Allahü teâlâya yemîn ederim ki, böyle yapanlar gök ehli arasında tanınırlar. Gök ehli, “Falan oğlu falan evini, Allahü teâlâyı anarak süslüyor” derler.” “Sükût iyi bir huydur. Çünkü, verâ (şüphelilerden kaçınma) ve Lokman Hakîm, oğluna şöyle nasihâtta bulundu: “Ey Oğul! günahların azlığına güzel bir vesîle (çâre, yol)’dir.” Namazını kıl! Çünkü, namazın dindeki durumu, bir binanın direği gibidir. Eğer direkler düzgün ve sağlam olursa o evden “Allahü teâlâ, yersiz güleni, bir ideâli, maksadı olmadan yola faide görülür. Yoksa o evin faydası olmaz. Güzel edebe de çıkanı sevmez.” çok sarıl. Ey oğul, Allahü teâlânın sana verdiği şeylerden “Hikmetli söz, müslümanın kaybolmuş malı gibidir.” “İdârecinin iyi olmasıyla halk da iyi, kötü olmasıyla, onlar da kötü olurlar.” “Allahü teâlâya yemîn ederim ki, sizden biri doğuda, Cehennem ateşi de batıda olsa, sonra Cehennem ona gösterilse, ateşinin sıcaklığına asla dayanamazdı. Ey insanlar! Allahü teâlânın beğendiği şeyleri yapmak daha kolaydır. Bu yüzden Allahü teâlâya itaat ediniz.. Bu ateşe düşmeyiniz. Çünkü dayanamazsınız.” “Cehennemde dört köprü vardır. Birincisinde, akrabası ile münasebeti kesenler, ikincisinde, üzerinde borç bulunanlar, üçüncüsünde taşkınlık ve azgınlık yapanlar. Dördüncüsünde, zulüm edenler oturur.” “Kim, âhiret şerefine kavuşmak isterse, Allahü teâlânın büyüklüğünü ve kudretini tefekkür etsin (düşünsün). Böyle yaparsa âlim olur. Günlük rızkına râzı olursa başkasına ihtiyâç duymaz. Hatalarını hatırlayıp, düşündüğü zaman, çok ağlasın, Cehennem denizlerini söndürür.” “Âlim mü’min, şeytana karşı daha sert ve güçlüdür.” “Cahil kimseler, ilimle birbirlerine karşı öğünürler. Onların ilimden nasîbi sadece övünmeleridir.” tasadduk et (hayra ver). O zaman Allahü teâlâ sana lütuf ve bağışını arttırır. Sana gazâb etmez. Fakîr komşuna, yoksula, köleye, esîre, korkana merhamet et. Yetime yakın ol ve onun başını okşa. Çünkü sen, Allahü teâlânın kullarına acırsan, Allahü teâlâ da sana acır. Melekler, gökten, sizin gökteki yıldızlara baktığınız gibi, gece namaz kılanlara bakarlar.” “Bir takım kimseler vardır ki, Allahü teâlâ, meleklerine onları örnek ve nümûne gösterir. Onlar: Allahü teâlânın rızası için savaşan, savaşta ön safta olanlar, nafile namazlarını gizleyen, nafile orucunu gizli tutan, sadakayı gizli veren, gizlenmesi gereken her gizli ameli gizleyenlerdir.” “Ölümü gerçekten tanımış bir kimseye, dünyâ belâ ve musibetleri, dert ve sıkıntıları çok hafif gelir.” “Cennette ağlayan bir adam bulunur. Ona niçin ağlıyorsun denir. O şöyle cevap verir. Ben Allahü teâlânın yolunda öldürüldüm. Şehîdlik o kadar güzel ki, tekrar dünyâya döndürülüp, üç defa daha şehîd olmayı arzu ediyorum. Fakat daha fazla şehîd olamadığım için ağlıyorum.” Biri gelip, Ka’b-ül-Ahbâr hazretlerine “İlâcı, tedâvisi olmayan hastalık nedir?” diye sordu. Cevabında (ölümdür) buyurdular. “Âhir zamanda öyle âlimler gelecek ki, herkesi zühde (şüphelilere düşmek korkusuyla mübahların çoğunu terk etmek) davet edecekler. Fakat kendileri zühdden uzak “Allahü teâlâya yemîn ederim ki, su kiri giderdiği gibi, beş vakit olacaklar, insanları korkutacaklar, fakat, kendilerinde korkudan namaz da günahları giderir.” hiçbir iz bulunmayacak, insanların makam mevki sahiplerinden uzak kalmalarını isteyecekler, fakat kendileri “Ne mutlu evlerini mescid yapanlara. Mescidler, takvâ onlardan ayrılmayacaklar, sözleri ile dünyâyı kötüleyecekler, sahiblerinin (haramlardan, günahlardan sakınanların) evleridir. fakat zenginlere yaklaşacaklar, yoksul ve fakirlerden uzak Allahü teâlâ, namazını, orucunu ve zekâtını gizleyen kulları ile, kalacaklar. Kadınların erkeklere karşı gelmesi gibi, bildiklerine meleklerine övünür.” aykırı hareket edecekler, yakınlarını başkalarının yanında görseler, darılacaklardır. Böyle âlimler, kötü ve Allahü teâlânın “Eğer sizden biriniz, iki rekât nafile namazın sevâbını bilse idi, onu dağlardan daha büyük görürdü. Farz namazlara gelince, artık onun sevâbını ifade etmek (açıklamak) mümkün değildir.” sevmediği âlimlerdir.” “Kuşlar ve yerde bulunan haşereler, Cum’a günü buluşurlar, 6) Tam İlmihâl Se’âdet-i Ebediyye sh. 1026 birbirlerine selâm vererek bugün iyi gündür derler.” KÂDI ADÛDÜDDÎN ÎCÎ “Uyuyacağın zaman sağ tarafa ve kıbleye dönmüş olarak, yatılır. Çünkü, uyku bir çeşit ölümdür.” Kelâm, usûl, nahiv, fen ve Şafiî mezhebi fıkıh âlimi. İsmi, Abdürrahmân bin Ahmed bin “İlim meclisinde bulunmanın sevâbı çoktur, insanlar buralarda Abdülgaffâr olup, künyesi Ebü’l-Fadl’dır. 700 (m. bulunmanın değerini bilmiyorlar. Eğer böyle toplantılardaki 1300) senesinde Şîrâz’da Îc kasabasında doğdu. sevâbı bilmiş olsalardı, oraya girmek için birbirlerini öldürmeğe 756 (m. 1355) senesinde vefât etti. kalkışırlardı. Herkes işini gücünü bırakıp oraya koşardı.” İmâm-ı Süyûtî’nin, Hazreti Ebû Bekr’in soyundan “Şöyle duydum: Sâlih insan kabre konur. Namaz, oruç, hac ve olduğunu bildirdiği Kâdı Adûdüddîn Îcî, devrin en zekât gibi amelleri etrâfını sarar. Azâb melekleri geldiğinde meşhûr ve mümtaz âlimlerinden ilim öğrendi. karşılarına namaz çıkar. Onlara, “Bu şahıs, ayakları ile Allahü Onun ençok hizmetinde bulunup istifâde ettiği teâlânın huzûrunda durdu, namaz kıldı. Buna azâb hocası, Kâdı Beydâvî hazretlerinin talebelerinden edemezsiniz.”. Sonra baş tarafından gelirler, bu defa, oruç Zeyneddîn Hinkî idi. Daha çok Sultaniye şehrinde karşılarına çıkar, “Bu baş, Allah için oruç tuttu, burada azâb tahsil ve ikâmet etti. Arabî ilimlerde çok yüksek edemezsiniz”, der. Vücudun diğer kısımlarına gittiklerinde, hac bir dereceye ulaştı. Aklî ve naklî ilimlerde çok ve cihad gibi ibâdetler karşılarına çıkarlar. Ellerine yükseldi. Dört mezhebin fıkıh bilgilerinin geldiklerinde eller “Allahü teâlânın rızâsı için bu eller sadaka inceliklerine vâkıf oldu. Din ve fen bilgilerinde söz vermiştir. Onun için azâb edemezsiniz” derler. Bütün bu sahibi idi. Şafiî mezhebine göre fetvâ verdi. durum karşısında azâb melekleri “Madem ki, dünyâda sâlih ve İlhanlı sultânı Ebû Sa’îd Bahadır Hân’la temiz bir kişi olarak yaşadın, güzel bir şekilde öldün, burada yakınlıkları oldu. Safiyyüddîn Erdebîlî’nin müsterih ol, rahat yat” derler. Sonra rahmet melekleri gelir sohbetinde kemâle geldi. Îlhanlı Devleti’ne kâdı’l- Cennetten ışık, yatak ve giyecek getirirler. Kabrini gözün kudât oldu. O sırada talebelerinden, Müverrih görebildiği kadar genişletirler. Kabrini aydınlatırlar. Kıyâmete Reşîdüddîn Fadlullah’ın oğlu Gıyâseddîn kadar kabri aydınlık kalır.” Muhammed de, Ebû Sa’îd Hân’a vezir oldu. Ebû Sa’îd Hân da Safiyyüddîn Erdebîlî’nin “Hanımının eziyet ve sıkıntı vermesine sabreden kimseye, talebelerinden idi. Kâdı Adûdüddîn Îcî, ilmi ve Allahü teâlâ, Eyyûb (aleyhisselâm)’a verilen sevâbtan verir.” ahlâkı ile, memleket içinde büyük nüfuz sahibi ve şafiî mezhebinin, zamanındaki reîslerinden oldu. “İnsanlardan gelen sıkıntılara sabretmiyen, onlara karşılık vermeyi terk etmiyen kimse sabırlı sayılmaz.” Müslümanların huzûr içinde yaşamalarında, dünyâ ve âhıret saadetini kazanmalarında yardımcı oldu. Vezir Gıyâseddîn Muhammed’in vefâtı yıllarında Şîrâz’a gitti. Orada kadılık ve 1) Makâlât-ı Kevserî sh. 36 müderrislik yaptı. Bu sırada meşhûr eseri “Mevâkıf’ı yazıp, Şîrâz sultânı Şah Ebû İshâk 2) El-A’lâm cild-5, sh. 228 İncûî’ye ithaf etti. Muzafferîler Devleti’nin kurucusu Mübârizeddîn Muhammed bin 3) Tezkîret-ül-huffâz cild-1, sh. 49 Muzâffer’in Şîrâz’ı almak için harekete geçmesi üzerine, barışı sağlamak için arabulucu olarak 4) Hilyet-ül-evliyâ cild-5, sh. 264; cild-6, sh. 3 5) El-İsâbe cild-3, sh. 315 gitti. Büyük hürmet ve iltifât görmesine rağmen, iki hükümdârın anlaşmalarını te’min edemedi. Muzafferîlerin yanında bulunurken, hükümdârın İmâm-ı Teftâzânî gibi müceddîd âlimleri yetiştiren oğlu Şah Şücâ’ya, “Şerh-i Muhtasar li İbn-i Adûdüddîn Îcî, asırlar boyu en mümtaz âlimlerce Hâcib”i okuttu. Tekrar tekrar yaptığı barış teklifleri okutulup şerhleri yapılan pek kıymetli eserler de kabûl görmedi. Bunun üzerine Şîrâz’a geri döndü. yazdı. Bu kıymetli eserlerden ba’zıları, İslâm İki İslâm hükümdârının savaşmasına, âleminin her tarafında medreselerin ihtisas müslümanların kanlarının dökülmesine mâni sınıflarında okutuldu. Eserlerinden ba’zıları olamadığını anlattı. Şîrâz, uzun zaman muhasara şunlardır: edildi. Kâdı Adûdüddîn, bir fırsatını bulup Şîrâz kalesinden çıktı. 1- “Tahkîk-üt-tefsîr fî teksîr-it-tenvîr” adlı eseri, tefsîre dâirdir. Kâdı Beydâvî’nin ( radıyallahü anh Mübâreziddîn’den büyük hürmet gördü. Ancak ) “Envâr-üt-tenzîl” adlı eserinin ta’dîl ve ikmâl onun yanında kalmayıp, Şebenkâre’ye gitti. edilerek yeniden tertîb edilmiş şeklidir. Şebenkâre meliki, onu yakalayıp Direymiyân kalesine hapsetti. Bir rivâyette hapisteyken vefât 2- “Er-Risâlet-ül-vad’iyyet-il-Adûdiyye” adlı eseri, etti. Bir başka rivâyette ise, hapisten çıkıp Şah sahasında yazılmış olan tek eserdir. Birçok şerhi, Şücâ ile görüştüğü bildirilmektedir. haşiyesi ve nazma çevrilmiş şekilleri vardır. Kâdı Adûdüddîn Îcî, vakitlerini yalnız Allahü 3- “Eşref-it-tevârîh” adlı eserinde; Peygamberler teâlânın rızâsını kazanmak için harcayan, din-i (aleyhisselâm) ve peygamberlikle ilgili mes’eleler, Aşere-i İslâmı öğrenmek ve öğretmek için çalışan bir mübeşşere, Sahâbe-i Kirâm (r.anhüm), mezheb İmâmları ve âlimdi. Malı pek fazla, cömertliği de o kadar çok İmâm-ı Gazâlî’ye ( radıyallahü anh ) kadar hadîs âlimlerinden idi. Talebelerinin bütün masraflarını kendisi bahsetmektedir. Osmanlı müverrihlerinden Âli, bu eseri karşılardı. Onun ilimdeki yükseklik ve olgunluğu, genişleterek “Zübdet-üt-tevârîh” adını vermiştir. daha kendisi hayatta iken meşhûr oldu. Âlimler onun üstünlüğünden bahsettiler. Şâirler onu öven şiirler yazdılar. Meşhûr şâir Hâfız Sa’di Şîrâzî bir şiirinde; “Şah Ebû İshâk’ın saltanatında Fars ülkesi beş tane fevkalâde kimse ile süslenmişti. Bunlardan biri ilim sultanlarının pâdişâhı Adûd idi. “Mevâkıf’ı pâdişâha ithaf etti” şeklinde övmektedir. Sa’deddîn Teftâzânî de; “Bize, bıraktığı izlerde yürümek, eserlerindeki gizli hazîneleri meydana çıkarmak, yetiştirmiş olduğu ağaçların meyvalarını toplamak, saçtığı nûrlardan feyzlenmekten başka birşey bırakmadı” diyerek, onun ilminin kuvvetini ve eserlerinin çokluğunu ifâde etmektedir. Pek hareketli geçen hayâtında, birçok talebe yetiştiren Kâdı Adûdüddîn; Sa’deddîn Teftâzânî, Şemseddîn Kirmanî ve Ziyâeddîn Afifî gibi âlimlerin hocası idi. 4- “Risâle-i Ahlâk” adlı eseri, ahlâka dâirdir. Taşköprüzâde tarafından da şerhedilen bu eser, Türkçeye de tercüme edilerek 1281 (m. 1864) senesinde İstanbul’da basılmıştır. 5- “El-Mevâkıf fî ilm-il-kelâm” adlı eseri, Adûdüddîn Îcî’nin en kıymetli ve en meşhûr eseridir. Kısa ve özlü bir şekilde yazılmış olan bu eser, müellifînin ifâdesine göre; “Maksadı ifâdeden âciz kalacak kadar muhtasar olmayıp, usanç verecek kadar da uzun değildir.” Bu sahada hakîkati bulmak isteyenlerin ihtiyâçlarını karşılamak üzere bu eser kaleme alınmış, lüzumundan kısa ve gereğinden fazla olmamak üzere bütün mes’eleler anlatılmıştır. Bu kıymetli esere birçok şerh ve haşiyeler yapılmış, bunlardan Seyyîd Şerîf Cürcânî hazretlerinin “Şerh-i Mevâkıf’ı meşhûr olmuştur. Bu kıymetli eser, asırlar boyunca İslâm üniversitelerinde (medreselerinde) ihtisas sınıfı talebelerine okutulan bir kitaptır. Kâdı Adûdüddîn Îcî, 6) Rehber Ansiklopedisi cild-9, sh. 115 Galile’den üçyüz sene önce yazdığı bu kıymetli eserinde, yer küresinin yuvarlak olduğunu ve batıdan doğuya doğru döndüğünü, kendisinden önceki İslâm âlimlerinin eserlerinden alarak isbât 7) Mu’cem-ül-müellifîn cild-5, sh. 119 8) Ed-Dürer-ül-kâmine cild-2, sh. 322 etmekte, atom, maddenin çeşitli hâlleri, kuvvetler ve psikolojik olaylar üzerinde kıymetli bilgiler vermektedir. Hicrî ikinci bin yılın yenileyicisi, fen ve din ilimlerinde mütehassıs İmâm-ı Rabbânî KÂDI BEDRÜDDÎN ŞİBLÎ (Muhammed bin Abdullah) Ahmed Fârûkî Serhendî ( radıyallahü anh ), “Mektûbât” adlı pek kıymetli eserinin birinci cildi Hanefî mezhebi fıkıh âlimi. İsmi, Muhammed bin 266. mektûbunda, “Mevâkıf”in Seyyîd Şerîf Abdullah eş-Şiblî’dir. Sâbikî, Dımeşkî ve Trablûsî Cürcânî ( radıyallahü anh ) şerhini övmektedir. nisbetleriyle de tanınırdı. Künyesi Ebü’l-Bekâ’ olup, Kâdı Bedrüddîn Şiblî lakabı ile meşhûr oldu. 6- “El-Fevâid-ül-Gıyâsiyye” adlı eseri, Arabî ilimlere dâirdir. 7- “Akâid-ül-Adûdiyye” adlı eseri, kısa ve özlü bir şekilde îmân bilgilerini anlatmaktadır. Babasının lakabı da Takıyyüddîn olup, Dımeşk’da Şebliyye’de kayyımlık yapardı. 712 (m. 1312) senesinde orada doğdu. Daha küçük yaşta iken ilim öğrenmeye başladı. Babası onu, Ebû Bekr bin Ahmed bin Abdüddâim, Îsâ el- 8- “Şerh-i Muhtasar-ı İbn-i Hâcib” adlı eseri, İbn-i Mut’im ve daha başka âlimlerin derslerine Hâcib’in usûl-i fıkha dâir meşhûr eseri Muhtasar’a götürüp, onları dinletti. Kendisi, 730 (m. 1329) yaptığı bir şerhtir. senesinden sonra çok yeri dolaşıp, ilim tahsil etti. Kâhire’ye gidip; Ebû Hayyân, İbn-i Fadlullah ve Buyurdu ki: “Kelâm ilmi, delîller getirmek ve daha başka âlimlerden ilim aldı. İlk önceki şüpheleri kaldırmak sûretiyle dînî akideleri isbât hocalarından öğrendiği ilimleri “Mesâil-ül-vesâil” etmek kudretini kazandıran ilimdir.” adındaki eserinde, cinler hakkındaki hükümleri de, “Âkâm-ül-mercân fî ahkâm-il-cân” adındaki “Dînî akidelerin isbâtına uzaktan veya yakından alâkası bulunan herşey kelâm ilminin mevzûsu içine girer.” eserinde topladı. “Âdâb-ül-hamâm” adındaki kitabı da çok kıymetlidir. Kitaplarının herbirinde, çok kıymetli, faydalı bilgiler vardır. 755 (m. 1354) senesinde Trablus’un Hanefî kadılığına ta’yin edildi. Trablus kadısı Şemseddîn İbni Nümeyr, 1) Tabakât-üş-Şâfiiyye cild-10, sh. 46 Bedrüddîn Şiblî Kâhire’de iken, hırsızlar tarafından şehîd edilmişti. Kâdı Şemseddîn’in, 2) Miftâh-üs-se’âde cild-1, sh. 169 şehîd edildiği haberi buna ulaşınca Trablus’a geldi. Vak’ayı öğrenince Dımeşk’a gitti. Bir 3) Eş-Şezerât-üz-zeheb cild-6, sh. 174 müddet sonra Trablus’a geri döndü. Vefâtına kadar orada kalıp, kadılık vazîfesini yürüttü. 769 4) Tam İlmihâl Se’âdet-i Ebediyye sh. 1026 5) Müjdeci Mektûblar, (İmâm-ı Rabbânî Ahmed Fârûkî Serhendî) 266. mektûb. (m. 1367) senesi Safer ayında, kadılık yaparken vefât etti. Zehebî diyor ki: “Fıkıh ve hadîs âlimi olan Ebü’l- bakımından birbirine yakındır. Melekler, muhteremdirler, Bekâ’ Muhammed Şiblî, ilim taliblerinin en kıymetlidirler. Cin, hakîrdir, kıymetsizdir. Melekde, nûr (ışık) şereflilerinden ve gençlerin en üstünlerinden idi. kısmı, cinde ise, alev maddesi fazladır. Elbette nûr, zulmetten efdâldir, daha üstündür. Meleklerin cinnîlere yakınlığı, insanın Çok hadîs-i şerîf dinledi. Rivâyetleriyle meşhûr hayvanlara yakınlığı gibidir. İnsanların üstün olanları, oldu. Büyük hadîs âlimlerinden hadîs-i şerîf melekten kıymetli, cin de, hayvandan kıymetlidir.) okudu. Benden de hadîs-i şerîf yazdı.” Cinnin varlığına inanmayan dinden ayrılmış olur. İmâm-ülİbn-i Hâcib diyor ki: “O, verdiği hükümlerde çok sağlamdı. Her işinde sünnete uygun hareket ederdi. Zaman zaman silâhını kuşanıp harblere katılırdı. Sohbetleri çok faydalıydı. Manzûm ve nesir olarak yazdığı eserleri vardır. Çok hadîs-i şerîf dinledi. Çok faydalı oldu. Kıymetli eserler yazdı.” Kâdı Bedrüddîn Şiblî hazretleri, “Âkâm-ülmercân” adındaki eserinde, Allahü teâlânın ibâdet etmeleri için yarattığı kullarından olan cinler hakkında geniş bilgi vermektedir. Kitap, 140 bâbdan ibârettir. Bu eserinden ba’zı bölümler: Cinlerin varlığı: [Cin ya’nî peri, ateşin alev kısmından yaratılmış olup, her şekle girebilirler. Cin denilen mahlûklar, gözümüzden örtülü olduğu için cin denilmiştir. Arabcada “Cim” ve “Nun” harflerinden meydana gelen kelimeler, “Örtülü” demektir. Cin kelimesi, Cinnî isminin çoğuludur. Peri, Farsçada cin demektir. Mahlûklar, görülen ve görülmeyen diye iki kısımdır. Ayrıca, mekansız, madde olmayan varlıklar da vardır. İmâm-ı Mâverdî diyor ki: “Cin, dört ana maddeden yapılmıştır. Su, toprak maddeleri, havadaki gazlar ve ateş. Bunlardan ateş; alev, ışık ve dumandır. Mâric denilen, alev kısmından yaratılan cinnîlerin mü’minleri, fâsıkları (günah işleyenleri) vardır.” Cinnîler, havadan ve nârdan, ya’nî ateşten meydana gelmiştir. Ateşin alev kısmı görülmez, İçindeki katı zerreler, sıcakta ışıklandığı için parlak görünür. Bunun için, cin de görünmez. Alev iki kısımdır: Biri zulmânî (görünmeyen), ikincisi nûrânî (bu da görünmez). Zulmânî olandan cin, nûrânî olandan ise melekler yaratılmıştır, insanlar, toprak maddelerinden yaratıldığı hâlde, Allahü teâlâ, bu maddeleri organik ve organize hâle, et ve kemiğe çevirdiği gibi, meleklerde ve cinde alev şekli değişerek, onlara mahsûs latif, her şekle dönebilen bir hâle gelmiştir. Melekler ise, nûrânî cisimlerdir. Muhtelif şekillere girebilirler. Melek ile cin, yaratılış Haremeyn, “Şâmil” adındaki eserinde diyor ki “Şunu iyi biliniz ki, eski felsefecilerden bir kısmı, Kaderiyye (ya’nî Mu’tezile) fırkasının çoğu ve zındıklar, cin ve şeytanlara inanmadı. Cin, zekî, dahî insan demektir. Şeytanlar da, kötü kimseler demektir, dediler. Bunların inkârları, cinlere önem vermeyişlerinden olduğu anlaşılmaktadır. Hâlbuki, onları isbât etmek konusunda aklî bir imkânsızlık yoktur. Kaderiyye fırkasının inanmaması, şaşılacak şeydir. Çünkü bunlar, Kur’ân-ı kerîme uyduklarını söylüyor. Demek ki, bu kadar uymaktadırlar. Hâlbuki cinnin var olması, akla uymayan birşey değildir. Ya’nî aklın red edeceği birşey değildir. Çünkü Allahü teâlânın kudretinin yapamıyacağı birşey değildir. Kur’ân-ı kerîmde bildirilen şeylere, kelimenin açık ve meşhûr ma’nâlarını vermek lâzımdır. Kitâb (Kur’ân-ı kerîm) ve Sünnet (hadîs-i şerîfler), cinnin var olduğunu açıkça haber vermektedir ve bunu isbât etmektedir. [Şeyh-i Ekber Muhyiddîn-i A’râbî (kuddise sirruh), cinnin var olduğunu şu âyet-i kerîmeler ile gösteriyor 1- Zâriyât sûresinin ellialtıncı âyetinde meâlen; “İnsanları ve cinnîleri, ancak beni bilip itaat, ibâdet etmeleri için yarattım.” buyuruluyor. 2- Errahmân sûresi, yetmişdördüncü âyetinde, cinnin Cennete gireceği bildiriliyor. 3- Errahmân sûresinin otuzbirinci âyetinde (Sekalân) buyuruluyor ki, (Ey insanlar ve cinnîler!) demektir. Resül-i sekaleyn, müftîyüssekaleyn, gavsüssekaleyn (ya’nî, insanların ve cinnin Peygamberi, müftîsî, velîsi) gibi isimler de, cinnin varlığını göstermektedir.] Eshâb-ı Kirâm ve Tabiîn, kendi zamanlarında şeytan ve cinnîlerin varlıklarını kabûl ettikten, onların şerrinden Allahü teâlâya sığındıkları sabit olduktan sonra, bizim ayrı ayrı âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîf ile bunları isbâta kalkışmamız tekellüf, zorlama olur. [Kitâblı kâfirlerin hepsi, ateşe tapanlar, puta tapanlar, budistler, müşrikler ve Yunan filezoflarının çoğu ve tasavvuf büyükleri, cinnin varolduğuna inanıyor. Süleymân girip kapıyı arkadan kilitledim. Biraz sonra büyük bir karanlık aleyhisselâmın vak’ası da, cinnin varlığını ortalığı kapladı. Hemen kapının arkasına dayandım. Birşey, göstermektedir.] öyleyse, dînine sımsıkı sarılan kapının aralığından geçebilecek bir şekil aldı ve içeri girip akıllı bir kimse, aklın kabûl ettiği, Dîn-i İslâmın meyveden yemeye başladı. Üzerine yürüyüp sıkıca yakaladım varlığını haber verdiği bir şeyi inkâr etmemesi ve; “Ey Allahü teâlânın düşmanı!” diye bağırdım. O da; “Beni lâzımdır. Kaderiyyenin, inkâr yoluna sapmaları, bırakınız zira ben çoluk çocuklu fakir bin cinniyim. cin ve şeytanları, gözle göremedikleri, elle Nusaybin’denim. Dostunuz (Muhammed aleyhisselâm) tutamadıkları içindir. Şayet onlar mevcût gönderilmeden önce bu köy bizimdi. Sonra da dostunuz olsalardı, kendilerini bize gösterirlerdi, diyorlar. gönderilince, O bizi buradan çıkardı. Ne olur beni bırak ki, bir Onların bu menfi (olumsuz) tutumları, insanların daha buraya gelmiyeyim” deyince, ona acıdım ve salıverdim. koruyucusu olan Allahın meleklerini inkâra dahî Cebrâil (aleyhisselâm), Resûlullah efendimizin ( aleyhisselâm sürükleyebilir. İbn-i Ukayl diyor ki: “Cin; Cinnet, ) huzûruna gelerek durumu bildirmiş. Peygamber efendimiz de Cinân, Cennet ve Cenîn gibi Cim ve Nun bana; “Esirini ne yaptın?” diye sordular. Ben de durumu harflerinden meydana gelen kelimeler “Örtülü” anlattım. Bunun üzerine; “O tekrar gelecektir” buyurdu. Ben demektir. Cennet denilen yer, meyvalar, çiçekler, tekrar meyvelerin bulunduğu odaya gittim. Kapıyı kapatıp kokular ile örtülü olduğundan bu isim verilmiştir. beklemeğe başladım. Biraz sonra o yine kapının aralığından Ana karnında bulunan cenin de, böyle gözle girip meyvaları yemeye başladı. Ben, tekrar üzerine atıldım ve görülmediği için, bu isim verilmiştir. Delîlere sımsıkı tutup bağladım. Yine; “Beni bırak, bir daha mecnun denilmesi de, aklının örtülü olduğu gelmiyeceğim” diye yalvarıp yakarmağa başladı. Ben de; “Bir içindir. Harplerde kullanılan koruyucu bir âlete daha gelmeyeceğine daha önce de söz vermiştin. Sözünde “Cünne” denilmesi, savaşanı düşman saldırısına durmayıp yine geldin?” dedim. Bunun üzerine; “Bir daha karşı gizleyip korumasından ileri gelmiştir. Cin gelmiyeceğim. Şunu da belirteyim ki, sizden biriniz Bekâra denilen mahlûklar da, gözümüzden örtülü olduğu sûresinin son âyet-i kerîmelerini okursa, bizden, hiç kimse, için, cin denilmiştir.” onun evine giremez” dedi.” Âsi şeytanlar, cinlerdendir ve İblîs’in çocuklarıdır. Ubeyy bin Ka’b ( radıyallahü anh ) şöyle rivâyet etti: “Bir “merede” ise, şeytanların en azgınları ve İblîs’in hurma harmanım vardı. Birgün hurmaların azaldığım gördüm yardımcılarıdır. İblîs’in emirlerini yerine getirip, ve harmanı beklemeğe karar verdim. Biraz sonra parlak yüzlü durmadan insanları aldatıp, doğru yoldan bir delikanlı çıkageldi. Selâm verdim, cevâbını verdi. Sonra ayırmaya çalışırlar. Kötülük yapmakta son derece ona; “Sen insan mısın, cin misin?” diye sordum. O da; azgın olan her varlığa “Şeytan” ismi verilmiştir. İlk “Cinlerdenim” dedi. Ben de; “Elini bana uzat da göreyim” şeytan, İblîs’tir. dedim. Uzattı. Elleri köpeklerin ön ayaklarına, saçları da köpek saçına benziyordu. Bana dedi ki: “Cinlerin içinde benden daha İmâm-ı Şiblî, yine aynı kitapta, cinlerin şerlerinden korunmakla ilgili olarak buyuruyor ki: Ebü’l-Evsed anlattı: Mu’âz bin Cebel’den ( radıyallahü anh ), cinnîyi nasıl yakaladığı hakkında bilgi almak istedim. Buyurdu ki: “Resûlullah efendimiz ( aleyhisselâm ), alınan zekât mallarını muhafaza etmek için bana vazîfe vermişti. Meyveleri bir odaya koydum. Fakat hergün noksanlaşıyordu. Eksildiğini görünce, durumu Resûlullah efendimize ( aleyhisselâm ) bildirdim. “Onu şeytan alıyor” buyurdu. Bunun üzerine odaya şedidi yoktur.” Ona; “Buraya niçin geldin?” diye sorduğumda; “Senin hayırsever bir kimse olduğunu öğrendim. Bunun için yiyeceklerinden nasiplenmek istedim” dedi. Tekrar; “Peki, sizin şerlerinizden, kötülüklerinizden nasıl kurtulabiliriz?” diye sordum. Cevâbında; “Âyet-el-kürsî’yi her kim sabah okursa akşama kadar, akşam okursa sabaha kadar şerrimizden kurtulur” dedi. Sabahleyin hemen Resûlullah efendimizin ( aleyhisselâm ) huzûr-i şerîflerine koştum. Durumu anlatınca; “Habis, doğru söylemiştir” buyurdu. Ebû Hüreyre ( radıyallahü anh ) şöyle anlattı: “Resûlullah Hayvan kalbinden yaralandı, fakat şiddetle efendimiz ( aleyhisselâm ) zekâtları korumak için beni ta’yin bağırdı. Bu ses üzerine, dağın her tarafından etmişlerdi. Bir kimse yanıma gelerek yiyecek maddelerini atına binmiş vaziyette pekçok kimseler peyda toplamaya başladı. Hemen yakaladım, ve; “Seni doğruca oldu. Herbirinin ellerinde kılıçları vardı. Etrâfımı Resûlullahın ( aleyhisselâm ) huzûruna götüreceğim” dedim. sardılar, içlerinden biri, diğerine; “Haydi, çek Bana; “Sana birşey öğreteyim de beni bırak” dedi, “Ne kılıcını da bunu öldür!” dedi. Diğeri ise; “Olmaz, öğreteceksin?” diye sordum. “Yatağına girdiğin zaman “Âyet- bunu yapamam!” deyince, öteki; “Niçin?” diye el-kürsî”yi okursan, Allahü teâlâ sana bir koruyucu gönderir ve sordu. Diğeri; “Çünkü o, bu dağa geldiği zaman sabaha kadar şeytanı sana yaklaştırmaz” dedi. Sabahleyin, Ayet-el-kürsî okuyarak kendisini garanti altına Resûlullahın ( aleyhisselâm ) huzûruna gittiğimde bana; “Gece aldı” dedi.” yakaladığın esîri ne yaptın?” diye sordular. Ben de; “Yâ Resûlallah! Bana birşey öğretti ve cenâb-ı Hakkın o şey Cinden, geçmiş olmuş şeyleri sorup öğrenmek sayesinde beni koruyacağını iddia etti” dedim. Resûlullah ( caizdir. Gelecekte olacak şeyleri sormak caiz aleyhisselâm ) bana; “O yalancıdır, ama sana doğruyu değildir. Geçmiş şeyleri görüp, işitip bilirler. Sar’a söylemiş” buyurdu. hastasını ve başka cin çarpanları cinden kurtarmak için küfre sebep olan şeyleri yapmak Zeyd bin Sabit ( radıyallahü anh ) şöyle anlattı: caiz değildir. Cinden kurtulmak için en iyi on çâre, Bir gece evin bahçesine çıkmıştım. Bir ses kısaca şöyledir: duyarak, o tarafa doğru; “Kimsiniz, ne arıyorsunuz?” diye seslendim. Cevap olarak; 1- E’ûzü Besmele ile Fâtiha sûresi okumalıdır. 2- E’ûzü “Cinlerden bir kimseyim. Bize kıtlık isâbet etti. Besmele ile iki Kule’ûzüyü okumalıdır. 3- E’ûzü Besmele ile Eğer helâl ederseniz, meyvelerinizden yemek Bekâra sûresini okumalıdır. 4-E’ûzü Besmele ile Âyet-el-kürsî istiyorum” dedi. İzin verdim, ikinci gece yine okumalıdır. 5- E’ûzü Besmele ile Bekâra sûresinin son âyetini bahçeye çıkmıştım ki, aynı sesi duydum. “Ne okumalıdır. 6- E’ûzü Besmele ile Hâ-Mîm Mü’mîn sûresinin arıyorsunuz?” diye sorduğumda; “Bize kıtlık başından (masîr) Ekadar ve Ayet-el-kürsî okumalıdır. 7- (La isâbet etti. Müsâade ederseniz meyvelerinizden ilahe illallahü vahdehü lâ şerike leh, lehül-mülkû ve yemek istiyorum” deyince, ona; “Bizi sizden ne lehülhamdü ve hüve alâ külli şey’in kadir) okumalıdır. 8- Çok kurtarır?” dedim. Cevap olarak; “Ayet-el-kürsî” (Allah), demelidir. 9- Hep abdestli bulunmalı, farzları ve dedi. sünnetleri hiç terk etmemelidir. 10- Harama bakmaktan, çok konuşmaktan, çok yemekten ve kalabalıktan sakınmalıdır. Ebü’l-Münzir ( radıyallahü anh ) şöyle anlattı: [(Berekât) kitabında, Muhammed Sa’îd’i anlatırken, İmâm-ı “Hacca gidiyorduk. Büyük bir dağın eteğinde Rabbânî’nin cinden korunmak için, “La havle velâ kuvvete illâ konakladık. Fakat, “Burası cinlerin toplandığı billah-il-aliyyil’azîm” okuduğunu yazıyor. İmâm-ı Rabbânî yerdir dediler. Biraz sonra, oradaki sudan ihtiyâr hazretleri, yüzyetmişdördüncü mektûbunda, cini def için bunu bir adam çıktı. Ona; “Bu dağ hakkında ba’zı okumağı tavsiye etmektedir. Buna “Kelime-i temcîd” denir.] şeyler anlatılıyor. Bu anlatılanlardan şahit olduğun bir hâdise var mı?” diye sordum. O kimse; “Birgün ok ve yayımı alıp dağa çıkmıştım. Dibinde pınar bulunan bir ağacın altına oturmuştum. Biraz sonra dağdan sürü hâlinde keçiler gelip pınardan su içtiler ve oraya yattılar. Aklıma, bunlardan birini vurup pişirmek geldi. Hemen yayıma ok yerleştirip birine nişan aldım. 1) Mu’cem-ül-müellifîn cild-10, sh. 219 2) Ed-Dürer-ül-kâmine cild-3, sh. 487 3) Esmâ-ül-müellifîn cild-2, sh. 164 4) El-A’lâm cild-6, sh. 234 Kutbüddîn Râzî’nin yazdığı “Keşşâf Haşiyesi” ve “Şerh-i Metâlî” adlı eserleri bizzat kendisinden 5) Keşf-üz-zünûn sh. 141, 1609, 1632 6) Tam İlmihâl Se’âdet-i Ebediyye sh. 668, 989 okudu. Seyyid Muhammed Nîlî’den “Külliyât-ı Kânûn”u okudu. Ondokuz yaşında iken babası ile birlikte hacca gitti. Hac esnasında, İslâm âleminin çeşitli yerlerinden gelen âlim ve büyüklerle görüştü. Hac dönüşünde, babasının vefâtı üzerine bir sene Haleb’de kaldı. Orada da ilimle KÂDI BURHÂNEDDÎN AHMED meşgûl oldu. 766 (m. 1364) senesinde Kayseri’ye döndü. Kayseri hükümdârı Eretnaoğlu Hanefî mezhebi fıkıh ve fen âlimi, kadı ve devlet Gıyâseddîn Mehmed Bey tarafından babasının adamı. İsmi Burhâneddîn Ahmed, babasının ismi yerine Kayseri kadısı ta’yin edildi. Kâdı Şemseddîn Muhammed’dir. Babası Kayseri Burhâneddîn Ahmed, o sırada yirmibir kadısı idi. Dedeleri arasında da kadı ve âlimler yaşındaydı. Onun yaşının küçük ve tecrübesinin vardı. Dedesi Kâdı Sirâceddîn Süleymân bin Kâdı az olmasından dolayı ba’zı i’tirâzlar oldu. Ancak, Hüsâmeddîn Hüseyn bin Kâdı Celâleddîn Habîb kısa zamanda dirayetini gösterdi. Adâletli bin Muhammed bin Resûl bin Sevinç olup, hükümleri, sistemli faaliyetleri ile az zamanda Harezmli ve Oğuzların Salur boyundandır. halka kendini sevdirdi. Mehmed Bey’in kızı ile de Anadolu’ya ilk gelen dedesi Muhammed bin evlendi. Çok geçmeden Mehmed Bey vefât etti. Resûl, Kastamonu’da yerleşmişti Annesi de, Yerine oğlu Alâeddîn Ali Bey geçti. Alâeddîn Ali Mevlânâ Celâleddîn Mahmûd Müstevfî’nin oğlu Beyin eğlenceye düşkün olması sebebiyle idâre Abdullah Çelebî’nin kızı idi. Kâdı Burhâneddîn gevşedi. Moğollar ve Türkmen aşiretlerinin baskı Ahmed, 745 (m. 1344) senesinde Kayseri’de ve eşkiyalıkları arttı. Kanlı ayaklanmalar ve dış doğdu, iyi bir tahsil ve güzel bir terbiye gördü. düşmanların hücumları karşısında devletin Kâdılık, vezirlik, atabeklik ve sultanlık yaptı. 800 iktisâdi düzeni bozuldu. Konya ve Niğde gibi (m. 1398) senesinde vefât edip Sivas’ta şehirler Karamanoğlunun eline geçti. Sivas, defnedildi. Moğollar tarafından kuşatıldı. Alâeddîn Ali Bey, zor durumda kaldı. Hattâ bir defasında onu, Öteden beri ilimle uğraşan bir ailenin evlâdı Karamanoğlu’nun eline esîr düşmekten, Kâdı olarak doğan Kâdı Burhâneddîn Ahmed, küçük Burhâneddîn Ahmed kurtardı. 777 (m. 1375) yaşta annesini kaybetti. Beş yaşında iken, senesinde vukû’ bulan bu hâdiseden sonra, Kâdı Kayseri kadısı olan babasından ilim öğrenmeye Burhâneddîn Ahmed, onun bu husûstaki başladı. Ondört yaşına gelinceye kadar Türkçe, dirayetini görenlerin de teşvikiyle, kendisini Arabca ve Farsçayı öğrendi. Temel din ve fen siyâsetin içerisinde buldu. Bir behâne ile bilgilerini tahsil etti. Kayseri’de meydana gelen bir Kayseri’deki Karamanoğlu askerlerini memleketin karışıklıktan dolayı, babasıyla birlikte Mısır’a gitti. dışına çıkardı. Böylece askeri kabiliyetini de Mısır’da tahsiline devam etti. Fıkıh, usûl, hadîs, isbatladı. Konya’dan Erzurum’a kadar ülkenin her tefsîr, ferâiz (miras taksimi ilmi), astronomi ve tıb tarafında ondan bahsedilmeye başlandı. 780 (m. ilimlerini tahsil etti. Dört mezhebin fıkıh 1378) senesinde vezir ta’yin edildi. Artık siyâsetin bilgilerinde ilim sahibi oldu. İbn-i Arabşâh’ın içine girmiş, dönemeyeceği bir yolda mesafe yazdığına göre, Şeyh Kutlu Şîr adındaki Allah katetmeye başlamıştı. O, bu hâllerin başına dostundan feyz alıp, hükümdârlık müjdesine geleceğinden, hattâ hükümdâr olacağından bile mazhar oldu. Şam’a giderek, meşhûr âlim haberdârdı. Kendisine bir derviş tarafından, tâ Mısır’da tahsilinin sonlarına doğru; “Burada etmek için uğraşan Osmanlılarla aralarında ufak- dolaşmak, size lâyık değildir. Siz Rum (Anadolu) tefek ba’zı hâdiseler olmuşsa da, önemli değildir. sultânısınız” sözü söylenmiş, Kayseri’ye gelen Kâdı Burhâneddîn Ahmed Bey, Akkoyunlu hocası Şeyh Kutlu Şîr tarafından da devletin Karayülük Osman Bey ile de önce dost olmasına bozuk olan işlerinden bahisle; “Bu işler senin rağmen, sonra onun içişlerine karışmasıyla vâsıtanla düzelecek” müjdesi verilmişti. Zaman araları açıldı. Karayülük Osman Bey ile Sivas zaman da hocasının “Melik” hitabına mazhar yakınlarında yapılan savaşta, Kâdı Burhâneddîn olmuş ve böyle bir duruma genç yaştan i’tibâren Ahmed Bey öldürüldü. hazırlanmıştı. Şeyh Kutlu Şîr, talebesi Kâdı Burhâneddîn’in peşinden Kayseri’ye geldi Kâdı Burhâneddîn Ahmed Bey’den sonra, oğlu Çevresinde toplanan derviş grubunun da Alâeddîn, Sivaslılar tarafından hükümdâr ilân yardımıyla, Eratna ülkesinde Kâdı Burhâneddîn’e edildi. Timur Han’ın Anadolu’ya gelme ihtimâli karşı beslenen sevgi gün geçtikçe artmaya üzerine Sivaslılar, şehri Osmanlı Sultânı Yıldırım başladı. Hükümdâr Alâeddîn Ali Bey’in vefâtıyla, Bâyezîd Hân’a teslim ettiler. Kâdı Burhâneddîn yedi yaşındaki oğlu Mehmed Çelebi sultan, Kılıç Ahmed Devleti 801 (m. 1398)’de sona erince, Arslan’da atabek ilân edildi. Kılıç Arslan’ın Alâeddîn Ali Bey de Osmanlı hizmetine girdi. hareketlerinin halk tarafından yadırganması ve Kâdı Burhâneddîn’e karşı faaliyetleri, onun öldürülmesine sebep oldu. Kâdı Burhâneddîn, ileri gelen kimselerin teşkil ettiği bir meclis tarafından saltanat naibi seçildi. Sivas’ta, nâib olarak idâreyi ele aldı. Her tarafa haberler ve mektûplar gönderip iktidarını ilan etti. Çevresindeki herkesi memnun etti. Mehmed Çelebi’ye rağmen saltanatını ilân etti. Hükümdârlığını çevre memleketlere duyurdu. Adına para bastırıp hutbe okuttu. Kâdı Burhâneddîn, onsekiz yıl süren hükümdârlığında; Amasya Emîrliği, Erzincan Emîrliği. Candaroğulları Beyliği, Karamanoğulları Beyliği ve Tâceddînoğulları Beyliği ile mücâdele ederek, bu beylikler üzerinde hâkimiyetini kabûl ettirmeye muvaffak oldu. Osmanlı Sultânı Murâdı Hûdâvendigâr Hân ve Memlûklü Sultânı Seyfeddîn Berkük ile dostâne münâsebetler kurdu. Burhâneddîn Ahmed Bey, diğer Anadolu beyleri gibi, Osmanlılarla kısır çekişmelere girmedi. Müslümanın müslümanla çarpışmasının, müslümanları zayıflatmaktan başka bir işe yaramayacağını söylerdi. Anadolu birliğini te’min Kâdı Burhâneddîn Ahmed Bey, ömrü boyunca, memleketinde dirlik ve düzeni te’min ederek, ahâliyi huzûra kavuşturmak için gayret etti. Memleketini imâra çalıştı. Turhal’da bir imâret ve kale, Zile’de bir medrese ve çeşitli yerlerde kaleler yaptırdı. Memleketin çeşitli yerlerinde faaliyet gösteren Moğol artıklarını ve fitne çıkarmak için uğraşan Eshâb-ı Kirâm (r.anhüm) ve Ehl-i sünnet düşmanı sapıkları ortadan kaldırmak ve ülke dışına sürmek için gayret etti. Muasırı tarihçilerin onun hakkındaki görüşleri; “Mücâdeleden yılmaz, Allah yolunda savaştan kalmaz, Allah için her tehlikeyi göze alır, âlimlerle birlikte bulunmaktan, Allah dostlarıyla sohbet etmekten çok hoşlanır, haftada üç gün ilim meclisi toplardı. Halkına karşı şefkat ve merhametli, muhaliflerine karşı yumuşak, sofrası herkese açık, cömert, askerlik, ilim ve ibâdete çok düşkün bir kimse idi” şeklinde birleşmektedir. Kâdı Burhâneddîn Ahmed Bey, bütün mücâhid İslâm hükümdârları gibi “Ebü’l-Feth” ünvanına lâyık görülmüş, dost ve düşmanlarına kendisinden önceki âdil hükümdârlar gibi merhametli davranmıştır. Asker ve kumandanlarına nasihatlerinde, savaşa iştirâk etmeyen ve savaşacak kudreti olmayan, kadın, çalışmalar yapılmıştır. Bunlardan en meşhûru, ihtiyâr, çocuk ve din adamlarının mal ve can bizzat Kâdı Burhâneddîn’in arzusuyla yazılmış emniyetinin sağlanmasını emrederdi. olan Azîz bin Erdeşîr Esterâbâdî’nin “Bezm-ü- Çevresindekilere adâletle muâmele eder, suçu Rezm” adlı eseridir. sabit olmayanı cezalandıramazdı. Devamlı ihtiyâtlı ve tedbirli davranan, hâdiseler karşısında Kâdı Burhâneddîn’in eserlerinden biri de, fıkıh ve güçlü irâdesiyle fevkalâde kararlar almaya fıkıh usûlüne dâir yazdığı ve Süleymâniye muktedir bir kimse idi. Kütüphânesi Ayasofya kısmında bir nüshası mevcût olan “İksîr-üs-se’âdet fî esrâr-il-ibâdet” İlmi ve ilme düşkünlüğü pek fazla idi. Savaş adlı olanıdır. esnasında bile kitap yazmakla, ilimle meşgûl olurdu. Sa’deddîn Teftâzânî hazretlerinin “Telvîh” Kâdı Burhâneddîn’in “Dîvân”ından nisbeten sadeleştirilmiş adlı eserine yazdığı “Tercîh-i tevzîh” adlı usûl-i birkaç beyt: fıkha dâir haşiyeyi, Kayseri vâlisi Müeyyed’in isyanını bastırmak için savaşırken yazmıştı. Râgıb Paşa Kütüphânesi’nde 831 numarada kayıtlı bir nüshası bulunan bu eserin bir nüshası da, Millet Kütüphânesi Feyzullah Efendi kısmı 588 numaradadır. Bu son nüsha, Molla Hüsrev’in tetkikinden geçmiştir. Arabca, Farsça ve Türkçe şiirler, yazdı. Azerî lehçesi ile yazdığı dîvânı meşhûr olup, Rusçaya ve batı dillerine tercüme edilmiştir. Kâdı Düşman eğerki hîle ve tedbîr içindedir, Tedbîr ve hîle hem yine takdîr içindedir. Bilirsin ki günâhım çok ilâhî, Ümidim senden ayruk yok ilâhî. İnayetini ilâhî, kulundan ayırma, iki cihanda dahî beni hiç kayırma. Ümîd hazretine tutaram ola makbûl, Ki dürmeyince adû defterin benim dürme. Burhâneddîn’in müsveddelerinden özel hattâtlar tarafından yazılarak kendisine takdim edilen Neyiz, nedeniz ve dünyâya neye geldik, “Dîvân”, bizzat yazarının kontrolünden geçmiş Canımıza gelmeden ol cihâna aşırma. olması hasebiyle, orijinal nüsha olarak kabûl edilmektedir. Kâdı Burhâneddîn’in adı geçen Her zaman suya varıp gelmez senek (su kabı), Dîvân; gazel, rubâî, tuyuğ ve müfredlerden Kayda geçer er yerine bir zenek (kadıncağız). meydana gelmekte, kahramanlık ve ma’nevî aşkla ilgili manzûmeleri ihtivâ etmektedir. Ali Şîr Mevlâdan olsa inâyet bir kula, Nevâî gibi meşhûrların nazireler yazdığı şiirleri de Lâçini (şahini) dahî kapar bir kükenek (Baykuş). ihtivâ eden bu kıymetli eserin, Kâdı Burhâneddîn’in kontrolünden geçen mevzûbahis nüshası, ondokuzuncu yüzyılın sonlarında İstanbul’a gelen bir İngiliz sefiri tarafından çalınarak, Londra’deki gayr-i resmî adı “Çalıntı eserler müzesi” olan “British muzeum”a Dünyâyı çok sınadık bir bûy imiş (koku imiş), Kamu âlem varlığı bir Hay imiş (Hay= diri). Kaplan, aslan, ejderhalar cümlesi, Ecelin kaynağında âhû imiş. satılmıştır. Bu eserin Türkçe ve diğer dillerde çeşitli baskıları yapılmış, hakkında birçok makaleler yazılmıştır. Kâdı Burhâneddîn’in hayâtı ve devleti hakkında da birçok eserler yazılmış ve 1) Bezm ü Rezm, (İstanbul 1928) 2) Kâdı Burhâneddîn dîvânı, (İstanbul 1944) 1) Tabakât-üş-Şâfiiyye cild-4, sh. 305 3) Şakâyik tercümesi (Mecdî Efendi) sh. 43 2) El-Bidâye ven-nihâye cild-12, sh. 37 4) Rehber Ansiklopedisi cild-9, sh. 116 3) Târih-i Bağdad cild-7, sh. 343 5) Mu’cem-ül-müellifîn cild-1, sh. 159 4) Mu’cem-ül-müellifîn cild-3, sh. 238 5) El-A’lâm cild-2, sh. 196 KÂDI EBÛ ALİ BENDENÎCÎ (Hasen bin Abdullah) Şafiî fıkıh âlimi, kadı. Künyesi Ebû Ali olup ismi Hasen bin KÂDI EBÛ YA’L (Abdullah bin Ali) Abdullah (veya Ubeydullah) bin Yahyâ’dır. Doğduğu yer olan, Bağdad yakınlarındaki Bendenic köyüne nisbetle Bendenîcî Hadîs ve Hanbelî mezhebi fıkıh âlimi, kadı. Künyesi Ebü’l- denildi. Kâdı Ebû Ali Bendenîcî adı ile meşhûr oldu. 425 (m. Kâsım olup ismi, Abdullah bin Ali bin Muhammed bin 1034) yılında Bendenic’de vefât etti. Muhammed bin Hüseyn bin Muhammed bin Halef İbn-i Ferrâ’dır. Künyesi ile tanındığı gibi, Kâdı Ebü’l-Kâsım İbni Birçok yerleri dolaşıp, çok sayıda âlimden ilim öğrenen Kâdı Kâdı Ebî Ferec bin Kâdı Ebî Hâzim diye de bilinir, İbn-i Kâdı Ebû Ali Bendenîcî’nin en meşhûr hocası, fıkıh ilmini öğrendiği Ebî Ya’lâ diye meşhûr oldu. 527 (m. 1133) yılında doğdu. 578 Ebû Hâmid İsferâînî’dir. Kâdı Ebû Ali Bendenîcî, şafiî (m. 1183) yılında Bağdad’da vefât edip, Bâb-ı Harb mezhebinin fıkıh bilgilerini ezberledi. Şafiî mezhebinde âlim kabristanında babasının yanına defnedildi. oldu. Bağdad’da Mensûr Câmii’ndeki makamında ders verir, âlimlerin ve halkın suâllerini cevaplandırırdı. Müslümanların Baba ve dedeleri âlim olan İbn-i Kâdı Ebû Ya’lâ’nın ilk hocaları sorduğu mes’eleleri derinliklerine inerek inceler, yanlış fetvâ aile çevresindendi. Temel ilimleri öğrenip yüksek ilimleri tahsil vermekten çok korkardı. Bir ara kadılık da yapan Ebû Ali edecek seviyeye geldikten sonra, bir taraftan kadı olan Bendenîcî, ağzımdan yanlış bir söz çıkar veya uygunsuz bir iş babasından ders aldı. Diğer taraftan da babasının uygun yaparım düşüncesiyle Allahü teâlâdan çok korkardı. Ba’zan gördüğü âlimlerin ilimlerinden istifâde etti. Bu âlimler arasında fetvâ verirken sarardığı görülürdü, İlme ve ibâdete son derece başta amcası Ebû Muhammed Abdurrahîm İbni Kâdı Ebî düşkündü. Allahü teâlânın rızâsına uygun olmayan bir iş veya Hâzim olmak üzere, Ebû Mensûr Kazzâz, Ebû Mensûr bin sözde vaktini zayi etmezdi. O’nu tanıyan âlimler, Ebû Hâmid Havrûn. Abdülhâlık bin Beden, Ebû Sa’d Zûzenî, Ebü’l-Beder İsferâînî’nin en kıymetli talebesi demekteydiler, ömrünün Kerhî, Ebü’l-Hasen bin Âbdüsselâm, Ebü’l-Fadl Ermevî, sonuna doğru Bendenic’e göçüp, orada vefât etti. Hayyat’ın torunu Ebû Muhammed gibi zamanın meşhûr hadîs, fıkıh ve kırâat âlimleri vardı. Daha sonra Hâfız İbn-i Nasır Ebû Kâdı Ebû Ali Bendenîcî’nin çok sayıda talebesi vardı, İbn-i Bekr bin Zâgûnî, Sa’îd bin Bennâ, İbn-i Bâtır, Ebü’l-İzz bin Kesir, el-Bidâye ven-nihâyesi’nde, “Onun talebesinin misli Kâdis, Hüseyn bin Talhâ, Tırâd ve daha birçok âlimden ilim yoktu” demektedir. Ancak bu talebelerin kimler olduğu tahsil edip hadîs-i şerîf işitti. Birçok hadîs-i şerîfi ezberledi, hakkında kaynaklar bilgi vermemektedir. fakat pek az rivâyet etti. Dört mezhebin fıkıh bilgilerini öğrendi. Bağdad’a kadı ta’yin edildi. Hanbelî mezhebine göre âdil Ebû Ali Bendenîcî, birçok kıymetli eser yazdı. Bunlardan Şafiî hükümler verdi. İnsanların huzûr içinde yaşamalarına vesile fıkhına dâir “Kitâb-ül-câmi” ve “Kitâb-üz-zâhire”si meşhûrdur. oldu. Herkes tarafından sevildi. Evi âlimlerin toplantı yeri, diğer insanların istifâde mahalli oldu. Ehl-i ilimle beraber olmaktan, öğretici veya öğrenici olmaktan çok hoşlanırdı. Evinde toplanan âlimlerle dîni mes’eleler üzerinde müzâkerelerde KÂDI EBÛ YA’L İBNİ FERR (Ebü’l-Hüseyn Muhammed bulunur, kendi bilmediği varsa öğrenir, bildiğini öğretirdi. Bu bin Muhammed) arada dinleyici olarak gelen insanlar da çok istifâde ederlerdi, ilim ve malda çok cömertti. Kendi hattıyla pekçok kitap yazdı. Kırâat, kelâm, hadîs, târih ve Hanbelî mezhebi fıkıh âlimi ve Evinde kendi yazdığı ve elde ettiği kitaplardan meydana gelen “Tabakât-ı Hanâbile” kitabının yazarı. Künyesi Ebü’l-Hüseyn bir kütüphâne vardı. Kitaplarından insanların istifâdesini olup ismi, Muhammed bin Ebû Ya’la Muhammed bin Hüseyn kolaylaştırırdı. Kâdılık vazîfesiyle insanlar arasında hüküm bin Muhammed bin Halef bin Ferrâ’dır. Kâdı Ebû Ya’lâ’nın vermek, fıkıh, hadîs ve kırâat ilimlerini öğretmek ve emr-i oğlu, Kâdı Ebü’l-Hâzim İbni Ferrâ’nın ağabeyidir. 451 (m. ma’rûf yapmak maksadıyla evinden çıkar, diğer zamanlarda 1059) yılında Bağdad’da doğdu. İbn-i Ebî Ya’lâ, İbn-i Ferrâ ve hep evinde bulunurdu. Güzel ahlâkı, cömertliği ve âdil Kâdı Ebû Ya’lâ denildi. Bağdadî nisbet edildi. 526 (m. 1131) hükümleri ile insanlar tarafından çok sevildi. Yaptıklarında ve yılında Bağdad’da eşkiya tarafından evinde şehid edildi. Bâb-ı söylediklerinde yalnız Allahü teâlânın rızâsını düşünür, Harb kabristanında babasının yanına defnedildi. harama düşerim korkusuyla şüpheli şeylere yaklaşmaz, mübahların birçoğunu da terk ederdi. Babası ve yakınlarının ilim sahibi kimseler olması sebebiyle, küçük yaşta ilim öğrenmeye başlayan Ebü’l-Hüseyn bin Ebû Birçok talebe yetiştirip onlara ilmini cömertçe aktardı. Ya’lâ, zamanında Bağdad’ın kırâat İmâmı olan Ebû Bekr Duyduklarından en iyisini yazdı. Yazdıklarının en iyisini Hayyât’tan kırâat ilmini, çeşitli rivâyetleri ile birlikte öğrendi. ezberledi. Ezberlediklerinin en iyisini rivâyet etti. Çok çocuğu Babasından, Abdüssamed bin Me’mûn’dan, Ebü’l-Hüseyn vardı. Onların hepsi âlim kimseler oldu. Ondan ilim öğrenenler Mühtedî’den, İbn-i Nekûr’dan, Ebû Bekr Hatîb Bağdadî’den, arasında amcasının oğlu Ebü’l-Abbâs Ahmed, Ebü’l-Hasen Âsımî’den ve daha birçok âlimden hadîs-i şerîf öğrendi. “Şeyh- Zeydi, İbn-ül-Ahdâr, fıkıh âlimi Ebü’l-Abbâs Katî’î, Abbasi ül-mezheb” lakabı verilen babası zamanında, Hanbelî halifesi Nasır ve daha birçok âlim vardı. Bu mübârek insanlar mezhebi fıkıh bilgilerini en iyi bilen kimseydi. Ebü’l-Hüseyn bin da hocaları gibi, din bilgilerinin yayılması ve herkes tarafından Ebû Ya’lâ babasının engin fıkıh ilminden istifâde için üstün bir öğrenilmesi için gayret ettiler. İnsanlara emr-i ma’rûf yapıp, gayretle çalıştı. Ancak, babası oğlunu tam yetiştiremeden doğru yolun Ehl-i sünnet yolu olduğunu, ondan ayrılanların vefât etti. Babasının vefâtından sonra şerîf Ebû Ca’fer’den maksada (kastedilen şeye) kavuşamayacaklarını anlatırlardı. fıkıh ilmi öğrenip tahsilini tamamladı. Fıkıh bilgilerinde zamanın önde gelen âlimlerinden oldu. Hanbelî mezhebi fıkıh İşitmiş olduğu hadîs-i şerîflerden seçtiklerini, konularına göre bilgilerinde ârif idi. Fetvâ makamına yükseldi. Üstün zekâsı ve tasnif eden İbn-i Kâdı Ebû Ya’lâ, Hanbelî mezhebi üzerine engin bilgisi ile insanların mes’elelerini kısa zamanda birçok fıkıh kitapları yazdı. Bilinen en meşhûr eseri “Er-Ravd- hallederdi. Ehl-i sünnet ve cemâat yolunun müdâfaasında çok ün-nazîr fî hayât-i Ebi’l-Abbâs el-Hadar”dır. gayretliydi. Bu husûsta pekçok kitap yazdı. Çalıştığı odaya kimseyi almazdı. Evine gelip giden hizmetçiler, o odada para sakladığını zannettiler. 526 (m. 1131) yılı Aşure günü gecesi 1) Zeyl-i Tabakât-ı Hanâbile cild-1, sh. 351 2) Şezerât-üz-zeheb cild-4, sh. 264 3) Mu’cem-ül-müellifîn cild-6, sh. 93 evine girip, kendisini şehid, eşyalarını yağma ettiler. Katilleri, yakalanıp, muhakeme neticesinde ölümle cezandırıldılar. Güzel ahlâkı yüksek ilmi, hafızasının üstünlüğü ve zekâsının keskinliği, insanların mes’elelerini kolayca çözümlemesi ile müslümanların sevgisini kazandı. Onlara Allahü teâlânın emir ve yasaklarını öğretti. Ehli sünnet i’tikâdına ters olan fikir sahiplerine güzel cevaplar vererek susturdu. Çok cömertti. Dünyâya kıymet vermezdi. Eldeki malı Allahü teâlânın rızâsına uygun harcamadıktan sonra insana zararından başka birşeyi olmayacağını söylerdi. Haram ve şüphelileri terk eder, Birisi gelip, Resûlullaha ( aleyhisselâm ): “Bana mübahları da zarûret miktarı kullanırdı. Vaktini Allahü teâlânın nasihat et” dedi, Resûlullah da ( aleyhisselâm ): dinine hizmet ile kıymetlendirirdi. “Namaz kılarsın, zekât verirsin, oruç tutarsın, hacca gidersin, umre yaparsın” buyurdu. Pekçok talebe yetiştirdi. Kırâat ilminde en meşhûr talebesi Abdülmugîs Harbî idi. İbn-i Nasır, Ma’mer bin Fahir, Ebü’l- “Kim bir serçeyi boş yere öldürürse, kıyâmet gününde o serçe Hüseyn Birendisî, Cüneyd bin Ya’kûb Ceylî, Abdülganî bin Allahü teâlâya: Yâ Rabbî! Falanca, fâidesiz boşyere beni Hâfız Ebü’l-Alâ Hemedânî, Ebû Necîh Mahmûd bin Ebi’l- öldürdü, der.” Mercâ İsfehânî, Abdülvehhâb bin Ebî Habse, Yahyâ bin Bûş, Ali bin Merhab Betâihî, Mübârek bin Tabâh, İbn-i Harîf, Hâfız İbn-i Asâkir ve daha birçok âlim kendisinden hadîs-i şerîf ve fıkıh ilmi öğrendi. Ebû Mûsâ Medînî ve İbn-i Küleyb de ondan icâzet alan âlimler arasındaydı. Ebü’l-Hüseyn İbni Ebû Ya’lâ’nın rivâyetinde Enes bin Mâlik ( radıyallahü anh ) buyurdu ki: “Bıyıkları kısaltmak, tırnakları kesmek koltuk altlarını ve kasıkları tıraş etmek husûsunda bize kırk günden fazla müddet tanınmadı.” Kâdı Ebû Ya’lâ’nın “Tabakât-ı Hanâbile” adlı eserinde rivâyet ettiği hadîs-i şerîflerde buyuruldu ki: “Nasr (yardım) sabır ile, ferahlık keder ile beraberdir. Güçlükle beraber kolaylık vardır.” “Allahü teâlâ, bir kavim hakkında şer murâd edince, onların arasına cedel atar, onları amelden alıkor.” “Allahü teâlâ buyurdu ki: “Ben kulumun, bana olan zannına göreyim. Beni andığı yerde onunla beraberim” buyurdu. Vallahi, Allahü teâlâ kulunun tövbesine sizden birinizin sahrada kaybolan hayvanını bulmasından daha çok sevinir.” “Allahü teâlâ buyuruyor ki: Ey Âdemoğlu! Şirk koşmadan yer dolusu günahla bana kavuşursan, seni yer dolusu mağfiretle karşılarım.” “Allahü teâlâ ba’zı kullarına çok ni’met vermiştir. Bunları, kullarına faydalı olması için yaratmıştır. Bu ni’metleri Allahın kullarına dağıtırlarsa, bu ni’metler azalmaz. Eğer bu ni’metler onlara ulaştırılmazsa, Allahü teâlâ o ni’metleri bunlardan alır, başkalarına verir.” “Pişmanlık tövbedir.” “Benden sonra, benim sünnetime ve Hulefâ-i Râşidîn’in yoluna sımsıkı sarılınız. Dinde sonradan ortaya çıkarılan şeylerden sakınınız. Çünkü dinde sonradan ortaya çıkarılan her yenilik bid’attir.” “Bir kimse, din kardeşini seviyorsa, sevdiğini ona bildirsin!” “Allahım! Ensârı, onların oğullarını, oğullarının oğullarını af ve mağfiret eyle.” “Ensârı, hiçbir münâfık sevmez.” “Îmânın en sağlam kulpu, Allah için sevmek, Allah için buğz etmektir.” “Mü’minler, tek bir vücûd gibidir.” “Hüküm verme işini üzerine alan kimse, bıçaksız kesilmiş demektir.” “Kâdılar üç tanedir: ikisi Cehennemde, birisi Cennettedir. Cehennemde olan iki kişiye gelince, bunlardan birisi, hakkı bildiği hâlde ondan başkasıyla hüküm verdiği için Cehennemdedir. Diğeri ise, câhil olduğu ve bilmediği hâlde hüküm vermiştir, bu da Cehennemdedir. O bir tanesi ise, hakkı bilmiş, ona tâbi olmuş, onunla hüküm vermiş ve Cennete kavuşmuştur.” “Allahü teâlâ size Ramazân-ı şerîf orucunu farz kıldı. Ben de size onun kıyâmını (teravih namazını) sünnet kıldım. Kim inanarak ve mükâfatını Allahü teâlâdan bekleyerek, Ramazân-ı şerîf orucunu tutar ve gecelerini de ihyâ ederse, Allahü teâlâ onun geçmiş Câbir bin Abdullah ( radıyallahü anh ) anlattı: “Resûlullah ( günahlarını af ve mağfiret eder.” aleyhisselâm ), bir kimsenin bir yere yaslanarak bir ayağını diğer ayağının üstüne atmasını menetti.” “Kim Allah için bir şeyi terk ederse, Allahü teâlâ onun karşılığında ona ondan hayırlısını verir.” “Mü’minin firâsetinden sakınınız. Çünkü o, Allahü teâlânın nûru ile bakar.” “Kurbanlarınızı iyilerinden kesiniz. Çünkü onlar, sırât’ta sizin bineklerinizdir. “Ümmetimden hak üzere bulunan bir taife kıyâmete kadar bulunacaktır.” “Allahü teâlânın rızâsı babanın rızâsında, Allahü teâlânın gazâbı, babanın kızmasındadır.” “Garîblere ne mutlu, garîblere ne mutlu.” Ey Allahın Resûlü! Garîbler kimlerdir? denildi. O “Size onu yaptığınızda birbirinizi seveceğiniz bir şeyi bildireyim zaman Resûlullah ( aleyhisselâm ) buyurdu ki: mi? Selâmı aranızda yayınız.” “Kalabalık ve kötü kimseler arasında bulunan, az ve sâlih kimselerdir. Onlara buğz edenler, “Kim bana bir salevât-ı şerîfe okursa, Allahü teâlâ ona on sevenlerden daha çoktur.” rahmet eder.” “Kur’ân-ı kerîmi, kendi görüşü ile açıklayan, doğru olsa dahi, hatâ etmiştir.” “Allahü teâlâ, sünnet-i seniyyeye yapışan kulunu Cennete sokar.” “Her kötülük sahibi için tövbe vardır. Fakat kötü Resûlullah ( aleyhisselâm ), Mu’âviye bin Ebû ahlâk sahibi bundan müstesna. Çünkü o, bir Süfyân için; “Allahım Ona kitabı (yazıyı) ve günahtan tövbe eder, sonra ondan daha hesabı öğret, onu azâbtan koru” buyurdu. “Evlendiğim ve evlendirdiğim kimseler, cennetliktir.” Enes bin Mâlik ( radıyallahü anh ) anlattı: “Biz Resûlullahın ( aleyhisselâm ) huzûrunda oturuyorduk, önümüzde olgun ve taze hurmalar vardı. Resûlullah ( aleyhisselâm ) hem kendileri yiyor ve hem de bize yediriyorlardı. Bunun kötüsünü yapar.” “Rükû’ ve secdeleri tam yapınız. Vallahi ben sizi ön tarafımdan gördüğüm gibi, arkadan da görürüm.” “Sizden birisi uykusundan kalkınca, üç kere yıkamadıkça elini su kabına sokmasın. Çünkü eli geceleyin nerede idi, o bunu bilemez.” üzerine ben: “Ey Allahın Resûlü! ( aleyhisselâm ) “Aralarında bir baba olmayınca, amca, baba gibidir. Aralarında Siz hem yiyorsunuz ve hem de bize bir anne olmayınca, hala, teyze, anne gibidir.” yediriyorsunuz” dedim. O zaman Allahın Resûlü ( aleyhisselâm ) “Evet” deyip, “Cennette de böyle “Kıyâmet günü olunca, yetmiş bin kişi, hesâbsız Cennete yaparız, birbirimize yediririz” buyurdu.” girer.” Cebrâil (aleyhisselâm) Resûlullahın ( “Ey insanlar! Allahü teâlâdan korkunuz. Vallahi, sizden önce aleyhisselâm ) huzûruna geldi ve dedi ki: “Ey mü’minlerden birinin başı bıçkı ile iki parçaya ayrıldı. Yine de Muhammed! Allahü teâlâ, Mu’âviye’yi kendine dîninden dönmedi.” kâtip yapmanı diliyor. Çünkü, senin kâtip olarak alacaklarının en hayırlısı, kuvvetli ve emîn “Eshâbımın ismini işitince, susunuz! Şânlarına yakışmayan olanıdır.” sözleri söylemeyiniz.” “Kıyâmet gününde kişinin amel defteri, yazılmış olarak “Allahü teâlâ dünyâya rağbet etmiyenin kalbine hikmet koyar, kendisine verilir. O kimse, amel defterinde dünyâda iken diliyle hikmet konuşturur. Ona, dünyânın hastalığını ve yapmadığı bir takım iyiliklerin yazılı olduğunu görür. “Yâ kusurunu ve onun ilâcını gösterir. Onu sâlim olarak dünyâdan Rabbî! Bu iyilikler nereden buraya yazıldı?” der. Allahü teâlâ çıkarıp, Cennete koyar.” da, “İnsanlar seni gıybet ediyorlardı. Sen ise bunu bilmiyordun. Bu iyilikler, sana bu sebeble verildi” buyurur.” “Dünyâya rağbet etmemek, kalbe ve bedene rahatlık verir.” “Birinin yanında müslüman kardeşi gıybet edilir de, o kimse, Ebû Mûsel-Eş’arî ( radıyallahü anh ) anlattı: gıybet edilen müslüman kardeşine yardım etmeye gücü yettiği Resûlullaha ( aleyhisselâm ) “Ey Allahın Resûlü! hâlde yardım etmezse, Allahü teâlâ onu dünyâda ve âhırette Bir kimse bir kavmi sevse, fakat henüz onların zelîl eder.” arasına karışmamış ise durumu nedir?” diye soruldu. O zaman Resûlullah ( aleyhisselâm ): “Kim dünyâda müslüman kardeşinin ırzını korursa, Allahü “Kişi sevdiği ile beraberdir” buyurdu. teâlâ onun vücûdunu Cehennem ateşinden koruyacak bir melek yaratır.” Resûlullaha ( aleyhisselâm ): “Ey Allahın Resûlü! Hangi meclis daha hayırlıdır?” diye soruldu. “Allahü teâlâ bir kulu sevdiği zaman, “Ey Cebrâil! Rabbin Resûlullah ( aleyhisselâm ): “Görüldüğünde size filancayı seviyor, sen de onu sev” buyurur.” Allahü teâlâyı hatırlatan, konuşması amelinizi çoğaltan, ilmi ile âhıreti hatırlatan kimse ile Resûlullah ( aleyhisselâm ); “Benden sonra bulunduğunuz meclis” buyurdular. peygamberlik yoktur. Fakat mübeşşirât devam eder” buyurunca, Eshâb-ı Kirâm; “Mübeşşirât “Ben Âdemoğullarının efendisiyim. Fakat övünmüyorum. nedir, ey Allahın Resûlü?” diye sordular. Kıyâmet gününde Livâ-ül-hamd, benim elimdedir, Resûlullah ( aleyhisselâm ); “Müslümanın övünmüyorum.” gördüğü veya ona gösterilen güzel rü’yâlardır” buyurdu. “Resûlullah ( aleyhisselâm ) bir hutbelerinde: “Ey insanlar! Allahü teâlâdan af ve afiyet isteyiniz” “Rü’yâda beni gören kimse, uyanıklık hâlinde beni gören buyurdu. kimse gibidir. Çünkü şeytan benim sûretime giremez.” “Şüphesiz cömertlik, Allahü teâlânın cûd “Allahü teâlâ, hakkında hayır murâd ettiği kimseyi, dinde fakîh (cömertlik) sıfatındandır. O hâlde cömert olunuz. yapar.” O zaman Allahü teâlâ size cömertlik eder. Dikkat ediniz! Allahü teâlâ cömertliği, bir ağaç şeklinde “Dinde fıkıhtan daha faziletli bir şey ile ibâdet edilmez. Bir yaratmıştır. Onun kökünü, Tûbâ ağacının köküne fakîh, şeytana bin âbidden daha şiddetlidir. yerleştirmiş, dallarını, Sidret-ül-müntehâ’nın dallarına bağlamış, onun dallarından ba’zısı, Herşeyin bir direği vardır. Bu dînin direğide fıkıhtır.” “Âlimlerle oturmak ibâdettir.” Resûlullah ( aleyhisselâm ), Abdullah bin Abbâs için; “Allahım! Onu dinde fakîh eyle. Ona te’vili öğret.” diye duâ buyurdular. dünyâya sarkmıştır. Kim o dallardan birisine bağlanırsa, o dal onun Cennete girmesine vesile olur. Dikkat ediniz. Sehâ (cömertlik) imândandır, imân Cennettedir. Allahü teâlâ, cimriliği kendi gadabından yarattı. Cimrilik, Cehennemde bir ağaçtır. Allahü teâlâ onun kökünü (Cehennemdeki) Zakkum ağacının köküne yerleştirdi. Onun dallarından ba’zısı, dünyâya sarkmıştır. Kim o dallardan birisine yapışırsa, o evvel Cehenneme girer. Hattâ kâfirlerin zenginleri, “Keşke biz dal onun cehenneme girmesine vesîle olur.” de dünyâda fakir olsaydık” derler.” Hadîs-i kudsîde Allahü teâlâ buyurdu ki: “Bir kul (yeni) müslüman olduğu ve İslâmı da güzel olduğu zaman; Allah, o kimsenin evvelce “Kulum farzları yapmakla bana yaklaştığı gibi, başka şeyle yapmış olduğu her hasenesini yazar, evvelce yaklaşamaz. Kulum nafile ibâdetleri yapınca, onu çok severim, yaptığı bütün seyyielerini ise silip atar. Bundan öyle olur ki, benimle işitir. Benimle görür. Benimle herşeyi sonra yeni hesap başlar. Her iyiliğine on tutar. Benimle yürür. Benden her ne isterse veririm. Bana mislinden yedi yüz misline kadar yazılır. Günahı sığınınca, onu korurum.” ise, Allahü teâlânın affettiği hâriç misliyle yazılır.” Hadîs-i şerîflerde buyuruldu ki: “Ölüleriniz “Size, namazın, orucun, haccın ve zekâtın farz hakkında hayırdan başkasını söylemeyiniz.” olduğu gibi, Ebû Bekr’i ve Ömer’i ve Osman’ı ve “Kaderiyye (İ’tikâdında olanlar) bu ümmetin mecûsîleridir.” Ali’yi (r.anhüm) sevmeniz de farzdır.” “Ameller niyetlere göredir.” “Cennete girdim. Cennetliklerin çoğunun “Kişinin mâlâya’nîyi terketmesi, müslümanlığının miskinler (yoksullar) olduğunu gördüm. güzelliğindendir.” Cehenneme girdim. Cehennemliklerin çoğunun kadınlar olduğunu gördüm.” “Bir mü’min, kendisi için istediğini müslüman kardeşi için de istemedikçe îmânı kâmil bir mü’min olmaz.” “Ebû Bekr ile Ömer (r.anhümâ), dinde kulak ile göz makâmındadırlar.” “Helâl belli, haram da bellidir, bu ikisi arasında şüpheliler vardır.” “Resûllerden ve nebilerden (aleyhimüsselâm) sonra Ebû Bekr’den daha üstün birisini yeşillikler “Allahü teâlâ bir kuluna, sâliha bir hanım, evlâd gölgelememiş, yer kaldırmamıştır.” ve maldan bir ni’met verir de, kul (da), “Mâşâallah lâ havle velâ kuvvete illâ billâh” derse, ölümden “Ramazan ayı geldiğinde Cennet kapıları açılır. Cehennem başka âfet görmez.” kapıları kapatılır. Şeytanlar da bağlanır.” “Bir kula, dîninin gitmesinden sonra, gözünün gitmesinden “Bir beldede zinâ ve ribâ (faiz) zuhur ederse, (o belde halkı) Allahın azâbına hak kazanmış daha büyük musibet olmaz. Gözü gidip de sabreden kimse muhakkak Cennetliktir.” olurlar.” Abdullah bin Mes’ûd buyurdu ki: Resûlullahın ( aleyhisselâm ) “Eshâbım gökteki yıldızlar gibidir. Hangisine uyarsanız kurtuluşa erersiniz.” “Kadere imân, sıkıntı ve kederi giderir.” “Müslümanların fakirleri, zenginlerinden beşyüz sene Önce Cennete girer ve zenginler, “Keşke biz de dünyada fakir olsaydık” derler. Kafirlerin zengini de, fakirlerinden kırk sene sünnet-i seniyyesine tâbi olunuz. Bid’atları (Resûlullah efendimizin ( aleyhisselâm ) zamanında ve onun dört halîfesi zamanlarında bulunmayıp, dinde sonradan meydana çıkarılan ve ibâdet olarak yapılan, her türlü söz, iş ve usûlleri) yapmayınız. Her bid’at dalâlettir (sapıklıktır). İbn-i Ömer ( radıyallahü anh ): “İnsanlar güzel görse bile, her bid’at dalâlettir” buyurdu. Ebû Mûsâ: “Allahü teâlânın ilim verdiği kimse, onu insanlara Kâdı Ebû Ya’lâ İbni Ferrâ, Allahü teâlânın dînine hizmet için, öğretsin. Fakat, bilmediği şeyi söylemekten sakınsın. Yoksa, bir taraftan insanlara ilim öğretirken, diğer taraftan da pek kendisini ilgilendirmiyen bir şeye karışmış olur, dinden çıkar” kıymetli eserler yazdı. Eserlerinin en meşhûru Hanbelî buyurdu. mezhebi âlimlerinin hayat ve üstünlüklerini anlatan “Tabakât-ı Hanâbile” adlı iki cildlik eseridir. “El-Mecmû fil-fürû’ “, “Rüûs-ül- İbn-i Mes’ûd ( radıyallahü anh ): “Sizden birine, bilmediği bir mesâil”, “El-Müfredat fil-fıkıh”, “Et-Temâm li-kitâb-ir-rivâyeteyn şey sorulduğu zaman bilmediğini i’tirâf etsin, utanmasın.” vel-vecheyn” (Babasının kitabının eksiklerini tamamlamıştır), “Kişiye bilmediği sorulunca, Allahü teâlâ bilir demesi, “El-Müfredât fî usûl-il-fıkh”, “Tabakât-ül-Eshâb”, “îdâh-ül- ilimdendir” buyurdu. edilletü fir-reddi alel-firak-id-dalle vel-mudille”, “Er-Redd-ü alâ Rebî’ bin Haysem buyurdu ki: “Kişi, (bilmediği hâlde) bu haramdır, bu men edilmiştir, demekten sakınsın. O zaman Allahü teâlâ ona “Yalan söyledin” buyurur.” zaigiy-yil-i’tikâdât fî men’ihim min sima’il-âyât”, “Şeref-ül-üttibâ ve şeref-ül-ibtidâ”, “Tenzîh-ü Mu’âviye bin Ebî Süfyân elMuknî’ ven-niyyât”, “El-Miftâh fil-fıkh” ve daha birçok eser onun kitapları arasındadır. İbn-i Abbâs buyurdu: “Dosdoğru ol. Bid’atten ve bid’atçi olmaktan çok sakın.” Büyük âlim İbrâhim Harbî- “Allahü teâlâ, kötü arzu ve isteklerde zerre miktarı bir hayır, iyilik bulundurmadı. Bunlar, 1) Zeyl-i Tabakât-ı Hanâbile cild-1, sh. 176 2) Şezerât-üz-zeheb cild-4, sh. 79 şeytanın süsleridir. Şeytan bunları insanlara güzel gösterir” buyurdu. 3) Mu’cem-ül-müellifîn cild-11, sh. 211 Şa’bî ( radıyallahü anh ): “Bilmiyorum demek, ilmin yarısıdır” 4) El-A’lâm cild-7, sh. 23 buyurdu. 5) Tabakât-ı Hanâbile “Ma’rûf-i Kerhî hazretleri buyurdu ki: “Allahü teâlâ mü’minlerden bir zümreyi kabirlerinden kanatlı olarak diriltir. Sûr üfürüldüğü zaman kabirlerinden uçarlar. Cennet-i a’lâya koşarlar. Onları melekler karşılar ve onlara, “Siz kimsiniz?” derler. Onlar, “Mü’minlerdeniz. Ümmet-i Muhammeddeniz, Ümmet-i Kur’ândanız” derler. Melekler, “Siz Sırât’ı gördünüz mü?” derler. “Hayır” diye cevap verirler. “Siz Haşrı gördünüz mü?” “Hayır.” “Siz Allahü teâlâyı gördünüz mü?” “Biz O’nun nûrunu gördük.” “Peki siz dünyâda ne amel, yapardınız?” “Biz O’na kulluk ettik. O’ndan başka herşeyden yüz çevirdik. Allahü teâlâ bize hesaba çekilecek bir dünyalık vermedi” derler. KÂDI EBÛ YA’L SAGÎR (Muhammed bin Muhammed) Hadîs, usûl ve Hanbelî mezhebi fıkıh âlimi, kadı. Künyesi Ebû Ya’lâ Sagîr olup ismi, Muhammed bin Muhammed bin Hüseyn bin Halef bin Ahmed bin Ferrâ’dır. İmâdüddîn İbni Kâdı Ebî Hâzim İbni Kâdı el-Kebîr Ebî Ya’lâ ismiyle de tanınır. 494 (m. 1101) yılında Bağdad’da doğdu. Kâdı Ebû Ya’lâ Sagîr diye meşhûr ve ma’rûf oldu. 560 (m. 1165) yılında Bağdad’da vefât etti. Kasr Câmii’nde oğlu Ebû Mensûr’un kıldırdığı cenâze namazından sonra, Bâb-ı Harb kabristanında, babası ve dedesinin yanına defnedildi. Baba ve dedeleri de zamanlarının “Kim Allahü teâlâya tevekkül eder, O’na sığınır ve güvenirse, büyük âlim ve kadılarından olan Ebû Ya’lâ Sagîr, ilim tahsiline Allahü teâlâ onun yardımcısı olur. Kim Allahü teâlâ için tevâzu aile çevresinden öğrendikleri ile başladı. Babasından başka, ederse, Allahü teâlâ onu yükseltir.” Abdullah bin Abbâs’dan en amcası Kâdı Ebü’l-Hüseyn, Ebü’l-Hasen bin Allâf, Ebü’l- efdal cihâd hakkında sorulduğu zaman şöyle buyurdu: “Bir Berekât Talhâ Âkûlî, Ebü’l-Hasen bin Allâf, Ebü’l-İzz bin Kadiş, mescid yaptırmak ve orada Kur’ân-ı kerîm, fıkıh ve sünneti Ebü’l-Ganâim Nersî, İbn-i Nebhân, İbn-i Beyân ve daha birçok öğretmektir.” âlimden ilim öğrendi. İbn-i Cevâlikî ve Harirî’den icâzet aldı. Babası Ebû Hazm ile, amcası Kâdı Ebü’l-Hüseyn’den Hanbelî Medresesi hocalarından Yahyâ bin er-Rabî eş-Şâfiî ondan mezhebi fıkıh bilgilerini öğrendi. Genç yaşta âlim olup ders Vâsıt’ta hılâf ilmine âit bilgileri görendi. verdi. Hanbelî mezhebine göre fetvâ verirdi. Mezhebler arasındaki ictihâd farklılıklarını çok iyi bilir, mes’eleleri ilmî Birçok âlim de kendisinden hadîs-i şerîf dinledi. Ebü’l-Abbâs delîlle açık olarak hallederdi. Üstün zekâsı, parlak hafızası, el-Katî’î, Ebû İshâk es-Sakkâl, Ebü’l-Mâlî bin Şafiî, Ebû Bekr güzel ahlâkı, üstün hitâbet gücü ile, din düşmanlarına Muhammed bin Mübârek, Ahmed bin Sırma ve daha birçok inandırıcı cevaplar, müslümanlara tatlı nasihatler verirdi. İlk âlim kendisinden hadîs-i şerîf dinleyenler arasındaydı. önce Bağdad’ın Bâb-ül-Ezc bölgesine, daha sonra Vâsıt şehrine kadı ta’yin edildi. Otuzyedi sene orada kaldı. Basra’ya gitti. Daha sonra Bağdad’a döndü. Ömrünün sonuna kadar talebe yetiştirmek ve kitap yazmakla meşgûl oldu. Zamanında, Hanbelî mezhebi âlimlerinin en önde gelenlerindendi. İlmî Pek kıymetli eserleri vardı. Hılâf mes’elelerine dâir, “EtTa’lika”sı, “El-Müfredâf’ı ve “Mühezzeb” şerhi, “En-Nüket velişârât fî mesâ-il-il-müfredât” adlı eseri bilinen kitapları arasındadır. şöhreti, her tarafa yayıldı. Hayatta iken, fetvâ veren ve ders okutan talebelerini gördü, ömrü boyunca ilim öğrenmek, öğretmek ve Allahü teâlânın kullarına faydalı olmak için çalıştı. 1) Zeyl-i Tabakât-ı Hanâbile cild-1, sh. 244 O’nun rızâsını kazanmaya gayret etti. Resûlullahın ( aleyhisselâm ) güzel ahlâkını çok iyi bilir, O’na harfiyen 2) Şezerât-üz-zeheb cild-4, sh. 190 uymaya çalışırdı. Tatlı dilli, güler yüzlü olup; cömertliği, merhameti, vera’, takvâ ve zühdü çoktu. 3) Esmâ-ül-müellifîn cild-2, sh. 94 Âlimlerden birçoğu ondan fıkıh ve hadîs ilimlerini öğrendi. Ebû 4) Mu’cem-ül-müellifîn cild-11, sh. 276 İshâk Sakkâl, Ebü’l-Abbâs Kati’î, Ebü’l-Hasen bin Verhâz, Ebü’l-Bekâ el-Ukberî gibi âlimler bunlardandır. Nizamiye 5) El-A’lâm cild-7, sh. 24 sonra Harran’a yerleşen Ebü’l-Feth, burada da Ebü’l-Kâsım KÂDI EBÜ’L-FETH (Abdülvehhâb bin Ahmed) ez-Zeydî’nin sohbetinde bulundu ve ondan ilim aldı. Hanbelî mezhebindeki hadîs ve fıkıh âlimlerinden. İsmi, Kâdı Ebü’l-Feth’den ( radıyallahü anh ): Hibetullah bin Abdülvehhâb bin Ahmed bin Abdülvehhâb bin Celebe el- Abdülvâris eş-Şîrâzî ve başka âlimler ilim öğrenip hadîs-i şerîf Bağdâdî el-Harrânî el-Cezzâr’dır, Künyesi Ebü’l-Feth’dir. rivâyetinde bulunmuştur. Bağdad’a nisbetle el-Bağdâdî, Harran’a nisbetle el-Harrânî denilmiştir. Doğum târihi bilinmemektedir, İlim tahsilinde Eshâb-ı Kirâma düşman olan bozuk i’tikâdlı kimselerle bulunmak için Bağdad, Harran ve daha başka yerlere mücâdele eden ve onlara emr-i ma’rûf ve nehy-i münker seyahatler yapmış ve kıymetli eserler tasnif etmiştir. 476 (m. yapan Kâdı Ebü’l-Feth ( radıyallahü anh ), Resûlullahın 1083) senesinde Harran’da şehîd edildi. Kabri orada olup, sünnetine tam ittibâ eden müslümanların yolu olan Ehl-i ziyâret edilmektedir. sünnet yoluna çok hizmet etmiştir. Zamanında Harran, Müslim bin Kureyş’in emrindeydi ve kendisi de Eshâb-ı Kirâm Bağdad’da oturan Kâdı Ebü’l-Feth, orada Ebû Ya’lâ’nın ( düşmanı bir kimseydi. Ebü’l-Harran’ın, Eshâb-ı Kirâmı seven, radıyallahü anh ) yanında uzun zaman bulunarak Hanbelî Ehl-i sünnet i’tikâdında olan Türkmen emiri Çubuk’a teslim fıkhını öğrenmiş ve ince mes’elelerine vâkıf olmuştur. Ayrıca edilmesine karar vermişti. Fakat İbn-i Kureyş ondan çabuk ondan ve Berkânî, Ebû Tâlib el-İşârî, Ebû Ali bin Şâzân, Ebû davranıp, Kâdı Ebü’l-Feth’in bulunduğu Harran kalesini Ali bin Şihâb-ül-Akberî gibi (r.aleyhim ecmaîn) zamanının en kuşatarak, surları mancınık atışlarıyla yıkmış ve orayı almıştır. büyük hadîs âlimlerinden de hadîs-i şerîf dinlemiştir. Bundan Kâdı Ebü’l-Feth’i, çocuklarını ve onu seven arkadaşlarını şehîd etmiştir. İbn-i Ömer, onun, fıkıh ilminde derin âlim, te’sîrli, fasih bir dille 3) Mu’cem-ül-müellifîn cild-6, sh. 218 va’z veren bir âlim olduğunu bildirmiştir. Ebû Ya’lâ’nın meclisinde ilim öğrenmek için Bağdad’a geldi. Ondan fıkıh öğrendi ve pekçok kitap yazdı. Ebû Ya’lâ, Harran kadılığında bulunuyordu. Zamanın emîrine Ebü’l-Feth’in kendi yerine Harran’a, kadı olmasını tavsiye eden bir yazı gönderdi. Ebü’lFeth, kadılığında Hanbelî mezhebini yaydı ve birçok kimselerin Hanbelî mezhebine girmesine çalıştı. Uzun zaman Harran’ın müftîsi, vâ’izi ve hatîbi idi. Aynı zamanda Harran’ın müderrisi olup, onlara ilim öğretti. O zaman, Kur’ân-ı kerîmin mahlûk (sonradan yaratılmış) olduğuna inanan kimselere cevap vermiş, onların bozuk inançlarından dönüp, doğru îmân sahibi olmalarını sağlamış, Kur’ân-ı kerîmin mahlûk olmayıp, Allah kelâmı olduğunu isbât etmiştir. Ebû Ya’lâ el-Hanbelî’nin bulunduğu bir mecliste şu şiiri söyledi: KÂDI FADIL (Abdurrahîm bin Ali bin Hasen bin Ahmed) Fıkıh, tefsîr ve hadîs âlimi. İsmi, Abdurrahîm bin Ali bin Hasen bin Ahmed ellahmî el-Askalânî el-Mısrî olup, künyesi Ebû Ali’dir. Kâdı Fadıl diye tanınmıştır. Lakabı, Muhyiddîn olup, elKâdıyy-ül-Eşref diye de bilinir. 529 (m. 1135) senesi Cemâzilâhır ayı ortalarında Askalân’da doğdu. 596 (m. 1200) senesi Rebî’ül-âhır ayının altıncı gününe rastlayan Salı günü, Kâhire’de vefât etti. Ders verdiği medresesinde yatsı vakti cenâze namazı kılınıp, İmâm-ı Şafiî hazretlerinin de medfun bulunduğu Kurâfe kabristanına defn olundu. Kâdı Fadıl hazretleri, naklî ilimlerden başka, edebiyat ve târih ilimlerinde de derin âlim idi. Edîblerin önderi, çok güzel şiir söyleyenlerin bayraktarı idi. Fesahat ve belagatta ileri olup, “Ey ilim talebesi! Keskin kılıç ol bâtıllara, çok güzel ve te’sîrli konuşurdu. Hitâbeti kuvvetli idi. Bütün ve bid’at ehline meyyal olan bütün yollara. edebî ilimleri kendisinde toplamıştı. Şiir okumakta onun gibi bir kimse gelmemiştir. Kitabette de (güzel yazı yazmakta da) çok İnsanlar görsün veya görmesin, ilminle amel et, ileri idi. gün gelir bu hâllerin sana fayda verir elbet. Hâfız Ebü’l-Kâsım İbni Asâkir, Ebû Tâhir es-Süefi, Ebû Ey talebe! Bid’at ehline meyletme, sayma kâfir, Muhammed el-Osmânî, Ebû Tâhir bin Avf ve başka zâtlardan Zira bid’at ehli kıyl-ü kal ile seni sapıtır. ilim öğrendi, hadîs-i şerîf dinledi. Kendisi de birçok kimseye ilim öğreterek fâideli oldu. Âlimlerin birbirinden naklederek, darbı mesel, olarak sana kadar getirdikleri bilgileri al. Edebî ilimlerle uğraştı. Mısır’a gitti, İmâm-ı a’zam ve İmâm-ı Şafiî’nin, fıkıh âlimleri arasındaki yeri nasıl büyük ise, bu zât Halisane, anlayarak doğru yola uy, dikkat et, da edebiyat sahasında öyle idi. Çok yazı yazardı. Yazdıkları Hamd edici bir hayat yaşa, dalâleti terket.” toplansa, 100 cildlik eser olurdu. Sâhib olduğu kitapların Ebü’l-Feth ( radıyallahü anh ) pekçok eser yazmıştır. sayısının ise 100 000 cildden fazla olduğu bildirilmektedir. Bunlardan Ruûs-ü mesâil, Usûl-i fıkh, Usûl-i din ve Kitâb-ün- Kâdı Fadıl hazretleri, takvâ sahibi sâlih bir zât idi. Dînine çok nizâm bî hısâl-il-aksam meşhûrdur. bağlı olup, çok namaz kılardı ve çok oruç tutardı. Hiç kimseyi incitmezdi. Herkese karşı hoşgörü sahibi idi. Bütün mahlûkâta yumuşak davranırdı. Başkalarının ayıplarını örter, kendisine 1) Tabakât-ı Hanâbile (Zeyli) cild-1, sh. 42 2) El-A’lâm cild-4, sh. 180 sıkıntı verenleri affederdi. Her ân Allahü teâlâyı düşünür, O’nu zikrederdi. İmâdüddîn-i Kâtib’in, el-Harîde isimli eserinde, bu zâtın hergün Kur’ân-ı kerîmi hatmettiği, hattâ daha fazla okuduğu bildirilmektedir. Herkese iyilikte bulunabilmek için çırpınırdı. Çok sadaka verirdi. Kendisi çok ihtiyâç ve sıkıntı hiç biri çocukların okuyup anlıyabileceği şekilde değildir” dedi içinde bulunduğu hâlde, eline geçen şeyleri ihtiyâcı olanlara ve oğlu için, o kitabın yeni ve anlaşılır bir nüshasını satın aldı. verirdi. Selâhaddîn-i Eyyûbî hazretlerinden sonra sultan olan Melik Çok iyilik ve ihsân sahibi idi. Bilhassa yiyecek ve giyecek Azîz İmâdeddîn de kendisine çok iltifât etmiştir. Sultan birgün husûsunda ihtiyâç sahiplerine çok yardımda bulunurdu. Hasta Kâdı Fadıl’a bir haber gönderdi. Haberi getiren kimse, kadı ziyâretini ve cenâzelerde bulunmayı ve kabirleri ziyâret etmeyi hazretlerini, sakin bir şekilde hareketsiz duruyor gördü. Bu hiç ihmâl etmezdi. Geceleri teheccüd namazı kılmaya devam sükût hâli uzun sürünce, gelen kimse şüphelenip, yavaş yavaş ederdi ve bunu hiç aksatmazdı. İnce yapılı ve zayıf bedenli geldi, elini üzerine koydu. Vefât etmiş olduğunu anladı. olduğu hâlde, bu husûsiyetlerini hiç terketmez ve aksatmazdı. Nafakasını te’min etmek için ticâretle uğraşırdı ve senede 50 İbn-i Şehbe’nin târihinde bildirdiğine göre, Kâdı Fadıl bin altın geliri olurdu. Hind ve garb memleketlerinde ticâret hazretlerinin Mısır’da yüksek gelir getiren büyük bir arazisi yapardı. Esedüddîn sultan olunca, onu kâtip olarak yanına vardı. Birgün hacca gitmeye niyet etti. Hayvanına binip aldı. Daha sonra Kâdı Fadıl ( radıyallahü anh ), Sultan giderken, bu arazinin yanından geçiyordu. Orada Allahü Selâhaddîn-i Eyyûbî’nin yardımcısı, vezîri, müşaviri ve teâlâya şöyle duâ etti: “Yâ Rabbî! Bana âit olan araziler içinde devletlerarası yazışmalarda, dîvân-ı inşâ sahibi (sultânın özel en çok sevdiğim yerin burası olduğunu sen elbette biliyorsun. kalem müdürü) oldu. Sultan, bunun i’tikâdının düzgün Allahım! Sen şâhid ol ki, bu araziyi senin rızâ-i şerîfin için olduğunu, beyan ettiği fikirlerin çok yerinde ve kıymetli vakfettim.” Böylece, Allahü teâlâ için birşey vakfedileceği olduğunu görüp kendisine çok iltifât etti ve kendisini yüksek zaman, kişiye en sevgili olanının vakfedilmesinin efdal olması makama getirdi. Selâhaddîn-i Eyyûbî, “Beldeleri askerler ile kaidesine riâyet etmiş oldu. O arazi günümüze kadar vakıf değil, Kâdı Fadıl hazretlerinin te’sîrli sözleriyle fethettim” dedi. olarak gelmiştir. Ebû Ali Kâdı Fadıl hazretlerinin, Mısır’da Kâdı Fadıl’ın hürmet ve i’tibâr görmesi, sultan Selâhaddîn-i Kâhire’de bir de medresesi vardır ki, Mısır’da bina olunan ilk Eyyûbî hazretlerinin vefâtından sonra da devam etmiştir. medresedir. Kâdı Fadıl hazretleri, hep ibâdet ve tâatla, hayır ve hasenatla meşgûl olup, dünyâ malına ve lezzetlerine kıymet vermezdi. Kıymeti iki dirhemden fazla olmayan beyaz bir elbise giyerdi. Fazilet sahipleri yanında çok kabûl ve i’tibâr görürdü. Garîbleri severdi. Evlerini geçindirmekte güçlük çekenlere ve varlıklı iken muhtaç duruma düşenlere çok iyilik eder, onları kendisine 1) Tabakât-üş-Şâfiiyye cild-7, sh. 166 2) El-Bidâye ven-nihâye cild 13, sh. 24 3) Ravdateyn cild-2, sh. 241 tercih ederdi. Hiçbir zaman yaptığı iyiliği başa kakacak söz ve harekette bulunmazdı. Yine hiçbir zaman düşmanlarından 4) Şezerât-üz-zeheb cild-4, sh. 324 intikam almadı. Bilakis onlara iyilik ederdi. 5) Mu’cem-ül-müellifîn cild-5, sh. 209 Kitaplara olan merakı ve sevgisi pek fazla idi. Her ilme âit kitapları te’min ederdi. Şezerât sahibi İbn-ül-İmâd kitabında, 6) Vefeyât-ül-a’yân cild-3, sh. 158 İbn-i Sûre el-Ketbî’nin şöyle anlattığını bildiriyor: Kâdı Fadıl, oğlu ve İbn-i Sûre üçü beraberler iken, Kâdı Fadıl’ın oğlu, İbn-i 7) Nihâyet-ül-ereb cild-8, sh. 1 Sûre’den meşhûr Hamâse kitabının bir nüshasını okumak için istedi. O da Kâdı Fadıl’a, “Hizmetçilerden birinden iste de getirsin. Nasıl olsa kütüphânende bu eser vardır” dedi. Hizmetçi o eserin 35 ayrı nüshasını getirip önlerine koydu. Kâdı Fadıl, her nüsha için ayrı ayrı bu falanın hattı (yazması), bu falanın hattıdır diyerek hepsini saydıktan sonra, “Bunların KÂDI HAMÎDÜDDÎN NÂGÛRÎ (Muhammed bin Atâ) Hindistan ulemâ ve evliyâsının büyüklerinden. İsmi, Tasavvuf ve hakîkatten nasîbi olan bir azîz, bu zaîf kula Muhammed bin Atâ olup, Hamîdüddîn lakabı ile tanındı. anlattı: Anadoludaki hücrelerden birine girmiştim. Keskin Nâgûrî nisbet edildi. Şam ve Bağdad’da din ilimleri tahsil etti. görüşlü biri bana baktı ve hâlimden birşeyler anlayıp, beni bir Şihâbüddîn Sühreverdî hazretlerinin sohbetleriyle şereflendi. yere götürdü. Huşû’ üzere duran bir dervişin yanına vardık. Onun halifesi olarak Hindistan’a gitti. Orada Çeştî Yanımdaki kimse, bana dönüp; “Bu azîz, oniki senedir Celâl’in büyüklerinden Hâce Kutbüddîn Bahtiyar Kâkî’ye talebe oldu. müşâhadesindedir. Da’vet gelir diye ayakta hazır Hem Sühreverdî, hem de Çeştî büyüklerinin yolunda ilerledi. beklemektedir. Her seher vakti, aniden “Hû” ismi, onun Feridüddîn Genc-i Şeker hazretleriyle sohbet etti. Hindistan’ın dilinden kulağımıza erişir. Hû ismini söyleyince, ağzından, çeşitli şehirlerinde kadılık yaptı. 650 (m. 1252) yılında Dehlî’de yeni doğan güneş gibi bir nûr parlar” dedi. vefât etti. Hocası Kutbüddîn Bahtiyar Kâkî hazretlerinin ayak ucuna defnedildi. Kâdı Hamîdüddîn bu eserinde ve diğerlerinde, vahdet ve tevhîd sırlarını, tasavvuf erbâbının Herkese iyilik eden, vaktini, Allahü teâlânın kullarına O’nun gönlündeki aşk ve muhabbet nehirlerinin sızıntı dînini öğretmekle kıymetlendiren Kâdı Hamîdüddîn Nâgûrî, ve serpintilerini dile getirip, ortaya döktü. Ama insanlarla iyi geçinir, herkese iyilik ederdi. İnsanlara karşı çok ehli kalmadı ki anlasın, kaybeden yok ki, bulunca merhametliydi. Onları Cehennemde ebedî azap çekmekten sevinsin. Beyt: kurtarmak için durmadan çalışırdı. Hakka olan aşkını dile getirdiği şiirleri dilden dile dolaşır, güzel eserleri her cemiyette Bilmiyenler tanıyamaz bileni okunur, istifâde edilirdi. O halde sözü kısa kesmeli. “Fevâid-ül-füâd” adlı eserde, onun şiirleriyle ilgili bir menkıbe şöyle anlatılır. Zamanın büyüklerinden ve Kutbüddîn Bahtiyar Kâkî’nin ileri gelen halîfelerinden olan Feridüddîn Genc-i Şeker, huzûrunda kaside okunmasını emir buyurdu. Kasîde 1) “Ahbâr-ül-ahyâr fî esrâr-il-ebyâr”, Kitabhâne-i Rahmiyye, Diyobend, sh. 43 okuyacak kimse bulunamadı. Talebelerinden Bedreddîn’e emredip, Kâdı Hamîdüddîn Nâgûrî’nin gönderdiği mektûpları getirmesini söyledi. Bedreddîn, mektûp ve yazıları sakladığı çantayı getirip, önüne koydu. Eline gelen ilk mektûbu Feridüddîn hazretlerine verdi. “Ayakta oku” buyurdu. O da mektûbu okumaya başladı. Mektûpta şöyle diyordu: “Fakîr, KÂDI HÂN (Hasen bin Mensûr el-Fergânî) hakîr, zaîf, nahîf Muhammed Atâ ki, dervişlerin bendesi, baş ve gözüyle onların ayaklarının tozudur.” Şeyh bu kadar Hanefî mezhebi âlimlerinden. İsmi, Hasen bin Mensûr bin dinleyince, kendine bir hâl ve zevk peyda oldu. Sonra bu Mahmûd Abdülazîz el-Özcendî el-Fergânî’dir. “Kâdı Hân” ismi mektûpta bulunan şu rubaiyi okuttu: ile meşhûr oldu. “Fahrüddîn, Ebü’l-Mefâhır ve Ebü’l-Mehâsin” lakabları ile anılmaktadır. Doğum yeri olan Özcend, İsfehan’da O akıl nerede ki, kemaline erişsin, Fergana’ya yakın bir şehirdir. Bu şehirlere nisbetle “Özcendî” O rûh nerededir ki, Celâline yetişsin, ve “Fergânî” denilirdi. Hanefî fıkıh âlimidir. Ebû İshâk İbrâhim Farzedelim ki, yüzünden perdeyi kaldırmışsın, bin İsmâil bin Ebî Nasr es-Sıgârî’den ve Zâhireddîn Ebû O göz nerededir ki, Cemâline erişsin. Hasen Ali bin Abdülazîz el-Mergınânî’den ve daha başka âlimlerden ilim tahsil etmiştir. 592 (m. 1196) senesi Ramazân-ı Kâdı Hamîdüddîn hazretleri, zâhir ve batın ilimlerinde birçok şerîf ayının onbeşinci gecesi vefât etti. talebe yetiştirdi. Kerâmetleri meşhûr oldu. Kıymetli eserler yazdı. “Tavâliüş-şümûs” adlı eserinde hakikât sırlarını anlattı. Allâme Ebü’l-Hasenât Muhammed Abdülhayy el-Lüknevî, “ElFevâid-ül-behiyye” adındaki eserinde diyor ki, “Hasen bin Mensûr bin Mahmûd Fahrüddîn Kâdı Hân özcendî Fergânî, Kâdı Hân, “Fetâvâ”sının “Hazar ve İbâha” kısmında diyor ki: büyük İmâm, ilimde derin bir deniz, ince ma’nâlar deryasının “Kelâm ilmi, dîni akidelerin isbâtı için gerekli delîl ve dalgıcı, keskin görüşlü bir müctehid olup, Zahîrüddîn Hasen huccetlerin bildirilmesi ve şüphelerin giderilmesini anlatan bir bin Ali Mergınânî’den, o da Burhânüddîn-il-kebîr Abdülazîz bin ilimdir, ihtiyâcından çok kelâm ilmini öğrenmek, kelâmda Ömer Mâze’den, o da Kâdı Hân’ın dedesi Mahmûd bin görüş ortaya atmak ve münâzara etmek yasak edilmiştir. Zira Abdülazîz el-Özcendî’den ilim almıştır. Bu ikisi de İmâm-ı İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfe’nin oğlu Hammâd’dan rivâyet edilir Serahsî’den, o da Hulvânî’den, o da Ebû Ali en-Nesefî’den, o ki, O: Kelâm mes’eleleri hakkında konuşmaktan, babam beni da Ebû Bekr bin Fadl’den, o da üstâd Sebzemûnî’den, o da men ederdi. Bunun üzerine babama: “Babacığım, ben sizi Ebû. Abdullah’dan ve o da babası İmâm-ı Muhammed kelâmdan konuşurken gördüm. Acaba siz beni niçin bundan Şeybânî’den ilim öğrenmiştir. men ediyorsunuz?” diye sordum. Babam cevâbında: “Ey yavrum! Biz gerçi kelâmdan konuşurduk. Ama, sanki Onun meşhûr ve elden düşmeyen fetvâları vardır. “Fetâvâ-i başımızın üstünde kuş vardı. (Ya’nî başına kuş konmuş bir Kâdı Hân” diye bilinir. Bundan başka “Vâki’at”, “Emâlî”, kimsenin, onu uçurmamak için gösterdiği dikkat ve uyanıklığı “Mehâdır”, “Şerh-i Ziyâdât”, “Şerh-ül-câmi-is-Sagîr” ve gösterirdik.) Konuştuğumuz arkadaş ve muhatablarımızı hiç Hassâf’ın kitabına yaptığı şerhlerden meydana gelen “Şerh-i rencide etmez, ayıplamazdık. Ama siz, şimdi bir mes’elede ve Edeb-il-kazâ” kitapları vardır. Osmanlı Şeyhülislâmlarından kelâm konularında konuştuğunuz zaman, herbirinizin Ahmed bin Kemâl Paşa onu, “Mes’elede ictihâd” tabakasına maksadı, karşısındakini küçük göstermek ve ayağını yükselen fakîhler arasında saymıştır. Fıkıh ilmini Cemâlüddîn kaydırmaktır. Sanki muhatabının küfrüne rızâ gösterirler. Ebû Hâmid Mahmûd el-Husayrî, Şemsüleimme Muhammed Arkadaşının, konuştuğu kimsenin küfrüne rızâ gösteren, el-Kerderî, Necmüleimme ve Necmüddîn Yûsuf-i Hâsî ve arkadaşı kâfir olmadan önce kendisi kâfir olur, îmândan çıkar” başka âlimlerden almıştır. buyurdu. Kâdı Hân’ın başka kitaplara yaptığı şerhleri ve “Hâniyye” Yine “Fetâvâ-i Kâdı Hân”da diyor ki: “Diş arasında yemek isminde bir fetvâ kitabı meşhûrdur. Fetvâ ilmi, fıkıh ilminin artığı bulunursa, gusül (boy abdesti) tamam olmaz. Bunu dallarından birisidir. Bu ilimde, cüz’î ve kısmî olaylarda, fıkıh çıkarıp altını yıkamak lâzımdır.” âlimlerinden sâdır olan hükümler rivâyet olunur. Böylece kendilerinden sonra gelen insanlara, karşılaşılabilecek çeşitli Kâdı Hân buyurdu ki: “Farzdan önce sünnet kılmak, şeytanın mes’elelerde uyulacak esaslar bildirilmiş olur. Bu ilimde ümidini kırmak, onu üzmek için emrolundu. Şeytan, Allahü yazılan kitaplar sayılamayacak kadar çoktur. Hanefî teâlânın emretmediği sünnetlerde bile, insanı aldatamıyorum, mezhebinde mu’teber olan fetvâ kitaplarının meşhûrlarından emrettiği farzlarda hiç aldatamam diye üzülür. Böyle olduğu biri de “Fetâvâ-i Kâdı Hân”dır. “Eddürr-ül-muhtâr”da ve “Redd-ül-muhtâr”da da yazılıdır.” Fetâvâ-i Kâdı Hân; Hanefî mezhebinde meşhûr ve makbûl Namazı cemâatle kılmak ve “Tumânînet” ile kılmak, rükû’dan olan, kendisiyle amel edilen ve büyük âlimlerin, fakîhlerin sonra “Kavme” yapmak ve iki secde arasında “Celse” yapmak yanında elden ele dolaşan güvenilir ve kıymetli bir fetvâ Resûlullah efendimiz tarafından bildirilmiştir. Kavmenin ve kitabıdır. Hüküm ve fetvâ vermek için dâima göz önünde celsenin farz olduğunu bildiren âlimler vardır. Hanefî bulundurulan kaynak bir eserdir. Bu kitapta, sık sık vukû’ mezhebinin müftîlerinden Kâdı Hân, bu ikisinin vâcib bulan ve kendisine ihtiyâç duyulan ve insanlar arasındaki olduğunu, ikisinden birisini unutunca, Secde-i Sehv (yanılma vâkıalarda ortaya çıkan mes’elelerden birçoğunu zikretmiştir. secdesi) yapmak vâcib olduğunu ve bilerek yapmıyanın Onun tertîbi, herkes arasında meşhûr olan tertîb üzeredir. Bu namazı tekrar kılmasını bildirmiştir. kitabın geniş bir fihristi vardır. Çok kıymetli olan bu fetvâ kitabı, hicrî 1310 (m. 1892) senesinde Mısır’da tab edilen “Fetâvâ-i Kâdı Hân”da diyor ki: “Birisine herşeyde vekîlimsin “Fetâvâ-i Hindiyye”nin kenarında basılmıştır. 1393 (m. dese, yalnız malını korumak için vekîl yapmış olur. Herşeyde 1971)’de altı cild hâlinde ofset yolu ile yeniden basılmıştır. vekîlimsin, emrin caizdir dese, bey’ ve şirâ (alış-veriş), hîbe (hediye etmek) ve sadaka gibi bütün alış-verişte vekîl yapmış Yûsuf bin Ya’kûb’un ( radıyallahü anh ) hocalarından rivâyet olur.” ettiği bir hadîs-i şerîfte Resûlullah ( aleyhisselâm ) şöyle buyurdu: “Mücâhidlere eziyet etmekten sakınınız; çünkü “Necâset bulaşmış hasır (büyük yaygı), üç defa yıkanır. Başka Allahü teâlâ, Nebileri ve Resûlleri için gazâb ettiği gibi, şeye gerek kalmaz.” mücâhidleri için de gazâb eder. Nebilerine ve Resûllerine “Nemmâm, ya’nî koğuculuk yapanın, şarkı söyleyenin, tegannî edenin, vakfelere riâyet etmiyenin imamlığı mekrûhtur.” Vakfe; Kur’ân-ı kerîm okunurken durulması lâzım gelen yerlerde durmaktır. Vakfe yerlerinde durmayıp, başka yerlerde duran icabet ettiği gibi, mücâhidlere de icabet ve duâlarını kabûl eder. Üzerine güneş doğup batan kimseler içinde, Allahü teâlânın en çok sevdiği en kıymet verdiği kimse. Allah yolunda cihâd edendir.” kimse İmâm olursa, buna uymak mekrûhtur. Kâdı Hân’ın ( “Kim cihâddan bir iz olmaksızın Allahü teâlâya kavuşursa, radıyallahü anh ) cihâd ile alâkalı olarak yazdığı Tergîb-ül-ıbâd kendisinde eksiklik olduğu hâlde kavuşmuş olur.” kitabından alınan ba’zı bölümler: “Kim deve üzerinde Allah yolunda muharebe ederse, Cennet Resûlullah ( aleyhisselâm ) buyurdu ki: “Cennette yüz derece ona vâcib olur.” vardır ki, Allahü teâlâ onları Allah yolunda cihâd edenler için hazırlamıştır, iki derece arası, gökle yer arası kadardır. Allahü Ebû Mûsâ anlattı. “Resûlullah ( aleyhisselâm ): “Cennetin teâlâdan Firdevs’i isteyiniz. Çünkü Firdevs, Cennetin en kapıları kılıçların gölgeleri altındadır.” buyurmuştur dediğimde; ortası, en yükseği ve onun üstünde Rahmânın Arş’ı vardır. bir şahıs kalkıp, “Ey Ebû Mûsâ! Sen Resûlullahın böyle Cennetin nehirleri ondan fışkırır.” buyurduğunu duydun mu?” diye sorunca, evet dedim. Bunun üzerine soruyu soran harbe katıldı, kılıcıyla düşmana karşı “Allah yolunda cihâd eden kimsenin hâli, gündüzleri oruçlu yürüdü, şehîd oluncaya kadar vuruştu.” olup gecelerini ibâdetle geçiren, Allahü teâlânın âyetlerine itaat eden, namaz ve oruçtan dolayı hiçbir gevşeklik “Allah yolunda bir adım atmak veya bir adım koşmak, güneşin hissetmeyen kimsenin hâli gibidir ki, yine Allah yolunda cihâd üzerine doğup battığı şeylerden daha hayırlıdır.” eden üstündür.” “Sizden birinizin Allah yolunda bulunması, evinde kıldığı Ebû Saîd-i Hudrî ( radıyallahü anh ) şöyle rivâyet etti: Birisi yetmiş senelik namazından daha üstündür. Allahü teâlânın sizi Resûlullaha ( aleyhisselâm ) gelerek, “İnsanların hangisi daha af ve mağfiret etmesini ve Cennete koymasını isterseniz. Allah üstündür?” dedi. Resûlullah ( aleyhisselâm ): “Canıyla ve yolunda gazâ ediniz! Kim, Allah yolunda deve üstünde malıyla Allah yolunda cihâd eden mü’mindir” buyurdu. O muharebe ederse, ona Cennet vâcib olur.” kimse “Sonra kimdir?” diye sorunca: “Kavminden ayrılıp Rabbine ibâdet eden ve insanların da onun kötülüğünden “Allah yolunda yüzü tozlanan kimsenin yüzünü, Allahü teâlâ emîn olduğu kimsedir.” kıyâmet gününde Cehennemin dumanından kurtarır (emin kılar). Allah yolunda ayakları tozlanan kimseyi, Allahü teâlâ Ömer bin Hattâb ( radıyallahü anh ) şöyle rivâyet etti: kıyâmet gününde Cehennemden kurtarır (emin kılar).” “Resûlullahın ( aleyhisselâm ) yanında idim. Birisi gelip: “Ey Allahın Resûlü! ( aleyhisselâm ) Allahü teâlânın katında “Allahü teâlâ bir kimsede, Allah yolundaki toz ile Cehennem insanların hangisi daha hayırlıdır?” dedi. Resûlullah ( dumanını bir araya getirmez. Allah yolunda ayağı tozlanan aleyhisselâm ) “Atının sırtında iken veya onun yularını tutmuş kimseyi, Allahü teâlâ kıyâmet günü, acele giden bir biniciye iken, Allahü teâlânın da’veti (ölüm) gelinceye kadar, Allah göre bir senelik mesafe Cehennemden uzaklaştırır. Allah yolunda canıyla, malıyla cihâd edendir” buyurdu. yolunda bir yara alan kimsenin sonu, şehidlerinki gibi olur. Onun için kıyâmet gününde bir nûr olur. Rengi za’ferân rengi gibi, kokusu misk kokusu gibidir. Öncekiler ve sonrakiler, onu o nûr ile tanırlar. Falancanın üzerinde şehidlerin mührü var, “Allah yolunda cihâd edenlerin en üstünü, onlara hizmet derler. Kim bir deve üstünde Allah yolunda muharebe ederse, edenidir. Sonra onlara haber getirendir. Allahü teâlânın Cennet ona vâcib olur.” indinde, mertebeleri en has olan, oruçlu olanlardır. Kim Allah yolunda arkadaşlarına bir kırba (su kabı) su verirse, onlardan “Allahü teâlâ katında denizde şehid olanlar, karada şehid yetmiş sene önce Cennete girer.” olanlardan daha üstündür.” “Ameller niyetlere göredir. Herkes için asıl olan, niyet ettiği “Denizde cihâd edenin karadakine üstünlüğü, on gazâ yapmak şeydir.” kadardır.” “Bir Arabî, Resûlullaha ( aleyhisselâm ) gelerek: “Ey Allahın “Ümmetimden denizde gazâ yapan bir topluluğu gördüm. Resûlü! Bir kimse ganîmet için muharebe ediyor. Birisi Kıyâmet günündeki en büyük korku onları mahzûn teşekkür için, birisi de Allah yolunda savaşıyor görünmek için” etmiyecektir.” dedi. Bunun üzerine Resûlullah ( aleyhisselâm ): “Kim Allahü Abdullah İbni Ömer (r.anhüm) şöyle anlatıyor: “Mallarını Allah yolunda harcayanların hâli, her başağa yüz doneli yedi başak teâlânın dînini yaymak için muharebe ederse, o Allah yolundadır” buyurdu. bitiren bir tohumun hâli gibidir” ((Bekâra-261) meâlindeki âyet-i “Allah yolunda bir gece nöbet beklemek, sizden birinin evinde kerîme nâzil olduğunda, Resûlullah ( aleyhisselâm ); “Yâ yetmiş sene ibâdetinden daha üstündür.” Rabbî! Ümmetime ziyâde eyle, arttır!” buyurdu. Daha sonra “Kim Allahü teâlâya hâlis niyet ile ödünç verirse (O’nun “Kıyâmet gününde birçok topluluklar diriltilir. Sırât’ı, rüzgâr gibi kullarına, eza etmeden, mal verdiği için övünmeden ve başa geçerler. Onlara hesab ve azâb yoktur.” Eshâb-ı Kirâm, “Onlar kakmadan, ihlâs ile, helâl maldan infâk eder, sadaka verirse), kim yâ Resûlallah?” dediler. Resûlullah ( aleyhisselâm ), Allahü teâlâ da karşılık olarak ona kat kat (yediyüz misline “Ölümleri nöbette iken gelen topluluklardır” buyurdu. kadar) mükâfat (sevâb) verir” (Bekâra-245) meâlindeki âyet-i kerîme nâzil oldu. Resûlullah ( aleyhisselâm ) efendimiz; “Yâ “Üç gözü Cehennem ateşi asla yakmaz. Bunlar; Allah Rabbî! Ümmetime ziyâde eyle, arttır!” diye duâ etti. Bundan korkusundan ağlayan göz, Allahü teâlânın kitabını okumak için sonra “... Sabredenlere mükâfatları hesapsız verilecektir” uykusuz kalan göz ve Allah yolunda gözcü (bekçi) olan (Zümer-10) meâlindeki âyet-i kerîme nâzil oldu. gözdür.” “Kim Allah yolunda bir mal infâk ederse, Allahü teâlânın rızâsı “Üç göz Cehennemi görmez. Allah yolunda nöbet bekliyen için bir şey verirse, onun için yediyüz kat sevâb yazılır.” göz, Allah korkusundan ağlıyan göz ve Allahü teâlânın haram kıldığı şeylerden sakınan göz.” Resûlullah ( aleyhisselâm ), “Kim Allah yolunda evinde oturduğu hâlde mal infâk ederse, onun her dirheminin karşılığında yediyüz dirhem vardır. Bizzat Allah yolunda gazâya gider ve bu yolda da infâkta bulunursa, onun her dirhemine karşılık yediyüz bin dirhem vardır” buyurdu. Bundan sonra, “Allahü teâlâ (kendi yolunda infâk edenlerden ve kendisine ibâdet edenlerden) dilediği kimselerin sevâblarını 1) Miftâh-üs-se’âde cild-2, sh. 153, 278, 282, 601 2) Mu’cem-ül-müellifîn cild-3, sh. 297 3) El-Fevâid-ül-behiyye sh. 64 (ihlâsları) nisbetinde (bire ondan yetmişe ve yediyüze, hattâ daha ziyâde) kat kat arttırır, (öyle ki, miktarını Allahü teâlâdan 4) Keşf-üz-zünûn sh. 1227 başka kimse bilmez).” (Bekâra-261) meâlindeki âyet-i kerîmeyi okudu. 5) Tam İlmihâl Se’âdet-i Ebediyye sh. 126, 243, 696, 759, 1026 6) Esmâ-ül-müellifîn cild-1, sh. 280 Kâdı Iyâd hazretleri birçok eserler yazmıştır. En meşhûr eseri, “Şifâ-i şerîfdir. Bu eserin çeşitli şerh ve haşiyeleri, açıklamaları 7) Tergîb-ül-İbâd yapılmıştır. Şifâ, dört kısım hâlinde tertîb olunmuştur. Her kısım da kendi arasında bölümlere ayrılmıştır. KÂDI IYÂD Mâlikî mezhebi fıkıh, tefsîr, hadîs âlimlerinin büyüklerinden. İsmi, Iyâd bin Mûsâ es-Sebtî olup, künyesi Ebü’l-Fadl’dır. Kâdı Iyâd diye meşhûr olmuştur. Evliyânın büyüklerindendir. 476 (m. 1083) senesi Şa’bân ayının 15. günü Endülüs’te Sebte Birinci Kısım: Peygamberimizin ( aleyhisselâm ) medhi, övülmesi hakkında olup, Allahü teâlânın Peygamberimizi medhetmesini, Peygamberimizin her bakımdan bütün varlıklardan her zamanda üstün olduğunu, peygamberlik alâmetlerini ve mu’cizelerini anlatan bölümlere ayrılır. şehrinde doğdu. 544 (m. 1150)’de Cemâzil-âhır ayının 7. günü İkinci Kısım: Peygamberimize ( aleyhisselâm ) îmân, Cum’a gecesi Merrâkûş’te vefât etti. Ramazân-ı şerîfte vefât sünnetine uymak, O’na saygı, sevgi göstermek ve salât-ü ettiği de rivâyet edilmiştir. Şehrin içinde bulunan ve Bâb-ı ilân selâm getirmenin fazileti gibi bölümlere ayrılır. denilen yerde defn olundu. İlim öğrenmek için Endülüs’e gitti. Üçüncü Kısım: Peygamberimiz ( aleyhisselâm ) hakkında Kurtuba’da ve diğer ilim merkezlerinde birçok âlimlerle caiz olmayan ve caiz olan şeyler, din ve dünyâ işlerine âit görüşüp sohbet etti. Kendilerinden ilim öğrendi. Ebû Ali el- hâller anlatılmaktadır. Gassânî’den icâzet (diploma) aldı. Fıkıh ilmini; Ebû Abdullah Muhammed bin Îsâ et-Temîmî’den öğrendi. İlim öğrenip hadîs- Dördüncü Kısım: Peygamberimize ( aleyhisselâm ) dil uzatan i şerîf rivâyet ettiği âlimlerin sayısı yüzden fazladır. kimseler hakkında cezaî hükümler yer almaktadır. Kitap, genel Kendisinden de; Abdullah bin Muhammed el-Eşîrî, Ebû Ca’fer olarak Peygamberimizi ( aleyhisselâm ) tanımayı ve O’na tâbi el-Gımatî, Ebû Muhammed el-Hucrî ve başka birçok zâtlar ilim olmayı anlatır. öğrendiler. Bundan başka, yazdığı çok kıymetli eserlerden ba’zıları Kâdı Iyâd hazretleri, tefsîr, hadîs ve filandan başka; târih, şunlardır: Meşârik-ül-envâr, Tertîb-ül-medârik ve takrîb-ül- neseb, nahiv, lügat ve diğer ilimlerde de derin âlim olup, aynı mesâlik fî ma’rifeti a’lâm-i mezheb-il-İmâm-ı Mâlik, Şerh-i zamanda şâir idi. Çok kıymetli şiirleri vardır. Zamanında Sahîh-i Müslim (Kitâb-ül-ikmâl), et-Târîh, İzhâr-ur-riyâd fî bulunan âlimlerin İmâmı, önderi idi. Aklı, zekâsı, fehmi ahbâr-il-Kâdı Iyâd, el-Gunyetü. (anlayışı), dikkati fevkalâde idi. Hadîs-i şerîfleri toplamakta ve onları kaydetmekte gayret ve ihtimâmı çok fazla idi. Her Kâdı Iyâd hazretlerinin “Şifâ-i şerîf” isimli eserinde, haliyle, âlimlerin makbûlü olan Kâdı Iyâd ( radıyallahü anh ), Peygamber efendimizin ( aleyhisselâm ) Habîbullah olarak güvenilir bir zât idi. Haram ve şüphelilerden çok sakınır, hattâ yaratıldığını, bütün güzelliklerin O’nda toplandığını, insanlara şüpheli olmak korkusuyla mübahların çoğunu terkederdi. nümûne olan güzel ahlâkını, mu’cizelerini, O’nu sevenlerin Dünyâya hiç ehemmiyet ve kıymet vermez, devamlı ibâdete Cennetteki derecelerini anlatmaktadır. Kâdı Iyâd bu eserde meşgûl olurdu. Doğduğu şehir olan Septe’de ve Gırnata’da buyuruyor ki: uzun zaman kadılık yaptı. Bunun için Kâdı denmekle meşhûr olmuştur. Dînî ve dünyevî bütün işlerinde çok sağlam, i’tikâdı kuvvetli, her türlü bid’atten uzak, ilmiyle amel eden, ilim öğreten, sevilen, sayılan bir âlimdi. “Rabbimiz, Peygamber efendimize ( aleyhisselâm ) Kur’ân-ı kerîmde meâlen buyuruyor ki: “Allah, seni insanlardan koruyacaktır” (Mâide-67). “Hani bir zaman o küfredenler, seni tutup bağlamaları, ya öldürmeleri, yahut (yurdundan) zorla çıkarmaları için sana tuzak kuruyorlardı. Onlar bu tuzağı kurarlarken, Allah da onun karşılığını yapıyordu. Allah, tuzak aleyhisselâm ) mübârek hilye-i se’âdetlerini (görünüşlerini) kuranlara mukâbele edenlerin en hayırlısıdır.” (Enfâl-30). anlatmakla şereflenelim: “Eğer siz O’na (Resûlüme) yardım etmezseniz, Allahü teâlâ vaktiyle O’na yardım ettiği gibi yine eder. Kâfirler O’nu Fahr-i kâinatın ( aleyhisselâm ) mübârek yüzü ve bütün a’zâ-i (Mekke’den) çıkardıkları zaman, bizzat Allahü teâlâ O’na şerîfesi ve mübârek sesi, bütün insanların yüzlerinden ve yardım etmişti” (Tövbe-40) Bu âyet-i kerîmelerde, Rabbimizin a’zâlarından ve seslerinden güzel idi. Mübârek yüzü bir miktar Peygamber efendimize yardımları anlatılmaktadır. O’na karşı yuvarlak idi. Neş’eli olduğu zamanda, mübârek yüzü ay gibi bir araya gelip, O’nu öldürmek ve yurdundan çıkarmak nurlanırdı. Sevindiği mübârek alnından belli olurdu. Resûlullah istedikleri zaman, O’nu nasıl kurtardığını, mağarada ( aleyhisselâm ) gündüz nasıl görürse, gece dahî öyle gizlediğini, müşriklerin O’nu nasıl göremediklerini, bununla görürdü, önünde olanları gördüğü gibi, arkasında olanları dahî ilgili mu’cizelerini, hadîs ehlinin bize anlattığı mağaradaki görürdü. Bunu isbât eden yüzlerce hâdise kitaplarda yazılıdır. durumunu ve Allahü teâlânın verdiği sükûneti, âyet-i Gözde görmek halk eden Allahü teâlâ, diğer uzuvda dahî halk kerîmelerde Hak teâlâ bildirmektedir. etmeğe kâdirdir. Yana ve geriye bakacağı zaman, bütün bedeni ile dönüp bakardı. Yeryüzüne nazarı, semâya Allahü teâlâ, Kevser sûresinde meâlen buyuruyor ki: “Şüphe bakmasından ziyâde idi. Mübârek gözleri büyük idi. Mübârek yok ki, biz sana Kevser’i verdik. Öyleyse Rabbin için namaz kirpikleri uzun idi. Mübârek gözlerinde bir miktar kırmızılık kıl, kurban kes. Sana buğz eden kişi, Ebter’in tâ kendisidir.” vardı. Mübârek gözlerinin karası gayet siyah idi. Fahr-i âlemin Bu sûrede, Peygamber efendimize verilen ni’metler ( aleyhisselâm ) alnı açık idi. Mübârek kaşları ince idi. Kaşları anlatılmakta ve Allahü teâlâ, O’nun düşmanına, habîbinin arası açık idi. İki kaşı arasında olan damar, hiddetlenince nâmına cevap vermiş, asıl ebter (zürriyetsiz) olan kişinin, kabarır idi. Mübârek burnu gayet güzel olup orta yeri bir miktar düşmanı olduğunu bildirmiştir. Senin düşmanın, sana hakaret yüksek idi. Mübârek başı büyük idi. Mübârek ağzı küçük eden, buğz eden kimse, ebterin zelîl ve hakîrin birisidir. Onda değildi. Mübârek dişleri beyaz idi. Mübârek ön dişleri seyrek hayır yoktur ve ismi dahî unutulacaktır. Fakat senin şanın ve idi. Söz söylediği zamanda, sanki dişleri arasından nûr çıkardı. nâmın ilelebed devam edecektir. Habîbim, bunun için üzülme Allahü teâlânın kulları arasında O’ndan daha fasîh, tatlı sözlü demek istemiştir. kimse görülmedi. Mübârek sözleri gayet kolay anlaşılır, gönülleri alırdı ve rûhları cezb ederdi. Söz söylediği zaman, Peygamber efendimizin kadrini, kıymetini şânını ve kelimeleri inci gibi dizilirdi. Bir kimse saymak isterse, kelimeleri büyüklüğünü bildiren âyet-i kerîmelerde Rabbimiz meâlen sayılmak mümkün idi. Ba’zan iyi anlaşılması için üç kerre buyuruyor ki: tekrar ederdi. “Ey Resûlüm, sana da Kur’ânı indirdik ki, kendilerine indirileni Cennette Muhammed aleyhisselâm gibi konuşulacaktır. insanlara anlatasın; olur ki, iyice düşünürler” (Nahl-44). Mübârek sesi, kimsenin yetişemediği yere yetişirdi. “(Habîbim) de ki: Ey insanlar, şüphesiz ben göklerin ve yerin mülküne (tasarrufuna) mâlik olan, kendisinden başka hiçbir Fahr-i âlem ( aleyhisselâm ) güler yüzlü idi. Tebessüm ederek ilâh olmayan, öldüren ve dirilten Allahın size, hepinize gülerdi. Gülerken mübârek ön dişleri görünürdü. Güldüğü gönderdiği Peygamberim.” (A’râf-158). “Peygamber, zaman nûru duvarlar üzerine ziya verirdi. Ağlaması da gülmesi mü’minlere (her husûsta) nefslerinden evladır” (Ahzâb-6). gibi hafif idi. Kahkaha ile gülmediği gibi, yüksek sesle de ağlamazdı, amma mübârek gözlerinden yaş akar, mübârek “Allahü teâlâ, sevgili Peygamberimizi ( aleyhisselâm ) her göğsünün sesi işitilirdi. Ümmetinin günahlarını düşünüp bakımdan en güzel yaratmıştır. Herşeyi O’nun hürmetine ağlardı ve Allahü teâlânın korkusundan ve Kur’ân-ı kerîmi yarattığını bildirmiştir. Allahü teâlâ, kalblerimizi nurlandırsın, işitince ve ba’zan da namaz kılarken ağlardı. habîbinin sevgisi ile doldursun. Allahü teâlâ, bütün güzel vasıfları Peygamber efendimizde cem etmiştir. Şimdi O’nun ( Fahr-i âlemin ( aleyhisselâm ) mübârek parmakları iri idi. Mübârek kolları etli idi. Mübârek avuçlarının içi geniş idi. Bütün vücûdunun kokusu, miskten güzel idi. Mübârek bedeni, hem Resûlullahı ( aleyhisselâm ) ansızın gören kimseyi korku yumuşak, hem de kuvvetli idi. Enes bin Mâlik ( radıyallahü anh kaplardı. Kendisi yumuşak davranmasaydı, peygamberlik ) diyor ki, “Resûlullaha on sene hizmet ettim. Mübârek elleri hâllerinden, asla kimse yanında oturamaz, sözünü işitmeğe ipekten yumuşak idi. Mübârek teni miskten ve çiçekten daha takat getiremezdi. Hâlbuki, kendisi, hayasından, mübârek güzel kokuyordu. Mübârek kolları, ayakları ve parmakları uzun gözleri ile kimsenin yüzüne bakmazdı. Fahr-i âlem ( idi. Mübârek ayaklarının parmakları iri idi. Mübârek ayaklarının aleyhisselâm ) insanların en cömerdi idi. Birşey istenip de yok altı çok yüksek olmayıp yumuşak idi. Mübârek karnı geniş dediği görülmemiştir, istenilen şey varsa verir, yoksa cevap olup, göğsü ile karnı beraber idi. Omuz başının kemikleri iri idi. vermezdi. O kadar iyilikleri, o kadar ihsânları vardı ki, Rum Mübârek göğsü geniş idi. Resûlullahın ( aleyhisselâm ) kalb-i imperatörleri, İran şahları, o kadar ihsân yapamazlardı. Fakat şerîfi nazargâh-ı ilâhî idi. kendisi sıkıntı ile yaşamağı severdi. Öyle bir hayat yaşıyordu ki, yemek ve içmek habnna bile gelmezdi. Yemek getirin Resûlullah ( aleyhisselâm ) çok uzun boylu olmayıp, kısa dahî yiyelim veya falanca yemeği pişiriniz demezdi. Yemek değildi. Yanına uzun bir kimse gelse, ondan uzun görünürdü. getirilirse yer, her ne meyve verseler kabûl ederdi. Ba’zan Oturduğu zaman, mübârek omuzu, oturanların hepsinden aylarca az yer, açlığı severdi. Ba’zan da çok yerdi. Yemek yukarı olurdu. sonunda su içmezdi. Suyu otururken içerdi. Başkaları ile Mübârek saçları ve sakallarının kılı çok kıvırcık ve çok düz değil, yaratılışta ondüle idi. Mübârek saçları uzundu, önceleri kâkül bırakırdı, sonradan ikiye ayınr oldu. Mübârek saçlarını yemek yerken, herkesten sonra el çekerdi. Herkesin hediyesini kabûl ederdi. Hediye getirene karşılık olarak, kat kat fazlasını verirdi. ba’zan uzatır, ba’zan da keser, kısaltırdı. Saç ve sakalını Çeşitli elbise giymek âdeti idi. Yabancı devlet sefirleri gelince boyamazdı. Vefât ettiği zamanda, saç ve sakalında ak kıl, süslenirdi. Ya’nî kıymetli ve nefis elbise giyerek, güzel yüzünü yirmiden az idi. Mübârek bıyığını kırkardı. Bıyıklarının gösterirdi. Taşı akikten gümüş yüzük takardı. Yüzüğünü uzunluğu ve sekli, mübârek kaşları kadar idi. Emrinde husûsî mühür olarak kullanırdı. Yüzüğü üzerinde “Muhammedün berberleri var idi. Resûlullah ( aleyhisselâm ) misvakını ve Resûlullah” yazılı idi. Yatağı deriden olup, içi hurma ağacı tarağını yanından ayırmazdı. Mübârek saçını ve sakalını iplikleri ile dolu idi. Ba’zan bu yatak üzerine, ba’zan yere serili tararken aynaya nazar ederdi. Geceleri mübârek gözlerine deri üzerine, ba’zan da hasır veya kuru toprak üzerine yatardı. sürme çekerdi. Fahr-i kâinat ( aleyhisselâm ) önüne bakarak, Mübârek avucunun içini sağ yanağının altına koyup, sağ yanı sür’atle yürürdü. Bir yerden geçtiği, güzel kokusundan belli üzerine yatardı. Zekât malı almaz, çiğ soğan ve sarımsak gibi olurdu. Resûlullah ( aleyhisselâm ), kırmızı ile karışık beyaz şeyleri yemez ve şiir söylemezdi. benizli olup, gayet güzel, nurlu ve sevimli idi. Âdem aleyhisselâm rûh ile ceset arasında iken, O peygamber Güzel huyların hepsi Resûlullahda ( aleyhisselâm ) idi. Âdem aleyhisselâm ve herşey O’nun şerefine yaratılmıştır. toplanmıştı. Güzel huyları, Allahü teâlâ tarafından verilmiş Arş ve gökler ve Cennetler üzerine, İslâm harfleri ile mübârek olup, çatışarak, sonradan kazanmış değil idi. Bir müslümanın ismi yazılmıştır. O’na “Muhammed” adını, dedesi ismini söyliyerek, hiçbir zaman la’net etmemiş ve asla Abdülmuttalib koydu. O’nun adının yer yüzüne yayılacağını, mübârek eliyle kimseyi döğmemiştir. Kendi için, hiçbir herkesin O’nu medh ve sena edeceğini rü’yâda görmüştü. kimseden intikam almamıştır. Allah için intikam alırdı. Muhammed, çok medh olunan demektir. Doğduğu zaman Akrabasına ve Eshâbına ve hizmetçilerine tevâzu ederek, iyi göbeği kesilmiş ve sünnet olmuş görüldü. Yeryüzünü muâmele eylerdi. Ev içinde çok yumuşak ve güler yüzlü idi. şereflendirince, şehâdet parmağını kaldırdı ve secde etti. Hastaları ziyârete gider, cenâzelerde bulunurdu. Eshâbının Melekler beşiğini sallardı. işlerine yardım eder, çocuklarını kucağına alırdı. Fakat kalbi bunlarla meşgûl değildi. Mübârek rûhu, melekler aleminde idi. Peygamber efendimizin ( aleyhisselâm ) mübârek gözleri uyur, kalb-i şerîfi uyumazdı. Aç yatıp tok kalkardı. Asla esnemezdi. Mübârek vücûdu nûrânî olup, gölgesi yere düşmezdi. Server-i âlem ( aleyhisselâm ) bizim bilmediğimiz bir hayat ile şimdi kendisine dürülüyordu. O’nunla yürürken, biz bütün gücümüzü hayattadır. Cesed-i şerîfi asla çürümez. Kabrinde bir melek sarf edip kendimizi zorluyorduk. O ( aleyhisselâm ) hiç durup, ümmetinin söyledikleri salevât-i şerîfeleri kendisine aldırmıyordu” buyurdu. haber verir. Minberi ile kabr-i şerîfi arasına “Ravda-i mutahhere” denir. Burası Cennet bahçelerindendir. Kabr-i Peygamber efendimiz ( aleyhisselâm ) fevkalâde güzel şerîfini ziyâret etmek, tâatlerin en büyüğü ve ibâdetlerin en konuşurdu. Sözün nereden başlatılıp nerede bitirileceğini en kıymetlisidir. mükemmel bir şekilde bilirdi. Sözleri, söyleyiş bakımından berrak, son derece fasîh ve beliğ idi. Söz ve kelimelerinde, Peygamber efendimizin ( aleyhisselâm ) güzelliğini, ma’nânın doğruluğu her zaman kendini gösterirdi. İfâde etme büyüklerimiz şöyle anlattılar: gücü fevkalâde yüksek olduğundan, konuşurken hiç yorulmaz ve külfet çekmezdi. Mübârek sözlerinden ba’zıları: Ebû Hüreyre ( radıyallahü anh ): “Resûlullahtan ( aleyhisselâm ) daha güzel hiçbir kimse görmedim, sanki güneş bütün “Kişi sevdiği kimse ile beraberdir.” parlaklığı ile yüzünde parlıyordu. Güldüğü zaman, dişleri duvarlara aydınlık saçardı” buyurdu. “Senin ona verdiğin önemi, sana vermiyen kimse ile arkadaşlık yapmakta hayır yoktur.” İbn-i Ebî Hâle ( radıyallahü anh ): “Peygamber efendimizin mübârek yüzü, ayın ondördü gibi parıldardı” buyurdu. “Hayrı söyleyip kazanan, ya da sükût edip selâmet bulan bir kula Allahü teâlâ merhamet eylesin.” Hazreti Ali: “O’nu aniden gören, O’nun heybetinden doğan bir korkuya kapılırdı. O’nunla sohbet edip tanıyan, O’nu hemen severdi” buyurdu. “Müslüman ol ki, selâmet bulasın.” “Kıyâmet günü bana en yakın oturacak ve bana en mahbûb Câbir bin Semûre ( radıyallahü anh ): “Resûlullah ( kılınacak kişiler, ahlâken en güzel olan kişilerdir ki, onlar aleyhisselâm ), mübârek elini yüzüme sürdü. Elinde, sanki mütevâzi olurlar. Hem severler, hem de sevilirler, saygı attârın (koku satan kimsenin) çantasından yeni çıkarılmış gibi görürler.” güzel bir koku, serinlik buldum. Resûlullah ( aleyhisselâm ), elini bir kimsenin eline müsâfeha için değdirmiş olsa, bütün gün o kimsenin elinden, o güzel koku çıkmazdı” buyurdu. Hazreti Âişe vâlidemiz: “Resûlullah ( aleyhisselâm ) bir çocuğun başını okşadığı zaman, diğer çocuklar arasında o çocuk, güzel kokusundan hemen belli olurdu” buyurdu. “Nerede olursan ol, Allahtan kork. Kötülüğün ardından, onu silecek hemen (bir) iyilik yap. İnsanlara güzel ahlâk ile muâmele et.” Peygamber efendimiz ( aleyhisselâm ), kendi nesebi ve asâletiyle ilgili olarak; “Allahü teâlâ, insanları yarattı. Beni insanların en iyi kısmından vücûde getirdi. Sonra bu Resûlullah ( aleyhisselâm ) birgün evlerinde uyumuşlardı. kısımlarından en iyisini Arabistan’da yetiştirdi. Beni bunlardan Enes bin Mâlik’in ( radıyallahü anh ) annesi Ümm-i Süleym vücûde getirdi. Sonra evlerden, ailelerden en iyisini seçip, beni geldi. Peygamber efendimizin mübârek terini toplamaya bunlardan meydana getirdi. O hâlde, benim rûhum ve başladı. Peygamberimiz uyanıp sebebini sorunca, Peygamber cesedim, mahlûkların en iyisidir. Benim silsilem, ecdadım en efendimizin süt teyzesi olan Ümm-i Süleym, “Onu iyi insanlardır. Övünmüyorum, hakîkati bildiriyorum. Hakîkati, kokularımıza katıyoruz. Teriniz, kokuların en güzeli en hoş bildirmek vazîfemdir” buyurdular. kokanıdır” dedi. Yemek ile ilgili olarak da; “Âdemoğlu, karnından (mi’desinden) Ebû Hüreyre ( radıyallahü anh ): “Yürüyüşünde Resûlullahtan daha kötü bir kap taşımamaktadır. Âdemoğluna, belini ayakta ( aleyhisselâm ) daha sür’atli kimseyi, görmedim. Sanki yer tutacak birkaç lokma yeter. Eğer (bundan) kurtuluş yoksa; üçte birini yemesi, üçte birini içmesi, üçte birini de rûhu için (tahsis) etsin. Çünkü çok uyku, fazla yemek ve içmekten gelir” veremem dememiştir.” İbn-i Abbâs ( radıyallahü anh ); buyurdu. Dünyâ malının muhabbetini kalbe koymakla, ya’nî “Resûlullah efendimiz ( aleyhisselâm ), iyilik yapmak dünyâyı çok sevmekle ilgili olarak da; “Uhud dağı kadar altına bakımından insanların en cömerdi idi. Ramazân-ı şerîfde ve sahip olsam, ondan bir dinarın yanımda gecelemesinden bile Cebrâil aleyhisselâm ile buluştukları zaman, sabah hoşlanmam. Yalnız borcumu kapatacak kadar tek dînâr rüzgârından daha cömert olurdu” demiştir. müstesna” buyurdu. Kendisine eziyet eden müşriklere karşı dahî çok merhametliydi. Uhud gazâsında mübârek dişi şehid Enes bin Mâlik ( radıyallahü anh ) anlattı: “Bir kimse edilip, mübârek yüzünden yaralandığı zaman, Eshâb-ı Kirâm Peygamber efendimizden mal istedi. Ona, iki dağ arasını çok üzüldüler ve dediler ki: “Yâ Resûlallah! dolduracak kadar koyun verdi. Adam memleketine gittiğinde: “Gidiniz siz de müslüman olunuz. Çünkü Muhammed Onlara bedduâ etmiyecek misiniz?” Peygamber efendimiz de ( aleyhisselâm, fakirlikten hiç endişe duymuyor. Elinde olanı aleyhisselâm ): “Ben, la’netleyici olarak gönderilmedim. Ben, herkese bol bol dağıtıyor” dedi.” İbn-i Ömer ( radıyallahü anh ) ancak (Hakka) çağırıcı ve rahmet olarak gönderildim” bildirdi: “Bir kimse geldi. Peygamberimizden bir dilekte buyurdular ve “Allahım, kavmime hidâyet eyle. Çünkü onlar bulununca, Resûlullah efendimiz; “Sana şu ânda verecek bir bilmiyorlar” buyurarak duâda bulundular. Hattâ bir defasında şeyim yok. Lâkin benim nâmıma satın al. Bize birşey gelince harpte, Eshâb-ı Kirâmdan ayrılmış, bir ağacın altında istirahat hemen onu öderiz” buyurdular. buyuruyorlardı. Gavres İbn-il-Hâris adında bir müşrik, aniden O’nu öldürmek için gelip kılıcını çekti. Peygamber efendimizin Peygamber efendimiz ( aleyhisselâm ) şecaat ve necdet ( aleyhisselâm ) başucunda durup, “Söyle bakalım, şimdi seni (kişinin kendisini ölümün kucağına atacağı zaman, kendine benim elimden kim kurtaracak?” dedi. Resûlullah efendimiz güvenmesi, korkmaması) sahibi idi. Çok güç durumlarda, de, “Allahü teâlâ!” buyurdular. O ânda adamın elinden kılıcı silâhça, sayıca üstün düşman karşısında kat’iyyen yerinden düşüverdi. Peygamber efendimiz de kılıcı alarak ona, “Ya seni kıpırdamamış, bir santim bile yerinden geri gitmemiştir. şimdi elimden kim kurtaracak?” buyurdular. O kimse çok Hazreti Ali, “Biz harp kızıştığı zaman, gözler öfkeden korktu, titredi ve yalvarmaya başladı. “Ne olur beni öldürme! kıpkırmızı olduğu bir ânda, Resûlullah efendimizle ( intikamını alsan da, intikam alanların en hayırlısı sen ol!” dedi. aleyhisselâm ) korunurduk. Çünkü düşmana O’ndan daha Bunun yalvarmasına dayanamıyan Peygamber efendimiz ( yakın kimse olmazdı. Bedr gazâsında, hepimizden çok O aleyhisselâm ) onu bağışlayıp salıverdi. Adam koşarak düşmanla çarpışıyordu. Hepimizden daha cesur ve hızlı kavmine geldi, dedi ki: “Şu ânda, insanların en hayırlısı olan hücum ediyordu. İmrân bin Hüseyn ( radıyallahü anh ); “Büyük kimsenin yanından size geldim” dedi. Merhametlerinin düşmanla karşılaştığımız zaman, ilk hücum eden Allahın çokluğuna delîl olan misâllerden birisi de; kendisini zehirleyen Resûlü olurdu” buyurdu. yahudi kadını, i’tirâf ettikten sonra affetmesidir. Bilindiği gibi kadın, Peygamberimizi ve Eshâbını da’vet etmiş, kızartılmış zehirli koyunu önlerine koymuş idi. Önce Peygamber efendimiz yemeğe başlamış, et ağzında iken lisâna gelip: “Ben zehirliyim yeme!” diye ikazda bulunmuştu. Peygamber efendimiz de Eshâbına bu durumu anlatmış idi. (Peygamberimizin ( aleyhisselâm ) vefâtına bu zehirin de sebeb olduğu bildirilmiştir.) Müşriklerden Ubey bin Halef, Bedr gazâsında fidye ile kurtulduktan sonra Peygamberimize, “Yanımda bir atım var, onu hergün arpa ile besliyorum. Ona binerek birgün seni öldüreceğim!” dedi. Peygamber efendimiz de ( aleyhisselâm ) “İnşâallah ben seni öldürürüm” buyurdular. Uhud gazâsında Ubey, “Nerede Muhammed! O’nu öldüreceğim diyordu. Peygamberimizi ( aleyhisselâm ), görünce atını O’na doğru sürdü. Eshâb-ı Kirâm (r.anhüm) hemen araya girdiler. Fakat Peygamber efendimizin ( aleyhisselâm ) cömertliği de dillere Resûlullah ( aleyhisselâm ) efendimiz, “Aradan çekiliniz. Onu destan idi. Bu güzel huyda da Peygamberimize kimse benimle başbaşa bırakınız” buyurdular. Peygamber efendimiz, yetişemez. Eshâbından Câbir bin Abdullah ( radıyallahü anh ) Ubey’e doğru yaklaşıp ona öyle bir darbe indirdi ki, adam buyurdu ki: “Hayâtında, kendisinden istenen birşey için hayır atından vere düştü, kaburgaları kırıldı. Zamanının en güçlü pehlivanlarından olan Rukâne, Ziyâretine gelenlere çok defa elbiselerini sererler veya kendi Peygamber efendimize güreş teklif etmiş, yenilirse müslüman altındaki minderi ona verirlerdi. Eshâbını en güzel isimlerle olacağına söz vermişti. Arka arkaya üç defa güreştiler. çağırırlar, kimsenin sözünü yarıda kesmezlerdi. Konuştuğu Üçünde de Resûlullah efendimiz ( aleyhisselâm ) galip kimse, sözünü bırakmadan veya gitmek için ayağa kalkmadan gelmişti. sözünü kesmezlerdi. O’nun bu hüsra-i muâmelesi, şefkati, merhameti hakkında Allahü teâlâ, Tevbe sûresi, 128. âyetinde Peygamber efendimiz ( aleyhisselâm ), haya sahibi olmak meâlen; “Zahmet çekmeniz O’nu incitir ve üzer. Size çok yönüyle de bütün yaratılmışlardan üstün idi. Uygun olmayan düşkündür; mü’minlere çok merhametlidir, onlara çok hayır şeylere karşı gözleri adetâ kapalı idi. Hiç kimseye diler” buyurdu. Ve Enbiyâ sûresinin 107. âyetinde meâlen; hoşlanmadığı şeyle hitâb etmezdi. Hazreti Âişe vâlidemiz “(Ey Habîbim!) seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik” anlattılar ki: “Resûlullah efendimize, bir kimsenin, buyurdu. Peygamberimiz ( aleyhisselâm ), ümmetine karşı hoşlanılmayan bir şeyi yaptığı haber verildiğinde, “Falan kimse ba’zı şeyleri zor gelir endişesiyle kolaylaştırırdı; “Ümmetime neden böyle yapıyor?” demez. Umûmî ma’nâda şöyle zorluk vermemiş olsaydım, her abdestte misvak kullanmalarını buyururlardı: “Niçin böyle yapıyorlar?” Bu şekilde o kimseyi, emrederdim” buyurdu. yaptığı veya söylediği kötü işten alıkordu ve adını vermezdi. Enes bin Mâlik ( radıyallahü anh ) anlattı: Birgün Peygamber Sözünde durmak yönüyle de insanlar arasında Peygamber efendimizin huzûruna, yüzüne sarı renkte bir şey bulaşmış bir efendimizden daha üstün bir kimse gelmedi. Abdullah bin kimse girdi. Ona hiçbirşey demedi. Kişiye üzülecek birşey Ebi’l-Hamsa; “Peygamberimiz ( aleyhisselâm ) ile, henüz söylemedi. O dışarı çıkınca buyurdu ki: “Söyleseydiniz de, kendilerine Peygamberliği bildirilmeden önce alış-veriş yüzündekini yıkasaydı ya!” yapmıştım. Kendi hesabına bir bâkiye kalmıştı. Ona, falan zamanda filân yerde buluşmak üzere söz verdim ve unuttum. Resûlullah ( aleyhisselâm ) kavimleri birleştiriciydi. Onları Üç gün sonra verdiğim sözü hatırlayınca hemen o yere birbirlerine nefret ettirmezdi. Her kavmin büyüğüne ikramlarda koştum. O’nun üç gündür orada beklemekte olduğunu bulunur ve onu baş köşeye oturturdu. Kimseyi kendi mübârek görünce hayretimden dona kaldım. Bana, “Delikanlı beni cemâlinden mahrûm etmezdi. Eshâb-ı kirâmını arar, yordun! Ben seni burada tam üç gündür bekliyorum” gelmiyenleri sorardı. Yanına oturanlara nasihat eder, onların buyurdular.” nasîbini verirdi. Öyle ki, birini diğerinden çok seviyor düşüncesi, kimsenin kalbine gelmezdi. Yanına bir şikâyet için Peygamber efendimizin ( aleyhisselâm ) tevâzu hasleti, hiçbir gelene karşı tahammül gösterir. Onu dinlerdi. O gelen şahıs kimsede, hattâ hiçbir Peygamberde (aleyhimüsselâm) yanından ayrılmadıkça, onu yüzüstü terkedip gitmezdi. Bütün bulunmayacak kadar büyük ve emsalsizdi. Kibir duygusu, insanlara güzel huy ve ahlâkını en iyi şekilde sunardı, öyle O’nda asla meydana gelmemiştir. Peygamberimize melik bir güzel tebessüm ederdi ki, sanki onlara adetâ bir baba peygamber olmakla, kul bir peygamber olmak arasında oluverirdi. Nezdinde hak ve adâlet bakımından herkes bir idi. bırakıldığında, O, kul bir peygamber olmayı tercih etti. Bunun Kimsenin kimseden bir üstünlüğü, ayrılığı yoktu. Hazreti Âişe üzerine İsrâfil aleyhisselâm, Peygamber efendimize; vâlidemiz buyurdu ki: “Resûlullah ( aleyhisselâm ) efendimiz “Şüphesiz, Allahü teâlâ tevâzu gösterdiğin o hasleti de sana kadar güzel ahlâka sahip hiç kimse görmedim. Ne zaman vermiştir. Çünkü kıyâmette sen, Âdemoğullarının en Eshâbından veya Ehl-i beytinden biri O’nu çağırmışsa, büyüğüsün. Yeryüzünün, kendisine ilk yarılacağı kişisin. İlk mutlaka “Buyur” diye karşılık vermişlerdir.” Enes bin Mâlik ( şefaat edecek olan da sensin” dedi. Eshâb-ı Kirâm (r.anhüm), radıyallahü anh ); “Bir kimse Resûlullahın ( aleyhisselâm ) Peygamber efendimiz ( aleyhisselâm ) için, “Evinde, ehlinin kulağına eğilip birşey söylerse, onu dinlerdi. O başını işine yardım ederdi. Elbisesini (ehlini rahatsız etmemek için) çekmedikçe, mübârek başını çekmezlerdi. Elini tutan kimse, bizzat kendisi yıkardı. Koyununu kendi sağar, elbisesini kendi elini salıvermeden kendileri kat’iyen salmazlar idi” buyurdu. yamardı. Kendine, kendi hizmet ederdi. Evini kendi süpürür, Önünde oturan kimseye karşı ayaklarını uzatmazlardı. devesini kendi bağlardı. Süt sağılan devesini kendi otlatırdı. Hizmetçi ile yemek yer, onunla hamur yoğururdu. Pazardan Rablerine kavuştular. Bu sebeple Rableri, onların kendisine yiyeceğini kendi alırdı” demişlerdir. dönüşlerini çok güzel bir biçimde yaptı, sevâblarını arttırdı. Ben refah bir hayat yaşamaktan haya ediyorum. Çünkü böyle Resûlullah ( aleyhisselâm ) efendimiz, dünyâya ve bir hayat, beni onlardan geri bırakır. Benim için en güzel ve menfaatlerine hiç kıymet vermezler, azı ile yetinirlerdi. Âhırete sevimli şey, kardeşlerime, dostlarıma kavuşmak ve onlara irtihâl edinceye kadar pekçok imkânlara sahip oldu, birçok katılmaktır.” Hazreti Âişe vâlidemiz buyurdular ki: “Resûlullah ( ülkeler feth etti. Buna rağmen yine de, vefât ettikleri zaman aleyhisselâm ), bu sözlerinden bir ay kadar sonra vefât ettiler.” silâhı, ehlinin nafakası için aldığı bir mal karşılığında, bir yahudinin yanında rehin idi. Hazreti Âişe vâlidemiz; Peygamber efendimizin ( aleyhisselâm ) Allahü teâlâdan “Resûlullah ( aleyhisselâm ), dünyâya mübârek gözlerini korkması, O’na itaat ve ibâdet etmesi o kadar çoktu ki, O’nun yumuncaya kadar, üç gün ardı ardına ekmekten doymamıştır” bu hâline hiç kimse takat getiremezdi. Mübârek ayakları buyurdu. Peygamber efendimiz ( aleyhisselâm ), Hazreti Âişe şişinceye kadar namaz kılardı. “Yâ Resûlallah! Sizin gelmiş vâlidemize buyurdular ki: “Bana Mekke’nin taşı, toprağı altın geçmiş bütün günahlarınız affedildiği hâlde, neden bu kadar olması sunuldu. Hayır yâ Rabbî, dedim. Bir gün aç kalayım, kendinize zahmet veriyorsunuz?” denildiğinde, “Ben Allahın en bir gün tok. Aç kaldığım gün sana yalvarıp duâ ederim. Tok çok şükreden kulu olmayayım mı?” diye cevap buyurdular. kaldığım gün, sana hamd-ü senada bulunurum.” Cebrâil Abdullah bin eş-Şıhhîr ( radıyallahü anh ); “Resûlullah aleyhisselâm, Peygamber efendimize gelip; “Allahü teâlânın efendimize ( aleyhisselâm ) geldim, namaz kılıyordu. sana selâmı var. İsterse şu dağları O’na altın yapayım. Göğsünde tencerenin kaynamasını andıran bir uğultu vardı” Nereye giderse gitsin, o altın dağları O’nunla beraber olur” dedi. İbn-i Ebî Hâle ( radıyallahü anh ); “Allahın Resûlü ( buyurdu. Peygamberimiz ( aleyhisselâm ) buyurdular ki: “Ey aleyhisselâm ) devamlı hüzünlü ve düşünceli idi. O’nun hiç Cebrâil! Dünyâ, evi olmayanın evidir. Ve yine (o) malı olmayan rahatı yoktu” buyurdu. kimsenin malıdır. Bunları aklı olmayan kimse toplar.” Bunun üzerine Cebrâil aleyhisselâm, “Yâ Muhammed! Allah seni Resûlullah efendimiz ( aleyhisselâm ), kendisinden önce kavl-i sabit ile dimdik kılmıştır” dedi. Hazreti Âişe vâlidemiz; gelmiş olan yüzyirmidörtbin civarındaki Peygamberlerin “Zaman olurdu tam bir ay beklerdik, evimizde (yemek yapmak (aleyhimüsselâm) hepsinden de üstün idi, şânı pek büyüktü. için) ateş yakmazdık: Sâdece hurma ile su bulunurdu” Peygamber efendimiz ( aleyhisselâm ) buyurdular ki: “Bana, buyurmuştur. İbn-i Abbâs ( radıyallahü anh ); “Resûlullah ( benden önce hiçbir Peygambere verilmeyen beş şey aleyhisselâm ) ve Ehl-i beyti, birçok geceler akşam yemeği verilmiştir. 1. Bir aylık yolda (düşmanın kalbine) korku yemeden yatarlardı. Akşam yiyecek birşey bulamazlardı” verilerek zafere kavuşturuldum. 2. Yeryüzü bana mescid ve buyurdu. Hazreti Âişe vâlidemiz buyurdu ki: Resûlullah (teyemmüm için) pek temizleyici olarak kılındı. Ümmetimden efendimizin ( aleyhisselâm ) mübârek karnı, hiçbir zaman herhangi bir kimseye namaz (vakti) gelip çatarsa namazını yemekten doymamıştır. Bu husûsta, bir kimseye de kılsın. 3. Ganîmetler bana helâl kılındı. Hâlbuki, benden önce yakınmamıştır. İhtiyaç, O’nun için zenginlikten daha iyi idi. hiçbir peygambere helâl kılınmamıştı. 4. Bütün insanlığa Bütün gece açlıktan kıvransa bile, O’nun bu durumu, gündüz (peygamber olarak; gönderildim. 5) Bana şefaat etme (yetkisi) orucundan alıkoymazdı. İsteseydi, Rabbinden yeryüzünün verildi.” Utbe bin Âmir’in ( radıyallahü anh ) naklettiği bir hadîs- bütün hazînelerini, yiyeceklerini ve refah hayâtını isterdi. i şerîfte, Peygamberimiz ( aleyhisselâm ); “Şüphesiz ben, size Yemîn ederim ki, O’nun bu hâlini gördüğüm zaman, acırdım son derece merhametliyim ve üzerinizde de şahidim. ve ağlardım. Elimle mübârek karnını sıvazlardım ve derdim ki, Şüphesiz ben, Allahü teâlâya yemîn olsun ki, şu ânda “Canım sana feda olsun! Sana güç verecek şu dünyâdan, havzıma bakıyorum. Gerçekten bana, yeryüzündeki ba’zı menfaatlar te’min etsen olmaz mı?” Buyururlardı ki: “Ey hazînelerin anahtarları verilmiştir. Allaha yemîn olsun ki, Âişe! Ben dünyâyı ne yapayım? Ülül-azmden olan Peygamber benden sonra şirk koşacağınızı aklımdan bile geçirmiyorum. kardeşlerim, bundan daha çetin olanına karşı tahammül Benim sizin nâmınıza korktuğum, (şu aşağılık dünyâ için) gösterdiler. Fakat o hâlleri ile yaşayışlarına devam ettiler. birbirinizle yarış hâlinde olmanızdır” buyurdular. İbn-i Vehb’in ( radıyallahü anh ) bildirdiği bir hadîs-i şerîfte, tuttular, karnımı yardılar” Bir hadîs-i şerîfte, “Boğazımdan Peygamber efendimiz ( aleyhisselâm ) buyurdular ki: “Allahü karnımın başına kadar yardılar. Sonra oradan kalbimi teâlâ bana: “İste Ey Muhammed!” buyurdu. Ben de: “Yâ çıkardılar, ikiye yardılar ve ondan simsiyah bir kan pıhtısı Rabbî, ne isteyeyim? Sen İbrâhim’i (aleyhisselâm) dost çıkarıp attılar. Sonra hem kalbimi, hem karnımı o kar ile edindin! Mûsâ (aleyhisselâm) ile konuştun. Nûh’u tertemiz edene kadar yıkadılar.” Başka bir hadîs-i şerîfte, (aleyhisselâm) peygamber olarak, seçtin. Süleymân’a “Sonra biri bir şey aldı. Bir de baktım ki elinde, gören herkesi (aleyhisselâm) ondan sonra hiç kimseye vermediğin bir mülk hayrete düşüren nûrdan bir mühür vardı. Onunla kalbimi (hükümdârlık) verdin” dedim. Allahü teâlâ buyurdu ki: “Sana mühürledi. Kalbim îmân ve hikmetle doldu. Sonra mühürü bunlardan daha iyisini verdim. Sana Kevser’i verdim... Göğün yerine iade etti. Diğeri de elini göğsümün, ayırım noktasına ortasında ismin. İsmimle anılıyor. Yeryüzünü hem senin için, sürdü ve iyileşti. Onlardan biri diğerine, “Haydi O’nu, hem de ümmetin için tahûr, temizleyici kıldım. Gelmiş geçmiş ümmetinden on kişi ile tart” dedi. Tarttığında hepsinden ağır bütün günahlarını bağışladım. İnsanlar arasında bağışlanmış geldim. “Ümmetinden yüz kişi ile tart!” Tarttı, yine ağır geldim. bir hâlde geziyorsun. Oysa ben, bunu senden önce hiç “Ümmetinden bin kişi ile tart!” Tarttı, onları da geçtim. “İyisi mi kimseye yapmadım. Ümmetinin kalblerini Mushaf ezberleyicisi tartmaktan vazgeç, zîrâ bütün ümmetiyle onu tartacak olsan yaptım. Şefaat payesini senin için sakladım. Senden başka yine de hepsini geçer” dedi.” Başka bir hadîs-i şerîfte, “Sonra hiçbir peygambere saklamadım.” Huzeyfe’nin ( radıyallahü beni göğüslerine basıp, hem başımı, hem de gözlerimin anh ) bildirdiği bir hadîs-i şerîfte, Peygamber efendimiz ( arasını öptüler, şöyle dediler: “Ey Sevgili! Korkma, sana aleyhisselâm ) buyurdular ki: “Bana müjde verildi. murâd edilen iyiliği bir bilsen, sevinçten gözlerin ışıl ışıl olur. Ümmetimden benimle ilk yetmiş, bin kişi Cennete girecek. Her Allah katında ne büyük değerin var. Çünkü Allah ve melekleri bin kişiyi yetmiş bin kişi daha ta’kib edecek. Hiçbiri hesap seninledir.” görmeyecek... Yine bana ümmetimin asla (kuraklık ve kıtlık sebebiyle) açlık çekmiyeceği, (İslâmiyetin emirlerini yerine Peygamber efendimizin ( aleyhisselâm ), Allahü teâlânın getirdiği müddetçe) hiç yenilmeyeceği (müjde olarak) verildi. indinde kıymetini gösteren en açık delîllerden birisi de mi’râc (Rabbim) yardıma yetişti. Bana izzet, ümmetime de bir aylık hadîsesidir. O gece Resûlullah ( aleyhisselâm ) efendimiz, yoldaki düşmanın kalbine korku vererek zafer ihsân etti. Gerek büyük derecelere ulaşmış, yüksek mertebe ve mevkiler elde bana ve gerekse ümmetime ganîmetleri helâl kıldı. Bizden etmiştir. Nitekim bu büyük hâdise için cenâb-ı Hak, İsrâ sûresi öncekilere yasak kıldığı birçok şeyi bize helâl kıldı, bize güçlük ilk âyetinde meâlen buyurdu ki: “Her türlü noksanlıktan kılmadı.” münezzeh olan O Allahdır ki, kulunu (Hazreti Muhammed aleyhisselâmı gece Mescid-i Haram’dan (Mekke’den alıp) o Hâlid bin Ma’dan ( radıyallahü anh ) anlattı: Eshâb-ı Kirâmdan etrâfını mübârek kıldığımız Mescid-i Aksâ’ya kadar götürdü. (r.anhüm) ba’zıları Peygamber efendimize, “Yâ Resûlallah! O’na âyetlerimizden (kudretimize delâlet eden acâibliklerden Bize kendinizi anlatır mısınız?” diye suâl ettiler. Peygamber gösterelim diye yaptık. Şüphesiz O, (Allahü teâlâ) Semi’dir efendimiz de buyurdular ki: “Evet ben babam (ceddim) (herşeyi işitir). Basîr’dir (herşeyi görür).” Peygamber efendimiz İbrâhim’in (aleyhisselâm) (Ey Rabbimiz! Soyumuzdan gelen de bu hâdise için şöyle buyurdular: “Evimin tavanı açıldı. müslüman ümmet içinden bir Peygamber gönder duâsında Cebrâil aleyhisselâm indi, göğsümü yardı. Sonra onu kasdedilen Peygamberim. Îsâ (aleyhisselâm),beni tebşir Zemzem’le yıkadı. Sonra hikmet ve îmân dolu olan altın bir etmiştir (müjdelemiştir). Annem bana hâmile iken, kendinden leğenle geldi ve göğsüme boşalttı. Sonra kapayıp, elimden bütün Şam topraklarındaki Basra köşklerini aydınlatan bir nûr tuttuğu gibi doğru beni semâya çıkardı.” Enes bin Mâlik’den ( yükselmiştir. Sonra ben, Benî Sa’d bin Bekr (kabilesine) radıyallahü anh ) rivâyetle, Resûlullah efendimiz buyurdu ki: emzirilmem için gönderildiğim zaman, süt kardeşimle birlikte “Bana Burak getirildi. O katırdan küçük, merkepten büyük, evimizin arkasında hayvanları otlatırken, üzerinde beyaz uzun ve beyaz bir hayvandır. Ayağını gözünün görebildiği yere elbise bulunan iki kimse bana yaklaştı.” Başka bir hadîs-i kadar (rahatça) bırakıyordu. Ona bindim, Beyt-i Makdis’e şerîfte, “İçi kar dolu altın leğenle bana üç kimse geldi. Beni geldim ve orada iki rek’at namaz kıldım. Sonra çıktım. Cebrâil aleyhisselâm bana bir kap Cennet şarabı, bir kap da süt emri) biraz hafif eyle.” Bunun üzerine elli vakitten sâdece beş getirdi. Sütü aldım. Cebrâil (aleyhisselâm) bana, Fıtratı seçtin” vakit indirdi. Mûsâ’ya (aleyhisselâm) döndüm ve (Beş vakit dedi. Sonra beraberce göğe yükseldik. Cebrâil aleyhisselâm indirdi) dedim. Dedi ki, “Rabbine dön! Biraz daha hafifletmesini kapıyı çaldı, “Sen kimsin?” dediler. “Ben Cebrâil’im”, “Peki dile. Çünkü ümmetin bunun allından kalkamaz. Böylece Mûsâ yanındaki kim?” “O da Muhammed aleyhisselâmdır.” “O’na aleyhisselâm ile Rabbimin arasında gidip geldim ve nihâyet Peygamberlik gönderildi mi?” “Evet, O’na peygamberlik Allahü teâlâ şöyle buyurdu: “Bu namazı beş vakte indirdim. gönderildi.” Bunun üzerine kapı açıldı ve kendimi Âdem Her namaz için on sevâb vardır. Bu bakımdan sonunda yine aleyhisselâmın karşısında buldum. Bana “Merhaba” dedi ve elli namaz olur. Zîrâ her kim bir sevâbı kasdedip de duâ etti. Sonra ikinci kat göğe çıktık. Cebrâil aleyhisselâm yine yapamazsa, onun için bir sevâb yazılır. Fakat yaparsa, bire kapıyı çaldı. Denildi ki, “Sen kimsin?” “Ben Cebrâil’im”, “Peki mukabil tam on sevâb yazılır. Fakat bir günah kasdedip yanındaki kim?” “O da Muhammed aleyhisselâmdır.” “O’na yapmazsa hiçbir şey yazılmaz. Yaparsa, ancak o bir günah Peygamberlik gönderildi mi?” “Evet geldi.” Bunun üzerine kapı olarak kayda geçer. Sonra Mûsâ’ya (aleyhisselâm) inip açıldı. Kendimi teyze çocukları Îsâ aleyhisselâm ile Yahyâ bin durumu anlattım. Yine “Dön, biraz daha hafifletmesini dile” Zekeriyyâ aleyhisselâmın yanında buldum. Bana “Merhaba” dedi. Bunun üzerine ona, “Rabbime çok münâcaatta dediler. Ve duâda bulundular. Sonra üçüncü kat göğe çıktık. bulunduğum için artık utanıyorum” dedim.” İbn-i Abbâs’ın ( Aynı suâl ve cevâptan sonra kapı açıldı ve kendimi Yûsuf’un radıyallahü anh ) bildirdiği hadîs-i şerîfte; “Öyle bir yere kadar (aleyhisselâm) yanında buldum. Baktım ki kendisine güzelliğin yükseldim ki, kalemlerin (çıtırtı) seslerini duydum.” Enes bin yarısı verilmiş. Bana “Merhaba” dedi ve duâ etti. Dördüncü kat Mâlik’in ( radıyallahü anh ) bildirdiği hadîs-i şerîfte buyuruldu göğe çıktık, aynı suâl ve cevaptan sonra kendimi, İdrîs’in ki: “Cebrâil aleyhisselâm beni Sidret-ül-Müntehâ’ya kadar (aleyhisselâm) yanında buldum. Bana “Merhaba” dedi ve götürdü. Sidret-ül-Müntehâ’yı öyle bir renkler kapladı ki, duâda bulundu. Allahü teâlâ, Meryem sûresinde onun bunların ne olduklarını bilmiyorum. Sonra Beni Cennete hakkında “Onu biz yüksek bir yere ref’ ettik” buyurmuştur. koydular.” Ebû Hüreyre’nin ( radıyallahü anh ) bildirdiği hadîs-i Sonra beşinci kat göğe çıktık, orada Hârûn’la (aleyhisselâm) şerîfte buyuruldu ki; “Bana dediler ki, İşte bu Sidret-ül- karşılaştık. Bana “Merhaba” dedi ve hayır duâda bulundu. Müntehâ’dır. Ümmetinden senin yolunda olanların her biri Sonra altıncı kat göğe çıktık. Orada Mûsâ (aleyhisselâm) ile burada nihâyet bulacaklardır. O; altından, su, süt, Cennet karşılaştık. Bana “Merhaba” dedi ve hayır duâda bulundu. şarabı, süzülmüş bal, bal ırmakları akan bir menba’dır. O öyle Sonra yedinci kat göğe yükseldik, aynı soru-cevaptan sonra bir ağaçtır ki, gölgesinde bir süvari yetmiş sene yürür. Onun İbrâhim’i (aleyhisselâm) Beyt-i Ma’mûr’a arkasını dayamış bir yaprağı, mahlûkâtı gölgelendirebilir. Onu nûr ve melekler olarak buldum. O Beyt-i Ma’mûr ki, her gün oraya yetmişbin bürümüştür... Allahü teâlâ buyurdu ki: “Haydi iste!” (Ben de) melek giriyor (da bir daha sıraları gelmiyor). Sonra beni Sidret- “Şüphe yok ki, sen, İbrâhim’i dost edindin, ona büyük bir mülk ül-Müntehâ’ya götürdü. Sanki onun yaprakları fil kulakları gibi ihsân ettin. Mûsâ ile konuştun. Davud’a büyük bir mülk idi. Meyveleri de kuleler gibi idi. O, Allahü teâlânın (Hâkimiyet) lütfettin, ona demiri erittin, dağları emrine verdin. emirlerinden herhangi birisiyle karşılaştığında öylesine Süleymân’a da büyük bir mülk ihsân edip, insanları, cinleri ve değişiyordu ve güzelleşiyordu ki, Allahü teâlânın yaratmış rüzgârları emrine verdin. Ondan sonra kimseye vermediğin bir olduğu mahlûkâtından hiç kimse onun güzelliğini anlatamaz. mülk ihsân ettin, Îsâ’ya Tevrat ve İncîl’i öğrettin. Körleri Sonra Allahü teâlâ bana vahyettiğini vahyetti. iyileştirme gücünü (kendi izninle) ona verdin. Onu ve annesini Şeytân-ı racîmden korudun. Şeytan her ikisine de birşey Hergün elli vakit namaz kılınmasını bana farz kıldı. Mûsâ yapamadı” (dedim.) (Allahü teâlâ) “Seni de dost ve sevgili aleyhisselâma indim. “Rabbin ümmetine ne farz kıldı?” diye edindim. Tevrat’ta (Muhammed Habîburrahmândır) diye sordu. “Elli vakit namaz” dedim. “Rabbine dön, biraz yazılmıştır. Seni bütün insanlığa (Peygamber olarak) hafifletmesini dile. Çünkü ümmetin onun altından kalkamaz. gönderdim. Ümmetini, hem evvelkilerden, hem sonunculardan Ben İsrâiloğullarını denedim ve yokladım” dedi. Bunun üzerine kıldım. Ümmetin, benim kulum ve Resûlüm olduğuna şehâdet Rabbime döndüm ve dedim ki, “Yâ Rabbî! Ümmetimden (bu edinceye kadar (inanıyoruz da deseler) sözleri muteber değildir. Yaratılış bakımından seni Peygamberlerin ilki, Rabbin seni kıyâmette Makâm-ı Mahmûd’a (âhıretteki şefaat gönderiliş cihetinden ise sonuncusu yaptım. Sana Seb-i makamına) göndere...” buyurdu. Resûlullah ( aleyhisselâm ) Mesâni’yi (Fâtiha sûresini) verdim. Senden önce onu hiçbir efendimize, Makâm-ı Mahmûd’dan suâl ettiler. “O şefaattir” Peygambere vermedim. Sana Arş’ımın altında bulunan buyurdu. Ka’b bin Mâlik’in ( radıyallahü anh ) bildirdiği hadîs-i hazîneden Bekâra sûresinin sonlarını ihsân ettim ki, bunu şerîfte Peygamber efendimiz; “Kıyâmet günü insanlar senden önce hiçbir Peygambere vermiş değilim. Seni hem haşrolunduklarında ben ve ümmetim bir yerde olacağız. fâtih, hem de hatim (peygamberlerin sonuncusu) yaptım” Rabbim bana yeşil bir elbise giydirecek. Sonra bana izin buyurdu.” verilecek. Allah tarafından ne söylemem isteniyorsa söyleyeceğim, işte Makâm-ı Mahmûd budur” buyurdu. İbn-i Peygamber efendimiz ( aleyhisselâm ) mahşerde de Mes’ûd ( radıyallahü anh ) “Makâm-ı Mahmûd, Resûlullahın ( insanların en üstünüdür. Bunu, kendileri şöyle beyân aleyhisselâm ) Arş’ın sağında durmasıdır. Kimse orada buyurdular: “(Kabirden) kalkılacağı zaman, ilk çıkacak insan durmayacaktır. Bu sebeple evvelkiler de, sonrakiler de O’na benim. Rableri huzûruna geldiklerinde hatîbleri benim. gıbta edecekler” dedi. Peygamber efendimiz ( aleyhisselâm ) Ümitlerini kestikleri zaman da müjdecileri benim! Livâ-ül-hamd buyurdular ki; “Ümmetimin yarısının Cennete girmesiyle şefaat benim elimdedir. Rabbimin katında Âdemoğlunun en arasında muhayyer kılındım. Ben şefaati tercih ettim. Çünkü o kıymetlisiyim. Övünmüyorum, hakîkati bildiriyorum. Hakîkati daha şümûllüdür. Onu yalnız takvâya erenler için sanmayın, o bildirmek benim vazîfemdir.” Ebû Hüreyre’nin ( radıyallahü aynı zamanda hatâya düşen günahkârlar içindir de.” anh ) rivâyet ettiği hadîs-i şerîfte; “Cennet elbiselerinden bir elbise giydirileceğim. Sonra Arş’ın sağ yanında duracağım.. Ebû Hüreyre’nin ( radıyallahü anh ) rivâyet ettiği hadîs-i Mahlûkâttan o makamda benden başka kimse bulunmayacak” şerîfte, Peygamber efendimiz; “Şefaatim, kalbi dilini tasdik buyuruldu. İbn-i Abbâs’ın ( radıyallahü anh ) bildirdiği hadîs-i eder tarzda bir ihlâs içinde “La ilahe illallah” diyerek şehâdet şerîfte, Peygamberimiz buyurdu ki: kelimesi getiren kimseyedir.” buyurdu. Huzeyfe ( radıyallahü anh ) dedi ki, “Allahü teâlâ insanları kıyâmet gününde, yalın “Cennet kapısının halkasını ilk kımıldatacak olan da benim. ayak, başı açık, dümdüz bir yerde toplayacaktır. Öyle ki, Bana (Cennet) açılacak ve oraya benimle birlikte mü’minlerin çağırılan kişi onlara sesini rahatça duyurabilecek ve onları fakirleri girecek...” Enes bin Mâlik’den ( radıyallahü anh ) zahmet çekmeden görebilecektir, ilk yaratıldıkları zaman bildirilen hadîs-i şerîfte; “Kıyâmet günü Cennetin kapısına konuşmaktan âciz oldukları gibi, o günde O’nun izni olmadan gelirim ve açmalarını isterim. Hâzin der ki, “Sen kimsin?” Ben kimse konuşamıyacaktır. Tam bu esnada Resûlullah ( Muhammedim derim. “Ben (Cenneti) sana açmakla aleyhisselâm ) efendimiz çağırılacak, O da buyuracak ki; emrolundum. Senden önce hiç kimseye açmam” diye karşılık “Buyur, bütün hayır senin yed-i kudretindedir. Şerri de ancak verecek” buyuruldu. Abdullah bin Amr’ın ( radıyallahü anh ) sen önlersin. Senin hidâyete erdirdiğin kimse ancak hidâyete rivâyet ettiği hadîs-i şerîfte, Peygamberimiz buyurdu ki: ermiş olabilir, işte (âciz) kulun şimdi huzûrundadır. Sana “Havzının büyüklüğü bir aylık yürüyüştür. Uzunluğu ve (yönelmiş) durmaktadır. Yegâne sığınak sensin. Senin genişliği birdir. Suyu gümüşten daha beyazdır. (Bir rivâyete azâbından ancak yine senin lütfunla merhametinle göre de, sütten daha beyazdır.) Kokusu miskten daha kurtulabiliriz. En yüce sensin, en büyük sensin. Ey Beytin güzeldir. Bardakları gökteki yıldızlar gibidir (çok ve parlaktır). Rabbi! Seni noksan sıfatlardan tenzih ederim.” Kim ondan içerse bir daha susamaz.” Ebû Hüreyre’den ( radıyallahü anh ) rivâyetle, Peygamber Kıyâmet gününde Peygamber efendimize ( aleyhisselâm ) efendimiz buyurdular ki: “Allah, evvelkileri ve sonrakileri (bütün şefaat etme yetkisi verilecektir. O’na Makâm-ı Mahmûd insanları) kıyâmet gününde bir araya getirecektir. Onlara “Ah verilerek de diğer Peygamberlerden (aleyhimüsselâm) üstün bir, bizim için Rabbimize şefaat dileyen olsa” diye ilham kılınmıştır. Bu mevzûda cenâb-ı Hak, İsrâ sûresi 79. âyetinde edilecek.” Başka bir hadîs-i şerîfte buyuruldu ki: “Güneş çok meâlen; “Gecenin bir kısmında da uyanıp, sırf sana mahsûs yaklaşacak, insanlar gam ve kederden bitkin bir hâle olmak üzere onunla (Kur’ân-ı kerîmle) teheccüd kıl. Tâ ki düşecekler. Aralarında, “Size şefaat edecek birine baksanız iyi verilecek ve ben O’nu gördüğüm zaman secdeye olur” diyecekler. Bunun üzerine Âdem’e (aleyhisselâm) gelip kapanacağım.” Bir rivâyete göre “Arş’ın altına gelir secdeye şöyle diyecekler, “Sen Allahın yed-i kudretiyle yarattığı, kapanırım.” Bir hadîs-i şerîfte de, “Huzûrunda durur, bana rûhundan üfürdüğü, Cennetine yerleştirdiği, melekleri sana ilham edeceği öyle bir hamdde bulunurum ki, bu dünyâda secde ettirdiği, herşeyin adını sana öğrettiği insanların babası böyle bir hamde asla takat getiremem.” Ebû Hüreyre’nin ( olan Âdem’sin (aleyhisselâm). Hâlimizi görüyorsun. Ne olur, radıyallahü anh ) bildirdiği hadîs-i şerîfte, “Yâ Muhammed! Rabbine yalvar da bizi rahata kavuştursun!” Âdem Kaldır başını! İste ne istersen sana verilecek! Şefaat et, bu (aleyhisselâm) “Rabbim bugün öyle gadab etmiştir ki, ne paye sana verilmiştir. Kaldır başını!” denilecek. Buna karşılık bundan önce ve ne de bundan sonra hiç böyle gadaba ben, “Yâ Rabbî! Ümmetim! Yâ Rabbî! Ümmetim!” diyeceğim. gelmemiştir. Beni ma’hut ağaçtan nehyetti. Biliyorsunuz ki “Ümmetinden hesaba çekilmiyecekleri Cennet kapılarının sağ ben, o ağaçtan yedim. Şimdi başımın çâresine bakmakla tarafında olan kapısından içeri al. Geride kalanlar diğer meşgûlüm, haydi benden başkasına gidin, Nûh’a kapıdan girmek husûsunda müşterektirler” denilecek.” Enes (aleyhisselâm) gidin” diyecek. Bunun üzerine Nûh’a bin Mâlik’in ( radıyallahü anh ) bildirdiği hadîs-i şerîfte ise, (aleyhisselâm) gelip şöyle diyecekler, “Yer ehline elçi olarak “Haydi git, kimin kalbinde bir buğday veya arpa tanesi kadar gönderilen Peygamberlerin evvelisin. Allahü teâlâ sana Abden imân varsa, onu çıkar. Bunun üzerine gidip, emrini yerine Şekûrâ (şükredici kul) diye isim vermiş. Vaziyetimizi getireceğim. Sonra Rabbime dönüp bundan dolayı hamd-ü görüyorsun, ne olur Rabbine yalvar da bizi bu dunundan senada bulunacağım.” Huzeyfe’nin ( radıyallahü anh ) kurtarsa.” Nûh (aleyhisselâm), “Şüphesiz, Rabbim bugün bildirdiğine göre, “Muhammed aleyhisselâma gelecekler. öylesine gadaba gelmiştir ki, bundan önce ve sonra hiç böyle Şefaat edecek ve onlara Sırat köprüsü kurulacak. Üzerinden bir gadabda bulunmayacaktır. Nefsi, Nefsi!” diyecek.” (Enes ilk geçenler, şimşek gibi, sonra geçenler rüzgâr gibi, daha bin Mâlik’in ( radıyallahü anh ) rivâyetine göre: Allahü teâlâya sonra geçenler kuş gibi, daha sonra geçenler atlılar gibi karşı olan zellesini zikredecektir.) [Zelle: Birşeyi en güzel geçecekler. Peygamber efendimiz de ( aleyhisselâm ), şekilde yapmamak.] Ebû Hüreyre’nin rivâyetiyle bildirilen köprünün ortasında durup, devamlı olarak, insanların hadîs-i şerîfte, “En iyisi siz, İbrâhim’e (aleyhisselâm) gidin (Müslümanların) hepsi geçinceye kadar “Allahım selâmete şüphesiz o Halîlullahtır” diyecek. Bunun üzerine İbrâhim’e erdir! Allahım selâmete erdir!” diyecek, İbn-i Abbâs’ın ( (aleyhisselâm) gelecekler ve diyecekler ki, “Sen Allahü radıyallahü anh ) bildirdiği hadîs-i şerîfte, “Peygamberlere teâlânın hem nebisi, hem de halilisin (dostusun). Vaziyetimizi minberler kurulacak, üzerine oturacaklar. Benim minberim görüyorsun. O’na yalvar da bizi bu durumdan kurtarsın” kalacak. Ben üzerine oturmayacağım. Rabbimin huzûrunda diyecekler. Bunun üzerine İbrâhim (aleyhisselâm), “Rabbim ayakta dikileceğim. Bunun üzerine Allahü teâlâ buyuracak ki, bugün çok gadaba gelmiştir. Kendi canımla meşgûlüm. Şefaat “Ümmetine ne yapmamı istiyorsun?” “Yâ Rabbî! Hesaplarını ehli değilim. Kelîmullah olan Mûsâ’ya (aleyhisselâm), hemen görüver” diyeceğim. Hemen çağrılıp hesapları gitmelisiniz” diyecek.” Başka bir hadîs-i şerîfte, “O, Allahü görülecek. Kimi O’nun rahmetiyle Cennete girecek, kimi de teâlânın kendisine Tevrat verdiği bir kuldur. Ona konuşmuştur benim şefaatimle. Şefaat etmede öylesine devam edeceğim ve onu kurtarmakla kendine yakın eylemiştir” diyecek. Bunun ki, elime isimleri Cehennemliktir diye yazılı bir liste verilecek üzerine Mûsâ’ya (aleyhisselâm) gelirler. Durumlarını anlatırlar. ve Cehennem hâzini şöyle diyecek, “Ey Muhammed! ( O da, o adam öldürme olayını anlattıktan sonra, “Ben kendi aleyhisselâm ) Ümmetin hakkında Rabbimin gazâbı için hiçbir canımla meşgûlüm, Îsâ’ya (aleyhisselâm) giderseniz iyi şey bırakmadın.” yaparsınız. Çünkü o, Rûhullah ve kelimetullahdır.” diyecek. Nihâyet Îsâ’ya (aleyhisselâm) gelip, durumu anlatacaklar. O Enes bin Mâlik’in ( radıyallahü anh ) rivâyet ettiği hadîs-i da, “Ben buna ehil değilim, Muhammed aleyhisselâma şerîfte, Peygamberimiz ( aleyhisselâm ) buyurdular ki: “Ben gitmelisiniz” diyecek. Ondan sonra bana gelecekler. Ben Cennette yürürken, önüme bir nehir çıktı. Her iki yanı inciden kendilerine, “Evet, ben ona ehilim! (Bu paye bana verilmiştir.) bir kubbe idi. Cebrâil’e (aleyhisselâm) sordum. “Bu nedir?” “Bu diyeceğim. Gidip Rabbimden izin alacağım. Bana izin Allahın sana verdiği Kevser’dir” diye cevap verdi. Sonra onun uydurdu demişlerdi. Nitekim Allahü teâlâ böyle söyleyenler çamuruna bir el attı, hemen bir misk çıkardı.” için; “Yoksa, Kur’ân-ı kendisi uydurdu mu diyor müşrikler? O hâlde şöyle de: “Haydin, Onun gibi uydurma on sûre getirin ve Hazreti Âişe vâlidemizin bildirdiği hadîs-i şerîfte, “O nehrin bunun için, Allahtan başka gücünüzün yettiğini de çağırın. mecrası inci ve yakut üzerindeydi. Suyu ise baldan tatlı, Eğer doğru söylüyorsanız bunu yaparsınız.” (Hûd-13) “Eğer kardan beyazdır.” Başka bir rivâyette ise, “Orada hanım ve kulumuza (Muhammed aleyhisselâma) indirdiğimiz Kur’ân’dan hizmetçilerden, kendisine lâzım olan bütün şeyler mevcûttur” şüphede iseniz, haydi siz de onun benzerinden (fesahat ve buyuruldu. belagatta ona eş) bir sûre getirin ve Allahtan başka Peygamber efendimizin ( aleyhisselâm ) bir çok isimleri vardır. Kur’ân-ı kerîmde geçen en meşhûr isimleri, “Muhammed, Ahmed, Abdullah, Tâhâ, Yâsîn, el-Müddessir, el-Müzzemmil” diye bildirildi. Peygamber efendimizin ( aleyhisselâm ), insan kudretinin dışında kalan pekçok mu’cizeleri vardır. Mu’cize, düşmanları susturmak, onlara adetâ meydan okumak için, Allahü teâlânın yarattığı işlerdir. Bunların sayesinde düşmanların yalanlamalarını hükümsüz ve benzerini getirmekten âciz bıraktı. Peygamber efendimizin bütün Peygamberlerden (aleyhimüsselâm) daha çok mu’cizesi vardır. Bunların en büyüğü Kur’ân-ı kerîmdir. Kur’ân-ı kerîmin mu’cizeleri, ne bin, ne iki bin ve daha fazla sayıyla bitmez. Peygamber efendimiz ( aleyhisselâm ), bütün düşmanlara, bir suresiyle meydan okudu. Bütün edebiyatçılar, şâirler benzerini meydana getirmekten âciz kaldılar. Âlimler dediler ki, “Kur’ân-ı kerîmde en kısa sûre “Kevser” suresidir. Onun her âyeti de bir mu’cizedir.” Kur’ân-ı kerîmin geldiği zamanlarda Arablar, edebiyatta ve söz söyleme san’atmda çok yüksek bir dereceye varmışlardı. Onlara hiçbir insana ve nesle verilmeyen ifâde gücü verilmişti. Birbirlerine hitâb etmekte, en ileri zekâları bile rahatça mağlûb ederlerdi. Allahü teâlâ onları, bu yönüyle çok kâbiliyetli olarak yaratmıştı. Arablar, her sahada yorulmadan şaşırtıcı sözler söylerlerdi. Çok mühim işlerde, hattâ harbin en şiddetli ânında kılıç sallarken bile, rahatça edebî olarak konuşabilirlerdi. Birbirlerinin sorularına şiirle cevap verirlerdi. Köylerde oturanlar bile ma’nâlı sözler, ifâde gücü olan kelâmlarla, büyük ve susturucu beyanlarda bulunurlardı, işte böyle yüksek vasıflı kimselerin karşısına, Peygamber efendimiz ( aleyhisselâm ) Kur’ân-ı kerîm, ile çıkmış, onlara meydan okumuştu. Konuştukları dilin edebiyat bakımından zirvesinde olan Arablar, Kur’ân-ı kerîmdeki belagat ve fesahati görünce, birçoğu teslim olmuş, îmân ile şereflenmişlerdir. Ba’zıları da inanmamış, Peygamberimiz için, şahitlerinizi (putlarınızı, şâir ve âlimlerinizi)’de yardıma çağırın. Şayet (bu insan kelâmıdır) sözünde sâdık (doğru söyleyen) kimseler iseniz.” Bunu yapamazsanız (bir sûreye eş gevremezseniz ki, hiçbir zaman yapamayacaksınız) artık o ateşten sakının ki, onun tutuşturucu odunu, (kâfir) insanlarla taşlardır. O (ateş) kâfirler için hazırlanmıştır.” (Bekâra sûresinin 23 ve 24. âyetlerinin meâli.) “Ey Resûlüm, de ki, yemîn olsun, eğer insanlar ve cinler bu Kur’ânın benzerini getirmek üzere toplansalar, birbirlerine yardımcı da olsalar, yine onun benzerini getiremezler” buyurdu (İsrâ-88). Bu âyet-i kerîmelerde kâfirlere, Kur’ân-ı kerîmin benzerini meydana getirmeleri için meydan okunmuştur. Kâfirlerden bu âyetlere benzeyecek bir söz söylemeleri istenmiştir. Çünkü bir şeyi uydurmak, bâtıl olan boş lafları söylemek kolaydır. Kolaydır, fakat düzgün ifâde ve ma’nâ taşıyan bir söz söylemek güçtür. O edîb olan Arablar, Kur’ân-ı kerîmdeki bir âyet gibi söyleyemediler. Takat getiremediler. Acz içinde kıvranıp durdular. Müseylemet-ül-Kezzâb gibi ba’zı âdi kimseler, buna cür’et ettilerse de büsbütün rezîl oldular. Etrâfta hayret değil, nefret uyandırdılar. İşte bütün bu sebeplerden dolayıdır ki, müşriklerden Velid bin Mugîre, Peygamberimizden ( aleyhisselâm ) meâlen “Şüphesiz ki Allah adâleti, iyiliği, akrabaya vermeği emreder. Taşkın kötülüklerden, münkerden, zulüm ve tecebbürden (haksızlıktan) nehy eder. Size (böyle) öğüt verir ki, iyice dinleyip ve anlayıp tutasınız” (Nahl-90) âyetini dinlediği zaman, şöyle söylemekten kendini alamadı: “Vallahi, bunda bambaşka bir halâvet ve göz kamaştırıcı güzellik vardır. Anlamı pek fazla, ifâdece çok güçlüdür. Bu, insan sözü olamaz.” Ebû Ubeyd Kâsım bin Sellâm anlattı ki: Bir köylü, bir kimsenin Hicr sûresinin 94. âyet-i kerîmesini okuduğunu duyunca hemen secdeye kapandı. Dedi ki, “Sırf onun fesahatinden dolayı secdeye kapandım.” Bir başkası, Yûsuf sûresi 80. âyet-i kerîmesini işitince, “Şehâdet ederim ki, hiçbir mahlûk bunun gibisini söyleyemez” demiştir. Hazreti Ömer, meâlen; “(Mal ve evlâtsız olarak) tek başına yarattığım o kâfiri birgün mescidde uyuyordu. Bir ara başucunda bir kimsenin (Velîd bin Mugîre’yi) bana bırak.” şehâdet getirdiğini duyunca uyandı, söyleyene; “Sen kimsin?” diye sordu, o da, “Ben Rum patriklerindenim. Çok iyi Arabca Kâfirler, Kur’ân-ı kerîmin yükselişini önlemeye, nûrunu bilirim. Başka lisanları da konuşurum. Müslüman esîrlerinden söndürmeye bütün güçleri ile çalıştılar. Fakat ona gölge birinin, kitabınız Kur’ân-ı kerîmden bir âyet okuduğunu yapacak en küçük bir söz söylemediler. Bu kadar zaman duydum. Dünyâ ve âhıret hâllerini anlatan en iyi bir kitap geçmesine rağmen, bir kusur bulamadılar. Toplantılar yaptılar, olduğunu anladım. Bu kitap, Îsâ aleyhisselâma inen kitabın bir araya gelip el ele verdiler, yardımlaştılar, fakat muhtevâsını da içine alıyor. Dinlediğim âyet-i kerîmenin meâli başaramadılar. Peygamber efendimizin ( aleyhisselâm ) en şudur: “Kim Allaha ve Resûlüne itaat ederse, yaptığı büyük mu’cizesi olan Kur’ân-ı kerîm dünyâ durdukça günahlardan ötürü Allahtan korkar ve geri kalan ömründe de duracaktır. O, bütün ilim dallarını içine almıştır. Nitekim Allahü ondan sakınırsa, işte bunlar ebedî saadete kavuşanlardır” teâlâ buyurdu ki, meâlen; “Biz o kitabta hiç bir şey eksik (Nûr-52). bırakmadık” (En’âm-38). Peygamber efendimiz de ( aleyhisselâm ) buyurdu ki: “Allahü teâlâ, Kur’ân-ı kerîmi Müşriklerden Velîd bin Mugîre’nin Resûlullah efendimizin ( emredici, nehyedici, uyulan başlı başına nurlu bir yol, dillerden aleyhisselâm ) kendisine okuduğu Kur’ân-ı kerîmden kalbi düşmeyen bir örnek olarak göndermiştir, içinde sizin, sizden yumuşadı. Kardeşinin oğlu olan Ebû Cehil, bunu duyunca öncekilerin ve sizden sonra geleceklerin de haberi vardır. O, yanına gelip Velîd’e kızdı. Bunun üzerine Velîd bin Mugîre, aralarınızda meydana gelecek olayların da hâkimidir. Çok “Yemîn ederim ki, içinizde hiç biriniz benim kadar şiir bilmez. okumak onu eskitmez. Garaibi bitmez. O hakîkatdır, şaka Onun okuduğu, hiçbir şiir türüne benzemiyor. Şimdi her değildir. Onunla söyleyen doğru söyler. Onunla hükmeden taraftan gelen insanlar burada (Mekke’de, toplanacaklar. adâletle hükmetmiş olur. Onunla savunan dâima muzaffer O’nun hakkında öyle bir fikir ortaya atın ki, kimse kimseyi olur. Onun ışığında taksim eden herkese hakkını tam vermiş yalanlamasın. Kararlaştıracağımız fikrin etrâfında birleşelim” olur. Onunla amel eden me’cur olur (sevâb kazanır). Ona dedi. Müşriklerin yaptıkları bu toplantıda; Peygamber sarılan dosdoğru bir yola kavuşmuş olur. Ondan başkasından efendimiz için neler söyleyebileceklerini konuştular. Ba’zıları, hidâyeti isteyeni Allahü teâlâ saptırır. Ondan başkasıyla “O’na kâhin diyelim” dediler. Başkası, “Olmaz. O kâhin hükmedenin de Allahü teâlâ belini kırar. O, hüküm ve değildir. Çünkü O’nun okuduğu Kur’ân hiç bir kâhinin sözüne hikmetleri içine alan bir zikirdir. Apaçık nûrdur. Dosdoğru bir benzemiyor” dedi. “Mecnûn diyelim” dediler. Ona da, “Olmaz. yoldur. Allahü teâlânın sapasağlam bir ipidir. Her derde fayda Çünkü O deli değildir. O’nda delîlik hâlleri yok” dediler. veren bir şifâdır. Kendisine sarılanı korur. Kendisine tâbi olanı Ba’zıları, “Şâir mi desek?” dediler. Onlara da “Hayır. O bir şâir kurtarır. Eğri büğrü olmaz ki, düzeltilmeye muhtaç olsun. değildir. Çünkü biz şiirin her çeşidini biliriz. Onun okuduğu (Doğrudan) meyl etmez ki kınansın...” kelâm çok ayrı birşey! Hiç birine benzemiyor. Eğer ona şâir dersek, bütün Arab kabileleri bize gülerler” dediler. Peygamber efendimizin, Kur’ân-ı kerîmden başka pekçok “Sihirbazdır diyelim” diyenlere de, “Bu da olmaz. Çünkü O, mu’cizeleri vardır. Bunlardan birisi de, Ay’ın ikiye ayrılmasıdır. büyücü değildir. Çünkü sihirbazın yaptığı hareketler onda yok” Enes bin Mâlik ( radıyallahü anh ) anlattı: “Mekkeli müşrikler, dediler. “Peki, ya ne diyelim?...” Velîd’in tavsiyesi ile sonunda Resûlullahtan ( aleyhisselâm ) kendilerine mu’cize şu karara vardılar, “Olsa olsa, O bir sihirbazdır. Çünkü O, göstermesini istediler. Bunun üzerine Ay’ın iki kısma kardeşi kardeşten, babayı oğuldan, kocasını hanımından bölünüşünü (mu’cize olarak) onlara gösterdi. Nihâyet Hira ayırıyor, birbirlerinden uzaklaştırıyor.” Bu sözü hepsi (dağını), bölünen o iki kısım arasında gördüler. Müşrikler, beğendiler. Her biri bir tarafa gittiler. Arab kabilelerinin “Muhammed sizi büyüledi!...” dediler. Müşriklerden bir tanesi, geleceği yolların üstüne oturup, gelenlere Peygamberimizi ( “Şayet Muhammed Ay’ı büyüledi ise, yaptığı büyü bütün aleyhisselâm ) kötülemeye çalıştılar. Bunun üzerine Allahü yeryüzünü saramaz ki, öyle ise diğer memleketlerden teâlâ Velîd’in hakkında Müddessir sûresi onbirinci âyetinde gelenlere soralım bakalım, onlar da bunu görmüşler mi?” dediler. Sonra diğer ülkelerden gelenlere sordular. Onlar da, Onda, sırtında iki damacana su yüklü bir deve vardır” “Evet, biz de Ay’ın ikiye bölündüğünü gördük” deyince, buyurdular. Onlar gittiler, kadını buldular. O kadını Mekkeli müşrikler, “Anlaşılan bu müstemir, arkası kesilmeyen Resûlullahın ( aleyhisselâm ) huzûr-i şerîflerine getirdiler. O iki devamlı bir büyüdür” dediler. Allahü teâlâ, Kamer sûresi 1 ve damacanadan bir kaba su kondu. O kabı alıp düâ buyurdular. 2. âyetlerinde meâlen; Saat yaklaştı. Ay (ikiye) ayrıldı. Onlar, O kaptaki suyu damacanaya tekrar döktürüp ağzını kapattılar. bir mu’cize görseler yüz çevirirler ve “Müstemir bir büyüdür” Biraz sonra damacanaların ağzı açıldı. Eshâb-ı Kirâma, derler” buyurdu. yanlarında hiçbir kab boş kalmayacak şekilde doldurulmasını emir buyurdular. Kaplar dolduğunda, damacanalarda hiç su Peygamber efendimizin ( aleyhisselâm ) mu’cizelerinden birisi eksilmediği gibi, eskisinden daha dolu olduğunu gördüm. de, güneş batmışken, tekrar geriye çevrilmesi hadîsesidir. Sonra kadına, torbası doluncaya kadar yiyecek topladı. Esma binti Umeys ( radıyallahü anha ) anlattı: “Resûlullah Kadına buyurdular ki: “Haydi git, senin suyundan hiçbir şey efendimizin ( aleyhisselâm ) mübârek başı Hazreti Ali’nin almadık. Lâkin Allahü teâlâ bizi ondan suladı.” kucağında yken, kendisine vahiy geldi. Ali ( radıyallahü anh ) ikindiyi, güneş batıncaya kadar kılamamıştı. Resûlullah Amr bin Şuayb ( radıyallahü anh ) anlattı: “Zil-Mecaz’da efendimizden ( aleyhisselâm ) vahiy hâli geçtikten sonra Resûlullah efendimiz ( aleyhisselâm ) ile Ebû Tâlib, bir deveye buyurdu ki: “Yâ Ali, ikindiyi kıldın mı?” Hazreti Ali, “Hayır binmiş gidiyorlardı. Bir ara Ebû Tâlib, “Çok susadım” dedi. kılamadım yâ Resûlallah!” dedi. Bunun üzerine Pegamber Resûlullah ( aleyhisselâm ) hemen deveden indi. Mübârek efendimiz ( aleyhisselâm ) şöyle duâ buyurdular: “Yâ Rabbî! ayağı ile yere vurdu ve yerden su çıktı. Ebû Tâlib’e dönerek O, şüphesiz senin ve Resûlünün tâatindeydi. Güneşi ona geri “Haydi içiniz” buyurdular.” Câbir ( radıyallahü anh ) anlattı: çevir!” Esma ( radıyallahü anha ) dedi ki: “Onu gördüm, “Hendek günü, Resûlullah efendimizi ( aleyhisselâm ) yemeğe battıktan sonra tekrar doğdu. Dağların ve yerin üzerinde da’vet ettik. Az bir hamur ve bir oğlak pişirmiştik. Allahü durdu. Bu, Hayber’in es-Sahbâ semtinde idi.” teâlânın Resûlü ( aleyhisselâm ) bereketli olması için hamura ve tencereye okuyup duâ ettiler. Onun duâsı bereketiyle, bir İbn-i Mes’ûd ( radıyallahü anh ) rivâyet etti ki: “Biz Resûlullah ölçek arpa ve bir oğlakla tam bin kişi doydu. Allahü teâlâya efendimizle ( aleyhisselâm ) beraberdik. Suyumuz yoktu. yemîn ederim ki, Eshâb-ı Kirâmın hepsi yediler, gittiler. Bizim Resûlullah ( aleyhisselâm ), “Yanında fazla suyu olandan tenceremiz hâlâ olduğu gibi kaynıyordu. Hamurumuz olduğu isteyin” buyurdular. Bunun üzerine Peygamber efendimize ( gibi ekmek yapılmak için hazır duruyordu. Ebû Eyyûb-i Ensârî aleyhisselâm ) su getirildi. Onu bir kaba döktü. Sonra mübârek ( radıyallahü anh ) anlattı: Resûlullah efendimize ( avucunu onun içine koydu. Baktık ki, Resûlullahın ( aleyhisselâm ) ve Ebû Bekr’e ( radıyallahü anh ) yetecek aleyhisselâm ) mübârek parmakları arasından su fışkırmaya kadar yemek yaptık. Da’vette Peygamber efendimiz ( başladı.” Câbir ( radıyallahü anh ) anlattı: “Hudeybiye günü aleyhisselâm ) buyurdular ki: “Haydi, Ensâr eşrafından otuz Eshâb-ı Kirâm (r.anhüm) susamıştı. Resûlullah efendimizin kişi çağırınız.” Çağırdım; geldiler, yediler ve doydular. önünde deriden bir su kırbası vardı. Peygamber efendimiz tekrar “Haydi, altmış kişi çağır” Ondan abdest aldı. Eshâb-ı Kirâm (r.anhüm) O’na doğru geldiler, “Yâ Resûlallah! Yanımızda bulunan şu önünüzdeki kırbadan başka hiçbir suyumuz yoktur” dediler. Bunun üzerine Peygamber efendimiz elini su kırbasına koydu. O ânda mübârek parmakları arasından su, pınarlar gibi ekmaya başladı. Binbeşyüz kişi idik. Eğer yüzbin kişi dahi olsaydık, o su hepimize yeterdi.” İmrân bin Hüseyn ( radıyallahü anh ) anlattı: “Peygamber efendimizle ( aleyhisselâm ) bir seferde idik. Eshâb-ı Kirâm susamışlardı. Eshâb-ı Kirâmdan (r.anhüm) iki kimseye, “Falan yere gidiniz. Orada bir kadın bulacaksınız! buyurdular. Altmış kişiyi de çağırdım. “Yetmiş kişi daha çağır” buyurdular. Onları da çağırdım. Geldiler, yediler, içtiler. O yemeği hâlâ bitiremediler. Çağırdıklarımdan hiç biri, müslüman olup bî’at etmeden çıkmadılar. O gün yemeğimden tam yüzseksen kişi yedi.” Abdurrahmân bin Ebû Bekr ( radıyallahü anh ) anlattı: “Resûlullah ( aleyhisselâm ) ile beraber yüzotuz kişiydik. Bir ölçek undan hamur yoğuruldu, bir koyun kesildi, içindeki ciğer ve benzeri kısımları kızartıldı, kavruldu. Allaha yemîn ederim ki, yüz otuz kişinin hepsine ondan bir parça verildi ve yediler. Sonra o koyundan iki büyük tabak yemek yapıldı. Hepimiz doyasıya yedik. Sonra o iki ondan yedim. Hattâ Hazreti Osman şehîd edilinceye kadar tabakta hâlâ yemek kalmıştı. Onu da deveme yükledim.” (Resûlullah ( aleyhisselâm ), Hazreti Ebû Bekr ve Hazreti Hazreti Ömer anlattı: “Resûlullahın ( aleyhisselâm ) Ömer’in hayâtı boyunca azık torbamdan yedirdim, hiç bitmedi. seferlerinden birinde, Eshâb-ı Kirâm çok acıkmıştı. Durumu Sonra o kayboldu.” Ebû Hüreyre ( radıyallahü anh ) anlattı: Peygamber efendimize anlattık. Peygamberimiz; “Herkes “Çok acıkmıştım. Resûlullah efendimiz ( aleyhisselâm ) bana, yanındaki azık artıklarından getirsin” buyurdular. Eshâbdan kendilerini ta’kib etmemi buyurdular. Daha önce kendilerine birisi, bir avuç dolusu buğday getirdi. Ba’zıları bundan biraz hediye olarak bir bardak süt getirdiler. Bana da, Eshâb-ı daha çok getirdiler ki, en fazla getireninki bir ölçek hurma idi. Sûffe’yi (r.anhüm) çağırmamı buyurdular. Ben de, “Yâ Onların hepsini deriden bir yaygı üzerine topladı. Seleme- Resûlallah! Bu süt onlara ne yapar, biraz içip onunla tübnü-Ekvâ dedi ki: “Hepsi, bir dişi keçinin cüssesi kadar idi. güçlenmiye hepsinden çok ben lâyıkım” dedim. Fakat Resûlullah ( aleyhisselâm ) efendimiz, herkese kaplarını Resûlullah efendimiz, Eshâb-ı Sûffe’nin gelmesini ısrarla getirmesini emir buyurdular. Hepsi geldi ve orduda kabını istediler. Çağırdım, geldiler. doldurmadık tek bir insan kalmadı. Buna rağmen yine de bitmemişti.” Hazreti Ali bin Ebî Tâlib anlattı: “Resûlullah Sıra ile içip, iyice doydular, içmedik bir tek kimse kalmadı. efendimiz, Abdülmuttaliboğullarını da’vet etti. Kırk kişi geldiler. Ondan sonra Resûlullah ( aleyhisselâm ) bardağı aldı ve “Sen Onların içinde bir küçük deveyi yiyebilecek ve büyük bir kap ile ben kaldık. Otur ve iç” buyurdular, içtim. “Yine iç” suyu içebilecek kabiliyette kimseler vardı. Peygamber buyurdular, içtim. Devamlı olarak “İç” buyuruyorlardı. Ben de efendimiz, onlara iki avuç kadar bir yemek yaptı. Yediler ve içiyordum. Nihâyet dedim ki, “Yâ Resûlallah! Sizi gönderene doydular. Yemekten hiç eksiimemişti. Sonra büyük bir yemîn ederim ki, artık içecek yerim kalmadı.” Bunun üzerine maşraba su getirttiler. Onu da herkes kana kana içtiler. O dahi bardağı aldılar. Allahü teâlâya hamd ederek Besmele çektiler sanki içilmemiş gibi duruyordu.” ve kalan sütü içtiler.” Hazreti Enes bin Mâlik anlattı: “Resûlullah efendimiz ( Büreyde ( radıyallahü anh ) anlattı: “Bir köylü Resûlullahtan ( aleyhisselâm ) ile Zeyneb (r.arihâ; vâlidemiz evlendiklerinde, aleyhisselâm ) mu’cize istedi. Peygamber efendimiz de, “Şu bana; “Falan, falan kimseleri ve yolda kimi görürsen çağır ağaca, Allahın Resûlü seni çağırıyor de!” buyurdular. (Köylü gelsinler” buyurdular. Ben hemen çıktım, yolda kimi ağaca öyle söyleyince) ağaç sağına-soluna, önüne-arkasına gördüysem hepsim çağırdım. Geldiler. Evin bütün odaları meyl etti. Kökünü bağlayan damarlar kesildi. Sonra yeri dolmuştu. Resûlullah efendimiz ( aleyhisselâm ), içinde iki yararak, kökünü sürükleye sürükleye Resûlullahın ( avuç kadar hurma bulunan bir tabağı kendi önüne koyup, içine aleyhisselâm ) yanına tozlu bir hâlde geldi. Huzûrunda durup mübârek üç parmağını batırdı. Sonra o tabağı oradakilere fasîh, bir lisan ile, “Esselâmü aleyke yâ Resûlallah” dedi. Bunu ikram etti. Herkes yemeğe başladı. Doyan kalkıyordu. gören köylü hayretle, “Emretseniz geri gider mi?” dedi. Da’vetliler yetmişbir veya yetmişiki kişi idiler. Herkes Peygamber efendimiz, emrettiler. Ağaç yerine döndü, doyduktan sonra, tabaktaki hurmaların olduğu gibi durduğunu damarları yerlerini buldu. Dimdik durup eski hâlini aldı. Buna gördüm.” Ebû Hüreyre ( radıyallahü anh ) anlattı: “İnsanlar iyice şaşıran köylü Peygamber efendimize, “İzin ver de sana açlık içinde kıvranıyorlardı. Resûlullah ( aleyhisselâm ) bana secde edeyim!” dedi. Peygamberimiz ( aleyhisselâm ) “Ben bir buyurdular ki: “Birşey var mı?” Ben de, “Azık torbamda biraz kimsenin bir kimseye secde etmesini emretseydim, mutlaka hurma var!” dedim. Buyurdular ki; “Onu getiriniz.” Getirdim, kadının kocasına secde etmesini emrederdim” buyurdular. içinden bir avuç hurma çıkarıp yaydı ve bereketli olması için Köylü, “Madem ki öyle, müsâade buyurunuz da, mübârek duâ buyurdular. Sonra “On kişi çağırınız!” buyurdular. ellerinizi ve ayaklarınızı öpeyim” dedi. Resûlullah ( Çağırdım. Gelenler doyuncaya kadar yediler. Sonra bir on aleyhisselâm ) efendimiz de ellerini öptürdüler.” Üsâme bin daha, bir on daha, derken bütün asker yedi ve doydu. Sonra Zeyd ( radıyallahü anh ) anlattı: Resûlullah ( aleyhisselâm ) bana; “Getirdiğini al, elini içine sok, ondan bir avuç çıkar, efendimiz seferlerinden birinde bana buyurdular ki: “Allahın kımıldatma” buyurdular. Getirdiğimden fazlasını aldım ve Resûlüne hacetini kaza etmesi için bir yer bulamaz mısın?” Ben de araştırdım ve “Yâ Resûlallah! Sizi insanlardan Enes bin Mâlik ( radıyallahü anh ) anlattı: “Peygamber gizleyecek bir yer bulamadım” dedim. “Bir hurma ağacı veya efendimiz ( aleyhisselâm ) bir avuç taş aldı. Taşlar, taş da mı yok?” buyurdular. Ben de, “İleride birbirlerine yakın Resûlullahın elinde tesbih etmeye başladılar. Sonra onları hurma ağaçları görüyorum” deyince, buyurdular ki: “Haydi Hazreti Ebû Bekr’in eline döktüler. Taşlar yine tesbih ettiler. gidin, Allahın Resûlü, kendisini örtmeniz için huzûruna Sonra bizim elimize verildi, fakat tesbih etmediler.” Bir rivâyete gelmenizi emr ediyor de! Taşlara da aynısını söyle!” Ben göre, Kureyşli müşrikler, Peygamber efendimizin hicreti hemen gittim. Resûlullahin emri şerîflerini kendilerine tebliğ esnasında aramaya, iz ta’kibine başlamışlardı. Sebir dağının ettim. Allahü teâlâya yemîn ederim ki, hurma ağaçlarının üzerindelerken, Sebir dağı dile gelerek, “Yâ Resûlallah! Benim birbirlerine yaklaşıp bir araya geldiklerini, taşların da bir araya üzerimde iken sizi öldüreceklerinden ve bu yüzden de Allahü geldiklerini ve ağaçların arkasında kümeler hâlinde teâlânın beni azâblandırmasından korkuyorum” dedi. Bunu toplandıklarını gördüm. Resûlullah ( aleyhisselâm ) efendimiz, işiten Hira dağı dile gelip, “Yâ Resûlallah! Bana gelir misin?” hacetini kaza ettikten sonra benim yanıma geldiler ve “Haydi diye da’vette bulundu. git, söyle de eski yerlerine dönsünler!” buyurdu. Rabbime yemîn ederim ki, onların ve taşların ayrılıp yerlerine gittiklerini Hazreti Ömer anlattı: Birgün Peygamber efendimiz ( gördüm.” aleyhisselâm ) Eshâb-ı kirâmıyle (r.anhüm) oturuyordu. Bir köylü yakaladığı bir kertenkeleyi elinde tutarak, Resûlullahın Pekçok Sahâbe-i Kirâmla birlikte Câbir bin Abdullah’ın ( huzûr-i şerîflerine geldi. Orada oturanlara, Peygamberimizi radıyallahü anh ) rivâyetine göre: “Mescid-i Nebî, hurma göstererek, “Bu zât kimdir?” diye sordu. Oradakiler “Allahın kütükleri üzerine kurulmuştu. Peygamber efendimiz ( Resûlüdür” dediler. Köylü Peygamber efendimize yönelerek, aleyhisselâm ) hutbe irâd edecekleri zaman, o kütüklerden “Lat ve Uzza (putlar) hakkı için, bu kertenkele seni birinin üzerine çıkar idi. Daha sonra minber yapıldı. doğrulamadıkça sana îmân etmem” dedi. Bunun üzerine Peygamberimiz ona çıkmaya başladı. Bunun üzerine o hurma Resûlullah efendimiz, kertenkeleye, “Ey kertenkele!” diye hitâb kütüğü, deve sesine benzeyen bir sesle, Peygamberimizin ettiler. Kertenkele herkesin duyacağı bir ses ile, “Buyurunuz, hasretinden inlemeye başladı. Hazreti Enes, “Mescid bile buyurunuz ey gelenlerin süsü!” dedi. Peygamberimiz ( onun sesinden sarsıldı” dedi. İbn-i Ebî Vada’a ( radıyallahü aleyhisselâm ) “Söyle bakalım, sen kime kulluk edersin?” anh ), “Hurma kütüğü, çatlayıp yerinden oynadı. Peygamber buyurdular. “Ben, semâda Arş’ı, yerde saltanatı, denizde yolu, efendimiz ( aleyhisselâm ) gelip mübârek elini üzerine koydu Cennette rahmeti, Cehennemde azâbı bulunan Allahü teâlâya da ondan sonra sustu” demiştir. Peygamber efendimiz ( ibâdet ederim” dedi. Peygamber efendimizin “Ben kimim?” aleyhisselâm ) buyurdular ki: “Nefsim yed-i kudretinde olan sorusuna da, “Siz, âlemlerin Rabbinin Resûlü, Peygamberlerin Allahü teâlâya yemîn ederim ki, eğer onu okşamasaydım, hâtemisiniz (sonuncususunuz). Seni doğrulayan felaha Resûlullaha karşı hasret ve hüznünden dolayı kıyâmete kadar kavuşmuştur. Seni yalanlayan da perişan olmuştur” dedi. böyle ağlayacaktı.” Büreyde ( radıyallahü anh ) rivâyet etti: Bunlara şahit olan köylü şaşkına döndü ve müslüman olmakla “Peygamber efendimiz ( aleyhisselâm ) ona; “İstersen seni şereflendi. bulunduğun bahçeye vereyim, tekrar dal budak sal ve eski hâline gel. İstersen seni Cennete dikeyim de Allah dostları Ebû Hüreyre ( radıyallahü anh ) anlattı: Bir çoban kırda meyvenden yesin” buyurduktan sonra, Resûlullah efendimiz koyunlarını otlatıyordu. Bir kurt gelip koyunlardan birini ona kulak verdiler ve şöyle dediğini duydular. “Beni Cennete kapıverdi. Çoban koşarak kurda yetişti ve koyunu tutup dik ve benden Allah dostları yesin ve eskiyip çürümeyeceğim kurtardı. Bunun üzerine kurt, lisâna gelip çobana; “Rızkıma bir yerde olayım.” Ağacın bu konuşmasını, Peygamber niçin mâni oluyorsun? Allahü teâlâdan korkmuyor musun?” efendimizin yanında bulunan da duydu. Bunun üzerine dedi. Buna şaşıran çoban, “Hayret! Bir kurt, tıpkı insan gibi Resûlullah ( aleyhisselâm ) ona şu mukâbelede bulundular: konuşabiliyor” dedi. Kurt, çobana; “Asıl hayret edilecek kişi “İstediğini yapacağım.” Sonra “Dâr-ı bekâyı, dâr-ı fenâya (bu sensin! Çünkü koyunlarının başında duruyorsun da Allahü dünyâya) tercih etti” buyurdular. teâlânın gönderdiği peygamberden haberin yok. Hem O öyle bir peygamberdir ki, Allah O’ndan daha büyük ve şerefli bir Enes bin Mâlik ( radıyallahü anh ) rivâyet etti: Ensârdan peygamber göndermemiştir. Nezdinde makamı pek büyüktür. (Medîneli) bir genç vefât etti. Geride, iki gözü de a’mâ olan bir Cennet kapıları O’na açılmıştır. Cennet ehli, Eshâbına bakıp anası kalmıştı. Onu ta’ziye için evine gittik, ihtiyâr a’mâ kadın, seyrediyor. Nasıl (Allah rızâsı için) savaştıklarına ibretle “Gördüğünüz gibi oğlum vefât etti” dedi. Biz de “Evet” deyince, bakıyor. Seninle O’nun arasında sâdece bir vâdi var. Haydi kadın ellerini açarak Allahü teâlâya şöyle niyaz etti: “Ey git. Sen de Allahın askerleri arasına katıl!” (Çoban) “Peki Allahım! Biliyorsun ki, ben sana ve Resûlüne, tehlike anlarında benim koyunlarımı kim bekleyecek?” (diye sorunca kurt) “Ben bana yardımcı olasın diye yöneldim. Beni bu musibete düçâr beklerim. Sen dönünceye kadar onları gözetlerim!” etme!” Cenâzesi orada bulunan genç, birden dirildi. Bizimle yemek yedi. Ondan sonra bir müddet daha yaşadı. Bunun üzerine çoban koyunlarını ona teslim edip (orduya katılmak üzere) yürüdü. Çoban hemen Peygamber Osman bin Huneyf ( radıyallahü anh ) rivâyet etti: “Bir a’mâ efendimizin yanına geldi. Durumu anlattı. Peygamber dedi ki: “Yâ Resûlallah! Allahü teâlâya duâ et de, gözümü efendimiz, Çobana, “Haydi kalk anlat” buyurdular. Çoban açsın!” Peygamber efendimiz ( aleyhisselâm ), “Haydi git. kalktı, orada bulunanlara hâdiseyi anlattı. Peygamber Abdest al, iki rek’at namaz kıl ve sonra şöyle duâ et: Allahım, efendimiz ( aleyhisselâm ); “Doğru söylemiştir” buyurdular. ben senden, rahmet peygamberi olan Muhammed’in hatırı için Çobana dönerek, “Haydi git. Koyunlarını olduğu gibi diliyorum ve sana yöneliyorum. Ey Muhammed! Seninle göreceksin” buyurdular. Çoban gidince koyunlarını eksiksiz Rabbine gözümü açması için varıyorum (yalvarıyorum)! buldu. Buna sevindi ve kurda bir koyun kesip verdi. (Bu Allahım, O’nu bana şefaatçi kıl!” buyurdular. Adam gözleri hâdiseyi anlatanın ve çoban olanın Uhban bin Evs ( açılmış bir hâlde döndü.” radıyallahü anh ) olduğu rivâyet edildi.) Peygamber efendimizin ( aleyhisselâm ) yaptığı duâları Abdullah bin Ebî Evfâ ( radıyallahü anh ) rivâyet etti: Kimse cenâb-ı Hak kabûl ederdi. Huzeyfe ( radıyallahü anh ) rivâyet kimsenin bostanına giremezdi. Çünkü bostanlarda yabancı etti: “Resûlullah ( aleyhisselâm ) bir adama duâ buyurduğu kimselere saldıracak bir deve bulundurulurdu. Peygamber zaman, o duâdan sâdece o değil, çocuğu ve torunu bile efendimiz ( aleyhisselâm ) birgün, bostanlardan birine girince, faydalanırdı.” Enes bin Mâlik ( radıyallahü anh ) anlattı: deveyi çağırdı. Deve, Resûlullahın huzûruna geldi, burnunu “Annem beni, Resûlullahın huzûr-i şerîflerine götürüp, “Yâ yere koyup önünde diz çöktü. Peygamberimiz devenin yularını Resûlallah! Enes’i senin hizmetine verdim. Allahü teâlâya tekrar başına koyarak buyurdu ki, “Gök ile yer arasında hiçbir onun için duâ buyurur musunuz?” dedi. Peygamber efendimiz şey yoktur ki, benim Allahü teâlânın elçisi olduğumu bilmesin! de; “Allahım, onun malını ve evlâdını çoğalt, her verdiğin Yalnız cinlerden ve insanlardan âsî olanlar müstesna.” şeyde ona bereket ihsân et!” diye duâ buyurdular. Sonra, Peygamber efendimiz, orada bulunanlara, “Bu deve çok Enes bin Mâlik hazretleri şöyle anlattılar. Vallahi, malım pek çalıştırıldığından, kendisine az alaf (ot) verildiğinden çoktur. Çocuğum ve torunum yüz civarında sayılmaktadır.” yakınıyor” buyurdular. (Başka bir rivâyete göre ise) “Bu deve, Başka bir zaman da, “Benim kadar, kimsenin rahat yaşadığını küçüklüğünden beri, güç işlerde çalıştırıldıktan sonra, şimdi bilmiyorum. Yemîn ederim ki, şu elimle yüz çocuğumu kendisini kesmek istediğinizden bana yakınıyor” buyurdular. gömdüm. Düşük çocuklarımı ve torunlarımı demiyorum” Orada olanlar da, “Evet, doğrudur” dediler. dediler. Abdurrahmân bin Avf hazretlerine de Peygamber efendimiz ( aleyhisselâm ) duâda bulundular. Abdurrahmân Peygamber efendimiz ( aleyhisselâm ) bir seferinde namaza bin Avf ( radıyallahü anh ), “Resûlullah ( aleyhisselâm ) durmadan önce atına: “Biz namazdan fariğ oluncaya efendimizin duâsı bereketiyle yerden bir taş kaldırsam, (bitirinceye) kadar yerinde dur, sakın ayrılma!” buyurup mutlaka altında altın bulacağımı ümid ederdim. Allahü teâlâ namaza durdular. Peygamber efendimiz namazlarını bana bereket kapısını açtı” dedi. Abdurrahmân bin Avf ( bitirinceye kadar at, bir a’zâsını dahi kımıldatmadı. radıyallahü anh ) vefât ettiğinde, kalan mirasından dört hanımından her birine seksen bin altın düştü. Büyük iyilikleri olan zât idi. Bir günde otuz köle azâd etti. Yediyüz devesini, “Meyve veren üçyüz hurma ile kırk ûkiyye (1282 gr.) altın üzerindeki yükleri ile beraber Allah yolunda sadaka vermiştir. vermek şartıyla seni serbest bırakırım” dedi. Hazreti Selmân, Peygamber efendimiz ( aleyhisselâm ), Hazreti Ali’ye durumu Peygamber efendimize anlattı. Resûlullah ( soğuktan ve sıcaktan etkilenmemesi için duâ buyurdu. Hazreti aleyhisselâm ) mübârek elleriyle üçyüz hurma fidanı diktiler. Ali ondan sonra ne sıcaktan, ne de soğuktan hiç etkilenmedi. Dikilen hurma fidanı hemen ağaç oldu. O sene meyve verdi. Yazın kışlık elbisesini, kışın da yazlık elbisesini giyerdi. Tufeyl Küçük bir altını da mübârek dillerine değdirdiler ve efendisine bin Âmir ( radıyallahü anh ), Peygamber efendimize; “Yâ götürmesini buyurdular. Selmân-ı Fârisî ( radıyallahü anh ), o Resûlallah! Bana duâ buyur da kavmime karşı bir alâmetim altın parçasından kırk ûkiyye tartıp efendisine verdi ve olsun” diye arzusunu bildirdi. Peygamber efendimiz de “Ey hürriyete kavuştu. Peygamber efendimiz ( aleyhisselâm ), Allahım! Onun için bir âyet, alâmet yarat!” diye duâ Katâde bin Melhan’ın ( radıyallahü anh ) yüzüne mübârek elini buyurdular. Tufeyl bin Âmir’in ( radıyallahü anh ) iki gözünün sürdüler. Yüzünde öyle bir parlaklık meydana geldi ki, herkes arasında bir nûr parlayıverdi. Tufeyl bin Âmir ( radıyallahü anh ona aynaya bakar gibi bakıyordu. Hanzala bin Huzeym’in ( ) “Yâ Rabbî! Bak, iki gözü arasına işkence yapılmış, radıyallahü anh ) başına mübârek ellerini sürdüler. Herhangi demelerinden korkuyorum” dedi. Ondan sonra bu nûr alnından bir hasta, Hanzala bin Huzeym’in ( radıyallahü anh ) yanına değneğinin ucuna geçti. Karanlık gecelerde onu ve etrâfını getirilip, yüzünü Peygamberimizin mübârek elini sürdüğü yere aydınlatırdı. Kendisine “Nûr sahibi” dediler. Birgün Peygamber sürse derhal iyileşirdi. efendimiz ( aleyhisselâm ) oturuyorlardı. Bir ara Hakem bin Ebi’l-Âs gelip arkasına oturdu ve yüzü, dili ve gözü ile işâretler Huzeyfe ( radıyallahü anh ) anlattı: “Arkadaşlarım unuttular mı, yaparak alay etmeye, eylenmeye başladı. Peygamber yoksa unuttular gibi mi gözüktüler, bilmiyorum. Vallahi, Allahın efendimiz arkalarına dönüp de onu o hâlde görünce, “Öyle ol!” Resûlü ( aleyhisselâm ) dünyânın sonu gelinceye kadar buyurdular. Çok geçmeden ağzı burnu yamuldu. Ölünceye fitneye önderlik edecek üçyüz kadar insanın adını söylemeden kadar öyle kaldı. geçmemiştir. Hemen hepsinin ismini, babasının ve kabilesinin ismini söylemiştir.” Ebû Zer Gıfâri ( radıyallahü anh ), “Gökten Peygamber efendimiz ( aleyhisselâm ) birşeye mübârek kanadını kımıldatan kuş hakkında bile bilgi vermeden, ellerini sürseler, onda pekçok bereketler, harikulade hâller Resûlullah bizden ayrılmamıştır” dedi. Peygamber efendimizin meydana gelirdi. Birgün Câbir’in ( radıyallahü anh ) yorgun ( aleyhisselâm ) Eshâbına haber verdiği hâdiseler ve va’d devesine, mübârek elleriyle dokundular. Deve öylesine ettiklerinin hepsi meydana gelmiştir. Düşmanlara galip canlandı ve hızlandı ki, neredeyse Hazreti Câbir yularını gelmeleri, Mekke, Mescid-i Aksa, Yemen, Şam, Irak’ın elinden kaçıracaktı. Sa’d bin Ubâde’nin ( radıyallahü anh ) alınması, güvenliğin sağlanması. Öyle ki, bir kadının Allahü tenbel eşeğine bindi. Tenbel olan merkeb, son derece hızlı teâlâdan başka hiç kimseden korkmadan, Hîre’den Mekke’ye yürüyen bir hayvan oluverdi. Hâlid bin Velîd ( radıyallahü anh kadar yolculuk yapması mümkün olmuştur. Hayber gazâsında, ), Peygamber efendimizin mübârek sakal-ı şerîflerinden bir “Yarın Allahın sevdiği kullardan birinin elinde Hayber tanesini sarığının içine koydu. Onun bereketiyle, hangi harbe fethedilecektir inşâallah” buyurdular. Hayber Hazreti Ali’nin katıldıysa mutlaka muzaffer oldu. Peygamber efendimiz ( elinde feth olunmuştur. Kisrâ ve Kayser’in memleketlerinin aleyhisselâm ) birgün yatsı namazından çıktıktan sonra, fethini önceden ümmetine müjdelemiştir. Müjdeye Katâde bin Nu’mân’a ( radıyallahü anh ) bir hurma dalı verip, kavuşulmuş, Kisrâ ve Kayser’in memleketleri fethedilmiş, “Haydi bununla git. Önünden ve arkandan tam onar arşın seni mülkleri müslümanların eline geçmiştir. Ümmetinin 73 fırkaya aydınlatacaktır. Evine girdiğinde siyah birşey göreceksin, ayınlacağını, içlerinde sâdece Ehl-i sünnet fırkasının çıkıncaya kadar ona vur. Çünkü o şeytandır” buyurdular. kurtulacağını haber verdi. Müşriklerden Ubey bin Halefin Katâde ( radıyallahü anh ) gitti. Elindeki hurma dalı ışık verdi. öldürüleceğini, Utbe bin Ebî Leheb’in bir arslan tarafından Evine girdiğinde tarif buyurulan siyah şeyi gördü. O çıkıncaya parçalanacağını, müşriklerden Bedr gazâsında kimlerin kadar, ona vurdu. Selmân-ı Fârisî ( radıyallahü anh ), öleceğini önceden bildirmiş ve hep buyurdukları meydana müşriklerin elinde köle idi. Müşrik olan efendisi kendisine, çıkmıştır. Bir aylık mesafede bulunan Mûte gazâsında şehîd olanları ve gazânın seyrini bildirmişlerdir. Kisrâ’dan gelen elçi basıyormuş gibi basardı ve birşey olmazdı. İbn-i İshâk ( Firûz’a, Kisrâ’nın öldüğünü bildirmiş ve hangi gün olduğunu da radıyallahü anh ) anlattı: “Kendisi ve kocası için, Tebbet sûresi söylemişdir. Firûz daha sonra memleketine dönüp haberin geldiğini Ebû Leheb’in hanımına anlattılar. Bunu doğruluğunu görünce, hemen gelip müslüman olmakla hazmedemiyen Ebû Leheb’in hanımı hiddet ile bir taş alıp, şereflenmiştir. Birgün Sürâka’ya ( radıyallahü anh ); “Şu Hazreti Ebû Bekr ile oturmakta olan Resûlullah ( aleyhisselâm Kisrâ’nın bileziklerini giydiğin zaman hâlin nice olur?” ) efendimize doğru hücum ediyor. Fakat yanlarına geldiğinde buyurmuşlardır. Hazreti Ömer, Kisrâ’nın ülkesi fethedilip, Hazreti Ebû Bekr’i görüyor, Resûlullahı göremiyordu. Merak getirilen ganîmetler arasındaki bilezikleri Hazreti Sürâka’ya edip Hazreti Ebû Bekr’den sordu. “Hani arkadaşın nerede! giydirmiş ve “Bunları Kisrâ’dan alıp da Sürâka’ya giydiren Beni kınadığını duydum. Bulursam bu taşı O’na vuracağım” Rabbime hamd-ü sena ederim” buyurmuştur. Peygamber dedi ve orada bulunan Peygamber efendimizi göremedi.” efendimizin ( aleyhisselâm ) bu ve buna benzer önceden Hakem bin Ebi’l-Âsî anlattı: “Bir grup arkadaş kendi aramızda haber verdiği hâdiseler hep meydana çıkmış ve çıkmaktadır. ittifâk edip, Peygamberi gördüğümüz yerde öldürecektik. Bu Hattâ yanlarında oturanların kalblerinden geçirdikleri şeyleri karar üzerine harekete geçtik. O’nu bir yerde namaz kılarken onlara söylerlerdi. Onlar da, doğru söylediniz yâ Resûlallah gördük. Bu ânda arkamızda öyle kuvvetli bir ses işittik ki, derlerdi. Münâfıkların bütün gizli hâllerini ve haklarında Mekke’de bu sesin te’sîrinden herkesin öldüğünü sandık. Biz çevirecekleri entrikaları ve yaptıkları konuşmaları, aldıkları de olduğumuz yere yığılıp kalmıştık. Ayıldığımızda O’nun kararları bilirdi. Münâfıklar dahî Peygamberimizin ( oradan çoktan ayrılıp gittiğini gördük. Aradan zaman geçti yine aleyhisselâm ), bu konuşmalarını bildiğini bilirler, onun için sû-i kasd için hazırlandık. Birbirimize kuvvetli söz vererek birbirlerine, “Sus, konuşma! Kendisine aleyhinde söylediğimizi harekete geçtik. Kendisine yaklaştığımız bir ân, Safa ile Merve kimse söylemese bile, Bethâ’nın bütün taşları da O’na haber tepeleri aramıza giriverdi. O’nu görmemizi engelledi.” verir” derlerdi. Hazreti Ömer anlattı: “Müslüman olmadan önce bir gece Ebû Allahü teâlâ, Peygamber efendimizi ( aleyhisselâm ), Cehm İbni Huzeyfe ile anlaşıp Resûlullahı ( aleyhisselâm ) düşmanların şerlerinden korumuştur. Rabbimizin himâyesinde öldürmeğe gittik. Evine geldik, içeride “Hakka” sûresinin şu olup, O’na kimse dokunamamıştır. Nitekim Allahü teâlâ, meâldeki 8 ve 9. “Şimdi onlardan görüyor musun bir geri “Allah, seni insanlardan (şerrinden) korur” buyurmuştur kalan? Fir’avn da, ondan öncekiler de, Lût kavminin kasabalar (Mâide-67). Dusûr bin el-Haris adında biri, kavminin en cesur halkı da hep o hatâyı (şirk ve isyanı) işlediler.” âyetlerine kimsesiydi. Gatafan gazâsında, Peygamber efendimiz bir gelince, bizde bir korku hâsıl oldu. Ebû Cehm adaleme ağacın altında istirahata çekildiğinde, öldürmek için saldırdı, vurarak, “Yâ Ömer! Haydi bundan kurtul!” dedi, hızla oradan fakat başaramadı. Bu sebeple de müslüman oldu. Kavminin kaçıp uzaklaştık.” Bu hâdise, Hazreti Ömer’in İslâma yanına döndüğünde dediler ki: “Hani fırsat eline geçmişken, gelmesini hazırlayan hâdiselerden birisiydi. Müşriklerin, hicret niçin öldürmedin?” Onlara, “Uzun boylu, beyaz tenli bir akşamı Peygamber efendimizi öldürmek için evini kimseyle karşılaştım. Bana dokununca düştüm. Sırtüstü sardıklarında, Resûlullah ( aleyhisselâm ) onların gözleri düştüğümde kılıcım da elimden fırlamıştı. O zaman anladım önünde evden çıktı. Bir avuç toprak alıp üzerlerine serpince, ki, o bir melek idi. Sırf bu yüzden müslüman oldum” dedi. Bu Allahü teâlâ onların gözlerine bir perde çekti. Peygamber hâdiseden sonra âyet-i kerîme geldi. Meâlen buyuruluyor ki: efendimizin oradan çıkıp uzaklaştığını göremediler. Yine “Ey îmân edenler! Allahın üzerinizdeki ni’metini hatırlayın. mağaranın kapısına örümcek ağ yaptığı için göremediler. Hani bir kavim (Kureyş) size ellerini uzatmayı (sizi öldürmeyi) Örümcek öylesine bir ağ örmüştü ki, Umeyye bin Halef bile ağı kurmuştu da, Allahü teâlâ, bunların ellerini sizden men etmişti” görünce, iz sürücüsüne kızmış, “Görmüyor musunuz şu ağı? (Mâide-11). Abd bin Humeyd anlattı: “Peygamber efendimize ( Bu ağ, O doğmadan buraya örülmüş!” demekten kendini aleyhisselâm ) çok düşmanlığı olan Ebû Leheb ve hanımı, alamamıştı. Kureyşli müşrikler, Resûlullahı ( aleyhisselâm ) Resûlullahın kapısı önüne dikenli odunlar ve geçeceği yollara yakalayana mükâfatlar koymuşlardı. Bunu kazanmak ateş koyuyordu. Peygamber efendimiz sanki bir kum yığınına isteyenlerden hiri de Sürâka bin Mâlik idi. Atına binmiş, iz süre süre ta’kibe başlamıştı. Peygamber efendimiz, ( aleyhisselâm yaklaşınca, şimşekten daha sür’atli bir ateş kıvılcımını ) ile Hazreti Ebû Bekr’i görünce, hızla onlara yaklaşmaya karşımda gördüm. Kurtuluşu kaçmakta buldum. Kaçarken başladı. Peygamber efendimiz onun geldiğini öğrenince, onun Resûlullah beni yanına çağırdı. Gittim. Mübârek elini, için duâ etti. Onun atının ayakları yere battı, kendisi attan göğsüme koydu. O âna kadar en nefret ettiğim kişi olduğu düştü. Bunun üzerine âdetlerine uyarak fala baktı. Bâtıl hâlde, elini göğsümden kaldırdığında en çok sevdiğim insan inancına göre hakkında hayırlı olmadığını anladı. Fala aldırış olacak şekilde muhabbeti kalbime yerleşti. Bana buyurdu ki: etmeyip, atına bindi, tekrar peşlerine düştü. Biraz sonra iyice “Haydi yaklaş, safımızda düşmana karşı savaş.” Kılıcımı yaklaşmıştı. Resûlullah ( aleyhisselâm ) efendimiz ona hiç çektim, O’nu korumak için düşmana karşı amansız bir bakmıyor, devamlı okuyordu. Hazreti Ebû Bekr, Sürâka’nın mücâdeleye başladım. O ânda eğer, önüme babam bile çok yaklaştığını görünce, Resûlullaha bir zarar verecek diye geçseydi, onu dahî gözümü kırpmadan öldürürdüm” dedi. çok korktu. Peygamber efendimiz, “Korkma, Allah bizimledir” buyurdu. Sürâka, vurmaya hazırlandığı bir ânda atının Allahü teâlâ, Peygamber efendimize ( aleyhisselâm ) çok ilim ayakları dizlerine kadar yere battı, kendisi de hızla yere düştü. vermiştir. Din ve dünyâ husûsunda ne kadar ilim varsa, Atının ayaklarından bir duman yükselmeye başladı. Sürâka hepsini O’na öğretmiştir. Dînin esaslarını ve ümmetinin çok korktu ve “İmdât” diye bağırmaya, yalvarmağa başladı. ihtiyâçlarını O’na bildirmiştir, önce gelen kavimlerin hâllerini, Peygamber efendimiz ( aleyhisselâm ) ona eman verdiler. Peygamberlerin (aleyhimüsselâm) kıssalarını, zâlimlerin hayat Sürâka, Kureyşlilerin onlar hakkında mükâfatlar koyduğunu hikâyelerini, kısacası Âdem aleyhisselâmdan kendi zamanına anlattı. O zaman Resûlullah efendimiz, Sürâka’ya kadar gelen bütün dinler ve kitaplar hakkında O’na ( “Arkamızdan gelenleri bırakma, bir şeyler söyle de geri aleyhisselâm ) bilgi vermiştir. Ehl-i kitabın birbirleri ile olan dönsünler” buyurdu. Sürâka yanlarından ayrıldı, arkadan münâzara ve münâkaşalarını, kitaplarından neleri gelenlere, “Buralarda kimseleri göremedim, haydi dönün gizlediklerini, insanlara neleri açıklamadıklarını, Arabî dilin buradan” dedi. İbn-i İshâk ( radıyallahü anh ) anlattı: “Ebû bütün lehçelerini, fesahat ve belagatlarını, Arabların târihlerini, Cehl, büyük bir kaya parçası alarak, Peygamber efendimiz ( darb-ı mesellerini, hikmetli sözlerini, şiirlerinin ma’nâlarını, son aleyhisselâm ) namaz kılarken mübârek başına atmak istedi. derece cazibeli sözleri ve bunun gibi bütün özellikleri O’na Müşrikler de geriden onu seyrediyorlardı. Bir an evvel atsın da öğretmiştir. Allahü teâlâ, Peygamberimize öyle bir kitap görelim, diye sabırsızlanıyorlardı. Fakat kaya Ebû Cehlin eline göndermiştir ki, onda asla tenakuza rastlananmaz. En iyi yapışmıştı. Gördüklerinin korkusundan belinden üst tarafı da ahlâk sistemleri onun içinde vardır. Haramları ve helâl olanları hareket edemez hâle gelivermişti. Ebû Cehl şaşkına döndü, anlatması; insanların mallarını, ırzlarını korumak için dünyâda fikrinden vazgeçip Peygamber efendimizden özür diledi. cezalar koyması, âhırette ise ateşle korkutması, Kur’ân-ı Durumunun düzelmesi ve eski hâline gelmesi için duâ istedi. kerîmin mu’cizelerindendir. Tıb, hesab, neseb ve ferâiz gibi Peygamberimiz ( aleyhisselâm ) de merhamet edip duâ ilimleri anlatması ve bununla ilgili ihtisas yapmak isteyenlere buyurunca iyileşti. Ebû Cehl, sür’atle oradan uzaklaşıp, en güzel nümûne olması da, Peygamber efendimize ( müşriklerin yanına geldi. Müşriklerin suâllerine, “Önümde öyle aleyhisselâm ) ayrı bir husûsiyet kazandırmıştır. Peygamber büyük bir deve gördüm ki, beni neredeyse parçalıyacaktı. efendimiz ( aleyhisselâm ) insanların sağlığıyla, ya’nî tıb Hayâtımda onun kadar büyük bir deve görmedim” dedi. ilmiyle ilgili olarak buyurdular ki: Peygamber efendimiz buyurdu ki: “İşte onun gördüğü Cebrâil’di. Eğer yaklaşsaydı hemen onu kapıverecekti.” Hazreti Hamza, Şeybe bin Osman’ın babasını ve amcasını öldürmüştü. Huneyn gazâsında Şeybe bin Osman, Peygamber efendimizi ( aleyhisselâm ) öldürüp, intikamını almak için hücuma geçti, kılıcını kaldırdı, fakat birden vazgeçti. Sebebini sorduklarında, “Ona vurmak için “Bütün hastalığın başı fazla yemektir.” “Bedenin havzı mi’dedir, damarlar ona doğru uzanmıştır.” “En iyi kan aldırma zamanı, (her Arabî ayın) onyedisi, ondokuzu ve yirmibirinde yapılanıdır.” “Hind baharat otunda yedi şifâ vardır. Birisi de Zât-ül-Cenbte gerçekten sen, O’nun şübhe götürmez peygamberisin. görülen şifâsıdır.” Bununla beraber Allah şehâdet ediyor ki, münâfıklar tamamen yalancıdırlar (sözleri inaçlarına uymamaktadır, yalan yere “Âdemoğlu için, dolu karından daha kötü bir kap yoktur. yemîn ediyorlar.)” (Münâfikûn-1) Ya’nî, onlar bu sözlerinde Mutlaka yemesi gerekiyorsa, (mi’denin) üçte birini yemeğe, yalancılardır. Çünkü onlar, söylediklerini ne tasdik ediyorlar, üçte birini suya, üçte birini de rahatça nefes, almaya ne de ona inanıyorlar. Onlar inanmadıkları hâlde böyle ayırmalıdır.” söylüyorlar. Onlar şehâdetlerinde kalbleriyle tasdik etmedikleri Peygamber efendimize ( aleyhisselâm ) îmân edip getirdiklerini tasdik etmek, O’nu sevip itaat etmek, nasihatlerini kabûl etmek, kendisine hürmet ve ta’zim etmek farzdır. Bu husûsta Allahü teâlâ meâlen; “O hâlde Allaha ve O’nun ümmî Nebisi olan Resûlüne îmân edin, O’na tâbi olun ki, doğru yolu bulmuş olasınız.” (A’râf-158) “Kim Allaha ve Peygamberine îmân etmezse, muhakkak (bilsin) ki, biz o kâfirler için çılgın bir ateş hazırlamışızdır.” (Fetih-13) Resûlullah ( aleyhisselâm ) buyurdu ki: “Allahtan başka ilâh olmadığına şehâdet edip, bana ve benim getirdiklerime îmân edinceye kadar insanlarla (kâfirlerle) savaşmam bana emrolundu. Onlar bunları yapınca, müslümanlık hakkının muktezası (cefâları) müstesna, mallarını ve canlarını benden kurtarırlar, (içlerindeki gizli husûsların) hesaplarını ise, Allah görür.” Birgün Resûlullah ( aleyhisselâm ) efendimize Cebrâil aleyhisselâm gelmişti. Eshâb-ı Kirâma, îmânı ve İslâmı daha iyi öğretmek için “İslâm nedir?” diye suâl etti. Peygamber efendimiz de; “İslâm; Allahtan başka ilâh olmadığına, Muhammed’in Allahın elçisi olduğuna şehâdet etmen, namazı dosdoğru kılınan, farz olan zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman ve gidip ziyâret etmeye gücün yettiğinde Beyt-i şerîfi ziyâret etmendir” buyurdular, “Îmân nedir?” suâline de; “Allaha, Allahın meleklerine, kitaplarına, Peygamberlerine, öldükten sonra tekrar dirilmeğe, âhıret gününe, hayrın ve şerrin Allahın takdîri ile, dilemesi ile olduklarına îmân etmektir” buyurdular. Resûlullah efendimiz ( aleyhisselâm ), bu hadîs-i şerîfte, kalb ile de tasdik etmek lâzım olduğunu ve îmân edilen husûslara boyun eğip riâyet etmek için dil ile de ikrâr etmenin lâzım olduğunu beyan buyurdular. Bu durum, tam ma’nâsıyla istenilen bir hâldir. Yermek lâzım olan hâl ise, şehâdeti dil ile söylediği hâlde, kalb ile tasdik etmemesidir ki, buna münâfıklık denir. Allahü teâlâ, Kur’ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki: “(Ey için, kalblerinde bulunmayanı, dilleriyle söylemeleri kendilerine hiç bir fayda sağlamaz. Bunun için onlar müslüman sayılmazlar. Âhırette dahî onlara müslüman muâmelesi yapılmaz. Kendilerinde, İslâmdan hiçbir şey yoktur. Onun için onlar kâfirlere katılarak. Cehennemin en aşağı tabakasına atılırlar. Bir kimse, kalbindeki tasdik ile, dili ile olan ikrân birleşmedikçe mü’min olamaz. Peygamber efendimiz ( aleyhisselâm ) “Bana kim itaat ederse, Allaha itaat etmiş olur. Kim bana isyan ederse, Allaha isyan etmiş olur. Benim emrime itaat eden, bana itaat etmiş, emirlerime isyan eden de bana isyan etmiş olur” buyurdular. Yine buyurdular ki: “Bana itaat eden ve benim getirdiklerime uyan kimsenin hâli ile, bana isyan eden ve benim getirdiklerimi yalanlayan kimsenin hâli, şu adamın hâline benzer ki, (o adam) bir ev yaptırmış, (insanlara mükemmel bir ziyâfet vermek için) güzel, çeşitli yemekler hazırlamış, insanları yemeğe da’vet etmek için birini vazîfelendirmiştir. Da’vete icabet eden kimse, eve giren ve hazırlanan yemeklerden istediği kadar yer. Fakat da’vete icabet etmiyen ise, eve giremez ve hazırlanan yemeklerden yiyemez. Ev (Resûlullahın da’vetine icabet eden müttekiler için hazırlanan) Cennettir. (Allaha ve O’nun ni’metleri ile dolu olan Cennete) da’vet eden ise, Muhammed aleyhisselâmdır. Kim ki Muhammed aleyhisselâma itaat ederse, Allaha itaat etmiş olur. Kim ki Muhammed aleyhisselâma isyan ederse, Allaha isyan etmiş olur. Muhammed aleyhisselâm, kendisini tasdik eden mü’minler ve kendisini yalanlıyan kâfirler olmak üzere insanların arasını ayırd edicidir.” Allahü teâlâ, Kur’ân-ı kerîmde İmrân sûresi, otuzbirinci âyetinde meâlen buyurdu ki: “Ey sevgili Peygamberim! Onlara de ki, eğer Allahü teâlâyı seviyorsanız ve Allahü teâlânın da, sizi sevmesini istiyorsanız, bana tâbi olunuz! Allahü teâlâ bana tâbi olanları sever.” Resûlüm) münâfıklar sana geldiği zaman şöyle dediler: Peygamber efendimiz ( aleyhisselâm ) buyurdu ki: “Benim “Şehâdet ederiz (kalbimizdeki inancı beyân ederiz) ki, doğrusu sünnetime ve benden sonra Hulefâ-i râşidînin sünnetlerine sen, muhakkak Allahın peygamberisin.” Allah da biliyor ki, yapışınız. Ona olanca gücünüzle ve titizlikle sarılınız. (Dinde) insanlar sana tâbi olurlar” dedi” “Siz kimsiniz?” dedim. O da, sonradan ihdas edilen (Kur’ân-ı kerîmde. Sünnette, İcmâ-i “Cebrâil’im” diye cevap verdi. ümmette ve Kıyâs-ı fukahâda bulunmayan) şeylerden kaçınınız. Çünkü (dinde) her sonradan ihdas edilen bid’attir. Ebû Hüreyre’nin ( radıyallahü anh ) rivâyet ettiğine göre; Her bid’at ise sapıklıktır.” Resûlullah ( aleyhisselâm ) efendimiz birgün Medine’deki mezarlığa gittiler. Orada Ümmetinin sıfatları hakkında Enes bin Mâlik’in ( radıyallahü anh ) rivâyet ettiği hadîs-i buyurdular ki: “Yemîn ederim ki, birçok insanlar, başı boş olan şerîfte, Peygamberimiz ( aleyhisselâm ) buyurdu ki: “Kim hayvanın sudan uzaklaştığı gibi (âhırette) benim Havz-ı benim sünnetimi ihyâ ederse (onunla amel ederek yayarsa), Kevser’imden uzaklaşırlar. Onları (Eshâbımdan sanarak) beni ihyâ etmiştir (şânımı yüceltmiş, emrimi izhâr etmiştir.) çağırırım ve şöyle derim: “Uyanın (buraya) gelin! Uyanın gelin! Beni ihyâ eden de, Cennette benimle beraberdir.” Uyanın gelin!” (Melekler) derler ki: “Onlar senden sonra dinlerini değiştirdiler.” Bunun üzerine derim ki: “Kahrolsun Peygamber efendimiz ( aleyhisselâm ) Bilâl bin Hâris’e ( Cehennemlikler! Kahrolsun Cehennemlikler! Kahrolsun radıyallahü anh ) buyurdular ki: “Bir kimse, İslâmda sünnet-i Cehennemlikler!” hasene yaparsa, bunun sevâbına ve bunu yapanların sevâblarına kavuşur. Bir kimse İslâmda bir sünnet-i seyyie Peygamber efendimizi ( aleyhisselâm ) her mü’minin canından çığrı açarsa, bunun günâhı ve bunu yapanların günâhları daha çok sevmesi lâzımdır. Bu husûsta cenâb-ı Hak, Tevbe kendisine verilir.” sûresi 24. âyetinde meâlen buyuruyor ki: “Ey Habîbim, o hicreti terk edenlere de ki; “Babalarınız, oğullarınız, Ömer bin Abdülazîz ( radıyallahü anh ) buyurdu ki: “Resûlullah kardeşleriniz, zevceleriniz, soylarınız, kazandığınız mallar, efendimiz ( aleyhisselâm ) güzel bir yol açtı. Ondan sonra da geçersiz olmasından korktuğunuz bir ticâret, hoşunuza giden halîfeleri yollar açtılar. Resûlullahın ( aleyhisselâm ) sünnetiyle meskenler, size Allah ve Resûlünden ve O’nun yolunda ve kendisinden sonraki halîfelerinin sünnetleriyle amel etmek, cihâddan daha sevgili ise, artık Allahın emri (azâbı) gelinceye Allahın kitabına uygun olarak hareket etmektir. Allahü teâlâya kadar bekleyin. Allah, fâsıklar topluluğunu hidâyete erdirmez.” ve Peygamber efendimize itaat etmek, Allahü teâlânın dînini Allahü teâlânın bu kadar tehdid etmesi, Resûlullahı ( kuvvetlendirmektir. İslâmiyeti, hiç kimsenin bozmağa ve aleyhisselâm ) sevmenin lâzım olduğunu, farz olmasında değiştirmeye hakkı yoktur. Sünnete muhalefet eden kimselerin kesinliği, kıymetinin büyüklüğünü gösterir. Enes bin Mâlik’den sözleriyle de amel etmek caiz değildir. Peygamber efendimizin ( radıyallahü anh ) rivâyetle, hadîs-i şerîfte buyuruldu ki: ( aleyhisselâm ) ve Eshâb-ı Kirâmın (r.anhüm) sünnetlerine “Hiçbiriniz, ben ona, evlâdından da, pederinden de ve bütün uyanlar, hidâyete kavuşmuşlardır. Bunlardan her kim yardım halktan daha sevgili olmadıkça îmân etmiş olmaz.” isterse, yardım görmüştür. Her kim sünnet-i şerîflere muhalefet eder ve onlarla amel etmezse, müslümanların gittiği Ebû Hüreyre’den ( radıyallahü anh ) rivâyetle bildirilen hadîs-i yoldan başka bir yol tutmuştur. Allahü teâlâ o kimseyi kötü şerîfte buyuruldu ki: “Üç şey vardır ki, bunlar kimde bulunursa işler yaptırarak Cehenneme atar. Gidilecek yer olarak o kimse îmânın tadını bulur. Birincisi; bir kimseye Allah ve Cehennem en kötü yerdir.” Resûlü, başkalarından daha sevgili olmak, ikincisi; bir kimse, sevdiğini Allah için sevmek. Üçüncüsü; bir kimseyi Allah Ahmed bin Hanbel ( radıyallahü anh ) buyurdu ki: “Birgün bir küfürden kurtardıktan sonra tekrar küfre dönmekten, ateşe grup kimseyle bulunuyordum. Onlar iyice soyundular ve suya atılmaktan tiksindiği gibi tiksinmek.” girdiler. Ben ise Peygamber efendimizin ( aleyhisselâm ) şu hadîs-i şerîfine uyarak soyunmadım: “Kim Allaha ve âhıret Birgün Hazreti Ömer, Peygamber efendimize ( aleyhisselâm ) gününe îmân ediyorsa, hamama (avret yerlerini örtmeden) “Yâ Resûlallah! Allahü teâlâya yemîn ederim ki, canım hâriç, girmesin.” O gece rüyamda bir kimse bana; “Ey Ahmed! Sana bana herşeyden sevgilisin” dedi. Resûlullah efendimiz ise, müjdeler olsun! Zîrâ Allahü teâlâ, Resûlullahın ( aleyhisselâm “Ben, kendisine canından daha sevgili olmadıkça, sizden ) sünnetine uyduğun için seni bağışladı. Seni İmâm kildi, biriniz asla îmân etmiş olmaz” buyurdular. Bunun üzerine Hazreti Ömer, “Yâ Resûlallah! Sana Kur’ân-ı kerîmi gönderen mübârek hâtun, “Onu bana gösterin, tâ ki O’nu görmekle Allahü teâlâya yemîn ederim ki, sen bana canımdan daha şereflenmeden rahat edemem” dedi. Peygamber efendimizi sevgilisin.” Resûlullah ( aleyhisselâm ) de, “Ey Ömer, şimdi görünce, “Yâ Resûlallah! Anam, babam sana feda olsun. Sen (tamam) oldu” buyurdular. sağ ve selâmette olunca; baba, kardeş, koca ve başkalarının ölümü gibi her musibet hafiftir” dedi. Bir kimse Resûlullah ( aleyhisselâm ) efendimize gelip dedi ki, “Ey Allahın Resûlü! Kıyâmet ne zaman kopacaktır?” Zeyd bin Eslem ( radıyallahü anh ) anlattı: Hazreti Ömer, bir Peygamber efendimiz “Kıyâmet için ne hazırladın?” gece etrâfı kontrol için dışarı çıkmıştı. Bir evde ışık yandığını buyurdular. O kimse, “Evet, çok namaz kılarak, oruç tutarak, görünce, eve doğru gitti. Pencereden yaşlı bir kadının şöyle sadaka vererek kıyâmet için hazırlanmadım. Lâkin ben, Allahü söylediğini işitti: teâlâyı ve O’nun Resûlünü seviyorum” dedi. Bunun üzerine Peygamber efendimiz buyurdular ki: “Sen, sevdiğin kimse ile “Muhammed’in üzerine olsun iyilerin selâmı. berabersin.” Temiz ve seçilmiş kimseler O’na eyledi selâmı. Bir kimse Resûlullah ( aleyhisselâm ) efendimize gelip, “Yâ Sen, seher vaktinde çok ağlar, çok ibâdet ederdin. Resûlallah! Allahü teâlâya yemîn ederim ki, sen bana Ölüm beni Cennette sana kavuşturur mu bilseydim.” eilemden ve malımdan daha sevgilisin. Ben sizi hatırladığım zaman, huzûr-i şerîflerinize gelip size bakmadan sabredip duramam. Yâ Resûlallah, siz Cennete girdiğiniz vakit Peygamberlerle beraber olursunuz. İnşâallah ben de Cennete girersem, seni nasıl görürüm?” diye sordu. Bunun üzerine Allahü teâlâ, Nisa sûresinin 69. âyetini gönderdi. Meâlen şöyle buyuruldu: “Allaha ve Peygambere itaat edenler, işte bunlar, Allahın kendilerine ni’met verdiği Peygamberlerle, sıddîklarla, şehidlerle ve iyi kimselerle beraberdirler. Bunlarsa ne güzel birer arkadaş.” Resûlullah efendimiz ( aleyhisselâm ), o kimseye bu âyet-i kerîmeyi okudular. Abde binti Hâlid bin Ma’dan ( radıyallahü anha ) anlattı: “Babam Hâlid, yatağına girmeden önce, Resûlullahın ( aleyhisselâm ), Ensâr ve Muhacirinden olan Eshâbının sevgi ve hasretini anlatır, onların isimlerini söylerdi. Derdi ki, “Onlar benim aslım ve neslimdir. Onlara muhabbetim ve onlara kavuşma iştiyâkım çoğaldı. Yâ Rabbî, ben onlara kavuşmak istiyorum.” Bu sözleri uyuyuncaya kadar tekrar ederdi.” “İbn-i İshâk’dan ( radıyallahü anh ) rivâyet edildi ki: Ensârdan bir kadına, Uhud gazâsında; babası, kardeşi ve kocasının, Peygamber efendimizle ( aleyhisselâm ) birlikte şehid düştükleri haberi geldi. Münâfıkların bu haberi yaymaları üzerine, o hanım sür’atle Uhud’a gitti. “Resûlullaha ne oldu, O nasıldır?” diye rastladıklarına sordu. Orada bulunanlar da, “Allahü teâlâya hamdolsun, Resûlullah ( aleyhisselâm ) hayattadır, iyidir, sıhhat ve afiyettedir” diye cevap verince, o diyerek, Resûlullaha ( aleyhisselâm ) olan muhabbetini tazeliyordu. Hazreti Ömer de, Peygamber efendimizi hatırlamış, O’na olan sevgisi ve O’na kavuşma iştiyâkıyla ağlamaya başlamıştı. Mekkeli müşrikler, Zeyd bin Desinne’yi ( radıyallahü anh ) öldürmek için Mekke’den dışarı çıkardılar. Müşriklerin reîsi ona, “Ey Zeyd! Söyle bakalım, boynunun vurulması için senin yerinde Muhammed’in bulunmasını, kendinin de evinde olmanı istermiydin?” dedi. Bunun üzerine Hazreti Zeyd, “Yemîn ederim ki, Resûlullah efendimizin mübârek ayağına, bir dikenin bile batmasını istemem. O sıhhat ve afiyet üzere bulunduğu yerde olsun, ben ölüme çoktan râzıyım. O’na canım feda olsun!” dedi. “Şüphesiz ki fiilen yapılmadıkça, yahut söylemedikçe, Allahü teâlâ, ümmetimin gönüllerinden geçen şeyleri onlara bağışlamıştır” meâlindeki hadîs-i şerîfi şerhederken. Kâdı İyâd hazretleri buyuruyor ki: “Kalbden geçen şey, orada yer edip karar kılmadan gelip geçerse, buna “Hemm” denir. Şayet devam eder de kalbe yerleşirse, “azîm” olur. Azîm sebebi ile ise, insan yâ muaheze olunur (azarlanır), yahut sevâb kazanır.” Resûlullah ( aleyhisselâm ): “Size Allahü teâlânın, günahları ne ile imha ettiğini ve dereceleri ne ile yükselttiğini göstereyim mi?” buyurdu. Eshâb-ı Kirâm ( radıyallahü anh ) “Evet, yâ Resûlallah” dediler. “Güçlüklererağmen abdesti yerli yerince KÂDI İBN-İ ŞÜHBE almak, mescidlere doğru adımı çok atmak ve namazdan sonra (diğer) namazı beklemektir. İşte sizin ribatınız (cihâdını) Fıkıh âlimi. İsmi, Muhammed bin Ebî Bekr bin Ahmed bin budur” buyurdular. Kâdı Iyâd hazretleri bu hadîs-i şerîfi Muhammed bin Ömer bin Muhammed bin Abdülvehhâb olup, şerhederken buyuruyor ki: “Günahları imha etmek, onları af ve künyesi Ebü’l-Fadl’dır. Lakabı ise Bedruddîn’dir. Kâdı İbn-i mağfiret buyurmaktan kinâyedir. Bununla beraber, onları Şühbe diye meşhûr oldu. 798 (m. 1395) senesi Safer ayının hafaza meleklerinin defterinden silmek de kasdedilmiş olabilir. ikisinde, Çarşamba günü fecir vaktinde Dımeşk da doğdu. 874 Bu da günahların affına, Cennetteki derecelerin (m. 1470) senesi Ramazân-ı şerîfin onikinci Cum’a gecesinde, yükseltilmesine delîldir. Güçlükler, soğuğun şiddetinden, Dımeşk’da vefât etti. Bâb-üs-sagîr kabristanındaki yakınlarının vücûdun hastalık sebebiyle elem ve kederinden ve buna yanına defnedildi. benzer şeylerden doğar. Mescidlere doğru adımı çok atmak, evin onlara uzaklığı ve onlara çok gidip gelme sebebiyle olur.” İbn-i Şühbe, Dımeşk’da yetişti. Birçok ilim kitabını ezberledi. Babasının önceden gördüğü bir rü’yâ sebebiyle Minhâc’ı da Ebû Sa’îd-i Hudrî ( radıyallahü anh ), birgün Resûlullahın ( ezberledi. Babasından ve başka âlimlerden fıkıh öğrendi. aleyhisselâm ) huzûruna girdi. Daha sonra buyurdu ki: “O’nu Kâhire’ye gidip ilim meclislerinde bulundu. Fıkıh ilminde üstün bir hasır üzerinde namaz kılarken gördüm...” Kâdı Iyâd ( bir dereceye yükseldi. Minhâc kitabına iki şerh yazdı. Büyük radıyallahü anh ) bunu şerhederken buyuruyor ki: “Yerden olanı “İrşâd-ül-muhtâc ilâ tevcîh-il-Minhâc”, diğeri de “Bidâyet- yetişen nebatattan yapma seccade üzerinde namaz kılmakta ül-muhtâc”dır. hiçbir kerahet yoktur. Nebatî olmayan yaygı, keçe v.s. üzerinde kılmak da sahihtir. Lâkin, sıcak ve soğuk gibi ihtiyâçlar müstesna; yer hepsinden efdaldir. Çünkü namazın sırrı, Allahü teâlâya tevâzu ve hudû’dur. İbn-i Şühbe ders okuttu. Çok kimseler ondan okuyup istifâde ettiler. Zâhiriyye, Nâsırıyye, Takviyye, Mücâhidiyye, Cevâniyye, Fârisiyye medreselerinde müderrislik yaptı. Şâmiyye’de Necm bin Hicân’ın yerine geçti. Fetvâ makamına geçip hüküm verdi. 839 (m. 1435) senesinden vefâtına kadar kadılık makamında kaldı. 1) Şezerât-üz-zeheb cild-4, sh. 138 Kâdı İbn-i Şühbe Şam’daki fakîhlerin sonuncusu idi. Şam halkı 2) Vefeyât-ül-a’yân cild-3, sh. 183 kendisiyle hep övünüp iftihar ettiler. Âlim, kâmil, cömert ve heybetli bir din büyüğü idi. Yazdığı eserlerden biri de “Ed- 3) Miftâh-üs-Se’âde cild-2, sh. 19 Dürer-üs-Semîn fî sîret-i Nûreddîn”dir. 4) El-A’lam cild-5, sh. 99 5) Tezkiret-ül-huffâz cild-1, sh. 1304 1) Mu’cem-ül-müellifîn cild-9, sh. 105 6) Ed-Dîbâc-ül-müzehheb sh. 168 2) Ed-Dav-ül-lâmi’ cild-7, sh. 155 7) Tam İlmihâl Se’âdet-i Ebediyye sh. 409, 1027 3) El-A’lâm cild-6, sh. 58 8) Kıyâmet ve Ahıret sh. 268, 269 4) Şezerât-üz-zeheb cild-7, sh. ? 9) Herkese Lâzım Olan Îmân sh. 34 5) Keşf-üz-zünûn cild-1, sh. 731, cild-2, sh. 1569, 1875 6) Brockelmann Sup-2, sh. 25 vakûr ve heybetli idi. Fakat kibirli değildi. Tevâzu sahibi idi. Alçak gönüllü idi. Aklının ve zekâsının kuvveti fevkalâde idi. Lütuf, iyilik, ikram sahibi idi. Tatlı dilli ve güler yüzlü idi. KÂDI İMÂDÜDDÎN (Nasr bin Abdürrezzâk) Hanbelî mezhebi fıkıh ve hadîs âlimlerinin büyüklerinden, vâ’iz. İsmi, Nasr bin Abdürrezzâk bin Abdülkâdir-i Geylânî elBağdâdî olup, künyesi Ebû Sâlih, lakabı İmâdüddîn’dir. Seyyid İnsanlara muâmelesi çok güzel idi. Yanına gelen herkes, kendisinden memnun ayrılırdı. Aile efradına karşı olan yumuşaklık ve ikramı daha fazla idi. Allahü teâlânın râzı olduğu istikâmetten ve dosdoğru olmaktan hiç ayrılmadı. Abdülkâdir-i Geylânî hazretlerinin torunudur. Hanbelî Halîfe Nâsır’ın 622 (m. 1225) senesinde vefât etmesinden mezhebinde ilk Kâdı’l-kudâtdır. 564 (m. 1169) senesi Rebî’ul- sonra yerine geçen oğlu Zâhir, âdil ve sâlih bir kimse idi. âhır ayının 24. günü seher vaktinde doğdu. 633 (m. 1236) Zulme ve haksızlığa meydan vermezdi. Ahkâm-ı İslâmiyenin senesi Şevval ayının 16. günü vefât etti. Câmi-i Kasr’da tam tatbik edilmesi için çok gayret etti. Hattâ İbn-ül-Esîr diyor cenâze namazı kılındı, idârecilerden, âlimlerden ve diğer ki: “Bir kimse; “Ömer bin Abdülazîz hazretlerinden sonra gelen insanlardan, çok kalabalık bir cemâat toplandı. Herkes, devlet reîsleri içinde, adâlet, doğruluk bakımından ona en çok tabutunu biraz olsun taşıyabilmek için can atıyordu. İmâm-ı benziyeni Zâhir idi” dese, doğrudur.” İşte bu Zâhir, Nasr bin Ahmed bin Hanbel hazretlerinin türbesinde defnolundu. Abdürrezzâk hazretlerini bütün memleketin Kâdı’l-kudâtı Diğer birçok İslâm âlimi gibi, Nasr bin Abdürrezzâk hazretleri de daha çocuk yaşta ilim tahsiline başladı. İlk olarak Kur’ân-ı kerîmi öğrendi. Bundan sonra, babasından ve amcası Abdülvehhâb bin Abdülkâdir-i Geylânî hazretlerinden hadîs-i şerîf dinledi. Bunlardan başka, Ebü’l-Alâ el-Hemedânî, Silefî, Ebû Mûsâ el-Medînî ve başka âlimlerden icâzet (diploma) aldı. Ayrıca, Ebû Hâşim Îsâ bin Ahmed ed-Dûşânî, Saîd bin Safi elHamâlî, Ahmed bin Mübârek el-Merkı’ânî, Abdülhak bin Abdülhâlık, Müslim bin Sabit İbn-ün-Nehhâs, Abdülmuhsin bin Türeyk, Şühde ve başka âlimlerin sohbetlerinde bulunup, onlardan ilim öğrendi. Kendisinden ise; Abdüssamed bin Ebi’lCeyş Necîb el-Harrânî, Kemâl el-Bezzâr ve başka birçok zât ilim öğrenip rivâyetlerde bulunmuşlardır. İlim öğrenmekteki gayret ve istidâdının çok fazla olması sebebiyle, kısa zamanda çeşitli ilimlerde yetişen Nasr bin Abdürrezzâk, bilhassa fıkıh, hadîs, kelâm, münâzara, hılâf gibi ilimlerde çok yükseldi. Dedesi Seyyid Abdülkâdir-i Geylânî hazretlerinin medresesinde ders, va’z ve fetvâ vermeye başladı. Kendisi Hanbelî mezhebi âlimlerinden idi. Bununla beraber, diğer mezheblerin bilgilerinin inceliklerine de vâkıf idi. Dînî ibâreleri çözmekte pek mahir idi. Hadîs ilmi tahsîl edenler için, ayrıca bir meclis kurdu. Ezberinden hadîs-i şerîf okurdu, insanlar da ondan duyduklarını yazarlardı. Herkes tarafından sevilip, hürmet edilen, çok yüksek bir zât idi. Tanınmaktan, şöhret sahibi, parmakla gösterilen birisi olmaktan çok uzak durur, çok sakınırdı. İbâdet ve taâtla meşgûl idi. Ağırbaşlı, olarak ta’yin etmek istedi. Akrabasını gözetmesine, onları ziyâret etmesine mâni olunmaması şartı ile kabûl etti. Halîfe ona dedi ki: “Her hak sahibine hakkını mutlaka ver! Sâdece Allahü teâlâdan kork! Ondan başka birşeyden korkma! Her hâlde Allahü teâlânın emrini gözet! Hiç kimse hakkında hatır için hüküm verme!” Ayrıca halîfe kendisine bin dinar para gönderdi. O da bu para ile borçlarını ödedi, İmâdüddîn Ebû Sâlih el-Geylânî hazretleri devamlı olarak ahlâk-ı hamide (güzel ahlâk) üzere idi. Kâdı’l-kudât makamında bulunması, onun sertleşmesine, kibirlenmesine sebeb olmadı. Bilakis, zühdü, takvâsı İslâmiyetin emirlerine bağlılığı her gün arttı. Bu vazîfeden ayrıldıktan sonra, tekrar ilim öğretmek ile meşgûl oldu. Her işinde çok ihtiyâtlı davranırdı, iyice araştırıp tahkîk etmedikten sonra, bir hadîs-i şerîfi rivâyet etmezdi. Nasr bin Abdürrezzâk el-Geylânî hazretleri şöyle anlatır: “Bana her sene Receb ayında Nâsıriyye Vakfı’ndan bir miktar para verilirdi. Bir sene, o paranın dağıtıldığı günlerde, İmâm-ı Ahmed bin Hanbel hazretlerinin kabrini ziyârete gitmiştim. Geri döndüğümde, herkesin rusûmlerini (verilmekte olan o paralarını) aldıklarını öğrendim. Bana; senin paran İbn-i Tûmâ’dadır. Ondan alacaksın dediler. İbn-i Tûmâ Hıristiyan idi. İhtiyâcım için, nafakam için harcedeceğim bu paranın, bir kâfirin elinden gelmesini, parayı ondan almayı uygun bulmadım. Allahü teâlâya güvenerek, onun rızıklara kefil olduğunu, yarattığı mahlûkunun rızkını elbette vereceğini, şayet borçlanacak olsak bile, Allahü teâlânın kolaylık göstereceğini, O’nun en iyi vekîl olduğunu, kendisine sığınanlara yardım ettiğini düşünerek, O’na güvenerek ve sığınarak eve geldim. O kimse de zâten getirip parayı vermedi. Nihâyet birkaç ay sonra, parayı bana getirip teslim etmiyen hıristiyan öldürüldü. Evinde bulunan ve bana âit olduğu anlaşılan para da oradan alınıp bana teslim edildi. KÂDI MAHMÛD EFENDİ (Koca Efendi) Tefsîr, hadîs ve fıkıh âlimi, Osmanlı kadıaskeri. Osmanlı Devleti’nin ilk devirlerindeki kadıların Hâfız Ziya ( radıyallahü anh ), Ebû Sâlih Nasr bin Abdürrezzâk meşhûrlarından olan ve uzun bir ömür sürdüğü hazretlerini çok övmekte, hayırlı vasıflarını zikrederek, için “Koca Efendi” lakabı verilen Kâdı Mahmûd kendisinden kalabalık bir cemâatin fıkıh öğrenip çok Efendi, Sultanönü kasabasında doğdu. Babasının fâidelendiklerini bildirmektedir. ismi Muhammed idi. Genç yaşta iyi bir tahsil görüp, tefsîr, hadîs ve fıkıh bilgilerinde zamanının Sarsarî de, İmâm-ı Ahmed bin Hanbel ve onun mezhebinde en önde gelen âlimlerinden oldu. Allahü teâlânın bulunan âlimleri anlattığı Kasîde-i lâmiyyesinde Ebû Sâlih emir ve yasaklarını, Resûlullahın ( aleyhisselâm ) Nasr hazretlerini çok medh etmekte, kendisinden, “Asrımızda sünnet-i şerîfini ve Selefi sâlihînin (r.anhüm) fıkhın direği, her müşkili hâlleden Ebû Sâlih” diye yolunu çok iyi bildiği, bu yolu yaşamak ve bahsetmektedir. yaşatmak için çok gayret gösterdiği için halk tarafından çok sevildi. Orhan Gazi de, onun Nasr bin Abdürrezzâk hazretlerinin ba’zı eserleri olup; İrşâd- nâmını duydu. İlminin üstünlüğünü, ahlâkının ül-mübtediîn, Erbe’ûne hadîsen, Mecâlisün fil-hadîs güzelliğini takdîr ederek, Bursa’ya da’vet etti. bunlardandır. Bursa’yı teşrîfinde kendisine şehrin kadılığı teklif Ebû Sâlih Nasr bin Abdürrezzâk’ın ( radıyallahü anh ), Peygamber efendimize ( aleyhisselâm ) kadar olan râvîlerini zikrederek rivâyet ettiği bir hadîs-i şerîfte buyuruldu ki: “Ey kadınlar topluluğu! Çok sadaka verin ve çok istiğfar edin! Şüphesiz ki, ben, Cehennem ehlinin çoğunun siz kadınlardan olduğunu gördüm.” edildi. Allahü teâlânın dinini yaymak, zâlimlerin elinden mazlûmları kurtarmak, karanlıklarda kalmışlara aydınlık yolları göstermek, insanlara huzûr ve saadeti yaşatmak gayreti ile çalışan, Osmanlı Devleti’nin âdil pâdişâhı Orhan Gâzî’nin bu hizmet da’vetini kabûl etmemek, ona Allahü teâlânın dinine hizmetinde yardım etmekten kaçınmak olacağından, bu vazîfeyi kabûl etti. “Âdil Osmanlı kadıları” silsilesine adını altın harflerle ilâve edip, ömrü boyunca; kalbi Allah ve 1) Zeyl-i Tabakat-ı Hanâbile cild-2, sh. 189 Resûlullah aşkı ile yanıp tutuşan, İslâmiyeti yaymak gayretiyle coşan Osmanlı yiğitlerinin 2) Şezerât-üz-zeheb cild-5, sh. 161 huzûr ve saadetini te’min için çalıştı. Onların ma’nevî huzûrunun te’mininde yardımcı, 3) İzâh-ül-meknûn cild-1, sh. 63 müşkillerinin hallinde en büyük destek oldu. Pek nâdir olarak görülen anlaşmazlıklarda; verdiği âdil 4) Hediyyet-ül-ârifîn cild-2, sh. 491 5) Mu’cem-ül-müellifîn cild-13, sh. 90 6) El-A’lâm cild-8, sh. 24 hükümler, da’vâlı ve da’vâcı, her iki tarafı da memnun ederdi. Daha sonra kadıaskerlik makamına, Osmanlı devletinin en yüksek ilmi mevkisine getirilen Koca Efendi, Sultan Birinci Murâd Hân’ın şehzâdesi, istikbâlde “Yıldırım” 7) Kalâid-ül-cevâhir sh. 45 lakabıyla meşhûr olacak olan Bâyezîd Bey’in Germiyan beyi Süleymân Şah’ın kızı Devlet olup, torunudur. Hocası, her ilimde söz sahibi Ubeydüllah-i Hâtun ile evlenmesinde, düğün alayına başkanlık Ahrâr’dır. Bu hocasının sohbetine kavuşmadan önce, çok etti. Üçbin kişilik bir askeri heyet ve birçok gayretler sarfedip, nefs mücâhedesi yaptı. Nefsini ıslâh etmek hediyelerle Kütahya’ya giren Koca Efendi, Devlet için uğraştı. Bu hâli yıllarca sürdü. Daha sonra Ubeydüllah-i Hâtun’a çeyiz olarak verilen Germiyan Beyliği’nin Ahrâr’a 883 (m. 1429) senesinde talebe oldu. Oniki sene kuzey-batısındaki şehirleri de teslim aldı. Tesis sohbetinde ve hizmetinde bulundu. Ondan feyz alarak kemâle edilen akrabalıkla, Osmanlı Devleti’nin sınırları erdi. Vefâtından sonra da yerine irşâd makamına geçip, genişleyip, gücü arttı. Bilhassa çeyiz olarak insanlara feyz vermek üzere halîfesi oldu. verilen şehirler arasında Germiyan Beyliği’nin başşehri olan Kütahya’nın da bulunması ve Kâdı Muhammed Zâhid, “Silsilet-ül-ârifîn” adlı eserinde, Süleymân Şah’ın teslim ettiği bu yerleri terkedip Ubeydüllah-i Ahrâr hazretlerine talebe olmasını şöyle Kula taraflarına çekilmesi, kurulması plânlanan anlatmıştır: “Hocama talebe oluşum şöyle vukû’ bulmuştu: Anadolu birliğinin sağlanmasında mühim bir adım Şeyh Ni’metullah adında bir ilim talebesi ile Semerkand’dan olarak görülmektedir. Bu hadîsede Koca Hirat’a ilim öğrenmek için yola çıkmıştık. Şâdmân köyüne Efendi’nin rolü çok büyüktür. Devletlerüstü bir varınca, havanın çok sıcak olması sebebiyle, günlerce o üne sahip olan Kâdı Mahmûd Efendi’nin köyde kaldık. Biz burada iken, Ubeydüllah-i Ahrâr bu köye Anadolu’da birliğin kurulması için elinden gelen teşrîf etti. Bir ikindi vakti ziyâretine gittik. Bana; “Sen bütün gayreti gösterdiği, Osmanlı Devleti’nin neredensin?” dedi. “Semerkand’danım” dedim. Sonra sohbete yanında yer aldığı, târihî kaynaklarda mevcûttur. başladı. Çok güzel konuşuyordu. Konuşması sırasında benim kalbimden ve hatırımdan geçen şeyleri bir bir saydı. Hirat’a Kâdı Mahmûd Efendi, uzun bir ömür sürüp, kırk gitmek için yola çıkmamın sebebini de söyledi. Bunun üzerine yıl civârında kadılık ve kadıaskerlik yaptıktan kalbim ona tamamen tutuldu. Sonra bana dedi ki: “Eğer sonra, sekizinci asrın sonlarında vefât etti. maksadın ilim öğrenmekse, o iş burada kolaydır.” iyice Torunu Mûsâ Paşa, Kâdızâde-i Rûmî diye anladım ve kanâat getirdim ki, benim hatırımdan geçen şeyleri meşhûrdur. biliyordu. Buna rağmen kalbimden Hirat’a gitme arzusu çıkmadı. Bu düşüncemi de keşfedip anladı. Sonra kalkıp bana doğru yaklaştı ve; “Hirat’a gitmekten maksadın nedir? Söyle 1) Şakâyık-ı Nu’mâniyye tercümesi (Mecdî Efendi) sh. 38 bana, ilim mi öğrenmek, yoksa tasavvufda mı yetişmek istiyorsun?” dedi. Heybetinden dehşete kapıldım ve sustum. Yanımdaki yol arkadaşım cevap verip; “Onun asıl maksadı Hirat’a gidip tasavvuf yoluna girmektir, ilim öğrenmeye gidiyorum demesi, bu maksadını gizlemek içindir” dedi. O da KÂDI MUHAMMED ZÂHİD tebessüm etti. Bunun üzerine; “Eğer böyle ise, çok iyi ve güzeldir” dedi. Sonra beni alıp, bahçesine doğru götürdü, Evliyânın büyüklerinden, insanları Hakka da’vet eden, doğru insanların gözünden kayboluncaya kadar yürüdük. Sonra yolu göstererek saadete kavuşturan ve “Silsile-i âliyye” denilen durdu, elimi tuttu. Elimi tutar tutmaz, ben kendimden geçmeye büyük âlim ve velîlerin ondokuzuncusudur. Semerkandlı olup, başladım. Ben kendimi kaybedinceye ve kendimden doğum târihi bilinmemektedir. 936 (m. 1529) senesinde geçinceye kadar tuttu. Ayıldığım zaman bana dedi ki: Semerkand’a bağlı Hisâr’ın Vahş köyünde vefât etti. Kabr-i “Herhalde sen benim yazımı okuyabilirsin.” Sonra cebinden bir şerîfi oradadır. kâğıt çıkarıp okuduktan sonra katladı ve bana verdi. “Bunu muhafaza et. Bunda ibâdetin hakîkati, itaat, huşû’ ve Allahü Kâdı Muhammed Zâhid Semerkandî, silsile-i âliyye teâlânın azameti karşısında insanın acizliği yazılıdır. Bu büyüklerinden olan Ya’kûb-ı Çerhî hazretlerinin kızının oğlu saadet, Allahü teâlânın muhabbetiyle ve O’nun Resûlü Seyyid-ül-evvelîn vel-âhırîne ( aleyhisselâm ) tâbi olmakla ele başladım, bulamadım. Üzgün üzgün geri döndüm. Dönerken geçer. Bunun için, din ilimlerine vâris olan âlimlerin sohbetinde bir de gördüm ki, senin binek hayvanın sokak ortasında, bulun. Onlardan fâideli ilim öğren. Tâ ki Resûlullaha ( insanlar arasında üzerindeki eşya ile beraber aynen aleyhisselâm ) tâbi olmak sûretiyle ma’rifet-i ilâhiyyeye duruyordu. Hayret ettim, bu kadar kalabalık arasında ona kavuşasın. Ulemâ-i sû’dan (kötü din adamlarından) uzak dur. kimse dokunmamıştı.” Sonra binek hayvanımı ve eşyâlarımı Çünkü onlar, dîni dünyâ malı toplamak için ve makama, alıp Semerkand’a Ubeydüllah-i Ahrâr’ın yanına gittim. mevkîye kavuşmak için âlet ederler. Helâl, haram ayırmadan Huzûruna varınca, bana bakıp tebessüm ederek; “Hoş geldin” bulduğunu yiyen ve dîne uygun olmayan işler yapan sapık dedi. Bundan sonra sohbetine ve hizmetine devam edip, tarikatçılardan uzak dur. Yine Ehl-i sünnet i’tikâdına uymayan yanından ayrılmadım.” sapık kimselerden de uzak dur!” Sonra Fâtiha-i şerîfe okudu ve bana Hirat’a gitmem için izin verdi. Bundan sonra emri Kâdı Muhammed Zâhid hazretleri, asrının âlimlerinin en üzerine yola çıktım. Mevlânâ Sa’düddîn Kaşgârî’ye götürmem büyüklerinden olup, tasavvuf ilminde ve hâllerinde mütehassıs için bir mektûp verdi. Mektûba, bana yardımcı olup, ve ilâhî sırların gizliliklerine vâkıf idi. Kendinden sonra, kız korumasını yazmıştı. Bunu görünce, kalbimi tamamen bir kardeşinin oğlu Derviş Muhammed, yetiştirdiği velîler arasında muhabbet, ihlâs sardı. Fakat Hirat’a gitme azmim kırılmadı, en büyüğüdür. vazgeçmedim. Mektûbu alıp yola çıktım. Yolda ilerledikçe, bindiğim hayvan yavaşladı, gücü kalmadı. Yol almaktan âciz kaldım. Muhammed Zâhid’in (kuddise sirruh) “Mesmûât-ı Mevlânâ Kâdı Muhammed Zâhid” ve “Silsilet-ül-ârifîn” adlı eserleri meşhûrdur. “Mesmûât” adlı eserinde, hocası Ubeydüllah-i Buhârâ’ya altı fersah (36 km. kadar) mesafe kalmıştı ki, yolun Ahrâr hazretleri’nin sohbetlerinde dinlediklerini toplamıştır. bu kısmında şiddetli bir göz ağrısına tutuldum. Günlerce orada Fârisî lisânda yazdığı bu eseri 155 varak olup, Süleymâniye kaldım, iyileşince yola çıktım. Bu sefer humma hastalığına Kütüphânesi’nde vardır. Bu eserinden ba’zı bölümler: tutuldum. O zaman anladım ki, eğer yola devam edersem helak olacağım! Gitmekten vazgeçip, Ubeydüllah-i Ahrâr’ın yanına dönüp, onun sohbetinde ve hizmetinde bulunmaya karar verdim ve geri döndüm. Taşkend’e vardığım zaman, kitaplarımı, eşyamı ve binek hayvanımı bir arkadaşıma emânet olarak bıraktım. Bu sırada Ubeydüllah-i Ahrâr’ın talebelerinden biriyle karşılaştım. Ona; “Gel, beraberce Ubeydüllah-i Ahrâr’ı ziyârete gidelim” dedim. Bana; “Binek hayvanın ve kitapların nerede?” dedi. “Bir arkadaşıma emânet “İnsanın yaratılmasından maksad, kulluk yapmasıdır. Kulluğun aslı ve özü ise, her halükârda Allahü teâlâyı unutmamak, gâfil olmamak, tazarru (yalvarma) ve huşû’ (korku) içinde bulunmaktır.” “İbâdet ile ubudiyet (kulluk) arasındaki fark; ibâdet, dinin emrettiği vazîfeleri yapmak; ubudiyet ise, kalbin gafletten uzak ve dâima Rabbini ta’zim eder hâlde olmasıdır.” olarak bıraktım” dedim. “Git onları benim eve getirip, bırak. “Temkin makamına kavuşmak için, zarûretsiz söz Sonra beraberce ziyârete gideriz” dedi. Ben onları almak söylememek lâzımdır. Çok gülmek ve çok konuşmak kalbi üzere giderken, bir de baktım ki, birisi bana; “Hayvanın ve öldürür. Temkin makamı, huzûr ve agâh! (gafletten uzak) eşyâların kayboldu!” dedi. Hayret ettim, oturup düşünmeye olmaktan ibârettir ki, bu hâl, gözdeki görme, kulaktaki işitme başladım ve kalbimden; “Herhalde gelir gelmez ilk önce vasfı gibi hiç kaybolmamalıdır. Kendisini Allahü teâlânın her ziyâretine gitmediğim için Ubeydüllah-i Ahrâr bana kırıldı. Bu ân gördüğünü bilmelidir. Böyle bir hâle gelen kimsenin sebeple bineğim ve eşyâlarım kayboldu” düşüncesi geçti. konuşması gerekir. Bu hâle kavuştuktan sonra, (insanları irşâd Herşeyden önce onu ziyârete gitmeye karar verdim. Tam bu için) konuşmaması gaflettir. Gaflet ise, kalbin ölmesi demektir. sırada birisi gelip; “Binek hayvanın ve eşyaların bulundu” dedi. Kalbin gafletten uzak olması, huzûr ve agâh! olmasıyladır. Bu Emânet bıraktığım kimsenin yanına gittim. Bana dedi ki: “Ey nisbetin sahibi çok çalışmalı, ihtimâm göstermeli ve bu nisbet Muhammed! Senin binek hayvanını emânet aldığımda, onu bir zamanını iyi muhafaza etmelidir.” yere bağladım. Biraz sonra gözden kayboldu. Aramaya Ubeydüllah-i Ahrâr hazretleri buyurdu ki: “Emr-i ma’rûfu ve kimse; “Yâ Şâfî” diyerek Allahü teâlâya yalvarır, himmetini şifâ nehyi münkeri öyle yapmalı ki, ondan netice alınsın. Bunu hâsıl olması için sarfederse, şifâ bulur. Fakir düşüp çaresiz yaparken, insanların anlıyacağı şekilde yapmak lâzımdır. kalınca, Allahü teâlânın isimlerinden olan “Ganî” ismini, “Yâ Hadîs-i şerîfte; “İnsanlara, akılları derecesinde konuş” Ganî” diyerek söyleyip yalvarırsa, fakirlikten kurtulur. Allahü buyuruldu.” Bir defasında Moğol Hanlarından biri Ubeydüllah-i teâlânın isimlerini söyleyerek O’na yönelmek, kurtuluşa erdirir. Ahrâr’ın huzûruna gelmişti. Müslüman olmayan bu Hân, Himmetin te’sîri çok büyüktür. Eğer bir kimse yükselmek ve domuz eti yerdi. Ona domuz eti yemek İslâmiyette haramdır hakîkî saadete kavuşmak için himmet sarfetse, buna kavuşur. dese, yemekten vazgeçmeyecekti. Ona dedi ki; “Domuz etini Fakat himmetini dünyâ lezzetleri için sarfederse, yolunu yemek birçok haysiyyeti kaybettirir. Çünkü hayvanlardan şaşırır. Büyükler buyurmuşlardır ki: “Kur’ân-ı kerîme ve sâdece domuz, dişisini kıskanmaz. Onun etini yemek, insanda himmete karşı durmak mümkün değildir, durulamaz!” gayret ve hamiyyeti yok eder” dedi ve gayretin üstünlüğünü anlattı. O Hân bunu çok ma’kûl bulup, kendisi yemekten Eğer bir kâfir bile düşüncesini, himmetini bir işin hâsıl olması vazgeçtiği gibi, askerlerinin de domuz eti yemelerini için toplayıp devamlı o işin hâsıl olmasını istese, taleb ettiği yasakladı.” şeye gösterdiği himmet sebebiyle kavuşur. Himmeti, te’sîrini gösterir. “Gençlik zamanı fırsat ve ganîmettir. Bu kıymetli zamanı ve nefesleri saadet vesilesi yapmayana yazıklar olsun. Se’âdet Peygamberler (aleyhimüsselâm), bütün varlıkları ile Allahü arayan kimse, Resûlullahın ( aleyhisselâm ) ahlâkı ile teâlâya yönelerek himmetlerini sarfedip, savaşlarda ahlâklanmalıdır. Hilm (yumuşaklık), kerem, cömertlik, tevâzu, düşmanlarını perişan etmişlerdir, İbrâhim aleyhisselâmın Îsâr ve diğer ahlâk-ı hamide olan şeylerle ahlâklanmalıdır. ateşe atılırken gösterdiği tam himmet üzerine, Allahü teâlâ Husûsen kalbde Allahtan başka hiçbir şeye bağlılık ateşe; “Ey ateş, İbrâhim’e serin ve selâmet ol!” (Enbiyâ-69) kalmamasına (mâsivânın terkine) çok çalışmak lâzımdır. buyurdu ve ateş onu yakmadı.” Büyükler, “Kalbi mâsivâdan korumak lâzımdır” buyurdular. Bunun için de “Kalb bir ayna gibidir. Karşısına gelen herşeyi gösterir. Kalbden mâsivâ silinip atıldığı zaman, kalbde Allah sevgisinden başka hiçbir şey kalmaz” buyurmuşlardır.” “Nefsinin isteklerinden, hevâsından uzak dur. Başkasının (nefsinin) emri altına girme ki, Allahü teâlânın rızâsına kavuşasın.” “Akıllı kimse, bir işi bir haftada veya bir ayda bitiren, dünyâya âit fâideleri kısa zamanda elde eden kimse değildir. Akıllı o kimse ki, bütün çalışmasını ve gayretini dinin emirlerine uymaya sarfeden, işlerini âhırette fâide verecek şekilde yapandır. Bundan daha akıllı kimse ise, bütün gayretini sarfederek, Allahü teâlâdan başka herşeyden yüz çeviren, onları kalbinden çıkarandır. Böyle yapan kimse, Allahü teâlânın rızâsına kavuşur.” “Himmet, bütün düşünceyi bir iş üzerinde toplamaktır. Büyükler buyurdular ki: “Bir işin hâsıl olması veya bir belânın kalkması için tamamen Allahü teâlâya yönelip istenirse, maksada kavuşulur.” Meselâ hasta olan veya hastası olan “Dervişlik, yalnız bir yere çekilip oturmak, gökte uçmak, dağda ve mağarada bulunmak değildir. Dervişlik; gönlü, mâsivâdan, ya’nî Allahü teâlâdan başka herşeyden çevirmektir.” “Dünyâya düşkün olmayanlarla, âhıret adamlarıyla oturmak, beraber bulunmak, çok te’sîrli ve fâidelidir. Önce te’sîri anlaşılmasa bile, doğan bir çocuğun hergün yavaş yavaş büyüdüğü gibi, insan yavaş yavaş dünyâya düşkün olmaktan kurtulur.” “(Herki yek câ heme câ, her ki heme câ hîç câ) Bir yerde bulunan (bir yere bağlanan), her yerde bulunur. Her yerde bulunan (her yere bağlanan), hiçbir yerde bulunamaz.” “İbn-i Abbâs ( radıyallahü anh ), “Hâlbuki sen (Ey Resûlüm) onların içinde iken Allah onlara azâb verecek değildi, istiğfar ettikleri hâlde de Allah onlara azâb edecek değil” (Enfâl-33) meâlindeki âyet-i kerîmeyi tefsîr ederken şöyle buyurmuştur: “İslâmiyetin mevcûd olması, Resûlullahın mevcûd olması mesabesindedir. Nasıl ki Resûlullah hayatta iken azap kaldırılmış, insanlara azap gelmemişse, İslâmiyetin bir yerde mevcûd olması ile de (İslâmiyete uymak sebebi ile de) azap merdıyye’ye müştakım, ona kavuşmak istiyorum” der dururdu. kalkar, istiğfar etmek sebebi ile de azap inmez, istiğfar, azâbın O hâle gelmişti ki, arkadaşlarımız onun aklının gittiğini gelmesine mâni olur. Bir yandan Allahü teâlânın emirlerine zannediyorlardı. Birgün onu çağırdım ve; “Bu söylediğin sözün uymayıp, bir yandan da “Estağfirullah, Estağfirullah” demek, ma’nâsı nedir?” diye sordum. Dedi ki: “Bir gün uyumuştum. istiğfar değildir, istiğfarın ma’nâsı; Allahü teâlânın emirlerine Rü’yâmda gördüm ki, birisi bana; “Aynâ-yı merdıyye’ye git!” uymak, yasak ettiği şeylerden sakınmaktır. Allahü teâlânın diyordu. Sonra birdenbire bir bahçe karşıma çıktı. Bu rahmetine ve mağfiretine yol açacak sebeplere yapışmak bahçenin içinde suyu berrak ve saf akan bir ırmak vardı. lâzımdır. Zulüm ve isyan olan işleri yapmaktan sakınmalıdır.” Irmağın kenarında hûrîler duruyordu. Hepsi de öyle süslenmişler ve öyle güzel idiler ki, dilim onu anlatmaktan Kâdı Muhammed Zâhid hazretlerinin “Silsilet-ül-ârifîn” adlı âcizdir. Beni görünce birbirlerine; “Müjde! İşte Aynâ-yı eserinden de ba’zı bölümler şöyledir: merdıyye’nin zevci” dediler. Onlara selâm verdim ve; “Aynâ-yı Evliyânın büyüklerinin hâlleri: Zünnûn-i Mısrî hazretleri şöyle buyurmuştur: “Tasavvuf yolunda, cenâb-ı Hakkın dostlarından, sevgili kullarından ba’zıları o hâle gelmiştir ki, eğer bir büyük zât onlara Allahü teâlânın muhabbetinden, azamet ve celâli ile ilgili sözler söylerse, muhabbetleri sebebiyle o hâle gelirler ki, can verirler.” Şeyh Abdülvâhid bin Zeyd (kuddise sirruh) buyurdu ki: “Bir defasında gazâya gitmeye niyet ettim. Bütün talebelerimi topladım. Mecliste bir şahıs meâlen; “Allah yolunda savaşıp düşmanları öldüren ve öldürülen mü’minlerin canlarını ve mallarını Allah Cennet karşılığında satın aldı” (Tövbe-111) buyurulan âyet-i kerîmeyi okudu. Bunun üzerine onbeş yaşında bir genç ayağa kalktı. Bu gencin babası vefât etmiş, kendisine pekçok mal mîrâs kalmıştı. Âyet-i kerîmeyi okuyan zâta dedi ki: “Ey Şeyh! Allahü teâlâ mü’minlerden canlarını ve mallarını Cennet karşılığında satın aldı mı? Allah yolunda canını ve malını feda edene Cennet verilecek mi?” dedi. O zât da; “Evet. Allahü teâlânın kelâmı doğru ve va’di haktır” dedi. Genç; “Şâhid ol ki, ben nefsimi ve malımı Allahü teâlâya sattım” dedi. O zât; “Vallahi bu büyük bir iştir. Sen küçüksün. Korkarım ki sabredemezsin ve çaresiz kalırsın” dedi. Bunun üzerine o genç; “Ey Şeyh! Bir kimse cenâb-ı Hakla ahitleşsin ve çaresiz kalsın! Hâşâ ve kellâ. Hiç böyle şey olur mu? Şâhid ol hakîkaten ben nefsimi ve malımı Allah için feda ettim, Allah yoluna adadım ve pişman olmayacağım” dedi. Sonra bütün malını sadaka olarak dağıttı. Bizimle birlikte cihâd için sefere çıktı. Bize ve hayvanlarımıza hizmet etmeye başladı. Biz uyurken o nöbet tutardı. Gündüz oruç tutar, geceleri namaz kılardı. Hepimiz onun bu hâline hayran kalırdık. Tâ ki, Rum diyarına vardık. Biz harp hazırlıklarını yaparken, o genç kendinden geçmiş ve hayran bir vaziyette; “Aynâ-yı merdıyye sizin aranızda mı?” dedim. “Bizim aramızda değil, biz onun hizmetçileriyiz, daha ileri git” dediler, ilerledim. Bir başka bahçe gördüm, içinde her türlü güzellikler vardı. Hâlis sütten bir nehir gördüm. Nehir kenarında, benzerini o âna kadar görmediğim güzellikte hûrîler vardı. Onların güzelliğine hayran oldum. Beni görünce birbirlerine baktılar ve; “Müjde olsun ki, bu, Aynâ-yı merdıyye’nin zevcidir.” dediler. Onlara da selâm verdim ve; “Aynâ-yı merdıyye sizin aranızda mıdır?” diye sordum. “Hayır biz onun hizmetçisiyiz” dediler, ilerledim. Bir Cennet ırmağına rastladım. Etrâfında hûrîler vardı. O kadar güzeldiler ki, bunları görünce önceki gördüğüm hûrîlerin güzelliğini unuttum. Onlara da selâm verdim. “Sana da selâm olsun ey Allahü teâlânın veli kulu” dediler. “Aynâ-yı merdıyye sizin aranızda mı?” dedim. “Hayır, biz onun hizmetçileriyiz, ileriye git” dediler, ilerledim. Saf bal akan bir ırmağa vardım. Bu ırmağın da etrâfında hûrîler vardı. Bu hûrîler güzellikte öncekilerden daha üstün idi. Öyle ki, öncekilerin hepsini unuttum. Selâm verdim ve; “Aynâ-yı merdıyye sizin aranızda mı?” diye sordum. “Hayır, bu gördüklerinin hepsi onun hizmetçisidir, ileri git” dediler, ilerledim. Tek bir inciden yapılmış, ipleri nûrdan bir çadır gördüm. Kapısında ay yüzlü bir hizmetçi bekliyordu. Bu hizmetçi öyle güzeldi ki, göz hayrette kalıyordu. Beni görünce; “Ey Aynâ-yı merdıyye! işte sana eş olacak kimse geldi” dedi. Çadıra yaklaşıp içeri girdim. Aynâ-yı merdıyye (huri) inci ve yakut kaplı altın bir taht üzerinde oturuyordu. Onu görür görmez meftun oldum. Bana; “Hoş geldin ey Allahın evliyâ kulu” dedi. Yaklaştım. Boynuna sarılmak istedim. “Sabret, sen dünyâdasın, henüz vakit var. Yarın gece bizim yanımızda olacaksın” dedi. Bu rü’yâdan sonra birden bire uyandım. “Ey Şeyh! O güzelliğe kavuşmak için sabırsızlanıyorum. Hiç sabrım kalmadı” dedi. Sonra savaş başladı. Genç de savaşıp kahramanlıklar gösterdi. Büyük bir yara alıp yere düşmüştü. Onu kaldırıp baktıklarında gülüyordu. Gülerek rûhunu teslim edip, şehîd oldu.” 1) Tam İlmihâl Se’âdet-i Ebediyye sh. 1047 Abdullah bin Zeyd ( radıyallahü anh ) şöyle anlatmıştır: “Bir gemiyle yolculuğa çıkmıştık. Gemi rüzgâra kapılıp bir adaya doğru sürüklendi. Adaya yaklaşınca, yanaşıp indik. Adada puta tapan bir adam gördüm. “Neden bu puta tapıyorsun? Bu put, ne fayda sağlar, ne de zarar” dedim. “Siz kime taparsınız?” dedi. “Herşeyi yaratan, her şeye mâlik olan ve her 2) Behcet-üs-seniyye sh. 11 3) Hadâik-ül-verdiyye sh. 174 4) Umdet-ül-makâmât sh. 82 şeye gücü yeten Allahü teâlâya ibâdet ederiz” dedim. “Bunu 5) Mesmûât, Süleymâniye Kütübhânesi Es’ad Efendi bölümü size kim bildirdi?” dedi. “Allahü teâlâ bize kerîm bir peygamber No: 1715 Varak: 5a, 13a, 18a, 24a, 25a, 29b, 55b, 56b. gönderdi. Onun vasıtasıyla bize bildirdi” dedim. “O peygamber nerededir?” dedi. “Bize Allahü teâlânın gönderdiği dîni bildirip 6) Silsilet-ül-ârifîn, Süleymâniye Kütübhânesi Hacı Mahmud tebliğ vazîfesini tamamladıktan sonra vefât etti. Allahü teâlâya bölümü. No: 2830 Varak 188a, 190a-b, 191a-b. kavuştu.” deyince; “Ondan size hiçbir alâmet kaldı mı?” dedi. “Evet, O, Allahü teâlâdan bir kitab getirdi. Şimdi o Kitâb 7) Hadikat-ül-evliyâ sh. 86 (Kur’ân-ı kerîm) bizim yanımızdadır” dedim. “Bana gösterin” dedi. Kur’ân-ı kerîmi ona gösterdim. “Ben bunu okumasını bilmiyorum” dedi. Kur’ân-ı kerîmi açıp ona bir sûre okudum. Ben okudum, o ağladı. Sûreyi okuyup bitirince; “Lâyık olan odur ki, kimse bu kelâmın sahibine âsî olmasın” dedi ve 8) İrgâm-ül-merîd sh. 68 9) Reşehât zeyli sh. 5 10) Rehber Ansiklopedisi cild-12, sh. 300 hemen müslüman oldu. Kur’ân-ı kerîmden birkaç sûreyi okumayı ve kendisine yetecek kadar din bilgisi öğrendi. O gece yatsı namazını kıldıktan sonra yatma zamanı geldi. O yatmayıp sabaha kadar ibâdet etti. Talebelerime dedim ki: “Bu yeni müslüman oldu. Buna aramızda biraz para toplayıp verelim ki, sıkıntı çekmesin. Parayı toplayıp götürdüğümüzde; “Bu nedir?” dedi. “Bunu al, kendine nafaka yap ki sıkıntı çekmeyesin” dedim. “La ilahe illallah. Ben daha önce bu adada iken puta tapardım. Allahü teâlâyı bilmezdim, fakat O beni zayi etmedi, korudu. Şimdi ise O’nu tanıyorum. Beni hiç zayi eder mi?” dedi. Üç gün sonra bir haber aldım ki, o yeni müslüman olan kimse hastalanıp yatağa düşmüş. Hemen yanına koştum. Bir isteğin bir hacetin var mıdır?” dedim. “Benim ihtiyâcımı, her ihtiyâcı gideren Allahü teâlâ karşıladı” dedi. Bundan bir gün sonra da vefât etti. O gece onu rü’yâmda gördüm. Bir bahçe içinde duruyor. Bahçenin üzerinde yüksek bir kubbe, kubbenin altında bir taht üzerine oturmuş. Yanına da bir hûrî oturmuş. Meâlen; “... Melekler de her kapıdan yanlarına vararak şöyle diyeceklerdir: Sabrettiğiniz için size selâm olsun! Âhıret saadeti ne güzeldir!” (Ra’d:23-24) buyurulan âyet-i kerîmeyi okuyordu.” KADI ŞÜREYH ( radıyallahü anh ) Tabiînin büyüklerinden. Künyesi Ebû Umeyye’dir. 79 (m. 713)’de vefât ettiği rivâyet edilir. Babasının ismi Hâni idi. Hâni, kabilesi nâmına elçi olarak Medine’ye gelmişti. Resûlullah’ı görünce müslüman oldu. Resûlullah ( aleyhisselâm ) ona Ebû Şüreyh ismini vermiştir. Kinde kabilesindendir. Kâdı Şüreyh’in sahabilerden olduğuna dair rivâyetler varsa da doğrusu Tabiînden olduğudur. Hazreti Ömer, Hazreti Ali ve İbn-i Mes’ûd’dan (r.anhüm) hadîs-i şerîf rivâyet etti. Şa’bî, Nehâî, Abdülazîz bin Refî, Muhammed bin Sîrîn ve başkaları da ondan hadîs-i şerîf rivâyet etmiştir. Kırk yaşında, Hazreti Ömer tarafından Kûfe’ye kadı (hakim) yapıldı. Hadîs ve fıkıh ilminde büyük âlimdi. Basra’da bir sene kadar kadılık yaptı. Sonra, Hazreti Osman, Hazreti Ali, Hazreti Muâviye ve sonrakiler tarafından da Kûfe kadılığında bırakılmıştır. Aralıksız 60 seneden fazla kadılık resûlüdür, Peygamberidir.) söyleyerek, müslüman oldu. Sonra yaptığı bildirilir. Hüküm verme konusunda çok bilgili ve pek şöyle dedi: Ey mü’minlerin emiri, bu zırh senin zırhındır. Senin âdil idi. Haccâc kendisini kadı yapmak istedi ise de kabûl devenden düşmüştü de, onu ben almıştım, dedi. Sonra etmemiştir. Yetmişdokuz senesinde (m. 698) yüzyirmi yaşının Hazreti Ali, Nehrevan’a Haricîlerin üzerine giderken bu zat da üzerinde iken vefât etti. onunla beraber gitti. Orada şehîd oldu. Kâdı Şüreyh hazretlerinin rivâyet ettiği hadîs-i şerîfler. Kâdı Şüreyh hazretleri Hazreti Ömer’den rivâyet ettiği, hadîs-i şerîfte; Resûlullah ( aleyhisselâm ) şöyle buyurdu: “Bir genç, Hazreti Ali zırhını kaybetmişti. Onu aradı, fakat bulamamış, dünyâ lezzetini ve oyununu bırakır, gençliğine rağmen Allahü Kûfe’ye gelmişti. Zırhını bir yahudinin elinde gördü. Hazreti Ali teâlâya tâate (beğendiği şeylere) yönelirse, Allahü teâlâ, ona yahudiye, “Ey yahudi! Bu zırh benimdir. Onu ne sattım, ne de yetmiş iki sıddîk sevâbı verir. Sonra şöyle buyurur: “Ey kimseye verdim. Sende nasıl oluyor?” buyurdu. Yahudi de şehvetini (nefsinin arzu ve isteklerini) benim rızam için terk hayır bu, benim zırhım diye cevap verdi. O zaman Hazreti Ali, edip, gençliğini benim beğendiğim işlerde harcayan genç! gel kadıya gidelim buyurdu. İkisi beraber Kâdı Şüreyh’in Sen, benim yanımda meleklerimden birisi gibisin.” yanına gittiler. Hazreti Ali, Şüreyh’in yanına oturdu. Yahudi ise Şüreyh hazretlerinin karşısına oturdu. Hazreti Ali buyurdu ki: Hazreti Ömer’den bildiriyor: “Resûlullah ( aleyhisselâm ) “Eğer hasmım (mahkemelik olduğum şahıs) zımmî (gayri buyurdular ki: “Ey Âişe! Dinlerini parça parça edip, doğru müslim vatandaş) değil de, müslüman olsaydı, mecliste yoldan ayrılanlar, bid’at ve heva (nefsinin arzu ve istekleri) onunla beraber otururdum. Bu zımmî ile beraber sahibleri, bu ümmetin sapıklarıdır. Yâ Âişe, her günah sahibi oturmayışımın sebebi şu: Resûlullah’dan ( aleyhisselâm ) için tevbe vardır. Ancak, bid’at ve heva sahibleri, benden işittim. Buyurdular ki: “Allahü teâlâ, onları aşağıladığı gibi, siz uzaktır, ben de onlardan uzağım.” de onları aşağılayınız, hor ve hakîr tutunuz.” Diğer bir rivâyette! Eğer mahkemelik olduğum kişi, müslüman olsaydı, Kâdı Şüreyh ( radıyallahü anh ) buyuruyor ki Kûfe çarşısında onunla yanyana otururdum. Fakat Resûlullah’dan ( Hazreti Ali ile beraber idik. Etrâfındakilere bir şeyler anlatan bir aleyhisselâm ) işittim: “Bir mecliste onlarla yanyana, eşit vaizin yanına vardık. Orada durduk. Hazreti Ali vaize: “Sana olarak oturmayınız. Onları en dar yerlere sıkıştırınız. Eğer size bir şey soracağım. Bakalım bu suâlin içinden çıkabilecek söverlerse, onlara vurunuz. Onlar da size vururlarsa, misin.” buyurdu. Vaiz, “Buyurun, Ey Mü’minlerin Emîri, öldürünüz” buyurdular. Kâdı Şüreyh dedi ki: “Ey mü’minlerin istediğinizi sorun” dedi. Hazreti Ali, “Îmânın devamı ve emiri! Buyurun. Konuşun. Hazreti Ali: “Yahudinin elindeki zırh yerleşmesi ve silinip yok olması nelerle olur.” diye sordu. Vaiz benim. Onu birisine ne bağışladım ve ne de sattım. Şüreyh bu soruya şöyle cevap verdi: îmânın kuvvetlenip, devam “Ey yahudi, sen ne dersin?” Yahudi: “Bu zırh benim ve şimdi etmesi, vera’ (şüphelilerden kaçınmak), yok olması da tama’ de benim elimdedir.” Şüreyh: Ey mü’minlerin emiri! Delîl (dünyâ lezzetlerini haram yollardan aramakla) ile olur. Hazreti gösteriniz. Hazreti Ali: Âzâdlı kölem Kanber ve oğlum Hasan, Ali bu cevaptan memnun oldu. o zırhın benim olduğuna şahiddirler. Şüreyh hazretleri: Oğulun babaya şahidlik etmesi caiz değildir. Hem Cennetlik bir kişinin şahitliği de caiz olmaz. Resûlullah ( aleyhisselâm ) buyuruyor ki “Hasan ve Hüseyin Cennetlik gençlerin efendileridir.”Bu konuşmaları dinleyen yahudi: Mü’minlerin emiri beni kendi hakimine götürdü. Ancak hakimi onun aleyhine hüküm verdi. Böyle bir adâleti ancak hak bir dine inananlar yapabilir dedi ve şehâdet kelimesini “Eşhedü enlâ ilahe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühû ve resûlüh” (Allahü teâlâdan başka ilâh yoktur. Muhammed ( aleyhisselâm ) Allahü teâlânın kulu ve Kâdı Şüreyh hazretlerine, bu kadar çok ilmi nasıl elde ettin, diye sorduklarında: “Âlimlerle görüşerek elde ettim. Birbirimizden karşılıklı istifâde ettik” buyurmuştur. Kâdı Şüreyh hazretleri ayağından rahatsız idi. Üzerine bal sürdü. Sonra güneşte oturdu. Yanına ziyâretçiler geldi. Dediler ki: Kendini nasıl buluyorsun? Kâdı Şüreyh iyiyim, dedi. Ziyâretçiler ayağını bir de tabibe gösterseydin dediler. “Gösterdim” dedi. Tabib ne söyledi, dediler. İyi olacağını söyledi, dedi. “Zalimler cezalarını, mazlûmlar da Allahü teâlâdan yardım kimselere güzel cevaplar verdi. Zeynüddîn Sübkî, beklerler.” 735 (m. 1334) yılında Mısır’da kadılığını yaptığı Mahılle denilen yerde vefât edip, orada defnedildi. 1) Vefeyât-ül-a’yan, cild-2, sh. 460 Sübk-il-abîd’de ilim sahibi bir ailenin evlâdı olarak dünyâya gelen Zeynüddîn Sübkî, ilimde belirli bir 2) Tabakât-ı İbn-i Sa’d, cild-6, sh. 131 3) Hilyet-ül-Evliyâ, cild-4, sh. 172 4) Tezkiret-ül-Huffâz, cild-1, sh. 59 seviyeye geldikten sonra, Kâhire’ye gitti. Takıyyüddîn Ebü’l-Feth İbn-i Dakîk-ül-Iyd’den fıkıh ilmi öğrendi. Hocası kadı iken ona nâiblik yaptı. İleri gelen yardımcıları arasında yer aldı. Şihâbüddîn Ahmed bin İdrîs Karâfi’den usûl-i fıkıh 5) İkd-ul-ferîd, cild-1, sh. 89 ilmini, Zâhir Tizmenti’den fürû’ bilgilerini öğrendi. İbn-i Hatîb Mizze, Muhammed bin İsmâil bin 6) El-A’lâm, cild-3, sh. 161 Enmâtî, İzz-i Harrânî, İbn-i Kastalânî ve daha birçok âlimden hadîs-i şerîf ilimlerini tahsil edip, 7) Şezerât-üz-zeheb, cild-1, sh. 85 hadîs-i şerîf dinledi. 8) Tam İlmihâl Se’âdet-i Ebediyye, sh. 1074 Hadîs ve fıkıh ilimlerinde zamanının ileri gelen 9) Eshâb-ı Kirâm, sh. 355 KÂDI ZEYNÜDDÎN SÜBKÎ (Abdülkâfî bin Ali) âlimlerinden oldu. Mekke-i mükerreme, Medîne-i münevvere ve Kâhire’de hadîs-i şerîf dersleri verdi. Mahılle’ye kadı ta’yin edildi. Ömrünün sonuna kadar Mahılle’de kadılık yaptı. Hadîs-i Hadîs ve Şafiî mezhebi fıkıh âlimi. Künyesi Ebû şerîf ve fıkıh ilimleri öğretti. Birçok talebe Muhammed olup ismi, Abdülkâfî bin Ali bin yetiştirdi. Oğlu Takıyyüddîn Ebû Hasen Sübkî, Temmâm bin Yûsuf bin Temmâm bin Hâmid bin torunu ve “Tabakât-üş-Şâfiiyye” yazarı Tâcüddîn Yahyâ bin Ömer bin Osman bin Ali bin Süvvâr bin Ebû Nasr Abdülvehhâb Sübkî ve Cemâlüddîn Süleym bin Esleme’dir. Dedeleri, Peygamber Esnevî, talebelerinin meşhûrlarından oldu. efendimizin ( aleyhisselâm ) Eshâbından (r.anhüm) olmakla şereflenmiş ve Ensâr (r.anhüm) arasında yer almış Hazrec kabilesi mensûplarından bir mübârek kimseydi. 659 (m. 1261) yılı civârında Mısır’da Sübk-il-abîd denilen yerde doğdu. İlimleri ve ilme hizmetleri ile meşhûr olan Sübkî ailesi arasında yer aldı. Baba ve dedeleri de büyük âlimlerden idi. Memleketine ve ailesine nisbetle Sübkî denildi. Hazrecî, Ensârî ve Mısrî nisbet edildi. Zeynüddîn lakabı verildi. Kâdı Cemâlüddîn İbrâhim bin Hüseyn Sübkî’nin kızı Nâsriyye ile evlendi. Hanımı da kendisi gibi ilim sahibi idi. Oğullarından Ebû Hasen Takıyyüddîn Sübkî, yüzelliden fazla kitap yazdı. Eserlerinde İbn-i Teymiyye gibi doğru yoldan ayrılan Güzel şiirler yazardı. Şiirlerinde zühdü ve zâhidliği överdi. Şiirlerinin çoğunu, Resûlullaha ( aleyhisselâm ) methiye olarak yazan Zeynüddîn Sübkî, ömrünü Allahü teâlânın dînine hizmet ve O’nun rızâsına kavuşmak için harcadı. Bir ânını boşa geçirmez, Allahü teâlânın emir ve yasaklarına muhalefet etmezdi. Her ân ölebileceğim düşünür, son ânını Allahü teâlânın râzı olacağı bir işle geçirmek için azamî gayret gösterirdi. Vakitlerinin çoğunu ilim öğrenmek, ilim öğretmek ve ibâdet etmekle geçirirdi. İnsanlara sık sık nasihatlerde bulunur, Allahü teâlânın râzı olacağı şeylerle meşgûl olmalarını tenbîh ederdi. Rivâyet ettiği bir hadîs-i şerîfte, Resûlullah ( aleyhisselâm ) “Falancanın namazının iskatı için, bedel olarak şunu sana buyurdu ki: “Kim bir hastanın yanında yedi kerre verdim” diyerek başka fakire verir. O fakir de, eline alıp “Kabûl “Es’elüllahelazîme Rabbel-Arşil-azîm en yeşfiyeke” derse, o etdim” demelidir. Alınca, kendi mülkü olduğunu bilmelidir. hasta sıhhat ve afiyet bulur.” Emânet, ödünç gibi alırsa devr kabûl olmaz. Bu ikinci fakir de; “Aldım, kabûl etdim” dedikden sonra; “Ol vech ile sana verdim” Bir şiirinde buyurdu ki: “Ey insan! Allahü teâlânın diyerek üçüncü fakire verir. Böylece namaz, oruç, zekât, gazâbından rahmetine sığın. Allahü teâlâya sığın. kurban, sadaka-i fıtr, adak ve kul hakları, hayvan hakları için O’nun fadlından iste! Muhakkak ki Allahü teâlâya devr yapmalıdır. Fâsid ve bâtıl alış-veriş de, kul hakları sığınan kurtulur. Geceyi Allah için ibâdet ve tâatle içindedir. Yemîn ve oruç keflaretleri için devr yapmak caiz geçir. Gece Allah için kalk! İbâdetle ihyâ et Bir değildir. âyet-i kerîme de olsa Kur’ân-ı kerîm oku! Böyle yaparsan, Allahü teâlâ tarafından bir nûr seni Ondan sonra, altınlar hangi fakirde kalırsa, lütfedip, arzusu ve kaplar. Yüzünü Allahü teâlâ için toprağa sür ve rızâsı ile, velîye hediye eder. Velî alıp, kabûl etdim der. Eğer, secdeye var! Allah için eğilen baş azîzdir!” hediye etmezse, kendi malıdır, zor ile alınmaz. Velî bir miktar altım veya kâğıd para veya meyyitin eşyasından bu fakirlere verip, bu sadaka sevâbını da meyyitin rûhuna hediye eder. 1) Tabakât-üş-Şâfiiyye cild-10, sh. 89 2) El-Bidâye ven-nihâye cild-14, sh. 172 3) Ed-Dürer-ül-kâmine cild-2, sh. 396 Borcu olan fakir ve baliğ olmamış çocuk devr yapmağa katılmamalıdır. Çünkü, borçlunun, eline geçen altınlar ile borcunu ödemesi farzdır. Bu farzı yapmayıp, altınları meyyitin keffâreti için yanındaki fakire hediye etmesi caiz olmaz. Devr kabûl olur ise de, kendisi hiç sevâb kazanamaz. Hattâ günaha girer. 4) Şezerât-üz-zeheb cild-6, sh. 110 Aynı kitabın kıyâmet alâmetleri kısmında buyuruluyor ki: Kıyâmet alâmetleri çokdur. Niceleri görünmüştür. Allahü teâlânın yardımı ile birkaç tanesini bildirelim. Böylece öğrenilmiş, dünyâ hâli ve insanların durumu anlaşılmış olur. KÂDI-ZÂDE Allahü teâlâ Enbiyâ sûresinin 1. âyet-i kerîmesinde meâlen Anadolu’da yaşayan Osmanlı âlimlerinden. İsmi Ahmed Emîn buyuruyor ki: “İnsanların hesabları yaklaştı, hâlbuki onlar bin Abdullah olup, 1133 (m. 1720) târihinde doğdu. 1197 (m. gaflet içinde olduğundan nasihat ve tâatten kaçınıyorlar.” 1783) senesinde de vefât etti. “Birgivî Vasıyyetnamesi”ni şerh İmâm-ı Buhârî İbn-i Ömer’den “radıyallahü anhümâ” bildirir etti. “Birgivî şerhi” ismiyle meşhûr “Ferâid-ül-Fevâid fî beyân-il- Resûlullah ( aleyhisselâm ) buyurdu ki: “Geçmiş ümmetlerin Akâid” kitabını yazdı. İkisi de çok kıymetli kitaplardır. zamanlarına kıyas ile sizin zamanınız, ikindi vaktinden akşama kadar olan vakit gibidir.” Meselâ bütün ümmetlerin Ahmed Emîn bin Abdullah, Birgivî Vasiyyetnamesi isimli kitabın şerhinde; “Meyyit için iskat” bahsinde buyuruyor ki: İskatta bulunan fakirlerin nisaba mâlik olmaması şartdır. Meyyitin akrabasından olsa caizdir. Fakire verirken; “Falancanın şu kadar namazının İskatı için, şunu sana verdim” demesi lâzımdır. Fakir de; “Kabûl etdim” demelidir ve altınları alınca, kendinin mülkü olduğunu bilmesi şarttır. Bilmezse, önceden öğretmelidir. Bu fakir de lütf edip, kendi isteği ile; ömrü bir gün farz olunsa, ikindi zamanına kadar diğer ümmetlerin zamanları idi. İkindiden akşama kadar ümmet-i Muhammed’in zamanıdır. Akşam vakti kıyâmetin başlangıcıdır. Ertesi sabah kabirden kalkmanın evvelidir. Kıyâmetin yaklaştığına delîl çokdur. Ba’zıları şunlardır: Cahillik çok olup, ilim az olmak. Câhiller başa geçip, cahillikleri ile insanlara hükmetmek. Hâkimlik, müderrislik ve müftîlik gibi emânetler sahiblerine verilmemek. Âlimlerde zulüm ve fısk olup, ibâdet edenler câhil olmak. Zararından kurtulmak için, Ebû Zer’den bildirdiği hadîs-i şerîfte; “Ey Ebû Zer, sabahleyin insanlara ikram olunmak. Erkek, karısına uyup, anasına- ilim meclisinde bulunup Kur’ân-ı kerîmden bir âyet-i kerîme babasına muhalefet ve isyan etmek. Sonra gelenler, önce öğrenmen, yüz rek’at namaz kılmaktan hayırlıdır. Sabahleyin gelmiş olanlara câhil ve bir şey bilmezlerdi, demek. Emîn, gidip üstâddan, din ilimlerinden bir çeşit ilim öğrenmek, onunla güvenilecek kimseler azalıp, filân mahallede bir emîn kimse amel olunsun veya olunmasın bin rek’at namaz kılmaktan var imiş diye söylemek. Filân kimse akıllı ve nâzik kimsedir hayırlıdır” buyuruldu. Bir çeşit demek, bir mes’elede olsa dediklerinde, aslında o kimsede zerre kadar îmân demeği içine alır. Amel olunsun veya olunmasın demek, bu bulunmamak. Bid’atler çıkıp, sünnet terk olunmak, insanlarda mes’ele şu anda sana lâzım olsun veya olmasın demektir. sevgi kalmamak. Doğru söyleyene insanlar kızıp, onu başlarından koğmağa, işinden ayırmaya çalışmak. Gençler İlim kadar büyük bir şey yoktur, öğrenmesi ve öğretmesi kadar fâsık olup, kadınlar işi azıtmak. Emr-i ma’rûf ve nehy-i münker büyük ibâdet yoktur. Çalışıp, faydalı ilim, sâlih amel ve güzel terk olunup, günahla emir olunup, iyilikten nehyolunmak. Dîne ahlâk sahibi olmalıdır. Tirmizî, İbn-i Abbâs’dan bildirdi ki: âit işler ayıp sayılıp terk olunmak. Günah olan şeyler yapılıp “Resûlullah ( aleyhisselâm ) bir kimseye nasihat edip buyurdu âdet olmak. Âlimleri bırakıp, câhillere uymak. ki: “Beş şeyden önce beş şeyin kıymetini bil. İhtiyârlık gelmeden önce gençliğin kıymetini bil.” Zîrâ her kemâl Âhıret yolundakilere vasıyyet: Burada çok önemli vasıyyetler gençlikte elde edilir, ilim ve amel gibi. Bedenin kuvveti anlatılır. Şüphesiz hepimiz bu dünyâda misâfiriz. Yolcuyuz, kemâlde iken, tâat ve ilim kazanılır, ihtiyârlık zamanında geldik gidiyoruz. Herkes bilir ki, yolcunun azığa ihtiyâcı zaiflik, hastalık ve dermansızlık bulunduğundan ibâdet için herkesten daha fazladır. Âhırete âit azık, insan için en önemli kudreti olmaz, pişmanlıktan başka elinden birşey gelmez. maksattır. Çünkü gereği ile amel etmek, bütün müslümanlar “Hastalıktan önce sıhhatinin kıymetini bil.” Sıhhat ve afiyet için, en önemli ve en lüzumlu şeydir. Kardeşlerime ve zamanını ni’met bilip, ilmi ve ameli çok yap. Çünkü hastalık evlâdıma, eshâbıma ve bütün müslümanlara vasıyyetim ve bunlara mâni olur. “Fakirlikten önce zenginliğin kıymetini bil.” nasihatim, Allahü teâlânın emrettiği şeyleri yapsınlar. Malın ile iyilik edip, mal ile ibâdet eyle. Böylece âhırette çok Üzerlerine farz veya vâcib olanları, uğraşıp yerine getirsinler. sevâb ve ecir bulursun. “Meşgûliyetten önce, boş vaktinin Kazaya kalmış namazlarını kılsınlar. kıymetini bil.” Boş vakitlerinde din ilimlerini öğrenmeğe ve sâlih ameller etmeğe uğraş. Çoluk-çocuk ve diğer işler seni İlmihâlini öğrenmek herkese farz-ı ayndır. Çalışıp bunları meşgûl etmeden önce, ma’rifet ve kemâle ve sâlih amelleri öğrenmelidir. Öğrendikleri ile amel etmelidir. Ehl-i sünnet işlemeğe gayret et. Abdullah bin Abbâs’dan ( radıyallahü anh ) mezhebini ve i’tikâd bilgilerini ehlinden öğrenip i’tikâd etmek, İmâmı Buhârî’nin bildirdiği hadîs-i şerîfte; “İki büyük ni’met îmânı olan herkese farzdır. Bu ilmi öğrenmelidir. Câhil vardır ki, onlarda çok kimseler aldanmıştır. O ni’metlerin kalmamalıdır. Çünkü dînin emirlerine uymayan i’tikâdın zararı kıymetini bilmezler. Biri beden sıhhati, diğeri boş vakti olduğu büyüktür. Özellikle zamanımızda bid’atler yayıldı. Ehl-i sünnet zamandır” buyuruldu. Bu iki ni’met elden çıkınca, bunları ilme i’tikâdını bilenler azaldı. Cahillik bütün dünyâyı kapladı. ve amele vermediklerine pişman olurlar. Nitekim diğer bir Ehl-i sünnete uygun i’tikâd ettikten sonra, kötü huy ve ahlâklardan sakınacak kadar ilmi, güzel ahlâk ile ahlâklanacak kadar bilgisi olmak, erkek olsun kadın olsun bütün mü’minlere farzdır. İlmi ile amel eden âlimlerin meclisinde bulunsunlar. Böyle meclislerden ilim öğrenip câhil kalmamalıdır. Şeytanlara uymamalıdır. Ebû Hüreyre ( radıyallahü anh ) buyurdu ki: “Bir saat ilim meclisinde bulunup, dîninde lâzım olanları öğrenmek, bana, Kadr gecesini ihyâ etmekten sevgilidir, İbn-i Mâce’nin hadîs-i şerîfte; “Cennette bulunanlar, dünyâda iken, ibâdet ve hayırlı bir iş yapmadıkları zamandan başkasına acımazlar” buyuruldu. “Ölümden önce hayâtının kıymetini bil.” Hayâtında, ya’nî hiç fırsat kaçırmadan din ilimlerini öğrenmeğe ve sâlih amel yapmağa çok gayret et. Zîrâ ölüm gelince, insan din ilimlerinden ve sâlih ameller işlemekten kesilir. Mü’minin herbir nefesi öyle kıymetli bir cevherdir ki, onun ile Cennet derecesine kavuşabilir. Âhıretini düşünen akıllı bir kimse, herhalde âhıret derecelerine kavuşmağa ve yüksek mertebelere sâhib olmağa çalışır. Çocuk Terbiyesi: Oğlanları ve kızları yedi yaşında namaza talebelerimdir. İnsanlar arasından gelip, dersimde bulunup, başlatmalıdır. On yaşına girince namaz kılmazsa dövmelidir. benden ilim öğrenirler. Elimden gelse üzerlerine sinek Hadîs-i şerîfte; “Evlâdınıza yedi yaşında iken namaz kılmayı kondurmazdım” Talebesine kibirlenmeden dâima emrediniz. On yaşında döverek kıldırınız” buyurulmuştur. yumuşaklıkla muâmele etmelidir. Bir hadîs-i şerîfte, “Rıfk ile Bunun gibi çocuklarını küçükten ilim meclisine, sâlihlerin öğretiniz. Sert ve şiddet göstermeyiniz. Rıfk ile öğreten, sert sohbetine, cömertliğe ve diğer güzel ahlâklara, sâlih amellere yapandan hayırlıdır” buyuruldu. Bunun gibi, kendinden ilim alıştırmalıdır. Böylece daha küçükken huy edinirler, alışırlar ve öğrenenlere dâima nasihat etmeli, dünyâdan soğutup, âhıret büyüdükleri zaman da, dünyâda müslümanlar tarafından saadetine yol göstermelidir. övülür, Allahü teâlâ katında makbûl olup âhırette sa’îd ve sıddîklarla bulunurlar. Çocuklarını nazlamamalı, Dâima istiğfar etmelidir. Hadîs-i şerîflerde buyuruldu ki “Her şımartmamalı, yüzvermemelidir. Ara sıra azarlamalıdır. Çünkü hastalığın ilâcı vardır. Günah hastalıklarının ilâcı ancak anne ve baba çocuklarına çok yakınlık gösterirse, her sözlerini istiğfardır. İstiğfar etmeğe devam edenleri, Allahü teâlâ dünyâ kabûl, her istediklerini verirse, büyüyünce küstah, bencil ve belâlarından, gam, üzüntü ve elemlerden kurtarır. Ummadığı kibirli olur”. Her yerden zevkini elde etmeğe çalışır. yerlerden rızkını verir ve dâima istiğfar edenler, elbette kurtulur. Malında bereket olur. Evlâdı çok, rızkı geniş olur.” Küçük çocuklara süslü elbiseler ve ziynet eşyası ile süs yapmamalıdır. Çünkü büyüdüğü zaman süslü ve kıymetli “Elhamdü lillâhi ale’t-tevfîk” sözünü dilinden eksik etmemelidir. elbise bulamazsa aza kanâat etmek güçlerine gidip, Allahü Ya’nî bütün hamd ve senalar Allahü teâlâya mahsûstur. Tevfîk teâlânın ihsân ettiği ni’mete aşağılık gözü ile bakar, küfrân-ı üzerine ki, bizi îmâna ve İslama muvaffak edip, tâat ve ibâdet ni’met etmiş olur. etmeyi bize nasîb eyledi. Fısk ve fücur sahiblerinden etmedi. Câhillerden eylemedi. “Vestagfirullah min külli taksir” sözüne Çocuklarını küçükten hocaya verip, hocanın azarlamasını, de devam etmelidir. Ya’nî her bir günahdan dolayı Allahü sıkıştırmasını, çocuğu için ni’met ve fayda bilmelidir. Çocukları teâlâdan mağfiret isterim. Böyle mübârek duâyı dillerden eksik gücenip, korkup hocadan kaçarlarsa, kızıp tekrar hocaya etmemelidir. İstiğfarın en büyüğü olan Rabbena âtinâ....yi ve göndermelidir. Kendi keyiflerine göre hareket ettirmemelidir. buna benzer duâları çok okumalıdır. Gâfil durmamalıdır. Çocuklarına uyup, hocaya kızıp, alıp başka hocaya verip, çocuklarımızı azarlamasınlar şeklinde düşünerek, çocuklarını Son nefes ve ölüme dâir vasiyyetler: Burada anlatılacak korur ve hatırlarını gözetirlerse, çocukları büyüyünce haşin ve mes’eleler, rûhu teslim etmek yaklaşıp, âhırete gitmeye kibirli olup, hoca ve ilim kıymeti bilmez olurlar. Ara sıra hazırlananlara ve rûhu teslim ettikten sonra, ölülere âit azarlamalı, gerekirse dövmeli ve böylece çocuğun tabiatında vasıyyetler ve emirlerdir. Herkesin bilmesi ve gereği ile amel bulunan haşinlik, küstaklık ve diğer kötü huyları gidermeğe etmesi vâcibdir. gayret etmelidir. Ancak bu yolla tabiatları latif, huyları güzel, sözleri tatlı, hareketleri hoş, amelleri sâlih ve niyetleri iyilik olur. Dünyâ ve âhırette, şeref ve izzet, letâfet ve saadet ni’metlerine kavuşurlar. Hepimiz bu fâni dünyâda misâfiriz, yolcuyuz. Âhıret yolcusuyuz. Kimse bu dünyâda kalmaz. Bu dünyâdan çok kimseler gitti. Adları, nişanları kalmadı. Kimi, sultan olup, ihtişam içinde yaşayıp, bu memleketler ve ülkeler ve bu Ana-baba terbiyesinin çocuklara etkisi büyüktür. Çocuklar saltanat benimdir derdi. Onların da hizmetçileri, malları, bülûğa erişince evlendirmelidir. Hadîs-i şerîfte; “Sizin kötünüz, hazîneleri, memleketleri ve mülkü kendilerine fayda vermedi. bekâr olup evlenmiyeninizdir” buyuruldu. Ne olursa olsun, Hepsini burada bırakıp, ameli ile gittiler. çocukları dinin emirlerine uygun terbiye etmelidir. Bu dünyâda iki kısım akıllılar, iyilikle anılır. Amel defterleri Bunun gibi muallim, talebesini oğulları gibi terbiye etmeli, sevâbla dolu olup, her an rûhları rahmet ve mağfiret ile şad ve korumalıdır. Çünkü onlar da ma’nevî oğullarıdır. Abdullah bin mesrûr olur. Bir kısmı, dünyâda Allahü teâlânın kullarına ilim Abbâs (r.anhümâ) buyurdu ki: “İnsanlardan en çok sevdiklerim öğretirler. Doğru din kitabı yazarlar. Onların rûhları kıyâmete kadar iyilikle anılır. Sevâblar ile dâima mesrûr olur. Allahü kerîmeleri okuyup, açıklasınlar. Rahmet ve şefâata âit hadîs-i teâlâ onlara rahmet eylesin! Bu âlimlerin şeref ve izzeti şerîfler ve Eshâb-ı Kirâmın “aleyhimürrıdvân” sözlerinden ve başkalarında yoktur. Çünkü bunların adları kitablarda anılır. menkıbelerinden anlatıp, îzâh etsinler. Rûhları a’lâ-i illiyyînde, yüksek makamlarda, peygamberlerin (aleyhisselâm) meclislerinde bulunur. Onların sohbetlerinin Hadîs-i şerîfte buyuruldu ki: “Ölüm zamanında Allahü teâlâya şerefi ile şereflenirler, ilimleri ve yazdıkları kitapları, dünyâda hüsn-ü zan ederek can veriniz” kalıp, îmân sahipleri o kitablardan istifâde edip, her iki dünyânın şeref ve izzetine ve ebedî saadete kavuşurlar. Cennetin yüksek derecelerine ulaşırlar. Âlimlerimiz buyurdu ki: “İnsan gençken, sağlamken korkusu ümidinden çok olmalı, ölüm zamanında ümidi korkusundan çok olup, Allahü teâlâ küçük-büyük bütün günahlarımı af ve Bir kısmı da, bu fânî dünyâda iyi evlâd bırakıp, onların iyi mağfiret eder, diye zan ederek rûhunu teslim eylemelidir. Zikr duâları ile sevâbları artar. Adları iyilikle anılır, rûhları şad olur. ile meşgûl olup, başka bir şey aklına getirmemelidir.” Yahut mal ve paraları ile hayrat ve iyi işler yapar. Câmi, mescid, medrese ve diğer hayırlı işler gibi işler yapıp giderler. Hayratları durdukça, sevâbları artar. Rûhları hayır duâlarla sürûr içinde olur. Adları iyilikle anılır. Akıllı olanların, bu geçici dünyâda hayırlı bir eser bırakıp, adlarının iyilikle anılmasını, rûhlarının şad olmasını istemeleri gerekir. Bunun gibi, yanımda bulunan dostların, yapmış olduğum iyilikleri söyleyip; “Senin şöyle şöyle sevâbların vardır. Allahü teâlâ sana rahmet ve mağfiret eder” desinler. Eğer üzerinde, Allahü teâlânın ve kulların haklarından bir şey yok ise, vasıyyet etmek müstehabdır. Varsa vasıyyet vâcibdir. Acaba zamanımızda hiçbir kimse var mıdır ki, bu iki kısım hakkı hayatta iken yerine getirmiş ve bütün ömründe sâlih Hastalığım artınca hatırımı sormağa gelen din kardeşlerim, ameller yapıp, bu hakların hepsini eda etmiş olsun. Çok İhlâs sûresini okumayı bana hatırlatsın, telkin etsinler. Hadîs-i kimseler vardır ki, âhırete giderken, dîne uygun olmayan şerîflerde buyuruldu ki: “Ölüm hastalığında İhlâs sûresini şekilde vasıyyet edip günah işliyerek can verir. Dîne uygun okuyan, mezarda fitne görmez. Kabir sıkmasından emîn olur. vasıyyetler, burada anlatılanlardır. Hadîs-i şerîflerde geldi ki: Melekler onu, elleri ile getirip sırattan Cennete götürürler.” “Bir mü’minin vasiyetsiz iki gece geçirmesi helâl değildir.” Dîne Bunun gibi, “Yâ Rabbî! ölümün sekerâtı ve zorlukları için bana uygun vasıyyet edip, can veren millet-i Muhammediyye, yardım et” hadîs-i şerîfini telkin etsinler. Resûlullah ( sünnet-i nebeviyye üzerine can verip, saâdet-i ebediyyeye ve aleyhisselâm ) dünyâdan Cennete gidecekleri zaman böyle Muhammed aleyhisselâmın şefaatine kavuşur. Vasıyyetsiz duâ ettiler. giderse, Allah korusun, günah üzere can verip, rûhlar âleminde konuşmasına izin verilmez. Mü’minlerin annesi hazret-i Âişe ( radıyallahü anha ) buyurdu ki: “O esnada, Resûlullahın ( aleyhisselâm ) yanında bir tas su Kelime-i şehâdeti telkin etsinler. Sünnet olan esas telkin koydular. Suyu alıp, yüzüne sürerdi ve şöyle duâ ederdi. “Yâ budur. Hadîs-i şerîflerde; “Ölümü yaklaşanlarınıza Kelime-i Rabbî! Beni mağfiret et, bana acı ve beni refîk-i a’lâya ulaştır.” şehâdet telkin ediniz, hatırlatınız” buyuruldu. “Yanımda Bu duâ O’nun ( aleyhisselâm ) son duâsı oldu. Önceleri işitecek kadar söyleyip; “La ilahe illallah Muhammedün âhırete kolaylıkla gidenlere gıbta ederdim. Resûlullahın ( resûlullah, Eşhedü en lâ ilahe illallahü vahdehû lâ şerikeleh ve aleyhisselâm ) vefâtını görünce, kolay gidenlere gıbta eşhedü enne Muhammeden abdühû ve resûlüh” desinler.” etmedim.” Kelime-i şehâdeti söyle diye zorlamasınlar. Bir kere olsun dersem, ne güzel! Demezsem o sekerât ve ağır zamanda Allahü teâlânın rahmetini ve recâya âit âyet-i kerîme ve hadîs-i söylemek için ısrar etmesinler. Zîrâ sağlam iken her zaman şerîfleri hatırlatsınlar. Meselâ; “Allahü teâlânın rahmetinden söylediğim Kelime-i şehâdet yeter, ölüm ânı, diğer zamanlara ümidinizi kesmeyin. O bütün günahları mağfiret eder. Elbette benzemez. O zaman insan neler görür. Ne ağrılar, ne acılar ki O, mağfiret ve merhamet edicidir” âyetleri gibi âyet-i çeker. Ölüm acısı, bin kılıç darbesinden, ya’nî yarasından bildirdiği hadîs-i şerîfte; “Can alıcı melek kendisine geldiği acıdır. zaman abdestli bulunan kimse, şehîdlik mertebesine kavuşur” buyuruldu. Kelime-i tevhîdi söyledikten sonra, başka şey konuşursam yeniden Kelime-i tevhîdi telkin etsinler. Söylemezsem o da Kıbleye döndürüp, sağ tarafıma yatırsınlar. Çünkü melekler o yetişir. Böylece son sözüm Kelime-i tevhîd olsun. Nitekim taraftan gelirler. Yanımda güzel kokulu buhur yaksınlar, hadîs-i şerîfte; “Bir kimsenin son sözü; “Lâ ilahe illallah” olsa, yüzümün kıbleye karşı olması ve sağ tarafıma yatmam Cennete girer” ve “Can verirken bir mü’min “La ilahe illallah” sünnettir. Çünkü mezarda böyle yatacağım. Sonra gelen derse, canı rahat bulur, yüzü nurlu olur. Can verme acısını büyük âlimler buyurdu ki: “Arkası üzerine yatıp, ayakları duymaz. Kendine neş’e ve sürûr verdiren rahmet meleklerini kıbleye doğru uzatıp, başı biraz yüksek olmalıdır. Başının görür. Âhırette ona nûr olur” buyuruldu. yüksek olması yüzünün kıbleye gelmesi içindir. Bu da caizdir ve can vermek bu şekilde daha kolay olur.” Yanımda bulunan dostlarım, din kardeşlerim, kalb ve dilleri ile bana iyi duâ edip, saadet ve imânla gitmem için Allahü teâlâya Yâsîn sûresini okusunlar. Şerhi’s-sudûr kitabının, ölüm yalvarsınlar. Yaptıkları bu duâya, orada bulunan melekler; hastalığı kısmında yazıyor ki “Resûlullah; “Ölüm hâlinde “Amîn!” derler. Bu zaman duâ ve yalvarma zamanıdır. Boş olanların yanında Yasin okuyunuz” buyurdu. oturmağa ve durmağa gelmez. Yanımda dünyâ işlerinden konuşmasınlar. Hep Allahü teâlânın rahmetinin genişliğinden Ölürken yanıma kadın ve çocuk koymasınlar. Ağlayıp, inleyip ve mağfiretinin bolluğundan, Resûlullahın ( aleyhisselâm ) feryâd etmesinler. Sâlih din kardeşlerim yanımda bulunsunlar. şefaatinin çokluğundan konuşsunlar. “Şefaatim, ümmetimden Kalbleriyle teveccüh edip, bu fakir için selâmet, îmânla gitmek büyük günahlılar içindir” hadîs-i şerîfi gibi. ve şeytanın şerrinden kurtulmamı dilesinler. Allahü teâlâ hepimizi şeytanın şerrinden emîn edip, îmân ve İslâm, Tövbe etmeyi hatırlatsınlar, istiğfar etmeyi de söylesinler. Zîrâ selâmet ve saadet ile can vermemizi nasîb etsin. Yâ Rabbi! hadîs-i şerîfte buyuruldu ki: “Allahü teâlâ, can boğaza Bu duâyı, peygamberlerin efendisi olan Habîbi’nin ( varıncaya kadar, mü’minin tövbesini kabûl eder.” Yanımda; aleyhisselâm ) hürmetine kabûl eyle, âmin!” “Bütün günahlara tövbe ettim, pişman oldum, Allahü teâlâya sığındım, estagfirullahel azîm” desinler. Belki ben de onlara Rûhum kabzolunca gözlerimi kapayıp, çenemi bağlasınlar. katılır, tövbe ve istiğfar ederim. Çünkü müstehabdır. Bir kaba buhur koyup, üç, beş veya yedi kere etrâfımda döndürsünler, ölüye ikram ve kötü kokuları Bedenimi temizlemeyi başımı kazımayı, koltuk ve kasık gidermek için yapılması müstehabdır. Lütfedip güzel kıllarımı yolmayı ve traş etmeyi, bıyık kırkmayı, sakalım traş kokulardan kullansınlar. olmuşsa, koyuvermeyi, tırnak kesmeyi ve diğer sünnet olan şeyleri hatırlatsınlar. Çünkü bunlar hayatta iken olur. Öldükten Burada bir miktar nasihat etmek, bilgi vermek icâb ediyor. Can sonra yapılmaz. Mü’minlerin sağlığında süsleri olup, öldükten verme ve rûha âit bilgileri tefsîr ve hadîs kitablarını sonra bunlara ihtiyâç yoktur. okuyamıyan din kardeşlerim, bu bilgilerden mahrûm kalmasınlar. Âhıret için çalışıp, dünyâya bakıp aldanmasınlar. Mümkünse gusl ettirsinler, değilse abdest aldırsınlar. Bu da İlmihâllerini, güzel ahlâkı, sâlih amelleri ve diğer iyi işleri mümkün olmazsa teyemmüm ettirsinler. Şerhi’s-sudûr yapmağa çalışsınlar. Burada anlatılan hadîs-i şerîfler ve diğer kitabında, ölüm hastalığı zamanında söylemesi faydalı olan bilgiler Şerhi’s-sudûr kitabından alınmıştır. sözler kısmında diyor ki: “İmâm-ı Mücâhid ( radıyallahü anh ) buyurdu ki: “İbn-i Abbâs ( radıyallahü anh ) bana nasihat edip; Aklı olan herkes, her canlının öleceğini bilir, ölüme hiçbir çâre “Sakın abdestsiz uykuya yatma. Zîrâ rûhlar hangi hâlde ve ilâç olmaz. Nitekim şiirde şöyle denilmiştir: “Doktorlara ne alınırsa, kıyâmet günü o hâlde dirilir” buyurdu. Yine aynı oldu ki, hastaların hastalıklarına ilâç edip sıhhatine sebeb kitabda şöyle anlatılır: “Hazret-i Enes’den İmâm-ı Taberânî’nin olduğu hastalıktan kendileri can verirler, ilâç veren doktorlar, iyileşen hastalar, uzak memleketlerden ilaçları getiren Yine aynı kısımda, Nevâdir-ül-Usûl’de bildirir ki: Selmân-ı tüccârlar, eczacılar ve ilâç satın alanlar, ölüme çare Fârisî’nin ( radıyallahü anh ) bildirdiği hadîs-i şerîfte; “Ölüm bulamayıp, canlarını verdiler.” hâlinde olanın üç şeyine bakınız ve dikkat ediniz: Alnı ve yanakları terlerse, gözlerinden yaş akarsa ve burun delikleri Dünyâda hükümdâr olup hesâbsız hazînelere, askerlere, nice şişip açılırsa, ona Allahü teâlânın rahmeti inmiştir. Genç deve memleketlere ve bütün cihâna hükmedenlerin hiçbiri ölüme gibi harlarsa, yüzünün rengi çok solarsa ve ağzının yanları çâre bulamayıp, sonunda can vermişler, mezârları bile köpürürse, ona Allahü teâlâdan azâb inmiştir” buyuruldu. unutulmuştur. Aklı olan bunların hâllerinden ibret alıp, her çeşit tâat, ibâdet ve iyi işler ile meşgûl olur, çok yapmağa Aynı kitabda, can almağa gelen melekleri ve hâllerini kısaca çalışır. Dünyânın geçici süsüne aldanmaz, onu istemez. anlattığı yerde yazıyor ki: Câbir bin Abdullah buyurdu ki: Bir kimse Resûlullaha ( aleyhisselâm ) Allahü teâlânın, Yûnus Şerhi’s-sudûr kitabının, ölüm korkutucusu bölümünde şöyle sûresi 64. âyet-i kerîmesinde buyurulan; yazılıdır Peygamberlerden “aleyhimüsselâm” biri, Melekü’lmevt’e ya’nî can alıcı meleğe; “Senin haber vericilerin var “Dünyâda ve âhırette onlar için müjde vardır” meâlindeki mıdır? insanlar senin geleceğini onlarla anlasınlar, müjdeyi sordu. Resûlullah ( aleyhisselâm ) buyurdu ki: günahlardan sakınıp, ölümden korksunlar” dedi. Melekü’l-mevt “Dünyâdaki müjde, mü’minlerin güzel rü’yâlar görmesi ve buna dedi ki: “Benim çok habercilerim vardır. Bütün hastalıklar ve sevinmeleri, âhıretteki müjde, ölüm zamanında kendisine; ağrılar ve ihtiyârlık benim habercilerimdir. Bir kimse bunlardan “Allahü teâlâ seni mağfiret etti ve seni mezara kadar ibret almazsa, tövbekâr olmazsa, ona geldiğim zaman; “Sana götürenleri de mağfiret etti diye verilen müjdedir.” İmâm-ı birbiri arkasından haberciler gelmedi mi? Niçin uyanmadın? Mücâhid, Allahü teâlânın Fussilet sûresi 30. âyet-i Ben bir haberciyim ki, benden sonra sana haberci gelmez” kerîmesinde meâlen; “Rabbimiz Allahü teâlâdır deyip, sonra derim.” istikamet üzere olurlar” bildirilen müjdeyi, ölüm hâlinde olan müjde diye tefsîr etmiştir. Aynı kitapta, son nefeste îmânla gitmenin alâmetleri kısmında diyor ki: “Enes’den ( radıyallahü anh ) İmâm-ı Tirmizî ve İmâm-ı Süfyân buyurdu ki: “Îmân sahibi olanlara üç yerde Hâkim’in bildirdikleri hadîs-i şerîfte; “Allahü teâlâ bir kuluna müjde olunur. Ölürken, kabrinden kalkarken ve büyük korku iyilik yapmak isterse, onu, meşgûl eder” buyuruldu. Ne şekilde zamanındadır.” Bunun gibi müjdeye âit hadîs-i şerîfler çoktur. meşgûl eder diye sorulunca; “Ölmeden önce sâlih ameller Hadîs-i şerîfde; “Melekü’l-mevt mü’minin canını almaya geldiği yapmayı tevfîk eder” buyurdu. zaman, Rabbin sana selâm etti diye haber verir” buyurdu. Nitekim İbn-i Mes’ûd’dan böyle bildirilmiştir. İbn-i Ebî Şeybe, Ölüm hâli kısmında der ki: Allahü teâlâ şöyle buyurdu: “Ben bir İbn-i Ebî Hatim, İbn-i Ebiddünyâ ve Hâkim de bu hadîs-i şerîfe kuluma âhırette rahmet etmek dilesem, onun günahlarının sahihdir dediler. cezasını ona dünyâda çektiririm. Bedenine hastalık, çolukçocuğuna musibet, veririm. Rızkını ve geçimini dar ederim. Bunun gibi, İbn-i Mübârek ve İmâm-ı Beyhekî “Şu’ab-ül-Îmân” Bundan sonra yine günahları kalırsa, ölümü ona şiddetli ve zor kitabında, Ebü’ş-Şeyh “Azme” kitabında, Ebü’l-Kâsım bin ederim. Böylece âhırete günahsız olarak gelip, rahmetime ve Mende, “Ahval” kitabında, Muhammed bin Kâb-ı Kurazî’den yüksek derecelere kavuşur. İzzetime yemîn ederim ki, bir bildirdiler. Buyurdu ki: Mü’minin canı, hulkuma ya’nî boğazına kuluma azâb etmeyi dilesem, onun iyiliklerinin karşılığını toplandığı zaman, Melekül-mevt ona selâm verip; “Esselâmü dünyâda veririm. Bedenini sağlam, rızkını ve geçimini geniş aleyke yâ veliyyallah, Allahü teâlâ sana selâm ediyor” der. ederim. Çoluk-çocuğuna emniyet ve rahat veririm. Bundan Burada anlatılanları bulmak istiyen Şerh-i’s-sudûr gibi hadîs sonra yine iyiliği kalırsa, ölümü ona kolay ederim. Böylece kitablarına baksın. bütün iyiliklerinin karşılığını görüp, âhırete sevâbsız gelir ve yeri Cehennem olur.” Allahü teâlânın sevgili kullarına ölüm safadır. Çünkü rahat, ta’zim ile yakınlık gösterirler. Her gökte bu şekilde ikram rahmet, çeşitli kerâmetler, ikramlar, mübârek makamlar, görüp, yedinci kat göğe varırlar. Melekler onu Allahü teâlâya sa’îdlerin, iyilerin rûhları ile görüşmek ölümden sonra olur. arzederler. Allahü teâlâ buyurur ki: “Bu kulumun adını îmân sahiblerinin defterine ve Cennete gireceklerin dîvânına Ölürken, arkadaşları, dostları ve bulunduğu meclisler ona yazınız. İlliyyîndeki kitaba kaydediniz ve yere indirip cesedi görünür. İlim meclislerinde bulunup, âlimlerle arkadaş olmuş yanına götürünüz. Çünkü ben kullarımı topraktan yarattım. ise, o anda ona süslü ilim meclisleri ve âlimler görünür. Aşağı, Yine toprağa koyarım. Tekrar topraktan çıkarıp mahşere kötü kimseler ile arkadaş olup, çirkin toplantılarda götürürüm.” Sonra melekler, hemen rûhu cesedine getirirler. bulunmuşsa, öyle aşağı ve çirkin yerler ve şeytanlar görünür. Münker ve nekir gelip: Rabbin kimdir?” derler. O da; “Allahtır” Kirâmen kâtibîn melekleri ona görünür. O kimse, iyi yerlere der. “Dînin nedir?” derler “İslâm dînidir” der. “Âhır zamanda gidip iyi ve faydalı sözler dinlemiş ise, yanında bulunan gelip, İslâm dînini getiren, kendisine, gökten Kur’ân-ı kerîm Hafaza melekleri derler ki: “Allahü teâlâ sana rahmet etsin. inen Peygambere i’tikâdın nasıldır? derler. “O peygamber, Senden râzı olsun. Seninle beraber iyi meclislerde bulunduk. Allahü teâlânın resûlüdür. Ben ona îmân ettim” der. “Nereden İyi sözler dinledik. Çok defa ilim ve amel meclislerine gider, bildin?” derler. “Kur’ân-ı kerîm okudum, inandım, tasdik ettim” bizi iyi yerlere götürürdün. Biz senden hoşnut idik. Allahü teâlâ der. Sonra bir ses; “Bu mü’min doğru söyledi, sâdıktır. da senden râzı olsun.” O kimse, günah olan toplantılara gidip, Cennetten ona sündüs ve istebrak döşekleri getirin, Cennet kötü sözler dinlemiş ve söylemiş ise, Hafaza melekleri ölüm kaftanları giydirin ve Cennet tarafına doğru yüksek bir kapı zamanında ona; “Allahü teâlâ senden râzı olmasın. Biz açın” der. Ona Cennetten kapı açılır. Güzel kokular ve senden eziyet çekerdik. Hayli zamandır ki, bizi kötü rahmetler gelip kabri gözün gördüğü kadar büyük olup, içi toplantılara götürür, kötü sözler dinletirdin. Allahü teâlâ sana rahmet, güzel koku ve nûr ile dolar. Bahçeler ve köşkler iyilik vermesin. Şimdi ömrün tamam olup senden kurtulduk” görünür. Yüzleri güzel, elbiseleri güzel kimseler gelip, güzel derler. arkadaş olurlar. “Siz kimsiniz?” diye onlara sorar. “Biz, senin İbn-i Mâce, Ebû Mûsâ’dan bildirdi. O da diyor ki “Resûlullahdan ( aleyhisselâm ) insan ne zaman yanında olanları bilmez, tanımaz?” diye sordum. Buyurdu ki: “Melekü’lmevt ve diğer melekleri gördüğü zaman, dünyâ halkı onun gözünden kaybolur.” Bir mü’min dünyâdan ayrılıp, âhırete yöneldiği zaman, ona gökten beşyüz kadar rahmet melekleri gelir. Yüzleri beyaz, güneş gibi nurlu. Yanlarında Cennet ipeklerinden ipekler vardır. Cennet kokularından kokular vardır. Gelip, o mü’minin etrâfında tam bir edeble otururlar. Sonra can alıcı melek gelip, başucuna oturur ve der ki: “Ey mutmainne olan nefs, Allahü teâlânın mağfiret ve rızâsına gel. Bedenden çık. Allahü teâlâ senden râzı, sen de ândan râzı olduğun hâlde Cennete ve saâdet-i ebediyyeye kavuş” (Fecr 27-30 meâlindeki âyet-i kerîmeler). Rûh bu müjdeyi işitince, kolaylıkla bedenden çıkar. Melekler onu tutar ve beyaz ipeği ona giydirirler. Cennet kokusu sürüp, miskten daha güzel kokar. Melekler onu alıp, göğe doğru götürürler. Hangi melek topluluğuna uğrasalar hepsi yakınlık gösterip, güzel eda ile konuşurlar. Dünyâ göğüne varınca, gök kapısı açılır. Melekler ona ikram edip, hâlis olarak sevip işlediğin sâlih amelleriniz” derler. Âlimlerin ilmi kabrinde nûr olur. Her tarafından gözün görebildiği kadar aydınlanır. Yâ Rabbî! Bu büyük saadet ve kurtuluşu, bu büyük izzet ve şerefi bize ihsân eyle. Kabrimizi geniş ve nurlu eyle. Sâlih amellerimizi bize iyi arkadaş eyle. Çünkü sen, veliyyüttevfîk ve ni’merrefîksin! Amîn! Bir kâfirin dünyâdan ayrılıp, âhıret yolculuğuna çıkma zamanı geldiğinde, ona gökten azâb melekleri gelir. Siyah ve heybetlidirler. Ağızlarından ve burunlarından ateşler çıkar. Yanlarında eski çul parçaları vardır. Rûhunu ona sararlar. Melekler, o kâfirin etrâfını sarıp dururlar. Sonra can alıcı melek gelir. “Ey habîs nefs! Şimdi cesedinden çık. Allahü teâlânın gazâbına ve azâbına ulaş!” deyip, yüzüne ve arkasına vurarak, gayet eziyet ve şiddetle dışarı çıkarıp, o çul parçasına sarıp, murdar leş gibi, kokarak göğe doğru getirir. Rastladıkları bütün melekler; “Bu murdar habîs rûh kimindir? derler. Alan melekler filân kâfirin oğlunun rûhudur deyip, kötü isimle haber verirler. Onlar da la’net ederler. Dünyâ göğüne varıp kapıyı çalınca, kapı açılmaz. Allahü teâlâ buyurur ki: “Bu kimse kâfirdir. Adını kâfirler ve Cehennemlikler defterine Osmanlılar zamanında Edirne’de yetişen Hanefî mezhebi fıkıh yazınız.” Rûhunu siccîne doğru öyle şiddetli atarlar ki, yedi kat âlimlerinden. Osmanlı şeyhülislâmlarının onaltıncısıdır. İsmi, yerin dibine iner. Sonra rûhunu cesedine getirirler. Münker ve Ahmed bin Mahmud el-Edirnevî er-Rûmî olup, lakabı Nekir gelip; “Rabbin kimdir?” derler. O ise şaşırıp; “Bilmem” Şemseddîn’dir. Kâdı-zâde diye tanınır. 918 (m. 1512) der. “Dînin nedir?” derler. “Bilmem” der. “Âhır zamanda senesinde dünyâya geldi. 988 (m. 1580) senesinde Rebî’ul- gönderilen Peygamber kimdir? O’na i’tikâdın nasıldır?” derler. âhır ayında İstanbul’da, Fâtih’de vefât etti. Kabri, Fâtih Câmii “Bilmem” der. Onlar da ona, çeşit çeşit azâb ederler. Gökten yakınında bulunan Küçük Karaman’daki çeşmesi yanındadır. bir ses; “O kâfirin kabrine, Cehennem ateşi getirip doldurun, Babası Bedrüddîn Mahmud Efendi de âlim bir zât idi. ona Cehennemden bir kapı açın” der. Cehennemin harareti ve ateşi ona hücum edip, kabri ateş dolar. Orada azâb içinde İlim tahsiline Edirne’de İshak Çelebi’nin huzûrunda başlayan olur. Kabir daralıp, kaburga kemikleri birbirine geçer. Yanına Kâdı-zâde, yine Edirne’de bulunan Üçşerefeli medreselerinde, çirkin ve siyah kimseler gelip, kendileri ve elbiseleri pislikten o zamanın meşhûr âlimlerinden olan Şeyhülislâm Çivizâde ve leşten fenâ kokar. Onun arkadaşı olup; “Biz senin işlediğin Muhammed Muhyiddîn Efendi’den okudu. Bundan sonra kötü amelleriniz” derler. Nefslerimizin kötülüğünden, İstanbul’da Sahn-ı semân medreselerinde, insanların ve amellerimizdeki günahlardan ve kabirde korkmakdan Allahü cinnîlerin müftîsi, Onüçüncü Şeyhülislâm Ahmed bin Mustafa teâlâya sığınırız. Ebüssü’ûd Efendi hazretlerinin derslerine devam etti. Ayrıca Sa’dî Çelebi ve Mevlânâ Kadri (veya Kadirî) Efendi gibi Hadîs-i şerîfte buyuruldu ki: “Herkesin gökte iki kapısı vardır. zâtlardan da ders aldı. Böylece asrının en büyük âlimlerinden Birinden rızkı iner. Diğerinden iyi ameli yukarı çıkar. Ölünce o ders ve feyz alarak kemâle gelip, zamanının önde gelen kapılar kapanır.” Bir mü’min ölünce, namaz kıldığı ve secde âlimlerinden oldu. ettiği yerler birbirine seslenip; “Filân mü’min vefât etmiş” deyip ağlarlar. Gök de ağlar. Secde ettiği yerler de ağlar. Yer der ki: Kâdı-zâde Ahmed Efendi, ilk olarak Bursa’da Ferhâdiyye “Benim üzerimde bu mü’min iyilik ve tâat ederdi. “Gök der ki: Medresesi’ne müderris oldu. Bundan sonra Veliyyüddîn oğlu “Bu mü’minin tâati benden çıkardı.” ibâdet ettiği yerler, Ahmed Paşa Medresesi’nde vazîfe aldı. Sonra yine Bursa’da kıyâmet günü hüsn-ü hâline şâhidlik yaparlar. bulunan Kaplıca Medresesi ve daha sonra da İstanbul’da Atîk Ali Paşa Medresesi’nde ders okuttu. 963 (m. 1555) senesi Bir mü’min can verince, diğer mü’minlerin rûhları ona gelip, Safer ayında Haleb kadısı oldu. 967 (m. 1559) senesi Zilka’de tanıdıklarından, dostlarından suâl ederler. “Filân kimse ayında müfettişlik me’mûriyeti verildi. 971 (m. 1563) Rebî’ul- nasıldır?” derler. Çocuklarından, evlerinden sorarlar. evvel ayında İstanbul kadısı ve 974 (m. 1566) Rebî’ul-âhır ayında Rumeli kadıaskeri oldu. Bu sırada Sadr-ı a’zam ¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾ 1) Tam İlmihâl Se’âdet-i Ebediyye sh. 941, 1027 2) Birgivî Vasiyyetnamesi 3) Esmâ-ül-müellifîn cild-1, sh. 179 4) Mu’cem-ül-müellifîn cild-1, sh. 288 Mehmed Paşa ile aralarında meydana gelen bir soğukluk sebebiyle Edirne’ye gitti. Orada Dâr-ül-hadîs medreselerinde ders vermekle meşgûl iken, oğlu Kâdı Abdürrahmân Çelebi’nin vefât etmesi üzerine İstanbul’a geldi. O sırada tahta geçmiş olan Sultan Üçüncü Mürâd Hân’ın iltifâtına kavuşan Kâdı-zâde, Pâdişâh tarafından hatırı hoş edilerek, 983 (m. 1575) senesi Safer ayında Süleymâniye Dârül-hadîs’ine nakledildi. Burada vazîfeye başladı. Aynı sene, kendisine tekrar Rumeli kadıaskerliği vazîfesi verildi. 985 (m. 1577) senesi Şa’bân ayının beşinci günü Hamîd Efendi’nin vefâtıyla Şeyhülislâm oldu. O yüksek ve mübârek makamda KÂDI-ZÂDE (Şemseddîn Ahmed) fetvâ vermek vazîfesini hakkıyla îfâ edip, herkesin hürmet, takdîr ve tebrikini kazandı. 988 (m. 1580) senesi Rebî’ul-âhır ayının onbirinci günü olan şöyledir: 1) Netâic-ül-efkâr fî keşf-ir-rümûz vel-esrâr Bu kitap, Çarşamba günü rûhunu cenâb-ı Hakka teslim edip, Fâtih İbn-i Hümâm hazretlerinin “Feth-ül-kadîr” isimli meşhûr Câmii yakınında bulunan Küçük Karaman’da yaptırmış olduğu eserine tekmiledir. Feth-ül-kadîr, vekâlet bahsine kadar olup, çeşmenin yanında defn olundu. Yaşı yetmişi aşmış idi. Onun sonra tekmile başlamaktadır. Bu eser sekiz cild olarak 1318 vefâtından sonra Ma’lûl-zâde Nakîb Mehmed Efendi (m. 1900)’de Mısır’da basılmış ve 1388 (m. 1968)’de Beyrut’ta şeyhülislâm oldu. Fotokopisi yapılmıştır. 2) Ta’lîkâtün alet-telvîh: Sa’düddîn-i Teftâzânî’nin Tenkîh-ül-usûl şerhine ta’lîkdir. 3) Şerh-uş-şerîfi Birçok üstün ve güzel sıfatları kendinde toplamış olan, çok li miftâh-ıl-ulûm lis-Sekkâkî, 4) Hâşiyetün alâ tecrid-il-kelâm, 5) yüksek bir zât idi. İyilik, ihsân sahibi olan cömerdler kâfilesinin Şerhu hidâyet-ül-hıkme lil-Ebherî, 6) Hâşiyetün alâ evâili Sadr- ferdi idi. İlmi o kadar çok idi ki, âlimler, onun geçmiş büyük üş-şerî’a, 7) Ta’lîkâtün alel-Mevâkıf, 8) Hâşiye-i Beydâvî. âlimlere hayırlı bir halef, iyi bir vekîl olduğunu söylemişlerdir. Aklı ve zihni pek kuvvetli idi. Bir ân boş durmazdı. Fazilet ve kemâlâtta, mükemmel idi. Hükmünde çok âdil idi. Zâlimin hasmı, mazlûmun hâmisi (koruyucusu) idi. Edebi ve zekâsı pekçok idi. Heybetli, vakûr, ağırbaşlı ve sâlih bir zât idi. Her türlü taşkınlıktan uzak idi. Allah rızâsı için çok çalışıp, çok eser bıraktı. Çukur Hamam yakınında bulunan evinin karşısında yaptırdığı câmisi ve Dârül-kurrâ’sı vardır. Edirne’de babasının yaptırmış olduğu câmiyi genişletip ta’mir ettirdi. Câminin gelirlerini de genişletip 1) Mu’cem-ül-müellifîn cild-2, sh. 171 2) El-A’lâm cild-1, sh. 254 3) Şezerât-üz-zeheb cild-8, sh. 414 4) Kâmûs-ül-A’lâm cild-5, sh. 3539 5) Şakâyık-ı Nu’mâniyye zeyli (Atâî) sh. 259 çoğalttı. 6) Esmâ-ül-müellifîn cild-1, sh. 148 Takvâsı, haramlardan sakınıp, dînimizin emirlerine tam uyması o derece idi ki, şeksiz ve şüphesiz olarak, yaptığı her 7) İzâh-ül-meknûn cild-2, sh. 620, 721 iş cenâb-ı Hakkın kelâmına, emrine uygun olurdu. Ya’nî yaptığı işin, dînimizin emrine uygun olmasında son derece titiz 8) Ikd-ül-manzûm cild-2, sh. 387 ve gayretli idi. Doğruyu söylemekten, en tehlikeli ve nâzik anlarda bile vazîfesini hakkıyle îfâ etmekten, adâlete uygun hüküm vermekten çekinmezdi. Ferman ve emirlerden, dinimizce mahzurlu bulduklarını iptal ettirip geri bıraktırdığı çok olmuştur. İki sene yedi ay ve sekiz gün devam eden şeyhülislâmlığı 9) Rehber Ansiklopedisi cild-9, sh. 118 10) Tam İlmihâl Se’âdet-i Ebediyye sh. 1027 11) Devhat-ül-meşâyıh sh. 28 12) Keşf-üz-zünûn sh. 348, 498, 1766 2022 2030, 2034 müddetince ve başka vazîfelerinde, görevini hiç aksatmadan ve en ince teferruatına kadar tam olarak yaptı. Zâten yüksek olan ilmiye mesleğinin, ilim erbâbının i’tibârının daha da yükselmesine vesile olup, İslâmiyete uygun olmayan ba’zı hâllerin halk arasında yayılmasına, verdiği fetvâlar ile mâni oldu. KÂDI-ZÂDE MEHMED TÂHİR EFENDİ Vazifelerinin ağırlığı ve meşgûliyetlerinin çokluğuna rağmen, birçok kıymetli eser de te’lîf etmiş olan Kâdı-zâde Osmanlı âlimlerinden. Yüzdördüncü Osmanlı şeyhülislâmıdır. hazretlerinin, bu değerli eserlerinden ba’zılarının isimleri Osmanlı târihinde “Vak’a-i Hayriyye” diye bilinen yeniçeri ocağının kaldırılmasına dâir fetvâyı veren şeyhülislâmdır. İsmi edebiyata karşı meraklı idi. Cömert ve hayır hasenat yapmayı Mehmed Tâhir olup, Tokatlı Kâdı Ömer Efendi’nin oğludur. Bu severdi. Altımermer civarında bir dergâh bina ettirmişti. sebeple “Kâdı-zâde” diye şöhret bulmuştur. 1160 (m. 1747) senesinde Tokat’ta doğdu. 1254 (m. 1838) senesinde Kâdı-zâde Mehmed Tâhir Efendi’nin eserleri şunlardır: 1- İstanbul’da vefât etti. Eyyûb Sultan civarında, Bostan İskelesi Mecmûat-ül-fetâvâ, 2- Şerh-i Kelimet-üt-tevhîd, 3-Oniki tarîk yakınına defnedildi. üzere yazılmış Nûriyye risalesi, 4- Tefsîr-i Sûre-i İhlâs, 5Talâk hakkında bir risalesi vardır. Küçük yaşından i’tibâren tahsile yönelip, ilk tahsilini babasından aldı. Daha sonra İstanbul’a gelip, zamanın meşhûr âlimlerinden aklî ve naklî ilimleri öğrendi. 1196 (m. 1782) senesinde girdiği imtihanda üstün başarı göstererek, müderrislik rüûsunu (diplomasını) kazandı. Kâdılık mesleğini tercih ederek, Anadolu ve Rumeli’nin birçok illerinde kadılık yaptı. İnsanlara Allahü teâlânın emir ve yasaklarını anlatarak, ¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾ 1) Devhat-ül-meşâyıh sh. 128 2) İlmiye salnamesi sh. 587 3) Kâmûs-ül-a’lâm cild-5, sh. 3540 onların din ve dünya saadetine vesîle oldu. 1233 (m. 1818) senesinde İstanbul kadılığına getirildi. 1240 (m. 1824) 4) Rehber Ansiklopedisi cild-9, sh. 118 senesinde Anadolu kadı-askeri oldu. Bu arada Rumeli payesine de nail olup, 1241 (m. 1825) senesinde Mekkî-zâde Mustafa Âsım Efendi’nin ayrılmasıyla boşalan şeyhülislâmlık makamına yükseltildi. Sultan İkinci Mahmûd Hân’ın, yeniçeri ocağını kaldırıp, yerine disiplinli ve itaatkâr bir ordu kurulması fikrini samimiyetle destekledi. 1241 (m. 1825) senesinde yeniçeri ocağının kaldırılması için fetvâ verdi. Bu cesur ve kararlı davranışı sebebiyle Sultan İkinci Mahmûd Hân’ın iltifât ve ihsânlarına kavuştu. Pâdişâh, elmas taşlı kıymetli bir yüzüğü Mehmed Tâhir Efendi’ye hediye etti. Sultan İkinci Mahmûd Hân tarafından, şeyhülislâmın fetvâsıyla, “Asâkir-i Mansûre-i Muhammediyye” adlı yeni bir ordu kuruldu. Kâdızâde Mehmed Tâhir Efendi bu makamda iki buçuk yıl kaldıktan sonra, yaşı seksene ulaştığında, 1243 (m. 1828) senesinde vazîfeden ayrıldı. Kendi evinde istirahata çekildi. Allahü teâlâya ibâdet ve tâatle meşgûl olduğu sırada vefât etti. Kâdı-zâde Mehmed Tâhir Efendi, aklî ve naklî ilimlerde derin âlim ve cesur bir zât idi. Kâdılığı ve şeyhülislâmlığı müddetince adâlet ve doğruluktan ayrılmadı. Zâhid (dünyâdan yüz çeviren), âbid (çok ibâdet eden) ve takvâ (haramlardan sakınan) sahibi idi. Başta pâdişâh olmak üzere herkesin sevgi KÂDI-ZÂDE-İ RÛMÎ (Mîrim Kösesi) Osmanlı âlimlerinin büyüklerinden. İsmi, Muhammed bin Kutbüddîn Muhammed bin Muhammed bin Kâdı-zâde-i Rûmî olup, lakabı Muhyiddîn’dir. Dokuzuncu asrın başlarında vefât etmiş olan meşhûr Osmanlı âlimlerinden Kâdı-zâde-i Rûmî diye tanınmış, Selâhaddîn Mûsâ bin Muhammed’in torunu olan Kutbüddîn Muhammed’in oğludur. Büyük dedesine nisbetle Kâdı-zâde-i Rûmî diye meşhûr oldu. Ayrıca; Mîrim Kösesi ve Kutbüddîn-zâde isimleriyle de tanınmıştır. Kaynaklarda doğum târihi bulunamıyan Kâdı-zâde 957 (m. 1550)’de vefât etti. Baba ve dedeleri de âlim ve fâdıl kimseler olan Kâdı-zâde, hem baba, hem de anne tarafından asil bir aileye mensûptur. Annesi, meşhûr âlim Hocazâde’nin kerîmesi olup, babaannesi de, büyük kelâm ve astronomi âlimi Ali Kuşcu’nun kerîmesi idi. ve teveccühüne kavuşmuş idi. Zekî, çalışkan, ileri görüşlü ve yeniliklere çabuk uyum sağlar idi. Vazifesine müdrik olup, Muzafferuddîn-i Acemî, Mevlânâ Kocavî, Ya’kûb bin Seyyid kendisine bir mes’ele sorulduğu zaman iyice araştırır, düşünür Ali, Mevlânâ Müeyyed-zâde gibi zamanının meşhûr, büyük ve cevâbını verirdi. Fıkıh ilminde yüksek ilim sahibi ve âlimlerinden okuyarak yetişti. Bu büyük âlimlerin huzûr ve hizmetlerinde bulunmakla, hem ilmî bakımdan yükseldi. Hem de güzel hasletleri kendisinde topladı. Böylece hem zâhirî, kitabına bir haşiye yazdı, İstanbul’da bir mescid ve bir mekteb hem de bâtını kemâlâta, yüksek olgunluklara ve ma’nevî yaptırdığı bilinmektedir. derecelere kavuştu. İlim tahsilini ikmâl ettikten sonra, ilk olarak Bursa’da Veliyyüddîn-zâde Ahmed Paşa Medresesi’ne müderris oldu. Daha sonra, İstanbul’da Atîk Ali ve Hacı Hasen-zâde, İznik’de İznik, Edirne’de Dâr-ül-hadîs, Bursa’da Muradiye ve Bâyezîd Hân medreselerinde müderrislik yaptı. Adı geçen medreselerde uzun müddet hizmet edip, çok talebe yetiştirdi. Talebeler, onun anlattıkları ince bilgilerden, yüksek ilimlerden 1) Şezerât-üz-zeheb cild-8, sh. 320 2) Esmâ-ül-müellifîn cild-2, sh. 243 3) Sicilli Osmanî cild-4, sh. 113 4) Şakâyık-ı Nu’mâniyye cild-1, sh. 497 ve akıcı lisânından çok istifâde edip, âlim oldular. 5) Şakâyık-ı Nu’mâniyye tercümesi (Mecdî Efendi) sh. 448 Müderrislikten sonra kadılığa yönelen Kâdı-zâde, Haleb ve Edirne kadılıklarında bulundu. 945 (m. 1538)’de saltanat merkezi olan İstanbul’a kadı, daha sonra da Anadolu kadıaskeri oldu. Bütün işleri dînimizin emirlerine tam uygun olarak yerine getirip, çok güzel idâre etti. Bir müddet sonra bu vazîfesinden alınıp, tekrar İstanbul’da bulunan Sahn-ı semân medreselerinden birine müderris yapıldı. Kısa bir müddet buradaki vazîfeye devam edip, sonra haccetmek niyetiyle yola çıktı. Hacca gitti. Hac vazîfelerini çok güzel eda edip, tekrar İstanbul’a döndü. İstanbul’a döndükten sonra, emekliye ayrıldı. Çok yüksek ilim sahibi ve ilmi ile amel eden âlimlerin büyüklerinden olan Kâdı-zâde-i Rûmî Muhyiddîn Efendi, dînimizin emirlerine son derece ve hassasiyetle bağlı idi. Haram ve şüphelilerden çok sakınırdı. Edebi, aklı ve zekâsı fevkalâde idi. Çok dikkatli, şuur ve idrâki kuvvetli, basiret sahibi ve asîl bir zât idi. Gece ve gündüzde, açıkta ve gizlide, devamlı ilim öğrenmekle meşgûl idi. Kıymetli meclisinde her mahlûku hayır ile yâd eder, hiçbirşeyi kötülemezdi. Haya ve edebini hiçbir zaman terk etmezdi. Temkin, ihtiyât, vekar ve heybet sahibi idi. Bütün faziletleri kendisinde toplamış idi. Tasavvuf yolunda yüksek derece sahibi olup, bu yolda bulunanlara da çok muhabbet ederdi. Kendisi umûmiyetle insanlardan uzak durur, kendi hâli ile meşgûl olurdu. Allahü teâlânın muhabbeti ile yanıyordu. Keşf ve kerâmet sahibi idi. Kâdı-zâde-i Rûmî ( radıyallahü anh ), amcası olan Mîrim Çelebi’nin yanında yetiştiği için, Mîrim Kösesi diye meşhûr olmuştur. Böylece, hey’et, hendese gibi aklî ilimlerde de ilerledi. Hey’et ilmine dâir bir risale, ayrıca kâfiye isimli nahiv KÂDIZÂDE-İ RÛMÎ (Selâhaddîn Mûsâ Paşa) Matematik, astronomi ve Hanefî mezhebi fıkıh âlimi. İsmi, Mûsâ Paşa bin Mehmed bin Kâdı Mahmûd Efendi’dir. Dedesi Mahmûd Efendi, uzun zaman Bursa kadılığı yapması sebebiyle Koca Kâdı adıyla tanınırdı. Babası Mehmed Efendi de genç yaşta Bursa kadılığına getirildi. Fakat çok geçmeden vefât etti. Ailenin büyük oğlu olması dolayısıyla, adının sonuna “Paşa” kelimesi eklenerek, “Mûsâ Paşa” denilen Kâdızâde’ye “Selâhaddîn” lakabı verildi. Dede ve babasına nisbetle “Kâdızâde”, Semerkand’a Anadolu’dan gittiği için de “Rûmî” denildi. Muhtemelen 738 (m. 1337) yılında Bursa’da doğan Kâdızâde-i Rûmî’nin doğum yeri ve târihi ihtilaflıdır. 824 (m. 1421) senesinde Semerkand’da vefât etti. Kâdızâde-i Rûmî, babası Mehmed Efendi’nin vefâtından sonra, büyük babası Koca Mahmûd’un himâyesinde büyüdü. Ondan ve talebelerinden ilim öğrendi. Molla Fenârî’den ( radıyallahü anh ) fıkıh, matematik ve astronomi ilimlerini tahsil etti. Bursa’da tahsilini tamamladı. Seyyîd Şerîf Cürcânî’nin ( radıyallahü anh ) nâmını duyunca, ondan ilim öğrenmeye azmetti. Yirmibeş yaşlarında iken, 764 (m. 1362) yılında Horasan taraflarına gitti. Seyyîd Şerîf Cürcânî hazretlerinden kelâm ve fen ilimlerini öğrendi. Astronomi ve matematikte ilerledi. Mâverâünnehr taraflarına gitti. Semerkand’da, Timur Hân’ın oğlu Şahruh’tan büyük i’tibâr gördü. Şahruh’un oğlu İstanbul’da Fâtih Sultan Mehmed Hân’ın büyük iltifâtlarına Uluğ Bey’in hocalığına ta’yin edildi. Uluğ Bey’e, Türkistan ve mazhar oldu. Elçilik vazîfesini tamamladıktan sonra İstanbul’a Mâverâünnehr bölgesinin idâresi verilince, Semerkand’ı geri dönmeye râzı oldu. Tebrîz’e gidip, aile efradı da dâhil kendisine merkez yaptı. Hocası Kâdızâde’ye büyük ihtimâm ikiyüz kişilik bir toplulukla geri döndü. İstanbul’a gelişinde gösterip, onun için bir medrese ve rasadhâne inşâ ettirdi. Her büyük merasimle karşılandı. Devrin ulemâsı, onu yolda talebe için bir oda ve her müderris için bir dershâne yaptırdı. karşılamak için Üsküdar’a geçti, ilme ve âlime hürmeti ve dîn-i Medreseye müderrisler ve müderrislerin başına Kâdızâde’yi İslama hizmetiyle meşhûr olan Fâtih Sultan Mehmed Hân, ta’yin etti. Başmüderris olan Kâdızâde, medresenin İstanbul’a gelinceye kadar, her konağına 1000 (bin) akçe ortasındaki kare şeklindeki sahada müderrisleri toplar, onlara verilmesini emretti. Ali Kuşçu da, İstanbul’u fetheden ve ders verirdi. Onlar da kendilerine ayrılan dershânelerinde Resûlullahın ( aleyhisselâm ) medhine mazhar olan o talebelerine îzâh ederlerdi. Bu müderrislerle beraber, Uluğ mübârek kumandana, ilm-i hesâb (matematik) ilmine dâir Bey’in bizzat kendisi de Kâdızâde’nin derslerini dinlerdi. Bu “Muhammediye” adlı eserini takdim eyledi. Vefâtına kadar medresede; yüksek din bilgileri, matematik ve astronomi Ayasofya Medresesi’nde ders verdi. ilminin incelikleri öğretilirdi. Uluğ Bey, medrese yanında yaptırdığı rasadhânenin müdürlüğüne de, meşhûr astronomi Kâdızâde-i Rûmî’nin bu iki talebesi vasıtasıyla, yüksek âlimi Gıyâseddîn Cemşîd’i getirdi. Kâdızâde-i Rûmî’ye, orada matematik ilmi, batı Türkleri arasında (Anadolu’da) da yayıldı. da vazîfe verdi. Gıyâseddîn Cemşîd, Nâsıreddîn Tûsî Kâdızâde’nin; Uluğ Bey, Fethullah Şirvânî ve Ali Kuşçu tarafından hicrî yedinci asırda Merâga rasadhânesinde adındaki bu üç talebesi de birçok talebe yetiştirip, faydalı hazırlanan Zîc-i İlhânî’nin yetersiz olduğuna, ba’zı eserler yazarak, öğrendikleri ilimleri insanlara öğretmeye yanlışlıkların düzeltilmesi gerektiğine inanıyordu. Ancak ömrü gayret ettiler. vefa etmeyip, rasadhânenin açılışından kısa zaman sonra vefât etti. Rasadhâne, Kâdızâde-i Rûmî’nin emrine verildi. Kâdızâde-i Rûmî, rasadhânede yaptığı gözlemlerle, Uluğ Bey Zîc’ini hazırlamağa başladı. Ancak ömrü vefa etmeyip, Zîc’i tamamlayamadan vefât edince, rasadhânenin müdürlüğüne Kâdızâde’nin genç talebesi Ali Kuşçu getirildi. Ali Kuşçu, yaptığı uzun çalışma ve gözlemler neticesinde, hocasının başladığı “Zîc’i Uluğ Bey” adındaki gök cisimlerinin hareketlerine dâir takvimi tamamladı. Kâdızâde ve talebeleri, gök cisimlerinin kendi mihverleri etrâfındaki hareketlerini incelerken, zamanında bilinen yüksek matematiğin en son geliştirilen kaidelerini daha da geliştirerek uyguladılar. Astronomi ile ilgili fizik kurallarını da, astronomiye ilk olarak tatbik ettiler. Hazırlamış oldukları “Zîc-i Uluğ Bey”, tertîb ve mükemmeliyet yönünden Ortaçağın en üstün astronomi cetveli idi. Uzun seneler, astronomi ile uğraşan ilim adamlarının ilk müracaat kitabı oldu. Bu kıymetli eser, ancak 1060 (m. 1650)’de Londra’da yayınlanan bir makale ile Semerkand’da, Uluğ Bey’den başka daha birçok talebe Avrupalılar tarafından tanınabilmiştir. Bu makale, 1256 (m. yetiştiren Kâdızâde-i Rûmi, meşhûr matematikçi Fethullah 1840)’den sonra da Fransızcaya tercüme edilmiştir. Şirvânî ve Fâtih devri âlimlerinden Ali Kuşcu’ya hocalık etti. Fethullah Şirvânî, tahsilini tamamladıktan sonra, Anadolu’ya gitti. Memleketi Kastamonu’da yerleşti. Kastamonu hâkimi Çandaroğlu İsmâil Bey’in iltifâtına mazhar oldu. Kastamonu Medresesi’nde; astronomi, matematik, kelâm ve mantık ilimlerini okuttu. Burada ilim öğretirken, hocası Kâdızâde-i Kâdızâde-i Rûmî Selâhaddîn Mûsâ Paşa’nın yazmış olduğu eserlerden başlıcaları şunlardır: 1- Muhtasar bir aritmetik kitabı olan ve Allâme Selâhaddîn Mûsâ imzasını taşıyan “Muhtasar fil-Hisâb”. Rûmî’nin “Şerhu Eşkâl-üt-te’sîs” adlı eserini şerh etti. 2- Osmanlı medreselerinin temel kitaplarından olan Câmi’ıl- Kâdızâde’nin diğer talebesi Ali Kuşçu, Uluğ Bey’in vefâtından Mahmûd Harezmî’nin “El-Mülahhas fil-hey’e” adlı astronomiye sonra hacca gitmek behânesiyle Semerkand’dan ayrıldı. dâir eserinin şerhi olup, çeşitli kütüphânelerde birçok yazma Tebrîz’de Akkoyunlu hükümdârı Uzun Hasan’dan büyük i’tibâr nüshaları olan bu eser, üç-dört defa basılmıştır. gördü. Uzun Hasan tarafından Fâtih’e elçi olarak gönderildi. 3- Muhammed bin Eşref Semerkandî tarafından, Öklid’in kalbleri Hazreti İbrâhim’in (aleyhisselâm) kalbi gibidir. Allahü (Euclides) “Kitâb-ül-usûl”ünde bahsedilen mevzûlara dâir teâlâ onların sebebi ile kullarından belâları giderir. Bunlara yazılan ilk geometri çizimleri ve üçgenlerin niteliklerine dâir ebdâl denir. Bunlar bu dereceye, namaz ile, oruç ile ve zekât “Eşkâl-i Te’sîs” adlı eserin şerhi. Bu eser de Osmanlılarda çok ile ulaşmadılar. Cömertlikle ve müslümanlara nasihat etmekle meşhûr olup, birçok yazma nüshaları mevcûttur ve baskısı da yetiştiler” buyurdu. yapılmıştır. Kadîb-ül-bân hazretleri, kerâmet sahibi ve birçok menkıbeleri 4- Gıyâseddîn Cemşîd’in “Risale fil-istihrâc-il-ceyb derece-i bulunan bir zâttır. vahide” adlı eserini şerheden Kâdızâde-i Rûmî, bu eserinde, bir derecelik yayın sinüsünü bulma usûlünü, kitabın aslından Ebû Abdullah el-Mâridî şöyle anlatır: Ben, Musul’da bulunan daha iyi ve basit bir şekilde, devrinde bilinen matematik bir medresede, Kemâleddîn bin Yûnus’dan ilim tahsil kaidelerinden daha ileri bir seviyede hesap şeklini ortaya ediyordum. Birgün bana, “Ey Ebû Abdullah! Sen Hasen Kadîb- koyarak açıklamıştır. Bu kıymetli eserde, bir derecelik yayın ül-bân hazretlerinin durumunu bilir misin?” diye sordu. Ben de sinüs değerinin, yarıçap bir birim alındığında; “Hayır bilmiyorum efendim!” dedim. Sonra bana, “Bir akşam 0,017452406437 olduğu gösterilmiştir ki, bugünkü ile aynıdır. onun talebeleri bizim medresemize gelmişlerdi. Biz onlarla sohbet ederken, bir ara onlar hocalarının hâllerini anlattılar. Fakat onlar çok acâib şeyler söylediler. Kendi kendime, bunlar çok fazla ileri gittiler. Böyle şeyler bir insandan hiç zuhur eder 1) Şakâyık-ı Nu’mâniyye tercümesi (Mecdî Efendi) sh. 196 2) Osmanlı Müellifleri cild-3, sh. 291 3) Tâc-üt-tevârih cild-2, sh. 407 4) Âsâr-ı bakiye (Sâlih Zeki) cild-1, sh. 190 mi? dedim. Gece olunca yatağıma yattım. Bir süre sonra rü’yâmda Hasen Kadîb-ül-bân’ı gördüm. Yanıma geldi ve bana, “Yâ İbn-i Yûnus! Sen Allahü teâlânın bütün bildiklerini bilir misin?” dedi. Ben de “Hayır” deyince, bana, “Fakat senin bilmediğin birçok şeyi ben bilirim” dedi. Sonra bana “Yâ İbn-i Yûnus! Gel seninle bir yere gideceğiz” deyince, ben kalkıp onun peşinden gittim. Birlikte Musul’un surlarının yanına gittik. 5) Rehber Ansiklopedisi cild-3, sh. 150 Surun bütün kapıları kilitli idi. Hasen Kadîb-ül-bân, eline kilidi alınca, kilit hemen açıldı. Biz de açılan kapıdan dışarı çıktık. 6) Güldeste-i riyâz-ı irfan sh. 275 Bizim dışarı çıkmamızı hiçbir nöbetçi fark etmedi. Bir süre sonra büyük bir nehrin kıyısına vardık. Nehir geçilecek gibi 7) Mu’cem-ül-müellifîn cild-11, sh. 319 değildi. Hasen Kadîb-ül-bân bana dönerek, “Sen bu nehri geçebilir misin?” dedi. “Hayır! Ben bu nehri geçemem” cevâbını verince, “Öyle ise elbiselerini çıkar ve bu suda güzelce yıkan” dedi. Ben elbiselerimi çıkararak bir ağacın KADÎB-ÜL-BÂN EL-MÛSULÎ dalına astım. O nehrin içinde güzelce yıkandım. Sonra tekrar giyinerek, Hasen Kadîb-ül-bân hazretlerinin yanına geldim. O Evliyânın büyüklerinden. Künyesi Ebû Abdullah’tır, Hasen suyun üzerinde yürümeye başladı ve bana, “Beni ta’kib et” Kadîb-ül-bân’ın hayâtı hakkında bilgi yok denecek kadar azdır. dedi. Ben onu ta’kib ettim ve onun gibi suya batmadan suyun Doğum târihi bilinmemektedir. 570 (m. 1174) senesinde üzerinde yürüdüm. Bir müddet gittikten sonra bir yere vardık, Musul’da vefât etti. Hasen Kadîb-ül-bân, ebdâllerden idi. abdest alıp sabah namazını cemâatle kıldık. Namazdan sonra Allahü teâlânın bu ümmete ikram ettiği ihsânlardan birisi de; bana bir yer göstererek, “Yâ İbn-i Yûnus! Burada yat uyu” bu ümmet arasında evtâd, nücebâ ve ebdâllerin bulunmasıdır. dedi. Ben orada yatarak uyudum. Bir süre sonra güneşin Peygamber efendimiz ( aleyhisselâm ) bir hadîs-i şerîfte; sıcaklığı ile uyandım. Etrâfıma bakınca, çok yabancı bir “Ümmetim arasında her zaman kırk kişi bulunur. Bunların memlekette olduğumu gördüm. Yoldan geçen bir süvariye, “Ben bu akşam Musul’da yatmış idim. Şimdi kendimi bu Dışarıya çıktığımda, vaktin öğle namazına yaklaştığını yabancı memlekette gördüm. Musul hangi taraftadır?” diye gördüm. Ben ise, daha erken olduğunu zannediyordum.” sordum. Bana, “Sen hangi Musul’dan bahsediyorsun: Burası Magrib memleketlerinden biri ve Musul’la arasında aylar süren Serrâc ed-Dımeşkî şöyle anlatır: “Musul’da bir zât vardı. bir yol vardır” dedi. Ben bu duruma daha çok hayret ettim. O Kadîb-ül-bân hazretlerinin kerâmetlerini inkâr ederdi. Birgün gün akşama kadar oralarda dolaştım. Akşam olunca, tekrar kendi kendine, “Sultâna söyliyeyim de, Kadîb-ül-bân’ı aynı yere gelip yattım. Bir süre sonra Hasen Kadîb-ül-bân Musul’dan çıkarsın, biz de rahat edelim. Çünkü onun talebeleri hazretleri yanıma gelerek beni kaldırdı ve elimden tuttu. Bir çoğaldı. Nerede onun hakkında konuşsak, bize siz yanlış ânda kendimi Musul’un surlarının önünde buldum. Kapılar konuşuyorsunuz derler ve onlarla münâzaraya girdiğimiz kilitli olduğu için yine kapıları açtı ve içeri girdik. Ben zaman da, onlarla baş edemiyoruz. En iyisi sultâna şikâyet medreseme geldiğim zaman, talebelerimin sabah namazına etmektir” diye düşündü. hazırlandıklarını gördüm. Sabah namazını cemâatle kıldık. Ben, talebelerimin ve hanımımın bu durumu fark ettiklerini zannettim. Fakat kimse birşey söylemedi. Sâdece hanımım, “Bugün sabah namazına erken gittin” dedi kimsenin durumu farketmediklerini anladım. Öğleden sonra Hasen Kadîb-ülbân’ın yanına gittim. Beni görünce hemen tebessüm etti ve bana, “Yâ İbn-i Yûnus! Gel anlat bakalım, Magrip memleketinde neler vardı?” diye sordu. Ben “Efendim! Ben bir defa Magrib memleketine gittim. Lâkin siz çok kereler oralara gitmişsiniz, onun için siz daha iyi bilirsiniz” dedim. Sonra bana, “Şimdi söyle bakalım. Bizim talebelerimiz çok ileri gitmişler mi?” diye sordu. Ben, “Hayır efendim! Daha az bile söylediler” dedim ve onun talebelerinden oldum” dive anlattı. Yine aynı hayâlle yolda yürürken, aniden karşısına bir kişi çıktı. Biraz yürüdükten sonra, karşısından başka biri daha çıktı. Birkaç adım daha attı, karşısına bir fakîh çıktı. Bunlar ona doğru dönerek, “Bizim üçümüzü de Kadîb-ül-bân gönderdi. Dur bakalım, o da şimdi buraya gelir. Söyle bakalım sen neden onu sultâna şikâyet edeceksin?” dediler. O zât, “Ben kimseye birşey söylemedim” dedi. Onlar, “Sen hiç kimseye söylemedin, fakat kalbinden geçenlerin hepsi budur” dediler. O zât hayretler içindeyken, Kadîb-ül-bân hazretleri oraya geldi. Üç kişiden biri o zâta, “Eğer Kadîb-ül-bân olmasa idi, şimdi bu belde çoktan yıkılmış idi” dedi ve Kadîb-ül-bân hazretlerine dönerek, “Yâ Kadîb-ül-bân, ayağını kaldır ve şöyle dolaştır” dedi. Kadîb-ül-bân hazretleri denileni yaptı. O İbn-i Serrâc ed-Dımeşkî, İbn-i Yûnus’un şöyle anlattığını zât, bütün Musul şehrinin Kadîb-ül-bân hazretlerinin ayağıyla nakleder: “Ben birgün Hasen Kadîb-ül-bân hazretlerinin beraber dolaştığını gördü. Hemen tövbe ederek, Kadîb-ül-bân yanına ders almaya giderken, yolda aklıma; “Benim yüzlerce hazretlerinden af diledi. Kadîb-ül-bân da onu affetti. O zât, talebem var. Nasıl oldu ki, ben Kadîb-ül-bân’dan ders alırım” onun talebesi oldu. Kadib-ül-bân hazretlerinden izinsiz hiç bir diye geçirdim. Onun yanına vardığım zaman bana “Ey yere gitmedi ve hiçbir yerde konuşmadı. Konuştuğu zaman da yüzlerce talebenin hocası, hoşgeldin! Senin okuttuğun ilim kimse ona i’tirâz etmezdi.” yâhirî ilimdir. Bizim tâlim ettiğimiz ilim ise bâtınî ilimdir. Sende su ânda yalnız zâhiri ilim vardır. Bizde ise hem zâhirî hem de bâtını ilim vardır” dedi. Ben hemen kalben tövbe ettim. Sonra Kadîb-ül-bân hazretlerinin yanına iki kişi geldi ve ondan Besmele’nin ma’nâsını suâl ettiler. O da onlara üç saatten fazla Besmele’nin ma’nâsını açıkladı. Ben bu açıklamaya çok şaşırdım. Kendim âlim olduğum hâlde, anlatılan ma’nâyı ne hayâtımda işitmiş idim ve ne de biliyordum. Daha sonra Kadîb-ül-bân hazretleri bana dönerek, “Yâ İbn-i Yûnus! Şimdi gidin, sizin talebeleriniz sizi bekliyorlar” deyince ben “Efendim! Bugün ben sizin yanınızda kalmak istiyorum” dedim. Bana “Hayır, hemen gidin, zîrâ sizin de dersleriniz önemlidir” dedi. Abdullah Baytar şöyle anlatır: “Ben, Musul’un Baytar köyünde, katır ve atların nallarını çakardım. Birgün deli bir katır getirdiler. Ona nal çakarken, bana bir tekme vurdu ve bayıldım. Uzun süre baygın kaldığım için, herkes beni öldü zannederek Musul’da bulunan anneme haber vermişler. Annem hemen Hasen Kadîb-ül-bân hazretlerinin huzûruna gidip, “Efendim! Baytar köyünde benim bir oğlum vardır, onun öldüğünü söylüyorlar” der. Kadîb-ül-bân anneme, “Ey bacı! Senin oğlun ölmemiş. Fakat deli bir katıra nal çakarken, katır onun başına bir tekme vurarak bayıltmış. Oğlun falan saatte ayılacak, onun için hiç merak etme” der. Gerçekten Kadîb-ül- evliyâdır. O sâdıktır ve onun Allahü teâlâya muhabbeti çok bân hazretlerinin dediği saatte ayılmışım.” fazladır” deyince. “Bizler onun hiç namaz kıldığını görmedik. Siz onun namaz kıldığını hiç gördünüz mü?” diye tekrar suâl Şöyle anlatılır: “Magrib memleketinde, Ebü’n-Necâ el-Magribî ettiler. O da, “Evet, ben çok kere onu, Kâ’be’nin kapısında isimli bir kişi vardı. Yanında, güçlü kuvvetli kırk pehlivanla veya Ravda-i mutahhara mescidinde namaz kılarken gördüm” dolaşırdı. Gittiği beldelerdeki pehlivanlar ile bunları güreşti- dedi. Abdülkâdir-i Geylânî hazretlerinin bu sözüne kimse i’tirâz rirdi. Tabiî ki, onun adamlarını yenen hiç kimse çıkmazdı. etmedi. Ondan dolayı Ebü’n-Necâ çok gurûrlanır ve kibirlenirdi. Birgün yolu Musul’a düştü. Kadîb-ül-bân hazretlerinin medresesine Kadîb-ül-bân hazretleri buyurdu ki: “Başlangıçta talebe, gidip onu sordu. Talebeleri, “Falan yerde yağmur yağıyor, nefsinin arzularını yerine getirmemekle işe başlar. Emîrleri Kadîb-ül-bân hazretleri oraya gitti” dediler. Ebü’n-Necâ, dinlemekle Sünnet-i şerîfeyi ihyâ eder. Sonra da evliyâya ve talebelere; “Siz yalan söylüyorsunuz. Çünkü hiç bulut bile yok, hocasına karşı i’tirazda bulunmaz. Ecelini hatırlıyarak dünyâ nasıl olur da yağmur yağar” dedi. Onlarda, “Sen git bak” işlerine pek önem vermez. Sonra kurtuluşun tek çâresi olan dediler. Ebü’n-Necâ denilen yere gitti. Kadîb-ül-bân hazretleri, ihlâs kulpuna yapışır. Talebe başlangıçta işi ciddiye almazsa, bir gölün üzerinde yağmur yağmasına rağmen ıslanmadan yüksek derecelere kavuşamaz.” duruyordu ve avucu ile gölün suyunu ölçüyordu. Ebü’n-Necâ, “Yâ Kadîb-ül-bân, sen burada ne yapıyorsun?” diye sordu. O ela, “Yâ Ebü’n-Necâ, gölün bu sene şu kadar suya ihtiyâcı vardır. Fakat bu sene, göle yeteri kadar yağmur yağmadı ve bu gölde o miktar su toplanmadı. Ben buraya yağmur yağsın diye geldim. Bu gölün ihtiyâcı olan su dolduktan sonra huradan ayrılacağım. Allahü teâlânın izniyle yağmur yağması 1) Câmi’u kerâmât-il-evliyâ cild-1, sh. 390 2) Tabakât-ül-evliyâ sh. 436 3) Nefehât-ül-üns sh. 602 duracak” dedi. Ebü’n-Necâ bu durumu görünce çok korktu, fakat kendisiyle berâber güreştirmek için kırk pehlivan 4) Kalâid-ül-cevâhir sh. 118 getirdiğini ve onları hiçhir yerde yenen kimsenin çıkmadığını söylemeden duramadı. Daha sonra, “Senin talebelerin arasında bunları yenecek kimse var mı?” diye sordu. Kadîb-ülhân hazretleri de, “Benim birbuçuk adamım vardır. Birisi falan talebemdir. Yarım olan da falan talebemdir. Adamları önce yarım olan adamımla güreştir” dedi. Bunun üzerine Ebü’nNecâ medreseye gelerek, Kadîb-ül-bân’ın talebelerine hocalarının dediklerini anlattı. Onlar da yarım denilen talebeyi güreş meydanına çıkardılar. O, “Ben hayâtımda hiç güreş tutmadım ve bilmiyorum. Fakat hocamın emri olduğu için onlarla güreşirim” dedi ve meydana çıktı. Karşısına gelen bütün pehlivanları sırayla yendi. Bu arada oraya Kadîb-ül-bân hazretleri gelerek Ebü’n-Necâ’ya, “Sen buradan git. Bizim yarım adamımız, senin kırk adamına bedeldir. Onun için sana burada yer yoktur” dedi. Ebü’n-Necâ mahcub bir vaziyette Musul’u terk etti. Abdülkâdir-i Geylânî hazretlerine. “Kadîb-ül-bân hakkında ne dersiniz?” diye sordular. O da, “Kadîb-ül-bân muhakkak KADİRBİLLÂH (Ahmed bin İshâk) Yirmibeşinci Abbasî halifesi. Kelâm, hadîs ve Şafiî mezhebi fıkıh âlimi. Şâir ve edîb. Künyesi, Ebü’l-Abbâs olup ismi Ahmed bin İshâk bin Ca’fer Muktedir bin Mu’tedil bin Muvaffak bin Mütevekkil bin Mu’tasım bin Hârûn Reşîd’dir. Peygamberimizin ( aleyhisselâm ) amcası Abbâs’ın ( radıyallahü anh ) soyundandır. Temenna (veya Yemennâ) adında azâdlı bir câriye’den 336 (m. 947) yılında doğdu. 381 (m. 991) yılında Emîr-ül-mü’minîn Kadirbillâh lakabıyla hilâfete geçti. Kırkbir sene üç ay hilâfet makâmında kalıp, 422 (m. 1031) yılında vefât etti. Oğlu ve halîfe-i müslimîn Kâimbiemrillâh’ın kıldırdığı cenâze namazından sonra Bağdad’ın Rasâfe bölgesindeki hilâfet mezarlığına defnedildi. Halîfe Muktedir-billâh’ın torunu olması, küçük yaştan i’tibâren Bağdad’ı ve dîn-i İslâmın hizmetçisi, Resûlullahın ( güzel bir eğitim ve terbiye görmesine sebep oldu. Yüksek din aleyhisselâm ) amcası Abbâs’ın ( radıyallahü anh ) ilimlerine temel olan, din ve âlet ilimlerini öğrendikten sonra, oğullarından olan Abbasî halîfelerini, bozuk i’tikâdlı ve zâlim devrin meşhûr âlimlerinden ilim öğrendi. Şafiî mezhebi fıkıh Büveyhoğullarının zulmünden ve istilâsından kurtarmayı, Türk âlimlerinden Ebû Bişr Ahmed bin Muhammed Hirevî’den fıkıh sultânı Tuğrul Bey’e nasîb etti. Tuğrul Bey, Bağdad’a girince, öğrendi. Babası İshâk bin Halife-i müslimîn Muktedir-billâh da halîfeye çok hürmet gösterdi. Orada bir müddet kalıp, şehrin büyük âlimlerdendi. Babasının ve hilâfet merkezine gelen muhafazasına me’mûr bir şıhne (vâli-kumandan) ta’yin etti. âlimlerin ilminden istifâde etti. Kelâm, hadîs ve fıkıh ilminde Halîfe ve bütün sünnî müslümanların duâlarını aldı. söz sahibi âlim oldu. Birçok kitap yazdı. Yazmış olduğu kitapları, her Cum’a günü Mehdî Câmii’nde hadîs ilmi ile Halife Kadirbillâh, Dîvân-ı mezâlim teşkil etti. Halktan ve uğraşanlara okuturdu. 381 (m. 991) yılı Şevval ayında, idârecilerden şikâyeti olan kimselerin gelip durumlarını hilâfetten azledilen Tâyi’ bin Muti’nin yerine halîfe oldu. Kırkbir arzetmeleri için, haftanın belli günlerinde kurulan Dîvân-ı sene üç ay hilâfette kalarak, en uzun zaman halifelik yapan mezâlimde, başkadı hazır bulunur, ba’zan halife de iştirâk kimse oldu. Hilâfet merkezi olan Bağdad, Eshâb-ı Kirâm ederdi. Burada zâlim ve mazlûm Dinlenir, suçlu tesbit edilir, düşmanı Büveyhoğullarının hâkimiyeti altında idi. Halîfe, sanki cezaları tesbit edilerek infaz edilirdi. Halkın önünde umûma onların emirlerini yerine getirmek için bekleyen bir korkuluk açık olarak icra edilen bu mahkemeler, insanları suç durumundaydı. Ebü’l-Abbâs Ahmed, Kadirbillâh ünvanıyla işlemekten caydırırdı. Halîfe, tebdili kıyâfetle (değişik başa gelince, Taberistan ve Kazvin civârında yerleşen ve İran elbiselerle) halk arasına karışır, idâre ettiği insanlar hakkında, asıllı veya başka bir kavimden cengâver ve Eshâb-ı Kirâm bilgileri bizzat kendisi toplardı. Elde ettiği bilgileri değerlendirir, düşmanı bir topluluk olan Deylem asıllı askerlere karşı, sünni suçluları hemen cezalandırırdı. i’tikâdlı Türk askerlerini destekledi. 334 (m. 945) yılında Bağdad’ı işgal ederek, halîfelerin hükümranlıklarını elden alıp, yalnız dînî liderliklerine müsâade eden Büveyhoğulları askerleri içinde, hem Türkler, hem de Deylemîler vardı. Büveyhîler, bozuk i’tikâdlı olmalarına rağmen, sünnî Türklerden vazgeçemiyorlardı. Çünkü kendileri gibi bozuk inanışlı Deylemîlere karşı, ellerinde bir kuvvet bulundurmak zorundaydılar. Büveyhoğullarının başında bulunan Bahâüddevle ile münâsebetlerini ustaca devam ettiren halîfe, halk ve askeri kullanarak, Büveyhilerin zulmünü kaldırmaya çalıştı. Bahâüddevle’nin Bağdad’a sünnî başkadı yerine, bozuk i’tikâdlı birini ta’yin etmek istemesini şiddetle reddetti. Eshâb-ı Kirâm düşmanlarını ve bozuk i’tikâdlı mu’tezile fırkasından olanları terbiye etmeye çalıştı. Bahâüddevle’nin ölümünden sonra iyice zayıflayan Büveyhoğulları, yalnız halîfe üzerinde baskılarını devam ettirdiler. Halife de bütün dikkatleri kendi üzerine çekip, halkın huzûr içinde yaşamasını sağladı. Sünnî Türk askerlerinin nüfuz ve nüfuslarını arttırmalarına yardımcı oldu. Ancak Büveyhoğullarının Bağdad’a hâkim olmaları, Kadirbillâh’in oğlu Kâim-biemrillâh zamanında, Selçuklu sultânı Tuğrul Bey’in, bir karışıklıktan istifâde ile Bağdad’a girmesine kadar devam etti. Allahü teâlâ, yıllarca dîn-i İslama hizmetin ve ilmin merkezliğini yapmış olan Bağdad’da ilim evleri kuran Halîfe Kadirbillâh, âlimlerin bu evlerde toplanarak, ilim teatisinde (ilim alış-verişinde) bulunmalarını ve tâliblerine ders vermelerini sağladı. Birçok ilim adamının yetişmesine vesile oldu. Yetiştirdiği ilim adamları ve verdiği talimatlarla, Eshâb-ı Kirâm ve Ehl-i Beyt-i Nebevî ( aleyhisselâm ) düşmanlığını ortadan kaldırmaya çalıştı. Zamanında doğunun sunnî müslümanları, halîfe olarak Kadirbillâh’ı tanır ve emrine itaat etmeyi vazîfe bilirlerdi, İslâm askeri, Allahü teâlânın rızâsı için cihâda çıktığı zaman, halifenin duâ ettiği ve kendilerini desteklediği haberinin gelmesi, binlerce askerin yardıma gelmesinden daha te’sîrli olurdu. Gazneliler devleti sultânı Sultan Mahmûd’u, teşvik ve taltif ederek destekledi. Sultan Gazneli Mahmûd, Horasan ve Mâverâünnehr taraflarını alarak Samanîleri ortadan kaldırdı. Halîfe, Gazneli Mahmûd’a hil’at (hâkimiyet alâmeti olan elbise) gönderip saltanatını tasdik etti. Sultan Mahmûd, Eshâb-ı Kirâm düşmanı Deylemîler üzerine de bir sefer tertiplemeyi düşündü. Ancak, halîfenin de arzusu ile Hindistan tarafına seferler düzenledi. Bugünkü Afganistan, Hindistan ve Pakistan’da İslâmiyeti yaydı. Halîfe takdîrlerini bildirip, hediyelerle taltif etti. Diğer müslüman sultanlara, Gazneli Mahmûd’u desteklemeleri için elçiler ve mektûplar gönderdi. 1) Tabakât-üş-Şâfiiyye cild-4, sh. 5 Ömrü boyunca Allahü teâlânın dîninin yayılması ve müslümanların huzurlu yaşamaları için çalışan Halîfe Kadirbillâh, 422 (m. 1031) yılında vefât etti. Birçok talebe yetiştirip, kıymetli kitaplar yazdı. Bu eserlerinden “El-Usûl” kitabını her Cum’a günü Mehdî Câmii’nde toplanan hadîs ehline okuturdu. Bu kitabında, Emevî halîfesi ve ikinci Ömer diye meşhûr Ömer bin Abdülazîz’in ( radıyallahü anh ) faziletleri ve mu’tezile firkasının sapıklıklarından da 2) El-Bidâye ven-nihâye cild-12, sh. 31 3) Târih-i Bağdâd cild-4, sh. 37 4) Şezerât-üz-zeheb cild-3, sh. 221 5) Târih-ül-hulefâ (Süyûtî) Beyrut 1974, sh. 380 6) Mu’cem-ül-müellifîn cild-1, sh. 160 bahsetmekte idi. Zamanında ba’zı büyük zâtlar öldü. Edîb Ebû Ahmed Askeri, Nahivci Remmânî, Şafiî âlimi Ebü’l-Hasen Masercisî, Ebû Ubeydullah Merzebânî, Müeyyüdüddevle’nin vezîri Sâhib bin KAFFÂL-I MERVEZÎ Abbâd, Ebü’l-Hasen Dâre Kutnî, İbn-i Şahin, Şafiî İmâmı Ebû Bekr el-Hatemî, Yûsuf bin es-Sîrâfi, İbn-i Zevlak Mısrî, İbn-i Horasan’da yetişen Şafiî mezhebi fıkıh âlimlerinin Ebû Zeyd Kayrevânî Mâlikî, “Kût-ül-kulûb” sahibi Ebû Tâlib el- büyüklerinden. İsmi. Abdullah bin Ahmed bin Abdullah el- Mekkî, İbn-i Bettâ el-Hanbelî, vâ’iz İbn-i Sem’ûn. Hattâbî, lügat Mervezî eş-Şâfiî olup, künyesi Ebû Bekr’dir. Kaffâl-ı Mervezî âlimi Hatemî, Ebû Bekr Edfüvî, Şafiî âlimlerinden Zâhir ve Kaffâl-ı Sagîr diye tanınır. Kaffâl-ı kebîr diye bilinen zât, Serahsî, İbn-i Galebûn el-Mukrî, İbn-i Cinnî, lügat ilmine dâir Irak memleketinin üstadı olarak tanındığı gibi, bu da “Sıhah” kitabının yazarı El-Cevherî, Sahîhaynı rivâyet eden zamanında Horasan’da bulunan âlimlerin İmâmı idi. Kaffâl-ı Küşmeyhinî, Me’âfi bin Zekeriyyâ Nehrivânî, İbn-i Fâris, Hâfız Mervezî, 327 (m. 939) senesinde Merv’de doğdu. 417 (m. İbni Mende Şafiî âlimi İsmâilî, Mâlikî mezhebi âlimi Esbâg bin 1026) senesi Zilhicce ayında Sicistan’da vefât etti. Kabri orada Ferec, İbn-i Fâ’sîd, Ebü’l-Hasen Kâbisî, Kâdı Ebü’l-Hattâb, tanınmakta ve ziyâret edilmektedir. Şafiî âlimi Seymâvî, İbn-i Fûrek ve daha birçok âlim onun zamanında yaşadı ve vefât etti. İmâm-ı Zehebî, asrın ileri gelenlerini şöyle saymaktadır: “Bu asırda Eş’arîlerin başında, Ebû İshâk İsferâînî vardı. Mu’tezilîlerin başında Abdülcebbâr, râfızîlerin başında Muktedir, Kerâmiyye sapıklarının başında, Muhammed bin Heysem vardı. Kurrâların (kırâat âlimleri) başı Ebü’l-Hasen Hammâmî, muhaddislerin başı Hâfız Abdülgâni bin Sa’îd, sûfilerin başı Ebû Abdurrahmân Sülemî, Şâirlerin başı Ebû Ömer bin Derrâc, tecvîd âlimlerinin başı ibn-i Bevvâb, meliklerin başı Sultan Gazneli Mahmûd idi.” Bunları İmâm-ı Zehebî’den alarak nakleden İmâm-ı Süyûtî ba’zı ilâvelerde bulunur. Ona göre; “Zındıkların başı Hakem biemrillâh, lügatçıların başı Cevherî, nahiv âlimlerinin başı İbn-i Cinnî, belâgatçilerin başı. Bedii, hatîblerin reîsi İbn-i Nebâte, müfessirlerin başı Ebü’l-Kâsım bin Habib Nişâbûrî, zamanındaki halifelerin başı Kadirbillâh’tır.” İlk zamanlarda kilit yapmakla meşgûl olurdu. Kaffâl; kilit yapan, kilitçi demektir. Kilidi ve anahtarını yapmakta çok mahir olup, meslek erbâbı arasında çok tanınırdı. Daha sonra fıkıh ilmine yöneldi. Onunla meşgûl oldu. Elinin ayasında ba’zı nasırlar ve benler vardı. Bunun sebebini izah eder ve “Ben gençliğimde demirlerle çok uğraşırdım. Bu nasırlar o zamandan kaldı” derdi. Pekçok zâtlardan ilim öğrendi. Herkesin kendisini tanıyıp hürmet ettiği bir âlim oldu. Ebû Ali es-Sincî, Kâdı Hüseyn bin Muhammed, İmâm-ül-Haremeyn hazretlerinin babası Ebû Muhammed el-Cüveynî ve başka birçok zâtlar kendisinden ilim öğrendiler. Ebû Bekr es-Sem’ânî diyor ki; “Kaffâl-ı Mervezî ( radıyallahü anh ); fıkıh ilminde, hafızasının kuvvetinde, haram ve şüphelilerden uzak olup dünyâya kıymet vermemekte, zamanında bulunan âlimler arasında bir tane idi.” Fakîh Nasır el-Amrî diyor ki: “Bu zamanda Ebû Bekr-i sultânın aleyhinde kötü sözler ediyor” diye, Merv emîrine, o da Kaffâl’dan daha fakîh bir kimse yoktur. O, sanki insan sultâna şikâyet etti. Sultan Mahmûd, onlara “Bu zât, şimdiye sûretinde bir melektir. Bu zamanda, kimse onun gibi olamaz.” kadar maaşından ayrı olarak hazineden hiç para almış mıdır?” diye sordu. Onlar da, “Almadı” dediler. Sultan, “Giyecek bir Şafiî mezhebine dâir çok eserler yazdı. Öyle ki, o asırda onun şey almış mıdır?” sorusuna da “Hayır! Almadı” cevâbını yazdığı gibi eser yazan olmadı. Emten beldesinde çok fıkıh verdiler. Bunun üzerine Sultan Mahmûd, “Yaptığınız şikâyetler kitapları yazdı ve çok fıkıh âlimi yetiştirdi. Öyle bir âlim idi ki, asılsızdır. Bu da’vâdan vazgeçin. Din adamından bize zarar mezhebine muhalif olanlar dahi kendisine i’tirâz edemezlerdi. gelmez” buyurdu. Bir zaman muhalif olanlardan bir grup âlim gelerek, onu imtihan etmek ve ilmî yönden mağlûb etmek istediler. Yanına Kaffâl-ı Mervezî hazretlerinin rivâyet ettiği bir gelip, sohbetinde bir müddet kaldıktan sonra, onun ne büyük hadîs-i kudsîde Allahü teâlâ buyurdu ki; “Kulum bir âlim olduğunu anladılar. Bunun üzerine, onun kitaplarını beni nasıl zan ederse, ben onun zan ettiği alıp, memleketlerine döndüler. O kitapları talebelerine, ders gibiyim. Beni istediğiniz gibi zan ediniz.” kitapları olarak okuttular. Kaffâl-ı Merv’ezî’nin rivâyet ettiği bir başka hadîsBirgün Kaffâl hazretlerinin yanına bir kimse gelip, “Efendim! i şerîfte; “Hiçbir kalb yoktur ki, Allahü tealanın Sultânın adamları benim eşeğimi alıp götürdüler. Bana kudret parmakları arasında olmasın. Cenâb-ı Hak vermiyorlar. Eşeğimin geri verilmesi için size geldim” dedi. istediği zaman o kalbi doğruluk tarafına çevirir, Bunu dinleyen Hazreti Kaffâl, “Sen şimdi git Güzel bir abdest istediği zaman da kötülük tarafına al ve ta’dîl-i erkânına dikkat ederek iki rek’ât namaz kıl. Sonra döndürür” buyuruldu. Onun için Peygamber Allahü teâlânın sevgili kullarını vesile ederek duâ et” buyurdu. efendimiz ( aleyhisselâm ) duâ ederken “Ey Gelen kimse bu sözleri orada tekrar etti ve bunları yapmak kalbleri her an istediği tarafa döndüren Allahım! üzere mescide gitti. Kaffâl-ı Mervezî de sultânın adamlarına Benim kalbimi dîninde sabit kıl. Mîzân senin haber gönderip, bu zâtın eşeğinin iade edilmesini istedi. Onlar kudretin altındadır. Kıyâmete kadar dilediğin da eşeği geri getirip, mescidin kapısına bağladılar. O kimse kavmi yüceltir, dilediğini alçaltırsın” buyurdu. namazını kıldı. Allahü teâlâya, evliyâ ve âlimleri vesile ederek duâ etti. Dışarı çıktığında, kapıda bağlı duran eşeği görünce çok şaşırdı ve cenâb-ı Hakka şükretti. Kaffâl hazretlerine, yanındakiler, “Efendim! Böyle yapmanızın hikmetini anlıyamadık. Anlatır mısınız?” diye sordular. O da, “Bu gelen kimse hem ibâdetini yapmazdı, hem de evliyâ hakkındaki i’tikâdı bozuk idi. Şimdi o kimse, eşeğinin gelmesine sebep; Kaffâl-ı Mervezî hazretleri buyurdu ki; “Akıl baliğ olmayan; bir çocuk, arada sırada namaz kılıyora, onu alıştırmak için, “Kazaya kalmış namazlarını kaza et” denilir. Her ne kadar kaza etmesi farz değilse de, bu, çocuğa mes’ûliyet duygusu verir, namaz kılmaya alıştırır. Baliğ olduktan sonra, ona akıl baliğ olmadan önce kazaya kalan namazları kıl denilmez.” namaz kılıp, büyükleri vesile ederek, duâ etmek olduğunu anladı. Böylece hem i’tikâdı düzelmiş oldu, hem de inşâallah ibâdetine devam eder, hem de ni’metlerin sonunda Allahü 1) Mu’cem-ül-müellifîn cild-6, sh. 26 teâlâya hamdetmeyi öğrendi” buyurdu. 2) Vefeyât-ül-a’yân cild-3, sh. 46 Kaffâl-ı Mervezî hazretlerinin bütün vakti, talebelere ders vermekle geçerdi. Dersten sonra odasına kapanır, uzun 3) Şezerât-üz-zeheb cild-3, sh. 207 zaman ağlar, sonra cenâb-ı Hakka “Yâ Rabbî! râzı olduğun şeylerden bizi mahrûm bırakma” diye yalvarırdı. 4) Miftâh-üs-se’âde cild-2, sh. 183 Kaffâl-ı Mervezî, Merv şehrinin muhtesibi (zabıta, mâliye ve 5) Tabakât-üş-Şâfiiyye cild-5, sh. 53 emniyet işlerine bakan) idi. Bunu çekemiyenler, “Kaffâl, Hâkim Ebû Abdullah: “Kaffâl, fakîh (fıkıh âlimi), edîb (edebiyatçı), Mâverâünnehr’de, Şâfiîlerin en büyük âlimi, usûl-i fıkhı en iyi bilen, hadîs-i şerîf ilmi tahsil etmek için en çok KAFFÂL-İ KEBÎR yolculuk yapan bir âlimdir.” Şafiî âlimlerinin büyüklerinden. İsmi, Muhammed bin Ali bin Büyük âlim Ebû Muhammed, “Şerh-ur-Risâle” kitabında şöyle İsmail olup, künyesi Ebû Bekr’dir. 291 (m. 903) senesinde anlatır: “Kaffâl, kelâm ilmini İmâm-ı Eş’arî hazretlerinden aldı. Semerkand’a bağlı bir yer olan Şâş’da doğup, 365 (m. 975) İmâm-ı Eş’arî hazretleri de ondan fıkıh ilminde istifâde etti.” senesinde yine burada vefât etmiştir. Başka bir Kaffâl daha vardır. Bu da Şâfiîlerin büyük âlimlerindendir. İmâm-ı Sübkî ( radıyallahü anh ) der ki: “Ebû Muhammed’in bu sözü, Haremeyn’in pederi Ebû Muhammed el-Cüveynî’nin hocasıdır. Kaffâl’in kelâm ilmini bildiğine delâlet ettiği gibi, aynı zamanda 417 (m. 1026)’de 90 yaşında Sicistan’da vefât etmiştir. İsmi, onun i’tikâdda İmâm-ı Eş’arî’ye tâbi olduğunu gösterir. Sanki Ebû Bekr Abdullah bin Ahmed el-Mervezî’dir. Buna Keffâl-i Kaffâl, Mu’tezile’nin yanlış i’tikâdından dönüp, İmâm-ı sagîr denir. Keffâl-i kebîr, fıkıh, tefsîr, hadîs kelâm, usûl ve Eş’arî’den ( radıyallahü anh ) kelâm ilmi dersi almaya furû’, lügat ve şiirde derin bir âlim idi. Zamanında, başladığı zaman, İmâm-ı Eş’arî ( radıyallahü anh ) bir hayli Mâverâünnehr’de, Şafiî âlimleri arasında bir benzeri yoktu. yaşlı idi. Aynı zamanda İmâm-ı Eş’arî ( radıyallahü anh ) İlminin yüksekliği kadar, zühd ve takvâsı da pek fazla idi. Ebû kelâm ilminde imâm derecesinde idi. Eş’arî hazretlerinin Bekr bin Huzeyme, Muhammed bin Cerîr, Ebû Kâsım Begâvî, Kaffâl’den, fıkıh ilminden okuması, Kaffâl’in de fıkıh ilminde Ebû Arûbe el-Harrânî ve daha birçok âlimden ilim almıştır. mertebesinin çok yüksek ve kendisinden ilim alınabilecek Kendisinden de, Hâkim, İbn-i Mende, Ebû Abdurrahmân es- derecede âlim olduğunu gösterir.” Sülemî ve daha başkaları ilim almıştır. Ebû İshâk, onun İbn-i Süreyc’den ders aldığını söylemiş ise de, İbn-i Salâh: “En açık olanı Kaffâl’in, Süreyc’e yetişmemiş olduğudur. Çünkü, İbn-i Süreyc’in, Kaffâlin Bağdâd’a girmesinden önce vefât ettiği bildirilmektedir. Kaffâl, ilim için bir çok yolculuklar yapmış, Horasan, Irak ve Şam’ı dolaşmış, ismi her tarafa yayılmış, sözü her yerde edilir olmuştur. Tefsîr, fıkıh ve hadîs ilimlerinde eserleri vardır. Eserlerinden ba’zısı, Tefsîr-u Kur’ân-ı kerîm, Mehâsin-üş-Şerîa ve Edeb-ül-kazâ ve Şerh-ur-Risâ’dir. Âlimlerin hakkında söyledikleri: İmâm-ı Nevevî ( radıyallahü anh ) “Kaffâl; tefsîr, hadîs, usûl-i fıkıh ve kelâm ilimlerinde ismi geçen büyük bir âlimdir.” Kaffâl’in bir şiirinin tercümesi ve açıklaması şöyledir: “Benim evim, gelen herkese açıktır. Benim azığımdan herkes yiyebilir. Yanımızda ne varsa onu misâfirimize ikram ederiz. İsterse bu, sirke ve bakla olsun. Fakat asil olan kişi bundan memnun kalır. Bayağı kişi ise bunu az görür.” Kaffâl, muharebe meydanlarında kılıcı ile çarpıştığı gibi, ilmiyle ve kalemiyle de İslâm düşmanlarına gereken cevâbı vermiştir. Anlatılır ki Müslümanlarla Bizanslılar arasında bir muharebe olmuş, bu muharebeye Horasan ve Mâverâünnehr müslümanları da katılmıştır. Büyük âlim Kaffâl de bunlar arasında bulunuyordu. Bu sırada, Bizanslıların kumandanı bir Hâfız Ebû Kâsım bin Asâkir ( radıyallahü anh ): “Onun önce kasîde yazdırıp, İslâm memleketlerine gönderdi. Bu kasîdede, doğru yoldan ayrılıp, sapık olan mu’tezile i’tikâdına kaydığı, müslümanlar ayıplanıp, kınanıyor, bir takım tehdîdler yer fakat sonra (Ehl-i sünnetten olan) Eş’arî mezhebine döndüğü alıyor, müslümanların birçok yerleri ellerinden çıkardıkları bana ulaştı.” anlatılıyordu. O şiire iyi bir cevap vermek lâzımdı. Orduda Horasan, Medâin ve Şamlı edebiyatçı ve şâirler de Sübkî der ki: “İbn-i Asâkir’in bu rivâyetini gördükten sonra çok bulunuyordu. Yazılan cevabî şiirler arasında en beğenileni rahatladım. Fakat Kaffâl’in, bir ara mu’tezile i’tikâdına Kaffâl’inki oldu. meyletmesi, Ehl-i sünnet akîdesine doğru giderken yaptığı bir sürçmedir. Fakat, bid’at ve dalâletten döndükten sonra artık Bir müslüman âlim, bu harbde Bizanslılara esîr düşmüştü. onu kınamak olmaz.” Kaffâl’in cevap olarak yazdığı şiirin, Bizanslıların eline geçmesinden sonraki durumu şöyle anlatır: Bu kasîde, nasîhatimi iletir? Onun üzerine genç ihtiyâr bütün Horasanlılar İstanbul’a gelince, şehrin ilim adamları toplanmışlar kasîdenin geliyor, gâzîler, şehîd olmak için koşuyor. Eğer haktan yüz yüksek bir edebiyatla yazıldığını görerek hayrette kalmışlar, çevirilirse, hak her zaman açık ve ortadadır. Geliniz ey onun nereli olduğunu sormuşlar, müslümanlar arasında, böyle Bizanslılar! Aramızda kılıncı hâkim yapalım. Çünkü o, en âdil kimselerin bulunduğunu bilmiyorduk, demişlerdir. bir hâkimdir. Allahü teâlâ bize mükâfatlar versin. O, bizim için kâfi ve bizi koruyucudur. Allahü teâlâdan lütuf ve ihsâniyle, Kaffâl’in yazmış olduğu şiirin açıklamasının bir kısmı şöyledir: feth-i Kos’tantiniyye’yi nasîb etmesini diliyoruz.” “Bana münâzara usûllerinden haberi olmayan birinin sözü ulaştı. Kendisine, lâyık olmadığı vasıfları vererek yalan söylemiş. Kendisini temiz kral diye anlatıyor. Halbuki kalbi şirk 1) Tabakât-ül-müfessirîn cild-2, sh. 196 kiri, elbiseleri de görünen kirlerle kirlenmiş bir kimse, nasıl temiz olur? O, ben mesîhîyim diyor. Halbuki o dediği gibi değildir. Kalbi kaskatı olmuş, çoluk çocuk demeden öldüren bir kimse, Hazreti Îsâ gibi mübârek ve merhametli bir Peygamberin yoluna nasıl tâbi olur. Temiz ve Hazreti Îsâ’ya (aleyhisselâm) tâbi olduğunu söyliyen bir kimsenin, zâlim, fâcir olması, haksızlıklara meyletmesi mümkün müdür? Eğer hakkı 2) Tehzîb-ül-esmâ vel-lüga cild-2, sh. 282 3) Şezerât-üz-zeheb cild-3, sh. 51 4) Tabakât-üş-Şâfiiyye cild-3, sh. 200 5) Tabakât-üş-Şirâzî sh. 91 bulmak istiyorsan, yavaş hareket et, zulüm yapma, Allahü teâlâ sana hidâyet (doğru yol) ihsân eder. Aslı olmayan 6) Tabakât-ül-müfessirîn (Süyûtî) sh. 36 elbiseyi giyen gibi, kendinde olmayan şeyle kibirlenme. Biz, sizin bizden aldığınız yerleri fazlasıyla aldık. Sizi geldiğiniz gibi 7) Vefeyât-ül-a’yân cild-4, sh. 200 kovduk. Biz, bizde olan (Müslümanlık) ni’metinden dolayı sizden çok üstünüz. Sen, fethedeceğinizi söylediğin birçok yerler saydın. Halbuki, bunlar rü’yâ gören kimsenin söylediği şeylerdir. Kim ki, putperestliği yaymak için şarkı ve garbı fethetmeği dilerse, o kötü ve habîs insandır. Allahü teâlâ, Îsâ’nın da (aleyhisselâm) yaratıcısıdır. Allahü teâlâ, Îsâ’ya (aleyhisselâm) ölüleri diriltme mu’cizesi vermiştir. Hazreti Îsâ’ya (aleyhisselâm) inen İncîl de bu sözümüzü bildirmekte, bütün Peygamberlerden sonra son Peygamberin geleceği müjdelenmektedir. Hazreti Muhammed Mustafâ ( aleyhisselâm ) ve diğer Peygamberler, hepsi vefât etti. Ancak, onun vefâtı geciktirilmiştir. O zaman gelince, o da diğer peygamberler gibi vefât edecektir. Halbuki siz Hıristiyanlar, KÂFİYECÎ Hanefî mezhebi fıkıh âlimi. İsmi, Muhammed bin Süleymân bin Sa’d bin Mes’ûd er-Rûmî’dir. Künyesi Ebû Abdullah olup, lakabı Muhyiddîn’dir. Nahiv ilmine dâir “Kâfiye” adlı eser ile çok meşgûl olduğundan dolayı, Kâfiyecî diye meşhûr olmuştur. İzmir’e bağlı Bergama’da, 788 (m. 1386) senesinde doğdu. Mısır’ın Kâhire şehrinde, 879 (m. 1474) senesinde vefât etti. Kâhire’deki Eşrefiyye Medresesi yakınında, kendisi için ölmeden önce yaptırdığı türbeye defnedildi. Hazreti Îsâ’nın ölümü tattığını söylüyorsunuz. Yahyâ, Zekeriyyâ ve diğer peygamberler Allahü teâlânın indinde Memleketinde büyüyen Kâfiyecî, ilim tahsili için birçok yerlere kıymetli kullarıdır. Hakkın doğrunun Arabdan ve Acemden gitti. Molla Fenârî, Burhânüddîn Emîr Haydar el-Hâfi, Şeyh yardımcıları vardır. Allahü teâlâ, Seyfuddevle’ye hayırlar Vâcid, İbn-i Ferişteh, Hâfızüddîn Bezzâzî, Abdülvâhid el-Kutâî versin. Ona lütuf ve ihsânlarda bulunsun. Mensûr bin Nûh’a gibi büyük zâtlardan, aklî ve naklî ilimleri tahsil etti. Sonra devamlı selâmet versin. Şam’a gidip, orada ilim okutmakla meşgûl oldu. Hicaz’a gidip, hac vazîfesini yerine getirdikten sonra, Kudüs’e döndü. Daha Bu ikisi, İslâmı ve müslümanları her türlü tehlikeye karşı muhafaza ettiler. Kim Bizanslıların kumandanına benim sonra Melik Eşref Barsbay zamanında Kâhire’ye geldi. İnsanlardan uzak olarak Berkûkiyye’de senelerce kaldı. Orada Hayâtını ilim okumak ve okutmakla geçiren Kâfiyecî’nin, çeşitli Bisâtî, İbn-i Hacer el-Askalânî ve başka zâtlarla karşılaşıp ilmî ilimlere dâir yüzden fazla eseri vardır. Bu eserlerinin en sohbetlerde bulundu. Bir müddet Muhibbüddîn el-Eşkâr’ın önemlileri şunlardır: 1- Şerhu Kavâid-ül-kübrâ li İbn-i Hişâm, 2- yanında kaldı. İbn-i Esed, Bedrüddîn Ebü’s-Se’âdet, el-Bülkînî Envâr-üs-se’âde şerh-u Kelimet-iş-şehâde vel-Esmâ-ül- gibi âlim zâtlarla birlikte, Melik Zâhir Çakmak da gelip, onun Husnâ, 3-Muhtasar-ül-Müfîd fî ilm-it-Târih, 4-Hâşiyetü alâ sohbetlerinden istifâde etti. Kâfiyecî, 842 (m. 1438) senesinde şerh-ıl-Hidâye, 5-Telhîs-ül-Câmi’ul-kebîr, 6-Risâletün fîl- Hasen el-Acemî’nin ayrılmasıyla boşalan Eşref Şa’bân İstisnâ, 7-Şerhu Tehzîb-ül-mantık vel-kelâm, 8-Temhîd fî şerh- dergâhında müderris olarak vazîfe yaptı. Daha sonra Âlâüddîn it-Tahmîd, 9-Muhtasar fî ilm-il-irşâd, 10-Et-Teysîr fî ilm-it-tefsîr, Rûmî’nin yerine, onun dergâhında ders okutmakla meşgûl 11-Telhîs alâ Tefsîr-il-Beydâvî, 12-Telhîsu Şerhu Mevâkıf, 13- oldu. İbn-i Hümâm’dan sonra Şeyhûniyye Medresesi Muhtasar fî ilm-il-Eser, 14- Hall-ül-Eşkâl fî mebâhis-il-eşkâl fil- başmüderrisliğine getirildi. Mısır’da Hanefî kadısı olarak Hendese, 15-Menâzil-ül-ervâh. görevlendirildi. Ders okutmak, fetvâ vermek ve eser yazmak husûslarında çok yükseldi. Onun üstünlüğünü herkes kabûl ediyor ve ilmî üstünlüğü karşısında boyun eğiyordu. Bu sebeple, şöhreti her tarafta duyuldu. Onun eserleri, talebeleri ve fetvâları her tarafa yayıldı. Ondan çok kimseler ilim tahsil edip yetiştiler. Talebeleri daha onun sağlığında iken yükseldiler, zamanlarının ve çevrelerinin ileri gelenleri oldular. 1) Mu’cem-ül-müellifîn cild-10, sh. 51 2) Ed-Dav-ül-lâmi’ cild-7, sh. 259 3) Şezerât-üz-zeheb cild-7, sh. 326 Takıyyüddîn el-Hasenî ondan ilim tahsil eden zâtlardandır. 4) Şakâyık-ı Nu’mâniyye tercümesi (Mecdî Efendi) sh. 85 Âlim, fâzıl, ilmiyle âmil olan Kâfiyecî; iffet sahibi, temiz kalbli, düşmanlarına karşı dahî yumuşak huylu ve merhametli idi. 5) Bugyet-ül-vuât cild-1, sh. 117 Elinde bulunanları bekletmeyip, hemen sadaka olarak verirdi. Çok cömert ve ikram sahibi idi. Kur’ân-ı kerîm okunduğu 6) El-A’lâm cild-6, sh. 150 zaman âyet-i kerîmelerin ma’nâsını düşünür ve çok ağlardı. Komşu ve arkadaşlarıyla çok iyi geçinir, onlara hüsn-i muâmelede bulunurdu. İlmî yönden asrının allâmesi ve zamanının bir tanesi idi. Aklî ve naklî ilimlerin hepsinde yüksek idi. Hadîs ve tefsîr usûliyle; tefsîr, kelâm, nahv, sarf, me’ânî, beyân, mantık, felsefe, heyet 7) Ferâid-ül-behiyye cild-4, sh. 169 8) Miftâh-us-se’âde cild-1, sh. 454 9) İzâh-ül-meknûn cild-1, sh. 87, 123, 409 10) Keşf-üz-zünûn cild-1, sh. 194, 484, 517 (astronomi), hendese (geometri), hikmet, cedel ve münâzara ilimlerinde benzeri yoktu. Fıkıh, tıb ve edebî ilimlerde özel 11) Brockelmann Gal-2, sh. 114 ihtisas sahibi idi. Ona, zamanında yaşadığı devlet adamları ve Osmanlı sultanları iltifât ve ihsânlarda bulunurlardı. Kâfiyecî hakkında İmâm-ı Süyûtî şöyle der: “Onun yanına ilk gittiğimde, “Zeydün Kâimün” terkibinin i’râbını yapmamı KÂF-ZÂDE FÂİZÎ söyledi. Ben de; “Derse ilk başlamış çocuk yerine koyup soru soruyorsun” dedim. “Bu terkibde senin bilmediğin yüzonüç Osmanlı âlimlerinden ve şâirlerinden. İsmi Abdülhay, lakabı mes’ele vardır. Onun için soruyorum” dedi ve anlatmaya Fâizî’dir. Kâf-zâde diye meşhûr olmuştur. Babası, Birinci başladı. Ben, bu konu hakkında hiçbir şey bilmediğimi Sultan Ahmed Hân zamanı âlimlerinden, Kâf-zâde Feyzullah anladım. Bunun üzerine, ilim öğrenmek için ondört sene Efendi’dir. Ebüssü’ûd Efendi’nin dâmâdı olan Ma’lül-zâde yanında kaldım. Her gidişimde, yeni bir mes’ele öğrendim. Efendi’nin torunudur. 998 (m. 1589) senesinde İstanbul’da doğdu. 1031 (m. 1622) senesinde İstanbul’da vefât etti. Zübdet-ül-Eş’âr: Şâirler tezkiresidir. Zamanına kadar yazılan Zincirlikuyu’da dedesi Ma’lül Emîr Efendi Mektebi bahçesinde tezkirelerden farklıdır. Eser bir tezkireden ziyâde, güldeste defn olundu. (antoloji) mahiyetindedir. Hicrî dokuzuncu asrın ikinci yarısından başlayarak, kendi zamanına kadar yaşamış Babasından ilim tahsil etti. Aklî ve naklî ilimlerde yetişip beşyüzondört şâiri alfabetik sıraya göre zikredip, eserlerinden yüksek derecelere kavuştuktan sonra, Ahmed Hân’ın hocası örnekler vermiştir. Bu esere, 1086 (m. 1675) senesinde vefât Mustafa Efendi’nin hizmetinde bulunup, onun yanında ederek Edirnekapı haricindeki Emîr Buhârî dergâhı karşısına mülâzim (stajyer) olarak vazîfe yaptı. 1016 (m. 1607) defn olunan Seyrek-zâde Muhammed Âsım Efendi tarafından senesinde ilk olarak İstanbul’da Ekmekçi-zâde Ahmed Paşa bir zeyl yazılmıştır. 5-Leylâ vü Mecnûn, 6- Sâki-nâme. Medresesi’ne müderris ta’yin olundu. 1019 (m. 1610) senesinde Gevher Hân Sultan Medresesi’ne nakl olundu. Aşağıdaki beytler onun şiirlerindendir: 1022 (m. 1613) senesinde Sahn-ı semân medreselerinden birine terfi ettirildi. 1024 (m. 1615) senesinde Üsküdar’da Hiç cem’iyyet-i hatırdan eser gördün mü? Vâlide Sultan Medresesi’ne, aynı sene içinde Yavuz Selîm Bu kadar meclise uğrar yolun, ey bâd-ı sabâ! Medresesi’ne, 1025 (m. 1616) senesinde Süleymâniye Medresesi müderrisliğine ta’yin edildi. 1027 (m. 1618) senesinde Selanik kadılığına ta’yin edildi. 1029 (m. 1620) Senden özge kimse bilmez, derdime hergiz deva, Bir ilâç etmezsin amma, sen bilirsin dilberâ. senesinde Şam kadılığına nakl edilmişse de Şam’a gitmek üzere İstanbul’a geldiği zaman, bu vazîfeye Nevâli-zâde Sa’dî Efendi’nin ta’yin olunduğunu duydu ve gitmedi, İstanbul’da 1) Şakâyık-ı Nu’mâniyye zeyli (Atâî) sh. 660 bulunduğu sırada Sultan Genç Osman’ın tahttan indirilişi ve şehîd edilmesi hâdisesine şâhid olmuştur. Bu hâdiseden 2) Hulâsat-ül-eser cild-2, sh. 342 sonra şiddetli bir üzüntü ve sarsıntı geçirerek hastalandı. Otuzüç yaşında iken vefât etti. 3) Mu’cem-ül-müellifîn cild-5, sh. 109 Kâf-zâde Abdülhay Efendi; aklî ve naklî ilimlerde yüksek 4) Esmâ-ül-müellifîn cild-1, sh. 508 derece sahibi, ilmiyle âmil, fâdıl ve güzel ahlâklı bir zât idi. Güler yüzü, tatlı sözü, ilmi ve irfanı sebebiyle, evi adetâ bir ilim ve terbiye yuvası hükmündeydi. Ömrünün sonlarına doğru tasavvufa yönelip, Mahmûd Hulvî Efendi’ye talebe olmuş, 5) Kâmûs-ül-a’lâm cild-5, sh. 3542 6) Osmanlı Müellifleri cild-2, sh. 386 ondan feyz almış idi. İlmî üstünlüğü yanında, zamanının birinci derecede şâir ve nesir yazarlarından idi. Şairliğinden ziyâde tezkireciliği ile tanınırdı. Bu durum onun şiirden ziyâde, nesirde daha muvaffak olmasından ileri gelmektedir. Herşeye rağmen KALBURCU ŞEYHİ (Ahmed Dede) şiirdeki kudreti, Nef’î ile karşılıklı hicivleşmelerde bulunacak seviyede idi. Devrinin tanınmış şâirleri arasında bulunması Kanunî Sultan Süleymân devri âlim ve velîlerinden. Aslen bunu göstermektedir. Kütahya’ya yakın bir kasabadandır. Halk arasında Kalburcu Şeyhi adıyla meşhûr olmuştur. Mihmandar ve Çavdarlı adı ile Kâf-zâde Fâizî’nin birçok eseri vardır. Bu eserlerinin de bilinirdi. Kaynaklarda doğum târihi bildirilmemektedir. 978 başlıcaları şunlardır, 1- Fetâvâ-i Kâdihân’a yazdığı fihrist. 2- (m. 1570) senesinde vefât etti. Hasenât-ı Hasen: Tiryaki Hasen Paşa’nın Kanije kuşatmasında gösterdiği kahramanlıklarını anlatır. 3- Dîvân, 4- Önce kendi memleketinin âlimlerinden ilim tahsil etti. Daha Sultan İkinci Selîm şehzâde iken Ahmed Dede’yi ziyâret etmiş sonra Şeyh Sinân Karamânî’nin hizmetinde bulundu. ve zaviyesi yakınında bir mescid yaptırmıştır. Abdüllatîf Efendi’nin sohbetlerinden çok istifâde etti. Ma’nevî hâllere ve makamlara kavuştu. Şöyle bir hâdise anlatılır Henüz talebe iken, arkadaşlarıyla 1) Şakâyık-ı Nu’mâniyye zeyli (Atâî) sh. 203 derse gidip gelirlerdi. Yine birgün derse gittiklerinde, iki arkadaşıyle beraber her biri, gönüllerinden geçenlerin hâsıl olması için hocalarından duâ istediler. Hocaları bu talebelerini kırmadı. Onlar için duâ etti. Hocalarının duâsı bereketiyle, o talebelerden biri Pâdişâh’ın ordusunda komutan, biri de ilim KALKAŞENDÎ (Ahmed bin Ali) ehli âlim bir kimse oldu. Ahmed Dede ise, hazret-i İbrâhim gibi Fıkıh, târih ve edebiyat âlimlerinin büyüklerinden. İsmi, Ahmed çok mâl ve mülke kavuştu, zengin oldu. Ahmed Dede, daha bin Ali bin Ahmed bin Abdullah el-Fezâri olup, nisbeti sonra İstanbul’a geldi. Burada büyük zâtlardan olan Kütahyalı Kalkaşendî’dir. Kalkaşend, İskenderiyye yolu üzerinde, Kâhire Merkez Efendi’nin yanında hizmet etti. Merkez Efendi’nin yakınındaki Kalyûbiyye nahiyesinin köylerinden biridir. yanında İslâmiyetin güzel ahlâkını ve Peygamber efendimizin Karkaşend de denilmektedir. Kalkaşendî’nin lakabı ( aleyhisselâm ) yolunu öğretmek için izin aldı. Yine büyük Şihâbüddîn, künyesi Ebü’l-Abbâs’tır. Şafiî mezhebi âlim ve zâtlardan Kastamonulu Şa’bân Efendi’nin de iltifâtlarına kadılarındandır. 756 (m. 1355) senesinde Kalkaşend’de kavuştu. doğdu. 821 (m. 1418) senesi Cemâzil-âhır ayının onunda, İstanbul’dan ayrılıp memleketine geldi. Burada yaptırdığı Cumartesi günü Kâhire’de vefât etti. zaviyesinde ikâmet eder, insanlara dünyâ ve âhıret saadetinin Meşhûr bir aileye mensûbdur. Kalkaşendî’nin babaları ve yollarını öğretirdi. Hocasının duâsı bereketiyle çok mal ve dedeleri âlim olduğu gibi, oğulları da büyük âlimlerden idiler. mülke kavuştuğundan, herkese çok fazla ikramlarda Kalkaşendî, küçüklüğünden i’tibâren ilim ile meşgûl olarak bulunurdu. Gece-gündüz, gelene geçene yemek yedirir, açları yetişti. İyi bir terbiye aldı. Önce Kur’ân-ı kerîmi öğrendi. Küçük doyururdu. Zaviyesinde sofra hiç eksik olmazdı. Çok yaşta İskenderiyye’ye gitti. Burada uzun zaman devrinin kerâmetleri görüldü, ömrü boyunca hiç kimseden hediye, meşhûr âlimlerinden fıkıh ve diğer yüksek din bilgilerini maaş ve sadaka gibi şeyleri kabûl etmedi. Çiftçilikle geçinirdi. öğrendi. Bunun yanında âlet ilimlerini de (sarf, nahiv, bedî’, Tarlalarından elde ettiği ürünlerden, misâfirlerine yedirmek ve beyân, iştikak v.s.) öğrendi. Yirmi küsur yaşında iken, büyük ihtiyâç sahiblerine vermek için bir miktar ayırmak âdeti idi. âlim İbn-i Mülakkın, Şafiî mezhebine göre fetvâ verip ders Hattâ hayvanlar ve kuşlar için bile yiyecek ve buğday ayırırdı. okutması ve kendisinden rivâyette bulunması için ona icâzet Tarlaya ektiği buğday ve çavdarlar, normal tohumdan olmasına rağmen, çok güzel ve benzersiz olurdu. Bu sebeple Ahmed Dede’ye halk arasında Çavdar Şeyhi de derlerdi. Tarlalardan elde ettikleri buğdayı bir anbara koyarlar, kapısını kapatırlardı. Buğdayı anbarın altındaki oluktan alırlardı. Anbarın tamamen boşaldığı hiç görülmedi. Bu sayede hiçbir zaman zâhire sıkıntısı çekilmezdi. Ahmed Dede’ye civar köy ve kasabalardan çok misâfirler gelirdi. Misâfirlere ayrılırken birer çörek verir, onlar da bunu yol azığı yaparlardı. Her zaman; “Bu ni’metlerin hepsi, Ahmed Dede’nin hocası Abdüllatîf Efendi’nin duâsı bereketi iledir” diye Allahü teâlâya şükrederlerdi. (diploma) verdi. Zamanının büyük âlimlerinden ve İbn-i Şeyha’dan hadîs-i şerîf öğrendi. Fıkıh ve edebiyat ile ilgili ilimlerde çok büyük âlim oldu. Meşhûr altı hadîs kitabını, İmâm-ı Şafiî ve İmâm-ı Ahmed bin Hanbel’in müsnedlerini talebelere okutmak için icâzet (diploma) aldı. Kâhire’de uzun müddet kadılık vazîfesinde bulundu. Bir taraftan da müderrislik yaparak çok talebe yetiştirdi. Hem müderrislik, hem de târihî araştırmalar yapardı. Bilhassa Arab kabileleri ve bunların yaşadıkları coğrafî bölgeler üzerinde araştırmalar yaptı. Geniş kültürlü olup, yazı yazma kabiliyeti çok fazla idi. Arabî dil bilgilerinde ve Arab edebiyatında çok bilgi sahibi idi. Mısır Memlûkleri’nin merkez inşâ dîvânında devâdar (sultânın genel İlk önce Halîfe diye isimlendirilen Ebû Bekr-i Sıddîk’tır. sekreteri) olarak uzun zaman vazîfe yaptı. Resûlullah efendimizin ( aleyhisselâm ) âhırete teşrîf buyurmalarından sonra halîfe olup, Halîfe-i Resûlullah Eserlerinden ba’zıları şunlardır: 1-Subh-ül-E’şâ fî kavânîn-il- (Resûlullahın halîfesi) diye ona hitâb edildi. O, ilk önce halîfe inşâ: Ba’zı kaynaklarda Sınâat-il-inşâ veya kitâbet-il-inşâ diye olarak seçilmiştir. Yerine halîfe olarak Hazreti Ömer de geçmektedir. Bu kitap yedi (veya ondört) cilddir. Yazı seçilmiştir. Halifelik vazîfesine karşılık, Beyt-ül-mâl’den belirli san’atının inceliklerini ve usûllerini bildirmektedir. Eskiden miktarda bir maaş almıştır. Vefâtı yaklaşınca, Beyt-ül-mâl’den devletler arası münâsebetlerdeki yazışmalar için, kâtiplere aldıklarının geri iadesini vasıyyet etmiştir. örnek olarak yazılmıştır. Kalkaşendî, bu eserinde devlet arşivlerinden de istifâde etmiştir. Bilhassa Ortaçağ’daki İslâm İlk önce Emîr-ül-mü’minîn diye isimlendirilen Ömer bin devletlerinin birbiriyle olan yazışmalarında kullanılmış birçok Hattâb’dır ( radıyallahü anh ). Askerî’nin bildirdiğine göre, vesîkayı kitabında toplamıştır. Yazı san’atına âit ne varsa bu Beyt-ül-mâl’i ilk kuran Ömer bin Hattâb’dır ( radıyallahü anh ). kitabına almış, pekçok şeyi de ilâve etmiştir. Fakat Askeri, başka bir yerde Hazreti Ömer’in, Hazreti Ebû Bekr tarafından Beyt-ül-mâl’de vazîfelendirildiğini İnşâ san’atı ile uğraşanlara lâzım olan hâller, haberler, eserler bildirmektedir. Buna göre, Beyt-ül-mâl’i ilk kuran Hazreti Ebû ve diğer bilgileri ihtivâ etmektedir. Kitap yedi kısım olup, her Bekr’dir. kısım bir cilddir. Bir babında, yazı (hat) ilmine âit bilgileri anlatmaktadır. Bunların çoğunu Yâkût-i Musta’simî’den alarak İlk taç giyen, Fars krallarından Sahihak’tır. Rivâyet edildiğine bildirmektedir. Kitabın bir bölümünde; harflerin yazılış şekli, göre, o Nemrud’dur. İbrâhim aleyhisselâm onun zamanında kalemin kullanılması, yazarken hangi taraftan başlanacağı, yaşamıştır. harflerin nasıl daha kolay yazılacağı bildirilmektedir. Yine bu kitabında; kavimlere âit bilgilerden, milletlerin âdetlerinden, İslâmda ilk önce vezîr ismi, Abbasî halîfelerinden Seffak’ın dînî ve fennî ilimlerden, hayvanlardan, tabiat hâdiselerinden veziri Ahmed bin Süleymân’a verilmiştir. bahsedilmektedir. Bir bölümünde de; çeşitli İslâm devletlerinden,- gayr-i müslim millet ve devletlerden, buraların coğrafi durumlarından bahsedilmektedir. Sultanlar arasındaki mektûplaşmalardan misâller verilmektedir. 2-Nihâyet-ül-Ereb fî ma’rifeti kabâil-il-Arab (veya ensâb-il-Arab): Adından da anlaşılacağı gibi, Arab kabilelerinden ve bunların bulunduğu coğrafi yerlerden bahsetmektedir. 3-Kalâid-ülCümân, 4-El-Kevâkib-üd-Dürriyye fî menâkıb-il-bedriyye, 5Dav-üs-subh-il-müsfîr, 6-Câmi’ul-Muhtasarât: Şafiî fıkhına dâir bir eserdir. 7-Hilyet-ül-Fadl ve zînet-ül-kerem fil-Mefâhereti beyn-es-Seyfi vel-Kalem, 8-Kasîdetün fî medh-in-Nebî: Peygamber efendimizi medh eden manzûm bir eserdir. 9Künh-ül-Murâd fî şerhi Bânet Suat: Ka’b bin Züheyr’in yazmış olduğu “Bânet Suat” kasidesinin şerhidir. Kendisi, bu eser hakkında şöyle demektedir: “Ben, Bânet Suat kasidesine bir Vezirlerden ilk önce Sâhib lakabı İsmâil bin Abbâd’a verilmiştir. Şöyle ki: İsmâil bin Abbâd, üstâd İbn-i Amîd ile birlikde kalırdı. Bu sebebten ona Sâhib İbni Amîd derlerdi. Ona bu isimle hitâb edildiği için, sonraları ona sâdece Sâhib dendi. Daha sonra, zamanla vezirlere de bu lakabla hitâb edilmeye başlandı. İslâmda ilk kadı Hazreti Ömer’dir. Hazreti Ebû Bekr halîfe iken, onu kadı ta’yin etmişti. Hazreti Ömer bir sene kadılık yaptı. Hiç kimse bir da’vâ için gelmedi. Kıyasta ilk hatâ eden şeytandır. Kur’ân-ı kerîmde meâlen buyurulduğu gibi şöyle dedi: “Ben ondan daha hayırlıyım.” (A’râf-12). Hâlbuki o bilmedi mi ki, toprağın cevherine atılan birşey artar ve gelişir. Ateşe atılan birşey ise yanar. şerh yazdım. Ona “Künh-ül-Murâd fî şerhi Bânet Suat” ismini İlk önce semânın ve yıldızların inceliklerinden bahseden İdrîs verdim. Allahü teâlâ bana, o kasidede daha önce vâkıf aleyhisselâmdır. olmadığım ma’nâları yazmamı nasîb eyledi.” Subh-ül-E’şâ fî kavânin-il-inşâ adlı eserden ba’zı bölümler: Nahiv ilmini ilk ortaya koyan Emîr-ül-mü’minîn Ali bin Ebî Resûlullah efendimizden (s.a.v) sonra Ahmed ismi ile ilk Tâlib’in emri ile Ebü’l-Esved ed-Düelî’dir. Mishaflara da ilk isimlenen arûz ilmini ortaya koyan Halîl’in babasıdır. Bunun noktayı o koymuştur. için ona Halîl bin Ahmed denmiştir. Usûl-i fıkha dâir ilk önce eser yazan İmâm-ı Şafiî’dir. Bu İlk önce ata binen İsmâil aleyhisselâmdır. İsmâil husûsta “Risale” ismindeki eserini yazdı. aleyhisselâmdan önce atlar vahşî idi. Onlara binilmezdi. İsmâil aleyhisselâm onları terbiye etti ve bindi, İsmâil aleyhisselâmın Fıkıh ilmine dâir ilk eser yazan Mâlik bin Enes’tir ( radıyallahü oğulları, atların terbiyesini İsmâil aleyhisselâmdan öğrendiler. anh ). Bu eserin ismi Muvatta’dır. Bu yüzden Arablar ata binmesini en iyi bilenlerdir. Aruza dâir ilk eser yazan Halîl bin Ahmed’dir. O, aynı İlk önce silâh edinip, cihâd eden Süleymân aleyhisselâmdır. zamanda lügata dâir ilk eser yazarıdır. Bu kitabının ismi Askerî, böyle söylemiştir. “Ayn”dır. Resûlullah efendimizin ( aleyhisselâm ) ilk sancak verdiği zât, İlk kalem ile yazı yazan Âdem aleyhisselâmdır. İdris amcası Hamza’dır ( radıyallahü anh ). Bu sancak beyaz idi. aleyhisselâm olduğa da rivâyet edilmiştir. İslâmda ilk bayrak, Huneyn muharebesinde kullanıldı. Bu Arabca ile ilk önce yazı yazan Hûd aleyhisselâm olduğu bayrağı Resûlullah efendimiz ( aleyhisselâm ) yapmıştır. söylenmiştir İsmâil aleyhisselâm olduğu da söylenmiştir. Bayrağın rengi siyah idi. İslâmiyete ilk harb dîvânı kuran Halîfe Ömer bin Hattâb’dır ( Resûlullah efendimizin (s.a.v) mübârek elleri ile ilk katledilen radıyallahü anh ) meşhûr ve azgın müşrik Ubey bin Haleftir. İlk hamam inşâ ettiren Süleymân aleyhisselâmdır. Süleymân Resûlullah efendimiz ( aleyhisselâm ) onu hafif olarak aleyhisselâm, hamamı cinlere yaptırmıştır. yaralamıştı. Fakat o, bundan çok şiddetli acı duydu. Ona İlk kâğıdı yapan Yûsuf aleyhisselâmdır. Başkalarının da yaptığı söylenir. Sabunu ilk yapan Süleymân aleyhisselâmdır. Kırmızı elbiseyi ilk giyen Kârûn’dur. Kârûn, elbiselerini uzun yaptırıp kendini beğenerek kibirlenen bir kimsedir. İlk önce zırh yapıp giyen Dâvûd aleyhisselâmdır. Kur’ân-ı kerîme mıshaf ismini ilk önce veren Ebû Bekr-i Sıddîk’tır ( radıyallahü anh ) Kur’ân-ı kerîmi topladığı zaman bu ismi vermişti. Peygamber efendimizin ( aleyhisselâm ), mübârek isimleri ile ilk isimlenen Muhammed bin Hatîb’dir. Hicretin ilk senesinde Habeşistan’da doğduğu zaman bu isim ile şereflendi. durumu sorulunca; “Bende bulunan acı, eğer yeryüzündekilerde olsa idi, şüphesiz onlar bundan dolayı ölürlerdi” derdi. Şam’da hastalar için ilk hastahâneyi Velîd bin Abdülmelik yapmıştır. Mısır’da ilk hastahâneyi yaptıran Ahmed bin Tûlûn’dur. Bunu Fustat’da yaptırmıştır. Günümüze kadar sağlam olarak kalmıştır. Emmâ Ba’dü (ya’nî, şimdi gelelim mevzûmuza) ifâdesini ilk önce söyliyen Dâvûd aleyhisselâmdır. İlk önce “Merhaba” diyen Seyf bin Zıyezen’dir. Bunu Resûlullah efendimizin ( aleyhisselâm ) dedesi Abdülmuttalib’e söylemiştir. “Canım sana feda olsun” ifâdesini ilk önce Abdullah bin Ömer ( radıyallahü anh ) söylemiştir. O bunu, Resûlullah efendimize ( aleyhisselâm ) söylemiştir. Resûlullah efendimiz bir fitneden bahsetmişlerdi. Abdullah bin Ömer ( radıyallahü anh ); “Canım sana feda olsun yâ Resûlallah! Ne yapayım?” demişti. Bu sözü ilk önce Hazreti Ali’nin söylediği de rivâyet edilmiştir. Bir muharebede, Amr bin Vüdde el-Âmirî mübârezeye da’vet edince, Hazreti Ali; “Canım sana feda olsun yâ Resûlallah! Bana izin verir misin?” demiştir. Bundan sonra müellifler, eserlerinde bu ifâdeyi kullanmışlardır. KALKAŞENDÎ (Ali bin Ahmed) Hadîs, nahiv ve Şafiî mezhebi fıkıh âlimlerinin büyüklerinden. İsmi, Ali bin Ahmed bin İsmâil bin Muhammed bin İsmâil bin Ali’dir. Lakabı Alâeddîn, künyesi Ebü’l-Fütûh’dur. Nisbeti Kahiri olup, aslen Kalkaşend’dendir. 788 (m. 1386) senesinde İlk önce “Allahü teâlâ ömrünü uzun etsin” diyen, Ömer bin Zilhicce ayında Kâhire’de doğdu. 856 (m. 1452) senesinde Hattâb’dır ( radıyallahü anh ). Hazreti Ali, Hazreti Ömer’in Muharrem ayı başında, ishal hastalığından vefât ettti. huzûrunda, adâlet husûsunda beğendiği bir söz söylemişti. Namazını Ezher’de Menâvî kıldırdı. Mevlüd türbesine defn Bunun üzerine Hazreti Ömer ona; Doğru söyledin. Allahü teâlâ edildi. ömrünü uzun eylesin” buyurmuştur. Kâhire’de babasının yanında büyüdü. Kur’ân-ı kerîmi ve ba’zı “Allahü teâlâ sana yardım eylesin” ifâdesini, ilk önce Hazreti kıymetli kitapları ezberledi. İbn-i Mülakkın’dan, Bülkînî ve oğlu Ömer, Hazreti Ali’ye buyurmuştur. Celâleddîn’den, Beycûrî, Şemseddîn Bermâvî ve akrabası Mecdüddîn’den ve bir grup âlimden fıkıh ilmi öğrendi. Bunların İnsanlar arasında neseb bakımından en şereflisi, Hazreti yanında Zeynüddîn Kumnî ve Telvânî’den de fıkıh öğrendi. Hasen ile Hz Hüseyn’dir. (r.anhümâ). Çünkü Resûlallah Zeynüddîn Irâkî’nin derslerine uzun zaman devam etti, hadîs-i efendimiz ( aleyhisselâm ) onların dedesidir. şerîf öğrendi. Elfiyet-ül-hadîs kitabının çoğunu okudu. Emâlî kitabının çoğunu da yazdı. Daha sonra da Zeynüddîn Irâkî’nin İslâmda yetmişbeş sene kadılık yapan, Süreyh bin el-Hâris el- oğlu Veliyyüddîn Irâkî’den ve İbn-i Hacer Askalânî’den hadîs-i Kindî’dir. Hazreti Ömer onu Kûfe’de kadı yaptı Hazreti Ömer’in şerîf öğrendi. Kırâat ilimlerini Ezher İmâmı Fahreddîn halifeliği müddetinde ve ondan sonra kadılığa devam etti. Bu Bilbîsî’den, Tenûhî’den, sonra Zerâtînî’den öğrendi. Usûl, müddet zarfında, bir ara çıkan fitneden dolayı üç sene kadılık me’ânî, beyân, mantık ve bunun gibi birçok ilimleri İzzeddîn yapmamıştır. Bunun hâricinde kadılık vazîfesini icra etmiştir. bin Cemâ’a’dan öğrendi. Bu âlimin derslerine uzun zaman devam etti. Hattâ Mısır’da Yeni Câmi’deki derslerine yayan giderdi. Yine çeşitli ilimlerde Bisâtî’nin derslerine devam etti. 1) Mu’cem-ül-müellifîn cild-1, sh. 317 2) El-A’lâm cild-1, sh. 177 Büyük âlim Şeyh Kanber’in derslerine de devam eden Kalkaşendî, Şettenûfi ve başka âlimlerden Arabî ilimleri tahsîl etti. Ferâiz ilimlerini Şemseddîn Garâkî’den okudu ve dînî ilimleri öğrendi. Şihâbüddîn bin Hâim’den hesâb ve cebir ilmi 3) Ed-Dav-ül-lâmi’ cild-2, sh. 8 öğrendi. Bir miktar da Cemâleddîn Mârâdânî’den ilim öğrendi. Hattâ Oklides’in kitabını da okudu. İbn-i Maglî el-Hanbelî’den 4) Şezerât-üz-zeheb cild-7, sh. 149 usûl-i fıkıh, hadîs ve Arabca dersleri aldı, hadîs-i şerîf dinledi. Bundan başka; Heysemî, İbn-i Hatim, Tenûhî, İbn-i Ebi’l- 5) Miftâh-us-se’âde cild-1, sh. 86, 225, 292 6) Enbâ-ül-gumr cild-3, sh. 178 7) Keşf-üz-zünûn sh. 1070, 1985 8) İzâh-ül-meknûn cild-1 sh. 421 Mecdüddîn, Lalâvî, Decvî, Şerefüddîn bin Küveyk, Cemâleddîn Abdullah Askalânî, Şümûs eş-Şâmî, Hâbetî, Muhammed bin Kâsım Süyûtî, Şemseddîn Metbûlî gibi birçok büyük âlimden hadîs-i şerîf öğrendi. 811 (m. 1408) senesinde hacca gitti. Bir müddet Mekke-i mükerremede mücavir olarak kaldı. Mekke âlimleriyle görüşerek, onlardan istifâde etti. Mecdüddîn İsmâil mütevâzî olup, herkesle iyi geçinirdi. Geceleri çok ibâdet eder, Zemzemî’den arûz ilmi öğrendi. Mekke ve Medîne teheccüd namazı kılardı. Ramazan aylarının tamâmını i’tikâfla âlimlerinden Cemâleddîn bin Zahîre, Cündî, Zeynüddîn geçirirdi. İ’tikâdı çok düzgün olup, güzel huyları kendisinde Merâgî, Zeynüddîn Taberî, İbn-i Selâme, Ebü’l-Hasen bin toplamıştı. Abdülmu’tî, Kemâleddîn bin Zahîre, Nûreddîn Mahallî, Cemâleddîn Kazrûnî ve daha birçok âlimden ilim öğrendi. 834 Ramazan’da et yemezdi. Sirke, bal, bakla ve peynir gibi (m. 1430) senesinde Şam’a gitti. Şam hafızı Nâsıruddîn ve yiyeceklerle iktifa ederdi. Yirmi sene, sarımsak ve buna Alâeddîn Buhârî’nin derslerine devam etti. Alâeddîn benzer kokulu şeyler yemedi. Şemseddîn Sehâvî şöyle der: Buhârî’den “Nüzhet-ün-Nazar” ve “Fâdihat-ül-Mülhidîn” “Ben, bir müddet Ali bin Ahmed’in derslerine devam ettim. kitaplarını okudu. Alâeddîn Buhârî’den icâzet aldı. Beyt-ül- Ondan çok istifâde ettim. Benim ba’zı kitaplarımın başına makdîs ve İbrâhim aleyhisselâmın makamlarını ziyâret etti. takriz yazdı. Beni kardeşinden önde tutardı.” Kudüs âlimlerinin çoğundan da icâzet aldı. Zamanın ilim merkezlerini gezen ve buralardaki âlimlerden ilim tahsilinde bulunan Kalkaşendî, dînî ve fennî ilimlerde çok 1) Ed-Dav-ül-lâmi’ cild-5, sh. 161 büyük âlim oldu. İlmi ve faziletleri her tarafa yayıldı ve parmakla işâret edilir oldu. Uzun bir müddet Saymeriyye’de ikâmet etti. Burada Nûreddîn Kumnî ile tanıştı. Dâvedâr-ı kebîr (sultânın genel sekreteri) tarafından Tûlûn Câmii KALSÂDÎ (Ali bin Muhammed) müderrisliğine ta’yin edilinceye kadar sıkıntı içinde yaşadı. İmâm-ı Şafiî’nin yakınındaki Selâhiyye Medresesi’nde de Mâlikî mezhebi fıkıh ve hadîs âlimlerinden. İsmi, Ali bin müderrislik yaptı. Televânî’nin vefâtından sonra, medresenin Muhammed bin Muhammed bin Kuraşî’dir. Endülüs’de idâre işleri ona verildi. Eşrefiyye’de kütüphâne idâreciliğinde yetişmiş olup, Kalsâdî adıyle tanınmaktadır. Lakabı Nûreddîn, de bulundu. künyesi Ebü’l-Hasen’dir. 815 (m. 1412) senesinde Endülüs’te Basta şehrinde doğdu. 891 (m. 1486) senesinde, Kuzey Kayâtî’nin vefâtından sonra, Şeyhûniyye’de fıkıh Afrika’da Becâye şehrinde, Zilhicce ayında vefât etti. müderrisliğine ta’yin edildi. İbn-i Hacer’in vefâtından sonra da, Tûlûn Câmii’nde hadîs-i şerîf müderrisliği vazîfesine getirildi. Basta’da büyüdü. Orada Kur’ân-ı kerîmi, meşhûr kırâat Yine Haseniyye Medresesi’nde kırâat dersleri okuttu. imamlarından İmâm-ı Nâfi’nin kırâatini, İmâm-ı Verş rivâyetine Kendisine Şam’da Şafiî kadılığı teklif edildiyse de, bunu kabûl göre fakîh Azîz’den okudu. Daha sonra Muhammed Kusturlî etmedi. ve Fakîh Ca’fer’den hesâb (matematik), ferâiz ve fıkıh ilmi öğrendi. Fakîh Ebû Bekr Beyyâz’dan Arabî ilimleri, Manzûme Kalkaşendî’den pekçok talebe ilim öğrendi. Bunların içinde bin Beri’den Nâfi’ kırâatini okudu. Üstâd Muhammed bin âlimler ve her seviyeden insanlar vardı. Yetiştirdiği âlimlerden Muhammed Beyânî ve Ali Karâbâkî’den fıkıh ve nahiv ilimlerini ba’zıları şunlardır: Nûreddîn Bilbîsî, Şihâbüddîn Kûrânî, öğrendi. Daha sonra Menekeb şehrine gitti. Buranın hatîbi Bedreddîn Ebü’s-Se’âdât Bülkînî, Ni’metullah Cehri, Burhan olan Ebû Abdullah Becelî’den ve Ebü’l-Hasen Âmiri’den nahiv bin Zahîre, İbn-i Ebü’s-Süûd, Celâleddîn bin Emâne, ve fıkıh ilimleri tahsil etti. 840 (m. 1436) senesinde Tilmsân’a Necmeddîn bin Kâdı Aclûn Senhûrî. gitti. Burada Ebü’l-Fadl Meşeddâlî ile beraber Şeyh Ahmed bin Fıkıh ve fıkıh usûlü, Arabca, me’anî, beyân, kırâat ve diğer ilimlerde söz sahibi büyük âlimlerden idi. Çabuk okur ve çabuk yazardı. Okuması ve yazması çok güzeldi. Münâzara ve mübâhasede mahir idi. İzzeddîn Kenânî der ki: “Mübâhase husûsunda ondan daha mahir bir kimse görmedim.” Çok Zâgû’nun derslerine devam etti. Muhammed bin Merzûk ve Ukbânî’den; tefsîr, hadîs, fıkıh, nahiv, ferâiz ilimlerini öğrendi. İbn-i Zâgû’dan da, bu ilimlerle beraber; matematik, geometri, beyân, me’âni, mantık ilimlerini okudu. Ebü’l-FadL Meşeddâlî’den, büyük âlim İmâm-ı Gazâlî’nin “Mustasfâ” adlı eserini okudu. Ayrıca İbn-i Merzûk Sûfî, Yûsuf bin Süleymân, Hadîs ve Mâlikî mezhebi fıkıh âlimlerinin büyüklerinden. İsmi, Allâme Muhammed bin Neccâr ve başka âlimlerden de ilim Ömer bin Muhammed bin Abdullah olup, nisbeti el-Bâcî et- öğrendi. Uzun zaman ilim tahsili ile meşgûl oldu. Bilhassa Tûnûsî’dir. Künyesi Ebû Hafs’dır. Kalşânî diye meşhûrdur. ferâiz ve matematik ilimlerinde yüksek bir mertebeye ulaştı. Aslen Tunus’un “Bâce” kasabasındandır. Doğum târihi Hattâ bu ilimlere dâir Tilmsân’da kitap da yazdı. 847 (m. 1443) kaynaklarda bildirilmiyen Kalşânî, 848 (m. 1444) senesinde senesi sonunda Tilmsân’dan Tunus’a gitti. Burada Kâdı vefât etti. Muhammed bin Ukâb’dan; tefsîr, hadîs ve fıkıh ilimlerini okudu. Tunus’ta daha başka âlimlerden de ders aldı. 850 (m. Babasından, Kâdı Ebî Mehdî el-Gabrînî’den, el-İmâm el- 1446)’da Tunus’tan Kâhire’ye geldi Buradan hacca gitti. Hac Ebey’den, el-İmâm Muhammed bin Merzûk’dan ve bunlardan ibâdetini yerine getirdikten sonra Kâhire’ye döndü ve orada başka zamanının büyük âlimlerinden ilim öğrendi. Eş-Şerîf es- ikâmet etti. Kâhire’de pekçok kimse Kalsâdî’den ilim öğrendi Saklî’den tıb ilmi öğrendi. Tunus’ta Cemâ’a kadılığı ve onun eserlerini yazdı. Böyle olmakla beraber, Kâhire’de; vazîfesinde bulundu. Fıkıh, hadîs, tefsîr, mantık, me’ânî, İbn-i Hacer, Ebü’l-Kâsım Nevîri, Ebü’l-Feth Meragî Celâleddîn beyân ve Arabî dil bilgilerini okuttu. Birçok âlim ondan ilim Mahallî ve diğer büyük âlimlerin derslerine devam etti. öğrendi. Oğlu, Şeyh Abdülmu’tî bin Hasîb, Şeyh Sâlih er- Özellikle aklî ilimleri tahsil ederdi. Sâlih bir zât idi. Bukâî der ki: Rusâ’, Şihâbüddîn el-Ebedî, İbrâhim el-Ahdârî bunlardandır. “852 (m. 1448) senesinde, rivâyetlerini ve eserlerinin Önceleri babası gibi, kendi memleketinde Enkeha denilen tamâmını rivâyet etmek üzere bana icâzet verdi.” yerde kadılık yapardı. Ebü’l-Kâsım Kusentînî’nin ölümünden sonra Cemâ’a kadılığı vazîfesine getirildi. Burada ölünceye Eserlerinden ba’zıları şunlardır: 1-El-Kânûn fil-hesâb, 2-Keşf- kadar vazîfe yaptı. ül-cilbâb fî ilm-il-hesâb, 3-Eşref-ül-mesâlik ilâ mezheb-il-İmâmı Mâlik, 4-Bugyet-ül-mübtedî ve gunyet-ül-müntehî, 5-Takrîb- Derslerinde, çok güzel ve açık konuşurdu. Meclisine gelen ül-mevâris ve müntehâ-el-Ukûl vel-bevâhis, 6-Tenbîh-ül-insân âlimler ve âlim olmayanlar ondan istifâde ederlerdi. Kalşânî, ilâ ilm-ü-mîzân, 7-Şerh-ül-Ecrûmiyye, 8- Şerhu Îsâgûcî, 9- Tunus’ta yetişen âlimlerin büyüklerinden, muhakkik ve Şerh-ut-telhîs fil-me’ânî vel-beyân, 10-Şerh-ut-Tilmsâniyye, hafızların ileri gelenlerindendir. İbn-i Hâcib’in kitabına, çok 11-Şerh-ül-kasîdet-il-Hazreciyye, 12-Keşf-ül-esrâr an ilmi güzel ve mükemmel bir şerh yazdı. Bu şerhinde, birçok büyük hurûf-il-gubâr, 13-Şerh-ül-Kuşeyrîyye, 14-Gunyet-ün-necât, âlimin sözlerini nakletti. Bu eseri; ilminin genişliğini, 15-En-Nasîhatü fis-siyâset-il-âmme vel-hâssa, 16-Hidâyet-ül- anlayışının kuvvetini ve büyüklüğünü göstermektedir. enâm fî şerhi muhtasarı kavâid-il-İslâm, 17-Hidâyet-ün-nezzâr fî tuhfet-ül-ahkâm vel-esrâr. 1) Mu’cem-ül-müellifîn cild-7, sh. 230 2) Ed-Dav-ül-lâmi’ cild-6, sh. 14 3) Neyl-ül-ibtihâc (Dîbâc kenarında) sh. 209 4) Esmâ-ül-müellifîn cild-1, sh. 737 KALŞÂNÎ (Ömer bin Muhammed) Eserlerinden ba’zıları şunlardır: 1-Şerh-ut-Tavâli’, 2- Dekâikül-fehm fî mebâhis-il-ilm, 3- Şerhu alâ İbn-i Hâcib. 1) Ed-Dav-ül-lâmi’ cild-6, sh. 137 2) Mu’cem-ül-müellifîn cild-7, sh. 312 3) Neyl-ül-İbtihâc (Dîbâc kenarında) sh. 196 4) Esmâ-ül-müellifîn cild-1, sh. 793 KALYÛBÎ (Ahmed bin Ahmed el-Mısrî) Mısır’da yetişen Şafiî mezhebi âlimi. İsmi, Ahmed Şihâbüddîn haşiyesi, 3-Şerh-ut-Tahrir haşiyesi, 4- Şerh-i Ebî Şücâ’ bin Ahmed bin Selâme el-Mısrî el-Kalyûbî’dir. Mısır’ın Kalyûb haşiyesi: İbn-i Kâsım el-Gazzî’nin eserine yapılan haşiyedir. 4- şehrinde dünyâya geldi. Doğum târihi belli değildir. 1069 (m. Şerh-ül-Ezheriyye haşiyesi, 5- Şeyh Hâlid’in “Şerh-ül- 1659) senesi Şevval ayının sonlarında vefât etti. Kabri Kalyûb Ecrûmiyye”sine yazdığı haşiye, 6- Şerh-i Îsâgûcî haşiyesi; şehrindedir. Şeyhülislâm Molla Fenârî’nin eserinin hâşiyesidir. 7- İmâm-ı Nevevî’nin “Minhâc-üt-tâlibîn”ine Celâlüddîn-i Mahallî’nin Şafiî fakîhlerinin meşhûrlarından Şemseddîn-i Remlî’nin yazdığı şerh üzerine haşiye, 8- Kitâb-üs-salevât, 9-Hikâyet-ül- yüksek talebesi idi. Fıkıh ve hadîs ilimlerini, bu hocasından garîbi vel-acâib-vel-letâif ven-nevâdir vel-fevâid ven-nefâis: tahsîl etti. Kendi evinden ayrılıp, tam üç sene bu zâtın yanında Ancak vefâtından sonra tertip ve tanzim edilen bu eser, kaldı. Kalyûbî bundan başka; Nûreddîn-i Zeyyâdî, Sâlim-i kısaltılarak “Nevâdir-ül-Kalyûbî” ismi verilmişdir. 10- El- Şebşîri, Ulyâ Halebî, Sübkî gibi meşhûr âlimlerden de ilim Hidâyetü min-ed-dalâleti fî ma’rifet-il-vakti vel-kıble bi gayri öğrendi. Kendisinden de: Mensûr-ı Tûhî, İbrâhim-i Bermâvî, âletin, 11- Tezkiret-ül-Kalyûbî: Tıb ilmine dâirdir. 12- Kitâbün fî Şa’bân-ı Feyyûmî ve daha birçok büyük zâtlar ders alıp, ilim menâsik-il-hac, 13- Kitâb-ül-mücerrebât, 14- Mi’râc-ün-Nebî ( öğrendiler. aleyhisselâm ), 15- Risâletün fî ma’rifeti esmâ-il-bilâd ve Kalyûbî’nin zamanının âlimleri arasında en büyüğü olduğunda herkes ittifâk etmişti. Fıkıh, hadîs, Arab edebiyatı, tıb ve coğrafya ilimlerinde derin bir âlim idi. Verâ’ı ve takvâsı çoktu. Ya’nî dînimizin haram ettiği ve şüpheli olarak bildirdiği şeylerden çok sakınırdı. İlminin yüksekliği ve çokluğu urûziha ve atvâlihâ, 16- Kitâb-ül-hikâyât: Bu eser, “Kitâb-ünnevâdir”den başka olup, sâlih ve dindar zâtlara dâir hikmet ve ibret dolu latifelerini ihtivâ etmektedir. 17-Risâletün fî fedâili Mekke vel-Medîne ve Beyt-il-makdis ve Şey’ün min târihiha, 18- Evrâk-ül-Latîfetü. sebebiyle kendisine, “Şâfi-i sagîr” ünvanı verilmişti. Dünyâ Mehmed Zihnî Efendi’nin tercüme ettiği “Tuhfet-ür-râgıb” malına, makam ve mevkiine hiç düşkün değildi, İlminin kitabının son sözünde buyuruyor ki: yüksekliğindeki heybetinden, huzûrunda kimse konuşmaya cesâret gösteremezdi. Herkese tevâzu gösterirdi. Fakirleri çok “Selef-i sâlihîn ve bu ümmetin büyükleri (r.anhüm), Sultân-ül- sever, kimseden sadaka kabûl etmezdi. Resmî bir yerde mürselîn aleyhi salevât-ül-melik-il-mu’în olan efendimiz görevi ve ders vermesi olmamakla beraber, bolluk ve ni’metler Muhammed aleyhisselâma ve O’nun tertemiz olan âl-i içinde bir hayat geçirdi. Fen ilimlerinde de derin bilgi sahibi evlâdına (çoluk-çocuğuna) tevessül ederek duâ ederler ve olup, hesâb, mîkat (namaz vakitlerinin hesaplanmasını bilmek) kabûl edildiğini görüp, üzüntü ve kederlerinden kurtulurlardı. ve astronomi ilimlerinde de üstün mehâreti vardı. Bilhassa tıb Çok zaman, meşhûr ve büyük velîler, Hazreti Ali’nin kabr-i ilminde mütehassıs idi. Çok güzel ders anlatırdı. Talebelerinin şerîflerinin bulunduğu Kûfe’ye gidip, onun mübârek kabirlerinin anlayacağı seviyede ders verirdi. Anlayamadıkları yerleri, huzûrunda dururlar ve duâ ederler, böylece duâları kabûl olup canlı misâller getirerek îzâha çalışırdı. Derslerinde bulunan ihtiyâçları hâsıl olurdu. Bizim büyüklerimiz ve hocalarımız da, insanlar sanki başlarında kuşlar varmış gibi sükûnet ve edeb sözbirliği ile buyurmuşlardır ki: “Kederli ve sıkıntıda olan bir hâlini hiç bozmazlardı. Pekçok eser yazmış olup, bunlardan kimse, güzelce abdest alıp, Peygamber efendimize salevât-ı 18 tanesi bugüne kadar gelmiştir. Eserlerinden herkes istifâde şerîfe getirdikten ve Ehl-i Beyt’ten rivâyet edilen şu duâyı etmektedir. okuduktan sonra, Hak teâlâ o kimseye ferahlık ve afiyet ihsân eder “Allahümme lekelhamdü alâ mâ lem ezel, insarefe fihi Eserleri: 1- Tuhfet-ür-râgıb fî sîreti cemâ’atin min a’yâni Ehl-i min selâmeti bedenî ilâ âhır...” Beyt-il-etâyib: Bu eserinde, Mısır’da makam ve kabirleri bulunan seyyidlerin ileri gelenlerinin hayatlarını kısa ve özet Şeyh Abdülazîz bin Ahmed ed-Dîrinî rivâyet ederek buyuruyor olarak anlatmaktadır. Osmanlı âlimlerinden Mehmed Zihnî ki: “Kutb-ül-ârifîn Şeyh Aliyy-ül-Mülcî’den işittim, kendi Efendi, bu kitabı, “Bugyet-üt-tâlib fî tercemet-i Tuhfet-ir-râgıb” talebelerine diyordu ki: “Size bir keder ve sıkıntı eriştiğinde adı ile Türkçeye tercüme etmiştir. Esere, Hazreti Hüseyn veyahut memleketinizde tâ’ûn (veba) hastalığı ortaya efendimizin hayâtı ile başlanmaktadır. 2-Şerh-ül-Minhâc çıktığında, istiğfar ile birlikte çok salevât-ı şerîfe okuyun ve şöyle duâ ediniz: “Allahümme innâ nes’elüke bi-hakk-ıl- olmasaydı, gece-gündüz sana kulluk ile meşgûl olurdum. Bu Hüseyni ve ahîhî ve ceddihî ve ebîhî ve ümmihî ve benîhî ve bakımdan beni af et, yâ Rabbî!” Efendisi köleyi fecr zürriyyetihî ve muhıbbihî ve itratihî ve âlihî. Ferric annâ ve doğuncaya kadar ta’kib etti. Fecr doğunca, tavanda asılı olan anil-müslimîne mâ nahnü fîhî yâ erhamer-râhimîn.” Böyle kandil kayboldu. Efendisi odasına gidip durumu hanımına yaparsanız elemleriniz ve kederleriniz yok olur. Allahü teâlâ, anlattı. Ertesi gece köleyi görmek için hanımıyla beraber gitti. sizleri tâ’ûn belâsından korur. Sâlih zâtlardan birçokları bunu O gece de aynı şeyleri gördüler. Ertesi gün köleyi çağıran tecrübe ettiler ve bereketini gördüler. efendisi; “Gündüzleri de Allahü teâlâya ibâdet edebilmen için ve Allahü teâlânın rızâsına kavuşabilmen için seni azâd ettim. Nevâdir-ül-âlem ismindeki eserinden ba’zı bölümler: Hikâye: “Bir kadın vardı. Her söze ve işe başlarken Besmele çekerdi. O kadının münâfık bir kocası vardı. Besmele çekmesine çok kızardı. Hanımını bir işte mahcup etmeye karar verdi. Hanımına birgün içerisinde para bulunan bir kese verdi. “Bunu sakla, sonra senden isterim” dedi. Hanımı keseyi Bundan sonra sen hürsün” dedi. Geceleyin gördüklerini köleye anlattı. Köle bunları efendisinden duyunca; “Yâ Rabbî! Ben hâlimin kimse tarafından bilinmemesini istiyordum. Şimdi ise bunlar benim hâlimi öğrendiler. Bunlardan başkasının hâlimi öğrenmemesi için canımı al, yâ Rabbî!” diye duâ edince o anda vefât etti.” bir yere koyup üzerini örttü. Kocası, hanımının haberi olmadan Hikâye: “Âbid bir zât namaza başlamış Fâtiha-i şerîfe gidip keseyi yerinden aldı. Onu bahçedeki kör kuyuya attı. okuyordu. Fâtiha-i şerîfeden; “Yalnız sana ibâdet ederiz” Sonra gelip hanımından keseyi vermesini istedi. Kadın keseyi meâlindeki âyet-i kerîme gelince; “Sen yalancısın. Sen ancak koyduğu yere gelip, Besmele çekti. Allahü teâlâ o anda mahlûka kulluk ediyorsun” diye bir ses işitti. Bunun üzerine bu Cebrâil aleyhisselâma, yeryüzüne inip keseyi yerine hâlinden tövbe edip, ihlâsla Allahü teâlâya ibâdet etmeye koymasını emretti. Cebrâil aleyhisselâm keseyi kuyudan alıp başladı. Sonra tekrar namaza durdu. Aynı âyet-i kerîmeye yerine koydu. Kadın keseyi almak için elini uzatınca keseyi gelince tekrar bir ses; “Sen yalan söylüyorsun. Çünkü sen orada buldu. Hiçbir şeyden habersizce onu alıp kocasına malına kulluk ediyorsun” diyordu O zât hemen kendisine lâzım verdi. Bu durum karşısında hayretler içinde kalan kocası, olandan başka bütün malını fakir fukaraya dağıttı. Sonra hemen tövbe etti ve bir işe başlarken, birşey yaparken namaza başlayıp aynı âyet-i kerîmeye gelince, bir sesin şöyle Besmele çekmeye başladı.” dediğini duydu: “Yalnız sana ibâdet ederiz” meâlindeki âyet-i Hikâye: “Birisi bir köle satın aldı. Bu sırada köle, kendisini satın alan efendisine dedi ki: “Senden üç şey istiyorum: 1- kerîmeyi hâlis ve samîmi olarak okursan, hakîki âbidierden olursun.” Vakti girince benim namaz kılmama mâni olmayacaksın. 2- Hikâye: Üsâm bin Yûsuf isminde bir kişi. Hâtim-i Esâm Beni gündüz çalıştıracaksın, fakat gece asla meşgûl hazretlerinin meclisine geldi. Hâtim-i Esâm’a hitaben; “Namazı etmeyeceksin. 3- Bana bir oda yaptıracaksın. Oraya benden nasıl kılarsın?” dedi. Hâtim-i Esâm yüzünü ona doğru çevirip; başkası girmeyecek.” Satın alan şahıs, kölenin bu isteklerini “Namaz vakti gelince kalkar hem zâhiren hem de bâtınen kabûl etti. Köleye bir oda gösterdi. Beğenip, beğenmediğini abdest alırım” dedi. Üsâm bin Yûsuf; “Zâhirî ve bâtınî abdest sordu. Köle de beğendiğini söyledi. Efendisi ona; “Bu harab nasıl olur?” diye sordu. O zaman Hâtim-i Esâm zâhirî abdest, odayı niçin tercih ettin” diye sorunca, köle; “Efendim! Allahü ma’lum a’zâları ma’lum olduğu sûrette su ile yıkamaktır. Bâtınî teâlânın ismi şerîfleri anılıp, O’na ibâdet ve tâat yapıldığı abdeste gelince, a’zâlarımı; tövbe, nedamet ile, dünyâ ve baş harab yerler, güllük gülistanlık olur” dedi. Köle gündüz işlerini olma sevgisini, mahlûkun övmesini, kin ve hasedi terketmek bitirdikten sonra akşam olunca odasına girerdi. Efendisi bir sûretiyle yıkarım. Kâ’be’yi gözümün önünde tutarım, Allahü gece onun sabaha kadar ne yaptığını öğrenmek için, köleden teâlânın beni gördüğünü düşünürüm. Cennetin sağımda, habersiz odanın bir köşesine gizlendi. Gece olunca köleyi Cehennemin solumda, Azrail aleyhissselâmın arkamda ta’kib etmeye baş ladı. Kölesinin secdeye varıp şunları olduğunu ve sanki ayağımı Sırat Köprüsü’ne koymuş söylediğini duydu: “Yâ İlâhî! Gündüz efendimin hizmetinde olduğumu, kıldığım bu namazın son namazım olduğunu kabûl bulunmak zorundayım. Eğer böyle bir meşgûliyetim ederim. Sonra niyet eder, tekbir alırım. Namazda okurken, uyumalarına mâni oldu. Bunun üzerine bu sesin geldiği tarafa tefekkür ederek okurum. Tevâzu ile rükû’a giderim. Tazarrû ve doğru gittiler. Sesin geldiği yere varınca kıldan yapılmış çadır yakarma hâlinde secde yaparım. Ümid ile teşehhüde içerisinde, yaşlı bir kadınla karşılaştılar. O kadına; “Bu merkep otururum, İhlâs ile selâm veririm, işte otuz seneden beri benim sesi nereden geliyor. Onun sesinden bir türlü uyuyamadık” kıldığım namaz böyledir.” Bunun üzerine Üsâm bin Yûsuf, dediklerinde kadın; “O merkep gibi ses çıkaran benim Hatim hazretlerine “Bunu herkes yapamaz” deyip şiddetle oğlumdur. Hayatta iken bana eşek diye hitap ederdi. Allahü ağladı. teâlâya onu eşek yapması için bedduâ ettim. Onun için böyle her gece sabaha kadar merkep gibi ses çıkarır” dedi. Bunun Hikâye: Birisi vardı. Otuz sene Allahü teâlâyı zikretmedi üzerine kervan sahipleri o kadına; “Bizi onun kabrine götür, (anmadı, hatırlamadı). Bunun üzerine melekler; “Yâ Rabbî! onun kabirdeki hâline bir bakalım” dediler. Kabre gidip, açıp Falanca kulun seni şu kadar zamandan heri anıp, hatırlamadı” baktıklarında, boynunun eşek boynu gibi olduğunu gördüler. dediler. Bunun üzerine Allahü teâlâ onlara; “O ni’metim içerisinde olduğu için beni hatırlamıyor. Eğer ona bir Hikâye: Bâyezîd-i Bistâmî birgün, ağladığı yüzünden belli musibetim isâbet etse idi, beni hatırlardı” buyurdu. Allahü teâlâ olacak şekilde evinden dışarı çıkmıştı. Onun bu hâlini o kişiye felç hastalığı verdi. Bunun üzerine o şahıs; “Yâ Rabbî! görenler; “Niçin ağladın?” diye sordular. Bâyezîd-i Bistâmî Yâ Rabbî!” diye yalvarmağa başladı. O zaman o şahsa; “Ey şöyle anlattı: “Söyle bir rivâyet duydum: “Bir kul kıyâmet kulum bu kadar zamandan beri nerede idin? buyuruldu. gününde hak sahibi ile beraber hesap yerine getirilir. Hak sahibi; “Yâ Rabbî! Ben dünyâda iken kasap idim. Bu şahıs Hikâye: Ebû Kılâbe ( radıyallahü anh ) bir gece rü’yâsında bir bana geldi. Satın alacağım diye eti elimden aldı. Hattâ ette kabristan gördü. Kabirler yarıldı, içerisindeki mevtalar çıktılar parmaklarının izi bile kaldı. Fakat sonradan vaz geçti. O eti ve kabirlerin üstlerine oturdular. Önlerinde nûrdan tabaklar satın almadı. Bugün ise ben, onun elinin izi kadar sevâba vardı. Fakat bunların arasında bir kişinin önünde böyle bir muhtacım. Onu istiyorum” dedi. Bunun üzerine, o etteki nûrdan tabak görmedi. Bunun üzerine ona; “Senin önünde parmak izi kadar o şahsın sevâbından alınıp kasaba verildi. neden nûrdan bir tabak göremiyorum? Bunun sebebi nedir?” Kasabın sevâbı bununla ağır geldi. Cennete gönderildi. diye sordu. O şahıs, “Onların duâ eden ve onlar için sadaka Sevâbından çok az miktar alınan şahsın sevâbı azalıp, veren çocukları ve yakınları var. Onların önünde gördüğün bu günahları ağır geldi. Cehenneme gönderildi.” Bâyezîd-i nûrlar, çocuklarının ve akrabalarının duâları ve onlar nâmına Bistâmî hazretleri bunları anlattıktan sonra: “Ben o çetin hesap verdikleri sadakalar sebebiyledir. Fakat benim oğlum sâlih bir gününde hâlimin ne olacağını bilmiyorum. Acaba hâlim o gün kimse değil. Benim için ne sadaka veriyor ne de duâ ediyor. nasıl olur diye ağladım” buyurdu. Ondan dolayı öyle bir nûra sahip değilim” dedi. Ebû Kılâbe ( radıyallahü anh ) ertesi gün o meyyitin oğlunu çağırdı. Hikâye: Bir zât, nefsini muhâsebeye çekmek üzere, ömrünü Gördüğü rü’yâyı ona anlattı. O meyyitin çocuğu şöyle dedi: hesapladı. Altmış sene yaşamıştı. Sonra gün olarak “Ben yaptığım bütün kötülüklere tövbe ettim.” Ondan sonra hesapladı. Yirmibirbin gün buldu. Bunun üzerine; “Eyvah! ibâdet ve tâatla meşgûl oldu. Babası için duâ etti ve sadaka Hergün bir günah işlemiş isem, bu kadar günahla Allahü verdi. Ebû Kılâbe bir müddet sonra daha önce gördüğü teâlânın huzûruna nasıl varabilirim” deyip bayıldı. Bir müddet kabristanı yine gördü. Önceki gördüğü ölüleri de aynı şekilde sonra kendisine geldiğinde, önceki sözünü söyleyip, tekrar gördü. Bu sefer önünde, nûr bulunmayan meyyitin önünde çok kendisinden geçti. Sonra hareket ettirdiklerinde vefât ettiğini parlak bir nûr gördü. O şahıs Ebû Kilabe’ye hitaben; “Allahü gördüler.” Bu zât, hergünki bir günâhı için böyle yaparsa, teâlâ sana pekçok hayırlar versin. Oğlumun Cehennemden günde birçok günah işliyen kimselerin ne yapması lâzım kurtulmasına, benim de bu hâle kavuşmama vesile oldun” gelir?” dedi. Hikâye: Hâmid Lifâf hazretleri, değirmene un öğütmek için Atâ bin Yesâr anlattı: Yolculuk yapmakta olan bir kervan, bir gitmişti. Ondan sonra da tarlasını sulamaya gidecekti. O gün yerde mola vermişti. Fakat bu sırada bir merkebin sesi onların de, günlerden Cum’a idi. Cum’a vakti yaklaşıyordu. Kaybolan merkebini arayacak ve tarlasını sulayacak olsa, Cum’a teâlânın izni ile hastalıktan kurtulursunuz” denildi. Bunun namazına yetişemeyecekti. Kendi kendine; “Âhıret işi, dünyâ üzerine Ya’kûb bin Leys, Sehl bin Abdullah hazretlerini da’vet işinden önce gelir” deyip, Cum’a namazını kılmaya gitti. Cum’a etti. Sehl bin Abdullah vâlinin yanına geldi. Vâli; “Efendim bu namazından sonra, kayıp merkebini arayacak, tarlasını hastalıktan kurtulmam için bana duâ edin” dedi. Sehl bin sulayacaktı. Tarlasına gidince sulanmış olduğunu gördü. Abdullah; “Ben sana nasıl duâ edeyim. Sen zulüm ve haksızlık Evine gidince de, merkebinin ahırda olduğunu, hanımının da yapıyorsun” dedi. Bunun üzerine vâli yaptığı zulüm ve te’min ettiği un ile ekmek yaptığını gördü. Merakla bunların haksızlıklara tövbe etti. Bir daha böyle şeyleri yapmayacağına nasıl olduğunu sordu. Hanımı şöyle anlattı: “Bir ara dışarda bir söz verdi. Haksız olarak hapsedilenleri, hapishâneden çıkardı. gürültü ile beraber bir ses işittim. Dışarı çıkıp baktığımda, bir Bunun üzerine Sehl bin Abdullah; “Allahım! Sen ona günah arslanın bizim merkebi kovaladığını gördüm. Hemen ahırın işlemenin ne kadar kötü olduğunu gösterdiğin gibi, senin kapısını merkebe açıp, ahıra girmesini te’min ettim. Ben de emirlerine itaat etmenin ve yasaklarından sakınmanın izzetini hemen eve girdim. Bizim tarlanın sulanmasına gelince, ve üstünlüğünü de öylece göster. Onu hastalığından kurtar” tarlamıza bitişik olan tarlanın sahibi tarlasını suluyormuş. Bu diye duâ etti. Sehl bin Abdullah bu duâyı yapınca, vâli o anda sırada uyuya kalmış, su taşıp bizim tarlaya akmış, bu vesile ile Allahü teâlânın izni ile iyileşti. Vâli, Sehl bin Abdullah’a çok bizim tarla da sulanmış oldu. Una gelince, bizim komşunun mal verilmesini emr etti. Fakat o, bunları kabûl etmedi. Sehl değirmende unu varmış. Onu eve götürmek için değirmene bin Abdullah memleketine dönmeye karar verdi. Yolda gitmiş. Yanlışlıkla bizim unu da alıp getirmiş. Evine gelince, giderken yanında bulunanlar? “Keşke vâlinin verdiği malı getirdiği unun bizim un olduğunu anlayınca; “Bu un sizin kabûl etseydin. Kendine almasan bile fakirlere verirdin” ununuz” diyerek getirip verdi.” Hanımından bunları öğrenen dediler. Bunun üzerine Sehl bin Abdullah bulunduğu yere Hâmid Lifâf ellerini kaldırıp; “Yâ Rabbî! Ben senin bir emrini nazar etti. Allahü teâlânın izni ile yerde bulunan çakıl taşları yerine getirdim. Sen ise benim üç ihtiyâcımı birden giderdin” cevher oldu. Yanındakilere; “Dilediğiniz kadar bunlardan deyip Allahü teâlâya hamd ve senada bulundu. alınız. Hiç bunları veren Allahü teâlâ varken, vâli Ya’kûb bin Leys’ın malına muhtaç olunur mu?” buyurdu. O zaman Hikâye: Bir şahıs yemek yiyordu. Sofrasında kızarmış tavuk yanındakiler Sehl bin Abdullah’tan özür dilediler. da vardı. Bu sırada bir fakir gelip ondan bir şeyler istedi. Zengin olmasına rağmen, fakire birşey vermeden geri çevirdi. Bil ki, Allahü teâlâ beş şeyi beş şeyde gizledi: 1- İnsanların, Bir müddet sonra, zenginle hanımı arasında bir anlaşmazlık belki rastlarım ümidi ile bütün tâatları yapmaları için Allahü çıktı. Hanımından ayrıldı. Hanımı başka birisi ile evlendi. teâlâ rızâsını, tâatlardan bir tâat içerisinde gizledi. 2-İnsanların Aradan seneler geçmişti. Ayrılan hanım evlendiği şahısla günâha düşmekten sakınması ve korunması için, gazâbını yemek yiyordu. Bu sırada bir fakir gelip, onlardan birşeyler günahlardan bir günahın içerisinde gizledi, 3)- İnsanların istedi. O şahıs önünde duran tavuğu fakire verdi. Hanımı, tesadüf ederiz ümidi ile bütün gecelerini ihyâ etmeleri için, gelen fakirin kim olduğunu tanımıştı. O fakir, hanımın ilk Kadr gecesini Ramazân-ı şerîf ayında gizledi. 4- İnsanların kocası idi. Böyle fakir ve perişan bir hâle düşmüştü. Bu karşılaştıkları kimselere, belki Allahü teâlânın velî bir kuludur durumu kocasına anlatınca, kocası şöyle cevap verdi: “Allahü deyip, onların duâlarına kavuşmak gayreti içerisinde olmaları teâlâ ona birçok ni’met vermişti. Buna rağmen bütün o ve hiç kimseyi aşağı görmemeleri için, velî kullarını insanlar ni’metlerin sahibi olan Allahü teâlâya, şükür vazîfesini yerine arasında gizledi. 5- İnsanlar Cum’a günü duâda gayretli getirmiyordu. Bu sebeple Allahü teâlâ onun malını, mülkünü olmaları için, Allahü teâlâ Cum’a günü duânın kabûl edileceği ve hanımını bana nasîb eyledi.” zamanı gizledi. Hikâye: Horasan vâlisi Ya’kûb bin Leys bir hastalığa yakalanmıştı. Tabibler onun hastalığını tedâvi etmekten âciz kalmışlardı. Bu sırada Ya’kûb bin Leys’e; “Burada sâlih bir zât var. İsmi, Sehl bin Abdullah’tır. Eğer o size duâ ederse, Allahü 1) Mu’cem-ül-müellifîn cild-1, sh. 148 2) El-A’lâm cild-1, sh. 92 3) Hulâsat-ül-eser cild-1, sh. 175 2) Ed-Dürer-ül-kâmine cild-3, sh. 346 4) Keşf-üz-zünûn sh. 1797 3) Hüsn-ül-muhâdara cild-1, sh. 419 5) Brockelmann Sup 2, sh. 493, Gal-2, sh. 364 4) Tabakât-üş-Şâfiiyye (Esnevî) cild-2, sh. 328, 329 6) Tuhfet-ür-râgıb (Hatime kısmı) 7) Nevâdir-ül-âlem. KÂNÛNÎ SULTAN SÜLEYMÂN Aklî ve naklî ilimlerde âlim, Onuncu Osmanlı Sultânı. Yavuz Sultan Selim Hân’ın oğlu olup, annesi Âişe Hafsa Sultan’dır. 900 (m. 1494) senesinde Trabzon’da doğdu. Kanunî lakabıyla KALYÛBÎ (Muhammed bin Ahmed el-Askalânî) Şafiî mezhebi fıkıh âlimlerinden. İsmi, Muhammed bin Ahmed bin Îsâ bin Rıdvan elKalyûbî el-Askalânî el-Mısrî’dir. İsminin “Ahmed” olduğu da kaynak eserlerde zikredilmektedir. Lakabı Kâdı Fethuddîn idi. Babasının lakabı Kemâlüddîn, dedesinin ise Ziyâüddîn’dir. Dedesi ve babası da büyük âlimlerden idiler. Kendisi “Kalyûbî” nisbeti ile meşhûr oldu. Babası da “İbn-i Kalyûbî” diye meşhûr olmuştur. Doğum târihi bilinmemektedir. Fıkıh ilmini babasından öğrendi. Fıkıh ve edebiyat ilimlerinde pek mütehassıs bir âlimdi. Önce Üşmûm kadı yardımcılığı görevlerinde bulundu. Sonra Üşmûm kadılık vazîfesine ta’yin edildi. Daha sonra Ebyâr kadılığına getirildi. Sonra da, Safed kadılığına ta’yini yapıldı. Bir müddet sonra, oradan ayrılıp Diyâr-ı Mısır’a döndü. Orada başına birçok sıkıntılar geldi. 725 (m. 1325) senesi Cemâzilâhır ayında vefât etti. meşhûr oldu. Avrupalılar, “Büyük Türk”, “Muhteşem Süleymân” lakabları, ile tanırlar. 974 (m. 1566) senesinde Zigetvar kalesi önlerinde vefât etti. Naşı Belgrad’a getirildi. Orada Hâce-i Sultanî Atâullah Efendi’nin kıldırdığı cenâze namazından sonra, Zigetvar seferine iştirâk etmiş olan Şeyh Nûreddîn-zâde Muslihuddîn Efendi ve talebelerine teslim edilen cenâze, dörtyüz muhafızın nezâretinde İstanbul’a getirildi. Süleymâniye Külliyesi içindeki türbesine defnedildi. Kanunî Sultan Süleymân Hân’a “Süleymân” ismi, Kur’ân-ı kerîm açılarak verildi. Neml sûresi otuzuncu âyet-i kerîmesinde geçen Süleymân’ın (aleyhisselâm) isminden alındı. Annesi Âişe Hafsa Hâtun ve ninesi Gülbahar Hâtun’un terbiyesinde büyüyen Şehzâde Süleymân, yedi yaşından sonra ilim öğrenmeye başladı. Kastamonu yakınlarındaki Daday kasabasından Evhadoğlu Hayreddîn ismiyle bilinen mübârek bir zât, şehzâdeye hoca ta’yin edildi. Hayreddîn Efendi, Şehzâde Süleymân’a aklî ve naklî ilimleri öğretecek, kendi bildiklerini onun da hafızasına nakşedecekti. Yıllar akıp gitti. Şehzâde, Allahü teâlânın yüce kitabı Kur’ân-ı kerîmi okumasını öğrendi. Fıkıh bilgilerinde ilerledi. Arabca derslerine başladı. Fen bilgilerinde ma’lûmat sahibi oldu. Bu sırada her Fıkıh ve edebiyat ilimlerinde çok meşhûr olan şehzâde gibi, onun da bir san’at sahibi olması arzu edildi. Kalyûbî, Irak’a elçi olarak da gönderilmişti. Şiirleri Devrin tanınmış kuyumcularından biri hoca ta’yin edildi. meşhûr olup, çok güzeldir. O, sâlih ve dindar bir Kuyumculuk san’atını öğrendi. Yaşı büyüdükçe, değişik zât idi. Zeki ve cömertti. ilimlerde çeşitli hocalardan ders aldı. Askerlik, idâre ve komutanlık bilgilerini öğrendi. Silâh ta’limleri yaptı. Onbeş yaşına kadar babasının yanında Trabzon’da kaldı. Onbeş yaşına gelince, kânun gereği sancak taleb edip, Karahisâr-i 1) Tabakât-üş-Şâfiîyye cild-9, sh. 126 Şarkî’ye sancak Beyliğine, oradan da Bolu’ya ta’yin edildi. Daha sonra Kırım’da Kefe sancakbeyliğine gönderildi. Gittiği sancaklarda, lalası nezâretinde devlet idâresinde de tecrübe “Bu kadar zamandır erlik da’vâsın eder, merd-i meydânım sahibi olup yetişen Şehzâde Süleymân, çevresinde meydana dersin. Şimdiye değin kaç kerredir ki üzerine geliyorum ve getirilen ilmî havadan hiçbir zaman uzak kalmadı. Devamlı mülkünü dilediğim gibi tasarruf ediyorum, ne senden, ne de âlimlerin derslerine ve sohbetlerine katılır, onların Allahü karındaşından nâm-ü-nişan yok! Size saltanat ve erlik da’vâsı teâlânın rızâsı için yaptıkları nasihatleri dinler, ilim ve haramdır! Askerinden, belki avretinden dahî utanmaz mısın? feyzlerinden istifâde ederdi. Aklî ve naklî ilimlerde ilim sahibi Belki avrette gayret var, sende yoktur! Er isen meydana oldu. Bilhassa fıkıh bilgilerinde çok yükseldi. gelesin! Hak teâlâ hazretlerinin takdîri ne ise yerine gelse gerek. Seninle saltanatı Beç sahrasında üleşelim, reaya Yavuz Sultan Selim Hân’ın 918 (m. 1512) senesinde tahta fukarası dahî âsudâ olsun. Yoksa meydanı arslandan hâlî geçmesi üzerine İstanbul’a çağrılan Şehzâde Süleymân, buldukça, tilki gibi fırsatla şikâr olmayı erlik sayma. babasının kardeşleri ile mücâdeleleri sırasında İstanbul’da babasına vekâlet etti. Ortalık sâkinleşince, kendisine, merkezi Bu kere dahî meydana gelmezsen, avretler gibi iğ ve çıkrık Manisa şehri olan Saruhan sancakbeyliği verildi. Burada, alup dahî padişahlık tacını urunmıyasun ve erlik adını diline lalası Kâsım Paşa’nın nezâretinde, devlet idâresini iyice getürmiyesin” öğrendi. Manisa’da iken Merkez Efendi ile tanıştı. Annesi Hafsa Sultan, İstanbul’daki Sünbül Efendi’den bir talebesini Doğudan kalleşçe saldırılarıyla meşhûr İran Şah’ı bu istemiş, o da Manisa’ya Merkez Efendi’yi göndermişti. kahraman Sultan’dan payını alacak, onun da topraklarına Şehzâde Süleymân, Manisa’da ve daha sonra İstanbul’da girilip, birkaç defa savaşa da’vet edildiği hâlde, ortaya Merkez Efendi’den çok istifâde etti. Sultan olduktan sonra çıkmaması üzerine şu mektûp yazılacaktı: İstanbul’da Topkapı dışında bir dergâh yaptırıp emrine verdi. O mübârek zâta hürmette kusur etmedi. “Tahmasb Bahadır! Babası Çaldıran ve Mısır Seferlerinde iken Edirne’de ikâmet Hidâyete kavuşan ere selâm olsun, iyice bil ki, sana uyan ederek, Batı’dan gelecek herhangi bir saldırıya karşı azgınlar, sapıklık ve döneklik yolunu tutmuşlardır. Açık bir Rumeli’nin muhafazası vazîfesi ona verildi. Babası Yavuz usûlü değiştirmeye, beğenilmiş töre ve yasaları Sultan Selim Hân’ın Çorlu yakınlarında Sırt köyünde vefât başkalaştırmaya kalktığın, insafı bırakarak sapıttığın etmesi üzerine, Sadr-ı a’zam Pîrî Mehmed Paşa’nın besbellidir. Hele iki ulu ermişe (Hazreti Ebû Bekr ve Hazreti gönderdiği Silâhdarlar Kethüdası Süleymân Ağa’nın Ömer’e) sövmek, dört mezhebde de sapıklıktan sayılır. Manisa’ya getirdiği haberle İstanbul’a geldi. 926 (m. 1520) senesinde, yirmialtı yaşında bir delikanlı iken, Osmanlı tahtına Allahü teâlânın buyruklarına uymakla beraber, O’na bel geçip, hilâfet ve saltanat sancağını eline aldı. Onuncu bağladım ve Resûlullahın ( aleyhisselâm ) kurduğu esaslara Osmanlı Sultânı ve Yetmişbeşinci İslâm Halîfesi oldu. Yavuz hürmet ettikten başka, kendilerinden yardım diledim ve O’nun Sultan Selim Hân’ın vefâtı “Arslan öldü”, Sultan Süleymân dört ulu arkadaşının himmetlerine dayanarak buralara geldim, Hân’ın tahta geçmesi de “Kuzu geçti” sözleri ile Avrupa’yı İstanbul’dan ayrılalı bir yıl oldu. Doğuda sapıtanların yer ve sevince boğmuştu. Bütün haçlı dünyâsını sevindiren bu haber, yurtlarını bozmak, ulu sahâbîlerin düşmanlarını azaplandırmak çok geçmeden Avrupalıyı hayâl kırıklığına uğratacaktı. düşüncesi ile savaşı göze aldım ve ordumu önüme katarak, gele gele Şa’bân’ın beşinci (6 Temmuz) günü Kars’a vardım. Osmanlı düşmanlarının, Yavuz Sultan Selim Hân’ın ölümü ile Zafer arması olan bayraklarım Kars civarını şereflendiriyor. sevinmeleri pek uzun sürmeyecekti. Zîrâ kısa bir zaman Peygamberimizin ( aleyhisselâm ) emirleri, düşmana kılıçtan sonra, batıdaki en büyük düşmanları; Almanya, İspanya, evvel, İslâm olmayı teklif etmektir. Ben bu niyet ile sana bu Hollanda ve bir kısım italya topraklarına sahip olan Şarlken ve emirnameyi yazdım) senelerden beri, sen kendini Şah kardeşi Avusturya Kralı Ferdinand’a şöyle yazacaktı. saymaktasın. Saçma lâflarla kendince erkeklik taslarsın. Geçmiş yıllarda da ülkene geldim ve her defasında ovalarını ben harekâta geçiyorum. Sen de vakit ve saatinde hazır ol. atlarıma çiğnettim. Gazilerin kılıçları seni korkuttuğu için Hidâyet yolunu tutanlara selâm ederim.” karşıma çıkamadın. Saklanıp durdun. Arlanacak bu hâl ile, inlere kapandın. Allahü teâlânın la’net ettiği fitneyi uyandırdın Genç ve dirayetli pâdişâh Sultan Süleymân Hân, gözyaşları ve ona uydun. Geçen yıl, askerlerimden bir kısmının arasında babasını defnetti. Sonra cihâd ile meşgûliyetinden düşmanlarla gazâda bulunduğunu fırsat bildin. Hevâ ve İstanbul’da birgün rahat oturamayan Yavuz Sultan Selim Hân hevese uyarak memleketimin ba’zı teb’asını üzüverdin. İyi için, mezarının üstüne bir türbe, câmi, mektep ve imâret, bir bilesin ki, zâlimin zulmü kesesinde kalmaz. Azgınlar gün gelir de medrese yapılması emrini verdi. Baba yadigârı, dirayetli ki, büyük bir azâba uğrarlar. İnşâallah pek yakında kahraman vezir Pîrî Mehmed Paşa’nın tecrübesinden de istifâde ile askerlerim, Nahcivan’a şeref saçarlar. memleket mes’elelerine el attı. Merkeze gelen şikâyetleri değerlendirerek, ba’zı uygunsuz işler yapıp halka zulüm eden Senin gaflet uykusundan uyanacağına, inattan vaz kimseleri cezalandırdı. Her tarafa, tahta çıktığını bildiren geçeceğine, İslâm dînine döneceğine ihtimâl vererek, teb’ana mektûplar gönderdi. Lalası Kâsım Paşa’yı dördüncü vezîr hiç bir fenâlık yaptırmadım. Lâkin ulu sahâbîlere küfür olarak ta’yin etti. Pâdişâh değişiminden istifâde ile isyana edenlerin erkeklerini öldürmek ve kadınlarını esîr almak fikri kalkışan Şam Beylerbeyi Canberdi Gazâlî’nin isyanı bastırıldı. zihnimden geçmektedir. Onun için, sende zerre kadar gayret Bu arada yıllık haracını vermemek için direnen Macar Kralı da, ve silsilende cesâretten eser varsa, gel, askerinle karşıma çık Osmanlı elçisi Behram Çavuş’u birçok eziyetten sonra da, Allahın takdîri ne ise görülsün. Benim bütün maksadım, öldürtmüştü. Canberdi Gazâlî mes’elesinin halledildiği haberi Peygamberimizin ( aleyhisselâm ) sünnetlerine ehemmiyet İstanbul’a ulaştığı sırada, Macaristan’a sefer kararı verildi. vermektir. İstanbul’un ma’nevî büyükleri olan; Ebûl el-Ensârî ( radıyallahü anh ), Şeyh Ebü’l-Vefâ ( radıyallahü anh ), Seyyid Mal ve mülkün, yanımda zerre kadar kıymeti yoktur. Olanca Ahmed Buhârî’nin ( radıyallahü anh ) kabr-i şerîflerini, baba ve hevesim, sapıklarla savaşmaktır. Elim ve kolum, Allahın dedelerinin de kabirlerini ziyâret eden Pâdişâh, duâlarda inâyetinden kuvvet almıştır. Bu güne kadar karşıma çıkmayıp bulunduktan sonra, ordusunun başında yola revân oldu. Sadr- saklanışın, top ve tüfeklerimin korkusundan ise, o korkuyu ı a’zam Pîrî Mehmed Paşa’nın teşviki ile, Orta Avrupa’nın kalbinden çıkar. Ordum, seni topsuz tüfeksiz dahî kapısı olan Belgrat kalesi alınıp, en büyük kilisesi câmiye karşılayabilir. Top ve tüfek, senin gibi adını, namusunu terk çevrildi. Şehirde adâlet sağlandı. 927 (m. 1521) senesinde edenlerle savaşmak için yapılmamıştır. Sana uyan alçakların vukû’ bulan bu sefere, evliyâdan birçok kimse ile; Edirne, hâlinin, şüphesiz azgınlıktan ibâret bulunduğu bellidir. Gelecek Filibe ve Sofya medreselerinden pekçok talebe katılmıştı. olsan, top ile tüfek ile seni kimse karşılamaz. Dönmelere, sapıtanlara, arsızlara karşı topa ve tüfeğe hacet yoktur. Senin Kanunî Sultan Süleymân Hân, Belgrat’ın fethinin akabinde, gibi azgınları keskin kılıç ile karşılamak kâfidir. Eğer Rodos’un fethi için hazırlıklara başlanması emrini verdi. askerlerimin çokluğunu bahâne ediyorsan, bunların çoğu yerli Avrupa’nın kilidi olan Belgrat’tan sonra, sıra Akdeniz’in kilidi yerine gönderilmiştir, insan, düşmana bundan daha fazla lütuf olan Rodos adasına gelmişti. Rodos, müslümanlarla ölünceye ve mürüvvet gösteremez. Ya’nî askerin çokluğundan korkma. kadar mücâdele etmeye yemîn etmiş olan, “Sen Jan Gelir isen, her sefer yaptığın gibi, tabana kuvvet verip şövalyeleri” adlı hıristiyanların elindeydi. Çok sağlam bir kalesi kaçmıyasın. Baş miğferini atıp da onu kadınların baş örtüsü ile vardı. Ama îmân kalesi, nice sağlam denilen kaleleri yıkmıştı. değiştirirsen, şahlık sana haram olsun. Kaçanların mülküne Vezîr-i a’zam Pîrî Mehmed Paşa, Rodos’un fethi ve ateş salmak, büyük kumandanların âdetlerindendir. Kaçarsan, Akdeniz’de Osmanlı hâkimiyetinin te’sîsi için yıllardır teb’anın göreceği muâmelenin vebali senin boynunadır. Bu donanmanın güçlendirilmesi için çalışıp durmuştu. Nihâyet sefer girdiğim yerden ya çıkmam veya taş üzerinde taş beklediği vakit gelmiş, müslüman gemilerini soyan, hac bırakmama şartı ile çıkarım ve memleketini baykuş yuvasına gemilerine aman vermeyen, kıyı şehirlerindeki ma’sûm çeviririm. Fermanımı, her hâlde cevapsız bırakmıyasın. İşte insanları esîr edip işkence eden bir avuç vahşî şövalyenin sonu yaklaşmıştı. Verilen emir üzerine, donanma harekete vurmak niyetiyle, Macaristan üzerine sefer için hazırlıklara geçti. Pâdişâh da ordunun başında karadan yola çıktı. başlanması emrini verdi. Fransa Kralı’na da şu mektûbu yazıp Kütahya, Sandıklı, Aydın, Çine yoluyla Marmaris’e vardı. gönderdi: Bindiği gemiyle, Türk donanmasının selâm toplarının gürlemeleri arasında Rodos’a çıktı. 928 (m. 1522) yılının “... Ben ki Sultânlar Sultânı, Hakanlar rehberi, yeryüzü Temmuz ayı sonlarında Resûlullah efendimizin ( aleyhisselâm hükümdârlarının tacı, Akdeniz’in, Karadeniz’in, Rumeli’nin, ) sünnet-i şerîfi üzere kaleye; “Ya îmân edip kardeşimiz olun, Anadolu’nun, Karaman’ın, Zülkadriye’nin, Diyarbakır’ın, ya da teslim olup cizye verin!” teklifi yapıldı. Ama hıristiyan Azerbaycan’ın, Acem’in, Şam’ın, Mısır’ın, Mekke’nin, âleminin katillerinden meydana gelen şövalye topluluğu, böyle Medine’nin, bütün Arab diyârının (ki ulu atalarım kılıçlarının birşeye yanaşmayacaklarına dâir yemîn ettiler. Ertesi sabah kuvveti ile feth etmişlerdi) ve feth eylediğim nice diyârın Sultan Türk topları gürlemeye, Rodoslunun beyninde patlamaya ve Pâdişâhı, Bâyezîd Hân oğlu Selim Hân oğlu Sultan başladı. “Allahü ekber” sadâları ile yapılan hücumlara, cılız Süleymân Hân’ım. çan sesleri ve “Sen Jan!” nâralarıyla karşılık veriyorlardı. Dört ay süren kuşatmadan sonra, beşinci ayın sonunda, “Rodos’un Sen ki Fransa vilâyetinin kralı Françesko’sun. Huzûruma, kapısı Rodoslular tarafından açılır” sözü, “Rodos’un kapısı yarar âdemin Franjan ile mektûp gönderip, ba’zı ağız haberi Osmanlılar tarafından açılır” şekline getirilip, 929 (m. 1522) de yollıyarak, memleketinize düşman girmiş olduğunu ve senesi kışına girerken kale teslim alındı, içindekiler, istedikleri hapsedildiğinizi bildiriyorsunuz. Kurtulmanız husûsunda yere gitmekte serbest bırakıldılar. Çevredeki adalar da benden inâyet ve meded ummaktasın. Her ne ki demişsen, fethedildi. Her tarafa fetihnameler gönderildi. Krallar, beyler ve benim huzûruma arzolundu. Şimdi pâdişâhlara sinmek ve pâdişâhlar, elçiler gönderip bu mühim zaferi kutladılar. hapis olmak uygun değildir. Gönlünüzü hoş tutun, kalbiniz kırılmasın. Bizim ulu atalarımız, dâima düşmanı def ve Kanunî Sultan Süleymân Hân’ın babası gibi sevip hürmet memleketler feth için seferden uzak kalmamışlardır. Ben de ettiği Vezîr-i a’zam Pîrî Mehmed Paşa, emekliliğini taleb etti. onların bu yolunu tutup, memleketler, yalçın kaleler İsteği kabûl edilip, yerine İbrâhim Ağa ta’yin edildi. İbrâhim fethederek, gece-gündüz atımız eğerlenmiş ve kılıcımız Ağa, Pâdişâh’la Manisa’da beraber bulunmuş, daha sonra da kuşanılmış hâlde bulundum. Cenâb-ı Hak hayırlar nasîb hasodabaşılık hizmetine getirilmişti. Bu hâli hazmedemeyen eylesin. Durumu ve haberleri elçinizden öğrenirsiniz.” ikinci vezîr Ahmed Paşa, Mısır beylerbeyliğini taleb etti. 929 (m. 1523) senesinde Mısır’a gönderilen Ahmed Paşa, orada Kanunî, gönderdiği bu mektûpla üç gayeye hizmeti elde ettiği Memlûk kalıntıları ve küskünlerin başına geçerek, düşünüyordu. Birinci gaye; kendinden yardım isteyen kimseyi sultanlığını ilân etti. Ancak kendisine yardımcı olarak verilen yardımsız bırakmamak, ona yardım etmek. İkinci gaye; Kâdı-zâde Kâsım Bey, başına topladığı askerlerle, Ahmed hıristiyan âleminde bir gedik açabilmek. O zamana kadar Paşa’nın ordusunu yenip, onu da öldürdü. Vezîr-i a’zam hıristiyan âlemi, müslüman Türk dünyâsına bir bütün hâlinde Mısır’a giderek, küskünlük ve haksızlıkları giderdi. saldırmışlardı. Fransızların Türklerle anlaşması, batıdaki hıristiyan birliğini bozabilirdi. Üçüncü gaye de; Türklere Macar Kralı Layoş’un İspanya İmparatoru Şarlken’le akrabalık düşmanca davranan Macarlara haddîni bildirmekti. kurması, Osmanlılara tâbi olan Eflâk ve Boğdan beyliklerinin, İran’la ittifâk kurmaya kalkışması ve papanın yeni bir haçlı 932 (m. 1526) senesi baharında, Osmanlı pâdişâhı Kanunî ordusu hazırlığında olması üzerine, Kanunî Sultan Süleymân Sultan Süleymân Hân, her sefere çıkarken yaptığı gibi, Hân, memleket içindeki mes’eleleri hallettikten sonra, İstanbul’da medfûn olan büyüklerin kabirlerini ziyâret etti. Ebû Macaristan üzerine bir sefer tertîb eylemeye niyetlendi. Bu Eyyûb el-Ensârî hazretleri, Ebü’l-Vefâ, Seyyid Ahmed Buhârî, arada Şarlken’le savaşıp esîr düşen Fransa Kralı Birinci Fâtih Sultan Mehmed Hân, Bâyezîd-i Velî ve Yavuz Sultan Fransuva’nın annesi ve kendisi, Osmanlı Pâdişâhı’ndan Selim Hân’ın kabirlerinde gözyaşı döküp duâlar etti. Daha yardım istedi. Zâten bahâne arayan Pâdişâh, bir taşla iki kuş sonra da ordusunun başında; Edirne, Filibe, Sofya, Niş yolu ile Belgrat’a varmak için yola çıktı. Ordunun içinde; defalarca meşhûr Osmanlı toplarının karşısında buldular. Hüsrev ve Bâli savaş görmüş gaziler, ölümü hiçe sayan serdengeçtiler, Bey’in akıncıları da, Macar ordusunu arkasından çevirdiler. Bir velîler, garîbler, dervişler, yiğitler vardı. Binlerce kişilik ordu, tarafta bataklık, bir tarafta top ateşi, öbür tarafta akıncı baştan başa Rumeli’ni geçti. Hiçkimseye beş kuruşluk zarar kuvvetleri vardı. Kral Layoş’un da içinde bulunduğu düşman vermeden, bir otu yerinden koparmadan, tam bir disiplin içinde kuvvetleri ne yapacaklarını şaşırdılar. Kurtuluşu bataklığa hedefine ulaştı. Türk kuvvetleri, Macaristan’da fırtına gibi atlamakta buldular. Bataklık, Macar askerlerini ve Kral Layoş’u esmeye başladılar. Macarlar, pek güvendikleri Şarlken’den derinliklerine çekmiş, onlara mezar olmuştu. Kanunî Sultan bile yardım alamadılar. Neye uğradığını şaşıran Kral Layoş, Süleymân Hân, iki saat gibi kısa bir zaman içerisinde, koca bir Osmanlı kuvvetlerini Mohaç’ta karşılamaya karar verdi. Macar ordusunu yok etmiş, şanlı bir zafer kazanmıştı. Târihler, Kanunî Sultan Süleymân Hân, Drava nehri üzerine yaptırdığı yirmibir Zilka’de 932 (m. 29 Ağustos 1526) günü Mohaç ikiyüz metre uzunluğundaki köprüyü, ordusunu geçirdikten zaferinin kazanıldığını yazacaklardı. Mohaç zaferinden sonra, sonra yaktırdı. Askerin karşısında düşman, gerisinde en dar müstakil Macar krallığı yıkıldı. Budin, Segedin ve diğer yerler yeri ikiyüz metre olan nehir bulunuyordu. Ağustos sonları idi. fethedilip, buralarda Osmanlı sancağı dalgalandırıldı. Adâlet Türk ordusu Mohaç tepelerine vardı. Akşam konaklayıp te’min edildi. Erdel voyvodası Zapolya Janos, Macar kralı dinlendiler. Gece sabaha kadar ibâdet edip, zafer için duâ olarak ta’yin edildi. Pâdişâh, fetihlerden sonra İstanbul’a ettiler. Sabah vakti saf bağlayıp, hep birlikte namaz kıldılar. döndü. Namazdan sonra birlikler yerlerini aldılar. Pâdişâh, son olarak ordusunu savaş kıyâfetleri ile teftiş etti. Düşman kuvvetlerine Kanunî Sultan Süleymân Han, ömrü boyunca; Belgrat, Rodos yaklaşınca, Kanunî Sultan Süleymân Hân el açıp, ve Mohaç’tan başka; Viyana, Alman, Irakeyn, Korfo, Boğdan, Resûlullahın ( aleyhisselâm ) sancağının gölgesinde cenâb-ı Budin, Estergon, Tebrîz, Nahcivan ve son olarak da Zigetvar Hakka şöyle yalvardı: seferlerine iştirâk etti. Kırkaltı yıllık hükümdârlığında, onüç büyük sefer yapmış oldu. Bunlardan; Irakeyn, Tebrîz ve “İlâhî! Kuvvet ve kudret senin. Allahım! Tasarruf ve nusret Nahcivan seferleri, Hıristiyan Avrupa kavimleri ile işbirliği senin. Yâ Rabbî! Lütuf ve inâyet senin; kerem, mürüvvet ve yaparak Osmanlı Devleti’ni arkadan vuran, Eshâb-ı Kirâm himâyet senin. Bir bölük ümmet-i Muhammed fukarasını düşmanı İran Safevî devletine karşı yapıldı. Bu fetihler yerindirme! Düşmanı sevindirme!” deyip, gözlerinden yaşlar sonunda birçok şehirler fethedilip, pekçok kimsenin huzûr ve akıttı. Onun bu hâlini gören Osmanlı askeri de cân-ü-gönülden saadete kavuşması sağlandı. Kanunî Sultan Süleymân Hân Allahü teâlâya yalvarıp gözyaşları döktüler. Herbiri atlarından zamanında birçok kıymetli kumandanlar yetişip, denizde ve inip, ağlayarak Hak teâlâya secde ettiler, düşmana karşı zafer karada zaferler kazandılar. Preveze ve Cerbe zaferleri, taleb ettiler. Canlarını hak yoluna vermeye azmettiler. Kanları Osmanlının en meşhûr deniz zaferleri arasında yer aldı. harekete getirip, İslâm askerini coşturan mehter davulları Doğuda ve batıda, kuzeyde ve güneyde akınlar yapılıp dövülmeye başladı. Yeniçeriler, azâblar, akıncılar, bütün zaferler kazanıldı, İspanya’dan Hindistan’a kadar, Osmanlı ordusu, en yüksek kumandanından en küçük erine müslümanların yardımlarına koşuldu. kadar yerinde duramaz oldu. Heyecanla beklediler. Macarların hareketli bir çelik yığını gibi gelen askerleri dört nala yaklaştı. 954 (m. 1545) senesinde Avusturya ve Alman kralları, Şarlken Plân gereği gaziler yanlara çekiliyor, birbirlerine zincirlerle ve Ferdinand’la yapılan İstanbul andlaşması dört sene devam bağlı Macar askerlerini topların önüne doğru çekiyorlardı. etmiş, bilâhare on bir senelik bir savaş hâlinden sonra, 969 Bunlar arasında, Pâdişâh’ı öldürmeye yemîn etmiş otuziki (m. 1562) senesinde yeni bir Osmanlı-Avusturya sulh Macar şövalyesi de vardı. Şövalyelerden üç tanesi, Pâdişâh’ın andlasması yapılmıştı. Fakat bu arada hıristiyan dünyâsı boş yanına kadar sokuldu. Pâdişâh, üçü ile birden bizzat durmuyor, doğuda İranlılarla uğraşan Osmanlı ordusuna rahat mücâdele edip, birini öldürdü. Diğerleri de başka gaziler vermiyorlardı. İran Safevî devleti, Papa ve hıristiyan tarafından öldürüldüler. Bu arada Türkün savaş oyununa devletlerle irtibât kuruyor, onlarla Osmanlıya karşı gelen Macar kuvvetleri, merkeze yaklaşınca, kendilerini andlaşmalar yapıyordu. Bu andlasmalar gereğince de hıristiyan devletler, Osmanlı Devleti’nin batısında ba’zı Görelim arzumuzu nice yerine getirirsin. Dünyâ kimseye hâdiseler çıkarıyorlar, Avusturya ve Macaristan’da bu payidar değildir. Ümiddir ki, bahasıyla satasız. Hak teâlâ bu kışkırtmalara katılıyorlardı. 969 (m. 1562)’da yapılan seferi mübârek edip, gönül hoşluğuyla gelmek müyesser ide. andlaşmaya muhalif olarak, Avusturyalılar, Osmanlı Habîb-i ekrem hürmetine aleyhisselâm.” topraklarına tecâvüzde bulunup ba’zı kaleleri ele geçirmişlerdi. 969 (m. 1562) Osmanlı-Avusturya andlaşmasında kabûl Pâdişâh, bu sefere çıkarken, orduya gâzî-dervişlerin ettikleri vergiyi ödemedikleri gibi, yeni kral ikinci katılmasına dikkat gösterdi. Zamanın evliyâsının Maksimilyan’ın olumsuz tutumu ve Zigetvar Kalesi’ndeki büyüklerinden Nûreddîn-zâde Muslihuddîn Efendi’nin de düşman kuvvetlerin ahâliyi ta’ciz etmeleri üzerine, Kanunî orduda bulunması, askere ayrı bir huzûr veriyordu. Zigetvar’a Sultan Süleymân Hân, 973 (m. 1566)’de İstanbul’dan hareket doğru yaklaştıkça, garîbler, dervişler, mübârek ordunun bu etti. Sultan Süleymân Hân, bu onüçüncü seferine çıktığında mübârek seferine katılmanın verdiği sevinçle, coşku içinde ya yetmişüç yaşındaydı. Bir takım hastalıklarla durumu iyi şehîd veya gâzîlik için duâ ediyorlardı. Onbinlerce kişiden olmıyan, ayaklarında nikris hastalığı bulunan Pâdişâh, zulmün meydana gelen Osmanlı ordusu, geçtiği yerleri i’mâr ederek, önüne geçmek, ahâlinin huzûr ve güvenini sağlamak için, her bölgede, her beldede bir eser, bir iyilik bırakarak, hasta haliyle, Osmanlı târihinin en muhteşem askeri harekâtı garîblerin gönlünü alarak yoluna devam ediyordu. Her şehirde, kabûl edilen bu sefere çıktı. her köyde, her beldede insanlar, çoluk-çocuk, kadın-erkek, müslüman-kâfir herkes, bu muhteşem orduyu, beldeler Ba’zan araba, ba’zı yerde taht-ı revân ile giden Pâdişâh, fethedip, arkasında eserler bırakan, insanları huzûra garkeden yerleşim merkezlerine girileceği zaman, hasta olduğunun bu mübârek insanları seyretmek, Kanunî Sultan Süleymân bilinip devlet idâresinde zaaf olmaması için ata binerek Hân’ı can gözü ile bir defa daha görebilmek için yol ilerliyordu. Sultan Süleymân Hân, seferden sağ kenarlarına doluşuyorlardı. Suçu olmayan hiç kimse bu dönemeyeceğine inanıyordu. Nitekim İstanbul’dan çıkmadan muhteşem ordudan korkmuyor, onun varlığından huzûr önce, payitahtta medfûn olan büyüklerin kabirlerini ziyâret duyuyordu. 973 sonundan (1566 başından) beri muhasara ettikten sonra, Edirnekapı’da şehirden ayrılacağı sırada, bir altında olan Zigetvar Kalesi’ni, Zerniski Mikloş müdâfaa mübârek kimse yolunu kesmişti. O mübârek kimse, duâsını etmekte idi. Günlerce süren kuşatmada, birçok kereler umûmî yaptıktan sonra, pâdişâhın bir daha dönmeyeceğini îmâ hücumlar yapıldı. Zigetvar kuşatmasından iyice bunalan Kont ederek; “Pâdişâhım biz senden râzı idik, Hak teâlâ da senden Zerniski, Eylül başındaki huruç harekâtında öldürülünce, 21 râzı ola!” demiş ve Pâdişâh da bu seferde vefât edeceğini Safer’de (7 Eylül’de) kale fethedildi. Kanunî, 20-21 Safer (6-7 anlamıştı. Hastalıktan o kadar sıkıntı çekmesine rağmen, Eylül) gecesi vefât ettiyse de, askerin moralinde bozukluk cihâd sevâbından mahrûm kalarak yatakta ölmemek ve meydana gelmemesi için, ordudan gizli tutuldu. Bu seferde, yetmişüç yaşına varan ömrünün son günlerini Allahü teâlâ Zigetvar dâhil; Güle, Lügos ve diğer ba’zı kaleler de feth edildi, yolunda hizmet ile geçirmek için, bu onüçüncü ve son seferine öldüğü ordudan saklanan Kanunî Sultan Süleymân Hân’ın çıkmıştı. cenâzesi, otağında gizlice yıkanıp, Şehzâde Selîm’in gelmesi için Manisa’ya haber gönderildi. Vezîr-i a’zam Sokullu Kanunî Sultan Süleymân Hân, Zigetvar seferine çıkarken Mehmed Paşa, askeri çok güzel idâre edip, Pâdişâh’ın vefâtını kendi el yazısıyla yazdığı vasıyyetnamesinde, oğlu Şehzâde hiç hissettirmeden Belgrat’a kadar geldi. Orada Şehzâde Selîm’e (İkinci Selîm’e) şöyle vasıyyette bulundu: Selîm yetişti. İstanbul’da tahta çıkmış, Belgrat’a, orduyu ve cenâzeyi karşılamaya gelmişti. Orada askere pâdişâhın vefâtı “Benim candan sevgili, iki gözümün nûru Selim Hân’ım! Bu iki bildirildi. Herkes ne yapacağını şaşırdı. Kırkaltı sene bazubendi ve bir çeheri al sandığı, iki cihan Fahri Muhammed başlarında bulunup zaferden zafere koşturan, hiçbir seferinde Mustafâ’nın ( aleyhisselâm ) rûhuna vakfeylemişimdir. Sana yenilmek bilmeyen bu yüce pâdişâhın öldüğüne vasıyyet ederim; bunları satıp Cidde şehrine su getiresin. inanamıyorlardı. Fakat hakîkat ortadaydı. Allahü teâlânın Cümle oda hizmetlileri şâhiddir. Sen benim yazımı bilirsin. habîbi Resûlullah da ( aleyhisselâm ) ömrünü tamamlayıp Hayreddîn ve Hızır reîsler, Akdeniz’de; Turgut Reîs, Piyâle vefât etmişti. Doğan herşey, ölüme mahkûmdu. Paşa, Sinân Paşa, Sâlih Reîs, Hind Okyanusu’nda; Hadım Süleymân Paşa, Selman Reîs, Süveyş’de; Seydi Ali Reîs, Kabûllenmekten başka çâre yoktu. Yeni Pâdişâh, askerlerle Murâd Reîs Osmanlı Sancağını dalgalandırıp, fetihler yaptılar. birlikte cenâze namazını kıldıktan sonra, memleketin nâzik Kaptân-ı Derya Barbaros Hayreddîn Paşa Preveze’de, Turgut durumunu dikkate alarak, kendisi askerin başında kaldı. Reîs Cerbe’de Haçlı donanmalarını bozguna uğratarak, Türk- Cenâzeyi İstanbul’a gönderdi. Cenâze, İstanbul’da İslâm târihinin en muhteşem zaferlerini kazandılar. Süleymâniye Câmii’nin musalla taşına konuldu. Burada cenâze namazı, beşyüz mübelliğin (İmâmın sözünü tekrar “Türk Asrı” denilen onuncu (Milâdî onaltıncı) yüzyılda, ederek, duyulmayan yerlere ulaştıran Cemâatten bir kimsenin) Osmanlı Devleti’nin sultânı Süleymân Hân’ın, dünyânın bütün “Erkişi niyetine” sözleri ve tekbîr sesleri arasında kılındı. Baş kralları ve beylerine karşı yüksek otoritesi vardı. Roma- tarafı Süleymâniye’de bulunan cemâatin, sonu Fâtih’de Cermen İmparatorluğu, Portekiz, İspanya, Fransa, Milano, bitiyordu. Kılınan cenâze namazından sonra, kendi yaptırdığı Napoli, Papalık, Venedik, Ceneviz, Macaristan, Avusturya, Süleymâniye Câmii bahçesindeki türbesine gelindi. Cenâze Lehistan, Rus Knezleri, Safevî, Gürgâniyye, Özbek; devlet, kabre konuldu. Bu sırada bir çekmece getirilip, kabre krallık, dükalık ve sultanlığı ile münâsebetlerde bulunuldu. konulmak istendi. Şeyhülislâm Ebüssü’ûd Efendi müdâhale Kırım Hanlığı, Mekke-i mükerreme Emîrliği, Eflâk, Boğdan etti. Çekmecenin niçin konulduğunu, dînimizde kıymetli Erdel voyvodalıkları, Ragusa cumhuriyetleri, Osmanlı birşeyin cenâzeyle gömülmesinin mümkün olmadığını söyledi. Devleti’ne tâbi ve imtiyazlı hükümetlerdi. Roma-Cermen Sultan Süleymân Hân’ın vefâtından bir gün önce vasıyyet İmparatoru Şarlken’in ülkesinde esâret hayâtında yaşayan edip, bu çekmecenin kendisi ile gömülmesini istediğini Fransa Kralı Birinci Fransuva kurtarılarak, dünyâ ticâret ve bildirdiler. Ebüssü’ûd Efendi, mutlaka içindekilerin görülmesi hâkimiyet siyâseti gereğince imtiyaz verildi. Roma-Cermen gerektiğini, kıymetli birşey varsa gömülemeyeceğini söyledi. İmparatorluğu, Avusturya, Lehistan ve Safevî devletleri ile sulh Çekmece Ebüssü’ûd Efendi’ye verilirken, elden kayıp düştü. andlaşmaları imzalandı. Gürgâniyye ve Özbek devletleri ile Yere bir sürü kâğıt döküldü. Kâğıtların herbirinde bir fetvâ ve dostluk te’sis edildi. Dünyânın her tarafındaki müslümanlarla altında şeyhülislâmın imzası vardı. Ebüssü’ûd Efendi, irtibât kurulup, dertlerine derman olunarak, yardımlarına yazıların altında kendi imzasını görünce, “Sen kendini koşuldu. İspanya’daki Endülüs müslümanları, hınstiyanların kurtardın ama, biz ne yapacağız?” diyerek ağlamaya başladı. zulmünden kurtarılıp, Kuzey-Afrika’ya ve Osmanlı topraklarına Kanunî Sultan Süleymân Hân, yapacağı her işi şeyhülislâma göçleri sağlandı. sormuş, ondan aldığı fetvâ dâhilinde hareket etmişti. Delîl olarak da, aldığı fetvâların yanında gömülmesini vasîyet Sultan Süleymân Hân’ın asıl adından daha fazla bilinip, etmişti. şöhretli olan “Kanunî” ünvanı, önceki Osmanlı Kânunnâmeleri’ni ve devri i’câbı, lüzumlu hükümleri, Kanunî Sultan Süleymân zamanında yapılan birçok fetihler “Kânunnâme-i Âl-i Osman” adı altında, İslâm Hukuku esasları neticesinde, devletin hududları genişledi. Yavuz’un vefâtında dâhilinde toplattırıp tanzim ettirmesinden ileri gelmektedir. 6.557.000 km2 olan Osmanlı toprakları, Kânûnî’nin vefâtında “Kânunnâme-i Âl-i Osman”ın hazırlanmasında, Sultan 14.893.000 km2yi buldu. Batıda Almanya içlerine kadar Süleymân Hân’a, devrin büyük âlimlerinden olan Ahmed İbni akınlar yapıldı. Doğuda Hazar Denizi’ne ulaşılarak Türkiye- Kemâl Paşa ve Ebüssü’ûd efendiler yardımcı oldular. Orta Asya birleşmesi siyâseti yanında, bütün Arabistan, Kanunnâme; hukuki, idarî, mâlî, askerî ve diğer lüzumlu Ortadoğu dâhil, Hind Okyanusu’ndan Umman Denizi, Basra mevzûları içine alan başlıklar altında; ceza, vergi ve ahâli ile Körfezi, Kızıldeniz’e ve Kuzey Afrika’dan Atlas Okyanusu’na askerlerin kânunlarını ihtivâ ediyordu. Yüzyıllarca tatbik edilen ulaşıldı. Akdeniz Türk gölü hâline geldi. Atlas Okyanusu’nda, Kânunnâme’de; tımar ve zeamet sahipleri ile, ahâlinin hukukî herbiri deniz kurdu olan, Osmanlı levendleri ve reîsleri ve mâlî durumları tesbit edilerek, toprakları; uşrî, haracî ve dolaşmaktaydı. Afrika sahilleri ile Batı Akdeniz’de; Oruç, mîrî olarak birbirinden ayrılmış hükümlerin tatbik şekilleri açıklanmıştır. Kânunnâme’de bildirilen hükümlerin tamâmı azledilen bir me’mûr, bir daha ta’yin edilemez, makam ve İslâm hukukundan (Hanefî mezhebine göre) alınarak tanzim mansıp yüzü göremezdi. edilmiş, fethedilen ülkelerde, “Örfi hukuk” denilen, önceki idâreden kalan kânunlar ve halkın teamülleri de, İslâm Hiç kimseye imtiyaz hakkı verilmeyen Osmanlı’da, herkes hukukuna uygunluğu şartıyla Kânunnâme’de yer almıştır. kazancını bileğinin hakkıyla kazanırdı. Mevki ve makam Devleti idâre etme, hilâfet müessesesinin gerekleri ve sosyal babadan oğula mîrâs kalmaz, akıllı baba vezîr, akılsız oğul adâlet husûslarındaki hükümler, bizzat Kanunî tarafından çöpçü olabilirdi. Köle, gösterdiği muvaffakiyet ve sadâkat titizlikle tatbik edildi. Sultan Süleymân Hân; Atlas mesabesinde vezîr-i a’zamlığa kadar yükselirdi. Asâlet Okyanusu’ndan Umman Denizi’ne ve Macaristan, Kırım ve mes’elesi, yalnız Osmanlı hânedanı için mevzûbahisti. Ancak Kazan’dan Habeşistan’a kadar geniş yerleri, Allahü teâlânın Osmanlı hânedanının her şehzâdesi, tam bir dikkatle, liyakatli kelâmı Kur’ân-ı kerîmin emirleri ile adâletle idâre etmeye ellerde yetiştirilir, devlet-i âliyenin başına geçmeye lâyık hâle muvaffak oldu. Kânunnâme’yi hazırlarken ve tatbik ederken, getirilirdi. İşin üstesinden gelemiyecek olanlar, tahta İslâm âlimlerine danışmadan bir iş ve bir kânun yapmadı. geçmesine fırsat verilmeden bertaraf edilirler, daha lâyık Kanunî Sultan Süleymân Hân’ın kırkaltı senelik hükümdârlığı olanlar işi ele alırlardı. Hiçbir şehzâde, hiçbir pâdişâh, zamanında hazırlanan kânunlar, çok güzel tatbik edilip, sarayında yan gelip yatamazdı. Hergün, sabahtan akşama devletin teb’asına ve diğer insanlara huzûr ve saadet kaynağı kadar belirli bir programa göre belirli işleri yapmağa mecbûr oldu. tutulurdu. Saray, yeni giren bir çıraktan pâdişâha kadar, herkes için bir mektep vazîfesi görürdü. Yüksek seviyede Kanunî Sultan Süleymân Hân’ın kânunlarında, yanılıp da eğitim veren Enderun mektebi de sarayda idi. hakkı çiğneyenlere ne ceza verileceği açıkça belirtilmiş, tek tek suçlar ve cezaları îzâh edilmişti. Meselâ; “Bir kimsenin atı, Herhangi bir me’mûriyete ta’yinde; zenginlik, fakirlik, dostluk- katırı veya öküzü ekine girerse, beş çomak (değnek) vurup, ahbablık gözetilmez, liyâkat ön plâna alınırdı. Zamanın beş akçe çerime alına” Ancak bu şekildeki hafif cezalar, sulh Avusturya sefiri Busbek’in dediği gibi; “Herkes kendi mevki ve zamanı için geçerliydi. Harp ânında cezalar birkaç kat katlanır, ikbâlinin bânisidir. Türkler, meziyyetin insanlarda irsiyet hattâ durumun nezâketine göre idâm cezası bile mümkün yoluyla intikâl ettiğine veya mîrâs kaldığına inanmazlar. olurdu. Askerin ihtimâmı ve verilen cezâların müessiriyeti ile Namussuz, tehbel ve âtıl olanlar, hiçbir zaman yükselemezler, te’min edilen disiplin ve ortaya çıkan adâlet sayesinde birçok i’tibâr göremezler, hor ve hakîr olup kenarda kalırlar.” kaleler, sulh yoluyla teslim alınırdı. Osmanlı askerine ve Kânûnî’nin vezîr-i a’zamlarından Lütfî Paşa, “Âsafnâme” adlı adâletine hayran olan Avrupalı aileler; “Keşke bizim şehrimizi eserinde, vezirlerin ve paşaların kapılarının halka günde beş de feth edip, bizi de idâreleriyle şereflendirselerdi!” vakit açık olduğunu, herbirinin evinde halkın rahatça yemek temennileriyle iç çekerler, bir çokları da sınırı geçip yiyip beş vakit namaz kıldığını anlatmakta ve bunun devamını Osmanlı’nın adâletine sığınırlardı. istemektedir. Vezirin evinin içine kadar, herşey halka açıktır ve vezîr halkın karnını doyurmakta, ev sahipliği yapmaktadır. Kanunî Sultan Süleymân Hân, çevresindeki mümtaz ilim sahibi ulemâya danışarak hazırlattığı kânun ve nizamlarda, Osmanlıda vazîfeye ehil olanlar tayin edilmekte, ta’yin edilenin me’mûriyete ta’yin ve azlin esaslarını da tesbit etmiş, işine kimse müdâhale edememektedir. Meselâ, işi devletin haksızlıklara mâni olarak, rastgele ta’yin ve azlin önüne dînî cephesini kontrol altında tutmak olan şeyhülislâm, dîne geçmiştir. Kendisi de koyduğu kânun ve nizâma tam bir riâyet uymayan herhangi bir harekete, pervasızca müdâhale göstererek, tatbikata koymuştur. Bu sebeble de, herkes edebilmekte ve karşısındaki pâdişâh da olsa vazîfesini azledildikten sonra bir daha ta’yin edilmeme korkusuna hakkıyla icra etmekteydi. düşmüş, vazîfelerini bilfiil icrada daha temkinli ve dikkatli hâle gelmişlerdir. Çünkü kânunlara uymayan bir hâlinden dolayı Tam bir adâlet, disiplin, hakkaniyet ve Allahü teâlânın rızâsı için konup icra edilen kânun ve nizâmlar, sâdece Osmanlı vatandaşlarını huzûra gark etmekle kalmamış, onlardaki huzûr Kanunî Sultan Süleymân’ın gençlik çağında, 932 (m. 1526) ve refahı gören İngiliz kralının akıllı bir davranışıyla, senesinde kazanmış olduğu Mohaç Meydan Muharebesinde, İngiltere’de bugünkü demokratik sistemin temeli atılmıştır. Macar ordusunu arkadan çevirerek onu tamamen mahveden Zamanın İngiltere kralı olan Sekizinci Henry, ânında ve âdil Semendire Sancakbeyi Gâzî Bâli Bey, Mohaç Harbi’nden karar verebilen Osmanlı adliyesini, gönderdiği bir tetkik yıllar sonra sancakbeyliği alâmeti olarak kendinde mevcût heyetine inceletmiş ve kendi memleketinde tatbik etme yoluna olan iki tuğ’un üçe çıkarılmasını rica ederek, pâdişâhtan bir gitmiştir. tuğ daha istemişti. Terfi ve terakkinin muayyen yaş, kıdem ve hizmet mukabilinde olduğunu bilen Kanunî, Gâzî Bâli Bey’e şu Halkını her yönüyle huzûr ve sükûna kavuşturmak isteyen mektûbu yazdı: Kanunî Sultan Süleymân Hân, vergi ve mâlî işleri de yeniden düzenledi. Vergilendirme ve vergi tahsilinde halka “Yârigârım ve muhterem lalam Gâzî Bâli Bey! zulmedilmemesine çok dikkat ederdi. Hattâ bir defasında Hadım Süleymân Paşa yerine Mısır beylerbeyliğine ta’yin Berhüdar olasın, yüzün ak olsun. edilen Hüsrev Paşa, Mısır’dan hazîneye dörtyüzbin altın fazla para göndermişti. Pâdişâh, halka zulmedip haksızlıkla elde Bizden bir tuğ dahî arzu eylemişsin. Henüz bir tuğ zamanı edilmiş olabilir düşüncesiyle, teftiş heyeti göndererek durumu değildir. Sana Muhammed Mustafâ’nın ( aleyhisselâm ) fetih yerinde kontrol ettirdi. Paranın, yapılan yeni yeni kanallar tuğunu verdik. Bu ihsân üzerine iyilik olmaz. Bunun şükrünü sayesinde; üretimin artmasıyla ortaya çıkan fazlalıktan alınan bilip, yerine getiresin. Bilesin ki, bey olmak iki kefeli terazidir. gelir olduğu tesbit edildi. Ancak Kanunî, yine de işe tam Bir kefesi Cennet ve bir kefesi Cehennem’dir. Bir an adâletle kanâat edemeyip, Hüsrev Paşa’yı vazîfeden alarak, Hadım hükmetmek, yetmiş yıllık ibâdetten efdaldir. Âhıreti hatırdan Süleymân Paşa’yı yeniden Mısır’a gönderdi ve fazla olan çıkarmayasın. Serasker olduğun yerlerde ve hükmünün dörtyüzbin altınla da, yeni su kanalları açılıp, halkın geçtiği mahallerde bir kimseye zulüm ve düşmanlık etmekten istifâdesine sunulmasını emretti. Bu kadar büyük işleri şiddetle sakınasın. Âhırette bize hitâb olunursa, senin yakana başaran dahî Pâdişâh, büyük cihangir; şahsiyeti ile, icrââtı ile yapışırım. “Ol vilâyetleri kılıcımla fetheyledim” demiyesin. tam bir örnekti. Memleket, Allahü teâlâ hazretlerinindir. Dikkat edip, nefsine gurûr getirmeyesin. Feth olunan kalelerin mal ve erzakını hep Zigetvar’da onüçüncü seferi esnasında, 20-21 Safer 974 (6-7 Beyt-ül-mâl için almışsın. Buna rızâ-yı hümâyunum yoktur. Eylül gecesi 1566) târihinde vefât eden Kanunî Sultan Beştebirini alıp, geri kalanını İslâm askerlerine dağıtasın. Süleymân Hân, iyi bir komutan, teşkilâtçı bir devlet adamı İslâm askerinin ihtiyârlarını baba, orta yaşlılarını kardeş ve olup, âlim ve edîbdi. Vakûr, azîm ve irâde sahibiydi. Akıllı gençlerini oğul bilesin. Babalara hürmet edesin, oğullara hareket ettiğinden hep muvaffak oldu. Adam seçmesini ve şefkat gösteresin. İslâm askerine hiç bir veçhile zorluk yetiştirmesini gayet iyi bildiğinden, devlet kadrosunda kıymetli çektirmeyesin. Ni’meti bol veresin. Eğer hazînen tükenirse, şahsiyetleri vazîfelendirdi. Hoşgörü sahibi olmasına rağmen, buraya bildiresin ki, sana bir iki bin kese göndermekten aczim din ve devlet aleyhine olan hareketleri hiç affetmezdi. İleri yoktur. Halkın fakirlerini, rencide ettirmekten şiddetle görüşlü olup, anlayışı kuvvetliydi. Milletin ve askerin kaçınasın ki, bizim halkımızı rahat görüp, küffâr halkı psikolojisini iyi bildiğinden, çok sevilirdi. Hayâtı seferden imrensinler, meyl ve muhabbetleri bizim tarafa olsun. Bir sefere koşmakta ve muharebe meydanlarında geçen Kanunî kimseyi hizmetinde kullandığın zaman da, sakın evvelki hâline Sultan Süleymân Hân’ın devrinde Osmanlı Devleti çok i’timâd etmeyesin. Çok kimseler vardır, elinde fırsat olmadığı zenginleşti. Kırkaltı yıl süren saltanatı müddetince, İslâmiyeti zamanda zâhidlik ve iyilik yüzü gösterip, eline fırsat geçtiği yaymaktan başka birşey düşünmedi. Bu düşücesini, Gâzî Bâli zaman Fir’avn ve Nemrud olur. Ol kimseleri tecrübe edip Bey’e yazdığı mektûp çok güzel ifâde etmektedir. göresin. Eğer evvelki hâli son hâline uygunsa, hizmetinde kullanasın. İmdi, ey Gazi Bâli Bey! Sana dahi nasihatim odur ki; atın yürüğünü, kılıcın keskinini ve beyin bahadırını saklayasın. Allahü teâlâ hazretleri, yolunu açık ve kılıcını zayıf kimseler, dul kadınlar ve yetim çocuklardan duâ alalım, keskin eyleye ve seni Küffâr-ı hâksâr üzerine mensûr ve inşâallah..” deyip, mes’elenin hallini emretti. Kâğıthâne’den muzaffer eyleye...” getirilen güzel sular, asırlarca bağrı yanıkların ciğerlerini serinletti. O yüce Pâdişâh’a bol bol duâlar edilmesine vesîle Sultan Süleymân Hân, ta’kib ettiği âlemşümûl siyâsetle, oldu. Almanya içinde hıristiyanlıkta yeni bir mezhep kuran Martin Luther ve taraftarı protestanları desteklemiştir. Avrupa’nın en İstanbul’da yapılan en muhteşem eser, şüphesiz Kanunî mahrem yerlerine kadar ulaşan teşkilâtlı istihbarat ağı Sultan Süleymân Hân tarafından Mîmâr Sinân’a yaptırılan sayesinde, her türlü hâdiseden haberdâr olan Kanunî Sultan Süleymâniye külliyesidir. Halk arasında yaygın olan şu söz, Süleymân Hân, Almanya ile İspanya’yı birbirinden ayıracak gerçeğin tam ifadesidir. “Süleymâniye’nin sahibi Süleymân, olan Martin Luther’i daha ilk ortaya çıkışında keşfetti. Martin mîmârı Sinân, hamuru îmândır.” Fâtih Sultan Mehmed Hân’ın Luther’in günlük yediği yemeğe kadar, her türlü hâl ve kurduğu Sahn-ı semân medreselerinin ilmî bütünlüğünü hareketlerinden haberdâr oldu. Martin Luther’i kullanarak da tamamlamak; Sahn-ı Süleymân ve külliyesine nasîb olmuştur. Avrupa’yı parçaladı. Yıllarca sürecek olan Avrupa iç İstanbul’un yedi tepesinden birinin üstünde kurulan çekişmelerini hazırlayarak, Osmanlı Devleti’nin karşısında Süleymâniye külliyesi; câmi-i şerîf, tıp fakültesi, dört medrese, güçlü bir birliğin meydana gelmesine mâni oldu. mülâzimler medresesi, hadîs-i şerîf medresesi (Dâr-ül-hadîs), hastahâne (Bîmârhâne), imâret, tabhâne, dâr-ül-kurrâ (Kur’ân- Kanunî Sultan Süleymân Hân, âlimlere ve Allah dostlarına çok ı kerîm kırâatinin öğretildiği medrese) ve türbelerden meydana hürmet eder, her birine hâllerine göre izzet ve ikramlarda gelmektedir. bulunurdu. Sümbül Efendi ve talebesi Merkez Efendi’ye, Ubeydüllah-i Ahrâr hazretlerinin halîfelerinden Baba Haydar’a Fâtih Sultan Menmed Hân’ın yaptırdığı Sahn-ı semân ve İstanbul’daki diğer evliyâya çor hürmet gösterirdi. Ömrünün medreselerine girebilmek için, ilk önce orta öğretim sonuna doğru, Nûreddîn-zâde Muslihuddîn Efendi’yi yanından seviyesindeki tetimme medreselerinden birinden me’zûn hiç ayırmaz olmuştu. Âlimlere danışmadan hiçbir iş yapmaz, olmak ve bir sene de hazırlık okumak mecbûrî idi. Sahn-ı Allah dostlarının nazarlarını üzerinden eksik etmezdi. Âlimler Süleymâniye’ye kabûl edilebilmek için de, mûsıla-i sahn adı için medreseler, evliyâ için tekkeler yaptırır, fethettiği yerleri verilen ara fakülteyi bitirmek îcâbediyordu. Bu ara fakülteyi câmilerle ma’mûr ederdi. bitirenler, Süleymâniye medreselerinden birine kabûl edilirlerdi. İstanbul’da su sıkıntısı baş gösterip, bir at tulumu su onbeş akçeye çıkmıştı. Zamanın sultânı Kanunî, şehre getirilmeye Zamanla yetişen çok sayıdaki ilim ehline iş bulmak imkânı münâsip bir su bulunmasını Hassa mîmârı Mîmâr Sinân’a azaldı. Ta’yin işlerinde ba’zı aksaklıklar görülmeye başlandı. havale etti. O da araştırıp soruşturdu. Gerekli inceleme ve Zamanın şeyhülislâmı Ebüssü’ûd Efendi’nin teklifi ile tetkikten sonra, Kâğıthâne civarında böyle bir suyun “Mülâzemet usûlü” getirildi. Kânûnî’nin en gözde bulunduğunu, şehre getirmenin mümkün olduğunu Pâdişâh’a icrââtlarından biri olan bu usûle göre; medrese me’zûnları, arz etti. Pâdişâh bu haberden çok memnun olup; “Bu suların me’zûniyet zamanı ve aldıkları yüksek notlara göre bir sıraya şehre getirilmesi nasıl mümkün olur?” diye sordu. Mîmâr tâbi tutuldular. Bu arada me’zûniyet sonrasında ilimden uzak Sinân; “İki yol vardır sultânım! Birincisi, halkınızın haddi kalmamaları için de, ileri gelen âlimlerin yanında bir nevî staj hesabı yoktur. Siz ferman edince, cümlesi hizmete can gördüler. Sırası gelen, uygun görülen hizmetlerde verirler. İkinci yol ise; herkese ücret karşılığı iş verilmesidir. vazîfelendirildi. Böylece ileride ortaya çıkabilecek, hatır-gönül Masrafının hazîneden karşılanıp, işin mükemmelce ve iltimas şaibelerinin önüne gelçildi. yapılmasıdır” dedi. Pâdişâh Kanunî Sultan Süleymân Hân, başını salladı ve; “Birinci söylediğiniz yolun bize faydası Her Osmanlı pâdişâhı gibi, Kanunî Sultan Süleymân Hân da olmaz. El hayrı olur. Kendi malımızdan sarf edelim ki; ihtiyâr, kul hakkına çok riâyet eder, âhırette kendinden hesap sorulmasından çok korkardı. Çeşitli hizmet birimlerinden açılan o câmide, nice mübârek kimseler, yıllarca, göz yaşı meydana gelen Süleymâniye külliyesi tamamlanınca, döküp Allahü teâlâya ibâdetle meşgûl oldular. mîmârından işçisine kadar, orada çakışanlardan helâllik almak istedi. Süleymâniye külliyesine hizmeti geçen herkesin Zamanın en büyük ve en âdil pâdişâhı olan Kanunî Sultan toplanmasını emretti. Verilen gün ve saatte herkes geldi. Süleymân Hân, Budin seferinden dönüyordu. Edirne Yüzleri nurlu, elleri nasırlı insanlar, endişeyle toplandılar. yakınlarında bağ ve bahçeler arasında yollarına devam Acaba bir hatâ mı işledik, bilmeden bir kusurumuz mu oldu, ediyorlardı. Öncüler, Yeniçeriler, peşinden de cihan sultânı diye düşündüler. İnsanların hakkı geçmemesi için onları Kânûnî geliyordu. Çoluk-çocuk, herkes yollara dökülmüş, bekletmekten de hoşlanmayan Sultan Süleymân Hân, muhteşem ordusunun başında cihâddan gelen şanlı saatinde geldi. Kendisi için hazırlanan yere geçti. Binlerce Süleymân’ı görüp selâmlamaya çıkıyordu. Pâdişâh, doru kişiden çıt çıkmıyordu. Sultanlar sultânı, en tatlı sesiyle, önce atının üzerinde vakûr ve sevimli bir şekilde ilerliyordu. Bu Allahü teâlâya hamdetti. Sonra Peygamberler Sultânına ( sırada bir köylü, elindeki küreği fırlattı. Pâdişâh’ın atı ürktü. aleyhisselâm ) salevât getirdi. O’nun ( aleyhisselâm ) güzel ve Çünkü kürek, atın ayaklarına çarpmıştı. Muhafızlar güzide Eshâbını (r.anhüm) hayırla andı. Sonra da ecdadına ve adamcağızı hemen yakaladılar. Pâdişâh bırakmalarını emretti. bütün din kardeşlerine Fâtihalar gönderip, duâlarda bulundu Köylüyü huzûruna getirdiler. Pâdişâh müşfik bir sesle; “Derdin ve: nedir, ey müslüman?” diye sordu. Adamcağız rahatlayıp; “Sultânım, biz fakir köylüleriz. Birkaç dönüm arazîmiz vardır. “Ey din kardeşlerim!... Can kardeşlerim! Yazın eker, kışın yeriz. Dünden beri geçen askercikleriniz, ekinlerimizden bir kısmını ezdiler. Ya bunları öder, küreğimizin Görüyoruz ki, bu câmi-i şerîf tamamlanmıştır. Ona emeği hakkını teslim edersiniz veya sizi şikâyet ederiz” dedi. geçenlerin cümlesinden, Kadir Mevlâm râzı olsun! Ancak, Yeryüzünün tek sultânı Kanunî Sultan Süleymân Hân, hemen şunu söylemek istiyorum ki, çalışıp da hakkını hayretle; “Peki!.. Bizi kime şikâyet edeceksin?” diye sordu. alamamış veya az almış kim varsa, gelip bizden istesin...” Köylü; “Size, Kanunî demezler mi Pâdişâhım? Kânuna şikâyet dedi. Kalabalıktan çıt çıkmadı. Yüce Pâdişâh, sözüne devam ederiz, kânuna!” dedi. Köylünün sözlerinden çok memnun olan edip; “Olabilir ki, hakkını alamıyan kimse burda değildir. Burda Kanunî, birçok ikramlarda bulundu. Böyle kendisini doğru yola olanlara ahdim olsun ki, gelmiyenlere söyliyeler. Onlar da çekecek teb’ası bulunduğu için Allahü teâlâya hamdetti. gelip, haklarını bizden alalar” dedi. Yine bir defasında kadının biri, Pâdisâh’a, geceleyin evinin Tabiî hiç kimse çıkıp benim şu hakkım var demedi. Çünkü hiç soyulduğundan şikâyetçi oldu. Kanunî Sultan Süleymân Hân, kimsenin hakkı kalmamıştı. Vesîkaların tetkikinden hırsızın evin içine kadar girip, hiçbir şey bırakmadan alıp anlaşıldığına göre; inşâatın en kesif olduğu zamanlarda bile, gitmesine hayret edip; “Ne için o kadar derin uyudunuz, çalıştırılan at, merkep ve katırların çayıra salınma saatlerine mukayyet olmadınız?” diye sormaktan kendisini alamadı. bile bilhassa dikkat edilmiş, hiçbir mahlûkâtın hakkına tecâvüz Kadın hiç tereddüt etmeden; “Biz seni uyanık bilirdik de, onun edilmemesine gayret gösterilmiştir. için rahat uyuduk pâdişâhım!” diye karşılık verdi. Pâdişâh da kendisinin suçlu olduğunu kabûl edip, zararı tazmin etti. Tamamlanmış olan Süleymâniye Câmii’nin açılış günü gelince, Pâdişâh, çevresindekilere dönüp istişâre etti. Avrupa hıristiyanlarının, Papa’nın kışkırtması ile bir araya “Câminin kapısını önce açmaya, kim lâyık ola?” dedi. Hak ve gelip Osmanlı topraklarına saldırmaya teşebbüs etmeleri hukuku gözetmekte kendisine yardımcı olan yakınları; “Mîmâr üzerine, sultanlar sultânı Kanunî Sultan Süleymân Hân, Ağa, azîz bir pîrdir. Cümleden lâyık, ol emekdârınızdır” ordusunu toplayıp sefere çıktı. Târihlere şan veren ordu ağır dediler. Bunun üzerine Pâdişâh, Mîmâr Sinân’a dönerek; ağır ilerliyor, hedefine bir an önce ulaşmak için gayret “Bina eylediğin şu mübârek câmiyi; sıdk-u safâ ve duâ ile sarfediyordu. Havalar da iyice ısınmıştı. Hıristiyanların senin açman evlâdır” buyurdu. 964 (m. 1557) senesinde oturduğu bir beldeden geçerken, yolun dar olması sebebiyle, ba’zı askerler üzüm bağlarının içinden yürüdüler. Üzümler askerlerinin karşısına çıkmak için hazırlanan haçlı orduları olgunlaşmış, susuzluktan dudağı çatlamış olan askerlere; “Al kumandanlarına mektûp yazdı. Mektûbunda; “Ey haçlı beni, ye beni” dercesine bakıyordu. Askerlerden biri kumandanları!.. Siz bu ordu ile nasıl başa çıkabilirsiniz? Bu dayanamayıp, sahibinin haberi olmadan bir salkım üzüm insanlar, canlarına ehemmiyet vermiyorlar, çünkü Allah kopardı. Yerine de, bir keseye koyduğu parayı bağladı. yolunda komutanları emrinde çekinmeden can veriyorlar. Üzümü de yedi. Çok geçmeden mola verildi. Ordunun Biliyorlar ki, gidecekleri yer Cennettir. Kadına, kıza, arkasından, kan-ter içinde hıristiyan bir köylünün geldiği ehemmiyet vermiyorlar, yanlarına gönderdiğim rahibelere görüldü. Köylüyü komutana götürdüler. Çok heyecanlı olan sırtlarını döndüler. Mala-mülke ehemmiyet vermiyorlar, bütün köylü, komutanın eline mi, ayağına mı kapanacağını bilemedi. mal ve mülklerini terkederek cihâda çıkıyorlar. Herkese karşı Bir asker, kendi bağından kopardığı üzümün yerine para iyi davranıp, kimseye zulmetmiyorlar. Ey haçlı kumandanları!.. bırakmıştı. Bağında başka bir zarar yoktu. Böyle bir askere ve Siz, onlardaki bu hasletleri ortadan kaldırmadan karşılarına komutanına, elbette teşekkür edilmeliydi. Ama komutan bu çıkmayınız. Eğer onlarla savaşmaya kalkışırsanız, binlerce habere hiç sevinemedi. Bir askerinin, başkasının malını izinsiz askerinizin canına mal olacak acı bir tecrübeden başka birşey almasını bir türlü kabûl edemiyordu, tellâllar çağırtılıp, o asker elde edemezsiniz” dedi. Ancak haçlı kumandanları, kahraman bulundu. Bu arada, Pâdişâh da hâdiseyi öğrenmişti. Hemen o Osmanlı askerlerinin kılıçlarına yem olmak için birbirleriyle askerin ordudan atılmasını emretti ve; “Kursağında haram adetâ yarış ettiler. Osmanlı askerine yeni yeni zaferler lokma bulunan bir askerin bulunduğu ordu ile zafer ve nusret kazandırdılar. Avrupalılar, kendi kötü hasletlerini Osmanlılara müyesser olmaz” buyurdu. Hıristiyan köylü, üzümü alan askeri da aşıladıkları zaman onları yenebileceklerini yıllar sonra taltif ettirmek için geldiğini, hâlbuki işin tersine döndüğünü anladılar. Faaliyetlerini o yönde yoğunlaştırdılar. arzedince, komutan; “Eğer o asker parayı bağlamamış olsaydı, bu ordunun adı zâlimler ordusu olurdu, işte o zaman o Sultan Süleymân Hân devrinde, Osmanlı Devleti’nin kara ve askerin kellesi giderdi. Parayı asmaya bağlamakla kellesini deniz ordusu dünyâda birinci idi. Kültür ve san’at faaliyetleri kurtardı. Ama sahibinden izinsiz mal almakla da, seferden doruk noktasındaydı, ilim, kültür ve san’at müesseselerinde, men cezasına çarptırıldı” dedi ve o kahraman ordu yoluna Kânûnî’nin himâyesinde kıymetli şahsiyetler yetişip, herbiri devam etti. Belgrat yakınlarında bir yerde konaklama emri eşsiz eserler verdiler. Devrinde yetişen; tefsîr, hadîs, fıkıh ve verildi. Askerler, çevredeki su ve çeşmelerden istifâde edip diğer İslâm ilimlerinde; Ahmed İbni Kemâl Paşa, Ebüssü’ûd abdestlerini tazelemeye, susuzluklarını gidermeye Efendi, Zenbilli Ali Cemâlî Efendi, Taşköprü-zâde, Kınalı-zâde çalışıyorlardı. Çeşmelerden birinin yakınlarında bir manastır Ali Efendi, Celâl-zâde Mustafa Bey, Halebî İbrâhim Efendi, vardı. Coğrafya’da Pîrî Reîs ve Seydi Ali Reîs ile Anadolu atlası sahibi Matrakçı Nâsuh, hattâtlıkta Şeyh Hamdullah’ın oğulları Manastırın rahibi, Osmanlı askerinin durumunu öğrenip, haçlı ve talebeleri meşhûrdu. Şiirde, “Sultân-üş-şu’arâ” Bakî askerlerini haberdâr etmek için, manastırdaki rahibelerden Efendi’nin üstünlüğünü herkes kabûl ederdi. Tasavvufta; birkaçını süsleyip, ellerine verdiği testilerle çeşmeye gönderdi. Sünbül Sinân Efendi, Merkez Efendi, Pâdişâh’ın defalarca Rahibelerin geldiğini gören Osmanlı askerleri, hemen ayağına gittiği Baba Haydar Efendi, Pâdişâhın süt kardeşi çeşmenin başından ayrılıp, rahibelere sırtlarını döndüler. Beşiktaşlı Yahyâ Efendi, Germiyanlı Ya’kûb Efendi ve Rahibeler testilerini doldurup gidinceye kadar kimse dönüp halîfeleri meşhûr oldu. Çiftçilik, alçı, çini, ayna, hakkaklık, kızlara bakmadı. Rahibeler gelip, durumu rahibe anlattılar. dokuma ve halı san’atları çok ileri seviyedeydi. Bu devirde Rahip, koparılan üzümlerin yerlerine para bırakıldığını yetişen Mîmâr Koca Sinân, Türk-İslâm san’atının birer duymuştu ama, bu kadarını beklemiyordu. Bunlar ne biçim şaheseri olan eserler yaptı. insanlardı. Malda mülkte gözleri yok, kadına kıza iltifât etmiyorlar, memleketlerinden günlerce uzaklardaki yerlere Pekçok hayrat ve iyilikleri olan Sultan Süleymân Hân, çok da kadar geliyorlar, korku ve endişeden uzak bir şekilde canlarını eser yaptırdı, İstanbul’da Süleymâniye Câmii ve külliyesi, feda ediyorlardı. Hemen kâğıt kalem istedi. Osmanlı Sultan Selîm, Şehzâdebaşı, Cihangir câmilerini, Rodos’ta kendi adıyla anılan bir câmi, yine Anadolu, Rumeli ve Saltanat dedikleri ancak cihan kavgasıdır. Adalar’da muhteşem câmiler, medreseler, hastahâneler, Olmaya baht ve saadet, dünyâda vahdet gibi. yollar, köprüler yaptırdı. Bağdad’da İmâm-ı a’zam ve Abdülkâdir-i Geylânî hazretlerinin, Konya’da Hazreti Ko, bu iş ve işreti (yeme içmeyi) çünkü, fenâdır akıbet, Mevlânâ’nın türbelerini ta’mir ettirdi. Mekke-i mükerreme ve Olsa kumlar sayısınca ömrüne hadd ve adet. Medîne-i münevvereye birçok hayır ve hasenatta bulundu. Gelmeye bu şîşe-i cerh-i cerh içre bir saat gibi. Avrupalıların “Muhteşem Süleymân”, müslümanların “Şanlı Eğer huzûr etmek dilersen, ey Muhibbî, fariğ ol, Süleymân” lakablarıyla yâd ettikleri Kanunî “Muhibbî” mahlası ile çok güzel şiirler yazdı. Şiirlerinden bir kısmı dîvânında Olmaya vahdet makamı, kûşe-i uzlet gibi.” toplandı. Terci’-i bend Kanunî Sultan Süleymân Hân, ağaçların karıncalar tarafından istilâ edildiğini görüp, karıncaların kırılması husûsunda, “Âlemin her köşesi berhevâ ve berhâdır gider, zamanın şeyhülislâmı Zenbilli Ali Efendi’den fetvâ istedi. Suâli Kimi şâdân kimi gamkîn ah ile vâdır gider, şiir şeklinde olup, şöyleydi: Herkesin bir hâli var amma ki dünyâdır gider, “Dırahtı (ağacı) sarmış olsa karınca, El güler ben ağlarım, bir hoş temaşadır gider. Zarar var mı karıncayı kırınca.” Ey gönül cây-ı ikâmet içün değildir bu cihan, Zenbilli Ali Efendi de, bu zarif suâle yine şiirle cevap verip, Kim ki gelmiştir buna, âhır gider ol bağrı kan, suâl kâğıdının altına şu beyti yazdı: İnleyüp derd ile ağlarsan yeridir her zaman, “Yarın dîvânına Hakkın varınca, El güler ben ağlarım, bir hoş temâşâdır gider. Süleymân’dan alır hakkın karınca.” Merd isen ey dil sakın umma bu dünyâdan vefâ, Kânûnî’nin şiirlerinden ba’zıları şöyledir: Mehrin umsan eylemez mehr-ü-vefâ asla sana. “Son nefeste sakla îmânım benim, Ânın içün buna rağbet eylemez ehl-i safa Bulmaya yol âna şeytân-ı racîm, El güler ben ağlarım, bir hoş temâşâdır gider. Mustafâ’nın ( aleyhisselâm ) hürmetine, ilâhî! Âlem içre hiç benim bir kimse bilmez hâlimi, Sen müyesser eyle Cennât-ı nâim.” Ölür isem kimseye arz eylemem ahvâlimi. “Allah Allah diyelim, râyet-i şânı çekelim, Gör neler etmiş dahî neyler bu çârh-ı zâlimi, Gözüne sürme deyü dûdî siyahı çekelim, El güler ben ağlarım, bir hoş temaşadır gider. Pâyimâl eyleyelim kişverini surh-u serin, Ey Muhibbî, âlem içre çünki hiç gitmez gamın, Yürüyüp her yana dek, şarka siyahı çekelim.” Eksik etme işin çeşmin, geceler artsın demin, “Halk içinde, mu’teber bir nesne yok, devlet gibi, Ola kim bunun ile derde bulasın merhemin, Olmaya devlet, cihanda, bir nefes sıhhat gibi. El güler ben ağlarım, bir hoş temaşadır gider. Bu güzel şiirlerin yazarı olan Kanunî Sultan Süleymân Hân’ın İbrâhim Gülşenî’yi, Eyyûb’de omuzlarında tezkere ile vefâtı üzerine, zamanın en meşhûr âlim ve şâirlerinden Bakî götürüyorlardı. Sultan Süleymân da Kâğıthâne’den kayık ile Efendi bir mersiye yazdı. Mersiyesinin ba’zı mısralarında şöyle geliyordu. Karşıdan bu topluluğu gördü. Yüksek bir kimsenin demektedir: cenâzesi zannetti. Bostancıbaşı İskender Ağa’ya: “Bu meyyit kimindir?” diye sordu. Bostancıbaşı: “Efendim, İbrâhim Gün doğdu. Şâh-ı âlem uyanmaz hâbdân? Gülşenî’dir. Mısır’dan Sultânımı ziyârete geldi” dedi. Sultan Kılmaz mı cilve hayme-i gerdûn cenâbdan? Süleymân Hân: Yollarda kaldı gözlerimiz gelmedi haber, “Çoktan mı geldi?” Ağa; “Altı aydan fazla oldu efendim” dedi. Hâk-i cenâb-i südde-i devlet meâbden; Sultan Süleymân Hân; “Acaba şimdiye kadar kendileri ile neden müşerref olamadık? Neden arz etmediler?” dedi. Yansun yıkılsın âteş-i hicranla âfitâb, İbrâhim Paşa: “Efendim, İbrâhim Gülşenî’nin İran’da, Mısır’da, Derdinle kaare çullara girsün sehâbdan. devlet adamlarından, beylerden çok talebesi var. Onu Mısır’da durdutmamak lâzımdır” deyince, Bostancıbaşı, İbrâhim Yâd eylesün hünerlerini kanlar ağlasun, Gülşenî’yi Pâdişâh’a medh etti. Üstünlüklerini, hâllerini uzun Tîğın boyunca kâareye batsun kılâbdan. uzun anlattı. İbrâhim Paşa’nın yanıldığını söyledi. Sultan Süleymân Hân’ın kalbi İbrâhim Gülşenî’ye ısınmış ve Aldun hezâr put-gedayi mescid eyledün, görüşmek arzusu uyanmıştı, İbrâhim Paşa’ya; “Şeyh İbrâhim Nâkûs yerlerinde okuttun ezanları. Gülşenî hazretleri bu kadar uzun zamandır burada olduğu hâlde, niçin bizimle görüştürmediniz? Yarın da’vet eyle” diye Âhır çalındı kûs-i râhil ettin irtihâl, emir verdi. Ertesi gün Sultan Süleymân Hân, İbrâhim Evvel konağın oldu bustanları... Paşa’dan evvel Kapıcıbaşı Rüstem Ağa’yı İbrâhim Gülşenî’yi da’vet için gönderdi. Rüstem Ağa edeble huzûruna vardı. Minnet Hudâ’ya iki cihanda kılup sa’îd, Pâdişâh’ın selâmını söyledi. Da’vet etti. İbrâhim Gülşenî, Nâm-ı şerîfin eyledi hem gaazi hem şehîd. da’veti kabûl etti. Rüstem Paşa’ya; “Vezîr-i a’zam olasın” diye duâ etti. Allahü teâlânın sevgili kullarım nerede olursa olsunlar arayıp bulan Kanunî Sultan Süleymân Hân, o mübârek kimseler için Rüstem Paşa bu duâdan sonra sadr-ı a’zam ve Pâdişâh’a bütün imkânlarını seferber eder, rahatça hizmet etmelerini dâmâd oldu. İbrâhim Gülşenî, talebeleri ile saraya geldi. te’min ederdi. Ancak, fazlaca güvenini kazandığı için Onların geldiklerini gören İbrâhim Paşa’nın kin damarları fevkalâde yetkiler verdiği vezîr-i a’zamı Makbûl İbrâhim Paşa, kabardı. Onların gelişini sarayın penceresinden seyreden Allah dostları ile arasına perde olmaya başlamış, onların Pâdişâh’a gitti. “Bu hâl, Mısır’a sultan olma iddiasıdır” dedi. gönülleri ferahlatan güzel sohbetlerinden Pâdişâh’ı mahrûm Bunun üzerine Sultan Süleymân Hân; “Ben İbrâhim Gülşenî’yi bırakmaya kalkışmıştı. O sırada Mısır evliyâsının öyle görürüm ki, bütün dünyâyı verseler iltifât etmez. Garazla büyüklerinden olan İbrâhim Gülşenî de İstanbul’a gelmiş, arz münâsip değildir” diye cevap verdi. İbrâhim Paşa: “Eğer Pâdişâh’ı ziyâret etmeyi arzu etmişti. İbrâhim Paşa, nâmını İbrâhim Gülşenî sizinle görüşürse, sizi sihirle aldatmağa çok duyduğu İbrâhim Gülşenî’nin Pâdişâh’la görüşmesine kalkabilir. Onun için bir an evvel Mısır’a gönderelim. Yanınıza mâni olmak istemişti. İbrâhim Paşa, her fırsatta Şeyhülislâm gelmeden emir çıkarın ki, memleketin selâmeti için bu daha iyi İbn-i Kemâl Paşa’ya, kadıya, devlet ileri gelenlerine İbrâhim olur” dedi. Sultan Süleymân Hân; “Ben onu uzaktan bir pîr-i Gülşenî’yi hep kötüledi. Hiç kimseden yüz bulamayınca, fânî gördüm. Cezbesi kalbime ferahlık verdi. Hele gelsin Sultan Süleymân Hân ile görüşememesi için çâreler aramaya görelim” dedi. İbrâhim Gülşenî’nin talebeleri, hocalarını Sultan başladı, İbrâhim Gülşenî’ye iyi davranarak, Mısır’a geri Süleymân’ın odasının kapısına kadar tezkere ile getirdiler. göndermeyi de düşündü. Birgün talebeleri, gözleri görmeyen Kapıdan, kapıcıbaşı alıp huzûra getirdi. Gözleri görmüyordu. Yüksek sesle selâm verdi. Sultan Süleymân Hân da selâmını orada çok oturma ve onlardan olan kimseye hükümeti verme. sesli aldı. Sultan Süleymân Hân, İbrâhim Gülşenî’yi kucakladı. El-mukadderu kâinûn” dedi. Tebrîz’i fethettiğim zaman, bu İbrâhim Gülşenî de Sultan Süleymân’ı kucakladı. Sultan nasihati unuttum ve Tebrîz beyliğine onlardan birini verdim. Süleymân Hân’ın elleri ve ayakları gerildi. İbrâhim Gülşenî’nin Onun için Tebrîz elimizden çıktı.” kucağında o koca gövdesi ile bir çocuk gibi kaldı, İbrâhim Gülşenî, o zaman yüzdört yaşında idi. Sultan Süleymân’a çok İbrâhim Gülşenî Mısır’a gitmeden önce, dört Cum’a Ayasofya nasihat etti. Sultan Süleymân Hân, hüngür hüngür ağladı. Câmii’nde va’z etti. Câmi, dışına kadar cemâatle doldu, “Pâdişâhım, her hâlinde Allahü teâlâyı hazır bil. Verdiğin İbrâhim Gülşenî’nin sesi çok yüksek olmamakla beraber, en kararların hepsinin hesabını, O’nun huzûrunda vereceğini arkadaki cemâat gayet rahat işitirdi. Son Cum’a, Sultan unutma. Âlimlere hürmet et. Onlara iyi davran, sakın inâd edip Süleymân Hân da va’zınâ geldi. Va’zın başından sonuna onlarla uğraşma. Onların kuvveti Allahü teâlâdandır. Herkesin kadar devamlı ağladı. Va’zın sonunda İbrâhim Gülşenî’ye, hakkına riâyet et. Emrin altındakilere ihsânını bol ver. Zulm Pâdişâh’tan ve diğer kimselerden o kadar çok hediye geldi ki, edersen zâlimlerden olursun. Bizden, Allahü teâlâya gidecek haddi hesabı aştı. Bunları Sarban Hasen Efendi’ye teslim etti. yolu sor. Dergâh-ı Hakka hangi yolla ulaşmak mümkün olur, “Hasen Efendi! Bu gelen eşyadan bir tane bile istemeyiz. onu sor. Sormayanlar, sormadıkları ve bozuldukları, Bunları hep fakirlere dağıt” dedi. Bütün hediyeleri fakirlere başkalarını dahî bozdukları için âhırette mes’ûl olacaklar” dağıttılar. dedi. Kollarını kaftanından dışarı çıkardı. Kolları, iki parmak kalınlığı kadar ancak vardı. Orada bulunanlar, bu kadar ince Kanunî Sultan Süleymân Hân, zamanın evliyâsının kollarla Pâdişâhı nasıl sıkıp kaldırdı diye hayret ettiler. Sultan büyüklerinden, Beşiktaşlı Yahyâ Efendi’ye “Ağabey” diye hitâb Süleymân Hân; “Efendim, sizin duânız bize yeter” dedi. eder, onun pek yüksek bir zât olduğunu, Hızır aleyhisselâm ile İbrâhim Gülşenî uzun uzun duâ etti ve; “Bizim buraya görüştüğünü bilir, kendisini de Hızır aleyhisselâm ile gelmemiz sizi zâhir gözü ile görmek için idi. İnşâallah...” dedi. görüştürmesini isterdi. Aralarında geçen bir menkıbe şöyle Kalkmak istedi. Sultan Süleymân Hân, elinden tutup kaldırdı, anlatılır: İbrâhim Gülşenî; “Allahü teâlâ da sizin desteğiniz olsun” diye duâ etti. Kanunî, birgün kayıkla Boğaz’da gezmeye çıkmıştı. Ortaköy hizasına gelince, kıyıya yanaşıp, bir adam göndererek Yahyâ İbrâhim Gülşenî hazretleri ve talebeleri için yüz kişilik yemek Efendi’yi çağırttı. O da yanında bir ahbabı ile gelip, kayığa hazırlanmıştı. O yemekten binden fazla kimse karnını bindiler. Birlikte giderlerken, Yahyâ Efendi’nin ahbabı, devamlı doyurdu. Yemekler hiç eksilmemişti. Kanunî Sultan Süleymân olarak Kânûnî’nin parmağında bulunan çok kıymetli bir yüzüğe Hân, İbrâhim Gülşenî hazretlerinin gözlerini tedâvi etmesi için, bakıyor ve bu bakış dikkati çekiyordu. Kanunî bu hâli kendi göz doktorunu vazîfelendirdi. Çok geçmeden, mübârek farkedince, parmağındaki o kıymetli yüzüğü çıkarıp; “Buyurun, kimsenin gözleri tekrar görmeye başladı. Pâdişâha çok duâ daha yakından iyice bakıp inceleyebilirsiniz” dedi. O zât, etti. yüzüğü aldı. Evirip çevirdikten sonra, denize atıverdi. Yahyâ Efendi hâriç, kayıkta bulunanlar çok hayret ettiler. Bir müddet Kanunî Sultan Süleymân Hân anlatır: “Yüzden ziyâde yüksek gittikten sonra, o zât inmek istediğini bildirince, kayık kıyıya âlim ile sohbet ettim. Şeyh İbrâhim Gülşenî’den daha yüksek yanaştı. O zât, ineceği sırada denizden bir avuç su alıp cezbe sahibi ve sözü kalbe te’sîr eden âlim görmedim. Bana Sultân’a uzattı. Avcundaki suda, biraz önce denize attığı nasihat ederken; “Her hâlinde Allahü teâlâyı hazır bil” dediği yüzük vardı. Yahyâ Efendi hâriç, kayıkta bulunan herkes, yine zaman, bende öyle bir hâl hâsıl oldu ki, bütün dünyâyı çok hayret ettiler. Kanunî elini uzatıp yüzüğü alınca, o zât verseler, o hâle bedel olamaz. Her ne zaman İbrâhim birdenbire gözden kayboluverdi. Kanunî, Yahyâ Efendi’ye Gülşenî’yi düşünsem, o hâllerden bir hâl hâsıl olur. Bana bir dönüp; “Ağabey, neler oluyor?” dedi. O da; “O gördüğünüz duâ öğretti ki, her ne niyetle okusam, o niyetim, o muradım Hızır idi” dedi. Bunun üzerine Kanunî; O hâlde bizi niye muhakkak hâsıl olurdu. Bana; “Tebrîz’i fethettiğin zaman, tanıştırmadınız?” deyince, Yahyâ Efendi; “O kendini tanıttı. Kara Çelebi’nin babası Mevlânâ Hüsâmeddîn Abdullah, Fâtih Ama siz tanımakta geç kaldınız” buyurdu. Sultan Mehmed Hân Gâzî’nin vezirlerinden olan Karamanlı Mehmed Paşa’nın azâdlı kölelerinden idi: Kara Çelebi diye tanınan Muhammed Efendi, zamanında 1) Târih-i Peçevî bulunan çeşitli âlimlerin sohbet ve derslerinde bulunarak güzel bir şekilde yetişti. İstidâdının çokluğu sebebiyle, kısa zamanda 2) Târih-i Solak-zâde yükselerek kemâle geldi. İlim tahsilini tamamladıktan sonra, çeşitli yerlerde kadı olarak vazîfe yaptı. Daha sonra Edirne’de 3) Tezkiret-üş-şu’arâ cild-1, sh. 94 bulunan Sultan Bâyezîd Hân Medresesi’nde Ahmed İbni Kemâl Paşa’nın muîdi. (yardımcısı, ders vekîli) oldu. Buradaki 4) Münşeât-ı selâtîn cild-1, sh. 510 gayretleri ile ve tînetinin güzelliği, hâlinin ve istikâmetinin dosdoğru olması sebebiyle, daha yüksek olgunluklara ve daha 5) Şakâyık-ı Nu’mâniyye zeyli (Atâî) sh. 90 6) Menâkıb-ı Gülşenî sh. 405 7) Tam İlmihâl Se’âdet-i Ebediyye sh. 1068 8) Rehber Ansiklopedisi cild-15, sh. 369 9) Şakâyık-ı Nu’mâniyye tercümesi (Mecdî Efendi) sh. 440 10) Süleymânnâme (Karaçelebi-zâde Abdülazîz Efendi), İstanbul 1248 11) Menâkıb-ı Beşiktaşî Müderris Yahyâ Efendi 12) Hulefâ-i a’zâm-ı Osmâniyye hadarâtının Haremeyn-i şerîfeyndeki âsâr-ı mebrûre ve meşkûre-i hümâyunlar İstanbul 1317 sh. 25 yüksek derecelere kavuştu. Ahmed İbni Kemâl Paşa’nın yanında yetişerek ve daha da olgunlaşarak; Bursa’da Îsâ Bey, Kütahya’da Molla Vâcid, Tire’de Tire, Amasya’da Hüseyniyye, Çorlu’da Çorlu, Bursa’da Manastır, Manisa’da Sultan, İstanbul’da Sahn-ı semân ve Edirne’de Sultan Bâyezîd Hân medreselerinde müderrislik yaptı. Adı geçen medreselerde talebelere son derece fâideli oldu. Müderrislik vazîfesine devam etmekte iken, kadılık yapmak arzusu gönlüne geldi. Önce Şam’da, sonra Bursa’da kadılık yaptı. Bursa’da iken, buradaki vazîfesinden alınıp, yine Bursa’da Muradiye Medresesi’nde, sonra İstanbul’da Ayasofya ve daha sonra da Sahn-ı semân medreselerinin birinde müderris olarak vazîfelendirildi. Müderrislik yapıp, Muhammed aleyhisselâmın yolunu, dîn-i İslâmın yüksek hükümlerini talebelere en güzel şekilde anlatmakta ve öğretmekte iken, ikinci defa Bursa kadısı oldu. Sonra Edirne ve İstanbul kadılıklarında bulundu. Kara Çelebi nâmı ile tanınan Muhammed Efendi, çok yüksek KARA ÇELEBİ (Muhammed bin Hüsameddîn Abdullah) Osmanlılar zamanında Bursa’da yetişen Hanefî mezhebi fıkıh âlimlerinden. İsmi, Muhammed bin Hüsâmeddîn Abdullah elBursavî olup, lakabı Muhyiddîn’dir. Kara Çelebi ve Hicrî Efendi diye tanınıp meşhûr oldu. Doğum târihi ve yeri kat’î olarak tesbit edilememiştir: 965 (m. 1557) senesinde vefât etti. ilim sahibi bir zât idi. Vera’ sahibi idi. Haram ve şüpheli şeylerden çok sakınırdı. Aklı, zekâsı ve anlayış kabiliyeti pek kuvvetli idi. İlimde sanki bir derya misâli idi. Bilhassa kelâm.ve fıkıh ilimlerinde pek derin olup, bu ilimlere âit her mevzûyu en güzel şekilde bilir ve izah ederdi. Târih ilmine olan aşinalığı da pekçok olup, târihe dâir haber verdiği, anlattığı latif ve zarif hâdiseler, orada olanların hepsini pür dikkat dinlemeğe sevkederdi. Kara Çelebi hazretlerinin, bilinen apaçık fazilet ve üstünlükleri görevlendirildi. Bu medresede ilk dersi Kara Dâvûd bin Kemâl yanında, şairliği de kuvvetli olup, şiirlerinde “Hicrî” mahlasını verdi. Buradan Edirne’deki Üçşerefeli Medrese’ye daha sonra (takma adını) kullanırdı. da İstanbul’daki Sahn-ı semân medreselerinden birisine müderris olarak ta’yin edildi 922 (m. 1516) senesinde Bursa Hatını kırık, gönlü mahzûn, müşkülü çok, kalbi yaralı olanların kadısı oldu. Bu görevden emekliye ayrıldı. Bir süre sonra bulundukları meclislere gider, fesahat ve belagat san’atıyle tekrar bu göreve getirildi Daha sonra kendi arzusu ile emekliye öyle güzel sözler söyler, öyle tatlı mes’eleler anlatırdı ki, ayrıldı. Çok ihsân sahibi olup, kul haklarına çok dikkat ederdi. dinliyenlerin gönülleri ferahlar, kalblerinde rahatlık Hakkı söylemekten çekinmezdi. Fâzıl, kâmil ve ârif bir zât idi. hissederlerdi. Kara Çelebi, kıymetli eserler tasnif etmiş olup, ba’zılarının isimleri şöyledir: 1) Sefînet-üd-dürer: Fıkha dâirdir. 2) Dîvân, 3) Vâkı’ât: Bu kitapta fetvâları toplamıştır. Çeşitli konulara dâir birçok eser yazdı. Bu eserlerden ba’zıları Bunlardır: 1-Şerhu Kasîde-i Nûniyye, 2-Hâşiye-i alettasavvurât, 3-Hâşiye-i alet-tasdîkât, 4-Hâşiye-i Şerh-i Metali’, 5-Hâşiye-i alâ Şerh-i Şemsiyye, 6-Telhîs-i takrîr-i Kavânin, 7Hâşiye-i alet-Tehzîb, 8-Şerh-i Delâil-i Hayrat: Bu eser Kara Dâvûd ismi ile meşhûrdur. Muhammed Cezûlî’nin yazmış olduğu Delâil-i Hayrat adlı eserin şerhidir. Kara Dâvûd bin Kemâl, bu eseri şerh ederken, İslâm târihi ile ilgili birçok 1) Mu’cem-ül-müellifîn cild-9, sh. 179 husûsları da yazmıştır. Bu eserden ba’zı bölümler: 2) Esmâ-ül-müellifîn cild-2, sh. 246 Şeyh Ebû Hafs Amr bin Ebî Hasen Nişâbûrî, bir eserinde şöyle anlattı: “Resûlullah efendimiz ( aleyhisselâm ), gazâdan 3) Şakâyik-i Nu’mâniyye tercümesi (Mecdî Efendi) sh. 495 4) Sicilli Osmânî cild-4, sh. 345 5) Keşf-üz-zünun sh. 1199 dönerken bir yerde konaklamışlardı. Eshâb-ı Kirâmdan Hâlid bin Velîd ( radıyallahü anh ), bir haceti için ordugâhtan ayrıldı. O, ordugâha gelmeden önce, Resûl-i ekrem ve Eshâb-ı Kirâm oradan ayrıldılar. Hâlid bin Velîd ( radıyallahü anh ) geri dönünce İslâm ordusunu bulamadı. Ordunun ne tarafa gittiğini görmek için yüksekçe bir dağın tepesine çıktı. Etrâfına bakınırken, bir savma (bir papazın tek başına yaşadığı yer) gördü. Etrâfında çok kalabalık bir insan topluluğu gördü. Onların yanına gidip, içlerinden birine neden toplandıklarını sordu. O da; “Bu savmada bir râhib vardır) senede bir sefer KARA DÂVÛD BİN KEMÂL Kânunî Sultan Süleymân Hân devrinde yetişen Osmanlı âlimlerinden. İsmi Muhammed bin Kemâl İzmitî’dir. Halk arasındaki ismi Kara Dâvûd’tur. Doğum târihi bilinmemektedir, İzmitlidir. 948 (m. 1541) senesinde Bursa’da vefât etti. Yıldırım Bâyezîd semtinde yaptırdığı câminin bahçesine defnedildi. Kara Dâvûd, İzmit Medresesi’nde; Mevlânâ Lütfî ve Müeyyedzâde gibi birçok âlimden ilim tahsil etti. İlim tahsilini tamamladıktan sonra, Bursa’daki Kâsım Paşa Medresesi’ne müderris olarak ta’yin edildi. Sonra Trabzon Medresesi’nde bize va’z ve nasihat eder. Bu rahip bize bugün nasihat edecek, onun için buraya toplandık. Onun dedikleri ile bir sene amel ederiz” dedi. Hâlid bin Velid ( radıyallahü anh ) rahibin neler söyliyeceğini dinlemek için orada bekledi. Savmadan genç bir rahip çıktı. O topluluğa doğru gelince, orada bulunanların hepsi ayağa kalktılar. Hepsi ona hürmette bulundular. O rahip yerine oturduktan sonra; “Dağılın. Bu sene ben size va’z etmeyeceğim” dedi. Bunun üzerine cemâat ağlaşarak; “Bir seneden beri sizin va’zınızı bekliyoruz. Hepimiz çok uzak yollardan geldik. Bize va’z etmemenizin sebebi nedir?” diye sordular. Rahip; “İçinizde Muhammed’in eshâbından bir kimse var. Zira ben, aklımda olan ve size söyliyeceğim şeyleri söyliyemiyorum. Onu bulup çıkarmadan radıyallahü anh ); “Eğer sen Ebû Bekr’i ( radıyallahü anh ) size va’z etmem” dedi. Aradılar, fakat Hâlid bin Velîd’i ( görmüş olsaydın, onun ilim ve irfan hazînesi olduğunu radıyallahü anh ) bulamadılar. Çünkü o onlar gibi giyinmişti ve görürdün” diye cevap verdi. Sonra rahip; “Sana birşey daha onların dillerini çok iyi konuşuyordu. Silâhlarını da, oraya sorayım. Duydum ki, Muhammed şöyle demiş: “Cennette dört gelmeden önce bir yere saklamıştı. Rahip oradakilere; ırmak akar. Bunların biri şarap, biri bal, biri süt, biri sudur. Bu “Hepiniz oturun, onu ben bulurum” dedi. Herkes oturup dört ırmak arasında ara ve hicab yoktur. Dördü de aynı yerden sustuktan sonra rahip; “Ey Muhammed’in eshâbı! Ben senin akar. Ama birbirlerine karışmazlar.” Ben bunun da dünyâda nerede olduğunu bilmem. Sâdece Allahü teâlâ bilir. Eğer dînini benzerini göremedim. Bunun dünyâda bir benzeri var mıdır?” seviyorsan, dînin ve peygamberin Muhammed hürmetine dedi. Hâlid bin Velîd ( radıyallahü anh ); “Evet vardır. Allahü ayağa kalk” dedi. Onun bu sözleri üzerine Hâlid bin Velîd ( teâlâ, insanın dimağında birbirinden ayrı dört su yarattı. radıyallahü anh ) o topluluğun kendisini öldürebileceğini Onlardan biri kulaktan gelir, acıdır. Biri gözden gelir, tuzludur. düşünerek ayağa kalkmadı. Rahip yine; “Dînini ve Biri burundan gelir, kokmuştur. Biri ağızdan gelir tatlıdır. Asıl Peygamberini seversen kalk” dedi. Hâlid bin Velîd kendi maddeleri dimağ iken asla karışmazlar” diye cevap verdi. Bu kendine; “Dînim ve Resûlullahın ( aleyhisselâm ) yolunda bin cevap üzerine rahip; “Güzel dedin. Peyamberinin sözlerini canım dahî olsa feda olsun” diye düşünerek ayağa kalktı. isbât ettin. Senin ilmin mi çoktur, yoksa Ömer-ül-Fârûk’un mu Oradakiler ona doğru hücum edince, Rahip; “Onun yanından ilmi çoktur?” diye sorunca, Ebû Bekr ( radıyallahü anh ) için çekilin. Zira bu kadar çok kişinin bir kişiyi öldürmesi doğru verdiği cevâbın aynısını söyledi. Rahip yine; “İşittim ki, değildir” dedi. Rahip onu yanına çağırarak karşısına oturttu ve Muhammed; “Cennette çok güzel tahtlar vardır ki, yüksekliği ona; “Sen Muhammed’in arkadaşlarının büyüklerinden misin, beşyüz senelik yoldur. Sahibi üzerine çıkmak isteyince taht yoksa küçüklerinden misin?” diye sordu: Hâlid bin Velîd de ( eğilir ve sahibini üzerine alıp kalkar” demiş. Ben aradım, radıyallahü anh ); “Ne büyüklerindenim, ne de taradım, dünyâda bunun bir eşini bulamadım. Sen bunun bir küçüklerindenim. Orta mertebede olanlardanım” dedi. Rahip; benzerini bilir misin?” diye sordu. Hâlid bin Velîd ( radıyallahü “Birşey bilir misin?” diye sorunca, o; “Dînin emirlerini yerine anh ); “Evet bilirim. Sen deveyi görmüyor musun? Ne kadar getirecek ve işlerimi görecek kadar bilirim” dedi. Rahip; “Sana yüksektir. Ona binmek çok zordur. Fakat bir çocuk yularından suâl sorsam cevap verebilir misin?” diye sordu. Hâlid bin Velîd çekince boynunu aşağı eğer. Çocuk boynuna binince, başını ( radıyallahü anh ); “Bilirsem cevap veririm. Bilemezsem bile, kaldırır, çocuk sırtına doğru kayarak, sırtına biner. Hazret-i dînimizde lâzım olmayan şeyleri bilmemek ayıp değildir. Zira Süleymân aleyhisselâm bütün ordusu ile birlikte bir yere her âlimden üstün bir âlim vardır.” Sonra Rahip şöyle sordu: gitmek isteyince, rüzgârlar bulundukları sarayın altına girip “Duydum ki, sizin peygamberiniz Muhammed şu haberi onları kaldırdı. Bir günde iki aylık yol aldı. Bu, sizin kitabınızda vermiş: “Allahü teâlâ Cennet-i a’lâda her ne yarattı ise, onun yok mu?” dedi. Rahip; “Güzel cevap verdin ve Peygamberinin benzerini dünyâda yarattı.” Bir seferinde de şöyle anlatmıştır: sözlerini isbât ettin. Sen mi âlimsin, yoksa Osman Zinnûreyn “Allahü teâlâ, Cennette Tûbâ isminde bir ağaç yarattı. Bu mi?” diye sorunca, Hâlid bin Velîd daha önce Hazreti Ebû ağacın kökü bir olduğu hâlde, Cennetteki her köşkün, her Bekr ve Hazreti Ömer. İçin verdiği cevâbın aynısını söyledi. sarayın ve her evin içinde o Tûbâ ağacının dallarından bir dal Rahip yine; “Duydum ki, Muhammed şöyle demiş: “Cennet vardır.” Ben bunun benzerini bulamadım. Acaba dünyâda ehli Cennette yerler, içerler, hiçbir zaman içlerinden herhangi bunun benzeri var mıdır ve sen bunu bilir misin?” Hâlid bin birşey çıkarmazlar. Kusmağa bile ihtiyâç duymazlar.” Bunun Velîd ( radıyallahü anh ); “Evet bilirim. Onun dünyâda bir benzerini dünyâda bulamadım. Sen bir benzerini biliyor benzeri vardır. Allahü teâlâ onun benzeri olarak güneşi yarattı. musun?” diye sordu. Hâlid bin Velîd ( radıyallahü anh ); “Evet Güneş doğup tam tepeye geldiği zaman yer yüzünde ne varsa biliyorum. Allahü teâlâ ana karnında olan çocuğa dört veya oraya güneş girer” diye cevap verdi. Rahip bu cevâbı beş aylık hâle gelince can verir. O ma’sûm yavru dünyâya beğenerek; “Bu konuşmanla çok güzel cevap verdin. gelinceye kadar, her ne arzu ederse Allahü teâlâ anasına o Peygamberinin sözünü doğruladın. Senin ilmin mi çoktur, şeyi yemesini nasîb eder. Ananın yediği o şey, o çocuğa gıda yoksa Ebû Bekr’in ilmi mi çoktur?” diye sordu. Hâlid bin Velîd ( olur. Çocuk ne dışarı çıkarır, ne de kusar” diye cevap verdi. Buraya Cennet meyvaları gelmiştir. Bu güzel koku o Cennet Rahip; “Doğru söyledin. Senin mi ilmin çoktur, yoksa Ali bin meyvalarının kokusudur” dedi.” Ebî Tâlib’in mi ilmi çoktur?” diye sordu. Hâlid bin Velîd ( radıyallahü anh ), ona; “Eğer sen Hazreti Ali’yi ve öteki Atâî Horasanî şöyle anlattı: “Kim bir fenâlık yapar veya nefsine sahâbîleri (r.anhüm) görseydin, bilgi hazînesinin ne demek zulmeder de Allahtan mağfiret dilerse, Allahı çok bağışlayıcı, olduğunu anlardın” dedi. Rahip birşey daha sormak niyetinde çok merhametli bulur” meâlindeki Nisa sûresi yüzonuncu âyet- olunca, Hâlid bin Velîd ( radıyallahü anh ); “İnsaf et ey rahip! i kerîmesi nâzil olunca, şeytan korkunç bir ses ile feryâd Sen bana dört soru sordun. Müsâade et de, ben sana birşey eyledi. Sesi öyle yüksek idi ki, yeryüzündeki bütün askerleri sorayım. Sen cevap ver, sonra istediğin kadar soru sor” dedi. işitip, yanına geldiler ve; “Nedir bu hâlin? Bu şiddetli feryadın Rahip sormasını söyledi. Hâlid bin Velîd ( radıyallahü anh ); sebebi nedir?” diye sordular. O da; “Benim hilelerim ile bu “Cennetin anahtarı nedir? Bana söyle” dedi. Rahip; “Îsâ ümmete işlettiğim günahların af ve mağfireti hakkında aleyhisselâma ve Meryem’e imân etmektir” dedi. Hâlid bin Muhammed’e bir âyet-i kerîme nâzil oldu” dedi. Askerleri Valîd ( radıyallahü anh ); “Onları seversen, Cenneti açan bunun hangi âyet-i kerîme olduğunu sorunca, Nisa sûresi nedir? Doğru söyle” dedi. Rahip cevap veremedi ve sustu. yüzonuncu âyet-i kerîmesini onlara okudu. Sonra şöyle dedi: Orada bulunan halk; “Ey rahip, sen bu zâta dört soru sordun. “Bu âyet-i kerîmede Allahü teâlâ istiğfar edenlere af ve O da hiç beklemeden cevâbını verdi. Şimdi sen niçin mağfiretini va’d etti. Allahü teâlânın va’dinde dönmek yoktur. susuyorsun? Neden cevap vermiyorsun?” dediler. Rahip: “Ben Şimdi düşünün. Acaba buna bir hîle yolu bulabilir misiniz?” cevâbını biliyorum. Fakat siz bunu kabûl etmezsiniz. Çünkü bu Onlar; “Hayır, biz böyle bir hîle yolu bilmiyoruz” dediler. Bunun zâta doğru cevap vermekten başka çârem yoktur. O, ölüm üzerine şeytan onlara; “Hele siz gidip biraz düşünün. Belki bir tehlikesi varken, Peygamberi adına and verdiğim zaman hiç hîle yolu bulabilirsiniz. Ben de bu arada düşüneyim” dedi. çekinmeden ortaya çıktı. Şimdi benden Îsâ aleyhisselâm Şeytanın askerleri oradan ayrıldıktan bir süre sonra, şeytan adına doğru cevap vermemi istiyor. Ben cevap verirsem siz yine bir nâra attı. Bütün askerleri tekrar toplanıp geldi. Şeytan kabûl etmezsiniz. Hattâ beni öldürürsünüz. Onun için onlara; “Bir yol bulabildiniz mi?” diye sorunca, onlar; “Hayır” susuyorum” dedi. Orada bulunanlar; “Biz niçin râzı olmıyalım? cevâbını verdiler. Şeytan; “Ben bir hîle yolu buldum” dedi. Biz Cennetin anahtarını öğrenmek için buradayız. Doğruyu Avânesi bunun ne olduğunu sorunca şöyle dedi: “O büyük bildir ki, hepimiz Cennete girelim” dediler. Bunun üzerine Peygamber âhırete intikâl ettikten sonra, ümmetine güzel rahip; “Miftâh-ül-Cenneti, bu kişinin peygamberi olan amel sûretinde çeşitli bid’atler işletelim. Bunları ne Muhammed aleyhisselâmdır. Çünkü O’nun peygamberliğini Peygamberleri, ne halîfeleri ne de eshâbı yapmış olsun. Böyle tasdik etmedikçe, Cennete girilmez! Nasıl anahtar olmayınca amelleri onlara güzel göstermek sûretiyle, onlar o bid’atleri odaya girilmezse, anahtarsız Cennete de girilmez” dedi. sünnet sanıp ısrarla üzerine düşüp yaparlar. O yaptıkları Bunun üzerine oradakiler; “Biz şimdiye kadar boşu boşuna amelden de tövbe ve istiğfar etmezler. Bu işledikleri bid’atlerle zahmetler çekip duruyormuşuz. Meğer Muhammed onların Cehenneme girmelerini sağlar, muradınıza erersiniz” aleyhisselâm Cennetin anahtarı imiş ve O’nun dedi. Allahü teâlâ cümlemizi şeytanın şerrinden muhafaza peygamberliğine îmân ile Cennete girilirmiş. Şimdi biz de eylesin. Âmin! Allahü teâlânın Resûlünün nübüvvetini tasdik eyledik” dediler ve hep birlikte Kelime-i şehâdet getirerek müslüman oldular. Şöyle anlatılır: “Peygamber efendimizin ( aleyhisselâm ) zamanında, yahudi âlimlerinin bir başkanı vardı. Bu bilgin “Peygamber efendimiz ( aleyhisselâm ) mi’raca çıktığı zaman Şam’da oturuyordu. Birgün kendi kendine; “Muhammed’in dîni bir vadiye vardı. Bu vadiden güzel kokular geliyordu. Cebrâil gün geçtikçe yayılmaktadır. Onun sıfatları Tevrat’ta vardır. Bu aleyhisselâma; “Bu güzel kokular nedir?” diye suâl edince, yüzden ben tenhâ bir yerde oturup Tevrat’ı dikkatlice Cebrâil (aleyhisselâm); “Burada Firavn’ın hanımının ve okuyayım, O’nun vasıflarının bulunduğu yaprakları yırtıp kızlarının, hizmetçisi olan hâtunun ve çocuklarının kabri vardır. ateşte yakayım. Sonra benden O’nun sıfatlarını soran olursa; “O’nun sıfatları Tevrat’ta yoktur” diyeyim. Böylece yahudi taifesi ona inanmamış olur” diye düşündükten sonra, bir feryadını duyan Hazreti Ali ona; Sen o yayudi değil misin ki, Cumartesi günü gizli bir odaya girdi. Tevrat’ı dikkatlice Resûl-i ekreme ( aleyhisselâm ) olan düşmanlığından ötürü, okumaya başladı. Resûlullah efendimizin ( aleyhisselâm ) O’nun vasfı Tevrat’ta bulunmasın diye tenhâ bir yere girip, mübârek sıfatlarının dört yaprakta yazılı olduğunu gördü. O Tevrat’ı okudun. Sonra dört yerde O’nun sıfatlarını gördün ve dört yaprağı koparıp ateşte yaktı. Ertesi Cumartesi gözümden o yaprakları yırtıp yaktın. Ertesi hafta sekiz yerde bulup onları kaçmış yer olabilir düşüncesi ile yine gizli bir odaya girdi ve da yaktın. Ertesi hafta onaltı yerde buldun. “Bu hikmet-i Tevrat’ı dikkatlice okumaya başladı. Bu sefer Resûl-i ekremin ilâhîdir” diyerek buraya gelen sen denilmişin? O hâlin ne idi? ( aleyhisselâm ) vasıflarını sekiz sahifede buldu ve onları yırtıp Şimdi bu muhabbet ve feryadın nedir?” diye söyledi. Yahudi yaktı. Fakat bu durum kendisini şaşırttı. Ertesi Cumartesi yine onun bu sözleri üzerine; “Eğer Peygamberlik iddiasında bir odaya girip, Tevrat’ı baştan sona kadar okumaya başladı. bulunan Muhammed peygamber olsaydı, kelâmında ayrılık Bu sefer Server-i âlem efendimizin ( aleyhisselâm ) sıfatlarını olmazdı. O; “Ben peygamberlerin sonuncusuyum. Benden onaltı sahifede buldu. Bu durum üzerine kendi kendine şöyle sonra hiç kimseye peygamberlik verilmez” diye buyurmadı düşündü: mı?” deyince, Hazreti Ali; “Evet buyurdu” dedi. Bunun üzerine Yahudi; “Evet O haber verdi. Fakat şimdi âhırete intikâl etmiş “Bu ilginç bir sırdır, ilk hafta dört yaprakta O’nun sıfatlarını bulunuyor. buldum. O yaprakları yaktım, ikinci hafta sekiz yaprakta O’nun sıfatlarını buldum. O yaprakları da yaktım. Bu hafta ise onaltı Sen benim Şam’da kendi evimde hanımımın, evlâdımın ve hiç sahifede buldum. Onları da yakarsam, haftaya otuziki sahifede kimsenin haberi olmadan gizlice yaptığım bir işi nereden O’nun sıfatlarını bulurum. Bu durum, ancak Allahü teâlâ bilirsin? Sana vahy mi geldi? Yoksa sen Peygamber misin?” tarafından olan bir iştir. En iyisi Medîne-i münevvereye gidip, diye sorunca, Hazreti Ali şöyle dedi: “Ben peygamber değilim. peygamberlik da’vâsında bulunan Muhammed’i göreyim. Eğer Ama O’nun dâmâdı ve amcasının oğluyum. O, âhırete teşrîf bu Tevrat’ta yazılan sıfatlar onda varsa, O’nu tasdik edip îmân etmeden önce bana şöyle buyurdu: “Yâ Ali! Ben âhırete teşrîf edeyim. Şayet o sıfatlar O’nda yoksa; “O büyük Peygamber ettikten üç gün sonra, Şam’dan bir yahudi gelip sevgisini izhâr Tevrat’ta yazılıdır. Fakat sen o değilsin” diyeyim. Böylece bu edecektir. O yahudiye gizlice işlediği kabahatten haber ver. müşkilimi çözmüş olayım.” Sonra hemen hazırlanmaya Bana Cebrâil bildirdi. Bu mu’cize ona yeter. İmân etsin.” Ben başladı. Şam’daki yahudiler ona engel olmak istedilerse de, de sana o büyük Peygamberin sözlerini söylüyorum.” Yahudi; onları dinlemeyerek; “Muhakkak gidip bu müşkilimi “Bu. O’nun peygamberliğine bir delîldir. Bir delîl daha bulun, çözeceğim” dedi ve yola çıktı. Peygamber efendimizin ( îmân edeyim. Şüphem kalmasın” dedi. Hazreti Ali ona ne, aleyhisselâm ) âhırete intikâl ettiğinin üçüncü gününde, bilgin istediğini sordu! Yahudi. Resûl-i ekremin ( aleyhisselâm ) Medine’ye girdi. Yolda Eshâb-ı Kirâmdan birisine rastlayıp. mübârek vücûdlarına giydiği gömleği istedi. Peygamber Peygamber efendimizin ( aleyhisselâm ) nerede olduğunu efendimizin ( aleyhisselâm ) giymiş olduğu bir gömleği sordu. O Sahâbî de onu mescide götürdü. Ebû Bekr ( getirdiler. Yahudi gömleğe bakıp kokladıktan sonra şöyle dedi: radıyallahü anh ) ve Eshâb-ı Kirâmdan birçok zât mescidde “Gerçekten, bu gömleği giyen, Tevrat’ta vasfı anlatılan âhır oturuyorlardı. Yahudi bilgin içeri girip; “Selâm sana yâ zaman Peygamberidir. Zîrâ, bu kokunun O’ndan başkasında Muhammed!” deyince, orada bulunan bütün Eshâb-ı Kirâm bulunması mümkün değildir. Şimdi bana O’nun kabr-i şerîfini O’nun mübârek ism-i şerîflerini duydukları için ağlamaya gösterin; Orada îmân edeceğim.” Yahudiyi oraya götürdüler. başladılar. Bunun üzerine yahudi: “Muhammed’e ne oldu? Orada îmân etti ve Allahü teâlâya şöyle niyazda bulundu: “Yâ Aranızda değil mi?” diye sorunca, Hazreti Ebû Bekr, Rabbi! O, Resûle aşkım ve muhabbetim çoğaldı. Rûhumu “Peygamber efendimiz ( aleyhisselâm ) âhırete intikâl edeli üç alıp, beni O’nunla görüştür.” O anda Kelime-i şehâdet getirip, gün oldu” dedi. Bu sözleri duyan yahudi; “Keşke anamdan rûhunu teslim etti. Namazı kılındıktan sonra Bâki’mezarlığına doğmasaydım. Keşke Tevrat’ta O’nun vasıflarını defn olundu.” görmeseydim, Ne olurdu O’nun mübârek cemâlini bir kere görmüş olsaydım” diyerek ağlamaya başladı. Onun bu Şeyh Sa’dî Şirâzî bir eserinde şöyle bildirdi: “Eski sultanlardan zaman gelecek” dedi. Bunun üzerine o zât; “Sultânım, ben biri, Hızır aleyhisselâmın ölü veya diri olduğuna dâir delîl hayâtımda hiç Hızır aleyhisselâmı görmedim. Fakat istedi. Bu yüzden vezirini çağırıp ona; “Hızır aleyhisselâm diri fakirliğimden dolayı bu yola başvurdum. Hızır zor durumda midir?” diye sordu. Vezîr, diri olduğunu söyleyince sultan; olan insanları kurtarır. Beni fakirlikten kurtardığın için bana “Onu da’vet et gelsin” dedi. Bunun üzerine Vezir; “Onun göre Hızır sensin” dedi ve sustu. Sultan hiddetlenerek; nerede olduğu bilinmez ve aramakla bulunmaz” dedi. Sultan “Fakirim deseydin, sana birşeyler verirdik. Fakat sen Hızır bulunması için çok ısrar edince, vezir; “Bu iş benimle olmaz. aleyhisselâmı bulurum diyerek, kırk gündür bize niçin eziyet Zîrâ bizden çeşit çeşit zulümler zâhir olmaktadır. Bunun için, ettin?” dedikten sonra, başvezîre; “Şimdi buna ne ceza onun bizimle görüşmesi mümkün değildir. Onu bulmasını verelim?” diye sordu. Vezîr, sultâna; “Emîr ver, bunu parça şeyhülislâmdan iste. Bu iş için o daha münâsiptir. Bulursa parça etsinler ve her parçasını bir sokak başına assınlar. ancak o bulur” dedi. Sultan, şeyhülislâmı huzûruna da’vet Böylece herkese ibret olur. Bundan böyle hiç kimse sultanın ederek, Hızır aleyhisselâmı bulmasını istedi. Şeyhülislâm huzûrunda yalan söylemez” dedi; O zâtın yanında duran bulamıyacağını söyleyince, sultan çok ısrar etti. Bunun ma’sûm çocuk; üzerine şeyhülislâm sultandan bir süre tanımasını istedi. Bu arada fakir bir zât şeyhülislâmın huzûruna gidip; “Hızır “Herşey aslına dönecektir” dedi. Sonra sultan, ikinci vezire; aleyhisselâmı’ arıyormuşsunuz. Beni pâdişâhla buluşturun. “Buna ne yapalım?” diye sordu, ikinci Vezîr, “Bunu bir dibeğe Ben onu bulurum” dedi. Şeyhülislâm, o fakir zâtı sultânın koyup, döve döve keşkek gibi yapalım. Sonra her sokak huzûruna götürdü ve; “Bu kişi Hızır aleyhisiselâmı bulacak” köşesine bir parça bırakalım. Böylece herkese ibret olur. dedi. Sultan ona; “Hızır aleyhisselâmı ne zaman Bundan böyle hiç kimse sultânın huzûrunda yalan söylemez” getireceksin?” diye sorunca, o şahıs; “Bu iş için zamana dedi. Yine o ma’sûm çocuk, önce söylediği gibi; “Herşey ihtiyâç vardır. Bana kırk gün müsâade et Bu arada yiyecek bir aslına dönecektir” dedi. Bu sefer sultan, üçüncü vezire aynı şeyler de ta’yin eyle. Hiçbir şeye ihtiyâcım kalmasın. Ben de soruyu sorunca, üçüncü vezir; “Başvezîr ve paşa bu arada ihlâs ile ibâdet edeyim. karındaşlarımız güzel söylediler. O, böyle cezaya lâyıktır. Fakat bu şahsın ihtiyâcı çok olmasaydı, kendisini böyle bir Böyle olunca, Hızır aleyhisselâmı bulup size getirebilirim” tehlikeye atmazdı. Devletli sultânımıza yakışan af ile dedi. Sultan bu zâtın dediklerini kabûl etti ve hergün kendi muâmeledir. Emîr ve ferman sultânımızındır” dedi. Yine o yiyeceklerinden belli bir miktarının onun evine gönderilmesini ma’sûm çocuk; “Herşey aslına dönecektir” dedi. Pâdişâh, o emretti. Bir miktar da kendisine verdi. Eve gittiğinde, zâta; “Bu çocuk senin neyin olur?” diye sorunca, o da; “Benim elindekileri hanımı görünce, onların ne olduğunu sordu. O da tanıdığım değildi!” Buraya geldiğim zaman, yanıma geldi durumu hanımına anlatınca, hanımı; “Sen”, Hızır durdu. Ben de sizin hizmetçiniz sandım” dedi, Sultan ona; aleyhisselâmı tanıyor musun?” diye sordu. O zât tanımadığını “Sen kimsin? Bunlar birbirine benzemeyen söz söyledikleri söyledi. Bunun üzerine hanımı; “Kırk gün sonra nasıl bulup da hâlde, sen üçüne de aynı cevâbı verdin” dedi. O ma’sûm sultâna götüreceksin?” diye sorunca, o zât; “Ben de çocuk; “Bu şahıs sana kimi getirecekti?” diye sorunca, sultan; bilmiyorum. Buna, ihtiyâcımızdan dolayı mecbûr oldum, fakat “Hızır aleyhisselâmı getirecekti” dedi. Bunun üzerine çocuk; böyle yaptığıma pişmânım” dedi. Aradan otuzdokuz gün “Sultânım, senin bu baş vezirin bir kasabın oğludur. Halkı geçip, kırkıncı gün olunca, sultan o zâta; “Yarın Hızır kırmaktan başka hiçbir işe yaramaz, ikinci vezirin bir ahçı aleyhisselâmı getirsin?” diye haber gönderdi. Ertesi gün sultan oğludur. Bu da halkı dövmekten başka bir işe yaramaz. iki süslü atı o zâtın evine gönderdi. O zât hayâtından ümîdi Üçüncü vezîr ise, bir vezirin oğludur. Aslına çekip dâima keserek, güzelce bir abdest aldıktan sonra, iki rek’at namaz suçluları af eder ve ihsânda bulunur. İşte Hızır benim. Hızır’la kıldı. Allahü teâlâya duâ etti ve Peygamber efendimizi ( buluşmaktan maksad nasihattir. Eğer benden nasihat istersen, aleyhisselâm ) vesile ederek kurtulmasını taleb etti. Sonra sana nasihatim şudur “Baş vezirini bu görevden alıp, sultânın huzûruna gitti. Bu sırada o zâtın yanında ma’sûm bir kasapbaşı yap. Varsın hayvanları kesmeğe devam etsin, ikinci çocuk zâhir oldu ve sağ tarafında durdu. Sultan; “Hızır ne vezirini bu görevden alıp, ahcıbaşı yap. Keşkek yapmaya devam etsin. Üçüncü vezirini de başvezir yap. Senden bir sivrisineği gönderecek” dedi. Nemrûd; “Sivrisinek Rabbinin ricam var. Bu zâta ta’yin ettiğin şeyleri kesme” dedikten sonra askeri midir?” diye sorunca, İbrâhim aleyhisselâm; kayboldu. Sultan onu bulmalarını emretti. Aradılar fakat bulamadılar. Durumu o zâta sordular. O da; “Daha önce onu “Evet bütün yaratıklar Rabbimin askeridir” dedi. Sonra görmemiştim. Burada gördüm” dedi. Sultan, Hızır Nemrûd, askerlerine hazır olmalarını emretti. Hepsi zırh aleyhisselâmın söylediklerini hemen yerine getirdi ve o zâta giydiler. Başlarına da miğfer geçirdiler. Sonra da sahrada gönderdiği şeyleri de kesmedi.” toplandılar. Askerlerin adedi. Çok fazlaydı. Nemrûd, bu askerlerin arkasında duruyordu. Allahü teâlâ, sivrisineklerin İbrâhim aleyhisselâmın amcasının, Sârâ isminde çok güzel bir başkanına; “Askerini al. O Nemrûd’u ve askerlerini yiyip helak kızı vardı. Sârâ, İbrâhim aleyhisselâmın mu’cizelerini eyle” diye emir verdi. Bu emir üzerine bütün sivrisinekler gördükten sonra, Hazreti İbrâhim’in yanına geldi ve îmân etti. sahraya toplandılar. O kadar çok sivrisinek geldi ki, güneş Sonra İbrâhim aleyhisselâma; “Dilerim ki beni zevceliğe kabûl görünmez oldu. Çeşit çeşit korkunç sesler çıkararak, edersin” dedi. Hazreti İbrâhim de kabûl etti. Allahü teâlâ, ona askerlerin üzerine hücum ettiler. Nemrûd, üzerine konan şöyle vahyetti: “Yâ İbrâhim, Sârâ’yı da yanına al. Nemrûd’un sivrisineklerin öldürülmesini emretti. Sivrisinekler, askerlerin yanına git Onu imâna da’vet eyle. Eğer îmân etmezse, ona bir zırhlarının altlarına girerek hepsini helak eylediler. Nemrûd azap edeyim görsünler.” Bu emir üzerine Hazreti İbrâhim, bunu görünce, hemen saraya kaçtı ve her tarafın yanında Sârâ olduğu hâlde Nemrûd’un huzûruna geldi ve; “Ey kapatılmasını emretti. Nemrûd’un öldürülmesi için, bir kanadı Nemrûd, gel Allahü teâlâya îmân et O’nu bir olarak kabûl et. olmıyan bir sivrisinek ta’yin olmuştu. O sinek Nemrûd’un Eşi ve benzeri olmadığını söyle. Beni de O’nun gönderdiği hak peşine takılıp, anahtar deliğinden içeri girdi. peygamber bil. Yoksa Allahü teâlâ sana azap gönderecek” dedi. Bu sözler üzerine Nemrûd; “Ben, seni iki sefer öldürmek Nemrûd’un yüzünün hizasına gelerek vızıldamaya başladı. istedim. Fakat sen onlardan kurtuldun. Artık seninle işim Nemrûd, gece gündüz uyumadan o tek kanatlı sivrisinekle yoktur. Sen buradan git” dedi. İbrâhim aleyhisselâm, Îmân savaştı. Fakat bir türlü sivrisineği öldüremedi. Sivrisinek, zafer etmesi için ısrar etti ise de, Nemrûd imân etmedi. O da Sârâ’yı kazanıp onu soktu. Soktuğu anda, orası şişti. Nemrûd onun alıp oradan ayrıldı. Sonra, Nemrûd gün geçtikçe küfrünü ağrısından feryâd ederken, sinek burnundan içeri girdi ve arttırdı. Allahü teâlâ şöyle vahy indirdi: “Yâ İbrâhim! Git, beynine kadar ulaştı. Sinek orada vızıldayıp, beynini yemeğe Nemrûd’u dîne da’vet eyle.” Bu emri yerine getirmek için, başladı. Nemrûd, hizmetçisine gece-gündüz başını İbrâhim aleyhisselâm Nemrûd’un yanına gidip; “Ey Nemrûd! ovdurmaya başladı. Çünkü sineğin vızıltısından beyni Allahü teâlâdan kork. Halkı azdırıp küfür ve dalâlete sokarsın. zonkluyordu. Kırk gün başını ovdurmaya devam etti; Bundan Kendini Allahü teâlâya şerik koşarsın. Benim Rabbim diridir, sonra, sinek içerde büyüdüğü için, artık, ovmak fayda ölümsüzdür. Bütün noksan sıfatlardan da münezzehtir, îmâna etmiyordu. Bezden tokmak yaptırıp, gece-gündüz kafasına gel. Allahü teâlâdan kork. Sana azap gönderir” dedi. Tam kırk vurdurmaya başladı. Kırk gün de böyle geçti. Sinek daha gün Nemrûd’u îmâna da’vet eyledi. Fakat Nemrûd îmân büyüyünce, bunlar da fayda vermedi. Daha büyük tokmak etmedi. Sonra Cebrâil aleyhisselâm, Hazreti İbrâhim’in yanına yaptırdılar. Vurmaya devam ettiler. Hizmetçiler bu işten gelip; “Allahü teâlâ sana selâm söyledi. Şu emri verdi. bıktılar. Aralarında; “Tanrılık da’vâsı ediyor da, başından bir Nemrûd’a haber ver. Ne kadar askeri varsa alıp sahraya sineği çıkarmağa gücü yetmiyor” diyorlardı. Tokmakları gelsinler, ona asker göndereceğim” diye bildirdi. Bu emir büyüttüler. Nemrûd’un kuvvetli bir hizmetçisi vardı. Hizmetçiler üzerine İbrâhim aleyhisselâm, hemen Nemrûd’un yanına birgün ona gidip; “Öyle kuvvetli vur ki, bizi bu azaptan kurtar” gidip; “Ey Nemrûd, askerlerini al ve sahraya çık. Allahü teâlâ dediler. Onların ısrarlarına dayanamıyarak, tokmağın içine taş sana asker gönderecek” dedi. Nemrûd ona; “Ne askeri koyup, var kuvvetiyle Nemrûd’un kafasına vurdu. O anda, gönderecek?” deyince, İbrâhim (aleyhisselâm); “Allahü teâlâ Nemrûd’un kafası ikiye bölündü, içinden, serçe büyüklüğünde yarattığı mahlûkâtın hepsinin en hakîri ve en zayıfı olan bir sivrisinek çıktı. Allahü teâlâ ona diğer kanadını da ihsân etti. O uçup oradan gitti. Nemrûd da Cehennemi boyladı. Bu duruma çok üzülen Sârâ’ya, Allahü teâlâ İshâk İbrâhim aleyhisselâm, hanımı Sârâ ile oradan ayrılıp Mısır’a aleyhisselâmı ihsân eyledi. hicret etti. O zamanlar Mısır’da zâlim bir pâdişâh vardı. Bu pâdişâh, kadın meraklısı idi. Nerede güzel bir kadın olduğunu İshâk aleyhisselâmın doğuşu şöyle anlatılır: “İbrâhim duysa, onu sarayına getirtirdi. İbrâhim aleyhisselâm, bu aleyhisselâmın, misâfirsiz yemek yememek mübârek âdeti idi. durumu öğrenince çok üzüldü. Hazreti İbrâhim, hanımı Sârâ’yı Eğer misâfir bulamazsa, o gün oruç tutardı. Bir seferinde, bir sandığa koyup deveye yükledikten sonra, bir kervan ile onbeş gün süreyle evine götürecek misâfir bulamadı. Bu Şam’a doğru gitti; Yolda pâdişâhın adamları önlerine çıktı. yüzden çok üzüldü. Tam bu sırada bir grup melek geldi. Herkesin malına bakıp, ona göre haraç alıyorlardı. Sıra Bunlar, Lüt kavmini helak etmek için yeryüzüne inmişlerdi. İbrâhim aleyhisselâma gelince, sandığı açmak istemedi. “Ne Çok güzel insan sûretinde idiler. Başlarında Cebrâil, isrâfil ve kadar haraç isterseniz vereyim” dedi. Onlar kabûl etmediler. Mikâil vardı, İbrâhim aleyhisselâmın yanına gelip selâm Hazreti İbrâhim ne kadar üsteledi ise de, onlar sandığı verdiler. O, selâmlarını alarak çok sevindi. Küçük bir buzağıyı açtırdılar. Sandığın içinde çok güzel bir kadın olduğunu kesip, pişirdi ve misâfirlerin önüne çıkardı. Fakat onlar gördüler ve; “Bizim pâdişâhımız böyle güzel kadınları arar. yemeğe ellerini sürmediler. Onlara; “Niçin yemiyorsunuz?” Onun için bu kadını ona götürmek zorundayız” dediler, diye sordu. Onlar; “Biz değerini vermeden yemek yemeyiz” İbrâhim aleyhisselâm ve Sârâ’yı alıp, pâdişâhın huzûruna dediler, İbrâhim aleyhisselâm; “Benim taâmımın değeri, çıkardılar. Pâdişâh, İbrâhim aleyhisselâma; “Bu senin neyin başında Besmele çekmek, sonunda Elhamdülillah demektir. oluyor?” diye sordu. Hazreti İbrâhim pâdişâhın sorusuna Böyle deyin ve buyurun yiyin” deyince, Cebrâil aleyhisselâm, “Kardeşimdir” dedi. Çünkü karısı olduğunu söyliyeni diğerlerine bakarak; “Bu İbrâhim (aleyhisselâm), Allahü öldürüyordu. Burada kardeşimdir demekle; “Dinde kardeşim” teâlânın onu kendisine Halîl yapmasına gerçekten lâyıktır” demeği murâd etti. Padişâh, Sârâ’yı haremine gönderdi. dedi ve önlerinde bulunan pişmiş buzağı etini eliyle sıvayınca, İbrâhim aleyhisselâm bu duruma çok şaşırdı. Allahü teâlâ, Allahü teâlânın izni ile buzağı dirildi ve koşarak annesinin Sârâ’nın bulunduğu köşkün bütün duvarlarını billur gibi saf ve yanına gitti, İbrâhim aleyhisselâm onların bu hâlini görünce, şeffaf eyledi. İbrâhim aleyhisselâm, Sârâ’yı ve pâdişâhı melek olduklarını anladı ve kendi kendine; “Acaba niye rahatlıkla görüyordu. Akşam, pâdişâh Sârâ’yı dileyerek elini geldiler?” diye düşündü. Cebrâil (aleyhisselâm), Hazreti uzatmak istedi. Sârâ onun bu hâlini görünce; “Benden uzak İbrâhim’in korkusunu anladı. Kendilerini tanıttılar ve Lût dur, ey pâdişâh, yoksa sen bilirsin” dedi. Pâdişâh, Sârâ’nın kavmini helak etmeye gittiklerini anlattılar, İbrâhim’in sözünü dinlemedi. Tekrar elini uzatmak istediği anda, eli ayağı (aleyhisselâm) hanımı Sârâ da orada bulunuyordu. Cebrâil kurudu. Bütün bedeni ve a’zâları tutuldu. Köşk şiddetli bir (aleyhisselâm) ona dönerek; “Ey Sârâ, Allahü teâlâ senden şekilde sarsılmaya başladı. Bu durumu gören pâdişâh; “Ey İshâk isminde bir erkek çocuk dünyâya getirecek. Onun da Sârâ! Yüce Hak teâlâya niyaz eyle. Bu köşk dursun. A’zâlârım Ya’kûb isminde bir oğlu olacak” deyince, Sârâ; “Ben çocuk da eski hâlini alsın. Bir daha sana karşı kötü niyet beslemem. doğurabilir miyim? Ben doksandokuz yaşındayım. Kocam Seni İbrâhim’e teslim ederim” dedi. Bunun üzerine Sârâ, İbrâhim ise yüzyirmi yaşındadır. Bizden çocuk olması çok Allahü teâlâya niyaz etti. Köşkün sallanması durdu. Pâdişâhın acâib olur” dedi. Melekler ona; “Sen Allahü teâlânın işine a’zâları eskisi gibi oldu. Tekrar Sârâ’ya el uzatmak isteyince, acâib mi diyorsun? Allahü teâlâ herşeye kâdirdir. Onun işine Pâdişâhın elleri ve ayakları kurudu. Tekrar Sârâ’ya yalvardı. ve emrine teaccüb edilmez. Allahü teâlânın rahmeti, üstün Bu hareket birkaç kere tekrar etti. Sonunda pâdişâh cân-ı ni’metinin devamı ve bekâsı, her ân artıp çoğalması sizedir” gönülden tövbe etti ve Sârâ’ya; “Şimdiden sonra, benim dediler. Onlar gittikten bir süre sonra Sârâ, Allahü teâlânın izni kızkardeşim ol” dedi. Sârâ’dan af dileyerek, câriyesi Hacer’i ile İshâk aleyhisselâma hâmile kaldı ve sonra İshâk ona hediye olarak verdi. Hacer, Sâlih aleyhisselâmın aleyhisselâm doğdu. soyundan geliyordu. Sârâ da bu câriye’yi İbrâhim aleyhisselâma hediye etti. O da Hacer’i nikâh ile kendisine hanım olarak kabûl etti. Hacer’den İsmâil aleyhisselâm doğdu. 1) Şakâyık-ı Nu’mâniyye tercümesi (Mecdî Efendi) sh. 400 1) Sicilli Osmânî cild-3, sh. 120 2) Osmanlı Müellifleri cild-1, sh. 399 2) Osmanlı Müellifleri sh. 398 3) Kara Dâvûd 3) Şakâyık-ı Nu’mâniyye tercümesi (Mecdî Efendi) sh. 313 4) Mu’cem-ül-müellifîn cild-8, sh. 130 5) Keşf-üz-zünûn sh. 858 KARA SEYYİDÎ HAMÎDÎ İlmiyle âmil, veliy-yi kâmil olan evliyânın büyüklerinden. Kara Seyyidî Hamîdî, Osmanlılar devrinde yetişen büyük âlimlerdendir. Hamîd (Isparta) ilinde doğduğu için Hamîdî diye nisbet edilmiştir. Doğum târihi bilinmemektedir. 913 (m. 1507) KARA ŞEMS (Şemseddîn Ahmed Sivâsî) senesinde İstanbul kadısı iken vefât etti. Anadolu’da yetişen evliyânın büyüklerinden. Halvetiyye İlk zamanlarında âlimlerin kitaplarını çok okuyarak, onlardan yolunun kolu olan Şemsiyye (Sivâsiyye)nin kurucusudur. İsmi, ders alarak yetişti. Sonra Alâüddîn Ali Fenârî’nin hizmetine Ahmed’dir. Babasının ismi Ebü’l-Berekât Muhammed’dir. kavuştu. Çok gayretli idi. Hocasının himmet ve yardımları ile Künyesi Ebü’s-Senâ, Lakabı Şemseddîn’dir. Kara Şems diye kısa zamanda, yüksek derecelere kavuşup, kâmil bir âlim şöhret bulmuştur. 926 (m. 1519) senesinde Tokat’ın Zile oldu. İlim tahsilini ikmâl ettikten sonra, önce Sivas ilçesinde doğdu. 1006 (m. 1597) senesinde Sivas’da vefât etti. Medresesi’ne, sonra Bursa’da Sultan Murâd Hân Sivas’da Meydan Câmii avlusunda medfûn olup, kabri Medresesi’ne ta’yin oldu. Bundan sonra, İznik’te Sultan Orhan mü’minler tarafından ziyâret edilmektedir. Gâzî ve Bursa’da Sultan medreselerinde vazîfe yaptı. Daha sonra, Sahn-ı semân medreselerinden Çınarlı Medrese’ye Türk-İslâm tarihindeki meşhûr üç Şems’den birisidir. müderris oldu. Burada, herbiri yüksek anlayış, zekâ ve firâset Bunlardan birincisi Mevlânâ Celâlleddîn-i Rûmî’nin hocası sahibi olan talebelere, ilim âşıklarına ders vermeye devam olan Şems-i Tebrîzî, ikincisi İstanbul’un fethinde Fâtih Sultan ederken emekli oldu. Seyyidî Hamîdî ( radıyallahü anh ), Mehmed Hân’ın yanında bulunan Akşemseddîn, üçüncüsü de vaktin kıymetini çok iyi bilirdi. Ömrünü ilim öğrenmek ve Üçüncü Mehmed Hân ile birlikte Eğri Seferine katılan Kara insanlara hizmet ile geçirdi. İnsanlar tarafından çok sevilir, Şems’dir. Üçü de yüksek dereceler sahibidirler. sayılır, hürmet edilirdi. Mütevâzi, alçak gönüllü idi. Fakat vakûr ve heybetli idi. Kara Şems yedi yaşındayken, Amasya’da bulunan Halvetiyye büyüklerinden Şeyh Hacı Hıdır’ın sohbetleriyle şereflenip elini Kara Seyyidî Hamîdî, Seyyid Şerîf Cürcânî’nin ( radıyallahü öptü. Bu ziyâreti, talebelerinden Receb Efendi şöyle nakleder: anh ) Şerh-i Miftâh’ına ve Şerh-i Mevâkıfına haşiye yazdı. “Hocam Kara Şems anlattı: “Babam Ebü’l-Berekât Muhammed Ayrıca Risâlet-ül-cu’l isminde bir eseri ve Arabî şiirleri vardır. Efendi, Amasya’deki Habîb Karâmânî hazretlerinin halîfesi Sultan İkinci Bâyezîd Hân, Hamîdî’ye vakfiyelerinin defterini olan ma’rifetler ve kerâmetler sahibi Hacı Hıdır’ın tutturdu. Vakıf işlerini bitirdikten sonra, İstanbul kadılığına talebelerinden idi. Bu fakîr yedi yaşında iken, babam anneme; ta’yin olundu. 913 (m. 1507) senesinde vefât edinceye kadar “Oğlum Ahmed’i şeyhime götürmek istiyorum. Yolculuk için bu vazîfeye devam etti. azık ve şeyhime götürebileceğim hediye hazırla” dedi. Hazırlık yapıldıktan sonra bir kış günü babamla birlikte Zile’den Amasya’ya vardık. Hacı Hıdır’ın huzûruyla şereflenip ellerini öptük. Hacı Hıdır: “Böyle kış günlerinde bu ma’sûmu (günahsızı) ne diye getirdin?” buyurunca, babam da; olmak istiyordu. Bu sırada Amasyalı Şeyh Muslihuddîn “Nazarınıza muhâtab olmak, şerefli sohbetinizden Efendi’nin dergâhına gidip, onun sohbetiyle şereflendi ve ona bereketlenmek ve hayır duânızı almak için getirdim” dedi. talebe oldu. Bir müddet sohbet ve hizmetinde kalıp feyz aldı. Bunun üzerine Hacı Hıdır hazretleri mübârek ellerini kaldırıp, O sırada gördüğü bir rü’yâsını şöyle anlatır: “Bir tepe üzerinde benim yüzüme bakarak duâ etti. Orada bulunanlar âmin büyük bir ağaç, bu ağacın yedi büyük dalı var. Elimde Mıshaf-ı dediler. Bu fakire gelen ihsânlar ve yükseklikler o duânın şerîf vardı. Bu mıshafı o ağacın en yüksek dalına asmak bereketiyledir.” istiyordum. Bu sırada şiddetli bir rüzgâr esip, ağacı kökünden devirdi. Eyvah bu ne haldir diye üzülürken uyandım. Ertesi Ziyâret bittikten sonra Zile’ye döndü. O beldenin âlimlerinden sabah rü’yâmı hocam Muslihuddîn Efendi’ye anlattım. “Rü’yân sarf ve nahiv ile diğer ilimleri tahsil etti. Daha sonra Tokat’a aynı ile vâki olacaktır. Ağaçdan murâd bizim vücûdumuzdur. gidip Arakıyeci-zâde Şemseddîn Efendi’den ve diğer Yakında biz göçeriz. Lâkin bizden önceki hocalar duâ edip âlimlerden aklî ve naklî ilimleri öğrendi. Bu sırada gördüğü bir seccade ve âsâ verirlerdi. Biz dahî size icâzet verelim” deyip, rü’yâyı şöyle anlatır: “Tokat’ta ilim tahsili ile meşgûl olduğum elleriyle icâzetname yazdılar. Aradan birkaç gün geçmeden sırada bir gece, rü’yâmda bir sahrada oturmuş ve etrâfımı bir rü’yâ aynı ile vâki olup, hocam vefât etti. Hocamın vefâtıyla nûr kaplamış, etrâfımda genç-ihtiyâr birçok kimselerin yetim kaldım. Mumu sönmüş eve, suyu çekilmiş değirmene döndüğünü gördüm. Bu rü’yâyı, rü’yâ ta’bir etmekte mahir olan döndüm.” Köstekci-zâde’ye anlattım. Ben rü’yâyı anlatınca, bana; “Nerelisin, kimin nesisin, nerede kalıyorsun ve ismin nedir?” Kara Şems, hocası Amasyalı Muslihuddîn Efendi’nin diye sordu. Ben de ayrıntılı olarak hâlimi ve kim olduğumu vefâtından sonra, mübârek, velî bir zâtı bulup, talebe olmak anlatınca, bana: “Sana müjdeler olsun ki; zâhirî ve bâtınî istedi. Tokat’ta bulunan zâhid ve müttakî olan, yüz yaşını ilimlerde yüksek dereceye ulaşıp, zamanının bir tanesi geçmiş bulunan Şeyh Mustafa Kirbâsî adında bir zâta gidip, olacaksın. Her taraftan insanlar gelip senden feyz alıp, Allahü talebe olmak istedi. O zât buyurdu ki: “Sen gençsin, ben ise teâlânın rızâsına kavuşacaklar” diye ta’bir etti. Bu ta’birde ihtiyâr ve hastalıklıyım. Riyâzete (nefsin istemediklerini bildirilen husûslar yirmi sene sonra aynen meydana geldi.” yapmak) kuvvetim yoktur. Seni terbiye ile meşgûl olamam. Lâkin sâdık bir talebeysen cenâb-ı Hak senin mürşidini Tokat’ta aklî ve naklî ilimleri tahsil edip yükseldikten sonra, ayağına gönderir. Bu mürşid altı ay sonra Tokat’a gelecektir.” İstanbul’a gelip, Sahn-ı semân medreselerinden birinde müderris olarak vazîfelendirildi. Bir müddet ilim öğretip talebe Kara Şems bundan sonra, tekrar Zile’ye dönüp, ilim yetiştirmekle meşgûl oldu. öğretmekle meşgûl oldu ve “Muhtasar-ı Menâr” üzerine, “Zübdet-ül-esrâr” adlı bir şerh yazdı, ilim öğretmekle meşgûl Birgün zamanın kadıaskerini ziyârete gitmişti. Müderrislere ve iken, Tokat’a, Abdülmecîd Şirvânî isminde bir zâtın geldiğini kadılara karşı kadıaskerin tutumunu ve onların makam için duyup, onun yanına gitti. Abdülmecîd Şirvânî’nin sohbetine ve düştükleri hâlleri beğenmedi. Çıktıktan sonra Fâtih Câmii’ne mübârek ellerini öpme şerefine kavuştu. Abdülmecîd Şirvânî gitti, iki rek’at namaz kılıp, huzûru kalb ile Allahü teâlâya; “Yâ sohbetin sonuna doğru; “Ey Kara Şems! Benim, Allahü Rabbî! Bunların içinden beni kurtarıp, tasavvuf ehlinin yoluna teâlânın emri ve sevgili Peygamberimizin ( aleyhisselâm ) dâhil eyle” deyip duâ etti. Bundan kısa bir müddet sonra hacca işâretiyle kendi memleketimi, ailemi ve sevenlerimi terk edip, gitti. Hac ibâdetini yerine getirip sevgili Peygamberimizin ( dağ ve beldeleri aşıp gelmem, sâdece seni irşâd ve terbiye aleyhisselâm ) mübârek kabrini ziyâret ettikten sonra, doğum içindir” buyurdu. Kara Şems bu ânı şöyle anlatır: “Abdülmecîd yeri olan Zile’ye döndü. Orada ilim öğretip, insanlara Allahü Şirvânî’nin bu sözünü duyunca Şeyh Mustafa Kirbâsî’nin daha teâlânın dînini ve Peygamber efendimizin ( aleyhisselâm ) önce vermiş olduğu müjdeyi hatırladım, hesap ettim ki tam altı güzel ahlâkını anlatmağa başladı. O sırada İbn-i Hişâm’ın: ay geçmişti.” “Kavâid-ül-i’râb” adlı eserine “Hall-ül-Me’âkıd” adlı bir şerh yazdı. Fakat içindeki ilâhî aşkın ateşinin harareti, her geçen Abdülmecîd Şirvânî’nin sohbetine kabûl edilişini şöyle anlatır: gün biraz daha artıyor, Allahü teâlânın sevdiği bir velîye talebe “O zâtın huzûruna varınca, bu fakirde istek ve arzu görüp; “Siz bu civardaki kasaba ve şehirlerin meşhûr bir kişisisiniz. Halk olundu ki: “Sefer hazırlıklarını tamamla! Fetih ve zafer senin nazarında yüksek birisiniz. Böyle iken huzûrumuzda zilleti ve için mukarrerdir” buyurdu. Ben de; “Şüphesiz ben sâdece hak dervişliği kabûl edersiniz. Halktan rağbet göremezsiniz. Bu dîne boyun eğip yüzümü, gökleri ve yeri yaratmış olan Allah’a duruma pişman olursunuz. Çünkü bu yol sıkıntılar ve çevirdim ve ben O’na ortak koşanlardan (müşriklerden) meşakkatler yoludur” buyurunca: değilim” meâlindeki En’âm sûresi 79. âyetini okudum. Bunun üzerine; “Bize müjde verildi ki yakında güçlü bir pâdişâh gazâ “Canlar feda muhabbet-i cânâne sır değil, edip, birçok fetihlerde bulunacak ve mü’minlerin kalbleri de Erbâb-ı aşk’a terk-i sır etmek hüner değil” sevinçle dolacaktır” buyurdu. Çok geçmeden Üçüncü Mehmed Hân, Osmanlı pâdişâhı oldu. Şemseddîn Sivâsî hazretleri, altı dedim. Bunun üzerine; “Sen sâdık bir talebesin. Biz de seni irşâd etmekle vazîfeliyiz. Riyâzet ve mücâhedeye tahammül edersin. Az zamanda rızâ-i İlâhî’ye kavuşursun” buyurup, deve, altı katır ve kendi için de bir at satın alıp, sefer hazırlığını tamamladı. Sivas’da medfûn bulunan Gâzî Abdülvehhâb’ın sancağını yanlarına alıp, Ayasofya yakınındaki Kapı Ağası dergâhında bulunan Koca Şeyh’e verdi. Bütün sefer hazırlıkları tamam olunca, mübârek bir “Yâra yol iki kademdir birisi cana bas, günde her türlü erzak ve mühimmat hayvanlara yüklendi. Çünkü bu meydâna geldin merd isen merdâne bas” Bütün şehir ahâlisi Şeyh Şemseddîn Sivâsî’yi uğurlamak üzere toplandı. Beklerken bir kapıcıbaşı acele ile koşarak beytini okudu ve fakiri kabûl buyurdu.” gelip, pâdişâhtan Eğri seferine katılmak üzere da’vet geldiğini belirten fermanı okudu. Bunun üzerine Şeyh Şemseddîn Abdülmecîd Şirvânî’nin hizmetinde bulunup sohbetinden hazretleri; “İşittik ve itaat ettik. Zaten biz iki senedir istifâde etti. Feyz alıp tasavvuf derecelerinde yükseldi. Dünyâ hazırlıklıydık. Bismillah, hemen gidelim” diye el kaldırıp duâ sevgisinden uzaklaşıp hakîkate yöneldi. buyurdu. Orada toplananlar duâya âmin deyip, göz yaşları arasında uğurladılar. Uzun yolculuktan sonra Üsküdar’a Şemseddîn Sivâsî, Abdülmecîd Şirvânî’den kısa zamanda feyz alıp, tasavvufun yüksek derecelerine kavuştu. Hocası tarafından insanlara, Allahü teâlânın dînini ve sevgili Peygamberimizin ( aleyhisselâm ) güzel ahlâkını anlatmakla vazîfelendirildi. Şöhreti her tarafta duyuldu. Devrin Sivas vâlisi Hasen Paşa, kendisini Sivas’a da’vet edip, yaptırdığı dergâha yerleştirdi. Aynı zamanda câmi imamlığı da kendisine verildi. Orada ilim öğretmek ve insanlara va’z ve nasihatle meşgûl oldu. Hayatının sonuna doğru, Sultan Üçüncü Mehmed Hân’la birlikte Eğri seferine katıldı. Eğri seferiyle ilgili olarak talebelerinden Recep Efendi şöyle nakleder: “Şemseddîn Sivâsî birgün bu fakiri odalarına çağırıp; “Din düşmanlarının (hıristiyanların), sınırlarda bulunan müslümanlar üzerine baskı ve zulümleri haddinden fazla olmuş, tahammül edilemez hâle gelmiştir, içimde onlara karşı sefere gitme arzusu belirdi” buyurdu. Bu sözü üzerine, ihtiyâr olduklarını, zayıf bünyelerinin sefere çıkmaya engel olacağını ve bu husûsa dâir pâdişâhdan da herhangi bir haber gelmediğini söyledim. Bunun üzerine; “Bize işâret ve tenbîh geldiler. Henüz genç olan, Üküdarî Azîz Mahmûd Hüdâyî onu karşılayıp, ellerini öptü. Şeyh Şemseddîn Sivâsî, Mahmûd Hüdâyî’ye; “Oğlum siz yegânesiniz (bir tanesiniz). Bugünden sonra fazlalaşırsınız” diye duâ edip, ileride çok büyük bir velî olacağını müjdeledi. O gece sabaha kadar birlikte sohbet ettiler. Sohbet esnasında Azîz Mahmûd Hüdâyî; “Yaşınız seksene ulaşmış, vücûdunuz da zayıftır. Kendinize eziyet etmeseniz, çünkü her an nefsiniz ile büyük cihaddasınız” diyerek, seferden alıkoymak istedi. Bu sözüne cevaben: “Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâmın bütün emirlerine uymak lâzımdır. Büyük cihâdı yaptık. Ancak küçük cihâd kalmış idi. Bu emirlerine de ihtiyâr olarak uymak isteriz” buyurdu. Üsküdar’da üç gün kaldıktan sonra, dördüncü gün, pâdişâh tarafından gönderilen bir kadırga ile İstanbul’a geçip, Ayasofya yakınında bir yere yerleştirildi. Daha sonra Sinân Paşa köşküne, pâdişâh Sultan Üçüncü Mehmed Hân tarafından da’vet edildi. Uzun müddet sohbette bulundular. Bu sohbette Şeyhülislâm Sa’deddîn Efendi de hazır bulundu. Sohbet esnasında pâdişâh, Şemseddîn Sivâsî’ye; “Tarafımızdan sizi Gerçekten de çok geçmeden, Şemseddîn Sivâsî hazretlerinin sefere da’vet etmek üzere gönderilen kapıcıbaşımız sizi yola ta’rîf ettiği şekilde bir zât ortaya çıktı. Bunu gören şeyh, hemen çıkmak üzere hazır bulmuş. Hazırlıklı olduğunuza göre, bu işin pâdişâhın huzûruna çıkarak; “Fetih vaktidir” diye müjdeledi. sonununda ne olacağını bilirsiniz. O hâlde bizi müjde Ortaya çıkan zât, dağılan ordunun önüne düşüp; “Ey mü’miler! işâretinizle sevindirip, neticeden haber vermenizi isteriz” dedi. Nerede İslâm gayreti? Nerede Hazreti Peygamber ( Bunun üzerine Şemseddîn Sivâsî; “Hadîs-i şerîfte; “Amellerin aleyhisselâm ) gayreti? Nerede cömertlerin cömerdi sultan en faziletlisi, mü’minleri sevindirmektir” buyuruldu. gayreti?” diye nidâ edip; “Şehid olmak, dînini yüceltmek Ma’lûmunuz ola ki Eğri zaferi biraz zahmet çektikten sonra isteyen kimse yanıma gelsin!” buyurdu. Bu sırada yanına müyesser olacak. Düşman yenik ve perişan olacaktır. birkaç bin kişi toplanıp, birlikte düşmana hücûm ettiler. Bu Hatırınızı hoş tutun” müjdesini verdi. durumu gören düşman neye uğradığını şaşırdı. Durumu haber alan firari askerler de tekrar dönüp, düşmana saldırdılar. Şemseddîn Sivâsî hazretlerinin bu cevâbına sevinen pâdişâh, Nihâyet düşman bozguna uğratılıp, kesin zafer elde edildi. kendi üzerindeki samur kürkü ona giydirdi. Ayrıca kapıcılar Daha sonra o zâtın kim olduğu Şemseddîn Sivâsî’ye kethüdası Mehmed Ağa vasıtasıyla, ikiyüz altın sikke, sorulunca, Hızır (aleyhisselâm) olduğunu haber verdi. dervişlerine de yüz altın sikke ihsân edip; “Bunlar helâl malımızdır. Kabûl buyursunlar” dedi. Şeyh Şemseddîn Şeyh Şemseddîn-i Sivâsî hazretleri, zaferi müjdelemek üzere hazretleri; “Allahü teâlânın emri üzere kimseye sû-i zan pâdişâhın huzûruna çıktı ve aralarında şu konuşma geçti. etmemeli, hüsn-i zanda bulunmalıdır. Kimseyi araştırmak ve teftiş etmekle vazîfeli değiliz. Tasavvufda da her geleni Allahü Pâdişâh; “Buyurun ey gönlümün sultânı” dedi. Şemseddîn teâlâdan gelmiş bilip, hediyeleri ve ihsânları kabûl etmek Sivâsî; “Va’dini yerine getiren, kuluna yardım eden ve kâfirleri gerekir” buyurdu. hezîmete uğratan Allaha hamd olsun. Ey benim pâdişâhım! Eğer dinlerseniz birkaç kelime nasihat etmek isterim” deyince, Birkaç gün İstanbul’da kaldıktan sonra pâdişâh ve orduyla pâdişâh: “Ey insanlara hakkı tavsiye eden üstadım! Buyurun. birlikte yola çıkıp, Eğri kalesi önlerine ulaştılar. Kale kolay bir Hak olan sözü dinlerim” dedi. Şemseddîn Sivâsî; “Ey benim şekilde feth edilip, harab olan yerler ta’mir edildi. Ancak asıl pâdişâhım! Yeryüzünde Allahü teâlânın halîfesi olanların düşman askerlerinin, kale yakınlarında bir başka yerde olduğu niyetleri; Allahü teâlânın rızâsını kazanmak olup, dayandıkları öğrenilince, ordugâh, düşmanın karşısına nakledildi. Küffâr ve güvendikleri, Allahü teâlâ olması gerekir. Savaşta askerinin sayısı çoktu. Rivâyet edilir ki yediyüzbin kişilik bir askerlerin çokluğuna güvenmeyip, kuvvet ve kudret sahibi orduydu, İslâm ordusuyla küffâr ordusu karşılaştı. İslâm Allahü teâlâya tevekkül etmek gerekir. Âyet-i kerîmelerde ordusunda bozgun ve firar başgösterdi. Pâdişâh Üçüncü meâlen; “Siz de, düşmanlara karşı gücünüzün yettiği kadar, Mehmed Hân, yerinden hareket etmeyip “Ey Rabbimiz! her türlü kuvvet ve cihâd için bağlanıp beslenen atlar Üzerimize bol bol sabır dök. Ayaklarımıza kuvvet ve sebat ver, hazırlayın” (Enfâl-60) ve “Ey îmân edenler! Düşmana karşı bizi kâfirler kavmi üzerine muzaffer kıl” meâlindeki Bekâra hazırlığınızı görün ve silâhlarınızı takınarak cihâda hazır olun sûresi 250. âyet-i kerîmesini okudu. Pâdişâhın yanında da, birlikler hâlinde savaşa çıkın, yahut toptan seferber olun” şeyhülislâm, kadıaskerler, şeyhler ve ba’zı vazîfeliler hâricinde (Nisa-71) emredildiği üzere, savaş için gerekli hazırlıklar kimse kalmadı. Hazîne ve cephânelik düşman tarafından zabt yapılmalı. Ancak, buna güvenmeyip Allahü teâlâya tevekkül ve edildi. Bu firar ve bozgun üzerine herşeyin bittiğini zanneden i’timât etmelidir. Eğer Allahü teâlâya güvenmeyip askere ve pâdişâh, Şemseddîn Sivâsî hazretlerini çağırıp; cephâneye güvenilir ise, hezimet (yenilgi) zuhur eder. Kalbden “Söylediklerinizin tersi vâki oldu” deyince, Şemseddîn Sivâsî; cenâb-ı Hakka tam tevekkül edip, hâlis kalb ile yönelebilirsen, “Pâdişâhım söylediklerimiz doğrudur. Kâfirin hezimete zafer müyesser ve mukadder olur. Bizden hüznü gideren uğramasına yarım saat kalmıştır. Şu anda bir kuvvet sahibi Allah’a hamd olsun.” tasarruf için ortaya çıkmak üzeredir. Bu an fethin başlangıç ânıdır. Hatırını hoş tut” diye cevap verdi. Ey pâdişâhım! Bilesin ki, deden Fâtih Sultan Mehmed Hân, İstanbul’un fethine niyetlenince, Akşemseddîn’in refâkatı ve duâsının bereketiyle fetih müyesser oldu. Bunun üzerine Allahü teâlânın dînini ve sevgili Peygamberimizin güzel Akşemseddîn hazretleri: “Ey pâdişâhım! Büyük fethin şükran ahlâkını anlatıp, hak yola da’vet etmek üzere, Mısır’a ifâdesi olarak nice câmi, mescid, medrese ve hamamlar inşâ gönderdiği halîfelerinden (talebelerinden) Şeyh Hacı Mustafa etmek gerekir” buyurmuşdu. Bunun üzerine Fâtih Sultan nakleder “999 (m. 1590) senesinde Şeyh Şemseddîn Sivâsî Mehmed Hân’ın da, nice hayır ve hasenat yapmış olduğu hazretlerinin talebeleriyle birlikte hacca gitmek üzere ma’lumunuzdur. Aynı şekilde, sizin de isminiz Sultan Mehmed, Anadolu’dan ayrıldıklarını işittim. Bu fakîr de Mısır’dan ba’zı duâcınız hakîrin dahî ismi Şemseddîn’dir. Bu güzel fethin hacılarla birlikte hac ibâdetini yerine getirmek ve hocam şükrânesi olarak zâtınız dahî, reaya (halk) ve fukara üzerinden Şemseddîn Sivâsî’nin sohbetinden istifâde etmek üzere yola sıkıntıyı kaldırıp, İslâm askerine ihsânlarda bulunup, her çıktım. Şam hacılarından önce Mekke’ye vardık. Çok karanlık makama dindar, adâletli ve doğru kimseler ta’yin etmeniz bir gecede tavaf yapmak üzere giderken bir meşale gördüm. gerekir” buyurdu. Bu nasîhatları can kulağıyla dinleyen Baktım ki, Şemseddîn Sivâsî hazretleri, talebeleri ve pâdişâh Üçüncü Mehmed Hân şu cevâbı verdi: “Bin can ile sevenleriyle birlikte geliyorlardı. Yolda mübârek ayaklarının kabûl ettim ve nasihatinize fazlasıyla riâyet edeceğim.” basdığı topraklara yüz sürsem edepsizlik olur. Sabahleyin indikleri yere varayım diye düşünüp, bir kenara gizlendim. Pâdişâh, ordusuyla birlikte İstanbul’a döndüğünde, Gizlendiğim yere gelince bindikleri hayvanlarını benden yana Şemseddîn-i Sivâsî’nin İstanbul’da kalmasını ısrarla rica çevirip, atından indi. Mübârek ellerini başıma koyup hafifçe: ettiyse de kabûl ettiremedi. Şemseddîn-i Sivâsî ihtiyârlığının “Sen Hacı Mustafa değil misin? Ne diye saklandın ve yanında, seferin şiddetinden ve kışın aşırı soğuğundan hayli gizlendin?” buyurdu. Ben de; “Evet sultânım” deyip mübârek yorgun ve zayıf düşmüştü. Hayâtının son anlarını yaşadığını ellerini öptüm. Böylece bu kerâmetini müşâhede ettim.” anladığından, rûhunu ailesinin ve sevenlerinin yanında teslim etmek istediğini belirterek izin istedi. Sivas’a döndü. Talebelerinden Receb Efendi nakleder “Şeyh Şemseddîn Gelişinden kısa bir müddet sonra, amcazâdesi ve dâmâdı olan Sivâsî hazretlerini, va’z ve nasihat etmesi için civar köy ve Recep Efendi’yi vazîfesine ta’yin etti. Şemseddîn Sivâsî kasaba halkı da’vet etmişlerdi. Da’vete icabet edip giderken vefâtlarına yakın, talebelerini odasına çağırdı. Onlarla birlikte bir köyde konakladık. O köy halkı, Hazreti Ali’yi sevdiğini iddia bir saat kadar Allahü teâlânın zikri ile meşgûl olduktan sonra, ederek, sevgili Peygamberimizin ( aleyhisselâm ) seçilmiş duâ edip, rûhunu teslim etti. Eshâb-ı Kirâmı hakkında kötü sözler söylüyorlardı. Kendimize ve hayvanlanmıza paramızla yiyecek birşeyler almak istedik, Velîler, âlimler, sâlih kimseler, devlet adamları cenâzesinde vermediler. Bununla da kalmayıp, bizi zulüm ve işkenceyle hazır bulundu. Cenâzesi göz yaşları arasında; “Âlimin ölümü, öldürmek istediler. O zaman Şemseddîn Sivâsî hazretleri, iki âlemin ölümü gibidir” diyerek musallaya konuldu. Cenâze rek’at namaz kılıp, Allahü teâlâya duâ etti. Aradan fazla namazında, altmışbinden fazla kişi olduğu rivâyet edilir. zaman geçmeden, köyün ileri gelenleri ve kalabalık bir Namazını amcazâdesi ve dâmâdı Recep Efendi kıldırdı. topluluk türlü türlü yiyecekler ve hediyelerle geldiler. Taaccüp Sağlığında iken vasıyyet etdiği gibi, Meydan Câmii’nin edip; “Önce siz bize yemek vermeyip öldürmek istediğiniz bahçesine defnedildi. Daha sonra kabrinin üzerine beyaz bir hâlde bu muhabbet ve sevgi nedir?” diye sorduğumuzda; “Biz kubbe yaptırıldı. Hâlen ziyâretgâhdır. Şehir ahâlisine şiddetli de bilmeyiz ne hâl oldu. Kalbimize, şu azîzin muhabbet ve bir sıkıntı olduğu zaman kabrini ziyâret edip duâ ederler. sevgisi yerleşti. Mümkün olsa canımızı dahî feda etmeyi Allahü teâlânın izniyle o sıkıntıdan kurtulurlar. isteriz” diye cevap verdiler. Sonra Şemseddîn Sivâsî Şeyh Şemseddîn Ahmed Sivâsî hazretleri, zâhirî ve bâtınî ilimlerde yüksek, ilim ve irfan sahibi, bütün güzel huylarla ahlâklanmış, faziletli bir zât idi. Tasavvufda Halvetiyye yoluna mensûb idi. Şemsiyye kolunun kurucusudur. Şemseddîn Sivâsî hazretlerinin, yüksek hâlleri ve birçok kerâmetleri vardır. Bu hâl ve kerâmetlerinin ba’zıları şöyledir: insanlara hazretlerine; “Sultânım, düşmanlıktan sonra bu muhabbet nedir?” diye sorduk. Tesbihini gösterdi. Biz bu şekilde sohbet ederken o topluluğun reîsi olan kimse gelip; “Sultânım küçük bir kerîmem (kızım) vardır. Ba’zan saralı olur. Günlerce bu hâlden kurtulamaz. O hâlden kurtulunca da kendini bilmez. Söylenen sözleri anlamaz. Başka evlâdım da yoktur. Huzûrunuza getireyim de hayır duâ buyurun. Zîrâ bana ül-beyyinât, 8-Meclis, 9-Menâkıb-ı Çihâr-ı Yâr-i Güzîn: Sevgili bildirildi ki: “Kara Şems’in dergâhından ne isteseniz geri Peygamberimizin dört halîfesini anlatan eserdir. Birçok defalar çevrilmez” dedi. Şemseddîn Sivâsî hazretleri bir an önce basıldı. En son olarak 1983 yılında İstanbul’da sadeleştirilerek getirmesini istedi. O kimse kızını bir hayvana bindirip getirdi ve basıldı. 10-Menâkıb-ı Nu’mân, 11-Menâzil-ül-Ârifin: İmâm-ı ölü gibi Şemseddîn Sivâsî hazretlerinin huzûruna koydu. Gazâlî hazretlerinin risalelerinden faydalanılarak yazılmış Hazret-i Şeyh bir müddet teveccüh buyurup, “Fâtiha” olup, dört bölümden meydana gelmiştir. Tasavvuf hakîkatlerini dediğinde, kızcağız sıçrayarak ayağa kalktı. Sevinerek anlatır. 12-Nakd-ül-Hâtır Eshâb-ı Kehf, Hızır aleyhisselâm, evlerine döndü. Nakledilir ki: O hastalık bir daha gelmedi. Aklı Mûsâ ve Zülkarneyn aleyhimüsselâm kıssalarını anlatır. M. başında iffetli bir hâtun oldu. 1594 yılında Sivas’ta yazılmıştır. 13-Risâle-i emr-i ilâhî, 14Risâlet-üt-te’vil, 15-Şerh-i Gazeliyyât-i Murâd Hân-ı Sâlis, 16- Bu kerâmeti gören köy halkı, Eshâb-ı Kirâm hakkındaki kötü Şerh-i Kavâid-ül-İ’rab li İbn-i Hişâm: Yirmibeş yaşındayken, düşüncelerinden vaz geçip, “tövbe ettiler. Hepsi, Şeyh talebelerinin isteği üzerine yazmıştır. İbn-i Hişâm’ın eserine Şemseddîn Sivâsî’nin sevenleri ve talebeleri oldu. zeyldir. Arabça gramer kitabıdır. 17- Şerh-i Kelimetü Kümeyl Kara Şems’in vefâtından sonra, yerine Abdülmecîd Sivâsî geçti. Dâmâdı olan Receb Efendi de talebelerinin büyüklerindendir. Anadolu’da yetişen evliyânın büyüklerinden olup, gönüllere taht kurmuş olan zamanının bir tanesi Şemseddîn Sivâsî hazretleri, zâhirî ve bâtınî ilimlerde yüksek derece sahibi idi. Çeşitli ilimlere dâir manzûm ve nesir olarak yazdığı kırka yakın eseri vardır. Farsça ve Arabçadan tercümeler yapmıştır. Eserleri iki ana grupta toplanabilir. A- Manzûm eserleri: 1-Divân-ı ilahiyat, 2-El-Fesâyıh fî tercemet-il-levâyıh: Tasavvufî bir eserdir. 3-Heşt Behişt, 4Gülşen-i Âbâd: Çiçeklerin karşılıklı konuşmalarıyla ilgili bir eserdir. 5-İbret-nümâ, 6-İrşâd-ül-avvâm, 7-Kitâb-ül-Hıyâz min sevbi gamâm-ül-feyyaz; İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfe’nin menkıbelerinden ibârettir. 1291 (m. 1874) yılında İstanbul’da basılmıştır. 8-Menâkıb-ı İmâm-ı a’zam, 9- Menâsik-i Hac Hac için gerekli bilgileri ihtivâ eder. 10-Mir’ât-ül-ahlâk ve Müşevvikül-eşvâk, 11- Mir’ât-ül-eşvâk, 12- Mevlid-i Nebî, 13Süleymân-nâme, 14- Terceme-i İlâhî-nâme-i Şeyh Attâr, 15Terceme-i Mantık-ut-tayr-ı Şeyh Attâr, 16-Terceme-i Pendnâme-i Şeyh Attâr, 17-Terceme-i Kasîde-i Bürde: Metin ve manzûm tercüme bir arada bulunmaktadır. Yazma nüshası İstanbul Üniversitesi Merkez Kütüphânesi’nde bulunmaktadır. B- Mensûr (Nesir) Eserleri: 1-Cilâ-i Uyûn-ül-Arâis-ül- İbn-i Ziyâd, 18-Şerh-i Muhtasar-ül-Menâr Fıkıh usûlüne dâir bir eserdir. Âlimler arasında beğenilen bir kitap olup 26 yaşındayken yazmıştır. 19- Umdet-ül-edib fit-teallûmi vette’dîb: Farsça gramer kitabıdır. Şiirlerinde Şemsî mahlasını kullanan Şemseddîn Sivâsî hazretleri, dîvânındaki kıymetli şiirlerinde şu konuları işler 1) Bu dünyâ, fânî ve vefasızdır, insanı gaflette bırakan, boş ve lüzumsuz şeylerle oyalayan, Allahü teâlânın rızâsına kavuşmayı engelleyen düşmandır. Bu dünyânın lezzetlerine aldanmamak gerekir. Bu lezzetler geçici ve aldatıcıdır. 2) Allahü teâlânın rızâsına kavuşmak için bir Allah adamından ders almak, ona talebe olmak gerekir. Bu zâtın huzûrunda nefsi, kötülüklerden temizlemelidir. 3) Peygamber efendimizin ( aleyhisselâm ) şefaati çok önemlidir. O’nun şefaati olmazsa insanların hâli çok perişandır. O’nun şefaatine kavuşabilmek için Sünnet-i seniyyesine tam sarılmak gerekir. 4) Sevgiliden gelen eziyete sabırla tahammül göstermek gerekir. Sevgilinin cefâsı, âşıka vefadır. Âşıklar için en kötü durum sevgilinin ilgisizliğidir. 5) Allahü teâlânın verdiği sayısız ni’metlere şükretmek gerekir. Çünkü Allahü teâlâ bütün ni’metlerini insanoğlu için yaratmıştır. Dîvânından seçmeler: Nât-ı Şerîf Kapına geldi âsîler, Şefaat yâ Resûlallah! Suçunu bildi kâsîler, Şefaat yâ Resûlallah! Muhâdara, 2-Dâiret-ül-usûl, 3- Dürer-ül-akâid: Ehl-i sünnet Ne ettim ise ben ettim, Yanıldım nefse zulm ettim, i’tikâdını açıklayan bir eserdir. 4- El-Câmi-ün-nüfûs, 5- Huccet- Henüz suçum bilip geldim, Şefaat yâ Resûlallah! i ilâhiyye, 6- Kıssa-i Mûsâ ve Hızır, 7-Letâyif-ül-âyât ve Nukûş- Ne ilmim var ne amelim, Perişan cümle ahvâlim, 3) Nâima Târihi cild-1 sh. 372 Vesveseyle dolu bâlim, Şefaat yâ Resûlallah! 4) Sicilli Osmanî cild-3, sh. 165 Bu şemsi abd-ı âbıkdır, Ne etsen ona lâyıktır, Velî yoluna sâdıktır, Şefaat yâ Resûlallah! 5) Peçevî Târihi cild-2, sh. 290 Kâsî: Duygusuz, Bâl: Kalb gönül, Abd: Köle, Âbık: Kaçak. 6) Tam İlmihâl Se’âdet-i Ebediyye sh. 1018 Gazel Hudâvenda şu âlemde, Esen yeller seni ister, Ayakları gubâr olmuş. Tozan yollar seni ister. Eğer cindür, eğer hayvan Eğer melek, eğer insan, Seni zikr etmede yeksan, Dönen diller seni ister. KARA YA’KÛB İBNİ İDRÎS NİĞDEVÎ Hanefî mezhebi fıkıh âlimlerinin büyüklerinden. İsmi, Abdullah Bulam diye ister ânı Gezer arayı arayı, bin İdrîs bin Ya’kûb’dur. Lakabı Kara’dır. 789 (m. 1387) Dolaşıp kûh-u sahrâyı, Akan seller seni ister. senesinde Niğde’de doğdu. Larende’de (Karaman’da) 883 (m. 1478) Rebî’ul-evvelin sonlarına doğru vefât etti. Kabri Seherlerde okur virdi, Verir âşıklara derdi, Larende’dedir. Bahâne eylemiş verdi. Gezen güller seni ister. Kara Ya’kûb, ilk tahsilini Niğde’de yaptı. Arabca üzerindeki Yıldızlar, ay, güneş bî-cân, Karan yok eder seyrân. bilgileri ve din ilimlerindeki üstünlüğüyle tanındı. Sonra Şam, Olup Serkeşte vû hayran, Dönen gökler seni ister. Kudüs ve Kâhire’ye giderek ilmini arttırdı. Tasavvufta yüksek derecelere kavuştu. “Vatan sevgisi îmândandır” hadîs-i şerîfi Yolun Sedd eylemiş ağyar, Kalıp gurbette eyler zar, mucibince Anadolu’ya döndü. Larende’ye yerleşti. Ömrünün Bu Şemsî gibi her kim var, Duyan kullar seni ister. sonuna kadar burada müderrislik yaptı. Sarı Ya’kûb ile birlikte Gubâr Toz, Yeksan: Dümdüz, beraber, bir, Kûh: Dağ, Vird: Belli zamanlarda okunan tesbih, duâ, Verd: Gül, Bî-cân: Cansızlar. Serkeşte: Şaşkın, perişan, başı dönen. Kıyamazsan bâş-ü cana, Irak dur girme meydâna, Bu menzile nice canlar, Baş oynar i’tibâr olmaz. Bu dünyâ balına banma, Hayallerine aldanma, Ebedî kalırım sanma, Fenâdır payidar olmaz. Molla Fenârî’den de ilim tahsil ettiler. İkisi Molla Fenârî’nin en yüksek talebeleri idi ve; “Bunlar benim talebelerimdir” diye, Sarı ve Kara Ya’kûb ile övünürdü. Kara Ya’kûb ba’zı eserlere şerh ve haşiye yazdı. “Mesâbih” kitabına bir şerh yazdı. Sonra “Hidâye”ye de bir haşiye yazdı. Ayrıca “Eşrak-ut-tevârih” isimli bir kitap te’lîf etmiş olup, Hazreti Âdem’den (aleyhisselâm), Resûlullaha ( aleyhisselâm ) kadar olan peygamberlerin (aleyhisselâm) hayatlarını ve Eshâb-ı Kirâmın (r.anhüm) hayat ve hâllerini geniş olarak anlatmıştır. 1) Hediyet-ül-ihvân (Şeyh Muhammed Nazmi), Süleymâniye Kütüphânesi, Hacı Mahmûd Efendi Bölümü. No: 4587 Vrk. 24b-27b, 44a-48a. 2) Osmanlı Müellifleri cild-1, sh. 95 1) Şakâyık-ı Nu’mâniyye tercümesi (Mecdî Efendi) sh. 84 2) Tâc-üt-Tevârih 3) Osmanlı Müellifleri cild-1, sh. 397 3) Şakâyık-ı Nu’mâniyye tercümesi (Mecdî Efendi) sh. 33, 288 4) Keşf-üz-zünûn sh. 207 KARACA AHMED (Şemseddîn Ahmed) KARAÇELEBİ-ZÂDE ABDÜLAZÎZ EFENDİ Yıldırım Bâyezîd Hân zamanında yetişmiş Osmanlı Osmanlı âlimlerinden. Otuzüçüncü Osmanlı şeyhülislâmıdır. âlimlerinden. Lakabı Şemseddîn’dir. Doğum târihi ve yeri İsmi Abdülazîz’dir. Sultan Üçüncü Mehmed Hân zamanı kaynaklarda bildirilmemektedir. 854 (m. 1450) senesi Şa’bân âlimlerinden, Rumeli kadıaskeri Karaçelebi-zâde Hüsâmeddîn ayının ortalarında, Bursa’da vefât etmiştir. Efendi’nin oğludur. Karaçelebi-zâde Abdülazîz Efendi diye meşhûr olmuştur. 1000 (m. 1591) senesinde İstanbul’da Zamanının âlimlerinden ilim tahsilini tamamladıktan sonra, doğdu. 1068 (m. 1658) senesinde Bursa’da vefât etti. Şeyh ba’zı medreselerde müderrislik yaptı. Daha sonra Yıldırım Mehmed Deveci Mezarlığı’na defnedildi. Bâyezîd zamanında Bursa Medresesi müderrisi oldu. Zamanının çoğunu ilimle meşgûl olmaya ayırırdı. Çok Küçük yaşta iken babası vefât eden Karaçelebi-zâde çalışmak sûretiyle yüksek mertebelere ulaştı. Birçok ilimde Abdülazîz Efendi, ağabeyi Mehmed Efendi’den ilk tahsilini âlim oldu. Muhtasar kitaplar üzerine haşiyeler yazdı. yaptı. Şeyhülislâm Sun’ullah Efendi’den ilim öğrendi. Kitaplarından talebeler çok istifâde ettiler. Mülâzemet süresini doldurduktan sonra müderrisliği seçip, ilk olarak 1020 (m. 1611) senesinde İstanbul’da Hayreddîn Paşa Yazdığı kıymetli eserlerden ba’zıları şunlardır: 1- Hâşiyetü alâ Medresesi’ne müderris olarak ta’yin edildi. 1026 (m. 1617)’da şerh-ır-risâlet-il-esîriyye: Mantık ilmine dâir bir eserdir. 2- Kalenderhâne, 1029 (m. 1619)’da Sahn-ı semân Hâşiyetü alâ haşiyeti şerh-ış-Şemsiyye li Seyyid Şerîf, 3- medreselerinden birine, 1030 (m. 1620)’da Hankâh Hâşiyetü alâ haşiyeti şerh-ış-Şemsiyye lit-Teftâzânî, 4- Medresesi’ne, 1031 (m. 1621)’de Eyyûb Medresesi’ne, 1033 Hâşiyetü alâ şerh-ıl-akâid. (m. 1623)’de Süleymâniye medreselerinden birine ta’yin edildi. Bir de Sultan Orhan Hân zamanında yaşamış Karaca Ahmed adında bir âlim vardır. Aslen İranlıdır. İran’da bir vâlinin oğlu idi. Allahü teâlânın sevgisi kendini kaplayarak, ilâhî aşka tutuldu. Memleketini terkedip Anadolu’ya geldi. Akhisar yakınlarında bir yere yerleşti. Muhtemelen bugünkü Ahmedli kasabasında vefât edip, oraya defnedildi. Doğum yeri, doğum ve vefât târihleri kaynaklarda bildirilmemektedir. Kabri orada olup, meşhûrdur. Sevenleri ziyâret etmekte ve feyz almaktadırlar. Onun hürmetine yapılan duâlar kabûl olmakta, hastalar şifâ bulmaktadır. Ahmedli kasabasında herkes tarafından bilinmekte ve hürmet edilmektedir. Daha sonra müderrislik vazîfesinden ayrılıp, Yenişehir kadılığına ta’yin edildi. 1034 (m. 1624) senesine kadar bu vazîfede kaldı. 1036 (m. 1626) senesinde Mekke-i mükerreme kadılığına gönderildi. 1037 (m. 1627)’de tekrar İstanbul’a dönüp, 1040 (m. 1630) senesinde Edirne kadılığına ta’yin edildi. 1043 (m. 1633)’de İstanbul kadılığına terfi ettirilen Karaçelebi-zâde bir sene de bu vazîfede kaldı. Sonra Kıbrıs’a gönderildi. 1045 (m. 1635) senesinde İstanbul’a döndü. Uzun müddet kendisine vazîfe verilmediğinden, Samatya’daki konağında kaldı. Mesleği ile ilgili ilmi çalışmalar yapıp, Siyer-i Kazrûnî’yi Türkçeye çevirdi. 1058 (m. 1648)’de Sultan Dördüncü Mehmed tarafından Rumeli kadıaskerliğine ta’yin edildi. Bu vazîfede bir sene kaldı. 1061 (m. 1651) senesinde şeyhülislâm oldu. Şeyhülislâmlık yaptığı müddet içinde fıkha 1) Mu’cem-ül-müellifîn cild-2, sh. 51 dâir eserlerini tamamladı. Beş ay müddetle şeyhülislâmlık vazîfesini yerine getirdi. Karaçelebi-zâde’nin yerine Ebû Saîd 2) Kâmûs ul a’lâm cild-5, sh. 3623 Efendi şeyhülislâm oldu. Karaçelebi-zâde Sakız adasına gönderildi. Orada Ravdat-ül-ebrâr’a güzel bir zeyl yazdı. İki Kitâb-ül-elgâz fî fıkh-il-Hânefiyye: Fıkha dâirdir. 9-Kâfi: Fıkıh sene sonra 1062 (m. 1652) senesinde, kendi isteğiyle kitabıdır. 10- Gülşen-i Niyaz: Manzûm bir eserdir. 11-Ferâyih- Bursa’ya nakledildi. Bursa’da uzun müddet ikâmet edip, eser un-Nebeviyye fî siret-il-Mustafaviyye: Kazrûnî’nin Siyer-i yazmakla meşgûl iken vefât etti. Nebevî’sinin tercümesidir. 12- Dîvân-ı Eş’âr, 13- Risâle-i kalemiyye, 14-Nefehât-ül-üns: Fıkıh ilmine dâir “Ravzat-ül- Karaçelebi-zâde Abdülazîz Efendi, aklî ve naklî ilimlerde Kuds” adlı esere yazdığı şerhidir. yüksek derece sahibi idi. Zamanındaki âlimlerin en üstünlerinden idi. Fıkıh ilminde özel ihtisası vardı. Târihe karşı da büyük alâkası olan Karaçelebi-zâde, bu konuda birçok kıymetli eserler yazdı. Aynı zamanda şâir ve edip olan Karaçelebi-zâde, şiirlerinde Azîzî mahlasını kullanırdı. Sert bir mizaca sahip olan Karaçelebi-zâde’nin ba’zı hareketleri, onun maceralı bir hayat sürmesine sebep olmuştu. Şiirlerinde süslü kelimeler kullanırdı. Arab edebiyatına vâkıftı, İslâmî ilimlere karşı vukûfiyeti derin idi. Cömerd ve kerem sahibi olan Karaçelebi-zâde, Bursa’da kaldığı müddet içinde, 1) Devhat-ül-meşâyıh sh. 57 2) Hulâsat-ül-eser cild-2, sh. 421 3) Mu’cem-ül-müellifîn cild-5, sh. 245 4) Nâima Târihi cild-1, sh. 577 5) Sicilli Osmânî cild-3, sh. 339 birçok çeşme yaptırmıştır. Bilhassa Müftü Suyu diye bilinen meşhûr suyu, Uludağ’ın eteğinden getirtmiştir. Sed başında da 6) Osmanlı Tarih ve Müverrihleri sh. 29 bir câmi inşâ etmiştir. Eserleri: 1- Ravdat-ül-ebrâr Dillere destan olan bu kıymetli eseri Hazreti Âdem’den (aleyhisselâm) 1056 (m. 1646) târihine kadar olan hâdiseleri anlatır. Dört bölümden meydana gelir. Sultan KARÂFÎ İbrâhim’e ithaf ettiği bu eserinde, şu bölümler vardır: a) Peygamberler târihi, b) Sevgili Peygamberimizin hayatı ve güzel ahlâkı, c) İslâm hükümdârları târihi, d) Osmanlı sultanları târihi. Sakız adasında ve Bursa’da bulunduğu sırada da Sultan Dördüncü Mehmed’in tahta geçişinden, 1058 (m. 1648) senesine, ya’nî kendi zamanının son günlerine kadar geçen olayları anlatan, Ravdat-ül-ebrâr zeylini açık bir dille hâtıra şeklinde yazmıştır. Târihî bir kaynaktır. 2- Mir’ât-üs-Safâ fî ahvâl-il-enbiyâ: Hazreti Âdem aleyhisselâmdan sevgili Peygamberimize ( aleyhisselâm ) kadar yazmış olduğu ayrı bir peygamberler târihidir. 3- Süleymân-nâme Kanunî Sultan Süleymân devrini anlatır. Bu eser Şeyhülislâm Hoca Sa’deddîn Efendi’nin Tâc’üt-tevârih’ine bir zeyldir. Süslü ve edebî bir dille yazılmıştır. 4- Hilyet-ül-Enbiyâ, 5- Zafernâme: Dördüncü Murâd Hân’ın Revân ve Bağdat seferlerini anlatır. Bu esere; “Târih-i feth-i Revân ve Bağdad” adı da verilmiştir. 6- Ahlâk-ı Muhsinî tercümesi: Ahlâk ilmine dâirdir. 7- Hall-üliştibâh an Ukdet-ül-Eşbâh: Fıkıh ilmine dâir Eşbâh şerhidir. 8- Mâlikî mezhebi fıkıh ve tefsîr âlimi. Künyesi Ebü’l-Abbâs olup ismi, Ahmed bin Ebi’l-Alâ İdrîs bin Abdürrahmân bin Abdullah İbni Yelin’dir. Aslen Karâfe bölgesinden olduğu için “Karâfî” diye tanınan Ahmed bin İdrîs, 626 (m. 1228) yılında Mısır’da doğdu. Mâlikî fıkhında ihtisas sahibi oldu. Bu husûsta zamanının tek âlimi olan Ahmed bin İdrîs, 684 (m. 1285) yılında Mısır’da vefât etti ve Karâfe’de defn olundu. Ahmed bin İdrîs el-Karâfi, Sultân-ül-ulemâ diye tanınan İzzeddîn bin Abdüsselâm eş-Şâfiî, el-İmâm el-Allâme Şerefüddîn Muhammed bin İmrân (Şerîf el-Karekî diye meşhûr) ve Kâdı’l-kudât Şemsüddîn Ebû Bekr Muhammed bin İbrâhim bin Abdülvâhid İdrîsî’den ilim öğrendi. Şemsüddîn Ebû Bekr Muhammed el-İdrisî’nin “Kitâb-ül-vüsûl ve Sevâb-ülKur’ân” adlı eserini, ondan dinledi. İbn-i Ferhûn onun hakkında; “Karâfî, aklî ve naklî ilimlerde yapınız. Hased ettiğiniz kimseyi hiç incitmeyiniz” kendisini yetiştirmiş, bilhassa fıkıh ilminde mesafe katetmiş bir buyuruldu. Tayere, uğursuzluğa inanmaktır. Sû-i âlimdir” demektedir. zan, bir kimseyi kötü zan etmekdir. Bu hadîs-i şerîfden anlaşılıyor ki, kalbde hased hâsıl olması, Ebü’l-Abbâs Ahmed Karâfî, Süleymâniye Kütüphânesi’nin İ. haram değildir. Bundan râzı olmak, devamını İsmâil Hakkı kısmı 492 numarada kayıtlı “Kitâb-ül-fürûk” adlı istemek, haram olur. Hadîs-i şerîfte; “Kalbe gelen eserinde, zühd, hased ve ucb hakkında şöyle buyurmaktadır: kötü şey söylenmedikçe ve buna uygun hareket Zühd, ya’nî dünyâdan el çekmek, mal ve mülkün olmaması demek değildir. Zühd; kalbin dünyâya, mala bağlılığının olmamasıdır. Çünkü zâhid, ba’zan insanların en zenginlerinden olabilir. Fakat buna rağmen o yine zâhiddir. Çünkü o, elinde bulunan mala, mülke ve servete i’tibâr etmez. Onları hatırına bile getirmez. Onun için malın varlığı ile yokluğu arasında fark yoktur. Elinde bulunanı Allah yolunda harcamak ona çok kolay gelir. Ba’zı kimseler vardır, çok fakir olmalarına rağmen zâhid değillerdir. Hattâ kalbi dünyâ sevgisi ile dolu olduğu için, çok hırslıdır. Hırsından dünyâya doymak edilmedikçe affolur” buyuruldu. İnsanın kalbine küfre sebep olan bir düşünce gelince, bundan üzülür ve hemen red ederse, bu kısa düşünce küfr olmaz. Farzı yapmamak veya bir haramı yapmak düşüncesi de böyledir. Fakat senelerce sonra kâfir olmaya karar verirse, hattâ bunu bir şarta bağlasa dahi imansız olur. Senelerce sonra haram işlemeğe niyet ederse, karar verirse, o anda günaha girer. Fakat, haramı işlemenin günahı, işlemeğe niyet etmekten daha büyüktür. bilmez. Bundan dolayı zühd, malın olup olmamasına bağlı Ucb; yaptığı ibâdetleri, iyilikleri beğenerek, bunlarla olmayıp, kalbin dünyâya i’tibâr etmemesine, kıymet övünmektir. Yaptığı ibâdetlerin, iyiliklerin kıymetini bilerek, vermemesine bağlıdır. Haramlardan el çekmek ise, elbette bunların elden gitmesini düşünerek korkmak, üzülmek ucb lâzımdır. olmaz. Yahut, bunların Allahü teâlâdan gelen ni’metler Hased; Allahü teâlânın bir kuluna ihsân etdiği ni’metin ondan çıkmasını istemektir. Faydalı olmayan, zararlı olan birşeyin ondan çıkmasını istemek, hased olmaz. “Gayret” olur. İlmini, mal, mevki ele geçirmek, günah işlemek için kullanan din adamından ilmin gitmesini istemek gayret olur. Malını haramda, zulümde, İslâmiyeti yıkmakta, bid’atleri ve günahları yaymakta kullananın malının yok olmasını istemek de hased olmaz, din gayreti olur. Bir kimsenin kalbinde hased bulunur, kendisi buna üzülür, bunu istemezse, bu günah olmaz. Kalbde bulunan hâtıra, günah sayılmaz. Hâtıranın kalbe gelmesi insanın elinde değildir. Kalbinde hased bulunmasından üzülmezse veya arzusu ile hased olduğunu düşünerek sevinmek de ucb olmaz. Bunların Allahü teâlâdan gelen ni’metler olduğunu düşünmeyerek, kendi yaptığını, kazandığını sanarak sevinmek, kendini beğenmek, ucb olur. Ucbun zıddına; minnet denir. Minnet, ni’mete kendi eliyle, kendi çalışmasıyla kavuşmadığını, Allahü teâlânın lütfu ve ihsânı olduğunu düşünmektir. Böyle düşünmek, ucb tehlikesi olduğu zaman farz olur. Diğer zamanlarda ise müstehabdır. İnsanı ucba sürükleyen sebeplerin başında, cehâlet ve gaflet gelmektedir. Bu ucbdan kurtulmak için, her şeyin Allahü teâlânın dilemesi ile ve yaratması ile meydana geldiğini ve akıl, ilim, ibadet etmek, mal ve mevki gibi kıymetli ni’metlerin Allahü teâlânın lütfu ve ihsânı olduklarını düşünmek lâzımdır. “Ni’met”, insana fâideli olan, tatlı gelen şey demektir. Bütün ni’metleri gönderen Allahü teâlâdır. O’ndan başka yaratıcı ve gönderici yoktur. ederse, hased olur, haram olur. Bu hasedini Karâfî buyurdu ki: “Hased edenlerle münâzara etmeyi bırakın. sözleri ile, hareketleri ile belli ederse, günahı Çünkü bu durumda siz öfkelenirsiniz, hased eden bundan daha çok olur. Hadîs-i şerîfte; “İnsan, üç şeyden faydalanır ve inkâr eder.” kurtulamaz; sû-i zan, tayere, hased. Sû-i zan edince, buna uygun harekette bulunmayınız. Karâfî birçok eser yazdı. Bunlardan ba’zıları şunlardır: 1. Kitâb Uğursuz zan ettiğiniz şeyi Allaha tevekkül ederek ez-Zehîre fil-fıkh min ecli Kütüb-il-Mâlikiyye, 2. Kitâb-ül- Kavâ’îd, 3. Şerh-ut-tehzîb, 4. Şerh-ül-Cellâb, 5. Şerhü Mahsûl- türbesi yakınına defnedildi. El-Karâfî diye bilinir. Ârif-i billâh li-İmâm Fahreddîn Râzî, 6. Kitâb-üt-ta’likat, 7. Kitâb-üt-tenkih İbn-i Ebî Cemre’nin torunudur. fî usûl-il-fıkh, 8. El-müfid, 9. Kitâb-ül-ecvibet-il-fâhire an es’iletil-fâcire fî redd-i alâ ehl-i kitâb, 10. Kitâb-ül-Emmiyye fî Karâfî, Kâhire’nin Derb-is-selâmî denilen mahallesinde idrâk’in-niyyet, 11. Kitâb-ül-istinâ fî ahkâm-il-istisnâ, 12. Kitâb- büyüdü. Babasının yanında Kur’ân-ı kerîmi ezberledi. El- ül-ahkâm fil-fark beyn-el-fetâvâ, 13. El-Ahkâm (Kitâb-ül- Umde, er-Risâle, eş-Şâtıbıyye, Elfiyyet-ül-Irâkî, İbn-i Mâlik’in Yevâkît fî ahkâm-il-mevâkît), 14. Kitâbü şerh-il-erba’în, 15. Elfiyesi, el-Milha, el-Hâcibiyye, Gâlib-üt-teshîl adlı eserleri Kitâb-ül-infâd fil-i’tikâd, 16. Kitâb-ül-münciyyât, 17. El-Mûbikât okudu. Nahiv (gramer) bilgisini; babası Nâsırüddîn el- fil-ediyye, 18. Mâ yecûzü minhâ vemâ yahrumuh, 19. Kitâb-ül- Bârenbârî ve başkalarından, fıkıh ilmini; Cemâlüddîn el- ebsâr fî müdrikât, 20. Kitâb-ül-beyân fî ta’lik-il-Îmân, 21. Kitâb- Akfehsî, Şemsüddîn ed-Defri’den, usûl ilmini; el-Mecd el- ül-umûm, 22. Kitâb-ül-ihtimâlât-il-mercûha, 23. Kitâb-ül-Bâriz, Bermâvî, es-Sanhâd’den, ferâiz, hesâb ve hadîs ıstılâhları 24. Kitâb-ül-ecvibe an es’ilei ve inde alâ hutabi İbn-i Nubâta. ilmini; İbn-i Hacer’den öğrendi. El-Bisâtî’nin derslerinde çok bulundu. Fıkıh, nahiv, usûl, me’ânî öğrendi. Ondan çok istifâde etti. Hüsn-i hattı (güzel yazı yazma san’atları) İbn-üsSâig’den öğrendi. Şerefüddîn İbn-ül-Küveyk, Cemâlüddîn ibn- 1) Mu’cem-ül-müellifîn cild-1, sh. 158 2) El-A’lâm cild-1, sh. 94 3) Ed-Dîbâc-ül-müzehheb sh. 62, 67 4) İzâh-ül-meknûn cild-1, sh. 72, 127, 135, 737 ül-Hanbelî, İbn-i Fadlullah, Şemseddîn Şâmî, İbn-ül-Beytâr, İbn-ül-Mısrî ez-Zerâtitî, İbn-ül-Cezerî, Nûreddîn Fûyî, Zerkeşî, Veliyy-ül-Irâkî, Necm bin Hacî, el-Kemâl bin Hayr ve başka âlimlerden hadîs-i şerîf dinledi. İskenderiyye’ye ilmî istifâde için çok defa gidip geldi. İki defa hac etti. Orada mücavir olarak kaldı ve Cemâlüddîn eş-Şeybî’den hadîs dinledi. 833 (m. 1429) senesinde Dımeşk’a geldi. Orada Hâfız İbn-i 5) Keşf-üz-zünûn cild-1, sh. 11, 21, 77, 186, 499; cild-2, sh. Nâsıruddîn ile görüştü. Daha sonra Beyt-ül-makdîs ve 1503, 1359 Dimyât’a gidip geldi. Birçok âlimden icâzet aldı. Fıkıh, usûl, Arab dili ve edebiyatında ve başka ilim dallarında üstün 6) Tabakât-ül-usûliyyîn cild-2, sh. 86 dereceye yükseldi. 7) Brockelmann Gal-1, sh. 385; Sup-1, sh. 665 Es-Sehâvî onun hakkında; “Karâfî’nin ifâdesi tatlı olup, hüsn-i hat sahibi olmakla birlikte, üstün bir zekâsı vardı. Aklı tam, 8) Tam İlmihâl Se’âdet-i Ebediyye sh. 578, 1027 9) Kitâb-ül-fürûk tevâzu sahibi, sıkıntılara karşı sabırlı idi. Hocası el-Bisâtî’den sonra, onun yerine kadı nâibliğinde bulundu. Hâl ve harekâtı çok güzel idi. El-Fahriyye Medresesi’nde ve el-Berkûkiyye Medresesi’nde ders verdi ve Mâlikî mezhebi fıkhını okuttu. Amr İbni As Câmii’nde hutbe okudu. Çok talebe yetiştirdi. Fetvâlar verdi. Dinde sağlam olması sebebiyle fetvâlarına çok KARÂFÎ (Muhammed bin Ahmed) i’timâd edildi” demektedir. Mâlikî mezhebi fıkıh ve hadîs âlimi. İsmi, Muhammed bin Mâlikî mezhebinde Mısır’da onun benzeri, kendisine halef Ahmed bin Ömer bin Şeref olup, künyesi Ebü’l-Fadl’dır. birisi görülmedi. Vefâtından sonra her sene başında, kabri Lakabı ise Şemsüddîn’dir. 801 (m. 1399) senesi Ramazân-ı yanında Buhârî’den seçmeler okunur, insanlar bunu dinlemek şerîfin son on günü içinde Kâhire’de doğdu ve 867 (m. 1463) için gelir, onu ziyâretle bereketlenirlerdi. Eserlerinden ba’zıları senesinde orada vefât etti. Karafe kabristanına, dedesinin şunlardır: 1- Şerh-ül-Cürûmiyye: Buna ed-Dürer-ül-mudîeti adını verdi. 2-Kürrâsetün fî mes’eleti ihdâs-il-Kenâis, 3- Şerhu alel-Milha (tamamlayamadı). öğrenip, öğrendiklerine riâyet etmelerini, hikmetleriyle geniş olarak izah ederdi. 1) Mu’cem-ül-müellifîn cild-8, sh. 304 2) Ed-Dav-ül-lâmi’ cild-7, sh. 27 1) Şakâyık-ı Nu’mâniyye tercümesi (Mecdî Efendi) sh. 21 3) Neyl-ül-İbtihâc sh. 316 2) Tabakât-üs-seniyye cild-3, sh. 206 4) Esmâ-ül-müellifîn cild-2, sh. 203 3) Fevâid-ül-behiyye sh. 70 4) Keşf-üz-zünûn sh. 1515, 1824, 1868 KARAHİSÂRÎ (Hitâb bin Ebi’l-Kâsım) 5) Mu’cem-ül-müellifîn cild-4, sh. 103 Usûl ve Hanefî mezhebi fıkıh âlimi. İsmi, Hitâb bin Ebi’l-Kâsım olup, doğum yeri olan Karahisar’a nisbetle Karahisârî denildi. Anadolu’ya nisbetle de Rûmî denildi. Zeynüddîn lakabı verildi 717 (m. 1317) yılından sonra vefât etti. Karahisar’da defnedildi. KARAHİSÂRÎ (Seyyid İbrâhim bin Osman bin Muhammed) Osmanlılar devrinde yetişen Hanefî mezhebi fıkıh âlimlerinden. Osmanlı devrinin seksendördüncü Karahisar’da doğan, Karahisârî, önce Anadolu şeyhülislâmıdır. İsmi; İbrâhim’dir. Ulemâdan Şebinkarahisarlı ulemâsından ilim öğrendi. Temel din bilgilerini ve Osman Efendi’nin oğludur. Peygamber efendimizin ( âlet (yardımcı) ilimleri tahsil etti. Daha sonra Şam aleyhisselâm ) mübârek soyundandır. Karahisâri diye bilinir. taraflarına gitti. Oradaki âlimlerden hadîs, fıkıh ve 1113 (m. 1701) senesinde Şebinkarahisar’da doğdu. 1197 (m. tefsîr ilimlerini öğrendi. Dört mezhebin 1783) senesinde İstanbul’da vefât etti. Sultan Selîm civarında inceliklerine vâkıf, aklî ve naklî ilimlerde Beyceğiz mahallesinde defnedildi. mütehassıs oldu. İnsanlara ilim öğretip, fetvâ verdi. Hânzüddîn Nesefî’nin ( radıyallahü anh ), dört mezhebin inceliklerine dâir “Manzûme”sini şerhetti. Bu güzel eserini 717 (m. 1317) yılında tamamladı. Daha sonra, Şam’dan ayrılıp, memleketi olan Karahisar’a geldi. Memleketinde de insanlara ilim öğretip müşkillerinin halli için fetvâlar verdi. “Menâr-ül-envâr”, “Kenz-üd-dekâik” ve “Muhtâr” adlı eserleri şerhetti. Zamanındaki âlimler arasında parlayıp, ulemânın en önde gelenlerinden oldu. İlimdeki üstünlüğünü, ibâdet ve tâatta yüksekliği ta’kib etti. Tasavvuf yolunda yüksek derecelere kavuştu. Her işini Allahü teâlânın rızâsı için yapar, her sözünü Allahü teâlânın rızâsı için söylerdi. Sık sık insanlara nasihat eder, Allahü teâlânın emir ve yasaklarını İlk eğitim ve öğrenimini memleketi olan Şebinkarahisar’da gördükten sonra, 1127 (m. 1714) senesinde İstanbul’a geldi. Rumeli kadıaskeri olan amcası Zeynel’âbidîn Efendi’nin hizmetinde bulunup, ondan aklî ve naklî ilimleri tahsil etti. Bu arada Molla Refîuddîn bin Mustafa’dan güzel yazı yazmayı öğrendi. 1130 (m. 1717) senesinde mülâzım (stajyer müderris) oldu. 1137 (m. 1724) senesinde amcası Zeynel’âbidîn Efendi’yle birlikte hac ibâdeti için Mekke-i mükerremeye gitti. Hac ibâdetini yerine getirip sevgili Peygamberimizin ( aleyhisselâm ) kabr-i şerîfini ziyâret etti. Mekke’de mücavir olarak kaldı. Bir müddet Cidde kadı vekîlliği yaptı. Mekke-i mükerremeden dönünce, 1143 (m. 1730)’de müderris olup ba’zı medreselerde ders okuttu. Kadılık mesleğini tercih ettiğinden, 1168 (m. 1754) senesinde Selanik kadılığına ta’yin edildi. 1174 (m. 1760)’de Şam, 1182 (m. 1768)’de İstanbul kadılığı vazîfelerine getirildi. 1183 (m. 1769)’de Nakîb-ül- eşrâflığa (Peygamberimizin ( aleyhisselâm ) soyundan Çeşitli harbler, bu şehri harabeye çevirmiştir. Alâüddîn-i gelenlerin işleriyle ilgilenen kimse) ta’yin edildi. Aynı sene Kâşânî, bu beldede doğup yetiştiği için oraya nisbetle Kâşânî içinde Anadolu payesi verilerek ikinci defa İstanbul kadılığına denildi. “Kâsânî” de denilmektedir. “Tuhfet-ül-fukahâ” ve “Usûl” getirildi. 1184 (m. 1770) senesinde Anadolu kadıaskeri oldu. kitablarının sahibi Alâüddîn Muhammed bin Ahmed es- 1187 (m. 1773)’de ikinci defa Nakîb-ül-eşrâflığa ve arkasından Semerkandî’den fıkıh ilmini öğrendi. Oda, Sadr-ül-İslâm Ebü’l- Rumeli kadıaskerliğine ta’yin edildi. 1193 (m. 1779) senesinde Yüsr Pezdevî’den ilim öğrendi. Pezdevî’nin hocası da, Ebü’l- Reîs-ül-ulemâlığa (Âlimler başkanı) ulaştı. 1196 (m. 1782) Maîn Meymûn el-Mekhûlî idi. O da, Mecd-ül-eimme senesinde Şeyhülislâm Mehmed Şerîf Efendi’nin vazîfeden Serahkî’den fıkıh öğrenmişti. Hocasının “Tuhfe” kitabını şerh alınması üzerine Sultan Birinci Abdülhamîd Hân tarafından ederek, “Bedâyi’-üs-sanâyı’ fî tertîb-iş-şerâyi” adını vermiştir. şeyhülislâmlık makamına getirildi. Bu vazîfeyi 8 ay kadar Hocasının kızı Fâtıma-i fakîhe ile evlenip, onun dâmâdı oldu. yürüttü. Fakat yaşı sekseni geçmiş olduğundan tutulduğu Çok yer dolaştı. Bir ara Konya’da bulundu. Sonra Haleb’e hastalıktan kurtulamıyarak vefât etti. gidip yerleşti. Orada Halâviyye Medresesi’ne müderris ta’yin edilip ders okuttu. Hanımı, kendisinden önce vefât etti. Kâşânî Karahisâri Seyyid İbrâhim Efendi; âlim, âmil (ilmiyle amel de, 587 (m. 1191) senesi Receb ayının onunda, İbrâhim eden), fâzıl ve güzel ahlâk sahibi bir zât idi. İleri görüşlü ve sûresini okumakta iken, yirrniyedinci âyet-i kerîmeye gelince, devlet işlerinde yüksek tecrübe sahibi olduğu için, devlet rûhunu teslim edip rahmet-i ilâhiyyeye kavuştu. erkânı, onun parlak fikirlerinden istifâde ederdi. Fertlerin ve toplumun hâlet-i rûhiyesini çok iyi bilir, herkesle iyi geçinirdi. Halîl İbrâhim (aleyhisselâm) makamında bulunan hanımının Allahü teâlâya çok ibâdet eder, haram ve şüphelilerden kabri yanına defnedildi. Haleb’in dışında bulunan kabirleri çok şiddetle kaçınırdı. Güvenilir ve doğru sözlü idi. Kaynaklarda güzel ve latîf bir ziyâretgâhtır. Kâşârirnin hanımı Fâtıma-i eseriyle ilgili bilgiye rastlanmamıştır. fakîhe, büyük fıkıh âlimi Alâüddîn-i Semer’kândî’nin kızıdır, İlminin, ahlâkının vie cemâlinin güzelliği her yere yayılmış, ¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾ 1) Devhat-ül-meşâyıh sh. 108 2) Silk-üd-dürer cild-1, sh. 12, 13 3) İlmiye salnamesi sh. 549 babasının yazdığı “Tuhfet-ül-fukahâ” kitabını ezberlemişti. Onunla evlenmek için, çok fakîhler talip olmuşlardı. Hattâ Türk sultanlarından da teklif gelmişti. Hiçbirine vermedi. O sırada Kâşânî, Alâüddîn-i Semerkândî’ye gelip fıkıh öğrenmeye başladı. O da, onunla meşgûl oldu. Bütün eserlerini okutup ezberletti. Usûl ve füru’ ilimlerinde emsalleri arasında çok yükseldi. Hocasının “Tuhfe” kitabını şerh ederek ona takdim 4) Kâmûs-ül-a’lâm cild-1, sh. 534 etti. Hocası tarafından çok beğenildi. Hocası bundan ziyadesiyle memnun kalmıştr. Bunun mükâfatı olarak, kızı Fâtıma-i fakîhe ile onu evlendirdi. Hanımı; nikâhının mehri olarak bu şerhini kabûl etti. Başka bir şey istemedi. Bundan dolayı asrındaki büyük fıkıh âlimleri, onun için; “Tuhfe’sini şerh KÂSÂNÎ Hanefî âlimlerinden. İsmi, Ebû Bekr bin Mes’ûd bin Ahmed Alâüddîn-i Şâşî’dir. “Alâüddîn” ve “Melîk-ül-ulemâ” lakabları ve “Kâşânî” nisbetiyle meşhûr oldu. Kâşân, Türkistan’da Seyhun nehrinin kuzeyindeki Fergana bölgesinde bulunan Şâş’ın arkasında, sağlam bir kalenin de bulunduğu büyük ve güzel bir beldedir. etti, kızını aldı” dediler. Kasanı, hanımı Fâtıma-i fakîhe ve babâsi Alâüddîn-i Semerkândî, üçü de aynı zamanda fetvâ verirlerdi. Bir evde üç müftî olup, herbirinin fetvâsı çok yere yayılmıştı. İbn-ül-Adîm, onun hakkında diyor ki, “Benim babam, Fâtıma-i fakîhe’nin Hanefî mezhebinin mes’elelerine vâkıf olduğunu ve mezhehi “çok iyi naklettiğini, çok defa o, kocası, Alâüddîn-i Kâşânî’nin fetvâlarındaki noksanlıkları gösterdiğini ve kocasının da, onun re’yine rücû ettiğini bildirdi. Kocası, ona çok hürmet ederdi. İlk okutmakta idi. Kâşânî’nin Halâviyye Medresesi’nde okuttuğu defa, babası ve kendisi tarafından imza edilen fetvâlar çıkardı. derslere birçok talebe devam etmiş ve hepsi de derslerinden Evlenince de, her üçünün imzası ve elyazısı bulunan çok istifâde ederek, aralarında yüksek âlimler yetişmiştir. Oğlu müşterek fetvâlar çıkardılar.” Mahmûd ve “Mukaddimet-ül-Gazneviyye” kitabının sahibi Ahmed bin Mahmûd, ondan fıkıh ilmini öğrenerek yetişen Haleb şehrindeki Halâviyye Medresesinin fakîhlerinden birisi âlimlerdendir. olan Dâvûd bin Ali diyor ki, “Ramazân-ı şerîfte, fakîhler için iftar yemeği vermeği ilk olarak âdet hâline getiren Fâtıma-i Bir aralık Şam’a gelen bu büyük Hanefî âliminin meclisinde, fakîhe’dir. Kolundaki iki bileziği çıkarıp sattığını öğrendik. orada bulunan Şafiî fakîhleri toplanıp, Şafiî ve Hanefî Aldığı paralarla yiyecek satın alıp, her gece fukahâya (fıkıh mezhebleri arasındaki farklı bir mes’elede onun konuşmasını âlimlerine) yemek verdi. O zamandan bugüne kadar, o hâl ve istediler. Daha sonra da birçok mes’ele ortaya koydular. âdet devam edip gelmekedir.” Kâşânî de, ta’yin edilen her mes’ele hakkında konuşmaya başladı. Her birisi için, “Buna bizim mezhebimizin âlimlerinden Hanefî fıkhında büyük bir âlim olan Alâüddîn-i Kâşânî, çok yeri filân filân kimseler şöyle dediler” diye cevaplar verdi. Her dolaşmış ve geniş ilmî faaliyetlerde bulunmuştur. Güzel yüzlü mes’elede, İmâm-ı a’zam Ebû Kanîfe’nin mezhebindeki idi. Müslümanlara hizmet etmeyi çok severdi. Cesâreti çoktu. âlimlerden birisinin, bir ictihâdı bulunduğunu bildirdi. Onun her Ehl-i sünnet i’tikâdının temsilcilerinden olan bu büyük âlim mes’eledeki derin ilmine hayran kaldılar. O şekilde meclis zamanındaki mu’tezile i’tikâdındaki bid’at ehli ile sık sık tamamlanmış oldu. mücâdele eder, onların bozuk, yanlış fikirlerini kuvvetli delîllerle çürütürdü. Bir defasında; “Bir mes’elede iki İbn-i Adîm anlatıyor: Hanefî mezhebinin büyük fıkıh müctehidin ictihâdları ayrı ayrı olunca, onların ikisi de isâbet âlimlerinden Ahmed bin Yûsuf bin Muhammed el-Ensârî bana etmiş midir? Yoksa, onlardan birisi hatâ etmiş sayılır mı?” bildirdi ki, Kâşânî, Haleb’den memleketine dönmek istemişti. mes’elesi konu edilmişti. Orada bulunanlardan birisi İmâm-ı Hanımı da istekli olduğundan, gitme arzusu fazlalaştı. Âdil bir a’zam hazretlerinden naklen, onun; “Her müctehid, ictihâdında sultân olup, âlimleri de çok seven Nûreddîn Mahmûd-i Şehîd, isâbet etmiş sayılır” dediğini bildirdi. Alâüddîn-i Kâşânî, hemen durumu öğrenince, Kâşânî’ye hemen bir haberci gönderip ona: “Hayır! Bilâkis o, iki müctehidden birisi isâbet etmiştir. yanına çağırdı. Haleb’de kalmasını te’mine çalıştı. O da, Diğeri ise ictihâ dında hatâ etmiş olur, buyurdu. Çünkü hak, “Yolculuğa hazırlandık, aynı zamanda hanımım da hocamın ya’nî doğru, bir tanedir. Sizin dediğiniz, mu’tezilenin kızı olur. Bu yüzden memleketimize dönmemiz gerekiyor” görüşüdür” diye cevap verdi. deyip, kalmalarının mümkün olmayacağını beyân etti. Sultan, mektûp ile birlikte haberci bir kadın gönderdi. Kadın gidip, Alâüddîn-i Kâşânî, bir ara Konya’da Selçuklu sultânı birinci Kâşânî’nin hanımına, sultanın ricasını bildirdi. Haleb’de Mes’ûd’un sarayında bulunmuştu. Orada bulunan âlimlerle kalmalarını çok arzu ettiğini söyledi. O da emre uyup, aralarında geçen ilmî münâzaralar, kendisinin hükümdârla Haleb’de kaldı. Vefât, edinceye kadar başka bir yere gitmedi. arasının açılmasına sebeb oldu. Hattâ bir ara onu saraydan O vefât edince, Haleb’in dışında bulunan Halîl İbrâhim uzaklaştırmak istedi. Kâşânî’nin kıymetini bilen vezîri araya (aleyhisselâm) makamına defnedildi. Burası çok mübârek bir girip: “Bu büyük ve muhterem bir âlimdir. Onu buradan yer olup, kocası Kâşânî, ölünceye kadar her Cum’a gecesi göndermiyelim” diye sultâna ricada bulundu. Bunun üzerine, gelip hanımını ziyâret etmeyi terk etmedi. Hanımının kabri Haleb Atâbeki Sultan Nûreddîn Zengî’nin yanına gönderildi. yanında yaptığı duâsı kabûl olurdu. Bu hâl, Haleb’de meşhûr Haleb’de çok iyi karşılanan Kâşânî, ilminin büyüklüğü olmuştu. Onların kabirleri, bütün ziyâretçilerin yanında “Karı- sebebiyle kısa zamanda meşhûr oldu. Herkes, kendisinin koca kabri” diye bilinmektedir. ilmine hayran olmuştu. Oradaki âlimlerin isteği üzerine, bizzat Sultan Nûreddîn Zengî tarafından 543 (m. 1148) târihinde inşâ Hanefî âlimlerinden Muhammed bin Hamîs diyor ki: edilen Halâviyye Medresesi’ne müderris olarak ta’yin edildi. “Kâşânî’nin ölümü zamanında yanında idim. Kur’ân-ı kerîm Kendisinden evvel orada, Radıyüddîn es-Serahsî ders okumakla meşgûldü, İbrâhim sûresinin yirmiyedinci; “Allahü teâlâ mü’minleri, dünyâda ve kabirde, kavl-i sabit olan Kelime-i kerîmedeki “Hikmet’ten muradın, fıkıh ilmi olduğunu bildirdiler. şehâdet üzere tesbit ve tahkim etti.” meâlindeki âyet-i Resûlullah ( aleyhisselâm ) efendimiz de buyurdu ki: “Dinde, kerîmeye geldi. “Ve fil-âhıreti” kelâmını söyleyince, rûhu Allahü teâlâya fıkıhtan daha faziletli bir şeyle ibâdet edilmedi. bedeninden ayrılıp, bir ânda Cennet-i a’lâya gitti.” Şeytana karşı birfakîh, bin âbidden (ibâdeti çok yapandan) daha kuvvetlidir.” Başlıca eserleri şunlardır: Birgün Hazreti Ömer’in yanına Şam’dan bir adam gelip, “Sana 1. Bedâyı’-üs-sanâyı’ fî tertîb-iş-Şerâyı’: En mühim eseri, bu gelmemin sebebi şudur ki, namazımı doğru olarak kılabilmek kitabıdır. El yazması üç cild olan bu eser, yedi cild hâlinde için, teşehhüdü (Ettehiyyâtü... duâsını) öğrenmeye geldim” basılmıştır. Bu kitap hakkında, Hanefî fıkhına dâir yazılmış dedi. Hazreti Ömer ( radıyallahü anh ) onun ilim için olan bu tertîb bakımından ilk sistemli eserdir, denilmiştir. Hocasının gayretine bakıp çok ağladı. Hattâ ağlamaktan sakalları “Tuhfet-ül-fukahâ” kitabının şerhi olmakla beraber, değişik bir ıslanmıştı. Sonra buyurdu ki: “Yemîn ederek söylüyorum. tarzda hazırlanmıştır. Şerh olduğu hiç belli değildir. Sanki Muhakkak ki ben, Allahü teâlânın sana sonsuz olarak azâb metnin taklididir. Meselâ metin, husûsî işâretlerle şerhten etmeyeceğini ümid ederim”. Bu şekilde ilim öğrenmek için ayrılmamıştır. Ayrıca bu eserde, “Tuhfe”nin tertîb ve sistemi gösterilen gayretleri bildiren haberler ve eserler, ta’kib edilmemiş, bilakis yepyeni bir tertîb ortaya konmuştur. sayılamıyacak kadar çoktur. Yalnız şu kadar var ki, Kâşânî bu eserinde, hocasının kitabının ifâdelerini değişik bir tertîble aynen muhafaza etmiş, Kâşânî ( radıyallahü anh ) aynı kitapta buyurdu ki: “Tuhfe”ye sâdık kalmıştır. “Abdest; yıkamak ve mesh için kullanılan bir isim olup, Allahü Kâşânî, bu kitabını, eski ve yeni birçok eserlerden toplayarak teâlâ, Maide sûresi 6. âyet-i kerîmede meâlen: “Ey îmân hazırladığını, ifâde ederek, “Ben hocama uydum ve doğru yolu edenler! Namaza kalkacağınız zaman, yüzünüzü ve ellerinizi buldum” demektedir. dirseklerinizle beraber yıkayın, başınızı (ıslak el ile) mesh edin ve ayaklarınızı da (topuklarınızla beraber) yıkayın!” buyurdu. 2. Sultân-ül-mübîn: Dînin usûl, akâid (îmân esasları) bilgilerini içine elan bir eserdir. Fakat yazma veya matbû’ olarak mevcût “Rükû’ ve secdesi olan namazlarda kahkaha, yanî sesli değildir. gülmek, hem ahdesti bozar ve hem de namazı bozar.” 3- Kitâb-ül-Cehl. “Cum’a namazının farzından sonra, İmâm-ı a’zama göre dört rek’at, İmâmeyn’e göre altı rek’at sünnet kılınır. Cum’a yalnız Kâşânî ( radıyallahü anh ) “Bedâyı-üs-Sanâyı” kitabının bir mescidde kılınır diyen âlimlere göre, dört rek’at daha (Âhır mukaddimesinde buyuruyor ki: zuhur) kılmak lâzımdır.” “Hakîkat şudur ki, Allahü teâlânın zâtına ve sıfatlarına âit “Cum’a ve bayram namazlarında, hutbenin bir kısmını Arabca, ilimleri öğrendikten sonra, “Helâl ve haram veya ahkâm ilmi” bir kısmını da başka bir dil ile okumak, Arabî nazmı bozar. Bu diye isimlendirilen fıkıh ilmini öğrenmekten daha şerefli, üstün ise mekrûhtur.” bir ilim yoktur. Bunun için, Allahü teâlâ peygamberler gönderdi, kitaplar indirdi. Çünkü, O’nun bildirmesi olmadan, “Keffâret için ibâha, ya’nî kendisini doyurması için fakire, Fülûs sırf akıl ile bunları bilmek mümkün değildir. Nitekim Allahü (kâğıt para) da verilebilir.” teâlâ Bekâra sûresi 269. âyet-i kerîmede meâlen: “Hak teâlâ, dilediği kuluna faydalı ilim verir ve onun icâbları ile amel ettirir. “Mekke’deki evleri, hac zamanında hacılara kira ile vermek Hattâ bunun sebebiyle, onu rızâsına erdirir. Kime hikmet mekrûhtur.” verilmiş ise, ona çok hayır verilmiştir ki, o hayır âhırettendir” buyurmaktadır. Birçok tefsîr âlimleri, bu âyet-i “Abdullah bin Abbâs (r.anhümâ) buyurdu ki, Resûlullahın ( aleyhisselâm ) yanında oturuyorduk. Bir köylü, tavşan kebabı hediyye getirdi. Bize “Yiyiniz!” buyurdu. Muhammed bin Saffân Büyük bir muhaddis olan Kâsım bin Ali hafız olup, yüzbinden ( radıyallahü anh ) dedi ki, iki tavşan yakaladım, kestim. çok hadîs-i şerîfi senet ve metinleriyle birlikte ezberlemişti. Resûlullaha sordum, ikisini de yememi buyurdu.” Sadûk (güvenilir) sağlam bir râvî idi. Nâsır-üs-sünnet diye anılırdı. Hâfız Münzirî diyor ki; “Onunla Medine’de karşılaştım. Bildiği bütün hadîs-i şerîfleri, bana ezberinden yazdırıyordu. 1) Tuhfet-ül-fukahâ (Taşköprü zâde) sh. 95, 102 2) Fevâid-ül-behiyye (Lüknevî) sh. 53 3) Miftâh-ül-se’âde (Taşköprü-zâde) cild-2, sh. 273, 274, 285 4) Keşf-üz-zünûn sh. 230 Sonra beni, onları aldığı asıl kaynaklarına gönderdi. Ben de kabûl ettim. Onların hepsinin, öğrendiklerimin aynısı olduğunu gördüm. İbn-i Nakata dedi ki: “O, güvenilir bir râvîdir.” Cihâdın faziletleri hakkında iki cildlik bir eser yazdı. Bundan başka “Fedâil-ül-medîne” ve “Fadâil-ül-Mescid-il-Aksâ” adında iki eseri vardır. Babasının vefâtından sonra Dâr-ül-hadîs-inNûriyye reîsliğine ta’yin edilmişti. Bu vazîfesinin karşılığı 5) Tam İlmihal Se’âdet-i Ebediyye sh. 1028 olarak hiçbir şey almadı. Hattâ onun suyundan içmedi ve abdest almadı denilmiştir. Zühd ve vera’ sahibiydi. Çok kitabı tekrar yazardı. Hattâ babasının Târih-i Dımeşk’ını çoğaltmak için iki kere yazdı. Ayrıca ona bir de “Zeyl” KÂSIM BİN ALİ (Ebû Muhammed İbni Asâkir) yazmaya başlamış, fakat tamamlayamamıştır. Fedâil-ül-Kuds isminde ayrıca kıymetli bir eseri daha vardır. Şafiî fıkıh ve hadîs âlimlerinden. İsmi, Kâsım bin Ali bin Hasen bin Hibetullah ed-Dımeşkî’dir. Künyesi Ebû Muhammed olup, Şam’da yetişen meşhûr hadîs âlimlerinden İbn-i Asâkir’in oğludur. Lakabı “Behâüddîn”dir. 527 (m. 1133) senesi 1) Mu’cem-ül-müellifîn cild-8, sh. 106 Cemâzil-evvel ayında Şam’da doğdu. Kâsım bin Ali; Şam’da Ebü’l-Hüseyn es-Sülemî, Nasrullah el-Masîsî, Kâdı Ebü’lMeâlî Muhammed bin Yahyâ el-Kureşî, amcası, dedeleri Kâdı Zekî Yahyâ bin Ali el-Kureşî ile Cemâl-ül-İslâm bin Müslim esSülemî’den ve daha birçok âlimden hadîs-i şerîf dinleyip ezberledi. Hadîs âlimlerinden Ebû Abdullah-i Ferâvî ile Hâristan kadısı Hasen bin Abdülmelik el-Hellâl ve ikisinin 2) Tabakât-üş-Şâfiiyye cild-8, sh. 352 3) Tezkiret-ül-huffâz cild-1, sh. 368 4) Esmâ-ül-müellifîn cild-1, sh. 828 5) Şezeret-üz-zeheb cild-4, sh. 347 tabakasından olanlar ona icâzet vermişlerdir. Hadîs ilminde yüksek bir ilme sahip oldu. Şam’da Sultan Nûreddîn Zengî 6) Vefeyât-ül-a’yân cild-3, sh. 311 tarafından yaptırılan Dâr-ül-hadîs-in-Nûriyye Medresesi meşihat makamına ta’yini yapıldı. Vera’ sahibi bir zât olup, 7) Zeyl-i Kitâb-ir-ravdateyn sh. 47 haramlara düşme korkusundan mübahların çoğunu terkederdi. Bid’atları yok etmede çok gayretliydi. Latife yapması çoktu. Bir ara Mısır’ı ziyâret etti. Oradakiler kendisinden çok hadîs-i şerîf öğrendiler. 600 (m. 1203) senesi Safer ayının dokuzuncu günü Şam’da vefât etti. Bâb-üs-sagîr kabristanının avlusunun KÂSIM BİN ASBAG BEYYÂNÎ dışında babasının yanına defnedildi. Orada Sahâbe-i Tefsîr ve hadîs âlimi. Künyesi Ebû Muhammed’dir. 247 (m. Kirâmdan Hazreti Mu’âviye’nin ve başkalarının da kabirleri 861)’de doğdu. 340 (m. 951) senesinde Kurtuba’da vefât etti. vardır. Bakıy bin Mahled, İbn-i Vadâh, Matraf bin Kays, Esbag bin Halîl, Abdullah bin Meysere ve diğer âlimlerden hadîs-i şerîf 4) Tabakât-ül-müfessirîn cild-2, sh. 251 işitip, rivâyet etmiştir. Aslen Endülüslü olup, ilim tahsili için seyahatlere çıktı. Çok âlimle görüşüp, ilim öğrendi. Mekke’de 5) Bugyet-üt-vuât cild-2, sh. 251 Muhammed bin İsmail es-Sâig, Ali bin Abdülazîz’den; Irak’da Kâdı İsmail’den, İbn-i Ebî Heyseme’den, Muhammed bin İsmail Tirmizî’den, Ahmed bin Hanbel hazretlerinin oğlu Abdullah’dan, İbn-i Kuteybe’den, Haris bin Ebû Üsâme’den ve diğer âlimlerden ilim aldı. Mısır’da ise Muhammed bin KÂSIM BİN HÜSEYN EL-HAREZMÎ Abdullah Emevî’den, Ebû Zinbag’dan, Ravh bin Ferec el- Fıkıh, nahiv ve lügat âlimi. İsmi, Kâsım bin Hüseyn bin Mâlikî’den ve diğer âlimlerden ilim almıştır. İlim tahsili için Muhamed el-Harezmî olup, künyesi Ebû Muhammed’dir. önemli ilim merkezlerine gidip, oralarda zamanın meşhûr Lakabı Sadr-ül-efâdıl’dir. Aslen Harezmli olan Kâsım bin âlimlerinden ilim tahsilini tamamladı. Böylece ilimde iyi yetişip, Hüseyn, 555 (m. 1160) senesinde doğdu. Güzel ahlâk sahibi, âlim oldu. Endülüs’e çok ilim sahibi bir âlim olarak döndü. güler yüzlü, hoş sohbet bir zât idi. 617 (m. 1220) senesinde Kurtuba’da yerleşti. İlimdeki üstün vasfıyla, zamanında vefât etti. kendine müracaat edilen kadri yüce bir âlim idi. Kâsım bin Hüseyn, Ebü’l-Feth Yâsir bin Abdüsseyyid elHadîs ilminde yüzbin hadîs-i şerîfi senetleriyle ezbere bilip, Mutarrizî, Burhâneddîn Nasır ve zamanının büyük hafız derecesinde âlim idi. Tefsîr ve hadîs ilminden başka, âlimlerinden fıkıh ilmini tahsil etti. fıkıh ve nahiv ilminde de âlim idi. Kendisinden; torunu Kâsım bin Muhammed, Abdullah bin Muhammed el-Belhî, Abdülvâris Kâsım el-Harezmî, Ehl-i sünnet i’tikâdında olan âlimlerle bin Süfyân, Abdullah bin Nasr, Muhammed bin Ahmed, Ebû sohbet etmiştir. Zamanında bozuk i’tikâd sahibleri çoğalmıştı. Osman Sa’îd bin Nasr, Ahmed bin Kâsım, Kâsım bin Kendisi şöyle anlatır: “Birgün ben, hareketsizce oturan, yaşlılık Muhammed, Ebû Amr Ahmed bin Nasûr ve daha pekçok zât alâmetleri yüzünden açıkça anlaşılan bir âlime; “Mezhebin hadîs-i şerîf işitip rivâyet etmiştir. nedir?” diye sordum. O da; “Ben Hanefî mezhebindenim. Eserleri: “Ahkâm-ül-Kur’ân”, “El-müctebâ fî ehâdîs-il Mustafâ”, “En-Nâsih vel-Mensûh”, “Garâib-i Hadîs-i Mâlik”, “Müsned-i Hadîs-i Mâlik”, “Birr-ül-Vâlideyn”, “El-Ensâb” gibi eserleri vardır. Rivâyet ettiği hadîs-i şerîflerden biri şudur. Resûlullah ( aleyhisselâm ) buyurdu ki: “Bana mahsûs beş isim vardır: Ben, Muhammedim. Ben, Ahmedim. Ben, Mâhiyim ki, Allah, benimle küfrü yok eder. Ben Haşirim ki halk, kıyâmet günü benim izimce haşr olunacaktır. Ben Âkıbim ki, benden sonra peygamber yoktur.” 1) Mu’cem-ül-müellifîn cild-8, sh. 95 2) Dîbâc-ül-müzehheb sh. 222 3) Tezkirât-ül-huffâz cild-3, sh. 853 Harezmli değilim. Buhârâ’da ilim tahsil ettim. Oranın büyük âlimleri ile görüştüm ve sohbetlerinde bulundum” dedi. Bunun üzerine ben onun Mu’tezilî denilen bozuk fırkadan olmadığını ve bu durumdan çok uzak kaldığını anladım.” Kâsım bin Hüseyni fıkıh, nahiv ve lügat ilmine dâir birçok eser yazmıştır. Eserlerinden ba’zıları şunlardır: 1. Şerh-ülMufassal, 2. Şerhü sıkt-üz-zend, 3. Et-Tevdîh fî şerh-ilmakâmat, 4. Lehcet-üş-şer’î fî şerhi el-fâzil-il-fıkh, 5. Şerh-ülmüfred vel-müellef, 6. Hulvet-ür-reyyâhin fil muhâdarât, 7. Acâib-ün-nahv, 8. Şerhü Ebniyye, 9. Ez-Zevâya vel-habâya fin-nahv, 10. El-Muhassal lil-muhassala fil-beyân. 1) Mu’cem-ül-müellifîn cild-8, sh. 98 2) Esmâ-ül-müellifîn cild-1 sh. 868 3) Bugyet-ül-vuât cild-2, sh. 252 4) Cevâhir-ül-mudiyye cild-1, sh. 410 feyizler onda toplanmış ve her bakımdan üstün olmuştur. Kalbe, rûha âit ilimlerin kaynağı idi. Resûlullahın 5) Fevâid-ül-behiyye sh. 153 6) Mu’cem-ül-udebâ cild-16, sh. 237 Peygamberlik vazîfelerinden biri de, Kur’ân-ı kerîmin ma’nevî hükümlerini, ya’nî Allahü teâlânın zâtına ve sıfatlarına âit ma’rifetleri, yüksek bilgileri, ümmetinin kalblerine akıtmaktı. Resûlullah efendimiz, tasavvuf ilminin bu yükek ma’rifetlerinin hepsini, Hazreti Ebû Bekr-i Sıddîk’ın kalbine akıttı. O, rûh ilminde de bir mütehassıs oldu. Hazreti Ebû Bekr-i Sıddîk da Resûlullahdan aldığı bu feyzleri, Eshâb-ı kiramdan Selmân-ı Fârisî’nin ( radıyallahü anh ) kalbine akıttı. Rûhu yükselten ve KÂSIM BİN MUHAMMED onu besleyen bu ma’rifetlere, Muhammed bin Kâsım da, Selmân-ı Fârisî’nin sohbetlerinde bulunarak yetişip bir rûh Tabiînin büyüklerinden, Medîne-i münevveredeki yedi büyük mütehassısı olmuştu. Silsile-i âliyye büyüklerinden âlimden biri. İnsanları hakka da’vet eden onlara doğru yolu dördüncüsü olan İmâm-ı Ca’fer-i Sâdık da, bunun gösterip, hakiki se’âdete kavuşturan ve kendilerine “silsile-i sohbetinden feyz aldı (Bkz. Ca’fer-i Sâdık). âliyye” denilen büyük âlim ve velîlerin üçüncüsüdür. Adı, Kâsım bin Muhammed bin Ebû Bekr-i Sıddîk et-Teymî’dir. Kâsım bin Muhammed, hadîs ve fıkıh ilminde zamanının en Babası Muhammed, Hazreti Ebû Bekir’in oğludur. Annesi yükseği idi. İlimde ve takvâda eşine rastlanamıyacak bir Sevde, Yezdücerd’in kızı olduğundan, İmâm-ı Zeynel-âbidin yüksekliğe erişmişti. Büyük hadîs ve fıkıh âlimlerinden Yahyâ ile teyze çocuklarıdır. Babası Mısır’da şehîd edilip küçük bin Saîd: “Medine’de Kâsım’dan üstün bir kimseye yaşta yetim kalınca, halası ve Peygamberimizin mübârek yetişmedik” derken, İbn-i Sa’d da, “Tabakât” adındaki hanımı Hazreti Âişe’nin, yanında büyüdü. Tabiîn devrinde ve eserinde: “Kâsım, hadîs ilminde sika (güvenilir) bir râvi, fıkıh Hazreti Osman’ın hilâfeti zamanında 31 (m. 653) yılında ilminde yüksek bir âlim ve her bakımdan imâm, önder olan doğdu ve 101 (m. 721) veya 106 (m. 725) yılında Mekke ile zâttı. Çok hadîs-i şerîf bildirdi. Takvâ ve verâ’ sahibi idi” Medîne arasında Kudeyd denilen yerde hacca veya umreye diyerek kendisini medhetmekte, övmektedir. Ebü’z-Zenâd da: giderken vefât etti. “Ben, Kâsım’dan daha çok hadîs ve fıkıh bilen bir kimse görmedim” demektedir. Yine büyük hadîs âlimlerinden Kâsım bin Muhammed, Hazreti Ebû Bekr-i Sıddîk’ın Süfyân İbn-i Uyeyne de, Kâsım bin Muhammed’in devrinin en torunudur. Eshâb-ı kiramdan birçoğuna yetişmiş ve onlardan büyük âlimi olduğunu söylemiştir. Ömer bin Abdülazîz’in de: birçok ilim öğrenip başta halası Hazreti Âişe, Ebû Hüreyre, “Eğer birini yerime halife seçmem icâb etseydi, Kâsım’ı Abdullah İbni Abbâs ve Abdullah İbni Ömer, Hazreti Muâviye seçerdim” dediği rivâyet edilmiştir. Ömer bin Abdülazîz, gibi meşhûr sahâbîlerden hadîs-i şerîf rivâyetinde halifeliği zamanında Kâsım bin Muhammed’i, halası Hazreti bulunmuştur. Kendisinden de, Tabiînin büyüklerinden oğlu Âişe’ye âit olan ne kadar hadîs-i şerîf ve başka rivâyetler Abdurrahmân, Sâlim bin Abdullah, İmâm-ı Şa’bî, biliyorsa, onların hepsini toplamakla görevlendirmiştir. Hattâ akranlarından İbn-i Amr, Yahyâ bin Saîd ve Sa’d bin Saîd el- Ömer bin Abdülazîz bir keresinde, ilmin yok olup, âlimlerin Ensârî, Abdullah bin Ömer, Sa’d bin İbrâhîm, Abdullah bin son bulması endişesi üzerine Medine vâlisi Ebû Bekir bin Avn ve daha birçoğu hadîs-i şerîf rivâyet etmişlerdir. Muhammed bin Hazne’ye mektûb yazarak şöyle demiştir: Tasavvuf ilminde mütehassıs idi. Vera’ ve takvâda (Allahü “Resûlullahın ( aleyhisselâm ) hadîs-i şerîflerini, sünnetlerini, teâlânın haram ettiklerinden sakınıp kaçınmada) eşi yoktu. Amre binti Abdurrahmân el-Ensârî’nin ve Kâsım bin Muhammed’in rivâyetlerini araştır ve yaz! Zira ben ilmin yok Dedesi Ebû Bekr-i Sıddîk ( radıyallahü anh ) Peygamber efendimizden ve Peygamberlerden sonra insanların en üstünü oldu. Resûlullahdaki bütün üstünlükler, ilimler ve olup, âlimlerin de tükenmesinden korkuyorum.” Amre ve Kâsım bin Muhammed’in her ikisi de Hazreti Âişe’nin talebesi olup, O’nun Resûlallahtan rivâyet ettiği hadîs-i şerifleri en iyi âlimdi. Ebû Eyyûb-i Sahtiyânî de: “Ondan daha faziletli bir bilenlerdi. kimse görmedim” dedi. İmâm-ı Buhârî de, “Zamanının en fazîletlisiydi” demiştir. Kâsım bin Muhammed, hadîs-i şeriflerin hem ma’nâsına ve hem de lâfzlarına, harflerine dikkat ederek rivâyet ederdi. Hazreti Aişe: Peygamberimizin, yağmur yağdığını gördüğü Halbuki Tabiînden ba’zı hadîs âlimleri, hadîs-i şerîfleri zaman “Allahım! Onu bereketli, mübârek eyle!” diye duâ ma’nâsı ile rivâyet etmekte bir beis görmüyorlardı. Fakat ettiğini bildirdi. Tabiînden muhaddislerin çoğu hadîs-i şerîflerin, Peygamberimizden işitildiği şekilde rivâyet edilmesi üzerinde “Muhakkak ki Allahü teâlâ sizin her birinizi, yavrunuzu ittifâk etmişlerdir. Kâsım bin Muhammed, hadîs-i şerîf rivâyet beslediğiniz gibi yiyecekle rızıklandırır. Hattâ onu Uhud dağı ederken en ince noktalarına kadar dikkatli hareket eder, bir kadar yapar.” harfin bile değiştirilmesini uygun görmezdi. Peygamberimiz bir kerresinde: “Sizden öncekilerden O, fıkıh ilminde de yüksek bir âlimdi. Medine’de yetişen ve mahşerde gölgelenecek olanların kimler olduğunu biliyor kendilerine “fukahâ-i seb’a” adı verilen yedi büyük âlimden musunuz?” deyince, Eshâb-ı kiram, “Allah ve Resûlü daha iyi birisiydi. Allah ve Resûlü adına konuşmanın ve dînî bilir!” dediler. “Onlar, kendilerine haklarından birşey verildiği mes’elelerde fetvâ vermenin mes’ûliyetini en iyi şekilde idrak zaman kabûl ederler. Kendilerinden bir şey istendiğinde edenlerdendi. Yahyâ bin Saîd’in bildirdiği şu sözleri, bunu hemen verirler ve insanlar hakkında kendileri için olan hüküm açıkça göstermektedir: “İnsanın, Allahın hakkını bildikten gibi hüküm verirler” buyurdular. sonra câhil olarak yaşaması, bilmediği şeyi söyleyerek fetvâ vermesinden hayırlıdır.” Halbuki, Abdurrahmân bin Ebû Zenâd, O’nun hakkında: “Peygamberimizin sünnetini Kâsım bin Muhammed’den daha iyi bilen birisini görmedim. Hattâ öyle idi ki, sünneti bilmeyeni âlim saymazdı” diyor. Kendisinden bir mes’ele sorulunca; “Anlamıyorum, bilmiyorum!” derdi. Ona sormayı çoğalttıkları zaman da: “Vallahi, sorduğunuz her şeyi bilmiyoruz. Şayet bilseydik, sizden saklamazdık. Çünkü bildiklerimizi saklamamız bize helâl olmaz” derdi. Dînî mes’eleler hakkında çok hassas davranır, ancak açık olanları hakkında fetvâ verirdi. Her sabah Mescid-i Nebî’ye gelir, iki rek’at namaz kılar, sonra Resûlullahın minberi ile kabri arasına oturur, kendisine “Bir kimse, bir kadının güzelliğine bakmak isteyip de, ondan gözünü çevirirse, Allahü teâlâ onun kalbine ibadet zevkini sokar ve böylece ibadetin tadını bulur.” Kâsım bin Muhammed şöyle bildiriyor: Resûlullah efendimizin eshâbından birisinin gözleri görmeyip, a’mâ oldu. Sonra O’nu ziyârete gittiler. Bu zât şöyle dedi. “Ben, Peygamberimizi ( aleyhisselâm ) görmek için gözlerimin görmesini istiyordum. Fakat şimdi Resûlullah ( aleyhisselâm ) âhırete irtihâl etti. Allaha yemîn ederim! Eğer Yemen’deki Tübâle beldesinin geyiklerinin bir geyiğindeki gözler bende olsa artık buna sevinmem”. sorulan mes’elelere fetvâ verirdi. Nitekim mezheb İmâm-ı Buhârî, Kâsım bin Muhammed’in “Bülûğa erdiğimiz imamlarından Mâlik bin Enes ( radıyallahü anh ) de onun günden beri hep üç rek’at vitir namazı kılındığını gördük” hakkında: “Kâsım, bu ümmetin, fakîhlerinden idi” buyurmuştu. dediğini naklediyor. Kâsım bin Muhammed, çok mütevâzi, alçak gönüllü idi. Bir Kâsım bin Muhammed, şöyle bildiriyor: “Bir gün halam gün köylünün birisi O’na gelip; “Sen mi daha çok biliyorsun, Hazreti Âişe’nin yanına vardım. O’na: “Ey Ana! Bana Sâlim bin Abdullah mı?” diye sordu. Ona cevap olarak Peygamber efendimizin kabrini aç!” dedim. Bunun üzerine “Burası Sâlim’in evidir” deyip başka hiçbir şey konuşmadı. bana Hücre-i Se’âdeti açtı. Üç kabir gördüm. Pek yüksek Muhammed bin İshâk bunun hakkında: “O benden daha iyi değillerdi. Pek yerle beraber de değillerdi. Üzerlerine kızılca bilir deyip, yalan söylemeyi veyahut ben ondan daha iyi Batha taşcağızları dökülmüştü. Peygamber efendimizin bilirim diyerek kendisini üstün göstermeyi istemedi” derdi. şerefli kabri hepsinden ilerde idi. Hazreti Sıddîk’ın başı, Fahr-i Halbuki Kâsım bin Muhammed, her ikisinden daha çok kâinat hazretlerirln mübârek sırtı hizasında, Hazreti Ömer’in KÂSIM BİN MUHAMMED ŞÂŞÎ başı da Resûlullah ( aleyhisselâm ) efendimizin ayağı hizasında idi.” Şafiî mezhebinin meşhûr fıkıh âlimlerinden. Künyesi, Ebü’lHasen’dir. Doğum târihi bilinmemekte olup, 400 (m. 1010) Yine Kâsım bin Muhammed anlatıyor: “Âdetim üzere yine bir yıllarında vefât etmiştir. Mâverrâünnehr’de Şaş köyünden gün sabah namazını kıldıktan sonra, halam Hazreti Âişe’yi olduğu için Şâşî denilmiştir. Babasının da Şafiî mezhebi fıkıh ziyârete gittim. O kuşluk namazını kılıyor ve âlimlerinin meşhûrlarından olması, onun küçük yaşta ilim namazında, “Allah, lütuf edip bizi kavurucu azâbdan tahsiline başlamasına vesile olmuş ve üstün ilim sahibi korudu.” âyet-i kerîmesini okuyor, ağlıyor ve durmadan tekrar âlimlerden ilim öğrenmesine sebep olmuştur. Şam, Irak ve ediyordu. Beklemekten usandım. O bitirmedi, ben de birçok ilim merkezlerine gidip, başta Halîmî olmak üzere bırakarak çarşıya çıktım. Kendi kendime: “İşimi bitireyim, birçok âlimden ilim öğrenmiştir. Şafiî mezhebinde fıkıh âlimi sonra ziyâretine giderim” dedim, işimi bitirip döndüğümde olarak yetişmiş ve memleketi Mâverâünnehre dönüp orada yine aynı hâlde âyet-i kerîmeyi tekrar ederek ağlamakta Şafiî mezhebini yaymıştır. Vakitlerini ilim öğrenmek, öğretmek olduğunu gördüm. ve ibâdetle geçiren Ebü’l-Hasen Şâşî, ilminin çokluğu, hafızasının kuvveti, güzel ahlâkı, tatlı dilli ve güler yüzlü Buyurdu ki: “Bizden önce yaşayan büyüklerimiz, başa gelen olması ile meşhûr olmuştur. Böyle güzel husûsiyetlerin sahibi musîbetleri güzellikle karşılamayı, kendilerine verilen olan bu mübârek âlim, insanlara güzel nasihatlerde bulunmuş, ni’metleri de tezellül (alçak gönüllülük) ederek karşılamayı bu nasihatlerinde, Allahü teâlânın emir ve yasaklarını Ehl–i severlerdi.” sünnet âlimlerinden ve kitaplarından öğrenmeyenlerin, yanlış yollara sapmaktan kurtulamayacaklarını, yanlış yollara sapanların da ebedî saadete kavuşamayacaklarını bildirmiştir. 1) Vefeyât-ül-a’yân cild-4, sh. 59 2) Tabakât-ı İbni Sa’d cild-5, sh. 187 “Et-Tahrib fî şerh-il-muhtasar-il-müzenî” adlı bir eseri vardır. Bu eser Şafiî mezhebindeki fıkıh mes’elelerine dâir beş temel kitaptan biri olan, “Muhtasâr-ül-müzenî” adlı kitabın şerhidir. 3) Hilyet-ül-evliyâ cild-2, sh. 183 4) Tehzîb-üt-tehzîb cild-8, sh. 333 1) Tabakât-üş-Şâfiiyye cild-3, sh. 472 5) Şezerât-üz-zeheb cild-1, sh. 135 2) Mu’cem-ül-müellifîn cild-8, sh. 119 6) El-A’lâm cild-5, sh. 181 3) Esmâ-ül-müellifîn cild-1, sh. 827 7) Tezkiret-ül-huffâz cild-1, sh. 96 4) Keşf-üz-zünûn cild-1, sh. 466 8) Reşâhat Ayn-ül-hayat sh. 12 (Arapça) 9) Câmi’u kerâmât-il-evliyâ cild-2, sh. 236 KÂSIM BİN MUHAYMİRE 10) Rehber Ansiklopedisi cild-9, sh. 324 Tanınmış hadîs âlimlerinden. Künyesi Ebû Urve’dir. Kûfe’de 11) Se’âdet-i Ebediyye sh. 1027 doğdu. Ancak, doğum târihi bilinmemektedir. 100 (m. 718) yılında vefât etti. Ticâretle geçimini temin ederdi. Şam’a gidip yerleşti. Orada vefât etti. Abdullah bin Amr bin Âs, Ebû Saîd el-Hudrî, Ebû Ümâme, Ebû Meryem el-Ezdî, Alkame bin Kays, Ebû Bürde bin Ebî Mûsâ, Abdullah bin Akîm, Şureyh “Bir kimse câmiye gittiği zaman, her adımı onun hem bir bin Hânî, Süleymân bin Büreyde ve başkalarından (r.anhüm) derece yükselmesine ve hem de, bir günâhının yok olmasına hadîs-i şerîf rivâyet etti. Kendisinden de, Ebû İshâk Sebîî, sebeb olur. Aynı zamanda, câmiye kendisinden sonra gelen Semmak bin Harb. herkesten, onun için bir miktar sevâb yazılır.” Abdurrahmân bin Yezîd bin Câbir, Hakem bin Uteybe, Mûsâ Anlatılır ki, “Bir kimse insanların başına geçer ve onların bin Süleymân (r.anhüm) hadîs-i şerîf rivâyet etmiştir. ihtiyâcını giderirse, Allahü teâlâ da kıyâmet günü ona yardım eder, sıkıntısından kurtarır.” Kâsım bin Muhaymire, ilmiyle amel eden bir zâttı. Az ile kanâat ederdi. Ömer bin Abdülazîz’in yanına gitmişti. Ömer Amr bin Şurahbil eş-Şa’bî bildirdi: Eshâb-ı kiramdan Sa’d bin bin Abdülazîz, onun yetmiş dinarlık borcunu ödediği gibi, elli Ubâde’nin oğlu Kays ( radıyallahü anh ) buyurdu ki: “Bize, dinarlık da bir maaş tahsis etti. Ayrıca yanına hizmetçi verdi. zekât farz olmadan önce, fıtra verir, Ramazan-ı şerîf orucu Bunun üzerine Kâsım bin Muhaymire ( radıyallahü anh ), farz olmadan önce Aşûra orucu tutardık.” Ömer bin Abdülazîz’in ( radıyallahü anh ) bu ihsânları karşısında Allahü teâlâya hamd etmiştir. Kâsım bin Muhaymire’nin rivâyet ettiği hadîs-i şerîflerden ba’zıları: Ebû Humeyd’den rivâyet etti: “Bir mü’minin başı ağrır veya ona acı veren bir diken isâbet ederse, Allahü teâlâ bu yüzden kıyâmet gününde ona karşılık hem bir derece verir ve hem de günahına keffâret yapar.” 1) El-A’lâm cild-5, sh. 185 2) Tehzîb-üt-tehzîb cild-8, sh. 337 3) Hilyet-ül-evliyâ cild-6, sh. 79 4) Tezkiret-ül-huffâz cild-1, sh. 122 Şüreyh bin Hânî’den rivâyet etti; Hazreti Âişe’ye, mest üzerine meshi sordum. “Ali’ye git” dedi. Hazreti Ali’ye gittim. Ona sorunca, Resûlullah ( aleyhisselâm ) bize “Mukîm KÂSIM BİN SELLÂM (Ebû Ubeyd) olunca, bir gün ve gece, mest üzerine mesh yapabileceğimizi, bu müddetin, yolcu için üç gün üç gece olduğunu.” buyurdu, dedi. Fıkıh, tefsîr ve hadîs âlimi. Künyesi Ebû Ubeyd olup, ismi Kâsım bin Sellâm el-Havârî’dir. 154 (m. 770)’de Herat’da Abdullah bin Ömer’den rivâyet etti: Resûlullah ( aleyhisselâm doğan Ebû Ubeyd, zamanının müctehid ve imamlarından ) buyurdu ki: “Müslümanlardan birinin vücûduna bir olup, edebiyat, fıkıh, tefsîr, hadîs, hukuk, kelâm alanlarında rahatsızlık gelirse, Allahü teâlâ, onu koruyan hafaza meleklerine, bu kulumun daha önce yapıp da, hastalığı sebebiyle yapamadığı, her gün ve geceki amellerini yapmış gibi yaz, buyurur.” söz sahibi idi. Bağdâd’da yetiştiği için Ebû Ubeyd el-Bağdâdî olarak da tanınır. Kâsım bin Sellâm, Sabit bin Nasr bin Mâlik zamanında, 18 sene Tarsus kadılığı yapmıştır. Hacca gittiğinde, rü’yâsında Peygamberimizi görünce orada kalmış, Buyurdular ki: “Soframda iki çeşit yemek bulunmamıştır.” 224 senesinde (m. 839) Medine’de vefât etmiştir. Kâsım bin Sellâm, Kur’ân-ı kerîm ilimlerini; Kisaî, İsmail bin “Kendi görüşünü beğenip, onu kabûl ettirmek için münâkaşa Ca’fer, Şücâ bin Ebî Nâsır’dan, hadîs-i şerîf ilmini; İsmail bin eden ve bunda ısrar eden bir kimseyi görürseniz, onun İyâs, İsmail bin Ca’fer, Hüşeym bin Beşîr, Şüreyk bin hüsrana uğraması tamam olmuş demektir.” Abdullah, Süfyân bin Uyeyne, Abbad bin Abbad, Abbad bin kabûl etmedi. Dönünce Abdullah bin Tâhir ona otuzbin dinar Avvâm ve İbn-i Hişâm’dan, lügat ilimlerini; Ömer bin Müsennâ, verdi. Ebû Ubeyd “Ey emîr, bu parayı kabûl ediyorum. Fakat Kisâî, Ferrâ ve el-Esmâî’den ve diğer hadîs âlimlerinden hadîs bu para ile, sınır boylarında yer alarak, silâh ve atlar satın öğrenmiştir. almak istiyorum ki, sana da sevâbı vâsıl olsun” dedi ve parayı dediği gibi harcadı.” Kendisinden ise, Abdurrahmân ed-Dârimî, Ebû Bekir bin Ebiddünyâ, Haris bin Ebî Üsâme, Ahmed bin Yûsuf et-Taglibî, Ahmed bin Kâmil el-Kâdî’den şöyle nakledilir: “Ebû Ubeyd Ali bin Abdülazîz el-Begâvî, Muhammed bin Yahyâ bin dinde ve ilimde çok değerli bir zât idi. Hadîs, fıkıh ve Kur’ân Süleymân ve Ahmed bin Yahyâ el-Belazurî ilim öğrenmişler ve ilimlerinde ihtisas sahibi idi. Hadîs-i şerîf rivâyetleri sahihtir.” hadîs-i şerîf rivâyet etmişlerdir. Ebü’l-Abbâs Ahmed bin Yahyâ şöyle anlatır: “Abdullah bin Kâsım bin Sellâm hakkında, İslâm âlimleri şunları Tâhir’in oğlu Tâhir, bir gün hacca gitmek için Horasan’dan söylemişlerdir: İbrâhîm el-Harbî, “Annelerin, benzerlerini gelip, İshâk bin İbrâhîm’e misâfir olmuştu, İshâk bin İbrâhîm, doğurmaktan âciz olduğu üç insan bilirim. Bunlardan Ebû Tâhir’in ilim öğrenmesi için âlimleri evine da’vet etti. Ebû Ubeyd’i can verilmiş bir dağa benzetiyorum. Bişr-i Hafî’yi, Ubeyd “İlim aranır, ilmin ayağına gidilir” diyerek da’vete tepeden tırnağa kadar akıl ile yoğrulmuş bir kişi olarak katılmadı. Bunun üzerine kızan İshâk bin İbrâhîm, Abdullah görüyorum. Ahmed bin Hanbel’i ise âdeta Allahü teâlâ bin Tâhir’in bağladığı aylığı kesti ve durumu Abdullah bin tarafından bütün ilimlerle donatılmış olan, sözü ve sükûtu da Tâhir’e bildirdi. Bunun üzerine Abdullah bin Tâhir bir mektûb ilim olan bir zât olarak görüyorum.” yazarak, “Ebû Ubeyd sözlerinde haklıdır. Halbuki sen onun maaşını kesmişsin, derhal maaşını bağla, mükâfatlandır ve Abdullah bin Ca’fer bin Dersteveyh el-Fâfrisî, Ebû Ubeyd’in müstehak olduğu ni’mete mazhar kıl” diye emir verdi” hayatını anlatırken: “Bağdâd âlimlerinden. Lügat, hadîs ve Kur’ân ilimleri sahasında ün yapmış âlimlerden muhtelif Ezherî, Kitâb-üt-tehzîb’te: “Ebû Ubeyd, dinine bağlı, fazîletli ve ilimlere vâkıf, edebiyat, fıkıh, hadîs ve hukuk alanında birçok sünnetten ayrılmayan bir kimseydi” der. Ebû Dâvûd ise, “Ebû eser vermiş zâtlardan biri de, Ebû Ubeyd Kâsım bin Ubeyd hadîste sika bir âlimdir” demiştir. Sellâm’dır.” Ebû Bekir bin el-Enbarî şöyle der: “Ebû Ubeyd geceyi üç Ebû Ali en-Nahvî’den naklen, Kâdı Ebû A’lâ el-Vâsıtî anlatır: bölüme ayırır. Üçte birini namaz, üçte birini uyku ve kalan üçte “Ebû Ubeyd, Abdullah bin Tâhir’in maiyetinde bulunuyordu. birini de, kitap yazmakla geçirirdi.” Ebû Delef, Abdullah bin Tahir’e haber göndererek, Ebû Ubeyd’i, yanında iki ay kalması için gönderilmesini istedi. Abdullah bin Tâhir kabûl ederek, Ebû Ubeyd’i, Ebû Delefin yanına gönderdi. İki ay kaldıktan sonra geri dönerken Ebû Delef, ona otuzbin dirhem altın takdim etti. Ebû Ubeyd bunu kabûl etmiyerek; “Yanında bulunduğum adam, beni hiçbir zaman yardıma muhtaç bırakmamıştı” diyerek bu hediyeyi Şöyle anlatılır: “Birgün Ebû Ubeyd, Ebû İshâk Musûlî’nin evinin önünden geçerken, onun talebeleri Ebû Ubeyd’e dediler ki: “Ey Ebû Ubeyd, Ebû İshâk Musulî diyor ki; “Yazmış olduğu Garîb-ül-hadîs kitabında elifi yanlış yazmış.” Bunun üzerine Ebû Ubeyd, “O kitapta yüzbin mes’ele anlatılmıştır. Bir elifin yanlış olması normal değil mi?” dedi. Ebû Hasen Muhammed bin Ca’fer şöyle anlatır: “Tâhir bin Ebû Ubeyd buyurdu ki: “Zekât vaktinden evvel verilebilir. Hüseyin, Horasan’da Merv şehrine girdiği zaman, gece Verilince sahibini mes’ûliyetten kurtarır. Halbuki namaz, ancak sohbetini dinleyebileceği bir zât arar. Ona Ebû Ubeyd’i tavsiye vakit girdikten sonra eda edilebilir.” ederler ve onun huzûruna götürülür. Tâhir bin Hüseyn, onu fıkıh, târih, lügat ve nahiv’de büyük bir âlim bulur. Tâhir bin Hüseyn ona, “Seni bu memlekette bırakmak büyük bir ihtiyâçtır” dedi. Ebû Ubeyd’e bin dinar para verip, “Ben cihâda (savaşmaya) gidiyorum. Ben dönünceye kadar bu parayla geçin” dedi. Seferden dönünce Ebû Ubeyd’i alarak, Samarrâ’ya götürdü.” Ebû Ubeyd’in rivâyet ettiği hadîs-i şerîflerden ba’zıları: Peygamber efendimiz ( aleyhisselâm ) buyurdular ki: “Ramazan ayında unutarak yemek yiyen kimse orucu kaza etmez. Namazı unutan kimse, hatırladığı zaman namazı kaza eder.” “Namaz, Allahü teâlâya âit bir hak olarak, kullar ile Allah arasında olan bir farzdır. Zekât ise, Allahü teâlânın, fakirlerin bir hakkı olarak, zenginlerin mallarında farz kıldığı bir vecibedir.” “Sadaka-ı fıtır husûsunda kişi serbesttir, isterse buğday, “Hepiniz bir sürünün çobanı gibisiniz. Çoban sürüsünü koruduğu gibi, siz de evlerinizde ve emirleriniz altında olanları Cehennemden korumalısınız. Onlara müslümanlığı öğretmelisiniz, öğretmez iseniz mes’ûl olacaksınız.” hurma, arpa ve kuru üzüm verebilir.” “Allahü teâlâdan başka ilâh olmadığını söyleyinceye kadar insanlarla savaşmaya emr olundum. Kim ki, Allahü teâlâdan başka ilâh yoktur derse, İslâm hakkı hariç, benden malını ve nefsini korumuş olur. Hesabı da Allahü teâlâya âittir.” çocuklarıdır, ihtiyâç içinde olurlarsa, anne ve baba da bunlara “Zekâtını ödemeyen her büyük mal sahibi zengin kişi, elbette kıyâmet günü kendisi ile sahip olduğu mal, artmış olarak getirilecektir. O hazine levhalar hâline getirilip ateşte kızdırılacak ve sahibinin alın, sırt ve yanları bununla yakılacaktır. Bu azâb gün boyunca ve Allahın kulları arasında hükmüne kadar sürecektir. Levhalar soğudukça tekrar kızdırılır. Daha sonra da bu kimse Cennet veya Cehenneme giden yolu görecektir.” Elinde iki altın bilezik ile Yemenli bir kadın, kızı ile birlikte Resûlullaha ( aleyhisselâm ) geldi. Resûlullah buyurdu ki: “Bunların zekâtını veriyor musun?” Kadın “Hayır” cevâbını verince Resûlullah ( aleyhisselâm ) “İstermisin ki, bu iki bilezikten dolayı Allahü teâlâ seni, ateşten iki bilezikle cezalandırsın.” “Kişinin nafakasından sorumlu olduğu kimseler; aile ve dâhildir.” “Sünnete yapışan, ateşi avuçlayan gibidir. Sünnete yapışmak, zamanımızda Allah yolunda kılıç sallamaktan daha efdaldir.” “İnsanlarla görüştüm. Kelâm ehli ile konuştum. Râfizîlerden daha ahmak, daha kötü ve câhil kimse görmedim.” “Hiçbir âlim yoktur ki, bana kapısını açması için çalmış olayım. Ancak kapısını açıncaya kadar sabrettim. Allahü teâlânın şu âyetinin te’vîline istinaden bunu böyle yaptım:“Eğer onlar sen kendilerine çıkıncaya kadar sabretselerdi, muhakkak ki, haklarında hayırlı olurdu. Bununla beraber Allah gafûrdur, merhameti boldur. Rahimdir, merhameti geniştir.” (Hucurât-5) [Bu âyet-i kerîme, bedeviler, Peygamber efendimizin kapısını “Fakîre sadaka vermek, sadaka hakkını ödemektir. Onu akrabaya vermek ise, sadaka hakkı ile sıla-i rahm hakkı olmak üzere iki hakkı ödemektir.” çalıp gürültü edip, Resûlullahı rahatsız etmeleri üzerine nâzil olmuştur. Yirmiden fazla eser yazan Kâsım bin Sellâm’ın başlıca eserleri şunlardır: Garîb-ül-musannef, el-Emsâl, Meâniyyüşşi’r, en- Nâsih ve’l-Mensûh, el-Kırâat, Mesâni’l-Kur’an, Garîb-ül- Kastalânî, Mekke-i mükerremede uzun süren iki ayrı ikâmeti hâriç, bütün ömrünü Kâhire’de geçirdi. Küçük yaşta Kur’ân-ı Kur’ân, Garîb-ül-hadîs, el-Maksûn ve’l-memdûd, el-Müzekker kerîmi ezberledi. Birçok âlimden ders okudu. Kırâat ilmini; ve’l-müennes, Kitâb-ün-neseb, Kitâb-ül-ihdâs, Edeb-ül-kâdî, Sirâcüddîn Ömer bin Kâsım Ensârî, Zeynüddîn Abdülganî Adedü ve’l-Îmân ve’n-nuzûr ve’l-hayâ, Kitâb-ül-emvâl Heytemî, Şihâbüddîn bin Esed, İbn-i Tûlûn Câmii İmâmı Şemsüddîn bin Hımsânî, Zeynüddîn Abdüddâim ve elEzheri’den öğrendi. Fıkıh ilmini; Fahrüddîn Maksî, Şihâbüddîn 1) Vefeyât-ül-a’yân cild-4, sh. 60 2) Târîh-i Bağdâd cild-12, sh. 403 3) Tabakât-ül-Hanâbile cild-1, sh. 259 4) Tabakât-üş-şâfiiyye cild-2, sh. 153 5) Kitâb-ül-emvâl sh. 37, 372 İbâdî, Şemsüddîn Bâmî, Burhânüddîn Aclûnî ve İbn-i Hacer Askalânî’den, hadîs-i şerîf ilmini; Meyûnî, Radıyyüddîn, Evhâkî, Sehâvî, Şâvi ve başka âlimlerden öğrendi. İcâzet (diploma) aldı. Fıkıh, hadîs, kırâat, tasavvuf, târih ve birçok ilim dalında üstün bir dereceye yükseldi. 884, 894 (m. 1479, 1489) senelerinde Mekke-i mükerremeye gitti ve mücavir olarak kaldı. Oradaki âlimlerle görüştü. 6) El-Bidâye ve’n-nihâye cild-10, sh. 281 Derslerini dinledi. Gamrî Câmii ve Serîfiyye’de va’z etti. 7) Bugyet-ül-vuât cild-2, sh. 253 İnsanlar, akın akın gelip dersini dinlediler. Karâfe’deki medresenin başmüderrisi oldu. Çok talebe yetiştirdi. Mısır’daki 8) Tezkiret-ül-huffâz cild-2, sh. 417 9) Tehzîb-ül-esmâ ve’l-luga cild-2, sh. 257 10) Tehzîb-üt-tehzîb cild-8, sh. 315 11) Tabakât-ı İbn-i Sa’d cild-1, sh. 355 12) Mîzân-ül-i’tidâl cild-3, sh. 371 13) Miftâh-üs-se’âde cild-2, sh. 306 14) Şezerât-üz-zeheb cild-2, sh. 153 15) El-A’lâm cild-5, sh. 176 âlimlerle, ilim meclislerinde müzâkerelerde bulundu. Kastalanî; zühd, vera’ ve takvâ sahibi idi. Hatâ ve yanlışını gösterene kırılmaz, bilakis onu takdîr eder, sevgi gösterirdi. Âlâî onun hakkında şöyle dedi: “O, faziletli, dînine bağlı, iffet sahibi bir zât idi. Ömrünü, okumak, okutmak ve ibâdetle geçirdi.” Abdülvehhâb-ı Şa’rânî onun hakkında şöyle demektedir: “O, zamanındaki insanların en nûrânî yüzlüsü olup, uzun boylu idi. Kur’ân-ı kerîmi, ondört rivâyet üzere çok güzel okurdu. Okumasından en katı kalbli kişilerin kalbi yumuşar, dayanamayıp gözyaşı dökerlerdi. Namazda, mihrâbda KASTALÂNÎ okurken, cemâat huşû’ ile kendinden geçer, ağlamaktan ayakta duramazlar yere düşerlerdi. Medîne-i münevverede, Fıkıh, hadîs ve kırâat âlimi. İsmi, Ahmed bin Muhammed bin Peygamberimizin ( aleyhisselâm ) kabr-i şerîflerini ziyâreti Ebî Bekr bin Abdülmelik bin Ahmed bin Muhammed bin esnasında, O’na olan muhabbeti sebebiyle kendinden geçerdi. Muhammed bin Hüseyn bin Ali Askalânî’dir. Künyesi Ebü’l- Sonra da bu muhabbetinin neticesi olarak, Peygamberimizin ( Ab’bâs olup lakabı Şihâbüddîn’dir. Kastalânî diye meşhûrdur. aleyhisselâm ) hayâtını anlatır: “Mevâhib-i Ledünniyye” adlı 851 (m. 1448) senesi Zilka’de ayının onikinci günü, Kâhire’de eserini yazdı. Eseri, bütün müslümanlar arasında meşhûr doğdu. 923 (m. 1517) senesi Muharrem’in yedisinde, Cum’a oldu. Gözyaşlarıyla okundu. Bu eseri, Câmi-ül-Ezher gecesi Kâhire’de vefât etti. Cenâze namazı Cum’a’dan sonra müderrislerinden Allâme Muhammed Zerkâhî Mâlikî şerh etti Ezher Câmii’nde kılınıp. Kâdı Bedreddîn Aynî türbesine ve sekiz cild olarak 1329 (m. 1911) senesinde Mısır’da ve defnedildi. 1393 (m. 1973) senesinde Beyrut’ta basıldı. Şâir Bâki Efendi, onu Türkçeye çevirdi. İki cild olarak basıldı. Beyrut Hukuk mahkemesi reîslerinden Yûsuf bin İsmâil Nebhâni tarafından, Ebû Mûsâ’nın ( radıyallahü anh ) rivâyet ettiği hadîs-i şerîfte, “Envâr-ül-Muhammediyye” adıyla kısaltıldı. 1312 (m. 1894) Peygamber efendimiz ( aleyhisselâm ); “Aç olan kimseye senesinde harekeli olarak Lübnan’da basıldı. 1401 (m. yemek verin, hastayı ziyâret edin ve esîri kurtarın” buyurdu. 1981)’de İstanbul’da ofset baskısı yapıldı. Çok fâidelidir. İkinci önemli eseri, Sahîh-i Buhârî’ye şerh olarak yazdığı “İrşâd-üs- Hasta ziyâretinin fazileti: Hadîs-i şerîflerde buyuruldu ki: “Bir Sârî fî Şerh-il-Buhârî”dir. Bunlardan başka eserlerinden kimse bir hasta kardeşini ziyârete gitse, gökten bir münadî, ba’zıları şunlardır: 1- Ukud-üs-seniyye fî şerh-il-mukaddimet-il- şöyle nidâ eder: “Sen ne güzelsin, bu yürüyüşün ne güzel! Cezeriyye Tecvîd ilmine dâirdir. 2- El-Kenzü fî vakf-i Hamza Sen Cennette kendine bir menzil edindin.” ve Hişâm alel-Hemz, 3- Şerhu Şâtıbiyye, 4- Meşârik-ül-envâril-mudiyye fî medhi hayr-il-beriyye, 5-Tuhfet-üs-Sâmi’ vel-Kâri bi hatm-i Sahîh-il-Buhârî, 6- Nefâis-ül-enfâs fis-Sohbe, 7- ElLibâs, 8- Ravd-üz-zâhir fî menâkıbı Şeyh Abdülkâdir, 9Nüzhet-ül-ebrâr fî menâkıbı Şeyh Ebi’l-Abbâs el-Havvâ, 10Tuhfet-üs-Sâmi’ vel-Kâri, 11-Resâil fil-amel. Mevâhib-i Ledünniyye’den ba’zı bölümler: “Peygamber efendimiz ( aleyhisselâm ), Eshâbından bir kimse hasta olsa, onu görmeye giderdi. Hattâ kâfirlerin hastasını da ziyâret ederdi. Enes bin Mâlik ( radıyallahü anh ) şöyle anlattı: “Yahudi olan bir erkek çocuğu vardı. Peygamber efendimizin ( aleyhisselâm ) hizmetini görürdü. Birgün bu çocuk hastalandı. Resûl-i ekrem ( aleyhisselâm ) onu görmeye gitti. Başına yakın bir yere oturdu. Ona müslüman olmasını teklif etti. Çocuk babasına baktı. Babası; “Resûlullah hazretlerine itaat et!” dedi. Bunun üzerine çocuk kelime-i şehâdet getirip müslüman oldu. Resûl-i ekrem; “Allahü teâlâya hamdolsun ki, o çocuğu Cehennem ateşinden kurtardı” buyurarak oradan ayrıldı. Peygamber efendimizin ( aleyhisselâm ), hastanın yakınına gelmesi, başı ucunda oturması, hâlini hatırını sorup; “Kendini nasıl buluyorsun?” diye sorması güzel âdetlerinden idi. Câbir ( radıyallahü anh ) şöyle anlattı: “Birgün hasta olmuştum. Resûl-i ekrem efendimiz ( aleyhisselâm ), Ebû Bekr ( radıyallahü anh ) ile beraber beni görmeye geldiler. Beni, kendimden habersiz bir hâlde yatarken buldular. Bunun üzerine Resûl-i ekrem ( aleyhisselâm ), abdest alıp, abdest suyunu üzerime saçtığında kendime geldim. O ânda Server-i âlemin ( aleyhisselâm ) karşımda oturduğunu gördüm. “Bir kimse güzelce bir abdest alsa, sonra Allahü teâlâdan sevâb ve ecir umarak hasta olan müslüman kardeşini ziyârete gitse, o kimse. Cehennemden yetmiş yıllık yol kadar uzaklaştırılır.” “Beş haslet vardır ki, bir kimse bir günde onları işlese, Allahü teâlâ onu Cennet ehlinden yazar. (Bu beş haslet şunlardır): Hasta ziyâretine gitmek, cenâzede hazır olmak, oruçlu olmak, mescide gitmek ve bir köle azâd etmek.” Peygamber efendimiz ( aleyhisselâm ), hasta ziyâretine gitmek için bir günü veya bir vakti ayırmazlardı. Her gün ve her zaman, hasta olduğu müddetçe ziyârete giderlerdi. Cumartesi günü hasta ziyâretini terk etmek sünnete aykırıdır. Bir yahudi hekimin ortaya attığı bit’attir. Bunun hakkında şöyle anlatılır: Birgün Sultânın biri hasta oldu. Bir yahudi tabibi tedâvi etmesi için saraya çağırdılar. Günlerden Cumartesi olduğu için yahudiler iş yapmazlardı. Yahudi hekim Sultâna; “Cumartesi günleri hastanın yanına dışardan birisinin gelmesi doğru değildir” diye yalan uydurdu. Sultan’da ona inanarak, Cumartesi günü ziyâreti yasakladı. Bu durum sonra halk arasında yayıldı. Çok kimse bu sözü tatbik etmeye başladılar ve Cumartesi günü hasta ziyâretine gitmediler. Bu bozuk ve asılsız birşeydir. Yahudiler müslümanların en şiddetli düşmanıdırlar. Fırsat bulunca asla kaçırmazlar. Çünkü onların inançları şöyledir. Onlardan biri, bir müslüman için hayır dilese, dininden çıkar.” Fenâvî şöyle buyurdu: “Kış mevsiminde hastayı geceleyin ziyâret etmek müstehabtır. Yaz mevsiminde ise gündüz ziyâret etmek müstehabtır.” Bunun hikmeti şöyledir. Geceleri hasta ağır olur. Kış geceleri uzun olduğu için gece ziyâret edince hastanın gönlü biraz rahat bulur. Yazın ise günler sıcak ve ağır olur. Hasta gündüzleri çok daralır. Onun için yaz Yine âlimler buyurdular ki: “İlâçların en fâidelisi duâdır. Duâ, mevsiminde gündüz ziyâret müstehab olur. Doğrusunu Allahü belânın düşmanıdır. Duâ, belânın inmesini önler, inmiş olanı teâlâ bilir. hafifletir. Duâ, mü’minin silâhıdır. Duânın, kabûl edilmesinin umulduğu vakitlerde edilmesi gerekir. Meselâ, gecenin son Hasta ziyâreti husûsunda hastaların hatırını hoş edip, üçtebirinde olmalıdır. Kıbleye karşı, huşû’ ile, Allahü teâlâya kalblerine kuvvet vermek, Resûl-i ekremin ( aleyhisselâm ) hamd-ü-senâ, Resûlüne salât-ü-selâm ile duâ etmelidir.” sünnetlerindendir. Bir hastanın hatırını hoş edip, kalbini kuvvetlendirmek gibi hiçbir ilâç faydalı olmaz. Duâdan önce tövbe ve istiğfar etmeli, bir miktar sadaka vermelidir. Zira sadaka, duâların kabûl edilmesinin en kuvvetli Hastalık: Kalb hastalığı ve beden hastalığı olmak üzere iki sebeplerindendir. çeşittir. Birinci tür hastalığın ilâcı Peygamber efendimize ( aleyhisselâm ) mahsûstur. Çünkü kalblerin ilâcı, kalbin Nazar değen kimseye okunacak duâlar Nazar değmesi haktır. hâllerini ve durumunu bildikten sonra olur. Onu bilen ise Ya’nî, göz değmesi doğrudur. Ba’zı kimseler, birşeye bakıp Allahü teâlâdır ve O’nun bildirmesiyle de Resûl-i ekremdir ( beğendiği zaman, gözlerinden çıkan şua zararlı olup, canlı ve aleyhisselâm ). cansız, herşeyin bozulmasına sebep oluyor. Bunun misâlleri çoktur. Nazarı değen kimse, hattâ herkes, beğendiği birşeyi İkinci tür hastalığın ilâcının bir miktarı, Resûl-i ekremden ( görünce “Mâşâallah” demeli, ondan sonra o şeyi söylemelidir, aleyhisselâm ) rivâyet edilmiştir. Tabîbler, bu husûsta nice cild önce Mâşâallah deyince, nazar değmez. Göz değen kimseye, kitaplar yazmışlardır. Peygamber efendimizin ( aleyhisselâm ) Peygamber efendimizin bildirdiği şu ta’vîzi okumalıdır: “E’ûzü bedenlerin tedâvisi ve beden hastalıklarının ilaçları ile pekçok bikelimâtillâhittâmmeti min şerri külli şeytânin ve hâmmetin ve uğraşmamalarının sebebi şudur: O’nun peygamber olarak min şerri külli aynin lâmmetin.” Bu ta’vîz her sabah ve akşam gönderilmesinden asıl murâd, halkı Hakka da’vet etmek, üç defa kendi üzerine veya yanındakilerin üzerine okunursa, Allahü teâlânın emirlerini ve yasaklarını bildirip, İslâmiyeti göz değmesinden ve şeytanların ve hayvanların zararından beyân etmektir. Bundan dolayı himmetin en çoğu o tarafa korur. Bir kimseye, okurken, E’ûzü yerine “Ü’îzüke” denir, iki yönelikti. Fakat ibâdetin yapılması için, bedenin sıhhatli olması kişiye okurken “Ü’îzü-kümâ” denir, ikiden fazla kimseye gerektiğinden, beden hastalıklarının tedâvisinde gerektiği okurken, “Ü’îzü-küm” demelidir. kadar tıb bilgisi ile uğraştılar. Abdullah es-Sâci’nin şöyle anlattığı nakledildi: “Bir zamanlar Himmetin, kalbin ıslâhı yönünde olması gerekir. Çünkü o çok güzel ve iyi koşan bir devem vardı. O devemle bir sefere bozuk olunca, bedenin sıhhatli olmasının hiç fâidesi yoktur. çıkmıştım. Birlikte gittiğim kervanda nazarı değen bir kimse Kalb sıhhatli olunca, beden hastalığının çok fazla zararı vardı. Kervandakiler bana; “Filân kimsenin nazarından deveni yoktur. sakın” dediler. Ben de; “O, benim deveme zarar veremez” Âlimler şöyle buyurmuşlardır: Zehir bedene hasıl zarar verirse, isyan ve kötülükler de kalbe öyle zarar verir, İsyân ve günahların birçok zararlarını beyân etmişlerdir. İsyan ve günahlar, insanı ilimden mahrûm eder. İlim bir nûrdur. Allahü teâlâ, onu kulunun kalbine yerleştirir. Günah ve kötülükler o nûru söndürür. Kalbi karanlıklarla dolar. Gittikçe bid’at ve dalâlete düşer. Kalbin karanlığı arttıkça, bu durum yüzünde ortaya çıkar. Herkes bu durumu görmeye başlar. Bid’at ehlinin yüzünde asla nûr yoktur. dedim. Bu sözümü o kişiye ulaştırmışlar.. Ben devenin yanından ayrıldığım bir anda, gelip deveme nazar etmiş. O ânda devem yere yıkılmış. Ben devemin yanına gelince “Buna ne oldu?” diye sordum. Onlar da durumu anlatıp; “Sen gittiğin an, o şahıs geldi ve deveye nazar etti” dediler. Ben de; “O şahsı bana gösterin” dedim. Onu bana gösterdikleri zaman, Mülk sûresinin üçüncü ve dördüncü âyet-i kerîmelerini okudum. O ânda o şahsın gözleri kör oldu, devem de yerinden kalkıp sıhhat buldu.” Peygamber efendimiz ( aleyhisselâm ), hastalar için şöyle duâ ederdi: “Yâ Rabbî! Şifâ ihsân et! Şifâ verici sensin, senden başka şifâ verecek yoktur, öyle bir şifâ ver ki, hastalıktan eser 9) Ahlwardt, Verzeichniss der arabischen Handschriften cild-9, kalmasın.” sh. 158 Ebû Bekr Râzî şöyle anlatır: İsfehân diyarında, Ebû Nuaym’ın 10) Les manusarits arabes de I’Escurial cild-3, sh. 87 huzûrunda oturuyordum. O sırada bir haberci gelip; “Ebû Bekr bin Ali’yi sultâna şikâyet etmişler. Sultan da onu haps etmiş” dedi. O gece rü’yâmda Peygamber efendimizi ( aleyhisselâm ) gördüm. Sağ tarafında Cebrâil aleyhisselâm duruyordu. 11) Tam İlmihâl Se’âdet-i Ebediyye sh. 1029 12) Eshâb-ı Kirâm sh. 355 Resûl-i ekrem ( aleyhisselâm ) bana; “Ebû Bekr bin Ali’ye, Sahîh-i Buhârî! de olan sıkıntı duâsını okumasını söyle” diye buyurdu. Sabah olunca, gidip durumu ona söyledim. O da bu duâyı kurtuluncaya kadar okudu. Allahü teâlâ, bu duânın bereketiyle ona kurtuluşu ihsân eyledi. KÂŞÂNÎ (Ebû Bekr bin Mes’ûd) Resûl-i ekremin ( aleyhisselâm ) abdesti: Osman bin Affân ( radıyallahü anh ) şöyle rivâyet etti: “Resûl-i ekrem ( Hanefî âlimlerinden. İsmi, Ebû Bekr bin Mes’ûd bin Ahmed aleyhisselâm ) bir kap su istedi. Getirdikleri zaman, eline su Alâüddîn-i Şâşî’dir. “Alâüddîn” ve “Melîk-ül-ulemâ” lakabları ve dökerek üç defa ellerini yıkadı. Ondan sonra sağ eline su “Kâşânî” nisbetiyle meşhûr oldu. Kâşân, Türkistan’da Seyhun alarak, üç sefer ağzını, üç sefer de burnunu yıkadı. Sonra üç nehrinin kuzeyindeki Fergana bölgesinde bulunan Şâş’ın defa mübârek yüzünü yıkadı. Sonra üç defa dirseklerine kadar arkasında, sağlam bir kalenin de bulunduğu büyük ve güzel kollarını yıkadı. Sonra mübârek başını meshetti. Daha sonra bir beldedir. da ayaklarını topuklarına kadar yıkadı ve; “Bir kimse böyle benim gibi abdest alır, sonra iki rek’at namaz kılarsa, onun Çeşitli harbler, bu şehri harabeye çevirmiştir. Alâüddîn-i geçmiş günahları affolunur” buyurdu. Kâşânî, bu beldede doğup yetiştiği için oraya nisbetle Kâşânî denildi. “Kâsânî” de denilmektedir. “Tuhfet-ül-fukahâ” ve “Usûl” kitablarının sahibi Alâüddîn Muhammed bin Ahmed esSemerkandî’den fıkıh ilmini öğrendi. Oda, Sadr-ül-İslâm Ebü’l- 1) Mu’cem-ül-müellifîn cild-2, sh. 85 2) Ed-Dav-ül-lâmi’ cild-2, sh. 103 3) Şezerât-üz-zeheb cild-8, sh. 121 4) El-Kevâkib-us-sâire cild-1, sh. 126 Yüsr Pezdevî’den ilim öğrendi. Pezdevî’nin hocası da, Ebü’lMaîn Meymûn el-Mekhûlî idi. O da, Mecd-ül-eimme Serahkî’den fıkıh öğrenmişti. Hocasının “Tuhfe” kitabını şerh ederek, “Bedâyi’-üs-sanâyı’ fî tertîb-iş-şerâyi” adını vermiştir. Hocasının kızı Fâtıma-i fakîhe ile evlenip, onun dâmâdı oldu. Çok yer dolaştı. Bir ara Konya’da bulundu. Sonra Haleb’e gidip yerleşti. Orada Halâviyye Medresesi’ne müderris ta’yin 5) Mevahib-i Ledünniyye Mukaddimesi edilip ders okuttu. Hanımı, kendisinden önce vefât etti. Kâşânî de, 587 (m. 1191) senesi Receb ayının onunda, İbrâhim 6) Keşf-üz-zünûn cild-1, sh. 69, 166, 867 cild-2, sh. 1090, sûresini okumakta iken, yirrniyedinci âyet-i kerîmeye gelince, 1551, 1896 rûhunu teslim edip rahmet-i ilâhiyyeye kavuştu. 7) İzâh-ul-meknûn cild-2, sh. 484, 684 Halîl İbrâhim (aleyhisselâm) makamında bulunan hanımının kabri yanına defnedildi. Haleb’in dışında bulunan kabirleri çok 8) Brockebnann Sup-2, sh. 78 güzel ve latîf bir ziyâretgâhtır. Kâşârirnin hanımı Fâtıma-i fakîhe, büyük fıkıh âlimi Alâüddîn-i Semer’kândî’nin kızıdır, İlminin, ahlâkının vie cemâlinin güzelliği her yere yayılmış, babasının yazdığı “Tuhfet-ül-fukahâ” kitabını ezberlemişti. a’zam hazretlerinden naklen, onun; “Her müctehid, ictihâdında Onunla evlenmek için, çok fakîhler talip olmuşlardı. Hattâ Türk isâbet etmiş sayılır” dediğini bildirdi. Alâüddîn-i Kâşânî, hemen sultanlarından da teklif gelmişti. Hiçbirine vermedi. O sırada ona: “Hayır! Bilâkis o, iki müctehidden birisi isâbet etmiştir. Kâşânî, Alâüddîn-i Semerkândî’ye gelip fıkıh öğrenmeye Diğeri ise ictihâ dında hatâ etmiş olur, buyurdu. Çünkü hak, başladı. O da, onunla meşgûl oldu. Bütün eserlerini okutup ya’nî doğru, bir tanedir. Sizin dediğiniz, mu’tezilenin ezberletti. Usûl ve füru’ ilimlerinde emsalleri arasında çok görüşüdür” diye cevap verdi. yükseldi. Hocasının “Tuhfe” kitabını şerh ederek ona takdim etti. Hocası tarafından çok beğenildi. Hocası bundan Alâüddîn-i Kâşânî, bir ara Konya’da Selçuklu sultânı birinci ziyadesiyle memnun kalmıştr. Bunun mükâfatı olarak, kızı Mes’ûd’un sarayında bulunmuştu. Orada bulunan âlimlerle Fâtıma-i fakîhe ile onu evlendirdi. Hanımı; nikâhının mehri aralarında geçen ilmî münâzaralar, kendisinin hükümdârla olarak bu şerhini kabûl etti. Başka bir şey istemedi. Bundan arasının açılmasına sebeb oldu. Hattâ bir ara onu saraydan dolayı asrındaki büyük fıkıh âlimleri, onun için; “Tuhfe’sini şerh uzaklaştırmak istedi. Kâşânî’nin kıymetini bilen vezîri araya etti, kızını aldı” dediler. girip: “Bu büyük ve muhterem bir âlimdir. Onu buradan göndermiyelim” diye sultâna ricada bulundu. Bunun üzerine, Kasanı, hanımı Fâtıma-i fakîhe ve babâsi Alâüddîn-i Haleb Atâbeki Sultan Nûreddîn Zengî’nin yanına gönderildi. Semerkândî, üçü de aynı zamanda fetvâ verirlerdi. Bir evde üç Haleb’de çok iyi karşılanan Kâşânî, ilminin büyüklüğü müftî olup, herbirinin fetvâsı çok yere yayılmıştı. İbn-ül-Adîm, sebebiyle kısa zamanda meşhûr oldu. Herkes, kendisinin onun hakkında diyor ki, “Benim babam, Fâtıma-i fakîhe’nin ilmine hayran olmuştu. Oradaki âlimlerin isteği üzerine, bizzat Hanefî mezhebinin mes’elelerine vâkıf olduğunu ve mezhehi Sultan Nûreddîn Zengî tarafından 543 (m. 1148) târihinde inşâ “çok iyi naklettiğini, çok defa o, kocası, Alâüddîn-i Kâşânî’nin edilen Halâviyye Medresesi’ne müderris olarak ta’yin edildi. fetvâlarındaki noksanlıkları gösterdiğini ve kocasının da, onun Kendisinden evvel orada, Radıyüddîn es-Serahsî ders re’yine rücû ettiğini bildirdi. Kocası, ona çok hürmet ederdi. İlk okutmakta idi. Kâşânî’nin Halâviyye Medresesi’nde okuttuğu defa, babası ve kendisi tarafından imza edilen fetvâlar çıkardı. derslere birçok talebe devam etmiş ve hepsi de derslerinden Evlenince de, her üçünün imzası ve elyazısı bulunan çok istifâde ederek, aralarında yüksek âlimler yetişmiştir. Oğlu müşterek fetvâlar çıkardılar.” Mahmûd ve “Mukaddimet-ül-Gazneviyye” kitabının sahibi Ahmed bin Mahmûd, ondan fıkıh ilmini öğrenerek yetişen Haleb şehrindeki Halâviyye Medresesinin fakîhlerinden birisi âlimlerdendir. olan Dâvûd bin Ali diyor ki, “Ramazân-ı şerîfte, fakîhler için iftar yemeği vermeği ilk olarak âdet hâline getiren Fâtıma-i Bir aralık Şam’a gelen bu büyük Hanefî âliminin meclisinde, fakîhe’dir. Kolundaki iki bileziği çıkarıp sattığını öğrendik. orada bulunan Şafiî fakîhleri toplanıp, Şafiî ve Hanefî Aldığı paralarla yiyecek satın alıp, her gece fukahâya (fıkıh mezhebleri arasındaki farklı bir mes’elede onun konuşmasını âlimlerine) yemek verdi. O zamandan bugüne kadar, o hâl ve istediler. Daha sonra da birçok mes’ele ortaya koydular. âdet devam edip gelmekedir.” Kâşânî de, ta’yin edilen her mes’ele hakkında konuşmaya başladı. Her birisi için, “Buna bizim mezhebimizin âlimlerinden Hanefî fıkhında büyük bir âlim olan Alâüddîn-i Kâşânî, çok yeri filân filân kimseler şöyle dediler” diye cevaplar verdi. Her dolaşmış ve geniş ilmî faaliyetlerde bulunmuştur. Güzel yüzlü mes’elede, İmâm-ı a’zam Ebû Kanîfe’nin mezhebindeki idi. Müslümanlara hizmet etmeyi çok severdi. Cesâreti çoktu. âlimlerden birisinin, bir ictihâdı bulunduğunu bildirdi. Onun her Ehl-i sünnet i’tikâdının temsilcilerinden olan bu büyük âlim mes’eledeki derin ilmine hayran kaldılar. O şekilde meclis zamanındaki mu’tezile i’tikâdındaki bid’at ehli ile sık sık tamamlanmış oldu. mücâdele eder, onların bozuk, yanlış fikirlerini kuvvetli delîllerle çürütürdü. Bir defasında; “Bir mes’elede iki İbn-i Adîm anlatıyor: Hanefî mezhebinin büyük fıkıh müctehidin ictihâdları ayrı ayrı olunca, onların ikisi de isâbet âlimlerinden Ahmed bin Yûsuf bin Muhammed el-Ensârî bana etmiş midir? Yoksa, onlardan birisi hatâ etmiş sayılır mı?” bildirdi ki, Kâşânî, Haleb’den memleketine dönmek istemişti. mes’elesi konu edilmişti. Orada bulunanlardan birisi İmâm-ı Hanımı da istekli olduğundan, gitme arzusu fazlalaştı. Âdil bir sultân olup, âlimleri de çok seven Nûreddîn Mahmûd-i Şehîd, 2. Sultân-ül-mübîn: Dînin usûl, akâid (îmân esasları) bilgilerini durumu öğrenince, Kâşânî’ye hemen bir haberci gönderip içine elan bir eserdir. Fakat yazma veya matbû’ olarak mevcût yanına çağırdı. Haleb’de kalmasını te’mine çalıştı. O da, değildir. “Yolculuğa hazırlandık, aynı zamanda hanımım da hocamın kızı olur. Bu yüzden memleketimize dönmemiz gerekiyor” deyip, kalmalarının mümkün olmayacağını beyân etti. Sultan, mektûp ile birlikte haberci bir kadın gönderdi. Kadın gidip, Kâşânî’nin hanımına, sultanın ricasını bildirdi. Haleb’de kalmalarını çok arzu ettiğini söyledi. O da emre uyup, Haleb’de kaldı. Vefât, edinceye kadar başka bir yere gitmedi. O vefât edince, Haleb’in dışında bulunan Halîl İbrâhim (aleyhisselâm) makamına defnedildi. Burası çok mübârek bir yer olup, kocası Kâşânî, ölünceye kadar her Cum’a gecesi gelip hanımını ziyâret etmeyi terk etmedi. Hanımının kabri yanında yaptığı duâsı kabûl olurdu. Bu hâl, Haleb’de meşhûr olmuştu. Onların kabirleri, bütün ziyâretçilerin yanında “Karıkoca kabri” diye bilinmektedir. Hanefî âlimlerinden Muhammed bin Hamîs diyor ki: “Kâşânî’nin ölümü zamanında yanında idim. Kur’ân-ı kerîm okumakla meşgûldü, İbrâhim sûresinin yirmiyedinci; “Allahü teâlâ mü’minleri, dünyâda ve kabirde, kavl-i sabit olan Kelime-i şehâdet üzere tesbit ve tahkim etti.” meâlindeki âyet-i kerîmeye geldi. “Ve fil-âhıreti” kelâmını söyleyince, rûhu bedeninden ayrılıp, bir ânda Cennet-i a’lâya gitti.” Başlıca eserleri şunlardır: 3- Kitâb-ül-Cehl. Kâşânî ( radıyallahü anh ) “Bedâyı-üs-Sanâyı” kitabının mukaddimesinde buyuruyor ki: “Hakîkat şudur ki, Allahü teâlânın zâtına ve sıfatlarına âit ilimleri öğrendikten sonra, “Helâl ve haram veya ahkâm ilmi” diye isimlendirilen fıkıh ilmini öğrenmekten daha şerefli, üstün bir ilim yoktur. Bunun için, Allahü teâlâ peygamberler gönderdi, kitaplar indirdi. Çünkü, O’nun bildirmesi olmadan, sırf akıl ile bunları bilmek mümkün değildir. Nitekim Allahü teâlâ Bekâra sûresi 269. âyet-i kerîmede meâlen: “Hak teâlâ, dilediği kuluna faydalı ilim verir ve onun icâbları ile amel ettirir. Hattâ bunun sebebiyle, onu rızâsına erdirir. Kime hikmet verilmiş ise, ona çok hayır verilmiştir ki, o hayır âhırettendir” buyurmaktadır. Birçok tefsîr âlimleri, bu âyet-i kerîmedeki “Hikmet’ten muradın, fıkıh ilmi olduğunu bildirdiler. Resûlullah ( aleyhisselâm ) efendimiz de buyurdu ki: “Dinde, Allahü teâlâya fıkıhtan daha faziletli bir şeyle ibâdet edilmedi. Şeytana karşı birfakîh, bin âbidden (ibâdeti çok yapandan) daha kuvvetlidir.” Birgün Hazreti Ömer’in yanına Şam’dan bir adam gelip, “Sana gelmemin sebebi şudur ki, namazımı doğru olarak kılabilmek 1. Bedâyı’-üs-sanâyı’ fî tertîb-iş-Şerâyı’: En mühim eseri, bu için, teşehhüdü (Ettehiyyâtü... duâsını) öğrenmeye geldim” kitabıdır. El yazması üç cild olan bu eser, yedi cild hâlinde dedi. Hazreti Ömer ( radıyallahü anh ) onun ilim için olan bu basılmıştır. Bu kitap hakkında, Hanefî fıkhına dâir yazılmış gayretine bakıp çok ağladı. Hattâ ağlamaktan sakalları tertîb bakımından ilk sistemli eserdir, denilmiştir. Hocasının ıslanmıştı. Sonra buyurdu ki: “Yemîn ederek söylüyorum. “Tuhfet-ül-fukahâ” kitabının şerhi olmakla beraber, değişik bir Muhakkak ki ben, Allahü teâlânın sana sonsuz olarak azâb tarzda hazırlanmıştır. Şerh olduğu hiç belli değildir. Sanki etmeyeceğini ümid ederim”. Bu şekilde ilim öğrenmek için metnin taklididir. Meselâ metin, husûsî işâretlerle şerhten gösterilen gayretleri bildiren haberler ve eserler, ayrılmamıştır. Ayrıca bu eserde, “Tuhfe”nin tertîb ve sistemi sayılamıyacak kadar çoktur. ta’kib edilmemiş, bilakis yepyeni bir tertîb ortaya konmuştur. Yalnız şu kadar var ki, Kâşânî bu eserinde, hocasının kitabının ifâdelerini değişik bir tertîble aynen muhafaza etmiş, “Tuhfe”ye sâdık kalmıştır. Kâşânî, bu kitabını, eski ve yeni birçok eserlerden toplayarak hazırladığını, ifâde ederek, “Ben hocama uydum ve doğru yolu buldum” demektedir. Kâşânî ( radıyallahü anh ) aynı kitapta buyurdu ki: “Abdest; yıkamak ve mesh için kullanılan bir isim olup, Allahü teâlâ, Maide sûresi 6. âyet-i kerîmede meâlen: “Ey îmân edenler! Namaza kalkacağınız zaman, yüzünüzü ve ellerinizi dirseklerinizle beraber yıkayın, başınızı (ıslak el ile) mesh edin ve ayaklarınızı da (topuklarınızla beraber) yıkayın!” buyurdu. “Rükû’ ve secdesi olan namazlarda kahkaha, yanî sesli onbeşinde Yemen’in San’a şehrinde vefât etti. Kabri ziyâret gülmek, hem ahdesti bozar ve hem de namazı bozar.” edilmektedir. “Cum’a namazının farzından sonra, İmâm-ı a’zama göre dört Kaşâşî, küçük yaşta Kur’ân-ı kerîmi ezberledi. Hocası rek’at, İmâmeyn’e göre altı rek’at sünnet kılınır. Cum’a yalnız Muhammed bin Îsâ Tilmsânî, Mâlikî mezhebinde olduğundan, bir mescidde kılınır diyen âlimlere göre, dört rek’at daha (Âhır ondan bu mezhebin fıkıh mes’elelerini çok iyi öğrendi. 1011 zuhur) kılmak lâzımdır.” (m. 1602) senesinde Yemen’e gitti. Orada âlimlerin ve evliyânın büyüklerinden olan Şeyh-ül-Emîn bin Sıddîk “Cum’a ve bayram namazlarında, hutbenin bir kısmını Arabca, Müzcâcî, Seyyid Muhammed Garb, Şeyh Ahmed Satîha bir kısmını da başka bir dil ile okumak, Arabî nazmı bozar. Bu Zeylâî, Seyyid Ali Teb’î, Şeyh Ali bin Matîr ve başkalarından ise mekrûhtur.” ilim öğrendi. İcâzet (diploma) aldı. İlim öğrenmek için, “Keffâret için ibâha, ya’nî kendisini doyurması için fakire, Fülûs (kâğıt para) da verilebilir.” “Mekke’deki evleri, hac zamanında hacılara kira ile vermek mekrûhtur.” “Abdullah bin Abbâs (r.anhümâ) buyurdu ki, Resûlullahın ( aleyhisselâm ) yanında oturuyorduk. Bir köylü, tavşan kebabı hediyye getirdi. Bize “Yiyiniz!” buyurdu. Muhammed bin Saffân ( radıyallahü anh ) dedi ki, iki tavşan yakaladım, kestim. Resûlullaha sordum, ikisini de yememi buyurdu.” Yemen’in birçok yerini dolaştı, ilimde söz sahibi oldu. Kaşâşî, San’a şehrine yerleşti. Burada talebelerine ilim ve edeb öğretti. Seyyid Tâhir bin Muhammed Ehdel, Allâme Muhammed Fervî, yetiştirdiği âlimlerdendir. Çok kerâmetleri görüldü. Yemen’deki vâlilerden biri, onun şan ve şöhretini duyunca, çekemeyip hapsettirdi. O gün vâli ihtiyâç için helaya gittiğinde dışarı çıkmak istedi. Fakat çıkamadı. Hela kapısı bir türlü açılmadı. Aklı başından gitti. Ne yaptıysa kapıyı açamadı. Düşündü, bunun haksız olarak hapsettirdiği Kaşâşî sebebiyle olduğunu anladı. Serbest bırakılmasını emretti. O zaman helanın kapısı açıldı ve dışarı çıktı. 1) Tuhfet-ül-fukahâ (Taşköprü zâde) sh. 95, 102 2) Fevâid-ül-behiyye (Lüknevî) sh. 53 San’a vâlisi, vilâyetindeki bir kısım insanlara ceza vermek için huzûruna getirilmesini emretti. Onlar da hakaret ve hor tutularak getirildiler. San’a şehrine geldiklerinde kale 3) Miftâh-ül-se’âde (Taşköprü-zâde) cild-2, sh. 273, 274, 285 kapısında Kaşâşî ile karşılaştılar. Gelenler içinde onu tanıyanlar vardı. Ona gidip selâm verdikten sonra, içinde 4) Keşf-üz-zünûn sh. 230 bulundukları hâli anlattılar. Kaşâşî o zaman; “Evliyânın sevgisini gönlünüzde bulundurunuz. Hayırdan başka şeyle 5) Tam İlmihal Se’âdet-i Ebediyye sh. 1028 karşılaşmazsınız. Fâtiha-i şerîfeyi okuyunuz?.” buyurdu. Onlar da buyurulan şeyi yaptılar. Vâlinin huzûruna çıkınca, ondan izzet ve ikram gördüler, Hiç bir zarar görmeden, sağ sâlim memleketlerine döndüler. KAŞÂŞÎ EL-MEDENÎ Evliyânın büyüklerinden. İsmi, Muhammed bin Yûsuf el-Med’ü Kaşâşî’nin yazdığı eserlerden ba’zıları şunlardır: 1- Şerh-ülHikem libn-i Atâullah, 2- Şerhu alel Ecrûmiyye. Abdünnebî bin Ahmed bin Seyyid Alâüddîn Ali bin Seyyid Muhammed bin Yûsuf bin Hasen Bedrî Decânî Kaşâşî elMedenî’dir. Medîne-i münevverede doğdu. Doğum târihi bilinmemektedir. 1044 (m. 1634) senesi Şa’bân ayının 1) Hulâsat-ül-eser cild-1, sh. 281 2) Câmi’u kerâmât-il-evliyâ cild-1, sh. 198 Ebû Übeyd şöyle demiştir: “Her gün onun evinde toplanıp çeşitli ilimlerden sorardık. O çeşitli ilimlerde ve değişik mevzûlarda üstün seviyede bir ilme sahipti. Bu seviyede ilme sahip olan bir başkası çok az görülmüştür. O, tefsîr, hadîs, KATÂDE BİN DİÂME Tabiînin meşhûr âlimlerinden. 60 (m. 680) senesinde doğdu. Doğuştan a’mâ idi. 117 veya 118 (m. 735)’de Vâsıt şehrinde 56 yaşında iken tâûn hastalığından vefât etti. Künyesi EbûlHattâb’dır. Çok sayıda âlim yetiştirmiş olan meşhûr bir kabileye mensûb olduğu için ve bu kabilenin meşhûrlarından Sedûs bin Şeyban’a izafeten “Sedûsî’de denilmiştir. A’mâ olmasından dolayı el-Ekmeh, Basra’da yaşadığı için el-Basrî denilmiştir. Böylece ismi Katâde bin Diâme es-Sedûsî elEkmeh el-Basrî şeklinde kaydedilmiştir. fıkıh ilimlerinde ve târihden şiire kadar her konuda kendisine müracaat edilen mühim bir kaynaktı.” İbni Sîrîn; “Katâde, zamanındaki insanların hafıza bakımından en kuvvetlilerinden idi” demiştir. Kendisi ise: “Bir kerre işittiğim şeyi mutlaka ezberledim. Hiç bir şeyi hiç bir üstada tekrar ettirmedim.” dedi. Selâm bin Miskîn, Ömer bin Abdullah’tan şöyle nakletmiştir: “Katâde bin Diâme, Saîd bin Müseyyeb’in yanına gelip dört gün ondan ilmî mes’eleler sorup cevap aldı. Daha da sormaya devam etmesi üzerine Saîd bin Müseyyeb onun bu hâline hayret ederek, hep sorup dinliyorsun elinde bir şey kalıyor mu? dedi. Katâde bin Diâme şöyle cevap verdi: “Evet size şu mes’eleyi sordum, şöyle cevap verdiniz, İlimde rivâyetine müracaat edilen Katâde bin Diâme; Enes şu diğer mes’eleyi sordum şöyle cevap verdiniz.” diyerek, bin Mâlik, Ebu’t-Tufeyl, Saîd bin Müseyyeb, İkrime, Humeyd sorup, aldığı cevapları ve dinlediği hadîs-i şerîfleri baştan bin Abdurrahmân bin Avf, Hasan-ı Basrî, Muhammed bin sona bir bir saydı. Saîd bin Müseyyeb ( radıyallahü anh ) Sîrîn, Atâ bin Ebî Rebâh, Enes bin Mâlik’in oğulları Ebû Bekir hayretten donup kaldı ve “Senin bir benzerine daha ve en-Nadr’dan ve zamanın diğer meşhûr âlimlerinden ilim rastlamak zordur” dedi. öğrenip, hadîs rivâyet etmiştir. Kırâat ilmini de Ebû Aliyye’den ve Enes bin Mâlik’ten öğrenip rivâyet etmiştir. Bükeyr bin Abdullah “Ondan daha hafız olanı görmedim. O, işittiği hadîs-i şerîfi derhal ezberler ve aynen naklederdi” Katâde bin Diâme, tefsîr, hadîs, fıkıh ve diğer ilimlerde demiştir. Hanbelî mezhebinin reîsi Ahmed bin Hanbel de asrının en meşhûr âlimlerindendir. İlim aldığı kaynağın O’nu ilimdeki üstün derecesinden, hafızasının kuvvetinden sağlamlığı ve üstünlüğü yanında darb-ı mesel hâline gelen dolayı methederek şöyle demiştir: “Katâde ehl-i Basra’nın en şaşılacak derecede bir hafızaya sahipti. İlimde asıl maksada kuvvetli hâfızlarındandır. Bir gün Câbir bin Abdullah’ın kitâb- ulaşması, öğrendiği ilmi tatbik etmesi gibi üstün vasıflarıyla ül-Mensek adlı eseri O’nun yanında bir defa okundu. O eşine az rastlanan bir âlimdir. Kendisinden ilim öğrenen ve dinlerken baştan sona ezberledi.” rivâyette bulunan; Süleymân et-Teymi, Cerîr bin Hazım, Şu’be bin Haccâc, Ebû Hilâl er-Rasibî, Hemmân bin Yahyâ, Amr bin el-Hâris el-Mısrî, Saîd bin Ebî Arûbe, Leys bin Sa’d, Ebû Uvâne en meşhûr olan âlimlerdir. Pek çok kimse ondan ilim öğrenip, hadîs rivâyet etmiştir. Katâde bin Diâme ( radıyallahü anh ) Basra’da yaşadı. Ömrünü ilim öğrenmek ve öğretmekle geçirdi. Zamanın âlimleri ilimdeki üstünlüğünü, fazîletini, takvâsını (haramdan kaçınmasını) medh ederek ondan bahsetmişlerdir. Çok hadîs rivâyet etmesiyle tanınmıştır. Kütüb-i sitte denilen altı meşhûr hadîs kitabının hepsinde hadîs rivâyetleri vardır. Katâde bin Diâme, Ehl-i sünnet âlimlerinin usûlü olan nakil esasına son derece bağlı idi. Ebû Hilâl şöyle demiştir: “Katâde bin Diâme’den bir mes’ele sordum. Bilmiyorum dedi. Peki bu husûsta görüşünüz nedir? dedim. Kırk seneden beri kendi görüşüme göre fetvâ vermedim dedi.” Abdestsiz asla bir hadîs-i şerîf okumamıştır. Bir hadîs-i şerîfi işittiği zaman yüzü değişir, kendini toparlar ve işittiği hadîs-i şerîfi dinlerken ezberlerdi. Yedi günde bir hatim okurdu. Ramazan-ı şerîf gelince üç günde bir, Ramazan’ın onundan sonra da her gece bir hatim okurdu. Zamanın âlimleri tarafından “Faris-ül-ilim” ilmin süvarisi Buyurdu ki: denilerek ilimdeki kudreti ve ilme hâkimiyeti dile getirilen Katâde bin Diâme hazretlerinin tefsîre dâir rivâyetleri “Küçük yaşta ilim öğrenmek, her şeyi ezberlemek, mermere toplanmıştır. Tefsîrine örnek. “...Kim de Allahtan korkarsa, yazı yazmak gibidir.” Allah ona (darlıktan genişliğe) bir çıkış yolu ihsân eder. Bir de ona ummadığı yerden rızık verir.” (Talak-3). Katâde hazretleri buradaki çıkışı şöyle tefsîr etmektedir: “Hem dünyâ şüphelerinden, hem de ölüm anındaki acılardan ve kıyâmet gününün şiddetinden kurtuluş ihsân eder.” Rivâyet ettiği hadîsler: Enes bin Mâlik’ten ( radıyallahü anh ) rivâyetle Resûlullah ( aleyhisselâm ) buyurdu ki: “Kıyâmet alâmetlerinden ba’zıları; ilmin yeryüzünden kalkıp, cehâletin yerleşmesi, içki içilmesi, kadınların çoğalması, erkeklerin azalması (hattâ bir erkeğe elli kadın kadar erkeklerin azalmasıdır).” Resûlullah ( aleyhisselâm ) buyurdu ki: “Birinin evi önünde nehir olsa, her gün beş kere bu nehirde yıkansa, üzerinde kir kalır mı?” diye sordu. Eshâb-ı kiram, “Hayır, yâ Resûlallah” dediler. Bunun üzerine Peygamber efendimiz “İşte, beş vakit namazı kılanların da böyle küçük günahları affolur” buyurdu. Enes bin Mâlik’ten rivâyet ettiği bir hadîs-i şerîf şöyledir: “Eğer benim bildiklerimi bilseydiniz, az güler ve çok ağlardınız.” “Her kim Allahü teâlâya kavuşmayı dilerse, Allahü teâlâ da “Amel etmeden duâ kabûl olunmaz. Kim güzel amel ederse duâları kabûl olunur.” “İnsanlara zenginliklerinden ve evlâtlarından dolayı itibar etmeyiniz. Onlara îmânları ve sâlih amellerinden dolayı değer veriniz.” “Küçük günah işlemek insanı başka bir günaha ve helâka sürükler. Küçük günahtan sakınmak insanı büyük günah işlemekten kurtarır.” “Allahü teâlâ tevâzu edeni yükseltir.” “Ey insanlar! Siz sıkıntıya düşmeden, rahatlık içinde hayır ve hasenat yapmak istersiniz. Fakat insan nefsi ihmalkâr, gevşek ve usangaçtır. Halbuki mü’min tahammüllü, azîmli olmalı, zorluklara katlanmalıdır ki, hayır ve hasenat işleyebilsin.” “Gece gündüz, gizli ve açık Rabbini zikredenin duâsı kabûl olunur.” “Bir kimse bir bid’at işlerse, onu bu bid’attan vazgeçinceye kadar ikaz etmek gerekir.” ona kavuşmayı diler. Ve her kim Allaha kavuşmayı hoş “İnsanlar İslâmiyet gelmeden önce büyük bir gaflet görmezse, Allah da ona kavuşmayı hoş görmez.” uykusunda idiler, İslâmiyet gelince müslüman olanlar bu Hazreti Âişe, “Yâ Resûlallah! Ölümden hoşlanmadığı için mi? O halde hepimiz ölümden hoşlanmıyoruz!” dedi. Bunun üzerine Resûlullah, “Öyle değil! Ancak mü’mine Allah’ın gaflet uykusundan uyandılar. Malları ile, canları ile gece gündüz kendilerini Allahü teâlânın rızâsına kavuşturacak vesilelere (sebeplere) yapıştılar ve se’âdete kavuştular.” rahmeti, rıdvânı ve Cenneti müjdelendği vakit, Allaha “Kim dünyâda Allahü teâlânın emirlerine itaat ederse, âhırette kavuşmayı diler. Allahü teâlâ da ona kavuşmayı diler. Kâfir Allahü teâlânın ihsânı ile seçilenlerden olur.” ise Allahü teâlânın azâbı ve hışmı ile müjdelendiği vakit, Allahü teâlâya kavuşmaktan hoşlanmaz.” buyurdular. “Cennette, Cehennemi gösteren bir pencere vardır. Cennet ehli bu pencereden Cehennemdekilerin ba’zısını görür ve “Allahü teâlânın kulunun tövbesine sevinmesi, sizden birinin onlara der ki: (Sizin bu hâliniz nedir? Biz sizin söylediğiniz çorak bir yerde kaybettiği devesini, uyandığı vakit İslâm bilgilerine uyarak Cennete girdik) Cehennemde olanlar bulduğundaki sevincinden daha çoktur.” da diyecekler ki (Biz size yapın dediklerimizi kendimiz yapmaz, yapmayın dediklerimizi ise kendimiz yapardık. Biz sırasında Muhammed aleyhisselâma hücum eden müşriklere de bu sebeple buraya girdik) derler.” karşı vücudunu siper eden Katâde’nin gözüne bir ok isâbet ederek gözü çıkmıştı. Gözünü eline alarak Peygamberimizin ( ¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾ 1) Hilyet-ül-evliyâ cild-2, sh. 333 2) Vefeyât-ül-a’yân cild-4, sh. 85, 86 3) Tehzîb-ül-esmâ vel-luga cild-2, sh. 57 aleyhisselâm ) huzûruna gelip: “Yâ Resûlallah! Benim çok sevdiğim bir hanımım var. Beni bu halde görürse hoş karşılamayabilir.” deyince, Peygamberimiz ( aleyhisselâm ) Katâde hazretlerinin elinden gözü alıp çıktığı yere koydu, eskisi gibi sağlam oldu. Peygamberimizin mû’cizesiyle görmeye başladı. Hatta bu gözü diğer gözünden daha iyi görürdü. İmâm-ı Âzam hazretleri, Peygamberimizi medhetmek 4) Tezkirât-ül-huffâz cild-1, sh. 22 için yazdığı bir şiirinde bu hâdiseyi şöyle yazmıştır: “Mû’cizenle geri getirdin. Katâde’nin gözünü” Mekke’nin feth 5) El-A’lâm cild-5, sh. 189 edildiği gün, kabilesinin Benî Zafer kolunun bayrağı Hazreti Katâde’nin elinde idi. 6) Tabakât-ı İbni Sa’d cild-7, sh. 229 Katâde hazretleri bir gece karanlıkta yatsı namazına giderken 7) Tehzîb-üt-tehzîb cild-8, sh. 351 8) Mu’cem-ül-müellifîn cild-8, sh. 127 9) Hediyyet-ül-ârifîn cild-1, sh. 834 yolda Peygamberimize rastladı. Peygamberimiz, O’na, “Katâde, sen misin?” diye sordu. Katâde de, (Evet, Yâ Resûlallah, dedi. Peygamberimiz ( aleyhisselâm ) “Dönüşte bana uğra!” buyurdu. Namazdan sonra uğradığında Peygamberimiz ( aleyhisselâm ) O’na bir hurma dalı verdi. O 10) Kâmûs-ül-a’lâm cild-5, sh. 3601 günden sonra Katâde hazretleri gece bir yere giderken yanında o hurma dalını taşıyınca ondan etrâfa ışık yayılır, 11) Kıyâmet ve Âhıret sh. 229 çevresini aydınlatırdı. Buyurdular ki; “Size, hastalığınızı teşhis ettirip, tedâvi çarelerini bulduran Kur’ân-ı kerîmdir. Hastalığınızın sebebi günah işlemeniz, tedâvisi ise, tevbe ve istiğfardır.” KATÂDE BİN NU’MAN ( radıyallahü anh ) “Kabir azâbı üç şeyden meydana gelir. Bunun üçte biri gıybet, Eshâb-ı kiramdan. Evs kabilesinden ve Ensârın ileri diğer üçte biri nemime (söz taşıma), diğer üçte biri de idrardan gelenlerindendir. Ebû Ömer, Ebû Abdullah künyeleri vardır. sakınmamaktır.” “Elbise, servet, güzellik ve ilim gibi ni’metler Hazreti Katâde 24 (m. 644) târihinde 65 yaşında vefât etti. kendisine verilip de tevâzu etmesini bilmeyenlerin bu varlıkları Namazını Hazreti Ömer kıldırdı. Evs kabilesinin Zafer kıyâmet günü kendilerine vebaldir.” kolundandır. Ebû Saîd el-Hudrî’nin kardeşidir. Anneleri, Enîse binti Kays en-Neccârî’dir. Nesli, torunları olan Âsım bin Ömer Bizzat Peygamber efendimizden işiterek rivâyet ettiği hadîs-i bin Katâde ve Ya’kub Ömer ile sona erdi. Âsım bin Ömer siyer şerîfler. ve başka ilimlerde âlim idi. Hazreti Katâde meşhûr hadîs âlimlerinden Âsım bin Amr bin Katâde’nin dedesidir. Dedesi, “Kurban etini yiyiniz veya bekletiniz. Onu satmayınız.” Resûlullah ( aleyhisselâm ) efendimizle tanışmış ve müslüman olmuştur. “Allahım! Mukadderatımın hayırlısını ve bu ayın hakkımızda hayırlı olmasını senden diler ve mahşer gününün dehşetinden Akabe, Bedir, Uhud ve diğer savaşlarda bulundu. Eshâb-ı kiramdan Câbir bin Abdullah şöyle bildiriyor: “Uhud harbi sana sığınırım.” “Allahü teâlâ gönderdiği her Peygamberi güzel sesli birlikte Tercan seferine, bir sene sonra da Bağdat seferine göndermiştir.” çıktı. Dönüşte Musul’a geldiklerinde babası, bir ay sonra da Nusaybin civarında amcası vefât etti. Bir müddet Diyarbakır’da “Kıyâmet günü insanların en büyük hatada olanları, dünyâda kaldı. Babasının yakın arkadaşlarından birisi, Kâtib Çelebi’yi en çok bâtıla dalanlardır.” Süvari Mukâbelesi’ne ta’yin etti. 1037 (m. 1627-1628) senesinde isyan eden Abaza Mehmed Paşa’nın işgal ettiği Erzurum’un kuşatmasına katıldıktan sonra İstanbul’a döndü. 1) El-A’lâm, cild-5, sh. 189 2) Tehzîb-ül-esmâ ve’l-luga, cild-2, sh. 58 Burada yaklaşık iki sene, Bağdad seferine katılana kadar, Kâdı-zâde’nin derslerine devam etti. Kâdı-zâde’nin düzgün ve dokunaklı bir konuşması vardı. Kâtib Çelebi, onun te’sîri altında kaldı. 1039 (m. 1630) Bağdat kuşatmasında, toprak 3) Sıfat-üs-safve, cild-1, sh. 183 dolu tulumlarla yapılmış siperler arasında, ordunun defterini tuttu. Seferden sonra tekrar İstanbul’a dönerek, Kâdı-zâde’nin 4) Tehzîb-üt-tehzîb, cild-8, sh. 357 derslerine devam etti. Ondan; Envâr-üt-tenzil ve Esrâr-ütte’vîl, îhyâ-ül-ulûm, Şerh-i Mevâkıf, Dürer ve Gurer, Tarîkat-ül- 5) Müsned-i Ahmed bin Hanbel, cild-4, sh. 15, cild-6, sh. 384 KÂTİB ÇELEBİ Fıkıh ve târih âlimi. İsmi, Mustafa bin Abdullah’tır. 1017 (m. 1608) senesi Zilka’de ayında İstanbul’da doğdu. 1067 (m. 1656) senesi Zilhicce ayının yirmiyedisinde Cumartesi günü sabah vakti vefât etti. Kabri, Vefâ’dan Unkapanı’ndaki Mahmudiye Köprüsüne inen büyük caddenin sağ kenarında, Zeyrek Câmii’ne varmadan, mektebin altındaki sebilin bitişiğinde küçük bir avludadır. Kâtib Çelebi’nin babası, Osmanlı devlet ve siyâset adamlarının yetiştirildiği Enderun Mektebi’nde tahsil görmüş bir askerdir. Mustafa bin Abdullah, ordu kâtipliğinde bulunduğu için, ulemâ ve halk arasında “Kâtib Çelebi” diye tanındı. Hacca gittiği ve başmuhâsebeci ikinci halîfesi (ikinci başkanı) olduğu için, “Hacı Halîfe” ismiyle meşhûr oldu. Babası, dînine bağlı bir zât olduğu için, Kâtib Çelebi beş veya altı yaşına geldiği zaman, Kırımlı Îsâ Halîfe’yi, ona Kur’ân-ı kerîm ve tecvidi öğretmek üzere hoca olarak tuttu. Bu hocadan Kur’ân-ı kerîmi öğrendi ve daha sonra ezberledi. Zekeriyyâ Ali İbrâhim Efendi ve Nefes-zâde’den ilim öğrendi. İlyâs Hoca’dan Arabça gramer derslerini okudu. Böğrü Ahmed Çelebi diye tanınan hattattan yazı dersleri aldı. Ondört yaşında Anadolu Muhâsebesi kalemine kâtib oldu. Oradaki vazîfelilerin birinden, hesap kaidelerini, erkâm ve siyâkat yazısını öğrendi. 1033 (m. 1624) senesinde babasıyla Muhammediyye adlı eserleri okudu. 1043 (m. 1633)’de Haleb seferinde Hacca gitme fırsatını buldu. Dönüşte bir kış Diyarbakır’da kalıp, oradaki âlimlerle görüştü. 1044 (m. 1635) senesinde de Sultan Dördüncü Murâd Hân ile Revân seferine katıldı. On sene kadar çeşitli savaşlarda bulunduktan sonra İstanbul’a döndü ve kendisini tamamen ilme verdi. Kâtib Çelebi, ilme olan sevgisinden dolayı eline geçen bir defa küçük, bir defa da büyük mirasın önemli bir kısmını kitaba verdi. Kendisini tamamen ilme verdiği için, Sultan Dördüncü Murâd Hân’ın 1047 (m. 1637) senesindeki Bağdat seferine katılamadı. Fazileti ve derin bilgisi ile tanınan A’rec Mustafa Efendi’nin derslerine devam etti. Bu zâtı şimdiye kadar derslerinde bulunduğu âlimlerin hepsinden daha yüksek bir bilgiye sahip bularak üstâd edindi. A’rec Mustafa Efendi de, Kâtib Çelebi’ye öteki öğrencilerden ayrı bir yakınlık gösterdi. A’rec Mustafa Efendi, ona El-Endülüsiyye fil-arûz, Hidâyet-ülhikme, Mülahhas fil-hey’e ve şerhiyle birlikte Eşkâl-üt-te’sis isimli eserleri okuttu. Ayrıca; Ayasofya dersiamı Abdullah Efendi ve Süleymâniye dersiamı Mehmed Efendi’nin derelerinde bulundu. Vâ’iz Veli Efendi’den İbn-i Hacer-i Askalânî’nin “Nûhbet-ül-fiker” isimli eserini okudu. Kâtib Çelebi bir taraftan ilim öğrenirken, diğer taraftan birçok talebeye de ders verdi. 1055 (m. 1645) senesinde Girit seferi münâsebetiyle, haritaların nasıl yapıldığını, bu konuyla ilgili yazılan eserleri ve çizilen haritaları gördü. Bu arada Mukâbele başhalîfesi 1-Fezleket-üt-tevârih: Bir mukaddime, üç usûl ve bir son (başyardımcısı) ile arası açıldı. Vazifesinden ayrılarak, üç sözden ibâret olan bu eser, varlıkların başlangıcı, sene vazîfe yapmadı. Üç sene içinde, ba’zı talebelerine çeşitli peygamberlerin ve hükümdârların târihi diye hülâsa konularda dersler verdi. Yine bu zaman içinde anî olarak edilebilecek bir târih kitabıdır. hastalandığı için, tedâvi çârelerini aramak maksadıyla, tıb kitapları okudu. Ayrıca kalbini kötülüklerden temizlemek, 2-Keşf-üz-zünûn an esmâ-il-kütübi vel-fünûn: Arabî olup, çok ma’nevî sağlığa kavuşmak için Esma ve Havvas kitaplarını kıymetli bir eserdir. Onbeşbine yakın kitap ve onbine yakın okudu. İslâm âlimlerine çok saygılı olduğundan, onlarla müellifi tanıtan büyük bir bibliyografya ansiklopedisi beraber olmaya çalışırdı. 1058 (m. 1648) senesinde tekrar mahiyetindedir. Mısır’da, Almanya’da, İstanbul’da basıldı. me’mûriyete başladı. Şeyhülislâm Abdürrahîm Efendi, Kâtib Latinceye de tercüme edildi. Çelebi’nin dostu ve sırdaşı idi. 3-Cihân-nümâ: En eski coğrafya kitabımızdır. Haritalarıyla Kâtib Çelebi, huşû’ içinde, şartlarına uygun olarak yapılacak birlikte İbrâhim Müteferrika matbaasında basılmıştır. Daha duâların kabûl olacağını ve Kur’ân-ı kerîmin şifâ vereceğini sık sonra yazılacak coğrafya kitaplarına kaynak teşkil eden bu sık zikrederdi. eser, Avrupa dillerine de tercüme edilmiştir. Kâtib Çelebi, çalışkan, iyi huylu, vakarlı, az konuşan, çok 4-Tuhfet-ül-kibâr fî esfâr-il-bihâr Denizcilik târihimiz yazan biri olarak bilinir. Arabî ve Fârisînin yanında, Latinceyi bakımından mühim bir eserdir. Osmanlı Devleti zamanındaki de çok iyi bilirdi. Osmanlı Devleti’nde, ilk defa batı ilmiyle en deniz savaşlarından bahseder, İngilizce ve Fransızcaya fazla ilgilenen, doğu ilmiyle mukayesesini ve sentezini yapan, tercüme edilmiştir. Türk ilim adamlarından biridir. 5-Takvîm-üt-tevârih: Hazreti Âdem’den (a.s) 1058 (m. 1648) Kâtib Çelebi’nin çok kitabı vardı. Birgün Şeyhülislâm Yahyâ târihine kadar geçen vak’aların kronolojik açıklamasını ihtivâ Efendi, sohbet sırasında Kâtib Çelebi’ye; “Senin bin ciltten eder. Arabî ve Fârisî dilde basılmıştır. Bu eseri iki ay gibi kısa fazla târih kitabın varmış. Bu doğru mudur?” diye sordu. Kâtib bir zamanda tamamlamıştır. Çelebi de; “Olması gerekir” diye cevap verdi. Fakat şeyhülislâmın tereddüt ettiğini görünce, ertesi gün on katıra birbirinden ayrı üçyüz cild târih kitabını yükleterek şeyhülislâma götürüp; “Evde, ciltsiz bundan da fazla vardır” dedi. 6-Fezleke: Fezleket-üt-tevârih’in devamı niteliğindedir. 1000 (m. 1591) senesinden 1065 (m. 1654) târihine kadar olan olayları içine alır. 1296 (m. 1879) senesinde iki cild olarak basılmıştır. Senelere göre düzenlenmiş olan bu eser, her senenin sonunda o sene içinde ölen devlet adamlarıyla, âlim, Kâtib Çelebi, yazdığı yirmiyi aşkın eserleriyle sâdece Türk şâir ve başka kimselerin hayat ve eserlerinden kısaca dünyâsına değil, bütün dünyâya seslenmişti. Çalışmalarının bahsetmektedir. genişliği ve derinliği ile, dönemin en önemli ilim adamlarından sayılmıştır, özellikle bibliyografya ve biyografyaya âit eserlerini hazırlarken fiş kullanarak çalışmıştır. 7- Târih-i Frengi tercümesi: Johan Carian’un, Chronic isimli eserinin tercümesi olup, Şinâsî zamanında Tasvîr-i Efkâr Gazetesi’nde ba’zı kısımları yayınlanmıştır. Kâtib Çelebi bu Târih kitaplarında daha çok hâdiselerin özünü ve hakîkatini eseri, 1065 (m. 1654) senesinde, İstanbul’da bundaki bilgileri anlatmaya çalışmış, Uslûb ve edebiyât yönüne fazla ağırlık İslâm târihlerine aktarmak ve eklemek için Şeyh Mehmed vermemiştir. Fikirlerini, düşüncelerini çeşitli san’atlarla İhlâsî ile birlikte Türkçeye çevirmiştir. süsleyerek anlatmak yerine, kısa, öz ve açık yazmıştır. Eserleri: 8- Târih-i Kostantiniyye ve Keyâsire: Kısaca Revnak-ussaltana diye isimlendirdiği bu eseri, 985 (m. 1577) senesine kadar gelen olayları tercüme ve seçme yoluyla meydana 15- Düstûr-ul-amel fî ıslâh-ıl-halel: 1063 (m. 1652) senesinde getirmiştir. devlet bütçesinde gelirin az olup, masrafın çoğalması ile ilgili bir araştırmadır. 9- İrşâd-ül-Hıyârâ ilâ Târih-il-Yunan ver-Rûm ven-Nesârâ: Avrupa memleketleri hakkında, onların idâre tarzlarına dâir 16- Mîzân-ül-hakk fî ihtiyâr-il-ehakk: Kâtip Çelebi’nin yazmış ellisekiz yapraklık küçük bir risaledir. Avrupalıların yazmış olduğu eserlerin en sonuncusudur. 1067 (m. 1656) senesinde olduğu eserlerden tercüme ederek toplamıştır. yazmıştır. Devrinde şiddetli tartışmalara konu olan bir takım mes’eleleri konu olarak almıştır. 10- Süllem-ül-vüsûl ilâ tabakât-il-fühûl: Alfabetik sıraya göre tertiplenmiş Arabça bir tabakât kitabıdır, iki ana bölüme Kâtip Çelebi’nin Sultan Genç Osman’ın şehîd edilmesiyle ilgili ayrılmıştır. Birinci bölümde, künyeleriyle tanınmış meşhûr söylediği bir şiir şöyledir: kişiler, ikinci bölümde, neseb, künye ve lakablarıyla bilinenler sıralanmaktadır. Esas olarak Süyûtî’nin Tahrir-ül-lübâb isimli Bir şâh-ı âlîşân iken, eserini kaynak almıştır. Yüzden fazla kaynaktan Gayretli, genç arslan iken. yararlanmıştır. 11- Levâmi-un-nûr: İkinci önemli Coğrafya eseridir. Atlas Minar’ın tercümesidir. Eserde Kuzey Kutup bölgesi, izlanda adası ve Avrupa memleketleri; nehirleri, dağları, şehirleri ile tasviri, bir coğrafya şeklinde ta’rîf edilmektedir. 12- İlhâm-ül-mukaddes min feyz-il-Akdes: Bu risalede ortaya konan üç mes’ele şunlardır: 1- Kuzey memleketlerinde namaz ve oruç vakitlerinin ta’yini, 2- Güneşin aynı cihetten doğup batmasının dünyânın bir noktasında mümkün olup olmadığı, 3- Her ne yana dönülse, kıble olabilecek Mekke’den başka bir Gazi, bahâdır hân idi, Nâmıyla Osman Hân idi. Hükmetmeye kâdir idi, Haccetmeye hâzır idi. Niyet edip haccetmeye. Kulak gerek işitmeye, Eşrât-ı saattir bu dem, Rûz-ı kıyâmettir bu dem. memleketin bulunup bulunmadığı. Kendisi bu üç sorunun Ey dil ciğerler oldu hûn, cevâbını, kendi vermeyip bu konuda meşhûr âlimlerin Kan ağladı ehl-i fünûn. eserlerinden yararlanarak, yalnızca bunları açıklamakla yetinmiştir. Âli neseb sultan idi, Şâh-ı cihâna kıydılar. 13- Tuhfet-ül-ahyâr fil-hikem vel-emsâl vel-eş’âr Alfabetik sıraya göre tertiplenmişdir. Tanınmış şâirlerin ve yazarların Kula nedamettir bu dem, yahut, ismi meşhûr olan kimselerin sözlerini veya bunlara âit Şâh-ı cihâna kıydılar. fıkra, hikâye ve latifeleri içine alan bir eserdir. Derdim bir iken oldu on, 14- Dürer-i münteşir ve gurer-i müntesir: Kâtip Çelebi biyografi Şâh-ı cihâna kıydılar. eserini hazırlamak için kaynak kitapları incelediği sırada, buralardaki fâideli olacak noktalarla, türlü mes’elelere ve konulara dâir seçmeler yaptı. Bunları toplayınca bu eseri meydana geldi. 1) Mu’cem-ül-müellifîn cild-12, sh. 262 2) Keşf-üz-zünûn mukaddimesi. 3) El-A’lâm cild-7, sh. 236 4) Brockelmann Sup-2, sh. 635 hadîs-i şerîf dinledi. İbn-i Hişâm’ın Sîret adlı eserini okudu. Şihâbüddîn Vâsıtî ve Veliyyüddîn Irâkî’nin derslerine devam 5) Tam İlmihâl Se’âdet-i Ebediyye sh. 1028 etti. İbn-i Hacer Askalânî’den hadîs-i şerîf aldı. Bülkînî’den Sahîh-i Buhârî’yi dinledi. Zeynüddîn Irâkî, İbn-i Mülakkın, 6) Rehber Ansiklopedisi cild-9, sh. 351 Takıyyüddîn Decvî, Bedrüddîn Tanbedî ve daha başka âlimlerden hadîs-i şerîf dinledi. Bütün ilimlerde büyük bir âlim oluncaya kadar çok gayret gösterdi. Sâlih Câmii’nin medresesinde ders verirdi. Buradan ayrılıp bir müddet sonra KAYÂTÎ (Muhammed bin Ali) Müeyyidiyye’de ve Nûreddîn Kumnî’den sonra Berkûkiyye’de hadîs-i şerîf müderrisliğinde bulundu. Bundan sonra da Fıkıh, usûl ve hadîs âlimlerinden. İsmi, Muhammed bin Ali bin Eşrefiyye’de Şafiî fıkhını okuttu. Emîr Çakmak onu Kâhire’de Muhammed bin Ya’kûb bin Muhammed’dir. Lakabı Şafiî kadılığına getirinceye kadar, Şerefüddîn Sübkî’den sonra Şemseddîn, künyesi Ebû Abdullah’dır. Yaklaşık olarak 785 (m. Gurâbiyye müderrisliğinde bulundu. Buradan ayrılarak 1383) senesinde Behensâriyye’nin köylerinden olan Kayât’da vakıfların idâresine baktı. Vakıflara âit malları, binaları güzelce doğdu. Muharrem ayının onsekizinde, 850 (m. 1446) ta’mir ettirdi. Vakıf gelirlerinin güzel bir şekilde gerekli yerlere senesinde Kâhire’de vefât etti. harcanmasını te’min etti. Bu vazîfesinin yanında Venâî’den sonra Şeyhûniyye ve Selâhiyye’de fıkıh dersleri okuttu. Kur’ân-ı kerîmin bir kısmını memleketinde okudu. Sonra Buradan da Baybarsiyye müderrisliği vazîfesine getirildi. babası onu Kâhire’ye götürdü. Amcası Muhammed Nâsırî orada idi. Amcasının yanında Kur’ân-ı kerîmin tamâmını Kayâtî, zamanının büyük âlimlerindendi. Çok araştırıcı, keskin okudu. Minhâc kitabını, İbn-i Hâcib’in usûl kitabını, Elfiyet-ün- zekâlı, ilmî mes’eleleri çok iyi bilen, müşkil mes’eleleri nahv, Teshil kitaplarını ezberledi. Bu kitapları bir grup âlimin halleden bir âlim idi. Devamlı olarak ilim öğrenmek ve huzûrunda okudu. Bülkînî’nin, Ebnâsî’nin ve İbn-i Mülakkın’ın öğretmekle meşgûl oldu. Çeşitli beldelerden birçok kimse, ilim derslerine devam etti. Amcasından fıkıh ve ferâiz ilmi öğrendi. öğrenmek için ona gelirlerdi. Çok fazla talebe yetiştirdi. Daha Amcası, ferâiz ilminde çok büyük âlimdi. Ayrıca Şemsüddîn hayatta iken, talebeleri büyük âlimlerden oldular, içlerinde Garâkî, Takıyyüddîn bin İzz Hanbelî, Şihâbüddîn el-Amilî’den çeşitli yerlerde vazîfe alanlar ve fetvâ verenler vardı. de ferâiz öğrendi. Fıkıh ilmini Şemsüddîn Kalyûbî, Bedrüddîn Tanbedî, Nûreddîn Âdemî’den öğrendi. Bu iki âlimden usûl-i Kayâtî, çok akıllı, dindar, tevâzu sahibi idi. Yumuşak huylu, fıkıh ve nahiv ilmi de öğrendi. Kanber el-Acemî’den de usûl güzel ahlâklı idi. Kâhire’de vefât ettiğinde, cenâze namazına; ilmi öğrendi. Kutb-ül-ebrukûhî ve Hümâm Acemî’nin derslerine sultan, âlimler, devletin ileri gelenleri ve çok kalabalık bir devam etti. Sarf, nahiv ve usûl dersleri aldı. Hümâm cemâat katıldı. Sa’îd-üs-süadâ türbesine defnedildi. Böyle Acemî’den Keşşâf kitabını da okudu. Şettanûfî’den, İzzeddîn büyük bir âlimin vefâtına insanlar çok üzüldüler ve ağladılar. bin Cemâ’a’dan da uzun zaman ilim öğrendi. Bisâtî’den ve Alâüddîn Buhârî Kâhire’ye geldiğinde ondan; mantık, cedel, usûl, me’ânî, beyân ve bundan başka aklî ve naklî ilimleri öğrendi. Hattâ sefere çıkıncaya kadar ondan ayrılmadı. İlimde Birçok kıymetli eser yazmış olan Kayâtî’nin eserlerinden ba’zıları şunlardır: 1- Şerh-ül-Minhâc, 2- Zeyl-ül-mühimmât, 3En-Nüket alâ kût-il-kulûb. ileri bir mertebeye yükseldi. O zamanda, onun seviyesinde başka bir âlim yok gibiydi. Ebnâsî ve Venâî ile beraber Dimyât’a gittiler. Orada bir müddet kaldıktan sonra tekrar geri 1) Mu’cem-ül-müellifîn cild-11, sh. 61 döndüler. 2) Ed-Dav-ül-lâmi’ cild-8, sh. 212 Ba’zı kırâat âlimlerinden Kur’ân-ı kerîm kırâatini öğrendi. İzzeddîn bin Cemâ’a’dan ve Cemâl Abdullah el-Hanbelî’den 3) Şezerât-üz-zeheb cild-7, sh. 268 4) Keşf-üz-zünûn sh. 1873 Zamanın Tunus sultânı Şeyh Seydî Mah’riz bin Halefin de desteğiyle, Mâlikî mezhebi çok yaygın hâle geldi. İnsanlar 5) Esmâ-ül-müellifîn cild-2, sh. 196 uzak bölgelerden dinlerini öğrenmek için akın akın Kayravân’a geldiler. Kayravân, bölgenin en önemli ilim merkezi oldu. Kırâat ilminde de çok meşhûr oldu. Tefsîr ve kırâat ilimlerinde dersler verip kitaplar yazdı. İmâm-ı Nâfî’nin kırâatini, kitapları KAYRAVÂNÎ (Abdullah bin Ebî Zeyd) ve talebeleri ile Afrikiyye’de yaydı. Vera’ ve takvâ sahibi idi. Ömrünü ilim öğrenmek, öğretmek ve ibâdetle geçirdi. Din Tefsîr, kırâat, kelâm, hadîs ve Mâlikî fıkıh âlimi. Künyesi Ebû düşmanlarına ve doğru yoldan sapmış olanlara çok güzel Muhammed olup, ismi Abdullah bin Ebî Zeyd cevaplar verdi. Müslümanlara ve devlet adamlarına Abdurrahmân’dır. 310 (m. 922) yılında Endülüs’te (İspanya’da) nasîhatlerde bulunur, huzûr içinde yaşamalarına çalışırdı. Nefza şehrinde doğdu. Doğduğu yere nisbetle Nefzi, daha Dünyâya hiç ehemmiyet vermez, az şeye kanâat eder, sonra Afrikiyye’ye (Tunus’a) gelerek Kayravân’da yerleşmesi harama düşmek korkusundan şüpheli şeyleri ve mübahların sebebiyle oraya nisbet edilip Kayravânî denildi. Kuzey-Batı bir çoğunu terk ederdi. Afrika’da Mâlikî mezhebini, yetiştirdiği talebeleri ve yazdığı kitaplarıyla yaygın hâle getirdiği ve mezhebin hükümlerini halkın anlayacağı şekilde kitaplar hâlinde düzenleyip yazdığı için, “Mâlik-üs-sagîr” lakabıyla meşhûr oldu. 386 (m. 996) yılında Kayravân’da vefât edip, oraya defn edildi. Çeşitli bölgelerden gelen müslümanlar tarafından mezarı ziyâret edilip duâlar edilmektedir. Bir kelime öğrenebilmek ümidiyle Kayravân’a koşan insanlardan birçoğu İbn-i Ebî Zeyd’in talebesi oldu. Bilhassa kırâat ilminde Mekkî bin Ebî Tâlib’i yetiştirdi. Karvinîler’den; Ebû Bekr bin Abdurrahmân, Ebü’l-Kâsım Büadeî, Lübeydî, Ecdânî’nin oğulları Ebû Abdullah Havvâs, Ebû Muhammed Mekkî bin Ebî Tâlib, Endülüs’den; Ebû Bekr bin Müvehhib Makberî, İbn-i Âbid, Ebû Abdullah bin Hüzâ’, Ebû Mervân İlim tahsili için birçok bölgelere seyahatlerde bulunan Ebû Kanâzeî, Sebte’den; Ebû Abdurrahmân bin Acûz, Ebû Muhammed Abdullah Kayravânî, Endülüs’ten başlayıp; Fas, Muhammed bin Gâlib, Halef bin Nasr, Magrib’den; Ebû Ali bin Tunus, Mısır, Şam, Bağdâd ve Hicaz’a kadar uzanan ilim Sicilmâsî ve daha birçok âlim fıkıh ve diğer ilimleri öğrendiler. merkezlerindeki âlimleri gördü. Onların ilimlerinden ve yazdığı Onlar da hocaları gibi küfür ve bid’at ehline karşı İslâmiyeti ve kitaplardan istifâde etti. Ebû Bekr Muhammed bin Feth Mukrî müslümanları savundular. Yalnız Allahü teâlânın rızası için ve Ebû Bekr bin Bilâd ve Bağdad’daki diğer kırâat âlimlerinden çalışıp, müslümanlara dinlerini öğretmeye gayret ettiler. kırâat ilmini öğrendi. Ebû Bekr bin Lübâd, Ebû Fadl Kaysî’den Hocalarından öğrendikleri, ilmi Endülüs’ten Hicaz’a kadar de kırâat aldı, hadîs-i şerîf dinledi. Muhammed bin Mesrûr bin yaydılar. Gassal, Abdullah bin Mesrûr bin Haccâc, Kattân, Ebyânî, İbn-i Mûsâ, Sa’dûn-i Havlânî, Ebü’l-Arab, Ahmed bin Ebî Sa’îd ve Habîb Mevlâ bin Ebî Süleymân’dan ilim öğrendi. Hacca gitti. Haremeyn’de; Ebû Sa’îd İbni A’râbî, İbrâhîm bin Muhammed bin Münzir, Ebû Ali bin Ebî Hilâl, Kâdı Ahmed bin İbrâhîm bin Hammâd, Hasen bin Bedr, Muhammed bin Feth, Hasen bin Nasr Sûsi, Derrâs bin İsmail, Osman bin Sa’îd Garâbili ve daha birçok âlimden ilim öğrendi. İbn-i Şa’bân, Ebû Bekr Ebherî ve Mervezî’den icâzet aldı. Çok çalışıp, hocalarından yazdıklarını ezberledi. Mâlikî mezhebinde zamanının imâmı oldu. Mâlikî mezhebi hükümlerini tasnif edip, halkın, hattâ çocukların bile istifâde edebileceği şekilde kitaplar hazırladı. Halkın kendi kendine kitaptan dînini öğrenmesini kolaylaştırdı. İbn-i Ebî Zeyd Kayravânî; fıkıh, kelâm, tefsîr Ve kırâate dâir pekçok kitap yazdı. Bilhassa bugünkü ma’nâda tam bir ilmihâl kitabı olan “Risale”si meşhûrdur. Risâle’nin yazılmasını Tunus sultânı istemiş, halkın ve çocukların anlayıp, kolayca istifâde edebilecekleri bir kitap olmasını arzu etmişti. Bu kitap, zamanında pek tutunmuş ve ağırlığınca altına alıcı bulmuştu. Risale, yazıldığından bu yana ehemmiyetini hiç kaybetmedi. Mâlikî mezhebinin el kitaplarından biri oldu. Fransızcaya 1842 yılında tercümesi yapıldı. 1906’da İngilizcesi basıldı. Mâlikî mezhebinin Cezayir ve Tunus gibi Kuzey Afrika ülkelerinde yaygın olması ve bu ülkelerin de sömürgeci Fransız ve Avrupa ülkelerinin işgali altına düşmesi, Batılıların bu eser üzerindeki çalışmalarına sebep oldu. En son baskısı 1983 yılında Leon lâzımdır. Bir grup insandan birinin selâma karşılık vermesi Bercher tarafından Arabca ve Fransızcası bir arada yeterlidir. Atlı olan yaya gidene, yaya giden oturana selâm karşılaştırmalı olarak Cezayir’de basıldı. Mâlikî mezhebi vermelidir. hükümlerini öz olarak anlatmakta ve akâid, fıkıh, mü’âmelât, nikâh ve miras bilgilerini ihtivâ etmektedir. Bundan başka, Bir eve girmek için izin istemeli, üç defa kapıyı muayyen “Kitâb-ün-nevâdir ve’z-ziyâdât” yüz cüzdür. Mâlikî mezhebine aralarla çalmalı, izin verilmezse girmemelidir. İki kişi âit ellibin civarında mes’eleyi ihtivâ eden “Muhtasar” kitabı ki konuşurken üçüncü kişi müdâhale etmemelidir. Bir topluluk “Muavvel” ve “Tehzîb-ül-atâbiyye” kitaplarından derlenmiştir. hâlinde sohbet ederken, köşeye çekilmiş kimse bırakılmamalı, Mâlikî fıkhına dâir “Kitâb-ül-iktida” bi ehl-il-Medîne”, “Kitâb-üz- öylelerini de söze, sohbete dâhil etmelidir. Yatarken sağ elini, zibb”, akâidle ilgili “Kitâb-üt-tenbîh-i alel-kavl fî evlâd-il- sağ yanağının üzerine koyarak ve sol elini de sol kalçanın müvtediyyin” ve namaz vakitlerini bildiren “Kitâb-ü tefsîr-i üzerine koyarak uyumalıdır. Esnerken ağzı kapatmalı ve evkât-is-salât”, tevekkül ve Allaha güvenmek hakkında “Kitâb- aksırınca “Elhamdülillah” demelidir. Bunu duyan kimse üs-sikâ-billah ve’t-tevekkül ale’llah”, tasavvufla ilgili, “Kitâb-ül- “Yerhamükellah” diyerek karşılık vermeli, aksıran “Yehdînâ ve ma’rifet vel-yakîn”, rızka Allahü teâlânın kefil olduğunu yehdîkümullah” diye ona duâ etmelidir. açıklayan “Kitâb-ül-madmûn mine’r-rızk”, hacla ilgili “Kitâb-ü menâsik”, Kur’ân-ı kerîm tilâveti ile ilgili “Risale”, çeşitli suâllere cevap verdiği “Kitâb-ü redd-i mesâîl”, hastalıklarla ilgili “Kitâb-ü gaye temerraz-il-mü’minîn”, Kur’ân-ı kerîmin üstünlüklerini anlatan “İ’câz-ül-Kur’ân”, “Kitâb-ül-vesâvis” 1) Ed-Dîbâc-ül-müzehheb, sh. 136 2) Şezerât-üz-zeheb cild-3, sh. 131 Risâle-i i’tâ-il-karâbet-i mine’z-Zekât”, “Risâlet-ün-nehy-i anilcedel”, “Risâlet-ü fi’r-redd-i alel-kaderiyye ve münâkadât-ı 3) Tabakât-ül-fukahâ (Şirâzî) sh. 60 risâlet-il-Bağdâdîy-yil-mu’tezilî, “Kitâb-ül-istihzâr fi’r-redd-i alelfikriyye”, “Kitâb-ü keşf-it-telbîs fi’l-mes’ele”, “Risâlet-ül-mev’ıza 4) Mu’cem-ül-müellifîn cild-6, sh. 73 ve’n-nasîha”, i’tikâdla ilgili “Risale” ve daha birçok kitap yazdı. 5) Hind Çelebi, El-Kırâatü bi-Afrikiyye, Tunus 1983 sh. 304 Risâle’den: Allahü teâlânın dînini iyi biliniz ki, iyi yolda dâim olasınız. Diğer insanlara da örnek olun. Sizin bu güzel hâlleriniz diğer insanların ve çocuklarınızın kalblerine sirayet etsin. Çocuklarınıza, namazı yedi yaşında öğretip kıldırınız. 6) Lâ Risâla, Cezayir, 1983 7) Brockelman, Târîh-i edeb-ül-Arabiyye cild-3, sh. 286 Kılmazlarsa zorlayıp teşvik ediniz. On yaşına gelince yataklarını, kız ve erkeğin odalarını ayırınız. Kendilerine farz olanları öğretiniz. Çocuklarınızı haram işleyen, fasık ve dînini inkâr eden mürted durumuna düşmekten koruyunuz. KAYYÛM-İ CİHÂN MUHAMMED SEYFULLAH Yemek yerken sağ elle “Bismillah” diyerek başlamalı, mi’denin Evliyânın meşhûrlarından. İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin üçtebirini yiyecek, üçtebirini içecek ve üçtebirini de teneffüs torunlarından olup, nesebi şöyledir: Kayyûm-i cihan için ayırmalıdır. Yemekte birinci lokma iyice çiğnenip Muhammed Seyfullah bin Gulâm Muhammed Ma’sûm bin yutulduktan sonra, ikinci lokmayı ağza almalı, yemeğe Muhammed İsmâil bin Muhammed Sıbgatullah İbni Urvet-ül- üflememelidir. Su içerken oturmalı, yavaş yavaş, üç yudumda vüskâ Muhammed Ma’sûm bin İmâm-ı Rabbânî. 1156 (m. içmelidir. Nefesini suya vermemelidir. Birşey ikram ederken en 1743) senesinde Zilka’de ayının dördünde doğdu. 1212 (m. sağdakinden başlayarak ikram etmelidir. Altın ve gümüş 1797) senesinde vefât etti. kaplarda yemek ve içmek kat’î olarak yasaktır. Aynı zamanda ayakta içmek hoş değildir. Selâma cevap vermek muhakkak Babası Gulâm Muhammed Ma’sûm-i sânî şöyle anlatmıştır içinde gördüler.” Kayyûm-i cihan Muhammed Seyfullah “Muhammed Seyfullah doğmadan birgün önce, rü’yâmda hazretleri, daha çocukluğunda şâhid olduğu hâdiseleri şöyle Peygamber efendimizi ( aleyhisselâm ) görüp, ziyâret etmekle anlatmıştır: “Çocukluğumda acâib hâller görür ve yaşardım. şereflenmiştim. Resûlullah ( aleyhisselâm ) bana müjde Büyüklerin rûhlarını ve cinlerin sâlihlerini görürdüm. Çocukluk vererek şöyle buyurdu: “Yarın senin bir oğlun doğacak, günlerimde bir defasında akranlarımdan bir grup çocukla görülmemiş bir evlâd ve Allahü teâlânın sevgili kullarından Lahor şehrine gitmiştik. O günlerde çevreye gayr-i müslimler olacaktır. Dedelerinin; ecdadının nisbetine vâris olacaktır. gelip yerleşmişlerdi. Ben bir muz ağacına çıkıp, muzların Alemi nurla dolduracak, onun gelişinin çok bereketli olacağını iyilerini topluyordum. Ağacın altında duran çocuklara bil ve ismini benim ismimden koy.” Kutbul-aktâb Gulâm atıyordum. Ağacın altındaki çocuklar gayr-i müslim atlıların Muhammed Ma’sûm hazretleri, bu rü’yâyı gördükten sonra oraya gelmekte olduklarını görerek kaçmışlar, ben ağacın uyanıp, abdest aldı ve sabah namazını kılmak için dergâhına üzerinden; “Attığım muzları toplayınız” diye bağırıyordum. Bir gitti. Namazdan sonra murâkabe hâlinde otururken, Kâ’be’yi de baktım hepsi gitmiş. Bu arada ağacın altında başka gördü ve çok mübârek bir oğlunun dünyâya geldiği müjdesini çocuklar gördüm. Ağızlarından ateş çıkıyordu. Onlara size ne aldı. Müceddidiyye ve Ma’sûmiyye bahçesinin bu yeni oluyor ki ağzınızdan ateş saçılıyor dedim ve hayret ettim. fidanının kulağına ezan ve ikâmet okuduğu zaman, bu yeni Dediler ki: “Biz cinlerin çocuklarıyız. Buraya seni korumak için doğmuş bebek, yanında bulunanların da hayretle görüp toplandık. Öbür çocuklar süvarilerden korkup kaçtılar!” duydukları bir şekilde tekbir getirdi. İsmi konurken tekbir getirdiğini işitenler, babasına; “Onun tekbir getirdiğini işittik” Yine şöyle anlatmıştır: “Çocukluğumda ormana gitmiştim. dediler. Babası, ona hizmet etmelerini söyledikten sonra; “Bu Yanımda kimse yoktu. Ormanda dolaşırken bir de gördüm ki çocuk asrının bir tânesi olacak, görülmemiş nâdir işler bir arslan peşimden geliyordu. Ben nereye gitsem peşimden yapacak, onun irşâd nûrları âlemi dolduracak ve insanlar ta’kib etti ve asla bana saldırmadı, bir zarar vermedi. Sonra bahtiyar olacak. Bizim hayatımız ona vesile olmak içindir. İşte ben ormandan çıkıp gidinceye kadar peşimi ta’kib etti. şimdi bu nâdir evlâd doğdu. Maksad hâsıl oldu” demiştir. Yine Ormandan ayrıldım, arslan da peşimden ayrıldı. Anladım ki, onun için şöyle anlatmıştır: “Bu oğlum diğer çocuklar gibi bana bekçilik yapmak, ormanda beni korumak için peşimde ağlamazdı. Önce Allahü teâlânın ismini zikreder, üç defa dolaşmış. Yine birgün ata binmiş gidiyordum. Hizmetçiler de gayet açık bir şekilde “Allah” derdi. Bundan sonra ağlardı. Bu peşimden geliyordu. Yolda at aniden durdu ve yürümedi. çocukda öyle hâller görüyorum ki, onun sırlarından olan bu Sebebini araştırıp çevreye baktım. Bir de gördüm ki, bir arslan hâllerin çoğunu kimse bilmiyor!” Babası onun yetişmesi için üzerime saldırmak için çıkıp gelmekte. Tam karşıma çıkınca yüksek teveccühlerde bulundu. Onu Müceddidî yolunun arslana dikkatlice baktım. Ben böyle bakar bakmaz arslan geri nûrlarına ve sırlarına kavuşturdu. dönüp sür’atle kaçtı. Anladım ki, Allahü teâlâ beni koruyor, hıfz-ı ilâhî benimledir.” Kayyûm-i cihan Muhammed Kayyûm-i cihan Muhammed Seyfullah hazretleri, önce babası Seyfullah’ın çocukluğunda, buna benzer pekçok hâdiseler Gulâm Muhammed Ma’sûm-i sânî’nin teveccüh ve feyzleriyle geçmiştir. Dört yaşında iken babası vefât etmiştir. Babasından yetişti. Bunu kendisi şöyle anlatmıştır: “Hakîkati arayanların çok feyz alıp, onun vefâtından sonra da kardeşi Şah Gulâm rehberi olan babam hayatta iken, ben her ne kadar küçük Muhammed’den feyz alarak yetişmiş, böylece bülûğ çağına idiysem de babamın feyzlerine kavuştum. Çünkü, babamın ulaşmıştır. Çocukluk hâlini anlatırken: “Çocukluğumda feyzleri ve bereketli teveccühleri, büyük-küçük, genç-ihtiyâr, herhangi bir hastalığa tutulsam, hastalığın tedâvisi ve ilâcını, diri-ölü herkese ulaşıyordu. Benimle daha başka bir şefkat ve babamın feyzi ve bereketi bilirdim ve böylece tedâvi olurdum” dikkat ile ilgilendi. Çok teveccühde bulundu. Bana yüksek buyurmuştur. Babasının vefâtından sonra, yıllarca onun ayrılık müjdeler ve işâretler verdi. Hakkımda müjdelediği ve işâret ateşiyle yandı. Sonra ağabeyisi Şah Gulâm Muhammed onu ettiği şeylerin hepsine kavuştum. Babamın benim hakkımda tasavvufda yetiştirip, kemâl derecelere ulaştırdı ve icâzet verdiği müjdeleri işiten ahbabı ve seçilmiş eshâbı yıllar sonra verdi. zamanı geldikçe benim o ni’metlere kavuştuğumu taaccüb Kayyûm-i cihan Muhammed Seyfullah hazretleri, tasavvufda buyurdu: “Esferze denilen bitkiden bir miktar ilâç yapıp üç gün yetişip icâzet aldıktan sonra, insanlara doğru yolu anlatmaya yutsun, inşâallahü teâlâ şifâ bulacak.” Bu durumu tabibler başladı. Kırk yaşına yaklaştığı sırada Türkistan’a gitti. Bu duyunca hepsi birden ittifâk hâlinde dediler ki: “Onun hastalığı sırada tasavvuf hâllerine gark olmuş, yüksek derecelerde, soğuk sebebiyle olmuştur. Eğer “Esferze” bitkisinden yapılan kendinden geçmiş bir hâlde idi. Kabil’e vardıklarında hâlleri ilâç verilirse ölmesine sebep olur. Fakat madem ki, Şah Cihan pek yüksek derecelere ulaşmıştı. Orada insanları irşâd ile böyle buyurmuş tecrübe edilsin.” Bunun üzerine Timur Şâh’ın meşgûl oldu. O bölgede hizmetleri çok te’sîrli olup, insanlar tabibi olan en meşhûr tabib, “Tecrübe gerekmez. Bu, canla onun sohbetine koştular. Onun feyzleri ile saadete kavuştular. oynamaktır” dedi. Tabiblerin endişesi ve bu husûsdaki Hattâ öyle oldu ki, meşhûr kumandanlar onu ziyâret etmek, dedikoduları Şah Cihan hazretlerine bildirilince, bir miktar sohbetinde bulunmak arzusuyla bulunduğu yere gittiler. “Esferze” bitkisi istedi. Kendi eliyle ilâç hazırlayıp, Timur Şâh’a gönderdi ve; “Bu bitkide üç çeşit hâssa (özellik) vardır. Hiç Kayyûm-i cihan Muhammed Seyfullah hazretleri, her işinde endişelenmesin. Üç gün bu ilâcı kullansın, sıhhate kavuşacak” olduğu gibi nafile namazları kılma husûsunda da sünnete buyurdu. Timur Şah, Şah Cihan hazretlerinin tavsiye ettiği ve uyardı. Namaz kılarken namazın ta’dil-i erkânına, edeblerine eliyle yaparak gönderdiği ilâcı üç gün kullandı. Neticede riâyet eder, hudû’, huşû’ ve tumânînet içinde olurdu. Kıyâmda tamamen sıhhate kavuştu. Timur Şah ve ilâcın kullanılmasına ve secdede uzun müddet dururdu. Kendinden geçmiş, kalbi mâni olmak isteyen tabibler hayret ettiler. Şah Cihan Allahü teâlâya yönelmiş, dünyâ düşüncelerinden tamamen hazretlerinin ilim ve ma’rifet sahibi bir zât olduğunu iyice kurtulmuş bir hâlde namaz kılardı. Her hafta, peşi peşine anlayıp sohbetine katıldılar. olmak üzere; Pazartesi, Salı, Çarşamba ve Perşembe günleri oruç tutardı. Ba’zan da hafta boyunca oruç tutardı. Giyinme Umdet-ül-makâmât kitabının müellifi Hâce Muhammed Fadl husûsunda da sünnete uyardı. Asla bid’at işlemezdi. Hiçbir şöyle anlatmıştır: “Bizim evimizin önünde bir söğüt ağacı bid’ati beğenmez ve kabûl etmezdi. Bid’at sahiplerinden uzak vardı. Birara bu söğüt ağacı kurudu. Birgün Şah Cihan durur, onları meclisine kabûl etmezdi. Dünyâya düşkün hazretleri abdest alırken, abdest aldığı suyu bir kaba koydum. olanları huzûruna kabûl etmez, zenginler ile görüşmezdi. Niçin aldığımı sorunca; “Kurumuş bir söğüt ağacımız var. Onun altına dökeceğim” dedim. Buyurdu ki: “Eğer bu niyetle Şah Cihan hazretleri, birgün yeğeninin evine gitmişti. dökeceksen o ağaç yeşerir.” Götürüp evimizin önündeki Yeğeninin evine teşrîf ettiği sırada, kapıda Hindu bir kişi kurumuş olan söğüt ağacının altına döktüm. Onun bereketiyle duruyordu. O gelince hemen kenara çekilip yol verdi. Bu yeşermesini arzu ediyordum. Nihâyet ağaç yeşerip taze dallar sırada Şah Cihan hazretleri ona dikkatli bir nazarla baktı ve verdi. Şah Cihan hazretleri birgün bu söğüt ağacına bakarak; içeri girdi. İçeri girince; “Kapıdaki kimdir?” diye sordu. Hindu “Bu ağaç biz hayatta olduğumuz müddetçe ba’zan kurur, birisidir. Bir ihtiyâç için gelmiştir” dediler. Bunun üzerine; ba’zan yeşerir. Fakat biz vefât ettiken sonra tamamen kurur!” “Yakında sohbetimize gelir” buyurdu. Bunu işitenlerden biri; buyurdu. Gerçekten de buyurduğu gibi oldu. “Hindûnun müslüman olacağına dâir müjde verildi” dedi. Bir müddet sonra o Hindu bir arsa mes’elesinden dolayı biriyle Şah Cihan hazretleri birgün abdest almıştı ve hizmetçiye; “Bu hasım oldu. Mes’elenin hâlli için İslâm kadısına baş vurdu. abdest suyunu sakla ki ona ihtiyâç olacak” buyurmuştu. Kâdı huzûrunda konuşurken, sözlerinden müslüman olduğu Hizmetçi; “Ne için lâzım olacak?” deyince; Bir yılanın zehirinin anlaşılıyordu. Daha sonra müslüman olduğunu açıkladı ve te’sîrini defetmek için!” buyurdu. Sonra Cum’a namazını Şah Cihan hazretlerinin dergâhına gidip talebelerinden oldu. kılmaya gitti. Namazdan döndükten sonra, huzûruna zayıf ve bitkin bir kimse getirdiler ve; “Bunu yılan soktu ölmek üzeredir. Bir defasında Timur Şah bir hastalığa tutulmuştu. Hastalığa bir Bir de küçük çocuğu var, babasız, yetim kalacak! Bir duâda ve türlü çâre bulamamışlardı. Nihâyet Şah Cihan hazretlerine yardımda bulunun!” dediler. Şah Cihan hazretleri Cum’a haber göndererek; “Tabibler tedâvisinden âciz kaldılar, bir namazına gitmeden önce abdest alırken hizmetçiye bir kaba çâre bulamadılar! Şimdi sizin himmetinizi beklemektedir” koymasını söylediği abdest suyunu istedi. “Onu bunun için dediler. Bu haber üzerine Şah Cihan hazretleri hemen şöyle ayırmıştık” buyurdu. Sonra yılanın soktuğu kimseye verip, bir Babasının hizmetinde bulunup, sohbetlerinde yetişmiştir. 2- kısmını yılanın soktuğu yere sürmesini söyledi. Buyurduğu gibi Meyan Kudretullah: Kabil çevresinde yerleşmiştir. 3-Meyân yapıp, zehirlenmekten kurtulup, hemen orada iyileşti. Şah Kerâmetullah: Pekli civarında yerleşmiştir. 4- Meyan Cihan Muhammed Seyfullah hazretlerinin, bunlardan başka Emînullah: Şiirde çok kabiliyetli idi. 5- Meyan Zikrullah: Kabil daha birçok kerâmetleri ve tasarrufu görülmüştür. civarında yerleşmişti. 6-Meyân Zuhûrullah: Bu oğlunu çocukluğunda çok severdi. 7- Meyan Mutîullah: Babasının Ömrünün son günlerinde, Peygamber efendimizin ( vefâtından sonra genç yaşta vefât etti. 8- Meyan Abdullah: aleyhisselâm ) kabr-i şerîfini ziyâret arzusuyla yandı. Babası vefât ettiğinde iki yaşında idi. Talebelerinin ve Gençliğinde hacca gidip, ziyâret etmişti. Hayâtının son halîfelerinin meşhûrlarından ba’zıları şu zâtlardı: Bîbî Sahibe, zamanlarında Kabil’e gitti. Son günlerinde ibâdet ve tâatlarını Meyan Süleymân, Meyan Ahmed Hân, Meyan Seyyid nûr pek ziyâde arttırmıştı. Bu hâlini görüp ibâdetleri çok Muhammed, Kâdı Meyan Muhammed Kâsım, Meyan İsmâil, ziyâdeleştirdiniz denilince, tebessüm ederek; “Artık ömür sona Muhammed Fadl, Ahmed Kehbetâî ve Mevlevî Muhammed erdi, elden ne gelirse yapmak lâzım” buyurdu. Son günlerinde Hayât. sohbetleri pek kalabalık olmaya başlamıştı. Pekçok kimse onun sohbetini bulunmaz bir ganîmet bilerek feyzlerine Kayyûm-i cihan Muhammed Seyfeddîn hazretlerinin eserleri: kavuşuyordu. Vefâtından önce sıtma hastalığına tutulup, 1- Âdâb-ül-İrşâd: Bu eserine “Ma’den-ül-esrâr” adı da hastalığı yedi gün şiddetle devam etti. Hastalığı sırasında verilmiştir. Bu eseri, gençlik yıllarında 1186 (m. 1772) alnından terlerin aktığı görülerek, şifâya kavuşacağınıza senesinde yazmıştır. 2- Mahzen-ül-envâr-i Ahmedî fî keşf-il- alâmet denilince, tebessüm edip; “ümid ediyorum ki, âhıret esrâr-il-Müceddidî: şifâsı hâsıl olacak!” buyurdu. Son nefesleri verdiği sıralarda başında bulunanlar yüzünün nûrunun her an ziyâdeleştiğini Bu eseri tasavvuftan bahsetmekte olup, Kabil’de bulunduğu görerek hayret ettiler. Bu hâlde iken başında Yâsîn-i şerîf sırada 1218 (m. 1803) senesinde yazmıştır. 3- Cihar cûy (Dört sûresinin okunmasını emretti ve okundu. Kendisi de hep zikir nehir): ile meşgûl oluyordu. Bu hâlde iken tebessüm ederek vefât etti. Cenâzesi yıkanırken yanında bulunan Hacı Muhammed Fadl şöyle anlatmıştır: “Cenâzesi yıkanırken ben ayak ucunda duruyordum. Yıkama işi bitince yüzüyle bana karşı bir işâret yaparak ayaklarını gösteriyordu. Ayak ucuna gidip baktım ki ayağında az bir yer kuru kalmış. Orayı da yıkadık. Cenâzesinde büyük bir cemâat toplanmıştı. Kabre koymak Bu eseri mesnevî tarzında olup, Nakşibendiyye, Kâdiriyye, Çeştiyye ve Sühreverdiyye yollarını medhetmektedir. Bu eseri vefâtından sonra basılmıştır. ¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾ 1) Umdet-ül-mukâmât sh. 445 üzere kabrine inmiştim. Mübârek yüzünü birazcık kıbleye karşı çeviriyordum. Kendisi gayet yavaş bir hareket ile yüzünü kıbleye çevirdi. Yüzünü açtım, yüzünde öyle bir nûr parlıyordu ve devamlı artıyordu ki, akıl onu anlayamaz.” Kabri, Rûşenî Hîndî mescidi yanındadır. Vefât etmeden önce bir gün bir yere KAZRÛNÎ (Muhammed bin Ahmed) oturup sohbet etmişti. Orada gayet güzel ve yeşil bir ağaç vardı. Ağaç altında oturulduğu sırada; “Burası kâmil ve mükemmil bir zâtın mekânı olacak” buyurmuştu. Vefât edince kendisi işâret ettiği o yere defnedilmiştir. Hadîs ve Şafiî mezhebi fıkıh âlimlerinden. İsmi, Muhammed bin Ahmed bin Muhammed bin Mahmûd bin İbrâhim bin Ahmed olup, aslen Kazrûn’dan olduğundan Kazrûnî denilmektedir. 757 (m. 1356) senesi Zilka’de ayının Şah Cihan hazretlerinin çok evlâdı vardı. Çoğu çocuk iken onyedisinde, Cum’a gecesi Medine’de doğdu. 843 (m. 1440) vefât etmişti. Hayatta kalanlardan sekiz oğlu ve onüç kızı senesi Şevval ayının yirmiikisinde, Medine’de vefât etti. vardı. Oğullarının isimleri şöyledir: 1- Şah Veliyyullah: Cenâze namazı Ravda-i şerîfde kılınarak Bâki’ kabristanına 812 (m. 1409) senesinde, Ebû Hâmid Matarî’nin vefâtından defnedildi. sonra Medîne-i münevverede kadılık yaptı. Bir ara hatîblik vazîfesinde bulundu. Sonra tekrar kadılık yaptı. Kâhire’ye Küçük yaşta babası vefât ettiğinden, onu amcası İzzüddîn gidişinde onun yerine amcasının oğlu Takıyyüddîn bin Abdüsselâm büyüttü. “Hâvî” kitabını ve bunun muhtasarı olan Abdüsselâm Kazrûnî kadılık vekâletinde bulundu. Ölünceye “Umde” kitabını ezberledi. Medine’deki âlimlerden ve oraya kadar; ders okutmak, ibâdet etmek ve nefsinin ıslâhı ile gelen İzzüddîn Ebû Ömer bin Cemâ’a gibi âlimlerden ilim günlerini geçirdi. öğrendi. Nesâî’nin Sünen-i Sugrâ’sının çoğunu da yine ondan dinledi. Afîfüddîn Yâfiî ve Afifüddîn Mutri’den, Cemâlüddîn İbn-i Hacer, “Enbâ-ül-gumr” kitabında diyor ki: “Medîne-i Emyûtî, Celâleddîn Hocendî, İbn-i Sadîk, Şemsüddîn Ebû münevverenin en büyük âlimi idi. Zamanında onun ayarında Abdullah Süşterî, Sa’dullah İsferâînî, Zeynüddîn Irâkî, bir âlim yok idi. Birkaç kere Kâhire’ye gitti. Birçok âlimden ilim Zeynüddîn Merâgî, Abdullah bin Ferhûn, Yahyâ bin Mûsâ el- öğrendi. Ondan da pekçok âlim ilim aldı. Çok fazla ibâdet Kusentînî, Yûsuf bin İbrâhim el-Bennâ, Ebü’l-Abbâs Ahmed ederdi. Teheccüd namazını yolculukta bile kaçırdığı bin Muhammed Medenî gibi birçok âlimden “Hâvî” ve “Umde” görülmedi. Ancak vefât ettiği gece kılamadı.” kitaplarını okudu ve dinledi. Yine memleketinde bir grup âlimden dînî ilimleri tahsil etti. Irâkî’den hadîs ilmini; Yazdığı kıymetli eserlerden ba’zıları şunlardandır: 1- Cemâlüddîn Muhammed bin Şihâb, Ahmed bin Zeyn Muhtasar-ül-Mugnî lil-Bârizî, 2- Şerhu Muhtasar-it-Tenbîh li Abdürrahmân Şâmî, Tâcüddîn Abdülvâhid bin Ömer Îsâ el-Becelî, 3- Şerhu alâ şerh-ıt-Tenbîh, 4- Kitâb-üt-tefsîr: Bu Ensârî’den de nahiv ilmini öğrendi. İlim öğrenmek maksadıyle tefsîrini yazarken, İmâm-ı Kurtubî’nin tefsîrini örnek almıştır. Mısır ve Şam’a gitti. Behâüddîn Ebü’l-Bekâ Sübkî’den; fıkıh, Tefsîrinde: âyet-i kerîmelerin hükümlerini, âyet-i kerîmelerin Arabca öğrendi. Ayrıca Sirâcüddîn Bülkînî ve Burhan açıklamasıyla ilgili hadîs-i şerîfleri ve âyet-i kerîmelerin nüzûl Ebnâsî’nin derslerine devam etti. Haleb’de, Şihâbüddîn el- sebeplerini de açıklamıştır. 5- Bahrus-se’âde fıl-ahlâk vel- Ezre’î’den de bir miktar ilim öğrendi. Behâüddîn Ebü’l-Bekâ ve edeb, 6- Şerhu fürû’i İbn-il-Haddâd. Bülkînî, fetvâ ve ders okutma husûsunda ona icâzet verdiler. Medine âlimlerinden Şerefüddîn İsmâil bin Mukrî, “İrşâd-ülGâvî fî mesâlik-il-Hâvî” ve şerhini, Ravda, Rekâik, Bedîiyye ve daha başka eserlerini rivâyet etme husûsunda ona icâzet verdi. Şu zâtlardan da icâzet aldı: Şemsüddîn Kirmanî, İbn-i 1) Mu’cem-ül-müellifîn cild-9, sh. 17 2) Ed-Dav-ül-lâmi’ cild-7, sh. 96 Kavâlîh, Kemâl bin Habîb, Muhammed bin Hasen el-Hârisî, İbn-i Kâdı Şühbe, İbn-i Emsile, Salâh bin Ebî Ömer, Ahmed 3) Esmâ-ül-müellifîn cild-2, sh. 194 bin Sâlim el-Müezzin, Afîfüddîn en-Neşâverî, Burhan elKayrâtî. Hadîs-i şerîf rivâyet etmeye, fetvâ vermeye ve ders okutmaya başladı. Birçok âlim onun derslerinden faydalandı. Medine’nin fakîhi ve âlimi oldu. Bu sebeple Zeynüddîn el-Merâgî şöyle derdi: “Kazrûnî’nin ders okutmaya başlaması ve talebelerle meşgûl olması ile, bize farz-ı kifâye olan ders okutmak mes’ûliyeti üzerimizden kalktı. “Necmüddîn Sekkâkinî de, oğluna icâzet verdiğinde onu şöyle vasıflandırdı: “O, Şeyh-ülİslâm ve insanların müftîsi idi. Dînî ve aklî ilimleri kendisinde toplamış olup, usûl ve fürû’ ilimlerinde çok büyük âlim idi. Ravda-i Nebeviyyenin yüce himmet sahibi müderrisi idi.” KAZVÎNÎ (Ahmed bin İsmâil) Evliyânın büyüklerinden. İsmi, Ahmed bin İsmâil bin Yûsuf etTâlkânî el-Kazvînî olup, künyesi, Ebü’l-Hayr ve Ebü’lHüseyn’dir. Lakabı Radıyyüddîn’dir. 512 (m. 1118)’de, başka bir rivâyette 511 senesinde Kazvin’de doğdu. 590 (m. 1194)’de, başka bir rivâyette 589 da Muharrem ayının 19. Cum’a günü vefât etti. Şafiî mezhebi âlimlerinin büyüklerindendir. Hadîs, fıkıh, kırâat ve diğer ilimlerde derin ilim sahiplerinin işâretlerine iltifât etmeyip i’tirâzda bulundum. bir ilme sahipti. Abdurrahmân-ı Ekkâf ( radıyallahü anh ), zâten sehven söylenmiş olan o cümleyi düzeltti ve benim i’tirâzıma mâni İlim öğrenmeye küçük yaşta başladı. Kazvin, Nişâbûr, Bağdad olmak isteyenlere de, “Onu birakınız. Onun söylediği bu söz, ve başka yerlere gitti. Babasından, Ebû Abdullah Muhammed kendisinden değil, ona öğretendendir (ya’nî Resûlullah bin Fadl’dan, Abdülgâfir-i Fârisî’den, Vecîh bin Tâhir’den ve efendimizdendir).” buyurdu. Orada bulunan cemâat, Ekkâf başka birçok âlimden ilim öğrendi. Kendisinden de; Ebû hazretlerinin bu sözünden birşey anlayamadılar. Fakat ben, Abdullah Muhammed bin Sa’îd, Muvaffak Abdüllatîf İbni onun bu sözünden kastetdiği ma’nâyı iyi anladım ve onun Yûsuf, İmâm-ür-Râfi’î ve başka birçok zât ilim öğrenip keşif ve kerâmet sahibi olduğunu vakînen anlamış oldum.” rivâyette bulundu. Devamlı ibâdet ve tâat ile meşgûl idi. Bir an Allahü teâlâdan Ahmed bin İsmâil hazretlerinin ana dili Fârisî olmakla beraber, gâfil değildi. Diğer büyük zâtlar gibi, az yemek, az uyumak ve Arabîyi çok iyi bilirdi. Şu hâdise ondan nakledilmiştir: ilk az konuşmak, çok ibâdet etmek onun başlıca zamanlarda zihni ve hafızası zayıf idi. İmâm-ı Muhammed bin husûsiyetlerinden idi. Oruç tutmaya devam eder, bunu ihmâl Yahyâ hazretlerinin medresesinde bulunuyordu. İbn-i Yahyâ etmezdi. Sâdece bir ekmek ile iftar eder, başka birşey hazretleri âdet olarak her Cum’a günü talebelerinin yemezdi. ezberledikleri fıkıh bilgilerinden onları imtihan eder, kimin ne derecede olduğunu anlardı. Normal olarak imtihanı İbn-ün-Neccâr hazretleri tercümelerinde, onun derecesinin ve kazananları bırakır. Kazanamıyanları ise medreseden ilminin yüksekliğini anlatır, kendisinden medh ve sena ile çıkarırdı. Ahmed bin İsmâil et-Tâlkânî ( radıyallahü anh ) bu bahsederdi. Diyor ki; “Ebü’l-Hayr Ahmed bin İsmâil, imtihanı kazanamadı ve dolayısı ile medreseden çıkarıldı. zamanında bulunan Şafiî mezhebi âlimlerinin reîsi idi. Bu Gece vakti medreseden çıktı. Nereye gideceğini bilemiyordu. mezhebin hılâf ve usûl bilgilerinde, tefsîr ilminde ve va’z Bir hamamın külhanında uyudu. Rü’yâsında Resûlullahı ( ederek İslâmiyeti anlatmakta çok yüksek idi. Haramlardan ve aleyhisselâm ) gördü. Peygamber efendimiz ( aleyhisselâm ), şüphelilerden, hattâ şüphelilere düşmek korkusu ile mübârek ağız sularından onun ağzına iki defa sürdüler ve mübahların çoğundan sakınırdı. Dünyâya kıymet ve medreseye dönmesini emir buyurdular. Tâlkânî ( radıyallahü ehemmiyet vermez, iltifât etmezdi.” anh ) Peygamberimizden aldığı bu emir üzerine tekrar medreseye döndü. Medreseye girdiğinde, geçmiş derslerin İmâm-ı Râfi’î hazretleri Emâlî isimli eserinde, Ebü’l-Hayr’dan ( hepsinin ve daha birçok ilimlerin hafızasında bulunduğunu radıyallahü anh ) rivâyetlerde bulunmuştur. Bu eserde diyor ki: hissetti. Bundan sonra da hafızası, hakîkaten çok keskin ve “Ebü’l-Hayr ( radıyallahü anh ), çok hayırlı bir zât idi. Dînî kuvvetli oldu. Cum’a günü geldi. İmâm-ı Muhammed bin ilimleri bilmekte, hıfz. Etmekte, onları toplamakta, bu ilimleri Yahyâ ( radıyallahü anh ) âdet olarak Cum’a namazlarını neşretmekte, insanlara hatırlatmakta, öğretmekte ve o ilimleri talebeleri ile beraber, zühdü ile tanınmış olan Abdurrahmân el- tasnif etmekte çok yüksek dereceye sâhib idi. Bütün Ekkâfın ( radıyallahü anh ) İmâm olduğu câmide kılarlardı. konuşmaları âhıret ile ilgili olur, dünyalık şeylerden Hep beraber câmiye gittiler. Abdurrahmân-ı Ekkâf, müctehid bahsetmezdi. Ba’zan o bir iş ile meşgûl iken, diğer tarafta din imamlarımızın ba’zı mes’elelerde farklı ictihâd etmelerinin başka kimseler hadîs-i şerîf okurlardı. İşini bitirdikten sonra, sebeblerini ve hikmetlerini anlatan hılâf ilminden ba’zı hadîs-i şerîf okuyanın bir yanlışı oldu ise, filân hadîs-i şerîfin mes’eleleri anlatıyor, cemâat ise edeble dinliyordu. Tâlkânî ( filân yerini yanlış okudunuz buyurur, doğru şeklini söylerdi.” radıyallahü anh ) diyor ki, “Bir ara, Ekkâf hazretlerinin birşeyi yanlış söylediğini farkedip i’tirâz ettim. Orada bulunan diğer ilim sahipleri bu sözün sehven söylendiğini, edebe riâyet ederek susmamı işâret ettiler ise de, ben, yaşım küçük olduğu hâlde ve hocamın yanında çok az ders gördüğüm hâlde, diğer Ebü’l-Hayr ( radıyallahü anh ), bir müddet kendi memleketi olan Kazvîn’de, sonra Bağdad’da ders verdi. Memleketine döndükten bir müddet sonra tekrar Bağdad’a gitti. Nizamiye Medresesi’nde ders vermeye başladı. Târih-ül-Hâkim, Sünen-i Beyhekî, Sahîh-i Müslim, Müsned-i Ebî İshâk ve bunlardan başka büyük hadîs kitaplarını ve bu kitaplarda bulunan hadîs-i kaldılar. Hiç birşey söyleyemediler. Hepsi hayret ve teaccüb şerîfleri rivâyet etti. içinde kaldılar. Rivâyet edilir ki: Ahmed bin İsmâil hazretleri müderris olarak Tâc-üs-Sübkî ( radıyallahü anh ) Tabakât-ül-kübrâ isimli Nizamiye Medresesi’ne ta’yin edilince, müderrislik hil’ati eserinde, “Kerâmetlerin yirmibeş nev’i vardır” buyurdu. (elbisesi) ile geldi. Yanında fıkıh âlimleri vardı. Orada kendisini Bunlardan dokuzuncu nev’inin “Tayy-i zaman, onuncusunun diğer müderrisler, ileri gelenler, yüksek şahsiyetler karşıladılar. da “Neşr-i zaman” olduğunu bildirdi. Bunları anlamanın güç Tedris kürsüsüne oturunca duâ edildi. Tefsîr ilminden olduğunu buyurdu. Bunu, Yûsuf-i Nebhânî de Câmi’u kerâmât- anlatacaktı. Derse başlamadan önce cemâate iltifât edip, il-evliyâ isimli eserinin başında anlattı. Bu kerâmetler, kısa “Tefsîr kitaplarının hangisinden anlatmamı istersiniz?” diye zamanda çok iş yapma ma’nâsını ifâde ederler. Allahü teâlâ, sordu. Cemâat, tefsîr kitaplarından birini ta’yin ettiler. Sonra, her şeyi bir emirle, sâdece “Ol!” buyurmakla yaratmaktadır. “Hangi sûreden anlatmamı istiyorsunuz?” diye sordu. Onu da Cenâb-ı Hak için zaman mefhumu mevzûbahis değildir. ta’yin ettiler. Onların istediği yerden anlattı. Fıkıh, usûl, hılâf ve Sevdiği kullarına da, çok kısa zamanda, pek uzun zamanda diğer ilimlerde ders vereceği zaman, hep bu şekilde yapılacak işleri yaptırmaktadır. dinliyenlerin hangi mes’eleyi arzu ettiklerini sorar, neyi istiyorlarsa onu anlatırdı. Derslerinde bulunanlar onun ilminin Ebû Ahmed bin Sûkeync ( radıyallahü anh ) diyor ki: çokluğuna hayret ederlerdi. “Bağdad’da Eshâb-ı Kirâma dil uzatanlar zuhur edince, Ebü’lHayr Kazvînî ( radıyallahü anh ) bir gece bana geldi. Benimle İbn-Un-Neccâr diyor ki: “Ben hocam Ebü’l-Kâsım’dan işittim. O vedâlaşıp, helâllaştı. Memleketine (Kazvîn’e) gideceğini şöyle anlattı: Ebü’l-Hayr Kazvînî ( radıyallahü anh ), söyledi. Ben, “Burası sizin için güzel değil mi? İnsanlara fâideli Ramazân-ı şerîfte teravih namazı kıldırırdı. İnsanlardan bir oluyorsunuz” dedim. “Resûlullahın ( aleyhisselâm ) Eshâbına çoğu, cemâat olarak onun câmisine gelir, sohbetini dinlerdi. (r.anhüm) açıkça dil uzatıldığı, hakaret edildiği bir beldede Ramazân-ı şerîfin son gecelerinden birinde, teravih kalmaktan Allahü teâlâya sığınırım” buyurdu ve Bağdad’dan namazından sonra, Kur’ân-ı kerîmi sûre sûre tefsîr etti. Bu, çıkıp Kazvîn’e gitti. Orada kendisine çok hürmet ve ta’zimde sabah namazı vakti girinceye kadar devam etti. Fecir bulundular. İnsanlara fâideli olmaya orada da devam etti. doğduktan sonra, yatsının abdesti ile sabah namazını kıldırdı. Ömrünün sonuna kadar Kazvîn’de kaldı.” Sonra Nizamiye Medresesi’ne gitti. O gün ders vermek sırası onda idi. Minbere çıkıp, âdeti üzere o gün insanlara va’z etti. İmâm-ı Râfi’î’nin, Emâli isimli eserinde buyuruluyor ki: “Ebü’l- Dinliyenler onun kıymetli sözlerinden istifâde ettiler. Bağdad Hayr Kazvînî ( radıyallahü anh ) her hafta üç defa umûmî vâlisi Kutbüddîn Kaymaz, o gün Ebü’l-Hayr’ın sohbetlerine sohbet toplantısı yapar, avam ve havâsdan birçok kimse bu geldiğinde, kendisine, Ebü’l-Hayr hazretlerinin, dün gece hiç sohbete iştirâk ederdi. Bu toplantılardan birisi Cum’a günü yerinden ayrılmadan, bir oturuşta Kur’ân-ı kerîmin pekçok olurdu. 590 (m. 1194) senesi Muharrem ayının 12. Cum’a yerini tefsîr ettiğini söylediler. Kutbüddîn hayretle baktı ve “Bu günü, yine mu’tâd olan o toplantı yapılmıştı. Bu toplantıda, zor işi ancak bu zât yapabilir” dedi. Vâlinin bu sözünü işiten Muhammed aleyhisselâma en son nâzil olan âyet-i kerîmeleri Ebü’l-Hayr hazretleri iltifât edip; “Allahü teâlânın izniyle, biz bu okuyup, herbirini tefsîr etti. En son, “Öyle bir günden (kıyâmet işi yaparız. Fakat sizler dinlemeye takat getiremezsiniz” gününden) korkun ve sakının ki, o gün hepiniz Allahü teâlâya buyurdu. Onlar da, “Siz anlatın. Biz usanmadan dinleriz. Bizim döndürülüp götürüleceksiniz” (Bekâra-281) meâlindeki âyet-i için meşakkat olmaz. Bilakis, biz bundan memnun oluruz, kerîmeyi okuyup tefsîr etti ve “Bu âyet-i kerîme nâzil olduktan seviniriz” dediler. Bunun üzerine, Kur’ân-ı kerîmi başından sonra, Resûlullah ( aleyhisselâm ) efendimiz yedi günden sonuna kadar tefsîr etti. Fakat önceki geceki anlattıklarından fazla yaşamadı” buyurdu ve minberden aşağıya indi ve söylemedi. Bu sefer başka türlü tefsîr etmiş idi. Öncekini ve hastalandı. Ertesi Cum’a günü vefât etti. Ya’nî yukarıdaki sözü bugünkünü dinleyen âlimler, Ebü’l-Hayr hazretlerinin söyledikten sonra yedi günden fazla yaşamadı. Bu çok nâdir hafızasının kuvveti ve ilminin çokluğu karşısında susup görülen hâdiselerdendir. Âhırete irtihâl etme vakti kendisine bildirilmişti. Ahmed bin İsmâil-i Kazvînî ( radıyallahü anh ) birçok eserler teâlâ indinde “Sıddîk” diye yazılıdır. O seni tasdik eder. Yâ te’lîf etmiştir. Hulûliyye ve Cehmiyye bid’at fırkalarını red için Muhammed! Ömer’e de benden selâm söyle!” dedi.” yazdığı Kitâb-ül-beyân fî mesâil-il-Kur’ân Hasâis-üs-suâl ve Hatâir-ül-kuds kitabı bunlardandır. Hazreti Ebû Bekr ile Ebüdderdâ ( radıyallahü anh ) beraber bir yolda giderken, dar bir yere geldiler. Hazreti Ebüdderdâ önde. Bunlardan başka; 1- Kitâb-üs-Serdi vel-Ferd fî sahâif-il-ahbâr Hazreti Ebû Bekr arkada yürürlerdi. O sırada, karşıdan Resûl-i ve nüsehihâ el-Menkûl an-Seyyid-il-mürselîn, 2-Kitâbü- ekrem ( aleyhisselâm ) parlak ay gibi göründü. Hazreti Muhtâr-ü ehâdîs-is-sâdık-is-sadûk fî fedâil-is-Sıddîk vel-Fârûk. Ebüdderdâ’ya hitaben: “Ey Ebüdderdâ! Senden daha hayırlı 3-Hediyyetü zülelbâb fî fedâil-i Ömer bin Hattâb, 4- Kitâbü olanın önünden yürüme! Ebû Bekr, Resûller ve nebiler Kurbet-üd-dâreyn fî menâkıb-i zin-Nûreyn, 5-Kitâb-ül-erbâ’în- müstesna, üzerine güneş doğup batan kimselerin hepsinden il-müntekâ min menâkıb-il-Mürtedâ isimli kitapları da mevcût daha hayırlıdır” buyurdu. olup, son altı kitap, Süleymâniye Kütüphânesi Şehid Ali Paşa kısmı, 539 numarada kayıtlıdır. Aşağıdaki yazı, bu son altı Ebû Hüreyre ( radıyallahü anh ) şöyle rivâyet ediyor: Resûl-i kitaptan bölümler hâlinde alınmıştır. ekrem hirgün; “Bugün içinizde oruçlu olan var mıdır?” buyurunca; Hazreti Ebû Bekr, ben oruçluyum dedi. “İçinizde Muhammed bin Ahdünnasr bin Abdullah’ın ( radıyallahü anh ) kim, bugün cenâzede bulundu?” buyurdu. Hazreti Ebû Bekr, rivâyet ettiği hadîs-i şerîfte buyuruldu ki: “Her kime îmânı ben bulundum dedi. Yine: “İçinizden kim, bugün bir fakire arzettiysem, yüzünü buruşturur, terüddütle bakardı. Ancak yemek ilerdi?” buyurdu. Hazreti Ebû Bekr, ben verdim Ebû Rekr-i Sıddîk îmânı kabûl etmekte hiç tereddüt ve cevâbını verdi. duraklama etmedi.” Sonra: “İçinizden kim, bugün hasta yokladı?” buyurdu. Hazreti Ebû Hüreyre’nin ( radıyallahü anh ) rivâyet ettiği hadîs-i Ebû Bekr, ben yokladım dedi. Bunun üzerine Resûl-i ekrem ( şerîfte, Resûlullah ( aleyhisselâm ) “Kim, namaz kılanlardan aleyhisselâm ): “Bu kadar hasletlerin bulunduğu kimse, ise. Namaz kapısından çağrılır. Mücahidlerden olan, cihâd muhakkak Cennete girer” buyurdu. Cennete girmekten kapısından çağırılır. Oruç tutanlar reyyân kapısından çağrılır” maksat; hesapsız Cennete girmektir, denilmiştir. buyurunca; Hz Ebû Bekr, “Yâ Resûlallah! Bu kapıların hepsinden birden çağrılacak olan kimse olmıyacak mı?” Resûlullah efendimiz ( aleyhisselâm ) bir hadîs-i şerîfte deyince, “Evet (çağırılacak) ümid ederim ki sen onlardan buyurdu ki: “Rize her ni’met verene, iyilik edene mükâfatını olacaksın” buyurdu. verdik. Fakat, Ebû Bekr’in iyiliğinin, ikramının karşılığını veremedik. O’na, Hak teâlâ hazretleri, kıyâmette ikramda Yine Ebû Hüreyre’nin ( radıyallahü anh ) rivâyet ettiği bir bulunacak, mükâfatını verecektir. Bana Ebû Bekr’in malının hadîs-i şerîfte buyuruldu ki: “Benden sonra ümmetimin en verdiği fayda gibi hiç kimsenin malının faydası olmadı. Dost hayırlısı Ebû Bekr-i Sıddîk’tır.” Enes’in ( radıyallahü anh ) edinseydim, Ebû Bekr’i edinirdim. Fakat ben, Hak teâlânın rivâyet ettiği bir hadîs-i şerîfte buyuruldu ki: “(Mi’râc gecesi) dostuyum.” Beni semâya isrâ ettiği (çıkardığı) vakit Cebrâil’e, “Ey Cebrâil! Ümmetime hesap var mıdır?” dedim. Cebrâil aleyhisselâm, Hz Âişe şöyle rivâyet ediyor: “Resûlullah ( aleyhisselâm ) “Ümmetine hesap var, fakat Ebû Bekr bundan müstesnadır.” rahatsız iken bana, “Ebû Bekr’e gidiniz! Namazı o kıldırsın!” buyurunca, “Yâ Resûlallah! Ebû Bekr, (insanlara İmâm olmak Hazreti Ali’nin rivâyet ettiği bir hadîs-i şerîfte buyuruldu ki: için) sizin yerinize geçince çok ağlar. Ağlamasından dolayı “(Mirac gecesi) Yedinci kat semâya götürüldüğüm zaman, insanlar onun kırâatini (okumasını) anlıyamaz. Ömer Cebrâil aleyhisselâma; “Ey Cebrâil! Rabbimi ziyâret ettiğimi çağırılsın, o insanlara namaz kıldırsın” dedim. “Ebû Bekr’e Kureyş’e haber ver! dedim. O da, “Evet haber vereceğim” gidiniz! Namazı o kıldırsın” buyurdu.” Ebû Hüreyre ( dedi. Sonra ben, “Kureyş beni yalanlıyor” deyince, Cebrâil, radıyallahü anh ) şöyle rivâyet ediyor: Resûlullah ( “Yâ Muhammed! Onlar arasında Ebû Bekr vardır. O Allahü aleyhisselâm ); “Dün akşam Cebrâil aleyhisselâm bana, Cennetin sekiz kapısını, benim ve ümmetimin gireceği kapıyı Benden sonra peygamber gelmeyecektir. Eğer benden sonra gösterdi” buyurdu. Hazreti Ebû Bekr “Yâ Resûlallah! Keşke peygamber gelseydi, Ömer peygamber olurdu.” ben de sizinle olsaydım da, o kapıyı görseydim” diye arzedince, Resûlullah ( aleyhisselâm ), Hazreti Ebû Bekr’in Hazreti Âişe’nin bildirdiği hadîs-i şerîfte buyuruldu ki: “Ömer, omuzuna doğru yaklaşıp, “Sen, ümmetimden bu kapıdan ilk Cennettedir. Onun refîki Nûh aleyhisselâmdır.” giren olacaksın” buyurdu. Ebû Hüreyre ( radıyallahü anh ) şöyle rivâyet ediyor: Abdullah İbni Abbâs hazretleri şöyle rivâyet ediyor: Resûlullah Resûlullahın ( aleyhisselâm ) yanında idim. Bu sırada Hazreti efendimiz ( aleyhisselâm ) buyurdu ki: “Cennete birisi girer ki, Ebû Bekr ile Hazreti Ömer geldiler. Resûlullah ( aleyhisselâm Cennette bulunanların hepsi kalkıp onu karşılar: “Merhaben ); “Beni ikinizle kuvvetlendiren Allahü teâlâya hamdolsun” ileynâ, merhaben ileynâ (Hoşgeldin, hoşgeldin. Başımız üzre buyurdu. yerin var) derler.” Hazreti Ebû Bekr, “Yâ Resûlallah! Bu kimsenin ameli nedir?” diye suâl edince, “Yâ Ebâ Bekr! O kimse sensin” buyurdu. Bir hadîs-i şerîfte buyuruldu ki: “Her peygamberin bir refîki vardır. Benim Cennetteki refîkim Ebû Bekr’dir.” Ebû Hüreyre ( radıyallahü anh ) şöyle rivâyet etti: Resûlullah ( aleyhisselâm ) birgün Cebrâil aleyhisselâm ile beraber otururlarken, Hazreti Ebû Bekr-i Sıddîk geldi. Resûlullah ( aleyhisselâm ) “Bu, Ebû Kuhâfe’nin oğlu Ebû Bekr’dir. Ey Cebrâil! Sen onu tanıyor musun?” buyurdu. Cebrâil aleyhisselâm: “O, gökte yerden daha meşhûrdur. Melekler onu Kureys’in halimi, olarak bilirler. Ondan, senin hayâtında vezirin, vefâtından sonra da halîfen olarak bahsediyorlar” dedi. Bilâl’in ( radıyallahü anh ) rivâyet ettiği bir hadîs-i şerîfte buyuruldu ki:’ “Allahü teâlâ hakkı Ömer’in dili ve kalbi üzerine koymuştur.” İbn-i Ömer’in ( radıyallahü anh ) rivâyet ettiği bir hadîs-i şerîfte buyuruldu ki: “Allahü teâlânın rızâsı, Ömer’in rızâsı, Ömer’in rızâsı, Allahü teâlânın rızâsıdır.” Abdullah İbni Ömer’in (r.anhümâ) bildirdiği hadîs-i şerîfte buyuruldu ki; “Bütün insanlar, âhırette kurtuluşu umarlar. Lâkin, Eshâbıma dil uzatanlar müstesna. Âhırette ehl-i mevkîf (mahşer yerinde toplananlar) onlara la’net eder.” Enes bin Mâlik’in ( radıyallahü anh ) rivâyet ettiği bir hadîs-i şerîfte buyuruldu ki: “Şeyhayne (Hazreti Ebû Bekr ile Hazreti Ömer’e) dil uzatmayınız.” Abdullah İbni Mes’ûd ( radıyallahü anh ) şöyle rivâyet ediyor: Resûlullah ( aleyhisselâm ), “Şimdi size Cennet ehlinden birisi geliyor” buyurdu. O sırada Hazreti Ebû Bekr çıkageldi. Resûlullah efendimiz daha sonra, “Cennet ehlinden birisi yanınıza geliyor” buyurdu. Bunun üzerine Ömer ( radıyallahü anh ) çıkageldi. Ebû Sa’îd-i Hudrî ( radıyallahü anh ) şöyle anlattı: “Resûlullah ( aleyhisselâm ) Hazreti Ebû Bekr ve Hazreti Ömer’e, “Ey Ebû Bekr ve Ömer! Vallahi ben sizin ikinizi de seviyorum. Benim sizi sevmem sebebiyle, vallahi Allahü teâlâ da sizi seviyor. Allahü teâlâ sizi sevdiği için, vallahi melekler de sizi seviyor. Hazreti Ali’nin rivâyet ettiği bir hadîs-i şerîfte buyuruldu ki: Sizi sevenleri Allahü teâlâ da sever. Size vâsıl olana, Allahü “Ömerin gadabından, hışmından korkunuz. Çünkü o gadab teâlâ da vâsıl olur. Size buğz edene, Allahü teâlâ da buğz edince, Allahü teâlâ da gadab eder.” eder” buyurdu.” Hazreti Ebû Hüreyre’nin rivâyet ettiği bir hadîs-i şerîfte Abdullah bin Hatab ( radıyallahü anh ) rivâyet ediyor: buyuruldu ki: “Ömer, Cennet ehlinin ışığı ve İslâmın nûrudur.” “Resûlullahın ( aleyhisselâm ) yanında idik. Ebû Bekr ile Ömer’e (r.anhüm) baktılar. “Bu ikisi, benim için kulak ve göz Ukbe bin Âmir’in ( radıyallahü anh ) rivâyet ettiği bir hadîs-i şerîfte buyuruldu ki: “Ben, peygamberlerin sonuncusuyum. mesabesindedir” buyurdular.” Ebû İmrân Hânî’nin ( radıyallahü anh ) rivâyet ettiği bir hadîs-i biriniz Uhud dağı kadar altın sadaka verse, Eshâbımdan şerîfte, Resûlullah ( aleyhisselâm ) efendimiz buyurdu ki: birinin bir müd arpası kadar sevâb alamaz.” “İslâmda ilk sevâba kavuşan, Ebû Bekr ile Ömer’dir. Onların sevâblarını anlatmakla bitiremem.” Bir hadîs-i şerîfte buyuruldu ki: “Cehenneme girmesi lâzım gelen yetmiş bin günahkâr müslüman, Osman’ın şefaati ile, Abdullah bin Ebû Safvân’ın ( radıyallahü anh ) rivâyet ettiği bir sualsiz, hesapsız Cennete girecektir.” hadîs-i şerîfte buyuruldu ki: “Benim Eshâbımdan iki kişi vardır ki; biri yumuşaklıkla, diğeri de sertlikle emreder. Her ikisi de Resûl aleyhisselâmın yanına Hazreti Osman gelince, Resûl isâbet edicidir. Bunlar, Ebû Bekr ile Ömer’dir.” aleyhisselâm, etekleri ile mübârek ayaklarını örttü. Hazreti Âişe bunun sebebini sorduğunda; “Ondan melekler haya İbn-i Ömer’in ( radıyallahü anh ) rivâyet ettiği bir hadîs-i şerîfte ediyor. “Ben haya etmezmiyim?” buyurdu. buyuruldu ki: “Her peygamberin iki emîn veziri vardır. Benim semâ ehlinden iki vezirim Cebrâil ile Mikâil aleyhisselâm ve Zeyd bin Erkam şöyle anlatıyor: “Resûlullah ( aleyhisselâm ) yerdeki iki emînim ve vezirim ise, Ebû Bekr ile Ömer’dir.” birgün beni, kendilerini Cennet ile müjdelemem için Ebû Bekr, Ömer ve Osman’a (r.anhüm) gönderdi.” Rıdvân-ı Semmân ( radıyallahü anh ) şöyle anlattı: “Benim bir komşum vardı. Hem evde, hem de işyerinde komşum olurdu. Abdullah İbni Abbâs hazretlerinin bildirdiği bir hadîs-i şerîfte Bu kimse, Hazreti Ebû Bekr ile Hazreti Ömer’e çok dil buyuruldu ki: “Ben ilmin şehriyim, Ali onun kapısıdır.” uzatıyordu. Bu düşüncesinin çok bozuk olduğunu anlatmak için, kaç defa gayret ettiysem de fâideli olamadım. Bozuk inancından vazgeçmiyordu. Bu yüzden, ben kendisini hiç sevmezdim. Birgün, bu iki büyük zâta yine dil uzattı. Ben de orada idim. Mâni olmak istedim. Hakaretinden vaz geçmediği gibi, bana hücum etti. Oradan ayrılıp, mahzûn ve gamlı olarak eve gittim. Yatsı namazından sonra, bu hüzün ve gam ile uyudum. Rü’yâmda Resûlullah efendimizi gördüm. “Yâ Resûlallah! Filân kimse, hem ev, hem de dükkân komşum oluyor. Fakat sizin Eshâbınıza dil uzatıyor” dedim. “Eshâbımdan kime dil uzatıyor?” buyurdu. “Ebû Bekr ile Abdullah İbni Ömer (r.anhümâ) şöyle anlatıyor: Resûlullah ( aleyhisselâm ) Hazreti Ali’ye buyurdu ki: “Ey Ali! Sen Cennettesin. Ey Ali! Sen Cennettesin. Ey Ali! Sen Cennettesin.” Ebû Hamra’nın ( radıyallahü anh ) rivâyet ettiği bir hadîs-i şerîfte, Resûlullah ( aleyhisselâm ) buyurdu ki: “Âdem aleyhisselâmın ilmini, Nûh aleyhisselâmın anlayışını, İbrâhim aleyhisselâmın hilmini, Yahyâ bin Zekeriyyâ aleyhisselâmın zühdünü görmek isteyen, Ali bin Ebî Tâlib’e baksın.” Ömer’e (r.anhüm) dedim. “Şu büyük bıçağı al! O kimsenin Hazreti Huzeyfe’nin rivâyet ettiği bir hadîs-i şerîfte buyuruldu boynunu kes!” buyurdu. “Peki efendim” deyip bıçağı aldım. O ki: “Allahü teâlâ, İbrâhim aleyhisselâmı dost edindiği gibi, beni kimseyi yakalayıp yere yatırdım ve o bıçakla boynunu kestim. de dost edindi. Cennette benim köşküm ile İbrâhim Bıçağı toprak ile sildim. Elime o kimsenin kanı sürülmüştü. O aleyhisselâmın köşkü karşı karşıyadır, ikisinin arasında Ali bin sırada uyandım. Bir de ne duyayım. O komşumuzun evinden Ebî Tâlib’in köşkü vardır.” feryâd sesi geliyordu. Hizmetçiye, “Git bak bakalım! Bu ses nedir?” dedim. Hizmetçi dönünce, “Komşumuz olan filân Hadîs-i şerîflerde buyuruldu ki: kimse gece aniden ölmüş” dedi. Sabah olduğunda evine gittim. Hakîkaten ölmüş idi ve boynunda da kesik izi vardı.” “Eğer siz, benim bildiğimi bilmiş olsaydınız, az güler, çok ağlardınız.” Ebû Sa’îd-i Hudrî’nin ( radıyallahü anh ) rivâyet ettiği bir hadîsi şerîfte buyuruldu ki: “Eshâbımın hiçbirine dil uzatmayınız. “Sizden birisi namaz kıldığı zaman, konuşmadığı ve namaz Onların şanlarına yakışmayan birşey söylemeyiniz! Nefsim kıldığı yerden ayrılmadığı müddetçe, melekler o kimse için; yed-i kudretinde olan Allahü teâlâya yemîn ederim ki, sizin “Allahım! Onu af ve mağfiret eyle! Ona merhamet eyle” diye duâ ederler.” “Muhammed’in nefsi kudret elinde bulunan Allahü teâlâya Soran kimse, “Sonra hangisidir?” diye suâl edince, “Hacc-ı yemîn ederim ki, oruçlunun ağız kokusu, Allahü teâlâ indinde mebrûrdur (kabûl olunmuş hacdır).” buyurdu. misk kokusundan daha hoştur. Allahü teâlâ, “Kulum, oruç için vereceğim mükâfattan dolayı, yemesini, içmesini ve şehvetini “Müslümanın, müslüman üzerinde beş hakkı vardır: Selâmına terkediyor. Orucun karşılığını ben veririm” buyurur.” cevap vermek, hastasını yoklamak, cenâzesinde bulunmak, da’vetine gitmek ve aksırıp elhamdülillah diyene, “Bana itaat eden, Allahü teâlâya itaat etmiş olur. Bana karşı yerhamükellah demek.” gelen, Allahü teâlâya karşı gelmiş olur.” “Sizden birisi İmâm olduğu zaman, namazı hafif kıldırsın. Çünkü onlar arasında, zaîf, yaşlı ve hasta olabilir. Sizden birisi yalnız kıldığı zaman, istediği kadar uzatsın.” Ebû Hüreyre’nin ( radıyallahü anh ) bildirdiği hadîs-i şerîflerde buyuruldu ki: “Beş vakit namaz ve Cum’a namazı, büyük günahlardan sakınan kimse için, aralarında işlenen küçük günahlara keffârettir.” “Muhammed’in nefsi kudret elinde bulunan Allahü teâlâya 1) Tabakat-üş-Şâfiiye cild-6, sh. 7 2) Şezerât-üz-zeheb cild-4, sh. 300 3) Keşf-üz-zünûn sh. 341, 705 4) Hediyyet-ül-ârifîn cild-1, sh. 88 5) Mu’cem-ül-müellifîn cild-1, sh. 167 yemîn ederim ki, îmân etmedikçe Cennete giremezsiniz. Birbirinizi sevmedikçe, kâmil bir îmân ile îmân etmiş olamazsınız. Size, riâyet ettiğiniz takdîrde birbirinizi çok seveceğiniz bir şeyi bildireyim mi?” Eshâb-ı Kirâm, “O şey KEFEVÎ nedir, yâ Resûlallah?” dediler. “Aranızda selâmı yayınız” buyurdu. Osmanlılar zamanında yetişen Hanefî mezhebi fıkıh âlimlerinden. İsmi, Hüseyn bin Rüstem’dir. Kefevî diye meşhûr “La ilahe illallah diyen ve iyiliği emredip kötülükten alıkoyan bir olmuştur. Aslen bugünkü Kırım’da bulunan Kefe’dendir. kimse bulunduğu müddetçe, kıyâmet kopmaz.” Doğum târihi kesin olarak bilinmemektedir. 1010 (m. 1601)’da Mekke’de vefât etti. “Bir kimse farz olan namazı kılar, fakat namazın rükû’unu, secdesini, tekbîrini ve onda tazarrûyu (yalvarmayı) tam Memleketinde zamanının âlimlerinden aklî ve naklî ilimleri yapmazsa, o kimse sermâyesini bitiren tüccâra benzer.” tahsil etti. Daha sonra İstanbul’a gelip Medîne-i münevvere kadısı Dâvûd-zâde Efendi’nin hizmetinde bulunup, ilim tahsil Peygamberimiz ( aleyhisselâm ); “En büyük hırsız, kendi etti ve onun yanında mülâzim (stajyer) olarak vazîfe yaptı. namazından çalan kimsedir” buyurdu. “Yâ Resûlallah! Bir Niksâri-zâde ile ilmî sohbetlerde bulundu. İlmî olgunluğa kimse kendi namazından nasıl çalar?” diye sordular. ulaştıktan sonra 990 (m. 1582) târihinde, Ca’fer Efendi’den “Namazın rükû’unu ve secdelerini tamam yapmamakla” boşalan Fatma Sultan Medresesi’ne müderris ta’yin olundu. buyurdu. 993 (m. 1585)’de Şah Hüban Hâtun Medresesi müderrisliğine “Safları, doğru ve düzgün yapmak, namazın güzelliğindendir.” “Birisi Resûlullaha ( aleyhisselâm ), “En faziletli amel hangisidir?” diye suâl etti. “Allahü teâlâya îmândır” buyurdu. “Sonra hangisidir?” dedi. “Allah yolunda cihâddır” buyurdu. nakl edildi. 1002 (m. 1593) senesinde Sahn-ı semân medreselerinden birine, bir sene sonra Yavuz Selîm Medresesi’ne ve 1004 (m. 1595)’de Süleymâniye medreselerinden birine müderris olarak ta’yin olundu. 1007 (m. 1598) senesinde Kudüs kadılığına, 1008 (m. 1599) senesinde de Mekke-i mükerreme kadılığına nakl edildi. 1010 (m. 1601) senesinde bu vazîfeden alındı. Aynı sene içinde niyetlendik. Fakat denizden mi, karadan mı gitmemiz gerektiği Mekke-i mükerremede vefât etti. husûsunda tereddüt ettik. Denizden gidersek batma tehlikesi var, karadan gidersek çok yorgunluk olacak diye, içimizde Kefevî Hüseyn Efendi âlim, faziletli, asrındaki irfan ehlinin en vesveseler çoğaldı. Kur’ân-ı kerîmden bir sayfayı açtım: ileri gelenlerindendi. Hoş sohbetli olup, güzel söz ve şiir “Korkmayın zira ben sizinle beraberim, işitirim ve görürüm” söylerdi. Herkesle hoş geçinen, kimseyi kırmamaya çalışan, meâlindeki Tâhâ sûresi 46. âyet-i kerîmesi çıktı. Kalbimin tam zarif yaradılışlı bir zât idi. rahat etmesi için tekrar açtım, “Görmedin mi ki, Allah, bütün Nakl edilir ki: Sahn-ı semân Medresesi müderrisleri, Kudüs kadılığını kabûl edip gitmezlerdi. Kefevî Hüseyn Efendi, Kudüs kadılığına ta’yin olununca kabûl etti. Bunun üzerine neden yerdekileri ve emriyle denizde akıp giden gemileri hep sizin hizmetinize bağlı kıldı” meâlindeki Hac sûresi 65. âyet-i kerîmesi çıktı ve yoculuğumuz bunun üzerine denizden oldu. gitmek istediğini sordular. Onlara cevap olarak; “Bu günahkar Bir gece çok sevindirici bir rü’yâ gördüm. Uyandığım zaman bedenimi, o mukaddes topraklarla temizlemek isterim. Onun bu rü’yânın şeytanî mi rahmânî mi olduğu husûsunu için bu vazîfeyi kabûl ettim. Ümid ederim ki topraktan düşündüm, İmâm-ı Süyûtî’nin “Câmi’-us-sagîr” adlı hadîs-i yaradılmış olan bu vücûdum, o bereketli toprakların te’sîriyle şerîf kitabını açtım. Peygamber efendimizin: “Sâlih mü’minin ateşten kurtulur” dedi. Orada ölmek istediğine işâret ederek rü’yâsı Allahü teâlâdan bir müjdedir” meâlindeki hadîs-i şerîfi ta’yin olunduğu Kudüs kadılığına, bütün tanıdık ve çıktı. Rü’yâmın rahmânî olduğunu anladım. arkadaşlarıyla helâllaştıktan sonra gitti. Hüseyn Kefevî’nin birçok kıymetli eserleri vardır. Bu eserleri Ta’yin olunduğu Kudüs kadılığına giderken feyz ve şunlardır. 1-Ta’lîkâtün alâ sahîh-i Müslim, 2- Ta’lîkâtün alâ bereketlenmek için Sultan İkinci Bâyezîd’in kabrini ziyâret sahîh-i Buhârî, 3- Şerh-i Gülistan (Türkçedir), 4- Rûznâme fî ettikten sonra, yoldan geçerken Maymuncu Deli Mehmed menâkıb-il-ulemâ vel-meşâyıh vel-fudalâ, 5- Sevânih-ut- dedikleri zâtı gördü. Saygıyla elini öpüp, duâsını istedi. Tefe’ül ve levâih-ut-Teveffül, 6- Şerh-i Divân-ı Hâfız, 7-Şerh-u Yanında bulunanlar, bu zâtın elini öpmesine şaşırdılar. O Lâmiyyet-il-acem lit-Tugrâî, 8-Niksârî-zâde ile olan makaleleri. kimselere; “Mehmed Dede evliyânın büyüklerindendir. O kendini gizlemek için bu işi yapmaktadır. Benim bu şekilde o zâtın elini öpüp duâsını istemem, hâdiselere dünyâ gözüyle bakan kimselere ibret olması içindir” dedi. 1) Mu’cem-ül-müellifîn cild-4, sh. 7 Hüseyn el-Kefevî, bir eserinde evliyânın büyüklerinden olan 2) Hulâsat-ül-eser cild-2, sh. 121, 122 Ya’kûb-i Çerhî hazretlerinden şöyle bahseder: “Ya’kûb-i Çerhî’nin, Şâh-ı Nakşibend Behâüddîn Buhârî ile müşerref olması, Allahü teâlânın ona ihsânıdır. Ya’kûb-i Çerhî’nin birçok üstünlüklerine ve kerâmetlerine vefât etmiş oldukları hâlde şâhid oldum. Evliyânın büyüklerinden olduğunu anladım. 3) Esmâ-ül-müellifîn cild-1, sh. 321 4) Keşf-üz-zünûn sh. 554, 1782 5) Şakâyık-ı Nu’mâniyye zeyli (Atâî) sh. 454 Birgün, onun için Kur’ân-ı kerîmden hangi sayfanın çıkacağını düşünüp açtım ve Kur’ân-ı kerîmden: “Onlar (peygamberler) 6) Kâmûs-ül-a’lâm cild-3, sh. 1959 Allahü teâlânın hidâyetine eriştirdiği kimselerdir. Sen de onların gittiği yoldan yürü (Onların tevhîd yolunda bulun).” 7) Tam İlmihâl Se’âdet-i Ebediyye sh. 1028 meâlindeki En’âm sûresi 90. âyet-i kerîmesi çıktı ve Ya’kûb-i Çerhî’nin büyüklüğünü iyice anladım” Kendisi anlatır: Memleketim olan Kefe’den 985 (m. 1577) senesinde annem ve babamla birlikte İstanbul’a göç etmeye 8) Osmanlı Müellifleri cild-1, sh. 276 benim onlardan, onların da benden uzak olduklarını haber ver. Allahü teâlâya yemîn ederim ki, onlardan birinin Uhud dağı kadar altını olsa, onu Allah yolunda harcasalar, kadere KEHMES BİN HASEN ET-TEMÎMÎ Büyük bir hadîs âlimi. Künyesi, Ebu’l-Hasen’dir. Doğum târihi bilinmemektedir. 149 (m. 766) senesinde vefât etti. Ebu’tTufeyl, Abdullah bin Büreyde, Abdullah bin Şakîk, Yezîd bin Abdullah bin Şuheyr ve daha başka âlimlerden hadîs-i şerîf rivâyet etmiştir. Ondan da oğlu Avn, el-Kettân, İbn-i Mübârek, Vekî’, Mu’temir bin Süleymân, Süfyân bin Hubeyb, Muaz bin Muaz gibi âlimler (r.anhüm) hadîs-i şerîf bildirmişlerdir. Rivâyet ettiği hadîs-i şerîfler, meşhûr altı hadîs kitabında (Kütüb-i sitte’de) mevcûttur. İbn-i Muin, Ebû Dâvûd, İbn-i Hibbân onun sika, (ya’nî hadîs-i şerîf husûsunda güvenilir ve itimâd edilir) bir âlim olduğunu zikrederler. Resûlullahtan ( aleyhisselâm ) rivâyet ettiği bir hadîs-i şerîf şöyledir: Kehmes bin Hasen, Abdullah bin Şakîk’den şöyle rivâyet etmiştir: Mihcân bin Ezre’ şöyle anlattı: Resûlullah efendimiz ( aleyhisselâm ) ile beraber Medîne-i münevvere’nin dışında bir yere gitmiş, dönüşümüzde, Mescid-i Nebevî’nin kapısına kadar gelmiştik. Orada namaz kılan birisini gördük. Ben dedim ki: “Yâ Resûlallah! Bu falancadır. Medîneliler arasında en çok namaz kılan budur.” Bunun üzerine Resûlullah efendimiz, “Sakın ona bunu duyurma, yoksa helakine vesîle olursun” buyurdular. îmân etmedikleri müddetçe, Allahü teâlâ onun bu infâkını (harcamasını) kabûl etmez. Bana babam, Ömer bin Hattab ( radıyallahü anh ) anlattı. Dedi ki: Resûlullahın ( aleyhisselâm ) yanında idik. O vakit, ay doğar gibi bir zât yanımıza girdi. Elbisesi çok beyaz, saçları pek siyah idi. Üzerinde toztoprak, ter, gibi yolculuk alâmetleri görünmüyordu. Resûlullahın eshâbı olan bizlerden hiçbirimiz onu tanımıyorduk. Ya’nî görüp, bildiğimiz kimselerden değildi. Resûlullahın ( aleyhisselâm ) huzûrunda oturdu. Dizlerini, Resûlullahın ( aleyhisselâm ) mübârek dizlerine yanaştırdı. O mübârek zât ellerini Resûl-i ekrem efendimizin mübârek dizleri üzerine koydu. Resûlullaha sorarak, yâ Resûlallah! Bana İslâmiyeti, müslümanlığı anlat, dedi. Resûl-i ekrem efendimiz buyurdu ki: “İslâmın şartlarından birincisi Kelime-i şehâdet getirmektir. (Eşhedü enlâ ilahe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühü ve resûlüh) Yerde ve gökte, O’ndan başka, ibâdet edilmeğe hakkı olan ve tapılmağa lâyık olan hiçbir şey ve hiçbir kimse yoktur. Yalnız Allahü teâlâ vardır. Hakîkî ma’bûd, ancak Allahü teâlâdır. Abdullah’ın oğlu Muhammed, Allahü teâlânın kulu ve Resûlüdür. (Ya’nî peygamberidir diye söylemendir) namaz kılman, zekât vermen, Ramazan-ı şerîf orucunu tutman, gücün yeterse, ömründe bir kerre hac etmen.”buyurdu. O zât bu cevapları işitince “Doğru söyledin” dedi. Bunun üzerine babam (Hazreti Ömer) “Biz onun bu Kehmes ( radıyallahü anh ), Abdullah bin Büreyde’den, o da sözüne şaştık. Çünkü hem soruyor, hem de verilen cevâbın Yahyâ bin Ya’mes’den rivâyet etti: doğru olduğunu tasdîk ediyor” dedi. Bu zât yine sorarak; yâ Resûlallah; îmânın ne olduğunu “bana bildir” dedi. Resûlullah “Basra’da kader hakkında ilk önce Ma’bed el-Cühenî efendimiz, “Allahü teâlâya O’nun meleklerine, kitaplarına, konuşmuştu. Ben ve Humeyd bin Abdurrahmân el-Hımyerî, Peygamberlerine ve âhıret gününe, kadere, hayrın ve şerrin hac veya umre yapmak için yola çıkmıştık. Aramızda, Allahü teâlâdan olduğuna inanmandır” buyurdu. O zât yine, “Resûlullahın ( aleyhisselâm ) eshâbından (r.anhüm) birine “Doğru söyledin” dedi. Bu defa, “İhsânın ne olduğunu bana rastlasak da, şu adamların kader hakkındaki sözlerini sorsak” bildir” dedi. Resûlullah ( aleyhisselâm ), “Allahü teâlâya, O’nu diye konuştuk. Bir müddet sonra, mescide girerken Abdullah görüyormuşsun gibi, ibâdet etmendir. Her ne kadar sen O’nu bin Ömer bin el-Hattâb ile karşılaştık. Hemen yanına gidip; görmüyorsan da, O seni görmektedir...” buyurdu. “Ey Ebû Abdurrahmân! Bizim o taraflarda ba’zı kimseler çıktı. Bunlar Kur’ân-ı kerîm okuyorlar ve ilimle de meşgûl oluyorlar. Kader diye bir şey tanımıyorlar. Hâdiselerin, Allahü teâlânın takdîr ve ilmi olmadan kendiliklerinden meydana geldiğini söylüyorlar” dedik. Bunun üzerine Abdullah bin Ömer hazretleri, “Sen onlarla karşılaştığın zaman, kendilerine, Kehmes hazretlerinin kıymetli sözleri ve menkıbeleri: O birisine şöyle dedi: “Ben öyle bir hatâ işledim ki, kırk seneden beri onun için, ağlıyorum.” O zât, “O hatâ nedir?” diye sorunca şöyle anlattı: “Beni bir dostum, ziyârete gelmişti. Onun için balık satın aldım. Pişirip yedirdim, sonra, elinin yağı ¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾ ile bulaşığı gitmesi için, evin yakınında bulunan komşunun duvarından bir miktar, toprak aldım. Fakat komşumun haberi yoktu. Misâfirime elini temizlettim. Ben niçin komşunun duvarından o toprağı aldım diye, hâlâ onun pişmanlığı içerisindeyim, işte bunun için ağlıyorum” dedi. Kehmes ( radıyallahü anh ) kul hakkına çok dikkat ederdi. Böyle bir hakkın üzerinde bulunmasından çok korkardı. O, bir gün yolda giderken bir dinarını düşürmüştü. Onu aramak için 1) Hilyet-ül-evliyâ cild-6, sh. 211 2) Tehzîb-üt-tehzîb cild-8, sh. 450 3) Tabakât-ı İbn-i Sa’d cild-7, sh. 720 4) Kuşeyrî cild-1, sh. 289 5) Tezkiret-ül-huffâz cild-1, sh. 174 geri döndü. Nihâyet buldu. Allahü teâlâya hamd etti. Fakat bu sefer şunu düşündü. Bu dinar benim mi, yoksa başkasının mı! Ya başkasının ise, o zaman başkasının hakkını almış olacağım diyerek onu almaktan çekindi. KEMÂLEDDÎN BEYÂDÎ Kehmes hazretleri kireç işçiliği yapar, her gün belirli bir ücret alırdı. Akşam olunca, eve gitmeden önce, kazanmış olduğu Hanefî mezhebi fıkıh âlimi ve İstanbul’un meşhûr kadılarından. ücretin bir kısmı ile meyve alır, onu annesine götürürdü. O İsmi, Ahmed bin Hasen bin Sinân olup, lakabı Kemâlüddîn’dir. annesine çok hizmet eder ve devamlı gönlünü alırdı. Beyâdî diye meşhûrdur. 1044 (m. 1634) senesinde İstanbul’da doğdu. Aslen Bosnalıdır. 1098 (m. 1687) senesinde İstanbul’a Annesinin hatırını hiç kırmaz, sözlerini yerine getirmekte yakın bir yerde vefât etti. büyük gayret gösterirdi. Beyâdî ilk olarak babasından ilim öğrendi. Sonra Yahyâ Kehmes’in ba’zı arkadaşları zaman zaman yanına gelir, Minkâri ve zamanının büyük âlimlerinin derslerine devam etti. otururlar idi. Bir gün annesi, “Evlâdım! Senin arkadaşlarını Babası ile birlikte hacca gitti. Babası Mekke-i mükerremede pek beğenmiyorum. Bir daha onlarla oturup kalkma, demişti. kadı iken, Beyâdî, burada Şemseddîn Bâbilî’nin derslerine Bunun üzerine, Kehmes ( radıyallahü anh ) arkadaşlarının devam etti. Şemseddîn Bâbilî ona icâzet verdi. yanına gidip, annesinin sözlerini aynen nakledip, bir daha kendisini aramamalarını söyledi. Beyadî’nin bütün ilimlerde asıl hocası, Molla Çelebi diye bilinen Muhammed bin Ali Âmidî’dir. Molla Çelebi, çok büyük Kehmes hazretleri nefsine hiç fırsat vermez, her zaman onu bir âlim idi. kınardı. Bir gün ve gecede bin rek’at namaz kılardı. Biraz yorgunluk hâsıl olduğu zaman nefsine: “Ey nefsim kalk. Sen Beyâdî ilim tahsilini tamamladıktan sonra çeşitli yerlerde ders her kötülüğün başısın. Vallahi senden, Allah için bir an bile vermeye başladı. Talebeler ondan çok faydalandı. Asrındaki memnun değilim.” büyük âlimler, Beyâdî’yi çok medh ettiler. Uzun müddet Osmanlı Devleti’nin muhtelif yerlerinde kadılık yapan Beyâdî, Kehmes bin Hasan ( radıyallahü anh ), Mekke-i adâletten hiç ayrılmadı. İnsanların ayıplaması ve kınaması, mükerremede kırkbin dinara bir ev satın almış, aldıktan sonra onun, hak ve doğru neyse, o çizgide yürümesine mâni da bir hayli masraf yapmıştı. Bir ikindi namazından sonra olamadı. Fıkıh ilminde ve hüküm vermekte çok mahir idi. İlmi onun ziyâretine geldiler. Birisi evin tavanlarına doğru ve fazileti her tarafta duyuldu, ilmi ile âmil bir zât idi. bakarak, böyle bir evin olduğu için çok seviniyorsundur herhalde, deyince, “Vallahi değil, kırkbin dört dirheme de Beyâdî, 1077 (m. 1666) senesinde Haleb’e kadı olarak ta’yin almış olsaydım, yine sevinmezdim. Önemli olan hayırlı oldu. Haleb halkı ona çok kıymet verdi. Buradan Bursa olmasıdır” buyurdu. kadılığına ta’yin edildi. 1083 (m. 1672) senesinde Mekke-i mükerreme kadısı oldu. Burada muhtelif ilimlere dâir dersler 3) Hulâsat-ül-eser cild-1, sh. 181 verdi. İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfe hazretlerinin yazmış olduğu risalelere kendisinin yazdığı “İşârât-ül-merâm min ibârât-il- 4) İşârât-ül-merâm mukaddimesi. Îmân” isimli şerhi, talebelere okuttu. Şerh, çok çeşitli mevzûları ihtivâ etmektedir. Gayet güzel yazılmıştır. 1086 (m. 1675) senesinin sonlarına doğru, İstanbul’a kadı olarak alındı. Sonra Rumeli kadıaskerliğine getirildi. Beyâdî’nin yazmış olduğu eserlerden ba’zıları şunlardır: 1Sevânih-ül-ulûm: Altı ilme dâir mevzûları ihtivâ eder. İsminin KEMÂLÜDDÎN İBN-İ ADÎM (Ömer bin Ahmed) Sevânih-ul-mutârahat olması da muhtemeldir. Yazması, Hanefî mezhebi fıkıh, hadîs ve târih âlimi. İsmi, Ömer bin İstanbul’da Süleymâniye Kütüphânesi’ndedir. 2- El-Fıkh-ül- Ahmed bin Hibetullah bin Muhammed bin Hibetullah’tır. ebsât, 3-İşârât-ül-merâm. Künyesi Ebü’l-Kâsım olup, lakabı Kemâlüddîn’dir. İbn-i Adîm İşârât-ül-merâm adlı eserin mukaddimesinden bir bölüm: Dînî esaslarını, Kur’ân-ı azîmüşşânın muhkem âyet-i kerîmeleri ile beyân eden Allahü teâlâya hamd eder, Resûlullaha ( aleyhisselâm ) ve insanları O’nun Sünnet-i seniyyesine da’vet eden Âline, Eshâbına (r.anhüm) ve kıyâmete kadar onlara ihsân ile tâbi olan âlimlere salât ve selâm ederim. Dînin esaslarının tedvinini (düzenlenmesini) ilk önce İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfe yaptı. İmâm-ı a’zam, dînin esaslarına dâir ilk eseri yazdığı gibi, dînin esaslarını kat’î delîllerle de sağlamlaştırmıştır. Ebû Mansûr Abdülkâhir bin Tâhir Temîmî “Et-Tebsîret-ül-Bağdâdiyye” isimli eserinde şöyle demektedir: “Fıkıh âlimlerinden ve Ehl-i sünnet vel-cemâatin mütekellimînin (kelâm âlimlerinin) ilki Ebû Hanîfe’dir. Akâid mevzûunda Ehl-i sünneti müdâfaa ve desteklemek üzere “El-Fıkh-ül-ekber” ve “Er-Risâle” ismindeki eserlerini yazdı. Haricîler, Eshâb-ı Kirâma düşman olan ve dil uzatanlar, Kaderiler ve dinsizler ile münâzaralarda bulundu. O zaman bu sapık fırkaların mensûpları, Basra’da bulunuyordu. Bu sebeble yirmi küsur defa Basra’ya gitti. Onların sapık fikirlerini en açık ve kat’î delîllerle çürüttü. Kelâm ilminde parmakla gösterilir hâle geldi.” diye bilinir. 588 (m. 1192) senesinde Haleb’de doğup, 660 (m. 1262) târihinde Kâhire’de vefât etti. Dedeleri, dört nesil Şam kadılığı yapmış olan İbn-i Adîm’in babası da Şam kadısı idi. Babasından, amcası Ebû Ganem Muhammed, İbn-i Taberzed, iftihar Kindi ve Hârestâni’den hadîs-i şerîf dinledi. Yine Şam, Haleb, Kudüs, Hicaz ve Irak’da birçok âlimden ilim öğrenip hadîs-i şerîf dinledi. Din ve fen ilimlerinde mütehassıs olan Kemâlüddîn İbni Adîm, Haleb’de Şadbaht Medresesi’nde dersler verdi, kıymetli eserler yazdı. Kendisinden sorulan suâllere cevaplar verdi. Kendisine has, çok güzel bir hattı vardı. Sultanların mektûplarını yazar, onlara emr-i ma’rûfta bulunurdu. Melik Azîz ve Melik Nasır’a yakınlığı vardı. Bir ara Haleb kadılığı da yaptı. Moğolların şehri işgali üzerine Kâhire’ye gitti. Orada vefât etti. Allahü teâlânın dînine hizmet için durmadan çalıştı. Vakitlerini ilim öğrenmek, öğretmek ve kitap yazmakla geçirirdi. İnsanlara emr-i ma’rûf yapar, Allahü teâlânın emir ve yasaklarını öğrenip, onlara riâyet etmelerini söylerdi. Kemâlüddîn İbni Adîm, devamlı yazı ile meşgûl olurdu. Yolculuğa çıkacağı zaman, iki katır arasına bağlanmış bir taht-ı revana biner, oraya oturup, yolculuk boyunca yazı yazardı. Mısır’a ve Bağdad’a elçi olarak gönderildi. Kemâlüddîn İbni Adîm, fakirlere iyi muâmele eder, onlara iyilikte bulunur, ihtiyâçlarını giderirdi. Eserleri: “Bugyet-üt-taleb fî târih-il-Haleb”: Haleb 1) Mu’cem-ül-müellifîn cild-1, sh. 192 târihidir. “Def-üz-zulüm vet-tecerrî an Ebi’lMe’arrî”, “Derârî fî zikr-iz-zerâri”: Bu eserini 2) El-A’lâm cild-1, sh. 112 Sultan Zâhir için yazdı. “Dav-üs-sabâh fil-assî ales-semâh”: Melik Sultan Eşref için yazdı. “El- Ahbâr-ül-Müstefâde fî zikr-i Benî Ebî Cerâde”: kendilerine zarar vermeden, ikâz mâhiyetinde vur! Onlara Hat bilgileri, hat âdabı ve hat kalemlerini anlatır. karşı bir tabîb gibi ol! önce onların ahlâkî hastalıklarını tesbit “Tebrîd-i hareret-il-ekbâd fis-sabr alâ fakd-il- et! Sonra, ona göre ilâç ver, terbiye et!” evlâd”. Halîfe Abdülmelik, çocuklarını terbiye etmek için Şa’bî’ye ( İbn-i Adîm, Süleymâniye Kütüphânesi’nin Bağdadlı Vehbî radıyallahü anh ) teslim ederken; “Onlara, Kur’ân-ı kerîmi kısmı 2191 numarada kayıtlı, Eyyûbî Sultanı Melik Zâhir’e, öğrettiğin gibi, doğruluğu da öğret! Onları düşük ve bayağı oğlu Melik Azîz’in doğum günü tebriki için yazdığı “Kitâb-üd- kimselerden uzak tut” diye tavsiyede bulunurdu. derârî fî zikr-iz-zerârî” adlı uzun mektûbunda, çocuk terbiyesinin ehemmiyetini ve çocuk terbiyecilerine yapılan nasihatleri anlatırken buyurdu ki: Babanın çocuğuna karşı vazîfesi: Baba, çocuğunun terbiyesini ihmâl etmemelidir. Ona iyiyi ve kötüyü öğretmeli, iyi ve güzel ahlâkı, öğrenmeye ve edebli olmaya teşvik etmelidir. Gerekirse, herhangi bir tarafına zarar vermeden, 1) Mu’cem-ül-müellifîn cild-7, sh. 275 2) El-Bidâye ven-nihâye cild-13, sh. 236 3) Şezerât-üz-zeheb cild-5, sh. 303 4) Hüsn-ül-muhâdara cild-1, sh. 265 ikâz mâhiyetinde hafifçe vurmalıdır. 5) Fevât-ül-vefeyât cild-3, sh. 126 Resûlullah ( aleyhisselâm ) buyurdu ki: “Çocuğun baba üzerindeki hakkı, babanın çocuğuna güzel 6) Keşf-üz-zünûn sh. 30, 249, 291, 337, 729 isim vermesi, yerini ve edebini güzel yapmasıdır.” 7) Kitâb-üd-derârî fî zikr-iz-zerârî Başka bir hadîs-i şerîfte; “Çocuklarınıza ikramda bulununuz. Onlara güzel edeb ve terbiye veriniz” buyurulmuştur. Utbî dedi ki: “Kâfi miktarda geçime sahip olduktan sonra, çocuk sahibi ol.” KERÂBÎSÎ (Es’ad bin Muhammed en-Nişâbûrî) Hikmet sahipleri dediler ki: “Küçük iken çocuğunu terbiye eden, çocuğu büyüyünce sevinir.” Hanefî fıkıh âlimlerinden. İsmi, Es’ad bin Muhammed bin Hüseyn el-Kerâbîsî en-Nişâbûrî’dir. Künyesi Ebü’l-Muzaffer Babanın, çocuğu hakkında hocalarını uyarması lâzımdır. Amr olup, lakabı Cemâlüddîn veya Cemâl-ül-İslâm idi. “Kerâbîsî” bin Utbe, çocuğunu terbiye eden zâta: “Ey Abdüssamed! nisbetiyle meşhûr oldu. “Nişâbûrî” nisbetiyle de anıldı. Benim çocuğumu terbiye ve ıslâh etmeden önce, kendini ıslâh Nişâbûr, Horasan bölgesinde büyük bir şehirdir. Kerâbîs, et! Onların ayıpları senin ayıbına bağlıdır. Çünkü çocuklara Farsça bir kelime olup “Kirbâs” kelimesinin çoğuludur. Onun göre güzel, senin yaptığın; çirkin ise, yapmayıp terkettiğin lügat ma’nâsı, kalın veya sert elbise demek olup, Arabcada şeydir. Onlara Kur’ân-ı kerîmi öğret, bunu ihmâl etme! Yoksa pamuk ma’nâsına kullanılır. “Kerâbîsî” nisbeti ile meşhûr olan onlar, Kur’ân-ı kerîmden uzaklaşırlar. Onlara şiirlerin ve başka âlimler de vardır. Bunlardan başlıcaları, 522 (m. 934) sözlerin, en temiz ve ahlâka en uygun olanını öğret! Kötülüğe yılında vefât eden ve “Fürûk” isminde bir de eseri bulunan ve fuhşa sürükliyenleri sakın öğretme! Onlara, “Edebli ve Muhammed bin Sâlih el-Kerâbîsî, 245 (m. 859) yılında vefât terbiyeli olmazsanız, sizi babanıza söylerim de! Gerekirse eden büyük Şafiî âlimi Hüseyn bin Ali bin Yezîd el-Kerâbîsî el- onlara, edeb ve terbiyelerine yardımcı olacak şekilde hafifçe, Bağdâdî ve hadîs âlimlerinin büyüklerinden olup. “Müstedrek” kitabının sahibi Ebû Ahmed el-Hâkim el-Kerâbîsî en- kitabı... gibi.” Bu eserin adı, Esmâ-ül-müellifîn kitabında Nişâbûrî’dir. Cemâlüddîn Kerâbîsî, beşinci hicri asrın “Telkîh-ül-ukûd fil-fürûk” olarak zikredilmektedir. sonlarında doğdu. Arab dili ve edebiyatı ile, fıkıh ve usûl ilimlerinde büyük bir âlimdir. Fıkıh ilmine dâir yazdığı “El- 2. Kitâb-ül-mu’ciz: Bağdad’da bulunan Mustansıriyye Fürûk” kitabı meşhûrdur. 570 (m. 1174) senesinde Bağdad’da Medresesi müderrislerinden Ebû Hafs Ömer’in “Muhtasar” vefât etti. Verdiyye kabristanına defnedildi. kitabına yaptığı şerhidir. Bu da, Hanefî fıkhına dâir bir eserdir. Cemâlüddîn Kerâbîsî, devrinin meşhûr âlimlerinin bir çoğundan ilim tahsil etti. Bunlardan Kâdı Ebü’l-Alâ Sa’îd bin Muhammed el-Buhârî (İbn-i Râsımendî) diye de meşhûrdur. “Mugarleb” kitabının sahibi Ebû Mensûr Mevlûd bin Ahmed Cevâlikî el-Lügavî ve “Manzûme-i Nesefî”yi şerh eden Alâüddîn Muhammed bin Abdülhamîd el-Esmendî en 1) El-Fevâid-ül-behiyye (Lüknevî) sh. 45 2) Mu’cem-ül-müellifîn cild-2, sh. 247 3) Esmâ-ül-müellifîn cild-1, sh. 204 meşhûrlarındandır. Bilhassa fıkıh ilmini Alâüddîn-i Semerkandî’den, Arab dili ve edebiyatını da Ebû Mensûr 4) Keş-üz-zünûn sh. 1257, 1898 Cevâlikî’den öğrenmişti. Kendisinden de, bizzat yanına gelerek ve kitabından yazarak ilim öğrenenler çok oldu. Kerâbîsî, büyük ve faziletli bir fakîh, edebiyatta büyük bir âlim, güzel bir yolda bulunan, emsalleri arasında yüksek bir yeri KERÂBÎSÎ (HÜSEYN BİN ALİ) olan, vera’ ve zühd sahibi, dînine son derece bağlı, sâlih bir zât idi. Fıkıh ve usûl ilimlerinde tam bir ilme sahipti. Bahs ve Büyük fıkıh âlimlerinden. İsmi, Hüseyn bin Ali, Künyesi, Ebû münâzaralarda ileri görüşlü ve fasîh (açık) bir lisân ile Ali’dir. Kerâbîsî diye bilinir. Kerâbîs, kalın elbiselere denir. konuşan bir kimse olup, her ilimde derin bilgiye sahipti. Eşine az rastlanan bir âlimdi. Yüksek bir zekâsı olup, ince ve derin ma’nâlara nüfuz ederdi. İlimde apaçık ve büyük bir kudrete Hüseyn bin Ali böyle elbiseleri satardı. Onun için Kerâbîsî denmiştir. Doğum târihi bilinmemektedir. 248 (m. 862) sahipti. “Şeyh-ül-İmâm Celâlüddîn” lakabı ile meşhûr olup, bu, senesinde vefât etti. Tahsilini Bağdâd’da yaptı ve burada çok onun yaşadığı asırdaki ilminin üstünlüğüne delâlet eden hadîs-i şerîf dinledi. İmâm-ı Şafiî hazretlerinden ilim aldı. Onun lakablardandır. Bu lakab, bilhassa Horasan mıntıkasında talebelerinin büyükleri arasında sayılır. Ma’n bin Îsâ, İshâk bin yüksek âlimler için kullanılır, ilimde husûsî bir mevkiyi kazanmıyanlara verilmezdi. O, uzun olan hayâtında ilmî tetkikleri ve münâzaraları ile ve her ilimdeki derin bilgisi ile Yûsuf el-Ezrak ve daha başka âlimlerden rivâyetlerde bulunmuştur. Ondan da, Hasan bin Süfyân, Muhammed bin meşhûr olmuştu. Te’lîf ve tasnif ettiği kitapları ve bilhassa Ali bin Medinî ve Ubeyd bin Muhammed el-Bezzâz gibi âlimler “Kitâb-ül-fürûk” ismindeki eseri, bu husûsa en büyük delîldir. istifâde etmişlerdir. Kerâbîsî, önce Irak âlimlerinin usûlü üzere Arab dili ve edebiyatındaki üstünlüğünü hocası da i’tirâf ve nakletmektedir. ilim tahsil etti. (İctihâd yolu ikidir. Biri Irak âlimlerinin yolu olup, buna “Re’y yolu” denir. Ya’nî kıyas yoludur. İkinci yol, Hicaz Başlıca eserleri şunlardır: âlimlerinin yolu olup, buna “Rivâyet yolu” denir.) 1. Kitâb-ül-fürûk: Hanefî fıkhını anlatan en güzel eserlerdendir. İmâm-ı Şafiî, Kerâbîsî’ye, Za’ferânî’nin eliyle yazdırdığı Bu kitap, 779 konuyu içine almaktadır. Çok kerre her bahis, iki mes’eleyi şâmildir. Ba’zan da daha çok olabilmektedir. Kitabın mes’elelerini kısımlara ayırarak, fıkıh kitaplarındaki gibi aynı konuları bir arada topladı: “Taharet ve Namaz kitabı, Nikâh kitaplarını okutma icâzeti verdi. Kerâbîsî, ilmi ve anlama kabiliyeti yüksek bir zât idi. Böyle olduğu, yazdığı birçok eserlerinden de anlaşılmaktadır. Kerâbîsî, başkasının sözlerini ve yazılarını, sahibini bildirmeden, kendine mâlederek Kerderî ( radıyallahü anh ), son derece zâhid bir âlim olup, devamlı ibâdet eder, dünyâya kıymet vermezdi. Fıkıh ilminin yazmayı hiç sevmezdi. Nitekim, zamanındaki âlimlerden biri, usûl ve fürû’unun inceliklerine vâkıf idi. Fıkıh ilmine dâir birçok fıkıh ilmi ile alâkalı bir çok kitap yazmıştı. Kerâbîsî bu kitapları eser tasnif etmiştir. Şerh-i câmi-üs-sagîr liş-Şeybânî, Şerh-i gördü. Ba’zılarını alıp, mütâlâa etti. Fakat bu kitaplarda câmi-ül-kebîr iş-Şeybânî, Şerh-i âlet-tecrîd lil-Kirmânî (El- mes’eleler hakkında delîller, İmâm-ı Şafiî hazretlerine âit olup, söylediği lafızların aynısı getiriliyor, fakat İmâm-ı Şafiî’ye ( Müfîd vel-mezîd) Kitâbü fî usûl-il-fıkh, Hayret-ül-fükahâ, Kitâbü fî beyân-ı elfâz-il-küfr, el-İntisâr li Ebî Hanîfe fî ahbârihî ve akvâlihî onun yazdığı kıymetli eserlerdendir. radıyallahü anh ) âit olduğu açıklanmıyordu. Kerâbîsî bu durumu görünce, çok üzüldü. Kitapların sahibi olan zât ile karşılaşınca, “Sen ne yapmışsın? O delîller sana âit değil ki, 1) Mu’cem-ül-müellifîn cild-5, sh. 269 Sen orada sadece nakledicisin. Fakat kimden aldığını da bildirmemişsin. Zâten sen, kendi başına böyle bir iş yapamazsın” deyip ona bir mes’ele suâl etti. O da cevâbını 2) Cevâhir-ül-mudiyye cild-1, sh. 322 3) Esmâ-ül-müellifîn cild-1, sh. 587 veremedi. 4) El-A’lâm cild-4, sh. 32 1) Tabakât-üş-şâfiiyye cild-2, sh. 117 5) El-Fevâid-ül-behiyye sh. 98 2) Târih-i Bağdâd cild-8, sh. 64 6) Keşf-üz-zünûn cild-1, sh. 114, 345, 562 3) Tehzîb-üt-tehzîb cild-2, sh. 359 7) İzâh-ül-meknûn cild-1, sh. 425 4) Şezerât-üz-zeheb cild-2, sh. 350 5) Vefeyât-ül-a’yân cild-2, sh. 132 6) Miftâh-üs-seâde cild-2, sh. 300 KERDERÎ (İbn-ül-Bezzâz Muhammed Kerderî) 7) Mu’cem-ül-müellifîn cild-4, sh. 38 Hanefî mezhebi fıkıh âlimlerinden. İsmi, Muhammed bin Muhammed bin Şihâb bin Yûsuf el-Kerderî, el-Büreykînî elHârezmî’dir. Kerderî ve Bezzâzî nisbetleriyle meşhûr oldu. KERDERÎ Hanefî mezhebi fıkıh âlimlerinin büyüklerinden. İsmi, Abdülgafûr bin Lokman bin Muhammed el-Kerderî el-Harezmî’ olup, künyesi Ebü’l-Mefâhir’dir. İsminin Abdülgaffâr olduğu da bildirilmiştir. Lakabı Şeref-ül-Kudât, Tâcüddîn ve Şems-üleimme’dir. Harezm köylerinden Kerder’e mensûb olduğundan Kerderî ve Harezmî denilmiştir. 562 (m. 1167) senesinde Haleb’de vefât etti. Ebü’l-Fadl Abdurrahmân bin Muhammed el-Kirmânî’den fıkıh ilmini öğrendi. Nûreddîn Mahmûd bin Zengî zamanında Haleb kadılığında bulundu. Vefâtına kadar orada kaldı. Müncid lügat kitabında Bizzâz denilmektedir. Aslen, Harezm’in Kerder köyündendir. “İbn-ül-Bezzâz” diye de tanınırdı. Lakabı Hâfızüddîn’dir. Doğum târihi belli değildir, İlim tahsiline memleketinde başladı. Dört sene kadar İbn-i Arabşâh’ın yanında kaldı. Fıkıh ve usûl-i fıkıh ilimlerini ondan tahsil etti. Ondan çeşitli eserleri okudu. Kâdı Sa’düddîn bin Deyrî ile karşılaşıp, ondan ilim öğrendi ve onunla, birlikte Kâhire’ye gitti. Orada bulunan Emîn Aksarâyî, onu, kendisi ve cemâati için alıkoydu. Bir ara Kırım’a ve Eflak’a gidip, iki sene kadar buralarda kaldı. Hac yaptıktan sonra vatanına döndü. Daha sonra Osmanlı ülkesine geldi. Bursa’da Molla Şemseddîn Fenârî ile sohbet etti. “Bezzâziyye” adındaki fetvâ kitabı çok meşhûr ve mu’teberdir. “Menâkıb-ı İmâm-ı Ebî Hanîfe” kitabı Elinde emânet bulunan kimse, sahibi ölürse, emâneti da meşhûrdur. Ayrıca onun, “Şerhu Muhtasar-ı Kudûrî” adında vârislerine verir. Vârisleri yoksa, Beyt-ül-mâl’a verir. Beyt-ül- bir eseri daha vardır. 827 (m. 1424) senesi Ramazan ayı mâl’a verince zayi olacak ise, kendi kullanır veya Beyt-ül- ortalarında Mekke’de vefât etti. mâl’dan nasîbi, hakkı olanlara verir.” Kâdı Sa’düddîn, onun hakkında diyor ki: “Kerderî, zekî “Kalbim gâfil diyerek, duâyı terk etmemelidir. Kalbine geleni âlimlerden idi.” Hanefî mezhebinin kıymetli fetvâ kitaplarından duâ etmek, ezberlediği duâyı okumaktan efdaldir. Yalnız, birisi olan “Bezzâziyye” hakkında, Ebü’s-Sü’ûd Efendi’nin namazda okunacak duâları ezberlemelidir. Sünnet olan şöyle dediği anlatılır: Ebü’s-Sü’ûd Efendi’ye; “Niçin mühim ibâdetleri yapmak, duâ etmekten efdaldir. Vâ’iz, İmâm, mes’eleleri toplayıp bu konuda bir kitap te’lîf etmiyorsun?” cemâate öğretmek için, sünnet olarak bildirilen duâları sesli denildiğinde, o da; “(Bezzâziyye) kitabı mevcûd iken, okur. Cemâat de, sessiz tekrar eder. Cemâat öğrenince, İmâm sahibinden haya ederim. Çünkü o, bu konudaki mühim da sessiz okumalıdır. Sesli okuması bid’at olur.” mes’eleleri lâyık-ı vechile ihtivâ eden kıymetli bir mermûa-i şerîfedir” buyurdu. “İbâdetleri yapan kimse, îmânında şühhe eder ve günâhım çoktur, ibâdetlerim beni kurtarmaz diye düşünürse, îmânının Muhammed Kerderî (Bezzâzî), “Bezzâziyye” fetvâsında kuvvetli olduğu anlaşılır, îmânının devam edeceğinden şüphe buyuruyor ki: “Gümüş ve altın şekiller ile süslenmiş kapdan eden kâfir olur. Böyle şüphe etmeği beğenmezse, mü’min yemek, içmek caizdir. Fakat, elini, ağzını gümüşe, altına olduğu anlaşılır.” değdirmemek lâzımdır. İmâmeyn, böyle kapları kullanmak mekrûhdur dedi, Kürsîyi (kanepeyi) ve hayvan semerini tadbîb “Kur’ân-ı kerîmden bir miktar ezberledikten sonra, fıkıh etmek (altın ve gümüş şeritler ile süslemek) caiz ise de, altın öğrenmek lâzımdır. Çünkü Kur’ân-ı kerîmin hepsini ve gümüş bulunan yerlerine oturmamak lâzımdır. Mıshafın ezberlemek farz-ı kifâyedir. Lâzım olan fıkıh bilgilerini cildini tadbîb etmek caizdir. Fakat, altına gümüşe öğrenmek ise, farz-ı ayndır. Muhammed bin Hasen buyurdu dokunmamak lâzımdır.” ki: Her müslümanın haramları, helâlları bildiren ikiyüzbin fıkıh bilgisini öğrenmesi lâzımdır. Farzlardan sonra ibâdetlerin en “Toprak ve sudan biri temiz ise, karışımları olan çamur temiz kıymetlisi, ilim ve fıkıh öğrenmektir.” olur. (Buna göre, temiz toprak ile gübre karışımı temiz kabûl edilir. Çünkü buna, ihtiyâç vardır.)” “Allahü teâlânın ismini işitince ve söyleyince, “Celle celâlüh” veya “Teâlâ” yahut “Tebâreke”, “Sübhânallah” diyerek saygı “İmâmın; sabah, Cum’a, bayram, teravih, vitr namazlarında ve göstermek vâcibdir. Tekrar edince de, yalnız söylemeyip, akşam ile yatsının ilk iki rek’atlarında yüksek sesle okuması, Allahü teâlâ demek müstehabdır. Ya’nî, Allahü teâlânın İmâmın ve yalnız kılanın öğle ve ikindi farzlarında ve akşamın isminden sonra ta’zîm, saygı gösteren bir kelime de üçüncü, yatsının üçüncü ve dördüncü rek’atlarında hafif sesle söylemelidir.” okumaları vâcibdir. Hafif sesle okuyanı bir iki kişinin işitmesi mekrûh olmaz. Sesli okumak, çok kişinin işitmesi demektir.” “Babası hasta olan kadın, bakacak kimse bulunamazsa, zevcinden izinsiz gidip, babasına hizmet eder. Zimmî baba da “Kurban etini, koyunların zekâtı niyeti ile fakire verse zekât böyledir. Zengin olan oğul, zengin olan babasına bakmaya olmaz.” mecbûr değildir.” “Zekâtı başka şehre göndermek mekrûh ise de, akrabaya “Fısk (günah olan şey) anlatan şiir dinlemek mekrûhdur. veya kendi şehrinde fakir müslüman bulamazsa, başka şehire Günah işlemeği düşünmek günah olmaz, işlemeğe karar göndermek caizdir. Zekâtı, borcu olana vermek, fakire verirse, yalnız karar vermek günâhı yazılır, işlemek günâhı vermekten daha iyidir.” yazılmaz. Küfr ve küfre sebep olan şeyler böyle değildir. Bunlara karar verince imansız olur. Kâfir olan anaya ve babaya hizmet etmek, nafakalarını vermek, ziyâretlerine Muhammed bin Tarif anlattı: Biz, büyük âlim Vekî’nin yanında gitmek lâzımdır. Küfre sebep olan şeyleri yaptıracaklarından bulunuyorduk. Bize şöyle dedi: “Fıkıh bilmeden, sâdece hadîs- korkulursa, ziyâretlerine gitmemelidir. Kâfirlerle birlikte yiyip, i şerîf bilmeniz size fâide vermez. Ebû Hanîfe’nin talebelerinin içmek, bir iki kerre caizdir. Her zaman ise, mekrûh olur. Ücret meclisinde bulunmadıkça fıkıh âlimi olamazsınız.” karşılığı, şarap yapmak için üzüm sıkmak mekrûhtur.” Yahyâ bin Âdem buyurdu ki: “İmâm-ı a’zamın fıkıhdaki sözleri “Fakirlere zekât vermek için zenginlerin vekîli olan kimse, hep Allah içindir. Eğer onun sözüne dünyâdan birşey bulaşmış topladığı zekâtları birbirleri ile karıştırınca, hepsi kendi mülkü olsa idi, bu kadar hasedcilerin çokluğu ile beraber onun sözleri olur. Fakirlere kendi malından sadaka vermiş olur. Zenginlerin her tarafa yayılmazdı.” zekâtları verilmiş olmaz. Zenginlerden aldıklarını onlara ödemesi lâzım olur. Fakirler, önceden bu kimseye izin vermiş Âsım bin Yûsuf; İmâm-ı Ebû Yûsuf’a; “İnsanlar, ilimde senin olsalardı, onların vekîlleri olarak toplamış olur, fakirlerin önüne geçecek birisinin olmadığında ittifâk etmektedirler” mallarını birbirleri ile karıştırmış olurdu ve zekâtlar verilmiş deyince, İmâm-ı Ebû Yûsuf ona şu cevâbı verdi: “Benim ilmim, olurdu.” İmâm-ı a’zamın ilmi yanında, Fırat nehrinin yanında küçük bir dere gibidir.” “Birisi aç olup, yemek için leş dahî bulamayana, kolumdan kes de yiyerek ölümden kurtul dese, kesmesi caiz olmaz. Zarûret Esed bin Amr anlattı: “İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfe ( radıyallahü hâlinde de, insan eti helâl olmaz.” anh ), geceleyin Kur’ân-ı kerîm okur ve çok ağlardı. Gece ağlamasını komşuları da işitirdi ve ona acırlardı. Rivâyet edilir “Kapalı yerde iken zelzele olursa, oradan açık bir yere kaçmak ki, vefât ettiği odada Kur’ân-ı kerîmi yedibin defa müstehâbdır.” hatmeylemişti.” “Alış-veriş bilgisini öğrenmiyenin ticâret yapması haramdır. Saymerî, Ebû Yûsuftan nakletti: “İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfe, İmâm-ı Ebû Leys de ( radıyallahü anh ) böyle buyurmuştur. her gün ve gecede Kur’ân-ı kerîmi bir kerre hatmederdi. İmâm-ı Muhammed Şeybânî’ye ( radıyallahü anh ), zühd İmâm-ı a’zam çok cömert idi. İlim husûsunda pek sabırlı idi. hakkında bir kitap yaz dediklerinde; zühd için bey’ (alış-veriş) Hiç kızmazdı. Yirmi sene yatsının abdesti ile sabah namazını bilgisi yetişir buyurdu. kıldığına şâhid oldum. Diğer talebeleri kırk sene böyle kıldığını söylemişlerdir.” “Tegannî ile, şarkı söyler gibi Kur’ân-ı kerîm okuyana sevâb verilmez.” Şüca’ bin Muhammed, Ebû Yûsuf’un şöyle dediğini nakletti: “Babam vefât ettiği zaman, İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfe’nin “Menâkıb-ı İmâm-ı a’zam” adlı eserden ba’zı bölümler: Ca’fer bin Rebî anlattı: “İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfe’nin yanında derslerini kaçırırım korkusu ile babamın cenâzesine gidemedim. Onu komşu ve akrabalara bıraktım.” beş sene kaldım. O, ekseriyetle konuşmazdı. Fakat fıkıh İmâm-ı Ebû Yûsuf, önceleri çok fakir idi. Fakat ba’zı zamanlar ilminden birşey sorulunca açılır, vadi gibi akardı.” müstesna, gece-gündüz İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfe’nin İsmâil bin Ebû Füdeyk anlattı: “İmâm-ı Mâlik’i, İmâm-ı a’zamın elinden tutmuş beraberce yürürlerken gördüm. Mescide varınca, İmâm-ı Mâlik’in mescide girerken İmâm-ı a’zamı öne geçirdiğini ve; “Bismillâhirrahmânirrahîm. Burası eman yeridir. Yâ Rabbî! Beni azâbından kurtar” dediğini duydum. meclisinden ayrılmazdı. İmâm-ı Ebû Yûsuf’un hanımı ve çocukları, İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfe’ye gidip içinde bulundukları geçim sıkıntısını anlatınca, İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfe onlara nasihat edip; “Bu günler, sizin için geçim sıkıntısı geçirdiğiniz günlerinizdir. İnşâallah ileride umduğunuzdan kat kat fazlasına kavuşacağınız günler gelecektir” buyurdu. Aradan günler geçti. Onlar için çok kapılar açıldı. Ebû Yûsuf’a sâhib olduğu malı mülkü sorulduğunda; “Hepsini bilmiyorum. Bildiğim, sâdece yediyüz katır ve üçyüz peşinden, melekler çok kalabalık olduğu için, parmaklarının tane atım vardır” buyurdu. ucuna basarak yürüyorlardı.” Ahmed bin Hanbel vefât edince, adedleri sayılamayacak kadar kalabalık bir topluluk cenâze İmâm-ı Ebû Hafs şöyle buyurdu: “İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfe’ye namazını kıldı. Onun vefât ettiğini haber alanlar, her taraftan bakan, onun sâdece ilim için yaratılmış olduğunu görürdü. gelip cenâze namazına katıldılar. Rivâyet edilir ki, o gün Bununla beraber o, sâlih bir zât idi. Dilini muhafaza ederdi. Ahmed bin Hanbel’in cenâzesindeki kalabalığı ve o gün insanı Güzel ahlâk, edeb, vekar ve akıl sahibi idi.” hayrette bırakan şeyleri gördükleri zaman, binlerce yahudi ve İmâm-ı Şafiî şöyle buyurdu: “On sene İmâm-ı a’zamın talebesi hıristiyan müslüman olmuştur. Ebû Muhammed’in meclisinde bulundum. Onun sözlerinden bir deve yükü kadar yazdım. Eğer o, kendi seviyesinde konuşsa idi. Onun sözlerini anlamazdık. Fakat o bize, bizim 1) Mu’cem-ül-müellifîn cild-11, sh. 223 anlıyacağımız şekilde konuşurdu.” 2) Şezerât-üz-zeheb cild-7, sh. 183 Abdullah İbni Mübârek’e ilk önceki hâli soruldu. O da şöyle anlattı; “Birgün kardeşlerim ile beraber bahçemizde idik. Meyveler getirmiş, onları yemiş, gece geç vakte kadar içmiştim. Çalgı çalmaya da çok meraklı idim. O sırada çalgı çalıyordum. Bir ağacın üzerinde bir kuş peyda oldu. Hem ötüyor, hem de insan gibi konuşuyordu, “Îmân edenlere, vakti gelmedi mi ki, kalbleri Allahın zikrine ve inen Kur’ân’a saygı ile 3) El-A’lâm cild-7, sh. 45 4) Ed-Dav-ül-lâmi’ cild-10, sh. 37 5) Fevâid-ül-behiyye (Lüknevî) sh. 187 6) Esmâ-ül-müellifîn cild-2, sh. 185 yumuşasın ve bundan önce kendilerine kitap verilmiş, sonra üzerlerinden uzun zaman geçip de kalbleri katılaşmış ve çoğu 7) Keşf-üz-zünûn sh. 242, 1229, 1636, 1681, 1837 fıska dalmış bulunanlar gibi olmasınlar” meâlindeki Hadîd sûresi onaltıncı âyet-i kerîmesini okuyunca, ben de; “Evet 8) Menâkıb-ı İmâm-ı a’zam Ebû Hanife( radıyallahü anh ) vallahi öyledir” dedim. O ânda elimde bulunan çalgı âletini kırıp attım ve tövbe ettim, işte bu, benim önceki halimdir.” Buhârî ve Müslim, şu hadîs-i şerîfi rivâyet ettiler: “Allahü teâlâ bir kulunu sevdiği zaman Cebrâil’i çağırır. Ben falancayı seviyorum, sen de onu sev buyurur. Cebrâil de onu sever ve semâda şöyle nidâ eder: “Allahü teâlâ falancayı seviyor, siz de onu sevin” der. Semâdakiler de onu sever. Sonra yerdekiler de onu sever.” Ebû Muhammed Abdülhak şöyle buyurdu: “İlmiyle amel eden âlimlerden ve evliyâdan çok kimseler görüldü, insanlar onları medhettiler. Onlar hayatta iken de, vefât ettikten sonra da, insanların gönüllerinde yaşadılar. Onlardan bir kısmının cenâzelerinde pekçok kimse bulundu. Pekçok kimse onları kabirlerine kadar uğurlayıp, lâzım gelen hizmeti yaptılar. Bir kısmında, insanlardan başka, melekler ve cinnilerin mü’minleri bulundu.” Bu husûsu teyid eden hâdiselerden birisi şudur “Resûlullah ( aleyhisselâm ), Sa’d bin Mu’âz’ın cenâzesinin KERÎMÜDDÎN BÂB HASEN EBDÂLÎ Hindistan evliyâsının en büyüklerinden. İsmi Abdülkerîm olup, lakabı Kerîmüddîn’dir. Kabil ile Lahor arasında, Keşmir’e ayrılan yol üzerinde bulunan, Bâbâ Hasen Ebdâl kasabasına yakın Osman-pûr beldesindendir. Bâbâ Hasen Ebdâl kasabasına nisbetle “Bâbâ Hasen Ebdâlî” diye nisbet edilmiştir. Doğum târihi kaynaklarda bulunamamıştır. 1050 (m. 1640) senesi Muharrem ayında vefât etti. İmâm-ı Rabbânî’ye (r.aleyh) bağlanması sebebini kendisi şöyle anlatır: “Genç iken, ilim öğrenmek için Lâhor’a gelmiştim. Zâhirî ilimleri tahsil ederken hatırıma; “Bu hâlde ölürsem Hak teâlâyı bilmeden, tanımadan ölmüş olurum” düşüncesi geldi ve tahsili bıraktım. Memlekete dönüp, tâat ve ibâdetle meşgûl oldum, içime doğru yolu gösterici bir âlim bulunmakla Kerîmüddîn’in hâli değişti, inâyetlere kavuştu. bulup, onun vesilesiyle evliyâlık yolunda ilerlemek arzusu Misline rastlanamayan bereketli nazarlar (bakışlar) altında, düştü. Bir gece rü’yâda, Yûsuf aleyhisselâmın güzelliğini kısa zamanda çok ilerledi. Hazret-i İmâm ona, insanlara doğru andıran, pek güzel ve vekârlı bir büyüğün mübârek sûretini yolu göstermesi, bu yolda ilerlemelerine vesile olması için gördüm. Hatırıma; “Bu yüksek zâtın talebesi olayım” diye icâzet verdi. İcâzet ile şereflendikten sonra memleketine geldi. Uyanınca, hayret edip, bu büyüğü nerede bulabilirim dönen Kerîmüddîn Bâbâ Hasen, vazîfeye başladı. O dedim. Kendi kendime rü’yâda her görünen, uyanıklıkta zuhur memleketin halkından çok kimseler onun sayesinde bu şerefli etmiyebilir dedim. Ertesi gece aynı mübârek sima ile yolun hakîkatine kavuştular. Feyz ve bereketlere mazhar karşılaştım. Onu o kadar sevdim ki, yerimde duramaz oldum. oldular. Daha birkaç gece, hep o cemâl ve kemâl sahibi simayı görüp, bulamama üzüntülerimi, rü’yâlarımla teselli eyledim. Ondan Kerîmüddîn Bâbâ Hasen Ebdâlî (r.aleyh), hazret-i İmâm’ın en sonra bir daha görmedim. Kararsızlık ve sabırsızlık kalbimi eski yakınlarından, halife ve eshâbının meşhûrlarından, rahatsız etmeye başladı. Bir sırdaşım vardı. Ona; “Gece yüksek hâller, cezbe, tasarruf ve hârikalar sahibi çok yüksek teheccüdden sonra gel, bana bir işâret ver de, evde olanlara bir velî idi. Menkıbe ve kerâmetleri çoktur. Allahü teâlânın ve anneme haber vermeden, bizi Allahü teâlâya kavuşturacak ihsânı ve İmâm-ı Rabbânî’nin yüksek teveccühleri ile öyle bir velîyi aramaya çıkalım” dedim. O arkadaş dediğim dereceye ulaştı ki, bütün âlem gözünün önünde bulunur, bir zamanda geldi. Ev halkının hepsi uykuda iken divâne âşık gibi anda dilediği yere gidebilirdi. onunla birlikte evden çıktık. Serhend’e geldim. Serhend’e gelince kalbimde bir değişiklik ve heyecan hâli başladı. Meşhûr âlimlerden ve takvâ sahiplerinden olan Şeyh Cevher’e gittim. Bana, dînimize tam bağlı bir rehber göstermesini arzettim. O da; “Üzülme, istediğini bulacaksın” dedi. Kendi kendime; “Ekberâbâd’a gideyim, belki o büyük beldede aradığım gibi bir rehber bulurum” diye düşündüm. Bu hâlde iken, Serhend çarşısında bir sofu ile görüştüm. Arzumu ona söyledim. İmâm-ı Rabbânî hazretlerini anlatıp, bana onların mescid ve hânekâhlarını gösterdi. Kendisi anlatır: “Hazret-i İmâm’dan bu yolu aldıktan ikibuçuk yıl sonra, onun mescidinde bir gece sabahdan önce, başımı dizime koymuş, murâkabe ediyordum. Kendimden geçtim. Gördüm ki, bana benzer dört kişi yanımda durur. Dördü de benim. Kendime geldim. “La havle...” okudum. Tekrar meşgûl oldum. Tekrar o birbirinin aynı ve benim benzerim olan dört kişiyi yanımda oturur gördüm. Kendime geldim. “La havle...” okudum. Bu hâl üç defa böyle tekrarlandı. Dördüncüsünde gaybet hâli hâsıl olunca, gördüm ki, nûr yüzlü ak sakallı birisi, elinde bastonuyla mescidin bir tarafından çıktı. Bana yaklaşıp Geldim, kapılarının dışında durdum. Zâhirî hâllerim iflâs ve selâm verdi. Selâmını aldım. Sonra; “Kendini nasıl çöküntü içindeydi. Bir derviş gitti ve İmâm-ı Rabbânî’ye: “Bir görüyorsun?” dedi. Böyle demesiyle benim hâlim değişti. müflis geldi. Hizmetiniz ve huzûrunuz ile şereflenmek ister” Adetâ kendimden geçtim. Ayıldıktan sonra dedim ki: “Ben dedi. “Onu getirin” buyurdular, içeri girdim. Nûrlu yüzünü görür kendimi öyle görüyorum ki, benim memleketim buradan dört görmez, daha önce defalarca rü’yâda bana görünen mübârek kilometre uzaktadır. Elimi buradan uzatır, orada ne varsa simanın sahibi budur deyip, onları tanıdım, şevk ile ağladım. buraya getiririm. Bütün memleket bana bitişik ve çok yakın Hazret-i İmâm, beni kucakladılar ve bir müddet öyle durdular. olmuştur.” O ihtiyâr; “Bu bahsettiğin hâlin sahibine ne derler Sonra başımı kaldırıp, hemen husûsî odasına götürdü ve bilir misin?” dedi. “Hayır” dedim. “Kutb derler” dedi. büyükler yolunu ta’lim eyledi. Kendilerine, benim maksûdum tamam oldu diye arz ettim. Çünkü Hazret-i İmâm’ın âdetleri öyle idi ki; bir tâlib uzun zaman gelir gider de, ancak ondan sonra ona büyükler yolunu telkin ederlerdi.” Kerîmüddîn Bâbâ Hasen Ebdâlî (r.aleyh) anlatır: “İmâm-ı Rabbânî hazretlerinden icâzet almakla şereflenip memleketime döndüğümde, on kişiyi talebe olarak almama müsâade etmişlerdi, ikinci defa huzûrlarına geldiğimde, bu İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin feyz ve himmetleri o kadar çok tasavvuf yolunu yetmiş kişiye ta’lim edip öğretmemi istediler. ve kuvvetli idi ki, daha sohbet olmadan, sâdece huzûrunda Üçüncü defa geldiğimde, Fadl-âbâd isimli bir beldede bir handa konaklamıştım. Orada bir rü’yâ gördüm ki, beni bir taht üzerine oturtmuşlar ve vaktin sultânı da eli bağlı olarak Kerîmüddîn Bâbâ Hasen Ebdâlî (r.aleyh) o münasebetsiz huzûrumda duruyor. Bu rü’yânın ta’birini ve hikmetini merak kimsenin bu sözlerine üzülüp gayrete geldi. “Elinden gelen her ederek hazret-i İmâm’ın huzûruna vardım. Ben daha o rü’yâyı şeyi yap! Halka istediğini söyle!” buyurdu. O kimse de, anlatmadan, mutlak icâzet vermekle şereflendirdiler. Bu hakîkaten bundan sonra onun hakkında iftiralara, bozuk sözler üçüncü gelişimde bu ihsâna kavuştum.” sarfetmeye başladı. Bu çirkin işe tevessül etmesinden birkaç gün geçmeden evi barkı harâb oldu. Kısa zaman sonra da Yüksek hocaları tarafından icâzet ile şereflendirilip kendisi ve oğlu öldü. Büyüklere Allahü teâlânın sevdiklerine memleketine gönderildikten sonra, taliblere ilim ve feyz karşı gelmenin cezasını hemen çekmiş oldu. kaynağı olarak hizmet etmekte olan Kerîmüddîn (r.aleyh), insanlara çok fâideli olmakta idi. Bir zaman İmâm-ı Rabbânî Şeyh Mûsâ Şevîn memleketinde makam ve otorite sahibi hazretlerinin yolu, Kerîmüddîn’in beldesine düştü. Orada mümtaz bir zât idi. Bir iş için Kerîmüddîn’in bulunduğu Kerîmüddîn’den feyz almakta, sohbetinde bulunmakta kasabaya gelmişti. Bir vesile ile onu görmeye geldi. olanlardan bir grup kimse, hazret-i İmâm’ın huzûruna gelerek Kerîmüddîn ona; “Siz hangi yolda talebesiniz?” dedi. “Îsâ feyz ve bereketlerinden, kıymetli sohbetlerinden istifâde etmek Belveti’nin talebesiyim ve ondan icâzetim vardır” dedi. Şeyh; istediklerini arzettiler. O da Kerîmüddîn’i çağırarak; “Bu “Kendinize müteveccih olun, benden size birşey gelecek” dedi. kimseleri büyükler yoluna aldınız mı? Almadınız mı?” diye O da başını eğdi. Kerîmüddîn teveccühle meşgûl oldu. Dil ile sordular. Kerîmüddîn; “Efendim, yüksek hazretinizden bana birşeyden bahsetmedi. Bu büyük zâtın âdetlerinden idi ki, ulaşanları bunlara ulaştırdım” diye arzedince, İmâm-ı Rabbânî yalnız teveccüh ve tasarrufla, Ahrâriyye yolunu talibin kalbine hazretleri o kimselere dönerek; “Benim dilim, Şeyh verir ve zikr fidanı, talibin kalb bahçesinde kalb tasarrufu ile Kerîmüddîn’in dilidir. O ne söyledi ise ben söylemişim. dikilirdi. O anda sâlikin kalbi zikr eder hâle gelirdi. Bir müddet Sohbetlerini bu dikkat ve uyanıklık ile dinlerseniz aynı sonra Şeyh Mûsâ başını kaldırdı ve; “Şeyh Îsâ Belveti’nin istifâdeye kavuşursunuz” buyurdu ve üzerlerinde bulunan nisbeti kalbimden silindi ve sizin nisbetiniz kalbime yerleşti” gömleği çıkararak Kerîmüddîn’e verdi. dedi. Evine gittikten sonra oğlu Şeyh İshak’a bu durumu açıkladı ve onu şeyhin sohbetine gitmeye teşvik etti. Oğlu Rivâyet edilir ki, Kerîmüddîn hazretlerinin bulunduğu beldede Şeyh-zâde edasıyla Kerîmüddîn’i görmeye geldi. Şeyh kendi meşhûr olmuş, herkesin kendisine müracaat ettiği, ilim sahibi eliyle odanın ta’mirini yapmakla meşgûl idi. Bu sebeple eli, Abdünnebî isminde bir kimse vardı. Bu kimse birgün, ayağı çamurlu idi. O hâl içinde Şeyh-zâde geldi ve selâm Kerîmüddîn’i yemeğe da’vet etti. Yemekten sonra, istek ve verdi. Kerîmüddîn ona doğru bir baktı ve; “Elimi yıkayıp, arzusu ile Kerîmüddîn’e; “Bana büyükler yolunu ta’lim eyleyin” sizinle müsâfeha edeyim” dedi. O, feryâd edip; “Efendim bir dedi. Kerîmüddîn de; “Evin dışındaki mescide gel! Orada sana bakışınız ile yedi aydan beri Şeyh Tâc Senbihlî’den aldığım arzu ettiğini vereyim ve seni büyükler yoluna alayım” buyurdu. nisbet benden gitti ve onun yerine sizin nisbetiniz yerleşti” Abdünnebî; “Mescidde herkesin yanında olmaz. Yalnız yerde dedi. Kerîmüddîn onu husûsî odasına götürdü ve ona söyleyiniz” dedi. Kerîmüddîn, onun zâten meşhûr olduğu için, teveccüh etti. Teveccüh esnasında, bu büyük yolu kalbine insanların yanında talebe olmaktan utandığını anladı ve bu yerleştirdi. Şeyhin teveccühü ile, Şeyh-zâde İshak kendinden işte esâsın nefse muhalefet etmek olduğunu bildirmek için; geçerek hareketsiz, güçsüz bir hâle geldi. Şaşkın oldu. “Yalnız yerde olmaz!” buyurdu. Kerîmüddîn Bâbâ Hasen Ebdâlî kalktı ve hücrenin kapısının Bunun üzerine o kimse edebe riâyeti terkederek: “Ben meşhûr bir kimseyim. Sözüm dinlenir. Eğer bana yalnız yerde, yolu ta’lim etmezseniz, insanlara sizin bid’at sahibi olduğunuzu söyler, onların size gelip talebe olmalarına mâni olurum ve hiç kimse sizin huzûrunuza gelmez” gibi şeyler söyliyerek, kendine göre, güya Kerîmüddîn’i tehdit eder bir ibâre kullandı. zincirini dışardan bağladı. Sabahdan öğleye kadar geçti. Şeyh-zâde hâlâ kendinden geçmiş yatıyordu. Sonra Kerîmüddîn odanın kapısını açtı ve onun yanında oturdu. Teveccüh eyledi. Şeyh-zâde İshak kendine geldi ve; “Kalem ve kâğıt getiriniz Biraz önce İmâm-ı Rabbânî hazretleri burada idiler. Bana bir takım şeyler söylediler. Yazayım, unutulmasın” dedi. İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin buyurdukları şunlar idi: “Ey İshak! Sen benim oğlum ve bütün hakîki ve ince hazret-i İmâm’dan irâdet alsam, ne iyi olur, huzûrunda bir rumuzlarda halîfemsin. Ben mağfiret olunmuşum, sen de defâcık bulunurdum” dedi. Hazret-i İmâm’a arzettim. “Yalnız mağfiret olunmuşsun. Seni vesile edenler de mağfiret olduğum zaman gel” buyurdu. Odalarına gittim ve tekrar olunmuşlardır. Çok sevdiğim ve talebem olan Kerîmüddîn’e hanımımın isteğini arzettim. “Peki” buyurup, başlarını eğerek benim selâmımı söyle”. Şeyh-zâde, o yarım günlük zamanda murâkabe ettiler. Bir müddet sonra başlarını kaldırıp, hilâfet alacak dereceye yükselmişti. Kerîmüddîn ona; “Madem buyurdular ki: “Şeyh Kerîmüddîn, onu sana ısmarladım. ki, hazret-i İmâm sana icâzet verdiler. bu sana kâfidir” dedi ve Senden bu yolu öğrenecek.” Hanımımla ne kadar meşgûl onu gönderdi. Memleketine gitti. Oranın halkı talebe olmak için olduysam da, onun hâlinde bir değişiklik olmadı. Bir gün onun etrâfına toplandı, ilk talebesi, Mîrek Mes’ûd Bey bin teheccüd namazından sonra “La ilahe illallah” kelimesini Ahmed Bey Hân Kâbilî’dir. Devlet adamlarından idi. Ahbab ve söylemekle meşgûl idim. Hanımım da arkamda teheccüdünü arkadaşları Mîrek Mes’ûd Bey’i çekemeyip, kendisine; “Şeyh- kılmış oturuyordu. Ehlimden “La ilahe illallah” kelimesi yüksek zâde İshak yalanla kendini Ahrâriyye yolunda eyledi. Sen de sesle çıktı. O anda onun hâli değişti ve cezbeye kapıldı. gidip ona talebe oldun” dediler. Bu asılsız sözlere aldanan Kendinden geçmiş bir halde yerde yuvarlandı durdu.” Mîrek Şeyh, İshak’tan irâdet (talebelik) aldığına pişman oldu ve iki üç gün hocası İshak’ın huzûruna gelmedi. Şeyh İshak Kerîmüddîn’in çoluk-çocuğu ve eshâbı ile hazret-i İmâm’a kalkıp, Mîrek’in evine gitti. Dil uzatanların sözleri Mîrek’e o geldiği günler, hazret-i İmâm’ın uzlet günleri idi. kadar te’sîr etmişti ki, Şeyh İshak’a saygıda bile bulunmadı. O Mahremlerinden pek az kişi yanlarına girebiliyordu. Buna da gayrete gelip, orada oturmadı, dönüp evine gitti. Mîrek rağmen; “Şeyh Kerîmüddîn ve eshâbı yanıma gelmekte Mes’ûd Bey o gece rü’yâda gördü ki, Hâce Behâeddîn-i serbesttirler” buyurdu. Nakşibend (kuddise sirruh) geldi. Ba’zan o kadar büyüyordu ki, bütün yeryüzünü ve göğü kaplıyor, ba’zan bir iplik kadar inceliyordu. Mîrek’e hitabla; “Ey zavallı, Allah adamlarını tanımıyorsun” buyurdu. Mîrek’in korkudan bütün vücûdu titredi ve dehşetle uyandı. Hemen Şeyh İshak’ın huzûruna koştu. Yüzlerce yalvarma ve kırıklık ile ayaklarına kapanıp, kusurunun affını diledi ve; “Bu hasedciler için ne buyurursanız yapayım. Zîrâ onlar benim canım ve îmânımla oynadılar” dedi. Şeyh İshak; “Onları huzûruna yaklaştırma” buyurdu. O da öyle yaptı. Şeyh İshak ikinci defa Şeyh Kerîmüddîn’in huzûruna geldiğinde Kerîmüddîn ona “La ilahe illallah” zikrini öğretti. Kerîmüddîn bu kelimeyi der demez Şeyh İshak’ı bir hâl kapladı ve o anda öyle bir hararet ve yanma hâsıl oldu ki, denizlerin suyunu içse, kanmazdı. Bardak bardak su verdiler. İçti ve kanmadı. Yandım yandım deyip, birkaç gün hiç konuşmadı. Ondan sonra Kerîmüddîn; “Hâllerin nasıldır?” diye sordu. “Ben bilmiyorum ki, ben kimim. Hâlimden haberim yok. Kendimde değilim” dedi. Kerîmüddîn’in talebelerinden biri hasta idi. Durumunu bildirdiler. Bunun üzerine Kerîmüddîn geldi ve o hasta talebenin yanında başka bir yatakta yattı. Allahü teâlâya yalvardı. Rü’yâsında o talebesinin yaşayıp yaşamayacağını göstermesini diledi. Uykuya vardı ve rü’yâsında siyahlar giyinmiş düşman askerleri ile kendi talebelerinin muharebe ettiklerini, bu hasta olan talebenin diğer askerlerden önde at koşturduğunu, kahramanca çarpışarak düşmana çok zayiat verdirdiğini, yaralanıp attan düştüğünü ve atının onu bırakıp kalabalığa karıştığını gördü. Uykudan uyandığında o talebesinin vefâtının yaklaştığını haber verip, eshâbına techiz, tekfin ve defn için hazırlık yapılmasını söyledi. O talebenin hastalığı ise ölüm şiddetinde görünmüyordu. Orada bulunan talebelerin hepsi hayret ettiler. Bundan az bir zaman geçtikten sonra, hastanın durumu ağırlaştı. Nefesi sıklaştı. Bu sırada orada bulunan ve tasavvuf ehlinin hâlini inkâr eden ba’zı kimseler kendi kendilerine; “Hocalığın ve talebeliğin şu anda (ölüm ânında) ne işe yaradığını görelim” dediler. Onların bu Kerîmüddîn Bâbâ Hasen Ebdâlî ( radıyallahü anh ) şöyle düşüncelerini kalb yolu ile anlayan Kerîmüddîn hazretleri, anlatır: “Bir defa hanımı alıp, hazret-i İmâm’ın hizmetine açıktan; “Ey Allahım! Vefât etmek üzere olan bu hastanın gelmiş idim. Ayrılmak istediğim zaman, hanımım; “Ben de hakîki tasavvuf büyüklerine bağlanması hürmetine, seni zikrettiğini bunlara da duyur!” diye duâ etti. Bu söz daha bitmemişti ki, o ölüm hastasının açıktan açığa “Allah Allah” Önce zamanının büyük âlimlerinden ilim öğrendi. Daha sonra demeye başladığı duyuldu. Rûhunu teslim edinceye kadar Molla Hızır Bey Bursa’da Sultâniyye Medresesi’nde müderris böyle devam etti. Bu apaçık kerâmete şâhid olan o yabancılar iken, onun yanına danışmend oldu. Hocazâde ile Hayâlî da inkarlarından vazgeçip, Kerîmüddîn’e bağlı yakın Çelebi de, Hızır Bey’in Mu’îdi (asistanı) idiler. Burada ilmi talebelerinden oldular. tahsilini tamamlayan Kestelli, Mudurnu kasabasında ve daha sonra Dimetoka’da Oruç Paşa Medresesi’nde müderris oldu. Kerîmüddîn Abdülkerîm Bâbâ Hasen Ebdâlî, yüksek hocası Fâtih Sultan Mehmed Hân İstanbul’da Sahn-ı semân İmâm-ı Rabbânî hazretlerinde gördüğü bir kerâmeti şöyle medreselerini yaptırınca, bu medreselerden birine Kestelli’yi anlatır: “Bulunduğum beldeden son defa hanımımla hazret-i ta’yin etti. Burada bir müddet talebe yetiştirmek ve ilim İmâm’a gelmiş idim. Hanımım hâmile idi. Bu sebeple yaya mütâlâa etmekle meşgûl oldu. İlme çok meraklı olan Kestelli, olarak gitmeyi tercih etmiş idik. Serhend-i şerîfe ulaştığımızda, bu uğurda devamlı çalıştı. Yorulmak, bıkmak ve dinlenmek yolun uzun ve meşakkatli oluşu sebebiyle çok yorulmuştum. bilmezdi. Çalıştıkça dinî ilimlerdeki bilgisi arttı, ilmi arttıkça da Ayaklarım da şişmiş ve su toplamış idi. Hanımımı bir tanıdığın bu husûstaki gayreti çoğaldı. Onun bu gayreti, Sultân’ın bile evine bırakıp, kendim yalnız olarak yüksek huzûrlarına geldim. kulağına gitmiş, iltifâtlarına kavuşmuştu. Zîrâ, Fâtih Sultan Ellerini öper öpmez bana sarıldılar ve; “Şeyh Kerîmüddîn! Çok Mehmed Hânın âlimlere çok saygısı vardı. Kestelli’nin bu yorulmuşsun, ayakların da çok acımış. Allahü teâlâ seni gayretli çalışmasını duymayan kalmamıştı. Hatta; “Eğer Sahn bağışladı. Doğacak olan çocuğunuzu da bağışladı” buyurdu. medreselerinin hepsi bana verilse, herbirinde günde üç ders Hâlbuki memleketimden geldikten sonra kendileri ile ilk defa verebilirim” derdi. karşılaşıyordum. Hanımımı getirdiğimi ve hanımımın hâmile olduğunu da söylememiş idim. Bu hâl onların kerâmetlerinden Bursa kadılığına ta’yin edildi. Sonra Edirne, daha sonra 886 idi.” (m. 1481) senesinde İstanbul kadısı oldu. Fâtih Sultan Mehmed Hân tarafından kadıasker ta’yin edildi. Osmanlı Devleti’nde o zaman birtâne kadıasker bulunurdu. Vezir 1) Berekât-ı Ahmediyye sh. 385 2) Hadarât-ül-Kuds sh. 355 3) Tezkire-i İmâm-ı Rabbânî sh. 348 Karamanî Mehmed Paşa, vezirlerin dört tane olduğunu, işlerin daha iyi yürümesi için kadıaskerlerin de ikiye çıkarılmasını teklif etti. Böylece biri Rumeli, diğeri de Anadolu olmak üzere, o târihten sonra kadıaskerlerin sayısı ikiye çıkarıldı. Kestelli Rumeli kadıaskeri, Hacı Hasen-zâde de Anadolu kadıaskeri oldu. Kestelli, dâima hakkı söyleyen, hiçbir şeyden çekinmeyen bir kimse idi. Kadıaskerin ikiye çıkarılmasını Kestelli önce kabûl etmedi ise de, sonradan Karamânî Mehmed Paşa’nın kendisini ikna etmesiyle bu işe râzı oldu. Kestelli’nin Sultanın yanındaki i’tibarından ve tok sözlülüğünden Karamanî Mehmed Paşa çekinmeye başladı. KESTELLİ (Mustafa bin Muhammed) Fâtih Sultan Mehmed Hân zamanında yetişmiş Osmanlı kelâm ve fıkıh âlimlerinden. İsmi, Mustafa bin Muhammed Kastalânî’dir. Kestelli adıyla meşhûrdur. Aslen Bursa yakınlarındaki Kestel kasabasındandır. Doğum târihi bilinmemektedir. 901 (m. 1496) senesinde İstanbul’da vefât etti. Eyyûb Sultan hazretlerinin türbesi yakınında defnedildi. Kadıaskerliğin ikiye çıkarılmasında Vezir Mehmed Paşa’nın büyük rolü vardı. 866 (m. 1481) senesinde Fâtih vefât edip, yerine İkinci Bâyezîd Hân geçti, İkinci Bâyezîd Hân tarafından emekli edildi. Yerine Çandarlı Hakı Paşa’nın oğlu İbrâhim Paşa kadıasker ta’yin edildi. Şöyle anlatılır: Molla Musannifek vefât edince, âlimler cenâze namazına katıldılar. O zaman Kestelli İstanbul’da idi. Evi de şimdiki Sultan Selîm Câmii’nin bulunduğu yerde idi. Cenâzeden dönerken, yolda Kestelli, yanında bulunan 6) Şakâyık-ı Nu’mâniyye tercümesi (Mecdî Efendi) sh. 161, Manisavî-zâde ve Hocazâde’ye; “Bu akşam bizde kalalım” 162 diye teklif etti. Manisavî-zâde ile Hocazâde bu teklifi kabûl ettiler ve o akşam Kestelli’nin evinde sohbet ettiler. Sohbet 7) Sicilli Osmanî cild-4, sh. 491, 492 sırasında ilmi mes’eleler konuşuldu. Hikmet, tıb ve dini ilimlerden bahsedildi. Hattâ târihi mevzûlardan, Arabî dil bilgileri ve şiirler üzerinde bile konuşuldu. Bu sohbet sırasında Manisavî-zâde ile Hocazâde, Kestelli’nin her türlü aklî ve naklî ilimde çok fazla bilgi sahibi olduğunu gördüler. Osmanlı vezirlerinden Sinân Paşa, tatil günlerinde ziyâfetler KETTÂNÎ (Muhammed bin Ahmed bin Ahmed) verir, âlimleri da’vet ederdi. Çok güzel yemekler hazırlatırdı. Büyük âlimlerden. Pek çok faziletleri üzerinde toplamış bir zât Böylece âlimlerin bir araya gelmesine ve ilmi sohbetler idi. İnsanların doğru yola gelmesi ve ebedi saadete yapılmasına vesile olurdu. Yine böyle bir sohbette, tıbbî kavuşmaları için çırpınırdı. Hasta kalblere şifâ olan sözlerini konular konuşuldu, hastalıklardan bahsedildi. Kestelli’nin tıbbî dinlemek için, uzak yerlerden sohbetine gelirlerdi. Allahü konularda da bir hayli bilgi sahibi olduğu, bu toplantıda açıkça teâlâyı, Resûlullahı ( aleyhisselâm ) ve Allahü teâlânın, ortaya çıktı. İbn-i Sina’nın tıb ilmine dâir meşhûr Kânun ve Şifâ sevdiklerini sevmeyi anlatan, “Menâzil-ül-muhabbet” isimli kitaplarını çok iyi bilirdi. Hocazâde, zamanındaki âlimlerden eseri kıymetlidir, imânın temeli, “Allahü teâlânın dostlarına sâdece Kestelli’yi anarken, “Molla” (veya Mevlânâ) ta’birini dost olmak, düşmanlarına da düşman olmaktır.” buyururdu. kullanırdı. Başka âlimleri onun ayarında görmediğinden, 554 (m. 1159) senesinde vefât etti. diğerleri için Molla ta’birini kullanmazdı. Muhammed Kettânî, “Menâzil-ül-muhabbet” adlı eserinde, Molla Kestelli, uzun boylu, mavi gözlü, zayıf, sarı benizli idi. muhabbetin yüz mertebesini sayıp izah etmiştir. Bunlardan Devamlı medreselerde talebe yetiştirmek, ilim müzâkere ba’zıları şunlardır: etmek ve kadılık yapmakla meşgûl olduğundan, kitap yazmaya fazla zamanı olmamıştır. Eserleri şunlardır: 1- Muhabbetin mertebeleri: Talîkâtün alel-mukaddimât-il-erbe’ati, 2- Haşiyetün alâ şerh-üakâid lin-Nesefî, 3- Risâletün fî tefsîri âyeti “Fesuhkan li 1. Tövbe ve tezellüldür (kendini küçük görmek, alçak tutmak). eshâb-is-se’îr”, 4- Risâletün fî cihet-il-kıble, 5-Risâletün fî seb’i Bunlar ilk makamlardır. Bir kimse dünyâyı terkedip Rabbine eşkâl-il-mevâkıf, 6-Risâletün atel-vikâye, 7- Şerhu risâleti seb’i dönerse ve nefsî arzulardan vaz geçerse, hatâ ve günahlarını eşkâl. i’tirâf edip af dilerse, o zaman muhabbete müstehak olur. Çünkü Allahü teâlâ, Bekâra sûresinin 222. âyet-i kerîmesinde meâlen; “Şüphesiz ki Allah, tövbe edenleri sever” buyurdu. 1) Mu’cem-ül-müellifîn cild-12, sh. 282 2. Taharet (temizlik) mertebesi: Bu da zâhir ve bâtın temizliği olmak üzere iki kısma ayrılır. Zâhir temizliği su ile yapıldığı 2) El-Kevâkib-üs-sâire cild-1, sh. 306, 307 3) Şezerât-üz-zeheb cild-8, sh. 11, 12 4) Osmanlı Müellifleri cild-2, sh. 3 5) Esmâ-ül-müellifîn cild-2, sh. 433 gibi, bâtın (kalb) temizliği, yakîn elde etmek iledir. Ya’nî kalbin Allahü teâlâyı görüyor gibi inanması ve kalb hastalıklarından kurtulması iledir. 3. Resûlullahın ( aleyhisselâm ) sevgisi, ya’nî O’na olan muhabbettir. 4. Nafile olan amelleri de sevip yapmak. Allahü teâlâ bir hadîs- Peygamber efendimiz ( aleyhisselâm ) Allahü teâlâdan i kudsîde “Kulum bana (farzlardan sonra) nafileler ile korkmak ile ilgili olarak buyurdu ki: “Ben, sizin Allahü teâlâyı yaklaştığı kadar hiçbir şeyle yaklaşamaz” buyurdu. en iyi tanıyanınız ve O’ndan en çok korkanınızım. Ancak, ârifin muhabbeti doğrudur ve Allahü teâlâdan korkan kimsenin 5. Allahü teâlâdan gelen herşeye, ni’metlere de, belâlara da ma’rifeti sahihtir. Kalbdeki en büyük korku, sevenin, sevilen ayırım yapmadan boyun eğmektir. Dert ve belâlardan lezzet hakkındaki korkusudur. Çünkü kim Rabbini tanırsa O’nu almak; daha var mı diyebilmektir. sever. Kim O’nu severse, O’nu ister. Kim O’nu isterse, O’ndan 6. Allahü teâlâya itaattir, isyan ederek muhabbet olmaz. 7. Allahü teâlânın kitabını, ondaki latîf hitâbları ve tatlı azarlamaları severek ona yaklaşmak. Bu da bildirilen emirleri lâyıkıyla yapmak, yasaklardan şiddetle kaçınmak iledir. 8. Allahü teâlâya yaklaştıran mertebelerden biri de, O’nun dostlarını ve sevdiklerini sevmektir. korkar. Kim O’ndan korkarsa, O’nu murâkabe eder. Kim O’nu murâkabe ederse, O’nun gadabından korkar.” Allahü teâlâdan başkasından birşey beklememeli, O’ndan başkasından korkmamalıdır. O zaman insan, devamlı Allahü teâlâ ile beraber olur. O’nu hiç unutmaz. Âlimler buyurdular ki: “Kişi, sevdiğinin kölesidir. Kölenin, sevdiğine karşı boynu büküktür, işte ibâdet de; korku, huşû’, hudû’ ve tezellüldür. Seven, sevdiğine boyun eğer. Seven bu 9. Cihâd mertebesi olup, iki kısma ayrılır. Biri din düşmanları boyun eğmeyi, izzet, şeref, fahr (övünme), yükseklik ve ile yapılan cihâddır. İkincisi büyük cihâd olup, itaat edinceye, yaklaşma olarak görür. Bunun için kişi, Allahü teâlâya, “Yâ boyun eğinceye kadar nefs ile yapılan cihâddır. Peygamber Rabbî! İzzetinden, büyüklüğünden dolayı sana boyun eğmem, efendimiz ( aleyhisselâm ) Tebük gazvesinden dönünce, benim için yükseklik ve şereftir. Senden başkasıyla Eshâb-ı Kirâma; “Küçük cihâddan döndük, büyük cihâda meşgûliyetim ise, çirkin bir şeydir” der. başlayacağız” buyurunca Eshâb-ı Kirâm, “Büyük cihâd nedir?” diye sordu. “Büyük cihâdınız nefsiniz iledir” buyurdu. Peygamber efendimiz buyurdu ki; “Rabbim, beni iki şey arasında muhayyer bıraktı: 1. Kul ve Resûl, 2. Melik ve Nebi. 10. İhsân sahibi olmaktır. Allahü teâlâya zannımzı güzel Hangisini seçeceğimi bilemedim. Yanımda Cebrâil vardı. yapınız. Çünkü Allahü teâlâ, kendisine iyi zanda bulunanı Başımı kaldırınca bana, “Rabbine tevâzu et” dedi. Ben de, sever. Bir şiirde şöyle denilmiştir: “Kul ve Resûl olmayı tercih ederim” dedim.” Hüsn-i zan sahibi, sû-i zan sahibi gibi değildir. Kişi, sevdiğinden başkasını düşünmemeli, sabah akşam hep Kimin bâtını (kalbi) temiz olursa zâhiri de güzeldir. O’nun düşüncesi ile olmalıdır. Kalbinde O’nun ümidi ve korkusu bulunmalıdır. Allahü teâlâ, Îsâ aleyhisselâma; 11. Düşmanla cihâd ederken, karşı karşıya gelip çarpışırken “Kalbinde sâdece ben olayım” buyurdu. Büyüklerden biri sabır göstermektir. Sabır sevenlerin sığınağı, âşıkların münâcaatında, “Yâ Rabbî! Senden başka hiçbir şeyi dayanağıdır. düşünmemeye, herşeyde seni takdim etmeye azmettim. Sen, beni, yasakladığın hiçbir yerde ve işte görmiyeceksin. Çünkü 12. Muhabbetin mertebelerinden biri de Îsâr etmektir (kendine sen, kalbimde en büyük ve en yücesin” dedi. Sevgili, sevenin zarurî lâzım olan şeyi müslüman kardeşine vermek, onu tek düşüncesidir. Onun herşeyidir. Gizlide ve açıkta, seven, kendine tercih etmektir). Mü’min, Rabbini tanıyıp ma’rifete sevdiğini zikretmeye ya’nî hatırlamaya düşkün olmalıdır. kavuşunca, O’na hakkıyla kulluk eder. Rabbini, anasından, Sevgilinin ismi, sevenin kalbinde ve dilindedir. Bu durum ona, babasından kardeşlerinden ve yakınlarından çok sever. sevdiğinden başka herşeyi ve her ismi unutturur. Muhammed Rabbinin rızâsına kavuşmak için ve O’nun sevgisinden dolayı Kesîr ( radıyallahü anh ), Bâyezîd-i Bistâmî’nin ( radıyallahü dünyâya bağlılığı bırakır. Rabbine döner. anh ) talebesi idi. Her zaman beraberdi. Yirmi senedir hizmetini görürdü. Buna rağmen ona hergün ismini sorardı. Muhammed Kesîr, hocasının hergün ismini sormasına üzülür, “Acaba bir hatâ mı işledim?” korkusu içinde birşey soramazdı. Allahü teâlâya kavuşmayı istemek, O’nun velî kullarına hastır. Bu durum, yirmi yıl böyle devam etti. Birgün dayanamayıp, Allahü teâlâ meâlen: “Ey Resûlüm de ki: Ey yahudiler! Eğer “Efendim! Yirmi senedir, her gün ismimi soruyorsunuz. Acaba siz, diğer insanlardan başka olarak Allahü teâlânın dostları hikmetini öğrenebilir miyim?” diye suâl etti. Bunun üzerine bulunduğunuzu zannediyorsanız, haydin ölmeyi isteyin, şayet Bâyezîd-i Bistâmî, “Evlâdım! Bir ve kadîm olan Allahü teâlâ, da’vânızda sâdık kimselerseniz.” (Cum’a-6) buyurmaktadır. bana kendi isminden başka bütün varlıkların ismini unutturdu. Âlimler, bu âyet-i kerîmeyi; niçin Allahü teâlâya kavuşmayı Onun için her defasında ismini sormak mecbûriyetinde istemiyorsunuz? Halbuki siz Allahü teâlânın evliyâsı ve kalıyorum. Kusura bakma” buyurdu. İşte, sevgilinin ismi, sevdikleri olduğunuzu iddia ediyorsunuz. “Hiç, dost dosta seven için yalnızlıkta, gurbette ve korkulu zamanlarda kavuşmayı istemez mi?” diye tefsîr ettiler. arkadaşı, hastalıkta ilâcıdır. Âlimlerden biri der ki: “Kalbim şikâyette bulununca, onu Rabbimin ismiyle tedâvi ederim.” Resûlullah ( aleyhisselâm ) buyurdu ki: “Kim Allahü teâlâya Allahü teâlâ, sevenlerin kalblerini kendi muhabbeti için yarattı. kavuşmayı isterse, Allahü teâlâ da ona kavuşmayı ister. Kim O kalblere, kendi ma’rifet nûrları ile yardım etti. Allahü teâlâya Allahü teâlâya kavuşmayı istemezse, Allahü teâlâ da ona isyan edip O’nun yasak ettiklerini yapanlar, muhabbetin tadını kavuşmayı istemez.” Âlimler, bu hadîs-i şerîfte; ölüm zamanı alamaz. Bir zât şöyle duâ etti: “Yâ Rabbî! Beni muhabbetin kastedilmektedir, dediler. Bu sırada mü’mine, Rabbi yanındaki tadı ilenzıklandır.” Ona, “Seni rızıklandırırım. Fakat durumu, Allahü teâlânın kendisinden râzı olduğu, kendisini muhabbetimin tadıyla rızıklandırmam. Çünkü sen, bana isyan sevdiği bildirilir. O zaman mü’min, Rabbine kavuşmak ister. Bu ettin. Bana isyan eden, muhabbetin tadını alamaz” diye cevap durumlardan dolayı kalbinden endişe gider, rahatlar ve kalbi verildi. düzelir. Kâfire gelince, ölüm ânında ona, Allahü teâlânın kendisine gazâbı, kendisinden hoşnut olmadığı ma’lûm edilir. Sehl bin Abdullah ( radıyallahü anh ) buyurdu ki: “Mü’minin bu Bu yüzden, düşeceği azâbların korkusundan dolayı, Allahü dünyâda malı ve nefsi yoktur. Allahü teâlâ meâlen buyurdu ki: teâlâya kavuşmak istemez. Anlatılır ki, Hazreti Bilâl-i Habeşî, “Şüphesiz ki Allahü teâlâ, hak yolunda (muharebe ederek ölüm yaklaşınca; “Yarın, sevgiliye, Resûlullaha ve O’nun düşmanları öldürmekte, kendileri de öldürülmekte olan dostlarına kavuşuyorum” dedi. İbrâhim bin Edhem de ( mü’minlerin canlarını ve mallarını, kendilerine Cenneti vermek radıyallahü anh ), vefât edeceği gün; “Bugün bana, ölümün mukabilinde satın almıştır” (Tevbe-11). Mü’min, malını Allahü getireceği sevinç geldi” dedi ve o gün vefât etti. teâlânın beğendiği şeylere harcar. Canını da, Allahü teâlânın sevgisi uğrunda feda eder. Gerçek ma’nâda Allahü teâlâyı Allahü teâlânın sevgisiyle dolup taşan bir kimseye, O’na seven, dünyâya kıymet vermez. Dünyânın süsüne, kavuşmaktan başka lezzet ve şifâ verecek birşey yoktur. parlaklığına i’tibâr etmez. Allahü teâlânın ni’metleri kişi üzerine arttıkça, kişinin Allahü teâlâya olan sevgisinin artması gerekir. Haberde şöyle geldi: Birisi, “Yâ Resûlallah! Bana öyle bir amel bildir ki, onu Resûlullah ( aleyhisselâm ) buyuruyor ki: “Allahü teâlâ size yaptığım zaman, beni hem Allahü teâlâ ve Resûlü sevsin, hem ni’metlerini artırdığı zaman O’nu seviniz.” de diğer insanlar sevsinler.” Bunun üzerine Resûlullah ( aleyhisselâm ) buyurdu ki: “Allahü teâlâ ve Resûlünün seni Allahü teâlânın ni’metlerine kavuşan kimsenin, Allahü teâlâyı sevmesini istiyorsan, dünyâya rağbet etme. İnsanların seni sevmesi, O’nun ni’metlerine bir şükür borcu olarak O’nun sevmesini istiyorsan, elindeki dünyâ malını onlara dağıt.” beğendiği şeylere koşup, yasak ettiklerinden sakınması lâzımdır. Çünkü iyilik, hür insanları bile köle yapar. Nice hür Rivâyet edilir ki; Allahü teâlâ, İbrâhim aleyhisselâma, “Seni kimseler vardır ki, yapılan iyilikler, onları köle etmiştir. niçin Halîl edindiğimi biliyor musun?” diye vahyetti. O da, “Hayır bilmiyorum yâ Rabbî!” dedi. Allahü teâlâ, “Çünkü sen Allahü teâlâ, insana ni’metler vermek sûretiyle sevgisini izhâr vermeyi seviyorsun, fakat almıyorsun” buyurdu. Onun için ediyor. Hâlbuki, Allahü teâlânın böyle yapmaya ihtiyâcı yoktur, cömert kimseye ziyâretler yapılır, herkes ona gelir. Cömert İnsan ise, Allahü teâlânın yasak ettiği günahları işlemek kimse, çok iyilik yapar, muhtaçlara yardım kanadını gerer. sûretiyle, Allahü teâlâyı sevmediğini ortaya koyuyor. Hâlbuki kat.” Seven, sevgilinin muhabbetinin kalbinden gitmesinden insan, Allahü teâlâya ne kadar da muhtaçtır. korkar. Allahü teâlâyı seven kimse, O’nu anmayı çoğaltır. O’nun Allahü teâlânın sevdiği bir kulu, insanlar da sever. Herkes ona kudreti ve büyüklüğü üzerinde tefekküre devam ederse, Allahü sevgi ve hürmetle bakar. Halbuki o onlara, ne bir iyilik yapmış, teâlâya olan sevgisini kalb gözüyle görür. ne de birşey vermiştir. Kalbler ona yakınlık duyar. Sanki onu daha önceden tanıyorlarmış gibidirler. Dilleri onu över. Nefsler Anlatılır ki, Harise ( radıyallahü anh ), Resûlullahın ( ona meyleder. Hazreti Ömer, Sa’d’a ( radıyallahü anh ) aleyhisselâm ) yanına gelmişti. Resûlullah efendimiz ( buyurdu ki: “Yâ Sa’d! Allahü teâlâ bir kulu sevdiği zaman, onu aleyhisselâm ) ona, “Nasıl sabahladın yâ Harise?” buyurdu. O mahlûkâtına da sevdirir, öyleyse, Allahü teâlâ katındaki yerinin da, “Gerçek bir mü’min olarak sabahladım yâ Resûlallah” ne olduğunu, insanlar yanındaki yerine göre anla. Sen bil ki, cevâbını verdi. Resûlullah efendimiz, “Her hakkın bir hakîkati senin Allahü teâlâ yanındaki kıymetin, benim yanımdaki vardır. Senin îmânının hakîkati nedir?” diye sorunca, “Nefsimi gibidir.” dünyâdan vazgeçirdim. Şimdi benim yanımda, dünyânın taşı, kerpici, gümüşü ve altını müsavîdir. Sanki Rabbimin Allahü teâlâ bir kulunu kendi sevgisine mazhar kılınca, onun huzûrundayım. Buna, kalb gözümle ve kalbimin yakîni ile bu dünyâdaki hüznünü, gammını, korkusunu çoğaltır. Onu şâhid oldum. Sanki ben Cennet ehlindenim. Ben bunu, yakîn dünyâda insanlardan gizler. O, ortada bulunmayınca aranmaz. ve kalb gözü ile gördüm” dedi. Ortaya çıkınca hesaba katılmaz. Hasta olunca ziyâret edilmez. O, yeryüzünde dolaşır ve kendi hâline ağlar. Sırrı gizlemek lâzımdır. Resûlullah ( aleyhisselâm ); “İşlerinizi gizli tutunuz” buyurdu. Enes bin Mâlik buyurdu: “Ben çocuklarla beraber oynarken, Resûlullah ( aleyhisselâm ) geldi. Bana selâm verdi. Sonra elimi tutup, beni bir ihtiyâçları 1) Mu’cem-ül-müellifîn cild-9, sh. 21 için gönderdi. Kendileri de, ben gelinceye kadar duvarın gölgesinde oturdu. Ben, istediği şeyi getirip verdim. Sonra 2) Brockelmann Sup cild-1, sh. 721 ben, Ümm-i Süleym’in yanına gittim. “Nerede idin?” diye sordu. “Resûlullah ( aleyhisselâm ) beni bir ihtiyâç için gönderdi” dedim. “O ne idi?” diye sorunca: “Onu söylemem, o bir sırdır” dedim. Bunun üzerine o da, “Sırrını muhafaza et” KEVÂŞÎ (Ahmed bin Yûsuf) dedi. Müfessir ve Şafiî mezhebi fıkıh âlimi. Künyesi Ebü’l-Abbâs Allahü teâlânın sevgisi ile dolu olan kimse, kanaatkar olur. Mûsulî’dir. 590 (m. 1194) senesinde doğdu. 680 (m. 1280)’da Kendisine ulaşan az şeye kanâat eder, onunla sevinir. Çok vefât etti. Babasından ve Ebü’l-Hasen’den ve Dımeşk’a gidip, olduğu zaman sevindiği gibi, az olana da sevinir. Böyle bir Sahâvî’den ilim öğrendi. Arab lisânında, kırâat ve tefsîr kimse, sevgiliden gelen ni’mete hürmet eder. ilminde iyi yetişti. Sâlih, sâdık ve zâhid bir zât idi. Sultan onun İsrailoğulları Îsâ aleyhisselâmdan bir sofra isteyince, gökten istenen sofra geldi. Îsâ aleyhisselâm bunu görünce, hem ni’mete ve hem de onun sahibi olan Allahü teâlâya şükür olarak secdeye vardı. Kişi, son nefesinden korkmalı, Allahü teâlâdan son nefesi için selâmet istemelidir. Yûsuf aleyhisselâm şöyle duâ etmişti. “Yâ Rabbî! Beni müslüman olarak öldür. Sâlih kullarının arasına ziyâretine gelirdi. “Tefsîr-i kebîr”, “Tefsîr-i sagîr adlı iki tefsîri ve “Tebsîrât-ül-mütezekkir”, “Keşf-ül-hakâik” gibi eserleri vardır. Kendisinden; Muhammed bin Ali bin Hârûf el-Mûsulî ve diğerleri kırâat ilmini öğrendi. İmâm-ı Zehebî onun hakkında şöyle demiştir: Zamanının en meşhûrlarından olup, benzeri az bulunan bir âlim idi. Zâhid, sâlih, sâdık ve çok çalışkan idi. Sultan onun ziyâretine gelirdi. Keşf ve kerâmet sahibi bir zât idi. Ömrünün son on senesinde gözleri görmez oldu. Buğday ekip biçer ve elinin emeği ile elde kulum vardı. O hastalanmıştı da, sen onu ziyâret etmemiştin. ettiği bu buğdayı yerdi. Talebelerine de ondan yedirirdi.” Eğer sen onu ziyâret etmiş olsaydın, onun yanında beni bulacaktın. Talebelerinden Şeyh Takıyyüddîn Ebû Bekr el-Makassâti şöyle demiştir. “Bir defasında kendisinden birbuçuk sene Ey Âdemoğlu! Ben seni doyurduğum hâlde sen beni kadar ayrı kaldım. Sonra yanına geldim. Kapıyı çaldığımda doyurmadın, buyurulur. Bunun üzerine Âdemoğlu, yâ Rabbî! açmak için geldi. Gözleri görmediği hâlde, beni tanıyıp, bu Ben seni nasıl doyurabilirim. Sen âlemlerin Rabbisin. Allahü Ebû Bekr’dir, dedi. Onun böyle kerâmetlerini çok gördüm. teâlâ da Âdemoğuluna eğer sen falanca kulumu doyursaydın, Vakfın çeşitlerine dâir bir eser yazıp, Medine’ye ve Kudüs’e beni onun yanında bulacaktın. gönderdi.” Ey Âdemoğlu! Ben sana su verdim. Fakat sen bana su Celâleddîn Süyûtî hazretleri şöyle demiştir: “Celâleddîn vermedin! buyurur. Âdemoğlu; yâ Rabbî! Sen âlemlerin Mahallî, tefsîrinde ona isnâd yapmıştır. Ben de ona isnâd Rabbisin, ben sana nasıl su verebilirim deyince, Allahü teâlâ: yaptım. “El-Vecîz”, “Beydâvî”, “İbn-i Kesîr” tefsîrleri üzerine Bilmiyor musun ki, benim kulum senden su istemişti de, sen yaptığım çalışmalarda ondan istifâde ettim.” ona su vermemiştin. Eğer sen ona su vermiş olsaydın, beni onun yanında bulacaktın.” Ahmed bin Yûsuf Kevâşî’nin “Hadîs-i erbe’în” adlı eserinden ba’zı bölümler şöyledir: “Kim beni zikrederse, ben de onu zikrederim. Kim beni bir cemâat içerisinde zikrederse, ben de onu ondan daha hayırlı 1. Allahü teâlâ, hadîs-i kudsîlerde buyurdu ki: bir cemâat içerisinde zikrederim.” “Ey kullarım! Benim hidâyet ettiklerim hâriç hepiniz “Benim için birbirini sevenlere, benim için birbirini ziyâret dalâlettesiniz, öyleyse, benden hidâyet isteyiniz. Ey kullarım, edenlere, muhabbet ve sevgim vâcibdir.” benim doyurduklarım hâriç, hepiniz açsınız, öyleyse benden sizi doyurmamı isteyiniz. Ey kullarım! Benim giydirdiklerim “Bana yaklaşmak istiyenler, kendilerine farz kıldıklarımdan hâriç, hepiniz çıplaksınız, öyleyse benden sizi giydirmemi daha sevimli birşey ile bana yaklaşamazlar. Kulum bana, isteyiniz.” yaptığı nafile ibâdetlerle durmadan yaklaşır. Nihâyet onu severim. Ben o kulu sevince, artık onun işiten kulağı, gören “Siz, gece gündüz hatâlar yapar, günahlar işlersiniz. Ben, sizin gözü, konuşan dili, tutan eli ve yürüyen ayağı olurum. O bütün günâhlarınızı af ve mağfiret ederim. O hâlde benden af benimle dinler, benim ile görür, benim ile konuşur, benim ile ve mağfiret isteyiniz. Bende sizi af ve mağfiret edeyim. Ey tutar, benim ile yürür.” kullarım! Siz bana elbette zarar veremezsiniz. Bana fayda da veremezsiniz.” “Ben, sâlih mü’min kullarım için, hiçbir gözün görmediği, hiçbir kulağın işitmediği, hiçbir beşerin kalbine gelmeyen şeyleri “Eğer sizin evveliniz ve âhiriniz, insanlarınız ve cinleriniz, hazırladım.” sizden en takvâ sahibi birinin takvâsı üzere bulunsalardı, benim mülküme hiçbir şey ilâve etmezdi. Ey kullarım! Sizin “Kim bana bir karış yaklaşırsa, ben ona bir zrâ’ evveliniz ve âhiriniz, insanlarınız ve cinleriniz, sizin en kötü yaklaşırım. Kim bana bir zrâ’ yaklaşırsa, ben ona kalbliniz gibi olsaydı, benim mülkümden hiçbir şey bir bâ (kulaç) yaklaşırım. Kim bana yürüyerek eksiltmezdi.” gelirse, ben ona hervele ile (koşarak) gelirim.” “Ey Âdemoğlu! Sen beni niçin ziyâret etmezsin? Âdemoğlu, yâ “Âdemoğlu! Eğer senin için yaptığım taksime rızâ gösterirsen, Rabbî! Sen âlemlerin Rabbisin, ben seni nasıl ziyâret bunun ile kalbin rahatlıyacaktır. Senin için taksim ettiğim şey edebilirim ki der. Allahü teâlâ: Bilmiyor musun, benim falan sana ulaşacak ve övülen bir kul olacaksın. Eğer yaptığım taksime râzı olmazsan, dünyâ sana musallat kılınır, izzetim ve 9) Hadîs-i erbeîn (Sülemâniye Kütüphânesi Lâleli kısmı celâlim hakkı için yemîn ederim ki, dünyâdan ancak sana ne No:3687-3) ayrılmışsa ona kavuşursun.” “Ben kalbleri kırık olanların yanındayım.” “Kulum bana kavuşmayı isterse, ben de ona kavuşmayı KINALI-ZÂDE HASEN ÇELEBİ isterim. Bana kavuşmayı istemezse, ben de ona kavuşmayı istemem.” Osmanblar zamanında yetişen fıkıh ve kelâm âlimlerinin büyüklerinden. İsmi, Hasen Çelebi bin Alâüddîn Ali bin “Ben kendime ve kullarıma zulmü haram kıldım. O hâlde Emrullah bin Abdülkâdir Hamîdî olup, Ahlâk-ı alâî isimli zulüm yapmayınız.” meşhûr ahlâk kitabının sahibi olan Ali bin Emrullah’ın oğludur. Kınalı-zâde Hasen Çelebi diye tanınır. Babası Bursa’da Resûlullah ( aleyhisselâm ) hadîs-i şerîflerde buyurdu ki: “Âlimler, Peygamberlerin vârisleridir. Onlar, dirheme veya dinara (mala) vâris değildirler. Hamza Bey Medresesi’nde müderris idi. Hasen Çelebi, 953 (m. 1546) senesinde Bursa’da doğdu. 1012 (m. 1604) senesinde Mısır’da Reşîd kasabasında vefât etti. Onlar sâdece ilme vâris oldular. Kim bu ilmi Hasen Çelebi’nin baba ve dedeleri, zamanlarının yüksek âlimi, alırsa, bol bir nasîbi almış olur.” zühd ve takvâ sahibi velîleri idiler. Büyük dedesi olan “İnsanların arasına karışıp, onların eziyet ve sıkıntılarına sabreden mü’min, insanların arasına karışmayıp, onlardan gelen sıkıntılara katlanmıyan mü’minden daha kuvvetlidir.” “Allahü teâlâya tam tevekkül etseydiniz, kuşların rızkını verdiği gibi, size de gönderirdi. Kuşlar, sabah mi’deleri boş ve aç gider. Akşam mi’deleri dolmuş, doymuş olarak döner.” Abdülkâdir Hamîdî Efendi, sakalına kına yaktığı için çocuk ve torunları Kınalı-zâde diye tanınmışlardır. Hasen Çelebi önce babasından ve diğer ba’zı âlimlerden okuduktan sonra, o zamanın büyük âlimi Şeyhülislâm Ebüssü’ûd Efendi’den ders aldı. Bilhassa fıkıh ve kelâm ilimlerinde çok yükseldi. İcâzet aldı. Büyük âlimlerden oldu. Birçok medresede müderrislik yaptı. Edirne, Bursa, Haleb, Mısır, Gelibolu, Eyyûb Yeni Zağra gibi beldelerde kadılık ve müderrislik yaptı. Kınalı-zâde Hasen Çelebi, asrının yüksek 1) Mu’cem-ül-müellifîn cild-2, sh. 209 âlimlerinden idi. Zühd ve takvâ sahibi, ilmiyle âmil bir âlim idi. Dînî emir ve yasaklara uymakta çok titizdi. Aynı zamanda 2) Bugyet-ül-vuât cild-1, sh. 401 kuvvetli bir şâir ve çok yüksek bir edîb idi. Sayısız beytleri bunu göstermektedir. Dînî kitaplara şerh ve ekleri ise şiirinden 3) Şezerât-üz-zeheb cild-5, sh. 365 daha üstündür. “Âlim ilme doymaz” sözünde de ifâde olunduğu gibi, Kınalı-zâde Hasen Çelebi de ilme doymadı. 4) Tabakât-üş-Şâfiiyye cild-8, sh. 42 5) Miftâh-üs-se’âde cild-2, sh. 103 6) El-A’lâm cild-1, sh. 274 7) Brockelmann Gal 1, sh. 416, Sup 1, sh. 737 Devamlı ilmini arttırmak için gayret etti. İlim tahsilini tamamlayıp, kemâle geldikten sonra, o zamanın usulünce medresede ders vermeye başladı. Talebelere ders okutacak seviyeye geldiğinde yirmi yaşını yeni geçmiş idi. 975 (m. 1567) senesinde Bursa’da Ahmed Paşa Medresesi’nde vazîfe aldı. Bir sene sonra babası Ali bin Emrullah’ın Edirne’ye 8) Tabakât-ül-müfessirîn cild-1 sh. 98 kadı olarak ta’yin olmasıyla, o da birlikte Edirne’ye gitti ve Çuhacı Hacı Medresesi’ne müderris oldu. Üç sene sonra İstanbul’da Eski İbrâhim Paşa Medresesi’ne ta’yin olundu. 988 Evliyânın meşhûrlarından. İsmi, Abdurrahîm bin Ahmed (m. 1580) senesine kadar İstanbul’da çeşitli vazîfelerde Kınâvî, Magribî’dir. Künyesi Ebû Muhammed’dir. Hem Seyyid, bulundu. Sonra Bursa Sultâniyesi’nde vazîfe aldı. İki sene hem şerîf (Hz Hüseyn’in ve Hazreti Hasen’in soyundan) olup, sonra tekrar İstanbul’a gelerek Sahn-ı semân Medresesi’ne 592 (m. 1196) senesinde vefât etti. Aslen Sebeteli olup, müderris oldu. 994 (m. 1586)’de Kâf-zâde Efendi yerine, Magrib’e gelmeştir. Mekke’de yedi sene kaldıktan sonra Sultan Selîm Medresesi’nde vazîfe aldı. Bir sene sonra Kınâ’ya gidip yerleşti ve vefâtına kadar orada ikâmet etti. Ebû Rebî’ul-evvel ayında Süleymâniye medreselerinden birine Midyen Şuayb Tilmisânî’nin ve Ebü’l-Hasen Ali bin Ahmed müderris oldu. 999 (m. 1590)’da Haleb kadılığına ta’yin olunan Sabbag’ın talebesidir. Bu zâtların derslerinde ve sohbetlerinde Kınalı-zâde Hasen Çelebi, bundan sonra Mısır-Kâhire, Edirne kemâle ermiştir. Mâlikî mezhebinde olup, zâhir ve bâtın ilmine tekrar Mısır-Kâhire ve Bursa kadılıklarında bulundu. 1009 (m. sahip idi. Hâfız Münzirî onun hakkında şöyle demiştir: 1600)’da Gelibolu, daha sonra da Eyyûb kadılıkları verildi. “Zâhidlerin meşhûrlarından, çok ibâdet eden bir zât idi. 1011 (m. 1602)’de Eski Zağra, daha sonra da Mısır’da Reşîd Sohbetinde bulunanlar çok istifâde etmiş, berekete beldesinde kadı oldu. Bu vazîfede bir sene kadar kaldıktan kavuşmuşlardır. Pek-çok sâlih kimse onun sohbetlerinde sonra, hastalanıp vefât etti. yetişip, kemâle ulaşmıştır.” Kerâmetleri ve sözleri meşhûrdur. Çok kuvvetli tasarrufa sâhib idi. Câhil bir kimseye, ey filân şu Kınalı-zâde Hasen Çelebi’nin en meşhûr eseri “Tezkiret-üş- âlime karşı konuş dediği zaman, o câhil kimse ilmî şu’arâ” isimli eseri olup, babasının “Ahlâk-ı alâî” isimli mes’elelerden öylesine bahsederdi ki, âlimlerin dili tutulurdu. kitabından sonra, bu eser çok rağbet ve i’tibâra sebep Bir müddet konuşmasından sonra, “Yeter” buyurup olmuştur. Bu meşhûr eserde, altı pâdişâh, beş şehzâde, sustururdu. O kimse de eski hâline dönerdi. Kabri başında Hasen Çelebi’nin yaşadığı devrin hükümdârı Üçüncü Murâd yapılan duâların kabûl olduğu çok görülmüştür. Çarşamba Hân ile meşhûr tarihçi Hoca Sa’düddîn Efendi ve günü öğle vakti, yalın ayak, baş açık bir hâlde kabrini ziyâret altıyüzotuzbir şâirin hâl tercümesi anlatılmıştır. Bundan başka edip rûhuna okuyan, kabri yanında iki rek’at namaz kılan ve Dürer ve Gurer haşiyesi ve çeşitli mevzûlara dâir birçok onu vesile ederek Allahü teâlâya duâ edip bir hacetini isteyen risaleleri vardır. kimsenin duâsının kabûl olunduğu tecrübe ile bildirilmiştir. Kemâleddîn bin Abduzzâhir şöyle anlatmıştır: “Abdurrahîm Kınâvî’nin kabrini ziyârete gitmiştim. Kabrinin başına 1) Şakâyık-ı Nu’mâniyye zeyli (Atâî) sh. 491 2) Kâmûs-ül-a’lâm cild-5, sh. 3697 oturduğumda, kabirden elini uzatıp benimle müsâfeha yaptı ve buyurdu ki: “Ey evlâdım, sakın bir göz açıp kapayacak kadar zaman bile olsa Allahü teâlâya âsî olma! Şüphesiz ki ben, İlliyyînde, Cennetin yüksek derecelerindeyim.” 3) Sicilli Osmanî cild-2, sh. 127 Buyurdu ki: “Allahü teâlânın azameti, büyüklüğü karşısında 4) Esmâ-ül-müellifîn cild-1, sh. 290 kalbde hâsıl olan heybet, basireti ve gözü başka şeylerden çevirir. Artık Rabbinden başkasına bakmaz, başkasını 5) Mu’cem-ül-müellifîn cild-3, sh. 213 görmez. Bundan sonra Celâl nûruyla görür ve Cemâl şimşekleriyle işitir.” Biri gelip ondan nasihat isteyince, “Koyun 6) Keşf-üz-zünûn sh. 387 gibi ol, koyun sahibine teslim olur. Sen de Rabbine teslim ol” buyurdu. 1) Tabakât-ül-evliyâ (İbn-i Mulakkin) sh. 443 KINÂVÎ (Abdurrahîm bin Ahmed Magribî) 2) Câmi’u kerâmât-il-evliyâ cild-2, sh. 67 3) Hüsn-ül-muhâdara cild-1, sh. 515 kötülüğü onlara bağlıdır. Kalbde olan rahatsızlık diğer uzuvlara sirayet ettiği gibi, âlimlerin bozulması da çevresinde 4) Tabakât-ül-kübrâ cild-1, sh. 156 bulunanlara sirayet eder” diyerek sözünü bitirdi. Arabca, Farsça ve Türkçeyi iyi bilen, tefsîr, hadîs ve edebî ilimlerde derin bilgi sahibi olan, ömrünü ilim öğrenmek ve KIRÎMÎ Osmanlı devri âlimlerinin büyüklerinden. İsmi, Ahmed bin Abdullah’dır. Kırımî nisbesiyle meşhûr olmuştur. Aslen Kırımlı olan bu zâtın, doğum târihi bilinmemektedir. öğretmekle geçiren Seyyid Ahmed Kırımî hazretlerinin birçok eserleri vardır. Bu eserlerinin ba’zıları şunlardır: 1- Hâşiyetü alâ şerhu Akâid-ün-Nesefî lit-Teftâzânî, 2- Misbâh-ut-ta’dil fî keşfi envâr-ut-tenzîl: Kâdı Beydâvî hazretlerinin tefsîri üzerine yazılmış haşiyedir. 3- Haşiyetti alel-Mutavvel lit-Teftâzânî filme’ânî vel-beyân, 4- Haşiyetü alet-Telvîh, 5-Şerhu Miftâh-ül- 879 (m. 1474) senesinde İstanbul’da vefât etti. Fâtih Câmii gayb, 6- Gülşen-i Raz şerhi: Farsça olarak yazılmıştır. 7- civarında, oğlu Muhyiddîn Efendinin Molla Kestel Câmii Hâşiyetü Lübbül bâb. yanında yaptırdığı mescidinde medfûndur. Kırım’da doğup büyüyen Kırımî, o beldenin meşhûr âlimlerinden “Fetvâ-i Bezzâziye” sahibi Hâfızüddîn Muhammed Bezzâzî’den ve Mevlânâ Şerefüddîn Kırımî gibi zâtlardan, aklî ve naklî ilimleri tahsil etti. Sultan İkinci Murâd Hân zamanında Osmanlı ülkesine geldi. Pâdişâh tarafından 1) Mu’cem-ül-müellifîn cild-1, sh. 297 2) Şakâyık-ı Nu’mâniyye tercümesi (Mecdî Efendi) sh. 101 3) El-A’lâm cild-1, sh. 159 Merzifon Medresesi’nde müderris olarak ta’yin edildi. Fâtih Sultan Mehmed Hân zamanında İstanbul’a geldi. Onun sohbet 4) Keşf-üz-zünûn cild-1, sh. 192, 475 cild-2, sh. 1146, 1545, meclisinde bulundu. İlim tedrisiyle vazîfelendirildi. Dilediği 1546 yerde va’z eder, ders verirdi. Yûsuf bin Cüneyd gibi birçok zâtlar ondan ilim tahsil etti. 5) Şakâyık-ı Nu’mâniyye cild-1, sh. 141 Pâdişâh, sohbet meclislerinde onu yanından ayırmaz, ba’zan İstanbul dışına giderken de onu götürürdü. Bir defasında, Fâtih Sultan Mehmed Hân İstanbul’dan Edirne’ye gitmek üzere yola çıktığında, Mevlânâ Seyyid Ahmed Kırımî’yi de kâfilesine aldı. Yolculuk esnasında, Seyyid Ahmed Kırımî’ye; “Kırım’da 600 müftî, 300 müellif ve musannif vardır. O kadar bereketli ve faydalı zâtlar var iken, Kırım için; âşıkların kalbi KIVÂMÜDDÎN EL-KÂKÎ (Muhammed bin Muhammed Sencârî) gibi harâb oldu diye söyleniyor. Bunun sebebi nedir?” diye Hanefî mezhebi fıkıh âlimlerinden. İsmi, sorunca, Mevlânâ Seyyid Ahmed Kırımî: Muhammed bin Muhammed bin Ahmed es- “Harâb olubdur ol âbâd gördüğün gönlüm, Gamla dolubdur şad gördüğün gönlüm.” diyerek cevap verdi ve devam ederek; “O diyarda kötü bir vezîr meydana çıktı ve bütün ilim ehlini incitti. Onun için âlimlerle süslü olan o belde viran oldu. Çünkü âlimler, bir yerde kalb mesabesindedir. Civârındakilerin sıhhati, âfeti ve Sencârî’dir. “Kıvâmüddîn-i Kâkî” lakabı ile meşhûr oldu. Hanefî fakîhlerinin büyüklerindendir. Fıkıh ilmini, Alâüddîn Abdülazîz el-Buhârî ile, Hüsâmeddîn Hasen-i Sığnâki’den öğrendi. “Hidâye” adındaki meşhûr fıkıh kitabını, Alâüddîn-i Buhârî’nın huzûrunda okuyup mütâlâa etmişti. Fıkıh hocası olan bu iki zât da, Fahreddîn Muhammed bin Muhammed el-Mâymargî’den Ezdî ve daha başka âlimler de ona icâzet vermişlerdir. fıkıh öğrenmiştiler. Kâhire’ye gelip Mardin Rivâyete çok önem verirdi. Hadîs-i şerîf ilminde pek Câmii’ne yerleşti. Fetvâ verir ve ders okuturdu. yükselmişti. Hadîs ilminde, cerh ve ta’dîl mevzûlarını çok iyi Vefâtına kadar bu işlerine devam etti. 749 (m. bilirdi. Râvîleri zikrederken, onların doğum ve vefâtlarını da 1348) senesinde vefât etti. bildirirdi. Bilhassa önce gelen ve asrındaki hadîs-i şerîf âlimleri olmak üzere, hadîs râvîlerinin ismini, onların doğum ve ölüm Eserleri, Hanefî mezhebinin kıymetli kitaplarından târihlerini ezbere bilmekte zamanının önde gelenlerinden idi. olup, başlıcaları şunlardır: 1- Mi’râc-üd-dirâye: Kendisinden; Ebû Abdullah bin Hizbullah, Ebû Hüseyn bin Hidâye’nin şerhidir. 2- Uyûn-ül-mezheb: Hanefî Abdülmelik bin Mehfûz, İbn-i Ebbâr, İbn-i Gammaz, Ebû fıkhına dâir yazılan kıymetli eserlerdendir. Ayrıca Muhammed bin Batala, Ebû Ca’fer Tandâlî, Ebû Huccâc bin bu eserinde dört mezheb imamının ictihâdlarını Hakem ve daha pekçok âlim hadîs-i şerîf rivâyet etmiştir. da zikretmektedir. 3- Câmi’ul-esrâr fî şerh-ilmenâr-il-envâr: Nesefî’nin usûl-i fıkıh ilmine dâir Kilâ’î, Doğu Endülüs’teki büyük âlimlerden olup, Mâlikî olan eserinin şerhidir. 4-El-Gâye fî şerh-ıl-Hidâye: mezhebindeydi. Edebî ilimlerde ve hat san’atında pek Bu da Burhâneddîn-i Mergınânî’nin “Hidâye”sinin yükselmişti. Belensiye Câmii’nde hatîb idi. Beliğ hutbeler kıymetli şerhlerindendir. 5- Tıbyân-ül-vüsûl fî okurdu. Kâdılık yaptı. Adâletiyle, bu konuda ta’viz Şerh-ıl-usûl: Pezdevî’nin “Usûl’ünün şerhidir. vermemesiyle tanındı. O, cesur ve gayretli bir zâttı. Muharebelere iştirâk eder, bizzat düşmanla çarpışırdı. Son olarak, Mursiye’ye üç fersah mesafede bulunan bir yerdeki 1) Mu’cem-ül-müellifîn cild-11, sh. 182 2) El-Fevâid-ül-behiyye (Lüknevî) sh. 186 3) Esmâ-ül-müellifîn cild-1, sh. 155 4) Keşf-üz-zünûn sh. 1187, 1811, 1824, 2033 gazâda çarpışırken şehîd düştü. İbn-i Musdî onun hakkında şöyle der: Gördüklerim arasında onun gibi faziletli ve âlim bir zâta rastlamadım. Aklî ve naklî ilimlerde, nesir ve şiirde pek mahirdi. Kur’ân-ı kerîm kırâati ve tecvîd ile ilgili ilimlerde çok derin idi. Kırâatlerini İbn-i Hûzeyl’in talebelerinden okudu. Mürsiye’de Ebû Kâsım bin Hubeyş’den pekçok istifâde etti. Eserleri: 1. Misbâh-üz-zülâm: Hadîs-i şerîflere dâirdir. 2. El-İktifâ fî megâz-il-Mustafâ KİLÂ’Î (Süleymân bin Mûsâ) vesselâsetil-hulefâ, 3. Ma’rifet-üs-Sahâbe vetTâbiîn: Bu eseri tamamlayamamıştır. 4. El-İmtisal Endülüslü hadîs âlimi. İsmi, Süleymân bin Mûsâ bin Sâlim bin li misâl-il-mübtehic, veb-tıdâil-hükm ve ihtirâ-il- Hassan Belensî’dir. Künyesi Ebû Rebî’ olup, İbn-i Sâlim Kilâ’î emsâl, 5. Bir şiir dîvânı. diye bilinir. 565 (m. 1170) senesi Ramazân-ı şerîf ayının başında Gırnata’da doğup, 634 (m. 1237) senesi, Zilhicce’nin yirmisinde şehîd oldu. Belensiye’de Ebû Atâ bin Nezir, Ebû Haccâc bin Eyyûb’dan ve başka yerlerde de Ebû Kâsım Hubeyş, Ebû Bekr bin Ced, Ebû Abdullah bin Zergûn, Ebû Abdullah bin Fehhâr, Ebû Muhammed bin Ubeydullah, Ebû Muhammed bin Büne, Ebû Muhammed bin Fürs, Ebû Abdullah bin Arûs, Ebû Muhammed, Ebû Muhammed bin Cehûr, Necbe bin Yahyâ ve daha birçok âlimden hadîs-i şerîf rivâyet etti. Ebû Abbâs bin Medâ, Ebû Muhammed Abdülhak 1) Mu’cem-ül-müellifîn cild-4, sh. 277 2) Şezerât-üz-zeheb cild-5, sh. 164 3) Tezkiret-ül-huffâz cild-4, sh. 1417 4) Ed-Dîbâc-ül-müzehheb cild-12, sh. 123 Dînin emir ve yasaklarını yerine getiren, takvâ ve hayır sahibi, çok ibâdet eden bir zât idi. Ömrünün çoğu, yokluk ve sıkıntı içinde geçti. Kâri-ül-Hidâye Sirâcüddîn’den sonra hadîs-i şerîf KİLVETÂTÎ (Ahmed bin Osman) Hadîs ve Hanefî mezhebi fıkıh âlimlerinden. İsmi, Ahmed bin Osman bin Muhammed bin İbrâhim bin Abdullah’dır. Lakabı okutmakla vazîfelendirildi. Sahîh-i Müslim’i birkaç sene okuttu. 834 (m. 1430) senesinde rahatsızlandığından, Şemseddîn Reşîdî, onun yerine getirildi. Şihâbüddîn, künyesi Ebü’l-Feth olup, Kilvetâti adıyla meşhûr Ömrünün sonuna doğru kulakları ağır işitir oldu. Ondan; oldu. Kulûtâtî de denilmektedir. Aslen Kirman şehrindendir. Menâvî, İbn-i Hassan, İbn-i Kamer, Tagrî Bermeş el-Fakîh gibi 762 veya 766 (m. 1364) senesi Ramazan ayında doğdu. 835 büyük âlimler ilim öğrendiler. Tagrî Bermeş el-Fakîh; “Biz (m. 1432) senesi Cemâzil-evvel ayının ondördünde Kâhire’de ondan daha büyük hadîs âlimi görmedik” dedi. vefât etti. Eserlerinden ba’zıları şunlardır: 1-Muhtasar-un-nâsih velBabasının arkadaşı Şemsüddîn bin er-Riffâ ona hadîs-i şerîf mensûh lil-Hâzimî, 2-Muhtasar fî ulûm-il-hadîs, 3-Muhtasaru ilmini sevdirdi. Zamanındaki hadîs âlimlerinin yanına giderek, Tehzîb-il-kemâl. onlardan hadîs-i şerîf öğrendi. Hadîs-i şerîf öğrenmeye ilk defa 779 (m. 1377) senesinde başladı. Nâsıruddîn Harâvî, Afifüddîn Nesâvî, Takıyyüddîn bin Hatem’den, İbn-i Savvâfın talebeleri; Hâccâr, Venâî’den, Debbûsî’nin talebelerinden, Necîb ve Fahruddîn’in talebelerinden ve kendi akranlarından bile hadîs-i şerîf öğrendi. Bu husûsta çok gayret etti, her fedâkârlığa katlandı. Büyük hadîs kitaplarını birkaç defa okudu. Hattâ Sahîh-i Buhârî’yi altmış defadan fazla, altmış kadar âlimden okuduğu rivâyet edilir. Bunun yanında daha 1) Mu’cem-ül-müellifîn cild-1, sh. 311 2) Ed-Dav-ül-lâmi’ cild-1, sh. 378, 380 3) Enbâ-ül-gumr cild-3, sh. 483, 484 4) Brockelmann, Sup-2, sh. 72 birçok mu’cemler, müsnedler ve hadîs cüzleri okudu. Irâkî ve oğlundan, İbn-i Hacer Askalânî’den, Türkmânî ve İbn-i Salâh’ın yazdıkları usûl-i hadîs kitaplarını okudu. “Ta’lîk-utTa’lîk” ve “Etrâf-ül-Müsned” adlı kitapları da okudu. Hadîs-i şerîf, fıkıh, Arabca ve kırâat ilimlerini öğrenmek husûsunda çok hırslı idi. İlminin çokluğunu ve gayretini gören KİRMÂNÎ (Abdurrahmân bin Muhammed) hadîs âlimlerinden birçoğu, ona hadîs okutma icâzeti (diploma) verdiler. İcâzetlerinde; âlim, fâdıl, muhaddislerin biriciği, müderrislerin başı, seyyid-ül-Mürselîn’in sünnetinin hizmetçisi gibi üstün meziyetlerle onu medhettiler. En fazla hadîs-i şerîf ilmiyle meşgûl olan Kilvetâti, diğer dînî ilimlerde de büyük âlim idi. Fıkıh ilmini; İzzeddîn er-Râzî, Şemseddîn bin Ahî’l-Câr, Bedrüddîn bin Hâsbek, Ekmelüddîn, Cemâleddîn et-Tebânî gibi âlimlerden öğrendi. Bir grup âlimden kırâat ilimlerini aldı. Arabî ilimlerle de uzun zaman meşgûl oldu. Şihâbüddîn es-Sanhâcî, el-Gimârî, Abdülhamîd Trablûsî ve diğer âlimlerden Arabî ilimleri öğrendi. Hanefî mezhebi fıkıh âlimlerinin büyüklerinden. İsmi, Abdurrahmân bin Muhammed bin Emîrveyh bin Muhammed bin İbrâhim el-Kirmânî olup, künyesi Ebü’l-Fadl’dır. Lakabı Rüknüddîn ve Rükn-ül-İslâm’dır. İbn-i Emîrveyh diye de tanınmıştır. 457 (m. 1065) senesi Şevval ayında Kirmân’da doğdu. 543 (m. 1149) senesi Zilka’de ayının 20’sine rastlayan Cum’a günü Merv şehrinde vefât etti. İlim tahsili için Merv ve başka yerlere gitti, ilk tahsilini babasının yanında tamamladıktan sonra, ilim öğrenmek için Merv’e gitti. Orada Fahr-ül-kudât Muhammed bin Hüseyn el- Ersâbendî’den fıkıh ilmini öğrendi. Başka âlimlerin ilim meclislerinde de bulunup istifâde etti. Kirmânî hazretlerinin ilim öğrenmekteki gayreti çok fazla idi. KİRMÂNÎ (Muhammed bin Yûsuf) Büyük bir gayret ve edeble hocasının derslerine devam ediyordu. İlmi her an artıyor, derecesi yükseliyordu. Bir Fıkıh, hadîs, tefsîr ve kelâm âlimi. İsmi, taraftan ilim öğreniyor, diğer taraftan da yazıyor ve bunları Muhammed bin Yûsuf bin Ali bin Sa’îd el-Kirmânî yayıyordu. Fıkıhdan başka, tefsîr, hadîs ve diğer ilimlerde çok el-Bağdâdî olup, lakabı Şemsüddîn’dir. 717 (m. derin âlim oldu. 1317) senesi Cemâzil-âhır ayının onaltısında Perşembe günü Kirman’da doğdu. 786 (m. 1384) Kirmânî ( radıyallahü anh ), zamanında Horasan’da bulunan senesi Muharrem ayının onaltısında hacdan Hanefî mezhebi âlimlerinin en büyüklerinden olup, eşi yok idi. dönerken vefât etti. Cenâzesi Bağdad’a getirilip, Âlimlerin reîsi, en üstünü idi. Ondan sonra Horasan’da böyle Bâb-ı Ebrez kabristanında daha önce kendisinin büyük bir âlim yetişmemişti. Her taraftan talebeler, ilim âşıkları bizzat hazırlattığı kabrine, vasıyyeti üzerine defn etrâfında toplanmaya başladı. edildi. Yanında Şeyh Ebû İshâk Şîrâzî medfûndur. Oğlu, babasının kabri üzerine bir Ebü’l-Feth Muhammed bin Yûsuf el-Kantârî es-Semerkandî, türbe, yanına da bir medrese inşâ ettirdi. Abdülgafûr bin Lokman el-Kerderî, Bedrüddîn Ömer bin Abdülkerîm el-Buhârî, Ebû Bekr Muhammed bin Abdürreşîd Kirmanî, önce babası Behâüddîn Yûsuf’dan ve el-Kirmânî ve başka yüzlerce âlim kendisinden ilim öğrenip kendi memleketinde bulunan âlimlerden ilim istifâde etmişlerdir. Ondan aldıkları ilmi ve onun eserlerini öğrendi. Sonra Şîrâz’a gitti ve orada Kâdı çeşitli memleketlere, çok uzak yerlere kadar yaydılar. Kendisi Adûdüddîn’in derslerine oniki sene kadar devam ve talebeleri her tarafta tanındı. Herkes tarafından sevilir, etti. Daha sonra ilim öğrenmek için Şam, Mısır ve kendisine hürmet edilirdi. Birçok kimsenin saadetine vesile Hicaz’a gitti. Oradaki âlimlerle görüştü. Buhârî’yi olmuştur. Ezher Câmii’nde Nâsıruddîn el-Fârûkî’den dinledi. Hicaz’da Zeynüddîn Irâkî ile görüştü. Kirmânî hazretleri ba’zı eserler te’lîf etmiştir. Fıkıh ilmine dâir Sonra Bağdad’a yerleşti. Otuz sene burada ilim Tecrîd isimli eserini yazıp bitirdikten sonra, buna şerh olarak yaydı. Kendisinden ise; Kâdı Muhibbüddîn el- üç cildlik bir eser daha yazdı. Ona da “İzâh” adını verdi. Bağdâdî, oğlu Şeyh Takıyyüddîn Yahyâ el- Ayrıca, “Şerhu Câmi-ül-kebîr”, “İşârât-ül-esrâr”, “Fetâvâ” ve Kirmânî ve birçok âlim hadîs-i şerîf dinledi ve başka eserleri vardır. rivâyette bulundu. Oğlu, babası hakkında şöyle demektedir: “Babam mütevâzî, ilim ehline karşı son derece iyiliksever 1) Mu’cem-ül-müellifîn cild-5, sh. 172, cild-6, sh. 111 idi.” 2) Tabakât-ül-müfessirîn (Dâvûdî) cild-1, sh. 281 İbn-i Hâccî de onun hakkında; “Kirmânî, 3) Tabakât-ül-müfessirîn (Süyûtî) sh. 18 4) El-A’lâm cild-3, sh. 327 5) Fevâid-ül-behiyye sh. 91 6) Rehber Ansiklopedisi cild-10, sh. 157 Bağdad’da otuz sene ilim yaymakla meşgûl oldu. Muhtasar-ı İbn-i Hâcib’e ve Sahîh-i Buhârî’ye meşhûr olan şerhler yazdı” demektedir. Zeynüddîn Irâkî ise onun hakkında; “Onunla Hicaz’da karşılaştım. Kibar, aza kanâat eden, dünyâya değer vermeyen, ilim ehline ihsânlarda bulunan bir zât idi. Buhârî şerhini Tâifte tamamladı. Sonra temize çekmeye başladı. Bunu da Bağdad’da tamamladı” demektedir. KİSAÎ Muhammed el-Kirmânî, güzel ahlâk sahibi idi. Güleryüzlü ve tevâzu sahibi olup, dünyânın Meşhûr yedi kırâat imamından yedincisi. Tebe-i tabiînden, gösterişine, geçici ni’metlerine düşkün değildi. ya’nî Tabiîni görenlerdendir. Kırâat ilminde işâreti Râ’dır. Sultanlar evine gelir, kendisinden duâ ve nasihat Kûfe’de nahiv ilminin kurucusudur. Kırâat, nahiv ve lügat isterlerdi. Çeşitli ilimlere dâir birçok eser yazdı. ilimlerinde zamanının imâmı olup, diğer İslâm ilimlerinde de Yazdığı eserlerden ba’zıları şunlardır: 1-Şerh-ül- söz sahibi bir âlimdi. Fevâid-il-gıyâsıyye: Beyân ilmine dâir bir eserdir. 2- Hâşiyetü alâ envâr-it-tenzîh lil-Beydâvî: Tefsîre dâir dört cildlik bir eserdir. 3- Risâletü fî mes’eletil-kuhli, 4- Şerh-ül-mevâkıf lil-Îci fî ilm-il-kelâm, 5Enmüzec-ül-Keşşâf, 6- Şerhu Ahlâkı Adûdüddîn, 7- Şerh-ül-Levâhır, 8-Kevâkıb-üd-devârî fî şerhi Sahîh-il-Buhârî: En meşhûr eseridir, yirmibeş cild hâlinde basılmıştır. Eserde birçok tekrarlar vardır. Bilhassa râvîlerin isimlerinin tesbitinde sık sık tekrarlar yapılmıştır. İsmi, Ali bin Hamza bin Abdullah bin Osman bin Fîrûz’dur. Ebû, Hasan, Ebû Abdullah ve Ebû Feth künyeleridir. Dedelerinden Fîrûz, Esedoğullarının âzâdlı kölelerinden olduğu için el-Esedî, nahv âlimi olduğu için en-Nahvî, kırâat dersi verdiği için el-Mukrî, lügat âlimi olduğu için el-Lügavî, Kûfe’de yetiştiği için el-Kûfî, Bağdâd’ta yerleştiği için elBağdâdî, kendisinin ifâdesine göre, kilim elbise içerisinde ihrama girip Kâ’be’yi tavaf ettiği için veya Hamza Zeyyad’ın meclisinde dizinin üzerine kilim koyduğu için el-Kisâî denilmiş ve bu nisbe ile meşhûr olmuştur. Kendisine, İmâmü’l-kurrâ’, Şeyhü’l-kırâat ve’n-nahv, el-İmâm lakabları verilmiştir. 1) Mu’cem-ül-müellifîn cild-12, sh. 129 İmâm-ı Kisâî’nin dedelerinden Fîrûz’un isminden ve ba’zı kaynaklardaki Farsoğlu şeklindeki kayıtlardan, İranlı 2) Bugyet-ül-vuât cild-1, sh. 279 olabileceği söylenmiştir. Ba’zı kaynaklar ise, Kureyşoğullarından olduğunu söylemektedir. 3) Ed-Dürer-ül-kâmine cild-4, sh. 310 İmâm-ı Kisâî hazretlerinin doğum yeri ve târihi hakkında bilgi 4) Miftâh-üs-se’âde cild-1, sh. 170, cild-2, sh. 18 5) Esmâ-ül-müellifîn cild-2, sh. 172 6) Tabakât-ül-müfessirîn (Dâvûdî) cild-2, sh. 285 7) El-A’lâm cild-7, sh. 153 8) İnbâ-ül-gurûr cild-1, sh. 299 yoktur. Hârûn Reşîd’in maiyetinde iken, İmâm-ı Muhammed Şeybânî hazretleriyle aynı gün ve aynı yerde vefât etti ve oraya defn edildi. Mezarı, Rey yakınlarında Renbuye köyündedir. Yetmiş yaşlarında iken 189 (m. 805) târihinde vefât etmiştir. Temel bilgilere sahip olduktan sonra, Kûfe’de reîsü’l-kurrâ ve altıncı kırâat imâmı olan Hamza bin Habîb ez-Zeyyâd’ın talebeleri arasına katıldı. Dört defa Kur’ân-ı kerîmi baştan 9) Şezerât-üz-zeheb cild-6, sh. 294 sona hocasına dinletti ve tasdikini aldı. Hocası İmâm-ı Hamza ez-Zeyyâd’tan sonra Kûfe’de reîsü’l-kurrâ oldu. 10) Keşf-üz-zünün cild-1, sh. 37, 546, cild-2, sh. 1399, 1662, Kendisinden sonra Kûfe’den reîsü’l-kurrâ çıkmadı. 1891 İmâm-ı Kisâî hazretlerinin ilk Lisân hocaları arasında Muâz-ı 11) Brockelmann Sup-2, sh. 211 Herra, Ebû Ca’fer Rüasî gibi meşhûr âlimler vardır. Nahv ilmini, Ebû Amr, Amr bin el-Âlâ, Yûnus bin Habîb, Îsâ bin Resûlullah efendimiz ( aleyhisselâm ) ba’zı tashihler Ömer ve Süleymân bin Mihrân’dan aldı. Süleymân bin Erkâm (düzeltmeler) yaptı ve “Ben, kâriler (Kur’ân-ı kerîm okuyanlar) ve Ebû Bekir bin Iyyâş’dan Hadîs okudu. Muhammed bin ve meleklere seninle iftihar ederim” buyurdu. Abdurrahmân bin Ebî Leylâ, Ca’fer-i Sâdık, Seleme bin Ahfeş, Hammâd bin Seleme (r.aleyhim) de hocaları İmâm-ı Kisâî’den birçok âlim ders aldı. Ahmed bin Hanbel, arasındadır. Yahyâ bin Muîn, Ebû Ömer el-Dûrî, Ebû Hars el-Leys bin Hâlid, Yahyâ bin Ziyad el-Fervâ, Ebû Ubeyd-el-Kâsım bin Kûfe’den sonra nahv ve lügat ilmi tahsil etmek üzere Selâm, Ebû Tevbe, Meymûn bin Nafs, Ali bin Mübârek el- Basra’ya gitti. Meşhûr nahiv âlimi Halîl bin Ahmed’den okudu. Ahmâr en-Nahvî gibi âlimler en meşhûr talebelerindendir. El- O’nun dil üzerindeki bilgilerine hayran olup, bu bilgilere nasıl Dûrî ve Ebû Haris kendisinden kırâat nakleden meşhûr sahip olabileceğini sordu. Çöllerdeki bedevîlerden râvileridir. öğrenilebileceği, cevâbını alınca yine hocasının tavsiyesiyle Necd, Tihâme ve Hicaz bedevileri arasına gitti. Onların İmâm-ı Kisâî hazretlerinin kurucusu olduğu Kûfe dil arasında kaldı. Daha sonra buradan öğrendiği lügatleri mektebinin kitablarını, talebelerinden Muhammed bin Yezîd günlerce göz nûru dökerek kayda geçirdi. Dönüşünde hocası el-Müberrid tasnif etmiştir. Halîl bin Ahmed ölmüş, yerinde Yûnus en-Nahvî ders vermekteydi. Yûnus, münâzara neticesinde İmâm-ı Kisâî’nin ilmî otoritesini kabûl edip, ondan ders vermesini istedi. Ancak İmâm-ı Kisâî Kûfe’ye geçti. İmâm-ı Kisâî, zamanının meşhûr âlimleriyle çeşitli mevzûlarda münâzaralarda bulunmuş, onlarla sohbetlerde beraber olmuştur. Basra nahvi mektebinin korucusu sayılan Sîbevevh ile yaptığı münâzara meşhûrdur. İmâm-ı a’zam İmâm-ı Kisâî, Kûfe’ye gelişinden sonra, Abbasî halifesi el- hazretlerinin talebelerinden İmâm-ı Muhammed’le de sohbet Mehdî’nin oğlu Hârûn Reşîd’e mürebbiyelik teklifini kabûl etmiş, İmâm-ı Yûsuf hazretleriyle yaptığı bir münâzarada, ederek Bağdâd’a gitti ve orada yerleşti. Ömrünün sonuna talâkla ilgili bir mes’elenin hallini nahiv ilmi yardımıyla kadar Hârûn Reşîd’in yanında kaldı. O’nun oğulları kolaylaştırdığı için takdîr edilmiştir. Muhammed Emîn ve Mu’tasım’a mürebbiyelik yaptı. Onlara gerekli olan ilimleri sohbet yoluyla öğretti. Haftanın bir günü saraya gelir, diğer günler Bağdâd ve civarında ilim öğretirdi. İmâm-ı Şafiî hazretleri, “Nahivde engin bilgi sahibi olanlar, Kisâî’nin çocukları gibidir” buyurdu. Basra’da büyük âlimlerin önünde altmış sene namaz kıldırıp, bir defa bile hatâ İmâm-ı Kisâî, kırâat ilminin yardımcı ilimlerinden olan nahv ve yapmamasıyla meşhûr olan Ebû Hatim Sehl bin Muhammed lügat ilimlerinde zamanının bir tanesi, imamıydı. Ömrünün es-Sicistanî anlatır: “Basra’ya Kûfe’den bir vâli geldi. Âlim ve onbeş senesini, lehçeleri en belîğ ve en fasîh, dilleri hiç fâzıl bir zâttı. Ziyâretine gittim. Bana Basra’nın âlimleri karışıma uğramamış olan Necd, Tihâme ve Hicaz bedevîleri kimlerdir, diye sordu. Kırâatte Zeyyâdî, nahvde Ma’zinî, arasında geçirdi. Bu bedevîlerden çok istifâde eden İmâm-ı fıkıhta Hilâl bin Yahyâ er-Ra’y, hadîsde el-Sazekûnî en iyi Kisâî, nahv ve lügat ilimlerindeki otoritesini günümüze kadar âlimlerdir. Benim de. Kur’ân ilminde vukûfum olduğu söylenir korumuştur. İmâm-ı Kisâî hazretleri, nahv ve lügat ilimlerinde dedim. Vâli, hepsinin toplanmasını emretti. Meclisinde otorite olmayanın, kırâat ilmine tam sahip olamayacağı herkese ilim sahasının dışında sorular sordu. Hepsi ilgili düşüncesindeydi. İmâm-ı Kisâî hazretleri, kırâat ilminde, âlime sorması gerektiğini, kendilerinin o husûsta malûmatları hocası Hamza el-Zeyyâd’ın kırâati ile diğer rivâyetlerden olmadığını söylediler. Bunun üzerine vâli, “Elli sene ilimle birinin arasında bir kırâati seçmiş ve onu rivâyet etmiştir. meşgûl olup da, sadece bir sahada ilim sahibi olan ve Fakat bu kırâati önceki altı imâmın kırâatleri dışında değildir. bundan başka bir şey sorulursa halledemeyen insana yazıklar olsun. Bizim Kûfeli âlimimiz el-Kisâî bunların hepsine İmâm-ı Kisâî, bir gece rü’yâsında Peygamberimizi ( aleyhisselâm ) gördü. Resûlullah ( aleyhisselâm ) O’ndan Kur’ân okumasını istedi. O da Sâffât sûresini okudu. cevap verirdi” dedi.” Ebû Bekir el-Enbârî “İmâm-ı Kisâî, başkalarında olmayan Sevrî’yi sordu. “Onlar İlliyyîn’dedir. Biz onları yıldızlar gibi meziyetlere sahiptir. Kur’ân-ı kerîm husûsunda bir taneydi. görürüz” dedi. Herkes onun kırâatini öğreniyordu. Halkı etrâfına toplayıp Kur’ân-ı kerîmi başından sonuna kadar okurdu. Ba’zıları Gıybetini yapan bir kimse vardı. O kimse İmâm-ı Kisâî’yi ellerinde mushaflarla gelir onun okuyuşuna göre harekelerdi. rü’yâsında gördü. Nasıl olduğunu sordu. O da “Allah beni Nahiv’de de en büyük âlim O’ydu.. Lisanın nâdir kelime, tâbir Kur’ân-ı kerîmin şefaatiyle affetti. Resûlullahı ( aleyhisselâm ) ve kaidelerini bilmekte üstüne yoktu” diyerek onun ilmî gördüm. Bana oku dedi. Ben de Sâffât sûresini okudum. husûsiyetlerini ortaya sermektedir. Resûlullah beni beğendi ve sırtımı sıvazladı” dedi. Bu rü’yâ üzerine o şahıs tövbe etti. Bir daha onun gıybetini yapmadı. İshâk bin İbrâhîm Mûsilî, “San’atında mahir dört kişi gördüm. Bunlardan biri Kisâî idi. Nahivde ondan üstünü yoktu.” Hârûn Muhammed bin Yahyâ “Diriyken de, öldükten sonra da Reşîd, meclisinde İmâm-ı Kisâî’nin de bulunduğu bir sırada, Kur’ân-ı kerîm okumayı bırakmadı” buyurdu. “Hayattakilerden ikrama en lâyık olanın kim olduğunu” sordu. Bulunanlar çeşitli cevaplar verdiler. Hiçbirini kabûl etmedi, “İkrama en lâyık olan, oğullarım Emîn ve Mu’tasım’ın hocaları olan Kisâî’dir” dedi. İbn-i Arabî, “Kisâî, zabt (kelimelerin doğru okunmasında) ve diğer Arabî ilimlerde, kırâatte, insanların en âlimi idi” demiş, Esmaî, İmâm-ı Kisâî’nin talebesi Ferrâ ve İbni Durusteveyh de, O’nun ilminin üstünlüğünü dile getiren sözler söylemişlerdir. Üçüncü asırda gelerek Kisâî’yi Kurrâ-i Seb’a’dan yedincisi olarak kabûl eden İbni Mücâhid, “O, asrında kırâat ilminde insanların imâmı idi” buyurmuştur. Hatîb el-Bağdâdî, târihinde, İmâm-ı Kisâî’nin din ve fazîlette çok üstün olduğunu söylemektedir. İmâm-ı Kisâî hazretleri, Allahtan çok korkardı. Sâde giyinir, halifenin yanına giderken güzel giyinmekte mahzur görmezdi. Câhil halkla onların anlayacağı dille konuşurdu. Hâfızası kuvvetli, okuması güzeldi. Lisânı fasîhdi. İrâbı düşünmeden konuşur, konuşması iraba uyardı. Zengin olduğu kadar mütevâzi ve cömertti. Bütün İslâm âlimleri gibi ölümü hiç hatırından çıkarmazdı. Ömrünü sadece Kur’ân-ı kerîmin hizmetine adamış ve O’nun şefaatini ümid etmiştir. İmâm-ı Kisâî hazretleri birçok eser yazmışsa da mevcût olan iki tam, bir de yarıdan çoğu kaybolmuş bir eseri vardır. İmâm-ı Kisâî ve İmâm-ı Muhammed’in aynı günde ve Hârûn Bunlardan halk dilinin hatâlarını mevzû edinen “Kitâb-u fî lahn Reşîd’in Horasan seferi esnasında vefâtları, halifeyi çok el-amme’si” Mısır’da basılmıştır. Diğer eseri Kitâbü’l- duygulandırmış, Bağdâd dönüşünde “Fıkhı ve nahvi Müştebihâtfi’l-Kur’ân’ın bir nüshası Bayezîd Renbuye’ye gömdüm” demiştir. Meşhûr şâir Ebû Muhammed kütübhânesindedir. Yahyâ bin Mübârek, iki büyük âlimin vefâtı üzerine yazdığı mersiyesinde “Artık fıkhî mes’elelerde müşkilimizi kim çözecek, Kisâî’nin ölümü bana hayatı ve lezzetlerini zehir etti. Bunlar gibi âlim, artık bu âleme gelmez” demiştir. Ebû Zeyd de “Allah rahmet etsin, onunla ilmi de öldü” diyerek ¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾ 1) El-A’lâm cild-5, sh. 93 2) El-Esnâb vr. 482 ab. ilimdeki kıymetini dile getirmiştir. 3) Teysîr fi’l-kırâat es-seb cild-1, sh. 7 Ebû Mishil Abdullah bin Hurceyş anlatır: Vefâtından sonra 4) Bugyet-ül-vu’ât sh. 336 Kisâî’yi rü’yâmda gördüm. Yüzü dolunay gibi parlıyordu. Nasıl olduğunu sordum. Kisâî de, Kur’ân-ı kerîmin şefaatiyle 5) El-Fihrist cild-1, sh. 29 affedildiğini söyledi. Hamza bin Habîb ez-Zeyyâd ve Süfyân-ı 6) Gayetü’n-nihâye fî Tabakât-ül-Kurrâ cild-1, sh. 536 7) Ravzat-ül-Cennât sh. 451 Cenâzesinde eş-Şerîf Ebû Talib ez-Zeynî ve Kâdı’l-kudât Ebü’l-Hasen İbn-i Dâmegânî de hazır bulundu. Onlardan biri 8) İnbâh-ür-rüvât cild-2, sh. 256 9) Mu’cem-ül-müellifîn cild-7, sh. 84 10) En-Nücûm-üz-Zâhire cild-2, sh. 130 kabrinin baş ucunda, diğeri ayak ucunda durdu ve İbn-i Dâmegânî şu meâlde bir şiir söyledi: “Ölen kimsenin arkasından, onun iyiliklerini sayarak ağlamak fa’yda vermez, ölüm her insanın başına gelecektir.” eş-Şerîf ise, “Analar onun gibisini doğurmadılar. Onun benzerini dünyâya getirme 11) Nüzhet-ül-elibbâ sh. 81 imkânına sahip de değillerdir” dedi. 12) Miftâh-üs-se’âde cild-1, sh. 130 Ali Kiyâ’l-Herrâsî hazretleri hakkında Abdülgâfir; “O, ilmin zirvesine çıktı. Gençliğinde Nişâbûr’da okudu. Fıkıh ilmini 13) Târih-i Bağdâd cild-11, sh. 503 öğrendi. Güleryüzlü ve tatlı dilli idi. İmâm-ül-Haremeyn hazretlerinin, İmâm-ı Gazâlî’den sonra en üstün talebesi oldu.” 14) Vefeyât-ül-a’yân cild-2, sh. 457 Tâcüddîn es-Sübkî; “O, âlimlerin önde geleni idi. Ahkâm hadîslerini ezbere bilmekte, cedel, usûl ve fıkıh ilminde 15) El-Muhtasar mine’l-muktebes sh. 283 âlimlerin reîsi idi.” Esnevî ise; “O, görüşü kuvvetli, zekî, konuşması düzgün, gür sesli, güler yüzlü bir zât idi. Münâzarada delîli kuvvetli ve açık idi” demektedir. KİYÂ’L HERRÂSÎ (Ali bin Muhammed) Fıkıh ve kelâm âlimi. Künyesi Ebü’l-Hasen olup ismi, Ali bin Muhammed bin Ali el-Kiyâ’l Herrâsî et-Taberistânî’dir. Lakabı İmâdüddîn olup, el-İmâm, Şems-ül-İslâm da denir. Ali Kiyâ’l Herrâsî hazretleri 405 (m. 1058) senesi Zilka’de ayının beşinde doğdu. Fıkıh ilmini Taberistan’da öğrendi. Büyük âlim İmâm-ül-Harameyn’den ilim tahsil etmek için onsekiz yaşında iken Nişâbûr’a gitti. Orada İmâm-ül-Harameyn hazretlerinden ilim öğrendi. Onun en seçkin talebelerinden oldu. Fıkıhda, usûlde ve diğer ilimlerde söz sahibi oldu. Hocasının derslerinde, onun başyardımcılığına erişti ve onun eserlerinde bulunan hadîs-i şerîflerin hangi kaynaklarda bulunduğunu bildirdi. Hocasından başka Ebû Ali el-Hasen bin Muhammed es-Saffâr’dan hadîs-i şerîf rivâyetinde bulundu. Kendisinden de es-Silefî Sa’d-ül-Hayr bin Muhammed el-Ensârî ve birçok âlim hadîs-i şerîf rivâyet ettiler. Ali Kiyâ’l Herrâsî hazretleri daha sonra Beyhek’e giderek orada ilim tahsiline devam etti. Oradan da Bağdad’a gitti. O zaman Bağdad ilim merkezi idi. 493 (m. 1099) senesi Zilhicce ayında Nizamiye Medresesi’nde ders vermeye başladı ve vefât edinceye kadar bu görevini sürdürdü. 504 (m. 1110) senesi Muharrem ayının başında Bağdad’da vefât etti. İbn-i Hılligân, kendisine niçin “El-Kiyâ” denildiğini bilmediğinden bahisle, Arabca olmayan bu kelimenin; kadri ve kıymeti büyük, insanlar arasında i’tibârlı ma’nâlara geldiğini kaydeder, öyle anlaşılıyor ki, bu kelime, bu büyük zâtın kadrim bildirmek için kendisine izafe edilmiş bir güzel lakabdır. Ali Kiyâ’l-Herrâsî, ilim tahsilindeki muvaffakiyetinin sırrını şöyle anlatıyor: “Okuduğumuz medresenin yanında bir kanal vardı. Oraya yetmiş basamak ile inilirdi. Medresede dersi okuyup ezberleyince o kanala inerdim. Herbir basamaktan inerken ve çıkarken dersi tekrar ederdim. Her ders için böyle yaptım. Derslerimdeki başarımın sırrı budur.” Ebû Tâhir es-Silefî şöyle anlatır: “Bağdad’da iken, 495 (m. 1102) senesinde hocamız Ali Kiyâ’l-Herrâsî hazretlerinden bir mes’ele hakkında fetvâ istedim. Fetvâ istediğim mes’elenin aslı; “Bir kimse malının üçte birinin fıkıh âlimleripe verilmesini vasıyyet etse, hadîs kâtibleri (hadîs-i şerîf yazanlar, bu vasıyyete dâhil olur mu olmaz mı?” idi. Ali Kiyâ’l-Herrâsî hazretleri, sorduğum suâlin altına cevap olarak şöyle yazdı: “Evet dâhildir. Nasıl olmaz. Kesin olarak Resûlullah efendimiz ( aleyhisselâm ) buyurdular ki: “Ümmetimden kim dînin emirlerini bildiren kırk hadîs-i şerîf ezberlerse, Allahü teâlâ onu fakîh olarak haşreder (diriltir).” Ali Kiyâ’l Herrâsî birçok eser yazmıştır. Bunlardan ba’zıları ilme çok meraklı olduğundan, birçok şehir gezdi. Buralardaki şunlardır: 1- Levâmi-üd-delâil, 2- Şifâ-ül-müsterşidîn fî âlimlerle görüştü. mebâhis-il-müctehidîn, Alâeddîn Koçhisârî’nin, o zamanki çeşitli ilimlere dâir, 3- Nakdü müfredâd-il-İmâm-ı Ahmed, içerisinde kapalı ve müşkil suâller bulunan bir risalesi vardır. Şakâyik kitabının yazarı Taşköprüzâde, o risaleyi babasının 4- Kitâbün fî usûl-il-fıkh, 5- Ahkâm-ül-Kur’ân. yardımıyla çözebilmiştir. Tefsîr ilmi sahasında, bilhassa “Ahkâm-ül-Kur’ân” isimli Celâleddîn Süyûtî şöyle anlatır: “Mevlânâ Alâeddîn, kendi eseriyle şöhret yaptı. Kendisinden sonra gelen büyük memleketinde ilim tahsil edip, yüksek derecelere çıktıktan müfessirler, bu konuda ondan önemli ölçüde istifâde ettiler. sonra, Acem (İran) diyârına gitti. Oranın büyük âlimlerinden de ilim öğrendi. 828 (m. 1424) senesinde Kâhire’ye gitti. Kâhire’de Eşrefiyye Medresesi’nde müderrislik vazîfesinde 1) Mu’cem-ül-müellifîn cild-7, sh. 220 bulundu. 829 (m. 1425) senesinde, hac ibâdetini yerine getirmek maksadıyla Mekke’ye gitti. Medîne-i münevverede 2) Şezerât-üz-zeheb cild-4, sh. 8 Peygamber efendimizi ziyâret etti. 3) Keşf-üz-zünûn cild-1, sh. 423: cild-2, sh. 1056, 1569 Hac vazîfesini îfâ ettikten sonra Anadolu’ya geldi. Birkaç sene Anadolu’da kaldı. 834 (m. 1430) senesinde Kâhire’ye gitti. 4) Esmâ-ül-müellifîn cild-1, sh. 694 Kâhire’ye ikinci gidişinde burada fazla kalmadı. Deniz yoluyla Anadolu’ya döndü. 839 (m. 1435) târihinde Mısır’a gitti. 5) Vefeyât-ül-a’yân cild-3, sh. 286 Eskiden olduğu gibi ilimle meşgûl oldu. Hastalanarak uzun bir müddet evinde kaldı. Daha sonra iyileşti. Evindeyken, 6) Tabakât-üş-Şâfiiyye cild-7, sh. 231 sedirden düşüp hafızasını kaybetti. 841 (m. 1437) senesinde vefât etti. Yazdığı eserlerden ba’zıları şunlardır: 1) Es’iletü Alâeddîn, 2) KOÇHİSÂRÎ (Ali bin Mûsâ) Hâşiyetü alâ şerh-ıs-Sa’d lil-miftâh, 3-Şerhu Evrâd-izZeyniyye. Sultan İkinci Murâd Hân zamanında yetişen Osmanlı âlimlerinin büyüklerinden. İsmi, Ali bin Mûsâ bin İbrâhim erRûmî olup, lakabı Alâeddîn, nisbeti Koçhisârî’dir. 750 (m. 1) Mu’cem-ül-müellifîn cild-7, sh. 248 1349) senesinde doğdu. 841 (m. 1437) senesinde Kâhire’de vefât etti. 2) Esmâ-ül-müellifîn cild-1, sh. 731 İslâm âlimlerinin en büyüklerinden, Allâme Sa’deddîn 3) Şakâyık-ı Nu’mâniyye tercümesi (Mecdî Efendi) sh. 59 Teftâzânî ve Seyyîd Şerîf Cürcânî’nin derslerine ve ilmî mübâhaselerine uzun zaman devam etti. (Mübâhase, birkaç âlimin bir araya gelip, karşılıklı olarak ilmî bir mes’eleyi müzâkere etmeleridir.) Böylece bu iki âlimden, ba’zı zor suâllerle bunların cevaplarını defterine yazardı. Târihte, Seyyîd Şerîfle Teftâzânî’nin, bilhassa Timur Hân’ın huzûrunda yaptıkları münâzaralar çok meşhûrdur. Alâeddîn Koçhisâri, KONEVÎ İSMÂİL EFENDİ Tefsîr ve Hanefî mezhebi fıkıh âlimi. İsmi, İsmâil Vehbî bin Muhammed bin Mustafa el-Konevî olup, künyesi Ebü’l-Fidâ ve lakabı Üsâmüddîn’dir. Konya’da dünyâya gelen İsmâil Dımeşk’da (Şam’da) az bir müddet kaldıktan sonra, oradan Efendi’nin doğum târihi kat’î olarak bilinmemektedir. 1195 (m. hacca gidecek olan kâfile de onlara katılıp beraberce hacca 1781) senesi Safer ayının onikisinde Dımeşk’da (Şam’da) gittiler. vefât etti. Sâlihiyye’de, Zülkifl aleyhisselâmın makamının bulunduğu yerin yakınında medfûndur. Hac dönüşünde Dımeşk yakınlarında hastalanan Konevî’yi, binek üzerinde şehre getirdiler. Bu hastalıktan orada vefât etti İlim tahsiline doğup yetiştiği Konya şehrinde başlayan Konevî ve Sâlihıyye’de Sifh-ı Kasyûn denilen yerde defnedildi. İsmâil Efendi; Şeyh Mustafa el-Konevî, Şeyh Halîl Konevî, Muslihuddîn Mustafa el-Mer’aşî, Allâme Abdülkerîm Konevî ve İsmâil Konevî’nin, Kâdı Beydâvî tefsîrine ve Sadr-üş-şerî’a’ya Ebû Abdullah Mahmûd bin Muhammed Antaki gibi âlimlerden haşiyeleri, Hâfız-ı Şîrâzî dîvânına ve Hadîs-i erba’în’e şerhi, ders aldı. İstanbul’a gelerek çeşitli medreselerde ders verdi. Dâdiyye ve İlmiyye risaleleri vardır. ilim erbâbı arasında meşhûr oldu. Alimler içinde derecesi yüksek idi. Zamanın sultânı olan Üçüncü Mustafa Hân, Konevî İsmâil Efendi’nin ilimdeki üstünlüğünü, derecesinin yüsekliğini öğrenince, onu, İstanbul’da ders veren, talebe okutan âlimlerin reîsi olarak ta’yin etti. Kendisi de onun sohbetlerinden çok ¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾ 1) Mu’cem-ül-müellifîn cild-2, sh. 294 2) Silk-üd-dürer cild-1, sh. 258 3) Esmâ-ül-müellifîn cild-1, sh. 222 hoşlanır, ba’zan derslerinde bulunurdu. 4) İzâh-ül-meknûn cild-1, sh. 142 Üçüncü Mustafa Hân’dan sonra sultan olan Birinci Abdülhamîd Hân da, Konevî İsmâil Efendi’yi çok sever, 5) El-A’lâm cild-1, sh. 325 hürmet ve ta’zim gösterirdi. Sultan Mustafa Hân gibi o da Konevî ile sık sık buluşur, derslerinde bulunurdu. Konevî’nin ilmî üstünlüğü, şöhreti böylece daha da yayılıp, her tarafta duyulmaya başlandı. O ilimde sanki bir derya idi. İlim öğretmek ve talebe yetiştirmek husûsunda çok gayretli ve pek mahir idi. Konevî İsmâil Efendi 1780 senesinde hacca gitmeyi arzu etti ve bu arzusunu Sultan’a bildirdi. Sultân’ın emriyle, onun için husûsî bir kâfile hazırlandı. Kâfile o sene Ramazân-ı şerîf ayında Dımeşk’a vardı. Konevî İsmâil Efendi, orada bulunan âlimlerin büyüklerinden, Molla Es’ad bin Halîl es-Sıddîkî’nin evinde misâfir oldu. KUDÂME BİN CA’FER Mantık, belagat, ahbâr âlimi. Künyesi, Ebü’l-Ferec olup, adı, Kudâme bin Ca’fer bin Kudâme’dir. Kudâme bin Ca’fer önceleri hıristiyanken, daha sonra halife Muktefî-billah vasıtasıyla müslüman olmuştur. Bir müddet Basra’da yaşamış, sonra Bağdâd’a gitmiştir. Ebû Hayyân’ın ifâdesine göre o, vezir Fadl bin Ca’fer bin Furat’ın meclisinde, Ebû Sa’îd Sirâfî’nin âlimlerle yaptığı münâzaralara katılmıştır. Birçok âlim ve ediple yakın arkadaşlık yapan Kudâme bin Ca’fer, 377 (m. Silk-üd-dürer kitabının sahibi Seyyid Muhammed Halîl Muradî 948) yılında vefât etmiştir. Efendi, kitabında Konevî’yi anlatırken, “Konevî, Şam’a uğradığında kendisiyle buluştum ve az da olsa fâideli sohbetlerini dinledim. Kendisiyle fazla beraber olamadım. Esas onun ilmini talebeleri vasıtasıyla öğrendim. Ya’nî talebelerinin sohbetlerinde bulunarak onun ilminden istifâde ettim” demektedir. Asrının en meşhûr nahiv âlimlerinden Müberrid, Sa’leb, Ebû Sa’d es-Sükkerî, İbn-i Kuteybe ve birçok âlimle görüşmüştür. Kudâme bin Ca’fer, bilhassa zamanının belagat ve mantık âlimleri arasında kendini kabûl ettirdi. Vezirin divânında, ilim meclisini yönetecek kadar saygı duyulan bir mertebeye ulaşmış ve bu arada birbirinden kıymetli eserler yazmıştır. Eserlerinden ba’zısı şunlardır: Kitâb-ül-harâc, Kitâbü cilâ-il- iyilik yapmayı tercih ettiğini, onlardan adâletsizliği gidererek hüzn, Kitâb-üs-siyâse, Kitâbü sinaât-il-cedel, Kitâbü nüzhet-il- adâleti tevzi etmeyi, onları himâye için şahsen müdâhale kulûb ve zâd-il-müsâfir, Kitâbü zehr-ir-Rebî’ fil-ahbâr, Kitâbü ederek onların düşmanlarıyla mücâdele etmek husûsundaki iyi nakd-iş-şi’r, Necm-üs-sâkıb, Kitâbü Şâbun-il-gammi, Kitâbü niyetlerinden haberdar etmesini emreder. sarf-il-hemmi, Kitâb-ül-büldân. Bu talimatın son kısmında ise; Bunların en meşhûru olan Kitâb-ül-harâc, Köprülü Kütüphânesinde yazma olarak mevcûttur. Bu eser, 217 varak Mü’minlerin emîri, seni iyiliğe sebep kılmasını, doğru yolda (sahife) ve meşin cildli olup, içi biraz kurt tahribine uğramıştır. hidâyet etmesini, sana emânet edilen bütün harp ve idâre Ebü’l-Ferec Kudâme bin Ca’fer, eserini menziller ve bâblar işlerinde lütfu ile sana yardım etmesini cenâb-ı Hakdan niyaz hâlinde tertîb etmiştir: Birinci bâb, ordunun dîvânı hakkında, eder.. ikinci bab, Beyt-ül-malın dîvânı hakkında, üçüncü bâb, nafakalar dîvânı hakkında, dördüncü bâb, risaleler dîvânı hakkında, beşinci bâb, Tevkî’ ved-dâr dîvânı hakkında, altıncı bâb, Hatim dîvânı hakkında, yedinci bâb, gümüş dîvânı hakkında, sekizinci bâb, nakitler, ayarlar ve ölçüler dîvânı hakkında, dokuzuncu bâb, mahkemeler dîvânı hakkındadır. Daha sonrası, çeşitli yer ve denizlere dâir muhtelif ma’lûmâtı ihtivâ etmektedir. Zîrâ eserin tamamı, arzın ve denizin acâiplikleri, ba’zı beldelerin fethi ve oralardan alınacak haraçların durumları ile ilgilidir. Kudâme bin Ca’fer, yazdığı Kitâb-ül-harâc’da şöyle bildirmektedir: Bu, mü’minlerin emîri tarafıdan filân oğlu filâna, filân bölgede onu ordunun başına komutan ta’yin ettiği zaman verilen talimattır. Ona gizli ve açık bütün işlerinde Allahü teâlâdan korkmayı, O’na itaat üzere amelini yapmayı, bütün iş ve hareketlerinde kuvvet ve kudretin Allahü teâlâdan başkasında olmadığına inanmasını emreder. Mü’minlerin emîri, onu bu vazîfeye, ancak kötülük yapanların, fesad ve Deniz kuvvetleriyle ilgili kısmında ise; bu, mü’minlerin emîrinin; filân oğlu filanı, filân deniz üssüne ta’yin ettiği zaman verdiği talimattır. Ona, bizzat kendi nefsine dikkat etmesini, eğriliğini düzeltmesini, Allahü teâlâyı hatırlamakla rûhundan kötü arzuları ve şeytanın sapıklıklarını uzaklaşdırmasını, ahlâkını güzelleştirmesini, hâl ve hareketlerini doğrultmasını, kendi askerleri ve diğer dostları için, iyi ve güzel olan herşey için bir muallim ve örnek olmasını, onları, yolların en iyisinin üzerinde yürümeye yöneltmesini emreder. Ona, itaat edenlere karşı yumuşak, serkeş olanlara sert olmasını, fakat her durumda da insaf ve adâletin hakkını vermesini emreder. Bu talimatın son kısmında ise; bunlar, mü’minlerin emîrinin sana talimatı ve senin için emirleridir. Onları anla ve tavsiyelerine göre hareket et ve her hâl ve durumda o, senin nasıl olmanı arzu ediyorsa öyle ol. Sana güvenip emânet ettiği bütün işlerde seni hayra yöneltecek irşâda mazhar olman için duâ eder. fitne çıkaranların işlerine mâni olacak güç ve kuvvete, disipline sahiptir diye ve bundan dolayı halk ve memlekette rahatlık ve refah olur ümidiyle ta’yin etti. 1) Mu’cem-ül-udebâ, cild-17, sh. 12 Ona, Allahü teâlânın gazâbına mucib olan şeylerden, O’nun 2) Nücûm-üz-zâhire, cild-3, sh. 292 tarafından yasak edilen şeylerden ve kötü olarak ilân edilmiş şeylerden sakınmasını emreder. Ona askerlerini ve etrâfında 3) El-Bidâye ve’n-nihâye cild-2, sh. 220 bulunanları, halktan herhangi birisine zulme teşebbüs etmekten veya haksızlıkla onların zarar ve ziyana uğramasını 4) Keşf-üz-zünûn, 402, 949, 959, 986, 1068, 1078, 1415, önlemesini ve memleketlerde Allahü teâlânın düşmanlarıyla 1945, 1973 savaşmasını emreder. 5) Mu’cem-ül-müellifîn, cild-8, sh. 128 Ona, bu talimatı kendisine yakın olanlara okuyarak, mü’minlerin emîrinin onların refakatlerini temenni ve onlara 6) Kitâb-ül-harâc’ın muhtelif varakları ile teberrük etmişler; şiddet, sıkıntı, hastalık zamanlarında ve tâ’ûn (veba) salgınında okunmasının çok faydalı olacağını tecrübe ile bildirmişlerdir. Binlerce fıkhî mes’elenin kısa ve öz KUDÛRÎ Hanefî mezhebi fıkıh âlimlerinin büyüklerinden. İsmi, Ahmed bin Muhammed el-Bağdâdî olup, künyesi Ebü’l-Hüseyn’dir. Kudûrî lakabı ile tanınır. Hangi şeye nisbetle kendisine Kudûrî olarak toplanmış olduğu bu kitap, senelerce medreselerde ders kitabı olarak okutulmuştur. Birçok şerhi vardır. En meşhûrları; Cevhere, Lübâb ve Ebû Nasr-ı Akta’nın Tashîh-i Kudûrî’sidir. denildiği kat’î olarak bilinmemekle beraber, Kudûr, Bağdad Âlim, önder, en güzel üstünlüklere ve kıymete hâiz, Allahü yakınlarında bir köyün adıdır. Bu zâtın da orada doğmuş teâlânın emirlerini yapmakta, yasaklarından sakınmakta son olabileceği, oraya nisbetle Kudûrî denildiği tahmin derece gayretli, dünyâya ehemmiyet ve kıymet vermiyen edilmektedir. Ayrıca Kudûr, çömlek ma’nâsına gelen (Kıdr) Ebü’l-Hasen Ahmed bin Muhammed el-Kudûrî el-Bâğdâdî kelimesinin cem’i olup, kendisi veya nesebinden birisinin bu işi (rahmetullahi aleyh) Muhtasâr-ı Kudûrî isimli eserine yapmasından dolayı böyle denilmiş de olabileceği rivâyet başlarken buyuruyor ki: “Âlemlerin Rabbi olan Allahü teâlâya edilmektedir. Fıkıh âlimlerinin, Eshâb-ı tercih diye tanınan hamdolsun. Hüsn-i hatime (Güzel netice, iyi akıbet) Allahü tabakasından olduğu, şeyh-ül-İslâm Ahmed İbni Kemâl paşa teâlâdan korkanlar içindir. O’nun Resûlü Muhammed hazretleri tarafından bildirilmiştir. 362 (m. 973)’de Bağdad’da aleyhisselâma ve O’nun Ehl-i beytine, Eshâbına ve Onun doğdu. 428 (m. 1037) senesi Receb ayının beşinci Pazar izlerinde gidenlere bizden selâmlar ve hayır duâlar olsun.” günü orada vefât etti. Aynı gün, Ebû Half kapısı girişinde bulunan evinin yanına defnolundu. Daha sonra Mensûr Necâsetten tahareti anlatırken buyuruyor ki: caddesinde bulunan bir türbeye naklolundu. Burada medfûn bulunan, Hanefî fıkıh âlimlerinden Ebû Bekr el-Harezmî’nin ( “Namaz kılacak kimsenin, namaz kıldığı yerden, elbisesinden radıyallahü anh ) yanına nakledildi. ve bedeninden necâseti temizlemesi lâzımdır. Necâset, her temiz su ile, sirke ve gül suyu gibi akıcı mayiler ile temizlenir. Kudûrî ( radıyallahü anh ), Hanefî fıkıh âlimlerinin önde (Emici olmayan, düz parlak şeyler, meselâ cam, ayna, kemik, gelenlerindendir. İlminin çokluğu, ibâresinin güzelliği, akıcı tırnak, bıçak, yağlı boyalı eşya, vernikli eşya üzerindeki katı lisânı ile fıkıh âlimleri arasındaki yeri ve derecesi çok yüksek veya akıcı her necâseti, el ile, toprak ile veya herhangi temiz oldu. Kur’ân-ı kerîmi tilâvet etmesi (okuması) çok hoş ve tatlı şey ile silip, üç sıfatı (renk, koku, tat) gidince temiz olur. Menî idi. Devamlı ibâdet eder ve Kur’ân-ı kerîmi çok okurdu. Ebû necis olup, kurumuş ise oğmakla, bulunduğu yer ve deri temiz Abdullah Muhammed Yahyâ el-Cürcânî’den fıkıh ilmini olur. Meni yaş ise ve kan kuru da, yaş da olsa, elbisede veya öğrendi ve hadîs-i şerîf rivâyet etti. Bundan başka Ubeydullah deride bulunduğu yeri yıkamak lâzımdır.) bin Muhammed el-Havşebî ve birçok âlimler ile görüşüp sohbet etti. Kendilerinden ilim öğrendi. Âlimlerden bir çoğuna İğne ucu kadar elbiseye sıçrayan bevl ve kan damlaları ve hocalık etti. Meşhûr Târih-i Bağdâd’ın sahibi olan Ebû Bekr sokakta sıçrayan çamurların elbiseye ve yaş deriye değmesi Hatîb-i Bağdadî kendisinden ilim öğrenip, hadîs-i şerîf rivâyet affedilmiştir. Deride, elbisede, namaz kılınan yerde bulunan edenler arasındadır. Târih-i Bağdâd’da diyor ki; “Kudûrî ( kaba necâset, dirhem miktarı ise yıkamak farz olur. (Dirhem radıyallahü anh ) sadûk (çok doğru sözlü) ve sika, (güvenilir) miktarından az ise yıkamak sünnettir.) Dirhem miktârı demek, bir zât idi.” Muhtasâr-ı Kudûrî’den başka kıymetli eserler de katı necâsetlerde bir miskal, ya’nî 4.8 gr. ağırlıktır Sıvı yazmıştır. Ba’zıları şunlardır: Şerh-i Muhtasâr-ül-Kerhî, et- necâsetlerde, açık el ayasındaki suyun genişliği kadar Tecrid, Kitâb-ün-nikâh. yüzeydir. Bir miskalden az olan katı necâset, elbisenin, avuç içinden daha geniş yüzüne yayılınca, namaza mâni olmuyor.)” Kendisinden sonra gelen birçok kimseler Muhtasâr-ı Kudûrî diye tanınan meşhûr fıkıh kitabından istifâde etmişlerdir. Âlim olanlar ve olmayanlar, çok meşhûr ve mu’teber olan bu kitap Namazın mekrûhlarını anlatırken buyuruyor ki: “Namazda elbisesi ve bedeni ile oynamak, karıştırmak, kesmesi vâcib olmaz. Orucunu tutmayıp sonra kaza etmesi önündeki ufak taşları çevirmek mekrûhtur. Ancak secdeleri caizdir. Ama rahat ise, orucunu tutmalıdır. Günâh bir iş için yapmaya mâni olacak şekilde ise, bir defaya mahsûs olmak sefere çıkan da misâfir olur. Bir beldede onbeş günden fazla üzere eli ile düzeltebilir. Parmaklarını çıtlatamaz ve ellerini kalmağa niyet ederse, orası vatan-ı ikâmeti olur ve farzları tam koltuk altlarına sokamaz. Çünkü böyle yapmak elleri sünnet kılar. Onbeş günden fazla kalmaya niyet etmeyip, yarın üzere bağlamaya mânidir. Elbisesini giymeyip, başına veya çıkarım, yarından sonra çıkarım diye senelerce kalsa yine omuzu üzerine asmak, saçlarını başın arka kısmında misâfir olur. Farzları iki kılar.) Misâfir, mukim İmâma uyarsa, bağlamak, secdeye inerken elbisesini ve pantolonunu onunla beraber dört rek’at kılar. Misâfir mukim olanlara İmâm yukarıya doğru çekmek de mekrûhtur. Sağa sola iltifât olursa, ikinci rek’atte oturunca selâm verir. Mukîm olanlar etmemeli, bakmamalı, köpek oturuşu gibi oturmamalı, lisânı ile kalkıp iki rek’at daha kılarlar. Misâfir olan kimse, mukim ve eli ile selâma cevap vermemelidir, özürsüz olarak bağdaş olanlara imâm olursa, namaza başlamadan evvel, “Ben kurmamalıdır. Yememeli, içmemelidir. Namaz içinde iken misâfirim, ikinci rek’atte selâm veririm, siz namazı dörde abdesti bozulursa, hemen abdest almaya gider. Gelince tamamlayınız” demesi müstehabdır. Seferde iken namazı namazını tamamlar, İmâm ise, cemâatten birini yerine çekerek kazaya kalan kimse, mukim olunca bu namazını iki rek’at kendisi abdest almaya gider. Son iki hâlde, namazı tekrar olarak kaza eder. Mukîm iken kazaya kalmış namazları, etmek ya’nî baştan kılmak daha evlâdır. Namazda uyuyup misâfir iken kaza etmek isteyen, yine dört rek’at olarak kılar. ihtilâm olsa, guslünü ve abdestini tazeleyip, namazını tekrar Mekke, Minâ, Arafat gibi başka başka yerlerde toplam onbeş kılmalıdır. Namazda iken deli olsa, bayılsa veya kahkaha ile gün kalmağa niyet eden de mukim olmaz.” gülse, abdestini yeniden alıp, namazını tekrar kılmalıdır. Kasden de olsa, unutarak da olsa, namaz içinde iken konuşmak namazı bozar. Son oturuşta teşehhüdü okuduktan sonra, selâmdan önce, abdesti bozulsa abdest alıp selâm verir. Çünkü namazın sonunda selâm vermek vâcibdir ve bu selâm abdestsiz olarak verilemez.” Toprak mahsûllerinin zekâtını anlatırken buyuruyor ki: “İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfe ( radıyallahü anh ) buyuruyor ki; “Az olsun, çok olsun, odun, kamış ve otlar hâriç, yerden elde edilen mahsûlün, nehir veya yağmur suyu ile sulandığı takdîrde onda birini (veya kıymeti kadar altın veya gümüşü), Misâfir namazı bahsinde buyuruyor ki: müslüman fakirlere vermek farzdır ki, buna uşr denir.” “Bir kimse, senenin kısa günlerinde, insan veya deve Hayvan gücü ile veya dolap, (motor) ile sulanan yerlerdeki yürüyüşü ile üç günde gidilecek yere gitmeği niyet ederek, mahsûl elde edilince, uşr olarak, mahsûlün yirmide biri verilir, bulunduğu yerin kenar evlerinin dışına çıkınca misâfir olur. (ister onda bir, ister yirmide bir olsun, hayvan, tohum, âlet, (Âlimlerin hepsi üç günlük yolu, fersah dedikleri, bir saatte gübre, ilâç ve işçi masraflarını düşmeden evvel vermek gidilen yolun uzunluğu ile bildirdiler. Bir kısmı, üç günlük yol lâzımdır.)” yirmibir fersahtır, dedi. Bir kısmı da, onsekiz, bir kısmı ise, onbeş fersahtır, dedi. Fetvâ, ikinci söze göre, verilmiştir. Âlimlerin bildirdikleri ölçülere göre hesâb edildiğinde bir fersah 5760 metre, bir günlük yol ya’nî 6 fersah, 34,56 km.dir. Üç Yemîn bahsinde buyuruyor ki: “Yemîn üç türlü olur” günlük, ya’nî 18 fersahlık yolun uzunluğu ise, takriben yüzdört 1. Gamûs (günaha ve Cehenneme sokucu) yemîndir. (103, 680 m.) kilometre olmaktadır.) Geçmişdeki birşey için, bile bile yalan söyleyerek, yemîn Seferîlik mesafesinde, denizde yürümeye i’tibâr olunmaz. (Denizde, orta rüzgârlı havada giden yelkenlinin hızı esastır.) Seferi olan kimse, dört rek’at olan farz namazları iki rek’at kılar. (Mest üzerine, üç gün üç gece mesh edebilir. Kurban etmektir. Büyük günahtır. Pişman olunca, tövbe, istiğfar edilir. Keffâret verilmez. 2. Mün’akıde yemînidir, ileride yapacağım veya yapmıyacağım diyerek yalan yere yemîndir. Bu da üç türlü olur. Üçünde de, yemîni bozunca, keffâret vermek lâzımdır. Yemîni bozmadan sabah doyurursa, onunu akşam da doyurması veya onuna önce, keffâret verilmez. sadaka-i fıtr kadar mal vermesi de lâzım olur. Fakirlerin hepsini aynı günde doyurmak şart değildir. Sonraki günde, 3. Lagv (boş yere) yemîndir. Geçmiş birşey için zan ile, yanlış evvelki gündekileri veya başkalarını doyurabilir. Bir fakire, on yemîn etmekdir. Bunda, günah da, keffâret de yoktur. gün, birer takım çamaşır vermek veya her gün iki defa yahut, Üç yemînde de, unutarak, zorlanarak yemîn etmek veya yemîni bozmak, bunları bilerek, isteyerek yapmak gibidir. Yemîn, yalnız Allahü teâlânın isimleri ile olur. Başka şeylerle müslüman yemîni olmaz. Allahü teâlânın isimleri ile yemîn, ya harf ile veya kelime ile olur. İsmin başında (bi, tâ, ve) harflerinden birisi söylenip. İsmin sonu esre okunursa yemîn olur. Vallahi, Billahi, Tallahi gibi. Yemîn etmek âdet hâlini alan ba’zı sıfatları ile de yemîn caizdir. Allahü teâlânın izzeti celâli, kibriyâsı (kudreti veya azameti, rahmeti) için demek gibi. Kur’ân-ı kerîm, Peygamberler (salevâtullahi aleyhim ecmaîn), Kâ’be için diyerek yemîn olmaz. Allah için yemîn ediyorum demek, yemîn olur. Allaha ahd ediyorum, Allaha misâk ediyorum demek yemîn olur. Kasem ediyorum, half ediyorum, yemîn ediyorum veya kasem, hafi, yemîn ederim demek yahut eşhedü demek de yemîn olur. Ahdim olsun, nezrim olsun, yemînim olsun demek yemîn olur. Eğer bu işi yaparsan yahudi, yahut hıristiyan yahut kâfirsin veya Allahsızsın gibi küfre sebeb olan herşey demek veya bunları ........olacaksın veya ...........ol diye söylemek, hepsi yemîn olur. Karşısındaki kimse, o işi yapınca, yemîn bozulur. (Bunları yemîn niyeti ile söyledi ise yemîn eden keffâret verir. Eğer karşısındakinin kâfir olmasını isteyerek söyledi ise, yemîn eden kâfir olur. Çünkü, küfre râzı olan kâfir olur. Müslümana kâfir diyen, kasd etmese de kâfir olur. Kendisine kâfir diyene, (Efendim, buyur) gibi cevap veren kâfir olur. Cevap vermemeli veya red etmelidir.) Eğer bu işi yaparsan, Allahın gadabı ve la’neti sana olsun. Yahut zinâ etmiş ol, (hırsız ol); şarap içmiş ol, faiz yemiş ol yirmi gün birer defa doyurmak da olur. On fakire bir kere veya bir fakire on gün, hergün bir kere yarım sa’ buğday veya un veya ekmek, yahut bu değerde kumaş, havlu, mendil, çorap, et, pirinç, çamaşır, terlik, ilâç veya din, fen, ahlâk kitabı gibi başka mal, altın, gümüş vermek de olur. Bir fakire on günlüğü, bir günde verirse, hepsi bir günlük olur. On fakirin herbirine bir günde yüzlerce sa’ verilse, yine bir yemîn keffâreti olur. Ölü için yapılan yemîn keffâretinde de böyledir. Doyurmak ve mal vermek için başkasını vekîl etmek, sonra buna ödemek caizdir.) Bu üçünden birini yapamıyan fakir, üç gün ardarda oruç tutar. (Bu oruçlara gece niyet edilir.) Yemînini bozmadan evvel keffâret verip sonra yemînini bozarsa, bu keffâret sahih olmaz. Tekrar keffâret vermesi icâb eder. Yemîn keffaretini gecikdirmek günahtır. Namaz kılmamak, babasıyla konuşmamak veya bir kimseyi öldürmek gibi haram işlemek, ibâdet yapmamak için yemîn eden, bozar. Sonra, keffâret verir. Kendi malını haram ederek yemîn etse, haram olmaz. Meselâ, şu elbisem haram olsun ki dese, sözünü bozarsa, elbisesi haram olmaz. Fakat o elbiseyi kullanınca keffâret vermesi lâzım olur. Bir kimse nezr olunmak şartları bulunan bir şeyi yapmak isteyerek nezr ederse nezr olur. Yapması vâcib olur. (Meselâ, Allah için bir ay oruç tutmak nezrim olsun dese, yahut gayb olan bir şeyi bulursam bir ay oruç nezrim olsun dese ve o şeyi bulsa, oruç tutması vâcib olur. Keffâret vermekle kurtulamaz. Nezri yapmak istemediği bir şarta bağlarsa, meselâ falancanın çantasını çalarsam bir ay oruç nezrim olsun derse, çalmadan oruç tutar veya yemîn keffâreti verir.) demek yemîn değildir. Yemîn ederken inşâallah derse, yemîn olmaz. Yemîn keffâreti için, bir köle azâd eder, yahut, (zekât alması Semâya çıkacağım veya şu taşı altın yapacağım diye yemîn caiz olan, erkek veya kadın) on fakire, (bütün bedeni örtecek edince, yapmadığı için hânis olup keffâret verir. (Çünkü fen kadar) bir kat çamaşır verir veya aç olan on fakire birgün iki bunu yapamıyor ise de, aklen olmıyacak şey değildirler.) defa yemek yedirerek doyurur. (Bir günün ikinci defasında, başkalarını doyurması caiz olmaz. Bunun için, yirmi fakiri Nikâh bahsinde buyuruyor ki: “Hür ve baliğ erkekle kadın, iki şâhid yanında evlenebildikleri (Satılan veya fiat olarak verilen eşyanın birisi veya her ikisi gibi, birinin veya ikisinin de vekîlleri bunların nikâhlarını haram olursa bey’ fâsid olur (bozulur). Murdar olmuş et, kan, yapabilir. (Vekîlinin müslüman ve akıllı olması lâzımdır.) şarap veya domuzla yapılan alış-veriş böyledir.) Haram ve helâl bahsinde buyuruyor ki: Kabri anlatırken buyuruyor ki: “İpek giymek erkeklere haram, kadınlara helâldir. (Bir erkek “Kabir açılırken kıble tarafından, cesedin konması için lahd dünyâda haram olan ipeği giyerse, âhırette ipek giymekten denilen çukur açılır. Cesed bu çukur kısma koyulduğunda, mahrûm edilir, İpek ise, Cennet elbisesidir. O hâlde bu koyan zât, “Bismillâhi ve alâ milleti Resûlillah” der. Cesedin günahtan temizlenmedikçe Cennete giremez demektir. yüzünü kıbleye çevirir, düğümleri çözer ve kabir üzerine Elbisede ve başlıkta dört parmak genişliğinde ipek veya altın kerpiçleri dizer. Kabrin kiremit ve keresteler ile örtülmesi şeritlerin bulunması caizdir. Şeritler uzun ve sayıları çok mekrûhtur. Zarûret olursa caiz olur. Kamışlar ile örtülmesinde olabilir.) beis yoktur. Sonra kabir üzerine toprak örtülür. Kabir tümseklenerek balık sırtı gibi yapılır, su tutacak şekilde Kadın ve erkeğin altın ve gümüş kap ile yemesi, içmesi her dümdüz yapılmaz. türlü kullanması tahrîmen mekrûhdur. (Altın ve gümüş kaşık, saat, kalem, abdest ibriği, bıçak, sandalye ve benzeri şeyleri Doğumdan sonra, kendisinde canlı olmak alâmetleri (ağlamak, kullanmaları da böyledir. aksırmak gibi) görülen, ondan sonra ölen çocuk için isim konur, yıkanıp kefenlenir ve cenâze namazı kılınır. Eğer hiçbir Altın ve gümüş ibrikteki suyu ele döküp yüzü yıkamak caiz canlılık alâmeti görülmemiş ise, ya’nî ölmüş hâlde doğarsa, değildir. Mevlidde, gümüş kapdan avuca gül suyu serpip temiz bir bez parçasına sarılır. Namazı kılınmaz, öylece avuca, yüze ve elbiseye sürmek de, böyle caiz değildir. defnedilir.” Kadınların birbirlerine’görünmeleri, erkeklerin erkeklere Şehidlik hakkında buyuruyor ki: görünmeleri gibidir. (Müslüman kadınların, gayr-ı müslim ve mürted kadınlara görünmeleri, erkeklere görünmeleri gibi “Müşrikler tarafından öldürülen veya muharebe meydanında, haramdır.)” kendisinde yara olduğu hâlde ölüsü bulunan kimseler şehîddir. Böyle şehid olanlar yıkanmaz, kefenlenmez. Üzerinde bulunan Alış-veriş hakkında buyuruyor ki: “(Bey’, satmak; şirâ, satın almak demektir. Dinde bey’, iki kişinin mallarını râzı olarak, birbirlerine temlik etmeleri, ya’nî seve seve değiştirmelerine denir ki, türkçesi satıştır; Bey’in sahih olması için icâb ve kabûl ve malların karşılıklı verilmesi lâzımdır. (Alıcı ve satıcıdan, râzı olduğunu hangisi önce elbise kefeni olur. Namazı kılınır. Şehidin kanı yıkanmaz. Elbisesi çıkarılmaz. Ancak üzerinde bulunan kürk, mest, pamuklu elbise ve silâhı çıkarılır. Bundan sonra defnolunur. İrtisastan, ya’nî, muharebe ânında yaralanıp, başka yere naklolunduktan veya bir müddet geçtikten sonra vefât eden şehidler yıkanır.” söylerse, buna icâb denir. İkincisinin sözüne, kabûl denir.) Vakıf bahsinde buyuruyor ki: “Vakıf sahih olduktan sonra icâb ve kabûl, aldım, sattım şeklinde, mazi ya’nî geçmiş satılması ve başkasına verilmesi caiz değildir. İmâm-ı Ebû zaman şeklinde olmalıdır. İcâbdan sonra diğeri kabûl Yûsuf’a göre taksim edilmemiş mal ise, ortak da taksimi etmeden, birisi meclisten ayrılırsa bey’ bozulur. Peşin ve isterse, taksim edilmesi sahih olur. Vakfeden kimse, şart etsin veresiye alış-veriş caizdir. Veresiye mal satılınca, ödeme veya etmesin, vakfedilen malın tamiri o maldan gelen kârla gününün tesbit edilmesi mutlaka lâzımdır. yapılır. Bir kimse, evini, çocuğunun oturması şartı ile vakfetse, evin tamiri oturana âittir. Vakıf mallarının tamiri, içinde oturmağa hakkı olanların malları ile yapılır. Yapamazlarsa, hâkim bunları çıkarır. Vakıf mallarını kiraya verip, ücretleri ile tamir ettirir. Sonra bunlara teslim eder. Eğer ihtiyâç olursa, zekâsı, hafızası pek kuvvetli idi. Rivâyet edilir ki, âlimlerden hâkim, vakıf malının, yıkılmış, harâb olmuş bina ve âletlerini dinliyerek öğrendikleri şeylerin hiçbirini unutmamıştır. satıp, parası ile yenisini alır veya diğer kısımların tamirini yapar.” Zühd sahibi dünyâya düşkün olmayan, çok kıymetli bir zât idi. Devamlı ibâdet ve tâatla, ilim öğrenmek ve öğretmekle meşgûl olurdu. Az yemek, az uyumak, az gülmek ve az konuşmak kaidesine tam uygun yaşardı, ilimde derya misâli idi. 1) Mu’cem-ül-müellifîn cild-2, sh. 66 Câmi’ur-rumûz adındaki Nikâye Şerhi, Câmi’ul-mebâni 2) Târih-i Bağdâd cild-4, sh. 377 3) Vefeyât-ül-a’yân cild-1, sh. 78 adındaki Fıkh-ı Gîdânî şerhi ve Şerh-ı mukaddimet-üs-salât kitapları meşhûr olup, bu kitaplarının hepsi fıkıh ilmine dâirdir. 4) El-Bidâye ven-nihâye cild-12, sh. 4 5) Şezerât-üz-zeheb cild-3, sh. 233 6) Miftâh-üs-se’âde cild-2, sh. 280 7) Tabakât-ül-fukahâ sh. 79 1) Esmâ-ül-müellifîn cild-2, sh. 244 2) Mu’cem-ül-müellifîn cild-9, sh. 179 3) El-A’lâm cild-7, sh. 11 4) İzâh-ül-meknûn cild-2, sh. 544 8) El-Fevâid-ül-behiyye sh. 30 9) Tam İlmihâl Se’âdet-i Ebediyye sh. 1030 5) Şezerât-üz-zeheb cild-8, sh. 300 6) Tam İlmihâl Se’âdet-i Ebediyye sh. 1030, 1098, 1101 10) Rehber Ansiklopedisi cild-10, sh. 310 KUHİSTÂNÎ (Muhammed bin Hüsâmeddîn) Horasan’da bulunan Kuhistân beldesinde yetişen Hanefî mezhebi fıkıh âlimlerinin büyüklerinden. Buhârâ müftîsi idi. İsmi Muhammed bin Hüsâmeddîn el-Horasânî el-Kuhistânî olup, lakabı Şemseddîn’dir. Kuhistânî ve Muhammed Kuhistânî diye tanınır. Doğum târihi ve yeri bilinmemektedir. 962 (m. 1555) senesinde Buhârâ’da vefât etti. Hâl tercümesi hakkında fazla ma’lûmât bulunmayan Kuhistânî’nin vefât târihi 950 (m. 1543), 953 (m. 1546) ve 962 (m. 1555) olarak değişik şekilde bildirilmiş olup, 962 olması ihtimâli daha kuvvetlidir. O zamanda bulunan büyük âlimlerin derslerinde yetişip kemâle gelen Kuhistânî, Buhârâ müftîsi oldu. Bilhassa fıkıh ilminde çok yüksek idi. Âlim, İmâm (o zamandaki âlimlerin büyüğü, önderi) olup, başka ilimlerde de ihtisas sahibi idi. Aklı, KURD EFENDİ (Muhammed bin Ömer) Osmanlılar zamanında yetişen İslâm âlimlerinden ve tasavvuf büyüklerinden. İsmi, Muhammed bin Ömer er-Rûmi olup, Kurd Efendi diye meşhûrdur. Tasavvufta Halvetiyye yoluna mensûb idi. Aslen Rumeli’de, Filibe’nin otuzaltı kilometre batısında, Meriç nehri sahilinde ve demir yolu hattı üzerinde bulunan meşhûr Tatar Pazarcığı kasabasındandır. Babası Helvacı Ömer Efendi’dir. 931 (m. 1524) senesinde doğdu. 996 (m. 1588) senesi Şevval ayının altısında Tatar Pazarcığı’nda vefât edip, babasının yanına defn olundu. Meşhûr Sofyalı Bâlî Efendi’nin huzûr ve sohbetlerinde bulunarak, zâhirî ve bâtınî ilimlerde yetişti. Yüksek âlimlerden ve tasavvufta Halvetiyye yolunun büyüklerinden oldu. Bâlî Efendi’nin talebelerinin en yükseklerinden ve halifelerinden idi. Onun vefâtından sonra yerine geçip, Sofya tekkesinde Kurd Efendi’nin kendisinde olduğu gibi, talebelerinde de, talebelere ders vermeye başladı, İlimde ve tasavvuf yolunda kerâmetler, harikulade hâller meydana gelirdi. derecesi pek yüksek idi. Ders verdiği talebeler, ondan çok istifâde ettiler. Mübârek vücûdu, âleme rahmet, insanlara hidâyet rehberi idi. 981 (m. 1573) senesinde, İstanbul Kadırga’da, Sokullu Bir ara, İstanbul’da Çarşamba semtinde, Fethiye’de bulunan Mehmed Paşa’nın yaptırdığı zaviyede vazîfe aldı. İlim Mehmed Ağa Câmii’nin yanındaki Halvetiyye tekkesine âşıklarına, ilim ve feyz kaynağı olarak uzun müddet hizmet yerleşen Muhammed Kurd Efendi, orada talebe yetiştirmeğe etti. devam etti. Buradaki vazîfesine devam ederken, Ebü’l-Feth Câmii’nde ve zaviyesinin yanında bulunan Mehmed Ağa Zigetvâr’ın fethinden sonra sınırlara çıkıp, Mustafa Paşa’ya Câmii’nde Çarşamba ve Cum’a günleri va’z ederdi. Herkes çok yardım etti. Budin’e gitti. Sınırdaki nice kaleler onun akın akın gelirler, feyz kaynağı olan sohbetlerinden istifâde bereketi, gayret ve himmeti ile feth olundu. Sınır beyleri, etmeye çalışırlardı. âmirler ve diğer insanlar onun sohbetlerinde bulunup, çok istifâde ettiler. Dönüşte uğradığı bir beldede, şeyh Kurd Muhammed Efendi, İstanbul’da bulunurken, 996 (m. Muslihuddîn isminde evliyâ bir zât ile görüştü. Bir Cum’a günü 1588) senesinde, hocasının kabrini ziyâret için Sofya’ya gitti. idi. Bir mecliste toplandılar ve sohbet ettiler. Bu sohbette Kendisi ve yanında bulunanlar, Bâlî Efendi’nin kabrini ziyâret bulunanlar, Kurd Muhammed Efendi bereketiyle öyle fâidelere ederken, çok feyzlere, bereketlere kavuştular. Bundan sonra kavuştular ki, o sohbette bulunanların çoğu, yüksek akraba ziyâreti için Tatar Pınarcığı’na geldi. Orada hastalandı. derecelere, ma’nevî olgunluklara kavuştular. O meclisin Nakledilir ki, hastalığı şiddetlenip vefâtı yaklaştığında bile, hiç bereketi, söylenilen sözlerin kalblere nasıl te’sîr ettiği, uzun âh vah etmedi. Sabretti. Cenâb-ı Hakkın takdîrine tam râzı zaman anlatılageldi. olmuş hâlde idi. Orada; Şevval ayının altısında vefât etti. Babasının yanına defn olundu. Kurd Efendi; kâmil, faziletler sahibi, çok yüksek bir zât idi. Talebelerinin yükseği ve kendisinden sonra halîfesi olan Emîr Kurd Efendi nâmıyla meşhûr Muhammed bin Ömer ( Abdülkerîm Efendi, hocasının büyüklüğünü, üstünlüğünü, radıyallahü anh ), kıymetli eserler de te’lîf etmiş olup, isimleri derecesinin yüksekliğini anlatmak için şöyle söylerdi: şöyledir: 1) Mürşid-ül-enâm ilâ dâr-is-selâm (Şir’at-ül-İslâm “Mısır’da, Yemen’de bu kadar sene dolaştım, nice tasavvuf kitabının şerhidir), 2) Tercüme-i şerh-ül-kâfiye lil-Câmi’, 3) büyüklerinin sohbetlerine vâsıl olup, hizmetlerinde bulunmakla Ta’bir-ur-ru’yâ, 4) Tefsîru sûret-ül-mülk, 5) Reyhân-ül-ervâh fî şereflendim. Herbirinden ayrı fâide ve feyzlere kavuştum. tercümet-ül-mirâh, 6) Şerhu mukaddimet-ül-Cezeriyye fit- Ancak, Muhammed Kurd Efendi’ye vâsıl olmadıkça tam tevhîd, 7) Âdâb-ı mülûk risâlesi, 8) İlmihâl, 9) Tercümân-ı kemâle eremedim. Fenâ ne imiş, ancak ona kavuştuktan Hidâye şerhi Bidâye, 10) Etvâr-ı seb’a risalesi, 11) Tercüme-i sonra anlıyabildim.” vikâye, 12) Şerhu neşr-ül-Cezerî (Kırâat ilmine dâirdir)! Eserlerinin hiçbirisi basılamamıştır. Zâhirî ve Bâtınî ilimlerde birçok talebenin olgunlaşıp kemâle gelmesine vesile olan Kurd Efendi’nin çok talebesi vardı. Herkes tarafından kendisine saygı ve i’tibâr gösterilirdi. Sultan Üçüncü Murâd Hân ona çok hürmet ve iltifât ederdi. Çünkü, dalâlette olan birçok kimsenin, hidâyete kavuşup doğru yola gelmelerine vesile olduğunu biliyordu. Talebeleri de, her tarafta insanları hak yoluna da’vet eder, doğru yolda 1) Mu’cem-ül-müellifîn cild-11, sh. 89 2) Esmâ-ül-müellifîn cild-2, sh. 259 3) Sicilli Osmânî cild-4, sh. 63 bulunmaya sevk ederlerdi. Bid’at ve sapıklıktan uzaklaşmayı, ibâdet ve tâate devam etmeyi teşvik ederlerdi. Muhammed 4) Hadikat-ül-cevâmi’ cild-1, sh. 197 5) Osmanlı Müellifleri cild-1, sh. 145 Allâme İbn-i Ferhûn, Kurtubî tefsîrini şöyle anlatır: “Bu tefsîr, en büyük ve fâideli tefsîrlerdendir. Kurtubî ( radıyallahü anh ) bu tefsîrinde, kıssa ve târihi hâdiseleri almadı. Onların yerine, Kur’ân-ı kerîmin hükümlerini ve onların delîllerinden nasıl çıkarıldığını bildirdi. Kur’ân-ı kerîmin kırâatlerini, i’râbını, nâsıh ve mensûhlarını zikretti. KURTUBÎ (Muhammed bin Ahmed) Müfessirlerin (tefsîr âlimlerinin) büyüklerinden. İsmi, Muhammed bin Ahmed bin Ebî Bekr bin Ferh Endülüsî’dir. Künyesi Ebû Abdullah olup, Kurtubî diye bilinir. Doğum târihi kesin bilinmemektedir. Mısır’da Münyet-i Benî-Hasîb’de ikâmet etti ve 671 (m. 1272) târihinde vefât etti. Kurtubî, Endülüslü Mâlikî âlimlerinin büyüklerindendir. Kurtubî ( radıyallahü anh ) de tefsîrinin mukaddimesinde, kendisini böyle bir tefsîr yazmaya sevkeden sebeb ile, bu tefsîrinde ta’kib ettiği usûlünü şöyle anlatır: Kur’ân-ı kerîm, gökdeki emînin (Cebrâil) yerdeki emîne (Resûlullaha) ( aleyhisselâm ) getirdiği mübârek ve mukaddes bir kitaptır. Dînî ilimlerin temeli olduğu için, hayâtım boyunca Kur’ân-ı kerîmle meşgûl olmayı, bütün gücümü ona sarfetmeyi istedim. Ve yine istedim ki, yazacağım bu tefsîr, hem veciz olsun ve hem de İbn-i Revvâc, İbn-i Cümmeyzî, Müslim hadîs kitabının bir tefsîr ile ilgili nükteleri, lügatları, i’râb ve kırâatleri ihtivâ etsin. kısmını şerh eden Ebû Abbâs Ahmed bin Ömer Kurtubî, Ebû Akideleri bozuk olan bid’at sahiplerine ve doğru yoldan Ali Hüseyn bin Muhammed bin Muhammed Bekrî ve sapanlara gereken cevâbı versin. Hükümlerle alâkalı olarak başkalarının derslerini dinledi. Oğlu Şihâbüddîn Ahmed ondan pekçok hadîs-i şerîfleri, âyet-i kerîmelerin nüzûl (inme) rivâyette bulundu. sebeplerini, âyet-i kerîmelerin ma’nâlarını, âyet-i kerîmelerin ma’nâları ile ilgili Selef-i sâlihînin sonra gelen ve onların izinde Kurtubî, sâlih bir zâttı, ilmiyle amel eden bir âlimdi. Dünyâya bulunan halefin (sonra gelen âlimlerin) açıklamalarını da düşkün değildi. Kendisini ilgilendiren, âhırette saadetine vesile kendisinde toplasın. Bu kitapta üzerinde durduğum bir husûs olacak işlerle meşgûl olurdu. Zühdü çoktu. Haram ve haram da, sözlerin sahiplerini bildirmek, hadîs-i şerîfleri de kim olması muhtemel olan şüphelilerden sakınıp, mübahları lâzım derlemiş ise, onları zikretmektir. Çünkü, denilmiştir ki: “İlmin olduğu kadariyle kullanırdı. Umûmiyetle aynı elbisesiyle bereketi, sözü sahibine nisbet etmek, onu bildirmektir.” Çok dolaşırdı. Çoğunlukla vakitlerini ibâdet, Allahü teâlâya defa fıkıh ve tefsîr kitaplarında hadîs-i şerîf mübhem (kapalı) yalvarma ve kitap yazmakla geçirirdi. olarak gelir. O hadîs-i şerîfi bildireni okuyan kimse bilemez. Sâdece hadîs-i şerîf kitaplarına muttali olup, vukûfu olan Zehebî ( radıyallahü anh ), Kurtubî ( radıyallahü anh ) için kimseler bitir. Bu sebeble, hadîs ilimlerine dâir bilgisi olmıyan şöyle der: “İlimde derya (deniz) gibi bir âlimdir. Pek kıymetli kimse, bu hadîs-i şerîflerin, hadîs ilmine göre ne durumda eserleri vardır. Eserleri, onun ilimdeki yüksekliğine, olduğunu bilemez. Hadîs ilmi ise, gerçekten büyük bir ilimdir. mes’elelere vâkıf olduğuna (iyi bildiğine) ve faziletinin Bir hadîs-i şerîf, onu tahrîc eden, meşhûr ve güvenilir olan yüksekliğine şâhiddir. Kurtubî hazretlerine, sizi takdîr etmiyen İslâm âlimlerinden birisine nisbet edilmedikçe, o hadîs-i şerîf insanlarla nasıl iyi geçiniyorsunuz? denildiğinde; “Onlardan dinî hükümlerde delîl olarak getirilemez. Biz bu kitabımızda, misk kokusu duyuyorum” cevâbını vermiştir.” Allahü teâlânın izni ile hadîs-i şerîfleri bu yönden de ele alacağız. Bu kitabımda, müfessirlerin tefsîrlerinde bildirdikleri Kurtubî, tefsîr, hadîs-i şerîf ve hılâfiyyatta çok derin bir âlimdi. Tefsîrinde rivâyet cihetine önem vermiş, dirayet bakımından da muvaffakiyet göstermiştir. Bu tefsîrinin mukaddimesinde (önsözünde) Kur’ân-ı kerîmin faziletlerine, kırâatlerine, tefsîrine, i’câzına, derlenip toplanmasına ve başka husûslara dâir bilgi vermiş, müfessirlerin derecelerini bildirmiştir. kıssalardan, tarihçilerin bildirdikleri haberlerden sâdece lâzım ve mes’eleyi açıklığa kavuşturmak için zikredilmesi zarurî olanları aldım. Almadıklarımın yerine ahkâm âyetlerini mes’elelerle açıkladım. Bir, iki veya daha fazla ma’nâ ifade eden âyet-i kerîmelerin nüzûl sebeplerini, tefsîr ve hükümler gibi husûslarını da bildirdim. Hüküm ile ilgili olmıyan âyet-i kerîmelerin, sâdece tefsîr ve te’vilini bildirdim. Kur’ân-ı kerîmin Tezkire bi umûr-il-âhıret adlı eserden ba’zı bölümler: hükümlerini ve sünnet-i seniyyeyi ihtivâ ettiği için; bu kitabıma, el-Câmi’u li ahkâm-il-Kur’ân ismini verdim.” “Enes bin Mâlik’in ( radıyallahü anh ) rivâyet ettiği hadîs-i şerîfte, Resûl-i ekrem ( aleyhisselâm ); Bu tefsîri okuyan kimse, Kurtubî’nin ( radıyallahü anh ) “Sizden biriniz, kendisine gelen herhangi bir yukarıda bahsettiği ölçülere bihakkın riâyet ettiğini görür. O, zarardan dolayı sakın ölümü istemesin. Eğer o, âyet-i kerîmelerin nüzûl sebeplerine, kırâatlere temas etmiş muhakkak ölümü istemek zorunda bulunursa; “Ya âyet-i kerîmelerin i’râbları üzerinde durmuş garîb lafızları Rabbî! Hakkımda ölmek hayırlı ise, beni öldür, açıklamış, lügatleri ele almıştır. Diğer taraftan, bozuk i’tikâd yok yaşamak hayırlı ise, beni yaşat” diye duâ sahiplerinden olan, Mu’tezile ve Kaderiyye’ye, Eshâb-ı Kirâma etsin” buyurdu. dil uzatanlara, feylesoflara gerekli cevaplar vermiştir. İbn-i Ferhûn’un dediği gibi, kıssaları toptan terketmemiş, bilakis Resûlullah efendimiz ( aleyhisselâm ); “Âhırette tefsîrinin mukaddimesinde de belirttiği gibi, kıssaların çoğunu olacaklardan sizin bildiklerinizi hayvanlar almamış, ancak ba’zı garîb kıssaları bildirmiştir. bilselerdi, yemek için et bulamazdınız” buyurdu. Kurtubî hazretleri bu kitabında, Selef-i sâlihînden, tefsîr ve Ölüm hâli: Dünyâdaki ölümü yaklaştığı vakit, hükümlerle ilgili çok nakiller yapmıştır. Naklettiği her sözün insanın yanına dört melek gelir. Bunların biri, sahibini de bildirmiştir. Bilhassa bu rivâyetleri ahkâm ile ilgili rûhunu sağ ayağından ve biri sol ayağından, biri kitaplar yazanlardan ve müfessirlerden nakil ile yapmıştır, İbn-i sağ elinden, biri de sol elinden çekerler. Çok Cerîr, Taberî, İbn-i Atiyye, İbn-i Arabî, Kiyâ el-Herâsî ve Ebû defa, rûhu gargara hâline gelmezden evvel, Bekr el-Cessâs (r.aleyhim) bunlardandır. “Alemi melekûti”yi görmeye başlar. Melekleri, yaptıkları işlerin hakîkatini, âlemlerinde durdukları Kurtubî ( radıyallahü anh ) tefsîrinde, uzaktan ve yakından hâl üzere görür. Eğer dili söyler ise, onların âyet-i kerîme ile alâkası olan ihtilaflı mes’eleleri delîlleriyle vücûdunu haber verir. Çok defa da, gördüğü birlikte ortaya konduğu söylenebilir. şeyleri şeytanın bir işi zan eder. Lisânı tutuluncaya kadar hareketsiz kalır. Bu hâlde, yine Kısaca söylemek gerekirse, Kurtubî, tefsîr ve onunla alâkalı melâike rûhunu parmak uçlarından çekerler. ilimlerde yükselmiş bir âlimdir. Kurtubî, sözlerinde, Soluğu ise, sanki saka kırbasından su boşalır gibi tenkidlerinde ve ilmî münâzaralarında da insaf ve adâlet gırıl gırıl öter. Fâcirin rûhu da yaş keçeye takılmış çerçevesinde hareket etmiştir. olan diken çekilir gibi çıkarılır ki, bunu insanların Eserleri: 1. El-Câmi’u li ahkâm-il-Kur’ân-il-kerîm, 2. Şerh-i Esmâ-il-hüsnâ, 3. Kitâb-üt-Tezkâr fî efdal-il-ezkâr, 4. Kitâb-üt-tezkire bi umûr-il-âhıreti: Kurtubî’nin bu eserini İmâm-ı Şa’rânî ( radıyallahü anh ) kısaltmıştır. 5. Kitabü Şerh-it- en üstünü olan Peygamberimiz ( aleyhisselâm ) haber verdi. Ölüm hâlindeki fâcir kimse, karnını diken ile dolu zan eder. Rûhunu da, sanki bir iğne deliğinden çıkıyor ve gök yere bitişiyor ve kendisi arasında kalıyor zanneder. tekâssî, 6. Kitâbü Kamil-hırs biz-zühdî vel- Rûh çekilip son bağı kopacağı zaman, kendisine kanâati, 7. Et-Takrîb li kitâb-it-temhîd. birçok fitneler ârız olur. Bu, o fitnelerdir ki, İblîs, Kurtubî, tefsîrinde, Urve bin Zübeyr’den şöyle nakleder. “Ceza veya bir farizayı ifâde eden âyet-i kerîmeler Medîne-i münevverede, geçmiş ümmetlerin durumları ve azâb ile alâkalı âyet-i kerîmeler Mekke-i mükerreme’de nâzil olmuştur.” yardımcılarını özellikle o kimseye musallat eder. O hâlde iken, o insana gelirler ve onun anası, babası, kardeşi, kızkardeşi ve sevdiği kimselerden vefât etmiş olanlar sûretinde görünürler ve ona derler ki: “Ey filan! Sen ölüyorsun. Biz, bu hâlde seni geçtik. Sen yahudi dîninde olarak öl. Bu din, Allah indinde makbûl Bunun için Fahr-i âlem ( aleyhisselâm ); olan hak dindir.” Eğer bunların sözlerine “Mevtanıza şehâdeteyn-i kelimeteyn ki, “Lâ ilahe aldanmaz, dinlemez ise, yanından giderler. illallah Muhammedün Resûlullah”dır. Bu kelimeyi Başkaları gelip, derler ki: “Sen Nasrânî telkin ediniz!” buyurmuştur, ölüm hâlinde olanın (Hıristiyan) olarak öl! Zira o din, Mesih’in ya’nî Îsâ yanında çok söz söylemekten de nehy aleyhisselâmın dînidir ki, Mûsâ aleyhisselâmın buyurmuştur. Zîrâ o zaman insan, şiddetli sıkıntı dînini nesh etmiştir.” Böylece, her milletin dinlerini içindedir. ona söylerler. O zamanda cenâb-ı Hakkın şaşırmasını dilediği kimse şaşırır, işte bu; “Ey İmâm-ı Ahmed’in oğlu Abdullah şöyle anlatır: “Babam, vefât bizim Rabbimiz! Dünyada iken bize îmân verdiğin edeceği zaman yaklaştığında bayıldı. Benim elimde ise, gibi, ölürken de kalblerimizi şaşırtma” meâlindeki çenesini bağlamak için bir kumaş parçası vardı. Sonra babam Âl-i İmrân sûresinin sekizinci âyet-i kerîmesinin ayılınca babam; “Hayır, defol, defol” diye bağırdı. Ve bunu haber verdiği hâldir. tekrar tekrar söyledi. Ben de ona; “Ey Babam! Sen bu söz ile neyi kastettin?” diye sordum. Babam da; “Şeytan karşımda Bu konu ile ilgili bir kıssa şöyledir: “Zamanın birinde yaşıyan dikilip, bana karşı parmak uçlarını ısırarak; “Yâ Ahmed!” diye bir râhib, sara hastalığına yakalanan kimseleri tedâvi fitne vermek istiyordu. Ben de onu kovaladım” dedi. ediyordu. Rahibin eliyle mesh edip dokunduğu kimse, Allahü teâlânın izni ile şifâ buluyordu. Birgün zamanın hükümdarının İmâm Ebû Ca’fer-i Kurtubî’nin ölüm zamanı yaklaşınca, kızı hastalandı. Bunun üzerine hükümdâr, kızını o rahibin kendisine “La ilahe illallah” diye telkinde bulundular. Ebû bulunduğu manastıra gönderdi. Kız manastırda tedâvi olurken, Ca’fer de; “Hayır” diyordu. Nihâyet ayıldığı zaman, kendisine mel’ûn şeytan gelerek rahibe; “Sen bu kızla zinâ et. Çünkü bu niye hayır dediği soruldu. O da; “Sağ yanıma ve sol yanıma iki kız şuurunu kaybetmiş” diye vesvese vererek, rahibi zinâya şeytan geldi. Onlardan birisi; “Sen yahudi olarak öl. Zîrâ o, sürükledi. Muradına kavuşan şeytan, daha sonra rahibe yine; dinlerin en hayırlısıdır” diyordu, öbürü ise; “Sen Hıristiyan “Senin yaptığın bu çirkin işin kız farkına vardı. Halkın arasında olarak öl. Zîrâ Hıristiyanlık, dinlerin hayırlısıdır” diyordu. Ben seni rezîl ve rüsvâ etmesinden korkulur. En iyisi sen kızı öldür de onlara; “Hayır, hayır, bunu bana siz söylüyorsunuz” dedim” ve şu kum yığınlarının içine gömü ver. Hükümdârın adamları diye anlattı. gelince onlara; “Hükümdârın kızı iyileşti ve gitti” dersin” diye ta’limât verdi. Râhib, şeytanın isteklerini yeise kapılarak yerine getirdi. Kızı öldürüp, şeytanın gösterdiği kum yığınının içine gömdü. Bu arada şeytân, hemen hükümdârın yanına giderek, durum böyle böyle oldu. Râhib, kızın iyileşip gitti derse, ona inanma oradaki kum yığınını kazdır. Kızının cesedini bulursun, dedi. Hükümdâr şeytanın dediklerini yapınca, kızının cesediyle karşılaştı. Rahibin öldürülmesi için emir verdi. Tam râhib idâm Eğer ölünün ağızından tükürüğü akmış, dudağı sarkmış, yüzü kararmış, gözü dönmüş ise, bilmiş ol ki, o şakidir. Âhıretteki şekâvetini görmüştür. Eğer görür isen ki, ağızı açık, sanki gülüyor, yüzü gülümsüyor, gözü dahî kırpık gibidir. Bilmiş ol ki, o kimse âhırette kavuşacağı sürûr ile müjde olunmuştur. edileceği sırada, şeytan onun yanına gelerek; “Ey Râhib! Melekler, bu rûhu Cennet ipeklerinden bir ipeğe sararlar. O Bana secde edersen seni bu durumdan kurtarırım” dedi. Saîd olan kimsenin rûhu, bal arısı kadar insan şeklindedir. Râhib onun sözlerine kanarak şeytana secde etti. Şeytan onu Aklından ve ilminden hiçbir şey gayb etmemiştir. Dünyâda ne kurtaramıyarak, bırakıp gitti. Râhib de kâfir olarak idâm edildi.” yapmış ise, hepsini bilir. O melekler, bu rûhla beraber semâya Ölmek üzere olan kimsenin his duygularından en son kaybedeceği şey işitmesidir. Zîrâ rûh kalbden ayrıldığı vakit, yalnız görmesi bozulur. Fakat işitmek, rûh kabz oluncaya kadar kaybolmaz. doğru uçarak yükselirler. Bu yükselmeyi ba’zı ölü bilir, ba’zı ölü ise bilmez. Böylece, önceki geçmiş Peygamberlerin “aleyhimüsselâm” ümmetlerini ve yeni ölmüş olanları, bir yere yayılmış olan çekirgeler gibi görerek geçerler ve birinci kat semâ olan dünyâ semâsına varırlar. Bu meleklerin başında olan Cebrâil (aleyhisselâm), dünyâ güzel rûha merhabalar olsun” denir. Sonra meleklerden bir semâsına çıkar. Kimsin? diye sorulur. Ben Cebrâilim, cemâate uğrarlar ki, hepsi onu Cennet ile müjdeleyip, onunla yanımdaki de filandır, diyerek o kimsenin güzel ve sevdiği müsâfeha ederler. isimleri ile haber verir. Sonra “Sidret-ül-müntehâ”ya kadar giderler. Yine, “Kimdir?” Dünyâ semâsının bekçileri olan melekler, “Bu ne iyi bir diye sorulunca, öncekiler gibi cevap verir. “Hoş, sefâ geldi. kimsedir ki, i’tikâdı, inancı güzel idi. Ve hiç şüphesi yok idi” Her iyiliğini Allahü teâlânın rızâsı için yapan zâta merhaba” derler. denir. Bundan sonra ateş tabakasından geçer. Sonra nûr, zulmet, su ve kar tabakalarından geçer. Sonra soğuk denizine Bundan sonra ikinci kat semâya çıkarlar. Kimsin? denir. uğrar ve geçerler. Her tabakanın birbirine uzaklığı bin senelik Cebrâil (aleyhisselâm) birinci kat semâdaki meleklere yoldur. söylediği sözünü tekrar eder. İkinci kat semâdaki melekler, o sâlih rûha; “Hoş geldi, sefâ geldi Dünyâda iken namazlarını Sonra Arş-ur-Rahmân üzerine örtülmüş olan perdeler açılır ki, bütün farzlarına riâyet ederek eda ederdi” derler. seksenbin perdedir. Her perdede seksenbin şerefe vardır. Her şerefede bin kamer ya’nî ay vardır ki, Allahü teâlâyı tehlîl ve Sonra geçer, üçüncü kat semâya ulaşırlar. Kimsin? denir. tesbih ederler. Onlardan bir kamer dünyâda görünce, nûru Cebrâil (aleyhisselâm), daha önce söylediklerini tekrar eder. âlemi yakar ve herkes Allahü teâlâdan başka olarak ona Bunun üzerine “Malının hakkını muhafaza edip, zekâtını, ibâdet ederdi. Bu zamanda perde arkasından bir münâdi nidâ tarladan aldığı mahsûlün uşrunu emir olunan kimselere seve eder ki; “Bu getirdiğiniz rûh kimindir?” Cebrâil (aleyhisselâm); seve verip, hiç esirgemeyen bu zât, hoş ve sefâ geldi” denir. “Filan oğlu filandır” der. Allahü teâlâ; “Bunu yakınlaştırın. Ve Oradan da geçerler. sen ne güzel kulumsun” buyurur. Allahü teâlânın huzûr-i Dördüncü kat semâya varırlar. Kimsin? denir. Daha önce söylediği gibi cevap verir. “Dünyâda, Ramazan orucunu tutup da, orucu bozan şeylerden ve yabancı kadınlarla görüşmekten ma’neviyye-i ilâhiyyesinde durduğu vakit, ba’zı levm-ü itâb (azarlamak) ile Hak teâlâ onu utandırır. Hattâ o kul zan eder ki, hakîkaten helak oldu. Sonra cenâb-ı Hak onu affeder. ve haram yemekten kendini muhafaza eden kimse hoş ve Fâcirin ya’nî kâfirin rûhu sert olarak, şiddet ile sefâ geldi” denir. alınır ve yüzü Ebû Cehl karpuzu gibi olur. Sonra geçerler. Beşinci kat semâya varırlar. Kimsin? denir. Daha önce söylediği gibi cevap verir. “Farz olduğu zaman haccını riyasız ve Allahü teâlâ için eda eden kimse hoş ve sefâ geldi” denir. Sonra geçerler. Altıncı kat semâya varırlar. Kimsin? denir. Evvelce vermiş olduğu cevâbı verir. “Seher vakitlerinde çok istiğfar eden, gizli çok sadaka veren ve yetimlere yardım eden zât, hoş ve sefâ geldi” denir. Melekler ona hitaben; “Ey habis olan rûh! Habis olan cesedden çık!” derler. O da merkeb gibi bağırır. Rûhu çıkınca, Azrail (aleyhisselâm) onu, yüzü gayet çirkin ve siyah elbiseli ve fenâ kokulu zebanîlere (ya’nî azâb yapan meleklere) teslim eder ki, ellerinde yünden yapılmış, eski kilim parçası gibi bir bez vardır. O rûhu buna sararlar. Bu zamanda rûhu, çekirge kadar insan şekline çevrilir. Bunun sebebi; kâfirin cesedi, âhırette mü’minin cisminden büyük olur. Hadîs-i şerîfte; Oradan da geçerek, “Surâdikât-ı celâl” denilen celâl “Cehennemde kâfirin bir azı dişi, Uhud dağı perdelerinin bulunduğu bir makama varırlar. Kimsin? diye kadardır” buyuruldu. sorulunca, öncekiler gibi cevap verir. Yine; “Hoş ve sefâ geldi. Çok istiğfar edip, (Çoluk çocuğuna ve sözü geçenlere) emri ma’rûf yapan, Allahü teâlânın dinini, O’nun kullarına öğreten, miskinlere (ve darda kalanlara) yardım eden sâlih kula ve Cebrâil (aleyhisselâm) bu kötü rûhu yükseltir ve dünyâ semâsına ulaşırlar. Sen kimsin? denir. Ben Cebrâilim der. Yanındaki kimdir? denir. Filan oğlu filan diye, kötü, çirkin ve dünyâda sevmediği fenâ isimleriyle onu zikreder. Onun için gök ve semâ kapısı açılmaz ve deve iğne deliğinden gibi yazar. Bundan sonra melek, o yazdığı kefen geçmedikçe, bu gibi kimseler Cennete girmezler denir. parçasını dürer. O ölünün boynuna asar.” Bundan sonra Resûlullah ( aleyhisselâm ) Cebrâil (aleyhisselâm) bu sözü işitince, onu efendimiz; “Her insanın yaptığı işleri gösteren elinden bırakıverir. Rüzgâr onu uzaklara sürükler, sâhîfelerîni, biz boynunda kıldık” meâlindeki İsrâ işte bu, Hac sûresinin otuzbirinci, “Allahü teâlâya sûresinin onüçüncü âyet-i kerîmesini okudular. ortak koşan kimse şuna benzer ki, gökten düşüp, kendini ya kuşlar kapışır. Yahut rüzgâr onu uzak Sonra gayet korkunç iki melek gelir, İnsan şeklinde görünürler. bir yere atar da orada helak olur” meâl-i Yüzleri gayet siyah olup, dişleriyle yeri yararlar. Başlarının şerîfindeki âyet-i kerîmenin ma’nâsıdır. O kimse tüyleri yeryüzüne sarkmış görünür. Sözleri gök gürler gibi, yere düşünce, bir zebanî onu alıp Siccîne gözleri şimşek çakar gibidir. Nefesleri de, şiddet ile esen götürür. Siccîn, yerin altında veya Cehennemin rüzgâr gibidir. Herbirinin demir kamçıları vardır ki, insanlar ve dibinde büyük bir taştır ki, kâfir ve fâsıkların rûhu cinler bir araya gelseler, yerden kaldıramazlar. Dağlardan oraya götürülür. daha büyük ve ağırdır. Bir kerre bir kimseye vurursa mâzallah parça parça eder. Rûh, bunları görünce hemen kaçar, ölünün Rûh cesede geri döndürüldüğü zaman, cesedi yıkanırken burnundan göğsüne girerler. Göğsünden yukarısı dirilir, yanında bulunur ve başı ucunda gasli bitinceye, kadar durur. öleceği zamandaki hâli gibi olur. Hareket etmeğe kadir Allahü teâlâ iyiliğini istediği kimsenin gözünden perdeyi kaldırır olamaz. Fakat ne söylenirse onu işitir ve görür. Bunlar, ona ve o kimse ölünün rûhunu dünyâdaki insan sûretinde görür. şiddet ile suâl ederler, Cefâ ederek onu üzerler. Toprak ona Bir zât, oğlunu yıkarken, onun başı ucunda olduğunu gördü. su gibi olmuştur. Ne vakit kımıldarsa, yer açılıp bir boşluk olur. Kendisine korku gelip, gördüğü taraftan başka tarafa geçti. Kefenine sarılıncaya kadar bu hâli gördü. Kefene sarılınca, o Bu iki melek; “Rabbin kimdir? Dinin nedir? Peygamberin şahsın rûhu kefene geri döndü. Na’ş, ya’nî tabut içine koyunca kimdir? Kıblen neresidir?” gibi suâl sorarlar. Allahü teâlâ kimi da rûhu görenler oldu. Nitekim sâlihlerden birçok kimseden muvaffak eder ve kimin kalbine hak sözü yerleşdirirse, der ki: rivâyet olundu ki, na’ş üzerinde iken filan nerededir, rûh “Sizi vekîl ederek bana kim gönderdi ise, Rabbim O’dur. nerededir? diye ses işitildi. Kefen, göğüs tarafından iki yahut Benim Rabbim Allah, Peygamberim Muhammed üç kere hareket eyledi. aleyhisselâm, dinim Dîn-i İslâmdır.” Buna ancak, ilmi ile âmil olan, hayırlı âlimler böyle cevap verir. İbn-i Mes’ûd’dan ( radıyallahü anh ) rivâyet olundu ki; “Yâ Resûlallah, ölü kabre konduğu O zaman bunlar da der ki: “Doğru söyledi Delîlini getirdi. Bizim vakit, ilk karşılaştığı şey nedir?” diye sordum. elimizden kurtuldu.” Bundan sonra onun üzerine kabrini büyük Peygamberimiz ( aleyhisselâm ) buyurdu ki: “Yâ bir kubbe gibi yaparlar. Onun için sağ tarafına iki kapı açarlar. İbn-i Mes’ûd! Bunu bana senden başka kimse Sonra da kabrini güzel kokulu fesleğenlerle döşerler. Cennet sormadı. Ancak sen sordun, ölü kabre konulduğu kokuları, o meyyitin üzerine gelir. Dünyâda yapdığı güzel vakit, önce bir melek seslenir. O meleğin ismi amelleri, en sevdiği dostu sûretinde gelip, onu eğlendirir ve Rûmân’dır. Kabirlerin arasına girer. Der ki: “Yâ ona güzel haberler söyler. Kabri nûr ile dolar. Kıyâmet Abdellah! Amelini yaz!” O kimse der ki: “Benim kopuncaya kadar kabrinde neş’eli ve sevinçli olur. O kimseye, burada ne kalemim ne kâğıdım var. Ne kıyâmet kopmasından daha sevgili birşey olmaz. İlmi ve ameli yazayım?” O melek der ki: “Bu sözün kabûl az olan, ilimden ve melekût esrârından haberi olmıyan edilmez. Senin kefenin kâğıdındır. Tükrüğün mü’minlerin derecesi bundan aşağıdır ki, onun yanına, mürekkebindir. Parmakların kalemindir.” Melek, Rûmân’dan sonra güzel sûrette ve güzel kokulu ve güzel kefeninden bir parça kesip verir. O kul dünyâda elbiseli olarak ameli gelir. “Beni bilmez misin?” der. O da der her ne kadar yazı yazmak bilmese de, orada, ki: “Sen kimsin ki, Allahü teâlâ seni, benim şu garîb olduğum sevâbını ve günâhını adetâ o bir günde işlemiş zamanda bana ihsân eyledi” O da; “Ben, senin sâlih işlerinim. Korkma, mahzûn olma! Biraz sonra Münker ve Nekîr melekleri Ba’zı kimse de, Peygamberim Muhammed aleyhisselâmdır gelirler ve sana suâl ederler. Onlardan korkma” der. diyemez. Zira bu kimse, dünyâda sünnet-i nebeviyyeyi (Ya’nî İslâmiyetin emirlerini ve yasaklarını) unutmuş idi. Zamana, Bundan sonra suâl meleklerine söyleyeceği şeyleri öğretirken, modaya uymuş idi. Çocuklarına Kur’ân-ı kerîm okutmamış, Münker ve Nekir melekleri gelir. Onu oturturlar. Ona; “Men Allahü teâlânın emirlerini, yasaklarını öğretmemiş idi. Rabbüke?”, ya’nî Rabbin kimdir? derler. O da evvelki söylediği gibi söyler, “Rabbim Allahdır. Peygamberim Muhammed Ba’zı kimse kıblem Kâ’be-i şerîf diyemez. Zira, namaz kılmak aleyhisselâm, imamım Kur’ân-ı kerîm, kıblem Kâ’be-i şerîf ve için kıbleye az yönelmiş, yahut abdestinde fesâd bulunurmuş, babam İbrâhim aleyhisselâmdır ki, onun milleti benim yahut namazında başka şeylere iltifât eder, dünyâ işleri ile milletimdir” der. Onun dili hiç tutulmaz. Onlar da; “Doğru meşgûl olurmuş, yahut rükû’unda ve secdelerinde noksanlık söyledin” derler, önceki melekler gibi mu’amele ederler. Fakat olup, ta’dîl-i erkâna riâyet etmezmiş. onun için, sol tarafından Cehennemden bir kapı açarlar. Cehennemin yılan, akrep, zincir, sıcak suyu ve zakkumu, Fâcire, ya’nî kâfir olanlara, Münker ve Nekîr melekleri; “Men velhâsıl ne varsa hepsini görür. O kimse, bunun üzerine Rabbüke?” dedikleri vakit, “Lâ-edrî”, ya’nî “Ben bilmem” der. pekçok feryâd eder. Ona; “Korkma, buranın dehşeti sana bir Onlar da bilmedin ve hatırlamadın derler. zarar vermez. Burası senin Cehennemdeki yerindir ki, Allahü teâlâ bunu senin Cennette olan yerinle değiştirdi. Uyu, sen sa’îdsin” derler. Sonra onun üzerine Cehennem kapısı kapanır. Aylarca, senelerce geçen zamanı bilmez, öylece kalır. Birçok kimsenin, ölürken dili tutulur. Eğer i’tikâdı bozuk olursa, (Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdiklerine uygun olarak inanmadı, bid’at ehline uydu ise), “Rabbim Allah” diyemez. Başka söz söylemeğe başlar. Melekler bir kere vururlar, kabri ateşle dolar. Sonra söner. Birkaç gün sönük olarak durur. Sonra yine kabirde, onun üzerinde ateş hâsıl olur. Kıyâmet kopuncaya kadar, bu hâl devam eder. Birçok kimse dahi, “Dinim İslâmdır” diyemez. Bunlar, ya şüphe üzre vefât etmişlerdir. Yahut vefât ederken kendisine fitnelerden bir fitne ârız olmuştur. (Ehl-i Sonra onu demirden kamçı ile döverler. Tâ ki, yedinci kat yerin altına girer. Sonra yer silkelenir. Yine kabrine çıkar. Böyle yedi defa döverler. Sonra da, bunların hâlleri başka başka olur. Ba’zısının ameli köpek şekline çevrilip kıyâmete kadar onu ısırır. Bunlar, kıyâmet ve islâmiyetin bildirdiği hususlarda şüphe edenlerdir. Kabirde bulunanların karşılaşacakları hâller çeşit çeşittir. Bu azâbın aslı şöyledir ki, bir insan dünyâda en çok neden korkarsa, kabirde onunla azâb olunur. Meselâ, ba’zı insanlar, yırtıcı hayvan yavrusundan çok korkar. İnsanların tabî’atleri bunda muhtelifdir. Allahü teâlâdan selâmet ve nedametden evvel mağfiret isteriz. sünnet olmıyan kimselerin sözlerine, yazılarına aldanmıştır.) A’rabî’den biri, rivâyet eder ki, oğluma; “Allahü Buna bir kerre vururlar. Kabri, yukarıda denildiği gibi ateşle teâlâ sana ne mu’âmele etdi?” diye sordum. dolar. “Zararım yok, lâkin filân fâsıkın yanına defn Ba’zı kimseler (El-Kur’ânü İmâmî) ya’nî Kur’ân-ı kerîm İmâmımdır diyemezler. Çünkü bunlar, Kur’ân-ı kerîmi okurlar, fakat ondan nasihat almazlardı ve Kur’ân-ı kerîmde olan emirlerle amel etmezler ve nehy ettiği şeylerden kaçınmazlardı. Bunlara da, öncekilere yaptıkları gibi yaparlar. Ba’zı kimsenin de ameli korkunç şekil alır. Kabrinde günâhları kadar azâb olunur. Ahbârda vârid oldu ki, “Ba’zı insanların ameli, hunût şekline çevrilir.” Hunût, hınzır yavrusuna derler. olunduğumdan, ona olunan azaplardan kalbime korku giriyor” dedi. Çok defa haber verilen, bunlar gibi hikayelerden açıkça anlaşılan şudur ki: Kabir ehli, kabirlerinde azap çekerler. Onun için, Peygamberimiz ( aleyhisselâm ) ölünün kemiklerini kırmakdan nehy buyurmuşlar ve bir kimseyi, kabrin bir tarafında oturduğunu gördüklerinde; “Mevtaya kabirlerinde eza etmeyiniz” ve “Diri kimseler evlerinde nasıl elemi ve azâbı duyar ve his ederlerse, mevta da kabrinde Öylece elem ve azâbı duyar, his eder” a’lâdan makâm-ı ehâdiyyete kadar, düşünen ve buyurmuştur. görünen bir nefis yoktur. Zira cenâb-ı Hak, hûrî ve gılmânın da Cennetlerinde rûhlarını kabz Resûlullah ( aleyhisselâm ); “Sizlerden biriniz, etmiştir. dünyâda bildiğiniz bir ölmüş kimsenin kabrine uğrayıp da, selâm verince, o mû’min sizi tanır ve İnsanlar kabirlerinden ve yanıp kül oldukları, selâmınıza cevap verir” buyurdu. çürüdükleri yerlerden kalkdıkları vakit görürler ki; dağlar, atılmış pamuk gibi, denizler susuz kalmış, Allahü teâlâ, Sûr üfürüldükden sonra, kıyâmetin kopmasını yer ise, kendisinde ne eğrilik, ne de yükseklik var. murâd buyurduğu vakit, dağlar uçar, bulutlar gibi yürümeğe Hepsi dümdüz olmuş, bir kâğıd sahîfesi gibi başlar. Denizlerin ba’zısı ba’zısına taşar, güneşin nûru giderek görünür, işte insanlar, kabrlerinin üzerine simsiyah olur. Dağlar toz hâline gelir. Alemler birbirine girer. oturduktan vakit, üryan olarak, her tarafa hayret Yıldızlar, dizili incinin kopup dağıldığı gibi olur. Gökler, gülyağı ve düşünceli bir şekilde bakarlar. Nitekim, hazret- gibi erir ve değirmen döner gibi deveran eder ki, şiddetli bir i Peygamber ( aleyhisselâm ) sahih olan hadîste: şekilde hareket eder. Ba’zı kerre toplanır, ba’zı kerre de “İnsanlar her biri elbisesiz olup, hepsi çıplak ve dümdüz olur. Allahü teâlâ, göklerin parça parça olmasını sünnetsiz oldukları hâlde haşr olunurlar” buyurur. emreder. Yedi kat yerde ve yedi kat gökte ve kürsî’de diri Fakat gurbette elbisesiz olarak vefât etti ise, olarak kimse kalmaz. Her canlı vefât etmiş olur ve eğer rûhanî onlara Cennetden elbise getirilir ve giydirilir. ise, rûhu gitmiş olur. Allahü teâlânın varlığına ve birliğine Şehîdlerin ve sünnet-i seniyyeye (ya’nî ahkâm-ı inanan her türlü varlık ölür. Yerde taş taş üstünde kalmaz. İslâmiyyeye) tutunup vefât etmiş olanların iğne Göklerde hiç canlı kalmaz. deliği kadar elbisesiz yeri kalmaz. Zîrâ Allahü teâlâ, ilâhlık makamında tecellî buyurup der ki: “Ey alçak dünyâ! Senin içinde rablık da’vâsı edenler ve ahmakların rab tanıdıkları âcizler nerededir ve senin güzellik ve letâfetinle aldatdığın ve âhıreti unutdurduğun kimseler nerededir?” Bundan sonra kahr, yok edici kuvveti ve hikmeti ile iftihar eder. Sonra, Mû’min sûresinde meâlen buyurulduğu gibi; “Mülk Peygamberimiz ( aleyhisselâm ), “Ey ümmetim ve Eshâbım! Siz, ölülerinizin kefeninde mübalağa ediniz! Zîrâ, benim ümmetim kefenleriyle haşr olunurlar. Hâlbuki sâir ümmetler çıplaktırlar” buyurdu. Bu hadîs-i şerîfi Ebû Süfyân ( radıyallahü anh ) rivâyet eyledi. Yine Peygamberimiz ( aleyhisselâm ) buyurmuştur ki: “Ölüler, kefenleri ile haşr olunur.” kimindir?” der. Hiç kimse cevap vermez. Kahhâr Herkes kabri üzerine çıkıp, ba’zısı çıplak, ba’zısı siyah, ba’zısı olan Allahü teâlâ, kendi kendine meâlen; “Vâhid beyaz elbiseli, ba’zısı da nûr saçar bir hâlde oturur. Her biri ve kahhâr olan cenâb-ı Allahındır” buyurur. Sonra başlarını eğmiş olarak, ne yapacağını bilmiyerek, bin sene meâlen; “Ben azîmüşşân, Melik-i deyyânım (ya’nî kadar dururlar. Sonra magribden bir ateş zuhur eder -ki, onun kıyâmet gününün tek hâkimi ve sahibiyim). Benim gürültüsüyle halk mahşere sürülür. Bu zamanda her mahlûk verdiğim rızkı yiyip de, bana ortak koşanlar ve dehşete düşer, insan olsun, cin olsun, vahşî hayvanlar olsun, benden gayrı putlara ibâdet edenler nerededirler? her birini kendi ameli alıp, kalk mahşere git, der. Şol kimseler ki, benim verdiğim rızk ile kuvvetlenip de asî olurlar. Cebbar ve zâlimler Ameli güzel olan kimsenin ameli, eşek, ba’zısının da katır nerededirler? Kibirlenen ve öğünenler sûretinde görünür. Amel sahibini üzerine alıp, mahşere nerededirler? Şimdi mülk kimindir?” buyurur. götürür. Ba’zısının da, koç şeklinde görünür. Ba’zı kerre amel, Buna cevap verecek kimse bulunmaz. Hak sahibini üzerine alır götürür, ba’zan da bırakır. Her mü’minin sübhânehü ve teâlâ, murâd etdiği bir zaman bir nûru olur ki, önünden ve sağ yanından, o zamanki karanlık kadar bekler, sessizlik olur ki, o zaman, Arş-ı içerisinde her tarafı aydınlatır. Sol taraflarında nûr yoktur. Belki karanlıkta hiçbir Bunlar şu insanlara benzerler ki, yolculuğa çıkmışlar. Fakat kimse hiçbir şey göremez. O karanlıkta kâfirler hiç kimsenin bir hayvan satın almağa vakti olmadığından, hayrette kalır. İmânlarında şek ve şüphe olan hayvan alıp gidecekleri yere gidemezler. Bunlardan iki veya üç kimseler (ve bid’at sahibi olanlar, mezhebsizler) kişi, bir hayvan satın alıp, yolda ona müşterek binerler. Bu şaşırırlar. Ehl-i sünnet âlimlerinin ( radıyallahü yolda, ba’zan bir deveye on kişi binerler. Bu acizlik anh ) bildirdiklerine uygun olarak doğru inanmış amellerindendir. Bunun ma’nası, malda elini kısmaktır. Ya’nî olan (Sünnî) mü’minler ise, onların zulmet ve haris olmaktır. Bununla beraber, selâmete çıkarılırlar, öyle ise, tereddütlerine bakıp, Allahü teâlânın kendilerine bir amel işle ki, o amel sebebiyle Allahü teâlâ sana binek hidâyet nûru verdiğine hamd ederler. Zîrâ cenâb-ı hayvanını nasîb etsin. Hak, mü’minler için, azap gören şakilerin hâllerini ortaya koyar ki, bunda ba’zı fâideler vardır. İnsanlar dünyâdaki işlerine göre haşr olunur. Ba’zıları çalgı Nitekim Cennet ehli ve Cehennem ehli ne çalmakla ve dinlemekle meşgûl olmuştur. Hayatlarında çalgı yapmışlarsa hepsi belli olur. Onun için, Allahü çalmağa ve dinlemeğe devam edenler, kabrinden kalkdığı teâlâ meâlen; “Arkadaşına nazar etti. Onu vakit, sağ eliyle onu alır ve atar. O çalgıya der ki: “La’net olsun Cehennem ateşinde gördü” buyurdu. A’râf sana! Beni Allahü teâlânın zikrinden meşgûl ettin!” O çalgı sûresinin kırkyedinci âyetinde de meâlen; gene gelir, der ki: “Allahü teâlâ, aramızda hüküm edinceye “Cehennem ehline baktıkları zaman, Cennet ehli: kadar, ben senin arkadaşınım. O vakte kadar ayrılamam.” Ey Rabbimiz! Bizi zâlim kavimlerle beraber kılma Böylece dünyada alkollü içki içenler, sarhoş olarak haşr derler” buyurdu. Zira, dört şey vardır ki, kadrini, olunur. İslâmiyetin emrettiği şekilde örtünmeden sokağa çıkan kıymetini ancak dört kimse bilir: Hayatın kadrini kadınlar, kızlar, buralarından kanlar, irinler akarak haşr olunur, ancak ölü bilir. Ni’metin kadrini azap çeken bilir. Zurnacı, zurna çalarak haşr olunur. Her kimse, böyle Allahü Servetin kadrini fakir bilir. (Burada dördüncüsü teâlânın yolundan ayrılırsa, o hâl üzre haşrolunur. yazılmamış. Fakat, Cennet ehlinin kadrini, Cehennem ehli bilir, demektir.) Bu zamanda melekler, onları, fırka fırka, cemâat cemâat sevk ederler. Herbirinin altında, kendilerine zulm edenler bulunarak Ba’zısının nûru, iki ayağı üzerinde ve parmakları haşr olunur, insan, cin ve şeytan ve yırtıcı hayvanlar ve kuşlar, ucunda görünür. Ba’zısının nûru, bir parlar, bir bir yerde toplanırlar. O zaman yeryüzü, beyaz gümüş gibi düz söner. Bunların nûrları îmânları kadardır. olur. Kabrlerinden kalktıkları vakit, hareketleri de, amelleri mikdârıdır. Sahih olan bir hadîs-i şerîfte, Peygamber efendimiz ( aleyhisselâm ); “İki kişi bir deve üzerinde, beş kişi ve on kişi bir deve üzerinde haşr olunur” buyurdu. Allahü teâlâ bilir, bu hadîs-i şerîfin ma’nâsı: “Bir kavim, İslâmda birbirine yardım eder, dîni, îmânı, helâli, haramı birbirlerine öğretirlerse, Allahü teâlâ onlara rahmet eder. Onların amelinden deve yaratır da, onun üzerine binerler, öylece haşr olunurlar” demektir. Bu ise, amelin zaîf Melekler, yeryüzündeki bütün canlıların etrâfında bir halka olmuşlardır. Yeryüzünde bulunanlardan on kat ziyâdedirler. Bundan sonra, Allahü teâlâ, ikinci kat gök meleklerine emr eder ki, birinci kat gök meleklerini ve mahlûkâtı çevirirler. Bunlarda, hepsinin yirmi mislinden ziyâdedirler. Sonra, üçüncü kat melekleri nâzil olup, hepsinin etrâfını bir halka olarak çevirirler. Bunlar da hepsinin otuz mislinden ziyâdedir. olmasındandır. Çünkü bunların, kendi amelleri bir deve Sonra, dördüncü kat melekleri, hepsinin etrâfını bir halka olamadığından, ancak bir kaçının ameli bir deve olmakta ve olarak çevirirler. Bunlar da hepsinin kırk mislinden buna müşterek binmektedirler. ziyâdedirler. Daha sonra beşinci kat göğün melekleri nâzil olup, bir halka etmedi” deyip, kendilerine gönderilen ve Nûh olarak çevirirler. Bunlar da hepsinin elli mislinden ziyâdedirler. aleyhisselâm tarafından tebliğ edileni inkâr Daha sonra, altıncı kat gök melekleri nâzîl olup, hepsinin ederler. Allahü teâlâ; “Yâ Nûh! Senin şahidin var etrâfını bir halka olarak çevirirler. Bunlar da hepsinin altmış mıdır?” buyurur. Nûh aleyhisselâm; “Yâ Rabbi! mislinden ziyâdedirler. Benim şahidim. Muhammed aleyhisselâm ile ümmetidir” diye cevap verir. Allahü teâlâ; “Yâ En sonra, yedinci kat gök melekleri nâzil olup, bir halka olarak Muhammed! Bu Nûh, benim gönderdiklerimi hepsini çevirirler ki, bunlar, cümlesinin yetmiş mislinden ümmetine tebliğ etdiğine seni şâhid kılıyor. Sen ziyâdedirler. ne dersin?” buyurur. Peygamberimiz ( Sonra, Allahü teâlâ tarafından nidâ olunup; “Levh-i mahfûz nerededir?” buyurur. Bu ses, akıllara hayret verecek sûrette işitilir, Allahü teâlâ; “Ey Levh! Tevrat ve İncîl ve Kur’ân-ı azîmüş-şândan sende yazdığım şey nerededir?” der. Levh-i mahfûz der ki: “Yâ Rabb-el-âlemîn! Bunu, Cebrâil aleyhisselâmdan suâl buyur!” Bu vakit, Cebrâil (aleyhisselâm) getirilir ki, adetâ kendisini titremek alır. Hayretinden diz üstü çöker. Cenâb-ı Hak buyurur ki: “Yâ Cebrâil! Bu levh der ki, sen benim kelâmımı ve vahyimi kullarıma nakl eylemişsin doğru mudur?” Cebrâil (aleyhisselâm); “Yâ Rabbi doğrudur” der Allahü teâlâ; “Onu nasıl yaptın?” buyurur. Cebrâil (aleyhisselâm), “Yâ Rabbî Tevrat Mûsâ aleyhisselâma, İncîl Îsâ aleyhisselâma, Kur’ân-ı kerîmi Muhammed aleylüsselâma inzal ve her bir Resûle risâleti ve her bir suhûf sahibi Peygambere de sahîfelerini ulaştırdım” der. Daha sonra, “Yâ Nûh!” diye bir nidâ gelip, Nûh aleyhisselâm huzûr-i ilâhîye çağrılır. Nûh aleyhisselâm titriyerek huzûr-i ilâhiye gelir. Ona hitaben; “Yâ Nûh! Cebrâil senin resûllerden olduğunu söylemektedir. Sen ne dersin?” buyurulur. Nûh aleyhisselâm “Evet yâ Rabbî! Doğrudur” diye cevap verir. “Kavminle ne iş gördün?” diye sorulur. Nûh aleyhisselâm; “Yâ Rabbî! Onları, gece ve gündüz îmâna da’vet etdim. Benim da’vetim onlara bir fâide vermedi. Benden kaçtılar” diye cevap verir. Bunun üzerine; “Ey Nûh kavmi!” diye nidâ olunup, Nûh kavmi grup hâlinde getirilir. Onlara; “Bu kardeşiniz Nûh benim gönderdiklerimi size tebliğ ettiğini söylemektedir. Siz ne dersiniz? Onlar, “Ey bizim Rabbimiz, o yalan söylüyor. Bize birşey tebliğ aleyhisselâm ), Nûh’un (aleyhisselâm) risâleti tebliğ etdiğine şâhid olup, Hûd sûresinin yirmibeşinci âyet-i kerîmesini okur. Bu âyet-i kerîmenin meâl-i şerîfi şöyledir: “Biz Nûh’u insanlara Peygamber olarak gönderdik. Onları Allahü teâlânın azâbı ile korkuttu. Allahü teâlâdan başka şeylere ibâdet etmeyiniz dedi.” Cenâb-ı Hak, Nûh aleyhisselâmın kavmine; “Sizin üzerinize azap hak oldu. Zîrâ, azap kâfirler üzerine lâyıktır.” buyurur. Böylece, hepsinin Cehenneme atılması emrolunur. Ne amelleri tartılır, ne de hesâb olunurlar. Bundan sonra “Âd kavmi nerededir?” diye nidâ olunur. Nûh aleyhisselâmın kavmine yapıldığı gibi, Hûd (aleyhisselâm) ile, kavmi olan Âd kavmi arasında mu’âmele cereyan eder. Peygamberimiz ( aleyhisselâm ) ile Ümmetinin hayırlıları şehâdet ederler. Peygamberimiz Şuarâ sûresinin yüzyirmiüçüncü âyet-i kerîmesini okur. Bu kavim de Cehenneme atılır. Bundan sonra “Yâ Sâlih veya Semûd” diye nidâ olunur. Sâlih aleyhisselâm ve kavmi gelirler, inkârları üzerine, hazret-i Peygamberden şehâdet taleb olunur. Peygamberimiz ( aleyhisselâm ), Şuarâ sûresinin yüzkırkbirinci Âyet-i kerîmesini okur. Onlar da, evvelkiler gibi Cehenneme atılır. Kur’ân-ı azîm-üş-şânın haber verdiği gibi, ümmetler, birbiri arkası sıra, Allahü teâlânın huzûruna gelirler. Furkân sûresinin otuzsekizinci ve İbrâhim sûresinin sekizinci âyet-i kerîmeleri bunu haber vermekdedir. Bunda tenbih vardır ki, bunlar âsî ve azgın kavimlerdir. Barîh, Mârih, Duhâ, Esrâ kavimleri ve bunlar gibi kavimlerdir. Bunlardan sonra nida, Eshâb-ı res ve tübba’ ve İbrâhim aleyhisselâmın kavmine gelir. Bunların hiç birinde mizan kurulmaz. Ve hesâb sorulmaz. Bunlar, o gün Rablerinden mahcûbdurlar. Allahü teâlânın kelâmını onlara bir Bundan sonra Allahü teâlâ, onlara istedikleri şekilde gayet tercüman söyler. Çünkü, bir kimse kelâm-ı ilâhiye mazhar yumuşak ve hoş mu’âmele buyurur. Mahşer ehlinin hepsi, olursa, o kimse azâb olunmaz. secde ederler. Cenâb-ı Hak onlara; “Öyle bir yere geldiniz ki, sizin için yabancılık ve korku yoktur” buyurur. Bundan sonra, bir münâdi herkesi ayrı ayrı çağırır. Herkes, ayrı ayrı, hesaba çekilir. Nûr Allahü teâlâ bütün mü’minleri sırat üzerinden geçirir. sûresi, yirmidördüncü âyetinin meâl-i şerîfidir: Mü’minler, derecelerine göre Cennete götürülür, insanlar “Yaptıklarının hepsine, o gün dilleri ve elleri ve güruh güruh geçerler. Önce Resûller, sonra Nebiler, sonra ayakları şehâdet eder.” Sıddîklar, sonra Velîler, Ârifler, sonra hayr ve ihsân edenler, sonra şehîdler, sonra diğer mü’minler götürülür. Kitâbların kırâati tamâm olduktan sonra bir nidâ gelir ki: “Ey Müslümanlardan günahları affedilmeyenler yüz üstü düşmüş, mücrimler, şimdi sizler ayrılınız!” denir. Bu nidâ üzerine, ba’zıları da A’râfda mahbus kalırlar, imânı zayıf olanlardan mevkıf”, ya’nî Arasat meydanı harekete gelir. O zaman, ba’zısı sıratı yüz senede, ba’zısı da bin senede geçerler. herkesi büyük korku alır. Birbirlerine girift olurlar. Melekler cin Bununla beraber, Cehennemde yanmazlar. ile ve cin insanlar ile karışır. Bundan sonra, nidâ gelir ki: “Yâ Âdem! Evlâdından Cehenneme lâyık olanı gönder!” Âdem Kıyâmet gününde bir müslüman getirilir. Onun hiç hasenesi (aleyhisselâm) ise; “Yâ Rabbî ne kadar?” diye suâl eder. (iyiliği) yoktur ki, mizanında ağır gelsin. Allahü teâlâ, onun Cenâb-ı Hak buyurur ki: “Binde dokuzyüzdoksandokuzu îmânına hürmeten, ona rahmet olarak buyurur ki: “İnsanlara Cehenneme ve biri Cennete.” Kâfirlerden ve Ehl-i sünnetden git, sana hasene ve sevâb verecek bir kimse ara Onun ikramı ayrılmış mülhidlerden ve gâfillerden, çıkara çıkara, ancak sebebiyle Cennete giresin!” O kimse gider, insanlar arasında Allahü teâlânın bir avuç buyurduğu kadar mü’min geride kalır. arzusuna kavuşduracak bir kimse arar. Hâlini anlatacak bir Ebû Bekr-i Sıddîk’in ( radıyallahü anh ), “Rabbimizin kimse bulamaz. Kime söyler ve sorarsa; “Benim de mizanımın avuçlarından bir avuç kalır” buyurduğunun ma’nâsı budur. hafif gelmesinden korkuyorum. Ben, senden daha çok muhtacım” der. Bu hâline çok üzülür. Yanına bir kişi gelerek, Cehennemlik olanlar mahallerine gidip, Arasat meydanında “Ne istiyorsun?” der. Bu da; “Bir haseneye (sevâba) yalnız, mü’minler, müslimler, hayr ve ihsân edenler, ârifler, muhtacım. Onu belki bin kişiden istedim. Her biri behâne edip sıddîklar, velîler, şehîdler, sâlihler ve Resûller kalır, esirgediler” der. Bu kişi ona der ki: “Allahü teâlânın huzûruna îmânlarında şübheleri olanlar, münâfıklar, zındıklar, bid’at vardım. Sahîfemde bir sevâbtan başka sevâb bulamadım. O sahibleri (ya’nî Ehl-i sünnet i’tikâdında olmıyan mü’minler) da beni kurtarmağa yetmez. Onu sana hibe edeyim. Benden zâten Cehenneme gönderilmişlerdir. Allahü teâlâ; “Ey onu al!” O kimse, ferah ve sevinçli olarak gider. Allahü teâlâ, o insanlar! Rabbiniz kimdir?” buyurur. Onlar “Allahdır” derler. kulun hâlini bildiği hâlde; “Nasıl geldin?” diye suâl eder. O kişi Allahü teâlâ; “Siz O’nu bilir misiniz?” buyurur. “Evet biliriz yâ ile olan macerayı haber verir. O hasenesini veren kulu da Rabbî” derler. O zaman, onlara Arş-ı a’lânın sol tarafından bir Allahü teâlâ huzûruna çağırır. Buyurur ki: “Îmân sahiplerine melek görünür. O melek o kadar azametlidir ki, yedi deniz benim keremim, senin kereminden, ihsânından daha çoktur. başparmağının ucuna konsa içine alıp, hiçbir damlası Din kardeşinin elinden tut, Cennete gidiniz.” gözükmez. O melek, mahşerde bulunanlara Allahü teâlânın emri ile, imtihan cihetinden; “Ene Rabbiküm” ya’nî ben sizin Bu şekilde ümmet-i Muhammedin büyük günah işleyenleri rabbinizim der. Ehl-i mahşer “Senden Allahü teâlâya sığınırız” getirilir, ihtiyâr, genç, erkek, kadın nerede ise, hepsi bir araya derler. toplanır. Cehennemin bekçisi olan Mâlik onlara baktığı vakit der ki: “Siz, eşkiya zümresindensiniz. Amma görüyorum ki, ne Arşın sağ tarafında bir melek görünür ki, eğer ayağının ucu ile eliniz bağlanmış ve ne de yüzünüz kararmış. Sizden güzel basmış olsa, ondört deniz görünmez olurdu. Ehl-i mahşere kimse Cehenneme gelmedi” Onlar da; “Yâ Mâlik! Biz, “Ene Rabbiküm” der. Ya’nî, sizin rabbinizim der. Ona dahî; Muhammed aleyhisselâmın ümmetindeniz. Lâkin işlediğimiz “Senden Allahü teâlâya sığınırız” derler. günahlar Cehenneme sürükledi. Bizi bırak da günahlarımıza ağlıyalım” derler. Mâlik onlara: “Ağlayınız! Fakat şimdi size kurtulmasının berâtıdır” yazılır. Bir kulun günahtan mağfiret ağlamak fâide vermez!” der. olduğu vakit, bir melek onu Arasat meydanına götürür. Ve nidâ ederek; “Bu, filân oğlu filândır. Allahü teâlâ, onun Bir ihtiyâr erkek, ellerini beyaz sakalı üzerine koyup; “Âh günâhını affeyledi. Bir daha şakî olmıyacak, saadetle sa’îd gençlik geçti. Elem, üzüntü arttı. Zelîl oldum, rezîl oldum” diye oldu” der. O kimseye bu makamdan ziyâde sevgili hiçbir ağlar. Nice orta yaşlılar; “Derdlerim, sıkıntılarım arttı!” diyerek makam olmaz. ağlarlar. Resûlullah ( aleyhisselâm ), Nebe’ sûresinin Nice delikanlılar, “Ah! Gençliği elden kaçırdım! Ya’nî onsekizinci âyet-i kerîmesi hakkında meâlen; gençliğimin kıymetini bilmedim” diye ağlarlar. “Sûra üfürüleceği o gün, mezarlardan kalkıp Nice kadınlar, saçlarından tutup; “Eyvah! Yüzüm kara oldu. Rezil oldum” diye ağlarlar. Allahü teâlâ tarafından “Yâ Mâlik! Bunları birinci Cehenneme koy” diye nidâ gelir. Cehennem bunları içine alırken, “La ilahe illallah” diye bağırışırlar. Cehennem bu sözü işitince, bunlardan beşyüz senelik öteye kaçar. Yine bir nidâ gelir ki? “Ey Cehennem! Bunları içine al! Yâ Mâlik! Bunları birinci Cehenneme koy.” Bu zaman gök gürültüsü gibi bir gürültü işitilir. Cehennem bunların kalblerini yakmak isteyince, Mâlik, Cehennemi men eder. “Ey Cehennem, mahşere, bölük bölük gelirsiniz” suâl edildiğinde ağladılar. Hattâ mübârek gözlerinden akan gözyaşları toprağa damladı ve buyurdular ki: “Ey bu suâli soran kişi, çok büyük bir işten sordun. Kıyâmet günü ümmetim, oniki sınıf olarak haşrolunur ve mahşer yerine gelirler. Birinci sınıf insanlar, maymun sûretindedir. Bunlar, insanlar arasında çok fitne çıkarırlar, karışıklık ve huzûrsuzluğa sebeb olurlar. Allahü teâlânın Kur’ân-ı kerîmde meâlen; “Onların şirk (Allaha ortak) koşma fitneleri, katilden daha kötüdür” (Bekâra-191) buyurduğu kimselerdir. kendisinde Kur’ân-ı kerîm olan ve imân kabı olan İkinci sınıf insanlar, hınzır sûretinde kalbi yakma! Rahmân olan Allahü teâlâya secde haşrolunurlar. Onlar haram yiyenlerdir. Allahü eden alınları yakma?” der. Bu hâl üzere, teâlânın meâlen; “Onlar boyuna yalancılık için Cehenneme atılırlar. Görülür ki, bir kişinin dinlerler; boyuna haram yerler” (Mâide-42) feryadı, Cehennem ehlinin seslerinden daha buyurduğu bunlardır. çoktur. Bunu Cehennemden çıkarırlar. Allahü teâlâ ona; “Sana ne oldu ki, Cehennem ehlinin en Üçüncü sınıf insanlar, kör olarak haşrolurlar. çok bağıranı sensin?” buyurur. O kişi der ki: “Yâ Onlar hüküm vermekte haddi aşan, doğru hüküm Rabbî! Beni hesaba çektin. Senin rahmetinden vermeyenlerdir. Allahü teâlânın meâlen; “İnsanlar daha ümidimi kesmedim. Bilirim ki, sen beni arasında hükmettiğiniz zaman adâletle hüküm işitirsin. Onun için çok bağırdım” der. Allahü vermenizi emreder. Hakîkaten Allah bununla size teâlâ, Hicr sûresinin ellialtıncı âyet-i kerîmesinin: ne güzel öğüt veriyor. Şüphe yok ki, Allah “Bir kimse Allahü teâlânın rahmetinden ümidini hükümlerinizi hakkıyla işitici, emânete âit işlerinizi keserse, o kimse ehl-i dalâlettir” meâl-i şerîfi ile hakkıyla görücüdür. (Nisâ-58) âyet-i kerîmesi bu hitâb buyurup, “Git seni mağfiret etdim” der. kimseleri belirtmektedir.” Yetmişbin (ya’nî pekçok) kimse, sıkıntılı hesâba çekilmeden Dördüncü sınıf insanlar, sağır ve dilsiz olarak Cennete girerler. Onlar için mîzân kurulmaz. Onlara verilen haşrolunurlar. Onlar dünyâda iken kendi sahîfeler üzerinde “La ilahe illallah, Muhammedün resûlullah. amellerini beğenen kimselerdir. Allahü teâlânın Bu, filân İbni filânın Cennete girmesinin ve Cehennemden meâlen;“Allah, gurûrlu ve böbürlenen kimseleri Onbirinci sınıf insanlar ise, sarhoş olarak haşrolunurlar. Onlar, sevmez” (Nisâ-36) buyurduğu kimselerdir. dünyâda iken mescidlerde fuhuş ve kötü söz konuşanlardır. Onikinci sınıf insanlar ise, hınzır sûretinde haşrolunurlar. Beşinci sınıf insanlar, ağızlarında irin olarak Onlar, dünyâda iken faiz yiyenlerdir.” haşrolunurlar. Dillerini çiğnerler. Onlar, sözleri işlerine ve hareketlerine uymayan âlimlerdir. Diğer bir rivâyette; Muâz bin Cebel’in ( Allahü teâlânın meâlen; “İnsanlara iyilik emreder radıyallahü anh ) rivâyet ettiği üzere, Resûlullah ( de, kendinizi unutur musunuz?” (Bekâra-44) aleyhisselâm ) buyurdu ki: “Kıyâmet gününde, ki buyurduğu kimseler gibi olanlardır. o gün pişmanlık ve hasret günüdür. Allahü teâlâ oniki bölük olarak ümmetimi haşreder. Birinci Altıncı sınıf insanlar, vücutları ateşten yanmış yara içinde bölük, elsiz ve ayaksız olarak kabirlerinden haşr haşrolunurlar. Onlar, yalan yere şahitlik yapanlardır. olacaklardır. Bu zaman, Allahü teâlâ tarafından Yedinci sınıf insanlar, ayakları üzerine bağlanmış olarak haşrolunurlar. Onların son derece pis bir kokusu olur. Onlar şehvetlerine tâbi olan ve haramlar peşinde koşanlardır. Allahü teâlânın meâlen; “Bunlar, âhıreti dünyâ hayâtına satmış kimselerdir” (Bekâra-86) buyurulanlardır. Sekizinci sınıf insanlar, sarhoş gibi haşrolup, sağa sola düşerler. Onlar, dünyâda iken Allahü teâlânın hakkına mâni olan kimselerdir. Allahü teâlânın hakkını yerine getirmeyenler olup, Allahü teâlâ meâlen; “Ey imân edenler, kazandıklarınızın ve sizin için yerden çıkardığımız ürünlerin (mahsûllerin) en helâl ve iyisinden Allah yolunda harcayın (zekât ve sadaka veriniz)” (Bekâra-267) buyuruyor. Dokuzuncu sınıf insanlar, katrandan elbiseler içinde haşrolunurlar. Onlar, gıybetten sakınmayanlardır. Mü’minlerin arkalarından hoşlanmıyacakları şekilde konuşmuşlardır. Allahü teâlâ meâlen; “Müslümanların ayıp ve kusurlarını araştırmayın. Bir kısmınız bir kısmınızı, arkasından hoşlanmıyacağı sözle çekiştirmesin” (Hucurât-12) buyurdu. Onuncu sınıf olarak haşrolunacaklar ise, dilleri kafasından sarkmış olanlardır. Bunlar, dünyâda iken söz taşıyıp, ara bozanlardır. vazîfelendirilen bir münâdi seslenir ki: “Onlar, komşularına eziyet ve sıkıntı verenlerdir. Tövbe etmeden ölmüşlerdir. İçinde bulundukları durum, kendilerine verilmiş cezadır. Dönüş yerleri de Cehennemdir.” Allahü teâlâ, Kur’ân-ı kerîmde bu kimseleri meâlen şöyle bildirir: “Yakın komşuya da, yakın arkadaşa da, yolda kalmışa da iyilik ediniz.” (Nisâ-36) İkinci bölük insanlar, hayvan sûreti üzere kabirlerinden haşrolunurlar. Kendileri için bir ses gelir. Bunlar, namazlarında gevşek davrananlardır. Tövbe etmeden öldüler. Bu hâlleri, kendilerine verilen bir cezadır. Cehenneme atılacaklardır. Allahü teâlânın Kur’ân-ı kerîmde şöyle buyurduğu kimselerden olurlar: “Onlar, namazlarından gâfildirler” (Mâûn5). Ümmetimden bir bölüğü de, yüzleri ay gibi parlak bir hâlde haşrolurlar. Sıratı şimşek gibi geçerler. Allahü teâlâ katından bir münâdi şöyle der: “Bunlar, sâlih amel işleyip, günahlardan kaçınanlardır. Beş vakit namazı vaktinde ve şartlarına uygun olarak cemâatle kılarlar. Bunlar, tövbe edip öyle vefât ettiler. Allahü teâlâ, kendilerine saadet nasîb etti. Onlar, Cennete gireceklerdir. Allahü teâlâ kendilerinden râzıdır. Onlar da Allahü teâlâdan râzıdırlar. Allahü teâlâ, Kur’ân-ı kerîmde meâlen bunları şöyle bildirdi:“Gerçekten “Rabbimiz Allahü teâlâdır” deyip de sonra amellerini ihlâs ile yapanlara (ölüm ânında) melekler inecekler de şöyle ağlamasından, feryadından, o gece bana çok diyecekler: (Gelecekten) Korkmayın ve (geçene) uzun geldi. Sabah namazını, mescidde kıldıktan mahzûn olmayın! Size va’d olunan Cennetle sonra, cinnin sözlerini anlattım. Resûlullah ( müjdelendiniz.” aleyhisselâm ) buyurdu ki: “O mektûbu kaldır. Yoksa, mektûbun acısını, kıyâmete kadar İnsanlar kabirlerinden kalktıklarında, yerlerinde çekerler.” kırk yıl birşey yemeden, içmeden, oturmadan, konuşmadan dururlar” Denildi ki: “Yâ Resûlallah! Din ehli, imân sahipleri kıyâmet günü nasıl bilinirler?” Resûlullah ( aleyhisselâm ) buyurdu ki: “Benim ümmetim, abdest uzuvlarının pırıl pırıl parlaması nişanıyla bilinirler Kıyâmet günü Allahü teâlâ bütün mahlûkâtı kabirlerinden dirilttiğinde, melekler mü’minlerin başucuna gelirler ve başlarını mesh ederler. Biraz toprak serperler. Bu 1) Tabakât-ül-müfessirîn (Dâvûdî) cild-2, sh. 65 2) Tabakât-ül-müfessirîn (Süyûtî) sh. 28 3) Şezerât-üz-zeheb cild-5, sh. 335 4) Mu’cem-ül-müellifîn cild-8, sh. 239 toprak, onların secde yerlerine gelir. Melekler bu yerleri mesh ederler. Oradan mesh izleri hiç 5) El-A’lâm cild-5, sh. 322 gitmez. Bir ses gelir ki: Bu toprak, kabirlerinin toprağı değildir. Onların köşk ve saraylarından 6) Ed-Dîbâc-ül-müzehheb sh. 317 getirilmiş topraktır. Oraya çağırılırlar. Sıratı geçip Cennete girerler. Kendi yerlerini bilirler.” 7) Et-Tefsîr vel-müfessirîn cild-2, sh. 457 Ebû Dücâne ( radıyallahü anh ) buyurdu ki: Yatıyordum. Değirmen sesi gibi ve ağaç yapraklarının sesi gibi, ses duydum ve şimşek gibi parıltı gördüm. Başımı kaldırdım. Odanın ortasında, siyah birşeyin yükseldiğini gördüm. Elimle yokladım. Kirpi derisi gibi idi. Yüzüme, kıvılcım gibi şeyler atmağa başladı. Hemen Resûlullaha ( aleyhisselâm ) gidip anlattım. Buyurdu ki: “Yâ Ebâ Dücâne! Allahü teâlâ, evine hayr ve bereket versin.” Kalem ve kâğıd istedi. Hazret-i Ali’ye bir mektûp yazdırdı. Mektûbu alıp, eve götürdüm. Başımın altına koyup uyudum. Feryâd eden bir ses, beni uyandırdı. Diyordu ki: “Yâ Ebâ Dücâne! Bu mektûpla, beni yaktın. Senin sahibin, bizden elbette çok yüksektir. Bu mektûbu, bizim karşımızdan kaldırmaktan başka bizim için, kurtuluş yoktur. Artık, senin ve komşularının evine gelmiyeceğiz. Bu mektûbun bulunduğu yerlere gelmeyiz.” Ona dedim ki: “Sahibimden izin almadıkça bu mektûbu kaldırmam.” Cin KUŞADALI İBRÂHİM HALVETÎ Osmanlılar zamanında, Anadolu’da yetişen Hanefî mezhebi fıkıh âlimlerinden ve tasavvuf büyüklerinden. İsmi, İbrâhim bin Mustafa eş-Şa’bânî el-Halvetî olup, Halvetiyye tarikatının Şa’bâniyye kolunun büyüklerindendir. Aydın vilâyetinin Kuşadası kasabasına bağlı Çınar köyündendir. 1188 (m. 1774) senesinde orada doğdu. 1262 (m. 1846) senesi Zilhicce ayında hac dönüşü yolda vefât etti. Vefât senesinin, 1263 (m. 1847) - 1264 (m. 1848) olduğu da rivâyet edilmiştir. İlim ve irfan sahibi sâlih bir zât olan İbrâhim Halvetî, ailesinden çok güzel edeb ve terbiye alarak yetişti. Anadolu’da çeşitli yerlerde ilim tahsil ettikten sonra İstanbul’a gelerek, Fâtih’te bulunan Feyziyye Medresesi’ne (Şimdiki Millet Kütüphânesi’nin bulunduğu yere) yerleşti. Burada Emîn Efendi’den ders alarak ilmini ilerletti. Buradan sonra yine Fâtih’de bulunan Atpazarı dergâhına geçti. Atpazarı dergâhında riyâzetler ve mücâhedeler çekerek, tasavvuf olmak üzere, yirmiüç sene müddetle İstanbul’da hizmet edip, yolunda ilerlemeye çalıştı. Buraya geçmesi şöyle olmuştur: birçok talebeye hocalık ettikten sonra, 1259 (m. 1843) senesi Şevval veya Zilka’de ayında, hacca gitmek üzere İstanbul’dan Kuşadalı, birgün bir âyet-i kerîmenin tefsîri üzerinde çalışıyor, yola çıktı. Hacdan sonra Medîne-i münevvereye geçerek, fakat bir türlü çözemiyordu. Bu müşkil durumda iken, yanına orada da bir müddet kaldı. Daha sonra Şam’a döndü ve orada medrese arkadaşlarından olan Mustafa Efendi geldi. Onun bu yerleşti. hâlini gören Mustafa Efendi, ona böyle müşkil mes’elelerini hâlletmek husûsunda, o günlerde Fâtih’deki Atpazarı Hayatının sonuna kadar orada kalıp, imkânları dâhilinde dergâhında bulunan Beypazarlı Şeyh Ali Efendi’yi tavsiye etti hizmete devam eden Kuşadalı, ilim âşıklarına çok faydalı oldu. ve onu alarak Ali Efendi’nin yanına götürdü. Ali Efendi, Şam vâlisi Hacı Ali Paşa dahî gelerek ona talebe olmuştur. Kuşadalı’nın üzerinde çok durup çözemediği âyet-i kerîmenin, zâhirî ve bâtınî ma’nâlarını, âlimler tarafından bildirilen çeşit 1262 (m. 1845) senesinde, yanında aile efradı ve en büyük çeşit tefsîrini, ayrı ayrı ve uzun uzun îzâh etti. Bu ilk sohbette talebesi Bosnalı Muhammed Tevfîk Efendi de olarak ikinci Ali Efendi’ye hayran kalan Kuşadalı, artık o büyük zâttan defa hacca gitti. O sene haccı ifâdan sonra dönerken o ayrılmayıp, talebelerinden oldu. mukaddes topraklarda vefât etti. O büyük zâtın, feyz ve nûr saçan huzûr ve sohbetlerinde Kutb-ül-ârifîn, Meşhûd-i ayn-il-yakîn, Gavs-ül-vâsılîn ve bulunarak, kemâle geldi. Ali Efendi. Fındıkzâde semtindeki Mukâbil-i şems-i a’zam gibi isimlerle tanınmış olan Kuşadalı Kızılelma caddesinde bulunan Beşikçi-zâde dergâhında vazîfe İbrâhim Halveti, bilhassa Türk tasavvuf büyükleri içinde husûsî yapmakta iken, 1234 (m. 1818) senesinde vefât etti. Vefât bir yere sahip, çok yüksek bir velî idi. Ahmed Cevdet Paşa ederken, kendi yerine bakacak zâtın, Kuşadalı İbrâhim Halvetî dâhil, o zamanın mühim şahsiyetleri onun sohbetlerine olduğunu bildirdi. Onu kendi yerine ta’yin etti. Kuşadalı, o koşarlardı. sırada Mısır’da bulunuyordu. Ali Efendi’nin Kuşadalı’dan başka, Ahmed Nâzikî, Kâtip Muhammed Azîz İstanbûlî ve Veliyyüddîn Hilmi Efendi isimlerinde üç büyük talebesi daha vardır. Kuşadalı, hocasının vefâtı üzerine İstanbul’a döndü. Daha evvel kendisinin ders alarak yetişmiş olduğu Feyziyye Medresesi’ne yerleşti. Orada bir yıla yakın kaldı. Bundan sonra, Aksaray Sinekli Bakkâl’da, Hâcı Halîl Efendi isminde bir zâtın, kendisi için yaptırdığı ve Kuşadalı Dergâhı diye anılan dergâha geçerek, orada hizmete devam etti. Onun buradaki hizmeti o tekkenin bir yangında yandığı 1249 (m. 1833) senesine kadar devam etti. Dergâhın yandığı zaman, yakınları, sevenleri yeniden inşâ edelim diye ne kadar ısrar ettiler ise de, o, tekkelerde eski safiyetin kalmadığını, gittikçe değiştiğini, asıl hüviyetinden uzaklaştığını bildirerek, dergâhının yeniden inşâsına kat’iyyen müsâade etmemiştir. Dergâhı yandıktan sonra, Bâyezîd semtinde kiraladığı bir evde bir yıl kadar kalan Kuşadalı, daha sonra Fâtih’te, Çarşambapazarı civarında bir ev satın alarak oraya taşındı. Aksaray’da onüç, Bâyezîd’de bir ve Çarşamba’da dokuz sene Ahmed Cevdet Paşa, eserlerinden birinde şöyle demektedir: “Kuşadalı İbrâhim Efendi, devrinin en derin din âlimi idi. Son derece vakarlı ve heybetli idi. Güleryüzlü idi. En büyük ilmi müşküller onun vesilesiyle halledilirdi. İlim ve evliyâlıktaki yüksekliği ile birlikte, edebiyat ve şiirde de mahir olan Kuşadalı, o zaman kullanılmakta olan Osmanlı Türkçesini fevkalâde güzel bir şekilde konuşurdu. Şiirleri de vardır. Kuşadalı İbrâhim Halvetî hazretlerinin talebelerinden ba’zılarının isimleri şöyledir: Bosnalı Muhammed Tevfîk Efendi, Muhammed Ali Fethi er-Rusçukî, Hacı Kayyım Müezzin Efendi, Muhammed Naşir Efendi, Nâzikî Ahmed Efendi, Muhammed el-Kırîmî, Mustafa Aczî Efendi, Ali Fikrî, Kâdı-zâde Ömer Halveti, Kapânî Hacı Hüseyn, Manammed Necîb, Muhammed Şevki, Ahmed İzzet, Keçeci-zâde Hâfız Ali İzzet Efendi, Aydî Muhammed Efendi. Aydî Efendi’nin, Kuşadalı’nın vefâtı üzerine yazdığı bir şiir şöyledir: Hocam bekâya gitti, KUŞÂŞÎ (Seyyid Ahmed bin Muhammed) Ben kaldım ağlayı ağlayı. Akdıkça kan bu dîdeden, Evliyânın büyüklerinden ve ilmi ile âmil olan âlimlerin önde Sildim ağlayı ağlayı. gelenlerinden. İsmi, Ahmed bin Muhammed bin Yûnus edDecânî el-Bedrî el-Hüseynî el-Ensârî el-Medenî el-Yemenî Geldi dil deryası cûşa, olup, lakabı Safiyyüddîn’dir. Bulunmuş eşyaların satışını Döndüm ol demde bir huşa, yapardı. Buna nisbetle Kuşâşi denilmiş ve daha çok bu isimle İhtiyârsız başım taşa, meşhûr olmuştur. Aslen Kudüslü olup, Decânîoğulları diye Çaldım ağlayı ağlayı. bilinen kimselerdendir. Dedesi Yûnus, Kudüs’den ayrılıp Medîne-i münevvereye gelerek yerleşmiş idi. Kusâşî, 991 (m. Arttı derdim âh ile, 1583) senesi Rebî’ul-evvel ayının onikinci günü Medîne-i Göz kan döker dilhâh ile, münevverede doğdu. 1071 (m. 1661) senesi sonlarında Ser tâ kadem eyvah ile, Medîne-i münevverede vefât edip, Bâki’ kabristanında Doldum ağlayı ağlayı. defnolundu. Yandı dil nâr-ı firkate, Ahmed bin Muhammed Kusâşî, hem seyyid, hem de şerîfdir. Sabrolunmaz bu hasrete, Ya’nî nesebi hem hazret-i Hüseyn’e, hem de hazret-i Hasen’e Şimdi deryâ-yı hasrete, dayanmaktadır. Babaannesi, Eshâb-ı Kirâmın büyüklerinden Daldım ağlayı ağlayı. olan Temîm-i Dâri’nin ( radıyallahü anh ) soyundandır. Altmışüçün Zilhiccesi, Kendisi, bu yolla i’tibâr kazanmak istemediğinden ve Göçmüş meşâyih zübdesi, tevâzusunun çokluğundan dolayı, seyyid ve şerîf olduğunu Rebığ’da envâr türbesi, gizler, yazılarında ismini, Ahmed el-Medenî el-Ensârî veya Bildim ağlayı ağlayı. Sıbt-ül-ensâr şeklinde yazardı. Cismim yanar bu nâr ile, İlk tahsilini babası Muhammed bin Yûnus’un huzûrunda yaptı. Gönlüm dolar bu zar ile, Babası da, o zamanda Medîne-i münevverede bulunan âlim Bağrım firâk-ı yâr ile, ve evliyânın büyüklerinden idi. Kusâşî, 1011 (m. 1602) Deldim ağlayı ağlayı. senesinde babası ile birlikte Yemen’e gitti, ilim tahsili için olan Kuşadalı İbrâhim Halvetî’nin (r.aleyh), talebelerinden ve sevdiklerinden ba’zılarına yazdığı mektûplardan başka herhangi bir eseri yoktur. ¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾ 1) Sefînet-ül-evliyâ cild-4, sh. 71 bu seyahatlerinde, Yemen’in büyük âlim ve velîlerinin sohbetlerinde bulundu. Babasının hocalarından hayatta olanlardan; Emîn bin Sıddîk, Seyyid Muhammed Garb, Ahmed Safiha ez-Zeyla’î, Seyyid Ali ve Şeyh Ali Matir gibi âlimlerden okudu. Bundan sonra Yemen’den ayrılıp, Mekke-i mükerremeye gitti. Orada da bir müddet kaldı. Seyyid Ebü’lGays ve Şeyh Sultan Meczûb gibi zâtların sohbetlerinde bulunduktan sonra, Medîne-i münevvereye döndü. Orada 2) Osmanlı Müellifleri cild-1, sh. 151 Ahmed bin Fadl bin Abdünnâfi’, Ömer bin Kutb Bedreddîn elÂdilî, Şihâbüddîn-i Milkânî ve başka âlimlerden ilim öğrendi. Ayrıca; Seyyid Es’ad el-Belhî, Şeyh Abdülhakîm, Molla Şeyh Kürdî ve daha birçok zâttan ders aldı. Sohbetlerinde bulunarak kendilerinden ilim ve edeb öğrendiği hocalarının sayısı, yüzden fazladır. Kusâşî’nin ilme olan düşkünlüğü ve aşkı, hocalarının sayısının çokluğundan ve ilim öğrenmek için Çoğu tasavvufa dâir olmak üzere yetmiş civârında eser yaptığı uzun ve yorucu seyahatlerden anlaşılmaktadır. yazmıştır. Aklî ve naklî ilimlerde tahsilini tamamladıktan sonra tasavvuf Kuşâşî’nin (rahmetullahi aleyh) eserlerinden ba’zılarının yoluna yönelen Kusâşî, Hâmî ismiyle meşhûr Şeyh-i kebîr isimleri şöyledir: 1- Bustân-ül-âbidîn ve ravd-ul-ârifîn, 2- Ahmed bin Ali eş-Şenâvî el-Medenî hazretlerine talebe oldu. Haşiyetün alâ insân-ı kâmil li-Abdilkerîm Cîlî, 3-Hâşiyetün alâ O büyük zâtın huzûr ve sohbetlerinde bulunarak, tasavvuf Mevâhib-i ledünniyye, 4- Dürret-üs-semîne fimâ li-zâir-in- yolunda da ilerleyip yükseldi. Nebiyyi ( aleyhisselâm ) ilel-Medîne, 5- Selâsilü ehl-it-tevhîd, 6- Şerhu akîdetü İbn-i Afif, 7- Akîdetü manzûme, 8- Kitâb-ün- Tasavvufî ilimlerden başka hadîs ilminde de bu hocasından nüsûs, 9- Kelimet-ül-cûd fil-kavli bi-vahdet-il-vücûd, 10 ders alıp, ilerledi. Hocasına olan muhabbeti, bağlılığı ve Kelimet-ül-vüstâ. teslimiyeti son derece çok idi. Bu sebeple hocası ona husûsî teveccüh gösterirdi. Hocasının kerîmesi ile de evlenerek, hocasına hem dâmâd, hem de halîfe oldu. 1) Mu’cem-ül-müellifîn cild-2, sh. 170 Aklî ve naklî ilimlerle birlikte evliyâlık yolunda da kemâl mertebe ve dereceler sahibi olan Kusâşî, aynı zamanda kuvvetli bir şâir idi. İnsanlara çok fâideli oldu. İnsanlar ondan çok istifâde etti. Şöhreti her tarafa yayıldı. Talebeleri pek çok idi. O zamanda bulunan âlimler ve evliyâ zâtlar, onun zamanın İmâmı, en büyük âlimlerden biri olduğunu bildirmişlerdir. Meselâ, o zamanın meşhûr evliyâsından Şeyh Eyyûb ed- 2) Hulâsat-ül-eser cild-1, sh. 343 3) Esmâ-ül-müellifîn cild-1, sh. 161 4) Câmi’u kerâmât-il-evliyâ cild-1, sh. 336 5) El-A’lâm cild-1, sh. 239 Dımeşkî, Kuşâşî’ye yazdığı bir mektûbunda; “Ben muhakkak biliyorum ki, her vaktin muhakkak büyük, üstün ve 6) İzâh-ül-meknûn cild-1, sh. 181, 389, 413, 457 cild-2, sh. 27, diğerlerinden yüksek âlimi vardır. Vallahi bu zamanda, 117, 381, 652, 712 zamanımızın bu büyük âlimi sizsiniz” demektedir. 7) Brockelmann Sup-2, sh. 535 Ârif-i billah Zeyla’î, Seyyid Abdullah bin Şeyh Ayderûs, Berekât-ı Tûsî, Abdülhâlik Hindî, Abdürrahmân Magribî İdrîsî, Îsâ Magribî Ca’ferî ve daha birçok âlim Seyyid Ahmed Kusâşî’den ilim öğrenmişlerdir, ilim talibleri ondan istifâde etmek için, uzak memleketlerden grublar hâlinde gelerek sohbetinde bulunurlardı. Talebelerinin en yükseği İbrâhim Hasen Gürânî olup, hocasının hayâtı boyunca ona hizmet etmiş, ilminden istifâde etmiş, vefâtından sonra da terbiye ve irşâd husûsunda onun halîfesi olmuştur. Ahmed bin Muhammed Kusâşî hazretleri, dînimizin emirlerine uymakta, sünnet-i seniyyeye tam tâbi olmakta, çok yüksek derece sahibi idi. Çok ibâdet ederdi. Aklı ve zekâsının fevkalâde olması ile tanınmış idi. Kendi asrında evliyâlık yolunda nihâyet derecesine varmış olanlardan idi. KUŞEYRÎ Büyük velî, fıkıh, tefsîr, hadîs ve kelâm âlimi. Künyesi Ebû Kâsım olup, adı Abdülkerîm bin Havâzin bin Abdülmelik bin Talhâ bin Muhammed Nişâbûrî’dir. Kuşeyrî diye, meşhûr olması, Kuşeyrî bin Ka’b Sagsa’nın soyundan olmasıdır. Ailesi Arab asıllı olup, Horasan civarında yerleşmiş idi. Annesi de Sülemî ailesine mensûp idi. Kuşeyrî 376 (m. 986) senesinde Horasan’ın Üstuvâ nahiyesinde doğdu. 465 (m. 1072) yılında Nişâbûr’da vefât etti. Kuşeyrî daha çocuk yaşta iken babası vefât etti. Kuşeyrî, akrabası olan Ebü’l-Kâsım Yemânî’den Arabca ve edebiyat okudu. Bu arada ziraat tüccarı olan yılında Nişâbûr’dan ayrılarak Bağdad’a geldi. Bağdad’da hadîs dayısının vergi işlerini yoluna koymak maksadıyla, hesab ve fıkıh okuttu. Halîfeyi de ziyâret etti ve onun husûsî öğrenmek için Nişâbûr’a gitti. Böylece hesab öğrenecek ve sarayında sohbet etti. Sonra İmâm-ül-Haremeyn, Beyhekî mâliye me’muru olarak halkı aşırı vergiden kurtaracaktı. gibilerin de bulunduğu binlerce âlimle birlikte hacca gitti. Ancak, Nişâbûr’da büyük velîlerden Ebû Ali Dekkak ile Bunların arasında, dörtyüz kadar da kadı bulunuyordu. Bu karşılaşan Kuşeyrî, hükümette vazîfe almaktan vazgeçerek, sebeple o seneye (Senet-ül-kudâd) “Kâdılar senesi” ma’nevî ilimlere yöneldi. Hocası Ebû Ali Dekkak’a tam olarak denilmiştir. Kâdılardan Harem-i şerîfte bir hutbe okunması bağlanarak, tasavvuf yolunda büyük merhaleler katetti. istenince, orada bulunanlar hutbeyi ancak Kuşeyrî gibi büyük Hocasının emriyle Muhammed İbni Bekr-i Tûsî’den fıkıh, Ebû bir âlim okuyabilir dediler. Bunun üzerine İmâm-ı Kuşeyrî çok Bekr İbni Fûrek’den kelâm ve usûl-i fıkıh, Ebû İshâk beliğ, fasih, va’z ve hikmet dolu bir hutbe okudu. Hacdan İsferâînîden kelâm ilmini öğrendi. sonra Nişâbûr’a dönen Kuşeyrî, burada fazla kalmıyarak ailesi ile birlikte Tûs şehrine gitti ve Tuğrul Bey’in (m. 1063) târihinde Kuşeyrî, İsferâînî’nin derslerinde not tutmaz, sâdece dinlerdi. vefât etmesine kadar orada kaldı. Alp Arslan’ın sultan, Nizâm- Bir gün hocası ona “Niçin yazmıyorsun? İyice öğrenmek için ül-Mülk’ün vezir olmasından sonra râfızîlerin çıkardığı fitne yazmak lâzım” deyince, Kuşeyrî, o âna kadar hocasının durdu. Bunun üzerine vatanlarını terk eden âlimler ve Kuşeyrî anlatmış olduğu derslerin hepsini tekrar etti. Bunun üzerine tekrar memleketlerine döndüler. Alp Arslan ve Nizâm-ül-mülk, hocası ona, artık derse girmesine lüzum olmadığını, bundan Kuşeyrî’ye çok hürmet ederlerdi. Hattâ İmâm-ül-Haremeyn ve sonra kitapları kendisinin mütâlâa etmesini ve anlayamadığı Kuşeyrî gibi âlimler, sultan ve vezirin yanına serbestçe girerler yer olursa sormasını söyledi. Kuşeyrî, İbn-i Fûrek ve Ebû ve onlarla sohbet ederlerdi. Kuşeyrî Nişâbûr’da vefât edinceye İshâk İsferâînî’nin usûllerini iyice kavradıktan sonra, meşhûr kadar ders verdi. 92 yaşında vefât eden Kuşeyrî, hastalığının kelâm âlimlerinden Ebû Bekr el-Bâkıllânî’nin kitaplarını en şiddetli ânında dahi namazlarını ayakta kıldı. Cenâzesi mütâlâa etti. Kuşeyrî’nin aklî ilimleri tahsil etmeye düşkün hocası Ebû Ali Dekkak’ın yanına defnedildi. olması, kelâm ve akâid ilimlerini bütün incelikleriyle öğrenmesini sağladı. Bütün bu ilimleri okurken, aynı zamanda Kuşeyrî’nin fazileti: Kuşeyrî’nin hayatı hakkında hocası Ebû Ali Dekkak’ın sohbetlerine de devam ediyordu. Bu bilgi veren âlimler onun fazileti ve meziyetleri arada hocası Ebû Ali Dekkak’ın kızı, ilim, edeb sahibi ve hakkında şu bilgileri verirler: zamanın en çok ibâdet edenlerinden olan Fatıma hâtunla evlendi. Kuşeyrî’nin Fatıma hanımından altı erkek ve bir kız Sehâvî; “Kuşeyrî, fıkıh ve hakîkat ilimlerini toplayıp yazan, olmak üzere yedi çocuğu olmuştur. emsalsiz ve kâmil bir zât olup, müfessir, fakîh, şâir, sûfi, mütekellim, edebiyat, nahiv ve usûl âlimi idi” demiştir. Kuşeyrî hazretleri bu arada Nişâbûr’da ders vermeye başlamış ve Hatîb el-Bağdâdî, Ebü’l-Kâsım Nasrabâdî, Ebû Ali bin Hasen, (Dumyet-ül-kasr) adlı eserinde şöyle Ali Farmedî gibi birçok âlim yetiştirmiştir. Ebû Ali Dekkak’ın yazmaktadır: “Zeyn-ül-İslâm Kuşeyrî, üstünlükleri kendinde vefâtından sonra, Ebû Abdurrahmân es-Sülemî ile sohbet toplamış, en çetin şeyleri çözmeye muktedirdir. Onun hitâbeti etmiştir. 445 (m. 1053) yılında mu’tezile denilen sapık fırkaya taşlara tevcih edilse, onları eritirdi. Sohbetinde bulunan kâfir mensûp vezir Amîd-ül-mülk Kündürî’nin Ebü’l-Hasen müslüman olurdu.” hazretlerine dil uzatması üzerine, Ebü’l-Hasen Eş’arî’nin üstünlüğünü anlatan “Şikâyetti Ehl-i sünneti bimâ nâlehüm min-el-mihneti” adlı bir risale yazarak, bütün İslâm memleketlerine gönderdi. Gerçeğin anlaşılmasından korkan vezir Kündürî, Kuşeyrî’yi Nişâbûr’da bir kaleye hapsetti ise de, Kuşeyrî kendisini seven halk tarafından kurtarıldı. Fitnenin tekrar tekrar alevlenmesini istemeyen Kuşeyrî, 448 (m. 1056) Abdülgâfir bin İsmâil: “İmâm-ı Kuşeyrî, fıkıh, kelâm, tefsîr, hadîs, usûl, nahiv ve edebiyat âlimi idi. Şâir, yazar, sûfî bir zât olup, asrının ilim dili, şeyhlerin şeyhi, sûfiler taifesinin önde geleni, hakîkatin alemdârı, saadetin menbâı, güzelliğin hakîkati idi” demektedir. İbn-i Sübkî, ise Tabakâtında şöyle yazmaktadır “Kuşeyrî, girdim. Medresenin ortasına geldiğimde, beni bir cesâreti, biniciliği ve silâhşorluğu ile tanınmıştır. Hüsn-i hatta hayret dalgası kapladı. O anda bana iğne üstâd idi. İyi bir hatîb, güzel, fasih ve beliğ bir hitâbeti vardı. batırsalar hissedecek durumda değildim. Daha Latif ve hoş sözler söyleyip, etrâfındakilere te’sîr etmesini çok sonra hocamın meclislerinde devamlı bulunmaya iyi bilirdi.” başladıktan sonra, dilimle ona bir şey sormaya hacet duymadım. O benim hacetimi, ben Taşköprü zâde (Mevdûât-ül-ulüm) adlı eserinde şöyle söylemeden açıklıyordu. Hocamın bu kerâmetini, yazmaktadır. “İmâm-ı Kuşeyrî Şafiî mezhebi fakîhlerinden daha onun sohbetlerine başladığım anda fark olup, tefsîr, hadîs, usûl, edebiyat, hitâbet ve tasavvuf ilminde ettim. büyük âlim idi. Va’zı te’sîrli, hitâbeti güzel idi.” Bütün bunlardan sonra, tasavvuf yolunda vuslata (nihâyete) Kuşeyrî’nin hocaları: Kuşeyrî zamanının birçok kavuştuktan sonra da, kalbimde hocama karşı hiçbir i’tirâz âliminden ilim tahsil etmiş ve hadîs-i şerîf husule gelmemiştir ve aklımdan geçmemiştir.” dinlemiştir. Ma’nevî ilimleri Ebû Ali Dekkak’dan, fıkhı Muhammed İbni Bekr-i Tûsî’den, usûl ve Talebeleri: İmâm-ı Kuşeyrî, hocasının vefâtından usûl-i fıkhı Ebû Bekr İbni Fûrek’den, kelâm ilmini sonra ders vermeye ve talebe yetiştirmeye Ebû İshâk İsferâîni’den tahsil etti. başladı. Kendisinden birçok âlim ilim öğrendi ve hadîs-i şerîf dinledi. İmâm-ı Kuşeyrî’den ilim Kuşeyrî’nin ilim tahsil ettiği diğer hocaları şunlardır: “Ebû tahsil edip hadîs-i şerîf rivâyet eden Nuaym bin Muhammed Mihricânî, Ebû Hâmid Ahmed bin talebelerinden ba’zıları şunlardır: Ebû Bekr Muhammed İsferâînî, Ebü’l-Hasen Ahmed bin Muhammed el- Ahmed bin Hatîb el-Bağdâdî, Ebû İbrâhim İsmâil Haffâf, Ebû Abdullah Hüseyn bin Şüca’ el-Bezzâr, Hamza bin bin Alevî, Ebû Bekr Şah Ahmed Şadyânî, Ebû Yûsuf Cürcânî, Abdullah bin Yûsuf İsfehânî, Abdurrahmân bin Muhammed Abdülcebbâr İbni Muhammed el- Muhammed el-Adl, Abdurrahmân bin İbrâhim el-Müzekkî, Ebû Havârî, Ebû Bekr bin Abdurrahmân Buhayrî, Ebû Nuaym Abdülmelik bin Hasen İsferâînî, Ebü’l-Hasen Ali bin Muhammed Abdullah bin Atâ el-Hirevî, Ebû Ahmed el-Ehvâzî, Ebü’l-Hüseyn Ali bin Muhammed el- Abdullah el-Fevârî, Abdülvehhâb İbni Şah Ebü’l- Bağdâdî, Ebû Bekr Muhammed bin Ahmed el-Hayri, Ebû Saîd Fütûh, Şazyâhi, Ebü’l Feth Muhammed İbni Muhammed bin İbrâhim el-İsmâili, Ebü’l-Hasen el-Kettân, Ebû Muhammed el-Huzeymî. Abdurrahmân Sülemî, İbn-i Bey’, Ebû Abdullah Muhammed bin Abdullah Şîrâzî, Ebû Saîd Muhammed bin Yûsuf Sehmî, Kuşeyrî’nin tasavvuf ilmindeki yeri: Kuşeyrî, Ebû Mensûr Temimî, Ebû Hatem Sicistânî, Abdurrahmân bin tasavvufî bilgileri (ma’rifet, hakîkat, sır) ve Yûsuf İsfehâni, Ebü’l-Ferec Şîrâzî, Muhammed bin Abele es- heyecanı (vecd, cezbe, hâl) Ebû Ali Dekkak ve Sûfî, Mensûr Magribî, Ahmed bin Ebyurdî, Rüstem Şirâzî ve Sülemî gibi o devrin en meşhûr sûfilerinden Ebü’l-Hasen Harkânî. almıştır. Kuşeyrî’nin üstâd silsilesi şöyledir: Kuşeyrî, Ebû Ali Dekkak’dan, o, Ebû Kâsım Hocasına hürmeti: Kuşeyrî, hocasından şöyle Narâbâdî’den, o, İmâm-ı Şiblî’den, o, Cüneyd-i rivâyet eder. Ebû Ali Dekkak buyurdu ki: “Hocam Bağdadî’den, o, Sırrî-yi Sekati’den, o, Ma’rûf-i Nasrâbâdî’nin meclisine, gusul abdesti almadan Kerhî’den, o, Dâvûd-i Tâî’den, o, Ferkad-üs- gitmezdim.” İmâm-ı Kuşeyrî, hocasına hürmette Sencî’den, o, Hasen-i Basrî’den o, Enes bin hocasını geçmişti. Şöyle der: “Başlangıçta hocam Mâlik’den, o, Peygamber efendimizden ( Ebû Ali’nin huzûruna oruçlu olmadan ve gusul aleyhisselâm ) ilim ve feyz aldılar. abdesti almadan girmedim. Medresenin kapısına gelir, hocamın ihtişamından içeri girmeden geri Kuşeyrî, kendisinden sonra gelen mutasavvıfların bir çoğuna, dönerdim. Bir defasında cesâret ederek içeri doğrudan veya dolaylı olarak te’sîr etmiştir. Kuşeyrî’nin kelâm, fıkıh, tefsîr ve hadîs gibi şer’î ilimlerde de ehliyet sahibi olduğu siz benim bildiklerimi bilmiş olsaydınız, her hâlde bütün âlimlerce kabûl edilmektedir. Yazmış olduğu risalede, az güler, çok ağlardınız.” her cümlenin ve her fikrin şer’î ölçüler içinde olmasına büyük gayret göstermiştir. Risâle’nin başında, şeriate (İslâmiyete) “Kalbinde hardal tanesi kadar kibir bulunan kimse bağlılığını dile getirirken şöyle diyor “Şeriat, kulluğun gereğini Cennete giremez.” yapma konusunda verilen emirdir. Tasavvuf (hakîkat) Allahü teâlânın ilahlığına kalbden inanmaktır. Şeriat, insanlara bir takım mükellefiyetler yüklemiştir. Tasavvuf, Allahü teâlânın varlıkları nasıl idâre ettiğini haber vermiştir. Şeriat; Allahü teâlâya ibâdet etmek, tasavvuf; Allahü teâlâyı ve tecellilerini müşâhede ve temaşa etmektir.” “Haya perdesini yüzünden sıyırıp atanın gıybeti haram olmaz.” “Dünyâ malına kul olanın burnu yerde sürünsün, dünyâ malına köle olan kahrolsun, kesesine esîr olan hor ve hakîr olsun.” “Allahü teâlâ, kalbi gaflet içinde olan kulun İmâm-ı Kuşeyrî’ye göre; “Tasavvufu bu işin ehli olan bir duâsını kabûl etmez.” üstâddan öğrenmek gereklidir. Hocası olmayan, her yolda felah bulamaz. Talebe, kalbden bile olsa hocasına i’tirâz “Zengine, zengin olduğu için tevâzu gösteren edemez. Hocasının izni olmadan, talebe bulunduğu yerden bir kimsenin, dîninin üçte ikisi gider.” yere gidemez. Hoca hatâ edebilir, günah işleyebilir. Hoca hatasız ve günahsız olamaz. Hocası ile İslâmiyet arasında “Kişi sevdiği ile beraberdir.” Enes bin Mâlik, anlıyamadığı bir ayrılığı gören talebe, hocasına değil, Peygamber efendimizin ( aleyhisselâm ) mübârek İslâmiyete tâbi olur. Ama hocasına saygıda kusur etmez.” ağızlarından, Sidret-ül-münteha’ya kadar olan yolculuğu, bundan sonraki durumları ve namazın İmâm-ı Kuşeyrî, insanlarda bulunan husûsları farz oluşunu, şöyle bildirir “Cebrâil beni Sidret-ül- tasavvufî yönden üç kısma ayırır. Bunlar “a) münteha’ya götürdü. Bir de ne göreyim, Fiil: İnsanların irâdeleriyle yaptığı işlerdir, ibâdet, yaprakları fil kulakları gibi, meyvaları küpler kadar tâat, amel gibi. b) Huy: Bu, insanda doğuşundan bir ağaç var. Bu ağacı Allahü teâlânın celâl ve i’tibâren vardır. Ama devamlı ve düzenli çabalar azameti o kadar kaplamış ve bürümüş ki, bu sayesinde iyiye doğru yönelir. c) Hâl: Önceleri yüzden durumu değişmiş ve çok güzelleşmiş. Hiç insana irâdesinin dışında gelir. Amelin temizliği kimse onun güzelliğini anlatamaz. Bu sırada nisbetinde güzel olur.” Allahü teâlâ bana vahyedeceğini vahyetti. Bana, hergün ve gece için elli vakit namazı farz kıldı. İmâm-ı Kuşeyrî’nin hadîs ilmindeki yeri ve rivâyetleri: Kuşe’yrî’nin tasavvuf anlayışı ve hâlleri, âyet-i kerîmelere ve hadîs-i şerîflere dayalıdır. Çok iyi bir hadîs tahsili görmüş olan Kuşeyrî, senelerce hadîs hocalığı yapmıştır. Kuşeyrî, tövbe, vera’, takvâ, sabır ve şükür gibi tasavvufî konuları izah ederken, önce bu konularla ilgili birkaç âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîf nakletmiştir. Rivâyet ettiği hadîs-i şerîflerin büyük bir kısmı Kütüb-i sitte’de ve diğer sağlam kaynaklarda rivâyet edilen sahih hadîslerdir. Rivâyet ettiği hadîs-i şerîflerde Peygamber efendimiz ( aleyhisselâm ) buyurdular ki: “Eğer Altıncı kat semâda bulunan Mûsâ’nın yanına inince, bana: “Rabbin, ümmetine neler farz kıldı?” dedi. Elli vakit namaz dedim. Mûsâ (aleyhisselâm) bana “Rabbinden bu miktarı hafifletmesini dile, çünkü ümmetin bu kadara tahammül edemezler. Ben, Benî İsrâil’i denedim” dedi. Bunun üzerine, Rabbimle münâcaat ettiğim yere dönüp, elli vakit namazı hafifletmesi için yalvardım. Allahü teâlâ, elli vaktin, beş vaktini indirdi. Bu durumu Mûsâ’ya söyleyince, “Ümmetin bu kadara da dayanamaz, sen yine Allahü teâlâdan, bunun da hafifletilmesini dile” dedi. Bu şekilde Rabbim ile Mûsâ arasında gidip geldim. Nihâyet Allahü teâlâ, “Yâ Muhammed! Farz “Nefse ve arzuya uymak, Allahü teâlâdan uzaklaştırır. Nefse kıldığım namazlar, her gün ve gecede kılınacak uymamak ibâdetlerin başıdır.” olan beş vakit namazdır. Her namaz için on sevâb vardır. Bu bakımdan sonunda yine elli “Her düşmanlığın kalkması ümid edilir. Yalnız kıskançlıktan namaz olur. Bir kimse hayır yapmak ister de, onu sonra düşmanlık edenin düşmanlığının kalkması ümid yapamazsa, ona bir sevâb yazılır. O iyiliği edilmez.” yaparsa, on sevâb yazılır. Bir kimse kötülük işlemek ister de, yapamazsa, ona hiçbir şey yazılmaz. O kötülüğü işlerse, bir tane günah yazılır” buyurdu. Tekrar Mûsâ’nın yanına uğradım. Olup bitenleri anlattım. Mûsâ yine, “Rabbinden bunun da hafifletilmesini iste” dedi. Bunun üzerine “Rabbime çok müracaatta bulunduğum için artık utanıyorum” dedim.” “İzzet ve Celâl sahibi Allahü teâlâ şöyle buyurmuştur: Ben, kulumun beni zannettiği gibiyim. Kulum beni zikrederse, onunla beraber olurum. Kulum beni içinden ve gizlice zikrederse, ben de onu gizlice zikrederim. Kulum beni halk içinde zikrederse, ben de onu daha hayırlı bir topluluk içinde zikrederim. Kulum bana bir karış yaklaşırsa, ben ona bir arşın yaklaşırım. O bana bir arşın yaklaşırsa, ben ona bir adım yaklaşırım. O bana yürüyerek gelirse, ben ona koşarak gelirim.” “Herkes kendisi için birşey seçti. Ben ise, Hak teâlânın benim için seçtiği şeyi seçiyorum. Şayet Allahü teâlâ beni zengin kılarsa, dininin emirlerini yapmayı terk etmem. Şayet fakir kılarsa, haris ve O’nun emirlerinden yüz çeviren bir kul olmam.” “Şarab haramdır. Çünkü aklı gideriyor ve insanı sarhoş ediyor. Gaflet, ya’nî Allahü teâlâyı unutmak şarabından sarhoş olanın sarhoşluğu, şarab içenin sarhoşluğundan daha zayıftır. Şarab içmenin cezası haddir. Gaflet şarabının cezası uzaklıktır. Şarap içen, sarhoşken namaz kılmaktan men olunur. Gâfil olan, namazdan mahrûm olur. Sarhoş ayılmayınca had vurulmadığı gibi, gaflet sarhoşu da ölüm kamçısıyla uyanmayınca, Kendine gelmeyince, nasihat kâr etmez. Şarab bütün günahlara ve hatalara sebeb olduğu gibi, gaflet de bütün uzaklık ve ayrılıkların sebebidir.” “Kur’ân-ı kerîmdeki altı şifâ âyeti bir tabağa yazılıp, su koyarak eritilir. Hasta içerse, Allahü teâlâ şifâ ihsân eder. Âyet-i kerîme ve duâ elbette şifa verir. Fakat şartların gözetilmesi de Melekler, amellerinden râzı olduklarını göstermek lâzımdır. Okuyanın veya yazanın ve hastanın buna inanması için, kanatlarını ilim tâliblerinin üzerine gererler.” lâzımdır. Hastanın zararlı olan gıdalardan, şüpheli ilâçlardan perhiz etmesi, soğuktan sakınması, lüzumlu şeyleri yapması, “Allahü teâlâ bir şeye tecelli edince, o şey Hak haramdan, zulümden sakınması lâzımdır?” teâlâya boyun eğer.” Kuşeyrî, sûfiyye-i âliyyenin büyüklüğüne, sûfilerin hâl “Yabancı bir kızı görüp de, Allahü teâlânın azâbından tercümelerine, tasavvufun mahiyetine, zühd ve takvânın korkarak, başını ondan çeviren kimseye, Allahü teâlâ izahına dâir yazmış olduğu “Risâle-i Kuşeyrîyye” adlı eseriyle ibâdetlerin tadını duyurur.” meşhûr olmuştur. Bu eser her tarafta yayılmış, âlim ve mutasavvıflar tarafından medhedilmiştir. Fransızcaya ve diğer İmâm-ı Kuşeyrî hazretleri buyurdu ki: “Takvâ; seni Allahü batı dillerine tercümesi yapılmıştır. teâlâdan uzaklaştıran şeylerden sakınmaktır.” Risâle-i Kuşeyrî; giriş, safîlerin hayatlan, ıstılâhlar kısmı ve “Vera”; şüphe edilen şeyleri terk etmektir.” “Kalbi huşû’ içinde bulunan kimseye şeytan yaklaşamaz.” tasavvuf ahlâkı olmak üzere dört bölümden meydana gelir. Risalenin, sûfîlerin hayatları kısmında, Kuşeyrî’nin esas gayesi hayat hikâyesi anlatmak değildir. Ondan önceki sûfîlerin söz, davranış ve halleriyle İslâmiyete gösterdikleri derin bağlılıklarını izah gayesiyle onların hayatlarını Takvâ: Allahü teâlâ Kur’ân-ı kerîmde; “Biliniz ki, anlatmıştır. İmâm-ı Kuşeyrî, zamanındaki mutasavvıflara Allah katında en iyiniz, takvâsı en ziyâde seslenirken, onların bir kısmının İslâmiyete aykırı ba’zı işler olanınızdır” (Hucurât 13) buyurmuştur. Bir zât yaptıklarını gösterir: “Ey zamane mutasavvıfları! Siz dînimizin Peygamber efendimize ( aleyhisselâm ) gelerek: hükümlerine riâyet etmede hassasiyet göstermiyorsunuz. “Ey Allahın, Peygamberi bana tavsiyede bulun” Fakat peşinde gittiğinizi iddia ettiğiniz ve kendinize önder dedi. Peygamber efendimiz de ( aleyhisselâm edindiğiniz sizden önceki sûfîler ne kadar dindar idiler! ): “Takvâya sıkı sarıl. Çünkü bütün hayırları Dînimizin zâhirî hükümlerine nasıl içten bağlı idiler! O hâlde kendisinde toplayan haslet takvâdır” buyurdu. siz eski sûfîlerin değil, onlara yabancı olan akımların temsilcilerisiniz.” Takvâ, bütün fazilet ve iyilikleri kendinde toplayan bir haslettir. Takvânın hakîkati, Allahü teâlâya itaat ederek azâbından Istılâhlar kısmında, hakîkî tasavvuf anlatılmıştır. Bu bölümde sakınmaktır. Takvânın aslı; önce şirkten, sonra kötü ve günah vaht, hâl, makam, kabz-bast, heybet-üns, fenâ-bekâ, gaybet- olan hareketlerden, daha sonra günah olabilme ihtimâli olan huzûr, sahv-sekr, zevk-şürb, setr-tecellî, telvîn-temkin, rûh, amellerden sakınmak, en son olarak da fuzûli ve lüzumsuz nefs, varid, nefes gibi tasavvufî tâbirler açıklanmıştır. olan şeyleri terketmektir. Makamlar kısmında ise tasavvuf ahlâkı, tasavvufun ahlâk ve amel cephesi esaslı bir şekilde bu bölümde anlatılmıştır. Bu Hazreti Ali ( radıyallahü anh ) şöyle buyurmuştur: “Dünyâda bölümde anlatılan makam ve hâllerden ba’zıları şunlardır: insanların efendisi cömert olanlar, âhirette insanların efendisi takvâ sahibi olanlardır.” Tövbe:Allahü teâlâ Kur’ân-ı kerîmde; “Ey mü’minler! Hepiniz Allaha tövbe ediniz ki, dünyâ Huşû’- Tevâzu: Hak teâlâ Kur’ân-ı ve âhıret saadetine kavuşasınız.” (Nûr-31) kerîmde; “Namazlarında tevâzu ve korku sahibi buyurmuştur. Peygamber efendimiz ( olan mü’minler, muhakkak kurtuluşa aleyhisselâm ) bir hadîs-i şerîfte ise; “Günahtan erdiler” (Mü’minûn 1-2) buyurmuştur. Peygamber tövbe eden günahsız gibidir” buyurdu. efendimiz ( aleyhisselâm ) bir hadîs-i şerîfte; “Kalbinde zerre kadar kibir bulunan kimse Tövbe kelimesinin asıl ma’nâsı dönmek, rücû’ Cennete girmeyecektir. Kalbinde zerre kadar etmektir. Tövbe, İslâmiyetin yasak ettiği şeyden, îmân bulunan kimse ise Cehenneme helâl ettiği şeye dönmektir. Peygamber efendimiz girmeyecektir” buyurdular. ( aleyhisselâm ) bir hadîs-i şerîfte;“Pişmanlık tövbedir” buyurdular. Huşû’; Allahü teâlâya boyun eğmek, tevâzu; Allahü teâlâya teslim olmak ve O’nun hükmüne i’tirâzdan vazgeçmektir. Ehl-i Sünnet âlimleri; “Sahih bir tövbenin üç şartı vardır” diye buyurmuşlardır. Bunlar; “İslâmiyetin emirlerine muhalif işleri Sehl bin Abdullah: “Kalbi huşû’ içinde olana şeytan yapmaktan pişman olmak, hatalı ve günah olan şeyleri hemen yaklaşamaz” buyurmuştur. Ebû Saîd-i Hudrî hazretleri terketmek, daha önceden işlenmiş olan günahları ve tevazünün nasıl olması icâb ettiğini anlatırken buyurdu ki: benzerlerini yapmamaya azmetmektir.” “Resûlullah ( aleyhisselâm ) hayvana ot verirdi. Deveyi bağlardı. Evini süpürürdü. Koyunun sütünü sağardı. İnsan yaptığı işin kötü olduğunu kalben düşünür ve işlemekte Ayakkabısının söküğünü dikerdi. Çamaşırını yamardı. olduğu işlerin kötü olduğunu görürse ve kalbinde tövbe etme Hizmetçisi ile birlikte yerdi. Hizmetçisi eldeğirmeni çekerken arzusu olursa, o zaman Allahü teâlâ ona güzel bir dönüş ve yorulunca ona yardım ederdi. Pazardan öteberi alıp torba tövbe nasîb eder. Esas tövbe, önce kötü insanlarla arkadaşlık içinde eve getirirdi. Fakirle, zenginle, büyükle, küçükle yapmaktan uzaklaşmaktır. Çünkü insanı tövbe etmekten karşılaşınca önce selâm verirdi. Bunlarla musâfeha etmek için uzaklaştıran ve tereddütlere düşüren kötü arkadaştır. mübârek elini önce uzatırdı. Köleyi, efendiyi, beyi, siyahı ve beyazı bir tutardı. Her kim olursa olsun çağırılan yere giderdi, kibirdi. Hırstan sakının, çünkü Âdem’i Cennette önüne konulan şeyi az olsa da, hafif, aşağı görmezdi. ağaçtan meyva yemeye yönelten hırs idi. Akşamdan sabaha ve sabahdan akşama yemek bırakmazdı. Hasedden de sakının, zirâ Âdem’in iki oğlundan Güzel huylu idi. İyilik etmesini sever idi. Herkesle iyi geçinirdi. birini öbürünü öldürmeye hased sevk etmiştir.” Güler yüzlü, tatlı sözlü idi. Söylerken gülmezdi. Üzüntülü görünürdü. Fakat çatık kaşlı değildi. Aşağı gönüllü idi. Fakat İslâm âlimleri; “Hased, düşmanından önce hased eden alçak tabiatlı değildi. Heybetli idi. Ya’nî saygı ve korku hâsıl kimsede zararını ve te’sîrini gösterir. Hasedci, ni’mete ederdi. Fakat kaba değildi. Nâzik idi. Cömerd idi. Fakat isrâf kavuşan birini gördümü donakalır, felâkete düşeni görünce ise etmez, faydasız yere birşey vermezdi. Herkese acır idi. düğün bayram eder. İnsan, kendisine hased edenin Mübârek başı hep önüne eğik idi. Kimseden birşey dostluğunu kazanmak için emek vermekten sakınmalı. Zîrâ o, beklemezdi.” onun ihsânını kabûl etmez” demişlerdir. Nefse muhalefet ve kusurlarını hatırda tutma: Şöyle rivâyet edilir: Allahü teâlâ Hazreti Allahü teâlâ Kur’ân-ı kerîmde; “Her kim Rabbinin Süleymân’a (aleyhisselâm) şöyle vahyetmişti: makamından korkmuş ve nefsini arzu ve “Sana şu yedi şeyi tavsiye ediyorum: Sâlih isteklerinden alıkoymuşsa, muhakkak Cennet kullarımın gıybetini yapma, kullarımdan hiç birini onun varacağı yerdir” (Nâziat 40-41) hased etme.” Bunun üzerine Hazreti Süleymân buyurmuştur. Peygamber efendimiz ( (a.s); “Yâ Rab! Kâfi, kâfi” dedi. Arabî beyt aleyhisselâm ) bir hadîs-i şerîfte: “Ümmetim tercümesi: hakkında endişe ettiğim husûsların en korkunç olanı, nefsin istek ve arzularına uymak ve hırstır. Nefsin istek ve arzularına tâbi olmak, insanı doğru yoldan saptırır. Hırs ise âhıreti unutturur” buyurdu. Nefse muhalefet etmek, onun arzu ve isteklerini yerine getirmemek, ibâdetin başıdır, İslâm âlimlerine İslâmiyetin ne olduğu sorulunca: “Nefse muhalefet etmektir” diye cevap vermişlerdir. Bir kimse nefsinin arzu ve isteklerini yapmaya başlarsa, o kimsenin kalbinden Allahü teâlânın sevgisi ve korkusu kaybolur. Yine İslâm âlimleri demişler ki: “Mü’min bir kişinin bin tâne nefsânî arzusu olsa, bunların hiçbirini kalbindeki Allah korkusu sebebiyle yerine getirmez. Fasıkın bir tane nefsânî arzusu olsa, bu arzu ve istek, onun kalbinden Allah korkusunu dışarı atar.” Hased: Allahü teâlâ Kur’ân-ı kerîmde; “(Ey Resûlüm) de ki: Hasedini meydana çıkarıp gereğini yapmağa koyulduğu zaman kıskacın şerrinden sabahın Rabbine sığınırım”(Felâk-1, 5) buyurdu. Peygamber efendimiz ( aleyhisselâm ) bir hadîs-i şerîfte; “Bütün hatâ ve günâhın esâsını şu üç şey teşkil eder: Kibirden sakının, zira şeytanı Âdem’e secde etmemeye yönelten Allah yaymak isterse, Saklı bir fazileti, Düşürür hasedcinin diline. Gıybet: Allahü teâlâ Kur’ân-ı kerîmde; “Ey İman edenler! Zannın birçoğundan sakının. Çünkü zannın bir kısmı günahtır. Müslümanların ayıb ve kusurlarını araştırmayın. Birbirinizi arkasından çekiştirmeyin. Hiç sizden biriniz ölü kardeşinin etini yemek ister mi? Bundan tiksindiniz değil mi? O hâlde gıybet etmekte Allahtan korkun” (Hucurât-12) buyurmuştur. Peygamber efendimiz ( aleyhisselâm ), hadîs-i şerîflerde gıybet hakkında şöyle buyurmuştur: “Kıyâmet günü bir kimsenin sevâb defteri açılır. Yâ Rabbî! Dünyada iken şu ibâdetleri yapmıştım. Sahîfede bunlar yazılı değil! der. Onlar defterinden silindi. Gıybet ettiklerinin defterine yazıldı, denir.” “Kıyâmet günü bir kimsenin hasenat defteri açılır. Yapmamış olduğu ibâdetleri orada görür. Bunlar, seni gıybet edenlerin sevâblarıdır, denir.” Allahü teâlâ, Mûsâ aleyhisselâma vahy eyledi ki, “Gıybet edip ise, “İnsanlardan biri, Allahü teâlâya tevekkül ettim diyor. tövbe eden kimse, Cennete en son gidecektir. Gıybet edip, Halbuki Allahü teâlâya karşı yalan söylüyor. Gerçekten Allahü tövbe etmiyen kimse, Cehenneme en önce girecektir.” teâlâya tevekkül etseydi. O’nun, hakkındaki muâmelesine de râzı olurdu” buyurdu. Hasen-i Basrî hazretlerine, birisinin kendisini gıybet ettiğini haber verdiler. Ona bir tabak helva gönderip, “Sevâblarını Şükür: Allahü teâlâ Kur’ân-ı bana hediye ettiğini işittim. Karşılık olarak bu tatlıyı kerîmde! “Ni’metlerime şükür ederseniz, onları gönderiyorum” dedi. Abdullah bin Mübârek hazretlerinin arttırırım” (İbrâhim-7) buyurmuştur. Şükür; Allahü yanında birgün gıybetten bahsedilince, buyurdu ki: “Gıybet teâlânın verdiği ni’metleri, O’na boyun eğerek etmem zarurî olsaydı, annemi ve babamı gıybet ederdim- i’tirâf etmektir. Allahü teâlânın ihsânı; şükre Çünkü sevâblarımı almaya onlar daha çok hak sahibidirler.” muvaffak kılmak için kuluna lütufta bulunmasıdır. Hakîkî ma’nâda şükür: Allahü teâlânın ni’metlerini Yahyâ bin Muâz hazretleri “Bir müsliman şu üç husûsta dil ile ikrâr ve kalb ile tasdik etmektir. Şükür üç senden emîn olsun: Bir müslümana faydalı olamıyorsan, kısımdır: Dilin şükrü; Allahü teâlânın verdiği zararın dokunmasın. Onu sevindiremiyorsan, bari onu üzme. ni’metleri i’tirâf etmesidir. Beden ve organların Onu methedemiyorsan bari onu kötüleme” buyurmuştur. şükrü; Allahü teâlâya ibâdet etmesidir. Kalbin Tevekkül: Allahü teâlâ Kur’ân-ı kerîmde; “Eğer şükrü; O’na hürmet etmesidir. îmânınız varsa, Allahü teâlâya tevekkül Ebû Bekr Verrak hazretleri: “Ni’metin şükrü; iyiliği görmek, ediniz!” (Mâide-23) “Allahü teâlâ, tevekkül kıymetini bilmek ve Allahü teâlâya karşı saygılı olmak sûretiyle edenleri elbette sever” (Âl-i İmrân-159)“Bir kimse, olur” buyurdu. Cüneyd-i Bağdadî ise; “Şükür; kendini ni’mete Allahü teâlâya tevekkül ederse, Allahü teâlâ ona ehil ve lâyık görmendir” buyurdu. Hasen bin Ali hazretleri kâfidir” (Talak-3) buyurmuştur. Kâ’be’nin örtüsünün bir kenarına sarılarak, “Yâ Rabbî! Bana Resûlullah ( aleyhisselâm ) buyuruyor ki: “Ümmetimden bir kısmını bana gösterdiler. Dağları, sahraları doldurmuşlardı. Böyle çok olduklarına şaşdım ve sevindim. “Sevindin mi?” dediler, “Evet” dedim. Bunlardan ancak yetmiş bin adedi hesâbsız Cennete girer dediler. Bunlar ni’met verdin, lâkin beni şükreden bir kul olarak görmedin. Bana belâ verdin, fakat beni bu belâya sabreden bir kul olarak görmedin. Buna rağmen şükr etmediğim ni’meti almadın, ne de verdiğin belâya sabretmediğim için belânın şiddetini devam ettirdin. Yâ ilâhi! Kerîm olandan, keremden başka ne beklenir” diye niyazda bulundu. hangileridir diye sordum, işlerine sihir, büyü, Sabır, İzzet ve Celâl sahibi Allahü teâlâ, Kur’ân-ı dağlamak, fal karıştırmayıp, Allahü teâlâdan kerîmde Nahl sûresi yüzyirmiyedinci âyet-i başkasına tevekkül ve i’timâd etmiyenlerdir kerîmesinde “Ey Resûlüm! Sabret, senin sabrın buyuruldu.” Dinleyenler arasında Ukâşe ( da ancak Allahü teâlânın yardımı radıyallahü anh ) ayağa kalkıp, “Yâ Resûlallah! iledir” buyurmuştur. Duâ buyur da, onlardan olayım” deyince, “Yâ Rabbî! Bunu onlardan eyle!” buyurdu. Biri kalkıp, Sabrın dört kısmı vardır Bunlar; kulun kendi aynı duâyı isteyince, “Ukâşe senden çabuk irâdesi ile kazandığı şeylere gösterdiği sabır, davrandı” buyurdu. irâdesi dışında olan şeylere gösterdiği sabır. Allahü teâlânın emrini yerine getirmede gösterilen Tevekkülün yeri kalbdir. Zâhirde hareketle meşgûl olmak sabır ve Allahü teâlânın yasakladığı şeylerden kalbdeki tevekküle zıt değildir. Ebû Osman Hayrî hazretleri, uzak kalmada gösterilen sabırdır. Kulun irâdesi “Tevekkül; Allahü teâlâdan gelen şeyler ile iktifa ederek, O’na dışında olan şeylere gösterdiği sabır, Allahü tam i’timâd hâlinde bulunmaktır” demiştir. Bişr-i Hafi hazretleri teâlânın ona verdiği hastalık ve çeşitli zararlara göğüs gererek sabretmesidir. Cüneyd-i Bağdadî, esâsı üç şeydir. Allahü teâlânın hükümlerinden “Sabır; yüzü ekşitmeden acıyı yudum yudum hiçbir şeyi reddetme. O’nun nezdinde değeri içine sindirmedir” buyurdu. Hazreti Ali “Vücûda olmayan bir amel yapma. Allahü teâlâdan başka göre baş ne ise, imâna göre sabır da odur” birisinden bir istekte bulunma!” Ebû Ali Dekkak buyurmuştur. Ebû Muhammed Cerirî ise, “Sabır; ise, “Rab olma, Allahü teâlânın ezeli bir vasfı kalb sükûn içinde bulunduğu hâlde ni’metle olduğu gibi, ubûdiyyet de (kul olma) kulun mihnet arasında fark görmemektir” kendisinden ayrılmayan devamlı sıfatıdır. Arabî demiştir. Arabî beyt tercümesi: şiir tercümesi: Sabır çok güzeldir, Sorarlarsa bana, Senden gelen herşeye. Kuluyum O’nun derim. Sorarlarsa O’na, Rızâ: Allahü teâlâ Kur’ân-ı kerîmde; “Allah Der, o kölemdir benim!” onlardan râzı olmuştur. Onlar da O’ndan hoşnuddurlar” (Beyyine-8) buyurmuştur. Rızâ, Haya: Kur’ân-ı kerîmde Alâk sûresi ondördüncü kulun çalışması ile elde edilir, İslâm âlimleri; âyet-i kerîmesinde Allahü teâlâ buyuruyor “Rızâ, Allahü teâlânın en büyük kapısıdır. Allahü ki: “Kulum bilmiyor mu ki, Allah onun bütün teâlânın kendisinden râzı olduğu kul, en yüksek hâllerini görüyor?” derecelere kavuşmuş olur” buyurmuşlardır. Muhammed Cerîrî, “Allah, hakkında azına râzı Peygamber efendimiz ( aleyhisselâm ) bir hadîs-i olana istediğinden fazlasını verir” buyurdu. şerîfte: “Haya îmândandır” buyurmuştur. Peygamber efendimiz ( aleyhisselâm ) birgün Ubûdiyet: Allahü teâlâ Kur’ân-ı kerîmin Hicr Eshâb-ı kirâmına, “Allahü teâlâdan hakkı ile haya sûresinin doksandokuzuncu âyet-i ediniz” buyurdular. Eshâb-ı Kirâm da “Ey Allahın kerîmesinde; “Ölüm gelinceye kadar Rabbine Resûlü! Elhamdülillah haya ediyoruz” dediler. ibâdet et” buyurmaktadır. Peygamber efendimiz ( Bunun üzerine Peygamber efendimiz ( aleyhisselâm ) bir hadîs-i şerîfte “Allahü teâlâ aleyhisselâm ) “Hakîkî haya o değildir. Gerçek yedi sınıf insanı, arşın gölgesinden başka hiçbir ma’nâsıyla Allahü teâlâdan haya eden, başındaki gölge bulunmayan kıyâmet gününde, arşın duyu organlarını ve düşüncelerini yanlış hareket gölgesinde gölgelendirecektir. Bunlar; âdil yapmaktan korusun. Yeme ve içmesini kontrol hükümdâr, Allahü teâlâya ibâdet ede ede yetişen etsin, ölümü ve ondan sonra başa gelecekleri genç, kalbi mescidlere bağlı olan kimse, Allah için hatırlasın, âhıreti isteyen dünyâ hayatının birbirini seven ve O’nun için bir araya gelen, zevklerini terk etsin, böyle yapanlar Allahü O’nun için birbirinden ayrılan iki kimse, kendisini teâlâdan hakkıyla haya etmiş olurlar” buyurdular, mevki sahibi güzel bir kadın fenâlığa da’vet ettiği İslâm âlimleri, “Haya edilen muhterem kişiler ile hâlde: “Ben “Allahtan korkarım” diyen kişi, sol sohbet etmek sûretiyle, hayayı diri tutunuz” elinin verdiğini sağ eli duymayacak derecede gizli demişlerdir. Zünnûn-ı Mısrî, “Aşk konuşturur, sadaka veren kimse ve tenhâ bir yerde Allahü haya susturur. Allahü teâlâ korkusu insanı teâlâyı zikr ederek gözlerinden yaş boşanan hüzünlendirir.” Ebû Ali Dekkak hazretleri ise, kimselerdir” buyurmuştur. “Haya, Allahü teâlânın huzûrunda, her türlü iddialarını ve benlik da’vâlarını terk etmektir” Ubûdiyyet, Allahü teâlâya kulluk ve kölelik yapmaktır ve zuhur eden kader karşısında irâdeyi terk etmektir. Nebaci şöyle demiştir: “İbâdetin buyurdular. Ahlâk: Kur’ân-ı kerîmde Kalem sûresi dördüncü tüccâra “Dur” diye bağırdı. Tüccâr durarak, âyet-i kerîmesinde Allahü teâlâ Peygamberimize eşkiyaya “Senin istediğin malımdır, bana yol ver” ( aleyhisselâm ); “Gerçekten sen, pek büyük dedi. Eşkiya, “Senin malın zaten malımdır, kastım ahlâk üzeresin” buyuruyor. Peygamber efendimiz sanadır” deyince, tüccâr, “Senin işin malım iledir. bir hadîs-i şerîfte; “Ahlâkı en güzel olanınız, Bana yol ver, beni ne yapacaksın?” dedi. Eşkiya îmânı en üstün olanınızdır” buyuruyor. Güzel bu teklifini reddedince, tüccâr, “O halde bana bir ahlâk, insanın güzel ve örnek davranışlarının en süre izin ver de, abdest alıp, namaz kılayım ve faziletlisi ve iyisidir. İslâm âlimlerinden Ebû Saîd-i Allahü teâlâya duâ edeyim” dedi. Eşkiya, “Aklına Harrâz, “Yüksek ahlâk; cenâb-ı Hak’tan başka gelen şeyi yapabilirsin” diyerek tüccâra izin verdi. şeyin himmet ve düşüncesine sâhib olmamandır” Tüccâr önce abdest alıp dört rek’at namaz kıldı. buyurmuştur.. Abdullah bin Muhammed Râzi, Sonra ellerini açarak şöyle duâ etti: “Yâ Rabbim, “Ahlâk, kulun O’na karşı yaptığı ibâdetleri küçük yâ Rabbim! Ey yüce Arş’ın sahibi, ey yoktan var görmesi ve O’ndan gelen ni’metleri büyük eden ve öldükten sonra tekrar dirilten, ey görmesidir” demiştir. dilediğini yapan, Arş’ın dört tarafını dolduran nûrun hürmetine sana yalvarıyorum, bütün İslâm âlimleri; “Ahlâk; halktan ve Allahü teâlâdan gelen eziyet mahlûkata hâkim olan kudretin hürmetine, ve cefâları hiç üzülmeden ve sızlanmadan kabûl etmektir. herşeyi kuşatan rahmetin hürmetine, sana Kötü huy, sahibinin kalbini sıkar. Zira onun kalbine, kendi arzu yalvararak istiyorum. Ey çaresiz kalanların ve irâdesinden başka birşey sığmaz. Güzel huy ise, namaz imdâdına yetişen!” Üç kere bu duâyı tekrar etti. kılarken yanında oturan (zengin, fakir, köle) kim olursa olsun Tüccâr duâsını bitirir bitirmez karşıdan kır atlı, kızmamaktır” buyurmuşlardır. beyaz elbiseli ve elinde nûrdan bir süngü bulunan Duâ: Allahü teâlâ Kur’ân-ı kerîmde meâlen; “Rabbinize yalvararak ve gizlice duâ ediniz...” (A’râf-55), “Ey kullarım! Benden isteyiniz! Kabûl ederim, veririm. Bana ibâdet etmekten büyüklenip yüz çevirenler, muhakkak ki küçülmüş kimseler olarak Cehenneme gireceklerdir” (Mü’min-60) buyurdu. Duâ ihtiyâcın anahtarıdır, ihtiyâç sahibi olanların istirahat mahallidir. Sıkıntı sahiblerinin sığındığı yerdir. Dert ve hacet sahibi olanlarının nefes aldıkları alandır. bir süvari geldi. Eşkiya hemen bu süvariye yöneldi. Şaki yaklaşınca, o süvari ona hücum ederek öyle bir darbe indirdi ki, eşkiya atından düştü. O süvari tüccâra gelerek, “Kalk ve bu adamı öldür” dedi. Tüccâr “Sen kimsin? Ben şimdiye kadar adam öldürmedim ve bu adamı öldürmek istemiyorum” dedi. Bunun üzerine süvari şakinin yanına giderek onu öldürdü. Sonra tüccârın yanına geldi ve “Bil ki ben üçüncü semâdan gelen bir meleğim. İlk önce duâ ettiğinde semânın kapılarında kılıç şakırtıları işittik ve bir vukû’atın olduğunu anladık, ikinci Duânın âdabı, duâ yapılırken kalbin gafletten uzak olmasıdır. yalvarışında semânın kapıları açıldı ve ateş Duânın şartı ise duâ yapanın helâl yemesidir. kıvılcımları gibi kıvılcımlar ortaya yayıldı. Üçüncü yakarışından sonra üst semâdan Cebrâil Enes bin Mâlik ( radıyallahü anh ) şöyle anlatıyor (aleyhisselâm) inerek bize geldi ve “Bu belâyı kim “Peygamber efendimiz ( aleyhisselâm ) defedecek?” diye seslendi. Bunu duyunca, zamanında Şam ile Mekke arasında mal ticâreti Rabbime, bu eşkiyayı öldürme görevini bana yapan bir tüccâr vardı. Bu zât, Allahü teâlâya vermesi için duâ ettim. Ey Allahın kulu iyi bil, kim tevekkül eder, kâfile ile birlikte yola çıkmaz, senin duâ ettiğin gibi duâ ederse, Allahü teâlâ yalnız giderdi. Birgün Şam’dan Mekke’ye gitmek onun her çeşit dert ve sıkıntısını, uğradığı üzere yola çıkmıştı. Yolda bir eşkiya gelerek, musibeti ondan uzaklaştırır, kendisine yardımda bulunur” dedi. Şakiden kurtulan tacir sağ sâlim etmediniz. Hazreti Ömer içeri girince yine aynı olarak malı ile Mekke’ye gelince, Resûlullah vaziyette durdunuz. Hazreti Osman içeri girince efendimizi ( aleyhisselâm ); ziyâret ederek, doğrulup oturdunuz ve elbisenizi düzelttiniz. başından geçen olayı ve yaptığı duâyı anlattı. Bunun hikmeti nedir? Cevâbında: “Meleklerin Peygamber efendimiz ( aleyhisselâm ) bunun Hayâ ettiği bir kimseden, ben hayâ üzerine, “Şüphesiz ki, Allahü teâlâ sana öyle etmezmiyim?” buyurdular. güzel isimler (Esmâ-i hüsnâ) bildirmiştir. Bunlarla duâ edilirse kabûl edilir, birşey istenirse ihsân Sohbet: Allahü teâlâ Kur’ân-ı kerîmde; “Hani edilir” buyurdular. Arabî şiir tercümesi: Mekke kâfirleri O’nu Mekke’den çıkardıklarında, arkadaşı Hazreti Ebû Bekr ile mağaradaydılar. O Delikanlının akıttığı göz yaşları, vakit Peygamber, arkadaşına şöyle diyordu: Gizli olan hislerinin tercümanı. Mahzûn olma, zira Allahın yardımı bizimle beraberdir” (Tevbe-40) buyuruyor. Alıp verdiği nefesler dahi, Eder ifşa, kalbindeki gizli sırları.. Peygamberimiz ( aleyhisselâm ) bir gün şöyle buyurdular: “Dost ve ahbablarıma acaba ne Edeb: Peygamber efendimiz ( aleyhisselâm ) bir zaman kavuşacağım?” Bunun üzerine Eshâb-ı hadîs-i şerîfte; “Güzel isim vermek, iyi bir süt kiram, “Yâ Resûlallah! Anamız, babamız sana anne bulmak ve güzel bir edeb öğretmek, feda olsun. Biz senin dostların değil miyiz?” diye çocuğun babası üzerinde hakkıdır”buyurmuştur. sordular. Yine buyurdu ki: “Siz benim eshâbımsınız. Ahbablarım ise beni görmeden Edebin asıl ma’nâsı bütün hayır ve güzel meziyetlerin bana inananlardır. Ben onları çok özlüyorum.” toplamıdır. Edebli olan bir kimse, kendisinde her çeşit hayır ve iyiliklerin toplanmış olduğu kimsedir, İbn-i Atâ “Edeb, ameli Sohbet, dostluk, arkadaşlık, ahbablık, yoldaşlık ma’nâsına güzelleştiren husûslar üzerinde durmaktır” buyurdu. İbn-i gelip üç kısımdır: İlki, üst makamda olanlarla arkadaşlıktır. Şirin’e; “Edeblerden hangisi Allahü teâlâya daha yakındır?” Esâsında bu sohbet olmayıp, hizmettir, ikincisi, kendinden diye sorulduğunda “Allahü teâlâyı Rab olarak tanımak, O’na aşağıda olanlarla arkadaşlık. Bunda, kendisine tâbi olana şükr etmek ve sıkıntılara sabretmek” diye cevap verdi. Ebû Ali şefkat ve merhametle, tâbi olanın ise hürmet ve saygı ile Dekkak ise “Edebi terk etmek, huzûrdan kovulmayı gerektiren davranması gerekir. Üçüncüsü ise, akranlarıyla arkadaşlık bir sebebtir. Huzûrda edepsizlik yapanı kapıya, kapıda etmektir. edepsizlik yapanı hayvanlara bakmak için ahıra gönderirler” buyurdu. Kendisinden derece bakımından yüksek olanla sohbet ederken şunlara dikkat etmelidir: Ona hiç i’tirâz etmemeli, Hazreti Aişe buyuruyor ki: Resûlullah ( ondan gelen herşeyi güzel bir şekilde değerlendirmeli, onun aleyhisselâm ) evinde mübârek baldırları, ya’nî hâllerine inanmalı ve tasdik etmelidir. topuk ile dizi arası açık yatıyordu. Hazreti Ebû Bekr kapıya gelip izin istedi. Habîb-i ekrem izin Kendisinden derece bakımından aşağı olanla sohbet ederken verdiler. Hâllerini değiştirmediler. Sonra Hazreti şunlara dikkat etmelidir O’nun bir kusurunu görünce uyarmalı, Ömer gelip izin istedi. Ona da izin verdiler ve onun terbiyesi ile meşgûl olmalı ve onu cehâletten mübârek baldırları açık olarak yattıkları vaziyette kurtarmalıdır. sohbet ediyorlardı. Hazreti Osman gelip izin isteyince, Resûl-i ekrem oturdu ve örtündü. Hepsi Kendisiyle aynı derecede olanla arkadaşlık yaparken ise, gittikten sonra Server-i âleme sordum. Babam onun ayıplarını görmemezlikten gelmeli, ondan zuhur eden Ebû Bekr ( radıyallahü anh ) içeri girdi hiç hareket şeyleri güzel bir şekilde değerlendirmeli, bunu yapamadığı Ölüm: Allahü teâlâ, Kur’ân-ı kerîmde Nahl zaman da kendini kınamalıdır. sûresinin otuzikinci âyet-i kerîmesinde; “Takvâ sahibi o kimselerdir ki, melekler onların canlarını, Arabî şiir tercümesi: “Sevgi ve rızâ gözü, Görmez hiçbir kusuru. Kin ve nefret gözü dahi, Serer ortaya bütün pislikleri.” hoş ve rahat oldukları hâlde alırlar” buyuruyor. Peygamber efendimiz ( aleyhisselâm ) bir hadîs-i şerîfte; “Şüphesiz kul, ölüm sancılarının içinde, can vermek ızdırâbı ile pençeleşir. O zaman rûh ile beden birbirine selâm vererek şöyle vedâlaşırlar: Sana selâm olsun, artık kıyâmet gününe kadar sen benden, ben senden Kimlerle arkadaşlık yapayım diye soran bir kişiye Zünnûn-i ayrılıyoruz!” buyurmuştur. Hazreti Hasen, ölüm Mısrî; “Hastalandığın zaman ziyâretine gelen ve günah vakti yaklaştığı zaman ağlamaya başlamıştı. işlediğin vakit senin için tövbe eden kimseler ile” diye cevap Neden ağlıyorsun? diye sorulunca: “Görmediğim verdi. Ebû Ali Dekkak hazretleri, “Bir kimse tarafından efendimin huzûruna çıkıyorum” demişti. Hazreti yetiştirilmeyen ve kendi kendine biten ağaçlar yalnız yaprak Bilâl-i Habeşî’nin vefâtı yaklaştığı zaman hanımı, açar, meyva vermez. Tıpkı bunun gibi, kendisinden edeb ve “Ne kadar üzüntülüyüm” dedi. Hazreti Bilâl-i terbiye öğrenilen bir hocaya sâhib olmayan talebelerden fayda Habeşî ise, “Ne kadar neş’eliyim, yarın gelmez” buyurdu. dostlarıma, Allahın Resûlüne ve arkadaşlarıma kavuşacağım” dedi. Tevhîd: Peygamber efendimiz ( aleyhisselâm ) bir hadîs-i şerîfte; “Tevhîd hariç, hiçbir hayırlı ameli Cüneyd-i Bağdadî’ye ölüm ânında, “La ilahe illallah de!” olmayan bir adam ailesine: Ben öldüğüm vakit denilince: “O’nu bir an aklımdan çıkarmadım ki, O’nu beni yakın, sonra kemiklerimi ezin ve toz hâline hatırlayayım” dedi. getirin. Sonra bunların yarısını karaya, yarısını da denize dökün. Vallahi Allah bana kadirse, elbette beni âlemlerden hiçbirine azâb etmediği azâba çekecektir dedi. Adam ölünce vasıyyetini yerine getirdiler. Allahü teâlâ da karaya ve denize, içindekileri toplamasını emir buyurdu. Adamı huzûr-i ilâhiyeye getirdiler. Hak teâlâ adama, “Bunu niçin yaptın?” diye sordu. Adam: “Senden korktuğum ve haya ettiğim için yâ Rabbî” diye cevap verdi. Allahü teâlâ da bu sebeple onu affetti.” (Müslim; Tevbe 5-24) buyurdular. Tevhîd; Allahü teâlâ birdir ve eşsizdir diye inanmaktır. Muhabbet: Allahü teâlâ Kur’ân-ı kerîmde; “Ey îmân edenler! içinizden kim dininden dönerse, şunu bilsin: Allah onun yerine öyle bir kavim getirecek ki, Allah onları sever, onlar da Allahı severler...” (Mâide-54) buyuruyor. Peygamber efendimiz ( aleyhisselâm ) bir hadîs-i şerîfte; “Bir kimse Allahü teâlâya kavuşmayı isterse, Allahü teâlâ ona kavuşmayı diler. Bir kimse Allaha kavuşmayı istemezse, Allahü teâlâ ona kavuşmayı istemez” buyurdular. Yine bir hadîs-i şerîfte, Peygamber efendimiz ( aleyhisselâm ); “Şüphesiz, Allahü teâlâ bir Ebû Ali Dekkak hazretleri ölüm döşeğinde yatarlarken, “Ölüm kulunu, sevdiği zaman Cebrâil’e, “Ben filân zamanında tevhîdi muhafaza, etmek, kuvvetli olduğunun kulumu seviyorum, onu sen de sev” der. Cebrâil belirtisidir” buyurdu. Daha sonra bu sözü açıklıyormuş gibi o kulu sever ve semâya seslenerek; “Allahü teâlâ bulunduğu hâli işâret ederek; “Allahü teâlâ, hükmünü yerine gerçekten filân kulu seviyor, onu siz de sevin” getirmek için seni kesecek, parça parça edecek, fakat sen der. O kulu semâ ehli de sever. Sonra Allahü Allahü teâlâya hamd ve şükür edeceksin?” buyurdu. teâlâ o kulun yeryüzünde de hüsn-i kabûl görmesini sağlar...” buyuruyor. Muhabbet (aşk) çok şerefli bir hâldir. Allahü teâlânın kuluna edeb öğrenmeyen talebe, nefsinin arzu ve isteklerine tapar. muhabbeti, ona husûsî sûrette bir ni’met vermeyi irâde Kurtuluş yolunu bulamaz. etmesidir. Allahü teâlânın bir kuluna ni’met vermesi, O’nun rahmetindendir. Allahü teâlânın kuluna özel bir yakınlık 5. Ma’nevî mertebelerde ilerlemek isteyen talebe, yukardaki göstermesi ve güzel hâller vermesine muhabbet ismi verilir. husûslardan sonra, bütün günah ve hatâları için Allahü teâlâya gönülden tövbe etmesi ve O’ndan af dilemesi lâzımdır. Bu İslâm âlimleri; “Muhabbet; aşıkın sevgilisini, tövbeden sonra bütün günahları terketmesi ve dostları ve yanında bulunan ve değeri olan herşeye tercih akrabalarını râzı etmesi gerekir. etmesidir. Muhabbet; kalbin, Allahü teâlânın muradı olan şeylere rızâ göstermesidir” 6. Talebe daha sonra, dünyâ ile alâkalarını ortadan buyurmuşlardır. Arabî şiir tercümesi: kaldırmaya çalışır. Çünkü dünyevî arzu ve isteklerinden uzaklaşmak tasavvuf yolunun esâsıdır. Şaşarım Rabbimi zikrettim diyene, Unuttum mu ki, hatırlayayım O’nu? 7. Bir talebe için, halkın onu kabûl etmesiyle, reddetmesi eşit olmalıdır. Böyle olmazsa, o talebeden hayır gelmez. Bir talebe Dâim sevdan ile yanarım, için, halkın kendisini değerli bir kişi olarak görmesinden daha Şevkimden dolayı coşarım. zararlı birşey yoktur. İçtim kadeh kadeh aşk şarâbını, 8. Dünyâ ihtirâslarını kalbinden çıkaran bir talebenin üzerine, Ne ben kandım, ne şârab bitti. Allahü teâlâya yaptığı ibâdette i’tikâdını ve ahdini sıhhatli bir hâle getirmek ve hocasına hiçbir husûsta muhalefet etmemesi Yahyâ bin Muâz hazretleri: “Hardal tanesi kadar az bir lâzımdır. Eğer bir talebe, daha yolun başında iken hocasına muhabbet, muhabbetsiz yapılan yetmiş senelik ibâdetten daha muhalefet ve i’tiraz ederse, kendisine zararı çok büyük olur. çok hoşuma gider” buyurdu. Kettânî ise, “Muhabbet; bütün tercihlerin sevgili lehinde yapılmasıdır” buyurdu. 9. Talebenin sermâyesi, kimden gelirse gelsin eza ve cefâya tahammül etmek, bunları gönül rahatlığı ile kabûllenmek, İmâm-ı Kuşeyrî, talebelerine tavsiyelerini, Risâle-i Kuşeyrî’nin fakirliğe sabretmek, kendi menfaatleri için halk ile münâkaşayı son kısmında şöyle yazmıştır: terk etmektir. 1. Bu yola giren bir talebenin, sıdk ve samimiyet üzere olması 10. Talebenin başına gelen felâketlerden birisi, dostlarına gerekir. Böylece, yola girmesini sağlam temeller üzerine inşâ karşı içinde hased ve kıskançlık duymaya başlaması ve Allahü etmesi mümkün olur. teâlânın dostlarına ihsân ettiği ni’metlerden, kendisini mahrûm 2. Bir talebe, bu yolda gayeye merhale merhale ulaşmak istiyorsa ve bu yolun ehli ise, hocası gayba âit sırlarından ne kadar hisse ayırmışsa ona râzı olur. 3. Talebeye, Allahü teâlâya bağlılığını sağlamlaştırdıktan bırakmasına üzülmesidir. Talebe, her işin bir nasîb işi olduğunu bilmesi gerekir. 11. Talebelerin âdabından biri de; baş olma, sivrilme sevdasından uzak olmaktır. sonra, İslâm ilimlerini tahsil etmek ona vâcib olur. Bu bilgileri 12. Talebe, Sûfilerden gelen eza ve cefâlara katlanmalı, araştırarak veya ehil bir âlimden sorarak, farzları yerine onlarla bir arada olmaya sabretmeli ve bütün benliğiyle onlara getirecek kadar öğrenir. hizmet etmesi gerektiğine ve onların kendisini medh 4. Bir hocadan edeb öğrenmek, talebe üzerine vâcibdir. Hocası olmayan talebe, ebediyen felah bulmaz. Hocasından etmelerinin gerekmediğine inanmalıdır. 13. Tasavvuf yolunun esâsı; İslâm dîninin âdâb ve erkânına Mısır, Taşkent ve Bursa’da yazmaları vardır. Bu eseri, onun uymaktan, elini harama veya şüpheli olan şeylere el şahsiyetini ortaya koymaktadır. Bu kitapta âyet-i kerîmeleri uzatmaktan sakınmaktan ibârettir. aslına uygun olarak tefsîr etmiştir. 14. Kanâat sahibi olmak, talebenin hâli olmalıdır. Eğer bir 2- El-Mi’râc: Bu eser Mısır’da neşredilmiştir. talebe zamanının ötesindeki şeyleri merak eder, ileriye âit bir takım ümitlere sahip olursa, ondan hayır gelmez. 3- Şikâyetü Ehl-ü-sünne bi-hikâyeti mânâlehüm ehl-ül-mihne: Bu eserinde Kuşeyrî hazretleri, Ehl-i sünnet i’tikâdını 15. Dünyâya bağlanmış olanlardan uzak durmak, talebeye savunmaktadır. Bu eser Beyrut’ta basılmıştır.. lâzımdır. Zîrâ bu insanlarla sohbet etmek ve arkadaşlık yapmak, öldürücü bir zehirdir. 4- El-Vasıyye: Kuşeyrî hazretleri, bu eserinde oğluna tavsiyeler yapmaktadır. Matbû bir eserdir. 16. Bir talebenin, az dahi olsun birikmiş bir malı olmamalıdır. Çünkü birikmiş malın zulmeti, vaktin nûrunu söndürür. 5- Et-Teysîr fî ilm-it-tefsîr Et-Tefsîr-ül-kebîr diye de tanınan bu eserde, Kuşeyrî hazretleri Kur’ân-ı kerîmin tefsîrini yapmıştır. 17. Talebe verdiği sözde durmalıdır. Tasavvuf yolunda ahdi Akıl, nakil ve lisaniyat bilgilerine göre yapılmış bir tefsîrdir. bozmak, dinden çıkmak gibidir. Kâtip Çelebi bu tefsîrin çok güzel ve apaçık olduğunu belirtir. En’âm sûresine kadar olan birinci cildinin yazması Risâle-i Kuşeyrî’nin şerhleri; İmâm-ı Süleymâniye Kütüphânesi Lâleli kısmında 198 numarada Kuşeyrî’nin şerhleri: İmâm-ı Kuşeyrî Risâle’sini mevcûttur. her ne kadar açık bir dil ile yazmış ise de, tasavvufî mevzûların anlatılması güç olduğu için, 6- Tertîb-üs-sülûk fî tarikıllah: Zikir konusunda küçük bir bu eserden de anlaşılması güç ba’zı yerler risaledir. Zikir konusunda faydalı bilgiler verir. Bu eserin el bulunmaktadır. Risâle’nin şerhleri şunlardır: a) yazması Bursa Ulu Câmi Kütüphânesi’nde, Süleymâniye ve İhkâm-üd-delâle alâ tahrir-ir-Risâle: Ebû Yahyâ Ayasofya kütüphânelerinde vardır. Zekeriyyâ bin Muhammed Ensârî tarafından yazılmıştır. Bu eser, Risâle-i Kuşeyrî’nin en 7- El-Luma’fi akâid-i Ehl-i sünne: Akâidle ilgili bir eserdir. El kıymetli şerhidir. b) Netâic-ül-efkâr-il-kudsiyye: yazması Süleymâniye Kütüphânesi Emîr Buhârî kısmı 210 Mustafâ Anîsî tarafından, Ebû Yahyâ Ensârî’nin numarada mevcûttur. şerhi üzerine yazılmış bir haşiyedir. Haşiye bir kaç defa basılmıştır. c) Ed-Delâle fî fevâid-irRisâle: Sa’düddîn Ebû Muhammed Abdülmûti’ bin Mahmûd Lahmî İskenderî tarafından yazılmıştır. d) Şerh-i Risâle-i Kuşeyrîyye: Seyyid Muhammed Hüseyn tarafından yazılmıştır. Haydarâbâd’da basılmıştır. Kuşeyrî’nin diğer eserleri: İmâm-ı Kuşeyrî Risâle’den başka, birçoğu tasavvufa, tefsîr ve hadîse dâir olmak üzere birçok eser yazmıştır. Bunlardan ba’zıları şunlardır: 8- Akîdet-ül-Kuşeyrîyye: Kısmen Risâle-i Kuşeyrî’nin; son kısımlarına benzeyen bu eserde; dînî akideler, Kur’ân-ı kerîm ve îmân konuları işlenir. Yazması Süleymâniye Kütüphânesi Murâd Buhârî kısmında 210 numarada mecuttur. 9- En-Nahv-ül-müevvel: Bu eserde nahiv kaideleri, tasavvuf esaslarına dayanarak açıklanmaktadır. El yazması Süleymâniye Kütüphânesinin çeşitli kısımlarında vardır. 10- Et-Tabhîr fî ilm-it-tezkîr: Allahü teâlânın ismi şerîfleriyle ilgili bir eserdir. Bu eser Muhammed bin Ebû Bekr Râzî tarafından et-Tabhîr el-Muhtâr mine’t-Tabhîr fî esmâillah-il- 1- Letâif-ül-işâret Kuşeyrî bu eserini Risâle’den önce hüsnâ ismiyle kısaltılmıştır. Bu iki eser, Bursa Ulu Câmi yazmıştır. Büyük boy ve altı cild olarak Kâhire’de basılmıştır. Kütüphânesi ve Süleymâniye Kütüphânesi’nde el yazması olarak mevcûttur. 11- Er-Risâle fit-tevbe ve ahkâmihâ, 12-Risâle fî beyân-is- 15) Tam İlmihâl Se’âdet-i Ebediye sh. 715, 913, 1031 sülûk, 13- Uyûn-ül-ecvibe fî funûn-il-esîle, 14- Mensûr-ül-hitâb fî meşhûr-il-ebvâb, 15- Kitâbü âdâb-is-sûfiyye, 16- Nahv-ül- 16) Rehber Ansiklopedisi cild-10, sh. 347, kulûb, 17- Fasl-ül-hitâb fî fadl-in-nutk-ül-mustetâb, 18-ElMüntehâ fî nüktei üli’n-nüha, 19-El-Erbaûne hadîsen, 20Kitâb-ül-cevâhir, 21- Kitâb-ül-münâcaat, 22- Ahkâm-üs-semâ, 23- Et-Temyîz fî ilm-it-tezkîr, 24- El-Kasîdet-üs-sûfiyye, 25- EtTevhîd-ün-nebevî, 26- Elmakâmât-üs-selâse, 27-İstifâdât-ülmurâdât. Îmâm-ı Kuşeyrî, aynı zamanda iyi bir şâir, mükemmel bir muharrir, muktedir bir hattât idi. Şiirlerine şu kıt’a bir misâldir Büyüklerin hizmetini terk etme, Küçükle düşüp kalkan küçük olur. Sana bereketli olanı ara, Solu sana feyz, sağı nûr olur. KUTB-İ MEKKÎ (Muhammed Kutbüddîn Efendi, Nehrevânî) Mekke-i mükerremede yetişen büyük İslâm âlimlerinden. İsmi, Muhammed bin Alâüddîn (Ali bin) Ahmed bin Muhammed bin Kâdı Hân bin Ya’kûb bin Hasen bin Ali olup, hisbeti Nehrevânî, Hindi, Mekkî ve Harkânî’dir. Lakabı Kutbüddîn olup; Kutb-i Mekkî, Müftiy-ül-enâm Nehrevânî, Muhammed Kutbî Efendi ve Muhammed Nehrevânî gibi isimlerle tanınır. Hanefî mezhebi âlimlerinden olup, tasavvufta Kâdiriyye yoluna mensûb idi. Aslen Hindistanlıdır. 917 (m. 1511) senesinde 1) Şezerât-üz-zeheb cild-3, sh. 259 doğdu. 990 (m. 1582) senesi Rebî’ul-âhır ayının yirmialtısında, Cumartesi günü Mekke-i mükerremede vefât etti. Vefâtının 2) Risâle-i Kuşeyrî Mukaddimesi sh. 1 988 (m. 1580)’de olduğu da rivâyet edilmiştir. 3) El-Bidâye ven-nihâye cild-12, sh. 3107 İlk tahsilini babasının huzûrunda yaptı. Bu yolda daha çok ilerlemek, daha çok ilim öğrenmek arzu ve şevki pekçok 4) Tabakât-üş-Şâfiiyye cild-5, sh. 153 5) Tabakât-ül-müfessirîn (Dâvûdî) cild-1, sh. 388, 6) Miftâh-üs-se’âde cild-2, sh. 107 7) Vefeyât-ül-a’yân cild-3, sh. 305 olduğundan, çok seyahat etti. Arabistan, Mısır ve başka yerlerde âlimlerin sohbet ve hizmetinde bulundu. Abdülhak esSinbâtî, Muhammed Tûnusî, Nâsıruddîn el-Lekkâni, Ahmed bin Yûnus bin Şelbi gibi âlimlerden ilim öğrendi. Tam bir ilim ve irfan âşığı idi. Nerede kemâl ehli olan bir zâtın bulunduğunu işitse, susuzluktan helak olmak üzere olan bir kimsenin soğuk su bulması gibi sevinerek oraya giderdi. Aynı 8) Târih-i Bağdâd cild-11, sh. 83 şekilde, nerede yüksek, fazilet sahibi bir zâtın bulunduğunu haber alsa oraya koşar, o yüksek zâtın ilim ve edebinden 9) Esmâ-ül-müellifîn cild-1, sh. 507 istifâde edebilmek için çırpınırdı. 10) Tabakât-üş-Şâfiiyye (Esnevî) cild-1, sh. 313 943 (m. 1536)’de İstanbul’a geldi. Şevâhid-i telhis’i şerheden Şerîf-i Abbasi’nin meclisine devam edip, ilmini ilerletti. İcâzet 11) Keşf-üz-zünûn cild-1, sh. 58; cild-2, sh. 1260, 1460, 1183, 1858, 1920, 1935 12) Tabakât-ül-müfessirîn (Süyûtî) sh. 21 13) Nefehât-ül-üns sh. 313 alıp Mekke-i mükerremeye döndü. 965 (m. 1557)’de tekrar İstanbul’a geldi. Osmanlı âlimleri ile görüşüp sohbetlerinde bulundu. Fazilet ve kemâlâtı, ilmi derecesinin yüksekliği anlaşıldığından, Kanunî Sultan Süleymân Hân, Mekke-i mükerremede inşâ ettirdiği “Medârîs-i Er-be’a”nın (Dört Medrese’nin) birine bu zâtı ta’yin etti. Kutb-i Mekkî de, vefât 14) Tabakât-ül-evliyâ sh. 257 edinceye kadar o mübârek beldede vazîfeye devam etti. Ders ve fetvâ verdi. Kutbüddîn Muhammed Mekkî hazretleri; gece gündüz ilim ve 3) Esmâ-ül-müellifîn cild-2, sh. 255 ibâdet ile meşgûl olurdu. İlim dâiresinin kutbu, garîb ve yüksek hâllerin bahri (denizi) misâli idi. Arabî ilimlere hakkıyla vâkıf idi. Naklî ilimlerin yanında, aklî ve edebî ilimlerde de söz sahibi idi. Arabîden başka birkaç lisânı da çok iyi bilir ve konuşurdu. Şiir söylemekte, güzel yazı yazmakta ve hitâbette (güzel konuşma kabiliyetinde) de. Çok mahir idi. Bir mes’eleyi îzâh ederken, kısa ve anlaşılır bir şekilde anlatırdı. Riya ve 4) El-A’lâm cild-6, sh. 6 5) Mu’cem-ül-müellifîn cild-9, sh. 17 6) En-Nûr-üs-safir sh. 342 7) Şakâyık-ı Nu’mâniyye zeyli (Atâî) sh. 268 kibir gibi, çirkin düşünce ve niyetlerden uzak idi. Gayet cömert ve yumuşak huylu olup, Herkese yardımcı olurdu. Kendisinde 8) İzâh-ul-meknûn cild-1, sh. 321 cild-2, sh. 78 topladığı güzel hasletler sebebiyle, insanların sevgisini, muhabbetini kazanmış idi. Kutbî mahlasıyla yazdığı Arabî ve 9) Keşf-üz-zünûn sh. 126, 239, 576, 1098, 1298, 1513, 1832 Fârisî şiirleri meşhûrdur. Hâkimler, vâliler, âlimlerle yazışma ve mektûplaşmaları var idi. Mektûplarında onlara nasihat 10) Brockelmann Sup-2, sh. 514 ederdi. İki defa Anadolu’ya gelip uzun müddet kaldığı için, bilhassa Türkler tarafından tanınır ve çok sevilirdi. Onun da müslüman Türklere karşı ayrı bir muhabbeti vardı. Hac zamanında, hac ibâdeti esnasında onlara rehberlik yapardı. Hac için Mekke-i mükerremeye gidip de, onunla görüşmeden, kendisini ziyâret etmeden geri dönen Türk büyüğü olmazdı. Türklerin ileri gelenleri, Kutb-i Mekkî ile beraber olmaktan çok hoşlanır, ona hediyeler verirlerdi. O da bu hediyeler ile kıymetli kitapları satın alır, bu kitapları ihtiyâcı olanlara ve almak isteyip de alamayanlara parasız olarak dağıtırdı. O zamanda bulunan ve daha sonra gelen âlimler, onu çok medhetmişler, çeşitli ilimlerde, bilhassa; tefsîr, fıkıh ve hadîs ilimlerinde çok derin âlim olduğunu bildirmişlerdir. Kutb-i Mekkî ( radıyallahü anh ), ba’zı kıymetli eserler te’lîf etmiş olup, ba’zılarının isimleri şöyledir: 1) El-İ’lâm bi-a’lâmi beledillâh-il-harâm (Mekke târihi), 2) El-Berk-ül-Yemânî filfeth-ü-Osmânî, 3) Et-Temsîl vel-muhâdara, 4) Tabakât-ülHânefiyye (dört cild), 5) Tarz-ül-esmâ alâ kenz-il-mu’ammâ, 6) Fevâid-üs-seniyye, 7) Menâsik-ül-hac, 8) Tezkire, 9) El-Câmi’ (bu eserinde, “Kütüb-i sitte”de bulunan hadîs-i şerîfleri çok güzel bir tertîb ile toplamıştır). KUTB-İ ZEMAN (Seyyid Celâl Buhârî) Hindistan evliyâsının büyüklerinden. Çeştîye yolunun ileri gelenlerinden idi. Lakabı Bendegî Mahdûm-i Cihâniyan’dır. 707 (m. 1307) yılında doğdu, 785 (m. 1383) yılında Gücerât’ın Ahmedâbâd şehrinde vefât etti. Şeyhülislâm Rükneddîn Ebü’l-Feth Kuraşî’nin talebesi, Nâsıruddîn Mahmûd’un halîfesidir. Nâsıruddîn Mahmûd da Nizâmüddîn Evliyâ’nın halîfesi idi. Tasavvuf ehli arasına, ilk defa amcası Şeyh Sadreddîn Buhârî’den aldığı derslerle katıldı. Çok seyahat edip, birçok âlim ve evliyânın ilim ve feyzlerinden istifâde etti. İmâm-ı Abdullah Yâfîî ile Mekke-i mükerremede sohbet etti. Medine’de Sened-ül-muhaddisîn Afîfeddîn Abdullah Matari’den ilim öğrendi. İki sene onun sohbetine devam etti. Şihâbüddîn Sühreverdî hazretlerinin kitaplarını, onun huzûrunda okudu. Şeyh Emîneddîn’in kardeşi Şeyh İmâmeddîn’den kendisi için bırakılan emânetleri Kazrûn’da aldı. Onun Kazrûn’a gitmesi şöyle oldu: Şeyhülislâm Sened-ül-muhaddisîn şeyh Afifeddîn Abdullah 1) Sicilli Osmânî cild-4, sh. 123 Matari’nin Medine’de iki sene sohbetine devam etti. Avârif ve diğer sülûk kitaplarını onun 2) Şezerât-üz-zeheb cild-8, sh. 420 huzûrunda okudu. Ondan tarikat ve zikir telkini aldı. Şeyh Afif buyurdu ki: “Size hilâfet Kazrûn’da yasaklarına uygun hareket etmek için elinden gelen bütün verilecektir.” Kazrûn’a gidince, Şeyhülislâm gayreti gösterirdi. Memleketindeki kötülükleri ortadan kaldırıp, Emîneddîn’in kardeşi Şeyh İmâmeddîn ona dedi dîn-i İslâmın yüce emirlerini hâkim kıldı. İnsanlar, müslim ve ki: “Şeyh Emîneddîn, vefâtı zamanında bana gayr-i müslim, huzûr ve kardeşlik içinde beraberce yaşadılar. vasıyyet etti ve; “Seyyid Celâl Buhârî bizimle Memleketin refah seviyesi yükseldi. Çeşitli hayır müesseseleri, görüşmek istedi. Yazık ki, Mültan’a kadar geldi de bendler, barajlar, kale ve mektepler yaptırdı. Fakir kızların şeytan ona yolda yalan söyledi ve Şeyh çeyizlerini te’min etmek için müesseseler kurdu. Memleketinde Emîneddîn âhırete göçtü dedi. Celâl Buhârî issiz kimse bırakmadı. Dinî vergiler hâricinde, ötedenberi Mekke tarafına gitti. Dönüşte Kazrûn’a vatandaştan alınan bütün vergileri kaldırdı. Devlet bütçesi uğrayacak. Ona selâmımı söyle, seccademi ve zenginleşti. Halkın refah seviyesi yükseldi. Me’mûr ve askere makasımı ona ver. Benim icâzetlim ve halifem daha fazla maaş verdi. Memlekette ucuzluk ve bolluk hüküm eyle!” buyurdu. Şeyh İmâmeddîn de öyle yaptı. sürdü. Birçok yeni binalar yapılıp, yeni kasabalar kuruldu. Seyyid hazretleri, o pirden çeşitli istifâdelerle Esîrler ve köleler, Osmanlılardaki gibi eğitilerek, maaşlı asker döndü. Gittiği her yerde, sarıldığı her büyükten hâline getirildiler. Osmanlılardaki tımar sistemini de, aynı alacağını tamamen alır, en yüksek seviyede insani duygular içerisinde uygulayıp, hükümdârlığı boyunca istifâde ederdi. insanlara Allahü teâlânın rızâsı için hizmet eden Fîrûz Şah, “Bir kavmin efendisi, onlara hizmet edendir” hadîs-i şerîfine Mahdûm Cihâniyân’ın Kadirî meşâyihı ile de uygun olarak memleketini idâre etti. Herkes ondan memnun büyük muhabbeti vardır. “Hızâne-i Celâlî” adlı olup, duâ etti. kitabında der ki, Şeyh Muhyiddîn Abdülkâdir-i Geylânî (Kuddise sirruh) buyurur “Beni, beni Kutb-i Zeman Selâheddîn Buhârî’nin ( radıyallahü göreni ve beni göreni görene müjdeler olsun.” O anh ), Fîrûz Şah’tan başka meşhûr talebeleri de kutubdur ve bu sözünde doğrudur. Benim çok vardır. Bunlardan biri de İmâm-ı Rabbânî ümidim vardır ki, bu söz mucibince Hak teâlâ hazretlerinin altıncı ceddi olan İmâm-ı bana merhamet eder. Ondan sonra bir silsile ile Refiüddîn’dir. Şeyh Şihâbüddîn Sühreverdî’ye bir vâsıta ile ulaşan Behâeddîn Zekeriyyâ silsilesinden başka İmâm-ı Refiüddîn, hocası Seyyid Celâl Buhârî’nin bir silsile daha bildirir ve; “Ben filânı gördüm, o hizmetinde ilim ve feyzinden istifâde ile meşgûl şeyh Şihâbüddîn-i Sühreverdî’yi, o da Muhyiddîn olurken, Samâne’de otururdu. O sırada Serhend, Abdülkâdir-i Geylânî hazretlerini gördü” der. vahşî hayvanların ve arslanların bulunduğu ormanlık bir yer idi. Yolları ıssız ve tehlikeliydi. En Kutb-i Zeman Dehlî’ye gitti. Dehlî Türk Sultânı Muhammed yakın şehir olan Samâne’den Serhend’e, bina Tuğluk Şah zamanında ona şeyhülislâmlık makamı ve büyük yapmakta kullanılabilecek malzeme getirmek de bir dergâh verildi. Talebelerine ondört büyük evliyânın yolunu çok zordu, İmâm-ı Refiüddîn hocasının huzûruna gösterir, onların silsilesinde yer alırdı. Fakat o, bir müddet çıkarak; “Talebeniz olan Fîrûz Şah’a rica edip, sonra Kâ’be yolunu tuttu. Daha sonra tekrar Hindistan’a orada bir şehir kurulmasını te’min etseniz” diye döndü. Uçe’de yerleşti. Pekçok talebe yetiştirdi. Hindistan arz etti. Kutb-i Zeman, Dehlî’ye gitti, iki konak hükümdârlarının büyüklerinden olan Fîrûz Şah’a zaman mesafede sultan tarafından karşılandı. Sultan, zaman nasihatler ederdi. Fîrûz Şah, Celâleddîn Buhârî hocasının isteklerini hemen kabûl edip, orada bir hazretlerinin her gelişinde, ona karşı gereken edebi gösterirdi. şehir kurulmasını emretti. Şehrin kurulması işi ile Nasihatlerini dinler, İslâm âlimlerinin fetvâlarına göre hareket İmâm-ı Refiüddîn’in ağabeyi olan saray ederdi. O, büyüklere gereken hürmet ve saygıyı yaparak, me’murlarından Hâce Fethullah’ı vazîfelendirdi. onların gösterdiği doğru yolda, Allahü teâlânın emir ve Hâce Fethullah, iki bin kişi ve lüzumlu malzemelerle o ormanlık yere geldi. Orada 2) Mektûbât-ı İmâm-ı Rabbânî cild-1, 54. mektûb mevcût olan yıkık bir kaleyi tamire başladı. Gündüz akşama kadar çıkıyorlar, yaptıkları yeri, sabahleyin yıkılmış buluyorlardı. Durumu sultâna bildirdiler. Sultan da Hazreti Seyyid Celâl 3) Tam İlmihâl Se’âdet-i Ebediyye sh. 1031 4) Berekât-ı Ahmediyye, (İstanbul 1977) sh. 89 Buhârî’ye havale eyledi. O mübârek zât da, talebesi ve halîfesi İmâm-ı Refîüddîn’i ( radıyallahü anh ) huzûruna çağınp; “Kaleye gidiniz ve güneşte kurumuş kerpişleri, tuğlaları KUTBÜDDÎN KÂDI-ZÂDE kullanınız. Ancak bu yolla, yıkılma işini önleyebilirsiniz. Orası bir vilâyet sahibi ister. Siz Osmanlı Devleti zamanında yetişen âlimlerden. İsmi, Mevlânâ oraya yerleşiniz” buyurdu. İmâm-ı Refiüddîn, hiç Muhammed bin Kutbüddîn Muhammed bin Muhammed bin tereddütsüz hocasının emrine uyarak Serhend’e Kâdı-zâde-i Rûmî olup, lakabı Kutbüddîn Kâdı-zâde’dir. gitti. O günden sonra Serhend beldesi çok Doğum târihi ve yeri bilinmemektedir. 957 (m. 1550) parladı. Bu mübârek zâtın bereketiyle, her taraf senesinde İstanbul’da vefât etti. imâr edilip genişledi. Ma’mûr bir şehir kuruldu. Orada bulunanlar da, İmâm’ın sohbet ve Kutbüddîn Mehmed Efendi, meşhûr Kâdı-zâde’nin torunudur. hizmetinin bereketiyle büyük saadetlere Babasının vâlidesi, Ali Kuşcu’nun kızıdır. Kendinin vâlidesi, kavuştular. Hocazâde’nin kızıdır. Ana tarafından dedesi olan büyük âlim Ali Kuşçu tarafından yetiştirildi, önce Şeyh Muzafferuddîn Pek kıymetli eserlerin de müellifi olan Bendegî Acem’den, Mevlânâ Kocalı Seyyidî Çelebi ve Seyyid Ali-zâde Mahdûm-i Cihâniyân Celâl Buhârî, İmâm-ı Mevlânâ Ya’kûb, Mevlânâ Müeyyed-zâde’den okudu. Rabbânî hazretlerinin “Mektûbât’ında okunmasını Hocalarının feyz ve bereketleriyle, ilimde üstün bir dereceye tavsiye ettiği “Hızâne-i Celâli” kitabının yazarıdır, yükseldi. Sırasıyla; Bursa’da Veliyyüddîn oğlu Ahmed Paşa İmâm-ı Rabbânî ( radıyallahü anh ), Medresesi, İstanbul’da Hacı Hasen-zâde Medresesi, sonra talebelerinden Seyyid Şeyh Ferîd’e yazdığı Yine Bursa’da Sultan Yıldırım Bâyezîd Hân Medresesi, mektûbunda bu kıymetli eser hakkında şöyle İstanbul’da Atîk Ali Paşa Medresesi, İznik Medresesi, buyurmaktadır: Edirne’de Dâr-ül-Hadîs Medresesi ve Bursa’da Murâdiyye “Meclîs-i şerîfinizde, Kutb-i Zeman Bendegî Mahdûm-i Cihâniyân’ın kıymetli kitaplarından, hergün bir miktar okutulursa, Eshâb-ı Kirâmın nasıl medh ve sena edildiği, isimlerinin ne kadar edeble yazıldığı görülür. Böylece, o din büyüklerine dil uzatanlar, mahcub olur, utanır. Bu kötü yolu tutmuş olan zındıklar, bugünlerde işi azıttı. Her memlekete yayılarak, Eshâb-ı Kirâmı (r.anhüm) kendileri gibi sanıp, kötülüyorlar. Bunun için birkaç kelime yazdım ki, meclîs-i şerîfinizde böylelere yer verilmesin.” Medresesi’nde müderrislik yaptı. Çok talebe yetiştirdi. İlim ve edeb öğretti. Daha sonra çeşitli yerlerde kadılık vazîfesinde bulundu. Önce Haleb’de, ikinci olarak Edirne Meymene’de, üçüncü olarak saltanat merkezi olan İstanbul’da kadılık yaptı. Daha sonra Anadolu kadıaskeri oldu. Allahü teâlânın emir ve yasaklarını bildirip, kulların ıslâhına çalıştı. Sonra da Sahn-ı semân medreselerinin birine müderris ta’yin edildi. Bir ara ders vermeye ara verip, hacca gitti. Hac vazîfesini eda edip İstanbul’a döndü. Önceki vazîfesi üzerinden tekâüd (emekli) oldu. Kutbüddîn Kâdı-zâde; ilmiyle âmil, vera’ sahibi, dînin emirlerine sımsıkı bağlı, edîb, güzel huylu bir zât idi. Rûhen ve bedenen tertemizdi. Nefsin kötülüklerinden çok sakınır, buna 1) Ahbâr-ül-ahyâr sh. 147 karşı dâima uyanık bulunurdu. Herkes için hayır düşünürdü. Haya, edeb, vekar ve fazilet sahibi idi. Allahü teâlânın sevgili idi. Mekke’de yerleşmişti. Daha sonra vefâtına kadar kulları olan velîlere, sâlihlere ve tasavvuf talebesine ve Kâhire’de Dâr-ül-hadîs-il-Kâmiliyye Medresesi’nde baş yollarına son derece saygı ve muhabbet gösterirdi. Ma’nevî müderrislik yaptı.” hâller sahibi olup, kimsenin ondaki bu üstünlükten haberi yoktu. Kalbi, Allahü teâlânın sevgisi ile dopdolu idi. Astronomi Yazmış olduğu eserler şunlardır: 1. El-İfsâh anil-Mu’cem ilmine dâir bir eser yazdı. Nahiv ilmine dâir olan Kâfiye isimli minel-Gamiz-il-mübhem, 2. İktidâ-ül-Gâfil bi ihtidâ-il-âkil, 3. kitaba şerh yazdı, İstanbul’da bir mescid ve bir mektep Tefsîru âyâtin-minel-Kur’ân-il-kerîm, 4. Lisân-ül-Beyân an yaptırdı. i’tikâd-il-cinân, 5. Merâşid-üs-salât fî mekâsid-is-salât, 6. Medârik-ül-merâm fî meslek-is-siyâm, 7. Tekrîm-ül-meîşe bi tahrîm-il-haşîşe, 8. Tatmîm-üt-tekrîm limâ fîl-haşîş min’ettahrim”. 1) Şakâyık-ı Nu’mâniyye tercümesi (Mecdî Efendi) sh. 448 Kutbüddîn Kastalânî hazretlerinin bir şiirinin tercümesi 2) Mu’cem-ül-müellifîn cild-11, sh. 198 şöyledir: 3) Keşf-üz-zünûn cild-1, sh. 867, 899 cild-2, sh. 1042 “Kişinin aslı temiz olunca, nesli de temiz olur. Ne hikmettir ki, 4) Bedâyı-ül-vekâyi Varak 510, b dikenli daldan gül bitiyor. Ba’zan, temiz asıldan kötü de çıkıyor. Bunlarda Allahü teâlânın nice hikmetleri vardır. Allahü teâlâ herşeye kâdirdir.” 1) Mu’cem-ül-müellifîn cild-8, sh. 299 KUTBÜDDÎN KASTALÂNÎ Hadîs ve fıkıh âlimlerinden. İsmi, Muhammed bin Ahmed bin Ali el-Kaysî’dir. Künyesi Ebû Bekr, lakabı Kutbüddîn Kastalânî’dir. Aslen Tevzerli olup, 614 (m. 1218)’de Mısır’da 2) El-Bidâye ven-nihâye cild-13, sh. 310 3) Hüsn-ül-muhâdara cild-1, sh. 419 4) Şezerât-üz-zeheb cild-5, sh. 397 doğdu. 686 (m. 1287) senesinde vefât etti. Mekke’de büyüyüp, yetişti. Bağdad, Mısır, el-Cezîre ve Şam’da zamanın 5) Fevât-ül-vefeyât cild-3, sh. 310 âlimlerinden ilim öğrendi. Ayrıca edîb olup, aynı zamanda tasavvufta da yetişmiş bir zâttır. Babasından, Şeyh Şihâbüddîn-i Sühreverdî hazretlerinden hadîs-i şerîf dinledi. Şihâbüddîn-i Sühreverdî hazretlerinden, hırka giyip icâzet almıştır. Bağdad’da pekçok âlimden ve Dımeşk’da esSilefî’den ve İbn-i Asâkir’den rivâyette bulunan âlimlerden 6) Tabakât-üş-Şâfiiyye (Sübkî) cild-8, sh. 43 7) Tabakât-üş-Şâfiiyye (Esnevî) cild-2, sh. 326 8) El-A’lâm cild-4, sh. 323 hadîs-i şerîf dinlemiş, hadîs derslerinde bulunmuştur. Âlim, zâhid, sâlih, çok cömert, güzel ahlâk sahibi, benzeri az bulunan bir zât idi. İlim tahsilini tamamladıktan sonra, ders ve fetvâ vermekle meşgûl oldu. Önce Mâlikî mezhebinde idi. KUTBÜDDÎN SÜNBÂTÎ (Muhammed bin Abdüssamed) Sonra Şafiî, mezhebine geçti. Şâfiî fıkıh ve usûl âlimlerinden. İsmi Muhammed Esnevî onun için tabakâtında şunları kaydetmiştir. “O, ilmi, bin Abdüssamed bin Abdülkâdir bin Sâlih olup, ameli, heybeti, vera’yı, keremi kendinde toplamış olan bir zât Kutbüddîn diye bilinir. 653 (m. 1255)’de doğup, Zilhicce ayında Kâhire’de 722 (m. 1322) yılında Hindistan’da yetişen evliyânın büyüklerinden. Asıl ismi, vefât etti. Karâfe kabristanına defnedildi. Büyük Bahtiyâr el-Ûşî Dehlevî, lakabı Kutbüddîn’dir. Ayrıca Kutb-ül- bir âlim olup, Şâfiî mezhebine ait fıkhî hükümleri aktâb, Kutb-ül-İslâm, Melik-ül-Meşâyih, Sultân-üt-tarikat, çok iyi bilirdi. Usûl konularında da mütehassıs idi. Bürhân-ül-hakîkat, Reîs-üs-sâlikîn, İmâm-ül-âmilîn, Sirâc-ül- Ali bin Nasrullah es-Savvâf, Ebrûkî, Dimyâtî ve evliyâ ve Tâc-ül-esfiyâ diye de tanınır. Seyyiddir. Hazreti Ali’ye başka âlimlerden hadîs-i şerîf dinledi. Zâhir kadar olan nesebi şöyledir: Hâce Kutbüddîn Bahtiyar Ûşî bin Kazvinî, Takıyyüddîn ibni Rezîn’den fıkıh ilmi Mûsâ bin Ahmed bin Kemâleddîn bin Muhammed bin Ahmed tahsil etti. Fıkıh ve diğer ilimlerde ileri gelen bin İshâk Hasen bin Ma’rûf bin Ahmed Çeştî bin Radıyyüddîn âlimlerden oldu. Hüsamiyye ve Fadılıyye bin Hüsâmeddîn bin Reşîdüddîn bin Ca’fer bin Muhammed medreselerinde ders vererek talebe yetiştirdi. Nakî el-Cevâd bin İmâm-ı Ali Mûsâ Rızâ bin Mûsâ Kâzım bin Talebelerine karşı iltifâtlarda bulunur, onların iyi Ca’fer-i Sâdık bin Muhammed Bâkır bin Zeyn’el-âbidîn bin yetişmeleri için çok gayret sarfederdi. Bir müddet İmâm-ı Hüseyn bin Emîr-ül-mü’minîn Ali (r.anhüm). Hâce Beyt-ül-mâl işlerini yürüttü. Yine Kâhire’de kadılık Kutbüddîn-i Bahtiyar hazretleri, 569 (m. 1173) senesinde, vekâletinde de bulundu. Sübkî onun için; “Büyük Mâverâünnehr’de Ûş veya Avaş denilen kasabada doğdu. 633 bir fıkıh âlimi idi. Çok âlim yetirdi.” demektedir. (m. 1235) senesinde Hindistan’da Dehlî’de vefât etti. Kabri orada bilinmekte olup, en tanınmış ziyâret yerlerindendir. Dine bağlı olup, çok hayır işleyen bir zât idi. Çok Kabrini ziyâret edenler, mübârek rûhundan feyz almakta, nûr mütevazî idi. Allahü teâlânın büyüklüğünü, saçılan kabrinden istifâde etmektedirler. ni’metlerini, ahıreti düşünerek çok ağlardı. Eserleri şunlardır: 1-Tashîh-ut-ta’cîz, 2-Ahkâm-ül- Hâce Kutbüddîn hazretleri daha birbuçuk yaşındayken, babası ba’z, 3- İstidrâkât alâ tashîh-it-tenbîh, 4- Seyyid Kemâleddîn ( radıyallahü anh ) vefât etti. Bu sebeble Muhtasaru Kıt’atin min-er-Ravda. Hâce hazretlerinin ihtimâm ile yetişmesi, sâliha ve takvâ sahibi bir hanım olan annesi tarafından yapıldı, İlim tahsiline beş yaşında iken başlayan Hâce hazretleri, ilk olarak Mevlânâ Ebû 1) Mu’cem-ül-müellifîn cild-10, sh. 172 2) Ed-Dürer-ül-kâmine cild-4, sh. 16 3) Şezerât-üz-zeheb cild-6, sh. 57 Hâfız’dan okudu. Onyedi yaşında iken bir vesile ile bulundukları şehri ziyâret eden Hâce Mu’înüddîn Hasen Çeştî hazretlerini gördü. Bu büyük velînin talebesi olmak arzusu birden bire kendisinde şiddetlenince, talebeliğe kabûlü için yalvardı. Hâce Mu’înüddîn-i Çeştî hazretleri kalb gözüyle bu genç talibin, ilim öğrenmek arzusunun ve evliyâlık yolunda 4) El-Bidâye ven-nihâye cild-14, sh. 104, 105 yükselmek istidâdının pek fazla olduğunu görerek, onu talebeliğe kabûl etti. O büyük velînin sohbeti bereketiyle, 5) Esmâ-ül-müellifîn cild-2, sh. 145 6) Hüsn-ül-muhâdara cild-1, sh. 423 7) Tabakât-üş-Şâfiiyye (Sübkî) cild-9, sh. 164 8) Tabakât-üş-Şâfiiyye (Esnevî) cild-2, sh. 72, 73 evliyâlık yolunda üstün derecelere, yüksek makamlara kavuştu. Bir ara Bağdad’a geldi. Burada Ebü’l-Leys-i Semerkandî Câmii’nde, zamanının büyük evliyâsından, Şihâbüddîn-i Sühreverdî, Abdullah-i Kirmânî, Burhâneddîn-i Çeştî, Muhammed İsfehâni ve başka zâtların sohbetlerinde bulundu. İlimde ve evliyâlık yolunda çok yüksek mertebeye geldi. İlmini arttırmak için nice sıkıntılara katlanarak çok yerlere gitti. Irak, İran, Afganistan ve başka yerlerdeki birçok âlim ile görüşüp, onların sohbetlerinde bulundu. Kendisi de bu yolda birçok velî yetiştirdi. Bunlar içinde en meşhûrları; büyük KUTBÜDDÎN-İ BAHTİYÂR KÂKÎ velî, Ferîdüddîn-i Genc-i Şeker (Şeker Genç), Bedreddîn-i Gaznevî, Bürhâneddîn-i Belhî, Ziyâüddîn-i Rûmî, Sultan Hazreti Hâce Kutbüddîn, seyahatlerinde karşılaştığı tuhaf Şemsüddîn Altamış ve Kâdı Hamîdüddîn-i Nâgûrî’dir. hâdiselerden birinide şöyle anlatır: “Bir defasında en yakın arkadaşım Kâdı Hamîdüddîn Nâgûrî ile birlikte bir nehrin Kutbüddîn-i Bahtiyar hazretleri, ilim öğrenmek için yaptığı kenarında idik. Büyük bir akrebin, bir yöne doğru hızla uzun seyahatleri sırasında gördüğü hayret verici hâllerden ilerlediğini gördük. Arkadaşıma, “Bunun böyle gitmesinde bir birini kendisi şöyle anlatır: “Gazne’ye vardığımda, ihtiyâr bir hikmet olsa gerek. Ne olduğunu anlamak için akrebi ta’kib dervişle karşılaştım. Gündüz eline geçenleri gün batmadan edelim” dedim. Arkadaşımla beraber akrebi ta’kib ederek, önce, gece eline geçenleri de şafaktan önce dağıtırmış. onun bir büyük ağaç dibinde, dev bir boa yılanına yaklaştığını Zengin, fakir, hiç kimse onun hânegâhından boş çevrilmezmiş. gördük. Akrep yılanı soktu. Yılan orada öldü. Hemen yakında Açlar doyurulur, açıklar giydirilirmiş. Onunla konuşurken dedi da bir adamın yattığını, hiçbir şeyden habersiz olarak derin bir ki: “Kırk yıldır nefsimle mücâdeleyi devamlı yapmakta, hep uykuya dalmış olduğunu farkettik. Akrebin kendisine hizmet ona muhalefet etmekteyim. Fakat elime birşey geçmedi. edip, onu koruduğuna göre, onun mübârek bir zât olacağını Bunca yıldır bir nûr, bir aydınlık görmedim. Fakat, ne zaman ki düşünerek rahatsız etmek istemedik ve uyandığında uykumu azalttım, yeme içmemi asgariye indirdim, dilimi tuttum konuşuruz” dedik. Fakat, yanına yaklaştığımızda çirkin bir ve bütün insanlardan uzaklaştım, işte o andan i’tibâren, Allahü koku duyduk ve onun şarap içerek sızmış bir sarhoş olduğunu teâlânın izni ile yer ile gök arasındakileri görür oldum. Hattâ anladık. Onu bir yandan böyle günahkâr bir vaziyette, bir Arş-ı a’lâya kadar, gizli ve açıkta her ne varsa hepsini yandan da akrebin öldürdüğü dev boa yılanından koruyan görebiliyorum”. Bunları dikkatle dinleyince, bu yolda esas olan Allahü teâlânın lütfuna mazhar durumda görünce, gerçekten şeyin, yenilen lokmaya dikkat etmek ve gafletten uzak, uyanık şaşırmıştık. Biz tam olup bitenleri merak ederken, etrâfı olmak olduğunu anladım.” titreten bir nidâ duyduk ki: “Eğer biz lütfumuzu sâdece Yine o anlatıyor Bir keresinde deniz yolculuğunda idim. Bir limanda bir dervişle karşılaştım. Bu derviş sıkı mücâhede (açlık) yüzünden iskelete dönmüştü. Kuşluk namazından sonra mutfağa gider ve öğleden sonraya kadar aç insanlara yemek dağıtmakla meşgûl olurdu. Aç olan herkes doyurulurdu. Elbiseye ihtiyâcı olanlar için hücresine girer ve onlara yeni elbiseler çıkarırdı. Mutfaktaki herşeyi dağıttıktan mübârek ve mukaddes olanlara saklasaydık, günahkârlara kim bakardı?” diyordu. Bu nida, adamı uykudan uyandırdı. Yanında uzanan boa yılanını görünce dehşete kapıldı. Biz, şâhid olduğumuz hâdiseyi ona anlattık. O kadar pişmanlık duydu ki, sonradan duyduğumuza göre, kendini dünyâdan koparmış ve zamanının en mübârek kimselerinden biri olmuş idi. Bu zât, yaya olarak yetmiş defa hacca gitmişti. sonra öğle namazını kılardı. Kendisini ziyâret için herhangi bir Hâce Kutbüddîn; seyahatlerinde başından geçenleri kimse gelse, o kimsenin hemen huzûruna çıkarılması için anlatmaya devam ederek diyor ki: “Bir şehirde, sekr hâlinde talebelerine kat’î emri vardı. Talebeleri de, birisi geldiğinde kendinden geçmiş olarak, 10-20 kişinin ayakta dikildiklerini hemen huzûruna alırlar, hiç zaman kaybetmezlerdi. O da elini gördüm. Sâdece namaz vakitlerinde normal hâle geliyorlar, namaz seccadesinin altına sokar, eline ne geçerse gelene namazdan sonra aynı sekr hâline tekrar dönüyorlardı. O verirdi. Bir müddet yanında kaldım. Kendisini hep böyle şehirde epeyce kalmama rağmen, bunlarla konuşma fırsatı fevkalâde cömertlik hâlinde buldum: Kendisi her zaman oruçlu bulamadım. Birgün bunlardan ba’zılarını normal hâllerinde oluyordu, iftar zamanında, görünmeyen bir kaynaktan (yerden) yakalayıp, ne kadar zamandır bu durumda olduklarını sâdece dört tane hurma alıyor, ikisini kendi yiyip, diğer ikisini sorabildim. “Son kırk yıldır” dediler. Sonradan öğrendiğime de bana veriyordu. Birgün bana dedi ki: “Hak yolcusu; göre bu kimseler, İblîs’in Allahü teâlâ tarafından recm insanlardan uzaklaşmadıkça, elindekinin hepsini vermedikçe, edildiğini (kovulduğunu) öğrendikten sonra ve İblîs’in, herşeye yalnızlıkta oturmadıkça, az yemedikçe, az uyumadıkça, az kadir olan Allahü teâlâya karşı böyle bir itaatsizliğe nasıl konuşmadıkça, Allahü teâlâya yaklaşmak ni’metine cesâret ettiğine çok şaştıklarından bu hâle düşmüşlerdi” kavuşamaz.” Hâce Kutbüddîn anlatır: “Bir defasında Semerkand’da devamlı yardımda bulunmasını Kutbüddîn-i Bahtiyardan istirhâm sekr hâlinde bulunan (kendinden geçmiş) muhterem bir etmişti. O da, düşmanın püskürtülmesi için Allahü teâlâya dervişle karşılaştım. Oradakilere, dervişin ne zamandan beri yalvardı. Duâlarının kabûlü neticesinde düşman kuşatmayı bu durumda bulunduğunu sordum. “Otuz senedir onu bu hâlde kaldırıp çekildi. Kutbüddîn-i Bahtiyar hazretleri, başka bir gördüklerini söylediler.” Uyanıklık hâlinde olduğu birgün ona hâdiseyi şöyle anlatır: “Hocam Mu’înüddîn-i Çeştî hazretleri ile durumunu sordum. Derviş şöyle cevap verdi: “Benim sevgili beraber hacca gitmiştik. Dönüşte yolumuzun üzerinde bulunan dostum, bir derviş ilâhî sırlara daldığı zaman, dünyâyı gözü bir kasabada kalıyorduk. Oradaki bir mağarada, kendinden görmez ve onu kesseniz, parçalara ayırsanız, en ufak bir acı geçmiş bir hâlde yaşayan bir dervişi gördük. Allahü teâlâdan duymaz, ilâhî aşkın yoluna çıkan kimse, hepsi hayâl olan bu korkusu sebebiyle, kuru bir ağaç dalı gibi kalmış, iskelete dünyâdan hiçbir şey bilmez.” dönmüştü. Hocam, bu dervişin hâlini öğrenmem için yanında kalmamı istedi. “Peki” deyip kaldım. Yanında kaldığım bir ay Kutbüddîn-i Bahtiyar hazretleri şöyle anlatır: “Hac esnasında zarfında birgün kendine gelebildi. Kendisine hocamın ve diğer yakın dostum Kâdı Hamîdüddîn Nâgûrî ile beraber idik. Ebû zâtların selâmlarını arzettim. Bir aydır beklediğimi öğrenince, Bekr-i Şiblî hazretlerinin soyundan olan ve Şeyh Osman diye “Sevgili dostum. Seni bu kadar beklettiğim için çok üzüldüm, bilinen bir zâtın peşinde Kâ’be-i muazzamayı tavaf ediyorduk. özür dilerim. Ama inşâallah bunun mükâfatını görürsün” dedi. Ona ve ceddîne olan hürmet ve muhabbetimizden dolayı, o Oturmamı rica etti ve kendi hâlini şöyle anlattı: zâtın ayak izlerine basa basa yürüyorduk. Bizim böyle yaptığımızı farketti ve geri dönerek; “Benim ayak izlerime “Ben Muhammed bin Eslem Tûsî’nin ( radıyallahü anh ) basarak beni ta’kib etmeniz, size bir fayda vermez. Eğer beni torunlarındanım ve otuz senedir kendimden geçmiş bir hâlde hakîkaten ta’kib etmek istiyorsanız, benim hâlimi, yolumu kovukta bulunuyorum. Ne gündüzden ne de geceden haberim ta’kibe çalışınız!” dedi. “Ta’kib etmemizi istediğiniz haliniz var. Allahü teâlâ, bugün bana yalnız senin hürmetine kendime nedir?” dedik. “Kur’ân-ı kerîmi günde bin kere hatmediyorum” gelmemi nasîb etti. Beni görmek için bu kadar beklemeye ve buyurdu. Görünüşte inanılmaz görünen bu hâle, çok zahmete katlandığın için seni mükâfatlandırması için Allahü şaşırmıştık. Zira Kur’ân-ı kerîm gibi bir kitabı günde bin defa teâlâya duâ ediyorum. Şimdi gidebilirsin. okumak insan için imkânsız idi. Mübalağa mı ediyordu veya her sûreden bir iki kelime mi okuyordu, diye düşünürken, Şeyh Fakat, gitmeden önce sana hatırlaman icâbeden bir nasihat Osman geri döndü ve dedi ki: “İnanmıyor musunuz? Tekrar vereyim. Eğer dervişsen, dünyâ işlerine hiç bakma. ediyorum, Kur’ân-ı kerîmi kelime kelime günde bin defa İnsanlardan uzak kal, eline ne geçerse onu asla elinde tutma, okuyorum.” Biz sustuk. Bu hâdiseyi husûsî toplantılarımızdan yoksa hakiki derviş olamazsın, Allahü teâlâdan başka ve birinde seçilmiş dervişlerin huzûrunda naklettiğimizde, O’nun için olmayan şeylerden hiçbir şeye meyil verme!” Derviş Mevlânâ Alâüddîn-i Kirmânî dedi ki: “Beşer anlayışı ve bunları söyledikten sonra tekrar eski hâline geldi ve ben de kavrayışının ilerisindeki herşey kerâmettir. Böyle bir hâl oradan ayrıldım.” karşısında bütün beşer zekâsı başarısız kalır, insan, sâdece Peygamberlerin ve velîlerin görebileceği bu ilâhî sırları kavramaktan âcizdir.” Hâce Kutbüddîn-i Bahtiyar, Ecmir beldesinde talebeleri irşâd ile meşgûl olan hocası Mu’înüddîn-i Çeştî hazretlerinin ayrılığına tahammül edemeyip, bir zaman Ecmir’e gitmek Kutbüddîn-i Bahtiyar, seyahatlerinden birinde, Şeyh üzere yola çıktı. Giderken yolu Dehlî’ye uğradı. Buranın emîrî Behâüddîn Zekeriyâ Sühreverdî tarafından da’vet edildiği (sultânı) Sultan Şemseddîn Altamış kendisine çok alâka Mültan şehrini ziyâret etti. Şeyh Behâüddîn, o zamanda gösterdi. Orada kaldığı birkaç gün içinde, kendisine olan Hindistan’da büyük bir şöhrete sahip idi. Hâce Kutbüddîn’in hürmeti, muhabbet ve bağlılığı hergün bir kat daha artıyordu. Mültan’daki ikâmeti sırasında, Moğollar Hindistan’a saldırıp Ayrılmasını hiç istemiyordu. Fakat Hâce hazretlerinin de, Mültan’ı muhasara etmişlerdi. Kabaça Bey adındaki Mültan hocasının ayrılığına tahammülü kalmamıştı. O bakımdan vâlisi, Moğolların hücumlarının savuşturulması için ma’nevî Ecmîr’e gitti. Ecmir’den dönüşte, tekrar Dehlî’ye uğradı. Dehlî’nin hemen yakınında bulunan ve Kelû Kheri denilen yerde yerleşti. Sultan, her ne kadar onun Dehlî’de kalmasını orada bulunan herkes hayretler içerisinde kaldılar. Hâce arzu etti ise de, o Dehlî’nin dışındaki bu yere yerleşmeyi tercih hazretleri, hayâtında ilk defa karşılaştığı böyle bir hâl etti. Sultânın, ona olan muhabbet ve bağlılığı pek fazla idi. karşısında ne yapacağını şaşırdı. Yönünü, hocasının Feyz ve bereketlerinden istifâde etmek maksadıyla, haftada iki bulunduğu Ecmîr beldesine çevirerek, karşılaştığı bu çirkin defa hizmetine gelirdi. Sonradan Sultan, Hâce Kutbüddîn’in iftira ve çok zor durum karşısında kendisine yardımcı olması devamlı ve en sâdık talebelerinden oldu. Bu makamda iken için bütün kalbi ile hocası Mu’înüddîn-i Çeştî hazretlerinden de, tekrar hocasının Dehlî’ye yerleşmesini, orada kendisiyle yardım istedi. Bulundukları belde ile hocasının bulunduğu birlikte kalmasını istedi. Çünkü kendisine daha çok hizmet Ecmîr beldesinin arasındaki mesafe 258 km. idi. O anda, edebilmek ve sohbetlerinde daha çok bulunabilmek arzusu orada bulunan herkes Hâce Mu’înüddîn’in kendilerine doğru çok fazla idi. Hem hocası Dehlî’de bulunursa, yanına gidip gelmekte olduğunu gördüler. Zâten şaşırmış vaziyette bulunan gelmek için harcayacağı zamanı devlet işlerine ayırabilirdi. Sultan ve beraberindekilerin şaşkınlıktan, Mu’înüddîn Hâce Kutbüddîn, bu arzuyu şimdilik yerine getiremiyeceğini hazretlerini görünce daha çok arttı. Hemen koşup karşıladılar. bildirdi. Hâce hazretleri burada kaldığı zaman içinde, bir Mu’înüddîn-i Çeştî, orada bulunanlar ile müsâfeha ettikten taraftan sohbetine koşanları yetiştiriyor, bir taraftan da sultâna sonra, Hâce Kutbüddîn’e dönerek; “Bizden niçin yardım yol gösteriyor, doğru yolda yürümesini ve ahâlisine nasıl istemiştin?” buyurdu. O ise, bu hâdisenin te’sîri ile birşey mu’âmele etmesi icâb ettiğini öğretiyordu. Sultan da bu konuşamıyor, sâdece gözlerinden yaşlar akıyordu. Kalb gözü nasihatlere uyarak, bildirilenleri seve seve yerine getiriyordu. ile bu hâdiseyi zâten bilmekte olan Mu’înüddîn hazretleri, Bu sırada Dehlî’de Şeyh-ül-İslâm olan Nûreddîn-i Gaznevî’nin orada bulunan iftiracı, ahlâksız kadına döndü. “Ey bu kadının vefâtı üzerine, Sultan, Hâce Kutbüddîn’in bu vazîfeyi almasını rahminde saklı bulunan çocuk! Annen olacak bu kadın, senin teklif etti ise de kabûl etmedi. Bunun üzerine, Şeyh-ül-İslâmlık babanın bu Kutbüddîn olduğunu iddia ediyor. Şimdi sen konuş makamına Necmeddîn-i Sugrâ isimli bir zât getirildi. Bu kimse, ve doğruyu söyle!” buyurdu. Allahü teâlânın izni ile, o fahişe bu yolun büyüklerinden Hâce Osman Hârûnî’nin talebesi kadının rahminde bulunan çocuk orada bulunanların hepsinin olmakla beraber, bu makama gelince, Sultânın ve diğer duyabileceği bir ses ile konuşmaya başladı ve dedi ki: “Annem insanların, Hâce Kutbüddîn hazretlerine çok alâka olacak bu kadının sözleri, kahredici bir yalandır, iftiradır. Bu gösterdiklerini çekemedi, kıskandı. Ne pahasına olursa olsun, kadın edebsizin, fahişenin biridir. Hâce Kutbüddîn’e düşman onu Dehlî’den uzaklaştırmaya karar verdi. Necmeddîn-i Sugrâ olanlar, onu kıskananlar, kendisini halkın gözünden isimli bu kimse, insanların teveccühüne, makam sevgisine ve aşağılamak için bu iftirayı hazırladılar. Bunun için de, çirkin benlik duygusuna kapılmakla, Allahü teâlânın bir velî kuluna iftiralarında, zâten fahişe olan ve falan kimseden hâmile kalan karşı olmak gibi çok büyük bir felâkete düşmüştü. Bir fırsat bu kadını kullandılar.” Ana rahmindeki çocuğun bu sözlerini bulup Hâce’ye iftira etmenin yollarını arıyordu. orada bulunanların hepsi duydular ve çok hayret ettiler. Kadın bu hâl karşısında, Sultânın ve orada bulunan diğer zâtların Hâce Kutbüddîn hazretleri, yanında Sultan Şemseddîn huzûrunda suçunu i’tirâf etmek mecbûriyetinde kaldı. Hakîkat Altamid ile beraber birgün öğle üzeri geziyorlardı. Sultânın anlaşılmış oldu. ma’iyyeti de kendilerini ta’kib ediyordu. Aniden ağlayan, feryâd eden bir kadın ortaya çıktı. Bu kadın Sultâna yaklaşarak, çok Bu çirkin iftira, bu fahişenin de yardımı ile, Şeyh-ül-İslâmlık zor durumda bulunduğunu, kendisine yardımcı olmasını, makamına getirilen Necmeddîn-i Sugrâ isimli kimse tarafından nikâhlarını kıymasını, istiyordu. Sultân, perişan vaziyetteki bu hazırlanmıştı. Sâlih kimselere, velîlere ve hattâ kadına kiminle nikahlanmak istediğini sorunca, kadın; (Hâce Peygamberlere bile böyle şeytanca tuzaklar hazırlanmış ise hazretlerini göstererek) “Yanınızda yürüyen bu kimse ile bizi de, Allahü teâlâ dostlarını muhafaza etmiş, hakîkat her zaman nikahlamanızı istiyorum. Zira gayr-i meşrû bir şekilde ondan meydana çıkmıştır. hâmile kaldım” dedi. Orada bulunanların hepsi, Hazreti Hâce’nin böyle bir fiili işlemiş olabileceğine ihtimal Rivâyet edilir ki, Hâce Kutbüddîn ( radıyallahü anh ) Dehlî’den, vermiyorlardı. Bunun için, Hâce Kutbüddîn hazretleri dâhil, Ecmîr’de bulunan hocası Hâce Mu’înüddîn’e, ayrılık ateşine dayanamadığını, huzûruna varıp elini öpmek, mübârek gün sonra bu dünyâdan ayrılırım” buyurdu. Bu huzûrları ile şereflenmek için müsâade istediğini bildiren bir söz, talebelerin ve kendisini tanıyıp sevenlerin mektûp yazdı. Talebesini çok seven Hâcı Mu’înüddîn de, o üzerine bir üzüntü bulutu olarak çöküverdi. günlerde Dehlî’ye doğru yola çıkmıştı. Onun geldiğini haber Yanında bulunan ve yazıcılık hizmetini gören Ali alan Sultan ve ahâli, kendisini karşılamak ve evlerine buyur Sencerî’ ye, Hâce Kutbüddîn-i Bahtiyar Kâkî’nin etmek için şehrin dışına kadar çıktılar. Necmeddîn-i Sugrâ ise, Dehlî’de bulunmasını, oraya gitmesini emreden Hâce Mu’înüddîn’in gelişi ile hiç alâkadar olmamıştı. Buna bir ferman yazdırdı. “Onu, vekîlim olarak ta’yin rağmen Hâce Mu’înüddîn, şehre geldikten sonra, Necmeddîn-i ettim. Bizim Çeştî hâcegânının (Çeştiyye yolu Sugrâ’yı evinde ziyâret etti. Sohbet esnasında, Necmeddîn, büyüklerinin) mukaddes emânetlerini (bunlara kendisinin Şeyh-ül-İslâmlık makamında bulunduğu hâlde, mahsûs olan ba’zı eşyayı) ona verdim” buyurdu herkesin Hâce Kutbüddîn’e rağbet ettiğinden, kendisinin ve Hâce Kutbüddîn’e hitaben; “Senin yerin i’tibârının kalmadığından yakınarak ba’zı şeyler söyledi. Hâce Dehlî’dir” buyurdu. Hâce Kutbüddîn hazretleri Mu’înüddîn bu kimsenin hâline, bu ma’nâsız düşmanlığına bundan sonrasını şöyle anlatıyor “Dehlî’ye gitmek üzülerek ve tatsızlığın ortadan kaldırılması için, talebesi üzere Ecmîr’den ayrılacağım zaman, hocamın Kutbüddîn’in Dehlî’den ayrılarak kendisiyle beraber Ecmîr’e huzûruna çıktım. Külahını başıma koydu. gelmesini emretti. Bunu haber alan Sultan ve ahâli şaşkına Mübârek elleriyle sarığı sardı. Sonra, hocası döndüler. Çok üzüldüler. Nihâyet, Hâce Kutbüddîn hocası ile Osman Hârûnî’nin asasını, kendi okuduğu beraber Ecmîr’e gitmek üzere yola çıktılar. Fakat Sultan ve Kur’ân-ı kerîmi, seccadesini, nalınlarını verdi ve ahâli, Hâce Kutbüddîn’i o kadar çok seviyorlardı ki, bu ayrılığı sonra: “Bunlar, bana hocam Hâce Osman Hârûnî bir türlü kabûl edemiyorlardı. Hepsi yollara döküldüler. Feryâd- tarafından emânet edilen ve Çeştiyye ü figân ediyorlar, ağlıyarak ve sızlayarak Hâce Mu’înüddîn’e, büyüklerinin elden ele devrederek bize Hâce Kutbüddîn-i götürmemesini, Dehlî’de bırakmasını ulaştırdıkları mukaddes emânetleridir. Şimdi istiyerek yalvarıyorlardı. Hâce Mu’înüddîn de ahâlinin bunları sana veriyorum. Bunlara lâyık olduğunu, Kutbüddîn-i Bahtiyâr’a olan muhabbetini anlıyarak ve senden önce bu emânetleri taşıyanların yaptıkları ısrarlarına dayanamıyarak, Hâce Kutbüddîn’e burada gibi güzel hizmet ederek isbât etmelisin. Eğer kalabileceğini söyledi ve “Seni buradan alıp götürmekle, bu bunlara lâyık olmazsan, ben, bu emânetleri lâyık kadar çok insanın üzülmelerini, gönüllerinin yaralanmasını olmayan birine teslim ettiğim için, kıyâmet günü istemiyorum. Onları kendime tercih ediyorum. Kendim, senin Allahü teâlânın, Resûlullahın ve bu emâneti ayrılığına tahammül etmeye çalışacağım. Sen burada kal! bizlere ulaştıran mübârek büyüklerimizin insanlara Muhammed aleyhisselâmın doğru yolunu anlatarak, huzûrunda mahcûb olurum” buyurdu. Bundan onların ebedî felâkete gitmelerine mâni ol! Allahü teâlâ sonra, Hâce Kutbüddîn bu ni’metlere şükür olarak yardımcın olsun” buyurdu. Her ikisi de göz yaşları içinde ve çok mes’ûliyyetli olan vazîfesinde kolaylık ayrıldılar. Biraz önce ayrılık gözyaşları döken Sultan ve ahâli, vermesi için Allahü teâlâya niyaz ile iki rek’at şimdi sevinçlerinden ağlıyorlardı. Bu hâdise, onların namaz kılıp, gözyaşları içinde duâ etti. Daha Kutbüddîn hazretlerini daha çok sevmelerine, kendisine daha sonra Hâce Mu’înüddîn-i Çeştî hazretleri, bu çok bağlanmalarına vesile oldu. kıymetli halifesinin (vekîlinin) elini tutarak, “Kendimde bulunan bütün ilim ve hâlleri sana Hâce Mu’înüddîn-i Çeştî hazretleri, vefâtından vererek, kendimin bulunduğu mertebeye seni kırk gün evvel, Dehlî’de bulunan Hâce yükselterek vazîfemi yapmış bulunuyorum ve Kutbüddîn’in acilen Ecmîr’e gelmesini istedi. Bu seni Allahü teâlâya emânet ediyorum. haber Hâce Kutbüddîn’e ulaşır ulaşmaz hemen yola çıktı. Ecmîr’e geldi. Birgün Hâce Mu’înüddîn Biliniz ki, şu dört şey tasavvufun esaslarındandır: talebelerine; “Ey dervişler! Biliniz ki ben, birkaç 1. Bu yolda yürümek arzusunda bulunan bir veli, aç ve fakir olsa da, hâlinden şikâyetçi olmamalı, kapılarını çalarak onlara gizlice yardımda bulunmasını tenbîh dışarıdan, tok ve hâli, vakti yerinde olarak ederdi. Câmilerin devamlı kontrol edilerek, rahatça ibâdet görünmelidir. 2. Fakirleri, maddî ve ma’nevî edilmesine mâni olan birşeyin bulunmamasını, varsa derhal olarak doyurmalıdır. 3. Allahü teâlânın ihsân yok edilerek, müslümanların gayet rahat ibâdet ettiğini ni’metlere şükredemediği, O’na lâyık edebilmelerinin te’min edilmesini sultâna emrederdi. Gündüz ibâdet yapamadığı, akıbetinin ise nasıl olacağını olduğunda, sarayın, bütün sıkıntıların çâresine bakıldığı bir yer bilemediği için kendi içinden dâima üzgün bir olmasını, geceyi aç geçirmiş olanların aranıp bulunmasını, hâlde bulunmalı, fakat başkalarını üzmemek, asık saraya çağrılarak yardım edilmesini tavsiye ederdi. Nerede, suratlı imiş gibi görünmemek, onların da kime bir sıkıntı veriliyorsa, sıkıntıyı verenin sarayın rızâlarını, sevgilerini kazanabilmek için dışarıdan adamlarından biri dahî olsa derhal cezalandırılmasını, çok neş’eli, mes’ûd ve memnun görünmelidir. 4. ahâliden dinli dinsiz hiçbir kimseye zulüm ve haksızlık Kendisine eziyet ve sıkıntı verenleri affetmeli, yapılmamasını emrederdi. Hattâ bu gibi hâllerin derhal tesbit insanlara karşı lüzumlu olan naziklik ve sevgiyi edilebilmesi için sarayın çatısında bir kulübe bile yapılmıştı. her zaman göstermelidir.” Bundan sonra Hâce Allahü teâlânın huzûrunda ağırlığını taşıyamıyacağı Kutbüddîn hazretleri, öpmek için hocasının mes’ûliyyetlerin, işitmeye tahammül edemeyeceği, izah ayaklarına eğildi. Hocası müsâade etmeyip, etmeye imkân bulamıyacağı, şikâyetlerin ortaya çıkabileceği hemen onu kaldırdı. Muhabbetle sarıldılar. Hâce kıyâmet gününden çok korkmasını emrederdi. Sultan da, Mu’înüddîn hazretlerinin talebelerine bir tavsiyesi Hazreti Hâce’nin nasihatlerinden, sohbetlerinden, feyiz ve de; “Büyüklerimizin bildirdiği saadet yolundan bereketlerinden çok istifâde edip, bu yolda çok ilerlemiş idi. ayrılmayınız! Bu mübârek vazîfede cesur bir er Ahâlisinden hiçbir kimseye zulüm ve haksızlık edilmezdi. olduğunuzu isbât ediniz, gösteriniz!” şeklinde idi. Sultan birgün Hâce Kutbüddîn hazretlerinin yanına geldi. Bundan sonra, muhabbetin ve acı ayrılığın te’sîri Eteklerini tuttu. Hâce hazretleri ona bakıp, aklından geçenleri ile tekrar birbirlerine sarıldılar ve gözyaşları içinde söylemesini istedi. Sultan şöyle anlattı: “Allahü teâlâ bana bir ayrıldılar. Hâce Kutbüddîn, Dehlî’ye geldikten saltanat ihsân eyledi. Elbetteki kıyâmet günü bana bu ağır yirmi gün sonra da, Hâce Mu’înüddîn-i Çeştî yükün hesabını soracak. O zor günde sizin beni âhırete intikâl etti (r.aleyhim). terketmemeniz için yalvarıyorum.” O da bunu kabûl etti. Hâce Kutbüddîn-i Bahtiyar hazretleri, devamlı ibâdet eder, bir ân Yukarıda da zikrolunduğu gibi, Dehlî’de Sultan Şemseddîn, Allahü teâlâdan gâfil olmazdı. Devamlı namaz kılardı. Her Hâce Kutbüddîn hazretlerine fevkalâde bağlı, önde gelen gece, Resûlullah ( aleyhisselâm ) efendimize üçbin salevât-ı talebelerinden idi. Hâce hazretleri sözünü dinleyen herkese şerîfe okurdu. Zamanın sultânı dâhil, birçok kimse, kendisine yaptığı gibi, sultan olan bu talebesine de, dinleyenlerin dünyâ her türlü maddî imkânı sağlamak için sâdece bir işâretini ve âhıret saadetine kavuşacakları çok kıymetli nasihat ve bekledikleri hâlde, Hâce hazretleri fakirlik içinde yaşamayı tavsiyelerde bulunmuştu. Ona, Hazreti Ömer gibi ve Ömer bin tercih ederdi. Birşey veren olursa, onunla iktifa ederlerdi. Zor Abdülazîz gibi bir sultan olmasını, âdil olmakta, mazlûmun durumda kalınca, hanımı, komşuları olan bakkâlın hanımından hakkını korumakta, insanların ihtiyâçlarını gidermekte, onlar borç ister, bununla yiyecek birşeyler alırdı. Birgün bakkâlın gibi olmaya gayret etmesini, geceleri uyanık kalmasını, ibâdet hanımı, Hâce hazretlerinin hanımına; “Eğer ben sana borç ve tâatle meşgûl olmasını, uyku bastıracak olursa, abdestini vermiyecek olsam, sen ve evinizde bulunanlar açlıktan tazelemek sûretiyle bunu gidermesini, böylece namaz ölürsünüz” diyerek övündü. Başka ba’zı kadınlardan da buna kılmaya, ibâdet ve tâat yapmaya devam etmesini söyledi. benzer sözler işiten mübârek hâtun dayanamayıp, durumu Gece, hizmetçileri dâhil hiç kimseyi uyandırmamasını, rahatsız Hâce hazretlerine arzetti. O da üzüldü. Kendi hâllerine değil, etmemesini bildirdi. Gece karanlık bastırdığında, tebdil-i insanların dünyâlık için bir müslüman kardeşini nasıl kıyâfet ederek, tanınmamak için, fakirlerin giydiği bir elbise üzebildiğine ve olmadık sözleri nasıl söyleyebildiklerine giyerek şehri dolaşmasını, fakirlerin ve ihtiyâç sahiplerinin üzülüyordu. Hanımına, başkalarından birşey istememesini, yiyecek birşeye ihtiyâcı olunca, (odanın bir köşesini işâret ederdim. Lâkin, bizim böyle şeylere ihtiyâcımız yoktur. Kabûl ederek) Besmele-i şerîfe söyleyerek oraya gitmesini, orada edecek olursam kıyâmet günü büyüklerimizin yüzlerine nasıl ihtiyâcı kadar kak (kek) bulacağını, onu alarak açlıklarını bakarım?” buyurdu. Hâce Kutbüddîn hazretleri, bütün güzel gidermelerini emretti. Hanımı; “Peki efendim” diyerek bildirilen huyları kendisinde toplamıştı. Allahü teâlânın takdîrine teslim şekilde yaptı. Kendisini komşu kadınlarına mahcûb olmaktan olmakta ve sabırlı olmakta da son derecede idi. Birgün kendisi kurtardığı için Allahü teâlâya şükrediyor, buna sebep olan bulunmadığı bir sırada, küçük çocuğu vefât etti. Cenâzesi efendisine de çok teşekkür ediyordu. Hâce hazretlerinin defnedildikten sonra geldi. Hanımı, evlât acısıyla ağlayıp, isminde bulunan Kâkî ilâvesi, bu hâdiseye nisbetle sızlanıyordu. Hazreti Hâce bunun sebebini sordu. Küçük söylenmiştir. Hâce hazretleri, çok cömert ve eli açık bir zât idi. çocuğunun vefât ettiğini bildirdiler. “İnnâ lillâh...” okudu ve; Kendisini tanıyan ve seven varlıklı kimseler tarafından “Hepimiz, Allahü teâlânın irâdesine, rızâsına, râzı ve teslim dergâhına gönderilen yiyecek ve giyecek gibi ihtiyâç olmalıyız” diyerek hanımını teselli etti. maddelerini, ihtiyâcı olanlara dağıtırdı. Kendisi bol bol kullanmak imkânına sahip olduğu hâlde, sıkıntı ve fakirlik Allahü teâlânın yüksek evliyâsından pekçoğu gibi, bu zât da, içinde yaşamayı sever, başkalarını kendisine tercih ederdi. Allahü teâlânın lutf ve ihsân ettiği bir hâl ile, insan aklının Gelenlere ikram ve ihsânda bulunmaya o kadar ehemmiyet anlıyamıyacağı, kabûl edemiyeceği bir hâlde yaşardı. Görünüş verirdi ki, mutfakta hiçbir şey bulunmadığı zamanlar, ziyârete i’tibâriyle imkânsız olan herşey, Allahü teâlânın sonsuz kudreti gelenlere hiç olmazsa su dağıtılmasını hizmetçilere yanında gayet kolay ve basittir. Allahü teâlânın ihsânları emrederdi. İsteseydi fevkalâde bolluk ve şa’şaa ile yaşardı. pekçoktur. Dilediğine ihsân eder. Siyer-ül-evliyâ kitabında Fakat böyle fakir olmak, kendisine daha çok sevimli idi ve bu bildirildiğine göre, Hazreti Hâce Kutbüddîn, ömrünün son yirmi sıkıntılara sabretmek, ma’nevî ni’metlerin gelmesine, bu yolda yılında hiç uyumadı. Hattâ dinlenmek için bile sırtını bir yere yükselmeye vesile oluyordu. Hâce hazretleri de fakr (yokluk) dayamamış idi. “Birazcık uyuklayacak olsam, kendimi hasta ve sıkıntı yolunu tercih ediyor, diğer taraftan (ma’nevî olarak) ve rahatsız hissederim” buyururdu. Her zaman derin daha çok şeyler kazanıyordu. Kanâat ediyor, hâlinden asla murâkabede, ya’nî nefsi kontrol etmek, ondan gâfil olmamak şikâyetçi olmuyordu. Birgün, sarayın mâliye işlerinden mes’ûl hâlinde bulunurdu. O kadar ki, biri onu görmeye veya birşey olan vezir İftihârüddîn Aybek gelerek, ba’zı köylerin gelirlerini sormaya gelse, bir müddet sonra ve güçlükle kendine kendilerine tahsis etmek istediklerini bu gelirleri kendisinin ve gelebilirdi. Bu hâl, namazların hâricinde devamlı olurdu. talebelerinin ihtiyâçları için sarfedebileceğini, istediği gibi Cevâmi’ul-kilem adlı eserde bildirildiğine göre; Hâce hazretleri, kullanabileceğini bildiren bir ferman hazırladıklarını, bunu odasında, Allahü teâlânın ve Peygamber efendimizin ( lütfen kabûl etmesini rica etti. aleyhisselâm ) aşkı ve muhabbeti ile yanmış olarak, kırık kalb ile, dili bağlı olarak (hiçbir şey söylemiyerek) ve iç çekip Hâce hazretleri, İftihârüddîn’e yanına yaklaşmasını söyledi. ağlayarak dururdu. Kendisini görmek arzusuyla yanan âşıkları Yaklaşınca, üzerinde oturmakta olduğu seccadesinin bir ise, dışarıda toplandıkları zaman, dışarı çıkar, bir miktar köşesini kaldırarak; “Ne görüyorsun? Bak bakalım” buyurdu. sohbet eder, Allah korkusunu ve O’na hakîkî kul olmayı, Vezir, orada büyük bir hazîne nehrinin akmakta olduğunu Muhammed aleyhisselâma tam tâbi olmayı, onun yoluna görerek gözleri kamaştı. Hayretler içinde kalmıştı. Hazreti sımsıkı sarılmayı teşvik edici, çok güzel ve te’sîrli sözler Hâce; “Biz buna bile iltifât etmiyorken, sizin birkaç köyünüzün, söylerdi. Bütün saadetlerin, rahatlıkların başının, Muhammed birkaç kuruşluk gelirine mi iltifât edelim? Onu mu kabûl aleyhisselâma uymak olduğunu bildirirdi. Bir defasında şöyle edelim? Şimdi gidiniz! Bir daha da böyle bir teklif ile dervişlerin anlattı: “Ben, ilk zamanlarda Kur’ân-ı kerîmi ezberlemek için huzûruna çıkmayınız!” buyurdu. Vezîr mahcûb bir şekilde; çok gayret etmeme rağmen muvaffak olamazdım ve “Peki efendim” diyerek ayrıldı. Başka bir zaman, başka birileri ezberliyemezdim. Bir gece rü’yâmda Resûlullah ( tarafından buna benzer bir teklif yapıldığında da; aleyhisselâm ) efendimizi gördüm. Ayaklarına kapanıp, “Büyüklerimizden birisi, sultandan veya başka birinden Kur’ân-ı kerîmi ezberlemek istediğimi, fakat çok güçlük herhangi bir şekilde birşey kabûl etmiş olsaydı, ben de kabûl çektiğimi arzettim. Bana acıyarak başımı kaldırmamı istediler. Başımı kaldırdığımda, Yûsuf sûresini tekrar etmemi emrettiler tane misâli olan dünyâ mallarına gönül bağlayıp, sonra da ve; “Bununla Kur’ân-ı kerîmi ezberlersin” buyurdular. Allahü teâlâya kavuşmak için yol isteyenlere de ki: “Bâyezîd, Emîrlerini yerine getirdim ve Kurân-ı kerîmi ezberlemeye nefsin istediklerini yapmayıp, istemediklerini yapmak sûretiyle muvaffak olabildim.” Hâce hazretleri, böyle bir miktar sohbet kırk yıl uğraştığı hâlde, yanında bulunan kırık bir testiyi ve eski ettikten sonra, yine odasına girer ve tekrar murâkabeye bir abayı terk etmedikçe izin alamadı. Siz, bu hâlinizle izin dalardı. Hattâ vefâtı da böyle aşk ve muhabbet ile kendisinden verileceğini mi zannediyorsunuz? Asla izin alamazsınız. Bu geçmiş bir hâlde iken vukû’ bulduğundan, bu sebeble yolda yürümek arzusunda olan kimse, Allahü teâlânın aşkı ile kendisine Şehîd-i muhabbet (Muhabbet şehidi) denilmiştir. yanmalıdır. Bu yolda yükselmek iddiasında bulunan bir kimse, sıkıntı ve yoklukları ni’met bilmelidir. Bunlardan şikâyet Hâce hazretleri, vefâtından birkaç hafta evvel, bayram ederse, gerçek âşık ve gerçek dost olmadığı, yalancı olduğu namazından dönerken bir yerden geçiyordu. Orada durdu ve anlaşılır. Gerçek âşık, maşukun (Allahü teâlânın) her verdiğini, yanındakilere; “Burada aşkın kokusunu duyuyorum. Buradan iyi de görünse, kötü de görünse, büyük ni’met ve kazanç muhabbet kokusu geliyor” buyurdu. Hemen arazinin sahibi bilmelidir. Zîrâ, Allahü teâlâ böyle acı ve sıkıntılar ile, çağırılarak bu arazi kendisinden satın alındı. Hâce dostlarına kendini hatırlatmakta, ya’nî hakîkatte bunların da hazretlerinin kabr-i şerîfinin orada hazırlanması için birer ni’met oldukları anlaşılmaktadır. Hasen-i Basrî, Râbi’a-i çalışmalara başlandı. Vefât ettiğinde oraya defn olundu. Daha Adviyye gibi büyük veliler, kendilerine bir sıkıntı ve üzüntü sonra kabri üzerine mükemmel bir türbe yapıldı. gelmediği gün, kendilerini sıkıntılı ve üzüntülü hissederlerdi. Hâce hazretlerinin söylediği kıymetli şiirlerinin toplanarak kitap Allahü teâlâya karşı bir hatâ ve kusur işlediklerini, o sebeple hâline getirildiği bir dîvânı vardır. Ayrıca, sözlerinden ve kendilerine sıkıntı ve üzüntü gelmediğini anlarlardı. Diğer sohbetlerinden bir kısmını, talebelerinin en yükseği ve halîfesi insanların rahatlık ve bolluk içinde duyduğu zevki, onlar, Ferîdüddîn-i Genc-i Şeker hazretleri toplayarak kitap hâline sıkıntı ve üzüntü geldiğinde, yaşarlardı. İyice bilmeli ve bu getirdi ve Ferâid-üs-sâlikîn ismini verdi. Bu eserde, tasavvuf inceliğe dikkat edip iyi anlamaya çalışmalıdır ki, bu yolda lütuf, yolunda ilerlemek isteyen bir sâlik için lâzım olan ba’zı hassas ihsân ve iyiliklerin adı; eziyyet, sıkıntı ve yokluk demektir. noktalar ve başka kıymetli bilgiler bulunmaktadır. Bu kıymetli kitaptan ba’zı kısımlar, özetlenerek aşağıya yazılmıştır: Tasavvuf yolunda ilerlerken görülen ma’nevî hâlleri, garîb ma’nâları, insanların anlıyamıyacakları şeyleri, insanların “Çok yemek yiyen, nefsinin kölesi olur. Bunun için az anlayamayacakları şekilde kat’iyyen söylememelidir. Zîrâ yemelidir. Bedeni ayakta tutacak kadar ve ibâdette kuvvetli insanların anlıyamacağı bir şeyi söylemek, onların yanlış olacak kadar yemek ile yetinmelidir. Normal ve basit giyinmeli, anlamasına, böyle şeyleri söyleyen zâta düşman olmalarına süsten, gösterişten uzak olmalıdır. Süslü elbiseleri gösteriş sebep olur. için giyen, kendini aşağılamak yolunda silâhlı bir soyguncu gibi olur. Az uyumalıdır. Değersiz ve kıymetsiz dünyâ işlerine Dinin emirlerini yerine getirmekte çok gayretli olmalıdır. Zîrâ gönül vermek şöyle dursun, bunları konuşmaktan, böyle bu olmayınca, bu yolda ilerlemek olmaz. Bir kimse hem bu şeylerden bahsetmekten bile çok sakınmalıdır. Böyle dünyâlık yolda ilerlediğini söylüyor, hem de dinimizin emir ve şeylerin yanında bulunmasını bile, kendisi için kusur, kabahat yasaklarına uymakta gevşek davranıyorsa, biliniz ki o kimse ve bu yolda ilerlemeye mâni bilmelidir. yalancıdır. Bu yolda bulunanlarda bulunan hâllerden biri veya birkaçı o kimsede bulunursa, biliniz ki o hâller şeytandandır, Bâyezîd-i Bistâmî hazretleri şöyle anlatıyor “Uzun seneler onu aldatmaktadır.” nefsimi terbiye etmekle uğraşıp çile çektikten sonra, bir gece Allahü teâlâya yalvardım, ilham olundu ki: “Şu kırık testi ve Bağdad’da bulunduğum zamanlar, Şihâbüddîn-i Sühreverdî deri aba sende oldukça sana ruhsat yoktur.” Bunun üzerine hazretlerini sık sık görürdüm. Hakîkaten çok yüksek bir velî idi. yanımda bulunan testi ve abayı terk ettim. Bundan sonra bana Çok yerlere gittim. Çok zâtlarla karşılaştım. Fakat, bildirildi ki: “Ey Bâyezîd! Nefsin hevâ ve hevesi için tuzaktaki Şihâbüddîn-i Sühreverdî ( radıyallahü anh ) kadar Allahü teâlâdan korkan ve onun kadar kendini Allahü teâlâya veren Farz-ı ayn: Her müslümanın bülûğa erdikten sonra bilmesi ve başka bir zât görmedim.” öğrenmesi gereken ilimdir, öğrenmezse, namazı terk edene nasıl azâb edilirse, ona da öyle şiddetli azâb edilir. Farz-ı kifâye: Bir beldede veya bir şehirde bir kişi bilirse, farzın 1) Siyer-ül-aktâb sh. 142 2) Siyer-ül-evliyâ sh. 49 3) Siyer-ül-ârifîn sh. 48 4) Kâmûs-ül-a’lâm cild-5, sh. 3672 5) Ahbâr-ül-ahyâr sh. 31 yerine getirdiği ilimdir. Diğer kişilere farz olmaz. Eğer öğrenemezlerse de günahkâr olmazlar. Bu fakîr gördü ki, bu farz-ı ayn olan ilimde latîf şekilde kitaplar düzmüşler ve yazmışlar. Ama, bunların kimi Arabî ve kimisi Fârisîdir. Her kişi onları mütâlâa edip ma’nâsını çıkaramaz ve okuyup öğrenirlerse de çabucak unutur, veya ma’nâsına gönlü yatmaz O zaman diledim ki, bu farz-ı ayn olan ilimde Türkçe bir mukaddime yazayım, tâ ki mübtedilere (âkil baliğ olmaya yakın kız ve oğlanlara) öğreteler. Tâ ki, gönlüne ve i’tikâdına, dînimizin emrini tutmak ve müslümanlık kaydına riâyet etmek yerleşsin. Baliğ olduktan sonra bunun içindekilerle amel KUTBÜDDÎN-İ İZNÎKÎ (Muhammed bin Muhammed Rûmî) edeler. Hanefî mezhebi fıkıh âlimi ve tasavvuf büyüklerinden. İsmi, Farz-ı ayn olan ilimde âlimler ihtilâf etmişlerdir: Kelâm âlimleri Muhammed bin Muhammed Rûmî’dir. “Kutbüddîn-i İznîkî” diye şöyle dediler: “Farz-ı ayn olan, Hak teâlânın birliğini ve meşhûr oldu. İznik’te doğdu. Doğum târihi belli değildir. sıfatlarını delîlleriyle bilmektir.” Fakîhler dediler ki: “İlm-i Zamanının birçok âliminden ders okudu. Dînî ilimleri ve fıkıhtır. Zîrâ Hak teâlânın farz ettiği şeyleri bildirir. Helâl ve zamanının fen bilgilerini Mevlânâ Hasen Paşa’dan öğrendi. haramı bilmek fıkıhla hâsıl olur.” Tefsîr ve hadîs âlimleri şöyle Her ilimde mütehassıs bir âlim olarak yetişti. Ahlâken yüksek, dediler “Kur’ân-ı kerîm ve hadîs-i şerîflerin ma’nâsını bilmektir. faziletlerle mücehhez (süslenmiş), zühd ve vera’ sahibi idi. Zîrâ din ilmi, bunlardan çıkmıştır.” Tasavvuf âlimleri dediler ki: Tasavvuftan büyük haz, pay aldı. Evliyâlığın yüksek “Kişi kendi hâlini ve makamını ve nefsin âfetlerini ve nefsin ne derecelerine kavuştu. Fıkıh ve ahlâk ilimlerini kendinde sıfatlarla bezenip kâmil olduğunu ve ne sıfatlarla mertebeden topladı. Bilhassa Timur Hân, din ilimlerindeki yüksekliği düşüp helak olduğunu bilmektir. Ebû Hanîfe, kâmil fıkıh budur sebebiyle karşılaştığında ona çok saygı göstermiştir. 821 (m. demiştir.” Şimdi bunların her birisinin maksûdu, mühim 1418) senesi Zilka’de ayının sekizinci günü, İznik’te vefât etti. gördükleridir. Ebû Tâlib Mekkî şöyle dedi: “Farz-ı ayn olan ilim Halîl Paşa Câmii bitişiğindeki türbesinde medfûndur. odur ki, İslâm onsuz tamâm olmaz. O da beş şeydir: Biri; Allahü teâlâyı bir ve Muhammed aleyhisselâmı hak Resûl Kutbüddîn-i İznîkî’nin oğlu Muhammed İznîkî de derin âlim idi. Kendisi ve oğlu, çok kıymetli eserler kaleme aldılar. Türkçe olarak yazdığı “Râhat-ül-kulûb” ile “Mukaddimet-üs-salâh” kitapları, eserlerinden en önemli olanlarıdır. Tefsîri ve başka eserleri de vardır. Birinci eseri Ayasofya, ikincisi de Nûruosmâniye kütüphânelerinde mevcûttur. Kutbüddîn-i İznîkî, “Mukaddimet-üs-salâh” kitabında buyuruyorki: ilim, farz-ı ayn ve farz-ı kifâye olmak üzere ikiye ayrılır: bilmektir. İkincisi; beş vakit namazın şartlarını ve rüknlerini bilmektir. Üçüncüsü; oruç, ne ile tamâm olur bilmektir. Dördüncüsü; zekâtın farzlarını bilmektir. Beşincisi; haccın şartlarını bilmektir. Nitekim Resûlullah ( aleyhisselâm ) şöyle buyurdu: “İslâm binası beş şey üzerine kurulmuştur.” Böylece hakîkat şudur ki, mutlaka ilim öğrenmek her müslüman erkeğe ve kadına farzdır. Nitekim Resûlullah ( aleyhisselâm ); “İlmi taleb etmek, her müslüman erkeğe ve kadına farzdır.” buyurmuştur. Burada farz olan ilim, ilmihâl bilgileridir. Birkaç mes’eleyi bildirelim ki, namaz kılanlarda çok vâki olur. 2) Şakâyık-ı Nu’mâniyye tercümesi (Mecdî Efendi) sh. 58, 59 Mecmûz şerhinde kaydedilmiştir “Bir kişi, şüphelenip bir vakit namazı kılıp kılmadığını bilmezse, eğer namazın vakti içinde şüphelendiyse eda etmeli, eğer vakti çıktıktan sonra şüphelendiyse kılması lâzım olmaz. Namaz kılarken kaç rek’at namaz kıldığını bilmezse, eğer ilk defa şüphelendiyse tekrar kılar, şayet birkaç defa şüphelendiği var ise, şüphe ettiği rek’attan az kıldığını kabûl edip, onun üzerine tamamlar. 3) Tam İlmihâl Se’âdet-i Ebediyye sh. 1031 (37. baskı) 4) İslâm Ahlâkı (Cennet Yolu ilmihâli) sh. 165 5) Şakâyık-ı Nu’mâniyye (Vefeyât kenarında) cild-1, sh. 37 6) Rehber Ansiklopedisi cild-10, sh. 357 Meselâ bir rek’at mı yoksa iki rek’at mı kıldığını bilemezse, bir rek’at kılmış kabûl edip, bir rek’at daha kılar.” (Nûruosmâniye Kütüphânesi Hâmidiyye kısmı No: 550/1 Varak 18 a) Yine Kutbüddîn-i İznîkî “Râhat-ül-kulûb” kitabında buyurdu ki: KUTEYBE BİN SA’ÎD ES-SEKAFÎ Allaha hamd olsun ki, bize, evliyâyı ve âlimleri sevmeyi nasîb Büyük hadîs âlimlerinden. İsmi Yahyâ, künyesi Ebû Recâ, etti, gönlümüzü onlara bağladı. Peygamberlerin en üstününe selâmlar olsun ki, O, Resûllerin İmâmı ve hem de lakabı Kuteybe’dir. İsminin Ali olduğu da söylenmiştir. 150 (m. Peygamberlerin sonuncusudur. O, Muhammed Mustafâ’dır ki, 767) senesinde. Bağlan’da doğdu. Bağlan, Belh şehrinin bir dünyâda ümidimiz O’nadır, âhırette O’ndan şefaat umarız. köyüdür. 240 (m. 855) târihinde vefât etti. Kuteybe bin Sa’îd, O’nun yüksek mertebede olan Ehl-i beytine ve Eshâbına hadîs-i şerîf öğrenmek ve âlimlerden istifâde etmek için Irak, selâm olsun! Onlara uyanlar hidâyet üzeredirler. Bütün evliyâya ve âlimlere uyanlar, İslâmiyetin hem zâhiri hem de bâtını üzere dururlar. Gerçek talibler ki, dâima halvette ve hem Medîne-i münevvere, Mekke-i mükerreme, Şam ve Mısır’a gitti. Mâlik bin Enes, Leys bin Sa’d, Abdullah bin Hayra, Bekir ibâdette dururlar. Mü’minler ve sâlihler ki, gece-gündüz Hak bin Mudır, Ya’kûb bin Abdurrahmân’dan ve daha başka yardımıyla Hak yolunda dururlar ve hem tâatta dururlar. âlimlerden hadîs-i şerîf dinleyip, rivâyetlerde bulunmuştur. Ey kardeşim! Bir kişinin senin katında haceti (ihtiyâcı) olsa, sen o haceti bitirirsen, Allahü teâlâ senin yetmiş türlü dünyâ ve âhıret hacetini giderir. Bağdâd’a geldiği zaman, orada hadîs-i şerîf rivâyetinde bulundu. Bağdâd’a ilk gidişinde yirmiüç yaşında bulunuyordu. Ondan da, Ali bin Medînî, Nuaym bin Hammâd, Ebû Bekir bin Humeydî, Yahyâ bin Main, Hasan bin Arefe gibi âlimler Eğer bir kişi bütün yer ehli kadar ibâdet etse ve bütün gök ehli kadar tâat etse, imânı Ehl-i sünnete uygun değilse kabûl olmaz. Zîrâ amelin kabûl olunması ve îmânın dürüst olması, takvânın şartıdır. Takvâ, Allahtan korkmaktır. Allahı (r.aleyhim) rivâyette bulunmuşlardır. Buhârî kendisinden üçyüzsekiz, Müslim ise altıyüzaltmışsekiz hadîs-i şerîf bildirmiştir. bilmeyince, O’nun azametini ve celâlini anlamayınca, Allahtan korkmak hâsıl olmaz. Dînin ve îmânın aslı ve ilmin temeli, Rivâyet ettiği hadîs-i şerîfler, meşhûr altı hadîs kitaplarında Allahü teâlâyı bilmek ve birliğini kalb ile tasdîk etmektir. Şöyle mevcûttur. Büyük âlim Esrem, Ahmed bin Hanbel hazretlerinin ola ki, eğer başını keserler ise ve bütün varlığını alırlar ise râzı olasın; Allahü teâlânın birliğini gönülden çıkarmayasın. Kuteybe’den bahsedip, övdüğünü söylemiştir. İbn-i Maîn, Ebû Hatim ve Nesâî, onun hadîs ilminde sika (güvenilir) bir âlim olduğunu bildirmişlerdir. Ahmed bin Seyyâr bin Eyyûb, 1) Mu’cem-ül-müellifîn cild-8, sh. 133 Kuteybe bin Sa’îd’in, yapmış olduğu rivâyetlerde, i’timâd edilen ve sünnet-i seniyyeye çok bağlı bir zât olduğunu “Allahü teâlâ mahlûkâtı yarattığı zaman, kendi nezdinde, arşın bildirmiştir. üstünde bulunan kitabına, muhakkak benim rahmetim, gadabıma galebe çalar, diye yazmıştır” buyurdular. Kuteybe, babasından şöyle bildirir: Resûlullahı ( aleyhisselâm ) rü’yâda görmüştüm. Mübârek ellerinde bir sahife vardı. “Ey Allah’ın Resûlü! Bu sahife nedir?” diye sordum. “Bu sahifede “Bir kimse bir yere gelir de “Eûzü bikelimâtillâhittâmmâti min şerri mâ haleka” (Allahü teâlânın tam olan kelimeleriyle yarattıklarının şerrinden sığınırım) derse, oradan ayrılıncaya kadar ona hiçbir şey zarar vermez.” âlimlerin isimleri vardır” buyurdu. “Ey Allah’ın Resûlü, onu bana ver de, oğlumun ismi var mı bakayım” dedim. Resûlullah Resûlullah ( aleyhisselâm ) buyurdu ki: “Allahü teâlâ efendimizden alıp, baktım. Oğlumun isminin orada olduğunu buyuruyor ki: Ben, kulumun beni zannına göreyim. (Eğer gördüm. kulum benim kendisini affedeceğimi zannederse, onu affederim. Azâb edeceğimi zannederse, azâb ederim). Beni Ebû Recâ hazretleri orta boylu, nûr yüzlü ve sünnete uygun zikrettiği zaman da ben onunla beraberim. O beni gönülden sakalıyla çok güzel bir zât idi. Geniş çiftliği vardı. Davar, deve zikrederse, onu gönülden zikrederim. Kulum beni cemâat ve sığır sahibi idi. arasında anarsa, onu o cemaattan daha hayırlı bir Rivâyet ettiği ve Müslim’de bulunan hadîs-i şeriflerden ba’zıları: cemâat (melekler) arasında zikrederim. Bana bir karış yaklaşırsa, ben ona bir arşın yaklaşırım. Bana bir arşın yaklaşırsa ben ona bir kulaç yaklaşırım. O bana yürüyerek Resûlullah efendimiz buyurdu ki: “Söyleyin bakalım, sizden gelirse, ben koşarak gelirim.” birinizin kapısının önünden bir nehir aksa, günde beş defa o “Şüphesiz Allahü teâlâ, ilmi, insanlardan çekip alıvermez. Fakat ilmi, âlimleri almakla kaldırır. Nihâyet, hiçbir âlim bırakmadığı zaman, insanlar bir takım câhilleri baş edinirler. Onlara suâl sorulur, ilimsiz fetvâ verirler. Böylece hem saparlar, hem saptırırlar.” nehirde yıkansa, vücûdunda kirden birşey kalır mı?”buyurunca, Eshâb-ı kiram “Hayır, vücûdunda kirden hiçbir şey kalmaz” dediler. Bunun üzerine Resûlullah ( aleyhisselâm ) “İşte beş vakit namaz da böyledir. Allahü teâlâ, kılınan beş Bir kadın Peygamber efendimize bir oğlunu getirerek, “Yâ vakit namazla günahları yok eder” buyurmuştur. Resûlallah! Bu çocuk rahatsızdır. Ben onun ölmesinden “Bir adam birinin kabrinin yanından geçerken, herkese onun yerinde ben olsaydım demedikçe, kıyâmet kopmıyacaktır.” “Gerçekten Cennette bir ağaç vardır. Bineğine binmiş olarak giden, onun gölgesinde yüz sene yürüse bitiremez.” korkuyorum. Gerçekten toprağa üç tane gömdüm” dedi. Resûlullah ( aleyhisselâm ): “Muhakkak, Cehennemden kuvvetli bir mâni ile korundun” buyurdular. Resûlullah ( aleyhisselâm ) Ensârdan ba’zı kadınlara: Peygamber efendimiz ( aleyhisselâm ) ayakları şişinceye kadar namaz kılmıştı. Kendisine, “Sen hâlâ bu külfete “Sizden birinizin üç tane oğlu ölür de, onların sevâbını dilerse, katlanıyor musun? Halbuki Allahü teâlâ senin gelmiş-geçmiş mutlaka Cennete girer” buyurmuşlardır. Bunun üzerine bütün günahlarını affetti” denilince “Şükreden bir kul kadınlardan biri: Yahut iki, yâ Resûlallah! dedi. Resûlullah da ( olmıyayım mı?” cevâbını vermiştir. aleyhisselâm ) “Yahut iki” buyurmuşlardır. “Aranızda pehlivan kime dersiniz?” diye sordular. Biz, gitmeden, doğruyu aramak şartıyle yapılan hatâlara, “Kendisini erkeklerin yenemediği kimseye” cevâbını verdik. musibetlerin keffâret olacağını bildirmişlerdir.) Bunun üzerine Resûlullah ( aleyhisselâm ) “O değildir. Fakat, pehlivan kızgınlık ânında kendini tutan kimsedir” buyurdular. “Şüphesiz, kıyâmet gününde Allahü teâlâ: “Nerede benim azametim için birbirini sevenler! Bugün ben onları kendi “Şüphesiz, insanların en kötüsü, şunlara bir yüzle, bunlara da bir yüzle gelen iki yüzlü kimsedir.” gölgemde gölgelendireceğim” buyurur.” “Resûlullah ( aleyhisselâm ) “Müflis kimdir?” buyurdu. Eshâb-ı “Cennet kapıları Pazartesi ve Perşembe günleri açılır. Allahü kiram da: “Bize göre müflis, hiçbir dirhemi ve eşyası olmayan teâlâya hiçbir şeyi ortak koşmayan her kulun günahları kimsedir” cevâbını verdiler. Bunun üzerine, Resûlullah ( bağışlanır. Yalnız, din kardeşi ile aralarında düşmanlık aleyhisselâm ) “Şüphesiz benim ümmetimden müflis, kıyâmet bulunan kimse bundan müstesnadır. (Onların günahları gününde, namaz, oruç ve zekât ile gelen, fakat, şuna sövmüş, bağışlanmaz.) Onlar hakkında: “Şu iki kişiye barışıncaya buna zinâ isnad etmiş, şunun malını yemiş, bunun kanını kadar mühlet verin. Şu iki kişiye barışıncaya kadar mühlet dökmüş, diğerini de dövmüş olarak gelecektir. Hasenatı, şuna verin. Şu iki kişiye barışıncaya kadar mühlet verin” denilir.” buna verilecektir. Şayet, da’vâsı görülmeden hasenatı biterse, onların günahlarından alınarak, bunun üzerine yüklenecek, sonra Cehenneme atılacaktır” buyurmuşlardır. “Hezeyan (boş, lüzumsuz) konuşmayın. Birbirinize sırt çevirmeyin. Başkalarının konuştuğunu dinlemeyin. Biriniz diğerinin satışı üzerine satış yapmasın. Kardeş olun, ey “Müslüman müslümanın kardeşidir. Ona zulm etmez. Onu Allahın kulları!” düşman eline vermez (himâye eder). Her kim, müslüman kardeşinin yardımında bulunur ve onun ihtiyâcını temin ederse, Allahü teâlâ da ona yardım eder. Her kim, bir müslümanın bir sıkıntısını giderirse, Allahü teâlâ, buna karşılık, onun kıyâmet sıkıntılarından birini giderir. Her kim bir müslümanın ayıbını örterse, Allahü teâlâ da âhırette onun ayıbını örter.” Birisi Resûlullaha ( aleyhisselâm ) gelerek, benim dost ve beraber olmama, en lâyık insan kimdir, diye sordu. Resûlullah ( aleyhisselâm ): “Annendir” buyurdular. Sonra kimdir, dedi. Resûlullah ( aleyhisselâm ): “Sonra annendir” buyurdu. Sonra kimdir? dedi. Resûlullah efendimiz: “Sonra annendir” buyurdu. Sonra kimdir deyince, Resûlullah ( aleyhisselâm ): “Sonra babandır” buyurdu. Ebû Hüreyre şöyle bildirdi: “Her kim bir kötülük işlerse, onun sebebiyle ceza görür.” (Nisa-123) âyet-i kerîmesi nâzil olunca (inince) müslümanlara çok te’sîr etti. Bunun üzerine, Resûlullah ( aleyhisselâm ): “Orta yolu tutun ve doğruyu arayın. Müslümanın başına gelen her musibette bir keffâret vardır. Hattâ vücûdundan sıyrılan her sıyrıkta veya batan her dikende bile” buyurdular. (Resûlullah efendimiz, bu hadîs-i şerifleri ile, Eshâb-ı kiramı teselli buyurmuşlardır, ifrat ve tefrite “Benimle ümmetimin durumu, ateş yakan bir adamın durumu gibidir. Hayvanlar ve pervaneler onun içine düşmeye başlarlar. Ben sizin eteklerinizden tutuyorum. Siz ise onun içine atılıyorsunuz.” “Hepiniz çobansınız. Hepiniz sürüsünden mes’ûldür. İnsanlara hükmeden emir bir çobandır. O sürüsünden mes’ûldür. Kişi aile fertlerine çobandır. O da onlardan mes’ûldür. Kadın kocasının evine ve çocuklarına çobandır. O da onlardan mes’ûldür. Köle, sahibinin malına çobandır. O da ondan mes’ûldür. Dikkat edin. Şimdi hepiniz çobansınız ve hepiniz sürüsünden mes’ûldür.” “Her kim, Allahü teâlâya ve Resûlüne îmân ediyorsa, ya Peygamber efendimiz ( aleyhisselâm ), hurmalığının içinde hayır söylesin yahut sussun.” bulunan Ümmü Mübeşşir-i Ensâriyye’nin yanına gitti. O’na “Bu hurmalığı kim dikti. Müslüman mı, kâfir mi?” diye sordu. Abdurrahmân bin Ebî Bekrâ haber verdi. Babam, Ubeydullah bin Bekrâ’ya, Sicistan’da kadı iken, öfkeli olduğu zaman iki kişi arasında hüküm verme. Çünkü ben Resûlullah ( aleyhisselâm ): “Hiç bir kimse, öfkeli olduğu hâlde iki kişi arasında hüküm Ümmü Mübeşşir “Müslüman dikti” dedi. Bunun üzerine Resûlullah ( aleyhisselâm ): “Bir müslüman bir ağaç diker veya ekin eker de, ondan bir insan veya başka bir şey yerse, bunda onun için mutlaka sevâb vardır” buyurdu. vermesin” buyururken işittim diye mektûb yazdı. “Evimle minberim arası, Cennet bahçelerinden bir Akabe denilen yerde, oniki kişilik bir cemâat Resûlullaha ( bahçedir.” aleyhisselâm ) bî’at etmişti. Resûlullah efendimiz, her birini, kendi kabilesi için temsilci ta’yin etmişti. Bunların her biri kendi “Üzerine güneş doğan en hayırlı gün Cum’a günüdür. kabilesini İslama da’vet edip, onu onlara öğreteceklerdi. Âdem (aleyhisselâm) o gün yaratıldı. O gün Cennete kondu. O Ubâde bin Sâmit hazretleri de bu temsilcilerden birisi idi. O gün Cennetten çıkarıldı. Kıyâmet de Cum’a günü kopacaktır.” şöyle der: Ben Resûlullaha bî’at eden temsilcilerden idim. “Bir kimse Cum’a günü cünüblükten yıkanır gibi yıkanır da, sonra Cum’a namazına giderse, bir deve sadaka vermiş gibi olur.” Resûlullaha ( aleyhisselâm ): “Allahü teâlâya hiçbir şeyi ortak koşmıyacağımıza, zinâ etmiyeceğimize; hırsızlık yapmıyacağımıza, Allahü teâlânın muhterem kıldığı nefsi “Yüksek el, alçak elden daha hayırlıdır. (Yüksek elden murâd (canı) haksız yere öldürmeyeceğimize, yağmacılık veren, alçak elden maksad da, alan eldir.) yapmıyacağımıza ve âsi olmıyacağımıza dâir bî’at ettik. “Mal çoğalıp, kapıdan taşmadıkça, kıyâmet kopmıyacaktır. O derecede ki, bir adam malının zekâtını çıkaracak, fakat onu kabûl edecek hiçbir kimse bulamıyacak. Hattâ Arabistan, çayırlıklara ve nehirler akan yerlere dönecek.” “Bir adam yolda giderken, çok susamıştı. Sonra bir kuyu bularak içine indi ve su içti. Sonra acıktı. Çıkınca, bir de ne görsün, bir köpek dilini çıkarmış soluyor. Susuzluktan nemli toprağı yiyor. Bu adam, kendi kendine: “Bu köpek de benim 1) Târîh-i Bağdâd cild-12, sh. 464 gibi çok susamış” deyip, kuyuya indi. Mestini su ile doldurdu. 2) Mu’cem-ül-müellifîn cild-8, sh. 128 Sonra onu ağzıyla tutarak yukarıya çıktı. Köpeğe su verdi. 3) El-A’lâm cild-5, sh. 189 Allahü teâlâ da onun amelini kabûl buyurup sevâb yazdı ve 4) Tehzîb-üt-tehzîb cild-8, sh. 358 onu affetti.” Eshâb-ı kiram (r.anhüm) “Yâ Resûlallah! gerçekten bu hayvanlardan bizim için sevâb var mı?” diye sordular. Resûlullah efendimiz ( aleyhisselâm ) de; “Her KÜÇÜK TÂCEDDÎN EFENDİ (İbrâhim Hamîdî) canlıyı doyurup, sulamak ve yardımda bulunmakta sevâb vardır” buyurdular. “Kapları örtün. Tulumları bağlayın. Kapıları kapayın. Kandilleri örtün. Çünkü şeytan bağ çözemez. Kabı açamaz. Kapı da aralayamaz...” Hanefî mezhebi fıkıh âlimi. İsmi, İbrâhim bin Abdullah’dır. Hamîd ilinde, Isparta’ya bağlı Atâbey’de doğdu. Tâceddîn lakabı verildi. Hamidî nisbet edildi. Küçük Tâceddîn Efendi nâmıyla meşhûr oldu. 973 (m. 1565) yılında İstanbul’da vefât etti. Edirnekapı civârında, Emîr Buhârî Zaviyesi bahçesine Birçok talebeye ilim öğreten Tâceddîn İbrâhim Efendi, pek defnedildi. kıymetli eserler yazdı. Sadr-üş-şerî’a sânî’nin “Li-Vikâyet-irrivâye fî mesâil-il-Hidâye” adlı şerhine ve “Şerh-i miftâh” adlı Küçük yaşta memleketinden ilim tahsili için ayrılan Küçük esere birer haşiye yazdı. Müslümanların istifâdesi için birçok Tâceddîn Efendi, bugün Yunanistan sınırları içerisinde olan risale kaleme aldı. Seyyid Şerîf Cürcânî hazretlerinin “Şerh-i Serez’e gitti. Oradaki âlimlerin ilimlerinden istifâde etti. Hacı Mevâkıf”ına da ba’zı açıklamalarda bulundu. Efendi Zâviyesi’nde kalbini tasfiye ve nefsini tezkiye ile meşgûl oldu. Zâhir ve bâtın ilimlerinde mütehassıs oldu. İlminin Oğulları Molla Haydar ve Abdülvehhâb Efendiler de, üstünlüğü, ahlâkının yüksekliği ile tanındı. Sultan Selim Hân babalarının yolundan ayrılmadılar. Dînimize hizmet için devri âlimlerinden Sarıgürz Nûreddîn Efendi’nin yanına verildi. çalıştılar. 928 (m. 1521) yılında Sarıgürz Efendi’nin vefâtı üzerine, İstanbul’da, Başçı İbrâhim Medresesi’ne, sonra Plevne’de Mihâloğlu Bey Medresesi’ne, Tire’de Kara Kâdı Medresesi’ne, daha sonra da kendi memleketi olan Atâbey’deki Ağras Medresesi’ne müderris oldu. Orada ders ve fetvâ verdi. 951 (m. 1544) senesinde İznik’te Süleymân Paşa Medresesi’ne ta’yin edildi. Bir sene sonra bu vazîfeden ayrıldı. 955 (m. 1) Şakâyık-ı Nu’mâniyye zeyli (Atâî) sh. 49 2) Sicilli Osmânî cild-1, sh. 46 3) Mu’cem-ül-müellifîn cild-1, sh. 52, 55 1548)’de Bursa Sultan Murâd Hân Medresesi’ne, 962 (m. 1554) senesinde Sahn-ı semân medreselerinden birine 4) Şezerât-üz-zeheb cild-8, sh. 369 müderris oldu. İki sene sonra da Ayasofya Medresesi’ne, 966 (m. 1558)’da Yavuz Sultan Selîm Medresesi’ne, bir sene 5) Keşf-üz-zünûn sh. 2022 sonra Molla Cürcan Efendi yerine Amasya’daki İkinci Bâyezîd Medresesi’ne müderris ve müftî oldu. Amasya’da altı seneden 6) Esmâ-ül-müellifîn cild-1, sh. 27 fazla ilim öğretip fetvâ verdikten sonra, ihtiyârlık sebebiyle vazîfesinden ayrılıp emekli oldu. 972 (m. 1564) senesinde İstanbul’a gitti. 973 (m. 1565) senesinde de vefât etti. İstanbul’da Fâtih Câmii’ne götürüldü. Cenâze namazını KÜFEYRÎ (Muhammed bin Ahmed) Ebüssü’ûd Efendi ( radıyallahü anh ) kıldırdı. Daha sonra Emîr Buhârî Zaviyesi mezarlığına defnedildi. Şafiî mezhebi fıkıh âlimlerinden. İsmi, Muhammed bin Ahmed bin Mûsâ bin Abdullah el-Küfeyrî el-Aclûnî ed-Dımeşkî’dir. Tâceddîn İbrâhim Efendi, asrının en ileri gelen âlimleri arasındaydı. Bu sırada Osmanlı Devleti’nin toprakları nasıl en geniş hâle gelmişse, ilim ve fazîlet ehli de o kadar çoğalmıştı. Bu yüzden ilmi ve irfanı ile akranlarını geride bırakan âlimler, bir üst vazîfeye ta’yin için bir hayli bekliyor, bu beklemeye ömrü vefa etmiyen de ebedi âleme göçüp gidiyordu. Tâceddîn İbrâhim Efendi de bunlardan biriydi. Aklî ve naklî ilimlerde mahir, ahlâkta üstün, ibâdet ve tâatte, vera’ ve takvâda, Allahü teâlânın emir ve yasaklarına riâyette çok ileri idi. İnsanlara emr-i ma’rûf yapıp doğru yolu göstermekte pek gayretli idi. Allahü teâlânın bir kuluna dîninden birşey öğretebilmek için kendi rahatını feda eder, insanların âhıretini kurtarmak için sıkıntılara katlanmaktan çekinmezdi. Aslen Aclûn beldesinden olup, sonra Dımeşk’a yerleştiğinden “Dımeşkî” nisbetiyle tanındı. Künyesi Ebû Abdullah olup, lakabı Şemsüddîn’dir. 757 (m. 1356) senesi Şevval ayının başlarında Dımeşk’ın (Şam’ın) Küfeyr köyünde doğdu. Sonra Dımeşk’a gelip yerleşti. Küçük yaşta ilim tahsiline başladı. Birçok âlimden ders okudu, hadîs-i şerîf dinledi. Hadîs, fıkıh ve daha başka ilimlerde mütehassıs bir âlim olarak yetişti. Çok hac yaptı. Bir kerresinde Mekke’de mücavir kaldı. Bir defa Rekbe kadılığında kadı yardımcılığı yaptı. Kâdı Şühbe’den çok istifâde etti. Çok kıymetli eserleri vardır. 831 (m. 1428) senesi Muharrem ayının onüçüncü günü Dımeşk’da vefât etti. İlim tahsiline başladığında, “Tenbîh” kitabının tamâmını ezberledi. Dımeşk’a gittikten sonra, İbn-i Emîle’den “Sünen-i Ebî Dâvûd”un bir kısmını, İbn-i Kavâlîh’ten “Sahîh-i Müslim”i, Muhibbüddîn-i Sâmit’ten, Yahyâ İbni Yûsuf er-Rahbî’den ve daha başka âlimlerden çeşitli eserleri okudu. Birçok âlim, ona icâzet verdi. Zührî, İbn-i Süreyşî, İbn-i Câbî, Şihâbüddîn-i Gazzî gibi âlimlerin yanında ilimle meşgûl oldu. Gazzî ile uzun zaman kalıp, çok istifâde etti. Ondan dinlediği hadîs-i şerîfleri tahric etti, kaynak eserlerdeki yerini gösterdi. Böylece ondan ilim öğrenen topluluğun içinde yer aldı. Daha gençliğinden i’tibâren, fıkıh mes’elelerini ezberlemekle meşhûr oldu ve fıkıh ilminde çok yükseldi. Bu ilimde, meşhûr âlimlerin arasında yer aldı. Alâüddîn bin Ebi’l-Bekâ’dan ve ondan sonrakilerden, emir ve yasakların hikmetleri husûsunda çok faydalandı. Bu yüksek ilminin yanında, kadılık (hâkimlik) mesleğinde de pek mahirdi. İ’tikâdda, İmâm-ı Eş’arî hazretlerinin yolunda olup, sağlam bir îmâna, tertemiz bir kalbe sahipti. Cemâli ve boyu çok güzel, güler yüzlü, sakalı sık, heybetli ve vakûr, talebelerine ve başkalarına karşı mütevâzi (alçak gönüllü), yapmacık hareketlerden hoşlanmayan bir zât idi. Ders okutur ve fetvâ verirdi. Kendisi ve başkaları için eliyle çok kitap yazdı. KÜTAHYALI ABDÜLVÂCİD EFENDİ Tefsîr, hadîs, edebiyat, astronomi, ferâiz ve Hanefî mezhebi fıkıh âlimi. İsmi, Abdülvâcid bin Muhammed bin Muhammed’dir. Horasan’da Meşhed (Tûs) şehrinde doğdu. Doğum târihi bilinmemektedir. Doğum yerinden dolayı Meşhedî nisbet edildi. Germiyanoğullarının başşehri olan Kütahya’ya gelerek yerleştiği için, Kütahyalı ma’nâsına Kütahyevî denildi. 838 (m. 1434) senesinde vefât edip, yıllarca ders vermekle şereflendiği Kütahya’daki Demirkapı (Vâcidiyye) Medresesi’nin bahçesine defnedildi. Molla Abdülvâcid Efendi, zamanın meşhûr âlimlerinden, Horasan ve Mâverâünnehr’in âleme nûr saçan ilim kaynaklarından çeşitli ilimleri tahsil edip; tefsîr, hadîs ve fıkıh gibi naklî ilimlerde, astronomi gibi aklî ilimlerde âlim oldu. Allah dostu evliyânın sohbetlerinde bulunup, nefsini terbiye ederek, mübârek kalbini Allahü teâlânın ve Resûlünün ( aleyhisselâm ) aşkıyla doldurdu. Selef-i sâlihînin (r.anhüm) mübârek yoluna tam olarak uymak, Allahü teâlânın emir ve yasaklarına riâyet Eserlerinin başlıcaları şunlardır: 1-Et-Telvîh ilâ ma’rifet-il- etmek, Resûl-i ekremin ( aleyhisselâm ) güzel ahlâkıyla Câmi’-is-Sahîh-il-Buhârî: Beş cildlik bir eserdir. Bu eserini, şereflenmek için gayret sarfetti. Arzularına kavuşunca; Bedrüddîn-i Zerkeşî, Kirmânî ve İbn-i Mulakkın’ın şerhlerinden insanlara doğru yolu göstermek, müslümanlara ilim öğretmek istifâde ederek hazırlayıp, kendisi de çok faydalı ilâvelerde ve onların mes’elelerini halletmek için Diyâr-ı Rûm’a bulundu. Çok kıymetli bir şerhtir. 2-El-Müntehab-ül-muhtâr fî (Anadolu’ya) geldi. O zaman Germiyanoğulları’nın ahkâm-il-muhtâr: Muhtasar bir eserdir. 3-Zehr-ür-ravd ve hâkimiyetinde bulunan Kütahya’ya yerleşti. Oranın beyi, Mu’în-ün-nebîh alâ ma’rifet-it-tenbîh: Süheylî’nin eserinin Germiyanoğlu Süleymân Şah’tı. Süleymân Şah, memleketine muhtasarıdır. 4-Nüket-it-tenbîh: Dört cildlik bir eserdir. 5-Ayn- böyle büyük bir âlimin gelmesinden dolayı çok memnun oldu. ün-nebîh fî şerh-ıt-tenbîh “Tenbîh” kitabının başka bir şerhidir. Onu, Demirkapı Medresesi’ne müderris ta’yin etti. Kütahya 6-El-Kevkeb-üs-sâri fî ihtisâr-il-Buhârî. Bunlardan başka çok Osmanlılara geçince de aynı vazîfesine devam etti. Demirkapı güzel şiirleri de vardır. Medresesi, Germiyanoğlu Ya’kûb Bey’in Kumandanlarından Mübârrizüddîn Umur bin Savcı tarafından, 717 (m. 1314) senesinde yaptırılmıştı. Abdülvâcid Efendi, vefâtına kadar bu medresede müderrislik yaptı. Aklî ve naklî ilimlerde pekçok 1) Mu’cem-ül-müellifîn cild-9, sh. 23 2) Ed-Dav-ül-lâmi’ cild-7, sh. 111, 112 3) Şezerât-üz-zeheb cild-7, sh. 196 4) Esmâ-ül-müellifîn cild-2, sh. 186, 187 talebe yetiştirdi. Arabî ilimlerde, edebiyat, şiir ve astronomi ilminde meşhûr oldu. Ders vermekte olduğu Demirkapı Medresesi’nde bir de rasadhâne kurdu. Medresenin eski adı unutulup, müderrisinin adıyla anıldı. Vâcidiyye Medresesi adı verildi. Hanefî mezhebine göre fetvâ verdi. Devlet adamlarına ve diğer insanlara nasihatlerde bulunup, Allahü teâlânın emir ve yasaklarını öğretmeye gayret etti. Pek kıymetli eserler yazdı. Hanefî fıkhına dâir “Şerhu Kitâb-in-Nihâye fî ilm-ilhidâye”, astronomiye dâir Çağminî’nin “Mülahhâs” adlı eserine bir şerhi ve Muhammed Şah Fenârî’nin ezberlemesi için yazdığı, astronomi ilminin namaz vakitleri ile ilgili bölümüne, ilm-i usturlaba dâir manzûm bir eseri vardır. 1) Şakâyık-ı Nu’mâniyye tercümesi (Mecdî Efendi) sh. 66 2) Tâc-üt-tevârih (ulemâ kısmı) 3) Esmâ-ül-müellifîn cild-1, sh. 632 4) Mu’cem-ül-müellifîn cild-6, sh. 204