İslâm âlimleri Ansiklopedisi

advertisement
İslâm âlimleri Ansiklopedisi
ALFABETİK SIRAYA GÖRE
(K)
İçindekiler Tablosu
...................................................................... 1
KA’B BİN ZÜHEYR ( radıyallahü anh )............. 2
KA’B-ÜL-AHBÂR ( radıyallahü anh ) ............... 4
KÂDI ADÛDÜDDÎN ÎCÎ .................................... 6
KÂDI BEDRÜDDÎN ŞİBLÎ (Muhammed bin
Abdullah) ....................................................... 8
KÂDI BURHÂNEDDÎN AHMED...................... 12
KÂDI EBÛ ALİ BENDENÎCÎ (Hasen bin
Abdullah) ..................................................... 15
KÂDI EBÛ YA’LÂ (Abdullah bin Ali) .............. 15
KÂDI EBÛ YA’LÂ İBNİ FERRÂ (Ebü’l-Hüseyn
Muhammed bin Muhammed) .................... 16
KALKAŞENDÎ (Ahmed bin Ali) ...................... 84
KAZVÎNÎ (Ahmed bin İsmâil) ...................... 159
KALKAŞENDÎ (Ali bin Ahmed) ...................... 87
KEFEVÎ ....................................................... 165
KALSÂDÎ (Ali bin Muhammed) ..................... 88
KEHMES BİN HASEN ET-TEMÎMÎ ............... 167
KALŞÂNÎ (Ömer bin Muhammed) ............... 89
KEMÂLEDDÎN BEYÂDÎ ................................ 168
KALYÛBÎ (Ahmed bin Ahmed el-Mısrî) ........ 89
KEMÂLÜDDÎN İBN-İ ADÎM (Ömer bin Ahmed)
.................................................................. 169
KALYÛBÎ (Muhammed bin Ahmed el-Askalânî)
.................................................................... 94
KÂNÛNÎ SULTAN SÜLEYMÂN....................... 94
KARA ÇELEBİ (Muhammed bin Hüsameddîn
Abdullah) ................................................... 109
KARA DÂVÛD BİN KEMÂL .......................... 110
KARA SEYYİDÎ HAMÎDÎ ............................... 117
KARA ŞEMS (Şemseddîn Ahmed Sivâsî)..... 117
KÂDI EBÛ YA’LÂ SAGÎR (Muhammed bin
Muhammed) ............................................... 21
KARA YA’KÛB İBNİ İDRÎS NİĞDEVÎ ............. 123
KÂDI EBÜ’L-FETH (Abdülvehhâb bin Ahmed)
.................................................................... 22
KARAÇELEBİ-ZÂDE ABDÜLAZÎZ EFENDİ ..... 124
KÂDI FADIL (Abdurrahîm bin Ali bin Hasen bin
Ahmed) ....................................................... 23
KARÂFÎ (Muhammed bin Ahmed) ............. 127
KÂDI HAMÎDÜDDÎN NÂGÛRÎ (Muhammed bin
Atâ) ............................................................. 24
KARACA AHMED (Şemseddîn Ahmed) ...... 124
KARÂFÎ....................................................... 125
KARAHİSÂRÎ (Hitâb bin Ebi’l-Kâsım) .......... 128
KÂDI HÂN (Hasen bin Mensûr el-Fergânî) ... 25
KARAHİSÂRÎ (Seyyid İbrâhim bin Osman bin
Muhammed) ............................................. 128
KÂDI IYÂD .................................................... 29
KÂSÂNÎ ...................................................... 129
KÂDI İBN-İ ŞÜHBE ........................................ 52
KÂSIM BİN ALİ (Ebû Muhammed İbni Asâkir)
.................................................................. 132
KÂDI İMÂDÜDDÎN (Nasr bin Abdürrezzâk) .. 53
KÂDI MAHMÛD EFENDİ (Koca Efendi) ........ 54
KÂDI MUHAMMED ZÂHİD ........................... 55
KADI ŞÜREYH ( radıyallahü anh ) ................. 59
KÂDI ZEYNÜDDÎN SÜBKÎ (Abdülkâfî bin Ali) 61
KÂDI-ZÂDE ................................................... 62
KÂDI-ZÂDE (Şemseddîn Ahmed) ................. 69
KÂDI-ZÂDE MEHMED TÂHİR EFENDİ ........... 70
KÂDI-ZÂDE-İ RÛMÎ (Mîrim Kösesi) .............. 71
KÂDIZÂDE-İ RÛMÎ (Selâhaddîn Mûsâ Paşa) . 72
KADÎB-ÜL-BÂN EL-MÛSULÎ .......................... 74
KADİRBİLLÂH (Ahmed bin İshâk) ................. 76
KAFFÂL-I MERVEZÎ....................................... 78
KAFFÂL-İ KEBÎR ............................................ 80
KÂFİYECÎ ...................................................... 81
KÂSIM BİN ASBAG BEYYÂNÎ ...................... 132
KÂSIM BİN HÜSEYN EL-HAREZMÎ .............. 133
KÂSIM BİN MUHAMMED .......................... 134
KÂSIM BİN MUHAMMED ŞÂŞÎ................... 136
KÂSIM BİN MUHAYMİRE ........................... 136
KÂSIM BİN SELLÂM (Ebû Ubeyd) ............... 137
KASTALÂNÎ ................................................ 140
KÂŞÂNÎ (Ebû Bekr bin Mes’ûd) .................. 143
KAŞÂŞÎ EL-MEDENÎ .................................... 146
KATÂDE BİN DİÂME ................................... 147
KATÂDE BİN NU’MAN ( radıyallahü anh ) .. 149
KÂTİB ÇELEBİ ............................................. 150
KAYÂTÎ (Muhammed bin Ali) ..................... 153
KAYRAVÂNÎ (Abdullah bin Ebî Zeyd) ......... 154
KÂF-ZÂDE FÂİZÎ ........................................... 82
KAYYÛM-İ CİHÂN MUHAMMED SEYFULLAH
.................................................................. 155
KALBURCU ŞEYHİ (Ahmed Dede) ................ 83
KAZRÛNÎ (Muhammed bin Ahmed) .......... 158
KERÂBÎSÎ (Es’ad bin Muhammed en-Nişâbûrî)
.................................................................. 170
KERÂBÎSÎ (HÜSEYN BİN ALİ) ....................... 171
KERDERÎ .................................................... 172
KERDERÎ (İbn-ül-Bezzâz Muhammed Kerderî)
.................................................................. 172
KERÎMÜDDÎN BÂBÂ HASEN EBDÂLÎ ........... 175
KESTELLİ (Mustafa bin Muhammed) ......... 179
KETTÂNÎ (Muhammed bin Ahmed bin
Ahmed) ..................................................... 180
KEVÂŞÎ (Ahmed bin Yûsuf) ........................ 183
KINALI-ZÂDE HASEN ÇELEBİ ...................... 185
KINÂVÎ (Abdurrahîm bin Ahmed Magribî) . 186
KIRÎMÎ........................................................ 187
KIVÂMÜDDÎN EL-KÂKÎ (Muhammed bin
Muhammed Sencârî)................................. 187
KİLÂ’Î (Süleymân bin Mûsâ) ...................... 188
KİLVETÂTÎ (Ahmed bin Osman) ................. 189
KİRMÂNÎ (Abdurrahmân bin Muhammed) 189
KİRMÂNÎ (Muhammed bin Yûsuf) ............. 190
KİSAÎ .......................................................... 191
KİYÂ’L HERRÂSÎ (Ali bin Muhammed)........ 194
KOÇHİSÂRÎ (Ali bin Mûsâ).......................... 195
KONEVÎ İSMÂİL EFENDİ ............................. 195
KUDÂME BİN CA’FER ................................. 196
KUDÛRÎ ..................................................... 198
KUHİSTÂNÎ (Muhammed bin Hüsâmeddîn)
.................................................................. 202
KURD EFENDİ (Muhammed bin Ömer) ..... 202
KURTUBÎ (Muhammed bin Ahmed) .......... 204
KUŞADALI İBRÂHİM HALVETÎ .................... 216
KUŞÂŞÎ (Seyyid Ahmed bin Muhammed) .. 218
KUŞEYRÎ ..................................................... 219
KUTB-İ MEKKÎ (Muhammed Kutbüddîn
Efendi, Nehrevânî) .................................... 233
KUTB-İ ZEMAN (Seyyid Celâl Buhârî) ......... 234
KUTBÜDDÎN KÂDI-ZÂDE ............................ 236
KUTBÜDDÎN-İ BAHTİYÂR KÂKÎ ................... 238
KUTBÜDDÎN KASTALÂNÎ ............................ 237
KUTBÜDDÎN-İ İZNÎKÎ (Muhammed bin
Muhammed Rûmî) .................................... 246
KUTBÜDDÎN SÜNBÂTÎ (Muhammed bin
Abdüssamed) ............................................ 237
KUTEYBE BİN SA’ÎD ES-SEKAFÎ ................... 247
KÜÇÜK TÂCEDDÎN EFENDİ (İbrâhim Hamîdî)
.................................................................. 250
KÜFEYRÎ (Muhammed bin Ahmed) ........... 251
KÜTAHYALI ABDÜLVÂCİD EFENDİ ............. 252
Kâ’b bin Züheyr ( radıyallahü anh ) kardeşi Büceyr’in (
radıyallahü anh ) müslüman olduğunu öğrenince ona çok
kızdı. Bunu dile getiren bir şiir yazdı. Şiirinde Peygamberimize
KA’B BİN ZÜHEYR ( radıyallahü anh )
( aleyhisselâm ) ve İslâmiyete karşı hoş olmayan sözler
söylemişti. Kardeşi Büceyr ( radıyallahü anh ) buna tahammül
Eshâb-ı kiramdan meşhûr şâir. Künyesi Ebü’l Mudarreb’dir.
edemeyip, durumu Peygamberimize ( aleyhisselâm ) arz etti.
Peygamberimizin ( aleyhisselâm ) şairlerinden olup, Kasîde-i
Bunun üzerine Peygamberimiz ( aleyhisselâm )“Kâ’b’a kim
Bürde denilen meşhûr şiirin sahibidir. Doğum tarihi
rastlarsa O’nu öldürsün” buyurmuştu. Kardeşi Büceyr (
bilinmemektedir. 6 (m. 645) senesinde Şam’da vefât etti.
radıyallahü anh ) Kâ’b’a ( radıyallahü anh ) bir mektûb yazarak
Babası meşhûr şair Züheyr bin Ebî Sülemî, annesi, Kebşe
gönderdi. Burada “Başının çaresine bak!” diye yazarak
binti Ammar’dır.
durumu bildirdi. Kâ’b’ın ( radıyallahü anh ) yazdığı zemmedici
(kötüleyici) şiire karşılık bir de şiir yazdı. Bu şiirinden bir
Kâ’b bin Züheyr ( radıyallahü anh ) Müzeyne kabilesinden
bölümünün tercümesi şöyledir: “Ey Kâ’b! Kabûl etmeyip,
olup, onbir şâir yetiştiren bir aileye mensûbtu. Babası Züheyr
yerdiğin bu İslâm dininden daha gerçek ve daha sağlam bir
bin Ebî Sülemi ve kardeşi Büceyr ( radıyallahü anh ) de şair
din olamaz, var mı sende? Kurtulmak istiyorsan putları bırak,
idi. Kâ’b bin Züheyr’in babası hıristiyan ve yahudi âlimlerinin
bir olan Allaha îmân et, müslüman ol ki, kurtulabilesin!
yanlanna gider onları dinlerdi. Onlardan âhir zamanda bir
Kıyâmet gününde kaçılamayacak olan Cehennem ateşinden,
peygamber gönderileceğini işitmişti. Bir gece rü’yâsında
müslüman olup, îmân edenlerden başkası kurtulamayacaktır.
gökten bir ip uzatıldığını o ipten tutmak için elini uzattığı halde
Büceyr ( radıyallahü anh ) kardeşi Kâ’b’a ( radıyallahü anh )
yetişemediğini görmüştü. Bu rü’yâsının âhir zamanda gelecek
yazdığı mektûbun bir kısmında da şöyle yazmıştı:
olan Peygambere ( aleyhisselâm ) yetişemeyeceğine,
ömrünün o gönderilmeden biteceğine işâret olduğunu
“Resûlullah’ı ( aleyhisselâm ) şiir yazarak hicvedip üzen,
anlamıştı. Fakat oğulları Kâ’b ( radıyallahü anh ) ve Büceyr’e (
Mekkelilerden bazıları öldürüldü. Kureyş şairlerinden sağ
radıyallahü anh ) âhır zaman Peygamberi gönderilince O’na
kalan İbn-i Zibâ’ra ve Hubeyre bin Ebî Vehbise başlarını alıp
îmân etmelerini vasıyyet etmiştir. Züheyr’in kendisi ve iki oğlu
kaçtılar. Eğer sağ kalmak istiyorsan acele Resûlullah’ın (
meşhûr şâir idiler.
aleyhisselâm ) yanına gel. O, yaptığına pişman olup, tövbe
ederek yanına gelen kimseyi öldürmez. Böyle tövbe ederek,
Kâ’b bin Züheyr ( radıyallahü anh ) ve kardeşi Büceyr (
gelip müslüman olanların hepsini kabûl etti.”
radıyallahü anh ), İslâmiyet gelince Peygamberimizle (s.a.v)
görüşmek üzere Medine-i Münevvere’ye doğru yola
Bu mektûbumu alır almaz müslüman ol ve hemen buraya gel!
çıkmışlardı. Ebrak-ul-Azzaf denilen yere geldiklerinde kardeşi
Eğer bu dediğimi, yapmayacak olursan, yeryüzünde başını al
Büceyr ( radıyallahü anh ), sen burada bekle, ben Medine’ye
nereye gideceksen git...”
gidip, O Peygamberi ( aleyhisselâm ) bir göreyim,
söylediklerini dinleyelim dedi. Büceyr ( radıyallahü anh )
Medine’ye gidince, Peygamberimiz ( aleyhisselâm ) ona,
İslâmiyyeti anlattı ve müslüman olmasını söyledi. O da hemen
kelime-i şehâdet getirerek müslüman oldu.
Kâ’b bin Züheyr ( radıyallahü anh ) kardeşi Büceyr’in (
radıyallahü anh ) mektûbunu alınca sanki yer yüzü ona dar
gelmişti. Zaten kabilesi arasında bulunan düşmanları onun için
“O artık öldürülmüş demektir!” diyerek dedikodu yayıyorlardı.
Kâ’b bin Züheyr ( radıyallahü anh ) bu durum karşısında derin
derin düşünmeye başladı. Yavaş yavaş gönlü aydınlanıyordu.
Nihâyet müslüman olmaya karar verdi. Medine yoluna düştü.
kadar korunan bu harka, “Hırka-i Se’âdet” ismi ile meşhûr
Peygamber efendimizi ( aleyhisselâm ) medheden ve
olmuştur. Bugün hâlâ İstanbul’da Topkapı Müzesinde “Hırka-i
kendisinin de tövbe edip, müslüman olduğunu bildiren uzun bir
Se’âdet” odasında muhafaza edilmektedir.
şiir yazdı. Medine’ye varınca Cüheynî kabilesinden olan bir
dostunun evine gizlice gidip, misâfir oldu. Ertesi gün sabah
Hırka-i Se’âdet, 1,24 boyunda geniş kollu olup, siyah yünlü
namazında misâfir olduğu kişi onu Peygamberimizin (
kumaştan yapılmıştır. İçi krem renkli yünlü kumaş ile kaplıdır.
aleyhisselâm ) yanına götürdü. Peygamberimiz ( aleyhisselâm
Önünde, sağ tarafında ve sağ kolunda birer parça eksiklik
) o sırada Eshâb-ı kiram arasında idi. Eshâb-ı kiram etrâfını
vardır. Bohçalara sarılı olarak üstten çifte kapaklı altın bir
sarmış sohbetini dinliyorlardı. Kâ’b bin Züheyr ( radıyallahü
çekmece içindedir. Bu çekmece de ayrıca bohçalara sarılmış
anh ) devesini mescidin önüne çöktürüp içeri girdi.
olarak altından büyük bir sandukaya konulmuştur. Bu
Peygamberimizin ( aleyhisselâm ) yanına yaklaşıp, kendini
çekmece ve sanduka Sultan Abdulazîz Han tarafından
tanıtmadan “Yâ Resûlallah ( aleyhisselâm ) Kâ’b bin Züheyr
yapılmıştır. Daha önceden de Osmanlı Sultanları tarafından
yaptıklarına pişman ve müslüman olarak aman dilemeye
bu şekilde çekmece ve sandukalar yapılarak muhafaza
gelmiş bulunuyor. Ben onu sana getirsem aman verip,
edilmiştir. Hırka-i Se’âdetin içinde bulunduğu Sanduka
müslüman olmasını kabûl eder misiniz?” dedi. Peygamberimiz
üzerinde “Lâ ilahe illallah ve mâ erselnâke illâ rahmeten
( aleyhisselâm ) “Evet” buyurdu. Bunun üzerine “Şehâdet
lilâlemîn. Lâ ilahe illallah el-Melik-ül-Hakk-ül-Mübîn.
ederim ki, Allahtan başka ilâh yoktur. Sen de O’nun
Muhammedün Resûlullah, es-Sâdık-ul-Va’dü’l Emîn” yazılıdır.
Resûlüsün!” dedi. Peygamberimiz ( aleyhisselâm ) “Sen
kimsin” dedi. O da “Ben Kâ’b bin Züheyr’im” dedi... Eshâb-ı
kiram, onun Kâ’b bin Züheyr ( radıyallahü anh ) olduğunu
anlayınca Ensârdan biri ayağa kalkıp “Yâ Resûlallah (
aleyhisselâm ) müsaade et boynunu vurayım!” dedi.
Peygamberimiz ( aleyhisselâm )“Vazgeç ondan! O içinde
bulunduğu halden pişman ve hakka dönmüş olarak
gelmiştir” buyurdu. Bu sırada Kâ’b bin Züheyr ( radıyallahü
anh ) müslüman olduğunu bildiren, bir kasîde okumaya
başladı. Bu kasîdesinde uzun bir girişten sonra asıl mevzûya
geçip, müslüman olduğunu, tövbe ettiğini ve af dilediğini dile
getirdi. Son kısmında da Peygamberimizi ( aleyhisselâm ) ve
Eshâb-ı kiramı metheden beyitleri okudu.
Osmanlılar zamanında Mukaddes emanetlerin ziyâreti
muayyen bir merasim ile yapılırdı. Her yıl Ramazan ayının
onikinci günü Hırka-i Se’âdet’in içinde bulunduğu sanduka
“Revan” odasına nakil edilir, umûmî bir temizlik yapılır, bu
arada duvarlar gülsuyu ile yıkanır, Od ağacı ve buhurlar
yakılır, dairenin direkleri cilâlanırdı. Ramazanın on beşinci
günü devlet ileri gelenleri, âlimler, Yeniçeri ve Sipâhi ağaları,
Babüssaade önünde öğleden önce toplanırlardı. Sadrazam,
Ayasofya Câmii’nde Şeyhülislâm ile birlikte namaz kıldıktan
sonra, alay ile arz odasına gelirlerdi. Padişah ile
maiyetindekiler de Hırka-i Se’âdet dairesine geldikten, sonra,
Sultanda bulunan altın anahtar ile büyük sanduka açılır ve
yeşil ipek kadifeden som sırmalı ve ince işlemeli ve yedi
Peygamberimiz ( aleyhisselâm ) Kâ’b bin Züheyr ( radıyallahü
bohçaya sarılı altından yapılmış çekmeceyi de padişahta
anh ) “Banet süâdü; Sevgili uzaklaştı” sözleriyle başlayan bu
bulunan altın bir anahtar ile açmak sûretiyle Hırka-i Se’âdet
kasîdesini beğenip, çok memnun oldu. Onu afv etti. Bürdesini
ortaya çıkarılmış olurdu. Bu işler yapılırken, Pâdişah’ın birinci
(hırkasını) çıkarıp, onun omuzlarına koydu. Bu sebeple Kâ’b
ve ikinci imamları ile has oda imamı ve ayrıca güzel sesli
bin Züheyr’in kasîdesi, “Kasîde-i Bürde” ismi ile meşhûr
müezzinler Kur’ân-ı kerîm okurlardı. Önce Padişah, sonra
olmuştur. Bu kasîdenin birçok şerhleri (açıklamaları) vardır.
işâret ettiği kimseler sıra ile Hırka-i Se’âdet’e yüzlerini ve
Resûlullah’ın ( aleyhisselâm ) hediye ettiği bu hırka, Hazreti
gözlerini sürerlerdi. Padişah, üzerinde bir kıt’a yazılı bulunan
Muâviye tarafından Kâ’b bin Züheyr’in ( radıyallahü anh )
tülbentleri Hırka-i Se’âdet’e sürüp ziyârete gelenlere dağıtırdı.
varislerinden satın alınıp muhafaza edilmiştir. Sırasıyla
Merasim bittikten sonra sandukayı padişahın kendisi kilitlerdi.
Emevilere, onlardan Abbasîlere, daha sonra da Mısır’ın
fethinde Mekke Şerîfi tarafından diğer kutsal emanetler ile
birlikte Yavuz Sultan Selim Han’a teslim edilmiştir. Günümüze
Hicretin 26. yılında vefât eden Kâ’b bin Züheyr’in Fransızca,
İtalyanca ve diğer dillere çevrilen Kasîde-i Bürdesi’nden başka
diğer kasidelerini ve şiirlerini içine alan bir de dîvânı vardır.
Hazreti Ömer zamanında müslüman olduğu söylenir.
Divânı, Ebî Saîd Şükrü tarafından “Şerh-i divân-ı Kâ’b İbn-i
Yemen’de doğdu. Hazreti Ömer’in hilâfeti zamanında Medine-i
Züheyr” adıyla şerh edilmiştir. Fuat Bostanî tarafından da
Münevvere’ye geldi. Humus’ta yerleşti. Burada Hazreti Osman
divanı ve kendisi hakkında “Kâ’b bin Züheyr” adlı bir kitap
zamanında 32 (m. 652) târihinde vefât etti. Vefâtı hakkında
yazmıştır.
başka târihler de söylenmiştir.
Kâ’b bin Züheyr’in ( radıyallahü anh ) Kasîde-i Bürde adlı bu
Kâ’b-ül-Ahbâr ( radıyallahü anh ) buyurur ki:
meşhûr kasîdesinin bir bölümünün tercümesi şöyledir.”
“Allahü teâlâ, mü’min kulunu sevdiği zaman, Cennette onun
“Yardımını umduğum her dost bana, senden yüz çevirdim seni
derecesini yükseltmek için, dünyâyı ondan uzaklaştırır. Kâfir
teselli edemem dedi..
kuluna gazâb ettiği zaman, onu dünyâda rahat kılıp, sevindirir.
Böylece onu Cehennemin aşağı derecelerine düşürür.”
Ben de onlara çekilin yolumdan Allahü teâlâ’nın takdîr ettiği
herşey elbette olacaktır, dedim... Her insan bir gün mutlaka
“Fakîr kimseler, ihtiyâçları için Allahü teâlâya yalvardıklarında,
tabut üzerinde taşınacak (ölecek)... Özür beyan ederek
onlara: (Size müjdeler olsun, üzülmeyiniz. Çünkü siz
Resûlullah’ın ( aleyhisselâm ) huzûruna geldim... Onun
zenginlerden üstünsünüz. Kıyâmet günü Cennete onlardan
affetmesi en çok umulan şeydir... O’nun huzûrunda özür kabûl
önce, sizler gireceksiniz.)”
edilir. Bana merhamet et beni affet Yâ Resûlallah (
aleyhisselâm )... Şüphesiz ki, Resûlullah ( aleyhisselâm )
“Peygamberler (salavatullahi aleyhim ecmain) bir şeye muhtaç
Allah’ın keskin kılıçlarından yalın bir kılıç ve hidâyet saçan bir
oldukları ve bir belâya uğradıkları zaman, sıkıntısız oldukları
nûrdur...”
zamankinden daha sevinçli ve rahat olurlardı. Rahata
kavuştukları zaman, bir günâh işlemiş olabileceklerini
düşünürlerdi.”
1) El-A’lâm cild-5, sh 226
“Kim zenginlere ve mal sahiblerine boyun eğerse, dîni de
boyun eğer, böylece dînine zarar gelir.”
2) El-İsâbe cild-3, sh. 295
“Dünyadan ancak Allahü teâlânın takdîr ettiği kadar ele geçer.
3) El-İstiâb cild-3, sh. 297
4) Eş-Şiir ve-ş-Şuarâ sh. 61
5) Kâmûs-ul-a’lâm cild-5, sh. 3867
KA’B-ÜL-AHBÂR ( radıyallahü anh )
Tâbiîn’in tanınmışlarından. Rivâyeti çok olan bir zâtdır.
Müslüman olmadan önce, yahûdi âlimlerinin büyüklerinden idi.
Künyesi Ebû İshâk’tır. Resûlullahın ( aleyhisselâm ) zamanına
yetişti. Ancak bu sırada müslüman olma ni’metine
kavuşamadı. Bir rivâyete göre, İslâmiyyetle şereflenmek
üzere, Resûlullah’ın ( aleyhisselâm ) huzûruna çıkmak için
hazırlanmıştı. Fakat Resûlullah ( aleyhisselâm )’in vefâtını ve
bazı Arapların irtidâdını (dinden çıkışlarını) duyunca geri
döndü.
Ancak kulun sebeplere yapışıp, çalışması gerekir. Böyle
yaparsa, emre uymuş olur.”
“Allahü teâlânın korkusundan gözyaşı döken kimseyi
Cehennem ateşi yakmaz.” “Allahü teâlâya yemîn ederim ki
Allahü teâlânın korkusundan gözyaşlarımın yanaklarıma
akmasını, altından bir dağı sadaka olarak vermekten, daha
çok severim.”
“Evlerinizi Allahü teâlâyı anmak sûretiyle nurlandırınız.
Evlerinizi onda namaz kılarak, nasiplendiriniz. Allahü teâlâya
yemîn ederim ki, böyle yapanlar gök ehli arasında tanınırlar.
Gök ehli, “Falan oğlu falan evini, Allahü teâlâyı anarak
süslüyor” derler.”
“Sükût iyi bir huydur. Çünkü, verâ (şüphelilerden kaçınma) ve
Lokman Hakîm, oğluna şöyle nasihâtta bulundu: “Ey Oğul!
günahların azlığına güzel bir vesîle (çâre, yol)’dir.”
Namazını kıl! Çünkü, namazın dindeki durumu, bir binanın
direği gibidir. Eğer direkler düzgün ve sağlam olursa o evden
“Allahü teâlâ, yersiz güleni, bir ideâli, maksadı olmadan yola
faide görülür. Yoksa o evin faydası olmaz. Güzel edebe de
çıkanı sevmez.”
çok sarıl. Ey oğul, Allahü teâlânın sana verdiği şeylerden
“Hikmetli söz, müslümanın kaybolmuş malı gibidir.”
“İdârecinin iyi olmasıyla halk da iyi, kötü olmasıyla, onlar da
kötü olurlar.”
“Allahü teâlâya yemîn ederim ki, sizden biri doğuda,
Cehennem ateşi de batıda olsa, sonra Cehennem ona
gösterilse, ateşinin sıcaklığına asla dayanamazdı. Ey insanlar!
Allahü teâlânın beğendiği şeyleri yapmak daha kolaydır. Bu
yüzden Allahü teâlâya itaat ediniz.. Bu ateşe düşmeyiniz.
Çünkü dayanamazsınız.”
“Cehennemde dört köprü vardır. Birincisinde, akrabası ile
münasebeti kesenler, ikincisinde, üzerinde borç bulunanlar,
üçüncüsünde taşkınlık ve azgınlık yapanlar. Dördüncüsünde,
zulüm edenler oturur.”
“Kim, âhiret şerefine kavuşmak isterse, Allahü teâlânın
büyüklüğünü ve kudretini tefekkür etsin (düşünsün). Böyle
yaparsa âlim olur. Günlük rızkına râzı olursa başkasına ihtiyâç
duymaz. Hatalarını hatırlayıp, düşündüğü zaman, çok ağlasın,
Cehennem denizlerini söndürür.”
“Âlim mü’min, şeytana karşı daha sert ve güçlüdür.”
“Cahil kimseler, ilimle birbirlerine karşı öğünürler. Onların
ilimden nasîbi sadece övünmeleridir.”
tasadduk et (hayra ver). O zaman Allahü teâlâ sana lütuf ve
bağışını arttırır. Sana gazâb etmez. Fakîr komşuna, yoksula,
köleye, esîre, korkana merhamet et. Yetime yakın ol ve onun
başını okşa. Çünkü sen, Allahü teâlânın kullarına acırsan,
Allahü teâlâ da sana acır. Melekler, gökten, sizin gökteki
yıldızlara baktığınız gibi, gece namaz kılanlara bakarlar.”
“Bir takım kimseler vardır ki, Allahü teâlâ, meleklerine onları
örnek ve nümûne gösterir. Onlar: Allahü teâlânın rızası için
savaşan, savaşta ön safta olanlar, nafile namazlarını gizleyen,
nafile orucunu gizli tutan, sadakayı gizli veren, gizlenmesi
gereken her gizli ameli gizleyenlerdir.”
“Ölümü gerçekten tanımış bir kimseye, dünyâ belâ ve
musibetleri, dert ve sıkıntıları çok hafif gelir.”
“Cennette ağlayan bir adam bulunur. Ona niçin ağlıyorsun
denir. O şöyle cevap verir. Ben Allahü teâlânın yolunda
öldürüldüm. Şehîdlik o kadar güzel ki, tekrar dünyâya
döndürülüp, üç defa daha şehîd olmayı arzu ediyorum. Fakat
daha fazla şehîd olamadığım için ağlıyorum.”
Biri gelip, Ka’b-ül-Ahbâr hazretlerine “İlâcı, tedâvisi olmayan
hastalık nedir?” diye sordu. Cevabında (ölümdür) buyurdular.
“Âhir zamanda öyle âlimler gelecek ki, herkesi zühde
(şüphelilere düşmek korkusuyla mübahların çoğunu terk
etmek) davet edecekler. Fakat kendileri zühdden uzak
“Allahü teâlâya yemîn ederim ki, su kiri giderdiği gibi, beş vakit
olacaklar, insanları korkutacaklar, fakat, kendilerinde korkudan
namaz da günahları giderir.”
hiçbir iz bulunmayacak, insanların makam mevki
sahiplerinden uzak kalmalarını isteyecekler, fakat kendileri
“Ne mutlu evlerini mescid yapanlara. Mescidler, takvâ
onlardan ayrılmayacaklar, sözleri ile dünyâyı kötüleyecekler,
sahiblerinin (haramlardan, günahlardan sakınanların) evleridir.
fakat zenginlere yaklaşacaklar, yoksul ve fakirlerden uzak
Allahü teâlâ, namazını, orucunu ve zekâtını gizleyen kulları ile,
kalacaklar. Kadınların erkeklere karşı gelmesi gibi, bildiklerine
meleklerine övünür.”
aykırı hareket edecekler, yakınlarını başkalarının yanında
görseler, darılacaklardır. Böyle âlimler, kötü ve Allahü teâlânın
“Eğer sizden biriniz, iki rekât nafile namazın sevâbını bilse idi,
onu dağlardan daha büyük görürdü. Farz namazlara gelince,
artık onun sevâbını ifade etmek (açıklamak) mümkün değildir.”
sevmediği âlimlerdir.”
“Kuşlar ve yerde bulunan haşereler, Cum’a günü buluşurlar,
6) Tam İlmihâl Se’âdet-i Ebediyye sh. 1026
birbirlerine selâm vererek bugün iyi gündür derler.”
KÂDI ADÛDÜDDÎN ÎCÎ
“Uyuyacağın zaman sağ tarafa ve kıbleye dönmüş olarak,
yatılır. Çünkü, uyku bir çeşit ölümdür.”
Kelâm, usûl, nahiv, fen ve Şafiî mezhebi fıkıh
âlimi. İsmi, Abdürrahmân bin Ahmed bin
“İlim meclisinde bulunmanın sevâbı çoktur, insanlar buralarda
Abdülgaffâr olup, künyesi Ebü’l-Fadl’dır. 700 (m.
bulunmanın değerini bilmiyorlar. Eğer böyle toplantılardaki
1300) senesinde Şîrâz’da Îc kasabasında doğdu.
sevâbı bilmiş olsalardı, oraya girmek için birbirlerini öldürmeğe
756 (m. 1355) senesinde vefât etti.
kalkışırlardı. Herkes işini gücünü bırakıp oraya koşardı.”
İmâm-ı Süyûtî’nin, Hazreti Ebû Bekr’in soyundan
“Şöyle duydum: Sâlih insan kabre konur. Namaz, oruç, hac ve
olduğunu bildirdiği Kâdı Adûdüddîn Îcî, devrin en
zekât gibi amelleri etrâfını sarar. Azâb melekleri geldiğinde
meşhûr ve mümtaz âlimlerinden ilim öğrendi.
karşılarına namaz çıkar. Onlara, “Bu şahıs, ayakları ile Allahü
Onun ençok hizmetinde bulunup istifâde ettiği
teâlânın huzûrunda durdu, namaz kıldı. Buna azâb
hocası, Kâdı Beydâvî hazretlerinin talebelerinden
edemezsiniz.”. Sonra baş tarafından gelirler, bu defa, oruç
Zeyneddîn Hinkî idi. Daha çok Sultaniye şehrinde
karşılarına çıkar, “Bu baş, Allah için oruç tuttu, burada azâb
tahsil ve ikâmet etti. Arabî ilimlerde çok yüksek
edemezsiniz”, der. Vücudun diğer kısımlarına gittiklerinde, hac
bir dereceye ulaştı. Aklî ve naklî ilimlerde çok
ve cihad gibi ibâdetler karşılarına çıkarlar. Ellerine
yükseldi. Dört mezhebin fıkıh bilgilerinin
geldiklerinde eller “Allahü teâlânın rızâsı için bu eller sadaka
inceliklerine vâkıf oldu. Din ve fen bilgilerinde söz
vermiştir. Onun için azâb edemezsiniz” derler. Bütün bu
sahibi idi. Şafiî mezhebine göre fetvâ verdi.
durum karşısında azâb melekleri “Madem ki, dünyâda sâlih ve
İlhanlı sultânı Ebû Sa’îd Bahadır Hân’la
temiz bir kişi olarak yaşadın, güzel bir şekilde öldün, burada
yakınlıkları oldu. Safiyyüddîn Erdebîlî’nin
müsterih ol, rahat yat” derler. Sonra rahmet melekleri gelir
sohbetinde kemâle geldi. Îlhanlı Devleti’ne kâdı’l-
Cennetten ışık, yatak ve giyecek getirirler. Kabrini gözün
kudât oldu. O sırada talebelerinden, Müverrih
görebildiği kadar genişletirler. Kabrini aydınlatırlar. Kıyâmete
Reşîdüddîn Fadlullah’ın oğlu Gıyâseddîn
kadar kabri aydınlık kalır.”
Muhammed de, Ebû Sa’îd Hân’a vezir oldu. Ebû
Sa’îd Hân da Safiyyüddîn Erdebîlî’nin
“Hanımının eziyet ve sıkıntı vermesine sabreden kimseye,
talebelerinden idi. Kâdı Adûdüddîn Îcî, ilmi ve
Allahü teâlâ, Eyyûb (aleyhisselâm)’a verilen sevâbtan verir.”
ahlâkı ile, memleket içinde büyük nüfuz sahibi ve
şafiî mezhebinin, zamanındaki reîslerinden oldu.
“İnsanlardan gelen sıkıntılara sabretmiyen, onlara karşılık
vermeyi terk etmiyen kimse sabırlı sayılmaz.”
Müslümanların huzûr içinde yaşamalarında,
dünyâ ve âhıret saadetini kazanmalarında
yardımcı oldu. Vezir Gıyâseddîn Muhammed’in
vefâtı yıllarında Şîrâz’a gitti. Orada kadılık ve
1) Makâlât-ı Kevserî sh. 36
müderrislik yaptı. Bu sırada meşhûr eseri
“Mevâkıf’ı yazıp, Şîrâz sultânı Şah Ebû İshâk
2) El-A’lâm cild-5, sh. 228
İncûî’ye ithaf etti. Muzafferîler Devleti’nin
kurucusu Mübârizeddîn Muhammed bin
3) Tezkîret-ül-huffâz cild-1, sh. 49
Muzâffer’in Şîrâz’ı almak için harekete geçmesi
üzerine, barışı sağlamak için arabulucu olarak
4) Hilyet-ül-evliyâ cild-5, sh. 264; cild-6, sh. 3
5) El-İsâbe cild-3, sh. 315
gitti. Büyük hürmet ve iltifât görmesine rağmen,
iki hükümdârın anlaşmalarını te’min edemedi.
Muzafferîlerin yanında bulunurken, hükümdârın
İmâm-ı Teftâzânî gibi müceddîd âlimleri yetiştiren
oğlu Şah Şücâ’ya, “Şerh-i Muhtasar li İbn-i
Adûdüddîn Îcî, asırlar boyu en mümtaz âlimlerce
Hâcib”i okuttu. Tekrar tekrar yaptığı barış teklifleri
okutulup şerhleri yapılan pek kıymetli eserler de
kabûl görmedi. Bunun üzerine Şîrâz’a geri döndü.
yazdı. Bu kıymetli eserlerden ba’zıları, İslâm
İki İslâm hükümdârının savaşmasına,
âleminin her tarafında medreselerin ihtisas
müslümanların kanlarının dökülmesine mâni
sınıflarında okutuldu. Eserlerinden ba’zıları
olamadığını anlattı. Şîrâz, uzun zaman muhasara
şunlardır:
edildi. Kâdı Adûdüddîn, bir fırsatını bulup Şîrâz
kalesinden çıktı.
1- “Tahkîk-üt-tefsîr fî teksîr-it-tenvîr” adlı eseri,
tefsîre dâirdir. Kâdı Beydâvî’nin ( radıyallahü anh
Mübâreziddîn’den büyük hürmet gördü. Ancak
) “Envâr-üt-tenzîl” adlı eserinin ta’dîl ve ikmâl
onun yanında kalmayıp, Şebenkâre’ye gitti.
edilerek yeniden tertîb edilmiş şeklidir.
Şebenkâre meliki, onu yakalayıp Direymiyân
kalesine hapsetti. Bir rivâyette hapisteyken vefât
2- “Er-Risâlet-ül-vad’iyyet-il-Adûdiyye” adlı eseri,
etti. Bir başka rivâyette ise, hapisten çıkıp Şah
sahasında yazılmış olan tek eserdir. Birçok şerhi,
Şücâ ile görüştüğü bildirilmektedir.
haşiyesi ve nazma çevrilmiş şekilleri vardır.
Kâdı Adûdüddîn Îcî, vakitlerini yalnız Allahü
3- “Eşref-it-tevârîh” adlı eserinde; Peygamberler
teâlânın rızâsını kazanmak için harcayan, din-i
(aleyhisselâm) ve peygamberlikle ilgili mes’eleler, Aşere-i
İslâmı öğrenmek ve öğretmek için çalışan bir
mübeşşere, Sahâbe-i Kirâm (r.anhüm), mezheb İmâmları ve
âlimdi. Malı pek fazla, cömertliği de o kadar çok
İmâm-ı Gazâlî’ye ( radıyallahü anh ) kadar hadîs âlimlerinden
idi. Talebelerinin bütün masraflarını kendisi
bahsetmektedir. Osmanlı müverrihlerinden Âli, bu eseri
karşılardı. Onun ilimdeki yükseklik ve olgunluğu,
genişleterek “Zübdet-üt-tevârîh” adını vermiştir.
daha kendisi hayatta iken meşhûr oldu. Âlimler
onun üstünlüğünden bahsettiler. Şâirler onu öven
şiirler yazdılar. Meşhûr şâir Hâfız Sa’di Şîrâzî bir
şiirinde; “Şah Ebû İshâk’ın saltanatında Fars
ülkesi beş tane fevkalâde kimse ile süslenmişti.
Bunlardan biri ilim sultanlarının pâdişâhı Adûd idi.
“Mevâkıf’ı pâdişâha ithaf etti” şeklinde
övmektedir. Sa’deddîn Teftâzânî de; “Bize,
bıraktığı izlerde yürümek, eserlerindeki gizli
hazîneleri meydana çıkarmak, yetiştirmiş olduğu
ağaçların meyvalarını toplamak, saçtığı nûrlardan
feyzlenmekten başka birşey bırakmadı” diyerek,
onun ilminin kuvvetini ve eserlerinin çokluğunu
ifâde etmektedir.
Pek hareketli geçen hayâtında, birçok talebe
yetiştiren Kâdı Adûdüddîn; Sa’deddîn Teftâzânî,
Şemseddîn Kirmanî ve Ziyâeddîn Afifî gibi
âlimlerin hocası idi.
4- “Risâle-i Ahlâk” adlı eseri, ahlâka dâirdir.
Taşköprüzâde tarafından da şerhedilen bu eser,
Türkçeye de tercüme edilerek 1281 (m. 1864)
senesinde İstanbul’da basılmıştır.
5- “El-Mevâkıf fî ilm-il-kelâm” adlı eseri,
Adûdüddîn Îcî’nin en kıymetli ve en meşhûr
eseridir. Kısa ve özlü bir şekilde yazılmış olan bu
eser, müellifînin ifâdesine göre; “Maksadı
ifâdeden âciz kalacak kadar muhtasar olmayıp,
usanç verecek kadar da uzun değildir.” Bu
sahada hakîkati bulmak isteyenlerin ihtiyâçlarını
karşılamak üzere bu eser kaleme alınmış,
lüzumundan kısa ve gereğinden fazla olmamak
üzere bütün mes’eleler anlatılmıştır. Bu kıymetli
esere birçok şerh ve haşiyeler yapılmış,
bunlardan Seyyîd Şerîf Cürcânî hazretlerinin
“Şerh-i Mevâkıf’ı meşhûr olmuştur. Bu kıymetli
eser, asırlar boyunca İslâm üniversitelerinde
(medreselerinde) ihtisas sınıfı talebelerine
okutulan bir kitaptır. Kâdı Adûdüddîn Îcî,
6) Rehber Ansiklopedisi cild-9, sh. 115
Galile’den üçyüz sene önce yazdığı bu kıymetli
eserinde, yer küresinin yuvarlak olduğunu ve
batıdan doğuya doğru döndüğünü, kendisinden
önceki İslâm âlimlerinin eserlerinden alarak isbât
7) Mu’cem-ül-müellifîn cild-5, sh. 119
8) Ed-Dürer-ül-kâmine cild-2, sh. 322
etmekte, atom, maddenin çeşitli hâlleri, kuvvetler
ve psikolojik olaylar üzerinde kıymetli bilgiler
vermektedir. Hicrî ikinci bin yılın yenileyicisi, fen
ve din ilimlerinde mütehassıs İmâm-ı Rabbânî
KÂDI BEDRÜDDÎN ŞİBLÎ (Muhammed bin Abdullah)
Ahmed Fârûkî Serhendî ( radıyallahü anh ),
“Mektûbât” adlı pek kıymetli eserinin birinci cildi
Hanefî mezhebi fıkıh âlimi. İsmi, Muhammed bin
266. mektûbunda, “Mevâkıf”in Seyyîd Şerîf
Abdullah eş-Şiblî’dir. Sâbikî, Dımeşkî ve Trablûsî
Cürcânî ( radıyallahü anh ) şerhini övmektedir.
nisbetleriyle de tanınırdı. Künyesi Ebü’l-Bekâ’
olup, Kâdı Bedrüddîn Şiblî lakabı ile meşhûr oldu.
6- “El-Fevâid-ül-Gıyâsiyye” adlı eseri, Arabî
ilimlere dâirdir.
7- “Akâid-ül-Adûdiyye” adlı eseri, kısa ve özlü bir
şekilde îmân bilgilerini anlatmaktadır.
Babasının lakabı da Takıyyüddîn olup,
Dımeşk’da Şebliyye’de kayyımlık yapardı. 712
(m. 1312) senesinde orada doğdu. Daha küçük
yaşta iken ilim öğrenmeye başladı. Babası onu,
Ebû Bekr bin Ahmed bin Abdüddâim, Îsâ el-
8- “Şerh-i Muhtasar-ı İbn-i Hâcib” adlı eseri, İbn-i
Mut’im ve daha başka âlimlerin derslerine
Hâcib’in usûl-i fıkha dâir meşhûr eseri Muhtasar’a
götürüp, onları dinletti. Kendisi, 730 (m. 1329)
yaptığı bir şerhtir.
senesinden sonra çok yeri dolaşıp, ilim tahsil etti.
Kâhire’ye gidip; Ebû Hayyân, İbn-i Fadlullah ve
Buyurdu ki: “Kelâm ilmi, delîller getirmek ve
daha başka âlimlerden ilim aldı. İlk önceki
şüpheleri kaldırmak sûretiyle dînî akideleri isbât
hocalarından öğrendiği ilimleri “Mesâil-ül-vesâil”
etmek kudretini kazandıran ilimdir.”
adındaki eserinde, cinler hakkındaki hükümleri
de, “Âkâm-ül-mercân fî ahkâm-il-cân” adındaki
“Dînî akidelerin isbâtına uzaktan veya yakından
alâkası bulunan herşey kelâm ilminin mevzûsu
içine girer.”
eserinde topladı. “Âdâb-ül-hamâm” adındaki
kitabı da çok kıymetlidir. Kitaplarının herbirinde,
çok kıymetli, faydalı bilgiler vardır. 755 (m. 1354)
senesinde Trablus’un Hanefî kadılığına ta’yin
edildi. Trablus kadısı Şemseddîn İbni Nümeyr,
1) Tabakât-üş-Şâfiiyye cild-10, sh. 46
Bedrüddîn Şiblî Kâhire’de iken, hırsızlar
tarafından şehîd edilmişti. Kâdı Şemseddîn’in,
2) Miftâh-üs-se’âde cild-1, sh. 169
şehîd edildiği haberi buna ulaşınca Trablus’a
geldi. Vak’ayı öğrenince Dımeşk’a gitti. Bir
3) Eş-Şezerât-üz-zeheb cild-6, sh. 174
müddet sonra Trablus’a geri döndü. Vefâtına
kadar orada kalıp, kadılık vazîfesini yürüttü. 769
4) Tam İlmihâl Se’âdet-i Ebediyye sh. 1026
5) Müjdeci Mektûblar, (İmâm-ı Rabbânî Ahmed Fârûkî
Serhendî) 266. mektûb.
(m. 1367) senesi Safer ayında, kadılık yaparken
vefât etti.
Zehebî diyor ki: “Fıkıh ve hadîs âlimi olan Ebü’l-
bakımından birbirine yakındır. Melekler, muhteremdirler,
Bekâ’ Muhammed Şiblî, ilim taliblerinin en
kıymetlidirler. Cin, hakîrdir, kıymetsizdir. Melekde, nûr (ışık)
şereflilerinden ve gençlerin en üstünlerinden idi.
kısmı, cinde ise, alev maddesi fazladır. Elbette nûr, zulmetten
efdâldir, daha üstündür. Meleklerin cinnîlere yakınlığı, insanın
Çok hadîs-i şerîf dinledi. Rivâyetleriyle meşhûr
hayvanlara yakınlığı gibidir. İnsanların üstün olanları,
oldu. Büyük hadîs âlimlerinden hadîs-i şerîf
melekten kıymetli, cin de, hayvandan kıymetlidir.)
okudu. Benden de hadîs-i şerîf yazdı.”
Cinnin varlığına inanmayan dinden ayrılmış olur. İmâm-ülİbn-i Hâcib diyor ki: “O, verdiği hükümlerde çok
sağlamdı. Her işinde sünnete uygun hareket
ederdi. Zaman zaman silâhını kuşanıp harblere
katılırdı. Sohbetleri çok faydalıydı. Manzûm ve
nesir olarak yazdığı eserleri vardır. Çok hadîs-i
şerîf dinledi. Çok faydalı oldu. Kıymetli eserler
yazdı.” Kâdı Bedrüddîn Şiblî hazretleri, “Âkâm-ülmercân” adındaki eserinde, Allahü teâlânın
ibâdet etmeleri için yarattığı kullarından olan
cinler hakkında geniş bilgi vermektedir. Kitap,
140 bâbdan ibârettir. Bu eserinden ba’zı
bölümler:
Cinlerin varlığı: [Cin ya’nî peri, ateşin alev kısmından
yaratılmış olup, her şekle girebilirler. Cin denilen mahlûklar,
gözümüzden örtülü olduğu için cin denilmiştir. Arabcada “Cim”
ve “Nun” harflerinden meydana gelen kelimeler, “Örtülü”
demektir. Cin kelimesi, Cinnî isminin çoğuludur. Peri,
Farsçada cin demektir. Mahlûklar, görülen ve görülmeyen diye
iki kısımdır. Ayrıca, mekansız, madde olmayan varlıklar da
vardır. İmâm-ı Mâverdî diyor ki: “Cin, dört ana maddeden
yapılmıştır. Su, toprak maddeleri, havadaki gazlar ve ateş.
Bunlardan ateş; alev, ışık ve dumandır. Mâric denilen, alev
kısmından yaratılan cinnîlerin mü’minleri, fâsıkları (günah
işleyenleri) vardır.” Cinnîler, havadan ve nârdan, ya’nî ateşten
meydana gelmiştir. Ateşin alev kısmı görülmez, İçindeki katı
zerreler, sıcakta ışıklandığı için parlak görünür. Bunun için, cin
de görünmez. Alev iki kısımdır: Biri zulmânî (görünmeyen),
ikincisi nûrânî (bu da görünmez). Zulmânî olandan cin, nûrânî
olandan ise melekler yaratılmıştır, insanlar, toprak
maddelerinden yaratıldığı hâlde, Allahü teâlâ, bu maddeleri
organik ve organize hâle, et ve kemiğe çevirdiği gibi,
meleklerde ve cinde alev şekli değişerek, onlara mahsûs latif,
her şekle dönebilen bir hâle gelmiştir. Melekler ise, nûrânî
cisimlerdir. Muhtelif şekillere girebilirler. Melek ile cin, yaratılış
Haremeyn, “Şâmil” adındaki eserinde diyor ki “Şunu iyi biliniz
ki, eski felsefecilerden bir kısmı, Kaderiyye (ya’nî Mu’tezile)
fırkasının çoğu ve zındıklar, cin ve şeytanlara inanmadı. Cin,
zekî, dahî insan demektir. Şeytanlar da, kötü kimseler
demektir, dediler. Bunların inkârları, cinlere önem
vermeyişlerinden olduğu anlaşılmaktadır. Hâlbuki, onları isbât
etmek konusunda aklî bir imkânsızlık yoktur. Kaderiyye
fırkasının inanmaması, şaşılacak şeydir. Çünkü bunlar,
Kur’ân-ı kerîme uyduklarını söylüyor. Demek ki, bu kadar
uymaktadırlar. Hâlbuki cinnin var olması, akla uymayan birşey
değildir. Ya’nî aklın red edeceği birşey değildir. Çünkü Allahü
teâlânın kudretinin yapamıyacağı birşey değildir. Kur’ân-ı
kerîmde bildirilen şeylere, kelimenin açık ve meşhûr
ma’nâlarını vermek lâzımdır. Kitâb (Kur’ân-ı kerîm) ve Sünnet
(hadîs-i şerîfler), cinnin var olduğunu açıkça haber
vermektedir ve bunu isbât etmektedir. [Şeyh-i Ekber
Muhyiddîn-i A’râbî (kuddise sirruh), cinnin var olduğunu şu
âyet-i kerîmeler ile gösteriyor 1- Zâriyât sûresinin ellialtıncı
âyetinde meâlen; “İnsanları ve cinnîleri, ancak beni bilip itaat,
ibâdet etmeleri için yarattım.” buyuruluyor. 2- Errahmân
sûresi, yetmişdördüncü âyetinde, cinnin Cennete gireceği
bildiriliyor. 3- Errahmân sûresinin otuzbirinci âyetinde
(Sekalân) buyuruluyor ki, (Ey insanlar ve cinnîler!) demektir.
Resül-i sekaleyn, müftîyüssekaleyn, gavsüssekaleyn (ya’nî,
insanların ve cinnin Peygamberi, müftîsî, velîsi) gibi isimler de,
cinnin varlığını göstermektedir.]
Eshâb-ı Kirâm ve Tabiîn, kendi zamanlarında
şeytan ve cinnîlerin varlıklarını kabûl ettikten,
onların şerrinden Allahü teâlâya sığındıkları sabit
olduktan sonra, bizim ayrı ayrı âyet-i kerîme ve
hadîs-i şerîf ile bunları isbâta kalkışmamız
tekellüf, zorlama olur. [Kitâblı kâfirlerin hepsi,
ateşe tapanlar, puta tapanlar, budistler, müşrikler
ve Yunan filezoflarının çoğu ve tasavvuf
büyükleri, cinnin varolduğuna inanıyor. Süleymân
girip kapıyı arkadan kilitledim. Biraz sonra büyük bir karanlık
aleyhisselâmın vak’ası da, cinnin varlığını
ortalığı kapladı. Hemen kapının arkasına dayandım. Birşey,
göstermektedir.] öyleyse, dînine sımsıkı sarılan
kapının aralığından geçebilecek bir şekil aldı ve içeri girip
akıllı bir kimse, aklın kabûl ettiği, Dîn-i İslâmın
meyveden yemeye başladı. Üzerine yürüyüp sıkıca yakaladım
varlığını haber verdiği bir şeyi inkâr etmemesi
ve; “Ey Allahü teâlânın düşmanı!” diye bağırdım. O da; “Beni
lâzımdır. Kaderiyyenin, inkâr yoluna sapmaları,
bırakınız zira ben çoluk çocuklu fakir bin cinniyim.
cin ve şeytanları, gözle göremedikleri, elle
Nusaybin’denim. Dostunuz (Muhammed aleyhisselâm)
tutamadıkları içindir. Şayet onlar mevcût
gönderilmeden önce bu köy bizimdi. Sonra da dostunuz
olsalardı, kendilerini bize gösterirlerdi, diyorlar.
gönderilince, O bizi buradan çıkardı. Ne olur beni bırak ki, bir
Onların bu menfi (olumsuz) tutumları, insanların
daha buraya gelmiyeyim” deyince, ona acıdım ve salıverdim.
koruyucusu olan Allahın meleklerini inkâra dahî
Cebrâil (aleyhisselâm), Resûlullah efendimizin ( aleyhisselâm
sürükleyebilir. İbn-i Ukayl diyor ki: “Cin; Cinnet,
) huzûruna gelerek durumu bildirmiş. Peygamber efendimiz de
Cinân, Cennet ve Cenîn gibi Cim ve Nun
bana; “Esirini ne yaptın?” diye sordular. Ben de durumu
harflerinden meydana gelen kelimeler “Örtülü”
anlattım. Bunun üzerine; “O tekrar gelecektir” buyurdu. Ben
demektir. Cennet denilen yer, meyvalar, çiçekler,
tekrar meyvelerin bulunduğu odaya gittim. Kapıyı kapatıp
kokular ile örtülü olduğundan bu isim verilmiştir.
beklemeğe başladım. Biraz sonra o yine kapının aralığından
Ana karnında bulunan cenin de, böyle gözle
girip meyvaları yemeye başladı. Ben, tekrar üzerine atıldım ve
görülmediği için, bu isim verilmiştir. Delîlere
sımsıkı tutup bağladım. Yine; “Beni bırak, bir daha
mecnun denilmesi de, aklının örtülü olduğu
gelmiyeceğim” diye yalvarıp yakarmağa başladı. Ben de; “Bir
içindir. Harplerde kullanılan koruyucu bir âlete
daha gelmeyeceğine daha önce de söz vermiştin. Sözünde
“Cünne” denilmesi, savaşanı düşman saldırısına
durmayıp yine geldin?” dedim. Bunun üzerine; “Bir daha
karşı gizleyip korumasından ileri gelmiştir. Cin
gelmiyeceğim. Şunu da belirteyim ki, sizden biriniz Bekâra
denilen mahlûklar da, gözümüzden örtülü olduğu
sûresinin son âyet-i kerîmelerini okursa, bizden, hiç kimse,
için, cin denilmiştir.”
onun evine giremez” dedi.”
Âsi şeytanlar, cinlerdendir ve İblîs’in çocuklarıdır.
Ubeyy bin Ka’b ( radıyallahü anh ) şöyle rivâyet etti: “Bir
“merede” ise, şeytanların en azgınları ve İblîs’in
hurma harmanım vardı. Birgün hurmaların azaldığım gördüm
yardımcılarıdır. İblîs’in emirlerini yerine getirip,
ve harmanı beklemeğe karar verdim. Biraz sonra parlak yüzlü
durmadan insanları aldatıp, doğru yoldan
bir delikanlı çıkageldi. Selâm verdim, cevâbını verdi. Sonra
ayırmaya çalışırlar. Kötülük yapmakta son derece
ona; “Sen insan mısın, cin misin?” diye sordum. O da;
azgın olan her varlığa “Şeytan” ismi verilmiştir. İlk
“Cinlerdenim” dedi. Ben de; “Elini bana uzat da göreyim”
şeytan, İblîs’tir.
dedim. Uzattı. Elleri köpeklerin ön ayaklarına, saçları da köpek
saçına benziyordu. Bana dedi ki: “Cinlerin içinde benden daha
İmâm-ı Şiblî, yine aynı kitapta, cinlerin
şerlerinden korunmakla ilgili olarak buyuruyor ki:
Ebü’l-Evsed anlattı: Mu’âz bin Cebel’den ( radıyallahü anh ),
cinnîyi nasıl yakaladığı hakkında bilgi almak istedim. Buyurdu
ki: “Resûlullah efendimiz ( aleyhisselâm ), alınan zekât
mallarını muhafaza etmek için bana vazîfe vermişti. Meyveleri
bir odaya koydum. Fakat hergün noksanlaşıyordu. Eksildiğini
görünce, durumu Resûlullah efendimize ( aleyhisselâm )
bildirdim. “Onu şeytan alıyor” buyurdu. Bunun üzerine odaya
şedidi yoktur.” Ona; “Buraya niçin geldin?” diye sorduğumda;
“Senin hayırsever bir kimse olduğunu öğrendim. Bunun için
yiyeceklerinden nasiplenmek istedim” dedi. Tekrar; “Peki, sizin
şerlerinizden, kötülüklerinizden nasıl kurtulabiliriz?” diye
sordum. Cevâbında; “Âyet-el-kürsî’yi her kim sabah okursa
akşama kadar, akşam okursa sabaha kadar şerrimizden
kurtulur” dedi. Sabahleyin hemen Resûlullah efendimizin (
aleyhisselâm ) huzûr-i şerîflerine koştum. Durumu anlatınca;
“Habis, doğru söylemiştir” buyurdu.
Ebû Hüreyre ( radıyallahü anh ) şöyle anlattı: “Resûlullah
Hayvan kalbinden yaralandı, fakat şiddetle
efendimiz ( aleyhisselâm ) zekâtları korumak için beni ta’yin
bağırdı. Bu ses üzerine, dağın her tarafından
etmişlerdi. Bir kimse yanıma gelerek yiyecek maddelerini
atına binmiş vaziyette pekçok kimseler peyda
toplamaya başladı. Hemen yakaladım, ve; “Seni doğruca
oldu. Herbirinin ellerinde kılıçları vardı. Etrâfımı
Resûlullahın ( aleyhisselâm ) huzûruna götüreceğim” dedim.
sardılar, içlerinden biri, diğerine; “Haydi, çek
Bana; “Sana birşey öğreteyim de beni bırak” dedi, “Ne
kılıcını da bunu öldür!” dedi. Diğeri ise; “Olmaz,
öğreteceksin?” diye sordum. “Yatağına girdiğin zaman “Âyet-
bunu yapamam!” deyince, öteki; “Niçin?” diye
el-kürsî”yi okursan, Allahü teâlâ sana bir koruyucu gönderir ve
sordu. Diğeri; “Çünkü o, bu dağa geldiği zaman
sabaha kadar şeytanı sana yaklaştırmaz” dedi. Sabahleyin,
Ayet-el-kürsî okuyarak kendisini garanti altına
Resûlullahın ( aleyhisselâm ) huzûruna gittiğimde bana; “Gece
aldı” dedi.”
yakaladığın esîri ne yaptın?” diye sordular. Ben de; “Yâ
Resûlallah! Bana birşey öğretti ve cenâb-ı Hakkın o şey
Cinden, geçmiş olmuş şeyleri sorup öğrenmek
sayesinde beni koruyacağını iddia etti” dedim. Resûlullah (
caizdir. Gelecekte olacak şeyleri sormak caiz
aleyhisselâm ) bana; “O yalancıdır, ama sana doğruyu
değildir. Geçmiş şeyleri görüp, işitip bilirler. Sar’a
söylemiş” buyurdu.
hastasını ve başka cin çarpanları cinden
kurtarmak için küfre sebep olan şeyleri yapmak
Zeyd bin Sabit ( radıyallahü anh ) şöyle anlattı:
caiz değildir. Cinden kurtulmak için en iyi on çâre,
Bir gece evin bahçesine çıkmıştım. Bir ses
kısaca şöyledir:
duyarak, o tarafa doğru; “Kimsiniz, ne
arıyorsunuz?” diye seslendim. Cevap olarak;
1- E’ûzü Besmele ile Fâtiha sûresi okumalıdır. 2- E’ûzü
“Cinlerden bir kimseyim. Bize kıtlık isâbet etti.
Besmele ile iki Kule’ûzüyü okumalıdır. 3- E’ûzü Besmele ile
Eğer helâl ederseniz, meyvelerinizden yemek
Bekâra sûresini okumalıdır. 4-E’ûzü Besmele ile Âyet-el-kürsî
istiyorum” dedi. İzin verdim, ikinci gece yine
okumalıdır. 5- E’ûzü Besmele ile Bekâra sûresinin son âyetini
bahçeye çıkmıştım ki, aynı sesi duydum. “Ne
okumalıdır. 6- E’ûzü Besmele ile Hâ-Mîm Mü’mîn sûresinin
arıyorsunuz?” diye sorduğumda; “Bize kıtlık
başından (masîr) Ekadar ve Ayet-el-kürsî okumalıdır. 7- (La
isâbet etti. Müsâade ederseniz meyvelerinizden
ilahe illallahü vahdehü lâ şerike leh, lehül-mülkû ve
yemek istiyorum” deyince, ona; “Bizi sizden ne
lehülhamdü ve hüve alâ külli şey’in kadir) okumalıdır. 8- Çok
kurtarır?” dedim. Cevap olarak; “Ayet-el-kürsî”
(Allah), demelidir. 9- Hep abdestli bulunmalı, farzları ve
dedi.
sünnetleri hiç terk etmemelidir. 10- Harama bakmaktan, çok
konuşmaktan, çok yemekten ve kalabalıktan sakınmalıdır.
Ebü’l-Münzir ( radıyallahü anh ) şöyle anlattı:
[(Berekât) kitabında, Muhammed Sa’îd’i anlatırken, İmâm-ı
“Hacca gidiyorduk. Büyük bir dağın eteğinde
Rabbânî’nin cinden korunmak için, “La havle velâ kuvvete illâ
konakladık. Fakat, “Burası cinlerin toplandığı
billah-il-aliyyil’azîm” okuduğunu yazıyor. İmâm-ı Rabbânî
yerdir dediler. Biraz sonra, oradaki sudan ihtiyâr
hazretleri, yüzyetmişdördüncü mektûbunda, cini def için bunu
bir adam çıktı. Ona; “Bu dağ hakkında ba’zı
okumağı tavsiye etmektedir. Buna “Kelime-i temcîd” denir.]
şeyler anlatılıyor. Bu anlatılanlardan şahit
olduğun bir hâdise var mı?” diye sordum. O
kimse; “Birgün ok ve yayımı alıp dağa çıkmıştım.
Dibinde pınar bulunan bir ağacın altına
oturmuştum. Biraz sonra dağdan sürü hâlinde
keçiler gelip pınardan su içtiler ve oraya yattılar.
Aklıma, bunlardan birini vurup pişirmek geldi.
Hemen yayıma ok yerleştirip birine nişan aldım.
1) Mu’cem-ül-müellifîn cild-10, sh. 219
2) Ed-Dürer-ül-kâmine cild-3, sh. 487
3) Esmâ-ül-müellifîn cild-2, sh. 164
4) El-A’lâm cild-6, sh. 234
Kutbüddîn Râzî’nin yazdığı “Keşşâf Haşiyesi” ve
“Şerh-i Metâlî” adlı eserleri bizzat kendisinden
5) Keşf-üz-zünûn sh. 141, 1609, 1632
6) Tam İlmihâl Se’âdet-i Ebediyye sh. 668, 989
okudu. Seyyid Muhammed Nîlî’den “Külliyât-ı
Kânûn”u okudu. Ondokuz yaşında iken babası ile
birlikte hacca gitti. Hac esnasında, İslâm âleminin
çeşitli yerlerinden gelen âlim ve büyüklerle
görüştü. Hac dönüşünde, babasının vefâtı
üzerine bir sene Haleb’de kaldı. Orada da ilimle
KÂDI BURHÂNEDDÎN AHMED
meşgûl oldu. 766 (m. 1364) senesinde Kayseri’ye
döndü. Kayseri hükümdârı Eretnaoğlu
Hanefî mezhebi fıkıh ve fen âlimi, kadı ve devlet
Gıyâseddîn Mehmed Bey tarafından babasının
adamı. İsmi Burhâneddîn Ahmed, babasının ismi
yerine Kayseri kadısı ta’yin edildi. Kâdı
Şemseddîn Muhammed’dir. Babası Kayseri
Burhâneddîn Ahmed, o sırada yirmibir
kadısı idi. Dedeleri arasında da kadı ve âlimler
yaşındaydı. Onun yaşının küçük ve tecrübesinin
vardı. Dedesi Kâdı Sirâceddîn Süleymân bin Kâdı
az olmasından dolayı ba’zı i’tirâzlar oldu. Ancak,
Hüsâmeddîn Hüseyn bin Kâdı Celâleddîn Habîb
kısa zamanda dirayetini gösterdi. Adâletli
bin Muhammed bin Resûl bin Sevinç olup,
hükümleri, sistemli faaliyetleri ile az zamanda
Harezmli ve Oğuzların Salur boyundandır.
halka kendini sevdirdi. Mehmed Bey’in kızı ile de
Anadolu’ya ilk gelen dedesi Muhammed bin
evlendi. Çok geçmeden Mehmed Bey vefât etti.
Resûl, Kastamonu’da yerleşmişti Annesi de,
Yerine oğlu Alâeddîn Ali Bey geçti. Alâeddîn Ali
Mevlânâ Celâleddîn Mahmûd Müstevfî’nin oğlu
Beyin eğlenceye düşkün olması sebebiyle idâre
Abdullah Çelebî’nin kızı idi. Kâdı Burhâneddîn
gevşedi. Moğollar ve Türkmen aşiretlerinin baskı
Ahmed, 745 (m. 1344) senesinde Kayseri’de
ve eşkiyalıkları arttı. Kanlı ayaklanmalar ve dış
doğdu, iyi bir tahsil ve güzel bir terbiye gördü.
düşmanların hücumları karşısında devletin
Kâdılık, vezirlik, atabeklik ve sultanlık yaptı. 800
iktisâdi düzeni bozuldu. Konya ve Niğde gibi
(m. 1398) senesinde vefât edip Sivas’ta
şehirler Karamanoğlunun eline geçti. Sivas,
defnedildi.
Moğollar tarafından kuşatıldı. Alâeddîn Ali Bey,
zor durumda kaldı. Hattâ bir defasında onu,
Öteden beri ilimle uğraşan bir ailenin evlâdı
Karamanoğlu’nun eline esîr düşmekten, Kâdı
olarak doğan Kâdı Burhâneddîn Ahmed, küçük
Burhâneddîn Ahmed kurtardı. 777 (m. 1375)
yaşta annesini kaybetti. Beş yaşında iken,
senesinde vukû’ bulan bu hâdiseden sonra, Kâdı
Kayseri kadısı olan babasından ilim öğrenmeye
Burhâneddîn Ahmed, onun bu husûstaki
başladı. Ondört yaşına gelinceye kadar Türkçe,
dirayetini görenlerin de teşvikiyle, kendisini
Arabca ve Farsçayı öğrendi. Temel din ve fen
siyâsetin içerisinde buldu. Bir behâne ile
bilgilerini tahsil etti. Kayseri’de meydana gelen bir
Kayseri’deki Karamanoğlu askerlerini memleketin
karışıklıktan dolayı, babasıyla birlikte Mısır’a gitti.
dışına çıkardı. Böylece askeri kabiliyetini de
Mısır’da tahsiline devam etti. Fıkıh, usûl, hadîs,
isbatladı. Konya’dan Erzurum’a kadar ülkenin her
tefsîr, ferâiz (miras taksimi ilmi), astronomi ve tıb
tarafında ondan bahsedilmeye başlandı. 780 (m.
ilimlerini tahsil etti. Dört mezhebin fıkıh
1378) senesinde vezir ta’yin edildi. Artık siyâsetin
bilgilerinde ilim sahibi oldu. İbn-i Arabşâh’ın
içine girmiş, dönemeyeceği bir yolda mesafe
yazdığına göre, Şeyh Kutlu Şîr adındaki Allah
katetmeye başlamıştı. O, bu hâllerin başına
dostundan feyz alıp, hükümdârlık müjdesine
geleceğinden, hattâ hükümdâr olacağından bile
mazhar oldu. Şam’a giderek, meşhûr âlim
haberdârdı. Kendisine bir derviş tarafından, tâ
Mısır’da tahsilinin sonlarına doğru; “Burada
etmek için uğraşan Osmanlılarla aralarında ufak-
dolaşmak, size lâyık değildir. Siz Rum (Anadolu)
tefek ba’zı hâdiseler olmuşsa da, önemli değildir.
sultânısınız” sözü söylenmiş, Kayseri’ye gelen
Kâdı Burhâneddîn Ahmed Bey, Akkoyunlu
hocası Şeyh Kutlu Şîr tarafından da devletin
Karayülük Osman Bey ile de önce dost olmasına
bozuk olan işlerinden bahisle; “Bu işler senin
rağmen, sonra onun içişlerine karışmasıyla
vâsıtanla düzelecek” müjdesi verilmişti. Zaman
araları açıldı. Karayülük Osman Bey ile Sivas
zaman da hocasının “Melik” hitabına mazhar
yakınlarında yapılan savaşta, Kâdı Burhâneddîn
olmuş ve böyle bir duruma genç yaştan i’tibâren
Ahmed Bey öldürüldü.
hazırlanmıştı. Şeyh Kutlu Şîr, talebesi Kâdı
Burhâneddîn’in peşinden Kayseri’ye geldi
Kâdı Burhâneddîn Ahmed Bey’den sonra, oğlu
Çevresinde toplanan derviş grubunun da
Alâeddîn, Sivaslılar tarafından hükümdâr ilân
yardımıyla, Eratna ülkesinde Kâdı Burhâneddîn’e
edildi. Timur Han’ın Anadolu’ya gelme ihtimâli
karşı beslenen sevgi gün geçtikçe artmaya
üzerine Sivaslılar, şehri Osmanlı Sultânı Yıldırım
başladı. Hükümdâr Alâeddîn Ali Bey’in vefâtıyla,
Bâyezîd Hân’a teslim ettiler. Kâdı Burhâneddîn
yedi yaşındaki oğlu Mehmed Çelebi sultan, Kılıç
Ahmed Devleti 801 (m. 1398)’de sona erince,
Arslan’da atabek ilân edildi. Kılıç Arslan’ın
Alâeddîn Ali Bey de Osmanlı hizmetine girdi.
hareketlerinin halk tarafından yadırganması ve
Kâdı Burhâneddîn’e karşı faaliyetleri, onun
öldürülmesine sebep oldu. Kâdı Burhâneddîn,
ileri gelen kimselerin teşkil ettiği bir meclis
tarafından saltanat naibi seçildi. Sivas’ta, nâib
olarak idâreyi ele aldı. Her tarafa haberler ve
mektûplar gönderip iktidarını ilan etti.
Çevresindeki herkesi memnun etti. Mehmed
Çelebi’ye rağmen saltanatını ilân etti.
Hükümdârlığını çevre memleketlere duyurdu.
Adına para bastırıp hutbe okuttu.
Kâdı Burhâneddîn, onsekiz yıl süren
hükümdârlığında; Amasya Emîrliği, Erzincan
Emîrliği. Candaroğulları Beyliği, Karamanoğulları
Beyliği ve Tâceddînoğulları Beyliği ile mücâdele
ederek, bu beylikler üzerinde hâkimiyetini kabûl
ettirmeye muvaffak oldu. Osmanlı Sultânı Murâdı Hûdâvendigâr Hân ve Memlûklü Sultânı
Seyfeddîn Berkük ile dostâne münâsebetler
kurdu.
Burhâneddîn Ahmed Bey, diğer Anadolu beyleri
gibi, Osmanlılarla kısır çekişmelere girmedi.
Müslümanın müslümanla çarpışmasının,
müslümanları zayıflatmaktan başka bir işe
yaramayacağını söylerdi. Anadolu birliğini te’min
Kâdı Burhâneddîn Ahmed Bey, ömrü boyunca,
memleketinde dirlik ve düzeni te’min ederek,
ahâliyi huzûra kavuşturmak için gayret etti.
Memleketini imâra çalıştı. Turhal’da bir imâret ve
kale, Zile’de bir medrese ve çeşitli yerlerde
kaleler yaptırdı. Memleketin çeşitli yerlerinde
faaliyet gösteren Moğol artıklarını ve fitne
çıkarmak için uğraşan Eshâb-ı Kirâm (r.anhüm)
ve Ehl-i sünnet düşmanı sapıkları ortadan
kaldırmak ve ülke dışına sürmek için gayret etti.
Muasırı tarihçilerin onun hakkındaki görüşleri;
“Mücâdeleden yılmaz, Allah yolunda savaştan
kalmaz, Allah için her tehlikeyi göze alır, âlimlerle
birlikte bulunmaktan, Allah dostlarıyla sohbet
etmekten çok hoşlanır, haftada üç gün ilim
meclisi toplardı. Halkına karşı şefkat ve
merhametli, muhaliflerine karşı yumuşak, sofrası
herkese açık, cömert, askerlik, ilim ve ibâdete
çok düşkün bir kimse idi” şeklinde birleşmektedir.
Kâdı Burhâneddîn Ahmed Bey, bütün mücâhid
İslâm hükümdârları gibi “Ebü’l-Feth” ünvanına
lâyık görülmüş, dost ve düşmanlarına
kendisinden önceki âdil hükümdârlar gibi
merhametli davranmıştır. Asker ve
kumandanlarına nasihatlerinde, savaşa iştirâk
etmeyen ve savaşacak kudreti olmayan, kadın,
çalışmalar yapılmıştır. Bunlardan en meşhûru,
ihtiyâr, çocuk ve din adamlarının mal ve can
bizzat Kâdı Burhâneddîn’in arzusuyla yazılmış
emniyetinin sağlanmasını emrederdi.
olan Azîz bin Erdeşîr Esterâbâdî’nin “Bezm-ü-
Çevresindekilere adâletle muâmele eder, suçu
Rezm” adlı eseridir.
sabit olmayanı cezalandıramazdı. Devamlı
ihtiyâtlı ve tedbirli davranan, hâdiseler karşısında
Kâdı Burhâneddîn’in eserlerinden biri de, fıkıh ve
güçlü irâdesiyle fevkalâde kararlar almaya
fıkıh usûlüne dâir yazdığı ve Süleymâniye
muktedir bir kimse idi.
Kütüphânesi Ayasofya kısmında bir nüshası
mevcût olan “İksîr-üs-se’âdet fî esrâr-il-ibâdet”
İlmi ve ilme düşkünlüğü pek fazla idi. Savaş
adlı olanıdır.
esnasında bile kitap yazmakla, ilimle meşgûl
olurdu. Sa’deddîn Teftâzânî hazretlerinin “Telvîh”
Kâdı Burhâneddîn’in “Dîvân”ından nisbeten sadeleştirilmiş
adlı eserine yazdığı “Tercîh-i tevzîh” adlı usûl-i
birkaç beyt:
fıkha dâir haşiyeyi, Kayseri vâlisi Müeyyed’in
isyanını bastırmak için savaşırken yazmıştı.
Râgıb Paşa Kütüphânesi’nde 831 numarada
kayıtlı bir nüshası bulunan bu eserin bir nüshası
da, Millet Kütüphânesi Feyzullah Efendi kısmı
588 numaradadır. Bu son nüsha, Molla Hüsrev’in
tetkikinden geçmiştir.
Arabca, Farsça ve Türkçe şiirler, yazdı. Azerî
lehçesi ile yazdığı dîvânı meşhûr olup, Rusçaya
ve batı dillerine tercüme edilmiştir. Kâdı
Düşman eğerki hîle ve tedbîr içindedir,
Tedbîr ve hîle hem yine takdîr içindedir.
Bilirsin ki günâhım çok ilâhî,
Ümidim senden ayruk yok ilâhî.
İnayetini ilâhî, kulundan ayırma,
iki cihanda dahî beni hiç kayırma.
Ümîd hazretine tutaram ola makbûl,
Ki dürmeyince adû defterin benim dürme.
Burhâneddîn’in müsveddelerinden özel hattâtlar
tarafından yazılarak kendisine takdim edilen
Neyiz, nedeniz ve dünyâya neye geldik,
“Dîvân”, bizzat yazarının kontrolünden geçmiş
Canımıza gelmeden ol cihâna aşırma.
olması hasebiyle, orijinal nüsha olarak kabûl
edilmektedir. Kâdı Burhâneddîn’in adı geçen
Her zaman suya varıp gelmez senek (su kabı),
Dîvân; gazel, rubâî, tuyuğ ve müfredlerden
Kayda geçer er yerine bir zenek (kadıncağız).
meydana gelmekte, kahramanlık ve ma’nevî
aşkla ilgili manzûmeleri ihtivâ etmektedir. Ali Şîr
Mevlâdan olsa inâyet bir kula,
Nevâî gibi meşhûrların nazireler yazdığı şiirleri de
Lâçini (şahini) dahî kapar bir kükenek (Baykuş).
ihtivâ eden bu kıymetli eserin, Kâdı
Burhâneddîn’in kontrolünden geçen mevzûbahis
nüshası, ondokuzuncu yüzyılın sonlarında
İstanbul’a gelen bir İngiliz sefiri tarafından
çalınarak, Londra’deki gayr-i resmî adı “Çalıntı
eserler müzesi” olan “British muzeum”a
Dünyâyı çok sınadık bir bûy imiş (koku imiş),
Kamu âlem varlığı bir Hay imiş (Hay= diri).
Kaplan, aslan, ejderhalar cümlesi,
Ecelin kaynağında âhû imiş.
satılmıştır. Bu eserin Türkçe ve diğer dillerde
çeşitli baskıları yapılmış, hakkında birçok
makaleler yazılmıştır. Kâdı Burhâneddîn’in hayâtı
ve devleti hakkında da birçok eserler yazılmış ve
1) Bezm ü Rezm, (İstanbul 1928)
2) Kâdı Burhâneddîn dîvânı, (İstanbul 1944)
1) Tabakât-üş-Şâfiiyye cild-4, sh. 305
3) Şakâyik tercümesi (Mecdî Efendi) sh. 43
2) El-Bidâye ven-nihâye cild-12, sh. 37
4) Rehber Ansiklopedisi cild-9, sh. 116
3) Târih-i Bağdad cild-7, sh. 343
5) Mu’cem-ül-müellifîn cild-1, sh. 159
4) Mu’cem-ül-müellifîn cild-3, sh. 238
5) El-A’lâm cild-2, sh. 196
KÂDI EBÛ ALİ BENDENÎCÎ (Hasen bin Abdullah)
Şafiî fıkıh âlimi, kadı. Künyesi Ebû Ali olup ismi Hasen bin
KÂDI EBÛ YA’LÂ (Abdullah bin Ali)
Abdullah (veya Ubeydullah) bin Yahyâ’dır. Doğduğu yer olan,
Bağdad yakınlarındaki Bendenic köyüne nisbetle Bendenîcî
Hadîs ve Hanbelî mezhebi fıkıh âlimi, kadı. Künyesi Ebü’l-
denildi. Kâdı Ebû Ali Bendenîcî adı ile meşhûr oldu. 425 (m.
Kâsım olup ismi, Abdullah bin Ali bin Muhammed bin
1034) yılında Bendenic’de vefât etti.
Muhammed bin Hüseyn bin Muhammed bin Halef İbn-i
Ferrâ’dır. Künyesi ile tanındığı gibi, Kâdı Ebü’l-Kâsım İbni
Birçok yerleri dolaşıp, çok sayıda âlimden ilim öğrenen Kâdı
Kâdı Ebî Ferec bin Kâdı Ebî Hâzim diye de bilinir, İbn-i Kâdı
Ebû Ali Bendenîcî’nin en meşhûr hocası, fıkıh ilmini öğrendiği
Ebî Ya’lâ diye meşhûr oldu. 527 (m. 1133) yılında doğdu. 578
Ebû Hâmid İsferâînî’dir. Kâdı Ebû Ali Bendenîcî, şafiî
(m. 1183) yılında Bağdad’da vefât edip, Bâb-ı Harb
mezhebinin fıkıh bilgilerini ezberledi. Şafiî mezhebinde âlim
kabristanında babasının yanına defnedildi.
oldu. Bağdad’da Mensûr Câmii’ndeki makamında ders verir,
âlimlerin ve halkın suâllerini cevaplandırırdı. Müslümanların
Baba ve dedeleri âlim olan İbn-i Kâdı Ebû Ya’lâ’nın ilk hocaları
sorduğu mes’eleleri derinliklerine inerek inceler, yanlış fetvâ
aile çevresindendi. Temel ilimleri öğrenip yüksek ilimleri tahsil
vermekten çok korkardı. Bir ara kadılık da yapan Ebû Ali
edecek seviyeye geldikten sonra, bir taraftan kadı olan
Bendenîcî, ağzımdan yanlış bir söz çıkar veya uygunsuz bir iş
babasından ders aldı. Diğer taraftan da babasının uygun
yaparım düşüncesiyle Allahü teâlâdan çok korkardı. Ba’zan
gördüğü âlimlerin ilimlerinden istifâde etti. Bu âlimler arasında
fetvâ verirken sarardığı görülürdü, İlme ve ibâdete son derece
başta amcası Ebû Muhammed Abdurrahîm İbni Kâdı Ebî
düşkündü. Allahü teâlânın rızâsına uygun olmayan bir iş veya
Hâzim olmak üzere, Ebû Mensûr Kazzâz, Ebû Mensûr bin
sözde vaktini zayi etmezdi. O’nu tanıyan âlimler, Ebû Hâmid
Havrûn. Abdülhâlık bin Beden, Ebû Sa’d Zûzenî, Ebü’l-Beder
İsferâînî’nin en kıymetli talebesi demekteydiler, ömrünün
Kerhî, Ebü’l-Hasen bin Âbdüsselâm, Ebü’l-Fadl Ermevî,
sonuna doğru Bendenic’e göçüp, orada vefât etti.
Hayyat’ın torunu Ebû Muhammed gibi zamanın meşhûr hadîs,
fıkıh ve kırâat âlimleri vardı. Daha sonra Hâfız İbn-i Nasır Ebû
Kâdı Ebû Ali Bendenîcî’nin çok sayıda talebesi vardı, İbn-i
Bekr bin Zâgûnî, Sa’îd bin Bennâ, İbn-i Bâtır, Ebü’l-İzz bin
Kesir, el-Bidâye ven-nihâyesi’nde, “Onun talebesinin misli
Kâdis, Hüseyn bin Talhâ, Tırâd ve daha birçok âlimden ilim
yoktu” demektedir. Ancak bu talebelerin kimler olduğu
tahsil edip hadîs-i şerîf işitti. Birçok hadîs-i şerîfi ezberledi,
hakkında kaynaklar bilgi vermemektedir.
fakat pek az rivâyet etti. Dört mezhebin fıkıh bilgilerini öğrendi.
Bağdad’a kadı ta’yin edildi. Hanbelî mezhebine göre âdil
Ebû Ali Bendenîcî, birçok kıymetli eser yazdı. Bunlardan Şafiî
hükümler verdi. İnsanların huzûr içinde yaşamalarına vesile
fıkhına dâir “Kitâb-ül-câmi” ve “Kitâb-üz-zâhire”si meşhûrdur.
oldu. Herkes tarafından sevildi. Evi âlimlerin toplantı yeri, diğer
insanların istifâde mahalli oldu. Ehl-i ilimle beraber olmaktan,
öğretici veya öğrenici olmaktan çok hoşlanırdı. Evinde
toplanan âlimlerle dîni mes’eleler üzerinde müzâkerelerde
KÂDI EBÛ YA’LÂ İBNİ FERRÂ (Ebü’l-Hüseyn Muhammed
bulunur, kendi bilmediği varsa öğrenir, bildiğini öğretirdi. Bu
bin Muhammed)
arada dinleyici olarak gelen insanlar da çok istifâde ederlerdi,
ilim ve malda çok cömertti. Kendi hattıyla pekçok kitap yazdı.
Kırâat, kelâm, hadîs, târih ve Hanbelî mezhebi fıkıh âlimi ve
Evinde kendi yazdığı ve elde ettiği kitaplardan meydana gelen
“Tabakât-ı Hanâbile” kitabının yazarı. Künyesi Ebü’l-Hüseyn
bir kütüphâne vardı. Kitaplarından insanların istifâdesini
olup ismi, Muhammed bin Ebû Ya’la Muhammed bin Hüseyn
kolaylaştırırdı. Kâdılık vazîfesiyle insanlar arasında hüküm
bin Muhammed bin Halef bin Ferrâ’dır. Kâdı Ebû Ya’lâ’nın
vermek, fıkıh, hadîs ve kırâat ilimlerini öğretmek ve emr-i
oğlu, Kâdı Ebü’l-Hâzim İbni Ferrâ’nın ağabeyidir. 451 (m.
ma’rûf yapmak maksadıyla evinden çıkar, diğer zamanlarda
1059) yılında Bağdad’da doğdu. İbn-i Ebî Ya’lâ, İbn-i Ferrâ ve
hep evinde bulunurdu. Güzel ahlâkı, cömertliği ve âdil
Kâdı Ebû Ya’lâ denildi. Bağdadî nisbet edildi. 526 (m. 1131)
hükümleri ile insanlar tarafından çok sevildi. Yaptıklarında ve
yılında Bağdad’da eşkiya tarafından evinde şehid edildi. Bâb-ı
söylediklerinde yalnız Allahü teâlânın rızâsını düşünür,
Harb kabristanında babasının yanına defnedildi.
harama düşerim korkusuyla şüpheli şeylere yaklaşmaz,
mübahların birçoğunu da terk ederdi.
Babası ve yakınlarının ilim sahibi kimseler olması sebebiyle,
küçük yaşta ilim öğrenmeye başlayan Ebü’l-Hüseyn bin Ebû
Birçok talebe yetiştirip onlara ilmini cömertçe aktardı.
Ya’lâ, zamanında Bağdad’ın kırâat İmâmı olan Ebû Bekr
Duyduklarından en iyisini yazdı. Yazdıklarının en iyisini
Hayyât’tan kırâat ilmini, çeşitli rivâyetleri ile birlikte öğrendi.
ezberledi. Ezberlediklerinin en iyisini rivâyet etti. Çok çocuğu
Babasından, Abdüssamed bin Me’mûn’dan, Ebü’l-Hüseyn
vardı. Onların hepsi âlim kimseler oldu. Ondan ilim öğrenenler
Mühtedî’den, İbn-i Nekûr’dan, Ebû Bekr Hatîb Bağdadî’den,
arasında amcasının oğlu Ebü’l-Abbâs Ahmed, Ebü’l-Hasen
Âsımî’den ve daha birçok âlimden hadîs-i şerîf öğrendi. “Şeyh-
Zeydi, İbn-ül-Ahdâr, fıkıh âlimi Ebü’l-Abbâs Katî’î, Abbasi
ül-mezheb” lakabı verilen babası zamanında, Hanbelî
halifesi Nasır ve daha birçok âlim vardı. Bu mübârek insanlar
mezhebi fıkıh bilgilerini en iyi bilen kimseydi. Ebü’l-Hüseyn bin
da hocaları gibi, din bilgilerinin yayılması ve herkes tarafından
Ebû Ya’lâ babasının engin fıkıh ilminden istifâde için üstün bir
öğrenilmesi için gayret ettiler. İnsanlara emr-i ma’rûf yapıp,
gayretle çalıştı. Ancak, babası oğlunu tam yetiştiremeden
doğru yolun Ehl-i sünnet yolu olduğunu, ondan ayrılanların
vefât etti. Babasının vefâtından sonra şerîf Ebû Ca’fer’den
maksada (kastedilen şeye) kavuşamayacaklarını anlatırlardı.
fıkıh ilmi öğrenip tahsilini tamamladı. Fıkıh bilgilerinde
zamanın önde gelen âlimlerinden oldu. Hanbelî mezhebi fıkıh
İşitmiş olduğu hadîs-i şerîflerden seçtiklerini, konularına göre
bilgilerinde ârif idi. Fetvâ makamına yükseldi. Üstün zekâsı ve
tasnif eden İbn-i Kâdı Ebû Ya’lâ, Hanbelî mezhebi üzerine
engin bilgisi ile insanların mes’elelerini kısa zamanda
birçok fıkıh kitapları yazdı. Bilinen en meşhûr eseri “Er-Ravd-
hallederdi. Ehl-i sünnet ve cemâat yolunun müdâfaasında çok
ün-nazîr fî hayât-i Ebi’l-Abbâs el-Hadar”dır.
gayretliydi. Bu husûsta pekçok kitap yazdı. Çalıştığı odaya
kimseyi almazdı. Evine gelip giden hizmetçiler, o odada para
sakladığını zannettiler. 526 (m. 1131) yılı Aşure günü gecesi
1) Zeyl-i Tabakât-ı Hanâbile cild-1, sh. 351
2) Şezerât-üz-zeheb cild-4, sh. 264
3) Mu’cem-ül-müellifîn cild-6, sh. 93
evine girip, kendisini şehid, eşyalarını yağma ettiler. Katilleri,
yakalanıp, muhakeme neticesinde ölümle cezandırıldılar.
Güzel ahlâkı yüksek ilmi, hafızasının üstünlüğü ve zekâsının
keskinliği, insanların mes’elelerini kolayca çözümlemesi ile
müslümanların sevgisini kazandı. Onlara Allahü teâlânın emir
ve yasaklarını öğretti. Ehli sünnet i’tikâdına ters olan fikir
sahiplerine güzel cevaplar vererek susturdu. Çok cömertti.
Dünyâya kıymet vermezdi. Eldeki malı Allahü teâlânın
rızâsına uygun harcamadıktan sonra insana zararından başka
birşeyi olmayacağını söylerdi. Haram ve şüphelileri terk eder,
Birisi gelip, Resûlullaha ( aleyhisselâm ): “Bana
mübahları da zarûret miktarı kullanırdı. Vaktini Allahü teâlânın
nasihat et” dedi, Resûlullah da ( aleyhisselâm ):
dinine hizmet ile kıymetlendirirdi.
“Namaz kılarsın, zekât verirsin, oruç tutarsın,
hacca gidersin, umre yaparsın” buyurdu.
Pekçok talebe yetiştirdi. Kırâat ilminde en meşhûr talebesi
Abdülmugîs Harbî idi. İbn-i Nasır, Ma’mer bin Fahir, Ebü’l-
“Kim bir serçeyi boş yere öldürürse, kıyâmet gününde o serçe
Hüseyn Birendisî, Cüneyd bin Ya’kûb Ceylî, Abdülganî bin
Allahü teâlâya: Yâ Rabbî! Falanca, fâidesiz boşyere beni
Hâfız Ebü’l-Alâ Hemedânî, Ebû Necîh Mahmûd bin Ebi’l-
öldürdü, der.”
Mercâ İsfehânî, Abdülvehhâb bin Ebî Habse, Yahyâ bin Bûş,
Ali bin Merhab Betâihî, Mübârek bin Tabâh, İbn-i Harîf, Hâfız
İbn-i Asâkir ve daha birçok âlim kendisinden hadîs-i şerîf ve
fıkıh ilmi öğrendi. Ebû Mûsâ Medînî ve İbn-i Küleyb de ondan
icâzet alan âlimler arasındaydı.
Ebü’l-Hüseyn İbni Ebû Ya’lâ’nın rivâyetinde Enes bin Mâlik (
radıyallahü anh ) buyurdu ki: “Bıyıkları kısaltmak, tırnakları
kesmek koltuk altlarını ve kasıkları tıraş etmek husûsunda
bize kırk günden fazla müddet tanınmadı.”
Kâdı Ebû Ya’lâ’nın “Tabakât-ı Hanâbile” adlı
eserinde rivâyet ettiği hadîs-i şerîflerde buyuruldu
ki:
“Nasr (yardım) sabır ile, ferahlık keder ile
beraberdir. Güçlükle beraber kolaylık vardır.”
“Allahü teâlâ, bir kavim hakkında şer murâd edince, onların
arasına cedel atar, onları amelden alıkor.”
“Allahü teâlâ buyurdu ki: “Ben kulumun, bana olan zannına
göreyim. Beni andığı yerde onunla beraberim” buyurdu.
Vallahi, Allahü teâlâ kulunun tövbesine sizden birinizin
sahrada kaybolan hayvanını bulmasından daha çok sevinir.”
“Allahü teâlâ buyuruyor ki: Ey Âdemoğlu! Şirk koşmadan yer
dolusu günahla bana kavuşursan, seni yer dolusu mağfiretle
karşılarım.”
“Allahü teâlâ ba’zı kullarına çok ni’met vermiştir. Bunları,
kullarına faydalı olması için yaratmıştır. Bu ni’metleri Allahın
kullarına dağıtırlarsa, bu ni’metler azalmaz. Eğer bu ni’metler
onlara ulaştırılmazsa, Allahü teâlâ o ni’metleri bunlardan alır,
başkalarına verir.”
“Pişmanlık tövbedir.”
“Benden sonra, benim sünnetime ve Hulefâ-i Râşidîn’in
yoluna sımsıkı sarılınız. Dinde sonradan ortaya çıkarılan
şeylerden sakınınız. Çünkü dinde sonradan ortaya çıkarılan
her yenilik bid’attir.”
“Bir kimse, din kardeşini seviyorsa, sevdiğini ona bildirsin!”
“Allahım! Ensârı, onların oğullarını, oğullarının oğullarını af ve
mağfiret eyle.”
“Ensârı, hiçbir münâfık sevmez.”
“Îmânın en sağlam kulpu, Allah için sevmek, Allah için buğz
etmektir.”
“Mü’minler, tek bir vücûd gibidir.”
“Hüküm verme işini üzerine alan kimse, bıçaksız kesilmiş
demektir.”
“Kâdılar üç tanedir: ikisi Cehennemde, birisi Cennettedir.
Cehennemde olan iki kişiye gelince, bunlardan birisi, hakkı
bildiği hâlde ondan başkasıyla hüküm verdiği için
Cehennemdedir. Diğeri ise, câhil olduğu ve bilmediği hâlde
hüküm vermiştir, bu da Cehennemdedir. O bir tanesi ise,
hakkı bilmiş, ona tâbi olmuş, onunla hüküm vermiş ve
Cennete kavuşmuştur.”
“Allahü teâlâ size Ramazân-ı şerîf orucunu farz
kıldı. Ben de size onun kıyâmını (teravih
namazını) sünnet kıldım. Kim inanarak ve
mükâfatını Allahü teâlâdan bekleyerek,
Ramazân-ı şerîf orucunu tutar ve gecelerini de
ihyâ ederse, Allahü teâlâ onun geçmiş
Câbir bin Abdullah ( radıyallahü anh ) anlattı: “Resûlullah (
günahlarını af ve mağfiret eder.”
aleyhisselâm ), bir kimsenin bir yere yaslanarak bir ayağını
diğer ayağının üstüne atmasını menetti.”
“Kim Allah için bir şeyi terk ederse, Allahü teâlâ onun
karşılığında ona ondan hayırlısını verir.”
“Mü’minin firâsetinden sakınınız. Çünkü o, Allahü teâlânın
nûru ile bakar.”
“Kurbanlarınızı iyilerinden kesiniz. Çünkü onlar, sırât’ta sizin
bineklerinizdir.
“Ümmetimden hak üzere bulunan bir taife kıyâmete kadar
bulunacaktır.”
“Allahü teâlânın rızâsı babanın rızâsında, Allahü teâlânın
gazâbı, babanın kızmasındadır.”
“Garîblere ne mutlu, garîblere ne mutlu.” Ey
Allahın Resûlü! Garîbler kimlerdir? denildi. O
“Size onu yaptığınızda birbirinizi seveceğiniz bir şeyi bildireyim
zaman Resûlullah ( aleyhisselâm ) buyurdu ki:
mi? Selâmı aranızda yayınız.”
“Kalabalık ve kötü kimseler arasında bulunan, az
ve sâlih kimselerdir. Onlara buğz edenler,
“Kim bana bir salevât-ı şerîfe okursa, Allahü teâlâ ona on
sevenlerden daha çoktur.”
rahmet eder.”
“Kur’ân-ı kerîmi, kendi görüşü ile açıklayan, doğru olsa dahi,
hatâ etmiştir.”
“Allahü teâlâ, sünnet-i seniyyeye yapışan kulunu Cennete
sokar.”
“Her kötülük sahibi için tövbe vardır. Fakat kötü
Resûlullah ( aleyhisselâm ), Mu’âviye bin Ebû
ahlâk sahibi bundan müstesna. Çünkü o, bir
Süfyân için; “Allahım Ona kitabı (yazıyı) ve
günahtan tövbe eder, sonra ondan daha
hesabı öğret, onu azâbtan koru” buyurdu.
“Evlendiğim ve evlendirdiğim kimseler, cennetliktir.”
Enes bin Mâlik ( radıyallahü anh ) anlattı: “Biz
Resûlullahın ( aleyhisselâm ) huzûrunda
oturuyorduk, önümüzde olgun ve taze hurmalar
vardı. Resûlullah ( aleyhisselâm ) hem kendileri
yiyor ve hem de bize yediriyorlardı. Bunun
kötüsünü yapar.”
“Rükû’ ve secdeleri tam yapınız. Vallahi ben sizi ön tarafımdan
gördüğüm gibi, arkadan da görürüm.”
“Sizden birisi uykusundan kalkınca, üç kere yıkamadıkça elini
su kabına sokmasın. Çünkü eli geceleyin nerede idi, o bunu
bilemez.”
üzerine ben: “Ey Allahın Resûlü! ( aleyhisselâm )
“Aralarında bir baba olmayınca, amca, baba gibidir. Aralarında
Siz hem yiyorsunuz ve hem de bize
bir anne olmayınca, hala, teyze, anne gibidir.”
yediriyorsunuz” dedim. O zaman Allahın Resûlü (
aleyhisselâm ) “Evet” deyip, “Cennette de böyle
“Kıyâmet günü olunca, yetmiş bin kişi, hesâbsız Cennete
yaparız, birbirimize yediririz” buyurdu.”
girer.”
Cebrâil (aleyhisselâm) Resûlullahın (
“Ey insanlar! Allahü teâlâdan korkunuz. Vallahi, sizden önce
aleyhisselâm ) huzûruna geldi ve dedi ki: “Ey
mü’minlerden birinin başı bıçkı ile iki parçaya ayrıldı. Yine de
Muhammed! Allahü teâlâ, Mu’âviye’yi kendine
dîninden dönmedi.”
kâtip yapmanı diliyor. Çünkü, senin kâtip olarak
alacaklarının en hayırlısı, kuvvetli ve emîn
“Eshâbımın ismini işitince, susunuz! Şânlarına yakışmayan
olanıdır.”
sözleri söylemeyiniz.”
“Kıyâmet gününde kişinin amel defteri, yazılmış olarak
“Allahü teâlâ dünyâya rağbet etmiyenin kalbine hikmet koyar,
kendisine verilir. O kimse, amel defterinde dünyâda iken
diliyle hikmet konuşturur. Ona, dünyânın hastalığını ve
yapmadığı bir takım iyiliklerin yazılı olduğunu görür. “Yâ
kusurunu ve onun ilâcını gösterir. Onu sâlim olarak dünyâdan
Rabbî! Bu iyilikler nereden buraya yazıldı?” der. Allahü teâlâ
çıkarıp, Cennete koyar.”
da, “İnsanlar seni gıybet ediyorlardı. Sen ise bunu
bilmiyordun. Bu iyilikler, sana bu sebeble verildi” buyurur.”
“Dünyâya rağbet etmemek, kalbe ve bedene rahatlık verir.”
“Birinin yanında müslüman kardeşi gıybet edilir de, o kimse,
Ebû Mûsel-Eş’arî ( radıyallahü anh ) anlattı:
gıybet edilen müslüman kardeşine yardım etmeye gücü yettiği
Resûlullaha ( aleyhisselâm ) “Ey Allahın Resûlü!
hâlde yardım etmezse, Allahü teâlâ onu dünyâda ve âhırette
Bir kimse bir kavmi sevse, fakat henüz onların
zelîl eder.”
arasına karışmamış ise durumu nedir?” diye
soruldu. O zaman Resûlullah ( aleyhisselâm ):
“Kim dünyâda müslüman kardeşinin ırzını korursa, Allahü
“Kişi sevdiği ile beraberdir” buyurdu.
teâlâ onun vücûdunu Cehennem ateşinden koruyacak bir
melek yaratır.”
Resûlullaha ( aleyhisselâm ): “Ey Allahın Resûlü!
Hangi meclis daha hayırlıdır?” diye soruldu.
“Allahü teâlâ bir kulu sevdiği zaman, “Ey Cebrâil! Rabbin
Resûlullah ( aleyhisselâm ): “Görüldüğünde size
filancayı seviyor, sen de onu sev” buyurur.”
Allahü teâlâyı hatırlatan, konuşması amelinizi
çoğaltan, ilmi ile âhıreti hatırlatan kimse ile
Resûlullah ( aleyhisselâm ); “Benden sonra
bulunduğunuz meclis” buyurdular.
peygamberlik yoktur. Fakat mübeşşirât devam
eder” buyurunca, Eshâb-ı Kirâm; “Mübeşşirât
“Ben Âdemoğullarının efendisiyim. Fakat övünmüyorum.
nedir, ey Allahın Resûlü?” diye sordular.
Kıyâmet gününde Livâ-ül-hamd, benim elimdedir,
Resûlullah ( aleyhisselâm ); “Müslümanın
övünmüyorum.”
gördüğü veya ona gösterilen güzel rü’yâlardır”
buyurdu.
“Resûlullah ( aleyhisselâm ) bir hutbelerinde: “Ey
insanlar! Allahü teâlâdan af ve afiyet isteyiniz”
“Rü’yâda beni gören kimse, uyanıklık hâlinde beni gören
buyurdu.
kimse gibidir. Çünkü şeytan benim sûretime giremez.”
“Şüphesiz cömertlik, Allahü teâlânın cûd
“Allahü teâlâ, hakkında hayır murâd ettiği kimseyi, dinde fakîh
(cömertlik) sıfatındandır. O hâlde cömert olunuz.
yapar.”
O zaman Allahü teâlâ size cömertlik eder. Dikkat
ediniz! Allahü teâlâ cömertliği, bir ağaç şeklinde
“Dinde fıkıhtan daha faziletli bir şey ile ibâdet edilmez. Bir
yaratmıştır. Onun kökünü, Tûbâ ağacının köküne
fakîh, şeytana bin âbidden daha şiddetlidir.
yerleştirmiş, dallarını, Sidret-ül-müntehâ’nın
dallarına bağlamış, onun dallarından ba’zısı,
Herşeyin bir direği vardır. Bu dînin direğide fıkıhtır.”
“Âlimlerle oturmak ibâdettir.”
Resûlullah ( aleyhisselâm ), Abdullah bin Abbâs
için; “Allahım! Onu dinde fakîh eyle. Ona te’vili
öğret.” diye duâ buyurdular.
dünyâya sarkmıştır. Kim o dallardan birisine
bağlanırsa, o dal onun Cennete girmesine vesile
olur. Dikkat ediniz. Sehâ (cömertlik) imândandır,
imân Cennettedir. Allahü teâlâ, cimriliği kendi
gadabından yarattı. Cimrilik, Cehennemde bir
ağaçtır. Allahü teâlâ onun kökünü
(Cehennemdeki) Zakkum ağacının köküne
yerleştirdi. Onun dallarından ba’zısı, dünyâya
sarkmıştır. Kim o dallardan birisine yapışırsa, o
evvel Cehenneme girer. Hattâ kâfirlerin zenginleri, “Keşke biz
dal onun cehenneme girmesine vesîle olur.”
de dünyâda fakir olsaydık” derler.”
Hadîs-i kudsîde Allahü teâlâ buyurdu ki:
“Bir kul (yeni) müslüman olduğu ve İslâmı da
güzel olduğu zaman; Allah, o kimsenin evvelce
“Kulum farzları yapmakla bana yaklaştığı gibi, başka şeyle
yapmış olduğu her hasenesini yazar, evvelce
yaklaşamaz. Kulum nafile ibâdetleri yapınca, onu çok severim,
yaptığı bütün seyyielerini ise silip atar. Bundan
öyle olur ki, benimle işitir. Benimle görür. Benimle herşeyi
sonra yeni hesap başlar. Her iyiliğine on
tutar. Benimle yürür. Benden her ne isterse veririm. Bana
mislinden yedi yüz misline kadar yazılır. Günahı
sığınınca, onu korurum.”
ise, Allahü teâlânın affettiği hâriç misliyle yazılır.”
Hadîs-i şerîflerde buyuruldu ki: “Ölüleriniz
“Size, namazın, orucun, haccın ve zekâtın farz
hakkında hayırdan başkasını söylemeyiniz.”
olduğu gibi, Ebû Bekr’i ve Ömer’i ve Osman’ı ve
“Kaderiyye (İ’tikâdında olanlar) bu ümmetin
mecûsîleridir.”
Ali’yi (r.anhüm) sevmeniz de farzdır.”
“Ameller niyetlere göredir.”
“Cennete girdim. Cennetliklerin çoğunun
“Kişinin mâlâya’nîyi terketmesi, müslümanlığının
miskinler (yoksullar) olduğunu gördüm.
güzelliğindendir.”
Cehenneme girdim. Cehennemliklerin çoğunun
kadınlar olduğunu gördüm.”
“Bir mü’min, kendisi için istediğini müslüman kardeşi için de
istemedikçe îmânı kâmil bir mü’min olmaz.”
“Ebû Bekr ile Ömer (r.anhümâ), dinde kulak ile
göz makâmındadırlar.”
“Helâl belli, haram da bellidir, bu ikisi arasında şüpheliler
vardır.”
“Resûllerden ve nebilerden (aleyhimüsselâm)
sonra Ebû Bekr’den daha üstün birisini yeşillikler
“Allahü teâlâ bir kuluna, sâliha bir hanım, evlâd
gölgelememiş, yer kaldırmamıştır.”
ve maldan bir ni’met verir de, kul (da), “Mâşâallah
lâ havle velâ kuvvete illâ billâh” derse, ölümden
“Ramazan ayı geldiğinde Cennet kapıları açılır. Cehennem
başka âfet görmez.”
kapıları kapatılır. Şeytanlar da bağlanır.”
“Bir kula, dîninin gitmesinden sonra, gözünün gitmesinden
“Bir beldede zinâ ve ribâ (faiz) zuhur ederse, (o
belde halkı) Allahın azâbına hak kazanmış
daha büyük musibet olmaz. Gözü gidip de sabreden kimse
muhakkak Cennetliktir.”
olurlar.”
Abdullah bin Mes’ûd buyurdu ki: Resûlullahın ( aleyhisselâm )
“Eshâbım gökteki yıldızlar gibidir. Hangisine uyarsanız
kurtuluşa erersiniz.”
“Kadere imân, sıkıntı ve kederi giderir.”
“Müslümanların fakirleri, zenginlerinden beşyüz sene Önce
Cennete girer ve zenginler, “Keşke biz de dünyada fakir
olsaydık” derler. Kafirlerin zengini de, fakirlerinden kırk sene
sünnet-i seniyyesine tâbi olunuz. Bid’atları (Resûlullah
efendimizin ( aleyhisselâm ) zamanında ve onun dört halîfesi
zamanlarında bulunmayıp, dinde sonradan meydana çıkarılan
ve ibâdet olarak yapılan, her türlü söz, iş ve usûlleri)
yapmayınız. Her bid’at dalâlettir (sapıklıktır).
İbn-i Ömer ( radıyallahü anh ): “İnsanlar güzel görse bile, her
bid’at dalâlettir” buyurdu.
Ebû Mûsâ: “Allahü teâlânın ilim verdiği kimse, onu insanlara
Kâdı Ebû Ya’lâ İbni Ferrâ, Allahü teâlânın dînine hizmet için,
öğretsin. Fakat, bilmediği şeyi söylemekten sakınsın. Yoksa,
bir taraftan insanlara ilim öğretirken, diğer taraftan da pek
kendisini ilgilendirmiyen bir şeye karışmış olur, dinden çıkar”
kıymetli eserler yazdı. Eserlerinin en meşhûru Hanbelî
buyurdu.
mezhebi âlimlerinin hayat ve üstünlüklerini anlatan “Tabakât-ı
Hanâbile” adlı iki cildlik eseridir. “El-Mecmû fil-fürû’ “, “Rüûs-ül-
İbn-i Mes’ûd ( radıyallahü anh ): “Sizden birine, bilmediği bir
mesâil”, “El-Müfredat fil-fıkıh”, “Et-Temâm li-kitâb-ir-rivâyeteyn
şey sorulduğu zaman bilmediğini i’tirâf etsin, utanmasın.”
vel-vecheyn” (Babasının kitabının eksiklerini tamamlamıştır),
“Kişiye bilmediği sorulunca, Allahü teâlâ bilir demesi,
“El-Müfredât fî usûl-il-fıkh”, “Tabakât-ül-Eshâb”, “îdâh-ül-
ilimdendir” buyurdu.
edilletü fir-reddi alel-firak-id-dalle vel-mudille”, “Er-Redd-ü alâ
Rebî’ bin Haysem buyurdu ki: “Kişi, (bilmediği hâlde) bu
haramdır, bu men edilmiştir, demekten sakınsın. O zaman
Allahü teâlâ ona “Yalan söyledin” buyurur.”
zaigiy-yil-i’tikâdât fî men’ihim min sima’il-âyât”, “Şeref-ül-üttibâ
ve şeref-ül-ibtidâ”, “Tenzîh-ü Mu’âviye bin Ebî Süfyân elMuknî’ ven-niyyât”, “El-Miftâh fil-fıkh” ve daha birçok eser
onun kitapları arasındadır.
İbn-i Abbâs buyurdu: “Dosdoğru ol. Bid’atten ve bid’atçi
olmaktan çok sakın.”
Büyük âlim İbrâhim Harbî- “Allahü teâlâ, kötü arzu ve
isteklerde zerre miktarı bir hayır, iyilik bulundurmadı. Bunlar,
1) Zeyl-i Tabakât-ı Hanâbile cild-1, sh. 176
2) Şezerât-üz-zeheb cild-4, sh. 79
şeytanın süsleridir. Şeytan bunları insanlara güzel gösterir”
buyurdu.
3) Mu’cem-ül-müellifîn cild-11, sh. 211
Şa’bî ( radıyallahü anh ): “Bilmiyorum demek, ilmin yarısıdır”
4) El-A’lâm cild-7, sh. 23
buyurdu.
5) Tabakât-ı Hanâbile
“Ma’rûf-i Kerhî hazretleri buyurdu ki: “Allahü teâlâ
mü’minlerden bir zümreyi kabirlerinden kanatlı olarak diriltir.
Sûr üfürüldüğü zaman kabirlerinden uçarlar. Cennet-i a’lâya
koşarlar. Onları melekler karşılar ve onlara, “Siz kimsiniz?”
derler. Onlar, “Mü’minlerdeniz. Ümmet-i Muhammeddeniz,
Ümmet-i Kur’ândanız” derler. Melekler, “Siz Sırât’ı gördünüz
mü?” derler. “Hayır” diye cevap verirler. “Siz Haşrı gördünüz
mü?” “Hayır.” “Siz Allahü teâlâyı gördünüz mü?” “Biz O’nun
nûrunu gördük.” “Peki siz dünyâda ne amel, yapardınız?” “Biz
O’na kulluk ettik. O’ndan başka herşeyden yüz çevirdik. Allahü
teâlâ bize hesaba çekilecek bir dünyalık vermedi” derler.
KÂDI EBÛ YA’LÂ SAGÎR (Muhammed bin Muhammed)
Hadîs, usûl ve Hanbelî mezhebi fıkıh âlimi, kadı. Künyesi Ebû
Ya’lâ Sagîr olup ismi, Muhammed bin Muhammed bin Hüseyn
bin Halef bin Ahmed bin Ferrâ’dır. İmâdüddîn İbni Kâdı Ebî
Hâzim İbni Kâdı el-Kebîr Ebî Ya’lâ ismiyle de tanınır. 494 (m.
1101) yılında Bağdad’da doğdu. Kâdı Ebû Ya’lâ Sagîr diye
meşhûr ve ma’rûf oldu. 560 (m. 1165) yılında Bağdad’da vefât
etti. Kasr Câmii’nde oğlu Ebû Mensûr’un kıldırdığı cenâze
namazından sonra, Bâb-ı Harb kabristanında, babası ve
dedesinin yanına defnedildi. Baba ve dedeleri de zamanlarının
“Kim Allahü teâlâya tevekkül eder, O’na sığınır ve güvenirse,
büyük âlim ve kadılarından olan Ebû Ya’lâ Sagîr, ilim tahsiline
Allahü teâlâ onun yardımcısı olur. Kim Allahü teâlâ için tevâzu
aile çevresinden öğrendikleri ile başladı. Babasından başka,
ederse, Allahü teâlâ onu yükseltir.” Abdullah bin Abbâs’dan en
amcası Kâdı Ebü’l-Hüseyn, Ebü’l-Hasen bin Allâf, Ebü’l-
efdal cihâd hakkında sorulduğu zaman şöyle buyurdu: “Bir
Berekât Talhâ Âkûlî, Ebü’l-Hasen bin Allâf, Ebü’l-İzz bin Kadiş,
mescid yaptırmak ve orada Kur’ân-ı kerîm, fıkıh ve sünneti
Ebü’l-Ganâim Nersî, İbn-i Nebhân, İbn-i Beyân ve daha birçok
öğretmektir.”
âlimden ilim öğrendi. İbn-i Cevâlikî ve Harirî’den icâzet aldı.
Babası Ebû Hazm ile, amcası Kâdı Ebü’l-Hüseyn’den Hanbelî
Medresesi hocalarından Yahyâ bin er-Rabî eş-Şâfiî ondan
mezhebi fıkıh bilgilerini öğrendi. Genç yaşta âlim olup ders
Vâsıt’ta hılâf ilmine âit bilgileri görendi.
verdi. Hanbelî mezhebine göre fetvâ verirdi. Mezhebler
arasındaki ictihâd farklılıklarını çok iyi bilir, mes’eleleri ilmî
Birçok âlim de kendisinden hadîs-i şerîf dinledi. Ebü’l-Abbâs
delîlle açık olarak hallederdi. Üstün zekâsı, parlak hafızası,
el-Katî’î, Ebû İshâk es-Sakkâl, Ebü’l-Mâlî bin Şafiî, Ebû Bekr
güzel ahlâkı, üstün hitâbet gücü ile, din düşmanlarına
Muhammed bin Mübârek, Ahmed bin Sırma ve daha birçok
inandırıcı cevaplar, müslümanlara tatlı nasihatler verirdi. İlk
âlim kendisinden hadîs-i şerîf dinleyenler arasındaydı.
önce Bağdad’ın Bâb-ül-Ezc bölgesine, daha sonra Vâsıt
şehrine kadı ta’yin edildi. Otuzyedi sene orada kaldı. Basra’ya
gitti. Daha sonra Bağdad’a döndü. Ömrünün sonuna kadar
talebe yetiştirmek ve kitap yazmakla meşgûl oldu. Zamanında,
Hanbelî mezhebi âlimlerinin en önde gelenlerindendi. İlmî
Pek kıymetli eserleri vardı. Hılâf mes’elelerine dâir, “EtTa’lika”sı, “El-Müfredâf’ı ve “Mühezzeb” şerhi, “En-Nüket velişârât fî mesâ-il-il-müfredât” adlı eseri bilinen kitapları
arasındadır.
şöhreti, her tarafa yayıldı. Hayatta iken, fetvâ veren ve ders
okutan talebelerini gördü, ömrü boyunca ilim öğrenmek,
öğretmek ve Allahü teâlânın kullarına faydalı olmak için çalıştı.
1) Zeyl-i Tabakât-ı Hanâbile cild-1, sh. 244
O’nun rızâsını kazanmaya gayret etti. Resûlullahın (
aleyhisselâm ) güzel ahlâkını çok iyi bilir, O’na harfiyen
2) Şezerât-üz-zeheb cild-4, sh. 190
uymaya çalışırdı. Tatlı dilli, güler yüzlü olup; cömertliği,
merhameti, vera’, takvâ ve zühdü çoktu.
3) Esmâ-ül-müellifîn cild-2, sh. 94
Âlimlerden birçoğu ondan fıkıh ve hadîs ilimlerini öğrendi. Ebû
4) Mu’cem-ül-müellifîn cild-11, sh. 276
İshâk Sakkâl, Ebü’l-Abbâs Kati’î, Ebü’l-Hasen bin Verhâz,
Ebü’l-Bekâ el-Ukberî gibi âlimler bunlardandır. Nizamiye
5) El-A’lâm cild-7, sh. 24
sonra Harran’a yerleşen Ebü’l-Feth, burada da Ebü’l-Kâsım
KÂDI EBÜ’L-FETH (Abdülvehhâb bin Ahmed)
ez-Zeydî’nin sohbetinde bulundu ve ondan ilim aldı.
Hanbelî mezhebindeki hadîs ve fıkıh âlimlerinden. İsmi,
Kâdı Ebü’l-Feth’den ( radıyallahü anh ): Hibetullah bin
Abdülvehhâb bin Ahmed bin Abdülvehhâb bin Celebe el-
Abdülvâris eş-Şîrâzî ve başka âlimler ilim öğrenip hadîs-i şerîf
Bağdâdî el-Harrânî el-Cezzâr’dır, Künyesi Ebü’l-Feth’dir.
rivâyetinde bulunmuştur.
Bağdad’a nisbetle el-Bağdâdî, Harran’a nisbetle el-Harrânî
denilmiştir. Doğum târihi bilinmemektedir, İlim tahsilinde
Eshâb-ı Kirâma düşman olan bozuk i’tikâdlı kimselerle
bulunmak için Bağdad, Harran ve daha başka yerlere
mücâdele eden ve onlara emr-i ma’rûf ve nehy-i münker
seyahatler yapmış ve kıymetli eserler tasnif etmiştir. 476 (m.
yapan Kâdı Ebü’l-Feth ( radıyallahü anh ), Resûlullahın
1083) senesinde Harran’da şehîd edildi. Kabri orada olup,
sünnetine tam ittibâ eden müslümanların yolu olan Ehl-i
ziyâret edilmektedir.
sünnet yoluna çok hizmet etmiştir. Zamanında Harran, Müslim
bin Kureyş’in emrindeydi ve kendisi de Eshâb-ı Kirâm
Bağdad’da oturan Kâdı Ebü’l-Feth, orada Ebû Ya’lâ’nın (
düşmanı bir kimseydi. Ebü’l-Harran’ın, Eshâb-ı Kirâmı seven,
radıyallahü anh ) yanında uzun zaman bulunarak Hanbelî
Ehl-i sünnet i’tikâdında olan Türkmen emiri Çubuk’a teslim
fıkhını öğrenmiş ve ince mes’elelerine vâkıf olmuştur. Ayrıca
edilmesine karar vermişti. Fakat İbn-i Kureyş ondan çabuk
ondan ve Berkânî, Ebû Tâlib el-İşârî, Ebû Ali bin Şâzân, Ebû
davranıp, Kâdı Ebü’l-Feth’in bulunduğu Harran kalesini
Ali bin Şihâb-ül-Akberî gibi (r.aleyhim ecmaîn) zamanının en
kuşatarak, surları mancınık atışlarıyla yıkmış ve orayı almıştır.
büyük hadîs âlimlerinden de hadîs-i şerîf dinlemiştir. Bundan
Kâdı Ebü’l-Feth’i, çocuklarını ve onu seven arkadaşlarını
şehîd etmiştir.
İbn-i Ömer, onun, fıkıh ilminde derin âlim, te’sîrli, fasih bir dille
3) Mu’cem-ül-müellifîn cild-6, sh. 218
va’z veren bir âlim olduğunu bildirmiştir. Ebû Ya’lâ’nın
meclisinde ilim öğrenmek için Bağdad’a geldi. Ondan fıkıh
öğrendi ve pekçok kitap yazdı. Ebû Ya’lâ, Harran kadılığında
bulunuyordu. Zamanın emîrine Ebü’l-Feth’in kendi yerine
Harran’a, kadı olmasını tavsiye eden bir yazı gönderdi. Ebü’lFeth, kadılığında Hanbelî mezhebini yaydı ve birçok
kimselerin Hanbelî mezhebine girmesine çalıştı. Uzun zaman
Harran’ın müftîsi, vâ’izi ve hatîbi idi. Aynı zamanda Harran’ın
müderrisi olup, onlara ilim öğretti.
O zaman, Kur’ân-ı kerîmin mahlûk (sonradan yaratılmış)
olduğuna inanan kimselere cevap vermiş, onların bozuk
inançlarından dönüp, doğru îmân sahibi olmalarını sağlamış,
Kur’ân-ı kerîmin mahlûk olmayıp, Allah kelâmı olduğunu isbât
etmiştir.
Ebû Ya’lâ el-Hanbelî’nin bulunduğu bir mecliste şu şiiri
söyledi:
KÂDI FADIL (Abdurrahîm bin Ali bin Hasen bin Ahmed)
Fıkıh, tefsîr ve hadîs âlimi. İsmi, Abdurrahîm bin Ali bin Hasen
bin Ahmed ellahmî el-Askalânî el-Mısrî olup, künyesi Ebû
Ali’dir. Kâdı Fadıl diye tanınmıştır. Lakabı, Muhyiddîn olup, elKâdıyy-ül-Eşref diye de bilinir. 529 (m. 1135) senesi Cemâzilâhır ayı ortalarında Askalân’da doğdu. 596 (m. 1200) senesi
Rebî’ül-âhır ayının altıncı gününe rastlayan Salı günü,
Kâhire’de vefât etti. Ders verdiği medresesinde yatsı vakti
cenâze namazı kılınıp, İmâm-ı Şafiî hazretlerinin de medfun
bulunduğu Kurâfe kabristanına defn olundu.
Kâdı Fadıl hazretleri, naklî ilimlerden başka, edebiyat ve târih
ilimlerinde de derin âlim idi. Edîblerin önderi, çok güzel şiir
söyleyenlerin bayraktarı idi. Fesahat ve belagatta ileri olup,
“Ey ilim talebesi! Keskin kılıç ol bâtıllara,
çok güzel ve te’sîrli konuşurdu. Hitâbeti kuvvetli idi. Bütün
ve bid’at ehline meyyal olan bütün yollara.
edebî ilimleri kendisinde toplamıştı. Şiir okumakta onun gibi bir
kimse gelmemiştir. Kitabette de (güzel yazı yazmakta da) çok
İnsanlar görsün veya görmesin, ilminle amel et,
ileri idi.
gün gelir bu hâllerin sana fayda verir elbet.
Hâfız Ebü’l-Kâsım İbni Asâkir, Ebû Tâhir es-Süefi, Ebû
Ey talebe! Bid’at ehline meyletme, sayma kâfir,
Muhammed el-Osmânî, Ebû Tâhir bin Avf ve başka zâtlardan
Zira bid’at ehli kıyl-ü kal ile seni sapıtır.
ilim öğrendi, hadîs-i şerîf dinledi. Kendisi de birçok kimseye
ilim öğreterek fâideli oldu.
Âlimlerin birbirinden naklederek, darbı mesel,
olarak sana kadar getirdikleri bilgileri al.
Edebî ilimlerle uğraştı. Mısır’a gitti, İmâm-ı a’zam ve İmâm-ı
Şafiî’nin, fıkıh âlimleri arasındaki yeri nasıl büyük ise, bu zât
Halisane, anlayarak doğru yola uy, dikkat et,
da edebiyat sahasında öyle idi. Çok yazı yazardı. Yazdıkları
Hamd edici bir hayat yaşa, dalâleti terket.”
toplansa, 100 cildlik eser olurdu. Sâhib olduğu kitapların
Ebü’l-Feth ( radıyallahü anh ) pekçok eser yazmıştır.
sayısının ise 100 000 cildden fazla olduğu bildirilmektedir.
Bunlardan Ruûs-ü mesâil, Usûl-i fıkh, Usûl-i din ve Kitâb-ün-
Kâdı Fadıl hazretleri, takvâ sahibi sâlih bir zât idi. Dînine çok
nizâm bî hısâl-il-aksam meşhûrdur.
bağlı olup, çok namaz kılardı ve çok oruç tutardı. Hiç kimseyi
incitmezdi. Herkese karşı hoşgörü sahibi idi. Bütün mahlûkâta
yumuşak davranırdı. Başkalarının ayıplarını örter, kendisine
1) Tabakât-ı Hanâbile (Zeyli) cild-1, sh. 42
2) El-A’lâm cild-4, sh. 180
sıkıntı verenleri affederdi. Her ân Allahü teâlâyı düşünür, O’nu
zikrederdi. İmâdüddîn-i Kâtib’in, el-Harîde isimli eserinde, bu
zâtın hergün Kur’ân-ı kerîmi hatmettiği, hattâ daha fazla
okuduğu bildirilmektedir. Herkese iyilikte bulunabilmek için
çırpınırdı. Çok sadaka verirdi. Kendisi çok ihtiyâç ve sıkıntı
hiç biri çocukların okuyup anlıyabileceği şekilde değildir” dedi
içinde bulunduğu hâlde, eline geçen şeyleri ihtiyâcı olanlara
ve oğlu için, o kitabın yeni ve anlaşılır bir nüshasını satın aldı.
verirdi.
Selâhaddîn-i Eyyûbî hazretlerinden sonra sultan olan Melik
Çok iyilik ve ihsân sahibi idi. Bilhassa yiyecek ve giyecek
Azîz İmâdeddîn de kendisine çok iltifât etmiştir. Sultan birgün
husûsunda ihtiyâç sahiplerine çok yardımda bulunurdu. Hasta
Kâdı Fadıl’a bir haber gönderdi. Haberi getiren kimse, kadı
ziyâretini ve cenâzelerde bulunmayı ve kabirleri ziyâret etmeyi
hazretlerini, sakin bir şekilde hareketsiz duruyor gördü. Bu
hiç ihmâl etmezdi. Geceleri teheccüd namazı kılmaya devam
sükût hâli uzun sürünce, gelen kimse şüphelenip, yavaş yavaş
ederdi ve bunu hiç aksatmazdı. İnce yapılı ve zayıf bedenli
geldi, elini üzerine koydu. Vefât etmiş olduğunu anladı.
olduğu hâlde, bu husûsiyetlerini hiç terketmez ve aksatmazdı.
Nafakasını te’min etmek için ticâretle uğraşırdı ve senede 50
İbn-i Şehbe’nin târihinde bildirdiğine göre, Kâdı Fadıl
bin altın geliri olurdu. Hind ve garb memleketlerinde ticâret
hazretlerinin Mısır’da yüksek gelir getiren büyük bir arazisi
yapardı. Esedüddîn sultan olunca, onu kâtip olarak yanına
vardı. Birgün hacca gitmeye niyet etti. Hayvanına binip
aldı. Daha sonra Kâdı Fadıl ( radıyallahü anh ), Sultan
giderken, bu arazinin yanından geçiyordu. Orada Allahü
Selâhaddîn-i Eyyûbî’nin yardımcısı, vezîri, müşaviri ve
teâlâya şöyle duâ etti: “Yâ Rabbî! Bana âit olan araziler içinde
devletlerarası yazışmalarda, dîvân-ı inşâ sahibi (sultânın özel
en çok sevdiğim yerin burası olduğunu sen elbette biliyorsun.
kalem müdürü) oldu. Sultan, bunun i’tikâdının düzgün
Allahım! Sen şâhid ol ki, bu araziyi senin rızâ-i şerîfin için
olduğunu, beyan ettiği fikirlerin çok yerinde ve kıymetli
vakfettim.” Böylece, Allahü teâlâ için birşey vakfedileceği
olduğunu görüp kendisine çok iltifât etti ve kendisini yüksek
zaman, kişiye en sevgili olanının vakfedilmesinin efdal olması
makama getirdi. Selâhaddîn-i Eyyûbî, “Beldeleri askerler ile
kaidesine riâyet etmiş oldu. O arazi günümüze kadar vakıf
değil, Kâdı Fadıl hazretlerinin te’sîrli sözleriyle fethettim” dedi.
olarak gelmiştir. Ebû Ali Kâdı Fadıl hazretlerinin, Mısır’da
Kâdı Fadıl’ın hürmet ve i’tibâr görmesi, sultan Selâhaddîn-i
Kâhire’de bir de medresesi vardır ki, Mısır’da bina olunan ilk
Eyyûbî hazretlerinin vefâtından sonra da devam etmiştir.
medresedir.
Kâdı Fadıl hazretleri, hep ibâdet ve tâatla, hayır ve hasenatla
meşgûl olup, dünyâ malına ve lezzetlerine kıymet vermezdi.
Kıymeti iki dirhemden fazla olmayan beyaz bir elbise giyerdi.
Fazilet sahipleri yanında çok kabûl ve i’tibâr görürdü. Garîbleri
severdi. Evlerini geçindirmekte güçlük çekenlere ve varlıklı
iken muhtaç duruma düşenlere çok iyilik eder, onları kendisine
1) Tabakât-üş-Şâfiiyye cild-7, sh. 166
2) El-Bidâye ven-nihâye cild 13, sh. 24
3) Ravdateyn cild-2, sh. 241
tercih ederdi. Hiçbir zaman yaptığı iyiliği başa kakacak söz ve
harekette bulunmazdı. Yine hiçbir zaman düşmanlarından
4) Şezerât-üz-zeheb cild-4, sh. 324
intikam almadı. Bilakis onlara iyilik ederdi.
5) Mu’cem-ül-müellifîn cild-5, sh. 209
Kitaplara olan merakı ve sevgisi pek fazla idi. Her ilme âit
kitapları te’min ederdi. Şezerât sahibi İbn-ül-İmâd kitabında,
6) Vefeyât-ül-a’yân cild-3, sh. 158
İbn-i Sûre el-Ketbî’nin şöyle anlattığını bildiriyor: Kâdı Fadıl,
oğlu ve İbn-i Sûre üçü beraberler iken, Kâdı Fadıl’ın oğlu, İbn-i
7) Nihâyet-ül-ereb cild-8, sh. 1
Sûre’den meşhûr Hamâse kitabının bir nüshasını okumak için
istedi. O da Kâdı Fadıl’a, “Hizmetçilerden birinden iste de
getirsin. Nasıl olsa kütüphânende bu eser vardır” dedi.
Hizmetçi o eserin 35 ayrı nüshasını getirip önlerine koydu.
Kâdı Fadıl, her nüsha için ayrı ayrı bu falanın hattı (yazması),
bu falanın hattıdır diyerek hepsini saydıktan sonra, “Bunların
KÂDI HAMÎDÜDDÎN NÂGÛRÎ (Muhammed bin Atâ)
Hindistan ulemâ ve evliyâsının büyüklerinden. İsmi,
Tasavvuf ve hakîkatten nasîbi olan bir azîz, bu zaîf kula
Muhammed bin Atâ olup, Hamîdüddîn lakabı ile tanındı.
anlattı: Anadoludaki hücrelerden birine girmiştim. Keskin
Nâgûrî nisbet edildi. Şam ve Bağdad’da din ilimleri tahsil etti.
görüşlü biri bana baktı ve hâlimden birşeyler anlayıp, beni bir
Şihâbüddîn Sühreverdî hazretlerinin sohbetleriyle şereflendi.
yere götürdü. Huşû’ üzere duran bir dervişin yanına vardık.
Onun halifesi olarak Hindistan’a gitti. Orada Çeştî
Yanımdaki kimse, bana dönüp; “Bu azîz, oniki senedir Celâl’in
büyüklerinden Hâce Kutbüddîn Bahtiyar Kâkî’ye talebe oldu.
müşâhadesindedir. Da’vet gelir diye ayakta hazır
Hem Sühreverdî, hem de Çeştî büyüklerinin yolunda ilerledi.
beklemektedir. Her seher vakti, aniden “Hû” ismi, onun
Feridüddîn Genc-i Şeker hazretleriyle sohbet etti. Hindistan’ın
dilinden kulağımıza erişir. Hû ismini söyleyince, ağzından,
çeşitli şehirlerinde kadılık yaptı. 650 (m. 1252) yılında Dehlî’de
yeni doğan güneş gibi bir nûr parlar” dedi.
vefât etti. Hocası Kutbüddîn Bahtiyar Kâkî hazretlerinin ayak
ucuna defnedildi.
Kâdı Hamîdüddîn bu eserinde ve diğerlerinde,
vahdet ve tevhîd sırlarını, tasavvuf erbâbının
Herkese iyilik eden, vaktini, Allahü teâlânın kullarına O’nun
gönlündeki aşk ve muhabbet nehirlerinin sızıntı
dînini öğretmekle kıymetlendiren Kâdı Hamîdüddîn Nâgûrî,
ve serpintilerini dile getirip, ortaya döktü. Ama
insanlarla iyi geçinir, herkese iyilik ederdi. İnsanlara karşı çok
ehli kalmadı ki anlasın, kaybeden yok ki, bulunca
merhametliydi. Onları Cehennemde ebedî azap çekmekten
sevinsin. Beyt:
kurtarmak için durmadan çalışırdı. Hakka olan aşkını dile
getirdiği şiirleri dilden dile dolaşır, güzel eserleri her cemiyette
Bilmiyenler tanıyamaz bileni
okunur, istifâde edilirdi.
O halde sözü kısa kesmeli.
“Fevâid-ül-füâd” adlı eserde, onun şiirleriyle ilgili bir menkıbe
şöyle anlatılır. Zamanın büyüklerinden ve Kutbüddîn Bahtiyar
Kâkî’nin ileri gelen halîfelerinden olan Feridüddîn Genc-i
Şeker, huzûrunda kaside okunmasını emir buyurdu. Kasîde
1) “Ahbâr-ül-ahyâr fî esrâr-il-ebyâr”, Kitabhâne-i Rahmiyye,
Diyobend, sh. 43
okuyacak kimse bulunamadı. Talebelerinden Bedreddîn’e
emredip, Kâdı Hamîdüddîn Nâgûrî’nin gönderdiği mektûpları
getirmesini söyledi. Bedreddîn, mektûp ve yazıları sakladığı
çantayı getirip, önüne koydu. Eline gelen ilk mektûbu
Feridüddîn hazretlerine verdi. “Ayakta oku” buyurdu. O da
mektûbu okumaya başladı. Mektûpta şöyle diyordu: “Fakîr,
KÂDI HÂN (Hasen bin Mensûr el-Fergânî)
hakîr, zaîf, nahîf Muhammed Atâ ki, dervişlerin bendesi, baş
ve gözüyle onların ayaklarının tozudur.” Şeyh bu kadar
Hanefî mezhebi âlimlerinden. İsmi, Hasen bin Mensûr bin
dinleyince, kendine bir hâl ve zevk peyda oldu. Sonra bu
Mahmûd Abdülazîz el-Özcendî el-Fergânî’dir. “Kâdı Hân” ismi
mektûpta bulunan şu rubaiyi okuttu:
ile meşhûr oldu. “Fahrüddîn, Ebü’l-Mefâhır ve Ebü’l-Mehâsin”
lakabları ile anılmaktadır. Doğum yeri olan Özcend, İsfehan’da
O akıl nerede ki, kemaline erişsin,
Fergana’ya yakın bir şehirdir. Bu şehirlere nisbetle “Özcendî”
O rûh nerededir ki, Celâline yetişsin,
ve “Fergânî” denilirdi. Hanefî fıkıh âlimidir. Ebû İshâk İbrâhim
Farzedelim ki, yüzünden perdeyi kaldırmışsın,
bin İsmâil bin Ebî Nasr es-Sıgârî’den ve Zâhireddîn Ebû
O göz nerededir ki, Cemâline erişsin.
Hasen Ali bin Abdülazîz el-Mergınânî’den ve daha başka
âlimlerden ilim tahsil etmiştir. 592 (m. 1196) senesi Ramazân-ı
Kâdı Hamîdüddîn hazretleri, zâhir ve batın ilimlerinde birçok
şerîf ayının onbeşinci gecesi vefât etti.
talebe yetiştirdi. Kerâmetleri meşhûr oldu. Kıymetli eserler
yazdı. “Tavâliüş-şümûs” adlı eserinde hakikât sırlarını anlattı.
Allâme Ebü’l-Hasenât Muhammed Abdülhayy el-Lüknevî, “ElFevâid-ül-behiyye” adındaki eserinde diyor ki, “Hasen bin
Mensûr bin Mahmûd Fahrüddîn Kâdı Hân özcendî Fergânî,
Kâdı Hân, “Fetâvâ”sının “Hazar ve İbâha” kısmında diyor ki:
büyük İmâm, ilimde derin bir deniz, ince ma’nâlar deryasının
“Kelâm ilmi, dîni akidelerin isbâtı için gerekli delîl ve
dalgıcı, keskin görüşlü bir müctehid olup, Zahîrüddîn Hasen
huccetlerin bildirilmesi ve şüphelerin giderilmesini anlatan bir
bin Ali Mergınânî’den, o da Burhânüddîn-il-kebîr Abdülazîz bin
ilimdir, ihtiyâcından çok kelâm ilmini öğrenmek, kelâmda
Ömer Mâze’den, o da Kâdı Hân’ın dedesi Mahmûd bin
görüş ortaya atmak ve münâzara etmek yasak edilmiştir. Zira
Abdülazîz el-Özcendî’den ilim almıştır. Bu ikisi de İmâm-ı
İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfe’nin oğlu Hammâd’dan rivâyet edilir
Serahsî’den, o da Hulvânî’den, o da Ebû Ali en-Nesefî’den, o
ki, O: Kelâm mes’eleleri hakkında konuşmaktan, babam beni
da Ebû Bekr bin Fadl’den, o da üstâd Sebzemûnî’den, o da
men ederdi. Bunun üzerine babama: “Babacığım, ben sizi
Ebû. Abdullah’dan ve o da babası İmâm-ı Muhammed
kelâmdan konuşurken gördüm. Acaba siz beni niçin bundan
Şeybânî’den ilim öğrenmiştir.
men ediyorsunuz?” diye sordum. Babam cevâbında: “Ey
yavrum! Biz gerçi kelâmdan konuşurduk. Ama, sanki
Onun meşhûr ve elden düşmeyen fetvâları vardır. “Fetâvâ-i
başımızın üstünde kuş vardı. (Ya’nî başına kuş konmuş bir
Kâdı Hân” diye bilinir. Bundan başka “Vâki’at”, “Emâlî”,
kimsenin, onu uçurmamak için gösterdiği dikkat ve uyanıklığı
“Mehâdır”, “Şerh-i Ziyâdât”, “Şerh-ül-câmi-is-Sagîr” ve
gösterirdik.) Konuştuğumuz arkadaş ve muhatablarımızı hiç
Hassâf’ın kitabına yaptığı şerhlerden meydana gelen “Şerh-i
rencide etmez, ayıplamazdık. Ama siz, şimdi bir mes’elede ve
Edeb-il-kazâ” kitapları vardır. Osmanlı Şeyhülislâmlarından
kelâm konularında konuştuğunuz zaman, herbirinizin
Ahmed bin Kemâl Paşa onu, “Mes’elede ictihâd” tabakasına
maksadı, karşısındakini küçük göstermek ve ayağını
yükselen fakîhler arasında saymıştır. Fıkıh ilmini Cemâlüddîn
kaydırmaktır. Sanki muhatabının küfrüne rızâ gösterirler.
Ebû Hâmid Mahmûd el-Husayrî, Şemsüleimme Muhammed
Arkadaşının, konuştuğu kimsenin küfrüne rızâ gösteren,
el-Kerderî, Necmüleimme ve Necmüddîn Yûsuf-i Hâsî ve
arkadaşı kâfir olmadan önce kendisi kâfir olur, îmândan çıkar”
başka âlimlerden almıştır.
buyurdu.
Kâdı Hân’ın başka kitaplara yaptığı şerhleri ve “Hâniyye”
Yine “Fetâvâ-i Kâdı Hân”da diyor ki: “Diş arasında yemek
isminde bir fetvâ kitabı meşhûrdur. Fetvâ ilmi, fıkıh ilminin
artığı bulunursa, gusül (boy abdesti) tamam olmaz. Bunu
dallarından birisidir. Bu ilimde, cüz’î ve kısmî olaylarda, fıkıh
çıkarıp altını yıkamak lâzımdır.”
âlimlerinden sâdır olan hükümler rivâyet olunur. Böylece
kendilerinden sonra gelen insanlara, karşılaşılabilecek çeşitli
Kâdı Hân buyurdu ki: “Farzdan önce sünnet kılmak, şeytanın
mes’elelerde uyulacak esaslar bildirilmiş olur. Bu ilimde
ümidini kırmak, onu üzmek için emrolundu. Şeytan, Allahü
yazılan kitaplar sayılamayacak kadar çoktur. Hanefî
teâlânın emretmediği sünnetlerde bile, insanı aldatamıyorum,
mezhebinde mu’teber olan fetvâ kitaplarının meşhûrlarından
emrettiği farzlarda hiç aldatamam diye üzülür. Böyle olduğu
biri de “Fetâvâ-i Kâdı Hân”dır.
“Eddürr-ül-muhtâr”da ve “Redd-ül-muhtâr”da da yazılıdır.”
Fetâvâ-i Kâdı Hân; Hanefî mezhebinde meşhûr ve makbûl
Namazı cemâatle kılmak ve “Tumânînet” ile kılmak, rükû’dan
olan, kendisiyle amel edilen ve büyük âlimlerin, fakîhlerin
sonra “Kavme” yapmak ve iki secde arasında “Celse” yapmak
yanında elden ele dolaşan güvenilir ve kıymetli bir fetvâ
Resûlullah efendimiz tarafından bildirilmiştir. Kavmenin ve
kitabıdır. Hüküm ve fetvâ vermek için dâima göz önünde
celsenin farz olduğunu bildiren âlimler vardır. Hanefî
bulundurulan kaynak bir eserdir. Bu kitapta, sık sık vukû’
mezhebinin müftîlerinden Kâdı Hân, bu ikisinin vâcib
bulan ve kendisine ihtiyâç duyulan ve insanlar arasındaki
olduğunu, ikisinden birisini unutunca, Secde-i Sehv (yanılma
vâkıalarda ortaya çıkan mes’elelerden birçoğunu zikretmiştir.
secdesi) yapmak vâcib olduğunu ve bilerek yapmıyanın
Onun tertîbi, herkes arasında meşhûr olan tertîb üzeredir. Bu
namazı tekrar kılmasını bildirmiştir.
kitabın geniş bir fihristi vardır. Çok kıymetli olan bu fetvâ
kitabı, hicrî 1310 (m. 1892) senesinde Mısır’da tab edilen
“Fetâvâ-i Kâdı Hân”da diyor ki: “Birisine herşeyde vekîlimsin
“Fetâvâ-i Hindiyye”nin kenarında basılmıştır. 1393 (m.
dese, yalnız malını korumak için vekîl yapmış olur. Herşeyde
1971)’de altı cild hâlinde ofset yolu ile yeniden basılmıştır.
vekîlimsin, emrin caizdir dese, bey’ ve şirâ (alış-veriş), hîbe
(hediye etmek) ve sadaka gibi bütün alış-verişte vekîl yapmış
Yûsuf bin Ya’kûb’un ( radıyallahü anh ) hocalarından rivâyet
olur.”
ettiği bir hadîs-i şerîfte Resûlullah ( aleyhisselâm ) şöyle
buyurdu: “Mücâhidlere eziyet etmekten sakınınız; çünkü
“Necâset bulaşmış hasır (büyük yaygı), üç defa yıkanır. Başka
Allahü teâlâ, Nebileri ve Resûlleri için gazâb ettiği gibi,
şeye gerek kalmaz.”
mücâhidleri için de gazâb eder. Nebilerine ve Resûllerine
“Nemmâm, ya’nî koğuculuk yapanın, şarkı söyleyenin, tegannî
edenin, vakfelere riâyet etmiyenin imamlığı mekrûhtur.” Vakfe;
Kur’ân-ı kerîm okunurken durulması lâzım gelen yerlerde
durmaktır. Vakfe yerlerinde durmayıp, başka yerlerde duran
icabet ettiği gibi, mücâhidlere de icabet ve duâlarını kabûl
eder. Üzerine güneş doğup batan kimseler içinde, Allahü
teâlânın en çok sevdiği en kıymet verdiği kimse. Allah yolunda
cihâd edendir.”
kimse İmâm olursa, buna uymak mekrûhtur. Kâdı Hân’ın (
“Kim cihâddan bir iz olmaksızın Allahü teâlâya kavuşursa,
radıyallahü anh ) cihâd ile alâkalı olarak yazdığı Tergîb-ül-ıbâd
kendisinde eksiklik olduğu hâlde kavuşmuş olur.”
kitabından alınan ba’zı bölümler:
“Kim deve üzerinde Allah yolunda muharebe ederse, Cennet
Resûlullah ( aleyhisselâm ) buyurdu ki: “Cennette yüz derece
ona vâcib olur.”
vardır ki, Allahü teâlâ onları Allah yolunda cihâd edenler için
hazırlamıştır, iki derece arası, gökle yer arası kadardır. Allahü
Ebû Mûsâ anlattı. “Resûlullah ( aleyhisselâm ): “Cennetin
teâlâdan Firdevs’i isteyiniz. Çünkü Firdevs, Cennetin en
kapıları kılıçların gölgeleri altındadır.” buyurmuştur dediğimde;
ortası, en yükseği ve onun üstünde Rahmânın Arş’ı vardır.
bir şahıs kalkıp, “Ey Ebû Mûsâ! Sen Resûlullahın böyle
Cennetin nehirleri ondan fışkırır.”
buyurduğunu duydun mu?” diye sorunca, evet dedim. Bunun
üzerine soruyu soran harbe katıldı, kılıcıyla düşmana karşı
“Allah yolunda cihâd eden kimsenin hâli, gündüzleri oruçlu
yürüdü, şehîd oluncaya kadar vuruştu.”
olup gecelerini ibâdetle geçiren, Allahü teâlânın âyetlerine
itaat eden, namaz ve oruçtan dolayı hiçbir gevşeklik
“Allah yolunda bir adım atmak veya bir adım koşmak, güneşin
hissetmeyen kimsenin hâli gibidir ki, yine Allah yolunda cihâd
üzerine doğup battığı şeylerden daha hayırlıdır.”
eden üstündür.”
“Sizden birinizin Allah yolunda bulunması, evinde kıldığı
Ebû Saîd-i Hudrî ( radıyallahü anh ) şöyle rivâyet etti: Birisi
yetmiş senelik namazından daha üstündür. Allahü teâlânın sizi
Resûlullaha ( aleyhisselâm ) gelerek, “İnsanların hangisi daha
af ve mağfiret etmesini ve Cennete koymasını isterseniz. Allah
üstündür?” dedi. Resûlullah ( aleyhisselâm ): “Canıyla ve
yolunda gazâ ediniz! Kim, Allah yolunda deve üstünde
malıyla Allah yolunda cihâd eden mü’mindir” buyurdu. O
muharebe ederse, ona Cennet vâcib olur.”
kimse “Sonra kimdir?” diye sorunca: “Kavminden ayrılıp
Rabbine ibâdet eden ve insanların da onun kötülüğünden
“Allah yolunda yüzü tozlanan kimsenin yüzünü, Allahü teâlâ
emîn olduğu kimsedir.”
kıyâmet gününde Cehennemin dumanından kurtarır (emin
kılar). Allah yolunda ayakları tozlanan kimseyi, Allahü teâlâ
Ömer bin Hattâb ( radıyallahü anh ) şöyle rivâyet etti:
kıyâmet gününde Cehennemden kurtarır (emin kılar).”
“Resûlullahın ( aleyhisselâm ) yanında idim. Birisi gelip: “Ey
Allahın Resûlü! ( aleyhisselâm ) Allahü teâlânın katında
“Allahü teâlâ bir kimsede, Allah yolundaki toz ile Cehennem
insanların hangisi daha hayırlıdır?” dedi. Resûlullah (
dumanını bir araya getirmez. Allah yolunda ayağı tozlanan
aleyhisselâm ) “Atının sırtında iken veya onun yularını tutmuş
kimseyi, Allahü teâlâ kıyâmet günü, acele giden bir biniciye
iken, Allahü teâlânın da’veti (ölüm) gelinceye kadar, Allah
göre bir senelik mesafe Cehennemden uzaklaştırır. Allah
yolunda canıyla, malıyla cihâd edendir” buyurdu.
yolunda bir yara alan kimsenin sonu, şehidlerinki gibi olur.
Onun için kıyâmet gününde bir nûr olur. Rengi za’ferân rengi
gibi, kokusu misk kokusu gibidir. Öncekiler ve sonrakiler, onu
o nûr ile tanırlar. Falancanın üzerinde şehidlerin mührü var,
“Allah yolunda cihâd edenlerin en üstünü, onlara hizmet
derler. Kim bir deve üstünde Allah yolunda muharebe ederse,
edenidir. Sonra onlara haber getirendir. Allahü teâlânın
Cennet ona vâcib olur.”
indinde, mertebeleri en has olan, oruçlu olanlardır. Kim Allah
yolunda arkadaşlarına bir kırba (su kabı) su verirse, onlardan
“Allahü teâlâ katında denizde şehid olanlar, karada şehid
yetmiş sene önce Cennete girer.”
olanlardan daha üstündür.”
“Ameller niyetlere göredir. Herkes için asıl olan, niyet ettiği
“Denizde cihâd edenin karadakine üstünlüğü, on gazâ yapmak
şeydir.”
kadardır.”
“Bir Arabî, Resûlullaha ( aleyhisselâm ) gelerek: “Ey Allahın
“Ümmetimden denizde gazâ yapan bir topluluğu gördüm.
Resûlü! Bir kimse ganîmet için muharebe ediyor. Birisi
Kıyâmet günündeki en büyük korku onları mahzûn
teşekkür için, birisi de Allah yolunda savaşıyor görünmek için”
etmiyecektir.”
dedi. Bunun üzerine Resûlullah ( aleyhisselâm ): “Kim Allahü
Abdullah İbni Ömer (r.anhüm) şöyle anlatıyor: “Mallarını Allah
yolunda harcayanların hâli, her başağa yüz doneli yedi başak
teâlânın dînini yaymak için muharebe ederse, o Allah
yolundadır” buyurdu.
bitiren bir tohumun hâli gibidir” ((Bekâra-261) meâlindeki âyet-i
“Allah yolunda bir gece nöbet beklemek, sizden birinin evinde
kerîme nâzil olduğunda, Resûlullah ( aleyhisselâm ); “Yâ
yetmiş sene ibâdetinden daha üstündür.”
Rabbî! Ümmetime ziyâde eyle, arttır!” buyurdu. Daha sonra
“Kim Allahü teâlâya hâlis niyet ile ödünç verirse (O’nun
“Kıyâmet gününde birçok topluluklar diriltilir. Sırât’ı, rüzgâr gibi
kullarına, eza etmeden, mal verdiği için övünmeden ve başa
geçerler. Onlara hesab ve azâb yoktur.” Eshâb-ı Kirâm, “Onlar
kakmadan, ihlâs ile, helâl maldan infâk eder, sadaka verirse),
kim yâ Resûlallah?” dediler. Resûlullah ( aleyhisselâm ),
Allahü teâlâ da karşılık olarak ona kat kat (yediyüz misline
“Ölümleri nöbette iken gelen topluluklardır” buyurdu.
kadar) mükâfat (sevâb) verir” (Bekâra-245) meâlindeki âyet-i
kerîme nâzil oldu. Resûlullah ( aleyhisselâm ) efendimiz; “Yâ
“Üç gözü Cehennem ateşi asla yakmaz. Bunlar; Allah
Rabbî! Ümmetime ziyâde eyle, arttır!” diye duâ etti. Bundan
korkusundan ağlayan göz, Allahü teâlânın kitabını okumak için
sonra “... Sabredenlere mükâfatları hesapsız verilecektir”
uykusuz kalan göz ve Allah yolunda gözcü (bekçi) olan
(Zümer-10) meâlindeki âyet-i kerîme nâzil oldu.
gözdür.”
“Kim Allah yolunda bir mal infâk ederse, Allahü teâlânın rızâsı
“Üç göz Cehennemi görmez. Allah yolunda nöbet bekliyen
için bir şey verirse, onun için yediyüz kat sevâb yazılır.”
göz, Allah korkusundan ağlıyan göz ve Allahü teâlânın haram
kıldığı şeylerden sakınan göz.”
Resûlullah ( aleyhisselâm ), “Kim Allah yolunda evinde
oturduğu hâlde mal infâk ederse, onun her dirheminin
karşılığında yediyüz dirhem vardır. Bizzat Allah yolunda
gazâya gider ve bu yolda da infâkta bulunursa, onun her
dirhemine karşılık yediyüz bin dirhem vardır” buyurdu. Bundan
sonra, “Allahü teâlâ (kendi yolunda infâk edenlerden ve
kendisine ibâdet edenlerden) dilediği kimselerin sevâblarını
1) Miftâh-üs-se’âde cild-2, sh. 153, 278, 282, 601
2) Mu’cem-ül-müellifîn cild-3, sh. 297
3) El-Fevâid-ül-behiyye sh. 64
(ihlâsları) nisbetinde (bire ondan yetmişe ve yediyüze, hattâ
daha ziyâde) kat kat arttırır, (öyle ki, miktarını Allahü teâlâdan
4) Keşf-üz-zünûn sh. 1227
başka kimse bilmez).” (Bekâra-261) meâlindeki âyet-i kerîmeyi
okudu.
5) Tam İlmihâl Se’âdet-i Ebediyye sh. 126, 243, 696, 759,
1026
6) Esmâ-ül-müellifîn cild-1, sh. 280
Kâdı Iyâd hazretleri birçok eserler yazmıştır. En meşhûr eseri,
“Şifâ-i şerîfdir. Bu eserin çeşitli şerh ve haşiyeleri, açıklamaları
7) Tergîb-ül-İbâd
yapılmıştır.
Şifâ, dört kısım hâlinde tertîb olunmuştur. Her kısım da kendi
arasında bölümlere ayrılmıştır.
KÂDI IYÂD
Mâlikî mezhebi fıkıh, tefsîr, hadîs âlimlerinin büyüklerinden.
İsmi, Iyâd bin Mûsâ es-Sebtî olup, künyesi Ebü’l-Fadl’dır. Kâdı
Iyâd diye meşhûr olmuştur. Evliyânın büyüklerindendir. 476
(m. 1083) senesi Şa’bân ayının 15. günü Endülüs’te Sebte
Birinci Kısım: Peygamberimizin ( aleyhisselâm ) medhi,
övülmesi hakkında olup, Allahü teâlânın Peygamberimizi
medhetmesini, Peygamberimizin her bakımdan bütün
varlıklardan her zamanda üstün olduğunu, peygamberlik
alâmetlerini ve mu’cizelerini anlatan bölümlere ayrılır.
şehrinde doğdu. 544 (m. 1150)’de Cemâzil-âhır ayının 7. günü
İkinci Kısım: Peygamberimize ( aleyhisselâm ) îmân,
Cum’a gecesi Merrâkûş’te vefât etti. Ramazân-ı şerîfte vefât
sünnetine uymak, O’na saygı, sevgi göstermek ve salât-ü
ettiği de rivâyet edilmiştir. Şehrin içinde bulunan ve Bâb-ı ilân
selâm getirmenin fazileti gibi bölümlere ayrılır.
denilen yerde defn olundu. İlim öğrenmek için Endülüs’e gitti.
Üçüncü Kısım: Peygamberimiz ( aleyhisselâm ) hakkında
Kurtuba’da ve diğer ilim merkezlerinde birçok âlimlerle
caiz olmayan ve caiz olan şeyler, din ve dünyâ işlerine âit
görüşüp sohbet etti. Kendilerinden ilim öğrendi. Ebû Ali el-
hâller anlatılmaktadır.
Gassânî’den icâzet (diploma) aldı. Fıkıh ilmini; Ebû Abdullah
Muhammed bin Îsâ et-Temîmî’den öğrendi. İlim öğrenip hadîs-
Dördüncü Kısım: Peygamberimize ( aleyhisselâm ) dil uzatan
i şerîf rivâyet ettiği âlimlerin sayısı yüzden fazladır.
kimseler hakkında cezaî hükümler yer almaktadır. Kitap, genel
Kendisinden de; Abdullah bin Muhammed el-Eşîrî, Ebû Ca’fer
olarak Peygamberimizi ( aleyhisselâm ) tanımayı ve O’na tâbi
el-Gımatî, Ebû Muhammed el-Hucrî ve başka birçok zâtlar ilim
olmayı anlatır.
öğrendiler.
Bundan başka, yazdığı çok kıymetli eserlerden ba’zıları
Kâdı Iyâd hazretleri, tefsîr, hadîs ve filandan başka; târih,
şunlardır: Meşârik-ül-envâr, Tertîb-ül-medârik ve takrîb-ül-
neseb, nahiv, lügat ve diğer ilimlerde de derin âlim olup, aynı
mesâlik fî ma’rifeti a’lâm-i mezheb-il-İmâm-ı Mâlik, Şerh-i
zamanda şâir idi. Çok kıymetli şiirleri vardır. Zamanında
Sahîh-i Müslim (Kitâb-ül-ikmâl), et-Târîh, İzhâr-ur-riyâd fî
bulunan âlimlerin İmâmı, önderi idi. Aklı, zekâsı, fehmi
ahbâr-il-Kâdı Iyâd, el-Gunyetü.
(anlayışı), dikkati fevkalâde idi. Hadîs-i şerîfleri toplamakta ve
onları kaydetmekte gayret ve ihtimâmı çok fazla idi. Her
Kâdı Iyâd hazretlerinin “Şifâ-i şerîf” isimli eserinde,
haliyle, âlimlerin makbûlü olan Kâdı Iyâd ( radıyallahü anh ),
Peygamber efendimizin ( aleyhisselâm ) Habîbullah olarak
güvenilir bir zât idi. Haram ve şüphelilerden çok sakınır, hattâ
yaratıldığını, bütün güzelliklerin O’nda toplandığını, insanlara
şüpheli olmak korkusuyla mübahların çoğunu terkederdi.
nümûne olan güzel ahlâkını, mu’cizelerini, O’nu sevenlerin
Dünyâya hiç ehemmiyet ve kıymet vermez, devamlı ibâdete
Cennetteki derecelerini anlatmaktadır. Kâdı Iyâd bu eserde
meşgûl olurdu. Doğduğu şehir olan Septe’de ve Gırnata’da
buyuruyor ki:
uzun zaman kadılık yaptı. Bunun için Kâdı denmekle meşhûr
olmuştur. Dînî ve dünyevî bütün işlerinde çok sağlam, i’tikâdı
kuvvetli, her türlü bid’atten uzak, ilmiyle amel eden, ilim
öğreten, sevilen, sayılan bir âlimdi.
“Rabbimiz, Peygamber efendimize ( aleyhisselâm ) Kur’ân-ı
kerîmde meâlen buyuruyor ki: “Allah, seni insanlardan
koruyacaktır” (Mâide-67). “Hani bir zaman o küfredenler, seni
tutup bağlamaları, ya öldürmeleri, yahut (yurdundan) zorla
çıkarmaları için sana tuzak kuruyorlardı. Onlar bu tuzağı
kurarlarken, Allah da onun karşılığını yapıyordu. Allah, tuzak
aleyhisselâm ) mübârek hilye-i se’âdetlerini (görünüşlerini)
kuranlara mukâbele edenlerin en hayırlısıdır.” (Enfâl-30).
anlatmakla şereflenelim:
“Eğer siz O’na (Resûlüme) yardım etmezseniz, Allahü teâlâ
vaktiyle O’na yardım ettiği gibi yine eder. Kâfirler O’nu
Fahr-i kâinatın ( aleyhisselâm ) mübârek yüzü ve bütün a’zâ-i
(Mekke’den) çıkardıkları zaman, bizzat Allahü teâlâ O’na
şerîfesi ve mübârek sesi, bütün insanların yüzlerinden ve
yardım etmişti” (Tövbe-40) Bu âyet-i kerîmelerde, Rabbimizin
a’zâlarından ve seslerinden güzel idi. Mübârek yüzü bir miktar
Peygamber efendimize yardımları anlatılmaktadır. O’na karşı
yuvarlak idi. Neş’eli olduğu zamanda, mübârek yüzü ay gibi
bir araya gelip, O’nu öldürmek ve yurdundan çıkarmak
nurlanırdı. Sevindiği mübârek alnından belli olurdu. Resûlullah
istedikleri zaman, O’nu nasıl kurtardığını, mağarada
( aleyhisselâm ) gündüz nasıl görürse, gece dahî öyle
gizlediğini, müşriklerin O’nu nasıl göremediklerini, bununla
görürdü, önünde olanları gördüğü gibi, arkasında olanları dahî
ilgili mu’cizelerini, hadîs ehlinin bize anlattığı mağaradaki
görürdü. Bunu isbât eden yüzlerce hâdise kitaplarda yazılıdır.
durumunu ve Allahü teâlânın verdiği sükûneti, âyet-i
Gözde görmek halk eden Allahü teâlâ, diğer uzuvda dahî halk
kerîmelerde Hak teâlâ bildirmektedir.
etmeğe kâdirdir. Yana ve geriye bakacağı zaman, bütün
bedeni ile dönüp bakardı. Yeryüzüne nazarı, semâya
Allahü teâlâ, Kevser sûresinde meâlen buyuruyor ki: “Şüphe
bakmasından ziyâde idi. Mübârek gözleri büyük idi. Mübârek
yok ki, biz sana Kevser’i verdik. Öyleyse Rabbin için namaz
kirpikleri uzun idi. Mübârek gözlerinde bir miktar kırmızılık
kıl, kurban kes. Sana buğz eden kişi, Ebter’in tâ kendisidir.”
vardı. Mübârek gözlerinin karası gayet siyah idi. Fahr-i âlemin
Bu sûrede, Peygamber efendimize verilen ni’metler
( aleyhisselâm ) alnı açık idi. Mübârek kaşları ince idi. Kaşları
anlatılmakta ve Allahü teâlâ, O’nun düşmanına, habîbinin
arası açık idi. İki kaşı arasında olan damar, hiddetlenince
nâmına cevap vermiş, asıl ebter (zürriyetsiz) olan kişinin,
kabarır idi. Mübârek burnu gayet güzel olup orta yeri bir miktar
düşmanı olduğunu bildirmiştir. Senin düşmanın, sana hakaret
yüksek idi. Mübârek başı büyük idi. Mübârek ağzı küçük
eden, buğz eden kimse, ebterin zelîl ve hakîrin birisidir. Onda
değildi. Mübârek dişleri beyaz idi. Mübârek ön dişleri seyrek
hayır yoktur ve ismi dahî unutulacaktır. Fakat senin şanın ve
idi. Söz söylediği zamanda, sanki dişleri arasından nûr çıkardı.
nâmın ilelebed devam edecektir. Habîbim, bunun için üzülme
Allahü teâlânın kulları arasında O’ndan daha fasîh, tatlı sözlü
demek istemiştir.
kimse görülmedi. Mübârek sözleri gayet kolay anlaşılır,
gönülleri alırdı ve rûhları cezb ederdi. Söz söylediği zaman,
Peygamber efendimizin kadrini, kıymetini şânını ve
kelimeleri inci gibi dizilirdi. Bir kimse saymak isterse, kelimeleri
büyüklüğünü bildiren âyet-i kerîmelerde Rabbimiz meâlen
sayılmak mümkün idi. Ba’zan iyi anlaşılması için üç kerre
buyuruyor ki:
tekrar ederdi.
“Ey Resûlüm, sana da Kur’ânı indirdik ki, kendilerine indirileni
Cennette Muhammed aleyhisselâm gibi konuşulacaktır.
insanlara anlatasın; olur ki, iyice düşünürler” (Nahl-44).
Mübârek sesi, kimsenin yetişemediği yere yetişirdi.
“(Habîbim) de ki: Ey insanlar, şüphesiz ben göklerin ve yerin
mülküne (tasarrufuna) mâlik olan, kendisinden başka hiçbir
Fahr-i âlem ( aleyhisselâm ) güler yüzlü idi. Tebessüm ederek
ilâh olmayan, öldüren ve dirilten Allahın size, hepinize
gülerdi. Gülerken mübârek ön dişleri görünürdü. Güldüğü
gönderdiği Peygamberim.” (A’râf-158). “Peygamber,
zaman nûru duvarlar üzerine ziya verirdi. Ağlaması da gülmesi
mü’minlere (her husûsta) nefslerinden evladır” (Ahzâb-6).
gibi hafif idi. Kahkaha ile gülmediği gibi, yüksek sesle de
ağlamazdı, amma mübârek gözlerinden yaş akar, mübârek
“Allahü teâlâ, sevgili Peygamberimizi ( aleyhisselâm ) her
göğsünün sesi işitilirdi. Ümmetinin günahlarını düşünüp
bakımdan en güzel yaratmıştır. Herşeyi O’nun hürmetine
ağlardı ve Allahü teâlânın korkusundan ve Kur’ân-ı kerîmi
yarattığını bildirmiştir. Allahü teâlâ, kalblerimizi nurlandırsın,
işitince ve ba’zan da namaz kılarken ağlardı.
habîbinin sevgisi ile doldursun. Allahü teâlâ, bütün güzel
vasıfları Peygamber efendimizde cem etmiştir. Şimdi O’nun (
Fahr-i âlemin ( aleyhisselâm ) mübârek parmakları iri idi.
Mübârek kolları etli idi. Mübârek avuçlarının içi geniş idi. Bütün
vücûdunun kokusu, miskten güzel idi. Mübârek bedeni, hem
Resûlullahı ( aleyhisselâm ) ansızın gören kimseyi korku
yumuşak, hem de kuvvetli idi. Enes bin Mâlik ( radıyallahü anh
kaplardı. Kendisi yumuşak davranmasaydı, peygamberlik
) diyor ki, “Resûlullaha on sene hizmet ettim. Mübârek elleri
hâllerinden, asla kimse yanında oturamaz, sözünü işitmeğe
ipekten yumuşak idi. Mübârek teni miskten ve çiçekten daha
takat getiremezdi. Hâlbuki, kendisi, hayasından, mübârek
güzel kokuyordu. Mübârek kolları, ayakları ve parmakları uzun
gözleri ile kimsenin yüzüne bakmazdı. Fahr-i âlem (
idi. Mübârek ayaklarının parmakları iri idi. Mübârek ayaklarının
aleyhisselâm ) insanların en cömerdi idi. Birşey istenip de yok
altı çok yüksek olmayıp yumuşak idi. Mübârek karnı geniş
dediği görülmemiştir, istenilen şey varsa verir, yoksa cevap
olup, göğsü ile karnı beraber idi. Omuz başının kemikleri iri idi.
vermezdi. O kadar iyilikleri, o kadar ihsânları vardı ki, Rum
Mübârek göğsü geniş idi. Resûlullahın ( aleyhisselâm ) kalb-i
imperatörleri, İran şahları, o kadar ihsân yapamazlardı. Fakat
şerîfi nazargâh-ı ilâhî idi.
kendisi sıkıntı ile yaşamağı severdi. Öyle bir hayat yaşıyordu
ki, yemek ve içmek habnna bile gelmezdi. Yemek getirin
Resûlullah ( aleyhisselâm ) çok uzun boylu olmayıp, kısa dahî
yiyelim veya falanca yemeği pişiriniz demezdi. Yemek
değildi. Yanına uzun bir kimse gelse, ondan uzun görünürdü.
getirilirse yer, her ne meyve verseler kabûl ederdi. Ba’zan
Oturduğu zaman, mübârek omuzu, oturanların hepsinden
aylarca az yer, açlığı severdi. Ba’zan da çok yerdi. Yemek
yukarı olurdu.
sonunda su içmezdi. Suyu otururken içerdi. Başkaları ile
Mübârek saçları ve sakallarının kılı çok kıvırcık ve çok düz
değil, yaratılışta ondüle idi. Mübârek saçları uzundu, önceleri
kâkül bırakırdı, sonradan ikiye ayınr oldu. Mübârek saçlarını
yemek yerken, herkesten sonra el çekerdi. Herkesin
hediyesini kabûl ederdi. Hediye getirene karşılık olarak, kat
kat fazlasını verirdi.
ba’zan uzatır, ba’zan da keser, kısaltırdı. Saç ve sakalını
Çeşitli elbise giymek âdeti idi. Yabancı devlet sefirleri gelince
boyamazdı. Vefât ettiği zamanda, saç ve sakalında ak kıl,
süslenirdi. Ya’nî kıymetli ve nefis elbise giyerek, güzel yüzünü
yirmiden az idi. Mübârek bıyığını kırkardı. Bıyıklarının
gösterirdi. Taşı akikten gümüş yüzük takardı. Yüzüğünü
uzunluğu ve sekli, mübârek kaşları kadar idi. Emrinde husûsî
mühür olarak kullanırdı. Yüzüğü üzerinde “Muhammedün
berberleri var idi. Resûlullah ( aleyhisselâm ) misvakını ve
Resûlullah” yazılı idi. Yatağı deriden olup, içi hurma ağacı
tarağını yanından ayırmazdı. Mübârek saçını ve sakalını
iplikleri ile dolu idi. Ba’zan bu yatak üzerine, ba’zan yere serili
tararken aynaya nazar ederdi. Geceleri mübârek gözlerine
deri üzerine, ba’zan da hasır veya kuru toprak üzerine yatardı.
sürme çekerdi. Fahr-i kâinat ( aleyhisselâm ) önüne bakarak,
Mübârek avucunun içini sağ yanağının altına koyup, sağ yanı
sür’atle yürürdü. Bir yerden geçtiği, güzel kokusundan belli
üzerine yatardı. Zekât malı almaz, çiğ soğan ve sarımsak gibi
olurdu. Resûlullah ( aleyhisselâm ), kırmızı ile karışık beyaz
şeyleri yemez ve şiir söylemezdi.
benizli olup, gayet güzel, nurlu ve sevimli idi.
Âdem aleyhisselâm rûh ile ceset arasında iken, O peygamber
Güzel huyların hepsi Resûlullahda ( aleyhisselâm )
idi. Âdem aleyhisselâm ve herşey O’nun şerefine yaratılmıştır.
toplanmıştı. Güzel huyları, Allahü teâlâ tarafından verilmiş
Arş ve gökler ve Cennetler üzerine, İslâm harfleri ile mübârek
olup, çatışarak, sonradan kazanmış değil idi. Bir müslümanın
ismi yazılmıştır. O’na “Muhammed” adını, dedesi
ismini söyliyerek, hiçbir zaman la’net etmemiş ve asla
Abdülmuttalib koydu. O’nun adının yer yüzüne yayılacağını,
mübârek eliyle kimseyi döğmemiştir. Kendi için, hiçbir
herkesin O’nu medh ve sena edeceğini rü’yâda görmüştü.
kimseden intikam almamıştır. Allah için intikam alırdı.
Muhammed, çok medh olunan demektir. Doğduğu zaman
Akrabasına ve Eshâbına ve hizmetçilerine tevâzu ederek, iyi
göbeği kesilmiş ve sünnet olmuş görüldü. Yeryüzünü
muâmele eylerdi. Ev içinde çok yumuşak ve güler yüzlü idi.
şereflendirince, şehâdet parmağını kaldırdı ve secde etti.
Hastaları ziyârete gider, cenâzelerde bulunurdu. Eshâbının
Melekler beşiğini sallardı.
işlerine yardım eder, çocuklarını kucağına alırdı. Fakat kalbi
bunlarla meşgûl değildi. Mübârek rûhu, melekler aleminde idi.
Peygamber efendimizin ( aleyhisselâm ) mübârek gözleri uyur,
kalb-i şerîfi uyumazdı. Aç yatıp tok kalkardı. Asla esnemezdi.
Mübârek vücûdu nûrânî olup, gölgesi yere düşmezdi. Server-i
âlem ( aleyhisselâm ) bizim bilmediğimiz bir hayat ile şimdi
kendisine dürülüyordu. O’nunla yürürken, biz bütün gücümüzü
hayattadır. Cesed-i şerîfi asla çürümez. Kabrinde bir melek
sarf edip kendimizi zorluyorduk. O ( aleyhisselâm ) hiç
durup, ümmetinin söyledikleri salevât-i şerîfeleri kendisine
aldırmıyordu” buyurdu.
haber verir. Minberi ile kabr-i şerîfi arasına “Ravda-i
mutahhere” denir. Burası Cennet bahçelerindendir. Kabr-i
Peygamber efendimiz ( aleyhisselâm ) fevkalâde güzel
şerîfini ziyâret etmek, tâatlerin en büyüğü ve ibâdetlerin en
konuşurdu. Sözün nereden başlatılıp nerede bitirileceğini en
kıymetlisidir.
mükemmel bir şekilde bilirdi. Sözleri, söyleyiş bakımından
berrak, son derece fasîh ve beliğ idi. Söz ve kelimelerinde,
Peygamber efendimizin ( aleyhisselâm ) güzelliğini,
ma’nânın doğruluğu her zaman kendini gösterirdi. İfâde etme
büyüklerimiz şöyle anlattılar:
gücü fevkalâde yüksek olduğundan, konuşurken hiç yorulmaz
ve külfet çekmezdi. Mübârek sözlerinden ba’zıları:
Ebû Hüreyre ( radıyallahü anh ): “Resûlullahtan ( aleyhisselâm
) daha güzel hiçbir kimse görmedim, sanki güneş bütün
“Kişi sevdiği kimse ile beraberdir.”
parlaklığı ile yüzünde parlıyordu. Güldüğü zaman, dişleri
duvarlara aydınlık saçardı” buyurdu.
“Senin ona verdiğin önemi, sana vermiyen kimse ile
arkadaşlık yapmakta hayır yoktur.”
İbn-i Ebî Hâle ( radıyallahü anh ): “Peygamber efendimizin
mübârek yüzü, ayın ondördü gibi parıldardı” buyurdu.
“Hayrı söyleyip kazanan, ya da sükût edip selâmet bulan bir
kula Allahü teâlâ merhamet eylesin.”
Hazreti Ali: “O’nu aniden gören, O’nun heybetinden doğan bir
korkuya kapılırdı. O’nunla sohbet edip tanıyan, O’nu hemen
severdi” buyurdu.
“Müslüman ol ki, selâmet bulasın.”
“Kıyâmet günü bana en yakın oturacak ve bana en mahbûb
Câbir bin Semûre ( radıyallahü anh ): “Resûlullah (
kılınacak kişiler, ahlâken en güzel olan kişilerdir ki, onlar
aleyhisselâm ), mübârek elini yüzüme sürdü. Elinde, sanki
mütevâzi olurlar. Hem severler, hem de sevilirler, saygı
attârın (koku satan kimsenin) çantasından yeni çıkarılmış gibi
görürler.”
güzel bir koku, serinlik buldum. Resûlullah ( aleyhisselâm ),
elini bir kimsenin eline müsâfeha için değdirmiş olsa, bütün
gün o kimsenin elinden, o güzel koku çıkmazdı” buyurdu.
Hazreti Âişe vâlidemiz: “Resûlullah ( aleyhisselâm ) bir
çocuğun başını okşadığı zaman, diğer çocuklar arasında o
çocuk, güzel kokusundan hemen belli olurdu” buyurdu.
“Nerede olursan ol, Allahtan kork. Kötülüğün ardından, onu
silecek hemen (bir) iyilik yap. İnsanlara güzel ahlâk ile
muâmele et.”
Peygamber efendimiz ( aleyhisselâm ), kendi nesebi ve
asâletiyle ilgili olarak; “Allahü teâlâ, insanları yarattı. Beni
insanların en iyi kısmından vücûde getirdi. Sonra bu
Resûlullah ( aleyhisselâm ) birgün evlerinde uyumuşlardı.
kısımlarından en iyisini Arabistan’da yetiştirdi. Beni bunlardan
Enes bin Mâlik’in ( radıyallahü anh ) annesi Ümm-i Süleym
vücûde getirdi. Sonra evlerden, ailelerden en iyisini seçip, beni
geldi. Peygamber efendimizin mübârek terini toplamaya
bunlardan meydana getirdi. O hâlde, benim rûhum ve
başladı. Peygamberimiz uyanıp sebebini sorunca, Peygamber
cesedim, mahlûkların en iyisidir. Benim silsilem, ecdadım en
efendimizin süt teyzesi olan Ümm-i Süleym, “Onu
iyi insanlardır. Övünmüyorum, hakîkati bildiriyorum. Hakîkati,
kokularımıza katıyoruz. Teriniz, kokuların en güzeli en hoş
bildirmek vazîfemdir” buyurdular.
kokanıdır” dedi.
Yemek ile ilgili olarak da; “Âdemoğlu, karnından (mi’desinden)
Ebû Hüreyre ( radıyallahü anh ): “Yürüyüşünde Resûlullahtan
daha kötü bir kap taşımamaktadır. Âdemoğluna, belini ayakta
( aleyhisselâm ) daha sür’atli kimseyi, görmedim. Sanki yer
tutacak birkaç lokma yeter. Eğer (bundan) kurtuluş yoksa;
üçte birini yemesi, üçte birini içmesi, üçte birini de rûhu için
(tahsis) etsin. Çünkü çok uyku, fazla yemek ve içmekten gelir”
veremem dememiştir.” İbn-i Abbâs ( radıyallahü anh );
buyurdu. Dünyâ malının muhabbetini kalbe koymakla, ya’nî
“Resûlullah efendimiz ( aleyhisselâm ), iyilik yapmak
dünyâyı çok sevmekle ilgili olarak da; “Uhud dağı kadar altına
bakımından insanların en cömerdi idi. Ramazân-ı şerîfde ve
sahip olsam, ondan bir dinarın yanımda gecelemesinden bile
Cebrâil aleyhisselâm ile buluştukları zaman, sabah
hoşlanmam. Yalnız borcumu kapatacak kadar tek dînâr
rüzgârından daha cömert olurdu” demiştir.
müstesna” buyurdu. Kendisine eziyet eden müşriklere karşı
dahî çok merhametliydi. Uhud gazâsında mübârek dişi şehid
Enes bin Mâlik ( radıyallahü anh ) anlattı: “Bir kimse
edilip, mübârek yüzünden yaralandığı zaman, Eshâb-ı Kirâm
Peygamber efendimizden mal istedi. Ona, iki dağ arasını
çok üzüldüler ve dediler ki: “Yâ Resûlallah!
dolduracak kadar koyun verdi. Adam memleketine gittiğinde:
“Gidiniz siz de müslüman olunuz. Çünkü Muhammed
Onlara bedduâ etmiyecek misiniz?” Peygamber efendimiz de (
aleyhisselâm, fakirlikten hiç endişe duymuyor. Elinde olanı
aleyhisselâm ): “Ben, la’netleyici olarak gönderilmedim. Ben,
herkese bol bol dağıtıyor” dedi.” İbn-i Ömer ( radıyallahü anh )
ancak (Hakka) çağırıcı ve rahmet olarak gönderildim”
bildirdi: “Bir kimse geldi. Peygamberimizden bir dilekte
buyurdular ve “Allahım, kavmime hidâyet eyle. Çünkü onlar
bulununca, Resûlullah efendimiz; “Sana şu ânda verecek bir
bilmiyorlar” buyurarak duâda bulundular. Hattâ bir defasında
şeyim yok. Lâkin benim nâmıma satın al. Bize birşey gelince
harpte, Eshâb-ı Kirâmdan ayrılmış, bir ağacın altında istirahat
hemen onu öderiz” buyurdular.
buyuruyorlardı. Gavres İbn-il-Hâris adında bir müşrik, aniden
O’nu öldürmek için gelip kılıcını çekti. Peygamber efendimizin
Peygamber efendimiz ( aleyhisselâm ) şecaat ve necdet
( aleyhisselâm ) başucunda durup, “Söyle bakalım, şimdi seni
(kişinin kendisini ölümün kucağına atacağı zaman, kendine
benim elimden kim kurtaracak?” dedi. Resûlullah efendimiz
güvenmesi, korkmaması) sahibi idi. Çok güç durumlarda,
de, “Allahü teâlâ!” buyurdular. O ânda adamın elinden kılıcı
silâhça, sayıca üstün düşman karşısında kat’iyyen yerinden
düşüverdi. Peygamber efendimiz de kılıcı alarak ona, “Ya seni
kıpırdamamış, bir santim bile yerinden geri gitmemiştir.
şimdi elimden kim kurtaracak?” buyurdular. O kimse çok
Hazreti Ali, “Biz harp kızıştığı zaman, gözler öfkeden
korktu, titredi ve yalvarmaya başladı. “Ne olur beni öldürme!
kıpkırmızı olduğu bir ânda, Resûlullah efendimizle (
intikamını alsan da, intikam alanların en hayırlısı sen ol!” dedi.
aleyhisselâm ) korunurduk. Çünkü düşmana O’ndan daha
Bunun yalvarmasına dayanamıyan Peygamber efendimiz (
yakın kimse olmazdı. Bedr gazâsında, hepimizden çok O
aleyhisselâm ) onu bağışlayıp salıverdi. Adam koşarak
düşmanla çarpışıyordu. Hepimizden daha cesur ve hızlı
kavmine geldi, dedi ki: “Şu ânda, insanların en hayırlısı olan
hücum ediyordu. İmrân bin Hüseyn ( radıyallahü anh ); “Büyük
kimsenin yanından size geldim” dedi. Merhametlerinin
düşmanla karşılaştığımız zaman, ilk hücum eden Allahın
çokluğuna delîl olan misâllerden birisi de; kendisini zehirleyen
Resûlü olurdu” buyurdu.
yahudi kadını, i’tirâf ettikten sonra affetmesidir. Bilindiği gibi
kadın, Peygamberimizi ve Eshâbını da’vet etmiş, kızartılmış
zehirli koyunu önlerine koymuş idi. Önce Peygamber
efendimiz yemeğe başlamış, et ağzında iken lisâna gelip:
“Ben zehirliyim yeme!” diye ikazda bulunmuştu. Peygamber
efendimiz de Eshâbına bu durumu anlatmış idi.
(Peygamberimizin ( aleyhisselâm ) vefâtına bu zehirin de
sebeb olduğu bildirilmiştir.)
Müşriklerden Ubey bin Halef, Bedr gazâsında fidye ile
kurtulduktan sonra Peygamberimize, “Yanımda bir atım var,
onu hergün arpa ile besliyorum. Ona binerek birgün seni
öldüreceğim!” dedi. Peygamber efendimiz de ( aleyhisselâm )
“İnşâallah ben seni öldürürüm” buyurdular. Uhud gazâsında
Ubey, “Nerede Muhammed! O’nu öldüreceğim diyordu.
Peygamberimizi ( aleyhisselâm ), görünce atını O’na doğru
sürdü. Eshâb-ı Kirâm (r.anhüm) hemen araya girdiler. Fakat
Peygamber efendimizin ( aleyhisselâm ) cömertliği de dillere
Resûlullah ( aleyhisselâm ) efendimiz, “Aradan çekiliniz. Onu
destan idi. Bu güzel huyda da Peygamberimize kimse
benimle başbaşa bırakınız” buyurdular. Peygamber efendimiz,
yetişemez. Eshâbından Câbir bin Abdullah ( radıyallahü anh )
Ubey’e doğru yaklaşıp ona öyle bir darbe indirdi ki, adam
buyurdu ki: “Hayâtında, kendisinden istenen birşey için hayır
atından vere düştü, kaburgaları kırıldı.
Zamanının en güçlü pehlivanlarından olan Rukâne,
Ziyâretine gelenlere çok defa elbiselerini sererler veya kendi
Peygamber efendimize güreş teklif etmiş, yenilirse müslüman
altındaki minderi ona verirlerdi. Eshâbını en güzel isimlerle
olacağına söz vermişti. Arka arkaya üç defa güreştiler.
çağırırlar, kimsenin sözünü yarıda kesmezlerdi. Konuştuğu
Üçünde de Resûlullah efendimiz ( aleyhisselâm ) galip
kimse, sözünü bırakmadan veya gitmek için ayağa kalkmadan
gelmişti.
sözünü kesmezlerdi. O’nun bu hüsra-i muâmelesi, şefkati,
merhameti hakkında Allahü teâlâ, Tevbe sûresi, 128. âyetinde
Peygamber efendimiz ( aleyhisselâm ), haya sahibi olmak
meâlen; “Zahmet çekmeniz O’nu incitir ve üzer. Size çok
yönüyle de bütün yaratılmışlardan üstün idi. Uygun olmayan
düşkündür; mü’minlere çok merhametlidir, onlara çok hayır
şeylere karşı gözleri adetâ kapalı idi. Hiç kimseye
diler” buyurdu. Ve Enbiyâ sûresinin 107. âyetinde meâlen;
hoşlanmadığı şeyle hitâb etmezdi. Hazreti Âişe vâlidemiz
“(Ey Habîbim!) seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik”
anlattılar ki: “Resûlullah efendimize, bir kimsenin,
buyurdu. Peygamberimiz ( aleyhisselâm ), ümmetine karşı
hoşlanılmayan bir şeyi yaptığı haber verildiğinde, “Falan kimse
ba’zı şeyleri zor gelir endişesiyle kolaylaştırırdı; “Ümmetime
neden böyle yapıyor?” demez. Umûmî ma’nâda şöyle
zorluk vermemiş olsaydım, her abdestte misvak kullanmalarını
buyururlardı: “Niçin böyle yapıyorlar?” Bu şekilde o kimseyi,
emrederdim” buyurdu.
yaptığı veya söylediği kötü işten alıkordu ve adını vermezdi.
Enes bin Mâlik ( radıyallahü anh ) anlattı: Birgün Peygamber
Sözünde durmak yönüyle de insanlar arasında Peygamber
efendimizin huzûruna, yüzüne sarı renkte bir şey bulaşmış bir
efendimizden daha üstün bir kimse gelmedi. Abdullah bin
kimse girdi. Ona hiçbirşey demedi. Kişiye üzülecek birşey
Ebi’l-Hamsa; “Peygamberimiz ( aleyhisselâm ) ile, henüz
söylemedi. O dışarı çıkınca buyurdu ki: “Söyleseydiniz de,
kendilerine Peygamberliği bildirilmeden önce alış-veriş
yüzündekini yıkasaydı ya!”
yapmıştım. Kendi hesabına bir bâkiye kalmıştı. Ona, falan
zamanda filân yerde buluşmak üzere söz verdim ve unuttum.
Resûlullah ( aleyhisselâm ) kavimleri birleştiriciydi. Onları
Üç gün sonra verdiğim sözü hatırlayınca hemen o yere
birbirlerine nefret ettirmezdi. Her kavmin büyüğüne ikramlarda
koştum. O’nun üç gündür orada beklemekte olduğunu
bulunur ve onu baş köşeye oturturdu. Kimseyi kendi mübârek
görünce hayretimden dona kaldım. Bana, “Delikanlı beni
cemâlinden mahrûm etmezdi. Eshâb-ı kirâmını arar,
yordun! Ben seni burada tam üç gündür bekliyorum”
gelmiyenleri sorardı. Yanına oturanlara nasihat eder, onların
buyurdular.”
nasîbini verirdi. Öyle ki, birini diğerinden çok seviyor
düşüncesi, kimsenin kalbine gelmezdi. Yanına bir şikâyet için
Peygamber efendimizin ( aleyhisselâm ) tevâzu hasleti, hiçbir
gelene karşı tahammül gösterir. Onu dinlerdi. O gelen şahıs
kimsede, hattâ hiçbir Peygamberde (aleyhimüsselâm)
yanından ayrılmadıkça, onu yüzüstü terkedip gitmezdi. Bütün
bulunmayacak kadar büyük ve emsalsizdi. Kibir duygusu,
insanlara güzel huy ve ahlâkını en iyi şekilde sunardı, öyle
O’nda asla meydana gelmemiştir. Peygamberimize melik bir
güzel tebessüm ederdi ki, sanki onlara adetâ bir baba
peygamber olmakla, kul bir peygamber olmak arasında
oluverirdi. Nezdinde hak ve adâlet bakımından herkes bir idi.
bırakıldığında, O, kul bir peygamber olmayı tercih etti. Bunun
Kimsenin kimseden bir üstünlüğü, ayrılığı yoktu. Hazreti Âişe
üzerine İsrâfil aleyhisselâm, Peygamber efendimize;
vâlidemiz buyurdu ki: “Resûlullah ( aleyhisselâm ) efendimiz
“Şüphesiz, Allahü teâlâ tevâzu gösterdiğin o hasleti de sana
kadar güzel ahlâka sahip hiç kimse görmedim. Ne zaman
vermiştir. Çünkü kıyâmette sen, Âdemoğullarının en
Eshâbından veya Ehl-i beytinden biri O’nu çağırmışsa,
büyüğüsün. Yeryüzünün, kendisine ilk yarılacağı kişisin. İlk
mutlaka “Buyur” diye karşılık vermişlerdir.” Enes bin Mâlik (
şefaat edecek olan da sensin” dedi. Eshâb-ı Kirâm (r.anhüm),
radıyallahü anh ); “Bir kimse Resûlullahın ( aleyhisselâm )
Peygamber efendimiz ( aleyhisselâm ) için, “Evinde, ehlinin
kulağına eğilip birşey söylerse, onu dinlerdi. O başını
işine yardım ederdi. Elbisesini (ehlini rahatsız etmemek için)
çekmedikçe, mübârek başını çekmezlerdi. Elini tutan kimse,
bizzat kendisi yıkardı. Koyununu kendi sağar, elbisesini kendi
elini salıvermeden kendileri kat’iyen salmazlar idi” buyurdu.
yamardı. Kendine, kendi hizmet ederdi. Evini kendi süpürür,
Önünde oturan kimseye karşı ayaklarını uzatmazlardı.
devesini kendi bağlardı. Süt sağılan devesini kendi otlatırdı.
Hizmetçi ile yemek yer, onunla hamur yoğururdu. Pazardan
Rablerine kavuştular. Bu sebeple Rableri, onların kendisine
yiyeceğini kendi alırdı” demişlerdir.
dönüşlerini çok güzel bir biçimde yaptı, sevâblarını arttırdı.
Ben refah bir hayat yaşamaktan haya ediyorum. Çünkü böyle
Resûlullah ( aleyhisselâm ) efendimiz, dünyâya ve
bir hayat, beni onlardan geri bırakır. Benim için en güzel ve
menfaatlerine hiç kıymet vermezler, azı ile yetinirlerdi. Âhırete
sevimli şey, kardeşlerime, dostlarıma kavuşmak ve onlara
irtihâl edinceye kadar pekçok imkânlara sahip oldu, birçok
katılmaktır.” Hazreti Âişe vâlidemiz buyurdular ki: “Resûlullah (
ülkeler feth etti. Buna rağmen yine de, vefât ettikleri zaman
aleyhisselâm ), bu sözlerinden bir ay kadar sonra vefât ettiler.”
silâhı, ehlinin nafakası için aldığı bir mal karşılığında, bir
yahudinin yanında rehin idi. Hazreti Âişe vâlidemiz;
Peygamber efendimizin ( aleyhisselâm ) Allahü teâlâdan
“Resûlullah ( aleyhisselâm ), dünyâya mübârek gözlerini
korkması, O’na itaat ve ibâdet etmesi o kadar çoktu ki, O’nun
yumuncaya kadar, üç gün ardı ardına ekmekten doymamıştır”
bu hâline hiç kimse takat getiremezdi. Mübârek ayakları
buyurdu. Peygamber efendimiz ( aleyhisselâm ), Hazreti Âişe
şişinceye kadar namaz kılardı. “Yâ Resûlallah! Sizin gelmiş
vâlidemize buyurdular ki: “Bana Mekke’nin taşı, toprağı altın
geçmiş bütün günahlarınız affedildiği hâlde, neden bu kadar
olması sunuldu. Hayır yâ Rabbî, dedim. Bir gün aç kalayım,
kendinize zahmet veriyorsunuz?” denildiğinde, “Ben Allahın en
bir gün tok. Aç kaldığım gün sana yalvarıp duâ ederim. Tok
çok şükreden kulu olmayayım mı?” diye cevap buyurdular.
kaldığım gün, sana hamd-ü senada bulunurum.” Cebrâil
Abdullah bin eş-Şıhhîr ( radıyallahü anh ); “Resûlullah
aleyhisselâm, Peygamber efendimize gelip; “Allahü teâlânın
efendimize ( aleyhisselâm ) geldim, namaz kılıyordu.
sana selâmı var. İsterse şu dağları O’na altın yapayım.
Göğsünde tencerenin kaynamasını andıran bir uğultu vardı”
Nereye giderse gitsin, o altın dağları O’nunla beraber olur”
dedi. İbn-i Ebî Hâle ( radıyallahü anh ); “Allahın Resûlü (
buyurdu. Peygamberimiz ( aleyhisselâm ) buyurdular ki: “Ey
aleyhisselâm ) devamlı hüzünlü ve düşünceli idi. O’nun hiç
Cebrâil! Dünyâ, evi olmayanın evidir. Ve yine (o) malı olmayan
rahatı yoktu” buyurdu.
kimsenin malıdır. Bunları aklı olmayan kimse toplar.” Bunun
üzerine Cebrâil aleyhisselâm, “Yâ Muhammed! Allah seni
Resûlullah efendimiz ( aleyhisselâm ), kendisinden önce
kavl-i sabit ile dimdik kılmıştır” dedi. Hazreti Âişe vâlidemiz;
gelmiş olan yüzyirmidörtbin civarındaki Peygamberlerin
“Zaman olurdu tam bir ay beklerdik, evimizde (yemek yapmak
(aleyhimüsselâm) hepsinden de üstün idi, şânı pek büyüktü.
için) ateş yakmazdık: Sâdece hurma ile su bulunurdu”
Peygamber efendimiz ( aleyhisselâm ) buyurdular ki: “Bana,
buyurmuştur. İbn-i Abbâs ( radıyallahü anh ); “Resûlullah (
benden önce hiçbir Peygambere verilmeyen beş şey
aleyhisselâm ) ve Ehl-i beyti, birçok geceler akşam yemeği
verilmiştir. 1. Bir aylık yolda (düşmanın kalbine) korku
yemeden yatarlardı. Akşam yiyecek birşey bulamazlardı”
verilerek zafere kavuşturuldum. 2. Yeryüzü bana mescid ve
buyurdu. Hazreti Âişe vâlidemiz buyurdu ki: Resûlullah
(teyemmüm için) pek temizleyici olarak kılındı. Ümmetimden
efendimizin ( aleyhisselâm ) mübârek karnı, hiçbir zaman
herhangi bir kimseye namaz (vakti) gelip çatarsa namazını
yemekten doymamıştır. Bu husûsta, bir kimseye de
kılsın. 3. Ganîmetler bana helâl kılındı. Hâlbuki, benden önce
yakınmamıştır. İhtiyaç, O’nun için zenginlikten daha iyi idi.
hiçbir peygambere helâl kılınmamıştı. 4. Bütün insanlığa
Bütün gece açlıktan kıvransa bile, O’nun bu durumu, gündüz
(peygamber olarak; gönderildim. 5) Bana şefaat etme (yetkisi)
orucundan alıkoymazdı. İsteseydi, Rabbinden yeryüzünün
verildi.” Utbe bin Âmir’in ( radıyallahü anh ) naklettiği bir hadîs-
bütün hazînelerini, yiyeceklerini ve refah hayâtını isterdi.
i şerîfte, Peygamberimiz ( aleyhisselâm ); “Şüphesiz ben, size
Yemîn ederim ki, O’nun bu hâlini gördüğüm zaman, acırdım
son derece merhametliyim ve üzerinizde de şahidim.
ve ağlardım. Elimle mübârek karnını sıvazlardım ve derdim ki,
Şüphesiz ben, Allahü teâlâya yemîn olsun ki, şu ânda
“Canım sana feda olsun! Sana güç verecek şu dünyâdan,
havzıma bakıyorum. Gerçekten bana, yeryüzündeki
ba’zı menfaatlar te’min etsen olmaz mı?” Buyururlardı ki: “Ey
hazînelerin anahtarları verilmiştir. Allaha yemîn olsun ki,
Âişe! Ben dünyâyı ne yapayım? Ülül-azmden olan Peygamber
benden sonra şirk koşacağınızı aklımdan bile geçirmiyorum.
kardeşlerim, bundan daha çetin olanına karşı tahammül
Benim sizin nâmınıza korktuğum, (şu aşağılık dünyâ için)
gösterdiler. Fakat o hâlleri ile yaşayışlarına devam ettiler.
birbirinizle yarış hâlinde olmanızdır” buyurdular.
İbn-i Vehb’in ( radıyallahü anh ) bildirdiği bir hadîs-i şerîfte,
tuttular, karnımı yardılar” Bir hadîs-i şerîfte, “Boğazımdan
Peygamber efendimiz ( aleyhisselâm ) buyurdular ki: “Allahü
karnımın başına kadar yardılar. Sonra oradan kalbimi
teâlâ bana: “İste Ey Muhammed!” buyurdu. Ben de: “Yâ
çıkardılar, ikiye yardılar ve ondan simsiyah bir kan pıhtısı
Rabbî, ne isteyeyim? Sen İbrâhim’i (aleyhisselâm) dost
çıkarıp attılar. Sonra hem kalbimi, hem karnımı o kar ile
edindin! Mûsâ (aleyhisselâm) ile konuştun. Nûh’u
tertemiz edene kadar yıkadılar.” Başka bir hadîs-i şerîfte,
(aleyhisselâm) peygamber olarak, seçtin. Süleymân’a
“Sonra biri bir şey aldı. Bir de baktım ki elinde, gören herkesi
(aleyhisselâm) ondan sonra hiç kimseye vermediğin bir mülk
hayrete düşüren nûrdan bir mühür vardı. Onunla kalbimi
(hükümdârlık) verdin” dedim. Allahü teâlâ buyurdu ki: “Sana
mühürledi. Kalbim îmân ve hikmetle doldu. Sonra mühürü
bunlardan daha iyisini verdim. Sana Kevser’i verdim... Göğün
yerine iade etti. Diğeri de elini göğsümün, ayırım noktasına
ortasında ismin. İsmimle anılıyor. Yeryüzünü hem senin için,
sürdü ve iyileşti. Onlardan biri diğerine, “Haydi O’nu,
hem de ümmetin için tahûr, temizleyici kıldım. Gelmiş geçmiş
ümmetinden on kişi ile tart” dedi. Tarttığında hepsinden ağır
bütün günahlarını bağışladım. İnsanlar arasında bağışlanmış
geldim. “Ümmetinden yüz kişi ile tart!” Tarttı, yine ağır geldim.
bir hâlde geziyorsun. Oysa ben, bunu senden önce hiç
“Ümmetinden bin kişi ile tart!” Tarttı, onları da geçtim. “İyisi mi
kimseye yapmadım. Ümmetinin kalblerini Mushaf ezberleyicisi
tartmaktan vazgeç, zîrâ bütün ümmetiyle onu tartacak olsan
yaptım. Şefaat payesini senin için sakladım. Senden başka
yine de hepsini geçer” dedi.” Başka bir hadîs-i şerîfte, “Sonra
hiçbir peygambere saklamadım.” Huzeyfe’nin ( radıyallahü
beni göğüslerine basıp, hem başımı, hem de gözlerimin
anh ) bildirdiği bir hadîs-i şerîfte, Peygamber efendimiz (
arasını öptüler, şöyle dediler: “Ey Sevgili! Korkma, sana
aleyhisselâm ) buyurdular ki: “Bana müjde verildi.
murâd edilen iyiliği bir bilsen, sevinçten gözlerin ışıl ışıl olur.
Ümmetimden benimle ilk yetmiş, bin kişi Cennete girecek. Her
Allah katında ne büyük değerin var. Çünkü Allah ve melekleri
bin kişiyi yetmiş bin kişi daha ta’kib edecek. Hiçbiri hesap
seninledir.”
görmeyecek... Yine bana ümmetimin asla (kuraklık ve kıtlık
sebebiyle) açlık çekmiyeceği, (İslâmiyetin emirlerini yerine
Peygamber efendimizin ( aleyhisselâm ), Allahü teâlânın
getirdiği müddetçe) hiç yenilmeyeceği (müjde olarak) verildi.
indinde kıymetini gösteren en açık delîllerden birisi de mi’râc
(Rabbim) yardıma yetişti. Bana izzet, ümmetime de bir aylık
hadîsesidir. O gece Resûlullah ( aleyhisselâm ) efendimiz,
yoldaki düşmanın kalbine korku vererek zafer ihsân etti. Gerek
büyük derecelere ulaşmış, yüksek mertebe ve mevkiler elde
bana ve gerekse ümmetime ganîmetleri helâl kıldı. Bizden
etmiştir. Nitekim bu büyük hâdise için cenâb-ı Hak, İsrâ sûresi
öncekilere yasak kıldığı birçok şeyi bize helâl kıldı, bize güçlük
ilk âyetinde meâlen buyurdu ki: “Her türlü noksanlıktan
kılmadı.”
münezzeh olan O Allahdır ki, kulunu (Hazreti Muhammed
aleyhisselâmı gece Mescid-i Haram’dan (Mekke’den alıp) o
Hâlid bin Ma’dan ( radıyallahü anh ) anlattı: Eshâb-ı Kirâmdan
etrâfını mübârek kıldığımız Mescid-i Aksâ’ya kadar götürdü.
(r.anhüm) ba’zıları Peygamber efendimize, “Yâ Resûlallah!
O’na âyetlerimizden (kudretimize delâlet eden acâibliklerden
Bize kendinizi anlatır mısınız?” diye suâl ettiler. Peygamber
gösterelim diye yaptık. Şüphesiz O, (Allahü teâlâ) Semi’dir
efendimiz de buyurdular ki: “Evet ben babam (ceddim)
(herşeyi işitir). Basîr’dir (herşeyi görür).” Peygamber efendimiz
İbrâhim’in (aleyhisselâm) (Ey Rabbimiz! Soyumuzdan gelen
de bu hâdise için şöyle buyurdular: “Evimin tavanı açıldı.
müslüman ümmet içinden bir Peygamber gönder duâsında
Cebrâil aleyhisselâm indi, göğsümü yardı. Sonra onu
kasdedilen Peygamberim. Îsâ (aleyhisselâm),beni tebşir
Zemzem’le yıkadı. Sonra hikmet ve îmân dolu olan altın bir
etmiştir (müjdelemiştir). Annem bana hâmile iken, kendinden
leğenle geldi ve göğsüme boşalttı. Sonra kapayıp, elimden
bütün Şam topraklarındaki Basra köşklerini aydınlatan bir nûr
tuttuğu gibi doğru beni semâya çıkardı.” Enes bin Mâlik’den (
yükselmiştir. Sonra ben, Benî Sa’d bin Bekr (kabilesine)
radıyallahü anh ) rivâyetle, Resûlullah efendimiz buyurdu ki:
emzirilmem için gönderildiğim zaman, süt kardeşimle birlikte
“Bana Burak getirildi. O katırdan küçük, merkepten büyük,
evimizin arkasında hayvanları otlatırken, üzerinde beyaz
uzun ve beyaz bir hayvandır. Ayağını gözünün görebildiği yere
elbise bulunan iki kimse bana yaklaştı.” Başka bir hadîs-i
kadar (rahatça) bırakıyordu. Ona bindim, Beyt-i Makdis’e
şerîfte, “İçi kar dolu altın leğenle bana üç kimse geldi. Beni
geldim ve orada iki rek’at namaz kıldım. Sonra çıktım. Cebrâil
aleyhisselâm bana bir kap Cennet şarabı, bir kap da süt
emri) biraz hafif eyle.” Bunun üzerine elli vakitten sâdece beş
getirdi. Sütü aldım. Cebrâil (aleyhisselâm) bana, Fıtratı seçtin”
vakit indirdi. Mûsâ’ya (aleyhisselâm) döndüm ve (Beş vakit
dedi. Sonra beraberce göğe yükseldik. Cebrâil aleyhisselâm
indirdi) dedim. Dedi ki, “Rabbine dön! Biraz daha hafifletmesini
kapıyı çaldı, “Sen kimsin?” dediler. “Ben Cebrâil’im”, “Peki
dile. Çünkü ümmetin bunun allından kalkamaz. Böylece Mûsâ
yanındaki kim?” “O da Muhammed aleyhisselâmdır.” “O’na
aleyhisselâm ile Rabbimin arasında gidip geldim ve nihâyet
Peygamberlik gönderildi mi?” “Evet, O’na peygamberlik
Allahü teâlâ şöyle buyurdu: “Bu namazı beş vakte indirdim.
gönderildi.” Bunun üzerine kapı açıldı ve kendimi Âdem
Her namaz için on sevâb vardır. Bu bakımdan sonunda yine
aleyhisselâmın karşısında buldum. Bana “Merhaba” dedi ve
elli namaz olur. Zîrâ her kim bir sevâbı kasdedip de
duâ etti. Sonra ikinci kat göğe çıktık. Cebrâil aleyhisselâm yine
yapamazsa, onun için bir sevâb yazılır. Fakat yaparsa, bire
kapıyı çaldı. Denildi ki, “Sen kimsin?” “Ben Cebrâil’im”, “Peki
mukabil tam on sevâb yazılır. Fakat bir günah kasdedip
yanındaki kim?” “O da Muhammed aleyhisselâmdır.” “O’na
yapmazsa hiçbir şey yazılmaz. Yaparsa, ancak o bir günah
Peygamberlik gönderildi mi?” “Evet geldi.” Bunun üzerine kapı
olarak kayda geçer. Sonra Mûsâ’ya (aleyhisselâm) inip
açıldı. Kendimi teyze çocukları Îsâ aleyhisselâm ile Yahyâ bin
durumu anlattım. Yine “Dön, biraz daha hafifletmesini dile”
Zekeriyyâ aleyhisselâmın yanında buldum. Bana “Merhaba”
dedi. Bunun üzerine ona, “Rabbime çok münâcaatta
dediler. Ve duâda bulundular. Sonra üçüncü kat göğe çıktık.
bulunduğum için artık utanıyorum” dedim.” İbn-i Abbâs’ın (
Aynı suâl ve cevâptan sonra kapı açıldı ve kendimi Yûsuf’un
radıyallahü anh ) bildirdiği hadîs-i şerîfte; “Öyle bir yere kadar
(aleyhisselâm) yanında buldum. Baktım ki kendisine güzelliğin
yükseldim ki, kalemlerin (çıtırtı) seslerini duydum.” Enes bin
yarısı verilmiş. Bana “Merhaba” dedi ve duâ etti. Dördüncü kat
Mâlik’in ( radıyallahü anh ) bildirdiği hadîs-i şerîfte buyuruldu
göğe çıktık, aynı suâl ve cevaptan sonra kendimi, İdrîs’in
ki: “Cebrâil aleyhisselâm beni Sidret-ül-Müntehâ’ya kadar
(aleyhisselâm) yanında buldum. Bana “Merhaba” dedi ve
götürdü. Sidret-ül-Müntehâ’yı öyle bir renkler kapladı ki,
duâda bulundu. Allahü teâlâ, Meryem sûresinde onun
bunların ne olduklarını bilmiyorum. Sonra Beni Cennete
hakkında “Onu biz yüksek bir yere ref’ ettik” buyurmuştur.
koydular.” Ebû Hüreyre’nin ( radıyallahü anh ) bildirdiği hadîs-i
Sonra beşinci kat göğe çıktık, orada Hârûn’la (aleyhisselâm)
şerîfte buyuruldu ki; “Bana dediler ki, İşte bu Sidret-ül-
karşılaştık. Bana “Merhaba” dedi ve hayır duâda bulundu.
Müntehâ’dır. Ümmetinden senin yolunda olanların her biri
Sonra altıncı kat göğe çıktık. Orada Mûsâ (aleyhisselâm) ile
burada nihâyet bulacaklardır. O; altından, su, süt, Cennet
karşılaştık. Bana “Merhaba” dedi ve hayır duâda bulundu.
şarabı, süzülmüş bal, bal ırmakları akan bir menba’dır. O öyle
Sonra yedinci kat göğe yükseldik, aynı soru-cevaptan sonra
bir ağaçtır ki, gölgesinde bir süvari yetmiş sene yürür. Onun
İbrâhim’i (aleyhisselâm) Beyt-i Ma’mûr’a arkasını dayamış
bir yaprağı, mahlûkâtı gölgelendirebilir. Onu nûr ve melekler
olarak buldum. O Beyt-i Ma’mûr ki, her gün oraya yetmişbin
bürümüştür... Allahü teâlâ buyurdu ki: “Haydi iste!” (Ben de)
melek giriyor (da bir daha sıraları gelmiyor). Sonra beni Sidret-
“Şüphe yok ki, sen, İbrâhim’i dost edindin, ona büyük bir mülk
ül-Müntehâ’ya götürdü. Sanki onun yaprakları fil kulakları gibi
ihsân ettin. Mûsâ ile konuştun. Davud’a büyük bir mülk
idi. Meyveleri de kuleler gibi idi. O, Allahü teâlânın
(Hâkimiyet) lütfettin, ona demiri erittin, dağları emrine verdin.
emirlerinden herhangi birisiyle karşılaştığında öylesine
Süleymân’a da büyük bir mülk ihsân edip, insanları, cinleri ve
değişiyordu ve güzelleşiyordu ki, Allahü teâlânın yaratmış
rüzgârları emrine verdin. Ondan sonra kimseye vermediğin bir
olduğu mahlûkâtından hiç kimse onun güzelliğini anlatamaz.
mülk ihsân ettin, Îsâ’ya Tevrat ve İncîl’i öğrettin. Körleri
Sonra Allahü teâlâ bana vahyettiğini vahyetti.
iyileştirme gücünü (kendi izninle) ona verdin. Onu ve annesini
Şeytân-ı racîmden korudun. Şeytan her ikisine de birşey
Hergün elli vakit namaz kılınmasını bana farz kıldı. Mûsâ
yapamadı” (dedim.) (Allahü teâlâ) “Seni de dost ve sevgili
aleyhisselâma indim. “Rabbin ümmetine ne farz kıldı?” diye
edindim. Tevrat’ta (Muhammed Habîburrahmândır) diye
sordu. “Elli vakit namaz” dedim. “Rabbine dön, biraz
yazılmıştır. Seni bütün insanlığa (Peygamber olarak)
hafifletmesini dile. Çünkü ümmetin onun altından kalkamaz.
gönderdim. Ümmetini, hem evvelkilerden, hem sonunculardan
Ben İsrâiloğullarını denedim ve yokladım” dedi. Bunun üzerine
kıldım. Ümmetin, benim kulum ve Resûlüm olduğuna şehâdet
Rabbime döndüm ve dedim ki, “Yâ Rabbî! Ümmetimden (bu
edinceye kadar (inanıyoruz da deseler) sözleri muteber
değildir. Yaratılış bakımından seni Peygamberlerin ilki,
Rabbin seni kıyâmette Makâm-ı Mahmûd’a (âhıretteki şefaat
gönderiliş cihetinden ise sonuncusu yaptım. Sana Seb-i
makamına) göndere...” buyurdu. Resûlullah ( aleyhisselâm )
Mesâni’yi (Fâtiha sûresini) verdim. Senden önce onu hiçbir
efendimize, Makâm-ı Mahmûd’dan suâl ettiler. “O şefaattir”
Peygambere vermedim. Sana Arş’ımın altında bulunan
buyurdu. Ka’b bin Mâlik’in ( radıyallahü anh ) bildirdiği hadîs-i
hazîneden Bekâra sûresinin sonlarını ihsân ettim ki, bunu
şerîfte Peygamber efendimiz; “Kıyâmet günü insanlar
senden önce hiçbir Peygambere vermiş değilim. Seni hem
haşrolunduklarında ben ve ümmetim bir yerde olacağız.
fâtih, hem de hatim (peygamberlerin sonuncusu) yaptım”
Rabbim bana yeşil bir elbise giydirecek. Sonra bana izin
buyurdu.”
verilecek. Allah tarafından ne söylemem isteniyorsa
söyleyeceğim, işte Makâm-ı Mahmûd budur” buyurdu. İbn-i
Peygamber efendimiz ( aleyhisselâm ) mahşerde de
Mes’ûd ( radıyallahü anh ) “Makâm-ı Mahmûd, Resûlullahın (
insanların en üstünüdür. Bunu, kendileri şöyle beyân
aleyhisselâm ) Arş’ın sağında durmasıdır. Kimse orada
buyurdular: “(Kabirden) kalkılacağı zaman, ilk çıkacak insan
durmayacaktır. Bu sebeple evvelkiler de, sonrakiler de O’na
benim. Rableri huzûruna geldiklerinde hatîbleri benim.
gıbta edecekler” dedi. Peygamber efendimiz ( aleyhisselâm )
Ümitlerini kestikleri zaman da müjdecileri benim! Livâ-ül-hamd
buyurdular ki; “Ümmetimin yarısının Cennete girmesiyle şefaat
benim elimdedir. Rabbimin katında Âdemoğlunun en
arasında muhayyer kılındım. Ben şefaati tercih ettim. Çünkü o
kıymetlisiyim. Övünmüyorum, hakîkati bildiriyorum. Hakîkati
daha şümûllüdür. Onu yalnız takvâya erenler için sanmayın, o
bildirmek benim vazîfemdir.” Ebû Hüreyre’nin ( radıyallahü
aynı zamanda hatâya düşen günahkârlar içindir de.”
anh ) rivâyet ettiği hadîs-i şerîfte; “Cennet elbiselerinden bir
elbise giydirileceğim. Sonra Arş’ın sağ yanında duracağım..
Ebû Hüreyre’nin ( radıyallahü anh ) rivâyet ettiği hadîs-i
Mahlûkâttan o makamda benden başka kimse bulunmayacak”
şerîfte, Peygamber efendimiz; “Şefaatim, kalbi dilini tasdik
buyuruldu. İbn-i Abbâs’ın ( radıyallahü anh ) bildirdiği hadîs-i
eder tarzda bir ihlâs içinde “La ilahe illallah” diyerek şehâdet
şerîfte, Peygamberimiz buyurdu ki:
kelimesi getiren kimseyedir.” buyurdu. Huzeyfe ( radıyallahü
anh ) dedi ki, “Allahü teâlâ insanları kıyâmet gününde, yalın
“Cennet kapısının halkasını ilk kımıldatacak olan da benim.
ayak, başı açık, dümdüz bir yerde toplayacaktır. Öyle ki,
Bana (Cennet) açılacak ve oraya benimle birlikte mü’minlerin
çağırılan kişi onlara sesini rahatça duyurabilecek ve onları
fakirleri girecek...” Enes bin Mâlik’den ( radıyallahü anh )
zahmet çekmeden görebilecektir, ilk yaratıldıkları zaman
bildirilen hadîs-i şerîfte; “Kıyâmet günü Cennetin kapısına
konuşmaktan âciz oldukları gibi, o günde O’nun izni olmadan
gelirim ve açmalarını isterim. Hâzin der ki, “Sen kimsin?” Ben
kimse konuşamıyacaktır. Tam bu esnada Resûlullah (
Muhammedim derim. “Ben (Cenneti) sana açmakla
aleyhisselâm ) efendimiz çağırılacak, O da buyuracak ki;
emrolundum. Senden önce hiç kimseye açmam” diye karşılık
“Buyur, bütün hayır senin yed-i kudretindedir. Şerri de ancak
verecek” buyuruldu. Abdullah bin Amr’ın ( radıyallahü anh )
sen önlersin. Senin hidâyete erdirdiğin kimse ancak hidâyete
rivâyet ettiği hadîs-i şerîfte, Peygamberimiz buyurdu ki:
ermiş olabilir, işte (âciz) kulun şimdi huzûrundadır. Sana
“Havzının büyüklüğü bir aylık yürüyüştür. Uzunluğu ve
(yönelmiş) durmaktadır. Yegâne sığınak sensin. Senin
genişliği birdir. Suyu gümüşten daha beyazdır. (Bir rivâyete
azâbından ancak yine senin lütfunla merhametinle
göre de, sütten daha beyazdır.) Kokusu miskten daha
kurtulabiliriz. En yüce sensin, en büyük sensin. Ey Beytin
güzeldir. Bardakları gökteki yıldızlar gibidir (çok ve parlaktır).
Rabbi! Seni noksan sıfatlardan tenzih ederim.”
Kim ondan içerse bir daha susamaz.”
Ebû Hüreyre’den ( radıyallahü anh ) rivâyetle, Peygamber
Kıyâmet gününde Peygamber efendimize ( aleyhisselâm )
efendimiz buyurdular ki: “Allah, evvelkileri ve sonrakileri (bütün
şefaat etme yetkisi verilecektir. O’na Makâm-ı Mahmûd
insanları) kıyâmet gününde bir araya getirecektir. Onlara “Ah
verilerek de diğer Peygamberlerden (aleyhimüsselâm) üstün
bir, bizim için Rabbimize şefaat dileyen olsa” diye ilham
kılınmıştır. Bu mevzûda cenâb-ı Hak, İsrâ sûresi 79. âyetinde
edilecek.” Başka bir hadîs-i şerîfte buyuruldu ki: “Güneş çok
meâlen; “Gecenin bir kısmında da uyanıp, sırf sana mahsûs
yaklaşacak, insanlar gam ve kederden bitkin bir hâle
olmak üzere onunla (Kur’ân-ı kerîmle) teheccüd kıl. Tâ ki
düşecekler. Aralarında, “Size şefaat edecek birine baksanız iyi
verilecek ve ben O’nu gördüğüm zaman secdeye
olur” diyecekler. Bunun üzerine Âdem’e (aleyhisselâm) gelip
kapanacağım.” Bir rivâyete göre “Arş’ın altına gelir secdeye
şöyle diyecekler, “Sen Allahın yed-i kudretiyle yarattığı,
kapanırım.” Bir hadîs-i şerîfte de, “Huzûrunda durur, bana
rûhundan üfürdüğü, Cennetine yerleştirdiği, melekleri sana
ilham edeceği öyle bir hamdde bulunurum ki, bu dünyâda
secde ettirdiği, herşeyin adını sana öğrettiği insanların babası
böyle bir hamde asla takat getiremem.” Ebû Hüreyre’nin (
olan Âdem’sin (aleyhisselâm). Hâlimizi görüyorsun. Ne olur,
radıyallahü anh ) bildirdiği hadîs-i şerîfte, “Yâ Muhammed!
Rabbine yalvar da bizi rahata kavuştursun!” Âdem
Kaldır başını! İste ne istersen sana verilecek! Şefaat et, bu
(aleyhisselâm) “Rabbim bugün öyle gadab etmiştir ki, ne
paye sana verilmiştir. Kaldır başını!” denilecek. Buna karşılık
bundan önce ve ne de bundan sonra hiç böyle gadaba
ben, “Yâ Rabbî! Ümmetim! Yâ Rabbî! Ümmetim!” diyeceğim.
gelmemiştir. Beni ma’hut ağaçtan nehyetti. Biliyorsunuz ki
“Ümmetinden hesaba çekilmiyecekleri Cennet kapılarının sağ
ben, o ağaçtan yedim. Şimdi başımın çâresine bakmakla
tarafında olan kapısından içeri al. Geride kalanlar diğer
meşgûlüm, haydi benden başkasına gidin, Nûh’a
kapıdan girmek husûsunda müşterektirler” denilecek.” Enes
(aleyhisselâm) gidin” diyecek. Bunun üzerine Nûh’a
bin Mâlik’in ( radıyallahü anh ) bildirdiği hadîs-i şerîfte ise,
(aleyhisselâm) gelip şöyle diyecekler, “Yer ehline elçi olarak
“Haydi git, kimin kalbinde bir buğday veya arpa tanesi kadar
gönderilen Peygamberlerin evvelisin. Allahü teâlâ sana Abden
imân varsa, onu çıkar. Bunun üzerine gidip, emrini yerine
Şekûrâ (şükredici kul) diye isim vermiş. Vaziyetimizi
getireceğim. Sonra Rabbime dönüp bundan dolayı hamd-ü
görüyorsun, ne olur Rabbine yalvar da bizi bu dunundan
senada bulunacağım.” Huzeyfe’nin ( radıyallahü anh )
kurtarsa.” Nûh (aleyhisselâm), “Şüphesiz, Rabbim bugün
bildirdiğine göre, “Muhammed aleyhisselâma gelecekler.
öylesine gadaba gelmiştir ki, bundan önce ve sonra hiç böyle
Şefaat edecek ve onlara Sırat köprüsü kurulacak. Üzerinden
bir gadabda bulunmayacaktır. Nefsi, Nefsi!” diyecek.” (Enes
ilk geçenler, şimşek gibi, sonra geçenler rüzgâr gibi, daha
bin Mâlik’in ( radıyallahü anh ) rivâyetine göre: Allahü teâlâya
sonra geçenler kuş gibi, daha sonra geçenler atlılar gibi
karşı olan zellesini zikredecektir.) [Zelle: Birşeyi en güzel
geçecekler. Peygamber efendimiz de ( aleyhisselâm ),
şekilde yapmamak.] Ebû Hüreyre’nin rivâyetiyle bildirilen
köprünün ortasında durup, devamlı olarak, insanların
hadîs-i şerîfte, “En iyisi siz, İbrâhim’e (aleyhisselâm) gidin
(Müslümanların) hepsi geçinceye kadar “Allahım selâmete
şüphesiz o Halîlullahtır” diyecek. Bunun üzerine İbrâhim’e
erdir! Allahım selâmete erdir!” diyecek, İbn-i Abbâs’ın (
(aleyhisselâm) gelecekler ve diyecekler ki, “Sen Allahü
radıyallahü anh ) bildirdiği hadîs-i şerîfte, “Peygamberlere
teâlânın hem nebisi, hem de halilisin (dostusun). Vaziyetimizi
minberler kurulacak, üzerine oturacaklar. Benim minberim
görüyorsun. O’na yalvar da bizi bu durumdan kurtarsın”
kalacak. Ben üzerine oturmayacağım. Rabbimin huzûrunda
diyecekler. Bunun üzerine İbrâhim (aleyhisselâm), “Rabbim
ayakta dikileceğim. Bunun üzerine Allahü teâlâ buyuracak ki,
bugün çok gadaba gelmiştir. Kendi canımla meşgûlüm. Şefaat
“Ümmetine ne yapmamı istiyorsun?” “Yâ Rabbî! Hesaplarını
ehli değilim. Kelîmullah olan Mûsâ’ya (aleyhisselâm),
hemen görüver” diyeceğim. Hemen çağrılıp hesapları
gitmelisiniz” diyecek.” Başka bir hadîs-i şerîfte, “O, Allahü
görülecek. Kimi O’nun rahmetiyle Cennete girecek, kimi de
teâlânın kendisine Tevrat verdiği bir kuldur. Ona konuşmuştur
benim şefaatimle. Şefaat etmede öylesine devam edeceğim
ve onu kurtarmakla kendine yakın eylemiştir” diyecek. Bunun
ki, elime isimleri Cehennemliktir diye yazılı bir liste verilecek
üzerine Mûsâ’ya (aleyhisselâm) gelirler. Durumlarını anlatırlar.
ve Cehennem hâzini şöyle diyecek, “Ey Muhammed! (
O da, o adam öldürme olayını anlattıktan sonra, “Ben kendi
aleyhisselâm ) Ümmetin hakkında Rabbimin gazâbı için hiçbir
canımla meşgûlüm, Îsâ’ya (aleyhisselâm) giderseniz iyi
şey bırakmadın.”
yaparsınız. Çünkü o, Rûhullah ve kelimetullahdır.” diyecek.
Nihâyet Îsâ’ya (aleyhisselâm) gelip, durumu anlatacaklar. O
Enes bin Mâlik’in ( radıyallahü anh ) rivâyet ettiği hadîs-i
da, “Ben buna ehil değilim, Muhammed aleyhisselâma
şerîfte, Peygamberimiz ( aleyhisselâm ) buyurdular ki: “Ben
gitmelisiniz” diyecek. Ondan sonra bana gelecekler. Ben
Cennette yürürken, önüme bir nehir çıktı. Her iki yanı inciden
kendilerine, “Evet, ben ona ehilim! (Bu paye bana verilmiştir.)
bir kubbe idi. Cebrâil’e (aleyhisselâm) sordum. “Bu nedir?” “Bu
diyeceğim. Gidip Rabbimden izin alacağım. Bana izin
Allahın sana verdiği Kevser’dir” diye cevap verdi. Sonra onun
uydurdu demişlerdi. Nitekim Allahü teâlâ böyle söyleyenler
çamuruna bir el attı, hemen bir misk çıkardı.”
için; “Yoksa, Kur’ân-ı kendisi uydurdu mu diyor müşrikler? O
hâlde şöyle de: “Haydin, Onun gibi uydurma on sûre getirin ve
Hazreti Âişe vâlidemizin bildirdiği hadîs-i şerîfte, “O nehrin
bunun için, Allahtan başka gücünüzün yettiğini de çağırın.
mecrası inci ve yakut üzerindeydi. Suyu ise baldan tatlı,
Eğer doğru söylüyorsanız bunu yaparsınız.” (Hûd-13) “Eğer
kardan beyazdır.” Başka bir rivâyette ise, “Orada hanım ve
kulumuza (Muhammed aleyhisselâma) indirdiğimiz Kur’ân’dan
hizmetçilerden, kendisine lâzım olan bütün şeyler mevcûttur”
şüphede iseniz, haydi siz de onun benzerinden (fesahat ve
buyuruldu.
belagatta ona eş) bir sûre getirin ve Allahtan başka
Peygamber efendimizin ( aleyhisselâm ) bir çok isimleri vardır.
Kur’ân-ı kerîmde geçen en meşhûr isimleri, “Muhammed,
Ahmed, Abdullah, Tâhâ, Yâsîn, el-Müddessir, el-Müzzemmil”
diye bildirildi.
Peygamber efendimizin ( aleyhisselâm ), insan kudretinin
dışında kalan pekçok mu’cizeleri vardır. Mu’cize, düşmanları
susturmak, onlara adetâ meydan okumak için, Allahü teâlânın
yarattığı işlerdir. Bunların sayesinde düşmanların
yalanlamalarını hükümsüz ve benzerini getirmekten âciz
bıraktı. Peygamber efendimizin bütün Peygamberlerden
(aleyhimüsselâm) daha çok mu’cizesi vardır. Bunların en
büyüğü Kur’ân-ı kerîmdir. Kur’ân-ı kerîmin mu’cizeleri, ne bin,
ne iki bin ve daha fazla sayıyla bitmez. Peygamber efendimiz (
aleyhisselâm ), bütün düşmanlara, bir suresiyle meydan
okudu. Bütün edebiyatçılar, şâirler benzerini meydana
getirmekten âciz kaldılar. Âlimler dediler ki, “Kur’ân-ı kerîmde
en kısa sûre “Kevser” suresidir. Onun her âyeti de bir
mu’cizedir.” Kur’ân-ı kerîmin geldiği zamanlarda Arablar,
edebiyatta ve söz söyleme san’atmda çok yüksek bir
dereceye varmışlardı. Onlara hiçbir insana ve nesle
verilmeyen ifâde gücü verilmişti. Birbirlerine hitâb etmekte, en
ileri zekâları bile rahatça mağlûb ederlerdi. Allahü teâlâ onları,
bu yönüyle çok kâbiliyetli olarak yaratmıştı. Arablar, her
sahada yorulmadan şaşırtıcı sözler söylerlerdi. Çok mühim
işlerde, hattâ harbin en şiddetli ânında kılıç sallarken bile,
rahatça edebî olarak konuşabilirlerdi. Birbirlerinin sorularına
şiirle cevap verirlerdi. Köylerde oturanlar bile ma’nâlı sözler,
ifâde gücü olan kelâmlarla, büyük ve susturucu beyanlarda
bulunurlardı, işte böyle yüksek vasıflı kimselerin karşısına,
Peygamber efendimiz ( aleyhisselâm ) Kur’ân-ı kerîm, ile
çıkmış, onlara meydan okumuştu. Konuştukları dilin edebiyat
bakımından zirvesinde olan Arablar, Kur’ân-ı kerîmdeki
belagat ve fesahati görünce, birçoğu teslim olmuş, îmân ile
şereflenmişlerdir. Ba’zıları da inanmamış, Peygamberimiz için,
şahitlerinizi (putlarınızı, şâir ve âlimlerinizi)’de yardıma
çağırın. Şayet (bu insan kelâmıdır) sözünde sâdık (doğru
söyleyen) kimseler iseniz.” Bunu yapamazsanız (bir sûreye eş
gevremezseniz ki, hiçbir zaman yapamayacaksınız) artık o
ateşten sakının ki, onun tutuşturucu odunu, (kâfir) insanlarla
taşlardır. O (ateş) kâfirler için hazırlanmıştır.” (Bekâra
sûresinin 23 ve 24. âyetlerinin meâli.) “Ey Resûlüm, de ki,
yemîn olsun, eğer insanlar ve cinler bu Kur’ânın benzerini
getirmek üzere toplansalar, birbirlerine yardımcı da olsalar,
yine onun benzerini getiremezler” buyurdu (İsrâ-88). Bu âyet-i
kerîmelerde kâfirlere, Kur’ân-ı kerîmin benzerini meydana
getirmeleri için meydan okunmuştur. Kâfirlerden bu âyetlere
benzeyecek bir söz söylemeleri istenmiştir. Çünkü bir şeyi
uydurmak, bâtıl olan boş lafları söylemek kolaydır. Kolaydır,
fakat düzgün ifâde ve ma’nâ taşıyan bir söz söylemek güçtür.
O edîb olan Arablar, Kur’ân-ı kerîmdeki bir âyet gibi
söyleyemediler. Takat getiremediler. Acz içinde kıvranıp
durdular. Müseylemet-ül-Kezzâb gibi ba’zı âdi kimseler, buna
cür’et ettilerse de büsbütün rezîl oldular. Etrâfta hayret değil,
nefret uyandırdılar.
İşte bütün bu sebeplerden dolayıdır ki, müşriklerden Velid bin
Mugîre, Peygamberimizden ( aleyhisselâm ) meâlen
“Şüphesiz ki Allah adâleti, iyiliği, akrabaya vermeği emreder.
Taşkın kötülüklerden, münkerden, zulüm ve tecebbürden
(haksızlıktan) nehy eder. Size (böyle) öğüt verir ki, iyice
dinleyip ve anlayıp tutasınız” (Nahl-90) âyetini dinlediği
zaman, şöyle söylemekten kendini alamadı: “Vallahi, bunda
bambaşka bir halâvet ve göz kamaştırıcı güzellik vardır.
Anlamı pek fazla, ifâdece çok güçlüdür. Bu, insan sözü
olamaz.” Ebû Ubeyd Kâsım bin Sellâm anlattı ki: Bir köylü, bir
kimsenin Hicr sûresinin 94. âyet-i kerîmesini okuduğunu
duyunca hemen secdeye kapandı. Dedi ki, “Sırf onun
fesahatinden dolayı secdeye kapandım.” Bir başkası, Yûsuf
sûresi 80. âyet-i kerîmesini işitince, “Şehâdet ederim ki, hiçbir
mahlûk bunun gibisini söyleyemez” demiştir. Hazreti Ömer,
meâlen; “(Mal ve evlâtsız olarak) tek başına yarattığım o kâfiri
birgün mescidde uyuyordu. Bir ara başucunda bir kimsenin
(Velîd bin Mugîre’yi) bana bırak.”
şehâdet getirdiğini duyunca uyandı, söyleyene; “Sen kimsin?”
diye sordu, o da, “Ben Rum patriklerindenim. Çok iyi Arabca
Kâfirler, Kur’ân-ı kerîmin yükselişini önlemeye, nûrunu
bilirim. Başka lisanları da konuşurum. Müslüman esîrlerinden
söndürmeye bütün güçleri ile çalıştılar. Fakat ona gölge
birinin, kitabınız Kur’ân-ı kerîmden bir âyet okuduğunu
yapacak en küçük bir söz söylemediler. Bu kadar zaman
duydum. Dünyâ ve âhıret hâllerini anlatan en iyi bir kitap
geçmesine rağmen, bir kusur bulamadılar. Toplantılar yaptılar,
olduğunu anladım. Bu kitap, Îsâ aleyhisselâma inen kitabın
bir araya gelip el ele verdiler, yardımlaştılar, fakat
muhtevâsını da içine alıyor. Dinlediğim âyet-i kerîmenin meâli
başaramadılar. Peygamber efendimizin ( aleyhisselâm ) en
şudur: “Kim Allaha ve Resûlüne itaat ederse, yaptığı
büyük mu’cizesi olan Kur’ân-ı kerîm dünyâ durdukça
günahlardan ötürü Allahtan korkar ve geri kalan ömründe de
duracaktır. O, bütün ilim dallarını içine almıştır. Nitekim Allahü
ondan sakınırsa, işte bunlar ebedî saadete kavuşanlardır”
teâlâ buyurdu ki, meâlen; “Biz o kitabta hiç bir şey eksik
(Nûr-52).
bırakmadık” (En’âm-38). Peygamber efendimiz de (
aleyhisselâm ) buyurdu ki: “Allahü teâlâ, Kur’ân-ı kerîmi
Müşriklerden Velîd bin Mugîre’nin Resûlullah efendimizin (
emredici, nehyedici, uyulan başlı başına nurlu bir yol, dillerden
aleyhisselâm ) kendisine okuduğu Kur’ân-ı kerîmden kalbi
düşmeyen bir örnek olarak göndermiştir, içinde sizin, sizden
yumuşadı. Kardeşinin oğlu olan Ebû Cehil, bunu duyunca
öncekilerin ve sizden sonra geleceklerin de haberi vardır. O,
yanına gelip Velîd’e kızdı. Bunun üzerine Velîd bin Mugîre,
aralarınızda meydana gelecek olayların da hâkimidir. Çok
“Yemîn ederim ki, içinizde hiç biriniz benim kadar şiir bilmez.
okumak onu eskitmez. Garaibi bitmez. O hakîkatdır, şaka
Onun okuduğu, hiçbir şiir türüne benzemiyor. Şimdi her
değildir. Onunla söyleyen doğru söyler. Onunla hükmeden
taraftan gelen insanlar burada (Mekke’de, toplanacaklar.
adâletle hükmetmiş olur. Onunla savunan dâima muzaffer
O’nun hakkında öyle bir fikir ortaya atın ki, kimse kimseyi
olur. Onun ışığında taksim eden herkese hakkını tam vermiş
yalanlamasın. Kararlaştıracağımız fikrin etrâfında birleşelim”
olur. Onunla amel eden me’cur olur (sevâb kazanır). Ona
dedi. Müşriklerin yaptıkları bu toplantıda; Peygamber
sarılan dosdoğru bir yola kavuşmuş olur. Ondan başkasından
efendimiz için neler söyleyebileceklerini konuştular. Ba’zıları,
hidâyeti isteyeni Allahü teâlâ saptırır. Ondan başkasıyla
“O’na kâhin diyelim” dediler. Başkası, “Olmaz. O kâhin
hükmedenin de Allahü teâlâ belini kırar. O, hüküm ve
değildir. Çünkü O’nun okuduğu Kur’ân hiç bir kâhinin sözüne
hikmetleri içine alan bir zikirdir. Apaçık nûrdur. Dosdoğru bir
benzemiyor” dedi. “Mecnûn diyelim” dediler. Ona da, “Olmaz.
yoldur. Allahü teâlânın sapasağlam bir ipidir. Her derde fayda
Çünkü O deli değildir. O’nda delîlik hâlleri yok” dediler.
veren bir şifâdır. Kendisine sarılanı korur. Kendisine tâbi olanı
Ba’zıları, “Şâir mi desek?” dediler. Onlara da “Hayır. O bir şâir
kurtarır. Eğri büğrü olmaz ki, düzeltilmeye muhtaç olsun.
değildir. Çünkü biz şiirin her çeşidini biliriz. Onun okuduğu
(Doğrudan) meyl etmez ki kınansın...”
kelâm çok ayrı birşey! Hiç birine benzemiyor. Eğer ona şâir
dersek, bütün Arab kabileleri bize gülerler” dediler.
Peygamber efendimizin, Kur’ân-ı kerîmden başka pekçok
“Sihirbazdır diyelim” diyenlere de, “Bu da olmaz. Çünkü O,
mu’cizeleri vardır. Bunlardan birisi de, Ay’ın ikiye ayrılmasıdır.
büyücü değildir. Çünkü sihirbazın yaptığı hareketler onda yok”
Enes bin Mâlik ( radıyallahü anh ) anlattı: “Mekkeli müşrikler,
dediler. “Peki, ya ne diyelim?...” Velîd’in tavsiyesi ile sonunda
Resûlullahtan ( aleyhisselâm ) kendilerine mu’cize
şu karara vardılar, “Olsa olsa, O bir sihirbazdır. Çünkü O,
göstermesini istediler. Bunun üzerine Ay’ın iki kısma
kardeşi kardeşten, babayı oğuldan, kocasını hanımından
bölünüşünü (mu’cize olarak) onlara gösterdi. Nihâyet Hira
ayırıyor, birbirlerinden uzaklaştırıyor.” Bu sözü hepsi
(dağını), bölünen o iki kısım arasında gördüler. Müşrikler,
beğendiler. Her biri bir tarafa gittiler. Arab kabilelerinin
“Muhammed sizi büyüledi!...” dediler. Müşriklerden bir tanesi,
geleceği yolların üstüne oturup, gelenlere Peygamberimizi (
“Şayet Muhammed Ay’ı büyüledi ise, yaptığı büyü bütün
aleyhisselâm ) kötülemeye çalıştılar. Bunun üzerine Allahü
yeryüzünü saramaz ki, öyle ise diğer memleketlerden
teâlâ Velîd’in hakkında Müddessir sûresi onbirinci âyetinde
gelenlere soralım bakalım, onlar da bunu görmüşler mi?”
dediler. Sonra diğer ülkelerden gelenlere sordular. Onlar da,
Onda, sırtında iki damacana su yüklü bir deve vardır”
“Evet, biz de Ay’ın ikiye bölündüğünü gördük” deyince,
buyurdular. Onlar gittiler, kadını buldular. O kadını
Mekkeli müşrikler, “Anlaşılan bu müstemir, arkası kesilmeyen
Resûlullahın ( aleyhisselâm ) huzûr-i şerîflerine getirdiler. O iki
devamlı bir büyüdür” dediler. Allahü teâlâ, Kamer sûresi 1 ve
damacanadan bir kaba su kondu. O kabı alıp düâ buyurdular.
2. âyetlerinde meâlen; Saat yaklaştı. Ay (ikiye) ayrıldı. Onlar,
O kaptaki suyu damacanaya tekrar döktürüp ağzını kapattılar.
bir mu’cize görseler yüz çevirirler ve “Müstemir bir büyüdür”
Biraz sonra damacanaların ağzı açıldı. Eshâb-ı Kirâma,
derler” buyurdu.
yanlarında hiçbir kab boş kalmayacak şekilde doldurulmasını
emir buyurdular. Kaplar dolduğunda, damacanalarda hiç su
Peygamber efendimizin ( aleyhisselâm ) mu’cizelerinden birisi
eksilmediği gibi, eskisinden daha dolu olduğunu gördüm.
de, güneş batmışken, tekrar geriye çevrilmesi hadîsesidir.
Sonra kadına, torbası doluncaya kadar yiyecek topladı.
Esma binti Umeys ( radıyallahü anha ) anlattı: “Resûlullah
Kadına buyurdular ki: “Haydi git, senin suyundan hiçbir şey
efendimizin ( aleyhisselâm ) mübârek başı Hazreti Ali’nin
almadık. Lâkin Allahü teâlâ bizi ondan suladı.”
kucağında yken, kendisine vahiy geldi. Ali ( radıyallahü anh )
ikindiyi, güneş batıncaya kadar kılamamıştı. Resûlullah
Amr bin Şuayb ( radıyallahü anh ) anlattı: “Zil-Mecaz’da
efendimizden ( aleyhisselâm ) vahiy hâli geçtikten sonra
Resûlullah efendimiz ( aleyhisselâm ) ile Ebû Tâlib, bir deveye
buyurdu ki: “Yâ Ali, ikindiyi kıldın mı?” Hazreti Ali, “Hayır
binmiş gidiyorlardı. Bir ara Ebû Tâlib, “Çok susadım” dedi.
kılamadım yâ Resûlallah!” dedi. Bunun üzerine Pegamber
Resûlullah ( aleyhisselâm ) hemen deveden indi. Mübârek
efendimiz ( aleyhisselâm ) şöyle duâ buyurdular: “Yâ Rabbî!
ayağı ile yere vurdu ve yerden su çıktı. Ebû Tâlib’e dönerek
O, şüphesiz senin ve Resûlünün tâatindeydi. Güneşi ona geri
“Haydi içiniz” buyurdular.” Câbir ( radıyallahü anh ) anlattı:
çevir!” Esma ( radıyallahü anha ) dedi ki: “Onu gördüm,
“Hendek günü, Resûlullah efendimizi ( aleyhisselâm ) yemeğe
battıktan sonra tekrar doğdu. Dağların ve yerin üzerinde
da’vet ettik. Az bir hamur ve bir oğlak pişirmiştik. Allahü
durdu. Bu, Hayber’in es-Sahbâ semtinde idi.”
teâlânın Resûlü ( aleyhisselâm ) bereketli olması için hamura
ve tencereye okuyup duâ ettiler. Onun duâsı bereketiyle, bir
İbn-i Mes’ûd ( radıyallahü anh ) rivâyet etti ki: “Biz Resûlullah
ölçek arpa ve bir oğlakla tam bin kişi doydu. Allahü teâlâya
efendimizle ( aleyhisselâm ) beraberdik. Suyumuz yoktu.
yemîn ederim ki, Eshâb-ı Kirâmın hepsi yediler, gittiler. Bizim
Resûlullah ( aleyhisselâm ), “Yanında fazla suyu olandan
tenceremiz hâlâ olduğu gibi kaynıyordu. Hamurumuz olduğu
isteyin” buyurdular. Bunun üzerine Peygamber efendimize (
gibi ekmek yapılmak için hazır duruyordu. Ebû Eyyûb-i Ensârî
aleyhisselâm ) su getirildi. Onu bir kaba döktü. Sonra mübârek
( radıyallahü anh ) anlattı: Resûlullah efendimize (
avucunu onun içine koydu. Baktık ki, Resûlullahın (
aleyhisselâm ) ve Ebû Bekr’e ( radıyallahü anh ) yetecek
aleyhisselâm ) mübârek parmakları arasından su fışkırmaya
kadar yemek yaptık. Da’vette Peygamber efendimiz (
başladı.” Câbir ( radıyallahü anh ) anlattı: “Hudeybiye günü
aleyhisselâm ) buyurdular ki: “Haydi, Ensâr eşrafından otuz
Eshâb-ı Kirâm (r.anhüm) susamıştı. Resûlullah efendimizin
kişi çağırınız.” Çağırdım; geldiler, yediler ve doydular.
önünde deriden bir su kırbası vardı.
Peygamber efendimiz tekrar “Haydi, altmış kişi çağır”
Ondan abdest aldı. Eshâb-ı Kirâm (r.anhüm) O’na doğru
geldiler, “Yâ Resûlallah! Yanımızda bulunan şu önünüzdeki
kırbadan başka hiçbir suyumuz yoktur” dediler. Bunun üzerine
Peygamber efendimiz elini su kırbasına koydu. O ânda
mübârek parmakları arasından su, pınarlar gibi ekmaya
başladı. Binbeşyüz kişi idik. Eğer yüzbin kişi dahi olsaydık, o
su hepimize yeterdi.” İmrân bin Hüseyn ( radıyallahü anh )
anlattı: “Peygamber efendimizle ( aleyhisselâm ) bir seferde
idik. Eshâb-ı Kirâm susamışlardı. Eshâb-ı Kirâmdan (r.anhüm)
iki kimseye, “Falan yere gidiniz. Orada bir kadın bulacaksınız!
buyurdular. Altmış kişiyi de çağırdım. “Yetmiş kişi daha çağır”
buyurdular. Onları da çağırdım. Geldiler, yediler, içtiler. O
yemeği hâlâ bitiremediler. Çağırdıklarımdan hiç biri,
müslüman olup bî’at etmeden çıkmadılar. O gün yemeğimden
tam yüzseksen kişi yedi.” Abdurrahmân bin Ebû Bekr (
radıyallahü anh ) anlattı: “Resûlullah ( aleyhisselâm ) ile
beraber yüzotuz kişiydik. Bir ölçek undan hamur yoğuruldu, bir
koyun kesildi, içindeki ciğer ve benzeri kısımları kızartıldı,
kavruldu. Allaha yemîn ederim ki, yüz otuz kişinin hepsine
ondan bir parça verildi ve yediler. Sonra o koyundan iki büyük
tabak yemek yapıldı. Hepimiz doyasıya yedik. Sonra o iki
ondan yedim. Hattâ Hazreti Osman şehîd edilinceye kadar
tabakta hâlâ yemek kalmıştı. Onu da deveme yükledim.”
(Resûlullah ( aleyhisselâm ), Hazreti Ebû Bekr ve Hazreti
Hazreti Ömer anlattı: “Resûlullahın ( aleyhisselâm )
Ömer’in hayâtı boyunca azık torbamdan yedirdim, hiç bitmedi.
seferlerinden birinde, Eshâb-ı Kirâm çok acıkmıştı. Durumu
Sonra o kayboldu.” Ebû Hüreyre ( radıyallahü anh ) anlattı:
Peygamber efendimize anlattık. Peygamberimiz; “Herkes
“Çok acıkmıştım. Resûlullah efendimiz ( aleyhisselâm ) bana,
yanındaki azık artıklarından getirsin” buyurdular. Eshâbdan
kendilerini ta’kib etmemi buyurdular. Daha önce kendilerine
birisi, bir avuç dolusu buğday getirdi. Ba’zıları bundan biraz
hediye olarak bir bardak süt getirdiler. Bana da, Eshâb-ı
daha çok getirdiler ki, en fazla getireninki bir ölçek hurma idi.
Sûffe’yi (r.anhüm) çağırmamı buyurdular. Ben de, “Yâ
Onların hepsini deriden bir yaygı üzerine topladı. Seleme-
Resûlallah! Bu süt onlara ne yapar, biraz içip onunla
tübnü-Ekvâ dedi ki: “Hepsi, bir dişi keçinin cüssesi kadar idi.
güçlenmiye hepsinden çok ben lâyıkım” dedim. Fakat
Resûlullah ( aleyhisselâm ) efendimiz, herkese kaplarını
Resûlullah efendimiz, Eshâb-ı Sûffe’nin gelmesini ısrarla
getirmesini emir buyurdular. Hepsi geldi ve orduda kabını
istediler. Çağırdım, geldiler.
doldurmadık tek bir insan kalmadı. Buna rağmen yine de
bitmemişti.” Hazreti Ali bin Ebî Tâlib anlattı: “Resûlullah
Sıra ile içip, iyice doydular, içmedik bir tek kimse kalmadı.
efendimiz, Abdülmuttaliboğullarını da’vet etti. Kırk kişi geldiler.
Ondan sonra Resûlullah ( aleyhisselâm ) bardağı aldı ve “Sen
Onların içinde bir küçük deveyi yiyebilecek ve büyük bir kap
ile ben kaldık. Otur ve iç” buyurdular, içtim. “Yine iç”
suyu içebilecek kabiliyette kimseler vardı. Peygamber
buyurdular, içtim. Devamlı olarak “İç” buyuruyorlardı. Ben de
efendimiz, onlara iki avuç kadar bir yemek yaptı. Yediler ve
içiyordum. Nihâyet dedim ki, “Yâ Resûlallah! Sizi gönderene
doydular. Yemekten hiç eksiimemişti. Sonra büyük bir
yemîn ederim ki, artık içecek yerim kalmadı.” Bunun üzerine
maşraba su getirttiler. Onu da herkes kana kana içtiler. O dahi
bardağı aldılar. Allahü teâlâya hamd ederek Besmele çektiler
sanki içilmemiş gibi duruyordu.”
ve kalan sütü içtiler.”
Hazreti Enes bin Mâlik anlattı: “Resûlullah efendimiz (
Büreyde ( radıyallahü anh ) anlattı: “Bir köylü Resûlullahtan (
aleyhisselâm ) ile Zeyneb (r.arihâ; vâlidemiz evlendiklerinde,
aleyhisselâm ) mu’cize istedi. Peygamber efendimiz de, “Şu
bana; “Falan, falan kimseleri ve yolda kimi görürsen çağır
ağaca, Allahın Resûlü seni çağırıyor de!” buyurdular. (Köylü
gelsinler” buyurdular. Ben hemen çıktım, yolda kimi
ağaca öyle söyleyince) ağaç sağına-soluna, önüne-arkasına
gördüysem hepsim çağırdım. Geldiler. Evin bütün odaları
meyl etti. Kökünü bağlayan damarlar kesildi. Sonra yeri
dolmuştu. Resûlullah efendimiz ( aleyhisselâm ), içinde iki
yararak, kökünü sürükleye sürükleye Resûlullahın (
avuç kadar hurma bulunan bir tabağı kendi önüne koyup, içine
aleyhisselâm ) yanına tozlu bir hâlde geldi. Huzûrunda durup
mübârek üç parmağını batırdı. Sonra o tabağı oradakilere
fasîh, bir lisan ile, “Esselâmü aleyke yâ Resûlallah” dedi. Bunu
ikram etti. Herkes yemeğe başladı. Doyan kalkıyordu.
gören köylü hayretle, “Emretseniz geri gider mi?” dedi.
Da’vetliler yetmişbir veya yetmişiki kişi idiler. Herkes
Peygamber efendimiz, emrettiler. Ağaç yerine döndü,
doyduktan sonra, tabaktaki hurmaların olduğu gibi durduğunu
damarları yerlerini buldu. Dimdik durup eski hâlini aldı. Buna
gördüm.” Ebû Hüreyre ( radıyallahü anh ) anlattı: “İnsanlar
iyice şaşıran köylü Peygamber efendimize, “İzin ver de sana
açlık içinde kıvranıyorlardı. Resûlullah ( aleyhisselâm ) bana
secde edeyim!” dedi. Peygamberimiz ( aleyhisselâm ) “Ben bir
buyurdular ki: “Birşey var mı?” Ben de, “Azık torbamda biraz
kimsenin bir kimseye secde etmesini emretseydim, mutlaka
hurma var!” dedim. Buyurdular ki; “Onu getiriniz.” Getirdim,
kadının kocasına secde etmesini emrederdim” buyurdular.
içinden bir avuç hurma çıkarıp yaydı ve bereketli olması için
Köylü, “Madem ki öyle, müsâade buyurunuz da, mübârek
duâ buyurdular. Sonra “On kişi çağırınız!” buyurdular.
ellerinizi ve ayaklarınızı öpeyim” dedi. Resûlullah (
Çağırdım. Gelenler doyuncaya kadar yediler. Sonra bir on
aleyhisselâm ) efendimiz de ellerini öptürdüler.” Üsâme bin
daha, bir on daha, derken bütün asker yedi ve doydu. Sonra
Zeyd ( radıyallahü anh ) anlattı: Resûlullah ( aleyhisselâm )
bana; “Getirdiğini al, elini içine sok, ondan bir avuç çıkar,
efendimiz seferlerinden birinde bana buyurdular ki: “Allahın
kımıldatma” buyurdular. Getirdiğimden fazlasını aldım ve
Resûlüne hacetini kaza etmesi için bir yer bulamaz mısın?”
Ben de araştırdım ve “Yâ Resûlallah! Sizi insanlardan
Enes bin Mâlik ( radıyallahü anh ) anlattı: “Peygamber
gizleyecek bir yer bulamadım” dedim. “Bir hurma ağacı veya
efendimiz ( aleyhisselâm ) bir avuç taş aldı. Taşlar,
taş da mı yok?” buyurdular. Ben de, “İleride birbirlerine yakın
Resûlullahın elinde tesbih etmeye başladılar. Sonra onları
hurma ağaçları görüyorum” deyince, buyurdular ki: “Haydi
Hazreti Ebû Bekr’in eline döktüler. Taşlar yine tesbih ettiler.
gidin, Allahın Resûlü, kendisini örtmeniz için huzûruna
Sonra bizim elimize verildi, fakat tesbih etmediler.” Bir rivâyete
gelmenizi emr ediyor de! Taşlara da aynısını söyle!” Ben
göre, Kureyşli müşrikler, Peygamber efendimizin hicreti
hemen gittim. Resûlullahin emri şerîflerini kendilerine tebliğ
esnasında aramaya, iz ta’kibine başlamışlardı. Sebir dağının
ettim. Allahü teâlâya yemîn ederim ki, hurma ağaçlarının
üzerindelerken, Sebir dağı dile gelerek, “Yâ Resûlallah! Benim
birbirlerine yaklaşıp bir araya geldiklerini, taşların da bir araya
üzerimde iken sizi öldüreceklerinden ve bu yüzden de Allahü
geldiklerini ve ağaçların arkasında kümeler hâlinde
teâlânın beni azâblandırmasından korkuyorum” dedi. Bunu
toplandıklarını gördüm. Resûlullah ( aleyhisselâm ) efendimiz,
işiten Hira dağı dile gelip, “Yâ Resûlallah! Bana gelir misin?”
hacetini kaza ettikten sonra benim yanıma geldiler ve “Haydi
diye da’vette bulundu.
git, söyle de eski yerlerine dönsünler!” buyurdu. Rabbime
yemîn ederim ki, onların ve taşların ayrılıp yerlerine gittiklerini
Hazreti Ömer anlattı: Birgün Peygamber efendimiz (
gördüm.”
aleyhisselâm ) Eshâb-ı kirâmıyle (r.anhüm) oturuyordu. Bir
köylü yakaladığı bir kertenkeleyi elinde tutarak, Resûlullahın
Pekçok Sahâbe-i Kirâmla birlikte Câbir bin Abdullah’ın (
huzûr-i şerîflerine geldi. Orada oturanlara, Peygamberimizi
radıyallahü anh ) rivâyetine göre: “Mescid-i Nebî, hurma
göstererek, “Bu zât kimdir?” diye sordu. Oradakiler “Allahın
kütükleri üzerine kurulmuştu. Peygamber efendimiz (
Resûlüdür” dediler. Köylü Peygamber efendimize yönelerek,
aleyhisselâm ) hutbe irâd edecekleri zaman, o kütüklerden
“Lat ve Uzza (putlar) hakkı için, bu kertenkele seni
birinin üzerine çıkar idi. Daha sonra minber yapıldı.
doğrulamadıkça sana îmân etmem” dedi. Bunun üzerine
Peygamberimiz ona çıkmaya başladı. Bunun üzerine o hurma
Resûlullah efendimiz, kertenkeleye, “Ey kertenkele!” diye hitâb
kütüğü, deve sesine benzeyen bir sesle, Peygamberimizin
ettiler. Kertenkele herkesin duyacağı bir ses ile, “Buyurunuz,
hasretinden inlemeye başladı. Hazreti Enes, “Mescid bile
buyurunuz ey gelenlerin süsü!” dedi. Peygamberimiz (
onun sesinden sarsıldı” dedi. İbn-i Ebî Vada’a ( radıyallahü
aleyhisselâm ) “Söyle bakalım, sen kime kulluk edersin?”
anh ), “Hurma kütüğü, çatlayıp yerinden oynadı. Peygamber
buyurdular. “Ben, semâda Arş’ı, yerde saltanatı, denizde yolu,
efendimiz ( aleyhisselâm ) gelip mübârek elini üzerine koydu
Cennette rahmeti, Cehennemde azâbı bulunan Allahü teâlâya
da ondan sonra sustu” demiştir. Peygamber efendimiz (
ibâdet ederim” dedi. Peygamber efendimizin “Ben kimim?”
aleyhisselâm ) buyurdular ki: “Nefsim yed-i kudretinde olan
sorusuna da, “Siz, âlemlerin Rabbinin Resûlü, Peygamberlerin
Allahü teâlâya yemîn ederim ki, eğer onu okşamasaydım,
hâtemisiniz (sonuncususunuz). Seni doğrulayan felaha
Resûlullaha karşı hasret ve hüznünden dolayı kıyâmete kadar
kavuşmuştur. Seni yalanlayan da perişan olmuştur” dedi.
böyle ağlayacaktı.” Büreyde ( radıyallahü anh ) rivâyet etti:
Bunlara şahit olan köylü şaşkına döndü ve müslüman olmakla
“Peygamber efendimiz ( aleyhisselâm ) ona; “İstersen seni
şereflendi.
bulunduğun bahçeye vereyim, tekrar dal budak sal ve eski
hâline gel. İstersen seni Cennete dikeyim de Allah dostları
Ebû Hüreyre ( radıyallahü anh ) anlattı: Bir çoban kırda
meyvenden yesin” buyurduktan sonra, Resûlullah efendimiz
koyunlarını otlatıyordu. Bir kurt gelip koyunlardan birini
ona kulak verdiler ve şöyle dediğini duydular. “Beni Cennete
kapıverdi. Çoban koşarak kurda yetişti ve koyunu tutup
dik ve benden Allah dostları yesin ve eskiyip çürümeyeceğim
kurtardı. Bunun üzerine kurt, lisâna gelip çobana; “Rızkıma
bir yerde olayım.” Ağacın bu konuşmasını, Peygamber
niçin mâni oluyorsun? Allahü teâlâdan korkmuyor musun?”
efendimizin yanında bulunan da duydu. Bunun üzerine
dedi. Buna şaşıran çoban, “Hayret! Bir kurt, tıpkı insan gibi
Resûlullah ( aleyhisselâm ) ona şu mukâbelede bulundular:
konuşabiliyor” dedi. Kurt, çobana; “Asıl hayret edilecek kişi
“İstediğini yapacağım.” Sonra “Dâr-ı bekâyı, dâr-ı fenâya (bu
sensin! Çünkü koyunlarının başında duruyorsun da Allahü
dünyâya) tercih etti” buyurdular.
teâlânın gönderdiği peygamberden haberin yok. Hem O öyle
bir peygamberdir ki, Allah O’ndan daha büyük ve şerefli bir
Enes bin Mâlik ( radıyallahü anh ) rivâyet etti: Ensârdan
peygamber göndermemiştir. Nezdinde makamı pek büyüktür.
(Medîneli) bir genç vefât etti. Geride, iki gözü de a’mâ olan bir
Cennet kapıları O’na açılmıştır. Cennet ehli, Eshâbına bakıp
anası kalmıştı. Onu ta’ziye için evine gittik, ihtiyâr a’mâ kadın,
seyrediyor. Nasıl (Allah rızâsı için) savaştıklarına ibretle
“Gördüğünüz gibi oğlum vefât etti” dedi. Biz de “Evet” deyince,
bakıyor. Seninle O’nun arasında sâdece bir vâdi var. Haydi
kadın ellerini açarak Allahü teâlâya şöyle niyaz etti: “Ey
git. Sen de Allahın askerleri arasına katıl!” (Çoban) “Peki
Allahım! Biliyorsun ki, ben sana ve Resûlüne, tehlike anlarında
benim koyunlarımı kim bekleyecek?” (diye sorunca kurt) “Ben
bana yardımcı olasın diye yöneldim. Beni bu musibete düçâr
beklerim. Sen dönünceye kadar onları gözetlerim!”
etme!” Cenâzesi orada bulunan genç, birden dirildi. Bizimle
yemek yedi. Ondan sonra bir müddet daha yaşadı.
Bunun üzerine çoban koyunlarını ona teslim edip (orduya
katılmak üzere) yürüdü. Çoban hemen Peygamber
Osman bin Huneyf ( radıyallahü anh ) rivâyet etti: “Bir a’mâ
efendimizin yanına geldi. Durumu anlattı. Peygamber
dedi ki: “Yâ Resûlallah! Allahü teâlâya duâ et de, gözümü
efendimiz, Çobana, “Haydi kalk anlat” buyurdular. Çoban
açsın!” Peygamber efendimiz ( aleyhisselâm ), “Haydi git.
kalktı, orada bulunanlara hâdiseyi anlattı. Peygamber
Abdest al, iki rek’at namaz kıl ve sonra şöyle duâ et: Allahım,
efendimiz ( aleyhisselâm ); “Doğru söylemiştir” buyurdular.
ben senden, rahmet peygamberi olan Muhammed’in hatırı için
Çobana dönerek, “Haydi git. Koyunlarını olduğu gibi
diliyorum ve sana yöneliyorum. Ey Muhammed! Seninle
göreceksin” buyurdular. Çoban gidince koyunlarını eksiksiz
Rabbine gözümü açması için varıyorum (yalvarıyorum)!
buldu. Buna sevindi ve kurda bir koyun kesip verdi. (Bu
Allahım, O’nu bana şefaatçi kıl!” buyurdular. Adam gözleri
hâdiseyi anlatanın ve çoban olanın Uhban bin Evs (
açılmış bir hâlde döndü.”
radıyallahü anh ) olduğu rivâyet edildi.)
Peygamber efendimizin ( aleyhisselâm ) yaptığı duâları
Abdullah bin Ebî Evfâ ( radıyallahü anh ) rivâyet etti: Kimse
cenâb-ı Hak kabûl ederdi. Huzeyfe ( radıyallahü anh ) rivâyet
kimsenin bostanına giremezdi. Çünkü bostanlarda yabancı
etti: “Resûlullah ( aleyhisselâm ) bir adama duâ buyurduğu
kimselere saldıracak bir deve bulundurulurdu. Peygamber
zaman, o duâdan sâdece o değil, çocuğu ve torunu bile
efendimiz ( aleyhisselâm ) birgün, bostanlardan birine girince,
faydalanırdı.” Enes bin Mâlik ( radıyallahü anh ) anlattı:
deveyi çağırdı. Deve, Resûlullahın huzûruna geldi, burnunu
“Annem beni, Resûlullahın huzûr-i şerîflerine götürüp, “Yâ
yere koyup önünde diz çöktü. Peygamberimiz devenin yularını
Resûlallah! Enes’i senin hizmetine verdim. Allahü teâlâya
tekrar başına koyarak buyurdu ki, “Gök ile yer arasında hiçbir
onun için duâ buyurur musunuz?” dedi. Peygamber efendimiz
şey yoktur ki, benim Allahü teâlânın elçisi olduğumu bilmesin!
de; “Allahım, onun malını ve evlâdını çoğalt, her verdiğin
Yalnız cinlerden ve insanlardan âsî olanlar müstesna.”
şeyde ona bereket ihsân et!” diye duâ buyurdular. Sonra,
Peygamber efendimiz, orada bulunanlara, “Bu deve çok
Enes bin Mâlik hazretleri şöyle anlattılar. Vallahi, malım pek
çalıştırıldığından, kendisine az alaf (ot) verildiğinden
çoktur. Çocuğum ve torunum yüz civarında sayılmaktadır.”
yakınıyor” buyurdular. (Başka bir rivâyete göre ise) “Bu deve,
Başka bir zaman da, “Benim kadar, kimsenin rahat yaşadığını
küçüklüğünden beri, güç işlerde çalıştırıldıktan sonra, şimdi
bilmiyorum. Yemîn ederim ki, şu elimle yüz çocuğumu
kendisini kesmek istediğinizden bana yakınıyor” buyurdular.
gömdüm. Düşük çocuklarımı ve torunlarımı demiyorum”
Orada olanlar da, “Evet, doğrudur” dediler.
dediler. Abdurrahmân bin Avf hazretlerine de Peygamber
efendimiz ( aleyhisselâm ) duâda bulundular. Abdurrahmân
Peygamber efendimiz ( aleyhisselâm ) bir seferinde namaza
bin Avf ( radıyallahü anh ), “Resûlullah ( aleyhisselâm )
durmadan önce atına: “Biz namazdan fariğ oluncaya
efendimizin duâsı bereketiyle yerden bir taş kaldırsam,
(bitirinceye) kadar yerinde dur, sakın ayrılma!” buyurup
mutlaka altında altın bulacağımı ümid ederdim. Allahü teâlâ
namaza durdular. Peygamber efendimiz namazlarını
bana bereket kapısını açtı” dedi. Abdurrahmân bin Avf (
bitirinceye kadar at, bir a’zâsını dahi kımıldatmadı.
radıyallahü anh ) vefât ettiğinde, kalan mirasından dört
hanımından her birine seksen bin altın düştü. Büyük iyilikleri
olan zât idi. Bir günde otuz köle azâd etti. Yediyüz devesini,
“Meyve veren üçyüz hurma ile kırk ûkiyye (1282 gr.) altın
üzerindeki yükleri ile beraber Allah yolunda sadaka vermiştir.
vermek şartıyla seni serbest bırakırım” dedi. Hazreti Selmân,
Peygamber efendimiz ( aleyhisselâm ), Hazreti Ali’ye
durumu Peygamber efendimize anlattı. Resûlullah (
soğuktan ve sıcaktan etkilenmemesi için duâ buyurdu. Hazreti
aleyhisselâm ) mübârek elleriyle üçyüz hurma fidanı diktiler.
Ali ondan sonra ne sıcaktan, ne de soğuktan hiç etkilenmedi.
Dikilen hurma fidanı hemen ağaç oldu. O sene meyve verdi.
Yazın kışlık elbisesini, kışın da yazlık elbisesini giyerdi. Tufeyl
Küçük bir altını da mübârek dillerine değdirdiler ve efendisine
bin Âmir ( radıyallahü anh ), Peygamber efendimize; “Yâ
götürmesini buyurdular. Selmân-ı Fârisî ( radıyallahü anh ), o
Resûlallah! Bana duâ buyur da kavmime karşı bir alâmetim
altın parçasından kırk ûkiyye tartıp efendisine verdi ve
olsun” diye arzusunu bildirdi. Peygamber efendimiz de “Ey
hürriyete kavuştu. Peygamber efendimiz ( aleyhisselâm ),
Allahım! Onun için bir âyet, alâmet yarat!” diye duâ
Katâde bin Melhan’ın ( radıyallahü anh ) yüzüne mübârek elini
buyurdular. Tufeyl bin Âmir’in ( radıyallahü anh ) iki gözünün
sürdüler. Yüzünde öyle bir parlaklık meydana geldi ki, herkes
arasında bir nûr parlayıverdi. Tufeyl bin Âmir ( radıyallahü anh
ona aynaya bakar gibi bakıyordu. Hanzala bin Huzeym’in (
) “Yâ Rabbî! Bak, iki gözü arasına işkence yapılmış,
radıyallahü anh ) başına mübârek ellerini sürdüler. Herhangi
demelerinden korkuyorum” dedi. Ondan sonra bu nûr alnından
bir hasta, Hanzala bin Huzeym’in ( radıyallahü anh ) yanına
değneğinin ucuna geçti. Karanlık gecelerde onu ve etrâfını
getirilip, yüzünü Peygamberimizin mübârek elini sürdüğü yere
aydınlatırdı. Kendisine “Nûr sahibi” dediler. Birgün Peygamber
sürse derhal iyileşirdi.
efendimiz ( aleyhisselâm ) oturuyorlardı. Bir ara Hakem bin
Ebi’l-Âs gelip arkasına oturdu ve yüzü, dili ve gözü ile işâretler
Huzeyfe ( radıyallahü anh ) anlattı: “Arkadaşlarım unuttular mı,
yaparak alay etmeye, eylenmeye başladı. Peygamber
yoksa unuttular gibi mi gözüktüler, bilmiyorum. Vallahi, Allahın
efendimiz arkalarına dönüp de onu o hâlde görünce, “Öyle ol!”
Resûlü ( aleyhisselâm ) dünyânın sonu gelinceye kadar
buyurdular. Çok geçmeden ağzı burnu yamuldu. Ölünceye
fitneye önderlik edecek üçyüz kadar insanın adını söylemeden
kadar öyle kaldı.
geçmemiştir. Hemen hepsinin ismini, babasının ve kabilesinin
ismini söylemiştir.” Ebû Zer Gıfâri ( radıyallahü anh ), “Gökten
Peygamber efendimiz ( aleyhisselâm ) birşeye mübârek
kanadını kımıldatan kuş hakkında bile bilgi vermeden,
ellerini sürseler, onda pekçok bereketler, harikulade hâller
Resûlullah bizden ayrılmamıştır” dedi. Peygamber efendimizin
meydana gelirdi. Birgün Câbir’in ( radıyallahü anh ) yorgun
( aleyhisselâm ) Eshâbına haber verdiği hâdiseler ve va’d
devesine, mübârek elleriyle dokundular. Deve öylesine
ettiklerinin hepsi meydana gelmiştir. Düşmanlara galip
canlandı ve hızlandı ki, neredeyse Hazreti Câbir yularını
gelmeleri, Mekke, Mescid-i Aksa, Yemen, Şam, Irak’ın
elinden kaçıracaktı. Sa’d bin Ubâde’nin ( radıyallahü anh )
alınması, güvenliğin sağlanması. Öyle ki, bir kadının Allahü
tenbel eşeğine bindi. Tenbel olan merkeb, son derece hızlı
teâlâdan başka hiç kimseden korkmadan, Hîre’den Mekke’ye
yürüyen bir hayvan oluverdi. Hâlid bin Velîd ( radıyallahü anh
kadar yolculuk yapması mümkün olmuştur. Hayber gazâsında,
), Peygamber efendimizin mübârek sakal-ı şerîflerinden bir
“Yarın Allahın sevdiği kullardan birinin elinde Hayber
tanesini sarığının içine koydu. Onun bereketiyle, hangi harbe
fethedilecektir inşâallah” buyurdular. Hayber Hazreti Ali’nin
katıldıysa mutlaka muzaffer oldu. Peygamber efendimiz (
elinde feth olunmuştur. Kisrâ ve Kayser’in memleketlerinin
aleyhisselâm ) birgün yatsı namazından çıktıktan sonra,
fethini önceden ümmetine müjdelemiştir. Müjdeye
Katâde bin Nu’mân’a ( radıyallahü anh ) bir hurma dalı verip,
kavuşulmuş, Kisrâ ve Kayser’in memleketleri fethedilmiş,
“Haydi bununla git. Önünden ve arkandan tam onar arşın seni
mülkleri müslümanların eline geçmiştir. Ümmetinin 73 fırkaya
aydınlatacaktır. Evine girdiğinde siyah birşey göreceksin,
ayınlacağını, içlerinde sâdece Ehl-i sünnet fırkasının
çıkıncaya kadar ona vur. Çünkü o şeytandır” buyurdular.
kurtulacağını haber verdi. Müşriklerden Ubey bin Halefin
Katâde ( radıyallahü anh ) gitti. Elindeki hurma dalı ışık verdi.
öldürüleceğini, Utbe bin Ebî Leheb’in bir arslan tarafından
Evine girdiğinde tarif buyurulan siyah şeyi gördü. O çıkıncaya
parçalanacağını, müşriklerden Bedr gazâsında kimlerin
kadar, ona vurdu. Selmân-ı Fârisî ( radıyallahü anh ),
öleceğini önceden bildirmiş ve hep buyurdukları meydana
müşriklerin elinde köle idi. Müşrik olan efendisi kendisine,
çıkmıştır. Bir aylık mesafede bulunan Mûte gazâsında şehîd
olanları ve gazânın seyrini bildirmişlerdir. Kisrâ’dan gelen elçi
basıyormuş gibi basardı ve birşey olmazdı. İbn-i İshâk (
Firûz’a, Kisrâ’nın öldüğünü bildirmiş ve hangi gün olduğunu da
radıyallahü anh ) anlattı: “Kendisi ve kocası için, Tebbet sûresi
söylemişdir. Firûz daha sonra memleketine dönüp haberin
geldiğini Ebû Leheb’in hanımına anlattılar. Bunu
doğruluğunu görünce, hemen gelip müslüman olmakla
hazmedemiyen Ebû Leheb’in hanımı hiddet ile bir taş alıp,
şereflenmiştir. Birgün Sürâka’ya ( radıyallahü anh ); “Şu
Hazreti Ebû Bekr ile oturmakta olan Resûlullah ( aleyhisselâm
Kisrâ’nın bileziklerini giydiğin zaman hâlin nice olur?”
) efendimize doğru hücum ediyor. Fakat yanlarına geldiğinde
buyurmuşlardır. Hazreti Ömer, Kisrâ’nın ülkesi fethedilip,
Hazreti Ebû Bekr’i görüyor, Resûlullahı göremiyordu. Merak
getirilen ganîmetler arasındaki bilezikleri Hazreti Sürâka’ya
edip Hazreti Ebû Bekr’den sordu. “Hani arkadaşın nerede!
giydirmiş ve “Bunları Kisrâ’dan alıp da Sürâka’ya giydiren
Beni kınadığını duydum. Bulursam bu taşı O’na vuracağım”
Rabbime hamd-ü sena ederim” buyurmuştur. Peygamber
dedi ve orada bulunan Peygamber efendimizi göremedi.”
efendimizin ( aleyhisselâm ) bu ve buna benzer önceden
Hakem bin Ebi’l-Âsî anlattı: “Bir grup arkadaş kendi aramızda
haber verdiği hâdiseler hep meydana çıkmış ve çıkmaktadır.
ittifâk edip, Peygamberi gördüğümüz yerde öldürecektik. Bu
Hattâ yanlarında oturanların kalblerinden geçirdikleri şeyleri
karar üzerine harekete geçtik. O’nu bir yerde namaz kılarken
onlara söylerlerdi. Onlar da, doğru söylediniz yâ Resûlallah
gördük. Bu ânda arkamızda öyle kuvvetli bir ses işittik ki,
derlerdi. Münâfıkların bütün gizli hâllerini ve haklarında
Mekke’de bu sesin te’sîrinden herkesin öldüğünü sandık. Biz
çevirecekleri entrikaları ve yaptıkları konuşmaları, aldıkları
de olduğumuz yere yığılıp kalmıştık. Ayıldığımızda O’nun
kararları bilirdi. Münâfıklar dahî Peygamberimizin (
oradan çoktan ayrılıp gittiğini gördük. Aradan zaman geçti yine
aleyhisselâm ), bu konuşmalarını bildiğini bilirler, onun için
sû-i kasd için hazırlandık. Birbirimize kuvvetli söz vererek
birbirlerine, “Sus, konuşma! Kendisine aleyhinde söylediğimizi
harekete geçtik. Kendisine yaklaştığımız bir ân, Safa ile Merve
kimse söylemese bile, Bethâ’nın bütün taşları da O’na haber
tepeleri aramıza giriverdi. O’nu görmemizi engelledi.”
verir” derlerdi.
Hazreti Ömer anlattı: “Müslüman olmadan önce bir gece Ebû
Allahü teâlâ, Peygamber efendimizi ( aleyhisselâm ),
Cehm İbni Huzeyfe ile anlaşıp Resûlullahı ( aleyhisselâm )
düşmanların şerlerinden korumuştur. Rabbimizin himâyesinde
öldürmeğe gittik. Evine geldik, içeride “Hakka” sûresinin şu
olup, O’na kimse dokunamamıştır. Nitekim Allahü teâlâ,
meâldeki 8 ve 9. “Şimdi onlardan görüyor musun bir geri
“Allah, seni insanlardan (şerrinden) korur” buyurmuştur
kalan? Fir’avn da, ondan öncekiler de, Lût kavminin kasabalar
(Mâide-67). Dusûr bin el-Haris adında biri, kavminin en cesur
halkı da hep o hatâyı (şirk ve isyanı) işlediler.” âyetlerine
kimsesiydi. Gatafan gazâsında, Peygamber efendimiz bir
gelince, bizde bir korku hâsıl oldu. Ebû Cehm adaleme
ağacın altında istirahata çekildiğinde, öldürmek için saldırdı,
vurarak, “Yâ Ömer! Haydi bundan kurtul!” dedi, hızla oradan
fakat başaramadı. Bu sebeple de müslüman oldu. Kavminin
kaçıp uzaklaştık.” Bu hâdise, Hazreti Ömer’in İslâma
yanına döndüğünde dediler ki: “Hani fırsat eline geçmişken,
gelmesini hazırlayan hâdiselerden birisiydi. Müşriklerin, hicret
niçin öldürmedin?” Onlara, “Uzun boylu, beyaz tenli bir
akşamı Peygamber efendimizi öldürmek için evini
kimseyle karşılaştım. Bana dokununca düştüm. Sırtüstü
sardıklarında, Resûlullah ( aleyhisselâm ) onların gözleri
düştüğümde kılıcım da elimden fırlamıştı. O zaman anladım
önünde evden çıktı. Bir avuç toprak alıp üzerlerine serpince,
ki, o bir melek idi. Sırf bu yüzden müslüman oldum” dedi. Bu
Allahü teâlâ onların gözlerine bir perde çekti. Peygamber
hâdiseden sonra âyet-i kerîme geldi. Meâlen buyuruluyor ki:
efendimizin oradan çıkıp uzaklaştığını göremediler. Yine
“Ey îmân edenler! Allahın üzerinizdeki ni’metini hatırlayın.
mağaranın kapısına örümcek ağ yaptığı için göremediler.
Hani bir kavim (Kureyş) size ellerini uzatmayı (sizi öldürmeyi)
Örümcek öylesine bir ağ örmüştü ki, Umeyye bin Halef bile ağı
kurmuştu da, Allahü teâlâ, bunların ellerini sizden men etmişti”
görünce, iz sürücüsüne kızmış, “Görmüyor musunuz şu ağı?
(Mâide-11). Abd bin Humeyd anlattı: “Peygamber efendimize (
Bu ağ, O doğmadan buraya örülmüş!” demekten kendini
aleyhisselâm ) çok düşmanlığı olan Ebû Leheb ve hanımı,
alamamıştı. Kureyşli müşrikler, Resûlullahı ( aleyhisselâm )
Resûlullahın kapısı önüne dikenli odunlar ve geçeceği yollara
yakalayana mükâfatlar koymuşlardı. Bunu kazanmak
ateş koyuyordu. Peygamber efendimiz sanki bir kum yığınına
isteyenlerden hiri de Sürâka bin Mâlik idi. Atına binmiş, iz süre
süre ta’kibe başlamıştı. Peygamber efendimiz, ( aleyhisselâm
yaklaşınca, şimşekten daha sür’atli bir ateş kıvılcımını
) ile Hazreti Ebû Bekr’i görünce, hızla onlara yaklaşmaya
karşımda gördüm. Kurtuluşu kaçmakta buldum. Kaçarken
başladı. Peygamber efendimiz onun geldiğini öğrenince, onun
Resûlullah beni yanına çağırdı. Gittim. Mübârek elini,
için duâ etti. Onun atının ayakları yere battı, kendisi attan
göğsüme koydu. O âna kadar en nefret ettiğim kişi olduğu
düştü. Bunun üzerine âdetlerine uyarak fala baktı. Bâtıl
hâlde, elini göğsümden kaldırdığında en çok sevdiğim insan
inancına göre hakkında hayırlı olmadığını anladı. Fala aldırış
olacak şekilde muhabbeti kalbime yerleşti. Bana buyurdu ki:
etmeyip, atına bindi, tekrar peşlerine düştü. Biraz sonra iyice
“Haydi yaklaş, safımızda düşmana karşı savaş.” Kılıcımı
yaklaşmıştı. Resûlullah ( aleyhisselâm ) efendimiz ona hiç
çektim, O’nu korumak için düşmana karşı amansız bir
bakmıyor, devamlı okuyordu. Hazreti Ebû Bekr, Sürâka’nın
mücâdeleye başladım. O ânda eğer, önüme babam bile
çok yaklaştığını görünce, Resûlullaha bir zarar verecek diye
geçseydi, onu dahî gözümü kırpmadan öldürürdüm” dedi.
çok korktu. Peygamber efendimiz, “Korkma, Allah bizimledir”
buyurdu. Sürâka, vurmaya hazırlandığı bir ânda atının
Allahü teâlâ, Peygamber efendimize ( aleyhisselâm ) çok ilim
ayakları dizlerine kadar yere battı, kendisi de hızla yere düştü.
vermiştir. Din ve dünyâ husûsunda ne kadar ilim varsa,
Atının ayaklarından bir duman yükselmeye başladı. Sürâka
hepsini O’na öğretmiştir. Dînin esaslarını ve ümmetinin
çok korktu ve “İmdât” diye bağırmaya, yalvarmağa başladı.
ihtiyâçlarını O’na bildirmiştir, önce gelen kavimlerin hâllerini,
Peygamber efendimiz ( aleyhisselâm ) ona eman verdiler.
Peygamberlerin (aleyhimüsselâm) kıssalarını, zâlimlerin hayat
Sürâka, Kureyşlilerin onlar hakkında mükâfatlar koyduğunu
hikâyelerini, kısacası Âdem aleyhisselâmdan kendi zamanına
anlattı. O zaman Resûlullah efendimiz, Sürâka’ya
kadar gelen bütün dinler ve kitaplar hakkında O’na (
“Arkamızdan gelenleri bırakma, bir şeyler söyle de geri
aleyhisselâm ) bilgi vermiştir. Ehl-i kitabın birbirleri ile olan
dönsünler” buyurdu. Sürâka yanlarından ayrıldı, arkadan
münâzara ve münâkaşalarını, kitaplarından neleri
gelenlere, “Buralarda kimseleri göremedim, haydi dönün
gizlediklerini, insanlara neleri açıklamadıklarını, Arabî dilin
buradan” dedi. İbn-i İshâk ( radıyallahü anh ) anlattı: “Ebû
bütün lehçelerini, fesahat ve belagatlarını, Arabların târihlerini,
Cehl, büyük bir kaya parçası alarak, Peygamber efendimiz (
darb-ı mesellerini, hikmetli sözlerini, şiirlerinin ma’nâlarını, son
aleyhisselâm ) namaz kılarken mübârek başına atmak istedi.
derece cazibeli sözleri ve bunun gibi bütün özellikleri O’na
Müşrikler de geriden onu seyrediyorlardı. Bir an evvel atsın da
öğretmiştir. Allahü teâlâ, Peygamberimize öyle bir kitap
görelim, diye sabırsızlanıyorlardı. Fakat kaya Ebû Cehlin eline
göndermiştir ki, onda asla tenakuza rastlananmaz. En iyi
yapışmıştı. Gördüklerinin korkusundan belinden üst tarafı da
ahlâk sistemleri onun içinde vardır. Haramları ve helâl olanları
hareket edemez hâle gelivermişti. Ebû Cehl şaşkına döndü,
anlatması; insanların mallarını, ırzlarını korumak için dünyâda
fikrinden vazgeçip Peygamber efendimizden özür diledi.
cezalar koyması, âhırette ise ateşle korkutması, Kur’ân-ı
Durumunun düzelmesi ve eski hâline gelmesi için duâ istedi.
kerîmin mu’cizelerindendir. Tıb, hesab, neseb ve ferâiz gibi
Peygamberimiz ( aleyhisselâm ) de merhamet edip duâ
ilimleri anlatması ve bununla ilgili ihtisas yapmak isteyenlere
buyurunca iyileşti. Ebû Cehl, sür’atle oradan uzaklaşıp,
en güzel nümûne olması da, Peygamber efendimize (
müşriklerin yanına geldi. Müşriklerin suâllerine, “Önümde öyle
aleyhisselâm ) ayrı bir husûsiyet kazandırmıştır. Peygamber
büyük bir deve gördüm ki, beni neredeyse parçalıyacaktı.
efendimiz ( aleyhisselâm ) insanların sağlığıyla, ya’nî tıb
Hayâtımda onun kadar büyük bir deve görmedim” dedi.
ilmiyle ilgili olarak buyurdular ki:
Peygamber efendimiz buyurdu ki: “İşte onun gördüğü
Cebrâil’di. Eğer yaklaşsaydı hemen onu kapıverecekti.”
Hazreti Hamza, Şeybe bin Osman’ın babasını ve amcasını
öldürmüştü. Huneyn gazâsında Şeybe bin Osman,
Peygamber efendimizi ( aleyhisselâm ) öldürüp, intikamını
almak için hücuma geçti, kılıcını kaldırdı, fakat birden
vazgeçti. Sebebini sorduklarında, “Ona vurmak için
“Bütün hastalığın başı fazla yemektir.”
“Bedenin havzı mi’dedir, damarlar ona doğru uzanmıştır.”
“En iyi kan aldırma zamanı, (her Arabî ayın) onyedisi,
ondokuzu ve yirmibirinde yapılanıdır.”
“Hind baharat otunda yedi şifâ vardır. Birisi de Zât-ül-Cenbte
gerçekten sen, O’nun şübhe götürmez peygamberisin.
görülen şifâsıdır.”
Bununla beraber Allah şehâdet ediyor ki, münâfıklar tamamen
yalancıdırlar (sözleri inaçlarına uymamaktadır, yalan yere
“Âdemoğlu için, dolu karından daha kötü bir kap yoktur.
yemîn ediyorlar.)” (Münâfikûn-1) Ya’nî, onlar bu sözlerinde
Mutlaka yemesi gerekiyorsa, (mi’denin) üçte birini yemeğe,
yalancılardır. Çünkü onlar, söylediklerini ne tasdik ediyorlar,
üçte birini suya, üçte birini de rahatça nefes, almaya
ne de ona inanıyorlar. Onlar inanmadıkları hâlde böyle
ayırmalıdır.”
söylüyorlar. Onlar şehâdetlerinde kalbleriyle tasdik etmedikleri
Peygamber efendimize ( aleyhisselâm ) îmân edip
getirdiklerini tasdik etmek, O’nu sevip itaat etmek, nasihatlerini
kabûl etmek, kendisine hürmet ve ta’zim etmek farzdır. Bu
husûsta Allahü teâlâ meâlen; “O hâlde Allaha ve O’nun ümmî
Nebisi olan Resûlüne îmân edin, O’na tâbi olun ki, doğru yolu
bulmuş olasınız.” (A’râf-158) “Kim Allaha ve Peygamberine
îmân etmezse, muhakkak (bilsin) ki, biz o kâfirler için çılgın bir
ateş hazırlamışızdır.” (Fetih-13) Resûlullah ( aleyhisselâm )
buyurdu ki: “Allahtan başka ilâh olmadığına şehâdet edip,
bana ve benim getirdiklerime îmân edinceye kadar insanlarla
(kâfirlerle) savaşmam bana emrolundu. Onlar bunları yapınca,
müslümanlık hakkının muktezası (cefâları) müstesna,
mallarını ve canlarını benden kurtarırlar, (içlerindeki gizli
husûsların) hesaplarını ise, Allah görür.”
Birgün Resûlullah ( aleyhisselâm ) efendimize Cebrâil
aleyhisselâm gelmişti. Eshâb-ı Kirâma, îmânı ve İslâmı daha
iyi öğretmek için “İslâm nedir?” diye suâl etti. Peygamber
efendimiz de; “İslâm; Allahtan başka ilâh olmadığına,
Muhammed’in Allahın elçisi olduğuna şehâdet etmen, namazı
dosdoğru kılınan, farz olan zekâtı vermen, Ramazan orucunu
tutman ve gidip ziyâret etmeye gücün yettiğinde Beyt-i şerîfi
ziyâret etmendir” buyurdular, “Îmân nedir?” suâline de;
“Allaha, Allahın meleklerine, kitaplarına, Peygamberlerine,
öldükten sonra tekrar dirilmeğe, âhıret gününe, hayrın ve
şerrin Allahın takdîri ile, dilemesi ile olduklarına îmân etmektir”
buyurdular. Resûlullah efendimiz ( aleyhisselâm ), bu hadîs-i
şerîfte, kalb ile de tasdik etmek lâzım olduğunu ve îmân edilen
husûslara boyun eğip riâyet etmek için dil ile de ikrâr etmenin
lâzım olduğunu beyan buyurdular. Bu durum, tam ma’nâsıyla
istenilen bir hâldir. Yermek lâzım olan hâl ise, şehâdeti dil ile
söylediği hâlde, kalb ile tasdik etmemesidir ki, buna münâfıklık
denir. Allahü teâlâ, Kur’ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki: “(Ey
için, kalblerinde bulunmayanı, dilleriyle söylemeleri kendilerine
hiç bir fayda sağlamaz. Bunun için onlar müslüman
sayılmazlar. Âhırette dahî onlara müslüman muâmelesi
yapılmaz. Kendilerinde, İslâmdan hiçbir şey yoktur. Onun için
onlar kâfirlere katılarak. Cehennemin en aşağı tabakasına
atılırlar. Bir kimse, kalbindeki tasdik ile, dili ile olan ikrân
birleşmedikçe mü’min olamaz. Peygamber efendimiz (
aleyhisselâm ) “Bana kim itaat ederse, Allaha itaat etmiş olur.
Kim bana isyan ederse, Allaha isyan etmiş olur. Benim
emrime itaat eden, bana itaat etmiş, emirlerime isyan eden de
bana isyan etmiş olur” buyurdular. Yine buyurdular ki: “Bana
itaat eden ve benim getirdiklerime uyan kimsenin hâli ile, bana
isyan eden ve benim getirdiklerimi yalanlayan kimsenin hâli,
şu adamın hâline benzer ki, (o adam) bir ev yaptırmış,
(insanlara mükemmel bir ziyâfet vermek için) güzel, çeşitli
yemekler hazırlamış, insanları yemeğe da’vet etmek için birini
vazîfelendirmiştir. Da’vete icabet eden kimse, eve giren ve
hazırlanan yemeklerden istediği kadar yer. Fakat da’vete
icabet etmiyen ise, eve giremez ve hazırlanan yemeklerden
yiyemez. Ev (Resûlullahın da’vetine icabet eden müttekiler için
hazırlanan) Cennettir. (Allaha ve O’nun ni’metleri ile dolu olan
Cennete) da’vet eden ise, Muhammed aleyhisselâmdır. Kim ki
Muhammed aleyhisselâma itaat ederse, Allaha itaat etmiş
olur. Kim ki Muhammed aleyhisselâma isyan ederse, Allaha
isyan etmiş olur. Muhammed aleyhisselâm, kendisini tasdik
eden mü’minler ve kendisini yalanlıyan kâfirler olmak üzere
insanların arasını ayırd edicidir.”
Allahü teâlâ, Kur’ân-ı kerîmde İmrân sûresi, otuzbirinci
âyetinde meâlen buyurdu ki: “Ey sevgili Peygamberim! Onlara
de ki, eğer Allahü teâlâyı seviyorsanız ve Allahü teâlânın da,
sizi sevmesini istiyorsanız, bana tâbi olunuz! Allahü teâlâ bana
tâbi olanları sever.”
Resûlüm) münâfıklar sana geldiği zaman şöyle dediler:
Peygamber efendimiz ( aleyhisselâm ) buyurdu ki: “Benim
“Şehâdet ederiz (kalbimizdeki inancı beyân ederiz) ki, doğrusu
sünnetime ve benden sonra Hulefâ-i râşidînin sünnetlerine
sen, muhakkak Allahın peygamberisin.” Allah da biliyor ki,
yapışınız. Ona olanca gücünüzle ve titizlikle sarılınız. (Dinde)
insanlar sana tâbi olurlar” dedi” “Siz kimsiniz?” dedim. O da,
sonradan ihdas edilen (Kur’ân-ı kerîmde. Sünnette, İcmâ-i
“Cebrâil’im” diye cevap verdi.
ümmette ve Kıyâs-ı fukahâda bulunmayan) şeylerden
kaçınınız. Çünkü (dinde) her sonradan ihdas edilen bid’attir.
Ebû Hüreyre’nin ( radıyallahü anh ) rivâyet ettiğine göre;
Her bid’at ise sapıklıktır.”
Resûlullah ( aleyhisselâm ) efendimiz birgün Medine’deki
mezarlığa gittiler. Orada Ümmetinin sıfatları hakkında
Enes bin Mâlik’in ( radıyallahü anh ) rivâyet ettiği hadîs-i
buyurdular ki: “Yemîn ederim ki, birçok insanlar, başı boş olan
şerîfte, Peygamberimiz ( aleyhisselâm ) buyurdu ki: “Kim
hayvanın sudan uzaklaştığı gibi (âhırette) benim Havz-ı
benim sünnetimi ihyâ ederse (onunla amel ederek yayarsa),
Kevser’imden uzaklaşırlar. Onları (Eshâbımdan sanarak)
beni ihyâ etmiştir (şânımı yüceltmiş, emrimi izhâr etmiştir.)
çağırırım ve şöyle derim: “Uyanın (buraya) gelin! Uyanın gelin!
Beni ihyâ eden de, Cennette benimle beraberdir.”
Uyanın gelin!” (Melekler) derler ki: “Onlar senden sonra
dinlerini değiştirdiler.” Bunun üzerine derim ki: “Kahrolsun
Peygamber efendimiz ( aleyhisselâm ) Bilâl bin Hâris’e (
Cehennemlikler! Kahrolsun Cehennemlikler! Kahrolsun
radıyallahü anh ) buyurdular ki: “Bir kimse, İslâmda sünnet-i
Cehennemlikler!”
hasene yaparsa, bunun sevâbına ve bunu yapanların
sevâblarına kavuşur. Bir kimse İslâmda bir sünnet-i seyyie
Peygamber efendimizi ( aleyhisselâm ) her mü’minin canından
çığrı açarsa, bunun günâhı ve bunu yapanların günâhları
daha çok sevmesi lâzımdır. Bu husûsta cenâb-ı Hak, Tevbe
kendisine verilir.”
sûresi 24. âyetinde meâlen buyuruyor ki: “Ey Habîbim, o
hicreti terk edenlere de ki; “Babalarınız, oğullarınız,
Ömer bin Abdülazîz ( radıyallahü anh ) buyurdu ki: “Resûlullah
kardeşleriniz, zevceleriniz, soylarınız, kazandığınız mallar,
efendimiz ( aleyhisselâm ) güzel bir yol açtı. Ondan sonra da
geçersiz olmasından korktuğunuz bir ticâret, hoşunuza giden
halîfeleri yollar açtılar. Resûlullahın ( aleyhisselâm ) sünnetiyle
meskenler, size Allah ve Resûlünden ve O’nun yolunda
ve kendisinden sonraki halîfelerinin sünnetleriyle amel etmek,
cihâddan daha sevgili ise, artık Allahın emri (azâbı) gelinceye
Allahın kitabına uygun olarak hareket etmektir. Allahü teâlâya
kadar bekleyin. Allah, fâsıklar topluluğunu hidâyete erdirmez.”
ve Peygamber efendimize itaat etmek, Allahü teâlânın dînini
Allahü teâlânın bu kadar tehdid etmesi, Resûlullahı (
kuvvetlendirmektir. İslâmiyeti, hiç kimsenin bozmağa ve
aleyhisselâm ) sevmenin lâzım olduğunu, farz olmasında
değiştirmeye hakkı yoktur. Sünnete muhalefet eden kimselerin
kesinliği, kıymetinin büyüklüğünü gösterir. Enes bin Mâlik’den
sözleriyle de amel etmek caiz değildir. Peygamber efendimizin
( radıyallahü anh ) rivâyetle, hadîs-i şerîfte buyuruldu ki:
( aleyhisselâm ) ve Eshâb-ı Kirâmın (r.anhüm) sünnetlerine
“Hiçbiriniz, ben ona, evlâdından da, pederinden de ve bütün
uyanlar, hidâyete kavuşmuşlardır. Bunlardan her kim yardım
halktan daha sevgili olmadıkça îmân etmiş olmaz.”
isterse, yardım görmüştür. Her kim sünnet-i şerîflere
muhalefet eder ve onlarla amel etmezse, müslümanların gittiği
Ebû Hüreyre’den ( radıyallahü anh ) rivâyetle bildirilen hadîs-i
yoldan başka bir yol tutmuştur. Allahü teâlâ o kimseyi kötü
şerîfte buyuruldu ki: “Üç şey vardır ki, bunlar kimde bulunursa
işler yaptırarak Cehenneme atar. Gidilecek yer olarak
o kimse îmânın tadını bulur. Birincisi; bir kimseye Allah ve
Cehennem en kötü yerdir.”
Resûlü, başkalarından daha sevgili olmak, ikincisi; bir kimse,
sevdiğini Allah için sevmek. Üçüncüsü; bir kimseyi Allah
Ahmed bin Hanbel ( radıyallahü anh ) buyurdu ki: “Birgün bir
küfürden kurtardıktan sonra tekrar küfre dönmekten, ateşe
grup kimseyle bulunuyordum. Onlar iyice soyundular ve suya
atılmaktan tiksindiği gibi tiksinmek.”
girdiler. Ben ise Peygamber efendimizin ( aleyhisselâm ) şu
hadîs-i şerîfine uyarak soyunmadım: “Kim Allaha ve âhıret
Birgün Hazreti Ömer, Peygamber efendimize ( aleyhisselâm )
gününe îmân ediyorsa, hamama (avret yerlerini örtmeden)
“Yâ Resûlallah! Allahü teâlâya yemîn ederim ki, canım hâriç,
girmesin.” O gece rüyamda bir kimse bana; “Ey Ahmed! Sana
bana herşeyden sevgilisin” dedi. Resûlullah efendimiz ise,
müjdeler olsun! Zîrâ Allahü teâlâ, Resûlullahın ( aleyhisselâm
“Ben, kendisine canından daha sevgili olmadıkça, sizden
) sünnetine uyduğun için seni bağışladı. Seni İmâm kildi,
biriniz asla îmân etmiş olmaz” buyurdular. Bunun üzerine
Hazreti Ömer, “Yâ Resûlallah! Sana Kur’ân-ı kerîmi gönderen
mübârek hâtun, “Onu bana gösterin, tâ ki O’nu görmekle
Allahü teâlâya yemîn ederim ki, sen bana canımdan daha
şereflenmeden rahat edemem” dedi. Peygamber efendimizi
sevgilisin.” Resûlullah ( aleyhisselâm ) de, “Ey Ömer, şimdi
görünce, “Yâ Resûlallah! Anam, babam sana feda olsun. Sen
(tamam) oldu” buyurdular.
sağ ve selâmette olunca; baba, kardeş, koca ve başkalarının
ölümü gibi her musibet hafiftir” dedi.
Bir kimse Resûlullah ( aleyhisselâm ) efendimize gelip dedi ki,
“Ey Allahın Resûlü! Kıyâmet ne zaman kopacaktır?”
Zeyd bin Eslem ( radıyallahü anh ) anlattı: Hazreti Ömer, bir
Peygamber efendimiz “Kıyâmet için ne hazırladın?”
gece etrâfı kontrol için dışarı çıkmıştı. Bir evde ışık yandığını
buyurdular. O kimse, “Evet, çok namaz kılarak, oruç tutarak,
görünce, eve doğru gitti. Pencereden yaşlı bir kadının şöyle
sadaka vererek kıyâmet için hazırlanmadım. Lâkin ben, Allahü
söylediğini işitti:
teâlâyı ve O’nun Resûlünü seviyorum” dedi. Bunun üzerine
Peygamber efendimiz buyurdular ki: “Sen, sevdiğin kimse ile
“Muhammed’in üzerine olsun iyilerin selâmı.
berabersin.”
Temiz ve seçilmiş kimseler O’na eyledi selâmı.
Bir kimse Resûlullah ( aleyhisselâm ) efendimize gelip, “Yâ
Sen, seher vaktinde çok ağlar, çok ibâdet ederdin.
Resûlallah! Allahü teâlâya yemîn ederim ki, sen bana
Ölüm beni Cennette sana kavuşturur mu bilseydim.”
eilemden ve malımdan daha sevgilisin. Ben sizi hatırladığım
zaman, huzûr-i şerîflerinize gelip size bakmadan sabredip
duramam. Yâ Resûlallah, siz Cennete girdiğiniz vakit
Peygamberlerle beraber olursunuz. İnşâallah ben de Cennete
girersem, seni nasıl görürüm?” diye sordu. Bunun üzerine
Allahü teâlâ, Nisa sûresinin 69. âyetini gönderdi. Meâlen şöyle
buyuruldu: “Allaha ve Peygambere itaat edenler, işte bunlar,
Allahın kendilerine ni’met verdiği Peygamberlerle, sıddîklarla,
şehidlerle ve iyi kimselerle beraberdirler. Bunlarsa ne güzel
birer arkadaş.” Resûlullah efendimiz ( aleyhisselâm ), o
kimseye bu âyet-i kerîmeyi okudular.
Abde binti Hâlid bin Ma’dan ( radıyallahü anha ) anlattı:
“Babam Hâlid, yatağına girmeden önce, Resûlullahın (
aleyhisselâm ), Ensâr ve Muhacirinden olan Eshâbının sevgi
ve hasretini anlatır, onların isimlerini söylerdi. Derdi ki, “Onlar
benim aslım ve neslimdir. Onlara muhabbetim ve onlara
kavuşma iştiyâkım çoğaldı. Yâ Rabbî, ben onlara kavuşmak
istiyorum.” Bu sözleri uyuyuncaya kadar tekrar ederdi.”
“İbn-i İshâk’dan ( radıyallahü anh ) rivâyet edildi ki: Ensârdan
bir kadına, Uhud gazâsında; babası, kardeşi ve kocasının,
Peygamber efendimizle ( aleyhisselâm ) birlikte şehid
düştükleri haberi geldi. Münâfıkların bu haberi yaymaları
üzerine, o hanım sür’atle Uhud’a gitti. “Resûlullaha ne oldu, O
nasıldır?” diye rastladıklarına sordu. Orada bulunanlar da,
“Allahü teâlâya hamdolsun, Resûlullah ( aleyhisselâm )
hayattadır, iyidir, sıhhat ve afiyettedir” diye cevap verince, o
diyerek, Resûlullaha ( aleyhisselâm ) olan muhabbetini
tazeliyordu. Hazreti Ömer de, Peygamber efendimizi
hatırlamış, O’na olan sevgisi ve O’na kavuşma iştiyâkıyla
ağlamaya başlamıştı.
Mekkeli müşrikler, Zeyd bin Desinne’yi ( radıyallahü anh )
öldürmek için Mekke’den dışarı çıkardılar. Müşriklerin reîsi
ona, “Ey Zeyd! Söyle bakalım, boynunun vurulması için senin
yerinde Muhammed’in bulunmasını, kendinin de evinde
olmanı istermiydin?” dedi. Bunun üzerine Hazreti Zeyd,
“Yemîn ederim ki, Resûlullah efendimizin mübârek ayağına,
bir dikenin bile batmasını istemem. O sıhhat ve afiyet üzere
bulunduğu yerde olsun, ben ölüme çoktan râzıyım. O’na
canım feda olsun!” dedi.
“Şüphesiz ki fiilen yapılmadıkça, yahut söylemedikçe, Allahü
teâlâ, ümmetimin gönüllerinden geçen şeyleri onlara
bağışlamıştır” meâlindeki hadîs-i şerîfi şerhederken. Kâdı İyâd
hazretleri buyuruyor ki: “Kalbden geçen şey, orada yer edip
karar kılmadan gelip geçerse, buna “Hemm” denir. Şayet
devam eder de kalbe yerleşirse, “azîm” olur. Azîm sebebi ile
ise, insan yâ muaheze olunur (azarlanır), yahut sevâb
kazanır.”
Resûlullah ( aleyhisselâm ): “Size Allahü teâlânın, günahları
ne ile imha ettiğini ve dereceleri ne ile yükselttiğini göstereyim
mi?” buyurdu. Eshâb-ı Kirâm ( radıyallahü anh ) “Evet, yâ
Resûlallah” dediler. “Güçlüklererağmen abdesti yerli yerince
KÂDI İBN-İ ŞÜHBE
almak, mescidlere doğru adımı çok atmak ve namazdan sonra
(diğer) namazı beklemektir. İşte sizin ribatınız (cihâdını)
Fıkıh âlimi. İsmi, Muhammed bin Ebî Bekr bin Ahmed bin
budur” buyurdular. Kâdı Iyâd hazretleri bu hadîs-i şerîfi
Muhammed bin Ömer bin Muhammed bin Abdülvehhâb olup,
şerhederken buyuruyor ki: “Günahları imha etmek, onları af ve
künyesi Ebü’l-Fadl’dır. Lakabı ise Bedruddîn’dir. Kâdı İbn-i
mağfiret buyurmaktan kinâyedir. Bununla beraber, onları
Şühbe diye meşhûr oldu. 798 (m. 1395) senesi Safer ayının
hafaza meleklerinin defterinden silmek de kasdedilmiş olabilir.
ikisinde, Çarşamba günü fecir vaktinde Dımeşk da doğdu. 874
Bu da günahların affına, Cennetteki derecelerin
(m. 1470) senesi Ramazân-ı şerîfin onikinci Cum’a gecesinde,
yükseltilmesine delîldir. Güçlükler, soğuğun şiddetinden,
Dımeşk’da vefât etti. Bâb-üs-sagîr kabristanındaki yakınlarının
vücûdun hastalık sebebiyle elem ve kederinden ve buna
yanına defnedildi.
benzer şeylerden doğar. Mescidlere doğru adımı çok atmak,
evin onlara uzaklığı ve onlara çok gidip gelme sebebiyle olur.”
İbn-i Şühbe, Dımeşk’da yetişti. Birçok ilim kitabını ezberledi.
Babasının önceden gördüğü bir rü’yâ sebebiyle Minhâc’ı da
Ebû Sa’îd-i Hudrî ( radıyallahü anh ), birgün Resûlullahın (
ezberledi. Babasından ve başka âlimlerden fıkıh öğrendi.
aleyhisselâm ) huzûruna girdi. Daha sonra buyurdu ki: “O’nu
Kâhire’ye gidip ilim meclislerinde bulundu. Fıkıh ilminde üstün
bir hasır üzerinde namaz kılarken gördüm...” Kâdı Iyâd (
bir dereceye yükseldi. Minhâc kitabına iki şerh yazdı. Büyük
radıyallahü anh ) bunu şerhederken buyuruyor ki: “Yerden
olanı “İrşâd-ül-muhtâc ilâ tevcîh-il-Minhâc”, diğeri de “Bidâyet-
yetişen nebatattan yapma seccade üzerinde namaz kılmakta
ül-muhtâc”dır.
hiçbir kerahet yoktur. Nebatî olmayan yaygı, keçe v.s.
üzerinde kılmak da sahihtir. Lâkin, sıcak ve soğuk gibi
ihtiyâçlar müstesna; yer hepsinden efdaldir. Çünkü namazın
sırrı, Allahü teâlâya tevâzu ve hudû’dur.
İbn-i Şühbe ders okuttu. Çok kimseler ondan okuyup istifâde
ettiler. Zâhiriyye, Nâsırıyye, Takviyye, Mücâhidiyye,
Cevâniyye, Fârisiyye medreselerinde müderrislik yaptı.
Şâmiyye’de Necm bin Hicân’ın yerine geçti. Fetvâ makamına
geçip hüküm verdi. 839 (m. 1435) senesinden vefâtına kadar
kadılık makamında kaldı.
1) Şezerât-üz-zeheb cild-4, sh. 138
Kâdı İbn-i Şühbe Şam’daki fakîhlerin sonuncusu idi. Şam halkı
2) Vefeyât-ül-a’yân cild-3, sh. 183
kendisiyle hep övünüp iftihar ettiler. Âlim, kâmil, cömert ve
heybetli bir din büyüğü idi. Yazdığı eserlerden biri de “Ed-
3) Miftâh-üs-Se’âde cild-2, sh. 19
Dürer-üs-Semîn fî sîret-i Nûreddîn”dir.
4) El-A’lam cild-5, sh. 99
5) Tezkiret-ül-huffâz cild-1, sh. 1304
1) Mu’cem-ül-müellifîn cild-9, sh. 105
6) Ed-Dîbâc-ül-müzehheb sh. 168
2) Ed-Dav-ül-lâmi’ cild-7, sh. 155
7) Tam İlmihâl Se’âdet-i Ebediyye sh. 409, 1027
3) El-A’lâm cild-6, sh. 58
8) Kıyâmet ve Ahıret sh. 268, 269
4) Şezerât-üz-zeheb cild-7, sh. ?
9) Herkese Lâzım Olan Îmân sh. 34
5) Keşf-üz-zünûn cild-1, sh. 731, cild-2, sh. 1569, 1875
6) Brockelmann Sup-2, sh. 25
vakûr ve heybetli idi. Fakat kibirli değildi. Tevâzu sahibi idi.
Alçak gönüllü idi. Aklının ve zekâsının kuvveti fevkalâde idi.
Lütuf, iyilik, ikram sahibi idi. Tatlı dilli ve güler yüzlü idi.
KÂDI İMÂDÜDDÎN (Nasr bin Abdürrezzâk)
Hanbelî mezhebi fıkıh ve hadîs âlimlerinin büyüklerinden,
vâ’iz. İsmi, Nasr bin Abdürrezzâk bin Abdülkâdir-i Geylânî elBağdâdî olup, künyesi Ebû Sâlih, lakabı İmâdüddîn’dir. Seyyid
İnsanlara muâmelesi çok güzel idi. Yanına gelen herkes,
kendisinden memnun ayrılırdı. Aile efradına karşı olan
yumuşaklık ve ikramı daha fazla idi. Allahü teâlânın râzı
olduğu istikâmetten ve dosdoğru olmaktan hiç ayrılmadı.
Abdülkâdir-i Geylânî hazretlerinin torunudur. Hanbelî
Halîfe Nâsır’ın 622 (m. 1225) senesinde vefât etmesinden
mezhebinde ilk Kâdı’l-kudâtdır. 564 (m. 1169) senesi Rebî’ul-
sonra yerine geçen oğlu Zâhir, âdil ve sâlih bir kimse idi.
âhır ayının 24. günü seher vaktinde doğdu. 633 (m. 1236)
Zulme ve haksızlığa meydan vermezdi. Ahkâm-ı İslâmiyenin
senesi Şevval ayının 16. günü vefât etti. Câmi-i Kasr’da
tam tatbik edilmesi için çok gayret etti. Hattâ İbn-ül-Esîr diyor
cenâze namazı kılındı, idârecilerden, âlimlerden ve diğer
ki: “Bir kimse; “Ömer bin Abdülazîz hazretlerinden sonra gelen
insanlardan, çok kalabalık bir cemâat toplandı. Herkes,
devlet reîsleri içinde, adâlet, doğruluk bakımından ona en çok
tabutunu biraz olsun taşıyabilmek için can atıyordu. İmâm-ı
benziyeni Zâhir idi” dese, doğrudur.” İşte bu Zâhir, Nasr bin
Ahmed bin Hanbel hazretlerinin türbesinde defnolundu.
Abdürrezzâk hazretlerini bütün memleketin Kâdı’l-kudâtı
Diğer birçok İslâm âlimi gibi, Nasr bin Abdürrezzâk hazretleri
de daha çocuk yaşta ilim tahsiline başladı. İlk olarak Kur’ân-ı
kerîmi öğrendi. Bundan sonra, babasından ve amcası
Abdülvehhâb bin Abdülkâdir-i Geylânî hazretlerinden hadîs-i
şerîf dinledi. Bunlardan başka, Ebü’l-Alâ el-Hemedânî, Silefî,
Ebû Mûsâ el-Medînî ve başka âlimlerden icâzet (diploma) aldı.
Ayrıca, Ebû Hâşim Îsâ bin Ahmed ed-Dûşânî, Saîd bin Safi elHamâlî, Ahmed bin Mübârek el-Merkı’ânî, Abdülhak bin
Abdülhâlık, Müslim bin Sabit İbn-ün-Nehhâs, Abdülmuhsin bin
Türeyk, Şühde ve başka âlimlerin sohbetlerinde bulunup,
onlardan ilim öğrendi. Kendisinden ise; Abdüssamed bin Ebi’lCeyş Necîb el-Harrânî, Kemâl el-Bezzâr ve başka birçok zât
ilim öğrenip rivâyetlerde bulunmuşlardır.
İlim öğrenmekteki gayret ve istidâdının çok fazla olması
sebebiyle, kısa zamanda çeşitli ilimlerde yetişen Nasr bin
Abdürrezzâk, bilhassa fıkıh, hadîs, kelâm, münâzara, hılâf gibi
ilimlerde çok yükseldi. Dedesi Seyyid Abdülkâdir-i Geylânî
hazretlerinin medresesinde ders, va’z ve fetvâ vermeye
başladı. Kendisi Hanbelî mezhebi âlimlerinden idi. Bununla
beraber, diğer mezheblerin bilgilerinin inceliklerine de vâkıf idi.
Dînî ibâreleri çözmekte pek mahir idi. Hadîs ilmi tahsîl edenler
için, ayrıca bir meclis kurdu. Ezberinden hadîs-i şerîf okurdu,
insanlar da ondan duyduklarını yazarlardı. Herkes tarafından
sevilip, hürmet edilen, çok yüksek bir zât idi. Tanınmaktan,
şöhret sahibi, parmakla gösterilen birisi olmaktan çok uzak
durur, çok sakınırdı. İbâdet ve taâtla meşgûl idi. Ağırbaşlı,
olarak ta’yin etmek istedi. Akrabasını gözetmesine, onları
ziyâret etmesine mâni olunmaması şartı ile kabûl etti. Halîfe
ona dedi ki: “Her hak sahibine hakkını mutlaka ver! Sâdece
Allahü teâlâdan kork! Ondan başka birşeyden korkma! Her
hâlde Allahü teâlânın emrini gözet! Hiç kimse hakkında hatır
için hüküm verme!” Ayrıca halîfe kendisine bin dinar para
gönderdi. O da bu para ile borçlarını ödedi, İmâdüddîn Ebû
Sâlih el-Geylânî hazretleri devamlı olarak ahlâk-ı hamide
(güzel ahlâk) üzere idi. Kâdı’l-kudât makamında bulunması,
onun sertleşmesine, kibirlenmesine sebeb olmadı. Bilakis,
zühdü, takvâsı İslâmiyetin emirlerine bağlılığı her gün arttı. Bu
vazîfeden ayrıldıktan sonra, tekrar ilim öğretmek ile meşgûl
oldu. Her işinde çok ihtiyâtlı davranırdı, iyice araştırıp tahkîk
etmedikten sonra, bir hadîs-i şerîfi rivâyet etmezdi.
Nasr bin Abdürrezzâk el-Geylânî hazretleri şöyle anlatır:
“Bana her sene Receb ayında Nâsıriyye Vakfı’ndan bir miktar
para verilirdi. Bir sene, o paranın dağıtıldığı günlerde, İmâm-ı
Ahmed bin Hanbel hazretlerinin kabrini ziyârete gitmiştim. Geri
döndüğümde, herkesin rusûmlerini (verilmekte olan o
paralarını) aldıklarını öğrendim. Bana; senin paran İbn-i
Tûmâ’dadır. Ondan alacaksın dediler. İbn-i Tûmâ Hıristiyan
idi. İhtiyâcım için, nafakam için harcedeceğim bu paranın, bir
kâfirin elinden gelmesini, parayı ondan almayı uygun
bulmadım. Allahü teâlâya güvenerek, onun rızıklara kefil
olduğunu, yarattığı mahlûkunun rızkını elbette vereceğini,
şayet borçlanacak olsak bile, Allahü teâlânın kolaylık
göstereceğini, O’nun en iyi vekîl olduğunu, kendisine
sığınanlara yardım ettiğini düşünerek, O’na güvenerek ve
sığınarak eve geldim. O kimse de zâten getirip parayı
vermedi. Nihâyet birkaç ay sonra, parayı bana getirip teslim
etmiyen hıristiyan öldürüldü. Evinde bulunan ve bana âit
olduğu anlaşılan para da oradan alınıp bana teslim edildi.
KÂDI MAHMÛD EFENDİ (Koca Efendi)
Tefsîr, hadîs ve fıkıh âlimi, Osmanlı kadıaskeri.
Osmanlı Devleti’nin ilk devirlerindeki kadıların
Hâfız Ziya ( radıyallahü anh ), Ebû Sâlih Nasr bin Abdürrezzâk
meşhûrlarından olan ve uzun bir ömür sürdüğü
hazretlerini çok övmekte, hayırlı vasıflarını zikrederek,
için “Koca Efendi” lakabı verilen Kâdı Mahmûd
kendisinden kalabalık bir cemâatin fıkıh öğrenip çok
Efendi, Sultanönü kasabasında doğdu. Babasının
fâidelendiklerini bildirmektedir.
ismi Muhammed idi. Genç yaşta iyi bir tahsil
görüp, tefsîr, hadîs ve fıkıh bilgilerinde zamanının
Sarsarî de, İmâm-ı Ahmed bin Hanbel ve onun mezhebinde
en önde gelen âlimlerinden oldu. Allahü teâlânın
bulunan âlimleri anlattığı Kasîde-i lâmiyyesinde Ebû Sâlih
emir ve yasaklarını, Resûlullahın ( aleyhisselâm )
Nasr hazretlerini çok medh etmekte, kendisinden, “Asrımızda
sünnet-i şerîfini ve Selefi sâlihînin (r.anhüm)
fıkhın direği, her müşkili hâlleden Ebû Sâlih” diye
yolunu çok iyi bildiği, bu yolu yaşamak ve
bahsetmektedir.
yaşatmak için çok gayret gösterdiği için halk
tarafından çok sevildi. Orhan Gazi de, onun
Nasr bin Abdürrezzâk hazretlerinin ba’zı eserleri olup; İrşâd-
nâmını duydu. İlminin üstünlüğünü, ahlâkının
ül-mübtediîn, Erbe’ûne hadîsen, Mecâlisün fil-hadîs
güzelliğini takdîr ederek, Bursa’ya da’vet etti.
bunlardandır.
Bursa’yı teşrîfinde kendisine şehrin kadılığı teklif
Ebû Sâlih Nasr bin Abdürrezzâk’ın ( radıyallahü
anh ), Peygamber efendimize ( aleyhisselâm )
kadar olan râvîlerini zikrederek rivâyet ettiği bir
hadîs-i şerîfte buyuruldu ki: “Ey kadınlar
topluluğu! Çok sadaka verin ve çok istiğfar edin!
Şüphesiz ki, ben, Cehennem ehlinin çoğunun siz
kadınlardan olduğunu gördüm.”
edildi. Allahü teâlânın dinini yaymak, zâlimlerin
elinden mazlûmları kurtarmak, karanlıklarda
kalmışlara aydınlık yolları göstermek, insanlara
huzûr ve saadeti yaşatmak gayreti ile çalışan,
Osmanlı Devleti’nin âdil pâdişâhı Orhan Gâzî’nin
bu hizmet da’vetini kabûl etmemek, ona Allahü
teâlânın dinine hizmetinde yardım etmekten
kaçınmak olacağından, bu vazîfeyi kabûl etti.
“Âdil Osmanlı kadıları” silsilesine adını altın
harflerle ilâve edip, ömrü boyunca; kalbi Allah ve
1) Zeyl-i Tabakat-ı Hanâbile cild-2, sh. 189
Resûlullah aşkı ile yanıp tutuşan, İslâmiyeti
yaymak gayretiyle coşan Osmanlı yiğitlerinin
2) Şezerât-üz-zeheb cild-5, sh. 161
huzûr ve saadetini te’min için çalıştı. Onların
ma’nevî huzûrunun te’mininde yardımcı,
3) İzâh-ül-meknûn cild-1, sh. 63
müşkillerinin hallinde en büyük destek oldu. Pek
nâdir olarak görülen anlaşmazlıklarda; verdiği âdil
4) Hediyyet-ül-ârifîn cild-2, sh. 491
5) Mu’cem-ül-müellifîn cild-13, sh. 90
6) El-A’lâm cild-8, sh. 24
hükümler, da’vâlı ve da’vâcı, her iki tarafı da
memnun ederdi. Daha sonra kadıaskerlik
makamına, Osmanlı devletinin en yüksek ilmi
mevkisine getirilen Koca Efendi, Sultan Birinci
Murâd Hân’ın şehzâdesi, istikbâlde “Yıldırım”
7) Kalâid-ül-cevâhir sh. 45
lakabıyla meşhûr olacak olan Bâyezîd Bey’in
Germiyan beyi Süleymân Şah’ın kızı Devlet
olup, torunudur. Hocası, her ilimde söz sahibi Ubeydüllah-i
Hâtun ile evlenmesinde, düğün alayına başkanlık
Ahrâr’dır. Bu hocasının sohbetine kavuşmadan önce, çok
etti. Üçbin kişilik bir askeri heyet ve birçok
gayretler sarfedip, nefs mücâhedesi yaptı. Nefsini ıslâh etmek
hediyelerle Kütahya’ya giren Koca Efendi, Devlet
için uğraştı. Bu hâli yıllarca sürdü. Daha sonra Ubeydüllah-i
Hâtun’a çeyiz olarak verilen Germiyan Beyliği’nin
Ahrâr’a 883 (m. 1429) senesinde talebe oldu. Oniki sene
kuzey-batısındaki şehirleri de teslim aldı. Tesis
sohbetinde ve hizmetinde bulundu. Ondan feyz alarak kemâle
edilen akrabalıkla, Osmanlı Devleti’nin sınırları
erdi. Vefâtından sonra da yerine irşâd makamına geçip,
genişleyip, gücü arttı. Bilhassa çeyiz olarak
insanlara feyz vermek üzere halîfesi oldu.
verilen şehirler arasında Germiyan Beyliği’nin
başşehri olan Kütahya’nın da bulunması ve
Kâdı Muhammed Zâhid, “Silsilet-ül-ârifîn” adlı eserinde,
Süleymân Şah’ın teslim ettiği bu yerleri terkedip
Ubeydüllah-i Ahrâr hazretlerine talebe olmasını şöyle
Kula taraflarına çekilmesi, kurulması plânlanan
anlatmıştır: “Hocama talebe oluşum şöyle vukû’ bulmuştu:
Anadolu birliğinin sağlanmasında mühim bir adım
Şeyh Ni’metullah adında bir ilim talebesi ile Semerkand’dan
olarak görülmektedir. Bu hadîsede Koca
Hirat’a ilim öğrenmek için yola çıkmıştık. Şâdmân köyüne
Efendi’nin rolü çok büyüktür. Devletlerüstü bir
varınca, havanın çok sıcak olması sebebiyle, günlerce o
üne sahip olan Kâdı Mahmûd Efendi’nin
köyde kaldık. Biz burada iken, Ubeydüllah-i Ahrâr bu köye
Anadolu’da birliğin kurulması için elinden gelen
teşrîf etti. Bir ikindi vakti ziyâretine gittik. Bana; “Sen
bütün gayreti gösterdiği, Osmanlı Devleti’nin
neredensin?” dedi. “Semerkand’danım” dedim. Sonra sohbete
yanında yer aldığı, târihî kaynaklarda mevcûttur.
başladı. Çok güzel konuşuyordu. Konuşması sırasında benim
kalbimden ve hatırımdan geçen şeyleri bir bir saydı. Hirat’a
Kâdı Mahmûd Efendi, uzun bir ömür sürüp, kırk
gitmek için yola çıkmamın sebebini de söyledi. Bunun üzerine
yıl civârında kadılık ve kadıaskerlik yaptıktan
kalbim ona tamamen tutuldu. Sonra bana dedi ki: “Eğer
sonra, sekizinci asrın sonlarında vefât etti.
maksadın ilim öğrenmekse, o iş burada kolaydır.” iyice
Torunu Mûsâ Paşa, Kâdızâde-i Rûmî diye
anladım ve kanâat getirdim ki, benim hatırımdan geçen şeyleri
meşhûrdur.
biliyordu. Buna rağmen kalbimden Hirat’a gitme arzusu
çıkmadı. Bu düşüncemi de keşfedip anladı. Sonra kalkıp bana
doğru yaklaştı ve; “Hirat’a gitmekten maksadın nedir? Söyle
1) Şakâyık-ı Nu’mâniyye tercümesi (Mecdî Efendi) sh. 38
bana, ilim mi öğrenmek, yoksa tasavvufda mı yetişmek
istiyorsun?” dedi. Heybetinden dehşete kapıldım ve sustum.
Yanımdaki yol arkadaşım cevap verip; “Onun asıl maksadı
Hirat’a gidip tasavvuf yoluna girmektir, ilim öğrenmeye
gidiyorum demesi, bu maksadını gizlemek içindir” dedi. O da
KÂDI MUHAMMED ZÂHİD
tebessüm etti. Bunun üzerine; “Eğer böyle ise, çok iyi ve
güzeldir” dedi. Sonra beni alıp, bahçesine doğru götürdü,
Evliyânın büyüklerinden, insanları Hakka da’vet eden, doğru
insanların gözünden kayboluncaya kadar yürüdük. Sonra
yolu göstererek saadete kavuşturan ve “Silsile-i âliyye” denilen
durdu, elimi tuttu. Elimi tutar tutmaz, ben kendimden geçmeye
büyük âlim ve velîlerin ondokuzuncusudur. Semerkandlı olup,
başladım. Ben kendimi kaybedinceye ve kendimden
doğum târihi bilinmemektedir. 936 (m. 1529) senesinde
geçinceye kadar tuttu. Ayıldığım zaman bana dedi ki:
Semerkand’a bağlı Hisâr’ın Vahş köyünde vefât etti. Kabr-i
“Herhalde sen benim yazımı okuyabilirsin.” Sonra cebinden bir
şerîfi oradadır.
kâğıt çıkarıp okuduktan sonra katladı ve bana verdi. “Bunu
muhafaza et. Bunda ibâdetin hakîkati, itaat, huşû’ ve Allahü
Kâdı Muhammed Zâhid Semerkandî, silsile-i âliyye
teâlânın azameti karşısında insanın acizliği yazılıdır. Bu
büyüklerinden olan Ya’kûb-ı Çerhî hazretlerinin kızının oğlu
saadet, Allahü teâlânın muhabbetiyle ve O’nun Resûlü
Seyyid-ül-evvelîn vel-âhırîne ( aleyhisselâm ) tâbi olmakla ele
başladım, bulamadım. Üzgün üzgün geri döndüm. Dönerken
geçer. Bunun için, din ilimlerine vâris olan âlimlerin sohbetinde
bir de gördüm ki, senin binek hayvanın sokak ortasında,
bulun. Onlardan fâideli ilim öğren. Tâ ki Resûlullaha (
insanlar arasında üzerindeki eşya ile beraber aynen
aleyhisselâm ) tâbi olmak sûretiyle ma’rifet-i ilâhiyyeye
duruyordu. Hayret ettim, bu kadar kalabalık arasında ona
kavuşasın. Ulemâ-i sû’dan (kötü din adamlarından) uzak dur.
kimse dokunmamıştı.” Sonra binek hayvanımı ve eşyâlarımı
Çünkü onlar, dîni dünyâ malı toplamak için ve makama,
alıp Semerkand’a Ubeydüllah-i Ahrâr’ın yanına gittim.
mevkîye kavuşmak için âlet ederler. Helâl, haram ayırmadan
Huzûruna varınca, bana bakıp tebessüm ederek; “Hoş geldin”
bulduğunu yiyen ve dîne uygun olmayan işler yapan sapık
dedi. Bundan sonra sohbetine ve hizmetine devam edip,
tarikatçılardan uzak dur. Yine Ehl-i sünnet i’tikâdına uymayan
yanından ayrılmadım.”
sapık kimselerden de uzak dur!” Sonra Fâtiha-i şerîfe okudu
ve bana Hirat’a gitmem için izin verdi. Bundan sonra emri
Kâdı Muhammed Zâhid hazretleri, asrının âlimlerinin en
üzerine yola çıktım. Mevlânâ Sa’düddîn Kaşgârî’ye götürmem
büyüklerinden olup, tasavvuf ilminde ve hâllerinde mütehassıs
için bir mektûp verdi. Mektûba, bana yardımcı olup,
ve ilâhî sırların gizliliklerine vâkıf idi. Kendinden sonra, kız
korumasını yazmıştı. Bunu görünce, kalbimi tamamen bir
kardeşinin oğlu Derviş Muhammed, yetiştirdiği velîler arasında
muhabbet, ihlâs sardı. Fakat Hirat’a gitme azmim kırılmadı,
en büyüğüdür.
vazgeçmedim. Mektûbu alıp yola çıktım. Yolda ilerledikçe,
bindiğim hayvan yavaşladı, gücü kalmadı. Yol almaktan âciz
kaldım.
Muhammed Zâhid’in (kuddise sirruh) “Mesmûât-ı Mevlânâ
Kâdı Muhammed Zâhid” ve “Silsilet-ül-ârifîn” adlı eserleri
meşhûrdur. “Mesmûât” adlı eserinde, hocası Ubeydüllah-i
Buhârâ’ya altı fersah (36 km. kadar) mesafe kalmıştı ki, yolun
Ahrâr hazretleri’nin sohbetlerinde dinlediklerini toplamıştır.
bu kısmında şiddetli bir göz ağrısına tutuldum. Günlerce orada
Fârisî lisânda yazdığı bu eseri 155 varak olup, Süleymâniye
kaldım, iyileşince yola çıktım. Bu sefer humma hastalığına
Kütüphânesi’nde vardır. Bu eserinden ba’zı bölümler:
tutuldum. O zaman anladım ki, eğer yola devam edersem
helak olacağım! Gitmekten vazgeçip, Ubeydüllah-i Ahrâr’ın
yanına dönüp, onun sohbetinde ve hizmetinde bulunmaya
karar verdim ve geri döndüm. Taşkend’e vardığım zaman,
kitaplarımı, eşyamı ve binek hayvanımı bir arkadaşıma
emânet olarak bıraktım. Bu sırada Ubeydüllah-i Ahrâr’ın
talebelerinden biriyle karşılaştım. Ona; “Gel, beraberce
Ubeydüllah-i Ahrâr’ı ziyârete gidelim” dedim. Bana; “Binek
hayvanın ve kitapların nerede?” dedi. “Bir arkadaşıma emânet
“İnsanın yaratılmasından maksad, kulluk yapmasıdır. Kulluğun
aslı ve özü ise, her halükârda Allahü teâlâyı unutmamak, gâfil
olmamak, tazarru (yalvarma) ve huşû’ (korku) içinde
bulunmaktır.”
“İbâdet ile ubudiyet (kulluk) arasındaki fark; ibâdet, dinin
emrettiği vazîfeleri yapmak; ubudiyet ise, kalbin gafletten uzak
ve dâima Rabbini ta’zim eder hâlde olmasıdır.”
olarak bıraktım” dedim. “Git onları benim eve getirip, bırak.
“Temkin makamına kavuşmak için, zarûretsiz söz
Sonra beraberce ziyârete gideriz” dedi. Ben onları almak
söylememek lâzımdır. Çok gülmek ve çok konuşmak kalbi
üzere giderken, bir de baktım ki, birisi bana; “Hayvanın ve
öldürür. Temkin makamı, huzûr ve agâh! (gafletten uzak)
eşyâların kayboldu!” dedi. Hayret ettim, oturup düşünmeye
olmaktan ibârettir ki, bu hâl, gözdeki görme, kulaktaki işitme
başladım ve kalbimden; “Herhalde gelir gelmez ilk önce
vasfı gibi hiç kaybolmamalıdır. Kendisini Allahü teâlânın her
ziyâretine gitmediğim için Ubeydüllah-i Ahrâr bana kırıldı. Bu
ân gördüğünü bilmelidir. Böyle bir hâle gelen kimsenin
sebeple bineğim ve eşyâlarım kayboldu” düşüncesi geçti.
konuşması gerekir. Bu hâle kavuştuktan sonra, (insanları irşâd
Herşeyden önce onu ziyârete gitmeye karar verdim. Tam bu
için) konuşmaması gaflettir. Gaflet ise, kalbin ölmesi demektir.
sırada birisi gelip; “Binek hayvanın ve eşyaların bulundu” dedi.
Kalbin gafletten uzak olması, huzûr ve agâh! olmasıyladır. Bu
Emânet bıraktığım kimsenin yanına gittim. Bana dedi ki: “Ey
nisbetin sahibi çok çalışmalı, ihtimâm göstermeli ve bu nisbet
Muhammed! Senin binek hayvanını emânet aldığımda, onu bir
zamanını iyi muhafaza etmelidir.”
yere bağladım. Biraz sonra gözden kayboldu. Aramaya
Ubeydüllah-i Ahrâr hazretleri buyurdu ki: “Emr-i ma’rûfu ve
kimse; “Yâ Şâfî” diyerek Allahü teâlâya yalvarır, himmetini şifâ
nehyi münkeri öyle yapmalı ki, ondan netice alınsın. Bunu
hâsıl olması için sarfederse, şifâ bulur. Fakir düşüp çaresiz
yaparken, insanların anlıyacağı şekilde yapmak lâzımdır.
kalınca, Allahü teâlânın isimlerinden olan “Ganî” ismini, “Yâ
Hadîs-i şerîfte; “İnsanlara, akılları derecesinde konuş”
Ganî” diyerek söyleyip yalvarırsa, fakirlikten kurtulur. Allahü
buyuruldu.” Bir defasında Moğol Hanlarından biri Ubeydüllah-i
teâlânın isimlerini söyleyerek O’na yönelmek, kurtuluşa erdirir.
Ahrâr’ın huzûruna gelmişti. Müslüman olmayan bu Hân,
Himmetin te’sîri çok büyüktür. Eğer bir kimse yükselmek ve
domuz eti yerdi. Ona domuz eti yemek İslâmiyette haramdır
hakîkî saadete kavuşmak için himmet sarfetse, buna kavuşur.
dese, yemekten vazgeçmeyecekti. Ona dedi ki; “Domuz etini
Fakat himmetini dünyâ lezzetleri için sarfederse, yolunu
yemek birçok haysiyyeti kaybettirir. Çünkü hayvanlardan
şaşırır. Büyükler buyurmuşlardır ki: “Kur’ân-ı kerîme ve
sâdece domuz, dişisini kıskanmaz. Onun etini yemek, insanda
himmete karşı durmak mümkün değildir, durulamaz!”
gayret ve hamiyyeti yok eder” dedi ve gayretin üstünlüğünü
anlattı. O Hân bunu çok ma’kûl bulup, kendisi yemekten
Eğer bir kâfir bile düşüncesini, himmetini bir işin hâsıl olması
vazgeçtiği gibi, askerlerinin de domuz eti yemelerini
için toplayıp devamlı o işin hâsıl olmasını istese, taleb ettiği
yasakladı.”
şeye gösterdiği himmet sebebiyle kavuşur. Himmeti, te’sîrini
gösterir.
“Gençlik zamanı fırsat ve ganîmettir. Bu kıymetli zamanı ve
nefesleri saadet vesilesi yapmayana yazıklar olsun. Se’âdet
Peygamberler (aleyhimüsselâm), bütün varlıkları ile Allahü
arayan kimse, Resûlullahın ( aleyhisselâm ) ahlâkı ile
teâlâya yönelerek himmetlerini sarfedip, savaşlarda
ahlâklanmalıdır. Hilm (yumuşaklık), kerem, cömertlik, tevâzu,
düşmanlarını perişan etmişlerdir, İbrâhim aleyhisselâmın
Îsâr ve diğer ahlâk-ı hamide olan şeylerle ahlâklanmalıdır.
ateşe atılırken gösterdiği tam himmet üzerine, Allahü teâlâ
Husûsen kalbde Allahtan başka hiçbir şeye bağlılık
ateşe; “Ey ateş, İbrâhim’e serin ve selâmet ol!” (Enbiyâ-69)
kalmamasına (mâsivânın terkine) çok çalışmak lâzımdır.
buyurdu ve ateş onu yakmadı.”
Büyükler, “Kalbi mâsivâdan korumak lâzımdır” buyurdular.
Bunun için de “Kalb bir ayna gibidir. Karşısına gelen herşeyi
gösterir. Kalbden mâsivâ silinip atıldığı zaman, kalbde Allah
sevgisinden başka hiçbir şey kalmaz” buyurmuşlardır.”
“Nefsinin isteklerinden, hevâsından uzak dur. Başkasının
(nefsinin) emri altına girme ki, Allahü teâlânın rızâsına
kavuşasın.”
“Akıllı kimse, bir işi bir haftada veya bir ayda bitiren, dünyâya
âit fâideleri kısa zamanda elde eden kimse değildir. Akıllı o
kimse ki, bütün çalışmasını ve gayretini dinin emirlerine
uymaya sarfeden, işlerini âhırette fâide verecek şekilde
yapandır. Bundan daha akıllı kimse ise, bütün gayretini
sarfederek, Allahü teâlâdan başka herşeyden yüz çeviren,
onları kalbinden çıkarandır. Böyle yapan kimse, Allahü
teâlânın rızâsına kavuşur.”
“Himmet, bütün düşünceyi bir iş üzerinde toplamaktır.
Büyükler buyurdular ki: “Bir işin hâsıl olması veya bir belânın
kalkması için tamamen Allahü teâlâya yönelip istenirse,
maksada kavuşulur.” Meselâ hasta olan veya hastası olan
“Dervişlik, yalnız bir yere çekilip oturmak, gökte uçmak, dağda
ve mağarada bulunmak değildir. Dervişlik; gönlü, mâsivâdan,
ya’nî Allahü teâlâdan başka herşeyden çevirmektir.”
“Dünyâya düşkün olmayanlarla, âhıret adamlarıyla oturmak,
beraber bulunmak, çok te’sîrli ve fâidelidir. Önce te’sîri
anlaşılmasa bile, doğan bir çocuğun hergün yavaş yavaş
büyüdüğü gibi, insan yavaş yavaş dünyâya düşkün olmaktan
kurtulur.”
“(Herki yek câ heme câ, her ki heme câ hîç câ) Bir yerde
bulunan (bir yere bağlanan), her yerde bulunur. Her yerde
bulunan (her yere bağlanan), hiçbir yerde bulunamaz.”
“İbn-i Abbâs ( radıyallahü anh ), “Hâlbuki sen (Ey Resûlüm)
onların içinde iken Allah onlara azâb verecek değildi, istiğfar
ettikleri hâlde de Allah onlara azâb edecek değil” (Enfâl-33)
meâlindeki âyet-i kerîmeyi tefsîr ederken şöyle buyurmuştur:
“İslâmiyetin mevcûd olması, Resûlullahın mevcûd olması
mesabesindedir. Nasıl ki Resûlullah hayatta iken azap
kaldırılmış, insanlara azap gelmemişse, İslâmiyetin bir yerde
mevcûd olması ile de (İslâmiyete uymak sebebi ile de) azap
merdıyye’ye müştakım, ona kavuşmak istiyorum” der dururdu.
kalkar, istiğfar etmek sebebi ile de azap inmez, istiğfar, azâbın
O hâle gelmişti ki, arkadaşlarımız onun aklının gittiğini
gelmesine mâni olur. Bir yandan Allahü teâlânın emirlerine
zannediyorlardı. Birgün onu çağırdım ve; “Bu söylediğin sözün
uymayıp, bir yandan da “Estağfirullah, Estağfirullah” demek,
ma’nâsı nedir?” diye sordum. Dedi ki: “Bir gün uyumuştum.
istiğfar değildir, istiğfarın ma’nâsı; Allahü teâlânın emirlerine
Rü’yâmda gördüm ki, birisi bana; “Aynâ-yı merdıyye’ye git!”
uymak, yasak ettiği şeylerden sakınmaktır. Allahü teâlânın
diyordu. Sonra birdenbire bir bahçe karşıma çıktı. Bu
rahmetine ve mağfiretine yol açacak sebeplere yapışmak
bahçenin içinde suyu berrak ve saf akan bir ırmak vardı.
lâzımdır. Zulüm ve isyan olan işleri yapmaktan sakınmalıdır.”
Irmağın kenarında hûrîler duruyordu. Hepsi de öyle
süslenmişler ve öyle güzel idiler ki, dilim onu anlatmaktan
Kâdı Muhammed Zâhid hazretlerinin “Silsilet-ül-ârifîn” adlı
âcizdir. Beni görünce birbirlerine; “Müjde! İşte Aynâ-yı
eserinden de ba’zı bölümler şöyledir:
merdıyye’nin zevci” dediler. Onlara selâm verdim ve; “Aynâ-yı
Evliyânın büyüklerinin hâlleri: Zünnûn-i Mısrî hazretleri şöyle
buyurmuştur: “Tasavvuf yolunda, cenâb-ı Hakkın dostlarından,
sevgili kullarından ba’zıları o hâle gelmiştir ki, eğer bir büyük
zât onlara Allahü teâlânın muhabbetinden, azamet ve celâli ile
ilgili sözler söylerse, muhabbetleri sebebiyle o hâle gelirler ki,
can verirler.”
Şeyh Abdülvâhid bin Zeyd (kuddise sirruh) buyurdu ki: “Bir
defasında gazâya gitmeye niyet ettim. Bütün talebelerimi
topladım. Mecliste bir şahıs meâlen; “Allah yolunda savaşıp
düşmanları öldüren ve öldürülen mü’minlerin canlarını ve
mallarını Allah Cennet karşılığında satın aldı” (Tövbe-111)
buyurulan âyet-i kerîmeyi okudu. Bunun üzerine onbeş
yaşında bir genç ayağa kalktı. Bu gencin babası vefât etmiş,
kendisine pekçok mal mîrâs kalmıştı. Âyet-i kerîmeyi okuyan
zâta dedi ki: “Ey Şeyh! Allahü teâlâ mü’minlerden canlarını ve
mallarını Cennet karşılığında satın aldı mı? Allah yolunda
canını ve malını feda edene Cennet verilecek mi?” dedi. O zât
da; “Evet. Allahü teâlânın kelâmı doğru ve va’di haktır” dedi.
Genç; “Şâhid ol ki, ben nefsimi ve malımı Allahü teâlâya
sattım” dedi. O zât; “Vallahi bu büyük bir iştir. Sen küçüksün.
Korkarım ki sabredemezsin ve çaresiz kalırsın” dedi. Bunun
üzerine o genç; “Ey Şeyh! Bir kimse cenâb-ı Hakla ahitleşsin
ve çaresiz kalsın! Hâşâ ve kellâ. Hiç böyle şey olur mu? Şâhid
ol hakîkaten ben nefsimi ve malımı Allah için feda ettim, Allah
yoluna adadım ve pişman olmayacağım” dedi. Sonra bütün
malını sadaka olarak dağıttı. Bizimle birlikte cihâd için sefere
çıktı. Bize ve hayvanlarımıza hizmet etmeye başladı. Biz
uyurken o nöbet tutardı. Gündüz oruç tutar, geceleri namaz
kılardı. Hepimiz onun bu hâline hayran kalırdık. Tâ ki, Rum
diyarına vardık. Biz harp hazırlıklarını yaparken, o genç
kendinden geçmiş ve hayran bir vaziyette; “Aynâ-yı
merdıyye sizin aranızda mı?” dedim. “Bizim aramızda değil,
biz onun hizmetçileriyiz, daha ileri git” dediler, ilerledim. Bir
başka bahçe gördüm, içinde her türlü güzellikler vardı. Hâlis
sütten bir nehir gördüm. Nehir kenarında, benzerini o âna
kadar görmediğim güzellikte hûrîler vardı. Onların güzelliğine
hayran oldum. Beni görünce birbirlerine baktılar ve; “Müjde
olsun ki, bu, Aynâ-yı merdıyye’nin zevcidir.” dediler. Onlara da
selâm verdim ve; “Aynâ-yı merdıyye sizin aranızda mıdır?”
diye sordum. “Hayır biz onun hizmetçisiyiz” dediler, ilerledim.
Bir Cennet ırmağına rastladım. Etrâfında hûrîler vardı. O
kadar güzeldiler ki, bunları görünce önceki gördüğüm hûrîlerin
güzelliğini unuttum. Onlara da selâm verdim. “Sana da selâm
olsun ey Allahü teâlânın veli kulu” dediler. “Aynâ-yı merdıyye
sizin aranızda mı?” dedim. “Hayır, biz onun hizmetçileriyiz,
ileriye git” dediler, ilerledim. Saf bal akan bir ırmağa vardım.
Bu ırmağın da etrâfında hûrîler vardı. Bu hûrîler güzellikte
öncekilerden daha üstün idi. Öyle ki, öncekilerin hepsini
unuttum. Selâm verdim ve; “Aynâ-yı merdıyye sizin aranızda
mı?” diye sordum. “Hayır, bu gördüklerinin hepsi onun
hizmetçisidir, ileri git” dediler, ilerledim. Tek bir inciden
yapılmış, ipleri nûrdan bir çadır gördüm. Kapısında ay yüzlü
bir hizmetçi bekliyordu. Bu hizmetçi öyle güzeldi ki, göz
hayrette kalıyordu. Beni görünce; “Ey Aynâ-yı merdıyye! işte
sana eş olacak kimse geldi” dedi. Çadıra yaklaşıp içeri girdim.
Aynâ-yı merdıyye (huri) inci ve yakut kaplı altın bir taht
üzerinde oturuyordu. Onu görür görmez meftun oldum. Bana;
“Hoş geldin ey Allahın evliyâ kulu” dedi. Yaklaştım. Boynuna
sarılmak istedim. “Sabret, sen dünyâdasın, henüz vakit var.
Yarın gece bizim yanımızda olacaksın” dedi. Bu rü’yâdan
sonra birden bire uyandım. “Ey Şeyh! O güzelliğe kavuşmak
için sabırsızlanıyorum. Hiç sabrım kalmadı” dedi. Sonra savaş
başladı. Genç de savaşıp kahramanlıklar gösterdi. Büyük bir
yara alıp yere düşmüştü. Onu kaldırıp baktıklarında gülüyordu.
Gülerek rûhunu teslim edip, şehîd oldu.”
1) Tam İlmihâl Se’âdet-i Ebediyye sh. 1047
Abdullah bin Zeyd ( radıyallahü anh ) şöyle anlatmıştır: “Bir
gemiyle yolculuğa çıkmıştık. Gemi rüzgâra kapılıp bir adaya
doğru sürüklendi. Adaya yaklaşınca, yanaşıp indik. Adada
puta tapan bir adam gördüm. “Neden bu puta tapıyorsun? Bu
put, ne fayda sağlar, ne de zarar” dedim. “Siz kime
taparsınız?” dedi. “Herşeyi yaratan, her şeye mâlik olan ve her
2) Behcet-üs-seniyye sh. 11
3) Hadâik-ül-verdiyye sh. 174
4) Umdet-ül-makâmât sh. 82
şeye gücü yeten Allahü teâlâya ibâdet ederiz” dedim. “Bunu
5) Mesmûât, Süleymâniye Kütübhânesi Es’ad Efendi bölümü
size kim bildirdi?” dedi. “Allahü teâlâ bize kerîm bir peygamber
No: 1715 Varak: 5a, 13a, 18a, 24a, 25a, 29b, 55b, 56b.
gönderdi. Onun vasıtasıyla bize bildirdi” dedim. “O peygamber
nerededir?” dedi. “Bize Allahü teâlânın gönderdiği dîni bildirip
6) Silsilet-ül-ârifîn, Süleymâniye Kütübhânesi Hacı Mahmud
tebliğ vazîfesini tamamladıktan sonra vefât etti. Allahü teâlâya
bölümü. No: 2830 Varak 188a, 190a-b, 191a-b.
kavuştu.” deyince; “Ondan size hiçbir alâmet kaldı mı?” dedi.
“Evet, O, Allahü teâlâdan bir kitab getirdi. Şimdi o Kitâb
7) Hadikat-ül-evliyâ sh. 86
(Kur’ân-ı kerîm) bizim yanımızdadır” dedim. “Bana gösterin”
dedi. Kur’ân-ı kerîmi ona gösterdim. “Ben bunu okumasını
bilmiyorum” dedi. Kur’ân-ı kerîmi açıp ona bir sûre okudum.
Ben okudum, o ağladı. Sûreyi okuyup bitirince; “Lâyık olan
odur ki, kimse bu kelâmın sahibine âsî olmasın” dedi ve
8) İrgâm-ül-merîd sh. 68
9) Reşehât zeyli sh. 5
10) Rehber Ansiklopedisi cild-12, sh. 300
hemen müslüman oldu. Kur’ân-ı kerîmden birkaç sûreyi
okumayı ve kendisine yetecek kadar din bilgisi öğrendi. O
gece yatsı namazını kıldıktan sonra yatma zamanı geldi. O
yatmayıp sabaha kadar ibâdet etti. Talebelerime dedim ki: “Bu
yeni müslüman oldu. Buna aramızda biraz para toplayıp
verelim ki, sıkıntı çekmesin. Parayı toplayıp götürdüğümüzde;
“Bu nedir?” dedi. “Bunu al, kendine nafaka yap ki sıkıntı
çekmeyesin” dedim. “La ilahe illallah. Ben daha önce bu
adada iken puta tapardım. Allahü teâlâyı bilmezdim, fakat O
beni zayi etmedi, korudu. Şimdi ise O’nu tanıyorum. Beni hiç
zayi eder mi?” dedi. Üç gün sonra bir haber aldım ki, o yeni
müslüman olan kimse hastalanıp yatağa düşmüş. Hemen
yanına koştum. Bir isteğin bir hacetin var mıdır?” dedim.
“Benim ihtiyâcımı, her ihtiyâcı gideren Allahü teâlâ karşıladı”
dedi. Bundan bir gün sonra da vefât etti. O gece onu rü’yâmda
gördüm. Bir bahçe içinde duruyor. Bahçenin üzerinde yüksek
bir kubbe, kubbenin altında bir taht üzerine oturmuş. Yanına
da bir hûrî oturmuş. Meâlen; “... Melekler de her kapıdan
yanlarına vararak şöyle diyeceklerdir: Sabrettiğiniz için size
selâm olsun! Âhıret saadeti ne güzeldir!” (Ra’d:23-24)
buyurulan âyet-i kerîmeyi okuyordu.”
KADI ŞÜREYH ( radıyallahü anh )
Tabiînin büyüklerinden. Künyesi Ebû Umeyye’dir. 79 (m.
713)’de vefât ettiği rivâyet edilir. Babasının ismi Hâni idi. Hâni,
kabilesi nâmına elçi olarak Medine’ye gelmişti. Resûlullah’ı
görünce müslüman oldu. Resûlullah ( aleyhisselâm ) ona Ebû
Şüreyh ismini vermiştir. Kinde kabilesindendir. Kâdı Şüreyh’in
sahabilerden olduğuna dair rivâyetler varsa da doğrusu
Tabiînden olduğudur.
Hazreti Ömer, Hazreti Ali ve İbn-i Mes’ûd’dan (r.anhüm)
hadîs-i şerîf rivâyet etti. Şa’bî, Nehâî, Abdülazîz bin Refî,
Muhammed bin Sîrîn ve başkaları da ondan hadîs-i şerîf
rivâyet etmiştir. Kırk yaşında, Hazreti Ömer tarafından Kûfe’ye
kadı (hakim) yapıldı. Hadîs ve fıkıh ilminde büyük âlimdi.
Basra’da bir sene kadar kadılık yaptı. Sonra, Hazreti Osman,
Hazreti Ali, Hazreti Muâviye ve sonrakiler tarafından da Kûfe
kadılığında bırakılmıştır. Aralıksız 60 seneden fazla kadılık
resûlüdür, Peygamberidir.) söyleyerek, müslüman oldu. Sonra
yaptığı bildirilir. Hüküm verme konusunda çok bilgili ve pek
şöyle dedi: Ey mü’minlerin emiri, bu zırh senin zırhındır. Senin
âdil idi. Haccâc kendisini kadı yapmak istedi ise de kabûl
devenden düşmüştü de, onu ben almıştım, dedi. Sonra
etmemiştir. Yetmişdokuz senesinde (m. 698) yüzyirmi yaşının
Hazreti Ali, Nehrevan’a Haricîlerin üzerine giderken bu zat da
üzerinde iken vefât etti.
onunla beraber gitti. Orada şehîd oldu.
Kâdı Şüreyh hazretlerinin rivâyet ettiği hadîs-i şerîfler.
Kâdı Şüreyh hazretleri Hazreti Ömer’den rivâyet ettiği, hadîs-i
şerîfte; Resûlullah ( aleyhisselâm ) şöyle buyurdu: “Bir genç,
Hazreti Ali zırhını kaybetmişti. Onu aradı, fakat bulamamış,
dünyâ lezzetini ve oyununu bırakır, gençliğine rağmen Allahü
Kûfe’ye gelmişti. Zırhını bir yahudinin elinde gördü. Hazreti Ali
teâlâya tâate (beğendiği şeylere) yönelirse, Allahü teâlâ, ona
yahudiye, “Ey yahudi! Bu zırh benimdir. Onu ne sattım, ne de
yetmiş iki sıddîk sevâbı verir. Sonra şöyle buyurur: “Ey
kimseye verdim. Sende nasıl oluyor?” buyurdu. Yahudi de
şehvetini (nefsinin arzu ve isteklerini) benim rızam için terk
hayır bu, benim zırhım diye cevap verdi. O zaman Hazreti Ali,
edip, gençliğini benim beğendiğim işlerde harcayan genç!
gel kadıya gidelim buyurdu. İkisi beraber Kâdı Şüreyh’in
Sen, benim yanımda meleklerimden birisi gibisin.”
yanına gittiler. Hazreti Ali, Şüreyh’in yanına oturdu. Yahudi ise
Şüreyh hazretlerinin karşısına oturdu. Hazreti Ali buyurdu ki:
Hazreti Ömer’den bildiriyor: “Resûlullah ( aleyhisselâm )
“Eğer hasmım (mahkemelik olduğum şahıs) zımmî (gayri
buyurdular ki: “Ey Âişe! Dinlerini parça parça edip, doğru
müslim vatandaş) değil de, müslüman olsaydı, mecliste
yoldan ayrılanlar, bid’at ve heva (nefsinin arzu ve istekleri)
onunla beraber otururdum. Bu zımmî ile beraber
sahibleri, bu ümmetin sapıklarıdır. Yâ Âişe, her günah sahibi
oturmayışımın sebebi şu: Resûlullah’dan ( aleyhisselâm )
için tevbe vardır. Ancak, bid’at ve heva sahibleri, benden
işittim. Buyurdular ki: “Allahü teâlâ, onları aşağıladığı gibi, siz
uzaktır, ben de onlardan uzağım.”
de onları aşağılayınız, hor ve hakîr tutunuz.” Diğer bir
rivâyette! Eğer mahkemelik olduğum kişi, müslüman olsaydı,
Kâdı Şüreyh ( radıyallahü anh ) buyuruyor ki Kûfe çarşısında
onunla yanyana otururdum. Fakat Resûlullah’dan (
Hazreti Ali ile beraber idik. Etrâfındakilere bir şeyler anlatan bir
aleyhisselâm ) işittim: “Bir mecliste onlarla yanyana, eşit
vaizin yanına vardık. Orada durduk. Hazreti Ali vaize: “Sana
olarak oturmayınız. Onları en dar yerlere sıkıştırınız. Eğer size
bir şey soracağım. Bakalım bu suâlin içinden çıkabilecek
söverlerse, onlara vurunuz. Onlar da size vururlarsa,
misin.” buyurdu. Vaiz, “Buyurun, Ey Mü’minlerin Emîri,
öldürünüz” buyurdular. Kâdı Şüreyh dedi ki: “Ey mü’minlerin
istediğinizi sorun” dedi. Hazreti Ali, “Îmânın devamı ve
emiri! Buyurun. Konuşun. Hazreti Ali: “Yahudinin elindeki zırh
yerleşmesi ve silinip yok olması nelerle olur.” diye sordu. Vaiz
benim. Onu birisine ne bağışladım ve ne de sattım. Şüreyh
bu soruya şöyle cevap verdi: îmânın kuvvetlenip, devam
“Ey yahudi, sen ne dersin?” Yahudi: “Bu zırh benim ve şimdi
etmesi, vera’ (şüphelilerden kaçınmak), yok olması da tama’
de benim elimdedir.” Şüreyh: Ey mü’minlerin emiri! Delîl
(dünyâ lezzetlerini haram yollardan aramakla) ile olur. Hazreti
gösteriniz. Hazreti Ali: Âzâdlı kölem Kanber ve oğlum Hasan,
Ali bu cevaptan memnun oldu.
o zırhın benim olduğuna şahiddirler. Şüreyh hazretleri: Oğulun
babaya şahidlik etmesi caiz değildir. Hem Cennetlik bir kişinin
şahitliği de caiz olmaz. Resûlullah ( aleyhisselâm ) buyuruyor
ki “Hasan ve Hüseyin Cennetlik gençlerin efendileridir.”Bu
konuşmaları dinleyen yahudi: Mü’minlerin emiri beni kendi
hakimine götürdü. Ancak hakimi onun aleyhine hüküm verdi.
Böyle bir adâleti ancak hak bir dine inananlar yapabilir dedi ve
şehâdet kelimesini “Eşhedü enlâ ilahe illallah ve eşhedü enne
Muhammeden abdühû ve resûlüh” (Allahü teâlâdan başka ilâh
yoktur. Muhammed ( aleyhisselâm ) Allahü teâlânın kulu ve
Kâdı Şüreyh hazretlerine, bu kadar çok ilmi nasıl elde ettin,
diye sorduklarında: “Âlimlerle görüşerek elde ettim.
Birbirimizden karşılıklı istifâde ettik” buyurmuştur. Kâdı Şüreyh
hazretleri ayağından rahatsız idi. Üzerine bal sürdü. Sonra
güneşte oturdu. Yanına ziyâretçiler geldi. Dediler ki: Kendini
nasıl buluyorsun? Kâdı Şüreyh iyiyim, dedi. Ziyâretçiler
ayağını bir de tabibe gösterseydin dediler. “Gösterdim” dedi.
Tabib ne söyledi, dediler. İyi olacağını söyledi, dedi.
“Zalimler cezalarını, mazlûmlar da Allahü teâlâdan yardım
kimselere güzel cevaplar verdi. Zeynüddîn Sübkî,
beklerler.”
735 (m. 1334) yılında Mısır’da kadılığını yaptığı
Mahılle denilen yerde vefât edip, orada
defnedildi.
1) Vefeyât-ül-a’yan, cild-2, sh. 460
Sübk-il-abîd’de ilim sahibi bir ailenin evlâdı olarak
dünyâya gelen Zeynüddîn Sübkî, ilimde belirli bir
2) Tabakât-ı İbn-i Sa’d, cild-6, sh. 131
3) Hilyet-ül-Evliyâ, cild-4, sh. 172
4) Tezkiret-ül-Huffâz, cild-1, sh. 59
seviyeye geldikten sonra, Kâhire’ye gitti.
Takıyyüddîn Ebü’l-Feth İbn-i Dakîk-ül-Iyd’den
fıkıh ilmi öğrendi. Hocası kadı iken ona nâiblik
yaptı. İleri gelen yardımcıları arasında yer aldı.
Şihâbüddîn Ahmed bin İdrîs Karâfi’den usûl-i fıkıh
5) İkd-ul-ferîd, cild-1, sh. 89
ilmini, Zâhir Tizmenti’den fürû’ bilgilerini öğrendi.
İbn-i Hatîb Mizze, Muhammed bin İsmâil bin
6) El-A’lâm, cild-3, sh. 161
Enmâtî, İzz-i Harrânî, İbn-i Kastalânî ve daha
birçok âlimden hadîs-i şerîf ilimlerini tahsil edip,
7) Şezerât-üz-zeheb, cild-1, sh. 85
hadîs-i şerîf dinledi.
8) Tam İlmihâl Se’âdet-i Ebediyye, sh. 1074
Hadîs ve fıkıh ilimlerinde zamanının ileri gelen
9) Eshâb-ı Kirâm, sh. 355
KÂDI ZEYNÜDDÎN SÜBKÎ (Abdülkâfî bin Ali)
âlimlerinden oldu. Mekke-i mükerreme, Medîne-i
münevvere ve Kâhire’de hadîs-i şerîf dersleri
verdi. Mahılle’ye kadı ta’yin edildi. Ömrünün
sonuna kadar Mahılle’de kadılık yaptı. Hadîs-i
Hadîs ve Şafiî mezhebi fıkıh âlimi. Künyesi Ebû
şerîf ve fıkıh ilimleri öğretti. Birçok talebe
Muhammed olup ismi, Abdülkâfî bin Ali bin
yetiştirdi. Oğlu Takıyyüddîn Ebû Hasen Sübkî,
Temmâm bin Yûsuf bin Temmâm bin Hâmid bin
torunu ve “Tabakât-üş-Şâfiiyye” yazarı Tâcüddîn
Yahyâ bin Ömer bin Osman bin Ali bin Süvvâr bin
Ebû Nasr Abdülvehhâb Sübkî ve Cemâlüddîn
Süleym bin Esleme’dir. Dedeleri, Peygamber
Esnevî, talebelerinin meşhûrlarından oldu.
efendimizin ( aleyhisselâm ) Eshâbından
(r.anhüm) olmakla şereflenmiş ve Ensâr
(r.anhüm) arasında yer almış Hazrec kabilesi
mensûplarından bir mübârek kimseydi. 659 (m.
1261) yılı civârında Mısır’da Sübk-il-abîd denilen
yerde doğdu. İlimleri ve ilme hizmetleri ile meşhûr
olan Sübkî ailesi arasında yer aldı. Baba ve
dedeleri de büyük âlimlerden idi. Memleketine ve
ailesine nisbetle Sübkî denildi. Hazrecî, Ensârî ve
Mısrî nisbet edildi. Zeynüddîn lakabı verildi. Kâdı
Cemâlüddîn İbrâhim bin Hüseyn Sübkî’nin kızı
Nâsriyye ile evlendi. Hanımı da kendisi gibi ilim
sahibi idi. Oğullarından Ebû Hasen Takıyyüddîn
Sübkî, yüzelliden fazla kitap yazdı. Eserlerinde
İbn-i Teymiyye gibi doğru yoldan ayrılan
Güzel şiirler yazardı. Şiirlerinde zühdü ve
zâhidliği överdi. Şiirlerinin çoğunu, Resûlullaha (
aleyhisselâm ) methiye olarak yazan Zeynüddîn
Sübkî, ömrünü Allahü teâlânın dînine hizmet ve
O’nun rızâsına kavuşmak için harcadı. Bir ânını
boşa geçirmez, Allahü teâlânın emir ve
yasaklarına muhalefet etmezdi. Her ân
ölebileceğim düşünür, son ânını Allahü teâlânın
râzı olacağı bir işle geçirmek için azamî gayret
gösterirdi. Vakitlerinin çoğunu ilim öğrenmek, ilim
öğretmek ve ibâdet etmekle geçirirdi. İnsanlara
sık sık nasihatlerde bulunur, Allahü teâlânın râzı
olacağı şeylerle meşgûl olmalarını tenbîh ederdi.
Rivâyet ettiği bir hadîs-i şerîfte, Resûlullah ( aleyhisselâm )
“Falancanın namazının iskatı için, bedel olarak şunu sana
buyurdu ki: “Kim bir hastanın yanında yedi kerre
verdim” diyerek başka fakire verir. O fakir de, eline alıp “Kabûl
“Es’elüllahelazîme Rabbel-Arşil-azîm en yeşfiyeke” derse, o
etdim” demelidir. Alınca, kendi mülkü olduğunu bilmelidir.
hasta sıhhat ve afiyet bulur.”
Emânet, ödünç gibi alırsa devr kabûl olmaz. Bu ikinci fakir de;
“Aldım, kabûl etdim” dedikden sonra; “Ol vech ile sana verdim”
Bir şiirinde buyurdu ki: “Ey insan! Allahü teâlânın
diyerek üçüncü fakire verir. Böylece namaz, oruç, zekât,
gazâbından rahmetine sığın. Allahü teâlâya sığın.
kurban, sadaka-i fıtr, adak ve kul hakları, hayvan hakları için
O’nun fadlından iste! Muhakkak ki Allahü teâlâya
devr yapmalıdır. Fâsid ve bâtıl alış-veriş de, kul hakları
sığınan kurtulur. Geceyi Allah için ibâdet ve tâatle
içindedir. Yemîn ve oruç keflaretleri için devr yapmak caiz
geçir. Gece Allah için kalk! İbâdetle ihyâ et Bir
değildir.
âyet-i kerîme de olsa Kur’ân-ı kerîm oku! Böyle
yaparsan, Allahü teâlâ tarafından bir nûr seni
Ondan sonra, altınlar hangi fakirde kalırsa, lütfedip, arzusu ve
kaplar. Yüzünü Allahü teâlâ için toprağa sür ve
rızâsı ile, velîye hediye eder. Velî alıp, kabûl etdim der. Eğer,
secdeye var! Allah için eğilen baş azîzdir!”
hediye etmezse, kendi malıdır, zor ile alınmaz. Velî bir miktar
altım veya kâğıd para veya meyyitin eşyasından bu fakirlere
verip, bu sadaka sevâbını da meyyitin rûhuna hediye eder.
1) Tabakât-üş-Şâfiiyye cild-10, sh. 89
2) El-Bidâye ven-nihâye cild-14, sh. 172
3) Ed-Dürer-ül-kâmine cild-2, sh. 396
Borcu olan fakir ve baliğ olmamış çocuk devr yapmağa
katılmamalıdır. Çünkü, borçlunun, eline geçen altınlar ile
borcunu ödemesi farzdır. Bu farzı yapmayıp, altınları meyyitin
keffâreti için yanındaki fakire hediye etmesi caiz olmaz. Devr
kabûl olur ise de, kendisi hiç sevâb kazanamaz. Hattâ günaha
girer.
4) Şezerât-üz-zeheb cild-6, sh. 110
Aynı kitabın kıyâmet alâmetleri kısmında buyuruluyor ki:
Kıyâmet alâmetleri çokdur. Niceleri görünmüştür. Allahü
teâlânın yardımı ile birkaç tanesini bildirelim. Böylece
öğrenilmiş, dünyâ hâli ve insanların durumu anlaşılmış olur.
KÂDI-ZÂDE
Allahü teâlâ Enbiyâ sûresinin 1. âyet-i kerîmesinde meâlen
Anadolu’da yaşayan Osmanlı âlimlerinden. İsmi Ahmed Emîn
buyuruyor ki: “İnsanların hesabları yaklaştı, hâlbuki onlar
bin Abdullah olup, 1133 (m. 1720) târihinde doğdu. 1197 (m.
gaflet içinde olduğundan nasihat ve tâatten kaçınıyorlar.”
1783) senesinde de vefât etti. “Birgivî Vasıyyetnamesi”ni şerh
İmâm-ı Buhârî İbn-i Ömer’den “radıyallahü anhümâ” bildirir
etti. “Birgivî şerhi” ismiyle meşhûr “Ferâid-ül-Fevâid fî beyân-il-
Resûlullah ( aleyhisselâm ) buyurdu ki: “Geçmiş ümmetlerin
Akâid” kitabını yazdı. İkisi de çok kıymetli kitaplardır.
zamanlarına kıyas ile sizin zamanınız, ikindi vaktinden
akşama kadar olan vakit gibidir.” Meselâ bütün ümmetlerin
Ahmed Emîn bin Abdullah, Birgivî Vasiyyetnamesi isimli
kitabın şerhinde; “Meyyit için iskat” bahsinde buyuruyor ki:
İskatta bulunan fakirlerin nisaba mâlik olmaması şartdır.
Meyyitin akrabasından olsa caizdir. Fakire verirken;
“Falancanın şu kadar namazının İskatı için, şunu sana verdim”
demesi lâzımdır. Fakir de; “Kabûl etdim” demelidir ve altınları
alınca, kendinin mülkü olduğunu bilmesi şarttır. Bilmezse,
önceden öğretmelidir. Bu fakir de lütf edip, kendi isteği ile;
ömrü bir gün farz olunsa, ikindi zamanına kadar diğer
ümmetlerin zamanları idi. İkindiden akşama kadar ümmet-i
Muhammed’in zamanıdır. Akşam vakti kıyâmetin
başlangıcıdır. Ertesi sabah kabirden kalkmanın evvelidir.
Kıyâmetin yaklaştığına delîl çokdur. Ba’zıları şunlardır: Cahillik
çok olup, ilim az olmak. Câhiller başa geçip, cahillikleri ile
insanlara hükmetmek. Hâkimlik, müderrislik ve müftîlik gibi
emânetler sahiblerine verilmemek. Âlimlerde zulüm ve fısk
olup, ibâdet edenler câhil olmak. Zararından kurtulmak için,
Ebû Zer’den bildirdiği hadîs-i şerîfte; “Ey Ebû Zer, sabahleyin
insanlara ikram olunmak. Erkek, karısına uyup, anasına-
ilim meclisinde bulunup Kur’ân-ı kerîmden bir âyet-i kerîme
babasına muhalefet ve isyan etmek. Sonra gelenler, önce
öğrenmen, yüz rek’at namaz kılmaktan hayırlıdır. Sabahleyin
gelmiş olanlara câhil ve bir şey bilmezlerdi, demek. Emîn,
gidip üstâddan, din ilimlerinden bir çeşit ilim öğrenmek, onunla
güvenilecek kimseler azalıp, filân mahallede bir emîn kimse
amel olunsun veya olunmasın bin rek’at namaz kılmaktan
var imiş diye söylemek. Filân kimse akıllı ve nâzik kimsedir
hayırlıdır” buyuruldu. Bir çeşit demek, bir mes’elede olsa
dediklerinde, aslında o kimsede zerre kadar îmân
demeği içine alır. Amel olunsun veya olunmasın demek, bu
bulunmamak. Bid’atler çıkıp, sünnet terk olunmak, insanlarda
mes’ele şu anda sana lâzım olsun veya olmasın demektir.
sevgi kalmamak. Doğru söyleyene insanlar kızıp, onu
başlarından koğmağa, işinden ayırmaya çalışmak. Gençler
İlim kadar büyük bir şey yoktur, öğrenmesi ve öğretmesi kadar
fâsık olup, kadınlar işi azıtmak. Emr-i ma’rûf ve nehy-i münker
büyük ibâdet yoktur. Çalışıp, faydalı ilim, sâlih amel ve güzel
terk olunup, günahla emir olunup, iyilikten nehyolunmak. Dîne
ahlâk sahibi olmalıdır. Tirmizî, İbn-i Abbâs’dan bildirdi ki:
âit işler ayıp sayılıp terk olunmak. Günah olan şeyler yapılıp
“Resûlullah ( aleyhisselâm ) bir kimseye nasihat edip buyurdu
âdet olmak. Âlimleri bırakıp, câhillere uymak.
ki: “Beş şeyden önce beş şeyin kıymetini bil. İhtiyârlık
gelmeden önce gençliğin kıymetini bil.” Zîrâ her kemâl
Âhıret yolundakilere vasıyyet: Burada çok önemli vasıyyetler
gençlikte elde edilir, ilim ve amel gibi. Bedenin kuvveti
anlatılır. Şüphesiz hepimiz bu dünyâda misâfiriz. Yolcuyuz,
kemâlde iken, tâat ve ilim kazanılır, ihtiyârlık zamanında
geldik gidiyoruz. Herkes bilir ki, yolcunun azığa ihtiyâcı
zaiflik, hastalık ve dermansızlık bulunduğundan ibâdet için
herkesten daha fazladır. Âhırete âit azık, insan için en önemli
kudreti olmaz, pişmanlıktan başka elinden birşey gelmez.
maksattır. Çünkü gereği ile amel etmek, bütün müslümanlar
“Hastalıktan önce sıhhatinin kıymetini bil.” Sıhhat ve afiyet
için, en önemli ve en lüzumlu şeydir. Kardeşlerime ve
zamanını ni’met bilip, ilmi ve ameli çok yap. Çünkü hastalık
evlâdıma, eshâbıma ve bütün müslümanlara vasıyyetim ve
bunlara mâni olur. “Fakirlikten önce zenginliğin kıymetini bil.”
nasihatim, Allahü teâlânın emrettiği şeyleri yapsınlar.
Malın ile iyilik edip, mal ile ibâdet eyle. Böylece âhırette çok
Üzerlerine farz veya vâcib olanları, uğraşıp yerine getirsinler.
sevâb ve ecir bulursun. “Meşgûliyetten önce, boş vaktinin
Kazaya kalmış namazlarını kılsınlar.
kıymetini bil.” Boş vakitlerinde din ilimlerini öğrenmeğe ve
sâlih ameller etmeğe uğraş. Çoluk-çocuk ve diğer işler seni
İlmihâlini öğrenmek herkese farz-ı ayndır. Çalışıp bunları
meşgûl etmeden önce, ma’rifet ve kemâle ve sâlih amelleri
öğrenmelidir. Öğrendikleri ile amel etmelidir. Ehl-i sünnet
işlemeğe gayret et. Abdullah bin Abbâs’dan ( radıyallahü anh )
mezhebini ve i’tikâd bilgilerini ehlinden öğrenip i’tikâd etmek,
İmâmı Buhârî’nin bildirdiği hadîs-i şerîfte; “İki büyük ni’met
îmânı olan herkese farzdır. Bu ilmi öğrenmelidir. Câhil
vardır ki, onlarda çok kimseler aldanmıştır. O ni’metlerin
kalmamalıdır. Çünkü dînin emirlerine uymayan i’tikâdın zararı
kıymetini bilmezler. Biri beden sıhhati, diğeri boş vakti olduğu
büyüktür. Özellikle zamanımızda bid’atler yayıldı. Ehl-i sünnet
zamandır” buyuruldu. Bu iki ni’met elden çıkınca, bunları ilme
i’tikâdını bilenler azaldı. Cahillik bütün dünyâyı kapladı.
ve amele vermediklerine pişman olurlar. Nitekim diğer bir
Ehl-i sünnete uygun i’tikâd ettikten sonra, kötü huy ve
ahlâklardan sakınacak kadar ilmi, güzel ahlâk ile ahlâklanacak
kadar bilgisi olmak, erkek olsun kadın olsun bütün mü’minlere
farzdır.
İlmi ile amel eden âlimlerin meclisinde bulunsunlar. Böyle
meclislerden ilim öğrenip câhil kalmamalıdır. Şeytanlara
uymamalıdır. Ebû Hüreyre ( radıyallahü anh ) buyurdu ki: “Bir
saat ilim meclisinde bulunup, dîninde lâzım olanları öğrenmek,
bana, Kadr gecesini ihyâ etmekten sevgilidir, İbn-i Mâce’nin
hadîs-i şerîfte; “Cennette bulunanlar, dünyâda iken, ibâdet ve
hayırlı bir iş yapmadıkları zamandan başkasına acımazlar”
buyuruldu. “Ölümden önce hayâtının kıymetini bil.” Hayâtında,
ya’nî hiç fırsat kaçırmadan din ilimlerini öğrenmeğe ve sâlih
amel yapmağa çok gayret et. Zîrâ ölüm gelince, insan din
ilimlerinden ve sâlih ameller işlemekten kesilir. Mü’minin herbir
nefesi öyle kıymetli bir cevherdir ki, onun ile Cennet
derecesine kavuşabilir. Âhıretini düşünen akıllı bir kimse,
herhalde âhıret derecelerine kavuşmağa ve yüksek
mertebelere sâhib olmağa çalışır.
Çocuk Terbiyesi: Oğlanları ve kızları yedi yaşında namaza
talebelerimdir. İnsanlar arasından gelip, dersimde bulunup,
başlatmalıdır. On yaşına girince namaz kılmazsa dövmelidir.
benden ilim öğrenirler. Elimden gelse üzerlerine sinek
Hadîs-i şerîfte; “Evlâdınıza yedi yaşında iken namaz kılmayı
kondurmazdım” Talebesine kibirlenmeden dâima
emrediniz. On yaşında döverek kıldırınız” buyurulmuştur.
yumuşaklıkla muâmele etmelidir. Bir hadîs-i şerîfte, “Rıfk ile
Bunun gibi çocuklarını küçükten ilim meclisine, sâlihlerin
öğretiniz. Sert ve şiddet göstermeyiniz. Rıfk ile öğreten, sert
sohbetine, cömertliğe ve diğer güzel ahlâklara, sâlih amellere
yapandan hayırlıdır” buyuruldu. Bunun gibi, kendinden ilim
alıştırmalıdır. Böylece daha küçükken huy edinirler, alışırlar ve
öğrenenlere dâima nasihat etmeli, dünyâdan soğutup, âhıret
büyüdükleri zaman da, dünyâda müslümanlar tarafından
saadetine yol göstermelidir.
övülür, Allahü teâlâ katında makbûl olup âhırette sa’îd ve
sıddîklarla bulunurlar. Çocuklarını nazlamamalı,
Dâima istiğfar etmelidir. Hadîs-i şerîflerde buyuruldu ki “Her
şımartmamalı, yüzvermemelidir. Ara sıra azarlamalıdır. Çünkü
hastalığın ilâcı vardır. Günah hastalıklarının ilâcı ancak
anne ve baba çocuklarına çok yakınlık gösterirse, her sözlerini
istiğfardır. İstiğfar etmeğe devam edenleri, Allahü teâlâ dünyâ
kabûl, her istediklerini verirse, büyüyünce küstah, bencil ve
belâlarından, gam, üzüntü ve elemlerden kurtarır. Ummadığı
kibirli olur”. Her yerden zevkini elde etmeğe çalışır.
yerlerden rızkını verir ve dâima istiğfar edenler, elbette
kurtulur. Malında bereket olur. Evlâdı çok, rızkı geniş olur.”
Küçük çocuklara süslü elbiseler ve ziynet eşyası ile süs
yapmamalıdır. Çünkü büyüdüğü zaman süslü ve kıymetli
“Elhamdü lillâhi ale’t-tevfîk” sözünü dilinden eksik etmemelidir.
elbise bulamazsa aza kanâat etmek güçlerine gidip, Allahü
Ya’nî bütün hamd ve senalar Allahü teâlâya mahsûstur. Tevfîk
teâlânın ihsân ettiği ni’mete aşağılık gözü ile bakar, küfrân-ı
üzerine ki, bizi îmâna ve İslama muvaffak edip, tâat ve ibâdet
ni’met etmiş olur.
etmeyi bize nasîb eyledi. Fısk ve fücur sahiblerinden etmedi.
Câhillerden eylemedi. “Vestagfirullah min külli taksir” sözüne
Çocuklarını küçükten hocaya verip, hocanın azarlamasını,
de devam etmelidir. Ya’nî her bir günahdan dolayı Allahü
sıkıştırmasını, çocuğu için ni’met ve fayda bilmelidir. Çocukları
teâlâdan mağfiret isterim. Böyle mübârek duâyı dillerden eksik
gücenip, korkup hocadan kaçarlarsa, kızıp tekrar hocaya
etmemelidir. İstiğfarın en büyüğü olan Rabbena âtinâ....yi ve
göndermelidir. Kendi keyiflerine göre hareket ettirmemelidir.
buna benzer duâları çok okumalıdır. Gâfil durmamalıdır.
Çocuklarına uyup, hocaya kızıp, alıp başka hocaya verip,
çocuklarımızı azarlamasınlar şeklinde düşünerek, çocuklarını
Son nefes ve ölüme dâir vasiyyetler: Burada anlatılacak
korur ve hatırlarını gözetirlerse, çocukları büyüyünce haşin ve
mes’eleler, rûhu teslim etmek yaklaşıp, âhırete gitmeye
kibirli olup, hoca ve ilim kıymeti bilmez olurlar. Ara sıra
hazırlananlara ve rûhu teslim ettikten sonra, ölülere âit
azarlamalı, gerekirse dövmeli ve böylece çocuğun tabiatında
vasıyyetler ve emirlerdir. Herkesin bilmesi ve gereği ile amel
bulunan haşinlik, küstaklık ve diğer kötü huyları gidermeğe
etmesi vâcibdir.
gayret etmelidir. Ancak bu yolla tabiatları latif, huyları güzel,
sözleri tatlı, hareketleri hoş, amelleri sâlih ve niyetleri iyilik
olur. Dünyâ ve âhırette, şeref ve izzet, letâfet ve saadet
ni’metlerine kavuşurlar.
Hepimiz bu fâni dünyâda misâfiriz, yolcuyuz. Âhıret
yolcusuyuz. Kimse bu dünyâda kalmaz. Bu dünyâdan çok
kimseler gitti. Adları, nişanları kalmadı. Kimi, sultan olup,
ihtişam içinde yaşayıp, bu memleketler ve ülkeler ve bu
Ana-baba terbiyesinin çocuklara etkisi büyüktür. Çocuklar
saltanat benimdir derdi. Onların da hizmetçileri, malları,
bülûğa erişince evlendirmelidir. Hadîs-i şerîfte; “Sizin kötünüz,
hazîneleri, memleketleri ve mülkü kendilerine fayda vermedi.
bekâr olup evlenmiyeninizdir” buyuruldu. Ne olursa olsun,
Hepsini burada bırakıp, ameli ile gittiler.
çocukları dinin emirlerine uygun terbiye etmelidir.
Bu dünyâda iki kısım akıllılar, iyilikle anılır. Amel defterleri
Bunun gibi muallim, talebesini oğulları gibi terbiye etmeli,
sevâbla dolu olup, her an rûhları rahmet ve mağfiret ile şad ve
korumalıdır. Çünkü onlar da ma’nevî oğullarıdır. Abdullah bin
mesrûr olur. Bir kısmı, dünyâda Allahü teâlânın kullarına ilim
Abbâs (r.anhümâ) buyurdu ki: “İnsanlardan en çok sevdiklerim
öğretirler. Doğru din kitabı yazarlar. Onların rûhları kıyâmete
kadar iyilikle anılır. Sevâblar ile dâima mesrûr olur. Allahü
kerîmeleri okuyup, açıklasınlar. Rahmet ve şefâata âit hadîs-i
teâlâ onlara rahmet eylesin! Bu âlimlerin şeref ve izzeti
şerîfler ve Eshâb-ı Kirâmın “aleyhimürrıdvân” sözlerinden ve
başkalarında yoktur. Çünkü bunların adları kitablarda anılır.
menkıbelerinden anlatıp, îzâh etsinler.
Rûhları a’lâ-i illiyyînde, yüksek makamlarda, peygamberlerin
(aleyhisselâm) meclislerinde bulunur. Onların sohbetlerinin
Hadîs-i şerîfte buyuruldu ki: “Ölüm zamanında Allahü teâlâya
şerefi ile şereflenirler, ilimleri ve yazdıkları kitapları, dünyâda
hüsn-ü zan ederek can veriniz”
kalıp, îmân sahipleri o kitablardan istifâde edip, her iki
dünyânın şeref ve izzetine ve ebedî saadete kavuşurlar.
Cennetin yüksek derecelerine ulaşırlar.
Âlimlerimiz buyurdu ki: “İnsan gençken, sağlamken korkusu
ümidinden çok olmalı, ölüm zamanında ümidi korkusundan
çok olup, Allahü teâlâ küçük-büyük bütün günahlarımı af ve
Bir kısmı da, bu fânî dünyâda iyi evlâd bırakıp, onların iyi
mağfiret eder, diye zan ederek rûhunu teslim eylemelidir. Zikr
duâları ile sevâbları artar. Adları iyilikle anılır, rûhları şad olur.
ile meşgûl olup, başka bir şey aklına getirmemelidir.”
Yahut mal ve paraları ile hayrat ve iyi işler yapar. Câmi,
mescid, medrese ve diğer hayırlı işler gibi işler yapıp giderler.
Hayratları durdukça, sevâbları artar. Rûhları hayır duâlarla
sürûr içinde olur. Adları iyilikle anılır.
Akıllı olanların, bu geçici dünyâda hayırlı bir eser bırakıp,
adlarının iyilikle anılmasını, rûhlarının şad olmasını istemeleri
gerekir.
Bunun gibi, yanımda bulunan dostların, yapmış olduğum
iyilikleri söyleyip; “Senin şöyle şöyle sevâbların vardır. Allahü
teâlâ sana rahmet ve mağfiret eder” desinler.
Eğer üzerinde, Allahü teâlânın ve kulların haklarından bir şey
yok ise, vasıyyet etmek müstehabdır. Varsa vasıyyet vâcibdir.
Acaba zamanımızda hiçbir kimse var mıdır ki, bu iki kısım
hakkı hayatta iken yerine getirmiş ve bütün ömründe sâlih
Hastalığım artınca hatırımı sormağa gelen din kardeşlerim,
ameller yapıp, bu hakların hepsini eda etmiş olsun. Çok
İhlâs sûresini okumayı bana hatırlatsın, telkin etsinler. Hadîs-i
kimseler vardır ki, âhırete giderken, dîne uygun olmayan
şerîflerde buyuruldu ki: “Ölüm hastalığında İhlâs sûresini
şekilde vasıyyet edip günah işliyerek can verir. Dîne uygun
okuyan, mezarda fitne görmez. Kabir sıkmasından emîn olur.
vasıyyetler, burada anlatılanlardır. Hadîs-i şerîflerde geldi ki:
Melekler onu, elleri ile getirip sırattan Cennete götürürler.”
“Bir mü’minin vasiyetsiz iki gece geçirmesi helâl değildir.” Dîne
Bunun gibi, “Yâ Rabbî! ölümün sekerâtı ve zorlukları için bana
uygun vasıyyet edip, can veren millet-i Muhammediyye,
yardım et” hadîs-i şerîfini telkin etsinler. Resûlullah (
sünnet-i nebeviyye üzerine can verip, saâdet-i ebediyyeye ve
aleyhisselâm ) dünyâdan Cennete gidecekleri zaman böyle
Muhammed aleyhisselâmın şefaatine kavuşur. Vasıyyetsiz
duâ ettiler.
giderse, Allah korusun, günah üzere can verip, rûhlar
âleminde konuşmasına izin verilmez.
Mü’minlerin annesi hazret-i Âişe ( radıyallahü anha ) buyurdu
ki: “O esnada, Resûlullahın ( aleyhisselâm ) yanında bir tas su
Kelime-i şehâdeti telkin etsinler. Sünnet olan esas telkin
koydular. Suyu alıp, yüzüne sürerdi ve şöyle duâ ederdi. “Yâ
budur. Hadîs-i şerîflerde; “Ölümü yaklaşanlarınıza Kelime-i
Rabbî! Beni mağfiret et, bana acı ve beni refîk-i a’lâya ulaştır.”
şehâdet telkin ediniz, hatırlatınız” buyuruldu. “Yanımda
Bu duâ O’nun ( aleyhisselâm ) son duâsı oldu. Önceleri
işitecek kadar söyleyip; “La ilahe illallah Muhammedün
âhırete kolaylıkla gidenlere gıbta ederdim. Resûlullahın (
resûlullah, Eşhedü en lâ ilahe illallahü vahdehû lâ şerikeleh ve
aleyhisselâm ) vefâtını görünce, kolay gidenlere gıbta
eşhedü enne Muhammeden abdühû ve resûlüh” desinler.”
etmedim.”
Kelime-i şehâdeti söyle diye zorlamasınlar. Bir kere olsun
dersem, ne güzel! Demezsem o sekerât ve ağır zamanda
Allahü teâlânın rahmetini ve recâya âit âyet-i kerîme ve hadîs-i
söylemek için ısrar etmesinler. Zîrâ sağlam iken her zaman
şerîfleri hatırlatsınlar. Meselâ; “Allahü teâlânın rahmetinden
söylediğim Kelime-i şehâdet yeter, ölüm ânı, diğer zamanlara
ümidinizi kesmeyin. O bütün günahları mağfiret eder. Elbette
benzemez. O zaman insan neler görür. Ne ağrılar, ne acılar
ki O, mağfiret ve merhamet edicidir” âyetleri gibi âyet-i
çeker. Ölüm acısı, bin kılıç darbesinden, ya’nî yarasından
bildirdiği hadîs-i şerîfte; “Can alıcı melek kendisine geldiği
acıdır.
zaman abdestli bulunan kimse, şehîdlik mertebesine kavuşur”
buyuruldu.
Kelime-i tevhîdi söyledikten sonra, başka şey konuşursam
yeniden Kelime-i tevhîdi telkin etsinler. Söylemezsem o da
Kıbleye döndürüp, sağ tarafıma yatırsınlar. Çünkü melekler o
yetişir. Böylece son sözüm Kelime-i tevhîd olsun. Nitekim
taraftan gelirler. Yanımda güzel kokulu buhur yaksınlar,
hadîs-i şerîfte; “Bir kimsenin son sözü; “Lâ ilahe illallah” olsa,
yüzümün kıbleye karşı olması ve sağ tarafıma yatmam
Cennete girer” ve “Can verirken bir mü’min “La ilahe illallah”
sünnettir. Çünkü mezarda böyle yatacağım. Sonra gelen
derse, canı rahat bulur, yüzü nurlu olur. Can verme acısını
büyük âlimler buyurdu ki: “Arkası üzerine yatıp, ayakları
duymaz. Kendine neş’e ve sürûr verdiren rahmet meleklerini
kıbleye doğru uzatıp, başı biraz yüksek olmalıdır. Başının
görür. Âhırette ona nûr olur” buyuruldu.
yüksek olması yüzünün kıbleye gelmesi içindir. Bu da caizdir
ve can vermek bu şekilde daha kolay olur.”
Yanımda bulunan dostlarım, din kardeşlerim, kalb ve dilleri ile
bana iyi duâ edip, saadet ve imânla gitmem için Allahü teâlâya
Yâsîn sûresini okusunlar. Şerhi’s-sudûr kitabının, ölüm
yalvarsınlar. Yaptıkları bu duâya, orada bulunan melekler;
hastalığı kısmında yazıyor ki “Resûlullah; “Ölüm hâlinde
“Amîn!” derler. Bu zaman duâ ve yalvarma zamanıdır. Boş
olanların yanında Yasin okuyunuz” buyurdu.
oturmağa ve durmağa gelmez. Yanımda dünyâ işlerinden
konuşmasınlar. Hep Allahü teâlânın rahmetinin genişliğinden
Ölürken yanıma kadın ve çocuk koymasınlar. Ağlayıp, inleyip
ve mağfiretinin bolluğundan, Resûlullahın ( aleyhisselâm )
feryâd etmesinler. Sâlih din kardeşlerim yanımda bulunsunlar.
şefaatinin çokluğundan konuşsunlar. “Şefaatim, ümmetimden
Kalbleriyle teveccüh edip, bu fakir için selâmet, îmânla gitmek
büyük günahlılar içindir” hadîs-i şerîfi gibi.
ve şeytanın şerrinden kurtulmamı dilesinler. Allahü teâlâ
hepimizi şeytanın şerrinden emîn edip, îmân ve İslâm,
Tövbe etmeyi hatırlatsınlar, istiğfar etmeyi de söylesinler. Zîrâ
selâmet ve saadet ile can vermemizi nasîb etsin. Yâ Rabbi!
hadîs-i şerîfte buyuruldu ki: “Allahü teâlâ, can boğaza
Bu duâyı, peygamberlerin efendisi olan Habîbi’nin (
varıncaya kadar, mü’minin tövbesini kabûl eder.” Yanımda;
aleyhisselâm ) hürmetine kabûl eyle, âmin!”
“Bütün günahlara tövbe ettim, pişman oldum, Allahü teâlâya
sığındım, estagfirullahel azîm” desinler. Belki ben de onlara
Rûhum kabzolunca gözlerimi kapayıp, çenemi bağlasınlar.
katılır, tövbe ve istiğfar ederim.
Çünkü müstehabdır. Bir kaba buhur koyup, üç, beş veya yedi
kere etrâfımda döndürsünler, ölüye ikram ve kötü kokuları
Bedenimi temizlemeyi başımı kazımayı, koltuk ve kasık
gidermek için yapılması müstehabdır. Lütfedip güzel
kıllarımı yolmayı ve traş etmeyi, bıyık kırkmayı, sakalım traş
kokulardan kullansınlar.
olmuşsa, koyuvermeyi, tırnak kesmeyi ve diğer sünnet olan
şeyleri hatırlatsınlar. Çünkü bunlar hayatta iken olur. Öldükten
Burada bir miktar nasihat etmek, bilgi vermek icâb ediyor. Can
sonra yapılmaz. Mü’minlerin sağlığında süsleri olup, öldükten
verme ve rûha âit bilgileri tefsîr ve hadîs kitablarını
sonra bunlara ihtiyâç yoktur.
okuyamıyan din kardeşlerim, bu bilgilerden mahrûm
kalmasınlar. Âhıret için çalışıp, dünyâya bakıp aldanmasınlar.
Mümkünse gusl ettirsinler, değilse abdest aldırsınlar. Bu da
İlmihâllerini, güzel ahlâkı, sâlih amelleri ve diğer iyi işleri
mümkün olmazsa teyemmüm ettirsinler. Şerhi’s-sudûr
yapmağa çalışsınlar. Burada anlatılan hadîs-i şerîfler ve diğer
kitabında, ölüm hastalığı zamanında söylemesi faydalı olan
bilgiler Şerhi’s-sudûr kitabından alınmıştır.
sözler kısmında diyor ki: “İmâm-ı Mücâhid ( radıyallahü anh )
buyurdu ki: “İbn-i Abbâs ( radıyallahü anh ) bana nasihat edip;
Aklı olan herkes, her canlının öleceğini bilir, ölüme hiçbir çâre
“Sakın abdestsiz uykuya yatma. Zîrâ rûhlar hangi hâlde
ve ilâç olmaz. Nitekim şiirde şöyle denilmiştir: “Doktorlara ne
alınırsa, kıyâmet günü o hâlde dirilir” buyurdu. Yine aynı
oldu ki, hastaların hastalıklarına ilâç edip sıhhatine sebeb
kitabda şöyle anlatılır: “Hazret-i Enes’den İmâm-ı Taberânî’nin
olduğu hastalıktan kendileri can verirler, ilâç veren doktorlar,
iyileşen hastalar, uzak memleketlerden ilaçları getiren
Yine aynı kısımda, Nevâdir-ül-Usûl’de bildirir ki: Selmân-ı
tüccârlar, eczacılar ve ilâç satın alanlar, ölüme çare
Fârisî’nin ( radıyallahü anh ) bildirdiği hadîs-i şerîfte; “Ölüm
bulamayıp, canlarını verdiler.”
hâlinde olanın üç şeyine bakınız ve dikkat ediniz: Alnı ve
yanakları terlerse, gözlerinden yaş akarsa ve burun delikleri
Dünyâda hükümdâr olup hesâbsız hazînelere, askerlere, nice
şişip açılırsa, ona Allahü teâlânın rahmeti inmiştir. Genç deve
memleketlere ve bütün cihâna hükmedenlerin hiçbiri ölüme
gibi harlarsa, yüzünün rengi çok solarsa ve ağzının yanları
çâre bulamayıp, sonunda can vermişler, mezârları bile
köpürürse, ona Allahü teâlâdan azâb inmiştir” buyuruldu.
unutulmuştur. Aklı olan bunların hâllerinden ibret alıp, her
çeşit tâat, ibâdet ve iyi işler ile meşgûl olur, çok yapmağa
Aynı kitabda, can almağa gelen melekleri ve hâllerini kısaca
çalışır. Dünyânın geçici süsüne aldanmaz, onu istemez.
anlattığı yerde yazıyor ki: Câbir bin Abdullah buyurdu ki: Bir
kimse Resûlullaha ( aleyhisselâm ) Allahü teâlânın, Yûnus
Şerhi’s-sudûr kitabının, ölüm korkutucusu bölümünde şöyle
sûresi 64. âyet-i kerîmesinde buyurulan;
yazılıdır Peygamberlerden “aleyhimüsselâm” biri, Melekü’lmevt’e ya’nî can alıcı meleğe; “Senin haber vericilerin var
“Dünyâda ve âhırette onlar için müjde vardır” meâlindeki
mıdır? insanlar senin geleceğini onlarla anlasınlar,
müjdeyi sordu. Resûlullah ( aleyhisselâm ) buyurdu ki:
günahlardan sakınıp, ölümden korksunlar” dedi. Melekü’l-mevt
“Dünyâdaki müjde, mü’minlerin güzel rü’yâlar görmesi ve buna
dedi ki: “Benim çok habercilerim vardır. Bütün hastalıklar ve
sevinmeleri, âhıretteki müjde, ölüm zamanında kendisine;
ağrılar ve ihtiyârlık benim habercilerimdir. Bir kimse bunlardan
“Allahü teâlâ seni mağfiret etti ve seni mezara kadar
ibret almazsa, tövbekâr olmazsa, ona geldiğim zaman; “Sana
götürenleri de mağfiret etti diye verilen müjdedir.” İmâm-ı
birbiri arkasından haberciler gelmedi mi? Niçin uyanmadın?
Mücâhid, Allahü teâlânın Fussilet sûresi 30. âyet-i
Ben bir haberciyim ki, benden sonra sana haberci gelmez”
kerîmesinde meâlen; “Rabbimiz Allahü teâlâdır deyip, sonra
derim.”
istikamet üzere olurlar” bildirilen müjdeyi, ölüm hâlinde olan
müjde diye tefsîr etmiştir.
Aynı kitapta, son nefeste îmânla gitmenin alâmetleri kısmında
diyor ki: “Enes’den ( radıyallahü anh ) İmâm-ı Tirmizî ve
İmâm-ı Süfyân buyurdu ki: “Îmân sahibi olanlara üç yerde
Hâkim’in bildirdikleri hadîs-i şerîfte; “Allahü teâlâ bir kuluna
müjde olunur. Ölürken, kabrinden kalkarken ve büyük korku
iyilik yapmak isterse, onu, meşgûl eder” buyuruldu. Ne şekilde
zamanındadır.” Bunun gibi müjdeye âit hadîs-i şerîfler çoktur.
meşgûl eder diye sorulunca; “Ölmeden önce sâlih ameller
Hadîs-i şerîfde; “Melekü’l-mevt mü’minin canını almaya geldiği
yapmayı tevfîk eder” buyurdu.
zaman, Rabbin sana selâm etti diye haber verir” buyurdu.
Nitekim İbn-i Mes’ûd’dan böyle bildirilmiştir. İbn-i Ebî Şeybe,
Ölüm hâli kısmında der ki: Allahü teâlâ şöyle buyurdu: “Ben bir
İbn-i Ebî Hatim, İbn-i Ebiddünyâ ve Hâkim de bu hadîs-i şerîfe
kuluma âhırette rahmet etmek dilesem, onun günahlarının
sahihdir dediler.
cezasını ona dünyâda çektiririm. Bedenine hastalık, çolukçocuğuna musibet, veririm. Rızkını ve geçimini dar ederim.
Bunun gibi, İbn-i Mübârek ve İmâm-ı Beyhekî “Şu’ab-ül-Îmân”
Bundan sonra yine günahları kalırsa, ölümü ona şiddetli ve zor
kitabında, Ebü’ş-Şeyh “Azme” kitabında, Ebü’l-Kâsım bin
ederim. Böylece âhırete günahsız olarak gelip, rahmetime ve
Mende, “Ahval” kitabında, Muhammed bin Kâb-ı Kurazî’den
yüksek derecelere kavuşur. İzzetime yemîn ederim ki, bir
bildirdiler. Buyurdu ki: Mü’minin canı, hulkuma ya’nî boğazına
kuluma azâb etmeyi dilesem, onun iyiliklerinin karşılığını
toplandığı zaman, Melekül-mevt ona selâm verip; “Esselâmü
dünyâda veririm. Bedenini sağlam, rızkını ve geçimini geniş
aleyke yâ veliyyallah, Allahü teâlâ sana selâm ediyor” der.
ederim. Çoluk-çocuğuna emniyet ve rahat veririm. Bundan
Burada anlatılanları bulmak istiyen Şerh-i’s-sudûr gibi hadîs
sonra yine iyiliği kalırsa, ölümü ona kolay ederim. Böylece
kitablarına baksın.
bütün iyiliklerinin karşılığını görüp, âhırete sevâbsız gelir ve
yeri Cehennem olur.”
Allahü teâlânın sevgili kullarına ölüm safadır. Çünkü rahat,
ta’zim ile yakınlık gösterirler. Her gökte bu şekilde ikram
rahmet, çeşitli kerâmetler, ikramlar, mübârek makamlar,
görüp, yedinci kat göğe varırlar. Melekler onu Allahü teâlâya
sa’îdlerin, iyilerin rûhları ile görüşmek ölümden sonra olur.
arzederler. Allahü teâlâ buyurur ki: “Bu kulumun adını îmân
sahiblerinin defterine ve Cennete gireceklerin dîvânına
Ölürken, arkadaşları, dostları ve bulunduğu meclisler ona
yazınız. İlliyyîndeki kitaba kaydediniz ve yere indirip cesedi
görünür. İlim meclislerinde bulunup, âlimlerle arkadaş olmuş
yanına götürünüz. Çünkü ben kullarımı topraktan yarattım.
ise, o anda ona süslü ilim meclisleri ve âlimler görünür. Aşağı,
Yine toprağa koyarım. Tekrar topraktan çıkarıp mahşere
kötü kimseler ile arkadaş olup, çirkin toplantılarda
götürürüm.” Sonra melekler, hemen rûhu cesedine getirirler.
bulunmuşsa, öyle aşağı ve çirkin yerler ve şeytanlar görünür.
Münker ve nekir gelip: Rabbin kimdir?” derler. O da; “Allahtır”
Kirâmen kâtibîn melekleri ona görünür. O kimse, iyi yerlere
der. “Dînin nedir?” derler “İslâm dînidir” der. “Âhır zamanda
gidip iyi ve faydalı sözler dinlemiş ise, yanında bulunan
gelip, İslâm dînini getiren, kendisine, gökten Kur’ân-ı kerîm
Hafaza melekleri derler ki: “Allahü teâlâ sana rahmet etsin.
inen Peygambere i’tikâdın nasıldır? derler. “O peygamber,
Senden râzı olsun. Seninle beraber iyi meclislerde bulunduk.
Allahü teâlânın resûlüdür. Ben ona îmân ettim” der. “Nereden
İyi sözler dinledik. Çok defa ilim ve amel meclislerine gider,
bildin?” derler. “Kur’ân-ı kerîm okudum, inandım, tasdik ettim”
bizi iyi yerlere götürürdün. Biz senden hoşnut idik. Allahü teâlâ
der. Sonra bir ses; “Bu mü’min doğru söyledi, sâdıktır.
da senden râzı olsun.” O kimse, günah olan toplantılara gidip,
Cennetten ona sündüs ve istebrak döşekleri getirin, Cennet
kötü sözler dinlemiş ve söylemiş ise, Hafaza melekleri ölüm
kaftanları giydirin ve Cennet tarafına doğru yüksek bir kapı
zamanında ona; “Allahü teâlâ senden râzı olmasın. Biz
açın” der. Ona Cennetten kapı açılır. Güzel kokular ve
senden eziyet çekerdik. Hayli zamandır ki, bizi kötü
rahmetler gelip kabri gözün gördüğü kadar büyük olup, içi
toplantılara götürür, kötü sözler dinletirdin. Allahü teâlâ sana
rahmet, güzel koku ve nûr ile dolar. Bahçeler ve köşkler
iyilik vermesin. Şimdi ömrün tamam olup senden kurtulduk”
görünür. Yüzleri güzel, elbiseleri güzel kimseler gelip, güzel
derler.
arkadaş olurlar. “Siz kimsiniz?” diye onlara sorar. “Biz, senin
İbn-i Mâce, Ebû Mûsâ’dan bildirdi. O da diyor ki
“Resûlullahdan ( aleyhisselâm ) insan ne zaman yanında
olanları bilmez, tanımaz?” diye sordum. Buyurdu ki: “Melekü’lmevt ve diğer melekleri gördüğü zaman, dünyâ halkı onun
gözünden kaybolur.”
Bir mü’min dünyâdan ayrılıp, âhırete yöneldiği zaman, ona
gökten beşyüz kadar rahmet melekleri gelir. Yüzleri beyaz,
güneş gibi nurlu. Yanlarında Cennet ipeklerinden ipekler
vardır. Cennet kokularından kokular vardır. Gelip, o mü’minin
etrâfında tam bir edeble otururlar. Sonra can alıcı melek gelip,
başucuna oturur ve der ki: “Ey mutmainne olan nefs, Allahü
teâlânın mağfiret ve rızâsına gel. Bedenden çık. Allahü teâlâ
senden râzı, sen de ândan râzı olduğun hâlde Cennete ve
saâdet-i ebediyyeye kavuş” (Fecr 27-30 meâlindeki âyet-i
kerîmeler). Rûh bu müjdeyi işitince, kolaylıkla bedenden çıkar.
Melekler onu tutar ve beyaz ipeği ona giydirirler. Cennet
kokusu sürüp, miskten daha güzel kokar. Melekler onu alıp,
göğe doğru götürürler. Hangi melek topluluğuna uğrasalar
hepsi yakınlık gösterip, güzel eda ile konuşurlar. Dünyâ
göğüne varınca, gök kapısı açılır. Melekler ona ikram edip,
hâlis olarak sevip işlediğin sâlih amelleriniz” derler. Âlimlerin
ilmi kabrinde nûr olur. Her tarafından gözün görebildiği kadar
aydınlanır. Yâ Rabbî! Bu büyük saadet ve kurtuluşu, bu büyük
izzet ve şerefi bize ihsân eyle. Kabrimizi geniş ve nurlu eyle.
Sâlih amellerimizi bize iyi arkadaş eyle. Çünkü sen,
veliyyüttevfîk ve ni’merrefîksin! Amîn!
Bir kâfirin dünyâdan ayrılıp, âhıret yolculuğuna çıkma zamanı
geldiğinde, ona gökten azâb melekleri gelir. Siyah ve
heybetlidirler. Ağızlarından ve burunlarından ateşler çıkar.
Yanlarında eski çul parçaları vardır. Rûhunu ona sararlar.
Melekler, o kâfirin etrâfını sarıp dururlar. Sonra can alıcı melek
gelir. “Ey habîs nefs! Şimdi cesedinden çık. Allahü teâlânın
gazâbına ve azâbına ulaş!” deyip, yüzüne ve arkasına
vurarak, gayet eziyet ve şiddetle dışarı çıkarıp, o çul
parçasına sarıp, murdar leş gibi, kokarak göğe doğru getirir.
Rastladıkları bütün melekler; “Bu murdar habîs rûh kimindir?
derler. Alan melekler filân kâfirin oğlunun rûhudur deyip, kötü
isimle haber verirler. Onlar da la’net ederler. Dünyâ göğüne
varıp kapıyı çalınca, kapı açılmaz. Allahü teâlâ buyurur ki:
“Bu kimse kâfirdir. Adını kâfirler ve Cehennemlikler defterine
Osmanlılar zamanında Edirne’de yetişen Hanefî mezhebi fıkıh
yazınız.” Rûhunu siccîne doğru öyle şiddetli atarlar ki, yedi kat
âlimlerinden. Osmanlı şeyhülislâmlarının onaltıncısıdır. İsmi,
yerin dibine iner. Sonra rûhunu cesedine getirirler. Münker ve
Ahmed bin Mahmud el-Edirnevî er-Rûmî olup, lakabı
Nekir gelip; “Rabbin kimdir?” derler. O ise şaşırıp; “Bilmem”
Şemseddîn’dir. Kâdı-zâde diye tanınır. 918 (m. 1512)
der. “Dînin nedir?” derler. “Bilmem” der. “Âhır zamanda
senesinde dünyâya geldi. 988 (m. 1580) senesinde Rebî’ul-
gönderilen Peygamber kimdir? O’na i’tikâdın nasıldır?” derler.
âhır ayında İstanbul’da, Fâtih’de vefât etti. Kabri, Fâtih Câmii
“Bilmem” der. Onlar da ona, çeşit çeşit azâb ederler. Gökten
yakınında bulunan Küçük Karaman’daki çeşmesi yanındadır.
bir ses; “O kâfirin kabrine, Cehennem ateşi getirip doldurun,
Babası Bedrüddîn Mahmud Efendi de âlim bir zât idi.
ona Cehennemden bir kapı açın” der. Cehennemin harareti ve
ateşi ona hücum edip, kabri ateş dolar. Orada azâb içinde
İlim tahsiline Edirne’de İshak Çelebi’nin huzûrunda başlayan
olur. Kabir daralıp, kaburga kemikleri birbirine geçer. Yanına
Kâdı-zâde, yine Edirne’de bulunan Üçşerefeli medreselerinde,
çirkin ve siyah kimseler gelip, kendileri ve elbiseleri pislikten
o zamanın meşhûr âlimlerinden olan Şeyhülislâm Çivizâde
ve leşten fenâ kokar. Onun arkadaşı olup; “Biz senin işlediğin
Muhammed Muhyiddîn Efendi’den okudu. Bundan sonra
kötü amelleriniz” derler. Nefslerimizin kötülüğünden,
İstanbul’da Sahn-ı semân medreselerinde, insanların ve
amellerimizdeki günahlardan ve kabirde korkmakdan Allahü
cinnîlerin müftîsi, Onüçüncü Şeyhülislâm Ahmed bin Mustafa
teâlâya sığınırız.
Ebüssü’ûd Efendi hazretlerinin derslerine devam etti. Ayrıca
Sa’dî Çelebi ve Mevlânâ Kadri (veya Kadirî) Efendi gibi
Hadîs-i şerîfte buyuruldu ki: “Herkesin gökte iki kapısı vardır.
zâtlardan da ders aldı. Böylece asrının en büyük âlimlerinden
Birinden rızkı iner. Diğerinden iyi ameli yukarı çıkar. Ölünce o
ders ve feyz alarak kemâle gelip, zamanının önde gelen
kapılar kapanır.” Bir mü’min ölünce, namaz kıldığı ve secde
âlimlerinden oldu.
ettiği yerler birbirine seslenip; “Filân mü’min vefât etmiş” deyip
ağlarlar. Gök de ağlar. Secde ettiği yerler de ağlar. Yer der ki:
Kâdı-zâde Ahmed Efendi, ilk olarak Bursa’da Ferhâdiyye
“Benim üzerimde bu mü’min iyilik ve tâat ederdi. “Gök der ki:
Medresesi’ne müderris oldu. Bundan sonra Veliyyüddîn oğlu
“Bu mü’minin tâati benden çıkardı.” ibâdet ettiği yerler,
Ahmed Paşa Medresesi’nde vazîfe aldı. Sonra yine Bursa’da
kıyâmet günü hüsn-ü hâline şâhidlik yaparlar.
bulunan Kaplıca Medresesi ve daha sonra da İstanbul’da Atîk
Ali Paşa Medresesi’nde ders okuttu. 963 (m. 1555) senesi
Bir mü’min can verince, diğer mü’minlerin rûhları ona gelip,
Safer ayında Haleb kadısı oldu. 967 (m. 1559) senesi Zilka’de
tanıdıklarından, dostlarından suâl ederler. “Filân kimse
ayında müfettişlik me’mûriyeti verildi. 971 (m. 1563) Rebî’ul-
nasıldır?” derler. Çocuklarından, evlerinden sorarlar.
evvel ayında İstanbul kadısı ve 974 (m. 1566) Rebî’ul-âhır
ayında Rumeli kadıaskeri oldu. Bu sırada Sadr-ı a’zam
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
1) Tam İlmihâl Se’âdet-i Ebediyye sh. 941, 1027
2) Birgivî Vasiyyetnamesi
3) Esmâ-ül-müellifîn cild-1, sh. 179
4) Mu’cem-ül-müellifîn cild-1, sh. 288
Mehmed Paşa ile aralarında meydana gelen bir soğukluk
sebebiyle Edirne’ye gitti. Orada Dâr-ül-hadîs medreselerinde
ders vermekle meşgûl iken, oğlu Kâdı Abdürrahmân
Çelebi’nin vefât etmesi üzerine İstanbul’a geldi.
O sırada tahta geçmiş olan Sultan Üçüncü Mürâd Hân’ın
iltifâtına kavuşan Kâdı-zâde, Pâdişâh tarafından hatırı hoş
edilerek, 983 (m. 1575) senesi Safer ayında Süleymâniye Dârül-hadîs’ine nakledildi. Burada vazîfeye başladı. Aynı sene,
kendisine tekrar Rumeli kadıaskerliği vazîfesi verildi. 985 (m.
1577) senesi Şa’bân ayının beşinci günü Hamîd Efendi’nin
vefâtıyla Şeyhülislâm oldu. O yüksek ve mübârek makamda
KÂDI-ZÂDE (Şemseddîn Ahmed)
fetvâ vermek vazîfesini hakkıyla îfâ edip, herkesin hürmet,
takdîr ve tebrikini kazandı.
988 (m. 1580) senesi Rebî’ul-âhır ayının onbirinci günü olan
şöyledir: 1) Netâic-ül-efkâr fî keşf-ir-rümûz vel-esrâr Bu kitap,
Çarşamba günü rûhunu cenâb-ı Hakka teslim edip, Fâtih
İbn-i Hümâm hazretlerinin “Feth-ül-kadîr” isimli meşhûr
Câmii yakınında bulunan Küçük Karaman’da yaptırmış olduğu
eserine tekmiledir. Feth-ül-kadîr, vekâlet bahsine kadar olup,
çeşmenin yanında defn olundu. Yaşı yetmişi aşmış idi. Onun
sonra tekmile başlamaktadır. Bu eser sekiz cild olarak 1318
vefâtından sonra Ma’lûl-zâde Nakîb Mehmed Efendi
(m. 1900)’de Mısır’da basılmış ve 1388 (m. 1968)’de Beyrut’ta
şeyhülislâm oldu.
Fotokopisi yapılmıştır. 2) Ta’lîkâtün alet-telvîh: Sa’düddîn-i
Teftâzânî’nin Tenkîh-ül-usûl şerhine ta’lîkdir. 3) Şerh-uş-şerîfi
Birçok üstün ve güzel sıfatları kendinde toplamış olan, çok
li miftâh-ıl-ulûm lis-Sekkâkî, 4) Hâşiyetün alâ tecrid-il-kelâm, 5)
yüksek bir zât idi. İyilik, ihsân sahibi olan cömerdler kâfilesinin
Şerhu hidâyet-ül-hıkme lil-Ebherî, 6) Hâşiyetün alâ evâili Sadr-
ferdi idi. İlmi o kadar çok idi ki, âlimler, onun geçmiş büyük
üş-şerî’a, 7) Ta’lîkâtün alel-Mevâkıf, 8) Hâşiye-i Beydâvî.
âlimlere hayırlı bir halef, iyi bir vekîl olduğunu söylemişlerdir.
Aklı ve zihni pek kuvvetli idi. Bir ân boş durmazdı. Fazilet ve
kemâlâtta, mükemmel idi. Hükmünde çok âdil idi. Zâlimin
hasmı, mazlûmun hâmisi (koruyucusu) idi. Edebi ve zekâsı
pekçok idi. Heybetli, vakûr, ağırbaşlı ve sâlih bir zât idi. Her
türlü taşkınlıktan uzak idi.
Allah rızâsı için çok çalışıp, çok eser bıraktı. Çukur Hamam
yakınında bulunan evinin karşısında yaptırdığı câmisi ve Dârül-kurrâ’sı vardır. Edirne’de babasının yaptırmış olduğu câmiyi
genişletip ta’mir ettirdi. Câminin gelirlerini de genişletip
1) Mu’cem-ül-müellifîn cild-2, sh. 171
2) El-A’lâm cild-1, sh. 254
3) Şezerât-üz-zeheb cild-8, sh. 414
4) Kâmûs-ül-A’lâm cild-5, sh. 3539
5) Şakâyık-ı Nu’mâniyye zeyli (Atâî) sh. 259
çoğalttı.
6) Esmâ-ül-müellifîn cild-1, sh. 148
Takvâsı, haramlardan sakınıp, dînimizin emirlerine tam
uyması o derece idi ki, şeksiz ve şüphesiz olarak, yaptığı her
7) İzâh-ül-meknûn cild-2, sh. 620, 721
iş cenâb-ı Hakkın kelâmına, emrine uygun olurdu. Ya’nî
yaptığı işin, dînimizin emrine uygun olmasında son derece titiz
8) Ikd-ül-manzûm cild-2, sh. 387
ve gayretli idi. Doğruyu söylemekten, en tehlikeli ve nâzik
anlarda bile vazîfesini hakkıyle îfâ etmekten, adâlete uygun
hüküm vermekten çekinmezdi. Ferman ve emirlerden,
dinimizce mahzurlu bulduklarını iptal ettirip geri bıraktırdığı
çok olmuştur.
İki sene yedi ay ve sekiz gün devam eden şeyhülislâmlığı
9) Rehber Ansiklopedisi cild-9, sh. 118
10) Tam İlmihâl Se’âdet-i Ebediyye sh. 1027
11) Devhat-ül-meşâyıh sh. 28
12) Keşf-üz-zünûn sh. 348, 498, 1766 2022 2030, 2034
müddetince ve başka vazîfelerinde, görevini hiç aksatmadan
ve en ince teferruatına kadar tam olarak yaptı. Zâten yüksek
olan ilmiye mesleğinin, ilim erbâbının i’tibârının daha da
yükselmesine vesile olup, İslâmiyete uygun olmayan ba’zı
hâllerin halk arasında yayılmasına, verdiği fetvâlar ile mâni
oldu.
KÂDI-ZÂDE MEHMED TÂHİR EFENDİ
Vazifelerinin ağırlığı ve meşgûliyetlerinin çokluğuna rağmen,
birçok kıymetli eser de te’lîf etmiş olan Kâdı-zâde
Osmanlı âlimlerinden. Yüzdördüncü Osmanlı şeyhülislâmıdır.
hazretlerinin, bu değerli eserlerinden ba’zılarının isimleri
Osmanlı târihinde “Vak’a-i Hayriyye” diye bilinen yeniçeri
ocağının kaldırılmasına dâir fetvâyı veren şeyhülislâmdır. İsmi
edebiyata karşı meraklı idi. Cömert ve hayır hasenat yapmayı
Mehmed Tâhir olup, Tokatlı Kâdı Ömer Efendi’nin oğludur. Bu
severdi. Altımermer civarında bir dergâh bina ettirmişti.
sebeple “Kâdı-zâde” diye şöhret bulmuştur. 1160 (m. 1747)
senesinde Tokat’ta doğdu. 1254 (m. 1838) senesinde
Kâdı-zâde Mehmed Tâhir Efendi’nin eserleri şunlardır: 1-
İstanbul’da vefât etti. Eyyûb Sultan civarında, Bostan İskelesi
Mecmûat-ül-fetâvâ, 2- Şerh-i Kelimet-üt-tevhîd, 3-Oniki tarîk
yakınına defnedildi.
üzere yazılmış Nûriyye risalesi, 4- Tefsîr-i Sûre-i İhlâs, 5Talâk hakkında bir risalesi vardır.
Küçük yaşından i’tibâren tahsile yönelip, ilk tahsilini
babasından aldı. Daha sonra İstanbul’a gelip, zamanın
meşhûr âlimlerinden aklî ve naklî ilimleri öğrendi. 1196 (m.
1782) senesinde girdiği imtihanda üstün başarı göstererek,
müderrislik rüûsunu (diplomasını) kazandı. Kâdılık mesleğini
tercih ederek, Anadolu ve Rumeli’nin birçok illerinde kadılık
yaptı. İnsanlara Allahü teâlânın emir ve yasaklarını anlatarak,
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
1) Devhat-ül-meşâyıh sh. 128
2) İlmiye salnamesi sh. 587
3) Kâmûs-ül-a’lâm cild-5, sh. 3540
onların din ve dünya saadetine vesîle oldu. 1233 (m. 1818)
senesinde İstanbul kadılığına getirildi. 1240 (m. 1824)
4) Rehber Ansiklopedisi cild-9, sh. 118
senesinde Anadolu kadı-askeri oldu. Bu arada Rumeli
payesine de nail olup, 1241 (m. 1825) senesinde Mekkî-zâde
Mustafa Âsım Efendi’nin ayrılmasıyla boşalan şeyhülislâmlık
makamına yükseltildi. Sultan İkinci Mahmûd Hân’ın, yeniçeri
ocağını kaldırıp, yerine disiplinli ve itaatkâr bir ordu kurulması
fikrini samimiyetle destekledi. 1241 (m. 1825) senesinde
yeniçeri ocağının kaldırılması için fetvâ verdi. Bu cesur ve
kararlı davranışı sebebiyle Sultan İkinci Mahmûd Hân’ın iltifât
ve ihsânlarına kavuştu. Pâdişâh, elmas taşlı kıymetli bir
yüzüğü Mehmed Tâhir Efendi’ye hediye etti. Sultan İkinci
Mahmûd Hân tarafından, şeyhülislâmın fetvâsıyla, “Asâkir-i
Mansûre-i Muhammediyye” adlı yeni bir ordu kuruldu. Kâdızâde Mehmed Tâhir Efendi bu makamda iki buçuk yıl
kaldıktan sonra, yaşı seksene ulaştığında, 1243 (m. 1828)
senesinde vazîfeden ayrıldı. Kendi evinde istirahata çekildi.
Allahü teâlâya ibâdet ve tâatle meşgûl olduğu sırada vefât etti.
Kâdı-zâde Mehmed Tâhir Efendi, aklî ve naklî ilimlerde derin
âlim ve cesur bir zât idi. Kâdılığı ve şeyhülislâmlığı
müddetince adâlet ve doğruluktan ayrılmadı. Zâhid (dünyâdan
yüz çeviren), âbid (çok ibâdet eden) ve takvâ (haramlardan
sakınan) sahibi idi. Başta pâdişâh olmak üzere herkesin sevgi
KÂDI-ZÂDE-İ RÛMÎ (Mîrim Kösesi)
Osmanlı âlimlerinin büyüklerinden. İsmi, Muhammed bin
Kutbüddîn Muhammed bin Muhammed bin Kâdı-zâde-i Rûmî
olup, lakabı Muhyiddîn’dir. Dokuzuncu asrın başlarında vefât
etmiş olan meşhûr Osmanlı âlimlerinden Kâdı-zâde-i Rûmî
diye tanınmış, Selâhaddîn Mûsâ bin Muhammed’in torunu
olan Kutbüddîn Muhammed’in oğludur. Büyük dedesine
nisbetle Kâdı-zâde-i Rûmî diye meşhûr oldu. Ayrıca; Mîrim
Kösesi ve Kutbüddîn-zâde isimleriyle de tanınmıştır.
Kaynaklarda doğum târihi bulunamıyan Kâdı-zâde 957 (m.
1550)’de vefât etti.
Baba ve dedeleri de âlim ve fâdıl kimseler olan Kâdı-zâde,
hem baba, hem de anne tarafından asil bir aileye mensûptur.
Annesi, meşhûr âlim Hocazâde’nin kerîmesi olup, babaannesi
de, büyük kelâm ve astronomi âlimi Ali Kuşcu’nun kerîmesi idi.
ve teveccühüne kavuşmuş idi. Zekî, çalışkan, ileri görüşlü ve
yeniliklere çabuk uyum sağlar idi. Vazifesine müdrik olup,
Muzafferuddîn-i Acemî, Mevlânâ Kocavî, Ya’kûb bin Seyyid
kendisine bir mes’ele sorulduğu zaman iyice araştırır, düşünür
Ali, Mevlânâ Müeyyed-zâde gibi zamanının meşhûr, büyük
ve cevâbını verirdi. Fıkıh ilminde yüksek ilim sahibi ve
âlimlerinden okuyarak yetişti. Bu büyük âlimlerin huzûr ve
hizmetlerinde bulunmakla, hem ilmî bakımdan yükseldi. Hem
de güzel hasletleri kendisinde topladı. Böylece hem zâhirî,
kitabına bir haşiye yazdı, İstanbul’da bir mescid ve bir mekteb
hem de bâtını kemâlâta, yüksek olgunluklara ve ma’nevî
yaptırdığı bilinmektedir.
derecelere kavuştu.
İlim tahsilini ikmâl ettikten sonra, ilk olarak Bursa’da
Veliyyüddîn-zâde Ahmed Paşa Medresesi’ne müderris oldu.
Daha sonra, İstanbul’da Atîk Ali ve Hacı Hasen-zâde, İznik’de
İznik, Edirne’de Dâr-ül-hadîs, Bursa’da Muradiye ve Bâyezîd
Hân medreselerinde müderrislik yaptı. Adı geçen
medreselerde uzun müddet hizmet edip, çok talebe yetiştirdi.
Talebeler, onun anlattıkları ince bilgilerden, yüksek ilimlerden
1) Şezerât-üz-zeheb cild-8, sh. 320
2) Esmâ-ül-müellifîn cild-2, sh. 243
3) Sicilli Osmanî cild-4, sh. 113
4) Şakâyık-ı Nu’mâniyye cild-1, sh. 497
ve akıcı lisânından çok istifâde edip, âlim oldular.
5) Şakâyık-ı Nu’mâniyye tercümesi (Mecdî Efendi) sh. 448
Müderrislikten sonra kadılığa yönelen Kâdı-zâde, Haleb ve
Edirne kadılıklarında bulundu. 945 (m. 1538)’de saltanat
merkezi olan İstanbul’a kadı, daha sonra da Anadolu
kadıaskeri oldu. Bütün işleri dînimizin emirlerine tam uygun
olarak yerine getirip, çok güzel idâre etti. Bir müddet sonra bu
vazîfesinden alınıp, tekrar İstanbul’da bulunan Sahn-ı semân
medreselerinden birine müderris yapıldı. Kısa bir müddet
buradaki vazîfeye devam edip, sonra haccetmek niyetiyle yola
çıktı. Hacca gitti. Hac vazîfelerini çok güzel eda edip, tekrar
İstanbul’a döndü. İstanbul’a döndükten sonra, emekliye
ayrıldı.
Çok yüksek ilim sahibi ve ilmi ile amel eden âlimlerin
büyüklerinden olan Kâdı-zâde-i Rûmî Muhyiddîn Efendi,
dînimizin emirlerine son derece ve hassasiyetle bağlı idi.
Haram ve şüphelilerden çok sakınırdı. Edebi, aklı ve zekâsı
fevkalâde idi. Çok dikkatli, şuur ve idrâki kuvvetli, basiret
sahibi ve asîl bir zât idi. Gece ve gündüzde, açıkta ve gizlide,
devamlı ilim öğrenmekle meşgûl idi. Kıymetli meclisinde her
mahlûku hayır ile yâd eder, hiçbirşeyi kötülemezdi. Haya ve
edebini hiçbir zaman terk etmezdi. Temkin, ihtiyât, vekar ve
heybet sahibi idi. Bütün faziletleri kendisinde toplamış idi.
Tasavvuf yolunda yüksek derece sahibi olup, bu yolda
bulunanlara da çok muhabbet ederdi. Kendisi umûmiyetle
insanlardan uzak durur, kendi hâli ile meşgûl olurdu. Allahü
teâlânın muhabbeti ile yanıyordu. Keşf ve kerâmet sahibi idi.
Kâdı-zâde-i Rûmî ( radıyallahü anh ), amcası olan Mîrim
Çelebi’nin yanında yetiştiği için, Mîrim Kösesi diye meşhûr
olmuştur. Böylece, hey’et, hendese gibi aklî ilimlerde de
ilerledi. Hey’et ilmine dâir bir risale, ayrıca kâfiye isimli nahiv
KÂDIZÂDE-İ RÛMÎ (Selâhaddîn Mûsâ Paşa)
Matematik, astronomi ve Hanefî mezhebi fıkıh âlimi. İsmi,
Mûsâ Paşa bin Mehmed bin Kâdı Mahmûd Efendi’dir. Dedesi
Mahmûd Efendi, uzun zaman Bursa kadılığı yapması
sebebiyle Koca Kâdı adıyla tanınırdı. Babası Mehmed Efendi
de genç yaşta Bursa kadılığına getirildi. Fakat çok geçmeden
vefât etti. Ailenin büyük oğlu olması dolayısıyla, adının sonuna
“Paşa” kelimesi eklenerek, “Mûsâ Paşa” denilen Kâdızâde’ye
“Selâhaddîn” lakabı verildi. Dede ve babasına nisbetle
“Kâdızâde”, Semerkand’a Anadolu’dan gittiği için de “Rûmî”
denildi. Muhtemelen 738 (m. 1337) yılında Bursa’da doğan
Kâdızâde-i Rûmî’nin doğum yeri ve târihi ihtilaflıdır. 824 (m.
1421) senesinde Semerkand’da vefât etti.
Kâdızâde-i Rûmî, babası Mehmed Efendi’nin vefâtından
sonra, büyük babası Koca Mahmûd’un himâyesinde büyüdü.
Ondan ve talebelerinden ilim öğrendi. Molla Fenârî’den (
radıyallahü anh ) fıkıh, matematik ve astronomi ilimlerini tahsil
etti. Bursa’da tahsilini tamamladı. Seyyîd Şerîf Cürcânî’nin (
radıyallahü anh ) nâmını duyunca, ondan ilim öğrenmeye
azmetti. Yirmibeş yaşlarında iken, 764 (m. 1362) yılında
Horasan taraflarına gitti. Seyyîd Şerîf Cürcânî hazretlerinden
kelâm ve fen ilimlerini öğrendi. Astronomi ve matematikte
ilerledi. Mâverâünnehr taraflarına gitti. Semerkand’da, Timur
Hân’ın oğlu Şahruh’tan büyük i’tibâr gördü. Şahruh’un oğlu
İstanbul’da Fâtih Sultan Mehmed Hân’ın büyük iltifâtlarına
Uluğ Bey’in hocalığına ta’yin edildi. Uluğ Bey’e, Türkistan ve
mazhar oldu. Elçilik vazîfesini tamamladıktan sonra İstanbul’a
Mâverâünnehr bölgesinin idâresi verilince, Semerkand’ı
geri dönmeye râzı oldu. Tebrîz’e gidip, aile efradı da dâhil
kendisine merkez yaptı. Hocası Kâdızâde’ye büyük ihtimâm
ikiyüz kişilik bir toplulukla geri döndü. İstanbul’a gelişinde
gösterip, onun için bir medrese ve rasadhâne inşâ ettirdi. Her
büyük merasimle karşılandı. Devrin ulemâsı, onu yolda
talebe için bir oda ve her müderris için bir dershâne yaptırdı.
karşılamak için Üsküdar’a geçti, ilme ve âlime hürmeti ve dîn-i
Medreseye müderrisler ve müderrislerin başına Kâdızâde’yi
İslama hizmetiyle meşhûr olan Fâtih Sultan Mehmed Hân,
ta’yin etti. Başmüderris olan Kâdızâde, medresenin
İstanbul’a gelinceye kadar, her konağına 1000 (bin) akçe
ortasındaki kare şeklindeki sahada müderrisleri toplar, onlara
verilmesini emretti. Ali Kuşçu da, İstanbul’u fetheden ve
ders verirdi. Onlar da kendilerine ayrılan dershânelerinde
Resûlullahın ( aleyhisselâm ) medhine mazhar olan o
talebelerine îzâh ederlerdi. Bu müderrislerle beraber, Uluğ
mübârek kumandana, ilm-i hesâb (matematik) ilmine dâir
Bey’in bizzat kendisi de Kâdızâde’nin derslerini dinlerdi. Bu
“Muhammediye” adlı eserini takdim eyledi. Vefâtına kadar
medresede; yüksek din bilgileri, matematik ve astronomi
Ayasofya Medresesi’nde ders verdi.
ilminin incelikleri öğretilirdi. Uluğ Bey, medrese yanında
yaptırdığı rasadhânenin müdürlüğüne de, meşhûr astronomi
Kâdızâde-i Rûmî’nin bu iki talebesi vasıtasıyla, yüksek
âlimi Gıyâseddîn Cemşîd’i getirdi. Kâdızâde-i Rûmî’ye, orada
matematik ilmi, batı Türkleri arasında (Anadolu’da) da yayıldı.
da vazîfe verdi. Gıyâseddîn Cemşîd, Nâsıreddîn Tûsî
Kâdızâde’nin; Uluğ Bey, Fethullah Şirvânî ve Ali Kuşçu
tarafından hicrî yedinci asırda Merâga rasadhânesinde
adındaki bu üç talebesi de birçok talebe yetiştirip, faydalı
hazırlanan Zîc-i İlhânî’nin yetersiz olduğuna, ba’zı
eserler yazarak, öğrendikleri ilimleri insanlara öğretmeye
yanlışlıkların düzeltilmesi gerektiğine inanıyordu. Ancak ömrü
gayret ettiler.
vefa etmeyip, rasadhânenin açılışından kısa zaman sonra
vefât etti. Rasadhâne, Kâdızâde-i Rûmî’nin emrine verildi.
Kâdızâde-i Rûmî, rasadhânede yaptığı gözlemlerle, Uluğ Bey
Zîc’ini hazırlamağa başladı. Ancak ömrü vefa etmeyip, Zîc’i
tamamlayamadan vefât edince, rasadhânenin müdürlüğüne
Kâdızâde’nin genç talebesi Ali Kuşçu getirildi. Ali Kuşçu,
yaptığı uzun çalışma ve gözlemler neticesinde, hocasının
başladığı “Zîc’i Uluğ Bey” adındaki gök cisimlerinin
hareketlerine dâir takvimi tamamladı.
Kâdızâde ve talebeleri, gök cisimlerinin kendi mihverleri
etrâfındaki hareketlerini incelerken, zamanında bilinen yüksek
matematiğin en son geliştirilen kaidelerini daha da geliştirerek
uyguladılar. Astronomi ile ilgili fizik kurallarını da, astronomiye
ilk olarak tatbik ettiler. Hazırlamış oldukları “Zîc-i Uluğ Bey”,
tertîb ve mükemmeliyet yönünden Ortaçağın en üstün
astronomi cetveli idi. Uzun seneler, astronomi ile uğraşan ilim
adamlarının ilk müracaat kitabı oldu. Bu kıymetli eser, ancak
1060 (m. 1650)’de Londra’da yayınlanan bir makale ile
Semerkand’da, Uluğ Bey’den başka daha birçok talebe
Avrupalılar tarafından tanınabilmiştir. Bu makale, 1256 (m.
yetiştiren Kâdızâde-i Rûmi, meşhûr matematikçi Fethullah
1840)’den sonra da Fransızcaya tercüme edilmiştir.
Şirvânî ve Fâtih devri âlimlerinden Ali Kuşcu’ya hocalık etti.
Fethullah Şirvânî, tahsilini tamamladıktan sonra, Anadolu’ya
gitti. Memleketi Kastamonu’da yerleşti. Kastamonu hâkimi
Çandaroğlu İsmâil Bey’in iltifâtına mazhar oldu. Kastamonu
Medresesi’nde; astronomi, matematik, kelâm ve mantık
ilimlerini okuttu. Burada ilim öğretirken, hocası Kâdızâde-i
Kâdızâde-i Rûmî Selâhaddîn Mûsâ Paşa’nın yazmış olduğu
eserlerden başlıcaları şunlardır:
1- Muhtasar bir aritmetik kitabı olan ve Allâme Selâhaddîn
Mûsâ imzasını taşıyan “Muhtasar fil-Hisâb”.
Rûmî’nin “Şerhu Eşkâl-üt-te’sîs” adlı eserini şerh etti.
2- Osmanlı medreselerinin temel kitaplarından olan Câmi’ıl-
Kâdızâde’nin diğer talebesi Ali Kuşçu, Uluğ Bey’in vefâtından
Mahmûd Harezmî’nin “El-Mülahhas fil-hey’e” adlı astronomiye
sonra hacca gitmek behânesiyle Semerkand’dan ayrıldı.
dâir eserinin şerhi olup, çeşitli kütüphânelerde birçok yazma
Tebrîz’de Akkoyunlu hükümdârı Uzun Hasan’dan büyük i’tibâr
nüshaları olan bu eser, üç-dört defa basılmıştır.
gördü. Uzun Hasan tarafından Fâtih’e elçi olarak gönderildi.
3- Muhammed bin Eşref Semerkandî tarafından, Öklid’in
kalbleri Hazreti İbrâhim’in (aleyhisselâm) kalbi gibidir. Allahü
(Euclides) “Kitâb-ül-usûl”ünde bahsedilen mevzûlara dâir
teâlâ onların sebebi ile kullarından belâları giderir. Bunlara
yazılan ilk geometri çizimleri ve üçgenlerin niteliklerine dâir
ebdâl denir. Bunlar bu dereceye, namaz ile, oruç ile ve zekât
“Eşkâl-i Te’sîs” adlı eserin şerhi. Bu eser de Osmanlılarda çok
ile ulaşmadılar. Cömertlikle ve müslümanlara nasihat etmekle
meşhûr olup, birçok yazma nüshaları mevcûttur ve baskısı da
yetiştiler” buyurdu.
yapılmıştır.
Kadîb-ül-bân hazretleri, kerâmet sahibi ve birçok menkıbeleri
4- Gıyâseddîn Cemşîd’in “Risale fil-istihrâc-il-ceyb derece-i
bulunan bir zâttır.
vahide” adlı eserini şerheden Kâdızâde-i Rûmî, bu eserinde,
bir derecelik yayın sinüsünü bulma usûlünü, kitabın aslından
Ebû Abdullah el-Mâridî şöyle anlatır: Ben, Musul’da bulunan
daha iyi ve basit bir şekilde, devrinde bilinen matematik
bir medresede, Kemâleddîn bin Yûnus’dan ilim tahsil
kaidelerinden daha ileri bir seviyede hesap şeklini ortaya
ediyordum. Birgün bana, “Ey Ebû Abdullah! Sen Hasen Kadîb-
koyarak açıklamıştır. Bu kıymetli eserde, bir derecelik yayın
ül-bân hazretlerinin durumunu bilir misin?” diye sordu. Ben de
sinüs değerinin, yarıçap bir birim alındığında;
“Hayır bilmiyorum efendim!” dedim. Sonra bana, “Bir akşam
0,017452406437 olduğu gösterilmiştir ki, bugünkü ile aynıdır.
onun talebeleri bizim medresemize gelmişlerdi. Biz onlarla
sohbet ederken, bir ara onlar hocalarının hâllerini anlattılar.
Fakat onlar çok acâib şeyler söylediler. Kendi kendime, bunlar
çok fazla ileri gittiler. Böyle şeyler bir insandan hiç zuhur eder
1) Şakâyık-ı Nu’mâniyye tercümesi (Mecdî Efendi) sh. 196
2) Osmanlı Müellifleri cild-3, sh. 291
3) Tâc-üt-tevârih cild-2, sh. 407
4) Âsâr-ı bakiye (Sâlih Zeki) cild-1, sh. 190
mi? dedim. Gece olunca yatağıma yattım. Bir süre sonra
rü’yâmda Hasen Kadîb-ül-bân’ı gördüm. Yanıma geldi ve
bana, “Yâ İbn-i Yûnus! Sen Allahü teâlânın bütün bildiklerini
bilir misin?” dedi. Ben de “Hayır” deyince, bana, “Fakat senin
bilmediğin birçok şeyi ben bilirim” dedi. Sonra bana “Yâ İbn-i
Yûnus! Gel seninle bir yere gideceğiz” deyince, ben kalkıp
onun peşinden gittim. Birlikte Musul’un surlarının yanına gittik.
5) Rehber Ansiklopedisi cild-3, sh. 150
Surun bütün kapıları kilitli idi. Hasen Kadîb-ül-bân, eline kilidi
alınca, kilit hemen açıldı. Biz de açılan kapıdan dışarı çıktık.
6) Güldeste-i riyâz-ı irfan sh. 275
Bizim dışarı çıkmamızı hiçbir nöbetçi fark etmedi. Bir süre
sonra büyük bir nehrin kıyısına vardık. Nehir geçilecek gibi
7) Mu’cem-ül-müellifîn cild-11, sh. 319
değildi. Hasen Kadîb-ül-bân bana dönerek, “Sen bu nehri
geçebilir misin?” dedi. “Hayır! Ben bu nehri geçemem”
cevâbını verince, “Öyle ise elbiselerini çıkar ve bu suda
güzelce yıkan” dedi. Ben elbiselerimi çıkararak bir ağacın
KADÎB-ÜL-BÂN EL-MÛSULÎ
dalına astım. O nehrin içinde güzelce yıkandım. Sonra tekrar
giyinerek, Hasen Kadîb-ül-bân hazretlerinin yanına geldim. O
Evliyânın büyüklerinden. Künyesi Ebû Abdullah’tır, Hasen
suyun üzerinde yürümeye başladı ve bana, “Beni ta’kib et”
Kadîb-ül-bân’ın hayâtı hakkında bilgi yok denecek kadar azdır.
dedi. Ben onu ta’kib ettim ve onun gibi suya batmadan suyun
Doğum târihi bilinmemektedir. 570 (m. 1174) senesinde
üzerinde yürüdüm. Bir müddet gittikten sonra bir yere vardık,
Musul’da vefât etti. Hasen Kadîb-ül-bân, ebdâllerden idi.
abdest alıp sabah namazını cemâatle kıldık. Namazdan sonra
Allahü teâlânın bu ümmete ikram ettiği ihsânlardan birisi de;
bana bir yer göstererek, “Yâ İbn-i Yûnus! Burada yat uyu”
bu ümmet arasında evtâd, nücebâ ve ebdâllerin bulunmasıdır.
dedi. Ben orada yatarak uyudum. Bir süre sonra güneşin
Peygamber efendimiz ( aleyhisselâm ) bir hadîs-i şerîfte;
sıcaklığı ile uyandım. Etrâfıma bakınca, çok yabancı bir
“Ümmetim arasında her zaman kırk kişi bulunur. Bunların
memlekette olduğumu gördüm. Yoldan geçen bir süvariye,
“Ben bu akşam Musul’da yatmış idim. Şimdi kendimi bu
Dışarıya çıktığımda, vaktin öğle namazına yaklaştığını
yabancı memlekette gördüm. Musul hangi taraftadır?” diye
gördüm. Ben ise, daha erken olduğunu zannediyordum.”
sordum. Bana, “Sen hangi Musul’dan bahsediyorsun: Burası
Magrib memleketlerinden biri ve Musul’la arasında aylar süren
Serrâc ed-Dımeşkî şöyle anlatır: “Musul’da bir zât vardı.
bir yol vardır” dedi. Ben bu duruma daha çok hayret ettim. O
Kadîb-ül-bân hazretlerinin kerâmetlerini inkâr ederdi. Birgün
gün akşama kadar oralarda dolaştım. Akşam olunca, tekrar
kendi kendine, “Sultâna söyliyeyim de, Kadîb-ül-bân’ı
aynı yere gelip yattım. Bir süre sonra Hasen Kadîb-ül-bân
Musul’dan çıkarsın, biz de rahat edelim. Çünkü onun talebeleri
hazretleri yanıma gelerek beni kaldırdı ve elimden tuttu. Bir
çoğaldı. Nerede onun hakkında konuşsak, bize siz yanlış
ânda kendimi Musul’un surlarının önünde buldum. Kapılar
konuşuyorsunuz derler ve onlarla münâzaraya girdiğimiz
kilitli olduğu için yine kapıları açtı ve içeri girdik. Ben
zaman da, onlarla baş edemiyoruz. En iyisi sultâna şikâyet
medreseme geldiğim zaman, talebelerimin sabah namazına
etmektir” diye düşündü.
hazırlandıklarını gördüm. Sabah namazını cemâatle kıldık.
Ben, talebelerimin ve hanımımın bu durumu fark ettiklerini
zannettim. Fakat kimse birşey söylemedi. Sâdece hanımım,
“Bugün sabah namazına erken gittin” dedi kimsenin durumu
farketmediklerini anladım. Öğleden sonra Hasen Kadîb-ülbân’ın yanına gittim. Beni görünce hemen tebessüm etti ve
bana, “Yâ İbn-i Yûnus! Gel anlat bakalım, Magrip
memleketinde neler vardı?” diye sordu. Ben “Efendim! Ben bir
defa Magrib memleketine gittim. Lâkin siz çok kereler oralara
gitmişsiniz, onun için siz daha iyi bilirsiniz” dedim. Sonra bana,
“Şimdi söyle bakalım. Bizim talebelerimiz çok ileri gitmişler
mi?” diye sordu. Ben, “Hayır efendim! Daha az bile söylediler”
dedim ve onun talebelerinden oldum” dive anlattı.
Yine aynı hayâlle yolda yürürken, aniden karşısına bir kişi
çıktı. Biraz yürüdükten sonra, karşısından başka biri daha
çıktı. Birkaç adım daha attı, karşısına bir fakîh çıktı. Bunlar
ona doğru dönerek, “Bizim üçümüzü de Kadîb-ül-bân
gönderdi. Dur bakalım, o da şimdi buraya gelir. Söyle bakalım
sen neden onu sultâna şikâyet edeceksin?” dediler. O zât,
“Ben kimseye birşey söylemedim” dedi. Onlar, “Sen hiç
kimseye söylemedin, fakat kalbinden geçenlerin hepsi budur”
dediler. O zât hayretler içindeyken, Kadîb-ül-bân hazretleri
oraya geldi. Üç kişiden biri o zâta, “Eğer Kadîb-ül-bân olmasa
idi, şimdi bu belde çoktan yıkılmış idi” dedi ve Kadîb-ül-bân
hazretlerine dönerek, “Yâ Kadîb-ül-bân, ayağını kaldır ve
şöyle dolaştır” dedi. Kadîb-ül-bân hazretleri denileni yaptı. O
İbn-i Serrâc ed-Dımeşkî, İbn-i Yûnus’un şöyle anlattığını
zât, bütün Musul şehrinin Kadîb-ül-bân hazretlerinin ayağıyla
nakleder: “Ben birgün Hasen Kadîb-ül-bân hazretlerinin
beraber dolaştığını gördü. Hemen tövbe ederek, Kadîb-ül-bân
yanına ders almaya giderken, yolda aklıma; “Benim yüzlerce
hazretlerinden af diledi. Kadîb-ül-bân da onu affetti. O zât,
talebem var. Nasıl oldu ki, ben Kadîb-ül-bân’dan ders alırım”
onun talebesi oldu. Kadib-ül-bân hazretlerinden izinsiz hiç bir
diye geçirdim. Onun yanına vardığım zaman bana “Ey
yere gitmedi ve hiçbir yerde konuşmadı. Konuştuğu zaman da
yüzlerce talebenin hocası, hoşgeldin! Senin okuttuğun ilim
kimse ona i’tirâz etmezdi.”
yâhirî ilimdir. Bizim tâlim ettiğimiz ilim ise bâtınî ilimdir. Sende
su ânda yalnız zâhiri ilim vardır. Bizde ise hem zâhirî hem de
bâtını ilim vardır” dedi. Ben hemen kalben tövbe ettim. Sonra
Kadîb-ül-bân hazretlerinin yanına iki kişi geldi ve ondan
Besmele’nin ma’nâsını suâl ettiler. O da onlara üç saatten
fazla Besmele’nin ma’nâsını açıkladı. Ben bu açıklamaya çok
şaşırdım. Kendim âlim olduğum hâlde, anlatılan ma’nâyı ne
hayâtımda işitmiş idim ve ne de biliyordum. Daha sonra
Kadîb-ül-bân hazretleri bana dönerek, “Yâ İbn-i Yûnus! Şimdi
gidin, sizin talebeleriniz sizi bekliyorlar” deyince ben “Efendim!
Bugün ben sizin yanınızda kalmak istiyorum” dedim. Bana
“Hayır, hemen gidin, zîrâ sizin de dersleriniz önemlidir” dedi.
Abdullah Baytar şöyle anlatır: “Ben, Musul’un Baytar köyünde,
katır ve atların nallarını çakardım. Birgün deli bir katır
getirdiler. Ona nal çakarken, bana bir tekme vurdu ve
bayıldım. Uzun süre baygın kaldığım için, herkes beni öldü
zannederek Musul’da bulunan anneme haber vermişler.
Annem hemen Hasen Kadîb-ül-bân hazretlerinin huzûruna
gidip, “Efendim! Baytar köyünde benim bir oğlum vardır, onun
öldüğünü söylüyorlar” der. Kadîb-ül-bân anneme, “Ey bacı!
Senin oğlun ölmemiş. Fakat deli bir katıra nal çakarken, katır
onun başına bir tekme vurarak bayıltmış. Oğlun falan saatte
ayılacak, onun için hiç merak etme” der. Gerçekten Kadîb-ül-
evliyâdır. O sâdıktır ve onun Allahü teâlâya muhabbeti çok
bân hazretlerinin dediği saatte ayılmışım.”
fazladır” deyince. “Bizler onun hiç namaz kıldığını görmedik.
Siz onun namaz kıldığını hiç gördünüz mü?” diye tekrar suâl
Şöyle anlatılır: “Magrib memleketinde, Ebü’n-Necâ el-Magribî
ettiler. O da, “Evet, ben çok kere onu, Kâ’be’nin kapısında
isimli bir kişi vardı. Yanında, güçlü kuvvetli kırk pehlivanla
veya Ravda-i mutahhara mescidinde namaz kılarken gördüm”
dolaşırdı. Gittiği beldelerdeki pehlivanlar ile bunları güreşti-
dedi. Abdülkâdir-i Geylânî hazretlerinin bu sözüne kimse i’tirâz
rirdi. Tabiî ki, onun adamlarını yenen hiç kimse çıkmazdı.
etmedi.
Ondan dolayı Ebü’n-Necâ çok gurûrlanır ve kibirlenirdi. Birgün
yolu Musul’a düştü. Kadîb-ül-bân hazretlerinin medresesine
Kadîb-ül-bân hazretleri buyurdu ki: “Başlangıçta talebe,
gidip onu sordu. Talebeleri, “Falan yerde yağmur yağıyor,
nefsinin arzularını yerine getirmemekle işe başlar. Emîrleri
Kadîb-ül-bân hazretleri oraya gitti” dediler. Ebü’n-Necâ,
dinlemekle Sünnet-i şerîfeyi ihyâ eder. Sonra da evliyâya ve
talebelere; “Siz yalan söylüyorsunuz. Çünkü hiç bulut bile yok,
hocasına karşı i’tirazda bulunmaz. Ecelini hatırlıyarak dünyâ
nasıl olur da yağmur yağar” dedi. Onlarda, “Sen git bak”
işlerine pek önem vermez. Sonra kurtuluşun tek çâresi olan
dediler. Ebü’n-Necâ denilen yere gitti. Kadîb-ül-bân hazretleri,
ihlâs kulpuna yapışır. Talebe başlangıçta işi ciddiye almazsa,
bir gölün üzerinde yağmur yağmasına rağmen ıslanmadan
yüksek derecelere kavuşamaz.”
duruyordu ve avucu ile gölün suyunu ölçüyordu. Ebü’n-Necâ,
“Yâ Kadîb-ül-bân, sen burada ne yapıyorsun?” diye sordu. O
ela, “Yâ Ebü’n-Necâ, gölün bu sene şu kadar suya ihtiyâcı
vardır. Fakat bu sene, göle yeteri kadar yağmur yağmadı ve
bu gölde o miktar su toplanmadı. Ben buraya yağmur yağsın
diye geldim. Bu gölün ihtiyâcı olan su dolduktan sonra
huradan ayrılacağım. Allahü teâlânın izniyle yağmur yağması
1) Câmi’u kerâmât-il-evliyâ cild-1, sh. 390
2) Tabakât-ül-evliyâ sh. 436
3) Nefehât-ül-üns sh. 602
duracak” dedi. Ebü’n-Necâ bu durumu görünce çok korktu,
fakat kendisiyle berâber güreştirmek için kırk pehlivan
4) Kalâid-ül-cevâhir sh. 118
getirdiğini ve onları hiçhir yerde yenen kimsenin çıkmadığını
söylemeden duramadı. Daha sonra, “Senin talebelerin
arasında bunları yenecek kimse var mı?” diye sordu. Kadîb-ülhân hazretleri de, “Benim birbuçuk adamım vardır. Birisi falan
talebemdir. Yarım olan da falan talebemdir. Adamları önce
yarım olan adamımla güreştir” dedi. Bunun üzerine Ebü’nNecâ medreseye gelerek, Kadîb-ül-bân’ın talebelerine
hocalarının dediklerini anlattı. Onlar da yarım denilen talebeyi
güreş meydanına çıkardılar. O, “Ben hayâtımda hiç güreş
tutmadım ve bilmiyorum. Fakat hocamın emri olduğu için
onlarla güreşirim” dedi ve meydana çıktı. Karşısına gelen
bütün pehlivanları sırayla yendi. Bu arada oraya Kadîb-ül-bân
hazretleri gelerek Ebü’n-Necâ’ya, “Sen buradan git. Bizim
yarım adamımız, senin kırk adamına bedeldir. Onun için sana
burada yer yoktur” dedi. Ebü’n-Necâ mahcub bir vaziyette
Musul’u terk etti.
Abdülkâdir-i Geylânî hazretlerine. “Kadîb-ül-bân hakkında ne
dersiniz?” diye sordular. O da, “Kadîb-ül-bân muhakkak
KADİRBİLLÂH (Ahmed bin İshâk)
Yirmibeşinci Abbasî halifesi. Kelâm, hadîs ve Şafiî mezhebi
fıkıh âlimi. Şâir ve edîb. Künyesi, Ebü’l-Abbâs olup ismi
Ahmed bin İshâk bin Ca’fer Muktedir bin Mu’tedil bin Muvaffak
bin Mütevekkil bin Mu’tasım bin Hârûn Reşîd’dir.
Peygamberimizin ( aleyhisselâm ) amcası Abbâs’ın (
radıyallahü anh ) soyundandır. Temenna (veya Yemennâ)
adında azâdlı bir câriye’den 336 (m. 947) yılında doğdu. 381
(m. 991) yılında Emîr-ül-mü’minîn Kadirbillâh lakabıyla hilâfete
geçti. Kırkbir sene üç ay hilâfet makâmında kalıp, 422 (m.
1031) yılında vefât etti. Oğlu ve halîfe-i müslimîn Kâimbiemrillâh’ın kıldırdığı cenâze namazından sonra Bağdad’ın
Rasâfe bölgesindeki hilâfet mezarlığına defnedildi.
Halîfe Muktedir-billâh’ın torunu olması, küçük yaştan i’tibâren
Bağdad’ı ve dîn-i İslâmın hizmetçisi, Resûlullahın (
güzel bir eğitim ve terbiye görmesine sebep oldu. Yüksek din
aleyhisselâm ) amcası Abbâs’ın ( radıyallahü anh )
ilimlerine temel olan, din ve âlet ilimlerini öğrendikten sonra,
oğullarından olan Abbasî halîfelerini, bozuk i’tikâdlı ve zâlim
devrin meşhûr âlimlerinden ilim öğrendi. Şafiî mezhebi fıkıh
Büveyhoğullarının zulmünden ve istilâsından kurtarmayı, Türk
âlimlerinden Ebû Bişr Ahmed bin Muhammed Hirevî’den fıkıh
sultânı Tuğrul Bey’e nasîb etti. Tuğrul Bey, Bağdad’a girince,
öğrendi. Babası İshâk bin Halife-i müslimîn Muktedir-billâh da
halîfeye çok hürmet gösterdi. Orada bir müddet kalıp, şehrin
büyük âlimlerdendi. Babasının ve hilâfet merkezine gelen
muhafazasına me’mûr bir şıhne (vâli-kumandan) ta’yin etti.
âlimlerin ilminden istifâde etti. Kelâm, hadîs ve fıkıh ilminde
Halîfe ve bütün sünnî müslümanların duâlarını aldı.
söz sahibi âlim oldu. Birçok kitap yazdı. Yazmış olduğu
kitapları, her Cum’a günü Mehdî Câmii’nde hadîs ilmi ile
Halife Kadirbillâh, Dîvân-ı mezâlim teşkil etti. Halktan ve
uğraşanlara okuturdu. 381 (m. 991) yılı Şevval ayında,
idârecilerden şikâyeti olan kimselerin gelip durumlarını
hilâfetten azledilen Tâyi’ bin Muti’nin yerine halîfe oldu. Kırkbir
arzetmeleri için, haftanın belli günlerinde kurulan Dîvân-ı
sene üç ay hilâfette kalarak, en uzun zaman halifelik yapan
mezâlimde, başkadı hazır bulunur, ba’zan halife de iştirâk
kimse oldu. Hilâfet merkezi olan Bağdad, Eshâb-ı Kirâm
ederdi. Burada zâlim ve mazlûm Dinlenir, suçlu tesbit edilir,
düşmanı Büveyhoğullarının hâkimiyeti altında idi. Halîfe, sanki
cezaları tesbit edilerek infaz edilirdi. Halkın önünde umûma
onların emirlerini yerine getirmek için bekleyen bir korkuluk
açık olarak icra edilen bu mahkemeler, insanları suç
durumundaydı. Ebü’l-Abbâs Ahmed, Kadirbillâh ünvanıyla
işlemekten caydırırdı. Halîfe, tebdili kıyâfetle (değişik
başa gelince, Taberistan ve Kazvin civârında yerleşen ve İran
elbiselerle) halk arasına karışır, idâre ettiği insanlar hakkında,
asıllı veya başka bir kavimden cengâver ve Eshâb-ı Kirâm
bilgileri bizzat kendisi toplardı. Elde ettiği bilgileri değerlendirir,
düşmanı bir topluluk olan Deylem asıllı askerlere karşı, sünni
suçluları hemen cezalandırırdı.
i’tikâdlı Türk askerlerini destekledi. 334 (m. 945) yılında
Bağdad’ı işgal ederek, halîfelerin hükümranlıklarını elden alıp,
yalnız dînî liderliklerine müsâade eden Büveyhoğulları
askerleri içinde, hem Türkler, hem de Deylemîler vardı.
Büveyhîler, bozuk i’tikâdlı olmalarına rağmen, sünnî
Türklerden vazgeçemiyorlardı. Çünkü kendileri gibi bozuk
inanışlı Deylemîlere karşı, ellerinde bir kuvvet bulundurmak
zorundaydılar. Büveyhoğullarının başında bulunan
Bahâüddevle ile münâsebetlerini ustaca devam ettiren halîfe,
halk ve askeri kullanarak, Büveyhilerin zulmünü kaldırmaya
çalıştı. Bahâüddevle’nin Bağdad’a sünnî başkadı yerine,
bozuk i’tikâdlı birini ta’yin etmek istemesini şiddetle reddetti.
Eshâb-ı Kirâm düşmanlarını ve bozuk i’tikâdlı mu’tezile
fırkasından olanları terbiye etmeye çalıştı. Bahâüddevle’nin
ölümünden sonra iyice zayıflayan Büveyhoğulları, yalnız halîfe
üzerinde baskılarını devam ettirdiler. Halife de bütün dikkatleri
kendi üzerine çekip, halkın huzûr içinde yaşamasını sağladı.
Sünnî Türk askerlerinin nüfuz ve nüfuslarını arttırmalarına
yardımcı oldu. Ancak Büveyhoğullarının Bağdad’a hâkim
olmaları, Kadirbillâh’in oğlu Kâim-biemrillâh zamanında,
Selçuklu sultânı Tuğrul Bey’in, bir karışıklıktan istifâde ile
Bağdad’a girmesine kadar devam etti. Allahü teâlâ, yıllarca
dîn-i İslama hizmetin ve ilmin merkezliğini yapmış olan
Bağdad’da ilim evleri kuran Halîfe Kadirbillâh, âlimlerin bu
evlerde toplanarak, ilim teatisinde (ilim alış-verişinde)
bulunmalarını ve tâliblerine ders vermelerini sağladı. Birçok
ilim adamının yetişmesine vesile oldu. Yetiştirdiği ilim adamları
ve verdiği talimatlarla, Eshâb-ı Kirâm ve Ehl-i Beyt-i Nebevî (
aleyhisselâm ) düşmanlığını ortadan kaldırmaya çalıştı.
Zamanında doğunun sunnî müslümanları, halîfe olarak
Kadirbillâh’ı tanır ve emrine itaat etmeyi vazîfe bilirlerdi, İslâm
askeri, Allahü teâlânın rızâsı için cihâda çıktığı zaman,
halifenin duâ ettiği ve kendilerini desteklediği haberinin
gelmesi, binlerce askerin yardıma gelmesinden daha te’sîrli
olurdu.
Gazneliler devleti sultânı Sultan Mahmûd’u, teşvik ve taltif
ederek destekledi. Sultan Gazneli Mahmûd, Horasan ve
Mâverâünnehr taraflarını alarak Samanîleri ortadan kaldırdı.
Halîfe, Gazneli Mahmûd’a hil’at (hâkimiyet alâmeti olan elbise)
gönderip saltanatını tasdik etti. Sultan Mahmûd, Eshâb-ı
Kirâm düşmanı Deylemîler üzerine de bir sefer tertiplemeyi
düşündü. Ancak, halîfenin de arzusu ile Hindistan tarafına
seferler düzenledi. Bugünkü Afganistan, Hindistan ve
Pakistan’da İslâmiyeti yaydı. Halîfe takdîrlerini bildirip,
hediyelerle taltif etti. Diğer müslüman sultanlara, Gazneli
Mahmûd’u desteklemeleri için elçiler ve mektûplar gönderdi.
1) Tabakât-üş-Şâfiiyye cild-4, sh. 5
Ömrü boyunca Allahü teâlânın dîninin yayılması ve
müslümanların huzurlu yaşamaları için çalışan Halîfe
Kadirbillâh, 422 (m. 1031) yılında vefât etti.
Birçok talebe yetiştirip, kıymetli kitaplar yazdı. Bu eserlerinden
“El-Usûl” kitabını her Cum’a günü Mehdî Câmii’nde toplanan
hadîs ehline okuturdu. Bu kitabında, Emevî halîfesi ve ikinci
Ömer diye meşhûr Ömer bin Abdülazîz’in ( radıyallahü anh )
faziletleri ve mu’tezile firkasının sapıklıklarından da
2) El-Bidâye ven-nihâye cild-12, sh. 31
3) Târih-i Bağdâd cild-4, sh. 37
4) Şezerât-üz-zeheb cild-3, sh. 221
5) Târih-ül-hulefâ (Süyûtî) Beyrut 1974, sh. 380
6) Mu’cem-ül-müellifîn cild-1, sh. 160
bahsetmekte idi.
Zamanında ba’zı büyük zâtlar öldü. Edîb Ebû Ahmed Askeri,
Nahivci Remmânî, Şafiî âlimi Ebü’l-Hasen Masercisî, Ebû
Ubeydullah Merzebânî, Müeyyüdüddevle’nin vezîri Sâhib bin
KAFFÂL-I MERVEZÎ
Abbâd, Ebü’l-Hasen Dâre Kutnî, İbn-i Şahin, Şafiî İmâmı Ebû
Bekr el-Hatemî, Yûsuf bin es-Sîrâfi, İbn-i Zevlak Mısrî, İbn-i
Horasan’da yetişen Şafiî mezhebi fıkıh âlimlerinin
Ebû Zeyd Kayrevânî Mâlikî, “Kût-ül-kulûb” sahibi Ebû Tâlib el-
büyüklerinden. İsmi. Abdullah bin Ahmed bin Abdullah el-
Mekkî, İbn-i Bettâ el-Hanbelî, vâ’iz İbn-i Sem’ûn. Hattâbî, lügat
Mervezî eş-Şâfiî olup, künyesi Ebû Bekr’dir. Kaffâl-ı Mervezî
âlimi Hatemî, Ebû Bekr Edfüvî, Şafiî âlimlerinden Zâhir
ve Kaffâl-ı Sagîr diye tanınır. Kaffâl-ı kebîr diye bilinen zât,
Serahsî, İbn-i Galebûn el-Mukrî, İbn-i Cinnî, lügat ilmine dâir
Irak memleketinin üstadı olarak tanındığı gibi, bu da
“Sıhah” kitabının yazarı El-Cevherî, Sahîhaynı rivâyet eden
zamanında Horasan’da bulunan âlimlerin İmâmı idi. Kaffâl-ı
Küşmeyhinî, Me’âfi bin Zekeriyyâ Nehrivânî, İbn-i Fâris, Hâfız
Mervezî, 327 (m. 939) senesinde Merv’de doğdu. 417 (m.
İbni Mende Şafiî âlimi İsmâilî, Mâlikî mezhebi âlimi Esbâg bin
1026) senesi Zilhicce ayında Sicistan’da vefât etti. Kabri orada
Ferec, İbn-i Fâ’sîd, Ebü’l-Hasen Kâbisî, Kâdı Ebü’l-Hattâb,
tanınmakta ve ziyâret edilmektedir.
Şafiî âlimi Seymâvî, İbn-i Fûrek ve daha birçok âlim onun
zamanında yaşadı ve vefât etti. İmâm-ı Zehebî, asrın ileri
gelenlerini şöyle saymaktadır: “Bu asırda Eş’arîlerin başında,
Ebû İshâk İsferâînî vardı. Mu’tezilîlerin başında Abdülcebbâr,
râfızîlerin başında Muktedir, Kerâmiyye sapıklarının başında,
Muhammed bin Heysem vardı. Kurrâların (kırâat âlimleri) başı
Ebü’l-Hasen Hammâmî, muhaddislerin başı Hâfız Abdülgâni
bin Sa’îd, sûfilerin başı Ebû Abdurrahmân Sülemî, Şâirlerin
başı Ebû Ömer bin Derrâc, tecvîd âlimlerinin başı ibn-i
Bevvâb, meliklerin başı Sultan Gazneli Mahmûd idi.” Bunları
İmâm-ı Zehebî’den alarak nakleden İmâm-ı Süyûtî ba’zı
ilâvelerde bulunur. Ona göre; “Zındıkların başı Hakem biemrillâh, lügatçıların başı Cevherî, nahiv âlimlerinin başı İbn-i
Cinnî, belâgatçilerin başı. Bedii, hatîblerin reîsi İbn-i Nebâte,
müfessirlerin başı Ebü’l-Kâsım bin Habib Nişâbûrî,
zamanındaki halifelerin başı Kadirbillâh’tır.”
İlk zamanlarda kilit yapmakla meşgûl olurdu. Kaffâl; kilit
yapan, kilitçi demektir. Kilidi ve anahtarını yapmakta çok mahir
olup, meslek erbâbı arasında çok tanınırdı. Daha sonra fıkıh
ilmine yöneldi. Onunla meşgûl oldu. Elinin ayasında ba’zı
nasırlar ve benler vardı. Bunun sebebini izah eder ve “Ben
gençliğimde demirlerle çok uğraşırdım. Bu nasırlar o
zamandan kaldı” derdi. Pekçok zâtlardan ilim öğrendi.
Herkesin kendisini tanıyıp hürmet ettiği bir âlim oldu. Ebû Ali
es-Sincî, Kâdı Hüseyn bin Muhammed, İmâm-ül-Haremeyn
hazretlerinin babası Ebû Muhammed el-Cüveynî ve başka
birçok zâtlar kendisinden ilim öğrendiler. Ebû Bekr es-Sem’ânî
diyor ki; “Kaffâl-ı Mervezî ( radıyallahü anh ); fıkıh ilminde,
hafızasının kuvvetinde, haram ve şüphelilerden uzak olup
dünyâya kıymet vermemekte, zamanında bulunan âlimler
arasında bir tane idi.”
Fakîh Nasır el-Amrî diyor ki: “Bu zamanda Ebû Bekr-i
sultânın aleyhinde kötü sözler ediyor” diye, Merv emîrine, o da
Kaffâl’dan daha fakîh bir kimse yoktur. O, sanki insan
sultâna şikâyet etti. Sultan Mahmûd, onlara “Bu zât, şimdiye
sûretinde bir melektir. Bu zamanda, kimse onun gibi olamaz.”
kadar maaşından ayrı olarak hazineden hiç para almış mıdır?”
diye sordu. Onlar da, “Almadı” dediler. Sultan, “Giyecek bir
Şafiî mezhebine dâir çok eserler yazdı. Öyle ki, o asırda onun
şey almış mıdır?” sorusuna da “Hayır! Almadı” cevâbını
yazdığı gibi eser yazan olmadı. Emten beldesinde çok fıkıh
verdiler. Bunun üzerine Sultan Mahmûd, “Yaptığınız şikâyetler
kitapları yazdı ve çok fıkıh âlimi yetiştirdi. Öyle bir âlim idi ki,
asılsızdır. Bu da’vâdan vazgeçin. Din adamından bize zarar
mezhebine muhalif olanlar dahi kendisine i’tirâz edemezlerdi.
gelmez” buyurdu.
Bir zaman muhalif olanlardan bir grup âlim gelerek, onu
imtihan etmek ve ilmî yönden mağlûb etmek istediler. Yanına
Kaffâl-ı Mervezî hazretlerinin rivâyet ettiği bir
gelip, sohbetinde bir müddet kaldıktan sonra, onun ne büyük
hadîs-i kudsîde Allahü teâlâ buyurdu ki; “Kulum
bir âlim olduğunu anladılar. Bunun üzerine, onun kitaplarını
beni nasıl zan ederse, ben onun zan ettiği
alıp, memleketlerine döndüler. O kitapları talebelerine, ders
gibiyim. Beni istediğiniz gibi zan ediniz.”
kitapları olarak okuttular.
Kaffâl-ı Merv’ezî’nin rivâyet ettiği bir başka hadîsBirgün Kaffâl hazretlerinin yanına bir kimse gelip, “Efendim!
i şerîfte; “Hiçbir kalb yoktur ki, Allahü tealanın
Sultânın adamları benim eşeğimi alıp götürdüler. Bana
kudret parmakları arasında olmasın. Cenâb-ı Hak
vermiyorlar. Eşeğimin geri verilmesi için size geldim” dedi.
istediği zaman o kalbi doğruluk tarafına çevirir,
Bunu dinleyen Hazreti Kaffâl, “Sen şimdi git Güzel bir abdest
istediği zaman da kötülük tarafına
al ve ta’dîl-i erkânına dikkat ederek iki rek’ât namaz kıl. Sonra
döndürür” buyuruldu. Onun için Peygamber
Allahü teâlânın sevgili kullarını vesile ederek duâ et” buyurdu.
efendimiz ( aleyhisselâm ) duâ ederken “Ey
Gelen kimse bu sözleri orada tekrar etti ve bunları yapmak
kalbleri her an istediği tarafa döndüren Allahım!
üzere mescide gitti. Kaffâl-ı Mervezî de sultânın adamlarına
Benim kalbimi dîninde sabit kıl. Mîzân senin
haber gönderip, bu zâtın eşeğinin iade edilmesini istedi. Onlar
kudretin altındadır. Kıyâmete kadar dilediğin
da eşeği geri getirip, mescidin kapısına bağladılar. O kimse
kavmi yüceltir, dilediğini alçaltırsın” buyurdu.
namazını kıldı. Allahü teâlâya, evliyâ ve âlimleri vesile ederek
duâ etti. Dışarı çıktığında, kapıda bağlı duran eşeği görünce
çok şaşırdı ve cenâb-ı Hakka şükretti. Kaffâl hazretlerine,
yanındakiler, “Efendim! Böyle yapmanızın hikmetini
anlıyamadık. Anlatır mısınız?” diye sordular. O da, “Bu gelen
kimse hem ibâdetini yapmazdı, hem de evliyâ hakkındaki
i’tikâdı bozuk idi. Şimdi o kimse, eşeğinin gelmesine sebep;
Kaffâl-ı Mervezî hazretleri buyurdu ki; “Akıl baliğ olmayan; bir
çocuk, arada sırada namaz kılıyora, onu alıştırmak için,
“Kazaya kalmış namazlarını kaza et” denilir. Her ne kadar
kaza etmesi farz değilse de, bu, çocuğa mes’ûliyet duygusu
verir, namaz kılmaya alıştırır. Baliğ olduktan sonra, ona akıl
baliğ olmadan önce kazaya kalan namazları kıl denilmez.”
namaz kılıp, büyükleri vesile ederek, duâ etmek olduğunu
anladı. Böylece hem i’tikâdı düzelmiş oldu, hem de inşâallah
ibâdetine devam eder, hem de ni’metlerin sonunda Allahü
1) Mu’cem-ül-müellifîn cild-6, sh. 26
teâlâya hamdetmeyi öğrendi” buyurdu.
2) Vefeyât-ül-a’yân cild-3, sh. 46
Kaffâl-ı Mervezî hazretlerinin bütün vakti, talebelere ders
vermekle geçerdi. Dersten sonra odasına kapanır, uzun
3) Şezerât-üz-zeheb cild-3, sh. 207
zaman ağlar, sonra cenâb-ı Hakka “Yâ Rabbî! râzı olduğun
şeylerden bizi mahrûm bırakma” diye yalvarırdı.
4) Miftâh-üs-se’âde cild-2, sh. 183
Kaffâl-ı Mervezî, Merv şehrinin muhtesibi (zabıta, mâliye ve
5) Tabakât-üş-Şâfiiyye cild-5, sh. 53
emniyet işlerine bakan) idi. Bunu çekemiyenler, “Kaffâl,
Hâkim Ebû Abdullah: “Kaffâl, fakîh (fıkıh âlimi), edîb
(edebiyatçı), Mâverâünnehr’de, Şâfiîlerin en büyük âlimi, usûl-i
fıkhı en iyi bilen, hadîs-i şerîf ilmi tahsil etmek için en çok
KAFFÂL-İ KEBÎR
yolculuk yapan bir âlimdir.”
Şafiî âlimlerinin büyüklerinden. İsmi, Muhammed bin Ali bin
Büyük âlim Ebû Muhammed, “Şerh-ur-Risâle” kitabında şöyle
İsmail olup, künyesi Ebû Bekr’dir. 291 (m. 903) senesinde
anlatır: “Kaffâl, kelâm ilmini İmâm-ı Eş’arî hazretlerinden aldı.
Semerkand’a bağlı bir yer olan Şâş’da doğup, 365 (m. 975)
İmâm-ı Eş’arî hazretleri de ondan fıkıh ilminde istifâde etti.”
senesinde yine burada vefât etmiştir. Başka bir Kaffâl daha
vardır. Bu da Şâfiîlerin büyük âlimlerindendir. İmâm-ı
Sübkî ( radıyallahü anh ) der ki: “Ebû Muhammed’in bu sözü,
Haremeyn’in pederi Ebû Muhammed el-Cüveynî’nin hocasıdır.
Kaffâl’in kelâm ilmini bildiğine delâlet ettiği gibi, aynı zamanda
417 (m. 1026)’de 90 yaşında Sicistan’da vefât etmiştir. İsmi,
onun i’tikâdda İmâm-ı Eş’arî’ye tâbi olduğunu gösterir. Sanki
Ebû Bekr Abdullah bin Ahmed el-Mervezî’dir. Buna Keffâl-i
Kaffâl, Mu’tezile’nin yanlış i’tikâdından dönüp, İmâm-ı
sagîr denir. Keffâl-i kebîr, fıkıh, tefsîr, hadîs kelâm, usûl ve
Eş’arî’den ( radıyallahü anh ) kelâm ilmi dersi almaya
furû’, lügat ve şiirde derin bir âlim idi. Zamanında,
başladığı zaman, İmâm-ı Eş’arî ( radıyallahü anh ) bir hayli
Mâverâünnehr’de, Şafiî âlimleri arasında bir benzeri yoktu.
yaşlı idi. Aynı zamanda İmâm-ı Eş’arî ( radıyallahü anh )
İlminin yüksekliği kadar, zühd ve takvâsı da pek fazla idi. Ebû
kelâm ilminde imâm derecesinde idi. Eş’arî hazretlerinin
Bekr bin Huzeyme, Muhammed bin Cerîr, Ebû Kâsım Begâvî,
Kaffâl’den, fıkıh ilminden okuması, Kaffâl’in de fıkıh ilminde
Ebû Arûbe el-Harrânî ve daha birçok âlimden ilim almıştır.
mertebesinin çok yüksek ve kendisinden ilim alınabilecek
Kendisinden de, Hâkim, İbn-i Mende, Ebû Abdurrahmân es-
derecede âlim olduğunu gösterir.”
Sülemî ve daha başkaları ilim almıştır. Ebû İshâk, onun İbn-i
Süreyc’den ders aldığını söylemiş ise de, İbn-i Salâh: “En açık
olanı Kaffâl’in, Süreyc’e yetişmemiş olduğudur. Çünkü, İbn-i
Süreyc’in, Kaffâlin Bağdâd’a girmesinden önce vefât ettiği
bildirilmektedir. Kaffâl, ilim için bir çok yolculuklar yapmış,
Horasan, Irak ve Şam’ı dolaşmış, ismi her tarafa yayılmış,
sözü her yerde edilir olmuştur. Tefsîr, fıkıh ve hadîs ilimlerinde
eserleri vardır. Eserlerinden ba’zısı, Tefsîr-u Kur’ân-ı kerîm,
Mehâsin-üş-Şerîa ve Edeb-ül-kazâ ve Şerh-ur-Risâ’dir.
Âlimlerin hakkında söyledikleri: İmâm-ı Nevevî ( radıyallahü
anh ) “Kaffâl; tefsîr, hadîs, usûl-i fıkıh ve kelâm ilimlerinde ismi
geçen büyük bir âlimdir.”
Kaffâl’in bir şiirinin tercümesi ve açıklaması şöyledir:
“Benim evim, gelen herkese açıktır. Benim azığımdan herkes
yiyebilir. Yanımızda ne varsa onu misâfirimize ikram ederiz.
İsterse bu, sirke ve bakla olsun. Fakat asil olan kişi bundan
memnun kalır. Bayağı kişi ise bunu az görür.”
Kaffâl, muharebe meydanlarında kılıcı ile çarpıştığı gibi,
ilmiyle ve kalemiyle de İslâm düşmanlarına gereken cevâbı
vermiştir. Anlatılır ki Müslümanlarla Bizanslılar arasında bir
muharebe olmuş, bu muharebeye Horasan ve Mâverâünnehr
müslümanları da katılmıştır. Büyük âlim Kaffâl de bunlar
arasında bulunuyordu. Bu sırada, Bizanslıların kumandanı bir
Hâfız Ebû Kâsım bin Asâkir ( radıyallahü anh ): “Onun önce
kasîde yazdırıp, İslâm memleketlerine gönderdi. Bu kasîdede,
doğru yoldan ayrılıp, sapık olan mu’tezile i’tikâdına kaydığı,
müslümanlar ayıplanıp, kınanıyor, bir takım tehdîdler yer
fakat sonra (Ehl-i sünnetten olan) Eş’arî mezhebine döndüğü
alıyor, müslümanların birçok yerleri ellerinden çıkardıkları
bana ulaştı.”
anlatılıyordu. O şiire iyi bir cevap vermek lâzımdı. Orduda
Horasan, Medâin ve Şamlı edebiyatçı ve şâirler de
Sübkî der ki: “İbn-i Asâkir’in bu rivâyetini gördükten sonra çok
bulunuyordu. Yazılan cevabî şiirler arasında en beğenileni
rahatladım. Fakat Kaffâl’in, bir ara mu’tezile i’tikâdına
Kaffâl’inki oldu.
meyletmesi, Ehl-i sünnet akîdesine doğru giderken yaptığı bir
sürçmedir. Fakat, bid’at ve dalâletten döndükten sonra artık
Bir müslüman âlim, bu harbde Bizanslılara esîr düşmüştü.
onu kınamak olmaz.”
Kaffâl’in cevap olarak yazdığı şiirin, Bizanslıların eline
geçmesinden sonraki durumu şöyle anlatır: Bu kasîde,
nasîhatimi iletir? Onun üzerine genç ihtiyâr bütün Horasanlılar
İstanbul’a gelince, şehrin ilim adamları toplanmışlar kasîdenin
geliyor, gâzîler, şehîd olmak için koşuyor. Eğer haktan yüz
yüksek bir edebiyatla yazıldığını görerek hayrette kalmışlar,
çevirilirse, hak her zaman açık ve ortadadır. Geliniz ey
onun nereli olduğunu sormuşlar, müslümanlar arasında, böyle
Bizanslılar! Aramızda kılıncı hâkim yapalım. Çünkü o, en âdil
kimselerin bulunduğunu bilmiyorduk, demişlerdir.
bir hâkimdir. Allahü teâlâ bize mükâfatlar versin. O, bizim için
kâfi ve bizi koruyucudur. Allahü teâlâdan lütuf ve ihsâniyle,
Kaffâl’in yazmış olduğu şiirin açıklamasının bir kısmı şöyledir:
feth-i Kos’tantiniyye’yi nasîb etmesini diliyoruz.”
“Bana münâzara usûllerinden haberi olmayan birinin sözü
ulaştı. Kendisine, lâyık olmadığı vasıfları vererek yalan
söylemiş. Kendisini temiz kral diye anlatıyor. Halbuki kalbi şirk
1) Tabakât-ül-müfessirîn cild-2, sh. 196
kiri, elbiseleri de görünen kirlerle kirlenmiş bir kimse, nasıl
temiz olur? O, ben mesîhîyim diyor. Halbuki o dediği gibi
değildir. Kalbi kaskatı olmuş, çoluk çocuk demeden öldüren bir
kimse, Hazreti Îsâ gibi mübârek ve merhametli bir
Peygamberin yoluna nasıl tâbi olur. Temiz ve Hazreti Îsâ’ya
(aleyhisselâm) tâbi olduğunu söyliyen bir kimsenin, zâlim, fâcir
olması, haksızlıklara meyletmesi mümkün müdür? Eğer hakkı
2) Tehzîb-ül-esmâ vel-lüga cild-2, sh. 282
3) Şezerât-üz-zeheb cild-3, sh. 51
4) Tabakât-üş-Şâfiiyye cild-3, sh. 200
5) Tabakât-üş-Şirâzî sh. 91
bulmak istiyorsan, yavaş hareket et, zulüm yapma, Allahü
teâlâ sana hidâyet (doğru yol) ihsân eder. Aslı olmayan
6) Tabakât-ül-müfessirîn (Süyûtî) sh. 36
elbiseyi giyen gibi, kendinde olmayan şeyle kibirlenme. Biz,
sizin bizden aldığınız yerleri fazlasıyla aldık. Sizi geldiğiniz gibi
7) Vefeyât-ül-a’yân cild-4, sh. 200
kovduk. Biz, bizde olan (Müslümanlık) ni’metinden dolayı
sizden çok üstünüz. Sen, fethedeceğinizi söylediğin birçok
yerler saydın. Halbuki, bunlar rü’yâ gören kimsenin söylediği
şeylerdir. Kim ki, putperestliği yaymak için şarkı ve garbı
fethetmeği dilerse, o kötü ve habîs insandır. Allahü teâlâ,
Îsâ’nın da (aleyhisselâm) yaratıcısıdır. Allahü teâlâ, Îsâ’ya
(aleyhisselâm) ölüleri diriltme mu’cizesi vermiştir. Hazreti
Îsâ’ya (aleyhisselâm) inen İncîl de bu sözümüzü bildirmekte,
bütün Peygamberlerden sonra son Peygamberin geleceği
müjdelenmektedir. Hazreti Muhammed Mustafâ (
aleyhisselâm ) ve diğer Peygamberler, hepsi vefât etti. Ancak,
onun vefâtı geciktirilmiştir. O zaman gelince, o da diğer
peygamberler gibi vefât edecektir. Halbuki siz Hıristiyanlar,
KÂFİYECÎ
Hanefî mezhebi fıkıh âlimi. İsmi, Muhammed bin Süleymân
bin Sa’d bin Mes’ûd er-Rûmî’dir. Künyesi Ebû Abdullah olup,
lakabı Muhyiddîn’dir. Nahiv ilmine dâir “Kâfiye” adlı eser ile
çok meşgûl olduğundan dolayı, Kâfiyecî diye meşhûr
olmuştur. İzmir’e bağlı Bergama’da, 788 (m. 1386) senesinde
doğdu. Mısır’ın Kâhire şehrinde, 879 (m. 1474) senesinde
vefât etti. Kâhire’deki Eşrefiyye Medresesi yakınında, kendisi
için ölmeden önce yaptırdığı türbeye defnedildi.
Hazreti Îsâ’nın ölümü tattığını söylüyorsunuz. Yahyâ,
Zekeriyyâ ve diğer peygamberler Allahü teâlânın indinde
Memleketinde büyüyen Kâfiyecî, ilim tahsili için birçok yerlere
kıymetli kullarıdır. Hakkın doğrunun Arabdan ve Acemden
gitti. Molla Fenârî, Burhânüddîn Emîr Haydar el-Hâfi, Şeyh
yardımcıları vardır. Allahü teâlâ, Seyfuddevle’ye hayırlar
Vâcid, İbn-i Ferişteh, Hâfızüddîn Bezzâzî, Abdülvâhid el-Kutâî
versin. Ona lütuf ve ihsânlarda bulunsun. Mensûr bin Nûh’a
gibi büyük zâtlardan, aklî ve naklî ilimleri tahsil etti. Sonra
devamlı selâmet versin.
Şam’a gidip, orada ilim okutmakla meşgûl oldu. Hicaz’a gidip,
hac vazîfesini yerine getirdikten sonra, Kudüs’e döndü. Daha
Bu ikisi, İslâmı ve müslümanları her türlü tehlikeye karşı
muhafaza ettiler. Kim Bizanslıların kumandanına benim
sonra Melik Eşref Barsbay zamanında Kâhire’ye geldi.
İnsanlardan uzak olarak Berkûkiyye’de senelerce kaldı. Orada
Hayâtını ilim okumak ve okutmakla geçiren Kâfiyecî’nin, çeşitli
Bisâtî, İbn-i Hacer el-Askalânî ve başka zâtlarla karşılaşıp ilmî
ilimlere dâir yüzden fazla eseri vardır. Bu eserlerinin en
sohbetlerde bulundu. Bir müddet Muhibbüddîn el-Eşkâr’ın
önemlileri şunlardır: 1- Şerhu Kavâid-ül-kübrâ li İbn-i Hişâm, 2-
yanında kaldı. İbn-i Esed, Bedrüddîn Ebü’s-Se’âdet, el-Bülkînî
Envâr-üs-se’âde şerh-u Kelimet-iş-şehâde vel-Esmâ-ül-
gibi âlim zâtlarla birlikte, Melik Zâhir Çakmak da gelip, onun
Husnâ, 3-Muhtasar-ül-Müfîd fî ilm-it-Târih, 4-Hâşiyetü alâ
sohbetlerinden istifâde etti. Kâfiyecî, 842 (m. 1438) senesinde
şerh-ıl-Hidâye, 5-Telhîs-ül-Câmi’ul-kebîr, 6-Risâletün fîl-
Hasen el-Acemî’nin ayrılmasıyla boşalan Eşref Şa’bân
İstisnâ, 7-Şerhu Tehzîb-ül-mantık vel-kelâm, 8-Temhîd fî şerh-
dergâhında müderris olarak vazîfe yaptı. Daha sonra Âlâüddîn
it-Tahmîd, 9-Muhtasar fî ilm-il-irşâd, 10-Et-Teysîr fî ilm-it-tefsîr,
Rûmî’nin yerine, onun dergâhında ders okutmakla meşgûl
11-Telhîs alâ Tefsîr-il-Beydâvî, 12-Telhîsu Şerhu Mevâkıf, 13-
oldu. İbn-i Hümâm’dan sonra Şeyhûniyye Medresesi
Muhtasar fî ilm-il-Eser, 14- Hall-ül-Eşkâl fî mebâhis-il-eşkâl fil-
başmüderrisliğine getirildi. Mısır’da Hanefî kadısı olarak
Hendese, 15-Menâzil-ül-ervâh.
görevlendirildi. Ders okutmak, fetvâ vermek ve eser yazmak
husûslarında çok yükseldi. Onun üstünlüğünü herkes kabûl
ediyor ve ilmî üstünlüğü karşısında boyun eğiyordu. Bu
sebeple, şöhreti her tarafta duyuldu. Onun eserleri, talebeleri
ve fetvâları her tarafa yayıldı. Ondan çok kimseler ilim tahsil
edip yetiştiler. Talebeleri daha onun sağlığında iken
yükseldiler, zamanlarının ve çevrelerinin ileri gelenleri oldular.
1) Mu’cem-ül-müellifîn cild-10, sh. 51
2) Ed-Dav-ül-lâmi’ cild-7, sh. 259
3) Şezerât-üz-zeheb cild-7, sh. 326
Takıyyüddîn el-Hasenî ondan ilim tahsil eden zâtlardandır.
4) Şakâyık-ı Nu’mâniyye tercümesi (Mecdî Efendi) sh. 85
Âlim, fâzıl, ilmiyle âmil olan Kâfiyecî; iffet sahibi, temiz kalbli,
düşmanlarına karşı dahî yumuşak huylu ve merhametli idi.
5) Bugyet-ül-vuât cild-1, sh. 117
Elinde bulunanları bekletmeyip, hemen sadaka olarak verirdi.
Çok cömert ve ikram sahibi idi. Kur’ân-ı kerîm okunduğu
6) El-A’lâm cild-6, sh. 150
zaman âyet-i kerîmelerin ma’nâsını düşünür ve çok ağlardı.
Komşu ve arkadaşlarıyla çok iyi geçinir, onlara hüsn-i
muâmelede bulunurdu.
İlmî yönden asrının allâmesi ve zamanının bir tanesi idi. Aklî
ve naklî ilimlerin hepsinde yüksek idi. Hadîs ve tefsîr usûliyle;
tefsîr, kelâm, nahv, sarf, me’ânî, beyân, mantık, felsefe, heyet
7) Ferâid-ül-behiyye cild-4, sh. 169
8) Miftâh-us-se’âde cild-1, sh. 454
9) İzâh-ül-meknûn cild-1, sh. 87, 123, 409
10) Keşf-üz-zünûn cild-1, sh. 194, 484, 517
(astronomi), hendese (geometri), hikmet, cedel ve münâzara
ilimlerinde benzeri yoktu. Fıkıh, tıb ve edebî ilimlerde özel
11) Brockelmann Gal-2, sh. 114
ihtisas sahibi idi. Ona, zamanında yaşadığı devlet adamları ve
Osmanlı sultanları iltifât ve ihsânlarda bulunurlardı.
Kâfiyecî hakkında İmâm-ı Süyûtî şöyle der: “Onun yanına ilk
gittiğimde, “Zeydün Kâimün” terkibinin i’râbını yapmamı
KÂF-ZÂDE FÂİZÎ
söyledi. Ben de; “Derse ilk başlamış çocuk yerine koyup soru
soruyorsun” dedim. “Bu terkibde senin bilmediğin yüzonüç
Osmanlı âlimlerinden ve şâirlerinden. İsmi Abdülhay, lakabı
mes’ele vardır. Onun için soruyorum” dedi ve anlatmaya
Fâizî’dir. Kâf-zâde diye meşhûr olmuştur. Babası, Birinci
başladı. Ben, bu konu hakkında hiçbir şey bilmediğimi
Sultan Ahmed Hân zamanı âlimlerinden, Kâf-zâde Feyzullah
anladım. Bunun üzerine, ilim öğrenmek için ondört sene
Efendi’dir. Ebüssü’ûd Efendi’nin dâmâdı olan Ma’lül-zâde
yanında kaldım. Her gidişimde, yeni bir mes’ele öğrendim.
Efendi’nin torunudur. 998 (m. 1589) senesinde İstanbul’da
doğdu. 1031 (m. 1622) senesinde İstanbul’da vefât etti.
Zübdet-ül-Eş’âr: Şâirler tezkiresidir. Zamanına kadar yazılan
Zincirlikuyu’da dedesi Ma’lül Emîr Efendi Mektebi bahçesinde
tezkirelerden farklıdır. Eser bir tezkireden ziyâde, güldeste
defn olundu.
(antoloji) mahiyetindedir. Hicrî dokuzuncu asrın ikinci
yarısından başlayarak, kendi zamanına kadar yaşamış
Babasından ilim tahsil etti. Aklî ve naklî ilimlerde yetişip
beşyüzondört şâiri alfabetik sıraya göre zikredip, eserlerinden
yüksek derecelere kavuştuktan sonra, Ahmed Hân’ın hocası
örnekler vermiştir. Bu esere, 1086 (m. 1675) senesinde vefât
Mustafa Efendi’nin hizmetinde bulunup, onun yanında
ederek Edirnekapı haricindeki Emîr Buhârî dergâhı karşısına
mülâzim (stajyer) olarak vazîfe yaptı. 1016 (m. 1607)
defn olunan Seyrek-zâde Muhammed Âsım Efendi tarafından
senesinde ilk olarak İstanbul’da Ekmekçi-zâde Ahmed Paşa
bir zeyl yazılmıştır. 5-Leylâ vü Mecnûn, 6- Sâki-nâme.
Medresesi’ne müderris ta’yin olundu. 1019 (m. 1610)
senesinde Gevher Hân Sultan Medresesi’ne nakl olundu.
Aşağıdaki beytler onun şiirlerindendir:
1022 (m. 1613) senesinde Sahn-ı semân medreselerinden
birine terfi ettirildi. 1024 (m. 1615) senesinde Üsküdar’da
Hiç cem’iyyet-i hatırdan eser gördün mü?
Vâlide Sultan Medresesi’ne, aynı sene içinde Yavuz Selîm
Bu kadar meclise uğrar yolun, ey bâd-ı sabâ!
Medresesi’ne, 1025 (m. 1616) senesinde Süleymâniye
Medresesi müderrisliğine ta’yin edildi. 1027 (m. 1618)
senesinde Selanik kadılığına ta’yin edildi. 1029 (m. 1620)
Senden özge kimse bilmez, derdime hergiz deva,
Bir ilâç etmezsin amma, sen bilirsin dilberâ.
senesinde Şam kadılığına nakl edilmişse de Şam’a gitmek
üzere İstanbul’a geldiği zaman, bu vazîfeye Nevâli-zâde Sa’dî
Efendi’nin ta’yin olunduğunu duydu ve gitmedi, İstanbul’da
1) Şakâyık-ı Nu’mâniyye zeyli (Atâî) sh. 660
bulunduğu sırada Sultan Genç Osman’ın tahttan indirilişi ve
şehîd edilmesi hâdisesine şâhid olmuştur. Bu hâdiseden
2) Hulâsat-ül-eser cild-2, sh. 342
sonra şiddetli bir üzüntü ve sarsıntı geçirerek hastalandı.
Otuzüç yaşında iken vefât etti.
3) Mu’cem-ül-müellifîn cild-5, sh. 109
Kâf-zâde Abdülhay Efendi; aklî ve naklî ilimlerde yüksek
4) Esmâ-ül-müellifîn cild-1, sh. 508
derece sahibi, ilmiyle âmil, fâdıl ve güzel ahlâklı bir zât idi.
Güler yüzü, tatlı sözü, ilmi ve irfanı sebebiyle, evi adetâ bir ilim
ve terbiye yuvası hükmündeydi. Ömrünün sonlarına doğru
tasavvufa yönelip, Mahmûd Hulvî Efendi’ye talebe olmuş,
5) Kâmûs-ül-a’lâm cild-5, sh. 3542
6) Osmanlı Müellifleri cild-2, sh. 386
ondan feyz almış idi.
İlmî üstünlüğü yanında, zamanının birinci derecede şâir ve
nesir yazarlarından idi. Şairliğinden ziyâde tezkireciliği ile
tanınırdı. Bu durum onun şiirden ziyâde, nesirde daha
muvaffak olmasından ileri gelmektedir. Herşeye rağmen
KALBURCU ŞEYHİ (Ahmed Dede)
şiirdeki kudreti, Nef’î ile karşılıklı hicivleşmelerde bulunacak
seviyede idi. Devrinin tanınmış şâirleri arasında bulunması
Kanunî Sultan Süleymân devri âlim ve velîlerinden. Aslen
bunu göstermektedir.
Kütahya’ya yakın bir kasabadandır. Halk arasında Kalburcu
Şeyhi adıyla meşhûr olmuştur. Mihmandar ve Çavdarlı adı ile
Kâf-zâde Fâizî’nin birçok eseri vardır. Bu eserlerinin
de bilinirdi. Kaynaklarda doğum târihi bildirilmemektedir. 978
başlıcaları şunlardır, 1- Fetâvâ-i Kâdihân’a yazdığı fihrist. 2-
(m. 1570) senesinde vefât etti.
Hasenât-ı Hasen: Tiryaki Hasen Paşa’nın Kanije
kuşatmasında gösterdiği kahramanlıklarını anlatır. 3- Dîvân, 4-
Önce kendi memleketinin âlimlerinden ilim tahsil etti. Daha
Sultan İkinci Selîm şehzâde iken Ahmed Dede’yi ziyâret etmiş
sonra Şeyh Sinân Karamânî’nin hizmetinde bulundu.
ve zaviyesi yakınında bir mescid yaptırmıştır.
Abdüllatîf Efendi’nin sohbetlerinden çok istifâde etti. Ma’nevî
hâllere ve makamlara kavuştu.
Şöyle bir hâdise anlatılır Henüz talebe iken, arkadaşlarıyla
1) Şakâyık-ı Nu’mâniyye zeyli (Atâî) sh. 203
derse gidip gelirlerdi. Yine birgün derse gittiklerinde, iki
arkadaşıyle beraber her biri, gönüllerinden geçenlerin hâsıl
olması için hocalarından duâ istediler. Hocaları bu talebelerini
kırmadı. Onlar için duâ etti. Hocalarının duâsı bereketiyle, o
talebelerden biri Pâdişâh’ın ordusunda komutan, biri de ilim
KALKAŞENDÎ (Ahmed bin Ali)
ehli âlim bir kimse oldu. Ahmed Dede ise, hazret-i İbrâhim gibi
Fıkıh, târih ve edebiyat âlimlerinin büyüklerinden. İsmi, Ahmed
çok mâl ve mülke kavuştu, zengin oldu. Ahmed Dede, daha
bin Ali bin Ahmed bin Abdullah el-Fezâri olup, nisbeti
sonra İstanbul’a geldi. Burada büyük zâtlardan olan Kütahyalı
Kalkaşendî’dir. Kalkaşend, İskenderiyye yolu üzerinde, Kâhire
Merkez Efendi’nin yanında hizmet etti. Merkez Efendi’nin
yakınındaki Kalyûbiyye nahiyesinin köylerinden biridir.
yanında İslâmiyetin güzel ahlâkını ve Peygamber efendimizin
Karkaşend de denilmektedir. Kalkaşendî’nin lakabı
( aleyhisselâm ) yolunu öğretmek için izin aldı. Yine büyük
Şihâbüddîn, künyesi Ebü’l-Abbâs’tır. Şafiî mezhebi âlim ve
zâtlardan Kastamonulu Şa’bân Efendi’nin de iltifâtlarına
kadılarındandır. 756 (m. 1355) senesinde Kalkaşend’de
kavuştu.
doğdu. 821 (m. 1418) senesi Cemâzil-âhır ayının onunda,
İstanbul’dan ayrılıp memleketine geldi. Burada yaptırdığı
Cumartesi günü Kâhire’de vefât etti.
zaviyesinde ikâmet eder, insanlara dünyâ ve âhıret saadetinin
Meşhûr bir aileye mensûbdur. Kalkaşendî’nin babaları ve
yollarını öğretirdi. Hocasının duâsı bereketiyle çok mal ve
dedeleri âlim olduğu gibi, oğulları da büyük âlimlerden idiler.
mülke kavuştuğundan, herkese çok fazla ikramlarda
Kalkaşendî, küçüklüğünden i’tibâren ilim ile meşgûl olarak
bulunurdu. Gece-gündüz, gelene geçene yemek yedirir, açları
yetişti. İyi bir terbiye aldı. Önce Kur’ân-ı kerîmi öğrendi. Küçük
doyururdu. Zaviyesinde sofra hiç eksik olmazdı. Çok
yaşta İskenderiyye’ye gitti. Burada uzun zaman devrinin
kerâmetleri görüldü, ömrü boyunca hiç kimseden hediye,
meşhûr âlimlerinden fıkıh ve diğer yüksek din bilgilerini
maaş ve sadaka gibi şeyleri kabûl etmedi. Çiftçilikle geçinirdi.
öğrendi. Bunun yanında âlet ilimlerini de (sarf, nahiv, bedî’,
Tarlalarından elde ettiği ürünlerden, misâfirlerine yedirmek ve
beyân, iştikak v.s.) öğrendi. Yirmi küsur yaşında iken, büyük
ihtiyâç sahiblerine vermek için bir miktar ayırmak âdeti idi.
âlim İbn-i Mülakkın, Şafiî mezhebine göre fetvâ verip ders
Hattâ hayvanlar ve kuşlar için bile yiyecek ve buğday ayırırdı.
okutması ve kendisinden rivâyette bulunması için ona icâzet
Tarlaya ektiği buğday ve çavdarlar, normal tohumdan
olmasına rağmen, çok güzel ve benzersiz olurdu. Bu sebeple
Ahmed Dede’ye halk arasında Çavdar Şeyhi de derlerdi.
Tarlalardan elde ettikleri buğdayı bir anbara koyarlar, kapısını
kapatırlardı. Buğdayı anbarın altındaki oluktan alırlardı.
Anbarın tamamen boşaldığı hiç görülmedi. Bu sayede hiçbir
zaman zâhire sıkıntısı çekilmezdi. Ahmed Dede’ye civar köy
ve kasabalardan çok misâfirler gelirdi. Misâfirlere ayrılırken
birer çörek verir, onlar da bunu yol azığı yaparlardı. Her
zaman; “Bu ni’metlerin hepsi, Ahmed Dede’nin hocası
Abdüllatîf Efendi’nin duâsı bereketi iledir” diye Allahü teâlâya
şükrederlerdi.
(diploma) verdi. Zamanının büyük âlimlerinden ve İbn-i
Şeyha’dan hadîs-i şerîf öğrendi. Fıkıh ve edebiyat ile ilgili
ilimlerde çok büyük âlim oldu. Meşhûr altı hadîs kitabını,
İmâm-ı Şafiî ve İmâm-ı Ahmed bin Hanbel’in müsnedlerini
talebelere okutmak için icâzet (diploma) aldı. Kâhire’de uzun
müddet kadılık vazîfesinde bulundu. Bir taraftan da müderrislik
yaparak çok talebe yetiştirdi. Hem müderrislik, hem de târihî
araştırmalar yapardı. Bilhassa Arab kabileleri ve bunların
yaşadıkları coğrafî bölgeler üzerinde araştırmalar yaptı. Geniş
kültürlü olup, yazı yazma kabiliyeti çok fazla idi. Arabî dil
bilgilerinde ve Arab edebiyatında çok bilgi sahibi idi. Mısır
Memlûkleri’nin merkez inşâ dîvânında devâdar (sultânın genel
İlk önce Halîfe diye isimlendirilen Ebû Bekr-i Sıddîk’tır.
sekreteri) olarak uzun zaman vazîfe yaptı.
Resûlullah efendimizin ( aleyhisselâm ) âhırete teşrîf
buyurmalarından sonra halîfe olup, Halîfe-i Resûlullah
Eserlerinden ba’zıları şunlardır: 1-Subh-ül-E’şâ fî kavânîn-il-
(Resûlullahın halîfesi) diye ona hitâb edildi. O, ilk önce halîfe
inşâ: Ba’zı kaynaklarda Sınâat-il-inşâ veya kitâbet-il-inşâ diye
olarak seçilmiştir. Yerine halîfe olarak Hazreti Ömer
de geçmektedir. Bu kitap yedi (veya ondört) cilddir. Yazı
seçilmiştir. Halifelik vazîfesine karşılık, Beyt-ül-mâl’den belirli
san’atının inceliklerini ve usûllerini bildirmektedir. Eskiden
miktarda bir maaş almıştır. Vefâtı yaklaşınca, Beyt-ül-mâl’den
devletler arası münâsebetlerdeki yazışmalar için, kâtiplere
aldıklarının geri iadesini vasıyyet etmiştir.
örnek olarak yazılmıştır. Kalkaşendî, bu eserinde devlet
arşivlerinden de istifâde etmiştir. Bilhassa Ortaçağ’daki İslâm
İlk önce Emîr-ül-mü’minîn diye isimlendirilen Ömer bin
devletlerinin birbiriyle olan yazışmalarında kullanılmış birçok
Hattâb’dır ( radıyallahü anh ). Askerî’nin bildirdiğine göre,
vesîkayı kitabında toplamıştır. Yazı san’atına âit ne varsa bu
Beyt-ül-mâl’i ilk kuran Ömer bin Hattâb’dır ( radıyallahü anh ).
kitabına almış, pekçok şeyi de ilâve etmiştir.
Fakat Askeri, başka bir yerde Hazreti Ömer’in, Hazreti Ebû
Bekr tarafından Beyt-ül-mâl’de vazîfelendirildiğini
İnşâ san’atı ile uğraşanlara lâzım olan hâller, haberler, eserler
bildirmektedir. Buna göre, Beyt-ül-mâl’i ilk kuran Hazreti Ebû
ve diğer bilgileri ihtivâ etmektedir. Kitap yedi kısım olup, her
Bekr’dir.
kısım bir cilddir. Bir babında, yazı (hat) ilmine âit bilgileri
anlatmaktadır. Bunların çoğunu Yâkût-i Musta’simî’den alarak
İlk taç giyen, Fars krallarından Sahihak’tır. Rivâyet edildiğine
bildirmektedir. Kitabın bir bölümünde; harflerin yazılış şekli,
göre, o Nemrud’dur. İbrâhim aleyhisselâm onun zamanında
kalemin kullanılması, yazarken hangi taraftan başlanacağı,
yaşamıştır.
harflerin nasıl daha kolay yazılacağı bildirilmektedir. Yine bu
kitabında; kavimlere âit bilgilerden, milletlerin âdetlerinden,
İslâmda ilk önce vezîr ismi, Abbasî halîfelerinden Seffak’ın
dînî ve fennî ilimlerden, hayvanlardan, tabiat hâdiselerinden
veziri Ahmed bin Süleymân’a verilmiştir.
bahsedilmektedir. Bir bölümünde de; çeşitli İslâm
devletlerinden,- gayr-i müslim millet ve devletlerden, buraların
coğrafi durumlarından bahsedilmektedir. Sultanlar arasındaki
mektûplaşmalardan misâller verilmektedir. 2-Nihâyet-ül-Ereb fî
ma’rifeti kabâil-il-Arab (veya ensâb-il-Arab):
Adından da anlaşılacağı gibi, Arab kabilelerinden ve bunların
bulunduğu coğrafi yerlerden bahsetmektedir. 3-Kalâid-ülCümân, 4-El-Kevâkib-üd-Dürriyye fî menâkıb-il-bedriyye, 5Dav-üs-subh-il-müsfîr, 6-Câmi’ul-Muhtasarât: Şafiî fıkhına dâir
bir eserdir. 7-Hilyet-ül-Fadl ve zînet-ül-kerem fil-Mefâhereti
beyn-es-Seyfi vel-Kalem, 8-Kasîdetün fî medh-in-Nebî:
Peygamber efendimizi medh eden manzûm bir eserdir. 9Künh-ül-Murâd fî şerhi Bânet Suat: Ka’b bin Züheyr’in yazmış
olduğu “Bânet Suat” kasidesinin şerhidir. Kendisi, bu eser
hakkında şöyle demektedir: “Ben, Bânet Suat kasidesine bir
Vezirlerden ilk önce Sâhib lakabı İsmâil bin Abbâd’a
verilmiştir. Şöyle ki: İsmâil bin Abbâd, üstâd İbn-i Amîd ile
birlikde kalırdı. Bu sebebten ona Sâhib İbni Amîd derlerdi.
Ona bu isimle hitâb edildiği için, sonraları ona sâdece Sâhib
dendi. Daha sonra, zamanla vezirlere de bu lakabla hitâb
edilmeye başlandı.
İslâmda ilk kadı Hazreti Ömer’dir. Hazreti Ebû Bekr halîfe
iken, onu kadı ta’yin etmişti. Hazreti Ömer bir sene kadılık
yaptı. Hiç kimse bir da’vâ için gelmedi.
Kıyasta ilk hatâ eden şeytandır. Kur’ân-ı kerîmde meâlen
buyurulduğu gibi şöyle dedi: “Ben ondan daha hayırlıyım.”
(A’râf-12). Hâlbuki o bilmedi mi ki, toprağın cevherine atılan
birşey artar ve gelişir. Ateşe atılan birşey ise yanar.
şerh yazdım. Ona “Künh-ül-Murâd fî şerhi Bânet Suat” ismini
İlk önce semânın ve yıldızların inceliklerinden bahseden İdrîs
verdim. Allahü teâlâ bana, o kasidede daha önce vâkıf
aleyhisselâmdır.
olmadığım ma’nâları yazmamı nasîb eyledi.”
Subh-ül-E’şâ fî kavânin-il-inşâ adlı eserden ba’zı bölümler:
Nahiv ilmini ilk ortaya koyan Emîr-ül-mü’minîn Ali bin Ebî
Resûlullah efendimizden (s.a.v) sonra Ahmed ismi ile ilk
Tâlib’in emri ile Ebü’l-Esved ed-Düelî’dir. Mishaflara da ilk
isimlenen arûz ilmini ortaya koyan Halîl’in babasıdır. Bunun
noktayı o koymuştur.
için ona Halîl bin Ahmed denmiştir.
Usûl-i fıkha dâir ilk önce eser yazan İmâm-ı Şafiî’dir. Bu
İlk önce ata binen İsmâil aleyhisselâmdır. İsmâil
husûsta “Risale” ismindeki eserini yazdı.
aleyhisselâmdan önce atlar vahşî idi. Onlara binilmezdi. İsmâil
aleyhisselâm onları terbiye etti ve bindi, İsmâil aleyhisselâmın
Fıkıh ilmine dâir ilk eser yazan Mâlik bin Enes’tir ( radıyallahü
oğulları, atların terbiyesini İsmâil aleyhisselâmdan öğrendiler.
anh ). Bu eserin ismi Muvatta’dır.
Bu yüzden Arablar ata binmesini en iyi bilenlerdir.
Aruza dâir ilk eser yazan Halîl bin Ahmed’dir. O, aynı
İlk önce silâh edinip, cihâd eden Süleymân aleyhisselâmdır.
zamanda lügata dâir ilk eser yazarıdır. Bu kitabının ismi
Askerî, böyle söylemiştir.
“Ayn”dır.
Resûlullah efendimizin ( aleyhisselâm ) ilk sancak verdiği zât,
İlk kalem ile yazı yazan Âdem aleyhisselâmdır. İdris
amcası Hamza’dır ( radıyallahü anh ). Bu sancak beyaz idi.
aleyhisselâm olduğa da rivâyet edilmiştir.
İslâmda ilk bayrak, Huneyn muharebesinde kullanıldı. Bu
Arabca ile ilk önce yazı yazan Hûd aleyhisselâm olduğu
bayrağı Resûlullah efendimiz ( aleyhisselâm ) yapmıştır.
söylenmiştir İsmâil aleyhisselâm olduğu da söylenmiştir.
Bayrağın rengi siyah idi.
İslâmiyete ilk harb dîvânı kuran Halîfe Ömer bin Hattâb’dır (
Resûlullah efendimizin (s.a.v) mübârek elleri ile ilk katledilen
radıyallahü anh )
meşhûr ve azgın müşrik Ubey bin Haleftir.
İlk hamam inşâ ettiren Süleymân aleyhisselâmdır. Süleymân
Resûlullah efendimiz ( aleyhisselâm ) onu hafif olarak
aleyhisselâm, hamamı cinlere yaptırmıştır.
yaralamıştı. Fakat o, bundan çok şiddetli acı duydu. Ona
İlk kâğıdı yapan Yûsuf aleyhisselâmdır. Başkalarının da
yaptığı söylenir.
Sabunu ilk yapan Süleymân aleyhisselâmdır.
Kırmızı elbiseyi ilk giyen Kârûn’dur. Kârûn, elbiselerini uzun
yaptırıp kendini beğenerek kibirlenen bir kimsedir.
İlk önce zırh yapıp giyen Dâvûd aleyhisselâmdır.
Kur’ân-ı kerîme mıshaf ismini ilk önce veren Ebû Bekr-i
Sıddîk’tır ( radıyallahü anh ) Kur’ân-ı kerîmi topladığı zaman
bu ismi vermişti.
Peygamber efendimizin ( aleyhisselâm ), mübârek isimleri ile
ilk isimlenen Muhammed bin Hatîb’dir. Hicretin ilk senesinde
Habeşistan’da doğduğu zaman bu isim ile şereflendi.
durumu sorulunca; “Bende bulunan acı, eğer
yeryüzündekilerde olsa idi, şüphesiz onlar bundan dolayı
ölürlerdi” derdi.
Şam’da hastalar için ilk hastahâneyi Velîd bin Abdülmelik
yapmıştır.
Mısır’da ilk hastahâneyi yaptıran Ahmed bin Tûlûn’dur. Bunu
Fustat’da yaptırmıştır. Günümüze kadar sağlam olarak
kalmıştır.
Emmâ Ba’dü (ya’nî, şimdi gelelim mevzûmuza) ifâdesini ilk
önce söyliyen Dâvûd aleyhisselâmdır.
İlk önce “Merhaba” diyen Seyf bin Zıyezen’dir. Bunu
Resûlullah efendimizin ( aleyhisselâm ) dedesi Abdülmuttalib’e
söylemiştir.
“Canım sana feda olsun” ifâdesini ilk önce Abdullah bin Ömer
( radıyallahü anh ) söylemiştir. O bunu, Resûlullah efendimize
( aleyhisselâm ) söylemiştir. Resûlullah efendimiz bir fitneden
bahsetmişlerdi. Abdullah bin Ömer ( radıyallahü anh ); “Canım
sana feda olsun yâ Resûlallah! Ne yapayım?” demişti. Bu
sözü ilk önce Hazreti Ali’nin söylediği de rivâyet edilmiştir. Bir
muharebede, Amr bin Vüdde el-Âmirî mübârezeye da’vet
edince, Hazreti Ali; “Canım sana feda olsun yâ Resûlallah!
Bana izin verir misin?” demiştir. Bundan sonra müellifler,
eserlerinde bu ifâdeyi kullanmışlardır.
KALKAŞENDÎ (Ali bin Ahmed)
Hadîs, nahiv ve Şafiî mezhebi fıkıh âlimlerinin büyüklerinden.
İsmi, Ali bin Ahmed bin İsmâil bin Muhammed bin İsmâil bin
Ali’dir. Lakabı Alâeddîn, künyesi Ebü’l-Fütûh’dur. Nisbeti
Kahiri olup, aslen Kalkaşend’dendir. 788 (m. 1386) senesinde
İlk önce “Allahü teâlâ ömrünü uzun etsin” diyen, Ömer bin
Zilhicce ayında Kâhire’de doğdu. 856 (m. 1452) senesinde
Hattâb’dır ( radıyallahü anh ). Hazreti Ali, Hazreti Ömer’in
Muharrem ayı başında, ishal hastalığından vefât ettti.
huzûrunda, adâlet husûsunda beğendiği bir söz söylemişti.
Namazını Ezher’de Menâvî kıldırdı. Mevlüd türbesine defn
Bunun üzerine Hazreti Ömer ona; Doğru söyledin. Allahü teâlâ
edildi.
ömrünü uzun eylesin” buyurmuştur.
Kâhire’de babasının yanında büyüdü. Kur’ân-ı kerîmi ve ba’zı
“Allahü teâlâ sana yardım eylesin” ifâdesini, ilk önce Hazreti
kıymetli kitapları ezberledi. İbn-i Mülakkın’dan, Bülkînî ve oğlu
Ömer, Hazreti Ali’ye buyurmuştur.
Celâleddîn’den, Beycûrî, Şemseddîn Bermâvî ve akrabası
Mecdüddîn’den ve bir grup âlimden fıkıh ilmi öğrendi. Bunların
İnsanlar arasında neseb bakımından en şereflisi, Hazreti
yanında Zeynüddîn Kumnî ve Telvânî’den de fıkıh öğrendi.
Hasen ile Hz Hüseyn’dir. (r.anhümâ). Çünkü Resûlallah
Zeynüddîn Irâkî’nin derslerine uzun zaman devam etti, hadîs-i
efendimiz ( aleyhisselâm ) onların dedesidir.
şerîf öğrendi. Elfiyet-ül-hadîs kitabının çoğunu okudu. Emâlî
kitabının çoğunu da yazdı. Daha sonra da Zeynüddîn Irâkî’nin
İslâmda yetmişbeş sene kadılık yapan, Süreyh bin el-Hâris el-
oğlu Veliyyüddîn Irâkî’den ve İbn-i Hacer Askalânî’den hadîs-i
Kindî’dir. Hazreti Ömer onu Kûfe’de kadı yaptı Hazreti Ömer’in
şerîf öğrendi. Kırâat ilimlerini Ezher İmâmı Fahreddîn
halifeliği müddetinde ve ondan sonra kadılığa devam etti. Bu
Bilbîsî’den, Tenûhî’den, sonra Zerâtînî’den öğrendi. Usûl,
müddet zarfında, bir ara çıkan fitneden dolayı üç sene kadılık
me’ânî, beyân, mantık ve bunun gibi birçok ilimleri İzzeddîn
yapmamıştır. Bunun hâricinde kadılık vazîfesini icra etmiştir.
bin Cemâ’a’dan öğrendi. Bu âlimin derslerine uzun zaman
devam etti. Hattâ Mısır’da Yeni Câmi’deki derslerine yayan
giderdi. Yine çeşitli ilimlerde Bisâtî’nin derslerine devam etti.
1) Mu’cem-ül-müellifîn cild-1, sh. 317
2) El-A’lâm cild-1, sh. 177
Büyük âlim Şeyh Kanber’in derslerine de devam eden
Kalkaşendî, Şettenûfi ve başka âlimlerden Arabî ilimleri tahsîl
etti. Ferâiz ilimlerini Şemseddîn Garâkî’den okudu ve dînî
ilimleri öğrendi. Şihâbüddîn bin Hâim’den hesâb ve cebir ilmi
3) Ed-Dav-ül-lâmi’ cild-2, sh. 8
öğrendi. Bir miktar da Cemâleddîn Mârâdânî’den ilim öğrendi.
Hattâ Oklides’in kitabını da okudu. İbn-i Maglî el-Hanbelî’den
4) Şezerât-üz-zeheb cild-7, sh. 149
usûl-i fıkıh, hadîs ve Arabca dersleri aldı, hadîs-i şerîf dinledi.
Bundan başka; Heysemî, İbn-i Hatim, Tenûhî, İbn-i Ebi’l-
5) Miftâh-us-se’âde cild-1, sh. 86, 225, 292
6) Enbâ-ül-gumr cild-3, sh. 178
7) Keşf-üz-zünûn sh. 1070, 1985
8) İzâh-ül-meknûn cild-1 sh. 421
Mecdüddîn, Lalâvî, Decvî, Şerefüddîn bin Küveyk,
Cemâleddîn Abdullah Askalânî, Şümûs eş-Şâmî, Hâbetî,
Muhammed bin Kâsım Süyûtî, Şemseddîn Metbûlî gibi birçok
büyük âlimden hadîs-i şerîf öğrendi.
811 (m. 1408) senesinde hacca gitti. Bir müddet Mekke-i
mükerremede mücavir olarak kaldı. Mekke âlimleriyle
görüşerek, onlardan istifâde etti. Mecdüddîn İsmâil
mütevâzî olup, herkesle iyi geçinirdi. Geceleri çok ibâdet eder,
Zemzemî’den arûz ilmi öğrendi. Mekke ve Medîne
teheccüd namazı kılardı. Ramazan aylarının tamâmını i’tikâfla
âlimlerinden Cemâleddîn bin Zahîre, Cündî, Zeynüddîn
geçirirdi. İ’tikâdı çok düzgün olup, güzel huyları kendisinde
Merâgî, Zeynüddîn Taberî, İbn-i Selâme, Ebü’l-Hasen bin
toplamıştı.
Abdülmu’tî, Kemâleddîn bin Zahîre, Nûreddîn Mahallî,
Cemâleddîn Kazrûnî ve daha birçok âlimden ilim öğrendi. 834
Ramazan’da et yemezdi. Sirke, bal, bakla ve peynir gibi
(m. 1430) senesinde Şam’a gitti. Şam hafızı Nâsıruddîn ve
yiyeceklerle iktifa ederdi. Yirmi sene, sarımsak ve buna
Alâeddîn Buhârî’nin derslerine devam etti. Alâeddîn
benzer kokulu şeyler yemedi. Şemseddîn Sehâvî şöyle der:
Buhârî’den “Nüzhet-ün-Nazar” ve “Fâdihat-ül-Mülhidîn”
“Ben, bir müddet Ali bin Ahmed’in derslerine devam ettim.
kitaplarını okudu. Alâeddîn Buhârî’den icâzet aldı. Beyt-ül-
Ondan çok istifâde ettim. Benim ba’zı kitaplarımın başına
makdîs ve İbrâhim aleyhisselâmın makamlarını ziyâret etti.
takriz yazdı. Beni kardeşinden önde tutardı.”
Kudüs âlimlerinin çoğundan da icâzet aldı.
Zamanın ilim merkezlerini gezen ve buralardaki âlimlerden ilim
tahsilinde bulunan Kalkaşendî, dînî ve fennî ilimlerde çok
1) Ed-Dav-ül-lâmi’ cild-5, sh. 161
büyük âlim oldu. İlmi ve faziletleri her tarafa yayıldı ve
parmakla işâret edilir oldu. Uzun bir müddet Saymeriyye’de
ikâmet etti. Burada Nûreddîn Kumnî ile tanıştı. Dâvedâr-ı kebîr
(sultânın genel sekreteri) tarafından Tûlûn Câmii
KALSÂDÎ (Ali bin Muhammed)
müderrisliğine ta’yin edilinceye kadar sıkıntı içinde yaşadı.
İmâm-ı Şafiî’nin yakınındaki Selâhiyye Medresesi’nde de
Mâlikî mezhebi fıkıh ve hadîs âlimlerinden. İsmi, Ali bin
müderrislik yaptı. Televânî’nin vefâtından sonra, medresenin
Muhammed bin Muhammed bin Kuraşî’dir. Endülüs’de
idâre işleri ona verildi. Eşrefiyye’de kütüphâne idâreciliğinde
yetişmiş olup, Kalsâdî adıyle tanınmaktadır. Lakabı Nûreddîn,
de bulundu.
künyesi Ebü’l-Hasen’dir. 815 (m. 1412) senesinde Endülüs’te
Basta şehrinde doğdu. 891 (m. 1486) senesinde, Kuzey
Kayâtî’nin vefâtından sonra, Şeyhûniyye’de fıkıh
Afrika’da Becâye şehrinde, Zilhicce ayında vefât etti.
müderrisliğine ta’yin edildi. İbn-i Hacer’in vefâtından sonra da,
Tûlûn Câmii’nde hadîs-i şerîf müderrisliği vazîfesine getirildi.
Basta’da büyüdü. Orada Kur’ân-ı kerîmi, meşhûr kırâat
Yine Haseniyye Medresesi’nde kırâat dersleri okuttu.
imamlarından İmâm-ı Nâfi’nin kırâatini, İmâm-ı Verş rivâyetine
Kendisine Şam’da Şafiî kadılığı teklif edildiyse de, bunu kabûl
göre fakîh Azîz’den okudu. Daha sonra Muhammed Kusturlî
etmedi.
ve Fakîh Ca’fer’den hesâb (matematik), ferâiz ve fıkıh ilmi
öğrendi. Fakîh Ebû Bekr Beyyâz’dan Arabî ilimleri, Manzûme
Kalkaşendî’den pekçok talebe ilim öğrendi. Bunların içinde
bin Beri’den Nâfi’ kırâatini okudu. Üstâd Muhammed bin
âlimler ve her seviyeden insanlar vardı. Yetiştirdiği âlimlerden
Muhammed Beyânî ve Ali Karâbâkî’den fıkıh ve nahiv ilimlerini
ba’zıları şunlardır: Nûreddîn Bilbîsî, Şihâbüddîn Kûrânî,
öğrendi. Daha sonra Menekeb şehrine gitti. Buranın hatîbi
Bedreddîn Ebü’s-Se’âdât Bülkînî, Ni’metullah Cehri, Burhan
olan Ebû Abdullah Becelî’den ve Ebü’l-Hasen Âmiri’den nahiv
bin Zahîre, İbn-i Ebü’s-Süûd, Celâleddîn bin Emâne,
ve fıkıh ilimleri tahsil etti. 840 (m. 1436) senesinde Tilmsân’a
Necmeddîn bin Kâdı Aclûn Senhûrî.
gitti. Burada Ebü’l-Fadl Meşeddâlî ile beraber Şeyh Ahmed bin
Fıkıh ve fıkıh usûlü, Arabca, me’anî, beyân, kırâat ve diğer
ilimlerde söz sahibi büyük âlimlerden idi. Çabuk okur ve çabuk
yazardı. Okuması ve yazması çok güzeldi. Münâzara ve
mübâhasede mahir idi. İzzeddîn Kenânî der ki: “Mübâhase
husûsunda ondan daha mahir bir kimse görmedim.” Çok
Zâgû’nun derslerine devam etti. Muhammed bin Merzûk ve
Ukbânî’den; tefsîr, hadîs, fıkıh, nahiv, ferâiz ilimlerini öğrendi.
İbn-i Zâgû’dan da, bu ilimlerle beraber; matematik, geometri,
beyân, me’âni, mantık ilimlerini okudu. Ebü’l-FadL
Meşeddâlî’den, büyük âlim İmâm-ı Gazâlî’nin “Mustasfâ” adlı
eserini okudu. Ayrıca İbn-i Merzûk Sûfî, Yûsuf bin Süleymân,
Hadîs ve Mâlikî mezhebi fıkıh âlimlerinin büyüklerinden. İsmi,
Allâme Muhammed bin Neccâr ve başka âlimlerden de ilim
Ömer bin Muhammed bin Abdullah olup, nisbeti el-Bâcî et-
öğrendi. Uzun zaman ilim tahsili ile meşgûl oldu. Bilhassa
Tûnûsî’dir. Künyesi Ebû Hafs’dır. Kalşânî diye meşhûrdur.
ferâiz ve matematik ilimlerinde yüksek bir mertebeye ulaştı.
Aslen Tunus’un “Bâce” kasabasındandır. Doğum târihi
Hattâ bu ilimlere dâir Tilmsân’da kitap da yazdı. 847 (m. 1443)
kaynaklarda bildirilmiyen Kalşânî, 848 (m. 1444) senesinde
senesi sonunda Tilmsân’dan Tunus’a gitti. Burada Kâdı
vefât etti.
Muhammed bin Ukâb’dan; tefsîr, hadîs ve fıkıh ilimlerini
okudu. Tunus’ta daha başka âlimlerden de ders aldı. 850 (m.
Babasından, Kâdı Ebî Mehdî el-Gabrînî’den, el-İmâm el-
1446)’da Tunus’tan Kâhire’ye geldi Buradan hacca gitti. Hac
Ebey’den, el-İmâm Muhammed bin Merzûk’dan ve bunlardan
ibâdetini yerine getirdikten sonra Kâhire’ye döndü ve orada
başka zamanının büyük âlimlerinden ilim öğrendi. Eş-Şerîf es-
ikâmet etti. Kâhire’de pekçok kimse Kalsâdî’den ilim öğrendi
Saklî’den tıb ilmi öğrendi. Tunus’ta Cemâ’a kadılığı
ve onun eserlerini yazdı. Böyle olmakla beraber, Kâhire’de;
vazîfesinde bulundu. Fıkıh, hadîs, tefsîr, mantık, me’ânî,
İbn-i Hacer, Ebü’l-Kâsım Nevîri, Ebü’l-Feth Meragî Celâleddîn
beyân ve Arabî dil bilgilerini okuttu. Birçok âlim ondan ilim
Mahallî ve diğer büyük âlimlerin derslerine devam etti.
öğrendi. Oğlu, Şeyh Abdülmu’tî bin Hasîb, Şeyh Sâlih er-
Özellikle aklî ilimleri tahsil ederdi. Sâlih bir zât idi. Bukâî der ki:
Rusâ’, Şihâbüddîn el-Ebedî, İbrâhim el-Ahdârî bunlardandır.
“852 (m. 1448) senesinde, rivâyetlerini ve eserlerinin
Önceleri babası gibi, kendi memleketinde Enkeha denilen
tamâmını rivâyet etmek üzere bana icâzet verdi.”
yerde kadılık yapardı. Ebü’l-Kâsım Kusentînî’nin ölümünden
sonra Cemâ’a kadılığı vazîfesine getirildi. Burada ölünceye
Eserlerinden ba’zıları şunlardır: 1-El-Kânûn fil-hesâb, 2-Keşf-
kadar vazîfe yaptı.
ül-cilbâb fî ilm-il-hesâb, 3-Eşref-ül-mesâlik ilâ mezheb-il-İmâmı Mâlik, 4-Bugyet-ül-mübtedî ve gunyet-ül-müntehî, 5-Takrîb-
Derslerinde, çok güzel ve açık konuşurdu. Meclisine gelen
ül-mevâris ve müntehâ-el-Ukûl vel-bevâhis, 6-Tenbîh-ül-insân
âlimler ve âlim olmayanlar ondan istifâde ederlerdi. Kalşânî,
ilâ ilm-ü-mîzân, 7-Şerh-ül-Ecrûmiyye, 8- Şerhu Îsâgûcî, 9-
Tunus’ta yetişen âlimlerin büyüklerinden, muhakkik ve
Şerh-ut-telhîs fil-me’ânî vel-beyân, 10-Şerh-ut-Tilmsâniyye,
hafızların ileri gelenlerindendir. İbn-i Hâcib’in kitabına, çok
11-Şerh-ül-kasîdet-il-Hazreciyye, 12-Keşf-ül-esrâr an ilmi
güzel ve mükemmel bir şerh yazdı. Bu şerhinde, birçok büyük
hurûf-il-gubâr, 13-Şerh-ül-Kuşeyrîyye, 14-Gunyet-ün-necât,
âlimin sözlerini nakletti. Bu eseri; ilminin genişliğini,
15-En-Nasîhatü fis-siyâset-il-âmme vel-hâssa, 16-Hidâyet-ül-
anlayışının kuvvetini ve büyüklüğünü göstermektedir.
enâm fî şerhi muhtasarı kavâid-il-İslâm, 17-Hidâyet-ün-nezzâr
fî tuhfet-ül-ahkâm vel-esrâr.
1) Mu’cem-ül-müellifîn cild-7, sh. 230
2) Ed-Dav-ül-lâmi’ cild-6, sh. 14
3) Neyl-ül-ibtihâc (Dîbâc kenarında) sh. 209
4) Esmâ-ül-müellifîn cild-1, sh. 737
KALŞÂNÎ (Ömer bin Muhammed)
Eserlerinden ba’zıları şunlardır: 1-Şerh-ut-Tavâli’, 2- Dekâikül-fehm fî mebâhis-il-ilm, 3- Şerhu alâ İbn-i Hâcib.
1) Ed-Dav-ül-lâmi’ cild-6, sh. 137
2) Mu’cem-ül-müellifîn cild-7, sh. 312
3) Neyl-ül-İbtihâc (Dîbâc kenarında) sh. 196
4) Esmâ-ül-müellifîn cild-1, sh. 793
KALYÛBÎ (Ahmed bin Ahmed el-Mısrî)
Mısır’da yetişen Şafiî mezhebi âlimi. İsmi, Ahmed Şihâbüddîn
haşiyesi, 3-Şerh-ut-Tahrir haşiyesi, 4- Şerh-i Ebî Şücâ’
bin Ahmed bin Selâme el-Mısrî el-Kalyûbî’dir. Mısır’ın Kalyûb
haşiyesi: İbn-i Kâsım el-Gazzî’nin eserine yapılan haşiyedir. 4-
şehrinde dünyâya geldi. Doğum târihi belli değildir. 1069 (m.
Şerh-ül-Ezheriyye haşiyesi, 5- Şeyh Hâlid’in “Şerh-ül-
1659) senesi Şevval ayının sonlarında vefât etti. Kabri Kalyûb
Ecrûmiyye”sine yazdığı haşiye, 6- Şerh-i Îsâgûcî haşiyesi;
şehrindedir.
Şeyhülislâm Molla Fenârî’nin eserinin hâşiyesidir. 7- İmâm-ı
Nevevî’nin “Minhâc-üt-tâlibîn”ine Celâlüddîn-i Mahallî’nin
Şafiî fakîhlerinin meşhûrlarından Şemseddîn-i Remlî’nin
yazdığı şerh üzerine haşiye, 8- Kitâb-üs-salevât, 9-Hikâyet-ül-
yüksek talebesi idi. Fıkıh ve hadîs ilimlerini, bu hocasından
garîbi vel-acâib-vel-letâif ven-nevâdir vel-fevâid ven-nefâis:
tahsîl etti. Kendi evinden ayrılıp, tam üç sene bu zâtın yanında
Ancak vefâtından sonra tertip ve tanzim edilen bu eser,
kaldı. Kalyûbî bundan başka; Nûreddîn-i Zeyyâdî, Sâlim-i
kısaltılarak “Nevâdir-ül-Kalyûbî” ismi verilmişdir. 10- El-
Şebşîri, Ulyâ Halebî, Sübkî gibi meşhûr âlimlerden de ilim
Hidâyetü min-ed-dalâleti fî ma’rifet-il-vakti vel-kıble bi gayri
öğrendi. Kendisinden de: Mensûr-ı Tûhî, İbrâhim-i Bermâvî,
âletin, 11- Tezkiret-ül-Kalyûbî: Tıb ilmine dâirdir. 12- Kitâbün fî
Şa’bân-ı Feyyûmî ve daha birçok büyük zâtlar ders alıp, ilim
menâsik-il-hac, 13- Kitâb-ül-mücerrebât, 14- Mi’râc-ün-Nebî (
öğrendiler.
aleyhisselâm ), 15- Risâletün fî ma’rifeti esmâ-il-bilâd ve
Kalyûbî’nin zamanının âlimleri arasında en büyüğü olduğunda
herkes ittifâk etmişti. Fıkıh, hadîs, Arab edebiyatı, tıb ve
coğrafya ilimlerinde derin bir âlim idi. Verâ’ı ve takvâsı çoktu.
Ya’nî dînimizin haram ettiği ve şüpheli olarak bildirdiği
şeylerden çok sakınırdı. İlminin yüksekliği ve çokluğu
urûziha ve atvâlihâ, 16- Kitâb-ül-hikâyât: Bu eser, “Kitâb-ünnevâdir”den başka olup, sâlih ve dindar zâtlara dâir hikmet ve
ibret dolu latifelerini ihtivâ etmektedir. 17-Risâletün fî fedâili
Mekke vel-Medîne ve Beyt-il-makdis ve Şey’ün min târihiha,
18- Evrâk-ül-Latîfetü.
sebebiyle kendisine, “Şâfi-i sagîr” ünvanı verilmişti. Dünyâ
Mehmed Zihnî Efendi’nin tercüme ettiği “Tuhfet-ür-râgıb”
malına, makam ve mevkiine hiç düşkün değildi, İlminin
kitabının son sözünde buyuruyor ki:
yüksekliğindeki heybetinden, huzûrunda kimse konuşmaya
cesâret gösteremezdi. Herkese tevâzu gösterirdi. Fakirleri çok
“Selef-i sâlihîn ve bu ümmetin büyükleri (r.anhüm), Sultân-ül-
sever, kimseden sadaka kabûl etmezdi. Resmî bir yerde
mürselîn aleyhi salevât-ül-melik-il-mu’în olan efendimiz
görevi ve ders vermesi olmamakla beraber, bolluk ve ni’metler
Muhammed aleyhisselâma ve O’nun tertemiz olan âl-i
içinde bir hayat geçirdi. Fen ilimlerinde de derin bilgi sahibi
evlâdına (çoluk-çocuğuna) tevessül ederek duâ ederler ve
olup, hesâb, mîkat (namaz vakitlerinin hesaplanmasını bilmek)
kabûl edildiğini görüp, üzüntü ve kederlerinden kurtulurlardı.
ve astronomi ilimlerinde de üstün mehâreti vardı. Bilhassa tıb
Çok zaman, meşhûr ve büyük velîler, Hazreti Ali’nin kabr-i
ilminde mütehassıs idi. Çok güzel ders anlatırdı. Talebelerinin
şerîflerinin bulunduğu Kûfe’ye gidip, onun mübârek kabirlerinin
anlayacağı seviyede ders verirdi. Anlayamadıkları yerleri,
huzûrunda dururlar ve duâ ederler, böylece duâları kabûl olup
canlı misâller getirerek îzâha çalışırdı. Derslerinde bulunan
ihtiyâçları hâsıl olurdu. Bizim büyüklerimiz ve hocalarımız da,
insanlar sanki başlarında kuşlar varmış gibi sükûnet ve edeb
sözbirliği ile buyurmuşlardır ki: “Kederli ve sıkıntıda olan bir
hâlini hiç bozmazlardı. Pekçok eser yazmış olup, bunlardan
kimse, güzelce abdest alıp, Peygamber efendimize salevât-ı
18 tanesi bugüne kadar gelmiştir. Eserlerinden herkes istifâde
şerîfe getirdikten ve Ehl-i Beyt’ten rivâyet edilen şu duâyı
etmektedir.
okuduktan sonra, Hak teâlâ o kimseye ferahlık ve afiyet ihsân
eder “Allahümme lekelhamdü alâ mâ lem ezel, insarefe fihi
Eserleri: 1- Tuhfet-ür-râgıb fî sîreti cemâ’atin min a’yâni Ehl-i
min selâmeti bedenî ilâ âhır...”
Beyt-il-etâyib: Bu eserinde, Mısır’da makam ve kabirleri
bulunan seyyidlerin ileri gelenlerinin hayatlarını kısa ve özet
Şeyh Abdülazîz bin Ahmed ed-Dîrinî rivâyet ederek buyuruyor
olarak anlatmaktadır. Osmanlı âlimlerinden Mehmed Zihnî
ki: “Kutb-ül-ârifîn Şeyh Aliyy-ül-Mülcî’den işittim, kendi
Efendi, bu kitabı, “Bugyet-üt-tâlib fî tercemet-i Tuhfet-ir-râgıb”
talebelerine diyordu ki: “Size bir keder ve sıkıntı eriştiğinde
adı ile Türkçeye tercüme etmiştir. Esere, Hazreti Hüseyn
veyahut memleketinizde tâ’ûn (veba) hastalığı ortaya
efendimizin hayâtı ile başlanmaktadır. 2-Şerh-ül-Minhâc
çıktığında, istiğfar ile birlikte çok salevât-ı şerîfe okuyun ve
şöyle duâ ediniz: “Allahümme innâ nes’elüke bi-hakk-ıl-
olmasaydı, gece-gündüz sana kulluk ile meşgûl olurdum. Bu
Hüseyni ve ahîhî ve ceddihî ve ebîhî ve ümmihî ve benîhî ve
bakımdan beni af et, yâ Rabbî!” Efendisi köleyi fecr
zürriyyetihî ve muhıbbihî ve itratihî ve âlihî. Ferric annâ ve
doğuncaya kadar ta’kib etti. Fecr doğunca, tavanda asılı olan
anil-müslimîne mâ nahnü fîhî yâ erhamer-râhimîn.” Böyle
kandil kayboldu. Efendisi odasına gidip durumu hanımına
yaparsanız elemleriniz ve kederleriniz yok olur. Allahü teâlâ,
anlattı. Ertesi gece köleyi görmek için hanımıyla beraber gitti.
sizleri tâ’ûn belâsından korur. Sâlih zâtlardan birçokları bunu
O gece de aynı şeyleri gördüler. Ertesi gün köleyi çağıran
tecrübe ettiler ve bereketini gördüler.
efendisi; “Gündüzleri de Allahü teâlâya ibâdet edebilmen için
ve Allahü teâlânın rızâsına kavuşabilmen için seni azâd ettim.
Nevâdir-ül-âlem ismindeki eserinden ba’zı bölümler:
Hikâye: “Bir kadın vardı. Her söze ve işe başlarken Besmele
çekerdi. O kadının münâfık bir kocası vardı. Besmele
çekmesine çok kızardı. Hanımını bir işte mahcup etmeye
karar verdi. Hanımına birgün içerisinde para bulunan bir kese
verdi. “Bunu sakla, sonra senden isterim” dedi. Hanımı keseyi
Bundan sonra sen hürsün” dedi. Geceleyin gördüklerini köleye
anlattı. Köle bunları efendisinden duyunca; “Yâ Rabbî! Ben
hâlimin kimse tarafından bilinmemesini istiyordum. Şimdi ise
bunlar benim hâlimi öğrendiler. Bunlardan başkasının hâlimi
öğrenmemesi için canımı al, yâ Rabbî!” diye duâ edince o
anda vefât etti.”
bir yere koyup üzerini örttü. Kocası, hanımının haberi olmadan
Hikâye: “Âbid bir zât namaza başlamış Fâtiha-i şerîfe
gidip keseyi yerinden aldı. Onu bahçedeki kör kuyuya attı.
okuyordu. Fâtiha-i şerîfeden; “Yalnız sana ibâdet ederiz”
Sonra gelip hanımından keseyi vermesini istedi. Kadın keseyi
meâlindeki âyet-i kerîme gelince; “Sen yalancısın. Sen ancak
koyduğu yere gelip, Besmele çekti. Allahü teâlâ o anda
mahlûka kulluk ediyorsun” diye bir ses işitti. Bunun üzerine bu
Cebrâil aleyhisselâma, yeryüzüne inip keseyi yerine
hâlinden tövbe edip, ihlâsla Allahü teâlâya ibâdet etmeye
koymasını emretti. Cebrâil aleyhisselâm keseyi kuyudan alıp
başladı. Sonra tekrar namaza durdu. Aynı âyet-i kerîmeye
yerine koydu. Kadın keseyi almak için elini uzatınca keseyi
gelince tekrar bir ses; “Sen yalan söylüyorsun. Çünkü sen
orada buldu. Hiçbir şeyden habersizce onu alıp kocasına
malına kulluk ediyorsun” diyordu O zât hemen kendisine lâzım
verdi. Bu durum karşısında hayretler içinde kalan kocası,
olandan başka bütün malını fakir fukaraya dağıttı. Sonra
hemen tövbe etti ve bir işe başlarken, birşey yaparken
namaza başlayıp aynı âyet-i kerîmeye gelince, bir sesin şöyle
Besmele çekmeye başladı.”
dediğini duydu: “Yalnız sana ibâdet ederiz” meâlindeki âyet-i
Hikâye: “Birisi bir köle satın aldı. Bu sırada köle, kendisini
satın alan efendisine dedi ki: “Senden üç şey istiyorum: 1-
kerîmeyi hâlis ve samîmi olarak okursan, hakîki âbidierden
olursun.”
Vakti girince benim namaz kılmama mâni olmayacaksın. 2-
Hikâye: Üsâm bin Yûsuf isminde bir kişi. Hâtim-i Esâm
Beni gündüz çalıştıracaksın, fakat gece asla meşgûl
hazretlerinin meclisine geldi. Hâtim-i Esâm’a hitaben; “Namazı
etmeyeceksin. 3- Bana bir oda yaptıracaksın. Oraya benden
nasıl kılarsın?” dedi. Hâtim-i Esâm yüzünü ona doğru çevirip;
başkası girmeyecek.” Satın alan şahıs, kölenin bu isteklerini
“Namaz vakti gelince kalkar hem zâhiren hem de bâtınen
kabûl etti. Köleye bir oda gösterdi. Beğenip, beğenmediğini
abdest alırım” dedi. Üsâm bin Yûsuf; “Zâhirî ve bâtınî abdest
sordu. Köle de beğendiğini söyledi. Efendisi ona; “Bu harab
nasıl olur?” diye sordu. O zaman Hâtim-i Esâm zâhirî abdest,
odayı niçin tercih ettin” diye sorunca, köle; “Efendim! Allahü
ma’lum a’zâları ma’lum olduğu sûrette su ile yıkamaktır. Bâtınî
teâlânın ismi şerîfleri anılıp, O’na ibâdet ve tâat yapıldığı
abdeste gelince, a’zâlarımı; tövbe, nedamet ile, dünyâ ve baş
harab yerler, güllük gülistanlık olur” dedi. Köle gündüz işlerini
olma sevgisini, mahlûkun övmesini, kin ve hasedi terketmek
bitirdikten sonra akşam olunca odasına girerdi. Efendisi bir
sûretiyle yıkarım. Kâ’be’yi gözümün önünde tutarım, Allahü
gece onun sabaha kadar ne yaptığını öğrenmek için, köleden
teâlânın beni gördüğünü düşünürüm. Cennetin sağımda,
habersiz odanın bir köşesine gizlendi. Gece olunca köleyi
Cehennemin solumda, Azrail aleyhissselâmın arkamda
ta’kib etmeye baş ladı. Kölesinin secdeye varıp şunları
olduğunu ve sanki ayağımı Sırat Köprüsü’ne koymuş
söylediğini duydu: “Yâ İlâhî! Gündüz efendimin hizmetinde
olduğumu, kıldığım bu namazın son namazım olduğunu kabûl
bulunmak zorundayım. Eğer böyle bir meşgûliyetim
ederim. Sonra niyet eder, tekbir alırım. Namazda okurken,
uyumalarına mâni oldu. Bunun üzerine bu sesin geldiği tarafa
tefekkür ederek okurum. Tevâzu ile rükû’a giderim. Tazarrû ve
doğru gittiler. Sesin geldiği yere varınca kıldan yapılmış çadır
yakarma hâlinde secde yaparım. Ümid ile teşehhüde
içerisinde, yaşlı bir kadınla karşılaştılar. O kadına; “Bu merkep
otururum, İhlâs ile selâm veririm, işte otuz seneden beri benim
sesi nereden geliyor. Onun sesinden bir türlü uyuyamadık”
kıldığım namaz böyledir.” Bunun üzerine Üsâm bin Yûsuf,
dediklerinde kadın; “O merkep gibi ses çıkaran benim
Hatim hazretlerine “Bunu herkes yapamaz” deyip şiddetle
oğlumdur. Hayatta iken bana eşek diye hitap ederdi. Allahü
ağladı.
teâlâya onu eşek yapması için bedduâ ettim. Onun için böyle
her gece sabaha kadar merkep gibi ses çıkarır” dedi. Bunun
Hikâye: Birisi vardı. Otuz sene Allahü teâlâyı zikretmedi
üzerine kervan sahipleri o kadına; “Bizi onun kabrine götür,
(anmadı, hatırlamadı). Bunun üzerine melekler; “Yâ Rabbî!
onun kabirdeki hâline bir bakalım” dediler. Kabre gidip, açıp
Falanca kulun seni şu kadar zamandan heri anıp, hatırlamadı”
baktıklarında, boynunun eşek boynu gibi olduğunu gördüler.
dediler. Bunun üzerine Allahü teâlâ onlara; “O ni’metim
içerisinde olduğu için beni hatırlamıyor. Eğer ona bir
Hikâye: Bâyezîd-i Bistâmî birgün, ağladığı yüzünden belli
musibetim isâbet etse idi, beni hatırlardı” buyurdu. Allahü teâlâ
olacak şekilde evinden dışarı çıkmıştı. Onun bu hâlini
o kişiye felç hastalığı verdi. Bunun üzerine o şahıs; “Yâ Rabbî!
görenler; “Niçin ağladın?” diye sordular. Bâyezîd-i Bistâmî
Yâ Rabbî!” diye yalvarmağa başladı. O zaman o şahsa; “Ey
şöyle anlattı: “Söyle bir rivâyet duydum: “Bir kul kıyâmet
kulum bu kadar zamandan beri nerede idin? buyuruldu.
gününde hak sahibi ile beraber hesap yerine getirilir. Hak
sahibi; “Yâ Rabbî! Ben dünyâda iken kasap idim. Bu şahıs
Hikâye: Ebû Kılâbe ( radıyallahü anh ) bir gece rü’yâsında bir
bana geldi. Satın alacağım diye eti elimden aldı. Hattâ ette
kabristan gördü. Kabirler yarıldı, içerisindeki mevtalar çıktılar
parmaklarının izi bile kaldı. Fakat sonradan vaz geçti. O eti
ve kabirlerin üstlerine oturdular. Önlerinde nûrdan tabaklar
satın almadı. Bugün ise ben, onun elinin izi kadar sevâba
vardı. Fakat bunların arasında bir kişinin önünde böyle bir
muhtacım. Onu istiyorum” dedi. Bunun üzerine, o etteki
nûrdan tabak görmedi. Bunun üzerine ona; “Senin önünde
parmak izi kadar o şahsın sevâbından alınıp kasaba verildi.
neden nûrdan bir tabak göremiyorum? Bunun sebebi nedir?”
Kasabın sevâbı bununla ağır geldi. Cennete gönderildi.
diye sordu. O şahıs, “Onların duâ eden ve onlar için sadaka
Sevâbından çok az miktar alınan şahsın sevâbı azalıp,
veren çocukları ve yakınları var. Onların önünde gördüğün bu
günahları ağır geldi. Cehenneme gönderildi.” Bâyezîd-i
nûrlar, çocuklarının ve akrabalarının duâları ve onlar nâmına
Bistâmî hazretleri bunları anlattıktan sonra: “Ben o çetin hesap
verdikleri sadakalar sebebiyledir. Fakat benim oğlum sâlih bir
gününde hâlimin ne olacağını bilmiyorum. Acaba hâlim o gün
kimse değil. Benim için ne sadaka veriyor ne de duâ ediyor.
nasıl olur diye ağladım” buyurdu.
Ondan dolayı öyle bir nûra sahip değilim” dedi. Ebû Kılâbe (
radıyallahü anh ) ertesi gün o meyyitin oğlunu çağırdı.
Hikâye: Bir zât, nefsini muhâsebeye çekmek üzere, ömrünü
Gördüğü rü’yâyı ona anlattı. O meyyitin çocuğu şöyle dedi:
hesapladı. Altmış sene yaşamıştı. Sonra gün olarak
“Ben yaptığım bütün kötülüklere tövbe ettim.” Ondan sonra
hesapladı. Yirmibirbin gün buldu. Bunun üzerine; “Eyvah!
ibâdet ve tâatla meşgûl oldu. Babası için duâ etti ve sadaka
Hergün bir günah işlemiş isem, bu kadar günahla Allahü
verdi. Ebû Kılâbe bir müddet sonra daha önce gördüğü
teâlânın huzûruna nasıl varabilirim” deyip bayıldı. Bir müddet
kabristanı yine gördü. Önceki gördüğü ölüleri de aynı şekilde
sonra kendisine geldiğinde, önceki sözünü söyleyip, tekrar
gördü. Bu sefer önünde, nûr bulunmayan meyyitin önünde çok
kendisinden geçti. Sonra hareket ettirdiklerinde vefât ettiğini
parlak bir nûr gördü. O şahıs Ebû Kilabe’ye hitaben; “Allahü
gördüler.” Bu zât, hergünki bir günâhı için böyle yaparsa,
teâlâ sana pekçok hayırlar versin. Oğlumun Cehennemden
günde birçok günah işliyen kimselerin ne yapması lâzım
kurtulmasına, benim de bu hâle kavuşmama vesile oldun”
gelir?”
dedi.
Hikâye: Hâmid Lifâf hazretleri, değirmene un öğütmek için
Atâ bin Yesâr anlattı: Yolculuk yapmakta olan bir kervan, bir
gitmişti. Ondan sonra da tarlasını sulamaya gidecekti. O gün
yerde mola vermişti. Fakat bu sırada bir merkebin sesi onların
de, günlerden Cum’a idi. Cum’a vakti yaklaşıyordu. Kaybolan
merkebini arayacak ve tarlasını sulayacak olsa, Cum’a
teâlânın izni ile hastalıktan kurtulursunuz” denildi. Bunun
namazına yetişemeyecekti. Kendi kendine; “Âhıret işi, dünyâ
üzerine Ya’kûb bin Leys, Sehl bin Abdullah hazretlerini da’vet
işinden önce gelir” deyip, Cum’a namazını kılmaya gitti. Cum’a
etti. Sehl bin Abdullah vâlinin yanına geldi. Vâli; “Efendim bu
namazından sonra, kayıp merkebini arayacak, tarlasını
hastalıktan kurtulmam için bana duâ edin” dedi. Sehl bin
sulayacaktı. Tarlasına gidince sulanmış olduğunu gördü.
Abdullah; “Ben sana nasıl duâ edeyim. Sen zulüm ve haksızlık
Evine gidince de, merkebinin ahırda olduğunu, hanımının da
yapıyorsun” dedi. Bunun üzerine vâli yaptığı zulüm ve
te’min ettiği un ile ekmek yaptığını gördü. Merakla bunların
haksızlıklara tövbe etti. Bir daha böyle şeyleri yapmayacağına
nasıl olduğunu sordu. Hanımı şöyle anlattı: “Bir ara dışarda bir
söz verdi. Haksız olarak hapsedilenleri, hapishâneden çıkardı.
gürültü ile beraber bir ses işittim. Dışarı çıkıp baktığımda, bir
Bunun üzerine Sehl bin Abdullah; “Allahım! Sen ona günah
arslanın bizim merkebi kovaladığını gördüm. Hemen ahırın
işlemenin ne kadar kötü olduğunu gösterdiğin gibi, senin
kapısını merkebe açıp, ahıra girmesini te’min ettim. Ben de
emirlerine itaat etmenin ve yasaklarından sakınmanın izzetini
hemen eve girdim. Bizim tarlanın sulanmasına gelince,
ve üstünlüğünü de öylece göster. Onu hastalığından kurtar”
tarlamıza bitişik olan tarlanın sahibi tarlasını suluyormuş. Bu
diye duâ etti. Sehl bin Abdullah bu duâyı yapınca, vâli o anda
sırada uyuya kalmış, su taşıp bizim tarlaya akmış, bu vesile ile
Allahü teâlânın izni ile iyileşti. Vâli, Sehl bin Abdullah’a çok
bizim tarla da sulanmış oldu. Una gelince, bizim komşunun
mal verilmesini emr etti. Fakat o, bunları kabûl etmedi. Sehl
değirmende unu varmış. Onu eve götürmek için değirmene
bin Abdullah memleketine dönmeye karar verdi. Yolda
gitmiş. Yanlışlıkla bizim unu da alıp getirmiş. Evine gelince,
giderken yanında bulunanlar? “Keşke vâlinin verdiği malı
getirdiği unun bizim un olduğunu anlayınca; “Bu un sizin
kabûl etseydin. Kendine almasan bile fakirlere verirdin”
ununuz” diyerek getirip verdi.” Hanımından bunları öğrenen
dediler. Bunun üzerine Sehl bin Abdullah bulunduğu yere
Hâmid Lifâf ellerini kaldırıp; “Yâ Rabbî! Ben senin bir emrini
nazar etti. Allahü teâlânın izni ile yerde bulunan çakıl taşları
yerine getirdim. Sen ise benim üç ihtiyâcımı birden giderdin”
cevher oldu. Yanındakilere; “Dilediğiniz kadar bunlardan
deyip Allahü teâlâya hamd ve senada bulundu.
alınız. Hiç bunları veren Allahü teâlâ varken, vâli Ya’kûb bin
Leys’ın malına muhtaç olunur mu?” buyurdu. O zaman
Hikâye: Bir şahıs yemek yiyordu. Sofrasında kızarmış tavuk
yanındakiler Sehl bin Abdullah’tan özür dilediler.
da vardı. Bu sırada bir fakir gelip ondan bir şeyler istedi.
Zengin olmasına rağmen, fakire birşey vermeden geri çevirdi.
Bil ki, Allahü teâlâ beş şeyi beş şeyde gizledi: 1- İnsanların,
Bir müddet sonra, zenginle hanımı arasında bir anlaşmazlık
belki rastlarım ümidi ile bütün tâatları yapmaları için Allahü
çıktı. Hanımından ayrıldı. Hanımı başka birisi ile evlendi.
teâlâ rızâsını, tâatlardan bir tâat içerisinde gizledi. 2-İnsanların
Aradan seneler geçmişti. Ayrılan hanım evlendiği şahısla
günâha düşmekten sakınması ve korunması için, gazâbını
yemek yiyordu. Bu sırada bir fakir gelip, onlardan birşeyler
günahlardan bir günahın içerisinde gizledi, 3)- İnsanların
istedi. O şahıs önünde duran tavuğu fakire verdi. Hanımı,
tesadüf ederiz ümidi ile bütün gecelerini ihyâ etmeleri için,
gelen fakirin kim olduğunu tanımıştı. O fakir, hanımın ilk
Kadr gecesini Ramazân-ı şerîf ayında gizledi. 4- İnsanların
kocası idi. Böyle fakir ve perişan bir hâle düşmüştü. Bu
karşılaştıkları kimselere, belki Allahü teâlânın velî bir kuludur
durumu kocasına anlatınca, kocası şöyle cevap verdi: “Allahü
deyip, onların duâlarına kavuşmak gayreti içerisinde olmaları
teâlâ ona birçok ni’met vermişti. Buna rağmen bütün o
ve hiç kimseyi aşağı görmemeleri için, velî kullarını insanlar
ni’metlerin sahibi olan Allahü teâlâya, şükür vazîfesini yerine
arasında gizledi. 5- İnsanlar Cum’a günü duâda gayretli
getirmiyordu. Bu sebeple Allahü teâlâ onun malını, mülkünü
olmaları için, Allahü teâlâ Cum’a günü duânın kabûl edileceği
ve hanımını bana nasîb eyledi.”
zamanı gizledi.
Hikâye: Horasan vâlisi Ya’kûb bin Leys bir hastalığa
yakalanmıştı. Tabibler onun hastalığını tedâvi etmekten âciz
kalmışlardı. Bu sırada Ya’kûb bin Leys’e; “Burada sâlih bir zât
var. İsmi, Sehl bin Abdullah’tır. Eğer o size duâ ederse, Allahü
1) Mu’cem-ül-müellifîn cild-1, sh. 148
2) El-A’lâm cild-1, sh. 92
3) Hulâsat-ül-eser cild-1, sh. 175
2) Ed-Dürer-ül-kâmine cild-3, sh. 346
4) Keşf-üz-zünûn sh. 1797
3) Hüsn-ül-muhâdara cild-1, sh. 419
5) Brockelmann Sup 2, sh. 493, Gal-2, sh. 364
4) Tabakât-üş-Şâfiiyye (Esnevî) cild-2, sh. 328, 329
6) Tuhfet-ür-râgıb (Hatime kısmı)
7) Nevâdir-ül-âlem.
KÂNÛNÎ SULTAN SÜLEYMÂN
Aklî ve naklî ilimlerde âlim, Onuncu Osmanlı Sultânı. Yavuz
Sultan Selim Hân’ın oğlu olup, annesi Âişe Hafsa Sultan’dır.
900 (m. 1494) senesinde Trabzon’da doğdu. Kanunî lakabıyla
KALYÛBÎ (Muhammed bin Ahmed el-Askalânî)
Şafiî mezhebi fıkıh âlimlerinden. İsmi,
Muhammed bin Ahmed bin Îsâ bin Rıdvan elKalyûbî el-Askalânî el-Mısrî’dir. İsminin “Ahmed”
olduğu da kaynak eserlerde zikredilmektedir.
Lakabı Kâdı Fethuddîn idi. Babasının lakabı
Kemâlüddîn, dedesinin ise Ziyâüddîn’dir. Dedesi
ve babası da büyük âlimlerden idiler. Kendisi
“Kalyûbî” nisbeti ile meşhûr oldu. Babası da “İbn-i
Kalyûbî” diye meşhûr olmuştur. Doğum târihi
bilinmemektedir. Fıkıh ilmini babasından öğrendi.
Fıkıh ve edebiyat ilimlerinde pek mütehassıs bir
âlimdi. Önce Üşmûm kadı yardımcılığı
görevlerinde bulundu. Sonra Üşmûm kadılık
vazîfesine ta’yin edildi. Daha sonra Ebyâr
kadılığına getirildi. Sonra da, Safed kadılığına
ta’yini yapıldı. Bir müddet sonra, oradan ayrılıp
Diyâr-ı Mısır’a döndü. Orada başına birçok
sıkıntılar geldi. 725 (m. 1325) senesi Cemâzilâhır ayında vefât etti.
meşhûr oldu. Avrupalılar, “Büyük Türk”, “Muhteşem
Süleymân” lakabları, ile tanırlar. 974 (m. 1566) senesinde
Zigetvar kalesi önlerinde vefât etti. Naşı Belgrad’a getirildi.
Orada Hâce-i Sultanî Atâullah Efendi’nin kıldırdığı cenâze
namazından sonra, Zigetvar seferine iştirâk etmiş olan Şeyh
Nûreddîn-zâde Muslihuddîn Efendi ve talebelerine teslim
edilen cenâze, dörtyüz muhafızın nezâretinde İstanbul’a
getirildi. Süleymâniye Külliyesi içindeki türbesine defnedildi.
Kanunî Sultan Süleymân Hân’a “Süleymân” ismi, Kur’ân-ı
kerîm açılarak verildi. Neml sûresi otuzuncu âyet-i
kerîmesinde geçen Süleymân’ın (aleyhisselâm) isminden
alındı. Annesi Âişe Hafsa Hâtun ve ninesi Gülbahar Hâtun’un
terbiyesinde büyüyen Şehzâde Süleymân, yedi yaşından
sonra ilim öğrenmeye başladı. Kastamonu yakınlarındaki
Daday kasabasından Evhadoğlu Hayreddîn ismiyle bilinen
mübârek bir zât, şehzâdeye hoca ta’yin edildi. Hayreddîn
Efendi, Şehzâde Süleymân’a aklî ve naklî ilimleri öğretecek,
kendi bildiklerini onun da hafızasına nakşedecekti. Yıllar akıp
gitti. Şehzâde, Allahü teâlânın yüce kitabı Kur’ân-ı kerîmi
okumasını öğrendi. Fıkıh bilgilerinde ilerledi. Arabca derslerine
başladı. Fen bilgilerinde ma’lûmat sahibi oldu. Bu sırada her
Fıkıh ve edebiyat ilimlerinde çok meşhûr olan
şehzâde gibi, onun da bir san’at sahibi olması arzu edildi.
Kalyûbî, Irak’a elçi olarak da gönderilmişti. Şiirleri
Devrin tanınmış kuyumcularından biri hoca ta’yin edildi.
meşhûr olup, çok güzeldir. O, sâlih ve dindar bir
Kuyumculuk san’atını öğrendi. Yaşı büyüdükçe, değişik
zât idi. Zeki ve cömertti.
ilimlerde çeşitli hocalardan ders aldı. Askerlik, idâre ve
komutanlık bilgilerini öğrendi. Silâh ta’limleri yaptı. Onbeş
yaşına kadar babasının yanında Trabzon’da kaldı. Onbeş
yaşına gelince, kânun gereği sancak taleb edip, Karahisâr-i
1) Tabakât-üş-Şâfiîyye cild-9, sh. 126
Şarkî’ye sancak Beyliğine, oradan da Bolu’ya ta’yin edildi.
Daha sonra Kırım’da Kefe sancakbeyliğine gönderildi. Gittiği
sancaklarda, lalası nezâretinde devlet idâresinde de tecrübe
“Bu kadar zamandır erlik da’vâsın eder, merd-i meydânım
sahibi olup yetişen Şehzâde Süleymân, çevresinde meydana
dersin. Şimdiye değin kaç kerredir ki üzerine geliyorum ve
getirilen ilmî havadan hiçbir zaman uzak kalmadı. Devamlı
mülkünü dilediğim gibi tasarruf ediyorum, ne senden, ne de
âlimlerin derslerine ve sohbetlerine katılır, onların Allahü
karındaşından nâm-ü-nişan yok! Size saltanat ve erlik da’vâsı
teâlânın rızâsı için yaptıkları nasihatleri dinler, ilim ve
haramdır! Askerinden, belki avretinden dahî utanmaz mısın?
feyzlerinden istifâde ederdi. Aklî ve naklî ilimlerde ilim sahibi
Belki avrette gayret var, sende yoktur! Er isen meydana
oldu. Bilhassa fıkıh bilgilerinde çok yükseldi.
gelesin! Hak teâlâ hazretlerinin takdîri ne ise yerine gelse
gerek. Seninle saltanatı Beç sahrasında üleşelim, reaya
Yavuz Sultan Selim Hân’ın 918 (m. 1512) senesinde tahta
fukarası dahî âsudâ olsun. Yoksa meydanı arslandan hâlî
geçmesi üzerine İstanbul’a çağrılan Şehzâde Süleymân,
buldukça, tilki gibi fırsatla şikâr olmayı erlik sayma.
babasının kardeşleri ile mücâdeleleri sırasında İstanbul’da
babasına vekâlet etti. Ortalık sâkinleşince, kendisine, merkezi
Bu kere dahî meydana gelmezsen, avretler gibi iğ ve çıkrık
Manisa şehri olan Saruhan sancakbeyliği verildi. Burada,
alup dahî padişahlık tacını urunmıyasun ve erlik adını diline
lalası Kâsım Paşa’nın nezâretinde, devlet idâresini iyice
getürmiyesin”
öğrendi. Manisa’da iken Merkez Efendi ile tanıştı. Annesi
Hafsa Sultan, İstanbul’daki Sünbül Efendi’den bir talebesini
Doğudan kalleşçe saldırılarıyla meşhûr İran Şah’ı bu
istemiş, o da Manisa’ya Merkez Efendi’yi göndermişti.
kahraman Sultan’dan payını alacak, onun da topraklarına
Şehzâde Süleymân, Manisa’da ve daha sonra İstanbul’da
girilip, birkaç defa savaşa da’vet edildiği hâlde, ortaya
Merkez Efendi’den çok istifâde etti. Sultan olduktan sonra
çıkmaması üzerine şu mektûp yazılacaktı:
İstanbul’da Topkapı dışında bir dergâh yaptırıp emrine verdi.
O mübârek zâta hürmette kusur etmedi.
“Tahmasb Bahadır!
Babası Çaldıran ve Mısır Seferlerinde iken Edirne’de ikâmet
Hidâyete kavuşan ere selâm olsun, iyice bil ki, sana uyan
ederek, Batı’dan gelecek herhangi bir saldırıya karşı
azgınlar, sapıklık ve döneklik yolunu tutmuşlardır. Açık bir
Rumeli’nin muhafazası vazîfesi ona verildi. Babası Yavuz
usûlü değiştirmeye, beğenilmiş töre ve yasaları
Sultan Selim Hân’ın Çorlu yakınlarında Sırt köyünde vefât
başkalaştırmaya kalktığın, insafı bırakarak sapıttığın
etmesi üzerine, Sadr-ı a’zam Pîrî Mehmed Paşa’nın
besbellidir. Hele iki ulu ermişe (Hazreti Ebû Bekr ve Hazreti
gönderdiği Silâhdarlar Kethüdası Süleymân Ağa’nın
Ömer’e) sövmek, dört mezhebde de sapıklıktan sayılır.
Manisa’ya getirdiği haberle İstanbul’a geldi. 926 (m. 1520)
senesinde, yirmialtı yaşında bir delikanlı iken, Osmanlı tahtına
Allahü teâlânın buyruklarına uymakla beraber, O’na bel
geçip, hilâfet ve saltanat sancağını eline aldı. Onuncu
bağladım ve Resûlullahın ( aleyhisselâm ) kurduğu esaslara
Osmanlı Sultânı ve Yetmişbeşinci İslâm Halîfesi oldu. Yavuz
hürmet ettikten başka, kendilerinden yardım diledim ve O’nun
Sultan Selim Hân’ın vefâtı “Arslan öldü”, Sultan Süleymân
dört ulu arkadaşının himmetlerine dayanarak buralara geldim,
Hân’ın tahta geçmesi de “Kuzu geçti” sözleri ile Avrupa’yı
İstanbul’dan ayrılalı bir yıl oldu. Doğuda sapıtanların yer ve
sevince boğmuştu. Bütün haçlı dünyâsını sevindiren bu haber,
yurtlarını bozmak, ulu sahâbîlerin düşmanlarını azaplandırmak
çok geçmeden Avrupalıyı hayâl kırıklığına uğratacaktı.
düşüncesi ile savaşı göze aldım ve ordumu önüme katarak,
gele gele Şa’bân’ın beşinci (6 Temmuz) günü Kars’a vardım.
Osmanlı düşmanlarının, Yavuz Sultan Selim Hân’ın ölümü ile
Zafer arması olan bayraklarım Kars civarını şereflendiriyor.
sevinmeleri pek uzun sürmeyecekti. Zîrâ kısa bir zaman
Peygamberimizin ( aleyhisselâm ) emirleri, düşmana kılıçtan
sonra, batıdaki en büyük düşmanları; Almanya, İspanya,
evvel, İslâm olmayı teklif etmektir. Ben bu niyet ile sana bu
Hollanda ve bir kısım italya topraklarına sahip olan Şarlken ve
emirnameyi yazdım) senelerden beri, sen kendini Şah
kardeşi Avusturya Kralı Ferdinand’a şöyle yazacaktı.
saymaktasın. Saçma lâflarla kendince erkeklik taslarsın.
Geçmiş yıllarda da ülkene geldim ve her defasında ovalarını
ben harekâta geçiyorum. Sen de vakit ve saatinde hazır ol.
atlarıma çiğnettim. Gazilerin kılıçları seni korkuttuğu için
Hidâyet yolunu tutanlara selâm ederim.”
karşıma çıkamadın. Saklanıp durdun. Arlanacak bu hâl ile,
inlere kapandın. Allahü teâlânın la’net ettiği fitneyi uyandırdın
Genç ve dirayetli pâdişâh Sultan Süleymân Hân, gözyaşları
ve ona uydun. Geçen yıl, askerlerimden bir kısmının
arasında babasını defnetti. Sonra cihâd ile meşgûliyetinden
düşmanlarla gazâda bulunduğunu fırsat bildin. Hevâ ve
İstanbul’da birgün rahat oturamayan Yavuz Sultan Selim Hân
hevese uyarak memleketimin ba’zı teb’asını üzüverdin. İyi
için, mezarının üstüne bir türbe, câmi, mektep ve imâret, bir
bilesin ki, zâlimin zulmü kesesinde kalmaz. Azgınlar gün gelir
de medrese yapılması emrini verdi. Baba yadigârı, dirayetli
ki, büyük bir azâba uğrarlar. İnşâallah pek yakında kahraman
vezir Pîrî Mehmed Paşa’nın tecrübesinden de istifâde ile
askerlerim, Nahcivan’a şeref saçarlar.
memleket mes’elelerine el attı. Merkeze gelen şikâyetleri
değerlendirerek, ba’zı uygunsuz işler yapıp halka zulüm eden
Senin gaflet uykusundan uyanacağına, inattan vaz
kimseleri cezalandırdı. Her tarafa, tahta çıktığını bildiren
geçeceğine, İslâm dînine döneceğine ihtimâl vererek, teb’ana
mektûplar gönderdi. Lalası Kâsım Paşa’yı dördüncü vezîr
hiç bir fenâlık yaptırmadım. Lâkin ulu sahâbîlere küfür
olarak ta’yin etti. Pâdişâh değişiminden istifâde ile isyana
edenlerin erkeklerini öldürmek ve kadınlarını esîr almak fikri
kalkışan Şam Beylerbeyi Canberdi Gazâlî’nin isyanı bastırıldı.
zihnimden geçmektedir. Onun için, sende zerre kadar gayret
Bu arada yıllık haracını vermemek için direnen Macar Kralı da,
ve silsilende cesâretten eser varsa, gel, askerinle karşıma çık
Osmanlı elçisi Behram Çavuş’u birçok eziyetten sonra
da, Allahın takdîri ne ise görülsün. Benim bütün maksadım,
öldürtmüştü. Canberdi Gazâlî mes’elesinin halledildiği haberi
Peygamberimizin ( aleyhisselâm ) sünnetlerine ehemmiyet
İstanbul’a ulaştığı sırada, Macaristan’a sefer kararı verildi.
vermektir.
İstanbul’un ma’nevî büyükleri olan; Ebûl el-Ensârî (
radıyallahü anh ), Şeyh Ebü’l-Vefâ ( radıyallahü anh ), Seyyid
Mal ve mülkün, yanımda zerre kadar kıymeti yoktur. Olanca
Ahmed Buhârî’nin ( radıyallahü anh ) kabr-i şerîflerini, baba ve
hevesim, sapıklarla savaşmaktır. Elim ve kolum, Allahın
dedelerinin de kabirlerini ziyâret eden Pâdişâh, duâlarda
inâyetinden kuvvet almıştır. Bu güne kadar karşıma çıkmayıp
bulunduktan sonra, ordusunun başında yola revân oldu. Sadr-
saklanışın, top ve tüfeklerimin korkusundan ise, o korkuyu
ı a’zam Pîrî Mehmed Paşa’nın teşviki ile, Orta Avrupa’nın
kalbinden çıkar. Ordum, seni topsuz tüfeksiz dahî
kapısı olan Belgrat kalesi alınıp, en büyük kilisesi câmiye
karşılayabilir. Top ve tüfek, senin gibi adını, namusunu terk
çevrildi. Şehirde adâlet sağlandı. 927 (m. 1521) senesinde
edenlerle savaşmak için yapılmamıştır. Sana uyan alçakların
vukû’ bulan bu sefere, evliyâdan birçok kimse ile; Edirne,
hâlinin, şüphesiz azgınlıktan ibâret bulunduğu bellidir. Gelecek
Filibe ve Sofya medreselerinden pekçok talebe katılmıştı.
olsan, top ile tüfek ile seni kimse karşılamaz. Dönmelere,
sapıtanlara, arsızlara karşı topa ve tüfeğe hacet yoktur. Senin
Kanunî Sultan Süleymân Hân, Belgrat’ın fethinin akabinde,
gibi azgınları keskin kılıç ile karşılamak kâfidir. Eğer
Rodos’un fethi için hazırlıklara başlanması emrini verdi.
askerlerimin çokluğunu bahâne ediyorsan, bunların çoğu yerli
Avrupa’nın kilidi olan Belgrat’tan sonra, sıra Akdeniz’in kilidi
yerine gönderilmiştir, insan, düşmana bundan daha fazla lütuf
olan Rodos adasına gelmişti. Rodos, müslümanlarla ölünceye
ve mürüvvet gösteremez. Ya’nî askerin çokluğundan korkma.
kadar mücâdele etmeye yemîn etmiş olan, “Sen Jan
Gelir isen, her sefer yaptığın gibi, tabana kuvvet verip
şövalyeleri” adlı hıristiyanların elindeydi. Çok sağlam bir kalesi
kaçmıyasın. Baş miğferini atıp da onu kadınların baş örtüsü ile
vardı. Ama îmân kalesi, nice sağlam denilen kaleleri yıkmıştı.
değiştirirsen, şahlık sana haram olsun. Kaçanların mülküne
Vezîr-i a’zam Pîrî Mehmed Paşa, Rodos’un fethi ve
ateş salmak, büyük kumandanların âdetlerindendir. Kaçarsan,
Akdeniz’de Osmanlı hâkimiyetinin te’sîsi için yıllardır
teb’anın göreceği muâmelenin vebali senin boynunadır. Bu
donanmanın güçlendirilmesi için çalışıp durmuştu. Nihâyet
sefer girdiğim yerden ya çıkmam veya taş üzerinde taş
beklediği vakit gelmiş, müslüman gemilerini soyan, hac
bırakmama şartı ile çıkarım ve memleketini baykuş yuvasına
gemilerine aman vermeyen, kıyı şehirlerindeki ma’sûm
çeviririm. Fermanımı, her hâlde cevapsız bırakmıyasın. İşte
insanları esîr edip işkence eden bir avuç vahşî şövalyenin
sonu yaklaşmıştı. Verilen emir üzerine, donanma harekete
vurmak niyetiyle, Macaristan üzerine sefer için hazırlıklara
geçti. Pâdişâh da ordunun başında karadan yola çıktı.
başlanması emrini verdi. Fransa Kralı’na da şu mektûbu yazıp
Kütahya, Sandıklı, Aydın, Çine yoluyla Marmaris’e vardı.
gönderdi:
Bindiği gemiyle, Türk donanmasının selâm toplarının
gürlemeleri arasında Rodos’a çıktı. 928 (m. 1522) yılının
“... Ben ki Sultânlar Sultânı, Hakanlar rehberi, yeryüzü
Temmuz ayı sonlarında Resûlullah efendimizin ( aleyhisselâm
hükümdârlarının tacı, Akdeniz’in, Karadeniz’in, Rumeli’nin,
) sünnet-i şerîfi üzere kaleye; “Ya îmân edip kardeşimiz olun,
Anadolu’nun, Karaman’ın, Zülkadriye’nin, Diyarbakır’ın,
ya da teslim olup cizye verin!” teklifi yapıldı. Ama hıristiyan
Azerbaycan’ın, Acem’in, Şam’ın, Mısır’ın, Mekke’nin,
âleminin katillerinden meydana gelen şövalye topluluğu, böyle
Medine’nin, bütün Arab diyârının (ki ulu atalarım kılıçlarının
birşeye yanaşmayacaklarına dâir yemîn ettiler. Ertesi sabah
kuvveti ile feth etmişlerdi) ve feth eylediğim nice diyârın Sultan
Türk topları gürlemeye, Rodoslunun beyninde patlamaya
ve Pâdişâhı, Bâyezîd Hân oğlu Selim Hân oğlu Sultan
başladı. “Allahü ekber” sadâları ile yapılan hücumlara, cılız
Süleymân Hân’ım.
çan sesleri ve “Sen Jan!” nâralarıyla karşılık veriyorlardı. Dört
ay süren kuşatmadan sonra, beşinci ayın sonunda, “Rodos’un
Sen ki Fransa vilâyetinin kralı Françesko’sun. Huzûruma,
kapısı Rodoslular tarafından açılır” sözü, “Rodos’un kapısı
yarar âdemin Franjan ile mektûp gönderip, ba’zı ağız haberi
Osmanlılar tarafından açılır” şekline getirilip, 929 (m. 1522)
de yollıyarak, memleketinize düşman girmiş olduğunu ve
senesi kışına girerken kale teslim alındı, içindekiler, istedikleri
hapsedildiğinizi bildiriyorsunuz. Kurtulmanız husûsunda
yere gitmekte serbest bırakıldılar. Çevredeki adalar da
benden inâyet ve meded ummaktasın. Her ne ki demişsen,
fethedildi. Her tarafa fetihnameler gönderildi. Krallar, beyler ve
benim huzûruma arzolundu. Şimdi pâdişâhlara sinmek ve
pâdişâhlar, elçiler gönderip bu mühim zaferi kutladılar.
hapis olmak uygun değildir. Gönlünüzü hoş tutun, kalbiniz
kırılmasın. Bizim ulu atalarımız, dâima düşmanı def ve
Kanunî Sultan Süleymân Hân’ın babası gibi sevip hürmet
memleketler feth için seferden uzak kalmamışlardır. Ben de
ettiği Vezîr-i a’zam Pîrî Mehmed Paşa, emekliliğini taleb etti.
onların bu yolunu tutup, memleketler, yalçın kaleler
İsteği kabûl edilip, yerine İbrâhim Ağa ta’yin edildi. İbrâhim
fethederek, gece-gündüz atımız eğerlenmiş ve kılıcımız
Ağa, Pâdişâh’la Manisa’da beraber bulunmuş, daha sonra da
kuşanılmış hâlde bulundum. Cenâb-ı Hak hayırlar nasîb
hasodabaşılık hizmetine getirilmişti. Bu hâli hazmedemeyen
eylesin. Durumu ve haberleri elçinizden öğrenirsiniz.”
ikinci vezîr Ahmed Paşa, Mısır beylerbeyliğini taleb etti. 929
(m. 1523) senesinde Mısır’a gönderilen Ahmed Paşa, orada
Kanunî, gönderdiği bu mektûpla üç gayeye hizmeti
elde ettiği Memlûk kalıntıları ve küskünlerin başına geçerek,
düşünüyordu. Birinci gaye; kendinden yardım isteyen kimseyi
sultanlığını ilân etti. Ancak kendisine yardımcı olarak verilen
yardımsız bırakmamak, ona yardım etmek. İkinci gaye;
Kâdı-zâde Kâsım Bey, başına topladığı askerlerle, Ahmed
hıristiyan âleminde bir gedik açabilmek. O zamana kadar
Paşa’nın ordusunu yenip, onu da öldürdü. Vezîr-i a’zam
hıristiyan âlemi, müslüman Türk dünyâsına bir bütün hâlinde
Mısır’a giderek, küskünlük ve haksızlıkları giderdi.
saldırmışlardı. Fransızların Türklerle anlaşması, batıdaki
hıristiyan birliğini bozabilirdi. Üçüncü gaye de; Türklere
Macar Kralı Layoş’un İspanya İmparatoru Şarlken’le akrabalık
düşmanca davranan Macarlara haddîni bildirmekti.
kurması, Osmanlılara tâbi olan Eflâk ve Boğdan beyliklerinin,
İran’la ittifâk kurmaya kalkışması ve papanın yeni bir haçlı
932 (m. 1526) senesi baharında, Osmanlı pâdişâhı Kanunî
ordusu hazırlığında olması üzerine, Kanunî Sultan Süleymân
Sultan Süleymân Hân, her sefere çıkarken yaptığı gibi,
Hân, memleket içindeki mes’eleleri hallettikten sonra,
İstanbul’da medfûn olan büyüklerin kabirlerini ziyâret etti. Ebû
Macaristan üzerine bir sefer tertîb eylemeye niyetlendi. Bu
Eyyûb el-Ensârî hazretleri, Ebü’l-Vefâ, Seyyid Ahmed Buhârî,
arada Şarlken’le savaşıp esîr düşen Fransa Kralı Birinci
Fâtih Sultan Mehmed Hân, Bâyezîd-i Velî ve Yavuz Sultan
Fransuva’nın annesi ve kendisi, Osmanlı Pâdişâhı’ndan
Selim Hân’ın kabirlerinde gözyaşı döküp duâlar etti. Daha
yardım istedi. Zâten bahâne arayan Pâdişâh, bir taşla iki kuş
sonra da ordusunun başında; Edirne, Filibe, Sofya, Niş yolu ile
Belgrat’a varmak için yola çıktı. Ordunun içinde; defalarca
meşhûr Osmanlı toplarının karşısında buldular. Hüsrev ve Bâli
savaş görmüş gaziler, ölümü hiçe sayan serdengeçtiler,
Bey’in akıncıları da, Macar ordusunu arkasından çevirdiler. Bir
velîler, garîbler, dervişler, yiğitler vardı. Binlerce kişilik ordu,
tarafta bataklık, bir tarafta top ateşi, öbür tarafta akıncı
baştan başa Rumeli’ni geçti. Hiçkimseye beş kuruşluk zarar
kuvvetleri vardı. Kral Layoş’un da içinde bulunduğu düşman
vermeden, bir otu yerinden koparmadan, tam bir disiplin içinde
kuvvetleri ne yapacaklarını şaşırdılar. Kurtuluşu bataklığa
hedefine ulaştı. Türk kuvvetleri, Macaristan’da fırtına gibi
atlamakta buldular. Bataklık, Macar askerlerini ve Kral Layoş’u
esmeye başladılar. Macarlar, pek güvendikleri Şarlken’den
derinliklerine çekmiş, onlara mezar olmuştu. Kanunî Sultan
bile yardım alamadılar. Neye uğradığını şaşıran Kral Layoş,
Süleymân Hân, iki saat gibi kısa bir zaman içerisinde, koca bir
Osmanlı kuvvetlerini Mohaç’ta karşılamaya karar verdi.
Macar ordusunu yok etmiş, şanlı bir zafer kazanmıştı. Târihler,
Kanunî Sultan Süleymân Hân, Drava nehri üzerine yaptırdığı
yirmibir Zilka’de 932 (m. 29 Ağustos 1526) günü Mohaç
ikiyüz metre uzunluğundaki köprüyü, ordusunu geçirdikten
zaferinin kazanıldığını yazacaklardı. Mohaç zaferinden sonra,
sonra yaktırdı. Askerin karşısında düşman, gerisinde en dar
müstakil Macar krallığı yıkıldı. Budin, Segedin ve diğer yerler
yeri ikiyüz metre olan nehir bulunuyordu. Ağustos sonları idi.
fethedilip, buralarda Osmanlı sancağı dalgalandırıldı. Adâlet
Türk ordusu Mohaç tepelerine vardı. Akşam konaklayıp
te’min edildi. Erdel voyvodası Zapolya Janos, Macar kralı
dinlendiler. Gece sabaha kadar ibâdet edip, zafer için duâ
olarak ta’yin edildi. Pâdişâh, fetihlerden sonra İstanbul’a
ettiler. Sabah vakti saf bağlayıp, hep birlikte namaz kıldılar.
döndü.
Namazdan sonra birlikler yerlerini aldılar. Pâdişâh, son olarak
ordusunu savaş kıyâfetleri ile teftiş etti. Düşman kuvvetlerine
Kanunî Sultan Süleymân Han, ömrü boyunca; Belgrat, Rodos
yaklaşınca, Kanunî Sultan Süleymân Hân el açıp,
ve Mohaç’tan başka; Viyana, Alman, Irakeyn, Korfo, Boğdan,
Resûlullahın ( aleyhisselâm ) sancağının gölgesinde cenâb-ı
Budin, Estergon, Tebrîz, Nahcivan ve son olarak da Zigetvar
Hakka şöyle yalvardı:
seferlerine iştirâk etti. Kırkaltı yıllık hükümdârlığında, onüç
büyük sefer yapmış oldu. Bunlardan; Irakeyn, Tebrîz ve
“İlâhî! Kuvvet ve kudret senin. Allahım! Tasarruf ve nusret
Nahcivan seferleri, Hıristiyan Avrupa kavimleri ile işbirliği
senin. Yâ Rabbî! Lütuf ve inâyet senin; kerem, mürüvvet ve
yaparak Osmanlı Devleti’ni arkadan vuran, Eshâb-ı Kirâm
himâyet senin. Bir bölük ümmet-i Muhammed fukarasını
düşmanı İran Safevî devletine karşı yapıldı. Bu fetihler
yerindirme! Düşmanı sevindirme!” deyip, gözlerinden yaşlar
sonunda birçok şehirler fethedilip, pekçok kimsenin huzûr ve
akıttı. Onun bu hâlini gören Osmanlı askeri de cân-ü-gönülden
saadete kavuşması sağlandı. Kanunî Sultan Süleymân Hân
Allahü teâlâya yalvarıp gözyaşları döktüler. Herbiri atlarından
zamanında birçok kıymetli kumandanlar yetişip, denizde ve
inip, ağlayarak Hak teâlâya secde ettiler, düşmana karşı zafer
karada zaferler kazandılar. Preveze ve Cerbe zaferleri,
taleb ettiler. Canlarını hak yoluna vermeye azmettiler. Kanları
Osmanlının en meşhûr deniz zaferleri arasında yer aldı.
harekete getirip, İslâm askerini coşturan mehter davulları
Doğuda ve batıda, kuzeyde ve güneyde akınlar yapılıp
dövülmeye başladı. Yeniçeriler, azâblar, akıncılar, bütün
zaferler kazanıldı, İspanya’dan Hindistan’a kadar,
Osmanlı ordusu, en yüksek kumandanından en küçük erine
müslümanların yardımlarına koşuldu.
kadar yerinde duramaz oldu. Heyecanla beklediler. Macarların
hareketli bir çelik yığını gibi gelen askerleri dört nala yaklaştı.
954 (m. 1545) senesinde Avusturya ve Alman kralları, Şarlken
Plân gereği gaziler yanlara çekiliyor, birbirlerine zincirlerle
ve Ferdinand’la yapılan İstanbul andlaşması dört sene devam
bağlı Macar askerlerini topların önüne doğru çekiyorlardı.
etmiş, bilâhare on bir senelik bir savaş hâlinden sonra, 969
Bunlar arasında, Pâdişâh’ı öldürmeye yemîn etmiş otuziki
(m. 1562) senesinde yeni bir Osmanlı-Avusturya sulh
Macar şövalyesi de vardı. Şövalyelerden üç tanesi, Pâdişâh’ın
andlasması yapılmıştı. Fakat bu arada hıristiyan dünyâsı boş
yanına kadar sokuldu. Pâdişâh, üçü ile birden bizzat
durmuyor, doğuda İranlılarla uğraşan Osmanlı ordusuna rahat
mücâdele edip, birini öldürdü. Diğerleri de başka gaziler
vermiyorlardı. İran Safevî devleti, Papa ve hıristiyan
tarafından öldürüldüler. Bu arada Türkün savaş oyununa
devletlerle irtibât kuruyor, onlarla Osmanlıya karşı
gelen Macar kuvvetleri, merkeze yaklaşınca, kendilerini
andlaşmalar yapıyordu. Bu andlasmalar gereğince de
hıristiyan devletler, Osmanlı Devleti’nin batısında ba’zı
Görelim arzumuzu nice yerine getirirsin. Dünyâ kimseye
hâdiseler çıkarıyorlar, Avusturya ve Macaristan’da bu
payidar değildir. Ümiddir ki, bahasıyla satasız. Hak teâlâ bu
kışkırtmalara katılıyorlardı. 969 (m. 1562)’da yapılan
seferi mübârek edip, gönül hoşluğuyla gelmek müyesser ide.
andlaşmaya muhalif olarak, Avusturyalılar, Osmanlı
Habîb-i ekrem hürmetine aleyhisselâm.”
topraklarına tecâvüzde bulunup ba’zı kaleleri ele geçirmişlerdi.
969 (m. 1562) Osmanlı-Avusturya andlaşmasında kabûl
Pâdişâh, bu sefere çıkarken, orduya gâzî-dervişlerin
ettikleri vergiyi ödemedikleri gibi, yeni kral ikinci
katılmasına dikkat gösterdi. Zamanın evliyâsının
Maksimilyan’ın olumsuz tutumu ve Zigetvar Kalesi’ndeki
büyüklerinden Nûreddîn-zâde Muslihuddîn Efendi’nin de
düşman kuvvetlerin ahâliyi ta’ciz etmeleri üzerine, Kanunî
orduda bulunması, askere ayrı bir huzûr veriyordu. Zigetvar’a
Sultan Süleymân Hân, 973 (m. 1566)’de İstanbul’dan hareket
doğru yaklaştıkça, garîbler, dervişler, mübârek ordunun bu
etti. Sultan Süleymân Hân, bu onüçüncü seferine çıktığında
mübârek seferine katılmanın verdiği sevinçle, coşku içinde ya
yetmişüç yaşındaydı. Bir takım hastalıklarla durumu iyi
şehîd veya gâzîlik için duâ ediyorlardı. Onbinlerce kişiden
olmıyan, ayaklarında nikris hastalığı bulunan Pâdişâh, zulmün
meydana gelen Osmanlı ordusu, geçtiği yerleri i’mâr ederek,
önüne geçmek, ahâlinin huzûr ve güvenini sağlamak için,
her bölgede, her beldede bir eser, bir iyilik bırakarak,
hasta haliyle, Osmanlı târihinin en muhteşem askeri harekâtı
garîblerin gönlünü alarak yoluna devam ediyordu. Her şehirde,
kabûl edilen bu sefere çıktı.
her köyde, her beldede insanlar, çoluk-çocuk, kadın-erkek,
müslüman-kâfir herkes, bu muhteşem orduyu, beldeler
Ba’zan araba, ba’zı yerde taht-ı revân ile giden Pâdişâh,
fethedip, arkasında eserler bırakan, insanları huzûra garkeden
yerleşim merkezlerine girileceği zaman, hasta olduğunun
bu mübârek insanları seyretmek, Kanunî Sultan Süleymân
bilinip devlet idâresinde zaaf olmaması için ata binerek
Hân’ı can gözü ile bir defa daha görebilmek için yol
ilerliyordu. Sultan Süleymân Hân, seferden sağ
kenarlarına doluşuyorlardı. Suçu olmayan hiç kimse bu
dönemeyeceğine inanıyordu. Nitekim İstanbul’dan çıkmadan
muhteşem ordudan korkmuyor, onun varlığından huzûr
önce, payitahtta medfûn olan büyüklerin kabirlerini ziyâret
duyuyordu. 973 sonundan (1566 başından) beri muhasara
ettikten sonra, Edirnekapı’da şehirden ayrılacağı sırada, bir
altında olan Zigetvar Kalesi’ni, Zerniski Mikloş müdâfaa
mübârek kimse yolunu kesmişti. O mübârek kimse, duâsını
etmekte idi. Günlerce süren kuşatmada, birçok kereler umûmî
yaptıktan sonra, pâdişâhın bir daha dönmeyeceğini îmâ
hücumlar yapıldı. Zigetvar kuşatmasından iyice bunalan Kont
ederek; “Pâdişâhım biz senden râzı idik, Hak teâlâ da senden
Zerniski, Eylül başındaki huruç harekâtında öldürülünce, 21
râzı ola!” demiş ve Pâdişâh da bu seferde vefât edeceğini
Safer’de (7 Eylül’de) kale fethedildi. Kanunî, 20-21 Safer (6-7
anlamıştı. Hastalıktan o kadar sıkıntı çekmesine rağmen,
Eylül) gecesi vefât ettiyse de, askerin moralinde bozukluk
cihâd sevâbından mahrûm kalarak yatakta ölmemek ve
meydana gelmemesi için, ordudan gizli tutuldu. Bu seferde,
yetmişüç yaşına varan ömrünün son günlerini Allahü teâlâ
Zigetvar dâhil; Güle, Lügos ve diğer ba’zı kaleler de feth edildi,
yolunda hizmet ile geçirmek için, bu onüçüncü ve son seferine
öldüğü ordudan saklanan Kanunî Sultan Süleymân Hân’ın
çıkmıştı.
cenâzesi, otağında gizlice yıkanıp, Şehzâde Selîm’in gelmesi
için Manisa’ya haber gönderildi. Vezîr-i a’zam Sokullu
Kanunî Sultan Süleymân Hân, Zigetvar seferine çıkarken
Mehmed Paşa, askeri çok güzel idâre edip, Pâdişâh’ın vefâtını
kendi el yazısıyla yazdığı vasıyyetnamesinde, oğlu Şehzâde
hiç hissettirmeden Belgrat’a kadar geldi. Orada Şehzâde
Selîm’e (İkinci Selîm’e) şöyle vasıyyette bulundu:
Selîm yetişti. İstanbul’da tahta çıkmış, Belgrat’a, orduyu ve
cenâzeyi karşılamaya gelmişti. Orada askere pâdişâhın vefâtı
“Benim candan sevgili, iki gözümün nûru Selim Hân’ım! Bu iki
bildirildi. Herkes ne yapacağını şaşırdı. Kırkaltı sene
bazubendi ve bir çeheri al sandığı, iki cihan Fahri Muhammed
başlarında bulunup zaferden zafere koşturan, hiçbir seferinde
Mustafâ’nın ( aleyhisselâm ) rûhuna vakfeylemişimdir. Sana
yenilmek bilmeyen bu yüce pâdişâhın öldüğüne
vasıyyet ederim; bunları satıp Cidde şehrine su getiresin.
inanamıyorlardı. Fakat hakîkat ortadaydı. Allahü teâlânın
Cümle oda hizmetlileri şâhiddir. Sen benim yazımı bilirsin.
habîbi Resûlullah da ( aleyhisselâm ) ömrünü tamamlayıp
Hayreddîn ve Hızır reîsler, Akdeniz’de; Turgut Reîs, Piyâle
vefât etmişti. Doğan herşey, ölüme mahkûmdu.
Paşa, Sinân Paşa, Sâlih Reîs, Hind Okyanusu’nda; Hadım
Süleymân Paşa, Selman Reîs, Süveyş’de; Seydi Ali Reîs,
Kabûllenmekten başka çâre yoktu. Yeni Pâdişâh, askerlerle
Murâd Reîs Osmanlı Sancağını dalgalandırıp, fetihler yaptılar.
birlikte cenâze namazını kıldıktan sonra, memleketin nâzik
Kaptân-ı Derya Barbaros Hayreddîn Paşa Preveze’de, Turgut
durumunu dikkate alarak, kendisi askerin başında kaldı.
Reîs Cerbe’de Haçlı donanmalarını bozguna uğratarak, Türk-
Cenâzeyi İstanbul’a gönderdi. Cenâze, İstanbul’da
İslâm târihinin en muhteşem zaferlerini kazandılar.
Süleymâniye Câmii’nin musalla taşına konuldu. Burada
cenâze namazı, beşyüz mübelliğin (İmâmın sözünü tekrar
“Türk Asrı” denilen onuncu (Milâdî onaltıncı) yüzyılda,
ederek, duyulmayan yerlere ulaştıran Cemâatten bir kimsenin)
Osmanlı Devleti’nin sultânı Süleymân Hân’ın, dünyânın bütün
“Erkişi niyetine” sözleri ve tekbîr sesleri arasında kılındı. Baş
kralları ve beylerine karşı yüksek otoritesi vardı. Roma-
tarafı Süleymâniye’de bulunan cemâatin, sonu Fâtih’de
Cermen İmparatorluğu, Portekiz, İspanya, Fransa, Milano,
bitiyordu. Kılınan cenâze namazından sonra, kendi yaptırdığı
Napoli, Papalık, Venedik, Ceneviz, Macaristan, Avusturya,
Süleymâniye Câmii bahçesindeki türbesine gelindi. Cenâze
Lehistan, Rus Knezleri, Safevî, Gürgâniyye, Özbek; devlet,
kabre konuldu. Bu sırada bir çekmece getirilip, kabre
krallık, dükalık ve sultanlığı ile münâsebetlerde bulunuldu.
konulmak istendi. Şeyhülislâm Ebüssü’ûd Efendi müdâhale
Kırım Hanlığı, Mekke-i mükerreme Emîrliği, Eflâk, Boğdan
etti. Çekmecenin niçin konulduğunu, dînimizde kıymetli
Erdel voyvodalıkları, Ragusa cumhuriyetleri, Osmanlı
birşeyin cenâzeyle gömülmesinin mümkün olmadığını söyledi.
Devleti’ne tâbi ve imtiyazlı hükümetlerdi. Roma-Cermen
Sultan Süleymân Hân’ın vefâtından bir gün önce vasıyyet
İmparatoru Şarlken’in ülkesinde esâret hayâtında yaşayan
edip, bu çekmecenin kendisi ile gömülmesini istediğini
Fransa Kralı Birinci Fransuva kurtarılarak, dünyâ ticâret ve
bildirdiler. Ebüssü’ûd Efendi, mutlaka içindekilerin görülmesi
hâkimiyet siyâseti gereğince imtiyaz verildi. Roma-Cermen
gerektiğini, kıymetli birşey varsa gömülemeyeceğini söyledi.
İmparatorluğu, Avusturya, Lehistan ve Safevî devletleri ile sulh
Çekmece Ebüssü’ûd Efendi’ye verilirken, elden kayıp düştü.
andlaşmaları imzalandı. Gürgâniyye ve Özbek devletleri ile
Yere bir sürü kâğıt döküldü. Kâğıtların herbirinde bir fetvâ ve
dostluk te’sis edildi. Dünyânın her tarafındaki müslümanlarla
altında şeyhülislâmın imzası vardı. Ebüssü’ûd Efendi,
irtibât kurulup, dertlerine derman olunarak, yardımlarına
yazıların altında kendi imzasını görünce, “Sen kendini
koşuldu. İspanya’daki Endülüs müslümanları, hınstiyanların
kurtardın ama, biz ne yapacağız?” diyerek ağlamaya başladı.
zulmünden kurtarılıp, Kuzey-Afrika’ya ve Osmanlı topraklarına
Kanunî Sultan Süleymân Hân, yapacağı her işi şeyhülislâma
göçleri sağlandı.
sormuş, ondan aldığı fetvâ dâhilinde hareket etmişti. Delîl
olarak da, aldığı fetvâların yanında gömülmesini vasîyet
Sultan Süleymân Hân’ın asıl adından daha fazla bilinip,
etmişti.
şöhretli olan “Kanunî” ünvanı, önceki Osmanlı
Kânunnâmeleri’ni ve devri i’câbı, lüzumlu hükümleri,
Kanunî Sultan Süleymân zamanında yapılan birçok fetihler
“Kânunnâme-i Âl-i Osman” adı altında, İslâm Hukuku esasları
neticesinde, devletin hududları genişledi. Yavuz’un vefâtında
dâhilinde toplattırıp tanzim ettirmesinden ileri gelmektedir.
6.557.000 km2 olan Osmanlı toprakları, Kânûnî’nin vefâtında
“Kânunnâme-i Âl-i Osman”ın hazırlanmasında, Sultan
14.893.000 km2yi buldu. Batıda Almanya içlerine kadar
Süleymân Hân’a, devrin büyük âlimlerinden olan Ahmed İbni
akınlar yapıldı. Doğuda Hazar Denizi’ne ulaşılarak Türkiye-
Kemâl Paşa ve Ebüssü’ûd efendiler yardımcı oldular.
Orta Asya birleşmesi siyâseti yanında, bütün Arabistan,
Kanunnâme; hukuki, idarî, mâlî, askerî ve diğer lüzumlu
Ortadoğu dâhil, Hind Okyanusu’ndan Umman Denizi, Basra
mevzûları içine alan başlıklar altında; ceza, vergi ve ahâli ile
Körfezi, Kızıldeniz’e ve Kuzey Afrika’dan Atlas Okyanusu’na
askerlerin kânunlarını ihtivâ ediyordu. Yüzyıllarca tatbik edilen
ulaşıldı. Akdeniz Türk gölü hâline geldi. Atlas Okyanusu’nda,
Kânunnâme’de; tımar ve zeamet sahipleri ile, ahâlinin hukukî
herbiri deniz kurdu olan, Osmanlı levendleri ve reîsleri
ve mâlî durumları tesbit edilerek, toprakları; uşrî, haracî ve
dolaşmaktaydı. Afrika sahilleri ile Batı Akdeniz’de; Oruç,
mîrî olarak birbirinden ayrılmış hükümlerin tatbik şekilleri
açıklanmıştır. Kânunnâme’de bildirilen hükümlerin tamâmı
azledilen bir me’mûr, bir daha ta’yin edilemez, makam ve
İslâm hukukundan (Hanefî mezhebine göre) alınarak tanzim
mansıp yüzü göremezdi.
edilmiş, fethedilen ülkelerde, “Örfi hukuk” denilen, önceki
idâreden kalan kânunlar ve halkın teamülleri de, İslâm
Hiç kimseye imtiyaz hakkı verilmeyen Osmanlı’da, herkes
hukukuna uygunluğu şartıyla Kânunnâme’de yer almıştır.
kazancını bileğinin hakkıyla kazanırdı. Mevki ve makam
Devleti idâre etme, hilâfet müessesesinin gerekleri ve sosyal
babadan oğula mîrâs kalmaz, akıllı baba vezîr, akılsız oğul
adâlet husûslarındaki hükümler, bizzat Kanunî tarafından
çöpçü olabilirdi. Köle, gösterdiği muvaffakiyet ve sadâkat
titizlikle tatbik edildi. Sultan Süleymân Hân; Atlas
mesabesinde vezîr-i a’zamlığa kadar yükselirdi. Asâlet
Okyanusu’ndan Umman Denizi’ne ve Macaristan, Kırım ve
mes’elesi, yalnız Osmanlı hânedanı için mevzûbahisti. Ancak
Kazan’dan Habeşistan’a kadar geniş yerleri, Allahü teâlânın
Osmanlı hânedanının her şehzâdesi, tam bir dikkatle, liyakatli
kelâmı Kur’ân-ı kerîmin emirleri ile adâletle idâre etmeye
ellerde yetiştirilir, devlet-i âliyenin başına geçmeye lâyık hâle
muvaffak oldu. Kânunnâme’yi hazırlarken ve tatbik ederken,
getirilirdi. İşin üstesinden gelemiyecek olanlar, tahta
İslâm âlimlerine danışmadan bir iş ve bir kânun yapmadı.
geçmesine fırsat verilmeden bertaraf edilirler, daha lâyık
Kanunî Sultan Süleymân Hân’ın kırkaltı senelik hükümdârlığı
olanlar işi ele alırlardı. Hiçbir şehzâde, hiçbir pâdişâh,
zamanında hazırlanan kânunlar, çok güzel tatbik edilip,
sarayında yan gelip yatamazdı. Hergün, sabahtan akşama
devletin teb’asına ve diğer insanlara huzûr ve saadet kaynağı
kadar belirli bir programa göre belirli işleri yapmağa mecbûr
oldu.
tutulurdu. Saray, yeni giren bir çıraktan pâdişâha kadar,
herkes için bir mektep vazîfesi görürdü. Yüksek seviyede
Kanunî Sultan Süleymân Hân’ın kânunlarında, yanılıp da
eğitim veren Enderun mektebi de sarayda idi.
hakkı çiğneyenlere ne ceza verileceği açıkça belirtilmiş, tek
tek suçlar ve cezaları îzâh edilmişti. Meselâ; “Bir kimsenin atı,
Herhangi bir me’mûriyete ta’yinde; zenginlik, fakirlik, dostluk-
katırı veya öküzü ekine girerse, beş çomak (değnek) vurup,
ahbablık gözetilmez, liyâkat ön plâna alınırdı. Zamanın
beş akçe çerime alına” Ancak bu şekildeki hafif cezalar, sulh
Avusturya sefiri Busbek’in dediği gibi; “Herkes kendi mevki ve
zamanı için geçerliydi. Harp ânında cezalar birkaç kat katlanır,
ikbâlinin bânisidir. Türkler, meziyyetin insanlarda irsiyet
hattâ durumun nezâketine göre idâm cezası bile mümkün
yoluyla intikâl ettiğine veya mîrâs kaldığına inanmazlar.
olurdu. Askerin ihtimâmı ve verilen cezâların müessiriyeti ile
Namussuz, tehbel ve âtıl olanlar, hiçbir zaman yükselemezler,
te’min edilen disiplin ve ortaya çıkan adâlet sayesinde birçok
i’tibâr göremezler, hor ve hakîr olup kenarda kalırlar.”
kaleler, sulh yoluyla teslim alınırdı. Osmanlı askerine ve
Kânûnî’nin vezîr-i a’zamlarından Lütfî Paşa, “Âsafnâme” adlı
adâletine hayran olan Avrupalı aileler; “Keşke bizim şehrimizi
eserinde, vezirlerin ve paşaların kapılarının halka günde beş
de feth edip, bizi de idâreleriyle şereflendirselerdi!”
vakit açık olduğunu, herbirinin evinde halkın rahatça yemek
temennileriyle iç çekerler, bir çokları da sınırı geçip
yiyip beş vakit namaz kıldığını anlatmakta ve bunun devamını
Osmanlı’nın adâletine sığınırlardı.
istemektedir. Vezirin evinin içine kadar, herşey halka açıktır ve
vezîr halkın karnını doyurmakta, ev sahipliği yapmaktadır.
Kanunî Sultan Süleymân Hân, çevresindeki mümtaz ilim
sahibi ulemâya danışarak hazırlattığı kânun ve nizamlarda,
Osmanlıda vazîfeye ehil olanlar tayin edilmekte, ta’yin edilenin
me’mûriyete ta’yin ve azlin esaslarını da tesbit etmiş,
işine kimse müdâhale edememektedir. Meselâ, işi devletin
haksızlıklara mâni olarak, rastgele ta’yin ve azlin önüne
dînî cephesini kontrol altında tutmak olan şeyhülislâm, dîne
geçmiştir. Kendisi de koyduğu kânun ve nizâma tam bir riâyet
uymayan herhangi bir harekete, pervasızca müdâhale
göstererek, tatbikata koymuştur. Bu sebeble de, herkes
edebilmekte ve karşısındaki pâdişâh da olsa vazîfesini
azledildikten sonra bir daha ta’yin edilmeme korkusuna
hakkıyla icra etmekteydi.
düşmüş, vazîfelerini bilfiil icrada daha temkinli ve dikkatli hâle
gelmişlerdir. Çünkü kânunlara uymayan bir hâlinden dolayı
Tam bir adâlet, disiplin, hakkaniyet ve Allahü teâlânın rızâsı
için konup icra edilen kânun ve nizâmlar, sâdece Osmanlı
vatandaşlarını huzûra gark etmekle kalmamış, onlardaki huzûr
Kanunî Sultan Süleymân’ın gençlik çağında, 932 (m. 1526)
ve refahı gören İngiliz kralının akıllı bir davranışıyla,
senesinde kazanmış olduğu Mohaç Meydan Muharebesinde,
İngiltere’de bugünkü demokratik sistemin temeli atılmıştır.
Macar ordusunu arkadan çevirerek onu tamamen mahveden
Zamanın İngiltere kralı olan Sekizinci Henry, ânında ve âdil
Semendire Sancakbeyi Gâzî Bâli Bey, Mohaç Harbi’nden
karar verebilen Osmanlı adliyesini, gönderdiği bir tetkik
yıllar sonra sancakbeyliği alâmeti olarak kendinde mevcût
heyetine inceletmiş ve kendi memleketinde tatbik etme yoluna
olan iki tuğ’un üçe çıkarılmasını rica ederek, pâdişâhtan bir
gitmiştir.
tuğ daha istemişti. Terfi ve terakkinin muayyen yaş, kıdem ve
hizmet mukabilinde olduğunu bilen Kanunî, Gâzî Bâli Bey’e şu
Halkını her yönüyle huzûr ve sükûna kavuşturmak isteyen
mektûbu yazdı:
Kanunî Sultan Süleymân Hân, vergi ve mâlî işleri de yeniden
düzenledi. Vergilendirme ve vergi tahsilinde halka
“Yârigârım ve muhterem lalam Gâzî Bâli Bey!
zulmedilmemesine çok dikkat ederdi. Hattâ bir defasında
Hadım Süleymân Paşa yerine Mısır beylerbeyliğine ta’yin
Berhüdar olasın, yüzün ak olsun.
edilen Hüsrev Paşa, Mısır’dan hazîneye dörtyüzbin altın fazla
para göndermişti. Pâdişâh, halka zulmedip haksızlıkla elde
Bizden bir tuğ dahî arzu eylemişsin. Henüz bir tuğ zamanı
edilmiş olabilir düşüncesiyle, teftiş heyeti göndererek durumu
değildir. Sana Muhammed Mustafâ’nın ( aleyhisselâm ) fetih
yerinde kontrol ettirdi. Paranın, yapılan yeni yeni kanallar
tuğunu verdik. Bu ihsân üzerine iyilik olmaz. Bunun şükrünü
sayesinde; üretimin artmasıyla ortaya çıkan fazlalıktan alınan
bilip, yerine getiresin. Bilesin ki, bey olmak iki kefeli terazidir.
gelir olduğu tesbit edildi. Ancak Kanunî, yine de işe tam
Bir kefesi Cennet ve bir kefesi Cehennem’dir. Bir an adâletle
kanâat edemeyip, Hüsrev Paşa’yı vazîfeden alarak, Hadım
hükmetmek, yetmiş yıllık ibâdetten efdaldir. Âhıreti hatırdan
Süleymân Paşa’yı yeniden Mısır’a gönderdi ve fazla olan
çıkarmayasın. Serasker olduğun yerlerde ve hükmünün
dörtyüzbin altınla da, yeni su kanalları açılıp, halkın
geçtiği mahallerde bir kimseye zulüm ve düşmanlık etmekten
istifâdesine sunulmasını emretti. Bu kadar büyük işleri
şiddetle sakınasın. Âhırette bize hitâb olunursa, senin yakana
başaran dahî Pâdişâh, büyük cihangir; şahsiyeti ile, icrââtı ile
yapışırım. “Ol vilâyetleri kılıcımla fetheyledim” demiyesin.
tam bir örnekti.
Memleket, Allahü teâlâ hazretlerinindir. Dikkat edip, nefsine
gurûr getirmeyesin. Feth olunan kalelerin mal ve erzakını hep
Zigetvar’da onüçüncü seferi esnasında, 20-21 Safer 974 (6-7
Beyt-ül-mâl için almışsın. Buna rızâ-yı hümâyunum yoktur.
Eylül gecesi 1566) târihinde vefât eden Kanunî Sultan
Beştebirini alıp, geri kalanını İslâm askerlerine dağıtasın.
Süleymân Hân, iyi bir komutan, teşkilâtçı bir devlet adamı
İslâm askerinin ihtiyârlarını baba, orta yaşlılarını kardeş ve
olup, âlim ve edîbdi. Vakûr, azîm ve irâde sahibiydi. Akıllı
gençlerini oğul bilesin. Babalara hürmet edesin, oğullara
hareket ettiğinden hep muvaffak oldu. Adam seçmesini ve
şefkat gösteresin. İslâm askerine hiç bir veçhile zorluk
yetiştirmesini gayet iyi bildiğinden, devlet kadrosunda kıymetli
çektirmeyesin. Ni’meti bol veresin. Eğer hazînen tükenirse,
şahsiyetleri vazîfelendirdi. Hoşgörü sahibi olmasına rağmen,
buraya bildiresin ki, sana bir iki bin kese göndermekten aczim
din ve devlet aleyhine olan hareketleri hiç affetmezdi. İleri
yoktur. Halkın fakirlerini, rencide ettirmekten şiddetle
görüşlü olup, anlayışı kuvvetliydi. Milletin ve askerin
kaçınasın ki, bizim halkımızı rahat görüp, küffâr halkı
psikolojisini iyi bildiğinden, çok sevilirdi. Hayâtı seferden
imrensinler, meyl ve muhabbetleri bizim tarafa olsun. Bir
sefere koşmakta ve muharebe meydanlarında geçen Kanunî
kimseyi hizmetinde kullandığın zaman da, sakın evvelki hâline
Sultan Süleymân Hân’ın devrinde Osmanlı Devleti çok
i’timâd etmeyesin. Çok kimseler vardır, elinde fırsat olmadığı
zenginleşti. Kırkaltı yıl süren saltanatı müddetince, İslâmiyeti
zamanda zâhidlik ve iyilik yüzü gösterip, eline fırsat geçtiği
yaymaktan başka birşey düşünmedi. Bu düşücesini, Gâzî Bâli
zaman Fir’avn ve Nemrud olur. Ol kimseleri tecrübe edip
Bey’e yazdığı mektûp çok güzel ifâde etmektedir.
göresin. Eğer evvelki hâli son hâline uygunsa, hizmetinde
kullanasın. İmdi, ey Gazi Bâli Bey! Sana dahi nasihatim odur
ki; atın yürüğünü, kılıcın keskinini ve beyin bahadırını
saklayasın. Allahü teâlâ hazretleri, yolunu açık ve kılıcını
zayıf kimseler, dul kadınlar ve yetim çocuklardan duâ alalım,
keskin eyleye ve seni Küffâr-ı hâksâr üzerine mensûr ve
inşâallah..” deyip, mes’elenin hallini emretti. Kâğıthâne’den
muzaffer eyleye...”
getirilen güzel sular, asırlarca bağrı yanıkların ciğerlerini
serinletti. O yüce Pâdişâh’a bol bol duâlar edilmesine vesîle
Sultan Süleymân Hân, ta’kib ettiği âlemşümûl siyâsetle,
oldu.
Almanya içinde hıristiyanlıkta yeni bir mezhep kuran Martin
Luther ve taraftarı protestanları desteklemiştir. Avrupa’nın en
İstanbul’da yapılan en muhteşem eser, şüphesiz Kanunî
mahrem yerlerine kadar ulaşan teşkilâtlı istihbarat ağı
Sultan Süleymân Hân tarafından Mîmâr Sinân’a yaptırılan
sayesinde, her türlü hâdiseden haberdâr olan Kanunî Sultan
Süleymâniye külliyesidir. Halk arasında yaygın olan şu söz,
Süleymân Hân, Almanya ile İspanya’yı birbirinden ayıracak
gerçeğin tam ifadesidir. “Süleymâniye’nin sahibi Süleymân,
olan Martin Luther’i daha ilk ortaya çıkışında keşfetti. Martin
mîmârı Sinân, hamuru îmândır.” Fâtih Sultan Mehmed Hân’ın
Luther’in günlük yediği yemeğe kadar, her türlü hâl ve
kurduğu Sahn-ı semân medreselerinin ilmî bütünlüğünü
hareketlerinden haberdâr oldu. Martin Luther’i kullanarak da
tamamlamak; Sahn-ı Süleymân ve külliyesine nasîb olmuştur.
Avrupa’yı parçaladı. Yıllarca sürecek olan Avrupa iç
İstanbul’un yedi tepesinden birinin üstünde kurulan
çekişmelerini hazırlayarak, Osmanlı Devleti’nin karşısında
Süleymâniye külliyesi; câmi-i şerîf, tıp fakültesi, dört medrese,
güçlü bir birliğin meydana gelmesine mâni oldu.
mülâzimler medresesi, hadîs-i şerîf medresesi (Dâr-ül-hadîs),
hastahâne (Bîmârhâne), imâret, tabhâne, dâr-ül-kurrâ (Kur’ân-
Kanunî Sultan Süleymân Hân, âlimlere ve Allah dostlarına çok
ı kerîm kırâatinin öğretildiği medrese) ve türbelerden meydana
hürmet eder, her birine hâllerine göre izzet ve ikramlarda
gelmektedir.
bulunurdu. Sümbül Efendi ve talebesi Merkez Efendi’ye,
Ubeydüllah-i Ahrâr hazretlerinin halîfelerinden Baba Haydar’a
Fâtih Sultan Menmed Hân’ın yaptırdığı Sahn-ı semân
ve İstanbul’daki diğer evliyâya çor hürmet gösterirdi. Ömrünün
medreselerine girebilmek için, ilk önce orta öğretim
sonuna doğru, Nûreddîn-zâde Muslihuddîn Efendi’yi yanından
seviyesindeki tetimme medreselerinden birinden me’zûn
hiç ayırmaz olmuştu. Âlimlere danışmadan hiçbir iş yapmaz,
olmak ve bir sene de hazırlık okumak mecbûrî idi. Sahn-ı
Allah dostlarının nazarlarını üzerinden eksik etmezdi. Âlimler
Süleymâniye’ye kabûl edilebilmek için de, mûsıla-i sahn adı
için medreseler, evliyâ için tekkeler yaptırır, fethettiği yerleri
verilen ara fakülteyi bitirmek îcâbediyordu. Bu ara fakülteyi
câmilerle ma’mûr ederdi.
bitirenler, Süleymâniye medreselerinden birine kabûl
edilirlerdi.
İstanbul’da su sıkıntısı baş gösterip, bir at tulumu su onbeş
akçeye çıkmıştı. Zamanın sultânı Kanunî, şehre getirilmeye
Zamanla yetişen çok sayıdaki ilim ehline iş bulmak imkânı
münâsip bir su bulunmasını Hassa mîmârı Mîmâr Sinân’a
azaldı. Ta’yin işlerinde ba’zı aksaklıklar görülmeye başlandı.
havale etti. O da araştırıp soruşturdu. Gerekli inceleme ve
Zamanın şeyhülislâmı Ebüssü’ûd Efendi’nin teklifi ile
tetkikten sonra, Kâğıthâne civarında böyle bir suyun
“Mülâzemet usûlü” getirildi. Kânûnî’nin en gözde
bulunduğunu, şehre getirmenin mümkün olduğunu Pâdişâh’a
icrââtlarından biri olan bu usûle göre; medrese me’zûnları,
arz etti. Pâdişâh bu haberden çok memnun olup; “Bu suların
me’zûniyet zamanı ve aldıkları yüksek notlara göre bir sıraya
şehre getirilmesi nasıl mümkün olur?” diye sordu. Mîmâr
tâbi tutuldular. Bu arada me’zûniyet sonrasında ilimden uzak
Sinân; “İki yol vardır sultânım! Birincisi, halkınızın haddi
kalmamaları için de, ileri gelen âlimlerin yanında bir nevî staj
hesabı yoktur. Siz ferman edince, cümlesi hizmete can
gördüler. Sırası gelen, uygun görülen hizmetlerde
verirler. İkinci yol ise; herkese ücret karşılığı iş verilmesidir.
vazîfelendirildi. Böylece ileride ortaya çıkabilecek, hatır-gönül
Masrafının hazîneden karşılanıp, işin mükemmelce
ve iltimas şaibelerinin önüne gelçildi.
yapılmasıdır” dedi. Pâdişâh Kanunî Sultan Süleymân Hân,
başını salladı ve; “Birinci söylediğiniz yolun bize faydası
Her Osmanlı pâdişâhı gibi, Kanunî Sultan Süleymân Hân da
olmaz. El hayrı olur. Kendi malımızdan sarf edelim ki; ihtiyâr,
kul hakkına çok riâyet eder, âhırette kendinden hesap
sorulmasından çok korkardı. Çeşitli hizmet birimlerinden
açılan o câmide, nice mübârek kimseler, yıllarca, göz yaşı
meydana gelen Süleymâniye külliyesi tamamlanınca,
döküp Allahü teâlâya ibâdetle meşgûl oldular.
mîmârından işçisine kadar, orada çakışanlardan helâllik almak
istedi. Süleymâniye külliyesine hizmeti geçen herkesin
Zamanın en büyük ve en âdil pâdişâhı olan Kanunî Sultan
toplanmasını emretti. Verilen gün ve saatte herkes geldi.
Süleymân Hân, Budin seferinden dönüyordu. Edirne
Yüzleri nurlu, elleri nasırlı insanlar, endişeyle toplandılar.
yakınlarında bağ ve bahçeler arasında yollarına devam
Acaba bir hatâ mı işledik, bilmeden bir kusurumuz mu oldu,
ediyorlardı. Öncüler, Yeniçeriler, peşinden de cihan sultânı
diye düşündüler. İnsanların hakkı geçmemesi için onları
Kânûnî geliyordu. Çoluk-çocuk, herkes yollara dökülmüş,
bekletmekten de hoşlanmayan Sultan Süleymân Hân,
muhteşem ordusunun başında cihâddan gelen şanlı
saatinde geldi. Kendisi için hazırlanan yere geçti. Binlerce
Süleymân’ı görüp selâmlamaya çıkıyordu. Pâdişâh, doru
kişiden çıt çıkmıyordu. Sultanlar sultânı, en tatlı sesiyle, önce
atının üzerinde vakûr ve sevimli bir şekilde ilerliyordu. Bu
Allahü teâlâya hamdetti. Sonra Peygamberler Sultânına (
sırada bir köylü, elindeki küreği fırlattı. Pâdişâh’ın atı ürktü.
aleyhisselâm ) salevât getirdi. O’nun ( aleyhisselâm ) güzel ve
Çünkü kürek, atın ayaklarına çarpmıştı. Muhafızlar
güzide Eshâbını (r.anhüm) hayırla andı. Sonra da ecdadına ve
adamcağızı hemen yakaladılar. Pâdişâh bırakmalarını emretti.
bütün din kardeşlerine Fâtihalar gönderip, duâlarda bulundu
Köylüyü huzûruna getirdiler. Pâdişâh müşfik bir sesle; “Derdin
ve:
nedir, ey müslüman?” diye sordu. Adamcağız rahatlayıp;
“Sultânım, biz fakir köylüleriz. Birkaç dönüm arazîmiz vardır.
“Ey din kardeşlerim!... Can kardeşlerim!
Yazın eker, kışın yeriz. Dünden beri geçen askercikleriniz,
ekinlerimizden bir kısmını ezdiler. Ya bunları öder, küreğimizin
Görüyoruz ki, bu câmi-i şerîf tamamlanmıştır. Ona emeği
hakkını teslim edersiniz veya sizi şikâyet ederiz” dedi.
geçenlerin cümlesinden, Kadir Mevlâm râzı olsun! Ancak,
Yeryüzünün tek sultânı Kanunî Sultan Süleymân Hân,
hemen şunu söylemek istiyorum ki, çalışıp da hakkını
hayretle; “Peki!.. Bizi kime şikâyet edeceksin?” diye sordu.
alamamış veya az almış kim varsa, gelip bizden istesin...”
Köylü; “Size, Kanunî demezler mi Pâdişâhım? Kânuna şikâyet
dedi. Kalabalıktan çıt çıkmadı. Yüce Pâdişâh, sözüne devam
ederiz, kânuna!” dedi. Köylünün sözlerinden çok memnun olan
edip; “Olabilir ki, hakkını alamıyan kimse burda değildir. Burda
Kanunî, birçok ikramlarda bulundu. Böyle kendisini doğru yola
olanlara ahdim olsun ki, gelmiyenlere söyliyeler. Onlar da
çekecek teb’ası bulunduğu için Allahü teâlâya hamdetti.
gelip, haklarını bizden alalar” dedi.
Yine bir defasında kadının biri, Pâdisâh’a, geceleyin evinin
Tabiî hiç kimse çıkıp benim şu hakkım var demedi. Çünkü hiç
soyulduğundan şikâyetçi oldu. Kanunî Sultan Süleymân Hân,
kimsenin hakkı kalmamıştı. Vesîkaların tetkikinden
hırsızın evin içine kadar girip, hiçbir şey bırakmadan alıp
anlaşıldığına göre; inşâatın en kesif olduğu zamanlarda bile,
gitmesine hayret edip; “Ne için o kadar derin uyudunuz,
çalıştırılan at, merkep ve katırların çayıra salınma saatlerine
mukayyet olmadınız?” diye sormaktan kendisini alamadı.
bile bilhassa dikkat edilmiş, hiçbir mahlûkâtın hakkına tecâvüz
Kadın hiç tereddüt etmeden; “Biz seni uyanık bilirdik de, onun
edilmemesine gayret gösterilmiştir.
için rahat uyuduk pâdişâhım!” diye karşılık verdi. Pâdişâh da
kendisinin suçlu olduğunu kabûl edip, zararı tazmin etti.
Tamamlanmış olan Süleymâniye Câmii’nin açılış günü
gelince, Pâdişâh, çevresindekilere dönüp istişâre etti.
Avrupa hıristiyanlarının, Papa’nın kışkırtması ile bir araya
“Câminin kapısını önce açmaya, kim lâyık ola?” dedi. Hak ve
gelip Osmanlı topraklarına saldırmaya teşebbüs etmeleri
hukuku gözetmekte kendisine yardımcı olan yakınları; “Mîmâr
üzerine, sultanlar sultânı Kanunî Sultan Süleymân Hân,
Ağa, azîz bir pîrdir. Cümleden lâyık, ol emekdârınızdır”
ordusunu toplayıp sefere çıktı. Târihlere şan veren ordu ağır
dediler. Bunun üzerine Pâdişâh, Mîmâr Sinân’a dönerek;
ağır ilerliyor, hedefine bir an önce ulaşmak için gayret
“Bina eylediğin şu mübârek câmiyi; sıdk-u safâ ve duâ ile
sarfediyordu. Havalar da iyice ısınmıştı. Hıristiyanların
senin açman evlâdır” buyurdu. 964 (m. 1557) senesinde
oturduğu bir beldeden geçerken, yolun dar olması sebebiyle,
ba’zı askerler üzüm bağlarının içinden yürüdüler. Üzümler
askerlerinin karşısına çıkmak için hazırlanan haçlı orduları
olgunlaşmış, susuzluktan dudağı çatlamış olan askerlere; “Al
kumandanlarına mektûp yazdı. Mektûbunda; “Ey haçlı
beni, ye beni” dercesine bakıyordu. Askerlerden biri
kumandanları!.. Siz bu ordu ile nasıl başa çıkabilirsiniz? Bu
dayanamayıp, sahibinin haberi olmadan bir salkım üzüm
insanlar, canlarına ehemmiyet vermiyorlar, çünkü Allah
kopardı. Yerine de, bir keseye koyduğu parayı bağladı.
yolunda komutanları emrinde çekinmeden can veriyorlar.
Üzümü de yedi. Çok geçmeden mola verildi. Ordunun
Biliyorlar ki, gidecekleri yer Cennettir. Kadına, kıza,
arkasından, kan-ter içinde hıristiyan bir köylünün geldiği
ehemmiyet vermiyorlar, yanlarına gönderdiğim rahibelere
görüldü. Köylüyü komutana götürdüler. Çok heyecanlı olan
sırtlarını döndüler. Mala-mülke ehemmiyet vermiyorlar, bütün
köylü, komutanın eline mi, ayağına mı kapanacağını bilemedi.
mal ve mülklerini terkederek cihâda çıkıyorlar. Herkese karşı
Bir asker, kendi bağından kopardığı üzümün yerine para
iyi davranıp, kimseye zulmetmiyorlar. Ey haçlı kumandanları!..
bırakmıştı. Bağında başka bir zarar yoktu. Böyle bir askere ve
Siz, onlardaki bu hasletleri ortadan kaldırmadan karşılarına
komutanına, elbette teşekkür edilmeliydi. Ama komutan bu
çıkmayınız. Eğer onlarla savaşmaya kalkışırsanız, binlerce
habere hiç sevinemedi. Bir askerinin, başkasının malını izinsiz
askerinizin canına mal olacak acı bir tecrübeden başka birşey
almasını bir türlü kabûl edemiyordu, tellâllar çağırtılıp, o asker
elde edemezsiniz” dedi. Ancak haçlı kumandanları, kahraman
bulundu. Bu arada, Pâdişâh da hâdiseyi öğrenmişti. Hemen o
Osmanlı askerlerinin kılıçlarına yem olmak için birbirleriyle
askerin ordudan atılmasını emretti ve; “Kursağında haram
adetâ yarış ettiler. Osmanlı askerine yeni yeni zaferler
lokma bulunan bir askerin bulunduğu ordu ile zafer ve nusret
kazandırdılar. Avrupalılar, kendi kötü hasletlerini Osmanlılara
müyesser olmaz” buyurdu. Hıristiyan köylü, üzümü alan askeri
da aşıladıkları zaman onları yenebileceklerini yıllar sonra
taltif ettirmek için geldiğini, hâlbuki işin tersine döndüğünü
anladılar. Faaliyetlerini o yönde yoğunlaştırdılar.
arzedince, komutan; “Eğer o asker parayı bağlamamış
olsaydı, bu ordunun adı zâlimler ordusu olurdu, işte o zaman o
Sultan Süleymân Hân devrinde, Osmanlı Devleti’nin kara ve
askerin kellesi giderdi. Parayı asmaya bağlamakla kellesini
deniz ordusu dünyâda birinci idi. Kültür ve san’at faaliyetleri
kurtardı. Ama sahibinden izinsiz mal almakla da, seferden
doruk noktasındaydı, ilim, kültür ve san’at müesseselerinde,
men cezasına çarptırıldı” dedi ve o kahraman ordu yoluna
Kânûnî’nin himâyesinde kıymetli şahsiyetler yetişip, herbiri
devam etti. Belgrat yakınlarında bir yerde konaklama emri
eşsiz eserler verdiler. Devrinde yetişen; tefsîr, hadîs, fıkıh ve
verildi. Askerler, çevredeki su ve çeşmelerden istifâde edip
diğer İslâm ilimlerinde; Ahmed İbni Kemâl Paşa, Ebüssü’ûd
abdestlerini tazelemeye, susuzluklarını gidermeye
Efendi, Zenbilli Ali Cemâlî Efendi, Taşköprü-zâde, Kınalı-zâde
çalışıyorlardı. Çeşmelerden birinin yakınlarında bir manastır
Ali Efendi, Celâl-zâde Mustafa Bey, Halebî İbrâhim Efendi,
vardı.
Coğrafya’da Pîrî Reîs ve Seydi Ali Reîs ile Anadolu atlası
sahibi Matrakçı Nâsuh, hattâtlıkta Şeyh Hamdullah’ın oğulları
Manastırın rahibi, Osmanlı askerinin durumunu öğrenip, haçlı
ve talebeleri meşhûrdu. Şiirde, “Sultân-üş-şu’arâ” Bakî
askerlerini haberdâr etmek için, manastırdaki rahibelerden
Efendi’nin üstünlüğünü herkes kabûl ederdi. Tasavvufta;
birkaçını süsleyip, ellerine verdiği testilerle çeşmeye gönderdi.
Sünbül Sinân Efendi, Merkez Efendi, Pâdişâh’ın defalarca
Rahibelerin geldiğini gören Osmanlı askerleri, hemen
ayağına gittiği Baba Haydar Efendi, Pâdişâhın süt kardeşi
çeşmenin başından ayrılıp, rahibelere sırtlarını döndüler.
Beşiktaşlı Yahyâ Efendi, Germiyanlı Ya’kûb Efendi ve
Rahibeler testilerini doldurup gidinceye kadar kimse dönüp
halîfeleri meşhûr oldu. Çiftçilik, alçı, çini, ayna, hakkaklık,
kızlara bakmadı. Rahibeler gelip, durumu rahibe anlattılar.
dokuma ve halı san’atları çok ileri seviyedeydi. Bu devirde
Rahip, koparılan üzümlerin yerlerine para bırakıldığını
yetişen Mîmâr Koca Sinân, Türk-İslâm san’atının birer
duymuştu ama, bu kadarını beklemiyordu. Bunlar ne biçim
şaheseri olan eserler yaptı.
insanlardı. Malda mülkte gözleri yok, kadına kıza iltifât
etmiyorlar, memleketlerinden günlerce uzaklardaki yerlere
Pekçok hayrat ve iyilikleri olan Sultan Süleymân Hân, çok da
kadar geliyorlar, korku ve endişeden uzak bir şekilde canlarını
eser yaptırdı, İstanbul’da Süleymâniye Câmii ve külliyesi,
feda ediyorlardı. Hemen kâğıt kalem istedi. Osmanlı
Sultan Selîm, Şehzâdebaşı, Cihangir câmilerini, Rodos’ta
kendi adıyla anılan bir câmi, yine Anadolu, Rumeli ve
Saltanat dedikleri ancak cihan kavgasıdır.
Adalar’da muhteşem câmiler, medreseler, hastahâneler,
Olmaya baht ve saadet, dünyâda vahdet gibi.
yollar, köprüler yaptırdı. Bağdad’da İmâm-ı a’zam ve
Abdülkâdir-i Geylânî hazretlerinin, Konya’da Hazreti
Ko, bu iş ve işreti (yeme içmeyi) çünkü, fenâdır akıbet,
Mevlânâ’nın türbelerini ta’mir ettirdi. Mekke-i mükerreme ve
Olsa kumlar sayısınca ömrüne hadd ve adet.
Medîne-i münevvereye birçok hayır ve hasenatta bulundu.
Gelmeye bu şîşe-i cerh-i cerh içre bir saat gibi.
Avrupalıların “Muhteşem Süleymân”, müslümanların “Şanlı
Eğer huzûr etmek dilersen, ey Muhibbî, fariğ ol,
Süleymân” lakablarıyla yâd ettikleri Kanunî “Muhibbî” mahlası
ile çok güzel şiirler yazdı. Şiirlerinden bir kısmı dîvânında
Olmaya vahdet makamı, kûşe-i uzlet gibi.”
toplandı.
Terci’-i bend
Kanunî Sultan Süleymân Hân, ağaçların karıncalar tarafından
istilâ edildiğini görüp, karıncaların kırılması husûsunda,
“Âlemin her köşesi berhevâ ve berhâdır gider,
zamanın şeyhülislâmı Zenbilli Ali Efendi’den fetvâ istedi. Suâli
Kimi şâdân kimi gamkîn ah ile vâdır gider,
şiir şeklinde olup, şöyleydi:
Herkesin bir hâli var amma ki dünyâdır gider,
“Dırahtı (ağacı) sarmış olsa karınca,
El güler ben ağlarım, bir hoş temaşadır gider.
Zarar var mı karıncayı kırınca.”
Ey gönül cây-ı ikâmet içün değildir bu cihan,
Zenbilli Ali Efendi de, bu zarif suâle yine şiirle cevap verip,
Kim ki gelmiştir buna, âhır gider ol bağrı kan,
suâl kâğıdının altına şu beyti yazdı:
İnleyüp derd ile ağlarsan yeridir her zaman,
“Yarın dîvânına Hakkın varınca,
El güler ben ağlarım, bir hoş temâşâdır gider.
Süleymân’dan alır hakkın karınca.”
Merd isen ey dil sakın umma bu dünyâdan vefâ,
Kânûnî’nin şiirlerinden ba’zıları şöyledir:
Mehrin umsan eylemez mehr-ü-vefâ asla sana.
“Son nefeste sakla îmânım benim,
Ânın içün buna rağbet eylemez ehl-i safa
Bulmaya yol âna şeytân-ı racîm,
El güler ben ağlarım, bir hoş temâşâdır gider.
Mustafâ’nın ( aleyhisselâm ) hürmetine, ilâhî!
Âlem içre hiç benim bir kimse bilmez hâlimi,
Sen müyesser eyle Cennât-ı nâim.”
Ölür isem kimseye arz eylemem ahvâlimi.
“Allah Allah diyelim, râyet-i şânı çekelim,
Gör neler etmiş dahî neyler bu çârh-ı zâlimi,
Gözüne sürme deyü dûdî siyahı çekelim,
El güler ben ağlarım, bir hoş temaşadır gider.
Pâyimâl eyleyelim kişverini surh-u serin,
Ey Muhibbî, âlem içre çünki hiç gitmez gamın,
Yürüyüp her yana dek, şarka siyahı çekelim.”
Eksik etme işin çeşmin, geceler artsın demin,
“Halk içinde, mu’teber bir nesne yok, devlet gibi,
Ola kim bunun ile derde bulasın merhemin,
Olmaya devlet, cihanda, bir nefes sıhhat gibi.
El güler ben ağlarım, bir hoş temaşadır gider.
Bu güzel şiirlerin yazarı olan Kanunî Sultan Süleymân Hân’ın
İbrâhim Gülşenî’yi, Eyyûb’de omuzlarında tezkere ile
vefâtı üzerine, zamanın en meşhûr âlim ve şâirlerinden Bakî
götürüyorlardı. Sultan Süleymân da Kâğıthâne’den kayık ile
Efendi bir mersiye yazdı. Mersiyesinin ba’zı mısralarında şöyle
geliyordu. Karşıdan bu topluluğu gördü. Yüksek bir kimsenin
demektedir:
cenâzesi zannetti. Bostancıbaşı İskender Ağa’ya: “Bu meyyit
kimindir?” diye sordu. Bostancıbaşı: “Efendim, İbrâhim
Gün doğdu. Şâh-ı âlem uyanmaz hâbdân?
Gülşenî’dir. Mısır’dan Sultânımı ziyârete geldi” dedi. Sultan
Kılmaz mı cilve hayme-i gerdûn cenâbdan?
Süleymân Hân:
Yollarda kaldı gözlerimiz gelmedi haber,
“Çoktan mı geldi?” Ağa; “Altı aydan fazla oldu efendim” dedi.
Hâk-i cenâb-i südde-i devlet meâbden;
Sultan Süleymân Hân; “Acaba şimdiye kadar kendileri ile
neden müşerref olamadık? Neden arz etmediler?” dedi.
Yansun yıkılsın âteş-i hicranla âfitâb,
İbrâhim Paşa: “Efendim, İbrâhim Gülşenî’nin İran’da, Mısır’da,
Derdinle kaare çullara girsün sehâbdan.
devlet adamlarından, beylerden çok talebesi var. Onu Mısır’da
durdutmamak lâzımdır” deyince, Bostancıbaşı, İbrâhim
Yâd eylesün hünerlerini kanlar ağlasun,
Gülşenî’yi Pâdişâh’a medh etti. Üstünlüklerini, hâllerini uzun
Tîğın boyunca kâareye batsun kılâbdan.
uzun anlattı. İbrâhim Paşa’nın yanıldığını söyledi. Sultan
Süleymân Hân’ın kalbi İbrâhim Gülşenî’ye ısınmış ve
Aldun hezâr put-gedayi mescid eyledün,
görüşmek arzusu uyanmıştı, İbrâhim Paşa’ya; “Şeyh İbrâhim
Nâkûs yerlerinde okuttun ezanları.
Gülşenî hazretleri bu kadar uzun zamandır burada olduğu
hâlde, niçin bizimle görüştürmediniz? Yarın da’vet eyle” diye
Âhır çalındı kûs-i râhil ettin irtihâl,
emir verdi. Ertesi gün Sultan Süleymân Hân, İbrâhim
Evvel konağın oldu bustanları...
Paşa’dan evvel Kapıcıbaşı Rüstem Ağa’yı İbrâhim Gülşenî’yi
da’vet için gönderdi. Rüstem Ağa edeble huzûruna vardı.
Minnet Hudâ’ya iki cihanda kılup sa’îd,
Pâdişâh’ın selâmını söyledi. Da’vet etti. İbrâhim Gülşenî,
Nâm-ı şerîfin eyledi hem gaazi hem şehîd.
da’veti kabûl etti. Rüstem Paşa’ya; “Vezîr-i a’zam olasın” diye
duâ etti.
Allahü teâlânın sevgili kullarım nerede olursa olsunlar arayıp
bulan Kanunî Sultan Süleymân Hân, o mübârek kimseler için
Rüstem Paşa bu duâdan sonra sadr-ı a’zam ve Pâdişâh’a
bütün imkânlarını seferber eder, rahatça hizmet etmelerini
dâmâd oldu. İbrâhim Gülşenî, talebeleri ile saraya geldi.
te’min ederdi. Ancak, fazlaca güvenini kazandığı için
Onların geldiklerini gören İbrâhim Paşa’nın kin damarları
fevkalâde yetkiler verdiği vezîr-i a’zamı Makbûl İbrâhim Paşa,
kabardı. Onların gelişini sarayın penceresinden seyreden
Allah dostları ile arasına perde olmaya başlamış, onların
Pâdişâh’a gitti. “Bu hâl, Mısır’a sultan olma iddiasıdır” dedi.
gönülleri ferahlatan güzel sohbetlerinden Pâdişâh’ı mahrûm
Bunun üzerine Sultan Süleymân Hân; “Ben İbrâhim Gülşenî’yi
bırakmaya kalkışmıştı. O sırada Mısır evliyâsının
öyle görürüm ki, bütün dünyâyı verseler iltifât etmez. Garazla
büyüklerinden olan İbrâhim Gülşenî de İstanbul’a gelmiş,
arz münâsip değildir” diye cevap verdi. İbrâhim Paşa: “Eğer
Pâdişâh’ı ziyâret etmeyi arzu etmişti. İbrâhim Paşa, nâmını
İbrâhim Gülşenî sizinle görüşürse, sizi sihirle aldatmağa
çok duyduğu İbrâhim Gülşenî’nin Pâdişâh’la görüşmesine
kalkabilir. Onun için bir an evvel Mısır’a gönderelim. Yanınıza
mâni olmak istemişti. İbrâhim Paşa, her fırsatta Şeyhülislâm
gelmeden emir çıkarın ki, memleketin selâmeti için bu daha iyi
İbn-i Kemâl Paşa’ya, kadıya, devlet ileri gelenlerine İbrâhim
olur” dedi. Sultan Süleymân Hân; “Ben onu uzaktan bir pîr-i
Gülşenî’yi hep kötüledi. Hiç kimseden yüz bulamayınca,
fânî gördüm. Cezbesi kalbime ferahlık verdi. Hele gelsin
Sultan Süleymân Hân ile görüşememesi için çâreler aramaya
görelim” dedi. İbrâhim Gülşenî’nin talebeleri, hocalarını Sultan
başladı, İbrâhim Gülşenî’ye iyi davranarak, Mısır’a geri
Süleymân’ın odasının kapısına kadar tezkere ile getirdiler.
göndermeyi de düşündü. Birgün talebeleri, gözleri görmeyen
Kapıdan, kapıcıbaşı alıp huzûra getirdi. Gözleri görmüyordu.
Yüksek sesle selâm verdi. Sultan Süleymân Hân da selâmını
orada çok oturma ve onlardan olan kimseye hükümeti verme.
sesli aldı. Sultan Süleymân Hân, İbrâhim Gülşenî’yi kucakladı.
El-mukadderu kâinûn” dedi. Tebrîz’i fethettiğim zaman, bu
İbrâhim Gülşenî de Sultan Süleymân’ı kucakladı. Sultan
nasihati unuttum ve Tebrîz beyliğine onlardan birini verdim.
Süleymân Hân’ın elleri ve ayakları gerildi. İbrâhim Gülşenî’nin
Onun için Tebrîz elimizden çıktı.”
kucağında o koca gövdesi ile bir çocuk gibi kaldı, İbrâhim
Gülşenî, o zaman yüzdört yaşında idi. Sultan Süleymân’a çok
İbrâhim Gülşenî Mısır’a gitmeden önce, dört Cum’a Ayasofya
nasihat etti. Sultan Süleymân Hân, hüngür hüngür ağladı.
Câmii’nde va’z etti. Câmi, dışına kadar cemâatle doldu,
“Pâdişâhım, her hâlinde Allahü teâlâyı hazır bil. Verdiğin
İbrâhim Gülşenî’nin sesi çok yüksek olmamakla beraber, en
kararların hepsinin hesabını, O’nun huzûrunda vereceğini
arkadaki cemâat gayet rahat işitirdi. Son Cum’a, Sultan
unutma. Âlimlere hürmet et. Onlara iyi davran, sakın inâd edip
Süleymân Hân da va’zınâ geldi. Va’zın başından sonuna
onlarla uğraşma. Onların kuvveti Allahü teâlâdandır. Herkesin
kadar devamlı ağladı. Va’zın sonunda İbrâhim Gülşenî’ye,
hakkına riâyet et. Emrin altındakilere ihsânını bol ver. Zulm
Pâdişâh’tan ve diğer kimselerden o kadar çok hediye geldi ki,
edersen zâlimlerden olursun. Bizden, Allahü teâlâya gidecek
haddi hesabı aştı. Bunları Sarban Hasen Efendi’ye teslim etti.
yolu sor. Dergâh-ı Hakka hangi yolla ulaşmak mümkün olur,
“Hasen Efendi! Bu gelen eşyadan bir tane bile istemeyiz.
onu sor. Sormayanlar, sormadıkları ve bozuldukları,
Bunları hep fakirlere dağıt” dedi. Bütün hediyeleri fakirlere
başkalarını dahî bozdukları için âhırette mes’ûl olacaklar”
dağıttılar.
dedi. Kollarını kaftanından dışarı çıkardı. Kolları, iki parmak
kalınlığı kadar ancak vardı. Orada bulunanlar, bu kadar ince
Kanunî Sultan Süleymân Hân, zamanın evliyâsının
kollarla Pâdişâhı nasıl sıkıp kaldırdı diye hayret ettiler. Sultan
büyüklerinden, Beşiktaşlı Yahyâ Efendi’ye “Ağabey” diye hitâb
Süleymân Hân; “Efendim, sizin duânız bize yeter” dedi.
eder, onun pek yüksek bir zât olduğunu, Hızır aleyhisselâm ile
İbrâhim Gülşenî uzun uzun duâ etti ve; “Bizim buraya
görüştüğünü bilir, kendisini de Hızır aleyhisselâm ile
gelmemiz sizi zâhir gözü ile görmek için idi. İnşâallah...” dedi.
görüştürmesini isterdi. Aralarında geçen bir menkıbe şöyle
Kalkmak istedi. Sultan Süleymân Hân, elinden tutup kaldırdı,
anlatılır:
İbrâhim Gülşenî; “Allahü teâlâ da sizin desteğiniz olsun” diye
duâ etti.
Kanunî, birgün kayıkla Boğaz’da gezmeye çıkmıştı. Ortaköy
hizasına gelince, kıyıya yanaşıp, bir adam göndererek Yahyâ
İbrâhim Gülşenî hazretleri ve talebeleri için yüz kişilik yemek
Efendi’yi çağırttı. O da yanında bir ahbabı ile gelip, kayığa
hazırlanmıştı. O yemekten binden fazla kimse karnını
bindiler. Birlikte giderlerken, Yahyâ Efendi’nin ahbabı, devamlı
doyurdu. Yemekler hiç eksilmemişti. Kanunî Sultan Süleymân
olarak Kânûnî’nin parmağında bulunan çok kıymetli bir yüzüğe
Hân, İbrâhim Gülşenî hazretlerinin gözlerini tedâvi etmesi için,
bakıyor ve bu bakış dikkati çekiyordu. Kanunî bu hâli
kendi göz doktorunu vazîfelendirdi. Çok geçmeden, mübârek
farkedince, parmağındaki o kıymetli yüzüğü çıkarıp; “Buyurun,
kimsenin gözleri tekrar görmeye başladı. Pâdişâha çok duâ
daha yakından iyice bakıp inceleyebilirsiniz” dedi. O zât,
etti.
yüzüğü aldı. Evirip çevirdikten sonra, denize atıverdi. Yahyâ
Efendi hâriç, kayıkta bulunanlar çok hayret ettiler. Bir müddet
Kanunî Sultan Süleymân Hân anlatır: “Yüzden ziyâde yüksek
gittikten sonra, o zât inmek istediğini bildirince, kayık kıyıya
âlim ile sohbet ettim. Şeyh İbrâhim Gülşenî’den daha yüksek
yanaştı. O zât, ineceği sırada denizden bir avuç su alıp
cezbe sahibi ve sözü kalbe te’sîr eden âlim görmedim. Bana
Sultân’a uzattı. Avcundaki suda, biraz önce denize attığı
nasihat ederken; “Her hâlinde Allahü teâlâyı hazır bil” dediği
yüzük vardı. Yahyâ Efendi hâriç, kayıkta bulunan herkes, yine
zaman, bende öyle bir hâl hâsıl oldu ki, bütün dünyâyı
çok hayret ettiler. Kanunî elini uzatıp yüzüğü alınca, o zât
verseler, o hâle bedel olamaz. Her ne zaman İbrâhim
birdenbire gözden kayboluverdi. Kanunî, Yahyâ Efendi’ye
Gülşenî’yi düşünsem, o hâllerden bir hâl hâsıl olur. Bana bir
dönüp; “Ağabey, neler oluyor?” dedi. O da; “O gördüğünüz
duâ öğretti ki, her ne niyetle okusam, o niyetim, o muradım
Hızır idi” dedi. Bunun üzerine Kanunî; O hâlde bizi niye
muhakkak hâsıl olurdu. Bana; “Tebrîz’i fethettiğin zaman,
tanıştırmadınız?” deyince, Yahyâ Efendi; “O kendini tanıttı.
Kara Çelebi’nin babası Mevlânâ Hüsâmeddîn Abdullah, Fâtih
Ama siz tanımakta geç kaldınız” buyurdu.
Sultan Mehmed Hân Gâzî’nin vezirlerinden olan Karamanlı
Mehmed Paşa’nın azâdlı kölelerinden idi:
Kara Çelebi diye tanınan Muhammed Efendi, zamanında
1) Târih-i Peçevî
bulunan çeşitli âlimlerin sohbet ve derslerinde bulunarak güzel
bir şekilde yetişti. İstidâdının çokluğu sebebiyle, kısa zamanda
2) Târih-i Solak-zâde
yükselerek kemâle geldi. İlim tahsilini tamamladıktan sonra,
çeşitli yerlerde kadı olarak vazîfe yaptı. Daha sonra Edirne’de
3) Tezkiret-üş-şu’arâ cild-1, sh. 94
bulunan Sultan Bâyezîd Hân Medresesi’nde Ahmed İbni
Kemâl Paşa’nın muîdi. (yardımcısı, ders vekîli) oldu. Buradaki
4) Münşeât-ı selâtîn cild-1, sh. 510
gayretleri ile ve tînetinin güzelliği, hâlinin ve istikâmetinin
dosdoğru olması sebebiyle, daha yüksek olgunluklara ve daha
5) Şakâyık-ı Nu’mâniyye zeyli (Atâî) sh. 90
6) Menâkıb-ı Gülşenî sh. 405
7) Tam İlmihâl Se’âdet-i Ebediyye sh. 1068
8) Rehber Ansiklopedisi cild-15, sh. 369
9) Şakâyık-ı Nu’mâniyye tercümesi (Mecdî Efendi) sh. 440
10) Süleymânnâme (Karaçelebi-zâde Abdülazîz Efendi),
İstanbul 1248
11) Menâkıb-ı Beşiktaşî Müderris Yahyâ Efendi
12) Hulefâ-i a’zâm-ı Osmâniyye hadarâtının Haremeyn-i
şerîfeyndeki âsâr-ı mebrûre ve meşkûre-i hümâyunlar İstanbul
1317 sh. 25
yüksek derecelere kavuştu.
Ahmed İbni Kemâl Paşa’nın yanında yetişerek ve daha da
olgunlaşarak; Bursa’da Îsâ Bey, Kütahya’da Molla Vâcid,
Tire’de Tire, Amasya’da Hüseyniyye, Çorlu’da Çorlu, Bursa’da
Manastır, Manisa’da Sultan, İstanbul’da Sahn-ı semân ve
Edirne’de Sultan Bâyezîd Hân medreselerinde müderrislik
yaptı. Adı geçen medreselerde talebelere son derece fâideli
oldu. Müderrislik vazîfesine devam etmekte iken, kadılık
yapmak arzusu gönlüne geldi. Önce Şam’da, sonra Bursa’da
kadılık yaptı. Bursa’da iken, buradaki vazîfesinden alınıp, yine
Bursa’da Muradiye Medresesi’nde, sonra İstanbul’da
Ayasofya ve daha sonra da Sahn-ı semân medreselerinin
birinde müderris olarak vazîfelendirildi.
Müderrislik yapıp, Muhammed aleyhisselâmın yolunu, dîn-i
İslâmın yüksek hükümlerini talebelere en güzel şekilde
anlatmakta ve öğretmekte iken, ikinci defa Bursa kadısı oldu.
Sonra Edirne ve İstanbul kadılıklarında bulundu.
Kara Çelebi nâmı ile tanınan Muhammed Efendi, çok yüksek
KARA ÇELEBİ (Muhammed bin Hüsameddîn Abdullah)
Osmanlılar zamanında Bursa’da yetişen Hanefî mezhebi fıkıh
âlimlerinden. İsmi, Muhammed bin Hüsâmeddîn Abdullah elBursavî olup, lakabı Muhyiddîn’dir. Kara Çelebi ve Hicrî Efendi
diye tanınıp meşhûr oldu. Doğum târihi ve yeri kat’î olarak
tesbit edilememiştir: 965 (m. 1557) senesinde vefât etti.
ilim sahibi bir zât idi. Vera’ sahibi idi. Haram ve şüpheli
şeylerden çok sakınırdı. Aklı, zekâsı ve anlayış kabiliyeti pek
kuvvetli idi. İlimde sanki bir derya misâli idi. Bilhassa kelâm.ve
fıkıh ilimlerinde pek derin olup, bu ilimlere âit her mevzûyu en
güzel şekilde bilir ve izah ederdi. Târih ilmine olan aşinalığı da
pekçok olup, târihe dâir haber verdiği, anlattığı latif ve zarif
hâdiseler, orada olanların hepsini pür dikkat dinlemeğe
sevkederdi.
Kara Çelebi hazretlerinin, bilinen apaçık fazilet ve üstünlükleri
görevlendirildi. Bu medresede ilk dersi Kara Dâvûd bin Kemâl
yanında, şairliği de kuvvetli olup, şiirlerinde “Hicrî” mahlasını
verdi. Buradan Edirne’deki Üçşerefeli Medrese’ye daha sonra
(takma adını) kullanırdı.
da İstanbul’daki Sahn-ı semân medreselerinden birisine
müderris olarak ta’yin edildi 922 (m. 1516) senesinde Bursa
Hatını kırık, gönlü mahzûn, müşkülü çok, kalbi yaralı olanların
kadısı oldu. Bu görevden emekliye ayrıldı. Bir süre sonra
bulundukları meclislere gider, fesahat ve belagat san’atıyle
tekrar bu göreve getirildi Daha sonra kendi arzusu ile emekliye
öyle güzel sözler söyler, öyle tatlı mes’eleler anlatırdı ki,
ayrıldı. Çok ihsân sahibi olup, kul haklarına çok dikkat ederdi.
dinliyenlerin gönülleri ferahlar, kalblerinde rahatlık
Hakkı söylemekten çekinmezdi. Fâzıl, kâmil ve ârif bir zât idi.
hissederlerdi.
Kara Çelebi, kıymetli eserler tasnif etmiş olup, ba’zılarının
isimleri şöyledir:
1) Sefînet-üd-dürer: Fıkha dâirdir. 2) Dîvân, 3) Vâkı’ât: Bu
kitapta fetvâları toplamıştır.
Çeşitli konulara dâir birçok eser yazdı. Bu eserlerden ba’zıları
Bunlardır: 1-Şerhu Kasîde-i Nûniyye, 2-Hâşiye-i alettasavvurât, 3-Hâşiye-i alet-tasdîkât, 4-Hâşiye-i Şerh-i Metali’,
5-Hâşiye-i alâ Şerh-i Şemsiyye, 6-Telhîs-i takrîr-i Kavânin, 7Hâşiye-i alet-Tehzîb, 8-Şerh-i Delâil-i Hayrat: Bu eser Kara
Dâvûd ismi ile meşhûrdur. Muhammed Cezûlî’nin yazmış
olduğu Delâil-i Hayrat adlı eserin şerhidir. Kara Dâvûd bin
Kemâl, bu eseri şerh ederken, İslâm târihi ile ilgili birçok
1) Mu’cem-ül-müellifîn cild-9, sh. 179
husûsları da yazmıştır. Bu eserden ba’zı bölümler:
2) Esmâ-ül-müellifîn cild-2, sh. 246
Şeyh Ebû Hafs Amr bin Ebî Hasen Nişâbûrî, bir eserinde
şöyle anlattı: “Resûlullah efendimiz ( aleyhisselâm ), gazâdan
3) Şakâyik-i Nu’mâniyye tercümesi (Mecdî Efendi) sh. 495
4) Sicilli Osmânî cild-4, sh. 345
5) Keşf-üz-zünun sh. 1199
dönerken bir yerde konaklamışlardı. Eshâb-ı Kirâmdan Hâlid
bin Velîd ( radıyallahü anh ), bir haceti için ordugâhtan ayrıldı.
O, ordugâha gelmeden önce, Resûl-i ekrem ve Eshâb-ı Kirâm
oradan ayrıldılar. Hâlid bin Velîd ( radıyallahü anh ) geri
dönünce İslâm ordusunu bulamadı. Ordunun ne tarafa gittiğini
görmek için yüksekçe bir dağın tepesine çıktı. Etrâfına
bakınırken, bir savma (bir papazın tek başına yaşadığı yer)
gördü. Etrâfında çok kalabalık bir insan topluluğu gördü.
Onların yanına gidip, içlerinden birine neden toplandıklarını
sordu. O da; “Bu savmada bir râhib vardır) senede bir sefer
KARA DÂVÛD BİN KEMÂL
Kânunî Sultan Süleymân Hân devrinde yetişen Osmanlı
âlimlerinden. İsmi Muhammed bin Kemâl İzmitî’dir. Halk
arasındaki ismi Kara Dâvûd’tur. Doğum târihi bilinmemektedir,
İzmitlidir. 948 (m. 1541) senesinde Bursa’da vefât etti. Yıldırım
Bâyezîd semtinde yaptırdığı câminin bahçesine defnedildi.
Kara Dâvûd, İzmit Medresesi’nde; Mevlânâ Lütfî ve Müeyyedzâde gibi birçok âlimden ilim tahsil etti. İlim tahsilini
tamamladıktan sonra, Bursa’daki Kâsım Paşa Medresesi’ne
müderris olarak ta’yin edildi. Sonra Trabzon Medresesi’nde
bize va’z ve nasihat eder. Bu rahip bize bugün nasihat
edecek, onun için buraya toplandık. Onun dedikleri ile bir sene
amel ederiz” dedi. Hâlid bin Velid ( radıyallahü anh ) rahibin
neler söyliyeceğini dinlemek için orada bekledi. Savmadan
genç bir rahip çıktı. O topluluğa doğru gelince, orada
bulunanların hepsi ayağa kalktılar. Hepsi ona hürmette
bulundular. O rahip yerine oturduktan sonra; “Dağılın. Bu sene
ben size va’z etmeyeceğim” dedi. Bunun üzerine cemâat
ağlaşarak; “Bir seneden beri sizin va’zınızı bekliyoruz.
Hepimiz çok uzak yollardan geldik. Bize va’z etmemenizin
sebebi nedir?” diye sordular. Rahip; “İçinizde Muhammed’in
eshâbından bir kimse var. Zira ben, aklımda olan ve size
söyliyeceğim şeyleri söyliyemiyorum. Onu bulup çıkarmadan
radıyallahü anh ); “Eğer sen Ebû Bekr’i ( radıyallahü anh )
size va’z etmem” dedi. Aradılar, fakat Hâlid bin Velîd’i (
görmüş olsaydın, onun ilim ve irfan hazînesi olduğunu
radıyallahü anh ) bulamadılar. Çünkü o onlar gibi giyinmişti ve
görürdün” diye cevap verdi. Sonra rahip; “Sana birşey daha
onların dillerini çok iyi konuşuyordu. Silâhlarını da, oraya
sorayım. Duydum ki, Muhammed şöyle demiş: “Cennette dört
gelmeden önce bir yere saklamıştı. Rahip oradakilere;
ırmak akar. Bunların biri şarap, biri bal, biri süt, biri sudur. Bu
“Hepiniz oturun, onu ben bulurum” dedi. Herkes oturup
dört ırmak arasında ara ve hicab yoktur. Dördü de aynı yerden
sustuktan sonra rahip; “Ey Muhammed’in eshâbı! Ben senin
akar. Ama birbirlerine karışmazlar.” Ben bunun da dünyâda
nerede olduğunu bilmem. Sâdece Allahü teâlâ bilir. Eğer dînini
benzerini göremedim. Bunun dünyâda bir benzeri var mıdır?”
seviyorsan, dînin ve peygamberin Muhammed hürmetine
dedi. Hâlid bin Velîd ( radıyallahü anh ); “Evet vardır. Allahü
ayağa kalk” dedi. Onun bu sözleri üzerine Hâlid bin Velîd (
teâlâ, insanın dimağında birbirinden ayrı dört su yarattı.
radıyallahü anh ) o topluluğun kendisini öldürebileceğini
Onlardan biri kulaktan gelir, acıdır. Biri gözden gelir, tuzludur.
düşünerek ayağa kalkmadı. Rahip yine; “Dînini ve
Biri burundan gelir, kokmuştur. Biri ağızdan gelir tatlıdır. Asıl
Peygamberini seversen kalk” dedi. Hâlid bin Velîd kendi
maddeleri dimağ iken asla karışmazlar” diye cevap verdi. Bu
kendine; “Dînim ve Resûlullahın ( aleyhisselâm ) yolunda bin
cevap üzerine rahip; “Güzel dedin. Peyamberinin sözlerini
canım dahî olsa feda olsun” diye düşünerek ayağa kalktı.
isbât ettin. Senin ilmin mi çoktur, yoksa Ömer-ül-Fârûk’un mu
Oradakiler ona doğru hücum edince, Rahip; “Onun yanından
ilmi çoktur?” diye sorunca, Ebû Bekr ( radıyallahü anh ) için
çekilin. Zira bu kadar çok kişinin bir kişiyi öldürmesi doğru
verdiği cevâbın aynısını söyledi. Rahip yine; “İşittim ki,
değildir” dedi. Rahip onu yanına çağırarak karşısına oturttu ve
Muhammed; “Cennette çok güzel tahtlar vardır ki, yüksekliği
ona; “Sen Muhammed’in arkadaşlarının büyüklerinden misin,
beşyüz senelik yoldur. Sahibi üzerine çıkmak isteyince taht
yoksa küçüklerinden misin?” diye sordu: Hâlid bin Velîd de (
eğilir ve sahibini üzerine alıp kalkar” demiş. Ben aradım,
radıyallahü anh ); “Ne büyüklerindenim, ne de
taradım, dünyâda bunun bir eşini bulamadım. Sen bunun bir
küçüklerindenim. Orta mertebede olanlardanım” dedi. Rahip;
benzerini bilir misin?” diye sordu. Hâlid bin Velîd ( radıyallahü
“Birşey bilir misin?” diye sorunca, o; “Dînin emirlerini yerine
anh ); “Evet bilirim. Sen deveyi görmüyor musun? Ne kadar
getirecek ve işlerimi görecek kadar bilirim” dedi. Rahip; “Sana
yüksektir. Ona binmek çok zordur. Fakat bir çocuk yularından
suâl sorsam cevap verebilir misin?” diye sordu. Hâlid bin Velîd
çekince boynunu aşağı eğer. Çocuk boynuna binince, başını
( radıyallahü anh ); “Bilirsem cevap veririm. Bilemezsem bile,
kaldırır, çocuk sırtına doğru kayarak, sırtına biner. Hazret-i
dînimizde lâzım olmayan şeyleri bilmemek ayıp değildir. Zira
Süleymân aleyhisselâm bütün ordusu ile birlikte bir yere
her âlimden üstün bir âlim vardır.” Sonra Rahip şöyle sordu:
gitmek isteyince, rüzgârlar bulundukları sarayın altına girip
“Duydum ki, sizin peygamberiniz Muhammed şu haberi
onları kaldırdı. Bir günde iki aylık yol aldı. Bu, sizin kitabınızda
vermiş: “Allahü teâlâ Cennet-i a’lâda her ne yarattı ise, onun
yok mu?” dedi. Rahip; “Güzel cevap verdin ve Peygamberinin
benzerini dünyâda yarattı.” Bir seferinde de şöyle anlatmıştır:
sözlerini isbât ettin. Sen mi âlimsin, yoksa Osman Zinnûreyn
“Allahü teâlâ, Cennette Tûbâ isminde bir ağaç yarattı. Bu
mi?” diye sorunca, Hâlid bin Velîd daha önce Hazreti Ebû
ağacın kökü bir olduğu hâlde, Cennetteki her köşkün, her
Bekr ve Hazreti Ömer. İçin verdiği cevâbın aynısını söyledi.
sarayın ve her evin içinde o Tûbâ ağacının dallarından bir dal
Rahip yine; “Duydum ki, Muhammed şöyle demiş: “Cennet
vardır.” Ben bunun benzerini bulamadım. Acaba dünyâda
ehli Cennette yerler, içerler, hiçbir zaman içlerinden herhangi
bunun benzeri var mıdır ve sen bunu bilir misin?” Hâlid bin
birşey çıkarmazlar. Kusmağa bile ihtiyâç duymazlar.” Bunun
Velîd ( radıyallahü anh ); “Evet bilirim. Onun dünyâda bir
benzerini dünyâda bulamadım. Sen bir benzerini biliyor
benzeri vardır. Allahü teâlâ onun benzeri olarak güneşi yarattı.
musun?” diye sordu. Hâlid bin Velîd ( radıyallahü anh ); “Evet
Güneş doğup tam tepeye geldiği zaman yer yüzünde ne varsa
biliyorum. Allahü teâlâ ana karnında olan çocuğa dört veya
oraya güneş girer” diye cevap verdi. Rahip bu cevâbı
beş aylık hâle gelince can verir. O ma’sûm yavru dünyâya
beğenerek; “Bu konuşmanla çok güzel cevap verdin.
gelinceye kadar, her ne arzu ederse Allahü teâlâ anasına o
Peygamberinin sözünü doğruladın. Senin ilmin mi çoktur,
şeyi yemesini nasîb eder. Ananın yediği o şey, o çocuğa gıda
yoksa Ebû Bekr’in ilmi mi çoktur?” diye sordu. Hâlid bin Velîd (
olur. Çocuk ne dışarı çıkarır, ne de kusar” diye cevap verdi.
Buraya Cennet meyvaları gelmiştir. Bu güzel koku o Cennet
Rahip; “Doğru söyledin. Senin mi ilmin çoktur, yoksa Ali bin
meyvalarının kokusudur” dedi.”
Ebî Tâlib’in mi ilmi çoktur?” diye sordu. Hâlid bin Velîd (
radıyallahü anh ), ona; “Eğer sen Hazreti Ali’yi ve öteki
Atâî Horasanî şöyle anlattı: “Kim bir fenâlık yapar veya nefsine
sahâbîleri (r.anhüm) görseydin, bilgi hazînesinin ne demek
zulmeder de Allahtan mağfiret dilerse, Allahı çok bağışlayıcı,
olduğunu anlardın” dedi. Rahip birşey daha sormak niyetinde
çok merhametli bulur” meâlindeki Nisa sûresi yüzonuncu âyet-
olunca, Hâlid bin Velîd ( radıyallahü anh ); “İnsaf et ey rahip!
i kerîmesi nâzil olunca, şeytan korkunç bir ses ile feryâd
Sen bana dört soru sordun. Müsâade et de, ben sana birşey
eyledi. Sesi öyle yüksek idi ki, yeryüzündeki bütün askerleri
sorayım. Sen cevap ver, sonra istediğin kadar soru sor” dedi.
işitip, yanına geldiler ve; “Nedir bu hâlin? Bu şiddetli feryadın
Rahip sormasını söyledi. Hâlid bin Velîd ( radıyallahü anh );
sebebi nedir?” diye sordular. O da; “Benim hilelerim ile bu
“Cennetin anahtarı nedir? Bana söyle” dedi. Rahip; “Îsâ
ümmete işlettiğim günahların af ve mağfireti hakkında
aleyhisselâma ve Meryem’e imân etmektir” dedi. Hâlid bin
Muhammed’e bir âyet-i kerîme nâzil oldu” dedi. Askerleri
Valîd ( radıyallahü anh ); “Onları seversen, Cenneti açan
bunun hangi âyet-i kerîme olduğunu sorunca, Nisa sûresi
nedir? Doğru söyle” dedi. Rahip cevap veremedi ve sustu.
yüzonuncu âyet-i kerîmesini onlara okudu. Sonra şöyle dedi:
Orada bulunan halk; “Ey rahip, sen bu zâta dört soru sordun.
“Bu âyet-i kerîmede Allahü teâlâ istiğfar edenlere af ve
O da hiç beklemeden cevâbını verdi. Şimdi sen niçin
mağfiretini va’d etti. Allahü teâlânın va’dinde dönmek yoktur.
susuyorsun? Neden cevap vermiyorsun?” dediler. Rahip: “Ben
Şimdi düşünün. Acaba buna bir hîle yolu bulabilir misiniz?”
cevâbını biliyorum. Fakat siz bunu kabûl etmezsiniz. Çünkü bu
Onlar; “Hayır, biz böyle bir hîle yolu bilmiyoruz” dediler. Bunun
zâta doğru cevap vermekten başka çârem yoktur. O, ölüm
üzerine şeytan onlara; “Hele siz gidip biraz düşünün. Belki bir
tehlikesi varken, Peygamberi adına and verdiğim zaman hiç
hîle yolu bulabilirsiniz. Ben de bu arada düşüneyim” dedi.
çekinmeden ortaya çıktı. Şimdi benden Îsâ aleyhisselâm
Şeytanın askerleri oradan ayrıldıktan bir süre sonra, şeytan
adına doğru cevap vermemi istiyor. Ben cevap verirsem siz
yine bir nâra attı. Bütün askerleri tekrar toplanıp geldi. Şeytan
kabûl etmezsiniz. Hattâ beni öldürürsünüz. Onun için
onlara; “Bir yol bulabildiniz mi?” diye sorunca, onlar; “Hayır”
susuyorum” dedi. Orada bulunanlar; “Biz niçin râzı olmıyalım?
cevâbını verdiler. Şeytan; “Ben bir hîle yolu buldum” dedi.
Biz Cennetin anahtarını öğrenmek için buradayız. Doğruyu
Avânesi bunun ne olduğunu sorunca şöyle dedi: “O büyük
bildir ki, hepimiz Cennete girelim” dediler. Bunun üzerine
Peygamber âhırete intikâl ettikten sonra, ümmetine güzel
rahip; “Miftâh-ül-Cenneti, bu kişinin peygamberi olan
amel sûretinde çeşitli bid’atler işletelim. Bunları ne
Muhammed aleyhisselâmdır. Çünkü O’nun peygamberliğini
Peygamberleri, ne halîfeleri ne de eshâbı yapmış olsun. Böyle
tasdik etmedikçe, Cennete girilmez! Nasıl anahtar olmayınca
amelleri onlara güzel göstermek sûretiyle, onlar o bid’atleri
odaya girilmezse, anahtarsız Cennete de girilmez” dedi.
sünnet sanıp ısrarla üzerine düşüp yaparlar. O yaptıkları
Bunun üzerine oradakiler; “Biz şimdiye kadar boşu boşuna
amelden de tövbe ve istiğfar etmezler. Bu işledikleri bid’atlerle
zahmetler çekip duruyormuşuz. Meğer Muhammed
onların Cehenneme girmelerini sağlar, muradınıza erersiniz”
aleyhisselâm Cennetin anahtarı imiş ve O’nun
dedi. Allahü teâlâ cümlemizi şeytanın şerrinden muhafaza
peygamberliğine îmân ile Cennete girilirmiş. Şimdi biz de
eylesin. Âmin!
Allahü teâlânın Resûlünün nübüvvetini tasdik eyledik” dediler
ve hep birlikte Kelime-i şehâdet getirerek müslüman oldular.
Şöyle anlatılır: “Peygamber efendimizin ( aleyhisselâm )
zamanında, yahudi âlimlerinin bir başkanı vardı. Bu bilgin
“Peygamber efendimiz ( aleyhisselâm ) mi’raca çıktığı zaman
Şam’da oturuyordu. Birgün kendi kendine; “Muhammed’in dîni
bir vadiye vardı. Bu vadiden güzel kokular geliyordu. Cebrâil
gün geçtikçe yayılmaktadır. Onun sıfatları Tevrat’ta vardır. Bu
aleyhisselâma; “Bu güzel kokular nedir?” diye suâl edince,
yüzden ben tenhâ bir yerde oturup Tevrat’ı dikkatlice
Cebrâil (aleyhisselâm); “Burada Firavn’ın hanımının ve
okuyayım, O’nun vasıflarının bulunduğu yaprakları yırtıp
kızlarının, hizmetçisi olan hâtunun ve çocuklarının kabri vardır.
ateşte yakayım. Sonra benden O’nun sıfatlarını soran olursa;
“O’nun sıfatları Tevrat’ta yoktur” diyeyim. Böylece yahudi
taifesi ona inanmamış olur” diye düşündükten sonra, bir
feryadını duyan Hazreti Ali ona; Sen o yayudi değil misin ki,
Cumartesi günü gizli bir odaya girdi. Tevrat’ı dikkatlice
Resûl-i ekreme ( aleyhisselâm ) olan düşmanlığından ötürü,
okumaya başladı. Resûlullah efendimizin ( aleyhisselâm )
O’nun vasfı Tevrat’ta bulunmasın diye tenhâ bir yere girip,
mübârek sıfatlarının dört yaprakta yazılı olduğunu gördü. O
Tevrat’ı okudun. Sonra dört yerde O’nun sıfatlarını gördün ve
dört yaprağı koparıp ateşte yaktı. Ertesi Cumartesi gözümden
o yaprakları yırtıp yaktın. Ertesi hafta sekiz yerde bulup onları
kaçmış yer olabilir düşüncesi ile yine gizli bir odaya girdi ve
da yaktın. Ertesi hafta onaltı yerde buldun. “Bu hikmet-i
Tevrat’ı dikkatlice okumaya başladı. Bu sefer Resûl-i ekremin
ilâhîdir” diyerek buraya gelen sen denilmişin? O hâlin ne idi?
( aleyhisselâm ) vasıflarını sekiz sahifede buldu ve onları yırtıp
Şimdi bu muhabbet ve feryadın nedir?” diye söyledi. Yahudi
yaktı. Fakat bu durum kendisini şaşırttı. Ertesi Cumartesi yine
onun bu sözleri üzerine; “Eğer Peygamberlik iddiasında
bir odaya girip, Tevrat’ı baştan sona kadar okumaya başladı.
bulunan Muhammed peygamber olsaydı, kelâmında ayrılık
Bu sefer Server-i âlem efendimizin ( aleyhisselâm ) sıfatlarını
olmazdı. O; “Ben peygamberlerin sonuncusuyum. Benden
onaltı sahifede buldu. Bu durum üzerine kendi kendine şöyle
sonra hiç kimseye peygamberlik verilmez” diye buyurmadı
düşündü:
mı?” deyince, Hazreti Ali; “Evet buyurdu” dedi. Bunun üzerine
Yahudi; “Evet O haber verdi. Fakat şimdi âhırete intikâl etmiş
“Bu ilginç bir sırdır, ilk hafta dört yaprakta O’nun sıfatlarını
bulunuyor.
buldum. O yaprakları yaktım, ikinci hafta sekiz yaprakta O’nun
sıfatlarını buldum. O yaprakları da yaktım. Bu hafta ise onaltı
Sen benim Şam’da kendi evimde hanımımın, evlâdımın ve hiç
sahifede buldum. Onları da yakarsam, haftaya otuziki sahifede
kimsenin haberi olmadan gizlice yaptığım bir işi nereden
O’nun sıfatlarını bulurum. Bu durum, ancak Allahü teâlâ
bilirsin? Sana vahy mi geldi? Yoksa sen Peygamber misin?”
tarafından olan bir iştir. En iyisi Medîne-i münevvereye gidip,
diye sorunca, Hazreti Ali şöyle dedi: “Ben peygamber değilim.
peygamberlik da’vâsında bulunan Muhammed’i göreyim. Eğer
Ama O’nun dâmâdı ve amcasının oğluyum. O, âhırete teşrîf
bu Tevrat’ta yazılan sıfatlar onda varsa, O’nu tasdik edip îmân
etmeden önce bana şöyle buyurdu: “Yâ Ali! Ben âhırete teşrîf
edeyim. Şayet o sıfatlar O’nda yoksa; “O büyük Peygamber
ettikten üç gün sonra, Şam’dan bir yahudi gelip sevgisini izhâr
Tevrat’ta yazılıdır. Fakat sen o değilsin” diyeyim. Böylece bu
edecektir. O yahudiye gizlice işlediği kabahatten haber ver.
müşkilimi çözmüş olayım.” Sonra hemen hazırlanmaya
Bana Cebrâil bildirdi. Bu mu’cize ona yeter. İmân etsin.” Ben
başladı. Şam’daki yahudiler ona engel olmak istedilerse de,
de sana o büyük Peygamberin sözlerini söylüyorum.” Yahudi;
onları dinlemeyerek; “Muhakkak gidip bu müşkilimi
“Bu. O’nun peygamberliğine bir delîldir. Bir delîl daha bulun,
çözeceğim” dedi ve yola çıktı. Peygamber efendimizin (
îmân edeyim. Şüphem kalmasın” dedi. Hazreti Ali ona ne,
aleyhisselâm ) âhırete intikâl ettiğinin üçüncü gününde, bilgin
istediğini sordu! Yahudi. Resûl-i ekremin ( aleyhisselâm )
Medine’ye girdi. Yolda Eshâb-ı Kirâmdan birisine rastlayıp.
mübârek vücûdlarına giydiği gömleği istedi. Peygamber
Peygamber efendimizin ( aleyhisselâm ) nerede olduğunu
efendimizin ( aleyhisselâm ) giymiş olduğu bir gömleği
sordu. O Sahâbî de onu mescide götürdü. Ebû Bekr (
getirdiler. Yahudi gömleğe bakıp kokladıktan sonra şöyle dedi:
radıyallahü anh ) ve Eshâb-ı Kirâmdan birçok zât mescidde
“Gerçekten, bu gömleği giyen, Tevrat’ta vasfı anlatılan âhır
oturuyorlardı. Yahudi bilgin içeri girip; “Selâm sana yâ
zaman Peygamberidir. Zîrâ, bu kokunun O’ndan başkasında
Muhammed!” deyince, orada bulunan bütün Eshâb-ı Kirâm
bulunması mümkün değildir. Şimdi bana O’nun kabr-i şerîfini
O’nun mübârek ism-i şerîflerini duydukları için ağlamaya
gösterin; Orada îmân edeceğim.” Yahudiyi oraya götürdüler.
başladılar. Bunun üzerine yahudi: “Muhammed’e ne oldu?
Orada îmân etti ve Allahü teâlâya şöyle niyazda bulundu: “Yâ
Aranızda değil mi?” diye sorunca, Hazreti Ebû Bekr,
Rabbi! O, Resûle aşkım ve muhabbetim çoğaldı. Rûhumu
“Peygamber efendimiz ( aleyhisselâm ) âhırete intikâl edeli üç
alıp, beni O’nunla görüştür.” O anda Kelime-i şehâdet getirip,
gün oldu” dedi. Bu sözleri duyan yahudi; “Keşke anamdan
rûhunu teslim etti. Namazı kılındıktan sonra Bâki’mezarlığına
doğmasaydım. Keşke Tevrat’ta O’nun vasıflarını
defn olundu.”
görmeseydim, Ne olurdu O’nun mübârek cemâlini bir kere
görmüş olsaydım” diyerek ağlamaya başladı. Onun bu
Şeyh Sa’dî Şirâzî bir eserinde şöyle bildirdi: “Eski sultanlardan
zaman gelecek” dedi. Bunun üzerine o zât; “Sultânım, ben
biri, Hızır aleyhisselâmın ölü veya diri olduğuna dâir delîl
hayâtımda hiç Hızır aleyhisselâmı görmedim. Fakat
istedi. Bu yüzden vezirini çağırıp ona; “Hızır aleyhisselâm diri
fakirliğimden dolayı bu yola başvurdum. Hızır zor durumda
midir?” diye sordu. Vezîr, diri olduğunu söyleyince sultan;
olan insanları kurtarır. Beni fakirlikten kurtardığın için bana
“Onu da’vet et gelsin” dedi. Bunun üzerine Vezir; “Onun
göre Hızır sensin” dedi ve sustu. Sultan hiddetlenerek;
nerede olduğu bilinmez ve aramakla bulunmaz” dedi. Sultan
“Fakirim deseydin, sana birşeyler verirdik. Fakat sen Hızır
bulunması için çok ısrar edince, vezir; “Bu iş benimle olmaz.
aleyhisselâmı bulurum diyerek, kırk gündür bize niçin eziyet
Zîrâ bizden çeşit çeşit zulümler zâhir olmaktadır. Bunun için,
ettin?” dedikten sonra, başvezîre; “Şimdi buna ne ceza
onun bizimle görüşmesi mümkün değildir. Onu bulmasını
verelim?” diye sordu. Vezîr, sultâna; “Emîr ver, bunu parça
şeyhülislâmdan iste. Bu iş için o daha münâsiptir. Bulursa
parça etsinler ve her parçasını bir sokak başına assınlar.
ancak o bulur” dedi. Sultan, şeyhülislâmı huzûruna da’vet
Böylece herkese ibret olur. Bundan böyle hiç kimse sultanın
ederek, Hızır aleyhisselâmı bulmasını istedi. Şeyhülislâm
huzûrunda yalan söylemez” dedi; O zâtın yanında duran
bulamıyacağını söyleyince, sultan çok ısrar etti. Bunun
ma’sûm çocuk;
üzerine şeyhülislâm sultandan bir süre tanımasını istedi. Bu
arada fakir bir zât şeyhülislâmın huzûruna gidip; “Hızır
“Herşey aslına dönecektir” dedi. Sonra sultan, ikinci vezire;
aleyhisselâmı’ arıyormuşsunuz. Beni pâdişâhla buluşturun.
“Buna ne yapalım?” diye sordu, ikinci Vezîr, “Bunu bir dibeğe
Ben onu bulurum” dedi. Şeyhülislâm, o fakir zâtı sultânın
koyup, döve döve keşkek gibi yapalım. Sonra her sokak
huzûruna götürdü ve; “Bu kişi Hızır aleyhisiselâmı bulacak”
köşesine bir parça bırakalım. Böylece herkese ibret olur.
dedi. Sultan ona; “Hızır aleyhisselâmı ne zaman
Bundan böyle hiç kimse sultânın huzûrunda yalan söylemez”
getireceksin?” diye sorunca, o şahıs; “Bu iş için zamana
dedi. Yine o ma’sûm çocuk, önce söylediği gibi; “Herşey
ihtiyâç vardır. Bana kırk gün müsâade et Bu arada yiyecek bir
aslına dönecektir” dedi. Bu sefer sultan, üçüncü vezire aynı
şeyler de ta’yin eyle. Hiçbir şeye ihtiyâcım kalmasın. Ben de
soruyu sorunca, üçüncü vezir; “Başvezîr ve paşa
bu arada ihlâs ile ibâdet edeyim.
karındaşlarımız güzel söylediler. O, böyle cezaya lâyıktır.
Fakat bu şahsın ihtiyâcı çok olmasaydı, kendisini böyle bir
Böyle olunca, Hızır aleyhisselâmı bulup size getirebilirim”
tehlikeye atmazdı. Devletli sultânımıza yakışan af ile
dedi. Sultan bu zâtın dediklerini kabûl etti ve hergün kendi
muâmeledir. Emîr ve ferman sultânımızındır” dedi. Yine o
yiyeceklerinden belli bir miktarının onun evine gönderilmesini
ma’sûm çocuk; “Herşey aslına dönecektir” dedi. Pâdişâh, o
emretti. Bir miktar da kendisine verdi. Eve gittiğinde,
zâta; “Bu çocuk senin neyin olur?” diye sorunca, o da; “Benim
elindekileri hanımı görünce, onların ne olduğunu sordu. O da
tanıdığım değildi!” Buraya geldiğim zaman, yanıma geldi
durumu hanımına anlatınca, hanımı; “Sen”, Hızır
durdu. Ben de sizin hizmetçiniz sandım” dedi, Sultan ona;
aleyhisselâmı tanıyor musun?” diye sordu. O zât tanımadığını
“Sen kimsin? Bunlar birbirine benzemeyen söz söyledikleri
söyledi. Bunun üzerine hanımı; “Kırk gün sonra nasıl bulup da
hâlde, sen üçüne de aynı cevâbı verdin” dedi. O ma’sûm
sultâna götüreceksin?” diye sorunca, o zât; “Ben de
çocuk; “Bu şahıs sana kimi getirecekti?” diye sorunca, sultan;
bilmiyorum. Buna, ihtiyâcımızdan dolayı mecbûr oldum, fakat
“Hızır aleyhisselâmı getirecekti” dedi. Bunun üzerine çocuk;
böyle yaptığıma pişmânım” dedi. Aradan otuzdokuz gün
“Sultânım, senin bu baş vezirin bir kasabın oğludur. Halkı
geçip, kırkıncı gün olunca, sultan o zâta; “Yarın Hızır
kırmaktan başka hiçbir işe yaramaz, ikinci vezirin bir ahçı
aleyhisselâmı getirsin?” diye haber gönderdi. Ertesi gün sultan
oğludur. Bu da halkı dövmekten başka bir işe yaramaz.
iki süslü atı o zâtın evine gönderdi. O zât hayâtından ümîdi
Üçüncü vezîr ise, bir vezirin oğludur. Aslına çekip dâima
keserek, güzelce bir abdest aldıktan sonra, iki rek’at namaz
suçluları af eder ve ihsânda bulunur. İşte Hızır benim. Hızır’la
kıldı. Allahü teâlâya duâ etti ve Peygamber efendimizi (
buluşmaktan maksad nasihattir. Eğer benden nasihat istersen,
aleyhisselâm ) vesile ederek kurtulmasını taleb etti. Sonra
sana nasihatim şudur “Baş vezirini bu görevden alıp,
sultânın huzûruna gitti. Bu sırada o zâtın yanında ma’sûm bir
kasapbaşı yap. Varsın hayvanları kesmeğe devam etsin, ikinci
çocuk zâhir oldu ve sağ tarafında durdu. Sultan; “Hızır ne
vezirini bu görevden alıp, ahcıbaşı yap. Keşkek yapmaya
devam etsin. Üçüncü vezirini de başvezir yap. Senden bir
sivrisineği gönderecek” dedi. Nemrûd; “Sivrisinek Rabbinin
ricam var. Bu zâta ta’yin ettiğin şeyleri kesme” dedikten sonra
askeri midir?” diye sorunca, İbrâhim aleyhisselâm;
kayboldu. Sultan onu bulmalarını emretti. Aradılar fakat
bulamadılar. Durumu o zâta sordular. O da; “Daha önce onu
“Evet bütün yaratıklar Rabbimin askeridir” dedi. Sonra
görmemiştim. Burada gördüm” dedi. Sultan, Hızır
Nemrûd, askerlerine hazır olmalarını emretti. Hepsi zırh
aleyhisselâmın söylediklerini hemen yerine getirdi ve o zâta
giydiler. Başlarına da miğfer geçirdiler. Sonra da sahrada
gönderdiği şeyleri de kesmedi.”
toplandılar. Askerlerin adedi. Çok fazlaydı. Nemrûd, bu
askerlerin arkasında duruyordu. Allahü teâlâ, sivrisineklerin
İbrâhim aleyhisselâmın amcasının, Sârâ isminde çok güzel bir
başkanına; “Askerini al. O Nemrûd’u ve askerlerini yiyip helak
kızı vardı. Sârâ, İbrâhim aleyhisselâmın mu’cizelerini
eyle” diye emir verdi. Bu emir üzerine bütün sivrisinekler
gördükten sonra, Hazreti İbrâhim’in yanına geldi ve îmân etti.
sahraya toplandılar. O kadar çok sivrisinek geldi ki, güneş
Sonra İbrâhim aleyhisselâma; “Dilerim ki beni zevceliğe kabûl
görünmez oldu. Çeşit çeşit korkunç sesler çıkararak,
edersin” dedi. Hazreti İbrâhim de kabûl etti. Allahü teâlâ, ona
askerlerin üzerine hücum ettiler. Nemrûd, üzerine konan
şöyle vahyetti: “Yâ İbrâhim, Sârâ’yı da yanına al. Nemrûd’un
sivrisineklerin öldürülmesini emretti. Sivrisinekler, askerlerin
yanına git Onu imâna da’vet eyle. Eğer îmân etmezse, ona bir
zırhlarının altlarına girerek hepsini helak eylediler. Nemrûd
azap edeyim görsünler.” Bu emir üzerine Hazreti İbrâhim,
bunu görünce, hemen saraya kaçtı ve her tarafın
yanında Sârâ olduğu hâlde Nemrûd’un huzûruna geldi ve; “Ey
kapatılmasını emretti. Nemrûd’un öldürülmesi için, bir kanadı
Nemrûd, gel Allahü teâlâya îmân et O’nu bir olarak kabûl et.
olmıyan bir sivrisinek ta’yin olmuştu. O sinek Nemrûd’un
Eşi ve benzeri olmadığını söyle. Beni de O’nun gönderdiği hak
peşine takılıp, anahtar deliğinden içeri girdi.
peygamber bil. Yoksa Allahü teâlâ sana azap gönderecek”
dedi. Bu sözler üzerine Nemrûd; “Ben, seni iki sefer öldürmek
Nemrûd’un yüzünün hizasına gelerek vızıldamaya başladı.
istedim. Fakat sen onlardan kurtuldun. Artık seninle işim
Nemrûd, gece gündüz uyumadan o tek kanatlı sivrisinekle
yoktur. Sen buradan git” dedi. İbrâhim aleyhisselâm, Îmân
savaştı. Fakat bir türlü sivrisineği öldüremedi. Sivrisinek, zafer
etmesi için ısrar etti ise de, Nemrûd imân etmedi. O da Sârâ’yı
kazanıp onu soktu. Soktuğu anda, orası şişti. Nemrûd onun
alıp oradan ayrıldı. Sonra, Nemrûd gün geçtikçe küfrünü
ağrısından feryâd ederken, sinek burnundan içeri girdi ve
arttırdı. Allahü teâlâ şöyle vahy indirdi: “Yâ İbrâhim! Git,
beynine kadar ulaştı. Sinek orada vızıldayıp, beynini yemeğe
Nemrûd’u dîne da’vet eyle.” Bu emri yerine getirmek için,
başladı. Nemrûd, hizmetçisine gece-gündüz başını
İbrâhim aleyhisselâm Nemrûd’un yanına gidip; “Ey Nemrûd!
ovdurmaya başladı. Çünkü sineğin vızıltısından beyni
Allahü teâlâdan kork. Halkı azdırıp küfür ve dalâlete sokarsın.
zonkluyordu. Kırk gün başını ovdurmaya devam etti; Bundan
Kendini Allahü teâlâya şerik koşarsın. Benim Rabbim diridir,
sonra, sinek içerde büyüdüğü için, artık, ovmak fayda
ölümsüzdür. Bütün noksan sıfatlardan da münezzehtir, îmâna
etmiyordu. Bezden tokmak yaptırıp, gece-gündüz kafasına
gel. Allahü teâlâdan kork. Sana azap gönderir” dedi. Tam kırk
vurdurmaya başladı. Kırk gün de böyle geçti. Sinek daha
gün Nemrûd’u îmâna da’vet eyledi. Fakat Nemrûd îmân
büyüyünce, bunlar da fayda vermedi. Daha büyük tokmak
etmedi. Sonra Cebrâil aleyhisselâm, Hazreti İbrâhim’in yanına
yaptırdılar. Vurmaya devam ettiler. Hizmetçiler bu işten
gelip; “Allahü teâlâ sana selâm söyledi. Şu emri verdi.
bıktılar. Aralarında; “Tanrılık da’vâsı ediyor da, başından bir
Nemrûd’a haber ver. Ne kadar askeri varsa alıp sahraya
sineği çıkarmağa gücü yetmiyor” diyorlardı. Tokmakları
gelsinler, ona asker göndereceğim” diye bildirdi. Bu emir
büyüttüler. Nemrûd’un kuvvetli bir hizmetçisi vardı. Hizmetçiler
üzerine İbrâhim aleyhisselâm, hemen Nemrûd’un yanına
birgün ona gidip; “Öyle kuvvetli vur ki, bizi bu azaptan kurtar”
gidip; “Ey Nemrûd, askerlerini al ve sahraya çık. Allahü teâlâ
dediler. Onların ısrarlarına dayanamıyarak, tokmağın içine taş
sana asker gönderecek” dedi. Nemrûd ona; “Ne askeri
koyup, var kuvvetiyle Nemrûd’un kafasına vurdu. O anda,
gönderecek?” deyince, İbrâhim (aleyhisselâm); “Allahü teâlâ
Nemrûd’un kafası ikiye bölündü, içinden, serçe büyüklüğünde
yarattığı mahlûkâtın hepsinin en hakîri ve en zayıfı olan
bir sivrisinek çıktı. Allahü teâlâ ona diğer kanadını da ihsân
etti. O uçup oradan gitti. Nemrûd da Cehennemi boyladı.
Bu duruma çok üzülen Sârâ’ya, Allahü teâlâ İshâk
İbrâhim aleyhisselâm, hanımı Sârâ ile oradan ayrılıp Mısır’a
aleyhisselâmı ihsân eyledi.
hicret etti. O zamanlar Mısır’da zâlim bir pâdişâh vardı. Bu
pâdişâh, kadın meraklısı idi. Nerede güzel bir kadın olduğunu
İshâk aleyhisselâmın doğuşu şöyle anlatılır: “İbrâhim
duysa, onu sarayına getirtirdi. İbrâhim aleyhisselâm, bu
aleyhisselâmın, misâfirsiz yemek yememek mübârek âdeti idi.
durumu öğrenince çok üzüldü. Hazreti İbrâhim, hanımı Sârâ’yı
Eğer misâfir bulamazsa, o gün oruç tutardı. Bir seferinde,
bir sandığa koyup deveye yükledikten sonra, bir kervan ile
onbeş gün süreyle evine götürecek misâfir bulamadı. Bu
Şam’a doğru gitti; Yolda pâdişâhın adamları önlerine çıktı.
yüzden çok üzüldü. Tam bu sırada bir grup melek geldi.
Herkesin malına bakıp, ona göre haraç alıyorlardı. Sıra
Bunlar, Lüt kavmini helak etmek için yeryüzüne inmişlerdi.
İbrâhim aleyhisselâma gelince, sandığı açmak istemedi. “Ne
Çok güzel insan sûretinde idiler. Başlarında Cebrâil, isrâfil ve
kadar haraç isterseniz vereyim” dedi. Onlar kabûl etmediler.
Mikâil vardı, İbrâhim aleyhisselâmın yanına gelip selâm
Hazreti İbrâhim ne kadar üsteledi ise de, onlar sandığı
verdiler. O, selâmlarını alarak çok sevindi. Küçük bir buzağıyı
açtırdılar. Sandığın içinde çok güzel bir kadın olduğunu
kesip, pişirdi ve misâfirlerin önüne çıkardı. Fakat onlar
gördüler ve; “Bizim pâdişâhımız böyle güzel kadınları arar.
yemeğe ellerini sürmediler. Onlara; “Niçin yemiyorsunuz?”
Onun için bu kadını ona götürmek zorundayız” dediler,
diye sordu. Onlar; “Biz değerini vermeden yemek yemeyiz”
İbrâhim aleyhisselâm ve Sârâ’yı alıp, pâdişâhın huzûruna
dediler, İbrâhim aleyhisselâm; “Benim taâmımın değeri,
çıkardılar. Pâdişâh, İbrâhim aleyhisselâma; “Bu senin neyin
başında Besmele çekmek, sonunda Elhamdülillah demektir.
oluyor?” diye sordu. Hazreti İbrâhim pâdişâhın sorusuna
Böyle deyin ve buyurun yiyin” deyince, Cebrâil aleyhisselâm,
“Kardeşimdir” dedi. Çünkü karısı olduğunu söyliyeni
diğerlerine bakarak; “Bu İbrâhim (aleyhisselâm), Allahü
öldürüyordu. Burada kardeşimdir demekle; “Dinde kardeşim”
teâlânın onu kendisine Halîl yapmasına gerçekten lâyıktır”
demeği murâd etti. Padişâh, Sârâ’yı haremine gönderdi.
dedi ve önlerinde bulunan pişmiş buzağı etini eliyle sıvayınca,
İbrâhim aleyhisselâm bu duruma çok şaşırdı. Allahü teâlâ,
Allahü teâlânın izni ile buzağı dirildi ve koşarak annesinin
Sârâ’nın bulunduğu köşkün bütün duvarlarını billur gibi saf ve
yanına gitti, İbrâhim aleyhisselâm onların bu hâlini görünce,
şeffaf eyledi. İbrâhim aleyhisselâm, Sârâ’yı ve pâdişâhı
melek olduklarını anladı ve kendi kendine; “Acaba niye
rahatlıkla görüyordu. Akşam, pâdişâh Sârâ’yı dileyerek elini
geldiler?” diye düşündü. Cebrâil (aleyhisselâm), Hazreti
uzatmak istedi. Sârâ onun bu hâlini görünce; “Benden uzak
İbrâhim’in korkusunu anladı. Kendilerini tanıttılar ve Lût
dur, ey pâdişâh, yoksa sen bilirsin” dedi. Pâdişâh, Sârâ’nın
kavmini helak etmeye gittiklerini anlattılar, İbrâhim’in
sözünü dinlemedi. Tekrar elini uzatmak istediği anda, eli ayağı
(aleyhisselâm) hanımı Sârâ da orada bulunuyordu. Cebrâil
kurudu. Bütün bedeni ve a’zâları tutuldu. Köşk şiddetli bir
(aleyhisselâm) ona dönerek; “Ey Sârâ, Allahü teâlâ senden
şekilde sarsılmaya başladı. Bu durumu gören pâdişâh; “Ey
İshâk isminde bir erkek çocuk dünyâya getirecek. Onun da
Sârâ! Yüce Hak teâlâya niyaz eyle. Bu köşk dursun. A’zâlârım
Ya’kûb isminde bir oğlu olacak” deyince, Sârâ; “Ben çocuk
da eski hâlini alsın. Bir daha sana karşı kötü niyet beslemem.
doğurabilir miyim? Ben doksandokuz yaşındayım. Kocam
Seni İbrâhim’e teslim ederim” dedi. Bunun üzerine Sârâ,
İbrâhim ise yüzyirmi yaşındadır. Bizden çocuk olması çok
Allahü teâlâya niyaz etti. Köşkün sallanması durdu. Pâdişâhın
acâib olur” dedi. Melekler ona; “Sen Allahü teâlânın işine
a’zâları eskisi gibi oldu. Tekrar Sârâ’ya el uzatmak isteyince,
acâib mi diyorsun? Allahü teâlâ herşeye kâdirdir. Onun işine
Pâdişâhın elleri ve ayakları kurudu. Tekrar Sârâ’ya yalvardı.
ve emrine teaccüb edilmez. Allahü teâlânın rahmeti, üstün
Bu hareket birkaç kere tekrar etti. Sonunda pâdişâh cân-ı
ni’metinin devamı ve bekâsı, her ân artıp çoğalması sizedir”
gönülden tövbe etti ve Sârâ’ya; “Şimdiden sonra, benim
dediler. Onlar gittikten bir süre sonra Sârâ, Allahü teâlânın izni
kızkardeşim ol” dedi. Sârâ’dan af dileyerek, câriyesi Hacer’i
ile İshâk aleyhisselâma hâmile kaldı ve sonra İshâk
ona hediye olarak verdi. Hacer, Sâlih aleyhisselâmın
aleyhisselâm doğdu.
soyundan geliyordu. Sârâ da bu câriye’yi İbrâhim
aleyhisselâma hediye etti. O da Hacer’i nikâh ile kendisine
hanım olarak kabûl etti. Hacer’den İsmâil aleyhisselâm doğdu.
1) Şakâyık-ı Nu’mâniyye tercümesi (Mecdî Efendi) sh. 400
1) Sicilli Osmânî cild-3, sh. 120
2) Osmanlı Müellifleri cild-1, sh. 399
2) Osmanlı Müellifleri sh. 398
3) Kara Dâvûd
3) Şakâyık-ı Nu’mâniyye tercümesi (Mecdî Efendi) sh. 313
4) Mu’cem-ül-müellifîn cild-8, sh. 130
5) Keşf-üz-zünûn sh. 858
KARA SEYYİDÎ HAMÎDÎ
İlmiyle âmil, veliy-yi kâmil olan evliyânın büyüklerinden. Kara
Seyyidî Hamîdî, Osmanlılar devrinde yetişen büyük
âlimlerdendir. Hamîd (Isparta) ilinde doğduğu için Hamîdî diye
nisbet edilmiştir. Doğum târihi bilinmemektedir. 913 (m. 1507)
KARA ŞEMS (Şemseddîn Ahmed Sivâsî)
senesinde İstanbul kadısı iken vefât etti.
Anadolu’da yetişen evliyânın büyüklerinden. Halvetiyye
İlk zamanlarında âlimlerin kitaplarını çok okuyarak, onlardan
yolunun kolu olan Şemsiyye (Sivâsiyye)nin kurucusudur. İsmi,
ders alarak yetişti. Sonra Alâüddîn Ali Fenârî’nin hizmetine
Ahmed’dir. Babasının ismi Ebü’l-Berekât Muhammed’dir.
kavuştu. Çok gayretli idi. Hocasının himmet ve yardımları ile
Künyesi Ebü’s-Senâ, Lakabı Şemseddîn’dir. Kara Şems diye
kısa zamanda, yüksek derecelere kavuşup, kâmil bir âlim
şöhret bulmuştur. 926 (m. 1519) senesinde Tokat’ın Zile
oldu. İlim tahsilini ikmâl ettikten sonra, önce Sivas
ilçesinde doğdu. 1006 (m. 1597) senesinde Sivas’da vefât etti.
Medresesi’ne, sonra Bursa’da Sultan Murâd Hân
Sivas’da Meydan Câmii avlusunda medfûn olup, kabri
Medresesi’ne ta’yin oldu. Bundan sonra, İznik’te Sultan Orhan
mü’minler tarafından ziyâret edilmektedir.
Gâzî ve Bursa’da Sultan medreselerinde vazîfe yaptı. Daha
sonra, Sahn-ı semân medreselerinden Çınarlı Medrese’ye
Türk-İslâm tarihindeki meşhûr üç Şems’den birisidir.
müderris oldu. Burada, herbiri yüksek anlayış, zekâ ve firâset
Bunlardan birincisi Mevlânâ Celâlleddîn-i Rûmî’nin hocası
sahibi olan talebelere, ilim âşıklarına ders vermeye devam
olan Şems-i Tebrîzî, ikincisi İstanbul’un fethinde Fâtih Sultan
ederken emekli oldu. Seyyidî Hamîdî ( radıyallahü anh ),
Mehmed Hân’ın yanında bulunan Akşemseddîn, üçüncüsü de
vaktin kıymetini çok iyi bilirdi. Ömrünü ilim öğrenmek ve
Üçüncü Mehmed Hân ile birlikte Eğri Seferine katılan Kara
insanlara hizmet ile geçirdi. İnsanlar tarafından çok sevilir,
Şems’dir. Üçü de yüksek dereceler sahibidirler.
sayılır, hürmet edilirdi. Mütevâzi, alçak gönüllü idi. Fakat vakûr
ve heybetli idi.
Kara Şems yedi yaşındayken, Amasya’da bulunan Halvetiyye
büyüklerinden Şeyh Hacı Hıdır’ın sohbetleriyle şereflenip elini
Kara Seyyidî Hamîdî, Seyyid Şerîf Cürcânî’nin ( radıyallahü
öptü. Bu ziyâreti, talebelerinden Receb Efendi şöyle nakleder:
anh ) Şerh-i Miftâh’ına ve Şerh-i Mevâkıfına haşiye yazdı.
“Hocam Kara Şems anlattı: “Babam Ebü’l-Berekât Muhammed
Ayrıca Risâlet-ül-cu’l isminde bir eseri ve Arabî şiirleri vardır.
Efendi, Amasya’deki Habîb Karâmânî hazretlerinin halîfesi
Sultan İkinci Bâyezîd Hân, Hamîdî’ye vakfiyelerinin defterini
olan ma’rifetler ve kerâmetler sahibi Hacı Hıdır’ın
tutturdu. Vakıf işlerini bitirdikten sonra, İstanbul kadılığına
talebelerinden idi. Bu fakîr yedi yaşında iken, babam anneme;
ta’yin olundu. 913 (m. 1507) senesinde vefât edinceye kadar
“Oğlum Ahmed’i şeyhime götürmek istiyorum. Yolculuk için
bu vazîfeye devam etti.
azık ve şeyhime götürebileceğim hediye hazırla” dedi. Hazırlık
yapıldıktan sonra bir kış günü babamla birlikte Zile’den
Amasya’ya vardık. Hacı Hıdır’ın huzûruyla şereflenip ellerini
öptük. Hacı Hıdır: “Böyle kış günlerinde bu ma’sûmu
(günahsızı) ne diye getirdin?” buyurunca, babam da;
olmak istiyordu. Bu sırada Amasyalı Şeyh Muslihuddîn
“Nazarınıza muhâtab olmak, şerefli sohbetinizden
Efendi’nin dergâhına gidip, onun sohbetiyle şereflendi ve ona
bereketlenmek ve hayır duânızı almak için getirdim” dedi.
talebe oldu. Bir müddet sohbet ve hizmetinde kalıp feyz aldı.
Bunun üzerine Hacı Hıdır hazretleri mübârek ellerini kaldırıp,
O sırada gördüğü bir rü’yâsını şöyle anlatır: “Bir tepe üzerinde
benim yüzüme bakarak duâ etti. Orada bulunanlar âmin
büyük bir ağaç, bu ağacın yedi büyük dalı var. Elimde Mıshaf-ı
dediler. Bu fakire gelen ihsânlar ve yükseklikler o duânın
şerîf vardı. Bu mıshafı o ağacın en yüksek dalına asmak
bereketiyledir.”
istiyordum. Bu sırada şiddetli bir rüzgâr esip, ağacı kökünden
devirdi. Eyvah bu ne haldir diye üzülürken uyandım. Ertesi
Ziyâret bittikten sonra Zile’ye döndü. O beldenin âlimlerinden
sabah rü’yâmı hocam Muslihuddîn Efendi’ye anlattım. “Rü’yân
sarf ve nahiv ile diğer ilimleri tahsil etti. Daha sonra Tokat’a
aynı ile vâki olacaktır. Ağaçdan murâd bizim vücûdumuzdur.
gidip Arakıyeci-zâde Şemseddîn Efendi’den ve diğer
Yakında biz göçeriz. Lâkin bizden önceki hocalar duâ edip
âlimlerden aklî ve naklî ilimleri öğrendi. Bu sırada gördüğü bir
seccade ve âsâ verirlerdi. Biz dahî size icâzet verelim” deyip,
rü’yâyı şöyle anlatır: “Tokat’ta ilim tahsili ile meşgûl olduğum
elleriyle icâzetname yazdılar. Aradan birkaç gün geçmeden
sırada bir gece, rü’yâmda bir sahrada oturmuş ve etrâfımı bir
rü’yâ aynı ile vâki olup, hocam vefât etti. Hocamın vefâtıyla
nûr kaplamış, etrâfımda genç-ihtiyâr birçok kimselerin
yetim kaldım. Mumu sönmüş eve, suyu çekilmiş değirmene
döndüğünü gördüm. Bu rü’yâyı, rü’yâ ta’bir etmekte mahir olan
döndüm.”
Köstekci-zâde’ye anlattım. Ben rü’yâyı anlatınca, bana;
“Nerelisin, kimin nesisin, nerede kalıyorsun ve ismin nedir?”
Kara Şems, hocası Amasyalı Muslihuddîn Efendi’nin
diye sordu. Ben de ayrıntılı olarak hâlimi ve kim olduğumu
vefâtından sonra, mübârek, velî bir zâtı bulup, talebe olmak
anlatınca, bana: “Sana müjdeler olsun ki; zâhirî ve bâtınî
istedi. Tokat’ta bulunan zâhid ve müttakî olan, yüz yaşını
ilimlerde yüksek dereceye ulaşıp, zamanının bir tanesi
geçmiş bulunan Şeyh Mustafa Kirbâsî adında bir zâta gidip,
olacaksın. Her taraftan insanlar gelip senden feyz alıp, Allahü
talebe olmak istedi. O zât buyurdu ki: “Sen gençsin, ben ise
teâlânın rızâsına kavuşacaklar” diye ta’bir etti. Bu ta’birde
ihtiyâr ve hastalıklıyım. Riyâzete (nefsin istemediklerini
bildirilen husûslar yirmi sene sonra aynen meydana geldi.”
yapmak) kuvvetim yoktur. Seni terbiye ile meşgûl olamam.
Lâkin sâdık bir talebeysen cenâb-ı Hak senin mürşidini
Tokat’ta aklî ve naklî ilimleri tahsil edip yükseldikten sonra,
ayağına gönderir. Bu mürşid altı ay sonra Tokat’a gelecektir.”
İstanbul’a gelip, Sahn-ı semân medreselerinden birinde
müderris olarak vazîfelendirildi. Bir müddet ilim öğretip talebe
Kara Şems bundan sonra, tekrar Zile’ye dönüp, ilim
yetiştirmekle meşgûl oldu.
öğretmekle meşgûl oldu ve “Muhtasar-ı Menâr” üzerine,
“Zübdet-ül-esrâr” adlı bir şerh yazdı, ilim öğretmekle meşgûl
Birgün zamanın kadıaskerini ziyârete gitmişti. Müderrislere ve
iken, Tokat’a, Abdülmecîd Şirvânî isminde bir zâtın geldiğini
kadılara karşı kadıaskerin tutumunu ve onların makam için
duyup, onun yanına gitti. Abdülmecîd Şirvânî’nin sohbetine ve
düştükleri hâlleri beğenmedi. Çıktıktan sonra Fâtih Câmii’ne
mübârek ellerini öpme şerefine kavuştu. Abdülmecîd Şirvânî
gitti, iki rek’at namaz kılıp, huzûru kalb ile Allahü teâlâya; “Yâ
sohbetin sonuna doğru; “Ey Kara Şems! Benim, Allahü
Rabbî! Bunların içinden beni kurtarıp, tasavvuf ehlinin yoluna
teâlânın emri ve sevgili Peygamberimizin ( aleyhisselâm )
dâhil eyle” deyip duâ etti. Bundan kısa bir müddet sonra hacca
işâretiyle kendi memleketimi, ailemi ve sevenlerimi terk edip,
gitti. Hac ibâdetini yerine getirip sevgili Peygamberimizin (
dağ ve beldeleri aşıp gelmem, sâdece seni irşâd ve terbiye
aleyhisselâm ) mübârek kabrini ziyâret ettikten sonra, doğum
içindir” buyurdu. Kara Şems bu ânı şöyle anlatır: “Abdülmecîd
yeri olan Zile’ye döndü. Orada ilim öğretip, insanlara Allahü
Şirvânî’nin bu sözünü duyunca Şeyh Mustafa Kirbâsî’nin daha
teâlânın dînini ve Peygamber efendimizin ( aleyhisselâm )
önce vermiş olduğu müjdeyi hatırladım, hesap ettim ki tam altı
güzel ahlâkını anlatmağa başladı. O sırada İbn-i Hişâm’ın:
ay geçmişti.”
“Kavâid-ül-i’râb” adlı eserine “Hall-ül-Me’âkıd” adlı bir şerh
yazdı. Fakat içindeki ilâhî aşkın ateşinin harareti, her geçen
Abdülmecîd Şirvânî’nin sohbetine kabûl edilişini şöyle anlatır:
gün biraz daha artıyor, Allahü teâlânın sevdiği bir velîye talebe
“O zâtın huzûruna varınca, bu fakirde istek ve arzu görüp; “Siz
bu civardaki kasaba ve şehirlerin meşhûr bir kişisisiniz. Halk
olundu ki: “Sefer hazırlıklarını tamamla! Fetih ve zafer senin
nazarında yüksek birisiniz. Böyle iken huzûrumuzda zilleti ve
için mukarrerdir” buyurdu. Ben de; “Şüphesiz ben sâdece hak
dervişliği kabûl edersiniz. Halktan rağbet göremezsiniz. Bu
dîne boyun eğip yüzümü, gökleri ve yeri yaratmış olan Allah’a
duruma pişman olursunuz. Çünkü bu yol sıkıntılar ve
çevirdim ve ben O’na ortak koşanlardan (müşriklerden)
meşakkatler yoludur” buyurunca:
değilim” meâlindeki En’âm sûresi 79. âyetini okudum. Bunun
üzerine; “Bize müjde verildi ki yakında güçlü bir pâdişâh gazâ
“Canlar feda muhabbet-i cânâne sır değil,
edip, birçok fetihlerde bulunacak ve mü’minlerin kalbleri de
Erbâb-ı aşk’a terk-i sır etmek hüner değil”
sevinçle dolacaktır” buyurdu. Çok geçmeden Üçüncü Mehmed
Hân, Osmanlı pâdişâhı oldu. Şemseddîn Sivâsî hazretleri, altı
dedim.
Bunun üzerine; “Sen sâdık bir talebesin. Biz de seni irşâd
etmekle vazîfeliyiz. Riyâzet ve mücâhedeye tahammül
edersin. Az zamanda rızâ-i İlâhî’ye kavuşursun” buyurup,
deve, altı katır ve kendi için de bir at satın alıp, sefer
hazırlığını tamamladı. Sivas’da medfûn bulunan Gâzî
Abdülvehhâb’ın sancağını yanlarına alıp, Ayasofya
yakınındaki Kapı Ağası dergâhında bulunan Koca Şeyh’e
verdi. Bütün sefer hazırlıkları tamam olunca, mübârek bir
“Yâra yol iki kademdir birisi cana bas,
günde her türlü erzak ve mühimmat hayvanlara yüklendi.
Çünkü bu meydâna geldin merd isen merdâne bas”
Bütün şehir ahâlisi Şeyh Şemseddîn Sivâsî’yi uğurlamak
üzere toplandı. Beklerken bir kapıcıbaşı acele ile koşarak
beytini okudu ve fakiri kabûl buyurdu.”
gelip, pâdişâhtan Eğri seferine katılmak üzere da’vet geldiğini
belirten fermanı okudu. Bunun üzerine Şeyh Şemseddîn
Abdülmecîd Şirvânî’nin hizmetinde bulunup sohbetinden
hazretleri; “İşittik ve itaat ettik. Zaten biz iki senedir
istifâde etti. Feyz alıp tasavvuf derecelerinde yükseldi. Dünyâ
hazırlıklıydık. Bismillah, hemen gidelim” diye el kaldırıp duâ
sevgisinden uzaklaşıp hakîkate yöneldi.
buyurdu. Orada toplananlar duâya âmin deyip, göz yaşları
arasında uğurladılar. Uzun yolculuktan sonra Üsküdar’a
Şemseddîn Sivâsî, Abdülmecîd Şirvânî’den kısa zamanda
feyz alıp, tasavvufun yüksek derecelerine kavuştu. Hocası
tarafından insanlara, Allahü teâlânın dînini ve sevgili
Peygamberimizin ( aleyhisselâm ) güzel ahlâkını anlatmakla
vazîfelendirildi. Şöhreti her tarafta duyuldu. Devrin Sivas vâlisi
Hasen Paşa, kendisini Sivas’a da’vet edip, yaptırdığı dergâha
yerleştirdi. Aynı zamanda câmi imamlığı da kendisine verildi.
Orada ilim öğretmek ve insanlara va’z ve nasihatle meşgûl
oldu. Hayatının sonuna doğru, Sultan Üçüncü Mehmed Hân’la
birlikte Eğri seferine katıldı.
Eğri seferiyle ilgili olarak talebelerinden Recep Efendi şöyle
nakleder: “Şemseddîn Sivâsî birgün bu fakiri odalarına
çağırıp; “Din düşmanlarının (hıristiyanların), sınırlarda bulunan
müslümanlar üzerine baskı ve zulümleri haddinden fazla
olmuş, tahammül edilemez hâle gelmiştir, içimde onlara karşı
sefere gitme arzusu belirdi” buyurdu. Bu sözü üzerine, ihtiyâr
olduklarını, zayıf bünyelerinin sefere çıkmaya engel olacağını
ve bu husûsa dâir pâdişâhdan da herhangi bir haber
gelmediğini söyledim. Bunun üzerine; “Bize işâret ve tenbîh
geldiler. Henüz genç olan, Üküdarî Azîz Mahmûd Hüdâyî onu
karşılayıp, ellerini öptü. Şeyh Şemseddîn Sivâsî, Mahmûd
Hüdâyî’ye; “Oğlum siz yegânesiniz (bir tanesiniz). Bugünden
sonra fazlalaşırsınız” diye duâ edip, ileride çok büyük bir velî
olacağını müjdeledi. O gece sabaha kadar birlikte sohbet
ettiler. Sohbet esnasında Azîz Mahmûd Hüdâyî; “Yaşınız
seksene ulaşmış, vücûdunuz da zayıftır. Kendinize eziyet
etmeseniz, çünkü her an nefsiniz ile büyük cihaddasınız”
diyerek, seferden alıkoymak istedi. Bu sözüne cevaben:
“Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâmın bütün emirlerine
uymak lâzımdır. Büyük cihâdı yaptık. Ancak küçük cihâd
kalmış idi. Bu emirlerine de ihtiyâr olarak uymak isteriz”
buyurdu.
Üsküdar’da üç gün kaldıktan sonra, dördüncü gün, pâdişâh
tarafından gönderilen bir kadırga ile İstanbul’a geçip, Ayasofya
yakınında bir yere yerleştirildi. Daha sonra Sinân Paşa
köşküne, pâdişâh Sultan Üçüncü Mehmed Hân tarafından
da’vet edildi. Uzun müddet sohbette bulundular. Bu sohbette
Şeyhülislâm Sa’deddîn Efendi de hazır bulundu. Sohbet
esnasında pâdişâh, Şemseddîn Sivâsî’ye; “Tarafımızdan sizi
Gerçekten de çok geçmeden, Şemseddîn Sivâsî hazretlerinin
sefere da’vet etmek üzere gönderilen kapıcıbaşımız sizi yola
ta’rîf ettiği şekilde bir zât ortaya çıktı. Bunu gören şeyh, hemen
çıkmak üzere hazır bulmuş. Hazırlıklı olduğunuza göre, bu işin
pâdişâhın huzûruna çıkarak; “Fetih vaktidir” diye müjdeledi.
sonununda ne olacağını bilirsiniz. O hâlde bizi müjde
Ortaya çıkan zât, dağılan ordunun önüne düşüp; “Ey mü’miler!
işâretinizle sevindirip, neticeden haber vermenizi isteriz” dedi.
Nerede İslâm gayreti? Nerede Hazreti Peygamber (
Bunun üzerine Şemseddîn Sivâsî; “Hadîs-i şerîfte; “Amellerin
aleyhisselâm ) gayreti? Nerede cömertlerin cömerdi sultan
en faziletlisi, mü’minleri sevindirmektir” buyuruldu.
gayreti?” diye nidâ edip; “Şehid olmak, dînini yüceltmek
Ma’lûmunuz ola ki Eğri zaferi biraz zahmet çektikten sonra
isteyen kimse yanıma gelsin!” buyurdu. Bu sırada yanına
müyesser olacak. Düşman yenik ve perişan olacaktır.
birkaç bin kişi toplanıp, birlikte düşmana hücûm ettiler. Bu
Hatırınızı hoş tutun” müjdesini verdi.
durumu gören düşman neye uğradığını şaşırdı. Durumu haber
alan firari askerler de tekrar dönüp, düşmana saldırdılar.
Şemseddîn Sivâsî hazretlerinin bu cevâbına sevinen pâdişâh,
Nihâyet düşman bozguna uğratılıp, kesin zafer elde edildi.
kendi üzerindeki samur kürkü ona giydirdi. Ayrıca kapıcılar
Daha sonra o zâtın kim olduğu Şemseddîn Sivâsî’ye
kethüdası Mehmed Ağa vasıtasıyla, ikiyüz altın sikke,
sorulunca, Hızır (aleyhisselâm) olduğunu haber verdi.
dervişlerine de yüz altın sikke ihsân edip; “Bunlar helâl
malımızdır. Kabûl buyursunlar” dedi. Şeyh Şemseddîn
Şeyh Şemseddîn-i Sivâsî hazretleri, zaferi müjdelemek üzere
hazretleri; “Allahü teâlânın emri üzere kimseye sû-i zan
pâdişâhın huzûruna çıktı ve aralarında şu konuşma geçti.
etmemeli, hüsn-i zanda bulunmalıdır. Kimseyi araştırmak ve
teftiş etmekle vazîfeli değiliz. Tasavvufda da her geleni Allahü
Pâdişâh; “Buyurun ey gönlümün sultânı” dedi. Şemseddîn
teâlâdan gelmiş bilip, hediyeleri ve ihsânları kabûl etmek
Sivâsî; “Va’dini yerine getiren, kuluna yardım eden ve kâfirleri
gerekir” buyurdu.
hezîmete uğratan Allaha hamd olsun. Ey benim pâdişâhım!
Eğer dinlerseniz birkaç kelime nasihat etmek isterim” deyince,
Birkaç gün İstanbul’da kaldıktan sonra pâdişâh ve orduyla
pâdişâh: “Ey insanlara hakkı tavsiye eden üstadım! Buyurun.
birlikte yola çıkıp, Eğri kalesi önlerine ulaştılar. Kale kolay bir
Hak olan sözü dinlerim” dedi. Şemseddîn Sivâsî; “Ey benim
şekilde feth edilip, harab olan yerler ta’mir edildi. Ancak asıl
pâdişâhım! Yeryüzünde Allahü teâlânın halîfesi olanların
düşman askerlerinin, kale yakınlarında bir başka yerde olduğu
niyetleri; Allahü teâlânın rızâsını kazanmak olup, dayandıkları
öğrenilince, ordugâh, düşmanın karşısına nakledildi. Küffâr
ve güvendikleri, Allahü teâlâ olması gerekir. Savaşta
askerinin sayısı çoktu. Rivâyet edilir ki yediyüzbin kişilik bir
askerlerin çokluğuna güvenmeyip, kuvvet ve kudret sahibi
orduydu, İslâm ordusuyla küffâr ordusu karşılaştı. İslâm
Allahü teâlâya tevekkül etmek gerekir. Âyet-i kerîmelerde
ordusunda bozgun ve firar başgösterdi. Pâdişâh Üçüncü
meâlen; “Siz de, düşmanlara karşı gücünüzün yettiği kadar,
Mehmed Hân, yerinden hareket etmeyip “Ey Rabbimiz!
her türlü kuvvet ve cihâd için bağlanıp beslenen atlar
Üzerimize bol bol sabır dök. Ayaklarımıza kuvvet ve sebat ver,
hazırlayın” (Enfâl-60) ve “Ey îmân edenler! Düşmana karşı
bizi kâfirler kavmi üzerine muzaffer kıl” meâlindeki Bekâra
hazırlığınızı görün ve silâhlarınızı takınarak cihâda hazır olun
sûresi 250. âyet-i kerîmesini okudu. Pâdişâhın yanında
da, birlikler hâlinde savaşa çıkın, yahut toptan seferber olun”
şeyhülislâm, kadıaskerler, şeyhler ve ba’zı vazîfeliler hâricinde
(Nisa-71) emredildiği üzere, savaş için gerekli hazırlıklar
kimse kalmadı. Hazîne ve cephânelik düşman tarafından zabt
yapılmalı. Ancak, buna güvenmeyip Allahü teâlâya tevekkül ve
edildi. Bu firar ve bozgun üzerine herşeyin bittiğini zanneden
i’timât etmelidir. Eğer Allahü teâlâya güvenmeyip askere ve
pâdişâh, Şemseddîn Sivâsî hazretlerini çağırıp;
cephâneye güvenilir ise, hezimet (yenilgi) zuhur eder. Kalbden
“Söylediklerinizin tersi vâki oldu” deyince, Şemseddîn Sivâsî;
cenâb-ı Hakka tam tevekkül edip, hâlis kalb ile yönelebilirsen,
“Pâdişâhım söylediklerimiz doğrudur. Kâfirin hezimete
zafer müyesser ve mukadder olur. Bizden hüznü gideren
uğramasına yarım saat kalmıştır. Şu anda bir kuvvet sahibi
Allah’a hamd olsun.”
tasarruf için ortaya çıkmak üzeredir. Bu an fethin başlangıç
ânıdır. Hatırını hoş tut” diye cevap verdi.
Ey pâdişâhım! Bilesin ki, deden Fâtih Sultan Mehmed Hân,
İstanbul’un fethine niyetlenince, Akşemseddîn’in refâkatı ve
duâsının bereketiyle fetih müyesser oldu. Bunun üzerine
Allahü teâlânın dînini ve sevgili Peygamberimizin güzel
Akşemseddîn hazretleri: “Ey pâdişâhım! Büyük fethin şükran
ahlâkını anlatıp, hak yola da’vet etmek üzere, Mısır’a
ifâdesi olarak nice câmi, mescid, medrese ve hamamlar inşâ
gönderdiği halîfelerinden (talebelerinden) Şeyh Hacı Mustafa
etmek gerekir” buyurmuşdu. Bunun üzerine Fâtih Sultan
nakleder “999 (m. 1590) senesinde Şeyh Şemseddîn Sivâsî
Mehmed Hân’ın da, nice hayır ve hasenat yapmış olduğu
hazretlerinin talebeleriyle birlikte hacca gitmek üzere
ma’lumunuzdur. Aynı şekilde, sizin de isminiz Sultan Mehmed,
Anadolu’dan ayrıldıklarını işittim. Bu fakîr de Mısır’dan ba’zı
duâcınız hakîrin dahî ismi Şemseddîn’dir. Bu güzel fethin
hacılarla birlikte hac ibâdetini yerine getirmek ve hocam
şükrânesi olarak zâtınız dahî, reaya (halk) ve fukara üzerinden
Şemseddîn Sivâsî’nin sohbetinden istifâde etmek üzere yola
sıkıntıyı kaldırıp, İslâm askerine ihsânlarda bulunup, her
çıktım. Şam hacılarından önce Mekke’ye vardık. Çok karanlık
makama dindar, adâletli ve doğru kimseler ta’yin etmeniz
bir gecede tavaf yapmak üzere giderken bir meşale gördüm.
gerekir” buyurdu. Bu nasîhatları can kulağıyla dinleyen
Baktım ki, Şemseddîn Sivâsî hazretleri, talebeleri ve
pâdişâh Üçüncü Mehmed Hân şu cevâbı verdi: “Bin can ile
sevenleriyle birlikte geliyorlardı. Yolda mübârek ayaklarının
kabûl ettim ve nasihatinize fazlasıyla riâyet edeceğim.”
basdığı topraklara yüz sürsem edepsizlik olur. Sabahleyin
indikleri yere varayım diye düşünüp, bir kenara gizlendim.
Pâdişâh, ordusuyla birlikte İstanbul’a döndüğünde,
Gizlendiğim yere gelince bindikleri hayvanlarını benden yana
Şemseddîn-i Sivâsî’nin İstanbul’da kalmasını ısrarla rica
çevirip, atından indi. Mübârek ellerini başıma koyup hafifçe:
ettiyse de kabûl ettiremedi. Şemseddîn-i Sivâsî ihtiyârlığının
“Sen Hacı Mustafa değil misin? Ne diye saklandın ve
yanında, seferin şiddetinden ve kışın aşırı soğuğundan hayli
gizlendin?” buyurdu. Ben de; “Evet sultânım” deyip mübârek
yorgun ve zayıf düşmüştü. Hayâtının son anlarını yaşadığını
ellerini öptüm. Böylece bu kerâmetini müşâhede ettim.”
anladığından, rûhunu ailesinin ve sevenlerinin yanında teslim
etmek istediğini belirterek izin istedi. Sivas’a döndü.
Talebelerinden Receb Efendi nakleder “Şeyh Şemseddîn
Gelişinden kısa bir müddet sonra, amcazâdesi ve dâmâdı olan
Sivâsî hazretlerini, va’z ve nasihat etmesi için civar köy ve
Recep Efendi’yi vazîfesine ta’yin etti. Şemseddîn Sivâsî
kasaba halkı da’vet etmişlerdi. Da’vete icabet edip giderken
vefâtlarına yakın, talebelerini odasına çağırdı. Onlarla birlikte
bir köyde konakladık. O köy halkı, Hazreti Ali’yi sevdiğini iddia
bir saat kadar Allahü teâlânın zikri ile meşgûl olduktan sonra,
ederek, sevgili Peygamberimizin ( aleyhisselâm ) seçilmiş
duâ edip, rûhunu teslim etti.
Eshâb-ı Kirâmı hakkında kötü sözler söylüyorlardı. Kendimize
ve hayvanlanmıza paramızla yiyecek birşeyler almak istedik,
Velîler, âlimler, sâlih kimseler, devlet adamları cenâzesinde
vermediler. Bununla da kalmayıp, bizi zulüm ve işkenceyle
hazır bulundu. Cenâzesi göz yaşları arasında; “Âlimin ölümü,
öldürmek istediler. O zaman Şemseddîn Sivâsî hazretleri, iki
âlemin ölümü gibidir” diyerek musallaya konuldu. Cenâze
rek’at namaz kılıp, Allahü teâlâya duâ etti. Aradan fazla
namazında, altmışbinden fazla kişi olduğu rivâyet edilir.
zaman geçmeden, köyün ileri gelenleri ve kalabalık bir
Namazını amcazâdesi ve dâmâdı Recep Efendi kıldırdı.
topluluk türlü türlü yiyecekler ve hediyelerle geldiler. Taaccüp
Sağlığında iken vasıyyet etdiği gibi, Meydan Câmii’nin
edip; “Önce siz bize yemek vermeyip öldürmek istediğiniz
bahçesine defnedildi. Daha sonra kabrinin üzerine beyaz bir
hâlde bu muhabbet ve sevgi nedir?” diye sorduğumuzda; “Biz
kubbe yaptırıldı. Hâlen ziyâretgâhdır. Şehir ahâlisine şiddetli
de bilmeyiz ne hâl oldu. Kalbimize, şu azîzin muhabbet ve
bir sıkıntı olduğu zaman kabrini ziyâret edip duâ ederler.
sevgisi yerleşti. Mümkün olsa canımızı dahî feda etmeyi
Allahü teâlânın izniyle o sıkıntıdan kurtulurlar.
isteriz” diye cevap verdiler. Sonra Şemseddîn Sivâsî
Şeyh Şemseddîn Ahmed Sivâsî hazretleri, zâhirî ve bâtınî
ilimlerde yüksek, ilim ve irfan sahibi, bütün güzel huylarla
ahlâklanmış, faziletli bir zât idi. Tasavvufda Halvetiyye yoluna
mensûb idi. Şemsiyye kolunun kurucusudur. Şemseddîn
Sivâsî hazretlerinin, yüksek hâlleri ve birçok kerâmetleri
vardır. Bu hâl ve kerâmetlerinin ba’zıları şöyledir: insanlara
hazretlerine; “Sultânım, düşmanlıktan sonra bu muhabbet
nedir?” diye sorduk. Tesbihini gösterdi. Biz bu şekilde sohbet
ederken o topluluğun reîsi olan kimse gelip; “Sultânım küçük
bir kerîmem (kızım) vardır. Ba’zan saralı olur. Günlerce bu
hâlden kurtulamaz. O hâlden kurtulunca da kendini bilmez.
Söylenen sözleri anlamaz. Başka evlâdım da yoktur.
Huzûrunuza getireyim de hayır duâ buyurun. Zîrâ bana
ül-beyyinât, 8-Meclis, 9-Menâkıb-ı Çihâr-ı Yâr-i Güzîn: Sevgili
bildirildi ki: “Kara Şems’in dergâhından ne isteseniz geri
Peygamberimizin dört halîfesini anlatan eserdir. Birçok defalar
çevrilmez” dedi. Şemseddîn Sivâsî hazretleri bir an önce
basıldı. En son olarak 1983 yılında İstanbul’da sadeleştirilerek
getirmesini istedi. O kimse kızını bir hayvana bindirip getirdi ve
basıldı. 10-Menâkıb-ı Nu’mân, 11-Menâzil-ül-Ârifin: İmâm-ı
ölü gibi Şemseddîn Sivâsî hazretlerinin huzûruna koydu.
Gazâlî hazretlerinin risalelerinden faydalanılarak yazılmış
Hazret-i Şeyh bir müddet teveccüh buyurup, “Fâtiha”
olup, dört bölümden meydana gelmiştir. Tasavvuf hakîkatlerini
dediğinde, kızcağız sıçrayarak ayağa kalktı. Sevinerek
anlatır. 12-Nakd-ül-Hâtır Eshâb-ı Kehf, Hızır aleyhisselâm,
evlerine döndü. Nakledilir ki: O hastalık bir daha gelmedi. Aklı
Mûsâ ve Zülkarneyn aleyhimüsselâm kıssalarını anlatır. M.
başında iffetli bir hâtun oldu.
1594 yılında Sivas’ta yazılmıştır. 13-Risâle-i emr-i ilâhî, 14Risâlet-üt-te’vil, 15-Şerh-i Gazeliyyât-i Murâd Hân-ı Sâlis, 16-
Bu kerâmeti gören köy halkı, Eshâb-ı Kirâm hakkındaki kötü
Şerh-i Kavâid-ül-İ’rab li İbn-i Hişâm: Yirmibeş yaşındayken,
düşüncelerinden vaz geçip, “tövbe ettiler. Hepsi, Şeyh
talebelerinin isteği üzerine yazmıştır. İbn-i Hişâm’ın eserine
Şemseddîn Sivâsî’nin sevenleri ve talebeleri oldu.
zeyldir. Arabça gramer kitabıdır. 17- Şerh-i Kelimetü Kümeyl
Kara Şems’in vefâtından sonra, yerine Abdülmecîd Sivâsî
geçti. Dâmâdı olan Receb Efendi de talebelerinin
büyüklerindendir.
Anadolu’da yetişen evliyânın büyüklerinden olup, gönüllere
taht kurmuş olan zamanının bir tanesi Şemseddîn Sivâsî
hazretleri, zâhirî ve bâtınî ilimlerde yüksek derece sahibi idi.
Çeşitli ilimlere dâir manzûm ve nesir olarak yazdığı kırka yakın
eseri vardır. Farsça ve Arabçadan tercümeler yapmıştır.
Eserleri iki ana grupta toplanabilir.
A- Manzûm eserleri: 1-Divân-ı ilahiyat, 2-El-Fesâyıh fî
tercemet-il-levâyıh: Tasavvufî bir eserdir. 3-Heşt Behişt, 4Gülşen-i Âbâd: Çiçeklerin karşılıklı konuşmalarıyla ilgili bir
eserdir. 5-İbret-nümâ, 6-İrşâd-ül-avvâm, 7-Kitâb-ül-Hıyâz min
sevbi gamâm-ül-feyyaz; İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfe’nin
menkıbelerinden ibârettir. 1291 (m. 1874) yılında İstanbul’da
basılmıştır. 8-Menâkıb-ı İmâm-ı a’zam, 9- Menâsik-i Hac Hac
için gerekli bilgileri ihtivâ eder. 10-Mir’ât-ül-ahlâk ve Müşevvikül-eşvâk, 11- Mir’ât-ül-eşvâk, 12- Mevlid-i Nebî, 13Süleymân-nâme, 14- Terceme-i İlâhî-nâme-i Şeyh Attâr, 15Terceme-i Mantık-ut-tayr-ı Şeyh Attâr, 16-Terceme-i
Pendnâme-i Şeyh Attâr, 17-Terceme-i Kasîde-i Bürde: Metin
ve manzûm tercüme bir arada bulunmaktadır. Yazma nüshası
İstanbul Üniversitesi Merkez Kütüphânesi’nde bulunmaktadır.
B- Mensûr (Nesir) Eserleri: 1-Cilâ-i Uyûn-ül-Arâis-ül-
İbn-i Ziyâd, 18-Şerh-i Muhtasar-ül-Menâr Fıkıh usûlüne dâir
bir eserdir. Âlimler arasında beğenilen bir kitap olup 26
yaşındayken yazmıştır. 19- Umdet-ül-edib fit-teallûmi vette’dîb: Farsça gramer kitabıdır.
Şiirlerinde Şemsî mahlasını kullanan Şemseddîn Sivâsî
hazretleri, dîvânındaki kıymetli şiirlerinde şu konuları işler 1)
Bu dünyâ, fânî ve vefasızdır, insanı gaflette bırakan, boş ve
lüzumsuz şeylerle oyalayan, Allahü teâlânın rızâsına
kavuşmayı engelleyen düşmandır. Bu dünyânın lezzetlerine
aldanmamak gerekir. Bu lezzetler geçici ve aldatıcıdır. 2)
Allahü teâlânın rızâsına kavuşmak için bir Allah adamından
ders almak, ona talebe olmak gerekir. Bu zâtın huzûrunda
nefsi, kötülüklerden temizlemelidir. 3) Peygamber efendimizin
( aleyhisselâm ) şefaati çok önemlidir. O’nun şefaati olmazsa
insanların hâli çok perişandır. O’nun şefaatine kavuşabilmek
için Sünnet-i seniyyesine tam sarılmak gerekir. 4) Sevgiliden
gelen eziyete sabırla tahammül göstermek gerekir. Sevgilinin
cefâsı, âşıka vefadır. Âşıklar için en kötü durum sevgilinin
ilgisizliğidir. 5) Allahü teâlânın verdiği sayısız ni’metlere
şükretmek gerekir. Çünkü Allahü teâlâ bütün ni’metlerini
insanoğlu için yaratmıştır. Dîvânından seçmeler:
Nât-ı Şerîf
Kapına geldi âsîler, Şefaat yâ Resûlallah!
Suçunu bildi kâsîler, Şefaat yâ Resûlallah!
Muhâdara, 2-Dâiret-ül-usûl, 3- Dürer-ül-akâid: Ehl-i sünnet
Ne ettim ise ben ettim, Yanıldım nefse zulm ettim,
i’tikâdını açıklayan bir eserdir. 4- El-Câmi-ün-nüfûs, 5- Huccet-
Henüz suçum bilip geldim, Şefaat yâ Resûlallah!
i ilâhiyye, 6- Kıssa-i Mûsâ ve Hızır, 7-Letâyif-ül-âyât ve Nukûş-
Ne ilmim var ne amelim, Perişan cümle ahvâlim,
3) Nâima Târihi cild-1 sh. 372
Vesveseyle dolu bâlim, Şefaat yâ Resûlallah!
4) Sicilli Osmanî cild-3, sh. 165
Bu şemsi abd-ı âbıkdır, Ne etsen ona lâyıktır,
Velî yoluna sâdıktır, Şefaat yâ Resûlallah!
5) Peçevî Târihi cild-2, sh. 290
Kâsî: Duygusuz, Bâl: Kalb gönül, Abd: Köle, Âbık: Kaçak.
6) Tam İlmihâl Se’âdet-i Ebediyye sh. 1018
Gazel
Hudâvenda şu âlemde, Esen yeller seni ister,
Ayakları gubâr olmuş. Tozan yollar seni ister.
Eğer cindür, eğer hayvan Eğer melek, eğer insan,
Seni zikr etmede yeksan, Dönen diller seni ister.
KARA YA’KÛB İBNİ İDRÎS NİĞDEVÎ
Hanefî mezhebi fıkıh âlimlerinin büyüklerinden. İsmi, Abdullah
Bulam diye ister ânı Gezer arayı arayı,
bin İdrîs bin Ya’kûb’dur. Lakabı Kara’dır. 789 (m. 1387)
Dolaşıp kûh-u sahrâyı, Akan seller seni ister.
senesinde Niğde’de doğdu. Larende’de (Karaman’da) 883 (m.
1478) Rebî’ul-evvelin sonlarına doğru vefât etti. Kabri
Seherlerde okur virdi, Verir âşıklara derdi,
Larende’dedir.
Bahâne eylemiş verdi. Gezen güller seni ister.
Kara Ya’kûb, ilk tahsilini Niğde’de yaptı. Arabca üzerindeki
Yıldızlar, ay, güneş bî-cân, Karan yok eder seyrân.
bilgileri ve din ilimlerindeki üstünlüğüyle tanındı. Sonra Şam,
Olup Serkeşte vû hayran, Dönen gökler seni ister.
Kudüs ve Kâhire’ye giderek ilmini arttırdı. Tasavvufta yüksek
derecelere kavuştu. “Vatan sevgisi îmândandır” hadîs-i şerîfi
Yolun Sedd eylemiş ağyar, Kalıp gurbette eyler zar,
mucibince Anadolu’ya döndü. Larende’ye yerleşti. Ömrünün
Bu Şemsî gibi her kim var, Duyan kullar seni ister.
sonuna kadar burada müderrislik yaptı. Sarı Ya’kûb ile birlikte
Gubâr Toz, Yeksan: Dümdüz, beraber, bir, Kûh: Dağ, Vird:
Belli zamanlarda okunan tesbih, duâ, Verd: Gül, Bî-cân:
Cansızlar. Serkeşte: Şaşkın, perişan, başı dönen.
Kıyamazsan bâş-ü cana, Irak dur girme meydâna,
Bu menzile nice canlar, Baş oynar i’tibâr olmaz.
Bu dünyâ balına banma, Hayallerine aldanma,
Ebedî kalırım sanma, Fenâdır payidar olmaz.
Molla Fenârî’den de ilim tahsil ettiler. İkisi Molla Fenârî’nin en
yüksek talebeleri idi ve; “Bunlar benim talebelerimdir” diye,
Sarı ve Kara Ya’kûb ile övünürdü.
Kara Ya’kûb ba’zı eserlere şerh ve haşiye yazdı. “Mesâbih”
kitabına bir şerh yazdı. Sonra “Hidâye”ye de bir haşiye yazdı.
Ayrıca “Eşrak-ut-tevârih” isimli bir kitap te’lîf etmiş olup,
Hazreti Âdem’den (aleyhisselâm), Resûlullaha ( aleyhisselâm
) kadar olan peygamberlerin (aleyhisselâm) hayatlarını ve
Eshâb-ı Kirâmın (r.anhüm) hayat ve hâllerini geniş olarak
anlatmıştır.
1) Hediyet-ül-ihvân (Şeyh Muhammed Nazmi), Süleymâniye
Kütüphânesi, Hacı Mahmûd Efendi Bölümü. No: 4587 Vrk.
24b-27b, 44a-48a.
2) Osmanlı Müellifleri cild-1, sh. 95
1) Şakâyık-ı Nu’mâniyye tercümesi (Mecdî Efendi) sh. 84
2) Tâc-üt-Tevârih
3) Osmanlı Müellifleri cild-1, sh. 397
3) Şakâyık-ı Nu’mâniyye tercümesi (Mecdî Efendi) sh. 33, 288
4) Keşf-üz-zünûn sh. 207
KARACA AHMED (Şemseddîn Ahmed)
KARAÇELEBİ-ZÂDE ABDÜLAZÎZ EFENDİ
Yıldırım Bâyezîd Hân zamanında yetişmiş Osmanlı
Osmanlı âlimlerinden. Otuzüçüncü Osmanlı şeyhülislâmıdır.
âlimlerinden. Lakabı Şemseddîn’dir. Doğum târihi ve yeri
İsmi Abdülazîz’dir. Sultan Üçüncü Mehmed Hân zamanı
kaynaklarda bildirilmemektedir. 854 (m. 1450) senesi Şa’bân
âlimlerinden, Rumeli kadıaskeri Karaçelebi-zâde Hüsâmeddîn
ayının ortalarında, Bursa’da vefât etmiştir.
Efendi’nin oğludur. Karaçelebi-zâde Abdülazîz Efendi diye
meşhûr olmuştur. 1000 (m. 1591) senesinde İstanbul’da
Zamanının âlimlerinden ilim tahsilini tamamladıktan sonra,
doğdu. 1068 (m. 1658) senesinde Bursa’da vefât etti. Şeyh
ba’zı medreselerde müderrislik yaptı. Daha sonra Yıldırım
Mehmed Deveci Mezarlığı’na defnedildi.
Bâyezîd zamanında Bursa Medresesi müderrisi oldu.
Zamanının çoğunu ilimle meşgûl olmaya ayırırdı. Çok
Küçük yaşta iken babası vefât eden Karaçelebi-zâde
çalışmak sûretiyle yüksek mertebelere ulaştı. Birçok ilimde
Abdülazîz Efendi, ağabeyi Mehmed Efendi’den ilk tahsilini
âlim oldu. Muhtasar kitaplar üzerine haşiyeler yazdı.
yaptı. Şeyhülislâm Sun’ullah Efendi’den ilim öğrendi.
Kitaplarından talebeler çok istifâde ettiler.
Mülâzemet süresini doldurduktan sonra müderrisliği seçip, ilk
olarak 1020 (m. 1611) senesinde İstanbul’da Hayreddîn Paşa
Yazdığı kıymetli eserlerden ba’zıları şunlardır: 1- Hâşiyetü alâ
Medresesi’ne müderris olarak ta’yin edildi. 1026 (m. 1617)’da
şerh-ır-risâlet-il-esîriyye: Mantık ilmine dâir bir eserdir. 2-
Kalenderhâne, 1029 (m. 1619)’da Sahn-ı semân
Hâşiyetü alâ haşiyeti şerh-ış-Şemsiyye li Seyyid Şerîf, 3-
medreselerinden birine, 1030 (m. 1620)’da Hankâh
Hâşiyetü alâ haşiyeti şerh-ış-Şemsiyye lit-Teftâzânî, 4-
Medresesi’ne, 1031 (m. 1621)’de Eyyûb Medresesi’ne, 1033
Hâşiyetü alâ şerh-ıl-akâid.
(m. 1623)’de Süleymâniye medreselerinden birine ta’yin edildi.
Bir de Sultan Orhan Hân zamanında yaşamış Karaca Ahmed
adında bir âlim vardır. Aslen İranlıdır. İran’da bir vâlinin oğlu
idi. Allahü teâlânın sevgisi kendini kaplayarak, ilâhî aşka
tutuldu. Memleketini terkedip Anadolu’ya geldi. Akhisar
yakınlarında bir yere yerleşti. Muhtemelen bugünkü Ahmedli
kasabasında vefât edip, oraya defnedildi. Doğum yeri, doğum
ve vefât târihleri kaynaklarda bildirilmemektedir. Kabri orada
olup, meşhûrdur. Sevenleri ziyâret etmekte ve feyz
almaktadırlar. Onun hürmetine yapılan duâlar kabûl olmakta,
hastalar şifâ bulmaktadır. Ahmedli kasabasında herkes
tarafından bilinmekte ve hürmet edilmektedir.
Daha sonra müderrislik vazîfesinden ayrılıp, Yenişehir
kadılığına ta’yin edildi. 1034 (m. 1624) senesine kadar bu
vazîfede kaldı. 1036 (m. 1626) senesinde Mekke-i mükerreme
kadılığına gönderildi. 1037 (m. 1627)’de tekrar İstanbul’a
dönüp, 1040 (m. 1630) senesinde Edirne kadılığına ta’yin
edildi. 1043 (m. 1633)’de İstanbul kadılığına terfi ettirilen
Karaçelebi-zâde bir sene de bu vazîfede kaldı. Sonra Kıbrıs’a
gönderildi. 1045 (m. 1635) senesinde İstanbul’a döndü. Uzun
müddet kendisine vazîfe verilmediğinden, Samatya’daki
konağında kaldı. Mesleği ile ilgili ilmi çalışmalar yapıp, Siyer-i
Kazrûnî’yi Türkçeye çevirdi. 1058 (m. 1648)’de Sultan
Dördüncü Mehmed tarafından Rumeli kadıaskerliğine ta’yin
edildi. Bu vazîfede bir sene kaldı. 1061 (m. 1651) senesinde
şeyhülislâm oldu. Şeyhülislâmlık yaptığı müddet içinde fıkha
1) Mu’cem-ül-müellifîn cild-2, sh. 51
dâir eserlerini tamamladı. Beş ay müddetle şeyhülislâmlık
vazîfesini yerine getirdi. Karaçelebi-zâde’nin yerine Ebû Saîd
2) Kâmûs ul a’lâm cild-5, sh. 3623
Efendi şeyhülislâm oldu. Karaçelebi-zâde Sakız adasına
gönderildi. Orada Ravdat-ül-ebrâr’a güzel bir zeyl yazdı. İki
Kitâb-ül-elgâz fî fıkh-il-Hânefiyye: Fıkha dâirdir. 9-Kâfi: Fıkıh
sene sonra 1062 (m. 1652) senesinde, kendi isteğiyle
kitabıdır. 10- Gülşen-i Niyaz: Manzûm bir eserdir. 11-Ferâyih-
Bursa’ya nakledildi. Bursa’da uzun müddet ikâmet edip, eser
un-Nebeviyye fî siret-il-Mustafaviyye: Kazrûnî’nin Siyer-i
yazmakla meşgûl iken vefât etti.
Nebevî’sinin tercümesidir. 12- Dîvân-ı Eş’âr, 13- Risâle-i
kalemiyye, 14-Nefehât-ül-üns: Fıkıh ilmine dâir “Ravzat-ül-
Karaçelebi-zâde Abdülazîz Efendi, aklî ve naklî ilimlerde
Kuds” adlı esere yazdığı şerhidir.
yüksek derece sahibi idi. Zamanındaki âlimlerin en
üstünlerinden idi. Fıkıh ilminde özel ihtisası vardı. Târihe karşı
da büyük alâkası olan Karaçelebi-zâde, bu konuda birçok
kıymetli eserler yazdı. Aynı zamanda şâir ve edip olan
Karaçelebi-zâde, şiirlerinde Azîzî mahlasını kullanırdı. Sert bir
mizaca sahip olan Karaçelebi-zâde’nin ba’zı hareketleri, onun
maceralı bir hayat sürmesine sebep olmuştu.
Şiirlerinde süslü kelimeler kullanırdı. Arab edebiyatına vâkıftı,
İslâmî ilimlere karşı vukûfiyeti derin idi. Cömerd ve kerem
sahibi olan Karaçelebi-zâde, Bursa’da kaldığı müddet içinde,
1) Devhat-ül-meşâyıh sh. 57
2) Hulâsat-ül-eser cild-2, sh. 421
3) Mu’cem-ül-müellifîn cild-5, sh. 245
4) Nâima Târihi cild-1, sh. 577
5) Sicilli Osmânî cild-3, sh. 339
birçok çeşme yaptırmıştır. Bilhassa Müftü Suyu diye bilinen
meşhûr suyu, Uludağ’ın eteğinden getirtmiştir. Sed başında da
6) Osmanlı Tarih ve Müverrihleri sh. 29
bir câmi inşâ etmiştir.
Eserleri:
1- Ravdat-ül-ebrâr Dillere destan olan bu kıymetli eseri Hazreti
Âdem’den (aleyhisselâm) 1056 (m. 1646) târihine kadar olan
hâdiseleri anlatır. Dört bölümden meydana gelir. Sultan
KARÂFÎ
İbrâhim’e ithaf ettiği bu eserinde, şu bölümler vardır: a)
Peygamberler târihi, b) Sevgili Peygamberimizin hayatı ve
güzel ahlâkı, c) İslâm hükümdârları târihi, d) Osmanlı
sultanları târihi. Sakız adasında ve Bursa’da bulunduğu sırada
da Sultan Dördüncü Mehmed’in tahta geçişinden, 1058 (m.
1648) senesine, ya’nî kendi zamanının son günlerine kadar
geçen olayları anlatan, Ravdat-ül-ebrâr zeylini açık bir dille
hâtıra şeklinde yazmıştır. Târihî bir kaynaktır. 2- Mir’ât-üs-Safâ
fî ahvâl-il-enbiyâ: Hazreti Âdem aleyhisselâmdan sevgili
Peygamberimize ( aleyhisselâm ) kadar yazmış olduğu ayrı bir
peygamberler târihidir. 3- Süleymân-nâme Kanunî Sultan
Süleymân devrini anlatır. Bu eser Şeyhülislâm Hoca
Sa’deddîn Efendi’nin Tâc’üt-tevârih’ine bir zeyldir. Süslü ve
edebî bir dille yazılmıştır. 4- Hilyet-ül-Enbiyâ, 5- Zafernâme:
Dördüncü Murâd Hân’ın Revân ve Bağdat seferlerini anlatır.
Bu esere; “Târih-i feth-i Revân ve Bağdad” adı da verilmiştir.
6- Ahlâk-ı Muhsinî tercümesi: Ahlâk ilmine dâirdir. 7- Hall-üliştibâh an Ukdet-ül-Eşbâh: Fıkıh ilmine dâir Eşbâh şerhidir. 8-
Mâlikî mezhebi fıkıh ve tefsîr âlimi. Künyesi Ebü’l-Abbâs olup
ismi, Ahmed bin Ebi’l-Alâ İdrîs bin Abdürrahmân bin Abdullah
İbni Yelin’dir. Aslen Karâfe bölgesinden olduğu için “Karâfî”
diye tanınan Ahmed bin İdrîs, 626 (m. 1228) yılında Mısır’da
doğdu. Mâlikî fıkhında ihtisas sahibi oldu. Bu husûsta
zamanının tek âlimi olan Ahmed bin İdrîs, 684 (m. 1285)
yılında Mısır’da vefât etti ve Karâfe’de defn olundu.
Ahmed bin İdrîs el-Karâfi, Sultân-ül-ulemâ diye tanınan
İzzeddîn bin Abdüsselâm eş-Şâfiî, el-İmâm el-Allâme
Şerefüddîn Muhammed bin İmrân (Şerîf el-Karekî diye
meşhûr) ve Kâdı’l-kudât Şemsüddîn Ebû Bekr Muhammed bin
İbrâhim bin Abdülvâhid İdrîsî’den ilim öğrendi. Şemsüddîn Ebû
Bekr Muhammed el-İdrisî’nin “Kitâb-ül-vüsûl ve Sevâb-ülKur’ân” adlı eserini, ondan dinledi.
İbn-i Ferhûn onun hakkında; “Karâfî, aklî ve naklî ilimlerde
yapınız. Hased ettiğiniz kimseyi hiç incitmeyiniz”
kendisini yetiştirmiş, bilhassa fıkıh ilminde mesafe katetmiş bir
buyuruldu. Tayere, uğursuzluğa inanmaktır. Sû-i
âlimdir” demektedir.
zan, bir kimseyi kötü zan etmekdir. Bu hadîs-i
şerîfden anlaşılıyor ki, kalbde hased hâsıl olması,
Ebü’l-Abbâs Ahmed Karâfî, Süleymâniye Kütüphânesi’nin İ.
haram değildir. Bundan râzı olmak, devamını
İsmâil Hakkı kısmı 492 numarada kayıtlı “Kitâb-ül-fürûk” adlı
istemek, haram olur. Hadîs-i şerîfte; “Kalbe gelen
eserinde, zühd, hased ve ucb hakkında şöyle buyurmaktadır:
kötü şey söylenmedikçe ve buna uygun hareket
Zühd, ya’nî dünyâdan el çekmek, mal ve mülkün olmaması
demek değildir. Zühd; kalbin dünyâya, mala bağlılığının
olmamasıdır. Çünkü zâhid, ba’zan insanların en
zenginlerinden olabilir. Fakat buna rağmen o yine zâhiddir.
Çünkü o, elinde bulunan mala, mülke ve servete i’tibâr etmez.
Onları hatırına bile getirmez. Onun için malın varlığı ile
yokluğu arasında fark yoktur. Elinde bulunanı Allah yolunda
harcamak ona çok kolay gelir. Ba’zı kimseler vardır, çok fakir
olmalarına rağmen zâhid değillerdir. Hattâ kalbi dünyâ sevgisi
ile dolu olduğu için, çok hırslıdır. Hırsından dünyâya doymak
edilmedikçe affolur” buyuruldu. İnsanın kalbine
küfre sebep olan bir düşünce gelince, bundan
üzülür ve hemen red ederse, bu kısa düşünce
küfr olmaz. Farzı yapmamak veya bir haramı
yapmak düşüncesi de böyledir. Fakat senelerce
sonra kâfir olmaya karar verirse, hattâ bunu bir
şarta bağlasa dahi imansız olur. Senelerce sonra
haram işlemeğe niyet ederse, karar verirse, o
anda günaha girer. Fakat, haramı işlemenin
günahı, işlemeğe niyet etmekten daha büyüktür.
bilmez. Bundan dolayı zühd, malın olup olmamasına bağlı
Ucb; yaptığı ibâdetleri, iyilikleri beğenerek, bunlarla
olmayıp, kalbin dünyâya i’tibâr etmemesine, kıymet
övünmektir. Yaptığı ibâdetlerin, iyiliklerin kıymetini bilerek,
vermemesine bağlıdır. Haramlardan el çekmek ise, elbette
bunların elden gitmesini düşünerek korkmak, üzülmek ucb
lâzımdır.
olmaz. Yahut, bunların Allahü teâlâdan gelen ni’metler
Hased; Allahü teâlânın bir kuluna ihsân etdiği
ni’metin ondan çıkmasını istemektir. Faydalı
olmayan, zararlı olan birşeyin ondan çıkmasını
istemek, hased olmaz. “Gayret” olur. İlmini, mal,
mevki ele geçirmek, günah işlemek için kullanan
din adamından ilmin gitmesini istemek gayret
olur. Malını haramda, zulümde, İslâmiyeti
yıkmakta, bid’atleri ve günahları yaymakta
kullananın malının yok olmasını istemek de
hased olmaz, din gayreti olur. Bir kimsenin
kalbinde hased bulunur, kendisi buna üzülür,
bunu istemezse, bu günah olmaz. Kalbde
bulunan hâtıra, günah sayılmaz. Hâtıranın kalbe
gelmesi insanın elinde değildir. Kalbinde hased
bulunmasından üzülmezse veya arzusu ile hased
olduğunu düşünerek sevinmek de ucb olmaz. Bunların Allahü
teâlâdan gelen ni’metler olduğunu düşünmeyerek, kendi
yaptığını, kazandığını sanarak sevinmek, kendini beğenmek,
ucb olur. Ucbun zıddına; minnet denir. Minnet, ni’mete kendi
eliyle, kendi çalışmasıyla kavuşmadığını, Allahü teâlânın lütfu
ve ihsânı olduğunu düşünmektir. Böyle düşünmek, ucb
tehlikesi olduğu zaman farz olur. Diğer zamanlarda ise
müstehabdır. İnsanı ucba sürükleyen sebeplerin başında,
cehâlet ve gaflet gelmektedir. Bu ucbdan kurtulmak için, her
şeyin Allahü teâlânın dilemesi ile ve yaratması ile meydana
geldiğini ve akıl, ilim, ibadet etmek, mal ve mevki gibi kıymetli
ni’metlerin Allahü teâlânın lütfu ve ihsânı olduklarını
düşünmek lâzımdır. “Ni’met”, insana fâideli olan, tatlı gelen
şey demektir. Bütün ni’metleri gönderen Allahü teâlâdır.
O’ndan başka yaratıcı ve gönderici yoktur.
ederse, hased olur, haram olur. Bu hasedini
Karâfî buyurdu ki: “Hased edenlerle münâzara etmeyi bırakın.
sözleri ile, hareketleri ile belli ederse, günahı
Çünkü bu durumda siz öfkelenirsiniz, hased eden bundan
daha çok olur. Hadîs-i şerîfte; “İnsan, üç şeyden
faydalanır ve inkâr eder.”
kurtulamaz; sû-i zan, tayere, hased. Sû-i zan
edince, buna uygun harekette bulunmayınız.
Karâfî birçok eser yazdı. Bunlardan ba’zıları şunlardır: 1. Kitâb
Uğursuz zan ettiğiniz şeyi Allaha tevekkül ederek
ez-Zehîre fil-fıkh min ecli Kütüb-il-Mâlikiyye, 2. Kitâb-ül-
Kavâ’îd, 3. Şerh-ut-tehzîb, 4. Şerh-ül-Cellâb, 5. Şerhü Mahsûl-
türbesi yakınına defnedildi. El-Karâfî diye bilinir. Ârif-i billâh
li-İmâm Fahreddîn Râzî, 6. Kitâb-üt-ta’likat, 7. Kitâb-üt-tenkih
İbn-i Ebî Cemre’nin torunudur.
fî usûl-il-fıkh, 8. El-müfid, 9. Kitâb-ül-ecvibet-il-fâhire an es’iletil-fâcire fî redd-i alâ ehl-i kitâb, 10. Kitâb-ül-Emmiyye fî
Karâfî, Kâhire’nin Derb-is-selâmî denilen mahallesinde
idrâk’in-niyyet, 11. Kitâb-ül-istinâ fî ahkâm-il-istisnâ, 12. Kitâb-
büyüdü. Babasının yanında Kur’ân-ı kerîmi ezberledi. El-
ül-ahkâm fil-fark beyn-el-fetâvâ, 13. El-Ahkâm (Kitâb-ül-
Umde, er-Risâle, eş-Şâtıbıyye, Elfiyyet-ül-Irâkî, İbn-i Mâlik’in
Yevâkît fî ahkâm-il-mevâkît), 14. Kitâbü şerh-il-erba’în, 15.
Elfiyesi, el-Milha, el-Hâcibiyye, Gâlib-üt-teshîl adlı eserleri
Kitâb-ül-infâd fil-i’tikâd, 16. Kitâb-ül-münciyyât, 17. El-Mûbikât
okudu. Nahiv (gramer) bilgisini; babası Nâsırüddîn el-
fil-ediyye, 18. Mâ yecûzü minhâ vemâ yahrumuh, 19. Kitâb-ül-
Bârenbârî ve başkalarından, fıkıh ilmini; Cemâlüddîn el-
ebsâr fî müdrikât, 20. Kitâb-ül-beyân fî ta’lik-il-Îmân, 21. Kitâb-
Akfehsî, Şemsüddîn ed-Defri’den, usûl ilmini; el-Mecd el-
ül-umûm, 22. Kitâb-ül-ihtimâlât-il-mercûha, 23. Kitâb-ül-Bâriz,
Bermâvî, es-Sanhâd’den, ferâiz, hesâb ve hadîs ıstılâhları
24. Kitâb-ül-ecvibe an es’ilei ve inde alâ hutabi İbn-i Nubâta.
ilmini; İbn-i Hacer’den öğrendi. El-Bisâtî’nin derslerinde çok
bulundu. Fıkıh, nahiv, usûl, me’ânî öğrendi. Ondan çok
istifâde etti. Hüsn-i hattı (güzel yazı yazma san’atları) İbn-üsSâig’den öğrendi. Şerefüddîn İbn-ül-Küveyk, Cemâlüddîn ibn-
1) Mu’cem-ül-müellifîn cild-1, sh. 158
2) El-A’lâm cild-1, sh. 94
3) Ed-Dîbâc-ül-müzehheb sh. 62, 67
4) İzâh-ül-meknûn cild-1, sh. 72, 127, 135, 737
ül-Hanbelî, İbn-i Fadlullah, Şemseddîn Şâmî, İbn-ül-Beytâr,
İbn-ül-Mısrî ez-Zerâtitî, İbn-ül-Cezerî, Nûreddîn Fûyî, Zerkeşî,
Veliyy-ül-Irâkî, Necm bin Hacî, el-Kemâl bin Hayr ve başka
âlimlerden hadîs-i şerîf dinledi. İskenderiyye’ye ilmî istifâde
için çok defa gidip geldi. İki defa hac etti. Orada mücavir
olarak kaldı ve Cemâlüddîn eş-Şeybî’den hadîs dinledi. 833
(m. 1429) senesinde Dımeşk’a geldi. Orada Hâfız İbn-i
5) Keşf-üz-zünûn cild-1, sh. 11, 21, 77, 186, 499; cild-2, sh.
Nâsıruddîn ile görüştü. Daha sonra Beyt-ül-makdîs ve
1503, 1359
Dimyât’a gidip geldi. Birçok âlimden icâzet aldı. Fıkıh, usûl,
Arab dili ve edebiyatında ve başka ilim dallarında üstün
6) Tabakât-ül-usûliyyîn cild-2, sh. 86
dereceye yükseldi.
7) Brockelmann Gal-1, sh. 385; Sup-1, sh. 665
Es-Sehâvî onun hakkında; “Karâfî’nin ifâdesi tatlı olup, hüsn-i
hat sahibi olmakla birlikte, üstün bir zekâsı vardı. Aklı tam,
8) Tam İlmihâl Se’âdet-i Ebediyye sh. 578, 1027
9) Kitâb-ül-fürûk
tevâzu sahibi, sıkıntılara karşı sabırlı idi. Hocası el-Bisâtî’den
sonra, onun yerine kadı nâibliğinde bulundu. Hâl ve harekâtı
çok güzel idi. El-Fahriyye Medresesi’nde ve el-Berkûkiyye
Medresesi’nde ders verdi ve Mâlikî mezhebi fıkhını okuttu.
Amr İbni As Câmii’nde hutbe okudu. Çok talebe yetiştirdi.
Fetvâlar verdi. Dinde sağlam olması sebebiyle fetvâlarına çok
KARÂFÎ (Muhammed bin Ahmed)
i’timâd edildi” demektedir.
Mâlikî mezhebi fıkıh ve hadîs âlimi. İsmi, Muhammed bin
Mâlikî mezhebinde Mısır’da onun benzeri, kendisine halef
Ahmed bin Ömer bin Şeref olup, künyesi Ebü’l-Fadl’dır.
birisi görülmedi. Vefâtından sonra her sene başında, kabri
Lakabı ise Şemsüddîn’dir. 801 (m. 1399) senesi Ramazân-ı
yanında Buhârî’den seçmeler okunur, insanlar bunu dinlemek
şerîfin son on günü içinde Kâhire’de doğdu ve 867 (m. 1463)
için gelir, onu ziyâretle bereketlenirlerdi. Eserlerinden ba’zıları
senesinde orada vefât etti. Karafe kabristanına, dedesinin
şunlardır: 1- Şerh-ül-Cürûmiyye: Buna ed-Dürer-ül-mudîeti
adını verdi. 2-Kürrâsetün fî mes’eleti ihdâs-il-Kenâis, 3- Şerhu
alel-Milha (tamamlayamadı).
öğrenip, öğrendiklerine riâyet etmelerini,
hikmetleriyle geniş olarak izah ederdi.
1) Mu’cem-ül-müellifîn cild-8, sh. 304
2) Ed-Dav-ül-lâmi’ cild-7, sh. 27
1) Şakâyık-ı Nu’mâniyye tercümesi (Mecdî Efendi) sh. 21
3) Neyl-ül-İbtihâc sh. 316
2) Tabakât-üs-seniyye cild-3, sh. 206
4) Esmâ-ül-müellifîn cild-2, sh. 203
3) Fevâid-ül-behiyye sh. 70
4) Keşf-üz-zünûn sh. 1515, 1824, 1868
KARAHİSÂRÎ (Hitâb bin Ebi’l-Kâsım)
5) Mu’cem-ül-müellifîn cild-4, sh. 103
Usûl ve Hanefî mezhebi fıkıh âlimi. İsmi, Hitâb
bin Ebi’l-Kâsım olup, doğum yeri olan Karahisar’a
nisbetle Karahisârî denildi. Anadolu’ya nisbetle
de Rûmî denildi. Zeynüddîn lakabı verildi 717 (m.
1317) yılından sonra vefât etti. Karahisar’da
defnedildi.
KARAHİSÂRÎ (Seyyid İbrâhim bin Osman bin Muhammed)
Osmanlılar devrinde yetişen Hanefî mezhebi fıkıh
âlimlerinden. Osmanlı devrinin seksendördüncü
Karahisar’da doğan, Karahisârî, önce Anadolu
şeyhülislâmıdır. İsmi; İbrâhim’dir. Ulemâdan Şebinkarahisarlı
ulemâsından ilim öğrendi. Temel din bilgilerini ve
Osman Efendi’nin oğludur. Peygamber efendimizin (
âlet (yardımcı) ilimleri tahsil etti. Daha sonra Şam
aleyhisselâm ) mübârek soyundandır. Karahisâri diye bilinir.
taraflarına gitti. Oradaki âlimlerden hadîs, fıkıh ve
1113 (m. 1701) senesinde Şebinkarahisar’da doğdu. 1197 (m.
tefsîr ilimlerini öğrendi. Dört mezhebin
1783) senesinde İstanbul’da vefât etti. Sultan Selîm civarında
inceliklerine vâkıf, aklî ve naklî ilimlerde
Beyceğiz mahallesinde defnedildi.
mütehassıs oldu. İnsanlara ilim öğretip, fetvâ
verdi. Hânzüddîn Nesefî’nin ( radıyallahü anh ),
dört mezhebin inceliklerine dâir “Manzûme”sini
şerhetti. Bu güzel eserini 717 (m. 1317) yılında
tamamladı. Daha sonra, Şam’dan ayrılıp,
memleketi olan Karahisar’a geldi. Memleketinde
de insanlara ilim öğretip müşkillerinin halli için
fetvâlar verdi. “Menâr-ül-envâr”, “Kenz-üd-dekâik”
ve “Muhtâr” adlı eserleri şerhetti. Zamanındaki
âlimler arasında parlayıp, ulemânın en önde
gelenlerinden oldu. İlimdeki üstünlüğünü, ibâdet
ve tâatta yüksekliği ta’kib etti. Tasavvuf yolunda
yüksek derecelere kavuştu. Her işini Allahü
teâlânın rızâsı için yapar, her sözünü Allahü
teâlânın rızâsı için söylerdi. Sık sık insanlara
nasihat eder, Allahü teâlânın emir ve yasaklarını
İlk eğitim ve öğrenimini memleketi olan Şebinkarahisar’da
gördükten sonra, 1127 (m. 1714) senesinde İstanbul’a geldi.
Rumeli kadıaskeri olan amcası Zeynel’âbidîn Efendi’nin
hizmetinde bulunup, ondan aklî ve naklî ilimleri tahsil etti. Bu
arada Molla Refîuddîn bin Mustafa’dan güzel yazı yazmayı
öğrendi. 1130 (m. 1717) senesinde mülâzım (stajyer müderris)
oldu. 1137 (m. 1724) senesinde amcası Zeynel’âbidîn
Efendi’yle birlikte hac ibâdeti için Mekke-i mükerremeye gitti.
Hac ibâdetini yerine getirip sevgili Peygamberimizin (
aleyhisselâm ) kabr-i şerîfini ziyâret etti. Mekke’de mücavir
olarak kaldı. Bir müddet Cidde kadı vekîlliği yaptı. Mekke-i
mükerremeden dönünce, 1143 (m. 1730)’de müderris olup
ba’zı medreselerde ders okuttu. Kadılık mesleğini tercih
ettiğinden, 1168 (m. 1754) senesinde Selanik kadılığına ta’yin
edildi. 1174 (m. 1760)’de Şam, 1182 (m. 1768)’de İstanbul
kadılığı vazîfelerine getirildi. 1183 (m. 1769)’de Nakîb-ül-
eşrâflığa (Peygamberimizin ( aleyhisselâm ) soyundan
Çeşitli harbler, bu şehri harabeye çevirmiştir. Alâüddîn-i
gelenlerin işleriyle ilgilenen kimse) ta’yin edildi. Aynı sene
Kâşânî, bu beldede doğup yetiştiği için oraya nisbetle Kâşânî
içinde Anadolu payesi verilerek ikinci defa İstanbul kadılığına
denildi. “Kâsânî” de denilmektedir. “Tuhfet-ül-fukahâ” ve “Usûl”
getirildi. 1184 (m. 1770) senesinde Anadolu kadıaskeri oldu.
kitablarının sahibi Alâüddîn Muhammed bin Ahmed es-
1187 (m. 1773)’de ikinci defa Nakîb-ül-eşrâflığa ve arkasından
Semerkandî’den fıkıh ilmini öğrendi. Oda, Sadr-ül-İslâm Ebü’l-
Rumeli kadıaskerliğine ta’yin edildi. 1193 (m. 1779) senesinde
Yüsr Pezdevî’den ilim öğrendi. Pezdevî’nin hocası da, Ebü’l-
Reîs-ül-ulemâlığa (Âlimler başkanı) ulaştı. 1196 (m. 1782)
Maîn Meymûn el-Mekhûlî idi. O da, Mecd-ül-eimme
senesinde Şeyhülislâm Mehmed Şerîf Efendi’nin vazîfeden
Serahkî’den fıkıh öğrenmişti. Hocasının “Tuhfe” kitabını şerh
alınması üzerine Sultan Birinci Abdülhamîd Hân tarafından
ederek, “Bedâyi’-üs-sanâyı’ fî tertîb-iş-şerâyi” adını vermiştir.
şeyhülislâmlık makamına getirildi. Bu vazîfeyi 8 ay kadar
Hocasının kızı Fâtıma-i fakîhe ile evlenip, onun dâmâdı oldu.
yürüttü. Fakat yaşı sekseni geçmiş olduğundan tutulduğu
Çok yer dolaştı. Bir ara Konya’da bulundu. Sonra Haleb’e
hastalıktan kurtulamıyarak vefât etti.
gidip yerleşti. Orada Halâviyye Medresesi’ne müderris ta’yin
edilip ders okuttu. Hanımı, kendisinden önce vefât etti. Kâşânî
Karahisâri Seyyid İbrâhim Efendi; âlim, âmil (ilmiyle amel
de, 587 (m. 1191) senesi Receb ayının onunda, İbrâhim
eden), fâzıl ve güzel ahlâk sahibi bir zât idi. İleri görüşlü ve
sûresini okumakta iken, yirrniyedinci âyet-i kerîmeye gelince,
devlet işlerinde yüksek tecrübe sahibi olduğu için, devlet
rûhunu teslim edip rahmet-i ilâhiyyeye kavuştu.
erkânı, onun parlak fikirlerinden istifâde ederdi. Fertlerin ve
toplumun hâlet-i rûhiyesini çok iyi bilir, herkesle iyi geçinirdi.
Halîl İbrâhim (aleyhisselâm) makamında bulunan hanımının
Allahü teâlâya çok ibâdet eder, haram ve şüphelilerden
kabri yanına defnedildi. Haleb’in dışında bulunan kabirleri çok
şiddetle kaçınırdı. Güvenilir ve doğru sözlü idi. Kaynaklarda
güzel ve latîf bir ziyâretgâhtır. Kâşârirnin hanımı Fâtıma-i
eseriyle ilgili bilgiye rastlanmamıştır.
fakîhe, büyük fıkıh âlimi Alâüddîn-i Semer’kândî’nin kızıdır,
İlminin, ahlâkının vie cemâlinin güzelliği her yere yayılmış,
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
1) Devhat-ül-meşâyıh sh. 108
2) Silk-üd-dürer cild-1, sh. 12, 13
3) İlmiye salnamesi sh. 549
babasının yazdığı “Tuhfet-ül-fukahâ” kitabını ezberlemişti.
Onunla evlenmek için, çok fakîhler talip olmuşlardı. Hattâ Türk
sultanlarından da teklif gelmişti. Hiçbirine vermedi. O sırada
Kâşânî, Alâüddîn-i Semerkândî’ye gelip fıkıh öğrenmeye
başladı. O da, onunla meşgûl oldu. Bütün eserlerini okutup
ezberletti. Usûl ve füru’ ilimlerinde emsalleri arasında çok
yükseldi. Hocasının “Tuhfe” kitabını şerh ederek ona takdim
4) Kâmûs-ül-a’lâm cild-1, sh. 534
etti. Hocası tarafından çok beğenildi. Hocası bundan
ziyadesiyle memnun kalmıştr. Bunun mükâfatı olarak, kızı
Fâtıma-i fakîhe ile onu evlendirdi. Hanımı; nikâhının mehri
olarak bu şerhini kabûl etti. Başka bir şey istemedi. Bundan
dolayı asrındaki büyük fıkıh âlimleri, onun için; “Tuhfe’sini şerh
KÂSÂNÎ
Hanefî âlimlerinden. İsmi, Ebû Bekr bin Mes’ûd bin Ahmed
Alâüddîn-i Şâşî’dir. “Alâüddîn” ve “Melîk-ül-ulemâ” lakabları ve
“Kâşânî” nisbetiyle meşhûr oldu. Kâşân, Türkistan’da Seyhun
nehrinin kuzeyindeki Fergana bölgesinde bulunan Şâş’ın
arkasında, sağlam bir kalenin de bulunduğu büyük ve güzel
bir beldedir.
etti, kızını aldı” dediler.
Kasanı, hanımı Fâtıma-i fakîhe ve babâsi Alâüddîn-i
Semerkândî, üçü de aynı zamanda fetvâ verirlerdi. Bir evde üç
müftî olup, herbirinin fetvâsı çok yere yayılmıştı. İbn-ül-Adîm,
onun hakkında diyor ki, “Benim babam, Fâtıma-i fakîhe’nin
Hanefî mezhebinin mes’elelerine vâkıf olduğunu ve mezhehi
“çok iyi naklettiğini, çok defa o, kocası, Alâüddîn-i Kâşânî’nin
fetvâlarındaki noksanlıkları gösterdiğini ve kocasının da, onun
re’yine rücû ettiğini bildirdi. Kocası, ona çok hürmet ederdi. İlk
okutmakta idi. Kâşânî’nin Halâviyye Medresesi’nde okuttuğu
defa, babası ve kendisi tarafından imza edilen fetvâlar çıkardı.
derslere birçok talebe devam etmiş ve hepsi de derslerinden
Evlenince de, her üçünün imzası ve elyazısı bulunan
çok istifâde ederek, aralarında yüksek âlimler yetişmiştir. Oğlu
müşterek fetvâlar çıkardılar.”
Mahmûd ve “Mukaddimet-ül-Gazneviyye” kitabının sahibi
Ahmed bin Mahmûd, ondan fıkıh ilmini öğrenerek yetişen
Haleb şehrindeki Halâviyye Medresesinin fakîhlerinden birisi
âlimlerdendir.
olan Dâvûd bin Ali diyor ki, “Ramazân-ı şerîfte, fakîhler için
iftar yemeği vermeği ilk olarak âdet hâline getiren Fâtıma-i
Bir aralık Şam’a gelen bu büyük Hanefî âliminin meclisinde,
fakîhe’dir. Kolundaki iki bileziği çıkarıp sattığını öğrendik.
orada bulunan Şafiî fakîhleri toplanıp, Şafiî ve Hanefî
Aldığı paralarla yiyecek satın alıp, her gece fukahâya (fıkıh
mezhebleri arasındaki farklı bir mes’elede onun konuşmasını
âlimlerine) yemek verdi. O zamandan bugüne kadar, o hâl ve
istediler. Daha sonra da birçok mes’ele ortaya koydular.
âdet devam edip gelmekedir.”
Kâşânî de, ta’yin edilen her mes’ele hakkında konuşmaya
başladı. Her birisi için, “Buna bizim mezhebimizin âlimlerinden
Hanefî fıkhında büyük bir âlim olan Alâüddîn-i Kâşânî, çok yeri
filân filân kimseler şöyle dediler” diye cevaplar verdi. Her
dolaşmış ve geniş ilmî faaliyetlerde bulunmuştur. Güzel yüzlü
mes’elede, İmâm-ı a’zam Ebû Kanîfe’nin mezhebindeki
idi. Müslümanlara hizmet etmeyi çok severdi. Cesâreti çoktu.
âlimlerden birisinin, bir ictihâdı bulunduğunu bildirdi. Onun her
Ehl-i sünnet i’tikâdının temsilcilerinden olan bu büyük âlim
mes’eledeki derin ilmine hayran kaldılar. O şekilde meclis
zamanındaki mu’tezile i’tikâdındaki bid’at ehli ile sık sık
tamamlanmış oldu.
mücâdele eder, onların bozuk, yanlış fikirlerini kuvvetli
delîllerle çürütürdü. Bir defasında; “Bir mes’elede iki
İbn-i Adîm anlatıyor: Hanefî mezhebinin büyük fıkıh
müctehidin ictihâdları ayrı ayrı olunca, onların ikisi de isâbet
âlimlerinden Ahmed bin Yûsuf bin Muhammed el-Ensârî bana
etmiş midir? Yoksa, onlardan birisi hatâ etmiş sayılır mı?”
bildirdi ki, Kâşânî, Haleb’den memleketine dönmek istemişti.
mes’elesi konu edilmişti. Orada bulunanlardan birisi İmâm-ı
Hanımı da istekli olduğundan, gitme arzusu fazlalaştı. Âdil bir
a’zam hazretlerinden naklen, onun; “Her müctehid, ictihâdında
sultân olup, âlimleri de çok seven Nûreddîn Mahmûd-i Şehîd,
isâbet etmiş sayılır” dediğini bildirdi. Alâüddîn-i Kâşânî, hemen
durumu öğrenince, Kâşânî’ye hemen bir haberci gönderip
ona: “Hayır! Bilâkis o, iki müctehidden birisi isâbet etmiştir.
yanına çağırdı. Haleb’de kalmasını te’mine çalıştı. O da,
Diğeri ise ictihâ dında hatâ etmiş olur, buyurdu. Çünkü hak,
“Yolculuğa hazırlandık, aynı zamanda hanımım da hocamın
ya’nî doğru, bir tanedir. Sizin dediğiniz, mu’tezilenin
kızı olur. Bu yüzden memleketimize dönmemiz gerekiyor”
görüşüdür” diye cevap verdi.
deyip, kalmalarının mümkün olmayacağını beyân etti. Sultan,
mektûp ile birlikte haberci bir kadın gönderdi. Kadın gidip,
Alâüddîn-i Kâşânî, bir ara Konya’da Selçuklu sultânı birinci
Kâşânî’nin hanımına, sultanın ricasını bildirdi. Haleb’de
Mes’ûd’un sarayında bulunmuştu. Orada bulunan âlimlerle
kalmalarını çok arzu ettiğini söyledi. O da emre uyup,
aralarında geçen ilmî münâzaralar, kendisinin hükümdârla
Haleb’de kaldı. Vefât, edinceye kadar başka bir yere gitmedi.
arasının açılmasına sebeb oldu. Hattâ bir ara onu saraydan
O vefât edince, Haleb’in dışında bulunan Halîl İbrâhim
uzaklaştırmak istedi. Kâşânî’nin kıymetini bilen vezîri araya
(aleyhisselâm) makamına defnedildi. Burası çok mübârek bir
girip: “Bu büyük ve muhterem bir âlimdir. Onu buradan
yer olup, kocası Kâşânî, ölünceye kadar her Cum’a gecesi
göndermiyelim” diye sultâna ricada bulundu. Bunun üzerine,
gelip hanımını ziyâret etmeyi terk etmedi. Hanımının kabri
Haleb Atâbeki Sultan Nûreddîn Zengî’nin yanına gönderildi.
yanında yaptığı duâsı kabûl olurdu. Bu hâl, Haleb’de meşhûr
Haleb’de çok iyi karşılanan Kâşânî, ilminin büyüklüğü
olmuştu. Onların kabirleri, bütün ziyâretçilerin yanında “Karı-
sebebiyle kısa zamanda meşhûr oldu. Herkes, kendisinin
koca kabri” diye bilinmektedir.
ilmine hayran olmuştu. Oradaki âlimlerin isteği üzerine, bizzat
Sultan Nûreddîn Zengî tarafından 543 (m. 1148) târihinde inşâ
Hanefî âlimlerinden Muhammed bin Hamîs diyor ki:
edilen Halâviyye Medresesi’ne müderris olarak ta’yin edildi.
“Kâşânî’nin ölümü zamanında yanında idim. Kur’ân-ı kerîm
Kendisinden evvel orada, Radıyüddîn es-Serahsî ders
okumakla meşgûldü, İbrâhim sûresinin yirmiyedinci; “Allahü
teâlâ mü’minleri, dünyâda ve kabirde, kavl-i sabit olan Kelime-i
kerîmedeki “Hikmet’ten muradın, fıkıh ilmi olduğunu bildirdiler.
şehâdet üzere tesbit ve tahkim etti.” meâlindeki âyet-i
Resûlullah ( aleyhisselâm ) efendimiz de buyurdu ki: “Dinde,
kerîmeye geldi. “Ve fil-âhıreti” kelâmını söyleyince, rûhu
Allahü teâlâya fıkıhtan daha faziletli bir şeyle ibâdet edilmedi.
bedeninden ayrılıp, bir ânda Cennet-i a’lâya gitti.”
Şeytana karşı birfakîh, bin âbidden (ibâdeti çok
yapandan) daha kuvvetlidir.”
Başlıca eserleri şunlardır:
Birgün Hazreti Ömer’in yanına Şam’dan bir adam gelip, “Sana
1. Bedâyı’-üs-sanâyı’ fî tertîb-iş-Şerâyı’: En mühim eseri, bu
gelmemin sebebi şudur ki, namazımı doğru olarak kılabilmek
kitabıdır. El yazması üç cild olan bu eser, yedi cild hâlinde
için, teşehhüdü (Ettehiyyâtü... duâsını) öğrenmeye geldim”
basılmıştır. Bu kitap hakkında, Hanefî fıkhına dâir yazılmış
dedi. Hazreti Ömer ( radıyallahü anh ) onun ilim için olan bu
tertîb bakımından ilk sistemli eserdir, denilmiştir. Hocasının
gayretine bakıp çok ağladı. Hattâ ağlamaktan sakalları
“Tuhfet-ül-fukahâ” kitabının şerhi olmakla beraber, değişik bir
ıslanmıştı. Sonra buyurdu ki: “Yemîn ederek söylüyorum.
tarzda hazırlanmıştır. Şerh olduğu hiç belli değildir. Sanki
Muhakkak ki ben, Allahü teâlânın sana sonsuz olarak azâb
metnin taklididir. Meselâ metin, husûsî işâretlerle şerhten
etmeyeceğini ümid ederim”. Bu şekilde ilim öğrenmek için
ayrılmamıştır. Ayrıca bu eserde, “Tuhfe”nin tertîb ve sistemi
gösterilen gayretleri bildiren haberler ve eserler,
ta’kib edilmemiş, bilakis yepyeni bir tertîb ortaya konmuştur.
sayılamıyacak kadar çoktur.
Yalnız şu kadar var ki, Kâşânî bu eserinde, hocasının
kitabının ifâdelerini değişik bir tertîble aynen muhafaza etmiş,
Kâşânî ( radıyallahü anh ) aynı kitapta buyurdu ki:
“Tuhfe”ye sâdık kalmıştır.
“Abdest; yıkamak ve mesh için kullanılan bir isim olup, Allahü
Kâşânî, bu kitabını, eski ve yeni birçok eserlerden toplayarak
teâlâ, Maide sûresi 6. âyet-i kerîmede meâlen: “Ey îmân
hazırladığını, ifâde ederek, “Ben hocama uydum ve doğru yolu
edenler! Namaza kalkacağınız zaman, yüzünüzü ve ellerinizi
buldum” demektedir.
dirseklerinizle beraber yıkayın, başınızı (ıslak el ile) mesh edin
ve ayaklarınızı da (topuklarınızla beraber) yıkayın!” buyurdu.
2. Sultân-ül-mübîn: Dînin usûl, akâid (îmân esasları) bilgilerini
içine elan bir eserdir. Fakat yazma veya matbû’ olarak mevcût
“Rükû’ ve secdesi olan namazlarda kahkaha, yanî sesli
değildir.
gülmek, hem ahdesti bozar ve hem de namazı bozar.”
3- Kitâb-ül-Cehl.
“Cum’a namazının farzından sonra, İmâm-ı a’zama göre dört
rek’at, İmâmeyn’e göre altı rek’at sünnet kılınır. Cum’a yalnız
Kâşânî ( radıyallahü anh ) “Bedâyı-üs-Sanâyı” kitabının
bir mescidde kılınır diyen âlimlere göre, dört rek’at daha (Âhır
mukaddimesinde buyuruyor ki:
zuhur) kılmak lâzımdır.”
“Hakîkat şudur ki, Allahü teâlânın zâtına ve sıfatlarına âit
“Cum’a ve bayram namazlarında, hutbenin bir kısmını Arabca,
ilimleri öğrendikten sonra, “Helâl ve haram veya ahkâm ilmi”
bir kısmını da başka bir dil ile okumak, Arabî nazmı bozar. Bu
diye isimlendirilen fıkıh ilmini öğrenmekten daha şerefli, üstün
ise mekrûhtur.”
bir ilim yoktur. Bunun için, Allahü teâlâ peygamberler
gönderdi, kitaplar indirdi. Çünkü, O’nun bildirmesi olmadan,
“Keffâret için ibâha, ya’nî kendisini doyurması için fakire, Fülûs
sırf akıl ile bunları bilmek mümkün değildir. Nitekim Allahü
(kâğıt para) da verilebilir.”
teâlâ Bekâra sûresi 269. âyet-i kerîmede meâlen: “Hak teâlâ,
dilediği kuluna faydalı ilim verir ve onun icâbları ile amel ettirir.
“Mekke’deki evleri, hac zamanında hacılara kira ile vermek
Hattâ bunun sebebiyle, onu rızâsına erdirir. Kime hikmet
mekrûhtur.”
verilmiş ise, ona çok hayır verilmiştir ki, o hayır
âhırettendir” buyurmaktadır. Birçok tefsîr âlimleri, bu âyet-i
“Abdullah bin Abbâs (r.anhümâ) buyurdu ki, Resûlullahın (
aleyhisselâm ) yanında oturuyorduk. Bir köylü, tavşan kebabı
hediyye getirdi. Bize “Yiyiniz!” buyurdu. Muhammed bin Saffân
Büyük bir muhaddis olan Kâsım bin Ali hafız olup, yüzbinden
( radıyallahü anh ) dedi ki, iki tavşan yakaladım, kestim.
çok hadîs-i şerîfi senet ve metinleriyle birlikte ezberlemişti.
Resûlullaha sordum, ikisini de yememi buyurdu.”
Sadûk (güvenilir) sağlam bir râvî idi. Nâsır-üs-sünnet diye
anılırdı. Hâfız Münzirî diyor ki; “Onunla Medine’de karşılaştım.
Bildiği bütün hadîs-i şerîfleri, bana ezberinden yazdırıyordu.
1) Tuhfet-ül-fukahâ (Taşköprü zâde) sh. 95, 102
2) Fevâid-ül-behiyye (Lüknevî) sh. 53
3) Miftâh-ül-se’âde (Taşköprü-zâde) cild-2, sh. 273, 274, 285
4) Keşf-üz-zünûn sh. 230
Sonra beni, onları aldığı asıl kaynaklarına gönderdi. Ben de
kabûl ettim. Onların hepsinin, öğrendiklerimin aynısı olduğunu
gördüm. İbn-i Nakata dedi ki: “O, güvenilir bir râvîdir.”
Cihâdın faziletleri hakkında iki cildlik bir eser yazdı. Bundan
başka “Fedâil-ül-medîne” ve “Fadâil-ül-Mescid-il-Aksâ” adında
iki eseri vardır. Babasının vefâtından sonra Dâr-ül-hadîs-inNûriyye reîsliğine ta’yin edilmişti. Bu vazîfesinin karşılığı
5) Tam İlmihal Se’âdet-i Ebediyye sh. 1028
olarak hiçbir şey almadı. Hattâ onun suyundan içmedi ve
abdest almadı denilmiştir. Zühd ve vera’ sahibiydi.
Çok kitabı tekrar yazardı. Hattâ babasının Târih-i Dımeşk’ını
çoğaltmak için iki kere yazdı. Ayrıca ona bir de “Zeyl”
KÂSIM BİN ALİ (Ebû Muhammed İbni Asâkir)
yazmaya başlamış, fakat tamamlayamamıştır. Fedâil-ül-Kuds
isminde ayrıca kıymetli bir eseri daha vardır.
Şafiî fıkıh ve hadîs âlimlerinden. İsmi, Kâsım bin Ali bin Hasen
bin Hibetullah ed-Dımeşkî’dir. Künyesi Ebû Muhammed olup,
Şam’da yetişen meşhûr hadîs âlimlerinden İbn-i Asâkir’in
oğludur. Lakabı “Behâüddîn”dir. 527 (m. 1133) senesi
1) Mu’cem-ül-müellifîn cild-8, sh. 106
Cemâzil-evvel ayında Şam’da doğdu. Kâsım bin Ali; Şam’da
Ebü’l-Hüseyn es-Sülemî, Nasrullah el-Masîsî, Kâdı Ebü’lMeâlî Muhammed bin Yahyâ el-Kureşî, amcası, dedeleri Kâdı
Zekî Yahyâ bin Ali el-Kureşî ile Cemâl-ül-İslâm bin Müslim esSülemî’den ve daha birçok âlimden hadîs-i şerîf dinleyip
ezberledi. Hadîs âlimlerinden Ebû Abdullah-i Ferâvî ile
Hâristan kadısı Hasen bin Abdülmelik el-Hellâl ve ikisinin
2) Tabakât-üş-Şâfiiyye cild-8, sh. 352
3) Tezkiret-ül-huffâz cild-1, sh. 368
4) Esmâ-ül-müellifîn cild-1, sh. 828
5) Şezeret-üz-zeheb cild-4, sh. 347
tabakasından olanlar ona icâzet vermişlerdir. Hadîs ilminde
yüksek bir ilme sahip oldu. Şam’da Sultan Nûreddîn Zengî
6) Vefeyât-ül-a’yân cild-3, sh. 311
tarafından yaptırılan Dâr-ül-hadîs-in-Nûriyye Medresesi
meşihat makamına ta’yini yapıldı. Vera’ sahibi bir zât olup,
7) Zeyl-i Kitâb-ir-ravdateyn sh. 47
haramlara düşme korkusundan mübahların çoğunu terkederdi.
Bid’atları yok etmede çok gayretliydi. Latife yapması çoktu. Bir
ara Mısır’ı ziyâret etti. Oradakiler kendisinden çok hadîs-i şerîf
öğrendiler. 600 (m. 1203) senesi Safer ayının dokuzuncu
günü Şam’da vefât etti. Bâb-üs-sagîr kabristanının avlusunun
KÂSIM BİN ASBAG BEYYÂNÎ
dışında babasının yanına defnedildi. Orada Sahâbe-i
Tefsîr ve hadîs âlimi. Künyesi Ebû Muhammed’dir. 247 (m.
Kirâmdan Hazreti Mu’âviye’nin ve başkalarının da kabirleri
861)’de doğdu. 340 (m. 951) senesinde Kurtuba’da vefât etti.
vardır.
Bakıy bin Mahled, İbn-i Vadâh, Matraf bin Kays, Esbag bin
Halîl, Abdullah bin Meysere ve diğer âlimlerden hadîs-i şerîf
4) Tabakât-ül-müfessirîn cild-2, sh. 251
işitip, rivâyet etmiştir. Aslen Endülüslü olup, ilim tahsili için
seyahatlere çıktı. Çok âlimle görüşüp, ilim öğrendi. Mekke’de
5) Bugyet-üt-vuât cild-2, sh. 251
Muhammed bin İsmail es-Sâig, Ali bin Abdülazîz’den; Irak’da
Kâdı İsmail’den, İbn-i Ebî Heyseme’den, Muhammed bin
İsmail Tirmizî’den, Ahmed bin Hanbel hazretlerinin oğlu
Abdullah’dan, İbn-i Kuteybe’den, Haris bin Ebû Üsâme’den ve
diğer âlimlerden ilim aldı. Mısır’da ise Muhammed bin
KÂSIM BİN HÜSEYN EL-HAREZMÎ
Abdullah Emevî’den, Ebû Zinbag’dan, Ravh bin Ferec el-
Fıkıh, nahiv ve lügat âlimi. İsmi, Kâsım bin Hüseyn bin
Mâlikî’den ve diğer âlimlerden ilim almıştır. İlim tahsili için
Muhamed el-Harezmî olup, künyesi Ebû Muhammed’dir.
önemli ilim merkezlerine gidip, oralarda zamanın meşhûr
Lakabı Sadr-ül-efâdıl’dir. Aslen Harezmli olan Kâsım bin
âlimlerinden ilim tahsilini tamamladı. Böylece ilimde iyi yetişip,
Hüseyn, 555 (m. 1160) senesinde doğdu. Güzel ahlâk sahibi,
âlim oldu. Endülüs’e çok ilim sahibi bir âlim olarak döndü.
güler yüzlü, hoş sohbet bir zât idi. 617 (m. 1220) senesinde
Kurtuba’da yerleşti. İlimdeki üstün vasfıyla, zamanında
vefât etti.
kendine müracaat edilen kadri yüce bir âlim idi.
Kâsım bin Hüseyn, Ebü’l-Feth Yâsir bin Abdüsseyyid elHadîs ilminde yüzbin hadîs-i şerîfi senetleriyle ezbere bilip,
Mutarrizî, Burhâneddîn Nasır ve zamanının büyük
hafız derecesinde âlim idi. Tefsîr ve hadîs ilminden başka,
âlimlerinden fıkıh ilmini tahsil etti.
fıkıh ve nahiv ilminde de âlim idi. Kendisinden; torunu Kâsım
bin Muhammed, Abdullah bin Muhammed el-Belhî, Abdülvâris
Kâsım el-Harezmî, Ehl-i sünnet i’tikâdında olan âlimlerle
bin Süfyân, Abdullah bin Nasr, Muhammed bin Ahmed, Ebû
sohbet etmiştir. Zamanında bozuk i’tikâd sahibleri çoğalmıştı.
Osman Sa’îd bin Nasr, Ahmed bin Kâsım, Kâsım bin
Kendisi şöyle anlatır: “Birgün ben, hareketsizce oturan, yaşlılık
Muhammed, Ebû Amr Ahmed bin Nasûr ve daha pekçok zât
alâmetleri yüzünden açıkça anlaşılan bir âlime; “Mezhebin
hadîs-i şerîf işitip rivâyet etmiştir.
nedir?” diye sordum. O da; “Ben Hanefî mezhebindenim.
Eserleri: “Ahkâm-ül-Kur’ân”, “El-müctebâ fî ehâdîs-il
Mustafâ”, “En-Nâsih vel-Mensûh”, “Garâib-i Hadîs-i Mâlik”,
“Müsned-i Hadîs-i Mâlik”, “Birr-ül-Vâlideyn”, “El-Ensâb” gibi
eserleri vardır.
Rivâyet ettiği hadîs-i şerîflerden biri şudur.
Resûlullah ( aleyhisselâm ) buyurdu ki: “Bana mahsûs beş
isim vardır: Ben, Muhammedim. Ben, Ahmedim. Ben, Mâhiyim
ki, Allah, benimle küfrü yok eder. Ben Haşirim ki halk, kıyâmet
günü benim izimce haşr olunacaktır. Ben Âkıbim ki, benden
sonra peygamber yoktur.”
1) Mu’cem-ül-müellifîn cild-8, sh. 95
2) Dîbâc-ül-müzehheb sh. 222
3) Tezkirât-ül-huffâz cild-3, sh. 853
Harezmli değilim. Buhârâ’da ilim tahsil ettim. Oranın büyük
âlimleri ile görüştüm ve sohbetlerinde bulundum” dedi. Bunun
üzerine ben onun Mu’tezilî denilen bozuk fırkadan olmadığını
ve bu durumdan çok uzak kaldığını anladım.”
Kâsım bin Hüseyni fıkıh, nahiv ve lügat ilmine dâir birçok eser
yazmıştır. Eserlerinden ba’zıları şunlardır: 1. Şerh-ülMufassal, 2. Şerhü sıkt-üz-zend, 3. Et-Tevdîh fî şerh-ilmakâmat, 4. Lehcet-üş-şer’î fî şerhi el-fâzil-il-fıkh, 5. Şerh-ülmüfred vel-müellef, 6. Hulvet-ür-reyyâhin fil muhâdarât, 7.
Acâib-ün-nahv, 8. Şerhü Ebniyye, 9. Ez-Zevâya vel-habâya
fin-nahv, 10. El-Muhassal lil-muhassala fil-beyân.
1) Mu’cem-ül-müellifîn cild-8, sh. 98
2) Esmâ-ül-müellifîn cild-1 sh. 868
3) Bugyet-ül-vuât cild-2, sh. 252
4) Cevâhir-ül-mudiyye cild-1, sh. 410
feyizler onda toplanmış ve her bakımdan üstün olmuştur.
Kalbe, rûha âit ilimlerin kaynağı idi. Resûlullahın
5) Fevâid-ül-behiyye sh. 153
6) Mu’cem-ül-udebâ cild-16, sh. 237
Peygamberlik vazîfelerinden biri de, Kur’ân-ı kerîmin ma’nevî
hükümlerini, ya’nî Allahü teâlânın zâtına ve sıfatlarına âit
ma’rifetleri, yüksek bilgileri, ümmetinin kalblerine akıtmaktı.
Resûlullah efendimiz, tasavvuf ilminin bu yükek ma’rifetlerinin
hepsini, Hazreti Ebû Bekr-i Sıddîk’ın kalbine akıttı. O, rûh
ilminde de bir mütehassıs oldu. Hazreti Ebû Bekr-i Sıddîk da
Resûlullahdan aldığı bu feyzleri, Eshâb-ı kiramdan Selmân-ı
Fârisî’nin ( radıyallahü anh ) kalbine akıttı. Rûhu yükselten ve
KÂSIM BİN MUHAMMED
onu besleyen bu ma’rifetlere, Muhammed bin Kâsım da,
Selmân-ı Fârisî’nin sohbetlerinde bulunarak yetişip bir rûh
Tabiînin büyüklerinden, Medîne-i münevveredeki yedi büyük
mütehassısı olmuştu. Silsile-i âliyye büyüklerinden
âlimden biri. İnsanları hakka da’vet eden onlara doğru yolu
dördüncüsü olan İmâm-ı Ca’fer-i Sâdık da, bunun
gösterip, hakiki se’âdete kavuşturan ve kendilerine “silsile-i
sohbetinden feyz aldı (Bkz. Ca’fer-i Sâdık).
âliyye” denilen büyük âlim ve velîlerin üçüncüsüdür. Adı,
Kâsım bin Muhammed bin Ebû Bekr-i Sıddîk et-Teymî’dir.
Kâsım bin Muhammed, hadîs ve fıkıh ilminde zamanının en
Babası Muhammed, Hazreti Ebû Bekir’in oğludur. Annesi
yükseği idi. İlimde ve takvâda eşine rastlanamıyacak bir
Sevde, Yezdücerd’in kızı olduğundan, İmâm-ı Zeynel-âbidin
yüksekliğe erişmişti. Büyük hadîs ve fıkıh âlimlerinden Yahyâ
ile teyze çocuklarıdır. Babası Mısır’da şehîd edilip küçük
bin Saîd: “Medine’de Kâsım’dan üstün bir kimseye
yaşta yetim kalınca, halası ve Peygamberimizin mübârek
yetişmedik” derken, İbn-i Sa’d da, “Tabakât” adındaki
hanımı Hazreti Âişe’nin, yanında büyüdü. Tabiîn devrinde ve
eserinde: “Kâsım, hadîs ilminde sika (güvenilir) bir râvi, fıkıh
Hazreti Osman’ın hilâfeti zamanında 31 (m. 653) yılında
ilminde yüksek bir âlim ve her bakımdan imâm, önder olan
doğdu ve 101 (m. 721) veya 106 (m. 725) yılında Mekke ile
zâttı. Çok hadîs-i şerîf bildirdi. Takvâ ve verâ’ sahibi idi”
Medîne arasında Kudeyd denilen yerde hacca veya umreye
diyerek kendisini medhetmekte, övmektedir. Ebü’z-Zenâd da:
giderken vefât etti.
“Ben, Kâsım’dan daha çok hadîs ve fıkıh bilen bir kimse
görmedim” demektedir. Yine büyük hadîs âlimlerinden
Kâsım bin Muhammed, Hazreti Ebû Bekr-i Sıddîk’ın
Süfyân İbn-i Uyeyne de, Kâsım bin Muhammed’in devrinin en
torunudur. Eshâb-ı kiramdan birçoğuna yetişmiş ve onlardan
büyük âlimi olduğunu söylemiştir. Ömer bin Abdülazîz’in de:
birçok ilim öğrenip başta halası Hazreti Âişe, Ebû Hüreyre,
“Eğer birini yerime halife seçmem icâb etseydi, Kâsım’ı
Abdullah İbni Abbâs ve Abdullah İbni Ömer, Hazreti Muâviye
seçerdim” dediği rivâyet edilmiştir. Ömer bin Abdülazîz,
gibi meşhûr sahâbîlerden hadîs-i şerîf rivâyetinde
halifeliği zamanında Kâsım bin Muhammed’i, halası Hazreti
bulunmuştur. Kendisinden de, Tabiînin büyüklerinden oğlu
Âişe’ye âit olan ne kadar hadîs-i şerîf ve başka rivâyetler
Abdurrahmân, Sâlim bin Abdullah, İmâm-ı Şa’bî,
biliyorsa, onların hepsini toplamakla görevlendirmiştir. Hattâ
akranlarından İbn-i Amr, Yahyâ bin Saîd ve Sa’d bin Saîd el-
Ömer bin Abdülazîz bir keresinde, ilmin yok olup, âlimlerin
Ensârî, Abdullah bin Ömer, Sa’d bin İbrâhîm, Abdullah bin
son bulması endişesi üzerine Medine vâlisi Ebû Bekir bin
Avn ve daha birçoğu hadîs-i şerîf rivâyet etmişlerdir.
Muhammed bin Hazne’ye mektûb yazarak şöyle demiştir:
Tasavvuf ilminde mütehassıs idi. Vera’ ve takvâda (Allahü
“Resûlullahın ( aleyhisselâm ) hadîs-i şerîflerini, sünnetlerini,
teâlânın haram ettiklerinden sakınıp kaçınmada) eşi yoktu.
Amre binti Abdurrahmân el-Ensârî’nin ve Kâsım bin
Muhammed’in rivâyetlerini araştır ve yaz! Zira ben ilmin yok
Dedesi Ebû Bekr-i Sıddîk ( radıyallahü anh ) Peygamber
efendimizden ve Peygamberlerden sonra insanların en
üstünü oldu. Resûlullahdaki bütün üstünlükler, ilimler ve
olup, âlimlerin de tükenmesinden korkuyorum.” Amre ve
Kâsım bin Muhammed’in her ikisi de Hazreti Âişe’nin talebesi
olup, O’nun Resûlallahtan rivâyet ettiği hadîs-i şerifleri en iyi
âlimdi. Ebû Eyyûb-i Sahtiyânî de: “Ondan daha faziletli bir
bilenlerdi.
kimse görmedim” dedi. İmâm-ı Buhârî de, “Zamanının en
fazîletlisiydi” demiştir.
Kâsım bin Muhammed, hadîs-i şeriflerin hem ma’nâsına ve
hem de lâfzlarına, harflerine dikkat ederek rivâyet ederdi.
Hazreti Aişe: Peygamberimizin, yağmur yağdığını gördüğü
Halbuki Tabiînden ba’zı hadîs âlimleri, hadîs-i şerîfleri
zaman “Allahım! Onu bereketli, mübârek eyle!” diye duâ
ma’nâsı ile rivâyet etmekte bir beis görmüyorlardı. Fakat
ettiğini bildirdi.
Tabiînden muhaddislerin çoğu hadîs-i şerîflerin,
Peygamberimizden işitildiği şekilde rivâyet edilmesi üzerinde
“Muhakkak ki Allahü teâlâ sizin her birinizi, yavrunuzu
ittifâk etmişlerdir. Kâsım bin Muhammed, hadîs-i şerîf rivâyet
beslediğiniz gibi yiyecekle rızıklandırır. Hattâ onu Uhud dağı
ederken en ince noktalarına kadar dikkatli hareket eder, bir
kadar yapar.”
harfin bile değiştirilmesini uygun görmezdi.
Peygamberimiz bir kerresinde: “Sizden öncekilerden
O, fıkıh ilminde de yüksek bir âlimdi. Medine’de yetişen ve
mahşerde gölgelenecek olanların kimler olduğunu biliyor
kendilerine “fukahâ-i seb’a” adı verilen yedi büyük âlimden
musunuz?” deyince, Eshâb-ı kiram, “Allah ve Resûlü daha iyi
birisiydi. Allah ve Resûlü adına konuşmanın ve dînî
bilir!” dediler. “Onlar, kendilerine haklarından birşey verildiği
mes’elelerde fetvâ vermenin mes’ûliyetini en iyi şekilde idrak
zaman kabûl ederler. Kendilerinden bir şey istendiğinde
edenlerdendi. Yahyâ bin Saîd’in bildirdiği şu sözleri, bunu
hemen verirler ve insanlar hakkında kendileri için olan hüküm
açıkça göstermektedir: “İnsanın, Allahın hakkını bildikten
gibi hüküm verirler” buyurdular.
sonra câhil olarak yaşaması, bilmediği şeyi söyleyerek fetvâ
vermesinden hayırlıdır.” Halbuki, Abdurrahmân bin Ebû
Zenâd, O’nun hakkında: “Peygamberimizin sünnetini Kâsım
bin Muhammed’den daha iyi bilen birisini görmedim. Hattâ
öyle idi ki, sünneti bilmeyeni âlim saymazdı” diyor.
Kendisinden bir mes’ele sorulunca; “Anlamıyorum,
bilmiyorum!” derdi. Ona sormayı çoğalttıkları zaman da:
“Vallahi, sorduğunuz her şeyi bilmiyoruz. Şayet bilseydik,
sizden saklamazdık. Çünkü bildiklerimizi saklamamız bize
helâl olmaz” derdi. Dînî mes’eleler hakkında çok hassas
davranır, ancak açık olanları hakkında fetvâ verirdi. Her
sabah Mescid-i Nebî’ye gelir, iki rek’at namaz kılar, sonra
Resûlullahın minberi ile kabri arasına oturur, kendisine
“Bir kimse, bir kadının güzelliğine bakmak isteyip de, ondan
gözünü çevirirse, Allahü teâlâ onun kalbine ibadet zevkini
sokar ve böylece ibadetin tadını bulur.”
Kâsım bin Muhammed şöyle bildiriyor: Resûlullah efendimizin
eshâbından birisinin gözleri görmeyip, a’mâ oldu. Sonra O’nu
ziyârete gittiler. Bu zât şöyle dedi. “Ben, Peygamberimizi (
aleyhisselâm ) görmek için gözlerimin görmesini istiyordum.
Fakat şimdi Resûlullah ( aleyhisselâm ) âhırete irtihâl etti.
Allaha yemîn ederim! Eğer Yemen’deki Tübâle beldesinin
geyiklerinin bir geyiğindeki gözler bende olsa artık buna
sevinmem”.
sorulan mes’elelere fetvâ verirdi. Nitekim mezheb
İmâm-ı Buhârî, Kâsım bin Muhammed’in “Bülûğa erdiğimiz
imamlarından Mâlik bin Enes ( radıyallahü anh ) de onun
günden beri hep üç rek’at vitir namazı kılındığını gördük”
hakkında: “Kâsım, bu ümmetin, fakîhlerinden idi” buyurmuştu.
dediğini naklediyor.
Kâsım bin Muhammed, çok mütevâzi, alçak gönüllü idi. Bir
Kâsım bin Muhammed, şöyle bildiriyor: “Bir gün halam
gün köylünün birisi O’na gelip; “Sen mi daha çok biliyorsun,
Hazreti Âişe’nin yanına vardım. O’na: “Ey Ana! Bana
Sâlim bin Abdullah mı?” diye sordu. Ona cevap olarak
Peygamber efendimizin kabrini aç!” dedim. Bunun üzerine
“Burası Sâlim’in evidir” deyip başka hiçbir şey konuşmadı.
bana Hücre-i Se’âdeti açtı. Üç kabir gördüm. Pek yüksek
Muhammed bin İshâk bunun hakkında: “O benden daha iyi
değillerdi. Pek yerle beraber de değillerdi. Üzerlerine kızılca
bilir deyip, yalan söylemeyi veyahut ben ondan daha iyi
Batha taşcağızları dökülmüştü. Peygamber efendimizin
bilirim diyerek kendisini üstün göstermeyi istemedi” derdi.
şerefli kabri hepsinden ilerde idi. Hazreti Sıddîk’ın başı, Fahr-i
Halbuki Kâsım bin Muhammed, her ikisinden daha çok
kâinat hazretlerirln mübârek sırtı hizasında, Hazreti Ömer’in
KÂSIM BİN MUHAMMED ŞÂŞÎ
başı da Resûlullah ( aleyhisselâm ) efendimizin ayağı
hizasında idi.”
Şafiî mezhebinin meşhûr fıkıh âlimlerinden. Künyesi, Ebü’lHasen’dir. Doğum târihi bilinmemekte olup, 400 (m. 1010)
Yine Kâsım bin Muhammed anlatıyor: “Âdetim üzere yine bir
yıllarında vefât etmiştir. Mâverrâünnehr’de Şaş köyünden
gün sabah namazını kıldıktan sonra, halam Hazreti Âişe’yi
olduğu için Şâşî denilmiştir. Babasının da Şafiî mezhebi fıkıh
ziyârete gittim. O kuşluk namazını kılıyor ve
âlimlerinin meşhûrlarından olması, onun küçük yaşta ilim
namazında, “Allah, lütuf edip bizi kavurucu azâbdan
tahsiline başlamasına vesile olmuş ve üstün ilim sahibi
korudu.” âyet-i kerîmesini okuyor, ağlıyor ve durmadan tekrar
âlimlerden ilim öğrenmesine sebep olmuştur. Şam, Irak ve
ediyordu. Beklemekten usandım. O bitirmedi, ben de
birçok ilim merkezlerine gidip, başta Halîmî olmak üzere
bırakarak çarşıya çıktım. Kendi kendime: “İşimi bitireyim,
birçok âlimden ilim öğrenmiştir. Şafiî mezhebinde fıkıh âlimi
sonra ziyâretine giderim” dedim, işimi bitirip döndüğümde
olarak yetişmiş ve memleketi Mâverâünnehre dönüp orada
yine aynı hâlde âyet-i kerîmeyi tekrar ederek ağlamakta
Şafiî mezhebini yaymıştır. Vakitlerini ilim öğrenmek, öğretmek
olduğunu gördüm.
ve ibâdetle geçiren Ebü’l-Hasen Şâşî, ilminin çokluğu,
hafızasının kuvveti, güzel ahlâkı, tatlı dilli ve güler yüzlü
Buyurdu ki: “Bizden önce yaşayan büyüklerimiz, başa gelen
olması ile meşhûr olmuştur. Böyle güzel husûsiyetlerin sahibi
musîbetleri güzellikle karşılamayı, kendilerine verilen
olan bu mübârek âlim, insanlara güzel nasihatlerde bulunmuş,
ni’metleri de tezellül (alçak gönüllülük) ederek karşılamayı
bu nasihatlerinde, Allahü teâlânın emir ve yasaklarını Ehl–i
severlerdi.”
sünnet âlimlerinden ve kitaplarından öğrenmeyenlerin, yanlış
yollara sapmaktan kurtulamayacaklarını, yanlış yollara
sapanların da ebedî saadete kavuşamayacaklarını bildirmiştir.
1) Vefeyât-ül-a’yân cild-4, sh. 59
2) Tabakât-ı İbni Sa’d cild-5, sh. 187
“Et-Tahrib fî şerh-il-muhtasar-il-müzenî” adlı bir eseri vardır.
Bu eser Şafiî mezhebindeki fıkıh mes’elelerine dâir beş temel
kitaptan biri olan, “Muhtasâr-ül-müzenî” adlı kitabın şerhidir.
3) Hilyet-ül-evliyâ cild-2, sh. 183
4) Tehzîb-üt-tehzîb cild-8, sh. 333
1) Tabakât-üş-Şâfiiyye cild-3, sh. 472
5) Şezerât-üz-zeheb cild-1, sh. 135
2) Mu’cem-ül-müellifîn cild-8, sh. 119
6) El-A’lâm cild-5, sh. 181
3) Esmâ-ül-müellifîn cild-1, sh. 827
7) Tezkiret-ül-huffâz cild-1, sh. 96
4) Keşf-üz-zünûn cild-1, sh. 466
8) Reşâhat Ayn-ül-hayat sh. 12 (Arapça)
9) Câmi’u kerâmât-il-evliyâ cild-2, sh. 236
KÂSIM BİN MUHAYMİRE
10) Rehber Ansiklopedisi cild-9, sh. 324
Tanınmış hadîs âlimlerinden. Künyesi Ebû Urve’dir. Kûfe’de
11) Se’âdet-i Ebediyye sh. 1027
doğdu. Ancak, doğum târihi bilinmemektedir. 100 (m. 718)
yılında vefât etti. Ticâretle geçimini temin ederdi. Şam’a gidip
yerleşti. Orada vefât etti. Abdullah bin Amr bin Âs, Ebû Saîd
el-Hudrî, Ebû Ümâme, Ebû Meryem el-Ezdî, Alkame bin
Kays, Ebû Bürde bin Ebî Mûsâ, Abdullah bin Akîm, Şureyh
“Bir kimse câmiye gittiği zaman, her adımı onun hem bir
bin Hânî, Süleymân bin Büreyde ve başkalarından (r.anhüm)
derece yükselmesine ve hem de, bir günâhının yok olmasına
hadîs-i şerîf rivâyet etti. Kendisinden de, Ebû İshâk Sebîî,
sebeb olur. Aynı zamanda, câmiye kendisinden sonra gelen
Semmak bin Harb.
herkesten, onun için bir miktar sevâb yazılır.”
Abdurrahmân bin Yezîd bin Câbir, Hakem bin Uteybe, Mûsâ
Anlatılır ki, “Bir kimse insanların başına geçer ve onların
bin Süleymân (r.anhüm) hadîs-i şerîf rivâyet etmiştir.
ihtiyâcını giderirse, Allahü teâlâ da kıyâmet günü ona yardım
eder, sıkıntısından kurtarır.”
Kâsım bin Muhaymire, ilmiyle amel eden bir zâttı. Az ile
kanâat ederdi. Ömer bin Abdülazîz’in yanına gitmişti. Ömer
Amr bin Şurahbil eş-Şa’bî bildirdi: Eshâb-ı kiramdan Sa’d bin
bin Abdülazîz, onun yetmiş dinarlık borcunu ödediği gibi, elli
Ubâde’nin oğlu Kays ( radıyallahü anh ) buyurdu ki: “Bize,
dinarlık da bir maaş tahsis etti. Ayrıca yanına hizmetçi verdi.
zekât farz olmadan önce, fıtra verir, Ramazan-ı şerîf orucu
Bunun üzerine Kâsım bin Muhaymire ( radıyallahü anh ),
farz olmadan önce Aşûra orucu tutardık.”
Ömer bin Abdülazîz’in ( radıyallahü anh ) bu ihsânları
karşısında Allahü teâlâya hamd etmiştir.
Kâsım bin Muhaymire’nin rivâyet ettiği hadîs-i şerîflerden
ba’zıları:
Ebû Humeyd’den rivâyet etti: “Bir mü’minin başı ağrır veya
ona acı veren bir diken isâbet ederse, Allahü teâlâ bu yüzden
kıyâmet gününde ona karşılık hem bir derece verir ve hem de
günahına keffâret yapar.”
1) El-A’lâm cild-5, sh. 185
2) Tehzîb-üt-tehzîb cild-8, sh. 337
3) Hilyet-ül-evliyâ cild-6, sh. 79
4) Tezkiret-ül-huffâz cild-1, sh. 122
Şüreyh bin Hânî’den rivâyet etti; Hazreti Âişe’ye, mest
üzerine meshi sordum. “Ali’ye git” dedi. Hazreti Ali’ye gittim.
Ona sorunca, Resûlullah ( aleyhisselâm ) bize “Mukîm
KÂSIM BİN SELLÂM (Ebû Ubeyd)
olunca, bir gün ve gece, mest üzerine mesh yapabileceğimizi,
bu müddetin, yolcu için üç gün üç gece olduğunu.” buyurdu,
dedi.
Fıkıh, tefsîr ve hadîs âlimi. Künyesi Ebû Ubeyd olup, ismi
Kâsım bin Sellâm el-Havârî’dir. 154 (m. 770)’de Herat’da
Abdullah bin Ömer’den rivâyet etti: Resûlullah ( aleyhisselâm
doğan Ebû Ubeyd, zamanının müctehid ve imamlarından
) buyurdu ki: “Müslümanlardan birinin vücûduna bir
olup, edebiyat, fıkıh, tefsîr, hadîs, hukuk, kelâm alanlarında
rahatsızlık gelirse, Allahü teâlâ, onu koruyan hafaza
meleklerine, bu kulumun daha önce yapıp da, hastalığı
sebebiyle yapamadığı, her gün ve geceki amellerini yapmış
gibi yaz, buyurur.”
söz sahibi idi. Bağdâd’da yetiştiği için Ebû Ubeyd el-Bağdâdî
olarak da tanınır. Kâsım bin Sellâm, Sabit bin Nasr bin Mâlik
zamanında, 18 sene Tarsus kadılığı yapmıştır. Hacca
gittiğinde, rü’yâsında Peygamberimizi görünce orada kalmış,
Buyurdular ki:
“Soframda iki çeşit yemek bulunmamıştır.”
224 senesinde (m. 839) Medine’de vefât etmiştir.
Kâsım bin Sellâm, Kur’ân-ı kerîm ilimlerini; Kisaî, İsmail bin
“Kendi görüşünü beğenip, onu kabûl ettirmek için münâkaşa
Ca’fer, Şücâ bin Ebî Nâsır’dan, hadîs-i şerîf ilmini; İsmail bin
eden ve bunda ısrar eden bir kimseyi görürseniz, onun
İyâs, İsmail bin Ca’fer, Hüşeym bin Beşîr, Şüreyk bin
hüsrana uğraması tamam olmuş demektir.”
Abdullah, Süfyân bin Uyeyne, Abbad bin Abbad, Abbad bin
kabûl etmedi. Dönünce Abdullah bin Tâhir ona otuzbin dinar
Avvâm ve İbn-i Hişâm’dan, lügat ilimlerini; Ömer bin Müsennâ,
verdi. Ebû Ubeyd “Ey emîr, bu parayı kabûl ediyorum. Fakat
Kisâî, Ferrâ ve el-Esmâî’den ve diğer hadîs âlimlerinden hadîs
bu para ile, sınır boylarında yer alarak, silâh ve atlar satın
öğrenmiştir.
almak istiyorum ki, sana da sevâbı vâsıl olsun” dedi ve parayı
dediği gibi harcadı.”
Kendisinden ise, Abdurrahmân ed-Dârimî, Ebû Bekir bin
Ebiddünyâ, Haris bin Ebî Üsâme, Ahmed bin Yûsuf et-Taglibî,
Ahmed bin Kâmil el-Kâdî’den şöyle nakledilir: “Ebû Ubeyd
Ali bin Abdülazîz el-Begâvî, Muhammed bin Yahyâ bin
dinde ve ilimde çok değerli bir zât idi. Hadîs, fıkıh ve Kur’ân
Süleymân ve Ahmed bin Yahyâ el-Belazurî ilim öğrenmişler ve
ilimlerinde ihtisas sahibi idi. Hadîs-i şerîf rivâyetleri sahihtir.”
hadîs-i şerîf rivâyet etmişlerdir.
Ebü’l-Abbâs Ahmed bin Yahyâ şöyle anlatır: “Abdullah bin
Kâsım bin Sellâm hakkında, İslâm âlimleri şunları
Tâhir’in oğlu Tâhir, bir gün hacca gitmek için Horasan’dan
söylemişlerdir: İbrâhîm el-Harbî, “Annelerin, benzerlerini
gelip, İshâk bin İbrâhîm’e misâfir olmuştu, İshâk bin İbrâhîm,
doğurmaktan âciz olduğu üç insan bilirim. Bunlardan Ebû
Tâhir’in ilim öğrenmesi için âlimleri evine da’vet etti. Ebû
Ubeyd’i can verilmiş bir dağa benzetiyorum. Bişr-i Hafî’yi,
Ubeyd “İlim aranır, ilmin ayağına gidilir” diyerek da’vete
tepeden tırnağa kadar akıl ile yoğrulmuş bir kişi olarak
katılmadı. Bunun üzerine kızan İshâk bin İbrâhîm, Abdullah
görüyorum. Ahmed bin Hanbel’i ise âdeta Allahü teâlâ
bin Tâhir’in bağladığı aylığı kesti ve durumu Abdullah bin
tarafından bütün ilimlerle donatılmış olan, sözü ve sükûtu da
Tâhir’e bildirdi. Bunun üzerine Abdullah bin Tâhir bir mektûb
ilim olan bir zât olarak görüyorum.”
yazarak, “Ebû Ubeyd sözlerinde haklıdır. Halbuki sen onun
maaşını kesmişsin, derhal maaşını bağla, mükâfatlandır ve
Abdullah bin Ca’fer bin Dersteveyh el-Fâfrisî, Ebû Ubeyd’in
müstehak olduğu ni’mete mazhar kıl” diye emir verdi”
hayatını anlatırken: “Bağdâd âlimlerinden. Lügat, hadîs ve
Kur’ân ilimleri sahasında ün yapmış âlimlerden muhtelif
Ezherî, Kitâb-üt-tehzîb’te: “Ebû Ubeyd, dinine bağlı, fazîletli ve
ilimlere vâkıf, edebiyat, fıkıh, hadîs ve hukuk alanında birçok
sünnetten ayrılmayan bir kimseydi” der. Ebû Dâvûd ise, “Ebû
eser vermiş zâtlardan biri de, Ebû Ubeyd Kâsım bin
Ubeyd hadîste sika bir âlimdir” demiştir.
Sellâm’dır.”
Ebû Bekir bin el-Enbarî şöyle der: “Ebû Ubeyd geceyi üç
Ebû Ali en-Nahvî’den naklen, Kâdı Ebû A’lâ el-Vâsıtî anlatır:
bölüme ayırır. Üçte birini namaz, üçte birini uyku ve kalan üçte
“Ebû Ubeyd, Abdullah bin Tâhir’in maiyetinde bulunuyordu.
birini de, kitap yazmakla geçirirdi.”
Ebû Delef, Abdullah bin Tahir’e haber göndererek, Ebû
Ubeyd’i, yanında iki ay kalması için gönderilmesini istedi.
Abdullah bin Tâhir kabûl ederek, Ebû Ubeyd’i, Ebû Delefin
yanına gönderdi. İki ay kaldıktan sonra geri dönerken Ebû
Delef, ona otuzbin dirhem altın takdim etti. Ebû Ubeyd bunu
kabûl etmiyerek; “Yanında bulunduğum adam, beni hiçbir
zaman yardıma muhtaç bırakmamıştı” diyerek bu hediyeyi
Şöyle anlatılır: “Birgün Ebû Ubeyd, Ebû İshâk Musûlî’nin
evinin önünden geçerken, onun talebeleri Ebû Ubeyd’e dediler
ki: “Ey Ebû Ubeyd, Ebû İshâk Musulî diyor ki; “Yazmış olduğu
Garîb-ül-hadîs kitabında elifi yanlış yazmış.” Bunun üzerine
Ebû Ubeyd, “O kitapta yüzbin mes’ele anlatılmıştır. Bir elifin
yanlış olması normal değil mi?” dedi.
Ebû Hasen Muhammed bin Ca’fer şöyle anlatır: “Tâhir bin
Ebû Ubeyd buyurdu ki: “Zekât vaktinden evvel verilebilir.
Hüseyin, Horasan’da Merv şehrine girdiği zaman, gece
Verilince sahibini mes’ûliyetten kurtarır. Halbuki namaz, ancak
sohbetini dinleyebileceği bir zât arar. Ona Ebû Ubeyd’i tavsiye
vakit girdikten sonra eda edilebilir.”
ederler ve onun huzûruna götürülür. Tâhir bin Hüseyn, onu
fıkıh, târih, lügat ve nahiv’de büyük bir âlim bulur. Tâhir bin
Hüseyn ona, “Seni bu memlekette bırakmak büyük bir
ihtiyâçtır” dedi. Ebû Ubeyd’e bin dinar para verip, “Ben cihâda
(savaşmaya) gidiyorum. Ben dönünceye kadar bu parayla
geçin” dedi. Seferden dönünce Ebû Ubeyd’i alarak,
Samarrâ’ya götürdü.”
Ebû Ubeyd’in rivâyet ettiği hadîs-i şerîflerden ba’zıları:
Peygamber efendimiz ( aleyhisselâm ) buyurdular ki:
“Ramazan ayında unutarak yemek yiyen kimse orucu kaza
etmez. Namazı unutan kimse, hatırladığı zaman namazı kaza
eder.”
“Namaz, Allahü teâlâya âit bir hak olarak, kullar ile Allah
arasında olan bir farzdır. Zekât ise, Allahü teâlânın, fakirlerin
bir hakkı olarak, zenginlerin mallarında farz kıldığı bir
vecibedir.”
“Sadaka-ı fıtır husûsunda kişi serbesttir, isterse buğday,
“Hepiniz bir sürünün çobanı gibisiniz. Çoban sürüsünü
koruduğu gibi, siz de evlerinizde ve emirleriniz altında olanları
Cehennemden korumalısınız. Onlara müslümanlığı
öğretmelisiniz, öğretmez iseniz mes’ûl olacaksınız.”
hurma, arpa ve kuru üzüm verebilir.”
“Allahü teâlâdan başka ilâh olmadığını söyleyinceye kadar
insanlarla savaşmaya emr olundum. Kim ki, Allahü teâlâdan
başka ilâh yoktur derse, İslâm hakkı hariç, benden malını ve
nefsini korumuş olur. Hesabı da Allahü teâlâya âittir.”
çocuklarıdır, ihtiyâç içinde olurlarsa, anne ve baba da bunlara
“Zekâtını ödemeyen her büyük mal sahibi zengin kişi, elbette
kıyâmet günü kendisi ile sahip olduğu mal, artmış olarak
getirilecektir. O hazine levhalar hâline getirilip ateşte
kızdırılacak ve sahibinin alın, sırt ve yanları bununla
yakılacaktır. Bu azâb gün boyunca ve Allahın kulları arasında
hükmüne kadar sürecektir. Levhalar soğudukça tekrar
kızdırılır. Daha sonra da bu kimse Cennet veya Cehenneme
giden yolu görecektir.”
Elinde iki altın bilezik ile Yemenli bir kadın, kızı ile birlikte
Resûlullaha ( aleyhisselâm ) geldi. Resûlullah buyurdu
ki: “Bunların zekâtını veriyor musun?” Kadın “Hayır” cevâbını
verince Resûlullah ( aleyhisselâm ) “İstermisin ki, bu iki
bilezikten dolayı Allahü teâlâ seni, ateşten iki bilezikle
cezalandırsın.”
“Kişinin nafakasından sorumlu olduğu kimseler; aile ve
dâhildir.”
“Sünnete yapışan, ateşi avuçlayan gibidir. Sünnete yapışmak,
zamanımızda Allah yolunda kılıç sallamaktan daha efdaldir.”
“İnsanlarla görüştüm. Kelâm ehli ile konuştum. Râfizîlerden
daha ahmak, daha kötü ve câhil kimse görmedim.”
“Hiçbir âlim yoktur ki, bana kapısını açması için çalmış olayım.
Ancak kapısını açıncaya kadar sabrettim. Allahü teâlânın şu
âyetinin te’vîline istinaden bunu böyle yaptım:“Eğer onlar sen
kendilerine çıkıncaya kadar sabretselerdi, muhakkak ki,
haklarında hayırlı olurdu. Bununla beraber Allah gafûrdur,
merhameti boldur. Rahimdir, merhameti geniştir.” (Hucurât-5)
[Bu âyet-i kerîme, bedeviler, Peygamber efendimizin kapısını
“Fakîre sadaka vermek, sadaka hakkını ödemektir. Onu
akrabaya vermek ise, sadaka hakkı ile sıla-i rahm hakkı olmak
üzere iki hakkı ödemektir.”
çalıp gürültü edip, Resûlullahı rahatsız etmeleri üzerine nâzil
olmuştur.
Yirmiden fazla eser yazan Kâsım bin Sellâm’ın başlıca eserleri
şunlardır: Garîb-ül-musannef, el-Emsâl, Meâniyyüşşi’r, en-
Nâsih ve’l-Mensûh, el-Kırâat, Mesâni’l-Kur’an, Garîb-ül-
Kastalânî, Mekke-i mükerremede uzun süren iki ayrı ikâmeti
hâriç, bütün ömrünü Kâhire’de geçirdi. Küçük yaşta Kur’ân-ı
Kur’ân, Garîb-ül-hadîs, el-Maksûn ve’l-memdûd, el-Müzekker
kerîmi ezberledi. Birçok âlimden ders okudu. Kırâat ilmini;
ve’l-müennes, Kitâb-ün-neseb, Kitâb-ül-ihdâs, Edeb-ül-kâdî,
Sirâcüddîn Ömer bin Kâsım Ensârî, Zeynüddîn Abdülganî
Adedü ve’l-Îmân ve’n-nuzûr ve’l-hayâ, Kitâb-ül-emvâl
Heytemî, Şihâbüddîn bin Esed, İbn-i Tûlûn Câmii İmâmı
Şemsüddîn bin Hımsânî, Zeynüddîn Abdüddâim ve elEzheri’den öğrendi. Fıkıh ilmini; Fahrüddîn Maksî, Şihâbüddîn
1) Vefeyât-ül-a’yân cild-4, sh. 60
2) Târîh-i Bağdâd cild-12, sh. 403
3) Tabakât-ül-Hanâbile cild-1, sh. 259
4) Tabakât-üş-şâfiiyye cild-2, sh. 153
5) Kitâb-ül-emvâl sh. 37, 372
İbâdî, Şemsüddîn Bâmî, Burhânüddîn Aclûnî ve İbn-i Hacer
Askalânî’den, hadîs-i şerîf ilmini; Meyûnî, Radıyyüddîn,
Evhâkî, Sehâvî, Şâvi ve başka âlimlerden öğrendi. İcâzet
(diploma) aldı. Fıkıh, hadîs, kırâat, tasavvuf, târih ve birçok
ilim dalında üstün bir dereceye yükseldi.
884, 894 (m. 1479, 1489) senelerinde Mekke-i mükerremeye
gitti ve mücavir olarak kaldı. Oradaki âlimlerle görüştü.
6) El-Bidâye ve’n-nihâye cild-10, sh. 281
Derslerini dinledi. Gamrî Câmii ve Serîfiyye’de va’z etti.
7) Bugyet-ül-vuât cild-2, sh. 253
İnsanlar, akın akın gelip dersini dinlediler. Karâfe’deki
medresenin başmüderrisi oldu. Çok talebe yetiştirdi. Mısır’daki
8) Tezkiret-ül-huffâz cild-2, sh. 417
9) Tehzîb-ül-esmâ ve’l-luga cild-2, sh. 257
10) Tehzîb-üt-tehzîb cild-8, sh. 315
11) Tabakât-ı İbn-i Sa’d cild-1, sh. 355
12) Mîzân-ül-i’tidâl cild-3, sh. 371
13) Miftâh-üs-se’âde cild-2, sh. 306
14) Şezerât-üz-zeheb cild-2, sh. 153
15) El-A’lâm cild-5, sh. 176
âlimlerle, ilim meclislerinde müzâkerelerde bulundu.
Kastalanî; zühd, vera’ ve takvâ sahibi idi. Hatâ ve yanlışını
gösterene kırılmaz, bilakis onu takdîr eder, sevgi gösterirdi.
Âlâî onun hakkında şöyle dedi: “O, faziletli, dînine bağlı, iffet
sahibi bir zât idi. Ömrünü, okumak, okutmak ve ibâdetle
geçirdi.”
Abdülvehhâb-ı Şa’rânî onun hakkında şöyle demektedir: “O,
zamanındaki insanların en nûrânî yüzlüsü olup, uzun boylu idi.
Kur’ân-ı kerîmi, ondört rivâyet üzere çok güzel okurdu.
Okumasından en katı kalbli kişilerin kalbi yumuşar,
dayanamayıp gözyaşı dökerlerdi. Namazda, mihrâbda
KASTALÂNÎ
okurken, cemâat huşû’ ile kendinden geçer, ağlamaktan
ayakta duramazlar yere düşerlerdi. Medîne-i münevverede,
Fıkıh, hadîs ve kırâat âlimi. İsmi, Ahmed bin Muhammed bin
Peygamberimizin ( aleyhisselâm ) kabr-i şerîflerini ziyâreti
Ebî Bekr bin Abdülmelik bin Ahmed bin Muhammed bin
esnasında, O’na olan muhabbeti sebebiyle kendinden geçerdi.
Muhammed bin Hüseyn bin Ali Askalânî’dir. Künyesi Ebü’l-
Sonra da bu muhabbetinin neticesi olarak, Peygamberimizin (
Ab’bâs olup lakabı Şihâbüddîn’dir. Kastalânî diye meşhûrdur.
aleyhisselâm ) hayâtını anlatır: “Mevâhib-i Ledünniyye” adlı
851 (m. 1448) senesi Zilka’de ayının onikinci günü, Kâhire’de
eserini yazdı. Eseri, bütün müslümanlar arasında meşhûr
doğdu. 923 (m. 1517) senesi Muharrem’in yedisinde, Cum’a
oldu. Gözyaşlarıyla okundu. Bu eseri, Câmi-ül-Ezher
gecesi Kâhire’de vefât etti. Cenâze namazı Cum’a’dan sonra
müderrislerinden Allâme Muhammed Zerkâhî Mâlikî şerh etti
Ezher Câmii’nde kılınıp. Kâdı Bedreddîn Aynî türbesine
ve sekiz cild olarak 1329 (m. 1911) senesinde Mısır’da ve
defnedildi.
1393 (m. 1973) senesinde Beyrut’ta basıldı. Şâir Bâki Efendi,
onu Türkçeye çevirdi. İki cild olarak basıldı. Beyrut Hukuk
mahkemesi reîslerinden Yûsuf bin İsmâil Nebhâni tarafından,
Ebû Mûsâ’nın ( radıyallahü anh ) rivâyet ettiği hadîs-i şerîfte,
“Envâr-ül-Muhammediyye” adıyla kısaltıldı. 1312 (m. 1894)
Peygamber efendimiz ( aleyhisselâm ); “Aç olan kimseye
senesinde harekeli olarak Lübnan’da basıldı. 1401 (m.
yemek verin, hastayı ziyâret edin ve esîri kurtarın” buyurdu.
1981)’de İstanbul’da ofset baskısı yapıldı. Çok fâidelidir. İkinci
önemli eseri, Sahîh-i Buhârî’ye şerh olarak yazdığı “İrşâd-üs-
Hasta ziyâretinin fazileti: Hadîs-i şerîflerde buyuruldu ki: “Bir
Sârî fî Şerh-il-Buhârî”dir. Bunlardan başka eserlerinden
kimse bir hasta kardeşini ziyârete gitse, gökten bir münadî,
ba’zıları şunlardır: 1- Ukud-üs-seniyye fî şerh-il-mukaddimet-il-
şöyle nidâ eder: “Sen ne güzelsin, bu yürüyüşün ne güzel!
Cezeriyye Tecvîd ilmine dâirdir. 2- El-Kenzü fî vakf-i Hamza
Sen Cennette kendine bir menzil edindin.”
ve Hişâm alel-Hemz, 3- Şerhu Şâtıbiyye, 4- Meşârik-ül-envâril-mudiyye fî medhi hayr-il-beriyye, 5-Tuhfet-üs-Sâmi’ vel-Kâri
bi hatm-i Sahîh-il-Buhârî, 6- Nefâis-ül-enfâs fis-Sohbe, 7- ElLibâs, 8- Ravd-üz-zâhir fî menâkıbı Şeyh Abdülkâdir, 9Nüzhet-ül-ebrâr fî menâkıbı Şeyh Ebi’l-Abbâs el-Havvâ, 10Tuhfet-üs-Sâmi’ vel-Kâri, 11-Resâil fil-amel.
Mevâhib-i Ledünniyye’den ba’zı bölümler:
“Peygamber efendimiz ( aleyhisselâm ), Eshâbından bir kimse
hasta olsa, onu görmeye giderdi. Hattâ kâfirlerin hastasını da
ziyâret ederdi.
Enes bin Mâlik ( radıyallahü anh ) şöyle anlattı: “Yahudi olan
bir erkek çocuğu vardı. Peygamber efendimizin ( aleyhisselâm
) hizmetini görürdü. Birgün bu çocuk hastalandı. Resûl-i ekrem
( aleyhisselâm ) onu görmeye gitti. Başına yakın bir yere
oturdu. Ona müslüman olmasını teklif etti. Çocuk babasına
baktı. Babası; “Resûlullah hazretlerine itaat et!” dedi. Bunun
üzerine çocuk kelime-i şehâdet getirip müslüman oldu. Resûl-i
ekrem; “Allahü teâlâya hamdolsun ki, o çocuğu Cehennem
ateşinden kurtardı” buyurarak oradan ayrıldı. Peygamber
efendimizin ( aleyhisselâm ), hastanın yakınına gelmesi, başı
ucunda oturması, hâlini hatırını sorup; “Kendini nasıl
buluyorsun?” diye sorması güzel âdetlerinden idi.
Câbir ( radıyallahü anh ) şöyle anlattı: “Birgün hasta
olmuştum. Resûl-i ekrem efendimiz ( aleyhisselâm ), Ebû Bekr
( radıyallahü anh ) ile beraber beni görmeye geldiler. Beni,
kendimden habersiz bir hâlde yatarken buldular. Bunun
üzerine Resûl-i ekrem ( aleyhisselâm ), abdest alıp, abdest
suyunu üzerime saçtığında kendime geldim. O ânda Server-i
âlemin ( aleyhisselâm ) karşımda oturduğunu gördüm.
“Bir kimse güzelce bir abdest alsa, sonra Allahü teâlâdan
sevâb ve ecir umarak hasta olan müslüman kardeşini ziyârete
gitse, o kimse. Cehennemden yetmiş yıllık yol kadar
uzaklaştırılır.”
“Beş haslet vardır ki, bir kimse bir günde onları işlese, Allahü
teâlâ onu Cennet ehlinden yazar. (Bu beş haslet şunlardır):
Hasta ziyâretine gitmek, cenâzede hazır olmak, oruçlu olmak,
mescide gitmek ve bir köle azâd etmek.”
Peygamber efendimiz ( aleyhisselâm ), hasta ziyâretine
gitmek için bir günü veya bir vakti ayırmazlardı. Her gün ve
her zaman, hasta olduğu müddetçe ziyârete giderlerdi.
Cumartesi günü hasta ziyâretini terk etmek sünnete aykırıdır.
Bir yahudi hekimin ortaya attığı bit’attir. Bunun hakkında şöyle
anlatılır: Birgün Sultânın biri hasta oldu. Bir yahudi tabibi
tedâvi etmesi için saraya çağırdılar. Günlerden Cumartesi
olduğu için yahudiler iş yapmazlardı. Yahudi hekim Sultâna;
“Cumartesi günleri hastanın yanına dışardan birisinin gelmesi
doğru değildir” diye yalan uydurdu. Sultan’da ona inanarak,
Cumartesi günü ziyâreti yasakladı. Bu durum sonra halk
arasında yayıldı. Çok kimse bu sözü tatbik etmeye başladılar
ve Cumartesi günü hasta ziyâretine gitmediler. Bu bozuk ve
asılsız birşeydir. Yahudiler müslümanların en şiddetli
düşmanıdırlar. Fırsat bulunca asla kaçırmazlar. Çünkü onların
inançları şöyledir. Onlardan biri, bir müslüman için hayır
dilese, dininden çıkar.”
Fenâvî şöyle buyurdu: “Kış mevsiminde hastayı geceleyin
ziyâret etmek müstehabtır. Yaz mevsiminde ise gündüz
ziyâret etmek müstehabtır.” Bunun hikmeti şöyledir. Geceleri
hasta ağır olur. Kış geceleri uzun olduğu için gece ziyâret
edince hastanın gönlü biraz rahat bulur. Yazın ise günler sıcak
ve ağır olur. Hasta gündüzleri çok daralır. Onun için yaz
Yine âlimler buyurdular ki: “İlâçların en fâidelisi duâdır. Duâ,
mevsiminde gündüz ziyâret müstehab olur. Doğrusunu Allahü
belânın düşmanıdır. Duâ, belânın inmesini önler, inmiş olanı
teâlâ bilir.
hafifletir. Duâ, mü’minin silâhıdır. Duânın, kabûl edilmesinin
umulduğu vakitlerde edilmesi gerekir. Meselâ, gecenin son
Hasta ziyâreti husûsunda hastaların hatırını hoş edip,
üçtebirinde olmalıdır. Kıbleye karşı, huşû’ ile, Allahü teâlâya
kalblerine kuvvet vermek, Resûl-i ekremin ( aleyhisselâm )
hamd-ü-senâ, Resûlüne salât-ü-selâm ile duâ etmelidir.”
sünnetlerindendir. Bir hastanın hatırını hoş edip, kalbini
kuvvetlendirmek gibi hiçbir ilâç faydalı olmaz.
Duâdan önce tövbe ve istiğfar etmeli, bir miktar sadaka
vermelidir. Zira sadaka, duâların kabûl edilmesinin en kuvvetli
Hastalık: Kalb hastalığı ve beden hastalığı olmak üzere iki
sebeplerindendir.
çeşittir. Birinci tür hastalığın ilâcı Peygamber efendimize (
aleyhisselâm ) mahsûstur. Çünkü kalblerin ilâcı, kalbin
Nazar değen kimseye okunacak duâlar Nazar değmesi haktır.
hâllerini ve durumunu bildikten sonra olur. Onu bilen ise
Ya’nî, göz değmesi doğrudur. Ba’zı kimseler, birşeye bakıp
Allahü teâlâdır ve O’nun bildirmesiyle de Resûl-i ekremdir (
beğendiği zaman, gözlerinden çıkan şua zararlı olup, canlı ve
aleyhisselâm ).
cansız, herşeyin bozulmasına sebep oluyor. Bunun misâlleri
çoktur. Nazarı değen kimse, hattâ herkes, beğendiği birşeyi
İkinci tür hastalığın ilâcının bir miktarı, Resûl-i ekremden (
görünce “Mâşâallah” demeli, ondan sonra o şeyi söylemelidir,
aleyhisselâm ) rivâyet edilmiştir. Tabîbler, bu husûsta nice cild
önce Mâşâallah deyince, nazar değmez. Göz değen kimseye,
kitaplar yazmışlardır. Peygamber efendimizin ( aleyhisselâm )
Peygamber efendimizin bildirdiği şu ta’vîzi okumalıdır: “E’ûzü
bedenlerin tedâvisi ve beden hastalıklarının ilaçları ile pekçok
bikelimâtillâhittâmmeti min şerri külli şeytânin ve hâmmetin ve
uğraşmamalarının sebebi şudur: O’nun peygamber olarak
min şerri külli aynin lâmmetin.” Bu ta’vîz her sabah ve akşam
gönderilmesinden asıl murâd, halkı Hakka da’vet etmek,
üç defa kendi üzerine veya yanındakilerin üzerine okunursa,
Allahü teâlânın emirlerini ve yasaklarını bildirip, İslâmiyeti
göz değmesinden ve şeytanların ve hayvanların zararından
beyân etmektir. Bundan dolayı himmetin en çoğu o tarafa
korur. Bir kimseye, okurken, E’ûzü yerine “Ü’îzüke” denir, iki
yönelikti. Fakat ibâdetin yapılması için, bedenin sıhhatli olması
kişiye okurken “Ü’îzü-kümâ” denir, ikiden fazla kimseye
gerektiğinden, beden hastalıklarının tedâvisinde gerektiği
okurken, “Ü’îzü-küm” demelidir.
kadar tıb bilgisi ile uğraştılar.
Abdullah es-Sâci’nin şöyle anlattığı nakledildi: “Bir zamanlar
Himmetin, kalbin ıslâhı yönünde olması gerekir. Çünkü o
çok güzel ve iyi koşan bir devem vardı. O devemle bir sefere
bozuk olunca, bedenin sıhhatli olmasının hiç fâidesi yoktur.
çıkmıştım. Birlikte gittiğim kervanda nazarı değen bir kimse
Kalb sıhhatli olunca, beden hastalığının çok fazla zararı
vardı. Kervandakiler bana; “Filân kimsenin nazarından deveni
yoktur.
sakın” dediler. Ben de; “O, benim deveme zarar veremez”
Âlimler şöyle buyurmuşlardır: Zehir bedene hasıl zarar verirse,
isyan ve kötülükler de kalbe öyle zarar verir, İsyân ve
günahların birçok zararlarını beyân etmişlerdir. İsyan ve
günahlar, insanı ilimden mahrûm eder. İlim bir nûrdur. Allahü
teâlâ, onu kulunun kalbine yerleştirir. Günah ve kötülükler o
nûru söndürür. Kalbi karanlıklarla dolar. Gittikçe bid’at ve
dalâlete düşer. Kalbin karanlığı arttıkça, bu durum yüzünde
ortaya çıkar. Herkes bu durumu görmeye başlar. Bid’at ehlinin
yüzünde asla nûr yoktur.
dedim. Bu sözümü o kişiye ulaştırmışlar.. Ben devenin
yanından ayrıldığım bir anda, gelip deveme nazar etmiş. O
ânda devem yere yıkılmış. Ben devemin yanına gelince “Buna
ne oldu?” diye sordum. Onlar da durumu anlatıp; “Sen gittiğin
an, o şahıs geldi ve deveye nazar etti” dediler. Ben de; “O
şahsı bana gösterin” dedim. Onu bana gösterdikleri zaman,
Mülk sûresinin üçüncü ve dördüncü âyet-i kerîmelerini
okudum. O ânda o şahsın gözleri kör oldu, devem de yerinden
kalkıp sıhhat buldu.”
Peygamber efendimiz ( aleyhisselâm ), hastalar için şöyle duâ
ederdi: “Yâ Rabbî! Şifâ ihsân et! Şifâ verici sensin, senden
başka şifâ verecek yoktur, öyle bir şifâ ver ki, hastalıktan eser
9) Ahlwardt, Verzeichniss der arabischen Handschriften cild-9,
kalmasın.”
sh. 158
Ebû Bekr Râzî şöyle anlatır: İsfehân diyarında, Ebû Nuaym’ın
10) Les manusarits arabes de I’Escurial cild-3, sh. 87
huzûrunda oturuyordum. O sırada bir haberci gelip; “Ebû Bekr
bin Ali’yi sultâna şikâyet etmişler. Sultan da onu haps etmiş”
dedi. O gece rü’yâmda Peygamber efendimizi ( aleyhisselâm )
gördüm. Sağ tarafında Cebrâil aleyhisselâm duruyordu.
11) Tam İlmihâl Se’âdet-i Ebediyye sh. 1029
12) Eshâb-ı Kirâm sh. 355
Resûl-i ekrem ( aleyhisselâm ) bana; “Ebû Bekr bin Ali’ye,
Sahîh-i Buhârî! de olan sıkıntı duâsını okumasını söyle” diye
buyurdu. Sabah olunca, gidip durumu ona söyledim. O da bu
duâyı kurtuluncaya kadar okudu. Allahü teâlâ, bu duânın
bereketiyle ona kurtuluşu ihsân eyledi.
KÂŞÂNÎ (Ebû Bekr bin Mes’ûd)
Resûl-i ekremin ( aleyhisselâm ) abdesti: Osman bin Affân (
radıyallahü anh ) şöyle rivâyet etti: “Resûl-i ekrem (
Hanefî âlimlerinden. İsmi, Ebû Bekr bin Mes’ûd bin Ahmed
aleyhisselâm ) bir kap su istedi. Getirdikleri zaman, eline su
Alâüddîn-i Şâşî’dir. “Alâüddîn” ve “Melîk-ül-ulemâ” lakabları ve
dökerek üç defa ellerini yıkadı. Ondan sonra sağ eline su
“Kâşânî” nisbetiyle meşhûr oldu. Kâşân, Türkistan’da Seyhun
alarak, üç sefer ağzını, üç sefer de burnunu yıkadı. Sonra üç
nehrinin kuzeyindeki Fergana bölgesinde bulunan Şâş’ın
defa mübârek yüzünü yıkadı. Sonra üç defa dirseklerine kadar
arkasında, sağlam bir kalenin de bulunduğu büyük ve güzel
kollarını yıkadı. Sonra mübârek başını meshetti. Daha sonra
bir beldedir.
da ayaklarını topuklarına kadar yıkadı ve; “Bir kimse böyle
benim gibi abdest alır, sonra iki rek’at namaz kılarsa, onun
Çeşitli harbler, bu şehri harabeye çevirmiştir. Alâüddîn-i
geçmiş günahları affolunur” buyurdu.
Kâşânî, bu beldede doğup yetiştiği için oraya nisbetle Kâşânî
denildi. “Kâsânî” de denilmektedir. “Tuhfet-ül-fukahâ” ve “Usûl”
kitablarının sahibi Alâüddîn Muhammed bin Ahmed esSemerkandî’den fıkıh ilmini öğrendi. Oda, Sadr-ül-İslâm Ebü’l-
1) Mu’cem-ül-müellifîn cild-2, sh. 85
2) Ed-Dav-ül-lâmi’ cild-2, sh. 103
3) Şezerât-üz-zeheb cild-8, sh. 121
4) El-Kevâkib-us-sâire cild-1, sh. 126
Yüsr Pezdevî’den ilim öğrendi. Pezdevî’nin hocası da, Ebü’lMaîn Meymûn el-Mekhûlî idi. O da, Mecd-ül-eimme
Serahkî’den fıkıh öğrenmişti. Hocasının “Tuhfe” kitabını şerh
ederek, “Bedâyi’-üs-sanâyı’ fî tertîb-iş-şerâyi” adını vermiştir.
Hocasının kızı Fâtıma-i fakîhe ile evlenip, onun dâmâdı oldu.
Çok yer dolaştı. Bir ara Konya’da bulundu. Sonra Haleb’e
gidip yerleşti. Orada Halâviyye Medresesi’ne müderris ta’yin
5) Mevahib-i Ledünniyye Mukaddimesi
edilip ders okuttu. Hanımı, kendisinden önce vefât etti. Kâşânî
de, 587 (m. 1191) senesi Receb ayının onunda, İbrâhim
6) Keşf-üz-zünûn cild-1, sh. 69, 166, 867 cild-2, sh. 1090,
sûresini okumakta iken, yirrniyedinci âyet-i kerîmeye gelince,
1551, 1896
rûhunu teslim edip rahmet-i ilâhiyyeye kavuştu.
7) İzâh-ul-meknûn cild-2, sh. 484, 684
Halîl İbrâhim (aleyhisselâm) makamında bulunan hanımının
kabri yanına defnedildi. Haleb’in dışında bulunan kabirleri çok
8) Brockebnann Sup-2, sh. 78
güzel ve latîf bir ziyâretgâhtır. Kâşârirnin hanımı Fâtıma-i
fakîhe, büyük fıkıh âlimi Alâüddîn-i Semer’kândî’nin kızıdır,
İlminin, ahlâkının vie cemâlinin güzelliği her yere yayılmış,
babasının yazdığı “Tuhfet-ül-fukahâ” kitabını ezberlemişti.
a’zam hazretlerinden naklen, onun; “Her müctehid, ictihâdında
Onunla evlenmek için, çok fakîhler talip olmuşlardı. Hattâ Türk
isâbet etmiş sayılır” dediğini bildirdi. Alâüddîn-i Kâşânî, hemen
sultanlarından da teklif gelmişti. Hiçbirine vermedi. O sırada
ona: “Hayır! Bilâkis o, iki müctehidden birisi isâbet etmiştir.
Kâşânî, Alâüddîn-i Semerkândî’ye gelip fıkıh öğrenmeye
Diğeri ise ictihâ dında hatâ etmiş olur, buyurdu. Çünkü hak,
başladı. O da, onunla meşgûl oldu. Bütün eserlerini okutup
ya’nî doğru, bir tanedir. Sizin dediğiniz, mu’tezilenin
ezberletti. Usûl ve füru’ ilimlerinde emsalleri arasında çok
görüşüdür” diye cevap verdi.
yükseldi. Hocasının “Tuhfe” kitabını şerh ederek ona takdim
etti. Hocası tarafından çok beğenildi. Hocası bundan
Alâüddîn-i Kâşânî, bir ara Konya’da Selçuklu sultânı birinci
ziyadesiyle memnun kalmıştr. Bunun mükâfatı olarak, kızı
Mes’ûd’un sarayında bulunmuştu. Orada bulunan âlimlerle
Fâtıma-i fakîhe ile onu evlendirdi. Hanımı; nikâhının mehri
aralarında geçen ilmî münâzaralar, kendisinin hükümdârla
olarak bu şerhini kabûl etti. Başka bir şey istemedi. Bundan
arasının açılmasına sebeb oldu. Hattâ bir ara onu saraydan
dolayı asrındaki büyük fıkıh âlimleri, onun için; “Tuhfe’sini şerh
uzaklaştırmak istedi. Kâşânî’nin kıymetini bilen vezîri araya
etti, kızını aldı” dediler.
girip: “Bu büyük ve muhterem bir âlimdir. Onu buradan
göndermiyelim” diye sultâna ricada bulundu. Bunun üzerine,
Kasanı, hanımı Fâtıma-i fakîhe ve babâsi Alâüddîn-i
Haleb Atâbeki Sultan Nûreddîn Zengî’nin yanına gönderildi.
Semerkândî, üçü de aynı zamanda fetvâ verirlerdi. Bir evde üç
Haleb’de çok iyi karşılanan Kâşânî, ilminin büyüklüğü
müftî olup, herbirinin fetvâsı çok yere yayılmıştı. İbn-ül-Adîm,
sebebiyle kısa zamanda meşhûr oldu. Herkes, kendisinin
onun hakkında diyor ki, “Benim babam, Fâtıma-i fakîhe’nin
ilmine hayran olmuştu. Oradaki âlimlerin isteği üzerine, bizzat
Hanefî mezhebinin mes’elelerine vâkıf olduğunu ve mezhehi
Sultan Nûreddîn Zengî tarafından 543 (m. 1148) târihinde inşâ
“çok iyi naklettiğini, çok defa o, kocası, Alâüddîn-i Kâşânî’nin
edilen Halâviyye Medresesi’ne müderris olarak ta’yin edildi.
fetvâlarındaki noksanlıkları gösterdiğini ve kocasının da, onun
Kendisinden evvel orada, Radıyüddîn es-Serahsî ders
re’yine rücû ettiğini bildirdi. Kocası, ona çok hürmet ederdi. İlk
okutmakta idi. Kâşânî’nin Halâviyye Medresesi’nde okuttuğu
defa, babası ve kendisi tarafından imza edilen fetvâlar çıkardı.
derslere birçok talebe devam etmiş ve hepsi de derslerinden
Evlenince de, her üçünün imzası ve elyazısı bulunan
çok istifâde ederek, aralarında yüksek âlimler yetişmiştir. Oğlu
müşterek fetvâlar çıkardılar.”
Mahmûd ve “Mukaddimet-ül-Gazneviyye” kitabının sahibi
Ahmed bin Mahmûd, ondan fıkıh ilmini öğrenerek yetişen
Haleb şehrindeki Halâviyye Medresesinin fakîhlerinden birisi
âlimlerdendir.
olan Dâvûd bin Ali diyor ki, “Ramazân-ı şerîfte, fakîhler için
iftar yemeği vermeği ilk olarak âdet hâline getiren Fâtıma-i
Bir aralık Şam’a gelen bu büyük Hanefî âliminin meclisinde,
fakîhe’dir. Kolundaki iki bileziği çıkarıp sattığını öğrendik.
orada bulunan Şafiî fakîhleri toplanıp, Şafiî ve Hanefî
Aldığı paralarla yiyecek satın alıp, her gece fukahâya (fıkıh
mezhebleri arasındaki farklı bir mes’elede onun konuşmasını
âlimlerine) yemek verdi. O zamandan bugüne kadar, o hâl ve
istediler. Daha sonra da birçok mes’ele ortaya koydular.
âdet devam edip gelmekedir.”
Kâşânî de, ta’yin edilen her mes’ele hakkında konuşmaya
başladı. Her birisi için, “Buna bizim mezhebimizin âlimlerinden
Hanefî fıkhında büyük bir âlim olan Alâüddîn-i Kâşânî, çok yeri
filân filân kimseler şöyle dediler” diye cevaplar verdi. Her
dolaşmış ve geniş ilmî faaliyetlerde bulunmuştur. Güzel yüzlü
mes’elede, İmâm-ı a’zam Ebû Kanîfe’nin mezhebindeki
idi. Müslümanlara hizmet etmeyi çok severdi. Cesâreti çoktu.
âlimlerden birisinin, bir ictihâdı bulunduğunu bildirdi. Onun her
Ehl-i sünnet i’tikâdının temsilcilerinden olan bu büyük âlim
mes’eledeki derin ilmine hayran kaldılar. O şekilde meclis
zamanındaki mu’tezile i’tikâdındaki bid’at ehli ile sık sık
tamamlanmış oldu.
mücâdele eder, onların bozuk, yanlış fikirlerini kuvvetli
delîllerle çürütürdü. Bir defasında; “Bir mes’elede iki
İbn-i Adîm anlatıyor: Hanefî mezhebinin büyük fıkıh
müctehidin ictihâdları ayrı ayrı olunca, onların ikisi de isâbet
âlimlerinden Ahmed bin Yûsuf bin Muhammed el-Ensârî bana
etmiş midir? Yoksa, onlardan birisi hatâ etmiş sayılır mı?”
bildirdi ki, Kâşânî, Haleb’den memleketine dönmek istemişti.
mes’elesi konu edilmişti. Orada bulunanlardan birisi İmâm-ı
Hanımı da istekli olduğundan, gitme arzusu fazlalaştı. Âdil bir
sultân olup, âlimleri de çok seven Nûreddîn Mahmûd-i Şehîd,
2. Sultân-ül-mübîn: Dînin usûl, akâid (îmân esasları) bilgilerini
durumu öğrenince, Kâşânî’ye hemen bir haberci gönderip
içine elan bir eserdir. Fakat yazma veya matbû’ olarak mevcût
yanına çağırdı. Haleb’de kalmasını te’mine çalıştı. O da,
değildir.
“Yolculuğa hazırlandık, aynı zamanda hanımım da hocamın
kızı olur. Bu yüzden memleketimize dönmemiz gerekiyor”
deyip, kalmalarının mümkün olmayacağını beyân etti. Sultan,
mektûp ile birlikte haberci bir kadın gönderdi. Kadın gidip,
Kâşânî’nin hanımına, sultanın ricasını bildirdi. Haleb’de
kalmalarını çok arzu ettiğini söyledi. O da emre uyup,
Haleb’de kaldı. Vefât, edinceye kadar başka bir yere gitmedi.
O vefât edince, Haleb’in dışında bulunan Halîl İbrâhim
(aleyhisselâm) makamına defnedildi. Burası çok mübârek bir
yer olup, kocası Kâşânî, ölünceye kadar her Cum’a gecesi
gelip hanımını ziyâret etmeyi terk etmedi. Hanımının kabri
yanında yaptığı duâsı kabûl olurdu. Bu hâl, Haleb’de meşhûr
olmuştu. Onların kabirleri, bütün ziyâretçilerin yanında “Karıkoca kabri” diye bilinmektedir.
Hanefî âlimlerinden Muhammed bin Hamîs diyor ki:
“Kâşânî’nin ölümü zamanında yanında idim. Kur’ân-ı kerîm
okumakla meşgûldü, İbrâhim sûresinin yirmiyedinci; “Allahü
teâlâ mü’minleri, dünyâda ve kabirde, kavl-i sabit olan Kelime-i
şehâdet üzere tesbit ve tahkim etti.” meâlindeki âyet-i
kerîmeye geldi. “Ve fil-âhıreti” kelâmını söyleyince, rûhu
bedeninden ayrılıp, bir ânda Cennet-i a’lâya gitti.”
Başlıca eserleri şunlardır:
3- Kitâb-ül-Cehl.
Kâşânî ( radıyallahü anh ) “Bedâyı-üs-Sanâyı” kitabının
mukaddimesinde buyuruyor ki:
“Hakîkat şudur ki, Allahü teâlânın zâtına ve sıfatlarına âit
ilimleri öğrendikten sonra, “Helâl ve haram veya ahkâm ilmi”
diye isimlendirilen fıkıh ilmini öğrenmekten daha şerefli, üstün
bir ilim yoktur. Bunun için, Allahü teâlâ peygamberler
gönderdi, kitaplar indirdi. Çünkü, O’nun bildirmesi olmadan,
sırf akıl ile bunları bilmek mümkün değildir. Nitekim Allahü
teâlâ Bekâra sûresi 269. âyet-i kerîmede meâlen: “Hak teâlâ,
dilediği kuluna faydalı ilim verir ve onun icâbları ile amel ettirir.
Hattâ bunun sebebiyle, onu rızâsına erdirir. Kime hikmet
verilmiş ise, ona çok hayır verilmiştir ki, o hayır âhırettendir”
buyurmaktadır. Birçok tefsîr âlimleri, bu âyet-i kerîmedeki
“Hikmet’ten muradın, fıkıh ilmi olduğunu bildirdiler. Resûlullah
( aleyhisselâm ) efendimiz de buyurdu ki: “Dinde, Allahü
teâlâya fıkıhtan daha faziletli bir şeyle ibâdet edilmedi.
Şeytana karşı birfakîh, bin âbidden (ibâdeti çok yapandan)
daha kuvvetlidir.”
Birgün Hazreti Ömer’in yanına Şam’dan bir adam gelip, “Sana
gelmemin sebebi şudur ki, namazımı doğru olarak kılabilmek
1. Bedâyı’-üs-sanâyı’ fî tertîb-iş-Şerâyı’: En mühim eseri, bu
için, teşehhüdü (Ettehiyyâtü... duâsını) öğrenmeye geldim”
kitabıdır. El yazması üç cild olan bu eser, yedi cild hâlinde
dedi. Hazreti Ömer ( radıyallahü anh ) onun ilim için olan bu
basılmıştır. Bu kitap hakkında, Hanefî fıkhına dâir yazılmış
gayretine bakıp çok ağladı. Hattâ ağlamaktan sakalları
tertîb bakımından ilk sistemli eserdir, denilmiştir. Hocasının
ıslanmıştı. Sonra buyurdu ki: “Yemîn ederek söylüyorum.
“Tuhfet-ül-fukahâ” kitabının şerhi olmakla beraber, değişik bir
Muhakkak ki ben, Allahü teâlânın sana sonsuz olarak azâb
tarzda hazırlanmıştır. Şerh olduğu hiç belli değildir. Sanki
etmeyeceğini ümid ederim”. Bu şekilde ilim öğrenmek için
metnin taklididir. Meselâ metin, husûsî işâretlerle şerhten
gösterilen gayretleri bildiren haberler ve eserler,
ayrılmamıştır. Ayrıca bu eserde, “Tuhfe”nin tertîb ve sistemi
sayılamıyacak kadar çoktur.
ta’kib edilmemiş, bilakis yepyeni bir tertîb ortaya konmuştur.
Yalnız şu kadar var ki, Kâşânî bu eserinde, hocasının
kitabının ifâdelerini değişik bir tertîble aynen muhafaza etmiş,
“Tuhfe”ye sâdık kalmıştır.
Kâşânî, bu kitabını, eski ve yeni birçok eserlerden toplayarak
hazırladığını, ifâde ederek, “Ben hocama uydum ve doğru yolu
buldum” demektedir.
Kâşânî ( radıyallahü anh ) aynı kitapta buyurdu ki:
“Abdest; yıkamak ve mesh için kullanılan bir isim olup, Allahü
teâlâ, Maide sûresi 6. âyet-i kerîmede meâlen: “Ey îmân
edenler! Namaza kalkacağınız zaman, yüzünüzü ve ellerinizi
dirseklerinizle beraber yıkayın, başınızı (ıslak el ile) mesh edin
ve ayaklarınızı da (topuklarınızla beraber) yıkayın!” buyurdu.
“Rükû’ ve secdesi olan namazlarda kahkaha, yanî sesli
onbeşinde Yemen’in San’a şehrinde vefât etti. Kabri ziyâret
gülmek, hem ahdesti bozar ve hem de namazı bozar.”
edilmektedir.
“Cum’a namazının farzından sonra, İmâm-ı a’zama göre dört
Kaşâşî, küçük yaşta Kur’ân-ı kerîmi ezberledi. Hocası
rek’at, İmâmeyn’e göre altı rek’at sünnet kılınır. Cum’a yalnız
Muhammed bin Îsâ Tilmsânî, Mâlikî mezhebinde olduğundan,
bir mescidde kılınır diyen âlimlere göre, dört rek’at daha (Âhır
ondan bu mezhebin fıkıh mes’elelerini çok iyi öğrendi. 1011
zuhur) kılmak lâzımdır.”
(m. 1602) senesinde Yemen’e gitti. Orada âlimlerin ve
evliyânın büyüklerinden olan Şeyh-ül-Emîn bin Sıddîk
“Cum’a ve bayram namazlarında, hutbenin bir kısmını Arabca,
Müzcâcî, Seyyid Muhammed Garb, Şeyh Ahmed Satîha
bir kısmını da başka bir dil ile okumak, Arabî nazmı bozar. Bu
Zeylâî, Seyyid Ali Teb’î, Şeyh Ali bin Matîr ve başkalarından
ise mekrûhtur.”
ilim öğrendi. İcâzet (diploma) aldı. İlim öğrenmek için,
“Keffâret için ibâha, ya’nî kendisini doyurması için fakire, Fülûs
(kâğıt para) da verilebilir.”
“Mekke’deki evleri, hac zamanında hacılara kira ile vermek
mekrûhtur.”
“Abdullah bin Abbâs (r.anhümâ) buyurdu ki, Resûlullahın (
aleyhisselâm ) yanında oturuyorduk. Bir köylü, tavşan kebabı
hediyye getirdi. Bize “Yiyiniz!” buyurdu. Muhammed bin Saffân
( radıyallahü anh ) dedi ki, iki tavşan yakaladım, kestim.
Resûlullaha sordum, ikisini de yememi buyurdu.”
Yemen’in birçok yerini dolaştı, ilimde söz sahibi oldu.
Kaşâşî, San’a şehrine yerleşti. Burada talebelerine ilim ve
edeb öğretti. Seyyid Tâhir bin Muhammed Ehdel, Allâme
Muhammed Fervî, yetiştirdiği âlimlerdendir. Çok kerâmetleri
görüldü.
Yemen’deki vâlilerden biri, onun şan ve şöhretini duyunca,
çekemeyip hapsettirdi. O gün vâli ihtiyâç için helaya gittiğinde
dışarı çıkmak istedi. Fakat çıkamadı. Hela kapısı bir türlü
açılmadı. Aklı başından gitti. Ne yaptıysa kapıyı açamadı.
Düşündü, bunun haksız olarak hapsettirdiği Kaşâşî sebebiyle
olduğunu anladı. Serbest bırakılmasını emretti. O zaman
helanın kapısı açıldı ve dışarı çıktı.
1) Tuhfet-ül-fukahâ (Taşköprü zâde) sh. 95, 102
2) Fevâid-ül-behiyye (Lüknevî) sh. 53
San’a vâlisi, vilâyetindeki bir kısım insanlara ceza vermek için
huzûruna getirilmesini emretti. Onlar da hakaret ve hor
tutularak getirildiler. San’a şehrine geldiklerinde kale
3) Miftâh-ül-se’âde (Taşköprü-zâde) cild-2, sh. 273, 274, 285
kapısında Kaşâşî ile karşılaştılar. Gelenler içinde onu
tanıyanlar vardı. Ona gidip selâm verdikten sonra, içinde
4) Keşf-üz-zünûn sh. 230
bulundukları hâli anlattılar. Kaşâşî o zaman; “Evliyânın
sevgisini gönlünüzde bulundurunuz. Hayırdan başka şeyle
5) Tam İlmihal Se’âdet-i Ebediyye sh. 1028
karşılaşmazsınız. Fâtiha-i şerîfeyi okuyunuz?.” buyurdu. Onlar
da buyurulan şeyi yaptılar. Vâlinin huzûruna çıkınca, ondan
izzet ve ikram gördüler, Hiç bir zarar görmeden, sağ sâlim
memleketlerine döndüler.
KAŞÂŞÎ EL-MEDENÎ
Evliyânın büyüklerinden. İsmi, Muhammed bin Yûsuf el-Med’ü
Kaşâşî’nin yazdığı eserlerden ba’zıları şunlardır: 1- Şerh-ülHikem libn-i Atâullah, 2- Şerhu alel Ecrûmiyye.
Abdünnebî bin Ahmed bin Seyyid Alâüddîn Ali bin Seyyid
Muhammed bin Yûsuf bin Hasen Bedrî Decânî Kaşâşî elMedenî’dir. Medîne-i münevverede doğdu. Doğum târihi
bilinmemektedir. 1044 (m. 1634) senesi Şa’bân ayının
1) Hulâsat-ül-eser cild-1, sh. 281
2) Câmi’u kerâmât-il-evliyâ cild-1, sh. 198
Ebû Übeyd şöyle demiştir: “Her gün onun evinde toplanıp
çeşitli ilimlerden sorardık. O çeşitli ilimlerde ve değişik
mevzûlarda üstün seviyede bir ilme sahipti. Bu seviyede ilme
sahip olan bir başkası çok az görülmüştür. O, tefsîr, hadîs,
KATÂDE BİN DİÂME
Tabiînin meşhûr âlimlerinden. 60 (m. 680) senesinde doğdu.
Doğuştan a’mâ idi. 117 veya 118 (m. 735)’de Vâsıt şehrinde
56 yaşında iken tâûn hastalığından vefât etti. Künyesi EbûlHattâb’dır. Çok sayıda âlim yetiştirmiş olan meşhûr bir
kabileye mensûb olduğu için ve bu kabilenin meşhûrlarından
Sedûs bin Şeyban’a izafeten “Sedûsî’de denilmiştir. A’mâ
olmasından dolayı el-Ekmeh, Basra’da yaşadığı için el-Basrî
denilmiştir. Böylece ismi Katâde bin Diâme es-Sedûsî elEkmeh el-Basrî şeklinde kaydedilmiştir.
fıkıh ilimlerinde ve târihden şiire kadar her konuda kendisine
müracaat edilen mühim bir kaynaktı.” İbni Sîrîn; “Katâde,
zamanındaki insanların hafıza bakımından en
kuvvetlilerinden idi” demiştir. Kendisi ise: “Bir kerre işittiğim
şeyi mutlaka ezberledim. Hiç bir şeyi hiç bir üstada tekrar
ettirmedim.” dedi. Selâm bin Miskîn, Ömer bin Abdullah’tan
şöyle nakletmiştir: “Katâde bin Diâme, Saîd bin Müseyyeb’in
yanına gelip dört gün ondan ilmî mes’eleler sorup cevap aldı.
Daha da sormaya devam etmesi üzerine Saîd bin Müseyyeb
onun bu hâline hayret ederek, hep sorup dinliyorsun elinde
bir şey kalıyor mu? dedi. Katâde bin Diâme şöyle cevap
verdi: “Evet size şu mes’eleyi sordum, şöyle cevap verdiniz,
İlimde rivâyetine müracaat edilen Katâde bin Diâme; Enes
şu diğer mes’eleyi sordum şöyle cevap verdiniz.” diyerek,
bin Mâlik, Ebu’t-Tufeyl, Saîd bin Müseyyeb, İkrime, Humeyd
sorup, aldığı cevapları ve dinlediği hadîs-i şerîfleri baştan
bin Abdurrahmân bin Avf, Hasan-ı Basrî, Muhammed bin
sona bir bir saydı. Saîd bin Müseyyeb ( radıyallahü anh )
Sîrîn, Atâ bin Ebî Rebâh, Enes bin Mâlik’in oğulları Ebû Bekir
hayretten donup kaldı ve “Senin bir benzerine daha
ve en-Nadr’dan ve zamanın diğer meşhûr âlimlerinden ilim
rastlamak zordur” dedi.
öğrenip, hadîs rivâyet etmiştir. Kırâat ilmini de Ebû Aliyye’den
ve Enes bin Mâlik’ten öğrenip rivâyet etmiştir.
Bükeyr bin Abdullah “Ondan daha hafız olanı görmedim. O,
işittiği hadîs-i şerîfi derhal ezberler ve aynen naklederdi”
Katâde bin Diâme, tefsîr, hadîs, fıkıh ve diğer ilimlerde
demiştir. Hanbelî mezhebinin reîsi Ahmed bin Hanbel de
asrının en meşhûr âlimlerindendir. İlim aldığı kaynağın
O’nu ilimdeki üstün derecesinden, hafızasının kuvvetinden
sağlamlığı ve üstünlüğü yanında darb-ı mesel hâline gelen
dolayı methederek şöyle demiştir: “Katâde ehl-i Basra’nın en
şaşılacak derecede bir hafızaya sahipti. İlimde asıl maksada
kuvvetli hâfızlarındandır. Bir gün Câbir bin Abdullah’ın kitâb-
ulaşması, öğrendiği ilmi tatbik etmesi gibi üstün vasıflarıyla
ül-Mensek adlı eseri O’nun yanında bir defa okundu. O
eşine az rastlanan bir âlimdir. Kendisinden ilim öğrenen ve
dinlerken baştan sona ezberledi.”
rivâyette bulunan; Süleymân et-Teymi, Cerîr bin Hazım,
Şu’be bin Haccâc, Ebû Hilâl er-Rasibî, Hemmân bin Yahyâ,
Amr bin el-Hâris el-Mısrî, Saîd bin Ebî Arûbe, Leys bin Sa’d,
Ebû Uvâne en meşhûr olan âlimlerdir. Pek çok kimse ondan
ilim öğrenip, hadîs rivâyet etmiştir.
Katâde bin Diâme ( radıyallahü anh ) Basra’da yaşadı.
Ömrünü ilim öğrenmek ve öğretmekle geçirdi. Zamanın
âlimleri ilimdeki üstünlüğünü, fazîletini, takvâsını (haramdan
kaçınmasını) medh ederek ondan bahsetmişlerdir. Çok hadîs
rivâyet etmesiyle tanınmıştır. Kütüb-i sitte denilen altı meşhûr
hadîs kitabının hepsinde hadîs rivâyetleri vardır.
Katâde bin Diâme, Ehl-i sünnet âlimlerinin usûlü olan nakil
esasına son derece bağlı idi. Ebû Hilâl şöyle demiştir:
“Katâde bin Diâme’den bir mes’ele sordum. Bilmiyorum dedi.
Peki bu husûsta görüşünüz nedir? dedim. Kırk seneden beri
kendi görüşüme göre fetvâ vermedim dedi.”
Abdestsiz asla bir hadîs-i şerîf okumamıştır. Bir hadîs-i şerîfi
işittiği zaman yüzü değişir, kendini toparlar ve işittiği hadîs-i
şerîfi dinlerken ezberlerdi. Yedi günde bir hatim okurdu.
Ramazan-ı şerîf gelince üç günde bir, Ramazan’ın onundan
sonra da her gece bir hatim okurdu.
Zamanın âlimleri tarafından “Faris-ül-ilim” ilmin süvarisi
Buyurdu ki:
denilerek ilimdeki kudreti ve ilme hâkimiyeti dile getirilen
Katâde bin Diâme hazretlerinin tefsîre dâir rivâyetleri
“Küçük yaşta ilim öğrenmek, her şeyi ezberlemek, mermere
toplanmıştır. Tefsîrine örnek. “...Kim de Allahtan korkarsa,
yazı yazmak gibidir.”
Allah ona (darlıktan genişliğe) bir çıkış yolu ihsân eder. Bir de
ona ummadığı yerden rızık verir.” (Talak-3). Katâde hazretleri
buradaki çıkışı şöyle tefsîr etmektedir: “Hem dünyâ
şüphelerinden, hem de ölüm anındaki acılardan ve kıyâmet
gününün şiddetinden kurtuluş ihsân eder.”
Rivâyet ettiği hadîsler:
Enes bin Mâlik’ten ( radıyallahü anh ) rivâyetle Resûlullah (
aleyhisselâm ) buyurdu ki: “Kıyâmet alâmetlerinden ba’zıları;
ilmin yeryüzünden kalkıp, cehâletin yerleşmesi, içki içilmesi,
kadınların çoğalması, erkeklerin azalması (hattâ bir erkeğe
elli kadın kadar erkeklerin azalmasıdır).”
Resûlullah ( aleyhisselâm ) buyurdu ki: “Birinin evi önünde
nehir olsa, her gün beş kere bu nehirde yıkansa, üzerinde kir
kalır mı?” diye sordu. Eshâb-ı kiram, “Hayır, yâ Resûlallah”
dediler. Bunun üzerine Peygamber efendimiz “İşte, beş vakit
namazı kılanların da böyle küçük günahları affolur” buyurdu.
Enes bin Mâlik’ten rivâyet ettiği bir hadîs-i şerîf
şöyledir: “Eğer benim bildiklerimi bilseydiniz, az güler ve çok
ağlardınız.”
“Her kim Allahü teâlâya kavuşmayı dilerse, Allahü teâlâ da
“Amel etmeden duâ kabûl olunmaz. Kim güzel amel ederse
duâları kabûl olunur.”
“İnsanlara zenginliklerinden ve evlâtlarından dolayı itibar
etmeyiniz. Onlara îmânları ve sâlih amellerinden dolayı değer
veriniz.”
“Küçük günah işlemek insanı başka bir günaha ve helâka
sürükler. Küçük günahtan sakınmak insanı büyük günah
işlemekten kurtarır.”
“Allahü teâlâ tevâzu edeni yükseltir.”
“Ey insanlar! Siz sıkıntıya düşmeden, rahatlık içinde hayır ve
hasenat yapmak istersiniz. Fakat insan nefsi ihmalkâr,
gevşek ve usangaçtır. Halbuki mü’min tahammüllü, azîmli
olmalı, zorluklara katlanmalıdır ki, hayır ve hasenat
işleyebilsin.”
“Gece gündüz, gizli ve açık Rabbini zikredenin duâsı kabûl
olunur.”
“Bir kimse bir bid’at işlerse, onu bu bid’attan vazgeçinceye
kadar ikaz etmek gerekir.”
ona kavuşmayı diler. Ve her kim Allaha kavuşmayı hoş
“İnsanlar İslâmiyet gelmeden önce büyük bir gaflet
görmezse, Allah da ona kavuşmayı hoş görmez.”
uykusunda idiler, İslâmiyet gelince müslüman olanlar bu
Hazreti Âişe, “Yâ Resûlallah! Ölümden hoşlanmadığı için mi?
O halde hepimiz ölümden hoşlanmıyoruz!” dedi. Bunun
üzerine Resûlullah, “Öyle değil! Ancak mü’mine Allah’ın
gaflet uykusundan uyandılar. Malları ile, canları ile gece
gündüz kendilerini Allahü teâlânın rızâsına kavuşturacak
vesilelere (sebeplere) yapıştılar ve se’âdete kavuştular.”
rahmeti, rıdvânı ve Cenneti müjdelendği vakit, Allaha
“Kim dünyâda Allahü teâlânın emirlerine itaat ederse, âhırette
kavuşmayı diler. Allahü teâlâ da ona kavuşmayı diler. Kâfir
Allahü teâlânın ihsânı ile seçilenlerden olur.”
ise Allahü teâlânın azâbı ve hışmı ile müjdelendiği vakit,
Allahü teâlâya kavuşmaktan hoşlanmaz.” buyurdular.
“Cennette, Cehennemi gösteren bir pencere vardır. Cennet
ehli bu pencereden Cehennemdekilerin ba’zısını görür ve
“Allahü teâlânın kulunun tövbesine sevinmesi, sizden birinin
onlara der ki: (Sizin bu hâliniz nedir? Biz sizin söylediğiniz
çorak bir yerde kaybettiği devesini, uyandığı vakit
İslâm bilgilerine uyarak Cennete girdik) Cehennemde olanlar
bulduğundaki sevincinden daha çoktur.”
da diyecekler ki (Biz size yapın dediklerimizi kendimiz
yapmaz, yapmayın dediklerimizi ise kendimiz yapardık. Biz
sırasında Muhammed aleyhisselâma hücum eden müşriklere
de bu sebeple buraya girdik) derler.”
karşı vücudunu siper eden Katâde’nin gözüne bir ok isâbet
ederek gözü çıkmıştı. Gözünü eline alarak Peygamberimizin (
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
1) Hilyet-ül-evliyâ cild-2, sh. 333
2) Vefeyât-ül-a’yân cild-4, sh. 85, 86
3) Tehzîb-ül-esmâ vel-luga cild-2, sh. 57
aleyhisselâm ) huzûruna gelip: “Yâ Resûlallah! Benim çok
sevdiğim bir hanımım var. Beni bu halde görürse hoş
karşılamayabilir.” deyince, Peygamberimiz ( aleyhisselâm )
Katâde hazretlerinin elinden gözü alıp çıktığı yere koydu,
eskisi gibi sağlam oldu. Peygamberimizin mû’cizesiyle
görmeye başladı. Hatta bu gözü diğer gözünden daha iyi
görürdü. İmâm-ı Âzam hazretleri, Peygamberimizi medhetmek
4) Tezkirât-ül-huffâz cild-1, sh. 22
için yazdığı bir şiirinde bu hâdiseyi şöyle yazmıştır:
“Mû’cizenle geri getirdin. Katâde’nin gözünü” Mekke’nin feth
5) El-A’lâm cild-5, sh. 189
edildiği gün, kabilesinin Benî Zafer kolunun bayrağı Hazreti
Katâde’nin elinde idi.
6) Tabakât-ı İbni Sa’d cild-7, sh. 229
Katâde hazretleri bir gece karanlıkta yatsı namazına giderken
7) Tehzîb-üt-tehzîb cild-8, sh. 351
8) Mu’cem-ül-müellifîn cild-8, sh. 127
9) Hediyyet-ül-ârifîn cild-1, sh. 834
yolda Peygamberimize rastladı. Peygamberimiz, O’na,
“Katâde, sen misin?” diye sordu. Katâde de, (Evet, Yâ
Resûlallah, dedi. Peygamberimiz ( aleyhisselâm ) “Dönüşte
bana uğra!” buyurdu. Namazdan sonra uğradığında
Peygamberimiz ( aleyhisselâm ) O’na bir hurma dalı verdi. O
10) Kâmûs-ül-a’lâm cild-5, sh. 3601
günden sonra Katâde hazretleri gece bir yere giderken
yanında o hurma dalını taşıyınca ondan etrâfa ışık yayılır,
11) Kıyâmet ve Âhıret sh. 229
çevresini aydınlatırdı.
Buyurdular ki; “Size, hastalığınızı teşhis ettirip, tedâvi
çarelerini bulduran Kur’ân-ı kerîmdir. Hastalığınızın sebebi
günah işlemeniz, tedâvisi ise, tevbe ve istiğfardır.”
KATÂDE BİN NU’MAN ( radıyallahü anh )
“Kabir azâbı üç şeyden meydana gelir. Bunun üçte biri gıybet,
Eshâb-ı kiramdan. Evs kabilesinden ve Ensârın ileri
diğer üçte biri nemime (söz taşıma), diğer üçte biri de idrardan
gelenlerindendir. Ebû Ömer, Ebû Abdullah künyeleri vardır.
sakınmamaktır.” “Elbise, servet, güzellik ve ilim gibi ni’metler
Hazreti Katâde 24 (m. 644) târihinde 65 yaşında vefât etti.
kendisine verilip de tevâzu etmesini bilmeyenlerin bu varlıkları
Namazını Hazreti Ömer kıldırdı. Evs kabilesinin Zafer
kıyâmet günü kendilerine vebaldir.”
kolundandır. Ebû Saîd el-Hudrî’nin kardeşidir. Anneleri, Enîse
binti Kays en-Neccârî’dir. Nesli, torunları olan Âsım bin Ömer
Bizzat Peygamber efendimizden işiterek rivâyet ettiği hadîs-i
bin Katâde ve Ya’kub Ömer ile sona erdi. Âsım bin Ömer siyer
şerîfler.
ve başka ilimlerde âlim idi. Hazreti Katâde meşhûr hadîs
âlimlerinden Âsım bin Amr bin Katâde’nin dedesidir. Dedesi,
“Kurban etini yiyiniz veya bekletiniz. Onu satmayınız.”
Resûlullah ( aleyhisselâm ) efendimizle tanışmış ve müslüman
olmuştur.
“Allahım! Mukadderatımın hayırlısını ve bu ayın hakkımızda
hayırlı olmasını senden diler ve mahşer gününün dehşetinden
Akabe, Bedir, Uhud ve diğer savaşlarda bulundu. Eshâb-ı
kiramdan Câbir bin Abdullah şöyle bildiriyor: “Uhud harbi
sana sığınırım.”
“Allahü teâlâ gönderdiği her Peygamberi güzel sesli
birlikte Tercan seferine, bir sene sonra da Bağdat seferine
göndermiştir.”
çıktı. Dönüşte Musul’a geldiklerinde babası, bir ay sonra da
Nusaybin civarında amcası vefât etti. Bir müddet Diyarbakır’da
“Kıyâmet günü insanların en büyük hatada olanları, dünyâda
kaldı. Babasının yakın arkadaşlarından birisi, Kâtib Çelebi’yi
en çok bâtıla dalanlardır.”
Süvari Mukâbelesi’ne ta’yin etti. 1037 (m. 1627-1628)
senesinde isyan eden Abaza Mehmed Paşa’nın işgal ettiği
Erzurum’un kuşatmasına katıldıktan sonra İstanbul’a döndü.
1) El-A’lâm, cild-5, sh. 189
2) Tehzîb-ül-esmâ ve’l-luga, cild-2, sh. 58
Burada yaklaşık iki sene, Bağdad seferine katılana kadar,
Kâdı-zâde’nin derslerine devam etti. Kâdı-zâde’nin düzgün ve
dokunaklı bir konuşması vardı. Kâtib Çelebi, onun te’sîri
altında kaldı. 1039 (m. 1630) Bağdat kuşatmasında, toprak
3) Sıfat-üs-safve, cild-1, sh. 183
dolu tulumlarla yapılmış siperler arasında, ordunun defterini
tuttu. Seferden sonra tekrar İstanbul’a dönerek, Kâdı-zâde’nin
4) Tehzîb-üt-tehzîb, cild-8, sh. 357
derslerine devam etti. Ondan; Envâr-üt-tenzil ve Esrâr-ütte’vîl, îhyâ-ül-ulûm, Şerh-i Mevâkıf, Dürer ve Gurer, Tarîkat-ül-
5) Müsned-i Ahmed bin Hanbel, cild-4, sh. 15, cild-6, sh. 384
KÂTİB ÇELEBİ
Fıkıh ve târih âlimi. İsmi, Mustafa bin Abdullah’tır. 1017 (m.
1608) senesi Zilka’de ayında İstanbul’da doğdu. 1067 (m.
1656) senesi Zilhicce ayının yirmiyedisinde Cumartesi günü
sabah vakti vefât etti. Kabri, Vefâ’dan Unkapanı’ndaki
Mahmudiye Köprüsüne inen büyük caddenin sağ kenarında,
Zeyrek Câmii’ne varmadan, mektebin altındaki sebilin
bitişiğinde küçük bir avludadır.
Kâtib Çelebi’nin babası, Osmanlı devlet ve siyâset
adamlarının yetiştirildiği Enderun Mektebi’nde tahsil görmüş
bir askerdir. Mustafa bin Abdullah, ordu kâtipliğinde bulunduğu
için, ulemâ ve halk arasında “Kâtib Çelebi” diye tanındı. Hacca
gittiği ve başmuhâsebeci ikinci halîfesi (ikinci başkanı) olduğu
için, “Hacı Halîfe” ismiyle meşhûr oldu. Babası, dînine bağlı bir
zât olduğu için, Kâtib Çelebi beş veya altı yaşına geldiği
zaman, Kırımlı Îsâ Halîfe’yi, ona Kur’ân-ı kerîm ve tecvidi
öğretmek üzere hoca olarak tuttu. Bu hocadan Kur’ân-ı kerîmi
öğrendi ve daha sonra ezberledi. Zekeriyyâ Ali İbrâhim Efendi
ve Nefes-zâde’den ilim öğrendi. İlyâs Hoca’dan Arabça
gramer derslerini okudu. Böğrü Ahmed Çelebi diye tanınan
hattattan yazı dersleri aldı.
Ondört yaşında Anadolu Muhâsebesi kalemine kâtib oldu.
Oradaki vazîfelilerin birinden, hesap kaidelerini, erkâm ve
siyâkat yazısını öğrendi. 1033 (m. 1624) senesinde babasıyla
Muhammediyye adlı eserleri okudu.
1043 (m. 1633)’de Haleb seferinde Hacca gitme fırsatını
buldu. Dönüşte bir kış Diyarbakır’da kalıp, oradaki âlimlerle
görüştü. 1044 (m. 1635) senesinde de Sultan Dördüncü
Murâd Hân ile Revân seferine katıldı. On sene kadar çeşitli
savaşlarda bulunduktan sonra İstanbul’a döndü ve kendisini
tamamen ilme verdi.
Kâtib Çelebi, ilme olan sevgisinden dolayı eline geçen bir defa
küçük, bir defa da büyük mirasın önemli bir kısmını kitaba
verdi. Kendisini tamamen ilme verdiği için, Sultan Dördüncü
Murâd Hân’ın 1047 (m. 1637) senesindeki Bağdat seferine
katılamadı. Fazileti ve derin bilgisi ile tanınan A’rec Mustafa
Efendi’nin derslerine devam etti. Bu zâtı şimdiye kadar
derslerinde bulunduğu âlimlerin hepsinden daha yüksek bir
bilgiye sahip bularak üstâd edindi. A’rec Mustafa Efendi de,
Kâtib Çelebi’ye öteki öğrencilerden ayrı bir yakınlık gösterdi.
A’rec Mustafa Efendi, ona El-Endülüsiyye fil-arûz, Hidâyet-ülhikme, Mülahhas fil-hey’e ve şerhiyle birlikte Eşkâl-üt-te’sis
isimli eserleri okuttu. Ayrıca; Ayasofya dersiamı Abdullah
Efendi ve Süleymâniye dersiamı Mehmed Efendi’nin
derelerinde bulundu. Vâ’iz Veli Efendi’den İbn-i Hacer-i
Askalânî’nin “Nûhbet-ül-fiker” isimli eserini okudu. Kâtib Çelebi
bir taraftan ilim öğrenirken, diğer taraftan birçok talebeye de
ders verdi.
1055 (m. 1645) senesinde Girit seferi münâsebetiyle,
haritaların nasıl yapıldığını, bu konuyla ilgili yazılan eserleri ve
çizilen haritaları gördü. Bu arada Mukâbele başhalîfesi
1-Fezleket-üt-tevârih: Bir mukaddime, üç usûl ve bir son
(başyardımcısı) ile arası açıldı. Vazifesinden ayrılarak, üç
sözden ibâret olan bu eser, varlıkların başlangıcı,
sene vazîfe yapmadı. Üç sene içinde, ba’zı talebelerine çeşitli
peygamberlerin ve hükümdârların târihi diye hülâsa
konularda dersler verdi. Yine bu zaman içinde anî olarak
edilebilecek bir târih kitabıdır.
hastalandığı için, tedâvi çârelerini aramak maksadıyla, tıb
kitapları okudu. Ayrıca kalbini kötülüklerden temizlemek,
2-Keşf-üz-zünûn an esmâ-il-kütübi vel-fünûn: Arabî olup, çok
ma’nevî sağlığa kavuşmak için Esma ve Havvas kitaplarını
kıymetli bir eserdir. Onbeşbine yakın kitap ve onbine yakın
okudu. İslâm âlimlerine çok saygılı olduğundan, onlarla
müellifi tanıtan büyük bir bibliyografya ansiklopedisi
beraber olmaya çalışırdı. 1058 (m. 1648) senesinde tekrar
mahiyetindedir. Mısır’da, Almanya’da, İstanbul’da basıldı.
me’mûriyete başladı. Şeyhülislâm Abdürrahîm Efendi, Kâtib
Latinceye de tercüme edildi.
Çelebi’nin dostu ve sırdaşı idi.
3-Cihân-nümâ: En eski coğrafya kitabımızdır. Haritalarıyla
Kâtib Çelebi, huşû’ içinde, şartlarına uygun olarak yapılacak
birlikte İbrâhim Müteferrika matbaasında basılmıştır. Daha
duâların kabûl olacağını ve Kur’ân-ı kerîmin şifâ vereceğini sık
sonra yazılacak coğrafya kitaplarına kaynak teşkil eden bu
sık zikrederdi.
eser, Avrupa dillerine de tercüme edilmiştir.
Kâtib Çelebi, çalışkan, iyi huylu, vakarlı, az konuşan, çok
4-Tuhfet-ül-kibâr fî esfâr-il-bihâr Denizcilik târihimiz
yazan biri olarak bilinir. Arabî ve Fârisînin yanında, Latinceyi
bakımından mühim bir eserdir. Osmanlı Devleti zamanındaki
de çok iyi bilirdi. Osmanlı Devleti’nde, ilk defa batı ilmiyle en
deniz savaşlarından bahseder, İngilizce ve Fransızcaya
fazla ilgilenen, doğu ilmiyle mukayesesini ve sentezini yapan,
tercüme edilmiştir.
Türk ilim adamlarından biridir.
5-Takvîm-üt-tevârih: Hazreti Âdem’den (a.s) 1058 (m. 1648)
Kâtib Çelebi’nin çok kitabı vardı. Birgün Şeyhülislâm Yahyâ
târihine kadar geçen vak’aların kronolojik açıklamasını ihtivâ
Efendi, sohbet sırasında Kâtib Çelebi’ye; “Senin bin ciltten
eder. Arabî ve Fârisî dilde basılmıştır. Bu eseri iki ay gibi kısa
fazla târih kitabın varmış. Bu doğru mudur?” diye sordu. Kâtib
bir zamanda tamamlamıştır.
Çelebi de; “Olması gerekir” diye cevap verdi. Fakat
şeyhülislâmın tereddüt ettiğini görünce, ertesi gün on katıra
birbirinden ayrı üçyüz cild târih kitabını yükleterek
şeyhülislâma götürüp; “Evde, ciltsiz bundan da fazla vardır”
dedi.
6-Fezleke: Fezleket-üt-tevârih’in devamı niteliğindedir. 1000
(m. 1591) senesinden 1065 (m. 1654) târihine kadar olan
olayları içine alır. 1296 (m. 1879) senesinde iki cild olarak
basılmıştır. Senelere göre düzenlenmiş olan bu eser, her
senenin sonunda o sene içinde ölen devlet adamlarıyla, âlim,
Kâtib Çelebi, yazdığı yirmiyi aşkın eserleriyle sâdece Türk
şâir ve başka kimselerin hayat ve eserlerinden kısaca
dünyâsına değil, bütün dünyâya seslenmişti. Çalışmalarının
bahsetmektedir.
genişliği ve derinliği ile, dönemin en önemli ilim adamlarından
sayılmıştır, özellikle bibliyografya ve biyografyaya âit eserlerini
hazırlarken fiş kullanarak çalışmıştır.
7- Târih-i Frengi tercümesi: Johan Carian’un, Chronic isimli
eserinin tercümesi olup, Şinâsî zamanında Tasvîr-i Efkâr
Gazetesi’nde ba’zı kısımları yayınlanmıştır. Kâtib Çelebi bu
Târih kitaplarında daha çok hâdiselerin özünü ve hakîkatini
eseri, 1065 (m. 1654) senesinde, İstanbul’da bundaki bilgileri
anlatmaya çalışmış, Uslûb ve edebiyât yönüne fazla ağırlık
İslâm târihlerine aktarmak ve eklemek için Şeyh Mehmed
vermemiştir. Fikirlerini, düşüncelerini çeşitli san’atlarla
İhlâsî ile birlikte Türkçeye çevirmiştir.
süsleyerek anlatmak yerine, kısa, öz ve açık yazmıştır.
Eserleri:
8- Târih-i Kostantiniyye ve Keyâsire: Kısaca Revnak-ussaltana diye isimlendirdiği bu eseri, 985 (m. 1577) senesine
kadar gelen olayları tercüme ve seçme yoluyla meydana
15- Düstûr-ul-amel fî ıslâh-ıl-halel: 1063 (m. 1652) senesinde
getirmiştir.
devlet bütçesinde gelirin az olup, masrafın çoğalması ile ilgili
bir araştırmadır.
9- İrşâd-ül-Hıyârâ ilâ Târih-il-Yunan ver-Rûm ven-Nesârâ:
Avrupa memleketleri hakkında, onların idâre tarzlarına dâir
16- Mîzân-ül-hakk fî ihtiyâr-il-ehakk: Kâtip Çelebi’nin yazmış
ellisekiz yapraklık küçük bir risaledir. Avrupalıların yazmış
olduğu eserlerin en sonuncusudur. 1067 (m. 1656) senesinde
olduğu eserlerden tercüme ederek toplamıştır.
yazmıştır. Devrinde şiddetli tartışmalara konu olan bir takım
mes’eleleri konu olarak almıştır.
10- Süllem-ül-vüsûl ilâ tabakât-il-fühûl: Alfabetik sıraya göre
tertiplenmiş Arabça bir tabakât kitabıdır, iki ana bölüme
Kâtip Çelebi’nin Sultan Genç Osman’ın şehîd edilmesiyle ilgili
ayrılmıştır. Birinci bölümde, künyeleriyle tanınmış meşhûr
söylediği bir şiir şöyledir:
kişiler, ikinci bölümde, neseb, künye ve lakablarıyla bilinenler
sıralanmaktadır. Esas olarak Süyûtî’nin Tahrir-ül-lübâb isimli
Bir şâh-ı âlîşân iken,
eserini kaynak almıştır. Yüzden fazla kaynaktan
Gayretli, genç arslan iken.
yararlanmıştır.
11- Levâmi-un-nûr: İkinci önemli Coğrafya eseridir. Atlas
Minar’ın tercümesidir. Eserde Kuzey Kutup bölgesi, izlanda
adası ve Avrupa memleketleri; nehirleri, dağları, şehirleri ile
tasviri, bir coğrafya şeklinde ta’rîf edilmektedir.
12- İlhâm-ül-mukaddes min feyz-il-Akdes: Bu risalede ortaya
konan üç mes’ele şunlardır: 1- Kuzey memleketlerinde namaz
ve oruç vakitlerinin ta’yini, 2- Güneşin aynı cihetten doğup
batmasının dünyânın bir noktasında mümkün olup olmadığı,
3- Her ne yana dönülse, kıble olabilecek Mekke’den başka bir
Gazi, bahâdır hân idi,
Nâmıyla Osman Hân idi.
Hükmetmeye kâdir idi,
Haccetmeye hâzır idi.
Niyet edip haccetmeye.
Kulak gerek işitmeye,
Eşrât-ı saattir bu dem,
Rûz-ı kıyâmettir bu dem.
memleketin bulunup bulunmadığı. Kendisi bu üç sorunun
Ey dil ciğerler oldu hûn,
cevâbını, kendi vermeyip bu konuda meşhûr âlimlerin
Kan ağladı ehl-i fünûn.
eserlerinden yararlanarak, yalnızca bunları açıklamakla
yetinmiştir.
Âli neseb sultan idi,
Şâh-ı cihâna kıydılar.
13- Tuhfet-ül-ahyâr fil-hikem vel-emsâl vel-eş’âr Alfabetik
sıraya göre tertiplenmişdir. Tanınmış şâirlerin ve yazarların
Kula nedamettir bu dem,
yahut, ismi meşhûr olan kimselerin sözlerini veya bunlara âit
Şâh-ı cihâna kıydılar.
fıkra, hikâye ve latifeleri içine alan bir eserdir.
Derdim bir iken oldu on,
14- Dürer-i münteşir ve gurer-i müntesir: Kâtip Çelebi biyografi
Şâh-ı cihâna kıydılar.
eserini hazırlamak için kaynak kitapları incelediği sırada,
buralardaki fâideli olacak noktalarla, türlü mes’elelere ve
konulara dâir seçmeler yaptı. Bunları toplayınca bu eseri
meydana geldi.
1) Mu’cem-ül-müellifîn cild-12, sh. 262
2) Keşf-üz-zünûn mukaddimesi.
3) El-A’lâm cild-7, sh. 236
4) Brockelmann Sup-2, sh. 635
hadîs-i şerîf dinledi. İbn-i Hişâm’ın Sîret adlı eserini okudu.
Şihâbüddîn Vâsıtî ve Veliyyüddîn Irâkî’nin derslerine devam
5) Tam İlmihâl Se’âdet-i Ebediyye sh. 1028
etti. İbn-i Hacer Askalânî’den hadîs-i şerîf aldı. Bülkînî’den
Sahîh-i Buhârî’yi dinledi. Zeynüddîn Irâkî, İbn-i Mülakkın,
6) Rehber Ansiklopedisi cild-9, sh. 351
Takıyyüddîn Decvî, Bedrüddîn Tanbedî ve daha başka
âlimlerden hadîs-i şerîf dinledi. Bütün ilimlerde büyük bir âlim
oluncaya kadar çok gayret gösterdi. Sâlih Câmii’nin
medresesinde ders verirdi. Buradan ayrılıp bir müddet sonra
KAYÂTÎ (Muhammed bin Ali)
Müeyyidiyye’de ve Nûreddîn Kumnî’den sonra Berkûkiyye’de
hadîs-i şerîf müderrisliğinde bulundu. Bundan sonra da
Fıkıh, usûl ve hadîs âlimlerinden. İsmi, Muhammed bin Ali bin
Eşrefiyye’de Şafiî fıkhını okuttu. Emîr Çakmak onu Kâhire’de
Muhammed bin Ya’kûb bin Muhammed’dir. Lakabı
Şafiî kadılığına getirinceye kadar, Şerefüddîn Sübkî’den sonra
Şemseddîn, künyesi Ebû Abdullah’dır. Yaklaşık olarak 785 (m.
Gurâbiyye müderrisliğinde bulundu. Buradan ayrılarak
1383) senesinde Behensâriyye’nin köylerinden olan Kayât’da
vakıfların idâresine baktı. Vakıflara âit malları, binaları güzelce
doğdu. Muharrem ayının onsekizinde, 850 (m. 1446)
ta’mir ettirdi. Vakıf gelirlerinin güzel bir şekilde gerekli yerlere
senesinde Kâhire’de vefât etti.
harcanmasını te’min etti. Bu vazîfesinin yanında Venâî’den
sonra Şeyhûniyye ve Selâhiyye’de fıkıh dersleri okuttu.
Kur’ân-ı kerîmin bir kısmını memleketinde okudu. Sonra
Buradan da Baybarsiyye müderrisliği vazîfesine getirildi.
babası onu Kâhire’ye götürdü. Amcası Muhammed Nâsırî
orada idi. Amcasının yanında Kur’ân-ı kerîmin tamâmını
Kayâtî, zamanının büyük âlimlerindendi. Çok araştırıcı, keskin
okudu. Minhâc kitabını, İbn-i Hâcib’in usûl kitabını, Elfiyet-ün-
zekâlı, ilmî mes’eleleri çok iyi bilen, müşkil mes’eleleri
nahv, Teshil kitaplarını ezberledi. Bu kitapları bir grup âlimin
halleden bir âlim idi. Devamlı olarak ilim öğrenmek ve
huzûrunda okudu. Bülkînî’nin, Ebnâsî’nin ve İbn-i Mülakkın’ın
öğretmekle meşgûl oldu. Çeşitli beldelerden birçok kimse, ilim
derslerine devam etti. Amcasından fıkıh ve ferâiz ilmi öğrendi.
öğrenmek için ona gelirlerdi. Çok fazla talebe yetiştirdi. Daha
Amcası, ferâiz ilminde çok büyük âlimdi. Ayrıca Şemsüddîn
hayatta iken, talebeleri büyük âlimlerden oldular, içlerinde
Garâkî, Takıyyüddîn bin İzz Hanbelî, Şihâbüddîn el-Amilî’den
çeşitli yerlerde vazîfe alanlar ve fetvâ verenler vardı.
de ferâiz öğrendi. Fıkıh ilmini Şemsüddîn Kalyûbî, Bedrüddîn
Tanbedî, Nûreddîn Âdemî’den öğrendi. Bu iki âlimden usûl-i
Kayâtî, çok akıllı, dindar, tevâzu sahibi idi. Yumuşak huylu,
fıkıh ve nahiv ilmi de öğrendi. Kanber el-Acemî’den de usûl
güzel ahlâklı idi. Kâhire’de vefât ettiğinde, cenâze namazına;
ilmi öğrendi. Kutb-ül-ebrukûhî ve Hümâm Acemî’nin derslerine
sultan, âlimler, devletin ileri gelenleri ve çok kalabalık bir
devam etti. Sarf, nahiv ve usûl dersleri aldı. Hümâm
cemâat katıldı. Sa’îd-üs-süadâ türbesine defnedildi. Böyle
Acemî’den Keşşâf kitabını da okudu. Şettanûfî’den, İzzeddîn
büyük bir âlimin vefâtına insanlar çok üzüldüler ve ağladılar.
bin Cemâ’a’dan da uzun zaman ilim öğrendi. Bisâtî’den ve
Alâüddîn Buhârî Kâhire’ye geldiğinde ondan; mantık, cedel,
usûl, me’ânî, beyân ve bundan başka aklî ve naklî ilimleri
öğrendi. Hattâ sefere çıkıncaya kadar ondan ayrılmadı. İlimde
Birçok kıymetli eser yazmış olan Kayâtî’nin eserlerinden
ba’zıları şunlardır: 1- Şerh-ül-Minhâc, 2- Zeyl-ül-mühimmât, 3En-Nüket alâ kût-il-kulûb.
ileri bir mertebeye yükseldi. O zamanda, onun seviyesinde
başka bir âlim yok gibiydi. Ebnâsî ve Venâî ile beraber
Dimyât’a gittiler. Orada bir müddet kaldıktan sonra tekrar geri
1) Mu’cem-ül-müellifîn cild-11, sh. 61
döndüler.
2) Ed-Dav-ül-lâmi’ cild-8, sh. 212
Ba’zı kırâat âlimlerinden Kur’ân-ı kerîm kırâatini öğrendi.
İzzeddîn bin Cemâ’a’dan ve Cemâl Abdullah el-Hanbelî’den
3) Şezerât-üz-zeheb cild-7, sh. 268
4) Keşf-üz-zünûn sh. 1873
Zamanın Tunus sultânı Şeyh Seydî Mah’riz bin Halefin de
desteğiyle, Mâlikî mezhebi çok yaygın hâle geldi. İnsanlar
5) Esmâ-ül-müellifîn cild-2, sh. 196
uzak bölgelerden dinlerini öğrenmek için akın akın Kayravân’a
geldiler. Kayravân, bölgenin en önemli ilim merkezi oldu.
Kırâat ilminde de çok meşhûr oldu. Tefsîr ve kırâat ilimlerinde
dersler verip kitaplar yazdı. İmâm-ı Nâfî’nin kırâatini, kitapları
KAYRAVÂNÎ (Abdullah bin Ebî Zeyd)
ve talebeleri ile Afrikiyye’de yaydı. Vera’ ve takvâ sahibi idi.
Ömrünü ilim öğrenmek, öğretmek ve ibâdetle geçirdi. Din
Tefsîr, kırâat, kelâm, hadîs ve Mâlikî fıkıh âlimi. Künyesi Ebû
düşmanlarına ve doğru yoldan sapmış olanlara çok güzel
Muhammed olup, ismi Abdullah bin Ebî Zeyd
cevaplar verdi. Müslümanlara ve devlet adamlarına
Abdurrahmân’dır. 310 (m. 922) yılında Endülüs’te (İspanya’da)
nasîhatlerde bulunur, huzûr içinde yaşamalarına çalışırdı.
Nefza şehrinde doğdu. Doğduğu yere nisbetle Nefzi, daha
Dünyâya hiç ehemmiyet vermez, az şeye kanâat eder,
sonra Afrikiyye’ye (Tunus’a) gelerek Kayravân’da yerleşmesi
harama düşmek korkusundan şüpheli şeyleri ve mübahların
sebebiyle oraya nisbet edilip Kayravânî denildi. Kuzey-Batı
bir çoğunu terk ederdi.
Afrika’da Mâlikî mezhebini, yetiştirdiği talebeleri ve yazdığı
kitaplarıyla yaygın hâle getirdiği ve mezhebin hükümlerini
halkın anlayacağı şekilde kitaplar hâlinde düzenleyip yazdığı
için, “Mâlik-üs-sagîr” lakabıyla meşhûr oldu. 386 (m. 996)
yılında Kayravân’da vefât edip, oraya defn edildi. Çeşitli
bölgelerden gelen müslümanlar tarafından mezarı ziyâret
edilip duâlar edilmektedir.
Bir kelime öğrenebilmek ümidiyle Kayravân’a koşan
insanlardan birçoğu İbn-i Ebî Zeyd’in talebesi oldu. Bilhassa
kırâat ilminde Mekkî bin Ebî Tâlib’i yetiştirdi. Karvinîler’den;
Ebû Bekr bin Abdurrahmân, Ebü’l-Kâsım Büadeî, Lübeydî,
Ecdânî’nin oğulları Ebû Abdullah Havvâs, Ebû Muhammed
Mekkî bin Ebî Tâlib, Endülüs’den; Ebû Bekr bin Müvehhib
Makberî, İbn-i Âbid, Ebû Abdullah bin Hüzâ’, Ebû Mervân
İlim tahsili için birçok bölgelere seyahatlerde bulunan Ebû
Kanâzeî, Sebte’den; Ebû Abdurrahmân bin Acûz, Ebû
Muhammed Abdullah Kayravânî, Endülüs’ten başlayıp; Fas,
Muhammed bin Gâlib, Halef bin Nasr, Magrib’den; Ebû Ali bin
Tunus, Mısır, Şam, Bağdâd ve Hicaz’a kadar uzanan ilim
Sicilmâsî ve daha birçok âlim fıkıh ve diğer ilimleri öğrendiler.
merkezlerindeki âlimleri gördü. Onların ilimlerinden ve yazdığı
Onlar da hocaları gibi küfür ve bid’at ehline karşı İslâmiyeti ve
kitaplardan istifâde etti. Ebû Bekr Muhammed bin Feth Mukrî
müslümanları savundular. Yalnız Allahü teâlânın rızası için
ve Ebû Bekr bin Bilâd ve Bağdad’daki diğer kırâat âlimlerinden
çalışıp, müslümanlara dinlerini öğretmeye gayret ettiler.
kırâat ilmini öğrendi. Ebû Bekr bin Lübâd, Ebû Fadl Kaysî’den
Hocalarından öğrendikleri, ilmi Endülüs’ten Hicaz’a kadar
de kırâat aldı, hadîs-i şerîf dinledi. Muhammed bin Mesrûr bin
yaydılar.
Gassal, Abdullah bin Mesrûr bin Haccâc, Kattân, Ebyânî, İbn-i
Mûsâ, Sa’dûn-i Havlânî, Ebü’l-Arab, Ahmed bin Ebî Sa’îd ve
Habîb Mevlâ bin Ebî Süleymân’dan ilim öğrendi. Hacca gitti.
Haremeyn’de; Ebû Sa’îd İbni A’râbî, İbrâhîm bin Muhammed
bin Münzir, Ebû Ali bin Ebî Hilâl, Kâdı Ahmed bin İbrâhîm bin
Hammâd, Hasen bin Bedr, Muhammed bin Feth, Hasen bin
Nasr Sûsi, Derrâs bin İsmail, Osman bin Sa’îd Garâbili ve
daha birçok âlimden ilim öğrendi. İbn-i Şa’bân, Ebû Bekr
Ebherî ve Mervezî’den icâzet aldı. Çok çalışıp, hocalarından
yazdıklarını ezberledi. Mâlikî mezhebinde zamanının imâmı
oldu. Mâlikî mezhebi hükümlerini tasnif edip, halkın, hattâ
çocukların bile istifâde edebileceği şekilde kitaplar hazırladı.
Halkın kendi kendine kitaptan dînini öğrenmesini kolaylaştırdı.
İbn-i Ebî Zeyd Kayravânî; fıkıh, kelâm, tefsîr Ve kırâate dâir
pekçok kitap yazdı. Bilhassa bugünkü ma’nâda tam bir ilmihâl
kitabı olan “Risale”si meşhûrdur. Risâle’nin yazılmasını Tunus
sultânı istemiş, halkın ve çocukların anlayıp, kolayca istifâde
edebilecekleri bir kitap olmasını arzu etmişti. Bu kitap,
zamanında pek tutunmuş ve ağırlığınca altına alıcı bulmuştu.
Risale, yazıldığından bu yana ehemmiyetini hiç kaybetmedi.
Mâlikî mezhebinin el kitaplarından biri oldu. Fransızcaya 1842
yılında tercümesi yapıldı. 1906’da İngilizcesi basıldı. Mâlikî
mezhebinin Cezayir ve Tunus gibi Kuzey Afrika ülkelerinde
yaygın olması ve bu ülkelerin de sömürgeci Fransız ve Avrupa
ülkelerinin işgali altına düşmesi, Batılıların bu eser üzerindeki
çalışmalarına sebep oldu. En son baskısı 1983 yılında Leon
lâzımdır. Bir grup insandan birinin selâma karşılık vermesi
Bercher tarafından Arabca ve Fransızcası bir arada
yeterlidir. Atlı olan yaya gidene, yaya giden oturana selâm
karşılaştırmalı olarak Cezayir’de basıldı. Mâlikî mezhebi
vermelidir.
hükümlerini öz olarak anlatmakta ve akâid, fıkıh, mü’âmelât,
nikâh ve miras bilgilerini ihtivâ etmektedir. Bundan başka,
Bir eve girmek için izin istemeli, üç defa kapıyı muayyen
“Kitâb-ün-nevâdir ve’z-ziyâdât” yüz cüzdür. Mâlikî mezhebine
aralarla çalmalı, izin verilmezse girmemelidir. İki kişi
âit ellibin civarında mes’eleyi ihtivâ eden “Muhtasar” kitabı ki
konuşurken üçüncü kişi müdâhale etmemelidir. Bir topluluk
“Muavvel” ve “Tehzîb-ül-atâbiyye” kitaplarından derlenmiştir.
hâlinde sohbet ederken, köşeye çekilmiş kimse bırakılmamalı,
Mâlikî fıkhına dâir “Kitâb-ül-iktida” bi ehl-il-Medîne”, “Kitâb-üz-
öylelerini de söze, sohbete dâhil etmelidir. Yatarken sağ elini,
zibb”, akâidle ilgili “Kitâb-üt-tenbîh-i alel-kavl fî evlâd-il-
sağ yanağının üzerine koyarak ve sol elini de sol kalçanın
müvtediyyin” ve namaz vakitlerini bildiren “Kitâb-ü tefsîr-i
üzerine koyarak uyumalıdır. Esnerken ağzı kapatmalı ve
evkât-is-salât”, tevekkül ve Allaha güvenmek hakkında “Kitâb-
aksırınca “Elhamdülillah” demelidir. Bunu duyan kimse
üs-sikâ-billah ve’t-tevekkül ale’llah”, tasavvufla ilgili, “Kitâb-ül-
“Yerhamükellah” diyerek karşılık vermeli, aksıran “Yehdînâ ve
ma’rifet vel-yakîn”, rızka Allahü teâlânın kefil olduğunu
yehdîkümullah” diye ona duâ etmelidir.
açıklayan “Kitâb-ül-madmûn mine’r-rızk”, hacla ilgili “Kitâb-ü
menâsik”, Kur’ân-ı kerîm tilâveti ile ilgili “Risale”, çeşitli
suâllere cevap verdiği “Kitâb-ü redd-i mesâîl”, hastalıklarla
ilgili “Kitâb-ü gaye temerraz-il-mü’minîn”, Kur’ân-ı kerîmin
üstünlüklerini anlatan “İ’câz-ül-Kur’ân”, “Kitâb-ül-vesâvis”
1) Ed-Dîbâc-ül-müzehheb, sh. 136
2) Şezerât-üz-zeheb cild-3, sh. 131
Risâle-i i’tâ-il-karâbet-i mine’z-Zekât”, “Risâlet-ün-nehy-i anilcedel”, “Risâlet-ü fi’r-redd-i alel-kaderiyye ve münâkadât-ı
3) Tabakât-ül-fukahâ (Şirâzî) sh. 60
risâlet-il-Bağdâdîy-yil-mu’tezilî, “Kitâb-ül-istihzâr fi’r-redd-i alelfikriyye”, “Kitâb-ü keşf-it-telbîs fi’l-mes’ele”, “Risâlet-ül-mev’ıza
4) Mu’cem-ül-müellifîn cild-6, sh. 73
ve’n-nasîha”, i’tikâdla ilgili “Risale” ve daha birçok kitap yazdı.
5) Hind Çelebi, El-Kırâatü bi-Afrikiyye, Tunus 1983 sh. 304
Risâle’den: Allahü teâlânın dînini iyi biliniz ki, iyi yolda dâim
olasınız. Diğer insanlara da örnek olun. Sizin bu güzel
hâlleriniz diğer insanların ve çocuklarınızın kalblerine sirayet
etsin. Çocuklarınıza, namazı yedi yaşında öğretip kıldırınız.
6) Lâ Risâla, Cezayir, 1983
7) Brockelman, Târîh-i edeb-ül-Arabiyye cild-3, sh. 286
Kılmazlarsa zorlayıp teşvik ediniz. On yaşına gelince
yataklarını, kız ve erkeğin odalarını ayırınız. Kendilerine farz
olanları öğretiniz. Çocuklarınızı haram işleyen, fasık ve dînini
inkâr eden mürted durumuna düşmekten koruyunuz.
KAYYÛM-İ CİHÂN MUHAMMED SEYFULLAH
Yemek yerken sağ elle “Bismillah” diyerek başlamalı, mi’denin
Evliyânın meşhûrlarından. İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin
üçtebirini yiyecek, üçtebirini içecek ve üçtebirini de teneffüs
torunlarından olup, nesebi şöyledir: Kayyûm-i cihan
için ayırmalıdır. Yemekte birinci lokma iyice çiğnenip
Muhammed Seyfullah bin Gulâm Muhammed Ma’sûm bin
yutulduktan sonra, ikinci lokmayı ağza almalı, yemeğe
Muhammed İsmâil bin Muhammed Sıbgatullah İbni Urvet-ül-
üflememelidir. Su içerken oturmalı, yavaş yavaş, üç yudumda
vüskâ Muhammed Ma’sûm bin İmâm-ı Rabbânî. 1156 (m.
içmelidir. Nefesini suya vermemelidir. Birşey ikram ederken en
1743) senesinde Zilka’de ayının dördünde doğdu. 1212 (m.
sağdakinden başlayarak ikram etmelidir. Altın ve gümüş
1797) senesinde vefât etti.
kaplarda yemek ve içmek kat’î olarak yasaktır. Aynı zamanda
ayakta içmek hoş değildir. Selâma cevap vermek muhakkak
Babası Gulâm Muhammed Ma’sûm-i sânî şöyle anlatmıştır
içinde gördüler.” Kayyûm-i cihan Muhammed Seyfullah
“Muhammed Seyfullah doğmadan birgün önce, rü’yâmda
hazretleri, daha çocukluğunda şâhid olduğu hâdiseleri şöyle
Peygamber efendimizi ( aleyhisselâm ) görüp, ziyâret etmekle
anlatmıştır: “Çocukluğumda acâib hâller görür ve yaşardım.
şereflenmiştim. Resûlullah ( aleyhisselâm ) bana müjde
Büyüklerin rûhlarını ve cinlerin sâlihlerini görürdüm. Çocukluk
vererek şöyle buyurdu: “Yarın senin bir oğlun doğacak,
günlerimde bir defasında akranlarımdan bir grup çocukla
görülmemiş bir evlâd ve Allahü teâlânın sevgili kullarından
Lahor şehrine gitmiştik. O günlerde çevreye gayr-i müslimler
olacaktır. Dedelerinin; ecdadının nisbetine vâris olacaktır.
gelip yerleşmişlerdi. Ben bir muz ağacına çıkıp, muzların
Alemi nurla dolduracak, onun gelişinin çok bereketli olacağını
iyilerini topluyordum. Ağacın altında duran çocuklara
bil ve ismini benim ismimden koy.” Kutbul-aktâb Gulâm
atıyordum. Ağacın altındaki çocuklar gayr-i müslim atlıların
Muhammed Ma’sûm hazretleri, bu rü’yâyı gördükten sonra
oraya gelmekte olduklarını görerek kaçmışlar, ben ağacın
uyanıp, abdest aldı ve sabah namazını kılmak için dergâhına
üzerinden; “Attığım muzları toplayınız” diye bağırıyordum. Bir
gitti. Namazdan sonra murâkabe hâlinde otururken, Kâ’be’yi
de baktım hepsi gitmiş. Bu arada ağacın altında başka
gördü ve çok mübârek bir oğlunun dünyâya geldiği müjdesini
çocuklar gördüm. Ağızlarından ateş çıkıyordu. Onlara size ne
aldı. Müceddidiyye ve Ma’sûmiyye bahçesinin bu yeni
oluyor ki ağzınızdan ateş saçılıyor dedim ve hayret ettim.
fidanının kulağına ezan ve ikâmet okuduğu zaman, bu yeni
Dediler ki: “Biz cinlerin çocuklarıyız. Buraya seni korumak için
doğmuş bebek, yanında bulunanların da hayretle görüp
toplandık. Öbür çocuklar süvarilerden korkup kaçtılar!”
duydukları bir şekilde tekbir getirdi. İsmi konurken tekbir
getirdiğini işitenler, babasına; “Onun tekbir getirdiğini işittik”
Yine şöyle anlatmıştır: “Çocukluğumda ormana gitmiştim.
dediler. Babası, ona hizmet etmelerini söyledikten sonra; “Bu
Yanımda kimse yoktu. Ormanda dolaşırken bir de gördüm ki
çocuk asrının bir tânesi olacak, görülmemiş nâdir işler
bir arslan peşimden geliyordu. Ben nereye gitsem peşimden
yapacak, onun irşâd nûrları âlemi dolduracak ve insanlar
ta’kib etti ve asla bana saldırmadı, bir zarar vermedi. Sonra
bahtiyar olacak. Bizim hayatımız ona vesile olmak içindir. İşte
ben ormandan çıkıp gidinceye kadar peşimi ta’kib etti.
şimdi bu nâdir evlâd doğdu. Maksad hâsıl oldu” demiştir. Yine
Ormandan ayrıldım, arslan da peşimden ayrıldı. Anladım ki,
onun için şöyle anlatmıştır: “Bu oğlum diğer çocuklar gibi
bana bekçilik yapmak, ormanda beni korumak için peşimde
ağlamazdı. Önce Allahü teâlânın ismini zikreder, üç defa
dolaşmış. Yine birgün ata binmiş gidiyordum. Hizmetçiler de
gayet açık bir şekilde “Allah” derdi. Bundan sonra ağlardı. Bu
peşimden geliyordu. Yolda at aniden durdu ve yürümedi.
çocukda öyle hâller görüyorum ki, onun sırlarından olan bu
Sebebini araştırıp çevreye baktım. Bir de gördüm ki, bir arslan
hâllerin çoğunu kimse bilmiyor!” Babası onun yetişmesi için
üzerime saldırmak için çıkıp gelmekte. Tam karşıma çıkınca
yüksek teveccühlerde bulundu. Onu Müceddidî yolunun
arslana dikkatlice baktım. Ben böyle bakar bakmaz arslan geri
nûrlarına ve sırlarına kavuşturdu.
dönüp sür’atle kaçtı. Anladım ki, Allahü teâlâ beni koruyor,
hıfz-ı ilâhî benimledir.” Kayyûm-i cihan Muhammed
Kayyûm-i cihan Muhammed Seyfullah hazretleri, önce babası
Seyfullah’ın çocukluğunda, buna benzer pekçok hâdiseler
Gulâm Muhammed Ma’sûm-i sânî’nin teveccüh ve feyzleriyle
geçmiştir. Dört yaşında iken babası vefât etmiştir. Babasından
yetişti. Bunu kendisi şöyle anlatmıştır: “Hakîkati arayanların
çok feyz alıp, onun vefâtından sonra da kardeşi Şah Gulâm
rehberi olan babam hayatta iken, ben her ne kadar küçük
Muhammed’den feyz alarak yetişmiş, böylece bülûğ çağına
idiysem de babamın feyzlerine kavuştum. Çünkü, babamın
ulaşmıştır. Çocukluk hâlini anlatırken: “Çocukluğumda
feyzleri ve bereketli teveccühleri, büyük-küçük, genç-ihtiyâr,
herhangi bir hastalığa tutulsam, hastalığın tedâvisi ve ilâcını,
diri-ölü herkese ulaşıyordu. Benimle daha başka bir şefkat ve
babamın feyzi ve bereketi bilirdim ve böylece tedâvi olurdum”
dikkat ile ilgilendi. Çok teveccühde bulundu. Bana yüksek
buyurmuştur. Babasının vefâtından sonra, yıllarca onun ayrılık
müjdeler ve işâretler verdi. Hakkımda müjdelediği ve işâret
ateşiyle yandı. Sonra ağabeyisi Şah Gulâm Muhammed onu
ettiği şeylerin hepsine kavuştum. Babamın benim hakkımda
tasavvufda yetiştirip, kemâl derecelere ulaştırdı ve icâzet
verdiği müjdeleri işiten ahbabı ve seçilmiş eshâbı yıllar sonra
verdi.
zamanı geldikçe benim o ni’metlere kavuştuğumu taaccüb
Kayyûm-i cihan Muhammed Seyfullah hazretleri, tasavvufda
buyurdu: “Esferze denilen bitkiden bir miktar ilâç yapıp üç gün
yetişip icâzet aldıktan sonra, insanlara doğru yolu anlatmaya
yutsun, inşâallahü teâlâ şifâ bulacak.” Bu durumu tabibler
başladı. Kırk yaşına yaklaştığı sırada Türkistan’a gitti. Bu
duyunca hepsi birden ittifâk hâlinde dediler ki: “Onun hastalığı
sırada tasavvuf hâllerine gark olmuş, yüksek derecelerde,
soğuk sebebiyle olmuştur. Eğer “Esferze” bitkisinden yapılan
kendinden geçmiş bir hâlde idi. Kabil’e vardıklarında hâlleri
ilâç verilirse ölmesine sebep olur. Fakat madem ki, Şah Cihan
pek yüksek derecelere ulaşmıştı. Orada insanları irşâd ile
böyle buyurmuş tecrübe edilsin.” Bunun üzerine Timur Şâh’ın
meşgûl oldu. O bölgede hizmetleri çok te’sîrli olup, insanlar
tabibi olan en meşhûr tabib, “Tecrübe gerekmez. Bu, canla
onun sohbetine koştular. Onun feyzleri ile saadete kavuştular.
oynamaktır” dedi. Tabiblerin endişesi ve bu husûsdaki
Hattâ öyle oldu ki, meşhûr kumandanlar onu ziyâret etmek,
dedikoduları Şah Cihan hazretlerine bildirilince, bir miktar
sohbetinde bulunmak arzusuyla bulunduğu yere gittiler.
“Esferze” bitkisi istedi. Kendi eliyle ilâç hazırlayıp, Timur Şâh’a
gönderdi ve; “Bu bitkide üç çeşit hâssa (özellik) vardır. Hiç
Kayyûm-i cihan Muhammed Seyfullah hazretleri, her işinde
endişelenmesin. Üç gün bu ilâcı kullansın, sıhhate kavuşacak”
olduğu gibi nafile namazları kılma husûsunda da sünnete
buyurdu. Timur Şah, Şah Cihan hazretlerinin tavsiye ettiği ve
uyardı. Namaz kılarken namazın ta’dil-i erkânına, edeblerine
eliyle yaparak gönderdiği ilâcı üç gün kullandı. Neticede
riâyet eder, hudû’, huşû’ ve tumânînet içinde olurdu. Kıyâmda
tamamen sıhhate kavuştu. Timur Şah ve ilâcın kullanılmasına
ve secdede uzun müddet dururdu. Kendinden geçmiş, kalbi
mâni olmak isteyen tabibler hayret ettiler. Şah Cihan
Allahü teâlâya yönelmiş, dünyâ düşüncelerinden tamamen
hazretlerinin ilim ve ma’rifet sahibi bir zât olduğunu iyice
kurtulmuş bir hâlde namaz kılardı. Her hafta, peşi peşine
anlayıp sohbetine katıldılar.
olmak üzere; Pazartesi, Salı, Çarşamba ve Perşembe günleri
oruç tutardı. Ba’zan da hafta boyunca oruç tutardı. Giyinme
Umdet-ül-makâmât kitabının müellifi Hâce Muhammed Fadl
husûsunda da sünnete uyardı. Asla bid’at işlemezdi. Hiçbir
şöyle anlatmıştır: “Bizim evimizin önünde bir söğüt ağacı
bid’ati beğenmez ve kabûl etmezdi. Bid’at sahiplerinden uzak
vardı. Birara bu söğüt ağacı kurudu. Birgün Şah Cihan
durur, onları meclisine kabûl etmezdi. Dünyâya düşkün
hazretleri abdest alırken, abdest aldığı suyu bir kaba koydum.
olanları huzûruna kabûl etmez, zenginler ile görüşmezdi.
Niçin aldığımı sorunca; “Kurumuş bir söğüt ağacımız var.
Onun altına dökeceğim” dedim. Buyurdu ki: “Eğer bu niyetle
Şah Cihan hazretleri, birgün yeğeninin evine gitmişti.
dökeceksen o ağaç yeşerir.” Götürüp evimizin önündeki
Yeğeninin evine teşrîf ettiği sırada, kapıda Hindu bir kişi
kurumuş olan söğüt ağacının altına döktüm. Onun bereketiyle
duruyordu. O gelince hemen kenara çekilip yol verdi. Bu
yeşermesini arzu ediyordum. Nihâyet ağaç yeşerip taze dallar
sırada Şah Cihan hazretleri ona dikkatli bir nazarla baktı ve
verdi. Şah Cihan hazretleri birgün bu söğüt ağacına bakarak;
içeri girdi. İçeri girince; “Kapıdaki kimdir?” diye sordu. Hindu
“Bu ağaç biz hayatta olduğumuz müddetçe ba’zan kurur,
birisidir. Bir ihtiyâç için gelmiştir” dediler. Bunun üzerine;
ba’zan yeşerir. Fakat biz vefât ettiken sonra tamamen kurur!”
“Yakında sohbetimize gelir” buyurdu. Bunu işitenlerden biri;
buyurdu. Gerçekten de buyurduğu gibi oldu.
“Hindûnun müslüman olacağına dâir müjde verildi” dedi. Bir
müddet sonra o Hindu bir arsa mes’elesinden dolayı biriyle
Şah Cihan hazretleri birgün abdest almıştı ve hizmetçiye; “Bu
hasım oldu. Mes’elenin hâlli için İslâm kadısına baş vurdu.
abdest suyunu sakla ki ona ihtiyâç olacak” buyurmuştu.
Kâdı huzûrunda konuşurken, sözlerinden müslüman olduğu
Hizmetçi; “Ne için lâzım olacak?” deyince; Bir yılanın zehirinin
anlaşılıyordu. Daha sonra müslüman olduğunu açıkladı ve
te’sîrini defetmek için!” buyurdu. Sonra Cum’a namazını
Şah Cihan hazretlerinin dergâhına gidip talebelerinden oldu.
kılmaya gitti. Namazdan döndükten sonra, huzûruna zayıf ve
bitkin bir kimse getirdiler ve; “Bunu yılan soktu ölmek üzeredir.
Bir defasında Timur Şah bir hastalığa tutulmuştu. Hastalığa bir
Bir de küçük çocuğu var, babasız, yetim kalacak! Bir duâda ve
türlü çâre bulamamışlardı. Nihâyet Şah Cihan hazretlerine
yardımda bulunun!” dediler. Şah Cihan hazretleri Cum’a
haber göndererek; “Tabibler tedâvisinden âciz kaldılar, bir
namazına gitmeden önce abdest alırken hizmetçiye bir kaba
çâre bulamadılar! Şimdi sizin himmetinizi beklemektedir”
koymasını söylediği abdest suyunu istedi. “Onu bunun için
dediler. Bu haber üzerine Şah Cihan hazretleri hemen şöyle
ayırmıştık” buyurdu. Sonra yılanın soktuğu kimseye verip, bir
Babasının hizmetinde bulunup, sohbetlerinde yetişmiştir. 2-
kısmını yılanın soktuğu yere sürmesini söyledi. Buyurduğu gibi
Meyan Kudretullah: Kabil çevresinde yerleşmiştir. 3-Meyân
yapıp, zehirlenmekten kurtulup, hemen orada iyileşti. Şah
Kerâmetullah: Pekli civarında yerleşmiştir. 4- Meyan
Cihan Muhammed Seyfullah hazretlerinin, bunlardan başka
Emînullah: Şiirde çok kabiliyetli idi. 5- Meyan Zikrullah: Kabil
daha birçok kerâmetleri ve tasarrufu görülmüştür.
civarında yerleşmişti. 6-Meyân Zuhûrullah: Bu oğlunu
çocukluğunda çok severdi. 7- Meyan Mutîullah: Babasının
Ömrünün son günlerinde, Peygamber efendimizin (
vefâtından sonra genç yaşta vefât etti. 8- Meyan Abdullah:
aleyhisselâm ) kabr-i şerîfini ziyâret arzusuyla yandı.
Babası vefât ettiğinde iki yaşında idi. Talebelerinin ve
Gençliğinde hacca gidip, ziyâret etmişti. Hayâtının son
halîfelerinin meşhûrlarından ba’zıları şu zâtlardı: Bîbî Sahibe,
zamanlarında Kabil’e gitti. Son günlerinde ibâdet ve tâatlarını
Meyan Süleymân, Meyan Ahmed Hân, Meyan Seyyid nûr
pek ziyâde arttırmıştı. Bu hâlini görüp ibâdetleri çok
Muhammed, Kâdı Meyan Muhammed Kâsım, Meyan İsmâil,
ziyâdeleştirdiniz denilince, tebessüm ederek; “Artık ömür sona
Muhammed Fadl, Ahmed Kehbetâî ve Mevlevî Muhammed
erdi, elden ne gelirse yapmak lâzım” buyurdu. Son günlerinde
Hayât.
sohbetleri pek kalabalık olmaya başlamıştı. Pekçok kimse
onun sohbetini bulunmaz bir ganîmet bilerek feyzlerine
Kayyûm-i cihan Muhammed Seyfeddîn hazretlerinin eserleri:
kavuşuyordu. Vefâtından önce sıtma hastalığına tutulup,
1- Âdâb-ül-İrşâd: Bu eserine “Ma’den-ül-esrâr” adı da
hastalığı yedi gün şiddetle devam etti. Hastalığı sırasında
verilmiştir. Bu eseri, gençlik yıllarında 1186 (m. 1772)
alnından terlerin aktığı görülerek, şifâya kavuşacağınıza
senesinde yazmıştır. 2- Mahzen-ül-envâr-i Ahmedî fî keşf-il-
alâmet denilince, tebessüm edip; “ümid ediyorum ki, âhıret
esrâr-il-Müceddidî:
şifâsı hâsıl olacak!” buyurdu. Son nefesleri verdiği sıralarda
başında bulunanlar yüzünün nûrunun her an ziyâdeleştiğini
Bu eseri tasavvuftan bahsetmekte olup, Kabil’de bulunduğu
görerek hayret ettiler. Bu hâlde iken başında Yâsîn-i şerîf
sırada 1218 (m. 1803) senesinde yazmıştır. 3- Cihar cûy (Dört
sûresinin okunmasını emretti ve okundu. Kendisi de hep zikir
nehir):
ile meşgûl oluyordu. Bu hâlde iken tebessüm ederek vefât etti.
Cenâzesi yıkanırken yanında bulunan Hacı Muhammed Fadl
şöyle anlatmıştır: “Cenâzesi yıkanırken ben ayak ucunda
duruyordum. Yıkama işi bitince yüzüyle bana karşı bir işâret
yaparak ayaklarını gösteriyordu. Ayak ucuna gidip baktım ki
ayağında az bir yer kuru kalmış. Orayı da yıkadık.
Cenâzesinde büyük bir cemâat toplanmıştı. Kabre koymak
Bu eseri mesnevî tarzında olup, Nakşibendiyye, Kâdiriyye,
Çeştiyye ve Sühreverdiyye yollarını medhetmektedir. Bu eseri
vefâtından sonra basılmıştır.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
1) Umdet-ül-mukâmât sh. 445
üzere kabrine inmiştim. Mübârek yüzünü birazcık kıbleye karşı
çeviriyordum. Kendisi gayet yavaş bir hareket ile yüzünü
kıbleye çevirdi. Yüzünü açtım, yüzünde öyle bir nûr parlıyordu
ve devamlı artıyordu ki, akıl onu anlayamaz.” Kabri, Rûşenî
Hîndî mescidi yanındadır. Vefât etmeden önce bir gün bir yere
KAZRÛNÎ (Muhammed bin Ahmed)
oturup sohbet etmişti. Orada gayet güzel ve yeşil bir ağaç
vardı. Ağaç altında oturulduğu sırada; “Burası kâmil ve
mükemmil bir zâtın mekânı olacak” buyurmuştu. Vefât edince
kendisi işâret ettiği o yere defnedilmiştir.
Hadîs ve Şafiî mezhebi fıkıh âlimlerinden. İsmi, Muhammed
bin Ahmed bin Muhammed bin Mahmûd bin İbrâhim bin
Ahmed olup, aslen Kazrûn’dan olduğundan Kazrûnî
denilmektedir. 757 (m. 1356) senesi Zilka’de ayının
Şah Cihan hazretlerinin çok evlâdı vardı. Çoğu çocuk iken
onyedisinde, Cum’a gecesi Medine’de doğdu. 843 (m. 1440)
vefât etmişti. Hayatta kalanlardan sekiz oğlu ve onüç kızı
senesi Şevval ayının yirmiikisinde, Medine’de vefât etti.
vardı. Oğullarının isimleri şöyledir: 1- Şah Veliyyullah:
Cenâze namazı Ravda-i şerîfde kılınarak Bâki’ kabristanına
812 (m. 1409) senesinde, Ebû Hâmid Matarî’nin vefâtından
defnedildi.
sonra Medîne-i münevverede kadılık yaptı. Bir ara hatîblik
vazîfesinde bulundu. Sonra tekrar kadılık yaptı. Kâhire’ye
Küçük yaşta babası vefât ettiğinden, onu amcası İzzüddîn
gidişinde onun yerine amcasının oğlu Takıyyüddîn bin
Abdüsselâm büyüttü. “Hâvî” kitabını ve bunun muhtasarı olan
Abdüsselâm Kazrûnî kadılık vekâletinde bulundu. Ölünceye
“Umde” kitabını ezberledi. Medine’deki âlimlerden ve oraya
kadar; ders okutmak, ibâdet etmek ve nefsinin ıslâhı ile
gelen İzzüddîn Ebû Ömer bin Cemâ’a gibi âlimlerden ilim
günlerini geçirdi.
öğrendi. Nesâî’nin Sünen-i Sugrâ’sının çoğunu da yine ondan
dinledi. Afîfüddîn Yâfiî ve Afifüddîn Mutri’den, Cemâlüddîn
İbn-i Hacer, “Enbâ-ül-gumr” kitabında diyor ki: “Medîne-i
Emyûtî, Celâleddîn Hocendî, İbn-i Sadîk, Şemsüddîn Ebû
münevverenin en büyük âlimi idi. Zamanında onun ayarında
Abdullah Süşterî, Sa’dullah İsferâînî, Zeynüddîn Irâkî,
bir âlim yok idi. Birkaç kere Kâhire’ye gitti. Birçok âlimden ilim
Zeynüddîn Merâgî, Abdullah bin Ferhûn, Yahyâ bin Mûsâ el-
öğrendi. Ondan da pekçok âlim ilim aldı. Çok fazla ibâdet
Kusentînî, Yûsuf bin İbrâhim el-Bennâ, Ebü’l-Abbâs Ahmed
ederdi. Teheccüd namazını yolculukta bile kaçırdığı
bin Muhammed Medenî gibi birçok âlimden “Hâvî” ve “Umde”
görülmedi. Ancak vefât ettiği gece kılamadı.”
kitaplarını okudu ve dinledi. Yine memleketinde bir grup
âlimden dînî ilimleri tahsil etti. Irâkî’den hadîs ilmini;
Yazdığı kıymetli eserlerden ba’zıları şunlardandır: 1-
Cemâlüddîn Muhammed bin Şihâb, Ahmed bin Zeyn
Muhtasar-ül-Mugnî lil-Bârizî, 2- Şerhu Muhtasar-it-Tenbîh li
Abdürrahmân Şâmî, Tâcüddîn Abdülvâhid bin Ömer
Îsâ el-Becelî, 3- Şerhu alâ şerh-ıt-Tenbîh, 4- Kitâb-üt-tefsîr: Bu
Ensârî’den de nahiv ilmini öğrendi. İlim öğrenmek maksadıyle
tefsîrini yazarken, İmâm-ı Kurtubî’nin tefsîrini örnek almıştır.
Mısır ve Şam’a gitti. Behâüddîn Ebü’l-Bekâ Sübkî’den; fıkıh,
Tefsîrinde: âyet-i kerîmelerin hükümlerini, âyet-i kerîmelerin
Arabca öğrendi. Ayrıca Sirâcüddîn Bülkînî ve Burhan
açıklamasıyla ilgili hadîs-i şerîfleri ve âyet-i kerîmelerin nüzûl
Ebnâsî’nin derslerine devam etti. Haleb’de, Şihâbüddîn el-
sebeplerini de açıklamıştır. 5- Bahrus-se’âde fıl-ahlâk vel-
Ezre’î’den de bir miktar ilim öğrendi. Behâüddîn Ebü’l-Bekâ ve
edeb, 6- Şerhu fürû’i İbn-il-Haddâd.
Bülkînî, fetvâ ve ders okutma husûsunda ona icâzet verdiler.
Medine âlimlerinden Şerefüddîn İsmâil bin Mukrî, “İrşâd-ülGâvî fî mesâlik-il-Hâvî” ve şerhini, Ravda, Rekâik, Bedîiyye ve
daha başka eserlerini rivâyet etme husûsunda ona icâzet
verdi. Şu zâtlardan da icâzet aldı: Şemsüddîn Kirmanî, İbn-i
1) Mu’cem-ül-müellifîn cild-9, sh. 17
2) Ed-Dav-ül-lâmi’ cild-7, sh. 96
Kavâlîh, Kemâl bin Habîb, Muhammed bin Hasen el-Hârisî,
İbn-i Kâdı Şühbe, İbn-i Emsile, Salâh bin Ebî Ömer, Ahmed
3) Esmâ-ül-müellifîn cild-2, sh. 194
bin Sâlim el-Müezzin, Afîfüddîn en-Neşâverî, Burhan elKayrâtî.
Hadîs-i şerîf rivâyet etmeye, fetvâ vermeye ve ders okutmaya
başladı. Birçok âlim onun derslerinden faydalandı. Medine’nin
fakîhi ve âlimi oldu. Bu sebeple Zeynüddîn el-Merâgî şöyle
derdi: “Kazrûnî’nin ders okutmaya başlaması ve talebelerle
meşgûl olması ile, bize farz-ı kifâye olan ders okutmak
mes’ûliyeti üzerimizden kalktı. “Necmüddîn Sekkâkinî de,
oğluna icâzet verdiğinde onu şöyle vasıflandırdı: “O, Şeyh-ülİslâm ve insanların müftîsi idi. Dînî ve aklî ilimleri kendisinde
toplamış olup, usûl ve fürû’ ilimlerinde çok büyük âlim idi.
Ravda-i Nebeviyyenin yüce himmet sahibi müderrisi idi.”
KAZVÎNÎ (Ahmed bin İsmâil)
Evliyânın büyüklerinden. İsmi, Ahmed bin İsmâil bin Yûsuf etTâlkânî el-Kazvînî olup, künyesi, Ebü’l-Hayr ve Ebü’lHüseyn’dir. Lakabı Radıyyüddîn’dir. 512 (m. 1118)’de, başka
bir rivâyette 511 senesinde Kazvin’de doğdu. 590 (m.
1194)’de, başka bir rivâyette 589 da Muharrem ayının 19.
Cum’a günü vefât etti. Şafiî mezhebi âlimlerinin
büyüklerindendir. Hadîs, fıkıh, kırâat ve diğer ilimlerde derin
ilim sahiplerinin işâretlerine iltifât etmeyip i’tirâzda bulundum.
bir ilme sahipti.
Abdurrahmân-ı Ekkâf ( radıyallahü anh ), zâten sehven
söylenmiş olan o cümleyi düzeltti ve benim i’tirâzıma mâni
İlim öğrenmeye küçük yaşta başladı. Kazvin, Nişâbûr, Bağdad
olmak isteyenlere de, “Onu birakınız. Onun söylediği bu söz,
ve başka yerlere gitti. Babasından, Ebû Abdullah Muhammed
kendisinden değil, ona öğretendendir (ya’nî Resûlullah
bin Fadl’dan, Abdülgâfir-i Fârisî’den, Vecîh bin Tâhir’den ve
efendimizdendir).” buyurdu. Orada bulunan cemâat, Ekkâf
başka birçok âlimden ilim öğrendi. Kendisinden de; Ebû
hazretlerinin bu sözünden birşey anlayamadılar. Fakat ben,
Abdullah Muhammed bin Sa’îd, Muvaffak Abdüllatîf İbni
onun bu sözünden kastetdiği ma’nâyı iyi anladım ve onun
Yûsuf, İmâm-ür-Râfi’î ve başka birçok zât ilim öğrenip
keşif ve kerâmet sahibi olduğunu vakînen anlamış oldum.”
rivâyette bulundu.
Devamlı ibâdet ve tâat ile meşgûl idi. Bir an Allahü teâlâdan
Ahmed bin İsmâil hazretlerinin ana dili Fârisî olmakla beraber,
gâfil değildi. Diğer büyük zâtlar gibi, az yemek, az uyumak ve
Arabîyi çok iyi bilirdi. Şu hâdise ondan nakledilmiştir: ilk
az konuşmak, çok ibâdet etmek onun başlıca
zamanlarda zihni ve hafızası zayıf idi. İmâm-ı Muhammed bin
husûsiyetlerinden idi. Oruç tutmaya devam eder, bunu ihmâl
Yahyâ hazretlerinin medresesinde bulunuyordu. İbn-i Yahyâ
etmezdi. Sâdece bir ekmek ile iftar eder, başka birşey
hazretleri âdet olarak her Cum’a günü talebelerinin
yemezdi.
ezberledikleri fıkıh bilgilerinden onları imtihan eder, kimin ne
derecede olduğunu anlardı. Normal olarak imtihanı
İbn-ün-Neccâr hazretleri tercümelerinde, onun derecesinin ve
kazananları bırakır. Kazanamıyanları ise medreseden
ilminin yüksekliğini anlatır, kendisinden medh ve sena ile
çıkarırdı. Ahmed bin İsmâil et-Tâlkânî ( radıyallahü anh ) bu
bahsederdi. Diyor ki; “Ebü’l-Hayr Ahmed bin İsmâil,
imtihanı kazanamadı ve dolayısı ile medreseden çıkarıldı.
zamanında bulunan Şafiî mezhebi âlimlerinin reîsi idi. Bu
Gece vakti medreseden çıktı. Nereye gideceğini bilemiyordu.
mezhebin hılâf ve usûl bilgilerinde, tefsîr ilminde ve va’z
Bir hamamın külhanında uyudu. Rü’yâsında Resûlullahı (
ederek İslâmiyeti anlatmakta çok yüksek idi. Haramlardan ve
aleyhisselâm ) gördü. Peygamber efendimiz ( aleyhisselâm ),
şüphelilerden, hattâ şüphelilere düşmek korkusu ile
mübârek ağız sularından onun ağzına iki defa sürdüler ve
mübahların çoğundan sakınırdı. Dünyâya kıymet ve
medreseye dönmesini emir buyurdular. Tâlkânî ( radıyallahü
ehemmiyet vermez, iltifât etmezdi.”
anh ) Peygamberimizden aldığı bu emir üzerine tekrar
medreseye döndü. Medreseye girdiğinde, geçmiş derslerin
İmâm-ı Râfi’î hazretleri Emâlî isimli eserinde, Ebü’l-Hayr’dan (
hepsinin ve daha birçok ilimlerin hafızasında bulunduğunu
radıyallahü anh ) rivâyetlerde bulunmuştur. Bu eserde diyor ki:
hissetti. Bundan sonra da hafızası, hakîkaten çok keskin ve
“Ebü’l-Hayr ( radıyallahü anh ), çok hayırlı bir zât idi. Dînî
kuvvetli oldu. Cum’a günü geldi. İmâm-ı Muhammed bin
ilimleri bilmekte, hıfz. Etmekte, onları toplamakta, bu ilimleri
Yahyâ ( radıyallahü anh ) âdet olarak Cum’a namazlarını
neşretmekte, insanlara hatırlatmakta, öğretmekte ve o ilimleri
talebeleri ile beraber, zühdü ile tanınmış olan Abdurrahmân el-
tasnif etmekte çok yüksek dereceye sâhib idi. Bütün
Ekkâfın ( radıyallahü anh ) İmâm olduğu câmide kılarlardı.
konuşmaları âhıret ile ilgili olur, dünyalık şeylerden
Hep beraber câmiye gittiler. Abdurrahmân-ı Ekkâf, müctehid
bahsetmezdi. Ba’zan o bir iş ile meşgûl iken, diğer tarafta
din imamlarımızın ba’zı mes’elelerde farklı ictihâd etmelerinin
başka kimseler hadîs-i şerîf okurlardı. İşini bitirdikten sonra,
sebeblerini ve hikmetlerini anlatan hılâf ilminden ba’zı
hadîs-i şerîf okuyanın bir yanlışı oldu ise, filân hadîs-i şerîfin
mes’eleleri anlatıyor, cemâat ise edeble dinliyordu. Tâlkânî (
filân yerini yanlış okudunuz buyurur, doğru şeklini söylerdi.”
radıyallahü anh ) diyor ki, “Bir ara, Ekkâf hazretlerinin birşeyi
yanlış söylediğini farkedip i’tirâz ettim. Orada bulunan diğer
ilim sahipleri bu sözün sehven söylendiğini, edebe riâyet
ederek susmamı işâret ettiler ise de, ben, yaşım küçük olduğu
hâlde ve hocamın yanında çok az ders gördüğüm hâlde, diğer
Ebü’l-Hayr ( radıyallahü anh ), bir müddet kendi memleketi
olan Kazvîn’de, sonra Bağdad’da ders verdi. Memleketine
döndükten bir müddet sonra tekrar Bağdad’a gitti. Nizamiye
Medresesi’nde ders vermeye başladı. Târih-ül-Hâkim, Sünen-i
Beyhekî, Sahîh-i Müslim, Müsned-i Ebî İshâk ve bunlardan
başka büyük hadîs kitaplarını ve bu kitaplarda bulunan hadîs-i
kaldılar. Hiç birşey söyleyemediler. Hepsi hayret ve teaccüb
şerîfleri rivâyet etti.
içinde kaldılar.
Rivâyet edilir ki: Ahmed bin İsmâil hazretleri müderris olarak
Tâc-üs-Sübkî ( radıyallahü anh ) Tabakât-ül-kübrâ isimli
Nizamiye Medresesi’ne ta’yin edilince, müderrislik hil’ati
eserinde, “Kerâmetlerin yirmibeş nev’i vardır” buyurdu.
(elbisesi) ile geldi. Yanında fıkıh âlimleri vardı. Orada kendisini
Bunlardan dokuzuncu nev’inin “Tayy-i zaman, onuncusunun
diğer müderrisler, ileri gelenler, yüksek şahsiyetler karşıladılar.
da “Neşr-i zaman” olduğunu bildirdi. Bunları anlamanın güç
Tedris kürsüsüne oturunca duâ edildi. Tefsîr ilminden
olduğunu buyurdu. Bunu, Yûsuf-i Nebhânî de Câmi’u kerâmât-
anlatacaktı. Derse başlamadan önce cemâate iltifât edip,
il-evliyâ isimli eserinin başında anlattı. Bu kerâmetler, kısa
“Tefsîr kitaplarının hangisinden anlatmamı istersiniz?” diye
zamanda çok iş yapma ma’nâsını ifâde ederler. Allahü teâlâ,
sordu. Cemâat, tefsîr kitaplarından birini ta’yin ettiler. Sonra,
her şeyi bir emirle, sâdece “Ol!” buyurmakla yaratmaktadır.
“Hangi sûreden anlatmamı istiyorsunuz?” diye sordu. Onu da
Cenâb-ı Hak için zaman mefhumu mevzûbahis değildir.
ta’yin ettiler. Onların istediği yerden anlattı. Fıkıh, usûl, hılâf ve
Sevdiği kullarına da, çok kısa zamanda, pek uzun zamanda
diğer ilimlerde ders vereceği zaman, hep bu şekilde
yapılacak işleri yaptırmaktadır.
dinliyenlerin hangi mes’eleyi arzu ettiklerini sorar, neyi
istiyorlarsa onu anlatırdı. Derslerinde bulunanlar onun ilminin
Ebû Ahmed bin Sûkeync ( radıyallahü anh ) diyor ki:
çokluğuna hayret ederlerdi.
“Bağdad’da Eshâb-ı Kirâma dil uzatanlar zuhur edince, Ebü’lHayr Kazvînî ( radıyallahü anh ) bir gece bana geldi. Benimle
İbn-Un-Neccâr diyor ki: “Ben hocam Ebü’l-Kâsım’dan işittim. O
vedâlaşıp, helâllaştı. Memleketine (Kazvîn’e) gideceğini
şöyle anlattı: Ebü’l-Hayr Kazvînî ( radıyallahü anh ),
söyledi. Ben, “Burası sizin için güzel değil mi? İnsanlara fâideli
Ramazân-ı şerîfte teravih namazı kıldırırdı. İnsanlardan bir
oluyorsunuz” dedim. “Resûlullahın ( aleyhisselâm ) Eshâbına
çoğu, cemâat olarak onun câmisine gelir, sohbetini dinlerdi.
(r.anhüm) açıkça dil uzatıldığı, hakaret edildiği bir beldede
Ramazân-ı şerîfin son gecelerinden birinde, teravih
kalmaktan Allahü teâlâya sığınırım” buyurdu ve Bağdad’dan
namazından sonra, Kur’ân-ı kerîmi sûre sûre tefsîr etti. Bu,
çıkıp Kazvîn’e gitti. Orada kendisine çok hürmet ve ta’zimde
sabah namazı vakti girinceye kadar devam etti. Fecir
bulundular. İnsanlara fâideli olmaya orada da devam etti.
doğduktan sonra, yatsının abdesti ile sabah namazını kıldırdı.
Ömrünün sonuna kadar Kazvîn’de kaldı.”
Sonra Nizamiye Medresesi’ne gitti. O gün ders vermek sırası
onda idi. Minbere çıkıp, âdeti üzere o gün insanlara va’z etti.
İmâm-ı Râfi’î’nin, Emâli isimli eserinde buyuruluyor ki: “Ebü’l-
Dinliyenler onun kıymetli sözlerinden istifâde ettiler. Bağdad
Hayr Kazvînî ( radıyallahü anh ) her hafta üç defa umûmî
vâlisi Kutbüddîn Kaymaz, o gün Ebü’l-Hayr’ın sohbetlerine
sohbet toplantısı yapar, avam ve havâsdan birçok kimse bu
geldiğinde, kendisine, Ebü’l-Hayr hazretlerinin, dün gece hiç
sohbete iştirâk ederdi. Bu toplantılardan birisi Cum’a günü
yerinden ayrılmadan, bir oturuşta Kur’ân-ı kerîmin pekçok
olurdu. 590 (m. 1194) senesi Muharrem ayının 12. Cum’a
yerini tefsîr ettiğini söylediler. Kutbüddîn hayretle baktı ve “Bu
günü, yine mu’tâd olan o toplantı yapılmıştı. Bu toplantıda,
zor işi ancak bu zât yapabilir” dedi. Vâlinin bu sözünü işiten
Muhammed aleyhisselâma en son nâzil olan âyet-i kerîmeleri
Ebü’l-Hayr hazretleri iltifât edip; “Allahü teâlânın izniyle, biz bu
okuyup, herbirini tefsîr etti. En son, “Öyle bir günden (kıyâmet
işi yaparız. Fakat sizler dinlemeye takat getiremezsiniz”
gününden) korkun ve sakının ki, o gün hepiniz Allahü teâlâya
buyurdu. Onlar da, “Siz anlatın. Biz usanmadan dinleriz. Bizim
döndürülüp götürüleceksiniz” (Bekâra-281) meâlindeki âyet-i
için meşakkat olmaz. Bilakis, biz bundan memnun oluruz,
kerîmeyi okuyup tefsîr etti ve “Bu âyet-i kerîme nâzil olduktan
seviniriz” dediler. Bunun üzerine, Kur’ân-ı kerîmi başından
sonra, Resûlullah ( aleyhisselâm ) efendimiz yedi günden
sonuna kadar tefsîr etti. Fakat önceki geceki anlattıklarından
fazla yaşamadı” buyurdu ve minberden aşağıya indi ve
söylemedi. Bu sefer başka türlü tefsîr etmiş idi. Öncekini ve
hastalandı. Ertesi Cum’a günü vefât etti. Ya’nî yukarıdaki sözü
bugünkünü dinleyen âlimler, Ebü’l-Hayr hazretlerinin
söyledikten sonra yedi günden fazla yaşamadı. Bu çok nâdir
hafızasının kuvveti ve ilminin çokluğu karşısında susup
görülen hâdiselerdendir. Âhırete irtihâl etme vakti kendisine
bildirilmişti.
Ahmed bin İsmâil-i Kazvînî ( radıyallahü anh ) birçok eserler
teâlâ indinde “Sıddîk” diye yazılıdır. O seni tasdik eder. Yâ
te’lîf etmiştir. Hulûliyye ve Cehmiyye bid’at fırkalarını red için
Muhammed! Ömer’e de benden selâm söyle!” dedi.”
yazdığı Kitâb-ül-beyân fî mesâil-il-Kur’ân Hasâis-üs-suâl ve
Hatâir-ül-kuds kitabı bunlardandır.
Hazreti Ebû Bekr ile Ebüdderdâ ( radıyallahü anh ) beraber bir
yolda giderken, dar bir yere geldiler. Hazreti Ebüdderdâ önde.
Bunlardan başka; 1- Kitâb-üs-Serdi vel-Ferd fî sahâif-il-ahbâr
Hazreti Ebû Bekr arkada yürürlerdi. O sırada, karşıdan Resûl-i
ve nüsehihâ el-Menkûl an-Seyyid-il-mürselîn, 2-Kitâbü-
ekrem ( aleyhisselâm ) parlak ay gibi göründü. Hazreti
Muhtâr-ü ehâdîs-is-sâdık-is-sadûk fî fedâil-is-Sıddîk vel-Fârûk.
Ebüdderdâ’ya hitaben: “Ey Ebüdderdâ! Senden daha hayırlı
3-Hediyyetü zülelbâb fî fedâil-i Ömer bin Hattâb, 4- Kitâbü
olanın önünden yürüme! Ebû Bekr, Resûller ve nebiler
Kurbet-üd-dâreyn fî menâkıb-i zin-Nûreyn, 5-Kitâb-ül-erbâ’în-
müstesna, üzerine güneş doğup batan kimselerin hepsinden
il-müntekâ min menâkıb-il-Mürtedâ isimli kitapları da mevcût
daha hayırlıdır” buyurdu.
olup, son altı kitap, Süleymâniye Kütüphânesi Şehid Ali Paşa
kısmı, 539 numarada kayıtlıdır. Aşağıdaki yazı, bu son altı
Ebû Hüreyre ( radıyallahü anh ) şöyle rivâyet ediyor: Resûl-i
kitaptan bölümler hâlinde alınmıştır.
ekrem hirgün; “Bugün içinizde oruçlu olan var mıdır?”
buyurunca; Hazreti Ebû Bekr, ben oruçluyum dedi. “İçinizde
Muhammed bin Ahdünnasr bin Abdullah’ın ( radıyallahü anh )
kim, bugün cenâzede bulundu?” buyurdu. Hazreti Ebû Bekr,
rivâyet ettiği hadîs-i şerîfte buyuruldu ki: “Her kime îmânı
ben bulundum dedi. Yine: “İçinizden kim, bugün bir fakire
arzettiysem, yüzünü buruşturur, terüddütle bakardı. Ancak
yemek ilerdi?” buyurdu. Hazreti Ebû Bekr, ben verdim
Ebû Rekr-i Sıddîk îmânı kabûl etmekte hiç tereddüt ve
cevâbını verdi.
duraklama etmedi.”
Sonra: “İçinizden kim, bugün hasta yokladı?” buyurdu. Hazreti
Ebû Hüreyre’nin ( radıyallahü anh ) rivâyet ettiği hadîs-i
Ebû Bekr, ben yokladım dedi. Bunun üzerine Resûl-i ekrem (
şerîfte, Resûlullah ( aleyhisselâm ) “Kim, namaz kılanlardan
aleyhisselâm ): “Bu kadar hasletlerin bulunduğu kimse,
ise. Namaz kapısından çağrılır. Mücahidlerden olan, cihâd
muhakkak Cennete girer” buyurdu. Cennete girmekten
kapısından çağırılır. Oruç tutanlar reyyân kapısından çağrılır”
maksat; hesapsız Cennete girmektir, denilmiştir.
buyurunca; Hz Ebû Bekr, “Yâ Resûlallah! Bu kapıların
hepsinden birden çağrılacak olan kimse olmıyacak mı?”
Resûlullah efendimiz ( aleyhisselâm ) bir hadîs-i şerîfte
deyince, “Evet (çağırılacak) ümid ederim ki sen onlardan
buyurdu ki: “Rize her ni’met verene, iyilik edene mükâfatını
olacaksın” buyurdu.
verdik. Fakat, Ebû Bekr’in iyiliğinin, ikramının karşılığını
veremedik. O’na, Hak teâlâ hazretleri, kıyâmette ikramda
Yine Ebû Hüreyre’nin ( radıyallahü anh ) rivâyet ettiği bir
bulunacak, mükâfatını verecektir. Bana Ebû Bekr’in malının
hadîs-i şerîfte buyuruldu ki: “Benden sonra ümmetimin en
verdiği fayda gibi hiç kimsenin malının faydası olmadı. Dost
hayırlısı Ebû Bekr-i Sıddîk’tır.” Enes’in ( radıyallahü anh )
edinseydim, Ebû Bekr’i edinirdim. Fakat ben, Hak teâlânın
rivâyet ettiği bir hadîs-i şerîfte buyuruldu ki: “(Mi’râc gecesi)
dostuyum.”
Beni semâya isrâ ettiği (çıkardığı) vakit Cebrâil’e, “Ey Cebrâil!
Ümmetime hesap var mıdır?” dedim. Cebrâil aleyhisselâm,
Hz Âişe şöyle rivâyet ediyor: “Resûlullah ( aleyhisselâm )
“Ümmetine hesap var, fakat Ebû Bekr bundan müstesnadır.”
rahatsız iken bana, “Ebû Bekr’e gidiniz! Namazı o kıldırsın!”
buyurunca, “Yâ Resûlallah! Ebû Bekr, (insanlara İmâm olmak
Hazreti Ali’nin rivâyet ettiği bir hadîs-i şerîfte buyuruldu ki:
için) sizin yerinize geçince çok ağlar. Ağlamasından dolayı
“(Mirac gecesi) Yedinci kat semâya götürüldüğüm zaman,
insanlar onun kırâatini (okumasını) anlıyamaz. Ömer
Cebrâil aleyhisselâma; “Ey Cebrâil! Rabbimi ziyâret ettiğimi
çağırılsın, o insanlara namaz kıldırsın” dedim. “Ebû Bekr’e
Kureyş’e haber ver! dedim. O da, “Evet haber vereceğim”
gidiniz! Namazı o kıldırsın” buyurdu.” Ebû Hüreyre (
dedi. Sonra ben, “Kureyş beni yalanlıyor” deyince, Cebrâil,
radıyallahü anh ) şöyle rivâyet ediyor: Resûlullah (
“Yâ Muhammed! Onlar arasında Ebû Bekr vardır. O Allahü
aleyhisselâm ); “Dün akşam Cebrâil aleyhisselâm bana,
Cennetin sekiz kapısını, benim ve ümmetimin gireceği kapıyı
Benden sonra peygamber gelmeyecektir. Eğer benden sonra
gösterdi” buyurdu. Hazreti Ebû Bekr “Yâ Resûlallah! Keşke
peygamber gelseydi, Ömer peygamber olurdu.”
ben de sizinle olsaydım da, o kapıyı görseydim” diye
arzedince, Resûlullah ( aleyhisselâm ), Hazreti Ebû Bekr’in
Hazreti Âişe’nin bildirdiği hadîs-i şerîfte buyuruldu ki: “Ömer,
omuzuna doğru yaklaşıp, “Sen, ümmetimden bu kapıdan ilk
Cennettedir. Onun refîki Nûh aleyhisselâmdır.”
giren olacaksın” buyurdu.
Ebû Hüreyre ( radıyallahü anh ) şöyle rivâyet ediyor:
Abdullah İbni Abbâs hazretleri şöyle rivâyet ediyor: Resûlullah
Resûlullahın ( aleyhisselâm ) yanında idim. Bu sırada Hazreti
efendimiz ( aleyhisselâm ) buyurdu ki: “Cennete birisi girer ki,
Ebû Bekr ile Hazreti Ömer geldiler. Resûlullah ( aleyhisselâm
Cennette bulunanların hepsi kalkıp onu karşılar: “Merhaben
); “Beni ikinizle kuvvetlendiren Allahü teâlâya hamdolsun”
ileynâ, merhaben ileynâ (Hoşgeldin, hoşgeldin. Başımız üzre
buyurdu.
yerin var) derler.” Hazreti Ebû Bekr, “Yâ Resûlallah! Bu
kimsenin ameli nedir?” diye suâl edince, “Yâ Ebâ Bekr! O
kimse sensin” buyurdu.
Bir hadîs-i şerîfte buyuruldu ki: “Her peygamberin bir refîki
vardır. Benim Cennetteki refîkim Ebû Bekr’dir.”
Ebû Hüreyre ( radıyallahü anh ) şöyle rivâyet etti: Resûlullah (
aleyhisselâm ) birgün Cebrâil aleyhisselâm ile beraber
otururlarken, Hazreti Ebû Bekr-i Sıddîk geldi. Resûlullah (
aleyhisselâm ) “Bu, Ebû Kuhâfe’nin oğlu Ebû Bekr’dir. Ey
Cebrâil! Sen onu tanıyor musun?” buyurdu. Cebrâil
aleyhisselâm: “O, gökte yerden daha meşhûrdur. Melekler onu
Kureys’in halimi, olarak bilirler. Ondan, senin hayâtında
vezirin, vefâtından sonra da halîfen olarak bahsediyorlar” dedi.
Bilâl’in ( radıyallahü anh ) rivâyet ettiği bir hadîs-i şerîfte
buyuruldu ki:’ “Allahü teâlâ hakkı Ömer’in dili ve kalbi üzerine
koymuştur.”
İbn-i Ömer’in ( radıyallahü anh ) rivâyet ettiği bir hadîs-i şerîfte
buyuruldu ki: “Allahü teâlânın rızâsı, Ömer’in rızâsı, Ömer’in
rızâsı, Allahü teâlânın rızâsıdır.”
Abdullah İbni Ömer’in (r.anhümâ) bildirdiği hadîs-i şerîfte
buyuruldu ki; “Bütün insanlar, âhırette kurtuluşu umarlar.
Lâkin, Eshâbıma dil uzatanlar müstesna. Âhırette ehl-i mevkîf
(mahşer yerinde toplananlar) onlara la’net eder.”
Enes bin Mâlik’in ( radıyallahü anh ) rivâyet ettiği bir hadîs-i
şerîfte buyuruldu ki:
“Şeyhayne (Hazreti Ebû Bekr ile Hazreti Ömer’e) dil
uzatmayınız.”
Abdullah İbni Mes’ûd ( radıyallahü anh ) şöyle rivâyet ediyor:
Resûlullah ( aleyhisselâm ), “Şimdi size Cennet ehlinden birisi
geliyor” buyurdu. O sırada Hazreti Ebû Bekr çıkageldi.
Resûlullah efendimiz daha sonra, “Cennet ehlinden birisi
yanınıza geliyor” buyurdu. Bunun üzerine Ömer ( radıyallahü
anh ) çıkageldi.
Ebû Sa’îd-i Hudrî ( radıyallahü anh ) şöyle anlattı: “Resûlullah
( aleyhisselâm ) Hazreti Ebû Bekr ve Hazreti Ömer’e, “Ey Ebû
Bekr ve Ömer! Vallahi ben sizin ikinizi de seviyorum. Benim
sizi sevmem sebebiyle, vallahi Allahü teâlâ da sizi seviyor.
Allahü teâlâ sizi sevdiği için, vallahi melekler de sizi seviyor.
Hazreti Ali’nin rivâyet ettiği bir hadîs-i şerîfte buyuruldu ki:
Sizi sevenleri Allahü teâlâ da sever. Size vâsıl olana, Allahü
“Ömerin gadabından, hışmından korkunuz. Çünkü o gadab
teâlâ da vâsıl olur. Size buğz edene, Allahü teâlâ da buğz
edince, Allahü teâlâ da gadab eder.”
eder” buyurdu.”
Hazreti Ebû Hüreyre’nin rivâyet ettiği bir hadîs-i şerîfte
Abdullah bin Hatab ( radıyallahü anh ) rivâyet ediyor:
buyuruldu ki: “Ömer, Cennet ehlinin ışığı ve İslâmın nûrudur.”
“Resûlullahın ( aleyhisselâm ) yanında idik. Ebû Bekr ile
Ömer’e (r.anhüm) baktılar. “Bu ikisi, benim için kulak ve göz
Ukbe bin Âmir’in ( radıyallahü anh ) rivâyet ettiği bir hadîs-i
şerîfte buyuruldu ki: “Ben, peygamberlerin sonuncusuyum.
mesabesindedir” buyurdular.”
Ebû İmrân Hânî’nin ( radıyallahü anh ) rivâyet ettiği bir hadîs-i
biriniz Uhud dağı kadar altın sadaka verse, Eshâbımdan
şerîfte, Resûlullah ( aleyhisselâm ) efendimiz buyurdu ki:
birinin bir müd arpası kadar sevâb alamaz.”
“İslâmda ilk sevâba kavuşan, Ebû Bekr ile Ömer’dir. Onların
sevâblarını anlatmakla bitiremem.”
Bir hadîs-i şerîfte buyuruldu ki: “Cehenneme girmesi lâzım
gelen yetmiş bin günahkâr müslüman, Osman’ın şefaati ile,
Abdullah bin Ebû Safvân’ın ( radıyallahü anh ) rivâyet ettiği bir
sualsiz, hesapsız Cennete girecektir.”
hadîs-i şerîfte buyuruldu ki: “Benim Eshâbımdan iki kişi vardır
ki; biri yumuşaklıkla, diğeri de sertlikle emreder. Her ikisi de
Resûl aleyhisselâmın yanına Hazreti Osman gelince, Resûl
isâbet edicidir. Bunlar, Ebû Bekr ile Ömer’dir.”
aleyhisselâm, etekleri ile mübârek ayaklarını örttü. Hazreti
Âişe bunun sebebini sorduğunda; “Ondan melekler haya
İbn-i Ömer’in ( radıyallahü anh ) rivâyet ettiği bir hadîs-i şerîfte
ediyor. “Ben haya etmezmiyim?” buyurdu.
buyuruldu ki: “Her peygamberin iki emîn veziri vardır. Benim
semâ ehlinden iki vezirim Cebrâil ile Mikâil aleyhisselâm ve
Zeyd bin Erkam şöyle anlatıyor: “Resûlullah ( aleyhisselâm )
yerdeki iki emînim ve vezirim ise, Ebû Bekr ile Ömer’dir.”
birgün beni, kendilerini Cennet ile müjdelemem için Ebû Bekr,
Ömer ve Osman’a (r.anhüm) gönderdi.”
Rıdvân-ı Semmân ( radıyallahü anh ) şöyle anlattı: “Benim bir
komşum vardı. Hem evde, hem de işyerinde komşum olurdu.
Abdullah İbni Abbâs hazretlerinin bildirdiği bir hadîs-i şerîfte
Bu kimse, Hazreti Ebû Bekr ile Hazreti Ömer’e çok dil
buyuruldu ki: “Ben ilmin şehriyim, Ali onun kapısıdır.”
uzatıyordu. Bu düşüncesinin çok bozuk olduğunu anlatmak
için, kaç defa gayret ettiysem de fâideli olamadım. Bozuk
inancından vazgeçmiyordu. Bu yüzden, ben kendisini hiç
sevmezdim. Birgün, bu iki büyük zâta yine dil uzattı. Ben de
orada idim. Mâni olmak istedim. Hakaretinden vaz geçmediği
gibi, bana hücum etti. Oradan ayrılıp, mahzûn ve gamlı olarak
eve gittim. Yatsı namazından sonra, bu hüzün ve gam ile
uyudum. Rü’yâmda Resûlullah efendimizi gördüm. “Yâ
Resûlallah! Filân kimse, hem ev, hem de dükkân komşum
oluyor. Fakat sizin Eshâbınıza dil uzatıyor” dedim.
“Eshâbımdan kime dil uzatıyor?” buyurdu. “Ebû Bekr ile
Abdullah İbni Ömer (r.anhümâ) şöyle anlatıyor: Resûlullah (
aleyhisselâm ) Hazreti Ali’ye buyurdu ki: “Ey Ali! Sen
Cennettesin. Ey Ali! Sen Cennettesin. Ey Ali! Sen
Cennettesin.”
Ebû Hamra’nın ( radıyallahü anh ) rivâyet ettiği bir hadîs-i
şerîfte, Resûlullah ( aleyhisselâm ) buyurdu ki: “Âdem
aleyhisselâmın ilmini, Nûh aleyhisselâmın anlayışını, İbrâhim
aleyhisselâmın hilmini, Yahyâ bin Zekeriyyâ aleyhisselâmın
zühdünü görmek isteyen, Ali bin Ebî Tâlib’e baksın.”
Ömer’e (r.anhüm) dedim. “Şu büyük bıçağı al! O kimsenin
Hazreti Huzeyfe’nin rivâyet ettiği bir hadîs-i şerîfte buyuruldu
boynunu kes!” buyurdu. “Peki efendim” deyip bıçağı aldım. O
ki: “Allahü teâlâ, İbrâhim aleyhisselâmı dost edindiği gibi, beni
kimseyi yakalayıp yere yatırdım ve o bıçakla boynunu kestim.
de dost edindi. Cennette benim köşküm ile İbrâhim
Bıçağı toprak ile sildim. Elime o kimsenin kanı sürülmüştü. O
aleyhisselâmın köşkü karşı karşıyadır, ikisinin arasında Ali bin
sırada uyandım. Bir de ne duyayım. O komşumuzun evinden
Ebî Tâlib’in köşkü vardır.”
feryâd sesi geliyordu. Hizmetçiye, “Git bak bakalım! Bu ses
nedir?” dedim. Hizmetçi dönünce, “Komşumuz olan filân
Hadîs-i şerîflerde buyuruldu ki:
kimse gece aniden ölmüş” dedi. Sabah olduğunda evine
gittim. Hakîkaten ölmüş idi ve boynunda da kesik izi vardı.”
“Eğer siz, benim bildiğimi bilmiş olsaydınız, az güler, çok
ağlardınız.”
Ebû Sa’îd-i Hudrî’nin ( radıyallahü anh ) rivâyet ettiği bir hadîsi şerîfte buyuruldu ki: “Eshâbımın hiçbirine dil uzatmayınız.
“Sizden birisi namaz kıldığı zaman, konuşmadığı ve namaz
Onların şanlarına yakışmayan birşey söylemeyiniz! Nefsim
kıldığı yerden ayrılmadığı müddetçe, melekler o kimse için;
yed-i kudretinde olan Allahü teâlâya yemîn ederim ki, sizin
“Allahım! Onu af ve mağfiret eyle! Ona merhamet eyle” diye
duâ ederler.”
“Muhammed’in nefsi kudret elinde bulunan Allahü teâlâya
Soran kimse, “Sonra hangisidir?” diye suâl edince, “Hacc-ı
yemîn ederim ki, oruçlunun ağız kokusu, Allahü teâlâ indinde
mebrûrdur (kabûl olunmuş hacdır).” buyurdu.
misk kokusundan daha hoştur. Allahü teâlâ, “Kulum, oruç için
vereceğim mükâfattan dolayı, yemesini, içmesini ve şehvetini
“Müslümanın, müslüman üzerinde beş hakkı vardır: Selâmına
terkediyor. Orucun karşılığını ben veririm” buyurur.”
cevap vermek, hastasını yoklamak, cenâzesinde bulunmak,
da’vetine gitmek ve aksırıp elhamdülillah diyene,
“Bana itaat eden, Allahü teâlâya itaat etmiş olur. Bana karşı
yerhamükellah demek.”
gelen, Allahü teâlâya karşı gelmiş olur.”
“Sizden birisi İmâm olduğu zaman, namazı hafif kıldırsın.
Çünkü onlar arasında, zaîf, yaşlı ve hasta olabilir. Sizden birisi
yalnız kıldığı zaman, istediği kadar uzatsın.”
Ebû Hüreyre’nin ( radıyallahü anh ) bildirdiği hadîs-i şerîflerde
buyuruldu ki: “Beş vakit namaz ve Cum’a namazı, büyük
günahlardan sakınan kimse için, aralarında işlenen küçük
günahlara keffârettir.”
“Muhammed’in nefsi kudret elinde bulunan Allahü teâlâya
1) Tabakat-üş-Şâfiiye cild-6, sh. 7
2) Şezerât-üz-zeheb cild-4, sh. 300
3) Keşf-üz-zünûn sh. 341, 705
4) Hediyyet-ül-ârifîn cild-1, sh. 88
5) Mu’cem-ül-müellifîn cild-1, sh. 167
yemîn ederim ki, îmân etmedikçe Cennete giremezsiniz.
Birbirinizi sevmedikçe, kâmil bir îmân ile îmân etmiş
olamazsınız. Size, riâyet ettiğiniz takdîrde birbirinizi çok
seveceğiniz bir şeyi bildireyim mi?” Eshâb-ı Kirâm, “O şey
KEFEVÎ
nedir, yâ Resûlallah?” dediler. “Aranızda selâmı yayınız”
buyurdu.
Osmanlılar zamanında yetişen Hanefî mezhebi fıkıh
âlimlerinden. İsmi, Hüseyn bin Rüstem’dir. Kefevî diye meşhûr
“La ilahe illallah diyen ve iyiliği emredip kötülükten alıkoyan bir
olmuştur. Aslen bugünkü Kırım’da bulunan Kefe’dendir.
kimse bulunduğu müddetçe, kıyâmet kopmaz.”
Doğum târihi kesin olarak bilinmemektedir. 1010 (m. 1601)’da
Mekke’de vefât etti.
“Bir kimse farz olan namazı kılar, fakat namazın rükû’unu,
secdesini, tekbîrini ve onda tazarrûyu (yalvarmayı) tam
Memleketinde zamanının âlimlerinden aklî ve naklî ilimleri
yapmazsa, o kimse sermâyesini bitiren tüccâra benzer.”
tahsil etti. Daha sonra İstanbul’a gelip Medîne-i münevvere
kadısı Dâvûd-zâde Efendi’nin hizmetinde bulunup, ilim tahsil
Peygamberimiz ( aleyhisselâm ); “En büyük hırsız, kendi
etti ve onun yanında mülâzim (stajyer) olarak vazîfe yaptı.
namazından çalan kimsedir” buyurdu. “Yâ Resûlallah! Bir
Niksâri-zâde ile ilmî sohbetlerde bulundu. İlmî olgunluğa
kimse kendi namazından nasıl çalar?” diye sordular.
ulaştıktan sonra 990 (m. 1582) târihinde, Ca’fer Efendi’den
“Namazın rükû’unu ve secdelerini tamam yapmamakla”
boşalan Fatma Sultan Medresesi’ne müderris ta’yin olundu.
buyurdu.
993 (m. 1585)’de Şah Hüban Hâtun Medresesi müderrisliğine
“Safları, doğru ve düzgün yapmak, namazın güzelliğindendir.”
“Birisi Resûlullaha ( aleyhisselâm ), “En faziletli amel
hangisidir?” diye suâl etti. “Allahü teâlâya îmândır” buyurdu.
“Sonra hangisidir?” dedi. “Allah yolunda cihâddır” buyurdu.
nakl edildi. 1002 (m. 1593) senesinde Sahn-ı semân
medreselerinden birine, bir sene sonra Yavuz Selîm
Medresesi’ne ve 1004 (m. 1595)’de Süleymâniye
medreselerinden birine müderris olarak ta’yin olundu. 1007
(m. 1598) senesinde Kudüs kadılığına, 1008 (m. 1599)
senesinde de Mekke-i mükerreme kadılığına nakl edildi. 1010
(m. 1601) senesinde bu vazîfeden alındı. Aynı sene içinde
niyetlendik. Fakat denizden mi, karadan mı gitmemiz gerektiği
Mekke-i mükerremede vefât etti.
husûsunda tereddüt ettik. Denizden gidersek batma tehlikesi
var, karadan gidersek çok yorgunluk olacak diye, içimizde
Kefevî Hüseyn Efendi âlim, faziletli, asrındaki irfan ehlinin en
vesveseler çoğaldı. Kur’ân-ı kerîmden bir sayfayı açtım:
ileri gelenlerindendi. Hoş sohbetli olup, güzel söz ve şiir
“Korkmayın zira ben sizinle beraberim, işitirim ve görürüm”
söylerdi. Herkesle hoş geçinen, kimseyi kırmamaya çalışan,
meâlindeki Tâhâ sûresi 46. âyet-i kerîmesi çıktı. Kalbimin tam
zarif yaradılışlı bir zât idi.
rahat etmesi için tekrar açtım, “Görmedin mi ki, Allah, bütün
Nakl edilir ki: Sahn-ı semân Medresesi müderrisleri, Kudüs
kadılığını kabûl edip gitmezlerdi. Kefevî Hüseyn Efendi, Kudüs
kadılığına ta’yin olununca kabûl etti. Bunun üzerine neden
yerdekileri ve emriyle denizde akıp giden gemileri hep sizin
hizmetinize bağlı kıldı” meâlindeki Hac sûresi 65. âyet-i
kerîmesi çıktı ve yoculuğumuz bunun üzerine denizden oldu.
gitmek istediğini sordular. Onlara cevap olarak; “Bu günahkar
Bir gece çok sevindirici bir rü’yâ gördüm. Uyandığım zaman
bedenimi, o mukaddes topraklarla temizlemek isterim. Onun
bu rü’yânın şeytanî mi rahmânî mi olduğu husûsunu
için bu vazîfeyi kabûl ettim. Ümid ederim ki topraktan
düşündüm, İmâm-ı Süyûtî’nin “Câmi’-us-sagîr” adlı hadîs-i
yaradılmış olan bu vücûdum, o bereketli toprakların te’sîriyle
şerîf kitabını açtım. Peygamber efendimizin: “Sâlih mü’minin
ateşten kurtulur” dedi. Orada ölmek istediğine işâret ederek
rü’yâsı Allahü teâlâdan bir müjdedir” meâlindeki hadîs-i şerîfi
ta’yin olunduğu Kudüs kadılığına, bütün tanıdık ve
çıktı. Rü’yâmın rahmânî olduğunu anladım.
arkadaşlarıyla helâllaştıktan sonra gitti.
Hüseyn Kefevî’nin birçok kıymetli eserleri vardır. Bu eserleri
Ta’yin olunduğu Kudüs kadılığına giderken feyz ve
şunlardır. 1-Ta’lîkâtün alâ sahîh-i Müslim, 2- Ta’lîkâtün alâ
bereketlenmek için Sultan İkinci Bâyezîd’in kabrini ziyâret
sahîh-i Buhârî, 3- Şerh-i Gülistan (Türkçedir), 4- Rûznâme fî
ettikten sonra, yoldan geçerken Maymuncu Deli Mehmed
menâkıb-il-ulemâ vel-meşâyıh vel-fudalâ, 5- Sevânih-ut-
dedikleri zâtı gördü. Saygıyla elini öpüp, duâsını istedi.
Tefe’ül ve levâih-ut-Teveffül, 6- Şerh-i Divân-ı Hâfız, 7-Şerh-u
Yanında bulunanlar, bu zâtın elini öpmesine şaşırdılar. O
Lâmiyyet-il-acem lit-Tugrâî, 8-Niksârî-zâde ile olan makaleleri.
kimselere; “Mehmed Dede evliyânın büyüklerindendir. O
kendini gizlemek için bu işi yapmaktadır. Benim bu şekilde o
zâtın elini öpüp duâsını istemem, hâdiselere dünyâ gözüyle
bakan kimselere ibret olması içindir” dedi.
1) Mu’cem-ül-müellifîn cild-4, sh. 7
Hüseyn el-Kefevî, bir eserinde evliyânın büyüklerinden olan
2) Hulâsat-ül-eser cild-2, sh. 121, 122
Ya’kûb-i Çerhî hazretlerinden şöyle bahseder: “Ya’kûb-i
Çerhî’nin, Şâh-ı Nakşibend Behâüddîn Buhârî ile müşerref
olması, Allahü teâlânın ona ihsânıdır. Ya’kûb-i Çerhî’nin birçok
üstünlüklerine ve kerâmetlerine vefât etmiş oldukları hâlde
şâhid oldum. Evliyânın büyüklerinden olduğunu anladım.
3) Esmâ-ül-müellifîn cild-1, sh. 321
4) Keşf-üz-zünûn sh. 554, 1782
5) Şakâyık-ı Nu’mâniyye zeyli (Atâî) sh. 454
Birgün, onun için Kur’ân-ı kerîmden hangi sayfanın çıkacağını
düşünüp açtım ve Kur’ân-ı kerîmden: “Onlar (peygamberler)
6) Kâmûs-ül-a’lâm cild-3, sh. 1959
Allahü teâlânın hidâyetine eriştirdiği kimselerdir. Sen de
onların gittiği yoldan yürü (Onların tevhîd yolunda bulun).”
7) Tam İlmihâl Se’âdet-i Ebediyye sh. 1028
meâlindeki En’âm sûresi 90. âyet-i kerîmesi çıktı ve Ya’kûb-i
Çerhî’nin büyüklüğünü iyice anladım”
Kendisi anlatır: Memleketim olan Kefe’den 985 (m. 1577)
senesinde annem ve babamla birlikte İstanbul’a göç etmeye
8) Osmanlı Müellifleri cild-1, sh. 276
benim onlardan, onların da benden uzak olduklarını haber
ver. Allahü teâlâya yemîn ederim ki, onlardan birinin Uhud
dağı kadar altını olsa, onu Allah yolunda harcasalar, kadere
KEHMES BİN HASEN ET-TEMÎMÎ
Büyük bir hadîs âlimi. Künyesi, Ebu’l-Hasen’dir. Doğum târihi
bilinmemektedir. 149 (m. 766) senesinde vefât etti. Ebu’tTufeyl, Abdullah bin Büreyde, Abdullah bin Şakîk, Yezîd bin
Abdullah bin Şuheyr ve daha başka âlimlerden hadîs-i şerîf
rivâyet etmiştir. Ondan da oğlu Avn, el-Kettân, İbn-i Mübârek,
Vekî’, Mu’temir bin Süleymân, Süfyân bin Hubeyb, Muaz bin
Muaz gibi âlimler (r.anhüm) hadîs-i şerîf bildirmişlerdir.
Rivâyet ettiği hadîs-i şerîfler, meşhûr altı hadîs kitabında
(Kütüb-i sitte’de) mevcûttur. İbn-i Muin, Ebû Dâvûd, İbn-i
Hibbân onun sika, (ya’nî hadîs-i şerîf husûsunda güvenilir ve
itimâd edilir) bir âlim olduğunu zikrederler.
Resûlullahtan ( aleyhisselâm ) rivâyet ettiği bir hadîs-i şerîf
şöyledir: Kehmes bin Hasen, Abdullah bin Şakîk’den şöyle
rivâyet etmiştir: Mihcân bin Ezre’ şöyle anlattı: Resûlullah
efendimiz ( aleyhisselâm ) ile beraber Medîne-i
münevvere’nin dışında bir yere gitmiş, dönüşümüzde,
Mescid-i Nebevî’nin kapısına kadar gelmiştik. Orada namaz
kılan birisini gördük. Ben dedim ki: “Yâ Resûlallah! Bu
falancadır. Medîneliler arasında en çok namaz kılan budur.”
Bunun üzerine Resûlullah efendimiz, “Sakın ona bunu
duyurma, yoksa helakine vesîle olursun” buyurdular.
îmân etmedikleri müddetçe, Allahü teâlâ onun bu infâkını
(harcamasını) kabûl etmez. Bana babam, Ömer bin Hattab (
radıyallahü anh ) anlattı. Dedi ki: Resûlullahın ( aleyhisselâm
) yanında idik. O vakit, ay doğar gibi bir zât yanımıza girdi.
Elbisesi çok beyaz, saçları pek siyah idi. Üzerinde toztoprak,
ter, gibi yolculuk alâmetleri görünmüyordu. Resûlullahın
eshâbı olan bizlerden hiçbirimiz onu tanımıyorduk. Ya’nî
görüp, bildiğimiz kimselerden değildi. Resûlullahın (
aleyhisselâm ) huzûrunda oturdu. Dizlerini, Resûlullahın (
aleyhisselâm ) mübârek dizlerine yanaştırdı. O mübârek zât
ellerini Resûl-i ekrem efendimizin mübârek dizleri üzerine
koydu. Resûlullaha sorarak, yâ Resûlallah! Bana İslâmiyeti,
müslümanlığı anlat, dedi. Resûl-i ekrem efendimiz buyurdu
ki: “İslâmın şartlarından birincisi Kelime-i şehâdet getirmektir.
(Eşhedü enlâ ilahe illallah ve eşhedü enne Muhammeden
abdühü ve resûlüh) Yerde ve gökte, O’ndan başka, ibâdet
edilmeğe hakkı olan ve tapılmağa lâyık olan hiçbir şey ve
hiçbir kimse yoktur. Yalnız Allahü teâlâ vardır. Hakîkî ma’bûd,
ancak Allahü teâlâdır. Abdullah’ın oğlu Muhammed, Allahü
teâlânın kulu ve Resûlüdür. (Ya’nî peygamberidir diye
söylemendir) namaz kılman, zekât vermen, Ramazan-ı şerîf
orucunu tutman, gücün yeterse, ömründe bir kerre hac
etmen.”buyurdu. O zât bu cevapları işitince “Doğru söyledin”
dedi. Bunun üzerine babam (Hazreti Ömer) “Biz onun bu
Kehmes ( radıyallahü anh ), Abdullah bin Büreyde’den, o da
sözüne şaştık. Çünkü hem soruyor, hem de verilen cevâbın
Yahyâ bin Ya’mes’den rivâyet etti:
doğru olduğunu tasdîk ediyor” dedi. Bu zât yine sorarak; yâ
Resûlallah; îmânın ne olduğunu “bana bildir” dedi. Resûlullah
“Basra’da kader hakkında ilk önce Ma’bed el-Cühenî
efendimiz, “Allahü teâlâya O’nun meleklerine, kitaplarına,
konuşmuştu. Ben ve Humeyd bin Abdurrahmân el-Hımyerî,
Peygamberlerine ve âhıret gününe, kadere, hayrın ve şerrin
hac veya umre yapmak için yola çıkmıştık. Aramızda,
Allahü teâlâdan olduğuna inanmandır” buyurdu. O zât yine,
“Resûlullahın ( aleyhisselâm ) eshâbından (r.anhüm) birine
“Doğru söyledin” dedi. Bu defa, “İhsânın ne olduğunu bana
rastlasak da, şu adamların kader hakkındaki sözlerini sorsak”
bildir” dedi. Resûlullah ( aleyhisselâm ), “Allahü teâlâya, O’nu
diye konuştuk. Bir müddet sonra, mescide girerken Abdullah
görüyormuşsun gibi, ibâdet etmendir. Her ne kadar sen O’nu
bin Ömer bin el-Hattâb ile karşılaştık. Hemen yanına gidip;
görmüyorsan da, O seni görmektedir...” buyurdu.
“Ey Ebû Abdurrahmân! Bizim o taraflarda ba’zı kimseler çıktı.
Bunlar Kur’ân-ı kerîm okuyorlar ve ilimle de meşgûl oluyorlar.
Kader diye bir şey tanımıyorlar. Hâdiselerin, Allahü teâlânın
takdîr ve ilmi olmadan kendiliklerinden meydana geldiğini
söylüyorlar” dedik. Bunun üzerine Abdullah bin Ömer
hazretleri, “Sen onlarla karşılaştığın zaman, kendilerine,
Kehmes hazretlerinin kıymetli sözleri ve menkıbeleri:
O birisine şöyle dedi: “Ben öyle bir hatâ işledim ki, kırk
seneden beri onun için, ağlıyorum.” O zât, “O hatâ nedir?”
diye sorunca şöyle anlattı: “Beni bir dostum, ziyârete gelmişti.
Onun için balık satın aldım. Pişirip yedirdim, sonra, elinin yağı
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
ile bulaşığı gitmesi için, evin yakınında bulunan komşunun
duvarından bir miktar, toprak aldım. Fakat komşumun haberi
yoktu. Misâfirime elini temizlettim. Ben niçin komşunun
duvarından o toprağı aldım diye, hâlâ onun pişmanlığı
içerisindeyim, işte bunun için ağlıyorum” dedi.
Kehmes ( radıyallahü anh ) kul hakkına çok dikkat ederdi.
Böyle bir hakkın üzerinde bulunmasından çok korkardı. O, bir
gün yolda giderken bir dinarını düşürmüştü. Onu aramak için
1) Hilyet-ül-evliyâ cild-6, sh. 211
2) Tehzîb-üt-tehzîb cild-8, sh. 450
3) Tabakât-ı İbn-i Sa’d cild-7, sh. 720
4) Kuşeyrî cild-1, sh. 289
5) Tezkiret-ül-huffâz cild-1, sh. 174
geri döndü. Nihâyet buldu. Allahü teâlâya hamd etti. Fakat bu
sefer şunu düşündü. Bu dinar benim mi, yoksa başkasının
mı! Ya başkasının ise, o zaman başkasının hakkını almış
olacağım diyerek onu almaktan çekindi.
KEMÂLEDDÎN BEYÂDÎ
Kehmes hazretleri kireç işçiliği yapar, her gün belirli bir ücret
alırdı. Akşam olunca, eve gitmeden önce, kazanmış olduğu
Hanefî mezhebi fıkıh âlimi ve İstanbul’un meşhûr kadılarından.
ücretin bir kısmı ile meyve alır, onu annesine götürürdü. O
İsmi, Ahmed bin Hasen bin Sinân olup, lakabı Kemâlüddîn’dir.
annesine çok hizmet eder ve devamlı gönlünü alırdı.
Beyâdî diye meşhûrdur. 1044 (m. 1634) senesinde İstanbul’da
doğdu. Aslen Bosnalıdır. 1098 (m. 1687) senesinde İstanbul’a
Annesinin hatırını hiç kırmaz, sözlerini yerine getirmekte
yakın bir yerde vefât etti.
büyük gayret gösterirdi.
Beyâdî ilk olarak babasından ilim öğrendi. Sonra Yahyâ
Kehmes’in ba’zı arkadaşları zaman zaman yanına gelir,
Minkâri ve zamanının büyük âlimlerinin derslerine devam etti.
otururlar idi. Bir gün annesi, “Evlâdım! Senin arkadaşlarını
Babası ile birlikte hacca gitti. Babası Mekke-i mükerremede
pek beğenmiyorum. Bir daha onlarla oturup kalkma, demişti.
kadı iken, Beyâdî, burada Şemseddîn Bâbilî’nin derslerine
Bunun üzerine, Kehmes ( radıyallahü anh ) arkadaşlarının
devam etti. Şemseddîn Bâbilî ona icâzet verdi.
yanına gidip, annesinin sözlerini aynen nakledip, bir daha
kendisini aramamalarını söyledi.
Beyadî’nin bütün ilimlerde asıl hocası, Molla Çelebi diye
bilinen Muhammed bin Ali Âmidî’dir. Molla Çelebi, çok büyük
Kehmes hazretleri nefsine hiç fırsat vermez, her zaman onu
bir âlim idi.
kınardı. Bir gün ve gecede bin rek’at namaz kılardı. Biraz
yorgunluk hâsıl olduğu zaman nefsine: “Ey nefsim kalk. Sen
Beyâdî ilim tahsilini tamamladıktan sonra çeşitli yerlerde ders
her kötülüğün başısın. Vallahi senden, Allah için bir an bile
vermeye başladı. Talebeler ondan çok faydalandı. Asrındaki
memnun değilim.”
büyük âlimler, Beyâdî’yi çok medh ettiler. Uzun müddet
Osmanlı Devleti’nin muhtelif yerlerinde kadılık yapan Beyâdî,
Kehmes bin Hasan ( radıyallahü anh ), Mekke-i
adâletten hiç ayrılmadı. İnsanların ayıplaması ve kınaması,
mükerremede kırkbin dinara bir ev satın almış, aldıktan sonra
onun, hak ve doğru neyse, o çizgide yürümesine mâni
da bir hayli masraf yapmıştı. Bir ikindi namazından sonra
olamadı. Fıkıh ilminde ve hüküm vermekte çok mahir idi. İlmi
onun ziyâretine geldiler. Birisi evin tavanlarına doğru
ve fazileti her tarafta duyuldu, ilmi ile âmil bir zât idi.
bakarak, böyle bir evin olduğu için çok seviniyorsundur
herhalde, deyince, “Vallahi değil, kırkbin dört dirheme de
Beyâdî, 1077 (m. 1666) senesinde Haleb’e kadı olarak ta’yin
almış olsaydım, yine sevinmezdim. Önemli olan hayırlı
oldu. Haleb halkı ona çok kıymet verdi. Buradan Bursa
olmasıdır” buyurdu.
kadılığına ta’yin edildi. 1083 (m. 1672) senesinde Mekke-i
mükerreme kadısı oldu. Burada muhtelif ilimlere dâir dersler
3) Hulâsat-ül-eser cild-1, sh. 181
verdi. İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfe hazretlerinin yazmış olduğu
risalelere kendisinin yazdığı “İşârât-ül-merâm min ibârât-il-
4) İşârât-ül-merâm mukaddimesi.
Îmân” isimli şerhi, talebelere okuttu. Şerh, çok çeşitli mevzûları
ihtivâ etmektedir. Gayet güzel yazılmıştır. 1086 (m. 1675)
senesinin sonlarına doğru, İstanbul’a kadı olarak alındı. Sonra
Rumeli kadıaskerliğine getirildi.
Beyâdî’nin yazmış olduğu eserlerden ba’zıları şunlardır: 1Sevânih-ül-ulûm: Altı ilme dâir mevzûları ihtivâ eder. İsminin
KEMÂLÜDDÎN İBN-İ ADÎM (Ömer bin Ahmed)
Sevânih-ul-mutârahat olması da muhtemeldir. Yazması,
Hanefî mezhebi fıkıh, hadîs ve târih âlimi. İsmi, Ömer bin
İstanbul’da Süleymâniye Kütüphânesi’ndedir. 2- El-Fıkh-ül-
Ahmed bin Hibetullah bin Muhammed bin Hibetullah’tır.
ebsât, 3-İşârât-ül-merâm.
Künyesi Ebü’l-Kâsım olup, lakabı Kemâlüddîn’dir. İbn-i Adîm
İşârât-ül-merâm adlı eserin mukaddimesinden bir bölüm:
Dînî esaslarını, Kur’ân-ı azîmüşşânın muhkem âyet-i
kerîmeleri ile beyân eden Allahü teâlâya hamd eder,
Resûlullaha ( aleyhisselâm ) ve insanları O’nun Sünnet-i
seniyyesine da’vet eden Âline, Eshâbına (r.anhüm) ve
kıyâmete kadar onlara ihsân ile tâbi olan âlimlere salât ve
selâm ederim. Dînin esaslarının tedvinini (düzenlenmesini) ilk
önce İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfe yaptı.
İmâm-ı a’zam, dînin esaslarına dâir ilk eseri yazdığı gibi, dînin
esaslarını kat’î delîllerle de sağlamlaştırmıştır. Ebû Mansûr
Abdülkâhir bin Tâhir Temîmî “Et-Tebsîret-ül-Bağdâdiyye” isimli
eserinde şöyle demektedir: “Fıkıh âlimlerinden ve Ehl-i sünnet
vel-cemâatin mütekellimînin (kelâm âlimlerinin) ilki Ebû
Hanîfe’dir. Akâid mevzûunda Ehl-i sünneti müdâfaa ve
desteklemek üzere “El-Fıkh-ül-ekber” ve “Er-Risâle” ismindeki
eserlerini yazdı. Haricîler, Eshâb-ı Kirâma düşman olan ve dil
uzatanlar, Kaderiler ve dinsizler ile münâzaralarda bulundu. O
zaman bu sapık fırkaların mensûpları, Basra’da bulunuyordu.
Bu sebeble yirmi küsur defa Basra’ya gitti. Onların sapık
fikirlerini en açık ve kat’î delîllerle çürüttü. Kelâm ilminde
parmakla gösterilir hâle geldi.”
diye bilinir. 588 (m. 1192) senesinde Haleb’de doğup, 660 (m.
1262) târihinde Kâhire’de vefât etti.
Dedeleri, dört nesil Şam kadılığı yapmış olan İbn-i Adîm’in
babası da Şam kadısı idi. Babasından, amcası Ebû Ganem
Muhammed, İbn-i Taberzed, iftihar Kindi ve Hârestâni’den
hadîs-i şerîf dinledi. Yine Şam, Haleb, Kudüs, Hicaz ve Irak’da
birçok âlimden ilim öğrenip hadîs-i şerîf dinledi. Din ve fen
ilimlerinde mütehassıs olan Kemâlüddîn İbni Adîm, Haleb’de
Şadbaht Medresesi’nde dersler verdi, kıymetli eserler yazdı.
Kendisinden sorulan suâllere cevaplar verdi. Kendisine has,
çok güzel bir hattı vardı. Sultanların mektûplarını yazar, onlara
emr-i ma’rûfta bulunurdu. Melik Azîz ve Melik Nasır’a yakınlığı
vardı. Bir ara Haleb kadılığı da yaptı. Moğolların şehri işgali
üzerine Kâhire’ye gitti. Orada vefât etti. Allahü teâlânın dînine
hizmet için durmadan çalıştı. Vakitlerini ilim öğrenmek,
öğretmek ve kitap yazmakla geçirirdi. İnsanlara emr-i ma’rûf
yapar, Allahü teâlânın emir ve yasaklarını öğrenip, onlara
riâyet etmelerini söylerdi. Kemâlüddîn İbni Adîm, devamlı yazı
ile meşgûl olurdu. Yolculuğa çıkacağı zaman, iki katır arasına
bağlanmış bir taht-ı revana biner, oraya oturup, yolculuk
boyunca yazı yazardı. Mısır’a ve Bağdad’a elçi olarak
gönderildi. Kemâlüddîn İbni Adîm, fakirlere iyi muâmele eder,
onlara iyilikte bulunur, ihtiyâçlarını giderirdi.
Eserleri: “Bugyet-üt-taleb fî târih-il-Haleb”: Haleb
1) Mu’cem-ül-müellifîn cild-1, sh. 192
târihidir. “Def-üz-zulüm vet-tecerrî an Ebi’lMe’arrî”, “Derârî fî zikr-iz-zerâri”: Bu eserini
2) El-A’lâm cild-1, sh. 112
Sultan Zâhir için yazdı. “Dav-üs-sabâh fil-assî
ales-semâh”: Melik Sultan Eşref için yazdı. “El-
Ahbâr-ül-Müstefâde fî zikr-i Benî Ebî Cerâde”:
kendilerine zarar vermeden, ikâz mâhiyetinde vur! Onlara
Hat bilgileri, hat âdabı ve hat kalemlerini anlatır.
karşı bir tabîb gibi ol! önce onların ahlâkî hastalıklarını tesbit
“Tebrîd-i hareret-il-ekbâd fis-sabr alâ fakd-il-
et! Sonra, ona göre ilâç ver, terbiye et!”
evlâd”.
Halîfe Abdülmelik, çocuklarını terbiye etmek için Şa’bî’ye (
İbn-i Adîm, Süleymâniye Kütüphânesi’nin Bağdadlı Vehbî
radıyallahü anh ) teslim ederken; “Onlara, Kur’ân-ı kerîmi
kısmı 2191 numarada kayıtlı, Eyyûbî Sultanı Melik Zâhir’e,
öğrettiğin gibi, doğruluğu da öğret! Onları düşük ve bayağı
oğlu Melik Azîz’in doğum günü tebriki için yazdığı “Kitâb-üd-
kimselerden uzak tut” diye tavsiyede bulunurdu.
derârî fî zikr-iz-zerârî” adlı uzun mektûbunda, çocuk
terbiyesinin ehemmiyetini ve çocuk terbiyecilerine yapılan
nasihatleri anlatırken buyurdu ki:
Babanın çocuğuna karşı vazîfesi: Baba,
çocuğunun terbiyesini ihmâl etmemelidir. Ona
iyiyi ve kötüyü öğretmeli, iyi ve güzel ahlâkı,
öğrenmeye ve edebli olmaya teşvik etmelidir.
Gerekirse, herhangi bir tarafına zarar vermeden,
1) Mu’cem-ül-müellifîn cild-7, sh. 275
2) El-Bidâye ven-nihâye cild-13, sh. 236
3) Şezerât-üz-zeheb cild-5, sh. 303
4) Hüsn-ül-muhâdara cild-1, sh. 265
ikâz mâhiyetinde hafifçe vurmalıdır.
5) Fevât-ül-vefeyât cild-3, sh. 126
Resûlullah ( aleyhisselâm ) buyurdu ki: “Çocuğun
baba üzerindeki hakkı, babanın çocuğuna güzel
6) Keşf-üz-zünûn sh. 30, 249, 291, 337, 729
isim vermesi, yerini ve edebini güzel yapmasıdır.”
7) Kitâb-üd-derârî fî zikr-iz-zerârî
Başka bir hadîs-i şerîfte; “Çocuklarınıza ikramda
bulununuz. Onlara güzel edeb ve terbiye veriniz”
buyurulmuştur.
Utbî dedi ki: “Kâfi miktarda geçime sahip olduktan sonra,
çocuk sahibi ol.”
KERÂBÎSÎ (Es’ad bin Muhammed en-Nişâbûrî)
Hikmet sahipleri dediler ki: “Küçük iken çocuğunu terbiye
eden, çocuğu büyüyünce sevinir.”
Hanefî fıkıh âlimlerinden. İsmi, Es’ad bin Muhammed bin
Hüseyn el-Kerâbîsî en-Nişâbûrî’dir. Künyesi Ebü’l-Muzaffer
Babanın, çocuğu hakkında hocalarını uyarması lâzımdır. Amr
olup, lakabı Cemâlüddîn veya Cemâl-ül-İslâm idi. “Kerâbîsî”
bin Utbe, çocuğunu terbiye eden zâta: “Ey Abdüssamed!
nisbetiyle meşhûr oldu. “Nişâbûrî” nisbetiyle de anıldı.
Benim çocuğumu terbiye ve ıslâh etmeden önce, kendini ıslâh
Nişâbûr, Horasan bölgesinde büyük bir şehirdir. Kerâbîs,
et! Onların ayıpları senin ayıbına bağlıdır. Çünkü çocuklara
Farsça bir kelime olup “Kirbâs” kelimesinin çoğuludur. Onun
göre güzel, senin yaptığın; çirkin ise, yapmayıp terkettiğin
lügat ma’nâsı, kalın veya sert elbise demek olup, Arabcada
şeydir. Onlara Kur’ân-ı kerîmi öğret, bunu ihmâl etme! Yoksa
pamuk ma’nâsına kullanılır. “Kerâbîsî” nisbeti ile meşhûr olan
onlar, Kur’ân-ı kerîmden uzaklaşırlar. Onlara şiirlerin ve
başka âlimler de vardır. Bunlardan başlıcaları, 522 (m. 934)
sözlerin, en temiz ve ahlâka en uygun olanını öğret! Kötülüğe
yılında vefât eden ve “Fürûk” isminde bir de eseri bulunan
ve fuhşa sürükliyenleri sakın öğretme! Onlara, “Edebli ve
Muhammed bin Sâlih el-Kerâbîsî, 245 (m. 859) yılında vefât
terbiyeli olmazsanız, sizi babanıza söylerim de! Gerekirse
eden büyük Şafiî âlimi Hüseyn bin Ali bin Yezîd el-Kerâbîsî el-
onlara, edeb ve terbiyelerine yardımcı olacak şekilde hafifçe,
Bağdâdî ve hadîs âlimlerinin büyüklerinden olup. “Müstedrek”
kitabının sahibi Ebû Ahmed el-Hâkim el-Kerâbîsî en-
kitabı... gibi.” Bu eserin adı, Esmâ-ül-müellifîn kitabında
Nişâbûrî’dir. Cemâlüddîn Kerâbîsî, beşinci hicri asrın
“Telkîh-ül-ukûd fil-fürûk” olarak zikredilmektedir.
sonlarında doğdu. Arab dili ve edebiyatı ile, fıkıh ve usûl
ilimlerinde büyük bir âlimdir. Fıkıh ilmine dâir yazdığı “El-
2. Kitâb-ül-mu’ciz: Bağdad’da bulunan Mustansıriyye
Fürûk” kitabı meşhûrdur. 570 (m. 1174) senesinde Bağdad’da
Medresesi müderrislerinden Ebû Hafs Ömer’in “Muhtasar”
vefât etti. Verdiyye kabristanına defnedildi.
kitabına yaptığı şerhidir. Bu da, Hanefî fıkhına dâir bir eserdir.
Cemâlüddîn Kerâbîsî, devrinin meşhûr âlimlerinin bir
çoğundan ilim tahsil etti. Bunlardan Kâdı Ebü’l-Alâ Sa’îd bin
Muhammed el-Buhârî (İbn-i Râsımendî) diye de meşhûrdur.
“Mugarleb” kitabının sahibi Ebû Mensûr Mevlûd bin Ahmed
Cevâlikî el-Lügavî ve “Manzûme-i Nesefî”yi şerh eden
Alâüddîn Muhammed bin Abdülhamîd el-Esmendî en
1) El-Fevâid-ül-behiyye (Lüknevî) sh. 45
2) Mu’cem-ül-müellifîn cild-2, sh. 247
3) Esmâ-ül-müellifîn cild-1, sh. 204
meşhûrlarındandır. Bilhassa fıkıh ilmini Alâüddîn-i
Semerkandî’den, Arab dili ve edebiyatını da Ebû Mensûr
4) Keş-üz-zünûn sh. 1257, 1898
Cevâlikî’den öğrenmişti. Kendisinden de, bizzat yanına
gelerek ve kitabından yazarak ilim öğrenenler çok oldu.
Kerâbîsî, büyük ve faziletli bir fakîh, edebiyatta büyük bir âlim,
güzel bir yolda bulunan, emsalleri arasında yüksek bir yeri
KERÂBÎSÎ (HÜSEYN BİN ALİ)
olan, vera’ ve zühd sahibi, dînine son derece bağlı, sâlih bir
zât idi. Fıkıh ve usûl ilimlerinde tam bir ilme sahipti. Bahs ve
Büyük fıkıh âlimlerinden. İsmi, Hüseyn bin Ali, Künyesi, Ebû
münâzaralarda ileri görüşlü ve fasîh (açık) bir lisân ile
Ali’dir. Kerâbîsî diye bilinir. Kerâbîs, kalın elbiselere denir.
konuşan bir kimse olup, her ilimde derin bilgiye sahipti. Eşine
az rastlanan bir âlimdi. Yüksek bir zekâsı olup, ince ve derin
ma’nâlara nüfuz ederdi. İlimde apaçık ve büyük bir kudrete
Hüseyn bin Ali böyle elbiseleri satardı. Onun için Kerâbîsî
denmiştir. Doğum târihi bilinmemektedir. 248 (m. 862)
sahipti. “Şeyh-ül-İmâm Celâlüddîn” lakabı ile meşhûr olup, bu,
senesinde vefât etti. Tahsilini Bağdâd’da yaptı ve burada çok
onun yaşadığı asırdaki ilminin üstünlüğüne delâlet eden
hadîs-i şerîf dinledi. İmâm-ı Şafiî hazretlerinden ilim aldı. Onun
lakablardandır. Bu lakab, bilhassa Horasan mıntıkasında
talebelerinin büyükleri arasında sayılır. Ma’n bin Îsâ, İshâk bin
yüksek âlimler için kullanılır, ilimde husûsî bir mevkiyi
kazanmıyanlara verilmezdi. O, uzun olan hayâtında ilmî
tetkikleri ve münâzaraları ile ve her ilimdeki derin bilgisi ile
Yûsuf el-Ezrak ve daha başka âlimlerden rivâyetlerde
bulunmuştur. Ondan da, Hasan bin Süfyân, Muhammed bin
meşhûr olmuştu. Te’lîf ve tasnif ettiği kitapları ve bilhassa
Ali bin Medinî ve Ubeyd bin Muhammed el-Bezzâz gibi âlimler
“Kitâb-ül-fürûk” ismindeki eseri, bu husûsa en büyük delîldir.
istifâde etmişlerdir. Kerâbîsî, önce Irak âlimlerinin usûlü üzere
Arab dili ve edebiyatındaki üstünlüğünü hocası da i’tirâf ve
nakletmektedir.
ilim tahsil etti. (İctihâd yolu ikidir. Biri Irak âlimlerinin yolu olup,
buna “Re’y yolu” denir. Ya’nî kıyas yoludur. İkinci yol, Hicaz
Başlıca eserleri şunlardır:
âlimlerinin yolu olup, buna “Rivâyet yolu” denir.)
1. Kitâb-ül-fürûk: Hanefî fıkhını anlatan en güzel eserlerdendir.
İmâm-ı Şafiî, Kerâbîsî’ye, Za’ferânî’nin eliyle yazdırdığı
Bu kitap, 779 konuyu içine almaktadır. Çok kerre her bahis, iki
mes’eleyi şâmildir. Ba’zan da daha çok olabilmektedir. Kitabın
mes’elelerini kısımlara ayırarak, fıkıh kitaplarındaki gibi aynı
konuları bir arada topladı: “Taharet ve Namaz kitabı, Nikâh
kitaplarını okutma icâzeti verdi. Kerâbîsî, ilmi ve anlama
kabiliyeti yüksek bir zât idi. Böyle olduğu, yazdığı birçok
eserlerinden de anlaşılmaktadır. Kerâbîsî, başkasının sözlerini
ve yazılarını, sahibini bildirmeden, kendine mâlederek
Kerderî ( radıyallahü anh ), son derece zâhid bir âlim olup,
devamlı ibâdet eder, dünyâya kıymet vermezdi. Fıkıh ilminin
yazmayı hiç sevmezdi. Nitekim, zamanındaki âlimlerden biri,
usûl ve fürû’unun inceliklerine vâkıf idi. Fıkıh ilmine dâir birçok
fıkıh ilmi ile alâkalı bir çok kitap yazmıştı. Kerâbîsî bu kitapları
eser tasnif etmiştir. Şerh-i câmi-üs-sagîr liş-Şeybânî, Şerh-i
gördü. Ba’zılarını alıp, mütâlâa etti. Fakat bu kitaplarda
câmi-ül-kebîr iş-Şeybânî, Şerh-i âlet-tecrîd lil-Kirmânî (El-
mes’eleler hakkında delîller, İmâm-ı Şafiî hazretlerine âit olup,
söylediği lafızların aynısı getiriliyor, fakat İmâm-ı Şafiî’ye (
Müfîd vel-mezîd) Kitâbü fî usûl-il-fıkh, Hayret-ül-fükahâ, Kitâbü
fî beyân-ı elfâz-il-küfr, el-İntisâr li Ebî Hanîfe fî ahbârihî ve
akvâlihî onun yazdığı kıymetli eserlerdendir.
radıyallahü anh ) âit olduğu açıklanmıyordu. Kerâbîsî bu
durumu görünce, çok üzüldü. Kitapların sahibi olan zât ile
karşılaşınca, “Sen ne yapmışsın? O delîller sana âit değil ki,
1) Mu’cem-ül-müellifîn cild-5, sh. 269
Sen orada sadece nakledicisin. Fakat kimden aldığını da
bildirmemişsin. Zâten sen, kendi başına böyle bir iş
yapamazsın” deyip ona bir mes’ele suâl etti. O da cevâbını
2) Cevâhir-ül-mudiyye cild-1, sh. 322
3) Esmâ-ül-müellifîn cild-1, sh. 587
veremedi.
4) El-A’lâm cild-4, sh. 32
1) Tabakât-üş-şâfiiyye cild-2, sh. 117
5) El-Fevâid-ül-behiyye sh. 98
2) Târih-i Bağdâd cild-8, sh. 64
6) Keşf-üz-zünûn cild-1, sh. 114, 345, 562
3) Tehzîb-üt-tehzîb cild-2, sh. 359
7) İzâh-ül-meknûn cild-1, sh. 425
4) Şezerât-üz-zeheb cild-2, sh. 350
5) Vefeyât-ül-a’yân cild-2, sh. 132
6) Miftâh-üs-seâde cild-2, sh. 300
KERDERÎ (İbn-ül-Bezzâz Muhammed Kerderî)
7) Mu’cem-ül-müellifîn cild-4, sh. 38
Hanefî mezhebi fıkıh âlimlerinden. İsmi, Muhammed bin
Muhammed bin Şihâb bin Yûsuf el-Kerderî, el-Büreykînî elHârezmî’dir. Kerderî ve Bezzâzî nisbetleriyle meşhûr oldu.
KERDERÎ
Hanefî mezhebi fıkıh âlimlerinin büyüklerinden. İsmi,
Abdülgafûr bin Lokman bin Muhammed el-Kerderî el-Harezmî’
olup, künyesi Ebü’l-Mefâhir’dir. İsminin Abdülgaffâr olduğu da
bildirilmiştir. Lakabı Şeref-ül-Kudât, Tâcüddîn ve Şems-üleimme’dir. Harezm köylerinden Kerder’e mensûb olduğundan
Kerderî ve Harezmî denilmiştir. 562 (m. 1167) senesinde
Haleb’de vefât etti.
Ebü’l-Fadl Abdurrahmân bin Muhammed el-Kirmânî’den fıkıh
ilmini öğrendi. Nûreddîn Mahmûd bin Zengî zamanında Haleb
kadılığında bulundu. Vefâtına kadar orada kaldı.
Müncid lügat kitabında Bizzâz denilmektedir. Aslen, Harezm’in
Kerder köyündendir. “İbn-ül-Bezzâz” diye de tanınırdı. Lakabı
Hâfızüddîn’dir. Doğum târihi belli değildir, İlim tahsiline
memleketinde başladı. Dört sene kadar İbn-i Arabşâh’ın
yanında kaldı. Fıkıh ve usûl-i fıkıh ilimlerini ondan tahsil etti.
Ondan çeşitli eserleri okudu. Kâdı Sa’düddîn bin Deyrî ile
karşılaşıp, ondan ilim öğrendi ve onunla, birlikte Kâhire’ye gitti.
Orada bulunan Emîn Aksarâyî, onu, kendisi ve cemâati için
alıkoydu. Bir ara Kırım’a ve Eflak’a gidip, iki sene kadar
buralarda kaldı. Hac yaptıktan sonra vatanına döndü. Daha
sonra Osmanlı ülkesine geldi. Bursa’da Molla Şemseddîn
Fenârî ile sohbet etti. “Bezzâziyye” adındaki fetvâ kitabı çok
meşhûr ve mu’teberdir. “Menâkıb-ı İmâm-ı Ebî Hanîfe” kitabı
Elinde emânet bulunan kimse, sahibi ölürse, emâneti
da meşhûrdur. Ayrıca onun, “Şerhu Muhtasar-ı Kudûrî” adında
vârislerine verir. Vârisleri yoksa, Beyt-ül-mâl’a verir. Beyt-ül-
bir eseri daha vardır. 827 (m. 1424) senesi Ramazan ayı
mâl’a verince zayi olacak ise, kendi kullanır veya Beyt-ül-
ortalarında Mekke’de vefât etti.
mâl’dan nasîbi, hakkı olanlara verir.”
Kâdı Sa’düddîn, onun hakkında diyor ki: “Kerderî, zekî
“Kalbim gâfil diyerek, duâyı terk etmemelidir. Kalbine geleni
âlimlerden idi.” Hanefî mezhebinin kıymetli fetvâ kitaplarından
duâ etmek, ezberlediği duâyı okumaktan efdaldir. Yalnız,
birisi olan “Bezzâziyye” hakkında, Ebü’s-Sü’ûd Efendi’nin
namazda okunacak duâları ezberlemelidir. Sünnet olan
şöyle dediği anlatılır: Ebü’s-Sü’ûd Efendi’ye; “Niçin mühim
ibâdetleri yapmak, duâ etmekten efdaldir. Vâ’iz, İmâm,
mes’eleleri toplayıp bu konuda bir kitap te’lîf etmiyorsun?”
cemâate öğretmek için, sünnet olarak bildirilen duâları sesli
denildiğinde, o da; “(Bezzâziyye) kitabı mevcûd iken,
okur. Cemâat de, sessiz tekrar eder. Cemâat öğrenince, İmâm
sahibinden haya ederim. Çünkü o, bu konudaki mühim
da sessiz okumalıdır. Sesli okuması bid’at olur.”
mes’eleleri lâyık-ı vechile ihtivâ eden kıymetli bir mermûa-i
şerîfedir” buyurdu.
“İbâdetleri yapan kimse, îmânında şühhe eder ve günâhım
çoktur, ibâdetlerim beni kurtarmaz diye düşünürse, îmânının
Muhammed Kerderî (Bezzâzî), “Bezzâziyye” fetvâsında
kuvvetli olduğu anlaşılır, îmânının devam edeceğinden şüphe
buyuruyor ki: “Gümüş ve altın şekiller ile süslenmiş kapdan
eden kâfir olur. Böyle şüphe etmeği beğenmezse, mü’min
yemek, içmek caizdir. Fakat, elini, ağzını gümüşe, altına
olduğu anlaşılır.”
değdirmemek lâzımdır. İmâmeyn, böyle kapları kullanmak
mekrûhdur dedi, Kürsîyi (kanepeyi) ve hayvan semerini tadbîb
“Kur’ân-ı kerîmden bir miktar ezberledikten sonra, fıkıh
etmek (altın ve gümüş şeritler ile süslemek) caiz ise de, altın
öğrenmek lâzımdır. Çünkü Kur’ân-ı kerîmin hepsini
ve gümüş bulunan yerlerine oturmamak lâzımdır. Mıshafın
ezberlemek farz-ı kifâyedir. Lâzım olan fıkıh bilgilerini
cildini tadbîb etmek caizdir. Fakat, altına gümüşe
öğrenmek ise, farz-ı ayndır. Muhammed bin Hasen buyurdu
dokunmamak lâzımdır.”
ki: Her müslümanın haramları, helâlları bildiren ikiyüzbin fıkıh
bilgisini öğrenmesi lâzımdır. Farzlardan sonra ibâdetlerin en
“Toprak ve sudan biri temiz ise, karışımları olan çamur temiz
kıymetlisi, ilim ve fıkıh öğrenmektir.”
olur. (Buna göre, temiz toprak ile gübre karışımı temiz kabûl
edilir. Çünkü buna, ihtiyâç vardır.)”
“Allahü teâlânın ismini işitince ve söyleyince, “Celle celâlüh”
veya “Teâlâ” yahut “Tebâreke”, “Sübhânallah” diyerek saygı
“İmâmın; sabah, Cum’a, bayram, teravih, vitr namazlarında ve
göstermek vâcibdir. Tekrar edince de, yalnız söylemeyip,
akşam ile yatsının ilk iki rek’atlarında yüksek sesle okuması,
Allahü teâlâ demek müstehabdır. Ya’nî, Allahü teâlânın
İmâmın ve yalnız kılanın öğle ve ikindi farzlarında ve akşamın
isminden sonra ta’zîm, saygı gösteren bir kelime de
üçüncü, yatsının üçüncü ve dördüncü rek’atlarında hafif sesle
söylemelidir.”
okumaları vâcibdir. Hafif sesle okuyanı bir iki kişinin işitmesi
mekrûh olmaz. Sesli okumak, çok kişinin işitmesi demektir.”
“Babası hasta olan kadın, bakacak kimse bulunamazsa,
zevcinden izinsiz gidip, babasına hizmet eder. Zimmî baba da
“Kurban etini, koyunların zekâtı niyeti ile fakire verse zekât
böyledir. Zengin olan oğul, zengin olan babasına bakmaya
olmaz.”
mecbûr değildir.”
“Zekâtı başka şehre göndermek mekrûh ise de, akrabaya
“Fısk (günah olan şey) anlatan şiir dinlemek mekrûhdur.
veya kendi şehrinde fakir müslüman bulamazsa, başka şehire
Günah işlemeği düşünmek günah olmaz, işlemeğe karar
göndermek caizdir. Zekâtı, borcu olana vermek, fakire
verirse, yalnız karar vermek günâhı yazılır, işlemek günâhı
vermekten daha iyidir.”
yazılmaz. Küfr ve küfre sebep olan şeyler böyle değildir.
Bunlara karar verince imansız olur. Kâfir olan anaya ve
babaya hizmet etmek, nafakalarını vermek, ziyâretlerine
Muhammed bin Tarif anlattı: Biz, büyük âlim Vekî’nin yanında
gitmek lâzımdır. Küfre sebep olan şeyleri yaptıracaklarından
bulunuyorduk. Bize şöyle dedi: “Fıkıh bilmeden, sâdece hadîs-
korkulursa, ziyâretlerine gitmemelidir. Kâfirlerle birlikte yiyip,
i şerîf bilmeniz size fâide vermez. Ebû Hanîfe’nin talebelerinin
içmek, bir iki kerre caizdir. Her zaman ise, mekrûh olur. Ücret
meclisinde bulunmadıkça fıkıh âlimi olamazsınız.”
karşılığı, şarap yapmak için üzüm sıkmak mekrûhtur.”
Yahyâ bin Âdem buyurdu ki: “İmâm-ı a’zamın fıkıhdaki sözleri
“Fakirlere zekât vermek için zenginlerin vekîli olan kimse,
hep Allah içindir. Eğer onun sözüne dünyâdan birşey bulaşmış
topladığı zekâtları birbirleri ile karıştırınca, hepsi kendi mülkü
olsa idi, bu kadar hasedcilerin çokluğu ile beraber onun sözleri
olur. Fakirlere kendi malından sadaka vermiş olur. Zenginlerin
her tarafa yayılmazdı.”
zekâtları verilmiş olmaz. Zenginlerden aldıklarını onlara
ödemesi lâzım olur. Fakirler, önceden bu kimseye izin vermiş
Âsım bin Yûsuf; İmâm-ı Ebû Yûsuf’a; “İnsanlar, ilimde senin
olsalardı, onların vekîlleri olarak toplamış olur, fakirlerin
önüne geçecek birisinin olmadığında ittifâk etmektedirler”
mallarını birbirleri ile karıştırmış olurdu ve zekâtlar verilmiş
deyince, İmâm-ı Ebû Yûsuf ona şu cevâbı verdi: “Benim ilmim,
olurdu.”
İmâm-ı a’zamın ilmi yanında, Fırat nehrinin yanında küçük bir
dere gibidir.”
“Birisi aç olup, yemek için leş dahî bulamayana, kolumdan kes
de yiyerek ölümden kurtul dese, kesmesi caiz olmaz. Zarûret
Esed bin Amr anlattı: “İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfe ( radıyallahü
hâlinde de, insan eti helâl olmaz.”
anh ), geceleyin Kur’ân-ı kerîm okur ve çok ağlardı. Gece
ağlamasını komşuları da işitirdi ve ona acırlardı. Rivâyet edilir
“Kapalı yerde iken zelzele olursa, oradan açık bir yere kaçmak
ki, vefât ettiği odada Kur’ân-ı kerîmi yedibin defa
müstehâbdır.”
hatmeylemişti.”
“Alış-veriş bilgisini öğrenmiyenin ticâret yapması haramdır.
Saymerî, Ebû Yûsuftan nakletti: “İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfe,
İmâm-ı Ebû Leys de ( radıyallahü anh ) böyle buyurmuştur.
her gün ve gecede Kur’ân-ı kerîmi bir kerre hatmederdi.
İmâm-ı Muhammed Şeybânî’ye ( radıyallahü anh ), zühd
İmâm-ı a’zam çok cömert idi. İlim husûsunda pek sabırlı idi.
hakkında bir kitap yaz dediklerinde; zühd için bey’ (alış-veriş)
Hiç kızmazdı. Yirmi sene yatsının abdesti ile sabah namazını
bilgisi yetişir buyurdu.
kıldığına şâhid oldum. Diğer talebeleri kırk sene böyle kıldığını
söylemişlerdir.”
“Tegannî ile, şarkı söyler gibi Kur’ân-ı kerîm okuyana sevâb
verilmez.”
Şüca’ bin Muhammed, Ebû Yûsuf’un şöyle dediğini nakletti:
“Babam vefât ettiği zaman, İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfe’nin
“Menâkıb-ı İmâm-ı a’zam” adlı eserden ba’zı bölümler:
Ca’fer bin Rebî anlattı: “İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfe’nin yanında
derslerini kaçırırım korkusu ile babamın cenâzesine
gidemedim. Onu komşu ve akrabalara bıraktım.”
beş sene kaldım. O, ekseriyetle konuşmazdı. Fakat fıkıh
İmâm-ı Ebû Yûsuf, önceleri çok fakir idi. Fakat ba’zı zamanlar
ilminden birşey sorulunca açılır, vadi gibi akardı.”
müstesna, gece-gündüz İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfe’nin
İsmâil bin Ebû Füdeyk anlattı:
“İmâm-ı Mâlik’i, İmâm-ı a’zamın elinden tutmuş beraberce
yürürlerken gördüm. Mescide varınca, İmâm-ı Mâlik’in
mescide girerken İmâm-ı a’zamı öne geçirdiğini ve;
“Bismillâhirrahmânirrahîm. Burası eman yeridir. Yâ Rabbî!
Beni azâbından kurtar” dediğini duydum.
meclisinden ayrılmazdı. İmâm-ı Ebû Yûsuf’un hanımı ve
çocukları, İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfe’ye gidip içinde
bulundukları geçim sıkıntısını anlatınca, İmâm-ı a’zam Ebû
Hanîfe onlara nasihat edip; “Bu günler, sizin için geçim
sıkıntısı geçirdiğiniz günlerinizdir. İnşâallah ileride
umduğunuzdan kat kat fazlasına kavuşacağınız günler
gelecektir” buyurdu. Aradan günler geçti. Onlar için çok kapılar
açıldı. Ebû Yûsuf’a sâhib olduğu malı mülkü sorulduğunda;
“Hepsini bilmiyorum. Bildiğim, sâdece yediyüz katır ve üçyüz
peşinden, melekler çok kalabalık olduğu için, parmaklarının
tane atım vardır” buyurdu.
ucuna basarak yürüyorlardı.” Ahmed bin Hanbel vefât edince,
adedleri sayılamayacak kadar kalabalık bir topluluk cenâze
İmâm-ı Ebû Hafs şöyle buyurdu: “İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfe’ye
namazını kıldı. Onun vefât ettiğini haber alanlar, her taraftan
bakan, onun sâdece ilim için yaratılmış olduğunu görürdü.
gelip cenâze namazına katıldılar. Rivâyet edilir ki, o gün
Bununla beraber o, sâlih bir zât idi. Dilini muhafaza ederdi.
Ahmed bin Hanbel’in cenâzesindeki kalabalığı ve o gün insanı
Güzel ahlâk, edeb, vekar ve akıl sahibi idi.”
hayrette bırakan şeyleri gördükleri zaman, binlerce yahudi ve
İmâm-ı Şafiî şöyle buyurdu: “On sene İmâm-ı a’zamın talebesi
hıristiyan müslüman olmuştur.
Ebû Muhammed’in meclisinde bulundum. Onun sözlerinden
bir deve yükü kadar yazdım. Eğer o, kendi seviyesinde
konuşsa idi. Onun sözlerini anlamazdık. Fakat o bize, bizim
1) Mu’cem-ül-müellifîn cild-11, sh. 223
anlıyacağımız şekilde konuşurdu.”
2) Şezerât-üz-zeheb cild-7, sh. 183
Abdullah İbni Mübârek’e ilk önceki hâli soruldu. O da şöyle
anlattı; “Birgün kardeşlerim ile beraber bahçemizde idik.
Meyveler getirmiş, onları yemiş, gece geç vakte kadar
içmiştim. Çalgı çalmaya da çok meraklı idim. O sırada çalgı
çalıyordum. Bir ağacın üzerinde bir kuş peyda oldu. Hem
ötüyor, hem de insan gibi konuşuyordu, “Îmân edenlere, vakti
gelmedi mi ki, kalbleri Allahın zikrine ve inen Kur’ân’a saygı ile
3) El-A’lâm cild-7, sh. 45
4) Ed-Dav-ül-lâmi’ cild-10, sh. 37
5) Fevâid-ül-behiyye (Lüknevî) sh. 187
6) Esmâ-ül-müellifîn cild-2, sh. 185
yumuşasın ve bundan önce kendilerine kitap verilmiş, sonra
üzerlerinden uzun zaman geçip de kalbleri katılaşmış ve çoğu
7) Keşf-üz-zünûn sh. 242, 1229, 1636, 1681, 1837
fıska dalmış bulunanlar gibi olmasınlar” meâlindeki Hadîd
sûresi onaltıncı âyet-i kerîmesini okuyunca, ben de; “Evet
8) Menâkıb-ı İmâm-ı a’zam Ebû Hanife( radıyallahü anh )
vallahi öyledir” dedim. O ânda elimde bulunan çalgı âletini
kırıp attım ve tövbe ettim, işte bu, benim önceki halimdir.”
Buhârî ve Müslim, şu hadîs-i şerîfi rivâyet ettiler: “Allahü teâlâ
bir kulunu sevdiği zaman Cebrâil’i çağırır. Ben falancayı
seviyorum, sen de onu sev buyurur. Cebrâil de onu sever ve
semâda şöyle nidâ eder: “Allahü teâlâ falancayı seviyor, siz de
onu sevin” der. Semâdakiler de onu sever. Sonra yerdekiler
de onu sever.”
Ebû Muhammed Abdülhak şöyle buyurdu: “İlmiyle amel eden
âlimlerden ve evliyâdan çok kimseler görüldü, insanlar onları
medhettiler. Onlar hayatta iken de, vefât ettikten sonra da,
insanların gönüllerinde yaşadılar. Onlardan bir kısmının
cenâzelerinde pekçok kimse bulundu. Pekçok kimse onları
kabirlerine kadar uğurlayıp, lâzım gelen hizmeti yaptılar. Bir
kısmında, insanlardan başka, melekler ve cinnilerin mü’minleri
bulundu.” Bu husûsu teyid eden hâdiselerden birisi şudur
“Resûlullah ( aleyhisselâm ), Sa’d bin Mu’âz’ın cenâzesinin
KERÎMÜDDÎN BÂBÂ HASEN EBDÂLÎ
Hindistan evliyâsının en büyüklerinden. İsmi Abdülkerîm olup,
lakabı Kerîmüddîn’dir. Kabil ile Lahor arasında, Keşmir’e
ayrılan yol üzerinde bulunan, Bâbâ Hasen Ebdâl kasabasına
yakın Osman-pûr beldesindendir. Bâbâ Hasen Ebdâl
kasabasına nisbetle “Bâbâ Hasen Ebdâlî” diye nisbet
edilmiştir. Doğum târihi kaynaklarda bulunamamıştır. 1050 (m.
1640) senesi Muharrem ayında vefât etti.
İmâm-ı Rabbânî’ye (r.aleyh) bağlanması sebebini kendisi
şöyle anlatır: “Genç iken, ilim öğrenmek için Lâhor’a
gelmiştim. Zâhirî ilimleri tahsil ederken hatırıma; “Bu hâlde
ölürsem Hak teâlâyı bilmeden, tanımadan ölmüş olurum”
düşüncesi geldi ve tahsili bıraktım. Memlekete dönüp, tâat ve
ibâdetle meşgûl oldum, içime doğru yolu gösterici bir âlim
bulunmakla Kerîmüddîn’in hâli değişti, inâyetlere kavuştu.
bulup, onun vesilesiyle evliyâlık yolunda ilerlemek arzusu
Misline rastlanamayan bereketli nazarlar (bakışlar) altında,
düştü. Bir gece rü’yâda, Yûsuf aleyhisselâmın güzelliğini
kısa zamanda çok ilerledi. Hazret-i İmâm ona, insanlara doğru
andıran, pek güzel ve vekârlı bir büyüğün mübârek sûretini
yolu göstermesi, bu yolda ilerlemelerine vesile olması için
gördüm. Hatırıma; “Bu yüksek zâtın talebesi olayım” diye
icâzet verdi. İcâzet ile şereflendikten sonra memleketine
geldi. Uyanınca, hayret edip, bu büyüğü nerede bulabilirim
dönen Kerîmüddîn Bâbâ Hasen, vazîfeye başladı. O
dedim. Kendi kendime rü’yâda her görünen, uyanıklıkta zuhur
memleketin halkından çok kimseler onun sayesinde bu şerefli
etmiyebilir dedim. Ertesi gece aynı mübârek sima ile
yolun hakîkatine kavuştular. Feyz ve bereketlere mazhar
karşılaştım. Onu o kadar sevdim ki, yerimde duramaz oldum.
oldular.
Daha birkaç gece, hep o cemâl ve kemâl sahibi simayı görüp,
bulamama üzüntülerimi, rü’yâlarımla teselli eyledim. Ondan
Kerîmüddîn Bâbâ Hasen Ebdâlî (r.aleyh), hazret-i İmâm’ın en
sonra bir daha görmedim. Kararsızlık ve sabırsızlık kalbimi
eski yakınlarından, halife ve eshâbının meşhûrlarından,
rahatsız etmeye başladı. Bir sırdaşım vardı. Ona; “Gece
yüksek hâller, cezbe, tasarruf ve hârikalar sahibi çok yüksek
teheccüdden sonra gel, bana bir işâret ver de, evde olanlara
bir velî idi. Menkıbe ve kerâmetleri çoktur. Allahü teâlânın
ve anneme haber vermeden, bizi Allahü teâlâya kavuşturacak
ihsânı ve İmâm-ı Rabbânî’nin yüksek teveccühleri ile öyle
bir velîyi aramaya çıkalım” dedim. O arkadaş dediğim
dereceye ulaştı ki, bütün âlem gözünün önünde bulunur, bir
zamanda geldi. Ev halkının hepsi uykuda iken divâne âşık gibi
anda dilediği yere gidebilirdi.
onunla birlikte evden çıktık. Serhend’e geldim. Serhend’e
gelince kalbimde bir değişiklik ve heyecan hâli başladı.
Meşhûr âlimlerden ve takvâ sahiplerinden olan Şeyh Cevher’e
gittim. Bana, dînimize tam bağlı bir rehber göstermesini
arzettim. O da; “Üzülme, istediğini bulacaksın” dedi. Kendi
kendime; “Ekberâbâd’a gideyim, belki o büyük beldede
aradığım gibi bir rehber bulurum” diye düşündüm. Bu hâlde
iken, Serhend çarşısında bir sofu ile görüştüm. Arzumu ona
söyledim. İmâm-ı Rabbânî hazretlerini anlatıp, bana onların
mescid ve hânekâhlarını gösterdi.
Kendisi anlatır: “Hazret-i İmâm’dan bu yolu aldıktan ikibuçuk
yıl sonra, onun mescidinde bir gece sabahdan önce, başımı
dizime koymuş, murâkabe ediyordum. Kendimden geçtim.
Gördüm ki, bana benzer dört kişi yanımda durur. Dördü de
benim. Kendime geldim. “La havle...” okudum. Tekrar meşgûl
oldum. Tekrar o birbirinin aynı ve benim benzerim olan dört
kişiyi yanımda oturur gördüm. Kendime geldim. “La havle...”
okudum. Bu hâl üç defa böyle tekrarlandı. Dördüncüsünde
gaybet hâli hâsıl olunca, gördüm ki, nûr yüzlü ak sakallı birisi,
elinde bastonuyla mescidin bir tarafından çıktı. Bana yaklaşıp
Geldim, kapılarının dışında durdum. Zâhirî hâllerim iflâs ve
selâm verdi. Selâmını aldım. Sonra; “Kendini nasıl
çöküntü içindeydi. Bir derviş gitti ve İmâm-ı Rabbânî’ye: “Bir
görüyorsun?” dedi. Böyle demesiyle benim hâlim değişti.
müflis geldi. Hizmetiniz ve huzûrunuz ile şereflenmek ister”
Adetâ kendimden geçtim. Ayıldıktan sonra dedim ki: “Ben
dedi. “Onu getirin” buyurdular, içeri girdim. Nûrlu yüzünü görür
kendimi öyle görüyorum ki, benim memleketim buradan dört
görmez, daha önce defalarca rü’yâda bana görünen mübârek
kilometre uzaktadır. Elimi buradan uzatır, orada ne varsa
simanın sahibi budur deyip, onları tanıdım, şevk ile ağladım.
buraya getiririm. Bütün memleket bana bitişik ve çok yakın
Hazret-i İmâm, beni kucakladılar ve bir müddet öyle durdular.
olmuştur.” O ihtiyâr; “Bu bahsettiğin hâlin sahibine ne derler
Sonra başımı kaldırıp, hemen husûsî odasına götürdü ve
bilir misin?” dedi. “Hayır” dedim. “Kutb derler” dedi.
büyükler yolunu ta’lim eyledi. Kendilerine, benim maksûdum
tamam oldu diye arz ettim. Çünkü Hazret-i İmâm’ın âdetleri
öyle idi ki; bir tâlib uzun zaman gelir gider de, ancak ondan
sonra ona büyükler yolunu telkin ederlerdi.”
Kerîmüddîn Bâbâ Hasen Ebdâlî (r.aleyh) anlatır: “İmâm-ı
Rabbânî hazretlerinden icâzet almakla şereflenip
memleketime döndüğümde, on kişiyi talebe olarak almama
müsâade etmişlerdi, ikinci defa huzûrlarına geldiğimde, bu
İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin feyz ve himmetleri o kadar çok
tasavvuf yolunu yetmiş kişiye ta’lim edip öğretmemi istediler.
ve kuvvetli idi ki, daha sohbet olmadan, sâdece huzûrunda
Üçüncü defa geldiğimde, Fadl-âbâd isimli bir beldede bir
handa konaklamıştım. Orada bir rü’yâ gördüm ki, beni bir taht
üzerine oturtmuşlar ve vaktin sultânı da eli bağlı olarak
Kerîmüddîn Bâbâ Hasen Ebdâlî (r.aleyh) o münasebetsiz
huzûrumda duruyor. Bu rü’yânın ta’birini ve hikmetini merak
kimsenin bu sözlerine üzülüp gayrete geldi. “Elinden gelen her
ederek hazret-i İmâm’ın huzûruna vardım. Ben daha o rü’yâyı
şeyi yap! Halka istediğini söyle!” buyurdu. O kimse de,
anlatmadan, mutlak icâzet vermekle şereflendirdiler. Bu
hakîkaten bundan sonra onun hakkında iftiralara, bozuk sözler
üçüncü gelişimde bu ihsâna kavuştum.”
sarfetmeye başladı. Bu çirkin işe tevessül etmesinden birkaç
gün geçmeden evi barkı harâb oldu. Kısa zaman sonra da
Yüksek hocaları tarafından icâzet ile şereflendirilip
kendisi ve oğlu öldü. Büyüklere Allahü teâlânın sevdiklerine
memleketine gönderildikten sonra, taliblere ilim ve feyz
karşı gelmenin cezasını hemen çekmiş oldu.
kaynağı olarak hizmet etmekte olan Kerîmüddîn (r.aleyh),
insanlara çok fâideli olmakta idi. Bir zaman İmâm-ı Rabbânî
Şeyh Mûsâ Şevîn memleketinde makam ve otorite sahibi
hazretlerinin yolu, Kerîmüddîn’in beldesine düştü. Orada
mümtaz bir zât idi. Bir iş için Kerîmüddîn’in bulunduğu
Kerîmüddîn’den feyz almakta, sohbetinde bulunmakta
kasabaya gelmişti. Bir vesile ile onu görmeye geldi.
olanlardan bir grup kimse, hazret-i İmâm’ın huzûruna gelerek
Kerîmüddîn ona; “Siz hangi yolda talebesiniz?” dedi. “Îsâ
feyz ve bereketlerinden, kıymetli sohbetlerinden istifâde etmek
Belveti’nin talebesiyim ve ondan icâzetim vardır” dedi. Şeyh;
istediklerini arzettiler. O da Kerîmüddîn’i çağırarak; “Bu
“Kendinize müteveccih olun, benden size birşey gelecek” dedi.
kimseleri büyükler yoluna aldınız mı? Almadınız mı?” diye
O da başını eğdi. Kerîmüddîn teveccühle meşgûl oldu. Dil ile
sordular. Kerîmüddîn; “Efendim, yüksek hazretinizden bana
birşeyden bahsetmedi. Bu büyük zâtın âdetlerinden idi ki,
ulaşanları bunlara ulaştırdım” diye arzedince, İmâm-ı Rabbânî
yalnız teveccüh ve tasarrufla, Ahrâriyye yolunu talibin kalbine
hazretleri o kimselere dönerek; “Benim dilim, Şeyh
verir ve zikr fidanı, talibin kalb bahçesinde kalb tasarrufu ile
Kerîmüddîn’in dilidir. O ne söyledi ise ben söylemişim.
dikilirdi. O anda sâlikin kalbi zikr eder hâle gelirdi. Bir müddet
Sohbetlerini bu dikkat ve uyanıklık ile dinlerseniz aynı
sonra Şeyh Mûsâ başını kaldırdı ve; “Şeyh Îsâ Belveti’nin
istifâdeye kavuşursunuz” buyurdu ve üzerlerinde bulunan
nisbeti kalbimden silindi ve sizin nisbetiniz kalbime yerleşti”
gömleği çıkararak Kerîmüddîn’e verdi.
dedi. Evine gittikten sonra oğlu Şeyh İshak’a bu durumu
açıkladı ve onu şeyhin sohbetine gitmeye teşvik etti. Oğlu
Rivâyet edilir ki, Kerîmüddîn hazretlerinin bulunduğu beldede
Şeyh-zâde edasıyla Kerîmüddîn’i görmeye geldi. Şeyh kendi
meşhûr olmuş, herkesin kendisine müracaat ettiği, ilim sahibi
eliyle odanın ta’mirini yapmakla meşgûl idi. Bu sebeple eli,
Abdünnebî isminde bir kimse vardı. Bu kimse birgün,
ayağı çamurlu idi. O hâl içinde Şeyh-zâde geldi ve selâm
Kerîmüddîn’i yemeğe da’vet etti. Yemekten sonra, istek ve
verdi. Kerîmüddîn ona doğru bir baktı ve; “Elimi yıkayıp,
arzusu ile Kerîmüddîn’e; “Bana büyükler yolunu ta’lim eyleyin”
sizinle müsâfeha edeyim” dedi. O, feryâd edip; “Efendim bir
dedi. Kerîmüddîn de; “Evin dışındaki mescide gel! Orada sana
bakışınız ile yedi aydan beri Şeyh Tâc Senbihlî’den aldığım
arzu ettiğini vereyim ve seni büyükler yoluna alayım” buyurdu.
nisbet benden gitti ve onun yerine sizin nisbetiniz yerleşti”
Abdünnebî; “Mescidde herkesin yanında olmaz. Yalnız yerde
dedi. Kerîmüddîn onu husûsî odasına götürdü ve ona
söyleyiniz” dedi. Kerîmüddîn, onun zâten meşhûr olduğu için,
teveccüh etti. Teveccüh esnasında, bu büyük yolu kalbine
insanların yanında talebe olmaktan utandığını anladı ve bu
yerleştirdi. Şeyhin teveccühü ile, Şeyh-zâde İshak kendinden
işte esâsın nefse muhalefet etmek olduğunu bildirmek için;
geçerek hareketsiz, güçsüz bir hâle geldi. Şaşkın oldu.
“Yalnız yerde olmaz!” buyurdu.
Kerîmüddîn Bâbâ Hasen Ebdâlî kalktı ve hücrenin kapısının
Bunun üzerine o kimse edebe riâyeti terkederek: “Ben meşhûr
bir kimseyim. Sözüm dinlenir. Eğer bana yalnız yerde, yolu
ta’lim etmezseniz, insanlara sizin bid’at sahibi olduğunuzu
söyler, onların size gelip talebe olmalarına mâni olurum ve hiç
kimse sizin huzûrunuza gelmez” gibi şeyler söyliyerek,
kendine göre, güya Kerîmüddîn’i tehdit eder bir ibâre kullandı.
zincirini dışardan bağladı. Sabahdan öğleye kadar geçti.
Şeyh-zâde hâlâ kendinden geçmiş yatıyordu. Sonra
Kerîmüddîn odanın kapısını açtı ve onun yanında oturdu.
Teveccüh eyledi. Şeyh-zâde İshak kendine geldi ve; “Kalem
ve kâğıt getiriniz Biraz önce İmâm-ı Rabbânî hazretleri burada
idiler. Bana bir takım şeyler söylediler. Yazayım, unutulmasın”
dedi. İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin buyurdukları şunlar idi:
“Ey İshak! Sen benim oğlum ve bütün hakîki ve ince
hazret-i İmâm’dan irâdet alsam, ne iyi olur, huzûrunda bir
rumuzlarda halîfemsin. Ben mağfiret olunmuşum, sen de
defâcık bulunurdum” dedi. Hazret-i İmâm’a arzettim. “Yalnız
mağfiret olunmuşsun. Seni vesile edenler de mağfiret
olduğum zaman gel” buyurdu. Odalarına gittim ve tekrar
olunmuşlardır. Çok sevdiğim ve talebem olan Kerîmüddîn’e
hanımımın isteğini arzettim. “Peki” buyurup, başlarını eğerek
benim selâmımı söyle”. Şeyh-zâde, o yarım günlük zamanda
murâkabe ettiler. Bir müddet sonra başlarını kaldırıp,
hilâfet alacak dereceye yükselmişti. Kerîmüddîn ona; “Madem
buyurdular ki: “Şeyh Kerîmüddîn, onu sana ısmarladım.
ki, hazret-i İmâm sana icâzet verdiler. bu sana kâfidir” dedi ve
Senden bu yolu öğrenecek.” Hanımımla ne kadar meşgûl
onu gönderdi. Memleketine gitti. Oranın halkı talebe olmak için
olduysam da, onun hâlinde bir değişiklik olmadı. Bir gün
onun etrâfına toplandı, ilk talebesi, Mîrek Mes’ûd Bey bin
teheccüd namazından sonra “La ilahe illallah” kelimesini
Ahmed Bey Hân Kâbilî’dir. Devlet adamlarından idi. Ahbab ve
söylemekle meşgûl idim. Hanımım da arkamda teheccüdünü
arkadaşları Mîrek Mes’ûd Bey’i çekemeyip, kendisine; “Şeyh-
kılmış oturuyordu. Ehlimden “La ilahe illallah” kelimesi yüksek
zâde İshak yalanla kendini Ahrâriyye yolunda eyledi. Sen de
sesle çıktı. O anda onun hâli değişti ve cezbeye kapıldı.
gidip ona talebe oldun” dediler. Bu asılsız sözlere aldanan
Kendinden geçmiş bir halde yerde yuvarlandı durdu.”
Mîrek Şeyh, İshak’tan irâdet (talebelik) aldığına pişman oldu
ve iki üç gün hocası İshak’ın huzûruna gelmedi. Şeyh İshak
Kerîmüddîn’in çoluk-çocuğu ve eshâbı ile hazret-i İmâm’a
kalkıp, Mîrek’in evine gitti. Dil uzatanların sözleri Mîrek’e o
geldiği günler, hazret-i İmâm’ın uzlet günleri idi.
kadar te’sîr etmişti ki, Şeyh İshak’a saygıda bile bulunmadı. O
Mahremlerinden pek az kişi yanlarına girebiliyordu. Buna
da gayrete gelip, orada oturmadı, dönüp evine gitti. Mîrek
rağmen; “Şeyh Kerîmüddîn ve eshâbı yanıma gelmekte
Mes’ûd Bey o gece rü’yâda gördü ki, Hâce Behâeddîn-i
serbesttirler” buyurdu.
Nakşibend (kuddise sirruh) geldi. Ba’zan o kadar büyüyordu
ki, bütün yeryüzünü ve göğü kaplıyor, ba’zan bir iplik kadar
inceliyordu. Mîrek’e hitabla; “Ey zavallı, Allah adamlarını
tanımıyorsun” buyurdu. Mîrek’in korkudan bütün vücûdu titredi
ve dehşetle uyandı. Hemen Şeyh İshak’ın huzûruna koştu.
Yüzlerce yalvarma ve kırıklık ile ayaklarına kapanıp,
kusurunun affını diledi ve; “Bu hasedciler için ne buyurursanız
yapayım. Zîrâ onlar benim canım ve îmânımla oynadılar” dedi.
Şeyh İshak; “Onları huzûruna yaklaştırma” buyurdu. O da öyle
yaptı.
Şeyh İshak ikinci defa Şeyh Kerîmüddîn’in huzûruna
geldiğinde Kerîmüddîn ona “La ilahe illallah” zikrini öğretti.
Kerîmüddîn bu kelimeyi der demez Şeyh İshak’ı bir hâl
kapladı ve o anda öyle bir hararet ve yanma hâsıl oldu ki,
denizlerin suyunu içse, kanmazdı. Bardak bardak su verdiler.
İçti ve kanmadı. Yandım yandım deyip, birkaç gün hiç
konuşmadı. Ondan sonra Kerîmüddîn; “Hâllerin nasıldır?” diye
sordu. “Ben bilmiyorum ki, ben kimim. Hâlimden haberim yok.
Kendimde değilim” dedi.
Kerîmüddîn’in talebelerinden biri hasta idi. Durumunu
bildirdiler. Bunun üzerine Kerîmüddîn geldi ve o hasta
talebenin yanında başka bir yatakta yattı. Allahü teâlâya
yalvardı.
Rü’yâsında o talebesinin yaşayıp yaşamayacağını
göstermesini diledi. Uykuya vardı ve rü’yâsında siyahlar
giyinmiş düşman askerleri ile kendi talebelerinin muharebe
ettiklerini, bu hasta olan talebenin diğer askerlerden önde at
koşturduğunu, kahramanca çarpışarak düşmana çok zayiat
verdirdiğini, yaralanıp attan düştüğünü ve atının onu bırakıp
kalabalığa karıştığını gördü. Uykudan uyandığında o
talebesinin vefâtının yaklaştığını haber verip, eshâbına techiz,
tekfin ve defn için hazırlık yapılmasını söyledi. O talebenin
hastalığı ise ölüm şiddetinde görünmüyordu. Orada bulunan
talebelerin hepsi hayret ettiler. Bundan az bir zaman geçtikten
sonra, hastanın durumu ağırlaştı. Nefesi sıklaştı. Bu sırada
orada bulunan ve tasavvuf ehlinin hâlini inkâr eden ba’zı
kimseler kendi kendilerine; “Hocalığın ve talebeliğin şu anda
(ölüm ânında) ne işe yaradığını görelim” dediler. Onların bu
Kerîmüddîn Bâbâ Hasen Ebdâlî ( radıyallahü anh ) şöyle
düşüncelerini kalb yolu ile anlayan Kerîmüddîn hazretleri,
anlatır: “Bir defa hanımı alıp, hazret-i İmâm’ın hizmetine
açıktan; “Ey Allahım! Vefât etmek üzere olan bu hastanın
gelmiş idim. Ayrılmak istediğim zaman, hanımım; “Ben de
hakîki tasavvuf büyüklerine bağlanması hürmetine, seni
zikrettiğini bunlara da duyur!” diye duâ etti. Bu söz daha
bitmemişti ki, o ölüm hastasının açıktan açığa “Allah Allah”
Önce zamanının büyük âlimlerinden ilim öğrendi. Daha sonra
demeye başladığı duyuldu. Rûhunu teslim edinceye kadar
Molla Hızır Bey Bursa’da Sultâniyye Medresesi’nde müderris
böyle devam etti. Bu apaçık kerâmete şâhid olan o yabancılar
iken, onun yanına danışmend oldu. Hocazâde ile Hayâlî
da inkarlarından vazgeçip, Kerîmüddîn’e bağlı yakın
Çelebi de, Hızır Bey’in Mu’îdi (asistanı) idiler. Burada ilmi
talebelerinden oldular.
tahsilini tamamlayan Kestelli, Mudurnu kasabasında ve daha
sonra Dimetoka’da Oruç Paşa Medresesi’nde müderris oldu.
Kerîmüddîn Abdülkerîm Bâbâ Hasen Ebdâlî, yüksek hocası
Fâtih Sultan Mehmed Hân İstanbul’da Sahn-ı semân
İmâm-ı Rabbânî hazretlerinde gördüğü bir kerâmeti şöyle
medreselerini yaptırınca, bu medreselerden birine Kestelli’yi
anlatır: “Bulunduğum beldeden son defa hanımımla hazret-i
ta’yin etti. Burada bir müddet talebe yetiştirmek ve ilim
İmâm’a gelmiş idim. Hanımım hâmile idi. Bu sebeple yaya
mütâlâa etmekle meşgûl oldu. İlme çok meraklı olan Kestelli,
olarak gitmeyi tercih etmiş idik. Serhend-i şerîfe ulaştığımızda,
bu uğurda devamlı çalıştı. Yorulmak, bıkmak ve dinlenmek
yolun uzun ve meşakkatli oluşu sebebiyle çok yorulmuştum.
bilmezdi. Çalıştıkça dinî ilimlerdeki bilgisi arttı, ilmi arttıkça da
Ayaklarım da şişmiş ve su toplamış idi. Hanımımı bir tanıdığın
bu husûstaki gayreti çoğaldı. Onun bu gayreti, Sultân’ın bile
evine bırakıp, kendim yalnız olarak yüksek huzûrlarına geldim.
kulağına gitmiş, iltifâtlarına kavuşmuştu. Zîrâ, Fâtih Sultan
Ellerini öper öpmez bana sarıldılar ve; “Şeyh Kerîmüddîn! Çok
Mehmed Hânın âlimlere çok saygısı vardı. Kestelli’nin bu
yorulmuşsun, ayakların da çok acımış. Allahü teâlâ seni
gayretli çalışmasını duymayan kalmamıştı. Hatta; “Eğer Sahn
bağışladı. Doğacak olan çocuğunuzu da bağışladı” buyurdu.
medreselerinin hepsi bana verilse, herbirinde günde üç ders
Hâlbuki memleketimden geldikten sonra kendileri ile ilk defa
verebilirim” derdi.
karşılaşıyordum. Hanımımı getirdiğimi ve hanımımın hâmile
olduğunu da söylememiş idim. Bu hâl onların kerâmetlerinden
Bursa kadılığına ta’yin edildi. Sonra Edirne, daha sonra 886
idi.”
(m. 1481) senesinde İstanbul kadısı oldu. Fâtih Sultan
Mehmed Hân tarafından kadıasker ta’yin edildi. Osmanlı
Devleti’nde o zaman birtâne kadıasker bulunurdu. Vezir
1) Berekât-ı Ahmediyye sh. 385
2) Hadarât-ül-Kuds sh. 355
3) Tezkire-i İmâm-ı Rabbânî sh. 348
Karamanî Mehmed Paşa, vezirlerin dört tane olduğunu, işlerin
daha iyi yürümesi için kadıaskerlerin de ikiye çıkarılmasını
teklif etti. Böylece biri Rumeli, diğeri de Anadolu olmak üzere,
o târihten sonra kadıaskerlerin sayısı ikiye çıkarıldı. Kestelli
Rumeli kadıaskeri, Hacı Hasen-zâde de Anadolu kadıaskeri
oldu. Kestelli, dâima hakkı söyleyen, hiçbir şeyden
çekinmeyen bir kimse idi. Kadıaskerin ikiye çıkarılmasını
Kestelli önce kabûl etmedi ise de, sonradan Karamânî
Mehmed Paşa’nın kendisini ikna etmesiyle bu işe râzı oldu.
Kestelli’nin Sultanın yanındaki i’tibarından ve tok
sözlülüğünden Karamanî Mehmed Paşa çekinmeye başladı.
KESTELLİ (Mustafa bin Muhammed)
Fâtih Sultan Mehmed Hân zamanında yetişmiş Osmanlı
kelâm ve fıkıh âlimlerinden. İsmi, Mustafa bin Muhammed
Kastalânî’dir. Kestelli adıyla meşhûrdur. Aslen Bursa
yakınlarındaki Kestel kasabasındandır. Doğum târihi
bilinmemektedir. 901 (m. 1496) senesinde İstanbul’da vefât
etti. Eyyûb Sultan hazretlerinin türbesi yakınında defnedildi.
Kadıaskerliğin ikiye çıkarılmasında Vezir Mehmed Paşa’nın
büyük rolü vardı. 866 (m. 1481) senesinde Fâtih vefât edip,
yerine İkinci Bâyezîd Hân geçti, İkinci Bâyezîd Hân tarafından
emekli edildi. Yerine Çandarlı Hakı Paşa’nın oğlu İbrâhim
Paşa kadıasker ta’yin edildi.
Şöyle anlatılır: Molla Musannifek vefât edince, âlimler cenâze
namazına katıldılar. O zaman Kestelli İstanbul’da idi. Evi de
şimdiki Sultan Selîm Câmii’nin bulunduğu yerde idi.
Cenâzeden dönerken, yolda Kestelli, yanında bulunan
6) Şakâyık-ı Nu’mâniyye tercümesi (Mecdî Efendi) sh. 161,
Manisavî-zâde ve Hocazâde’ye; “Bu akşam bizde kalalım”
162
diye teklif etti. Manisavî-zâde ile Hocazâde bu teklifi kabûl
ettiler ve o akşam Kestelli’nin evinde sohbet ettiler. Sohbet
7) Sicilli Osmanî cild-4, sh. 491, 492
sırasında ilmi mes’eleler konuşuldu. Hikmet, tıb ve dini
ilimlerden bahsedildi. Hattâ târihi mevzûlardan, Arabî dil
bilgileri ve şiirler üzerinde bile konuşuldu. Bu sohbet sırasında
Manisavî-zâde ile Hocazâde, Kestelli’nin her türlü aklî ve naklî
ilimde çok fazla bilgi sahibi olduğunu gördüler.
Osmanlı vezirlerinden Sinân Paşa, tatil günlerinde ziyâfetler
KETTÂNÎ (Muhammed bin Ahmed bin Ahmed)
verir, âlimleri da’vet ederdi. Çok güzel yemekler hazırlatırdı.
Büyük âlimlerden. Pek çok faziletleri üzerinde toplamış bir zât
Böylece âlimlerin bir araya gelmesine ve ilmi sohbetler
idi. İnsanların doğru yola gelmesi ve ebedi saadete
yapılmasına vesile olurdu. Yine böyle bir sohbette, tıbbî
kavuşmaları için çırpınırdı. Hasta kalblere şifâ olan sözlerini
konular konuşuldu, hastalıklardan bahsedildi. Kestelli’nin tıbbî
dinlemek için, uzak yerlerden sohbetine gelirlerdi. Allahü
konularda da bir hayli bilgi sahibi olduğu, bu toplantıda açıkça
teâlâyı, Resûlullahı ( aleyhisselâm ) ve Allahü teâlânın,
ortaya çıktı. İbn-i Sina’nın tıb ilmine dâir meşhûr Kânun ve Şifâ
sevdiklerini sevmeyi anlatan, “Menâzil-ül-muhabbet” isimli
kitaplarını çok iyi bilirdi. Hocazâde, zamanındaki âlimlerden
eseri kıymetlidir, imânın temeli, “Allahü teâlânın dostlarına
sâdece Kestelli’yi anarken, “Molla” (veya Mevlânâ) ta’birini
dost olmak, düşmanlarına da düşman olmaktır.” buyururdu.
kullanırdı. Başka âlimleri onun ayarında görmediğinden,
554 (m. 1159) senesinde vefât etti.
diğerleri için Molla ta’birini kullanmazdı.
Muhammed Kettânî, “Menâzil-ül-muhabbet” adlı eserinde,
Molla Kestelli, uzun boylu, mavi gözlü, zayıf, sarı benizli idi.
muhabbetin yüz mertebesini sayıp izah etmiştir. Bunlardan
Devamlı medreselerde talebe yetiştirmek, ilim müzâkere
ba’zıları şunlardır:
etmek ve kadılık yapmakla meşgûl olduğundan, kitap
yazmaya fazla zamanı olmamıştır. Eserleri şunlardır: 1-
Muhabbetin mertebeleri:
Talîkâtün alel-mukaddimât-il-erbe’ati, 2- Haşiyetün alâ şerh-üakâid lin-Nesefî, 3- Risâletün fî tefsîri âyeti “Fesuhkan li
1. Tövbe ve tezellüldür (kendini küçük görmek, alçak tutmak).
eshâb-is-se’îr”, 4- Risâletün fî cihet-il-kıble, 5-Risâletün fî seb’i
Bunlar ilk makamlardır. Bir kimse dünyâyı terkedip Rabbine
eşkâl-il-mevâkıf, 6-Risâletün atel-vikâye, 7- Şerhu risâleti seb’i
dönerse ve nefsî arzulardan vaz geçerse, hatâ ve günahlarını
eşkâl.
i’tirâf edip af dilerse, o zaman muhabbete müstehak olur.
Çünkü Allahü teâlâ, Bekâra sûresinin 222. âyet-i kerîmesinde
meâlen; “Şüphesiz ki Allah, tövbe edenleri sever” buyurdu.
1) Mu’cem-ül-müellifîn cild-12, sh. 282
2. Taharet (temizlik) mertebesi: Bu da zâhir ve bâtın temizliği
olmak üzere iki kısma ayrılır. Zâhir temizliği su ile yapıldığı
2) El-Kevâkib-üs-sâire cild-1, sh. 306, 307
3) Şezerât-üz-zeheb cild-8, sh. 11, 12
4) Osmanlı Müellifleri cild-2, sh. 3
5) Esmâ-ül-müellifîn cild-2, sh. 433
gibi, bâtın (kalb) temizliği, yakîn elde etmek iledir. Ya’nî kalbin
Allahü teâlâyı görüyor gibi inanması ve kalb hastalıklarından
kurtulması iledir.
3. Resûlullahın ( aleyhisselâm ) sevgisi, ya’nî O’na olan
muhabbettir.
4. Nafile olan amelleri de sevip yapmak. Allahü teâlâ bir hadîs-
Peygamber efendimiz ( aleyhisselâm ) Allahü teâlâdan
i kudsîde “Kulum bana (farzlardan sonra) nafileler ile
korkmak ile ilgili olarak buyurdu ki: “Ben, sizin Allahü teâlâyı
yaklaştığı kadar hiçbir şeyle yaklaşamaz” buyurdu.
en iyi tanıyanınız ve O’ndan en çok korkanınızım. Ancak, ârifin
muhabbeti doğrudur ve Allahü teâlâdan korkan kimsenin
5. Allahü teâlâdan gelen herşeye, ni’metlere de, belâlara da
ma’rifeti sahihtir. Kalbdeki en büyük korku, sevenin, sevilen
ayırım yapmadan boyun eğmektir. Dert ve belâlardan lezzet
hakkındaki korkusudur. Çünkü kim Rabbini tanırsa O’nu
almak; daha var mı diyebilmektir.
sever. Kim O’nu severse, O’nu ister. Kim O’nu isterse, O’ndan
6. Allahü teâlâya itaattir, isyan ederek muhabbet olmaz.
7. Allahü teâlânın kitabını, ondaki latîf hitâbları ve tatlı
azarlamaları severek ona yaklaşmak. Bu da bildirilen emirleri
lâyıkıyla yapmak, yasaklardan şiddetle kaçınmak iledir.
8. Allahü teâlâya yaklaştıran mertebelerden biri de, O’nun
dostlarını ve sevdiklerini sevmektir.
korkar. Kim O’ndan korkarsa, O’nu murâkabe eder. Kim O’nu
murâkabe ederse, O’nun gadabından korkar.” Allahü teâlâdan
başkasından birşey beklememeli, O’ndan başkasından
korkmamalıdır. O zaman insan, devamlı Allahü teâlâ ile
beraber olur. O’nu hiç unutmaz.
Âlimler buyurdular ki: “Kişi, sevdiğinin kölesidir. Kölenin,
sevdiğine karşı boynu büküktür, işte ibâdet de; korku, huşû’,
hudû’ ve tezellüldür. Seven, sevdiğine boyun eğer. Seven bu
9. Cihâd mertebesi olup, iki kısma ayrılır. Biri din düşmanları
boyun eğmeyi, izzet, şeref, fahr (övünme), yükseklik ve
ile yapılan cihâddır. İkincisi büyük cihâd olup, itaat edinceye,
yaklaşma olarak görür. Bunun için kişi, Allahü teâlâya, “Yâ
boyun eğinceye kadar nefs ile yapılan cihâddır. Peygamber
Rabbî! İzzetinden, büyüklüğünden dolayı sana boyun eğmem,
efendimiz ( aleyhisselâm ) Tebük gazvesinden dönünce,
benim için yükseklik ve şereftir. Senden başkasıyla
Eshâb-ı Kirâma; “Küçük cihâddan döndük, büyük cihâda
meşgûliyetim ise, çirkin bir şeydir” der.
başlayacağız” buyurunca Eshâb-ı Kirâm, “Büyük cihâd nedir?”
diye sordu. “Büyük cihâdınız nefsiniz iledir” buyurdu.
Peygamber efendimiz buyurdu ki; “Rabbim, beni iki şey
arasında muhayyer bıraktı: 1. Kul ve Resûl, 2. Melik ve Nebi.
10. İhsân sahibi olmaktır. Allahü teâlâya zannımzı güzel
Hangisini seçeceğimi bilemedim. Yanımda Cebrâil vardı.
yapınız. Çünkü Allahü teâlâ, kendisine iyi zanda bulunanı
Başımı kaldırınca bana, “Rabbine tevâzu et” dedi. Ben de,
sever. Bir şiirde şöyle denilmiştir:
“Kul ve Resûl olmayı tercih ederim” dedim.”
Hüsn-i zan sahibi, sû-i zan sahibi gibi değildir.
Kişi, sevdiğinden başkasını düşünmemeli, sabah akşam hep
Kimin bâtını (kalbi) temiz olursa zâhiri de güzeldir.
O’nun düşüncesi ile olmalıdır. Kalbinde O’nun ümidi ve
korkusu bulunmalıdır. Allahü teâlâ, Îsâ aleyhisselâma;
11. Düşmanla cihâd ederken, karşı karşıya gelip çarpışırken
“Kalbinde sâdece ben olayım” buyurdu. Büyüklerden biri
sabır göstermektir. Sabır sevenlerin sığınağı, âşıkların
münâcaatında, “Yâ Rabbî! Senden başka hiçbir şeyi
dayanağıdır.
düşünmemeye, herşeyde seni takdim etmeye azmettim. Sen,
beni, yasakladığın hiçbir yerde ve işte görmiyeceksin. Çünkü
12. Muhabbetin mertebelerinden biri de Îsâr etmektir (kendine
sen, kalbimde en büyük ve en yücesin” dedi. Sevgili, sevenin
zarurî lâzım olan şeyi müslüman kardeşine vermek, onu
tek düşüncesidir. Onun herşeyidir. Gizlide ve açıkta, seven,
kendine tercih etmektir). Mü’min, Rabbini tanıyıp ma’rifete
sevdiğini zikretmeye ya’nî hatırlamaya düşkün olmalıdır.
kavuşunca, O’na hakkıyla kulluk eder. Rabbini, anasından,
Sevgilinin ismi, sevenin kalbinde ve dilindedir. Bu durum ona,
babasından kardeşlerinden ve yakınlarından çok sever.
sevdiğinden başka herşeyi ve her ismi unutturur. Muhammed
Rabbinin rızâsına kavuşmak için ve O’nun sevgisinden dolayı
Kesîr ( radıyallahü anh ), Bâyezîd-i Bistâmî’nin ( radıyallahü
dünyâya bağlılığı bırakır. Rabbine döner.
anh ) talebesi idi. Her zaman beraberdi. Yirmi senedir
hizmetini görürdü. Buna rağmen ona hergün ismini sorardı.
Muhammed Kesîr, hocasının hergün ismini sormasına üzülür,
“Acaba bir hatâ mı işledim?” korkusu içinde birşey soramazdı.
Allahü teâlâya kavuşmayı istemek, O’nun velî kullarına hastır.
Bu durum, yirmi yıl böyle devam etti. Birgün dayanamayıp,
Allahü teâlâ meâlen: “Ey Resûlüm de ki: Ey yahudiler! Eğer
“Efendim! Yirmi senedir, her gün ismimi soruyorsunuz. Acaba
siz, diğer insanlardan başka olarak Allahü teâlânın dostları
hikmetini öğrenebilir miyim?” diye suâl etti. Bunun üzerine
bulunduğunuzu zannediyorsanız, haydin ölmeyi isteyin, şayet
Bâyezîd-i Bistâmî, “Evlâdım! Bir ve kadîm olan Allahü teâlâ,
da’vânızda sâdık kimselerseniz.” (Cum’a-6) buyurmaktadır.
bana kendi isminden başka bütün varlıkların ismini unutturdu.
Âlimler, bu âyet-i kerîmeyi; niçin Allahü teâlâya kavuşmayı
Onun için her defasında ismini sormak mecbûriyetinde
istemiyorsunuz? Halbuki siz Allahü teâlânın evliyâsı ve
kalıyorum. Kusura bakma” buyurdu. İşte, sevgilinin ismi,
sevdikleri olduğunuzu iddia ediyorsunuz. “Hiç, dost dosta
seven için yalnızlıkta, gurbette ve korkulu zamanlarda
kavuşmayı istemez mi?” diye tefsîr ettiler.
arkadaşı, hastalıkta ilâcıdır. Âlimlerden biri der ki: “Kalbim
şikâyette bulununca, onu Rabbimin ismiyle tedâvi ederim.”
Resûlullah ( aleyhisselâm ) buyurdu ki: “Kim Allahü teâlâya
Allahü teâlâ, sevenlerin kalblerini kendi muhabbeti için yarattı.
kavuşmayı isterse, Allahü teâlâ da ona kavuşmayı ister. Kim
O kalblere, kendi ma’rifet nûrları ile yardım etti. Allahü teâlâya
Allahü teâlâya kavuşmayı istemezse, Allahü teâlâ da ona
isyan edip O’nun yasak ettiklerini yapanlar, muhabbetin tadını
kavuşmayı istemez.” Âlimler, bu hadîs-i şerîfte; ölüm zamanı
alamaz. Bir zât şöyle duâ etti: “Yâ Rabbî! Beni muhabbetin
kastedilmektedir, dediler. Bu sırada mü’mine, Rabbi yanındaki
tadı ilenzıklandır.” Ona, “Seni rızıklandırırım. Fakat
durumu, Allahü teâlânın kendisinden râzı olduğu, kendisini
muhabbetimin tadıyla rızıklandırmam. Çünkü sen, bana isyan
sevdiği bildirilir. O zaman mü’min, Rabbine kavuşmak ister. Bu
ettin. Bana isyan eden, muhabbetin tadını alamaz” diye cevap
durumlardan dolayı kalbinden endişe gider, rahatlar ve kalbi
verildi.
düzelir. Kâfire gelince, ölüm ânında ona, Allahü teâlânın
kendisine gazâbı, kendisinden hoşnut olmadığı ma’lûm edilir.
Sehl bin Abdullah ( radıyallahü anh ) buyurdu ki: “Mü’minin bu
Bu yüzden, düşeceği azâbların korkusundan dolayı, Allahü
dünyâda malı ve nefsi yoktur. Allahü teâlâ meâlen buyurdu ki:
teâlâya kavuşmak istemez. Anlatılır ki, Hazreti Bilâl-i Habeşî,
“Şüphesiz ki Allahü teâlâ, hak yolunda (muharebe ederek
ölüm yaklaşınca; “Yarın, sevgiliye, Resûlullaha ve O’nun
düşmanları öldürmekte, kendileri de öldürülmekte olan
dostlarına kavuşuyorum” dedi. İbrâhim bin Edhem de (
mü’minlerin canlarını ve mallarını, kendilerine Cenneti vermek
radıyallahü anh ), vefât edeceği gün; “Bugün bana, ölümün
mukabilinde satın almıştır” (Tevbe-11). Mü’min, malını Allahü
getireceği sevinç geldi” dedi ve o gün vefât etti.
teâlânın beğendiği şeylere harcar. Canını da, Allahü teâlânın
sevgisi uğrunda feda eder. Gerçek ma’nâda Allahü teâlâyı
Allahü teâlânın sevgisiyle dolup taşan bir kimseye, O’na
seven, dünyâya kıymet vermez. Dünyânın süsüne,
kavuşmaktan başka lezzet ve şifâ verecek birşey yoktur.
parlaklığına i’tibâr etmez.
Allahü teâlânın ni’metleri kişi üzerine arttıkça, kişinin Allahü
teâlâya olan sevgisinin artması gerekir. Haberde şöyle geldi:
Birisi, “Yâ Resûlallah! Bana öyle bir amel bildir ki, onu
Resûlullah ( aleyhisselâm ) buyuruyor ki: “Allahü teâlâ size
yaptığım zaman, beni hem Allahü teâlâ ve Resûlü sevsin, hem
ni’metlerini artırdığı zaman O’nu seviniz.”
de diğer insanlar sevsinler.” Bunun üzerine Resûlullah (
aleyhisselâm ) buyurdu ki: “Allahü teâlâ ve Resûlünün seni
Allahü teâlânın ni’metlerine kavuşan kimsenin, Allahü teâlâyı
sevmesini istiyorsan, dünyâya rağbet etme. İnsanların seni
sevmesi, O’nun ni’metlerine bir şükür borcu olarak O’nun
sevmesini istiyorsan, elindeki dünyâ malını onlara dağıt.”
beğendiği şeylere koşup, yasak ettiklerinden sakınması
lâzımdır. Çünkü iyilik, hür insanları bile köle yapar. Nice hür
Rivâyet edilir ki; Allahü teâlâ, İbrâhim aleyhisselâma, “Seni
kimseler vardır ki, yapılan iyilikler, onları köle etmiştir.
niçin Halîl edindiğimi biliyor musun?” diye vahyetti. O da,
“Hayır bilmiyorum yâ Rabbî!” dedi. Allahü teâlâ, “Çünkü sen
Allahü teâlâ, insana ni’metler vermek sûretiyle sevgisini izhâr
vermeyi seviyorsun, fakat almıyorsun” buyurdu. Onun için
ediyor. Hâlbuki, Allahü teâlânın böyle yapmaya ihtiyâcı yoktur,
cömert kimseye ziyâretler yapılır, herkes ona gelir. Cömert
İnsan ise, Allahü teâlânın yasak ettiği günahları işlemek
kimse, çok iyilik yapar, muhtaçlara yardım kanadını gerer.
sûretiyle, Allahü teâlâyı sevmediğini ortaya koyuyor. Hâlbuki
kat.” Seven, sevgilinin muhabbetinin kalbinden gitmesinden
insan, Allahü teâlâya ne kadar da muhtaçtır.
korkar.
Allahü teâlâyı seven kimse, O’nu anmayı çoğaltır. O’nun
Allahü teâlânın sevdiği bir kulu, insanlar da sever. Herkes ona
kudreti ve büyüklüğü üzerinde tefekküre devam ederse, Allahü
sevgi ve hürmetle bakar. Halbuki o onlara, ne bir iyilik yapmış,
teâlâya olan sevgisini kalb gözüyle görür.
ne de birşey vermiştir. Kalbler ona yakınlık duyar. Sanki onu
daha önceden tanıyorlarmış gibidirler. Dilleri onu över. Nefsler
Anlatılır ki, Harise ( radıyallahü anh ), Resûlullahın (
ona meyleder. Hazreti Ömer, Sa’d’a ( radıyallahü anh )
aleyhisselâm ) yanına gelmişti. Resûlullah efendimiz (
buyurdu ki: “Yâ Sa’d! Allahü teâlâ bir kulu sevdiği zaman, onu
aleyhisselâm ) ona, “Nasıl sabahladın yâ Harise?” buyurdu. O
mahlûkâtına da sevdirir, öyleyse, Allahü teâlâ katındaki yerinin
da, “Gerçek bir mü’min olarak sabahladım yâ Resûlallah”
ne olduğunu, insanlar yanındaki yerine göre anla. Sen bil ki,
cevâbını verdi. Resûlullah efendimiz, “Her hakkın bir hakîkati
senin Allahü teâlâ yanındaki kıymetin, benim yanımdaki
vardır. Senin îmânının hakîkati nedir?” diye sorunca, “Nefsimi
gibidir.”
dünyâdan vazgeçirdim. Şimdi benim yanımda, dünyânın taşı,
kerpici, gümüşü ve altını müsavîdir. Sanki Rabbimin
Allahü teâlâ bir kulunu kendi sevgisine mazhar kılınca, onun
huzûrundayım. Buna, kalb gözümle ve kalbimin yakîni ile
bu dünyâdaki hüznünü, gammını, korkusunu çoğaltır. Onu
şâhid oldum. Sanki ben Cennet ehlindenim. Ben bunu, yakîn
dünyâda insanlardan gizler. O, ortada bulunmayınca aranmaz.
ve kalb gözü ile gördüm” dedi.
Ortaya çıkınca hesaba katılmaz. Hasta olunca ziyâret edilmez.
O, yeryüzünde dolaşır ve kendi hâline ağlar.
Sırrı gizlemek lâzımdır. Resûlullah ( aleyhisselâm ); “İşlerinizi
gizli tutunuz” buyurdu. Enes bin Mâlik buyurdu: “Ben
çocuklarla beraber oynarken, Resûlullah ( aleyhisselâm )
geldi. Bana selâm verdi. Sonra elimi tutup, beni bir ihtiyâçları
1) Mu’cem-ül-müellifîn cild-9, sh. 21
için gönderdi. Kendileri de, ben gelinceye kadar duvarın
gölgesinde oturdu. Ben, istediği şeyi getirip verdim. Sonra
2) Brockelmann Sup cild-1, sh. 721
ben, Ümm-i Süleym’in yanına gittim. “Nerede idin?” diye
sordu. “Resûlullah ( aleyhisselâm ) beni bir ihtiyâç için
gönderdi” dedim. “O ne idi?” diye sorunca: “Onu söylemem, o
bir sırdır” dedim. Bunun üzerine o da, “Sırrını muhafaza et”
KEVÂŞÎ (Ahmed bin Yûsuf)
dedi.
Müfessir ve Şafiî mezhebi fıkıh âlimi. Künyesi Ebü’l-Abbâs
Allahü teâlânın sevgisi ile dolu olan kimse, kanaatkar olur.
Mûsulî’dir. 590 (m. 1194) senesinde doğdu. 680 (m. 1280)’da
Kendisine ulaşan az şeye kanâat eder, onunla sevinir. Çok
vefât etti. Babasından ve Ebü’l-Hasen’den ve Dımeşk’a gidip,
olduğu zaman sevindiği gibi, az olana da sevinir. Böyle bir
Sahâvî’den ilim öğrendi. Arab lisânında, kırâat ve tefsîr
kimse, sevgiliden gelen ni’mete hürmet eder.
ilminde iyi yetişti. Sâlih, sâdık ve zâhid bir zât idi. Sultan onun
İsrailoğulları Îsâ aleyhisselâmdan bir sofra isteyince, gökten
istenen sofra geldi. Îsâ aleyhisselâm bunu görünce, hem
ni’mete ve hem de onun sahibi olan Allahü teâlâya şükür
olarak secdeye vardı.
Kişi, son nefesinden korkmalı, Allahü teâlâdan son nefesi için
selâmet istemelidir. Yûsuf aleyhisselâm şöyle duâ etmişti. “Yâ
Rabbî! Beni müslüman olarak öldür. Sâlih kullarının arasına
ziyâretine gelirdi. “Tefsîr-i kebîr”, “Tefsîr-i sagîr adlı iki tefsîri
ve “Tebsîrât-ül-mütezekkir”, “Keşf-ül-hakâik” gibi eserleri
vardır. Kendisinden; Muhammed bin Ali bin Hârûf el-Mûsulî ve
diğerleri kırâat ilmini öğrendi.
İmâm-ı Zehebî onun hakkında şöyle demiştir: Zamanının en
meşhûrlarından olup, benzeri az bulunan bir âlim idi. Zâhid,
sâlih, sâdık ve çok çalışkan idi. Sultan onun ziyâretine gelirdi.
Keşf ve kerâmet sahibi bir zât idi. Ömrünün son on senesinde
gözleri görmez oldu. Buğday ekip biçer ve elinin emeği ile elde
kulum vardı. O hastalanmıştı da, sen onu ziyâret etmemiştin.
ettiği bu buğdayı yerdi. Talebelerine de ondan yedirirdi.”
Eğer sen onu ziyâret etmiş olsaydın, onun yanında beni
bulacaktın.
Talebelerinden Şeyh Takıyyüddîn Ebû Bekr el-Makassâti
şöyle demiştir. “Bir defasında kendisinden birbuçuk sene
Ey Âdemoğlu! Ben seni doyurduğum hâlde sen beni
kadar ayrı kaldım. Sonra yanına geldim. Kapıyı çaldığımda
doyurmadın, buyurulur. Bunun üzerine Âdemoğlu, yâ Rabbî!
açmak için geldi. Gözleri görmediği hâlde, beni tanıyıp, bu
Ben seni nasıl doyurabilirim. Sen âlemlerin Rabbisin. Allahü
Ebû Bekr’dir, dedi. Onun böyle kerâmetlerini çok gördüm.
teâlâ da Âdemoğuluna eğer sen falanca kulumu doyursaydın,
Vakfın çeşitlerine dâir bir eser yazıp, Medine’ye ve Kudüs’e
beni onun yanında bulacaktın.
gönderdi.”
Ey Âdemoğlu! Ben sana su verdim. Fakat sen bana su
Celâleddîn Süyûtî hazretleri şöyle demiştir: “Celâleddîn
vermedin! buyurur. Âdemoğlu; yâ Rabbî! Sen âlemlerin
Mahallî, tefsîrinde ona isnâd yapmıştır. Ben de ona isnâd
Rabbisin, ben sana nasıl su verebilirim deyince, Allahü teâlâ:
yaptım. “El-Vecîz”, “Beydâvî”, “İbn-i Kesîr” tefsîrleri üzerine
Bilmiyor musun ki, benim kulum senden su istemişti de, sen
yaptığım çalışmalarda ondan istifâde ettim.”
ona su vermemiştin. Eğer sen ona su vermiş olsaydın, beni
onun yanında bulacaktın.”
Ahmed bin Yûsuf Kevâşî’nin “Hadîs-i erbe’în” adlı eserinden
ba’zı bölümler şöyledir:
“Kim beni zikrederse, ben de onu zikrederim. Kim beni bir
cemâat içerisinde zikrederse, ben de onu ondan daha hayırlı
1. Allahü teâlâ, hadîs-i kudsîlerde buyurdu ki:
bir cemâat içerisinde zikrederim.”
“Ey kullarım! Benim hidâyet ettiklerim hâriç hepiniz
“Benim için birbirini sevenlere, benim için birbirini ziyâret
dalâlettesiniz, öyleyse, benden hidâyet isteyiniz. Ey kullarım,
edenlere, muhabbet ve sevgim vâcibdir.”
benim doyurduklarım hâriç, hepiniz açsınız, öyleyse benden
sizi doyurmamı isteyiniz. Ey kullarım! Benim giydirdiklerim
“Bana yaklaşmak istiyenler, kendilerine farz kıldıklarımdan
hâriç, hepiniz çıplaksınız, öyleyse benden sizi giydirmemi
daha sevimli birşey ile bana yaklaşamazlar. Kulum bana,
isteyiniz.”
yaptığı nafile ibâdetlerle durmadan yaklaşır. Nihâyet onu
severim. Ben o kulu sevince, artık onun işiten kulağı, gören
“Siz, gece gündüz hatâlar yapar, günahlar işlersiniz. Ben, sizin
gözü, konuşan dili, tutan eli ve yürüyen ayağı olurum. O
bütün günâhlarınızı af ve mağfiret ederim. O hâlde benden af
benimle dinler, benim ile görür, benim ile konuşur, benim ile
ve mağfiret isteyiniz. Bende sizi af ve mağfiret edeyim. Ey
tutar, benim ile yürür.”
kullarım! Siz bana elbette zarar veremezsiniz. Bana fayda da
veremezsiniz.”
“Ben, sâlih mü’min kullarım için, hiçbir gözün görmediği, hiçbir
kulağın işitmediği, hiçbir beşerin kalbine gelmeyen şeyleri
“Eğer sizin evveliniz ve âhiriniz, insanlarınız ve cinleriniz,
hazırladım.”
sizden en takvâ sahibi birinin takvâsı üzere bulunsalardı,
benim mülküme hiçbir şey ilâve etmezdi. Ey kullarım! Sizin
“Kim bana bir karış yaklaşırsa, ben ona bir zrâ’
evveliniz ve âhiriniz, insanlarınız ve cinleriniz, sizin en kötü
yaklaşırım. Kim bana bir zrâ’ yaklaşırsa, ben ona
kalbliniz gibi olsaydı, benim mülkümden hiçbir şey
bir bâ (kulaç) yaklaşırım. Kim bana yürüyerek
eksiltmezdi.”
gelirse, ben ona hervele ile (koşarak) gelirim.”
“Ey Âdemoğlu! Sen beni niçin ziyâret etmezsin? Âdemoğlu, yâ
“Âdemoğlu! Eğer senin için yaptığım taksime rızâ gösterirsen,
Rabbî! Sen âlemlerin Rabbisin, ben seni nasıl ziyâret
bunun ile kalbin rahatlıyacaktır. Senin için taksim ettiğim şey
edebilirim ki der. Allahü teâlâ: Bilmiyor musun, benim falan
sana ulaşacak ve övülen bir kul olacaksın. Eğer yaptığım
taksime râzı olmazsan, dünyâ sana musallat kılınır, izzetim ve
9) Hadîs-i erbeîn (Sülemâniye Kütüphânesi Lâleli kısmı
celâlim hakkı için yemîn ederim ki, dünyâdan ancak sana ne
No:3687-3)
ayrılmışsa ona kavuşursun.”
“Ben kalbleri kırık olanların yanındayım.”
“Kulum bana kavuşmayı isterse, ben de ona kavuşmayı
KINALI-ZÂDE HASEN ÇELEBİ
isterim. Bana kavuşmayı istemezse, ben de ona kavuşmayı
istemem.”
Osmanblar zamanında yetişen fıkıh ve kelâm âlimlerinin
büyüklerinden. İsmi, Hasen Çelebi bin Alâüddîn Ali bin
“Ben kendime ve kullarıma zulmü haram kıldım. O hâlde
Emrullah bin Abdülkâdir Hamîdî olup, Ahlâk-ı alâî isimli
zulüm yapmayınız.”
meşhûr ahlâk kitabının sahibi olan Ali bin Emrullah’ın oğludur.
Kınalı-zâde Hasen Çelebi diye tanınır. Babası Bursa’da
Resûlullah ( aleyhisselâm ) hadîs-i şerîflerde buyurdu ki:
“Âlimler, Peygamberlerin vârisleridir. Onlar,
dirheme veya dinara (mala) vâris değildirler.
Hamza Bey Medresesi’nde müderris idi. Hasen Çelebi, 953
(m. 1546) senesinde Bursa’da doğdu. 1012 (m. 1604)
senesinde Mısır’da Reşîd kasabasında vefât etti.
Onlar sâdece ilme vâris oldular. Kim bu ilmi
Hasen Çelebi’nin baba ve dedeleri, zamanlarının yüksek âlimi,
alırsa, bol bir nasîbi almış olur.”
zühd ve takvâ sahibi velîleri idiler. Büyük dedesi olan
“İnsanların arasına karışıp, onların eziyet ve sıkıntılarına
sabreden mü’min, insanların arasına karışmayıp, onlardan
gelen sıkıntılara katlanmıyan mü’minden daha kuvvetlidir.”
“Allahü teâlâya tam tevekkül etseydiniz, kuşların rızkını verdiği
gibi, size de gönderirdi. Kuşlar, sabah mi’deleri boş ve aç
gider. Akşam mi’deleri dolmuş, doymuş olarak döner.”
Abdülkâdir Hamîdî Efendi, sakalına kına yaktığı için çocuk ve
torunları Kınalı-zâde diye tanınmışlardır.
Hasen Çelebi önce babasından ve diğer ba’zı âlimlerden
okuduktan sonra, o zamanın büyük âlimi Şeyhülislâm
Ebüssü’ûd Efendi’den ders aldı. Bilhassa fıkıh ve kelâm
ilimlerinde çok yükseldi. İcâzet aldı. Büyük âlimlerden oldu.
Birçok medresede müderrislik yaptı. Edirne, Bursa, Haleb,
Mısır, Gelibolu, Eyyûb Yeni Zağra gibi beldelerde kadılık ve
müderrislik yaptı. Kınalı-zâde Hasen Çelebi, asrının yüksek
1) Mu’cem-ül-müellifîn cild-2, sh. 209
âlimlerinden idi. Zühd ve takvâ sahibi, ilmiyle âmil bir âlim idi.
Dînî emir ve yasaklara uymakta çok titizdi. Aynı zamanda
2) Bugyet-ül-vuât cild-1, sh. 401
kuvvetli bir şâir ve çok yüksek bir edîb idi. Sayısız beytleri
bunu göstermektedir. Dînî kitaplara şerh ve ekleri ise şiirinden
3) Şezerât-üz-zeheb cild-5, sh. 365
daha üstündür. “Âlim ilme doymaz” sözünde de ifâde
olunduğu gibi, Kınalı-zâde Hasen Çelebi de ilme doymadı.
4) Tabakât-üş-Şâfiiyye cild-8, sh. 42
5) Miftâh-üs-se’âde cild-2, sh. 103
6) El-A’lâm cild-1, sh. 274
7) Brockelmann Gal 1, sh. 416, Sup 1, sh. 737
Devamlı ilmini arttırmak için gayret etti.
İlim tahsilini tamamlayıp, kemâle geldikten sonra, o zamanın
usulünce medresede ders vermeye başladı. Talebelere ders
okutacak seviyeye geldiğinde yirmi yaşını yeni geçmiş idi. 975
(m. 1567) senesinde Bursa’da Ahmed Paşa Medresesi’nde
vazîfe aldı. Bir sene sonra babası Ali bin Emrullah’ın Edirne’ye
8) Tabakât-ül-müfessirîn cild-1 sh. 98
kadı olarak ta’yin olmasıyla, o da birlikte Edirne’ye gitti ve
Çuhacı Hacı Medresesi’ne müderris oldu. Üç sene sonra
İstanbul’da Eski İbrâhim Paşa Medresesi’ne ta’yin olundu. 988
Evliyânın meşhûrlarından. İsmi, Abdurrahîm bin Ahmed
(m. 1580) senesine kadar İstanbul’da çeşitli vazîfelerde
Kınâvî, Magribî’dir. Künyesi Ebû Muhammed’dir. Hem Seyyid,
bulundu. Sonra Bursa Sultâniyesi’nde vazîfe aldı. İki sene
hem şerîf (Hz Hüseyn’in ve Hazreti Hasen’in soyundan) olup,
sonra tekrar İstanbul’a gelerek Sahn-ı semân Medresesi’ne
592 (m. 1196) senesinde vefât etti. Aslen Sebeteli olup,
müderris oldu. 994 (m. 1586)’de Kâf-zâde Efendi yerine,
Magrib’e gelmeştir. Mekke’de yedi sene kaldıktan sonra
Sultan Selîm Medresesi’nde vazîfe aldı. Bir sene sonra
Kınâ’ya gidip yerleşti ve vefâtına kadar orada ikâmet etti. Ebû
Rebî’ul-evvel ayında Süleymâniye medreselerinden birine
Midyen Şuayb Tilmisânî’nin ve Ebü’l-Hasen Ali bin Ahmed
müderris oldu. 999 (m. 1590)’da Haleb kadılığına ta’yin olunan
Sabbag’ın talebesidir. Bu zâtların derslerinde ve sohbetlerinde
Kınalı-zâde Hasen Çelebi, bundan sonra Mısır-Kâhire, Edirne
kemâle ermiştir. Mâlikî mezhebinde olup, zâhir ve bâtın ilmine
tekrar Mısır-Kâhire ve Bursa kadılıklarında bulundu. 1009 (m.
sahip idi. Hâfız Münzirî onun hakkında şöyle demiştir:
1600)’da Gelibolu, daha sonra da Eyyûb kadılıkları verildi.
“Zâhidlerin meşhûrlarından, çok ibâdet eden bir zât idi.
1011 (m. 1602)’de Eski Zağra, daha sonra da Mısır’da Reşîd
Sohbetinde bulunanlar çok istifâde etmiş, berekete
beldesinde kadı oldu. Bu vazîfede bir sene kadar kaldıktan
kavuşmuşlardır. Pek-çok sâlih kimse onun sohbetlerinde
sonra, hastalanıp vefât etti.
yetişip, kemâle ulaşmıştır.” Kerâmetleri ve sözleri meşhûrdur.
Çok kuvvetli tasarrufa sâhib idi. Câhil bir kimseye, ey filân şu
Kınalı-zâde Hasen Çelebi’nin en meşhûr eseri “Tezkiret-üş-
âlime karşı konuş dediği zaman, o câhil kimse ilmî
şu’arâ” isimli eseri olup, babasının “Ahlâk-ı alâî” isimli
mes’elelerden öylesine bahsederdi ki, âlimlerin dili tutulurdu.
kitabından sonra, bu eser çok rağbet ve i’tibâra sebep
Bir müddet konuşmasından sonra, “Yeter” buyurup
olmuştur. Bu meşhûr eserde, altı pâdişâh, beş şehzâde,
sustururdu. O kimse de eski hâline dönerdi. Kabri başında
Hasen Çelebi’nin yaşadığı devrin hükümdârı Üçüncü Murâd
yapılan duâların kabûl olduğu çok görülmüştür. Çarşamba
Hân ile meşhûr tarihçi Hoca Sa’düddîn Efendi ve
günü öğle vakti, yalın ayak, baş açık bir hâlde kabrini ziyâret
altıyüzotuzbir şâirin hâl tercümesi anlatılmıştır. Bundan başka
edip rûhuna okuyan, kabri yanında iki rek’at namaz kılan ve
Dürer ve Gurer haşiyesi ve çeşitli mevzûlara dâir birçok
onu vesile ederek Allahü teâlâya duâ edip bir hacetini isteyen
risaleleri vardır.
kimsenin duâsının kabûl olunduğu tecrübe ile bildirilmiştir.
Kemâleddîn bin Abduzzâhir şöyle anlatmıştır: “Abdurrahîm
Kınâvî’nin kabrini ziyârete gitmiştim. Kabrinin başına
1) Şakâyık-ı Nu’mâniyye zeyli (Atâî) sh. 491
2) Kâmûs-ül-a’lâm cild-5, sh. 3697
oturduğumda, kabirden elini uzatıp benimle müsâfeha yaptı ve
buyurdu ki: “Ey evlâdım, sakın bir göz açıp kapayacak kadar
zaman bile olsa Allahü teâlâya âsî olma! Şüphesiz ki ben,
İlliyyînde, Cennetin yüksek derecelerindeyim.”
3) Sicilli Osmanî cild-2, sh. 127
Buyurdu ki: “Allahü teâlânın azameti, büyüklüğü karşısında
4) Esmâ-ül-müellifîn cild-1, sh. 290
kalbde hâsıl olan heybet, basireti ve gözü başka şeylerden
çevirir. Artık Rabbinden başkasına bakmaz, başkasını
5) Mu’cem-ül-müellifîn cild-3, sh. 213
görmez. Bundan sonra Celâl nûruyla görür ve Cemâl
şimşekleriyle işitir.” Biri gelip ondan nasihat isteyince, “Koyun
6) Keşf-üz-zünûn sh. 387
gibi ol, koyun sahibine teslim olur. Sen de Rabbine teslim ol”
buyurdu.
1) Tabakât-ül-evliyâ (İbn-i Mulakkin) sh. 443
KINÂVÎ (Abdurrahîm bin Ahmed Magribî)
2) Câmi’u kerâmât-il-evliyâ cild-2, sh. 67
3) Hüsn-ül-muhâdara cild-1, sh. 515
kötülüğü onlara bağlıdır. Kalbde olan rahatsızlık diğer
uzuvlara sirayet ettiği gibi, âlimlerin bozulması da çevresinde
4) Tabakât-ül-kübrâ cild-1, sh. 156
bulunanlara sirayet eder” diyerek sözünü bitirdi.
Arabca, Farsça ve Türkçeyi iyi bilen, tefsîr, hadîs ve edebî
ilimlerde derin bilgi sahibi olan, ömrünü ilim öğrenmek ve
KIRÎMÎ
Osmanlı devri âlimlerinin büyüklerinden. İsmi, Ahmed bin
Abdullah’dır. Kırımî nisbesiyle meşhûr olmuştur. Aslen Kırımlı
olan bu zâtın, doğum târihi bilinmemektedir.
öğretmekle geçiren Seyyid Ahmed Kırımî hazretlerinin birçok
eserleri vardır. Bu eserlerinin ba’zıları şunlardır: 1- Hâşiyetü
alâ şerhu Akâid-ün-Nesefî lit-Teftâzânî, 2- Misbâh-ut-ta’dil fî
keşfi envâr-ut-tenzîl: Kâdı Beydâvî hazretlerinin tefsîri üzerine
yazılmış haşiyedir. 3- Haşiyetti alel-Mutavvel lit-Teftâzânî filme’ânî vel-beyân, 4- Haşiyetü alet-Telvîh, 5-Şerhu Miftâh-ül-
879 (m. 1474) senesinde İstanbul’da vefât etti. Fâtih Câmii
gayb, 6- Gülşen-i Raz şerhi: Farsça olarak yazılmıştır. 7-
civarında, oğlu Muhyiddîn Efendinin Molla Kestel Câmii
Hâşiyetü Lübbül bâb.
yanında yaptırdığı mescidinde medfûndur.
Kırım’da doğup büyüyen Kırımî, o beldenin meşhûr
âlimlerinden “Fetvâ-i Bezzâziye” sahibi Hâfızüddîn
Muhammed Bezzâzî’den ve Mevlânâ Şerefüddîn Kırımî gibi
zâtlardan, aklî ve naklî ilimleri tahsil etti. Sultan İkinci Murâd
Hân zamanında Osmanlı ülkesine geldi. Pâdişâh tarafından
1) Mu’cem-ül-müellifîn cild-1, sh. 297
2) Şakâyık-ı Nu’mâniyye tercümesi (Mecdî Efendi) sh. 101
3) El-A’lâm cild-1, sh. 159
Merzifon Medresesi’nde müderris olarak ta’yin edildi. Fâtih
Sultan Mehmed Hân zamanında İstanbul’a geldi. Onun sohbet
4) Keşf-üz-zünûn cild-1, sh. 192, 475 cild-2, sh. 1146, 1545,
meclisinde bulundu. İlim tedrisiyle vazîfelendirildi. Dilediği
1546
yerde va’z eder, ders verirdi. Yûsuf bin Cüneyd gibi birçok
zâtlar ondan ilim tahsil etti.
5) Şakâyık-ı Nu’mâniyye cild-1, sh. 141
Pâdişâh, sohbet meclislerinde onu yanından ayırmaz, ba’zan
İstanbul dışına giderken de onu götürürdü. Bir defasında,
Fâtih Sultan Mehmed Hân İstanbul’dan Edirne’ye gitmek
üzere yola çıktığında, Mevlânâ Seyyid Ahmed Kırımî’yi de
kâfilesine aldı. Yolculuk esnasında, Seyyid Ahmed Kırımî’ye;
“Kırım’da 600 müftî, 300 müellif ve musannif vardır. O kadar
bereketli ve faydalı zâtlar var iken, Kırım için; âşıkların kalbi
KIVÂMÜDDÎN EL-KÂKÎ (Muhammed bin Muhammed
Sencârî)
gibi harâb oldu diye söyleniyor. Bunun sebebi nedir?” diye
Hanefî mezhebi fıkıh âlimlerinden. İsmi,
sorunca, Mevlânâ Seyyid Ahmed Kırımî:
Muhammed bin Muhammed bin Ahmed es-
“Harâb olubdur ol âbâd gördüğün gönlüm,
Gamla dolubdur şad gördüğün gönlüm.”
diyerek cevap verdi ve devam ederek; “O diyarda kötü bir
vezîr meydana çıktı ve bütün ilim ehlini incitti. Onun için
âlimlerle süslü olan o belde viran oldu. Çünkü âlimler, bir
yerde kalb mesabesindedir. Civârındakilerin sıhhati, âfeti ve
Sencârî’dir. “Kıvâmüddîn-i Kâkî” lakabı ile
meşhûr oldu. Hanefî fakîhlerinin
büyüklerindendir. Fıkıh ilmini, Alâüddîn Abdülazîz
el-Buhârî ile, Hüsâmeddîn Hasen-i Sığnâki’den
öğrendi. “Hidâye” adındaki meşhûr fıkıh kitabını,
Alâüddîn-i Buhârî’nın huzûrunda okuyup mütâlâa
etmişti. Fıkıh hocası olan bu iki zât da, Fahreddîn
Muhammed bin Muhammed el-Mâymargî’den
Ezdî ve daha başka âlimler de ona icâzet vermişlerdir.
fıkıh öğrenmiştiler. Kâhire’ye gelip Mardin
Rivâyete çok önem verirdi. Hadîs-i şerîf ilminde pek
Câmii’ne yerleşti. Fetvâ verir ve ders okuturdu.
yükselmişti. Hadîs ilminde, cerh ve ta’dîl mevzûlarını çok iyi
Vefâtına kadar bu işlerine devam etti. 749 (m.
bilirdi. Râvîleri zikrederken, onların doğum ve vefâtlarını da
1348) senesinde vefât etti.
bildirirdi. Bilhassa önce gelen ve asrındaki hadîs-i şerîf âlimleri
olmak üzere, hadîs râvîlerinin ismini, onların doğum ve ölüm
Eserleri, Hanefî mezhebinin kıymetli kitaplarından
târihlerini ezbere bilmekte zamanının önde gelenlerinden idi.
olup, başlıcaları şunlardır: 1- Mi’râc-üd-dirâye:
Kendisinden; Ebû Abdullah bin Hizbullah, Ebû Hüseyn bin
Hidâye’nin şerhidir. 2- Uyûn-ül-mezheb: Hanefî
Abdülmelik bin Mehfûz, İbn-i Ebbâr, İbn-i Gammaz, Ebû
fıkhına dâir yazılan kıymetli eserlerdendir. Ayrıca
Muhammed bin Batala, Ebû Ca’fer Tandâlî, Ebû Huccâc bin
bu eserinde dört mezheb imamının ictihâdlarını
Hakem ve daha pekçok âlim hadîs-i şerîf rivâyet etmiştir.
da zikretmektedir. 3- Câmi’ul-esrâr fî şerh-ilmenâr-il-envâr: Nesefî’nin usûl-i fıkıh ilmine dâir
Kilâ’î, Doğu Endülüs’teki büyük âlimlerden olup, Mâlikî
olan eserinin şerhidir. 4-El-Gâye fî şerh-ıl-Hidâye:
mezhebindeydi. Edebî ilimlerde ve hat san’atında pek
Bu da Burhâneddîn-i Mergınânî’nin “Hidâye”sinin
yükselmişti. Belensiye Câmii’nde hatîb idi. Beliğ hutbeler
kıymetli şerhlerindendir. 5- Tıbyân-ül-vüsûl fî
okurdu. Kâdılık yaptı. Adâletiyle, bu konuda ta’viz
Şerh-ıl-usûl: Pezdevî’nin “Usûl’ünün şerhidir.
vermemesiyle tanındı. O, cesur ve gayretli bir zâttı.
Muharebelere iştirâk eder, bizzat düşmanla çarpışırdı. Son
olarak, Mursiye’ye üç fersah mesafede bulunan bir yerdeki
1) Mu’cem-ül-müellifîn cild-11, sh. 182
2) El-Fevâid-ül-behiyye (Lüknevî) sh. 186
3) Esmâ-ül-müellifîn cild-1, sh. 155
4) Keşf-üz-zünûn sh. 1187, 1811, 1824, 2033
gazâda çarpışırken şehîd düştü.
İbn-i Musdî onun hakkında şöyle der: Gördüklerim arasında
onun gibi faziletli ve âlim bir zâta rastlamadım. Aklî ve naklî
ilimlerde, nesir ve şiirde pek mahirdi. Kur’ân-ı kerîm kırâati ve
tecvîd ile ilgili ilimlerde çok derin idi. Kırâatlerini İbn-i Hûzeyl’in
talebelerinden okudu. Mürsiye’de Ebû Kâsım bin Hubeyş’den
pekçok istifâde etti.
Eserleri: 1. Misbâh-üz-zülâm: Hadîs-i şerîflere
dâirdir. 2. El-İktifâ fî megâz-il-Mustafâ
KİLÂ’Î (Süleymân bin Mûsâ)
vesselâsetil-hulefâ, 3. Ma’rifet-üs-Sahâbe vetTâbiîn: Bu eseri tamamlayamamıştır. 4. El-İmtisal
Endülüslü hadîs âlimi. İsmi, Süleymân bin Mûsâ bin Sâlim bin
li misâl-il-mübtehic, veb-tıdâil-hükm ve ihtirâ-il-
Hassan Belensî’dir. Künyesi Ebû Rebî’ olup, İbn-i Sâlim Kilâ’î
emsâl, 5. Bir şiir dîvânı.
diye bilinir. 565 (m. 1170) senesi Ramazân-ı şerîf ayının
başında Gırnata’da doğup, 634 (m. 1237) senesi, Zilhicce’nin
yirmisinde şehîd oldu. Belensiye’de Ebû Atâ bin Nezir, Ebû
Haccâc bin Eyyûb’dan ve başka yerlerde de Ebû Kâsım
Hubeyş, Ebû Bekr bin Ced, Ebû Abdullah bin Zergûn, Ebû
Abdullah bin Fehhâr, Ebû Muhammed bin Ubeydullah, Ebû
Muhammed bin Büne, Ebû Muhammed bin Fürs, Ebû
Abdullah bin Arûs, Ebû Muhammed, Ebû Muhammed bin
Cehûr, Necbe bin Yahyâ ve daha birçok âlimden hadîs-i şerîf
rivâyet etti. Ebû Abbâs bin Medâ, Ebû Muhammed Abdülhak
1) Mu’cem-ül-müellifîn cild-4, sh. 277
2) Şezerât-üz-zeheb cild-5, sh. 164
3) Tezkiret-ül-huffâz cild-4, sh. 1417
4) Ed-Dîbâc-ül-müzehheb cild-12, sh. 123
Dînin emir ve yasaklarını yerine getiren, takvâ ve hayır sahibi,
çok ibâdet eden bir zât idi. Ömrünün çoğu, yokluk ve sıkıntı
içinde geçti. Kâri-ül-Hidâye Sirâcüddîn’den sonra hadîs-i şerîf
KİLVETÂTÎ (Ahmed bin Osman)
Hadîs ve Hanefî mezhebi fıkıh âlimlerinden. İsmi, Ahmed bin
Osman bin Muhammed bin İbrâhim bin Abdullah’dır. Lakabı
okutmakla vazîfelendirildi. Sahîh-i Müslim’i birkaç sene okuttu.
834 (m. 1430) senesinde rahatsızlandığından, Şemseddîn
Reşîdî, onun yerine getirildi.
Şihâbüddîn, künyesi Ebü’l-Feth olup, Kilvetâti adıyla meşhûr
Ömrünün sonuna doğru kulakları ağır işitir oldu. Ondan;
oldu. Kulûtâtî de denilmektedir. Aslen Kirman şehrindendir.
Menâvî, İbn-i Hassan, İbn-i Kamer, Tagrî Bermeş el-Fakîh gibi
762 veya 766 (m. 1364) senesi Ramazan ayında doğdu. 835
büyük âlimler ilim öğrendiler. Tagrî Bermeş el-Fakîh; “Biz
(m. 1432) senesi Cemâzil-evvel ayının ondördünde Kâhire’de
ondan daha büyük hadîs âlimi görmedik” dedi.
vefât etti.
Eserlerinden ba’zıları şunlardır: 1-Muhtasar-un-nâsih velBabasının arkadaşı Şemsüddîn bin er-Riffâ ona hadîs-i şerîf
mensûh lil-Hâzimî, 2-Muhtasar fî ulûm-il-hadîs, 3-Muhtasaru
ilmini sevdirdi. Zamanındaki hadîs âlimlerinin yanına giderek,
Tehzîb-il-kemâl.
onlardan hadîs-i şerîf öğrendi. Hadîs-i şerîf öğrenmeye ilk
defa 779 (m. 1377) senesinde başladı. Nâsıruddîn Harâvî,
Afifüddîn Nesâvî, Takıyyüddîn bin Hatem’den, İbn-i Savvâfın
talebeleri; Hâccâr, Venâî’den, Debbûsî’nin talebelerinden,
Necîb ve Fahruddîn’in talebelerinden ve kendi akranlarından
bile hadîs-i şerîf öğrendi. Bu husûsta çok gayret etti, her
fedâkârlığa katlandı. Büyük hadîs kitaplarını birkaç defa
okudu. Hattâ Sahîh-i Buhârî’yi altmış defadan fazla, altmış
kadar âlimden okuduğu rivâyet edilir. Bunun yanında daha
1) Mu’cem-ül-müellifîn cild-1, sh. 311
2) Ed-Dav-ül-lâmi’ cild-1, sh. 378, 380
3) Enbâ-ül-gumr cild-3, sh. 483, 484
4) Brockelmann, Sup-2, sh. 72
birçok mu’cemler, müsnedler ve hadîs cüzleri okudu. Irâkî ve
oğlundan, İbn-i Hacer Askalânî’den, Türkmânî ve İbn-i
Salâh’ın yazdıkları usûl-i hadîs kitaplarını okudu. “Ta’lîk-utTa’lîk” ve “Etrâf-ül-Müsned” adlı kitapları da okudu.
Hadîs-i şerîf, fıkıh, Arabca ve kırâat ilimlerini öğrenmek
husûsunda çok hırslı idi. İlminin çokluğunu ve gayretini gören
KİRMÂNÎ (Abdurrahmân bin Muhammed)
hadîs âlimlerinden birçoğu, ona hadîs okutma icâzeti
(diploma) verdiler. İcâzetlerinde; âlim, fâdıl, muhaddislerin
biriciği, müderrislerin başı, seyyid-ül-Mürselîn’in sünnetinin
hizmetçisi gibi üstün meziyetlerle onu medhettiler. En fazla
hadîs-i şerîf ilmiyle meşgûl olan Kilvetâti, diğer dînî ilimlerde
de büyük âlim idi. Fıkıh ilmini; İzzeddîn er-Râzî, Şemseddîn
bin Ahî’l-Câr, Bedrüddîn bin Hâsbek, Ekmelüddîn,
Cemâleddîn et-Tebânî gibi âlimlerden öğrendi. Bir grup
âlimden kırâat ilimlerini aldı. Arabî ilimlerle de uzun zaman
meşgûl oldu. Şihâbüddîn es-Sanhâcî, el-Gimârî, Abdülhamîd
Trablûsî ve diğer âlimlerden Arabî ilimleri öğrendi.
Hanefî mezhebi fıkıh âlimlerinin büyüklerinden. İsmi,
Abdurrahmân bin Muhammed bin Emîrveyh bin Muhammed
bin İbrâhim el-Kirmânî olup, künyesi Ebü’l-Fadl’dır. Lakabı
Rüknüddîn ve Rükn-ül-İslâm’dır. İbn-i Emîrveyh diye de
tanınmıştır. 457 (m. 1065) senesi Şevval ayında Kirmân’da
doğdu. 543 (m. 1149) senesi Zilka’de ayının 20’sine rastlayan
Cum’a günü Merv şehrinde vefât etti.
İlim tahsili için Merv ve başka yerlere gitti, ilk tahsilini
babasının yanında tamamladıktan sonra, ilim öğrenmek için
Merv’e gitti. Orada Fahr-ül-kudât Muhammed bin Hüseyn el-
Ersâbendî’den fıkıh ilmini öğrendi. Başka âlimlerin ilim
meclislerinde de bulunup istifâde etti.
Kirmânî hazretlerinin ilim öğrenmekteki gayreti çok fazla idi.
KİRMÂNÎ (Muhammed bin Yûsuf)
Büyük bir gayret ve edeble hocasının derslerine devam
ediyordu. İlmi her an artıyor, derecesi yükseliyordu. Bir
Fıkıh, hadîs, tefsîr ve kelâm âlimi. İsmi,
taraftan ilim öğreniyor, diğer taraftan da yazıyor ve bunları
Muhammed bin Yûsuf bin Ali bin Sa’îd el-Kirmânî
yayıyordu. Fıkıhdan başka, tefsîr, hadîs ve diğer ilimlerde çok
el-Bağdâdî olup, lakabı Şemsüddîn’dir. 717 (m.
derin âlim oldu.
1317) senesi Cemâzil-âhır ayının onaltısında
Perşembe günü Kirman’da doğdu. 786 (m. 1384)
Kirmânî ( radıyallahü anh ), zamanında Horasan’da bulunan
senesi Muharrem ayının onaltısında hacdan
Hanefî mezhebi âlimlerinin en büyüklerinden olup, eşi yok idi.
dönerken vefât etti. Cenâzesi Bağdad’a getirilip,
Âlimlerin reîsi, en üstünü idi. Ondan sonra Horasan’da böyle
Bâb-ı Ebrez kabristanında daha önce kendisinin
büyük bir âlim yetişmemişti. Her taraftan talebeler, ilim âşıkları
bizzat hazırlattığı kabrine, vasıyyeti üzerine defn
etrâfında toplanmaya başladı.
edildi. Yanında Şeyh Ebû İshâk Şîrâzî
medfûndur. Oğlu, babasının kabri üzerine bir
Ebü’l-Feth Muhammed bin Yûsuf el-Kantârî es-Semerkandî,
türbe, yanına da bir medrese inşâ ettirdi.
Abdülgafûr bin Lokman el-Kerderî, Bedrüddîn Ömer bin
Abdülkerîm el-Buhârî, Ebû Bekr Muhammed bin Abdürreşîd
Kirmanî, önce babası Behâüddîn Yûsuf’dan ve
el-Kirmânî ve başka yüzlerce âlim kendisinden ilim öğrenip
kendi memleketinde bulunan âlimlerden ilim
istifâde etmişlerdir. Ondan aldıkları ilmi ve onun eserlerini
öğrendi. Sonra Şîrâz’a gitti ve orada Kâdı
çeşitli memleketlere, çok uzak yerlere kadar yaydılar. Kendisi
Adûdüddîn’in derslerine oniki sene kadar devam
ve talebeleri her tarafta tanındı. Herkes tarafından sevilir,
etti. Daha sonra ilim öğrenmek için Şam, Mısır ve
kendisine hürmet edilirdi. Birçok kimsenin saadetine vesile
Hicaz’a gitti. Oradaki âlimlerle görüştü. Buhârî’yi
olmuştur.
Ezher Câmii’nde Nâsıruddîn el-Fârûkî’den
dinledi. Hicaz’da Zeynüddîn Irâkî ile görüştü.
Kirmânî hazretleri ba’zı eserler te’lîf etmiştir. Fıkıh ilmine dâir
Sonra Bağdad’a yerleşti. Otuz sene burada ilim
Tecrîd isimli eserini yazıp bitirdikten sonra, buna şerh olarak
yaydı. Kendisinden ise; Kâdı Muhibbüddîn el-
üç cildlik bir eser daha yazdı. Ona da “İzâh” adını verdi.
Bağdâdî, oğlu Şeyh Takıyyüddîn Yahyâ el-
Ayrıca, “Şerhu Câmi-ül-kebîr”, “İşârât-ül-esrâr”, “Fetâvâ” ve
Kirmânî ve birçok âlim hadîs-i şerîf dinledi ve
başka eserleri vardır.
rivâyette bulundu.
Oğlu, babası hakkında şöyle demektedir: “Babam
mütevâzî, ilim ehline karşı son derece iyiliksever
1) Mu’cem-ül-müellifîn cild-5, sh. 172, cild-6, sh. 111
idi.”
2) Tabakât-ül-müfessirîn (Dâvûdî) cild-1, sh. 281
İbn-i Hâccî de onun hakkında; “Kirmânî,
3) Tabakât-ül-müfessirîn (Süyûtî) sh. 18
4) El-A’lâm cild-3, sh. 327
5) Fevâid-ül-behiyye sh. 91
6) Rehber Ansiklopedisi cild-10, sh. 157
Bağdad’da otuz sene ilim yaymakla meşgûl oldu.
Muhtasar-ı İbn-i Hâcib’e ve Sahîh-i Buhârî’ye
meşhûr olan şerhler yazdı” demektedir.
Zeynüddîn Irâkî ise onun hakkında; “Onunla
Hicaz’da karşılaştım. Kibar, aza kanâat eden,
dünyâya değer vermeyen, ilim ehline ihsânlarda
bulunan bir zât idi. Buhârî şerhini Tâifte
tamamladı. Sonra temize çekmeye başladı. Bunu
da Bağdad’da tamamladı” demektedir.
KİSAÎ
Muhammed el-Kirmânî, güzel ahlâk sahibi idi.
Güleryüzlü ve tevâzu sahibi olup, dünyânın
Meşhûr yedi kırâat imamından yedincisi. Tebe-i tabiînden,
gösterişine, geçici ni’metlerine düşkün değildi.
ya’nî Tabiîni görenlerdendir. Kırâat ilminde işâreti Râ’dır.
Sultanlar evine gelir, kendisinden duâ ve nasihat
Kûfe’de nahiv ilminin kurucusudur. Kırâat, nahiv ve lügat
isterlerdi. Çeşitli ilimlere dâir birçok eser yazdı.
ilimlerinde zamanının imâmı olup, diğer İslâm ilimlerinde de
Yazdığı eserlerden ba’zıları şunlardır: 1-Şerh-ül-
söz sahibi bir âlimdi.
Fevâid-il-gıyâsıyye: Beyân ilmine dâir bir eserdir.
2- Hâşiyetü alâ envâr-it-tenzîh lil-Beydâvî: Tefsîre
dâir dört cildlik bir eserdir. 3- Risâletü fî mes’eletil-kuhli, 4- Şerh-ül-mevâkıf lil-Îci fî ilm-il-kelâm, 5Enmüzec-ül-Keşşâf, 6- Şerhu Ahlâkı Adûdüddîn,
7- Şerh-ül-Levâhır, 8-Kevâkıb-üd-devârî fî şerhi
Sahîh-il-Buhârî: En meşhûr eseridir, yirmibeş cild
hâlinde basılmıştır. Eserde birçok tekrarlar vardır.
Bilhassa râvîlerin isimlerinin tesbitinde sık sık
tekrarlar yapılmıştır.
İsmi, Ali bin Hamza bin Abdullah bin Osman bin Fîrûz’dur.
Ebû, Hasan, Ebû Abdullah ve Ebû Feth künyeleridir.
Dedelerinden Fîrûz, Esedoğullarının âzâdlı kölelerinden
olduğu için el-Esedî, nahv âlimi olduğu için en-Nahvî, kırâat
dersi verdiği için el-Mukrî, lügat âlimi olduğu için el-Lügavî,
Kûfe’de yetiştiği için el-Kûfî, Bağdâd’ta yerleştiği için elBağdâdî, kendisinin ifâdesine göre, kilim elbise içerisinde
ihrama girip Kâ’be’yi tavaf ettiği için veya Hamza Zeyyad’ın
meclisinde dizinin üzerine kilim koyduğu için el-Kisâî denilmiş
ve bu nisbe ile meşhûr olmuştur. Kendisine, İmâmü’l-kurrâ’,
Şeyhü’l-kırâat ve’n-nahv, el-İmâm lakabları verilmiştir.
1) Mu’cem-ül-müellifîn cild-12, sh. 129
İmâm-ı Kisâî’nin dedelerinden Fîrûz’un isminden ve ba’zı
kaynaklardaki Farsoğlu şeklindeki kayıtlardan, İranlı
2) Bugyet-ül-vuât cild-1, sh. 279
olabileceği söylenmiştir. Ba’zı kaynaklar ise,
Kureyşoğullarından olduğunu söylemektedir.
3) Ed-Dürer-ül-kâmine cild-4, sh. 310
İmâm-ı Kisâî hazretlerinin doğum yeri ve târihi hakkında bilgi
4) Miftâh-üs-se’âde cild-1, sh. 170, cild-2, sh. 18
5) Esmâ-ül-müellifîn cild-2, sh. 172
6) Tabakât-ül-müfessirîn (Dâvûdî) cild-2, sh. 285
7) El-A’lâm cild-7, sh. 153
8) İnbâ-ül-gurûr cild-1, sh. 299
yoktur. Hârûn Reşîd’in maiyetinde iken, İmâm-ı Muhammed
Şeybânî hazretleriyle aynı gün ve aynı yerde vefât etti ve
oraya defn edildi. Mezarı, Rey yakınlarında Renbuye
köyündedir. Yetmiş yaşlarında iken 189 (m. 805) târihinde
vefât etmiştir.
Temel bilgilere sahip olduktan sonra, Kûfe’de reîsü’l-kurrâ ve
altıncı kırâat imâmı olan Hamza bin Habîb ez-Zeyyâd’ın
talebeleri arasına katıldı. Dört defa Kur’ân-ı kerîmi baştan
9) Şezerât-üz-zeheb cild-6, sh. 294
sona hocasına dinletti ve tasdikini aldı. Hocası İmâm-ı
Hamza ez-Zeyyâd’tan sonra Kûfe’de reîsü’l-kurrâ oldu.
10) Keşf-üz-zünün cild-1, sh. 37, 546, cild-2, sh. 1399, 1662,
Kendisinden sonra Kûfe’den reîsü’l-kurrâ çıkmadı.
1891
İmâm-ı Kisâî hazretlerinin ilk Lisân hocaları arasında Muâz-ı
11) Brockelmann Sup-2, sh. 211
Herra, Ebû Ca’fer Rüasî gibi meşhûr âlimler vardır. Nahv
ilmini, Ebû Amr, Amr bin el-Âlâ, Yûnus bin Habîb, Îsâ bin
Resûlullah efendimiz ( aleyhisselâm ) ba’zı tashihler
Ömer ve Süleymân bin Mihrân’dan aldı. Süleymân bin Erkâm
(düzeltmeler) yaptı ve “Ben, kâriler (Kur’ân-ı kerîm okuyanlar)
ve Ebû Bekir bin Iyyâş’dan Hadîs okudu. Muhammed bin
ve meleklere seninle iftihar ederim” buyurdu.
Abdurrahmân bin Ebî Leylâ, Ca’fer-i Sâdık, Seleme bin
Ahfeş, Hammâd bin Seleme (r.aleyhim) de hocaları
İmâm-ı Kisâî’den birçok âlim ders aldı. Ahmed bin Hanbel,
arasındadır.
Yahyâ bin Muîn, Ebû Ömer el-Dûrî, Ebû Hars el-Leys bin
Hâlid, Yahyâ bin Ziyad el-Fervâ, Ebû Ubeyd-el-Kâsım bin
Kûfe’den sonra nahv ve lügat ilmi tahsil etmek üzere
Selâm, Ebû Tevbe, Meymûn bin Nafs, Ali bin Mübârek el-
Basra’ya gitti. Meşhûr nahiv âlimi Halîl bin Ahmed’den okudu.
Ahmâr en-Nahvî gibi âlimler en meşhûr talebelerindendir. El-
O’nun dil üzerindeki bilgilerine hayran olup, bu bilgilere nasıl
Dûrî ve Ebû Haris kendisinden kırâat nakleden meşhûr
sahip olabileceğini sordu. Çöllerdeki bedevîlerden
râvileridir.
öğrenilebileceği, cevâbını alınca yine hocasının tavsiyesiyle
Necd, Tihâme ve Hicaz bedevileri arasına gitti. Onların
İmâm-ı Kisâî hazretlerinin kurucusu olduğu Kûfe dil
arasında kaldı. Daha sonra buradan öğrendiği lügatleri
mektebinin kitablarını, talebelerinden Muhammed bin Yezîd
günlerce göz nûru dökerek kayda geçirdi. Dönüşünde hocası
el-Müberrid tasnif etmiştir.
Halîl bin Ahmed ölmüş, yerinde Yûnus en-Nahvî ders
vermekteydi. Yûnus, münâzara neticesinde İmâm-ı Kisâî’nin
ilmî otoritesini kabûl edip, ondan ders vermesini istedi. Ancak
İmâm-ı Kisâî Kûfe’ye geçti.
İmâm-ı Kisâî, zamanının meşhûr âlimleriyle çeşitli
mevzûlarda münâzaralarda bulunmuş, onlarla sohbetlerde
beraber olmuştur. Basra nahvi mektebinin korucusu sayılan
Sîbevevh ile yaptığı münâzara meşhûrdur. İmâm-ı a’zam
İmâm-ı Kisâî, Kûfe’ye gelişinden sonra, Abbasî halifesi el-
hazretlerinin talebelerinden İmâm-ı Muhammed’le de sohbet
Mehdî’nin oğlu Hârûn Reşîd’e mürebbiyelik teklifini kabûl
etmiş, İmâm-ı Yûsuf hazretleriyle yaptığı bir münâzarada,
ederek Bağdâd’a gitti ve orada yerleşti. Ömrünün sonuna
talâkla ilgili bir mes’elenin hallini nahiv ilmi yardımıyla
kadar Hârûn Reşîd’in yanında kaldı. O’nun oğulları
kolaylaştırdığı için takdîr edilmiştir.
Muhammed Emîn ve Mu’tasım’a mürebbiyelik yaptı. Onlara
gerekli olan ilimleri sohbet yoluyla öğretti. Haftanın bir günü
saraya gelir, diğer günler Bağdâd ve civarında ilim öğretirdi.
İmâm-ı Şafiî hazretleri, “Nahivde engin bilgi sahibi olanlar,
Kisâî’nin çocukları gibidir” buyurdu. Basra’da büyük âlimlerin
önünde altmış sene namaz kıldırıp, bir defa bile hatâ
İmâm-ı Kisâî, kırâat ilminin yardımcı ilimlerinden olan nahv ve
yapmamasıyla meşhûr olan Ebû Hatim Sehl bin Muhammed
lügat ilimlerinde zamanının bir tanesi, imamıydı. Ömrünün
es-Sicistanî anlatır: “Basra’ya Kûfe’den bir vâli geldi. Âlim ve
onbeş senesini, lehçeleri en belîğ ve en fasîh, dilleri hiç
fâzıl bir zâttı. Ziyâretine gittim. Bana Basra’nın âlimleri
karışıma uğramamış olan Necd, Tihâme ve Hicaz bedevîleri
kimlerdir, diye sordu. Kırâatte Zeyyâdî, nahvde Ma’zinî,
arasında geçirdi. Bu bedevîlerden çok istifâde eden İmâm-ı
fıkıhta Hilâl bin Yahyâ er-Ra’y, hadîsde el-Sazekûnî en iyi
Kisâî, nahv ve lügat ilimlerindeki otoritesini günümüze kadar
âlimlerdir. Benim de. Kur’ân ilminde vukûfum olduğu söylenir
korumuştur. İmâm-ı Kisâî hazretleri, nahv ve lügat ilimlerinde
dedim. Vâli, hepsinin toplanmasını emretti. Meclisinde
otorite olmayanın, kırâat ilmine tam sahip olamayacağı
herkese ilim sahasının dışında sorular sordu. Hepsi ilgili
düşüncesindeydi. İmâm-ı Kisâî hazretleri, kırâat ilminde,
âlime sorması gerektiğini, kendilerinin o husûsta malûmatları
hocası Hamza el-Zeyyâd’ın kırâati ile diğer rivâyetlerden
olmadığını söylediler. Bunun üzerine vâli, “Elli sene ilimle
birinin arasında bir kırâati seçmiş ve onu rivâyet etmiştir.
meşgûl olup da, sadece bir sahada ilim sahibi olan ve
Fakat bu kırâati önceki altı imâmın kırâatleri dışında değildir.
bundan başka bir şey sorulursa halledemeyen insana
yazıklar olsun. Bizim Kûfeli âlimimiz el-Kisâî bunların hepsine
İmâm-ı Kisâî, bir gece rü’yâsında Peygamberimizi (
aleyhisselâm ) gördü. Resûlullah ( aleyhisselâm ) O’ndan
Kur’ân okumasını istedi. O da Sâffât sûresini okudu.
cevap verirdi” dedi.”
Ebû Bekir el-Enbârî “İmâm-ı Kisâî, başkalarında olmayan
Sevrî’yi sordu. “Onlar İlliyyîn’dedir. Biz onları yıldızlar gibi
meziyetlere sahiptir. Kur’ân-ı kerîm husûsunda bir taneydi.
görürüz” dedi.
Herkes onun kırâatini öğreniyordu. Halkı etrâfına toplayıp
Kur’ân-ı kerîmi başından sonuna kadar okurdu. Ba’zıları
Gıybetini yapan bir kimse vardı. O kimse İmâm-ı Kisâî’yi
ellerinde mushaflarla gelir onun okuyuşuna göre harekelerdi.
rü’yâsında gördü. Nasıl olduğunu sordu. O da “Allah beni
Nahiv’de de en büyük âlim O’ydu.. Lisanın nâdir kelime, tâbir
Kur’ân-ı kerîmin şefaatiyle affetti. Resûlullahı ( aleyhisselâm )
ve kaidelerini bilmekte üstüne yoktu” diyerek onun ilmî
gördüm. Bana oku dedi. Ben de Sâffât sûresini okudum.
husûsiyetlerini ortaya sermektedir.
Resûlullah beni beğendi ve sırtımı sıvazladı” dedi. Bu rü’yâ
üzerine o şahıs tövbe etti. Bir daha onun gıybetini yapmadı.
İshâk bin İbrâhîm Mûsilî, “San’atında mahir dört kişi gördüm.
Bunlardan biri Kisâî idi. Nahivde ondan üstünü yoktu.” Hârûn
Muhammed bin Yahyâ “Diriyken de, öldükten sonra da
Reşîd, meclisinde İmâm-ı Kisâî’nin de bulunduğu bir sırada,
Kur’ân-ı kerîm okumayı bırakmadı” buyurdu.
“Hayattakilerden ikrama en lâyık olanın kim olduğunu” sordu.
Bulunanlar çeşitli cevaplar verdiler. Hiçbirini kabûl etmedi,
“İkrama en lâyık olan, oğullarım Emîn ve Mu’tasım’ın hocaları
olan Kisâî’dir” dedi.
İbn-i Arabî, “Kisâî, zabt (kelimelerin doğru okunmasında) ve
diğer Arabî ilimlerde, kırâatte, insanların en âlimi idi” demiş,
Esmaî, İmâm-ı Kisâî’nin talebesi Ferrâ ve İbni Durusteveyh
de, O’nun ilminin üstünlüğünü dile getiren sözler
söylemişlerdir.
Üçüncü asırda gelerek Kisâî’yi Kurrâ-i Seb’a’dan yedincisi
olarak kabûl eden İbni Mücâhid, “O, asrında kırâat ilminde
insanların imâmı idi” buyurmuştur.
Hatîb el-Bağdâdî, târihinde, İmâm-ı Kisâî’nin din ve fazîlette
çok üstün olduğunu söylemektedir.
İmâm-ı Kisâî hazretleri, Allahtan çok korkardı. Sâde giyinir,
halifenin yanına giderken güzel giyinmekte mahzur görmezdi.
Câhil halkla onların anlayacağı dille konuşurdu. Hâfızası
kuvvetli, okuması güzeldi. Lisânı fasîhdi. İrâbı düşünmeden
konuşur, konuşması iraba uyardı. Zengin olduğu kadar
mütevâzi ve cömertti. Bütün İslâm âlimleri gibi ölümü hiç
hatırından çıkarmazdı. Ömrünü sadece Kur’ân-ı kerîmin
hizmetine adamış ve O’nun şefaatini ümid etmiştir.
İmâm-ı Kisâî hazretleri birçok eser yazmışsa da mevcût olan
iki tam, bir de yarıdan çoğu kaybolmuş bir eseri vardır.
İmâm-ı Kisâî ve İmâm-ı Muhammed’in aynı günde ve Hârûn
Bunlardan halk dilinin hatâlarını mevzû edinen “Kitâb-u fî lahn
Reşîd’in Horasan seferi esnasında vefâtları, halifeyi çok
el-amme’si” Mısır’da basılmıştır. Diğer eseri Kitâbü’l-
duygulandırmış, Bağdâd dönüşünde “Fıkhı ve nahvi
Müştebihâtfi’l-Kur’ân’ın bir nüshası Bayezîd
Renbuye’ye gömdüm” demiştir. Meşhûr şâir Ebû Muhammed
kütübhânesindedir.
Yahyâ bin Mübârek, iki büyük âlimin vefâtı üzerine yazdığı
mersiyesinde “Artık fıkhî mes’elelerde müşkilimizi kim
çözecek, Kisâî’nin ölümü bana hayatı ve lezzetlerini zehir etti.
Bunlar gibi âlim, artık bu âleme gelmez” demiştir.
Ebû Zeyd de “Allah rahmet etsin, onunla ilmi de öldü” diyerek
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
1) El-A’lâm cild-5, sh. 93
2) El-Esnâb vr. 482 ab.
ilimdeki kıymetini dile getirmiştir.
3) Teysîr fi’l-kırâat es-seb cild-1, sh. 7
Ebû Mishil Abdullah bin Hurceyş anlatır: Vefâtından sonra
4) Bugyet-ül-vu’ât sh. 336
Kisâî’yi rü’yâmda gördüm. Yüzü dolunay gibi parlıyordu. Nasıl
olduğunu sordum. Kisâî de, Kur’ân-ı kerîmin şefaatiyle
5) El-Fihrist cild-1, sh. 29
affedildiğini söyledi. Hamza bin Habîb ez-Zeyyâd ve Süfyân-ı
6) Gayetü’n-nihâye fî Tabakât-ül-Kurrâ cild-1, sh. 536
7) Ravzat-ül-Cennât sh. 451
Cenâzesinde eş-Şerîf Ebû Talib ez-Zeynî ve Kâdı’l-kudât
Ebü’l-Hasen İbn-i Dâmegânî de hazır bulundu. Onlardan biri
8) İnbâh-ür-rüvât cild-2, sh. 256
9) Mu’cem-ül-müellifîn cild-7, sh. 84
10) En-Nücûm-üz-Zâhire cild-2, sh. 130
kabrinin baş ucunda, diğeri ayak ucunda durdu ve İbn-i
Dâmegânî şu meâlde bir şiir söyledi: “Ölen kimsenin
arkasından, onun iyiliklerini sayarak ağlamak fa’yda vermez,
ölüm her insanın başına gelecektir.” eş-Şerîf ise, “Analar onun
gibisini doğurmadılar. Onun benzerini dünyâya getirme
11) Nüzhet-ül-elibbâ sh. 81
imkânına sahip de değillerdir” dedi.
12) Miftâh-üs-se’âde cild-1, sh. 130
Ali Kiyâ’l-Herrâsî hazretleri hakkında Abdülgâfir; “O, ilmin
zirvesine çıktı. Gençliğinde Nişâbûr’da okudu. Fıkıh ilmini
13) Târih-i Bağdâd cild-11, sh. 503
öğrendi. Güleryüzlü ve tatlı dilli idi. İmâm-ül-Haremeyn
hazretlerinin, İmâm-ı Gazâlî’den sonra en üstün talebesi oldu.”
14) Vefeyât-ül-a’yân cild-2, sh. 457
Tâcüddîn es-Sübkî; “O, âlimlerin önde geleni idi. Ahkâm
hadîslerini ezbere bilmekte, cedel, usûl ve fıkıh ilminde
15) El-Muhtasar mine’l-muktebes sh. 283
âlimlerin reîsi idi.” Esnevî ise; “O, görüşü kuvvetli, zekî,
konuşması düzgün, gür sesli, güler yüzlü bir zât idi.
Münâzarada delîli kuvvetli ve açık idi” demektedir.
KİYÂ’L HERRÂSÎ (Ali bin Muhammed)
Fıkıh ve kelâm âlimi. Künyesi Ebü’l-Hasen olup ismi, Ali bin
Muhammed bin Ali el-Kiyâ’l Herrâsî et-Taberistânî’dir. Lakabı
İmâdüddîn olup, el-İmâm, Şems-ül-İslâm da denir. Ali Kiyâ’l
Herrâsî hazretleri 405 (m. 1058) senesi Zilka’de ayının
beşinde doğdu. Fıkıh ilmini Taberistan’da öğrendi. Büyük âlim
İmâm-ül-Harameyn’den ilim tahsil etmek için onsekiz yaşında
iken Nişâbûr’a gitti. Orada İmâm-ül-Harameyn hazretlerinden
ilim öğrendi. Onun en seçkin talebelerinden oldu. Fıkıhda,
usûlde ve diğer ilimlerde söz sahibi oldu. Hocasının
derslerinde, onun başyardımcılığına erişti ve onun eserlerinde
bulunan hadîs-i şerîflerin hangi kaynaklarda bulunduğunu
bildirdi. Hocasından başka Ebû Ali el-Hasen bin Muhammed
es-Saffâr’dan hadîs-i şerîf rivâyetinde bulundu. Kendisinden
de es-Silefî Sa’d-ül-Hayr bin Muhammed el-Ensârî ve birçok
âlim hadîs-i şerîf rivâyet ettiler.
Ali Kiyâ’l Herrâsî hazretleri daha sonra Beyhek’e giderek
orada ilim tahsiline devam etti. Oradan da Bağdad’a gitti. O
zaman Bağdad ilim merkezi idi. 493 (m. 1099) senesi Zilhicce
ayında Nizamiye Medresesi’nde ders vermeye başladı ve
vefât edinceye kadar bu görevini sürdürdü. 504 (m. 1110)
senesi Muharrem ayının başında Bağdad’da vefât etti.
İbn-i Hılligân, kendisine niçin “El-Kiyâ” denildiğini
bilmediğinden bahisle, Arabca olmayan bu kelimenin; kadri ve
kıymeti büyük, insanlar arasında i’tibârlı ma’nâlara geldiğini
kaydeder, öyle anlaşılıyor ki, bu kelime, bu büyük zâtın kadrim
bildirmek için kendisine izafe edilmiş bir güzel lakabdır.
Ali Kiyâ’l-Herrâsî, ilim tahsilindeki muvaffakiyetinin sırrını şöyle
anlatıyor: “Okuduğumuz medresenin yanında bir kanal vardı.
Oraya yetmiş basamak ile inilirdi. Medresede dersi okuyup
ezberleyince o kanala inerdim. Herbir basamaktan inerken ve
çıkarken dersi tekrar ederdim. Her ders için böyle yaptım.
Derslerimdeki başarımın sırrı budur.”
Ebû Tâhir es-Silefî şöyle anlatır: “Bağdad’da iken, 495 (m.
1102) senesinde hocamız Ali Kiyâ’l-Herrâsî hazretlerinden bir
mes’ele hakkında fetvâ istedim. Fetvâ istediğim mes’elenin
aslı; “Bir kimse malının üçte birinin fıkıh âlimleripe verilmesini
vasıyyet etse, hadîs kâtibleri (hadîs-i şerîf yazanlar, bu
vasıyyete dâhil olur mu olmaz mı?” idi. Ali Kiyâ’l-Herrâsî
hazretleri, sorduğum suâlin altına cevap olarak şöyle yazdı:
“Evet dâhildir. Nasıl olmaz. Kesin olarak Resûlullah efendimiz
( aleyhisselâm ) buyurdular ki: “Ümmetimden kim dînin
emirlerini bildiren kırk hadîs-i şerîf ezberlerse, Allahü teâlâ onu
fakîh olarak haşreder (diriltir).”
Ali Kiyâ’l Herrâsî birçok eser yazmıştır. Bunlardan ba’zıları
ilme çok meraklı olduğundan, birçok şehir gezdi. Buralardaki
şunlardır: 1- Levâmi-üd-delâil, 2- Şifâ-ül-müsterşidîn fî
âlimlerle görüştü.
mebâhis-il-müctehidîn,
Alâeddîn Koçhisârî’nin, o zamanki çeşitli ilimlere dâir,
3- Nakdü müfredâd-il-İmâm-ı Ahmed,
içerisinde kapalı ve müşkil suâller bulunan bir risalesi vardır.
Şakâyik kitabının yazarı Taşköprüzâde, o risaleyi babasının
4- Kitâbün fî usûl-il-fıkh, 5- Ahkâm-ül-Kur’ân.
yardımıyla çözebilmiştir.
Tefsîr ilmi sahasında, bilhassa “Ahkâm-ül-Kur’ân” isimli
Celâleddîn Süyûtî şöyle anlatır: “Mevlânâ Alâeddîn, kendi
eseriyle şöhret yaptı. Kendisinden sonra gelen büyük
memleketinde ilim tahsil edip, yüksek derecelere çıktıktan
müfessirler, bu konuda ondan önemli ölçüde istifâde ettiler.
sonra, Acem (İran) diyârına gitti. Oranın büyük âlimlerinden de
ilim öğrendi. 828 (m. 1424) senesinde Kâhire’ye gitti.
Kâhire’de Eşrefiyye Medresesi’nde müderrislik vazîfesinde
1) Mu’cem-ül-müellifîn cild-7, sh. 220
bulundu. 829 (m. 1425) senesinde, hac ibâdetini yerine
getirmek maksadıyla Mekke’ye gitti. Medîne-i münevverede
2) Şezerât-üz-zeheb cild-4, sh. 8
Peygamber efendimizi ziyâret etti.
3) Keşf-üz-zünûn cild-1, sh. 423: cild-2, sh. 1056, 1569
Hac vazîfesini îfâ ettikten sonra Anadolu’ya geldi. Birkaç sene
Anadolu’da kaldı. 834 (m. 1430) senesinde Kâhire’ye gitti.
4) Esmâ-ül-müellifîn cild-1, sh. 694
Kâhire’ye ikinci gidişinde burada fazla kalmadı. Deniz yoluyla
Anadolu’ya döndü. 839 (m. 1435) târihinde Mısır’a gitti.
5) Vefeyât-ül-a’yân cild-3, sh. 286
Eskiden olduğu gibi ilimle meşgûl oldu. Hastalanarak uzun bir
müddet evinde kaldı. Daha sonra iyileşti. Evindeyken,
6) Tabakât-üş-Şâfiiyye cild-7, sh. 231
sedirden düşüp hafızasını kaybetti. 841 (m. 1437) senesinde
vefât etti.
Yazdığı eserlerden ba’zıları şunlardır: 1) Es’iletü Alâeddîn, 2)
KOÇHİSÂRÎ (Ali bin Mûsâ)
Hâşiyetü alâ şerh-ıs-Sa’d lil-miftâh, 3-Şerhu Evrâd-izZeyniyye.
Sultan İkinci Murâd Hân zamanında yetişen Osmanlı
âlimlerinin büyüklerinden. İsmi, Ali bin Mûsâ bin İbrâhim erRûmî olup, lakabı Alâeddîn, nisbeti Koçhisârî’dir. 750 (m.
1) Mu’cem-ül-müellifîn cild-7, sh. 248
1349) senesinde doğdu. 841 (m. 1437) senesinde Kâhire’de
vefât etti.
2) Esmâ-ül-müellifîn cild-1, sh. 731
İslâm âlimlerinin en büyüklerinden, Allâme Sa’deddîn
3) Şakâyık-ı Nu’mâniyye tercümesi (Mecdî Efendi) sh. 59
Teftâzânî ve Seyyîd Şerîf Cürcânî’nin derslerine ve ilmî
mübâhaselerine uzun zaman devam etti. (Mübâhase, birkaç
âlimin bir araya gelip, karşılıklı olarak ilmî bir mes’eleyi
müzâkere etmeleridir.) Böylece bu iki âlimden, ba’zı zor
suâllerle bunların cevaplarını defterine yazardı. Târihte,
Seyyîd Şerîfle Teftâzânî’nin, bilhassa Timur Hân’ın huzûrunda
yaptıkları münâzaralar çok meşhûrdur. Alâeddîn Koçhisâri,
KONEVÎ İSMÂİL EFENDİ
Tefsîr ve Hanefî mezhebi fıkıh âlimi. İsmi, İsmâil Vehbî bin
Muhammed bin Mustafa el-Konevî olup, künyesi Ebü’l-Fidâ ve
lakabı Üsâmüddîn’dir. Konya’da dünyâya gelen İsmâil
Dımeşk’da (Şam’da) az bir müddet kaldıktan sonra, oradan
Efendi’nin doğum târihi kat’î olarak bilinmemektedir. 1195 (m.
hacca gidecek olan kâfile de onlara katılıp beraberce hacca
1781) senesi Safer ayının onikisinde Dımeşk’da (Şam’da)
gittiler.
vefât etti. Sâlihiyye’de, Zülkifl aleyhisselâmın makamının
bulunduğu yerin yakınında medfûndur.
Hac dönüşünde Dımeşk yakınlarında hastalanan Konevî’yi,
binek üzerinde şehre getirdiler. Bu hastalıktan orada vefât etti
İlim tahsiline doğup yetiştiği Konya şehrinde başlayan Konevî
ve Sâlihıyye’de Sifh-ı Kasyûn denilen yerde defnedildi.
İsmâil Efendi; Şeyh Mustafa el-Konevî, Şeyh Halîl Konevî,
Muslihuddîn Mustafa el-Mer’aşî, Allâme Abdülkerîm Konevî ve
İsmâil Konevî’nin, Kâdı Beydâvî tefsîrine ve Sadr-üş-şerî’a’ya
Ebû Abdullah Mahmûd bin Muhammed Antaki gibi âlimlerden
haşiyeleri, Hâfız-ı Şîrâzî dîvânına ve Hadîs-i erba’în’e şerhi,
ders aldı. İstanbul’a gelerek çeşitli medreselerde ders verdi.
Dâdiyye ve İlmiyye risaleleri vardır.
ilim erbâbı arasında meşhûr oldu. Alimler içinde derecesi
yüksek idi.
Zamanın sultânı olan Üçüncü Mustafa Hân, Konevî İsmâil
Efendi’nin ilimdeki üstünlüğünü, derecesinin yüsekliğini
öğrenince, onu, İstanbul’da ders veren, talebe okutan âlimlerin
reîsi olarak ta’yin etti. Kendisi de onun sohbetlerinden çok
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
1) Mu’cem-ül-müellifîn cild-2, sh. 294
2) Silk-üd-dürer cild-1, sh. 258
3) Esmâ-ül-müellifîn cild-1, sh. 222
hoşlanır, ba’zan derslerinde bulunurdu.
4) İzâh-ül-meknûn cild-1, sh. 142
Üçüncü Mustafa Hân’dan sonra sultan olan Birinci
Abdülhamîd Hân da, Konevî İsmâil Efendi’yi çok sever,
5) El-A’lâm cild-1, sh. 325
hürmet ve ta’zim gösterirdi. Sultan Mustafa Hân gibi o da
Konevî ile sık sık buluşur, derslerinde bulunurdu. Konevî’nin
ilmî üstünlüğü, şöhreti böylece daha da yayılıp, her tarafta
duyulmaya başlandı. O ilimde sanki bir derya idi. İlim
öğretmek ve talebe yetiştirmek husûsunda çok gayretli ve pek
mahir idi.
Konevî İsmâil Efendi 1780 senesinde hacca gitmeyi arzu etti
ve bu arzusunu Sultan’a bildirdi. Sultân’ın emriyle, onun için
husûsî bir kâfile hazırlandı. Kâfile o sene Ramazân-ı şerîf
ayında Dımeşk’a vardı. Konevî İsmâil Efendi, orada bulunan
âlimlerin büyüklerinden, Molla Es’ad bin Halîl es-Sıddîkî’nin
evinde misâfir oldu.
KUDÂME BİN CA’FER
Mantık, belagat, ahbâr âlimi. Künyesi, Ebü’l-Ferec olup, adı,
Kudâme bin Ca’fer bin Kudâme’dir. Kudâme bin Ca’fer
önceleri hıristiyanken, daha sonra halife Muktefî-billah
vasıtasıyla müslüman olmuştur. Bir müddet Basra’da yaşamış,
sonra Bağdâd’a gitmiştir. Ebû Hayyân’ın ifâdesine göre o,
vezir Fadl bin Ca’fer bin Furat’ın meclisinde, Ebû Sa’îd
Sirâfî’nin âlimlerle yaptığı münâzaralara katılmıştır. Birçok âlim
ve ediple yakın arkadaşlık yapan Kudâme bin Ca’fer, 377 (m.
Silk-üd-dürer kitabının sahibi Seyyid Muhammed Halîl Muradî
948) yılında vefât etmiştir.
Efendi, kitabında Konevî’yi anlatırken, “Konevî, Şam’a
uğradığında kendisiyle buluştum ve az da olsa fâideli
sohbetlerini dinledim. Kendisiyle fazla beraber olamadım.
Esas onun ilmini talebeleri vasıtasıyla öğrendim. Ya’nî
talebelerinin sohbetlerinde bulunarak onun ilminden istifâde
ettim” demektedir.
Asrının en meşhûr nahiv âlimlerinden Müberrid, Sa’leb, Ebû
Sa’d es-Sükkerî, İbn-i Kuteybe ve birçok âlimle görüşmüştür.
Kudâme bin Ca’fer, bilhassa zamanının belagat ve mantık
âlimleri arasında kendini kabûl ettirdi. Vezirin divânında, ilim
meclisini yönetecek kadar saygı duyulan bir mertebeye
ulaşmış ve bu arada birbirinden kıymetli eserler yazmıştır.
Eserlerinden ba’zısı şunlardır: Kitâb-ül-harâc, Kitâbü cilâ-il-
iyilik yapmayı tercih ettiğini, onlardan adâletsizliği gidererek
hüzn, Kitâb-üs-siyâse, Kitâbü sinaât-il-cedel, Kitâbü nüzhet-il-
adâleti tevzi etmeyi, onları himâye için şahsen müdâhale
kulûb ve zâd-il-müsâfir, Kitâbü zehr-ir-Rebî’ fil-ahbâr, Kitâbü
ederek onların düşmanlarıyla mücâdele etmek husûsundaki iyi
nakd-iş-şi’r, Necm-üs-sâkıb, Kitâbü Şâbun-il-gammi, Kitâbü
niyetlerinden haberdar etmesini emreder.
sarf-il-hemmi, Kitâb-ül-büldân.
Bu talimatın son kısmında ise;
Bunların en meşhûru olan Kitâb-ül-harâc, Köprülü
Kütüphânesinde yazma olarak mevcûttur. Bu eser, 217 varak
Mü’minlerin emîri, seni iyiliğe sebep kılmasını, doğru yolda
(sahife) ve meşin cildli olup, içi biraz kurt tahribine uğramıştır.
hidâyet etmesini, sana emânet edilen bütün harp ve idâre
Ebü’l-Ferec Kudâme bin Ca’fer, eserini menziller ve bâblar
işlerinde lütfu ile sana yardım etmesini cenâb-ı Hakdan niyaz
hâlinde tertîb etmiştir: Birinci bâb, ordunun dîvânı hakkında,
eder..
ikinci bab, Beyt-ül-malın dîvânı hakkında, üçüncü bâb,
nafakalar dîvânı hakkında, dördüncü bâb, risaleler dîvânı
hakkında, beşinci bâb, Tevkî’ ved-dâr dîvânı hakkında, altıncı
bâb, Hatim dîvânı hakkında, yedinci bâb, gümüş dîvânı
hakkında, sekizinci bâb, nakitler, ayarlar ve ölçüler dîvânı
hakkında, dokuzuncu bâb, mahkemeler dîvânı hakkındadır.
Daha sonrası, çeşitli yer ve denizlere dâir muhtelif ma’lûmâtı
ihtivâ etmektedir. Zîrâ eserin tamamı, arzın ve denizin
acâiplikleri, ba’zı beldelerin fethi ve oralardan alınacak
haraçların durumları ile ilgilidir.
Kudâme bin Ca’fer, yazdığı Kitâb-ül-harâc’da şöyle
bildirmektedir: Bu, mü’minlerin emîri tarafıdan filân oğlu filâna,
filân bölgede onu ordunun başına komutan ta’yin ettiği zaman
verilen talimattır. Ona gizli ve açık bütün işlerinde Allahü
teâlâdan korkmayı, O’na itaat üzere amelini yapmayı, bütün iş
ve hareketlerinde kuvvet ve kudretin Allahü teâlâdan
başkasında olmadığına inanmasını emreder. Mü’minlerin
emîri, onu bu vazîfeye, ancak kötülük yapanların, fesad ve
Deniz kuvvetleriyle ilgili kısmında ise; bu, mü’minlerin emîrinin;
filân oğlu filanı, filân deniz üssüne ta’yin ettiği zaman verdiği
talimattır. Ona, bizzat kendi nefsine dikkat etmesini, eğriliğini
düzeltmesini, Allahü teâlâyı hatırlamakla rûhundan kötü
arzuları ve şeytanın sapıklıklarını uzaklaşdırmasını, ahlâkını
güzelleştirmesini, hâl ve hareketlerini doğrultmasını, kendi
askerleri ve diğer dostları için, iyi ve güzel olan herşey için bir
muallim ve örnek olmasını, onları, yolların en iyisinin üzerinde
yürümeye yöneltmesini emreder. Ona, itaat edenlere karşı
yumuşak, serkeş olanlara sert olmasını, fakat her durumda da
insaf ve adâletin hakkını vermesini emreder.
Bu talimatın son kısmında ise; bunlar, mü’minlerin emîrinin
sana talimatı ve senin için emirleridir. Onları anla ve
tavsiyelerine göre hareket et ve her hâl ve durumda o, senin
nasıl olmanı arzu ediyorsa öyle ol. Sana güvenip emânet ettiği
bütün işlerde seni hayra yöneltecek irşâda mazhar olman için
duâ eder.
fitne çıkaranların işlerine mâni olacak güç ve kuvvete, disipline
sahiptir diye ve bundan dolayı halk ve memlekette rahatlık ve
refah olur ümidiyle ta’yin etti.
1) Mu’cem-ül-udebâ, cild-17, sh. 12
Ona, Allahü teâlânın gazâbına mucib olan şeylerden, O’nun
2) Nücûm-üz-zâhire, cild-3, sh. 292
tarafından yasak edilen şeylerden ve kötü olarak ilân edilmiş
şeylerden sakınmasını emreder. Ona askerlerini ve etrâfında
3) El-Bidâye ve’n-nihâye cild-2, sh. 220
bulunanları, halktan herhangi birisine zulme teşebbüs
etmekten veya haksızlıkla onların zarar ve ziyana uğramasını
4) Keşf-üz-zünûn, 402, 949, 959, 986, 1068, 1078, 1415,
önlemesini ve memleketlerde Allahü teâlânın düşmanlarıyla
1945, 1973
savaşmasını emreder.
5) Mu’cem-ül-müellifîn, cild-8, sh. 128
Ona, bu talimatı kendisine yakın olanlara okuyarak,
mü’minlerin emîrinin onların refakatlerini temenni ve onlara
6) Kitâb-ül-harâc’ın muhtelif varakları
ile teberrük etmişler; şiddet, sıkıntı, hastalık zamanlarında ve
tâ’ûn (veba) salgınında okunmasının çok faydalı olacağını
tecrübe ile bildirmişlerdir. Binlerce fıkhî mes’elenin kısa ve öz
KUDÛRÎ
Hanefî mezhebi fıkıh âlimlerinin büyüklerinden. İsmi, Ahmed
bin Muhammed el-Bağdâdî olup, künyesi Ebü’l-Hüseyn’dir.
Kudûrî lakabı ile tanınır. Hangi şeye nisbetle kendisine Kudûrî
olarak toplanmış olduğu bu kitap, senelerce medreselerde
ders kitabı olarak okutulmuştur. Birçok şerhi vardır. En
meşhûrları; Cevhere, Lübâb ve Ebû Nasr-ı Akta’nın Tashîh-i
Kudûrî’sidir.
denildiği kat’î olarak bilinmemekle beraber, Kudûr, Bağdad
Âlim, önder, en güzel üstünlüklere ve kıymete hâiz, Allahü
yakınlarında bir köyün adıdır. Bu zâtın da orada doğmuş
teâlânın emirlerini yapmakta, yasaklarından sakınmakta son
olabileceği, oraya nisbetle Kudûrî denildiği tahmin
derece gayretli, dünyâya ehemmiyet ve kıymet vermiyen
edilmektedir. Ayrıca Kudûr, çömlek ma’nâsına gelen (Kıdr)
Ebü’l-Hasen Ahmed bin Muhammed el-Kudûrî el-Bâğdâdî
kelimesinin cem’i olup, kendisi veya nesebinden birisinin bu işi
(rahmetullahi aleyh) Muhtasâr-ı Kudûrî isimli eserine
yapmasından dolayı böyle denilmiş de olabileceği rivâyet
başlarken buyuruyor ki: “Âlemlerin Rabbi olan Allahü teâlâya
edilmektedir. Fıkıh âlimlerinin, Eshâb-ı tercih diye tanınan
hamdolsun. Hüsn-i hatime (Güzel netice, iyi akıbet) Allahü
tabakasından olduğu, şeyh-ül-İslâm Ahmed İbni Kemâl paşa
teâlâdan korkanlar içindir. O’nun Resûlü Muhammed
hazretleri tarafından bildirilmiştir. 362 (m. 973)’de Bağdad’da
aleyhisselâma ve O’nun Ehl-i beytine, Eshâbına ve Onun
doğdu. 428 (m. 1037) senesi Receb ayının beşinci Pazar
izlerinde gidenlere bizden selâmlar ve hayır duâlar olsun.”
günü orada vefât etti. Aynı gün, Ebû Half kapısı girişinde
bulunan evinin yanına defnolundu. Daha sonra Mensûr
Necâsetten tahareti anlatırken buyuruyor ki:
caddesinde bulunan bir türbeye naklolundu. Burada medfûn
bulunan, Hanefî fıkıh âlimlerinden Ebû Bekr el-Harezmî’nin (
“Namaz kılacak kimsenin, namaz kıldığı yerden, elbisesinden
radıyallahü anh ) yanına nakledildi.
ve bedeninden necâseti temizlemesi lâzımdır. Necâset, her
temiz su ile, sirke ve gül suyu gibi akıcı mayiler ile temizlenir.
Kudûrî ( radıyallahü anh ), Hanefî fıkıh âlimlerinin önde
(Emici olmayan, düz parlak şeyler, meselâ cam, ayna, kemik,
gelenlerindendir. İlminin çokluğu, ibâresinin güzelliği, akıcı
tırnak, bıçak, yağlı boyalı eşya, vernikli eşya üzerindeki katı
lisânı ile fıkıh âlimleri arasındaki yeri ve derecesi çok yüksek
veya akıcı her necâseti, el ile, toprak ile veya herhangi temiz
oldu. Kur’ân-ı kerîmi tilâvet etmesi (okuması) çok hoş ve tatlı
şey ile silip, üç sıfatı (renk, koku, tat) gidince temiz olur. Menî
idi. Devamlı ibâdet eder ve Kur’ân-ı kerîmi çok okurdu. Ebû
necis olup, kurumuş ise oğmakla, bulunduğu yer ve deri temiz
Abdullah Muhammed Yahyâ el-Cürcânî’den fıkıh ilmini
olur. Meni yaş ise ve kan kuru da, yaş da olsa, elbisede veya
öğrendi ve hadîs-i şerîf rivâyet etti. Bundan başka Ubeydullah
deride bulunduğu yeri yıkamak lâzımdır.)
bin Muhammed el-Havşebî ve birçok âlimler ile görüşüp
sohbet etti. Kendilerinden ilim öğrendi. Âlimlerden bir çoğuna
İğne ucu kadar elbiseye sıçrayan bevl ve kan damlaları ve
hocalık etti. Meşhûr Târih-i Bağdâd’ın sahibi olan Ebû Bekr
sokakta sıçrayan çamurların elbiseye ve yaş deriye değmesi
Hatîb-i Bağdadî kendisinden ilim öğrenip, hadîs-i şerîf rivâyet
affedilmiştir. Deride, elbisede, namaz kılınan yerde bulunan
edenler arasındadır. Târih-i Bağdâd’da diyor ki; “Kudûrî (
kaba necâset, dirhem miktarı ise yıkamak farz olur. (Dirhem
radıyallahü anh ) sadûk (çok doğru sözlü) ve sika, (güvenilir)
miktarından az ise yıkamak sünnettir.) Dirhem miktârı demek,
bir zât idi.” Muhtasâr-ı Kudûrî’den başka kıymetli eserler de
katı necâsetlerde bir miskal, ya’nî 4.8 gr. ağırlıktır Sıvı
yazmıştır. Ba’zıları şunlardır: Şerh-i Muhtasâr-ül-Kerhî, et-
necâsetlerde, açık el ayasındaki suyun genişliği kadar
Tecrid, Kitâb-ün-nikâh.
yüzeydir. Bir miskalden az olan katı necâset, elbisenin, avuç
içinden daha geniş yüzüne yayılınca, namaza mâni olmuyor.)”
Kendisinden sonra gelen birçok kimseler Muhtasâr-ı Kudûrî
diye tanınan meşhûr fıkıh kitabından istifâde etmişlerdir. Âlim
olanlar ve olmayanlar, çok meşhûr ve mu’teber olan bu kitap
Namazın mekrûhlarını anlatırken buyuruyor ki:
“Namazda elbisesi ve bedeni ile oynamak, karıştırmak,
kesmesi vâcib olmaz. Orucunu tutmayıp sonra kaza etmesi
önündeki ufak taşları çevirmek mekrûhtur. Ancak secdeleri
caizdir. Ama rahat ise, orucunu tutmalıdır. Günâh bir iş için
yapmaya mâni olacak şekilde ise, bir defaya mahsûs olmak
sefere çıkan da misâfir olur. Bir beldede onbeş günden fazla
üzere eli ile düzeltebilir. Parmaklarını çıtlatamaz ve ellerini
kalmağa niyet ederse, orası vatan-ı ikâmeti olur ve farzları tam
koltuk altlarına sokamaz. Çünkü böyle yapmak elleri sünnet
kılar. Onbeş günden fazla kalmaya niyet etmeyip, yarın
üzere bağlamaya mânidir. Elbisesini giymeyip, başına veya
çıkarım, yarından sonra çıkarım diye senelerce kalsa yine
omuzu üzerine asmak, saçlarını başın arka kısmında
misâfir olur. Farzları iki kılar.) Misâfir, mukim İmâma uyarsa,
bağlamak, secdeye inerken elbisesini ve pantolonunu
onunla beraber dört rek’at kılar. Misâfir mukim olanlara İmâm
yukarıya doğru çekmek de mekrûhtur. Sağa sola iltifât
olursa, ikinci rek’atte oturunca selâm verir. Mukîm olanlar
etmemeli, bakmamalı, köpek oturuşu gibi oturmamalı, lisânı ile
kalkıp iki rek’at daha kılarlar. Misâfir olan kimse, mukim
ve eli ile selâma cevap vermemelidir, özürsüz olarak bağdaş
olanlara imâm olursa, namaza başlamadan evvel, “Ben
kurmamalıdır. Yememeli, içmemelidir. Namaz içinde iken
misâfirim, ikinci rek’atte selâm veririm, siz namazı dörde
abdesti bozulursa, hemen abdest almaya gider. Gelince
tamamlayınız” demesi müstehabdır. Seferde iken namazı
namazını tamamlar, İmâm ise, cemâatten birini yerine çekerek
kazaya kalan kimse, mukim olunca bu namazını iki rek’at
kendisi abdest almaya gider. Son iki hâlde, namazı tekrar
olarak kaza eder. Mukîm iken kazaya kalmış namazları,
etmek ya’nî baştan kılmak daha evlâdır. Namazda uyuyup
misâfir iken kaza etmek isteyen, yine dört rek’at olarak kılar.
ihtilâm olsa, guslünü ve abdestini tazeleyip, namazını tekrar
Mekke, Minâ, Arafat gibi başka başka yerlerde toplam onbeş
kılmalıdır. Namazda iken deli olsa, bayılsa veya kahkaha ile
gün kalmağa niyet eden de mukim olmaz.”
gülse, abdestini yeniden alıp, namazını tekrar kılmalıdır.
Kasden de olsa, unutarak da olsa, namaz içinde iken
konuşmak namazı bozar. Son oturuşta teşehhüdü okuduktan
sonra, selâmdan önce, abdesti bozulsa abdest alıp selâm
verir. Çünkü namazın sonunda selâm vermek vâcibdir ve bu
selâm abdestsiz olarak verilemez.”
Toprak mahsûllerinin zekâtını anlatırken buyuruyor ki:
“İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfe ( radıyallahü anh ) buyuruyor ki;
“Az olsun, çok olsun, odun, kamış ve otlar hâriç, yerden elde
edilen mahsûlün, nehir veya yağmur suyu ile sulandığı
takdîrde onda birini (veya kıymeti kadar altın veya gümüşü),
Misâfir namazı bahsinde buyuruyor ki:
müslüman fakirlere vermek farzdır ki, buna uşr denir.”
“Bir kimse, senenin kısa günlerinde, insan veya deve
Hayvan gücü ile veya dolap, (motor) ile sulanan yerlerdeki
yürüyüşü ile üç günde gidilecek yere gitmeği niyet ederek,
mahsûl elde edilince, uşr olarak, mahsûlün yirmide biri verilir,
bulunduğu yerin kenar evlerinin dışına çıkınca misâfir olur.
(ister onda bir, ister yirmide bir olsun, hayvan, tohum, âlet,
(Âlimlerin hepsi üç günlük yolu, fersah dedikleri, bir saatte
gübre, ilâç ve işçi masraflarını düşmeden evvel vermek
gidilen yolun uzunluğu ile bildirdiler. Bir kısmı, üç günlük yol
lâzımdır.)”
yirmibir fersahtır, dedi. Bir kısmı da, onsekiz, bir kısmı ise,
onbeş fersahtır, dedi. Fetvâ, ikinci söze göre, verilmiştir.
Âlimlerin bildirdikleri ölçülere göre hesâb edildiğinde bir fersah
5760 metre, bir günlük yol ya’nî 6 fersah, 34,56 km.dir. Üç
Yemîn bahsinde buyuruyor ki:
“Yemîn üç türlü olur”
günlük, ya’nî 18 fersahlık yolun uzunluğu ise, takriben yüzdört
1. Gamûs (günaha ve Cehenneme sokucu) yemîndir.
(103, 680 m.) kilometre olmaktadır.)
Geçmişdeki birşey için, bile bile yalan söyleyerek, yemîn
Seferîlik mesafesinde, denizde yürümeye i’tibâr olunmaz.
(Denizde, orta rüzgârlı havada giden yelkenlinin hızı esastır.)
Seferi olan kimse, dört rek’at olan farz namazları iki rek’at
kılar. (Mest üzerine, üç gün üç gece mesh edebilir. Kurban
etmektir. Büyük günahtır. Pişman olunca, tövbe, istiğfar edilir.
Keffâret verilmez.
2. Mün’akıde yemînidir, ileride yapacağım veya yapmıyacağım
diyerek yalan yere yemîndir. Bu da üç türlü olur. Üçünde de,
yemîni bozunca, keffâret vermek lâzımdır. Yemîni bozmadan
sabah doyurursa, onunu akşam da doyurması veya onuna
önce, keffâret verilmez.
sadaka-i fıtr kadar mal vermesi de lâzım olur. Fakirlerin
hepsini aynı günde doyurmak şart değildir. Sonraki günde,
3. Lagv (boş yere) yemîndir. Geçmiş birşey için zan ile, yanlış
evvelki gündekileri veya başkalarını doyurabilir. Bir fakire, on
yemîn etmekdir. Bunda, günah da, keffâret de yoktur.
gün, birer takım çamaşır vermek veya her gün iki defa yahut,
Üç yemînde de, unutarak, zorlanarak yemîn etmek veya
yemîni bozmak, bunları bilerek, isteyerek yapmak gibidir.
Yemîn, yalnız Allahü teâlânın isimleri ile olur. Başka şeylerle
müslüman yemîni olmaz. Allahü teâlânın isimleri ile yemîn, ya
harf ile veya kelime ile olur. İsmin başında (bi, tâ, ve)
harflerinden birisi söylenip. İsmin sonu esre okunursa yemîn
olur. Vallahi, Billahi, Tallahi gibi. Yemîn etmek âdet hâlini alan
ba’zı sıfatları ile de yemîn caizdir. Allahü teâlânın izzeti celâli,
kibriyâsı (kudreti veya azameti, rahmeti) için demek gibi.
Kur’ân-ı kerîm, Peygamberler (salevâtullahi aleyhim ecmaîn),
Kâ’be için diyerek yemîn olmaz. Allah için yemîn ediyorum
demek, yemîn olur. Allaha ahd ediyorum, Allaha misâk
ediyorum demek yemîn olur. Kasem ediyorum, half ediyorum,
yemîn ediyorum veya kasem, hafi, yemîn ederim demek yahut
eşhedü demek de yemîn olur. Ahdim olsun, nezrim olsun,
yemînim olsun demek yemîn olur.
Eğer bu işi yaparsan yahudi, yahut hıristiyan yahut kâfirsin
veya Allahsızsın gibi küfre sebeb olan herşey demek veya
bunları ........olacaksın veya ...........ol diye söylemek, hepsi
yemîn olur. Karşısındaki kimse, o işi yapınca, yemîn bozulur.
(Bunları yemîn niyeti ile söyledi ise yemîn eden keffâret verir.
Eğer karşısındakinin kâfir olmasını isteyerek söyledi ise,
yemîn eden kâfir olur. Çünkü, küfre râzı olan kâfir olur.
Müslümana kâfir diyen, kasd etmese de kâfir olur. Kendisine
kâfir diyene, (Efendim, buyur) gibi cevap veren kâfir olur.
Cevap vermemeli veya red etmelidir.)
Eğer bu işi yaparsan, Allahın gadabı ve la’neti sana olsun.
Yahut zinâ etmiş ol, (hırsız ol); şarap içmiş ol, faiz yemiş ol
yirmi gün birer defa doyurmak da olur. On fakire bir kere veya
bir fakire on gün, hergün bir kere yarım sa’ buğday veya un
veya ekmek, yahut bu değerde kumaş, havlu, mendil, çorap,
et, pirinç, çamaşır, terlik, ilâç veya din, fen, ahlâk kitabı gibi
başka mal, altın, gümüş vermek de olur. Bir fakire on günlüğü,
bir günde verirse, hepsi bir günlük olur. On fakirin herbirine bir
günde yüzlerce sa’ verilse, yine bir yemîn keffâreti olur. Ölü
için yapılan yemîn keffâretinde de böyledir. Doyurmak ve mal
vermek için başkasını vekîl etmek, sonra buna ödemek
caizdir.) Bu üçünden birini yapamıyan fakir, üç gün ardarda
oruç tutar. (Bu oruçlara gece niyet edilir.) Yemînini bozmadan
evvel keffâret verip sonra yemînini bozarsa, bu keffâret sahih
olmaz. Tekrar keffâret vermesi icâb eder. Yemîn keffaretini
gecikdirmek günahtır.
Namaz kılmamak, babasıyla konuşmamak veya bir kimseyi
öldürmek gibi haram işlemek, ibâdet yapmamak için yemîn
eden, bozar. Sonra, keffâret verir. Kendi malını haram ederek
yemîn etse, haram olmaz. Meselâ, şu elbisem haram olsun ki
dese, sözünü bozarsa, elbisesi haram olmaz. Fakat o elbiseyi
kullanınca keffâret vermesi lâzım olur.
Bir kimse nezr olunmak şartları bulunan bir şeyi yapmak
isteyerek nezr ederse nezr olur. Yapması vâcib olur. (Meselâ,
Allah için bir ay oruç tutmak nezrim olsun dese, yahut gayb
olan bir şeyi bulursam bir ay oruç nezrim olsun dese ve o şeyi
bulsa, oruç tutması vâcib olur. Keffâret vermekle kurtulamaz.
Nezri yapmak istemediği bir şarta bağlarsa, meselâ falancanın
çantasını çalarsam bir ay oruç nezrim olsun derse, çalmadan
oruç tutar veya yemîn keffâreti verir.)
demek yemîn değildir.
Yemîn ederken inşâallah derse, yemîn olmaz.
Yemîn keffâreti için, bir köle azâd eder, yahut, (zekât alması
Semâya çıkacağım veya şu taşı altın yapacağım diye yemîn
caiz olan, erkek veya kadın) on fakire, (bütün bedeni örtecek
edince, yapmadığı için hânis olup keffâret verir. (Çünkü fen
kadar) bir kat çamaşır verir veya aç olan on fakire birgün iki
bunu yapamıyor ise de, aklen olmıyacak şey değildirler.)
defa yemek yedirerek doyurur. (Bir günün ikinci defasında,
başkalarını doyurması caiz olmaz. Bunun için, yirmi fakiri
Nikâh bahsinde buyuruyor ki:
“Hür ve baliğ erkekle kadın, iki şâhid yanında evlenebildikleri
(Satılan veya fiat olarak verilen eşyanın birisi veya her ikisi
gibi, birinin veya ikisinin de vekîlleri bunların nikâhlarını
haram olursa bey’ fâsid olur (bozulur). Murdar olmuş et, kan,
yapabilir. (Vekîlinin müslüman ve akıllı olması lâzımdır.)
şarap veya domuzla yapılan alış-veriş böyledir.)
Haram ve helâl bahsinde buyuruyor ki:
Kabri anlatırken buyuruyor ki:
“İpek giymek erkeklere haram, kadınlara helâldir. (Bir erkek
“Kabir açılırken kıble tarafından, cesedin konması için lahd
dünyâda haram olan ipeği giyerse, âhırette ipek giymekten
denilen çukur açılır. Cesed bu çukur kısma koyulduğunda,
mahrûm edilir, İpek ise, Cennet elbisesidir. O hâlde bu
koyan zât, “Bismillâhi ve alâ milleti Resûlillah” der. Cesedin
günahtan temizlenmedikçe Cennete giremez demektir.
yüzünü kıbleye çevirir, düğümleri çözer ve kabir üzerine
Elbisede ve başlıkta dört parmak genişliğinde ipek veya altın
kerpiçleri dizer. Kabrin kiremit ve keresteler ile örtülmesi
şeritlerin bulunması caizdir. Şeritler uzun ve sayıları çok
mekrûhtur. Zarûret olursa caiz olur. Kamışlar ile örtülmesinde
olabilir.)
beis yoktur. Sonra kabir üzerine toprak örtülür. Kabir
tümseklenerek balık sırtı gibi yapılır, su tutacak şekilde
Kadın ve erkeğin altın ve gümüş kap ile yemesi, içmesi her
dümdüz yapılmaz.
türlü kullanması tahrîmen mekrûhdur. (Altın ve gümüş kaşık,
saat, kalem, abdest ibriği, bıçak, sandalye ve benzeri şeyleri
Doğumdan sonra, kendisinde canlı olmak alâmetleri (ağlamak,
kullanmaları da böyledir.
aksırmak gibi) görülen, ondan sonra ölen çocuk için isim
konur, yıkanıp kefenlenir ve cenâze namazı kılınır. Eğer hiçbir
Altın ve gümüş ibrikteki suyu ele döküp yüzü yıkamak caiz
canlılık alâmeti görülmemiş ise, ya’nî ölmüş hâlde doğarsa,
değildir. Mevlidde, gümüş kapdan avuca gül suyu serpip
temiz bir bez parçasına sarılır. Namazı kılınmaz, öylece
avuca, yüze ve elbiseye sürmek de, böyle caiz değildir.
defnedilir.”
Kadınların birbirlerine’görünmeleri, erkeklerin erkeklere
Şehidlik hakkında buyuruyor ki:
görünmeleri gibidir. (Müslüman kadınların, gayr-ı müslim ve
mürted kadınlara görünmeleri, erkeklere görünmeleri gibi
“Müşrikler tarafından öldürülen veya muharebe meydanında,
haramdır.)”
kendisinde yara olduğu hâlde ölüsü bulunan kimseler şehîddir.
Böyle şehid olanlar yıkanmaz, kefenlenmez. Üzerinde bulunan
Alış-veriş hakkında buyuruyor ki:
“(Bey’, satmak; şirâ, satın almak demektir. Dinde bey’, iki
kişinin mallarını râzı olarak, birbirlerine temlik etmeleri, ya’nî
seve seve değiştirmelerine denir ki, türkçesi satıştır; Bey’in
sahih olması için icâb ve kabûl ve malların karşılıklı verilmesi
lâzımdır. (Alıcı ve satıcıdan, râzı olduğunu hangisi önce
elbise kefeni olur. Namazı kılınır. Şehidin kanı yıkanmaz.
Elbisesi çıkarılmaz. Ancak üzerinde bulunan kürk, mest,
pamuklu elbise ve silâhı çıkarılır. Bundan sonra defnolunur.
İrtisastan, ya’nî, muharebe ânında yaralanıp, başka yere
naklolunduktan veya bir müddet geçtikten sonra vefât eden
şehidler yıkanır.”
söylerse, buna icâb denir. İkincisinin sözüne, kabûl denir.)
Vakıf bahsinde buyuruyor ki: “Vakıf sahih olduktan sonra
icâb ve kabûl, aldım, sattım şeklinde, mazi ya’nî geçmiş
satılması ve başkasına verilmesi caiz değildir. İmâm-ı Ebû
zaman şeklinde olmalıdır. İcâbdan sonra diğeri kabûl
Yûsuf’a göre taksim edilmemiş mal ise, ortak da taksimi
etmeden, birisi meclisten ayrılırsa bey’ bozulur. Peşin ve
isterse, taksim edilmesi sahih olur. Vakfeden kimse, şart etsin
veresiye alış-veriş caizdir. Veresiye mal satılınca, ödeme
veya etmesin, vakfedilen malın tamiri o maldan gelen kârla
gününün tesbit edilmesi mutlaka lâzımdır.
yapılır. Bir kimse, evini, çocuğunun oturması şartı ile vakfetse,
evin tamiri oturana âittir. Vakıf mallarının tamiri, içinde
oturmağa hakkı olanların malları ile yapılır. Yapamazlarsa,
hâkim bunları çıkarır. Vakıf mallarını kiraya verip, ücretleri ile
tamir ettirir. Sonra bunlara teslim eder. Eğer ihtiyâç olursa,
zekâsı, hafızası pek kuvvetli idi. Rivâyet edilir ki, âlimlerden
hâkim, vakıf malının, yıkılmış, harâb olmuş bina ve âletlerini
dinliyerek öğrendikleri şeylerin hiçbirini unutmamıştır.
satıp, parası ile yenisini alır veya diğer kısımların tamirini
yapar.”
Zühd sahibi dünyâya düşkün olmayan, çok kıymetli bir zât idi.
Devamlı ibâdet ve tâatla, ilim öğrenmek ve öğretmekle meşgûl
olurdu. Az yemek, az uyumak, az gülmek ve az konuşmak
kaidesine tam uygun yaşardı, ilimde derya misâli idi.
1) Mu’cem-ül-müellifîn cild-2, sh. 66
Câmi’ur-rumûz adındaki Nikâye Şerhi, Câmi’ul-mebâni
2) Târih-i Bağdâd cild-4, sh. 377
3) Vefeyât-ül-a’yân cild-1, sh. 78
adındaki Fıkh-ı Gîdânî şerhi ve Şerh-ı mukaddimet-üs-salât
kitapları meşhûr olup, bu kitaplarının hepsi fıkıh ilmine dâirdir.
4) El-Bidâye ven-nihâye cild-12, sh. 4
5) Şezerât-üz-zeheb cild-3, sh. 233
6) Miftâh-üs-se’âde cild-2, sh. 280
7) Tabakât-ül-fukahâ sh. 79
1) Esmâ-ül-müellifîn cild-2, sh. 244
2) Mu’cem-ül-müellifîn cild-9, sh. 179
3) El-A’lâm cild-7, sh. 11
4) İzâh-ül-meknûn cild-2, sh. 544
8) El-Fevâid-ül-behiyye sh. 30
9) Tam İlmihâl Se’âdet-i Ebediyye sh. 1030
5) Şezerât-üz-zeheb cild-8, sh. 300
6) Tam İlmihâl Se’âdet-i Ebediyye sh. 1030, 1098, 1101
10) Rehber Ansiklopedisi cild-10, sh. 310
KUHİSTÂNÎ (Muhammed bin Hüsâmeddîn)
Horasan’da bulunan Kuhistân beldesinde yetişen Hanefî
mezhebi fıkıh âlimlerinin büyüklerinden. Buhârâ müftîsi idi.
İsmi Muhammed bin Hüsâmeddîn el-Horasânî el-Kuhistânî
olup, lakabı Şemseddîn’dir. Kuhistânî ve Muhammed
Kuhistânî diye tanınır. Doğum târihi ve yeri bilinmemektedir.
962 (m. 1555) senesinde Buhârâ’da vefât etti. Hâl tercümesi
hakkında fazla ma’lûmât bulunmayan Kuhistânî’nin vefât târihi
950 (m. 1543), 953 (m. 1546) ve 962 (m. 1555) olarak değişik
şekilde bildirilmiş olup, 962 olması ihtimâli daha kuvvetlidir.
O zamanda bulunan büyük âlimlerin derslerinde yetişip
kemâle gelen Kuhistânî, Buhârâ müftîsi oldu. Bilhassa fıkıh
ilminde çok yüksek idi. Âlim, İmâm (o zamandaki âlimlerin
büyüğü, önderi) olup, başka ilimlerde de ihtisas sahibi idi. Aklı,
KURD EFENDİ (Muhammed bin Ömer)
Osmanlılar zamanında yetişen İslâm âlimlerinden ve tasavvuf
büyüklerinden. İsmi, Muhammed bin Ömer er-Rûmi olup, Kurd
Efendi diye meşhûrdur. Tasavvufta Halvetiyye yoluna mensûb
idi. Aslen Rumeli’de, Filibe’nin otuzaltı kilometre batısında,
Meriç nehri sahilinde ve demir yolu hattı üzerinde bulunan
meşhûr Tatar Pazarcığı kasabasındandır. Babası Helvacı
Ömer Efendi’dir. 931 (m. 1524) senesinde doğdu. 996 (m.
1588) senesi Şevval ayının altısında Tatar Pazarcığı’nda vefât
edip, babasının yanına defn olundu.
Meşhûr Sofyalı Bâlî Efendi’nin huzûr ve sohbetlerinde
bulunarak, zâhirî ve bâtınî ilimlerde yetişti. Yüksek âlimlerden
ve tasavvufta Halvetiyye yolunun büyüklerinden oldu. Bâlî
Efendi’nin talebelerinin en yükseklerinden ve halifelerinden idi.
Onun vefâtından sonra yerine geçip, Sofya tekkesinde
Kurd Efendi’nin kendisinde olduğu gibi, talebelerinde de,
talebelere ders vermeye başladı, İlimde ve tasavvuf yolunda
kerâmetler, harikulade hâller meydana gelirdi.
derecesi pek yüksek idi. Ders verdiği talebeler, ondan çok
istifâde ettiler.
Mübârek vücûdu, âleme rahmet, insanlara hidâyet rehberi idi.
981 (m. 1573) senesinde, İstanbul Kadırga’da, Sokullu
Bir ara, İstanbul’da Çarşamba semtinde, Fethiye’de bulunan
Mehmed Paşa’nın yaptırdığı zaviyede vazîfe aldı. İlim
Mehmed Ağa Câmii’nin yanındaki Halvetiyye tekkesine
âşıklarına, ilim ve feyz kaynağı olarak uzun müddet hizmet
yerleşen Muhammed Kurd Efendi, orada talebe yetiştirmeğe
etti.
devam etti. Buradaki vazîfesine devam ederken, Ebü’l-Feth
Câmii’nde ve zaviyesinin yanında bulunan Mehmed Ağa
Zigetvâr’ın fethinden sonra sınırlara çıkıp, Mustafa Paşa’ya
Câmii’nde Çarşamba ve Cum’a günleri va’z ederdi. Herkes
çok yardım etti. Budin’e gitti. Sınırdaki nice kaleler onun
akın akın gelirler, feyz kaynağı olan sohbetlerinden istifâde
bereketi, gayret ve himmeti ile feth olundu. Sınır beyleri,
etmeye çalışırlardı.
âmirler ve diğer insanlar onun sohbetlerinde bulunup, çok
istifâde ettiler. Dönüşte uğradığı bir beldede, şeyh
Kurd Muhammed Efendi, İstanbul’da bulunurken, 996 (m.
Muslihuddîn isminde evliyâ bir zât ile görüştü. Bir Cum’a günü
1588) senesinde, hocasının kabrini ziyâret için Sofya’ya gitti.
idi. Bir mecliste toplandılar ve sohbet ettiler. Bu sohbette
Kendisi ve yanında bulunanlar, Bâlî Efendi’nin kabrini ziyâret
bulunanlar, Kurd Muhammed Efendi bereketiyle öyle fâidelere
ederken, çok feyzlere, bereketlere kavuştular. Bundan sonra
kavuştular ki, o sohbette bulunanların çoğu, yüksek
akraba ziyâreti için Tatar Pınarcığı’na geldi. Orada hastalandı.
derecelere, ma’nevî olgunluklara kavuştular. O meclisin
Nakledilir ki, hastalığı şiddetlenip vefâtı yaklaştığında bile, hiç
bereketi, söylenilen sözlerin kalblere nasıl te’sîr ettiği, uzun
âh vah etmedi. Sabretti. Cenâb-ı Hakkın takdîrine tam râzı
zaman anlatılageldi.
olmuş hâlde idi. Orada; Şevval ayının altısında vefât etti.
Babasının yanına defn olundu.
Kurd Efendi; kâmil, faziletler sahibi, çok yüksek bir zât idi.
Talebelerinin yükseği ve kendisinden sonra halîfesi olan Emîr
Kurd Efendi nâmıyla meşhûr Muhammed bin Ömer (
Abdülkerîm Efendi, hocasının büyüklüğünü, üstünlüğünü,
radıyallahü anh ), kıymetli eserler de te’lîf etmiş olup, isimleri
derecesinin yüksekliğini anlatmak için şöyle söylerdi:
şöyledir: 1) Mürşid-ül-enâm ilâ dâr-is-selâm (Şir’at-ül-İslâm
“Mısır’da, Yemen’de bu kadar sene dolaştım, nice tasavvuf
kitabının şerhidir), 2) Tercüme-i şerh-ül-kâfiye lil-Câmi’, 3)
büyüklerinin sohbetlerine vâsıl olup, hizmetlerinde bulunmakla
Ta’bir-ur-ru’yâ, 4) Tefsîru sûret-ül-mülk, 5) Reyhân-ül-ervâh fî
şereflendim. Herbirinden ayrı fâide ve feyzlere kavuştum.
tercümet-ül-mirâh, 6) Şerhu mukaddimet-ül-Cezeriyye fit-
Ancak, Muhammed Kurd Efendi’ye vâsıl olmadıkça tam
tevhîd, 7) Âdâb-ı mülûk risâlesi, 8) İlmihâl, 9) Tercümân-ı
kemâle eremedim. Fenâ ne imiş, ancak ona kavuştuktan
Hidâye şerhi Bidâye, 10) Etvâr-ı seb’a risalesi, 11) Tercüme-i
sonra anlıyabildim.”
vikâye, 12) Şerhu neşr-ül-Cezerî (Kırâat ilmine dâirdir)!
Eserlerinin hiçbirisi basılamamıştır.
Zâhirî ve Bâtınî ilimlerde birçok talebenin olgunlaşıp kemâle
gelmesine vesile olan Kurd Efendi’nin çok talebesi vardı.
Herkes tarafından kendisine saygı ve i’tibâr gösterilirdi. Sultan
Üçüncü Murâd Hân ona çok hürmet ve iltifât ederdi. Çünkü,
dalâlette olan birçok kimsenin, hidâyete kavuşup doğru yola
gelmelerine vesile olduğunu biliyordu. Talebeleri de, her
tarafta insanları hak yoluna da’vet eder, doğru yolda
1) Mu’cem-ül-müellifîn cild-11, sh. 89
2) Esmâ-ül-müellifîn cild-2, sh. 259
3) Sicilli Osmânî cild-4, sh. 63
bulunmaya sevk ederlerdi. Bid’at ve sapıklıktan uzaklaşmayı,
ibâdet ve tâate devam etmeyi teşvik ederlerdi. Muhammed
4) Hadikat-ül-cevâmi’ cild-1, sh. 197
5) Osmanlı Müellifleri cild-1, sh. 145
Allâme İbn-i Ferhûn, Kurtubî tefsîrini şöyle anlatır: “Bu tefsîr,
en büyük ve fâideli tefsîrlerdendir. Kurtubî ( radıyallahü anh )
bu tefsîrinde, kıssa ve târihi hâdiseleri almadı. Onların yerine,
Kur’ân-ı kerîmin hükümlerini ve onların delîllerinden nasıl
çıkarıldığını bildirdi. Kur’ân-ı kerîmin kırâatlerini, i’râbını, nâsıh
ve mensûhlarını zikretti.
KURTUBÎ (Muhammed bin Ahmed)
Müfessirlerin (tefsîr âlimlerinin) büyüklerinden. İsmi,
Muhammed bin Ahmed bin Ebî Bekr bin Ferh Endülüsî’dir.
Künyesi Ebû Abdullah olup, Kurtubî diye bilinir. Doğum târihi
kesin bilinmemektedir. Mısır’da Münyet-i Benî-Hasîb’de
ikâmet etti ve 671 (m. 1272) târihinde vefât etti. Kurtubî,
Endülüslü Mâlikî âlimlerinin büyüklerindendir.
Kurtubî ( radıyallahü anh ) de tefsîrinin mukaddimesinde,
kendisini böyle bir tefsîr yazmaya sevkeden sebeb ile, bu
tefsîrinde ta’kib ettiği usûlünü şöyle anlatır: Kur’ân-ı kerîm,
gökdeki emînin (Cebrâil) yerdeki emîne (Resûlullaha) (
aleyhisselâm ) getirdiği mübârek ve mukaddes bir kitaptır. Dînî
ilimlerin temeli olduğu için, hayâtım boyunca Kur’ân-ı kerîmle
meşgûl olmayı, bütün gücümü ona sarfetmeyi istedim. Ve yine
istedim ki, yazacağım bu tefsîr, hem veciz olsun ve hem de
İbn-i Revvâc, İbn-i Cümmeyzî, Müslim hadîs kitabının bir
tefsîr ile ilgili nükteleri, lügatları, i’râb ve kırâatleri ihtivâ etsin.
kısmını şerh eden Ebû Abbâs Ahmed bin Ömer Kurtubî, Ebû
Akideleri bozuk olan bid’at sahiplerine ve doğru yoldan
Ali Hüseyn bin Muhammed bin Muhammed Bekrî ve
sapanlara gereken cevâbı versin. Hükümlerle alâkalı olarak
başkalarının derslerini dinledi. Oğlu Şihâbüddîn Ahmed ondan
pekçok hadîs-i şerîfleri, âyet-i kerîmelerin nüzûl (inme)
rivâyette bulundu.
sebeplerini, âyet-i kerîmelerin ma’nâlarını, âyet-i kerîmelerin
ma’nâları ile ilgili Selef-i sâlihînin sonra gelen ve onların izinde
Kurtubî, sâlih bir zâttı, ilmiyle amel eden bir âlimdi. Dünyâya
bulunan halefin (sonra gelen âlimlerin) açıklamalarını da
düşkün değildi. Kendisini ilgilendiren, âhırette saadetine vesile
kendisinde toplasın. Bu kitapta üzerinde durduğum bir husûs
olacak işlerle meşgûl olurdu. Zühdü çoktu. Haram ve haram
da, sözlerin sahiplerini bildirmek, hadîs-i şerîfleri de kim
olması muhtemel olan şüphelilerden sakınıp, mübahları lâzım
derlemiş ise, onları zikretmektir. Çünkü, denilmiştir ki: “İlmin
olduğu kadariyle kullanırdı. Umûmiyetle aynı elbisesiyle
bereketi, sözü sahibine nisbet etmek, onu bildirmektir.” Çok
dolaşırdı. Çoğunlukla vakitlerini ibâdet, Allahü teâlâya
defa fıkıh ve tefsîr kitaplarında hadîs-i şerîf mübhem (kapalı)
yalvarma ve kitap yazmakla geçirirdi.
olarak gelir. O hadîs-i şerîfi bildireni okuyan kimse bilemez.
Sâdece hadîs-i şerîf kitaplarına muttali olup, vukûfu olan
Zehebî ( radıyallahü anh ), Kurtubî ( radıyallahü anh ) için
kimseler bitir. Bu sebeble, hadîs ilimlerine dâir bilgisi olmıyan
şöyle der: “İlimde derya (deniz) gibi bir âlimdir. Pek kıymetli
kimse, bu hadîs-i şerîflerin, hadîs ilmine göre ne durumda
eserleri vardır. Eserleri, onun ilimdeki yüksekliğine,
olduğunu bilemez. Hadîs ilmi ise, gerçekten büyük bir ilimdir.
mes’elelere vâkıf olduğuna (iyi bildiğine) ve faziletinin
Bir hadîs-i şerîf, onu tahrîc eden, meşhûr ve güvenilir olan
yüksekliğine şâhiddir. Kurtubî hazretlerine, sizi takdîr etmiyen
İslâm âlimlerinden birisine nisbet edilmedikçe, o hadîs-i şerîf
insanlarla nasıl iyi geçiniyorsunuz? denildiğinde; “Onlardan
dinî hükümlerde delîl olarak getirilemez. Biz bu kitabımızda,
misk kokusu duyuyorum” cevâbını vermiştir.”
Allahü teâlânın izni ile hadîs-i şerîfleri bu yönden de ele
alacağız. Bu kitabımda, müfessirlerin tefsîrlerinde bildirdikleri
Kurtubî, tefsîr, hadîs-i şerîf ve hılâfiyyatta çok derin bir âlimdi.
Tefsîrinde rivâyet cihetine önem vermiş, dirayet bakımından
da muvaffakiyet göstermiştir. Bu tefsîrinin mukaddimesinde
(önsözünde) Kur’ân-ı kerîmin faziletlerine, kırâatlerine,
tefsîrine, i’câzına, derlenip toplanmasına ve başka husûslara
dâir bilgi vermiş, müfessirlerin derecelerini bildirmiştir.
kıssalardan, tarihçilerin bildirdikleri haberlerden sâdece lâzım
ve mes’eleyi açıklığa kavuşturmak için zikredilmesi zarurî
olanları aldım. Almadıklarımın yerine ahkâm âyetlerini
mes’elelerle açıkladım. Bir, iki veya daha fazla ma’nâ ifade
eden âyet-i kerîmelerin nüzûl sebeplerini, tefsîr ve hükümler
gibi husûslarını da bildirdim. Hüküm ile ilgili olmıyan âyet-i
kerîmelerin, sâdece tefsîr ve te’vilini bildirdim. Kur’ân-ı kerîmin
Tezkire bi umûr-il-âhıret adlı eserden ba’zı bölümler:
hükümlerini ve sünnet-i seniyyeyi ihtivâ ettiği için; bu kitabıma,
el-Câmi’u li ahkâm-il-Kur’ân ismini verdim.”
“Enes bin Mâlik’in ( radıyallahü anh ) rivâyet ettiği
hadîs-i şerîfte, Resûl-i ekrem ( aleyhisselâm );
Bu tefsîri okuyan kimse, Kurtubî’nin ( radıyallahü anh )
“Sizden biriniz, kendisine gelen herhangi bir
yukarıda bahsettiği ölçülere bihakkın riâyet ettiğini görür. O,
zarardan dolayı sakın ölümü istemesin. Eğer o,
âyet-i kerîmelerin nüzûl sebeplerine, kırâatlere temas etmiş
muhakkak ölümü istemek zorunda bulunursa; “Ya
âyet-i kerîmelerin i’râbları üzerinde durmuş garîb lafızları
Rabbî! Hakkımda ölmek hayırlı ise, beni öldür,
açıklamış, lügatleri ele almıştır. Diğer taraftan, bozuk i’tikâd
yok yaşamak hayırlı ise, beni yaşat” diye duâ
sahiplerinden olan, Mu’tezile ve Kaderiyye’ye, Eshâb-ı Kirâma
etsin” buyurdu.
dil uzatanlara, feylesoflara gerekli cevaplar vermiştir. İbn-i
Ferhûn’un dediği gibi, kıssaları toptan terketmemiş, bilakis
Resûlullah efendimiz ( aleyhisselâm ); “Âhırette
tefsîrinin mukaddimesinde de belirttiği gibi, kıssaların çoğunu
olacaklardan sizin bildiklerinizi hayvanlar
almamış, ancak ba’zı garîb kıssaları bildirmiştir.
bilselerdi, yemek için et bulamazdınız” buyurdu.
Kurtubî hazretleri bu kitabında, Selef-i sâlihînden, tefsîr ve
Ölüm hâli: Dünyâdaki ölümü yaklaştığı vakit,
hükümlerle ilgili çok nakiller yapmıştır. Naklettiği her sözün
insanın yanına dört melek gelir. Bunların biri,
sahibini de bildirmiştir. Bilhassa bu rivâyetleri ahkâm ile ilgili
rûhunu sağ ayağından ve biri sol ayağından, biri
kitaplar yazanlardan ve müfessirlerden nakil ile yapmıştır, İbn-i
sağ elinden, biri de sol elinden çekerler. Çok
Cerîr, Taberî, İbn-i Atiyye, İbn-i Arabî, Kiyâ el-Herâsî ve Ebû
defa, rûhu gargara hâline gelmezden evvel,
Bekr el-Cessâs (r.aleyhim) bunlardandır.
“Alemi melekûti”yi görmeye başlar. Melekleri,
yaptıkları işlerin hakîkatini, âlemlerinde durdukları
Kurtubî ( radıyallahü anh ) tefsîrinde, uzaktan ve yakından
hâl üzere görür. Eğer dili söyler ise, onların
âyet-i kerîme ile alâkası olan ihtilaflı mes’eleleri delîlleriyle
vücûdunu haber verir. Çok defa da, gördüğü
birlikte ortaya konduğu söylenebilir.
şeyleri şeytanın bir işi zan eder. Lisânı
tutuluncaya kadar hareketsiz kalır. Bu hâlde, yine
Kısaca söylemek gerekirse, Kurtubî, tefsîr ve onunla alâkalı
melâike rûhunu parmak uçlarından çekerler.
ilimlerde yükselmiş bir âlimdir. Kurtubî, sözlerinde,
Soluğu ise, sanki saka kırbasından su boşalır gibi
tenkidlerinde ve ilmî münâzaralarında da insaf ve adâlet
gırıl gırıl öter. Fâcirin rûhu da yaş keçeye takılmış
çerçevesinde hareket etmiştir.
olan diken çekilir gibi çıkarılır ki, bunu insanların
Eserleri: 1. El-Câmi’u li ahkâm-il-Kur’ân-il-kerîm,
2. Şerh-i Esmâ-il-hüsnâ, 3. Kitâb-üt-Tezkâr fî
efdal-il-ezkâr, 4. Kitâb-üt-tezkire bi umûr-il-âhıreti:
Kurtubî’nin bu eserini İmâm-ı Şa’rânî (
radıyallahü anh ) kısaltmıştır. 5. Kitabü Şerh-it-
en üstünü olan Peygamberimiz ( aleyhisselâm )
haber verdi. Ölüm hâlindeki fâcir kimse, karnını
diken ile dolu zan eder. Rûhunu da, sanki bir iğne
deliğinden çıkıyor ve gök yere bitişiyor ve kendisi
arasında kalıyor zanneder.
tekâssî, 6. Kitâbü Kamil-hırs biz-zühdî vel-
Rûh çekilip son bağı kopacağı zaman, kendisine
kanâati, 7. Et-Takrîb li kitâb-it-temhîd.
birçok fitneler ârız olur. Bu, o fitnelerdir ki, İblîs,
Kurtubî, tefsîrinde, Urve bin Zübeyr’den şöyle nakleder. “Ceza
veya bir farizayı ifâde eden âyet-i kerîmeler Medîne-i
münevverede, geçmiş ümmetlerin durumları ve azâb ile
alâkalı âyet-i kerîmeler Mekke-i mükerreme’de nâzil olmuştur.”
yardımcılarını özellikle o kimseye musallat eder.
O hâlde iken, o insana gelirler ve onun anası,
babası, kardeşi, kızkardeşi ve sevdiği
kimselerden vefât etmiş olanlar sûretinde
görünürler ve ona derler ki: “Ey filan! Sen
ölüyorsun. Biz, bu hâlde seni geçtik. Sen yahudi
dîninde olarak öl. Bu din, Allah indinde makbûl
Bunun için Fahr-i âlem ( aleyhisselâm );
olan hak dindir.” Eğer bunların sözlerine
“Mevtanıza şehâdeteyn-i kelimeteyn ki, “Lâ ilahe
aldanmaz, dinlemez ise, yanından giderler.
illallah Muhammedün Resûlullah”dır. Bu kelimeyi
Başkaları gelip, derler ki: “Sen Nasrânî
telkin ediniz!” buyurmuştur, ölüm hâlinde olanın
(Hıristiyan) olarak öl! Zira o din, Mesih’in ya’nî Îsâ
yanında çok söz söylemekten de nehy
aleyhisselâmın dînidir ki, Mûsâ aleyhisselâmın
buyurmuştur. Zîrâ o zaman insan, şiddetli sıkıntı
dînini nesh etmiştir.” Böylece, her milletin dinlerini
içindedir.
ona söylerler. O zamanda cenâb-ı Hakkın
şaşırmasını dilediği kimse şaşırır, işte bu; “Ey
İmâm-ı Ahmed’in oğlu Abdullah şöyle anlatır: “Babam, vefât
bizim Rabbimiz! Dünyada iken bize îmân verdiğin
edeceği zaman yaklaştığında bayıldı. Benim elimde ise,
gibi, ölürken de kalblerimizi şaşırtma” meâlindeki
çenesini bağlamak için bir kumaş parçası vardı. Sonra babam
Âl-i İmrân sûresinin sekizinci âyet-i kerîmesinin
ayılınca babam; “Hayır, defol, defol” diye bağırdı. Ve bunu
haber verdiği hâldir.
tekrar tekrar söyledi. Ben de ona; “Ey Babam! Sen bu söz ile
neyi kastettin?” diye sordum. Babam da; “Şeytan karşımda
Bu konu ile ilgili bir kıssa şöyledir: “Zamanın birinde yaşıyan
dikilip, bana karşı parmak uçlarını ısırarak; “Yâ Ahmed!” diye
bir râhib, sara hastalığına yakalanan kimseleri tedâvi
fitne vermek istiyordu. Ben de onu kovaladım” dedi.
ediyordu. Rahibin eliyle mesh edip dokunduğu kimse, Allahü
teâlânın izni ile şifâ buluyordu. Birgün zamanın hükümdarının
İmâm Ebû Ca’fer-i Kurtubî’nin ölüm zamanı yaklaşınca,
kızı hastalandı. Bunun üzerine hükümdâr, kızını o rahibin
kendisine “La ilahe illallah” diye telkinde bulundular. Ebû
bulunduğu manastıra gönderdi. Kız manastırda tedâvi olurken,
Ca’fer de; “Hayır” diyordu. Nihâyet ayıldığı zaman, kendisine
mel’ûn şeytan gelerek rahibe; “Sen bu kızla zinâ et. Çünkü bu
niye hayır dediği soruldu. O da; “Sağ yanıma ve sol yanıma iki
kız şuurunu kaybetmiş” diye vesvese vererek, rahibi zinâya
şeytan geldi. Onlardan birisi; “Sen yahudi olarak öl. Zîrâ o,
sürükledi. Muradına kavuşan şeytan, daha sonra rahibe yine;
dinlerin en hayırlısıdır” diyordu, öbürü ise; “Sen Hıristiyan
“Senin yaptığın bu çirkin işin kız farkına vardı. Halkın arasında
olarak öl. Zîrâ Hıristiyanlık, dinlerin hayırlısıdır” diyordu. Ben
seni rezîl ve rüsvâ etmesinden korkulur. En iyisi sen kızı öldür
de onlara; “Hayır, hayır, bunu bana siz söylüyorsunuz” dedim”
ve şu kum yığınlarının içine gömü ver. Hükümdârın adamları
diye anlattı.
gelince onlara; “Hükümdârın kızı iyileşti ve gitti” dersin” diye
ta’limât verdi. Râhib, şeytanın isteklerini yeise kapılarak yerine
getirdi. Kızı öldürüp, şeytanın gösterdiği kum yığınının içine
gömdü. Bu arada şeytân, hemen hükümdârın yanına giderek,
durum böyle böyle oldu. Râhib, kızın iyileşip gitti derse, ona
inanma oradaki kum yığınını kazdır. Kızının cesedini bulursun,
dedi. Hükümdâr şeytanın dediklerini yapınca, kızının cesediyle
karşılaştı. Rahibin öldürülmesi için emir verdi. Tam râhib idâm
Eğer ölünün ağızından tükürüğü akmış, dudağı sarkmış, yüzü
kararmış, gözü dönmüş ise, bilmiş ol ki, o şakidir. Âhıretteki
şekâvetini görmüştür.
Eğer görür isen ki, ağızı açık, sanki gülüyor, yüzü gülümsüyor,
gözü dahî kırpık gibidir. Bilmiş ol ki, o kimse âhırette
kavuşacağı sürûr ile müjde olunmuştur.
edileceği sırada, şeytan onun yanına gelerek; “Ey Râhib!
Melekler, bu rûhu Cennet ipeklerinden bir ipeğe sararlar. O
Bana secde edersen seni bu durumdan kurtarırım” dedi.
Saîd olan kimsenin rûhu, bal arısı kadar insan şeklindedir.
Râhib onun sözlerine kanarak şeytana secde etti. Şeytan onu
Aklından ve ilminden hiçbir şey gayb etmemiştir. Dünyâda ne
kurtaramıyarak, bırakıp gitti. Râhib de kâfir olarak idâm edildi.”
yapmış ise, hepsini bilir. O melekler, bu rûhla beraber semâya
Ölmek üzere olan kimsenin his duygularından en
son kaybedeceği şey işitmesidir. Zîrâ rûh kalbden
ayrıldığı vakit, yalnız görmesi bozulur. Fakat
işitmek, rûh kabz oluncaya kadar kaybolmaz.
doğru uçarak yükselirler. Bu yükselmeyi ba’zı ölü bilir, ba’zı
ölü ise bilmez. Böylece, önceki geçmiş Peygamberlerin
“aleyhimüsselâm” ümmetlerini ve yeni ölmüş olanları, bir yere
yayılmış olan çekirgeler gibi görerek geçerler ve birinci kat
semâ olan dünyâ semâsına varırlar.
Bu meleklerin başında olan Cebrâil (aleyhisselâm), dünyâ
güzel rûha merhabalar olsun” denir. Sonra meleklerden bir
semâsına çıkar. Kimsin? diye sorulur. Ben Cebrâilim,
cemâate uğrarlar ki, hepsi onu Cennet ile müjdeleyip, onunla
yanımdaki de filandır, diyerek o kimsenin güzel ve sevdiği
müsâfeha ederler.
isimleri ile haber verir.
Sonra “Sidret-ül-müntehâ”ya kadar giderler. Yine, “Kimdir?”
Dünyâ semâsının bekçileri olan melekler, “Bu ne iyi bir
diye sorulunca, öncekiler gibi cevap verir. “Hoş, sefâ geldi.
kimsedir ki, i’tikâdı, inancı güzel idi. Ve hiç şüphesi yok idi”
Her iyiliğini Allahü teâlânın rızâsı için yapan zâta merhaba”
derler.
denir. Bundan sonra ateş tabakasından geçer. Sonra nûr,
zulmet, su ve kar tabakalarından geçer. Sonra soğuk denizine
Bundan sonra ikinci kat semâya çıkarlar. Kimsin? denir.
uğrar ve geçerler. Her tabakanın birbirine uzaklığı bin senelik
Cebrâil (aleyhisselâm) birinci kat semâdaki meleklere
yoldur.
söylediği sözünü tekrar eder. İkinci kat semâdaki melekler, o
sâlih rûha; “Hoş geldi, sefâ geldi Dünyâda iken namazlarını
Sonra Arş-ur-Rahmân üzerine örtülmüş olan perdeler açılır ki,
bütün farzlarına riâyet ederek eda ederdi” derler.
seksenbin perdedir. Her perdede seksenbin şerefe vardır. Her
şerefede bin kamer ya’nî ay vardır ki, Allahü teâlâyı tehlîl ve
Sonra geçer, üçüncü kat semâya ulaşırlar. Kimsin? denir.
tesbih ederler. Onlardan bir kamer dünyâda görünce, nûru
Cebrâil (aleyhisselâm), daha önce söylediklerini tekrar eder.
âlemi yakar ve herkes Allahü teâlâdan başka olarak ona
Bunun üzerine “Malının hakkını muhafaza edip, zekâtını,
ibâdet ederdi. Bu zamanda perde arkasından bir münâdi nidâ
tarladan aldığı mahsûlün uşrunu emir olunan kimselere seve
eder ki; “Bu getirdiğiniz rûh kimindir?” Cebrâil (aleyhisselâm);
seve verip, hiç esirgemeyen bu zât, hoş ve sefâ geldi” denir.
“Filan oğlu filandır” der. Allahü teâlâ; “Bunu yakınlaştırın. Ve
Oradan da geçerler.
sen ne güzel kulumsun” buyurur. Allahü teâlânın huzûr-i
Dördüncü kat semâya varırlar. Kimsin? denir. Daha önce
söylediği gibi cevap verir. “Dünyâda, Ramazan orucunu tutup
da, orucu bozan şeylerden ve yabancı kadınlarla görüşmekten
ma’neviyye-i ilâhiyyesinde durduğu vakit, ba’zı levm-ü itâb
(azarlamak) ile Hak teâlâ onu utandırır. Hattâ o kul zan eder
ki, hakîkaten helak oldu. Sonra cenâb-ı Hak onu affeder.
ve haram yemekten kendini muhafaza eden kimse hoş ve
Fâcirin ya’nî kâfirin rûhu sert olarak, şiddet ile
sefâ geldi” denir.
alınır ve yüzü Ebû Cehl karpuzu gibi olur.
Sonra geçerler. Beşinci kat semâya varırlar. Kimsin? denir.
Daha önce söylediği gibi cevap verir. “Farz olduğu zaman
haccını riyasız ve Allahü teâlâ için eda eden kimse hoş ve
sefâ geldi” denir.
Sonra geçerler. Altıncı kat semâya varırlar. Kimsin? denir.
Evvelce vermiş olduğu cevâbı verir. “Seher vakitlerinde çok
istiğfar eden, gizli çok sadaka veren ve yetimlere yardım eden
zât, hoş ve sefâ geldi” denir.
Melekler ona hitaben; “Ey habis olan rûh! Habis
olan cesedden çık!” derler. O da merkeb gibi
bağırır. Rûhu çıkınca, Azrail (aleyhisselâm) onu,
yüzü gayet çirkin ve siyah elbiseli ve fenâ kokulu
zebanîlere (ya’nî azâb yapan meleklere) teslim
eder ki, ellerinde yünden yapılmış, eski kilim
parçası gibi bir bez vardır. O rûhu buna sararlar.
Bu zamanda rûhu, çekirge kadar insan şekline
çevrilir. Bunun sebebi; kâfirin cesedi, âhırette
mü’minin cisminden büyük olur. Hadîs-i şerîfte;
Oradan da geçerek, “Surâdikât-ı celâl” denilen celâl
“Cehennemde kâfirin bir azı dişi, Uhud dağı
perdelerinin bulunduğu bir makama varırlar. Kimsin? diye
kadardır” buyuruldu.
sorulunca, öncekiler gibi cevap verir. Yine; “Hoş ve sefâ geldi.
Çok istiğfar edip, (Çoluk çocuğuna ve sözü geçenlere) emri
ma’rûf yapan, Allahü teâlânın dinini, O’nun kullarına öğreten,
miskinlere (ve darda kalanlara) yardım eden sâlih kula ve
Cebrâil (aleyhisselâm) bu kötü rûhu yükseltir ve dünyâ
semâsına ulaşırlar. Sen kimsin? denir. Ben Cebrâilim der.
Yanındaki kimdir? denir. Filan oğlu filan diye, kötü, çirkin ve
dünyâda sevmediği fenâ isimleriyle onu zikreder. Onun için
gök ve semâ kapısı açılmaz ve deve iğne deliğinden
gibi yazar. Bundan sonra melek, o yazdığı kefen
geçmedikçe, bu gibi kimseler Cennete girmezler denir.
parçasını dürer. O ölünün boynuna asar.”
Bundan sonra Resûlullah ( aleyhisselâm )
Cebrâil (aleyhisselâm) bu sözü işitince, onu
efendimiz; “Her insanın yaptığı işleri gösteren
elinden bırakıverir. Rüzgâr onu uzaklara sürükler,
sâhîfelerîni, biz boynunda kıldık” meâlindeki İsrâ
işte bu, Hac sûresinin otuzbirinci, “Allahü teâlâya
sûresinin onüçüncü âyet-i kerîmesini okudular.
ortak koşan kimse şuna benzer ki, gökten düşüp,
kendini ya kuşlar kapışır. Yahut rüzgâr onu uzak
Sonra gayet korkunç iki melek gelir, İnsan şeklinde görünürler.
bir yere atar da orada helak olur” meâl-i
Yüzleri gayet siyah olup, dişleriyle yeri yararlar. Başlarının
şerîfindeki âyet-i kerîmenin ma’nâsıdır. O kimse
tüyleri yeryüzüne sarkmış görünür. Sözleri gök gürler gibi,
yere düşünce, bir zebanî onu alıp Siccîne
gözleri şimşek çakar gibidir. Nefesleri de, şiddet ile esen
götürür. Siccîn, yerin altında veya Cehennemin
rüzgâr gibidir. Herbirinin demir kamçıları vardır ki, insanlar ve
dibinde büyük bir taştır ki, kâfir ve fâsıkların rûhu
cinler bir araya gelseler, yerden kaldıramazlar. Dağlardan
oraya götürülür.
daha büyük ve ağırdır. Bir kerre bir kimseye vurursa mâzallah
parça parça eder. Rûh, bunları görünce hemen kaçar, ölünün
Rûh cesede geri döndürüldüğü zaman, cesedi yıkanırken
burnundan göğsüne girerler. Göğsünden yukarısı dirilir,
yanında bulunur ve başı ucunda gasli bitinceye, kadar durur.
öleceği zamandaki hâli gibi olur. Hareket etmeğe kadir
Allahü teâlâ iyiliğini istediği kimsenin gözünden perdeyi kaldırır
olamaz. Fakat ne söylenirse onu işitir ve görür. Bunlar, ona
ve o kimse ölünün rûhunu dünyâdaki insan sûretinde görür.
şiddet ile suâl ederler, Cefâ ederek onu üzerler. Toprak ona
Bir zât, oğlunu yıkarken, onun başı ucunda olduğunu gördü.
su gibi olmuştur. Ne vakit kımıldarsa, yer açılıp bir boşluk olur.
Kendisine korku gelip, gördüğü taraftan başka tarafa geçti.
Kefenine sarılıncaya kadar bu hâli gördü. Kefene sarılınca, o
Bu iki melek; “Rabbin kimdir? Dinin nedir? Peygamberin
şahsın rûhu kefene geri döndü. Na’ş, ya’nî tabut içine koyunca
kimdir? Kıblen neresidir?” gibi suâl sorarlar. Allahü teâlâ kimi
da rûhu görenler oldu. Nitekim sâlihlerden birçok kimseden
muvaffak eder ve kimin kalbine hak sözü yerleşdirirse, der ki:
rivâyet olundu ki, na’ş üzerinde iken filan nerededir, rûh
“Sizi vekîl ederek bana kim gönderdi ise, Rabbim O’dur.
nerededir? diye ses işitildi. Kefen, göğüs tarafından iki yahut
Benim Rabbim Allah, Peygamberim Muhammed
üç kere hareket eyledi.
aleyhisselâm, dinim Dîn-i İslâmdır.” Buna ancak, ilmi ile âmil
olan, hayırlı âlimler böyle cevap verir.
İbn-i Mes’ûd’dan ( radıyallahü anh ) rivâyet
olundu ki; “Yâ Resûlallah, ölü kabre konduğu
O zaman bunlar da der ki: “Doğru söyledi Delîlini getirdi. Bizim
vakit, ilk karşılaştığı şey nedir?” diye sordum.
elimizden kurtuldu.” Bundan sonra onun üzerine kabrini büyük
Peygamberimiz ( aleyhisselâm ) buyurdu ki: “Yâ
bir kubbe gibi yaparlar. Onun için sağ tarafına iki kapı açarlar.
İbn-i Mes’ûd! Bunu bana senden başka kimse
Sonra da kabrini güzel kokulu fesleğenlerle döşerler. Cennet
sormadı. Ancak sen sordun, ölü kabre konulduğu
kokuları, o meyyitin üzerine gelir. Dünyâda yapdığı güzel
vakit, önce bir melek seslenir. O meleğin ismi
amelleri, en sevdiği dostu sûretinde gelip, onu eğlendirir ve
Rûmân’dır. Kabirlerin arasına girer. Der ki: “Yâ
ona güzel haberler söyler. Kabri nûr ile dolar. Kıyâmet
Abdellah! Amelini yaz!” O kimse der ki: “Benim
kopuncaya kadar kabrinde neş’eli ve sevinçli olur. O kimseye,
burada ne kalemim ne kâğıdım var. Ne
kıyâmet kopmasından daha sevgili birşey olmaz. İlmi ve ameli
yazayım?” O melek der ki: “Bu sözün kabûl
az olan, ilimden ve melekût esrârından haberi olmıyan
edilmez. Senin kefenin kâğıdındır. Tükrüğün
mü’minlerin derecesi bundan aşağıdır ki, onun yanına,
mürekkebindir. Parmakların kalemindir.” Melek,
Rûmân’dan sonra güzel sûrette ve güzel kokulu ve güzel
kefeninden bir parça kesip verir. O kul dünyâda
elbiseli olarak ameli gelir. “Beni bilmez misin?” der. O da der
her ne kadar yazı yazmak bilmese de, orada,
ki: “Sen kimsin ki, Allahü teâlâ seni, benim şu garîb olduğum
sevâbını ve günâhını adetâ o bir günde işlemiş
zamanda bana ihsân eyledi” O da; “Ben, senin sâlih işlerinim.
Korkma, mahzûn olma! Biraz sonra Münker ve Nekîr melekleri
Ba’zı kimse de, Peygamberim Muhammed aleyhisselâmdır
gelirler ve sana suâl ederler. Onlardan korkma” der.
diyemez. Zira bu kimse, dünyâda sünnet-i nebeviyyeyi (Ya’nî
İslâmiyetin emirlerini ve yasaklarını) unutmuş idi. Zamana,
Bundan sonra suâl meleklerine söyleyeceği şeyleri öğretirken,
modaya uymuş idi. Çocuklarına Kur’ân-ı kerîm okutmamış,
Münker ve Nekir melekleri gelir. Onu oturturlar. Ona; “Men
Allahü teâlânın emirlerini, yasaklarını öğretmemiş idi.
Rabbüke?”, ya’nî Rabbin kimdir? derler. O da evvelki söylediği
gibi söyler, “Rabbim Allahdır. Peygamberim Muhammed
Ba’zı kimse kıblem Kâ’be-i şerîf diyemez. Zira, namaz kılmak
aleyhisselâm, imamım Kur’ân-ı kerîm, kıblem Kâ’be-i şerîf ve
için kıbleye az yönelmiş, yahut abdestinde fesâd bulunurmuş,
babam İbrâhim aleyhisselâmdır ki, onun milleti benim
yahut namazında başka şeylere iltifât eder, dünyâ işleri ile
milletimdir” der. Onun dili hiç tutulmaz. Onlar da; “Doğru
meşgûl olurmuş, yahut rükû’unda ve secdelerinde noksanlık
söyledin” derler, önceki melekler gibi mu’amele ederler. Fakat
olup, ta’dîl-i erkâna riâyet etmezmiş.
onun için, sol tarafından Cehennemden bir kapı açarlar.
Cehennemin yılan, akrep, zincir, sıcak suyu ve zakkumu,
Fâcire, ya’nî kâfir olanlara, Münker ve Nekîr melekleri; “Men
velhâsıl ne varsa hepsini görür. O kimse, bunun üzerine
Rabbüke?” dedikleri vakit, “Lâ-edrî”, ya’nî “Ben bilmem” der.
pekçok feryâd eder. Ona; “Korkma, buranın dehşeti sana bir
Onlar da bilmedin ve hatırlamadın derler.
zarar vermez. Burası senin Cehennemdeki yerindir ki, Allahü
teâlâ bunu senin Cennette olan yerinle değiştirdi. Uyu, sen
sa’îdsin” derler. Sonra onun üzerine Cehennem kapısı
kapanır. Aylarca, senelerce geçen zamanı bilmez, öylece
kalır.
Birçok kimsenin, ölürken dili tutulur. Eğer i’tikâdı bozuk olursa,
(Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdiklerine uygun olarak inanmadı,
bid’at ehline uydu ise), “Rabbim Allah” diyemez. Başka söz
söylemeğe başlar. Melekler bir kere vururlar, kabri ateşle
dolar. Sonra söner. Birkaç gün sönük olarak durur. Sonra yine
kabirde, onun üzerinde ateş hâsıl olur. Kıyâmet kopuncaya
kadar, bu hâl devam eder. Birçok kimse dahi, “Dinim İslâmdır”
diyemez. Bunlar, ya şüphe üzre vefât etmişlerdir. Yahut vefât
ederken kendisine fitnelerden bir fitne ârız olmuştur. (Ehl-i
Sonra onu demirden kamçı ile döverler. Tâ ki, yedinci kat yerin
altına girer. Sonra yer silkelenir. Yine kabrine çıkar. Böyle yedi
defa döverler. Sonra da, bunların hâlleri başka başka olur.
Ba’zısının ameli köpek şekline çevrilip kıyâmete kadar onu
ısırır.
Bunlar, kıyâmet ve islâmiyetin bildirdiği hususlarda şüphe
edenlerdir. Kabirde bulunanların karşılaşacakları hâller çeşit
çeşittir. Bu azâbın aslı şöyledir ki, bir insan dünyâda en çok
neden korkarsa, kabirde onunla azâb olunur.
Meselâ, ba’zı insanlar, yırtıcı hayvan yavrusundan çok korkar.
İnsanların tabî’atleri bunda muhtelifdir. Allahü teâlâdan
selâmet ve nedametden evvel mağfiret isteriz.
sünnet olmıyan kimselerin sözlerine, yazılarına aldanmıştır.)
A’rabî’den biri, rivâyet eder ki, oğluma; “Allahü
Buna bir kerre vururlar. Kabri, yukarıda denildiği gibi ateşle
teâlâ sana ne mu’âmele etdi?” diye sordum.
dolar.
“Zararım yok, lâkin filân fâsıkın yanına defn
Ba’zı kimseler (El-Kur’ânü İmâmî) ya’nî Kur’ân-ı kerîm
İmâmımdır diyemezler. Çünkü bunlar, Kur’ân-ı kerîmi okurlar,
fakat ondan nasihat almazlardı ve Kur’ân-ı kerîmde olan
emirlerle amel etmezler ve nehy ettiği şeylerden
kaçınmazlardı. Bunlara da, öncekilere yaptıkları gibi yaparlar.
Ba’zı kimsenin de ameli korkunç şekil alır. Kabrinde günâhları
kadar azâb olunur. Ahbârda vârid oldu ki, “Ba’zı insanların
ameli, hunût şekline çevrilir.” Hunût, hınzır yavrusuna derler.
olunduğumdan, ona olunan azaplardan kalbime
korku giriyor” dedi. Çok defa haber verilen, bunlar
gibi hikayelerden açıkça anlaşılan şudur ki: Kabir
ehli, kabirlerinde azap çekerler. Onun için,
Peygamberimiz ( aleyhisselâm ) ölünün
kemiklerini kırmakdan nehy buyurmuşlar ve bir
kimseyi, kabrin bir tarafında oturduğunu
gördüklerinde; “Mevtaya kabirlerinde eza
etmeyiniz” ve “Diri kimseler evlerinde nasıl elemi
ve azâbı duyar ve his ederlerse, mevta da
kabrinde Öylece elem ve azâbı duyar, his eder”
a’lâdan makâm-ı ehâdiyyete kadar, düşünen ve
buyurmuştur.
görünen bir nefis yoktur. Zira cenâb-ı Hak, hûrî
ve gılmânın da Cennetlerinde rûhlarını kabz
Resûlullah ( aleyhisselâm ); “Sizlerden biriniz,
etmiştir.
dünyâda bildiğiniz bir ölmüş kimsenin kabrine
uğrayıp da, selâm verince, o mû’min sizi tanır ve
İnsanlar kabirlerinden ve yanıp kül oldukları,
selâmınıza cevap verir” buyurdu.
çürüdükleri yerlerden kalkdıkları vakit görürler ki;
dağlar, atılmış pamuk gibi, denizler susuz kalmış,
Allahü teâlâ, Sûr üfürüldükden sonra, kıyâmetin kopmasını
yer ise, kendisinde ne eğrilik, ne de yükseklik var.
murâd buyurduğu vakit, dağlar uçar, bulutlar gibi yürümeğe
Hepsi dümdüz olmuş, bir kâğıd sahîfesi gibi
başlar. Denizlerin ba’zısı ba’zısına taşar, güneşin nûru giderek
görünür, işte insanlar, kabrlerinin üzerine
simsiyah olur. Dağlar toz hâline gelir. Alemler birbirine girer.
oturduktan vakit, üryan olarak, her tarafa hayret
Yıldızlar, dizili incinin kopup dağıldığı gibi olur. Gökler, gülyağı
ve düşünceli bir şekilde bakarlar. Nitekim, hazret-
gibi erir ve değirmen döner gibi deveran eder ki, şiddetli bir
i Peygamber ( aleyhisselâm ) sahih olan hadîste:
şekilde hareket eder. Ba’zı kerre toplanır, ba’zı kerre de
“İnsanlar her biri elbisesiz olup, hepsi çıplak ve
dümdüz olur. Allahü teâlâ, göklerin parça parça olmasını
sünnetsiz oldukları hâlde haşr olunurlar” buyurur.
emreder. Yedi kat yerde ve yedi kat gökte ve kürsî’de diri
Fakat gurbette elbisesiz olarak vefât etti ise,
olarak kimse kalmaz. Her canlı vefât etmiş olur ve eğer rûhanî
onlara Cennetden elbise getirilir ve giydirilir.
ise, rûhu gitmiş olur. Allahü teâlânın varlığına ve birliğine
Şehîdlerin ve sünnet-i seniyyeye (ya’nî ahkâm-ı
inanan her türlü varlık ölür. Yerde taş taş üstünde kalmaz.
İslâmiyyeye) tutunup vefât etmiş olanların iğne
Göklerde hiç canlı kalmaz.
deliği kadar elbisesiz yeri kalmaz. Zîrâ
Allahü teâlâ, ilâhlık makamında tecellî buyurup
der ki: “Ey alçak dünyâ! Senin içinde rablık
da’vâsı edenler ve ahmakların rab tanıdıkları
âcizler nerededir ve senin güzellik ve letâfetinle
aldatdığın ve âhıreti unutdurduğun kimseler
nerededir?” Bundan sonra kahr, yok edici kuvveti
ve hikmeti ile iftihar eder. Sonra, Mû’min
sûresinde meâlen buyurulduğu gibi; “Mülk
Peygamberimiz ( aleyhisselâm ), “Ey ümmetim ve
Eshâbım! Siz, ölülerinizin kefeninde mübalağa
ediniz! Zîrâ, benim ümmetim kefenleriyle haşr
olunurlar. Hâlbuki sâir ümmetler çıplaktırlar”
buyurdu. Bu hadîs-i şerîfi Ebû Süfyân (
radıyallahü anh ) rivâyet eyledi. Yine
Peygamberimiz ( aleyhisselâm ) buyurmuştur ki:
“Ölüler, kefenleri ile haşr olunur.”
kimindir?” der. Hiç kimse cevap vermez. Kahhâr
Herkes kabri üzerine çıkıp, ba’zısı çıplak, ba’zısı siyah, ba’zısı
olan Allahü teâlâ, kendi kendine meâlen; “Vâhid
beyaz elbiseli, ba’zısı da nûr saçar bir hâlde oturur. Her biri
ve kahhâr olan cenâb-ı Allahındır” buyurur. Sonra
başlarını eğmiş olarak, ne yapacağını bilmiyerek, bin sene
meâlen; “Ben azîmüşşân, Melik-i deyyânım (ya’nî
kadar dururlar. Sonra magribden bir ateş zuhur eder -ki, onun
kıyâmet gününün tek hâkimi ve sahibiyim). Benim
gürültüsüyle halk mahşere sürülür. Bu zamanda her mahlûk
verdiğim rızkı yiyip de, bana ortak koşanlar ve
dehşete düşer, insan olsun, cin olsun, vahşî hayvanlar olsun,
benden gayrı putlara ibâdet edenler nerededirler?
her birini kendi ameli alıp, kalk mahşere git, der.
Şol kimseler ki, benim verdiğim rızk ile
kuvvetlenip de asî olurlar. Cebbar ve zâlimler
Ameli güzel olan kimsenin ameli, eşek, ba’zısının da katır
nerededirler? Kibirlenen ve öğünenler
sûretinde görünür. Amel sahibini üzerine alıp, mahşere
nerededirler? Şimdi mülk kimindir?” buyurur.
götürür. Ba’zısının da, koç şeklinde görünür. Ba’zı kerre amel,
Buna cevap verecek kimse bulunmaz. Hak
sahibini üzerine alır götürür, ba’zan da bırakır. Her mü’minin
sübhânehü ve teâlâ, murâd etdiği bir zaman
bir nûru olur ki, önünden ve sağ yanından, o zamanki karanlık
kadar bekler, sessizlik olur ki, o zaman, Arş-ı
içerisinde her tarafı aydınlatır.
Sol taraflarında nûr yoktur. Belki karanlıkta hiçbir
Bunlar şu insanlara benzerler ki, yolculuğa çıkmışlar. Fakat
kimse hiçbir şey göremez. O karanlıkta kâfirler
hiç kimsenin bir hayvan satın almağa vakti olmadığından,
hayrette kalır. İmânlarında şek ve şüphe olan
hayvan alıp gidecekleri yere gidemezler. Bunlardan iki veya üç
kimseler (ve bid’at sahibi olanlar, mezhebsizler)
kişi, bir hayvan satın alıp, yolda ona müşterek binerler. Bu
şaşırırlar. Ehl-i sünnet âlimlerinin ( radıyallahü
yolda, ba’zan bir deveye on kişi binerler. Bu acizlik
anh ) bildirdiklerine uygun olarak doğru inanmış
amellerindendir. Bunun ma’nası, malda elini kısmaktır. Ya’nî
olan (Sünnî) mü’minler ise, onların zulmet ve
haris olmaktır. Bununla beraber, selâmete çıkarılırlar, öyle ise,
tereddütlerine bakıp, Allahü teâlânın kendilerine
bir amel işle ki, o amel sebebiyle Allahü teâlâ sana binek
hidâyet nûru verdiğine hamd ederler. Zîrâ cenâb-ı
hayvanını nasîb etsin.
Hak, mü’minler için, azap gören şakilerin hâllerini
ortaya koyar ki, bunda ba’zı fâideler vardır.
İnsanlar dünyâdaki işlerine göre haşr olunur. Ba’zıları çalgı
Nitekim Cennet ehli ve Cehennem ehli ne
çalmakla ve dinlemekle meşgûl olmuştur. Hayatlarında çalgı
yapmışlarsa hepsi belli olur. Onun için, Allahü
çalmağa ve dinlemeğe devam edenler, kabrinden kalkdığı
teâlâ meâlen; “Arkadaşına nazar etti. Onu
vakit, sağ eliyle onu alır ve atar. O çalgıya der ki: “La’net olsun
Cehennem ateşinde gördü” buyurdu. A’râf
sana! Beni Allahü teâlânın zikrinden meşgûl ettin!” O çalgı
sûresinin kırkyedinci âyetinde de meâlen;
gene gelir, der ki: “Allahü teâlâ, aramızda hüküm edinceye
“Cehennem ehline baktıkları zaman, Cennet ehli:
kadar, ben senin arkadaşınım. O vakte kadar ayrılamam.”
Ey Rabbimiz! Bizi zâlim kavimlerle beraber kılma
Böylece dünyada alkollü içki içenler, sarhoş olarak haşr
derler” buyurdu. Zira, dört şey vardır ki, kadrini,
olunur. İslâmiyetin emrettiği şekilde örtünmeden sokağa çıkan
kıymetini ancak dört kimse bilir: Hayatın kadrini
kadınlar, kızlar, buralarından kanlar, irinler akarak haşr olunur,
ancak ölü bilir. Ni’metin kadrini azap çeken bilir.
Zurnacı, zurna çalarak haşr olunur. Her kimse, böyle Allahü
Servetin kadrini fakir bilir. (Burada dördüncüsü
teâlânın yolundan ayrılırsa, o hâl üzre haşrolunur.
yazılmamış. Fakat, Cennet ehlinin kadrini,
Cehennem ehli bilir, demektir.)
Bu zamanda melekler, onları, fırka fırka, cemâat cemâat sevk
ederler. Herbirinin altında, kendilerine zulm edenler bulunarak
Ba’zısının nûru, iki ayağı üzerinde ve parmakları
haşr olunur, insan, cin ve şeytan ve yırtıcı hayvanlar ve kuşlar,
ucunda görünür. Ba’zısının nûru, bir parlar, bir
bir yerde toplanırlar. O zaman yeryüzü, beyaz gümüş gibi düz
söner. Bunların nûrları îmânları kadardır.
olur.
Kabrlerinden kalktıkları vakit, hareketleri de,
amelleri mikdârıdır. Sahih olan bir hadîs-i şerîfte,
Peygamber efendimiz ( aleyhisselâm ); “İki kişi bir
deve üzerinde, beş kişi ve on kişi bir deve
üzerinde haşr olunur” buyurdu.
Allahü teâlâ bilir, bu hadîs-i şerîfin ma’nâsı: “Bir kavim,
İslâmda birbirine yardım eder, dîni, îmânı, helâli, haramı
birbirlerine öğretirlerse, Allahü teâlâ onlara rahmet eder.
Onların amelinden deve yaratır da, onun üzerine binerler,
öylece haşr olunurlar” demektir. Bu ise, amelin zaîf
Melekler, yeryüzündeki bütün canlıların etrâfında bir halka
olmuşlardır. Yeryüzünde bulunanlardan on kat ziyâdedirler.
Bundan sonra, Allahü teâlâ, ikinci kat gök meleklerine emr
eder ki, birinci kat gök meleklerini ve mahlûkâtı çevirirler.
Bunlarda, hepsinin yirmi mislinden ziyâdedirler.
Sonra, üçüncü kat melekleri nâzil olup, hepsinin etrâfını bir
halka olarak çevirirler. Bunlar da hepsinin otuz mislinden
ziyâdedir.
olmasındandır. Çünkü bunların, kendi amelleri bir deve
Sonra, dördüncü kat melekleri, hepsinin etrâfını bir halka
olamadığından, ancak bir kaçının ameli bir deve olmakta ve
olarak çevirirler. Bunlar da hepsinin kırk mislinden
buna müşterek binmektedirler.
ziyâdedirler.
Daha sonra beşinci kat göğün melekleri nâzil olup, bir halka
etmedi” deyip, kendilerine gönderilen ve Nûh
olarak çevirirler. Bunlar da hepsinin elli mislinden ziyâdedirler.
aleyhisselâm tarafından tebliğ edileni inkâr
Daha sonra, altıncı kat gök melekleri nâzîl olup, hepsinin
ederler. Allahü teâlâ; “Yâ Nûh! Senin şahidin var
etrâfını bir halka olarak çevirirler. Bunlar da hepsinin altmış
mıdır?” buyurur. Nûh aleyhisselâm; “Yâ Rabbi!
mislinden ziyâdedirler.
Benim şahidim. Muhammed aleyhisselâm ile
ümmetidir” diye cevap verir. Allahü teâlâ; “Yâ
En sonra, yedinci kat gök melekleri nâzil olup, bir halka olarak
Muhammed! Bu Nûh, benim gönderdiklerimi
hepsini çevirirler ki, bunlar, cümlesinin yetmiş mislinden
ümmetine tebliğ etdiğine seni şâhid kılıyor. Sen
ziyâdedirler.
ne dersin?” buyurur. Peygamberimiz (
Sonra, Allahü teâlâ tarafından nidâ olunup; “Levh-i mahfûz
nerededir?” buyurur. Bu ses, akıllara hayret verecek sûrette
işitilir, Allahü teâlâ; “Ey Levh! Tevrat ve İncîl ve Kur’ân-ı azîmüş-şândan sende yazdığım şey nerededir?” der. Levh-i
mahfûz der ki: “Yâ Rabb-el-âlemîn! Bunu, Cebrâil
aleyhisselâmdan suâl buyur!”
Bu vakit, Cebrâil (aleyhisselâm) getirilir ki, adetâ kendisini
titremek alır. Hayretinden diz üstü çöker. Cenâb-ı Hak buyurur
ki: “Yâ Cebrâil! Bu levh der ki, sen benim kelâmımı ve vahyimi
kullarıma nakl eylemişsin doğru mudur?” Cebrâil
(aleyhisselâm); “Yâ Rabbi doğrudur” der Allahü teâlâ; “Onu
nasıl yaptın?” buyurur. Cebrâil (aleyhisselâm), “Yâ Rabbî
Tevrat Mûsâ aleyhisselâma, İncîl Îsâ aleyhisselâma, Kur’ân-ı
kerîmi Muhammed aleylüsselâma inzal ve her bir Resûle
risâleti ve her bir suhûf sahibi Peygambere de sahîfelerini
ulaştırdım” der.
Daha sonra, “Yâ Nûh!” diye bir nidâ gelip, Nûh
aleyhisselâm huzûr-i ilâhîye çağrılır. Nûh
aleyhisselâm titriyerek huzûr-i ilâhiye gelir. Ona
hitaben; “Yâ Nûh! Cebrâil senin resûllerden
olduğunu söylemektedir. Sen ne dersin?”
buyurulur. Nûh aleyhisselâm “Evet yâ Rabbî!
Doğrudur” diye cevap verir. “Kavminle ne iş
gördün?” diye sorulur. Nûh aleyhisselâm; “Yâ
Rabbî! Onları, gece ve gündüz îmâna da’vet
etdim. Benim da’vetim onlara bir fâide vermedi.
Benden kaçtılar” diye cevap verir. Bunun üzerine;
“Ey Nûh kavmi!” diye nidâ olunup, Nûh kavmi
grup hâlinde getirilir. Onlara; “Bu kardeşiniz Nûh
benim gönderdiklerimi size tebliğ ettiğini
söylemektedir. Siz ne dersiniz? Onlar, “Ey bizim
Rabbimiz, o yalan söylüyor. Bize birşey tebliğ
aleyhisselâm ), Nûh’un (aleyhisselâm) risâleti
tebliğ etdiğine şâhid olup, Hûd sûresinin
yirmibeşinci âyet-i kerîmesini okur. Bu âyet-i
kerîmenin meâl-i şerîfi şöyledir: “Biz Nûh’u
insanlara Peygamber olarak gönderdik. Onları
Allahü teâlânın azâbı ile korkuttu. Allahü teâlâdan
başka şeylere ibâdet etmeyiniz dedi.” Cenâb-ı
Hak, Nûh aleyhisselâmın kavmine; “Sizin
üzerinize azap hak oldu. Zîrâ, azap kâfirler
üzerine lâyıktır.” buyurur. Böylece, hepsinin
Cehenneme atılması emrolunur. Ne amelleri
tartılır, ne de hesâb olunurlar.
Bundan sonra “Âd kavmi nerededir?” diye nidâ olunur. Nûh
aleyhisselâmın kavmine yapıldığı gibi, Hûd (aleyhisselâm) ile,
kavmi olan Âd kavmi arasında mu’âmele cereyan eder.
Peygamberimiz ( aleyhisselâm ) ile Ümmetinin hayırlıları
şehâdet ederler. Peygamberimiz Şuarâ sûresinin
yüzyirmiüçüncü âyet-i kerîmesini okur. Bu kavim de
Cehenneme atılır. Bundan sonra “Yâ Sâlih veya Semûd” diye
nidâ olunur. Sâlih aleyhisselâm ve kavmi gelirler, inkârları
üzerine, hazret-i Peygamberden şehâdet taleb olunur.
Peygamberimiz ( aleyhisselâm ), Şuarâ sûresinin
yüzkırkbirinci Âyet-i kerîmesini okur. Onlar da, evvelkiler gibi
Cehenneme atılır.
Kur’ân-ı azîm-üş-şânın haber verdiği gibi, ümmetler, birbiri
arkası sıra, Allahü teâlânın huzûruna gelirler. Furkân sûresinin
otuzsekizinci ve İbrâhim sûresinin sekizinci âyet-i kerîmeleri
bunu haber vermekdedir. Bunda tenbih vardır ki, bunlar âsî ve
azgın kavimlerdir. Barîh, Mârih, Duhâ, Esrâ kavimleri ve
bunlar gibi kavimlerdir. Bunlardan sonra nida, Eshâb-ı res ve
tübba’ ve İbrâhim aleyhisselâmın kavmine gelir. Bunların hiç
birinde mizan kurulmaz. Ve hesâb sorulmaz. Bunlar, o gün
Rablerinden mahcûbdurlar. Allahü teâlânın kelâmını onlara bir
Bundan sonra Allahü teâlâ, onlara istedikleri şekilde gayet
tercüman söyler. Çünkü, bir kimse kelâm-ı ilâhiye mazhar
yumuşak ve hoş mu’âmele buyurur. Mahşer ehlinin hepsi,
olursa, o kimse azâb olunmaz.
secde ederler. Cenâb-ı Hak onlara; “Öyle bir yere geldiniz ki,
sizin için yabancılık ve korku yoktur” buyurur.
Bundan sonra, bir münâdi herkesi ayrı ayrı
çağırır. Herkes, ayrı ayrı, hesaba çekilir. Nûr
Allahü teâlâ bütün mü’minleri sırat üzerinden geçirir.
sûresi, yirmidördüncü âyetinin meâl-i şerîfidir:
Mü’minler, derecelerine göre Cennete götürülür, insanlar
“Yaptıklarının hepsine, o gün dilleri ve elleri ve
güruh güruh geçerler. Önce Resûller, sonra Nebiler, sonra
ayakları şehâdet eder.”
Sıddîklar, sonra Velîler, Ârifler, sonra hayr ve ihsân edenler,
sonra şehîdler, sonra diğer mü’minler götürülür.
Kitâbların kırâati tamâm olduktan sonra bir nidâ gelir ki: “Ey
Müslümanlardan günahları affedilmeyenler yüz üstü düşmüş,
mücrimler, şimdi sizler ayrılınız!” denir. Bu nidâ üzerine,
ba’zıları da A’râfda mahbus kalırlar, imânı zayıf olanlardan
mevkıf”, ya’nî Arasat meydanı harekete gelir. O zaman,
ba’zısı sıratı yüz senede, ba’zısı da bin senede geçerler.
herkesi büyük korku alır. Birbirlerine girift olurlar. Melekler cin
Bununla beraber, Cehennemde yanmazlar.
ile ve cin insanlar ile karışır. Bundan sonra, nidâ gelir ki: “Yâ
Âdem! Evlâdından Cehenneme lâyık olanı gönder!” Âdem
Kıyâmet gününde bir müslüman getirilir. Onun hiç hasenesi
(aleyhisselâm) ise; “Yâ Rabbî ne kadar?” diye suâl eder.
(iyiliği) yoktur ki, mizanında ağır gelsin. Allahü teâlâ, onun
Cenâb-ı Hak buyurur ki: “Binde dokuzyüzdoksandokuzu
îmânına hürmeten, ona rahmet olarak buyurur ki: “İnsanlara
Cehenneme ve biri Cennete.” Kâfirlerden ve Ehl-i sünnetden
git, sana hasene ve sevâb verecek bir kimse ara Onun ikramı
ayrılmış mülhidlerden ve gâfillerden, çıkara çıkara, ancak
sebebiyle Cennete giresin!” O kimse gider, insanlar arasında
Allahü teâlânın bir avuç buyurduğu kadar mü’min geride kalır.
arzusuna kavuşduracak bir kimse arar. Hâlini anlatacak bir
Ebû Bekr-i Sıddîk’in ( radıyallahü anh ), “Rabbimizin
kimse bulamaz. Kime söyler ve sorarsa; “Benim de mizanımın
avuçlarından bir avuç kalır” buyurduğunun ma’nâsı budur.
hafif gelmesinden korkuyorum. Ben, senden daha çok
muhtacım” der. Bu hâline çok üzülür. Yanına bir kişi gelerek,
Cehennemlik olanlar mahallerine gidip, Arasat meydanında
“Ne istiyorsun?” der. Bu da; “Bir haseneye (sevâba)
yalnız, mü’minler, müslimler, hayr ve ihsân edenler, ârifler,
muhtacım. Onu belki bin kişiden istedim. Her biri behâne edip
sıddîklar, velîler, şehîdler, sâlihler ve Resûller kalır,
esirgediler” der. Bu kişi ona der ki: “Allahü teâlânın huzûruna
îmânlarında şübheleri olanlar, münâfıklar, zındıklar, bid’at
vardım. Sahîfemde bir sevâbtan başka sevâb bulamadım. O
sahibleri (ya’nî Ehl-i sünnet i’tikâdında olmıyan mü’minler)
da beni kurtarmağa yetmez. Onu sana hibe edeyim. Benden
zâten Cehenneme gönderilmişlerdir. Allahü teâlâ; “Ey
onu al!” O kimse, ferah ve sevinçli olarak gider. Allahü teâlâ, o
insanlar! Rabbiniz kimdir?” buyurur. Onlar “Allahdır” derler.
kulun hâlini bildiği hâlde; “Nasıl geldin?” diye suâl eder. O kişi
Allahü teâlâ; “Siz O’nu bilir misiniz?” buyurur. “Evet biliriz yâ
ile olan macerayı haber verir. O hasenesini veren kulu da
Rabbî” derler. O zaman, onlara Arş-ı a’lânın sol tarafından bir
Allahü teâlâ huzûruna çağırır. Buyurur ki: “Îmân sahiplerine
melek görünür. O melek o kadar azametlidir ki, yedi deniz
benim keremim, senin kereminden, ihsânından daha çoktur.
başparmağının ucuna konsa içine alıp, hiçbir damlası
Din kardeşinin elinden tut, Cennete gidiniz.”
gözükmez. O melek, mahşerde bulunanlara Allahü teâlânın
emri ile, imtihan cihetinden; “Ene Rabbiküm” ya’nî ben sizin
Bu şekilde ümmet-i Muhammedin büyük günah işleyenleri
rabbinizim der. Ehl-i mahşer “Senden Allahü teâlâya sığınırız”
getirilir, ihtiyâr, genç, erkek, kadın nerede ise, hepsi bir araya
derler.
toplanır. Cehennemin bekçisi olan Mâlik onlara baktığı vakit
der ki: “Siz, eşkiya zümresindensiniz. Amma görüyorum ki, ne
Arşın sağ tarafında bir melek görünür ki, eğer ayağının ucu ile
eliniz bağlanmış ve ne de yüzünüz kararmış. Sizden güzel
basmış olsa, ondört deniz görünmez olurdu. Ehl-i mahşere
kimse Cehenneme gelmedi” Onlar da; “Yâ Mâlik! Biz,
“Ene Rabbiküm” der. Ya’nî, sizin rabbinizim der. Ona dahî;
Muhammed aleyhisselâmın ümmetindeniz. Lâkin işlediğimiz
“Senden Allahü teâlâya sığınırız” derler.
günahlar Cehenneme sürükledi. Bizi bırak da günahlarımıza
ağlıyalım” derler. Mâlik onlara: “Ağlayınız! Fakat şimdi size
kurtulmasının berâtıdır” yazılır. Bir kulun günahtan mağfiret
ağlamak fâide vermez!” der.
olduğu vakit, bir melek onu Arasat meydanına götürür. Ve
nidâ ederek; “Bu, filân oğlu filândır. Allahü teâlâ, onun
Bir ihtiyâr erkek, ellerini beyaz sakalı üzerine koyup; “Âh
günâhını affeyledi. Bir daha şakî olmıyacak, saadetle sa’îd
gençlik geçti. Elem, üzüntü arttı. Zelîl oldum, rezîl oldum” diye
oldu” der. O kimseye bu makamdan ziyâde sevgili hiçbir
ağlar. Nice orta yaşlılar; “Derdlerim, sıkıntılarım arttı!” diyerek
makam olmaz.
ağlarlar.
Resûlullah ( aleyhisselâm ), Nebe’ sûresinin
Nice delikanlılar, “Ah! Gençliği elden kaçırdım! Ya’nî
onsekizinci âyet-i kerîmesi hakkında meâlen;
gençliğimin kıymetini bilmedim” diye ağlarlar.
“Sûra üfürüleceği o gün, mezarlardan kalkıp
Nice kadınlar, saçlarından tutup; “Eyvah! Yüzüm kara oldu.
Rezil oldum” diye ağlarlar.
Allahü teâlâ tarafından “Yâ Mâlik! Bunları birinci
Cehenneme koy” diye nidâ gelir. Cehennem
bunları içine alırken, “La ilahe illallah” diye
bağırışırlar. Cehennem bu sözü işitince,
bunlardan beşyüz senelik öteye kaçar. Yine bir
nidâ gelir ki? “Ey Cehennem! Bunları içine al! Yâ
Mâlik! Bunları birinci Cehenneme koy.” Bu zaman
gök gürültüsü gibi bir gürültü işitilir. Cehennem
bunların kalblerini yakmak isteyince, Mâlik,
Cehennemi men eder. “Ey Cehennem,
mahşere, bölük bölük gelirsiniz” suâl edildiğinde
ağladılar. Hattâ mübârek gözlerinden akan
gözyaşları toprağa damladı ve buyurdular ki: “Ey
bu suâli soran kişi, çok büyük bir işten sordun.
Kıyâmet günü ümmetim, oniki sınıf olarak
haşrolunur ve mahşer yerine gelirler.
Birinci sınıf insanlar, maymun sûretindedir.
Bunlar, insanlar arasında çok fitne çıkarırlar,
karışıklık ve huzûrsuzluğa sebeb olurlar. Allahü
teâlânın Kur’ân-ı kerîmde meâlen; “Onların şirk
(Allaha ortak) koşma fitneleri, katilden daha
kötüdür” (Bekâra-191) buyurduğu kimselerdir.
kendisinde Kur’ân-ı kerîm olan ve imân kabı olan
İkinci sınıf insanlar, hınzır sûretinde
kalbi yakma! Rahmân olan Allahü teâlâya secde
haşrolunurlar. Onlar haram yiyenlerdir. Allahü
eden alınları yakma?” der. Bu hâl üzere,
teâlânın meâlen; “Onlar boyuna yalancılık için
Cehenneme atılırlar. Görülür ki, bir kişinin
dinlerler; boyuna haram yerler” (Mâide-42)
feryadı, Cehennem ehlinin seslerinden daha
buyurduğu bunlardır.
çoktur. Bunu Cehennemden çıkarırlar. Allahü
teâlâ ona; “Sana ne oldu ki, Cehennem ehlinin en
Üçüncü sınıf insanlar, kör olarak haşrolurlar.
çok bağıranı sensin?” buyurur. O kişi der ki: “Yâ
Onlar hüküm vermekte haddi aşan, doğru hüküm
Rabbî! Beni hesaba çektin. Senin rahmetinden
vermeyenlerdir. Allahü teâlânın meâlen; “İnsanlar
daha ümidimi kesmedim. Bilirim ki, sen beni
arasında hükmettiğiniz zaman adâletle hüküm
işitirsin. Onun için çok bağırdım” der. Allahü
vermenizi emreder. Hakîkaten Allah bununla size
teâlâ, Hicr sûresinin ellialtıncı âyet-i kerîmesinin:
ne güzel öğüt veriyor. Şüphe yok ki, Allah
“Bir kimse Allahü teâlânın rahmetinden ümidini
hükümlerinizi hakkıyla işitici, emânete âit işlerinizi
keserse, o kimse ehl-i dalâlettir” meâl-i şerîfi ile
hakkıyla görücüdür. (Nisâ-58) âyet-i kerîmesi bu
hitâb buyurup, “Git seni mağfiret etdim” der.
kimseleri belirtmektedir.”
Yetmişbin (ya’nî pekçok) kimse, sıkıntılı hesâba çekilmeden
Dördüncü sınıf insanlar, sağır ve dilsiz olarak
Cennete girerler. Onlar için mîzân kurulmaz. Onlara verilen
haşrolunurlar. Onlar dünyâda iken kendi
sahîfeler üzerinde “La ilahe illallah, Muhammedün resûlullah.
amellerini beğenen kimselerdir. Allahü teâlânın
Bu, filân İbni filânın Cennete girmesinin ve Cehennemden
meâlen;“Allah, gurûrlu ve böbürlenen kimseleri
Onbirinci sınıf insanlar ise, sarhoş olarak haşrolunurlar. Onlar,
sevmez” (Nisâ-36) buyurduğu kimselerdir.
dünyâda iken mescidlerde fuhuş ve kötü söz konuşanlardır.
Onikinci sınıf insanlar ise, hınzır sûretinde haşrolunurlar.
Beşinci sınıf insanlar, ağızlarında irin olarak
Onlar, dünyâda iken faiz yiyenlerdir.”
haşrolunurlar. Dillerini çiğnerler. Onlar, sözleri
işlerine ve hareketlerine uymayan âlimlerdir.
Diğer bir rivâyette; Muâz bin Cebel’in (
Allahü teâlânın meâlen; “İnsanlara iyilik emreder
radıyallahü anh ) rivâyet ettiği üzere, Resûlullah (
de, kendinizi unutur musunuz?” (Bekâra-44)
aleyhisselâm ) buyurdu ki: “Kıyâmet gününde, ki
buyurduğu kimseler gibi olanlardır.
o gün pişmanlık ve hasret günüdür. Allahü teâlâ
oniki bölük olarak ümmetimi haşreder. Birinci
Altıncı sınıf insanlar, vücutları ateşten yanmış yara içinde
bölük, elsiz ve ayaksız olarak kabirlerinden haşr
haşrolunurlar. Onlar, yalan yere şahitlik yapanlardır.
olacaklardır. Bu zaman, Allahü teâlâ tarafından
Yedinci sınıf insanlar, ayakları üzerine bağlanmış
olarak haşrolunurlar. Onların son derece pis bir
kokusu olur. Onlar şehvetlerine tâbi olan ve
haramlar peşinde koşanlardır. Allahü teâlânın
meâlen; “Bunlar, âhıreti dünyâ hayâtına satmış
kimselerdir” (Bekâra-86) buyurulanlardır.
Sekizinci sınıf insanlar, sarhoş gibi haşrolup,
sağa sola düşerler. Onlar, dünyâda iken Allahü
teâlânın hakkına mâni olan kimselerdir. Allahü
teâlânın hakkını yerine getirmeyenler olup, Allahü
teâlâ meâlen; “Ey imân edenler, kazandıklarınızın
ve sizin için yerden çıkardığımız ürünlerin
(mahsûllerin) en helâl ve iyisinden Allah yolunda
harcayın (zekât ve sadaka veriniz)” (Bekâra-267)
buyuruyor.
Dokuzuncu sınıf insanlar, katrandan elbiseler
içinde haşrolunurlar. Onlar, gıybetten
sakınmayanlardır. Mü’minlerin arkalarından
hoşlanmıyacakları şekilde konuşmuşlardır. Allahü
teâlâ meâlen; “Müslümanların ayıp ve kusurlarını
araştırmayın. Bir kısmınız bir kısmınızı,
arkasından hoşlanmıyacağı sözle çekiştirmesin”
(Hucurât-12) buyurdu.
Onuncu sınıf olarak haşrolunacaklar ise, dilleri kafasından
sarkmış olanlardır. Bunlar, dünyâda iken söz taşıyıp, ara
bozanlardır.
vazîfelendirilen bir münâdi seslenir ki: “Onlar,
komşularına eziyet ve sıkıntı verenlerdir. Tövbe
etmeden ölmüşlerdir. İçinde bulundukları durum,
kendilerine verilmiş cezadır. Dönüş yerleri de
Cehennemdir.” Allahü teâlâ, Kur’ân-ı kerîmde bu
kimseleri meâlen şöyle bildirir: “Yakın komşuya
da, yakın arkadaşa da, yolda kalmışa da iyilik
ediniz.” (Nisâ-36)
İkinci bölük insanlar, hayvan sûreti üzere
kabirlerinden haşrolunurlar. Kendileri için bir ses
gelir. Bunlar, namazlarında gevşek
davrananlardır. Tövbe etmeden öldüler. Bu
hâlleri, kendilerine verilen bir cezadır.
Cehenneme atılacaklardır. Allahü teâlânın
Kur’ân-ı kerîmde şöyle buyurduğu kimselerden
olurlar: “Onlar, namazlarından gâfildirler” (Mâûn5).
Ümmetimden bir bölüğü de, yüzleri ay gibi parlak
bir hâlde haşrolurlar. Sıratı şimşek gibi geçerler.
Allahü teâlâ katından bir münâdi şöyle der:
“Bunlar, sâlih amel işleyip, günahlardan
kaçınanlardır. Beş vakit namazı vaktinde ve
şartlarına uygun olarak cemâatle kılarlar. Bunlar,
tövbe edip öyle vefât ettiler. Allahü teâlâ,
kendilerine saadet nasîb etti. Onlar, Cennete
gireceklerdir. Allahü teâlâ kendilerinden râzıdır.
Onlar da Allahü teâlâdan râzıdırlar. Allahü teâlâ,
Kur’ân-ı kerîmde meâlen bunları şöyle
bildirdi:“Gerçekten “Rabbimiz Allahü teâlâdır”
deyip de sonra amellerini ihlâs ile yapanlara
(ölüm ânında) melekler inecekler de şöyle
ağlamasından, feryadından, o gece bana çok
diyecekler: (Gelecekten) Korkmayın ve (geçene)
uzun geldi. Sabah namazını, mescidde kıldıktan
mahzûn olmayın! Size va’d olunan Cennetle
sonra, cinnin sözlerini anlattım. Resûlullah (
müjdelendiniz.”
aleyhisselâm ) buyurdu ki: “O mektûbu kaldır.
Yoksa, mektûbun acısını, kıyâmete kadar
İnsanlar kabirlerinden kalktıklarında, yerlerinde
çekerler.”
kırk yıl birşey yemeden, içmeden, oturmadan,
konuşmadan dururlar” Denildi ki: “Yâ Resûlallah!
Din ehli, imân sahipleri kıyâmet günü nasıl
bilinirler?” Resûlullah ( aleyhisselâm ) buyurdu ki:
“Benim ümmetim, abdest uzuvlarının pırıl pırıl
parlaması nişanıyla bilinirler Kıyâmet günü Allahü
teâlâ bütün mahlûkâtı kabirlerinden dirilttiğinde,
melekler mü’minlerin başucuna gelirler ve
başlarını mesh ederler. Biraz toprak serperler. Bu
1) Tabakât-ül-müfessirîn (Dâvûdî) cild-2, sh. 65
2) Tabakât-ül-müfessirîn (Süyûtî) sh. 28
3) Şezerât-üz-zeheb cild-5, sh. 335
4) Mu’cem-ül-müellifîn cild-8, sh. 239
toprak, onların secde yerlerine gelir. Melekler bu
yerleri mesh ederler. Oradan mesh izleri hiç
5) El-A’lâm cild-5, sh. 322
gitmez. Bir ses gelir ki: Bu toprak, kabirlerinin
toprağı değildir. Onların köşk ve saraylarından
6) Ed-Dîbâc-ül-müzehheb sh. 317
getirilmiş topraktır. Oraya çağırılırlar. Sıratı geçip
Cennete girerler. Kendi yerlerini bilirler.”
7) Et-Tefsîr vel-müfessirîn cild-2, sh. 457
Ebû Dücâne ( radıyallahü anh ) buyurdu ki: Yatıyordum.
Değirmen sesi gibi ve ağaç yapraklarının sesi gibi, ses
duydum ve şimşek gibi parıltı gördüm. Başımı kaldırdım.
Odanın ortasında, siyah birşeyin yükseldiğini gördüm. Elimle
yokladım. Kirpi derisi gibi idi.
Yüzüme, kıvılcım gibi şeyler atmağa başladı.
Hemen Resûlullaha ( aleyhisselâm ) gidip
anlattım. Buyurdu ki: “Yâ Ebâ Dücâne! Allahü
teâlâ, evine hayr ve bereket versin.” Kalem ve
kâğıd istedi. Hazret-i Ali’ye bir mektûp yazdırdı.
Mektûbu alıp, eve götürdüm.
Başımın altına koyup uyudum. Feryâd eden bir
ses, beni uyandırdı. Diyordu ki: “Yâ Ebâ Dücâne!
Bu mektûpla, beni yaktın. Senin sahibin, bizden
elbette çok yüksektir. Bu mektûbu, bizim
karşımızdan kaldırmaktan başka bizim için,
kurtuluş yoktur. Artık, senin ve komşularının
evine gelmiyeceğiz. Bu mektûbun bulunduğu
yerlere gelmeyiz.” Ona dedim ki: “Sahibimden
izin almadıkça bu mektûbu kaldırmam.” Cin
KUŞADALI İBRÂHİM HALVETÎ
Osmanlılar zamanında, Anadolu’da yetişen Hanefî mezhebi
fıkıh âlimlerinden ve tasavvuf büyüklerinden. İsmi, İbrâhim bin
Mustafa eş-Şa’bânî el-Halvetî olup, Halvetiyye tarikatının
Şa’bâniyye kolunun büyüklerindendir. Aydın vilâyetinin
Kuşadası kasabasına bağlı Çınar köyündendir. 1188 (m.
1774) senesinde orada doğdu. 1262 (m. 1846) senesi Zilhicce
ayında hac dönüşü yolda vefât etti. Vefât senesinin, 1263 (m.
1847) - 1264 (m. 1848) olduğu da rivâyet edilmiştir.
İlim ve irfan sahibi sâlih bir zât olan İbrâhim Halvetî, ailesinden
çok güzel edeb ve terbiye alarak yetişti. Anadolu’da çeşitli
yerlerde ilim tahsil ettikten sonra İstanbul’a gelerek, Fâtih’te
bulunan Feyziyye Medresesi’ne (Şimdiki Millet
Kütüphânesi’nin bulunduğu yere) yerleşti. Burada Emîn
Efendi’den ders alarak ilmini ilerletti. Buradan sonra yine
Fâtih’de bulunan Atpazarı dergâhına geçti. Atpazarı
dergâhında riyâzetler ve mücâhedeler çekerek, tasavvuf
olmak üzere, yirmiüç sene müddetle İstanbul’da hizmet edip,
yolunda ilerlemeye çalıştı. Buraya geçmesi şöyle olmuştur:
birçok talebeye hocalık ettikten sonra, 1259 (m. 1843) senesi
Şevval veya Zilka’de ayında, hacca gitmek üzere İstanbul’dan
Kuşadalı, birgün bir âyet-i kerîmenin tefsîri üzerinde çalışıyor,
yola çıktı. Hacdan sonra Medîne-i münevvereye geçerek,
fakat bir türlü çözemiyordu. Bu müşkil durumda iken, yanına
orada da bir müddet kaldı. Daha sonra Şam’a döndü ve orada
medrese arkadaşlarından olan Mustafa Efendi geldi. Onun bu
yerleşti.
hâlini gören Mustafa Efendi, ona böyle müşkil mes’elelerini
hâlletmek husûsunda, o günlerde Fâtih’deki Atpazarı
Hayatının sonuna kadar orada kalıp, imkânları dâhilinde
dergâhında bulunan Beypazarlı Şeyh Ali Efendi’yi tavsiye etti
hizmete devam eden Kuşadalı, ilim âşıklarına çok faydalı oldu.
ve onu alarak Ali Efendi’nin yanına götürdü. Ali Efendi,
Şam vâlisi Hacı Ali Paşa dahî gelerek ona talebe olmuştur.
Kuşadalı’nın üzerinde çok durup çözemediği âyet-i kerîmenin,
zâhirî ve bâtınî ma’nâlarını, âlimler tarafından bildirilen çeşit
1262 (m. 1845) senesinde, yanında aile efradı ve en büyük
çeşit tefsîrini, ayrı ayrı ve uzun uzun îzâh etti. Bu ilk sohbette
talebesi Bosnalı Muhammed Tevfîk Efendi de olarak ikinci
Ali Efendi’ye hayran kalan Kuşadalı, artık o büyük zâttan
defa hacca gitti. O sene haccı ifâdan sonra dönerken o
ayrılmayıp, talebelerinden oldu.
mukaddes topraklarda vefât etti.
O büyük zâtın, feyz ve nûr saçan huzûr ve sohbetlerinde
Kutb-ül-ârifîn, Meşhûd-i ayn-il-yakîn, Gavs-ül-vâsılîn ve
bulunarak, kemâle geldi. Ali Efendi. Fındıkzâde semtindeki
Mukâbil-i şems-i a’zam gibi isimlerle tanınmış olan Kuşadalı
Kızılelma caddesinde bulunan Beşikçi-zâde dergâhında vazîfe
İbrâhim Halveti, bilhassa Türk tasavvuf büyükleri içinde husûsî
yapmakta iken, 1234 (m. 1818) senesinde vefât etti. Vefât
bir yere sahip, çok yüksek bir velî idi. Ahmed Cevdet Paşa
ederken, kendi yerine bakacak zâtın, Kuşadalı İbrâhim Halvetî
dâhil, o zamanın mühim şahsiyetleri onun sohbetlerine
olduğunu bildirdi. Onu kendi yerine ta’yin etti. Kuşadalı, o
koşarlardı.
sırada Mısır’da bulunuyordu. Ali Efendi’nin Kuşadalı’dan
başka, Ahmed Nâzikî, Kâtip Muhammed Azîz İstanbûlî ve
Veliyyüddîn Hilmi Efendi isimlerinde üç büyük talebesi daha
vardır.
Kuşadalı, hocasının vefâtı üzerine İstanbul’a döndü. Daha
evvel kendisinin ders alarak yetişmiş olduğu Feyziyye
Medresesi’ne yerleşti. Orada bir yıla yakın kaldı. Bundan
sonra, Aksaray Sinekli Bakkâl’da, Hâcı Halîl Efendi isminde bir
zâtın, kendisi için yaptırdığı ve Kuşadalı Dergâhı diye anılan
dergâha geçerek, orada hizmete devam etti. Onun buradaki
hizmeti o tekkenin bir yangında yandığı 1249 (m. 1833)
senesine kadar devam etti. Dergâhın yandığı zaman,
yakınları, sevenleri yeniden inşâ edelim diye ne kadar ısrar
ettiler ise de, o, tekkelerde eski safiyetin kalmadığını, gittikçe
değiştiğini, asıl hüviyetinden uzaklaştığını bildirerek,
dergâhının yeniden inşâsına kat’iyyen müsâade etmemiştir.
Dergâhı yandıktan sonra, Bâyezîd semtinde kiraladığı bir evde
bir yıl kadar kalan Kuşadalı, daha sonra Fâtih’te,
Çarşambapazarı civarında bir ev satın alarak oraya taşındı.
Aksaray’da onüç, Bâyezîd’de bir ve Çarşamba’da dokuz sene
Ahmed Cevdet Paşa, eserlerinden birinde şöyle demektedir:
“Kuşadalı İbrâhim Efendi, devrinin en derin din âlimi idi. Son
derece vakarlı ve heybetli idi. Güleryüzlü idi. En büyük ilmi
müşküller onun vesilesiyle halledilirdi.
İlim ve evliyâlıktaki yüksekliği ile birlikte, edebiyat ve şiirde de
mahir olan Kuşadalı, o zaman kullanılmakta olan Osmanlı
Türkçesini fevkalâde güzel bir şekilde konuşurdu. Şiirleri de
vardır.
Kuşadalı İbrâhim Halvetî hazretlerinin talebelerinden
ba’zılarının isimleri şöyledir: Bosnalı Muhammed Tevfîk
Efendi, Muhammed Ali Fethi er-Rusçukî, Hacı Kayyım
Müezzin Efendi, Muhammed Naşir Efendi, Nâzikî Ahmed
Efendi, Muhammed el-Kırîmî, Mustafa Aczî Efendi, Ali Fikrî,
Kâdı-zâde Ömer Halveti, Kapânî Hacı Hüseyn, Manammed
Necîb, Muhammed Şevki, Ahmed İzzet, Keçeci-zâde Hâfız Ali
İzzet Efendi, Aydî Muhammed Efendi.
Aydî Efendi’nin, Kuşadalı’nın vefâtı üzerine yazdığı bir şiir
şöyledir:
Hocam bekâya gitti,
KUŞÂŞÎ (Seyyid Ahmed bin Muhammed)
Ben kaldım ağlayı ağlayı.
Akdıkça kan bu dîdeden,
Evliyânın büyüklerinden ve ilmi ile âmil olan âlimlerin önde
Sildim ağlayı ağlayı.
gelenlerinden. İsmi, Ahmed bin Muhammed bin Yûnus edDecânî el-Bedrî el-Hüseynî el-Ensârî el-Medenî el-Yemenî
Geldi dil deryası cûşa,
olup, lakabı Safiyyüddîn’dir. Bulunmuş eşyaların satışını
Döndüm ol demde bir huşa,
yapardı. Buna nisbetle Kuşâşi denilmiş ve daha çok bu isimle
İhtiyârsız başım taşa,
meşhûr olmuştur. Aslen Kudüslü olup, Decânîoğulları diye
Çaldım ağlayı ağlayı.
bilinen kimselerdendir. Dedesi Yûnus, Kudüs’den ayrılıp
Medîne-i münevvereye gelerek yerleşmiş idi. Kusâşî, 991 (m.
Arttı derdim âh ile,
1583) senesi Rebî’ul-evvel ayının onikinci günü Medîne-i
Göz kan döker dilhâh ile,
münevverede doğdu. 1071 (m. 1661) senesi sonlarında
Ser tâ kadem eyvah ile,
Medîne-i münevverede vefât edip, Bâki’ kabristanında
Doldum ağlayı ağlayı.
defnolundu.
Yandı dil nâr-ı firkate,
Ahmed bin Muhammed Kusâşî, hem seyyid, hem de şerîfdir.
Sabrolunmaz bu hasrete,
Ya’nî nesebi hem hazret-i Hüseyn’e, hem de hazret-i Hasen’e
Şimdi deryâ-yı hasrete,
dayanmaktadır. Babaannesi, Eshâb-ı Kirâmın büyüklerinden
Daldım ağlayı ağlayı.
olan Temîm-i Dâri’nin ( radıyallahü anh ) soyundandır.
Altmışüçün Zilhiccesi,
Kendisi, bu yolla i’tibâr kazanmak istemediğinden ve
Göçmüş meşâyih zübdesi,
tevâzusunun çokluğundan dolayı, seyyid ve şerîf olduğunu
Rebığ’da envâr türbesi,
gizler, yazılarında ismini, Ahmed el-Medenî el-Ensârî veya
Bildim ağlayı ağlayı.
Sıbt-ül-ensâr şeklinde yazardı.
Cismim yanar bu nâr ile,
İlk tahsilini babası Muhammed bin Yûnus’un huzûrunda yaptı.
Gönlüm dolar bu zar ile,
Babası da, o zamanda Medîne-i münevverede bulunan âlim
Bağrım firâk-ı yâr ile,
ve evliyânın büyüklerinden idi. Kusâşî, 1011 (m. 1602)
Deldim ağlayı ağlayı.
senesinde babası ile birlikte Yemen’e gitti, ilim tahsili için olan
Kuşadalı İbrâhim Halvetî’nin (r.aleyh), talebelerinden ve
sevdiklerinden ba’zılarına yazdığı mektûplardan başka
herhangi bir eseri yoktur.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
1) Sefînet-ül-evliyâ cild-4, sh. 71
bu seyahatlerinde, Yemen’in büyük âlim ve velîlerinin
sohbetlerinde bulundu. Babasının hocalarından hayatta
olanlardan; Emîn bin Sıddîk, Seyyid Muhammed Garb, Ahmed
Safiha ez-Zeyla’î, Seyyid Ali ve Şeyh Ali Matir gibi âlimlerden
okudu. Bundan sonra Yemen’den ayrılıp, Mekke-i
mükerremeye gitti. Orada da bir müddet kaldı. Seyyid Ebü’lGays ve Şeyh Sultan Meczûb gibi zâtların sohbetlerinde
bulunduktan sonra, Medîne-i münevvereye döndü. Orada
2) Osmanlı Müellifleri cild-1, sh. 151
Ahmed bin Fadl bin Abdünnâfi’, Ömer bin Kutb Bedreddîn elÂdilî, Şihâbüddîn-i Milkânî ve başka âlimlerden ilim öğrendi.
Ayrıca; Seyyid Es’ad el-Belhî, Şeyh Abdülhakîm, Molla Şeyh
Kürdî ve daha birçok zâttan ders aldı. Sohbetlerinde
bulunarak kendilerinden ilim ve edeb öğrendiği hocalarının
sayısı, yüzden fazladır. Kusâşî’nin ilme olan düşkünlüğü ve
aşkı, hocalarının sayısının çokluğundan ve ilim öğrenmek için
Çoğu tasavvufa dâir olmak üzere yetmiş civârında eser
yaptığı uzun ve yorucu seyahatlerden anlaşılmaktadır.
yazmıştır.
Aklî ve naklî ilimlerde tahsilini tamamladıktan sonra tasavvuf
Kuşâşî’nin (rahmetullahi aleyh) eserlerinden ba’zılarının
yoluna yönelen Kusâşî, Hâmî ismiyle meşhûr Şeyh-i kebîr
isimleri şöyledir: 1- Bustân-ül-âbidîn ve ravd-ul-ârifîn, 2-
Ahmed bin Ali eş-Şenâvî el-Medenî hazretlerine talebe oldu.
Haşiyetün alâ insân-ı kâmil li-Abdilkerîm Cîlî, 3-Hâşiyetün alâ
O büyük zâtın huzûr ve sohbetlerinde bulunarak, tasavvuf
Mevâhib-i ledünniyye, 4- Dürret-üs-semîne fimâ li-zâir-in-
yolunda da ilerleyip yükseldi.
Nebiyyi ( aleyhisselâm ) ilel-Medîne, 5- Selâsilü ehl-it-tevhîd,
6- Şerhu akîdetü İbn-i Afif, 7- Akîdetü manzûme, 8- Kitâb-ün-
Tasavvufî ilimlerden başka hadîs ilminde de bu hocasından
nüsûs, 9- Kelimet-ül-cûd fil-kavli bi-vahdet-il-vücûd, 10
ders alıp, ilerledi. Hocasına olan muhabbeti, bağlılığı ve
Kelimet-ül-vüstâ.
teslimiyeti son derece çok idi. Bu sebeple hocası ona husûsî
teveccüh gösterirdi. Hocasının kerîmesi ile de evlenerek,
hocasına hem dâmâd, hem de halîfe oldu.
1) Mu’cem-ül-müellifîn cild-2, sh. 170
Aklî ve naklî ilimlerle birlikte evliyâlık yolunda da kemâl
mertebe ve dereceler sahibi olan Kusâşî, aynı zamanda
kuvvetli bir şâir idi. İnsanlara çok fâideli oldu. İnsanlar ondan
çok istifâde etti. Şöhreti her tarafa yayıldı. Talebeleri pek çok
idi. O zamanda bulunan âlimler ve evliyâ zâtlar, onun zamanın
İmâmı, en büyük âlimlerden biri olduğunu bildirmişlerdir.
Meselâ, o zamanın meşhûr evliyâsından Şeyh Eyyûb ed-
2) Hulâsat-ül-eser cild-1, sh. 343
3) Esmâ-ül-müellifîn cild-1, sh. 161
4) Câmi’u kerâmât-il-evliyâ cild-1, sh. 336
5) El-A’lâm cild-1, sh. 239
Dımeşkî, Kuşâşî’ye yazdığı bir mektûbunda; “Ben muhakkak
biliyorum ki, her vaktin muhakkak büyük, üstün ve
6) İzâh-ül-meknûn cild-1, sh. 181, 389, 413, 457 cild-2, sh. 27,
diğerlerinden yüksek âlimi vardır. Vallahi bu zamanda,
117, 381, 652, 712
zamanımızın bu büyük âlimi sizsiniz” demektedir.
7) Brockelmann Sup-2, sh. 535
Ârif-i billah Zeyla’î, Seyyid Abdullah bin Şeyh Ayderûs,
Berekât-ı Tûsî, Abdülhâlik Hindî, Abdürrahmân Magribî İdrîsî,
Îsâ Magribî Ca’ferî ve daha birçok âlim Seyyid Ahmed
Kusâşî’den ilim öğrenmişlerdir, ilim talibleri ondan istifâde
etmek için, uzak memleketlerden grublar hâlinde gelerek
sohbetinde bulunurlardı. Talebelerinin en yükseği İbrâhim
Hasen Gürânî olup, hocasının hayâtı boyunca ona hizmet
etmiş, ilminden istifâde etmiş, vefâtından sonra da terbiye ve
irşâd husûsunda onun halîfesi olmuştur.
Ahmed bin Muhammed Kusâşî hazretleri, dînimizin emirlerine
uymakta, sünnet-i seniyyeye tam tâbi olmakta, çok yüksek
derece sahibi idi. Çok ibâdet ederdi. Aklı ve zekâsının
fevkalâde olması ile tanınmış idi. Kendi asrında evliyâlık
yolunda nihâyet derecesine varmış olanlardan idi.
KUŞEYRÎ
Büyük velî, fıkıh, tefsîr, hadîs ve kelâm âlimi. Künyesi Ebû
Kâsım olup, adı Abdülkerîm bin Havâzin bin Abdülmelik bin
Talhâ bin Muhammed Nişâbûrî’dir. Kuşeyrî diye, meşhûr
olması, Kuşeyrî bin Ka’b Sagsa’nın soyundan olmasıdır. Ailesi
Arab asıllı olup, Horasan civarında yerleşmiş idi. Annesi de
Sülemî ailesine mensûp idi. Kuşeyrî 376 (m. 986) senesinde
Horasan’ın Üstuvâ nahiyesinde doğdu. 465 (m. 1072) yılında
Nişâbûr’da vefât etti. Kuşeyrî daha çocuk yaşta iken babası
vefât etti. Kuşeyrî, akrabası olan Ebü’l-Kâsım Yemânî’den
Arabca ve edebiyat okudu. Bu arada ziraat tüccarı olan
yılında Nişâbûr’dan ayrılarak Bağdad’a geldi. Bağdad’da hadîs
dayısının vergi işlerini yoluna koymak maksadıyla, hesab
ve fıkıh okuttu. Halîfeyi de ziyâret etti ve onun husûsî
öğrenmek için Nişâbûr’a gitti. Böylece hesab öğrenecek ve
sarayında sohbet etti. Sonra İmâm-ül-Haremeyn, Beyhekî
mâliye me’muru olarak halkı aşırı vergiden kurtaracaktı.
gibilerin de bulunduğu binlerce âlimle birlikte hacca gitti.
Ancak, Nişâbûr’da büyük velîlerden Ebû Ali Dekkak ile
Bunların arasında, dörtyüz kadar da kadı bulunuyordu. Bu
karşılaşan Kuşeyrî, hükümette vazîfe almaktan vazgeçerek,
sebeple o seneye (Senet-ül-kudâd) “Kâdılar senesi”
ma’nevî ilimlere yöneldi. Hocası Ebû Ali Dekkak’a tam olarak
denilmiştir. Kâdılardan Harem-i şerîfte bir hutbe okunması
bağlanarak, tasavvuf yolunda büyük merhaleler katetti.
istenince, orada bulunanlar hutbeyi ancak Kuşeyrî gibi büyük
Hocasının emriyle Muhammed İbni Bekr-i Tûsî’den fıkıh, Ebû
bir âlim okuyabilir dediler. Bunun üzerine İmâm-ı Kuşeyrî çok
Bekr İbni Fûrek’den kelâm ve usûl-i fıkıh, Ebû İshâk
beliğ, fasih, va’z ve hikmet dolu bir hutbe okudu. Hacdan
İsferâînîden kelâm ilmini öğrendi.
sonra Nişâbûr’a dönen Kuşeyrî, burada fazla kalmıyarak ailesi
ile birlikte Tûs şehrine gitti ve Tuğrul Bey’in (m. 1063) târihinde
Kuşeyrî, İsferâînî’nin derslerinde not tutmaz, sâdece dinlerdi.
vefât etmesine kadar orada kaldı. Alp Arslan’ın sultan, Nizâm-
Bir gün hocası ona “Niçin yazmıyorsun? İyice öğrenmek için
ül-Mülk’ün vezir olmasından sonra râfızîlerin çıkardığı fitne
yazmak lâzım” deyince, Kuşeyrî, o âna kadar hocasının
durdu. Bunun üzerine vatanlarını terk eden âlimler ve Kuşeyrî
anlatmış olduğu derslerin hepsini tekrar etti. Bunun üzerine
tekrar memleketlerine döndüler. Alp Arslan ve Nizâm-ül-mülk,
hocası ona, artık derse girmesine lüzum olmadığını, bundan
Kuşeyrî’ye çok hürmet ederlerdi. Hattâ İmâm-ül-Haremeyn ve
sonra kitapları kendisinin mütâlâa etmesini ve anlayamadığı
Kuşeyrî gibi âlimler, sultan ve vezirin yanına serbestçe girerler
yer olursa sormasını söyledi. Kuşeyrî, İbn-i Fûrek ve Ebû
ve onlarla sohbet ederlerdi. Kuşeyrî Nişâbûr’da vefât edinceye
İshâk İsferâînî’nin usûllerini iyice kavradıktan sonra, meşhûr
kadar ders verdi. 92 yaşında vefât eden Kuşeyrî, hastalığının
kelâm âlimlerinden Ebû Bekr el-Bâkıllânî’nin kitaplarını
en şiddetli ânında dahi namazlarını ayakta kıldı. Cenâzesi
mütâlâa etti. Kuşeyrî’nin aklî ilimleri tahsil etmeye düşkün
hocası Ebû Ali Dekkak’ın yanına defnedildi.
olması, kelâm ve akâid ilimlerini bütün incelikleriyle
öğrenmesini sağladı. Bütün bu ilimleri okurken, aynı zamanda
Kuşeyrî’nin fazileti: Kuşeyrî’nin hayatı hakkında
hocası Ebû Ali Dekkak’ın sohbetlerine de devam ediyordu. Bu
bilgi veren âlimler onun fazileti ve meziyetleri
arada hocası Ebû Ali Dekkak’ın kızı, ilim, edeb sahibi ve
hakkında şu bilgileri verirler:
zamanın en çok ibâdet edenlerinden olan Fatıma hâtunla
evlendi. Kuşeyrî’nin Fatıma hanımından altı erkek ve bir kız
Sehâvî; “Kuşeyrî, fıkıh ve hakîkat ilimlerini toplayıp yazan,
olmak üzere yedi çocuğu olmuştur.
emsalsiz ve kâmil bir zât olup, müfessir, fakîh, şâir, sûfi,
mütekellim, edebiyat, nahiv ve usûl âlimi idi” demiştir.
Kuşeyrî hazretleri bu arada Nişâbûr’da ders vermeye
başlamış ve Hatîb el-Bağdâdî, Ebü’l-Kâsım Nasrabâdî, Ebû
Ali bin Hasen, (Dumyet-ül-kasr) adlı eserinde şöyle
Ali Farmedî gibi birçok âlim yetiştirmiştir. Ebû Ali Dekkak’ın
yazmaktadır: “Zeyn-ül-İslâm Kuşeyrî, üstünlükleri kendinde
vefâtından sonra, Ebû Abdurrahmân es-Sülemî ile sohbet
toplamış, en çetin şeyleri çözmeye muktedirdir. Onun hitâbeti
etmiştir. 445 (m. 1053) yılında mu’tezile denilen sapık fırkaya
taşlara tevcih edilse, onları eritirdi. Sohbetinde bulunan kâfir
mensûp vezir Amîd-ül-mülk Kündürî’nin Ebü’l-Hasen
müslüman olurdu.”
hazretlerine dil uzatması üzerine, Ebü’l-Hasen Eş’arî’nin
üstünlüğünü anlatan “Şikâyetti Ehl-i sünneti bimâ nâlehüm
min-el-mihneti” adlı bir risale yazarak, bütün İslâm
memleketlerine gönderdi. Gerçeğin anlaşılmasından korkan
vezir Kündürî, Kuşeyrî’yi Nişâbûr’da bir kaleye hapsetti ise de,
Kuşeyrî kendisini seven halk tarafından kurtarıldı. Fitnenin
tekrar tekrar alevlenmesini istemeyen Kuşeyrî, 448 (m. 1056)
Abdülgâfir bin İsmâil: “İmâm-ı Kuşeyrî, fıkıh, kelâm, tefsîr,
hadîs, usûl, nahiv ve edebiyat âlimi idi. Şâir, yazar, sûfî bir zât
olup, asrının ilim dili, şeyhlerin şeyhi, sûfiler taifesinin önde
geleni, hakîkatin alemdârı, saadetin menbâı, güzelliğin
hakîkati idi” demektedir.
İbn-i Sübkî, ise Tabakâtında şöyle yazmaktadır “Kuşeyrî,
girdim. Medresenin ortasına geldiğimde, beni bir
cesâreti, biniciliği ve silâhşorluğu ile tanınmıştır. Hüsn-i hatta
hayret dalgası kapladı. O anda bana iğne
üstâd idi. İyi bir hatîb, güzel, fasih ve beliğ bir hitâbeti vardı.
batırsalar hissedecek durumda değildim. Daha
Latif ve hoş sözler söyleyip, etrâfındakilere te’sîr etmesini çok
sonra hocamın meclislerinde devamlı bulunmaya
iyi bilirdi.”
başladıktan sonra, dilimle ona bir şey sormaya
hacet duymadım. O benim hacetimi, ben
Taşköprü zâde (Mevdûât-ül-ulüm) adlı eserinde şöyle
söylemeden açıklıyordu. Hocamın bu kerâmetini,
yazmaktadır. “İmâm-ı Kuşeyrî Şafiî mezhebi fakîhlerinden
daha onun sohbetlerine başladığım anda fark
olup, tefsîr, hadîs, usûl, edebiyat, hitâbet ve tasavvuf ilminde
ettim.
büyük âlim idi. Va’zı te’sîrli, hitâbeti güzel idi.”
Bütün bunlardan sonra, tasavvuf yolunda vuslata (nihâyete)
Kuşeyrî’nin hocaları: Kuşeyrî zamanının birçok
kavuştuktan sonra da, kalbimde hocama karşı hiçbir i’tirâz
âliminden ilim tahsil etmiş ve hadîs-i şerîf
husule gelmemiştir ve aklımdan geçmemiştir.”
dinlemiştir. Ma’nevî ilimleri Ebû Ali Dekkak’dan,
fıkhı Muhammed İbni Bekr-i Tûsî’den, usûl ve
Talebeleri: İmâm-ı Kuşeyrî, hocasının vefâtından
usûl-i fıkhı Ebû Bekr İbni Fûrek’den, kelâm ilmini
sonra ders vermeye ve talebe yetiştirmeye
Ebû İshâk İsferâîni’den tahsil etti.
başladı. Kendisinden birçok âlim ilim öğrendi ve
hadîs-i şerîf dinledi. İmâm-ı Kuşeyrî’den ilim
Kuşeyrî’nin ilim tahsil ettiği diğer hocaları şunlardır: “Ebû
tahsil edip hadîs-i şerîf rivâyet eden
Nuaym bin Muhammed Mihricânî, Ebû Hâmid Ahmed bin
talebelerinden ba’zıları şunlardır: Ebû Bekr
Muhammed İsferâînî, Ebü’l-Hasen Ahmed bin Muhammed el-
Ahmed bin Hatîb el-Bağdâdî, Ebû İbrâhim İsmâil
Haffâf, Ebû Abdullah Hüseyn bin Şüca’ el-Bezzâr, Hamza bin
bin Alevî, Ebû Bekr Şah Ahmed Şadyânî, Ebû
Yûsuf Cürcânî, Abdullah bin Yûsuf İsfehânî, Abdurrahmân bin
Muhammed Abdülcebbâr İbni Muhammed el-
Muhammed el-Adl, Abdurrahmân bin İbrâhim el-Müzekkî, Ebû
Havârî, Ebû Bekr bin Abdurrahmân Buhayrî, Ebû
Nuaym Abdülmelik bin Hasen İsferâînî, Ebü’l-Hasen Ali bin
Muhammed Abdullah bin Atâ el-Hirevî, Ebû
Ahmed el-Ehvâzî, Ebü’l-Hüseyn Ali bin Muhammed el-
Abdullah el-Fevârî, Abdülvehhâb İbni Şah Ebü’l-
Bağdâdî, Ebû Bekr Muhammed bin Ahmed el-Hayri, Ebû Saîd
Fütûh, Şazyâhi, Ebü’l Feth Muhammed İbni
Muhammed bin İbrâhim el-İsmâili, Ebü’l-Hasen el-Kettân, Ebû
Muhammed el-Huzeymî.
Abdurrahmân Sülemî, İbn-i Bey’, Ebû Abdullah Muhammed
bin Abdullah Şîrâzî, Ebû Saîd Muhammed bin Yûsuf Sehmî,
Kuşeyrî’nin tasavvuf ilmindeki yeri: Kuşeyrî,
Ebû Mensûr Temimî, Ebû Hatem Sicistânî, Abdurrahmân bin
tasavvufî bilgileri (ma’rifet, hakîkat, sır) ve
Yûsuf İsfehâni, Ebü’l-Ferec Şîrâzî, Muhammed bin Abele es-
heyecanı (vecd, cezbe, hâl) Ebû Ali Dekkak ve
Sûfî, Mensûr Magribî, Ahmed bin Ebyurdî, Rüstem Şirâzî ve
Sülemî gibi o devrin en meşhûr sûfilerinden
Ebü’l-Hasen Harkânî.
almıştır. Kuşeyrî’nin üstâd silsilesi şöyledir:
Kuşeyrî, Ebû Ali Dekkak’dan, o, Ebû Kâsım
Hocasına hürmeti: Kuşeyrî, hocasından şöyle
Narâbâdî’den, o, İmâm-ı Şiblî’den, o, Cüneyd-i
rivâyet eder. Ebû Ali Dekkak buyurdu ki: “Hocam
Bağdadî’den, o, Sırrî-yi Sekati’den, o, Ma’rûf-i
Nasrâbâdî’nin meclisine, gusul abdesti almadan
Kerhî’den, o, Dâvûd-i Tâî’den, o, Ferkad-üs-
gitmezdim.” İmâm-ı Kuşeyrî, hocasına hürmette
Sencî’den, o, Hasen-i Basrî’den o, Enes bin
hocasını geçmişti. Şöyle der: “Başlangıçta hocam
Mâlik’den, o, Peygamber efendimizden (
Ebû Ali’nin huzûruna oruçlu olmadan ve gusul
aleyhisselâm ) ilim ve feyz aldılar.
abdesti almadan girmedim. Medresenin kapısına
gelir, hocamın ihtişamından içeri girmeden geri
Kuşeyrî, kendisinden sonra gelen mutasavvıfların bir çoğuna,
dönerdim. Bir defasında cesâret ederek içeri
doğrudan veya dolaylı olarak te’sîr etmiştir. Kuşeyrî’nin kelâm,
fıkıh, tefsîr ve hadîs gibi şer’î ilimlerde de ehliyet sahibi olduğu
siz benim bildiklerimi bilmiş olsaydınız, her hâlde
bütün âlimlerce kabûl edilmektedir. Yazmış olduğu risalede,
az güler, çok ağlardınız.”
her cümlenin ve her fikrin şer’î ölçüler içinde olmasına büyük
gayret göstermiştir. Risâle’nin başında, şeriate (İslâmiyete)
“Kalbinde hardal tanesi kadar kibir bulunan kimse
bağlılığını dile getirirken şöyle diyor “Şeriat, kulluğun gereğini
Cennete giremez.”
yapma konusunda verilen emirdir. Tasavvuf (hakîkat) Allahü
teâlânın ilahlığına kalbden inanmaktır. Şeriat, insanlara bir
takım mükellefiyetler yüklemiştir. Tasavvuf, Allahü teâlânın
varlıkları nasıl idâre ettiğini haber vermiştir. Şeriat; Allahü
teâlâya ibâdet etmek, tasavvuf; Allahü teâlâyı ve tecellilerini
müşâhede ve temaşa etmektir.”
“Haya perdesini yüzünden sıyırıp atanın gıybeti haram olmaz.”
“Dünyâ malına kul olanın burnu yerde sürünsün,
dünyâ malına köle olan kahrolsun, kesesine esîr
olan hor ve hakîr olsun.”
“Allahü teâlâ, kalbi gaflet içinde olan kulun
İmâm-ı Kuşeyrî’ye göre; “Tasavvufu bu işin ehli olan bir
duâsını kabûl etmez.”
üstâddan öğrenmek gereklidir. Hocası olmayan, her yolda
felah bulamaz. Talebe, kalbden bile olsa hocasına i’tirâz
“Zengine, zengin olduğu için tevâzu gösteren
edemez. Hocasının izni olmadan, talebe bulunduğu yerden bir
kimsenin, dîninin üçte ikisi gider.”
yere gidemez. Hoca hatâ edebilir, günah işleyebilir. Hoca
hatasız ve günahsız olamaz. Hocası ile İslâmiyet arasında
“Kişi sevdiği ile beraberdir.” Enes bin Mâlik,
anlıyamadığı bir ayrılığı gören talebe, hocasına değil,
Peygamber efendimizin ( aleyhisselâm ) mübârek
İslâmiyete tâbi olur. Ama hocasına saygıda kusur etmez.”
ağızlarından, Sidret-ül-münteha’ya kadar olan
yolculuğu, bundan sonraki durumları ve namazın
İmâm-ı Kuşeyrî, insanlarda bulunan husûsları
farz oluşunu, şöyle bildirir “Cebrâil beni Sidret-ül-
tasavvufî yönden üç kısma ayırır. Bunlar “a)
münteha’ya götürdü. Bir de ne göreyim,
Fiil: İnsanların irâdeleriyle yaptığı işlerdir, ibâdet,
yaprakları fil kulakları gibi, meyvaları küpler kadar
tâat, amel gibi. b) Huy: Bu, insanda doğuşundan
bir ağaç var. Bu ağacı Allahü teâlânın celâl ve
i’tibâren vardır. Ama devamlı ve düzenli çabalar
azameti o kadar kaplamış ve bürümüş ki, bu
sayesinde iyiye doğru yönelir. c) Hâl: Önceleri
yüzden durumu değişmiş ve çok güzelleşmiş. Hiç
insana irâdesinin dışında gelir. Amelin temizliği
kimse onun güzelliğini anlatamaz. Bu sırada
nisbetinde güzel olur.”
Allahü teâlâ bana vahyedeceğini vahyetti. Bana,
hergün ve gece için elli vakit namazı farz kıldı.
İmâm-ı Kuşeyrî’nin hadîs ilmindeki yeri ve
rivâyetleri: Kuşe’yrî’nin tasavvuf anlayışı ve
hâlleri, âyet-i kerîmelere ve hadîs-i şerîflere
dayalıdır. Çok iyi bir hadîs tahsili görmüş olan
Kuşeyrî, senelerce hadîs hocalığı yapmıştır.
Kuşeyrî, tövbe, vera’, takvâ, sabır ve şükür gibi
tasavvufî konuları izah ederken, önce bu
konularla ilgili birkaç âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîf
nakletmiştir. Rivâyet ettiği hadîs-i şerîflerin büyük
bir kısmı Kütüb-i sitte’de ve diğer sağlam
kaynaklarda rivâyet edilen sahih hadîslerdir.
Rivâyet ettiği hadîs-i şerîflerde Peygamber
efendimiz ( aleyhisselâm ) buyurdular ki: “Eğer
Altıncı kat semâda bulunan Mûsâ’nın yanına
inince, bana: “Rabbin, ümmetine neler farz kıldı?”
dedi. Elli vakit namaz dedim.
Mûsâ (aleyhisselâm) bana “Rabbinden bu miktarı
hafifletmesini dile, çünkü ümmetin bu kadara
tahammül edemezler. Ben, Benî İsrâil’i denedim”
dedi. Bunun üzerine, Rabbimle münâcaat ettiğim
yere dönüp, elli vakit namazı hafifletmesi için
yalvardım. Allahü teâlâ, elli vaktin, beş vaktini
indirdi. Bu durumu Mûsâ’ya söyleyince, “Ümmetin
bu kadara da dayanamaz, sen yine Allahü
teâlâdan, bunun da hafifletilmesini dile” dedi. Bu
şekilde Rabbim ile Mûsâ arasında gidip geldim.
Nihâyet Allahü teâlâ, “Yâ Muhammed! Farz
“Nefse ve arzuya uymak, Allahü teâlâdan uzaklaştırır. Nefse
kıldığım namazlar, her gün ve gecede kılınacak
uymamak ibâdetlerin başıdır.”
olan beş vakit namazdır. Her namaz için on
sevâb vardır. Bu bakımdan sonunda yine elli
“Her düşmanlığın kalkması ümid edilir. Yalnız kıskançlıktan
namaz olur. Bir kimse hayır yapmak ister de, onu
sonra düşmanlık edenin düşmanlığının kalkması ümid
yapamazsa, ona bir sevâb yazılır. O iyiliği
edilmez.”
yaparsa, on sevâb yazılır. Bir kimse kötülük
işlemek ister de, yapamazsa, ona hiçbir şey
yazılmaz. O kötülüğü işlerse, bir tane günah
yazılır” buyurdu. Tekrar Mûsâ’nın yanına
uğradım. Olup bitenleri anlattım. Mûsâ yine,
“Rabbinden bunun da hafifletilmesini iste” dedi.
Bunun üzerine “Rabbime çok müracaatta
bulunduğum için artık utanıyorum” dedim.”
“İzzet ve Celâl sahibi Allahü teâlâ şöyle
buyurmuştur: Ben, kulumun beni zannettiği
gibiyim. Kulum beni zikrederse, onunla beraber
olurum. Kulum beni içinden ve gizlice zikrederse,
ben de onu gizlice zikrederim. Kulum beni halk
içinde zikrederse, ben de onu daha hayırlı bir
topluluk içinde zikrederim. Kulum bana bir karış
yaklaşırsa, ben ona bir arşın yaklaşırım. O bana
bir arşın yaklaşırsa, ben ona bir adım yaklaşırım.
O bana yürüyerek gelirse, ben ona koşarak
gelirim.”
“Herkes kendisi için birşey seçti. Ben ise, Hak teâlânın benim
için seçtiği şeyi seçiyorum. Şayet Allahü teâlâ beni zengin
kılarsa, dininin emirlerini yapmayı terk etmem. Şayet fakir
kılarsa, haris ve O’nun emirlerinden yüz çeviren bir kul
olmam.”
“Şarab haramdır. Çünkü aklı gideriyor ve insanı sarhoş ediyor.
Gaflet, ya’nî Allahü teâlâyı unutmak şarabından sarhoş olanın
sarhoşluğu, şarab içenin sarhoşluğundan daha zayıftır. Şarab
içmenin cezası haddir. Gaflet şarabının cezası uzaklıktır.
Şarap içen, sarhoşken namaz kılmaktan men olunur. Gâfil
olan, namazdan mahrûm olur. Sarhoş ayılmayınca had
vurulmadığı gibi, gaflet sarhoşu da ölüm kamçısıyla
uyanmayınca, Kendine gelmeyince, nasihat kâr etmez. Şarab
bütün günahlara ve hatalara sebeb olduğu gibi, gaflet de
bütün uzaklık ve ayrılıkların sebebidir.”
“Kur’ân-ı kerîmdeki altı şifâ âyeti bir tabağa yazılıp, su koyarak
eritilir. Hasta içerse, Allahü teâlâ şifâ ihsân eder. Âyet-i kerîme
ve duâ elbette şifa verir. Fakat şartların gözetilmesi de
Melekler, amellerinden râzı olduklarını göstermek
lâzımdır. Okuyanın veya yazanın ve hastanın buna inanması
için, kanatlarını ilim tâliblerinin üzerine gererler.”
lâzımdır. Hastanın zararlı olan gıdalardan, şüpheli ilâçlardan
perhiz etmesi, soğuktan sakınması, lüzumlu şeyleri yapması,
“Allahü teâlâ bir şeye tecelli edince, o şey Hak
haramdan, zulümden sakınması lâzımdır?”
teâlâya boyun eğer.”
Kuşeyrî, sûfiyye-i âliyyenin büyüklüğüne, sûfilerin hâl
“Yabancı bir kızı görüp de, Allahü teâlânın azâbından
tercümelerine, tasavvufun mahiyetine, zühd ve takvânın
korkarak, başını ondan çeviren kimseye, Allahü teâlâ
izahına dâir yazmış olduğu “Risâle-i Kuşeyrîyye” adlı eseriyle
ibâdetlerin tadını duyurur.”
meşhûr olmuştur. Bu eser her tarafta yayılmış, âlim ve
mutasavvıflar tarafından medhedilmiştir. Fransızcaya ve diğer
İmâm-ı Kuşeyrî hazretleri buyurdu ki: “Takvâ; seni Allahü
batı dillerine tercümesi yapılmıştır.
teâlâdan uzaklaştıran şeylerden sakınmaktır.”
Risâle-i Kuşeyrî; giriş, safîlerin hayatlan, ıstılâhlar kısmı ve
“Vera”; şüphe edilen şeyleri terk etmektir.”
“Kalbi huşû’ içinde bulunan kimseye şeytan yaklaşamaz.”
tasavvuf ahlâkı olmak üzere dört bölümden meydana gelir.
Risalenin, sûfîlerin hayatları kısmında, Kuşeyrî’nin esas
gayesi hayat hikâyesi anlatmak değildir. Ondan önceki
sûfîlerin söz, davranış ve halleriyle İslâmiyete gösterdikleri
derin bağlılıklarını izah gayesiyle onların hayatlarını
Takvâ: Allahü teâlâ Kur’ân-ı kerîmde; “Biliniz ki,
anlatmıştır. İmâm-ı Kuşeyrî, zamanındaki mutasavvıflara
Allah katında en iyiniz, takvâsı en ziyâde
seslenirken, onların bir kısmının İslâmiyete aykırı ba’zı işler
olanınızdır” (Hucurât 13) buyurmuştur. Bir zât
yaptıklarını gösterir: “Ey zamane mutasavvıfları! Siz dînimizin
Peygamber efendimize ( aleyhisselâm ) gelerek:
hükümlerine riâyet etmede hassasiyet göstermiyorsunuz.
“Ey Allahın, Peygamberi bana tavsiyede bulun”
Fakat peşinde gittiğinizi iddia ettiğiniz ve kendinize önder
dedi. Peygamber efendimiz de ( aleyhisselâm
edindiğiniz sizden önceki sûfîler ne kadar dindar idiler!
): “Takvâya sıkı sarıl. Çünkü bütün hayırları
Dînimizin zâhirî hükümlerine nasıl içten bağlı idiler! O hâlde
kendisinde toplayan haslet takvâdır” buyurdu.
siz eski sûfîlerin değil, onlara yabancı olan akımların
temsilcilerisiniz.”
Takvâ, bütün fazilet ve iyilikleri kendinde toplayan bir haslettir.
Takvânın hakîkati, Allahü teâlâya itaat ederek azâbından
Istılâhlar kısmında, hakîkî tasavvuf anlatılmıştır. Bu bölümde
sakınmaktır. Takvânın aslı; önce şirkten, sonra kötü ve günah
vaht, hâl, makam, kabz-bast, heybet-üns, fenâ-bekâ, gaybet-
olan hareketlerden, daha sonra günah olabilme ihtimâli olan
huzûr, sahv-sekr, zevk-şürb, setr-tecellî, telvîn-temkin, rûh,
amellerden sakınmak, en son olarak da fuzûli ve lüzumsuz
nefs, varid, nefes gibi tasavvufî tâbirler açıklanmıştır.
olan şeyleri terketmektir.
Makamlar kısmında ise tasavvuf ahlâkı, tasavvufun ahlâk ve
amel cephesi esaslı bir şekilde bu bölümde anlatılmıştır. Bu
Hazreti Ali ( radıyallahü anh ) şöyle buyurmuştur: “Dünyâda
bölümde anlatılan makam ve hâllerden ba’zıları şunlardır:
insanların efendisi cömert olanlar, âhirette insanların efendisi
takvâ sahibi olanlardır.”
Tövbe:Allahü teâlâ Kur’ân-ı kerîmde; “Ey
mü’minler! Hepiniz Allaha tövbe ediniz ki, dünyâ
Huşû’- Tevâzu: Hak teâlâ Kur’ân-ı
ve âhıret saadetine kavuşasınız.” (Nûr-31)
kerîmde; “Namazlarında tevâzu ve korku sahibi
buyurmuştur. Peygamber efendimiz (
olan mü’minler, muhakkak kurtuluşa
aleyhisselâm ) bir hadîs-i şerîfte ise; “Günahtan
erdiler” (Mü’minûn 1-2) buyurmuştur. Peygamber
tövbe eden günahsız gibidir” buyurdu.
efendimiz ( aleyhisselâm ) bir hadîs-i
şerîfte; “Kalbinde zerre kadar kibir bulunan kimse
Tövbe kelimesinin asıl ma’nâsı dönmek, rücû’
Cennete girmeyecektir. Kalbinde zerre kadar
etmektir. Tövbe, İslâmiyetin yasak ettiği şeyden,
îmân bulunan kimse ise Cehenneme
helâl ettiği şeye dönmektir. Peygamber efendimiz
girmeyecektir” buyurdular.
( aleyhisselâm ) bir hadîs-i şerîfte;“Pişmanlık
tövbedir” buyurdular.
Huşû’; Allahü teâlâya boyun eğmek, tevâzu; Allahü teâlâya
teslim olmak ve O’nun hükmüne i’tirâzdan vazgeçmektir.
Ehl-i Sünnet âlimleri; “Sahih bir tövbenin üç şartı vardır” diye
buyurmuşlardır. Bunlar; “İslâmiyetin emirlerine muhalif işleri
Sehl bin Abdullah: “Kalbi huşû’ içinde olana şeytan
yapmaktan pişman olmak, hatalı ve günah olan şeyleri hemen
yaklaşamaz” buyurmuştur. Ebû Saîd-i Hudrî hazretleri
terketmek, daha önceden işlenmiş olan günahları ve
tevazünün nasıl olması icâb ettiğini anlatırken buyurdu ki:
benzerlerini yapmamaya azmetmektir.”
“Resûlullah ( aleyhisselâm ) hayvana ot verirdi. Deveyi
bağlardı. Evini süpürürdü. Koyunun sütünü sağardı.
İnsan yaptığı işin kötü olduğunu kalben düşünür ve işlemekte
Ayakkabısının söküğünü dikerdi. Çamaşırını yamardı.
olduğu işlerin kötü olduğunu görürse ve kalbinde tövbe etme
Hizmetçisi ile birlikte yerdi. Hizmetçisi eldeğirmeni çekerken
arzusu olursa, o zaman Allahü teâlâ ona güzel bir dönüş ve
yorulunca ona yardım ederdi. Pazardan öteberi alıp torba
tövbe nasîb eder. Esas tövbe, önce kötü insanlarla arkadaşlık
içinde eve getirirdi. Fakirle, zenginle, büyükle, küçükle
yapmaktan uzaklaşmaktır. Çünkü insanı tövbe etmekten
karşılaşınca önce selâm verirdi. Bunlarla musâfeha etmek için
uzaklaştıran ve tereddütlere düşüren kötü arkadaştır.
mübârek elini önce uzatırdı. Köleyi, efendiyi, beyi, siyahı ve
beyazı bir tutardı. Her kim olursa olsun çağırılan yere giderdi,
kibirdi. Hırstan sakının, çünkü Âdem’i Cennette
önüne konulan şeyi az olsa da, hafif, aşağı görmezdi.
ağaçtan meyva yemeye yönelten hırs idi.
Akşamdan sabaha ve sabahdan akşama yemek bırakmazdı.
Hasedden de sakının, zirâ Âdem’in iki oğlundan
Güzel huylu idi. İyilik etmesini sever idi. Herkesle iyi geçinirdi.
birini öbürünü öldürmeye hased sevk etmiştir.”
Güler yüzlü, tatlı sözlü idi. Söylerken gülmezdi. Üzüntülü
görünürdü. Fakat çatık kaşlı değildi. Aşağı gönüllü idi. Fakat
İslâm âlimleri; “Hased, düşmanından önce hased eden
alçak tabiatlı değildi. Heybetli idi. Ya’nî saygı ve korku hâsıl
kimsede zararını ve te’sîrini gösterir. Hasedci, ni’mete
ederdi. Fakat kaba değildi. Nâzik idi. Cömerd idi. Fakat isrâf
kavuşan birini gördümü donakalır, felâkete düşeni görünce ise
etmez, faydasız yere birşey vermezdi. Herkese acır idi.
düğün bayram eder. İnsan, kendisine hased edenin
Mübârek başı hep önüne eğik idi. Kimseden birşey
dostluğunu kazanmak için emek vermekten sakınmalı. Zîrâ o,
beklemezdi.”
onun ihsânını kabûl etmez” demişlerdir.
Nefse muhalefet ve kusurlarını hatırda tutma:
Şöyle rivâyet edilir: Allahü teâlâ Hazreti
Allahü teâlâ Kur’ân-ı kerîmde; “Her kim Rabbinin
Süleymân’a (aleyhisselâm) şöyle vahyetmişti:
makamından korkmuş ve nefsini arzu ve
“Sana şu yedi şeyi tavsiye ediyorum: Sâlih
isteklerinden alıkoymuşsa, muhakkak Cennet
kullarımın gıybetini yapma, kullarımdan hiç birini
onun varacağı yerdir” (Nâziat 40-41)
hased etme.” Bunun üzerine Hazreti Süleymân
buyurmuştur. Peygamber efendimiz (
(a.s); “Yâ Rab! Kâfi, kâfi” dedi. Arabî beyt
aleyhisselâm ) bir hadîs-i şerîfte: “Ümmetim
tercümesi:
hakkında endişe ettiğim husûsların en korkunç
olanı, nefsin istek ve arzularına uymak ve hırstır.
Nefsin istek ve arzularına tâbi olmak, insanı
doğru yoldan saptırır. Hırs ise âhıreti
unutturur” buyurdu.
Nefse muhalefet etmek, onun arzu ve isteklerini yerine
getirmemek, ibâdetin başıdır, İslâm âlimlerine İslâmiyetin ne
olduğu sorulunca: “Nefse muhalefet etmektir” diye cevap
vermişlerdir. Bir kimse nefsinin arzu ve isteklerini yapmaya
başlarsa, o kimsenin kalbinden Allahü teâlânın sevgisi ve
korkusu kaybolur. Yine İslâm âlimleri demişler ki: “Mü’min bir
kişinin bin tâne nefsânî arzusu olsa, bunların hiçbirini
kalbindeki Allah korkusu sebebiyle yerine getirmez. Fasıkın bir
tane nefsânî arzusu olsa, bu arzu ve istek, onun kalbinden
Allah korkusunu dışarı atar.”
Hased: Allahü teâlâ Kur’ân-ı kerîmde; “(Ey
Resûlüm) de ki: Hasedini meydana çıkarıp
gereğini yapmağa koyulduğu zaman kıskacın
şerrinden sabahın Rabbine sığınırım”(Felâk-1, 5)
buyurdu. Peygamber efendimiz ( aleyhisselâm )
bir hadîs-i şerîfte; “Bütün hatâ ve günâhın esâsını
şu üç şey teşkil eder: Kibirden sakının, zira
şeytanı Âdem’e secde etmemeye yönelten
Allah yaymak isterse, Saklı bir fazileti,
Düşürür hasedcinin diline.
Gıybet: Allahü teâlâ Kur’ân-ı kerîmde; “Ey İman
edenler! Zannın birçoğundan sakının. Çünkü
zannın bir kısmı günahtır. Müslümanların ayıb ve
kusurlarını araştırmayın. Birbirinizi arkasından
çekiştirmeyin. Hiç sizden biriniz ölü kardeşinin
etini yemek ister mi? Bundan tiksindiniz değil mi?
O hâlde gıybet etmekte Allahtan
korkun” (Hucurât-12) buyurmuştur. Peygamber
efendimiz ( aleyhisselâm ), hadîs-i şerîflerde
gıybet hakkında şöyle buyurmuştur: “Kıyâmet
günü bir kimsenin sevâb defteri açılır. Yâ Rabbî!
Dünyada iken şu ibâdetleri yapmıştım. Sahîfede
bunlar yazılı değil! der. Onlar defterinden silindi.
Gıybet ettiklerinin defterine yazıldı, denir.”
“Kıyâmet günü bir kimsenin hasenat defteri açılır.
Yapmamış olduğu ibâdetleri orada görür. Bunlar,
seni gıybet edenlerin sevâblarıdır, denir.”
Allahü teâlâ, Mûsâ aleyhisselâma vahy eyledi ki, “Gıybet edip
ise, “İnsanlardan biri, Allahü teâlâya tevekkül ettim diyor.
tövbe eden kimse, Cennete en son gidecektir. Gıybet edip,
Halbuki Allahü teâlâya karşı yalan söylüyor. Gerçekten Allahü
tövbe etmiyen kimse, Cehenneme en önce girecektir.”
teâlâya tevekkül etseydi. O’nun, hakkındaki muâmelesine de
râzı olurdu” buyurdu.
Hasen-i Basrî hazretlerine, birisinin kendisini gıybet ettiğini
haber verdiler. Ona bir tabak helva gönderip, “Sevâblarını
Şükür: Allahü teâlâ Kur’ân-ı
bana hediye ettiğini işittim. Karşılık olarak bu tatlıyı
kerîmde! “Ni’metlerime şükür ederseniz, onları
gönderiyorum” dedi. Abdullah bin Mübârek hazretlerinin
arttırırım” (İbrâhim-7) buyurmuştur. Şükür; Allahü
yanında birgün gıybetten bahsedilince, buyurdu ki: “Gıybet
teâlânın verdiği ni’metleri, O’na boyun eğerek
etmem zarurî olsaydı, annemi ve babamı gıybet ederdim-
i’tirâf etmektir. Allahü teâlânın ihsânı; şükre
Çünkü sevâblarımı almaya onlar daha çok hak sahibidirler.”
muvaffak kılmak için kuluna lütufta bulunmasıdır.
Hakîkî ma’nâda şükür: Allahü teâlânın ni’metlerini
Yahyâ bin Muâz hazretleri “Bir müsliman şu üç husûsta
dil ile ikrâr ve kalb ile tasdik etmektir. Şükür üç
senden emîn olsun: Bir müslümana faydalı olamıyorsan,
kısımdır: Dilin şükrü; Allahü teâlânın verdiği
zararın dokunmasın. Onu sevindiremiyorsan, bari onu üzme.
ni’metleri i’tirâf etmesidir. Beden ve organların
Onu methedemiyorsan bari onu kötüleme” buyurmuştur.
şükrü; Allahü teâlâya ibâdet etmesidir. Kalbin
Tevekkül: Allahü teâlâ Kur’ân-ı kerîmde; “Eğer
şükrü; O’na hürmet etmesidir.
îmânınız varsa, Allahü teâlâya tevekkül
Ebû Bekr Verrak hazretleri: “Ni’metin şükrü; iyiliği görmek,
ediniz!” (Mâide-23) “Allahü teâlâ, tevekkül
kıymetini bilmek ve Allahü teâlâya karşı saygılı olmak sûretiyle
edenleri elbette sever” (Âl-i İmrân-159)“Bir kimse,
olur” buyurdu. Cüneyd-i Bağdadî ise; “Şükür; kendini ni’mete
Allahü teâlâya tevekkül ederse, Allahü teâlâ ona
ehil ve lâyık görmendir” buyurdu. Hasen bin Ali hazretleri
kâfidir” (Talak-3) buyurmuştur.
Kâ’be’nin örtüsünün bir kenarına sarılarak, “Yâ Rabbî! Bana
Resûlullah ( aleyhisselâm ) buyuruyor
ki: “Ümmetimden bir kısmını bana gösterdiler.
Dağları, sahraları doldurmuşlardı. Böyle çok
olduklarına şaşdım ve sevindim. “Sevindin mi?”
dediler, “Evet” dedim. Bunlardan ancak yetmiş
bin adedi hesâbsız Cennete girer dediler. Bunlar
ni’met verdin, lâkin beni şükreden bir kul olarak görmedin.
Bana belâ verdin, fakat beni bu belâya sabreden bir kul olarak
görmedin. Buna rağmen şükr etmediğim ni’meti almadın, ne
de verdiğin belâya sabretmediğim için belânın şiddetini devam
ettirdin. Yâ ilâhi! Kerîm olandan, keremden başka ne beklenir”
diye niyazda bulundu.
hangileridir diye sordum, işlerine sihir, büyü,
Sabır, İzzet ve Celâl sahibi Allahü teâlâ, Kur’ân-ı
dağlamak, fal karıştırmayıp, Allahü teâlâdan
kerîmde Nahl sûresi yüzyirmiyedinci âyet-i
başkasına tevekkül ve i’timâd etmiyenlerdir
kerîmesinde “Ey Resûlüm! Sabret, senin sabrın
buyuruldu.” Dinleyenler arasında Ukâşe (
da ancak Allahü teâlânın yardımı
radıyallahü anh ) ayağa kalkıp, “Yâ Resûlallah!
iledir” buyurmuştur.
Duâ buyur da, onlardan olayım” deyince, “Yâ
Rabbî! Bunu onlardan eyle!” buyurdu. Biri kalkıp,
Sabrın dört kısmı vardır Bunlar; kulun kendi
aynı duâyı isteyince, “Ukâşe senden çabuk
irâdesi ile kazandığı şeylere gösterdiği sabır,
davrandı” buyurdu.
irâdesi dışında olan şeylere gösterdiği sabır.
Allahü teâlânın emrini yerine getirmede gösterilen
Tevekkülün yeri kalbdir. Zâhirde hareketle meşgûl olmak
sabır ve Allahü teâlânın yasakladığı şeylerden
kalbdeki tevekküle zıt değildir. Ebû Osman Hayrî hazretleri,
uzak kalmada gösterilen sabırdır. Kulun irâdesi
“Tevekkül; Allahü teâlâdan gelen şeyler ile iktifa ederek, O’na
dışında olan şeylere gösterdiği sabır, Allahü
tam i’timâd hâlinde bulunmaktır” demiştir. Bişr-i Hafi hazretleri
teâlânın ona verdiği hastalık ve çeşitli zararlara
göğüs gererek sabretmesidir. Cüneyd-i Bağdadî,
esâsı üç şeydir. Allahü teâlânın hükümlerinden
“Sabır; yüzü ekşitmeden acıyı yudum yudum
hiçbir şeyi reddetme. O’nun nezdinde değeri
içine sindirmedir” buyurdu. Hazreti Ali “Vücûda
olmayan bir amel yapma. Allahü teâlâdan başka
göre baş ne ise, imâna göre sabır da odur”
birisinden bir istekte bulunma!” Ebû Ali Dekkak
buyurmuştur. Ebû Muhammed Cerirî ise, “Sabır;
ise, “Rab olma, Allahü teâlânın ezeli bir vasfı
kalb sükûn içinde bulunduğu hâlde ni’metle
olduğu gibi, ubûdiyyet de (kul olma) kulun
mihnet arasında fark görmemektir”
kendisinden ayrılmayan devamlı sıfatıdır. Arabî
demiştir. Arabî beyt tercümesi:
şiir tercümesi:
Sabır çok güzeldir,
Sorarlarsa bana,
Senden gelen herşeye.
Kuluyum O’nun derim.
Sorarlarsa O’na,
Rızâ: Allahü teâlâ Kur’ân-ı kerîmde; “Allah
Der, o kölemdir benim!”
onlardan râzı olmuştur. Onlar da O’ndan
hoşnuddurlar” (Beyyine-8) buyurmuştur. Rızâ,
Haya: Kur’ân-ı kerîmde Alâk sûresi ondördüncü
kulun çalışması ile elde edilir, İslâm âlimleri;
âyet-i kerîmesinde Allahü teâlâ buyuruyor
“Rızâ, Allahü teâlânın en büyük kapısıdır. Allahü
ki: “Kulum bilmiyor mu ki, Allah onun bütün
teâlânın kendisinden râzı olduğu kul, en yüksek
hâllerini görüyor?”
derecelere kavuşmuş olur” buyurmuşlardır.
Muhammed Cerîrî, “Allah, hakkında azına râzı
Peygamber efendimiz ( aleyhisselâm ) bir hadîs-i
olana istediğinden fazlasını verir” buyurdu.
şerîfte: “Haya îmândandır” buyurmuştur.
Peygamber efendimiz ( aleyhisselâm ) birgün
Ubûdiyet: Allahü teâlâ Kur’ân-ı kerîmin Hicr
Eshâb-ı kirâmına, “Allahü teâlâdan hakkı ile haya
sûresinin doksandokuzuncu âyet-i
ediniz” buyurdular. Eshâb-ı Kirâm da “Ey Allahın
kerîmesinde; “Ölüm gelinceye kadar Rabbine
Resûlü! Elhamdülillah haya ediyoruz” dediler.
ibâdet et” buyurmaktadır. Peygamber efendimiz (
Bunun üzerine Peygamber efendimiz (
aleyhisselâm ) bir hadîs-i şerîfte “Allahü teâlâ
aleyhisselâm ) “Hakîkî haya o değildir. Gerçek
yedi sınıf insanı, arşın gölgesinden başka hiçbir
ma’nâsıyla Allahü teâlâdan haya eden, başındaki
gölge bulunmayan kıyâmet gününde, arşın
duyu organlarını ve düşüncelerini yanlış hareket
gölgesinde gölgelendirecektir. Bunlar; âdil
yapmaktan korusun. Yeme ve içmesini kontrol
hükümdâr, Allahü teâlâya ibâdet ede ede yetişen
etsin, ölümü ve ondan sonra başa gelecekleri
genç, kalbi mescidlere bağlı olan kimse, Allah için
hatırlasın, âhıreti isteyen dünyâ hayatının
birbirini seven ve O’nun için bir araya gelen,
zevklerini terk etsin, böyle yapanlar Allahü
O’nun için birbirinden ayrılan iki kimse, kendisini
teâlâdan hakkıyla haya etmiş olurlar” buyurdular,
mevki sahibi güzel bir kadın fenâlığa da’vet ettiği
İslâm âlimleri, “Haya edilen muhterem kişiler ile
hâlde: “Ben “Allahtan korkarım” diyen kişi, sol
sohbet etmek sûretiyle, hayayı diri tutunuz”
elinin verdiğini sağ eli duymayacak derecede gizli
demişlerdir. Zünnûn-ı Mısrî, “Aşk konuşturur,
sadaka veren kimse ve tenhâ bir yerde Allahü
haya susturur. Allahü teâlâ korkusu insanı
teâlâyı zikr ederek gözlerinden yaş boşanan
hüzünlendirir.” Ebû Ali Dekkak hazretleri ise,
kimselerdir” buyurmuştur.
“Haya, Allahü teâlânın huzûrunda, her türlü
iddialarını ve benlik da’vâlarını terk etmektir”
Ubûdiyyet, Allahü teâlâya kulluk ve kölelik
yapmaktır ve zuhur eden kader karşısında irâdeyi
terk etmektir. Nebaci şöyle demiştir: “İbâdetin
buyurdular.
Ahlâk: Kur’ân-ı kerîmde Kalem sûresi dördüncü
tüccâra “Dur” diye bağırdı. Tüccâr durarak,
âyet-i kerîmesinde Allahü teâlâ Peygamberimize
eşkiyaya “Senin istediğin malımdır, bana yol ver”
( aleyhisselâm ); “Gerçekten sen, pek büyük
dedi. Eşkiya, “Senin malın zaten malımdır, kastım
ahlâk üzeresin” buyuruyor. Peygamber efendimiz
sanadır” deyince, tüccâr, “Senin işin malım iledir.
bir hadîs-i şerîfte; “Ahlâkı en güzel olanınız,
Bana yol ver, beni ne yapacaksın?” dedi. Eşkiya
îmânı en üstün olanınızdır” buyuruyor. Güzel
bu teklifini reddedince, tüccâr, “O halde bana bir
ahlâk, insanın güzel ve örnek davranışlarının en
süre izin ver de, abdest alıp, namaz kılayım ve
faziletlisi ve iyisidir. İslâm âlimlerinden Ebû Saîd-i
Allahü teâlâya duâ edeyim” dedi. Eşkiya, “Aklına
Harrâz, “Yüksek ahlâk; cenâb-ı Hak’tan başka
gelen şeyi yapabilirsin” diyerek tüccâra izin verdi.
şeyin himmet ve düşüncesine sâhib olmamandır”
Tüccâr önce abdest alıp dört rek’at namaz kıldı.
buyurmuştur.. Abdullah bin Muhammed Râzi,
Sonra ellerini açarak şöyle duâ etti: “Yâ Rabbim,
“Ahlâk, kulun O’na karşı yaptığı ibâdetleri küçük
yâ Rabbim! Ey yüce Arş’ın sahibi, ey yoktan var
görmesi ve O’ndan gelen ni’metleri büyük
eden ve öldükten sonra tekrar dirilten, ey
görmesidir” demiştir.
dilediğini yapan, Arş’ın dört tarafını dolduran
nûrun hürmetine sana yalvarıyorum, bütün
İslâm âlimleri; “Ahlâk; halktan ve Allahü teâlâdan gelen eziyet
mahlûkata hâkim olan kudretin hürmetine,
ve cefâları hiç üzülmeden ve sızlanmadan kabûl etmektir.
herşeyi kuşatan rahmetin hürmetine, sana
Kötü huy, sahibinin kalbini sıkar. Zira onun kalbine, kendi arzu
yalvararak istiyorum. Ey çaresiz kalanların
ve irâdesinden başka birşey sığmaz. Güzel huy ise, namaz
imdâdına yetişen!” Üç kere bu duâyı tekrar etti.
kılarken yanında oturan (zengin, fakir, köle) kim olursa olsun
Tüccâr duâsını bitirir bitirmez karşıdan kır atlı,
kızmamaktır” buyurmuşlardır.
beyaz elbiseli ve elinde nûrdan bir süngü bulunan
Duâ: Allahü teâlâ Kur’ân-ı kerîmde
meâlen; “Rabbinize yalvararak ve gizlice duâ
ediniz...” (A’râf-55), “Ey kullarım! Benden
isteyiniz! Kabûl ederim, veririm. Bana ibâdet
etmekten büyüklenip yüz çevirenler, muhakkak ki
küçülmüş kimseler olarak Cehenneme
gireceklerdir” (Mü’min-60) buyurdu.
Duâ ihtiyâcın anahtarıdır, ihtiyâç sahibi olanların istirahat
mahallidir. Sıkıntı sahiblerinin sığındığı yerdir. Dert ve hacet
sahibi olanlarının nefes aldıkları alandır.
bir süvari geldi. Eşkiya hemen bu süvariye
yöneldi. Şaki yaklaşınca, o süvari ona hücum
ederek öyle bir darbe indirdi ki, eşkiya atından
düştü. O süvari tüccâra gelerek, “Kalk ve bu
adamı öldür” dedi. Tüccâr “Sen kimsin? Ben
şimdiye kadar adam öldürmedim ve bu adamı
öldürmek istemiyorum” dedi. Bunun üzerine
süvari şakinin yanına giderek onu öldürdü. Sonra
tüccârın yanına geldi ve “Bil ki ben üçüncü
semâdan gelen bir meleğim. İlk önce duâ
ettiğinde semânın kapılarında kılıç şakırtıları
işittik ve bir vukû’atın olduğunu anladık, ikinci
Duânın âdabı, duâ yapılırken kalbin gafletten uzak olmasıdır.
yalvarışında semânın kapıları açıldı ve ateş
Duânın şartı ise duâ yapanın helâl yemesidir.
kıvılcımları gibi kıvılcımlar ortaya yayıldı. Üçüncü
yakarışından sonra üst semâdan Cebrâil
Enes bin Mâlik ( radıyallahü anh ) şöyle anlatıyor
(aleyhisselâm) inerek bize geldi ve “Bu belâyı kim
“Peygamber efendimiz ( aleyhisselâm )
defedecek?” diye seslendi. Bunu duyunca,
zamanında Şam ile Mekke arasında mal ticâreti
Rabbime, bu eşkiyayı öldürme görevini bana
yapan bir tüccâr vardı. Bu zât, Allahü teâlâya
vermesi için duâ ettim. Ey Allahın kulu iyi bil, kim
tevekkül eder, kâfile ile birlikte yola çıkmaz,
senin duâ ettiğin gibi duâ ederse, Allahü teâlâ
yalnız giderdi. Birgün Şam’dan Mekke’ye gitmek
onun her çeşit dert ve sıkıntısını, uğradığı
üzere yola çıkmıştı. Yolda bir eşkiya gelerek,
musibeti ondan uzaklaştırır, kendisine yardımda
bulunur” dedi. Şakiden kurtulan tacir sağ sâlim
etmediniz. Hazreti Ömer içeri girince yine aynı
olarak malı ile Mekke’ye gelince, Resûlullah
vaziyette durdunuz. Hazreti Osman içeri girince
efendimizi ( aleyhisselâm ); ziyâret ederek,
doğrulup oturdunuz ve elbisenizi düzelttiniz.
başından geçen olayı ve yaptığı duâyı anlattı.
Bunun hikmeti nedir? Cevâbında: “Meleklerin
Peygamber efendimiz ( aleyhisselâm ) bunun
Hayâ ettiği bir kimseden, ben hayâ
üzerine, “Şüphesiz ki, Allahü teâlâ sana öyle
etmezmiyim?” buyurdular.
güzel isimler (Esmâ-i hüsnâ) bildirmiştir. Bunlarla
duâ edilirse kabûl edilir, birşey istenirse ihsân
Sohbet: Allahü teâlâ Kur’ân-ı kerîmde; “Hani
edilir” buyurdular. Arabî şiir tercümesi:
Mekke kâfirleri O’nu Mekke’den çıkardıklarında,
arkadaşı Hazreti Ebû Bekr ile mağaradaydılar. O
Delikanlının akıttığı göz yaşları,
vakit Peygamber, arkadaşına şöyle diyordu:
Gizli olan hislerinin tercümanı.
Mahzûn olma, zira Allahın yardımı bizimle
beraberdir” (Tevbe-40) buyuruyor.
Alıp verdiği nefesler dahi,
Eder ifşa, kalbindeki gizli sırları..
Peygamberimiz ( aleyhisselâm ) bir gün şöyle
buyurdular: “Dost ve ahbablarıma acaba ne
Edeb: Peygamber efendimiz ( aleyhisselâm ) bir
zaman kavuşacağım?” Bunun üzerine Eshâb-ı
hadîs-i şerîfte; “Güzel isim vermek, iyi bir süt
kiram, “Yâ Resûlallah! Anamız, babamız sana
anne bulmak ve güzel bir edeb öğretmek,
feda olsun. Biz senin dostların değil miyiz?” diye
çocuğun babası üzerinde hakkıdır”buyurmuştur.
sordular. Yine buyurdu ki: “Siz benim
eshâbımsınız. Ahbablarım ise beni görmeden
Edebin asıl ma’nâsı bütün hayır ve güzel meziyetlerin
bana inananlardır. Ben onları çok özlüyorum.”
toplamıdır. Edebli olan bir kimse, kendisinde her çeşit hayır ve
iyiliklerin toplanmış olduğu kimsedir, İbn-i Atâ “Edeb, ameli
Sohbet, dostluk, arkadaşlık, ahbablık, yoldaşlık ma’nâsına
güzelleştiren husûslar üzerinde durmaktır” buyurdu. İbn-i
gelip üç kısımdır: İlki, üst makamda olanlarla arkadaşlıktır.
Şirin’e; “Edeblerden hangisi Allahü teâlâya daha yakındır?”
Esâsında bu sohbet olmayıp, hizmettir, ikincisi, kendinden
diye sorulduğunda “Allahü teâlâyı Rab olarak tanımak, O’na
aşağıda olanlarla arkadaşlık. Bunda, kendisine tâbi olana
şükr etmek ve sıkıntılara sabretmek” diye cevap verdi. Ebû Ali
şefkat ve merhametle, tâbi olanın ise hürmet ve saygı ile
Dekkak ise “Edebi terk etmek, huzûrdan kovulmayı gerektiren
davranması gerekir. Üçüncüsü ise, akranlarıyla arkadaşlık
bir sebebtir. Huzûrda edepsizlik yapanı kapıya, kapıda
etmektir.
edepsizlik yapanı hayvanlara bakmak için ahıra gönderirler”
buyurdu.
Kendisinden derece bakımından yüksek olanla sohbet
ederken şunlara dikkat etmelidir: Ona hiç i’tirâz etmemeli,
Hazreti Aişe buyuruyor ki: Resûlullah (
ondan gelen herşeyi güzel bir şekilde değerlendirmeli, onun
aleyhisselâm ) evinde mübârek baldırları, ya’nî
hâllerine inanmalı ve tasdik etmelidir.
topuk ile dizi arası açık yatıyordu. Hazreti Ebû
Bekr kapıya gelip izin istedi. Habîb-i ekrem izin
Kendisinden derece bakımından aşağı olanla sohbet ederken
verdiler. Hâllerini değiştirmediler. Sonra Hazreti
şunlara dikkat etmelidir O’nun bir kusurunu görünce uyarmalı,
Ömer gelip izin istedi. Ona da izin verdiler ve
onun terbiyesi ile meşgûl olmalı ve onu cehâletten
mübârek baldırları açık olarak yattıkları vaziyette
kurtarmalıdır.
sohbet ediyorlardı. Hazreti Osman gelip izin
isteyince, Resûl-i ekrem oturdu ve örtündü. Hepsi
Kendisiyle aynı derecede olanla arkadaşlık yaparken ise,
gittikten sonra Server-i âleme sordum. Babam
onun ayıplarını görmemezlikten gelmeli, ondan zuhur eden
Ebû Bekr ( radıyallahü anh ) içeri girdi hiç hareket
şeyleri güzel bir şekilde değerlendirmeli, bunu yapamadığı
Ölüm: Allahü teâlâ, Kur’ân-ı kerîmde Nahl
zaman da kendini kınamalıdır.
sûresinin otuzikinci âyet-i kerîmesinde; “Takvâ
sahibi o kimselerdir ki, melekler onların canlarını,
Arabî şiir tercümesi:
“Sevgi ve rızâ gözü,
Görmez hiçbir kusuru.
Kin ve nefret gözü dahi,
Serer ortaya bütün pislikleri.”
hoş ve rahat oldukları hâlde alırlar” buyuruyor.
Peygamber efendimiz ( aleyhisselâm ) bir hadîs-i
şerîfte; “Şüphesiz kul, ölüm sancılarının içinde,
can vermek ızdırâbı ile pençeleşir. O zaman rûh
ile beden birbirine selâm vererek şöyle
vedâlaşırlar: Sana selâm olsun, artık kıyâmet
gününe kadar sen benden, ben senden
Kimlerle arkadaşlık yapayım diye soran bir kişiye Zünnûn-i
ayrılıyoruz!” buyurmuştur. Hazreti Hasen, ölüm
Mısrî; “Hastalandığın zaman ziyâretine gelen ve günah
vakti yaklaştığı zaman ağlamaya başlamıştı.
işlediğin vakit senin için tövbe eden kimseler ile” diye cevap
Neden ağlıyorsun? diye sorulunca: “Görmediğim
verdi. Ebû Ali Dekkak hazretleri, “Bir kimse tarafından
efendimin huzûruna çıkıyorum” demişti. Hazreti
yetiştirilmeyen ve kendi kendine biten ağaçlar yalnız yaprak
Bilâl-i Habeşî’nin vefâtı yaklaştığı zaman hanımı,
açar, meyva vermez. Tıpkı bunun gibi, kendisinden edeb ve
“Ne kadar üzüntülüyüm” dedi. Hazreti Bilâl-i
terbiye öğrenilen bir hocaya sâhib olmayan talebelerden fayda
Habeşî ise, “Ne kadar neş’eliyim, yarın
gelmez” buyurdu.
dostlarıma, Allahın Resûlüne ve arkadaşlarıma
kavuşacağım” dedi.
Tevhîd: Peygamber efendimiz ( aleyhisselâm ) bir
hadîs-i şerîfte; “Tevhîd hariç, hiçbir hayırlı ameli
Cüneyd-i Bağdadî’ye ölüm ânında, “La ilahe illallah de!”
olmayan bir adam ailesine: Ben öldüğüm vakit
denilince: “O’nu bir an aklımdan çıkarmadım ki, O’nu
beni yakın, sonra kemiklerimi ezin ve toz hâline
hatırlayayım” dedi.
getirin. Sonra bunların yarısını karaya, yarısını da
denize dökün. Vallahi Allah bana kadirse, elbette
beni âlemlerden hiçbirine azâb etmediği azâba
çekecektir dedi. Adam ölünce vasıyyetini yerine
getirdiler. Allahü teâlâ da karaya ve denize,
içindekileri toplamasını emir buyurdu. Adamı
huzûr-i ilâhiyeye getirdiler. Hak teâlâ adama,
“Bunu niçin yaptın?” diye sordu. Adam: “Senden
korktuğum ve haya ettiğim için yâ Rabbî” diye
cevap verdi. Allahü teâlâ da bu sebeple onu
affetti.” (Müslim; Tevbe 5-24) buyurdular.
Tevhîd; Allahü teâlâ birdir ve eşsizdir diye inanmaktır.
Muhabbet: Allahü teâlâ Kur’ân-ı kerîmde; “Ey
îmân edenler! içinizden kim dininden dönerse,
şunu bilsin: Allah onun yerine öyle bir kavim
getirecek ki, Allah onları sever, onlar da Allahı
severler...” (Mâide-54) buyuruyor. Peygamber
efendimiz ( aleyhisselâm ) bir hadîs-i şerîfte; “Bir
kimse Allahü teâlâya kavuşmayı isterse, Allahü
teâlâ ona kavuşmayı diler. Bir kimse Allaha
kavuşmayı istemezse, Allahü teâlâ ona
kavuşmayı istemez” buyurdular.
Yine bir hadîs-i şerîfte, Peygamber efendimiz (
aleyhisselâm ); “Şüphesiz, Allahü teâlâ bir
Ebû Ali Dekkak hazretleri ölüm döşeğinde yatarlarken, “Ölüm
kulunu, sevdiği zaman Cebrâil’e, “Ben filân
zamanında tevhîdi muhafaza, etmek, kuvvetli olduğunun
kulumu seviyorum, onu sen de sev” der. Cebrâil
belirtisidir” buyurdu. Daha sonra bu sözü açıklıyormuş gibi
o kulu sever ve semâya seslenerek; “Allahü teâlâ
bulunduğu hâli işâret ederek; “Allahü teâlâ, hükmünü yerine
gerçekten filân kulu seviyor, onu siz de sevin”
getirmek için seni kesecek, parça parça edecek, fakat sen
der. O kulu semâ ehli de sever. Sonra Allahü
Allahü teâlâya hamd ve şükür edeceksin?” buyurdu.
teâlâ o kulun yeryüzünde de hüsn-i kabûl
görmesini sağlar...” buyuruyor.
Muhabbet (aşk) çok şerefli bir hâldir. Allahü teâlânın kuluna
edeb öğrenmeyen talebe, nefsinin arzu ve isteklerine tapar.
muhabbeti, ona husûsî sûrette bir ni’met vermeyi irâde
Kurtuluş yolunu bulamaz.
etmesidir. Allahü teâlânın bir kuluna ni’met vermesi, O’nun
rahmetindendir. Allahü teâlânın kuluna özel bir yakınlık
5. Ma’nevî mertebelerde ilerlemek isteyen talebe, yukardaki
göstermesi ve güzel hâller vermesine muhabbet ismi verilir.
husûslardan sonra, bütün günah ve hatâları için Allahü teâlâya
gönülden tövbe etmesi ve O’ndan af dilemesi lâzımdır. Bu
İslâm âlimleri; “Muhabbet; aşıkın sevgilisini,
tövbeden sonra bütün günahları terketmesi ve dostları ve
yanında bulunan ve değeri olan herşeye tercih
akrabalarını râzı etmesi gerekir.
etmesidir. Muhabbet; kalbin, Allahü teâlânın
muradı olan şeylere rızâ göstermesidir”
6. Talebe daha sonra, dünyâ ile alâkalarını ortadan
buyurmuşlardır. Arabî şiir tercümesi:
kaldırmaya çalışır. Çünkü dünyevî arzu ve isteklerinden
uzaklaşmak tasavvuf yolunun esâsıdır.
Şaşarım Rabbimi zikrettim diyene,
Unuttum mu ki, hatırlayayım O’nu?
7. Bir talebe için, halkın onu kabûl etmesiyle, reddetmesi eşit
olmalıdır. Böyle olmazsa, o talebeden hayır gelmez. Bir talebe
Dâim sevdan ile yanarım,
için, halkın kendisini değerli bir kişi olarak görmesinden daha
Şevkimden dolayı coşarım.
zararlı birşey yoktur.
İçtim kadeh kadeh aşk şarâbını,
8. Dünyâ ihtirâslarını kalbinden çıkaran bir talebenin üzerine,
Ne ben kandım, ne şârab bitti.
Allahü teâlâya yaptığı ibâdette i’tikâdını ve ahdini sıhhatli bir
hâle getirmek ve hocasına hiçbir husûsta muhalefet etmemesi
Yahyâ bin Muâz hazretleri: “Hardal tanesi kadar az bir
lâzımdır. Eğer bir talebe, daha yolun başında iken hocasına
muhabbet, muhabbetsiz yapılan yetmiş senelik ibâdetten daha
muhalefet ve i’tiraz ederse, kendisine zararı çok büyük olur.
çok hoşuma gider” buyurdu. Kettânî ise, “Muhabbet; bütün
tercihlerin sevgili lehinde yapılmasıdır” buyurdu.
9. Talebenin sermâyesi, kimden gelirse gelsin eza ve cefâya
tahammül etmek, bunları gönül rahatlığı ile kabûllenmek,
İmâm-ı Kuşeyrî, talebelerine tavsiyelerini, Risâle-i Kuşeyrî’nin
fakirliğe sabretmek, kendi menfaatleri için halk ile münâkaşayı
son kısmında şöyle yazmıştır:
terk etmektir.
1. Bu yola giren bir talebenin, sıdk ve samimiyet üzere olması
10. Talebenin başına gelen felâketlerden birisi, dostlarına
gerekir. Böylece, yola girmesini sağlam temeller üzerine inşâ
karşı içinde hased ve kıskançlık duymaya başlaması ve Allahü
etmesi mümkün olur.
teâlânın dostlarına ihsân ettiği ni’metlerden, kendisini mahrûm
2. Bir talebe, bu yolda gayeye merhale merhale ulaşmak
istiyorsa ve bu yolun ehli ise, hocası gayba âit sırlarından ne
kadar hisse ayırmışsa ona râzı olur.
3. Talebeye, Allahü teâlâya bağlılığını sağlamlaştırdıktan
bırakmasına üzülmesidir. Talebe, her işin bir nasîb işi
olduğunu bilmesi gerekir.
11. Talebelerin âdabından biri de; baş olma, sivrilme
sevdasından uzak olmaktır.
sonra, İslâm ilimlerini tahsil etmek ona vâcib olur. Bu bilgileri
12. Talebe, Sûfilerden gelen eza ve cefâlara katlanmalı,
araştırarak veya ehil bir âlimden sorarak, farzları yerine
onlarla bir arada olmaya sabretmeli ve bütün benliğiyle onlara
getirecek kadar öğrenir.
hizmet etmesi gerektiğine ve onların kendisini medh
4. Bir hocadan edeb öğrenmek, talebe üzerine vâcibdir.
Hocası olmayan talebe, ebediyen felah bulmaz. Hocasından
etmelerinin gerekmediğine inanmalıdır.
13. Tasavvuf yolunun esâsı; İslâm dîninin âdâb ve erkânına
Mısır, Taşkent ve Bursa’da yazmaları vardır. Bu eseri, onun
uymaktan, elini harama veya şüpheli olan şeylere el
şahsiyetini ortaya koymaktadır. Bu kitapta âyet-i kerîmeleri
uzatmaktan sakınmaktan ibârettir.
aslına uygun olarak tefsîr etmiştir.
14. Kanâat sahibi olmak, talebenin hâli olmalıdır. Eğer bir
2- El-Mi’râc: Bu eser Mısır’da neşredilmiştir.
talebe zamanının ötesindeki şeyleri merak eder, ileriye âit bir
takım ümitlere sahip olursa, ondan hayır gelmez.
3- Şikâyetü Ehl-ü-sünne bi-hikâyeti mânâlehüm ehl-ül-mihne:
Bu eserinde Kuşeyrî hazretleri, Ehl-i sünnet i’tikâdını
15. Dünyâya bağlanmış olanlardan uzak durmak, talebeye
savunmaktadır. Bu eser Beyrut’ta basılmıştır..
lâzımdır. Zîrâ bu insanlarla sohbet etmek ve arkadaşlık
yapmak, öldürücü bir zehirdir.
4- El-Vasıyye: Kuşeyrî hazretleri, bu eserinde oğluna
tavsiyeler yapmaktadır. Matbû bir eserdir.
16. Bir talebenin, az dahi olsun birikmiş bir malı olmamalıdır.
Çünkü birikmiş malın zulmeti, vaktin nûrunu söndürür.
5- Et-Teysîr fî ilm-it-tefsîr Et-Tefsîr-ül-kebîr diye de tanınan bu
eserde, Kuşeyrî hazretleri Kur’ân-ı kerîmin tefsîrini yapmıştır.
17. Talebe verdiği sözde durmalıdır. Tasavvuf yolunda ahdi
Akıl, nakil ve lisaniyat bilgilerine göre yapılmış bir tefsîrdir.
bozmak, dinden çıkmak gibidir.
Kâtip Çelebi bu tefsîrin çok güzel ve apaçık olduğunu belirtir.
En’âm sûresine kadar olan birinci cildinin yazması
Risâle-i Kuşeyrî’nin şerhleri; İmâm-ı
Süleymâniye Kütüphânesi Lâleli kısmında 198 numarada
Kuşeyrî’nin şerhleri: İmâm-ı Kuşeyrî Risâle’sini
mevcûttur.
her ne kadar açık bir dil ile yazmış ise de,
tasavvufî mevzûların anlatılması güç olduğu için,
6- Tertîb-üs-sülûk fî tarikıllah: Zikir konusunda küçük bir
bu eserden de anlaşılması güç ba’zı yerler
risaledir. Zikir konusunda faydalı bilgiler verir. Bu eserin el
bulunmaktadır. Risâle’nin şerhleri şunlardır: a)
yazması Bursa Ulu Câmi Kütüphânesi’nde, Süleymâniye ve
İhkâm-üd-delâle alâ tahrir-ir-Risâle: Ebû Yahyâ
Ayasofya kütüphânelerinde vardır.
Zekeriyyâ bin Muhammed Ensârî tarafından
yazılmıştır. Bu eser, Risâle-i Kuşeyrî’nin en
7- El-Luma’fi akâid-i Ehl-i sünne: Akâidle ilgili bir eserdir. El
kıymetli şerhidir. b) Netâic-ül-efkâr-il-kudsiyye:
yazması Süleymâniye Kütüphânesi Emîr Buhârî kısmı 210
Mustafâ Anîsî tarafından, Ebû Yahyâ Ensârî’nin
numarada mevcûttur.
şerhi üzerine yazılmış bir haşiyedir. Haşiye bir
kaç defa basılmıştır. c) Ed-Delâle fî fevâid-irRisâle: Sa’düddîn Ebû Muhammed Abdülmûti’
bin Mahmûd Lahmî İskenderî tarafından
yazılmıştır. d) Şerh-i Risâle-i Kuşeyrîyye: Seyyid
Muhammed Hüseyn tarafından yazılmıştır.
Haydarâbâd’da basılmıştır.
Kuşeyrî’nin diğer eserleri: İmâm-ı Kuşeyrî
Risâle’den başka, birçoğu tasavvufa, tefsîr ve
hadîse dâir olmak üzere birçok eser yazmıştır.
Bunlardan ba’zıları şunlardır:
8- Akîdet-ül-Kuşeyrîyye: Kısmen Risâle-i Kuşeyrî’nin; son
kısımlarına benzeyen bu eserde; dînî akideler, Kur’ân-ı kerîm
ve îmân konuları işlenir. Yazması Süleymâniye Kütüphânesi
Murâd Buhârî kısmında 210 numarada mecuttur.
9- En-Nahv-ül-müevvel: Bu eserde nahiv kaideleri, tasavvuf
esaslarına dayanarak açıklanmaktadır. El yazması
Süleymâniye Kütüphânesinin çeşitli kısımlarında vardır.
10- Et-Tabhîr fî ilm-it-tezkîr: Allahü teâlânın ismi şerîfleriyle
ilgili bir eserdir. Bu eser Muhammed bin Ebû Bekr Râzî
tarafından et-Tabhîr el-Muhtâr mine’t-Tabhîr fî esmâillah-il-
1- Letâif-ül-işâret Kuşeyrî bu eserini Risâle’den önce
hüsnâ ismiyle kısaltılmıştır. Bu iki eser, Bursa Ulu Câmi
yazmıştır. Büyük boy ve altı cild olarak Kâhire’de basılmıştır.
Kütüphânesi ve Süleymâniye Kütüphânesi’nde el yazması
olarak mevcûttur.
11- Er-Risâle fit-tevbe ve ahkâmihâ, 12-Risâle fî beyân-is-
15) Tam İlmihâl Se’âdet-i Ebediye sh. 715, 913, 1031
sülûk, 13- Uyûn-ül-ecvibe fî funûn-il-esîle, 14- Mensûr-ül-hitâb
fî meşhûr-il-ebvâb, 15- Kitâbü âdâb-is-sûfiyye, 16- Nahv-ül-
16) Rehber Ansiklopedisi cild-10, sh. 347,
kulûb, 17- Fasl-ül-hitâb fî fadl-in-nutk-ül-mustetâb, 18-ElMüntehâ fî nüktei üli’n-nüha, 19-El-Erbaûne hadîsen, 20Kitâb-ül-cevâhir, 21- Kitâb-ül-münâcaat, 22- Ahkâm-üs-semâ,
23- Et-Temyîz fî ilm-it-tezkîr, 24- El-Kasîdet-üs-sûfiyye, 25- EtTevhîd-ün-nebevî, 26- Elmakâmât-üs-selâse, 27-İstifâdât-ülmurâdât.
Îmâm-ı Kuşeyrî, aynı zamanda iyi bir şâir, mükemmel bir
muharrir, muktedir bir hattât idi. Şiirlerine şu kıt’a bir misâldir
Büyüklerin hizmetini terk etme, Küçükle düşüp kalkan küçük
olur. Sana bereketli olanı ara, Solu sana feyz, sağı nûr olur.
KUTB-İ MEKKÎ (Muhammed Kutbüddîn Efendi, Nehrevânî)
Mekke-i mükerremede yetişen büyük İslâm âlimlerinden. İsmi,
Muhammed bin Alâüddîn (Ali bin) Ahmed bin Muhammed bin
Kâdı Hân bin Ya’kûb bin Hasen bin Ali olup, hisbeti
Nehrevânî, Hindi, Mekkî ve Harkânî’dir. Lakabı Kutbüddîn
olup; Kutb-i Mekkî, Müftiy-ül-enâm Nehrevânî, Muhammed
Kutbî Efendi ve Muhammed Nehrevânî gibi isimlerle tanınır.
Hanefî mezhebi âlimlerinden olup, tasavvufta Kâdiriyye yoluna
mensûb idi. Aslen Hindistanlıdır. 917 (m. 1511) senesinde
1) Şezerât-üz-zeheb cild-3, sh. 259
doğdu. 990 (m. 1582) senesi Rebî’ul-âhır ayının yirmialtısında,
Cumartesi günü Mekke-i mükerremede vefât etti. Vefâtının
2) Risâle-i Kuşeyrî Mukaddimesi sh. 1
988 (m. 1580)’de olduğu da rivâyet edilmiştir.
3) El-Bidâye ven-nihâye cild-12, sh. 3107
İlk tahsilini babasının huzûrunda yaptı. Bu yolda daha çok
ilerlemek, daha çok ilim öğrenmek arzu ve şevki pekçok
4) Tabakât-üş-Şâfiiyye cild-5, sh. 153
5) Tabakât-ül-müfessirîn (Dâvûdî) cild-1, sh. 388,
6) Miftâh-üs-se’âde cild-2, sh. 107
7) Vefeyât-ül-a’yân cild-3, sh. 305
olduğundan, çok seyahat etti. Arabistan, Mısır ve başka
yerlerde âlimlerin sohbet ve hizmetinde bulundu. Abdülhak esSinbâtî, Muhammed Tûnusî, Nâsıruddîn el-Lekkâni, Ahmed
bin Yûnus bin Şelbi gibi âlimlerden ilim öğrendi. Tam bir ilim
ve irfan âşığı idi. Nerede kemâl ehli olan bir zâtın
bulunduğunu işitse, susuzluktan helak olmak üzere olan bir
kimsenin soğuk su bulması gibi sevinerek oraya giderdi. Aynı
8) Târih-i Bağdâd cild-11, sh. 83
şekilde, nerede yüksek, fazilet sahibi bir zâtın bulunduğunu
haber alsa oraya koşar, o yüksek zâtın ilim ve edebinden
9) Esmâ-ül-müellifîn cild-1, sh. 507
istifâde edebilmek için çırpınırdı.
10) Tabakât-üş-Şâfiiyye (Esnevî) cild-1, sh. 313
943 (m. 1536)’de İstanbul’a geldi. Şevâhid-i telhis’i şerheden
Şerîf-i Abbasi’nin meclisine devam edip, ilmini ilerletti. İcâzet
11) Keşf-üz-zünûn cild-1, sh. 58; cild-2, sh. 1260, 1460, 1183,
1858, 1920, 1935
12) Tabakât-ül-müfessirîn (Süyûtî) sh. 21
13) Nefehât-ül-üns sh. 313
alıp Mekke-i mükerremeye döndü. 965 (m. 1557)’de tekrar
İstanbul’a geldi. Osmanlı âlimleri ile görüşüp sohbetlerinde
bulundu. Fazilet ve kemâlâtı, ilmi derecesinin yüksekliği
anlaşıldığından, Kanunî Sultan Süleymân Hân, Mekke-i
mükerremede inşâ ettirdiği “Medârîs-i Er-be’a”nın (Dört
Medrese’nin) birine bu zâtı ta’yin etti. Kutb-i Mekkî de, vefât
14) Tabakât-ül-evliyâ sh. 257
edinceye kadar o mübârek beldede vazîfeye devam etti. Ders
ve fetvâ verdi.
Kutbüddîn Muhammed Mekkî hazretleri; gece gündüz ilim ve
3) Esmâ-ül-müellifîn cild-2, sh. 255
ibâdet ile meşgûl olurdu. İlim dâiresinin kutbu, garîb ve yüksek
hâllerin bahri (denizi) misâli idi. Arabî ilimlere hakkıyla vâkıf
idi. Naklî ilimlerin yanında, aklî ve edebî ilimlerde de söz
sahibi idi. Arabîden başka birkaç lisânı da çok iyi bilir ve
konuşurdu. Şiir söylemekte, güzel yazı yazmakta ve hitâbette
(güzel konuşma kabiliyetinde) de. Çok mahir idi. Bir mes’eleyi
îzâh ederken, kısa ve anlaşılır bir şekilde anlatırdı. Riya ve
4) El-A’lâm cild-6, sh. 6
5) Mu’cem-ül-müellifîn cild-9, sh. 17
6) En-Nûr-üs-safir sh. 342
7) Şakâyık-ı Nu’mâniyye zeyli (Atâî) sh. 268
kibir gibi, çirkin düşünce ve niyetlerden uzak idi. Gayet cömert
ve yumuşak huylu olup, Herkese yardımcı olurdu. Kendisinde
8) İzâh-ul-meknûn cild-1, sh. 321 cild-2, sh. 78
topladığı güzel hasletler sebebiyle, insanların sevgisini,
muhabbetini kazanmış idi. Kutbî mahlasıyla yazdığı Arabî ve
9) Keşf-üz-zünûn sh. 126, 239, 576, 1098, 1298, 1513, 1832
Fârisî şiirleri meşhûrdur. Hâkimler, vâliler, âlimlerle yazışma
ve mektûplaşmaları var idi. Mektûplarında onlara nasihat
10) Brockelmann Sup-2, sh. 514
ederdi.
İki defa Anadolu’ya gelip uzun müddet kaldığı için, bilhassa
Türkler tarafından tanınır ve çok sevilirdi. Onun da müslüman
Türklere karşı ayrı bir muhabbeti vardı. Hac zamanında, hac
ibâdeti esnasında onlara rehberlik yapardı. Hac için Mekke-i
mükerremeye gidip de, onunla görüşmeden, kendisini ziyâret
etmeden geri dönen Türk büyüğü olmazdı. Türklerin ileri
gelenleri, Kutb-i Mekkî ile beraber olmaktan çok hoşlanır, ona
hediyeler verirlerdi. O da bu hediyeler ile kıymetli kitapları
satın alır, bu kitapları ihtiyâcı olanlara ve almak isteyip de
alamayanlara parasız olarak dağıtırdı. O zamanda bulunan ve
daha sonra gelen âlimler, onu çok medhetmişler, çeşitli
ilimlerde, bilhassa; tefsîr, fıkıh ve hadîs ilimlerinde çok derin
âlim olduğunu bildirmişlerdir.
Kutb-i Mekkî ( radıyallahü anh ), ba’zı kıymetli eserler te’lîf
etmiş olup, ba’zılarının isimleri şöyledir: 1) El-İ’lâm bi-a’lâmi
beledillâh-il-harâm (Mekke târihi), 2) El-Berk-ül-Yemânî filfeth-ü-Osmânî, 3) Et-Temsîl vel-muhâdara, 4) Tabakât-ülHânefiyye (dört cild), 5) Tarz-ül-esmâ alâ kenz-il-mu’ammâ, 6)
Fevâid-üs-seniyye, 7) Menâsik-ül-hac, 8) Tezkire, 9) El-Câmi’
(bu eserinde, “Kütüb-i sitte”de bulunan hadîs-i şerîfleri çok
güzel bir tertîb ile toplamıştır).
KUTB-İ ZEMAN (Seyyid Celâl Buhârî)
Hindistan evliyâsının büyüklerinden. Çeştîye
yolunun ileri gelenlerinden idi. Lakabı Bendegî
Mahdûm-i Cihâniyan’dır. 707 (m. 1307) yılında
doğdu, 785 (m. 1383) yılında Gücerât’ın
Ahmedâbâd şehrinde vefât etti. Şeyhülislâm
Rükneddîn Ebü’l-Feth Kuraşî’nin talebesi,
Nâsıruddîn Mahmûd’un halîfesidir. Nâsıruddîn
Mahmûd da Nizâmüddîn Evliyâ’nın halîfesi idi.
Tasavvuf ehli arasına, ilk defa amcası Şeyh
Sadreddîn Buhârî’den aldığı derslerle katıldı. Çok
seyahat edip, birçok âlim ve evliyânın ilim ve
feyzlerinden istifâde etti. İmâm-ı Abdullah Yâfîî ile
Mekke-i mükerremede sohbet etti. Medine’de
Sened-ül-muhaddisîn Afîfeddîn Abdullah
Matari’den ilim öğrendi. İki sene onun sohbetine
devam etti. Şihâbüddîn Sühreverdî hazretlerinin
kitaplarını, onun huzûrunda okudu. Şeyh
Emîneddîn’in kardeşi Şeyh İmâmeddîn’den
kendisi için bırakılan emânetleri Kazrûn’da aldı.
Onun Kazrûn’a gitmesi şöyle oldu: Şeyhülislâm
Sened-ül-muhaddisîn şeyh Afifeddîn Abdullah
1) Sicilli Osmânî cild-4, sh. 123
Matari’nin Medine’de iki sene sohbetine devam
etti. Avârif ve diğer sülûk kitaplarını onun
2) Şezerât-üz-zeheb cild-8, sh. 420
huzûrunda okudu. Ondan tarikat ve zikir telkini
aldı. Şeyh Afif buyurdu ki: “Size hilâfet Kazrûn’da
yasaklarına uygun hareket etmek için elinden gelen bütün
verilecektir.” Kazrûn’a gidince, Şeyhülislâm
gayreti gösterirdi. Memleketindeki kötülükleri ortadan kaldırıp,
Emîneddîn’in kardeşi Şeyh İmâmeddîn ona dedi
dîn-i İslâmın yüce emirlerini hâkim kıldı. İnsanlar, müslim ve
ki: “Şeyh Emîneddîn, vefâtı zamanında bana
gayr-i müslim, huzûr ve kardeşlik içinde beraberce yaşadılar.
vasıyyet etti ve; “Seyyid Celâl Buhârî bizimle
Memleketin refah seviyesi yükseldi. Çeşitli hayır müesseseleri,
görüşmek istedi. Yazık ki, Mültan’a kadar geldi de
bendler, barajlar, kale ve mektepler yaptırdı. Fakir kızların
şeytan ona yolda yalan söyledi ve Şeyh
çeyizlerini te’min etmek için müesseseler kurdu. Memleketinde
Emîneddîn âhırete göçtü dedi. Celâl Buhârî
issiz kimse bırakmadı. Dinî vergiler hâricinde, ötedenberi
Mekke tarafına gitti. Dönüşte Kazrûn’a
vatandaştan alınan bütün vergileri kaldırdı. Devlet bütçesi
uğrayacak. Ona selâmımı söyle, seccademi ve
zenginleşti. Halkın refah seviyesi yükseldi. Me’mûr ve askere
makasımı ona ver. Benim icâzetlim ve halifem
daha fazla maaş verdi. Memlekette ucuzluk ve bolluk hüküm
eyle!” buyurdu. Şeyh İmâmeddîn de öyle yaptı.
sürdü. Birçok yeni binalar yapılıp, yeni kasabalar kuruldu.
Seyyid hazretleri, o pirden çeşitli istifâdelerle
Esîrler ve köleler, Osmanlılardaki gibi eğitilerek, maaşlı asker
döndü. Gittiği her yerde, sarıldığı her büyükten
hâline getirildiler. Osmanlılardaki tımar sistemini de, aynı
alacağını tamamen alır, en yüksek seviyede
insani duygular içerisinde uygulayıp, hükümdârlığı boyunca
istifâde ederdi.
insanlara Allahü teâlânın rızâsı için hizmet eden Fîrûz Şah,
“Bir kavmin efendisi, onlara hizmet edendir” hadîs-i şerîfine
Mahdûm Cihâniyân’ın Kadirî meşâyihı ile de
uygun olarak memleketini idâre etti. Herkes ondan memnun
büyük muhabbeti vardır. “Hızâne-i Celâlî” adlı
olup, duâ etti.
kitabında der ki, Şeyh Muhyiddîn Abdülkâdir-i
Geylânî (Kuddise sirruh) buyurur “Beni, beni
Kutb-i Zeman Selâheddîn Buhârî’nin ( radıyallahü
göreni ve beni göreni görene müjdeler olsun.” O
anh ), Fîrûz Şah’tan başka meşhûr talebeleri de
kutubdur ve bu sözünde doğrudur. Benim çok
vardır. Bunlardan biri de İmâm-ı Rabbânî
ümidim vardır ki, bu söz mucibince Hak teâlâ
hazretlerinin altıncı ceddi olan İmâm-ı
bana merhamet eder. Ondan sonra bir silsile ile
Refiüddîn’dir.
Şeyh Şihâbüddîn Sühreverdî’ye bir vâsıta ile
ulaşan Behâeddîn Zekeriyyâ silsilesinden başka
İmâm-ı Refiüddîn, hocası Seyyid Celâl Buhârî’nin
bir silsile daha bildirir ve; “Ben filânı gördüm, o
hizmetinde ilim ve feyzinden istifâde ile meşgûl
şeyh Şihâbüddîn-i Sühreverdî’yi, o da Muhyiddîn
olurken, Samâne’de otururdu. O sırada Serhend,
Abdülkâdir-i Geylânî hazretlerini gördü” der.
vahşî hayvanların ve arslanların bulunduğu
ormanlık bir yer idi. Yolları ıssız ve tehlikeliydi. En
Kutb-i Zeman Dehlî’ye gitti. Dehlî Türk Sultânı Muhammed
yakın şehir olan Samâne’den Serhend’e, bina
Tuğluk Şah zamanında ona şeyhülislâmlık makamı ve büyük
yapmakta kullanılabilecek malzeme getirmek de
bir dergâh verildi. Talebelerine ondört büyük evliyânın yolunu
çok zordu, İmâm-ı Refiüddîn hocasının huzûruna
gösterir, onların silsilesinde yer alırdı. Fakat o, bir müddet
çıkarak; “Talebeniz olan Fîrûz Şah’a rica edip,
sonra Kâ’be yolunu tuttu. Daha sonra tekrar Hindistan’a
orada bir şehir kurulmasını te’min etseniz” diye
döndü. Uçe’de yerleşti. Pekçok talebe yetiştirdi. Hindistan
arz etti. Kutb-i Zeman, Dehlî’ye gitti, iki konak
hükümdârlarının büyüklerinden olan Fîrûz Şah’a zaman
mesafede sultan tarafından karşılandı. Sultan,
zaman nasihatler ederdi. Fîrûz Şah, Celâleddîn Buhârî
hocasının isteklerini hemen kabûl edip, orada bir
hazretlerinin her gelişinde, ona karşı gereken edebi gösterirdi.
şehir kurulmasını emretti. Şehrin kurulması işi ile
Nasihatlerini dinler, İslâm âlimlerinin fetvâlarına göre hareket
İmâm-ı Refiüddîn’in ağabeyi olan saray
ederdi. O, büyüklere gereken hürmet ve saygıyı yaparak,
me’murlarından Hâce Fethullah’ı vazîfelendirdi.
onların gösterdiği doğru yolda, Allahü teâlânın emir ve
Hâce Fethullah, iki bin kişi ve lüzumlu
malzemelerle o ormanlık yere geldi. Orada
2) Mektûbât-ı İmâm-ı Rabbânî cild-1, 54. mektûb
mevcût olan yıkık bir kaleyi tamire başladı.
Gündüz akşama kadar çıkıyorlar, yaptıkları yeri,
sabahleyin yıkılmış buluyorlardı. Durumu sultâna
bildirdiler. Sultan da Hazreti Seyyid Celâl
3) Tam İlmihâl Se’âdet-i Ebediyye sh. 1031
4) Berekât-ı Ahmediyye, (İstanbul 1977) sh. 89
Buhârî’ye havale eyledi. O mübârek zât da,
talebesi ve halîfesi İmâm-ı Refîüddîn’i (
radıyallahü anh ) huzûruna çağınp; “Kaleye
gidiniz ve güneşte kurumuş kerpişleri, tuğlaları
KUTBÜDDÎN KÂDI-ZÂDE
kullanınız. Ancak bu yolla, yıkılma işini
önleyebilirsiniz. Orası bir vilâyet sahibi ister. Siz
Osmanlı Devleti zamanında yetişen âlimlerden. İsmi, Mevlânâ
oraya yerleşiniz” buyurdu. İmâm-ı Refiüddîn, hiç
Muhammed bin Kutbüddîn Muhammed bin Muhammed bin
tereddütsüz hocasının emrine uyarak Serhend’e
Kâdı-zâde-i Rûmî olup, lakabı Kutbüddîn Kâdı-zâde’dir.
gitti. O günden sonra Serhend beldesi çok
Doğum târihi ve yeri bilinmemektedir. 957 (m. 1550)
parladı. Bu mübârek zâtın bereketiyle, her taraf
senesinde İstanbul’da vefât etti.
imâr edilip genişledi. Ma’mûr bir şehir kuruldu.
Orada bulunanlar da, İmâm’ın sohbet ve
Kutbüddîn Mehmed Efendi, meşhûr Kâdı-zâde’nin torunudur.
hizmetinin bereketiyle büyük saadetlere
Babasının vâlidesi, Ali Kuşcu’nun kızıdır. Kendinin vâlidesi,
kavuştular.
Hocazâde’nin kızıdır. Ana tarafından dedesi olan büyük âlim
Ali Kuşçu tarafından yetiştirildi, önce Şeyh Muzafferuddîn
Pek kıymetli eserlerin de müellifi olan Bendegî
Acem’den, Mevlânâ Kocalı Seyyidî Çelebi ve Seyyid Ali-zâde
Mahdûm-i Cihâniyân Celâl Buhârî, İmâm-ı
Mevlânâ Ya’kûb, Mevlânâ Müeyyed-zâde’den okudu.
Rabbânî hazretlerinin “Mektûbât’ında okunmasını
Hocalarının feyz ve bereketleriyle, ilimde üstün bir dereceye
tavsiye ettiği “Hızâne-i Celâli” kitabının yazarıdır,
yükseldi. Sırasıyla; Bursa’da Veliyyüddîn oğlu Ahmed Paşa
İmâm-ı Rabbânî ( radıyallahü anh ),
Medresesi, İstanbul’da Hacı Hasen-zâde Medresesi, sonra
talebelerinden Seyyid Şeyh Ferîd’e yazdığı
Yine Bursa’da Sultan Yıldırım Bâyezîd Hân Medresesi,
mektûbunda bu kıymetli eser hakkında şöyle
İstanbul’da Atîk Ali Paşa Medresesi, İznik Medresesi,
buyurmaktadır:
Edirne’de Dâr-ül-Hadîs Medresesi ve Bursa’da Murâdiyye
“Meclîs-i şerîfinizde, Kutb-i Zeman Bendegî
Mahdûm-i Cihâniyân’ın kıymetli kitaplarından,
hergün bir miktar okutulursa, Eshâb-ı Kirâmın
nasıl medh ve sena edildiği, isimlerinin ne kadar
edeble yazıldığı görülür. Böylece, o din
büyüklerine dil uzatanlar, mahcub olur, utanır. Bu
kötü yolu tutmuş olan zındıklar, bugünlerde işi
azıttı. Her memlekete yayılarak, Eshâb-ı Kirâmı
(r.anhüm) kendileri gibi sanıp, kötülüyorlar.
Bunun için birkaç kelime yazdım ki, meclîs-i
şerîfinizde böylelere yer verilmesin.”
Medresesi’nde müderrislik yaptı. Çok talebe yetiştirdi. İlim ve
edeb öğretti. Daha sonra çeşitli yerlerde kadılık vazîfesinde
bulundu. Önce Haleb’de, ikinci olarak Edirne Meymene’de,
üçüncü olarak saltanat merkezi olan İstanbul’da kadılık yaptı.
Daha sonra Anadolu kadıaskeri oldu. Allahü teâlânın emir ve
yasaklarını bildirip, kulların ıslâhına çalıştı. Sonra da Sahn-ı
semân medreselerinin birine müderris ta’yin edildi. Bir ara
ders vermeye ara verip, hacca gitti. Hac vazîfesini eda edip
İstanbul’a döndü. Önceki vazîfesi üzerinden tekâüd (emekli)
oldu.
Kutbüddîn Kâdı-zâde; ilmiyle âmil, vera’ sahibi, dînin
emirlerine sımsıkı bağlı, edîb, güzel huylu bir zât idi. Rûhen ve
bedenen tertemizdi. Nefsin kötülüklerinden çok sakınır, buna
1) Ahbâr-ül-ahyâr sh. 147
karşı dâima uyanık bulunurdu. Herkes için hayır düşünürdü.
Haya, edeb, vekar ve fazilet sahibi idi. Allahü teâlânın sevgili
idi. Mekke’de yerleşmişti. Daha sonra vefâtına kadar
kulları olan velîlere, sâlihlere ve tasavvuf talebesine ve
Kâhire’de Dâr-ül-hadîs-il-Kâmiliyye Medresesi’nde baş
yollarına son derece saygı ve muhabbet gösterirdi. Ma’nevî
müderrislik yaptı.”
hâller sahibi olup, kimsenin ondaki bu üstünlükten haberi
yoktu. Kalbi, Allahü teâlânın sevgisi ile dopdolu idi. Astronomi
Yazmış olduğu eserler şunlardır: 1. El-İfsâh anil-Mu’cem
ilmine dâir bir eser yazdı. Nahiv ilmine dâir olan Kâfiye isimli
minel-Gamiz-il-mübhem, 2. İktidâ-ül-Gâfil bi ihtidâ-il-âkil, 3.
kitaba şerh yazdı, İstanbul’da bir mescid ve bir mektep
Tefsîru âyâtin-minel-Kur’ân-il-kerîm, 4. Lisân-ül-Beyân an
yaptırdı.
i’tikâd-il-cinân, 5. Merâşid-üs-salât fî mekâsid-is-salât, 6.
Medârik-ül-merâm fî meslek-is-siyâm, 7. Tekrîm-ül-meîşe bi
tahrîm-il-haşîşe, 8. Tatmîm-üt-tekrîm limâ fîl-haşîş min’ettahrim”.
1) Şakâyık-ı Nu’mâniyye tercümesi (Mecdî Efendi) sh. 448
Kutbüddîn Kastalânî hazretlerinin bir şiirinin tercümesi
2) Mu’cem-ül-müellifîn cild-11, sh. 198
şöyledir:
3) Keşf-üz-zünûn cild-1, sh. 867, 899 cild-2, sh. 1042
“Kişinin aslı temiz olunca, nesli de temiz olur. Ne hikmettir ki,
4) Bedâyı-ül-vekâyi Varak 510, b
dikenli daldan gül bitiyor. Ba’zan, temiz asıldan kötü de
çıkıyor. Bunlarda Allahü teâlânın nice hikmetleri vardır. Allahü
teâlâ herşeye kâdirdir.”
1) Mu’cem-ül-müellifîn cild-8, sh. 299
KUTBÜDDÎN KASTALÂNÎ
Hadîs ve fıkıh âlimlerinden. İsmi, Muhammed bin Ahmed bin
Ali el-Kaysî’dir. Künyesi Ebû Bekr, lakabı Kutbüddîn
Kastalânî’dir. Aslen Tevzerli olup, 614 (m. 1218)’de Mısır’da
2) El-Bidâye ven-nihâye cild-13, sh. 310
3) Hüsn-ül-muhâdara cild-1, sh. 419
4) Şezerât-üz-zeheb cild-5, sh. 397
doğdu. 686 (m. 1287) senesinde vefât etti. Mekke’de büyüyüp,
yetişti. Bağdad, Mısır, el-Cezîre ve Şam’da zamanın
5) Fevât-ül-vefeyât cild-3, sh. 310
âlimlerinden ilim öğrendi. Ayrıca edîb olup, aynı zamanda
tasavvufta da yetişmiş bir zâttır. Babasından, Şeyh
Şihâbüddîn-i Sühreverdî hazretlerinden hadîs-i şerîf dinledi.
Şihâbüddîn-i Sühreverdî hazretlerinden, hırka giyip icâzet
almıştır. Bağdad’da pekçok âlimden ve Dımeşk’da esSilefî’den ve İbn-i Asâkir’den rivâyette bulunan âlimlerden
6) Tabakât-üş-Şâfiiyye (Sübkî) cild-8, sh. 43
7) Tabakât-üş-Şâfiiyye (Esnevî) cild-2, sh. 326
8) El-A’lâm cild-4, sh. 323
hadîs-i şerîf dinlemiş, hadîs derslerinde bulunmuştur. Âlim,
zâhid, sâlih, çok cömert, güzel ahlâk sahibi, benzeri az
bulunan bir zât idi. İlim tahsilini tamamladıktan sonra, ders ve
fetvâ vermekle meşgûl oldu. Önce Mâlikî mezhebinde idi.
KUTBÜDDÎN SÜNBÂTÎ (Muhammed bin Abdüssamed)
Sonra Şafiî, mezhebine geçti.
Şâfiî fıkıh ve usûl âlimlerinden. İsmi Muhammed
Esnevî onun için tabakâtında şunları kaydetmiştir. “O, ilmi,
bin Abdüssamed bin Abdülkâdir bin Sâlih olup,
ameli, heybeti, vera’yı, keremi kendinde toplamış olan bir zât
Kutbüddîn diye bilinir. 653 (m. 1255)’de doğup,
Zilhicce ayında Kâhire’de 722 (m. 1322) yılında
Hindistan’da yetişen evliyânın büyüklerinden. Asıl ismi,
vefât etti. Karâfe kabristanına defnedildi. Büyük
Bahtiyâr el-Ûşî Dehlevî, lakabı Kutbüddîn’dir. Ayrıca Kutb-ül-
bir âlim olup, Şâfiî mezhebine ait fıkhî hükümleri
aktâb, Kutb-ül-İslâm, Melik-ül-Meşâyih, Sultân-üt-tarikat,
çok iyi bilirdi. Usûl konularında da mütehassıs idi.
Bürhân-ül-hakîkat, Reîs-üs-sâlikîn, İmâm-ül-âmilîn, Sirâc-ül-
Ali bin Nasrullah es-Savvâf, Ebrûkî, Dimyâtî ve
evliyâ ve Tâc-ül-esfiyâ diye de tanınır. Seyyiddir. Hazreti Ali’ye
başka âlimlerden hadîs-i şerîf dinledi. Zâhir
kadar olan nesebi şöyledir: Hâce Kutbüddîn Bahtiyar Ûşî bin
Kazvinî, Takıyyüddîn ibni Rezîn’den fıkıh ilmi
Mûsâ bin Ahmed bin Kemâleddîn bin Muhammed bin Ahmed
tahsil etti. Fıkıh ve diğer ilimlerde ileri gelen
bin İshâk Hasen bin Ma’rûf bin Ahmed Çeştî bin Radıyyüddîn
âlimlerden oldu. Hüsamiyye ve Fadılıyye
bin Hüsâmeddîn bin Reşîdüddîn bin Ca’fer bin Muhammed
medreselerinde ders vererek talebe yetiştirdi.
Nakî el-Cevâd bin İmâm-ı Ali Mûsâ Rızâ bin Mûsâ Kâzım bin
Talebelerine karşı iltifâtlarda bulunur, onların iyi
Ca’fer-i Sâdık bin Muhammed Bâkır bin Zeyn’el-âbidîn bin
yetişmeleri için çok gayret sarfederdi. Bir müddet
İmâm-ı Hüseyn bin Emîr-ül-mü’minîn Ali (r.anhüm). Hâce
Beyt-ül-mâl işlerini yürüttü. Yine Kâhire’de kadılık
Kutbüddîn-i Bahtiyar hazretleri, 569 (m. 1173) senesinde,
vekâletinde de bulundu. Sübkî onun için; “Büyük
Mâverâünnehr’de Ûş veya Avaş denilen kasabada doğdu. 633
bir fıkıh âlimi idi. Çok âlim yetirdi.” demektedir.
(m. 1235) senesinde Hindistan’da Dehlî’de vefât etti. Kabri
orada bilinmekte olup, en tanınmış ziyâret yerlerindendir.
Dine bağlı olup, çok hayır işleyen bir zât idi. Çok
Kabrini ziyâret edenler, mübârek rûhundan feyz almakta, nûr
mütevazî idi. Allahü teâlânın büyüklüğünü,
saçılan kabrinden istifâde etmektedirler.
ni’metlerini, ahıreti düşünerek çok ağlardı.
Eserleri şunlardır: 1-Tashîh-ut-ta’cîz, 2-Ahkâm-ül-
Hâce Kutbüddîn hazretleri daha birbuçuk yaşındayken, babası
ba’z, 3- İstidrâkât alâ tashîh-it-tenbîh, 4-
Seyyid Kemâleddîn ( radıyallahü anh ) vefât etti. Bu sebeble
Muhtasaru Kıt’atin min-er-Ravda.
Hâce hazretlerinin ihtimâm ile yetişmesi, sâliha ve takvâ sahibi
bir hanım olan annesi tarafından yapıldı, İlim tahsiline beş
yaşında iken başlayan Hâce hazretleri, ilk olarak Mevlânâ Ebû
1) Mu’cem-ül-müellifîn cild-10, sh. 172
2) Ed-Dürer-ül-kâmine cild-4, sh. 16
3) Şezerât-üz-zeheb cild-6, sh. 57
Hâfız’dan okudu. Onyedi yaşında iken bir vesile ile
bulundukları şehri ziyâret eden Hâce Mu’înüddîn Hasen Çeştî
hazretlerini gördü. Bu büyük velînin talebesi olmak arzusu
birden bire kendisinde şiddetlenince, talebeliğe kabûlü için
yalvardı. Hâce Mu’înüddîn-i Çeştî hazretleri kalb gözüyle bu
genç talibin, ilim öğrenmek arzusunun ve evliyâlık yolunda
4) El-Bidâye ven-nihâye cild-14, sh. 104, 105
yükselmek istidâdının pek fazla olduğunu görerek, onu
talebeliğe kabûl etti. O büyük velînin sohbeti bereketiyle,
5) Esmâ-ül-müellifîn cild-2, sh. 145
6) Hüsn-ül-muhâdara cild-1, sh. 423
7) Tabakât-üş-Şâfiiyye (Sübkî) cild-9, sh. 164
8) Tabakât-üş-Şâfiiyye (Esnevî) cild-2, sh. 72, 73
evliyâlık yolunda üstün derecelere, yüksek makamlara
kavuştu. Bir ara Bağdad’a geldi. Burada Ebü’l-Leys-i
Semerkandî Câmii’nde, zamanının büyük evliyâsından,
Şihâbüddîn-i Sühreverdî, Abdullah-i Kirmânî, Burhâneddîn-i
Çeştî, Muhammed İsfehâni ve başka zâtların sohbetlerinde
bulundu. İlimde ve evliyâlık yolunda çok yüksek mertebeye
geldi. İlmini arttırmak için nice sıkıntılara katlanarak çok
yerlere gitti. Irak, İran, Afganistan ve başka yerlerdeki birçok
âlim ile görüşüp, onların sohbetlerinde bulundu. Kendisi de bu
yolda birçok velî yetiştirdi. Bunlar içinde en meşhûrları; büyük
KUTBÜDDÎN-İ BAHTİYÂR KÂKÎ
velî, Ferîdüddîn-i Genc-i Şeker (Şeker Genç), Bedreddîn-i
Gaznevî, Bürhâneddîn-i Belhî, Ziyâüddîn-i Rûmî, Sultan
Hazreti Hâce Kutbüddîn, seyahatlerinde karşılaştığı tuhaf
Şemsüddîn Altamış ve Kâdı Hamîdüddîn-i Nâgûrî’dir.
hâdiselerden birinide şöyle anlatır: “Bir defasında en yakın
arkadaşım Kâdı Hamîdüddîn Nâgûrî ile birlikte bir nehrin
Kutbüddîn-i Bahtiyar hazretleri, ilim öğrenmek için yaptığı
kenarında idik. Büyük bir akrebin, bir yöne doğru hızla
uzun seyahatleri sırasında gördüğü hayret verici hâllerden
ilerlediğini gördük. Arkadaşıma, “Bunun böyle gitmesinde bir
birini kendisi şöyle anlatır: “Gazne’ye vardığımda, ihtiyâr bir
hikmet olsa gerek. Ne olduğunu anlamak için akrebi ta’kib
dervişle karşılaştım. Gündüz eline geçenleri gün batmadan
edelim” dedim. Arkadaşımla beraber akrebi ta’kib ederek,
önce, gece eline geçenleri de şafaktan önce dağıtırmış.
onun bir büyük ağaç dibinde, dev bir boa yılanına yaklaştığını
Zengin, fakir, hiç kimse onun hânegâhından boş çevrilmezmiş.
gördük. Akrep yılanı soktu. Yılan orada öldü. Hemen yakında
Açlar doyurulur, açıklar giydirilirmiş. Onunla konuşurken dedi
da bir adamın yattığını, hiçbir şeyden habersiz olarak derin bir
ki: “Kırk yıldır nefsimle mücâdeleyi devamlı yapmakta, hep
uykuya dalmış olduğunu farkettik. Akrebin kendisine hizmet
ona muhalefet etmekteyim. Fakat elime birşey geçmedi.
edip, onu koruduğuna göre, onun mübârek bir zât olacağını
Bunca yıldır bir nûr, bir aydınlık görmedim. Fakat, ne zaman ki
düşünerek rahatsız etmek istemedik ve uyandığında
uykumu azalttım, yeme içmemi asgariye indirdim, dilimi tuttum
konuşuruz” dedik. Fakat, yanına yaklaştığımızda çirkin bir
ve bütün insanlardan uzaklaştım, işte o andan i’tibâren, Allahü
koku duyduk ve onun şarap içerek sızmış bir sarhoş olduğunu
teâlânın izni ile yer ile gök arasındakileri görür oldum. Hattâ
anladık. Onu bir yandan böyle günahkâr bir vaziyette, bir
Arş-ı a’lâya kadar, gizli ve açıkta her ne varsa hepsini
yandan da akrebin öldürdüğü dev boa yılanından koruyan
görebiliyorum”. Bunları dikkatle dinleyince, bu yolda esas olan
Allahü teâlânın lütfuna mazhar durumda görünce, gerçekten
şeyin, yenilen lokmaya dikkat etmek ve gafletten uzak, uyanık
şaşırmıştık. Biz tam olup bitenleri merak ederken, etrâfı
olmak olduğunu anladım.”
titreten bir nidâ duyduk ki: “Eğer biz lütfumuzu sâdece
Yine o anlatıyor Bir keresinde deniz yolculuğunda idim. Bir
limanda bir dervişle karşılaştım. Bu derviş sıkı mücâhede
(açlık) yüzünden iskelete dönmüştü. Kuşluk namazından
sonra mutfağa gider ve öğleden sonraya kadar aç insanlara
yemek dağıtmakla meşgûl olurdu. Aç olan herkes
doyurulurdu. Elbiseye ihtiyâcı olanlar için hücresine girer ve
onlara yeni elbiseler çıkarırdı. Mutfaktaki herşeyi dağıttıktan
mübârek ve mukaddes olanlara saklasaydık, günahkârlara
kim bakardı?” diyordu. Bu nida, adamı uykudan uyandırdı.
Yanında uzanan boa yılanını görünce dehşete kapıldı. Biz,
şâhid olduğumuz hâdiseyi ona anlattık. O kadar pişmanlık
duydu ki, sonradan duyduğumuza göre, kendini dünyâdan
koparmış ve zamanının en mübârek kimselerinden biri olmuş
idi. Bu zât, yaya olarak yetmiş defa hacca gitmişti.
sonra öğle namazını kılardı. Kendisini ziyâret için herhangi bir
Hâce Kutbüddîn; seyahatlerinde başından geçenleri
kimse gelse, o kimsenin hemen huzûruna çıkarılması için
anlatmaya devam ederek diyor ki: “Bir şehirde, sekr hâlinde
talebelerine kat’î emri vardı. Talebeleri de, birisi geldiğinde
kendinden geçmiş olarak, 10-20 kişinin ayakta dikildiklerini
hemen huzûruna alırlar, hiç zaman kaybetmezlerdi. O da elini
gördüm. Sâdece namaz vakitlerinde normal hâle geliyorlar,
namaz seccadesinin altına sokar, eline ne geçerse gelene
namazdan sonra aynı sekr hâline tekrar dönüyorlardı. O
verirdi. Bir müddet yanında kaldım. Kendisini hep böyle
şehirde epeyce kalmama rağmen, bunlarla konuşma fırsatı
fevkalâde cömertlik hâlinde buldum: Kendisi her zaman oruçlu
bulamadım. Birgün bunlardan ba’zılarını normal hâllerinde
oluyordu, iftar zamanında, görünmeyen bir kaynaktan (yerden)
yakalayıp, ne kadar zamandır bu durumda olduklarını
sâdece dört tane hurma alıyor, ikisini kendi yiyip, diğer ikisini
sorabildim. “Son kırk yıldır” dediler. Sonradan öğrendiğime
de bana veriyordu. Birgün bana dedi ki: “Hak yolcusu;
göre bu kimseler, İblîs’in Allahü teâlâ tarafından recm
insanlardan uzaklaşmadıkça, elindekinin hepsini vermedikçe,
edildiğini (kovulduğunu) öğrendikten sonra ve İblîs’in, herşeye
yalnızlıkta oturmadıkça, az yemedikçe, az uyumadıkça, az
kadir olan Allahü teâlâya karşı böyle bir itaatsizliğe nasıl
konuşmadıkça, Allahü teâlâya yaklaşmak ni’metine
cesâret ettiğine çok şaştıklarından bu hâle düşmüşlerdi”
kavuşamaz.”
Hâce Kutbüddîn anlatır: “Bir defasında Semerkand’da devamlı
yardımda bulunmasını Kutbüddîn-i Bahtiyardan istirhâm
sekr hâlinde bulunan (kendinden geçmiş) muhterem bir
etmişti. O da, düşmanın püskürtülmesi için Allahü teâlâya
dervişle karşılaştım. Oradakilere, dervişin ne zamandan beri
yalvardı. Duâlarının kabûlü neticesinde düşman kuşatmayı
bu durumda bulunduğunu sordum. “Otuz senedir onu bu hâlde
kaldırıp çekildi. Kutbüddîn-i Bahtiyar hazretleri, başka bir
gördüklerini söylediler.” Uyanıklık hâlinde olduğu birgün ona
hâdiseyi şöyle anlatır: “Hocam Mu’înüddîn-i Çeştî hazretleri ile
durumunu sordum. Derviş şöyle cevap verdi: “Benim sevgili
beraber hacca gitmiştik. Dönüşte yolumuzun üzerinde bulunan
dostum, bir derviş ilâhî sırlara daldığı zaman, dünyâyı gözü
bir kasabada kalıyorduk. Oradaki bir mağarada, kendinden
görmez ve onu kesseniz, parçalara ayırsanız, en ufak bir acı
geçmiş bir hâlde yaşayan bir dervişi gördük. Allahü teâlâdan
duymaz, ilâhî aşkın yoluna çıkan kimse, hepsi hayâl olan bu
korkusu sebebiyle, kuru bir ağaç dalı gibi kalmış, iskelete
dünyâdan hiçbir şey bilmez.”
dönmüştü. Hocam, bu dervişin hâlini öğrenmem için yanında
kalmamı istedi. “Peki” deyip kaldım. Yanında kaldığım bir ay
Kutbüddîn-i Bahtiyar hazretleri şöyle anlatır: “Hac esnasında
zarfında birgün kendine gelebildi. Kendisine hocamın ve diğer
yakın dostum Kâdı Hamîdüddîn Nâgûrî ile beraber idik. Ebû
zâtların selâmlarını arzettim. Bir aydır beklediğimi öğrenince,
Bekr-i Şiblî hazretlerinin soyundan olan ve Şeyh Osman diye
“Sevgili dostum. Seni bu kadar beklettiğim için çok üzüldüm,
bilinen bir zâtın peşinde Kâ’be-i muazzamayı tavaf ediyorduk.
özür dilerim. Ama inşâallah bunun mükâfatını görürsün” dedi.
Ona ve ceddîne olan hürmet ve muhabbetimizden dolayı, o
Oturmamı rica etti ve kendi hâlini şöyle anlattı:
zâtın ayak izlerine basa basa yürüyorduk. Bizim böyle
yaptığımızı farketti ve geri dönerek; “Benim ayak izlerime
“Ben Muhammed bin Eslem Tûsî’nin ( radıyallahü anh )
basarak beni ta’kib etmeniz, size bir fayda vermez. Eğer beni
torunlarındanım ve otuz senedir kendimden geçmiş bir hâlde
hakîkaten ta’kib etmek istiyorsanız, benim hâlimi, yolumu
kovukta bulunuyorum. Ne gündüzden ne de geceden haberim
ta’kibe çalışınız!” dedi. “Ta’kib etmemizi istediğiniz haliniz
var. Allahü teâlâ, bugün bana yalnız senin hürmetine kendime
nedir?” dedik. “Kur’ân-ı kerîmi günde bin kere hatmediyorum”
gelmemi nasîb etti. Beni görmek için bu kadar beklemeye ve
buyurdu. Görünüşte inanılmaz görünen bu hâle, çok
zahmete katlandığın için seni mükâfatlandırması için Allahü
şaşırmıştık. Zira Kur’ân-ı kerîm gibi bir kitabı günde bin defa
teâlâya duâ ediyorum. Şimdi gidebilirsin.
okumak insan için imkânsız idi. Mübalağa mı ediyordu veya
her sûreden bir iki kelime mi okuyordu, diye düşünürken, Şeyh
Fakat, gitmeden önce sana hatırlaman icâbeden bir nasihat
Osman geri döndü ve dedi ki: “İnanmıyor musunuz? Tekrar
vereyim. Eğer dervişsen, dünyâ işlerine hiç bakma.
ediyorum, Kur’ân-ı kerîmi kelime kelime günde bin defa
İnsanlardan uzak kal, eline ne geçerse onu asla elinde tutma,
okuyorum.” Biz sustuk. Bu hâdiseyi husûsî toplantılarımızdan
yoksa hakiki derviş olamazsın, Allahü teâlâdan başka ve
birinde seçilmiş dervişlerin huzûrunda naklettiğimizde,
O’nun için olmayan şeylerden hiçbir şeye meyil verme!” Derviş
Mevlânâ Alâüddîn-i Kirmânî dedi ki: “Beşer anlayışı ve
bunları söyledikten sonra tekrar eski hâline geldi ve ben de
kavrayışının ilerisindeki herşey kerâmettir. Böyle bir hâl
oradan ayrıldım.”
karşısında bütün beşer zekâsı başarısız kalır, insan, sâdece
Peygamberlerin ve velîlerin görebileceği bu ilâhî sırları
kavramaktan âcizdir.”
Hâce Kutbüddîn-i Bahtiyar, Ecmir beldesinde talebeleri irşâd
ile meşgûl olan hocası Mu’înüddîn-i Çeştî hazretlerinin
ayrılığına tahammül edemeyip, bir zaman Ecmir’e gitmek
Kutbüddîn-i Bahtiyar, seyahatlerinden birinde, Şeyh
üzere yola çıktı. Giderken yolu Dehlî’ye uğradı. Buranın emîrî
Behâüddîn Zekeriyâ Sühreverdî tarafından da’vet edildiği
(sultânı) Sultan Şemseddîn Altamış kendisine çok alâka
Mültan şehrini ziyâret etti. Şeyh Behâüddîn, o zamanda
gösterdi. Orada kaldığı birkaç gün içinde, kendisine olan
Hindistan’da büyük bir şöhrete sahip idi. Hâce Kutbüddîn’in
hürmeti, muhabbet ve bağlılığı hergün bir kat daha artıyordu.
Mültan’daki ikâmeti sırasında, Moğollar Hindistan’a saldırıp
Ayrılmasını hiç istemiyordu. Fakat Hâce hazretlerinin de,
Mültan’ı muhasara etmişlerdi. Kabaça Bey adındaki Mültan
hocasının ayrılığına tahammülü kalmamıştı. O bakımdan
vâlisi, Moğolların hücumlarının savuşturulması için ma’nevî
Ecmîr’e gitti. Ecmir’den dönüşte, tekrar Dehlî’ye uğradı.
Dehlî’nin hemen yakınında bulunan ve Kelû Kheri denilen
yerde yerleşti. Sultan, her ne kadar onun Dehlî’de kalmasını
orada bulunan herkes hayretler içerisinde kaldılar. Hâce
arzu etti ise de, o Dehlî’nin dışındaki bu yere yerleşmeyi tercih
hazretleri, hayâtında ilk defa karşılaştığı böyle bir hâl
etti. Sultânın, ona olan muhabbet ve bağlılığı pek fazla idi.
karşısında ne yapacağını şaşırdı. Yönünü, hocasının
Feyz ve bereketlerinden istifâde etmek maksadıyla, haftada iki
bulunduğu Ecmîr beldesine çevirerek, karşılaştığı bu çirkin
defa hizmetine gelirdi. Sonradan Sultan, Hâce Kutbüddîn’in
iftira ve çok zor durum karşısında kendisine yardımcı olması
devamlı ve en sâdık talebelerinden oldu. Bu makamda iken
için bütün kalbi ile hocası Mu’înüddîn-i Çeştî hazretlerinden
de, tekrar hocasının Dehlî’ye yerleşmesini, orada kendisiyle
yardım istedi. Bulundukları belde ile hocasının bulunduğu
birlikte kalmasını istedi. Çünkü kendisine daha çok hizmet
Ecmîr beldesinin arasındaki mesafe 258 km. idi. O anda,
edebilmek ve sohbetlerinde daha çok bulunabilmek arzusu
orada bulunan herkes Hâce Mu’înüddîn’in kendilerine doğru
çok fazla idi. Hem hocası Dehlî’de bulunursa, yanına gidip
gelmekte olduğunu gördüler. Zâten şaşırmış vaziyette bulunan
gelmek için harcayacağı zamanı devlet işlerine ayırabilirdi.
Sultan ve beraberindekilerin şaşkınlıktan, Mu’înüddîn
Hâce Kutbüddîn, bu arzuyu şimdilik yerine getiremiyeceğini
hazretlerini görünce daha çok arttı. Hemen koşup karşıladılar.
bildirdi. Hâce hazretleri burada kaldığı zaman içinde, bir
Mu’înüddîn-i Çeştî, orada bulunanlar ile müsâfeha ettikten
taraftan sohbetine koşanları yetiştiriyor, bir taraftan da sultâna
sonra, Hâce Kutbüddîn’e dönerek; “Bizden niçin yardım
yol gösteriyor, doğru yolda yürümesini ve ahâlisine nasıl
istemiştin?” buyurdu. O ise, bu hâdisenin te’sîri ile birşey
mu’âmele etmesi icâb ettiğini öğretiyordu. Sultan da bu
konuşamıyor, sâdece gözlerinden yaşlar akıyordu. Kalb gözü
nasihatlere uyarak, bildirilenleri seve seve yerine getiriyordu.
ile bu hâdiseyi zâten bilmekte olan Mu’înüddîn hazretleri,
Bu sırada Dehlî’de Şeyh-ül-İslâm olan Nûreddîn-i Gaznevî’nin
orada bulunan iftiracı, ahlâksız kadına döndü. “Ey bu kadının
vefâtı üzerine, Sultan, Hâce Kutbüddîn’in bu vazîfeyi almasını
rahminde saklı bulunan çocuk! Annen olacak bu kadın, senin
teklif etti ise de kabûl etmedi. Bunun üzerine, Şeyh-ül-İslâmlık
babanın bu Kutbüddîn olduğunu iddia ediyor. Şimdi sen konuş
makamına Necmeddîn-i Sugrâ isimli bir zât getirildi. Bu kimse,
ve doğruyu söyle!” buyurdu. Allahü teâlânın izni ile, o fahişe
bu yolun büyüklerinden Hâce Osman Hârûnî’nin talebesi
kadının rahminde bulunan çocuk orada bulunanların hepsinin
olmakla beraber, bu makama gelince, Sultânın ve diğer
duyabileceği bir ses ile konuşmaya başladı ve dedi ki: “Annem
insanların, Hâce Kutbüddîn hazretlerine çok alâka
olacak bu kadının sözleri, kahredici bir yalandır, iftiradır. Bu
gösterdiklerini çekemedi, kıskandı. Ne pahasına olursa olsun,
kadın edebsizin, fahişenin biridir. Hâce Kutbüddîn’e düşman
onu Dehlî’den uzaklaştırmaya karar verdi. Necmeddîn-i Sugrâ
olanlar, onu kıskananlar, kendisini halkın gözünden
isimli bu kimse, insanların teveccühüne, makam sevgisine ve
aşağılamak için bu iftirayı hazırladılar. Bunun için de, çirkin
benlik duygusuna kapılmakla, Allahü teâlânın bir velî kuluna
iftiralarında, zâten fahişe olan ve falan kimseden hâmile kalan
karşı olmak gibi çok büyük bir felâkete düşmüştü. Bir fırsat
bu kadını kullandılar.” Ana rahmindeki çocuğun bu sözlerini
bulup Hâce’ye iftira etmenin yollarını arıyordu.
orada bulunanların hepsi duydular ve çok hayret ettiler. Kadın
bu hâl karşısında, Sultânın ve orada bulunan diğer zâtların
Hâce Kutbüddîn hazretleri, yanında Sultan Şemseddîn
huzûrunda suçunu i’tirâf etmek mecbûriyetinde kaldı. Hakîkat
Altamid ile beraber birgün öğle üzeri geziyorlardı. Sultânın
anlaşılmış oldu.
ma’iyyeti de kendilerini ta’kib ediyordu. Aniden ağlayan, feryâd
eden bir kadın ortaya çıktı. Bu kadın Sultâna yaklaşarak, çok
Bu çirkin iftira, bu fahişenin de yardımı ile, Şeyh-ül-İslâmlık
zor durumda bulunduğunu, kendisine yardımcı olmasını,
makamına getirilen Necmeddîn-i Sugrâ isimli kimse tarafından
nikâhlarını kıymasını, istiyordu. Sultân, perişan vaziyetteki bu
hazırlanmıştı. Sâlih kimselere, velîlere ve hattâ
kadına kiminle nikahlanmak istediğini sorunca, kadın; (Hâce
Peygamberlere bile böyle şeytanca tuzaklar hazırlanmış ise
hazretlerini göstererek) “Yanınızda yürüyen bu kimse ile bizi
de, Allahü teâlâ dostlarını muhafaza etmiş, hakîkat her zaman
nikahlamanızı istiyorum. Zira gayr-i meşrû bir şekilde ondan
meydana çıkmıştır.
hâmile kaldım” dedi. Orada bulunanların hepsi, Hazreti
Hâce’nin böyle bir fiili işlemiş olabileceğine ihtimal
Rivâyet edilir ki, Hâce Kutbüddîn ( radıyallahü anh ) Dehlî’den,
vermiyorlardı. Bunun için, Hâce Kutbüddîn hazretleri dâhil,
Ecmîr’de bulunan hocası Hâce Mu’înüddîn’e, ayrılık ateşine
dayanamadığını, huzûruna varıp elini öpmek, mübârek
gün sonra bu dünyâdan ayrılırım” buyurdu. Bu
huzûrları ile şereflenmek için müsâade istediğini bildiren bir
söz, talebelerin ve kendisini tanıyıp sevenlerin
mektûp yazdı. Talebesini çok seven Hâcı Mu’înüddîn de, o
üzerine bir üzüntü bulutu olarak çöküverdi.
günlerde Dehlî’ye doğru yola çıkmıştı. Onun geldiğini haber
Yanında bulunan ve yazıcılık hizmetini gören Ali
alan Sultan ve ahâli, kendisini karşılamak ve evlerine buyur
Sencerî’ ye, Hâce Kutbüddîn-i Bahtiyar Kâkî’nin
etmek için şehrin dışına kadar çıktılar. Necmeddîn-i Sugrâ ise,
Dehlî’de bulunmasını, oraya gitmesini emreden
Hâce Mu’înüddîn’in gelişi ile hiç alâkadar olmamıştı. Buna
bir ferman yazdırdı. “Onu, vekîlim olarak ta’yin
rağmen Hâce Mu’înüddîn, şehre geldikten sonra, Necmeddîn-i
ettim. Bizim Çeştî hâcegânının (Çeştiyye yolu
Sugrâ’yı evinde ziyâret etti. Sohbet esnasında, Necmeddîn,
büyüklerinin) mukaddes emânetlerini (bunlara
kendisinin Şeyh-ül-İslâmlık makamında bulunduğu hâlde,
mahsûs olan ba’zı eşyayı) ona verdim” buyurdu
herkesin Hâce Kutbüddîn’e rağbet ettiğinden, kendisinin
ve Hâce Kutbüddîn’e hitaben; “Senin yerin
i’tibârının kalmadığından yakınarak ba’zı şeyler söyledi. Hâce
Dehlî’dir” buyurdu. Hâce Kutbüddîn hazretleri
Mu’înüddîn bu kimsenin hâline, bu ma’nâsız düşmanlığına
bundan sonrasını şöyle anlatıyor “Dehlî’ye gitmek
üzülerek ve tatsızlığın ortadan kaldırılması için, talebesi
üzere Ecmîr’den ayrılacağım zaman, hocamın
Kutbüddîn’in Dehlî’den ayrılarak kendisiyle beraber Ecmîr’e
huzûruna çıktım. Külahını başıma koydu.
gelmesini emretti. Bunu haber alan Sultan ve ahâli şaşkına
Mübârek elleriyle sarığı sardı. Sonra, hocası
döndüler. Çok üzüldüler. Nihâyet, Hâce Kutbüddîn hocası ile
Osman Hârûnî’nin asasını, kendi okuduğu
beraber Ecmîr’e gitmek üzere yola çıktılar. Fakat Sultan ve
Kur’ân-ı kerîmi, seccadesini, nalınlarını verdi ve
ahâli, Hâce Kutbüddîn’i o kadar çok seviyorlardı ki, bu ayrılığı
sonra: “Bunlar, bana hocam Hâce Osman Hârûnî
bir türlü kabûl edemiyorlardı. Hepsi yollara döküldüler. Feryâd-
tarafından emânet edilen ve Çeştiyye
ü figân ediyorlar, ağlıyarak ve sızlayarak Hâce Mu’înüddîn’e,
büyüklerinin elden ele devrederek bize
Hâce Kutbüddîn-i götürmemesini, Dehlî’de bırakmasını
ulaştırdıkları mukaddes emânetleridir. Şimdi
istiyerek yalvarıyorlardı. Hâce Mu’înüddîn de ahâlinin
bunları sana veriyorum. Bunlara lâyık olduğunu,
Kutbüddîn-i Bahtiyâr’a olan muhabbetini anlıyarak ve
senden önce bu emânetleri taşıyanların yaptıkları
ısrarlarına dayanamıyarak, Hâce Kutbüddîn’e burada
gibi güzel hizmet ederek isbât etmelisin. Eğer
kalabileceğini söyledi ve “Seni buradan alıp götürmekle, bu
bunlara lâyık olmazsan, ben, bu emânetleri lâyık
kadar çok insanın üzülmelerini, gönüllerinin yaralanmasını
olmayan birine teslim ettiğim için, kıyâmet günü
istemiyorum. Onları kendime tercih ediyorum. Kendim, senin
Allahü teâlânın, Resûlullahın ve bu emâneti
ayrılığına tahammül etmeye çalışacağım. Sen burada kal!
bizlere ulaştıran mübârek büyüklerimizin
insanlara Muhammed aleyhisselâmın doğru yolunu anlatarak,
huzûrunda mahcûb olurum” buyurdu. Bundan
onların ebedî felâkete gitmelerine mâni ol! Allahü teâlâ
sonra, Hâce Kutbüddîn bu ni’metlere şükür olarak
yardımcın olsun” buyurdu. Her ikisi de göz yaşları içinde
ve çok mes’ûliyyetli olan vazîfesinde kolaylık
ayrıldılar. Biraz önce ayrılık gözyaşları döken Sultan ve ahâli,
vermesi için Allahü teâlâya niyaz ile iki rek’at
şimdi sevinçlerinden ağlıyorlardı. Bu hâdise, onların
namaz kılıp, gözyaşları içinde duâ etti. Daha
Kutbüddîn hazretlerini daha çok sevmelerine, kendisine daha
sonra Hâce Mu’înüddîn-i Çeştî hazretleri, bu
çok bağlanmalarına vesile oldu.
kıymetli halifesinin (vekîlinin) elini tutarak,
“Kendimde bulunan bütün ilim ve hâlleri sana
Hâce Mu’înüddîn-i Çeştî hazretleri, vefâtından
vererek, kendimin bulunduğu mertebeye seni
kırk gün evvel, Dehlî’de bulunan Hâce
yükselterek vazîfemi yapmış bulunuyorum ve
Kutbüddîn’in acilen Ecmîr’e gelmesini istedi. Bu
seni Allahü teâlâya emânet ediyorum.
haber Hâce Kutbüddîn’e ulaşır ulaşmaz hemen
yola çıktı. Ecmîr’e geldi. Birgün Hâce Mu’înüddîn
Biliniz ki, şu dört şey tasavvufun esaslarındandır:
talebelerine; “Ey dervişler! Biliniz ki ben, birkaç
1. Bu yolda yürümek arzusunda bulunan bir veli,
aç ve fakir olsa da, hâlinden şikâyetçi olmamalı,
kapılarını çalarak onlara gizlice yardımda bulunmasını tenbîh
dışarıdan, tok ve hâli, vakti yerinde olarak
ederdi. Câmilerin devamlı kontrol edilerek, rahatça ibâdet
görünmelidir. 2. Fakirleri, maddî ve ma’nevî
edilmesine mâni olan birşeyin bulunmamasını, varsa derhal
olarak doyurmalıdır. 3. Allahü teâlânın ihsân
yok edilerek, müslümanların gayet rahat ibâdet
ettiğini ni’metlere şükredemediği, O’na lâyık
edebilmelerinin te’min edilmesini sultâna emrederdi. Gündüz
ibâdet yapamadığı, akıbetinin ise nasıl olacağını
olduğunda, sarayın, bütün sıkıntıların çâresine bakıldığı bir yer
bilemediği için kendi içinden dâima üzgün bir
olmasını, geceyi aç geçirmiş olanların aranıp bulunmasını,
hâlde bulunmalı, fakat başkalarını üzmemek, asık
saraya çağrılarak yardım edilmesini tavsiye ederdi. Nerede,
suratlı imiş gibi görünmemek, onların da
kime bir sıkıntı veriliyorsa, sıkıntıyı verenin sarayın
rızâlarını, sevgilerini kazanabilmek için dışarıdan
adamlarından biri dahî olsa derhal cezalandırılmasını,
çok neş’eli, mes’ûd ve memnun görünmelidir. 4.
ahâliden dinli dinsiz hiçbir kimseye zulüm ve haksızlık
Kendisine eziyet ve sıkıntı verenleri affetmeli,
yapılmamasını emrederdi. Hattâ bu gibi hâllerin derhal tesbit
insanlara karşı lüzumlu olan naziklik ve sevgiyi
edilebilmesi için sarayın çatısında bir kulübe bile yapılmıştı.
her zaman göstermelidir.” Bundan sonra Hâce
Allahü teâlânın huzûrunda ağırlığını taşıyamıyacağı
Kutbüddîn hazretleri, öpmek için hocasının
mes’ûliyyetlerin, işitmeye tahammül edemeyeceği, izah
ayaklarına eğildi. Hocası müsâade etmeyip,
etmeye imkân bulamıyacağı, şikâyetlerin ortaya çıkabileceği
hemen onu kaldırdı. Muhabbetle sarıldılar. Hâce
kıyâmet gününden çok korkmasını emrederdi. Sultan da,
Mu’înüddîn hazretlerinin talebelerine bir tavsiyesi
Hazreti Hâce’nin nasihatlerinden, sohbetlerinden, feyiz ve
de; “Büyüklerimizin bildirdiği saadet yolundan
bereketlerinden çok istifâde edip, bu yolda çok ilerlemiş idi.
ayrılmayınız! Bu mübârek vazîfede cesur bir er
Ahâlisinden hiçbir kimseye zulüm ve haksızlık edilmezdi.
olduğunuzu isbât ediniz, gösteriniz!” şeklinde idi.
Sultan birgün Hâce Kutbüddîn hazretlerinin yanına geldi.
Bundan sonra, muhabbetin ve acı ayrılığın te’sîri
Eteklerini tuttu. Hâce hazretleri ona bakıp, aklından geçenleri
ile tekrar birbirlerine sarıldılar ve gözyaşları içinde
söylemesini istedi. Sultan şöyle anlattı: “Allahü teâlâ bana bir
ayrıldılar. Hâce Kutbüddîn, Dehlî’ye geldikten
saltanat ihsân eyledi. Elbetteki kıyâmet günü bana bu ağır
yirmi gün sonra da, Hâce Mu’înüddîn-i Çeştî
yükün hesabını soracak. O zor günde sizin beni
âhırete intikâl etti (r.aleyhim).
terketmemeniz için yalvarıyorum.” O da bunu kabûl etti. Hâce
Kutbüddîn-i Bahtiyar hazretleri, devamlı ibâdet eder, bir ân
Yukarıda da zikrolunduğu gibi, Dehlî’de Sultan Şemseddîn,
Allahü teâlâdan gâfil olmazdı. Devamlı namaz kılardı. Her
Hâce Kutbüddîn hazretlerine fevkalâde bağlı, önde gelen
gece, Resûlullah ( aleyhisselâm ) efendimize üçbin salevât-ı
talebelerinden idi. Hâce hazretleri sözünü dinleyen herkese
şerîfe okurdu. Zamanın sultânı dâhil, birçok kimse, kendisine
yaptığı gibi, sultan olan bu talebesine de, dinleyenlerin dünyâ
her türlü maddî imkânı sağlamak için sâdece bir işâretini
ve âhıret saadetine kavuşacakları çok kıymetli nasihat ve
bekledikleri hâlde, Hâce hazretleri fakirlik içinde yaşamayı
tavsiyelerde bulunmuştu. Ona, Hazreti Ömer gibi ve Ömer bin
tercih ederdi. Birşey veren olursa, onunla iktifa ederlerdi. Zor
Abdülazîz gibi bir sultan olmasını, âdil olmakta, mazlûmun
durumda kalınca, hanımı, komşuları olan bakkâlın hanımından
hakkını korumakta, insanların ihtiyâçlarını gidermekte, onlar
borç ister, bununla yiyecek birşeyler alırdı. Birgün bakkâlın
gibi olmaya gayret etmesini, geceleri uyanık kalmasını, ibâdet
hanımı, Hâce hazretlerinin hanımına; “Eğer ben sana borç
ve tâatle meşgûl olmasını, uyku bastıracak olursa, abdestini
vermiyecek olsam, sen ve evinizde bulunanlar açlıktan
tazelemek sûretiyle bunu gidermesini, böylece namaz
ölürsünüz” diyerek övündü. Başka ba’zı kadınlardan da buna
kılmaya, ibâdet ve tâat yapmaya devam etmesini söyledi.
benzer sözler işiten mübârek hâtun dayanamayıp, durumu
Gece, hizmetçileri dâhil hiç kimseyi uyandırmamasını, rahatsız
Hâce hazretlerine arzetti. O da üzüldü. Kendi hâllerine değil,
etmemesini bildirdi. Gece karanlık bastırdığında, tebdil-i
insanların dünyâlık için bir müslüman kardeşini nasıl
kıyâfet ederek, tanınmamak için, fakirlerin giydiği bir elbise
üzebildiğine ve olmadık sözleri nasıl söyleyebildiklerine
giyerek şehri dolaşmasını, fakirlerin ve ihtiyâç sahiplerinin
üzülüyordu. Hanımına, başkalarından birşey istememesini,
yiyecek birşeye ihtiyâcı olunca, (odanın bir köşesini işâret
ederdim. Lâkin, bizim böyle şeylere ihtiyâcımız yoktur. Kabûl
ederek) Besmele-i şerîfe söyleyerek oraya gitmesini, orada
edecek olursam kıyâmet günü büyüklerimizin yüzlerine nasıl
ihtiyâcı kadar kak (kek) bulacağını, onu alarak açlıklarını
bakarım?” buyurdu. Hâce Kutbüddîn hazretleri, bütün güzel
gidermelerini emretti. Hanımı; “Peki efendim” diyerek bildirilen
huyları kendisinde toplamıştı. Allahü teâlânın takdîrine teslim
şekilde yaptı. Kendisini komşu kadınlarına mahcûb olmaktan
olmakta ve sabırlı olmakta da son derecede idi. Birgün kendisi
kurtardığı için Allahü teâlâya şükrediyor, buna sebep olan
bulunmadığı bir sırada, küçük çocuğu vefât etti. Cenâzesi
efendisine de çok teşekkür ediyordu. Hâce hazretlerinin
defnedildikten sonra geldi. Hanımı, evlât acısıyla ağlayıp,
isminde bulunan Kâkî ilâvesi, bu hâdiseye nisbetle
sızlanıyordu. Hazreti Hâce bunun sebebini sordu. Küçük
söylenmiştir. Hâce hazretleri, çok cömert ve eli açık bir zât idi.
çocuğunun vefât ettiğini bildirdiler. “İnnâ lillâh...” okudu ve;
Kendisini tanıyan ve seven varlıklı kimseler tarafından
“Hepimiz, Allahü teâlânın irâdesine, rızâsına, râzı ve teslim
dergâhına gönderilen yiyecek ve giyecek gibi ihtiyâç
olmalıyız” diyerek hanımını teselli etti.
maddelerini, ihtiyâcı olanlara dağıtırdı. Kendisi bol bol
kullanmak imkânına sahip olduğu hâlde, sıkıntı ve fakirlik
Allahü teâlânın yüksek evliyâsından pekçoğu gibi, bu zât da,
içinde yaşamayı sever, başkalarını kendisine tercih ederdi.
Allahü teâlânın lutf ve ihsân ettiği bir hâl ile, insan aklının
Gelenlere ikram ve ihsânda bulunmaya o kadar ehemmiyet
anlıyamıyacağı, kabûl edemiyeceği bir hâlde yaşardı. Görünüş
verirdi ki, mutfakta hiçbir şey bulunmadığı zamanlar, ziyârete
i’tibâriyle imkânsız olan herşey, Allahü teâlânın sonsuz kudreti
gelenlere hiç olmazsa su dağıtılmasını hizmetçilere
yanında gayet kolay ve basittir. Allahü teâlânın ihsânları
emrederdi. İsteseydi fevkalâde bolluk ve şa’şaa ile yaşardı.
pekçoktur. Dilediğine ihsân eder. Siyer-ül-evliyâ kitabında
Fakat böyle fakir olmak, kendisine daha çok sevimli idi ve bu
bildirildiğine göre, Hazreti Hâce Kutbüddîn, ömrünün son yirmi
sıkıntılara sabretmek, ma’nevî ni’metlerin gelmesine, bu yolda
yılında hiç uyumadı. Hattâ dinlenmek için bile sırtını bir yere
yükselmeye vesile oluyordu. Hâce hazretleri de fakr (yokluk)
dayamamış idi. “Birazcık uyuklayacak olsam, kendimi hasta
ve sıkıntı yolunu tercih ediyor, diğer taraftan (ma’nevî olarak)
ve rahatsız hissederim” buyururdu. Her zaman derin
daha çok şeyler kazanıyordu. Kanâat ediyor, hâlinden asla
murâkabede, ya’nî nefsi kontrol etmek, ondan gâfil olmamak
şikâyetçi olmuyordu. Birgün, sarayın mâliye işlerinden mes’ûl
hâlinde bulunurdu. O kadar ki, biri onu görmeye veya birşey
olan vezir İftihârüddîn Aybek gelerek, ba’zı köylerin gelirlerini
sormaya gelse, bir müddet sonra ve güçlükle kendine
kendilerine tahsis etmek istediklerini bu gelirleri kendisinin ve
gelebilirdi. Bu hâl, namazların hâricinde devamlı olurdu.
talebelerinin ihtiyâçları için sarfedebileceğini, istediği gibi
Cevâmi’ul-kilem adlı eserde bildirildiğine göre; Hâce hazretleri,
kullanabileceğini bildiren bir ferman hazırladıklarını, bunu
odasında, Allahü teâlânın ve Peygamber efendimizin (
lütfen kabûl etmesini rica etti.
aleyhisselâm ) aşkı ve muhabbeti ile yanmış olarak, kırık kalb
ile, dili bağlı olarak (hiçbir şey söylemiyerek) ve iç çekip
Hâce hazretleri, İftihârüddîn’e yanına yaklaşmasını söyledi.
ağlayarak dururdu. Kendisini görmek arzusuyla yanan âşıkları
Yaklaşınca, üzerinde oturmakta olduğu seccadesinin bir
ise, dışarıda toplandıkları zaman, dışarı çıkar, bir miktar
köşesini kaldırarak; “Ne görüyorsun? Bak bakalım” buyurdu.
sohbet eder, Allah korkusunu ve O’na hakîkî kul olmayı,
Vezir, orada büyük bir hazîne nehrinin akmakta olduğunu
Muhammed aleyhisselâma tam tâbi olmayı, onun yoluna
görerek gözleri kamaştı. Hayretler içinde kalmıştı. Hazreti
sımsıkı sarılmayı teşvik edici, çok güzel ve te’sîrli sözler
Hâce; “Biz buna bile iltifât etmiyorken, sizin birkaç köyünüzün,
söylerdi. Bütün saadetlerin, rahatlıkların başının, Muhammed
birkaç kuruşluk gelirine mi iltifât edelim? Onu mu kabûl
aleyhisselâma uymak olduğunu bildirirdi. Bir defasında şöyle
edelim? Şimdi gidiniz! Bir daha da böyle bir teklif ile dervişlerin
anlattı: “Ben, ilk zamanlarda Kur’ân-ı kerîmi ezberlemek için
huzûruna çıkmayınız!” buyurdu. Vezîr mahcûb bir şekilde;
çok gayret etmeme rağmen muvaffak olamazdım ve
“Peki efendim” diyerek ayrıldı. Başka bir zaman, başka birileri
ezberliyemezdim. Bir gece rü’yâmda Resûlullah (
tarafından buna benzer bir teklif yapıldığında da;
aleyhisselâm ) efendimizi gördüm. Ayaklarına kapanıp,
“Büyüklerimizden birisi, sultandan veya başka birinden
Kur’ân-ı kerîmi ezberlemek istediğimi, fakat çok güçlük
herhangi bir şekilde birşey kabûl etmiş olsaydı, ben de kabûl
çektiğimi arzettim. Bana acıyarak başımı kaldırmamı istediler.
Başımı kaldırdığımda, Yûsuf sûresini tekrar etmemi emrettiler
tane misâli olan dünyâ mallarına gönül bağlayıp, sonra da
ve; “Bununla Kur’ân-ı kerîmi ezberlersin” buyurdular.
Allahü teâlâya kavuşmak için yol isteyenlere de ki: “Bâyezîd,
Emîrlerini yerine getirdim ve Kurân-ı kerîmi ezberlemeye
nefsin istediklerini yapmayıp, istemediklerini yapmak sûretiyle
muvaffak olabildim.” Hâce hazretleri, böyle bir miktar sohbet
kırk yıl uğraştığı hâlde, yanında bulunan kırık bir testiyi ve eski
ettikten sonra, yine odasına girer ve tekrar murâkabeye
bir abayı terk etmedikçe izin alamadı. Siz, bu hâlinizle izin
dalardı. Hattâ vefâtı da böyle aşk ve muhabbet ile kendisinden
verileceğini mi zannediyorsunuz? Asla izin alamazsınız. Bu
geçmiş bir hâlde iken vukû’ bulduğundan, bu sebeble
yolda yürümek arzusunda olan kimse, Allahü teâlânın aşkı ile
kendisine Şehîd-i muhabbet (Muhabbet şehidi) denilmiştir.
yanmalıdır. Bu yolda yükselmek iddiasında bulunan bir kimse,
sıkıntı ve yoklukları ni’met bilmelidir. Bunlardan şikâyet
Hâce hazretleri, vefâtından birkaç hafta evvel, bayram
ederse, gerçek âşık ve gerçek dost olmadığı, yalancı olduğu
namazından dönerken bir yerden geçiyordu. Orada durdu ve
anlaşılır. Gerçek âşık, maşukun (Allahü teâlânın) her verdiğini,
yanındakilere; “Burada aşkın kokusunu duyuyorum. Buradan
iyi de görünse, kötü de görünse, büyük ni’met ve kazanç
muhabbet kokusu geliyor” buyurdu. Hemen arazinin sahibi
bilmelidir. Zîrâ, Allahü teâlâ böyle acı ve sıkıntılar ile,
çağırılarak bu arazi kendisinden satın alındı. Hâce
dostlarına kendini hatırlatmakta, ya’nî hakîkatte bunların da
hazretlerinin kabr-i şerîfinin orada hazırlanması için
birer ni’met oldukları anlaşılmaktadır. Hasen-i Basrî, Râbi’a-i
çalışmalara başlandı. Vefât ettiğinde oraya defn olundu. Daha
Adviyye gibi büyük veliler, kendilerine bir sıkıntı ve üzüntü
sonra kabri üzerine mükemmel bir türbe yapıldı.
gelmediği gün, kendilerini sıkıntılı ve üzüntülü hissederlerdi.
Hâce hazretlerinin söylediği kıymetli şiirlerinin toplanarak kitap
Allahü teâlâya karşı bir hatâ ve kusur işlediklerini, o sebeple
hâline getirildiği bir dîvânı vardır. Ayrıca, sözlerinden ve
kendilerine sıkıntı ve üzüntü gelmediğini anlarlardı. Diğer
sohbetlerinden bir kısmını, talebelerinin en yükseği ve halîfesi
insanların rahatlık ve bolluk içinde duyduğu zevki, onlar,
Ferîdüddîn-i Genc-i Şeker hazretleri toplayarak kitap hâline
sıkıntı ve üzüntü geldiğinde, yaşarlardı. İyice bilmeli ve bu
getirdi ve Ferâid-üs-sâlikîn ismini verdi. Bu eserde, tasavvuf
inceliğe dikkat edip iyi anlamaya çalışmalıdır ki, bu yolda lütuf,
yolunda ilerlemek isteyen bir sâlik için lâzım olan ba’zı hassas
ihsân ve iyiliklerin adı; eziyyet, sıkıntı ve yokluk demektir.
noktalar ve başka kıymetli bilgiler bulunmaktadır. Bu kıymetli
kitaptan ba’zı kısımlar, özetlenerek aşağıya yazılmıştır:
Tasavvuf yolunda ilerlerken görülen ma’nevî hâlleri, garîb
ma’nâları, insanların anlıyamıyacakları şeyleri, insanların
“Çok yemek yiyen, nefsinin kölesi olur. Bunun için az
anlayamayacakları şekilde kat’iyyen söylememelidir. Zîrâ
yemelidir. Bedeni ayakta tutacak kadar ve ibâdette kuvvetli
insanların anlıyamacağı bir şeyi söylemek, onların yanlış
olacak kadar yemek ile yetinmelidir. Normal ve basit giyinmeli,
anlamasına, böyle şeyleri söyleyen zâta düşman olmalarına
süsten, gösterişten uzak olmalıdır. Süslü elbiseleri gösteriş
sebep olur.
için giyen, kendini aşağılamak yolunda silâhlı bir soyguncu
gibi olur. Az uyumalıdır. Değersiz ve kıymetsiz dünyâ işlerine
Dinin emirlerini yerine getirmekte çok gayretli olmalıdır. Zîrâ
gönül vermek şöyle dursun, bunları konuşmaktan, böyle
bu olmayınca, bu yolda ilerlemek olmaz. Bir kimse hem bu
şeylerden bahsetmekten bile çok sakınmalıdır. Böyle dünyâlık
yolda ilerlediğini söylüyor, hem de dinimizin emir ve
şeylerin yanında bulunmasını bile, kendisi için kusur, kabahat
yasaklarına uymakta gevşek davranıyorsa, biliniz ki o kimse
ve bu yolda ilerlemeye mâni bilmelidir.
yalancıdır. Bu yolda bulunanlarda bulunan hâllerden biri veya
birkaçı o kimsede bulunursa, biliniz ki o hâller şeytandandır,
Bâyezîd-i Bistâmî hazretleri şöyle anlatıyor “Uzun seneler
onu aldatmaktadır.”
nefsimi terbiye etmekle uğraşıp çile çektikten sonra, bir gece
Allahü teâlâya yalvardım, ilham olundu ki: “Şu kırık testi ve
Bağdad’da bulunduğum zamanlar, Şihâbüddîn-i Sühreverdî
deri aba sende oldukça sana ruhsat yoktur.” Bunun üzerine
hazretlerini sık sık görürdüm. Hakîkaten çok yüksek bir velî idi.
yanımda bulunan testi ve abayı terk ettim. Bundan sonra bana
Çok yerlere gittim. Çok zâtlarla karşılaştım. Fakat,
bildirildi ki: “Ey Bâyezîd! Nefsin hevâ ve hevesi için tuzaktaki
Şihâbüddîn-i Sühreverdî ( radıyallahü anh ) kadar Allahü
teâlâdan korkan ve onun kadar kendini Allahü teâlâya veren
Farz-ı ayn: Her müslümanın bülûğa erdikten sonra bilmesi ve
başka bir zât görmedim.”
öğrenmesi gereken ilimdir, öğrenmezse, namazı terk edene
nasıl azâb edilirse, ona da öyle şiddetli azâb edilir.
Farz-ı kifâye: Bir beldede veya bir şehirde bir kişi bilirse, farzın
1) Siyer-ül-aktâb sh. 142
2) Siyer-ül-evliyâ sh. 49
3) Siyer-ül-ârifîn sh. 48
4) Kâmûs-ül-a’lâm cild-5, sh. 3672
5) Ahbâr-ül-ahyâr sh. 31
yerine getirdiği ilimdir. Diğer kişilere farz olmaz. Eğer
öğrenemezlerse de günahkâr olmazlar.
Bu fakîr gördü ki, bu farz-ı ayn olan ilimde latîf şekilde kitaplar
düzmüşler ve yazmışlar. Ama, bunların kimi Arabî ve kimisi
Fârisîdir. Her kişi onları mütâlâa edip ma’nâsını çıkaramaz ve
okuyup öğrenirlerse de çabucak unutur, veya ma’nâsına gönlü
yatmaz O zaman diledim ki, bu farz-ı ayn olan ilimde Türkçe
bir mukaddime yazayım, tâ ki mübtedilere (âkil baliğ olmaya
yakın kız ve oğlanlara) öğreteler. Tâ ki, gönlüne ve i’tikâdına,
dînimizin emrini tutmak ve müslümanlık kaydına riâyet etmek
yerleşsin. Baliğ olduktan sonra bunun içindekilerle amel
KUTBÜDDÎN-İ İZNÎKÎ (Muhammed bin Muhammed Rûmî)
edeler.
Hanefî mezhebi fıkıh âlimi ve tasavvuf büyüklerinden. İsmi,
Farz-ı ayn olan ilimde âlimler ihtilâf etmişlerdir: Kelâm âlimleri
Muhammed bin Muhammed Rûmî’dir. “Kutbüddîn-i İznîkî” diye
şöyle dediler: “Farz-ı ayn olan, Hak teâlânın birliğini ve
meşhûr oldu. İznik’te doğdu. Doğum târihi belli değildir.
sıfatlarını delîlleriyle bilmektir.” Fakîhler dediler ki: “İlm-i
Zamanının birçok âliminden ders okudu. Dînî ilimleri ve
fıkıhtır. Zîrâ Hak teâlânın farz ettiği şeyleri bildirir. Helâl ve
zamanının fen bilgilerini Mevlânâ Hasen Paşa’dan öğrendi.
haramı bilmek fıkıhla hâsıl olur.” Tefsîr ve hadîs âlimleri şöyle
Her ilimde mütehassıs bir âlim olarak yetişti. Ahlâken yüksek,
dediler “Kur’ân-ı kerîm ve hadîs-i şerîflerin ma’nâsını bilmektir.
faziletlerle mücehhez (süslenmiş), zühd ve vera’ sahibi idi.
Zîrâ din ilmi, bunlardan çıkmıştır.” Tasavvuf âlimleri dediler ki:
Tasavvuftan büyük haz, pay aldı. Evliyâlığın yüksek
“Kişi kendi hâlini ve makamını ve nefsin âfetlerini ve nefsin ne
derecelerine kavuştu. Fıkıh ve ahlâk ilimlerini kendinde
sıfatlarla bezenip kâmil olduğunu ve ne sıfatlarla mertebeden
topladı. Bilhassa Timur Hân, din ilimlerindeki yüksekliği
düşüp helak olduğunu bilmektir. Ebû Hanîfe, kâmil fıkıh budur
sebebiyle karşılaştığında ona çok saygı göstermiştir. 821 (m.
demiştir.” Şimdi bunların her birisinin maksûdu, mühim
1418) senesi Zilka’de ayının sekizinci günü, İznik’te vefât etti.
gördükleridir. Ebû Tâlib Mekkî şöyle dedi: “Farz-ı ayn olan ilim
Halîl Paşa Câmii bitişiğindeki türbesinde medfûndur.
odur ki, İslâm onsuz tamâm olmaz. O da beş şeydir: Biri;
Allahü teâlâyı bir ve Muhammed aleyhisselâmı hak Resûl
Kutbüddîn-i İznîkî’nin oğlu Muhammed İznîkî de derin âlim idi.
Kendisi ve oğlu, çok kıymetli eserler kaleme aldılar. Türkçe
olarak yazdığı “Râhat-ül-kulûb” ile “Mukaddimet-üs-salâh”
kitapları, eserlerinden en önemli olanlarıdır. Tefsîri ve başka
eserleri de vardır. Birinci eseri Ayasofya, ikincisi de
Nûruosmâniye kütüphânelerinde mevcûttur.
Kutbüddîn-i İznîkî, “Mukaddimet-üs-salâh” kitabında
buyuruyorki: ilim, farz-ı ayn ve farz-ı kifâye olmak üzere ikiye
ayrılır:
bilmektir. İkincisi; beş vakit namazın şartlarını ve rüknlerini
bilmektir. Üçüncüsü; oruç, ne ile tamâm olur bilmektir.
Dördüncüsü; zekâtın farzlarını bilmektir. Beşincisi; haccın
şartlarını bilmektir. Nitekim Resûlullah ( aleyhisselâm ) şöyle
buyurdu: “İslâm binası beş şey üzerine kurulmuştur.” Böylece
hakîkat şudur ki, mutlaka ilim öğrenmek her müslüman erkeğe
ve kadına farzdır. Nitekim Resûlullah ( aleyhisselâm ); “İlmi
taleb etmek, her müslüman erkeğe ve kadına farzdır.”
buyurmuştur. Burada farz olan ilim, ilmihâl bilgileridir.
Birkaç mes’eleyi bildirelim ki, namaz kılanlarda çok vâki olur.
2) Şakâyık-ı Nu’mâniyye tercümesi (Mecdî Efendi) sh. 58, 59
Mecmûz şerhinde kaydedilmiştir “Bir kişi, şüphelenip bir vakit
namazı kılıp kılmadığını bilmezse, eğer namazın vakti içinde
şüphelendiyse eda etmeli, eğer vakti çıktıktan sonra
şüphelendiyse kılması lâzım olmaz. Namaz kılarken kaç rek’at
namaz kıldığını bilmezse, eğer ilk defa şüphelendiyse tekrar
kılar, şayet birkaç defa şüphelendiği var ise, şüphe ettiği
rek’attan az kıldığını kabûl edip, onun üzerine tamamlar.
3) Tam İlmihâl Se’âdet-i Ebediyye sh. 1031 (37. baskı)
4) İslâm Ahlâkı (Cennet Yolu ilmihâli) sh. 165
5) Şakâyık-ı Nu’mâniyye (Vefeyât kenarında) cild-1, sh. 37
6) Rehber Ansiklopedisi cild-10, sh. 357
Meselâ bir rek’at mı yoksa iki rek’at mı kıldığını bilemezse, bir
rek’at kılmış kabûl edip, bir rek’at daha kılar.” (Nûruosmâniye
Kütüphânesi Hâmidiyye kısmı No: 550/1 Varak 18 a)
Yine Kutbüddîn-i İznîkî “Râhat-ül-kulûb” kitabında buyurdu ki:
KUTEYBE BİN SA’ÎD ES-SEKAFÎ
Allaha hamd olsun ki, bize, evliyâyı ve âlimleri sevmeyi nasîb
Büyük hadîs âlimlerinden. İsmi Yahyâ, künyesi Ebû Recâ,
etti, gönlümüzü onlara bağladı. Peygamberlerin en üstününe
selâmlar olsun ki, O, Resûllerin İmâmı ve hem de
lakabı Kuteybe’dir. İsminin Ali olduğu da söylenmiştir. 150 (m.
Peygamberlerin sonuncusudur. O, Muhammed Mustafâ’dır ki,
767) senesinde. Bağlan’da doğdu. Bağlan, Belh şehrinin bir
dünyâda ümidimiz O’nadır, âhırette O’ndan şefaat umarız.
köyüdür. 240 (m. 855) târihinde vefât etti. Kuteybe bin Sa’îd,
O’nun yüksek mertebede olan Ehl-i beytine ve Eshâbına
hadîs-i şerîf öğrenmek ve âlimlerden istifâde etmek için Irak,
selâm olsun! Onlara uyanlar hidâyet üzeredirler. Bütün
evliyâya ve âlimlere uyanlar, İslâmiyetin hem zâhiri hem de
bâtını üzere dururlar. Gerçek talibler ki, dâima halvette ve hem
Medîne-i münevvere, Mekke-i mükerreme, Şam ve Mısır’a
gitti. Mâlik bin Enes, Leys bin Sa’d, Abdullah bin Hayra, Bekir
ibâdette dururlar. Mü’minler ve sâlihler ki, gece-gündüz Hak
bin Mudır, Ya’kûb bin Abdurrahmân’dan ve daha başka
yardımıyla Hak yolunda dururlar ve hem tâatta dururlar.
âlimlerden hadîs-i şerîf dinleyip, rivâyetlerde bulunmuştur.
Ey kardeşim! Bir kişinin senin katında haceti (ihtiyâcı) olsa,
sen o haceti bitirirsen, Allahü teâlâ senin yetmiş türlü dünyâ ve
âhıret hacetini giderir.
Bağdâd’a geldiği zaman, orada hadîs-i şerîf rivâyetinde
bulundu. Bağdâd’a ilk gidişinde yirmiüç yaşında bulunuyordu.
Ondan da, Ali bin Medînî, Nuaym bin Hammâd, Ebû Bekir bin
Humeydî, Yahyâ bin Main, Hasan bin Arefe gibi âlimler
Eğer bir kişi bütün yer ehli kadar ibâdet etse ve bütün gök ehli
kadar tâat etse, imânı Ehl-i sünnete uygun değilse kabûl
olmaz. Zîrâ amelin kabûl olunması ve îmânın dürüst olması,
takvânın şartıdır. Takvâ, Allahtan korkmaktır. Allahı
(r.aleyhim) rivâyette bulunmuşlardır. Buhârî kendisinden
üçyüzsekiz, Müslim ise altıyüzaltmışsekiz hadîs-i şerîf
bildirmiştir.
bilmeyince, O’nun azametini ve celâlini anlamayınca, Allahtan
korkmak hâsıl olmaz. Dînin ve îmânın aslı ve ilmin temeli,
Rivâyet ettiği hadîs-i şerîfler, meşhûr altı hadîs kitaplarında
Allahü teâlâyı bilmek ve birliğini kalb ile tasdîk etmektir. Şöyle
mevcûttur. Büyük âlim Esrem, Ahmed bin Hanbel hazretlerinin
ola ki, eğer başını keserler ise ve bütün varlığını alırlar ise râzı
olasın; Allahü teâlânın birliğini gönülden çıkarmayasın.
Kuteybe’den bahsedip, övdüğünü söylemiştir. İbn-i Maîn, Ebû
Hatim ve Nesâî, onun hadîs ilminde sika (güvenilir) bir âlim
olduğunu bildirmişlerdir. Ahmed bin Seyyâr bin Eyyûb,
1) Mu’cem-ül-müellifîn cild-8, sh. 133
Kuteybe bin Sa’îd’in, yapmış olduğu rivâyetlerde, i’timâd
edilen ve sünnet-i seniyyeye çok bağlı bir zât olduğunu
“Allahü teâlâ mahlûkâtı yarattığı zaman, kendi nezdinde, arşın
bildirmiştir.
üstünde bulunan kitabına, muhakkak benim rahmetim,
gadabıma galebe çalar, diye yazmıştır” buyurdular.
Kuteybe, babasından şöyle bildirir: Resûlullahı ( aleyhisselâm
) rü’yâda görmüştüm. Mübârek ellerinde bir sahife vardı. “Ey
Allah’ın Resûlü! Bu sahife nedir?” diye sordum. “Bu sahifede
“Bir kimse bir yere gelir de “Eûzü bikelimâtillâhittâmmâti min
şerri mâ haleka” (Allahü teâlânın tam olan kelimeleriyle
yarattıklarının şerrinden sığınırım) derse, oradan ayrılıncaya
kadar ona hiçbir şey zarar vermez.”
âlimlerin isimleri vardır” buyurdu. “Ey Allah’ın Resûlü, onu
bana ver de, oğlumun ismi var mı bakayım” dedim. Resûlullah
Resûlullah ( aleyhisselâm ) buyurdu ki: “Allahü teâlâ
efendimizden alıp, baktım. Oğlumun isminin orada olduğunu
buyuruyor ki: Ben, kulumun beni zannına göreyim. (Eğer
gördüm.
kulum benim kendisini affedeceğimi zannederse, onu
affederim. Azâb edeceğimi zannederse, azâb ederim). Beni
Ebû Recâ hazretleri orta boylu, nûr yüzlü ve sünnete uygun
zikrettiği zaman da ben onunla beraberim. O beni gönülden
sakalıyla çok güzel bir zât idi. Geniş çiftliği vardı. Davar, deve
zikrederse, onu gönülden zikrederim. Kulum beni cemâat
ve sığır sahibi idi.
arasında anarsa, onu o cemaattan daha hayırlı bir
Rivâyet ettiği ve Müslim’de bulunan hadîs-i şeriflerden
ba’zıları:
cemâat (melekler) arasında zikrederim. Bana bir karış
yaklaşırsa, ben ona bir arşın yaklaşırım. Bana bir arşın
yaklaşırsa ben ona bir kulaç yaklaşırım. O bana yürüyerek
Resûlullah efendimiz buyurdu ki: “Söyleyin bakalım, sizden
gelirse, ben koşarak gelirim.”
birinizin kapısının önünden bir nehir aksa, günde beş defa o
“Şüphesiz Allahü teâlâ, ilmi, insanlardan çekip alıvermez.
Fakat ilmi, âlimleri almakla kaldırır. Nihâyet, hiçbir âlim
bırakmadığı zaman, insanlar bir takım câhilleri baş edinirler.
Onlara suâl sorulur, ilimsiz fetvâ verirler. Böylece hem
saparlar, hem saptırırlar.”
nehirde yıkansa, vücûdunda kirden birşey kalır
mı?”buyurunca, Eshâb-ı kiram “Hayır, vücûdunda kirden hiçbir
şey kalmaz” dediler. Bunun üzerine Resûlullah ( aleyhisselâm
) “İşte beş vakit namaz da böyledir. Allahü teâlâ, kılınan beş
Bir kadın Peygamber efendimize bir oğlunu getirerek, “Yâ
vakit namazla günahları yok eder” buyurmuştur.
Resûlallah! Bu çocuk rahatsızdır. Ben onun ölmesinden
“Bir adam birinin kabrinin yanından geçerken, herkese onun
yerinde ben olsaydım demedikçe, kıyâmet kopmıyacaktır.”
“Gerçekten Cennette bir ağaç vardır. Bineğine binmiş olarak
giden, onun gölgesinde yüz sene yürüse bitiremez.”
korkuyorum. Gerçekten toprağa üç tane gömdüm” dedi.
Resûlullah ( aleyhisselâm ): “Muhakkak, Cehennemden
kuvvetli bir mâni ile korundun” buyurdular.
Resûlullah ( aleyhisselâm ) Ensârdan ba’zı kadınlara:
Peygamber efendimiz ( aleyhisselâm ) ayakları şişinceye
kadar namaz kılmıştı. Kendisine, “Sen hâlâ bu külfete
“Sizden birinizin üç tane oğlu ölür de, onların sevâbını dilerse,
katlanıyor musun? Halbuki Allahü teâlâ senin gelmiş-geçmiş
mutlaka Cennete girer” buyurmuşlardır. Bunun üzerine
bütün günahlarını affetti” denilince “Şükreden bir kul
kadınlardan biri: Yahut iki, yâ Resûlallah! dedi. Resûlullah da (
olmıyayım mı?” cevâbını vermiştir.
aleyhisselâm ) “Yahut iki” buyurmuşlardır.
“Aranızda pehlivan kime dersiniz?” diye sordular. Biz,
gitmeden, doğruyu aramak şartıyle yapılan hatâlara,
“Kendisini erkeklerin yenemediği kimseye” cevâbını verdik.
musibetlerin keffâret olacağını bildirmişlerdir.)
Bunun üzerine Resûlullah ( aleyhisselâm ) “O değildir. Fakat,
pehlivan kızgınlık ânında kendini tutan kimsedir” buyurdular.
“Şüphesiz, kıyâmet gününde Allahü teâlâ: “Nerede benim
azametim için birbirini sevenler! Bugün ben onları kendi
“Şüphesiz, insanların en kötüsü, şunlara bir yüzle, bunlara da
bir yüzle gelen iki yüzlü kimsedir.”
gölgemde gölgelendireceğim” buyurur.”
“Resûlullah ( aleyhisselâm ) “Müflis kimdir?” buyurdu. Eshâb-ı
“Cennet kapıları Pazartesi ve Perşembe günleri açılır. Allahü
kiram da: “Bize göre müflis, hiçbir dirhemi ve eşyası olmayan
teâlâya hiçbir şeyi ortak koşmayan her kulun günahları
kimsedir” cevâbını verdiler. Bunun üzerine, Resûlullah (
bağışlanır. Yalnız, din kardeşi ile aralarında düşmanlık
aleyhisselâm ) “Şüphesiz benim ümmetimden müflis, kıyâmet
bulunan kimse bundan müstesnadır. (Onların günahları
gününde, namaz, oruç ve zekât ile gelen, fakat, şuna sövmüş,
bağışlanmaz.) Onlar hakkında: “Şu iki kişiye barışıncaya
buna zinâ isnad etmiş, şunun malını yemiş, bunun kanını
kadar mühlet verin. Şu iki kişiye barışıncaya kadar mühlet
dökmüş, diğerini de dövmüş olarak gelecektir. Hasenatı, şuna
verin. Şu iki kişiye barışıncaya kadar mühlet verin” denilir.”
buna verilecektir. Şayet, da’vâsı görülmeden hasenatı biterse,
onların günahlarından alınarak, bunun üzerine yüklenecek,
sonra Cehenneme atılacaktır” buyurmuşlardır.
“Hezeyan (boş, lüzumsuz) konuşmayın. Birbirinize sırt
çevirmeyin. Başkalarının konuştuğunu dinlemeyin. Biriniz
diğerinin satışı üzerine satış yapmasın. Kardeş olun, ey
“Müslüman müslümanın kardeşidir. Ona zulm etmez. Onu
Allahın kulları!”
düşman eline vermez (himâye eder). Her kim, müslüman
kardeşinin yardımında bulunur ve onun ihtiyâcını temin
ederse, Allahü teâlâ da ona yardım eder. Her kim, bir
müslümanın bir sıkıntısını giderirse, Allahü teâlâ, buna
karşılık, onun kıyâmet sıkıntılarından birini giderir. Her kim bir
müslümanın ayıbını örterse, Allahü teâlâ da âhırette onun
ayıbını örter.”
Birisi Resûlullaha ( aleyhisselâm ) gelerek, benim dost ve
beraber olmama, en lâyık insan kimdir, diye sordu. Resûlullah
( aleyhisselâm ): “Annendir” buyurdular. Sonra kimdir, dedi.
Resûlullah ( aleyhisselâm ): “Sonra annendir” buyurdu. Sonra
kimdir? dedi. Resûlullah efendimiz: “Sonra annendir” buyurdu.
Sonra kimdir deyince, Resûlullah ( aleyhisselâm ): “Sonra
babandır” buyurdu.
Ebû Hüreyre şöyle bildirdi: “Her kim bir kötülük işlerse, onun
sebebiyle ceza görür.” (Nisa-123) âyet-i kerîmesi nâzil olunca
(inince) müslümanlara çok te’sîr etti. Bunun üzerine,
Resûlullah ( aleyhisselâm ): “Orta yolu tutun ve doğruyu
arayın. Müslümanın başına gelen her musibette bir keffâret
vardır. Hattâ vücûdundan sıyrılan her sıyrıkta veya batan her
dikende bile” buyurdular. (Resûlullah efendimiz, bu hadîs-i
şerifleri ile, Eshâb-ı kiramı teselli buyurmuşlardır, ifrat ve tefrite
“Benimle ümmetimin durumu, ateş yakan bir adamın durumu
gibidir. Hayvanlar ve pervaneler onun içine düşmeye başlarlar.
Ben sizin eteklerinizden tutuyorum. Siz ise onun içine
atılıyorsunuz.”
“Hepiniz çobansınız. Hepiniz sürüsünden mes’ûldür. İnsanlara
hükmeden emir bir çobandır. O sürüsünden mes’ûldür. Kişi
aile fertlerine çobandır. O da onlardan mes’ûldür. Kadın
kocasının evine ve çocuklarına çobandır. O da onlardan
mes’ûldür. Köle, sahibinin malına çobandır. O da ondan
mes’ûldür. Dikkat edin. Şimdi hepiniz çobansınız ve hepiniz
sürüsünden mes’ûldür.”
“Her kim, Allahü teâlâya ve Resûlüne îmân ediyorsa, ya
Peygamber efendimiz ( aleyhisselâm ), hurmalığının içinde
hayır söylesin yahut sussun.”
bulunan Ümmü Mübeşşir-i Ensâriyye’nin yanına gitti. O’na “Bu
hurmalığı kim dikti. Müslüman mı, kâfir mi?” diye sordu.
Abdurrahmân bin Ebî Bekrâ haber verdi. Babam, Ubeydullah
bin Bekrâ’ya, Sicistan’da kadı iken, öfkeli olduğu zaman iki kişi
arasında hüküm verme. Çünkü ben Resûlullah ( aleyhisselâm
): “Hiç bir kimse, öfkeli olduğu hâlde iki kişi arasında hüküm
Ümmü Mübeşşir “Müslüman dikti” dedi. Bunun üzerine
Resûlullah ( aleyhisselâm ): “Bir müslüman bir ağaç diker veya
ekin eker de, ondan bir insan veya başka bir şey yerse, bunda
onun için mutlaka sevâb vardır” buyurdu.
vermesin” buyururken işittim diye mektûb yazdı.
“Evimle minberim arası, Cennet bahçelerinden bir
Akabe denilen yerde, oniki kişilik bir cemâat Resûlullaha (
bahçedir.”
aleyhisselâm ) bî’at etmişti. Resûlullah efendimiz, her birini,
kendi kabilesi için temsilci ta’yin etmişti. Bunların her biri kendi
“Üzerine güneş doğan en hayırlı gün Cum’a günüdür.
kabilesini İslama da’vet edip, onu onlara öğreteceklerdi.
Âdem (aleyhisselâm) o gün yaratıldı. O gün Cennete kondu. O
Ubâde bin Sâmit hazretleri de bu temsilcilerden birisi idi. O
gün Cennetten çıkarıldı. Kıyâmet de Cum’a günü kopacaktır.”
şöyle der: Ben Resûlullaha bî’at eden temsilcilerden idim.
“Bir kimse Cum’a günü cünüblükten yıkanır gibi yıkanır da,
sonra Cum’a namazına giderse, bir deve sadaka vermiş gibi
olur.”
Resûlullaha ( aleyhisselâm ): “Allahü teâlâya hiçbir şeyi ortak
koşmıyacağımıza, zinâ etmiyeceğimize; hırsızlık
yapmıyacağımıza, Allahü teâlânın muhterem kıldığı nefsi
“Yüksek el, alçak elden daha hayırlıdır. (Yüksek elden murâd
(canı) haksız yere öldürmeyeceğimize, yağmacılık
veren, alçak elden maksad da, alan eldir.)
yapmıyacağımıza ve âsi olmıyacağımıza dâir bî’at ettik.
“Mal çoğalıp, kapıdan taşmadıkça, kıyâmet kopmıyacaktır. O
derecede ki, bir adam malının zekâtını çıkaracak, fakat onu
kabûl edecek hiçbir kimse bulamıyacak. Hattâ Arabistan,
çayırlıklara ve nehirler akan yerlere dönecek.”
“Bir adam yolda giderken, çok susamıştı. Sonra bir kuyu
bularak içine indi ve su içti. Sonra acıktı. Çıkınca, bir de ne
görsün, bir köpek dilini çıkarmış soluyor. Susuzluktan nemli
toprağı yiyor. Bu adam, kendi kendine: “Bu köpek de benim
1) Târîh-i Bağdâd cild-12, sh. 464
gibi çok susamış” deyip, kuyuya indi. Mestini su ile doldurdu.
2) Mu’cem-ül-müellifîn cild-8, sh. 128
Sonra onu ağzıyla tutarak yukarıya çıktı. Köpeğe su verdi.
3) El-A’lâm cild-5, sh. 189
Allahü teâlâ da onun amelini kabûl buyurup sevâb yazdı ve
4) Tehzîb-üt-tehzîb cild-8, sh. 358
onu affetti.” Eshâb-ı kiram (r.anhüm) “Yâ Resûlallah!
gerçekten bu hayvanlardan bizim için sevâb var mı?” diye
sordular. Resûlullah efendimiz ( aleyhisselâm ) de; “Her
KÜÇÜK TÂCEDDÎN EFENDİ (İbrâhim Hamîdî)
canlıyı doyurup, sulamak ve yardımda bulunmakta sevâb
vardır” buyurdular.
“Kapları örtün. Tulumları bağlayın. Kapıları kapayın. Kandilleri
örtün. Çünkü şeytan bağ çözemez. Kabı açamaz. Kapı da
aralayamaz...”
Hanefî mezhebi fıkıh âlimi. İsmi, İbrâhim bin Abdullah’dır.
Hamîd ilinde, Isparta’ya bağlı Atâbey’de doğdu. Tâceddîn
lakabı verildi. Hamidî nisbet edildi. Küçük Tâceddîn Efendi
nâmıyla meşhûr oldu. 973 (m. 1565) yılında İstanbul’da vefât
etti. Edirnekapı civârında, Emîr Buhârî Zaviyesi bahçesine
Birçok talebeye ilim öğreten Tâceddîn İbrâhim Efendi, pek
defnedildi.
kıymetli eserler yazdı. Sadr-üş-şerî’a sânî’nin “Li-Vikâyet-irrivâye fî mesâil-il-Hidâye” adlı şerhine ve “Şerh-i miftâh” adlı
Küçük yaşta memleketinden ilim tahsili için ayrılan Küçük
esere birer haşiye yazdı. Müslümanların istifâdesi için birçok
Tâceddîn Efendi, bugün Yunanistan sınırları içerisinde olan
risale kaleme aldı. Seyyid Şerîf Cürcânî hazretlerinin “Şerh-i
Serez’e gitti. Oradaki âlimlerin ilimlerinden istifâde etti. Hacı
Mevâkıf”ına da ba’zı açıklamalarda bulundu.
Efendi Zâviyesi’nde kalbini tasfiye ve nefsini tezkiye ile meşgûl
oldu. Zâhir ve bâtın ilimlerinde mütehassıs oldu. İlminin
Oğulları Molla Haydar ve Abdülvehhâb Efendiler de,
üstünlüğü, ahlâkının yüksekliği ile tanındı. Sultan Selim Hân
babalarının yolundan ayrılmadılar. Dînimize hizmet için
devri âlimlerinden Sarıgürz Nûreddîn Efendi’nin yanına verildi.
çalıştılar.
928 (m. 1521) yılında Sarıgürz Efendi’nin vefâtı üzerine,
İstanbul’da, Başçı İbrâhim Medresesi’ne, sonra Plevne’de
Mihâloğlu Bey Medresesi’ne, Tire’de Kara Kâdı Medresesi’ne,
daha sonra da kendi memleketi olan Atâbey’deki Ağras
Medresesi’ne müderris oldu. Orada ders ve fetvâ verdi. 951
(m. 1544) senesinde İznik’te Süleymân Paşa Medresesi’ne
ta’yin edildi. Bir sene sonra bu vazîfeden ayrıldı. 955 (m.
1) Şakâyık-ı Nu’mâniyye zeyli (Atâî) sh. 49
2) Sicilli Osmânî cild-1, sh. 46
3) Mu’cem-ül-müellifîn cild-1, sh. 52, 55
1548)’de Bursa Sultan Murâd Hân Medresesi’ne, 962 (m.
1554) senesinde Sahn-ı semân medreselerinden birine
4) Şezerât-üz-zeheb cild-8, sh. 369
müderris oldu. İki sene sonra da Ayasofya Medresesi’ne, 966
(m. 1558)’da Yavuz Sultan Selîm Medresesi’ne, bir sene
5) Keşf-üz-zünûn sh. 2022
sonra Molla Cürcan Efendi yerine Amasya’daki İkinci Bâyezîd
Medresesi’ne müderris ve müftî oldu. Amasya’da altı seneden
6) Esmâ-ül-müellifîn cild-1, sh. 27
fazla ilim öğretip fetvâ verdikten sonra, ihtiyârlık sebebiyle
vazîfesinden ayrılıp emekli oldu. 972 (m. 1564) senesinde
İstanbul’a gitti. 973 (m. 1565) senesinde de vefât etti.
İstanbul’da Fâtih Câmii’ne götürüldü. Cenâze namazını
KÜFEYRÎ (Muhammed bin Ahmed)
Ebüssü’ûd Efendi ( radıyallahü anh ) kıldırdı. Daha sonra Emîr
Buhârî Zaviyesi mezarlığına defnedildi.
Şafiî mezhebi fıkıh âlimlerinden. İsmi, Muhammed bin Ahmed
bin Mûsâ bin Abdullah el-Küfeyrî el-Aclûnî ed-Dımeşkî’dir.
Tâceddîn İbrâhim Efendi, asrının en ileri gelen âlimleri
arasındaydı. Bu sırada Osmanlı Devleti’nin toprakları nasıl en
geniş hâle gelmişse, ilim ve fazîlet ehli de o kadar çoğalmıştı.
Bu yüzden ilmi ve irfanı ile akranlarını geride bırakan âlimler,
bir üst vazîfeye ta’yin için bir hayli bekliyor, bu beklemeye
ömrü vefa etmiyen de ebedi âleme göçüp gidiyordu. Tâceddîn
İbrâhim Efendi de bunlardan biriydi. Aklî ve naklî ilimlerde
mahir, ahlâkta üstün, ibâdet ve tâatte, vera’ ve takvâda, Allahü
teâlânın emir ve yasaklarına riâyette çok ileri idi. İnsanlara
emr-i ma’rûf yapıp doğru yolu göstermekte pek gayretli idi.
Allahü teâlânın bir kuluna dîninden birşey öğretebilmek için
kendi rahatını feda eder, insanların âhıretini kurtarmak için
sıkıntılara katlanmaktan çekinmezdi.
Aslen Aclûn beldesinden olup, sonra Dımeşk’a yerleştiğinden
“Dımeşkî” nisbetiyle tanındı. Künyesi Ebû Abdullah olup,
lakabı Şemsüddîn’dir. 757 (m. 1356) senesi Şevval ayının
başlarında Dımeşk’ın (Şam’ın) Küfeyr köyünde doğdu. Sonra
Dımeşk’a gelip yerleşti. Küçük yaşta ilim tahsiline başladı.
Birçok âlimden ders okudu, hadîs-i şerîf dinledi. Hadîs, fıkıh
ve daha başka ilimlerde mütehassıs bir âlim olarak yetişti. Çok
hac yaptı. Bir kerresinde Mekke’de mücavir kaldı. Bir defa
Rekbe kadılığında kadı yardımcılığı yaptı. Kâdı Şühbe’den çok
istifâde etti. Çok kıymetli eserleri vardır. 831 (m. 1428) senesi
Muharrem ayının onüçüncü günü Dımeşk’da vefât etti.
İlim tahsiline başladığında, “Tenbîh” kitabının tamâmını
ezberledi. Dımeşk’a gittikten sonra, İbn-i Emîle’den “Sünen-i
Ebî Dâvûd”un bir kısmını, İbn-i Kavâlîh’ten “Sahîh-i Müslim”i,
Muhibbüddîn-i Sâmit’ten, Yahyâ İbni Yûsuf er-Rahbî’den ve
daha başka âlimlerden çeşitli eserleri okudu. Birçok âlim, ona
icâzet verdi. Zührî, İbn-i Süreyşî, İbn-i Câbî, Şihâbüddîn-i
Gazzî gibi âlimlerin yanında ilimle meşgûl oldu. Gazzî ile uzun
zaman kalıp, çok istifâde etti. Ondan dinlediği hadîs-i şerîfleri
tahric etti, kaynak eserlerdeki yerini gösterdi. Böylece ondan
ilim öğrenen topluluğun içinde yer aldı. Daha gençliğinden
i’tibâren, fıkıh mes’elelerini ezberlemekle meşhûr oldu ve fıkıh
ilminde çok yükseldi. Bu ilimde, meşhûr âlimlerin arasında yer
aldı. Alâüddîn bin Ebi’l-Bekâ’dan ve ondan sonrakilerden, emir
ve yasakların hikmetleri husûsunda çok faydalandı. Bu yüksek
ilminin yanında, kadılık (hâkimlik) mesleğinde de pek mahirdi.
İ’tikâdda, İmâm-ı Eş’arî hazretlerinin yolunda olup, sağlam bir
îmâna, tertemiz bir kalbe sahipti. Cemâli ve boyu çok güzel,
güler yüzlü, sakalı sık, heybetli ve vakûr, talebelerine ve
başkalarına karşı mütevâzi (alçak gönüllü), yapmacık
hareketlerden hoşlanmayan bir zât idi. Ders okutur ve fetvâ
verirdi. Kendisi ve başkaları için eliyle çok kitap yazdı.
KÜTAHYALI ABDÜLVÂCİD EFENDİ
Tefsîr, hadîs, edebiyat, astronomi, ferâiz ve Hanefî mezhebi
fıkıh âlimi. İsmi, Abdülvâcid bin Muhammed bin
Muhammed’dir. Horasan’da Meşhed (Tûs) şehrinde doğdu.
Doğum târihi bilinmemektedir. Doğum yerinden dolayı
Meşhedî nisbet edildi. Germiyanoğullarının başşehri olan
Kütahya’ya gelerek yerleştiği için, Kütahyalı ma’nâsına
Kütahyevî denildi. 838 (m. 1434) senesinde vefât edip, yıllarca
ders vermekle şereflendiği Kütahya’daki Demirkapı
(Vâcidiyye) Medresesi’nin bahçesine defnedildi.
Molla Abdülvâcid Efendi, zamanın meşhûr âlimlerinden,
Horasan ve Mâverâünnehr’in âleme nûr saçan ilim
kaynaklarından çeşitli ilimleri tahsil edip; tefsîr, hadîs ve fıkıh
gibi naklî ilimlerde, astronomi gibi aklî ilimlerde âlim oldu. Allah
dostu evliyânın sohbetlerinde bulunup, nefsini terbiye ederek,
mübârek kalbini Allahü teâlânın ve Resûlünün ( aleyhisselâm )
aşkıyla doldurdu. Selef-i sâlihînin (r.anhüm) mübârek yoluna
tam olarak uymak, Allahü teâlânın emir ve yasaklarına riâyet
Eserlerinin başlıcaları şunlardır: 1-Et-Telvîh ilâ ma’rifet-il-
etmek, Resûl-i ekremin ( aleyhisselâm ) güzel ahlâkıyla
Câmi’-is-Sahîh-il-Buhârî: Beş cildlik bir eserdir. Bu eserini,
şereflenmek için gayret sarfetti. Arzularına kavuşunca;
Bedrüddîn-i Zerkeşî, Kirmânî ve İbn-i Mulakkın’ın şerhlerinden
insanlara doğru yolu göstermek, müslümanlara ilim öğretmek
istifâde ederek hazırlayıp, kendisi de çok faydalı ilâvelerde
ve onların mes’elelerini halletmek için Diyâr-ı Rûm’a
bulundu. Çok kıymetli bir şerhtir. 2-El-Müntehab-ül-muhtâr fî
(Anadolu’ya) geldi. O zaman Germiyanoğulları’nın
ahkâm-il-muhtâr: Muhtasar bir eserdir. 3-Zehr-ür-ravd ve
hâkimiyetinde bulunan Kütahya’ya yerleşti. Oranın beyi,
Mu’în-ün-nebîh alâ ma’rifet-it-tenbîh: Süheylî’nin eserinin
Germiyanoğlu Süleymân Şah’tı. Süleymân Şah, memleketine
muhtasarıdır. 4-Nüket-it-tenbîh: Dört cildlik bir eserdir. 5-Ayn-
böyle büyük bir âlimin gelmesinden dolayı çok memnun oldu.
ün-nebîh fî şerh-ıt-tenbîh “Tenbîh” kitabının başka bir şerhidir.
Onu, Demirkapı Medresesi’ne müderris ta’yin etti. Kütahya
6-El-Kevkeb-üs-sâri fî ihtisâr-il-Buhârî. Bunlardan başka çok
Osmanlılara geçince de aynı vazîfesine devam etti. Demirkapı
güzel şiirleri de vardır.
Medresesi, Germiyanoğlu Ya’kûb Bey’in Kumandanlarından
Mübârrizüddîn Umur bin Savcı tarafından, 717 (m. 1314)
senesinde yaptırılmıştı. Abdülvâcid Efendi, vefâtına kadar bu
medresede müderrislik yaptı. Aklî ve naklî ilimlerde pekçok
1) Mu’cem-ül-müellifîn cild-9, sh. 23
2) Ed-Dav-ül-lâmi’ cild-7, sh. 111, 112
3) Şezerât-üz-zeheb cild-7, sh. 196
4) Esmâ-ül-müellifîn cild-2, sh. 186, 187
talebe yetiştirdi. Arabî ilimlerde, edebiyat, şiir ve astronomi
ilminde meşhûr oldu. Ders vermekte olduğu Demirkapı
Medresesi’nde bir de rasadhâne kurdu. Medresenin eski adı
unutulup, müderrisinin adıyla anıldı. Vâcidiyye Medresesi adı
verildi. Hanefî mezhebine göre fetvâ verdi. Devlet adamlarına
ve diğer insanlara nasihatlerde bulunup, Allahü teâlânın emir
ve yasaklarını öğretmeye gayret etti. Pek kıymetli eserler
yazdı. Hanefî fıkhına dâir “Şerhu Kitâb-in-Nihâye fî ilm-ilhidâye”, astronomiye dâir Çağminî’nin “Mülahhâs” adlı eserine
bir şerhi ve Muhammed Şah Fenârî’nin ezberlemesi için
yazdığı, astronomi ilminin namaz vakitleri ile ilgili bölümüne,
ilm-i usturlaba dâir manzûm bir eseri vardır.
1) Şakâyık-ı Nu’mâniyye tercümesi (Mecdî Efendi) sh. 66
2) Tâc-üt-tevârih (ulemâ kısmı)
3) Esmâ-ül-müellifîn cild-1, sh. 632
4) Mu’cem-ül-müellifîn cild-6, sh. 204
Download