TEMSİLCİLERİMİZ Avrupa Koordinatörü Fatih YILDIRIMTEPE 00316 248 769 56 burhanavrupa@gmail.com Gürbüz IŞIK - Fransa 0033688870254 İSTANBUL Emre KABAN - Avcılar 0532 784 8069 Enver GENCER - Bağcılar 0535 232 3729 Fikret ALTUN - Fatih 0212 455 7187 0535 292 4530 Fatih ŞAHİN Gazi Osman Paşa 0212 564 4771 0532 206 4809 Asim AYDOĞDU - Sultanbeyli 0538 233 5000 Hasan İRKİLMEZ - Şirinevler 0555 226 3284 ANTALYA Aydın ÇAKIR 0505 828 4970 BAYBURT Burak KUTLU 0458 211 7010 0535 440 7554 BURSA Muhsin DEMİR - İnegöl 0532 734 9769 ERZURUM M. Zeki İMAMOĞLU Kağıthane 0533 462 6496 Emre HANCIGAZ 0536 293 0760 HATAY Yusuf CİLAN 0537 326 2065 Pendik Yaşar CANPOLAT - Payas 0539 934 6670 KAYSERİ Hicabi ZEYBEK 0352 221 4606 0533 591 9242 KONYA İsmail YİĞİT 0555 746 3716 KÜTAHYA Abdurrahim ÇAKIR 0544 641 2389 MUŞ İbrahim ÖNVER 0535 327 8454 SİVAS Ali ÖZTAŞ - Suşehri 0346 311 3602 Ekrem KARAKAYA 0542 394 37 25 TEKİRDAĞ Mecnun AKDENİZ 0537 321 3567 İZMİT - KOCAELİ İsrafil AKA - Samandıra 0536 440 4325 Maksut AKBULUT - Silivri 0535 611 3256 TRABZON Burhanettin ÇALGAN Gölcük 0532 774 3692 Ekrem AY 0462 325 3839 14 içindekiler Şe’air-i İslam’a Saygı İmanî Bir Vazifedir Kamil ABDULLAHOĞLU 4 Hicreti Anlamak / Yaşamak Ramazan ÇAKIR 8 Hasen ve Sahih Hadislerden Seçmeler 11 Prof. Dr. İbrahim BAYRAKTAR 12 Bir Duanın Parmak Uçlarında Metin ÜNLÜ 14 Yeniden Diriliş Gerçeği Doç. Dr. Veysel GÜLLÜCE 16 İman Amel ve Sabır Osman KARABULUTOĞLU 18 Tasavvuf, Tarîkat: Kulluk Yoludur Prof. Dr. Osman ÖZTÜRK 21 Gerçek Bayram...! Özkan KILBAŞ 22 Çöl Üniversiteleri Ömer KORKMAZ 24 ‘Kader İnancı’ Üzerine Okumalar Doç.Dr. M.Hanefi PALABIYIK 28 Mesajı Doğru Algılama Hüseyin SELAMCI 32 Gecelerde Şiir 35 Sonları terk etmek Halil Atik 36 Küllenen Yarınlar Mehmet DEMİRCİ 38 Ebû Abdurrahman Es-Sülemî Abdullah ÇAKIR 40 Fani Dünya, Hamd ve Sena Sebahattin TÜZÜN 44 Hoşgörünün Kaynağı SEVGİDİR... Hasan BAŞAR 46 Satırlık Hakikatler Yahya MACİT 49 Muhabbet Bahçesi Yusuf ELİBOL 50 Mus’ab Bin Ümeyr Ersan BİLGİN 52 Haccın Hikmeti ve Önemi II Furkan TOK 56 Hacı Şaban Efendi Hz. (K.S.) 59 Gam ve Keder Dr. Gül ADA 60 Aşure GünÜ ve Hicrî Yılbaşı Nizamettin SÜRMELİ 62 Evinin Sultanları Zeynep GÜLOĞLU 66 Beklenen Eser Çıktı Mefahim Ahmet YEŞİL 68 Burhan Çocuk Musa KARACA 70 Bir Duanın Parmak Uçlarında 21 Tasavvuf Tarikat: Kulluk Yoludur 24 Çöl Üniversiteleri 38 Küllenen Yarınlar 52 Mus’ab Bin Ümeyr 62 Aşure Günü ve Hicri Yılbaşı AYLIK İLİM KÜLTÜR DERGİSİ Yıl: 3 Sayı: 28 Ocak 2008 SAHİBİ Burhan Basın Yayın Eğitim ve Tur. Ltd. Şti. SORUMLU YAZI İŞLERİ MÜDÜRÜ Osman MERT YAYIN DANIŞMANLARI Prof. Dr. İbrahim BAYRAKTAR Doç. Dr. Mustafa AĞIRMAN Yard. Doç. H. Murat KUMBASAR YAYIN KURULU Yusuf ELİBOL Ramazan ÇAKIR İhsan AKTAŞ Mustafa ÖZKAYA Semi HAFIZOĞLU GRAFİK TASARIM Burhan Ajans DAĞITIM ORGANİZASYONU Asim AYDOĞDU 0538 233 5000 Fiyatı Tek Sayı: 6 YTL 1 Yıllık (12 Sayı) Abone: 72 YTL 6 Aylık Abone: 36 YTL Yurtdışı 1 Yıllık Abone: 75 Euro Abonelik İçin Hesap Numaraları Posta Çeki No: 5091167 Türkiye Finans Sultanbeyli Şubesi Hesap No: 291928-1 Ziraat Bankası Sultanbeyli Şubesi Hesap No: 1673–44165588 YAYIN VE İLETİŞİM ADRESİ Mehmet Akif Mah. Kuran Kursu Cad.No: 87 Sultanbeyli / İST. Tel: +9 (0216) 498 94 00 Faks: +9 (0216) 498 94 00 İNTERNET ADRESİ burhandergisi@mynet.com burhandergisi@gmail.com www.burhandergisi.com BASKI Milsan A.Ş. YAYIN TÜRÜ Aylık Süreli Yayın Gönderilen yazılarda editör ve yayın kurulu değişiklik yapabilir. Gönderilen yazılar iade edilmez. Yazılardan kaynak gösterilerek alıntı yapılabilir. Yayınlanan reklamlardaki ürün ve hizmetlerin sorumluluğu reklam verene aittir. editöden Demokrasi dedikleri şeyi karşılıklı saygı üzerine bina ettiklerini söylüyorlar. Yani diğerinin kutsalına ve kutsal olmayanına, kişiliğine, her şeyine saygı. Aslında bu saygı elzemdir ve bu insanca yaşamanın gereğidir. Ama nedense bu ülkede söz konusu İslam ve Müslüman olunca bu saygı da, demokrasi de rafa kalkıyor. Gelin görün ki bu ülkede yıllardan beri bizim dinimizle, kutsalımızla dalga geçilir alaya alınır, adeta inanan insanımızın üzerinde bir baskı hegemonya kurulmak istenir. İsteniri bırakalım aynen baskı yapılır. Yeşilçam filmlerinde dindar karakterler hep uyuz tiplerdir. Kirli mi kirli beyaz takkeli cahil hocalar, sakalı acayib-ul garaib ev sahibi, acımasız, kışın kiracısını sokağa atan hacı amca, düşmanla işbirliği yapan satılmış hocalar vs. Bütün bunlar niçin yapılır? Ey insanlar Müslüman budur demek için. “Dindar insan tipini” insanların kafasına “istenmeyen, sevilmeyen” bir tip olarak yerleştirmek için. Bu gayretlerinde art niyet gün gibi ortadadır. Çünkü hiçbir yerde “iyi bir Müslüman” potresi çizmezler ve hatta bundan şiddetle rahatsız olurlar. Onların bu rahatsızlığının temelinde muhakkak ki Dîni Mubîn-i İslam’a duydukları kin ve nefret yatıyor. İnşallah mutu bi ğayziküm. Her abone bir abone Abone kampanyamız devam ediyor. Dergimizin daha iyiye ulaşabilmesi için elimizden gelen gayreti göstererek siz değerli okurlarımıza layık olmaya çalışıyoruz. Tabii ki bu aşamada sizlere de görevler düşüyor. Siz değerli okurlarımızdan istirhamımız lütfen bu konuda elinizden gelen gayreti göstermeniz. “Bir aboneden de ne olur ki” demeden ulaşabildiğiniz herkesi abone yapmaya çalışınız. Size gelen derginizin içerisinde ayrıca bir tane daha abone formu bulacaksınız. Lütfen bu formu en yakın bildiğiniz bir eşinizi dostunuzu abone yaparak bize iletiniz. Bu şekilde bize büyük bir destek sağlamış olursunuz. Sevdiklerinizin de hem hediye ettiğimiz kitaplara ulaşmasını, hem de bir yıl boyunca dergimizle tanışmasını sağlamış olursunuz. Mehmet Talu Hoca Efendi Önümüzdeki sayıdan itibaren günümüzün değerli âlimlerinden Mehmet Talu Hoca Efendi yazılarıyla aramızda olacaklar. Hocamıza hoş geldiniz diyoruz Allah Tela kendilerinden razı olsun. Sizlerden gelen soruları inşallah dergimizin sayfalarında cevaplandıracaklar. Lütfen sorularınızı dergimizin iletişim bilgilerinden telefon, faks, mail vs. yoluyla bizlere iletiniz. Gösterdiğiniz ilgi ve gönderdiğiniz dualarınızın devam etmesi dileğiyle Allah’a emanet olunuz. Yirmisekiz Kamil ABDULLAHOĞLU Şe’air-i İslam’a Saygı İMANÎ BİR VAZİFEDİR Şe’air kelimesi, Dince kutsal sayılan, ifası is- layanlar ve hoş görmeyenler, İslam’i tesettürden tenen şeyler, dini semboller, remizler, Allah’a ait ni- nefret edip ona karşı kin ve nefret duyanların dinen şaneler anlamına kullanılır. Şe’airullah, Allah’ın hac durumları nedir? Bunlar Müslüman olduklarını iddia ibadetiyle ilgili emir ve yasaklarıyla O’na itaatı gös- ettikleri halde İslam’ın bunlar hakkında hükmü teren ihram, mikatlar, cemreler, Safa ile Merve, nedir? Şeklindeki bir soruya cevap arayalım. Meş’ar-i Haram, Arafat ve benzeri “haccın menasiki” denilen ibadetlerle ilgili mekanları ve alametleri ifade eder.1 Hz Peygamber (s.a.v.)in vefatından hemen sonra İslam coğrafyasında dinden dönüş (irtidad) hareketi baş gösterdi. Bu irtidad hareketi iki şekilde Bir anlama göre şe’air, Allah’ın kullarına farz cereyan etmiştir. ve vacip olarak kılmış olduğu tüm hükümleri ifade etmektedir. Şe’airullah dendiğinde herhangi bir ayı- Birincisi: Din değiştirmek ve başka bir pey- rıma gitmeden emredilen tüm hükümleri kapsa- gamberin varlığını kabul etmek şeklinde olmuştur. maktadır. Bir kısım müfessirlere göre şe’airullah Yalancı peygamber müseylimeye uyanların du- dendiğinde, Allah’ın dini kast edildiğini ifade etmiş- rumu bu kabildendir. Bu tür irtidad, dini hükümlerin lerdir.2 tamamını yada bir kısmını reddetmek ve benimsememektir. Yalancı müseylime’ye uyanlar Peygam- İkinci görüşü dikkate aldığımızda birinci gö- berimiz (s.a.v.)i ve getirdiği hükümleri tamamen rüşte zikredilenleri de kapsamakta ve İslam’ın tüm reddetmeyip, Peygamberimizin peygamberliği ya- hükümlerine saygı gösterilmesini ifade etmektedir. nında Müseylime’nin de haşa peygamber oldu- Mesela günümüzde ezanla alay edenler veya ha- ğunu kabul ediyorlardı. Mürtedleri vasf eden bir fife alanlar, kurban ibadetini vahşet olarak tanım- ayette Rabbimiz “Şüphesiz ki, kendilerine doğru 4 Burhan yol belli olduktan sonra, arkalarına dönenleri, şeytan sürüklemiş ve kendilerine ümit vermiştir. Bunun sebebi; onların, Allah’ın indirdiğinden hoşlanmayanlara: bazı hususlarda sana itaat edeceğiz, demeleridir. Oysa Allah, onların gizlediklerini biliyor.”3 Buyurarak dinin emirlerine itaat hususunda tam bir teslimiyet istemektedir. Bahsedilen ayet bazı hususlarda dinin hükümlerini kerih gören ve başkaların hükümlerini Allah’ın hükümlerine oranla üstün kabul edenlerin mürted olduklarını ifade temektedir.4 Bir başka ayette de: “Ey iman edenler! Allah’a itaat edin. Peygambere ve sizden olan buyruk sahibine itaat edin.Eğer bir hususta anlaşmazlığa düşerseniz –Allah’a ve ahiret’e gerçekten inanıyorsanız- onu Allah’a ve Resulüne götürün (onların talimatına göre halledin); bu hem hayırlı hem de netice bakımından daha güzeldir. Sana indirilene ve senden önce indirilenlere inandıklarını ileri sürenleri görmedin mi? Tağut’a inanmamaları kendilerine emrolunduğu halde, Tağut’un önünde muhakemeleşmek isti- “Doğrusu kafirlerden yorlar. Halbuki şeytan onları büsbütün saptırmak istiyor.”5 Buyurarak Allah ve Resulünün başkası Allah’ın rahmetinden ümit kesmez” (Yusuf 87) hükmüne rıza gösterme, güzel görme ve gönül hoşnutluğu ile kabul etmenin imanın alameti olduğunun göstergesidir. Münafıklığın alameti ise Allah ve Resulünün hükmüne rıza göstermeme, gönül hoşnutluğu ile kabul etmeme, davalarını İslam’ın hükümlerine göre değil hava ve heveslerine uygun gelecek şekilde halletmeye çalışmaktır.6 “Fakat büyük zararı göze alanlar topluluğundan başkası İmanın sahih olabilmesi için temel kriterler vardır. Alimler naslara dayanarak bunu üç temel esasta toplamışlardır. 1. İmanın dünyada hür iradeye dayalı bir Allah’ın azabından tercih olması, baskı, tehdit veya dünya hayatından emin olmaz.” lunması gerekir. Daha önce mümin olmayan bir ümit kesme (ye’s) durumunda gerçekleşmemiş bukimsenin, hayattan ümidini kestiği son nefesinde (Araf 99) uğrayacağı azabı fark edip “iman ettim” demesi halinde, onun bu imanı geçerli olmaz. Bir ayette Burhan 5 “Artık o çetin azabımızı gördükleri zaman ‘Al- muhakkak cennete giderim” düşüncesiyle kendin- lah’a inandık ve O’na koştuğumuz şeyleri inkar den emin olması veya “çok günah işledim, ben mu- ettik derler. Fakat azabımızı gördükleri zaman hakkak cehennemliğim” diye Allah’ın rahmetinden imanları kendilerine bir fayda vermeyecektir. Al- ümit kesmesi imanını kaybetmesine sebep olabilir. lah’ın kulları hakkında süregelen kanunu budur. Bu hususta Kur’anda şöyle buyurulmuştur: “Doğ- uğramışlardır.”7 rusu kafirlerden başkası Allah’ın rahmetinden İşte kafirler burada hüsrana Buyurulmuştur. ümit kesmez”8 “Fakat büyük zararı göze alanlar topluluğundan başkası Allah’ın azabından emin 2. Mümin iman esaslarından birini inkar an- olmaz.” 9,10 lamına gelen tutum ve davranışlardan kaçınmalıdır. Mesela Allah Teala’yı ve bütün peygamberleri Müslüman olduklarını söyledikleri halde dinin tasdik edip de Hz. Muhammed’in peygamberliğine temel ilkelerine karşı savaş açmış çağdaş yobaz- inanmayan yahut farz veya haram olduğu kesin lar, eğer İslam’ın farzlarını güzel görselerdi Tevhide olarak biline bir hükmü, mesela namazın farz, ve benzeri i yavruların baş örtülerine kırmızı gör- şarap içmenin haram olduğunu kendi hür iradesiyle müş boğa gibi saldırıya kalkışmazlardı. Bu tipler inkar eden, yahut alaya alan, puta, haça vb. şey- kesinlikle itikadi sapma içerisinde oldukları ve Müs- lere tapan yada saygı gösteren kimseye mümin de- lümanlık iddialarının gerçeği yansıtmadığı görünen nilmez. bir gerçektir. Bu tipler yalancı Müseylime’nin peşinden gidenlerden pek farkları yoktur. Bir insan bir 3. Mümin Allah’ın rahmetinden ne ümitsiz anda birden çok mabud ve mabed edinemez. Hem ne de emin olmalıdır. Korku ile ümit arasında bu- islam’a inanalım hem de putlarımızı bırakmayalım lunmalıdır. Mümin “nasıl olsa ,imanım var, o halde tarzında bir anlayış Mekke müşriklerinin de savun- 6 Burhan dukları bir şirk yöntemiydi. Rabbimiz müşriklerin Bunun üzerine Ebu Bekr şu cevabı verdi: şirk mantıklarını şöyle beyan buyurmaktadır: “Dikkat et, halis din yalnız Allah’ındır. O’nu bırakıp “Vallahi namazla zekat arasını ayıranlara kendilerine bir takım dost edinenler: Onlara, karşı mutlaka savaşırım. Çünkü zekat malın bizi sadece Allah’a yaklaştırsınlar diye kulluk hakkıdır. Vallahi Allah Resulü (s.a.v.) zama- ediyoruz, derler.”11 Allah’ın yeryüzünde son ve nında ona zekat olarak vermiş oldukları dişi ke- yegane dini olan İslam’ı potansiyel tehlike gören ve çiyi bana (zekat olarak) vermemeye İslam’ın olmazsa olmazlarına karşı düşmanca tavır yeltenirlerse, bu zekata engel olmak suçundan sergileyen çağ dışı mahluklar her ne kadar kendi- dolayı onlarla savaşırım.” lerini demokrat ve medeni saysalar da gerçekte böyle olmadıkları ve sadece kendi ideolojilerini be- Sonra Ömer dedi ki: “Vallahi onlarla sava- nimseyenlerin hak sahibi olduklarını düşünmekte- şılması hususunda hüküm, Allah’ın Ebu Bekr’in dirler. gönlünü açmasından dolayıdır. Ben bu sayede onlarla savaşmanın hak olduğunu öğrendim.”13 İkincisi: Ameli manada irtidad’dır. İnanan her bir Müslüman dinin hükümlerini yerine getirmek zo- Yaşadığımız asırda ameli manada irtidad rundadır. Allah ve Resulü (s.a.v.) bir hususta olayı sadece namaz ve zekat gibi ibadetleri terk et- hüküm verdiğinde mümin bir kimseye başka bir ter- mekle sınırlı kalmayıp, tüm farz’ı ayn ve farz’ı ki- cih hakkı yoktur. Bir ayette bu husus şöyle ifade faye hükümler içine dahil olan eğitim, öğretim, ferdi edilmiştir: “Allah ve Resulü bir işe hüküm ver- ve siyasi ahlakı sistemi kapsayan pek çok alanda diği zaman, inanmış bir erkek ve kadına o işi kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur. Her kim Allah ve Resulüne karşı gelirse, apaçık bir sapıklığa düşmüş olur.”12 Allah’ın hükmünü inkar ederek karşı gelen dinden çıkar. Hükmü kabul et baş göstermiştir. Bugünün biz Müslümanları o kadar duyarsız hale geldik ki, neuzu billah namazın terkini bile normal görmeye başladık. Halbuki bu gibi farz hükümlerin terk edilmesi ameli manada bir irtidad olarak görülmektedir. tiği halde tembellik vb. sebeplerden dolayı yapmayan günahkar olur. Bir alimin bu meseleyi izah bakımından şu ifadeleri çok ehemmiyet arzetmektedir: “İman rütbesi en büyük rütbedir. Bu rütbenin şerefini ayak Hz. Peygamber (s.a.v.)in vefatından sonra bir altına alacak derecede küfür söz söylenir, küfür iş kısım Müslümanlar Hz. Ebu Bekr (r.a)e zekat ver- yapılırsa Mevla rütbeyi hemen alır. Eğer bu rütbe- meyi reddettiler. Bunların bu hareketleri de irtidad nin haysiyetini lekeleyecek işler yapılırsa, iman olarak adlandırıldı. Bu olay toplu bir eylem olması devleti yavaş yavaş elden çıkar.”14 ......................................... hasebiyle de, onlara karşı askeri güç kullanıldı. 1 - Kur’an yolu Türkçe meal ve Tefsir, II/205 2 - Fahruddin er-Razi, Tefsiru’l Kebir, XI/128 Ebu Hureyre (r.a)in nakline göre: Allah Re- 3 - Muhammed, 25,26 sulü (s.a.v.) vefat edip Hz. Ebu Bekr halife olduğu 4 Said Havva, Cündullah Sekafeten ve ahlaken, 5 zaman, Araplardan inkar edip kafir olanlar oldu. 5 - Nisa, 60 Ömer dedi ki: “Bu insanlarla nasıl savaşırsın? 6 - Said Havva, 7 7 - Mü’min, 84,85 Allah Resulü (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: “İn- 8 - Yusuf, 87 sanlar La ilahe illallah deyinceye kadar onlarla 9 - A’raf, 99 savaşmakla emrolundum. Kim La ilahe illallah 10 - İlmihal (İSAM), 1/74,75 derse, canını ve malını benden korumuş olur. 11 - Zümer, 3 12 - Ahzab, 36 Ancak (kanının dökülmesini) hak ederse başka. 13 - Rudani, Cem’ul-Fevaid (altı hadis imamı rivayet etmiştir), 2/7 (gizli günahlarının) hesapları Allah’a aittir. 14 -Binbaşı Numan Kurtulmuş, Amentü Şerhi, 56 Burhan 7 Yirmisekiz ramazancakir76@mynet.com Ramazan ÇAKIR Hicreti Anlamak / Yaşamak “Asıl Muhacir, Allah’ın yasakladıklarını terk edendir.” (Buhari, Müslim, Ebu Davud) Bizler genellikle kendi değerlerimizin pek farkında değiliz. Bizim için önemli olanları gündemimize almıyoruz. Pek gündemimize almadığımız bu önemli hadiselerden biri de 10 Ocak 2008 tarihiyle beraber başlayacak olan hicri yıldır. 10 Ocak’ta, 1 Muharrem 1429’a yani Hicret’in 1429. yılına gireceğiz. Hicri takvim, Peygamber Efendimiz(sav)’in Mekke’den Medine’ye hicretinden 17 yıl sonra Hz. Ömer zamanında hicret edilen yılın 1 Muharrem’i esas alınarak kabul edilmiş bir takvimdir. Hicri takvim biz Müslümanların ibadet hayatlarını, önemli gün ve gecelerini birebir ilgilendiren bir takvimdir. Ramazan ayındaki farz olan oruç ibadetimiz, haccımız, kurbanımız, kadir gecemiz, miraç gecemiz, üç aylarımız gibi ibadet hayatımız hep bu hicri takvime göre belirlenir. Bunun için 1 Muharrem 1429 (10 Ocak) günü biz Müslümanlar için önemli bir gündür. Hicret, İslam tarihinin en önemli olayıdır. Mekke döneminde 13 yıl boyunca Allah’ın dini insanlara teker teker ulaştırılmaya çalışıldığı halde beklenen bir sonuca varılamadı. Müslümanlar tahammül derecesini aşan eziyetlere katlanmak zo8 runda kaldı. Peygamber Efendimiz (sav), bir çözüm olur düşüncesiyle ziyaret ettiği Taif’ten eziyet görerek geri döndü. Habeşistan hicreti can güvenliği sağlama dışında bir fayda sağlamadı. Hanımı Hz. Hatice ve amcası Ebu Talib’in vefatıyla Efendimiz’in en yakın destekçileri kayboldu. İmkânlar iyice azaldı. Kureyş’in baskısı daha da arttı. Artık Müslümanlara ekonomiden sosyal hayata kadar her alanda ambargo uygulanmaya başlandı.Tam bu sırada Medine’den gelen güzel haberle hicret zemini oluşmuş oldu. Yesrib (Medine) den gelen bir gurup insanla Peygamber Efendimiz (sav) Akabe’de görüşmüş ve bu insanlar Müslüman olmuştu. Daha sonra Yesrib (Medine)’e öğretmen-hoca olarak gönderilen Musab b. Ümeyr’in başarısı ile de artık Yesrib (Medine) hicret mekânı oldu. Enfal Suresi 30. ayette Allah(cc) “Hani kâfirler seni tutuklamak veya öldürmek, ya da (Mekke’den)çıkarmak için tuzak kuruyorlard…” ayetiyle müşriklerin planını Efendimiz’e haber verdikten sonra; “Kim Allah yolunda hicret ederse yeryüzünde gidecek çok yer bulur…” (Nisa, 100) buyurarak Hicrete izin verdi. Burhan Hicret sözlükte; ayrılmak, terk etmek, bir yerden bir yere göç etmek demektir. Terk edilen yer, Mekke’ydi, göç edilen yer, Yesrib. Terk etme nedeni Allah’a gerçek anlamda kulluğun müşrikler tarafından engellenmesi. Terk edenler, Resulullah (sav) ve ashabı, yani muhacirler. Yani toprağını, malını, tüm sevdiklerini imanları uğruna terk edip gidenler. Terk edenleri karşılayanlar, ensar. Muhacirleri ağrına basanlar; kardeşliğin en üst sınırını insanlık tarihine göstermiş olanlar, kardeşlikleri ve fedakârlıkları Kuran’da Allah tarafından övülmüş olanlar. Hz. Peygamber Efendimiz (sav) hicret yoluna bir pazartesi günü Hz. Ebubekir (ra)’le çıktı. Peygamber Efendimiz (sav)’in hicretini şair ne güzel tasvir etmiş: “Bir avuç toprak saçtı ve çıktı, yemin olsun Yasin’e, Mekke! Senden ayrılmak acı, bir gün dönecek yine, Onu çağıran şehir, merhaba ey Medine! Artık Ebu Cehiller korksun, şirk yüzüstü sürünsün. Gönül aynasında dost, yanında Sıddık vardı, Her sözü derde deva, her adımı bahardı, Kim bilir kimler Hicret yollarına bakardı, Ah Sultanım Efendim gül cemalin görünsün. Hurma ağaçlarından gözetle ufukları, Geliyor kâinatın en güzel konukları, Bu sevinç size yeter ey ensar çocukları, Bundan böyle sade siz değil tüm insanlık sevinsin. Hz. Peygamber Efendimiz bir pazartesi günü Hz. Ebubekir’le yola çıktığı zaman evinde kendisini hicrete zorlayan Mekkeli müşriklerin emanetleri vardı. Hz. Ali’yi bu emanetleri yerlerine teslim etmesi için yatağına yatırmıştı. Bu, bugünün Müslüman’ı için çok önemli bir ibret belgesidir. En büyük düşmanınız olan insana emanetlerinizi teslim edebilmek, güvenebilmek. Peygamberleri düşmanları tarafından dahi emin sıfatı alabilmiş bir ümmetin en azından birbirlerine güven verebilmeleri gerekmez mi? Ama bugün bizler bundan ne kadar uzağız. Bu olaydan alınacak bir önemli ders daha var: Hz. Ali (ra) öldürüleceğini bile bile bunu göze alarak bir feBurhan 9 varsa bırakıp hicret etmişlerdi. Bugünün Müslümanları da Allah yolunda bütün varlıklarını fedaya ve Hicrete hazır olarak yaşamalı. *Muhacirler her şeylerini bırakıp hicret ettiklerinde kendilerini bağırlarını açmış bir Ensar topluluğuyla karşılaşmışlardı. O gün Ensar olmasaydı Hz. Peygamber ve ashabı nereye gideceklerdi? Ensar olmak, muhacir olmaktır. Bugünü Ensarı olmak imkânsız mı? Evini Kuran hizmetine, sohbete, İslami çalışmaya açabiliyor musun? Allahın dinin yardımcısı olabiliyor musun? Cevabın evetse Ensar olmayı hak ediyorsun demektir. *Hz. Peygamber, Hz. Ebubekir’le yola çıktığında Medine’ye ters bir yönü seçti ve üç gün Sevr mağarasında bekledi. Bu stratejik bir plandır. Öyleyse Müslüman da Allah yolunda bir iş yaparken sebepleri kullanarak bir plan dâhilinde işini yapacak. *Hz. Ali’nin öldürüleceğini bildiği halde Peygamberimizin yatağında yatması, Hz. Ebubekir’in canından çok Peygamberini düşünmesi en güzel fedakârlık örnekleridir. Tarih de şahittir ki bütün dadakârlık örneği göstererek Hz. Peygamber’in yatağına yatıyor. Rabbim bu güçlü imanı hepimize nasip eylesin. Burada Hicret olayını uzun uzun anlatmayacağız; ancak Hicret’in 1400 yıl öncesinde kalmış bir olay olmadığını her Müslüman’ın bilmesi gerekir. Hz. Peygamber Efendimiz (sav)’in yaşadığı her olayda olduğu gibi Hicret’te de bizler için, yani bu günün Müslüman’ı için önemli ibretler ve örnekler vardır. Şimdi bugünün insanının alabileceği derslerle Hicret’ e devam edelim: “Kim Allah yolunda hicret ederse yeryüzünde *Hicret, sadece toprağı terk etmek değildir. Hatta toprağı terk etmeden önce batılı ve Allah’ın haramlarını terk etmektir. Hz. Peygamber Efendimiz (sav)’in şu hadisi bu konudaki en önemli ilkelerimizden bir olmalıdır: “Asıl muhacir (hicret eden), Allah’ın yasaklarını terk edendir.” Zevklerini, kötü alışkanlıklarını, kendisini kötülüğe iten arkadaş ve iş ortamını terk edemeyen toprak hicretini yapabilir mi? gidecek çok yer bulur…” (Nisa, 100) *Muhacirler Allah ve Resulü istiyor diye, imanları uğruna malları, toprakları, sevdikleri ne 10 Burhan valar ancak fedakâr mensupları varsa yükselebilir. Bu 1400 yıl önceki Hicret olayı da öyleydi, bugün de böyledir. *İman, fedakârlık ve sabrın iç içe kavramlar olduğu hicretle bir kere daha anlaşılmış oldu. *Medine’ye hicretle İslam’ın sadece bir vicdan işi olmadığı dinin bir devlet ideali olduğu görüldü. Çünkü hicretle beraber hüküm ayetleri, sosyal ilişkilerle ilgili ayetler, devlet yönetimiyle ilgili ayetler birer birer inmeye başladı. İslam, devleti olan bir din görüntüsüne büründü. Bu sebeple bugün kimsenin bu dini vicdanlara hapsetme gibi bir hak ve yetkisi yoktur. *Hicretten sonra Yesrib, Medine oldu. Medine Burhan şehir, uygarlık ve medeniyet demektir. Gerçek medeniyet hak ve adaleti getiren; barışı, huzuru sağlayan, Hakkın var kılan, batılı yıkan bir anlayışla oluşur. Bu ise sadece yeryüzünün tek hak dini İslam’la gelir. İşte Hicret o günün insanına bunu nasıl gösterdiyse bugünün Müslüman’ı da bunu bütün gücüyle oluşturmaya çalışacaktır. “İman edip, hicret eden, Allah yolunda cihad eden, barındıran ve yardım edenler, işte onlar gerçek iman edenlerdir. Onlara bağış ve bol rızıklar vardır.” (Enfal, 74) “Zulme uğradıktan sonra Allah için hicret edenleri biz, bu dünyada güzel bir yere yerleştiririz. Ahiret sevabı ise daha büyüktür; bir bilseler.” (Nahl, 41) 11 Yirmisekiz Hadis Mütercim: Prof. Dr. İbrahim BAYRAKTAR Hasen ve Sahih HADİSLERDEN SEÇMELER 11 Müteşabih Ayetlere Tabi Olmak Kur’ân-ı Kerîm-i Hatmetmek 61. Hz. Aişe’den rivayet edilmiştir. “Rasulul- 63. Abdullah b. Amr’dan rivayet edilmiştir. Hz. lah şu ayeti okudu. “Hüvellezi enzele aleykel ki- Peygamber şöyle buyurmuştur: “Kur’an’ı her ay tabe…” ve şöyle söyledi: “Sen, hatmediniz. Yirmi gece de hatmediniz. On ge- müteşabih ayetlere tabi olanı gördüğün zaman, cede hatmediniz. Yedi gecede hatmediniz. Bun- bil ki onlar, Allah’ın kalplerinde eğrilik olduğunu dan daha az zamanda Kur’an’ı hatmetmeyiniz.” söylediği kimselerdir. Onlardan sakın!” Hadisi Bu- Hadisi, Buhari, Müslim ve Ebû Dâvûd tahric etmiştir. (Al-i İmran,7) hârî ve Müslim rivayet etmişlerdir. Kitapta İhtilaf Etmek Zorlanarak Kur’ân Okuyan 64. Abdullah b. Amr’dan şöyle dediği rivayet edilir: Bir gün erkenden Rasullullah’a uğradım. O, 65. Aişe’den Rasûlullah’ın şöyle buyurduğu bir ayetin okunuşunda ihtilaf eden iki adamın se- rivayet edilmiştir: “Kur’ân’ı güzel okuyan şerefli sini işitti. Bunun üzerine yanımıza geldi, kızgınlığı yüce meleklerle birliktedir. Kur’ân’ı zorlanarak yüzünden anlaşılıyordu. Sonra dedi ki: “Sizden okuyan kimse için iki sevap vardır.” önceki kimseler kitapta ihtilaf ettikleri için helak Müslim ve Ebû Dâvûd tahric etmişlerdir. 12 Hadisi Buhârî, oldular.” Hadisi, Müslim rivayet etmiştir. Burhan Kur’ân-ı Kerîm-i Okuyarak Para Kazanlar İmrân b. Husayn’dan şöyle bir rivayet mevcuttur. “O, bir defasında bir hikayecinin Kur’ân-ı Kerîm’in Yazılması Zeyd b. Sabit’ten rivayet edilmiştir. O dedi ki “Ebu Bekr Yemame ehlinin öldürülmesinden sonra bana bir adam gönderdi. Ömer b el-Hattab da orada idi. Ebu Bekr şöyle söyledi; Ömer bana geldi ve dedi ki; yanına uğramıştı. O bir şeyler isteyerek hikâye anlatıyordu. İmran, istirca’ etti. (İnna lil- “Savaş Yemame gününde bir çok Kur’an hafızı- lah ve inna ileyhi raciun, dedi.) Sonra nın ölümüne sebep oldu. Kur’an kurralarının öldürül- Rasulullahın şöyle söylediğini işittim, dedi. mesi sebebiyle, Kur’an’ın yok olmasından korkuyorum. “Bir kimse Kur’an okursa, o kimse müka- Bunun için Kur’an’ın cem’ edilmesi fikrindeyim.” fatını Allah’tan istesin. Gelecekte bir takım kavimler gelecek Kur’an okuyacak- Ben de dedim ki; Rasulullah’ın yapmadığı bir şeyi lar, bu vesileyle insanlardan dilencilik ya- nasıl yapabiliriz? Ömer de; “And olsun ki bu iş hayırdan pacaklar.” Hadisi, Ahmet b. Hanbel ve Tirmizî rivayet etmiştir. başka bir şey değildir, dedi.” Bundan sonra Ömer, zaman zaman bana başvurarak bu işin yapılması iste- Abdurrahman b. Şibl’in rivayetine göre Hz. Peygamber söyle buyurmuştur. “Kur’an’ı okuyun! Onunla amel edin! Ondan uzak kalmayın ve haddi aşmayın! Onunla mal toplamaya kalkışmayın!” Hadisi, Ahmed b. Hanbel, Ebu Ya’la, Beyhakî kitabına almıştır. İmrân b. Husayn’dan rivayet edilmiştir. Rasûlullah şöyle buyurdu: “Kim Kur’ân’ı okursa sevabını Allah’tan istesin. Şüphe- ğini yineledi. Ta ki Allah benim kalbime bu işin yapılması için bir ferahlık verdi de ben de Ömer’in görüşüne katıldım. Zeyd dedi ki, Ebu Bekr, bana şöyle söyledi. “Sen genç ve akıllı adamsın.Senin hakkında bir töhmet de yoktur. Rasululllah’a vahiy katipliğinde de bulunmuştun. Kur’an’ı araştır ve topla! Allah’a yemin ederim ki Kur’an’ı cem’ etmek, dağlardan bir dağı nakletmekten daha ağırdır.” siz ki bir grup insanlar gelecek ve Kur’ân’ı okuyup karşılığını insanlardan isteyeceklerdir.” Hadisi Tirmizî rivayet etmiştir. Ben dedim ki; “Rasulullah’ın yapmadığını ben nasıl yapayım.” O da dedi ki; “And olsun ki bu hayırdır.” Ebu bekr, zaman zaman bu işi bana teklif etti. Ta ki Allah, Ebu bekr ve Ömer’in kalbine verdiği rahatlığı bana da verdi. Bunun üzerine ben Kur’an’ı araştırıp, hurma dallarında, taşlardan ve insanların ezberlerinden alma suretiyle topladım. Ta ki Tevbe Sûresi’nin sonundaki ayeti, Ebu Huzeyme el-Ensarî’nin yanında buldum. Başka kimse de bu ayetin bilgisi yoktu. Bu ayet de “Lekad caeküm rasulün…” ayeti idi. (Zeyd b. Sabit, her ayet için iki şahit istiyordu. Sadece bu ayetin şahidi tek bir kişi olmuştur. Bunun sebebi de Hz. Peygamber’in bir at satışı olayında Ebu Huzeyme’yi iki şahit yerinde değerlendirdiğinin bilinmesidir.Toplanan sahifeler, Hz. Ebu Bekr vefat edinceye kadar aynında kaldı. Sonra Hz.Ömer’in yanında ölünceye kadar kaldı. Daha sonra da Hz.Hafsa binti Ömer’in yanında kaldı.” Hadisi, Buhari kitabına almıştır. Burhan 13 Yirmisekiz Metin ÜNLÜ Bir Duanın Parmak Uçlarında Hatice Öğretmene Veda Girizgahı I Bandırmadan İstanbul’a taşıyor bizi deniz parmak uçlarıyla… Sahici bir hüznün şarkısı yağmur, kurşuni gök yüzünü sarmalıyor ufkumuza. Ayrılığın başlangıcıyla vuslatın başlangıcı düğümleniveriyor cama çarpan yağmur damlalarında… Tüm başlangıçların bir yalandan ibaret olduğunu haykırıyor mahmur, mahzun gözler… Mekanik devinimlerle ilerlerken, sebep olduğu duygu sağanağının hangi düşlerin lahdi olduğunu nereden bilecekti feribot? Denizin uçarı düşleri köpükler ne çabuk sönüyor böyle?... Tıpkı ömür gibi… sözler gibi… mecalsiz bir tebessüm gibi… II Marmara’yı yorgan gibi örtmüş sisi aralasam hangi sanı çıkacak karşıma acaba yarına sakladığım? 14 III Hayat derdi büyük ninem, “emanet aldığın kelimeyi koruma çırpınışıdır.” Sırrını korumaktır, kalbinin en korunaklı noktasında uçarı bir çocuk gibi dışarı koşmaya çalışan… Gün be gün büyütmektir biricik bir kelimeyi, hayat denen hikaye… Acıyı, hasreti, uzleti, endişeyi, umudu küçücük bir et parçasına sığdırabilme maharetidir… Umutla korku arasında bir salınımdır aslında hayat. Bir umudun bir umutsuzluğun kollarında bulmuyor muyuz kendimizi? Tıpkı bir sağına bir soluna sallanan feribot gibi… Savruluyoruz bir oyana bir bu yana. Ne mutlu içindeki kelimeyle birlikte savrulanlara… IV Akşam ezanı güneşin veda şarkısı gibi çınlıyor kulaklarda… Burhan V Yolcuyuz. Evet ama bunun feribotta bulunmamızla bir ilintisi yok. Kalbimizin yol haritası yönünde ilerlediğimiz müddetçe yolcuyuz. Yolcuyuz, garibiz, yalnızız. İnsanız… VI Dönüş yolunda hayli kalabalık feribot. Tıklım, tıklım yalnızlık taşıyor feribot. Uyuyuvermiş kimisi, kimisi işporta malı kelimeleri boca ederek karşısındakine vakit geçirme yolunu tutmuş. Diğer bir kısmı dikkat kesilmiş çağdaş zamanların en teskin edici ilacı ekrana. Birazdan iskeleye yanaşacağız ve yalnızlıklar başka yalnızlıklarla buluşacak. Gülücüklerin ihtiyaç miktarı kullanıldığı zamanların bireyleri gözlerinin içiyle değil dudak uçlarıyla gülecekler birbirlerine… Çünkü, gözlerini gülücükle dolduracak sırları/kelimeleri yitivermiş çoğunun. VII Köpükler bir şeyler haykırıyor canhıraş… Daha cümlelerini kuramadan lakin, yok olup gidiyorlar… Neyse ki menekşe kokulu bir kadın tamamlayıveriyor köpüklerin yarım bıraktığını. Salavat renkli kelimeler uzatıyor önüme tebessümle. Tevhit ediveriyor hayatın dağınık anlamlarını ve sımsıkı yapışıyor sırrına. Gösterişsiz bir bilgelikle şerh ediyor feribotun neden bir dünya olduğunu… VIII Bandırmadan İstanbul’a taşıyor bizi bir dua parmak uçlarıyla… Burhan 15 Yirmisekiz Doç. Dr. Veysel GÜLLÜCE Kâf Sûresi, 1-15. Ayetler Çerçevesinde YENİDEN DİRİLİŞ GERÇEĞİ Bu makalede, Kâf Sûresi, 1-15. âyetler pen- Semâdan bereketli bir su indirdik. Onunla bah- ceresinden kıyamet gününde gerçekleşecek olan çeler ve biçilecek daneler bitirdik. Kullara rızık öldükten sonra yeniden diriliş hadisesinin Allah için olması için birbirine girmiş, küme küme tomur- ne kadar kolay olduğuna, O’nun ilim ve kudreti açı- cukları olan uzun boylu hurma ağaçları yetiş- sından bakmaya çalışacağız. Öncelikle âyetlerin tirdik. Ve o su ile ölü beldeye hayat verdik. meâllerini zikrederek, ardından tefsir kaynakların- (Kabirlerden) çıkış da böyledir. Onlardan önce dan istifadeyle açıklamasını yapmaya çalışacağız. Nûh kavmi, Ress halkı ve Semûd, Ad, Firavun, Lût'un kardeşleri, Eyke halkı ve Tubba kavmi "Kâf. Şerefli Kur'ân'a andolsun. İçlerinden de yalanlamışlardı. Hepsi peygamberleri yalan- cehennemle uyaran birinin gelmesine şaştılar ladılar. Böylece tehdîdim gerçekleşti. İlk yarat- da, kâfirler şöyle dediler: Bu şaşılacak bir şey- mada âcizlik mi gösterdik?! Bilâkis, onlar yeni dir. öldüğümüzde, toprak olduğumuzda mı?!.. bir yaratma hakkında şüphe içindedirler." Bu uzak bir dönüş! Biz toprağın onlardan neleri eksilttiğini biliyoruz. Katımızda bir de mu- "Biz toprağın onlardan neleri eksilttiğini hafaza edici bir kitap vardır. Bilâkis onlar hak biliyoruz" ifâdesindeki toprağın eksilttiği şeyler, kendilerine gelir gelmez yalanladılar. Artık onlar ölenlere ve arz tarafından çürütülen cesetlere ve bir bocalama içindedirler. Üzerlerindeki semâya dağıtılan kemiklerine delâlet eder1. Kâfirlerin "bu bakmadılar mı, onu nasıl binâ etmişiz ve süsle- uzak bir dönüş!" diyerek, yeniden dirilişi uzak gör- mişiz! Hiç bir gediği de yoktur. Yer yüzünü de meleri, çeşitli şüphelerden kaynaklanmaktadır. yayıp döşedik, ona sabit dağlar dikdik ve orada Şöyle ki, (onlara göre) “cesedlerin dağılan parça- gönüle hoş gelen her çift bitkiden bitirdik. Al- larının, rüzgâr vs. nin tesiriyle yer yüzünün çeşitli lah'a yönelen her kula bir ibret ve nasihat için. bölgelerine atılmasıyla, bunları tekrar bir araya top- 16 Burhan lamak mümkün olmaz. Çünkü bunların yerlerini sizin ölümünüzden sonra diriltilip çıkarılmanız da kimse bilip ihâta edemez. Bilse bile, bunları derle- bu beldenin bitkilerle yeniden canlandırılıp diriltil- yip toparlayamaz. Toparlasa bile, eski hâline döndüremez...” İşte bu yüzden Kur'ân-ı Kerîm onların mesi gibidir. Çünkü insanların gıdalanma, büyüme, bu nevi şüphelerini kökünden bertaraf etmek için, çoğalma, yaşama ve ölme gibi halleri bitkilerde de şüphelerinin aslı olan, Cenab-ı Hakk'ın bu parça- vardır. Onların da hayat, gıdalanma, büyüme, ço- ların yerlerini bilmediği şeklindeki zanlarını ortadan ğalma ve ölümleri vardır. Ayrıca arz kurur, sonra kaldırmıştır2. Böylece, toprak tarafından çürütülen insan bedeninin parçalarını dahi bilecek derecede ilmi latîf olan bir Zât'ın, onları tekrar başlangıçtaki bitkilerle canlanır. O halde insanın hali de bunlara kıyas edilerek, tekrar diriltileceği anlaşılmalıdır. gibi iâde etmeye de gücünün yeteceğini bildirmiştir3. Bu âyetlerde hurûc (çıkış) tabir olunması maDaha sonra Cenab-ı Hak, "Katımızda bir de nidârdır. Ebu's-Suûd'un beyanına göre, yerden bit- muhafaza edici bir kitap vardır" ifâdesiyle te- kilerin çıkarılmasına ihyâ, ölülerin diriltilmesine ise, kidde bulunarak buyuruyor ki, bu ilmimizle beraber, hurûc tabir olunması, önemsiz gibi görülen, yerden katımızda onların adetlerini, isimlerini ve arzın on- bitkilerin çıkarılması hâdisesinin şanını büyültmek lardan eksilttiği şeyleri muhafaza eden bir kitap vardır ki, o kitap da, olacak şeylerin kendisine ve akıldan uzak görülen ölülerin diriltilmesi işini kaydedildiği Levh-i Mahfûzdur. Bu kitabın Hafîz kolay göstermek, böylece bitkileri ihrâc ve ölüleri olarak isimlendirilmesinin sebebi, onda kaydedilen ihyâ arasındaki benzerliği göstererek, mukayese şeylerin silinip kaybolmaması, değişikliğe uğramamasındandır4. etmeyi kolaylaştırmak ve anlayışa yaklaştırmak içindir7. Bu kitap hakîki manasıyla, Allah'ın meleklerine tevdi ettiği, insanların vefatları, cesetlerinin yerleri, rûhlarının makarrları vs. nin yazıldığı her insana mahsûs bir kitap olabileceği gibi, Cenab-ı Daha sonra Cenab-ı Hak, peygamberlerini yalanlamaları neticesinde helâk edilen pek çok Hakk'ın ilmini temsîl etmek için söylenilmiş bir ifâde kavmi ard arda sıralayarak, onları başı boş bırak- de olabilir. Yani, Cenab-ı Hakk'a göre bu şeylerin mayarak hesâp soran bir Zât'ın, diğer insanları da ilmi bir kitaptaymış gibidir. Onları cüz cüz, fasıl fasıl başı boş bırakmayacağına dikkat çekiyor. Peşin- bilir5. den şu belîğ cümleyle mevzuyu tamamlıyor: "İlk Cenab-ı Hak bu şekilde, inkârcıların istib'âd- yaratmada âcizlik mi gösterdik?! Bilâkis, onlar larını (akıldan uzak görmelerini) bertaraf etmek için yeni bir yaratma hakkında şüphe içindeler." ilminin her şeyi ihâta ettiğini bildirdikten sonra, kud- ................................................. retinin de bu işe yeterli geldiğini göstermek için *. Atatürk Üniversitesi, İlahiyat Fakültesi, Tefsir Anabilim Dalı Öğretim Üyesi. "üzerlerindeki semâya bakmadılar mı?!.." âye- Not: Bu makale, Kur’an’da Ahiret İnancının Temelleri adlı eserimizden istifadeyle bazı ilave ve düzenlemeler yapılarak hazırlanmıştır. tiyle kâinatta sergilediği pek çok kudret eserlerine 1. Bkz. Maverdî, V, 341. dikkât çekerek böyle şeyleri yapan bir Zât'ın, ölüm- 2. İbn Aşûr, XXVI, 281. lerinden sonra insanları tekrar diriltmeye de kâdir 3. Nesefî, IV, 176; İbnu'l-Cevzî, Zâdu'l-Mesîr, VII, 190; Şevkânî, V, 71; Cev- olduğunu ifâde ederek, "... Ve o su ile ölü bir bel- herî, XII,1. cüz, s. 7. deye hayat verdik, mezarlardan çıkış da böyle- 4. İbnu'l-Cevzî, Zâdu'l-Mesîr, VII,190; Tabatabaî, XVIII, 339. 5. Bkz. Taberî, XI, 407; İbn Kesîr,IV, 237. dir" âyetiyle bu dirilişin misâllerinin dünyâ 6. İbn Aşûr, XXVI, 283. hayatında da görüldüğüne işâret etmiştir. Yani, 7. Bkz. Nesefî, IV, 176; Cevherî, XII, 1. cüz, s. 7. Burhan 17 Yirmisekiz Osman KARABULUTOĞLU İman Amel ve Sabır Kur’an’ı kerimde kısa bir sûre vardır ki; Ashabı Resulullahtan iki kişi bir araya gelip ayrıldıkların da, biri diğerine mutlaka o sûreyi okurdu, İmam Şafii hazretleri bu sûre için diyor ki: ‘Eğer insanlar bu sûreyi düşünseler onlara yeter de artar bile.’ Merhum M. Akif’te: Ashaptan iki kişi bir araya geldiğin de mutlaka Sûreyi Vel- Asr okurlarmış ayrılalım derlerken/ çünkü önce îmanî hakiki geliyor, sonra salah sonra hakkı tavsiye sonra sabır/ da yoktur. Ondan ötesi hep ziyan ve hüsrandır. “Asra yemin olsun ki, insanlar muhakkak hüsrandadır.” Allah (cc) ‘Asr’ sözcüğü ile mutlak zamana yemin ediyor; Asr yani zaman insan hakikatinin gerçeğidir; insanın ömrü kişinin en kıymetli sermayesidir, ne kazanacaksa onunla kazanacak, ne İşte Merhum Akif’in de belirttiği gibi o sûre Asr sûresidir. kaybedecekse onunla kaybedecek, insan ömrü zamandan bir cüzdür. Onunla akmaktadır. Şair öyle diyor: Evet, Bu sûre: Yaratıcının muradına uygun olarak, beşer hayatı için kâmil bir projenin sınırlarını resmediyor. Hüsrandaki İnsan Bunca zaman geçmesine rağmen, insanın önünde onu ebedi cennete götürecek bir başka yol 18 Paralar vakit ile değiştirilir de, vakitler para ile değiştirilmez. Burhan Bir şairi de: Öyle görüyorum ki, zaman bir gemi, bizimle ölüme doğru gidiyor, fakat onun harekâtını biz göremiyoruz. Yine bir başka şair Allah’ü teâla zamana yemin ederek insanın ziyanda olduğunu söylüyor; yani zamanın geçişi insan ömrünü bitirmeye yeter ki, o ömür onun baş malı ve Salih amelinin kabıdır; öyle ki, o amel kendisine vaat edilen cennetin karşılığıdır. İnsan ziyan ettiği vakti, değerlendirdiğin de, kaybını telafi eder, bu da ancak imanla, ameli Salih le, hakkı ve sabrı tavsiye ile olur. İşte Hüsrandaki İnsandan istisnalar 1. Yukarıda ziyan içerisinde olduğunu belirttiğimiz insandan iman edenler hariçtir. Hayat bizi aldatıyor; ölümümüzse onun memesinden süt emip duruyor; yani ölümümüzü emzirip büyüten, kucağında büyüten ana, ölümün anası hayat iken, o bizi aldatıyor da kişi, nefes alış verişi arasında yaşıyor zannediyor, hal bu ki o nefes alış ve veriş bizim için kefen dokuyor; kefen ören makine gibi tıkır, tıkır tıkırdıyor, hal böyle iken insan yaşadığını zannediyor. Üstat da şöyle diyor: Su iner yokuşlardan hep basamak, basamak; Benimse alın yazım yokuşlarda susamak. Her şey akar, su, tarih, yıldız, insan ve fikir; Oluklar çift, birinden nur akar, birinden kir; Akışta demetlenmiş, büyük küçük kâinat; Şu çıkan bulata bak, bu inen suya inat!’ Evet, ömrümüzden geçen her gün bizden bir parça alıp götürür; fecrin attığı hiçbir yeni gün olmaz ki, Şöyle nida etmesin: Ben yeni bir yaratığım, amelinin şahidiyim, azığını benden tamamla, kıyamet gününe kadar sana dönmeyeceğim. Burhan İman: varlığı küçük, zayıf, fani, imkânları sınırlı olan insanla, her varlık kendisinden sudur eden bakî, mutlak ve ezelî varlık arasındaki ittisal, yani bağdır. İş böyle olunca, insanın küçücük cirmi kâinatın en büyük yaratığı konumuna yükseliyor. Yine yaratılış karşısında ki sınırlı bu güç, imanı sayesinde gizlenmiş en büyük güç konumuna çıkıyor. Keza ömrü sınırlı bu varlık, Allah’tan gayrisinin bilmediği şekilde ebedileşiyor. İnanan insandaki, Allah’la (cc) olan bu iman bağı, insana bu gücü, bu ebediliği ihsandan öte, hakiki saadeti de ikram ediyor ki, insan onu dünyada elde etmek için onun ardında nefes, nefese koşup duruyor. Bu saadet yüce bir saadettir; çok nefis bir ferahtır, sevgilinin sevgiliye enîs olduğu gibi hayatın enîsidir, o bir kazançtır ki hiçbir kazanç ona muadil değildir. Ondan kopuş ise bir ziyandır ki, fevkinde bir hüsran yoktur. O iman, insanı başkasına değil, mabûdi hakikiye kul eder, her şeyin hâkimi olan Allah’tan gayrı kimseye boyun eğmez; ondan başka güç ve ondan başka mabût tanımaz. Böyle olunca da nefsi arzuları reddeder ve bunun yerine ilahi kanuna, adalete, sağlam bir itikada koşar ki, bu da imanın levazımatındandır. Sağlam bir itikat ise onu indi ilahide yükseltir, 19 Merhum Akif şöyle diyor: İmandır o cevher ki ilahî ne büyüktür İmansız paslı yürek sinede yüktür. Üstat Necip Fazıl KISAKÜREK’TE şöyle diyor: Bir şey koptu benden, şey, her şeyi tutan bir şey, Benim adım bay Necip, babamınki Fazıl bey; Utanırdı burnunu göstermekten sütninem, Kızımın gösterdiği kefen bezine mahrem, 2. ‘İmanına ilaveten Salih amel yapanlar,’ iman, îcabî bir hakikattir; dinamik, enerjik ve müteharriktir. Bu da tabii olarak ameli salihi intaç eder; iman müminin içinde hareketsiz, donuk ve camit duramaz; eğer hareketsiz ise o iman zayıftır, ölüdür. İman çiçek ve gül gibidir, tabii olarak çiçeklenir, Gülleşir; eğer gül de ve çiçek te, gül ve çiçek yoksa çiçek ve gül yok demektir; dolayısıyla o çiçek sunî’dir. kardeşini yüreklendirmek ve onanla beraber olduğunu ona ihsas etmek, böylece zorlukta ve genişlikte birlikte hareket etmeyi amaçlayan bir cemiyetin oluşmasına gayret etmek ve hakkın, ancak dayanışma ve cemiyet halinde yaşanabileceğini ihsas etmek gerekir. Kişi iman, ameli Salih yapmakla kendini, hakkı tavsiye ile ise başkasının kemale ermesine vesile olur. Şunu da bilmek gerekir ki, bu din bize nakli sahih ile geldi, akıl onu teyit etti, vakıalar onun fıtrata mutabık olduğunu doğruladı; öyleyse, bu hak dinin tatbikinin sürekliliği gerekir; bu da ancak şuurlu bir toplumla olur 4. Ayriyeten ameli Salih inkıtaa (kesilen) uğrayan arızî bir şey de değil, onu hedefe yönlendiren bir kaynak vardır, müminler o hedefe varırken birbirini desteklerler. Demek ki iman, zorunlu olarak amele yöneltir, bir hedefi vardır, o da kâinatın düzenini dengeli bir şekilde temine gayret, ana hatlarını programı ilahinin belirlediği duruma layık olarak toplumu o cihete yönlendirmeye gayret etmektir. 3. Hikmeti ilahî dünyayı, hayır ile şer arasında deneme, hak ile batıl arasında ise cedel yeri olmasını murat etti; ondan dolayı da imtihanda başarılı olması, yapılmakta olan mücadelede nefsin arzularına galip gelmesi, batıla karşı direnmesi, zorluklara karşı dayanıklı olması için sabrı tavsiye etti ki; başına gelebilecek zorlukları umursamamaya, güçlüklere karşı dayanıklılığının kat, kat artmasına ve gayeye ulaşmaya vesile olsun. Bunun için Üstat diyor ki: O iman ve amelden sonra ‘birbirine Hakkı tavsiye ederler.’ Zira hak yolunda ayağa kalkmak zordur; engeli çoktur; bunlar nefis, menfaat, toplumun durumu, taklit, kötü örf ve adetler, hırs, tamah ve benzeri engeller bunlardandır. İşte bütün bu güçlükler karşısında hakkı hatırlatmak, mümin 20 Bir sır ki aşikâre Avcı yenik şikâre Yalnız, yalnız sabırda Çaresizliğe çare… Evet, yol uzun, hesap çetin, düşman kavi, şeytan sinsi, zemin kaygan. Burhan Yirmisekiz Prof. Dr. Osman ÖZTÜRK Tasavvuf, Tarîkat: KULLUK YOLUDUR “Tasavvuf ve tarîkat konusuna; ihlâs ve ilim sâlihlerin dünyasını oluşturmaktır. Nihâî gaye ise; temeli üzerine bina olunması şartıyla; müspet ba- sadece ve sadece rızâyi Bârî’dir. Hesap günü kim- karız. Ancak, bir mecburiyet değil, nafile bir ibadet seye tarikatından suâl olunmayıp, amelinden soru olarak görürüz. Tarikata mensubiyetin rüçhaniyye- sorulur. Hedefi yakalayabilmektir esas olan, kulla- tine inanmadığımız gibi, müslümanların birbirlerine nılan vasıta değil… Bu sebeple insanlar birbirletini “tarikat”den suâl açmalarını lüzumsuz, hatta bazen vasıtaya değil, hedefe davetle mükelleftirler. zararlı olarak görürüz. Allah katında üstünlüğün tarikatta değil, “takvâ” ile olduğuna iman ederiz. Deliller: el-Hucurât, 13” Allah’a giden yol tektir amma, bu yoldan muhtelif nizamî vasıtalarla rızaya erilebeilir. Bunlardan birisi de Tasavvuftur. İslamî anlayışta hedef meşru’ olduğu gibi vasıta da meşrû’ olmak mecburiyetin- Tarih bize bu müessesenin ehemmiyet ve azametini göstermektedir. Bugün de dünyanın neresinde Müslüman varsa orada tarikat mensubu da muhakkak vardır. Dün de bugün de İslâm’ın yayılışında tarikatların büyük çapta rol sahibi olduğu görülür. Kanun çıkarmakla ve polis takibiyle de dedir. Bu sebeple meşrû’ Şeriat hedefine, yasaklansa da yaşamakta ve gelişmektedir, iftirâ meşrû’/nizâmî Tarikat vasıtasıyla ulaşmak icabe- ve istismarlara rağmen yol almaktadır. Maddeye der. Meşruiyetin kazanılması için; hâlisiyyet, mah- yönelişin hızlı çoğalıp arttığı dünyamızda ona çok viyyet, ilim ve amel şarttır. daha ihtiyaç duyulacaktır. Meşrûiyyetimizin kaynağı olan; samimiyet, tevâzu, ilim ve amele dört Tasavvuf; meşreb ve tarzın, tarikat ise müessesenin adıdır. Hedef insan-ı kâmil yetiştirmek ve Burhan elle sarılmak onun varlık sebebi olacaktır. (Daha fazla bilgi için bkz. Tasavvufta İslâmî Hassasiyet, O.Öztürk, İstanbul, 2003.) 21 Yirmisekiz ozkankilbas@gmail.com Özkan KILBAŞ Gerçek Bayram...! Satırlarıma başlarken bütün Müslüman kardeşlerimizin mübarek kurban bayramlarını en içten duygularla tebrik eder , sağlık , sıhhat , huzur ve mutluluk içinde nice bayramlar yaşamalarını Yüce Yaratıcımızdan temenni ederim. Umarım bu bayram zalimlerin zulümlerini durdurmasına , akan kanların yerini mutluluk gözyaşlarına bırakmasına ve dünyanın her yerinde adaletin , barışın hakim olmasına vesile olur. Bilindiği gibi bayram günleri Allah’ın insanlara bir hediyesidir. Bu günler insanların kaynaşmalarına , kucaklaşmalarına , sevgi ve dostluk duygularının kabarmalarına ve bu duyguların hayata her zaman kinden daha fazla yansımalarına ve paylaşmanın ciddi anlamda gözlenmesine ve doruğa çıkmasına vesile olan, olması gereken günlerdir. Gerçekten bayram günleri haber programlarına yansıyan , duygulandıran bir o kadarda bizleri sevindiren ve umutlandıran pek çok manzara ve görüntü vardı. Ensar - Muhacir kardeşliğini bir nebze de olsa anımsatacak görüntülerdi bunlar. Bu görüntüler bir yandan gözlerimizin sulanmasına ve içimizin burkulmasına vesile olurken , bir yandan 22 da bize bir aşk ve şevk vermektedir. Bu ülkede , bu zamanda hala başkasını düşünen , başkalarının derdini kendi derdi bilen , başkası için kendi rahatını , ailesini bırakıp kardeşinin durumunu düzeltme konusunda sefere çıkan yüce ruhlu insanların olduğunu gösteriyor. Adeta bize bu kervana sizde katılın , ümit var olun mesajı veriyordu. Ümitsizliğe kapılmayın. Bu gibi yardımlaşma fotoğraflarını hep biz tarihten okumuş , başkalarına da bir hikaye ve masal gibi anlatmıştık. Ama artık görüyoruz ki suçu zamana atıp bu işlerden kaçma şansımız yok. Bu zamanda da Hz. Ebubekir gibi., Hz. Ömer gibi davranılabiliyormuş. Bu tür yardımların var olduğunu kabul etmek için elbette ki bunları ekranlardan izlemek gerekmiyor. Hani sık sık söylüyoruz ya bu zamanda fedakar, başkasını kendine tercih eden Müslüman kaldı mı ki diye . Bu dinimizin ruhuyla da uyuşmayan felsefe artık iflas etti. İşte bunun en büyük delili ekranlardaki bayramlaşma görüntüleri ve bu bayramda evinden, çocuğundan kilometrelerce uzaktaki insanların yanına bayramlaşmak ve kurbanını onunla paylaşmak için bayram günlerini yuvasından uzakta geçiren gönül erlerinin , vefa ve fedakarlık dolu yüBurhan reklerin hem yurt içinde hem yurt dışında göster- götüren yollar ise işte bu tür icraatlardır. dikleri örnek tavır ve bunun yaşanmasına destek İnanın yazmaya başlarken bu mevzuyu işleyeceğim hiç akılıma gelmemişti. Aslında ben bu yazıya bu başlığı şunun için koymuştum. Bir gün bir Allah dostu yatsı namazı sonrası cami çıkışında cemaati oluşturan insanlara elini tek tek uzatıp şöyle der. Bayramım mübarek olsun. Cemaattaki insanlar şaşkınlık içerisinde birbirlerine bakar ve Allah dostunu uyarırlar. Efendi efendi bugün bayram değil. Bayram geçti, diğeri de daha gelmedi derler. Allah dostu insan diğerlerine şöyle der. Beklememe gerek yok . Bugün benim bayram günüm. Çünkü ben bugün hiç günah işlemedim. Günah iş- veren cömert, “Komşusu açken, kendisi tok yatan bizden değildir” hadisi şerifini en ala bir şekilde kavramış ince ruhlu insanlardır. Müslüman işte bu yüce ruha sahip kimsedir . Sürekli hayra koşan, hayırda yarışan, şerre engel olan , mazlumun başını okşayan , zor durumda olanların olumsuzluklarını paylaşan dünyaya ve içindeki her geçici şeye pamuk ipliğiyle bağlı olan kimse . Hakkın hatırı için yollara düşen ve zamanını , emeğini ve malını bu uğurda seve seve feda edebilen kimsedir Müslüman... Ben bu bayramda ihlaslı bir şekilde gerek yurt içinde ve gerekse yurt dışında , kurban ibadetinin asıl amaçlarından biri olan fakir fukarayı sevindirmek şıkkını yerine getirmek için elinden gelen her türlü çabayı gösteren ve bu uğurda parasını, zamanını, emeğini harcayan Deniz Feneri, Kimse Yok mu, Can Suyu, İHH v.b., yardım kuruluşlarını ve kurbanlarını bu kuruluşlara vererek bu hizmete destek verenleri gönülden tebrik ediyor ve bundan sonraki çalışmalarında başarılar diliyorum. Allah razı olsun. Allah yar ve yardımcıları olsun. Sanırım bayrama anlam yükleyen ve bayramı bayram yapan anlayış bu olsa gerek. Bayramlar arınma günleridir, melekleşme günleridir. Arınmaya Burhan lemediğim her gün benim bayram günümdür. İşte gerçek bayram budur. Evet bayram anlayışımızı bu şekilde değiştirmeli ve bu Allah dostu gibi her günü bayram yapmanın çaba ve gayreti içinde olmalıyız. Bayramın bizlere kazandırdığı paylaşma, sevgi, saygı, barış, dostluk, merhamet, yardımlaşma, hatırlama gibi duyguları diri tutmalı ve her güne yaymalıyız. Her anımızı ve günümüzü bayram anlayışı içinde geçirmeli ve bu konuda hassas davranmalıyız. Hepinizin bayramını tekrar tebrik ediyor dualarınızı bekliyorum. Allah’a emanet olunuz. 23 Yirmisekiz Ömer KORKMAZ Çöl Üniversiteleri İşgale Karşı Alternatif Bir Eğitim Modeli Moritanyada Kur’an Kursu Tarihte, adı altın harflerle yazılan bazı ülkeler veya şahıslar vardır. Bunların isimleri ne zenginliklerinden dolayı ne de askeri güçlerinden dolayı günümüze kadar ulaşmıştır. Osmanlı Tarihinde birçok âlim olmasına rağmen günümüzde en çok adı anılan Akşemseddin’dir. Akşemseddin, Fatih Sultan Mehmet gibi bir devlet başkanı ve askeri bir dehayı yetiştirmiş, onun manevi terbiyesini vermiş gerçek bir kahramandır. Moritanya âlimleri, bütün ilimleri şiire dökmüşlerdir. Halk şiire çok yatkın olduğu için mahdarada bütün ilimler şiir olarak ezberleniyor. Fıkıh, Siyer, Usul ilimleri, Tarih, Coğrafya, Tıp ve Hukuk kısaca bütün ilimler şiir Son dönemlerde birçok siyasi liderin, işadamının manevi terbiyesinde rol oynamış Mehmed Zahid Kotku da böyle şahsiyetlerden birisidir. Bu tip şahsiyetler kendi başına bir üniversitedir ve ortaya koydukları ürünlerle anılırlar. 1960 ‘larda Fransız işgalinden kurtulmuş Moritanya dünyanın en fakir ülkelerinden birisi olmasına rağmen bu ülkede yetişmiş âlimler ülkeyi uluslararası gündemden hiç düşürmemişlerdir. Batı ve Kuzey Afrika’nın tamamını işgal eden Fransızlara karşı Cezayir’de uzun yıllar süren 1 24 şeklinde ezberletiliyor. Hukuk fakültesinde okumak için Fas’a giden eski kültür Bakanı Muhammed Salim adlı bir âlim, Arapça olarak okuduğu Fransız hukukunu dahi on bin beyitte şiir haline getirmiştir. Burhan milyon insanın şehit olmasına neden olan silahlı bir direniş sergilenirken, gerek nüfusunun çok az olması gerekse imkânsızlıklarından dolayı Moritanya halkı ise Fransızlara karşı kültürel ve ilmi direniş yolunu seçmiştir. Bölgeye Fransızcayı hâkim kılan ve yerel kültürel değerleri yok etmek isteyen Fransa’ya karşı, aydınlar ve âlimler öğrencilerini alıp çöllere çekilmişlerdir. Halk, Fransız kültürüne ve diline karşı sessiz ve derin bir direniş başlatmıştır. Bölgede yüzyıldan fazla kalan Fransa, şehirlerde biraz etkin olmasına rağmen çöllerde gelişen çok güçlü eğitim sistemine müdahale edememiştir. Çöllerde yürütülen eğitim kurumlarına ‘mahdara’ adı veriliyor. Bir mahdaranın oluşumu için bir hoca ve bir öğrenci yetiyor. Zamanla öğrenci sayısı artarak çoğalıyor. Yakın zamana kadar bu mahdaraların tamamı seyyar okullar olarak yürütülüyordu. Çöllerde, bizim Yörük kervanlarına benzeyen gruplar halinde göçebe yaşayan bu hoca ve talebeler sürekli hareket halinde idi. Bu mahdalarda ilkokuldan üniversite düzeyine kadar eğitim veriliyor. Bundan dolayı Moritanlar ,’Biz üniversiteyi develerin Burhan sırtına kurduk.’diye övünüyorlar. Fransızlar, mastır düzeyinde çok kaliteli eğitim almış mahdara mezunlarını Fransızca bilmedikleri için okuma yazma bilmeyenler arasında sayıyorlardı. Fransızlara göre okumak yazmak demek Fransızca bilmekten geçiyordu. Bağımsızlıktan sonra mahdara mezunları ülkenin siyasal ve kültürel hayatına damgalarını vurarak bunun böyle olmadığını gösterdiler. Mahdara eğitim sistemi tamamen ezbere dayanıyor. Çölde zihni çok temiz olarak yetişen öğrencilere ne verirsen ezberliyorlar. Moritanya âlimleri, bütün ilimleri şiire dökmüşlerdir. Halk şiire çok yatkın olduğu için mahdarada bütün ilimler şiir olarak ezberleniyor. Fıkıh, Siyer, Usul ilimleri, Tarih, Coğrafya, Tıp ve Hukuk kısaca bütün ilimler şiir şeklinde ezberletiliyor. Hukuk fakültesinde okumak için Fas’a giden eski kültür Bakanı Muhammed Salim adlı bir âlim, Arapça olarak okuduğu Fransız hukukunu dahi on bin beyitte şiir haline getirmiştir. 25 Moritanya’da okuma yazma bilen herkes şairdir. Çünkü hepsinin zihninde binlerce beyit var. Sıra geceleri bu ülkede şiir atışmaları şeklinde geçiyor. Sosyal hayat şiirli sohbetlerden ibaret. Üç milyonluk ülkenin bir milyondan fazlası şair. Bundan dolayı Moritanya bir milyon şairin ülkesi olarak biliniyor. Bu eğitim kurumları sayesinde ülkenin milli kültürü ve dili korunmuştur. Bütün Fransızlaştırma çabalarına ve resmi kurumlarda yüz yıldan fazla Arapça eğitimi verilmemesine rağmen,1960’da bağımsızlığına kavuşur kavuşmaz Arapça eğitime geçilebilmişse bu mahdaraların sayesinde olmuştur. Mahdaralar çöllerde hala eğitimini sürdürüyor. Bu mahdaralarda yaşam tamamen bedevi kültüründen ibaret. Bedevi; çöl şartları anlamında, yani badiyede yetişmiş adam anlamına gelir. Bedevi; Moritanya’da kültürlü insanı ifade ediyor. Buraların sosyal şartları çok zor olduğu için Türklerin bu ortamda okumaları, yaşayabilmeleri oldukça zordur.Bununla birlikte Amerika’nın en önemli Müslüman hatiplerinden Hamza Yusuf yıllarca bu mahdaralarda okuyarak eğitimini tamamlamıştır.Mahdaralarda defter, kitap yerine küçük ahşap levhalar kullanılmaktadır. Mahdara Sisteminin ilk kurucuları Moritanya’da bulunan Şengıyt şehrinin âlimleri olduğu için mahdara mezunları kendilerini Moritanyalı yerine Şengıytî yani Şengıytlı olarak tanıtıyorlar. Bundan dolayı Moritanya’nın diğer adı ise Şengıyt yani Şengiytîlerin ülkesi olarak biliniyor. İyi yetişen mahdara mezunu Şengıytiler Birleşik Arap Emirlikleri, Kuveyt ve Suudi Arabistan’da en üst düzey görevlere getiriliyorlar. Son dönemde yetişmiş en iyi Şengıytilerden birisi Allâme Hasan Dedo’dur. Bugün 45 yaşlarında olan Allâme Dedo; sarf, nahiv, usul-u fıkıh, usul-u hadis ve fı26 Burhan kıhta temel eserlerin tamamını ezberlediği gibi Kütüb-i Sitteyi râvileriyle ezbere bilen en genç Şengıytî olarak biliniyor. Prof. Yusuf Kardavî, Allâme Hasan Dedo’nun olduğu yerde, ‘Bizim kaynak kitap bulundurmamıza, kaynaklara dönmemize gerek kalmıyor. Sorularımızın cevabını kitaplarının sayfasına kadar ezbere bilen Hasan Dedodan alabiliyoruz.’ Diyor. verilen zorunlu eğitimin fiyaskoyla sonuçlanması sonucu alternatif arayış içerisinde olanlara bu alternatifin Fransız emperyalizmi karşısında çölde bile yeşerdiğini hatırlatmaktır. Çöl şartlarında, bu alternatifler ortaya konabilmişse iletişimin, teknolojinin bu kadar geliştiği ve yaygınlaştığı ortamlarda duyarlı insanların daha kaliteli alternatifleri ortaya koymaları gerektiğini hatırlatmak içindir. Hasan Dedo’nun en önemli özelliği ise mütevazı ve mûtedil bir âlim olmasıdır. Selefilikle, tasavvufu Amerikan eğitim sistemine güvenmeyen mu- bir arada götürmesi ise nadir durumlardan birisidir. hafazakâr aileler Homeschool (Ev Okulu) sistemini Bununda sebebi Abdul Fettah ebu Gudde ve Na- geliştirmişlerdir. Bu sistemin ülkemize gelmesi için suriddiyn Albanî ile yakın ilişkilerinin olmasından kaynaklanıyor. Mahdara ders programları çok teknik bir konu birkaç yıl daha beklememiz gerekebilir. Bu arada birçok kuşağı kaybedebiliriz. Eğitimin beklemeye tahammülü yoktur. olduğu için bir başka yazımızın konusu olarak ilgilenenlere sunulacaktır. Bu arada ‘Okulsuz Toplum’ kitabıyla farklı alternatifler olabileceğini bize hatırlatan İvan İllichi’i Bu makalenin amacı, günümüzde gerek doğuda gerekse batıda dayatılan devlet kontrolünde Burhan saygıyla anıyor, bu tür aydınların ülkemizde de yetişmesini diliyorum. 27 Yirmisekiz hanefim@yahoo.com Doç.Dr. M.Hanefi PALABIYIK ‘Kader İnancı’ Üzerine OKUMALAR Kader, hakkında çoğu zaman susmayı tercih ettiğimiz, hatta ‘din’ konusunda en yetkili kişi olarak bizi aydınlatması gereken Allah Resulü’nün ağzından da ‘önceki ümmetleri helak eden konunun kader tartışmaları olduğu, bu yüzden de hakkında konuşulmasını uygun görmediği’ söyletilerek irdelenmeyen bir inanca dönüşmüştür. Her ne kadar ‘tabu’ya dönüştürülmüş ve bu bağlamda hakkında konuşmamız geleneksel olarak yasaklanmışsa da kader inancı, tarih boyunca tüm insanlığın olduğu gibi, Müslümanların da ilgilerini çekmiştir. Mezkûr yasak, dinî, siyasî, sosyal ve kültürel birçok sebepler içermekle beraber, burada en önemli sebebin, siyasî ve sosyal olduğunu; ama en az da dinî olduğunu düşünmekteyiz. Kader meselesi, insan aklına arız olan ve insanlığı meşgul eden en karmaşık problemlerden biridir1. Hücreyi açmayı başaran bilim adamlarının, ‘her şey bittiğini’ ve ‘bilimde son noktanın konduğunu’ sandıkları esnada, daha büyük ve karışık sorunlarla karşılaşmaları gibi; kader konusunun içine girildikçe de sorular artmış, mesele çözüldü zannedildikçe dolanmış ve Gordion Düğümü halini 28 almış veya öyle zannedilmiştir. Görünen odur ki, aynı tarzda gidilirse bu kördüğüm kıyamete kadar da çözülemeyeceği görülmektedir. Her ne kadar sorun karmaşık da olsa, konunun anlaşılamaz ve anlatılamaz olmadığına inanmaktayız. Çünkü Müslümanlar açısından kader meselesinin çözümü için başvurabileceğimiz yegâne kaynak, Kur’ân-ı Kerîm’dir. Bu yüzden bu konuda yapacağımız her türlü yorumun dayanağının Kur’ân olması gerektiğini düşünmekteyiz. Ayrıca meseleyi, klasik görüşlerden arınarak ve yeni düşüncelere açılmaya hazır olarak ele almak gerektiğine inanmaktayız. Çünkü yeni, ancak eskinin tenkidi veya bir kenara bırakılmasıyla anlaşılabilecektir. Ayrıca her ‘dünya görüşü’ kendi içerisinde tutarlıysa, ‘yeni bir görüş’ de kendi tutarlılığı içerisinde ele alınmalıdır. Bu arada yeninin, ‘kendiliğinden yeni’ yani ‘mübdâ’ veya ‘bid’at’ olduğunu değil, geleneğin içinden ve geleneksel anlayışların tenkidinden çıkarıldığını düşünmekteyiz. Kader hakkında çok şey yazılmış, çizilmiş, can alıcı tartışmalar yaşanmış, fakat bir türlü sonuç Burhan alınamamıştır. Çünkü kaderle alakalı tartışmalarda çoğunluk, çözüm bulmak yerine, mezhebinin, fırkasının görüşünü öne çıkararak savunmayı tercih etmiştir. Tartışmaların tarihî boyutu, akidevî ve ilmî kaygılardan daha çok siyasî kaygılardan etkilenmiş,2 kim hangi dünyaya dönükse, öbürüne kör ve sağır kalmayı tercih etmiştir3. Zaten taassubun ve ön yargının olduğu yerde bir ilerlemeden, bir sonuca varmadan bahsetmemizin imkânsızlığı ortadadır. Kaderi tarif ederek konuya başlamak istiyoruz. Kader sözlükte, “gücü yetmek4, planlamak, miktar, ölçü, bir şeyi bir ölçüye göre tayin ve tahsis etmek, bir hikmete göre yapmak5, ölçü ile yapmak, bir şeyin seklini, niteliğini belirlemek, kıymetini bilmek, rızkını daraltmak6, bir işi tam bir sağlamlık ve tam bir güvenle gerçekleştirmek”7 gibi anlamlara gelmektedir. Ayrıca “kudret ve ölçme” için de kullanılan bir terim olup, Kur’ân, kader kelimesini bu iki anlamda da kullanmıştır8. Buna göre kader, ilahî plan ve programdır9 Varlığın sınırlarını belirlemektir10. Allah’ın mahlûku bir ölçü ile belli bir düzen ve tartı ile var etmesidir11. Allah’ın fiili olarak Kur’an’da, Allah’ın her şeyi bir ölçüye göre, sebep-sonuç ilişkisi içinde düzenli, sınırlı, kimlikli, muayyen ve kurallı yaratması (Sünnetullâh) anlamındadır12. Örneğin: “Allah her şey için bir ölçü (kader) koymuştur” (Talak, 3). “Geceyi ve gündüzü Allah takdir etmektedir” (Müzzemmil, 20). “O (her şeyin) biçimini ve süresini belirleyip (kaddera) hedefini gösterdi” (A’lâ, 3). “ “Aranızda ölümü biz kader kıldık” (Vâkı’a, 60). “Biz her şeyi bir plana (bi-kaderin) göre yarattık” (Kamer, 49) Bunlardan ayrı olarak Kur’an’da, kader, “süre, vakit” anlamında (Mürselât, 22); “bir şeyin haddi, hududu, kapasitesi” anlamında (R’ad, 17); “kıymetini takdir, değerini idrak anlamında” (En’âm, 91) ve “sayı, adet” anlamında (Me’âric, 4) değişik ayetlerde kullanılmıştır13. Bu ayetlerden yola çıkarak konuyu biraz daha açmak istiyoruz: Kur’ân’a göre Allah, bir şey yaratacağı zaman, o şeyin kabiliyetlerini ve davranış kanunlarını (Sünnetullâh) o şeyin mahiyeti içeBurhan risine yerleştirir. Böylece o şey, bir düzen içine girer ve evrende bir etken durumuna gelir. Evrendeki her şey bu kanunlarla hareket ettiği için Allah’ın emrine teslim olur14. Bu yönden tabiat, Allah’ın köklü bir şekilde içine yerleştirdiği kendi kanunları sayesinde işler15. Tabiat, Allah’ın emirlerine karşı gelmez ve gelemez, yani tabiat, tabiat kanunlarını çiğneyemez16. Bu evrensel kanunun tek istisnası ise insandır. Çünkü Allah’ın emirlerine uyup uymamakta bir seçim yapabilme kabiliyeti kendisine verilen tek varlık odur17. İşte tabiatla insan arasındaki esas fark, tabiata gelen emirlerde itaatsizliğe izin verilmeyişinde, insana olan emirler de ise insanın seçim yapmasının ve özgür iradesinin dikkate alınmasındadır18. Bu durum, insana yaratılış düzeyinde eşsiz bir yer verir ve aynı zamanda sadece takva ile altından kalkacağı eşsiz bir sorumluluğu da ona yükler19. Çünkü Allah, irade ve idrak ile donattığı insana20, bu dünyada, hayatını devam ettirebilmesi için gerekli bütün şartları en güzel surette ve en mükemmel tarzda hazırlamıştır21. İşte insanın denenmesi de burada işin içine girer: İnsan, bu irade ve idrakini iyilik için mi yoksa kötülük için mi kullanacaktır, başarmak için mi yoksa kaybetmek için mi kullanacaktır?22 Bu yüzden Allah’ın insanı yaratması, ona rızk ve hidayet vermesi onun sorguya çekilmesini gerekli kılar. Buna bir örnek vermek istiyoruz: İnsanın bedeni, et, kemik, sinir vs.’den yaratılmıştır. Tabiattaki birçok varlığa karşı türlü reaksiyon gösterir. Vucüdumuza giren bir merminin bedeni tahrip etmesi, hem onun sertliği, hızı vb. özellilikleri münasebetiyle, hem de bedenin yapısı gereği ondan etkilenmesi anlamında Allah’ın onlara yüklediği özellikleridir. Bu bağlamda, mermi vücuda girince onu yaralar veya öldürücü bir noktaya girmişse onun işlerliğini sona erdirir. Beden de kendi özelliğine uygun davranarak, merminin girdiği yere uygun olarak cevap verir, yaralanmaya veya ölüme gider. Bu, bedenle mermi arasındaki ilişkinin sonucudur ve bu ilişkiyi, ilk yaratılışın sahibi olan Allah koymuştur. Tabiattaki hiçbir varlık, böyle bir ilişkiden kurtulamaz. Başka bir örnek daha vermek istiyoruz: Yuvarlak bir cismin yuvarlanması ve bunu uygun bir ortamda harekete geçmesi, Allah’ın onun tabiatına 29 yüklediği özelliktir. Yuvarlak eşya yamaca gelince yuvarlanmak durumundadır, bu onun kaderi olup, baştan bu özellikte (kaderde) yaratılmıştır. Önüne bir engel çıkınca durumuna uygun olarak duracaktır bu da onun özelliği olarak yapısında bulunmaktadır. Eğer engeli aşabilecek özellikteyse aşar, değilse aşamaz, bu, onunla engel arasındaki ilişkinin durumuna göre değişiklik arzeder, bu iki varlığın özelliklerinin (kaderinin) çakışması sonucudur. Kader hakkında çok şey yazılmış, çizilmiş, can alıcı tartışmalar yaşanmış, fakat bir türlü sonuç alınamamıştır. Sonsuza kadar örneklendirilebilecek bütün her şeyin ve her şeyin ilişkisinin benzer özelliklerle ‘kader olarak’ ortaya konmasının, son derece olası ve tutarlı olduğunu düşünmekteyiz. Fakat örnekleri uzatmak istemiyoruz. Allah hiçbir şeyi gayesiz, abes olsun diye ve zaman geçirmek için yaratmaz23. “Yeri, göğü ve ikisi arasındakileri boş yere yaratmadık.” (Sa’d, 27); “Biz yeri, göğü ve bunların arasında olanları eğlence olsun diye yaratmadık. Eğer bir eğlence edinmek isteseydik, kendi katımızdan edinirdik. Yapacak olsaydık böyle yapardık.” (Enbiya, 16-17). Eğer kâinatı ve insanı eğlence olsun diye gayesiz yaratsaydı, o zaman Kur’ân’ın kasteddiği anlamda, hidayetten, sapıklıktan ve bir hesaba çekilmekten bahsetmek sadece yersiz olmakla kalmaz, aynı zamanda bir aldatmaca da olurdu24. Allah’ın, insanları iyiliğe çağırıp, kötülükten menetmesi, idrak ve irade vermediği insanı, tefekkür etmeye, düşünmeye, görmeye ve anlamaya davet etmesi anlamsız olurdu. İyileri cennetle müjdelemesi, kötüleri cehennemle tehdit etmesi boş bir söz olurdu. Çünkü Allah insana mahlukatın bilgisini vermiş ve onunla ilişkiye geçmesini de sağlamıştır. Bütün bunlara rağmen, kader meselesinin ortaya çıkış zamanını bilmek gerektiğini de düşünmekteyiz. Tarihî sürece baktığımız zaman, cahiliye devri insanlarında iki çeşit kader inancının olduğunu görüyoruz: Her şeyin ezeli takdire göre olduğuna ve insanın elinden gelen hiçbir şey bulunmadığına inananlar olduğu gibi, insanın fâil ve yaptığından sorumlu olduğuna inananlar da vardı25. Ama büyük çoğunluğu cebrî kadere inanıyor, yani fiillerin gerçekten insandan sâdır oluşunu red ve bu fiilleri Allah’a isnat ediyorlardı26. Araplar, insan hayatının -özellikle ölüm ve musibetlerin30 Çünkü kaderle alakalı tartışmalarda çoğunluk, çözüm bulmak yerine, mezhebinin, fırkasının görüşünü öne çıkararak savunmayı tercih etmiştir. ‘dehr’in (zamanın) kontrolünde olduğuna inanıyorlardı27: “Bu dünya hayatımızdan başka bir şey yoktur; yaşarız ve ölürüz, bizi helak eden dehrden (zamanın akıp gitmesinden) başkası değildir.’ dediler.” (Casiye, 24). Cahiliye Arap şiiri, insan hayatının ‘dehr’in kontrolü altında olduğunu, yaşamanın ve ölümün dehr tarafından tayin ve tespit edildiğini ifade eden atıflarla doludur. Bir kimsenin başına gelenler daima ‘dehr’ tarafındandır, insanoğlunun muvaffakiyeti ve bilhassa başarısızlığı, bahtsızlığı hep ‘dehr’ kaynaklıdır. Burada karşı konulamaz bir yazgı, ‘ne yapılırsa yapılsın değişmeyecek bir gelecek’ anlamında bir ‘geleceğin belirlenmişliği’ inancı çöl hayatında insanlara bir dayanma gücü, zorluklara aldırış etmeden hayatını idame ettirebilme azmi vermektedir. Bu anlayış bedevî hayatına uygunluğu aşikardır. Bir insan her şeyin önceden tayin ve tespit edildiğini neticede ortaya çıkan şeyin kendi gayreti ile tesir altına alınamayacağını ve değiştirilmesinin mümkün olmadığını kabul ettiği zaman, çöl şartlarında felakete gitme endişelerinden ve kararsızlıklardan kurtulur. Böyle Burhan bir kadercilik, bedevinin çölde yaşamasına ve güç ve güvenle yarınlara sahip çıkmasına yardım etmiş olur28. Resulullah'ın sağlığında bu konunun bir sorun olarak gündeme geldiği görülmemekle birlikte, ilk halifeler döneminde Hz. Ömer’in hilafetinden beri sorunun giderek belirginleştiğini görüyoruz. Hz. Ömer döneminde hırsızlık yapan biri, bunu “Allah’ın takdir ve kazasıyla yaptığını” söyleyince, Halife Ömer, bu adama hırsızlığından dolayı el kesme, bir de Allah’a iftira ettiğinden dolayı sopa cezası uygulamıştır. Yine Sıffın savaşından dönünce yaşlı bir ihtiyar, başlarına gelen bütün olayların Allah’ın önceden takdir etmesiyle -kaçınılmaz- olarak vuku bulduğu inancı hakkında Hz Ali’ye bir soru sorunca, o, kaza ve kaderi Allah’ın önceden takdiri olarak değil, ezeli ilmiyle bilmesi ve insanlara iyi olanı emretmesi, kötü olanı yasaklaması olarak yorumlar29. Allah tarafından bilinip tayin edilmesi anlamında ‘kader’ düşüncesini sistematik olarak ilk defa Emevi iktidarı savunmuştur. Zorla ele geçirdikleri iktidarı meşrulaştırmak ve halk nezdinde saygınlık gören Ashabın olumsuz durumunu izah etmek için bu yola başvurmuşlardır31. Hz. Muaviye, ‘yaptıklarının, Allah’ın kaderi ve ön tasarımı ile gerçekleştiğini’ söyleyerek üzerinden atmak icraatlarının istiyordu32. sorumluluğunu Zülüm ve haksızlıkla- rın bu şekilde ‘kader’ üzerinden meşrulaştırılması, haksızlıklara karşı kitlelerin protestosunu, başkaldırısını ve muhalefet bilinci oluşturmasını önlemeye mâtuftu33. Hz. Muaviye ve Emevi halifeleri, bu yüzden o anda Arap zihninde köklü bir yer etmiş olan cebrî kaderciliğe sarılmışlardır. Allah’a şirk koşanların Kur’ân’ın şahitliğiyle sabit olan aykırı ‘kader inançları’, saadet asrının hemen ardından yeniden tedavüle sürülmüştür34. Bu görüşler al- Burada görüldüğü gibi daha sonraki dönemlerde ve günümüzde, her ne zaman ‘kaza ve kader’ (bu terimlerin Resulullah zamanında kullanılmadığı unutulmamalıdır) tartışması çıksa, ‘Allah’ın bilgisi’nin gündeme getirildiğini görmekteyiz. Bu hususta yapılan tartışmaların, yani olayların ‘Allah’ın bilgisi’ dâhilinde cereyan ettiğinin söylenmesinin gereksiz olduğuna ve tartışmalara hiçbir katkı sağlamadığına dikkat çekmek istiyoruz. Çünkü benim fiillerimin ‘Allah’ın bilmesi’yle ilgisi olmadığını iddia ediyorsak -ki zaten öyle olduğu kabul edilmiştirbunu seslendirmenin ve bu bilgiyi tartışmanın gerekli olmadığını düşünmekteyiz. Yani ‘benim şöyle ve böyle yapacağımı, Allah bilse ne olur -haşa- bilmese ne olur?’ Bunun önemi olmadığını söylemekle beraber, yine de kader tartışmalarına bu konuyla başlanmasını -hatta buna ‘kader’ denmesini garipsemekteyiz. Aslında bu tartışmalara ‘Allah’ın çekilmesi’ de ancak bu yolla sağlanmakta ve tartışmada, cebrî olanın eline koz verilmektedir. Tartışma böyle başlayınca sonucun da zaten çıkmaza varacağı aşikârdır. tında kurulan Cebriye ekolü, insana, eylemlerinde hiçbir rol tanımıyordu. Onlar, “insan bir yaprak misali rüzgârın önündedir. İnsan, rüzgâr nereye isterse oraya gitmek zorundadır, çünkü kulların fiilini yaratan Allah’tır35. İnsanın bu fiillerde hiçbir fonksiyonu yoktur. Yaşanan olaylar Allah’ın ezeli takdiriyledir.” diye görüş belirtiyorlardı. Devletin maddî ve manevî desteğini de arkasına alan Cebriye, bu fikirlerini insanlara kabul ettirmiştir. Fakat insan özgürlüğünü savunan ve İslam geleneğinin en dikkat çekici ve en aydınlık yönlerinden biri olan Mutezile36 ve Cebriye karşıtı gruplar bu konuda başarılı olamamıştır. Görünen odur ki, İslam’ın, olanca ruhî gücüne rağmen, Araplar şartlandıkları ‘dehr’ fikirlerinden kendini kurtaramamıştır37. ............................................................................................. * Atatürk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi, (hanefim@atauni.edu.tr, hanefim@yahoo.com)** Araştırmacı 1 Akbulut, 272, 2 İslamoğlu,165, 3 İslamoğlu, 169, 4 Akbulut, 284, 5 Atay,133, 6 Akbulut, 285, 7 Güler,93, 8 Rahman,43, 9 Aydın,28, 10 Akbulut,301, 11 Rahman,43, 12 Güler, 94, 13 İslamoğlu,163, 14 Rahman, 59, 15 Bu iddialarımız destekleyen en önemli husus da, kader tartışmalarının bir ‘iman’ meselesi olarak ilk defa Emeviler döneminde ortaya çıkmış olmasıdır30. İnsanların başına gelen olayların önceden Burhan Rahman, 32, 16 Rahman, 44, 17 Rahman, 59, 18 Rahman, 44, 19 Rahman, 45, 20 Rahman, 39, 21 Kırkıncı, 11, 22 Rahman, 38, 23 Rahman, 37, 24 Rahman, 37, 25 Akbulut, 271, 26 Watt, 122, 27 Güler, 77, 28 Keskin, 22, 29 Güler, 78, 30 Aydın, 28, 31 Güler, 79, 32 Ammara, 14, 33 Güler, 79, 34 İslamoğlu, 166, 35 İslamoğlu, 168, 36 Ammara, 7, 37 Watt, 159 31 Yirmisekiz Hüseyin SELAMCI Mesajı Doğru Algılama İnsanlar birbirlerini anlama sürecine, hayat çizgilerinden ayırdıkları uzun zaman diliminden, harcadıkları çabalarla, verdikleri amansız mücadelelerle ulaşırlar. İnsanların anlayış melekeleri, olayları idrak ettikleri ölçüde işlem görür. İnsanların bu anlayış melekelerini bir noktada toplayabilirsek, birbirlerini anlama sürecini kısaltmış olacağız. Tabiki bu da çok zor olanı başarmak olacaktır.Başarıldığında ise insanlar olarak sonsuz zevke ulaşmış olacağız. İnsanlar aynı frekanstan yayın yapan radyolarını açtığında farkında olmadan, o frekansı dinleyen bütün insanlarla, o frekanstan yayın yapan verici istasyonda birleşiyorlar. Böylece bütün insanlar anlayışlarını o bir tek noktada birleştirdikleri için, birbirlerini daha iyi anlamaya başlıyorlar. Bu anlayış zamanla hoşgörü ve insanlar arasında birbirlerinin kişiliğini incitmeyecek şekilde davranış kurallarına dönüşmektedir. Önemli olan frekansların çatışmasını körüklemek değil, insanları aynı frekansa yönlendirmektir. Her insanın ayrı ayrı frekanslarla farklı yayınlar yapan radyo kanallarını dinleyip, ayrı ayrı anla32 yışlarla, birbirlerine karşı tahammülsüz bir yaklaşımla, aynı gezegende yaşam mücadelesi vermesi ne kadar zor oluyor. Halbuki bu dünyada insana kendi nasibi olan nimetler ayrılmış ve vakti geldiğinde edebiyle verdiği mücadele sonunda kendisiyle buluşmaktadır. Bunun için haddi aşmasına, zorba bir davranışta bulunmasına gerek yoktur. Her şey tek bir insanla başladığına, o da kamil bir insan olduğuna, her eşyanın sırrı kendine öğretildiğine göre insanların sapmasını gerektiren bir özelliklerinin olması gerekir. Aslında dünyadaki bütün medeniyetler, ilk insan Adem (a.s) ile başlayan, peygamberlerin getirdiği, değişmeyen bir kaynaktan yayın yapan tevhid medeniyetidir. İnsan üstü bir güç tarafından gönderilen mesajlara dönüşüm gerçekleştiğinde, insanlar birbirlerini daha iyi anlayacaklar. Çünkü senin benim mesajım, yayınım, doğrularım değil, senin ve benim tek kaynaktan yayın yapan mesajı algılamamız, idrak etmemiz ve onu hayatlarımıza yansıtmamız ölçü olacaktır. İnsanlar kendi kafalarından bir medeniyet inşa etmediler. Gerçek medeniyetleri tahrif ederek, yeni ama yanlış medeniyetler inşa ettiler. Bu inaBurhan nışları ile kendilerine haklı olma hakkı verdiler. Firavuna: “Neden insanlara zulmediyorsun?” diye sorduklarında, ben onlara zulmetmiyorum, bu benim hakkımdır, diyordu. Musa (a.s)’ da onun tahrif ettiği tevhid medeniyetini, tekrar düzeltmeye çalışıyordu. Nuh (a.s) toplumunun ve toplumun ileri gelenlerinin yanlış anlayışlarını düzeltmek için 950 yıl, tevhid mücadelesi verdi. Her yüz yılda bir gelen insanlık neslini sabırla bekledi. Ama ne yazık ki, her gelen nesil bir önceki neslin yanlış yayınlarıyla doğrulara dönemeden helak olup gittiler. İbrahim (a.s)’ın dinindeniz deyip, şirkin, çıkarların, despotluğun, Allah birdir diyenlere karşı zulmün zirvelerinde yaşayan Mekkeliler de Cebeli Nur dağından yayın yapan, ilahi dinin peygamberinin tevhide davetiyle, birbirlerini seven, birbirlerini anlayışla karşılayan, bir karıncayı bile incitmekten imtina eden, kız çocuklarını diri diri toprağa gömdüklerinden dolayı pişmanlık gözyaşları döken, merhamet ve şefkat insanları oluyorlardı. Bizlerde akıllarımızı yaratılış fıtratımıza aykırı yayın yapan, bizleri asıl kimliğimizden koparıp yabancı olduğumuz, tahrif edilmiş yanlış bir kültürün değerlerine götüren vericilerle irtibat kurduğumuzdan, birbirimizi anlamaz hale geldik. Bizlere ne oluyor ki, her şeye merhamet ve şefkat nazarıyla bakmamızı gerektiren iman gibi ortak bir paydamız var iken, birbirimize tahammül edemiyoruz. Yoksa mesajları anlayamaz, algılayamaz bir hale mi geldik? “Yoksa gerçekten onların çoğunun (söz) dinleyeceklerini veya akıl erdireceklerini mi sanıyorsun?” (Furkan-44) Bu ayet bizlerin imdadına yetişiyor. Demek ki tevhid anlayışına akıl erdirmenin zorluğunu bu dönemde de yaşıyoruz. Peygamberlerin getirdiği ilahi mesajları dinleyip, akıl erdirmenin herkese nasip olmayacak kadar ayrı bir hususiBurhan 33 yet olduğunu anlıyoruz. Bu mesajları anlayacak, idrak edecek insanların önce kendilerini beğenme, gururlarını aşma, kibirlerini terk etme, okudukları 3-5 yanlış fikrin eserlerini bir kenara bırakmak suretiyle kendi öz benliklerine dönüş yapıp, için nefislerinin ve şeytanın tahriklerine karşı eylem güçlerini kullanmalılar. Yani fikir dünyalarında ciddi bir temizlik yapmalılar. “(O peygamber) Onlara O’ nun ayetlerini okuyor, onları temizliyor.” (Cuma-2) Bu asırda bizlerde O’nun ayetlerini okuyup, idrak edip, kendimizi yanlış fikirlerin etkisinden temizlememiz gerekiyor. Çünkü tevhid insanı şirkin kirlerinden arındıran tek kurtuluş reçetesidir. Mevki ve makamlar şimşek hızıyla gelip geçen yağmur bulutları gibidir. Eğer oraların kıymetini bilip, Allah (c.c)’ ın yarattığı kullara merhamet ve şefkatle muamele edilirse, ürünü bol bir verim elde edilir. Toplumsal barışın temelleri tesis edilmiş olur. Eğer oraları kendi nefislerinin doğrultusunda kullanıp benim gibi inanmayan, benim gibi yaşamayan insanlar için bir ızdıraba dönüştürecek 34 olursak o zaman da unutmamak gerekir ki mazlumun ahı mutlaka aheste aheste bir gün çıkar. Unutmayın! Allah (c.c) hakkını alamayan mazlumların haklarını iade etmesini seven bir ilahtır. Ummadığınız yerden sizleri rızıklandıran, sizleri güldürendir. Tevhid dini dediğimiz İslam’ın en güzel bir yönü de, dünyada kavga ve anarşiyi istememesidir. Size zulmedeni affedin. Vermeyene verin, gelmeyene gidin. Prensibiyle olgun ve kamil insan yetiştiriyor. İman intikam almak için değildir. Doğru ve güzel olanı tesis etmek içindir. Bu önce insanın kendi nefsinde başlar. Kendi nefsinde bunu yerleştirip, düzene koyamayan toplumun yapılanmasında başarılı olamaz. O zaman nefislerinin zorba duygularına esir olmuş, kabalıkları ve tahammülsüzlüklerinin kasveti yüzlerine sirayet etmiş insanlar önce kendilerine merhamet ederek, iç dünyalarına çeki düzen vermeleri gerekecektir. Yoksa onların kendilerine karşı bu yanlış tutumları, çevrelerini de toplumlarını da sürekli rahatsız edecektir. Burhan Gecelerde Ey dide nedir uyku gel uyan gecelerde Kevkeplerin et seyrini seyran gecelerde Bak heyet-i alemde bu hikmetleri seyret Bul saniini ol ana hayran gecelerde Çün gündüz olursun nice ağyar ile gafil Koy gafleti dildardan utan gecelerde Gafletle uyumak ne reva abd-ı hakıra Şefkatle nida eyliye Rahman gecelerde Cümle geceyi uyuma Kayyumu seversen Ta Hay olasın hay ile ey can gecelerde Aşıklar uyumaz gece hem sen uyuma kim Gönlün gözüne görüne ey can gecelerde Dil beyt-i Hüdadır anı pak eyle sivadan Kasrına nüzül eyler o sultan gecelerde Az ye az uyu hayrete var fani ol andan Bul canı beka ol ana mihman gecelerde ALLAH için ol halka mukarın gece gündüz Ey Hakkı nihan-ı aşk ödine yan gecelerde Erzurumlu İbrahim Hakkı Hazretleri (K.S) 1701-1780 Burhan 35 Yirmisekiz Halil Atik Sonları Terketmek Sensizliklerin arasında sessizliğe sesleniyorum şimdi... Yaşamın en derinlerinde gezerken sensizlik yükümle yığıldım. Hasret denizlerinde boğuldum çoğu kez. Nasıl yaşayabilirdim ki sensizliğin acısıyla. Sana erişmek ister kutlu sevdam büyük bir sancıyla... rum. Ama nafile çağrışlar... İzin vermez bana sahte bakışlar.... Bir bilsen acıtan yüreğimi... Hep seni aradım heryerde. Ulaşmak istedim sana gönül yollarımla. Blirmisin Ey Sevgili sanadır yolum. Hep ateş koydular ayaklarımın altına... Güllerim hasretle başını büktü, gözlerim sensiz gecelerde umuda yaş döktü. Yıkıldı ve serildi benliğim çöl yollarına. Artık bir yalvarıştayım hep Rabbimden sana doğru. Artık bir kaçıştayım hep sonlardan sana doğru. Diken sapladılar yaralı yüreğime.... Kırdılar umudumu sensizlik ülkesinde... Bense halâ küsmedim... Çünkü biliyordum ki sana gelen yollar kolay olmamalıydı... Sonsuz bakışlarını arar durur gözlerim... Ve artık hep bir hüzündedir yüreğim... Biliyordum sana gelmek için atılan adımlar kan toplardı... Ama yürüyeceğim o yollarda... Yeri gelecek kanayacağım... Yeri gelecek ağlayacağım... Dikenler batırılmış gönlüm gülistan olmaya doğru yola çıkacak... Hayâllerimdesin ama uzanamadığım kadar uzak hayâllerimde. Bir yıldız gibisin gecemde. Uzanıp yüreğime almak istiyo36 Ve bir masum bebeğin annesine baktığı gibi bu gözlerim hep yoluna bakacak... Burhan Senle güle dönüşürmüş dikenli yollar... Senle manâ bulurmuş sevdalar... Şefkat dolu bakışınla bir gelsen rüyâlarıma... Aşkı sarışınla bir sarsan beni yüreğine... Bir deniz dalgasında yankılanır sana sevdam... Taşar kıyılara vurur... Bir volkanda yankılanır sevdam... Ateş olurda yüreğimi kavurur... Sonlu hayatımı sonsuz sevdanla yenmek istiyorum...İzinin bulunduğu yüreklerde kalmak istiyorum hiç çıkmayacasına... Seslenmek istiyorum dağlara yankılansın sevdam hiç susmayacasına... Güller koklamak ve dermek istiyorum... Yalnızca sana ve sana olan sevdama... Acıtırmış sevdalar... En acılarda yaşatırmış yürekleri ve anlıyorum şimdi uğrunda acı çekenleri... Akan gözyaşları kan olur gülleri boyarmış yollarında... Hasretler sararmış gözleri... Sevdan, saklarmış sahteliklerden yüzleri... Ve bir umut verirmiş senli diyarlardan sensizlik ülkesine doğru yıldızlar... Sevgili, bir avuç dua olmak isterdim gönlüne dolan... Köprü olmak isterdim sana sevdalıların sevdalarını aktaran... Bir toprak zerresi olmak isterdim kokunu duyan... Yağmur damlası olmak isterdim tenine değen... Bir hayâl olmak isterdim sonsuzlukları yırtarak sana uzanan... Unutulmuşların arasında kalmaktan korkuyorum... Bir ağlayışla geldik dünyaya... Kalabalıkların arasına girdik hep... Ama yalnızlığın tam ortasındaydık... Hep hatırlarımızla yaşıyoruz sandık ama unutulmuşluğun fotoğrafıydık...Sen olmayınca hayatımızdan gitti bıraktı bizi sevdalar... Dünyalık dertler çöktü içimize... Anlatamadık seni yeterince, yaşayamadık sevdanı yüreklice...Şimdi eğiktir başım bakamam yüzüne... Akar damla damla gözyaşım soğuk tenime... Ve hasretin işlenir yüreğime ilmik ilmik sana yakın olunca... Kalbi vuslata kavuşturan en güzel hasrettin sen... Ama anlamadılar insanlar... Mutluluğu hep başka yerlerde aradılar... Ve ne yazık ki mutluluğu bulduklarını sandılar... Sonlarla birlikte yaşadıklar... Oysa seni sevmek "Sonları Terketmek" demekti... Öyleydiki sevdan, dertleri gül kokulu cennet gösterirdi... Dikenleri gül yapar kanamış gönüllere verirdi... Sevda olmak isterdim üşüyen gönülleri saran... Bir yol olmak isterdim sana varan... Bir damla yaş olmak isterdim sana akan ve bir dil olmak isterdim seni anlatan... İncilmiş yüreğim, sanadır bu son seslenişim: Haydi umuda doğru son bir defa daha kalk!... Yürü ateşli yollarda yansın ayakların... Aşka aksın çaresiz gözyaşların... Bu yolda akan kanımızla En Sevgili`ye sevdamızın güllerini çizelim... Umduğumuzu bulmanın verdiği bir umutla yürüyelim... Bizi incitenlere sevdamızı sunalım... Sevgili, bir umut olmak isterdim yalnızca seni uman... Ve fethedelim yürekleri En Sevgili`ye doğru... Döner dünya şimdi sahteliklerin ve unutulmuşluğun girdabında... Sana gelmek isterken sevdanla ölememekten korkuyorum... HAYDİ YÜREĞİM GİDELİM! SONLARI TERKEDEREK SONSUZLUĞA DOĞRU... Burhan 37 Yirmisekiz Mehmet DEMİRCİ Küllenen Yarınlar Hüsrâna rıza verme... Çalış... Azmi bırakma; Kendin yanacaksan bile, evlâdını yakma! M.Akif İnsan, hayat denilen yolun yolcusu. Uçsuz bucaksız, inişli yokuşlu, yerince düz bazen engebeli bir yol bu. Her şey ilk zamanlar duru, anlamlı, açık ve anlaşılır duruyordu insanın önünde. İnsanın ortaya koyduğu gayret hep daha güzel bir hayat yaşamak için. Fark edemiyor yolu ve kendisinin yolcu olduğunu. Sanki ikamet edeceği yer burası gibi davranıyor. Değişik kulvarlara yöneliyor, basitte karmaşığa kendince sevinçler yumağı oluşturuyor. Günler hızla geçiyor o mutluluk adına kendine kucak açan dünyayı sömürüyor. Ruhunu sömürüyor. Gün oluyor sızı alıyor insanın yüreğini. İnsan insanlığı yok ediyor. Geri gelmiyor saatleri geri alsa bile zaman. Düş kapanında ilerliyor sabah akşam demeden. Her acı dokunduruyor hançeri yüreğe. Her fakir toprağa koşuyor, özüne dönüyor. Her insan aslında kanıyor için için. Dur duraksız serüvenler ve yollar kovalıyor insanı. Yetimler, öksüzler kapı aralarından gözlüyor merhamet adına şerhler koyan hayır severleri. Kimsesiz çocuklar yorgan niyetine karanlığı çekiyor üstüne. 38 Bankları anne kucağı biliyor. sarılıyorlar. Bayramlar yitiriliyor. Yağmurlara İnsan kendini kendi dar ağacına çekiyor. İlmeği kendi takıyor boğazına. Payların en değersizi düşüyor fakire. Verilen karın doyurmuyor. Buzlukları süslüyor vitrin niyetine. Sadakalar bozuk para niyetiyle dağıtılıyor. Ekmek artık nimetten sayılmıyor, eskisi gibi hürmet görmüyor. Geceler bizim değil artık. Gaflet içinde uykuda kendimizden habersiz hayallerde yüzüyoruz. Yolarımız kayboldu. Sanki binlerce yılın biriken tufanı yolarımızdaki şeritleri kaybetti. İnsanlık eriyor da farkında değiliz. Yarınlar eriyor kar gibi. Ama hep kirden ve isten düşüyor insanlığımızın payı. Ne yana ne yöne gitsek tutuşmuş çıkar ocakları çevreliyor bizi. Nesiller duygusuz ve hissiz yaşıyor. Darmadağın olmuş yüreklerine sığdıracakları hiçbir şeyleri yok, merhametten yoksun yaşıyorlar. Hasılı bu bayramda böyle gelip geçti. Sancılı, anlamsız ve manasız. Çok karamsar olabilirim. Burhan Fakat her ne kadar görünen güzellikler olsa da yüreğimin bir köşesinde vicdan havanına tuttuğum düşünceler rahatsız ediyor beni. İnandırıcı gelmiyor. Çünkü yediye takılıp kalıyor Allah adına kesilen kurbanlar. Yedi samimiyet ve ihlâsın önüne geçiyor. İnsanlar sayılara takılıp kalıyor. Allah rızası sayılarla ölçülüyor. menfaat adına. Bilim adına nutuk devşirenler rezalete kapı aralıyor. Ne alan ne de veren bir anlam taşıyor. Mektepler yanıyor. İnsan bir nevi kendi yangınını duyuruyor da fark edemiyoruz. Ben külleniyorum sen bana kulak ver beni bu lav çukurundan kurtar diyor. Velhasıl yarınlar külleniyor. İçin için eriyip Rahmet ve bereket kapılarını açmak için çabalamak varken…! Değişik ifadelerle insanlardan gizleniyor manasız düşünceler. Haklılık payı varmış gibi lanse ediliyor. Müslüman şuuruna sahip olmayan ama kendini Müslümanlıkta caka satan insanlar neyi amaçlıyorlar. “Desinlere giden, el ne der” ifadelerine takılıp asıl amaç ve gayeyi hiçe sayan insanlardan daha ne bekleyebiliriz. biten ömür sermayesi gündelik uğraşlar yerine daha anlamlı ve sürekli hedeflerdekullanılmalı. Bir el uzatmalı tüm insanlığa. Bir ışık yakmalı karanlık gönüllere. Her haneye yönelmeli. Her ıssız yerlere varılmalı. Yüreklere Allah rızası aşılanmalı. Kimse İslam nurundan mahrum kalmamalı. Yanlış anlayışlar bertaraf edilmeli. Neslimize yeni ufuklar çizilmeli. Birler bine binler milyona dönüşerek çağlara emin adımlarla ilerlemeli. Böylece her Dünya adeta tersine dönüyor kendisi için ve kurban kesemeyen Müslümanlar için kurban kesen ey kutlu nebi biz ümmetine bağışlanma dile. Bizim dualarımız bile boşlukta duruyor. Bedenle namazda fikirle çarşıda duruyoruz. Hep alış verişte görüyoruz kendimizi. Ama hayır adına değil Burhan düşünce ve davranış meşru olarak Habîbullah’ın yolunda Allah rızasına ulaşmalı. Ancak yarınlarımızı gelecek nesilleri bu şekilde kurtarabiliriz. Yoksa yarınlar kül olup gidecek. 39 Yirmisekiz Allah Dostları Abdullah ÇAKIR alemdar_kalemdar@mynet.com Ana-Baba Duası Ve İlme Adanan Bir Ömür Ebû Abdurrahman Es-Sülemî Ebû Abdurrahman el-Ezdî es-Sülemî1, h. 10 Cemazi’l-evvel 325/m.16 Nisan 936’da Nisabur’da doğdu.2 Sülemî, baba tarafından “Ezd Kabilesi”ne mensub olduğu için “Ezdî”, ana tarafından “Süleym Kabilesi”ne mensub olduğu için “es-Sülemî” nibesiyle tanınmıştır. Her iki kabile de arap olduğu için Sülemî ana ve baba tarafından arap soyundandır. Sülemî, araplardaki adetin tersine babasının kabilesinden daha çok annesinin kabilesine nisbetle şöhret bulmuştur. Bunun iki sebebi vardır: biri, baba tarafı fakir olduğu halde ana tarafının ilim ve faziletle birlikte maddi servet yönünden Nişâbur’un ileri gelenlerinden olmasıdır. Diğeri sebebi de ana tarafından dedesi İsmail b. Nüceyd’in himayesinde büyümesidir. Devamlı sûrette onunla birlikte ilmî sohbetlere katılması, gezip dolaşması sebebiyle herkes Sülemî’yi başka bir çocuğu olmayan İbn Nüceyd’e nisbet etmiş bu sebeple o Sülemî nisbesiyle anılmaya başlamıştır.3 Babası Hüseyin b. Musa zâhid, müttaki, daimü’l-mücahede (sürekli nefsiyle cihâd eden) ve muamele (insanlar arası ilişkileri düzenleyen şer’î hukuk kuralları -insanlarla hoş geçinme) ilimlerine 40 vakıf bir kimse idi. Ebû Abdullah el-Hakîm onun hakkında, “Muamelat ilimlerini bilenler arasında onun gibisini görmedim.” demiştir. Horasan’da melâmiyye şeyhlerinden Ebû Osman’ın talebelerinden olan Muhammed b. Münazil ve Ebû Ali es-Sakafî ile görüşmüş, Şiblî’yi de görmüştü. Fakîr fakat kadri yüce bir insan idi. Annesi de zamanın sûfî alimlerinden, geniş servet sahibi Ebû Amr İsmail b. Nüceyd’in kızıdır. Değerli bir sûfînin kızı ve zâhid bir sûfînin karısı olan annesi de babası gibi kendini zühde vermişti. Sâhib olmuş olduğu servet onu şımartmıyordu. Gerçek zenginliğin gönül zenginliği olduğunu bilen o mübârek anne, oğlu Sülemî’nin, tarikatta hocası olan Şeyh Ebu’l Kasım Nasrâbâdî ile hacca gitmek için izin istediği vakit oğluna şöyle dua etmişti: “Sen Allah’ın evine gidiyorsun. Kirâmen kâtibîn yarın sana utanacağın bir şey yazmasınlar.” Sülemî’nin hayatından bahseden eserler onun çocukluğu hakkında fazla bilgi vermiyorlar. Kardeşlerinin olup olmadığı bilinmiyor ancak doğumu sebebiyle ailesinin sevinmesi ve babasının bu yüzden malının hepsini tasadduk etmesi âilenin ilk ve tek çocuğu yada ilk erkek çocuğu olduğunu Burhan göstermektedir. Câmî, bu hadiseyi anlatırken şunları söylemektedir: “Oğlun oluca malının hepsini tasadduk edip ona hiçbir şey bırakmadın” dediklerinde, onlara şöyle cevap vermiş: “Eğer oğlum iyi bir insan olursa iyilerin kefil ve yardımcısı Allah’tır. Yok eğer bozguncu biri olursa hiç olursa eline fesat âletlerini vermemiş olurum.”4 Babası vefat edince annesinin babası onu himayesine aldı. Gittiği her yere yanında onu da götürüyordu. Böylece, ilim meclisleriyle küçük yaştayken tanıştı. Çok erken yaşta tahsiline akranları gibi Kur’ân’ı hıfz ile başladı. Sırasıyla edebiyata ve dile dair ilimleri okudu.5 Hocaları, onun h.333 / m. 944 tarihinde henüz sekizini geçmemiş bir çocuk iken o günlerin Nisâpûr (Nişabur) âlimi ve muhaddisi olan Ebû Bekir es-Sıbğî’den kendi hattıyla yazdığını söylemişlerdir. Sülemî, zâhir ilimlerini öğrenip icâzet ve fetvâ yetkisine sahip olduktan sonra çalışmalarını daha çok hadis araştırmalarına ve tasavvufî bilgilerini artırmaya hasretti. Bu maksatla asrının âdetine uyarak âlim ve şeyhlerden istifâde etmek için Irak’a, Rey’e, Hemedân’a, Merv’e Hicâz’a yolculuklar yaptı.6 Yolda âlimler ile buluşarak onlardan teeddüb ve tefeyyüz etmiştir. Bu yolculuklarında üstâdı Nasrâbâdî ile beraberdi. Sülemî diyor ki: “Hangi şehre girdiysek üstâdım, “kalk gidip hadis dinleyelim derdi.” İşte bu kelâm bile gerçek şeyhlerin Peygamber Efendimiz’in (sav) sünnetine verdikleri gerçek değeri ortaya koymaktadır. Zengin dedesinin yanında büyümesi ve dedesinden kendisine büyük bir servet kalmasından dolayı Sülemî maddî bir sıkıntı çekmemiş, böylece aklı ve gönlü huzûr içinde kendisini tamamen ilme vermişti. Seksen seneden fazla yaşayan ve bereketli bir ömür süren Sülemî sekiz yaşında ilmî hayatına başlamış vefatına kadar da ilimle meşgul olmuştur. Son zamanlarını memleketi olan Nisâpûr’da geçirmiştir. Nisâpûr’da h. 3 şa’bân 412, m. 3 Kasım 1021’de vefat etmiştir.7 İLMÎ KİŞİLİĞİ A) TASAVVUFÎ YÖNÜ İslamî hayatın geneline yayılan ve özellikle İslamî tefekkürü (İslâm düşüncesini) etkileyen, İsBurhan lam’dan neş’et edip onu çekici hale getiren en önemli etkenin tasavvuf olduğu inkâr edilemez bir gerçektir. Fakat bu zümre arasından selefin yöneldiği hedeften ayrılan bir takım istismarcıların ve bidatçıların türemiş olduğu da inkar edilemez. Tasavvufu iyi anlayan büyük sûfî önderler insanları sırat-ı müstakime çağırmak için çok çalıştılar. Bu mevzuda meşrık sûfîlerinin arasında en çok gayreti sarfeden Cüneyd-i Bağdâdî olmuştur. Cüneyd’in mezhebi, hareketlerini Kitab ve sünnete arzetmek, onlara uyanı kabûl, uymayanı reddetmek idi. Bağdat’ta bu anlayış etrafında toplanan bir okul meydana gelmişti. Bu hareket müslümanlar arasında geniş bir hüsn-i kabul görmüş ve tasavvufa muârız olanlar dahi Cüneyd’i dolayısıyla gerçek tasavvufu sevmişti. Buna paralel olarak Neysâpûr’da bu anlayışa çağıran bir okul doğmuştu ki bunun önderleri elLuma'’sahibi Serrâc, Sülemî ve onun talebesi Kuşeyrî’dir.8 Nitekim Sülemî’nin tarikat silsilesine baktığımızda onun Cüneyd-i Bağdâdî okuluna mensub bir sûfi olduğunu söyleyebiliriz. Birçok şeyhten feyz almasıyla birlikte onun tasavvufta asıl üstâdı Nasrâbâdî’dir. Tarikat hırkasını onun elinden giymiştir. Nasrâbâdî, Şiblî’nin mürîdidir. Şiblî de Cüneyd’in mürîdidir.9 Muâsırı, meşhûr Hilyetü’l-evliyâ müellifi Ebû Nuaym el-İsfehânî, Sülemî’nin bu ekolünü şöyle açıklamaktadır: “Bu tâifenin câhilleri tarafından aslî hüviyetinden saptırılan tasavvuf medresesini, ilk dönemlerinde olduğu gibi hurâfelerden temizleyip sünnete uygun şekliyle muhâfaza etmeye çalışanlardan biri de Sülemî’dir. O karşılaştığım en büyük âlimlerden biridir. Kendisi selef-i sâlihin ahlâkında, onları dosdoğru takib eden ve bu tâifenin câhillerinden yüz çeviren, yanlışlıklarını aslâ kabul etmeyen biridir. Zira bu mezhebin hakikati teblîğ ve teşri’ ettiği şeylerde Rasûlullah’a (sav), sonra da hakîkate ermiş muhakkık sûfî âlimlere ve muhaddislere uymaktır.”10 Sülemî ömrünü tasavvufa karşı çıkan zâhir ulemâsı ve tasavvuftan nefret ettiren ham sofularla mücâdeleye adamıştır. Ona göre “her şeyin câhilinden, özellikle bidat ve hurâfelerle örülü dünyasında bilgi sâhibi olduğunu iddiâ eden ham “sofular”dan fersah fersah kaçacaksın. Sülemî’ye göre tasavvufun esası, kitab ve sünnete sarılmak, 41 yani bir ölçü olması için sağlam delillere dayalı kuvvetli bir dîn bilgisinin edinilmesi yanında bidatları ve nefsin kötü arzularını terk etmektir.11 Bu maksatla, şekilciliğe karşı çıkan ve tasavvufu ilk safvetine geri getirme amacını güden ilk melâmîlerin sözlerini ve prensiplerini Kitâb ve sünnete dayandırarak “Risâletü’l- melâmiyye” adlı eserinde derlemiş olması ve “Hakaikü’t-tefsîr”inde bu konuda geniş mâlumat vermesi bize, onun melâmet tesirinde kaldığını da göstermektedir. Sülemî tasavvuf tarihinde çığır açacak kadar geniş bir bilgiye sâhib olmuş yazdığı eserler sonrakiler için örnek teşkil etmiştir. Çağdaşı olan büyük bilginler ve talebeleri ondan hep övgüyle bahsederler. Örneğin Zehebî ise şöyle der: “Havastan olsun avamdan olsun, muvafık olsun muhalif olsun, sultan olsun reaya (halktan bir kimse) olsun kendi beldesinde ve sair İslam beldelerinde kendisinden razı olunan bir kimseydi. Nitekim Allah’a da böle kavuştu.” Cenâb-ı Hak annesinin ve babasının onun hakkındaki hayr duâsını kabûl etmişti. Zehebî’nin de çok güzel ifâde ettiği gibi bundan daha değerli ne olabilir? Büyük hadis imamı ve aynı zamanda talebesi olan Ebû Abdillah el-Hakîm de onun için şöyle der: “Eğer Sülemî abdâllardan (velilerden) değilse, yeryüzünde Allah’ın hiçbir veli kulu yoktur.”12 B) HADİSÇİ YÖNÜ Sülemî, büyük bir mutasavvıf olduğu kadar büyük bir muhaddistir de. Yukarıda belirttiğimiz gibi Cüneyd-i Bağdâdî’nin dolayısıyla onun ekolünü benimseyen Sülemî’nin düşüncesinde “mutasavvıf muhaddis olmaktansa, muhaddis mutasavvıf olmak” vardır. Yani ilk önce elde edilmesi bakımında şerîat ilminin tarîkat ilmine göre öncelenmesi gerekmektedir. Nitekim tasavvuf tarihine baktığımızda da zâhir ilmini en iyi şekilde tahsîl edenlerin tasavvufa sülûk ettikten sonra açtıkları çığırların çok muazzam olduğu görülmektedir. El-Beyhakî, el-Hakîm Ebû Abdillah el-Beyyi’ ve Ebû Nuaym gibi hadis üstadları ondan hadis rivayet etmişlerdir. Sülemî’nin hadisçiliği konusun lehinde ve aleyhinde olan görüşler vardır. Şöyleki: Sülemî’nin muasırı olan Muhammed b. Yusuf el-Kettân, onu hadis uydurmakla ithâm etmiş ve 42 Hatîb Bağdâdî’ye Sülemî’nin sika olmadığını ve sufiler için hadis uydurduğunu söylemiştir. İşte, Sülemî’nin hadisçiliği hakkındaki tenkitlerin tek kaynağı el-Kettân’ın bu sözüdür. Özellikle İslam’ın içine yabancı fikirlerin girmesine ve mutasavvıfların rüsûm ehli haline galmesine karşı çıkan zahirî-hanbelî fikıhçıların hedef tahtası olmuştur. Bunların başında da İbn Teymiyye ve talebesi İbnü’l-Cevzî gelir. İbn Hacer de Sülemî’nin hadiste kuvvetli olmadığını, âlimlerin aleyhinde görüş beyân ettiklerini dile getirmekte ve Kettân’ın yukarıda geçen sözünü naklettikten sonra Sülemî’nin hocası olan Serrâc’ın, Sülemî hakkında yalana bile tenezzül etmeyeceğini ancak sehven yanlışlıklar yapabileceğini nakletmektedir.13 Şunu zikretmek lâzımdır ki, esasen birçok hâfız ve muhaddis ki kütüb-i sitte müellifleri de dahil olmak üzere bu ve buna benzer töhmete maruz kalmıştır. Hasan-ı Basrî bile “tedlîsi çok” (iki yada daha fazla hadîsi birbiriyle karıştırma) diye suçlanmıştır.14 Sülemî’nin, Tabakat’ta hadis rivayet ettiği sûfiler diğer tabakat kitaplarında da hadis râvisi olarak gösterilmiştir. Ve Tabakat’ındaki hadîslerin de ondan önceki kitaplarda bulunduğu görülmüştür. Sonra o zaman rivâyet ve hadîs çağı idi, az çok ilme vâkıf olanların meşreplerine uygun hadîsler derleyip rivayet etmeleri uzak görülemez. Bir diğer husus da usûl-i hadiste mevzu ve zayıf hadis kavramlarının arasındaki farkı iyi bilmektir. Bilindiği gibi uydurma hadis külliyen reddedilirken zayıf hadis hakkında “el-i’mâl hayrün mine’l-ihmâl” kaidesi vardır. Yani Sâlih amellere dair hadisler reddeilmeyip onlarla amel edilebilir. Bir diğer husus da şudur: Alimler, va’z ve mekârim-i ahlâka dair hadisler üzerinde fazla titizlik göstermemişler, ahkâm hadislerinde fazla durmuşlardır. Ahmed İbn Hanbel şöyle diyor: “Biz helal ve haram hakkında olan, bir hüküm koyup kaldırmayan hadislerin senedleri üzerinde fazla durmazdık.” Şimdi, biz Sülemî’nin rivayet ettiği hadislere baktığımız zaman bunların hüküm koyup kaldıran cinsten olmadığını görürüz. Onun kitaplarındaki hadisler zühd, tevazu, îsâr, hased, ucub, kibir gibi kötü huylardan kaçınmaya dairdir. Sülemî’nin tasniflerinde zayıf hatta mevzu hadis yok değildir. Burhan Fakat bu onu ithama vesile olamaz. Çünkü Sülemî bunları uydurmamış sadece tasavvuf erbabının prensipleri haline gelmiş olan hadisleri ve çok itimad ettiği, itirazı küstahlık saydığı mutasavvıflardan duyduklarını tenkide tabi tutmadan rivayet etmiştir. Nitekim hadislerin kaynaklarını bulmak için gayret sarf edildiğinde, bunların kendinden önceki veya çağdaşı olan zahid ve sufilerin va’z veya zühd kitaplarında var olduğu görülecektir.15 C) TEFSİRCİ YÖNÜ Sülemî, işârî tefsir sahasında da yed-i tûlâ sahibidir. Telif ettiği “Hakaikü’t-tefsir” adlı tasavvufî tefsirinde sûfi sözlerini toplamıştır. Aslında tutarsız olan bazı sufi sözlerini de buraya kaydettiğinden sonraki bilginlerin tenkidine uğramıştır. Sülemî’den önce sûfiler arasında işârî tefsir adıyla bilinen, zâhir müfessirlerin görüşlerinden faklı bir tefsir anlayışı vardı. Bu ilk sûfî tefsirini Sehl b. Abdullah et-Tüsterî yazmıştır. Ondan sonra Ebû Bekir el-Vâsitî bu üslupta bir tefsir meydana getirmiştir. Sülemî’nin tefsiri bu iki tefsirden sonra kaleme alınmıştır. Ona hücûm edenlerin başında gelen İbü’l-Cevzî, Hakayık’taki bazı âyetlerin tefsirlerinin batıl olduğunu ve ekserisinin hezeyan olduğunu iddia eder. İmam Ebu’l-Hasan el-Vahidî’ye göreyse kim bunun bir tefsir olduğuna itikad ederse kafir olur. Ancak Katip Çelebi bu durumu şöyle özetler: “Fakat zahir ehlinden olan müfessirler adetleri vechile benzerlerine yaptıkları gibi ona da ta’n etmişlerdir”. Eleştirilen tefsirler Tüsterî’nin tefsirlerinden farksızdır. Hatta bu tefsirlerin çoğu Tüsterî’ye aittir. Her ikisinin tefsirinde de bazen zahir manaya da işaret edilmiş genellikle bâtınî mana üzerinde durulmuştur. Bu hususta o Taberî ile mukayese edilebilir. Taberî nasıl zahir tefsirin kaynağı ise Sülemî de batın tefsirin kaynağıdır.16 SÜLEMÎ’NİN TESİRİ Sülemî, sufi tabakat kitaplarının babası olduğu gibi sufi usulünde yazılmış olan işârî tefsirlerin de babasıdır. Eserleri haleflerine örnek teşkil etmiştir. Sülemî’nin sonraki nesillere etkisini başlıca iki grupta mütalaa edebiliriz: 1. Sufi Tabakat Kitapları Üzerindeki tesiri 2. Tasavvufî Tefsirler Üzerindeki Tesiri Burhan ESERLERİ Dedesinden kalan külliyetli miktarda mal, Sülemî’nin geçim kaygısı çekmeden salim kafa ile kendini ilim tahsiline vermeye yardım etti. Bu imkanla kitaplar derledi. Tevarüs ettiği kitaplara kendi topladığı kitapları da katarak zengin bir kütüphane kurdu. Kütüphanesini o zamana kadar eşine rastlanmayacak bir şekilde düzenledi, donattı. Orada sufi ve muhaddislerin eserlerini toplamıştı. Mütalaâ ve telif için kütüphanesinde uzlete çekilirdi. Neysâbur’un şeyhleri bu kütüphanede bulunan nefis nüshaları ondan emanet alırlardı. Tasnife h. 350’den sonra 20-25 yaşlarındayken başladı. Yaklaşık elli yıl tasnifle uğraştı. Hadis, tafsir, tasavvuf ve tarihe dair eserler yazdı. Sadece hadis hakkında üç yüz cüz yazmıştır. Ama onun asıl şöhret bulduğu saha tasavvuf ve tasavvufî teliflerdir. Bu telifleriyle Sülemî, “sufilerin nakkali ve sözlerinin ravisi” ve tasavvufu selefin ifade ettiği şekilde yerleştirmeye, Kur’ân ve sünnetle bağdaştırmaya çalışanlardan biri olarak meşhur olmuştur. Tasnifleri büyük rağbet görmüş, henüz hayattayken yüksek fiyatlara satılmış ve kendinden rivayet edilmiştir. Yüzden fazla eser telif ettiği beyan edilmektedir. Kaybolanlarla kıyaslanırsa bu zengin servetten bize pek az bir şey intikal etmiştir.17 Elimizdekilerin ise çok azı Türkçe’ye çevrilmiştir. Pek kıymeti hâiz olan eserlerinin belli başlıcaları şunlardır: Tabakatü’s-sufiyye Hakaikü’t-tefsîr Âdabü’s- sufiyye Âdabü’l-fakri ve şeraitüh El-Erbaîn fi’l-hadis Beyanü ahvâli’s-sufiyye Derecâtü’l-muamelât El-Fark beyne ilmi’ş-şerî’a ve’l-hakika Risaletü’l- melâmiyye Uyûbun’nefs ve müdâvetühâ Cenâb-ı Hak rûh-i âlîlerini şâd ü hürrem etsim. Âmin, el-Fâtiha… ........................................... 1 Nureddin Şeribe, Tabakatü’s- sufiyye, (önsöz), Halep 1986, s. 16 2 Nureddin Şeribe, a.g.e, s. 18 3 Niyazi Beki, Ebû Abdurrahman es-Sülemî’nin Hayatı, İlmî kişiliği ve Eserleri, (Sakarya Ünivrsitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi), Adapazarı 1996, c.I, s.130 4 Nureddin Şeribe, a.g.e, s. 17 5 Tahsin Yazıcı, MEB İslam Ansiklopedisi, İstanbul 1979. c. XI, s.95 6 Nureddin Şeribe, a.g.e, s. 19, 7 Süleyman Ateş, a.g.e, s.38 8 Nureddin Şeribe, a.g.e, s. 48, 9 Süleyman Ateş, a.g.e, s.37 10 Nureddin Şeribe, a.g.e, s. 47, 11 Niyazi Beki, a.g.e, s. 136 12 Nureddin Şeribe, a.g.e, s. 47-48, 13 Niyazi Beki, a.g.e, s. 135 14 Süleyman Ateş, Sülemî ve Tasavvufî Tefsiri, s.46 15 Süleyman Ateş, a.g.e, s.47, 16 Süleyman Ateş, a.g.e, s.41-42 17 Süleyman Ateş, a.g.e, s. 58 43 Yirmisekiz ntuzun42@hotmail.com Sebahattin TÜZÜN Fani Dünya Gözümü gönlümü büyüleyen yar, Ruhum benden bizar, intizarı var, Bir ömür kapında, köleliğim var, Vefama karşılık sal beni dünya, Artık defterinden sil beni dünya. Ömrüm yaz, kış derken nasıl güz oldu, Daha anlamadan baharım soldu, Belki bir nefeslik zamanım kaldı, Kalan nefesime izin ver dünya, Emreden nefsime hüzün ver dünya. Yüzünü gösterme alevlenirim, Ne Kerem’ler yaktığını bilirim, Göz kırparsan dayanamam gelirim, Aslının gözünde sürmesin dünya, Mil çek gözlerime görmesin, dünya. 44 Bir hayalsin ancak hoştur nefesin, Ne aslanlar yutuverdi kafesin, Bin yıla çağırır efsunlu sesin, Hırsımı hançerle söneyim dünya, Beni yolda indir döneyim dünya. Ne günler yaşadık seninle ne hoş, Bir Leyla sunardın olurdum ser hoş, Meğer bir serapmış kaldım eli boş, Elini üstümden al artık dünya, Leyla’nı başına çal artık dünya. Sanki sermayemi harcadım boşa, Sonunda korktuğum geldi ya başa, Uzanmış kalmışım bir soğuk taşa, Benden hayır yoktur, bakınma dünya, Bari namazıma dokunma dünya… Burhan Hamd ve Sena Hamdıyla Her Hitaba, Zikriyle Her Kitaba Başlanılan Rahman Ve Rahim Olan Allah’ın Adıyla… Yaratan, yaşatan, öldüren ve ölümden sonra hayat veren, dilediğini dilediği aman ve en kâmil biçimde yapan, şiddeti ve kahrı bulunan, kullarının en seçkinlerini en doğru yola ileten ve onlara tecelli eden, Zatında bir, ortaksız, noksansız ve benzersiz Zıddı olmayan, eşi bulunmayan, diri, Kadir ve Cebbar, Her mahlûkun her çeşit ihtiyacını gideren, Varlığı ebediyen devam eden, Her şeyi işiten, Her şeyi bilen, Lütfü ve keremi umulan, Mekrinden ve azabından korkulan, Mülk ve melekûtu tedvir eden, Gökleri direksiz yükselten, O göklerdeki ve yerdeki bütün yarattıklarını rızıklandıran, Her nefsi yaptıklarıyla kontrol eden, Kalplerin gizli köşelerine vaki, Yüceliği ve kibriyasında Celal sıfatıyla münferit, Takdis, tespih ve tenzihe müstahak, Hükmettiği ve takdir buyurduğu mevzularda adaletle kaim, Kulunu her cihetinde korumayı tekellüf eden, Kullarına lütfederek onları nezafete Burhan mecbur eden, Rahmet ve merhameti sonsuz ve sınırsız, Zahir ve batın her şeyi kudreti altında toplayan Allah’a sonsuz hamdler ve senalar olsun. O öyle bir Allah ki; Kumlar O’nu tespih eder, Gölgeler O’na secde eder, O’nun heybet ve azametinden, dağlar paramparça olur. O’nun ilminden göklerde ve yerde, sükûnete kavuşan ve hareket halinde olan hiçbir şey kaybolmaz. O öyle bir Allah ki; Gizlide olsa amellerin çoğundan ve azından hesaba çeker. O öyle bir Allah ki sırların gizliliklerine muttali, kalplerin inceliklerini bilendir O, mahlûkatı tedvir etmekte danışman ve yardımcı bulundurmaktan beridir. Onun eşi ve benzeri yoktur, Her varlığın dayanağı olan Samed’dir, İhtiyacı hiç kimseye olmayan Gani’dir, O’nun sanatının ve hikmetinin karşısında akıllar şaşkına döner, ZİRA O “EVVELDİR, AHİRDİR, ZAHİRDİR, BATINDIR. O HER ŞEYİ BİLİCİDİR.” 45 Yirmisekiz Hasan BAŞAR Hoşgörünün Kaynağı SEVGİDİR... “Hoşça bak zatına kim zübde-i âlemsin sen Merdüm-i dide-i ekvan olan âdemsin sen” Şeyh Galip Mensubu olmakla onur ve mutluluk duyduğum İslamiyet’in en önemli özelliği hoşgörüye önem vermesidir. Hoşgörü sayesinde içinde bulunduğumuz dünya daha yaşanılır bir yer haline gelir. Her zaman ihtiyacımız olan hoşgörüye içinde bulunduğumuz zamanda daha çok ihtiyaç vardır. Birbirlerimize karşı tahammül sınırlarımız iyice daraldı. İnsanları bizden ve bizden olmayanlar diye ayırmaya başladık. Aslında bunda yadırganacak bir durum da yok. İnsanların biz ve bizden olmayanlar diye ayrılmaları doğaları gereğidir. İnsanın bir gruba üye olması kaçınılmazdır. Ama burada kabul edilemez olan şey, kendi duygu ve düşünceleri dışındaki duygu ve düşüncelere tahammül edememesidir. Kendi duygu ve düşüncelerini tek doğru olarak kabul etmesi ve karşı tarafa yaşama hakkı tanımaması düşündürücüdür. İster kabul edelim istersek etmeyelim dünyada herkes kendi doğrularına inanır ve yaşar. Biz bu gerçeği değiştiremeyiz. Bu gerçekle yaşamasını öğrenmeliyiz. Bu noktada yapabileceğimiz şey insanların doğru olarak bildiklerinin aslında yanlış olduğunu görmesini sağlamaktır. Kendi doğru bildiklerini senden olmayanlara bildirmek yani tebliğ 46 Burhan etmek vazifesini kendine yükleyebilirsin. İnsanları doğru olduğuna inandığın duygu ve düşüncelere yönlendirebilirisin. Bu noktada insanların en büyük destekçisi ve yardımcısı hiç şüphesiz hoşgörü olacaktır. Ama burada söz konusu olan gerçek anlamdaki hoşgörüdür. Hoşgörü adı altında yapılan sinsi planlar değil. İnsanlar yaptıkları ahlaksızlıklara, hoşgörü kılıfı adı altında meşruluk kazandırmaktadır. Her türlü ahlaksızlığı, terbiyesizliği ya da sömürüyü yapmakta ardından da “hoşgörünüze sığınıyorum” denmektedir. Oysa toplumun geleceği söz konusu olduğunda hoşgörüden bahsedilemez. O zaman hoş gören durumundaki insan ahmak durumuna düşmektedir. Oysa Müslüman uyanık olmalıdır. Üzerine oynan sinsi oyunlara kanmamalıdır. Herkes sınırını iyi bilmeli ve bu sınırları içerisinde istediği gibi hareket etme özgürlüğüne sahip olmalıdır. Ne zaman bizim sınırlarımıza müdahale edilmeye başlanırsa karşı konmalıdır. Tabi bu karşı konma ölçülü ve Müslüman’a yakışır olmalıdır. Müslüman aşırılıktan kaçınır kin ve nefret beslemez. Onun hayat felsefesini sevgi oluşturur. Burhan Her şeyi karşılıksız ve menfaat beklemeden sever. Çünkü bilir ki her şeyin sahibi Allah’tır ve Allah’ın(cc) olan her şey sevgiyi hak etmektedir. İnsanları kazanmanın en güzel yolu sevgiden geçer. “Sen Allah’tan bir esirgeme sayesindedir ki onlara yumuşak davrandın. Eğer kaba, katı yürekli olsaydın onlar etrafından herhalde dağılıp gitmişlerdi bile.” (Al-i İmran 3/159) İslamiyet insana hoşgörülü olmayı emreder. İslam peygamberi Hz. Muhammed’in(sav) hayatı tam olarak incelendiğinde bu hakikat anlaşılacaktır. Irkı, dili, cinsi, yaşı, statüsü ne olursa olsun Peygamberimiz insanları sevmiş ve onlara değer vermiştir. Hiçbir zaman insanlara kızmamış şahsına yapılan hakaretlere bile sabır göstermiştir. Uhud savaşında dişi kırıldığı zaman bile beddua etmemiş ve şöyle buyurmuştur: “Ben beddua etmek için gönderilmedim rahmet olarak gönderildim.” Hoşgörünün anahtarı sabırdır. Mevlana’nın söylediği gibi “genişlik sabırdan gelir.” Sabır anahtarı olmadan hoşgörü kapısından girilmez. 47 ranmalıyız. Ayrılık olmalıdır. Amaç insanları birleştirmektir. İnsanı birleştirmenin en iyi yolu sevgi ve saygıdan geçmektedir. Seven insanın tahammül sınırları da geniştir. Seven insanın kendine güveni tamdır. Çünkü sevginin kaynağı bilgidir. O bilgi sayesinde hakikatin sırlarını keşfetmiştir. Onun içindir ki Allah’ı(cc) ve hakikati keşfeden insanlar sevgi dolu insanlardır. Sevginin gücü sarmalamıştır benliklerini. Bu güç sayesinde etraflarına ışık saçarlar. İnsanlığa en faydalı olanlar sevgiyi içinde en fazla duyanlardır. Allah’ta(cc) kullarına sabırlı olmayı tavsiye etmektedir. ...Şüphesiz ki Allah, sabredenleri sever. (3/146) ... Allah, sabredenlerle beraberdir. (2/153) ... Takva sahipleri sıkıntı, hastalık ve savaş zamanlarında sabreder... (2/177) “Sabır, imanın yarısıdır.” (Hadis-i Şerif) “Bedende baş ne ise, imanda da sabır aynıdır. Başsız beden olmayacağı gibi, sabırsız da iman olamaz.” (Hz. Ali r.a.) İslam devletlerindeki adaletin kaynağı da hoşgörüdür. Osmanlı imparatorluğunun 623 yıl ayakta kalmasındaki ince nokta da hoşgörüde yatmaktadır. Osmanlı devleti bizden olmayanlara karşı asla haksızlık ve adaletsizlik yapmamıştır. İslamiyet’in emirleri gereği inançlarını, örf ve adetlerini yaşamalarına en ufak bir müdahalede bulunmamıştır. Bilakis istedikleri gibi yaşamaları için bütün tedbirleri almıştır. Hoşgörülü olmak için insanları sevmek gerekir. İnsanları sevmenin yolu da Allah’ı(cc) gerçek anlamda tanımaktan geçer. İnsanı insan olduğu için seven, asla kötülük düşünmez. Müminlerin hayat güneşi ve rehberi Peygamberimizin (sav) izinden giden Allah (cc) dostları da hoşgörü ve insan sevgisine önem vermişlerdir. Yunus Emre’nin “Yaratılanı severiz Yaratandan ötürü.” Sözü ile “Bir kalp kırdın ise Bu kıldığın namaz değil” dizeleri bu hakikati göstermesi bakımından önemlidir. Sevgi emek ister, özveri ister her şeyden önemlisi sabırlı olmayı ister. İnsana insanca dav48 Işığı yüzyılları aşıp günümüze kadar ulaşmış, hayat felsefesini İslamiyet’ten ve tasavvuftan almış olan büyük İslam âlimi Mevlana Celalettin Rumi’de insanlara ve insanlığa karşı büyük bir sevgi beslemiştir. Ve bu özelliği ile de hoşgörü ve sevginin sembolü haline gelmiştir. Onun sevgisi dar çerçeveli bir sevgi değildir. Bütün insanlığı kucaklamaktadır. Bütün dertlerin, sıkıntıların ortadan kalkmasının da ancak sevgi sayesinde olacağını belirtmiştir. “Sevgiden, tortulu bulanık sular arı-duru bir hale gelir. Sevgiden, dertler şifa bulur. Sevgiden, ölüler dirilir. Sevgiden, padişahlar kul olur. Bu sevgi de bilgi neticesidir.” “Şu toprağa sevgiden başka bir tohum ekmeyiz Şu tertemiz tarlaya başka bir tohum ekmeyiz biz” “Şehvetin adını Aşk Koydular Eğer Şehvet Aşk Olsaydı Eşekler Aşkın Şahı Olurdu” Evet, Mevlana Celalettin-i Rumi 2007 UNESCO ya adını veren büyük İslam âlimi bütün insanlığa barışın, kardeşliğin ve dostluğun anahtarı olan şu yedi özlü sözle seslenmektedir Sevgide güneş gibi ol, Dostluk ve kardeşlikte akarsu gibi ol, Hataları örtmede gece gibi ol, Tevazuda toprak gibi ol, Öfkede ölü gibi ol, Her ne olursan ol, Ya olduğun gibi görün, Ya göründüğün gibi ol. Burhan Satırlık Hakikatler Yahy a MA Cİ T yhmc69@mynet.com Dünya üç günlüktür: Dün, bu gün, yarın. Dün geçti, yarının geleceğibelli değil. Öyle ise bu günün kıymetini bil. Hasan-ı Basrî (r.a.) Geçen vakti kaybettiğine üzülmekle meşgul olmak, ayrı bir vakit öldürmedir. Okuma ve öğrenme isteği sonsuzdur, ama zaman sınırlıdır. A. Fettah Ebû Gudde) Mustafa Rûşen Boş işle geçirdiğiniz her bir an, belki sizin ebedî hayatınızı kazanmanıza bir fırsat olacak. Burhan Toprak Dün hatıra, yarın hayal, bu En zor üç şey; sır saklamak, acıları unutmak gün ne ? Ne devlet, ve zamanı değerlendirmek zamanı bütünleyene Şeyh Sâdî Şirazi Boş zaman yoktur. Boşa geçen zaman vardır. Burhan Necip Fazıl Zamanın ne işe yaradığını, insan zamanı kalmadığında anlar. 49 Muhabbet Bahçesi Yusuf ELİBOL Bir zamanlar bir yerde Allah’ın bir veli kulu yaşardı. Temiz kalpli, ihlaslı, safça bir mü’mindi. Her gördüğünü iyiye yorumlar, Allah’a çok tevekkül ederdi. Bir kötülük, bir çirkinlik görse iyi tarafından alır, “Bunda bir hikmet vardır” diyerek gönlünü hoş tutardı. Her şeyin iyi yönünü görür, gülleri devşirir, dikenlerle hiç ilgilenmezdi. Yaratandan ötürü yaratılanı hoş görür, onlara güler yüzle nasihat ederdi. Müslümanların kıskanmasına aldırmaz. Onlara karşı yine hüsn-ü zan ederdi. Şeytanı ve nefsini tam ve katıksız düşman bilir, Allah’a sığınırdı. Nefsinin hücumlarına karşı iman kalesine girer, elden geldiğince ona karşı silahlanırdı. Açıktan küfrünü açıklayanlara, Tevhid’i bulmaları için dua ederdi. Hayatı nurlu, gönlü sürûrlu has bir kuldu. Kur’an-ı sıkça okur, ayetleri anlamaya çalışırdı. O gün yine nafile oruca niyetlenmişti. Dûha namazını biraz erkence kılmış, şehrin dışına doğru yürüyüşe çıkmıştı. Çevre duvarlarının dışına ağaç gölgelerinin sarktığı eski mezarlığa doğru yürüdü. Kabristana girdi. Fatiha ve ihlası okudu. Bunu da, ebedi ikamegâhlarında yatanların ruhlarına hediye eyledi. Koyu gölgeli bir ağacın altına oturup alnında biriken terleri mendiliyle sildi. Derin bir tefekküre daldı. Mezardakilerin hallerini düşünüp, onlar için kaygılandı. Yüreğine ılık bir şeyler aktı, gözleri yaşardı. Sevgili Peygamberimiz kabir konusunda ne buyurmuştu? “Kabir, ya cennet bahçelerinden bir bahçe ya da cehennem çukurlarından bir çukurdur.” Şimdi burada yatanlar acaba hangisinde? Acaba bunlar dünya hayatında neler yaptılar? Nasıl inandılar, nasıl yaşadılar? Şimdi cennet bahçesinde zevk mi ediyorlar, yoksa cehennem çukurunda azap mı çekiyorlar? Bir meraktır kapladı içini... Bu eski mezarlıkta kimler yatıyor? Zengiler, fakirler, iyiler, kötüler, zalimler, günahkârlar... Sonra yaşadığı zamanı düşündü... Hiç ölme50 yecekmiş gibi dünya için çalışanları, mazlumlara eziyet eden zalimleri, vatan, millet, bayrak diye halkı uyutanları, bankalarındaki hesaplarını kabartabilmek için herşeyi mübah sayanları düşündü. Bir lokma için çöplük karıştıranları, televizyonda gördüğü sanatçı(!)lara ilah muamelesi yapanları, sırf okumak için gittikleri okula; senin giyinişin, kılık-kıyafet yönetmeliğine aykırı diye umudunu o okula bağlamış kızları okula almayan zihniyeti, dininin gereği giyindiği için okuluna alınmayan kızları, alkolün ve uyuşturucunun batağına düşmüş gençleri, ekranlarından fuhuştan başka birşeyin gösterilmediği televizyonların yöneticilerini düşündü... Allah’ım aklıma mukayyet ol! Sen ki duaları kabul edersin. Bizleri Rasulullah’ın (s.a.v.) sancağı altında toplananlardan eyle!... Senin dininin gereklerini yerine getirmeyenler, bu hayatın sonunda hesap yok zannediyorlar. Oysa Üstad Necip Fazıl Kısakürek bir şiirinde: “Bu hayatın sonunda hesap yok mu zannettin sen? Lokantanın garsonu bile; ‘hesap lütfen’ diyor. Lokantanın garsonu bile hesap isterken... Sen nasıl olur da; bizlere herşeyi bahşeden, sen... Hesap sormazsın?.. İlahî onları affet, onlara hidayeti nasip et.” Ya Rabbi! Çok sürmeden beni de buraya getirecekler. Benim halim ne olacak? Her nefis ölümü tadacaktır. “Ölümün acısı üç yüz kılıç yarasından fazladır.” buyurulmuş. Ben nasıl dayanacağım? Şeytan son anda bana musallat olursa ben ne yaparım? O zaman halim nice olur. Kabir hayatı, sonra diriliş, hesap-kitap, mizan-terazi, sırat, cennet, cehennem... Gelen iki meleğe nasıl hesap vereceğim? Onların sorularına cevap verebilecek miyim?... Bu düşünceler içindeyken uyku bastırdı. Başını yaşlı ağacın gövdesine dayadı. Dualar mırıldanırken gözü dallara, yapraklara kaydı. Sanki o yapraklarda ölmüş insanların isimleri vardı. Onları Burhan okumaya çalıştı. Uyku iyice bastırdı. Gözleri kapandı. Derin bir uykuya daldı. ledi. Onlara yapılan izzet-i ikramı gördü. Onlara gıpta ile baktı. Rüyasında mezardakileri gördü. Güyâ kendisi de ölmüş, orada bulunan kabir arkadaşları hâl diliyle kendisine bir şeyler anlatıyorlardı. Geriye dönüşü olmayan dünya hayatlarını, çaresizliklerini, nasıl aldandıklarını, halen hayatta olanlara nasıl gıpta ettiklerini, kendilerine fırsat verilse ve dünyaya dönseler sırf Allah’ın (c.c.) rızası için nasıl yaşayacaklarını, hepsini, hepsini... Bizim ALLAH (c.c.) dostu rüyasında kabir aleminde dolaşırken gelen gürültülerle uyandı. O kabristana yeni bir ölü getirilmişti. Kalabalık bir cemaat vardı. Ölüyü kabre koydular. Üzerini toprakla örttüler. Yasin, tekasür, ihlas, fatiha surelerini okuyup dua ettiler. Ellerini yüzlerine sürüp kabristandan ayrıldılar. Kabrin başında ölenin oğlu, kardeşi, bir de imam kaldı. İmam ayağa kalkıp: Sonra kabrin içinde en çok feryatların, iniltilerin geldiği kabrin sahibine sordu: - Arkadaş halin nedir? Neden en çok azap sana çektiriliyor? Kabirdeki şöyle cevap verdi: - Ah!.. Aman... Halimi hiç sorma. Ben dünya hayatında Allah’a (c.c.) şirk koştum. Her günah affolunur, benim günahım affolunmaz. - Anladım... Sonra ana-babasına karşı gelenlerin, katillerin, intihar edenlerin, zulüm yapanların, zina yapanların, içki içenlerin, faiz yiyenlerin, kumar oynayanların, iftira atanların, riyakârların, münafıkların, rüşvet yiyenlerin, yetim malı yiyenlerin, sihirle uğraşanların, avret yerini açanların, karşı cinse benzeyenlerin, ilmiyle âmil olmayan alimlerin, hatta sattığı süte su karıştıranların hayatını dinledi. Çektikleri azaba tanık oldu. İçi sıkıldı iyice. Çıldıracak gibi oldu. Sonra duyduğu kuş sesleriyle, hissettiği ve tarif bile edemediği eşsiz korkularla kendine geldi... - Ya sen ey mevta! Nedir tüm bu güzelliğin sebebi? Seni görünce içim açıldı, gönlüm rahatladı. Senin yerinde olması ne kadar isterdim. Belli ki cennete namzetsin. Seni bu makama çıkaran nedir? dedi. - İmandır kardeş, iman. - Nasıl yani? - Ben dünyadayken “La ilahe İLLALLAH (c.c.) Muhammedürresullah” lafzını tam manasıya anladım, layıkıyla iman ettim, ibadet ettim. Allah’ım bu güzelliklerini hepimize nasip et, düşüncesi içinde diğer cennetlikleri; zekat verenleri, oruç tutanları, namaz kılanları. Allah’ı (c.c.) çokca zikredenleri ana-babasına hürmette kusur etmeyen evlatları, iyiliği emredip kötülükten nehyedenleri. İffet sahibi insanları, şehidleri, ehl-i takva sahiplerini dinBurhan - Ey Ahmet oğlu Hasan! diye üç kere bağırdı. Dünya üzerinde bulunduğun inancı hatırla. O da şudur: “Allah’tan (c.c.) başka ilah olmadığına, Muhammedin (s.a.v.), Allah’ın (c.c.) Rasulü olduğuna, senin Rab olarak Allah’a (c.c.) Din olarak İslam’a, Peygamber olarak Hz. Muhammed’e (s.a.v.) razı olduğuna dair şahitliğindir.” dedi... Artık imamın ve yanındakilerin işi bitmişti. Son kez kabre bakıp çıkışa doğru yürümeye başladılar. Kendisini halen rüyada zannediyordu ki; karşıdan gelen imam: - Hey! Mübarek kalk ne yatıyorsun? sözleriyle irkildi ve birden ayağa fırladı. - Sen kimsin? Ben nerdeyim? Öldüm mü? dedi.. İmam tebessüm ederek: - Korkma, dünyadasın. Güneşin altında mezarlıkta uyumuşsun. Az önce bir kardeşimizi ahirete uğurladık. Uyuyacağına cenaze namazına iştirak etseydin, daha iyi olurdu dedi. - Çok derin uykudaydım hocaefendi. Öyle rüyalar gördüm ki... Bende, ölmüş gibiydim... - Hayırdır inşaallah. Nasıl olsa öleceğiz. Şimdi önce bir abdest al açılırsın. Sonra öğlen namazının vakti çıkmadan namazını kıl. İmam ve yanındakiler kabristandan ayrıldılar. O ise halen gördüğü rüyanın etkisi altındaydı. Elinin tersiyle alnının terini sildi. Rüyasında bile cehenneme tahammül edememişken nasıl olur da yaşadığı hayatı cennete gidebilmek için harcamazdı... İlahi! Bizi af ve mağfiret eyle. Rahmeti ve mağfiretini üzerimizden eksik etme. Bizlerin canını Senin yolundayken al. Yoksa biz sorgu meleklerine nasıl hesap verir, kabir azabına ve cehenneme nasıl dayanırız?... İlahi!.. Affet... 51 Yirmisekiz Yol Kandilleri Ersan BİLGİN Mus’ab Bin Ümeyr RASULULLAH (sav) HÎRÂ (NUR)'da Resulullah (s.a.v.)'in yaşı kırka doğru yaklaşınca sık sık sadık rüyalar görmeye başladı.Rasulullah'ın içinde her şeyden uzaklaşma, yalnızlığa çekilme, tefekküre dalma, derin derin düşünme, ibadetle Rabbi'ne yönelme sevgisi doğmaya başladı. Allahü Teâlâ, Rasulullah'a (sav) Mekke'nin kuzeydoğusunda bulunan Hirâ mağarasındaki yalnızlığı iyice sevdirmişti. Resulullah orada inzivaya çekiliyor, günlerce orada kalıyordu. Sonra evine dönüyor, inziva için gerekli olan azığını alıyor, kısa bir zaman sonra tekrar yine Hirâ mağarasına çekiliyordu. Bu durum O, mağarada derin bir düşünce ve Rabbi'ne yöneliş halinde iken; kendisine vahiy gelinceye kadar, devam etmiştir. “Yaratan Rabbi'nin adıyla OKU” (Alak 1,2) Hz. Âişe (r.anha) vahyin başlangıcı konusunda şöyle der: "(610 yılında) Allah'ın Resulü, (40 yaşındayken) Hirâ mağarasında bulunduğu bir sırada vahiy geldi. Şöyle ki; O'na melek gelip, "Oku!" 52 dedi. O da, "Ben okumak bilmem" cevabını verdi. Resulullah (s. a.v.) buyurdu ki; "O zaman melek beni alıp takatim kesilinceye kadar sıktı. Sonra bıraktı ve: "Oku".dedi. Ben de yine: "Ben okumak bilmem" dedim. O, beni yine takatim kesilinceye kadar sıktı ve sonra yine "Oku" dedi. Ben de yine: "Ben okumak bilmem" dedim ve beni tekrar alıp üçüncü defa sıktı. Ve beni bıraktıktan sonra: "Yaratan Rabbinin adıyla oku! O insanı pıhtılaşmış kandart yarattı. Oku ki, senin Rabbin kalemle yazı yazmayı öğreten, insana bilmediğini öğreten, bol kerem ve ihsan sahibidir." (Alak Suresi, 1-5) dedi. Böylece Cebrail (Cibril) as, Rabbimiz'in vahyini (Alak suresinin ilk beş ayeti) Peygamberimiz'e bildirmiş ve kaybolmuştu. Bu ilk âyetleri alan Allah'ın Resulü, yüreği titreyerek, korku ve ürperti ile sarp vadileri aşarak Mekke'ye eşi Hatice'nin yanına geldi ve: "Beni örtün" dedi. Hatice Validemiz korkusu geçinceye kadar onu örttü. Burhan Rasulullari (as), ürpertisi geçince başından geçenleri eşine anlatarak: "O an kendimden korktum." demişti. Bunun üzerine o asil hanım, Hatice Validemiz: "Hayır. müjdeler olsun! Allah'a yemin ederim ki. Rabbin seni hiçbir zaman utandırmaz, hüsrana uğratmaz. Çünkü, sen akrabanı gözetirsin, zayıflara vardım eder, fakire verir, misafiri ağırlar. Hak yolunda halka vardım edersin, hakkı korumaya çalışanların yanında olursun" diyerek, onu teselli etti. Bu olgun, zeki ve asil kadın Hatice Validemiz, sık sık ziyaret ettiği amca oğlu Varaka bin Nevfel'den hak din, peygamberlik, peygamberler ve melekler hakkında bilgiler edinmişti. Rasulullah'ın ahlakını, dürüstlüğünü, her şeyini bilen Hatice Validemiz, Rabbi'nin onu koruyacağına derinden inanıyordu. Bundan sonra Hz. Hatice Validemiz, ResûluHah'ı alıp, amcazadesi Varaka bin Nevfel'e götürdü. Varaka bin Nevfel, câhiliyye çağının kirlerine hiç bulaşmamış, şirkten-putlardan nefret eden, tevhid inancına sahip yeryüzünde az kalan insanlardan biriydi. Efendimiz (sav) başından geçenleri Varaka'ya anlattı. Bunun üzerine Varaka heyecanlanarak dedi ki; "Vallahi sen bu ümmetin peygamberisin. Sana gelen Musa'ya gelen Nâmûs-u Ekber (Cebrail)'dir. Kavmin seni inkar edecek, yurdundan çıkaracak ve sana karşı savaşacaktır." dedi. Kureyşin kendisine verdiği değeri bilen, "sadık (doğru) ve emin (güvenilir)" kişi olarak lakaplandırılan Allah'ın Resulü onun bu cümleleri karşısında şaşırarak; "Kendi milletim beni yurdumdan çıkaracaklar mı?" diye sordu. O da; "Evet, senin gibi bir şey getirmiş, yâni vahiy tebliğ etmiş hiçbir kimse yoktur ki, düşmanlığa uğramasın, başına bu çeşit sıkıntılar gelmesin. Şayet o günlere ulaşırsam en büyük yardımı benden göreceksin" diye cevab verdi. Çok geçmeden Varaka vefat etti. O sırada bir müddet için vahiy kesilmişti. Bir süre sonra tekrar vahiy gelen Resulullah (s.a.v.), bu konuda şöyle buyurur: "Ben bir gün yürürken birdenbire gökyüzü tarafından bir ses Burhan işittim. Başımı kaldırdım. Bir de baktım ki Hirâ'da bana gelen Melek (Cebrail a.s.) sema ile arz arasında bir kürsi üzerinde oturmuş. Pek ziyade korktum. Evime dönüp "beni örtün, beni örtün", dedim. Bunun üzerine Allahü Teâlâ Hazretleri: Ey örtüye bürünen Resulüm, kalk da (insanları uyar. Sadece Rabbi'ni büvük tanı. Elbiseni temiz tut, kötü şevleri terke devam et" (Müddessir 1-5) âyet-i kerîmelerini indirdi. Artık vahyin ardı arkası kesilmedi..." (Buhari) Bunlar Yaratıcı'dan emirdi ve tebliğ başlamıştı... Kendisine ilk önce vefalı ve asil eşi Hz. Hatice Annemiz iman etti. Efendimiz'in yanında her şeyiyle yer aldı, en yakın destekçisi oldu, yükünü hafifletti, derdine ortak oldu. Hz. Hatice Validemiz, Müslüman Hanımefendilere çok güzel bir örnek ve ışık olarak yerini aldı. Yanı sıra çocuklardan Hz. Ali (ra), Rasulullah'ın azadlısı Zeyd b. Harise (ra), sadık dostu zengin ve cömert insan Hz. Ebubekir (râ) iman ettiler. İman kervanı yeni katılanlarla yürümeye devam etti ve devam ediyor. Hıra (Nur) Dağında başlayan bu nur, asırlar boyu sayısız fedakar müminlerin verdiği hizmetlerle cihanı kapladı. Rabbimiz bizi bu nurdan, İslam'dan ve İslam için çalışmaktan ayırma. (Amin) EBEDİ SAADETİ; GEÇİCİ ZEVKLERE TERCİH (Mus’ab bin Ümeyr radıyallahu anh) Rabbimizin rızası için Sevgili Peygamberimiz'i (sav) düşmana karşı müdafaa ederken sağ kolu ani bir kılıç darbesi ile kesilince İslam sancağını sol koluna alan sol kolu Kesilince kesik kolları ile onu bağrına basan ve şehid olunca üzerindeki entari yetmediğinden ayak tarafı ancak otlarla örtülmek suretiyle toprağa verilen o büyük Sahabi'ye gökteki yıldızlar, Göllerdeki kumlar adedince selam olsun. Kıvrım kıvrım siyah saçlar, cezp edici-güzel yüzü, uzun boyu, ayakkabıdan elbiseye kadar tril tril kıyafeti ile Mekke'nin en zarifi, en narini, en kibarı ve en güzeli: Mus'ab bin Umeyr (ra). Mus'ab bin Umeyr, çok zengin bir ailenin çocuğu; mükemmel bir tahsil görmüş. Kıvrak bir zeka ve üstün fesahat ve belagata (dil, konuşma ve mantığa) sahip. 53 Bu yüzden de annesi başta olmak üzere bütün aile üstüne titriyor... Fakat O, içinde bulunduğu halden memnun değil. Şu putların tanrı olması ne demek? Nihayeti ağaç, taş, cansız cisim. Aklı almıyor böyle bir şeyi, içinde bir boşluk var. Sebebini bilmediği bir sıkıntı, cevabını bulamadığı sualle, iç dünyasını zorlayıp duruyor... Allah, şu cansız heykeller olmamalı... Allah, elbette madde ve cisim değil. Ve bu sebeple Mekke cahiliye toplumunun bu entellektüel ve yakışıklı genci, aileden gelen şu batıl dine; daha gerçek ifadesi ile; din zannettikleri düzmeceye-uydurulan şeye içten içe isyanda haklıdır. Mus'ab, yaşadığı coğrafyanın din diye sarıldığını kabullenemiyor. Bu nasıl din ki tutar tarafı yok? Seçkin genç, bu fikirle çalkalanırken beklemediği bir zamanda ruhunun penceresinden bir nur huzmesi akmaya başlıyor. İslamiyet'i işitiyor. Muhammed-ül Emin (sav), yeni bir dinden bahsediyormuş; kendisi de o dinin peygamberiymiş... Sağdan soldan O'nun büyük çağrısı kulağına geliyor. Allahu ekber, Allah en büyüktür... Ne güzel sözler... Bunlar, insan aklının eseri olamaz! Mus'ab, bu sözlerdeki derinlikle çarpılıyor sanki. Ve İslami davet, O'nu da Dar'ul Erkam'a çe54 kiyor. Mus'ab, burada Allah'ın Resulü'nü dinliyor. Yeni dini ve tevhidi öğreniyor ve müslüman oluyor. Kuş gibi hafif. Bütün iç huzursuzluk ve sıkıntılar silinmiş gitmiş. Şimdi Mus'ab radıyallahü anh, bir kat daha... hayır bir kat değil; bin kat daha güzeldir, bin kat daha kibardır, bin kat daha zarifdir. Sadece dışı değil içi de süslenmiştir. Çünkü Mus'ab fıtratında bulunan İslam hakikatiyle buluşmuştur. Darül Erkam'a gizli ziyaretleri devam ediyor... Kelime-i şehadeti söyledikten, tevhid bilincini kuşandıktan sonra kulluğumuzun ifadesi namaz. İmandan sonra en büyük hakikat namaz. Mü'minin ömrünün sonuna kadar şerefle ifa ettiği; ifa etmeye mecbur olduğu büyük yükümlülük. Müslümanı namazsız düşünmek ne kadar zor. Ve diğer ibadetler... - "Mus'ab (ra), Hz. Muhammed'in dinine girmiş; namaz kılarken gözümle gördüm; haberiniz olsun!" İhbar, Mus'ab'ın evinde bir bomba gibi infilak etti. Hazret-i Mus'ab'ı bularak aile divanını kurdular. Ve derin bir sorgulama başladı. "Sen nasıl olurda atalarının dinini, putlarımızı bırakırsın?" Nasihatleri, tehditleri hep boş... Belli ki hiç bir tedbir O'nu, yüzünü döndüğü yönden, Hak'tan çeviremeyecek. Tek yol geriye kalıyor; Şiddet, zulüm ve baskı. Burhan Anne-babasının emri ile hapsettiler. Burada günlerce aç susuz bırakıldıktan sonra bir gün en kızgın saatlerde, güneşin altına çıkarılarak dayak ve eziyet başladı. Oğulları ile haklı olarak iftihar eden ve üzerine titreyen anne-babası şimdi O'na bîr tercih hürriyetini çok görüyor ve insafsızca işkenceler yapıyordu. - "Islamiyetten dön! ..." Mus'ab, bu ve benzeri sözlere kainatın değişmez mutlak hakikati kelime-i şehadet ile cevap veriyor... Eşhedü en la ilahe illallah ve eşhedü enne muhammeden abdühu ve Resuluhü. Yeniden zindan; tekrar işkence, bir daha zindan ve netice alınamayınca hep zindan... Büyük mazlum Mus'ab (ra), bir gün serbest bırakıldı. Nereye gitse? Onların yanına mı; yani ailesine? Aile mi kaldı? Anne annelikten çıktı, baba babalıktan... Şimdi en yakınları ile arasında kapanmaz uçurumlar var. Yollar ayrıldı. Maksatlar farklı. Fikirler, duygular, heyecanlar uyuşmuyor... Mus'ab radıyallahü anh; ailesinin gözbebeği Mus'ab; tril tril kıyafeti, aşılmaz kibarlığı ile bütün hayranlıkları etrafına bir hale gibi çekmiş olan Mus'ab, bu şehre yabancılaşmıştır artık. Artık, bu insanlarla, zalim ve müşrik insanlarla ortak tarafı yok. Mus'ab, bir ve tek olan Allah'a inanıyor ve O'na sığınıyor. Allah var gam-keder yok. O, Muhammed (as)'ı çok seviyor ve O'nu dinliyor, itaat ediyor... Bu hakikatin ta kemiğe kadar, iliğe kadar işlediği iman... Ve bir gün Müminler, Efendimiz'in (sav) emirleri ile birazcık nefes alabilmek için Habeşistan'a hicret ediyorlar. İşkencelerden yakayı kurtarmak başka türlü mümkün değil. Mus'ab radıyallahü anh da aralarında... Bu öncü sahabi, Habeş diyarında bir zaman kalıyorsa da Peygamber aleyhisselam'ın aşkına daha fazla dayanamayarak, yeniden Mekke yollarına düşüyor... O, Mekke'den içeri girdiği sırada Kainatın Efendisi aleyhisselatü vesselam, Hazret-i Ali Kerremallahü veçhe ile bir kenarda oturmuş sohbet ediyorlar... Uzaktan bir gelen var. Gelen, yaklaBurhan şınca Resuller şahının gözleri yaşla doldu. Zira dünün o en pahalı ve en güzel giyinen gencinin üzerinde eski püskü ve yamalı bir entariden başka bir şey yoktur. Hey gidi hey!... Şıklık ve zarafetinden yürüdüğü sokaklarda insanların pencerelere dökülüp ardınca baktığı Mus'ab bin Umeyr! Bu ne iman, bu ne kahramanca fedakarlıktı böyle?., İşte Sevgili Peygamberimiz nemli gözlerle, bunu ifade buyuruyorlar: "Kalbini Allah’u teala'nın nurlandırdığı şu kimseye bakın... Allah ve Resulü'nün sevgi ve muhabbeti onu bu hale getirmiştir. Allah ve Rasulullah muhabbetinin ne demek olduğunu öğrenmek isteyen Mus'ab'a baksın." Evet Arkadaşlar; Rasulullah (sav), daha sonra Mus'ab'ı (ra) Medine'ye, Kur’an-ı Kerim’i öğretmesi, İslami bilgiler vermesi ve onları eğitmesi sonuç itibariyle Medine'yi hicrete hazırlaması için gönderdi. Mus'ab (ra), Medine'de canla başla çalıştı ve islam'ın kutlu mesajının duyulmadığı ev kalmadı. Mus'ab (r.a), İslam'ın başka beldeye gönderilen ilk davetçisi, Medineliler'in hocası ve İslam'ı en güzel şekilde yaşayarak gönüllere aktaran örnek bir insan oldu. Bedir Gazvesi'nde ve Uhud'da İslam sancağı Mus'ab'ın (ra) elindeydi. Şehid düşene kadar... Mus'ab, toprağa verilirken üzerindeki elbise, kefen olarak vücudunu örtmeye yetmemiş, elbisesi ile baş tarafı kapatılmış, ayakları "izhir" otları ile örtülmüştü. Evet, Mus'ab (ra); genç yaşında, bütün dünyalık şeylere sahip olmasına rağmen Allah ve Rasulü'nü her şeyden çok sevmenin ve İslam için seferber olmanın, İslam için fedakarlığın adıdır. Allahım, bizleri de Mus'ab (ra) gibi Allah ve Rasulü'nü çok seven ve itaat eden kullarından eyle. Rabbimiz, bizlere güçlü ve samimi bir iman, ibadet bilinci, güzel ahlak, edep, şuur, aşk ve heyecan ver. (Amin) 55 Yirmisekiz Furkan TOK Haccın Hikmeti ve Önemi II “Hani biz İbrahim’e, Kâbe’nin yerini, “Bana hiçbir şeyi ortak koşma; evimi, tavaf edenler, namaz kılanlar, rükû ve secde edenler için temizle” diye belirlemiştik.” (Hac:26) ki hac iradeye bağlı iken ölüm ise insanın iradesine bağlı değildir. İşte bunun içindir ki, hacca gidenler tüm tanıdıkları insanlarla helalleşirler. “İnsanlar arasında haccı ilan et ki, gerek yaya olarak, gerek uzak yollardan gelen yorgun develer üzerinde sana gelsinler” (Hac: 27) Hac esnasında sarf edilen gayretlerin karşılığı, bedeni bir rahatsızlığın giderilmesinden ebedi hayatın kazanılmasına kadar pek çok faydaları ümit edilir. HAC KABE Hac: Hayatımızı Resulüllah’ın hayatına kodlamaktır. Onun hayat programını hayatımıza proglamaktır. Hac: Hayatın ve ahiretin bir tatbikatıdır. Hac: Müslümanların yıllık genel kogresidir. Hac: Ruhun sılasıdır ve asıl sılayı rahimdir. Kabe: Kabe Allah’ın evidir. Kalp Kabedir, kan tavaftır. Kabe: Sonsuzluğun sembolü, yörüngenin merkezi, çekim alanı ve hayatımızın merkezidir. Kabe: Allah’u teâlâ, İbrahim (a.s), Muhammed (s.a.v) ve insanların buluşacağı evdir, o ev ki, dünya yörüngesinin merkezidir. Hacca gitmek; Allah’a söz vermektir, yoksa Allah’tan söz almak değildir. Gazali’nin ifadesiyle hac, kişinin dininin kemale ermesi ve teslimiyetin tamamlanmasıdır. (İhya:1.314). Bil hassa tasavvufta hacca hazırlık safhası, bir yönüyle ölüme hazırlanmaya benzetilir, şu farkla 56 O kutsal mekan, insan tarafından seçilmiş değil, insan tarafından keşfedilmiştir. İHRAM İhram: Hacının ünüformasıdır. İhram varlığa hürmettir, saygıdır. Hududa riayettir. Yani ihramlı Burhan iken hiç bir cana kıyamazsınız, hiç bir canı incitemezsiniz, hatta yeşil yaprak dahi koparamazsınız, dilinizle kimseyi incitemezsiniz. Çünkü ihramlı olmak varlığa karşı saygıdır, hürmettir ve hududa riayettir. İhram: Teslim oluş, Saflık - sadelik - mütevaziliktir. Çünkü ben haremim diyorsunuz. ARAFAT Arafat: Buluşma, tanışma ve marifet yeridir. Atan’ın cennetten dünya sürgününe gönderildiğini hatırlamandır, kendi aczini bilmen, kendini tanımandır. Arafat: Adem’in toprakla buluşması, özüne kavuşmasıdır. Ölmeden önce ölmektir ve mahşerin bir provasıdır. da yedidir. Bakın, Do, Re, Mi, Fa Sol, La, Si. Sesleri gibi. Safa ve Merve arasındaki sa’y’ın sayısı da yedidir. Haftanın günleri de yedidir. Nefislerin sayısı da yedidir. İkinci ve üçüncü günlerde her üç cemarata da yedişer taş atılır, toplamı 21 taş eder, yani 21 pare top atılır. 21 pare top atışı, zafer bayramı kutlamasını simgeliyor. İşte bunun için Milli bayramlarımızı kutlarken de 21 pare top atışları yapılır. Bu üç günde cemarata atılan taşların sayısı 70 eder. Yetmiş sayısı da sonsuzluğu ifade eder. Şeytanı taşlamadan kurban kesmek olmaz. Yani şeytanı taşlayıp onu aradan çıkarmadan kurban kurbiyyetini yapamazsınız. Çünkü cemarat cihattır, şeytanla mücadeledir. Bütün benliğinle haram olan, yasak olan, günah olan ve bizi onları yapmaya sevk eden nefis ve şeytanla cihattır. MÜZDELİFE Müzdelife: Şuura ermek ve bu şuurla o mekanda taş toplayıp adeta silahlanarak şeytanla savaşmak için minaya sefere çıkmaktır. Bilgi kılıcını kuşanma yeridir, aşk için dönüşü olmayan cihat yürüyüşünün başlangıcıdır. Burada silahlar kuşanılıp hedef belirlenmiş, İbrahim (a.s) ordusunun başına geçmiştir. Artık ileri emri verilmiş ve şeytan’ın karargahı olan minaya doğru yola çıkılmıştır. Yolda o mahşeri kalabalığın içinde giderken adeta kendini yalnız hisseder. Çünkü orada herkes kendi derdine düşmüştür. Bununla beraber damla da olsan deniz olursun. Habbe iken kubbe olursun, zerre iken kürre olursun. Çünkü göle düşen göl olur, çöle düşen çöl olur. MİNA Mina: Şeytan’ın taşlandığı ve kurbanların kesildiği yerdir. Önce ebedi düşmanımız olan şeytanı taşlarız. Arkasından da kurbanlarımızı keseriz. Cemarata taş atarken de adeta hem kendi nefsimize taş atarız, hem de bir başkasının yerine, mesela falan oğlumun şeytanını da taşlıyorum diyerek de atabiliriz. Cemarat: Mücahededir, her şeyle cihattır. Kadınların cihadı hacdır. Dolayısıyla hac cihattır da diyebiliriz. Yüce Allah (c.c) Şöyle buyuruyor; İnsanlar arasında haccı ilan et ki, gerek yaya olarak, gerekse nice uzak yoldan gelen yorgun argın develer üzerinde, kendilerine ait bir takım yararları yakinen görmeleri, Allah’ın kendilerine rızık olarak verdiği kurbanlık hayvanlar üzerine belli günlerde Allah’ın ismini anmaları(kurban kesmeleri için) sana (Kabe’ye) gelsinler. Artık ondan hem kendiniz yiyin, hem de yoksula, fakire yedirin. (Hac 27-28) Sonra kirlerini gidersinler; adaklarını yerine getirsinler ve o Eski ev’i Beyt-i Atik’i (Kâbe’yi) tavaf etsinler. (Hac: 29) CEMARAT KURBAN Cemarat: Şeytan taşlamadır. İlk gün büyük şeytana yedi taş atılır. Yedi sayısı sonsuzluğu ifade eder. Bakın tavafın şaftlarının sayısı da yedidir. Gökteki semanın sayısı da yedidir. Seslerin sayısı Burhan Kurban aslen hacla ilgili bir ibadettir. Çünkü İbrahim (a.s) mina da şeytanı taşlayıp, orada kurbanını kesti. İbrahim (a.s)’ın ordusu bütün tağut57 ları, putları ve şeytanları bozguna uğratarak minayı fethedip zaferi kazandılar. Bu zaferle, kulun Allah’a yaklaşmasına mani olan şeytanı aradan çıkartıp, nefsini elinin tersi ile itip kovulmuş şeytan’ın üzerine kurşunları (taşları) atarak şeytanı ve karargahını yerle bir edip, nefsine ve şeytana köle olmadığını, özgür olduğunu isbatlıyarak, Ya Rabbi; Artık canımı, malımı sana kurban edebilirim diyerek, kurbanını keserek Allah’a olan sadagatını gösterir. Hacca gidemeyenler ise şöyle derler. Ya Rabbi; biz gidemedik bari kurban keselim de kurbanlarımızı, hac da kesilen kurbanlara kat ve bizim kurbanlarımızı da kabul eyle. İşte asıl bu sebepten dolayı kurban bayramında insanlar memleketlerinde kurban keserler. Bu ise adeta, hacca gidemeyenlere haccın gelmesidir. İşte kurban kesmekte budur. Hacılar, bayram namazını kılmak ve adeta Allah (c.c) ile bayramlaşmak için kabe’ye yönelirler. TAVAF Tavaf: Ubudiyettir. Dünya gezegeni de, hacılar gibi güneş Kabesini tavaf ediyor. Tavaf: Ezel’den ebede akıp giden zamanın sembolüdür. Bitkilerde sırığı tavaf misali sararlar. Her şey hareket halinde ve her şer bir şeylerin etrafında dönmektedir. Tavaf: imanın altına, bedenle atılmış bir imzadır. Kabe’ye tapınma korkusu olmaması için, hacılar kabeyi görünce Lebbeyk’i söylemez tekbir getirirler. SA’Y Sa’y: Hicret, muhaceret ve gayrettir. Milyarlarca kadını ve erkeği, bakın o köle cariye dedikleri kadın (hacer validemiz) hacıları nasıl ardına takıyor ve kendisi koştuğu gibi ardından koşturuyor. 58 Sa’y: İhtiyaçların için tabiatın kalbinde araştırma yapmak ve taştan su çıkarma girişimidir. Çünkü Yahudiler Hz. İsmail’e bir köle kadından doğdu dediler. İshak ise hür bir kadından (sara dan) doğdu dediler. Dolayısıyla da hür olan, köle olandan daha üstündür diyerek, Hz. İshak’ı Hz. İsmail’den üstün, gördüler. Hz. İshak’ın soyundan gelen peygamberleri de Hz. İsmail den ve onun soyundan gelen Hz. Muhammed (s.a.v) den üstün kabul ettiler. Bu nedenle de Yahudi ırkını Hz. Muhammed (s.a.v) in ümmetinden üstün gördüler. Tabi bu görüş hem çok yanlış hem de batıldır. Hac Sadece hacca gidenlerin haccımıdır? Öylesi var ki, Hacca gidemedi ama orası için yüreğinin başı yandı. Öylesi de var ki; Hacca gidiyor ama sanki sıradan bir turist misali, normal sıradan bir geziye gider gibi gidiyor, maksadına uygun yapamadığı için haccını daha yaparken kafadan kaybeder. Diğer yandan bedenen ve zahiren gidemedi ama gönlüyle ruhuyla bütün maneviyatıyla oraya gitti. O zaman şöyle diyebiliriz; Oraya gidip de hacı olamayan hacılar, ruhen gidip bedenen gitmeden hacı olan hacılar vardır. Öyle insan vardır ki; Kabe’ye gider, ama Kabe ondan kaçar. Öyleleri de vardır ki; Kabe onun ziyaretine gider. Netice de Mebrur hac lazım. Mebrur hac ise sembollerin fark edildiği hacdır. Eğer mebrur hac olursa İşte o zaman bu, annesinin karnına dönmek ve günahsız evine dönmek demektir. Hadisi şerifte: Kim eliyle ve diliyle Müslümanlara eziyet vermeyerek bir hac yaparsa annesinden yeni doğmuş çocuk gibi günahsız olur. (Buhari Hac:4Muhsr:9,l0,Müslim Hac.) Peygamberimiz bir defa hac yapmıştır ama mebrur bir hac yapmıştır. Hac; zipli yani sıkıştırılmış program gibidir. Hacda bizim bildiğimiz ve bilmediğimiz nice sırlar, hikmetler vardır. Netice de Hac şu demektir; Ya Rabbi ben senden razıyım, sende benden razı ol demektir. İşte bütün bunlar razı olunmuş bir hayatın kodlarıdır. Allah (c.c) bütün ömrümüzü hac kılsın. Hitamuhu misk olsun. Amin. Burhan Hafi kılınan namazlarda huşu ve huzurun korunması için 6 husus tefekkür edilir: 1. İhlas; “Allah (c.c.)’ı görüyormuşçasına O’nun huzurunda olduğunu bilmek” 2. Tefekkür; “Allah (c.c.)’ın kuvvet ve kudretinin eserlerini, Allah (c.c.)’ın sıfatlarını, isimlerini manasıyla düşünmek” 3. Rüyet-i taksir; “Akil baliğ oluşundan içinde bulunduğu ana kadar işlediğin büyük günahlarını düşün.” 4. Havf; “Allahû Teala’nın azabından emin olmayıp, devamlı bir korku üzere olmak” 5. Reca; “Allahû Teala’dan hiçbir zaman ümit kesmemek” 6. Mücadele; “Yukarıda sayılan beş şeyin dikkatini, huşunu, huzurunu temin etmeye yetmiyorsa öyle bil ki, ölümlü bir fanisin ve bir gün öleceksin, tek başına kabre gireceksin, yanın yere ağzında yara gelecek. Amelin kabul şartı dörttür: ilim, niyet, ihlâs, sabır Kadın-erkek ilmihalini bilmek her mükellefe farz-ı ayındır. Cehalet en büyük düşmandır. At fışkısı bile gübre olur, yakacak olur. Cehalet ise hiçbir işe yaramaz. Düşman dörttür: nefis, şeytan, dünya, heva Şeytan insanın kan damarlarında dolaşır, kalbi ağzına alır. Kalp zikredince meyusen geri çekilir. Mürid mürşidini kontrol etmeli. İki kez uyarısından sonra onu terk etmeli. Bunun için ilim farz… İstikametten büyük keramet yoktur. Nefis keramet ister, Mevla ise istikamet. Bir kişinin havada uçtuğunu, denizde yürüdüğünü görseniz, hal ve hareketine bakınız. Sünnete uygun değilse, havada kuşlar uçar, denizde balıklar yüzer. İtibar etmeyiniz. Allah için Salihleri sevmek, Allah için fasıklara buğzetmek farzdır. Allah bizi Salihlere refik eyleye. Hacı Şaban Efendi Hz. (K.S.) Yirmisekiz Tıp Dr. Gül ADA Gam ve Keder Meydana gelen bir olay veya elden kaçırılan bir fırsat nedeniyle aşırı üzüntü duymaya “gam, kaygı, tasa”, gelecek zamanda olabilecek kötü bir hadise ya da doğacak bir fırsatın elden kaçırılması endişesi nedeniyle duyulan sıkıntıya da “keder” denir. Kaygı ve keder, hastalıkların en önemli sebeplerindendir. Kederli insan çevresinden kopar, içine kapanır, yeme düzeni bozulur ve sonunda vücudun direnci azaldığından bir çok bedensel hastalığı ile baş edemez hale gelir. Peygamber Efendimiz üzüntü ve kederden Allah’a sığınırdı. Hz. Ali, “Her kimin üzüntü ve kederi çok olursa bedeni hasta olur, her kimin de ahlakı kötü olursa kendine eziyet vermiş olur, her kim de münakaşa ederse saygınlığı gider, saygınlığı azalır.”, “Üzüntü ve keder, uykuya engel olur, Rabbimin yarattığı şeylerin en tesirlisi üzüntü ve kederdir.” buyurmuştur. Korkularımız, dostlarımızdan uzak olmamız, hoşlanmadığımız ortamlarda sürekli bulunmak zorunda kalmamız, borçlu olmak, hastalıklar, yanlış toplumsal baskılar, baş edilemeyen sosyal problemler, yoksulluk, güvensizlik hissi, gam ve keder 60 duymamıza sebep olan başlıca nedenlerden bazılarıdır. Herhangi bir hadise, olgu veya nesneden korkan kişi, korku duyduğu şeyden emin oluncaya kadar huzurlu olamaz. Gerçek dostumuzun olmaması veya dostlarımızdan uzak oluşumuz, kaygı ve kederimizi arttıran bir faktördür. Hz. Ömer, “Hz. Ebu Bekir’in ölüm sebebi, Peygamber Aleyhisselamın ölümünden duyduğu üzüntü ve kederdir. Bu üzüntüden dolayı ölünceye kadar vücudu zayıflamaya devam etmiştir.” demiştir. Hz. Davud Aleyhisselam da,“Sağlık gizli bir hazinedir, bir saatlik üzüntü ve keder, kişiyi bir yıl ihtiyarlatır, dostlardan ayrı kalmak ise vücudu hasta eder.” buyurmuştur. İnsanların sevmediği ya da hoşlanmadığı kişilerle aynı ortamı paylaşmak zorunda kalması, başlı başına bir stres sebebidir. Borçlanmak, borçlarını söz verdiği tarihte ödeyememek ya da ödeyememe endişesi taşımak, insanları intiharlara kadar sürükleyebilen kaygı nedenidir. Peygamber Efendimiz, “Borçtan sakınınız!... Çünkü borç geceleri üzüntü ve keder verir, gündüzleri ise utanma ve zillettir.” buyurmuştur. Burhan Mutlu ve neşeli insanların gözlerinde canlılık, tenlerinde parlaklık olduğu gibi, kederli insanın da, cildinde solukluk ve gözlerinde donuk bir bakış mevcuttur. Tasalı kişide, genellikle, gündelik işleri yapmakta isteksizlik, amaçsız olarak dönüp durmak, uykusuzluk, iştahsızlık ve bunlara bağlı olarak ta sürekli bir yorgunluk hali gözlenmektedir. Bütün bu duygu durum değişiklikleri, hastalıklara sebep olabilmektedir. Hz. Yakup Aleyhisselamın, oğlu Yusuf’a olan hasretinden ve onun akıbetinden duyduğu endişe ve üzüntüden dolayı, gözleri görmez olmuştur. Üzüntü ve kederin, kişiyi ihtiyarlatan sebeplerden biri olduğu da söylenebilir. Üzüntü ve kederin en güçlü ilacı, dua etmek ve Allah’a sığınmaktır. Peygamber Efendimiz, “Allah’ım üzüntü ve kederden, acizlik ve tembellikten, cimrilik ve korkaklıktan, borçluluktan, borçluluğun vereceği sıkıntıdan ve düşmanların kaba kuvvet kullanıp üstün gelmesinden sana sığınırım” buyurmuştur. Enes İbni Malik (R.A.) “Peygamber Aleyhisselam, herhangi bir şeyden üzüntülü ve sıkıntılı olduğu zaman, ya Hayyu ya Kayyumu, rahmetinle senden yardım diliyorum diyerek dua ederdi.” demiştir. Hz. Ali, “Her kime bir nimet verilirse, Allah’a hamdü sena eylesin!...., her kimin rızkı azalırsa Allah’a istiğfar ve duada bulunsun!....her kime de üzüntü ve keder isabet ederse LA HAVLE VELA KUVVETE İLLA BİLLAH desin” buyurmuştur. Havadar ve tenha yerlere gidip dinlenmek, seyahat etmek, kederini unutturacak ve kendisini oyalayacak bir işle meşgul olmak, el sanatlarıyla uğraşıp ortaya bir eser çıkartmak, sevdiği insanlarla konuşup dertleşmek, gam ve kederi uzaklaştırabilecek bazı yöntemlerdir. Bütün bunların denenmesine rağmen düzelmeyen uzamış gam ve keder hali, uzman psikiyatristler tarafından değerlendirilmelidir. Onların önereceği ilaç veya terapi yöntemleriyle tedavi olunmalıdır. Yazımızı Peygamber Efendimizin “Ey Rabbim!...üzüntü ve kederin çokluğundan dolayı sağlığımın bozulmasından sana sığınırım.” şeklindeki duası ile sonlandıralım. Afiyette kalınız. Burhan 61 Yirmisekiz ahteslimiyet@gmail.com Nizamettin SÜRMELİ Aşure Günü ve Hicrî Yılbaşı 10 Ocak 2008 Perşembe günü Muharrem ayının biri ve hicri yılbaşıdır. 19 ocak cumartesi günü ise 10 muharrem ve aşure günüdür. Bu mübarek günlerin tüm okurlarımıza hayırlar getirmesini Mevlâ teâlâ’dan dilerim. 10 Ocak 2008 Perşembe günü Muharrem ayının biri ve hicri yılbaşıdır. 19 ocak cumartesi günü ise 10 muharrem ve aşure günüdür. Muharrem ayı haram aylardandır. Hazret-i Âdem Aleyhisselâm zamanından beri müstesna bir gün olarak tanınan Muharrem’in onuncu gününe Aşure günü deniyor. Arapça “aşr” veya “âşir” kelimelerinden türetilmiş olan “aşure”, onuncu gün demektir. Aşure gününe izafe edilen bir hayli tarih vardır. Özetlersek; Allah Teâlâ’nın Arşı, melekleri, gökleri, yeri ve Hz. Âdem Aleyhisselâm’ı bu gün yarattığı; Hazret-i Âdem Aleyhisselâm’ın tövbesinin bu gün kabul edildiği; Hazret-i Nuh Aleyhisselâm’ın gemisinin Cûdî dağına bu gün oturduğu; Hazret-i Yûnus Aleyhisselâm’ın balığın karnından bu gün çıkarıldığı; Hazret-i İbrâhim, Hazret-i Mûsâ ve Hazret-i Îsa Aleyhimüsselâm’ın bu gün doğdukları; Hazret-i İbrâhim Aleyhisselâm’ın Nemrut’un ateşinden bu gün kurtulduğu; Hazret-i Yakup Aleyhisselâm’ın oğlu Yûsuf Aleyhisselâm’a bu gün kavuştuğu; Hazret-i Eyüp Aleyhisselâm’ın hastalıktan bu gün şifâ bulduğu; Hazret-i Mûsâ Aleyhisselâm’ın kavminin Firavunun zulmünden bu gün kurtulduğu ve Firavunun bu gün denizde boğulduğu; Hazret-i 62 Dâvud Aleyhisselâm’ın tövbesinin bu gün kabul edildiği; Hazret-i Süleyman Aleyhisselâm’a bu gün mülk verildiği; Hazret-i Îsa Aleyhisselâm’ın bu gün gökyüzüne yükseltildiği rivâyetleri mevcuttur. Bu haberlerden bir kısmının Peygamber Efendimiz Aleyhissalâtü Vesselâm tarafından da doğrulandığı bilinmektedir. (Aşure günü Nuh aleyhisselamın gemisi, Cudi dağına indirildi. O gün Nuh ve yanındakiler, Allahü teâlâya şükür için oruçlu idiler. Hayvanlar da hiç bir şey yememişti. Allahü teâlâ denizi, beni İsrail için, aşure günü yardı. Yine Aşure günü Allahü teâlâ Adem aleyhisselamın ve Yunus aleyhisselamın kavminin tevbesini kabul etti. İbrahim aleyhisselam da o gün doğdu.) [Taberani] Öteden beri Kureyş de, Resulullah da Aşure günü oruç tutardı. Medine’ye gelince de yine o gün oruç tuttu ve tutulmasını emretti. (Buhari, Müslim, Tirmizi, Ebu Davud) Ancak Hicretin ikinci senesi Ramazan orucu farz kılınınca Muharremin onuncu günü orucunu bıraktı. Artık dileyen bu orucu tuttu; dileyen tutmadı. Burhan Medine’de aşure günü oruç tutan Peygamber efendimiz, Yahudilerin de oruç tuttuklarını gördü. (Niye oruç tutuyorsunuz?) diye sordu. Onlar da, (Allah’ın İsrail oğullarını düşmanından kurtardığı bir gündür, Musa bu günde oruç tuttuğu için) dediler. Resulullah efendimiz de, Müslümanların bugün oruç tutmalarının sebebini anlatmak için, (Ben Musa aleyhisselama sizden daha layıkım) buyurdu. (Buhari, Müslim, Ebu Davud) Ve efendimiz aleyhisselam şöyle buyurdu: (Aşure günü bir gün önce, bir gün sonra da tutarak Yahudilere muhalefet edin.) [İ.Ahmed] gece namazıdır.) [Müslim, İbni Mace, Ebu Davud, Tirmizi, Nesai] Abdullah b. Ömer (r.anhümâ)’nın bu konudaki rivayeti de şöyledir: “Aşûre câhiliyye devri insanlarının oruç tuttuğu bir gündü. Fakat Ramazan Orucu farz kılınınca Rasûlullah (s.a.v)’e Aşûre konusu sorulmuş, o da: “Aşûre Allah’ın günlerinden bir gündür, dileyen bu günde oruç tutsun, dileyen tutmasın.” buyurmuştur. (Müsned, c. II, s. 59, 143) heki) Selemetü’bnü’l-Ekva’ (r.anhâ) şöyle demiştir: “Peygamber (s.a.v.) Eslem kabîlesinden (Hind b. Esmâ isminde) bir kişiye, insanlar içinde şunu îlân et diye emretti: “Her kim yemek yediyse, günün geri kalanında yemekten kendini tutsun! Yememiş olan kimse ise oruç tutsun. Çünkü bu gün Aşûre günüdür.” (Buhârî, Savm 68) Ebû Katâde (r.a.)’den rivayete göre Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: “Aşûre gününün orucunun, kendinden önceki seneye keffâret olmasını Allah’tan kuvvetle ümîd ediyorum.” (Tirmîzî, Savm 47) İbn-i Abbas (r.anhümâ)’dan rivâyet edilmiştir. Dedi ki: “Rasûlullah (s.a.v.), Aşûre orucunun onuncu gün tutulmasını emretti!” (Tirmizî, Savm 49) Yine İbn-i Abbas (r.anhümâ)’dan rivâyet edilmiştir:“Muharremin dokuzuncu ve onuncu günleri oruç tutarak yahûdîlere muhâlefet edin!” (Tirmîzî, Savm 49) (Ayların efendisi Muharrem, günlerin efendisi Cuma’dır.) [Deylemi] (Ramazandan sonra en faziletli oruç, Allahü teâlânın ayı Muharrem ayında tutulan oruçtur. Farzlardan sonra en faziletli namaz, Burhan (Nafile oruç tutacaksan Muharrem ayında tut. Çünkü o, Allahü teâlânın ayıdır. O ayda bir gün vardır ki, O günde Allahü teâlâ geçmiş kavimlerden birinin tevbesini kabul etti. Yine o gün tevbe edenlerin günahlarını da affeder.) [Tirmizi] Hadis-i şerifte, (Aşure günü ismidle sürmelenen, göz ağrısı görmez) (Hâkim) (Aşure günü, aile efradının nafakasını geniş tutanın, bütün yıl nafakası geniş olur) (Bey- Hazret-i Nuh (as) zamanından beri bütün hak dinlerde makbul olan Muharremin onuncu gününde oruç tutmak, Yahudiler için farz kılınmıştı. Peygamber Efendimiz (asm) önceleri Muharremin onuncu gününde oruç tutmuşsa da, Ramazan orucu farz kılındıktan sonra bırakmış ve Yahudilere muhalefet olsun diye bu gün nafile oruç tutmak isteyenlere bir gün önceden bir gün sonraya kadar üç gün oruç tutmalarını tavsiye buyurmuştur. Netice olarak, Muharremin onuncu günü bir gün önce ve bir gün sonrası ile oruç tutmayı sünnet olarak zikredebiliriz. Bunun dışında Muharremin onuncu gününe mahsus olarak yapıla gelen yıkanmak, gözlere sürme çekmek, süslenmek, kına yakmak, bayramlaşmak, hububat ile karışık aşure pişirmek, sadaka vermek, mescitleri ziyaret etmek, kurban kesmek gibi davranışlar da mubah veya derecesine göre menduptur. Muharremin onuncu gününde “aşure” adıyla bilinen aşı pişirmek ve dağıtmak mubahtır, örfümüzce benimsenmiş güzel bir âdettir. Nafile ibadetlerin sevabına kavuşabilmek için, ehl-i sünnet itikadında olmak, haramlardan kaçıp günahlara tevbe etmek, farzları kusursuz yapmaya çalışmak, o ameli ibadet olarak yapmaya niyet etmek şarttır. BUGÜN YAPILABİLECEK İŞLER 1. Aşure günü oruç tutmak sünnettir. Mümkünse bir gün önce veya bir gün sonra tutmak en uygunudur. 2. Sıla-i rahim yapmalı. Yani akrabayı ziya63 ret edip, hediye ile veya çeşitli yardım ile gönüllerini almalı. Eş dost tebrik edilerek bu günün önemine dikkat çekilmeli. 3. İlim öğrenmeli! Ayrıca Kur’an-ı kerim okumalı, kazası olan kaza namazı kılmalı. 4. Sadaka vermek sünnettir, ibadettir. (Bugün aşure ibadet) diye aşure pişirmek günahtır. Aşurenin bugüne mahsus ibadet olmadığını bilerek, bugün aşure veya başka tatlı yapmak günah olmaz, sevap olur. Bu inceliği iyi anlamalı. 5. Çok selam vermeli. 6. Çoluk çocuğunu sevindirmeli! Hadis-i şerifte, (Aşure günü, aile efradının nafakasını geniş tutanın, bütün yıl nafakası geniş olur) buyuruldu. (Beyheki) 7. Gusletmeli. Bu günün ihyası ve bereketinden faydalanabilmek için tertemiz olunmalı. HİCRÎ YILBAŞI Peygamber efendimiz Muhammed aleyhisselam, miladi 571’de 20 Nisana rastlayan, Rebiulevvel ayının on ikinci Pazartesi sabahı, Mekke’de doğdu. 622’de Mekke’den Medine’ye hicret etti. 20 Eylül Pazartesi günü, Medine’nin Kuba köyüne 64 geldi. Bu tarih Müslümanların şemsî yılbaşı oldu. O yılın Muharrem ayının birinci günü de, Kamerî yılbaşı oldu. Muharrem ayının birinci gecesi Müslümanların kameri yılbaşı gecesidir. 10 Ocak 2008 Perşembe günü Muharrem ayının biri ve hicri yılbaşıdır. Bu yılbaşı günümüze sahip çıkmalı eş ve dostlarımızın yılbaşını tebrik ederek Müslümanların yılbaşının farklı olduğunu hatırda tutmalıyız. İslamiyet’ten önce Araplar, Muharremde harp etmek isteyince, o yıl Muharrem ayının ismini, sonraki aya korlar, sonraki ayın ismini, Muharrem ayına takarlardı. Böylece, haram ay, Muharremden bir sonraki ay olurdu. (Bir ayın haramlığını başka aya geciktirmek, ancak kâfirliği arttırır. Kâfirler, böylece sapıtıyorlar. Onlar, Allah’ın haram kıldığı ayların sayılarını denk getirmek için, haram ayı bir yıl helal edip, başka yıl onu yine haram ederler. Böylece, Allah’ın haram kıldığını helal kılmaya çalışırlar) mealindeki Tevbe suresinin 37. âyet-i kerimesi, ayların yerlerini değiştirmeyi yasak etti. Muharrem ayı, Zilkade, Zilhicce ve Receb Burhan ile beraber Kur'an-ı kerimde kıymet verilen dört aydan biridir. (Tevbe 36). HZ. HÜSEYİNİN ŞEHADETİ Hazret-i Hüseyin, Hazret-i Hüseyin (r.a.)Hicrî 10 Muharrem 61’de (1 Ekim 680) Kerbelâ’da şehîd edilmiştir. Seyyid Abdülkâdir Geylânî (k.s.) Hazretleri bu hâdiseyi şöyle değerlendirmektedir: “Hazret-i Hüseyin (r.a.)’in şehîd edilmesi, Allah Teâlâ’nın, Rasûlullah (s.a.v.)’in torununun derecesini yükseltmek, kerâmetini kat kat artırmak, şehîdlik sebebiyle şehidlerin önderi durumunda olanların derecesine ulaştırmak için, katında günlerin şerefli ve büyüğü olan Aşûre gününde olmuştur.” (Abdülkadir Geylânî, Gunyetü’tTâlibîn, s. 355) O yüce imamın şehid edilmesi, elbette bütün müslümanlar için büyük musibet ve üzüntüdür. Hazret-i Ömer, Hazret-i Osman, Hazret-i Ali ve Hazret-i Hamza’nın şehid edilmeleri de, böyle büyük musibet ve üzüntüdür. Fakat, Peygamber efendimiz, Hazret-i Hamza’nın şehid edildiği günün yıldönümlerinde matem [yas] tutmadı. Matem tutmayı da emretmedi. Matem yasak olmasaydı, herkesten önce Peygamber efendimizin ölümü için matem tutulurdu. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki: (Matem tutan, ölmeden tevbe etmezse, kıyamette şiddetli azap görür.) [Müslim] (İki şey vardır ki, insanı küfre sürükler. Birincisi, birinin soyuna sövmek, ikincisi, ölü için matem tutmaktır.) [Müslim] Burhan 65 Yirmisekiz zeynepgultek@mynet.com Zeynep GÜLOĞLU Evinin Sultanları Osmanlının son yüzyılında Sadece İstanbul'da kapanan tekkelerin sayısı: Eyüp'te 39, Fatih'te 153, Eminönü'nde 46, Sarıyer'de 8, Beykoz'da 16, Üsküdar'da 59, Kartal'da 4, Kadıköy'de 9, Beyoğlu'nda 26, toplam 573 tekke İstanbul'da yıkıldı. Kıymetini, bilmeyince Mevla'da elimizden aldı. DİN NEYE DENİR 2. MUHARREF (Bozulmuş) DİNLER Din, Allah-û Teâlâ tarafından konulmuş ilahî bir kanun olup, akıl sahiplerini kendi istekleri ile her iki cihanda huzura kavuşturan ilahî bir nizamdır. Yani din, insanların dünya ve ahiret saadeti için Mevlâ Teâlâ tarafından indirilen bir hayat nizamı olup, bütün yönle-riyle mükemmel ve kusursuzdur. Zîra sonsuz ilim sahibi olan Allah (Celle Celâlühü) tarafından gönderilmiştir. Hak din iken sonradan insanlar tarafından değiştirilen ve aslı bozulan dinlerdir. Hıristiyanlık ve Yahudilik gibi. DİNLER KAÇ KISMA AYRILIR İSLÂM DÎNİ Dinler üç kısma ayrılır: 1. HAK DİN Allah-û Teâlâ tarafından peygamberleri aracılığı ile insanlara bildirilen, hiçbir değişikliğe uğramadan ve bozulmadan günümüze kadar gelen dindir. Bu özellikleri taşıyan din sadece İslâm dînidir. “Muhakkak ki Allah katında din İslâm’dır.” (Âl-i İmran sûresi: Âyet: 19) 66 3. BATIL DİNLER Allah (Celle Celâlühü) tarafından gönderilmeyip, insanlar tara-fından uydurulan dinlerdir. Putperestlik, Mecusilik, Totemizm (Kızıl-derililerin dini) gibi. Dinler sıralamasında zikrettiğimiz hak din olup, Allah-û Teâlâ tarafından insanlara, rızasını kazanmaları, dünya ve ahirette huzuru elde etmeleri maksadıyla son peygamber Hz. Muhammed (sallallâhü âleyhi ve selem) aracılığı ile gönderilen son dindir. Hakîkatte İslâm dîni, ilk insan ve ilk peygamber Hz. Âdem (Aleyhisselam)’dan Hz. Muhammed (sallallâhü âleyhi ve selem)’e kadar olan bütün peygamberlerin dînidir. Âdem (Aleyhisselâm)’dan İsa (Aleyhisselâm)’a kadar bütün peygamberler, insanlara Allah (Celle Celâlühü)’nün birliği inancını Burhan tebliğ etmişler ve nasıl ibadet edileceğini öğretmişlerdir. An-cak iman esasları ve dinin hükümleri gün geç tikçe bozulmuş, aslını kaybetmiştir. Bunun üzerine Allah’û Teâlâ, Hz. Muhammed (Sallallâhü Aleyhi ve Sellem)’in vasıtası ile son olarak kemâle ermiş bir din olan İslâm’ı göndermiştir. İslâm dîninin gelmesiyle diğer dinler hükümsüz kalmış-tır. Bugün kâinâtın hak dîni İslâm’dır. Bu hususta Allah’û Teâlâ Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyurmuştur: “Kim İslâm’dan başka bir din ararsa, ondan asla kabul edilmeyecektir. O, ahirette de hüsrana uğrayanlardandır.” (Âl-i İmran sûresi: Âyet: 85.) AVRET NE DEMEKTİR? KADINLARIN BÜTÜN VÜCUDU AVRET MİDİR? Erkek ve kadında örtünmesi gereken yerlere avret denir. Hanefi ve Şafii mezhebine göre, Erkeğin erkeğe nispetle avreti; diz ile göbeğin arasıdır. Buna göre diz ile göbeğin arasındaki yerlere bakmak haramdır. Kadının kadına nispetle avreti; Diz ile göbek arasıdır. Buna göre, Diz ile göbeğin arasındaki yerlere bakmak haramdır. Erkeğin kadına nispetle avreti; Mahremi olduğu takdirde yine diz ile göbeğinin arasıdır. Namahrem ise, Şafii ve Hanbelî mezhebine göre el ve yüz dâhil bütün vücudu avrettir. Hanefi ve Maliki mezhebine göre, el ve yüz müstesna bütün vücut avrettir. Fitne korkusu varsa bütün vücudu avrettir. Avret olan yerlere bakmak haram olduğu gibi dokunmakta haramdır. ZİKRİN BEŞ ANA ÖZELLİĞİ VARDIR 1. Zikirde Allah'ın(cc) rızası vardır. 2. Zikirde şeytandan korunma vardır. 3. Zikir kalbi yumuşatır. 4. İbadete olan aşkı artırır. 5. Mü'mini ma'siyetten alıkoyar. Burhan ALTIN İÇİN DEĞİL, ALLAH İÇİN Hz. Ebu Talha (radıyallahu anhu), Müslüman olmadan evvel, hanım sahabilerden Ümmü Süleym lakaplı Hz. Rumeysa (radıyallahu anha)’ya evlenme teklif eder. Rumeysa (r.anha): "Doğrusu ben de sana hevesliyim. Fakat sen kafirsin, bense Müslüman bir kadınım. Seninle evlenmem caiz olmaz” der. Ebu Talha (ra): “Sarı ve kırmızıdan (altın ve gümüşten) sana çok versem benimle yine evlenmez misin?” deyince, o büyük sahabi hanım şu mana yüklü, ibret ve ders dolu cevabı verir: “Altın ve gümüş aramıyorum. Sen; duymayan, görmeyen ve sana hiçbir faydası-zararı olmayan şeye tapıyorsun. Falanların siyah kölesinin dağdan sürükleyip getirdiği, yerden biten bir ağaç parçasına tapmaktan hiç sıkılmıyor musun? Eğer sen Müslüman olursan, o benim mehrim olsun, evlenelim; başka bir şey istemeyeceğim.” Ebu Talha hidayete erer (r.anhu) ve Rumeysa (r.anha) ile evlenirler. İste bu derece iman-ihlâs ve şuur sahibi bir hanım için Resulullah (sav) Efendimiz: “Cennete girmiştim. Gördüm ki Ebu Talha'nın hanımı Rumeysa (Ümmü Süleym) da orada idi.” Buyurdular. NEDEN BOŞUNA PARA ALIYORSUN İmam Ebu Yusuf'a birisi öğrenmek istediği bazı konularda sorular sormuş. Ebu Yusuf, soruların bazılarına: "Bilmiyorum" cevabını vermesi üzerine sorduğu soruların bir kısmına cevap alamayan şahıs: "Bilmiyorsun madem devlet hazinesinden neden boşuna para alıyorsun?" diye fırça atmaya kalkınca, İmam Ebu Yusuf şöyle diyerek muhatabını susturmuş: "Ben devlet hazinesinden bildiklerim için para alıyorum. Bilmediklerim için para almış olsaydım devlet hazinesinde para kalmazdı." 67 Yirmisekiz Bir Kitap Ahmet YEŞİL Beklenen Eser Çıktı MEFÂHİM Uzun süredir yayınlanması beklenen yüzyılın büyük alim ve velilerinden es-Seyyid Muhammed bin Alevi el-Maliki el-Haseni -rahimehullah- Hazretleri'nin Mefahim Yecibu En Tusahhah -Düzeltilmesi Gereken Kavramlar- isimli eseri yayınlandı. Hasan Ali Yaşar'ın akıcı bir üslupla Türkçeye kazandırdığı eser, tevessül, şefaat, Peygamberimizin ölüp-ölmemesi, teberrük, istiğase vs. gibi konuları hadis-i şerifler, sahabe ve tabiin kavli ışığında ele alıyor ve mevzuları net bir şekilde ortaya koyuyor. Özellikle bu tür konuları merak edenlere tam anlamıyla bir "şifa" olan eserin Türkçe baskısı için merhum müellifin oğlu Seyyid Ahmed bin Muhammed bin Alevi el-Maliki el-Haseni Hazretleri'nin takdim yazısının dışında Hüseyin Avni Hocaefendi ve Mustafa Yiğitarslan Hocaefendi'nin de takrizleri yer alıyor. İÇİNDEKİLER Seyyid Muhammed bin Alevi'nin Hayatı Önsöz ve Takrizler 1. TEVHİD VE ŞİRK 1. İman ile Küfrü Ayırt Etmek a) Muhammed bin Abdulvehhab'ın tekfir hakkındaki görüşleri b) Müslümanın Müslümana karşı tutumu nasıl olmalı? c) ALLAH ile kulları arasındaki fark d) Her insan aynı seviyede değildir e) ALLAH'ın bazı sıfatlarının kullara nisbet edilmesi f) Uluhiyet ve beşeriyet arasında "Mecâz-ı Aklî" g) Dilde mecaz kullanmak kaçınılmazdır h) Tazim etmek ibadet etmek değildir ı) Şirkin gerçek sebepleri nelerdir? 2. Hakikati Kim Temsil Ediyor? a) Hakkın anlaşılabilmesi için önemli bir kavram; 'Bid'at' b) Her yenilik sapkınlık değildir c) Tasavvuf ehlinin durumu d) Kelâm alimlerinin durumu e) Kelâmî tartışmaların bazı sakıncaları 3. Tevessül ve Mahiyeti a) Tevessülde bütün alimlerin kabul ettiği ölçü b) Hz. Adem'in Peygamberimizle tevessülü c) Tevessülün meşru olduğunu gösteren diğer rivayetler ç) Yahudilerin Peygamberimizle tevessülü 68 d) Tevessül edilen kimsenin hayatta olması şart değildir e) İbni Teymiye'ye göre tevessülün şartları f) İmam Şevkani'nin tevessüle dair görüşleri g) Muhammed bin Abdulvehhab'ın tevessüle dair görüşleri h) Peygamberlere ait olan eşyalarla tevessül etmek ı) Bir kimsenin hak ve hürmetine bir şey istemek j) Bir kimseyle gıyabında tevessül etmek k) Hz. Ömer'in Hz. Abbas ile tevessülü l) Peygamberimizin kabrine gidip tevessül etmek m) Tevessül hakkında son bir değerlendirme n) Tevessülü kabul eden bazı alimlerin isimleri 4. Şefaat ve Yardım İstemek a) Sahabeler şefaat talep ederlerdi b) İbni Teymiye'nin şefaat hakkındaki görüşleri c) ALLAH'tan başkasından yardım istenir mi? d) Ashab-ı Kiram Peygamberimizden yardım isterdi e) Öldükten sonra ruhların dünyada tasarrufu mümkün mü? f) ALLAH'ın güç yetirebileceği bir şeyi başkasından istemek g) "İstediğin zaman ALLAH'tan iste" hadisi ne anlama gelir? h) "Benden değil ALLAH'tan yardım istenir" hadisinin manası ı) Mecazi ifadeler yanlış anlaşılmaktadır 2 PEYGAMBER VE VELİLERİN ÖZELLİKLERİ Burhan 1. O Diğer İnsanlar Gibi Değildir a) İbni Teymiye'nin kerametlere bakışı b) Şeyh İbni Kayyım'ın ilginç bir rivayeti c) Şeyh Mansur bin Yunus'un naklettikleri d) Peygamberimiz cennetten yer verebilir mi? e) Mevlid gecesinin bir özelliği var mıdır? f) İnsanları medhetmekteki ölçü g) Peygamberler beşerdir ama bizim gibi değil h) Peygamberlerin üstün özellikleri 2. Bir Muhabbet Tezahürü Teberrük a) Peygamberimizin saçıyla teberrük b) Peygamberimizle beraberken sahabelerin hali c) Peygamberimizin abdest suyu ile teberrük d) Peygamberimizin saç ve sakalıyla teberrük e) Peygamberimiz kendi saçlarını bölüştürüyor f) Peygamberimizin teriyle teberrük g) Peygamberimizin cildine dokunarak teberrük h) Peygamberimizin kanıyla teberrük edenler ı) Onun namaz kıldığı yer, ağzının değdiği kırbayla teberrük i) Peygamberimizin el sürdüğü, ayak bastığı yerlerle teberrük j) Peygamberimizin verdiği paraların bereketlendirdiği ev k) Peygamberimizin minberi ve kabri ile teberrük l) Salih insanların eşyalarıyla teberrük m) İbni Teymiye'nin teberrük hakkındaki görüşü n) İmam Ahmed'in teberrük hakkındali görüşleri 3. ÖLMÜŞLERİN DÜNYA İLE İRTİBATI 1. İnsan Ölünce de Yaşamaya Devam Eder a) Peygamberlerin Berzah Hayatı b) Peygamberler kabirde namaz kılarlar c) Peygamberlerin bedenleri ölümden sonra çürümezler d) Peygamberimizin berzah hayatı e) Peygamberimiz kendisine nida edeni bilir f) Kabir ehlinin olağanüstü halleri g) Muhammed bin Abdulvehhab'dan kabir ehlinin halleri 2. Kabir Ziyareti a) Kabir ziyareti meşru mudur? b) Peygamberimizin kabrini ziyaret için yola çıkılır mı? c) İmam Malik'in kabir ziyareti ile alakalı görüşleri d) Hanbeli imamlarının kabir ziyareti ile alakalı görüşleri e) Selef-i Salihin'den kabr-i Nebevi'yi ziyaret âdabı f) Şeyh İbni Kayyım'a göre Peygamberimizi ziyaret g) Peygamberimizin kabri deyince ne anlaşılmalıdır? ı) Peygamberimizin kabrinde dua etmek Burhan i) Şeyh İbni Teymiye'nin kabir ziyareti hakkındaki görüşleri j) Muhammed bin Abdulvehhab'a göre kabir ziyareti k) Peygamberimizin kabrine el sürmek veya öpmek l) Peygamberimizin kabri şirkten korunmuştur 3. Tarihi Mekanların Ziyareti a) Salih insanların yaşadığı yerleri ziyaret etmek b) Peygamberlere ait eşyaları muhafaza etmek c) ALLAH, salih insanların eşyalarına değer verir d) Peygamberimiz önemli mekanların ismini öğretiyor e) Sahabe, Peygamberimizin eşyalarına ihtimam gösteriyor f) Suud yönetimi de eski eserlere ihtimam göstermekte g) İbni Abdulvehhab'ın Yeşil Kubbe'ye dair görüşleri 4. Mübarek Gün ve Geceleri İhya Etmek a) Peygamberimizin doğduğu gün b) Ebu Leheb'in Peygamberimizin doğumuna sevinmesi ESERLE İLGİLİ İRTİBAT mefahimkitabi@gmail.com info@medrese.net medrese@medrese.net DAĞITIM Yasin Yayınevi Manyasızade Cd Nu:25/B Fatih-İstanbul Tel : +90 (212) 635 30 55 Fax : +90 (212) 635 78 65 69 BURHAN ÇOCUK Musa KARACA mkaraca_rehber@hotmail.com ARKADAŞLAR GÜNDE ACABA KAÇ REKAT NAMAZ KILIYORUZ ? Bulmanıza yardımcı olmak için size bir formül verebilirim. Sadece boşlukları doldurursanız bir günde kaç rekat namaz kıldığımızı bulabilirsiniz. Vakitler Rekat Sayısı Rekat Sayısı Rekat Sayısı Rekat Sayısı ........ Sünnet ........ Farz ........ ........ Sünnet ........ Farz ........ Son Sünnet ........ ........ Sünnet ........ Farz ........ ........ ........ Farz ........ Sünnet ........ ........ ........ Sünnet ........ Farz Toplam ........ ........ Son Sünnet ........ Genel Toplams BİR BİSİKLET MACERASI Sabah güneş doğuyordu. O zaman 4. sınıfa gidiyordum. Büyük bir heyecanla merdivenleri indim, en alt katta oturan dedemlerin zilini çaldım. Kapıyı anneannem açtı, Ondan bodrum katın anahtarını istedim. Bisikletimi oradan çıkararak, üstüne atladım ve zevkle sürmeye başladım. O günlerde bisiklet sürmeyi çok iyi bilmediğimden, sadece evin önünde kullanıyordum. Saat henüz erkendi, dedem, annem ve babamlar uyanmamışlardı. Bisikletle evimizin önündeki boş arsa dışına çıkmam yasaklanmıştı, bir şeye yasak koyunca daha cazip geleceğini tahmin edersiniz. Bunun için hep bahçeden dışarı çıkmak istiyordum. İşte bu gün o gündü ve ben dışarı çıkacaktım. Önce etrafı kontrol ettim, ortalıkta kimsecikler yoktu. Hızla sürerek bahçeden dışarı çıktım. İçimde hem bir sevinç, hem de bir sıkıntı vardı. Sebebini bilmiyorum ama vardı işte. Önce uzun bir yokuş çıktım, çok yorulmuştum. Ama yokuştan ineceğim zaman alacağım ki keyfimi düşündüğümde yorgunluğumu unutuyordum. Sonunda yokuşun başına geldim, aşağıya doğru şöyle bir göz attım. Hiç bir şey yoktu, yol bomboştu. Kendimi aşağıya doğru bıraktım, çok hızlı bir şekilde aşağıya iniyordum. Ama çok da güzel kontrol ediyordum bisikleti. Birkaç hareket yaptım, şöyle küçük manevralar, bayağı iyi gidiyor ve yokuşun sonuna doğru yaklaşıyordum. O ana kadar hiçbir vukuat olmamıştı, gazla seri bir şekilde bisikleti sağa doğru çevirdim. Fakat ne olduğunu anlayamadan aniden bir taksi ve benim olduğum yola doğru döndü. Taksideki adamı gördüğüm an, sanki zaman durmuştu. İçimden çok kötü şeyler olacak gibi geliyordu. Taksi şoförü de donup kalmıştı. Zaman sanki durmuştu ve ben hemen gözlerimi kapadım. Ne olduğunu bilmiyorum. Gözlerimi açtığımda kendimi bisikletimle beraber taksinin üzerinde buldum. Adeta yorulan bisikletime taksi kiralamıştım. Daha sonra taksi şoförünün nazik uyarılarına muhatap olmamak için çok seri bir şekilde arkama bile bakmadan, taksinin üzerinden bisikletimle beraber inerek rüzgar hızıyla evimin yolunu tutmuştum… Mürsel BÜYÜKADALI Sultanbeyli/ İst. 70 Burhan MESLEKLERİ TANIYALIM MEKKE’NİN FETHİ AVUKATLIK Mekke Suudi Arabistan’ın en büyük şehri, Hz. Muhammed (s.a.v) efendimizin doğduğu ve Namaz kılarken yöneldiğimiz Kabe’nin bulunduğu yer. Kutsal şehir. İslam’ın yayılmasından rahatsız olan müşrikler. Müslümanlar üzerindeki baskılarını artırarak, işkence yaparak Müslümanları hicret etmek zorunda bırakmışlardır. Peygamber efendimiz doğup büyüdüğü bu şehirden ayrılırken "Ey Mekke.. senden ayrılmak zorunda kalmasaydım seni hiç bırakmazdım," diyerek sevgisini dile getirmiştir. Müslümanlar 622 yılında hicret etmek zorunda kaldıkları Mekke’ye 8 yıl sonra 630 yılında bu sefer muzaffer olarak dönmüşlerdir. Peygamber efendimiz (s.a.v) muzaffer bir komutan olarak girmiştir şehre, ancak O (s.a.v) bütün muzafferliğine rağmen mütevazı bir tavırla şehre giriş yapmıştır. Mekke kan dökülmeden fethedilmiş ve Mekkelilere efendimiz sormuştur: - Benden nasıl bir muamele bekliyorsunuz? - Senden hep iyilik gördük, yine iyi muamele bekliyoruz. - O zaman gidin, bugün size kınama yoktur, sözleriyle sadece şehri değil insanların kalplerini, gönüllerini de fethetmiştir. Hatta efendimiz (s.a.v) gelince kaçan bazı azılı düşmanlarını bile affetmiş ve geri dönmelerini istemiştir. Kendilerine işkence yapan, ana yurdundan hicret’e zorlayan düşmanlarına Rahmet peygamberimiz merhamet etmiş, yapmış oldukları kötülükleri unutarak hepsine iyi davranılmasını emretmiştir. Müslümanların intikam almalarını bekleyen müşrikler bu durumdan çok etkilenmiş ve çoğu İslam dinini seçmiştir. Kan dökülmeden gerçekleşen fetih diye tarihe geçmiştir. 31 Aralık 2007 pazartesi günü 1377. yıl dönümü çeşitli etkinliklerle kutlanacaktır. SORU 1) Adınız Soyadınız CEVAP 1) Ali BÜYÜKADALI SORU 2) Bize kısaca kendinizi tanıtır mısınız? CEVAP 2) Şu an Avukatlık yapıyorum. Hukukçuluğun bir kolu diyelim Avukatlık.Daha önce Hakimlik yaptım. Hukuk Müşavirliği yaptım. Şimdi Serbest Avukatlık yapıyorum. SORU 3) Mesleğinizden bize bahseder misiniz? CEVAP 3) Avukatlık ne demek ? Avukatlık kişilerin haklarını mahkemeler önünde ve diğer kurumlarda savunmak. Bu konuda vatandaşlara bilgi vermek. Onlar adına işlem yapmak. onların haklarını korumak veya hapse düşen bir kişinin cezaevinden çıkması ve yargılanmasıyla ilgili konularda onun adına mahkemelerde beyanda bulunmak.Veya tapuda, devlet dairelerinde işlem yapacakların problemlerini çözmek.Nasıl bir matematik problemi var nasıl hocalar çözüyor ise Avukat’lıkta da bu sorunu hakimler çözer. Avukat’larda hakimlere yardımcı olur.Vatandaşın meselesini anlatmada, çözmede. SORU 4) Bu mesleğe sahip olmak için neler yapmak lazım? CEVAP 4) Bu mesleğe sahip olmak için öncelikle 4 yıllık bir Hukuk Fakültesini bitirmek lazım. Ondan sonrada Avukatlık stajına tabi tutuluyorsunuz. Stajdan sonra da avukatlık belgesini ruhsatnameyi alıyorsunuz. Ruhsatnameyi alınca da göreve başlayabiliyorsunuz. Önceden bir ara sınav vardı şu an yok. Verdiğiniz bilgiler için size Teşekkür ederim. BİLMECELER 1. İki domates yolda gidiyormuş, birinin üzerinden otomobil geçmiş, diğeri ona ne demiş? 2. Çok hızlı giden bir tırı kim durdurur? 3. Sarı mendil mavi denize düşerse ne olur? 4. Saat niçin tehlikelidir? 5. Ev yanmış ama tavan’daki kedi yanmamış neden? Cevaplar: 1.Yürü Salça 2. Trafik Polisi 3. Islanır 4. İçinde Akrep olduğu için 5. Kedi (ta) daymış. Bende sana teşekkür ederim. Çalışmalarınızda başarılar. Hasan Veli ŞİRİN Yenibosna / İst. Burhan Muhammet Furkan KARACA Gebze/ KOCAELİ 71 Van