2015: Yeni Türkiye İçin Başlangıç Yılı T ürkiye ağır aksak da olsa hemen her alanda kendisini yenilemeye devam ediyor. 2014 yılı bu anlamda eski Türkiye’den kopuşun hızlandığı bir yıl oldu. Statüko güçleri yeni aktörlerle ve yeni sürüm siyasi proje ve taktiklerle kendi ömrünü uzatmak için son hamlelerini yaptı ve deşifre olarak başarısız oldular. Her hastalıklı gen gibi yarın metastas yaparak farklı desen ve renklerde karşımıza çıkma ihtimali de elbette yok değil. Ancak tek parti iktidarından tevarüs eden baskıcı ve vesayetçi yapılar bir bir deşifre olup kullanımdan düştükçe, toplumun yıllardır birikmiş sorunları da daha hızlı biçimde çözüm yoluna giriyor. Gelişen, kalkınan, şehirleşen ve dünya ile hiç olmadığı kadar çok boyutlu bağları artan Türkiye’nin, eski düzenin her yeni sürümünü teşhis edip reddetmesi de artık kaçınılmazdır. 2014’te çok heyecanlı ve rekabetçi iki büyük seçim yaşadık. 2015 yılı Haziran ayında yapılacak genel seçimler ise Türkiye’nin seçimsiz geçireceği yeni dört yılın önünü açacaktır. Bu nedenle 12 yıldır iktidarda bulunan AK Parti için de muhalefet partileri için de yaklaşan genel seçimler son derece kritiktir. AK Parti’de genel başkanlık değişiminin ardından başlayan kan değişimi yeni seçimlerde meclis grubunun yenilenmesi ve ardından gidilecek olağan genel kuruldaki parti üst yönetiminin yeniden şekillenmesi ile devam edecektir. Geçen on yılda Türkiye’de sessiz ve köklü reformlara imza atan iktidar partisinin kendini yenileyerek yola devam etmesi hayli yüksek olasılık görünüyor. Muhalefet açısından da yeni yıl değişim ve dönüşüm için ciddi bir imkân ve fırsat olabilir. CHP, MHP ve HDP yeni Türkiye’nin inşasında ve ülkemizin ihtiyaç duyduğu toplumsal uzlaşmaya dayalı yeni bir Anayasa’nın yapımında kritik roller oynayabilir. Ancak özellikle CHP ve MHP’nin dünya ve Türkiye gerçeklerini doğru okuyarak Türkiye’nin geleceğine ilişkin eski formlara sığınmak yerine daha dinamik ve değişime açık bir siyasi tarza dönmeleri gerekiyor. Aksi halde hükümetin zorlamasıyla gerçekleştirilen reformlar kurumsal ve yasal zemini değiştirmeye yetse de, zihniyet değişimini yavaşlatmakta ve Türkiye için vakit ve enerji kaybına neden olmaktadır. Oysa Türkiye’nin dünya konjonktürünün sunduğu imkân ve fırsatlardan yararlanabilmesi için kendi iç sorunlarını hızla çözmesi ve zamanını, enerjisini ve dikkatini dış dünyaya çevirmesi gerekiyor. Kürt sorunu dâhil tüm toplumsal sorunların kalıcı biçimde çözümünün anahtarı olan yeni bir anayasa yapılmadan, yani içerde siyasi tahkimat başarılmadan, açık yaralarımıza karşı dış dünyanın müdahalesi kaçınılmaz olacaktır. Bu nedenle 2015 yılının yeni Türkiye’nin fikri ve kurumsal olarak inşa edileceği yeni bir yıl olmasını diliyoruz. Burada herkese görev düştüğünü de düşünüyoruz. SDE olarak bu görevi hakkıyla yerine getirme gayreti içindeyiz. Yeni yılınız kutlu olsun. Saygılarımla… Prof. Dr. Birol AKGÜN SDE Başkanı İÇİNDEKİLER STRATEJİK DÜŞÜNCE • SAYI: 62 • OCAK 2015 12 Neye Hmmet, Neye Hzmet: Darbe Yaparken “Enselenen” Örgüt Prof. Dr. Yasn Aktay ............................................................................. 6 Otonom Yapıyla Mücadele Dr. Murat Yılmaz...................................................................................12 Farklı Hedefler ve Tehdtlern Baskısı Altında Çözüm Sürec Prof. Dr. Haluk Alkan...........................................................................14 Fller Döğüştü Çmenler Ezld Ama Artık Buraya Kadar... Orhan Mroğlu .......................................................................................17 17-25 Aralık Darbe Grşmnn Brnc Yılında Paralel Devlet Yapılanması Tepetaklak Bülent Orakoğlu ...................................................................................22 Bedell Askerlk Bedelsz Ordu Doç. Dr. Ahmet Erkan Koca...............................................................28 İslam’ın Küresel Ötekleştrlmes ve Türkye Prof. Dr. Brol Akgün............................................................................34 Avrupa’nın Flstn/İsral Poltkası Değşyor Mu? Doç. Dr. Mehmet Şahn.......................................................................39 İsral Syasetnde Tkkun Olam Arayışları Öner Buçukcu .......................................................................................42 Küresel Denklemde Yen Senaryolar Çn, Rusya ve Türkye Alper Tan ................................................................................................46 Türkye-Rusya Jeopoltğn Zorladığı Reel Poltk Aydın Bolat ............................................................................................48 Rusya İle İlşkler: Alman Partner – Avrupalı Rakp Zeynep Songülen İnanç .....................................................................52 Darbe İle Bölünme Arasında Lbya’nın Geleceğ Doç. Dr. Cevher Şulul ..........................................................................57 Ferguson Sonrası Amerka’da Yenden Yükselen Syah Hareketler Amne İler ..............................................................................................60 Kenan Gürsoy le Papa Fransuva’nın Türkye Zyaretn Konuştuk Prof. Dr. Kenan Gürsoy Röportajı ....................................................63 Keşmr Seçmler ve Bölgesel Yansımaları Hayat Ünlü ............................................................................................68 Nçn Çerkezköy Organze Sanay? Dr. Ceml Ertem ....................................................................................74 Öncelkl Dönüşüm Programları 2. Grup Eylem Planlarına Bakış Dr. M. Levent Yılmaz ...........................................................................80 Küresel Krz Ortamında 2014 Yılı Türk Dış Poltkası Prof. Dr. Brol Akgün............................................................................84 2014’te Savunma ve Güvenlk Doç. Dr. Ahmet Erkan Koca...............................................................87 2014 Yılı Syasal Gelşmeler Prof. Dr. Haluk Alkan...........................................................................90 2014 Yılı Türkye Ekonoms Dr. Tolga Dağlaroğlu ...........................................................................94 İnsan Hakları Açısından 2014 Yılının Değerlendrlmes Selvet Çetn............................................................................................98 V. Dn Şurası Üzerne Prof. Dr. Talp Özdeş ......................................................................... 104 Rusya’nın Yen Jeopoltğ ve Türkye-Rusya İlşkler Panel SDE Haber ........................................................................................... 109 Organze Suçların Yol Açtığı Mal, Ekonomk ve Sosyal Etklern Tespt ve Analz Sempozyumu SDE Haber ........................................................................................... 110 Onuncu Beş Yıllık Kalkınma Planı Çerçevesnde Büyüyen Türkye Panel SDE Haber ........................................................................................... 112 6 28 43 80 39 Stratejik Düşünce ve Araştırma Vakfı İktisadi İşletmesi Adına Sahibi Dr. Nurol Canbolat Genel Yayın Yönetmeni Prof. Dr. Birol Akgün www.sde.org.tr 48 Yayın Kurulu Prof. Dr. Yasin Aktay Doç. Dr. Mehmet Şahin Dr. Murat Yılmaz Dr. Cemil Ertem Doç. Dr. Ahmet Erkan Koca Orhan Miroğlu Aydın Bolat Danışma Kurulu Alper Tan Prof. Dr. Muhsin Kar Prof. Dr. Murat Çemrek Doç. Dr. Yusuf Tekin Doç. Dr. B. Berat Özipek Bülent Orakoğlu Dr. M. Levent Yılmaz Prof. Dr. Sacit Adalı Prof. Dr. Mustafa Aydın Prof. Dr. Şaban H. Çalış Prof. Dr. H. Tahsin Fendoğlu Prof. Dr. Haluk Alkan Prof. Dr. Talip Özdeş Prof. Dr. Ali Şafak Prof. Dr. Mehmet Şişman Prof. Dr. Osman Can Doç. Dr. Yaşar Akgün Doç. Dr. Caner Arabacı Dr. Zafer Aydın Ecemiş Mehmet Akif Ak Bayram Girayhan Veli Şirin Sinan Tavukcu Yazı İşleri Müdürü Mehmed Cahid Karakaya Yayın Asistanları Adem Karaağaç İbrahim Kaya Hasan Gökmeşe Reklam Sorumlusu Gamze Kılıç Fotoğraflar AA, İHA, ShutterStock Yönetim Yeri Ç. Emeç Bulv. A. Öveçler Mah. 4. Cad. 1330 Sokak No: 12 Çankaya / Ankara Tel: 0 312 473 80 45 Faks: 0 312 473 80 46 Tasarım-Baskı Başak Matbaacılık ve Tan. Hiz. Ltd. Şti. Tel: 0 312 397 16 17 www.basakmatbaa.com Bu dergi içeriğinin telif hakları Stratejik Düşünce Enstitüsü’ne ait olup 5846 Sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu uyarınca kaynak gösterilerek kısmen yapılacak alıntılar dışında önceden izin alınmaksızın hiçbir şekilde kullanılamaz ve yeniden yayımlanamaz. Bu dergide yer alan SDE’nin kurumsal bilgileri ile SDE Akademik Personeli’nin çalışmaları dışındaki diğer görüş ve değerlendirmeler, yalnızca yazarının düşüncelerini yansıtmaktadır; SDE’nin kurumsal görüşünü temsil etmemektedir. 06 Neye Hmmet, Neye Hzmet: Darbe Yaparken “Enselenen” Örgüt Prof. Dr. Yasn Aktay Otonom Yapıyla Mücadele Dr. Murat Yılmaz 14 Farklı Hedefler ve Tehdtlern Baskısı Altında Çözüm Sürec Prof. Dr. Haluk Alkan Fller Döğüştü Çmenler Ezld Ama Artık Buraya Kadar... Orhan Mroğlu 22 12 17 Paralel Devlet Yapılanması Tepetaklak Bülent Orakoğlu Bedell Askerlk Bedelsz Ordu Doç. Dr. Ahmet Erkan Koca 28 İÇ POLİTİKA Yolsuzluğa karşı temz toplum aradıkları yok. İstedkler şey, kendlerne haraç vermeyen, kendlern görmeyen hç br bakanın, hç br başbakanın kalmaması d. 17 Aralık yıllardır her tarafta denedkler bu “çökme” şlemnn hükümete karşı serglenmesnden başka br şey değld. Tahlye edldkten sonra pşkn pşkn kalkmış “basın susturulamaz” dyor. Basını susturmak steyen varmış gb. “Ortada dell dye heps heps k köşe yazısı, br haber” dyor. Bununla mı suçluyorsunuz dyor. Mllet aptal yerne koyarak. Prof. Dr. Yasin AKTAY SDE Onursal Başkanı Darbe Yaparken “Enselenen” Örgüt 17 Aralık, bütün önceki darbeler gibi öncesi ve sonrası iyice düşünülmüş, stratejik bir aklın ve enstrümanların seferber edildiği bir darbe teşebbüsüydü. Öncekilerden bir önemli farkı, diğer bütün darbe teşebbüslerinin tecrübelerini, taktiklerini, aklını son derece başarılı bir biçimde içselleştirmiş, muhtemelen hepsinden daha geniş bir manevra alanını kullanıyor olmasıydı. Bütün darbe teşebbüslerinde bir ihanet vardır. Neticede meşru yönetimin, yani halkın temsilcilerinin kendisine emanet ettiği bir silahlı gücün veya yetkinin o meşru yönetime çevrilmesi her halükarda bir emanete ihanettir. O yüzden bütün darbeler başka her şeyden önce bir emanete hıyanet boyutuna sahiptir. Ancak daha önce askerlerin veya askerlerle iş tutan sivil apoletlilerin darbeye niyetlendikleri andan itiba- 6 OCAK 2015 ren siyasetle aralarında herkesin hissettiği duygusal bir mesafe veya gerilim oluşuyordu. 27 Mayıs’ın ayak sesleri çok önceden duyulmaya başlamıştı mesela. Askerin Menderes ve hükümeti ile arasının iyi olmadığı herkesin malumuydu. Aynı şekilde 12 Mart muhtırasında darbenin tarafları ile darbeye maruz kalan insanlar arasında ciddi bir güç dengesi gerilimi vardı. 12 Eylül askeri darbesinin zemini öyle bir hazırlanmıştı ki, halkın önemli bir kısmında bir adım sonrasının darbe olduğuna dair yüksek bir beklenti oluşturulmuştu. 28 Şubat postmodern darbesinden Refahyol kadroları ile asker ve şürekâsı arasında zaten devam eden bir dizi hazımsızlık vardı. Buna yine akim kalmış 27 Nisan e-muhtıra sürecini de bütün duyguların karşılıklı olarak alenen ve diş gıcırdatılarak gösterildiği Gezi sürecini de katabilirsiniz. Oysa 17 Aralık darbe teşebbüsünün önemli farkı, darbe öncesinde ülkede hiç bir şekilde taraflar arasında bu sonucu anlamlı kılacak hiç bir gerilimin olmamasıydı. Ayak sesleri hiç bir şekilde duyulmayan, hasmına sinsice yaklaşan ve bir defada etkili sonuca gitmeyi hedeflemiş bir darbe, kabul edilmeli ki, son derece özgündü. Darbelerin artık suç sayıldığı bir demokratik dünyada elbette darbelerin “tedbirsiz” olması ve “darbe” kılığıyla gelmesi beklenemezdi. Ancak Türkiye’de 27 Mayıs ortamı da dâhil olmak üzere darbelerin suç sayılmadığı, dolayısıyla darbelerin kendilerini meşrulaştırmak üzere de ayrı bir işlem yapmadığı hiç bir zaman olmamıştır. Ne var ki, 17 Aralık yine de bir başka. Üzerinde çok iyi çalışılmış ve görünür aktörlerinin aklını aşan bir niteliğe sahip olduğu ortada. Darbenin aktörleri ve destekçileri çok yakın zamana kadar hükümetle beraber hareket ediyor gibi görünüyor, hükümetin bütün imkânlarından en büyük koalisyon ortağı gibi faydalanıyorlardı. Bu esnada iki taraf arasında çok yakın dostluklar, insani ilişkiler, duygusal paylaşımlar oluşmuş ve bu sayede darbenin tarafları bir gün sonra indirecekleri darbe için diğer tarafın en mahrem alanlarına kadar hiç bir rezervle karşılaşmadan sokulmuş. Bu güven ortamının bir tarafça bir tür istihbarat veya ispiyonaj gibi bir amaçla kötüye kullanılması beklenen bir şey değildi. Üstelik sonradan bu alanda toplanan bilgilerin bile çarpıtılarak kullanıldığı görüldü. O yüzden 17 Aralık, aynı zamanda insanlar arası güven ilişkisine vurulmuş büyük bir darbe de oldu. Bizzat Gülen hareketinin Türkiye’deki “sosyal sermayeye”, yani sosyal güvenin üretilmesi sürecine yaptığı katkı boyutuna zaman zaman dikkat kesilmiş biri olarak, bu hikâyenin böyle bir yere varmış olması neresinden bakarsanız benim için de büyük bir hayal kırıklığıydı. Gülen hareketinin en büyük gücü ve başarısı da, birbirine aşırı güvenen insanların birlikte neler yapabildiklerini göstermiş olmasıydı. Bu topluluğun güven duygusuna açıkça darbe vuran bu hareketi, aynı zamanda topluluk içi güven ilişkisinin de negatif boyutunu, yani sorgulanmadığında ne kadar tehlikeli bir hal alabildiğini açığa çıkardı. İslami açıdan insanların birbirlerine “dostu düşman kılacak, helali haram kılacak kadar” güvenmeleri caiz midir? Elbette ki, hayır... Kur’an’ı Kerim’de sorgulanmaksızın sergilenen bu düzeydeki bir güven ilişkisinin doğrudan Allah’a ortak koşmak olduğuna dair açık ayetler vardır (Örneğin, Tevbe Suresi 31. Ayet). Bu arada 17 Aralık darbe teşebbüsünün kendini haklılaştırmaya çalıştığı alan AK Parti’nin 11 yıllık iktidarı döneminde en iddialı olduğu alanlardan biri: OCAK 2015 7 Doğrusu hizmet faaliyetlerinin planlanması, örgütlenmesi, yürütülmesi sürecinde kendini hissettiren bu aşırı disiplin, sistemik yapı ve stratejik akılda Gülen’in ta o yıllarda hayatına etkili bir biçimde girmiş olan bazı çevrelerin belirleyici olduğu bugün daha iyi anlaşılıyor. Eski CHP Genel Sekreteri Kasım Gülek’in ve Komünizmle Mücadele Derneği tecrübesinin de pişirildiği mutfağın izlerini taşıyor hareket. Yolsuzlukla mücadele. Hâlbuki bu esnada 11 yıldır iktidarda olan AK Parti’nin bu ülkede gerçekleştirdikleri, ancak yolsuzlukla son derece etkili bir mücadele yapılmış olması sayesinde gerçekleşebilecek şeylerdi. Yolsuzlukla mücadele sayesinde elde edilmiş olan kazanımlar sadece ülkenin ekonomik göstergelerine yansıyanlardan ibaret değildir. Aksine, bizzat bu ekonomik göstergeler “yolsuzluğa karşı adalet” değerini bir hayli öne çıkarmış, toplumda bu değerlere olan bağlılığı daha da artırmıştır. Kendi darbesini haklılaştırmak için yolsuzluğu her tarafı sarmış bir tehlike olarak uyduran veya abartan bir söylem; zannedildiğinin aksine yolsuzluğa karşı etkili bir mücadele olmuş olmaz. Aksine bu yolla yolsuzluğu “zaten herkesin en kolay yapabildiği bir şey” olarak normalleştirir, teşvik eder. Paralel yapı, darbesini meşrulaştırmak için toplumun 12 yıldır AK Parti hükümetiyle birlikte yolsuzluğu mahkûm etmek üzere yaygınlaştırmış olduğu bir inancı ve maneviyatı bu kampanyasıyla kapatıp, tahrip etti. Türkiye’de toplumun kendine olan inancını zedeledi. Oysa daha önce de söylemiştik, darbeden daha büyük, daha yüz kızartıcı bir yolsuzluk daha kaydedilmiş değildir. Çünkü bütün darbeler gücün, yetkinin ve makamın yolsuzca suistimaline dayanır. 17 Aralık’ın silahşörleri yolsuzluk karşıtı kampanyayı dillendirdikçe, insanların dürüstlüğe dair bütün inançlarını da aşındırmaya devam ediyorlar. Üstelik 8 OCAK 2015 17 Aralık’ın üzerinden geçen bir yıl boyunca, her biri ayrı bir yolsuzluk dosyası olan entrikalarını çevirmeye devam ediyorlar. Bu da 17 Aralık’ın darbelerin mantığını aşan başka bir farkı. Yanlış Hesap Nereden Döndü? 17 Aralık darbe teşebbüsü şu ana kadar stratejik akıl, hesap ve hareketiyle dikkat çekmiş olan bir yapının faka bastığı bir olaydır. İlk anda insana bu kadar derin hesapla, kırk yılı aşan bir süredir özenle inceden inceye işlenerek bir noktaya getirilen bir yapının bu kadar büyük bir riski nasıl göze aldığını sordurttu. Bazen bir insanın camiaya karşı görüşünü etkilemek için bile bir dizi kamu diplomasisi çalışması yapan, yurtiçi veya yurtdışındaki okullara alıp gezmeye götürerek bir görüş oluşturmaya çalışan camianın 17 Aralık sürecinin sonucunda içine düştüğü durum, göze almış olduğu bir durum olabilir mi acaba? Fethullah Gülen’in altmışlı yılların başlarından itibaren yürüttüğü mücadelenin 17 Aralık gününe kadar gelen seyrine başından itibaren bakıldığında, harekette gerçekten bir şahsın kapasitesini çokça aşan bir plan, program ve stratejik aklın olduğu görülüyor. Altmışlı yıllarda ilkokul mezunu yirmili yaşlarında bir hocanın aklını çokça aşan bir öngörünün ve planlamanın o günkü başlangıç faaliyetlerinde bile mevcut olduğu anlaşılıyor. Gülen’in kendisi daha altmışlı yılların başlarında Türkiye’de sadece İzmir’de bulunan bu derneğin Erzurum’daki ikinci şubesinin kurucusu ve aktif elemanı olduğu biliniyor. Bizzat kendi “Küçük Dünya(m)”sında aynı yıllarda verdiği bir vaazda insanları Hz. Ömer’in resmedildiği bir filme karşı nasıl kışkırtarak harekete geçirdiğini, etkili vaazına örnek olarak veriyor ya, doğrusu bu olay da üzerinde ayrıca durmaya değer. Neticede bu stratejik aklın hepsinin bütün birikimlerini getirip 17 Aralık gibi riskli bir teşebbüse yatırmış olmasını anlamakta zorlanıyor insan. 17 Aralık’ın görece kısa bağlamı içinde hareket söylemleriyle asıl niyetleri arasında ne kadar büyük bir uçurum olduğunu kısacık bir süre içinde aşikâr etti. Hoşgörü, diyalog, hümanizm, birlikte yaşamak, demokrasi gibi söylemleri dilinden düşürmeyen camianın bu kavramların hiç birine zerre kadar inanmadığı, aksine bütün bu kavram ve değerleri sadece güç biriktirmek için hoyratça tüketiyor olduğu görüldü. Amaca ulaşabilmek için hiç bir değeri kullanmaktan geri durmayan camianın “aslında neye inanıyor olduğu” bu saatte gerçekten merakı mucip bir sorudur. “Hoşgörü ve diyalog” kavramlarının cılkını çıkardığı gibi, camia 17 Aralık sürecinde de “yolsuzluk”, “kul hakkı”, “kamu hakkı” gibi kavramy devam ediyor. y ların cılkını ç çıkardı,, ç çıkarmaya Alenen darbe yaparken enselenmiş bir yapı (ki, darbeden daha büyük bir yolsuzluk yoktur herhalde), yaptığı darbede başvurduğu bütün yolsuzca taktikler açığa çıkmış olduğu halde halen pişkin pişkin başkalarını yolsuzlukla suçlamaya devam ediyor. Söylemdeki bu ısrar, kuşkusuz cemaatin stratejik davranışıyla çok yakından ilgili… Camia günübirlik bir refleksle hareket etmiyor. Daha önce inanmadığı halde tepe tepe kullandığı bütün kavram ve değerlere yaptığını, bu söylemlere de yapıyor. Bir farkla ki, bu sefer bu söylemde hedefi belirlenmiş bir savaş yürütmeye çalışıyor. Ancak bu stratejik akıl kime ne mesajlar veriyorsa bir yana, camianın hem Türkiye’de toplum nezdinde hem de İslam dünyasının her yanında içine düştüğü durum içler acısı bir durum. Toplumda “yetim hakkı, kurban etleri, bağışlar ve devlet tahsisleriyle” ilgili birçok konuda yolsuzluk denilince akla bu camiadan daha somut bir örnek gelmiyor. Devlet kadrolarına, başkalarını alavere dalavere engelleyerek kendi kadrolarını yolsuzca yerleştirmek denilince de herkesin aklına öncelikle bu camiayla ilgili somut örnekler geliyor ve aslında bu yanlarıyla da çırpındıkça daha da batıyorlar. Buna rağmen, 17 Aralık darbe girişimcileri stratejik stratejik çırpınmaya devam ediyorlar. 17 Aralık’ın hemen sonrası için hesaplarının ve tahayyüllerinin çok farklı olduğu anlaşılıyor. Birincisi, darbe teşebbüsünün başarıya ulaşacağına emin olmasalar bu riski asla göze alamayacaklarını da anlıyoruz. Ancak öyle görünüyor ki, 17 Aralık onlar için kusursuz bir plandır. Muhtemelen başarmama ihtimali sıfır gibi görülüyor. Belki 17 Aralık’ta başarılmasa 25 Aralık’ta, orada da başarılması 30 Mart’a kadar giden süreçte heybeden çıkarılacak çok sayıda saldırıya karşı hiç bir hükümetin dayanamayacağını y ğ farz ettiler. Toplumda “yetm hakkı, kurban etler, bağışlar ve devlet tahssleryle” lgl brçok konuda yolsuzluk denlnce akla bu camadan daha somut br örnek gelmyor. Devlet kadrolarına, başkalarını alavere dalavere engelleyerek kend kadrolarını yolsuzca yerleştrmek denlnce de herkesn aklına öncelkle bu camayla lgl somut örnekler gelyor ve aslında bu yanlarıyla da çırpındıkça daha da batıyorlar. Buna rağmen, 17 Aralık darbe grşmcler stratejk stratejk çırpınmaya devam edyorlar. 17 Aralık’ın hemen sonrası çn hesaplarının ve tahayyüllernn çok farklı olduğu anlaşılıyor. OCAK 2015 9 17 Aralık, bütün öncek darbeler gb önces ve sonrası yce düşünülmüş, stratejk br aklın ve enstrümanların seferber edldğ br darbe teşebbüsüydü. Önceklerden br öneml farkı, dğer bütün darbe teşebbüslernn tecrübelern, taktklern, aklını son derece başarılı br bçmde çselleştrmş, muhtemelen hepsnden daha genş br manevra alanını kullanıyor olmasıydı. Bütün darbe teşebbüslernde br hanet vardır. Netcede meşru yönetmn, yan halkın temslclernn kendsne emanet ettğ br slahlı gücün veya yetknn o meşru yönetme çevrlmes her halükarda br emanete hanettr. İkincisi, bu plan sadece bildiğimiz boyutlarıyla paralel yapının tek başına kendi planı ve uygulaması değildi. Ortada birincisi Gezi olaylarında harekete geçmiş bir darbe konsorsiyumunun ikinci bir dalgası vardı ve bu dalga münhasıran paralel yapı tarafından üstlenilmişti. Ancak bu darbenin uluslararası bir desteği olacağı da bekleniyordu ve o destek de hiç bir zaman geri durmadı. Gezi’den bu yana dünyadaki birçok gelişme ile 17 Aralık teşebbüsünün paralelinde veya desteğinde harekete geçiyor. Ancak bütün o stratejik hesabın ve uluslararası desteğin çuvalladığı bir yer var: Karşılarında şu ana kadar darbenin türlü türlüsünü def etmiş bir liderin tarzını ve etki biçimini gereğince hesaba katmadılar. Ve 14 Aralık Operasyonu Paralel yapının marifetleri öyle görünüyor ki, sayarak bitmiyor. Yalan, iftira, entrika, darbecilik, dini istismar, yetkiyi ve görevi suiistimal, kadrolaşma, emanete hıyanet, güveni kötüye kullanma vs. Bütün bu özelliklerini göstere göstere sergiliyorlar ve pişkince. Ama bugünlerde gördüğümüz daha açık bir özellikleri de cazgırlıkla suçluyken güçlü görünme konusunda sergilenen üstün performans ve pişkinlik. Operasyonu günler öncesinden polisin içindeki köstebekleri marifetiyle öğrenebildiklerine göre aslında haklarında başka delile bile gerek yok. Polisin içinde hala devlete veya polis teşkilatındaki hiyerarşik düzene değil kendilerine çalışan elemanlarının olduğu aslında bu olayla birlikte kesinlik kazandı. “Nerede, hani paralel? Gösterin de gidip biz de üye olalım” diye Kılıçdaroğlu triplerine yatmalarına gerek yok. Bu hali görüp de “işte paralel” diyerek kimsenin salağa yatmasına veya başkasını aptal yerine koymasına uygun bir durum yok artık. Daha kimsenin ruhu duymamışken polisin içindeki elemanları eliyle 10 OCAK 2015 öğrendikleri bilgileri sosyal medya üzerinden paylaşarak bir de kalkışma örgütlediler. Yetmiyor, kısa süre içinde dünyada şimdiye kadar himmet paralarını yedirdikleri medyadaki etkili çevrelerdeki bütün adamlarını harekete geçirerek, kendilerine yapılacak olan operasyonu daha yapılmadan, bir “özgür basını susturma, muhalefeti bastırma” olarak anlatıp onları sazan durumuna düşürüyorlar. Hâlihazırda aralarında yüzlerce gazetecinin de bulunduğu 50 bin kişinin tamamen keyfi ve işkence şartları altında tutuklu bulunduğu, her gün onlarca kişinin sivil gösterilerde hayatını kaybettiği Mısır’a dair hiç bir tepkilerini duymadığımız yabancı basından ve siyaset çevrelerinden henüz olmamış ve muhtevası belli olmayan operasyonlar için müthiş bir tepki kampanyasını bu sayede görmüş oluyoruz. Göz yaşartıcı bir hassasiyet, “özgür basın” adına umut verici bir görüntü doğrusu. Aslında bu vesileyle bu yapı psikolojik harp teknikleri konusunda da hiç de az marifetli olmadığını ortaya koymuş oldu. Şimdiye kadar saman altındaki yollardan sessiz sedasız ne sular seller yürütmüş olduklarına dair başka bir delile de, bilgiye de gerek bırakmıyorlar. Bu marifeti, ta atmışlı yılarda Komünizmle Mücadele yıllarında kontrgerilla temrinleriyle kapmış olduklarını bugün daha iyi anlıyoruz. 14 Aralık’ta başlatılan operasyon aslına bakarsanız, örgütün suç işleme tarzını en açık şekilde ele veren bir olayın mağdurlarının şikâyeti üzerine başlatılmış bir operasyon. Polis, yargı ve medya işbirliği içinde hedef alınan herhangi birinin hayatının kısa süre içinde nasıl karartılabildiğine dair mükemmel bir örnek. Bu örnek sadece ismi bile paralel yapı tarafından “tahşiye” diye konulan gruba mahsus da değil. Paralel yapının herhangi bir faaliyet alanına giren her kişi veya gruba karşı bu yapının muamele tarzı bu. Bu yanıyla yaptıkları mafya örgütlenmelerinin yaptığından farksız... Bir farkla, şimdiye kadar Türkiye’de dini ve milli motifleri bu kadar etkili ve yaygın bir biçimde kullanabilen ve başta yargı ve emniyet olmak üzere devletin bütün birimlerinde bu kadar yaygın bir biçimde örgütlenmiş bir mafya örgütü yoktu. Dershane alanına giren ve bu konuda yapıyla rekabet eden biri görüldüğünde hemen paralel yapıyla bağlantılı bir savcıya o kişi hakkında bir uydurma ihbar mektubu gönderiliyor, savcı hemen bütün iletişim araçlarını, telefonunu dinleme kararı alıyor ve kısa süre içinde o kişiye çökülüyor. Yolsuzluğa karşı temiz toplum aradıkları yok. İstedikleri şey, kendilerine haraç vermeyen, kendilerini görmeyen hiç bir bakanın, hiç bir başbakanın kalmaması idi. 17 Aralık yıllardır her tarafta denedikleri bu “çökme” işleminin hükümete karşı sergilenmesinden başka bir şey değildi. Tahliye edildikten sonra pişkin pişkin kalkmış “basın susturulamaz” diyor. Basını susturmak isteyen varmış gibi. “Ortada delil diye hepsi hepsi iki köşe yazısı, bir haber” diyor. Bununla mı suçluyorsunuz diyor. Milleti aptal yerine koyarak. Sayın “gazeteci”; kimseyi iki köşe yazısı için aldıkları yok, bunu sen de biliyorsun aslında ama yine söyle- yelim. Ortada o köşe yazıları ve haberler marifetiyle mağdur edilmiş, hayatları karartılmış insanlar var. Hiç bir suçları yokken evlerine örgüte bağlı polisler eliyle bomba konulmuş ve bu bombalar yüzünden “terör örgütü” diye iftira atılmış insanlar var. O “iki köşe yazısı” da pekâlâ o suçların delilidir. Bazen bir “kıl” da bir cinayet mahallinde olayın aydınlatılması için bir delil olabilir. Yoksa basını susturmak isteyen kim? Basın susturulmuş olsa, senin basının adliye meydanının önünde oynadığın gülünç kahramancılık oyununu canlı canlı televizyondan verebilir miydi? Anlayana, o görüntünün kendisi suratına çalınmış bir cevaptır. Allah’tan korkmaz, kuldan utanmazlar. Hayatlarını kararttığınız, mafya gibi mallarına, mülklerine, özgürlüklerine çöktüğünüz insanlara karşı dini de, hizmeti de, demokrasiyi de kalkan olarak kullandınız. Gazeteciliği, özgür basın söylemini mi kullanmayacaksınız? Enselenmiş darbecilik ve hırsızlıklarınızı örtbas etmek için istediğiniz kadar cazgırlık yapın, yaptığınız her şey sizi daha da batırıyor. Halk nezdinde meşruiyetinizi, inandırıcılığınızı, güvenilirliğinizi kaybetmişsiniz. Yıllarca himmetlerini sömürdüğünüz masum Türk halkı nezdinde kaybettiğiniz itibarınız size pul olarak yeter. OCAK 2015 11 İÇ POLİTİKA OTONOM YAPIYLA MÜCADELE Dr. Murat YILMAZ SDE İç Politika ve Demokratikleşme Programı Koordinatörü S iyasi mücadeleyi meşruiyet sınırlarının dışına taşıyan ve asimetrik mücadeleyi tercih eden bir örgütün yurt dışında “güvenli üs” ihtiyacı duyması kaçınılmazdır. “Güvenli üs” bölgeleri ise kaçınılmaz bir şekilde, başka bir takım ülkelerde veya kontrolleri altındaki bölgelerde olabilir. Bu durum, bu örgütün “güvenli üs” bölgesindeki güvenini sağlayan ülke veya güçle ilişkilerinin mahiyetini ehemmiyetli hale getirir. Burada artık bir tür “uluslararası ittifak” söz konusudur. Asimetrik mücadeleyi tercih eden örgütün kendi ülkesinde mücadele ettiği siyasi güç aleyhine, güvenli üs bölgesinde güveni sağlayan güç veya ülke lehine bir ilişki kurması neredeyse kaçınılmazdır. Bu ilişki sisteminde güvenli üs bölgesi tahsis eden ülkenin gücü nispetinde bir hiyerarşi ve hatta giderek emir-komuta ilişkisi oluşması kaçınılmazdır. Bu ilişki tarzı ve hiyerarşide örgüte talimat veren pozisyonda olan ülkenin ihtiyaçları giderek örgütün amaç, ideoloji ve toplumsal tabanının önüne geçebilecektir. Üstelik bu ülke, uluslararası siyasette örgüt kurma veya kurulmuş örgütleri kullanma suretiyle kaos, kargaşa, darbe, iç savaş marifetiyle siyaset mühendisliği yapmak hususunda tecrübe ve know-how bilgisine sahip dünya çapında bir ülkeyse; örgüt ne yaparsa yapsın bu istikamete sürüklenmekten kurtulamayacaktır. Örgüt bu hususta direnirse lider kadrosunun değişmesi veya bölünerek kadroların yeni kurulan bir örgüte devşirilmesi galip ihtimaldir. Örgütün yöneticileri de bu ihtimali bildikleri için, “suyu geçene kadar ayıya dayı deme” fehvasına sığınarak örgütün amaç, ideoloji ve toplumsal tabanını talileştirebilirler. Zaten örgüt bir kere kurulduktan ve gayrimeşru mücadele alanına girdikten sonra bizatihi örgütün yaşatılması amaç, ideoloji ve tabanın önüne geçen bir beka sendromu haline gelmiştir. Artık örgütün kendini devam ettirmesi her şeyden ehemmiyetlidir ve bunun için şeytanla dahi ittifak kurabilecek bir zihniyet ve kurmay heyeti oluşmuş durumdadır. 12 OCAK 2015 Asimetrik mücadelenin “tabiat kanun”larının Türkiye’deki asimetrik mücadelelerde de geçerli olmaması düşünülemez. Nitekim Türkiye siyasi tarihinde bu yönde birçok örnek bulmak mümkündür. Türkiye’de siyaset alanını daraltan vesayetçi sistem ve soğuk savaştaki kontrgerilla tatbikatı boyunca daraltılmış meşru alan dışına çıkan ve asimetrik mücadeleye yönelen birçok örgüt ve akımdan bahsetmek mümkündür. Bu örgüt ve akımların hatıraları bu asimetrik mücadelenin tabiat kanunlarını teyit eden birçok örnekle doludur. Türkiye vesayet sitemini tasfiye ederken ve meşru siyaset alanını genişletirken, asimetrik mücadele kültüründen gelen akım ve kadroları rehabilite etmek ve meşru siyasete katılmalarını sağlamak gibi zor bir problemi de çözmek zorundadır. Çok uzaklara gitmeden sadece PKK ve Hizbullah üzerinde düşünmek bile bu problemin büyüklüğünü ortaya koymaktadır. Klasik askeri darbe, sokak hareketleri ve örgüt kurmak teknolojisiyle içeriden veya dışarıdan siyasete müdahale etmek ve siyaset mühendisliği yapmak know-howunun yeni sürümlerle devam ettiği görülüyor. Bu teknolojinin hala birçok ülkede iş gördüğü ve göreceği de aşikâr. Bu yüzden demokratik hukuk devletini ve anayasal demokrasiyi korumak isteyenlerin bu teknolojiyle baş edecek demokratik yol ve yöntemlerin üzerinde düşünmeleri elzem. Olup bitenleri görmezden gelmek de, olup bitenlerin arkasındaki asimetrik mücadele teknolojisini teşhis edenlerin komplo teorisyenliğiyle suçlanarak geçiştirilmesi de doğru değil. Burada bu asimetrik mücadele ve örgüt teknolojisinin üzerinde geliştiği sosyolojik yapı ve siyasi kapasite eksikliğini ortadan kaldıran, İslam dünyasının küresel, bölgesel ve milli problemlerinin ihmal edilmediği geniş bir perspektife ihtiyaç var. Türkiye, hâlihazırda vesayet sistemini tasfiye ederken demokratik hukuk devletini ve anayasal demokrasisini tam anlamıyla tahkim edememiş bir geçiş sürecini yaşamaktadır. Bölgesel sorunlarla beraber önceki dönemden müdevver asimetrik mücadele ve örgütler, Türkiye’nin geçiş sürecinde yaşadığı zorlukları arttırmaktadır. Bu bakımdan müzakere süreci, diğer asimetrik mücadelelerin meşru siyaset dairesine temellükü bakımından hayati bir tecrübe kıymetindedir. Bu tecrübenin paralel yapıyla mücadele olarak takdim edilen devlet içindeki otonom yapının tasfiyesi sürecinde de akılda tutulması isabetli olacaktır. Türkiye’de seçimlerle tesis edilmiş meşru siyasi otoriteye karşı asimetrik bir mücadele veren devlet içindeki otonom yapı, liderinin yurt dışına çıkışıyla beraber yurt dışında güvenli üs bölgeleri aramaya başlamıştır. Bu arayışın giderek bir örgüte dönüşen otonom yapıyı güvenli üs bölgesini sağlayan güçle sonu öngörülmeyen bir yakınlaşmaya götürdüğü anlaşılıyor. Türkiye’de 7 Şubat MİT operasyonu ve 17-25 Aralık siyasete müdahale operasyonlarıyla asimetrik mücadelenin dozu arttıkça otonom yapının güvenli üs bölge ve uluslararası hami bulma ihtiyacı artıyor. Bu ihtiyaç ise otonom yapıyı, uluslararası güçlerle daha fazla yakınlaşmaya sürüklüyor. Türkiye’deki her kayıp, otonom yapıyı yurt dışında bunu telafi etmek kaygısıyla uluslararası güçlerle ilişki kurmaya sürüklüyor. Uluslararası güçlerle her yakınlaşma da Türkiye’deki tecridi güçlendiriyor. Mücadelenin giderek sertleşmesi ve otonom yapının sıklet merkezinin tamamen yurt dışına kaymasıyla fark edilemeyen bu dönüşüm, kısa sürede otonom yapının aleyhine olacaktır. Orta ve uzun vadede ise “paralel evrende yaşayanların fark etmediği tehlikeleri” demokratik siyaseti gözetenlerin ihmal etmemesi gerekiyor. Otonom yapının asimetrik mücadeleden vazgeçerek “Türkiyeli, siyasi ve demokratik” veya “Türkiyeli, meşru ve sivil” bir dönüşüm geçirmesinin mümkün olduğu bir perspektifin inşa edilmesi isabetli olacaktır. Türkiye bu şekilde tıpkı müzakere sürecinde olduğu gibi vesayet sistemi döneminin asimetrik mücadeleyle beslenen tarihi, siyasi, hukuki ve kurumsal bagajından kurtulabilecek bir gelecek tasavvuru ortaya koyabilir. Asimetrik mücadele sürecinde “örgüt” dışındaki toplumsallığını giderek kaybeden otonom yapının tabanının paralel evrenden normalliğe geçişi ancak bırakılan açık kapı ve müzakere süreciyle mümkün olabilecektir. Asimetrik mücadeleye katılan örgütlerin taban ve kadrolarının meşru siyasete kazanılması, mücadelenin demokratik hukuk devleti standartlarında yürütülmesi ve anayasal demokrasinin inşa edilmesindeki güçlü toplumsal destek bakımından ihmal edilmemesi gerekiyor. Bu tedbir, asimetrik mücadele veren örgüt tabanlarının uluslararası güç merkezlerinin demirbaş listesine kaydedilmesini engelleyecektir. OCAK 2015 13 İÇ POLİTİKA FARKLI HEDEFLER VE TEHDİTLERİN BASKISI ALTINDA ÇÖZÜM SÜRECİ Prof. Dr. Haluk ALKAN SDE Uzmanı Ç özüm süreci, hiç şüphesiz Türkiye’nin son otuz yılına damgasını vuran, toplumsal birliği tehdit eden ve çatışmaları derinleştiren travmatik bir sorunun ülkede demokrasiyi güçlendirecek şekilde sonuca ulaştırılması girişimidir. Bu girişimin başarıya ulaşabilmesi, her şeyden önce sürecin tüm tarafları arasında sonuca ilişkin bir görüş birliğinin bulunmasına yakından bağlıdır. Tarafların farklı sonuçlara odaklandığı bir sürecin başarı şansı zordur. Habur fiyaskosundan bu yana geçirilen süreç hükümet ile HDP-Kandil-İmralı’nın sürece verdikleri anlamın farklılıklarına ilişkin birçok ipucu taşımaktadır. Özellikle IŞİD’in Kobani kuşatması ve sonrasında yaşanan 6-7 Ekim olayları HDP-Kandil-İmralı üçlüsünün sürece bakışındaki farklılığı daha görünür kılmıştır. Sürecin yasal bir zemine kavuşturulduğu, üçlü ziyaret trafiğinin düzene bağlandığı, sekretarya oluşturulması ve daha sivil grupların sürece dâhil edilmesinin tartışıldığı bu günlerde HDP-Kandil-İmralı üçlüsünün sürece bakışlarındaki farklılığın doğurabileceği sorunların üzerinde durulması gerekmektedir. 2009 yılında başlatılan milli kardeşlik projesi kapsamında eve dönüş sürecini bu üçlü, çözüm sürecinin bir aşaması olarak görmek yerine, gerilla savaşının yeni bir aşaması olarak gösterme, Habur’u da bir zafer gösterisine dönüştürme hevesi içinde sürecin genel meşruiyet zemini bulmasını tehlikeye atmakta bir sakınca görmemiş ve ülkeye yaklaşık iki buçuk yıl kaybettirmiştir. Sürecin yeniden toparlanabilmesi, kamuoyunda yeniden meşruiyet bulabilmesi için hükümet sorumluluk üstlenmiş, birçok eleştiriye göğüs gerilerek ve siyasal risk göze alınarak süreç yeniden yapılandırılabilmiştir. Buna rağmen aynı üçlü bu çabaları görmezden gelen, çabanın bir parçası olmak yerine, süreci başka hedefleri için kurban edebilecek söylem, eylem ve örgütlenmeye dönük bir tutumu sürdürmeyi yeğlemiştir. Üçlünün böyle bir politika izlemesinin temel nedeni, belirtildiği gibi, çözüm sürecinin hedefine ilişkin farklı bir yaklaşıma sahip olmasıdır. HDP-Kandil-İmralı üçlüsü 14 OCAK 2015 başlangıçta çözüm sürecini zaten iflas etme noktasına gelmiş kır gerillası merkezli örgüt stratejisinden, kentsel bir harekete geçmenin bir aracı olarak kullanmaya çalışmıştır. Bu şekilde bir yandan çözüm sürecinin örgüt tabanında yol açabileceği bir çözülmenin önüne geçilmesi, diğer yandan örgütün kendine yeni bir otorite alanı açması açısından bir zorunluluk olarak görülmüştür. Başka bir ifade ile çözüm sürecinin muhatabı olan bu kesimin demokratik siyasete yönelme amacı başından beri tartışmalıydı. Çözüm sürecinin başlamasına eş zamanlı olarak, mahalle komiteleri oluşturma, yol kesme, kimlik kontrolleri yapma, kendilerine rakip olabilecek sivil oluşumlara yönelik sistematik yıldırma amaçlı saldırılar, hatta köy boşaltmalara varan baskılar hep yeni stratejinin yansımaları olarak kamuoyunun gündemine gelmiştir. Bu stratejinin sonuçlarından biri; yüksek düzeyde ajite edilmiş, çözüm sürecinin doğurduğu ortamı otorite genişlemesi olarak algılayan bir örgüt tabanının kent merkezlerinde mobilite kazanmasıdır. Bu anlamda sokak, çözüm sürecine ilişkin örgüt içinde ortaya çıkabilecek görüş ayrılıklarına karşı da emniyet sübabı olarak devreye sokulacak bir baskı aracı olarak da görülmüştür. Buna karşılık çözüm sürecinin doğurduğu ortamın bölgede genel kabul görmesi ve oluşan barış havasının bölgedeki sivil unsurlarca satın alınması, örgütün bu stratejisi ile açıkça çelişmektedir. Süreç ilerledikçe örgüt tabanında oluşan yenilgi ve kayıp hissi özellikle Kandil üzerinde baskı oluşturmaktadır. Rajova bu aşamada örgüte bir çıkış kapısı aralamış, Rajova deneyimi öne çıkartılmak suretiyle örgüt tabanının yeniden ajite edilebilmesi mümkün olmuştur. Rajova’da oluşturulacak bölge yönetimlerinin ABD koruması altında güçlendirilmesi ve daha sonra bu deneyimin Türkiye’ye transfer edilmesi merkezinde örgüt stratejisi yeniden dizayn edilmiştir. Çözüm süreci artık Rajova deneyiminin başarıya ulaşması için destekleyici bir faktördür. Çözüm sürecinin sonlandırılacağı yönünde hükümet üzerinde baskı oluşturulmak suretiyle Türkiye’yi Suriye’nin kuzeyinde yaşanacak gelişmelerden uzak tutmak, öncelikli amaç konumuna gelmiştir. Bu doğrultuda Esed yönetimi ile işbirliğine gidilerek özellikle IŞİD’i destekleyen Türkiye imajı hem içeride hem de uluslararası planda ısrarla öne çıkartılmıştır. IŞİD’in Kobani kuşatması, bu stratejiyi tehlikeye düşürürken, aynı zamanda örgütün çatışmalarda gösterdiği başarısızlık Rajova deneyimi ile ajite edilen örgüt tabanı için olumsuz bir gelişme olmuştur. Kobani kuşatması bölgeden Türkiye’yi izole etmeyi hedefleyen stratejiyi de anlamsız kılmış, bu seferde Türkiye’ye yönelik bazı talepler HDP tarafından dile getirilmeye başlanmıştır. Bu kez çözüm süreci, Kobani’de benim istediklerimi yapmazsan süreç biter, çatışma başlar tehdidinin bir aracına dönüştürülmüştür. Selahattin Demirtaş’ın Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde aldığı % 9,5 oyun yanlış okunmasının da bir sonucu olarak, izlenen stratejinin laik-sol kesimlerden de destek bulacağı inancı bu stratejinin belirleyici dinamiklerinden biri olmuştur. Medyada üstlenmiş Rajova lobisinin bölgedeki gelişmeleri yorumlama biçimi, bu stratejiye açık destek vermiştir. 6-7 Ekim olayları bu stratejinin bir parçası olarak devreye sokulmuş, ancak kendi içinde birçok çelişki taşıyan örgüt stratejisi sahada iflas etmiştir. Sahada örgüt militanlarının döktüğü kan, hiçbir lobinin saklayamayacağı çıplak bir gerçekliği gözler önüne serOCAK 2015 15 İÇ POLİTİKA miştir. HDP’nin “U” dönüşü Habur’dan sonra yaşanan ikinci fiyaskodur. İster istemez yaşananlar, çözüm sürecinin sona erdirilip, erdirilmeyeceği yönündeki tartışmaları da gündeme getirmiştir. Hükümetin tavrı süreci bitirmek yerine, sürecin hangi temele oturtulacağı ve tarafların kararlılığına ilişkin sorgulamanın öne çıkarılması olmuştur. Güvenlik temelinde çoğulcu bir özgürlüğün koşullarının sağlanması hükümet açısından çözüm sürecinin önceliği konumuna gelmiştir. HDP-Kandil-İmralı üçlüsüne düşen ise çözüm sürecini barışa dayalı yeniden yaşama iradesini güçlendirilmesi girişimi olarak gördüklerine dair kamuoyu önünde inandırıcı somut adımlar atmasıdır. Sürecin devam etmesi yönündeki kararlılığın yeniden öne çıkmasına rağmen, HDP-Kandil-İmralı üçlüsünün yaşanan deneyimden olumlu yönde ders çıkardığına ilişkin bir gösterge de henüz mevcut değildir. Sahada tek otorite olma amacı ve çözüm sürecinin bu amacın bir aracına dönüştürülmesi isteği örgüt yönetiminde hala güçlü bir eğilimdir. Örgüt, çözüm sürecinin sağladığı çatışmasızlık ortamını, kentsel bölgelerde vergi toplama, kendi koyduğu kurallara göre sahayı denetiminde tutma, yargılama gibi uygulamalar için kullanma isteğindedir. Sırrı Süreyya Önder’in İmralı dönüşünde Öcalan’ın taslağı ile ilgili açıklama yaparken müzakere taslağında özerkliğin olduğunu belirtmesi, ardından “özerklik değil, yerel yönetimlerin güçlendirilmesi masada” şeklinde sözlerine açıklık getirmesi; yine Selahattin Demirtaş’ın Brüksel’deki konuşmasında öz savunma gücüne dayalı olarak yerel yönetimlerin güçlendirilmesinden bahsetmesi bu açıdan üzerinde durulması gereken açıklamalardır. Örgütün sahada otoritesini pekiştirebilmesi, farklı düşünenler üzerinde baskı kurabilmesi ve ülkeden kopma yönünde bir geçiş sürecini yönetebilmesi için, silahlı gücüne bir tür meşruiyet kazandırması gerekmektedir. Yerel yönetimlerin güçlendirilmesine dönük atılacak adımlar, bölgede mahalle meclislerinin kurulması, farklı düzeylerde seçimler yapılması ve bu seçimlerden “seçtirilen” kişilerin resmi seçimli organlar üzerinde vesayet kurmaları sürecine hizmet edecek şekilde kullanılacaktır. Bütün bu süreci “çoğulculuk” görüntüsü altında örgütün istediği şekilde denetleyebilmesi ve yönlendirmesi silahı bir baskı aracı olarak kullanabilmesine bağlıdır. Rajova’daki üç kantonda aynı yöntem ile özerklik oluşturulmuş, Silahın PYD’nin elinde olduğu bir ortamda 16 OCAK 2015 sözüm ona demokratik bir öz yönetim kurulmuştur. İstenen büyük ölçüde Kuzey Suriye’de yapılanın Türkiye’ye transfer edilmesidir. Öz savunma güçleri HDP-Kandil-İmralı için kritik önemde bir oluşumdur. Örgütün kentsel tabanı bu amaçla eğitilmekte ve zaman zaman sahaya sürülmektedir. Üçlünün bu stratejisinin Kuzey Irak yönetimi ve Lübnan’daki Hizbullah’ın konumundan esinlendiği söylenebilir. Ancak her iki örnek de Türkiye’nin koşulları açısından yanlış okunmaktadır. Öncelikle Kuzey Irak yönetiminin konumu, Irak’ta ABD işgali sonrasında oluşturulan gevşek federalist anayasal sistemden kaynaklanmaktadır ve bu sistem Federal yönetimin zayıflığından beslenmektedir. Aynı şekilde Lübnan geleneksel olarak feodal ailelerin ve mezheplerin kendi paramiliter örgütleri ile sistemde yer bulabildikleri bir ülkedir. Merkezi hükümetin zayıflığı, ordunun ülke topraklarını savunamaz düzeyde olması, de facto olarak Hizbullah’ın Şiiler içinde güç kazanmasına ve meşruiyet bulmasına zemin hazırlamıştır. Türkiye’de ne merkezi hükümetin zayıflığından, ne feodal güç merkezlerinden, ne de zayıf bir ordudan söz edilebilir. Türkiye koşullarında farklı dış vesayet merkezleri ile geliştirilen ilişkiler ekseninde askeri gücü olan bölgesel bir devletimsi yapının oluşması oldukça zordur. Ancak yine de HDP-Kandil-İmralı üçlüsünün çözüm sürecini yukarıda çerçevesi çizilen hedefin bir aracına dönüştürme isteklerinin başarıya ulaşmasının bazı koşullarda mümkün olabileceğinin altının çizilmesi gerekir. • Devlet otoritesi sahada görünür olmazsa, sahte iktidar alanları oluşabilir. Türkiye 1970’li yıllarda kurtarılmış bölge adı altında bu tür sahte alanların nasıl oluşabildiğine şahit olmuştur. • Birliğe yönelik tehdit, demokratik güçle karşılanmazsa toplumsal unsurları boyunduruk altına alabilir. • Demokratik altyapısı sağlanmış güç ile sahaya müdahale gecikirse, bizzat devlet gücü demokrasiden uzaklaşabilir. Çözüm süreci ülkeye olan aidiyetimizin yeniden tanımlanması ve bu şekilde ortak demokrasinin inşa edilmesi sürecidir. Bu süreçten bir Pol Pot rejimi çıkmayacağı gibi, çoğulculuktan feodalizme dönüş de mümkün olmayacaktır. Orhan MİROĞLU SDE Tarih ve Toplumsal Hafıza Araştırmaları Programı Koordinatörü FİLLER DÖĞÜŞTÜ ÇİMENLER EZİLDİ AMA ARTIK BURAYA KADAR... T ürkiye, Abdullah Öcalan’ın iade edildiği tarihte, en güçlü cemaat grubunun lideri Fethullah Gülen’in neden Amerika’ya yerleştiğini gereği kadar tartışmadı. Bu tartışmanın geç de olsa bugün yapılıyor olması veya hatırlanması, yakın dönem Türkiye tarihiyle ve bu tarihin küresel güçlere uzanan geçmişiyle yüzleşmek bakımından kanaatimce büyük önem taşıyor. Türkiye, soğuk savaş yılları dönemine ait müesses nizamdan, nihayet çıkıyor. Zor ve sancılı da olsa gerçekleşen budur aslında. Talihsizlik şurada ki, Türkiye en karmaşık sorunu olan Kürt sorununu bile, maalesef, soğuk savaş yıllarında kurulmuş ve hala da bu yılların etkisinde politika sürdüren, strateji geliştiren PKK gibi bir örgütle masaya oturularak çözülmeye çalışılıyor. OCAK 2015 17 Türkye’nn karanlıklarda kalmış tarhnn aydınlanması lazım. Ama bu aydınlanmayı salt, bu topluma çok zarar vermş br takım davalar üzernden anlayableceğmz kanaatnde değlm. Mesele çok daha dernlerde gb gelyor bana. Bugün yaşananları anlamak çn, İtthatçılığın tarh sahnesne çıktığı günlere ve İtthatçı mras ve geleneğn cemaatlerden tutun da, syas partler, ordu ve aydın hareketlerne varıncaya kadar oynadığı role bakmak gerekr. Dini cemaatler söz konusu olduğunda da aynı tabloyla karşılaşıyoruz. Bu alanda da, baktığımızda, soğuk savaş yıllarının ve ‘yeşil kuşak’ stratejilerinin geride bıraktığı tuhaf bağlantılarla, ilişkilerle karşılaşıyoruz. Kurulmasında bu yana neredeyse hiçbir milli iradesinin söz konusu olmadığı ve asıl olarak küresel güçlerin siyasi mühendislikleri sonucu oluşmuş bu nizamdan çıkmanın kolay olmayacağını ve bunun için sağlam bir siyasi irade ve bu iradenin arkasında duran bir halk gerektiğini düşünenler haklı çıktılar. Geçmişte kurulmuş ve Türkiye’yi yönetmiş siyasi partilerin ve güncel bir tartışma olması hesabiyle söylemek gerekirse, cemaatlerin, vaktiyle üstünde düşünülmüş birer ‘küresel’ siyasi proje olduğu tartışması, tencere dibin kara seninki benden kara kıvamında yapılmazsa eğer, siyasi geçmişimizle yüzleşmeye katkıda bulunabilecek kadar önemli bir tartışma halini alabilir... Eski Türkiye’nin bu gayrı-milli ama içerde milli dayanakları ve aktörleri olan projelerle uzun yıllar yönetildiğini ve buna karşı gösterilen milli reflekslerin de çeşitli biçimlerde bastırıldığını düşünenlerdenim. Milliliğinden şüphe duyulan projelere en ufak bir itirazın yapılamadığı yıllarda bir parti kuruyorsanız, 18 OCAK 2015 geçiş aşamasında ‘küresel siyaset pazarının’ kaide ve usullerini göz ardı etmeniz mümkün olmaz. Küresel aktörlerle, yerel dinamikler arasında kurulan ilişkiler sanıldığı gibi, her zaman küresel güçleri memnun eden bir hat ve zeminde ilerlemez. Kuruluşta küresel güçlerin desteklediği söylenen AK Parti iktidarının 12 yıllık icraatı ve duruşu bunun en somut kanıtıdır. ABD ve AB, AK Parti’nin iktidara gelmesini istedi. Bunun basit ve anlaşılabilir bir sebebi var: Türkiye AK Parti ve askeri darbe seçeneğiyle karşı karşıya kalmıştı. Ama bu defa darbeye kalkışanların yüzü, 27 Mayıs, 12 Mart ve 12 Eylül fiili darbelerinde olduğu gibi Avrupa ve Batı’ya değil, Avrasya’ya dönüktü ve farklı bir ideolojik tercih ve donanımla geliyorlardı. Ergenekon sürecine bu açıdan bakmak, dünyanın AK Parti iktidarına yeşil ışık yakmasını anlamaya yardımcı olabilir. Bugün, bir yandan bu muazzam siyasi deneyim var, ama bir yandan da kendi aralarındaki ideolojik ayrılık noktalarını bir yana bırakmış, ‘hükümet başımızı dünyayla belaya soktu’ diye feryat figan eden aydınlarımız ve siyasi partilerimiz var. Trajik bir durum... Trajik çünkü bu aydınların çoğunun hayatına baktığınızda, bütün ömürlerini Don Kişot misali Batının yel değirmenleriyle savaşarak geçirdiklerini görürsünüz. yazdıkları bile yetmeyebilir durumu anlamaya ve anlatmaya… Netlik içinde ifade etmek gerekirse, bugün eğer bu ülkenin dağlarında Kuvayı Milliye güçleri dolaşsaydı, AK partinin siyaset felsefesiyle hareket eder, Türkiye’nin aile içi kavgalarını sona erdirmek ve zamanla kaybettiği özgüven duygusunu diriltmek için milli politikalar takip ederlerdi. Bu bakımdan, Türkiye’deki milli ve gayrı milli kavgasına, ya da küresel siyasi proje tartışmalarına, içinde bulunduğumuz siyasi sürecin hakikatleri ve dinamikleriyle baktığınızda karşılaşacağımız tablo çok şaşırtabilir. Biliyoruz tabi, küresel siyasi pazarın en ilginç ama en çok tahribat yapmış beynelmilel projeleri maalesef bizim topraklarımızda pazarlandı, alıcı buldu ve hayata geçirildi. O kadar ki, bu ülkenin Başbakanı, Öcalan Türkiye’ye teslim edildiğinde, bunun sebebini anlayamadığını söylemişti. Şimdi de Fethullah Gülen’in neden aynı dönemde Amerika’ya yerleştiğini anlayamıyoruz veya anlamaya çalışıyoruz. Anlamaya çalışırken de sorunu, tarihsel bağlamlarından ve gerçekliğinden kopararak, cemaatin kontrol ettiği emniyet ve yargı güçlerinin vaktiyle yürüttüğü operasyon ve bu operasyonlar sonucu açılan davalar üzerinden anlamlandırmaya çalışıyoruz. ‘Dünya beşten büyüktür’, derlerdi mesela; İsrail’e ‘One minute’ diye haykırır, Diyarbakır’a gider, ‘Kürt meselesi benim meselemdir, bu meseleyi ben çözerim’ derlerdi. Dersim için özür diler, Alevi sorununu masaya yatırır, adımlar atarlardı. Yani bugün AK Parti’nin yaptığını yapar, ülkenin bütün bu sorunlarına milli çözüm ararlardı. AK parti bunu yapıyor bugün. Örneğin, Kürt meselesi gibi bir meseleyi, aslanın ağzından alınıp çıkarılan bir lokma gibi, küresel güçlerin egemenlik alanından alıyor ve milli bir çözüm gerçekleştiriyor. Ama soğuk savaş döneminin yapıları, üstelik devlet bürokrasisi içinde belli bir güç elde ettikleri aşikâr olan bu yapılar, sorunun çözümünü engellemek için MİT’e ve hükümetin ilgili kurumlarına operasyon üstüne operasyon çekiyor. Çözüm süreci unutmayalım ki, mili bir projedir. Küresel güçlerin hiçbir şekilde dahli söz konusu değil bu projede. Bu milli proje kiminle hayata geçiyor, muhatabı kim peki? Abdullah Öcalan ve Öcalan’ın liderliğini yaptığı siyasi hareketin temsilcisi olan parti, yani HDP. PKK neydi peki, milli bir projesi miydi Kürtlerin? Herhalde bu iddia edilemez. Kuruluş aşamasından başlayarak ‘millilik’ konusunda epey tartışmalı bir tarihe sahiptir PKK. Öcalan’ın bu konuda söyledikleri son derece aydınlatıcıdır, ama bir gün bu döneme dair bir tarih yazılacaksa, Öcalan’ın söyledikleri, Bir ‘Tahşiye’ mağduru, ‘boş yere 17 ay yattım’ diyor mesela ve bu bizi üzüyor... Oysa insan hakları savunucusu Muharrem Erbey, KCK Davasından beş yıl yattı. Erbey’le, Geçenlerde Kızılay’da bir kitapçı dükkânında karşılaştık. Yeni çıkan kitaplara bakıyordu. Bana Avrupa’da çok sayıda ödül aldığını söyledi. Muharrem Erbey, Fırat Anlı, Hatip Dicle gibi yüzlerce Kürt siyasetçinin hayatından alınmış bir beş yıl... Telafisi mümkün olmayan bir zaman dilimi, koskoca bir beş yıl. Barışa ve demokratik siyasete, insan hakları mücadelesine harcanması gerekirken, cezaevinde geçti. Kim telafi edecek bu mağduriyeti? Avrupalılar mı yoksa bir bardak suda fırtına koparan her renkten, her boydan müzmin muhalifler ve gazeteciler mi? OCAK 2015 19 Cemaat veya paralel yapı br sonuçtur. Kötü nyetl nsanların şeytan zekâlarıyla, brkaç emnyetçnn ve yargıcın marfetleryle oluşmuş br sonuç değl ama. Cumhuryet dönem Türkye’snn karmaşık toplumsal yapısının ve sosyolojsnn syas stsmarı üzerne taamüden nşa edlmş br sonuç… Türkiye, beş-altı yıl önce, KCK tutuklamalarıyla hemen hemen aynı tarihlerde başlatılan bir başka davayla çalkalanıyor şimdi. Avrupalılar, fırsat bu fırsat deyip feryadı kopardılar. Avrupa medyasında yer alan haberlere baktığımda, aklıma Muharrem Erbey’e Avrupa’da verilen ödüller geldi. Avrupalılar acaba ödül verdikleri kişinin başına gelenleri hiç merak ettiler mi diye düşünmeden edemedim. Muharrem Erbey’i kim tutukladı, ona ve belediye başkanlarına kelepçeyi kim taktıysa, iddia odur ki, aynı kişiler Tahşiye diye isimlendirilmiş bir cemaat grubuna da operasyon yaptılar. Bu grubu mağdur ettiler. Tahşiye davasıyla ilgili olarak kimi medya mensuplarının ifadelerine başvurulması, Avrupa’da ve içerde, medya özgürlüğüne vurulmuş bir darbe olarak gösterildi. Oysa gerçek bambaşka... Son yıllarda kamuyoyunu sarsan operasyon ve açılan davalarda belli bir cemaat grubunun oynadığı rol ve bu rolün şimdi sorgulanıyor olması, medya özgürlüğüne vurulan bir darbe olarak nitelenemez. Yarın Hrant Dink davasıyla ilgili soruşturma derinleştiğinde, başta Hürriyet gazetesi olmak üzere, o korkunç manşetleri attıranların ve Hrant’ın katline bu bakımdan ‘katkıda’ bulunanların oynadığı talihsiz rolü adalet sorgulamayacak mı? Sorguladığında, Hürriyet gazetesinde yazan bir takım adamların ifadesine başvurulduğunda, gayrı Müslim cinayetlerinin aydınlanmasını isteyen Avrupalılar, basın özgürlüğü filan deyip benzer demeçleri verecekler midir acaba? Türkiye’nin karanlıklarda kalmış tarihinin aydınlanması lazım. Ama bu aydınlanmayı salt, bu topluma çok zarar vermiş bir takım davalar üzerinden anlayabileceğimiz kanaatinde değilim. Mesele çok daha derinlerde gibi geliyor bana. Bugün yaşananları anlamak için, İttihatçılığın tarih sahnesine çıktığı günlere ve İttihatçı miras ve geleneğin cemaatlerden tutun da, siyasi partiler, ordu ve aydın hareketlerine varıncaya kadar oynadığı role bakmak gerekir. 20 OCAK 2015 İttihatçılıktan bu yana devleti ele geçirip, topluma düzen vermek, Türk siyaset hayatının en temel ilkesi oldu. Bu ilkeyi konjonktürel gelişmelere bağlı olarak, kimi silah zoruyla kimi belli bir toplumsal meşruiyet yaratarak, kimi gerektiğinde tabancayı çıkarıp masaya koyarak, kimi kuvvet komutanları ve ordu yani darbeler üzerinden hayata geçirmek istedi. Dünya ve Türkiye çok değişti, ama siyasetin bu ilkesinin hala geçerli olduğuna inanan ve temel paradigmasını, düşünüş kalıplarını İttihatçılıktan alan ve iktidar için birbirleriyle mücadele eden gruplarda bir değişim olmadı. Tersine Türkiye değişirken, bu grupların korkuları ve endişeleri arttı, değişime direnmek için ortaya koydukları çabalar ve giriştikleri operasyonlar daha fazla hissedilir oldu. Hiç biri bugünün Türkiye’sinde tek başına kalarak yaşayamaz hale geldi. Bu yüzden geçmişin kanlı bıçaklı düşmanları, AK Parti iktidarı karşısında sarmaş dolaş oluyorlar. Birlikten kuvvet doğar deyip birlikten medet umuyorlar ama özledikleri bu ilkesiz birliğin Türkiye’de bir karşılığı yok artık. Bir elleri Kürt siyasetinde, bir elleri CHP’de, bir elleri bilmem nerede! Mazilerine dönüp baksalar şu andaki hallerinden belki de hicap duyacaklardır, ama bunu da yapmıyorlar. Maziyi biraz hatırlatmak bana düşsün bu defa da, belki de son kez olarak… Cumhuriyet nazlı bir gelin gibi Osmanlı İmparatorluğunun içinden çıkıp süzülüyorken, bu nazlı geline talip olanlar da bir bir tarih sahnesine çıkıyor ve geline göz kırpıyorlardı... Bir futbol sahası düşünün. Kalede devlet var. Sahada ise devletin kalesine gol atmak isteyen, bunun için birbirine çalım atan sıra sıra dizilmiş siyasi takımlar var. Dini, etnik ve sınıfsal formalarını giymişler, kendi aralarında zaman zaman kavga ediyorlar, sahada mücadele edecekleri takımı seçiyorlar, bu takımlardan birinin en güçlüyü geçme ihtimali doğduğu anda, devletin imkânlarını kullanarak operasyonlar yapıyorlar ve devletin kalesi önünde kurul- muş bu kavga, özü itibariyle devletin gölgesinde ve bazen de açıkça himayesinde sürüp gidiyor. İttihatçılığın siyasete ve devlete egemen olduğu tarihten bu yana sahada kurulmuş olan müesses nizam bu şekilde işliyor. AK Parti hükümeti bu müesses nizamı kucağında buldu. Müesses nizamla mücadelede, nizamın en güçlü aktörlerinden biriyle-cemaatle kader birliği yaptı. Kişisel kanaatim o ki, bu kader birliği olmasaydı, Türkiye askeri vesayete bir daha yenilecek ve AK Parti deneyimi, bugün sadece umutla yad edilen bir hatıra olarak anılacaktı. AK Parti iktidara geldiğinde, Devletin belli bir hukukla yönetilen ve işleyen bir mekanizma olmadığını gördü. Devlet çeşitli iktidar gruplarının ve güç odaklarının adeta ulusal bir mutabakatı sonucu işliyor ve bu mutabakatta askeri vesayet ve devlet dışı organizasyonlar belirleyici bir konumda bulunuyordu. Bu memlekete komünizm lazımsa biz getiririz lafı latife olsun diye söylenmiş bir söz değildi aslında. Devletin ruhunu ortaya koyan bir sözdü. Devlet kuruluşundan beri, İslami, etnik veya sınıfsal amaçlarla yola çıkmış her çeşitten grubun içine sızmış, bu grupların kuruluşunu desteklemiş, ihtiyaç duyduğunda bu türden örgütleri bizzat kurmuş ve yönetmişti. Cemaatler dünyanın hiçbir yerinde siyasi hayata ve devletin işleyişine bu kadar güçlü bir biçimde belirleyici olmazken, Tanzimat’tan bu yana Batılılaşma kavgası veren Türkiye’de, cemaatlerin oynadığı rol, salt toplumsal bir talebin sonucu olarak görülebilir mi? Kuşkusuz hayır. Filler dövüşürken, halkın payına düşen sadece çimen olmaktı... Filler dövüştü, çimenler ezildi. Ve AK parti hükümeti bu müesses nizamı kucağında buldu. Müesses nizamla mücadelede, nizamın en güçlü aktörlerinden biriyle-cemaatle kader birliği yaptı. Sahadaki racona uymaya belki de mecbur edildi. bir evreye soktu. Cemaat, kendi televizyonlarında yayına soktuğu dizilerde, Kürt sorununu çözmek için yeni kahramanlar önerisinde bulunuyor, Öcalan ve PKK’yle sürekli mücadele konsepti öngörüyordu. Ve doğrusu bu dizilerde yaratılan karakterler, devlete 90’lı yıllarda, PKK’yle mücadele için farklı ama hiçbir hukuki ve meşru yanı olmayan tekliflerde bulunan ve bunu da hayatıyla ödeyen eski JİTEM’ci Ahmet Cem Ersever’e de çok benziyordu. Cemaat veya paralel yapı bir sonuçtur. Kötü niyetli insanların şeytani zekâlarıyla, birkaç emniyetçinin ve yargıcın marifetleriyle oluşmuş bir sonuç değil ama. Cumhuriyet dönemi Türkiye’sinin karmaşık toplumsal yapısının ve sosyolojisinin siyasi istismarı üzerine taamüden inşa edilmiş bir sonuç… Kendini solcu sanan İttihatçılar, kendini İslam âleminin en güçlü grubu sanan ama geldiği yer itibariyle Hasan Cemal ve Oktay Ekşi gibi has Kemalistlerin ve İttihatçıların desteğine muhtaç kalmış bir cemaat… O Oktay Ekşi ki, neresinden bakarsanız bakın, karşınıza tipik bir İslamofobik çıkar. O Hasan Cemal ki, bir gün dağlara çıkar, PKK’nin silahlı militanları Türkiye’yi terk etmesinler diye gövdesini siper eder; O Hasan Cemal ki, 12 Eylül’de Mamak ve Diyarbakır cezaevinden dışarıya habire ceset taşınırken Kenan Evrenle Endonezya adalarına geziye çıkardı... Şimdi de İtalya kıyılarından, demokrasimizin ne kadar da kötüleştiğini yazıp durmakta… Bu İttihatçı tayfa şimdi kol kola el ele Türkiye’nin yegâne milli ve siyasi projesi olan AK Parti iktidarını alaşağı etmeye çalışıyor. Öyle bir dayanışma ki, insanın gözyaşları akıp sel oluyor! İttihatçılar, Kemalistler, memleketin komünistleri, hep bir aradalar… AK partiyle cemaat arasındaki bu kader birliği, demokratikleşme ve özellikle Kürt sorununda yeni bir paradigma gelişirken ve Türkiye’nin özgüven duygusunu arttıran hadiseler peş peşe yaşanırken (one minute ve diğerleri gibi) çatırdamaya başladı. Anlamadıkları tek şey şu: Bir dönem kapanıyor. Yeni Türkiye elbette çok zor kurulacak. Yeni Türkiye, kendi soğuk savaş yıllarının içinden çıkarak kurulacak. Türkiye soğuk savaş yıllarında kotarılan küresel projelerle yönetilemeyecek kadar özgüveni yüksek ve güçlü bir ülkedir artık. Hükümetin Öcalan’la görüşmeleri başlatması, cumhuriyetin son isyancılarına ve bu isyanın parlamentodaki temsilcilerine karşı geliştirdiği tanıma siyaseti, Batı’yla ilişkilerde yaşanan anlaşmazlıklar hükümetle cemaat arasındaki ilişkileri bambaşka Cemaat-devlet kavgasında, gele gele Fethullah Gülen’in iadesini konuşulduğu bir ortama gelindiyse, bu trajik sonucun muhasebesini en çok da cemaate inanan insanların samimiyetle yapması ve yeni bir tutum içine girmeleri gerekmez mi? OCAK 2015 21 İÇ POLİTİKA 17-25 Aralık Darbe Girişiminin Birinci Yılında PARALEL DEVLET YAPILANMASI TEPETAKLAK Bülent ORAKOĞLU SDE Başkan Danışmanı B ugün paralel yapının, meşru hükümeti devirmeye yönelik 17-25 Aralık darbe girişiminin yıl dönümü. Davos’ta Van Minut meselesinden sonra paralel yapı cuntası, yargı-polis-medya ayaklarıyla Türkiye’yi 60, 71, 80 klasik darbeleri ve 28 Şubat Postmodern darbe sürecinden farklı olarak, hukuk örtüsü giydirilmiş bir darbe sürecine sokarak AK Parti iktidarını ve Başbakan Erdoğan’ı bizzat hedeflerine almışlardı. Bu amaçla, Başbakan Erdoğan’ın dokunulmazlığını kaldırarak istifaya zorlayacak ve sonrasında tutuklayacaklardı. Bu konuda iddianame bile hazırlamışlardı. İddianamede halen görevde olan Başbakan Erdoğan için “Dönemin Başbakanı” sıfatını kullanmaları ihanetin boyutlarını ve Türkiye’nin sürüklenmek istediği “Kaos” ortamını açıkça ortaya koyması bakımından vahim görünüyor. Üst akıl tarafından maşa olarak kullanılan Paralel Devlet Yapılanmasının (PDY) ana hedefi, Erdoğan’sız bir AK Parti’ydi. 17 ve 25 Aralık darbe girişimlerinin önlenmesi sonrasında muhtelif tarihlerde İstanbul, İzmir ve Ankara başta olmak üzere birçok ilde PDY’nın polis ayağına yapılan operasyonlarda bu örgütün “Devlet gücünü kullanmasının önüne geçilirken” operasyonlardan telaşa kapılan bazı çete elemanlarının darbe teşebbüsü ile ilgili bilgisayar kayıtlarını geri gelmemek üzere sildikleri tespit edilmişti. Yapılan teknik çalışmalarda darbe teşebbüsü ile ilgili silinen çok önemli bilgilerin geri getirildiği, suç konusu dokümanların soruşturmayı yürüten adli makamların elinde olduğu bilgisi de sanırım PDY ile yapılan mücadelede önemli bir gelişme. Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan TOBB’da yaptığı konuşmada bu ihanet sürecini açıkça ortaya koyan açıklamalarda bulundu. “17 Aralık’ta bu oyunu görmeseydik, 25 Aralık operasyonunu yapacaklardı. Bakanlar nasıl alınacak, başbakan nasıl alınacak bunların planı hazırdı. Bizim alınmamızdan sonra kurulacak hükümetin başbakan ve bakanlar dahi tek tek hazırlanmıştı. Bir hükümeti devirecek yerine onlara hizmet edecek bir hükümet kuracaklardı. 17 Aralık sonrasında ne dedik inlerine gireceğiz. İnlerine girdik ve giriyoruz. Yolsuzluk kılıfı, yolsuzluk maskesi darbe niyetinin üzerini örtmeye yetmedi. Eğitimden, hizmetten, himmetten bahseden yapının birtakım kirli cinayetlere, faili meçhul cinayetlere dahi bulaştığını işte bugünlerde görüyoruz. Daha da fazlası çıkacak, zincir bunu gösteriyor, daha şaşırtıcı şeyler de görecek, duyacaksınız. Güneydeki sevdikleri ülke yönetimi bunları maşa olarak kullandı ve hala kullanıyor.” Türkiye’de geçmiş dönemlerde işlenen ve kamuoyu vicdanını örseleyen tetikçisi yakalansa bile arka planda azmettiricileri tespit edilemeyen faili meçhul cinayetlerin Paralel Devlet Yapılanmasının işi olduğu yönünde çok ciddi iddialar ortaya atılıyor. Faili Meçhullerde Ön Alma Çabası Mı? Eski İçişleri Bakanı İdris Naim Şahin olaylı bir şekilde Ak Parti’den ayrıldıktan sonra ilginç bir soru önergesi verdi. Bu soru önergesi, 21 Haziran 2014 tarihinde Zaman Gazetesinde tam sayfa yayınlandı. O soru önergesinde enteresan bir şekilde, Hrant Dink, Danıştay, Necip Hablemitoğlu Suikastlarının ve Zirve Katliamı ile Üzeyir Garih cinayetlerinin PDY’nın üzerine yıkılacağından söz edilmişti. Önergenin Zaman Gazetesinde tam sayfa yayınlanması bazı çevreler tarafından şüphe ile karşılanmış, günü geldiğinde “Biz demiştik” demek için “Ön alma çabası” olarak yorumlanmıştı. AİHM kararı ile Dink Suikastı soruşturması yeniden açılırken, ikinci derece azmettiricilerden Erhan Tuncel’den sonra tetikçi Ogün Samast’ın da soruşturmayı genişleten savcıya verdiği ifade, Eski 22 OCAK 2015 Sz bakmayın Türkye düşmanı, AIPACK ve NEOCON lobler kontrollerndek, Batılı yazılı ve görsel medya le ttfak çnde olan yerl medyanın, 14 Aralık operasyonlarının, gazeteclk faalyetler nedenyle yapıldığı palavrasına. Bz bu flm 7 Şubat MİT Krznde, Gez olaylarında, 17-25 Aralık darbe grşmnde, Adana’da MİT’e at TIR’lara yapılan operasyonlarda, 6-8 Ekm Koban bahanesyle gerçekleştrlmek stenen kalkışmada gördük. Bz artık devlet ve kamuoyu olarak, küresel ve yerl Türkye düşmanlarını tanıyor ve blyoruz. İstihbarat Daire Başkanı Ramazan Akyürek ve Ali Fuat Yılmazer’in suikastla ilişkisine işaret etmiş ve bu ikiliyi suçlamıştı. Eski İstanbul Organize Suçlarla Mücadele Şube Müdürü Adil Serdar Saçan katıldığı bir televizyon programında Danıştay, Hrant Dink, Rahip Santoro cinayetlerini F tipi örgütün planladığını ifade ve iddia etmişti. Başbakanlık Teftiş Kurulu Dink Cinayeti ile ilgili olarak yaptığı incelemelerde, Ramazan Akyürek ve Ali Fuat Yılmazer’in Hrant Dink’e yönelik koruma önlemlerinin alınması konusunda ellerinde yeterli bilgi mevcut olmasına rağmen, koruma tedbiri alınmaması nedenleriyle görevlerini gereği gibi yerine getirmedikleri yönünde bir rapor düzenlemişlerdi. Hrant Dink cinayetinin işlendiği dönemde İstanbul Emniyet Müdürlüğü İstihbarat Şube Müdürü olarak görev yapan Ahmet İlhan Güler’in savcılık ifadesinde, dönemin Trabzon İl Emniyet Müdürü Ramazan Akyürek’in “Hrant Dink ne olursa olsun öldürülecek” şeklindeki istihbarat notunu kendilerinden gizlediğini iddia etmişti. Hrant Dink Suikastı Soruşturması Sil Baştan Hrant Dink yaklaşık 8 yıl önce tetikçi Ogün Samast tarafından katledilerek öldürülmüştü. Cinayeti ikinci derecede azmettireni Yasin Hayal ve Polis İstihbaratı YIE elemanı Erhan Tuncel de deşifre edilerek yargı önüne çıkarılmışlardı. Davanın arka planında, cinayetle ilgili birinci derecede azmettiricilerin ortaya çıkmasını engellemek amacıyla, devlet kurumları içine sızmış paralel yapıya mensup bazı görevlilerin OCAK 2015 23 cinayetleri, faili meçhuller çözülür. Cinayetin ipuçları bizi hala korunan ve dokunulmayan devletin derinliklerine götürüyor. Böylesi bir cinayetin aydınlatılabilmesi için, işte bu yapının üstüne gidilmesi ve açığa çıkarılması gerekir” demişti. kasıtlı olarak gerçekleri sümen altı ettiklerine yönelik bazı iddialar, Dink cinayetini sil baştan araştıran Savcı Yusuf Hakkı Doğan tarafından bütün yönleriyle inceleniyor. Suikastın arka planında birinci derecede azmettiricilere yönelik önemli bilgi, belge ve delillere ulaşılması durumunda, Yeni Türkiye için, demokrasi ve hukuk devleti açısından, faili veya azmettiricileri meçhul cinayetlerle hesaplaşma şansını yakalayabileceğimiz anlaşılıyor. Türkiye Cumhuriyeti tarihinde bir ilk olarak Dink cinayetinin tüm yönleri ile deşifre edilerek aydınlatılması durumunda, yakın tarihimizde kamu vicdanını yaralayan, devlet-millet kaynaşmasını engelleyerek, birlik ve beraberliğimiz açısından bir tehdit oluşturan faili veya azmettiricileri meçhul 60’a yakın cinayet veya suikast aydınlatabilecektir. En önemlisi de Türkiye’de kamu düzeni ve güvenliğini, Kaos ve istikrarsızlık yaratacak eylem ve kalkışma senaryoları ile yıllardır bozan, milli iradenin temsilcisi siyasi iktidarları hedef alan dış güçler ve bu gücün kontrolündeki devlete sızmış etki ve nüfuz ajanları deşifre edilerek yargı önüne çıkarılabilecektir. Hrant Dink davası avukatlarından Fethiye Çetin bir röportajında, “Dink cinayetinin ardındaki örgüt ortaya çıkarılırsa, bütün siyasi cinayetler, gazeteci 24 OCAK 2015 Çetin, ‘Utanç Duyuyorum’ adlı kitabında; “İzleyenler hatırlayacaktır, bugüne kadar gördüklerimden bildiklerimden, okuduklarımdan çıkardığım sonucu, cinayetin ardındaki örgütü soranlara şöyle açıkladım: Hrant Dink cinayeti, pek çok benzeri gibi Ergenekon’u da aşan, onun üzerinde, daha derin bir yapı tarafından işlendi. Bu Yapının izleri dava dosyalarında. Yapılacak iş, dosyalardaki izleri takip etmek, üstü örtülmek istenenlerin üzerine gitmek, Hrant Dink dosyaları, Ergenekon dava dosyaları, Savcı Doğan Öz, Abdi İpekçi ve daha pek çok dosya, görmezden gelinen, üstü örtülen izleri, işaretleri takip edecek savcılar bekliyor”. Ergenekon davasına bakan İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi’nin talebi üzerine Genelkurmay’ın gönderdiği hard disklerin incelemesini tamamlayan Hâkim Hüsnü Çalmuk hazırladığı 212 sayfalık raporu Ergenekon Mahkemesine göndermişti. Raporda Genelkurmay değerlendirmelerinde ABD-TürkiyeGladio bağlantısı da anlatılmış: “… Gladio’nun ABD kontrollü bir yapı olduğu, NATO’ya girişle birlikte Türkiye’de derin devletin ortadan kalktığı ve ABD egemenliğinin devlete hakim olduğu, geçmişte komünistler baş suçluyken, bugün ABD aleyhtarı olan, milli çıkarları korumaya çalışan kurum, grup ve yapıların suçlu haline getirilmeye çalışıldığı; Gladio’nun Soğuk Savaş döneminde TSK’nın içerisinde olduğu, ancak TSK’nın 1990’lı yıllarda Özel Kuvvetler Komutanlığını yeniden teşkilatlandırarak millileştirdiği ve ABD’nin kontrolündeki yapıyı tasfiye ettiği, bunun üzerine ABD’nin Gladio’yu kendi kontrolündeki Fethullahçı yapının içerisine yerleştirdiği, bugün Gladio’nun odağının emniyet içindeki Fethullahçılar olduğu; Genelkurmay değerlendirmesinde Danıştay, Hrant Dink ve Rahip Santora suikastlarının da Fethullah Gülen grubuyla bağlantılı olduğu iddia ediliyor.” Yeni Şafak yazarı, Tamer Korkmaz ‘Derin Seferberlik’ başlıklı köşe yazısında; Seferberlik Tetkik Kurulu’nda görev yapan genç subaylardan Esad Keşafoğlu, kontrgerilla eğitimi alan ilk isimler arasındadır. Kendisinin “çok özel” bir misyonu vardı! 1952 yılından itibaren; yıllar sonra sahneye etkili “dini önder” kimliği ile çıkacak olan bazı isimleri “antrene etmek için” seferber olmuş bir derin simadan söz ediyoruz! “Küçük Dünyam” adlı kitapta, Paralel Yapı’nın ‘Kâinat İmamı’nın, Erzurum’daki gençlik yıllarına ait bazı hatıralara da ayrıntılı olarak yer verilmişti: 1950’li yılların ortalarında Erzurum’da katıldığı akşam sohbetlerini anlatırken aklında kalan isimleri sayıyor... Esad Keşafoğlu’ndan da söz ediyor! Keşafoğlu için “O sıralarda üsteğmendi” diyor... Sol Gazetesi’nin kontrgerilla üzerinde çalışma yapmış kalemlerle yaptığı söyleşi dizisinde Soner Yalçın; “Fethullah Gülen, Erzurum’da Komünizmle Mücadele Derneği kurucusuydu. Bugün Pensilvanya’da yaşıyor. 40 yıllık bir tarihi süreç aslında sorunun yanıtı değil mi? Gladio Hıristiyanlar için Opus Dei neyse Müslümanlar için de Cemaat’in o olmasını istiyor. Cemaat’in bu yönü ortaya çıkmıştır, okullarının amacı ortaya çıkmıştır, arkasındaki güç ortaya çıkmıştır” diyor. Hrant Dink Suikastı soruşturmasını sil baştan açan Savcı Yusuf Hakkı Doğan’a, Erhan Tuncel ve Ogün Samast’ın, cinayetin arkasında Ramazan Akyürek ve Ali Fuat Yılmazer’in olduğu yönündeki iddialarını çok yönlü, tarafsız ve adaletin tecelli etmesi açısından inceleyeceğine yönelik kamuoyunun önemli desteği var. kilde yolsuzluk kılıfı içinde harekete geçen Paralel Devlet Yapılanması polis ve yargı ayaklarını kullanarak aralarında bakan çocukları, siyasiler ve iş dünyasından önemli isimlerinde bulunduğu birçok kişiyi yolsuzluk ve rüşvet suçlamasıyla gözaltına almıştı. PDY’nın aynı strateji ve taktikle kendileri ve üst akıl için tehdit oluşturan kişi ve kurumları hedef alarak kumpas kurmak suretiyle tasfiye ettikleri bugün tüm çıplaklığı ile ortaya çıkarılmıştır. Paralel Devlet Yapılanmasının El-Kaide ile ilişkilendirip kumpas kurduğu Taşhiyeciler ile ilgili Türkiye genelinde yapılan operasyonlarda Tahşiye yayınevi sahibi M. Nuri Turan ile Mehmet Doğan’ın da aralarında bulunduğu 122 kişi tutuklanmıştı. Mehmet Doğan ile Vakit gazetesi yazarı Mustafa Kaplan 17 ay hapiste kaldılar. Suç bulunamadığı için 17 ay sonra beraat ettiler. Aslında Taşhiyeciler isimli bir örgüt yok. El-Kaide yaftalaması da tamamen bir algı operasyonu. Bu grup minik sayılabilecek bir “Risale-i Nur Cemaati”. Tahşiye ise Cağaloğlu’nda bu cemaate ait bir yayınevinin adı. Wikileaks’e göre “ABD’nin Türkiye Büyükelçiliği, bu operasyonların El Kaide ile bağı bulunmayan İslami oluşumları sindirme amacı taşıdığını, Polis ve diğer güvenlik teşkilatlarının tutuklanan kişilerin El Kaide ile irtibatlı olmadıklarını bildiklerini iddia ediliyor.” Genelkurmay Başkanlığı’nın Ergenekon mahkemesine gönderdiği hard disklerde TSK içinde var olan Gladio yapısının 1990’lı yıllar sonrasında tasfiye edilerek millileştirildiği, bunun üzerine ABD’nin Gladio’yu kendi kontrolündeki Fethullahçı yapının içerisine yerleştirdiği yönündeki iddia ve tespitlerinin Dink ve Hablemitoğlu suikastlarını yeniden araştıran savcılar tarafından mercek altına alınması demokrasimiz açısından elzem görünüyor. Tahşiyeciler Kumpası Geçen yıl 17 Aralık’ta devleti ele geçirmek ve meşru hükümeti yargı darbesiyle yıkmak için birden fazla ilde organize bir şe- OCAK 2015 25 2010 yılında gruba yapılan baskınlarda ele geçirilen sis bombasıyla “Zir Vadisi”nde yapılan kazılarda bulunan sis bombasının seri numaralarının aynı olduğu belirtiliyor. Biri “Ergenekon” diğeri “El-Kaide”, birbirinden çok farklı gruplara yönelik operasyonlarda tek bir bombanın 2 kez bulunmasının “14 Aralık soruşturması’nın” dikkat çekici delilleri arasında olduğu belirtiliyor. Fethullah Gülen, Nur Camiasının bir parçası olan Taşhiye Grubu’nu neden hedefine almıştı? Taşhiye yayınevi sahibi M. Nuri Turan, Fethullah Gülen’in Nur hareketinin bir parçası olmadığını aksine Nur hareketini istismar eden, İslam’ı tahrif ederek İslam Dünyası’nı, Batı’ya köle yapmak amacında bir kişi olarak tanımlıyor. Gülen’den başka hiçbir hocanın İsrail’i meşru otorite olarak görmediğini belirten Turan, kaleme aldıkları 5 eserden oluşan Rumuzul Kuran serisinin Gülen’i rahatsız ettiğini belirterek şunları söyledi: “Maide 51-56. ayetlerin tefsiri “Tek din İslam” meselesini işleniyor. En önemlisi istismar ettikleri şey lailahe İllallah meselesidir. Gülen bu ayeti istismar ederek ,”Muhammedun Resulullah” ifadesine gerek olmadığını, Hristiyan, Yezidi, Yahudi ve Hinduların Allah’ın zatını kabul ettiklerini, bunun üzerinde anlaşmamız gerektiğini belirtiyor. Biz de bu kitapta lailahe İllallahın içinde Muhammedun Resulllah’ın zaten olduğunu ve bunların ayrılmaz olduklarını ayet, hadis ve fıkhi hükümlerle ispatladık.” Fethullah Gülen’in kendisine biat etmeyen Tahşiyeciler ile ilgili olarak 6 Nisan 2009 yılında bu grubun faaliyetleri, El Kaide ile irtibatları, dini ve siyasi söylemlerinin tehlikeli olduğuna yönelik Herkül org sitesinde yaptığı konuşma, 8 Nisan 2009’da STV ana haberde ve Zaman gazetesinde bazı köşe yazarları tarafından ele alınarak bu gruba operasyon 26 OCAK 2015 yapılmasına yönelik algı ve psikolojik harekat operasyonlarına dönüştürülmüştü. STV’de yayınlanan, Tek Türkiye dizisinin 64. bölümünde karanlık kurul sahnelerinde Tahşiyeciler bir tehdit unsuru olarak işlenmek suretiyle Tahşiye Yayınevine ve bu gruba yönelik PDY’na mensup yazılı ve görsel medya tarafından yapılan karalama kampanyası ve kara propaganda ardından 2010 yılında PDY’nın polis ve yargı ayağınca, gruba yönelik olarak başlatılan operasyonlarda örgüt faaliyetlerinde kullanıldığı iddia edilen, İstanbul’daki adreslerde yapılan aramalar birbiri ardına yaşanan hukuk garabetlerini de gözler önüne seriyordu. İstanbul Bahçelievler’de bulunan bir evde yapılan aramada, 2 adet el bombası, 1 adet el bombası gövdesi, 1 adet sis kutusu, çok sayıda fişek, kitaplar ve krokilerin bulunduğu belirtildi. Silah ve diğer mühimmatların üzerinde yapılan parmak izi incelemesinde sanıkların parmak izine rastlanmazken, operasyonu yapan polislerin parmak izleri saptanmıştı. Polisler ise kendini, “Arama yaparken kullandığımız eldivenler yıprandığı için parmak izimiz çıkmıştır” diye savunmuştu. “Farklı” Operasyonlarda “Aynı” Bomba Günlerdir konuşulan ancak bugün operasyonlara dönüşen soruşturmanın delillerden biri; “aynı” sis bombalarının “farklı” operasyonlarda ele geçirilmiş olmasıdır. Tahşiye Grubuna yönelik kumpas operasyonu, ilk defa Paralel Devlet Yapılanmasının, illegal hiyerarşik organize örgütlenmesini ve faaliyetlerini ortaya çıkarması bakımından önemli görünüyor. Pensilvanya’daki örgüt liderinin, hedef göstermesi üzerine örgütün yazılı ve görsel medyası ile polis ve yargı ayaklarının, kumpas kurulan gruba yönelik illegal ve hukuksuz faaliyetlerini icra ederken geride bıraktıkları izler ve suç delilleri, bir yönden PDY’nın çöküşüne vesile olabilecek keyfi ve hukuk dışılığı gözler önüne sererken, diğer taraftan 14 Aralık operasyonunun ne kadar hukuki ve adli bir olay olduğunu, “Özgür ve bağımsız basına darbe” söylemlerinin paralel devlet tarafından ortaya atılan içi boş algı ve psikolojik harekât faaliyetlerine işaret ettiğini bariz bir şekilde gösteriyor. 14 Aralık Operasyonunu yürüten İstanbul Cumhuriyet Savcılığı, Paralel devlet Yapılanmasını hiç beklemedikleri, akıllarından dahi geçirmedikleri bir anda kumpas delilleri ile birlikte kuyruğundan yakaladı. Bu olay bu yapı tarafından kumpasa uğrayan mağdurlar açısından psikolojik eşiğin, bariyerin yıkılması anlamına gelebilecek önemli bir gelişme. Bu güne kadar PDY’nın Kumpasına hedef olan ancak bu yapının devlet içindeki gücünden korkan mağdurların yargıya başvurarak haklarını arama, kumpasçılardan hesap sorma azmi ve kararlığına, Doping etkisi yaparak küçük bir kartopunu büyük bir çığ haline getirecek ve PDY’nı yok edebilecek ivmeye erişecek gibi görünüyor. Siz bakmayın Türkiye düşmanı, AIPACK ve NEOCON lobileri kontrollerindeki, Batılı yazılı ve görsel medya ile ittifak içinde olan yerli medyanın, 14 Mart operasyonlarının, gazetecilik faaliyetleri nedeniyle yapıldığı palavrasına. Biz bu filmi 7 Şubat MİT Krizinde, Gezi olaylarında, 17-25 Aralık darbe girişiminde, Adana’da MİT’e ait TIR’lara yapılan operasyonlarda, 6-8 Ekim Kobani bahanesiyle gerçekleştirilmek istenen kalkışmada gördük. Biz artık Penslvanya’dak örgüt ldernn, hedef göstermes üzerne örgütün yazılı ve görsel medyası le pols ve yargı ayaklarının, kumpas kurulan gruba yönelk llegal ve hukuksuz faalyetlern cra ederken gerde bıraktıkları zler ve suç delller, br yönden PDY’nın çöküşüne vesle olablecek keyf ve hukuk dışılığı gözler önüne sererken, dğer taraftan 14 Aralık operasyonunun ne kadar hukuk ve adl br olay olduğunu, “Özgür ve bağımsız basına darbe” söylemlernn paralel devlet tarafından ortaya atılan ç boş algı ve pskolojk harekât faalyetlerne şaret ettğn barz br şeklde gösteryor. devlet ve kamuoyu olarak, küresel ve yerli Türkiye düşmanlarını tanıyor ve biliyoruz. PDY Havlu Attı 14 Aralık operasyonu sonrasında paralel devlet yapılanmasının desteğini almış bazı gazeteciler, muhalefet partileri, siyasiler ve ordu göreve pankartı açıp, darbe çığırtkanlığı yapan bazı sol grupların ve en önemlisi de HDP ve PKK’nın şehir örgütlenmesi YDG-H’nin bu yapı ile ilişkilerini, bu yapı tepetaklak olurken verdikleri desteği ibretle izliyoruz. Herhalde birbirine aykırı bu grupları bir noktada buluşturan ideoloji, Türkiye Düşmanlığı ve darbe kardeşliği, güç ise üst yapı veya üst akıl olsa gerek. Ancak korkunun ecele faydası yok Paralel Devlet Yapılanması havlu attı bile. Paralel Devlet Yapılanması medyasını izlediğinizde anneanne ve dede süsü verilmiş yaşlı kişilerin psikolojik harekât faaliyeti olarak değerlendirilebilecek “yeter artık bu kavga bitsin yönündeki serzenişleri (kardeş kavgası anlamında)” Neocon ve Yahudi lobilerinin kontrolündeki ve 21. yüzyıl kasabı Esed muhibbi ABD gazetesi Wall Stret Journal’dan Obama’ya devreye gir çağrısı; hakkında yakalama kararı ve kırmızı bülten çıkarılması an meselesi olan örgütün 1 numaralı şüphelisi Gülen ve PDY’nın tepetaklak çöküşünü durduramayacaktır. Risali Nur talebesi olan Muhammed Doğan 2005 yılında kaleme aldığı Rumuzul-Kur’an 4 adlı eserinde Gülen Hareketi’nin 2014’te sönmeye başlayacağını ifade etmesi ne kadar öngörülü, doğru ve ders alınması gereken bir tespit. OCAK 2015 27 İÇ POLİTİKA BEDELLİ ASKERLİK BEDELSİZ ORDU Doç. Dr. Ahmet Erkan KOCA SDE Savunma ve Güvenlik Programı Koordinatörü A skerlik zor bir iş; insanın bütün hayatını belirleyen, düşünüş biçimine kadar etki eden ve dünyayı sürekli bir tehditler ülkesi gibi gösteren zorlu bir meslek. Sadece kışlada değil hayatın her alanında disiplin altında olmayı ve hep bir hiyerarşi içerisinde yaşamanın güçsüzleştirici ve yozlaştırıcı yanlarıyla baş etmeyi gerektiren ‘baskıcı’ bir kültür. Doğası gereği sivil hayatın zıddına bir dünyada geçen, insanları sürekli olarak ikili kategorilerle düşündüren, siyasalın var olanı değiştirici potansiyelinden ürken, devletçi ve statik bir yerden sürekli kendini korumaya alma içgüdüsüyle şekillenen bir dünya. Elbette haysiyetli ve cesaret isteyen de bir iş. Hele ki bu işi meslek olarak benimsemiş kimselerin karakter olarak güçlü, gözü pek, vatanperver ve bir o kadar da zeki ve fedakâr olmaları şart. Pek çok zorlu meslek gibi sevilmeden, sırf para için ya da geçim temini nedeniyle ‘yapılacak iş değil’. Para için yapılacak iş, meslek değildir fehvası en çok buraya m siste i yoruz, o günden bu yana çok şeyler i y i n en a Y n a . a l değişti ama işin doğası aslında hep r sınd stemidi y zekay ı ç a i aynı kaldı. Savaş ve askerlik, esasen s iye ma şi Türk bir ordu rün, kur tiği, bu i elinizdeki gücü ve kendinizi -her açıa tö k eş dan- çok çok iyi bilip, en ince ayrıntısıkarm l ile ama nün birl er olara ef cü ne n i ü o na ve en küçük güç birimine kadar çok a g n y l i s i l r e prof ın manev yapanla birliği ha iyi hesaplayıp sonrasında akıl oyunları halk k olarak ıkı bir iş stemdir. ile karşı tarafın en güçsüz olduğu bir anı e i s mesl anların karma s ve yeri kollayarak eyleme geçme stratejisinyap ren bir den başka bir şey değildir. içe uyuyor sanki. Mutlaka gönül vermek, yapılan işle ve memleketle sürekli bir manevi bağ kurmak ve motivasyonunu, savunmaya değer bir halka olan inançtan almak son derece önemli. Bu bağ kurmak meselesi hem bedelli askerlik hem de profesyonel orduya geçiş tartışmalarının kalbinde yatan, esas mesele. Kısa ya da uzun dönem askerlik denen şey aslında ‘askerlik temel eğitimi’. Erkeklerin bir savaş çıkması halinde ülke savunmasında görev alabilir olmaları gibi bir amaçtan hareketle, temel askeri bilgilere sahip olmaları ve ordunun arkasında bütün bir halkın olduğu intibasının sürekli tutulması için konulmuş bir zorunluluk. Askerlik esasen böylesi bir intibalar üzerinden de düşünülen bir iştir. İşe yarar bir intiba yarattığınızda yaptığınız şey anlamsız ve işe yaramaz olsa da savaş halinde fazlasıyla işinize yarar çünkü Sun Tzu’nun ünlü eseri Savaş Sanatı’nda bu durum etkili bir biçimde anlatılır: Savaş, kandırmacalı bir iştir. Bu nedenle vurabilecekken vuramayacakmış gibi göstermek, saldıracakken saldırmayacakmış gibi göstermek, yaklaşırken uzaklaşıyormuş gibi göstermek, uzaklaşırken yaklaşıyormuş gibi göstermek gerekir... Düşman konuşmalarında alttan alıyorsa hazırlık yapıyor demektir, saldıracaktır; düşman yüksekten atıyor ve üstümüze geleceğini söylüyorsa geri çekilecektir; hafif savaş arabaları öne çıkmış, askerler her iki tarafında sıralanmış ise saldıracaklar demektir; hızla kaçarken askerlerini savaş düzenine sokuyorsa bir süre sonra ölümüne savaşmayı planlıyor demektir… (Tzu, 2014: 2,27). Elbette, Sun Tzu’nun yaşadığı Çin’in sürekli birbiriyle savaş halindeki beylikler döneminde yaşamı- 28 OCAK 2015 Bu bağlamda, ülkenin bütün kaynaklarının -kadınlar, yaşlılar ve çocuklar dâhil!- gerektiğinde ordunun gücüne eklenebilir olması, ülkedeki her bir araç-gereç ve fabrikanın, araba sayısından maden ocaklarının üretim kapasitesine kadar her şeyin çok iyi bilinip hesaplanarak orduya destek verir bir kaynağa kolaylıkla dönüşebileceği düşüncesini yaratmak gerekir. İsrail’de kadınların askerlik yapması zannedildiği gibi ‘adam yokluğu’ndan değil aslolarak böylesi bir düşüncenin yaratılma oyunundan kaynaklanır. Aynı şekilde, İsrail’in elinde kimsede olmayan silahların olduğu inancının yaratılması aslında o silahlara sahip olmaktan daha değerlidir. Bu anlamda bütün bir halkın gerektiğinde bütün gücüyle kendini korumak için her şeyiyle savaş vereceği izleniminin canlı tutulması son derece önemli bir psikolojik ve sembolik anlama sahiptir. Ancak bugün Sun Tzu’nun zamanında yaşamadığımızdan aynı ölçüde teknolojik ve teçhizat olarak da gelişmiş ve son yenilikleri adapte edebilen bir kurmay yönetimine sahip olduğu intibasının canlılığı da aynı ölçüde önem arzeder. Türk ordusunun dünyanın en güçlü ordularından biri oluşu sadece askeri gücünden kaynaklanmaz; tarihten getirdiği intibanın -ordu-millet oluşununve sürekli yaydığı sembolik mesajının da bunda çok önemli bir payı ve etkisi vardır. Dolayısıyladır ki bugünkü orduların en güçlüleri aynı anda bu ikisini yapabilenler ve bunu güçlü bir intibaya dönüştürebilenler, bu türden bir karma sistemi başarıyla uygulayabilenlerdir. Aynı anda halkın bütünüyle, tereddütsüz şekilde arkasında olduğu ve eli silah tutan herkesin gerektiğinde memleketi canı pahasına savunacağı ile ordunun sürekli kendini yenileyen, her türlü teknolojik yenilikten faydalanabilen ve daha önemlisi kendi savunma teknolojisini üretebilen bir yönetim ve OCAK 2015 29 kurmay, bunun ordunun halkla kurduğu güçlü bağı zayıflatacağı, savunma söz konusu olduğunda ayrıcalık olamaz inancını yıpratacağı, kışladaki askerlerin motivasyonunda kırılmaya yol açacağı ve askerliğin öneminin azalarak değersizleşeceği gibi nedenlerle kaygılı olduğunu bir biçimde hissettiriyor. Ki zaten Savunma Bakanı da Genelkurmay’ın bedelli konusunda ‘olmasa daha iyi olur düşüncesi’nde olduğunu açıkladı. la halk ı n u un lar e ord evi bağ elli v a l n y ordu erekli ma rece bed n ı k ü l a Ha kisi g tuttuğu s anlamd ine ş i l i olan p güçlü fesyonel endişes yı ğı ro sağla erliğin p isi olaca kir. ask ı bir etk ak gere latıc pılmam zayıf ka kaynak gücüne sahip oluşu intibası oluşturmak son derece kritiktir. Bunun tersine bir izlenime sebebiyet vermemek de öyledir. Buradan bakınca, Türkiye’nin son on yılda savunma sanayi alanında yaptığı yatırımlar ve ürettiği araçlar hem gerçekte hem de sembolik yönüyle önemli. Türk Cumhuriyetleri’nde, Orta Doğu hatta Uzak Doğu ve Asya’da ürettiği teknolojileri satan bir konuma gelmiş olması yeni dünya düzeninde ordunun eski caydırıcılığının da modern dönemdeki yeniden üretimidir. Dolayısıyla, hem bedelli hem de profesyonel ordu meselesine buradan bakmak gerekir. Bir kere şunu söylemek lazım ki herkesin askerlik yapması gerekmez; ülkenin düşünsel, ekonomik ya da sosyal gelişimine katkı vermek de en az askerlik yapmak kadar önemli bir katkıdır -savunma sanayiinde son derece başarılı teknolojik yeniliklere imza atan mühendislerin büyük kısmı muhtemelen askerliğini bedelli olarak yapacaktır mesela- ama herkesin ülkeyi savunmak gerekirse -ki yegâne değerli ve vicdani savaş savunma savaşıdır- bundan ‘kaçmadan’ ne gerekiyorsa yapacağını hissettiren bir tutumda olması gerekir, beklenir. Ordunun, askerlik yapsa da 30 OCAK 2015 yapmasa da kendi ordusu, kendi içinden çıkan ve kendini koruyan bir kurum olduğu inancına sahip olması gerekir; askerliği bedelli olarak yapsalar da ordunun bedelsiz bir memleket kurumu olduğu inancı yerleşmelidir. Askerin de içinden çıktığı halka ve onun siyasal temsilcilerine inanması ve güvenmesi, onu sonuna kadar korumaya değer görmesi ve dışarıya ana güç kaynağının bu inanç olduğu mesajını verebilir nitelikte olması gerekir. Diğer yandan, askerler şunu çok iyi bilirler ki savaşın kuralı yoktur ve savaş, barış zamanında öğrenilmez ve de öğretilemez; savaş yalnızca savaş halinde öğrenilen bir şeydir. Bu yüzden “zafer, önceden görülebilir ama yaratılamaz” denir (Tzu, 2014: 11). Bunun anlamı şu ki tam anlamıyla profesyonel bir ordu söz konusu olamaz. Askerlik, profesyonel bir meslek olmanın rasyonel kurallarıyla ve barış zamanlarının hayali senaryolarıyla yapılamayacak kadar yakıcı bir gerçekliğin içinde yapılan bir iştir. Başka bir deyişle, zafer ancak ve sadece savaşın kendi gerçekliği içerisinde üretilebilir bir şeydir. O nedenle genellikle barış zamanının kudretli komutanları ile kenarda bırakılanları savaş sırasında yer değiştirirler. Bu çerçevede son tartışmaları değerlendirdiğimizde, görüyoruz ki halkın önemli bir kısmı bedelli askerliğe adaletsizlik yarattığı, parası olmayanın canıyla ödediği bir bedel olması gibi oldukça haklı ve vicdani gerekçelerle karşı çıkıyor. Askerlik hizmetinden para ödeyerek muaf tutulanların orduyla bağlarının hep zayıf olacağı, bunun bir güç kaybına neden olacağı ve dışarıya karşı verilen caydırıcı mesajın zayıflayacağını dile getiriyorlar. Aynı şekilde Genel- Bir diğer konu askere bakan yönüyle, bedelliden yararlanacakların sadece işini gücünü bırakamadığı, hayata karışıp çoluk çocuk sahibi olduğu için ya da düşünsel ve kültürel alanlardaki kesintiye yer olmayan çalışmaları nedeniyle değil aynı zamanda askere ne pahasına olursa olsun gitmemek için kırk dereden su getiren yöntemlere başvurarak bedelli fırsatı kollayanları da kapsadığı gerçeğinin biliniyor oluşudur. Aynı şekilde, Türk askerinin asıl gücünün saldırı değil mukavemetinden ve Anadolu çocuklarının manevi gücünden kaynaklandığının bilinmesi. Bedelli meselesinin manevi bir motivasyon kaybına yol açacağı düşüncesi. Bu konuda isteksiz olanlara bakan yönüyle ise askerin siyaset üzerinde kurduğu vesayetin zaman içerisinde ülkeye verdiği zararın, halka verilen değere ve yüceltmelere karşılık kışladan içeri adım atan askerlere bireysel olarak ‘en ufak’ bir değer verilmeyişi, egoları tatmin etmek için bir sürü ‘mantıksızlıklar’a katlanılmak zorunluluğu ve askerin siyaset ve toplum üzerindeki vesayet gücünün aslında tam da önemli ölçüde ‘herkesin’ bu tezgâhtan geçiyor olmasından kaynaklandığı gerçeğinin oluşu. Her iki tarafın da önemli haklılıkları var ve bu yüzden Türkiye açısından en iyi sistem karma bir ordu sistemidir. Yani profesyonel ile amatörün, kurmay zekâyla halkın manevi gücünün birleştiği, bu işi meslek olarak yapanlarla nefer olarak yapanların sıkı bir işbirliği halini içeren bir karma sistemdir. Bedel ödeyerek sosyal, ekonomik ve teknolojik ilerlemeler kısmında çalışanlarla bu ödenen bedellerle bu işi kendine meslek edinecek gönüllü ve memleketçi bir kesimin uyum içerisinde kendini yeniden üretebilen ve iç tartışmaların dışarıya verilen izlenimi zaafa uğratmadığı bir yapıdır, ideal olan. Machiavelli ünlü eseri Hükümdar’da, kendi zamanının İtalya’sının ayakta duramayıp kendini savunamamasını ordudaki paralı askerlerin varlığına bağ- lar. Sırf paralı askerlerden oluşan bir ordunun, yurt aşkı ve vatan bilincinden yoksun kişilerin ‘toplaması’, barış zamanında bir zorba, savaş zamanında ise korkak ve kolaylıkla esir olmaya yatkın olduğunu, saldırmakta acımasız ama savunmada ve mukavemet göstermekte pek cılız kaldığını söyler. O nedenledir ki karma sistem oluşturulurken, bedelli askerlik yapanların oranının Türk ordusunun asıl gücü olan mukavemet gücünü zayıflatacak, savunma gücünü zaafa uğratacak dereceye çıkarılmaması gerekir. Bu oran, profesyonellik ve yönlendiricilik gerektiren alanla sınırlı tutulmalıdır ki bunun karşılığı azami % 40’lık bir orandır. Zamanın ruhu, askerin yeniden yapılandırılarak, daha esnek ve daha dinamik kılınmasını, o eski, ‘karadüzen’ iş yapma anlayışın bir tarafa bırakılarak daha teknolojik ve stratejik hamleler yapılmasını şart koşuyor. Hantallıktan arınarak hafifleyen ve böylelikle hareket kabiliyeti artan ama aynı zamanda ekonomik kaynaklarla insan kaynağını sürdürülebilir bir denge içerisinde yeniden oluşturması gerekiyor. Etrafı ateş çemberi bir ülkenin ordusunun güçlü oluşu ve dışarıya karşı verdiği güçlü mesajı sürekli canlı tutmanın yeni meşru yollarını bulması da gerekiyor. Profesyonel ordu, maaşlı askerlik demek değildir. Daha çok; ordunun, bu işi hayatının bir döneminde yapanlardan oluşmamasını, bütün birikimi ve kapasitesiyle kendini bu işe veren, hayatını buradan kazanan öncü ve yönlendirici bir meslek sınıfının yöneticiliğindeki bir orduyu ifade eder. Bugüne kadar büyük ölçüde rütbeliler profesyonel, rütbesiz askerler ‘geçici’ askerlik yapan kişilerden oluşmakta iken bundan böyle en alt kademedeki askerlerin de belli bir kısmının profesyonelleşeceği, günümüzün askeri teknolojisi ve stratejisinin kullanılabilmesi ve hayata geçirilebilmesi için yalnızca rütbeli sınıfın profesyonel oluşunun yetmediği ortaya çıkmıştır. Sonuç olarak, halkın orduyla ve ordunun halkla olan ilişkisi gerekli manevi bağları sağlayıp güçlü tuttuğu sürece bedelli askerliğin profesyonel anlamda zayıflatıcı bir etkisi olacağı endişesine kapılmamak gerekir. Kaynakça Machiavelli, N. (2008), Hükümdar, çev: Necdet Adabağ, İstanbul: İş Bankası Yayınları. Sun Tzu (2014), Savaş Sanatı, çev: Pulat Otkan, Giray Fidan, İstanbul: İş Bankası Yayınları. OCAK 2015 31 DIŞ POLİTİKA İSLAM’IN Küresel Ötekileştirilmesi ve TÜRKiYE Prof. Dr. Birol AKGÜN SDE Başkanı S oğuk savaş bittiğinde 1990’lı yıllarda küresel sistemin barışçıl geleceğine ilişkin ümit rüzgârları eserken, bazı realist yazarlar yakında soğuk savaşı özleyeceğimize ilişkin bizleri uyarmışlardı. Huntington gibi bazıları ise zaten medeniyetler çatışması teziyle karamsar bir gelecek tasavvurunu çoktan ilan etmişlerdi. Ne yazık ki Sovyetler Birliği’nin yıkılışının üzerinden bir çeyrek asır geçtikten sonra bugün barış, güven, düzen ve istikrar bakımından dünya soğuk savaş dönemini neredeyse 34 OCAK 2015 özler duruma geldi. Pek çok gözlemci dünyanın bugünlerde çok daha çetrefilli bir savaşa doğru sürüklenmekte olduğunu iddia ediyor. Bazıları ise aslında böyle bir savaşın düşük yoğunluklu olarak çoktan başladığını söylüyor. Katolik dünyasının dini lideri Papa Fransuva’nın 3. Dünya Savaşı uyarısı yapması ve noel mesajında Hıristiyanları ve tüm insanlığı aşırılıklara karşı uyarması boşuna değil. Aynı şekilde Diyanet İşleri Başkanımız Mehmet Görmez’in de V. Din Şurasında yaptığı konuşmasında, bir yandan batıda artan dini hoşgörüsüzlük ve İslamafobia’dan durumda. Ne yazık ki, IŞİD türü aşırı gruplar da sadiğer yandan ise bir merhamet ve barış dini olan nal âlemi ve sosyal medyayı egemen devletlerden İslam’ın bazı grupların davranışları nedeniyle bugün çok daha etkili biçimde kullanabiliyor. İnternet ortaadeta şiddetle anılır olmasından duyduğu rahatsız- mında görsele dayalı şiddet pornografisi ve nefret lığı açıkça ifade etmesi ve Müslümanları yeniden mesajları, din adamlarının merhamet mesajlarından barış ve düzen inşa edici medeniyet perspektifine çok daha hızlı ve güçlü bir şekilde yayılıyor. Siyasi ligeri dönmeye çağırması derlerin barış söylemleri tesadüf olmasa gerekve hukuk adamlarının Soğuk savaş bttğnde 1990’lı yıllarda küresel sstemn tir. Zira dünya tarihini adalet çağrıları değil, okuyabilenler açısınöç alma, ırkçılık, dışlabarışçıl geleceğne lşkn ümt rüzgârları eserken, bazı dan küresel sistemin ma ve herkesin kendi realst yazarlar yakında soğuk savaşı özleyeceğmze geleceğine ilişkin kaadaletini kendisinin lşkn bzler uyarmışlardı. Huntngton gb bazıları ramsar olmak için çok sağlaması gibi mesajneden var. lar daha fazla makes se zaten medenyetler çatışması tezyle karamsar br buluyor bugünlerde. Zaten kırılgan olan gelecek tasavvurunu çoktan lan etmşlerd. Ne yazık k Sonuçta geleneksel küresel barışın makro Sovyetler Brlğnn yıkılışının üzernden br çeyrek asır iktidar ve güç ilişkiledengeleri hızla bozurinin sarsıldığı ama yegeçtkten sonra bugün barış, güven, düzen ve stkrar luyor. Küresel yönerine yenisinin kurulabakımından dünya soğuk savaş dönemn neredeyse özler tişim sistemi işlemez madığı bir belirsizlikler hale geliyor. BM gibi duruma geld. Pek çok gözlemc dünyanın bugünlerde çok ve anarşi döneminden örgütler işlevsizleşiyor. geçiyoruz. daha çetrefll br savaşa doğru sürüklenmekte olduğunu İkinci Büyük Savaş’ın dda edyor. Bazıları se aslında böyle br savaşın düşük ertesinde kurulan dünDerinleşen Sistemik ya düzeninin üzerinde Krizler ve Yükselen yoğunluklu olarak çoktan başladığını söylüyor. oturduğu kurumlar İslam Karşıtlığı hızla çözülüyor; ilkeler, 2014 yılı bu bağlamda değerler ve normlar giküresel barışın dinamikderek aşınıyor. Uluslararası lerinin yerini çatışmaya bırakması anlamında sistemin kurucu unsuru ve asıl aktörleri sayılan önemli bir dönüm noktası oldu. Suriye’de devam ulus devletlerin egemenlik yetkileri de yeni iletişim eden iç savaş giderek kötüleşirken; IŞİD’in aniden devriminin yarattığı güçlerin çapraz baskısı altında Musul’a saldırması ve ardından Irak’ın neredeyse sarsılıyor. Yeni sosyal hareketler devletleri içeriden üçte birini ve Suriye’nin önemli kesimlerini kontrol çürütüyor; iktidarlar otoritelerini kurmada ve seedecek hale gelmesi ve Rusya’nın Kırım’ı dünyanın çilmiş hükümetler dahi meşruiyetlerini korumada zorlanıyorlar. Geleneksel dini eğitim kurumları ve gözü önünde güç gösterisi yaparak kendi ülkesine otoriteler yeni gençliği anlama ve yönlendirmede ilhak etmesi ve türlü taktiklerle Ukrayna’yı bölünme yetersiz kalıyor. Sosyal medya Papalık’tan da El- aşamasına getirmesi dünya barışının çözülüşüne yöEzher’den de daha güçlü şekilde dini ve gayri dini nelik en somut örnekleri oluşturuyor. İsrail’in Gazze bilgiye ulaşmanın aracı haline gelmiş durumda. Es- saldırısı ve ağır insan hakları ihlalleri ne yazık ki pek kiden olduğu gibi artık gençlik bilgiye, hakikate veya çok ülke tarafından umursanmıyor ama bölgesel dine ulaşmak için işi ehline sormak veya kütüpha- barış ve istikrarın geleceği açısından son derece nenin tozlu raflarında ansiklopedi karıştırmak gibi kritik bir gelişme olduğunda şüphe yok. Daha da gereksiz işlerle (!) uğraşmıyor. Tam tersine parmak- önemli olan şey belki de son aylarda İslam’a ve Müslarının ucundaki mobil telefonunun veya bilgisayarı- lümanlara yönelik saldırıların, İslam karşıtı söylemlenın tuşlarıyla ulaşabildiği çoğu zaman sığ, yetersiz rin ve dahası kitlesel eylemlerin giderek artmasıdır. ama merakını giderecek kadar mevcut olan kısıtlı Bu anti-İslami söylem ve hareketlerin küresel barışı bilgiyle tatmin oluyor. Sorun şu ki, kimsenin denet- tehdit eden bir çatışma ve terör zemini yaratmasını lemediği ve herkesin her şeyi yazabildiği, yükleye- engellemek için hepimiz bunların altında yatan sosbildiği sanal âlemde, doğru ve yanlış iç içe geçmiş yo-ekonomik ve psikolojik faktörleri doğru okumak, OCAK 2015 35 kurulan tuzakları ve komploları iyi anlamak, analiz etmek ve bunlara yönelik uygun stratejiler geliştirmek durumundayız. Gerçekten son aylarda başta Almanya’daki Pegida hareketi olmak üzere, Batılı ülkelerde artan İslam karşıtı hareketleri besleyen süreçler nelerdir? Bu nefret söylemini besleyen şey Batı’nın kendi içindeki sosyo-ekonomik krizler midir yoksa İslam dünyasındaki gelişmeler midir? Dahası neden İslam dünyası ve topyekûn olarak Müslümanlar negatif haberlerle dünyanın gündemindedirler? 21. yüzyılda İslam dünyasının geleceğine ilişkin yeni bazı küresel stratejiler mi uygulamaya konulmuştur? Batı’da İslam Karşıtlığı Neden Yükselişte? • Müslümanların dik duruşu Önce şu tespiti yapalım. Son üç asırdır (hatta haçlı seferlerine geri gidersek son bin yıldır) batı medeni- 36 OCAK 2015 yetinin tüm saldırılarına, sahip olduğu yüksek teknolojisini acımasızca kullanmasına ve bilim, sanat ve kültürel alanlarda üstünlük iddialarına rağmen Müslüman halklar hiçbir zaman diz çökmedi. Kendi inançlarının ve medeniyetlerinin doğruluğu ve üstünlüğü iddialarını devam ettirdiler. Fukuyama’nın tarihin sonu tezinde açıkça belirttiği üzere, faşizmi ve komünizmi sıcak ve soğuk savaşlarda güçle yenen Batı karşısında her şeye rağmen, kimliğinden ve iddialarından vazgeçmeyen ve direnen inanç ve ideoloji olarak yalnızca İslam kaldı. 19. yüzyılda Hindistan’ı ilk sömürge haline getiren İngiltere’ye karşı oluşan direnişin öncülüğünü yapan Mevlana Halid-i Bağdadi’nin şekillendirdiği Müslümanca duruş, 20. yüzyılda Cemiyeti İslam ve Müslüman Kardeşler gibi hareketler vasıtasıyla tüm Arap dünyasına yayıldı ve Kuzey Afrika’ya kadar uzandı. 1979 İran Devrimi sonrasında ise siyasi direnişler yeniden alevlendi. 2010’da başlayan Arap Baharı ise topyekûn Arap dünyasında yeni bir ayaklanmaya sahne oldu. Dolayısıyla Müslümanlar kimlik, dünya politikasında onurlu bir temsil ve adil bir gelecek adına hem kendilerini yöneten despotik rejimlere karşı çıktılar hem de onları ayakta tutarak İslam coğrafyasını yöneten Batı dünyasına karşı açıktan kafa tutmaya başladılar. Son zamanlarda gerek klasik medya gerekse sosyal medya üzerinden İslam’la ilgili haber, görüntü ve olaylarda bu nedenle ciddi bir patlama yaşandığını söylemek yanlış olmaz. Batı dünyasındaki halklar da kendi değerlerini sorgulayan ve kafa tutan Müslüman dünyasındaki siyasi hareketlenmelere karşı tepkisini artırıyor. • Radikal İslami grupların güçlenmesi İkincisi, tüm karşıt eleştirilere rağmen görüntü, ideolojik argüman ve eylemleriyle İslam adına hareket ettiğini iddia eden El-Kaide (Afganistan ve Pakistan), IŞİD (Irak ve Suriye), Boko Haram (Nijerya) ve El-Şebab (Somali) gibi şiddeti meşru gören bazı selefi hareketlerin son yıllarda artan faaliyetleri tüm dünyadaki İslam algısına ciddi bir darbe vurmuştur. Özellikle IŞİD’in Suriye ve Irak’ta yaz aylarından beri devam eden genişlemesi ve bilerek ve isteyerek ilkel şiddet metotlarını bir siyasi silah olarak kullanmaları da bu algıyı kötüleştirmiştir. Gerçi bu siyasi-dini hareket içinde uzun yıllar İngiltere ve Fransa gibi ülkelerde yaşayan ve bu ülkelerin vatandaşı olan cihatçıların bulunması da başka bir ironiyi temsil etmektedir. Ne yazık ki, İngiliz vatandaşı da olsa bir IŞİD militanının Suriye’de Amerikalı bir gazeteciyi öldürmesi de sonuçta İslam’la ilişkilendirilmektedir. Netice itibariyle, kimse ABD kamplarında esir tutulan Iraklılara uygulanan işkencelerin, Suriye’de ölen 300 bine yakın sivilin trajedisinin ya da Irak’ta on yıldır Sünnilere yönelik sürmekte olan ABD ve Şii zulmünün bugünkü IŞİD’in yaratılmasında oynadığı rolü görmemekte; sözde İslam adına öldürülen bazı batılı siviller üzerinden Batılı toplumlara yüksek yoğunluklu İslamofobi pompalanmaktadır. • Batıdaki sosyo-ekonomik krizler algılaması IŞİD gibi grupların eylemleriyle birleşince zaman zaman sıcak çatışmaya dönüşmeye başlamıştır. Özellikle Almanya’nın Dresden şehrinde başlayan ve polis kayıtlarına göre bir günde 17 bin kişiyi sahaya indirecek kadar genişleyen İslam karşıtı akımlar Batılı ülkelerde yaşayan Müslüman azınlıklar için artık yakın bir tehdide dönüşmeye başlamıştır. 1933 Ekonomik Buhranı’nın ardından yükselen Alman faşizminin ayak sesleri bugünlerde tüm Avrupa’da yeniden hissedilmektedir. O zamanlar günah keçisi seçilen Yahudilere karşı gerçekleştirilen büyük kitlesel kıyımın (holokost), bugünlerde Avrupa’daki Müslümanların başına gelmeyeceğine ilişkin hiçbir garanti yoktur. Üçüncüsü, başta ABD olmak üzere Batı dünyasının 2008’den beri yaşadığı ekonomik ve mali krizler kendi toplumlarında giderek yeni sosyal ve siyasi sorunlar yumağı doğurmakta ve özellikle kimlik kriz- • Batılı derin yapıların rolü lerine neden olmaktadır. Dördüncüsü, Batıdaki Aşırı bireyselleşme, sorun yalnızca geniş işsizlik, sosyal refah halk kitlelerinin artan Batı toplumlarında ve hatta tüm dğer gayr Müslm devletinin zayıflamaİslamofobik tutumlakültürlerde artan İslam karşıtlığının en öneml sı ve aile kurumu gibi rından kaynaklanmıtoplumsal yapıyı ayaksonuçlarından br evrensel br dn olarak İslam’ın bu yor. Siyasi elitler de ta tutan kurumların benzer şekilde antitoplumlarda normal, doğal ve saygı duyulan br nanç, çözüldüğü bir dönemİslam tutumları paymedenyet ve kültür olduğu algısının yıkılmasıdır. de batılı demokrasiler laşıyor. Son yapılan Böylece küresel letşm çağında medya üzernden ciddi bir yönetim ve Avrupa Parlamentosu temsil krizi yaşamaya seçimlerinde oyunu yürütülen algı operasyonları vasıtasıyla dünya halkları başlamıştır. Geçmişen çok artıran partiler le İslam arasında aşılması zor olan yüksek pskolojk lerinde dışlayıcı bir ırkaşırı sağ partilerdir. baryerler nşa edlmektedr. Çünkü İslam, tüm karşı çılık bulunan pek çok Artan karmaşık sosyal Batı toplumunu ayakta sorunlara çare bulmapropagandalara rağmen sahp olduğu güçlü ve evrensel tutan güçlü ekonomik da zorlanan özellikle teolojk mesajıyla her yerde nsanları etklemekte ve refah toplumu zayıflamerkez sağ partiler, hızla yayılmaktadır. Bu nedenle dünya halklarının dıkça, artan sosyal sovizyoner liderlik sergirunların sebebi olarak İslam’la lşklernn normalleşmes stenmemektedr. leyerek halka önderlik görülen toplumdaki yapmak yerine, aşırı azınlık gruplara tepkiler sağın siyasi gündemini artmakta ve özellikle fizikendi partilerinin platki görüntü bakımından farkformlarına adapte etmekte, lılık arz eden Müslümanlar ve diğer yabancılara böylece kolay oy toplayarak iktidara gelebilkarşı nefret suçlarında ciddi artışlar gözlenmekmektedirler. Almanya’da olduğu gibi bazen gütedir. ABD’de Ferguson’da bir siyahi gencin polis venlik elitleri de aşırı sağı korumaya yeltenmektetarafından öldürülmesi ve ardından o polisin mah- dir. Örneğin “Dönerci cinayetleri” gibi neo-nazi ve keme tarafından suçsuz bulunmasıyla başlayan Alman polisi işbirliği ile gerçekleştirilen cinayetlerle ve neredeyse tüm büyük şehirlere yayılan yönetim Merkel yönetimi açıktan yüzleşmekten kaçınmakta karşıtı kitlesel eylemler, 1960’lardaki sivil haklar ha- olup, siyasilerin bu tutumu da aşırı grupları cesareketini andırır bir boyuta doğru evirilmektedir. Bel- retlendirmektedir. ABD’de siyahileri öldüren polisçika, Kanada, Avustralya, Fransa ve Almanya gibi lerin mahkeme jürilerince serbest bırakılması veya Batılı ülkelerde Müslüman nüfusa karşı artan tehdit son Senato raporuyla açığa çıktığı üzere 11 Eylül OCAK 2015 37 DIŞ POLİTİKA sonrasında “terör şüphelisi” Müslüman tutuklulara yapılan ve hiçbir demokratik ülkenin insan hakları standardına sığmayan sistemli işkenceleri yapanlara yönelik hiçbir cezai soruşturma açılmamasını başka türlü açıklamak mümkün değildir. • İslam’ı ötekileştirme projesi Son olarak, aslında Batı toplumlarında İslamafobik tutumları yalnızca tarihsel nedenlere bağlı olarak açıklamak veya günümüzdeki Avrupa’nın yaşamakta olduğu sosyo-ekonomik sorunlarla izah etmek de yeterli değildir. Aslında İslamafobia diye bilinen “İslam korkusu” küresel sistemde bazı sonuçlara ulaşmak için batılı toplumlarda üretilen (reconstruct) bir proje olup, türlü medya mesajları vasıtasıyla kitlelere pompalanmaktadır. Bernard Lewis ve Samuel Huntington gibi akademisyenlerce yıllardır inanç ve kimlik temelli çatışmacı tezler (projeler) üretilmektedir. Örneğin Lewis 2004’te bir Alman gazetesine verdiği demeçte Avrupa’nın uzun vadede dünyanın geleceğinde yeri olmayacağını, çünkü yaşlanan Avrupa’nın Müslüman dünyasından gelen göçmenlerce ele geçirileceğini iddia ediyordu. Huntington ise ölmeden önce yazdığı son kitabında ABD’nin içine gireceği bir siyasi krizde ciddi kimlik problemleri yaşayacağını ve Hispanik’lerin ayrılmaya teşebbüs edebileceğini yazmıştı. 11 Eylül sonrasında yaşanan gelişmeler ise Batılı toplumlarla Müslüman ülkeler ve batıdaki İslami azınlıklar arasındaki ilişkileri giderek zehirledi. Hollywood’un ürettiği gerilim filmlerinde son yirmi yıldır en çok kullanılan terörist figürlerinin Müslüman kimlikli olması tesadüf olmasa gerektir. İslam’ın Ötekileştirilmesinin Amacı Peki, Batı ile İslam dünyası arasında üretilen karşıtlıktan ne amaçlanıyor olabilir? Gizli planları veya 38 OCAK 2015 komploları elbette bilemeyiz. Ancak bu gerginliklerin neye hizmet ettiğine bakarak bazı çıkarsamalarda bulunmak mümkündür. Bu çerçevede, Batı toplumlarında ve hatta tüm diğer gayri Müslim kültürlerde artan İslam karşıtlığının en önemli sonuçlarından biri evrensel bir din olarak İslam’ın bu toplumlarda normal, doğal ve saygı duyulan bir inanç, medeniyet ve kültür olduğu algısının yıkılmasıdır. Böylece küresel iletişim çağında medya üzerinden yürütülen algı operasyonları vasıtasıyla dünya halkları ile İslam arasında aşılması zor olan yüksek psikolojik bariyerler inşa edilmektedir. Çünkü İslam, tüm karşı propagandalara rağmen sahip olduğu güçlü ve evrensel teolojik mesajıyla her yerde insanları etkilemekte ve hızla yayılmaktadır. Bu nedenle dünya halklarının İslam’la ilişkilerinin normalleşmesi istenmemektedir. Bu amaca yönelik olmak üzere, İslam’ı ve Müslümanları korku duyulan bir nefret objesi haline getirmek için IŞİD tipi radikal örgütlere üstü örtülü şekilde destek verilmekte ve siyaseten önleri açılmaktadır. Buna karşın, modern dünya sistemi ile siyasi ilişkiye açık olan ama İslami kimliğine saygı duyulmasını isteyen Mısır’daki İhvan türü hareketler ise darbecilere destek verilerek dışlanmakta ve hatta radikalleştirilmeye çalışılmaktadır. Bir anlamda Müslümanlar küresel ötekileştirme ameliyesine tabi tutularak ve sürekli tehdit kaynağı olarak takdim edilerek, özellikle çözülmeye yüz tutmuş Batılı toplumsal yapılardaki kimlik bunalımının aşılması ve ulus devlet kimliğinin yeniden tahkimi için İslamafobi bir kimlik inşa aracı olarak kullanılmaktadır. Ancak bu tür dışlayıcı yaklaşımlar son derece tehlikelidir ve bu projeyi üretenlere de eninde sonunda ciddi zararlar verir. İslam’ı ve Müslümanları yeryüzünden silmek mümkün olamayacağına göre, insanlığın ortak çıkarları ve dünya barışı için doğru strateji, yeryüzünün neredeyse bir çeyreğinin inancına tekabül eden İslam dininin değerlerine saygı duyulması; ister küresel düzlemde olsun isterse ulusal düzlemlerde olsun kapsayıcı ve farklılıkları hoş gören bir siyasi yaklaşımın benimsenmesi ve teşvik edilmesidir. Bugün Türkiye tüm dünyaya emsal teşkil etmeye yönelik böyle bir örneği inşa etme yolunda hızla ilerlemektedir. Küresel barış ve huzur adına, yeni Türkiye’nin bu medeniyet yürüyüşü doğru anlaşılmalı ve desteklenmelidir. ? Avrupa’nın Filistin/İsrail Politikası Değişiyor mu Doç. Dr. Mehmet ŞAHİN SDE Dış Politika ve Uluslararası İlişkiler Programı Koordinatörü S on aylarda Avrupa’nın önemli ülkelerinden Filistin konusunda beklenmedik ataklar arkası arkasına geldi; ilk önemli girişim İsveç’ten geldi. Böylece, Filistin’i tanıyan Avrupa Birliği ülkesi dörde (Macaristan, Polonya, Slovakya, İsveç) çıkmış oldu. İsveç Filistin’i devlet olarak tanırken önemli bazı Avrupa ülkelerinin parlamentolarından Filistin’in devlet olarak tanınması yönünde tavsiye kararları alındı. İsveç Dışişleri Bakanı Margot Wallström Filistin’i devlet olarak tanıdıklarını ve 5 yıllık bir yardım planı hazırladıklarını duyurdu. Wallström, yaptığı açıklamada, Filistin’i devlet olarak tanımak için uluslararası hukuk kriterlerini yeterli gördüklerini, İsrail ile Filistin arasında yürütülen barış müzakerelerinde eşitsiz durumu kısmen gidermeyi ve sürekli yaşanan gerginlik ortamından bir çıkış olduğunu göstermek istediklerini dile getirdi. İngiltere Parlamentosu, Filistin’in devlet olarak tanınması yönündeki önergeyi kabul etti. İşçi Partili Grahame Morris tarafından hazırlanan önerge 12 milletvekilinin red oyuna karşı 274 milletvekilinin OCAK 2015 39 Bnyamn Netanyahu başkanlığındak İsral Kabnes Kasım ayı çnde dünyayı şaşırtan ırkçı br karara mza attı. Kabne, İsral’ “Yahudlern anayurdu ve ulus devlet” olarak tanımlayan yen vatandaşlık yasa tasarısını onayladı. Kabul edlen bu tasarıyla İsral vatandaşı olan başta Flstnl Araplar olmak üzere gayr-Yahudlern dışlanacağı lan edlmş oldu. İsral Kabnesnde kabul edlen yasa tasarısı temel kanun ntelğ taşımaktadır. Tasarının kabul edlmesyle İsral’n ırkçı davranışları meşrulaştırılacak ve hukuksuzluğun önü açılacaktır. evet oyuyla kabul edildi. Morris yaptığı açıklamada, önergenin barışa doğru atılmış bir adım olduğunu ve iki devletli bir çözümün sağlaması için yürütülen müzakerelerin sağlama alınmasının amaçlandığını belirtti. İrlanda Parlamentosu, Senatör Averil Power’ın Filistin’in tanıması için sunduğu önergeyi kabul etti. Önergede, iki devletin (İsrail-Filistin) vatandaşlarının güvenlik ve barış içinde yaşayabileceği bir ortamın oluşması için Filistin Devleti’nin tanımasının gerekliliğine vurgu yapılmaktadır. İspanya Meclisi, Filistin’in devlet olarak tanıması için hükümete sunulan tavsiye kararını oybirliği ile aldı. Yapılan açıklamalarda, oybirliğiyle alınan bu kararla İsrail ile Fiilistin arasında kalıcı bir barışın sağlanması ve İsrail’e güçlü bir mesaj verilmek istendiği dile getirildi. Fransa’da Sosyalist Parti milletvekillerinin sunduğu Filistin’in devlet olarak tanımasını hükümetten talep eden karar tasarısı 151 hayır oyuna karşılık 339 evet oyuyla kabul edildi. Alınan kararla, İsrail-Filistin sorununun çözümüne ve bölgede kalıcı barışın sağlamasına katkı yapılacağı ifade edildi. Avrupa Parlamentosu, Filistin’in devlet olarak tanınmasını prensipte desteklediğini bildiren bir karar aldı. Kararda “Avrupa Parlamentosu, Filistin Devletini tanımayı ve iki devletli çözümü prensip olarak destekler ve bunun el ele barış görüşmelerinin geliştirilmesiyle olacağına inanır” vurgusu yapıldı. Avrupa Adalet Divanı, Hamas’ı terör listesinden çıkardı. Adalet Divanı yapmış olduğu inceleme sonucunda, Hamas’a yapılan suçlamaların teyit edilmiş gerçek eylemler yerine, basın ve internette yer alan iddialara dayandırıldığını ileri sürerek Hamas’ı terör listesinden çıkardı. Yukarıda görüldüğü üzere, son aylarda Avrupa ülkeleri ve Avrupa Birliği organları tarafından alınan 40 OCAK 2015 kararlar açıkça göstermektedir ki, Avrupa’nın Filistin, dolayısıyla İsrail politikasında ciddi değişiklik yaşanmaktadır. Alınan bu kararların birbirlerine yakın zamanda gerçekleşmesi de göz önünde bulundurulduğunda Avrupa’da Filistin konusunda bir hassasiyetin oluştuğu anlaşılmaktadır. Arap Baharı süreciyle birlikte Arap dünyası/Orta Doğu istikrarsız bir ortama doğru sürüklenmiştir. Arap ve İslam dünyasında yaşanan parçalanmışlık İsrail’in geçmişte olduğundan daha fazla hukuku hiçe saymasına ve saldırgan davranmasına fırsat verdiği görülmektedir. İsrail’in söz konusu bu parçalanmışlığı ve bu durumun ortaya çıkardığı Filistin’in sahipsizliğini göz önünde bulundurarak kontrolsüz davranışlarını hızlandırdığına tüm dünya şahit olmaktadır. 1993 yılında başlatılan Oslo Barış Süreci İsrail’in saldırıları ve yeni yerleşimler kurmasıyla işlemez duruma gelmiştir. Bir anlamda, Barış Süreci İsrail’in işgal politikasına hizmet eden bir araç haline dönüşmüştür. İsrail’in son hukuksuz davranışlarına bakıldığında Filistin merkezli yaşanan sorunun başta Orta Doğu olmak üzere dünya barışana ciddi bir tehdit olacağı görülmektedir. Binyamin Netanyahu başkanlığındaki İsrail Kabinesi Kasım ayı içinde dünyayı şaşırtan ırkçı bir karara imza attı. Kabine, İsrail’i “Yahudilerin anayurdu ve ulus devleti” olarak tanımlayan yeni vatandaşlık yasa tasarısını onayladı. Kabul edilen bu tasarıyla İsrail vatandaşı olan başta Filistinli Araplar olmak üzere gayri-Yahudilerin dışlanacağı ilan edilmiş oldu. İsrail Kabinesinde kabul edilen yasa tasarısı temel kanun niteliği taşımaktadır. Tasarının kabul edilmesiyle İsrail’in ırkçı davranışları meşrulaştırılacak ve hukuksuzluğun önü açılacaktır. Tasarıyla Ne mi Olacaktı? 1) Ayrımcılığın önü açılacak, 2) Bundan sonra çıkarılacak kanun ve tasarılarda esas kabul edilecek, 3) İnsan hakları ihlalleri için meşru bir zemin oluşturulacak, 4) Irkçılığa zemin hazırlanmış olacak, 5) Filistinlilerin temyiz mahkemesine gidişinin önü tıkanacak, 6) Bundan sonra İsrail devletinin “demokratik” özelliği değil Yahudi özelliği ön plana çıkacak, 7) Arap tarihi, eğitimi ve öğretiminin yasaklanmasının önü açılacak… İsrail’in söz konusu ırkçı girişimini de göz önüne aldığımızda Filistin konusunda Avrupa’dan gelen girişimlere şaşmamak gerekir. Filistin’in tanıması noktasında alınan kararların gerekçelerine bakıldığında İsrail’in son girişimlerinde oldukça rahatsız olunduğu görülmektedir. Neredeyse yapılan tüm açıklamalarda İsrail’in girişimlerinin Orta Doğu’da muhtemel barışı zora soktuğu vurgulamaktadır. Ayrıca, barışın nihai hedefi olan iki devletli çözümün imkânsız hale geleceği ifade edilmiştir. Aslında, bazı Avrupa ülkelerinin parlamentolarında Filistin’in tanınması yönünde alınan kararlar her ne kadar Filistin’le ilgili olsa da asıl amacın İsrail’e siyasi bir mesaj vermek olduğu açıkça görülmektedir. Söz konusu alınan kararlarla önemli Avrupa ülkeleri, İsrail’in bölge ve dünya barışını ciddi bir şekilde sıkıntıya sokmasının karşısında olduklarını göstermiş oldular. Nitekim Avrupa’dan gelen bu sesin etkili olduğu görüldü. İsrail Kabinesinin kabul ettiği ırkçılığı meşrulaştıran yeni vatandaşlık yasa tasarısı İsrail Parlamentosu Knesset’in dağılmasına neden oldu. Tasarı İsrail Kabinesinde yer alan iki önemli hükümet ortağı parti liderinin tepkisiyle karşılaştı. Adalet Bakanı ve Hatnua (Hareket) Partisi lideri Tzipi Livni ve Maliye Bakanı ve Yesh Atid (Gelecek) Partisi lideri Yair Lapid yapmış oldukları açıklamalarda tasarıyı desteklemeyeceklerini belittiler. Fakat tasarıya karşı çıkışlarının gerekçelerine bakıldığında, her iki liderin de tasarının içeriğinden çok zamanlamasının uygun olmadığına vurgu yaptığı görülmektedir. Her iki lider de alınan kararın İsrail’in Avrupa ve dünyadaki imajına zarar vereceğini ileri sürmektedir. Ezcümle, İsrail’in kontrolsüz ve hukuksuz davranışlarının Orta Doğu’da oluşacak muhtemel barışı ve bunun temeli olan iki devletli çözümü imkânsızlaştırması Avrupalı bazı önemli devletleri harekete geçirmiştir. İlk önce, doğrudan tanıma anlamına gelmeyen parlamento kararlarıyla İsrail’e siyasi bir mesaj vermek istendiği görülmektedir. Filistin’in devlet olarak tanıması konusunda Avrupa’da bazı parlamentolarda alınan kararlar da göstermektedir ki, Avrupa’nın Filisin/İsrail yaklaşımı Amerika Birleşik Devletlerinin yaklaşımından farklılık göstermektedir. Önümüzdeki dönemde, İsrail’in barışı zora sokan hukuksuz davranışlarının artışına paralel olarak, Avrupa’dan Filistin/İsrail konusunda yeni girişimlerin olacağını da öngörebiliriz. OCAK 2015 41 DIŞ POLİTİKA İsrail Siyasetinde Tikkun Olam Arayışları Öner BUÇUKCU SDE Uzmanı İ srail Parlamentosu Knesset 8 Aralık 2014’te yaptığı oylamada 17 Mart’ta erken genel seçim yapılmasına karar verdi ve bu seçimlere hazırlanmak üzere kendisini feshettiğini duyurdu. İsrail’de 5 partili koalisyon hükümetinin kurulduğu günden itibaren büyük bir uyum içerisinde çalışılacağı beklentisi yoktu zira, koalisyon hükümeti aşırı sağ (HaBayit HeYehudi), aşırı sağa meyilli sağ (Likud-Yisrael Beitenu ittifakı), merkez sol (Hatnuah) ve liberal sol (Yesh Atid) partilerden oluşuyordu. Koalisyonun kurulması görüşmeleri de oldukça uzun sürmüş hükümet Ocak ayında gerçekleştirilen seçimlerden yaklaşık iki ay sonra kurulabilmişti. Filistin-İsrail Barış Müzakerelerinin sona ermesi İsrail’deki hükümet üzerinde de hem içeride hem dışarıda baskıyı arttırmıştı. İsrail’de aşırı sağdan gelen baskıyı karşılamak ve yükselen bu dalgadan faydalanabilmek için Başbakan Binyamin Netanyahu ekim ayı sonunda, Batı Şeria’da inşa edilen Ramat Şalom’da 600; bir başka Batı Şeria semti olan Har Hama’da 400 konut yapılması yönünde talimat vermişti. Netanyahu daha önce de Doğu Kudüs’te zaten 500 yerleşimcinin yaşadığı bir Arap mahallesindeki evlere 24 Yahudi ailenin yerleşmesi talimatını vermiş, bu kararı hem hükümet çevrelerinden hem de uluslararası toplumdan tepki görmüştü. Hükümetin geleceğine yönelik umutsuzluk yaratan ilk gelişme kasım ayı başlarında yaşandı. İsrail Çevre Bakanı, Hatnuah Partisi’nden Amir Peretz, Kudüs’teki gelişmeler sonrası bir canlı yayın- 42 OCAK 2015 da barış müzakerelerine atfen “Netanyahu çözüm değil sorunun kendisi” yorumunda bulunarak bütçe görüşmelerinde hükümete karşı oy kullanacağını açıkladı. Bu açıklamalardan sonra Amir Peretz, Netanyahu tarafından görevden alındı ancak Kudüs kaynamaya devam etti. Arabalı İntifada Hükümetin dağılması sürecinde önemli bir yer işgal eden Kudüs, 2014 yılı Kasım ayı başlarından itibaren patlamaya hazır bomba görünümü taşıyordu. Kasım ayı başlarında iki hafta içerisinde üç kez Filistinli Arapların kullandığı araçlar İsraillilere çarpıp üç kişinin ölümüne, 22 kişinin yaralanmasına sebep olunca İsrail’de gündem bir anda “Arabalı İntifada” oldu. Gerilimin yükselmesine sebep olan olayların başında ise İsrail’in, Tapınak Tepesi adı verilen hem Yahudilerce hem de Müslümanlarca kutsal kabul edilen mevki konusundaki politikaları vardı. İsrail hükümeti halen Tapınak Tepesi’nde İslamiyet’in işi olmadığını, 1970’de yıkılan ikinci tapınak yerine üçüncü bir tapınağın inşa edilmesi gerektiğini ileri sürüyor. Filistinli otobüs şoförü Yusuf Ramuni’nin Batı Kudüs’teki bir depoda asılmış1 olarak bulunması üzerine Kudüs’te Araplar tarafından çeşitli eylemler gerçekleştirilmeye başlandı. 18 Kasım 2014’te Filistinli gruplar bir sinagoga saldırdı, 4 kişi hayatını kaybetti. Kudüs’te bir Yahudi ibadethanesine yapılan ilk saldırı olma özelliği taşıyan ve 2008’den beri en kanlı saldırı olan bu saldırı, aşırı dinci Şhas Partisi’nin kalesi olarak bilinen Batı Kudüs’te Har Naf mahallesinde gerçekleşti. Netanyahu saldırıyı gerçekleştiren Doğu Kudüslülerin evlerinin yıkılması talimatını verdi. İki Filistinli vurularak öldürüldü, 10 Filistinli tutuklandı. Nablus’taki İsrailliler ise saldırıya tepki olarak bir okula saldırdı ve Filistinlilerin otomobilleri taşlandı. İç Güvenlik Bakanı İzak Ahranoviç kamu görevlilerinin görev haricinde de silah taşımalarına müsaade edildiğini duyurdu. Yine Kasım ayı içerisinde Kafr Kana şehrinde 22 yaşında bir Filistinli genç polisler tarafından öldürülünce İsrail’in kuzeyindeki Arap kasabalarında genel greve gidilmişti. Olayla ilgili yayınlanan video görüntülerinde bıçaklı gencin arabadaki polislerle tartıştığı, bir müddet sonra arkasını dönüp ilerlediği ve bu esnada polisler tarafından arkasından vurulduğu görülüyordu. Olay sonrası Kudüs ve Batı Şeria’da yoğunlaşan gösteriler sonrası Netanyahu bir açıkla- Barış Müzakerelerinin durması ABD ve Batı dünyasında da tepki doğurdu ve İsrail’in dünya ile bağının bir biçimde zayıflamasına sebep oldu. İran ile nükleer müzakereler yapan ülkelerin üst düzey temsilcilerinin katıldığı bir toplantıda Alman temsilcisinin ayağa kalkarak İsrailli temsilcilere “Çevrenizde olanları anlamıyorsunuz.” dediği iddia ediliyor. ma yaparak İsrail’in yok edilmesine yönelik slogan atanlara daha sert önlemler alınacağını söylemişti. Açıklamanın ardından yetkililerden edinilen bilgiler bu sloganları atanların vatandaşlıktan çıkarılmasının düşünüldüğü şeklindeydi. Gelişmeler sonrasında Başbakan Binyamin Netanyahu Bakanlar Kurulu’nun gündemine “Vatandaşlık Yasası”nı getirdi. Yeni Vatandaşlık yasası ile anayasada “Yahudi ve demokratik” olarak tarif edilen İsrail devleti “İsrail halkının millî devleti” olarak tarif edilecekti. Netanyahu’nun teklifi Bakanlar Kurulu’nda 14’e karşı 6 oyla kabul edilerek Knesset’e gönderildi. İsrail Adalet Bakanı Tzipi Livni 24 Kasım 2014’te yaptığı açıklamada Başbakan Binyamin Netanyahu’nun hazırlattığı Vatandaşlık Yasası’nın meclis oylamasına sunulmasının ve bu konuda ısrar edilmesinin hükümetin sona ermesi ve erken seçime gidilmesi anlamına geleceğini ifade etti. Söz konusu yasa tasarısına Livni’nin karşı çıkma gerekçelerinden birisi de yasanın Yahudi Yasasını hukuk için bir ilham kaynağı olarak yüceltmesi ve Arapçayı resmi dil olmaktan çıkarmasıydı. Muhalifler, yasa tasarısının ülkenin demokratik karakterine bir tehdit olacağını ve İsrail-Filistin gerginliğini daha da arttıracağını ileri sürdü. Diğer taraftan Netanyahu, tasarının İsrail’in Filistinliler tarafından bir Yahudi devleti olarak tanınmasını sağlamak için gerekli olduğunu savundu ve diretti. Hükümet içerisindeki gerilim Vatandaşlık Yasası dolayısıyla aralık ayı başında arttı. Başbakan Netan- OCAK 2015 43 yahu 2 Aralık 2014’te orta sınıfın haklarının savunucusu görünümündeki liberal sol olarak adlandırılabilecek Maliye Bakanı Yair Lapid ile merkez solun temsilcisi Adalet Bakanı Tzipi Livni’yi kendisine karşı darbe düzenlemekle itham ederek görevden aldı. İsrail’in Dünya İle İrtibatı Azalıyor İsrail’deki koalisyon hükümeti Filistin’le müzakereler devam ederken de ciddi sorunlar yaşıyordu ancak müzakereler sona erince sorunlar kriz boyutunu almaya başladı. İç politikada elini güçlendirmek ve aşırı sağ üzerinde de etkili olmak isteyen Netanyahu, Filistinlilerin bağımsız bir devlet kurması öngörülen topraklarda daha fazla yerleşim birimi inşa edilmesi sözünü verdi ve uyguladı. Bu esnada ülkedeki çeşitli güvenlik sorunları İsrail’de aşırı sağın yükselişini kolaylaştırdı. Bir İsrailli polisin öldürülmesi, bir hahamın öldürülmesi gibi gelişmeler Yahudileri hareketlendirdi. Verilen tepki ise Müslümanlar açısından onur kırıcı oldu; İsrail askerleri Harem-i Şerif’e girdi. Yükselen şiddet İsrail ve bölge kamuoyunu kırılganlaştırdı. Bu durumun İsrail açısından yarattığı sorunların başında İsrail’in Arap nüfusu geliyor. İsrail nüfusunun % 20’sini Araplar oluşturuyor. Barış müzakerelerinin durmuş olması ve yükselen şiddet dalgası söz konusu nüfusun Filistinlilere katılarak İsrail’e karşı Batı Şeria, Gazze ve Doğu Kudüs’te geniş çaplı bir isyan başlatması tehlikesini, düşük ihtimalle de olsa beraberinde getiriyor. İsrail’deki kaotik ortamdan ve barış müzakerelerinin sona ermesinden en çok etkilenen bölge ülkesi Ürdün oldu. Hem Tapınak Tepesi dolayısıyla yaşanan gerilimler hem de Batı Şeria’daki anarşi Ürdün’de İsrail karşıtı duyguları tetiklemekle kalmayıp Kral ve Saray çevresinde rejimi yok edecek İslâmcı bir dalgaya dönüşme endişesi yarattı. Bu yüzden Ürdün yönetimi Tapınak Tepesi olaylarından sonra İsrail’deki Büyükelçisini geri çekti ve barış anlaşmasının 20. yılı dolayısıyla düzenlenecek törenleri boykot etti. Diğer taraftan Barış Müzakerelerinin durması ABD ve Batı dünyasında da tepki doğurdu ve İsrail’in dünya ile bağının bir biçimde zayıflamasına sebep oldu. İran ile nükleer müzakereler yapan ülkelerin üst düzey temsilcilerinin katıldığı bir toplantıda Alman temsilcisinin ayağa kalkarak İsrailli temsilcilere “Çevrenizde olanları anlamıyorsunuz.” dediği iddia ediliyor. Erken Seçim: Kim Daha Fazla Nefret Ediyor İsrail’de dağılan hükümetin pozisyonlarını şu şekilde özetlemek mümkün: Netanyahu: Kendisini Filistin Devleti’nin oluşumunu önlemeye adadı. Bütün kararlarını Filistin Devleti’nin oluşumunu önleme ya da geciktirme kaygısıyla aldı, neticede zorla oturtulduğu müzakere masasını dağıttı. Yair Lapid: Bir solcu değil ama seçimlerden önce sol partilerle koalisyon görüşmeleri yapan önemli ama en başta söylediklerinden vazgeçen bir politikacı olarak hükümetteydi. Yeni yerleşim birimleri inşa edilmesi konusunda ciddi tepki göstermedi ancak “vicdan sahibi” birisi olarak Vatandaşlık Yasasını desteklemedi. Tzipi Livni: Hükümette bulunduğu sürede Filistin’le Barış Müzakerelerinin yürütülmesi için çaba gösterdi, iki devletli çözümü gerçekten istiyormuş gibi göründü. Naftali Bennett: Mesaisinin büyük bölümünü Barış Müzakerelerini sabote etmeye ve Batı Şeria’nın da İsrail’e katılması için girişimler yapmaya ayırdı. Eylem yapan Filistinlilere kızdığı için Doğu Kudüs’ün bombalanmasını istemesiyle akıllarda yer etti. Gelinen noktada İsrail’deki seçimlerin neticesini etkileyecek üç önemli unsurdan söz edilebilir. Bunlardan ilki Yesh Atid lideri Yair Lapid’in Ocak 2013’ten sonraki performansının yarattığı hayal kırıklığı. Yesh Atid 2013 seçimlerinden ikinci parti olarak çıkmış ve büyük bir sürprize imza atmıştı. Önümüzdeki seçimlerde seçimlerin sonucunu ciddi biçimde ilgilendirecek olan oy oranının ne kadarını koruyacağı merak konusu. İkinci önemli husus Likud Partisi’nden geçmiş 44 OCAK 2015 dönemde bakanlık yapmış olan ve İsrail siyasetinde saygın bir yere sahip olan Moşe Kahlon’un siyasete dönmesi. Bazı gözlemciler Kahlon’un bu seçimde Lapid’in başarısını tekrarlayabileceğini düşünüyor. Üçüncü olarak ise seçim barajının % 2’den % 3,25’e çıkarılmasından bahsetmek gerekiyor. Yeni durum Hatnuah ve Kadima gibi baraj çevresinde dolaşan partileri etkileyebileceği gibi aşırı sağ Yahudi partilerin ve aşırı sol Arap partilerin siyasetin dışında kalmalarına sebep olabilir. Diğer taraftan bu partilerden kayacak oyların merkez partileri güçlendirmesi beklentiler arasında. Jerusalem Post ve Ma’ariv Sof Hashavua gazetelerinin aralık ayı başında gerçekleştirdiği kamuoyu yoklamasının sonuçları 17 Mart 2014 seçimlerinin sürprizlere gebe olduğunu gösteriyor. Ankete katılanlardan % 60’ı Netanyahu’yu yeni dönemde başbakan olarak görmek istemiyor. Ankette kimin başbakan olarak görülmek istendiği de soruluyor. Buna göre katılımcılar ikili tercihler arasında bırakıldığında % 46 Moshe Kahlon % 36 Netanyahu, % 43 İçişleri eski Bakanı Gideon Sa’ar % 38 Netanyahu, % 44 İşçi Partisi lideri Isaac Herzog % 45 Netanyahu şeklinde bir sonuç ortaya çıkıyor. Netanyahu ile karşılaştırılan, yıkılan koalisyonun diğer ortakları Bennett’in başbakan olmasını isteyenlerin oranı % 12 iken Lapid % 17, Lieberman % 28 puanda. Ankete göre bugün seçim olsa Kadima baraj altında kalacak. İşçi Partisi ve Hatnuah birleşmesi durumunda Hatnuah’ın 14 olan milletvekili sayısını 20’ye yükselebilir. Genel seçimler yaklaştıkça tablo daha da netleşecektir ancak şimdiden söylenebilecek şey İsrail’de Filistinlilere karşı nefret söylemini önceleyen sağ partilerin oylarını arttıracağı… Tikkun olam Yahudi inanışında bozulmuş, yıkılmış bir dünyanın yeniden inşa edilmesi konusunda tüm insanlığın ortak sorumluluğunu anlatan bir kavram. İsrail menşeili Haaretz Gazetesi yazarlarından Bradley Burston’ın 4 Kasım 2014 tarihli köşe yazısında Gazze’nin yeniden inşasında İsrail devletinin sorumluluğuna yaptığı atıfın İsrailli karar vericiler için pek bir anlamının olmadığı açık. İsrailli siyasetçilerin önceliği ve galiba devamlı önceliği İsrail siyasetinin Tikkun olamı. Dipnot 1 İsrail hükümetinden yapılan açıklama Ramuni’nin intihar ettiği yönündeydi. İsrailli doktorlar da intihar ettiği yönünde rapor verdiler. OCAK 2015 45 DIŞ POLİTİKA Küresel Denklemde Yeni Senaryolar dern çağın veya soğuk savaş döneminin düşünce kalıpları ile anlamakta zorlanabiliriz. AB ve ABD, Türkiye’yi “öteki” olarak veya “düşman” olarak görmeye devam ediyor. İslam karşıtı hareketler Batı’da yeniden alevlenmeye başladı. Batıda, Türkiye ve Müslümanlara karşı bazen açık ama daha çok örtülü bir düşmanlık derin biçimde sürüyor ve artıyor. Şu anda net konuşmak zor ve henüz erken ama ilerleyen süreçte ortaya çıkacak şartlar, Türkiye’nin de Rusya-Çin bloku içinde konuşlanmasını getirebilir. Alper TAN SDE Yüksek İstişare Kurulu Üyesi B ir Afrika atasözünde şöyle deniliyor: “Sular yükselince balıklar karıncaları yer, sular çekilince de karıncalar balıkları yer. İnsanlara karşı davranışlarına dikkat et. Çünkü kimin kimi yiyeceğine suyun akışı karar veriyor”. Çin Devlet Başkanı Şi Cinping, geçen ay Çin Genelkurmayı ile yaptığı toplantıda ordunun bütün birimlerine “Her an savaşa girebilecekmiş gibi hazır olun” talimatı verdi. Bu talimatın son dönemde Rusya-Çin yakınlaşmasının ardından gelmesi dikkat çekti. Çin Devlet Başkanı Şi Cinping, Ukrayna nedeniyle içine düştüğü siyasi belirsizlik ve bunalım nedeniyle muhtemel bir ekonomik krize karşı Rusya’yı destekleyeceklerini kısa süre önce açıklamıştı. Başkan Şi, geçen ayın son haftası ordunun 15 üst düzey komutanı ile önemli bir toplantı yaptı ve savaş hazırlığı için emir verdi. Başkan Şi’nin daha önce de benzer talimatları olmuştu ama bu sefer iş ciddi görünüyor. Savaş hazırlığı emrinin, Pekin’in Washington’a karşı Moskova’yla yakınlaştığı bir döneme denk gelmesi çok önemli. Özellikle ordunun sıcak savaş birimlerinin hazırlıkları yoğunlaştırmasının istendiği bu gelişmede, muhtemel hedefler arasında Hindistan da sayılıyor. Çin silahlı kuvvetleri PLA, 2 milyon 285 bin mevcudu ile dünyanın en güçlü değil ama en kalabalık ordusu. Çin ordusuna mühimmat tedariki konusunda ise Rusya ayrıcalıklı bir yere sahip. Son zamanlarda Çin ve Rusya arasında doğalgazdan silah satışına çok sayıda önemli anlaşma imzalandı. Çin ve Rusya’nın 1996’da kurulan Şangay İşbirliği 46 OCAK 2015 Örgütü’nün en büyük iki üyesi olduklarını da unutmamak gerekir. “Bize ne bunlardan” diye düşünenler olabilir. Bu gelişmelere karşı kesinlikle “Bize ne” deme lüksümüz yok. SD’de geçen ay yayınlanan makalem, “Batı için son asrın en derin krizi” başlığını taşıyordu. Orada adım adım 3. Dünya Savaşı’nın nasıl başladığını anlatmaya çalışmıştık. ABD Savunma Bakanı Chuck Hagel geçen Kasım ayında istifasından birkaç gün evvel “Dünya, şu an hiç olmadığı kadar tehlikeli. Gözlerimizin önünde yeni bir dünya düzeninin belirlendiğini görüyoruz. Bunun tam ortasında yer alıyoruz. Bunun gibi bir şeyi daha önce hiç görmedik” demişti. ABD’nin eski Ankara büyükelçisi Robert Pearson ise yine o günlerde halkların fark etmediği, geri plandaki derin krizi deşifre ediyordu. “ABD ile Türkiye arasında son 40 yılın en derin krizi yaşanıyor” cümlesi Robert Pearson’a ait. Bu notlar da SD Aralık makalesinde yer almıştı. Rusya ve Çin arasında yukarıda anlattığımız gelişmeler, o makalede anlatılanları teyit eden ve daha da anlamlı hale getiren gelişmelerdir. Şöyle ki; İkinci Dünya Savaşı sonrası soğuk savaş döneminde kurulan küresel dengeler iyice bozuldu. Bu dönemde oluşan geleneksel ittifaklar, geleneksel ilişkiler ve dostluklardüşmanlıklar artık geçerliliğini koruyamıyor. Yeni bir dünya düzeninin kurulması aşamasındayız. Ezberler bozuluyor, teamüller değişiyor. Şaşırtıcı ittifaklar, beklenmeyen çatışmalar yaşanabilir. Önümüzdeki süreçte olacak muhtemel gelişmeleri mo- Gelişen şartlar dünyayı yeniden bir bloklaşmaya zorluyor. Bloklaşma daha çok din ve inanç eksenli görünüyor. Ama Çin-Rusya-Türkiye’nin aynı blokta yer alması, İslam dünyasını da bu bloka yakınlaştıracağı için farklı bir kutuplaşma da olabilir. O takdirde buna kabaca Doğu-Batı blokları olarak da bakılabilir. Çünkü mevcut şartlarda AB ve ABD’nin müşterek hareket edeceği anlaşılıyor. Bu durum onların geleneksel reflekslerine de son derece uygun. Eğer Çin-Rusya ve Türkiye aynı blokta yer alacak olurlarsa kendi coğrafyalarındaki krizlerin çözümünde son derece kolaylaştırıcı bir süreç yaşanabilir. Türkiye-Rusya ittifakı Suriye, Karabağ, Kırım, Abhazya, Çeçenistan ve Ukrayna gibi sorunların çözümünü hızlandırabilir. Bu durum hem Türkiye’yi hem de Rusya’yı rahatlatır. Asya’daki Türk Cumhuriyetleri de çözüm ortağı olacakları için “kazan kazan” formülü bütün taraflara avantaj sağlayabilir. Türkiye-Çin ittifakı ise Doğu Türkistan ve Çin Müslümanları’nın meselelerine çare olabilir. Çin’le ortak çözümler üretilebilirse Çin de Hong Kong ve Hindistan konularında elini güçlendirebilir. Tabi bu şartlarda İran’ın nasıl davranacağına, AB ve ABD’nin bu gelişmelere engel olmak için nelere müracaat edeceğine bakmak gerekiyor. Yukardaki muhtemel gelişmeler gerçeklik kazanmaya başlarsa Batı bloku, Doğu’daki aktörlere daha cazip şartlar sunabilir. Bu durum, kartların yeniden dağıtılması demektir. Bu yazılanlar sadece bir senaryodan ibaret. Henüz böyle bir gelişme yok ama bunun gerçekleşebileceğine dair işaretler var. Hadiselere kendi açımızdan bakacak olursak; Türkiye ve İslam dünyasının ortak hareket etmesi gerekiyor. Türkiye’nin İslam ülkeleri ile ittifakı “olmazsa olmaz”ımız görülüyor. Bu, ha- İknc Dünya Savaşı sonrası soğuk savaş dönemnde kurulan küresel dengeler yce bozuldu. Bu dönemde oluşan geleneksel ttfaklar, geleneksel lşkler ve dostluklar-düşmanlıklar artık geçerllğn koruyamıyor. yati derecede önemlidir ama denklemin geri kalan kısımları değişebilir. O nedenle Türkiye ve İslam dünyasının güçlü bir şekilde temsil edilmesi ve dünya siyasetine mührünün vurabilmesi için nasıl hareket edilmesi gerektiğine dair hepimiz kafa yormalıyız. Descartes: “Akıllı olmak bir şey değil. Mühim olan o aklı yerinde kullanmaktır” diye hatırlatır. Dünya dengeleri yeniden kuruluyor. Küresel denklem değişiyor. Bu büyük bir fırsattır. Bu değişimi kaçırmamak ve şansımızı heba etmemek için medyamızın, siyasetçilerimizin, üniversitelerimizin ve münevverlerin buna kafa yormaları gerekiyor. Millet olarak özgüvene ve daha fazla cesarete ihtiyacımız var. Goethe’nin dediği gibi: “Mal kaybeden, bir şey kaybetmiştir, onurunu kaybeden birçok şey kaybetmiştir. Fakat cesaretini kaybeden her şeyini kaybetmiştir”, James B. Conont ise: “Kaplumbağaya dikkat et. Ancak kafasını çıkarıp risk aldığında ilerleyebiliyor” der. Yakın tarihin komplekslerinden kurtulup özgüven kazanır ve küçük hesaplara, kısır polemiklere ve günübirlik olaylara vakit ayırmak yerine büyük geleceğe kafa yorarsak; inanıyoruz ki çok kazançlı çıkarız. Bu hususta çok umutluyuz ve çok şanslıyız. Bu vesileyle umutsuzları cesaretlendirici tarihi ve yol gösterici bazı sözleri hatırlatmak isteriz. E. Raux der ki: “Erişmek istedikleri bir hedefi olmayanlar, çalışmaktan da zevk almazlar”, Andre Tardieu: “Herkes dünyanın düzene girmesini ister. Fakat çabayı komşusundan bekler”. Son cümle ise Jean Jacques Rousseau’dan: “Zor iş, zamanında yapmamız gereken fakat yapmadığımız kolay işlerin birikmesiyle meydana gelir”. OCAK 2015 47 DIŞ POLİTİKA hızla düşüyor. ABD ve Suudi Arabistan’ın operasyonlarıyla petrol 6 ayda 110 dolardan 60 dolara kadar indi. Eğer 60 doların da altına inerse %50’lilik bir düşüş söz konusu oluyor ki, bunun Rusya ekonomisine zararı 100 milyar doları aşar. Ruble, Dolar karşısında sürekli düşüyor. Rus ekonomisinin 2015’te ciddi bir daralmaya ve küçülmeye gideceği öngörülüyor. Batı, tüm gücüyle Rusya’yı köşeye sıkıştırıyor. Yalnızlaştırmaya ve kuşatmaya çalışıyor. Rus lideri Putin Avustralya’daki G-20 zirvesinden adeta kovuldu. Çeçenistan Grozni’deki 20 kişinin ölümüyle sonuçlanan son saldırı Batı’nın (öncellikle ABD) zamanlaması oldukça manidar bir tepkisi olarak okunabilir. Zira Çeçenistan, Rusya’nın zayıf karnı… Bu olayın Putin’in Ankara çıkarmasından üç gün sonra gerçekleşmesi önemli bir mesaj değil mi? Ukrayna’daki dikkati dağıtmak içinde hemen yankı bulacak ve alevlenecek küllenmiş bir ateş var orada... TÜRKİYE-RUSYA JEOPOLİTİĞİN ZORLADIĞI REEL POLİTİK Aydın BOLAT SDE Stratejik Planlama Kurulu Başkanı Türkiye-Rusya Batı’nın Hedefinde S ovyetler ile Batı arasındaki Soğuk Savaş’ın mağlubu Sovyetler Birliği’dir. Dağılan birliğin enkazından doğan Rusya Federasyonu, NATO ve AB tarafından kuşatılmasına rağmen genişlemesine devam etti. Baltık ülkeleri, Orta ve Güneydoğu Avrupa’da Romanya ve Bulgaristan, Batı ile entegre oldu. Geriye kalan Ukrayna ve Gürcistan’da renkli devrimlerle Batı’ya yelken açınca, enerji kartını iyi kullanarak güçlenen Yeni Rusya, Batı’ya burada ‘dur’ dedi (2008 Ağustos). Osetya ve Abhazya işgal edilerek biraz daha küçülen Gürcistan, Batı’ya fazla yanaşmanın bedelini ağır ödedi ancak bekledikleri yardımı da alamadılar. 48 OCAK 2015 AB’ye yakınlaşan Ukrayna da cezalandırıldı. Önce Kırım işgal ve ilhak edildi (2014 Mart) sonrasında Ukrayna’nın doğusundaki silahlı muhalifler Rusya tarafından desteklenerek iç savaş körüklendi. Bu savaşlar Gürcistan ve Ukrayna’dan ziyade Rusya-Batı savaşıydı. Rusya, Batı’ya kendisine yaklaşabilecekleri azami sınırları çizerken, Batı’da ‘Rus tehlikesi’ ve ‘yeni soğuk savaş’ çanlarını çalıyor. Ukrayna üzerinden Rusya’ya çok sert mesajlar veren Batı, ağır ticari ambargolar uygulayarak Rusya’yı sıkıştırıyor. Rusya ile Batı artık hasım… Ukrayna Krizi başladığından beri Rusya’nın başı belada. Rus ekonomisinin can damarı, Yeni Rusya kalkınmasının motor gücü olan petrol ve doğal gazın fiyatı Batı’nın ambargosunu ve sert tehditlerini ciddiye almayan Putin, Rusya’yı kendi ayakları üzerinde tutmaya çalışıyor. Avrasya jeopolitiğinde farklı alternatifleri deneyen Putin “Türkiye’de yeni ufuklar” arıyor… Batı’dan gelen ağır saldırılar altında Türkiye’nin kıymetini ve potansiyelini daha iyi anlamaya başlayan Rusya, Türkiye siyasetinin Batı’dan bağımsızlaşmasını değerlendirmeye çabalıyor. Rusya gibi Türkiye de Batı’nın hedefinde. ABD ve Avrupa, Türkiye’nin bölgesinde etkin bir aktör olma iradesinden, Suriye’de Esad’ı hedef almasından ve muhalif unsurları desteklemesinden, IŞİD’le ilgili görüş ayrılığına düşmekten, İhvan’ı ve Hamas’ı desteklemesinden, Gazze halkına sahip çıkmasından, İsrail’i uluorta teşhir etmesinden, Kuzey Irak Kürt Yönetimiyle yoğun stratejik ilişkiler kurarak Irak petrolünün Türkiye üzerinden pazarlanmasından, “Kürt meselesi”ni kimseyi karıştırmadan kendi başına çözmeye kalkmasından, Arap Baharı’nı desteklemesinden, Batı’nın kontrolü dışında bağımsız politikalara yönelmesinden, TDP’nin Rusya, Çin, Afrika’ya yönelik açılımlarından ve Batı’ya göre Türkiye’nin eksen kaymalarından ve stratejik sapmalarından oldukça rahatsız. Bütün bu rahatsızlıklar yüzünden, haddini aştığını düşündükleri müttefiklerine ayar vermek için bütün kartlarını (Alevi, Kürt, Paralel, vs.) kullanarak Türkiye’yi diz çöktürmeye çabalıyor ve operasyon- Dünyada syas ve ekonomk çalkantılar, çatışmalar, belrszlkler ve radkal değşmler yaşanırken Rusya lder Putn’n 10 Bakanı le yüklü ekonomk ve syas dosyalarla Türkye’y zyaret etmesnn jeopoltk önem çok büyüktür. larla tehdit ediyorlar. Suriye, Irak, IŞİD, Mısır ve İsrail konularında Türkiye ile aynı görüşü paylaşmıyorlar. Dinlemeler, Gezi, 17-25 Aralık, Çözüm Süreci ve 6-8 Ekim operasyonlarıyla Türkiye’yi sıkıştırmak istiyorlar. İktidarı sarsan ve hedef alan ağır saldırılarını sürdürüyorlar. Dünyada siyasi ve ekonomik çalkantılar, çatışmalar, belirsizlikler ve radikal değişimler yaşanırken Rusya lideri Putin’in 10 Bakanı ile yüklü ekonomik ve siyasi dosyalarla Türkiye’yi ziyaret etmesinin jeopolitik önemi çok büyüktür. Türkiye-Rusya, Erdoğan-Putin Benzerlikleri Ülkelerinin son 10 yılına damgalarını vuran, siyasi otoriteleri tartışılmayan iki güçlü lider Putin ve Erdoğan. Komşu iki büyük ülkenin bağımsızlığını, siyasi ve ekonomik istikrarını, kalkınmasını yani değişimini temsil ediyorlar. Yeni Rusya ve Yeni Türkiye. SSCB’nin dağılmasından sonra Putin liderliğinde adeta küllerinden doğan Rusya Federasyonu enerji potansiyelini çok başarılı kullanarak, ekonomisini düzelterek, siyasi ve askeri reformlarla küresel güçlerin birinci ligine geri döndü. Yeni Rusya’nın kahramanı tartışmasız Putin’dir. Türkiye’yi 12 yıldır Başbakan, Ağustos 2014’ten itibaren de Cumhurbaşkanı olarak yöneten Erdoğan, sessiz sivil demokratik devrimin rakipsiz lideri. Üç kat büyüyen ekonominin ve kalkınmanın mimarı. Yeni Türkiye vizyonu, ülkenin bölgesel güç ve küresel aktör olmasında ana faktördür. Sportmen kişilikleri ve yönetme üsluplarıyla Batılılar tarafından “iki Rambo” olarak nitelendirilen Putin ve OCAK 2015 49 Erdoğan, ülkeleri için temsil ettikleri ve başardıklarıyla benzer ve ortak bir kaderin sahipleridir. Dostlukları ve yakınlıkları belki bu ortak kaderin cilvesidir. Vücut dilleri ve duruşları birbirini okşayan iki başkan, dünyanın en kıdemli siyasi liderleri. Putin’in gözünde Erdoğan sağlam ve güvenilir ‘adam’… Şimdiye kadar 40’tan fazla görüşmüşler. Erdoğan’ın en çok görüştüğü lider Putin. Obama’dan, Merkel’den ve Cameron’dan daha fazla… Türkiye ve Rusya’nın en benzeşen yönleri ikisinin de bir imparatorluk geçmişi ve emperyal vizyonları olmasıdır. İkisi de geçmişlerine göre zayıf düşmüş ülkeler, ortak hedefleri eski güçlü günlerine kavuşmak. Bunun için en büyük engel Batı olarak görülüyor. İki ülke de Batı’nın yaptırımlarıyla, baskılarıyla ve oyuna müdahaleleriyle karşı karşıya. Biri batı ittifakının içinde, diğeri dışında hedef durumunda. Batı’nın küresel oyun kurucu rolünü reddeden, küresel uluslararası sisteme ve Batı hegemonyasına başkaldıran, tavır alan bir duruş sergiliyorlar. AB’den istediğini 60 yıldır bir türlü alamayan, NATO ile güven bunalımı yaşayan ve politikalarını sorgulayan Türkiye, B planı arayışında. Alternatif ittifaklar kolluyor. Politikalarını bağımsızlaştırarak, tek taraflı boyun eğmeye hayır diyerek, blok veya eksenlerle, merkezlerle ilişkilerinde denge kurmaya çalışıyor. Soğuk savaştaki yenilgisinin faturasını bir türlü ödeyemeyen, Batı ile ilişkilerini NATO ve AB nezdinde güven ilişkisine taşıyamayan Rusya, hiç sorunsuz olmadı. Batı’nın siyasi, ekonomik ve askeri genişleme ve kuşatmasından sürekli rahatsız oldu. ‘Yeni Rusya’ kimlik arayışıyla ‘yeni ufukların’ peşinden koşuyor. Güçlendiğini hisseden Rusya, Batı’ya karşı sert tepkiler veriyor ve meydan okumaktan çekinmiyor. BDT, Avrasya Gümrük Birliği, ŞİÖ gibi kuruluşlarla ‘Yeni Dünya Düzeni’ne hazırlıklarını güçlendiriyor. 50 OCAK 2015 “Dünya bugün çelişkilerle dolu. Mevcut küresel ve bölgesel güvenlik sistemi, bizi bu tür çalkantılardan koruyacağına dair herhangi bir güvence ve netlik arz etmiyor. Bu sistem ciddi biçimde zayıfladı, parçalandı ve deforme oldu.” (Putin, 1.12.2014 Star) Putin Türkiye ziyaretinde bunları söylerken, Erdoğan: “Dünya 5’ten büyüktür” ve “Üst akıl öyle istiyor” diyerek küresel sisteme isyanını seslendiriyor. Türkiye ve Rusya’nın bu ortak duruşu Atlantik merkezli küresel sistemi korkutuyor ve endişelendiriyor. Bu meydan okumadan tedirginler ve ürküyorlar. İmparatorluk geçmişleri ve emperyal vizyonlarından kaynaklanan siyasi ve stratejik öngörüleri, hesap karıştırıcı ve oyun bozucu çıkışlarıyla küresel güç dengelerini dalgalandırıyorlar. Erdoğan - Putin zirvesi bu ortaklığın buluşmasıdır. Türkiye’nin Suriye, Rusya’nın Ukrayna üzerinden jeopolitik atılımları Batı’yı rahatsız ediyor. İki ülkeye de bunlardan dolayı bedel ödetmeye ve ayar vermeye çalışıyorlar. Türkiye’nin müttefikleri olarak, yönetilemez ve kontrol edilemez olmasından rahatsızlar. Rusya’dan Yerleşik Küresel düzene itirazı, Avrasyacı politikaları, enerji kartını siyaseten kullanması ve yeni soğuk savaşı göze alacak ataklarından dolayı rahatsızlar. Türkiye ve Rusya, iki bölgesel güç ve küresel aktör... İlgi ve hareket alanları aynı coğrafya olan ve aynı bölgede güç ve nüfuz mücadelesi içindeler. Suriye ve Ukrayna/Kırım politikaları başta olmak üzere birbirlerinden rahatsızlar. Gürcistan, Ermenistan Karabağ ve Kıbrıs iki ülkenin anlaşamadığı kriz konuları, Çeçenistan sorunu da öyle... Bu sorun alanlarında 1 Aralık zirvesinde ve özellikle sonrasında Türkiye-Rusya arasında sorunların çözümüne destek olma iradesiyle ciddi müzakereler yapılmış durumdadır. Rusya, Kırım konusunda Tatarlarla ortak bir yönetime yeşil ışık yakarken, Karabağ’ın Azerbaycan içinde özerk bir bölge olarak seçimle belirlenen bir yapıyla yönetilmesine sıcak baktığını paylaşıyor. Suriye’de, Türkiye’nin tezlerini ve hassasiyetlerini gözeten bir çözüme ve Suriye halkının serbest iradesiyle şekillenecek Esed’siz bir geleceğe göz kırpıyor. Hatta Rusya, Çin ile olan ilişkilerini kullanarak Doğu Türkistan (Uygur) meselesinde kolaylaştırıcı bir rol üstlenebileceğini belirtiyor. Bu arada Ukrayna, Gürcistan, Çeçenistan ve Kıbrıs’ta Türkiye’nin çözüm süreçlerine olumlu destek ve katkılarını da bekliyor... Mücadele ettikleri alanlar ve zıt taraflarda kaldıkları sorunlara rağmen küresel jeopolitiğin zorlamasıyla, reelpolitik anlayışla yakınlaşma ve iş birliği güçlenerek devam ediyor. Soğuk savaş dönemindeki dengeler hızla değişiyor. Yazının başından beri anlattığım bu jeopolitik konjonktürde yapılan Ankara zirvesinde alınan kararlar, ekonomik yönü ağır basan, siyasi boyutları da olan niteliktedir. Zirve Dosyası, Kararlar ve Yansımalar - Mavi Akım Boru Hattı’nın kapasitesi arttırılacak ve doğalgaz fiyatında %6 (15’e kadar çıkabilecek) indirim yapılacak. - Türkiye’nin dışlandığı Bulgaristan’dan geçerek Avrupa’ya dağıtım yapacak Güney Akım Projesi iptal edilerek yerine Türkiye’den geçecek yeni bir gaz boru hattının (Anadolu Akım) yapılmasına karar verildi. Yani Rusya Avrupa’ya gazı artık Türkiye’den satacak. - Akkuyu Nükleer Santral Projesi’nin (20 Milyar Dolar) ÇED raporu çıktı, hızlandırılacak. - 32 milyar dolarlık ticaret hacmi 2023’te 100 milyar dolara çıkarılacak ve milli paralarla ticaret yapılması için gereken tedbirler alınacak. - Suriye, Ukrayna, Kırım ve Karabağ hatta Çeçenistan siyasi dosyaları üzerinde (basına açıklanmayan) ciddi görüşmelerin yapıldığı da biliniyor. Zirvenin yansımaları dünyada ve özellikle Batı’da büyük oldu. Alman Focus Dergisi: “Çar ile Sultan buluştu... Rambo politikacıların ortak düşmanları Batı... İkisi de Batı’da iyi konuşulmuyor... Batı’ya karşı işbirliği yaparlar mı? 100 milyar dolarlık zirve!” değerlendirmesi yaptı. İngiliz BBC: “Değerli yalnızlıklar zirvesi... Uluslararası ilişkilerde sorunlar yaşayan iki lider... Batı’dan gelen eleştirileri dikkate almıyorlar...” yorumlarını yazdı. Amerikan NewYork Times: “Bir kazanan varsa o da Türkiye... Putin’in Türkiye ziyareti Batı’ya gaz savaşı ilanıdır... Güney Akım yerine Anadolu Akım jeopolitik bir çıkıştır.” başlıklarını attı. Batılı çevreler endişeli, temkinli ve eleştirel yorumlar yaptılar. Putin’in Türkiye ziyaretiyle eş zamanlı gelişmeler: ABD-İran yakınlaşması, ABD’nin Türkiye’nin Suriye’de ‘güvenlik bölgesine’ ilişkin tezlerine yakınlaşma sinyalleri vermesi, İran Cumhurbaşkanı’nın Erdoğan’ı daveti, Çeçenistan’da 20 kişinin ölümüyle neticelenen saldırı, İngiliz Başbakanı D. Cameron ve İtalya Başbakanı Matteo Renzi ile AB’nin üç komiserinin iyi niyet mesajlarıyla Türkiye’ye gelmeleri çok önemli jeopolitik anlamlar taşıyor olmalıdır. Elbette Türkiye’nin bu ortamda Rusya ile aşırı yakınlaşmasının, Batı’nın tepkisini çekeceği tahmin edilebilir. Türkiye’nin Çin ile füze ön anlaşması Batılıları nasıl ayağa kaldırdıysa buna da tepki vereceklerdir. Yani Türkiye’ye karşı müttefik saldırıları devam edecektir. Türkiye’nin yerli duruşu, kendi güç havzasına yatırım yapması onların hoşuna gitmeyecektir. İşte burada Türkiye’nin “tutacağı balık ürküteceği kurbağaya değmelidir.” Yani kazanılan şeyler alınan risklere değmelidir. Sonuç: Yeni Türkiye Dünya’nın Cazibe Merkezi Putin-Erdoğan zirvesi; Soğuk Savaş sonrası, küresel güçlere ve ‘tek kutuplu dünyaya’ karşı başkaldıran bölgesel duruşun ifadesidir. Türkiye 20. yüzyılın, Rusya 21. yüzyılın kuşatmasını yarmaya çalışmaktadır. Bu Yeni Türkiye ve Yeni Rusya’nın kimlik mücadelesinin bir aşamasıdır. Yükselen merkez ülke Türkiye, küresel oyuna geri dönen Rusya ve değişim sürecindeki Amerika… Bunlar ‘Yeni Dünya Düzeni’nin ayak sesleri. İslam dünyası eksenli, Türkiye merkezli yeni dünya sistemi adım adım yol alıyor. Yeni ekonomik ve siyasi bir merkez oluşuyor. Acımasız, küresel ve örtülü bir savaş var. Türkiye büyük bir mücadeleyi göze almıştır. Dünyaya, hayata, geleceğe, konjonktüre ve zamana Türkiye’den bakma günüdür. Önce Türkiye deme anıdır. Bu coğrafya (Orta Doğu) bir satranç tahtası. Türkiye kendi hamlelerini yapıyor, yapacak... Hem Rusya hem de Türkiye için yeni ufuklar var. Bunun için Türkiye ve Rusya’nın daha da güçlenmesi ve işbirliğini artırmaları gerekiyor. OCAK 2015 51 DIŞ POLİTİKA RUSYA İLE İLİŞKİLER: ALMAN PARTNER – AVRUPALI RAKİP Zeynep SONGÜLEN İNANÇ SDE Uzmanı S oğuk Savaş’ın ardından Avrupa’ya yönelik doğrudan güvenlik tehdidinin ortadan kalktığı düşünüldü. Bu çerçevede Avrupa’nın çevresinin güvenlikli hale getirilmesine öncelik verildi. NATO ve AB üyelik süreçleri aracılığıyla Avrupa’nın çevresinde demokratik ve müreffeh alanların yaratılmasıyla ve genişletilmesiyle, güvenlik sorunlarının aşılacağı öngörüldü. Buna ek olarak Soğuk Savaş’ın ardından zaten takatsiz düşmüş Rusya’nın da hareket kabiliyetinin sınırlandırılması amaçlandı. 1990’lı yılların hemen başlarında gündeme alınan bu üyelik süreçleri, Rusya’nın etkisinin azaltılması için öncelikle Orta ve Doğu Avrupa ülkelerine yönelik olarak düşünüldü. Bu süreçler, 2000’li yıllarda nihai anlaşmalara bağlandı ve AB ve/veya NATO üyelikleri hayata geçirildi. NATO’nun genişleme sürecine bakıldığında Almanya’nın birleşmesinin ardından 1999’da Polonya, Macaristan ve Çek Cumhuriyeti; 2004’te Bulgaristan, Estonya, Letonya, Litvanya, Romanya, Slovakya ve Slovenya; 2009’da ise Arnavutluk ve Hırvatistan NATO’ya üye oldular. Bu sürece paralel olarak Avrupa Birliği on beş üyeli bir birlikten yirmi sekiz üyeli bir birliğe dönüştü. 2004 yılında Macaristan, Polonya, Çek Cumhuriyeti, Slovakya, Slovenya, Letonya, Litvanya, Estonya, Malta ve Güney Kıbrıs; 2007’de Romanya 52 OCAK 2015 Ukrayna’nın ve Gürcstan’ın üyelklernn ertelenmes konusunda anlaşıldı. Ukrayna’nın ve Gürcstan’ın NATO üyes halne gelmeler durumunda Rusya’nın savaştan kaçmayacağı günümüzde de gayet y anlaşılıyor. 2008 yılındak Gürcstan savaşının ardından 2013’te başlayan Ukrayna olayları, Rusya’nın Avrupa’nın yumuşak poltkalarına aynı yumuşaklıkla cevap vermemekte kararlı olduğunu br daha gösterd. ve Bulgaristan; 2013 yılında ise Hırvatistan AB üyesi oldular. Aday ülkeler olarak Bosna-Hersek, Karadağ ve Makedonya NATO’ya; Türkiye, İzlanda, Makedonya, Sırbistan ve Karadağ ise AB’ye katılım sürecini sürdürüyorlar. NATO ve AB üyelikleri üzerinden Avrupa kıtasında güvenliğin sağlanması ve barışın tesis edilmesi hedefine yönelik politikalar, 1990’lı yıllarda hızlıca uygulamaya konuldu. 2000’li yıllarda ise bu çabalar, Rusya’nın uluslararası sistemde bölgesel bir güç olarak yeniden sahneye çıkmaya başlamasıyla hız kesti. Komşu coğrafyalarla ilgili olarak Avrupa, Komşuluk Politikası ve Doğu Ortaklığı gibi araçları hayata geçirirken; Rusya da Yakın Çevre politikası çerçevesinde hareket etti. Bu politikaların hedefinde Kafkasya ve Karadeniz bölgeleri başta olmak üzere aynı coğrafyalar bulunduğu için taraflar arasında anlaşmazlık ve rekabet kaçınılmaz hale geldi. Rusya, G-8’e ve Dünya Ticaret Örgütü’ne dâhil edildi. Bir anlamda Rusya’nın etki alanı dâhilinde tanımladığı coğrafyalarda birlikte yönetim anlayışı geliştirilmeye çalışıldı. Avrupa’nın Rusya’yı bir bölgesel güç olarak tanıdığının en önemli göstergelerinden bir tanesi, 2008 yılının Nisan ayında gerçekleştirilen NATO Zirvesi’nde alınan kararlarda aranabilir. ABD’nin aksi yöndeki baskısına rağmen Almanya’nın ve Fransa’nın araya girmesiyle Ukrayna’nın ve Gürcistan’ın üyeliklerinin ertelenmesi konusunda anlaşıldı. Ukrayna’nın ve Gürcistan’ın NATO üyesi haline gelmeleri durumunda Rusya’nın savaştan kaçmayacağı günümüzde de gayet iyi anlaşılıyor. 2008 yılındaki Gürcistan savaşının ardından 2013’te başlayan Ukrayna olayları, Rusya’nın Avrupa’nın yumuşak politikalarına aynı yumuşaklıkla cevap vermemekte kararlı olduğunu bir daha gösterdi. Avrupa, Rusya ile ilişkilerinde “ortaklık” temelli bir yaklaşımı benimsedi. Avrupa’nın bu yaklaşımının mimarı Almanya olarak gösterilebilir. Avrupa’nın Soğuk Savaş’ın ardından Rusya ile ilişkilere bakışı, yeni bir savaş çıkmasını önleme üzerine şekillendi. Avrupa, Rusya ile sert güç mücadelesine girmeden yumuşak politikalar üzerinden ilişkilerin geliştirilmesine odaklandı. Bu doğrultuda Rusya’ya vize serbestisi tanınması ve ticari ayrıcalıklar verilmesiyle Rusya’nın bir partnere dönüşeceği ve karşılıklı bağımlılık ilişkisinin ticaret ve ekonomi temelli biçimde yönetilebileceği öngörüldü. Ayrıca Orta ve Doğu Avrupa ülkeleri başta olmak üzere eski Sovyet coğrafyasının batısında kalan bölgenin Avrupalılığının teyit edilmesi şartıyla, bu devletlerin Moskova ile yakın ilişkiler geliştirmelerine engel olunmadı. Bunun dışında vize serbestisi ve serbest ticaret sağlanması durumunda Rusya’nın, Ukrayna, Moldova, Gürcistan ve diğer Sovyet sonrası devletlerin işlerine karışmaktan vazgeçeceği düşünüldü. Bu doğrultuda Rusya ve Putin yönetimi ise bu süreçte, “Avrupa’yı istikrarsızlaştırmak ve Avrupa güvenliğini tehdit etmek” hedefiyle kendi güç kapasitesini de aşan son derece sert politikalar benimsedi. Avrupa’nın ekonomi ve ticaret merkezli yaklaşımını bir fırsat olarak gören Rusya, bu fırsatı ekonomik bir kazanca dönüştürmekle kalmadı. Buna ek olarak Rusya, Avrupa’nın bu yaklaşımını Avrupa içerisinde ayrışma yaratmak üzere siyasi bir araç olarak kullandı. 2000’li yıllardan itibaren Rusya, sistematik olarak Avrupa devletleriyle kurduğu ilişkileri ikili temelde geliştirdi. Avrupa’yı bir bütün olarak almak yerine çıkarlarını ön planda tutarak her devletle ayrı işbirliği şablonları oluşturdu. Örneğin Fransa ile savunma konusundaki işbirliğini öne çıkarırken Almanya ile mühendislik ve enerji konularını esas aldı. Buna ek olarak Rus oligarklar, mülk yatırımları için İngiltere’yi tercih ettiler. Rusya’nın, Avrupa’yı ayrıştırma hedefiyle uyguladığı politikalar Avrupa’dan beklenen tepkiyi gör(e)medi ve Avrupalılar, Rusya’nın aksi OCAK 2015 53 sıra Putin’in devlet merkezci ve otoriter ekonomi politikalarına da özenerek bakıyorlar. yöndeki tutumuna rağmen Rusya’yı ortak olarak görmekte ısrar ettiler. Bu nedenle Avrupa ülkelerinde Rusya konusu farklı parametrelerle değerlendiriliyor. Genel olarak bakıldığında Almanya, Fransa, İtalya ve İngiltere için ekonomik ve ticari çıkarlar ön planda yer alırken Orta ve Doğu Avrupa ülkeleri ile Baltık ülkeleri için güvenlik tehlikesi öncelikli rol oynuyor. Bu anlamda Rusya’nın 2000’li yıllardan itibaren izlediği ve Avrupa’yı ayrıştırmayı hedefleyen stratejik vizyonunun, Avrupa’nın tek bir güç merkezi olarak hareket etmesini engellediği söylenebilir. Böylelikle Rusya, ABD’nin Rusya’ya karşı Avrupa üzerinden geliştireceği politikaların da önünü kesmeyi hedefliyor. Rusya’nın Avrupa’daki ayrışmayı derinleştirmek üzere kullandığı araçlardan bir diğeri aşırılıkçı partilerin desteklenmesi olarak ortaya konabilir. Fransa’da Ulusal Cephe, Macaristan’da Jobbik gibi partilerin Rusya’dan yüklü meblağlarda mali yardım aldıkları biliniyor. Buna ek olarak baskıya ve ayrımcılığa dayalı zihni yapıların da son derece paralel oldukları belirtilmeli. Bu nedenle söz konusu partiler, Avrupa’nın Ukrayna politikasını eleştirmenin yanı 54 OCAK 2015 Rusya’nın Avrupa’da ayrışma yaratan politika araçlarından bir diğeri ise enerji ve enerji güvenliği. Avrupa’nın, Rusya’ya enerji bağımlılığı yüksek olduğu için Rusya ile Avrupa arasındaki en önemli konulardan bir tanesini enerji, enerji tedariki ve enerji borularının rotası gibi konular oluşturuyor. Rusya, 9 Aralık’ta gerçekleştirilecek AB Enerji Bakanları toplantısı öncesinde Avrupa’da yeni bir fay hattı yaratmak üzere Güney Akım Projesi’nin iptal edildiğini duyurdu. AB için sürpriz olsa da bu iptalin AB’de telaş ve üzüntü yarattığı söylenemez. Ukrayna’yı devreden çıkaran bu enerji projesinin AB’nin Üçüncü Enerji Paketi ve ilgili Gaz Direktifiyle uyumlu olmadığı biliniyor. Bulgaristan, Güney Akım projesi kapsamındaki inşaat faaliyetlerini Ocak 2014’te durdurmuştu. Ayrıca AB, iç pazardaki kamu ihaleleri kurallarına uymadığı gerekçesiyle Bulgaristan aleyhine Avrupa Adalet Divanı’na rekabet kurallarını ihlal davası açtı. 2007 yılında Rusya Güney Akım’ı ilan ettiğinde AB, kendi enerji nakil projesi olarak Nabucco’yu devreye sokmayı istedi. Ancak Nabucco etkin gaz arzı kaynağı bulunmadığı gerekçesiyle rafa kaldırıldı. Dolayısıyla AB, gönülsüz olmakla birlikte Güney Akım’a ‘evet’ demişti. Projenin iptal edilmesiyle AB, enerji tedariki çeşitliliğini sağlamak üzere zaten üzerinde çalışmakta olduğu İsrail-Kıbrıs-Yunanistan ve Yunanistan-Bulgaristan-Romanya doğalgaz bağlantılarını yeniden gündemine aldı. Bu arada Rusya’nın, Güney Akım’ı iptal etmesinin hem siyasi hem ekonomik arka planı olduğu hatırlatılmalı. Güney Akım’ın iptal edilmesi, Rusya’nın Avrupa’ya yönelik sert tavrını ve kendisini bir taraf haline getirme çabasını ortaya koyuyor. Buna ek olarak Rusya için bu hattın finanse edilmesi zorlaştı. Avrupa tarafından uygulanan yaptırımlar ve gaz fiyatlarının son beş yılın en düşük seviyelerinde seyretmesi, Rusya için bu projenin mali yükünü artırdı. Rusya, AB ülkeleri arasında hem ekonomik hem siyasi ayrışma yaratacak platformu sağlamış gibi görünüyor. Almanya Şansölyesi Angela Merkel’in dediği gibi Avrupalı devletler, Rusya ile ilişkilerinde ilkeler ile iş (çıkarlar) arasında bir seçim yapmak durumundalar. Bu seçimi öncelikle Almanya’nın yapması gerekebilir. Zira Almanya, Avrupa’nın Merkel syas sürec öncelerken, Rusya’nın verdğ sözler tutmamasından dolayı rahatsızlık yaşıyor ve 5 Eylül tarhl Mnsk Antlaşması’na uyulmasını beklyor. Almanya, geçmşte Rusya’yı br partner olarak gördüğünü ve fakat bu durumun ger dönülmez bçmde değştğn ortaya koyuyor. Rusya se her fırsatta Almanya tarafından eleştrlmekten rahatsız olsa da bu durumu değştrmeye yönelk somut br adım atmıyor. Rusya’ya yönelik politikasının mimarı olmasının yanı sıra Rusya ile en yakın ilişkilere sahip Avrupa ülkelerinden bir tanesi. Ukrayna krizine kadar Almanya için çıkarlar ön planda yer alıyordu ve çıkarların gerçekleştirilebilmesi için elverişli bir siyasi ortam yaratılıyordu. Ancak bu yaklaşımın sürdürülebilir olmadığı görüldü. Zira Rusya ile temel farklılık, tarafların karşıt değerlere ve siyasi sistemlere sahip olmalarından kaynaklanıyor. Bunu görmezden gelerek Rusya’ya yönelik politika geliştirilmesinin mümkün olmadığı görülüyor. Taraflar arasındaki temel farkları görmezden gelerek Avrupa’nın ticari ayrıcalıklar sağlaması Rusya’nın keskin politikalarını değiştirmiyor veya yumuşatmıyor. karşılık geliyor ve Avrupa ülkeleri içerisinde ilk sırada yer alıyor. Ayrıca mevcut doğalgaz ticaretinde Alman menşeli E.ON, BASF, Verbundnetz Gas ve Wintershall Holding gibi şirketler, Gazprom ile yakın işbirliği içerisinde çalışıyorlar. Bu nedenle Rusya ile Almanya arasındaki ticari ve ekonomik bağımlılık yadsınamaz boyutlara ulaşmış durumda. Almanya, Rusya’ya olan bağımlılığın dikkate alınmasını ve bu Almanya’nın bölgeye yönelik politikalarının belirlenmesinde Ukrayna büyük önem taşıyordu. Bağımsızlığını kazanmasından bu yana Ukrayna ile yakın ilişkiler geliştirmeye çaba gösteren Almanya, Ukrayna’nın Avrupa ile yakınlaşmasına, demokratikleşmesine ve serbest piyasa ekonomisine geçmesine destek veriyordu. Almanya bir yandan Avrupa yanlısı muhalefete destek verirken diğer yandan Yanukoviç yönetimiyle diyalog yollarının açık tutulmasına özen gösterdi. Ukrayna’daki krizin, siyasi araçlarla çözülmesine ve arabuluculuk faaliyetlerine odaklandı. Şiddetten kaçınılması, siyasi gücün paylaşılması ve anayasa reformu yapılması gibi öneriler getirdi. Almanya doğrudan müdahil olmak yerine çatışmanın tarafları arasında anlaşma zemininin yaratılmasını önceledi ve bu doğrultuda Rusya’nın, Ukrayna krizine birinci derecede müdahil olmamasını talep etti. Ancak Rusya bu talebi dikkate almadı veya dikkate alır gibi göründü ama bunu uygulamaya yansıtmadı. Zira Almanya’nın Rusya’ya olan enerji bağımlılığı, bu taleplerin Rusya tarafından dikkate alınması meselesini ister istemez etkiliyor. Almanya, 2013 yılında Rusya’dan aldığı 40,2 milyar metreküp gaz ile Gazprom için en büyük pazara OCAK 2015 55 DIŞ POLİTİKA Rusya’nın, Güney Akım’ı ptal etmesnn hem syas hem ekonomk arka planı olduğu hatırlatılmalı. Güney Akım’ın ptal edlmes, Rusya’nın Avrupa’ya yönelk sert tavrını ve kendsn br taraf halne getrme çabasını ortaya koyuyor. Buna ek olarak Rusya çn bu hattın fnanse edlmes zorlaştı. Avrupa tarafından uygulanan yaptırımlar ve gaz fyatlarının son beş yılın en düşük sevyelernde seyretmes, Rusya çn bu projenn mal yükünü artırdı. çerçevede AB ile ortak şekilde politika geliştirilmesini öngörüyor. taahhüt altına alan Budapeşte Mutabakatı’nın zedelenmesini gösteriyor. Almanya Şansölyesi Angela Merkel için Ukrayna’daki krizin patlak vermesinin ve Kırım’ın Rusya tarafından ilhak edilmesinin temel nedeni, AB ile yakınlaşma adımlarının atılması olarak kabul ediliyor. Ukrayna’nın batı sistemiyle bütünleşme yönünde politikalar benimsemesiyle ayrılıkçıların harekete geçtikleri düşünülüyor. Bu sürecin yalnızca Ukrayna ile sınırlı olmadığı ve Rusya’nın, Gürcistan ile Moldova’ya yönelik de benzer yaklaşımları olduğu belirtiliyor. Ayrıca Rusya’nın, Batı Balkanlar’daki bazı ülkeleri de kendisine bağımlı hale getirmeye çalıştığı dile getiriliyor. Bu bölgesel oyun içerisinde Almanya, NATO çerçevesinde müttefiklerle hareket edileceğini ve kolektif savunma yükümlülüğüne bağlı kalınacağını yineliyor. Bu itibarla Polonya’ya, Litvanya’ya, Letonya’ya ve Estonya’ya desteğini ifade ediyor. Bu noktada Merkel, 2008 yılında alınan NATO kararları uyarınca, Ukrayna’nın NATO ile işbirliğini derinleştiren ve üyeliğin ön aşaması olarak görülen Üyelik Eylem Planı’na geçmesinin Almanya tarafından kabul edilmediğini ve bunun nedenlerinin günümüzde geçerli olduğunu vurguluyor. Bir anlamda Merkel, süregelen politikadan geri adım atmaksızın mevcut krize çözüm bulmaya çalışıyor. Merkel siyasi süreci öncelerken, Rusya’nın verdiği sözleri tutmamasından dolayı rahatsızlık yaşıyor ve 5 Eylül tarihli Minsk Antlaşması’na uyulmasını bekliyor. Almanya, geçmişte Rusya’yı bir partner olarak gördüğünü ve fakat bu durumun geri dönülmez biçimde değiştiğini ortaya koyuyor. Rusya ise her fırsatta Almanya tarafından eleştirilmekten rahatsız olsa da bu durumu değiştirmeye yönelik somut bir adım atmıyor. 2008’deki Gürcistan krizi, DTÖ kurallarının ihlal edilmesi, batı ülkelerinin sınırlarındaki askeri gerginliklerin tırmandırılması, Ukrayna sorunu, nükleer kapasiteler hakkındaki belirsiz açıklamalar, NATO ve AB hava sahalarının ihlal edilmesi ve benzeri olaylarda görüldüğü üzere Rusya, hâlihazırdaki gergin ve çatışmacı politikasında herhangi bir değişikliğe gitmeyeceğini ortaya koyuyor. Mevcut krize çözüm bulmak amacıyla Merkel, siyasi kanalların kullanılmasını ve Rusya ile diyaloğun devam ettirilmesini teşvik ediyor. Bu anlamda Rusya ile AB arasında ve daha ötesinde Rusya ile Batı arasında yapıcı bir rol oynayarak arabuluculuk yapıyor. Buna ek olarak NATO’nun da Rusya ile iletişim içerisinde olmasının önemini vurguluyor. Ayrıca Ukrayna’ya yapılan mali yardımların devam ettirilmesini savunuyor. Rusya’nın uyguladığı politikalar karşısında etkin bir araç olarak yaptırım kararlarının alındığını ifade ediyor. Rusya’ya uygulanan yaptırımların gerekçesi olarak da 1994 yılında imzalanan ve Ukrayna’nın toprak bütünlüğünü ve egemenliğini 56 OCAK 2015 Almanya’nın ve AB’nin özelde Ukrayna krizini, genelde ise Rusya ile sorunlarını çözmek üzere Rusya ile yeni bir ticari görüşme vaadini gündeme getirmesinin, işlevsel sonuçları olmayacağı şimdiden öngörülebilir. Zira Rusya’nın derdi ekonomik ve ticari ilişkilerin ötesinde güvenlik ve siyaset odaklı olarak ortaya çıkıyor. Rusya, Batı’daki korkuları provoke ederek ve Batılı demokratik toplumlarda gerginlik yaratarak kendi hareket alanını genişletmeye çalışıyor. Rusya bu şekilde nüfuz alanını yaymaya çalışırken, Rusya’yı geri çekilmeye ikna etmek pek kolay olacağa benzemiyor. Bu anlamda Rusya ile yaşanan her krizde yeni bir ticari görüşmenin teklif edilmesi, Rusya’nın araçlarını çeşitlendirmekten başka işe yaramıyor. Lizbon’dan Vladivostok’a kadar serbest ticaret alanı kurulmasını Rusya veto eder mi bilinmez. Bu tercihi Rusya açısından değerlendirmeden önce AB’nin ve AB’nin lideri olarak Almanya’nın, sert politika ile yumuşak politika araçları arasında bir seçim yapmaları gerekiyor. Doç. Dr. Cevher ŞULUL* Akademisyen DARBE İLE BÖLÜNME ARASINDA LİBYA’NIN GELECEĞİ L ibya’da 42 yıllık Muammer Kaddafi iktidarına son veren devrimin ardından siyasi istikrar bir türlü sağlanamadı, şiddet olayları yaygınlaştı, silahlı gruplar arasında çatışmalar meydana geldi. Mayıs 2014’te Emekli General Halife Hafter darbe girişiminde bulundu. Ancak bu darbe girişimi Trablus’ta bulunan ve kendilerine “Fecr Libya” adını veren direnişçiler tarafından engellendi. Bu olayların ardından Libya kriz sebebiyle fiilen iki cepheye bölündü: Milli Genel Kongre’nin desteklediği Libya Şafağı/Fecr Libya Koalisyonu ile Tobruk Temsilciler Meclisi’nin destek verdiği Halife Hafter’e bağlı Onur Cephesi. Bu iki kesim arasındaki çatışmalar hala devam etmektedir. Libya’da şu anda 25 milyon silah ve savaşmaya hazır 250 bin savaşçı bulunmaktadır. Merkezi New York’ta bulunan İnsan Hakları İzleme Örgütü’ne göre bu süreçte sadece Libya’nın Bingazi ve Derne kentlerinde siyasi suikast sonucu ölenlerin sayısı 250’yi geçti. Libya’da cereyan eden bu hadiseler izah edilirken birbirinden farklı nedenler zikredilmektedir. Bazılarına göre Libya’daki savaş güney - kuzey savaşıdır. Bazılarına göre kentliler ile bedeviler arasında bir savaştır. Bazılarına göre kökleri eskiye dayanan bölgesel ihtilafların, aşiret kavgalarının bir sonucudur. Bazılarına göre direniş gurupları arasındaki hesaplaşmadır. Bazılarına göre Kaddafi yanlılarının eseridir. Bazılarına göre de mevcut durumun arkasında kim olduklarını bilmediğimiz birileri vardır. Bu nedenle Libya’da “Kim kiminle savaşıyor?”, “Kim ne istiyor?” gibi sorulara cevap vermek kolay değildir. OCAK 2015 57 Libya, coğrafyası ve zengin petrol kaynakları itibari ile son derece önemli stratejik bir konuma sahiptir. Gerek bölgesel gerekse uluslararası güçler Libya’nın geleceğinde söz sahibi olmak istemektedir; Libya’da etkinlik alanı oluşturmaya çalışmaktadır. Bu nedenle cereyan eden hadiselerde iç dinamiklerden ziyade dış dinamiklerin daha etkili olduğu söylenebilir. Nitekim The New York Times’ın haberine göre Ağustos 2014’de BAE ve Mısır’a ait savaş uçakları Trablus Uluslararası Havalimanı ile birlikte İslamcı gruplara ait bazı askeri hedefleri iki kez bombalamıştır (The New York Times: AUG. 25, 2014). Londra’da yayınlanan Al-Kuds Al-Alarabi gazetesi (26 ağustos 2014) BAE ve Mısır’a ait uçakların 2500 mil yol kat ederek Trablus’taki bazı askeri hedefleri bombalamasını eleştirmiştir. Zira aynı tarihlerde İsrail uçakları Gazze’yi bombalarken, altyapısını ve şehirlerini tahrip ederken, BAE ve Mısır’ın Trablus’taki bazı askeri hedefleri bombalaması anlaşılabilir şey değildir. BAE, Mısır ve Suudi Arabistan’ın Arap dünyasının doğusunda ve batısında kendilerine özgü bir nüfuz alanı oluşturmak istedikleri herkes tarafından bilinmektedir. Adı geçen ülkeler ilk defa bir Arap ülkesine bu şekilde askeri müdahalede bulunmaktadır. Bu nedenle de BAE’nin bu saldırısının farklı bir okumaya tabi tutulması gerekmektedir. Bu saldırı Libya hükümetiyle koordineli bir şekilde gerçekleşmemiştir. Bilakis bu saldırı çatışma halindeki iki taraftan birini, darbeci bir generali desteklemek için yapılmıştır. Peki, bu darbeci general kimdir, amacı nedir? BAE, Mısır, Suudi Arabistan ile birlikte bazı uluslararası güçler neden ve ne amaçla bu darbeci generali/Halife Hafteri desteklemektedir. Halife Hafter ile ilgili birçok soru işareti var. 1969’da Kaddafi’nin yaptığı askeri darbede yanında bulundu ve aynı tecrübeyi Bingazi’de tekrar etmeye çalıştı. Halife Hafter, 1980’lerde askeri mahkemenin başkanı idi. Kaddafi’ye muhalefet eden birçok kişiye idam cezası vermişti. Halife Hafter, Libya - Çad savaşında başarısız olduktan sonra saf değiştirip Kaddafi’nin muhalifleriyle birlikte hareket etmiştir. 20 yıla yakın 58 OCAK 2015 bir süre Amerika’da ikamet eden Halife Hafter, burada Kaddafi’yi devirebilmek için eğitim almıştır. Halife Hafter, devrim başladığında Bingazi’ye döndü. Albay rütbesinde iken kendisini general rütbesine terfi ettirdi. Libya Ulusal Ordusu adını verdiği devletin meşruiyeti dışında bir askeri yapı oluşturdu ve bu yapıya komutanlık yapmaya başladı. Birtakım muhalif siyasetçi ve askerlerle işbirliğine gitti ve bunların bir kısmı ona katıldılar. Kendisine muhalefet eden direnişçi grupları terörist ve radikal İslamcı diye niteledi. Mısır’daki askeri darbeden etkilenerek teröre karşı savaş ilan ettiğini söyledi. Suudi Arabistan, Mısır ve BAE’de bulunan basın ve yayın organları Halife Hafter’i Libya’nın kurtarıcısı ve teröre karşı zafer kazanan kahraman gibi takdim etti. Aynı çevreler Kaddafi yönetimini deviren Libya halkı için ise terörist veya radikal İslamcı demeye başladı. Halife Hafter darbe ile ilgili ilk beyanatını bir Suudi Arabistan kanalı olan ve merkezi Dubai’de bulunan Al -Arabiye televizyonundan yaptı. Bu bir tesadüf değildir. Halife Hafter, uluslararası düzeyde ilgi gören terör kavramını ön plana çıkararak Batılı siyaset yapıcılarının ve Arap Baharı’na karşı savaşan bölgesel güçlerin desteğini almaya çalışıyor. Doğrudur, direnişçiler arasında İslamcılar da vardır. Ama direnişçilerin büyük çoğunluğu ortalama Libya halkından oluşmaktadır. Örneğin Misrata’da, Hafter’e karşı savaşan direnişçi grubun çekirdek kadrosunu esnaflar ile tüccarlar oluşturmaktadır. Halife Hafter, Mısır’da darbe yapan Abdulfettah Sisi’nin ayak izlerini takip etmektedir. Zira Libya, Mısır’dan çok çabuk etkilenen bir ülke olarak biliniyor. Mübarek’in devrilmesinden altı gün sonra Libya’da Kaddafi’ye karşı isyan hareketi başladı ve Ekim 2011’de Kaddafi öldürüldü. Cemal Abdunnasır ve arkadaşları 1952’de Kral Faruk’u devirdi. Kaddafi ise 1969 yılında daha 27 yaşındayken Mısır’ın desteği ile Kral Sunusi’yi devirdi. Benzer şekilde Mısır’da yapılan askeri darbe Libya’da hızlı bir biçimde yankılandı. Bugün Libya’da cereyan eden hadiselerin ulusal ve uluslararası birçok nedeni vardır. Bunlardan birisi ve en önemlisi devrik lider Muammer Kaddafi dönemi bürokratlarının yeni dönemde devlet kurumlarında görev almalarını engelleme amacıyla çıkarılan Siyasi Tecrit Yasası’dır. Bunun sonucunda görevlerinden uzaklaştırılan sivil ve askeri bürokratlar ile birlikte yeni yönetimde kendine yer bulamayanlar “terör” kavramının arkasına sığınarak ülkeyi kaos ve anarşiye sü- rüklediler. Bu nedenle de bazılarının tahlil ve tasvir ettikleri gibi Libya’da şu anda cereyan eden hadiseler hedefi ve amacı belli olmayan bir iç savaş değildir. alarak geri adım atmama, faklı görüş ve düşüncelere, özellikle de siyasal İslam’a hayat hakkı tanımama konusunda kararlı gibi görünmektedir. Diğer bir ifadeyle şu anda Libya’daki savaş, Kaddafi yönetimini deviren unsurlar ile Kaddafi döneminden kalma sivil ve askeri bürokrasi ile ittifak yapan seküler güçler arasında, yani devrim ile devrim karşıtları arasında cereyan etmektedir. Sonuç itibariyle Libya halkı, bugün devrimi tamamlamak ve Kaddafi döneminin artıklarını ülkeden temizlemek, bölgesel bir takım güçlerin Libya için planladığı yapıyı boşa çıkarmak için yeniden bir araya gelmekte ve mücadele vermektedir. Bu savaşın diğer bir nedeni ise Libya’yı kendi çıkarları istikametinde dizayn etmeye çalışan bölgesel ve uluslararası güçlerdir. Bilindiği gibi Arap Baharı ile birlikte meydana gelen devrimler sonucunda halkın iradesi ilk defa sandığa yansımış, demokratik süreç muhafazakâr İslami kimliği görünür partileri iktidara taşımıştır. Buna karşı olan bir takım güçler, bu süreci sabote ederek Arap Baharı’nı kışa çevirdi. Halk kazanımlarının birçoğunu kaybetti. Mısır’da yapılan askeri darbe bunun en iyi örneğidir. Aynı çevreler, Arap Baharı’nın yaşandığı ülkelerde medya ve para gücünü kullanarak karşı darbeler yaptı. Bunu başaramadıkları yerlerde ise -Suriye ve Libya örneğinde olduğu gibi- ülkeleri iç savaşa sürüklediler. Olup biten hadiselere bakarak adeta Orta Doğu’da Arap Baharı’nın rövanşının alınmak istendiğini söyleyebiliriz. Bu bağlamda Libya, üç yıl öncesiyle değil beş yıl öncesiyle mukayese edilmeli. Libya bugün, özgürlükler ve siyasi katılım açısından beş yıl öncesine göre ileri durumdadır. Bugün Libya’da meydana gelen hadiseler bu yönüyle son derece doğaldır. Zira Libya’da yönetim bir diktatörün iradesine bağlıydı. Bugün ise Libya’da yönetimde söz sahibi olmak isteyen birçok siyasi parti söz konusudur. Bütün kavgalara rağmen bu bir ilerleme olarak kabul edilebilir. Kaldı ki Libya halkını ve ordusunu parçalayan, bölen Kaddafi’nin kendisidir. BAE, Mısır ve Suudi Arabistan’ın etkin bir şekilde Libya’nın iç işlerine karışmalarının ve Hafter’i desteklemelerinin iki nedeni olabilir: Birincisi muhafazakâr İslami kimliği görünür olan direniş gruplarını zayıflatmak. İkincisi ise bazı Arap ülkelerinde artakalan Arap Baharı’nın izlerini temizleme/tasfiye etmektir. Bütün bu olumsuzluklara rağmen iyi niyetle, taraflara diyalog ve ateşkes çağrısı yapan -başta Cezayir olmak üzere- birtakım ülkeler de vardır. Ancak bölgede güçlü bir biçimde esen devrim karşıtlığı, diyaloga pek şans tanımayacak gibi görünüyor. Birçok insanın ölmesi ve şehirlerin yıkılması pahasına, sorunu diyalogla değil silahla çözmeyi tercih eden devrim karşıtı cephe, birçok Arap ülkesinde bu süreçte başarılı sonuçlar elde etti. Bu yapı, muhafazakâr değerlere karşıtlığı ile bilinen bütün kesimleri yanına Gerek bölgesel gerekse uluslararası güçler Lbya’nın geleceğnde söz sahb olmak stemektedr; Lbya’da etknlk alanı oluşturmaya çalışmaktadır. Bu nedenle cereyan eden hadselerde ç dnamklerden zyade dış dnamklern daha etkl olduğu söyleneblr. Bugün Libya’da yaşanan olayların bir benzeri yaşanmamıştır. Ülkede iki parlamento ve iki hükümet bulunmaktadır. Libya’nın bu problemi çözebilmesi için bütün tarafların temsil edildiği bir hükümet kurulabilir. Bunun için ülkenin yeterli zenginlik kaynakları vardır. Ülke seçim tecrübesini yaşadı. Kaddafi döneminin acı tecrübelerini yaşadı. Dolaysıyla bir diktatörün, ülkeyi yeniden yönetmesi söz konusu olamaz. Ancak her şeye rağmen Halife Hafter ve onu destekleyen Arap ülkelerindeki diktatörlerin anlamadığı bir şey var; Arap halklarının beklentilerini ve talepleri. Onlarca yıldır zorla, baskıyla, entrikayla ve uluslararası bir takım güçlerle ittifaklar yaparak yönetmeye devam ettikleri halklar, on yıl öncesinin hatta birkaç yıl öncesinin halkları değildir. Artık toplum, dünyada ne olup bittiğini biliyor, dünya ile iletişim kurabiliyor. İnsanlar, medeni dünyada herkesin sahip olduğu haklara sahip olmak istiyor. Onurlu bir şekilde yaşama hakkından vazgeçmek istemiyor. Bu nedenle Arap dünyasında gerçek anlamda siyasi reformlar yapılmadığı sürece kalıcı barışın, istikrarın temini söz konusu değildir. Geçici olarak her türlü baskı yöntemini kullanarak halkın beklentileri, siyasi ve insani talepleri ötelenebilir, susturulabilir. Fakat bu yapının sonsuza değin devamı, eşyanın tabiatına aykırıdır. * Harran Üni. Felsefe ve Din Bilimleri Bölümü Öğretim Üyesi. İslam Felsefesi ve Orta Doğu üzerine çalışmalar yapmaktadır. OCAK 2015 59 DIŞ POLİTİKA Ferguson Sonrası Amerka’da Yenden Yükselen Syah Hareketler Amine İLERİ SDE Uzmanı A ğustos 2014 tarihinde Amerika’da, siyahi genç Micheal Brown’un öldürülmesiyle başlayan polisin aşırı güç kullanımına yönelik protestolar, ülke genelinde artarak devam ediyor. Protestolar, Black Panther gibi aşırı sol siyahi grupların da içinde bulunduğu siyahi gruplar tarafından yönlendiriliyor. Protestoların Amerika’da devam etmesinin sebebi Micheal Brown’un öldürülmesinden sonra ülkede beyaz polislerin siyahları öldürmeye devam ediyor olması. Brown’un öldürüldüğü günden bu yana, altı siyah Amerikalı polisler tarafından öldürüldü. FBI verilerine göre 2005 ile 2012 arasında yılda 96 siyah Amerikalı polisler tarafından öldü- 60 OCAK 2015 rüldü. Son araştırmalar gösteriyor ki genç siyahiler, genç beyazlardan 21 kat daha fazla polis tarafından öldürülme riskiyle karşı karşıyalar. Brown’dan Sonra 6 Siyahi Daha Polis Tarafından Öldürüldü 21 Eylül’de 14 yaşındaki Cameron Tillman, Louisina eyaleti Terrebon şehrinde silahla terkedilmiş bir eve girdiği ihbarı üzerine polis tarafından öldürülmüştür. Ayrıca, 22 Kasım’da Cleveland’da parkta oyna- yan 12 yaşındaki siyahi çocuk Tamir Rice, elinde- Dünya’nın pek çok ülkesinde mahkemeler polis ki oyuncak silahı gerçek bir silah sanan beyaz bir veya güvenlik güçlerinin lehine karar alırlar. Zira polis tarafından öldürüldü. Olaydan sonra yayın- güvenlik görevlisinin hissettiği tehdit mahkeme için lanan güvenlik kamerası görüntülerinde çocuğun önemli bir gerekçe sayılır. Fakat ABD bu örneklerin elindeki oyuncak silahı yoldan geçenlere doğrult- en çok görüldüğü ülkelerden biridir. ABD’de silah tuğu görülmüş ve çevredekilerin polisi aradıkları taşımanın serbest olmasına paralel olarak polis ve öğrenilmişti ancak yayınlanan telefon görüşme- diğer güvenlik birimlerine de geniş yetkiler verilmişlerinde 911’i arayan kişinin, çocuğun elindekinin tir. Ayrıca yerel polis teçhizat bakımından en üst oyuncak silah olabileceği uyarısı yaptığı da belir- düzeyde donatılmıştır. Aslında, Amerikan polisinin lenmiş ancak polis memurunun bölgeye ulaşıp ara- militarize olduğu ve aşırı güç kullandığı konusu çokça tartışılmış olmasına rağmen ne yerel yönetimler cından inmesinden iki saniye sonra çocuğa ateş ne de federal hükümet bu konuyu dikettiği açıklanmıştı. 17 yaşındaki Laquan kate almamıştır. Kongre komisyonMcdonald, Chicago’da polis taralarında bu konu tartışılmış ise fından arabalara girip hırsızlık Her fırsatta de, polis gücünün yetkilerinin yaptığı gerekçesiyle tutuklandünyaya hukuk devleti azaltılması ile ilgili herhangi mak istenmiş fakat elindeki ve özgürlük dersi vermeye bir yasa Amerikan Kongbıçağı bırakmak istemeçalışan Amerika gibi bir resi tarafından çıkarılmış mesi üzerine vurularak değildir. ülkenin yargısının ön yargıyla öldürülmüştür. Vonderrit Myers Jr., Ferguson’da hareket ediyor olması; ABD’nin Aynı şekilde Amerikan Micheal Brown’un öldüartık çuvaldızı kendi ırkçılık yargısı da bu konuda rüldüğü yerden sadece özellikle siyahilerin söz ve ayrımcılık sorununa birkaç metre uzakta mesai konusu olduğu davalarda batırmasının dışındaki bir polis tarafından polisi suçlu bulacak herhanzamanının geldiğini 17 el ateş edilerek öldürülgi bir karar vermemiştir. Ördü. Myers’ın ailesi oğullarının gösteriyor. neğin, Ferguson protestolarının herhangi bir suçu olmadığını, öldevam ettiği Temmuz ayında bir dürüldüğünde elinde bir sandviç olastım hastası olan Eric Garner’ın kaçak duğunu söylemiştir. 18 yaşındaki Qusean sigara satıyor gerekçesi ile altı polis memuru Whitten, Ohio’da bir markette soygun yapmaya tarafından tutuklanmaya çalışılırken boğularak ölçalışırken polis tarafından öldürüldü. 19 yaşındaki mesi üzerine görülen davada da New York MahkeRoshad Mcıntos, Chıcago’da polise silah çekerken mesi polis memuruna takipsizlik kararı verdi. Amaöldürüldü. Mcintos’un ailesi oğullarının öldürüldüğü tör bir kamera ile çekilen olayda siyahi Garner’ın sırada yere diz çökmüş ve ellerinin havada olduğupolislere herhangi bir müdahalede bulunmadığı ve nu iddia etmişlerdi. boğazını sıkan polise astım hastası olduğunu ve nefes alamadığını söylemesine rağmen polisin bunu Amerikan Yargısı Bildiğini Okuyor dinlememesi ve videonun bir suç delili olarak kabul Ferguson’da Jüri’nin Micheal Brown’u öldüren poedilmemesi de yargının siyahi karşıtı tavrının en açık lis memuru Darren Wilson’un yargılanmasına gerek göstergesidir. görmemesi kararı üzerine protestolar Ferguson’la sınırlı kalmayıp ABD’nin diğer eyaletlerine sıçra- Amerika’da suç oranın en yüksek olduğu kesimdı. Çünkü mahkemenin bu kararı ABD’deki ırkçılık ler siyahilerin çoğunlukta olduğu yerleşim yerlerisorununa ve siyahlara karşı ayrımcılığı açığa vuru- dir. Bu durum elbette ki yargının karar vermesini yordu. Yaşananlar tam ters bir şekilde olsaydı yani etkilemektedir. Fakat her fırsatta dünyaya hukuk ölen beyaz bir Amerikalı, öldüren ise siyah Amerikalı devleti ve özgürlük dersi vermeye çalışan Amerika olsaydı yargı yine aynı kararları verebilecek miydi? gibi bir ülkenin yargısının ön yargıyla hareket ediyor Öldüren siyahların yargılanmasına gerek göreme- olması; ABD’nin artık çuvaldızı kendi ırkçılık ve ayyecek miydi? Bu soru Amerika’da yargının tarafsız- rımcılık sorununa batırmasının zamanının geldiğini gösteriyor. lığının testi açısından oldukça önemlidir. OCAK 2015 61 röportaj Black Lives Matter Hareketi Ferguson’daki olayları protesto gösterilerinin en önemli sloganı Black Lives Matter (Siyahların Hayatı Önemlidir) idi. Bu slogan Amerika’nın pek çok bölgesine yayılan ve bir tür toplumsal harekete dönüşen protestoların adı olmaya başladı. Gösterilerde siyahi sol grupların başı çektiğini söylesek de ülkedeki hemen hemen tüm sol gruplar bu harekete destek veriyor. Amerika’daki devrimci siyahi sol hareketin iki önemli figürü vardır. Birisi Martin Luther King diğeri ise Malcolm X’dir. Martin Luther King’in “Bir Hayalim Var” diye başlayan sembol konuşması ırksal eşitliği savunmaktadır. Martin Luther’in 1963 yılında İş ve Özgürlük İçin Washington’a Yürüyüşü ve Lincoln anıtının önünde yaptığı konuşmasında, “Bir gün dört çocuğumun da derilerinin rengi ile değil kişiliklerine göre yargılanacağı bir ülkede yaşayacaklarına dair bir hayalim var” demiştir. Amerika’da Martin Luther King’in başını çektiği siyasi hareket barışçıl (peaceful) olarak nitelendirilmektedir. Malcolm X ise tarihteki en önemli Afroamerikalı’lardan birisidir. Destekçilerine göre siyahi insanlara karşı suç işleyenlerle mücadele eden ve siyahi insanların haklarını savunan biriyken, karşıtlarına göre ırkçılığı ve şiddeti savunan birisi olarak görmektedir. Malcolm X, siyahların Amerika’da bir yurttaş olarak kabul edilebileceğini ancak hiçbir zaman beyaz bir Amerikalı ile eşit muamele göremeyeceğini söylüyordu ve buna karşı çıkıyordu. Malcolm X ile Martin Luther King’in birbirilerinden ayrıldığı en önemli noktada burasıydı çünkü Martin Luther, Amerika’da siyahların da beyazlar gibi eşit vatandaş olacağına ve mutlak bir eşitlik sağlanabileceğine inanıyordu Malcolm X ise bunu asla gerçekleşmeyecek bir hayal olarak görüyordu. Tarih boyunca yaşanan olaylar ise Malcolm 62 OCAK 2015 Kenan GÜRSOY ile Papa Fransuva’nın Türkiye Ziyaretini Konuştuk X’i haklı çıkarmıştır Amerika’da beyazlar ve siyahlar asla eşit muamele gören vatandaşlar olamamışlardır. Bu durum sadece polis şiddeti gibi konularda değil istihdam, gettolaşma vs. gibi birçok alanda açık bir şekilde görülmektedir. Amerika’daki bu iki önemli figürle hemen hemen aynı tarihlerde ortaya çıkmış olan bir başka hareket ise Siyah Panter Partisi’dir (Black Panther Party). 1966’da California eyaletinin Oakland kentinde Huey Newton ve Bobby Seale tarafından siyahların haklarını savunmak için kurulan ve asıl adı Black Panther Party for Self-Defense (Kara Panter Öz Savunma Partisi) olan devrimci hareket Amerikan sol hareketinin önemli aktörlerinden birisidir. Partinin başlangıçtaki amacı, siyahların yaşadıkları gettolarda devriye gezerek mahalle sakinlerini polis saldırılarına karşı korumak olsa da Kara Panterler zamanla bütün Siyahların silahlanmasını, başta askerlik hizmeti olmak üzere beyaz Amerika’ya karşı bütün yükümlülüklerden muaf tutulmalarını, hapisteki bütün siyahların salıverilmesini ve beyaz Amerikalıların yüzyıllardır süren sömürüsünün bedeli olarak siyahlara tazminat ödenmesini talep eden Marksist bir devrimci grup niteliği kazanmıştır. Black Panther’ler, Ferguson protestolarında da aktif bir şekilde yer almışlardır. Amerika, Bağımsızlık Günü’nden bu yana siyahbeyaz eşitsizliği, siyah hakları, eşit vatandaşlık gibi tartışmaların yaşandığı ve siyahlara seçme hakkının verilmesi bile büyük tartışmalar sonrasında olmuş bir yer. Bugün Devlet Başkanı, Adalet Bakanı ve Ulusal Güvenlik Bakanı’nın Afroamerikalı olduğu fakat siyahlara karşı ayrımcılığın çifte standardın hala devam ettiğinin bizzat “Siyah Devlet Başkanı” tarafından kabul edildiği, dolayısıyla bu anlamda hala önemli bir mesafe kaydedememiş bir ülke. Röportaj: Adem KARAAĞAÇ SDE Asistanı Prof. Dr. Kenan Gürsoy kmdr? 1950 tarhnde Ankara’da dünyaya geld. Yükseköğrenmn Fransa’da Rennes Ünverstes ve Pars, Sorbonne Ünverstes’nde tamamladı. Yurda dönüşünde, askerlk görevnn hemen sonrasında, Atatürk Ünverstes Edebyat Fakültes Felsefe Bölümü’nde asstan olarak göreve başladı ve bu ünverstede sırasıyla Felsefe Doktoru (1979), Yardımcı Doçent (1982) ve Sstematk Felsefe-Mantık alanında Doçent (1983) unvanlarını aldı. 1984 yılı Kasım ayından tbaren se, Ankara Ünverstes Dl ve Tarh-Coğrafya Fakültes Felsefe Bölümü’nde, Felsefe Tarh Anablm dalında Doçent olarak vazfeye başladı ve 1989 yılı Ocak ayında, burada profesör oldu. 1997 yılında Galatasaray Ünverstes‘nde göreve başldı. 1999’da Ünverstenn Sosyal Blmler Ensttüsü Müdürü oldu ve bu görev Hazran 2002 tarhne kadar devam ettrd. 2000-2009 yılları arasında Galatasaray Ünverstes Fen-Edebyat Fakültes Dekanlığını görevn cra ett. Türk Tasavvufu, Varoluşçuluk Felsefes, Fenomenoloj, Etk ve Karşılaştırmalı Dn Etk gb konular üzernde çalışmalar yapmaktadır. 2009 yılından başlayarak 2014 yılının Ekm ayına kadar Türkye’nn Vatkan büyükelçs olarak görev yapan Sayın Gürsoy, halen Dışşler Bakanlığı nezdnde merkezdek büyükelç konumunda vazfesne devam etmektedr. Papa’yı bütün zyaretlernde deym yerndeyse tam br gazetec ordusu takp edyor. Papa’yı takp eden gazeteclern sayısı dünya lderlern takp eden gazeteclern sayısından kat kat fazla. Papa’ya verlen bu önem dkkate alınırsa szce Vatkan’ın dünya syasetndek rolü nedr? Vatikan’ın elbette dünya siyasetinde bir rolü var. Hem kendi kendine atfettiği bir rolü var hem de dünyadaki tüm siyasi platformlar tarafından algılanan bir rolü var. Biraz önce çok doğru bir şeye temas ettiniz. Papa’nın bütün ziyaretleri basın tarafından çok yakından takip edilir ve sonrasında da değerlendirilir. Papa’nın Türkiye ziyareti şuan değerlendirilme aşamasındadır. Bu ziyaretten bahsedecek olursak, olumlu geçmiştir. Değerlendirmeler İslam Hristiyan birlikteliği, daha doğrusu birlikte düşünerek müşterek sorunlara çareler bulmak adına olumlu bir seyirde telakki edilmiştir. Orta Doğu’yla ilgili bu kadar çok sıkıntının mevcut olduğu bir dönemde, Hristiyanlar için söyleyeyim böyle bir İslam imajının olduğu bir dönemde ve hatta Afrika’dan Asya’ya kadar olan bölge içinde Hristiyanlara OCAK 2015 63 Papa Fransuva’nın Türkye zyaret ne anlam fade edyor? Türkiye ziyaretinin evvela İstanbul Patriği Bartholomeos tarafından yapılan bir davet üzerine olduğu söylenerek sanki Türkiye Cumhuriyeti’nin konumunun burada ikinci planda olduğu ifade edilmeye çalışıldı, bu yanlıştır. Doğrudur, Papa’nın bu ziyaretini sayın Bartholomeos’un 30 Kasım’da gerçekleştirdikleri Aziz Andreas Yortusu’na denk getirmiş olması Patrikhane’nin bir talebidir. Bir önceki Cumhurbaşkanımızın Papa’ya vaki daveti ilkbahar başında olmuştur. Kendileri de buna tarih belirtmeksizin müspet bir cevap vermişler ama bu tarih biraz daha ileri zaman diliminde Aziz Andreas Yortusu’na denk getirilecek şekilde tasarlanmıştır. karşı kendilerine Müslüman denilen örgütler tarafından yapılan bir takım hareketlerin bulunduğu bir dönemde; Papa’nın buraya gelip hüsnü kabul görmesi, buradan yeni fikirlerle ve diyalog imkanlarını çoğaltılarak geri dönmüş olması, Batı kamuoyunu ziyadesiyle memnun etmiştir. Çünkü Batıda sadece İslamafobiler yok. Batıda tüm bunların son bulmasını isteyen yani İslam karşıtlığı veya Hristiyan karşıtlığı gibi düşmanlıkların son bulmasını isteyen iyi bir entelektüel kadro ve buna ihtiyaç duyan sosyal ve siyasi bir yapı var. Bu açıdan da konu müspet olarak değerlendirilebilir. Ben Eylül ayı başında, henüz büyükelçilik görevim devam ederken, Papa’nın yanından Allah’a ısmarladık demek üzere ayrıldığımda bir Türk gazeteci arkadaş ile konuşmuştum. Kendisine Papa’nın Türkiye tarafından beklendiğini ifade ettiğim zaman bunu haber olarak yayınlamışlardı. O beklenti haberi, henüz resmi bir talep olmamasına rağmen Batı dünyasını hatta bütün dünyayı çok memnun etti. Washington Post’tan ElCezire’ye kadar yayıldı o haber. Papa bugün dünyada popülaritesi en yüksek şahsiyetlerden biridir. Daha önceki Papalardan farklı bir durum arz ediyor. Çünkü tahta çıkışının birinci yılının sonunda gördük 64 OCAK 2015 ki kendisine 75 devlet ya da hükümet başkanı müracaat ederek onunla görüşmek için randevu talebinde bulunmuşlar. Bu önemli bir rakamdır. Özelliklede randevu talebinde bulunan ülkelerin Batılı ülkeler ve Doğu’da hâkim ülke konumunda olan ülkeler olduğu göz önünde bulundurulunca. Bu gösteriyor ki Vatikan’ın moral bir etkisi var. Zaten Papalık dünya barış politikalarında bu durumunu gizlemiyor ve etkin bir rol almak istediğini ifade ediyor. Bu barış politikaları inançlar arasında olabileceği gibi bazen ülkeler arasında da olabiliyor ve hatta bazen bu ülkelerin kendi temsilcileri gelip aracı olmaları için taleplerini iletiyorlar. Papalık bu haliyle dünya politikasında sadece Katolik Hristiyanların değil, ki sayıları bir milyar iki yüz milyondur, bütün bir Hristiyan dünyasının hatta belki dindarlık adına ortaya çıkan pek çok dini alanın bir sözcüsü şeklinde telakki ediliyor. Bu durum, iki yüzyıldır dinlere karşı bir kayıtsızlığın yani dindarların durumlarına karşı siyasi bir kayıtsızlığın bulunduğu ülkeler için şaşırtıcıdır. Hristiyanların yapacağı politikalar üzerinde gittikçe artan bir etkisi bulunduğu da açıktır. Vatikan açısından ve Fener Patrikhane’si açısından bu karşılaşma elbette önemlidir. Çünkü Vatikan siyaseti içerisinde Hristiyan birliği önemlidir. Bu siyasetin içinde de Fener Patrikhanesi’nin büyük bir fonksiyonu vardır. Nitekim büyükelçiliğim sırasında ben sayın Bartholomeos’a ne büyük bir saygı ve itibarın gösterildiğini kendim müşahede ettim. Mutlaka Papalık makamının sağ tarafında bir makam şeklinde belirlenen koltuğa oturur. Sayın Bartholomeos da adeta bunun cevabı olarak olumlu mesajlar vermiştir. Bu noktada ülkemizi de bir vatandaşımız olarak yanlış takdimden uzak olarak iyi bir itibar bırakacak şekilde ifade etmiştir. Son olarak Filistin barışı dolayısıyla sayın Filistin Başkanı ve İsrail eski Cumhurbaşkanı davet edildikleri zaman Papalık makamına orada sayın Bartholomeos da hazır bulunmuştur. Papa Fransuva’nın tahta çıkışı sırasında, bundan bir buçuk yıl önce, sayın Bartholomeos yine oradaydı. Bu bölgemizle Vatikan arasındaki münasebetlerin gelişmesi için olduğu kadar ülkemizin Avrupa’da daha ön planda olması bakımından da üzerinde durulması gereken bir tezahürdür. Bunu ihmal etmemek gerekir. Şimdi Türk basınında yanlış bir şeyler ifade ediliyor. Mantık açısından bakıldığında bunların yanlışlığı hemen anlaşılır. Doğrudur Vatikan Hristiyanlığın birliği politikası güdüyor ve bunun içinde de Fener Patrikhanesi’nin önemli bir yeri var. Vatikan’da bu Hristiyanlığın birliği meselesi için uzun zamandır bakanlık seviyesinde bir teşkilatlanma var. Ama bu birleşme kiliselerin birleşmesi diye söz konusu edilemez Hristiyanlıkta. Çünkü bunlar kilisedir. Bunlar ayrı kurumdur, ayrı mezheptir. Dahası bizim mezhepleri idrak ettiğimizden çok daha derin olarak, neredeyse bir din gibi anlaşılırlar. Bir Vatikan Katolik dünyası ile Ortodoks dünyasının birleşmesi demek ne Vatikan’ın ortadan kalkması ne de Ortodoksluğun ortadan kalkması demektir. Aksi halde kiliselerini ilga etmeleri gerekir ki böyle bir şey mümkün değil. Peki, Ortodoks dünyası Katolik dünyası ile birleşmeyi isteyebilecek midir? Burada karar verme yetkisi sadece Patrik Bartholomeos’un değildir. Çünkü bilindiği gibi sayın Bartholomeos ancak Fener Patrikhanesi’nin başındadır. Başta Moskova Patrikhanesi olmak üzere dünyadaki bütün Patrikhaneler otosefal bir şekilde kendi kiliselerinin gerçek sahibidirler. Yani kendi başlarınadırlar. Katolik teşkilatlanma ile Ortodoks teşkilatlanma arasındaki bu farkın üzerinde durulması gerekir. Şöyle ki Vatikan Katoliklik dendiği zaman, bu ekümenik anlamına gelir ve bundan tek bir teşkilatlanma altında toplanmayı anlar. Yani Papa bütün Katoliklerin dini lideridir. Fakat Ortodoks dünyasındaki otosefallik buna tezattır. Dolayısıyla bir birleşme kararı alınacaksa ancak ve ancak Ortodoksluğun içinde bir araya gelinerek karar verilebilir ki bu da mümkün değildir. Vatikan’ın, Ortodoks dünya adına kendinden vazgeçmesi de mümkün değildir. Peki, Fener Patrikhanesi kendinden vazgeçerek Vatikan’a intikal edip Katolik Kilise mahalline mi girecektir? Bu da mümkün değildir. Yani konuyu Hristiyanlığın iç mantığı içinde değerlendirdiğimizde bunun mümkün olmadığı anlaşılacaktır. Peki, Katolik ve Ortodoks Kiliseleri arasında aranan şey nedir? Aranan şey birlikteliktir. İfade edilen birlikte yol almaktır. Dünya meseleleri karşısında, Hristiyanlığın karşı karşıya bulunduğu tehditler karşısında birlikte hareket etmektir. Bu farklı bir şeydir, bir işbirliğidir. Fakat Papa bunu sadece Ortodoks dünyası veya Ortodoks dünyasındaki başat kilise olan Fener Kilisesi ile yapmak istemiyor. Bunu bütün dünya ile yapmak istiyor. Büyük br kaos ve kargaşa çnde bulunan Orta Doğu’yu huzura kavuşturacak en öneml faktörlerden br dn kavramı. Bu anlamda Müslümanlara ve Hrstyanlara düşen roller nelerdr? Vatkan ve İİT nasıl br rol oynamalıdır? Çok güzel bir soru. Bu soruyu yanıtlamak için biraz geriye gitmemiz gerekir. Papalık 1960’lı yıllarda gerçekleştirdiği II. Vatikan Konsili’nden sonra 23. Ioannes tarafından oluşturulmaya başlanmış olan kon- OCAK 2015 65 silde önemli değişiklikler yapmıştır. Kendisi Türkiye ile ilgilidir çünkü on yıla yakın bir süre Türkiye’de apostolik temsilci olarak görev yapmıştır. O yüzden Türk Papa yani ‘Papa Turco’ olarak adlandırılır. Kendisinin Türklere olan muhabbeti eserlerinde mevcuttur. Gerçekleştirilen II. Vatikan Konsili’nden sonra birçok reform yaptı. Farklı dinlere karşı olan tavrı da bu reformların içinde yer alır. Bunun sonucu, farklı dinlerin de tanrı yolunda olabileceğine ilişkin bir saygı oluşturulması oldu. Bunun somut hali de biz onlarla diyalog halinde olalım formülü oldu. Bunun siyasi arka planı var mıdır? Batı emperyalizminin bir oyunu mudur? Bu tip siyasi değerlendirmeleri bir tarafa bırakıp, ifade edilen niyet neyse onun üzerinden bakalım. Kendimizi tanıtmak ve onları tanıtmak adına diyalog başlatmalıyız, ifade edilen niyet bu. Vatikan, II. Jean Paul’den itibaren 1980’lerde Assisi şehrinde -şimdiki Papa’da ismini burada yaşamış olan Aziz Francesco’dan almıştır- Assisi ruhu denen bir şey başlattı. Bu bütün dini gruplarla, bütün inanç gruplarıyla ittifak halinde dünya barışını düşünmek… Buna sadece Hristiyanlar arası bir veçhe vermedi diğer iki büyük semavi din ve klasik doğu gelenekleri açısından da bir devamlılık kazandırdı. Bu da yetmedi laiklerde bunun içerisine girdi. Assisi toplantısı ikinci defa yirmi beş yıl aradan sonra benim büyükelçiliğim sırasında 2011 yılında tekrar yapıldı. Bu toplantıda Diyanet İşleri Teşkilatı’mızı resmen temsil etmek adına şimdiki büyükelçimiz Prof. Dr. Mehmet Paçacı Bey katılmıştı. Bu toplantıyı şunun için zikrediyorum; sadece bütün dinlerin temsilcileri değil aynı zamanda laiklerin ve ateistlerin temsilcileri de katıldı. O da bir inanç grubu olarak değerlendirildi. Herkes inanca dayalı yaşam alanlarında dünya barışına nasıl katkıda bulunabilir? Dini, manevi, fikri ve vicdani gelenekler nasıl katkıda bulunabilirler? Bu alanların içinde bir görüşme zemini oluşturuldu. Vatikan’ın bütün din gruplarıyla ilişkisi olması, onun bu yoldaki siyaseti gereğidir. Türkiye bu zaviyede başat konumda değerlendirilen bir ülkedir. Papa’nın Türkiye ziyareti bu açıdan da ayrı bir önem içermektedir. Birinci sorunun cevabında başladığım şeyi devam ettireyim. “Türkiye için değil Patrikhane için gelmiştir” sözü ne tam doğrudur ne de dünya kamuoyu bunu sadece Patrikhane açısından algılamıştır. Dünya kamuoyunun odaklandığı konu bir Müslüman ülkeyle Papa’nın 66 OCAK 2015 buluşması konusu ve çıkan mesajlardır. Mesajlar harikulade idi. Sıkça söz edlen ve Papa’nın da dle getrdğ dnler arası dyalog kavramı hakkında neler düşünüyorsunuz? Szce dnler arası dyalog Batı’da hızla yükselen İslamafob’nn durdurulmasında etkn br rol oynayablr m? Bu kavramın İslamafobi’yi durdurabileceğini söyleyemeyiz. Fakat İslamafobi’nin durdurulması için yapılması gereken şeylerden biri olduğunu ifade edebiliriz. Çünkü bu zaten elli yıla yakındır var olan, on beş yıla yakın bir süredir de aktif olarak var olan bir şeydir. Bu durum İslamafobi’nin yükselmesinde engel oluşturmadı. Ama aynı şekilde onların da algıladığı başka bir nokta var: “Hristiyanlığa karşı husumet”. Bu cepheleri bir arada düşünmezsek işin içinden çıkamayız. Herkes kendi şarkısını söylemiş olur. Onlar da bunu bu şekilde ifade ediyorlar. Hatta resmi Katolik makamlarının şöyle bir suçlamaları var; “Neden İslam ülkeleri Müslüman diye nitelendirilen -aslında olmadıklarını bizler de onlar da biliyor- terörist grupları yeterince kınamıyor?” diye bir yakınmaları var. Bizim onları İslamafobi konusunda kınadığımız türde. Şimdi, İslamafobi Vatikan ortamında söz konusu mudur? İslamafobi Batı’da aşırı muhafazakâr kesimlerde var, Vatikan’da yok siyasi anlamda. Tam tersine onların bu noktadaki zihniyetleri mümkün olduğu kadar İslam’ın asli tarafına başımızı çevirelim, onların barışçıl yönleriyle kendilerini ifade etmelerine olanak tanıyalım ve bu şekilde İslamafobinin yok edilmesini sağlayalım şeklindedir. Resmi siyasetleri budur. Çünkü dikkat edecek olursak, bu da siyasi ve sosyal Batılı hayat bakımından önemlidir. Kendilerini bu manada da korurlar. Papa’nın zyaretlern ve verdğ mesajları nasıl değerlendryorsunuz? Gerçekten Papa Fransuva farklı br kşlğe m sahp? Bu soruya cevap vermeden ilk sorunuzu eksik cevaplandırdığım aklıma geldi. Buna geri dönmek istiyorum. “Dinlerin diyaloğu ve buradan barış adına hâsıl olabilecek şey nedir?” diye doğrudan olmasa da zımnen sordunuz. Şimdi yeni kavram şöyle, ben de bunun üzerinde ısrar ediyorum yazılarımda. Dinlerin arasında değil de, dindarlar arasında diyaloğa ihtiyacımız var. Dini tavırlar üzerinde kurulmuş kültürler arasında karşılıklı tanınmaya ihtiyaç var. Yani dindarlar arası, dindarlıklar arası diyaloğa ihtiyaç var çünkü dinler arası diyalog olmuyor. Çünkü her din kendine ait kurallar taşıyor. Örneğin Hristiyan dünyası içinde Ortodoksluk, Katoliklik ve Protestanlık ayrı birer bütün ve kendilerinden vazgeçmezler. Ama onları yaşayan dindarların birbirleri ile karşılaşabilmeleri mümkün olabilir. O zaman karşılıklı kültürel alışverişlerin ve tanınmaların, böyle bir diyalog için vesile olmasını ümit edebiliriz. Ama daha üst mertebede ben dinler arası etikle meşgul olan bir felsefeci olarak şunu söyleyebilirim: Her din kendi derununda, kendi cevherinde var olan, ötekini öteki olarak ilan etmeyip, ötekine açılan ve onu kucaklamaya çalışan ruhu, barış adına fark etmelidir. Burada hem kendisine yabancılaşmayacak hem de kendi içindeki evrensel mesajı yakalayacaktır. Eğer böyle yaparsak; gelecekte daha çok kendini hissettirecek olan birlikte yaşama mecburiyetimizi, kendimize yabancılaşmadan ve birbirimizin lehine erimeden kendimizi muhafaza ederek anlamlı bir birlikteliğe çevirebiliriz. Ama ahenkli bir etik dayanağa ihtiyacımız var. Bu dayanak laiklik olamadı. Laiklik bir kayıtsızlık olarak ortaya çıktı. Bu etik dayanak her inancın kendi içinde yakalaması ve keşfetmesi gereken bir evrenselleşme ve birlikte var olma iradesi olmalıdır. Fransuva sorusuna dönecek olursak. İki bin yıllık gelenek içinde Papalar daha ziyade Avrupa kökenli ve çoğunlukla da İtalyan kökenli oldu. Bir iki istisna hariç... Bu da Katolik kilisesinde bir Avrupa merkezli (Eurocentric) yapı olduğunu göstermektedir. Bu durum Hristiyan muhafazakârlığıyla elit seviyeden bir buluşmayı gerektiriyor. Şimdi bu papa bir Latin Amerikalı -aslında menşei İtalyan- ve Avrupa merkezci değil, daha bütünleyici bir tavra sahip. Bunu asli Hristiyanlık değerleri olarak düşündüğü, düşündürmek istediği tevazu ve sadelikle ifade etmeye çalıştı. Elitist Avrupacı zihniyetten daha farklı bir zihniyettir. Halk kademesiyle daha fazla buluşan, çocukların problemleriyle ilgilenen, gelen herkese sempatik davranan, empati yapabilen ve sade bir insanın nasıl yaşaması gerektiğini gösteren bir tavrı var. Adını aldığı Fransuva da -12. ve 13. yy. başında yaşamıştır- bununla ünlenmiştir ve Fransuva ismini bunun için almıştır. Dolayısıyla temsil etmeye çalıştığı bu sadelik ona çok önemli bir itibar sağlıyor. Değerl vaktnz bze ayırdığınız ve sorularımızı yanıtladığınız çn çok teşekkür ederz. OCAK 2015 67 DIŞ POLİTİKA Seçm sonuçları bu şeklde ken, sonuçlar kadar önem arz eden dğer br mevzu da seçme katılım oranıydı. Seçmn lk aşamalarında katılım % 25-30’lar sevyesnde kalmış olsa da, seçmn 5. aşamasında % 75 sevyelerne ulaşan katılım son 25 yılın en büyük rakamlarına karşılık gelmş oldu. Böylece Mod yönetm seçmlerde hedeflenen yüksek katılım hedefne ulaşarak bölgesel meşruyet adına uluslararası topluma güçlü br mesaj vermş oldu. Seçimde Yer Alan Taraflar Keşmir Seçimleri ve Bölgesel Yansımaları Hayati ÜNLÜ SDE Asistanı H indistan son 10 yıldaki ekonomik büyümesi ve Batı’yla kurduğu pozitif ilişkiler sayesinde yükselen bir güç olarak kendisini uluslararası politika sahnesinde her geçen gün daha fazla hissettiren bir ülke. Özellikle Başbakan Modi’nin liderliğinde, “Make in India” ve “United India” kampanyalarıyla ortaya çıkarılan Modi Dalgası, sadece ulusal anlamda değil, bölgesel ve uluslararası bir boyutta da Yeni Delhi’yi merkeze koyma projesiyle ilişkilendiriliyor. Yoluna böylesine iddialı devam etmeye çalışan Hindistan’da geride bıraktığımız birkaç hafta boyunca gündemi ise, ülkenin kuzey kesiminde yer alan Cemmu ve Keşmir Özerk Bölgesi’nde yapılan seçimler oluşturdu. Cemmu ve Keşmir gibi Müslüman nüfusunun ağırlıkta olduğu ve uzun yıllardır Hindu milliyetçileriyle Müslümanlar arasında çatışmala- 68 OCAK 2015 rın yaşandığı bir bölgede yapılan seçimler, katılım oranları ve sonuçları bakımından hem Hindistan’ın hem de bölgenin geleceğiyle ilgili ipuçları verebilme özelliğinden dolayı büyük bir ilgiyle takip edildi. BJP yönetimindeki Hindistan küresel siyasette önemli bir aktör olmak istiyordu, ancak birçok BJP’li ideoloğun da dediği gibi Yeni Delhi böyle bir hedef için başta Keşmir Bölgesi olmak üzere ülkeyi istikrarsızlığa sürükleyen tüm sorunlardan kurtulmak zorundaydı. Bu açıdan Cemmu ve Keşmir seçimleri, bugün Hindistan’ı yöneten ve iktidara da tüm azınlıkları sindirmeyi hedefleyen Hindutva ideolojisiyle gelen BJP’nin yeni dönemde bölgeye nasıl yaklaşacağını test etme açısından büyük önem taşımaktaydı. Ayrıca seçimler toplumsal dinamiklerin de bu yaklaşıma nasıl cevap vereceğini görme açısından da önemli bir kriter olacaktı. Hindistan Halk Partisi (Bharatiya Janata PartyBJP): Hindistan politik sisteminin en büyük ulusal iki partisinden biri olan BJP, şuan ki Meclis’te de sağ görüşü temsil ederek en fazla sandalye sayısına sahip olan partidir. Hindu milliyetçiliği üzerinden yıllarca Ulusal Yurtseverler Birliği gibi oluşumlarla birlikte siyaset yapan BJP, ülkede koalisyon siyasetinin hâkim olmaya başladığı dönemlerden bu yana Ulusal Demokratik İttifak’ın liderliğini üstlenmektedir. Cemmu ve Keşmir bölgesinde ise BJP’ye oy verebilecek Hinduların azınlıkta olmasından dolayı bugüne kadar önemli bir aktör olamamıştır. Kongre Partisi: Hindistan politik sisteminin diğer büyük partisi olan Kongre Partisi, aynı zamanda ülkenin kurucu partisidir. Gandi ve Nehru ailelerinin kontrolünde görünen parti, Ulusal Meclis’te de BJP sonrası en fazla sandalye sayısına sahip olan partidir. Birleşik İlerlemeci İttifak’ın liderliğini yürüten ve ulusal anlamda merkez-sol siyaseti birleştirmeyi hedefleyen parti, Cemmu ve Keşmir bölgesinde BJP gibi fazla etkin görünmemektedir. Halkların Demokratik Partisi (People’s Democratic Party-PDP): Bölgenin en etkili iki partisinden biri olan yerel parti, bölgede öz-yönetimi savunan politikasıyla yerel halkın oyunu almayı çoğu zaman başarmıştır. Ulusal anlamda genellikle Birleşik İlerlemeci İttifak’a katılan parti, başta Müfti ailesi olmak üzere belirli ailelerin kontrolünde olduğu için eleştirilmektedir. Ulusal Konferans: Bölgenin diğer etkili yerel partisi olan Ulusal Konferans, ılımlı ayrılıkçı olduğu kadar, Hindistan bütünlüğüne ve Keşmir’in entegrasyonuna da önem veren bir yaklaşım sergiliyor. Ulusal anlamda genellikle Ulusal Demokratik İttifak’a katılma- sı beklenen parti, benzer şekilde Abdullah ailesinin kontrolünde olmasıyla eleştirilir. Seçim Stratejileri Seçim sürecinin başladığı ilk andan bu yana Partilerin politikalarına baktığımızda, her şeyden önce bölgede ayrılık taraftarı olan grupların tavrının, bu politikaları belirlemede oldukça etkili olduğunu söylememiz gerekmektedir. Çünkü BJP ve Kongre Partisi’ne oy vermeyen Radikal Ayrılıkçılar ve Liberal Cephe olarak ikiye bölünen grupların büyük oranda seçmen davranışını belirleyen söylemleri ürettikleri iddia edilebilir. Bu noktada Radikal Ayrılıkçılar’ın anti-seçim kampanyalarıyla Keşmir’in sorunlarının seçimlerle çözülemeyeceği iddiası üzerinden seçimi boykot çağrısında bulundukları; Liberal Cephe’nin ise seçimi sorunların çözümü olarak görmemelerine rağmen, sandığa gidilmeme durumunda BJP’nin zaferiyle karşılaşılabilir korkusuyla oy vermeye gittikleri söylenebilir.1 Seçmenlerin bu şekildeki davranış beklentilerinin üzerinden parti politikalarına bakacak olursak, BJP karşıtı olan yerel halktan büyük destek gören Halkların Demokratik Partisi ve Ulusal Konferans gibi partilerin uzun bir dönemdir kurumsallaşmış politikalarında çok fazla değişikliğe gitmediği söylenebilir. Kongre Partisi ise en başından bu yana seçim stratejisini, BJP eleştirisi üzerinden kurarak BJP’nin izlemiş olduğu milliyetçi siyasetle ülkeyi bölünmeye doğru sürüklediğini ve bölgenin kurtuluşunun seküler ve demokratik siyaset güden Kongre Partisi’ne oy vermekten geçtiğini iddia etti. Burada asıl merak konusu ise şüphesiz seçimi bu kadar önemli hale getiren ve seçimden bir takım beklentileri olan Modi yönetiminin nasıl bir strateji takip edeceğiydi. Çünkü BJP’li stratejistlerin hedef- OCAK 2015 69 Çok çekşmel geçen seçm yarışının ardından seçm sonuçları 23 Aralık tarhnde resmen açıklandı. Sonuçlara göre 87 sandalyel Mecls’te Halkların Demokratk Parts’nn 28, BJP’nn 25, Ulusal Konferans’ın 15 ve Kongre Parts’nn 12 sandalye kazandığı resmyet kazanmış oldu. yen bölgesel stratejisi için önemli kazanımlar elde ettiği söylenebilir. leri, 1- seçimlere gelmiş geçmiş en büyük katılımı sağlamak, 2- şiddetin gölgesinde bir seçim geçirmemek ve 3- BJP’nin şu ana kadar bölgedeki en iyi performansını sergilemekti. Tabi buradaki gizli amacın Keşmir bölgesinin entegrasyonunu sağlamak olduğunu da unutmamak lazımdır. Bu doğrultuda Modi’nin özellikle bölgede yaptığı konuşmasında temel vurgusu “kalkınma” üzerine oldu.2 Bölgenin önde gelen ailelerinin güdümünde yapılan siyaseti ve bu ailelerin sömürüsünü eleştiren Modi3, halka kendisine bir şans verilmesi karşılığında kendi bölgesi olan “Gucerat Modeli”nin inşa edileceğini vaat etti. Geçmişte bölge halkının sevgisini kazanan başbakanlardan Atal Bihari Vajpayee’nin bölgesel stratejisi olan “Demokrasi, İnsanlık ve Keşmirlilik” sloganına atıf yapan Modi, sonuçta BJP’nin uzun yıllardır takip ettiği ayrımcı politikalarında bir patikakırımına gidileceği sinyalini verdi. Seçim Sonuçları Çok çekişmeli geçen seçim yarışının ardından seçim sonuçları 23 Aralık tarihinde resmen açıklandı. Sonuçlara göre 87 sandalyeli Meclis’te Halkların Demokratik Partisi’nin 28, BJP’nin 25, Ulusal Konferans’ın 15 ve Kongre Partisi’nin 12 sandalye kazandığı resmiyet kazanmış oldu.4 Seçim sonuçları bu şekilde iken, sonuçlar kadar önem arz 70 OCAK 2015 eden diğer bir mevzu da seçime katılım oranıydı. Seçimin ilk aşamalarında katılım % 25-30’lar seviyesinde kalmış olsa da, seçimin 5. aşamasında % 75 seviyelerine ulaşan katılım son 25 yılın en büyük rakamlarına karşılık gelmiş oldu. Böylece Modi yönetimi seçimlerde hedeflenen yüksek katılım hedefine ulaşarak bölgesel meşruiyet adına uluslararası topluma güçlü bir mesaj vermiş oldu. Seçim sonuçları açısından da bir değerlendirme yapılacak olursa, “Mission 44+” stratejisiyle yola çıkan BJP, Halkların Demokratik Partisi’nin gerisinde kalmıştı, ancak mevcut durum BJP adına tam bir yenilgi anlamına gelmiyordu. Zaten seçim öncesi yapılan anketler Halkların Demokratik Partisi’nin seçimden zaferle ayrılacağını gösteriyorken, BJP bu noktadaki öncelikli hedefini tarihin en iyi performansını elde etmek olarak açıklamıştı. Bu konuda hedeflediği başarıyı yakalamış görünen BJP, hem katılım oranlarıyla hem de kazandığı 25 sandalye ile Keşmir seçim tarihi açısından belki de büyük bir patika-kırımına sebebiyet vermiş oldu. Böylece eskiden Keşmir siyasetinde pek görülemeyen BJP’nin kazanmış olduğu bu yeni pozisyonla, Vajpayee’den miras aldığı bölgesel partileri güçlendirmek, şiddet taraftarlarını devre dışı bırakmak ve Pakistan’ı dâhil etmek yoluyla Keşmir sorununu çözmeyi hedefle- Bölgede bundan sonra tartışılacak konu ise şüphesiz hiçbir partinin çoğunluğu sağlayamamasından dolayı Halkların Demokratik Partisi’nin kiminle ittifaka girişeceğidir. Bugüne kadar beklenen, zaten Birleşik İlerlemeci İttifak’a katılmayı tercih eden partinin, yine bu doğrultuda Kongre Partisi’yle birlikte hareket edeceğiydi. Ama böyle bir şartın olmadığını deklare eden parti yetkililerinin herkesle görüşülebileceklerini açıklamaları sonrası, ortaya atılan BJP ile görüşmeye başladıkları iddiaları her an her türlü gelişmeyle karşılaşılabileceği algısını oluşturuyor. Her ne kadar şu ana kadar başta BJP’li yetkililer olmak üzere böyle bir görüşmenin olmadığı vurgulansa da, kurulacak bir BJP-HDP ittifakı hem yerel hem de bölgesel siyasete büyük yansımaları olan bir ittifak olacaktır. sonrası Keşmir meselesi ve son zamanlarda bölgede yeniden yükselen terör meselesi üzerinden iki ülkenin masaya oturması öngörülen gelişmeler arasında. En son Modi yönetimi Pakistan’ın Yeni Delhi Büyükelçisi’nin Keşmir’deki silahlı ayrılıkçı gruplarla masaya oturduğunu iddia ederek diyalogu askıya almıştı. Pakistan ise planlanan diyalogun tarihlerinin bile tespit edildiğini, dolayısıyla sorumluluğun Hindistan’da olduğu açıklayarak karşılık vermişti. BJP yeni dış politikasını izlemekte kararlıysa, demokratik, karşılıklı bir diyalog kapısını kapatmamak zorunda. Ama her şeyden önce de Hindutva ideolojisini bir kenara bırakarak ülke içerisinde tüm sosyal grupları baskılardan kurtararak özgürlüğe kavuşturmak zorunda. Bu açıdan Keşmir seçimleri sonrası BJP’nin edindiği yeni konum aracılığıyla uygulamaya koyacağı yeni politikalar arzu ettiği bölgesel politikaların anahtarı olabilir. Seçimin Bölgesel Gelişmelere Olası Etkisi Dipnotlar Hindistanlılar bugünlerde bir Modi Doktrini’yle karşı karşıya olup olmadıklarını tartışıyor. Özellikle Putin’in Hindistan ziyareti ve 26 Ocak’ta gerçekleşecek Obama ziyareti, ülkenin özgüvenini iyice arttırmış durumda. Modi’nin dış politikada öncelik verdiği iki temel mesele ekonomik çıkarlar ve güvenlik meseleleriyken, bu alanlarda nasıl bir strateji takip edileceği “Gujral Doktrini”ne5 dönüş tartışmaları üzerinden anlaşılabiliyor. Yani Hindistan, Türkiye’ye benzer şekilde, bölgesel bir güç olma öncesi tüm komşularıyla iyi ilişkiler tesis etmek istiyor. Bu strateji daha önce Çin ve Pakistan’a karşı ortaya atılmışken, şimdi onlar da stratejinin içine dâhil edilmişe benziyor. Özellikle Pakistan ile ilişkiler basında en çok tartışılan konuların başında geliyor. İlişkilerde olası bir iyileşmenin yolu ise ilk önce Keşmir Bölgesi’nden geçiyor. BJP’nin Keşmir seçimlerinin olumlu atmosferde geçip maksimum performans elde etmek istemesiyle alakalı stratejisi tüm bu sebeplerden dolayı yeni dış politikası ile çelişmemek zorundaydı. Nitekim seçim 1 2 3 4 5 Gardnier Harris, Sameer Yasir, “Elections in Kashmir Draw Long Lines of Voter”, The New York Times, 14.12.2014. Sandipan Sharma, “Modi’s Kashmir Speech Reveals Why BJP Supporters Are Wrong About J&K Polls”, FirstPost.com. http://www.firstpost.com/politics/modis-kashmirspeech-reveals-why-bjp-supporters-are-wrong-aboutjk-elections-1826487.html. “Modi Seeks End To Dynastic Rule in J&K”, The Times of India, 23.12.2014, http://timesofindia.indiatimes. com/india/Modi-seeks-end-to-dynastic-rule-in-JK/articleshow/45245463.cms. Seçim Sonuçları için bkz. http://time.com/3646392/ map-modi-strength. Gujral Doktrini: Hindistan’ın 13. Başbakanı olan Inder Kumar Gujral’ın 5 maddeden oluşan dış politika doktrini. 1.madde, Komşularla karşılıklılık temelinde iyi niyet ve güven içerisinde yaşama; 2. madde, hiçbir Güney Asya ülkesinin, bölgenin diğer ülkelerinin çıkarlarına karşı kendi topraklarını kullandırmaması gerektiği; 3. madde, hiçbir komşunun birbirlerinin içişlerine karışmaması prensibi; 4. madde, tüm Güney Asya ülkelerinin birbirlerinin sınır ve bağımsızlıklarına saygı duymaları gerektiği; 5. madde, tüm anlaşmazlıkların barışçıl ikili görüşmelerle çözülmesi gerektiği. OCAK 2015 71 Nçn Çerkezköy Organze Sanay? Dr. Ceml Ertem Öncelkl Dönüşüm Programları 2. Grup Eylem Planlarına Bakış Dr. M. Levent Yılmaz EKONOMİ NİÇİN ÇERKEZKÖY ORGANİZE SANAYİ? Dr. Cemil ERTEM SDE Ekonomi Programı Koordinatörü Erdoğan’ın 3. AK Parti iktidarında çok daha somut olarak ifade ettiği yeni bir ekonomi çıkışının 2007 başında oligarşi tarafından farkına varılmış ve AK Parti olmasa da Erdoğan’ın hızla tasfiye edilmesine karar verilmiştir. Ancak bu farkındalık karşılıklı olmuştur. Hemen hemen aynı tarihlerde Erdoğan da, Derviş’ten kalma GEGP gibi IMF reçeteleriyle çok fazla iktidarda kalamayacağını ve bu ekonomi programlarının yüksek faizle ranta ve ithalata dayalı bir borç-talan ekonomisi oluşturduğunu, bunun güçsüz ve siyasi erki elinden alınmış iktidarlara yol açacağını anlamıştı. Ancak yine de 2008’i bekledi… 74 OCAK 2015 Stratejik Düşünce Enstitüsü (SDE) ve Çerkezköy Organize Sanayi Bölgesi, 19 Aralık’da Onuncu 5 Yıllık Kalkınma Planı Çerçevesinde Büyüyen Türkiye sempozyumu düzenledi. Semyozyuma Kalkınma Bakanı Sayın Cevdet Yılmaz da katıldı ve çok önemli bir konuşma yaptı. Bu sempozyumda ayrıca Doç. Dr. Dündar Murat Demiröz’ün aynı başlıkta, SDE için hazırladığı raporun tanıtımı da yapıldı. Sayın Bakanın konuşmasına ve Doç. Dr. Demiröz’ün raporuna geleceğim ama ilk önce biz SDE olarak böyle bir sempozyumu neden Çerkezköy Organize Sanayi Bölgesi’nde (ÇOSB) yaptık ve ÇOSB Başkanı Sayın Ömer Sarıoğlu bizi niye heyecanla ağırladı buna değinmek istiyorum. ÇOSB’nin hikâyesi ve oluşumu Türkiye’nin sanayileşmesinin hikâyesidir bir bakıma. ÇOSB’de 321 büyük sanayi parseli (3.000 m2 üstü) bulunuyor ve bunlardan 284’ü üretim ve üretime geçme aşamasında. Bu tesislerden 29’u yabancı yatırımcılara ait. ÇOSB’nin istihdam hacmi şu an 60 bin kişi. ÇOSB, bu kapasitesine ve Türkiye sanayisinin temellerini atan sanayicileri barındırmasına rağmen sesini duyuramıyor. Örneğin Tekirdağ Sanayi Odası kurulması TOBB yönetimi tarafından engelleniyor. Biz, Türkiye’nin yeni dönemde, Cumhurbaşkanımızın da işaret etttiği üzere, üretim ve sanayi hatta bilgi toplumu odaklı bir büyüme ile kalkınacağını ve faizin merkez olduğu ribaya-ranta dayalı bir ekonomiden çıkma yoluna gireceğini bekliyoruz. Ancak bunun için, Türkiye’nin yeni bir büyüme yoluna girmesi, ÇOSB gibi üretim odaklarının çoğalması ve buraların Doğrudan Yabancı Yatırımları daha çok alması gerekiyor. İşte biz bu nedenlere bağlı olarak, bu sempozyumumuza Kalkınma Bakanımız Dr. Cevdet Yılmaz’ı davet ettik ve Doç. Dr. Dündar Murat Demiröz’ün çok önemli açılımlar sunan raporunu ÇOSB’inde tanıttık. Organize Sanayi Bölgeleri ve Üretim Odaklı Bir Ekonomi İstanbul sınırı nedeniyle Türkiye’nin en eski sanayi yerleşim alanlarından biri olan Çerkezköy’ü aratmayan sanayi bölgeleri Anadolu’da, son on yılda gerçekleşti. Türkiye’de sanayinin çok önemli sorunları var ama bunların hiçbiri palyatif finans piyasası önlemleri ve aklı ile çözülecek sorunlar değil. Bugün Türkiye ekonomisinin belkemiğini oluşturan imalatçı ve ihracatçı KOBİ’lerin en büyük sorunu, ilk yatırım maliyetleri ve çok yüksek finansman maliyeti; yani arazi rantı ve faiz yükü. Peki; tam şu sıralar Türkiye’ye küresel finans çevreleri ne öğüt veriyor; aynen şunu; ‘enflasyon var; merkez bankası faiz artırsın, dış borç fazla gözüküyor, merkez bankası kredi hacmine baksın. Bankalar kredileri kıssın; yatırımları durdurun’. Peki, bunun sonucu ne? Daha fazla arazi rantı, daha fazla ithalat, daha fazla faiz ve tüketim. Tabii her yönüyle çürüyen bir toplum... Bu yolu Türkiye, özellikle 2008 yılına kadar denedi. Türkiye’yi önce 1994’te sonra da 2001’de krize götüren, Erdoğan’ın da özellikle 2008’den beri değiştirmeye çalıştığı ve nihayet büyük ölçüde aşılan bu model neydi? Kısaca bunu özetleyelim. Bu aynı zamanda, Erdoğan Ekonomisi’nin neyi aşmaya çalıştığını bize anlatır. Biten Büyüme Modeli Türkiye’nin, 1980’lerin sonundan itibaren uyguladığı büyüme modeli basitçe şuydu: Devlet ekonomideki tekelci konumunu hızla terk edecek ve bu konumunu özelleştirmelerle yine tekelci özel sermayeye devredecek, bu sermaye de yurt dışında ortağı olduğu küresel yapıların belirlediği stratejiye bağlı kalacak. Mali piyasaların liberalizasyonu da, yine bu çerçevede derinliği olmayan ve dışarıya kaynak aktarılacak şekilde oluşturulacak. İşte sanayi ve mali piyasaların 1980’lerin sonundan itibaren oluşturulması bu şekilde sağlanmıştı. Ama burada, sanayide teknoloji verimliliği, mali yeniden yapılanmada da piyasa derinliği atlanmıştır ki, bu aynı zamanda siyasi bir tercihtir de… Çünkü sanayide düşük ve orta teknoloji yoğun alanlarda ser- ÇOSB’nin hikâyesi ve oluşumu Türkiye’nin sanayileşmesinin hikâyesidir bir bakıma. ÇOSB’de 321 büyük sanayi parseli (3.000 m2 üstü) bulunuyor ve bunlardan 284’ü üretim ve üretime geçme aşamasında. Bu tesislerden 29’u yabancı yatırımcılara ait. ÇOSB’nin istihdam hacmi şu an 60 bin kişi. mayeleşmek, sizin ancak Batı’nın terk ettiği üretim alanlarına geçmenizi ve üst teknoloji alanlarında ise tamamlayıcı olmanızı sağlar. Bunun zorunlu sonuçlarından birisi de çok yoğun bir taşeronlaştırma süreci, emek piyasalarında katılık ve buna bağlı emek istismarı süreçleridir. Burada sanayi sağlıklı büyümez ve sanayinin kısır olduğu bir ekonomide de, ranta dayalı bir ticaret gelişir. Bugün bazı çevrelerin neden sanayiciyi ve belirleyici olan sivil toplum platformlarını istemediğini bu gerçeğe bağlayabiliriz. Sanayi büyümesinde bu sıkışmanın finansal tarafı çok daha çarpıcıdır. 1989’da 32 Sayılı Türk Parasını Koruma Hakkında Karar yayınlanmış ve bu tarihten itibaren mali piyasaların kuralsız ve sığ ‘liberalizasyonu’ oluşturulmuştur. Aynı zamanda, yüksek faize dayanan dışarıya kaynak aktarma mekanizması da ortaya çıkarılmıştır. 1994 krizi ve 1997’de 28 Şubat’tan geçerek 2001 krizini hazırlayan bütün yolların yapı taşlarını, sanayide ve mali piyasalarda atılan bu köksüz adımlar döşemiştir. Bu süreç hiç şüphesiz, kendisini tamamlayacak ve sürekliliği sağlayacak para ve maliye politikalarını da beraberinde getirmiştir. Gerek 2001 krizine giden süreçte uygulanan, örtülü bir kur -değerli TLhedeflemesi ile finansal istikrar sağlamaya çalışan para politikası, gerekse 2001 sonrası dalgalı kur rejimi uygulayan ancak yine dünya ortalamasının üzerinde bir faiz oranı ile enflasyon hedeflemesi ya- OCAK 2015 75 pan ve TL’yi aşırı değerli tutarak kısa vadeli sıcak parayı çeken para politikası modeli arasında çok fark yoktur. Ancak 2001 sonrası para politikası, 1963’te Robert Mundell’in bir milat olan makalesinin tam aksini yapar. Yani hem açık bir ekonomide dalgalı kur rejimi uyguladığını iddia eder, buna ek olarak da faizi ve kuru aynı anda piyasa dışı belirlemeye çalışır. Çünkü yukarıda anlattığımız sanayileşme(!) ve yoğun emek sömürüsüne dayalı verimlilikle, küresel piyasalarda sanayiniz rekabet edemez ve döviz girişiniz böylece zayıf olur. Bunun dışında zaten yerli paranız gereksiz değerlidir. Bundan dolayı sıcak para bağımlısı olursunuz. Açıklarınız hep yüksek faiz sayesinde kapanır, kur ve enflasyon arasındaki ilişki hep güçlüdür. ‘Güçlü Ekonomiye’ Geçiş Programı 2001 Krizi sonrası, bir IMF reçetesi olarak yürürlüğe koyulan Güçlü Ekonomiye Geçiş Programı (GEGP), öncelikle dalgalı kur rejimini benimsiyor ve IMF’ye verilen niyet mektuplarında, 2004’e değin faiz dışı bütçe dengesinde milli gelire oran olarak % 6,5 fazla oluşturmayı amaçlıyordu. Ancak faiz harcamaları milli gelirin yüzde 20’sinden fazlasını götürüyordu. Böyle olunca, GEGP ancak eğitim, sağlık gibi kamusal harcamaların hızla düşürülerek ve ücretleri sabit tutarak emek verimliliğine yüklenilmesiyle sağlanacaktı. GEGP, finansal sistemde ve banka sisteminde hızlı bir yeniden yapılandırmayı gündemine alıyor ve burayı düzenliyordu. Batan bankaların borçlarının tahsil edilmesi için Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu işlevlendiriliyor ve sisteme yeni kurallar getiriliyordu. Ancak aynı özen sanayi için gösterilmeyecek ve buradaki reformlar, 2008’de IMF’nin Erdoğan tarafından kovulması ile yapılmaya başlanacaktı. Bu tarihe kadar, devlet üretim ve yatırım alanlarından hızla çekildi ve özelleştirmeleri de lümpen mafyatik kesimlere yağmalatmak olarak uyguladı. Bu aslında, 28 Şubat sonrasının bir devamı niteliğindeydi. 28 Şubat’tan 2000’li yılların başına dek, Türkiye’nin neredeyse bütün stratejik kamu tesisleri İstanbullu tekelci sermayenin denetiminde nereden çıktığı belli olmayan mafyatik çevrelere dağıtıldı. Bu dönemde Korkmaz Yiğitler, Cem Uzanlar, Erol Evciller ve bunların arkasındaki mafya grupları ‘iş dünyasında’(!) 76 OCAK 2015 boy göstermeye başlamışlardı. Ama bu mafyatik iş adamlarının(!) arkasında İstanbullu tekelci sermaye ve vesayet oligarşisi vardı. İşte bugün ÇOSB’indeki sanayiciler o dönemde bu mafyatik -acayip- sermayenin gölgesinde kaldılar ve küçüldüler. 2002 Sonrası… 2002’deki AK Parti iktidarından sonra, Erdoğan her fırsatta çetelerle mücadele edeceklerini söylemeye başladı. Bu söylem, tekelci sermaye içinde Erdoğan ile yola devam edilemeyeceği kanısını güçlendirdi. Siyasi saldırılar ve medya hücumu da zaten hemen başlamıştı. Ancak, GEGP’nı uygulamaya başlayan hükümete ‘dışarısı’ avans verdi ve Erdoğan Hükümeti bu süreci bu sayede kazasız belasız atlattı. Ama oligarşi ağlarını örüyordu. Erdoğan hükümeti GEGP için IMF’ye ve küresel sermaye çevrelerine pek güven vermiyordu ve ilk rahatsızlıklar eğitim ve sağlık alanlarına giderek daha fazla bütçe payı ayrılmasıyla kendini göstermeye başlamıştı. Ancak Erdoğan 2008’e kadar sabredilmesini istiyordu. Nitekim 2007’de e-muhtıra geldi. 27 Nisan’da verilen e-muhtıra, 2008’de gelecek olan kapatma davası ve onu takip edecek darbe teşebbüslerinin öncüsüydü. AK Parti Kayseri Milletvekili, Darbe ve Muhtıraları Araştırma 28 Şubat Alt Komisyonu Başkanı Yaşar Karayel, 27 Nisan e-muhtırasının ülkeye verdiği ekonomik kaybı 5 milyar dolar olarak değerlendiriyordu. Ancak Karayel 28 Şubat’ın batık 25 bankasındaki doğrudan soygunu ise 35,5 milyar dolar olarak açıklıyordu. Ama GEGP’ndan ve IMF reçetelerinden vazgeçeceği anlaşılan AK Parti’ye, Karayel’in tespit ettiği komisyona göre 25 maddelik planla bir yok etme operasyonu başlatılmıştı. Bu maddeler içinde Başbakan ve Cumhurbaşkanı’na suikastler, yüksek yargı üyelerine suikastler ve Cumhuriyet mitinglerini takiben kapatma davası vardı. Ama bu 25 maddenin içinde en ilginci, AK Parti iktidarlarının IMF reçetelerini ve GEGP’nı delmesinin en somut ifadesi olan duble yollara ve Bolu Tüneli’ne bomba konulması idi. (www.sde.org. tr/tr/newsdetail/7-yildonumunde-e-muhtıra-ve-28-nisandurusu/3310 erişim tarihi: 7/7/2014) Bütün bunlardan şu sonucu okuyabiliriz: Erdoğan’ın 3. AK Parti iktidarında çok daha somut olarak ifade ettiği yeni bir ekonomi çıkışının 2007 başında oligarşi tarafından farkına varılmış ve AK Parti olmasa da Erdoğan’ın hızla tasfiye edilmesine karar verilmiştir. Ancak bu farkındalık karşılıklı olmuştur. Hemen hemen aynı tarihlerde Erdoğan da, Derviş’ten kalma GEGP gibi IMF reçeteleriyle çok fazla iktidarda kalamayacağını ve bu ekonomi programlarının yüksek faizle ranta ve ithalata dayalı bir borç-talan ekonomisi oluşturduğunu, bunun güçsüz ve siyasi erki elinden alınmış iktidarlara yol açacağını anlamıştı. Ancak yine de 2008’i bekledi… Erdoğan Ekonomisi’nin Doğduğu Tarih: 2008 2008’de Erdoğan’dan beklenen hamle geldi. Süresi biten IMF’nin 19’uncu stand-by anlaşmasının 20. stand-by ile yenilenmesi gerekiyordu. Başta TÜSİAD olmak üzere sermaye çevreleri, bildiğiniz medya, hatta akademinin büyük bir bölümü IMF ile anlaşma baskısını Erdoğan’a uygulamaya başladılar. Hem siyasi, hem de ekonomik bir kıskaç söz konusuydu. Bilirsiniz bütün IMF paketlerinin temel yaklaşımı kamu harcamalarının kısılmasıdır. İşte bu IMF tartışmalarının tam ortasında Mayıs 2008’de hükümet 4 yılı kapsayan GAP Eylem Planı’nı açıkladı. Eylem Planı, adeta bir meydan okumaydı. Çünkü teşvik politikalarından teknoparklara, sosyal gelişme kurumlarına, sulamadan enerjiye kadar çok yaygın bir altyapıya toplam 27 milyar TL kaynak ayrılıyor, bunun 14.5 milyar TL’sı da merkezi bütçeden öngörülen ek kaynak tahsisi olarak bütçeleniyordu. Örneğin daha önce sulama için ayrılan kaynak 80-85 milyon arasıyken, eylem planından sonra yalnız sulamaya 1,5 milyar TL tahsis yapılıyordu. Bu, hem o zaman zaten diken üzerinde olan yerli tekelci sermayeye, hem de IMF ile temsil edilen küresel sermayeye açık bir meydan okumaydı. Zaten 2009’daki darbe teşebbüsleri ve hükümete karşı açılan bazı kampanyalar bu meydan okumanın sonucu olarak gelişti. Bu meydan okuma, Erdoğan’ın 3. Dönemi’nde somutlanan çözüm sürecinin ve kalıcı barış umudunun ilk önemli adımıydı. İşte bunun için 2008 yılı Türkiye için de, AK Parti için de bir kırılma yılıdır. Eğer ki, Başbakan o zaman tekelci sermayenin istediği gibi IMF ile 20. stand-by anlaşmasını yapsaydı, 2008 yılında açıklanan GAP Eylem Planı rafa kaldırılacak ve Doğu’ya, Güney Doğu’ya ayrılan kaynaklar yine Batı’da konuşlanan bildik sermaye çevrelerine gidecekti. Tüm bunlar olduğu takdirde ise barışın bugünkü ekonomik koşulları sağlanamayacaktı. GAP Eylem Planı’nda, üniversitelerden devlet kurumlarına, ilgili KİT’lerden meslek kuruluşlarına, Sivil Toplum Kuruluşları’na kadar çok ayrıntılı bir iş bölümü vardı. Bölgede olan birçok yatırım, eğitim kurumlarının projelendirilmesi ve gerçekleştirilmesi, bölgenin kültür ve turizm potansiyelini ortaya çıkaracak adımların atılması GAP Eylem Planı’nın doğrudan ve dolaylı sonucu olarak gelişti. Bugün Türkiye’nin doğusu ve güneydoğusunda yapılan yatırımların ve gelişimin ivmesine bakın. Bu ivmenin 2008’in ikinci yarısından sonra hızlanarak arttığını göreceksiniz. O halde bugünkü barış ortamını ve çözüm sürecini hazırlayan siyasi iradenin 2008’de IMF’ye kapıyı gösteren siyasi irade olduğunu söyleyebiliriz. Bu irade olmasaydı bugünkü Adıyaman da, Gaziantep de olmayacaktı. Daha da önemlisi bugün Doğu illerimizde olan umut da olmayacaktı. Aynı şekilde Çerkezköy’den başlayan OCAK 2015 77 etkileri hala devam ediyor ama Türkiye bu kriz ortamında büyümeyi başaran bir ülke.’’ 2008 yılı Türkiye için de, SDE Raporu’nun vurguları: AK Parti için de bir kırılma yılıdır. Doç. Dr. Dündar Murat Demiröz’ün SDE için Eğer ki, Başbakan o zaman tekelci hazırladığı rapor ise şu önemli vurguları yapısermayenin istediği gibi IMF ile 20. yordu: stand-by anlaşmasını yapsaydı, 2008 Cumhurbaşkanlığı Ekonomik yılında açıklanan GAP Eylem Planı Koordinasyon Kurulu rafa kaldırılacak ve Doğu’ya, Güney Cumhurbaşkanı’nın Anayasa’da belirtilen teDoğu’ya ayrılan kaynaklar yine mel idari görevi devlet organlarının eşgüdüm Batı’da konuşlanan bildik sermaye içerisinde ve uyumlu çalışmasını sağlamaktır. Artık doğrudan halk tarafından seçilen bir cumçevrelerine gidecekti. hurbaşkanı olacağı için, bu vazifesini seleflerinden daha etkin bir şekilde gerçekleştirmesi de kaçınılmazdır. ve Anadolu’ya yayılan üretim odaklı yeni bir ekonomi umudu da olmayacaktı. Kalkınma Bakanı Yılmaz’ın Konuşması İşte tam bu yüzden ÇOSB’indeki sempozyumda Kalkınma Bakanı Cevdet Yılmaz, Türkiye’nin artık değişimi yönetebilen bir ülke haline geldiğini söyledi. Bizim yukarıda anlattıklarımız açısından, Yılmaz’ın şu sözleri çok önemliydi: “Geçmişte kalan, işte katılımcı olmayan, merkeziyetçi dar bir çerçeveye sıkışmış planlamayı elbette benimsememiz mümkün değil ancak bugünün şartlarına uygun stratejik bir çerçeveye sahip, herkesi kucaklayan hem merkezde hem yerelde katkılarla şekillenen insan odaklı bir planlama hepimizin arzu etmesi gereken bir süreç. Biz de bu anlayışla planlamalarımızı hazırlıyoruz. Özellikle de küreselleşme süreci içinde belirsizliklerin arttığı bir ortamda planlamanın bir kat daha önem kazandığını vurgulamak istiyorum. Oysa stratejiler geliştirip uzun vadeli bir takım hedefler koyup ileriye dönük değişiyorsanız değişimi yönetiyorsunuz demektir. Türkiye’nin son 12 yılda birçok başarısı var. Rakamsal olarak birçok alanda mesafeleri sayabilirim ama onun ötesinde bunun altında yatan temel değişim nedir diye sorarsanız bana Türkiye artık değişimi yönetebilen bir ülke haline geldi. Öz güven sahibi ve altyapısı olan bir ülke haline geldi. Bakın bir küresel kriz yaşandı, 78 OCAK 2015 İktisadi politikanın bileşenlerini kısa, orta ve uzun vade de belirlenen ortak hedefler doğrultusunda çalıştırmak bir yana, aynı zamanda, bu hedeflerin de belirleneceği bir üst kurul, örneğin Ekonomik Koordinasyon Kurulu, aktifleştirilmeli ve Cumhurbaşkanı veya onu temsil eden bir şahsiyetin başkanlığında görev almalıdır. EKK aynı zamanda kısa, orta ve uzun vadede ekonomik istikrarı tehdit eden etkenleri de tanımlamalı ve Merkez Bankası ile Hükümet, Maliye ve Para Politikası ile Kur Rejimini bu tehditleri bertaraf edecek bir şekilde tanımlayabilmelidir. EKK tabii ki, hükümetin yetki alanına girmeyecektir. Zaten, böyle bir kurumun içinde hükümetin ilgili bakanlıklarının da bulunması gerekir. EKK sadece hedef belirleyecek ve hedeflere giden ana yol haritasını çizecektir. EKK’nın Cumhurbaşkanı’na bağlı olması onun meşrûiyetini güçlendirecektir. Yani EKK’nın ana amacı Merkez Bankası’nı hükümete bağlamak değil, onun hükümetle uyumlu çalışmasını sağlamaktır. TL ve Rezerv Para TL’nin küresel hâkim para olması şu anki koşullarda mümkün değildir. Ancak Orta Doğu, Balkanlar ve Orta Asya’da, yani Türkiye’nin tarihi hinterlandında TL’nin bir rezerv para haline dönüşmesi Türkiye için en önemli hedef olmalıdır. Dalgalı Döviz Kuru rejiminden vazgeçilmemelidir. Çünkü küreselleşmiş dünya ekonomisinde, bir ekonomiyi dış şoklardan korumanın en sağlıklı yolu dalgalı kur rejimidir. Ancak, bu kur rejiminin doğru işleyebilmesi için Merkez Bankası’nın görünüşte enflasyon hedeflemesi ama esasında faiz hedeflemesi politikasından vazgeçmesi ve faizleri tamamen serbest bırakması gerekmektedir. Dolaylı Vergiler Sorunu Dolaylı vergiler gelir eşitsizliği yaratmaktadır. Çünkü doğrudan vergiler beyan edilmiş şirket kârları ve özel şahıs gelirlerinden alınırken, dolaylı vergiler ağırlıklı olarak gıda, ilaç, benzin ve doğalgaza yapılan hanehalkı harcamalarından toplanmaktadır. Bu yüzden dar ve orta gelirlilerin gelirlerine oranla ödedikleri toplam vergi yüksek gelir gruplarında olanlarınkine nispetle çok daha yüksek olmaktadır. Dolaylı vergi, kişilerin vergi sonrası gelirlerinden yaptıkları harcamalar üzerinden alınmaktadır. Bu ise vergilendirilmiş gelirlerin tekrar vergilendirilmesine yol açmaktadır. Yani çok ciddi bir vergide adaletsizlik problemi oluşmaktadır. Dolaylı vergilerin ağırlıkta olduğu bir sistemde Maliye Bakanlığı’nın bütçe gelirleri üzerindeki kontrol gücü azalmaktadır. Bunun için doğrudan vergilerin oranını artırmalı, dolaylı vergiler azıltılmalıdır. Doğrudan vergilerin oranını arttırmak için: • Bütün vergi mükelleflerini kayıt altına almak, • Basit ve tek oranlı bir gelir vergisi belirlemek, • Ağırlıklı olarak elektronik işlemleri yaygınlaştırmak gerekmektedir. Bankacılık ve Finans Sisteminde Yeniden Örgütlenme Türkiye’nin 21. yüzyıldaki hedeflerinden biri de, İstanbul’un Türkiye’nin kendi “yaşam alanı” olan Orta Doğu, Balkanlar ve Orta Asya’nın ortak finans merkezi haline gelmesidir. Başka bir deyişle, Rusya, Türkî Cumhuriyetler ve Arap Dünyası’nın başta petrol gelirleri olmak üzere mevduatları İstanbul’a akmalı, bu ülke firmalarının hisse senetleri BİST’ten türeyecek bir Avrasya Menkul Kıymetler Piyasası’nda pazara sürülmeli ve Türkiye kendi yaşam alanında kendi parasıyla ticaret yapabilmelidir. Bu hedefleri hayata geçirebilmek için: • İstanbul’da bir metal ve altın borsası nizami olarak kurulmalıdır. • İzmir’deki Vadeli İşlemler Borsa’sı geliştirilmeli ve bütün türev ürünlerinin -buna faizsiz gelir enstrümanları da dahil- pazarlanabildiği organize bir borsaya dönüştürülmelidir. • Acilen İstanbul Döviz Borsası kurulmalıdır. • İstanbul’da belki KEİP Merkezli veya yeni kurulacak bir bölgesel ittifakla Orta Doğu, Balkanlar ve Orta Asya’daki ülkelerin katılımıyla bir bölgesel “risk derecelendirme firması” kurulmalıdır. • Bölge ülkelerle milli paralar cinsinden ticaret anlaşmaları geliştirilmeli ve doların hâkimiyet alanından özerk bir finans ağı oluşturulmalıdır. • Mali suçları takip ve bölge ülkeleri arası kayıtdışı para akışını kontrol etmek için yine İstanbul merkezli Bölgesel Finans Denetim Kurumu oluşturulmalıdır. • BDDK, Rekabet Kurumu ve SPK Türkiye’de Bankacılık Sektörü’ndeki mevcut oligopolist yapıyı kıracak önlemler almalı ve gerekirse regülasyon ve kamulaştırma dahil alternatif politikaları süratle uygulayabilmelidir. • İslami Bankacılık Sistemi’nin merkezinin İstanbul olması hayati ehemmiyeti haizdir. Bunun için gerekli düzenlemelerin yapılması hızla hayata geçirilmelidir. • Halk Bankası ve Ziraat Bankası’nın mevcut yapıları korunmalıdır. Özelleştirme kapsamı içine alınmamalıdır. Milli Savunma Sanayi’nin Geliştirilmesi Milli Savunma Sanayi her ülke için zorunlu kamu mal ve hizmeti üretir. Devletin ve milletin bekası, iç ve dış güvenliğin tesisi ve ülkenin milli menfaatleri doğrultusunda “yumuşak gücünün” dayanacağı sağlam bir “sert gücünün” olması için milli savunma sanayinin gelişmesi zorunludur. Bütün bu hedeflere ulaşmak için sadece özel sektör yeterli olmayabilir. Hatta bazı durumlarda kamulaştırmalar bile düşünülebilmelidir. Özellikle Savunma Sanayii’nde büyük bir devlet firmasının da kurulması düşünülebilir. İşte bütün bunları gerçekleştirmek ve yukarıdaki bölümlerde anlattığımız ribaya ve dışarıya kaynak aktarmaya dayanan yağma ekonomisini aşabilmek için bu sempozyumumuzu Türkiye’nin ilk ve en önemli üretim merkezi olan ÇOSB’de yaptık. OCAK 2015 79 EKONOMİ ÖNCELİKLİ DÖNÜŞÜM PROGRAMLARI 2. GRUP EYLEM PLANLARINA BAKIŞ Dr. M. Levent YILMAZ SDE Uzmanı G eçtiğimiz haftalarda Onuncu Kalkınma Planı çerçevesinde yapılması öngörülen Öncelikli Dönüşüm Programları’nın 2. Grup eylem planları Başbakan Sayın Ahmet Davutoğlu tarafından açıklandı. İlk grupta açıklanan 9 maddenin ardından bu kez 8 farklı alanda yapılacak olan eylem planlarını görme fırsatı bulduk. Bu grupta da oldukça önemli başlıklar ve detaylar var. Her şeyden önce Onuncu Kalkınma Planı’nın hazırlanma sürecinin son derece detaylı bir şekilde gerçekleştirildiğini hatırlamakta fayda var. Zira bu plan 10 bini aşkın kişi ve kurumun görüşü alınarak, 66 özel ihtisas komisyonunun görüşleri doğrultusunda hazırlandı. Bu bakımdan katılım açısından bugüne kadar yapılanların en önemlisini oluşturuyor. Bilindiği üzere 25 maddeden oluşan eylem planının ilk grubu 6 Kasım 2014 tarihinde kamuoyu ile paylaşılmıştı. İlk gruba ilave olarak bu kez 8 programdan oluşan ikinci grup ise 18 Aralık 2014 tarihinde açıklanmış oldu. Hemen ikinci grupta yer alan yeni 8 adetlik programların başlıklarını kısaca hatırlatalım: • Üretimde Verimliliğin Artırılması Programı • Yurtiçi Tasarrufların Artırılması ve İsrafın Önlenmesi Programı • İstanbul Uluslararası Finans Merkezi Programı 80 OCAK 2015 • Kamu Harcamalarının Rasyonelleştirilmesi Programı • Kamu Gelirlerinin Kalitesinin Artırılması Programı • İş ve Yatırım Ortamının Geliştirilmesi Programı • İstatistiki Bilgi Altyapısını Geliştirme Programı • Kayıt Dışı Ekonominin Azaltılması Programı Programlara ilişkin olarak Başbakan Sayın Ahmet Davutoğlu oldukça detaylı bilgileri de kamuoyu ile paylaştı. Biz de burada öne çıkan başlıkların kısaca analizini yapacağız. Programda en çok dikkat çeken başlıkların başında “Yurtiçi Tasarrufların Artırılması ve İsrafın Önlenmesi” geliyor. Zira uzunca bir süreden bu yana Türkiye ekonomisine ilişkin olarak tartışılan en önemli konuların başında toplam tasarruflardaki düşüklük geliyor. Türkiye’nin toplam tasarruflarındaki söz konusu düşüklüğün yatırımların finansmanında Türkiye’ye borçlanmaya itmesinin yanında hane halklarının ithalata dayalı tüketimini artırması gibi negatif bir etkisi de bulunmakta. Bu bakımdan bu başlığın oldukça önemli bir şekilde ele alınması gerekiyor. 2013 yılı itibariyle Türkiye’nin toplam tasarruflarının GSYİH’ya oranı % 13,4 olarak gerçekleşmiş durumda. Bu oran hem Türkiye’nin içinde yer aldığı gelişmekte olan ekonomileri için hem de Türkiye’nin koyduğu 2023 hedeflerine ulaşabilmek için oldukça düşük olarak nitelendirilmektedir. Bu bakımdan bu oranın hızlı bir şekilde yukarılara çekilmesi gerekmektedir. Programda hali hazırda devam eden bireysel emeklilik desteklerinin artarak devam edeceği görülmektedir. Bununla birlikte kredi kullanımın yeniden gözden geçirileceği de anlaşılmaktadır. Bununla birlikte Türk halkının en önemli alışkanlıklarından birisi haline gelen yastık altında altın tutma davranışından yola çıkılarak da “altın bankacılığı”nda adımlar atılacağı görülmektedir. Bu programda dikkat çeken bir diğer unsur da lüks ve ithalat yoğunluğu yüksek olan tüketim mallarına caydırıcı vergiler geleceğinin açıkça ifade edilmesidir. Yerli üretime getirilecek bazı vergi istisnaları, israfı önlemeye yönelik faaliyetler ve kamudaki tasarrufa ilişkin başlıklar bu süreçte ne kadar kararlı olunduğunun bir göstergesi olarak kabul edilebilir. Ancak bu noktadaki bir eksikliği tespit edip bir de öneri de bulunmakta fayda var. Türkiye’de ve özellikle Anadolu’da faiz hassasiyeti olan önemli bir sermaye birikimi olduğu bilinmektedir. Bu hassasiyeti olan kişilerin veya kurumların faizli bankacılık sistemine dâhil olmadığını ve esas iştigal konularından elde ettikleri karlarının önemli bir kısmını başka alanlarda (inşaat sektörü vb.) yatırıma dönüştürdüğü görülmektedir. Bu bakımdan Anadolu’daki bu ihtiyacın ivedilikle giderilmesi açısından faizsiz bankacılık ve İslami tahvillere dayalı yeni modellerin bir an önce finans sistemimize monte edilmesi büyük önem taşımaktadır. Bu hamlenin toplam tasarrufların artırılmasında büyük katkı sağlanacağı göz ardı edilmemelidir. Programdaki bir diğer önemli madde de “Kayıt Dışı Ekonominin Azaltılması Programı”dır. Bu başlığa ilişkin olarak detaylı bilginin ileriki dönemlerde açıklanacağını ifade edilse de burada bazı önerileri belirtmekte fayda var. Türkiye vergi sisteminin belki de en çok eleştirilen yönlerinden birisi dolaylı vergilerin toplam vergiler içindeki payının oldukça yüksek olmasıdır. Neredeyse % 70’lere varan dolaylı vergilerin mükelleflerin vergiden kaçınmasına ve vergi kaçırmasına istek uyandırdığı gerçeği unutulmamalıdır. Bu bakımdan özellikle Türkiye’de % 25 civarında olan kayıt dışı ekonomik faaliyetlerin oluşturduğu gelir kaybının önüne geçilmesine yönelik olarak oldukça önemli bir vergi reformuna ihtiyaç duyulacağı aşikardır. Türkiye ekonomisi için önümüzdeki dönemde en çok üzerinde durulması gereken başlığın ise “İstan- bul Uluslararası Finans Merkezi Programı” olduğu söylenebilir. İstanbul’un finans merkezi haline gelmesi konusu sadece Türkiye’deki sermaye açısından değil aynı zamanda Türkiye’nin çevresindeki sermaye açısından da önemlidir. Bu noktada da biraz önce belirttiğimiz faizsiz finans modelleri büyük önem taşımaktadır. Zira hem Türkiye içinde hem de Türkiye dışında faiz hassasiyeti olan önemli miktarlarda yatırımcı olduğu bilinmektedir. O halde İstanbul’un finans merkezi haline gelmesi konusu sadece neo-liberal bakış açısı ile ele alınacak bir konu değildir. Bu program içerisinde de faizsiz finans modellerinin çok büyük önemi olacaktır. İkinci grup eylem planlarının bir diğer önemli maddesi de Türkiye’deki tüm istatistiklerin tek çatı altında toplanmasının sağlanmasıdır. Bu şekilde daha doğru ve güvenilir verileri elde ederken aynı zamanda da analiz açısından yeknesaklığın sağlanması hedeflenmektedir. Türkiye’deki yatırım ortamı ve yatırım yapabilmek için karşı karşıya kalınan bürokratik süreç her zaman eleştirilen konulardan birisi olmuştur. Özellikle son dönemde liberalleşme sürecinde kamunun yatırımlarda payının azaltılmaya ve özel sektör yatırımlarının teşvik edilmeye çalışılması çabaları devam ediyor. Bu bakımdan Türkiye’de iş ve yatırım ortamının geliştirilmesi amacıyla programa 41 adet eylem planı konulmuştur. Bu noktada dikkat çeken en önemli başlıklar, yatırımların önündeki bürokratik süreçlerin azaltılması, süreçlerin hızlandırılması ve hukuki alt yapının hazırlanması gibi eylemlerdir. Önümüzdeki dönemde özellikle endüstri bölgeleri ve organize sanayi bölgelerine daha da önem verileceği anlaşılmaktadır. Elbette bu analizde yer veremediğimiz diğer başlıklar da büyük önem arz etmektedir. Ancak kısaca özetlemek gerekirse Türkiye’nin 2001 krizinden bu yana ekonomide kat ettiği mesafenin daha da değerlenmesi ve 2023 hedeflerine doğru daha emin adımlarla hareket edebilmesi açısından söz konusu eylem planlarının ivedilikle gerçekleştirilmesi gerekmektedir. Bu vesile ile son olarak Türkiye ekonomisi açısından sadece neo-liberal ekonomi politikalarının değil aynı zamanda faiz hassasiyeti olan sermayedar ve sanayicilerin ihtiyacını da karşılayabilecek faizsiz İslami finans modellerinin de bir an önce sistemi monte edilmesi gerektiğini de hatırlatmakta fayda var. OCAK 2015 81 Küresel Krz Ortamında 2014 Yılı Türk Dış Poltkası 2014’te Savunma ve Güvenlk 2014 Yılı Syasal Gelşmeler 2014 Yılı Türkye Ekonoms İnsan Hakları Açısından 2014 Yılının Değerlendrlmes Prof. Dr. Brol Akgün Doç. Dr. Ahmet Erkan Koca Prof. Dr. Haluk Alkan Dr. Tolga Dağlaroğlu Selvet Çetn 2014 PANORAMA Batı dünyasının hegemonyasını kaybetmeye başlamasının en önemli sonuçlarından biri bölgesel güçlerin kendi çıkarları temelinde uluslararası sistemden görece çok daha otonom dış politika arayışlarına girmesi olmuştur. Bu çerçevede 2014 yılı dünya tarihine en önemli sistemik kırılma anlarından biri olarak geçecek olaylara sahne olmuştur. Belirsizliklerin arttığı, geleneksel ittifak sistemlerinin flulaştığı, sisteme yön veren liberal değerlerin sarsıldığı ve en önemlisi de güç mücadelesine dayalı yeni jeopolitik hamlelerin hızlandığı bir yıl oldu. Bu bağlamda Rusya’nın Kırım’ı ilhakı ve Ukrayna’nın doğu kesimlerinin fiilen Moskova yörüngesine girmesi tarihi jeopolitik hamlelerdi. Buna karşın, ABD’nin Rusya’ya karşı ekonomik ambargoya başvurması ve gücünü kırmak için petrol fiyatlarını düşürme teşebbüsleri ise karşı adımlar olarak okunabilir. Yine ABD’nin uzun süredir ötekileştirdiği İran ve yakın coğrafyasındaki düşmanı Küba’ya yönelik izlediği açılım politikaları da yeniden yapılanan küresel sistemdeki kritik siyasi hamleler olarak görülmelidir. Küresel Kriz Ortamında 2014 Yılı Türk Dış Politikası Prof. Dr. Birol AKGÜN SDE Başkanı M odern uluslararası sistem 21. yüzyılın değişen ekonomi-politik dinamikleri çerçevesinde ciddi boyutlarda yeniden yapılanma sürecinden geçiyor. Soğuk savaştan galip çıkan ABD, özellikle 11 Eylül olayları sonrasında izlediği yanlış savaş politikaları ve irrasyonel tercihleri nedeniyle ekonomik ve askeri olarak güç kaybederken, küresel sistemdeki ahlaki ve siyasi otoritesi de zayıflamaktadır. Amerikalılar da ABD’nin dünya ile bu kadar yaygın askeri angajmana girmesine kar- 84 OCAK 2015 şı çıkarak daha tecritçi bir dış politikaya dönüşü desteklemeye başlamışlardır. Batı dünyasının diğer parçası olan Avrupa da benzer bir ekonomik kriz döngüsü içine girerken, siyasi elitlerde ciddi bir stratejik yorgunluk gözlenmektedir. Buna karşın, başta Uzak Doğu Asya ülkeleri olmak üzere, uzun yıllardır küresel sistemden dışlanan ama artık giderek güç kapasitelerini artıran Çin, Rusya, Hindistan, Brezilya ve Türkiye gibi yükselen aktörler ise giderek kendi ağırlıklarını hissettirmeye başladılar. Buna karşın, Türkiye’yi de yakından etkileyen Orta Doğu bölgesindeki gelişmeler ise bölgeyi neredeyse küresel sistemin kara deliği haline getirmiştir. 2014’ün yaz aylarında aniden ortaya çıkarak başta Musul olmak üzere Irak’ın özellikle Sünni bölgesini kontrol altına alan IŞİD örgütü, topraklarını Suriye’nin içlerine kadar genişleterek bir yandan Türkiye ile Suriye üzerinden komşu haline gelirken, diğer yandan ilan ettiği “hilafet devleti” projesi ile askeri, siyasi ve ideolojik bir bölgesel aktöre dönüşmüştür. ABD başkanı Obama arkasına körfez ülkeleri gibi güçlerin de desteğini alarak küresel düzlemde bir anti-IŞİD koalisyonu oluşturdu. Ancak Başkan Obama aynı kararlılığı Suriye’yi kana bulayan ve yalnızca 2014 yılında 39 bin kişinin ölümüne neden olan Esed yönetimine veya Gazze’de bin 500 kişiyi katledip on bin kişiyi yaralayan İsrail’e karşı gösteremedi. Türkiye’nin Dış Politikası Açısından 2014 Şüphesiz küresel dengelerdeki sistemik güç değişiminden en çok etkilenen ülkelerden birisi de Türkiye’dir ve biz bunu son yıllarda daha güçlü biçimde hissetmeye başladık. Denilebilir ki, Türkiye küresel ve bölgesel dönüşüm krizlerine oldukça hazırlıklı yakalandı. Ekonomik ve siyasi istikrar ile halkın artan demokratik bilinci ve son on yılda dış Diğer yandan 2014 yılında Türkiye açısından kritik olan iki gelişmeyi de özellikle zikretmek gerekir. Birincisi, ilişkilerimizin çoktandır sıkıntılı olduğu Özbekistan’ı sekiz yıl aradan sonra ilk kez bir Türk Dışişleri bakanının ziyaret etmesi önemlidir. İkincisi ise, Maliki döneminde kopma aşamasına gelen Ankara-Bağdat ilişkilerinin yeni Başbakan Abadi ile birlikte yeniden eski düzeyine çıkmış olmasıdır. Türkiye ve AB ilişkileri ise, bir yandan Avrupa’da yükselen milliyetçilik dalgasının siyasi gölgesi, diğer yandan Türkiye’yi anlamakta zorlanan Avrupalı siyasilerin olumsuz etkisiyle karşılıklı üst düzey ziyaretlere rağmen ciddi bir durağanlık dönemine terk edilmiş gözükmektedir. politikada yaşanan zihniyet dönüşümü Türkiye’nin kriz dönemini daha kolay atlatmasına sebep olmuştur. Bir yılda yaşanan iki ciddi seçim ile Gezi Parkı ve paralel yapının 17-25 Aralık saldırılarının AK Parti hükümeti üzerinde yarattığı siyasi baskıya rağmen Türkiye, dış politikada 2014’te karşılaştığı sorunları başarı ile yönetmesini bilmiştir. Ukrayna krizinde Türkiye uluslararası siyaset ve hukukun evrensel ilkeleri ve kuralları çerçevesinde hareket etmiş; NATO müttefikleriyle birlikte Kırım’ın Rusya’ya güç ve tehdit kullanılarak ilhakını tanımadığını açıkça beyan etmiştir. Kırım’daki Tatar Türklerinin haklarının korunması konusunda da açıkça Rusya ile ikili diplomatik görüşmeler yapmış ve Tatar liderlerle yakın bir ilişki içinde olmuştur. Ancak Türkiye, Suriye krizinin de öğrettiği dersle Batı ile OCAK 2015 85 2014 PANORAMA Batı dünyasının hegemonyasını kaybetmeye başlamasının en önemli sonuçlarından biri bölgesel güçlerin kendi çıkarları temelinde uluslararası sistemden görece çok daha otonom dış politika arayışlarına girmesi olmuştur. Bu çerçevede 2014 yılı dünya tarihine en önemli sistemik kırılma anlarından biri olarak geçecek olaylara sahne olmuştur. Rusya arasındaki Ukrayna ve Kırım krizinin bir TürkRus krizine dönüşmesine izin vermeyecek kadar da ihtiyatlı davranmıştır. Türkiye’nin 2014’te başını ağrıtan en önemli kriz ise şüphesiz IŞİD ile mücadele olmuştur. Türkiye’nin Suriye’de faaliyet gösteren IŞİD ve El Nusra cephesini Bakanlar Kurulu kararları ile resmen terör örgütü listesine dâhil etmesine rağmen, içerideki bazı grupların da katıldığı bir uluslararası propaganda makinesi vasıtasıyla Türkiye, IŞİD’i desteklediğine ilişkin ciddi bir algı operasyonuna maruz kalmıştır. Hatta bu algı operasyonuna siyasi malzeme sağlamak amacıyla, MİT tarafından organize edilen ve Türkmenlere insani yardım malzemesi taşıyan TIR’lar silah taşıdığı iddiasıyla durdurulmuştur. Oysa Türkiye IŞİD’in yükselişinden en fazla zarar gören ülke olmuştur. Zira IŞİD’in yaptığı ilk siyasi şov Musul’daki Türk konsolosluğunda çalışan 48 kişinin rehin alınması ve aylarca Türkiye’ye karşı bir tehdit ve pazarlık unsuru olarak kullanılmasıdır. Üç ay rehin kaldıktan sonra rehinelerin Türkiye’ye salimen geri dönmeleri ise büyük sevinçle karşılanmıştır. Obama tarafından ironik bir şekilde 11 Eylül’ün yıldönümünde açıklanan anti-IŞİD koalisyonuna Türkiye siyasi destek açıklamış olmakla birlikte, operasyonel düzlemde bazı gerekçelerle katılmamıştır. Bu konuda Türkiye’nin en önemli argümanı IŞİD’in esasen Suriye’de Esed rejiminin sebep olduğu iç savaşın bir sonucu olduğu ve eğer bir koalisyon kurulacaksa bunun Suriye’deki Esed rejiminin de- 86 OCAK 2015 ğişmesini de içeren kapsamlı bir siyasi projeye dayanması gerektiğidir. Türkiye eğer Esed kalacaksa, yeni göçleri önlemek için sınırların içinde güvenli bölgeler ve uçuşa yasak bölgeler ilan edilmesi fikrini ısrarla savunmaktadır. Ancak henüz bu konuda dostlarından açık bir destek bulabilmiş değildir. Son olarak IŞİD’in K. Irak ile Kobani’ye saldırması ise Türkiye’yi zor durumda bırakmıştır. K. Irak’tan binlerce Türkmen ve Ezidi Türkiye’ye sığınırken; Kobani’de yaşayan 150 bine yakın Kürt nüfus da bir gecede Türkiye’ye sığınmıştır. Bu son göçlerle birlikte Türkiye’de yaşayan Suriyeli sayısının iki milyona yaklaştığı söylenmektedir. Son olarak bazıları Türkiye’yi terör örgütünü destekleyen ülke olarak göstererek uluslararası sistemden tecrit edilmesini beklerken, Tayyip Erdoğan’ın yerel seçimleri ve ardından da % 52 oyla Cumhurbaşkanlığı seçimlerini açık bir farkla kazanması kendisine, hükümete ve Türkiye’ye önemli bir demokratik meşruiyet sağlamıştır. Bu nedenledir ki, ne Türkiye yalnızlaştırılabilmiş, ne de Erdoğan Chavez’leştirilebilmiştir. Tam tersine Türkiye, Mısır ve Suriye gibi zor konulardaki ilkesel duruşu ve istikrarlı ekonomik ve siyasi yapısıyla 2014’ün son çeyreğinde diplomatik alanda yoğun bir trafik yaşamıştır. Cumhurbaşkanı Erdoğan BM ve NATO zirvelerine katılmış, ikinci Türk-Afrika zirvesine Ekvator Gine’sinde ev sahipliği yapmış ve pek çok dünya liderini Ankara’da ağırlamıştır. Yılın son aylarında yolunu Ankara’ya düşüren siyasiler arasında ABD başkan yardımcısı J. Biden, Katolik dünyasının dini lideri Papa Fransuva, Rusya Lideri V. Putin, İngiltere Başbakanı D. Cameron ve İtalya Başbakanı M. Renzi de vardır. Diğer yandan 2014 yılında Türkiye açısından kritik olan iki gelişmeyi de özellikle zikretmek gerekir. Birincisi, ilişkilerimizin çoktandır sıkıntılı olduğu Özbekistan’ı sekiz yıl aradan sonra ilk kez bir Türk Dışişleri bakanının ziyaret etmesi önemlidir. İkincisi ise, Maliki döneminde kopma aşamasına gelen Ankara-Bağdat ilişkilerinin yeni Başbakan Abadi ile birlikte yeniden eski düzeyine çıkmış olmasıdır. Türkiye ve AB ilişkileri ise, bir yandan Avrupa’da yükselen milliyetçilik dalgasının siyasi gölgesi, diğer yandan Türkiye’yi anlamakta zorlanan Avrupalı siyasilerin olumsuz etkisiyle karşılıklı üst düzey ziyaretlere rağmen ciddi bir durağanlık dönemine terk edilmiş gözükmektedir. ’te SAVUNMA VE GÜVENLİK Doç. Dr. Ahmet Erkan KOCA SDE Savunma ve Güvenlik Programı Koordinatörü Cemaat Meselesi C emaatin bürokratik kurumlardaki gücünü ve etkinliğini kullanarak siyasi iktidara istediğini yaptırabileceği düşüncesinden hareketle aşırı özgüveni ve buna karşın hükümetin halk iradesinin paylaşılmazlığına olan bağlılığının yarattığı ve uzun süre alttan alta gizlice süren büyük gerilim 1725 Aralık 2013 tarihlerinde, 4 Bakan’a ve Başbakan Erdoğan’ın yakınlarına yönelik bir polis operasyonuyla ortaya çıktı. Emniyet Müdürü’nün, Vali’nin ya da Bakan’ın haberi olmaksızın ‘yolsuzluk’ gibi haklı gösterme potansiyeli oldukça yüksek bir meşrulaştırmayla yapılan polisiye operasyonlar demokratik bir sistemin kaldıramayacağı derecede siyasal karar alma mekanizmalarını ‘hiçe sayan’ bir süreçle gerçekleştirildi. Operasyonun yürütücüleri hayata ve sivil siyasal alana son derece militer ve hiyerarşik bir dizgeden baktıkları için bu yaptıklarının temelde askeri vesayet zamanları ya da darbe dönemlerinde olduğu gibi siyasal iktidara ve halkın iradesine rağmen ‘devlet mühendisliği’ ile gücü ve iktidarı elinde tutma çabası olduğunu farkedemediler. Cemaat asla hata ya da yanlış yapmaz gibi bir ‘kesin inanca’ sahip kesimler bu olan biteni meşrulaştırmak için var gücüyle hükümet aleyhine kampanya başlattı. Buna karşılık hükümet güvenlik ve yargı bürokrasisindeki ‘cemaat-yanlısı’ olan kişileri pasif görevlere atayarak ve cemaatin toplum nezdindeki meşruiyetini zayıflatmak için siyasal adımlar attı. Buna karşın görevden almalar ve yeni görevlendirmelerin bir güvenlik açığı yarattığı iddiaları dillendirildi ama bunun gerçekte böyle olmadığı ortaya çıktı denebilir. 2014, cemaatin hükümet karşıtlığını meşru bir zemine taşımak için ‘yolsuzlukları’ ve Kürtler ya da sol dünya görüşüne mensup karşıtlarla işbirliği yaptığı, Mart’ta yapılan yerel seçimlerde hükümetin büyük yara alacağı inancıyla hareket ettiği ama bütün bunlara rağmen demokratik süreçlerin işlediği, halkın seçilmişlerden yana tavır koyduğu bir yıl oldu. Yasadışı dinlemelerin ve ‘özel hayatın gizliliği ihlallerinin’ son bulacağı inancının doğduğu ve güç kazandığı bir yıl oldu. 2014, Başbakanlığı devralan Davutoğlu’nun özgürlük-güvenlik dengesinden özgürlük-güvenlik uyumuna geçileceğini duyurduğu ve bu anlamda bir paradigma değişikliğini getiren bir yıl oldu. ‘İç içe geçmiş bir güvenlik-özgürlük uyumu’na yapılan vurgu, son derece önemliydi çünkü bu durum, polisin OCAK 2015 87 2014’ün br dğer öneml başlığı çözüm sürecyd. Zaman zaman kesntlere uğrasa, dğer gündemlern gölgesnde kalsa ve stenen vmey yakalayamamış, son bulacakmış gb göründüğü olsa da sürecn br bçmde halka mal olduğu ortaya çıktı. Çözüm sürecne dar halkın desteğnn gerek Batı’da gerekse Doğu’da sanılanın üzernde olduğu ve yaşanan kamu düzen ve şddet problemlernn esasen çözümün geckmesnden duyulan gergnlğn dışavurumu olduğu görüldü. görevinin sanılanın aksine sadece güvenlik, sadece emniyet değil aynı anda ve iç içe geçmiş bir biçimde ‘özgürlükçü bir güvenlik’ olduğunu gösteren bir etkiye sahipti. Sürekli olarak, özgürlüklerin ve hukuktan kaynaklanan hakların yaşanırlığını amaç edinen bir güvenlik ve emniyet anlayışında çalışan polisin, bizatihi sivilleştirici, bizatihi özgürleştirici ve temel hakların hayata geçirilmesinin en önemli güvencesi olduğu gibi yeni bir anlayışa dikkat çekiyordu. Bu yüzden, özgürlükle güvenliği ayrı ayrı değil sürekli olarak iç içe geçmiş halde düşünmek ve her ikisini aynı anda dikkate alarak hareket etmek hem siyasal iktidarların hem de sokaktaki iktidarı temsil eden polisin demokratikliğinin en önemli göstergelerinden biri olacağı, bundan sonraki yıllarda bunun etkilerinin görüleceği gibi yeni bir döneme girildi. 2014’ün bir diğer önemli başlığı çözüm süreciydi. Zaman zaman kesintilere uğrasa, diğer gündemlerin gölgesinde kalsa ve istenen ivmeyi yakalaya- 88 OCAK 2015 mamış, son bulacakmış gibi göründüğü olsa da sürecin bir biçimde halka mal olduğu ortaya çıktı. Çözüm sürecine dair halkın desteğinin gerek Batı’da gerekse Doğu’da sanılanın üzerinde olduğu ve yaşanan kamu düzeni ve şiddet problemlerinin esasen çözümün gecikmesinden duyulan gerginliğin dışavurumu olduğu görüldü. İç Güvenlik Reformu açıklandı ve gerekli yasalaştırma çalışmaları önemli ölçüde tamamlandı. Paketle, güvenlik anlamında Cumhuriyet tarihinin en kapsamlı düzenlemelerinden biri sayılabilecek düzenlemeler gündeme geldi. Polisin ve idari amirlerin gözaltı ve toplumsal eylemleri kontrol altına alma konusundaki yetkileri arttırıldı. Emniyet teşkilatının iç yapısı ve yönetim biçiminde meydana gelen hantallıkların ve yığılmaların önüne geçecek yeni bir atama-terfi usulü getirilmesi tasarı haline geldi. Aynı tasarıda polis eğitimin yeniden ele alınarak militer olmaktan çıkarılıp sivilleştirilmesi, Kolluk Gözetim Mekanizması kurularak polisin hukukun üstünlüğü ve insan hakları açısından daha kontrol edilebilir ve sivil gözetime açık bir kurum haline getirilmesinin önü açılmış oldu. bulundurmak, satmak ve kullanmak da ağırlaştırılmış ceza kapsamına alındı. Buna göre, bu yerlerdeki uyuşturucu suçlarına verilecek ceza yarı oranında artırılarak uygulanacak. Tasarıdaki bir başka önemli düzenleme olarak Jandarma Genel Komutanlığı’nın ve Sahil Güvenlik Komutanlığı’nın hâlihazırdaki iç hizmet kanunundan kaynaklanan siyasi etki alanının dışındaki yapısının dönüştürülmesine yönelik adımlar atıldı. Özellikle Jandarma’nın daha şeffaf, hesap verebilir ve personel bakımından daha profesyonel bir yapıya dönüşmesi için İçişleri Bakanlığı’na bağlanmasını ön gören adımlara karşı, Genelkurmay’dan gelen Jandarma’nın siyasallaşacağına dair eleştirel mahiyetteki muallak atıflar, demokrasi ve güvenlik kavramları hakkında yeni bir tartışma zeminini oluşturması açısından bile olumlu bir gelişme olarak değerlendirilebilir. Cumhurbaşkanlığı bünyesinde ABD’deki Ulusal Güvenlik Konseyi’ne (National Security Council) benzer bir biçimde yeni bir birim kuruldu. Cumhurbaşkanlığı teşkilat kararnamesiyle kurulan ‘Güvenlik Politikaları Başkanlığı’nın ulusal güvenlik konularında strateji ve politika geliştirmesi, Cumhurbaşkanı’na danışmanlık hizmeti vermesi planlandı. Bu hizmet kapsamında Çözüm Süreci, mülteciler meselesi ve kamu düzeni gibi konularda araştırma ve politika yönlendirici çalışmalar yapması öngörüldü. 2014’ün en önemli toplumsal sorunlarından biri de uyuşturucu kullanımı oldu. Uyuşturucuyla mücadelede ulusal tedbirler alınırken güvenlik güçleri de asayiş tedbirleri arttırıldı. 28-29 Kasım 2014 tarihleri arasında Ankara’da düzenlenen Uyuşturucuyla Mücadele Şurası’nda görüşülen ve Uyuşturucuyla Mücadele Eylem Planı’nın önde gelen projelerinden biri olan NARKOTİM, Aralık ayında hayata geçti. Başbakan Davutoğlu, NARKOTİM’in açılışına katılarak; “uyuşturucu bizim için terör gibi geleceğimizi tehdit eden sosyal dokumuzu ahlakımızı tehdit eden bir tehlikedir. Yürüteceğiniz görevde mahallelere inerek okul çevrelerine kadar ineceğiniz görev ulvi bir görevdir.” şeklindeki açıklamasıyla hükümetin bu konuya yönelik iradesini de ortaya koydu. Ayrıca, İç Güvenlik Reformu’nda yapılan bir başka değişiklikle de okul, yurt, hastane ya da ibadethanelerle birlikte kışla ve askeri tesislerde uyuşturucu Türkiye’nin güvenlik sorunlarından bir kısmı da bölgesel sorunlara kaynaklı olarak ortaya çıktı. Başta Suriye’deki iç savaş olmak üzere sınır komşularından sirayet eden huzursuzlukların başında sınır güvenliği, terör ve göç konuları yer aldı. Özellikle, Suriye’deki iç savaştan ve Kobani’ye olan IŞİD saldırılarından kaçanlara Türkiye’nin kapılarını açması ile 2 milyona yakın bölge insanı ülkemize sığınmış oldu. Bu durum kaçınılmaz olarak güvenlik ve kamu düzeni açısından yönetilmesi zor durumlar oluşturdu. Sınır güvenliği ve Suriyeli göçmenler konusu güvenlik alanındaki önemli başlıklardan biri olarak tartışıldı. Son olarak, 2015 Yılı Merkezi Yönetim Bütçe Kanunu Tasarısı’nda savunma ve güvenlik bütçesi yaklaşık 52 milyar TL olarak yer buldu ve ilgili kurum ve kuruluşlara ayrılan bütçe şöyle gerçekleşti: İçişleri Bakanlığı: 3 milyar 898 milyon TL; Milli Savunma Bakanlığı bütçesi 22 milyar 764 milyon TL; Milli İstihbarat Teşkilatı: 1 milyar 108 milyon TL; Emniyet Genel Müdürlüğü: 17 milyar 623 milyon TL ve Jandarma Genel Komutanlığı: 6 milyar 490 milyon TL. OCAK 2015 89 2014 PANORAMA Prof. Dr. Haluk ALKAN SDE Uzmanı SİYASAL GELİŞMELER 2014 yılı 2013’ten Türkiye’nin siyasal gündemi açısından üç önemli konuyu devralarak başladı. Bunlardan ilki 17-25 Aralık operasyonları ile hükümet ve cemaat arasında görünür hale gelen gerilimdi. İkincisi 2014 yılı içinde iki kritik seçimin, 30 Mart Mahalli İdareler ve 10 Ağustos Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin yapılacak olmasıydı. Üçüncüsü ise çözüm süreciydi. Hükümet - Paralel Yapı Gerilimi 17-25 Aralık operasyonları gerek zamanlama, gerek yargı ve emniyet arasındaki kapalı ilişkiler, gerekse Samanyolu medya grubunun operasyonlara verdiği destek nedeniyle hükümet tarafından başından beri bir darbe girişimi ve yeni bir vesayet düzeninin ülkede tesis edilmesi çabası olarak görüldü. Daha önce yaşanan 7 Şubat 2012’de Hakan Fidan’ın Oslo Gö- 90 OCAK 2015 rüşmeleri nedeniyle yargı marifetiyle tutuklanmak istenmesi ve Gezi olayları AK Parti iktidarına karşı yeni yöntemlerin ve aktörlerin devreye sokulduğunun bir göstergesiydi. Operasyonda görev alan emniyet yetkililerinin fezlekede “dönemin Başbakanı” ve “örgüt lideri” gibi ifadelere yer verdiği iddiaları ve kendi aralarındaki yazışmalarda “Kabineyi burada toplayacağız” şeklinde ifadeler kullanmaları, yine Recep Tayyip Erdoğan ve kabine üyelerinin hatta bazı bürokratların kriptolu telefonlarının dinlenmiş olması, üzerinde oynanmış bazı tapelerin internet sitelerine servis edilmesi gibi bazı gelişmeler 17-25 Aralık operasyonu ile ilgili kamuoyunda ciddi şüphelerin oluşmasına neden oldu. 1 Ocak 2014 tarihinde Hatay’da ve 19 Ocak 2014 tarihinde Adana’da MİT tırlarının durdurulup arama yapılmaya çalışılması da yapılanmanın nerelere uzanabileceği ve uluslararası bağlantıları konusunda yeni iddiaların gündeme gelmesine neden oldu. Paralel yapının sözde “Selam” terör örgütü takibi kapsamında binlerce kişiyi dinlediği yıl ortalarında açıklandı. Dinlenenlerden bazılarını içeren listeler farklı haber organlarında yayınlandı. Telekomünikasyon İletişim Başkanlığı, 7 Mart 2014’te yaptığı açıklamada 2012 ve 2013’te 509 bin kişinin dinlenmiş olduğunu, bu iki yılda telefon dinlemek için 217.863 mahkeme kararı çıkarılmış olduğunu belirtti. 2014 yılı bu anlamda devlet içinde yapılanmış ve dışarıdan yönlendirilen paralel yapıya karşı bir dizi operasyonun yaşandığı yıl oldu. Hükümetin karşı girişimi üç başlık etrafında şekillendi. İlk girişim paralel yapının emniyet içindeki uzantılarına yönelik olarak gerçekleştirildi. Bu çerçevede 2014 yılı içinde 4 Ocak’tan başlayarak 11 Eylül’e kadar geçen sürede toplam on bir operasyon hayata geçirildi. 18 Kasım’da açıklama yapan İçişleri Bakanı Efkan Ala, o tarihe kadar 181 polise cezai işlem uygulandığını ve 155 polisin meslekten ihraç edildiğini açıkladı. Karşı operasyonun ikinci ayağı yargıya yönelikti. Bu çerçevede 2013 yılı sonunda başlatılan 17-25 Aralık soruşturmalarına yeni savcılar atandı. Dosya Savcı Muammer Akkaş’tan alındı, daha sonra soruşturmanın diğer kilit ismi Zekeriya Öz Bakırköy’e Başsavcı vekili olarak atandı. Ocak, Şubat ve Haziran aylarında çok sayıda hâkim ve savcının görev yerleri değiştirildi. Karşı operasyonun üçüncü ayağını ise idari ve yasal düzenlemeler oluşturmuştur. Bu çerçevede Adli Koluk Yönetmeliği değiştirildi; Şubat ayında TUBİTAK’ta görev değişiklikleri gerçekleştirildi; Mart ayında Ağır Ceza Mahkemeleri kaldırılarak, görevleri Sulh Ceza Mahkemelerine devredildi; Aralık ayında Ceza Muhakemeleri kanununda yapılan değişiklikle arama yapılabilmesine karar verilebilmesi için makul şüphenin varlığını yeterli sayan düzenleme yürürlüğe girdi. Paralel yapılanmaya yönelik son operasyon yıl sonunda 14 Aralık’ta başlatıldı. Operasyon 2010 yılında Fethullah Gülen grubuna muhalefeti ile tanınan başka bir grubun düzmece delillerle terör örgütü takibatına uğratılmasına ilişkin yapılan şikâyet üzerine başlatıldı. Operasyon kapsamında aralarında Zaman Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Ekrem Dumanlı, Samanyolu Televizyonu Yayın Grubu Başkanı Hidayet Karaca, Zaman Gazetesi eski yazarı Hüseyin Gülerce, Bugün Gazetesi yazarı Nuh CHP ve MHP arasında ller düzeynde değşen ttfaklar ve bu ttfaklara Gülen grubunun verdğ desteğe rağmen sonuçlar ttfak temelnde sonuç almaya dönük stratejlere karşı, seçmene dönük poltka seçeneklerne, projelere ağırlık veren stratejlern daha başarılı olduğunu göstermştr. AK Part % 45 oy oranında ülke genelndek 1381 beledye ve büyük şehr beledye başkanlığının, 818’n almayı başarmıştır. Gönültaş, bazı dizilerin yapımcı, yönetmen ve senaristleri ile emniyet mensuplarının bulunduğu toplam 31 kişi hakkında işlem yapıldı. Bu kişilerden 27’si gözaltına alındı ve 12 kişi tutuklanma istemi ile mahkemeye sevk edildi. Haklarında tutuklama istenenlerden Hidayet Karaca ve üç kişinin tutuklanması kararı verildi. Ayrıca savcılığın Fethullah Gülen hakkında istediği yakalama talebi mahkeme tarafından kabul edildi. 14 Aralık operasyonu ile ilk kez paralel yapının emniyet ve yargıdaki uzantıları değil, doğrudan cemaat mensupları ve liderinin hedef alınması bu operasyonu yıl içindeki diğer operasyonlardan farklı bir niteliğe büründürmektedir. 30 Mart ve 10 Ağustos Seçimleri Belirtildiği gibi 2014 yılının siyaset açısından bir diğer önemi bu yılda iki kritik seçimin yapılacak olmasıydı. Gezi olayları ve 17-25 Aralık operasyonları ile gündeme gelen yolsuzluk iddialarının ve devamında hükümet ile cemaat arasında başlayan gerilimin AK Parti’nin seçmen desteğine nasıl yansıyacağı sorusu yapılacak seçimleri önemli kılmaktaydı. 30 Mart seçimleri bütün bu gelişmelere rağmen AK Parti’nin seçmen tabanını önemli ölçüde koruduğunu göstermiştir. CHP ve MHP arasında iller düzeyinde değişen ittifaklar ve bu ittifaklara Gülen grubunun verdiği desteğe rağmen sonuçlar ittifak temelinde sonuç almaya dönük stratejilere karşı, seçmene dönük politika seçeneklerine, projelere ağırlık veren stratejilerin daha başarılı olduğunu göstermiştir. AK Parti % 45 oy oranında ülke genelindeki 1381 bele- OCAK 2015 91 AK Parti’nin 2014 yılında yaşadığı sorun Hükümetparalel yapı gerilimine bağlı olarak AK Partili bazı milletvekillerinin parti yönetimine karşıt bir tutuma yönelmeleri çerçevesinde şekillenmiştir. 17-25 Aralık sürecinde aralarında bakanlık görevi yapmış üç ismin bulunduğu dokuz milletvekili Parti’den istifa etmiştir. Bu isimlerden ikisi, İdris Bal Demokratik Gelişim Partisi’ni, İdris Naim Şahin ise Millet ve Adalet Partisi’ni kurdular. diye ve büyük şehir belediye başkanlığının, 818’ini almayı başarmıştır. 10 Ağustos Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin bir kritik seçim olmanın ötesinde siyasal hayatımız açısından bir diğer önemi daha bulunmaktaydı. Bu seçimlerle, 1960 darbesi ile başlatılan vesayetçi rejim geleneğinin 1982 Anayasası’nda vesayetin merkez aktörüne dönüştürdüğü Cumuhurbaşkanlığı makamına kimin geçeceği ilk kez doğrudan halk tarafından belirlenmiş ve yapılan seçimler bir dönemin kapandığının tescili olmuştur. Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde iki temel strateji birbiri ile yarışmıştır. Bunlardan ilki 30 Mart yerel seçimlerinin kötü bir okumasına dayalı olan ve CHP ile MHP’nin ittifak stratejisidir. CHP ve MHP 30 Mart seçimlerinde oluşturmaya çalıştıkları ittifakın aldığı toplam oy oranı ve muhtemelen destek bekledikleri diğer küçük partilerin katkısını esas alarak stratejilerini geliştirdiler. Buna karşılık CHP ve MHP kendi tabanlarının sıcak bakacağı ortak bir aday belirlemek yerine, AK Parti tabanının sıcak bakacağı düşünülen ve muhtemelen dışarıdan empoze edilen, Prof. Dr. Ekmeleddin İhsanoğlu’nu aday göstererek, kendi tabanlarında aday tartışmasının yaşanmasına neden oldular. İkinci strateji, doğrudan siyasetten gelen ve partisi tarafından desteklenen adayların, öncelikle kendi seçmen tabanlarını konsolide eden ve aynı zamanda daha geniş kitlelere doğru genişlemeyi hedefleyen bir nitelik taşımaktadır. Recep Tayyip Erdoğan ve Selahattin Demirtaş’ın seçim stratejileri bu konsepte oturmuştu. Recep Tayyip Erdoğan, tekçil, statükoyu, korumacılığı ve içine kapanmayı temsil eden eskiye karşı yürütülen mücadelenin yapılacak seçimlerle birlikte 92 OCAK 2015 yeni bir aşamaya taşınacağını, çoğulcu, liyakate dayalı, estetiği esas alan bir değişimin medeniyet konseptine dayalı olarak hayata geçirileceğini seçim kampanyası süresince vurgulamıştır. Yapılan Seçimler sonucunda siyaset mühendisliğine dayanan siyasetin doğal süreçlerine dışarıdan müdahalelere açık bir siyaset yapma tarzının kaybedeceği ortaya çıkmıştır. Seçimlerin ilk turunda geçerli oyların % 51,79’unu alan Recep Tayyip Erdoğan Cumhurbaşkanı seçilmeyi başardı. İhsanoğlu % 38,44 oy alabilirken, seçim stratejini değişim üzerine bina eden Demirtaş % 9,76 oranında oy almıştır. CHP ve MHP’nin desteklediği İhsanoğlu, 30 Mart seçimlerinde bu iki partinin aldığı toplam oy oranının beş puan gerisinde kalmıştır. Yapılan her iki seçim cemaatin Türkiye’deki oy tabanının abartıldığı gibi olmadığını da ortaya koymuştur. Partiler 2014 yılında yapılan seçimler siyasal partilerde bazı hareketlenmelerin yaşanmasına neden olmuştur. Cumhurbaşkanlığı seçimlerini Recep Tayyip Erdoğan’ın kazanması, zorunlu olarak AK Parti yönetiminde ve kabinede revizyonu zorunlu kılmıştır. 27 Ağustos 2014 tarihinde gerçekleştirilen 1. Olağanüstü Kurultay’da AK Parti liderliğine ortak aday gösterilen Prof. Dr. Ahmet Davutoğlu seçildi. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın 28 Ağustos’ta TBMM Genel Kurulunda yemin ederek göreve başlamasından bir gün sonra Ahmet Davutoğlu 64. Türkiye Cumhuriyeti Hükümetinin Başbakanı olarak atandı. Bu şekilde AK Parti sorunsuz şekilde lider değişimini ve buna bağlı olarak yeni hükümetin kuruluşunu gerçekleştirerek geçiş sürecini başarı ile tamamlamış oldu. Seçimlerin ana muhalefet partisi CHP üzerindeki etkileri ise daha sarsıcı oldu. Parti içi muhalefetin kurultay çağrılarına CHP yönetimi olumlu karşılık verdi. Seçimde izlenen stratejiye ilk somut tepki Genel Başkan Kılıçdaroğlu’na yakın bir isimden Grup başkan Vekili Muharrem İnce’den geldi. 18 Ağustos’ta görevinden istifa eden İnce, Kurultay’da Genel başkanlığa aday olacağını açıkladı. 4 Eylül’de toplanan Kurultay’da 177 delegenin imzasıyla aday gösterilen Muharrem İnce yapılan seçimlerde 415 oy alarak Kılıçdaroğlu’na karşı seçimi kaybetmiştir. 31 Ekim 2014 tarihinde partinin eski Grup Başkan Vekili Emine Ülker Tarhan CHP’den istifa etti. Tarhan 14 Kasım’da Anadolu Partisi’ni kurdu. Ülker’in eleştirilerine sözleriyle destek veren Partinin eski Genel sekreteri Süheyl Batum, 5 Kasım’da Parti Yüksek Disiplin Kuruluna sevk edildi ve 11 Aralık’ta CHP’den ihraç edildi. 15 Aralık’ta CHP İzmir Milletvekili Birgül Ayman Güler, CHP yönetimini cemaat ile ittifak yapmakla eleştirmesi üzerine disiplin kuruluna sevk istemiyle Parti Meclisi’ne sevk edildi. Bu şekilde Parti politikaları konusunda CHP içindeki tartışmaların 2015 yılına devredileceği söylenebilir. 2014 yılında ülkemizde yaşanan siyasal gelişmeler 2015 Genel seçimlerinin yine bir kritik seçim havasında geçeceğini göstermektedir. Seçimler sonrasında oluşacak yeni kabinenin bileşimi ve Cumhurbaşkanı-hükümet ilişkilerinin Türk siyasal hayatında nasıl bir yöne verileceği konusunda da 2015 yılı anahtar önemde olacaktır. Türkiye’de muhalefet sorununun 2015 yılında da temel tartışma konularından birini oluşturacağı söylenebilir. Çözüm Süreci Çözüm süreci ile ilgili yıl içindeki gelişmeler Ekim ayına kadar yaşanan süreç ve sonrasında yaşananlar olmak üzere iki ayrı başlık altında toplanabilir. Ekim ayında Kobani’nin IŞİD tarafından kuşatılmasına kadar geçen sürede bazı provokatif müdahalelere rağmen müzakerelerin soğukkanlılıkla yürütüldüğü bir süreç yaşanmıştır. 26 Nisan 2014 tarihinde MİT Kanunu’nda, MİT mensuplarına farklı unsurlarla irtibata geçme imkânı tanıyan değişiklik yürürlüğe girdi. 16 Temmuz’da ise çözüm sürecinin yasal dayanağı olarak kabul edilen “Terörün Sona Erdirilmesi ve Toplumsal Bütünleşmenin Güçlendirilmesine Dair Kanun” yasalaştı. Yine yıl içinde tartışmalı KCK Soruşturması kapsamında gözaltına alınan çok sayıda kişinin tahliyesi gerçekleşti. Ağustos ayına gelindiğinde hükümet-İmralı-Kandil arasında üçlü müzakere sürecine geçilebileceği yönündeki açıklamalar, Ekim ayına gelindiğinde yerini karşılıklı sert açıklamalara bıraktı. Yaşanan gerginliğin temel nedeni Kuzey Suriye’deki gelişmeleri merkeze alan HDP-Kandil ve İmralı’nın, çözüm sürecini bölgede otonom bir yönetim kurulmasının aracına dönüştürme istekleriydi. Hükümetin her iki süreci birbirinden ayrı tutma isteğiyle çelişen talepler, HDP yönetiminin sokağa çıkma çağrıları sonucunda 6-7-8 Ekim tarihleri arasında kanlı olayların yaşanmasına neden oldu. Olaylarda 34 kişi hayatını kaybederken, olaylar yer yer yağma ve Vandalizm’e varan boyutlara ulaştı. Sahada ve kamuoyunda oluşan tepki sokak çağrısı yapan grupların geri adım atmasına neden oldu. 9 Ekim’de HDP Eşbaşkanı Selahattin Demirtaş Diyarbakır’da basın toplantısı düzenleyerek olayların durdurulması çağrısı yaptı. Yaşanan gerilim hükümetin bölgede güvenlik temelinde özgürlüklerin korunmasını esas alan bir söyleme ve düzenlemelere yönelmesine kaynaklık ederken, HDP, İmralı ve Kandil’in yerel özerklik temelinde bir reform süreci talebini öne çıkardığı görülmektedir. Kasım ve Aralık ayları çözüm sürecinin yeniden restore edilmesi çabaları ile geçti. Üçlü müzakere süreci, sekretarya oluşturulması, tarafların dışında sivil bir inisiyatifin sürece dâhil edilmesi gibi konular etrafında tartışmalar yaşandı. Abdullah Öcalan tarafından dile getirilen “Demokratik Müzakere Taslağı”nın Kandil tarafından kabul edilmesinden sonra ve Başbakan Yardımcısı Akdoğan’ın çözüm sürecinde nihai noktaya 2015 genel seçimlerinden önce gelineceği yönündeki açıklamaları süreçte yaşanan yol kazasının atlatıldığına dair ümitleri 2015 yılına taşıyan gelişmeler oldu. OCAK 2015 93 2014 PANORAMA 2013 Mayıs ayında ABD Merkez Bankasının (FED) geleneksel olmayan para poltkasını kapsamında almış olduğu hazne bonosu ve konut kredlerne dayalı menkul kıymet alımlarında kademel olarak aylık bazda 10 mlyar dolarlık azalıma gdeceğn lan etmes bu dönemde fnans pyasalarındak hareketlern temel belrleycs olmuştur. Bu durum, başta Türkye olmak üzere Endonezya, Güney Afrka ve Brezlya pyasalarında 22 Mayıs’tan tbaren Ağustos ayının sonuna kadar olan dönemde fnansal pyasalarda dalgalanmaya neden olmuştur. Bu dönemde bu ekonomlerde tahvl fazlernde yüzde 2,5 artış görülürken hsse senetler yüzde 13,25 değer kaybetmş ülke para brmler yüzde 13,5 değer kaybetmş, bu ülkelern dövz rezervler yüzde 4,1 azalmıştır. TÜRKİYE EKONOMİSİ Dr. Tolga DAĞLAROĞLU* Araştırma Görevlisi G lobal finansal kriz sonrasında sanayileşmiş ülke merkez bankaları tarafından uygulana aşırı gevşek para politikası Türkiye gibi gelişmekte olan piyasa ekonomilerine yönelik sermaye akımlarının hızlanmasına neden olmuştur (Grafik-1). Grafik-1: Gelişmekte Olan Piyasa Ekonomilerine Yönelik Sermaye Akımları ve Gelişmekte Olan Piyasa Ekonomileri Döviz Kurlarındaki Oynaklık Kaynak: IMF 2013 Mayıs ayında ABD Merkez Bankası’nın (FED) geleneksel olmayan para politikasının kapsamında almış olduğu hazine bonosu ve konut kredilerine dayalı menkul kıymet alımlarında kademeli olarak aylık bazda 10 milyar dolarlık azalıma gideceğini ilan etmesi, bu dönemde finans piyasalarındaki hareketlerin temel belirleyicisi olmuştur. Bu durum, 94 OCAK 2015 başta Türkiye olmak üzere Endonezya, Güney Afrika ve Brezilya piyasalarında 22 Mayıs’tan itibaren Ağustos ayının sonuna kadar olan dönemde finansal piyasalarda dalgalanmaya neden olmuştur. Bu dönemde bu ekonomilerde tahvil faizlerinde yüzde 2,5 artış görülürken hisse senetleri yüzde 13,25 değer kaybetmiş ülke para birimleri yüzde 13,5 değer kaybetmiş, bu ülkelerin döviz rezervleri yüzde 4,1 azalmıştır. Söz konusu ülkelerin merkez bankaları finansal piyasalarda istikrarı ve güveni yeniden sağlamak amacıyla para politikalarında sıkılaştırmaya gitmiştir. Bu çerçevede Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası’nın (TCMB) 2014 yılı Ocak ayında Türkiye ekonomisine yönelik sermaye akımlarındaki yavaşlama ve ülkeye özgü artan belirsizlikler nedeniyle döviz kurları ve finansal piyasalarda yaşanan oynaklığı, enflasyon ve enflasyon beklentilerinde ortaya çıkan bozulmayı azaltmak amacıyla bir hafta vadeli repo piyasası faiz oranlarında 550 baz puanlık önden yüklemeli güçlü bir sıkılaştırmaya gitmiştir. 2010-2013 yılında ortalama olarak enflasyon yüzde 7,9 cari işlemler açığının GSYİH’a (Gayri Safi Yurtiçi Hasıla) oranı ise 7,5 olarak gerçekleşmiştir. Türkiye ekonomisi 2013 yılında ise yüzde 4,1 büyüme kaydetmiştir. Uluslararası Para Fonu’na (IMF) göre gelecek yıl Türkiye ekonomisinin yüzde 3 civarında büyümesi ve petrol fiyatlarının varil başına 99,4 $ olması varsayımından hareketle cari işlemler açığının 2014 yılı sonunda GSYİH’nın 5,75’den yüzde 6’ya çıkması beklenmektedir. İlk çeyrekte yüzde 4,7 ve ikinci çeyrekte yüzde 2,1 büyüyen Türkiye ekonomisi 2014’ün ilk yarısında yerel seçimler, parasal sıkılaşma ve makro ihtiyati tedbirlerinde etkisiyle yüzde 3,3 düzeyinde büyümüştür. Üçüncü çeyrekte ise 0,4 büyüme gerçekleşirken yıllık bazda reel GSYİH’da meydana gelen artış yüzde 1,7 olarak gerçekleşmiştir. Jeopolitik risklere rağmen ihracat, ağırlıklı olarak Orta Doğu ve Kuzey Afrika ülkelerine yapılmaktadır. Bu ülkelere yapılan ihracat 2012 yılında toplam ihracatın yüzde 32,2’sinden yüzde 27,9’una düşmüştür. Türkiye’nin ihracatında Almanya’dan sonra yüzde 8 gibi önemli bir oranda Irak ikinci sırada yer almaktadır. 2013 yılının ikinci yarısında reel efektif döviz kuru değer kaybetmiştir. TÜFE ve ÜFE bazlı reel döviz kuru 2012 yılı ile karşılaştırdığımızda sırasıyla yüzde 10 ve yüzde 9 değer kaybetmiştir. Dış ticaret ortakları ile aramızdaki pozitif enflasyon Türkiye’nin dış ticarette rekabetçiliği üzerinde baskı unsuru olmaya devam etmektedir. 2011 yılının sonundan itibaren nominal döviz kuru yüzde 13 değer kaybetmiştir. Bu değer kaybı reel döviz kurundaki değerlenmeyi engellemiş ve böylece reel döviz kurunun 2011 yılı seviyesinde kalmasına yardımcı olmuştur. Bu dönemde ülkemize GSYİH’nın yüzde 1,6 kadar doğrudan yabancı sermaye girişi olmuştur. Doğrudan yabancı yatırımlardaki azalış Türkiye’ye özgü bir trend değildir. Bu dönemde 2009 yılından günü- müze tüm gelişmekte olan ülkelerde gözlemlenen bir eğilimin bir sonucudur. 2014 yılının ilk yarısında iç talepteki yavaşlamaya rağmen nispeten güçlü istihdam artışının devam ettiği görülmüştür. Fakat bu eğilim üçüncü çeyrekte ekonomide gözlenen yavaşlama ve işgücüne katılım oranı son yıllardaki görece yüksek seviyesini koruması işsizlik oranlarının belirgin biçimde artmasına neden olmuştur. 2013 yılının ilk sekiz ayında 231 milyon TL fazla veren merkezi yönetim bütçe dengesi bu yılın aynı döneminde faiz hariç harcamalardaki artış ve daralan iç talebe bağlı olarak düşük oranda artan vergi gelirlerinin etkisiyle 2,7 milyar TL açık vermiştir. Yılın ilk sekiz ayında toplam birincil gelirler yıllık bazda yüzde 10 artmıştır. Bu artış bütçe tahminlerinin üzerinde bir artış olmaktadır. Merkezi yönetimin harcamaları ağustos ayı itibariyle yıllık bazda yüzde 13,5 artış göstermiştir. Kısacası bütçe dengesi yıl sonu bütçe hedefiyle uyumlu bir görünüm göstermesi beklenmektedir. Kamu borç stoku göstergeleri 2014 yılının ilk sekiz ayında olumlu seyrini korurken, finansal piyasalardaki dalgalanmalara rağmen borçlanma yapısında önemli bir değişim gözlenmemiştir. 2014 yılının ilk sekiz ayında kamu borç yükü azalmaya devam etmiş, borçlanmanın reel maliyeti düşük seviyelerde gerçekleşmiş, borç stokunun ortalama vadesi uzamış ve borç stoku içinde faiz ve döviz kuruna duyarlı borç senetlerinin payı azalmıştır. TL cinsinden sabit faizli senetlerin payı Ocak - Ekim döneminde yüzde 67,6 olarak gerçekleşmiştir. Borçlanmanın vadesi ise 2014’ün ilk on ayında 68,8 ay olarak gerçek- OCAK 2015 95 leşmiştir. Borçlanmanın maliyeti ise bir önceki yıla göre artış göstermesine karşılık birleşik faiz yüzde 9,9 olarak gerçekleşmiştir. 2014 yıl sonunda yüzde 33,1 olarak tahmin edilen AB tanımlı borç stokunun GSYH’ye oranının 2015 yılında yüzde 31,8 olması öngörülmektedir. olarak faiz gelirlerindeki azalıştan kaynaklanmaktadır. Karlılıktaki azalışa rağmen sermaye yeterlilik oranının yasal sınırın iki katı olması ve kredilerin takibe dönüşüm oranının oldukça düşük seviyelerde olması bankacılık sektörünün sağlamlığının önemli bir göstergesi olmaktadır. Enerji ve gıda fiyatları küresel seviyede düşmesine rağmen Türkiye’deki gıda fiyatlarının olumsuz hava koşullarına bağlı olarak artması ve Türk lirasındaki değer kayıpları enflasyonu olumsuz yönde etkilemiştir. Enflasyon öngörülemeyen ve kısmen geçici faktörler nedeniyle yaz döneminde son iki yılın zirve noktasını görmüştür. Bu artışta TL’deki değer kaybı ve son 13 yılın en kurak yazının etkisiyle yükselen gıda fiyatları etkili olmuştur. Tüketici fiyatları enflasyonunun yıl sonunda yüzde 9,4’e yükseleceği tahmin edilmektedir. 2014 yılının ilk dokuz ayında hane halkı yükümlülükleri, finansal varlıklarına kıyasla daha ılımlı bir artış göstermiştir. Hane halkının yükümlülük/varlık dengesi kademeli olarak iyileşerek 2012 yılı seviyelerine gerilemiştir. Bu gelişmede, alınan makro ihtiyati tedbirlerin hane halkı yükümlülüklerindeki artışı sınırlamasına karşın hane halkı varlıklarının büyük bir kısmını oluşturan mevduatlardaki büyümenin görece güçlü seyretmeye devam etmesi etkili olmuştur. Alınan makro ihtiyati tedbirlerin etkisiyle hane halkı yükümlülüklerinin büyümesi 2014 yılının Mart ayından bu yana makul bir seyir izlemektedir. Son yıllarda bankacılık sektörünün karlılığında görülen azalışa rağmen Bankacılık sektörü kısa vadeli likidite şoklarına dayanıklı yapısını korumaktadır. Karlılıkta azalış net faiz gelirlerinde meydana gelen azalıştan kaynaklanmaktadır. Özellikle kamunun borçlanma ihtiyacında meydana gelen azalışa bağlı Yükümlülüklerin büyük kısmını oluşturan bireysel kredi kompozisyonunda, makro ihtiyati tedbirlere konu olan taşıt kredileri ve kredi kartlarının payı gerilemiştir. Bireysel kredilerde 2013 yılında yaşanan hızlı artış, 2014 yılı içinde önemli ölçüde güç kaybetmiştir. 13 haftalık hareketli ortalama ile bu yılın ilk sekiz ayında bir önceki yılın aynı dönemine göre tüketici kredilerinin artış hızı yüzde 13 olarak gerçekleşmiştir. Reel sektörün yurt dışına olan finansal yükümlülüklerinin GSYİH’ye oranı son altı ayda sınırlı bir düşüş göstermiştir. Reel sektörün 2014 yılı Aralık ayı ile 2015 yılı Eylül ayları arasında 11,2 milyar ABD Doları uzun vadeli kredilerden, 1,9 milyar ABD Doları da kısa vadeli kredilerden olmak üzere toplam 13,1 milyar ABD Doları kredi ödemesi bulunmaktadır. Fakat Reel sektörün dış borç yenileme oranlarının artış eğiliminde olması, firmaların dış finansman açısından bir sorun olmadığını göstermektedir. Tablo-1, seçilmiş gelişmekte olan piyasa ekonomilerinde borç, kaldıraç, banka ve şirketler kesimine ilişkin büyüklükleri göstermektedir. Ekim sonu verileri itibariyle Türkiye ekonomisinin hem kamu hem de özel sektör açısından güçlü konumunu sürdürdüğünü göstermektedir. 96 OCAK 2015 İlk çeyrekte yüzde 4,7 ve knc çeyrekte yüzde 2,1 büyüyen Türkye ekonoms 2014’ün lk yarısında yerel seçmler, parasal sıkılaşma ve makro htyat tedbrlernde etksyle yüzde 3,3 düzeynde büyümüştür. Üçüncü çeyrekte se 0,4 büyüme gerçekleşrken yıllık bazda reel GSYİH’da meydana gelen artış yüzde 1,7 olarak gerçekleşmştr. Jeopoltk rsklere rağmen hracat, ağırlıklı olarak Orta Doğu ve Kuzey Afrka ülkelerne yapılmaktadır. Bu ülkelere yapılan hracat 2012 yılında toplam hracatın yüzde 32, 2’snden yüzde 27, 9’una düşmüştür. Türkye’nn hracatında Almanya’dan sonra yüzde 8 gb öneml br oranda Irak knc sırada yer almaktadır. Tablo-1: Seçilmiş Gelişmekte Olan Piyasa Ekonomilerinde Borç, Kaldıraç, Banka ve Şirketler Kesimine İlişkin Büyüklükler (2013 yılı sonu itibariyle, GSYİH %, belirtilmedikçe) BR CO ID IN MY MX PL RU SA TH TR Brüt 66.0 22.0 67.0 26.0 58.0 46.0 57.0 13.0 45.0 45.0 36.0 Net 34.0 … … … … 40.0 29.0 … 39.0 … 27.0 26.0 32.0 8.0 17.0 -57.0 -19.0 -12.0 35.0 45.0 80.0 20.0 … 71.0 12.0 29.0 … 23.0 58.0 27.0 78.0 118.0 27.0 Risk Primlerindeki Azalış 1/ -29.0 -3.0 -82.0 -81.0 -57.0 -19.0 -12.0 35.0 -78.0 Banka Kredileri 30.0 141.0 48.0 19.0 … 11.0 43.0 36.0 31.0 52.0 42.0 Kaldıraç Oranı: Toplam Borç / Varlıklar (yüzde) 1/ 77 50 83 66 39 59 39 60 32 57 47 Karlılık: Aktiflerin Getirisi (ROA) 3.4 2.5 3.0 4.8 2.6 4.3 2.2 3.1 4.9 3.9 3.0 Borç Ödeme Kapasitesi: EBITDA / Faiz Ödemeleri 2.4 6.6 2.8 6.1 7.4 6.5 6.0 6.4 7.3 9.6 2.7 Finasal Olmayan Sektöre Açılan Krediler 70.0 133.0 51.0 128.0 16.0 51.0 47.0 67.0 117.0 54.0 Aktif Kalitesi: Brüt NPL Oranı 1/ 2.9 1.0 4.0 1.7 1.8 3.2 8.6 6.0 7.3 9.6 2.7 Karlılık: Aktiflerin Getirisi (ROA) 1/ 1.4 1.0 3.1 0.7 1.5 2.1 1.1 1.9 1.5 1.4 2.0 Mevduat Dışı Fonlamaya Olan İhtiyaç 2/ 5.0 22.0 8.0 18.0 16.0 47.0 26.0 44.0 52.0 27.0 29.0 Merkezi Hükümetin Borcu Hanehalkı Borçluluk Oranı Brüt Borç / Gelir (yüzde) Finansal Olmayan Şirketler Kesimi -109.0 Bankacılık Sektörü BR= Brezilya; CO=Çin; ID=Hindistan; IN=Endonezya; MY=Malezya; MX=Meksika; PL=Polonya; RU=Rusya; SA=Güney Afrika; TH=Tayland; TR= Türkiye 1/ 2014 Ekim ayı itibariyle 2/ Toplam Yükümlükler eksi Tier 1 Sermaye eksi Mevduatlar hepsini Toplam Yükümlüklere bölümü eksi Tier 1 Sermaye Kaynak: Bloomberg ve Datastream * Gazi Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakütlesi. OCAK 2015 97 2014 PANORAMA bir gelişme yaşandı. İnsan hakları alanındaki bu gelişmelere rağmen, başta sivil-özgürlükçü anayasa meselesi olmak üzere yapısal sorunların 2014 yılında da devam ettiğini görmekteyiz. Kürt sorununda çözüm sürecinin hız kazandığı ve kritik eşiğin aşıldığı bir yılı geride bıraktık. Aynı zamanda sayıları yaklaşık iki milyonu bulan Suriyeli Mültecilerin eğitim, sağlık, barınma ve çalışma hakkından yararlandırıldığı düzenlemeler hayata geçirilmiş oldu. Askeri vesayetin siyasal ve toplumsal yaşam üzerindeki etkisi ve belirleyici gücünü büyük ölçüde tasfiye etmeyi başaran hükümet, sivil görünümlü bir başka vesayetçi güç olarak devlet içinde örgütlenen “paralel yapı” ile de mücadelesini sürdürdü. Türkiye toplumu ilk kez Cumhurbaşkanı’nı kendi iradesiyle seçme fırsatına kavuştu. Böylece, halkın iradesi üzerindeki meclis gölgesi kaldırılarak, seçme özgürlüğünün ve hukuk önünde kanuni eşitlik ilkesinin hâkim olduğu paradigma değişikliğine gidilmesi yönünde güçlü bir irade sergilenmiş oldu. Selvet ÇETİN* Araştırmacı T ürkiye’nin temel meselelerinin kaynağını oluşturan insan hakları konusunda son on iki yılda gerçekleşen ilerleme, hukuk sisteminde köklü değişimlere yol açtı. AK Parti hükümetlerinin 20022014 yılları arasındaki insan hakları uygulamalarına imkân hazırlayan elverişli bir siyasi zeminin varlığı, birçok alanda reform niteliğinde yasal düzenleme- 98 OCAK 2015 lerin kapısını araladı. Temel hak ve özgürlüklerin hukuki güvence altına alınması ve ihlallerin önlenmesi bakımından gerçekleştirilen bu reformlar, siyasal-toplumsal hayatımızı yeniden şekillendirmiş oldu. Özellikle son iki yılda insan hakları rejimini güçlendiren kurumsallaşma çalışmalarıyla denetim ve yaptırım mekanizmalarının kapasitesinde belirgin 2014 yılında insan hakları mevzuatını etkilemesi beklenen en önemli konu olan yeni anayasa yapım sürecinde Meclis’te kayda değer bir ilerleme sağlanamadı. Bunun ana nedeni, siyasi partilerin yıl içinde yapılacak iki önemli seçime odaklanmaları ve anayasa metni üzerinde uzlaşmaya varamamalarıydı. Nitekim TBMM Anayasa Uzlaşma Komisyonu, yeni anayasa için yaklaşık 60 maddede ön uzlaşma sağlamasına karşın, anlaşmazlık devam etti ve 2013 yılının Aralık ayında komisyon resmen feshedildi. Bu konuda siyasal iktidarın ortaya koyduğu tüm iyiniyetli çabaya rağmen muhalefet partilerinin gösterdiği direnç, uzlaşma sağlanan maddelerin de yasalaşmasını engellemiştir. Anayasa reform sürecinin 30 Mart Yerel Seçimleri ve 10 Ağustos Cumhurbaşkanlığı seçimleri nedeniyle zaten sağlıklı işlemeyeceği tahmin ediliyordu. Yine de insan haklarına dayalı, sivil ve özgürlükçü bir anayasanın yapımını sağlayacak güvenilir ve güçlü bir siyasal zemin oluşmuştur. 2015 genel seçimlerine gitmekte olan Türkiye’de önümüzdeki süreçte, kapsamlı istişareler yoluyla kamu-sivil toplum diyaloğuna açık bir anayasa hazırlık çalışmasına tanıklık edebiliriz. Zira bütün toplumsal kesimlerin sabırsızlıkla beklediği yeni anayasanın hukuk ve eşitlik temelinde çok önemli bir rolü olduğu konusunda herkes hemfikirdir. Türkiye’nin en uzun süre çözülemeyen insan hakları meselesi haline gelen ve özellikle 1990’lı yıllardaki şiddet politikalarıyla iyice kördüğüm olan Kürt Sorunu’nun barışçıl şekilde çözümünü kolaylaştırmak amacıyla 2014 yılında önemli gelişmeler sağlandı. Çözüm sürecinin daha sağlam bir zemine oturtulması amacıyla, Meclis 10 Temmuz’da yasal bir düzenleme yaptı. Terörün Sona Erdirilmesi ve Toplumsal Bütünleşmenin Güçlendirilmesine Dair Kanun’un kabul edilmesiyle birlikte, sürecin doğrudan içinde yer alan ve kanun kapsamında görev yapanların, bu görevleri dolayısıyla kovuşturmaya uğramayacakları teminat altına alındı. Yasa, Kürt sorununun şiddetten arındırılması, silah bırakan örgüt mensuplarının topluma kazandırılması ve geri dönüşlerine yönelik önlemlerin alınması bakımından önemli hükümler içeriyor. Çözüm Sürecinin temelini güçlendirici bir rolü bulunan yasal düzenlemeyle birlikte, hükümetin daha rahat hareket etmek ve hukuki güvencelere dayalı güçlü politikalar üretmek için sahip olduğu fırsatlar artmış oldu. Herhangi bir yol kazasına uğramadığı takdirde, sürecin genel seçimlere kadar somut çıktılarını görmemiz mümkün olabilir. Kürt sorununun barışçıl yollardan çözümü, insan haklarının eşit vatandaşlık temelinde hukuki güvenceye kavuşması yönüyle de ayrıca önem taşıyor. Yaşam hakkının korunması amacıyla işkence ve kötü muameleye karşı son on yılda birçok düzenleme hayata geçirildi. 2011 yılında İşkenceyi Önleme Sözleşmesi’nin İhtiyari Protokolüne (OPCAT) taraf olan Türkiye’nin, bu konuda yükümlü olduğu Ulusal Önleme Mekanizması’nı (UÖM), 2014 yılında İnsan Hakları Kurumu bünyesinde harekete geçirmesinin ardından yeni bir süreç başlamış oldu. İşkence ve kötü muamele iddialarının tarafsız ve bağımsız bir şekilde soruşturulması bakımından Türkiye İnsan Hakları Kurumu (TİHK) önemli bir işlev görecek olsa da sivil toplum tarafından oluşturulacak bir denetim mekanizmasına ayrıca ihtiyaç var. İşkence suçlarında zaman aşımını kaldıran Türkiye’nin cezasızlıkla mücadele bağlamında kaydettiği ilerleme sevindiricidir. Bununla birlikte, 12 Eylül askeri darbesinden sonraki suçlar ve 1990’lı yıllarda Doğu ve Güneydoğu’daki çatışmalı dönemde sivillere karşı işlenen suçların da zaman aşımından etkilenmeden yargılanması gerekmektedir. İfade özgürlüğünün güçlendirilmesi amacıyla 2010 ve 2014 yıllarında pek çok yasa da değişiklikler yapılmıştır. Bu değişikliklere rağmen hâlâ ifade özgürlüğünü sınırlandıran hükümler mevcuttur. Özellikle Türk Ceza OCAK 2015 99 Kanunu (TCK), Terörle Mücadele Kanunu (TMK), Siyasi Partiler Kanunu, Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Kanunu, Atatürk’ün Korunması Kanunu gibi yasalardaki kısıtlayıcı hükümlerin çeşitli mağduriyetlere yol açtığı bilinmektedir. Diğer taraftan 2014 yılı başında “Temel Hak ve Hürriyetlerin Geliştirilmesi Amacıyla Çeşitli Kanunlarda Değişiklik Yapan Kanun” ile yapılan yasal değişiklik neticesinde toplantı ve gösteri özgürlüğünün sınırları genişletildiyse de uygulamada bu hakkın kullanımıyla ilgili kolluk güçlerinin neden olduğu birtakım ihlallerin yaşandığı görülmektedir. Bu yıl içinde yapılan bir başka yasal düzenlemeyle özel yetkili mahkemeler kapatılmasına rağmen, adil yargılamanın ihlal edildiği birden fazla uygulamayla karşılaşılmıştır. AK Parti hükümetlerinin 2002-2014 yılları arasındaki insan hakları uygulamalarına imkân hazırlayan elverişli bir siyasi zeminin varlığı, birçok alanda reform niteliğinde yasal düzenlemelerin kapısını araladı. Temel hak ve özgürlüklerin hukuki güvence altına alınması ve ihlallerin önlenmesi bakımından gerçekleştirilen bu reformlar, siyasaltoplumsal hayatımızı yeniden şekillendirmiş oldu. Özellikle son iki yılda insan hakları rejimini güçlendiren kurumsallaşma çalışmalarıyla denetim ve yaptırım mekanizmalarının kapasitesinde belirgin bir gelişme yaşandı. Engelli ve sosyal bakımdan korunmaya muhtaç kişilerin durumlarının iyileştirilmesiyle ilgili Şubat 2014’te kabul edilen mevzuat, eğitim ve iş yaşamına katılım gibi iki önemli konuda yeni hükümler içermektedir. Milli Eğitim Temel Kanunu’nda ve İş Kanunu’nda, engelli bireylere ayrımcılık yapılamayacağı ilkesi net olarak ifade edilmektedir. Dolayısıyla engelli bireylerin toplumsal hayata etkin katılımı, eğitim ve iş fırsatlarından yararlanması için gerçekleşecek uygulamaların evrensel standartlara uygun hale getirilmesi amacıyla gereken yasal altyapı oluşmuş durumdadır. Uzun süredir tartışılan nefret suçları konusunda Türk Ceza Yasası’nda değişikliğe gidilmiştir. Mart 2014 tarihli düzenlemeyle yasanın 122. maddesi “Nefret ve ayrımcılık” olarak değiştirilmiştir. Sivil toplum kuruluşlarının hazırlık sürecinde yoğun çaba harcadığı yasal düzenleme, nefret suçları ve ayrımcılıkla ilgili önemli yaptırımlar içermekle birlikte, 100 OCAK 2015 nefret söylemi ve nefret suçları daha kapsamlı bir yasal mevzuatın konusu olmalıdır. Azınlık cemaat vakıflarının mülkiyet haklarının korunmasıyla ilgili olarak taşınmazların iadesi süreci 2014 yılında da devam etmiştir. Nisan 2014 itibariyle Vakıflar Meclisi, 318 taşınmazın iadesine ve 21 taşınmaz için tazminat ödenmesine onay vermiştir. Lozan Anlaşması’nın yorumlanması doğrultusunda sadece gayrimüslim cemaatlerine azınlık statüsü tanınmaktadır. Bunun dışındaki etnik, dini ve kültürel azınlık gruplarının yasal statüleri bulunmamaktadır. Başörtüsü yasağının eğitim ve iş hayatındaki düzenlemelerle birlikte kaldırılması sonucu, geçmişten bugüne yaşanan ağır mağduriyetler önemli ölçüde giderildi. Bu konudaki son yasak alanı olarak görülen TBMM’de, bazı kadın milletvekillerinin yönetmelikte yapılan değişiklik neticesinde, başörtülü olarak meclis çalışmalarına katılmasıyla, on yıllardır süren fiili yasaklar Meclis’te de sona ermiş oldu. Eylül 2014’te Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) “Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi” dersinin zorunlu olmaktan çıkarılmasına ilişkin karar verdi. Aralık 2014 tarihinde, AİHM tarafından açıklanan diğer kararda ise, Alevilerin inanç özgürlüğünün korunmasıyla ilişkili olarak “Cemevlerinin ibadethane statüsünde olduğu” açıklandı. Her iki mahkeme kararıyla ilgili olarak kamu idaresinin bir takım yasal değişikliklere gideceği ifade edildi. Mülteci, sığınmacı ve göçmenlerin haklarını yakından ilgilendiren ve birçok açıdan gerekli ihtiyaçları karşılayacak olan “Yabancılar ve Uluslararası Koruma Kanunu” yürürlüğe girdi. Bu konuyla doğrudan ilgili olarak Avrupa Birliği ile imzalanan Geri Kabul Anlaşması’yla Türk vatandaşlarının vize muafiyeti karşılığında mülteci ve göçmenlerin geri kabulü taahhüt edilmişti. Her iki yasal düzenlemeye ilişkin uygulamaların izlenmesi ve mültecilerin temel haklarının korunması bakımından sivil topluma önemli görevler düşmektedir. Türkiye’deki sayıları yaklaşık 2 milyona ulaşan Suriyeli sığınmacıların gıda, barınma, sağlık ve diğer ihtiyaçları için şu ana kadar yaklaşık 4 milyar dolar harcayan Türkiye’ye, BM tarafından taahhüt edilen yardımın sadece yüzde 28’inin ulaşmış olması, külfet paylaşımındaki adaletsizliği gözler önüne sermektedir. 900 kilometrelik Suriye sınırında açık kapı politikasını sürdürmeye çalışan Türkiye’de serbest ikamet yoluyla 1 milyondan fazla Suriyeli farklı şehirlerde yaşamaktadır. Bazı kentlerde mültecilere yönelik fiziksel saldırı, nefret içerikli söylem ve davranışların yaşanması, kaygı verici bir durumdur. Suriyeli mültecilerin yaşam koşullarının iyileştirilmesi ve güvenliklerinin sağlanması amacıyla daha çok çaba harcanması gerekmektedir. Bunun yanı sıra, Suriyeli mültecilerin hukuki statülerini belirleyen yönetmelik hükümlerinin tam olarak uygulamaya yansıtılması ve takibi de önem taşımaktadır. Uluslararası insan hakları mevzuatını büyük ölçüde onaylamış olan Türkiye’nin henüz taraf olmadığı bazı uluslararası sözleşmeler ile çekinceli taraf olunan insan hakları belgeleri bulunmaktadır. Özellikle BM Mültecilerin Hukuki Statüsüne İlişkin Cenevre Sözleşmesi ve BM Çocuk Hakları Sözleşmesi gibi iki ana sözleşmedeki çekincelerin kaldırılması yönünde güçlü bir siyasi açılım gerekmektedir. Bununla birlikte mültecilerin statüsünü yakından ilgilendiren sözleşmedeki coğrafi çekincenin kaldırılmasıyla ilgili talepler, Türkiye’nin içinde bulunduğu konum dikkate alınarak değerlendirilmelidir. Hiçbir siyasi ve ekonomik külfeti paylaşmadan Türkiye’nin coğrafi çekinceyi kaldırmasını isteyen batılı çevrelerin tutumu, iyi niyetli bir yaklaşım olarak nitelendirilemez. Azınlıklar meselesinde de Türkiye’nin elini kolunu bağlayan husus, Lozan belgeleridir. Azınlık hukukunu uluslararası tanım ve standartlar bağlamında yeniden ele alması beklenen Türkiye’nin öncelikle anayasa sorununu çözmesi gerekecektir. Öte yandan, Uluslararası Ceza Mahkemesi’ni kuran Roma Statüsü’ne, UNESCO Eğitimde Ayrımcılığa Karşı Sözleşmesi’ne, Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklar Sözleşmesi’nin İhtiyari Protokolü’ne, Çocuk Hakları Sözleşmesi’nin Seçmeli Protokolü’ne ve Engelli Hakları Sözleşmesi’nin İhtiyari Protokolü’ne taraf olması hususunda Türkiye’nin bir dizi hazırlık yapması gerekecektir. Böylece ulusal insan hakları mevzuatının uluslararası standartlara bir adım daha yaklaşması mümkün olacaktır. Sonuç İnsan hakları alanında yaşanan her türlü gelişme siyasi, ekonomik ve kültürel hayatımızı derinden etkilemektedir. Bu yüzden insan hakları ihlalleriyle mücadelenin hukuki altyapısını oluşturan anayasal sistem, sivil ve özgürlükçü bir karakter taşımalıdır. Türkiye’nin kadim insan hakları sorunlarının temelinde askeri rejimin ürünü olan 1982 Anayasası bulunmaktadır. 2010 referandumu sonrasında çok geniş kesimlerin mutabakatıyla oluşan sivil anayasa ikliminden ne yazık ki erken çıkılmış ve egemen güçlerin devreye girmesiyle anayasa yapım süreci sekteye uğratılmıştır. Siyaset kurumu, toplumsal beklentileri karşılamak bakımından sivil anayasa çalışmalarının önünü açmalıdır. Çözüm süreci konusunda sonuç elde etmek açısından 2015 yılının bir dönüm noktası olacağı anlaşılmaktadır. İnsan haklarının bu sürece katkısı tartışılmaz bir değere sahiptir. Kürtlerin eşit vatandaşlık temelinde insan haklarının hukuki güvenceye kavuşturulmasıyla sorunun barışçıl yollardan çözülmesi arasında doğrudan bir ilişki söz konusudur. Yaklaşık dört yıldır ülkemizde bulunan Suriyeli mülteciler konusu ise güncelliğini korumaktadır. Suriye’deki rejimin acımasızlığı ve zalimliği göz önüne alındığında, Suriyeli mültecilerin insani trajedisinin ne yazık ki artarak büyüyeceği öngörülmelidir. Türkiye, uluslararası toplumun bütün duyarsızlığına rağmen mültecilere ev sahipliği yapmaya ve açık kapı politikasını sürdürmeye devam etmeli, mültecilere yönelik önyargıların, ayrımcılık ve hoşgörüsüzlüğün önlenmesi bakımından gerekli tedbirleri almalıdır. Yargının bağımsızlığını ve tarafsızlığını korumak amacıyla hukukun araçsallaştırılmasının önüne geçilmeli, her türlü vesayetçi yapının tasfiyesi sağlanmalıdır. Devlet içinde örgütlenen imtiyazlı zümrelerin hukuk tanımazlığına ve siyasi rant devşirme girişimlerine engel olunmalıdır. Kamu kaynaklarının adalet ve eşitlik hukuku çerçevesinde değerlendirilmesi, şeffaf ve etkin denetim mekanizmasına işlerlik kazandırılması ve yolsuzlukların önlenmesi için gerekli hassasiyetin gösterilmesi zorunludur. * İnsan hakları hukuku ve Balkanlar konularında uzmandır. OCAK 2015 101 V. Dn Şurası Üzerne Prof. Dr. Talp Özdeş Rusya’nın Yen Jeopoltğ ve Türkye-Rusya İlşkler Panel SDE Haber Organze Suçların Yol Açtığı Mal, Ekonomk ve Sosyal Etklern Tespt ve Analz Sempozyumu SDE Haber Onuncu Beş Yıllık Kalkınma Planı Çerçevesnde Büyüyen Türkye Panel SDE Haber GENEL Dünyamızın ve İslam âlemnn çersnde bulunduğu şartlar, İslam ülkelernn ve dünya Müslümanlarının ülkemze olan güvenler, beklent ve talepler, ülkemzdek dn eğtm ve dyanet hzmetlernn uluslararası boyuta taşınmasını gerekl kılmaktadır. V. Dn Şûra’sı, bu hedeflern gerçekleştrlmesne yönelk ler adımların atılması çn öneml br dönüm noktası oluşturmaktadır. faaliyete verdiği desteği göstermesi açısından anlamlıdır. İslam dünyasının dinamikleri, dini bilgi, dini eğitim, dini temsil ve din hizmetleri konuları yanında, 11 Eylül hadisesinden sonra İslam dünyasına yönelik saldırı, işgal, katliam ve tahribatların meydana getirdiği kaos ve istikrarsızlık ortamında ortaya çıkan, modernitenin etkisi altında teşekkül ettiği kadar gelenekten de beslenen dini anlayışlar, dini-siyasi-kültürel oluşumlar, mezhep olgusu, tefrika ve hizipleşmeler bu şûrada ele alınıp müzakere edilen önemli konular arasında olmuştur. V. DİN ŞURASI ÜZERİNE Prof. Dr. Talip ÖZDEŞ SDE Uzmanı D iyanet İşleri Başkanlığı tarafından 8-10 Aralık 2014 tarihleri arasında Ankara’da “Günümüzde Yeni Dini Anlayışlar; Dini Bilgi, Eğitim ve Din Hizmetleri” başlığı altında yapılan V. Din Şûrası, içerisinde Türkiye’nin de yer aldığı İslam dünyasının 104 OCAK 2015 din konusuyla bağlantılı olarak karşı karşıya kaldığı olaylar ve problemlerle ilgili aktüel konuların ele alınıp müzakere edildiği bir platform olmuştur. Şûra’nın açılışına Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın da katılarak bir konuşma yapması, devletin en üst makamının bu V. Din Şûra’sı, Türkiye’nin âdeta bir ateş çemberi ile çevrili olduğu, ülkenin görünür görünmez birçok tehditlere muhatap olduğu bir ortamda gerçekleştirilmiştir. Mevcut durum, Diyanet İşleri Başkanı’nın da şura’nın açılış konuşmasında ifade ettiği gibi, dini doğru anlama, yorumlama, yaşadığımız çağın problemlerine çözüm getirme ve gelecek nesillerin ihtiyacına göre yeni bir medeniyet inşa etme noktasında milletimize bir misyon yüklemektedir. Afrika’dan Latin Amerika’ya ve Karayip Adaları’na kadar dünyanın birçok bölgesinden İslam’ı öğrenmeye ve onun hakkında doğru bilgiler edinmeye yönelik talepler dikkate alındığında, bu misyon, on dört asırlık büyük bir mirasın günümüze taşınması; ilahi vahyin özüne ve ruhuna uygun bir şekilde akıl, marifet, hikmet ve estetikle yoğrularak çağımıza sunulmasıdır. Diyanet İşleri Başkanlığı’nın küresel ölçekte hizmet sunan bir kurum haline gelmesi, doğrudan bu misyonla bağlantılıdır. Ülkemiz ve İslam dünyası, dün olduğu gibi bugün de birtakım şer güçler tarafından kendisine yönelen meydan okuma ve tehditlerle baş etmek durumundadır. Samuel Huntington’un “Medeniyetler Çatışması” tezini gündeme getirmesinin ardından 11 Eylül 2001’de New York’ta Dünya Ticaret Merkezi’ne yapılan şaibeli saldırının akabinde İslam dünyasına karşı başlatılan, Afganistan ve Irak’ın işgal edilip tahrip edilmesiyle, milyonlarca insanın öldürülüp, yaralanıp, tehcir edilmesiyle sonuçlanan Haçlı Seferi, ne yazık ki geriye istikrarsızlaştırılıp kaos ve çatışma ortamına sürüklenen bir Orta Doğu, Arap ve İslam dünyası bırakmıştır. Ülkelere barış, özgürlük ve demokrasi getirme vaatleriyle (!) ortaya çıkanlar, tamamen tahrip edilen, yaşanamaz hale getirilen, kin ve nefretin sonuna kadar pompalandığı bir coğrafya terk etmişlerdir. Bunu, İslam dünyasının mezhep, ırk, etnik yapı ve din üzerinden tefrikaya götürülüp kendi içerisinde çatışan bir yapıya sürüklenmesi takip etmiştir. Arap Baharı ile Müslüman halkların baskı rejimlerine ve totaliter yapılara karşı demokratikleşme talepleri itibara alınmamış, aksine askeri darbeler, tiranlık ve diktatörlükler desteklenerek IŞID benzeri radikal hareketlerin güçlenmesine zemin hazırlanmıştır. Bu politika ve stratejinin İslam’ı terörle bağdaştırarak özellikle Batı dünyasında bir İslamafobia üretmeyi, İslam’ın ve Müslümanların imajını kirletmeyi amaçladığı bilinmektedir. Söz konusu projenin belirli derecede bu amacına ulaştığı söylenebilir. Suriye’de Esed rejimine, Irak’ta Maliki’ye, Mısır’da Sisi’ye destek verenlerin, İsrail’i İslam dünyasının başına bela edenlerin, ülkemizde bir kaşık suda fırtına kopararak mezhepçilik veya etnik milliyetçilik üzerinden tahrik edip yönlendirdikleri yapıları sokaklara döküp kaos yaratarak, 17 Aralık tipi operasyonlara destek vererek halkın çoğunluğunun desteği ile iktidara gelen meşru bir hükümeti anti-demokratik yollarla iktidardan düşürmeye çalıştıkları herkesin malumu. Bu bağlamda ılımlı gibi görünen Müslüman bir cemaate destek vermeleri bile malum stratejinin bir parçası gibi gözüküyor. Gerek medeniyetler çatışması (!) projesinin din üzerinden uygulamaya sokulmak istenmesi ve gerekse halkının çoğunluğunu Müslümanların oluşturduğu ülkelerde kimliği yeniden keşfetme, İslamileşme ve demokratikleşme yönündeki eğilimlerin yoğunluk kazanması, din konusunun gelişmelerin odağında yer almasını beraberinde getirmiştir. Çağın getirdiği ruhi bunalımlar, ahlaki kokuşmuşluk, değerlerin erozyona uğraması, insanın ilişkide bu- OCAK 2015 105 İslam dünyasının dnamkler, dn blg, dn eğtm, dn temsl ve dn hzmetler konuları yanında, 11 Eylül hadsesnden sonra İslam dünyasına yönelk saldırı, şgal, katlam ve tahrbatların meydana getrdğ kaos ve stkrarsızlık ortamında ortaya çıkan, moderntenn etks altında teşekkül ettğ kadar gelenekten de beslenen dn anlayışlar, dn-syas-kültürel oluşumlar, mezhep olgusu, tefrka ve hzpleşmeler bu şûrada ele alınıp müzakere edlen öneml konular arasında olmuştur. lunduğu her alan ve boyutta insan eliyle gerçekleşen bozgunculuk, kirlenme ve zulüm, dünyanın her yerinde arayış içerisinde bulunan insanların bütün bu olumsuzlukların karşısında daha fazla dine yönelmelerine neden olmaktadır. Önümüzdeki dönemlerin dinlerin ve daha özelde İslam dininin birey ve toplum hayatındaki önem ve etkinliğinin oldukça artacağı bir yöne doğru seyrettiği söylenebilir. Bilim ve teknolojinin gelişmesiyle insanın kutsalla olan bağının tamamen çözüleceği, dinin ortadan kalkacağı yönündeki pozitivist kehanet doğru çıkmamıştır. Ancak tarih bize, dinden uzaklaşmanın, kutsaldan kopmanın ve dünyevileşmenin insanlık için ne gibi negatif sonuçlar ortaya çıkardığını gösterdiği gibi, sahih bilgi ve yöntem üzerine oturmayan din algılarının ve dindarlıkların da ne büyük fitne ve tefrikalara, kavga, çatışma, istismar ve harplere neden olduğunu gösteriyor. Yanlış bilgi ve yöntemlerle doğru sonuçlara gidilemiyor. Günümüzde İslam dünyasının değişik bölgelerinde din bağlamında yaşanan bazı negatif olaylar, tefrika ve çatışmalar onların ortaya çıkmasına etki eden birçok faktörün de devreye girmesiyle bu işaret edilen durumla da ilgili gözüküyor. Bugün İslam dünyası, Moğol istilasından beri ilk defa bu kadar büyük bir kaosun içerisine düşmüştür. Tunus, Mısır, Libya ve Cezair’den Irak, Suriye, Yemen ve Filistin’e; Afganistan, Pakistan, Arakan, Myanmar, Doğu Türkistan’a kadar bütün bir İslam coğrafyası işgallere, karışıklıklara, baskılara, insan hakları ihlallerine, terör ve çatışmalara muhatap! Kan ve gözyaşı hiç durmuyor! Dün Osmanlı’nın yıkılışını takiben Baascılık, etnik milliyetçilik, laikçilik, sağcılık-solculuk, kapitalizm-sosyalizm üzerinden kuşatılıp kutuplaşmalara ve iç çatışmalara maruz bırakılan bir İslam coğ- 106 OCAK 2015 rafyası vardı. Bugün bizzat kendi sahip olduğu din ve değerlerin yanlış yorumlanıp maniple edilmesiyle zaafa uğratılıp mahkûm edilmeye, etnik milliyetçilik ve mezhepçiliğe ek olarak fanatizm, düşmanlık ve cehaletin beslediği ideolojik din algısı üzerinden, farklı dini gruplar ve yapılanmalar üzerinden tefrikaya düşürülüp çatıştırılmaya çalışılan bir dünya var! Barış, adalet, merhamet, güzel ahlak, sevgi ve kardeşlik dini İslam, 11 Eylül hadisesinden beri saldırı, işgal, katliam, gasp ve haddi tecavüzlerle kin ve nefret pompalanarak oluşturulan bir atmosfer içinde kışkırtılıp terörize edilen birtakım gruplar üzerinden müthiş bir imaj kirlenmesine maruz bırakılıyor, İslamafobia bütün dünyada güçlendirilmeye çalışılıyor. Diyanet İşleri Başkanı’nın şûranın açılışında ifade ettiği gibi, “Ölümlerin, vahşetin, dehşetin ve şiddetin tüm korkunçluğu ile yaşadığı İslam coğrafyasının, her şeyden önce doğru bilgiye, hikmetli söze ve derin irfana ihtiyacı vardır. Bugün kendisinden gururla bahsettiğimiz İslam medeniyeti bilgi, hikmet ve marifetle yoğrularak iman, akıl ve ahlakla inşa edilmiştir… Değerler algısı yıpranmış günümüz İslam dünyası, ne kendi medeniyeti ve zenginliğinin farkında ve ne de farklı dini anlayışları zenginliğe ve medeniyete dönüştürme gücüne sahiptir. Kargaşayı körüklemek isteyenlerin elinde farklılıklarımız düşmanlıklara dönüşmüş, idraklerimiz tutulmuş, basiretimiz bağlanmıştır. Nice zamandır bilgiyle arasına mesafe koyan İslam toplumları, her geçen gün maalesef cahiliye döneminin anlayışına bir adım daha yaklaşmakta, gerek duygusal gerekse düşünsel anlamda birbirlerine yabancılaşmaktadır.”1 Modernitenin her şeyi donuklaştırıp maddeye ve maddeciliğe irca ettiği; maneviyatı, vicdanı, mer- hameti ve duyguları gerilettiği, dünyevileşmeyi, çıkarcılığı, ihtirasları ve sömürüyü olabildiğince teşvik ettiği bir dünya atmosferinde din algısı sahih bilgi üzerine kurulmayan, Kur’an ve sünnet’i lafzi ve harfi okuyarak rivayetçiliği öne çıkaran, sünneti şekilciliğe indirgeyen, akıl, hikmet, marifet ve ictihadı dışlayan, her yeniliği bidat kabul edip geleneği ve kültürel zenginliği değersizleştiren, İslami düşünceyi selefin yaşadığı tarihi dönemle donduran, estetikten yoksun, kendi yorumunu İslam’la özdeşleştirerek dini tekeline alan, Haricî bir mantıkla bütünleşerek kendi dışında kalanları tekfir edip kanlarını ve mallarını helal kabul eden bir anlayış, global aktörlerin ve savaş baronlarının elinde bizatihi İslam’ın kendisini hedef alan, onun imanı, bilgiyi, adaleti, merhameti, kardeşlik ve sevgiyi, sanat ve estetiği öne çıkaran imajını bozan bir tehdide dönüşmüştür. Hâlbuki İslâm medeniyeti, şûra’nın sonuç bildirisinde de ifade edildiği gibi, aynı kökten yetişen bu farklı dalları tarihsel süreç içersinde bünyesinde tutmayı başarmış, ötekileştirici ve dışlayıcı bir tutum sergilememiştir. Bu durum, İslâm’ın dinî düşünce alanında sağladığı özgürlük ortamını ve tevarüs ettiğimiz kültürel çeşitlilik ve zenginliği ifade etmektedir. Bu zenginlik korunmak, ihya edilmek ve geliştirilerek sürdürülmek durumundadır. Yukarıda işaret edilen böyle bir yanlış dini anlayışa ek olarak kökenlerini, İslam tarihinin ilk dönemlerinden itibaren zaman içerisinde teşekkül ederek kurumsallaşan tasavvuf geleneğinden alan birtakım cemaat veya tarikat tipi yapılanmalar da ne yazık ki modernite ve kapitalizmin yozlaştırıcı etkilerinden yeterince nasiplerini almaktadırlar. İslam’ın asli kaynaklarının yanında geleneğin önderlerinin irşat ve örnekliklerinden yola çıkan, bireylerin kendi nefislerini arındırıp ıslah etmelerini esas alarak toplumu ıslah edip olgunlaştırmayı metot ve hedef edinen tasavvufi düşünce ve örgütlenme şekli, toplumsal bir olgu olarak tarihimizde hep yerini almış, ken- di çapı ve misyonu içerisinde önemli hizmetlerde bulunmuştur. Ancak, İslam inancına dayalı derin düşünceyi, marifet ve hikmeti, güzel ahlakı, züht ve takvayı, salih amelleri, Allah yolunda ihsana ve samimiyete dayalı hizmeti öne çıkarması gereken hareketlerin, -eğer mübalağa etmiyorsak- siyaset ve ekonomiye bulaşarak politize olduklarında, asli mihverlerinden saptıklarına, misyoner tipi örgütlenmeleri model alarak âdeta Protestanlaştıklarına, gırtlaklarına kadar kapitalizme gömülüp zamanla kapalı bir çıkar örgütüne dönüştüklerine, böylece global aktörlerin ve kuvvet merkezlerinin inisiyatifine girdiklerine şahit olmaktayız. Problem olan şey, dini düşüncede farklı yaklaşım ve yorumların, farklı geleneklerin olması değildir. Bu durum İslam tarihi boyunca zaten her zaman için olmuştur. Karşılıklı sevgi, saygı, tolerans, hoşgörü ve tecrübe paylaşımı içerisinde olduğu müddetçe, farklılıklar meşru rekabeti, dinamizmi, içtihadı, çeşitliliği, yenilenmeyi ve gelişmeyi teşvik eden bir zenginliğe dönüşür. Problem olan durum, din konusunda sağlam ve sahih bilgilerin üretilememesi, sağlıklı olmayan dini yorumların ideolojik ve politik hale getirilmesi, farklılıkların ötekileştirmeye, tefrikaya ve fitneye dönüşmesidir. Şüphesiz böyle bir durum din istismarını, tefrika ve çatışmaları beraberinde getirir. Dinin birleştirici ve bütünleştirici bir fonksiyon icra etmesi, özellikle de söz konusu edilen bu din İslamiyet ise, onun ilahi vahye dayalı asli kaynaklarına uygun olarak doğru anlaşılması; bireyler, sosyal gruplar, toplumlar ve kurumlar arasındaki ilişkilerin organizasyonunda iman, ahlak, muamelat ve hukuk planında öne çıkardığı ilke ve değerlerin içselleştirilerek yaşanması ile mümkündür. İslam’ın iman, ahlak, ibadet, muamelat ve hukuk alanlarında öne çıkardığı ilkeler ve değerler, diğer bütün aidiyetlerin üzerinde olmak durumundadır. Irk, etnik yapı, aşiret, kabile, mezhep, meşrep, ideoloji gibi alt aidiyetleri oluşturan durumlar üst aidiyetin yerine OCAK 2015 107 haber Rusya’nın Yeni Jeopolitiği ve Türkiye-Rusya İlişkileri Paneli V. Din Şurası’nda SDE Paneli oturtulmaya çalışıldığında, tefrika ve çatışma kaçınılmaz olmaktadır. Bugün dünyada ve İslam aleminde ortaya çıkan bütün bu durumları itibara alan, analiz edip sahih bilgi üretimine dayalı çözümler üreten, ütopik olmayan çabalara ihtiyaç vardır. Zihin ve kavram dünyası altüst olan, değer erozyonuna maruz kalan, sağlam bilgiden yoksun bırakılan, dezenformasyonların muhatabı haline gelen insanımızın yeniden inşası gerekmektedir. Tarihte, Abbasi devletinin inkıraza uğradığı dönemlerde ve Moğol istilasından sonra da İslam dünyası, şartlar gereği ortaya çıkan değişik dini anlayışların, sapmaların, ideolojik ve politik anlamda ortaya çıkan mezhep ve fırkaların tehdidine maruz kalmıştır. Maturidi, Eş’ari, Tahavi, Gazali, Ahmet Yesevi, Mevlana, Yunus Emre, Hacı Bektaş Veli gibi ilim, ahlak ve maneviyat önderleri savrulmaların, tefrikaların, ifrat ve tefritlerin yaşandığı kriz dönemlerinde ortaya çıkarak ilahi vahye, sahih bilgiye, akıl ve hikmete dayalı olarak İslam itikadının mihverine oturtulmasında, dine yaklaşım ve yönelimlerde uzlaşma, itidal ve istikrar noktalarının oluşturulmasında, ümmetin birliğini temsil eden ana gövdenin inşasında çok önemli misyon üstlenmişlerdir. Günümüzde de benzer misyonu yerine getirebilecek, geleneği çok iyi bildiği kadar günümüzün dünyasını da çok iyi okuyup analiz edebilecek, yaşanan problemler karşısında bütün ümmetin sahiplenebileceği çözümler sunabilecek kimselerin yetişeceği, dini bilimlerle sosyal ve pozitif 108 OCAK 2015 bilimleri, felsefe ve mantığı beraber yoğuracak ilmi merkezlere ihtiyaç vardır. İmam Hatip liseleri ve İlahiyat fakülteleri bu hedefi gerçekleştirecek bir yapı ve gelişim süreci içerisine sokulabilir. Ülkemizde din konusunda ilkokuldan üniversiteye kadar eğitim veren, topluma hizmet sunan kurumlar, ülkemizin, coğrafyamızın ve İslam dünyasının içerisinde bulunduğu durum ve gelişmeler, ülkemize ve İslam dünyasına yönelik meydan okuma ve tehditler karşısında uygun yapılanmalara giderek kendilerini yenileyip eksikliklerini tamamlamak durumundadırlar. Dinî hizmetlerin, toplumun sosyal ve kültürel gelişimine uygun olarak sahih bilgiye dayalı Müslüman kimliğinin inşasında, korunup geliştirilmesinde çocuğuyla, genciyle, kadınıyla, yaşlısıyla, zenginiyle, fakiriyle, hastasıyla, mahkûmuyla, sokağa terk edilenleriyle hayatın tamamını kuşatacak şekilde yeniden düzenlenmesi gerekmektedir. Dünyamızın ve İslam âleminin içerisinde bulunduğu şartlar, İslam ülkelerinin ve dünya Müslümanlarının ülkemize olan güvenleri, beklenti ve talepleri, ülkemizdeki din eğitimi ve diyanet hizmetlerinin uluslararası boyuta taşınmasını gerekli kılmaktadır. V. Din Şûra’sı, bu hedeflerin gerçekleştirilmesine yönelik ileri adımların atılması için önemli bir dönüm noktası oluşturmaktadır. Dipnot 1 Mehmet Görmez, Açış Konuşması, V: Din Şurası (Günümüzde Yeni Dini Anlayışlar; Dini Bilgi, Eğitim ve Din Hizmetleri) 08-10 Aralık 2014, Ankara. SDE’de 1 Aralık 2014 Pazartesi günü Rusya’nın Yeni Jeopolitiği ve Türkiye-Rusya İlişkileri konulu panel gerçekleştirilmiştir. Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin’in geniş bir heyetle Türkiye’ye geldiği gün gerçekleştirilen panele SDE Başkanı Birol Akgün, SDE Uzmanı Prof. Dr. Haluk Alkan, Yrd. Doç. Dr. Halit Mammadov, Doç. Dr. Turgut Demirtepe ve Doç. Dr. M. Akif Kireçci konuşmacı olarak katılmışlardır. Panelin moderatörlüğünü ise SDE İç Politika ve Demokratikleşme Programı Koordinatörü Dr. Murat Yılmaz yapmıştır. SDE Başkanı Prof. Dr. Birol Akgün panelin açılış konuşmasında; Türkiye ile Rusya ilişkilerinin zirve yaptığını ve son 10 yılda her iki tarafın, sorunların çözümünde işbirliği içerisinde olduğunu belirtmiştir. Ayrıca son yıllarda Türkiye ve Rusya arasında turizmin arttığını ifade etmiştir. Daha sonra söz alan Doç. Dr. Akif Kireçci, Türkiye ile Rusya ilişkilerini Kırım üzerinden değerlendirmiş ve Osmanlı Devleti’nin Kırım’ı ilhakından Rus işgaline kadar geçen sürecin kısa bir özetini yapmıştır. Prof. Dr. Haluk Alkan ise Rusya’nın Kırım’ı topraklarına katmasındaki amaçları üzerine kısa bir değerlendirme yapmıştır. Rusya üzerinde bir baskı olduğunu ve bu baskıyı askeri yollarla bertaraf etmeye çalıştığını ifade etmiştir. Bunlara ek olarak Hazar Bölgesi’ndeki enerji kaynaklarının korunmasına yönelik Rusya’nın politikalarından bahsetmiştir. SSCB ve Rusya’nın enerji politikalarını kıyaslamıştır. Özellikle Putin Dönemi Rus Dış Politikası üzerine konuşan Yrd. Doç. Dr. Halit Mammadov, Rusya’nın Sovyet Dönemi’nden sonra Batı’dan umduğunu bulamadığını ifade etmiştir. Putin Dönemi Rus Dış Politikası’nın Avrasyacılık düşüncesi üzerine kurulduğunu, bu düşüncenin ise sadece Rusya’daki değil, Rusya dışında yaşayan tüm Rusların haklarının korunması anlamına geldiğini ifade etmiştir. Doç. Dr. Turgut Demirtepe ise Rusya’nın demografik yapısı üzerine konuşma yapmıştır. Rusya’nın nüfusunun giderek azaldığından, bu durumun nedenlerinden ve sonuçlarından ve bu durumun düzelmesine yönelik uygulanan politikalardan söz etmiştir. Son 20 yıldaki nüfus oranları grafikler üzerinden değerlendirilmiştir. Panel, soru-cevap kısmının ardından son bulmuştur. OCAK 2015 109 haber Organize Suçların Yol Açtığı Mali, Ekonomik ve Sosyal Etkilerin Tespiti ve Analizi Sempozyumu nin PKK teröründen dolayı yeterince gelişemediğini vurguladı. Bunlara ek olarak Türkiye’nin, uluslararası kuruluşların gerçekleştirdiği terör ve organize suçlarla ilgili faaliyetlere verdiği desteklere değindi. Bunlarla birlikte suç gelirlerinin aklanmasının önemine vurgu yaptı. Türkiye’nin G-20 dönem başkanı olduğunun altını çizen Sayın Şimşek, bu görev kapsamında organize suçlarla ilgili gerçekleşmesi planlanan faaliyetlerle ilgili bilgiler verdi ve katılımcılara teşekkür ederek konuşmasını sonlandırmıştır. SDE Başkanı Prof. Dr. Birol Akgün açılış konuşmasında; sempozyumun amaç ve hedeflerinden bahsettikten sonra küresel piyasa düzeni, serbest ekonomi ve organize suçlara yönelik hukuki düzenlemelerden söz etmiştir. MASAK Başkanı İbrahim Hakkı Polat ise açılış konuşmasında; organize suç örgütlerinin zararlarından, etkin olduğu alanlardan, organize suçlara karşı yürütülen faaliyetlerden ve bu suçlarla ilgili alınan yasal tedbirlerden bahsetmiştir. Sempozyumun ilk oturumu, SDE Başkanı Prof. Dr. Birol Akgün başkanlığında gerçekleştirildi. İlk oturumda; Prof. Dr. Fatih Savaşan, Dr. Seda Öz Yıldız, Doç. Dr. Ahmet Erkan Koca ve Sönmez Yalçın “Organize Suç Kavramı ve Organize Suçların Oluşmasına neden olan Etkenler” konu başlığıyla ilgili konuşmalarını yaptılar. Bu oturumda konuşmacılar özellikle kayıt dışı ekonomiden ve terörün ekonomiye etkilerinden bahsettiler. Sempozyumun ikinci oturumu ise, SDE Dış Politika ve Uluslararası İlişkiler Programı Koordinatörlüğü’nden Doç. Dr. Ahmet Uysal başkanlığında gerçekleştirildi. İkinci oturumda; Prof. Dr. Muhsin Kar, Doç. Dr. Cemil Ertem, Doç. Dr. Şafak Ertan Çomaklı ve Hüseyin Gültekin konuşmalarını yaptılar. Konuşmacılar genel olarak terörün ekonomiye etkilerinden ve anti tekel düzenlemelerden bahsettiler. Üçüncü ve son oturumda ise “Organize Suçlarla Mücadele SWOT Analizi” yapıldı. Bu oturumun başkanlığını ise Doç. Dr. İbrahim Dursun yaptı. Üçüncü oturumun ardından sempozyum sona ermiştir. 26 Aralık 2014 Cuma günü SDE ve Mali Suçları Araştırma Kurulu (MASAK) ortaklığında, Maliye Bakanı Sayın Mehmet Şimşek’in teşrifleriyle Organize Suçların Yol Açtığı Mali, Ekonomik ve Sosyal Etkilerin Tespiti ve Analizi başlıklı bir sempozyum gerçekleştirildi. Sempozyumun açılış konuşmalarını SDE Başkanı Prof. Dr. Birol Akgün, Mali Suçları Araştırma Kurulu Başkanı İbrahim Hakkı Polat ve Maliye Bakanı Sayın Mehmet Şimşek yaptılar. Maliye Bakanı Sayın Mehmet Şimşek konuşmasında; organize suçların ülkelerin gelişmelerine olan etkilerinden ve suç kavramından bahsetti. Ayrıca Türkiye Cumhuriyeti’nin özellikle güney bölgeleri- 110 OCAK 2015 OCAK 2015 111 haber Onuncu Beş Yıllık Kalkınma Planı Çerçevesinde Büyüyen Türkiye Paneli rektiğine vurgu yaptı. Planın kapsayıcı ve çok boyutlu bir bakış açısı olduğunu dile getiren Sayın Yılmaz, planın hazırlık aşamasında ekonominin yanı sıra hukukun üstünlüğü, bilgi topluluğu, uluslararası rekabet ve çevrenin korunması gibi konulara da önem verildiğini kaydetti. Sayın Yılmaz konuşmasına, amaçlarının uluslararası değer zinciri hiyerarşisinde üst basamaklara çıkmış, yüksek gelir grubundaki ülkeler arasına girmiş ve mutlak yoksulluk sorununu çözmüş bir ülke konumuna gelmek olduğunu ve bunu beş yılda başarmak istediklerini belirterek son verdi. SDE ve Çerkezköy Organize Sanayi Bölge Müdürlüğü tarafından 19 Aralık Cuma günü Kalkınma Bakanı Sayın Cevdet Yılmaz’ın katılımıyla Onuncu Beş Yıllık Kalkınma Planı Çerçevesinde Büyüyen Türkiye konulu bir panel düzenlendi. SDE Uzmanı Dr. M. Levent Yılmaz’ın moderatörlüğünü yaptığı panelin konuşmacıları ise SDE Ekonomi Programı Koordinatörü Dr. Cemil Ertem ve İstanbul Üniversitesi’nden Doç. Dr. Dündar Murat Demiröz’dü. Panel’in açılış konuşmasını ÇOSB Yönetim Kurulu Başkanı Ömer Sarıoğlu yaptı. Sayın Sarıoğlu’nun ardından Kalkınma Bakanı Sayın Cevdet Yılmaz, Onuncu Beş Yıllık Kalkınma planı hakkında önemli bilgiler verdiği konuşmasını gerçekleştirdi. Sayın Yılmaz, belirsizliklerin arttığı bir konjonktürde planlamanın bir kat daha önem kazandığını vurgulayarak, açıklanan kalkınma planının nitelikli insan gücü, yenilikçi üretim, mekansal boyut ve uluslararası işbirliği olmak üzere dört temel saç ayağı olduğunu belirtti. Ayrıca, planı hızlı ve etkin bir şekilde hayata geçirebilmek için devletin ve milletin bütün olarak hareket etmesi ge- 112 OCAK 2015 Kalkınma Bakanı Sayın Cevdet Yılmaz’ın ardından Dr. Cemil Ertem ve Doç. Dr. Dündar Murat Demiröz konuşmalarını gerçekleştirdiler. Dr. Cemil Ertem konuşmasında Onuncu Beş Yıllık Kalkınma Planı ve güncel ekonomik gelişmeler hakkında açıklamalarda bulunarak, dinleyicilere dünyada ve Türkiye’de ekonominin genel seyri konusunda geniş bir perspektif çizdi. Doç. Dr. Dündar Murat Demiröz ise yazarı olduğu ve SDE Yayınları bünyesinde yayınlanan Onuncu Beş Yıllık Kalkınma Planı Çerçevesinde Büyüyen Türkiye Raporu ışığında, açıklanan plan hakkında ayrıntılı bir sunum gerçekleştirdi. Onuncu Beş Yıllık Kalkınma Planı Çerçevesinde Büyüyen Türkiye Paneli gerçekleşen konuşmaların ardından son buldu.