İnönü Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Anabilim Dalı Kentleşme ve Çevre Sorunları Bilim Dalı Yüksek Lisans Programı KENTSEL YOKSULLUK BAĞLAMINDA MEKÂNSAL AYRIŞMA TOKAT SULUSOKAK ÖRNEĞİ Gündüz AKSU Danışman Doç.Dr. Mihriban ŞENGÜL Yüksek Lisans Tezi (Malatya, 2013) KENTSEL YOKSULLUK BAĞLAMINDA MEKÂNSAL AYRIŞMA TOKAT SULUSOKAK ÖRNEĞİ Gündüz Aksu İnönü Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Anabilim Dalı Kentleşme ve Çevre Sorunları Bilim Dalı Yüksek Lisans Programı Danışman Doç. Dr. Mihriban Şengül Yüksek Lisans Tezi Malatya, 2013 KABUL VE ONAY Gündüz Aksu tarafından hazırlanan “Kentsel Yoksulluk Bağlamında Mekânsal Ayrışma: Tokat Sulusokak Örneği” başlıklı çalışma, 12.6.2013 tarihinde yapılan savunma sınavı sonucunda başarılı bulunarak jürimiz tarafından Yüksek Lisans Tezi olarak kabul edilmiştir. Doç. Dr. Mihriban ŞENGÜL (Başkan ve Danışman) İmza Doç. Dr. Ünal ŞENTÜRK İmza Yrd. Doç. Dr. Gülizar ÇAKIR SÜMER İmza Yukarıdaki imzaların adı geçen öğretim üyelerine ait olduğunu onaylarım. İmza Prof. Dr. Mehmet KARAGÖZ Enstitü Müdürü BİLDİRİM Hazırladığım tezin tamamen kendi çalışmam olduğunu ve her alıntıya kaynak gösterdiğimi taahhüt eder, tezimin kağıt ve elektronik kopyalarının İnönü Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü arşivlerinde aşağıda belirttiğim koşullarda saklanmasına izin verdiğimi onaylarım: Tezimin tamamı her yerden erişime açılabilir. Tezim sadece İnönü Üniversitesi yerleşkelerinden erişime açılabilir. Tezimin …… yıl süreyle erişime açılmasını istemiyorum. Bu sürenin sonunda uzatma için başvuruda bulunmadığım takdirde, tezimin tamamı her yerden erişime açılabilir. …/…/2013 Gündüz AKSU ONUR SÖZÜ Yüksek lisans tezi olarak sunduğum “Kentsel Yoksulluk Bağlamında Mekânsal Ayrışma: Tokat Sulusokak Örneği” başlıklı bu çalışmanın, bilim etiği ve geleneklere aykırı düşecek bir yardıma başvurmaksızın tarafımdan yazıldığını ve yararlanmış olduğum bütün yapıtların, hem metin içinde hem de kaynakçada yöntemine uygun bir biçimde gösterilenlerden oluştuğunu belirtir, bunu onurumla doğrularım. …/…/2013 Gündüz AKSU ÖZET AKSU, Gündüz, Kentsel Yoksulluk Bağlamında Mekânsal Ayrışma: Tokat Sulusokak Örneği, Yüksek Lisans Tezi, Malatya: İnönü Üniversitesi, 2013. Kent tarihi boyunca üretim, tüketim ve bölüşüm ilişkilerinde yaşanan eşitsiz ilişki mekâna yansımakta ve birbirinden farklı toplumsal sınıfların mekândaki konumlanışı farklı olmaktadır. Toplum ve mekân arasındaki çift yönlü ilişki egemen üretim ilişkileri belirleyiciliğinde olmaktadır. Üretim ilişkilerinde yaşanan değişim ve dönüşüm hem toplumsal yapıda hem de fiziksel mekânda ayrışma şeklinde karşılık bulmaktadır. Ama üretim ilişkilerinde yaşanan değişimler hem toplumsal yapıda hem de fiziksel mekânda topyekun bir dönüşüme yol açmamaktadır. Kapitalizmle etkileşime geçen toplumlarda feodal üretim sisteminden kalan tortul öğeler varlıklarını sürdürebilmektedir. Kapitalist üretim ilişkilerinden kaynaklanan eşitsiz ilişki ile varsıl ile yoksul kesimin mekândaki ayrışması her ne kadar daha yoğun olarak metropol kentlerde görünür olsa da henüz metropol niteliği taşımayan kentlerde de bu ayrışmayı görmek mümkündür. Kapitalist üretim ilişkileri ile prekapitalist üretim ilişkilerinin aynı anda varlığını sürdürerek kent mekânını ve toplumsal ilişkileri etkilediği kentlerden biri de Tokat/Sulusokak’dır. Osmanlı Devleti döneminde ticaretin merkezi konumundayken üretim ilişkileri ve teknolojide meydana gelen değişimlerden etkilenen Sulusokak, Tokat’ın diğer bölgelerinden kentsel yoksulluk bakımından ayrışmıştır. Anahtar Sözcükler: Kent, mekânsal ayrışma, kentsel yoksulluk, göç, süzülme. . ABSTRACT AKSU, Gündüz, Spatial Segregation in the Context of Urban Poverty: Tokat Sulusokak Case, Master’s Thesis, Malatya: Inonu University, 2013. Throughout the history of the city, unequal relationship in the production, consumption and distribution relationships reflected in space and positioning of different social classes are different urban space. Bidirectional relationship between society and space is dominated by the specificity of the relations of production. Change and transformation in the relations of production as well as physical space and social structure is met with segregation. But the change in the relations of production does not lead to a altogether transformation on the social structure and physical space. The sediment elements of feudal production system are continue their existence in the communities that interact with capitalism. That is possible to see the spatial segregation in non-metropolitan urban area even though unequal relations of capitalist relations of production from the urban space of the poor and the affluent metropolitan cities more visible separation. Tokat/Sulusokak is the one of the urban space which one affected by capitalist and feudal relations of production at the same time. During the Ottoman period Sulusokak was the center of trade and it is affected by the change relations of production and technology and today differentiated from other regions of Tokat in terms of urban poverty. During the Ottoman period Sulusokak was the center of trade. Sulusokak affected by the change in the relations of production and technology and today it has become dissociated from other regions in terms of urban poverty. Keywords: Urban, spatial segregation, urban poverty, immigration, infiltration. KENTSEL YOKSULLUK BAĞLAMINDA MEKÂNSAL AYRIŞMA TOKAT SULUSOKAK ÖRNEĞİ Gündüz AKSU İÇİNDEKİLER Onur Sözü................................................................................................................. 1 Özet ve Anahtar Kelimeler ..................................................................................... .. 2 Abstract and Keywords ............................................................................................. 3 İçindekiler................................................................................................................. 4 Çizelgeler Dizelgesi .................................................................................................. 8 Çizimler Dizelgesi .................................................................................................... 9 Resimler Dizelgesi .................................................................................................... 9 Haritalar Dizelgesi .................................................................................................... 9 BİRİNCİ KESİM ARAŞTIRMA HAKKINDA AÇIKLAMALAR 1. ARAŞTIRMANIN KONUSU, AMACI, VARSAYIMLARI VE YÖNTEMİ . 10 1.1. Araştırmanın Konusu ve Amacı ................................................................... 10 1.2. Araştırmanın Varsayımları ve Yöntemi........................................................ 16 1.3. Bilgi Derleme ve İşleme Teknikleri ............................................................. 21 1.4. Kavram Tanımları ....................................................................................... 25 1.5. Araştırmanın Sunuş Sırası............................................................................ 27 İKİNCİ KESİM MEKÂNSAL AYRIŞMA VE KENTSEL YOKSULLUK OLGULARININ KAVRAMSAL VE TARİHSEL OLARAK DEĞERLENDİRİLMESİ 2. MEKÂNSAL AYRIŞMA .................................................................................. 29 2.1. Mekânın Toplumsallığı ve Mekânsal Ayrışma .............................................. 29 2.2. Kentsel Mekânda Ayrışma Türleri ................................................................ 39 2.2.1. Sınıfsal Ayrışma ................................................................................ 39 2.2.2. Kimliğe Dayalı Ayrışma .................................................................... 42 2.3. Kentleşme Teorilerinde Mekânsal Ayrışma ................................................. 49 2.3.1. Chicago Okulu ve Mekânsal Ayrışma ................................................. 50 2.3.2. Neo-Klasik Yer Seçim Teorisi’nde Mekânsal Ayrışma ....................... 57 2.3.3. Eleştirel Kentsel Kuramlarda Mekânsal Ayrışma ................................ 58 2.4. Tarihsel Süreç İçerisinde Mekânsal Ayrışma ............................................... 64 2.4.1. Sanayi Öncesi Kentlerde Mekânsal Ayrışma....................................... 64 2.4.2. Sanayi Kentlerinde Mekânsal Ayrışma ............................................... 69 2.5. Üretim Tarzlarının Eklemlenmesi ve Mekânsal Ayrışma ............................. 75 3. KENTSEL YOKSULLUK VE MEKÂNSAL AYRIŞMA ................................. 82 3.1. Yoksulluk Kavramı ve Türleri ...................................................................... 82 3.1.1. Mutlak Yoksulluk ve Göreli Yoksulluk .............................................. 86 3.1.2. Objektif Yoksulluk ve Subjektif Yoksulluk ........................................ 89 3.1.3. Gelir Yoksulluğu ve İnsani Yoksulluk ............................................... 89 3.2. Kavramsal Olarak Kentsel Yoksulluk .......................................................... 90 3.3. Tarihsel Olarak Kentsel Yoksulluk .............................................................. 94 3.4. Kentsel Yoksulluğun Mekânda Ayrışması ................................................. 100 3.5.Kentsel Yoksulluğu Arttırma Yönündeki Etkisi Bakımından Göç ve Mekânsal Ayrışma Arasındaki İlişki ........................................................... 109 ÜÇÜNCÜ KESİM KENTSEL YOKSULLUK BAĞLAMINDA TOKAT SULUSOKAK BÖLGESİNDE MEKÂNSAL AYRIŞMA 4. TÜRKİYE’DE KENTLEŞME SÜRECİ VE KENTSEL YOKSULLUK BAĞLAMINDA MEKÂNSAL AYRIŞMA................................................. 118 4.1.Türkiye’de Kentleşme Sürecinin Tarihsel Gelişimi ve Mekândaki Yansımaları ............................................................................ 118 4.1.1. Osmanlı Devleti’nde Kentleşme Sürecine Kısa Bir Bakış ................. 119 4.1.2.1923-1950 Döneminde Türkiye’de Kentleşme Süreci ve Mekândaki Yansımaları ................................................................. 125 4.1.3. 1950-1980 Döneminde Türkiye’de Kentleşme Süreci ve Mekândaki Yansımaları ................................................................. 131 4.1.4. 1980 ve Sonrası Dönemde Türkiye’de Kentleşme Süreci ve Mekândaki Yansımaları ................................................................. 139 4.2. Türkiye’de Kentsel Yoksulluk Bağlamında Mekânsal Ayrışmaya Genel Bir Bakış ......................................................................................... 151 4.2.1. 1923-1950 Döneminde Türkiye’de Kentsel Yoksulluk ve Mekânsal Ayrışma ......................................................................... 151 4.2.2. 1950-1980 Döneminde Türkiye’de Kentsel Yoksulluk ve Mekânsal Ayrışma ......................................................................... 155 4.2.3. 1980 Sonrası Dönemde Türkiye’de Kentsel Yoksulluk ve Mekânsal Ayrışma ......................................................................... 159 5. TOPLUMSAL VE MEKÂNSAL YAPISIYLA TOKAT VE SULUSOKAK ............................................................................................... 174 5.1. Geçmişten Günümüze Tokat İli .................................................................. 174 5.1.1. Tokat’ta Toplumsal Ekonomik Yapının Mekânda Yerleşimi ............ 182 5.1.2. Tokat Merkez İlçesinde Kentsel Yoksulluk Olgusundan Kaynaklanan Mekânsal Ayrışma ......................................................................... 193 5.2. Tarihsel Kent Merkezi Olarak Sulusokak ................................................... 197 5.2.1. Sulusokak’ta Toplumsal Ekonomik Yapının Mekânda Yerleşimi ..... 202 5.2.2. Tokat’ta Kentsel Süzülme ve Sulusokak .......................................... 208 5.2.3.Sulusokak’ta Kentsel Yoksulluk Olgusundan Kaynaklanan Mekânsal Ayrışma............................................................................ 211 5.2.4. Tokat Halkının Sulusokak’ı Marjinalleştirme Eğilimi ...................... 214 5.3. Tokat ve Sulusokak’ta Ötekiler .................................................................. 219 5.4. Göç ile Şekillenen Bir Kent Olarak Tokat/Sulusokak ................................. 223 DÖRDÜNCÜ KESİM GENEL DEĞERLENDİRME 6. SONUÇ ............................................................................................................ 231 KAYNAKÇA……………………………………………………………………...239 ÇİZELGELER DİZELGESİ Çizelge 1: Ayrışmanın Makro ve Mikro Modelleri ................................................. 33 Çizelge 2: Mekânsal Ayrışmadaki Varsayılan Neden-Sonuç İlişkisi ....................... 42 Çizelge 3: Neoliberal Kentleşmenin Yıkıcı ve Yaratıcı Uğrakları ........................... 81 Çizelge 4: 1927-1950 Döneminde Kent ve Kır Nüfusu, Kent ve Kır Oranı ve Kentli Nüfus Artış Hızı .................................................................................. 126 Çizelge 5: Bölgelerin Yıllık Nüfus Artışları: Kır-Kent .......................................... 126 Çizelge 6: 1950-1980 Döneminde Kent ve Kır Nüfusu, Kent ve Kır Oranı ve Kentli Nüfus Artış Hızı .................................................................................... 132 Çizelge 7: Bölgelerin Yıllık Nüfus Artışları: Kır-Kent .......................................... 132 Çizelge 8: 1980 ve Sonrası Dönemde Kent ve Kır Nüfusu, Kent ve Kır Oranı ve Kentli Nüfus Artış Hızı ......................................................................... 139 Çizelge 9: Bölgelerin Yıllık Nüfus Artışları: Kır-Kent .......................................... 140 Çizelge 10: Türkiye Ekonomisinde Yoksulluk Sorunu 1987-1994 Dönemi ........... 164 Çizelge 11: 2007-2009 Döneminde Kırda ve Kentte Yaşanan Yoksulluk Oranları .................................................................................... 164 Çizelge 12: Tarlabaşı’na Göç Hareketleri ............................................................. 169 Çizelge 13: 1927-2012 Döneminde Tokat İli Şehir ve Köy Nüfusu ....................... 178 Çizelge 14: Tokat İlçe Merkezindeki Nüfus Oranları (1927-2012) ........................ 179 Çizelge 15: Tokat Merkez İlçesindeki Mahallelerin Nüfus Oranları (2000-2011) .. 181 Çizelge 16: Tokat Sancağına Yerleştirilen Göçmenlerin Sayısı ............................. 224 ÇİZİMLER DİZELGESİ Çizim 1: Ortak Merkezli Halkalar Kuramı (Ernest N. Burgess, 1925) ..................... 53 Çizim 2: Dilimler Kuramı (Homer Hoyt)................................................................ 54 RESİMLER DİZELGESİ Resim 1: 1932 Yılında Albert Louis Gabriel Tarafından Çizilen Resim (Tokat Kalesi) ....................................................................................... 177 Resim 2: Komana Kenti (Tokat) ........................................................................... 182 Resim 3: Joseph Pitton de Tournefort Tarafından Çizilen Resim .......................... 186 Resim 4: Karşıyaka’da Henüz Yapım Aşamasında Olan Toplu Konutlar .............. 193 Resim 5: Gıjgıj Dağı’nın Eteklerinde Cirik Mahallesi........................................... 195 Resim 6: Eski Tokat Evlerinden Bir Görünüm...................................................... 206 Resim 7: Sulusokak’taki Konutlardan Bir Görünüm ............................................. 207 Resim 8: Sulusokak’taki Konutlardan Bir Görünüm ............................................. 207 Resim 9: Karşıyaka’da Bulunan Lüks Konutlar .................................................... 209 HARİTALAR DİZELGESİ Harita 1: A. Gabriel Tarafından Çizilen Harita (20. yüzyılın başlarında Tokat) .... 187 Harita 2: 19. Yüzyıl Sonunda Tokat Kentinde Arazi Kullanımı ve İşlevsel Alanlar .......................................................................................... 189 Harita 3: Tokat Kentinin Tarihsel Gelişimi .......................................................... 190 Harita 4: Tokat Merkez İlçesi’ne Bağlı Köyler .................................................... 229 KENTSEL YOKSULLUK BAĞLAMINDA MEKÂNSAL AYRIŞMA TOKAT SULUSOKAK ÖRNEĞİ Gündüz AKSU 1.ARAŞTIRMANIN KONUSU, AMACI, VARSAYIMLARI VE YÖNTEMİ Bu bölümde, araştırmanın konusu, amacı ve varsayımları ile araştırmanın hazırlanmasında izlenecek yöntem anlatılmıştır. 1.1. Araştırmanın Konusu ve Amacı Yoksulluk ve refahın yarattığı mekânlar arasındaki eşitsizlikler, günümüz kentlerinin ortak bir özelliği haline gelmiştir. Varsıl ve yoksul kesimin mekânları arasındaki çelişki tüm kentlerde göze çarpmaktadır. Üretim ilişkilerinde meydana gelen değişikliklerle birlikte üretim, tüketim ve bölüşüm ilişkilerinde yaşanan eşitsiz ilişki en çarpıcı şekilde kent mekânlarında görülmektedir. Özellikle gelir eşitsizliğinin derinleştiği toplumlarda hızlı kentleşmeden kaynaklanan en önemli sorun alanlarından biri de kent mekânında farklı gelir gruplarının yaşam alanlarının ayrışmasıdır. Kent mekânı artık daha heterojen ve katmanlaşmış bir nitelik göstermektedir. Özellikle yoğun göç altında kalan büyük kentlerde çeşitli şekillerde ayrışan nüfusun kentin farklı alanlarında barındığını ve yaşamını sürdürdüğünü görmek mümkündür. Kentsel mekânda yaşanan bu ayrışma, sanayi toplumlarının ortak bir özelliği olmasına rağmen sanayi öncesi toplumlarda da hakim bir olgudur. Kentsel birimler, ortaya çıktıkları ilk zamanlardan itibaren toplumsal ve mekânsal eşitsizlikleri bünyesinde barındıran yerleşim alanları olmuşlardır. Mekânsal ayrışmanın kaynağını ise toplumsal ve ekonomik eşitsizlikler oluşturmaktadır (Kurtuluş, 2003: 75). İlk kentlerde artı ürünün kontrolünü ellerinde bulunduran ruhban sınıfı veya daha sonra ortaya çıkan tacirlerin toplumsal ve ekonomik anlamda sahip oldukları avantajlar 10 mekândaki yerleşimlerine de yansımıştır. Kapitalizm ve Sanayi Devrimi ile birlikte de toplumsal sınıflar arasında bu farklılaşmalar yoğunlaşarak artmıştır. Sanayi toplumlarında sermayenin akışkanlık kazanması ile birlikte kentsel mekân hem dünya ölçeğinde sahip olduğu rol bakımından hem de iç dinamikleri bakımından dönüşüme uğramıştır. Mingione’a (akt. Erder, 2002: 27) göre sermaye birikiminin mekânsal sonucu, toplumsal ilişkilerin mekâna eşitsiz dağılımıdır. Üretim ve tüketim araçlarının ekonomik, teknik, toplumsal ve mekânsal olarak bir yerde yoğunlaşması, aşırı bir nüfusa, açık alanların yokluğuna, bölgelerarası ve kentler arası hatta kent mekânı içinde eşitsizliklere ve ayrışmaya yol açmaktadır (Castells, 1997: 15). Sermayenin uluslararasılaşması sürecinde bölgeler ve kentler arasında yaşanan eşitsizlik aynı mekânsal bütün içinde de kendisini göstermektedir. Özellikle büyük kentlerde bir yerin gelişmesi ile bir yerin gözden düşmesi söz konusu olabilmektedir. Konut, sağlık, eğitim, ulaşım, iletişim, altyapı hizmetleri bakımından kimi yerler daha iyi şartlara sahip iken kimi yerler yoksulluk ve yoksunluk içerisinde olabilmektedirler (Doğan, 2001: 102-103). Lefebvre (1991: 334), kapitalist üretim ilişkilerinin kendini yeniden üretmesini mekânı keşfetmesine bağlamaktadır. Kapitalist üretim sistemi, mekânı işgal ederek ve mekânlar üreterek devamlılığını sağlayabilmiştir. Kullanım değeri yerine değişim değeri ön plana çıkan kapitalizmin soyut mekânında yeniden üretim alanında ve günlük yaşam mekânında çelişkiler ön plana çıkmaktadır. Hem mekânsal hem de toplumsal ilişkiler bağlamında meydana gelen değişim ve dönüşümleri kavrayabilmek için kenti üretim ilişkilerinden bağımsız sadece bir mekânsal birim olarak ele almamak gerekmektedir. Kentsel mekân ve toplumsal sistem arasında diyalektik bir ilişki vardır. Mekânın morfolojik özellikleri, ulaşım bağlantıları, ekolojik özellikleri, toplumsal sistemin oluşumu ve işleyişi üzerinde etkili olduğu gibi toplumsal sistem de mekânın oluşumu üzerinde etkilidir. Günümüzde kent mekânının büyük bir bölümünde alt gelir gruplarının asgari düzeyde hayatlarını devam ettirebildikleri yerleşim alanları mevcut iken diğer tarafta orta ve üst gelir gruplarının steril bir şekilde yaşamlarını sürdürdüğü kapalı yaşam alanları mevcuttur. Bu kapalı alanlarda her türlü ihtiyacın giderilebildiği olanaklarla 11 yaşayan orta ve üst gelir grupları aynı zamanda kentin keşmekeşliğinden uzak tamamıyla aynı sosyal statüde bulunduğu bireylerle birarada yaşamayı sürdürmektedir. Buna karşılık alt gelir grupları ise düşük yaşam kalitesi sunan bölgelerde mülkiyetine dahi sahip olmadığı yine kendisiyle aynı statüde bulunan bireylerle birarada hayatlarını idame etmek zorundadırlar. Böylesi farklılıkların hakim olduğu kentlerde bir tarafta büyük iş merkezleri, alışveriş merkezleri, kapalı ve güvenli siteler mevcutken diğer tarafta emeğin yeniden üretimini sağlayan konut, eğitim, sağlık, ulaşım, iletişim gibi temel kentsel hizmetlerin yeterli olmadığı, yoksulluk ve yoksunluğun hüküm sürdüğü yaşam alanları mevcuttur. Geç kapitalistleşen ülkelerin hızlı kentleşme süreçlerine özgün mekânsal farklılaşmalar Türkiye’de de etkili olmuştur. Var olan büyük kentlerin göç ile birlikte daha fazla büyümesi şeklinde yaşanan kentleşme sürecinin en belirgin özelliği yarattığı bölgelerarası dengesizliktir. Üretim, tüketim ve bölüşüm ilişkilerinden yeterli derecede pay alamayan kırsal alan nüfusu, geri kalmış bölgelerden gelişmiş bölgelere doğru göç etmiş ve gecekondu yerleşimleri yaygınlaşmıştır1. Sermayenin kentlerde yoğunlaşmasının ve sanayileşme sürecinin kırsal alanda yaşattığı dönüşümle birlikte kırsal alan nüfusunun kentlere hazırlıksız ve kısa zaman aralığına yoğunlaşan göçleri, geldikleri kentte barınma, istihdam, eğitim, sağlık gibi emeğin yeniden üretimine yönelik hizmetler ve olanaklar açısından sorunlarla karşılaşmalarına yol açmıştır. Önceden göçle gelip kent çeperlerinde ucuz konut alanlarında yaşayan, düşük ücretli işlerde çalışan ve sistemin devamlılığı için gereksinim duyulan yoksullar, sistemin dönüşmesi ile birlikte giderek sistem dışına itilmiş ve kentin çöküntü bölgelerinde, düzenli bir iş sahibi olmayan, düşük gelire sahip bir kesim ortaya çıkmıştır. Yeni kentsel yoksullar olarak isimlendirilen bu sınıfın dünya üzerindeki nüfusunda bir artış yaşanmıştır (Akkoyun, 2004: 1)2. Ucuz işgücü sıfatı ile kentlerde bulunan nüfus, sistemin dönüşmesinden sonra bu sıfatlarının öneminin kalmadığı bir 1 Bu konudaki çalışmalar için bakınız Kıray (1972), Akgür (1997), Akşit (1998), İçduygu ve Ünalan (1998), İçduygu ve Sirkeci (1999), Sağlam (2006). 2 Bu konudaki çalışmalar için bakınız Buğra ve Keyder (2003), Bıçkı (2004), Baloğlu (2005), Aslan (2005), Sipahi (2005), Adaman ve Çağlar (2006), Derya (2007). 12 konuma düşmüştür. Gelişen bilgi ve teknoloji, yeni üretim sistemi daha kalifiye ve profesyonel elemanlara ihtiyaç duyarken, vasıfsız işgücü kendi kaderi ile baş başa bırakılmıştır. II. Dünya Savaşı’ndan sonra uygulanan refah devleti politikaları, kentteki yoksulları sisteme dahil etme çabası taşırken, 1980’li yıllardan sonra uygulanan neoliberal politikalar sistemin ihtiyacı olmayan yoksulları daha dışlayıcı bir tavır ile baş başa bırakmıştır. Kentsel mekândaki yoksulların bu politikalarla birlikte yoksulluklarıyla baş etme stratejileri geliştirmeleri daha da zorlaşmıştır. Kentsel mekânın belirli bölgelerinde yoğunlaşan kentsel yoksullar, sermayenin 1980’li yıllardan sonra kent mekânını keşfetmesi ile birlikte kendi imkânları ile elde ettikleri barınma haklarından da olmak durumunda kalmışlardır. Toplumsal sınıfların mekândaki konumlanışını inceleyen birçok çalışma yapılmıştır. Mekânsal ayrışma konusunda yapılan çalışmalar, dünyada ve Türkiye'de yaygın biçimde metropol kentlerde gerçekleştirilmektedir. Musterd ve Wim (1998), Sandhu ve Sandhu (2007), Naik-Singru (2007), Lai’nin (2007) çalışmaları, dünya ölçeğinde global kentlerdeki mekânsal ayrışma ile ilgili yapılmış çalışmalardan bazılarıdır. Ayfer Bartu (2001), kentsel mekânda yaşanan ayrışmayı güvenlikli siteler üzerinden ele almış ve İstanbul Kemer Country örneğini değerlendirmiştir. Hatice Kurtuluş da aynı şekilde kentsel mekânda yaşanan ayrışmayı güvenlikli siteler üzerinden ele alan çalışmalar yapmış ve İstanbul Bahçeşehir (2005a) ile Beykoz Konakları (2005b) örneklerini incelemiştir. Didem Danış (2001) İstanbul’da yaygınlık kazanan uydu yerleşmelere değinerek Bahçeşehir örneğine yer vermiştir. Güvenlikli sitelerle ilgili yapılan bir diğer çalışma Sencer Ayata (2005) tarafından Ankara Koru Sitesi ile ilgili yapılan çalışmadır. Şerife Geniş (2007) de konu hakkında İstanbul örneğinden yola çıkarak bir çalışma yapmıştır. Köksal Alver (2010) güvenlikli sitelerde yaşanan hayatı sterilize edilmiş bir yaşam biçimi olarak tanımlayıp İstanbul, Ankara, İzmir, Bursa ve Konya kentlerinde yer alan bazı sitelerde yaşayan bireylerle görüşerek bir çalışma gerçekleştirmiştir. Rıfat N. Bali (2011) ise güvenlikli sitelerin Türkiye’de neoliberal politikaların etkisiyle nasıl geliştiğine dair bir çalışma yapmıştır. Besime Şen (2005), kentsel mekânda yaşanan ayrışmayı soylulaştırma üzerinden ele alarak İstanbul’daki örneklerine yer vermiştir. Konut, komşuluk ve kent kültürü olgularından yola çıkılarak Ankara’nın farklı 13 yerleşim birimlerinin özelliklerini toplumsal sınıfların ayrışması şeklinde inceleyen bir çalışma Sencer Ayata ve Ayşe Ayata (2000) tarafından gerçekleştirilmiştir. Gamze Kılınç Demirvuran (2007), yüksek lisans tez çalışmasında etnik kimlikler üzerinden yaşanan sosyal dışlanma konusu uyarınca mekânsal ayrışma olgusuna değinmiştir. Hasan Ertürk ve Elif Karakurt Tosun (2009), küreselleşmenin kentlerde mekânsal ayrışmaya yol açtıklarına dair yaptıkları çalışmada Bursa örneğini incelemişlerdir. Aynı şekilde kentsel yoksulluk ile ilgili çalışmalar, kapitalist üretim ilişkilerinden kaynaklanan eşitsiz ilişkinin çarpıcı bir biçimde büyük kentlerde kendini hissettirmesi sebebiyle yine bu kentlerde gerçekleştirilmiştir. Esra Banu Sipahi (2005), kentsel yoksulluk olgusunu küreselleşme ile ilişkilendiren çalışmasını Konya üzerinden incelemiştir. Bu bağlamda çalışmada yoksulluğun temel belirleyicileri saptanmış, yoksulların sosyo-ekonomik ve demografik özellikleri ve kentlileşme dereceleri saptanmaya çalışılmıştır. Dilek Gümüş Aslan (2005) ise çalışmasında İstanbul Karanfilköy ve Derbent mahallelerini inceleme konusu yapmıştır. Bu çalışma kentsel yoksulluğun görünme biçimleri bakımından iki mahalleyi karşılaştırarak, Karanfilköy Mahallesi’nde kentsel yoksulluğun özelliklerinin çok yansımadığını, Derbent Mahallesi’nin ise yoksulluk kültürünü yansıttığını bulgulamıştır. Muharrem Es ve Tuncay Güloğlu’da (2004) çalışmalarında kentsel yoksulluk olgusunu İstanbul örneği üzerinden incelemiştir. Bu çalışmada da kentsel yoksulluğun İstanbul’da kentleşme süreciyle eşdeğer yürüdüğünden bahsedilmekte ve nihayetinde küreselleşme ile de pekiştiği dile getirilmektedir. Bu gibi çalışmaların yanı sıra kentsel yoksulluk olgusuyla ilgili Türkiye’nin doğu kentlerinde de araştırmalar yapılmıştır. Örneğin Hatice Kurşuncu (2006) Diyarbakır Aziziye Mahallesi’ni incelerken, Mehmet Salih Ökten (2004) Şanlıurfa örneğini incelemiştir. Kentsel yoksulluk olgusunu mekânsal ayrışma ile ilişkilendiren çalışmalar literatürde oldukça az sayıdadır. Konuyla ilgili bir çalışma Bursa örneği üzerinden yapılmıştır. Doğan Bıçkı (2004), Bursa Işıktepe örneği üzerinden kentsel topluluğun bir kısmının taşıdığı dezavantajlar (yoksulluk, işsizlik, sosyal dışlanmaya maruz 14 kalma vb.) sebebiyle kendileriyle aynı özellikleri taşıyan kesimle birarada yaşamasından yola çıkarak yapmış olduğu çalışmasında mekânsal ayrışma ve kentsel yoksulluk olgularını kuramsal olarak ele almıştır. Yine Bıçkı (2011) tarafından yapılan bir diğer çalışma ise kentsel yoksulluk ve mekânsal ayrışma olgularını Türkiye üzerinden küreselleşme bağlamında ele alan çalışmadır. Ayrıca İrfan Kaygalak (2006) tarafından yapılan bir çalışmada İzmir Karşıyaka-Çiğli bölgesinde göçün sosyo-ekonomik boyutları incelenirken kentsel yoksulluk ve mekânsal yarılma olgularına değinilmiştir. Bu çalışmalardan da görüldüğü gibi genellikle gelir eşitsizliğinin daha sert yaşandığı büyük kentler, mekânsal ayrışma çalışmalarına konu olmuştur. Oysa mekânsal ayrışma ilk kentlerin ortaya çıkışına kadar uzanan bir geçmişe sahiptir ve dolayısıyla günümüzde de metropol dışında da çok çarpıcı biçimlerde gözlemlenebilmektedir. Tokat Sulusokak örneği bunlardan biridir. Bu araştırmanın amacı, metropol kentler dışındaki kentlerde yaşanan mekânsal ayrışmayı teorik olarak ortaya koymak, Tokat Sulusokak örneğinde somut olarak incelemektir. Yoksulluk tarafından beslenen bir mekânsal ayrışmayı Tokat Sulusokak bölgesinde görmek mümkündür. Literatürde çoğunlukla metropol kentler üzerinden işlenen kentsel yoksulluk ve mekânsal ayrışma, bu tez çalışmasını metropol olmayan bir kent olan Tokat’a yöneltmiştir. Literatürde kentsel yoksulluk ve mekânsal ayrışma olgularının yoğun olarak metropol kentler üzerinden işlenmesi, metropol niteliği taşımayan kentlerde bu olguların var olduğu gerçeğini gözardı etmektedir. Oysa ki kapitalist üretim ilişkileri etkisi altında şekillenen kentsel yoksulluk ve mekânsal ayrışma, metropol niteliği taşımayan kentlerde de yoğun olarak yaşanmaktadır. Kapitalist üretim ilişkilerinin etkileri her ne kadar metropol kentlerde daha çarpıcı bir biçimde yaşanıyor olsa da, küçük kentleri de etkisi altına almaktadır. İşte bu nedenlerle Tokat Sulusokak bölgesinin mekansal ayrışma açısından incelenmesi önemli görülmüştür. Bir Doğu kenti olarak Tokat, doğal yapısı sebebiyle ekonomisi tarıma dayalı olmakla birlikte sanayi, ticaret ve hizmet sektörlerinin de gelişim gösterdiği, kapitalist üretim ilişkilerinin yanı sıra pre-kapitalist üretim ilişkilerinin de hüküm 15 sürdüğü bir kenttir. Tokat’ta ilk yerleşim yeri olan Sulusokak’tan çeperlere doğru gidildikçe kentin mekânsal örüntüsünde bir değişim görmek mümkündür. Kentin eski merkezi olan Sulusokak’ta yer alan konutlar tarihin izlerini taşırken, çeperlere doğru yeni yerleşim alanlarında bulunan konutlar da bir o kadar modern izler taşımaktadır. Değişen üretim ilişkileri ile birlikte kentin tarihi mekânından yeni yerleşim alanlarına göç eden varsıl kesimin boşalttığı alanlara, kırsal alanda yaşanan dönüşümle birlikte göç eden aileler yerleşmişlerdir. Yani gelir durumunda yaşanan iyileşmelerle göç eden ailelerin terk ettiği eski konutlar, ucuz konut olarak yeni gelenlere sunulmuştur. Bu bakımdan kent merkezi, kabaca bakıldığında, eski tarihsel dokusundan pek birşey kaybetmemiştir. Araştırmamızın çalışma alanı olan Sulusokak bölgesi, Osmanlı Devleti döneminde kentin ticaret merkezi olmasına rağmen kapitalist üretim ilişkilerinin hakim olması ile birlikte bu önemli rolünü kaybetmiştir. Günümüzde ise yoksulluğun, yoksunluğun ve güvensiz bir ortamın mekânı halini alarak kentin diğer bölgelerinden ayrışmıştır. Gecekondu diye tabir edilen yapılar, Tokat kent merkezinin başka bölgelerinde de yer almasına rağmen Sulusokak bölgesinde oldukça yoğunluk kazanmaktadır. Gelir bakımından yaşanan ayrışmanın yanı sıra Tokat halkı tarafından bu bölgenin dışlanması Sulusokak bölgesini çalışma açısından önemli kılmaktadır. 1.2. Araştırmanın Varsayımları ve Yöntemi Kentsel mekânda, nüfusun gelir ve kimlik (dil, din, ırk, toplumsal cinsiyet) gibi faktörlere dayalı olarak ve temelde toplumsal tabakalaşmadan kaynaklı olarak mekânın belirli bölümlerinde ayrışarak yoğunlaşması tarihsel bir olgudur. Kent nüfusunu mekânda ayrıştıran temel dinamikler ise tarihsel olarak egemen üretim ilişkilerinin doğasında saklıdır. Egemen üretim ilişkilerinin belirleyiciliğinde gerçekleşen bu mekânsal ayrışma günümüz toplumlarında yoğun olarak metropol kentlerde yaşansa da pre-kapitalist ve kapitalist üretim tarzlarının aynı anda varlığını sürdürerek kent mekânını etkilediği metropol niteliği taşımayan kentlerde de gözlemlenmektedir. 16 Araştırmanın dayandığı bu konu iki varsayım üzerinden incelenmiştir. Birinci varsayım: Mekânsal ayrışma, yalnızca metropol kentlere özgü bir olgu değildir. Kapitalist ve pre-kapitalist üretim ilişkilerinin birlikte yaşandığı taşra kentlerinde kentsel mekân iki üretim tarzının dinamikleri tarafından biçimlendirilir. Bu kentlerde mekânsal ayrışma da üretim tarzlarının eklemlenmesini yansıtır. İkinci varsayım: Geç-kapitalistleşen çeper bir kent olarak Tokat'ta mekânsal ayrışma, kapitalist ve pre-kapitalist üretim ilişkilerinin sonucu olarak kentsel yoksulluk temelinde gerçekleşmektedir. Kapitalist üretim ilişkilerinden kaynaklanan eşitsizliğin metropol kentlerde yaratmış olduğu ayrışma, küçük kentlere nispeten daha belirgin olsa da mekânsal ayrışma sadece metropol kentlere özgü bir olgu değildir. Aynı zamanda farklı üretim tarzlarının hakim olduğu metropol niteliği taşımayan kentlerde de yaşanabilmektedir. Kent tarihi boyunca, üretim, tüketim ve bölüşüm ilişkilerinden farklı derecelerde yararlanabilen sınıfların yaşam alanları da mekânda farklılıklar göstermektedir. Tokat ilinde kapitalist üretim ilişkilerinin yanı sıra pre-kapitalist üretim ilişkilerinin etkilerini görmek mümkündür. Kapitalist üretim ilişkileri ile pre-kapitalist üretim ilişkilerinin aynı anda varlığını sürdürerek kent mekânında ve toplumsal ilişkiler üzerinde yarattığı etkiyi Sulusokak bölgesinde görmek, Tokat kent merkezinde bu bölgeyi araştırma için önemli kılmaktadır. Mekânsal ayrışmayı kent tarihi boyunca görmek mümkündür. Sanayi sonrası toplumlarda ise sermaye mantığı çerçevesinde şekillenen mekânda ayrışma daha fazla derinleşmektedir. Kapitalist üretim sistemi, yayılma ve örgütlenme biçimleri ile mekânsal engelleri ortadan kaldırıp, tüm dünyayı tek bir mekâna dönüştürürken aynı zamanda mekânsal farklılıklar sermayenin dolaşımında çok farklı roller üstlenmektedir. Sermayenin mantığı ile yeni mekânsal hareketlilik biçimleri ortaya çıkmakta, mekânları birbirine bağlayan ya da birbirinden koparan yeni ilişki ve süreçler yaşanmaktadır (Özdemir, 2005: 210). Kent mekânında var olan çelişkilerin kaynağı kapitalizmin eşitsiz gelişme dinamiklerinde aranmalıdır. Doğası gereği kapitalizm mekânsal bir birimin gelişimini sağlarken diğer yandan başka bir birimin 17 azgelişmişliğine yol açmaktadır. Bu durum bölgesel olabileceği gibi kentsel ölçekte de kendini gösterebilmektedir (Şengül, 2009: 310). Bir ülke sınırları içerisinde yer alan bölgeler, kentler hatta kentsel mekândaki alanlar gelişmişlik dereceleri ile birbirinden ayrılabilmektedir. Bu çalışmada mekânsal ayrışma ile ilgili David Harvey’in geliştirmiş olduğu kuramdan faydalanılmıştır. Harvey, kentsel sistemdeki eşitsizliklerin ileri sanayi toplumlarının kendi yapılarından kaynaklandığını belirtmektedir. Özellikle kentsel mekânın kendisinde ortaya çıkan rant sorununa ayrı bir önem atfeden Harvey’e (2009) göre kapitalist sistemin büyümesi demek kentsel rantın büyümesi demektir. Devlet tarafından sermayeye doğrudan kaynak aktarımı işlevi gören kentsel rantlar, yeni mekânsal ayrışma ile ortaya çıkabilmektedir. Sermaye ve emek gücünün değişen konumları ve sınıf içi bölünmeler, yeni mekânsal ayrışmaya zemin oluşturmaktadır. Böylelikle mekânsal ayrışmada iki uç örnek olan gecekondu bölgeleri ya da banliyöler arasında üretim ilişkilerinde ve paylaşımında yeni bir dönem başlatılmaktadır (Kurtuluş, 2005a: 86). Bu iki yerleşim yeri, konutların kalitesinden içinde barınan bireylerin eğitim seviyesine kadar birçok noktada birbirinden çok farklı özellikler taşımaktadır. Harvey, mekânsal ayrışma olgusunun toplumsal yapıyla ilişkilendirilerek ele alınması gerektiğini belirtmiştir. Harvey’e (2002: 170) göre mekânsal ayrışma, kapitalist toplumdaki toplumsal ilişkilerin yeniden üretimi çerçevesinde ele alınmalıdır. Mekânsal ayrışmanın temelinde kapitalist üretim sistemin yarattığı eşitsizliklerin yer aldığını ve kapitalist üretim sistemindeki çelişkilerin mekânsal ayrışma ile belirginleştiğini belirten Harvey (2002: 153-160), mekânsal ayrışma ile toplumsal ilişkiler arasındaki karmaşık ilişkiyi şu etmenler aracılığı açıklamıştır: Sermaye ile emek arasındaki iktidar ilişkisine dayanan temel etmenler, Kapitalist üretim sisteminin niteliğinin yarattığı ikincil etmenler (David Harvey bu etmenleri türev etmenler olarak nitelendirmiştir. Bu etmenleri, emeğin bölünmesi ve işlevlerde uzmanlaşma, tüketim sınıfları ve dağıtımdan kaynaklanan tabakalaşmalar, yönlendirilen ideolojik ve politik 18 bilinç, toplumsal devingenlik olanaklarına getirilen engeller olarak başlıklandırmak mümkündür), Geçmiş üretim ilişkilerinden kalmış toplumsal ilişkileri yansıtan etmenler. Bu çalışma için önem arz eden, mekânsal ayrışma ile toplumsal ilişkiler arasındaki karmaşık ilişkiyi açıklayan “geçmiş üretim ilişkilerinden kalmış toplumsal ilişkileri yansıtan etmenler” yani tortul öğelerdir. Sosyal olguların tarihselliği sebebiyle, değişen üretim ilişkileri daha önceki döneme ait olan üretim ilişkilerini hemen yok etmemektedir. Toplumlardaki sınıfsal yapılanma ile ilgili Harvey’in (2002: 153) geliştirdiği kuram uyarınca, kapitalizmle etkileşime geçen toplumlarda feodal düzenden kalan tortul öğeler varlığını sürdürebilir, ortadan kaybolabilir ya da dönüşüme uğrayabilir. Harvey’in tortul öğelerle ilgili yaklaşımı, bu çalışma açısından önem taşımaktadır. Çünkü mekân ile toplumsal ilişkiler arasında var olan diyalektik ilişki çerçevesinde değişen üretim ilişkileri, toplumsal sınıfların mekândaki dağılımını da etkilemektedir. Harvey, değişen üretim ilişkileri çerçevesinde toplumun, mekânı oluşturup dönüştürdüğünü ama aynı zamanda mekânın da toplumu etkilediğini belirtmektedir. Farklı sosyo-ekonomik özelliklere sahip bireyler, kentin farklı bölgelerinde oturmaktalar ve gelirlerinde meydana gelen yükselmelerle de merkezden çevreye doğru hareket etmektedirler (Keleş, 2012: 116). Kimi aileler oturmakta oldukları konutları çeşitli nedenlerden ötürü terk etmekte, konut pazarında, bu konutlarsa daha aşağı gelir gruplarına hitap etmektedir. Böylelikle bazı aileler, nitelikleri, ölçünleri daha üstün, fiyatı daha yüksek olan konutlara taşınırken, onların boş bıraktıkları, bir ölçüde eskimiş, fiyatı ya da kirası daha az olan konutları, onlar kadar zengin olmayan kesimler almaktadır (Keleş, 2012: 397). Merkezden çevreye doğru hareket eden kesimden boşalan alanlara ise daha düşük sosyo-ekonomik özelliklere sahip bireyler yerleşmektedir. Homer Hoyt’un Dilimler Kuramı ile de ilişkilendirilebilecek bu yargı, literatürde “süzülme” olarak isimlendirilmiştir. Sosyo-ekonomik koşulları ile birbirlerinden farklı olan toplumsal sınıflar mekânda ayrışmakta, zamanla ekonomik koşullarında meydana gelen iyileşmelerle birlikte bu bölgeleri terk etmektedir. Boşalan bölgeler ise ucuz konut ve merkeze yakınlık bakımından istihdam 19 olanaklarına daha rahat erişileceği düşüncesiyle özellikle kırdan göç edenler tarafından tercih edilmektedir. Dolayısıyla bu bölgeler yoksulluk mekânları olarak yeniden üretilmektedir. Üretim ilişkilerinde yaşanan değişimler, hem mekânın hem de toplumsal sınıfların sosyo-ekonomik yapıları üzerinde etkide bulunmaktadır. Sosyo-ekonomik açıdan iyileşen toplumsal sınıflar, kapitalist üretim ilişkileri tarafından şekillenen yaşam alanlarına yerleşme güdüsü içerisindeyken, bu sınıflar tarafından boşalan ve eski üretim ilişkilerinin izlerini taşıyan alanlara ise sosyo-ekonomik açıdan daha düşük düzeyde olan aileler yerleşmektedirler. Yani üretim ilişkilerinde yaşanan değişmeler süzülmeyi hızlandırmaktadır. Metropol niteliği taşıyan kentlerde eski üretim ilişkilerinin izlerinin olduğu mekânlar, sermayenin ikinci çevrimine dahil edilirken, henüz metropol niteliği taşımayan ve üretim ilişkilerinin eklemlendiği kentlerde eski üretim ilişkilerinden kalan tortul öğeler varlığını sürdürebilmektedir. David Harvey’in belirttiği gibi kapitalist üretim sistemi, sermaye ve emek arasındaki eşitsiz ilişkiyi derinleştirmekte ve bu durum mekâna ayrışma şeklinde yansımaktadır. Üstelik değişen üretim ilişkileri kent mekânını kendi hegemonyası altına almakla birlikte eski üretim ilişkilerini tamamen ortadan kaldırmayabilmektedir. Bu durumu pre-kapitalist üretim ilişkilerinden kalan tortul öğelerin tam anlamıyla silinmediği Tokat kent mekânında görmek mümkündür. Bu tortul öğeler hem toplumsal ilişkilerde hem de fiziki kentsel mekânda kendisini göstermektedir. Bununla birlikte değişen üretim ilişkileri neticesinde aralarındaki eşitsiz ilişki sebebiyle sermaye ve emeğin kentsel mekândaki farklı konumlanışı Tokat kent mekânında çok sert bir biçimde yansımamıştır. Tokat/Sulusokak, pre-kapitalist üretim ilişkileri ile kapitalist üretim ilişkilerinin eklemlenmesi ile birlikte yoksulluğun mekânı olarak merkez ilçede bulunan diğer yerleşim alanlarından ayrışmaktadır. Sulusokak’ın, Osmanlı Devleti zamanında bir ticaret bölgesi iken günümüzde yoksulluk ve yoksunluk mekânı olmasının nedenleri, değişen üretim ilişkilerinin toplumsal sınıflar arasında yarattığı eşitsiz ilişkide yatmaktadır. Bu bakımdan Sulusokak’ta toplumsal ve mekânsal olarak yaşanan dönüşüm, değişen üretim ilişkileri ışığında ele alınmalıdır. Sulusokak değişen üretim 20 ilişkileri ile eski önemini kaybederken, varsıl kesimin uzaklaştığı ama aynı zamanda yoksul kesimin de kentte tutunabilmenin bir aracı olarak görüldüğü bir yerleşim alanı olarak göç olgusundan önemli ölçüde etkilenmektedir. Elbette ki değişen üretim ilişkilerinin izleri özelde Sulusokak’ı genelde de Tokat’ı etkilediği için bu dönüşümün nasıl gerçekleştiği, geçmişten günümüze Tokat ve Sulusokak’ta toplumsal ve ekonomik yapının mekândaki konumlanışının irdelenmesi ile çözümlenebilinir. 1.3. Bilgi Derleme ve İşleme Teknikleri Bu araştırma için basılı ve elektronik ortamda literatür taraması ve alan araştırması yoluyla bilgi toplanmış, elde edilen bilgi ve bulgular niteliksel çözümleme teknikleri ile çözümlenmiştir. Literatür taraması çerçevesinde bilimsel çalışmalar, tezler, kitaplar, süreli yayınlar, yasal ve kurumsal belgeler ve diğer yazılı kaynaklar incelenmiştir. Ancak Tokat’ın Cumhuriyet döneminde toplumsal, ekonomik, mekânsal yapısı ve dönüşümüne ilişkin literatürde önemli bir boşluk varıdır. Birçok beyliğe ve devlete ev sahipliği yapan Tokat’ın ilk yerleşim yeri Sulusokak olması nedeniyle Tokat’ın tarihsel gelişimi ile Sulusokak’ın gelişimi aynı izleri taşımaktadır. Toplumsal ve ekonomik yapının mekândaki konumlanışını belirlemek için yapılan literatür taramasında mevcut kaynakların çoğunluğu Osmanlı Devleti döneminde Tokat’ın durumuna yöneliktir. Birçok Şer’iyye Sicili’nin3 çözümlenmesine yönelik tezlerle birlikte Tokat’ın tarihsel gelişimine dair çalışmalar da bulunmaktadır. Şer’iyye Sicili Transkripsiyonu ve Değerlendirmesi’ne yönelik Asıl (2006) ve Özkan (2002) tarafından hazırlanan tez çalışmalarında Tokat’ın 1800’lü yıllardaki sosyal yapısına yönelik verilerden yararlanılmıştır. Tokat tarihine yönelik yapılan çalışmalar ise yine Osmanlı Devleti döneminde sosyal ve ekonomik yapının analizine yönelik uygun veriler sunmaktadır. Acunsal (1947), Cinlioğlu (1951) ve (1973), Çiçek (2006), Eken 3 “Şer'iyye sicilleri kısaca mahkemelerde tutulan kayıtlardır. Bu kayıtlar dava zabıtları, mukavele, senet, satış, vakfiye, vekâlet, vesâyet, tereke, taksim, i'lam ile narhlar ve esnaf teftişine ait kayıtları içine almaktadır. Diğer taraftan başta hükümdar olmak üzere her derecedeki büyük ve küçük makamlardan beylerbeyi, kadı, müftü, mütesellim, voyvoda, mütevelli ve iş erlerine yazılan ferman, berat, divan teskeresi, mektup vs. gibi resmî nitelikteki emir ve yazı kopyaları da bu belgeler içinde yer almaktadır.” (Erdemir, 1995: 6). 21 (1997) tarafından yapılan çalışmalarda Osmanlı döneminde nüfusun sosyal yapısına yönelik bilgiler elde edilirken, Beşirli (2004) ve Genç (1988) tarafından yapılan çalışmalarda yine Osmanlı döneminde Tokat’ın ekonomik yapısına yönelik bilgiler elde edilebilmektedir. Özdağ (2009) tarafından yapılan yüksek lisans tezinde, 19. yüzyılda Tokat’ın sosyal ve ekonomik yapısına ilişkin çözümlemeler bulunmaktadır. Ayrıca Bildiş (2006) tarafından yapılan bir yüksek lisans tezinde, Tokat’ın Zile ilçesinin tarihsel gelişimine ve günümüzdeki mekânsal ve konutsal dokusuna kısa da olsa değinilmiştir. Toplumsal ve ekonomik yapının mekândaki yerleşimine dair Tokat ile ilgili en yetkin kaynak Aktüre (1981) tarafından hazırlanmıştır. Aktüre de Osmanlı Devleti’nin son dönemlerindeki Tokat’ın mekânsal yapısını çözümlemiştir. Tokat’ın Osmanlı Devleti döneminde bir ticaret merkezi niteliği taşıması, kentin tarihsel gelişiminin genellikle bu dönem üzerinden ele alınmasına yol açmıştır denilebilir. Cumhuriyet dönemine gelindiğinde ise Tokat kentinin toplumsal ve mekânsal gelişimini irdeleyen çalışmalara rastlanılmamıştır. Cumhuriyet döneminden sonra kentin sosyal ve ekonomik gelişimini konu alan çalışmalardan Duran (2006), Tokat ekonomisine yön veren tarım, sanayi ve hizmet sektörlerinin genel durumu ile ilgili daha çok sayısal nitelikli veriler üzerinde durmuş, Cumhuriyet döneminde Tokat’ın sosyal yapısını ise idari, nüfus, işgücü ve istihdam, eğitim ve sağlık gibi demografik ölçütler ışığında ele almıştır. Ünal (2004) ise kentin tarihsel gelişimini de ele aldığı çalışmasında Tokat kentine yönelik demografik bilgilerden sonra kentin aldığı göç oranlarını değişen üretim ilişkileri ile ilişkilendirmiş bu bakımından çalışması önem taşımaktadır. “Kentsel Yoksulluk Bağlamında Mekânsal Ayrışma Tokat Sulusokak Örneği” isimli bu çalışma, Osmanlı Devleti döneminde Tokat’ın ticaret merkezi niteliği taşıyan Sulusokak bölgesinin üretim ilişkilerinde meydana gelen değişimlerle birlikte nasıl bir dönüşüm yaşadığını ve günümüzde yoksulluk mekânı halini aldığını irdeleme amacı taşımaktadır. Tokat/Sulusokak’ın, taşıdığı ticari merkez niteliği nedeniyle tarihi geçmişine dair azımsanmayacak da olsa bir literatür olmasına rağmen Cumhuriyet döneminden sonra toplumsal ve ekonomik yapının mekândaki konumlanışı sadece demografik bilgiler ışığında ele alınmıştır. Literatürde, Tokat’ın 22 Cumhuriyet dönemi toplumsal ve mekânsal yapısına ilişkin boşluk bu tez açısından alan araştırmasını daha önemli kılmıştır. Araştırma için ayrıca yarı yapılandırılmış ve derinlemesine görüşme teknikleri ile alandan bilgi toplanmış ve bu bilgiler niteliksel çözümleme tekniği ile değerlendirilmiştir. Öncelikli olarak Sulusokak’ın algılanışını değerlendirebilmek için Sulusokak’ın kişiler nezdinde ne ifade ettiği öğrenilmek istenmiştir. Çalışmaya başlamadan önce bölgeyi tanımak amacıyla Sulusokak’da yaşamamış olan kişilerle yapılan yapılandırılmamış mülakatlarda zihinlerde bir “Marjinal Sulusokak” tanımı olduğu ve hiç Sulusokak’ta yaşamamışlar açısından bir tehlike arz ettiği görülmüştür. Bu fikirlerin varlığı ise, Sulusokak ile hiç ilgisi olmayanlara yönelik bir telkin niteliği taşımakta ve Sulusokak’a ilişkin bir marjinalleştirme yaklaşımı gözlenmektedir. Sulusokak’ın tarihi geçmişi ve günümüzde bu yönde algılanışı, bizi Sulusokak’a yönlendiren temel nedenler arasındadır. Sulusokak’a gidildiğinde ise her tarafı tarih kokan bir mekân ve samimi ve içten tavırlı bölge halkı ile karşılaşılmıştır. Mekânın, 1200’lü yıllara dayanan hanlar, hamamlar, camiler ile çok eski tarihlere kadar uzandığını görmek mümkündür. 150-200 yıla dayanan konutlar da buradaki yoksulluğun boyutlarını gözler önüne serer niteliktedir. Tokat merkez ilçesinin diğer bölgelerinde elbette ki buradaki konutlar gibi yaşam alanlarına rastlamak mümkünse de, Sulusokak hem taşıdığı tarihi değer hem de yoksulluğun daha yoğun yaşandığını kanıtlar nitelikteki konutlar ile diğerlerinden ayrılmaktadır. Bu durum da bizi çalışma alanı olarak Sulusokak’a yönlendirmiştir. Bölgeyi tanımak adına Tokat’ta yaşamayıp da bölgeyi uzaktan bir göz olarak değerlendiren Tokatlılar, bölgede daha önce yaşamış ama taşınmış olan Tokatlılar ve şu an Sulusokak’ta yaşayanlarla yarı yapılandırılmış bir görüşme planı üzerinden görüşülmüştür. Sulusokak’ta hiç yaşamamış olan Tokat halkından 10 kişi ile, Sulusokak’ta yaşamış ama şu an taşınmış olan 5 kişi ile ve hâlâ Sulusokak’ta yaşayan 10 kişi ile görüşülmüştür. Kaynak kişilerin 7’si kadın, 18’i ise erkektir. Görüşülen kadınların çoğu ev hanımı olmakla birlikte öğrenci olanlar da vardır. Erkeklerin ise bir kısmı emekli, bir kısmı memur, bir kısmı tüccar, bir kısmı da bazı kurumların yöneticileriyken bir kısmı hâlâ Sulusokak’a özgü meslek erbaplarıdır. 23 Görüşme yapılan kişilerle genellikle referans yolu kullanılmakla birlikte bazı görüşmeler rastlantısal gerçekleşmiştir. Bölgenin bugünkü sosyal ve ekonomik yapısını öğrenebilmek için ilgili kurumların yöneticileri ile görüşülmüştür. Bölgenin tarihi geçmişi ve bir zamanlar taşıdığı ticari merkez özelliğini öğrenebilmek için bölgenin yaşlı nüfusu ile diyaloga geçilmeye çalışılmıştır. Bu kişiler arasında hâlâ Sulusokak’a özgü meslekleri (bakırcılık, saraççılık) icra edenler de vardır. Üretim ilişkilerinde meydana gelen değişimin el sanatlarını nasıl yok ettiğini öğrenme amacı taşıyan bu sohbetler sırasında yarı yapılandırılmış bir görüşme planı olsa da karşımızdaki insanların geçmişe duydukları derin özlem nedeniyle uzun sohbetler yapılmış, kişilerin konuşmalarına çok fazla müdahale edilmemiştir. Referansın dışında Sulusokak’a yapılan ziyaretler esnasında kimi zaman kapısının önünde inek yayan kimi zamanda kapısının önünde madımak ayıklayan Sulusokak sakinlerine eşlik edilerek rastlantısal görüşme gerçekleştirilmiştir. Bu görüşmeler esnasında karşıdaki kişiyi çok rahatsız etmeden kişisel bilgiler öğrenilmeye çalışılmıştır. Sulusokak’ta birçok Artvinli, Erzurumlu, Karslı olanlarla karşılaşıldığından öncelikle nereden ve ne zaman göç ettikleri öğrenilmek istenmiştir. Sulusokak’a 1800’lü yılların sonunda olan göçlerin sebebi savaş iken, daha sonra özellikle kendi kırsalından aldığı göçlerin sebebi değişen üretim ilişkilerinin etkileridir. Kaynak kişilerle yapılan görüşmelerde bölgenin tarihsel geçmişinin zihinlerde kapladığı alan oldukça geniştir. “Eskiden” diye başlayan cümlelere çok tanıklık edilmiştir. Kadın-erkek algısında da bir farklılık olduğu görülmüştür. Erkekler daha çok bölgede var olan ekonomik faaliyetlerin yükselişini ve düşüşünü anlatırken, kadınlar ise tarihsel geçmiş ile ilgili erkeklere nazaran daha az bilgiye sahip olmakla birlikte daha çok gündelik hayatlarından ve yoksulluktan dem vurmuşlardır. Bunların dışında kaynak kişilerden bölgenin bir sokak mı, mahalle mi yoksa semt mi olduğu, neden göç aldığı ve verdiği, adının kaynağı, bölgede geçmişte ve günümüzde etnik çeşitliliğin ne boyutta olduğu gibi konular öğrenilmeye çalışılmıştır. Ayrıca bölgede yaşamayan ve hiç yaşamamış olan kişilerin bölgeyle ilgili algıları öğrenildikten sonra bu algının kaynağı hem bu kişilerden hem de şu an 24 Sulusokak’ta yaşayanlardan öğrenilmeye çalışılmıştır. Nihayetinde de kaynak kişilerden bölgenin yoksulluğu ve ilçe merkezinden nasıl ayrıştığı öğrenilmek istenmiştir. 1.4. Kavram Tanımları Bu araştırmada sıklıkla kullanılan ve araştırmanın konusu açısından önem taşıyan kavramlar ve tanımları aşağıda sunulmuştur. Kent: Genellikle tarım dışı kesimlerde yoğunlaşmış 10.000’in üstünde bir nüfusu bulunan, farklılaşmış ve örgütlü bir fiziksel, toplumsal ve yönetimsel bütünlüğe sahip olan yerleşmelere denilmektedir (Sencer, 1979: 8). Sürekli bir akış içinde bulunan toplumsal bir pratik olan kent (Castells, 1997: 123), toplumsal olarak belirlenen önemli oranda artı ürünün harekete geçirilmesi, koparılması ve coğrafi olarak yoğunlaştırılması yoluyla yaratılan yapılanmış biçimlerdir (Harvey, 2009: 217). Kentleşme: “Sanayileşmeye ve ekonomik gelişmeye koşut olarak kent sayısının artması ve kentlerin büyümesi sonucunu doğuran, toplumda artan oranda örgütleşme, uzmanlaşma ve insanlar arası ilişkilerde kentlere özgü değişikliklere yol açan nüfus birikim süreci”dir (Keleş, 2012: 31). Mekânsal Ayrışma: Kentsel mekânda yer alan toplumsal tabakalar arasında gelir, meslek, eğitim durumu, yaş, toplumsal statü, cinsiyet, etnisite, dil, ırk gibi niteliklerdeki farklılıklar, bu tabakaların kentsel mekânda yer seçim kararlarını etkileyebilmektedir. Bu çerçevede mekânsal ayrışma farklı nitelikteki toplumsal grupların kentsel mekânda farklı konumlanışı ile oluşan süreçtir (Erder, 2006: 35). Göç: Toplumsal değişimlere paralel olarak nüfusun mekândaki yeniden dağılımıdır (Tekeli vd., 1978: 62-63). Göç, toplumsal değişim ve dönüşümden kaynaklanmakla birlikte toplumsal değişim ve dönüşüme de yol açan, çift yönlü etkide bulunan bir süreçtir. 25 Gecekondu: “Bayındırlık ve yapı kurallarına aykırı olarak, gerçek ya da tüzel, kamusal ve özel kişilerin toprakları üzerine, toprak sahibinin istenç ve bilgisi dışında, onamsız olarak yapılan, barınma gereksinmeleri devletçe ve kent yönetimlerince karşılanamayan yoksul ya da dar gelirli ailelerin yaşadığı barınak türü”dür (Keleş, 2012: 509). Gecekondular, kapitalizmin kırsal alanda meydana getirdiği dönüşüm neticesinde kırdan kentte doğru olan göç hareketinde bir ivme yaşanmasına rağmen, sanayileşmenin çok yavaş bir seyir izlediği toplumlarda ortaya çıkmaktadır Kıray’a (2007: 90). Gecekondu gibi oluşumlar hızlı bir değişim sonucu meydana gelen, ne eski yapıyla ne de yeni yapıyla ilişkili olan sadece değişen yapıyla bütünleşmeyi sağlayıcı tampon mekanizmalardır (Kıray, 1964: 5). Soylulaştırma: İlk kez Ruth Glass tarafından 1964’te tanımı yapılan soylulaştırma (gentrification), 1960’lı yıllarda orta sınıfların banliyöler yerine işçi sınıfının bulunduğu Londra kent merkezinde yaşamayı tercih etmeleri ve burada yer alan mütevazi evleri pahalı ve zarif konutlara dönüştürmeleri ile başlayan bir süreci ifade etmektedir (Byrne, 2003: 405). En genel tanımıyla soylulaştırma, gerilemiş olan eski kent içi alanlarındaki yeni bir toplumsal ve mekânsal ayrışmayı ifade etmektedir. Yeni orta sınıfın bu alanlara yönelik artan talebi ve mülkiyetin değerlenmesi ile başlayan süreç, işçi sınıfının yerinden edilmesi ile sonuçlanmaktadır (Şen, 2005: 128). Yoksulluk: Nüfusun bir kesiminin değişik dönemlerde çeşitli sebeplerle tarihsel ve coğrafi olarak belirlenmiş asgari yaşam standardını sağlayabilecek kaynaklardan yoksun olmasıdır (Mingione’dan akt. Kaygalak, 2001: 124). Kentsel Yoksulluk: Yoksulluk tarih boyunca var olan bir olgu olmasına karşın, özellikle kapitalizmle birlikte sınıfsal eşitsizliklerin daha da belirginleştiği kentsel mekânda yoksulluk daha derin yaşanmaktadır. Basitçe yoksulluğun kentsel mekândaki hali olarak ele alınan kentsel yoksulluğun kırdan kente göç ile pekiştiğini dile getiren görüşler de mevcuttur. Kırdan göçle kente gelen, barınma ve istihdam sorunları ile karşı karşıya kalan dolayısıyla gecekondularda yaşayıp düşük ücretli işlerde çalışan kesimin yaşadığı yoksulluktur (Kaygalak, 2001: 127). 26 1.5. Araştırmanın Sunuş Sırası Araştırmanın sunuş sırası şöyledir: Araştırma dört kesimden oluşmaktadır. Araştırmanın “ARAŞTIRMANIN KONUSU, AMACI, VARSAYIMLARI VE YÖNTEMİ” başlıklı birinci kesiminde, araştırmanın konusu ve amacı, varsayımları ve yöntemi, bilgi derleme ve işleme teknikleri, kavram tanımları ve araştırmanın sunuş sırası verilmiştir. Araştırmanın ikinci kesimi iki bölümden oluşmaktadır. “MEKÂNSAL AYRIŞMA” birinci bölümde kavramsal ve tarihsel olarak ele alınıp ardından da kentsel mekânda ayrışma türlerine ve mekânsal ayrışmaya yönelik geliştirilen teorilere yer verilmektedir. İkinci bölüm ise “KENTSEL YOKSULLUK VE MEKÂNSAL AYRIŞMA” başlığı altında öncelikle yoksulluk kavramı ve türlerine yer verilmiş ardından kentsel yoksulluk olgusu kavramsal ve tarihsel olarak incelenmiştir. Ayrıca bu bölümde kentsel yoksulluk olgusunun mekânda ayrışmanın hem nedeni hem de sonucu olması bakımından mekâna nasıl yansıdığı ve kentsel yoksulluğu arttırıcı etkisi bakımından göç olgusu ile mekânsal ayrışma arasındaki ilişkinin niteliği irdelenmiştir. Araştırmanın “KENTSEL YOKSULLUK BAĞLAMINDA TOKAT SULUSOKAK BÖLGESİ’NDE MEKÂNSAL AYRIŞMA” başlığını taşıyan üçüncü kesimi ise iki bölümden oluşmaktadır. Toplumsal sınıflar arasında yaşanan eşitsizliğin mekâna yansıma dinamiklerini anlayabilmek için Türkiye’de kent mekânının nasıl bir değişim ve dönüşüm geçirdiğini değerlendirmek gerektiğinden ilk bölümde “TÜRKİYE’DE KENTLEŞME SÜRECİ VE KENTSEL YOKSULLUK BAĞLAMINDA MEKÂNSAL AYRIŞMA” başlığı şekillendirilmiştir. İkinci bölümde ise kentsel yoksulluk bağlamında Tokat ilinde gerçekleşen mekânsal ayrışmayı inceleyebilmek adına “TOKAT VE SULUSOKAK BÖLGESİ” başlığı altında Tokat ve Sulusokak bölgesinin tarihsel gelişimi ve toplumsal ekonomik yapının mekânda yerleşimi ile birlikte kentsel yoksulluk olgusundan kaynaklanan mekândaki ayrışma incelenmiştir. 27 Araştırmanın dördüncü kesimi ise “GENEL DEĞERLENDİRME” bölümünden oluşmaktadır. Araştırmanın en sonunda da alfabetik sıraya göre hazırlanmış olan “KAYNAKÇA” bulunmaktadır. 28 MEKÂNSAL AYRIŞMA VE KENTSEL YOKSULLUK OLGULARININ KAVRAMSAL VE TARİHSEL OLARAK DEĞERLENDİRİLMESİ 2. MEKÂNSAL AYRIŞMA Bu bölüm altında mekân ve mekânsal ayrışma olgusu kavramsal olarak ele alındıktan sonra kentsel mekânda ayrışma türleri irdelenmiş, ardından mekânsal ayrışmaya yönelik geliştirilen teorilere yer verilmiştir. Son olarak da mekânsal ayrışmanın tarihsel gelişimi incelenmiştir. 2.1. Mekânın Toplumsallığı ve Mekânsal Ayrışma Sosyolojik kuramlarda 19. yüzyıldan beri mekâna ilişkin değerlendirmeler yapılmaktadır. Örneğin Coğrafyacı Ekol diye bilinen yaklaşımlar mekânın sosyal yaşantı, kültür, insan davranışları üzerindeki etkisine yoğunlaşmıştır. İklimin, bitki örtüsünün, yeryüzü şekillerinin, topoğrafyanın uygarlıklar ve insan toplulukları üzerindeki etkileriyle ilgilenen İbn-i Haldun, Montesquieu, Le Play, Demolins gibi isimler Coğrafyacı Ekol’de öne çıkan isimlerdir. Klasik sosyologlardan Marx, Durkheim ve Weber, mekân ile doğrudan ilgilenmemişlerdir. Marx, mekânı kapitalizmin metalaştırma süreçlerinin bir parçası olarak ele alırken, Durkheim, mekanik ve organik dayanışmada toplumsallığın üreticisi, Weber ise Ortaçağ kentlerinden modern kentlere geçişte önemli bir öğe olarak ele almıştır (Bal, 2008: 267). Kentsel toplumsal mekân, örtüşen ve iç içe geçmiş tabakaların şekillendirdiği etkileşimli bir yapıdır (Güvenç, 2000a: 261). İnsan ve toplum belirli bir mekânda varlık kazanmakta, o mekânda oluşmakta ve dönüşmektedir. İşte bu yüzden insan ve toplum bir yerle irtibat kurmakta ve bir yere bağlanmaktadır. Alver’e (2010: 11) göre bir kimlik unsuru olabilen mekân aynı zamanda bir değer ve referans alanı olması bakımından insanın konumu ve statüsüne dair ipuçları taşımaktadır. İlgili literatürde mekânla ilgili yapılan tanımlamalar genellikle insanın yer ile ilişkisine yönelik olarak açıklanmaktadır. Göka (2001: 17), “Önce mekân vardı. Sonra mekânın her türlü özelliğini toplayan insan varoldu. İlk oluşta nasıl birlikte 29 olduysa daha sonra da öyle birlikte oldu mekân ve insan. Yani birbirinin gerekçesi olan bir bütünün iki farklı görüntüsü.” ifadesiyle mekânın ve insanın ayrılmaz bir bütün olduğunu dile getirmektedir. Toplumsal, siyasal, ekonomik ve kültürel etkilerle yeniden üretilen mekânı sadece fiziki bir mekân olarak değil, toplumsallığını ön plana çıkaracak bir yaklaşımla ele almak gerekmektedir. Kentin yüklendiği mekânsal biçim ile kentteki toplumsal süreçler birbirini etkileyen iki unsur olmaları bakımından Harvey (2003: 28) mekânı “coğrafi muhayyile” ve “sosyolojik muhayyile” ile birlikte ele alınmasını salık vermektedir. Mekânın zaman içinde geçirdiği dönüşümden yola çıkarak yapılan bir başka tanımlama ise mekânın statik bir olgu olmadığına ve zamandan bağımsız ele alınmayacağına dair yapılan vurgudur (Massey’den akt. Ercan, 2000: 217). Mekân ve zaman birbirini etkileyen olgular olması bakımından dikkate alınması gerekliliği yanında mekânın toplumsal ilişkilerden etkilenen bir olgu olduğunu da göz ardı etmemek gerekmektedir. Çünkü mekân ve zamana yönelik kavrayışlar, toplumsal yaşamın yeniden üretilmesine yönelik ilişkilerle zorunlu bir bağın sonucudur (Ercan, 2000: 218). Mekân üretimi, toplumsal sınıflar, devlet, siyaset ve ideoloji düzeyinde işleyen toplumsal süreçlerden etkilenebileceği gibi aynı zamanda kendine özgü dinamiklerinin belirleyiciliği altında da gerçekleşebilmektedir. Bunlar coğrafi üstünlükler, afetler gibi doğal olabileceği gibi, kapitalist toplumda bütünleşik bir pazar ekonomisinin sonucu olarak gelişen eşitsiz-bileşik gelişme yasası gibi toplumsal olarak da üretilebilmektedir (Kaygalak, 2008: 21). Henri Lefevbre’ye (akt. Harvey, 2002: 170) göre kentsel mekân toplumsal üretimin sonucu şekillenmektedir. Toplumsal sınıflar arasındaki ilişki kentsel mekânın üretim biçimini etkilemektedir. Mekânsal ayrışmayı salt toplumsal ilişkilere dayandırmak bu olguya edilgen bir nitelik yüklemek anlamına gelmektedir. Bu bakımdan mekânsal ayrışmayı sınıfsal ilişkilerin ve toplumsal farklılaşmaların üretildiği ve sürdürüldüğü süreçler içerisinde tamamlayıcı bir aracı etki olarak değerlendirmek gerekmektedir. Lefebvre’e (akt. Süalp, 1999: 76) göre toplumsal olarak üretilen mekânın üretim biçimi sınıflararası çatışma tarafından belirlenmektedir. Toplumsal olarak 30 üretilen mekân, mimariden kent politikalarına, çevre problemlerinden arsa spekülasyonlarına, kültürel üretimden ideolojiye dek uzanan dinamik ve diyalektik bir yoğunluğa sahiptir. Farklı gelir gruplarının veya farklı ırk, din, etnisite, mezhep, kültürel, toplumsal cinsiyet kimliklerindeki bireylerin ayrışmasını fiziksel mekânda görmek mümkündür. Mekânsal ayrışma da toplum ve mekân arasındaki diyalektik ilişki neticesinde şekillenmektedir. Erder (2006: 36) kentsel gelişme dinamiğini sağlayan temel süreçler çerçevesinde ayrışma olgusunu “ayrımlaşma” olarak ele almış ve “aynı işleve sahip ekolojik birimlerin aynı mekânda toplanması eğilimi sonucu olarak birbirinden ayrılmış alanların ortaya çıkması süreci” şeklinde tanımlamıştır. Max Weber’e (2003: 49) göre mekânsal ayrışma bireylerin iş ortamı, gelir, ırk ve etnik kimlikler, toplumsal statü, adetler, alışkanlıklar, zevk, tercih ve ön yargı gibi faktörlerin belirleyiciliğinde kentin çeşitli bölgelerindeki yerleşim alanlarını arzu edip etmemesi sonucu meydana geldiğini belirtmektedir. Bu tanımlamadaki liberal bir söylem olan “arzu edip etmemesi” ifadesi genellikle sermaye sahipleri için geçerli olmaktadır. Çünkü kentsel yoksulların mekândaki konumlanışı bir tercihten ziyade zorunluluk neticesinde gerçekleşmektedir. Mekânsal ayrışmanın yaratılması sürecinde bireylerin seçimlerde bulunduğu ve yeğlemeleri söz konusu olmakla birlikte yeğlemeler, değer dizgeleri hatta seçimler bireyin istencine dışsal güçlerce üretilmektedir. Örneğin işçi sınıfının komşuluk birimleri genellikle işçi sınıfı içinde yer almayı doğrulayan değerlerle donanmış bireyler üretmektedir (Harvey, 2002: 163-164). Saltman (1991: 1) ve Calder ve Greenstein, (2001: 4) mekânsal ayrışmayı farklı nüfus gruplarının belirli bir coğrafi alanda mekânsal olarak ayrışması şeklinde tanımlamaktadırlar. Bu farklı nüfus grupları farklı sosyo-ekonomik özelliklere, farklı mesleklere veya farklı aile kompozisyonlarına sahip olabilmektedirler. Van Kempen ve Özüekren’e (akt. Firman, 2005: 1) göre mekânsal ayrışma, kent mekânının toplumsal sınıfların statülerinin üst düzey ve alt düzeyde göstermesi ile meydana gelmektedir. Bu durum, mahallelerdeki konutlar için var olabileceği gibi kentler arasında ve kentle çevresindeki alanlar için de var olabilmektedir. 31 K’akumu ve Olima (2007: 90) ise mekânsal ayrışmayı, belirli bir sosyal gruba devlet veya piyasa mekanizması tarafından bir konut alanının tahsisi şeklinde tanımlamaktadır. K’akumu ve Olima’nın tanımlamasında, mekânsal ayrışma üzerinde devletin etkisinin önemi görülmektedir. Örneğin devlet, eski tarihsel mekânları, soylulaştırma gibi uygulamalarla belirli sınıflara tahsis ederken, burada yaşayan kentsel yoksullara ise kentin çeperlerindeki toplu konut alanlarını tahsis etmektedir. Kent mekânında özellikle konut alanlarında homojen adacıklar kendi içinde türdeş toplumsal gruplara ev sahipliği yapmaya başlamıştır. Birbirinden farklı olan grupları içerisinde barındıran bu ayrışmış mekânlar sadece bir nitelik farklılığını değil aynı zamanda bir hiyerarşiyi temsil etmektedir. Toplumsal sınıflar birbirinden ne kadar farklıysa mekânda yer alışları da o kadar farklılık göstermektedir (Erder, 2006: 35). Marcuse (2005: 20-22), toplumsal ayrışmanın temelinde bir grubun bir başka grubu dışlamasının yattığını belirtmektedir. Toplumsal alanda yaşanan dışlama mekânda da yansıma bulmakta ve farklı sosyo-ekonomik özellikteki gruplar mekânda kümelenerek ayrışmaktadırlar. Kentsel mekânda yaşanan ayrışmayı daha iyi anlayabilmek için Friedrichs’in (1998: 169-171) geliştirdiği modele bakmak gerekmektedir. Bu modelin temel bileşenlerinden ilki konut alanlarında sosyal eşitsizlikten kaynaklanan mekânsal bir ayrışmanın yaşanması önermesine dayanan makro düzeyle ilgili bileşendir. İkincisi ise kişisel özelliklere (gelir, eğitim seviyesi, yaşam tarzı, etnik ya da dini kimlik) dayanan mikro düzeyle ilgili olan bileşenden kaynaklanan ayrışmadır. Üçüncü bileşen ise makro ve mikro düzeylerin arasında oluşan ilişki ile ortaya çıkan ayrışmadır. Bu bileşen, kentlerdeki iş ve konut alanlarının kişilere sunduğu fırsatlar üzerine kurulmuştur. Bu modelle ilgili Çizelge 1 aşağıda verilmiştir: 32 Çizelge 1: Ayrışmanın Makro ve Mikro Modelleri Konutların Orantısız Dağıtımı Gelir Eşitsizliği Makro Düzey Ayrışma İçerik Etkisi Fırsatlar Alanı Bireyin Etkisi Mikro Düzey Yer Seçimi Kaynak: Friedrichs, 1998: 170. Gist ve Fava (akt. Calder ve Greenstein, 2001: 3) ayrışmayı istemli ve istemsiz olmak üzere ikiye ayırmaktadır. Bireyin kendi inisiyatifiyle kendi sınıfında olan bireylerle birarada yaşamak isteği istemli ayrışmayı teşkil ederken, bireyin veya ailenin çeşitli güçler tarafından bir bölgede veya mahallede yaşamaya zorlanması istemsiz ayrışmayı teşkil etmektedir. Galster and Keeney (akt. Falah, 1996: 1) mekânsal ayrışmayı üç ayrı nedene bağlamaktadır: sınıf, kendini ayrıştırma ve ayrımcılık. Yazarlara göre bu üç neden üç farklı teoriyle ilişkilidir. Sınıf teorisi ile ayrışmanın nedeni sosyo-ekonomik sınıflara dayandırılmaktadır. Konut sınırlamalarının mekânsal ayrışmanın temel nedeni olarak gördükleri ayrımcılık bir diğer nedendir. Örneğin kimi grupların gelir seviyeleri bakımından başka bir mekânsal alanda yaşama olanakları olsa dahi ayrımcılık nedeniyle bazı toplulukların yoğunlaştığı alanlarda yaşamaları engellenebilmektedir. Son olarak kendini ayrıştırma ile bireylerin kendi grubunun baskın olduğu mekânlarda yer seçmesinden kaynaklanabilen ayrışmadan bahsedilmekle birlikte bu şekilde bireylerin politik bir güç veya destekleyici kurumlar geliştirme fırsatı elde edebilecekleri belirtilmektedir. Örneğin eski kent içi alanlarının eskimeye ve çöküntü alanları haline gelmeye başlaması ile bu bölgelerde yaşayan bireylerin buradan gitmesi ile banliyölerden kent merkezlerine gelen bireylerin hareketliliği doğal bir süreç olarak karşılanmakta ve “tüketici tercihi” odaklı ele alınmaktadır (Şen, 2005: 138-139). 33 Balbo’ya (1993: 27-28) göre ise mekânsal ayrışmanın nedenleri, hızlı kentsel nüfus artışı, kentsel ekonominin işleyişi, kentsel planlama ideolojisi ve devletin rolüdür. Bunlardan en önemlisi, planlamanın kentleşmenin hızına yetişememesidir. Hızlı nüfus artışı ve kırdan kente yönelen göç hareketleri birçok konut, altyapı ya da kentsel hizmetler gibi talepleri de beraberinde getirmesine rağmen, bu taleplerin karşılanmasında çeşitli sorunlar yaşanmaktadır. Ayrışmanın bir başka nedeni kentin ulusal anlamda sahip olduğu rol ve diğer kentlere göre sahip olduğu nüfusla ilgilidir. Herhangi bir başkent veya ekonomik anlamda önde olan bir kent, dünya siyasal ve ekonomik sistem içerisinde daha az veya daha fazla role sahip olabilmektedir. Özellikle gelişmekte olan kentlerin ekonomisi çoğunluklu enformel sektöre dayanmaktadır. Kent sahnesinde uzun süredir var olan kayıt dışı ekonomiler gelişmekte olan ülkelerin ekonomisinin yapısal bir özelliği haline gelmiştir. Son olarak Balbo (1993: 29) devletin rolünün mekânsal ayrışmaya yol açabileceğini belirtmiştir. Yatırımlar yapan, kanunlar geliştiren, standartlar koyan, nelerin yasal nelerin yasal olmadığına karar veren devlet kimi zaman yasal olmayan oluşumlar karşısında yetersiz kalabilmektedir. Kentsel mekânda insanların birbirinden farklı şekillerde ayrıştığını görmek mümkündür. Bu ayrışma, genellikle yaş, cinsiyet, gelir, dil, din, renk, karşılaştırmalı avantajlar ve tarihsel konumdan kaynaklanan bazı faktörlere bağlı olarak gerçekleşebilmektedir. Bazı ayrışma türleri örgütlü olarak gerçekleşmekte, bazıları ekonomik olarak tanımlanmakta, bazıları sosyal hayattaki iletişimin özelleşmesiyle ortaya çıkmakta ve bazıları da bireysel tercihler ya da yaşanan ayrımcılık sonucunda gerçekleşmektedir (Schelling, 2004: 488). Mekânsal ayrışma, toplumun bir kısmının işsiz olma, sosyal dışlanmaya muhatap olma, toplumsal kaynaklara erişme noktasında örgütsüz olma, kadın hane reisi olma, eğitim düzeyi düşük olma, yeterli kamu hizmeti alamama gibi taşıdığı çeşitli dezavantajlar dolayısıyla kentsel mekânda kendileriyle benzer durumda olanlar ile kümelenmeleri şeklinde açıklanmaktadır (Bıçkı, 2011: 363). Toplumsal eşitsizlik, her sınıflı toplumun en belirgin göstergelerinden biridir. Üretim sistemleri farklı olsa dahi, ürünün toplumsal sınıflar arasındaki bölüşümü 34 toplumsal eşitsizliği doğurmaktadır. Kapitalist toplumlarda kentsel sorun olarak ifade edilen toplumsal ayrışma, hem ekonomik düzlemde hem de ortak tüketim alanlarında meydana gelen çelişkilerden kaynaklanmaktadır. Kapitalizmde içsel olarak var olan ve gelirler açısından ifade edilen geleneksel eşitsizlik, artık konut koşullarından çalışma saatlerine kadar uzanan, sağlık, eğitim ve kültürel olanakları da içine alan birtakım ortak hizmetlere erişebilirlik ile tanımlanabilen yeni toplumsal ayrım noktalarında da kendisini göstermektedir (Castells, 1997: 27). Eşitsizlikler üzerine kurulu olan kapitalist üretim sisteminde toplumsal sınıflar arasında gelir, konut, çalışma saatleri, sağlık, eğitim, ulaşım, iletişim gibi alanlara erişim bağlamında gözlemlenen eşitsiz ilişki, toplumsal sınıfların kentsel mekândaki dağılımını da etkilemektedir. Varsıl ve yoksul kesimin yaşam alanları arasındaki çelişkiyi tüm kapitalist kentlerde görmek mümkündür. Kapitalist gelişmenin öncülleri arasında görülen İngiltere’nin Manchester kentinde farklı toplumsal sınıflar arasındaki eşitsizliğin mekândaki yansımasını bundan 150 yıl önce Engels (1994: 100-101) şu şekilde belirtmektedir: “Kentin ilginç yerleşim biçimi nedeniyle, herhangi bir işçi sınıfı mahallesini hiç görmeden ya da bir zanaatkâra hiç rastlamadan bir ömür boyu Manchester’da yaşamak ve işine gidip gelmek olanaklıdır. Manchester’ı iş ya da eğlence için ziyaret eden birisi, çalışan sınıfla orta sınıfların mahalleleri birbirinden ayrışmış olduğu için, çöküntü alanlarını görmek zorunda değildir. Bu iki kesimin bir araya gelmesinin kaçınılmaz olduğu durumlarda, orta sınıflar kendilerinden daha az şanslı olan komşularını bilerek görmezden gelir… Üst sınıflar sağlıklı kırsal kesimin havasını soluyup, her on-onbeş dakikada hareket eden atlı otobüslerle Mancherster’ın merkezine ulaşımın sağlandığı lüks konutlarında yaşarlar. Bu nüfuzlu zenginler evlerinden kent merkezindeki işyerlerine tümüyle çalışan sınıfların mahallelerinden geçen en kısa yoldan, yolun iki tarafında yayılan sefalet ve pisliğe ne kadar yakın olduklarının farkına varmaksızın gidebilirler”. İşte bu noktada kentin kendisinin eşitsizliklerin kaynağı olduğunu söylemek mümkündür. 150 yıl öncesinin İngilteresinde kentsel mekânda varsıl ve yoksul kesim arasındaki uçurum günümüz kentlerinde daha çarpıcı boyutlara ulaşmıştır. Harvey (2002: 170) mekânsal ayrışmayı, insanların istekleri doğrultusunda gerçekleşen bir olgu olmaktan çok kapitalist üretim sistemi tarafından üretildiğini ve 35 kapitalist üretim sisteminin büyümesi sürecinde önemli bir işleve sahip olduğunu belirtmektedir. Kapitalist kentteki mekânsal ayrışma, pazar donanımına ulaşmak için gerekli kıt kaynaklara erişim olanaklarında meydana gelen ayrışmadır. Bu noktada emeği yeniden üreten mekânsal gruplaşmalar aynı zamanda tüketim açısından da farklı gruplaşmalara yol açabilmektedir. Bu durum mekânsal ayrışmaya daha türdeş bir nitelik kazandırmaktadır (Harvey, 2002: 161-162). Toplumsal dönüşümün hem ideolojik bir aracı hem de fiziksel ortamı olarak ele alınması gereken mekâna, içinde barındırdığı nüfusun sosyo-ekonomik durumuyla orantılı belediye hizmeti, sağlık ve eğitim hizmeti sağlanmaktadır. Yani bireyin doğup yaşamaya başladığı, eşitsizliklerin yeniden üretildiği mekânlar, nasıl bir kamusal hizmetin alınacağını da belirlemektedir (Kiraz, 2009: 19-20). Varsıl kesim refah adacıklarında her türlü olanaklardan faydalanırken, yoksul kesim elzem kamusal hizmetlerden dahi yoksun olan mekânlarda, yoksulluklarını da yeniden üreterek yaşamlarını idame ettirmektedir. Kentsel mekândaki eşitsizliklerin ve ayrışmanın temelinde üretim, tüketim ve bölüşüm ilişkileri yatmaktadır. Bölgesel farklılıkları kullanıp her coğrafyada akışkanlığını arttırarak mekâna yayılan sermaye, gerek duyduğu ölçüde mekânı dönüştürmekte hatta tümüyle yeni bir görünüm kazandırmaktadır (Yırtıcı, 2009: 22). Kâr amacı güden sermayenin bu akışkanlığı bazı mekânsal birimleri ön plana çıkarırken bazılarını da geri plana itmektedir. Kapitalist üretim sisteminde mekânsal gelişim ayrışmış dokular üzerinde gerçekleşmektedir. Homojen bir yapıya bürünen her mekânsal ölçek kapitalist üretim sisteminin neden olduğu eşitsizlikleri görme fırsatını vermemektedir. Yani sistem sınıfsal farklılıklar dışında sosyal, kültürel, dini, ideolojik, ekonomik vb. birtakım farklılıklar üreterek mekânlar üzerinde somutlaştırmakta bu durum da eşitsizliklerin kaynağı olan sistemin sorgulanmasını engellemektedir (Tümtaş, 2012: 60; Erder, 2006: 35). Toplumsal sınıflar arasındaki sosyo-ekonomik farklılıklar büyüdükçe kent mekânı içinde yer aldıkları alanlar arasındaki fiziksel uzaklıklar da büyümektedir. Düşük sosyo-ekonomik seviyedeki toplumsal sınıflar kent merkezinde otururken, daha yüksek gelir ve statü sahibi sınıflar kentin çeperindeki konut alanlarında oturmaktadır (Erder, 2006: 37). 36 Kentsel mekândaki fiziksel ayrışma, banliyö, alt kentleşme veya getto olarak adlandırılan yapılar üzerinden incelenebilmektedir. Erder’e (2006: 62) göre gettolar4 mekânda farklılaşmanın özel bir halidir. Gettolarda yaşayanlar genellikle o toplumsal yapıya sonradan dahil olan ve düşük sosyo-ekonomik seviyeye sahip olan gruplardır. Toplumsal olarak farklı olan bu gruplar dinleri, dilleri, sahip oldukları kültürel birikimleri, yaşam tarzları bakımından genellikle toplumun diğer kesimleri tarafından önyargılı bir davranış biçimi benimsenmesine yol açmaktadır. Alt kentleşme ise büyük oranda artan ve genişleyen merkez işlevlerinin çevresindeki konut alanlarını sürekli işgal ederek kendisine yer açmaya başlaması ile gelişen bir süreçtir (Erder, 2006: 37). Banliyöleşme olarak da tanımlanan bu süreç genellikle kentin dışında güvenli bir ortam arayan varlıklı kesim tarafından gerçekleştirilmektedir (Harvey, 2011: 171). Varlık ve iktidarın dağılımındaki coğrafi farklılıkların artması eşitsiz bir coğrafi gelişime neden olmakla birlikte, kaynakların da kent merkezinden çok banliyölere aktarılması, kent yoksullarını, imtiyazsızları ve marjinalize edilenleri dışlayıcı bir etki yaratmaktadır (Harvey, 2011: 187). Alt kentleşme özellikle II. Dünya Savaşı’ndan sonra erken sanayileşmiş ülkelerde fordist sanayilerin yarattığı istihdam olanakları ve sosyal refah devleti politikaları ile sayıları artan ücretli kesimlerin kent merkezine belirli bir uzaklıkta kurulmuş olan alt kentlere akın etmeleri ile ortaya çıkmıştır. Bu sınıf tarafından kent merkezinde boşaltılan alanlara ise daha düşük gelire sahip olan bireyler yerleşmişlerdir (Türkün ve Kurtuluş, 2005: 12-13). 1960’lar ve 1970’ler boyunca lüks emekli siteler ve süper zenginler için yapılan lüks eğlence, dinlence ve iş merkezleri ve sonrasında güvenlikli siteler üst ve orta sınıfların geniş kesimlerine hitap etmiş ve yakın zamanlarda da orta sınıfın geniş bir kesiminin ilgi alanına girmiştir. Örneğin dışa kapalı olan bu alanlarda Amerikalıların 1997 yılında 8 milyon kadar olan nüfusu 1998 yılında 16 milyona ulaşmıştır (Kuppinger, 2012: 15). 4 Sosyal bilimler açısından ilk kez 1928’de Amerikalı sosyolog Louis Wirth tarafından tanımlanan getto kavramı, genellikle Avrupa’daki Yahudi yerleşimleri için kullanılmaktadır. Surlarla çevrili olan ve şiddetli bir ayrımcılığa maruz kalan Yahudi gettoları zorunlu getto olarak nitelenirken, Amerika’da İtalyan, Çinli gibi göçmenlerin oluşturdukları gettolar da mevcuttur (Erder, 2006: 4-5). 37 1980’li yıllarda uygulanan neoliberal politikaların belirleyiciliğinde gerçekleşen kentleşme sürecinde ise orta ve üst gelir grubuna dahil olanların kent merkezine geri dönmesini sağlamak için soylulaştırma uygulamalarını görmek mümkündür. Orta sınıfın tehlikeli olarak gördükleri kent merkezlerini terk etmesi sonucu yaşam alanı olarak çok az ekonomik ve sosyal olanakları olan kesimin bu alanlara gelmesi ile kent merkezleri “çöküntü bölgeleri” olarak tanımlanmaya başlanmıştır (Jacobs, 2011: 64). Şen’e (2005: 128) göre işçi sınıfı açısından kent içi konut seçeneklerini sınırlandıran soylulaştırma, kent merkezinde mülkiyet ve araziler üzerinde yarattığı ranttan belirli bir sınıfın faydalanması suretiyle kaynakların bölüşümü açısından da eşitsiz bir ortam yaratmaktadır. Soylulaştırma, orta sınıf ve işçi sınıfının karşılaşması ile başlayıp, işçi sınıfının yerinden edilmesi ile sonuçlanmaktadır. Soylulaştırma, gerek gerçekleşme koşulları itibariyle gerekse yarattığı sonuçlar itibariyle mekânsal ve toplumsal ayrışma temelinde toplumsal eşitsizlik yaratan bir etkiye sahiptir. Kentsel mekâna yönelik belirli sınıfların lehine gerçekleştirilen bu tür uygulamalar neticesinde kentsel mekân birbirinden kopuk, iletişimin mümkün olmadığı ve eşitsizliklerin her alanda kendisini hissettirdiği mekânlara bölünmektedir. Toplumsal ve mekânsal ayrışma kent tarihinde hep var olmuş olan bir olgu olmasına rağmen özellikle piyasa koşullarının hakim olduğu kentlerde yoğun olarak hissedilmektedir. 1980’li yıllarda neo-liberalizmin etkisi altında kentler, sermayenin hegemonyasına girerek gerek mekânsal gerekse de toplumsal olarak var olan ayrışmanın artması, kentsel mekânın değişim değeri ile ön plana çıkmasına sahne olmuştur. Kentsel mekânın kullanımının değişmesi ile merkez sanayisizleştirilirken, çeperlere doğru yeni bir yapılaşmaya gidilmiştir. Refah devleti politikalarının yerini neoliberal politikalara bırakması ile birlikte emeğin yeniden üretimi ile ilgili alanlar sermaye tarafından üstlenilmiş bu durum da fırsat eşitsizliğine yol açmıştır. Devletin küçülmesi ile birlikte gelir dağılımının belirli grupların lehine yaşanması toplumsal ayrışmayı arttırıcı bir etki göstermiştir. 38 2.2. Kentsel Mekânda Ayrışma Türleri Kentsel mekânda yaşanan ayrışma günümüzde birçok ülkede, hatta ülke sınırları dahilindeki kentlerde farklı derecelerde yaşanabilmektedir. Kent mekânında yaşanan ayrışma, her kentin tarihselliği, sosyal ve kültürel dokusu içinde, farklı zaman dilimlerinde, farklı biçimlerde yaşanan bir süreçtir (Öncü, 1999: 27). Mekânsal ayrışmanın temelde sınıfsal kaynaklı olması bakımından mekânsal ayrışma türleri olarak öncelikle sınıfsal ayrışma incelenmiştir. Mekânsal ayrışma daha geniş bir nüfus içinde gelir gruplarının mekânda ayrışması olsa da aynı zamanda ırksal gruplar, etnik köken, toplumsal cinsiyet gibi kimliğe ilişkin unsurlarla da ilişkili olabilmektedir (Firman, 2005: 1). Bu bakımdan kimliğe dayalı ayrışmaya da yer verilmiştir. 2.2.1. Sınıfsal Ayrışma Sınıf kavramı ile ilgili pek çok kuram Marx ve Weber öncülüğünde temellendirilmiş ve bu temel üzerinden farklı yaklaşımlarla geliştirilmiştir. Sınıf kavramını içinde yer aldığı tarihsel koşullarla ilişkilendirerek ele almak gerekmektedir. Çünkü sınıf, feodal, kapitalist ya da sosyalist üretim biçimlerinde farklı anlamlara sahip olmaktadır (Harvey, 2002: 150). Her üretim biçimi, belli yerleşim biçimlerini ve kendine özgü bir kent tipini yaratmakta, üretim biçiminde meydana gelen dönüşümler kent mekânını etkilemektedir (Laçiner, 1996: 10). Üretim biçimlerine özgü oluşan kent mekânında ise toplumsal sınıflar farklı konumlanmak suretiyle birbirlerinden ayrışmaktadır. Üretim araçlarına sahip olmak ile ilintili olan sınıf oluşumunda, mal veya hizmet üretimi için gereken araçlara sahip olanlar ile emeğinden başka satacak başka hiçbir şeyi olmayanlar üst ve alt sınıfları oluşturmaktadır (Gallino, 2007: 51). Sınıf kavramının tarihsel süreci irdelendiğinde M.Ö. 2500’lü yıllara kadar gitmek mümkündür. Artı ürünün belirli bir sınıf tarafından kontrolünün üstlenmesi toplumu sınıflara bölen ilk süreçtir. Kapitalist üretim biçiminin hakim olmaya başlamasıyla sermaye ve emek olmak üzere iki sınıf ortaya çıkmıştır. Marx tarafından üretilen bu ikili sınıfsal yapı varsayımsaldır ve kapitalist üretim biçiminin sömürücü niteliğini 39 belirtmek için ortaya koyulmuştur. Sermaye ve emek sınıfı kendi içinde de bölümlere ayrılabilmektedir. Bu durum tamamen içinde bulunulan tarihsel koşullar belirleyiciliğindedir (Harvey, 2002: 151-153). Sermaye ve emek sınıfının kentsel mekânda konumlanışı mekânsal ayrışmaya sınıfsal bir nitelik katmıştır. Sınıfsal ayrışma, tarihsel süreçte gözlemlenebilen bir durum olmasına karşın daha yoğun olarak kapitalist üretim biçiminde yaşanmaktadır. Bu noktada gerçekleşen sınıfsal ayrışmanın en çok görünür olduğu yaşam alanları ise kentsel mekânlardır. 19. yüzyılla birlikte sanayi toplumları oluşurken kentler bu gelişmenin odağında yer almakta idi. Sanayi çağının klasik kentlerinin merkezinde yer alan fabrikalara yakın kenar semtlerde kendileri için inşa edilmiş işçi mahallelerinde emek sınıfı yaşamlarını sürdürürken, merkez ağırlıklı olarak sermaye sınıfına aitti (Laçiner, 1996: 11). Kapitalist kentte emek sınıfı genellikle kentin merkezinde yer alan iş alanlarına ulaşabilmek için merkeze yakın, sefaletin hüküm sürdüğü alanlarda yaşamlarını sürdürmektedirler (Şengül, 2001: 12-13). İşçi sınıflarının kentin merkezinde yer alan iş alanlarına yakın olma eğilimi mutlak bir durum değildir. Özellikle günümüzde merkezi alanlardan, soylulaştırma uygulamaları ile kentsel yoksulların tasfiye edilmesi sürecinden de anlaşılıyor ki, sermayenin kentsel mekândaki hareketliliği bu durumu belirleyen asıl etkendir. Yani kent mekânında kentsel yoksulların iş alanlarına yakın yerlerde konumlanması bir tercih gibi görünse de burada da belirleyici olan devlet ve sermayenin istek ve beklentileridir. Engels (akt. Şengül, 2001: 14), kapitalist üretim biçiminin hem üretim hem de yeniden üretim alanında yarattığı çelişki uyarınca emek sınıfının kendi koşullarının farkına varacağını düşünmüştür. Ama kapitalizm kentsel mekânı kullanarak ayakta kalmayı başarabilmiştir. Harvey’e (2002: 169) göre kapitalist üretim sistemi başlangıçta kendini koruma stratejisinin bir parçası olarak yaratmış olduğu şeyi parçalamaya ve yok etmeye zorlanmaktadır. Yani sistem devamlılığını sağlayacak unsurlar geliştirirken, aynı zamanda yine devamlılığını sağlayabilmek için bu unsurları yok etmektedir. Örneğin kitlesel üretim sisteminden, esnek üretim sistemine geçilmesi tamamıyla sistemin devamlılığını sağlamayı amaç edinmektedir. Bu durum, üretim sisteminin çelişkisel yapısından kaynaklanmaktadır. Kentsel 40 çevrelerin ve mekânsal ayrışmanın sürekli olarak yeniden biçimlenmesi, bu sürecin özelliğinin bir kanıtıdır. Bu bakımdan mekânsal ayrışmayı, toplumsal ilişkiler temelinde oluşan bir yeğleme olarak görmek yerine sınıfsal ilişkilerin ve toplumsal farklılaşmaların üretildiği ve sürdürüldüğü süreçler içinde tamamlayıcı bir aracı etki olarak görmek gerekmektedir (Harvey, 2002: 169). Kapitalist toplumlarda kentleşme dinamiklerini sermaye birikim süreçlerinden ayrı ele alınamayacağını belirten Harvey’in görüşlerine yer vermekte fayda vardır. Harvey (akt. Şengül, 2001: 20-22), yalnızca sermayenin değil bilincin de kentleştiğini öne sürmektedir. Harvey sınıf dışında birey, topluluk, aile ve devlet olmak üzere dört farklı bilinç odağının olduğunu ve bu bilinç odaklarının da kapitalist kentteki sermaye emek çelişkisini gizlediğini belirtmektedir. Harvey’in III. Napolyon’un desteği ile Paris’te Haussman’ın gerçekleştirdiği dönüşüme ilişkin değerlendirmeleri de bilincin kentleşmesi sürecine uygun bir örnektir. Haussman’ın geniş bulvarlar açma ve kent merkezinin çöküntü alanlarını temizlemeye dönük planı, kentin sınıfsal temelde ayrışmasına yol açmıştır. Bu planla birlikte emek sınıfının kentin çeperlerine doğru itilmesi ile birlikte sermaye ve emek sınıfı arasında hiç olmadığı kadar bir mekânsal ayrışma yaşanmıştır. Böylelikle sermayeye karşı bir sınıf bilincinin oluşması yerine, kendini kentin belirli bir bölgesine ait hissetme ve diğer bölgelerle karşıtlık hissetme gibi bir bilincin oluşması sağlanmıştır. Mekânda toplumsal sınıfların yaşam alanlarının ayrışmasında kamu müdahalesinin etkisi bağlamında Haussman’ın Paris kentinde gerçekleştirdiği dönüşüm, bu müdahaleleri çok eski tarihlere kadar götürmenin mümkün olduğuna dair var olan iyi bir örnektir. Kleinhans’a (2004: 374) göre toplumsal sınıfların mekânda ayrışmaları sürecinde gerçek neden-sonuç zinciri çok daha karmaşık ve birçok bağlam ve müdahale değişkenleri içermektedir. Mekânsal ayrışmada devlet müdahalelerinin etkisi yadsınamaz bir gerçektir. Belirli bir mekânı yok etme, yeniden inşa etme, geliştirme veya yenileme gibi politikalar genellikle belirli bir zümrenin yararına işlemektedir. 41 Çizelge 2: Mekânsal Ayrışmadaki Varsayılan Neden-Sonuç İlişkisi Nüfustaki Olumlu Mekânsal Ayrışma Toplumsal Sonuçları Değişimleri Canlandırma: -Yıkım, yeniden inşa etmek, -Mekân prestijini arttırma geliştirmek, yenilemek, vb. “Sosyal denge” -Sosyal etkileşim “Sosyal uyum” -Görsel etkileşim Daha fazla konut kalitesi “Sosyal karışım” -Olumlu rol modelleri Nüfustaki Olumsuz Değişimleri Önleme: -Mahalle sakinlerinin -Finansal Müdahale davranışlarının çatışması (kiralanan evlerin satışı, “Göçmen kontrolü” hisse devri) -Problemlerin azaltılması “Konut, iş edinme fırsatlarını arttırma” Kaynak: Kleinhans, 2004: 374. Üretim ve yaşam mekânlarının birbirinden farklı süreçlere aitlermiş gibi değerlendirilmesi öncelikle sınıfsal konumun ikinci plana itilip ırk, etnisite gibi emek sınıfının kendi içinde bölünmesine, diğer taraftan da çalışma alanı ile ilgili sorunların sermayeye, yaşam alanı ile ilgili sorunlarınsa devlete yüklenmesine yol açmıştır (Şengül, 2001: 26). Emeğin kendi içinde bölünmesi sınıf bilincini körelteceğinden kapitalist sistemin sorgulanmasını sağlayacak gücün de zayıflayacağını belirten Harvey (2002: 169) ile birlikte Castells (1997: 31-32) de kente yönelik devlet müdahalesi ile emek, karşısında sermaye yerine devleti bulacak, sistemin tüm çelişkilerini de devlet üzerinden algılamaya başlayacaktır. Bu durum da, üretim sisteminin devamlılığını sağlamasına hizmet etmektedir. 2.2.2. Kimliğe Dayalı Ayrışma Günümüzde “kimlik” kavramı zihinlerde, dil, din, ırk, kültür, toplumsal cinsiyet gibi çeşitli çağrışımlar yaratmaktadır. Bireyin belli bir kimlik üzerinden tanımlanabilmesi için ötekinin tanımlanmasına ihtiyaç duyulmaktadır. Yani ırk, dil, din gibi kimlikler üzerinden tanımlanmak için ötekiler gerekmektedir. Örneğin “Siyahi”nin olmadığı bir yerde “Beyaz”ın tanımlanması anlamsızdır. Kimlikler, bireylerin sınıfsal konumunu ikinci plana attığı için üretim sistemi tarafından 42 özellikle ön plana çıkartılmakta ve ayrışma kimlik üzerinden inşa edilmektedir. Kimlik üzerinden inşa edilen bu ayrışma mekânda ayrışma ile karşılık bulmaktadır. Üretim sisteminin farklılıklar üzerine yapmış olduğu vurgu kendi devamlılığını sağlayan bir araç niteliği taşımaktadır5. Günümüz kentlerinde dil, din, ırk, toplumsal cinsiyete dayalı kimlikler bakımından farklı olan kentsel nüfusun, kent mekânında farklı yerleşim alanlarında toplandığı gözlemlenebilmektedir. Andersen (2006: 5), ayrışmayı yoksul ve dışlanan insanların özellikle de etnik grupların kentin bazı bölgelerinde yoğunlaşması olarak tanımlamaktadır. Yani gerek gelir bakımından gerekse etnik kimlikleri bakımdan toplumsal sınıfların yaşam alanları birbirinden ayrışmaktadır. Toplumda meydana gelen ayrışmalar çeşitli nedenlerden ortaya çıkabilmekle birlikte mekânsal ayrışma, gelire dolayısıyla sınıfsal konuma göre yaşanabileceği gibi etnik ve dini kimlik farklılığına da dayanabilmektedir. Gelire göre ortaya çıkan ayrışma sınıfsal konum ile ilgili iken, etnik ve dini kimliğe göre ortaya çıkan ayrışma, ayrımcılığın bir sonucudur (Türkün ve Kurtuluş, 2005: 20; Özgür, 2006: 80). Bu ayrışmalar birbirini beslemektedir. Örneğin etnik veya dini kimlik, politik görüş, toplumsal cinsiyet kimlikleri gibi hususlarda ayrımcılığa uğrayan bireyler istihdam olanağı bulamayacak dolayısıyla düşük bir gelire sahip olacaktır. Düşük gelir ise hem düşük bir eğitime sebep olacak, düşük eğitim de yine düşük bir gelire sebep olacaktır (Adaman ve Keyder, 2006: 125). Bu kısır döngünün asıl sebebi ise kapitalist üretim sisteminin sunduğu fırsat eşitsizliğidir. Borgegard, Andersson ve Hjort’a (1998: 211) göre kimliğe dayalı ayrışma bireysel, ulusal ve uluslararası düzeyde etkilenmektedir. Bu düzeyler içiçe geçmiş, dinamik bir süreçtir. Bu düzeylerde meydana gelen değişiklikler kentsel nüfusun hem 5 Örneğin İstanbul’da yanyana bulunan ve emek sınıfından oluşan iki mahalle, sınıfsal konumlarının ortak olmasına rağmen etnik kimlik üzerinden yaratılmış olan ayrışma nedeniyle kentsel dönüşüm gibi uygulamalar karşısında emeğin yeniden üretimi için gerekli olan konut haklarını savunmak için birliktelik sergileyememektedirler. Kimliğe dayalı yaratılan bu ayrışma nedeniyle ortak bir mücadele sergileyemedikleri için sermaye karşısında var olan güçsüzlüklerini pekiştirmişlerdir. Bu örnek için bakınız, İşeri (2010). 43 mekân üzerindeki dağılımı açısından hem de sosyo-ekonomik açıdan etkide bulunmaktadır. Günümüzde dünyanın hemen hemen bütün büyük kentlerinde kimliğe dayalı mekânsal ayrışmayı görmek mümkündür. Bu ayrışma Calder ve Greenstein’e (2001: 2) göre kimi zaman etnik kimi zaman siyah toplulukların, Yahudilerin, Latinlerin veya eşcinsellerin ayrışması şeklinde olabilmektedir. Örneğin, Sao Paulo’da Japon mahalleleri, New York’ta siyahiler, Berlin’de Türkler, Paris’te Araplar, Londra’da Karayipler ve San Francisco’da eşcinsel grupların yaşadığı mekânlar diğerlerinden ayrışmış durumdadır. Kimliğe dayalı ayrışma, 20. yüzyılın başlarında Chicago’da gettolardaki etnik göçmen gruplaşması üzerine yapılan ilk çalışmalarla dikkat çekmiştir. Amerikan kentlerinde Siyahilerin kent içindeki eskimiş konut alanlarına yığılmaları ve bunun siyasal ve sosyal sonuçları birçok araştırmaya konu olmuştur. Örneğin Fainstein (1993) ve Farley (1987) çalışmalarında Amerika’nın kentsel alanlarında etnik kimliğe dayalı araştırmaları incelemişlerdir. Amerika’da en çok ayrışmanın gözlemlendiği kent olan Chicago’da Afro-Amerikalılar ve Beyazlar arasında ciddi bir ayrışma söz konusudur. Chicago’nun bu denli ayrışmasının temel nedeni ırkçılık iken Afro-Amerikalıların gettolarda yoğunlaşmasına yol açan diğer nedenler ise ekonomideki yapısal dönüşüm, yüksek ücretli imalat sektöründeki büyük iş kayıplarıdır (Kaufman, 1998: 52). Phillips (1998), Hindistan, Pakistan, Bangladeş ve Batı Hint Adaları gibi ülkelerden gelen siyah azınlık etnik grupların İngiltere'de savaş sonrası göç ve yerleşme sürecini inceleyen bir çalışma gerçekleştirmiştir. Van Kempen, Bolt ve Hooimeijer (2002) Hollanda’da Türklerin, Surinamlıların ve Faslıların mekândaki ayrışmasını incelemiştir. Refah Devleti uygulamalarının Hollanda kentlerindeki etnik kimliğe dayalı ayrışmayı düşük seviyede tuttuğunu belirten bu çalışma, kente yönelik politikaların kimliğe dayalı ayrışma üzerinde etkili olduğunu dile getirmektedir. Ladanyi [Tarihlendirme 2006: 2], etnik bakımdan ayrışmanın farklı kentlerde farklı boyutlarda gerçekleştiğini belirtmektedir. Örneğin Amerikan şehirlerinde nüfusun en yoksun kesimlerini Afro-Amerikalılar oluştururken, Budapeşte’de en yoksun kesimleri Çingeneler oluşturmaktadır. Ladanyi, Budapeşte’de Çingene 44 nüfusunun yarısının eski devlet binaları ile gecekondu bölgelerinde yaşadıklarını ve üst sınıflarla aralarında keskin bir ayrışmanın var olduğunu belirtmektedir. Imre (2006) da Avrupa’daki Çingenelerin mekânsal ayrışması ile ilgili bir çalışma yapmıştır. Kimliğe dayalı ayrışmada dinsel kimliğin de önemli bir etkisi olmaktadır. Örneğin Etiopyalı siyah Yahudiler, yani Falaşalar, 1980’li yıllarda İsrail’e göç etmişlerdir. Burada derilerinin rengi sebebiyle diğerlerinden ayrışan Falaşalar, Etiopya’da da mensup oldukları din sebebiyle ayrışmışlardır (Yumul, 2001: 110). Etiopya’dan İsrail’e gelen Falaşalardan birinin ağzından çıkan sözler, bu ayrışmayı kanıtlar niteliktedir (Ben-David ve Ben-Ari, 1997: 521): “Etiopya’dan gelen siyah biri olduğum için başkaları tarafından hemen dezavantajlı, cahil ve eğitimsiz biri olarak tanımlanıyorum.” Bu alıntıdan da görüldüğü gibi kimliğe dayalı ayrışma her toplumda ötekiler üzerinden yeniden üretilmektedir. Yahudi olmasına rağmen kendi topraklarında rengi yüzünden ayrıştırılan kişi, bir başka toplum içinde de Yahudi olmasından dolayı ayrıştırılmaktadır. Irk, din gibi kimlikler üzerinde kentsel mekânda meydana gelen ayrışmalardan biri de toplumsal cinsiyet kimliğine dayalı ayrışmadır. Günümüzde kadınlar dünyanın birçok yerinde toplumsal cinsiyet eşitsizliklerinden kaynaklanan sıkıntılarla karşılaşmakta ve her alanda dezavantajlı konuma düşmektedir. Gerek ev, gerekse toplumsal çevrelerde erkeklere göre daha fazla şiddete maruz kalan kadınlar, birçok alanda da dışlanma ile karşılaşmaktadırlar. Sanayileşme ile birlikte gelişen kentleşme sürecinde, kentsel planlama anlayışı çerçevesinde çalışma ve oturma alanları birbirinden ayrılmıştır. Fabrikaların halk sağlığına zarar vereceği düşüncesiyle gerçekleştirilen bu uygulamada çalışma alanları erkek mekânları olarak algılanırken, oturma alanları ise kadın mekânları olarak algılanmaktadır. Konut ve konut çevresi kadın işi olarak tanımlanarak, kadınlar hem iş hayatından hem de eğlence, dinlence gibi kentsel işlevlerden yalıtılmışlardır (Alkan, 2000: 11). Kentsel mekânın erkek egemenliğinde olması mekânda bir ikililiğe yol açmıştır. Kentlerdeki bu ikililiğin yok edilmesi için Buckingham (2010: 59) birtakım önerilerde bulunmuştur. Kentin kadınların eşit 45 kullanımının gerçekleştirilmesine yönelik kriterler, güvenli kentsel çevre, kamusal altyapı imkânları ile ulaşımın sağlanması, istihdam ve kamusal hizmetlere erişimin sağlanması gerekliliğidir. Bu kriterlerin her türlü karşılanmasını garanti altına almak için de kadınların kentsel planlama, yerel yönetim ve kentsel çevreler ile ilgili karar alma süreçlerinde yer alması gerekmektedir. Mekân ile toplumsal cinsiyet arasındaki ilişkiselliğe dair çalışmaların tarihi görece yenidir. Batı’da mekânı araştırma konusu yapan şehircilik, şehir planlama, mimarlık, coğrafya gibi disiplinlerin analizlerine toplumsal cinsiyet ilişkilerini dahil etmeleri 1980’li yıllarda mümkün olmuştur. 1970’li yılların başlarına kadar mekânı toplumsal ilişkilerden bağımsız olarak ele alan hakim paradigmayı eleştirerek mekânın toplumsallıkla ilişkisini kuran Castells, Harvey ve Lefebvre, mekânı ideolojik, siyasal ve toplumsal süreçlerden bağımsız düşünülemeyecek olduğunu belirtmişlerdir. Mekân ve toplumsal cinsiyet ilişkilerinin ele alınması, Feminizm öncülüğünde 1980’li yıllarda başlamıştır. Mekânı çalışma konusu edinen alanlarda kadınların hem eğitiminde hem de mesleklerinde sayısal artışı, 1970’lerin ortalarından başlayarak eko-feminizmin ortaya çıkması, 1990’larda ise postmodernizm bağlamında mekân, zaman-mekân ilişkisi ve kimlik sorunu tartışmaları, mekâna yönelik Feminist ilginin gelişmesini sağlamıştır (Altunpulat, 2012: 1). Çağdaş Feminizmin içinden doğduğu toplumsal çevre, 20. yüzyıl kenti, keskin bir biçimde toplumsal cinsiyet rollerini yansıtmaktadır. Yüzyıl başından bu yana, kadınların işi giderek artan bir biçimde üretken etkinliklerden ayrılarak hane içi işler ve aile bakımı etkinlikleriyle sınırlanmıştır. Kadınların mekânı, ev ve komşuluk birimi olarak belirlendiği için, bu mekânlar boş zaman etkinliklerini kolaylaştırmak üzere planlanmış ve düzenlenmiştir. Kadınlar, coğrafi olarak erkeklerin kamusal çalışma alanlarından ayrılan bir maddi temelde çalışmışlardır. Kadınların ne ev çevresiyle ne de kamusal ücretli çalışma çevresi ile olan ilişkileri erkeklerle aynı değildir. Ev çevresinde birincil çalışan olmayı sürdüren kadınlar, ücretli çalışma yaşamı çevresinde ise hizmetler sektörüne yoğunlaşarak, evde yaptıklarının kamusal dengi olan görevler üstlenmektedir (Mackenzie, 2002: 250). 46 Dünyanın birçok kenti, erkek egemen anlayışıyla planlandığından ve yönetildiğinden toplumsal cinsiyetlere karşı duyarlı değildir. Oysa ki farklı grupların ihtiyaçlarının da farklı olması gibi toplumsal cinsiyetlerin de farklı ihtiyaçları vardır. Toplumsal cinsiyete dayalı mekânsal ayrışma daha çok kamusal alan ve özel alan noktasında yaşanmaktadır. Kamusallık, beyaz ve orta-üst sınıf heteroseksüel erkeğin alanı olarak algılanırken, kadınların özel alanlara ait olduklarına dair bir algı gelişmiştir. Bu algının yanı sıra dünyanın birçok yerinde ataerkil toplum yapısının hakim olması nedeniyle kadınların birçoğu özel alana dahi erişememektedir (Sadri, 2011: 51). Belçika’dan Eurocultures, Almanya’dan Fopa Dortmund, Fransa’dan Groupe Cadre De Vie, Yunanistan’dan Praxis ve Hollanda’dan Seirov Nirov örgütlerinin bir araya gelerek oluşturdukları Avrupa Kentte Kadınlar Şartı, kent mekânına toplumsal cinsiyet perspektifinden bakan bir rapor niteliği taşımaktadır. Bu rapor, toplumsal cinsiyete duyarlı kentlerin nasıl olması gerektiğini 12 madde ile belirlemiştir (“European Charter…”, 1994: 12): (1) Aktif Vatandaşlık: Daha gerçekçi bir demokratik temsil ve kent planlamalarında ayrımcı uygulamaların olmaması için kadınların aktif vatandaşlığa erişmeleri gerekmektedir. (2) Karar Verme ve Demokraside Tam Eşitlik: Kadınlar her zaman kent planlaması, kentsel mekân, barınma, ulaşım ve çevresel kalite süreci ile ilgili karar alma süreçlerine aktif olarak katılmalıdır. (3) Eşit Fırsatlar: Kadınlar eğitim, araştırma, çalışma alanları, kent ve ülke planlamasındaki tüm mesleklerde, kentsel mekânda, barınma, kentsel dolaşım ve güvenlik alanlarında eşit fırsatlara sahip olmalıdır. (4) Katılım: Eşitlikçi katılım süreçleri kadınların lehine olacak şekilde düzenlenmelidir. (5) Günlük Yaşam: Bir Kadının gözünden görüldüğü gibi günlük yaşam siyasi bir konu haline gelmelidir. 47 (6) Sürdürülebilir Kalkınma: Kadınlar doğal çevreyi korumak için geliştirilen politikalara dahil edilmelidir. (7) Sosyal Güvenlik ve Hareketlilik: Her kadının, özellikle de yoksun veya izole edilmiş kadınların sosyal güvenlik ve dolaşım hakkına sahip olmalıdır. (8) Barınma ve Habitat Hakkı: Kadınların yeterli barınma ve yaşam hakları vardır. (9) Toplumsal Cinsiyet Konuları: Kentlerde toplumsal cinsiyet yeni ortak kültür kaynağı olarak kabul edilmeli ve bu durum kent ve bölge planlama felsefesine dahil edilmelidir. (10) Yerel Tecrübeler ve Eğitim: Tüm okul ve üniversitelerde, mimarlık ve kent planlaması enstitülerinde toplumsal cinsiyet konusunda fikirler yürütülmelidir. (11) Medya ve Yayın Organlarının Rolü: Kalıplaşmış yargıların değiştirilmesinde medya ve yayın organlarının rolü önemlidir. (12) Ağlar: Bu son madde diğer tüm maddelerin gerçekleşmesi için tüm ağların kullanılması gerektiğini belirtmiştir. Toplumsal cinsiyet kimliğine dayalı mekânsal ayrışma olgusunu sadece kadın-erkek üzerinden okumamak gerekmektedir. Günümüzde birçok kentsel mekânda lezbiyen, gay, biseksüel ve transeksüel (LGBT) bireylerin ayrıştığını görmek mümkündür. Toplumsal ayrışma ile eşdeğer yaşanan mekânsal ayrışma bu kimlikler üzerinden daha sert yaşanmaktadır. Yaşamın her alanında cinsel kimliklerini saklamak zorunda kalan bu bireyler, toplumsal dışlanmaya maruz kalmakta ve kentsel mekânda da belirli bölgelere hapsolmaktadır. Örneğin İstanbul’da Nişantaşı, Cihangir gibi belirli mekânlarda yaşamak durumunda kalan bu bireylerin mekânı, bir bakıma mekânsızlık üzerine kuruludur. Toplumsal tabular nedeniyle kimlikler bakımından en sert ayrışmaya maruz kalan bu gruplar sadece 48 konut alanlarında ayrımcılığa uğramamakta aynı zamanda istihdam olanakları ve eğlence mekânlarında da ayrımcılık ile karşılaşmakta ve kendilerine özgü mekânlar yaratmak durumunda kalmaktadırlar. Kırsal alanlarda ki toplumsal baskının daha fazla olması nedeniyle kentsel mekâna yönelen LGBT bireyler, kentsel mekânda özellikle kentin ilk yerleşim alanlarında yer edinmektedir. Bu durum Bailey (akt. Ruiz, 2012: 5) tarafından da dile getirilerek, 1960 ve 1970’lerde orta gelir grubuna dahil bireylerin kentin eski merkezlerini terk ederek çeperlere doğru hareket etmesi neticesinde boşalan kentsel alanlara LGBT’lilerin yerleştiği belirtilmiştir. San Francisco üzerinden cinsel kimlik araştırması yapan Castells (akt. Ruiz, 2012: 5), kentsel mekâna LGBT’lerin neden göç ettiği sorusunu, kentsel mekânın onlara cinsel kimliklerini daha özgürce yaşama imkânı sunması, şeklinde yanıtlamıştır. 2.3. Kentleşme Teorilerinde Mekânsal Ayrışma Teoriler, olguların nedenlerini, bir düzen içerisinde meydana gelip gelmediklerini, aralarındaki ilişkileri betimlemeye ve bunların bağlı olduğu kimi yasaların olup olmadığını ortaya koymaya yarayan bir düşünce sistemi olarak tanımlanmaktadır (Keleş, 2012: 113). İnsanlık tarihi kadar eski olan kent mekânı, sanayileşmeden önce kırsal mekâna bağımlı bir yapıya sahiptir. Sanayileşme ile birlikte kıra bağımlı olan kent bu özelliğinden sıyrılmış ve üretimin mekânı olmaya başlamıştır. Kentin kır karşısında değişen bu özelliği, bilim insanları tarafından kente duyulan ilginin artmasına yol açmış ve içinde bulundukları tarihsel koşullar belirleyiciliğinde kent sosyologları birtakım teoriler geliştirmeye başlamışlardır. Kent çalışmalarının başlangıcından beri kentlerin mekânsal ve sosyo-ekonomik gelişmelerini betimleyen çeşitli kuramlar geliştirilmiştir. Bu bölümde kentlerin nasıl oluştuklarını mekânsal, toplumsal ve ekonomik gelişmeleri açıklama amacını güden teorilere yer verilmiştir. Mekânın oluşumu ve meydana gelen dönüşümleri inceleyen bu teorileri üç başlık altında toplamak mümkündür. Bu teorilerden ilki Chicago Okulu tarafından geliştirilmişken, ikincisi neo-klasik yer seçim kuramı ile ilişkilendirilerek 49 geliştirilmiş ve son olarak üçüncüsü kentsel mekânın oluşumu ve gelişimi sürecine eleştirel bir bakış açısı ile yaklaşmıştır. 2.3.1. Chicago Okulu ve Mekânsal Ayrışma Kenti bir disiplin olarak ele alan ve bu yönde oluşturulan ilk kuramsal çerçeve Chicago Okulu tarafından gerçekleştirilmiştir (Pınarcıoğlu vd., 2010: 82). Mekânsal ayrışma süreci ilk defa Amerika Birleşik Devletleri metropoliten kentleri ve özellikle de Chicago kenti üzerine çalışmalarını yoğunlaştırmış kentsel ekolojistler tarafından ayrıntılı olarak incelenmiştir. Park, Burgess, McKenzie, Wirth gibi kentsel ekolojistler Chicago kentine yönelik yapmış oldukları çalışmalar neticesinde kentsel gelişme kuramı olarak da isimlendirilen kentsel mekân organizasyonu ile ilgili kuramı geliştirmişlerdir (Erder, 2006: 36). Chicago Okulu kentsel mekândaki ayrışmaya “ekolojik ayrışma” adını vermiştir (Omenya, 2003: 12). Chicago Okulu, kenti bir organizmaya benzetmiş ve gelişiminin de bu organizma çerçevesinde gerçekleştiğini savunmuştur. Kent meselesine ekolojik ve sosyal psikoloji açısından yaklaşan Chicago Okulu mensupları, büyüklük ve yoğunluğa dayalı mekân örgütlenmesinin kendisine uygun toplumsal örüntüler ürettiğini belirtmektedirler (Alver, 2010: 25). Toprak, toplumsal etkinlikler ve nüfus arasındaki ilişkileri biyoloji ve ekoloji kavramlarının sentezinden üretilmiş bir terminolojiyle çözümleyen Chicago Okulu, sanayileşme koşullarında sosyo-mekânsal gelişme ve farklılaşmayı haritalandırmıştır. Buna göre toprak ve stratejik bölgeler üzerinde farklı gruplar arasında çatışma ve rekabet vardır ve aynı özelliklere sahip olanlar aynı bölgelerde yoğunlaşma eğilimi göstermektedirler (Arlı, 2012: 129). Chicago Okulu, kentin çöküntü alanları ile çeperinde yerleşen toplumsal sınıfların zamanla kentle bütünleşeceğini varsaymıştır. Ama zaman göstermiştir ki kentlerdeki sosyal, ekonomik ve kültürel ayrışma mekânsal anlamda yapısal hale gelmiştir. Bu ayrışma sürecinde slum, getto, varoş, banliyö gibi farklı isimlendirmeler altında ama birçoğu yoksulların mekânı olan mekânsal kümelenmeler ortaya çıkmıştır (Çetin, 2012: 164). Yani Okul’un öngördüğü gibi kentsel nüfus bütünleşmek yerine çeşitli mekânsal ölçekler üzerinden sert bir biçimde ayrışmıştır. 50 Chicago Okulu’na göre kent, kentsel yaşam ve ekonominin bütünü içerisinde özel işlevlere sahip olan ve kendine özgü kurumları, grupları ve kişilikleri barındıran doğal alanlardan oluşmaktadır (Pınarcıoğlu vd., 2010: 86). Kentsel ekoloji teorisi diye anılan ve ilk modern sanayi kentlerinde kentsel büyüme ve mekânsal ayrışma sürecini açıklamaya çalışan bu teori, kentsel mekân ile toplumsal süreçler arasında bir ilişki kurmuş ve bireylerin ve kurumların mekândaki dağılımını, yerleşim ve örgütlenme biçimlerinin analizine yönelmiştir. Okul kenti, ekolojik sistemlerin işleyişine benzeterek toplumsal grupların ve bireylerin rekabeti ile oluşan ekolojik çevrelere benzer fiziksel çevre olarak tanımlamaktadır. Toplumsal grupların ve bireylerin rekabeti merkezi mekânların elde edilmesine dayandığı için kent, merkezden çepere doğru genişleyerek metropoliten formlar halini almaktadır (Kurtuluş, 2010: 181-182). Bu kurama göre işlevsel olarak farklılaşmış ve fiziksel mekânda yer almış olan unsurların birbirleriyle ilişkili bir bütün oluşturmaları kentsel sistemleri oluşturmaktadır. Kent içinde her işlevin mekânsal bir karşılığının olması durumuna ekolojik birim adı verilmektedir. Birbirinden farklı işlevlere sahip olan konut, sanayi, bürolar vb. ekolojik birimler arasında işlevsel bir bütünlük bulunmaktadır. Bu unsurlar arasındaki ilişkiler bütünü de mekânsal organizasyonu oluşturmaktadır (Erder, 2006: 36). Ekolojik görüşe göre kentlerde yerleşme, taşınma ve yeniden yerleşme modelleri ekolojik çevrede meydana gelen oluşumlarla benzerlik göstermektedir. Kent sakinleri, geçimlerini kazanmak için mücadele ederken yaptıkları düzenlemelerle farklı semtler gelişmektedir. Bu bakımdan kent, farklı ve zıt sosyal özelliklere sahip alanların bir haritası olarak algılanmaktadır. Modern kentlerin ortaya çıkmaya başladıkları ilk dönemlerde, arz çizgilerine yakın ve ihtiyaç duydukları hammaddeler için uygun olan bölgelerde yoğunlaşan endüstrinin etrafında yoğunlaşan nüfus, kümelenmeye başlamaktadır. Gelişen olanaklar nedeniyle çekici hale gelen kentlerde rekabet başlar ve toprak değerleri ile emlak vergileri, ailelerin kiraların düşük olduğu sıkışık şartlar ya da harap olmuş evler dışında merkezi semtlerde yaşamaya devam etmelerini zorlaştıracak şekilde artmaktadır. Daha zengin özel yerleşimler kentin çeperlerinde yoğunlaşmaya 51 başlarken, iş ve eğlence yerleri merkezde yoğunlaşmaktadır (Giddens’tan akt. Bal, 2008: 181). Okul’un en önemli temsilcilerinden Robert Ezra Park’a (akt. Bal, 2008: 181) göre kent kurulduğunda belli bölge ya da çevrede yaşamaya en uygun bireyleri nüfusun bütününden ayıran bir sınıflandırma mekanizmasına hakimdir Park (akt. Arlı, 2012: 130), en güçlünün hayatta kaldığı evrim düşüncesi ile arazi piyasası ve yer kiralarının seviyesi arasındaki ilişkileri, istila, yerine geçme ve egemenlik kurma kavramlarının ışığında doğal alanlar modeli olarak şekillendirmiştir. Kente göçen bireyler önce iş alanlarının yakınına geçiş bölgelerine yerleşmekte daha sonra aynı etnik veya bölgesel grupların olduğu alanlara yani dış halkalara göç etmektedir. Kendinden olmayanlarını kovma eğilimlerinin ise getto bölgelerini oluşturduğu belirtmiştir. Park (akt. Choldin, 1985: 192), sosyal ilişkiler ile mekân arasında bir bağ olduğunu ve fiziksel mesafenin sosyal mesafenin bir göstergesi olduğunu belirtmiştir. Yani toplumsal sınıflar arasında var olan mesafe, mekânda da mesafeye yol açmaktadır. Bu şekilde ayrışan toplumsal sınıflar birbirine yabancılaşmaktadır. Roderick D. McKenzie (akt. Bal, 2008: 185) ise kentlerin resmi politikalarla değil, ekolojik süreçler sonunda ortaya çıktığını savunan bir diğer ekolojisttir. Ona göre bu süreçler, aşırı yoğunluk, merkezileşme ve merkezden uzaklaşma, ayrılma ve istila ve tamamlama süreçlerinden oluşmaktadır. Aşırı yoğunluk (konsantrasyon) bir bölgede yaşayan insanların çokluğunu belirtmektedir. Merkezileşme ise aynı yerde yaşayan yoğun nüfusa verilen hizmetlerdir. Aşırı yığılmanın olduğu bölgelerde insan ve endüstrinin bölgeden uzaklaşma çabası ise merkezden uzaklaşma sürecidir. Belirli faaliyetler, kentin başlanmaktadır. belirli Finansal kesiminden kurumlar, ayrılarak ticaret, farklı ithalat, yerlerde alışveriş yapılmaya merkezleri ayrılmaktadırlar. Aynı şekilde ortak kültüre sahip insanlar da birarada yaşamaya başlamaktadırlar. İstila süreci ise kent içinde yeni gelişmeye başlayan bir bölgeye lüks konut alanları veya iş merkezleri tarafından olan rağbetin artması sürecidir. Tamamlama süreci ise, bu dairesel sürecin biterek, istilaya uğrayan bölgenin tamamen karakter değiştirmesidir. 52 Chicago Okulu’nun kente ilişkin geliştirdikleri kuramsal çerçevenin mekânsal uyarlaması Burgess tarafından gerçekleştirilmiştir (Aslanoğlu, 2000: 29). Burgess, kentsel büyüme sürecini ortak merkezli halkalar kuramı ile açıklamaya çalışmıştır: Çizim 1: Ortak Merkezli Halkalar Kuramı (Ernest N. Burgess, 1925) Kaynak: Tekeli, 2011: 51. Kent mekânını birbirinin içine geçmiş halkalar halinde kavramsallaştıran ortak merkezli halkalar kuramı kentlerde arazi kullanımının mekânsal farklılaşmasını ortaya çıkarmak için geliştirilmiştir. En merkezde kentin merkezi iş alanları vardır. İkinci halka geçiş bölgesidir ve bu halkada kısmen iş ve küçük üretim ile çöküntü halindeki konut alanları yer almaktadır. Üçüncü halkada çöküntü alanlarından kaçan ama aynı zamanda işyerine yakın olmak isteyen işçi sınıfı konutları yer almaktadır (Tekeli, 2011: 52-53). Dördüncü halka, tek tek ailelerin oturduğu daha kaliteli konutların yer aldığı oturma bölgesidir. Beşinci halka ise kent sınırları dışına taşan banliyölerden oluşmaktadır. Kurama göre kent büyüdükçe her halka genişlemekte ve kendisinden sonra gelen halkanın içine sokulma eğilimi göstermektedir (Keleş, 2012: 115). Şekilden de görüldüğü gibi merkezden çepere doğru gidildikçe kent sakinlerinin sosyo-ekonomik yapısında bir farklılaşma yaşanmaktadır. Özellikle ikinci halka çöküntü bölgesi olarak tanımlanmakta ve bu halkada genellikle sosyo-ekonomik bakımdan yeterli koşullara sahip olmayan sınıf yaşamını sürdürmektedir. Yani alt gelir seviyesine sahip olanlar merkezi iş alanlarının yanında toplanırken, gelir seviyesi yüksek olanlar kentin çeperlerinde yerleşmektedir. 53 Bu kuram hiçbir kentin bu kadar düzenli bir gelişme göstermeyeceğinden dolayı eleştiri almış olsa da (Keleş, 2012: 116) toplumsal sınıfların sahip oldukları sosyo-ekonomik olanaklarının mekâna ayrışma biçiminde yansıdığını göstermesi bakımından önem arz etmektedir. İnsan ekolojisine ait fikirlerini kent teorisi içinde açıklamaya çalışan Park, Burgess ve McKenzie (akt. Bal, 2008: 182), kentin ekolojik düzen içerisinde varolduğunu belirtmişlerdir. Mekân üzerinde kapladıkları alan ve sahip oldukları fonksiyon bakımından birbirinden farklı olan sahaların meydana gelmesi ile oluşan doğal alanlarda aynı ırk, din, kültür, sınıf gibi özelliklere sahip insanlar ve kurumlar yoğunlaşmakta ve kendilerine benzeyenleri de bu bölgelere çekmektedirler. Chicago Okulu kuramcılarından Homer Hoyt ise ortak merkezli halkalar kuramını geliştirerek mekânsal ayrışmayı içeren “dilimler kuramı”nı (sektör kuramı) oluşturmuştur: Çizim 2: Dilimler Kuramı (Homer Hoyt) Kaynak: Tekeli, 2011: 51. Bu kurama göre kent mekânındaki kullanımların farklılaşması yalnızca halkalar biçiminde değil aynı zamanda merkezden çepere doğru uzayan dilimler halinde de gerçekleşmektedir (Tekeli, 2011: 53). Beş ayrı dilimden oluşan bu kuramda merkezde yer alan bölge, iş ve ticaret bölgesidir. İkinci dilim ise toptancılık 54 ve hafif sanayi bölgesidir. Bu dilim, kentin yüksek kalitedeki oturma alanlarının tam karşı ucunda yer almaktadır. Sanayi bölgesine yakın olan üçüncü dilimde ise alt sınıf konutları yer almaktadır. Dördüncü ve beşinci dilimler ise sırasıyla orta ve üst gelir grubuna dahil olan bireylerin oturma alanlarıdır (Keleş, 2012: 116). Hoyt’un dilimler kuramı, kent mekânındaki ayrışmayı daha iyi temsil etmesi bakımından önem teşkil etmektedir. Çünkü artık kent mekânındaki ayrışmanın tek belirleyicisi merkeze uzaklık olmaktan çıkmıştır. Kent mekânındaki değişik dilimlere ulaşılabilirlik farkları, değişik toplumsal katmanların konut alanlarına göre konumlarında ve varsa diğer farklılıkların kent mekânında yansımasında ortaya çıkmaktadır (Tekeli, 2011: 53). Kentin gelişimine yönelik bir diğer kuram ise Chauncy Harris ve Edward Ullman tarafından geliştirilen çok çekirdekli kent modelidir. Bu kuramın ayırt edici özelliği, kentteki arazi kullanımının farklılaşmasını, tek bir odağın varlığı ile değil birden fazla odağın varlığı ile açıklamasıdır. Bu kurama göre merkezi iş alanları her zaman kentin geometrik merkezinde bulunmayabilir. Kentin mekânındaki kullanım farklılaşmalarına yol açan diğer odaklar, sanayi, toptancılık, eğitim, vb., işlevlerin merkezi olabilmektedir (Tekeli, 2011: 54). Bu kuram, çekirdekler kimi kentlerde başlangıçtan beri var olabileceği gibi zamanla farklılaşan ihtiyaçlar doğrultusunda mekânların birbirinden farklılaşarak sonradan da ortaya çıkmış olabileceği kabulünden hareket etmektedir (Keleş, 2012: 117). Chicago Okulu’nun önemli bir diğer temsilcisi olan Louis Wirth’e (2002: 79) göre kent birdenbire ortaya çıkmayıp bir gelişme çizgisi izlemiştir. Ona göre kentsel ve kırsal kişilik tipleri arasında kesin ve farklı dönüşümler beklenmemelidir. Kentlerde farklı derecelerde de olsa, toplumsal yaşam, temel yerleşme biçimi tarıma, tımara ve köye dayanan daha eski toplumların izlerini taşımaktadır. Bu etkiye aynı zamanda kırsal bölgelerden kentlere göç eden bireylerin de katkıda bulunduğu göz ardı edilemez bir gerçektir. Wirth (akt. Arlı, 2012: 135), kendisinin de göçmen Alman Yahudisi olması sebebiyle gettolarla ilgilenmiştir. Kente göç eden yoksul Yahudilerin, Yahudilerin yaşadıkları getto bölgelerini tercih ettiklerini ve diğer kesimlerle mesafelerini koruduklarını belirtmiştir. Sonraki kuşaklar ise getto 55 bölgelerinden komşu Alman bölgelerine yerleşme eğilimi göstermekte, daha iyi iş olanakları ile daha bireysel bir yaşamı tercih etmektedirler. Wirth (akt. Özdemir, 2012: 159-160), kenti geniş, yoğun ve çeşitli bir nüfus olarak kavramsallaştırmış ve genişlik, yoğunluk ve heterojenlik özelliklerini taşıyan nüfusun, artan bir toplumsal yapıda nasıl bir farklılaşma ve uzmanlaşma ürettiğini irdelemek gerektiğini belirtmiştir. Yani kentte kurulan yaşam insan psikolojisi üzerinde etkili olmakta ve kendine özgü bir kişilik tipi yaratmaktadır. Kent mekânında yan yana olan bireylerin kurduğu toplumsal ilişkiler yüzeysel, ikincil ve işlevsel nitelikleri ile toplumsal mesafe yaratmaktadır. Wirth (2002: 78), kentlerin toplumsal yaşam ya da insan üzerindeki etkilerinin, kentli nüfusun oranının göstereceği etkiden daha büyük olduğunu belirtmiştir. Kent, yalnızca insanlara daha büyük oranlarda iş ve yerleşim yeri olanakları sunan bir yer değil, aynı zamanda dünyanın en uzak yerlerini kendine çeken, türlü bölgeleri, insanları ve etkinlikleri bir düzene göre biçimlendiren, ekonomik, siyasal ve kültürel yaşamın öncüsü ve düzenleyicisi konumunda bulunan bir merkezdir. Amerikan sosyolojisinin ana kaynağı olarak kabul edilen Chicago Okulu, kentte yaşayan bireylerin birbirinden farklı ve bağımsız olduğunu belirtmektedir. Dolayısıyla toplumdaki sahip oldukları konumları ile kent mekânında bulunacakları konumu seçmede de bağımsızdırlar. Kentte yaşayan bireyler bu bakımdan birbirine benzer olanlarla kentin aynı bölgesinde yaşamaktadırlar. Kentle ilgili geliştirilen teoriler, kentin tarihselliği ölçüsünde ele alınmalıdır. Kentin üretim ilişkileri bağlamında geçirdiği değişim ve dönüşümle birlikte kente yönelik teorilerde de değişiklikler yaşanmıştır. 20. yüzyılın başında kentin merkezinde yer alan merkezi iş alanları, günümüzde artık kentin çeperlerine doğru kaydırılmaktadır. Yine 20. yüzyılın başlarında kentin çeperlerinde yerleşen görece daha yüksek gelire sahip olan nüfus, günümüzde kent merkezine geri dönme isteğindedir. Bu örneklerden de görülmektedir ki, kentsel form ile üretim ilişkileri arasında sıkı bir ilişki olmakla birlikte, üretim ilişkilerinin etkinliği göz ardı edilemez bir gerçektir. 56 2.3.2. Neo-Klasik Yer Seçim Teorisi’nde Mekânsal Ayrışma Neo-klasik yer seçim teorisi, kentin merkezinde yüksek ve periferiye doğru gidildikçe giderek azalan yoğunluk ve rant temeline dayanan kentsel sisteme ilişkin bir denge analizinden yola çıkmaktadır (Kurtuluş, 2010: 183). Lokasyon Teorisi’nin kentsel alandaki uygulaması olarak ortaya çıkan neo-klasik yer seçim teorisinin en önemli temsilcisi William Alonso’dur. Bu teori, özellikle konut/iskan alanlarının seçimi ve işe gidiş-geliş zamanlarına göre ev ve işyerinin seçimi üzerine yoğunlaşmıştır (Yavan, 2006: 90). Birey, en yüksek yararı elde edebileceği arsa miktarı ve yer seçimini kendi bütçesinin sınırları dahilinde gerçekleştirebilmektedir. Richard F. Muth ise Alonso’nun geliştirdiği teoriyi konut pazarına uygulayarak kent merkezinden uzaklıkla nüfus başına tüketimin arttığı bir model geliştirmiş; konut hizmetlerini arsa, bina büyüklüğü ve konut değerinin diğer boyutları ile birleştirmiştir (Özcan, 2006: 77). Alonso’nun geliştirdiği modelde konut dışındaki tüm malların değeri sabit varsayılır ve ulaşım giderleri kent merkezinden çepere doğru gidildikçe artacağı için yararlılık fonksiyonu, arsa büyüklüğü ve kentten uzaklık arasındaki ilişki olarak gösterilir. Arazi sahipleri en fazla rant elde edebileceği kullanımlara arazisini sunmaktadır. Bireyler ulaşım maliyetlerinden sakınmak adına kent merkezine yakın alanlardaki daha yüksek arazi rantına katlanmak zorunda kalmaktadır. Ulaşım maliyetlerini karşılama fırsatına sahip olanlar ise kentin dışındaki arazileri kullanabilmektedir (Özcan, 2006: 76-77). Bu bakımdan özellikle kentin yoksulları ulaşım giderlerinden sakınmak için iş alanlarına daha yakın yerlerde iskân ederken, kentin karmaşasından uzak çeperdeki konut alanlarına varsıllar yerleşmektedir. Alonso’nun açıklamış olduğu teori, kent içindeki arazi kullanımı ile arazi değerleri arasındaki ilişkileri kapsamaktadır. Alonso bu yaklaşımıyla konut, sanayi ve tarım olmak üzere ele aldığı üç ekonomik birimin optimal seçimini içeren bir mikro ekonomik kuram geliştirmektedir. Alonso’ya göre arazi değerini belirleyen ekonomik fonksiyonların yüksek verimli olanları kent merkezinde, diğerleri ise çeperlere doğru dağılacak şekilde yerleşmektedir. Alonso’nun kentsel yerleşim teorisinde, kent merkezinde rantlar yüksek, işletim maliyetleri de düşük olduğundan 57 kent merkezinden çepere doğru gidildikçe işletim maliyetleri ve özellikle ulaşım maliyetleri artmaktadır. Dolayısıyla bireyler yer seçimi kararlarında rant ya da işletim maliyetleri arasında bir tercihte bulunmak zorundadır (Keskin, 2007: 21). Kentin merkezinde yüksek ve çevreye doğru gidildikçe azalan bir yoğunluk ve rant temelli bir kentsel sistemin varlığından hareket eden bu teorinin temelini, kentsel sistemdeki aktörlerin mekân ve günlük minimum seyahat uzunluğu arasındaki dengeye dayalı rasyonel davranışları oluşturmaktadır. Tam istihdam ve kâr ve fayda maksimizasyonu uyarınca hareket eden rasyonel bireyin olması durumunda bir denge varsayan teori, kentteki aktörlerin en az maliyetle en fazla kârı elde etme dürtüsünden hareketle iç içe halkalar halinde biçimlenmiş olan kentte, merkeze uzaklık ile rant arasındaki ters orantılı ilişkide en uygun noktayı hesaplayarak o kentsel alana yerleşeceklerini ileri sürmektedir. Kentsel aktörlerin (üreticiler ve tüketiciler) kâr maksimizasyonu için en uygun yer seçim kararları kentsel sistemin kendiliğinden denge durumuna gelmesini sağlayacaktır (Alonso’dan akt. Kurtuluş, 2010: 183). Bu teori, klasik iktisat kuramına dayanmakta ve en az maliyetle en fazla kârı elde etmek isteyen bireyin yer seçimi kararında bulunurken rasyonel davranacağını öne sürmektedir. Ama bu durum bireyin rasyonelliğinden çok var olan imkânları dahilinde gerçekleşmektedir. İşçi sınıfı ve kent yoksulları daha çok iş alanlarına yakın ucuz konut alanlarında yaşamlarını idame ederken, varsıl kesim kentin çeperlerinde daha iyi yaşam koşullarında ikamet etmekte ve iş alanlarına kendi otomobilleriyle ulaşmaktadır. Ama neoliberal dönemden sonra orta ve üst gelir grubu kentin eski tarihi mekânlarına yönelmişlerdir. Kentin çöküntü haline gelen bu alanlarına yönelik gerçekleşen rağbet ise bu bölgelerde yaşayan kentsel yoksulları yerinden eden bir süreci işletmiş oldu. Kısacası mekânda var olan ayrışma olgusu, bireylerin rasyonel kararlarından çok, sistemin öncülüğünde gerçekleşmektedir. 2.3.3. Eleştirel Kentsel Kuramlarda Mekânsal Ayrışma II. Dünya Savaşı’ndan sonra modern kentin çevresine doğru gelişmesi, 1970’li yıllara kadar ağırlıklı olarak Chicago Okulu’nun ekolojik yaklaşımı ve neoklasik yer seçim teorisi ile açıklanmaya çalışılmıştır. Modern kentin fiziksel olarak 58 çevresine doğru gelişmesinin yarattığı sosyo-mekânsal dönüşümün derinlemesine analiz etmekten yoksun olmaları bakımından bu kuramlara yönelik birtakım eleştiriler getirilmiştir. Kentin çevresine doğru büyümesinin kuralsızlık ve düzensizlikle gerçekleşmesinden yola çıkan ve kentsel formu bu şekilde analiz eden ilk sosyolog Henri Lefebvre’dir (Kurtuluş, 2010: 186). 1970’lerin başlarında Lefebvre’in öncülüğünde gelişen eleştirel kent teorisi, kentsel alanlarda küresel ölçekte ortaya çıkan yeni dönüşümleri kavrama amacındadır. Bu bağlamda kapitalist kent, geleneksel-modern ya da gelişmiş-azgelişmiş kategorileri ile değil, kapitalist üretim biçimi ve sermaye birikimi sürecinde tarihsel, yerel veya mekânsal olumsallıkların yarattığı farklılaşmalar ve değişen toplumsal ilişkiler yoluyla açıklanmaya çalışılmıştır (Kurtuluş, 2011: 91). Lefebvre (1991: 314), kentsel alanların üretim aracı haline geldiğini ve gelişen kapitalist sermayenin kâr elde etmek için kentsel toprakları üretmek zorunda olduğunu ileri sürmüştür. Lefebvre (1991: 37) kentsel mekânın üretiminin kapitalist toplumsal üretim ilişkilerinin yeniden üretiminde önemli bir araç olduğunu belirtmiş ve her üretim tarzının kendi mekânını ürettiğini (ilkel-köleci toplumun mutlak mekânı, feodalizmin tarihsel mekânı, kapitalizmin ise artı değerin soyut mekânını ürettiğini) belirtmiştir. Gündelik hayatın oluşturduğu, doğal ve toplumsal nesneleri ve onların ilişkilerini kapsayan ve mekânın üretimi açısından önem taşıyan toplumsal mekânlar kavramı ile yalnızca değişim değeri ve soyut mekân olarak değil aynı zamanda kullanım değeriyle bağlantılı toplumsal sınıfların şekil vermeye çalıştığı somut mekân ifade edilmektedir (Doğan, 2007: 98). Lefebvre (1991: 69), kapitalist üretim sisteminde üretim ilişkilerindeki çelişkilerin yanı sıra yeniden üretim ve günlük yaşam mekânındaki çelişkilerin varlığına da işaret edip, kapitalizmin dayattığı soyut ve değişim değeri ön planda olan bir mekân anlayışı karşısında somut ve kullanım değeri ön planda olan bir mekân anlayışını savunmaktadır. Lefebvre’e (1991: 349) göre kentsel mekânın düzenlenişi egemen güçlerin çıkarlarını korumak amacıyla kontrol etmeye dönüktür. 59 1970’li yılların henüz başında modern kentin içine ve dışına doğru kuralsız bir biçimde gelişmesi, 1970’li yılların sonlarından itibaren kent sosyolojisi açısından yeni kuramsal arayışların başlamasına yol açmıştır (Kurtuluş, 2010: 190). Bu dönemde yaşanan birikim krizinin sebebi olarak gösterilen sosyal refah devleti üretim ve yeniden üretim alanlarından çekilerek sermaye mantığının bu alanlarda hüküm sürmesine olanak sağlamıştır. Neo-liberal politikalarla sermayenin egemenliği desteklenmiş bu durum da toplumsal sınıflar arasındaki eşitsizliklerin derinleşmesine yol açmıştır6. Bunun yanı sıra kentler bir meta haline gelip “üretilen bir şey” konumuna gelmiş, sermayeyi çekebilmek adına yarışmaya başlamışlardır. Böyle bir ortamda sermayeyi kendisine çekebilen bölgeler, kentler hatta kent içi kimi alanlar diğerlerinin lehine bir gelişme göstermiştir. Böylelikle hem toplumsal hem de mekânsal ayrışmanın derinleşmesi söz konusu olmuştur. Kentte meydana gelen bu değişikliklerin ışığında Lefebvre’in çalışmalarından etkilenen kuramcılardan biri Manuel Castells diğeri ise David Harvey’dir. Castells (akt. Kurtuluş, 2010: 196) kentlerin gelişimini üç ana düzlemde kavramaktadır: en altta ekonomi, ortada devlet, politik sistem ve ona eşlik eden unsurlar, üstte ise ideoloji bulunmaktadır. Althusser’in yapısalcı yaklaşımından etkilenen Castells’e (akt. Şengül, 2009: 23) göre siyasal sistem, kentsel mekânı tahakküm ve meşrulaştırma işlevleri aracılığı ile örgütlerken, ideolojik sistem işaretler ağı ile mekânı damgalamaktadır. Ancak mekânın özgünlüğü ekonomik alanla ilgilidir. Kentsel mekânın özgünlüğünü “tüketim” kavramı ile arayan Castells, kentsel toplumsal kuramın, tüketimin kolektif olarak örgütlenmesi, emeğin yeniden üretiminin çözümlenmesi ile ilgilenilmesi gerektiğini savunmaktadır. Kenti sınıfsal ve toplumsal hareketler bağlamında ele alan Castells’e (1997: 31-32) göre 1950’li yıllardan itibaren emeğin yeniden üretiminin artan oranda devlete kayması, sermaye ve emek çelişkisini gizlediği için sorunların daha fazla derinleşmesine yol açmaktadır. Çünkü devletin üretim ve yeniden üretim alanlarına 6 Bu konuda Ayda Eraydın (2006) tarafından derlenen “Değişen Mekân, Mekânsal Süreçlere İlişkin Tartışma ve Araştırmalara Toplu Bakış: 1923-2003” isimli kitaba bakınız. Ali Ekber Doğan’ın (2002a) Birikimin Hamalları: Kriz, Neo-liberalizm ve Kent isimli eseri de bu konuyu oldukça aydınlatıcı niteliktedir. Ayrıca bakınız, Lefebvre (1991), Ercan (1996), Kaygalak (2007) ve (2008) ile İdealkent (2012) kent araştırmaları dergisi “Neo-liberalizm ve Kentsel Eşitsizlikler” sayısı. 60 yaptığı müdahaleler, hem kapitalizmin kendisini yeniden üretmesini sağlarken hem de kapitalizmin çelişkilerini yaygınlaştırmakta ve derinleştirmektedir. Castells (akt. Pickvance, 2003: 103), “The Urban Question” isimli kitabında, gelişmiş kapitalist toplumlarda devletin, iş dünyası ve nüfusun baskısına cevap olarak artan bir ölçekte tüketim sürecine dahil olduğunu belirtmiştir. Kenti kutsadığı ve “kolektif tüketim” adını verdiği bu yeni çevre, emek ve sermayenin yeni çatışma alanı olmuştur. Devletin tüketim alanına daha fazla müdahale etmesi kamu hizmetlerinden yeteri kadar yararlanamayanlar arasında daha fazla şikayete ve ardından çatışmalara yol açmaktadır. Sermaye ve emek arasındaki güç ilişkisini dengeler pozisyonundaki devlet daha çok hakim sınıfların yararına hareket etmektedir. Devlet müdahalesi genellikle sermayenin daha az kârlı bulduğu için yatırımda bulunmadığı alanlarda yaşanmaktadır. Ekonomik faaliyetlerinin devam edebilmesi için gerekli olan emeğin yeniden üretilmesiyle ilgili devlet tarafından yapılan müdahaleler, tekil kapitalist çıkarlara aykırı düşse de kapitalist tekeller için işlevsel ve gereklidir. Ama buradaki devlet müdahaleciliği sermaye ile eklemlenmiş bir halde gerçekleşir. Örneğin kentsel yenileme uygulamaları ile özel yatırımcılara fırsat veren devlet, bir sektörü kârlı hale getirdikten sonra bu sektörü sermayeye devreder (Castells, 1997: 31-32). Eşitsizlikler üzerine kurulu olan kapitalist sistemde, devlet, ekonomik ve siyasal açıdan güçlenmiş burjuvazinin lehine hareket ettiğinden, sanayileşen, kentleşen ve yoksullaşan toplumlarda toplumsal çatışmanın büyümesi kaçınılmaz bir durumdur (Koray, 2008: 33). Castells’e (1997: 27) göre sınıflı toplumların en belirgin göstergelerinden biri olan toplumsal eşitsizlik gelirden, konuta kadar her alanda varlığını göstermektedir. Kapitalist üretim sistemindeki genellikle gelirle bağdaştırılan toplumsal eşitsizlik, artık kolektif tüketime konu olan konut, sağlık, eğitim, ulaşım ve kültürel alanları da kapsar hale gelmiştir. David Harvey ise kapitalist toplumlarda kentleşme hareketlerinin sermaye birikim sürecinden ayrı düşünülemeyeceğini ileri sürmektedir. Harvey’e (akt. Erder, 2006: 45) göre sanayi kapitalizmi, kendi ürettiklerine etkin bir talep yaratabilmek için kentleşme ve kentleşme ile ilgili yatırımları sürekli genişletme ve 61 talebi canlı tutmak eğilimindedir. Bu sayede artan sermaye birikimi yatırım alanı olarak kent mekânına aktarılarak birikim krizinin önüne geçilebilmiştir. Ama artı ürünün paylaşımında kentsel rantın oynadığı rol, kentte yaşayan ufak bir azınlığı ihya ederken, kentin geniş bir kesimini giderek yoksullaştırmaktadır. Yoksulluk ve yoksunluk sadece gelir bazında değil, sosyal ve kültürel alanlarda, kentsel kamu hizmetlerinin niteliğinde, emeğin yeniden üretimi için gerekli olan mal veya hizmetlere erişimde de kendisini göstermektedir. Mekânsal ayrışmanın en önemli belirleyici etmeni sermaye ve emek arasındaki iktidar ilişkisine bağlı olarak ortaya çıkan mekânın üretilme biçimidir (Kurtuluş, 2005a: 82). Mekânsal ayrışma ile toplumsal ilişkiler arasındaki bağlantıya dikkat çeken Harvey (2002: 154-164), çelişkili ve evrimsel bir niteliğe sahip olan kapitalizmin, emeği bölmek suretiyle mekânsal ayrışmayı pekiştirdiğini belirtmektedir. Farklı kimlikler üzerinden ayrışan bireyler sınıfsal konumunun farkına varamamaktadırlar. Örneğin emeğin bölünüşüne neden olan göç hareketleri belli mahalle ve yerleşmelere olduğu kadar mesleksel tabakalaşmaya da etnik bir nitelik kazandırmaktadır. Burada etnik ya da ırksal konum, sınıf konumunun önüne geçmekte ve mekânsal ayrışmayı belirleyen faktör olabilmektedir. Harvey mekânsal ayrışmayı kapitalist üretim sisteminin yarattığı eşitsizliklere bağlamaktadır. Sermayenin sürekli büyüyen bir ölçekte birikmesi, hızla ivme kazanan bir kentleşme süreci içerisinde gerçekleştiği için kentlerdeki toplumsal yapı, toplumsal ayrışma sürecine girmiştir. Toplumsal yapı ile mekânsal ayrışmayı ilişkilendirmek için Harvey (2002: 161) dört temel varsayım geliştirmiştir. Bunlardan ilki, mekânsal ayrışma kapitalist toplumdaki toplumsal ilişkilerin yeniden üretimi çerçevesinde açıklanmaktadır. Çünkü her toplumsal sınıf kendi koşullarında yeniden üretilmektedir. Çünkü toplumsal sınıf yarın da yaşayacak ve gelecek neslini üretecek kadar olanak kullanması ve yaratması gerekmektedir. İkinci varsayım, mekânsal birimler, komşuluk birimlerinin, yerel toplulukların ve bireylerin değer ve beklentilerini, tüketim alışkanlıklarını, pazar donanımlarını ve bilinç durumlarını önemli ölçüde etkileyecek toplumsal etkileşim ortamları olduğuna dairdir (Harvey, 2002: 161). Kapitalist üretim sistemi kendi 62 devamlılığını sağlayabilmek için yeni tüketim biçimleri, yeni toplumsal istekler ve gereksinimler yaratmak durumundadır. Eksik tüketim, sermaye birikimi açısından aşırı üretim ve bunalım yaratacağından sürekli tüketimi sağlamak üzere belli tüketim sınıflarının varlığı zorunlu olduğu için, dağıtım ve tüketim noktasında toplumsal ayrışmalar meydana gelmektedir (Harvey, 2002: 155). Farklı tüketim kalıplarına sahip bireylerin mekânla ilişkisi de farklı olacağından üst gelir grubuna dahil olan bireyler ile alt gelir grubuna dahil olan bireylerin yaşam alanları da birbirinden ayrışmış olacaktır. Bir diğer varsayım, büyük nüfus yoğunluklarının farklı topluluklara bölünmesinin sınıf bilincinin de bölünmesine yol açacağı yönündedir ki bu durum sistemin devamlılığını sağlayıcı bir etken olarak kabul edilmektedir Son varsayım ise mekânsal ayrışma modellerinin kapitalist toplumdaki çelişkilerin birçoğunu yansıttığına yönelik geliştirdiği varsayımıdır (Harvey, 2002: 161). Bu anlamda oluşan her mekânsal ölçek homojen bir yapıya sahip olduğundan dolayı sistemin eşitsiz ilişkisi ve çelişkisel yapısının sorgulanmasının önüne geçebilmek için sınıfsal farklılıkların yanı sıra din, ırk, mezhep, dil, toplumsal cinsiyet kimlikleri gibi birtakım yapay ayrıştırmalar kullanılmaktadır. Kentsel siyasal süreçlerde yerel yönetim ve yöneticilerin rolünü vurgulayan Raymond E. Pahl (akt. Pınarcıoğlu vd., 2010: 95) ise Harvey’in sermaye birikiminde kentsel yapılı çevreye atfettiği önemden yola çıkarak kentteki aktörlerin yapılı çevreden daha fazla önem teşkil ettiğini ileri sürmektedir. Pahl (akt. Şengül, 2009: 32), kentsel mekânın maddi bir kaynak olduğunu, konumlara ve dağılımlara karar verme sorumluluğu olan kent yöneticilerinin bu kararları kendi amaçlarına ve değerlerine göre alabileceklerini belirtmektedir. Kent yöneticilerini kent sisteminin merkezine yerleştiren Pahl (akt. Şengül, 2000: 32) yoğun eleştiriler karşısında çalışmalarını yeniden gözden geçirmiştir. Kent yöneticilerinin hem piyasanın işleyişi hem de merkezi devlet tarafından kısıtlandığını kabul eden Pahl, kentsel çözümlemelerinde bağımsız değişken olarak kabul ettiği kent yöneticilerini daha sonra aracılık eden değişken olarak görmüştür. Yani kentsel mekân sermayenin çıkarları doğrultusunda devlet eliyle şekillenmekte, kentsel mekân birikim aracı 63 olarak sermayeye kaynak aktarımının bir yolu olmaktadır. Toplumsal sınıfların mekânda ayrışması ile sistemin çelişkileri kimlikler üzerinden algılanacağından üretim sistemi devamlılığını sağlayabilecektir. Söz konusu kuramcılar kendi toplumsal paradigmaları öncülüğünde kent mekânına belli bir özgünlük atfetmektedir (Şengül, 2009: 19-20). Harvey, sermayenin dolaşımı sürecinde kentsel yapılı çevrenin oynadığı rolü göz önüne alırken, Castells, kolektif tüketimi ve onun çevresindeki mücadeleleri kuramının merkezine koymaktadır. Pahl ise kent yöneticilerini kent sisteminin merkezine yerleştirmektedir. Harvey, sermaye birikiminin birinci çevrimden ikinci çevrime aktarılması ile birikim krizinin önüne geçildiğini belirtmiştir. Böylelikle kentsel mekânda tarihsel süreç içerisinde var olan ayrışma, sermayenin kent mekânını keşfetmesi ile birlikte daha da derinleşmektedir. Castells ise toplumsal sınıflar arasındaki tüketim, bölüşüm ve dağıtım ilişkilerinin eşitsizliğinden dolayı kentsel mekânı toplumsal hareketlerin merkezine koymuştur. Toplumsal sınıfların mekândaki konumlanışı, kolektif tüketime konu olan hizmet alanlarının sunumunu etkilemektedir. Gecekondu bölgeleri ile lüks konutların yer aldığı alanlarda sunulan emeğin yeniden üretimi için gerekli olan kentsel hizmetler arasında bulunmaktadır. Pahl ise kentsel mekânda sermayenin daha rahat bir biçimde birikim sağlayabilmesi için devletin ve kent yöneticilerinin oynadığı rolü vurgulamaktadır. 2.4. Tarihsel Süreç İçerisinde Mekânsal Ayrışma Kentler tarih boyunca toplumsal eşitsizlikler ve mekânsal ayrışmayı barındıran yerleşim alanları olmuşlardır. Binlerce yıl öncesinde var olan kentler ile günümüz kentlerinin en önemli ortak noktası da toplumsal eşitsizliğin mekâna da ayrışma şeklinde yansımasıdır. Bu bölümde sanayi öncesi kentler ile modern kentlerde mekânsal ayrışma ele alınmıştır. 2.4.1. Sanayi Öncesi Kentlerde Mekânsal Ayrışma Üretim tarzı ve üretim ilişkilerinin belirleyiciliğinde ortaya çıkışından bugüne değin pek çok değişikliğe uğrayarak evrimleşen kent (Doğan, 2002a: 69), sürekli bir 64 akış içinde bulunan toplumsal bir pratiği ifade etmektedir (Castells, 1997: 123). Kentlerin önemli bir niteliği olan toplumsal ve mekânsal ayrışma, kentsel mekânı düzenleyen kuralların dayanağını oluşturmaktadır. Kentsel mekânı düzenleyen bu kurallar, kültüre ve tarihe göre değişiklik gösterir, kamusal hayatın şekillenmesini etkiler ve toplumsal grupların kent mekânı içinde birbirleri ile nasıl bir ilişki içerisinde olduklarını gösterir (Caldeira, 1999: 87). Mekânsal ayrışma olgusu her ne kadar güncel bir konu olsa da kent tarihi kadar eski bir olgudur. Artı ürünün kontrolünü elinde bulunduran ruhban sınıfı veya tacir sınıfının varlığından beri kentsel mekânın kent sakinleri tarafından farklı kullanış biçimlerini görmek mümkündür. Örneğin ilk kentlerden kabul edilen Uruk kentinde arkeologlarca prestij amacıyla inşa edilen, konukların ağırlanması amacını güden ve ev sahibinin mevki ve saygınlığının herkesçe kabul edilmesi için öngörülmüş ve boyutları olabildiğince abartılmış evler keşfedilmiştir. Diğer sakinler ise hiçbir gösterişi bulunmayan evlerde yaşamakta idi (Huot vd., 2000: 50). Yani ilk kentlerde dahi toplumsal ayrışma ile mekânsal ayrışma arasındaki diyalektik ilişkiyi görmek mümkündür. Kentlerin ortaya çıkması ile birlikte, dağınık ve örgütsüz olan birçok işlev sınırlı bir alanda bir araya getirildi ve topluluğun bileşenleri dinamik bir etkileşim ve gerilim durumunda tutuldu. Kent surları tarafından çevrelenen mekânın içinde, kent öncesinin yerleşik yapıları olan tapınak, pınar, köy, pazaryeri, müstahkem yer, kent içinde meydana gelen büyüme sürecine katıldılar. Bu yapılar yapısal bir farklılaşma yaşayarak kent kültürünün sonraki tüm aşamalarında yeni biçimler alarak varlıklarını sürdürmüşlerdir (Mumford, 2007: 47). İlk kentlerin yapısal özelliği, saray, tahıl ambarı ve tapınak gibi üç devasa yapının mevcut olmasıdır. Kentlerin ortaya çıkması, toplumsal sınıfların ortaya çıkması ile eş zamanlı gitmiştir. Krallığın ruhbanlığın yetkilerini genişletmesi ile ruhban sınıfına toplum içinde yönetici bir rol verilmiştir. Ayrıca kentte oturan ve tanrılara bağlılık yemininde bulunan saray görevlilerinin yanı sıra kâtip, doktor, büyücü ve kâhinden oluşan yeni bir entelektüel sınıf da ortaya çıkmıştır. Krallık, kendisine destek olan ruhbanlığa, boş zaman, statü ve muhteşem kolektif yerleşim yerleri vermiştir (Mumford, 2007: 54-55). Tapınak ve saray 65 ikilisinin bulunduğu merkeze her türlü haraç, altın, gümüş, bakır, kalay, lacivert taşı, yiyecek, gündelik emek, hayatın kendisi akmaktaydı. Kalabalık evlere karşın bu kutsal mekân yüzlerce insanı içine alabilecek dikdörtgen biçimli iç avlularıyla ferah bir yerdi (Mumford, 2007: 89). Yeryüzünde ilk kent medeniyetlerin kurulduğu Mezopotamya’da, eski çağlara ait çok Tanrılı dini inanış çerçevesinde biçimlenen dini toplumsal yaşamın hakimiyetinde her birey belli bir tapınağa ve o tapınağın Tanrısına bağlı olarak yaşardı. Yani bireyin içinde bulunduğu mekân ve sosyal çevreye aidiyet durumunu dinsel bağları belirliyordu. Kentin yerleşim modeli ise duvarla çevrili geniş tapınak alanının ötesinde, küçük türbe ve tapınakların bulunduğu bir dizi mahalleden oluşmaktadır (Alada, 2008: 117). Antik Site’de planlama suretiyle geometrik düzene göre mahalle birimlerine ayrılmış bir kent düzeni söz konusudur. Mekân, her bir kabilenin yerleşeceği ayrı mahallelere göre ayrılmıştır. Yani toplumsal ayrışma ilkesine dayalı olarak mekânsal ayrışma gerçekleşmiştir. 9. yüzyıldan sonra Batı dünyasında, kentlerdeki özerk yönetim birimleri yerlerini, piskoposların elinde teokratik yönetim biçimlerine terk etmiştir (Alada, 2008: 118). Yakın Doğu ve Arap İslam uygarlıklarında da mahalleler kan bağı, kabile, mezhep, etnik ya da ırksal özelliklere göre ayrı toplulukları barındırsa da, gettolarda olduğu gibi birbirlerinden yalıtılmaları söz konusu değildir. İktisadi, dinsel ve toplumsal yaşam, mahalleler itibariyle köklü bir sınıfsal ayrıma kaynaklık edecek ölçüde farklılaşmamıştır, zengin ve yoksulların iç içe yaşadığı bir topluluk kimliği söz konusudur (Alada, 2008: 121). Bu anlamda keskin ayrımları sanayi sonrası toplumlarda görmek mümkündür. Sanayi sonrası kentlerinin tipik bir özelliği olan güvenlikli siteleri sanayi öncesi kentlerde de görmek mümkündür. Yaşam tarzlarını ve mülklerini korumak amacıyla duvarlar ve kapılar fikri yeni birşey değildir. Ötekilere ya da işgalcilere dair korkular insanlık tarihinin vazgeçilmez özelliklerinden biri olagelmiştir (Ellin, 1997: 13). Zamanın muhtemel saldırılarına karşı istihkam ve yönetim merkezleri işlevi gören kale kentler, 10. yüzyıl boyunca dış duvarlarına bitişik, sakinlerinin büyük ölçüde tüccarların oluşturduğu yeni yerleşim alanları haline 66 gelmiştir. Bu kent toplumunda, mekânda komşuluk birimleri ve fonksiyonel farklılıklarına göre bir ayırım içinde bulunmaktadır. Ana kent, her biri ortak ihtiyaç ve amaçlar doğrultusunda birarada bulunan bir ölçüde özerk, kendi kendine yeterli küçük alt yerleşim birimlerinden oluşmaktadır. Mahallelerin her birinde ise kilise veya kiliseler, yerel bir çarşı, kuyu ya da çeşme bulunmaktadır. Yerleşim biçimindeki bu bölünme işe ve uğraşa dayalı fonksiyonel bölünmeyle tanımlanmaktadır (Alada, 2008: 119). Orta Çağ Avrupa kentleri ve çağdaşları, örneğin Çin ya da Ortadoğu’da yer alan kentler yerli ya da yabancı düşmanları engellemek için duvarlar ve kapılar inşa etmişlerdir. Sanayinin gelişmesi ve bunu izleyen kentleşme süreçleri ile birlikte kentlerdeki güvenlik hissi de sarsılmaya başlamış ve duvarlar önemini kaybetmiştir (Kuppinger, 2012: 13). Sanayi öncesi kenti modern kentten ayıran birtakım özelliklere değinmekte fayda vardır. Öncelikle sanayi öncesi kent ile modern kenti birbirinden ayıran faktörlerin başında teknoloji gelmektedir. Sanayi öncesi kentte üretim ve ulaşım organik enerji (insan ve hayvan gücü) ile yapılmaktadır. Bir diğer ayırt edici özellik, ekonomik eylemlerin örgütlenme biçimidir. Kentsel mekânda üretim eylemleri aynı sokak üzerinde yer seçmekte, mekânda uzmanlaşmış olan sokak ve mahalleler oluşmaktadır. Farklılaşmayı yaratan üçüncü özellik ise sanayi öncesi kentte yer alan güçlü sosyal kontroldür (Aslanoğlu, 2000: 32). Sanayi öncesi kentin mekânsal yapısı kentin ekonomik ve sosyal yapısı ile uyum göstermektedir. Etnik grup mahalleler ile çeşitli meslek grupları ayrı ayrı yerleşmişlerdir. Elit tabaka kentin merkezinde yerleşmişken, alt tabakalar kentin dış mahallelerine itilmişlerdir. Bu dönem kentlerinde arazi kullanma şekillerinde bir farklılaşma ve uzmanlaşma yoktur. Konutlar aynı zamanda işyeri, dinsel binalar okul hatta alışverişin gerçekleştiği mekânlar olarak da kullanılmaktadır (Aslanoğlu, 2000: 35). Sanayi öncesi toplumlarda kentler pazar ve mübadele merkezleri olarak işlev görmektedirler. El sanatlarının ve zanaatkârlarının toplandığı ve çeşitli eşyaların buhar veya elektrik enerjisi ile değil de insan ve hayvan enerjisi ile üretildiği yerlerdir. Ekonomik hayat bakımından çok az bölünme ve uzmanlaşma olan kentlerde aynı hudutlu farklılaşma sosyal tabakalaşmada da görülmektedir. Sanayi 67 öncesi kentlerin mekânda aldıkları şekil, toplumun sosyal düzenine uygundur. Sert bir sosyal ayrımın olduğu kentlerde etnik grup mahalleleri veya çeşitli zanaatkârlar kentin ayrı kısımlarında birbirinden ayrı bir şekilde konumlanmıştır (Kıray, 2007: 9-10). Sanayi öncesi kentlerinde tüccar faaliyetlerinin gelişmesiyle birlikte konutsal ayrışmanın yanı sıra faaliyet ayrışması da görülmektedir. Ama bu ayrışma emek gücünün işlevsel ayrışmasından çok saygınlık ölçeğinin bölgesel konumlanışının ayrışmasına dayanmaktadır (Harvey, 2009: 236). Ticarete konu olan faaliyetler dahi mekânda konumlanırken sosyal mevki ölçütlerini yansıtmaktadır. Sjoberg (2002: 52), sanayi önce kentin mekânsal yapısının sanayi kentinde çok farklı olduğunu belirtmektedir. Bu farklılıklar ise üç noktada kendini göstermektedir. Bunlardan ilki merkezi bir alanın sosyal tabakaların dağılımına bağlı olarak ortaya çıkması, ikincisi, etnik, mesleki ve aile bağlarına göre uzmanlaşmış mahalle ve sokakların varlığı ve sonuncusu mekânda konut ve işyeri farklılaşmasının olmayışıdır. Sanayi öncesi kentin sosyal örgütlenmesi organik enerjiye dayanan iktisadi bir yaşantıya uygundur. Bu kentte elit tabaka, büyük toprak sahipleri, devlet, din ve eğitim alanlarında yer tutan önemli kişilerden oluşmaktadır. Bunların dışında zanaatkârlar ve toprağı işleyen köylüler bulunmaktadır (Sjoberg, 2002: 44). Sanayi öncesi kentte devingenliğin en alt düzeyde seyrettiğini belirten Sjoberg (2002: 45), seçkinlere yönelik tek tehdit unsurunun kentteki aşağı sınıflardan değil, dışarıdan geldiğini belirtmektedir. Kentsel-endüstriyel topluluklarda önemli bir konuma sahip olan orta sınıf, sanayi öncesi kentlerde bulunmamaktadır. Toplumun üretim sistemi, sadece küçük bir varlıklılar grubunun gereksinimlerini karşılayabilecek gıda ve hizmetleri sağlayabildiğinden, kentsel bir orta sınıf ortaya çıkmamıştır. Sanayi öncesi toplumlarda üretim kırda gerçekleştiği için, kentin kıra bağımlılığı söz konusudur. Kırsal alandaki tarımsal artık ve işgücü fazlasının varlığı, kırı kentte üstün kılmakla birlikte, doğrudan üretici konumda olan köylüler üzerinde siyasal, adli ve askeri güç yoluyla artık elde edilmekteydi (Kaygalak, 2007: 186). Yani kır ve kent arasında bir karşıtlık söz konusuydu. Kent halkının hiçbir şey üretmediği bu dönemde kırsal bölgeler kentlerin beslenme gereksinimini karşılamakta, kentler ise onlara ticari mamul eşya sağlamaktaydı (Pirenne, 2010: 80). 68 Nüfusun toprağa bağlı olduğu ve herkesin bir toprak efendisine bağımlı olduğu bu toplumlarda 11. yüzyıla doğru nüfusun artması, Haçlı Seferleri, ulaşım imkânlarındaki iyileşmeler tüccarlarda ticari güdülerin harekete geçmesine yol açmış ve hiç kimseye bağlı olmayan bir tüccar sınıfı ortaya çıkmaya başlamıştır (Pirenne, 2010: 96). Aristokrasinin yoğun baskılarına dayanamayan serflerin kentlere göç etmesiyle birlikte kentlerde oluşan rekabet ortamı loncaları doğurmuştur. Kırsal alandaki hiyerarşi kentlerde de kalfalık ve çıraklık şeklinde yaşanmaya başlamıştır (Marx ve Engels, 2009: 127). Yoksulların ticaretin gelişimiyle doğru orantılı bir biçimde kentlere akın etmesi, işgücü piyasasında bir yarışma ortamına yol açmış, bu durum ise tüccarların yoksulları çok düşük ücretlerle çalıştırmaları ile sonuçlanmıştır (Pirenne, 2010: 115). Kısacası toplumsal ve mekânsal ayrışma arasındaki diyalektik ilişki tarih boyunca değişen üretim ilişkileri belirleyiciliğinde var olmuştur. Sanayi öncesi kentlerde bu ayrışmanın şiddeti sanayi sonrası kentlere göre daha az iken, sanayi sonrası kentlerde sadece konut alanlarında değil, yaşamın tüm alanlarına etkin olan bir ayrışma söz konusudur. 2.4.2. Sanayi Kentlerinde Mekânsal Ayrışma Merkantilist dönemde ticaretin yaygınlaşması ile birlikte geçimlik tarım yıkılmaya ve piyasaya yönelik üretim yapılmaya başlanmıştır. Özellikle İngiltere’de dokumacılığın gelişmesiyle birlikte tarımsal alanların etrafı çitlenmiş, küçük toprak sahibi köylüler ise mülksüzleşerek kente göç etmek durumunda kalmışlardır. Emeğin kentlerde özgürleştiği ifadesi ile anılan bu dönemde modern (kapitalist) kentlerde başlayan sanayileşme hareketi için ucuz işgücü olarak görülen göçmen nüfus, çok kötü şartlarda kentlerde varlıklarını devam ettirmeye çalışmışlardır. Sanayi öncesi dönemde kentin iaşesini sağlayan kır, kent karşısındaki önemini kaybetmiş, artık kente bağımlı hale gelmeye başlamıştır7. Tüketim mekânı olan kent ise bu dönemde 7 Başlangıç dönemlerinde kentsel topluluklar, feodal ekonominin gövdesi üzerinde kırın yarı hizmetkârı, yarı asalağı durumundaydı. Kent, el sanatlarında yüceltilen üretim biçimi, kullanılan üretim araçlarının zanaatkârların mülkiyetinde olduğu, basit meta üretimi biçimiydi. Ama pazarların gelişmesi, feodal sömürünün baskısı ve tarımın gerilemesi gibi sebepler, kentlere göçü hızlandırıp, kentsel nüfusun artmasına yol açmıştır (Dobb, 2007: 84-85). 69 üretimin mekânı olmuştur. Kır ve kent arasında var olan “artı ürün” ilişkisi yerini “artı değer” ilişkisine devretmiştir. Artık kentlere göç eden kırsal alan nüfusu artı değer üzerinden sömürülmeye başlanmıştır. Ücretli köle konumuna gelen işgücü üzerinden gerçekleşen sömürü, sermaye ve emek arasındaki eşitsiz ilişkiyi yaygınlaştırmış ve bu eşitsiz ilişki mekânda da karşılık bulmuştur8. Modern anlamda mekânsal ayrışma hem Birleşik Devletler’in hem de İngiltere’nin birçok büyük kentinde 1850’de tümüyle ortaya çıkmış bulunmaktadır (Harvey, 2002: 166). Mekânsal ayrışma süreci ilk defa Amerika Birleşik Devletleri metropoliten kentleri ve özellikle Chicago kenti üzerinde çalışmalarını yoğunlaştırmış olan ve kentsel ekolojistler diye adlandırılan şehir sosyologları tarafından ayrıntılı olarak incelenmiştir (Erder, 2006: 35-36). Sanayi sonrası kentlerde sanayi öncesi kentlerden farklı olarak üst ve orta gelir grubu kent çevresinde yerleşmiş, merkez ve konut alanları arasında kalan alanlar ise geçiş bölgesi olarak belirginleşmiş ve alt gelir grubu bu alanlarda yerleşmiştir (Aslanoğlu, 2000: 43). Sanayi Devrimi’nden bu yana kapitalist kentin evrimi dört aşamada gerçekleşmiştir (Doğan, 2002a: 69): 19. yüzyılın başlarından 1870’li yıllara kadar süren ilk sanayi kenti, 1870’lerden 1929 krizine kadar süren metropoliten kent, Keynesyen politikalar doğrultusunda kapitalist devletçilik politikalarına yönelişin söz konusu olduğu 1930-1945 arası geçiş dönemi, Fordist-Keynesyen birikim tarzının II. Dünya Savaşı sonrasında getirdiği birikim sürecinin ürünü olan refah devleti dönemi ve son olarak neo-liberalizm kenti. Sanayi çağının klasik kentlerinin merkezinde ağırlıklı olarak yönetici sınıflar, en genel anlamıyla “zihni emek” kategorisini temsil edenler yer almaktadır. Kenti kuşatan fabrikalara yakın semtlerde ise çok sayıda kol emekçisi kendileri için inşa edilmiş işçi mahallelerinde oturmaktadır (Laçiner, 1996: 11). İlk sanayi kentlerinin merkezinde üretim, tüketim ve dağıtım etkinlikleri, yazıhaneler, işçi mahalleleri, devlet daireleri, bankalar yer almaktadır. Hızlı sanayileşme ve nüfus artışının neden 8 Bu konuyla ilgili bakınız, Marx (2009), Wood (1997), Öngen (1994) ve (2003). 70 olduğu düzensiz biçimde genişleyen bir yerleşme sistemi söz konusu olmuştur (Doğan, 2002a: 71). Bu dönemin kentleri özellikle yoksullar için sefalet yuvalarıdır. Fabrika yakınlarına yerleşen halk sağlıksız koşullarda yaşamak durumunda kalmıştır. Örneğin 19. yüzyılın ikinci yarısında Paris’in durumu yoksul halk için içler acısıydı. Var olan konut alanlarının göçmen nüfus ile kısa sürede dolması sebebiyle önce konutlar kendi içinde bölünmüş, bu da yeterli olamayınca eski binaların üst katlarına yeni katlar eklenmiştir. 19. yüzyılın başlarında Paris’teki klasik bir evin ilk katında varlıklı bir aile, ikinci katında saygın bir aile otururken evin en üst katlarında hizmetçiler oturmaktaydı. Toplumsal sınıfların bu iç içe geçmiş hali, 1850 ve 1860’larda Haussmann tarafından planlı bir şekilde azaltılmıştır. Heterojen olan bu durum, evlerin bölünerek tek tek dairelere bölünmesi ile artık mahalle ve semtler homojen ekonomik birimlere dönüştürülmüştür (Sennett, 2010: 181-182). Paris kentindeki bu dönüşüm, hem işçi ve yoksul halkın oturduğu konutların rahatsız edici bir görüntü niteliğinde olması hem de salgın hastalıklar sebebiyle kentin diğer sakinleri için bir bela merkezi niteliği taşımasından dolayı gerçekleştirilmek istenmiştir (Engels, 1994: 119). Paris kentinde insanların içeride sıkışması sonucu toplumsal sınıfların kentte birbirinden yalıtılması için girişilen planlar, Londra’da kentin yayılıp genişlemesiyle gerçekleştirilmiştir. İnşaatçılar, ekonomik bakımdan homojen grupların gereksinimlerini karşılamak için geniş yerleşim alanları kurmuşlardır. Londra giderek daha geniş alanlara yayıldıkça fiziksel ayrım ve uzaklık yoluyla bölgecilik ön plana çıkmıştır (Sennett, 2010: 183). Yani sermaye birikiminin artmasıyla birlikte toplumsal sınıflar arasında hem fiziksel hem de sosyal ayrışma artmaya başlamıştır. Refah devleti kenti aşamasında, kentsel sistemde kolektif tüketim ön plana çıkmıştır. Metropoliten kent döneminde üretim ve yerleşim etkinliklerinin kent merkezi dışına çıkması, kentin canlı ve üretken özelliğinin yerine, tüketim sürecine dahil olan kentsel işlev ön plana çıkmıştır. Bu dönemde yönetsel, ticari ve mali kuruluşların kent merkezinde daha fazla yer alması, bu alanların kiraların yükselmesine ve kentsel rantın artmasına yol açarak kent merkezlerinin oturma ve sanayi yerleşmeleri için çekici olmamasına neden olmuştur. Metropoliten kent 71 döneminde başlayan banliyöleşme ve uydu kentleşme eğilimi bu dönemde daha fazla artmıştır. Bu dönemde kent yalnızca bir tüketim yeri değil, kendisi de tüketim değeri taşıyan bir mekân olmuştur (Doğan, 2002a: 75-79). Öncü’ye (1999: 29) göre bu dönemde, gerek Kıta Avrupa’sında gerekse Kuzey Amerika’da, yeni büyüyen bürokrat ve uzman meslek sahibi kesim, sanayileşen kentlerin fiziki ve sembolik coğrafyasında kendilerini işçi sınıfından ayrıştırma çabası içerisindedir Fordist üretim sayesinde otomobil endüstrisinin gelişmesi kentin sindire sindire değil sıçrayıp dağılarak büyümesine yol açmıştır. Kent üretimin mekânı olmanın ötesinde bizzat kendisi bir üretim ve yeniden üretim birimi olarak, toplumsal ve kültürel işlevlerin mekânsal olarak ayrışmasına, sıçramalı ve dağınık büyümesine yol açmıştır (Bora, 1996: 102). II. Dünya Savaşı sonrası Batı kentlerinde banliyöleşme eğilimi söz konusu iken 1960 sonrası süreçte farklı toplumsal ve ekonomik dinamiklerle kentsel coğrafya üzerinde yeni bir ayrışma ve hareketlilik söz konusu olmuştur. Gerek yerel dinamikler gerekse ulusal ve küresel dinamikler tarafından uygulanan ekonomik ve mekânsal politikalar, toplumsal yaşamın ve mekânın yeniden yapılanması açısından eşitsiz bir ortam yaratarak toplumsal ve mekânsal ayrışmaya yol açmaktadır (Şen, 2005: 133). Soylulaştırma, kentsel yenileme, kentsel dönüşüm gibi uygulamalar tam olarak bir kamusal program olmamasına rağmen, kamu sektörü faaliyetlerinden etkilenmekte, devletin bu süreçlere dolaylı etkisi söz konusu olmaktadır (Şen, 2005: 143). Devlet eliyle gerçekleştirilen bu uygulamalarda sermaye-emek arasındaki iktidar ilişkisinin sermaye lehine işlediğini görmek mümkündür. Ayrıca bu uygulamalar ile toplumsal ilişkiler gerek sınıfsal gerekse mekânsal ayrışmalar biçiminde yeniden üretilmektedir. Devlet müdahalesi ile de sermaye-emek sınıfları arasındaki çelişki emek-devlet şeklinde tezahür etmektedir. Marcuse ve Kempen’e (2000: 1) göre üretim biçimlerindeki farklılaşma, sosyal refah devlet anlayışının zayıflaması ve teknolojik değişiklikler gibi sebepler toplumsal eşitsizliklerin derinleşmesine ve kentsel mekânda ayrışmaya yol açmaktadır. 1970’li yıllarda ortaya çıkan yeni mekânsal düzen, elit kaleler, banliyöler, harap ve terk edilmiş kentler gibi mekânsal bölünmeler şeklinde tezahür 72 etmiştir. 1970’li yıllardan sonra kitlesel üretime ve sistemin her alanda ürettiği tek tipliliğe duyulan tepkiler, “farklılıklar”ın yüceltilen bir değer olmasına yol açmıştır. Sınıf içi toplumsal katmanlardaki çeşitlenme ve bu grupların hem üretimde yüklendikleri işlevler hem de tüketim kalıpları bakımından ayrışması mekâna da yansımış, kentler buna bağlı olarak adalar halinde şekillenmeye başlamıştır (Türkün ve Kurtuluş, 2005: 14). 1980’li yıllardan sonra neoliberal ekonomi politikaları ve küreselleşme süreci coğrafi-mekânsal ölçekleri ve hiyerarşilerin yeniden yapılanmasına, kentlerin bu yeni işbölümü ve ölçekler çerçevesinde şekillenmesine, iletişim ve ulaşım olanaklarının artmasıyla birlikte kentlerin diğer kentlerle daha yoğun ekonomik ve sosyal ilişkiler içerisine girmesine yol açmıştır. Dolayısıyla kentler birer meta haline gelmiş ve yeni işbölümüne bağlı olarak ortaya çıkan sınıfsal katmanlaşmalar ve bunların mekânsal tercihleri ile şekillenen yeni mekânsal ayrışmalar söz konusu olmuştur (Türkün ve Kurtuluş, 2005: 10). Neoliberal politikalar ve küreselleşme süreci üretim, tüketim, dolaşım gibi etkinliklerden oluşan dünya ekonomisi üzerinde etkili olmaktadır. Bu durum ise mekânı ve toplumsal yaşamı dönüştürerek kentin yeniden yapılanması noktasında ayrışmayı arttırmaktadır (Şen, 2005: 132). Metropolitenleşme dinamiğinin daha da hızlandığı neo-liberal kent döneminde, sermaye sınıfının üst ve orta kesimleri ve özel sektör ile kamu sektöründe üst ve orta kademe yöneticileri, hizmet sektöründe yüksek gelirli işlerde çalışan kesimler, merkezdeki bazı bölgeleri yine ellerinde tutmakla birlikte asıl olarak kent dışına inşa edilen iş merkezlerinde ve kendilerine özel yeni mahallelere ya da özel sitelere yerleşmeleri söz konusu olmuştur (Doğan, 2002a: 82). Davis (1996: 64) bu durumu, kent yaşamı giderek daha vahşileşirken, çeşitli toplumsal sınıflar imkânları dahilinde güvenlik stratejileri geliştirerek korunaklı ve güvenlikli sitelerde yerleşmeyi tercih etmişlerdir, şeklinde yorumlamıştır. Neoliberal kent dönemindeki banliyöleşmenin diğer dönemlerdeki banliyöleşmeden farklılıkları vardır. Önceki dönemlerde banliyöleşme daha çok işçi sınıfı ve diğer kent yoksullarının kolektif tüketim ve kentsel planlama gerekleri doğrultusunda merkez dışına yerleşmeleri şeklindedir. Kolektif tüketim ve kent 73 planlamasının gerilediği, merkezdeki ortak kamusal mekânların yerini tüketim ve eğlence merkezlerinin aldığı neo-liberal dönemde kentlerindeki banliyöleşme ise kentin görece refah içindeki kesimlerinin kentin güvensizliğinden, karmaşıklık ve sıkışıklığından kaçmaları şeklinde gerçekleşmiştir (Doğan, 2002a: 83). Kent dışındaki sitelerde yaşayan bireyler, bekçileri, güvenlik kameraları, site etrafındaki tel örgüleri dışarıdan içeriyi görmeyi engelleyen yüksek duvarları, alarm sistemleriyle korunaklı mekânlarında kendilerini site dışında yaşayan insanlardan yalıtmaktadır (Bayram, 1996: 52-53). Bir tarafta kentin karmaşasından kaçan orta ve üst gelir grubuna dahil nüfus güvenli sitelerde yaşarken diğer tarafta yoksulluğun kronikleştiği kent içi çöküntü alanları ile çeperde yer alan mekânlarda yaşam mücadelesi veren alt gelir grubuna dahil nüfus yaşamaktadır. Kent mekânı özellikle kapitalizm tarafından keşfedildiğinden itibaren, toplumsal sınıflar arasındaki eşitsizlik mekânda daha keskin hatlarla yaşanmaya başlamıştır. Sermaye yapısal değişimler geçirip, toplumsal eşitsizlikler arttıkça kent, eşitsizliklerin mekânsal oluşumu haline gelmiştir. İktidar aracılığıyla hareketleri her geçen gün serbestleşen sermayenin mekâna müdahale etmesi, mekânsal eşitsizlikler yaratma biçiminde gerçekleşmektedir (Ocak, 1996: 39). Ekonomik bir birim haline gelen kentler (yerellikler), ulusal, bölgesel dengeleri hiçe sayabilen, kendi belirlediği stratejiler ve ürettiği kararlar doğrultusunda global pazarda kendisini pazarlayarak iyi bir yer edinmeye çalışan ve aynı zamanda da fiziksel bir metaya dönüşen bir aktör halini almışlardır (Doğan, 2002b: 27). Yerelin evrenselleşmesi, bilginin, sermayenin serbest dolaşımı dünyada ortak bir dil birliği yaratılması şeklinde olan küreselleşme ile kentlerin ekonomik, siyasi, sosyal ve kültürel özelliklerinde değişiklikler yaşanmıştır. 1980 sonrasında yerelliklerin yarışır hale gelmesi ile birlikte kentler, kentsel yeniden gelişmeyi öne çıkarırken, mekândaki eşitsiz gelişim koşulları ve sınıfsal ayrışmalar da keskinleşmiştir (Harvey, 2003: 116). Neoliberal politikaların etkisiyle ekonomik işleyiş yarışan kentler modeliyle şekillenmektedir. Bu anlamda sermayeyi çekmek isteyen yerel yönetimler eğlence, finans, turizm gibi etkinliklerin yapıldığı mekânları altyapı hizmetleriyle, kentsel yenileme ve tasarımla geliştirip güzelleştirirken, kentin 74 işgücü depoları işlevini gören banliyö ve varoşlara sunduğu hizmetleri kısmanın yollarını aramaktadırlar (Doğan, 2002a: 99). Günümüz kentlerinin ortak özelliği eşitsizlikleri büyütmesi ve uçurumları derinleştirmesidir. Merkezin şebekesine dahil olan kentler daha doğrusu kent parçacıkları ile geri kalan yerler ve nüfusları arasındaki eşitsizlik büyümektedir. Üstelik bu kent parçacıkları hem manzaralarıyla hem de özgül ağırlıkları ve güçleriyle, her mekânda kademe kademe yeniden üretilen eşitsizlikleri gözden saklamaktadırlar (Bora, 1996: 103). 2.5. Üretim Tarzlarının Eklemlenmesi ve Mekânsal Ayrışma Toplumun üretiminin hem sonucu hem de ön koşulu olan mekân, bir toplumsal üretim sürecidir (Yılmaz, 2008: 156). Aynı zamanda üretim ilişkilerine toplumsal varlık kazandıran da mekânsal varlıklardır. Ancak üretim tarzı ile üretilen mekân arasında tam bir karşılıklılık olmayabilmektedir. Çünkü üretim tarzları arasındaki çelişkiler de mekânı üretmekle birlikte üretim ilişkileri de mekânın üretimine kendi çelişkilerini katmaktadır (Avar, 2009: 8). Her türlü üretim ve tüketim faaliyetinin ve sınıf mücadelesinin yürütüldüğü temel mekân olan kentler her yönüyle ele alınması gereken bir yaşam alanıdır. Lefebvre (akt. Avar, 2009: 7), “mekânın üretimi”nin kendi içinde bir şey olarak alınıp incelenmesinden ziyade toplumsal bağlamına ve üretim süreçlerine yerleştirmek gerekliliğine işaret etmektedir. İktisadi bir etkinlik temelinde kurulan her toplum, her üretim tarzı kendi mekânını üretmektedir (Lefebvre, 1991: 31). Yalnızca bir mekânsal örgü olarak ele alınamayacak olan kent olgusunun içinde ekonomik, sosyal, kültürel ve siyasi yapılar, bunların birbiri içine girmiş karmaşık ilişkileri ve etkileşimleri vardır. Fiziksel olarak mekânın oluşumu bu yapıların etkileşiminin bir sonucudur. Bu yapıların temel belirleyicisi olan üretim ilişkilerinde meydana gelen değişiklikler kentin yapısını da etkilemektedir (Kaygalak, 2008: 18-19; Ocak, 1996: 32). Mekân, sadece kendi başına varlığı olan bir nesne değil, üretim tarzındaki toplumsal ilişkiler sonucunda üretilen bir meta, bu ilişkilerle yeniden üretilen ve bu ilişkileri etkileyen bir dinamiktir (Mukul, 2013, 3). Tüm değişim ve dönüşümleri ile 75 birlikte içinden doğduğu çevrenin toplumsal, kültürel, ekonomik ve fiziksel koşullarının mekânsal yansıması olan kentin bu yansıma içinde birleşen her özelliği, neden sonuç ilişkisi ile bir diğerine tarih boyunca aktarılmaktadır. Kent, bugün ile gelecek arasında eşitsiz bir iletişim tarzı olarak, belirli bir tarihsel dönemde oluşan çevreyi koruyan kentsel yerleşmeleri bir sonraki döneme aktarmıştır (Uğurlu, 2010: 25). Mekân olgusu nesne, somut veya fiziksel bir şey değil, bütün boyutları ve biçimleriyle toplumsaldır. Mekân, cansız, sabit, durağan değil sürekli diğer mekânlara uzanan ve geri dönen, onlarla birleşen ve çatışan canlı, değişken ve akışkandır. Akışkanlığı, birleşmeleri ve çatışmaları farklı zamanlarda olmakta, bir diğerinin veya öncekinin üzerine yerleşmekte ve mevcut mekânı üretmektedir (Avar, 2009: 8). Üretim ilişkileri/tarzı değişen toplumlarda bir önceki üretim tarzının topyekun ortadan kalkmış olduğu iddia edilemez. Örneğin inorganik enerji kullanımı ve teknik ve örgütsel düzeydeki devrimsel değişimlerle üretimin her kolunun çeşitlenmesini ve yeniden şekillenmesini sağlayan ve de tarım ve ticareti sanayinin egemenliği altına alarak modern sanayi kentlerinin oluşmasını sağlayan Sanayi Devrimi’nin ardından 19. yüzyılın ikinci yarısına kadar İngiltere’de bile, ev içi ve manifaktür üretim koşulları varlığını sürdürebilmiştir. Pamuk sanayinde mekanik dokuma tezgahı 1830’larda, yünlü sanayinde ise mekanik güç ancak 1850’lerde yaygın olarak kullanılmaya başlanmıştır (Kaygalak, 2007: 191-192). Daha öncede belirtildiği gibi her üretim tarzı bir mekân yaratmakla birlikte her gelişme dönemi bir öncekinin üzerine binmekte, hem ülkesel hem de kentsel düzeyde daha önce ortaya çıkan katmanlardan etkilenmektedir. Doreen Massey’in endüstriyel gelişme merkezli “katmanlaşmış gelişme” yaklaşımına değinmekte fayda vardır. Massey’in bu yaklaşımı ile “mekânın tarihselliği” ve “tarihin mekânsallığı” daha iyi anlaşılabilmektedir (Şengül, 2009: 52). Massey’e göre her endüstriyel gelişme dönemi kendi endüstriyel yapısını bir katman olarak yaratmaktadır. Her katman ise mevcut olanları değiştiren, yeni olanları ekleyen, eskiye ait özellikleri aşındıran ve yok eden bir süreç dahilinde önceki katmanlarla etkileşmekte ve birleşmektedir (Şengül, 2009: 100-102). Bu durum toplumsal sınıflar açısından ele 76 alınırsa örneğin kapitalizmin ilk yıllarında feodal düzenden kalan tortul öğeler (toprak sahibi aristokrasi, köylü sınıf vb.) süreklilik taşıyarak kapitalist toplumsal ilişkilerin doğuşundan sonra yüzyıllar boyunca varlığını koruyabilmiştir. Tortul öğeler zamanla kaybolabilir ya da dönüşüme uğrayabilmekle birlikte kapitalist bir üretim biçiminde de görülebilen toprak ağalığı gibi varlığını sürdürebilmektedir (Harvey, 2002: 153). Ülkeden ülkeye önemli kurumsal farklılıklar vardır ve zaman içinde de farklılaşmalar olmuştur (Harvey, 2009: 188). Toplumsal değişme toplumun bütün kesimlerinde birden gerçekleşen bir süreç olmasına rağmen bu değişme toplumun farklı kesimlerinde eşzamanlı olmayabilmektedir. Toplumsal ilişkilerin tarihsel gelişmesi ile kentin fiziksel gelişmesi de bire bir örtüşmez. Çünkü kentin fiziksel gelişimi ve değişimi daha düşük bir hızda gerçekleşmektedir. Kentsel işleyişin farklılaşması kısa bir zaman zarfında gerçekleşirken, bu durumun fiziksel yapıya yani kent mekânına yansıması daha uzun bir zaman dilimine yayılmaktadır (Aktüre, 1981: 2 ). Bir toplumda her zaman birden fazla üretim tarzı var olabilmektedir. Yani bir üretim tarzının egemen olabilmesine karşın bir tarihsel dönem sadece o üretim tarzına özel olmayabilir. Aynı zamanda başka üretim tarzlarını da barındırabilmektedir. Bu noktada Marx’ın (akt. Harvey, 2003: 185) bir ifadesine yer vermekte fayda vardır “Hiçbir toplumsal düzen, ortaya koymaya yeterli olduğu tüm üretken güçler geliştirilmeden yıkılamaz ve yeni üstün üretim ilişkileri, eski toplumda varoluşları için gerekli maddi koşullar olgunlaşmadan eskilerinin yerini alamaz. İnsan, bu yüzden kaçınılmaz olarak sadece yerine getirebileceği görevleri üstlenir, çünkü daha ayrıntılı bir inceleme, sorunun, ancak çözümü için gerekli maddi koşullar var olduğunda veya hiç olmazsa oluşma aşamasına geldiğinde ortaya çıktığını gösterir.” Bu alıntıda iki önemli fikir yatmaktadır. Bunlardan ilki, toplumsal ihtimallerini tüketen veya doğal kaynak tabanını bitiren bir üretim tarzı bir şekilde kendini uyarlayıp değişmek zorunda kalmaktadır. Bir diğer fikir ise farklı üretim biçimlerinin aynı tarz içinde görülebilmesi ve aynı şekilde farklı tarzların içinde benzer biçimlerin var olabilmesidir. Örneğin kapitalizme özgü bazı biçimlere, ticaret, 77 kredi, para, faiz gibi örneklere daha erken dönemlerde de rastlanılmaktadır. Bu biçimler feodalizmden kapitalizme geçişte önemli roller üstlenmişlerdir (Harvey, 2003: 185-186). Günümüzde dünyada hakim ve egemen üretim tarzı olan kapitalizmin ortaya çıkışı ve gelişimi feodalizmin mekâna bağlı olan üretim ilişkilerini yıkarak gerçekleşmiştir. Feodal üretim tarzında yer alan serf ve lord, sınırlı, yerel bir coğrafyada, toprağa bağlı olarak yaşamakta iken, kapitalist üretim ilişkileri bu mekânsal bağımlılığı ortadan kaldırarak yerini, kârını maksimize etmek isteyen, bu sebeple dünya ölçeğinde en uygun koşulların var olduğu coğrafyayı arayan kapitalist ile, emeğinden başka satacak bir şeyi olmayan işçiye bırakmıştır. Yani kapitalizm, ortaya çıkışından kısa bir süre sonra daha önceki üretim ilişkilerinin oluşturduğu yerel mekânsal sınırları büyük bir sıçrama ile aşarak kendi coğrafyasını küresel ölçekte kurmuştur (Ersoy, 1998: 361). Sanayi Devrimi ile birlikte kentlere yığılan fabrikalar büyük bir yapısal değişime yol açmıştır. Sanayi öncesi kentler, kırdan beslenen, gıda ve hammaddelerini dışarıdan alan, pazar konumuna sahip önemli siyasal, eğitimsel ve dinsel işlevleri yerine getiren yaşam alanlarıdır (Sjoberg, 2002: 37). Kapitalist toplumlarda ise kent, sanayinin yoğunlaştığı, artı değerin üretildiği ve ticaretin en geniş şekilde hüküm sürdüğü rant alanları halini almıştır. Değişen üretim ilişkilerine paralel olarak kentler sanayileşmeye çalışırken aynı zamanda kapitalizm yeni endüstri kentlerini doğurmuştur. Buhar gücünün kullanılmasıyla birlikte daha çok kömür havzalarına doğru kayan endüstri hareketi, küçük yerleşim birimlerini kısa sürede büyük kentlere dönüştürmüştür. Üretimin kırsal alandan kentsel alana kayması, fiziksel çevre ile birlikte toplumsal koşulları da en baştan örgütlemiştir. Kapitalist üretim ilişkileri mekânı sermaye birikimini arttıracak biçimde düzenlemiştir (Koç, 2009: 40). Bugün ulaştığı aşamada mekân, sermaye, dolaşım ve tüketim ilişkilerinin örgütlendiği bir yer olmaktan öte, gelişimi için kendisi metalaşmış ve sermaye birikim süreçleri açısından yaşamsal önem kazanan bir yer olmuştur. Toplumdaki egemen güçler, mevcut sınıflar ve bireyler arasında, farklılıklar yaratarak sadece 78 toplumsal bölünmelere yol açmamakta aynı zamanda mekânsal ayrışmaları da destekleyerek farklılıkları yeniden üretmektedirler (Mukul, 2013: 3). Marx’ın (2009: 626) Londra kenti ile ilgili 1840’lı yıllarda gerçekleştirdiği gözlemlerinde kapitalist üretim sisteminde üretim araçlarının bir merkezde toplanması, işçi sınıflarının üst üste yığılmış bir şekilde barınması ile eş zamanlıdır. Servetin artmasıyla birlikte kentlerde görülen imar hareketleri, eski yapı mahallelerinin yıkılması, bankalar, mağazalar, işhanları gibi yapıların yükselmesi, iş trafiği, lüks arabalar, tramvaylar için caddelerin genişlemesi, yoksulların daha kenar mahallelerde sefil bir hayat sürmelerine yol açmaktadır. Büyüme yönelimli olan, büyümenin temelinde de canlı emeğin sömürüsünün yattığı ve teknolojik ve organizasyon açısından dinamik olan kapitalist üretim sistemi, krize yönelimlidir (Ercan, 2000: 202). Sermayenin krize karşı emek, mekân ve zaman kullanım tarzını değiştirerek çözümler araması suretiyle üretim, tüketim ve bölüşüm ilişkileri değişmekte, tüm bu ilişkilerin gerçekleştiği kentsel mekânların sosyal ve fiziksel dinamikleri ise farklılaşmaktadır. Gelişmiş veya gelişmekte olan ülkelerde oldukça farklı dinamikler ve değişimler yaşansa da tüm bu ülkelerde toplumsal ilişkilere içkin olan çelişkiler daha da yoğunlaşmaktadır (Ercan, 2000: 226-227). Kapitalist üretim tarzının çelişki ve gerilimlerinin ve bunların karşı karşıya gelmelerinden dolayı ortaya çıkan çatışmaların mekânsal örgütlenmesi olarak tanımlanan kapitalist kentte bunların yanı sıra, kapitalist ve kapitalist olmayan üretim tarzlarının eklemlenmiş bir yapıda birlikte var oldukları toplumsal formasyonlar ve mekânsal örgütlenmelerde geçmiş üretim tarzını niteleyen çelişki ve gerilimlerin etkileri de görülebilmektedir (Keskinok, 1998: 93). Kapitalist toplum düzeni kapitalist mantık doğrultusunda hareket etmektedir ve mekânsal çevre içerisinde somutlaşan toplumsal ilişkilerle bağlantılıdır. Yalnızca yapılı bir çevreden oluşmayıp gerçekte kapitalist gelişmenin öznesi konumunda olan kent mekânında kapitalizmin bütün ilişkileri yeniden üretilmekte, kentsel mekânın düzenlenmesi yoluyla kapitalizm ayakta kalabilmekte yani gelişebilmektedir. Kapitalist toplumsal 79 örgütlenme, en yalın diyalektik ilişki neticesinde kendisini yeniden üretecek bir mekân yaratmaktadır (Gottdiener, 2011: 6; Van Pampus, 2012: 35). Kapitalist kent, 1970’li yıllarda içerisine düştüğü krizden kent mekânını kullanarak çıkmayı başarabilmiştir. 1970’li yıllardan itibaren kapitalist yeniden yapılanma süreçlerinin temel dinamiklerinden biri olan neo-liberal kentleşme politikaları ile dünyanın birçok bölgesinde metropoliten alanları, hem merkezden periferiye hem de periferiden merkeze doğru radikal bir biçimde dönüştürecek kapsamlı kentsel yatırım projeleri gerçekleştirilmiştir. Bu dönemden itibaren Keynesyen devlet döneminden farklı olarak devlet üretim alanının yanı sıra sosyal hizmetler alanından da çekilerek sermayenin bu alanlar vasıtası ile yeniden ölçeklenmesinin yolunu açmıştır (Kurtuluş, 2010: 190). Son olarak neoliberal politikaların kent üzerindeki yıkıcı ve yaratıcı etkisini irdeleyen bir çalışmada verilen Çizelge 3’de, uygulanan politikaların kent mekânı üzerindeki etkilerini görmek mümkündür. Çizelge 3’den de anlaşılacağı üzere kent mekânı metalaştırılarak piyasa sistemine dahil edilmiş, kentte barınan yoksul nüfus pek fazla umursanmamış ve toplumsal sınıflar arasındaki mekânsal ve toplumsal ayrışma keskin boyutlara varmıştır. 80 Çizelge 3: Neoliberal Kentleşmenin Yıkıcı ve Yaratıcı Uğrakları Neoliberal Kentleşmenin Mekanizmaları Yerel kamu sektörü ve kolektif altyapıların özelleştirilmesi Kentsel konut piyasalarının yeniden yapılandırılması “Yıkım” Uğrağı -Belediye hizmetlerinin sunumunda kamu tekellerinin bertaraf edilmesi (örneğin, elektrik, su, altyapı ve toplu taşım hizmetleri) -Kamu konutlarının ve diğer düşük kiralı sosyal konutların kaldırılması -Kira kontrollerinin ve proje temelli sübvansiyonların kaldırılması Yapılı çevrenin ve kentsel formun dönüştürülmesi -Kamusal alanların ortadan kaldırılması ve/veya artan oranda gözetim altına alınması -İşçi sınıfı mahallelerinin spekülatif yapılaşmaya yer açmak üzere tahribi -Topluluk-temelli girişimlerinden vazgeçme “Yaratma” Uğrağı -Belediye hizmetlerinin özelleştirilmesi -Hizmet sunumunda ve altyapı bakımında yeni piyasaların geliştirilmesi -Kent merkezi emlak piyasalarında spekülatif yatırımlar için yeni fırsatlar yaratma -Düşük gelirlilere hitap eden kentsel konut piyasalarında kira fiyatlarının piyasaya göre düzenlemeye ve kiracısenetlerinin uygulanmaya başlanması -Seçkinlerin tüketimi için özelleştirilmiş mekânların yaratılması -Sermaye yatırımlarını çekmek ve yerel arsa kullanım örüntülerini yeniden şekillendirmek için devasa projelerin inşası planlama -Güvenlikli sitelerin, kentsel kapalı alanların ve diğer arındırılmış toplumsal yeniden üretim mekânlarının yaratılması -Soylulaştırmanın sınırlarının genişletilmesi ve sosyo-mekânsal kutuplaşmanın yoğunlaşması Kentli sivil düzenlenmesi toplumun Kentin yeniden temsili yeniden -Tüm sakinlerin temel yurttaş özgürlüklerine, sosyal hizmetlere ve siyasi haklara sahip olduğu liberal kentin yıkımı -Kentsel karmaşa, tehlikeli sınıflar ve ekonomik çöküşe dair gösterişli-ibretlik söylemler -En önemli arsa kullanım planlama kararlarınsa en yüksek ve en iyi kullanım prensibine bağlı olma -Kırık pencereler politikasının9 hayata geçirilmesi -Yeni ayrımcı gözetleme ve toplumsal kontrol biçimlerinin hayata geçirilmesi -Toplumsal dışlanma ve mücadele politikalarının, bireyleri düşük ücretli emek piyasasına yeniden sokarak hayata geçirilmesi -Kentsel yenileme, yatırım ve canlandırmaya odaklanan girişimci söylemler ve temsiller -Kendini gerçekleştiren büyümenin övülmesi yaratıcı Kaynak: Theodore, Peck ve Brenner, 2012: 34-35. 9 1982’de James Q. Wilson ve George L. Kelling’in öne sürmüş olduğu “kırık pencereler kuramı”na göre bir kentsel alanının bakımsız halde bırakılması o alanı yağmacılığın ve daha ciddi suçların hedefi haline getirmektedir. Mahalle ya da bölge zaman içinde giderek suç yuvasına ve çöküntü alanına dönüşmektedir (akt. Theodore, Peck ve Brenner, 2012: 35). 81 3. KENTSEL YOKSULLUK VE MEKÂNSAL AYRIŞMA Bu bölümde öncelikle kavramsal olarak yoksulluk olgusu ve türlerine değinildikten sonra kentsel yoksulluk kavramına yer verilmiştir. Ardından kentsel yoksulluğun tarihsel gelişimi incelenmiş ve kentsel yoksulluğun mekânda ayrışması ve kentsel yoksulluğu arttırıcı etkisi göz önüne alınarak göç ve mekânsal ayrışma arasındaki ilişki irdelenmiştir. 3.1. Yoksulluk Kavramı ve Türleri Yoksulluk olgusu bir azgelişmişlik sorunu gibi algılansa da birçok gelişmiş ülkede de yoksulluk manzaralarına rastlamak mümkündür. Genel anlamda yoksulluk, asgari yaşam düzeyine ulaşamama şeklinde tanımlanabilir (Alagh, 1992: 109). Beken’e (2006: 4) göre yoksulluk, yaşamın temel araçlarından yoksun olmak, minimum yaşam standardına erişememek, temel tüketim ihtiyaçları ya da gerekli gelir düzeyinden mahrum olmak durumudur. Adaman ve Keyder (2006: 6) ise yoksulluğu şöyle tanımlamaktadır: “İnsanlar, eğer gelir ve kaynaklarındaki yetersizliklerden dolayı içinde bulundukları toplumca kabul edilebilir olarak değerlendirilen bir yaşam standardı seviyesini tutturamıyorlarsa yoksulluk içerisindedirler. Böyle bir durumda, yoksul kesim bir dizi sorunu birlikte yaşamaya mahkumdur: İşsizlik, düşük gelir, kötü yerleşim koşulları, sağlık hizmetlerinden yeterli düzeyde yararlanamama ve kültür, spor, dinlenme ve eğitim olanaklarına yaşam boyu ulaşmada engeller. İktisadi, toplumsal ve kültürel hayatta diğer insanların doğal hayat akışı içerisinde yapa geldikleri etkinliklere hakkıyla katılamazlar ve temel haklarına ulaşımda zorluklar yaşayabilirler.” 19. yüzyıldan refah devleti oluşumuna kadar geçen sürede Batı ülkelerinde oluşan yoksulluk büyük ölçüde sistem içi bir yoksulluktur. Sistemin çalışması için hayati bir öneme sahip olan bu yoksulluk proleterlerin yoksulluğudur. Ama zamanla bu yoksulluğun yapısı değişmeye başlamıştır. Rowntree’nin (akt. Işık ve Pınarcıoğlu, 2009: 68-70) İngiltere’de yapmış olduğu çalışma bu değişimi kanıtlar niteliktedir. II. Dünya Savaşı’ndan hemen sonra uygulanan refah devleti politikalarından sonra yapılan alan çalışmalar, yoksulluğun sistem içinde yer 82 alanların değil sistem dışında kalanların bir sorunu olduğunu göstermektedir. Artık gelişmiş ülkelerde 19. yüzyılın proleter yoksulları yerini sınıf bile olmayan sınıf-altı yoksullarına bırakmıştır. Refah devleti politikaları ile kol kanat gerilmeye çalışılan bu yoksulların yaşadıkları yoksulluğa 1970’lerdeki krizle birlikte “yeni” ibaresi eklenmiştir. Yeterli eğitim olanağına erişemeyen bu kesimlerin, enformel sektörlerde, herhangi bir güvenceden yoksun olmaları, işsizliklerini sürekli kılmıştır. Yoksulluğa ilişkin bir çalışmasında Çağlar Keyder, eski ve yeni yoksulluk arasında bir ayrım yaparak, eski yoksulların yoksulluktan kurtulmak gibi bir umutlarının varlığına karşın yeni yoksulların böyle bir umuttan yoksun olduklarını belirtmiştir. Keyder (akt. Tamer, 22.10.2002), “Köyden kente gelenler önce enformel sektörde iş buluyor, bir süre sonra formel sektöre geçebiliyor, zaman içinde 2 göz oda da olsa ev sahibi olabiliyor, epeyce bir süre alsa da sonunda modern yaşamın bir parçası olabiliyordu. Bugün artık yoksulların böyle bir umudu kalmadı." Yeni yoksulluk sadece gelir/tüketim sorunları dolayısıyla yoksulların mutlak bir yoksulluk çizgisinde yaşadıkları ile ilgili olmaktan çok, artık yaşamlarını iyileştirecek yapabilirliklerini kısmen ya da tamamen yitirmesiyle ilgili bir yoksulluktur (Işık ve Pınarcıoğlu, 2009: 72). Özellikle refah devleti politikalarının korunaklı ortamından çıkıp, sermayenin istek ve beklentileri yönünde şekillenenen bir ortamda, yoksullukla başedebilme stratejileri geliştiremeyen bu kesimin gelişmiş ülkelerde de sayıları artmaktadır. Modern toplumla ilişkilendirilen tüketim işlevini yerine getiremeyen yeni yoksulları Bauman (1999: 126), içinde bulundukları zaman ve mekân standartlarına uygun beslenemeyen ya da giyinemeyen ve her şeyin ötesinde norma uygun olarak yaşayamayan insanlar olarak tanımlamaktadır. Zaman ve mekân standartlarına gerek beslenme gerekse de giyinme olarak uygun bir tavır sergilemek kişilerin alım gücüyle orantılı bir durumdur. Bauman (1999: 132), günümüzde yeni yoksulların, çalışmadıkları için değil, zaman ve mekâna uygun normlara riayet edemediği için yoksul olduklarını belirtmiş ve bugünün yoksullarının işsiz değil tüketici olmayanlar olarak tanımlanması gerektiğini belirtmiştir. Yeni yoksullardan “defolu tüketici” diye 83 bahseden Bauman (1999: 136), bu grubun toplumsal sorunların kaynağı olarak algılandıklarını da belirtmiştir. Yoksulluk kavramını açıklarken kültürel ve yapısal öğelere başvuran kabaca iki yöntemden bahsedilebilir. Kültürel öğelere göre yoksulluk, bireylerin kişiliklerine veya belli bir toplumsal grubun özelliklerine bağlıdır. Kültüralist yaklaşım, yoksulluğu siyah veya göçmen grupların sanayi toplumuna uyumsuz matriarkal aile10 yapılarındaki çözülme, aile değerlerinin yok oluşu, evlilik dışı hamilelik ve anneliğin yaygınlaşması, genç erkekler arasında artan suç oranı ve işsizlik nedeniyle evlenme yaşının ilerlemesi, refah devleti uygulamalarının çalışma güdüsünü ortadan kaldırması, AIDS, madde bağımlılığı ve kuşaktan kuşağa aktarılan bir yoksulluk kültürü ile ilişkilendiren görüştür. Yapısalcı yaklaşım ise yoksulluğun nedenlerini devletin küçültülmesi, toplumsal destek programlarının terk edilişi, teknolojik ve ekonomik süreçlerin emek pazarının en üst ve alt basamaklarında yol açtığı istihdam yığılmaları, orta sınıfların ekonomik ve siyasi ağırlıklarının azalması, cinsiyet, ırk ve statüye dayalı ayrımcılık, göç, demografik dönüşüm gibi yapısal faktör ve süreçlerle açıklamaktadır (Güvenç, 2000b: 91-92; Yılmaz, 2008: 128; Şenses, 2009: 145-146). Bu iki yaklaşımdan biri yoksulluğun nedenini bireye yüklerken, diğeri bireyin dışında bir neden aramaktadır. Bu iki kutup arasında gidip gelen bir toplumsal kesim vardır ki, bu kesim sınıf-altı ile kavramsallaştırılmıştır. Bu kavramı ilk Gunnar Myrdal 1963 yılında, The Challenge of Affluence isimli eserinde kullanmıştır. Myrdal (akt. Katz, 1993: 17), Amerika’da sürekli işgücü piyasasına dahil olamayan kesimi sınıfaltı diye tanımlamıştır. Sınıfsal bir terim olan sınıf-altı (underclass), 1970’lerden itibaren sınıfsal anlamından sıyrılarak ırksal bir anlam kazanmaya başlamıştır. Bu anlam değişikliğinin sebebi Oscar Lewis tarafından ortaya atılan “yoksulluk kültürü” yaklaşımından kaynaklanmıştır. Lewis (akt, Yılmaz, 2008: 129), yoksul kesimlerde hem birey hem de aile bazında birtakım ortak davranışsal özellikler geliştiğini ve bu özelliklerin kuşaktan kuşağa aktarıldığını belirtmiştir. 10 Anaerkil aile. 84 Bu özelliklerin bireyden mi yoksa sistemden mi kaynaklandığı pek muğlak olsa da “yoksulluk kültürü” yaklaşımında yoksulluğun bireyden kaynaklandığı vurgusu daha sık yapılmaktadır. Yoksulluğun içine doğmuş bir bireyin, bu ortamı kanıksayacağı ve yoksulluktan kurtulmak için bir çaba sarf etmeyeceği gibi bir sonuç bir bakıma yoksulu suçlayıcı bir tavır içermektedir. Yoksulluğun nedenlerini sistem sorunu olarak ele almadan yapılan bu yorumlar oldukça yüzeysel bir yaklaşım olarak görülmektedir. Yoksul bir ailede doğmuş bir birey, çaba sarf etmesini sağlayacak kamusal hizmetlerden zaten yoksun bırakılmaktadır. Yaşadığı yer ile ilgili var olan yargılar nedeniyle gerek eğitim gerekse de istihdam olanaklarından mahrum kalması kuvvetle muhtemel olan bireylerin pazar donanımına ulaşamaması sonucu hayatını yoksul olarak devam etme ihtimalinin de yüksek olduğu bir gerçektir. William Wilson ise sınıf-altını sadece yoksulluk kültürü ile açıklamaz. Yoksulluğun daha karmaşık faktörlerin bir sonucu olduğunu dile getiren Wilson (akt. Yılmaz, 2008: 130), Amerikan gettolarında yaşayan AfroAmerikanlıların belirli özelliklerine (yüksek suçluluk, evlilik dışı doğum, tek ebeveynli aileler, sosyal yardımlara bağımlılık) vurgu yaptıktan sonra, bu özellikleri doğuran ve besleyen yapısal unsurlara yer vermiştir ki bu unsurları da toplumsal, demografik, mekânsal ve ekonomik olarak dört başlık altında incelemiştir. Irka dayalı ayrımcılık, kırsal alandan göç ile sayıları hızla artan siyah nüfus, kentsel yoksulluğun belirli bölgelerde yoğunlaşmasına neden olan ayrışma mekanizmaları, ekonominin yeniden yapılanması ile üretim yapan işyerlerinin siyahların yoğun olduğu kent içi bölgelerden hızla uzaklaşması ve kalifiye olmayan işgücüne duyulan gereksinimin hızla azalması gibi sebepler siyah nüfus içerisinde işsizliğin artması ile sonuçlanmıştır. Kısacası toplumsal, demografik, mekânsal ve ekonomik unsurlar ele alınmadan yapılan bir yoksulluk tanımı sadece büyük resme bakıldığı için oldukça yetersiz kalacaktır. Yoksulluk olgusunu sadece bir gelir azlığı, temel kentsel hizmetlerden yoksun olma hali değil, aynı zamanda alt sosyal statülü mahallelerde yaşama, kent mekânında marjinalleşme, sağlıksız çevre koşullarında yaşamını sürdürme, adalet, eğitim, sağlık hizmetlerinden daha az yararlanabilme, şiddete daha açık olma, yeterli 85 güvenliğe sahip olmamaktır. Tekeli’ye (2000: 145) göre yoksulluğun onu hergün yaşayan için bölünemeyen bir bütün olması, hem mekânsal düzeyde hem de bireysel düzeyde yeniden üretilmesinin koşullarını yaratmaktadır. 1970 ve 1980’lerdeki yoksullukla ilgili çalışmalar sonrasında, yoksul ile yoksul olmayan arasındaki farklılıklar belirlenmeye çalışılmıştır. Bu çalışmalar sonucunda, farklı yöntemler ve yoksulluk göstergelerine göre oldukça farklı gruplar yoksul olarak tanımlanmıştır (Beken, 2006: 4). Kullanılan farklı yöntemlerle yapılan yoksulluk tanımlamaları şu başlıklar altında incelenebilir: (1) Mutlak Yoksulluk – Göreli Yoksulluk (2) Objektif Yoksulluk – Subjektif Yoksulluk (3) Gelir Yoksulluğu – İnsani Yoksulluk 3.1.1. Mutlak Yoksulluk ve Göreli Yoksulluk Mutlak yoksulluk, insanın biyolojik olarak kendisini üretebilmesi için gerekli olan kalori ve besin bileşenlerini sağlayacak beslenmeyi gerçekleştiremeyen kişileri yoksul olarak tanımlamaktadır (Tekeli, 2000: 142; Kaygalak, 2001: 125). Mutlak yoksulluk, bireyin veya hane halkının fiziken yaşamını devam ettirebilmesi için ihtiyaç duyduğu en düşük tüketim seviyesidir. Bu seviyeyi belirleyen bireyin veya hane halkının gelir bütçesidir. Bu bütçeyi belirleyen temel unsurlardan biri, ailenin büyüklüğü ile tüketilecek mal veya hizmet gereksinimidir. Diğeri ise bu gereksinimleri karşılayacak mal veya hizmetin fiyatıdır. Burada para birimiyle ifade edilen nokta yoksulluk çizgisidir. Yoksulluk seviyesi, yalnızca fiziki varlığını sürdürebilmek için gerekli harcamalardır. Bu tanım içerisinde sadece gıda, giyim, kira, yakıt ve hane halkının basit gereksinimleri yer almaktadır (Kule, 2004: 8; Beken, 2006: 9, Awad ve Israeli, 1997: 3). Kısacası mutlak yoksulluk kavramı, asgari yaşam düzeyi için gerekli olan harcamaları yapacak gelir düzeyine sahip olmayan kişileri yoksul olarak tanımlamaktadır. Fikret Şenses (2009: 64), mutlak yoksulluk olgusunun, bireyin fiziken yaşamını devam ettirebilmesi için en düşük düzeyde tüketmesi gereken kalori düzeyi 86 ilgilenen dar bakış açısına karşın, gıda dışı harcamaların da hesaba katılması gereken geniş bir bakış açısı ile ele alınması gerektiğini belirtmektedir. Yoksullukla ilgili yapılan ilk çalışmalarda (örneğin Rowntree, 1901) dahi barınma ve giyim gibi gıda dışı harcamaları da hesaba katma çabalarına rastlanılmıştır. Mutlak yoksulluk, kişiden kişiye, aileden aileye hatta ülkeden ülkeye değişiklik gösterebilir. Bu değişiklik yaşam maliyetinin hesabından, yaşam standardından ve tüketim alışkanlıklarından kaynaklanmaktadır (Bağdadioğlu, 2003: 111-112). Hanelerin veya bireylerin asgari yaşam standardının altına düşmesini ve hesaplanmış yoksulluk sınırının altına düşenleri tanımlayan mutlak yoksulluk, daha çok refah devleti politikalarında gelir dağılımı ve tüketim harcamaları hesaplamalarına dayalı olarak tanımlanmakta ve kullanılmaktadır. Diğer taraftan göreli yoksulluk, daha çok azgelişmiş ülkelerde kalkınma göstergesi olarak kullanılmaktadır (Kalaycıoğlu ve Tılıç, 2002: 200). Mutlak yoksulluk, özellikle azgelişmiş ülkelerdeki açlık ve yetersiz beslenme koşulları bakımından yaşanan yoksulluğun tanımlanması için uygun bir kavram olarak görülse de kendi içinde pek çok sorun barındırmaktadır. Şenses (2009: 80-93) bu sorunları şöyle sıralamaktadır: (1) Mutlak yoksulluk, öznel unsurlar içermekte ve yoksulluk düzeyinin değişik mekânlarda kıyaslanması için elverişli bir çerçeve oluşturmamaktadır. (2) Mutlak yoksulluk, kitle içindeki çeşitliliği yansıtmamaktadır. Yoksulları homojen bir kitle olarak değerlendiren mutlak yoksulluk, geçici veya sürekli yoksul olanlar ile yoksulluk çizgisinin hemen üzerinde olup da her an çizginin altına düşecek olanları göz ardı etmektedir. (3) Yoksulluk, mutlak değil, göreli bir kavramdır. Mutlak yoksulluğa göre bir toplumda hiç kimse yoksul olmayabilir iken göreli yoksulluğa göre yoksulluk bir eşitsizlik olgusudur ve toplumda her zaman yoksul olan bir kesim olacaktır. (4) Mutlak yoksulluk kavramı yoksulların görüşlerini dikkate almamaktadır. 87 (5) Mutlak yoksulluk kıstasları yeterli bir refah göstergesi değildir. İnsanın bir toplumsal varlık olmasından yola çıkan göreli yoksulluk, o toplumda kabul edilebilir en aşağı tüketim düzeyinin altında kalanları yoksul olarak nitelemektedir (Tekeli, 2000: 142). Göreli yoksulluk, “bir kişinin veya grubun yaşam düzeyinin kendisinden daha yüksek gelire sahip bir referans grubunun geliriyle karşılaştırması sonucunda ortaya çıkan bir olgu” olarak tanımlanmaktadır (Şenses, 2009: 91). Göreli yoksulluk kavramı, yoksul birey veya hane halkı ile toplumda var olan koşullar dikkate alındığında ortalama bir gelir düzeyine sahip birey veya hane halkı arasındaki açıklığı ifade etmektedir (Kule, 2004: 9). Göreli yoksulluk, toplumdaki gelir dağılımını esas almakta ve aynı toplumun diğer üyelerinin yaşam standartları ile karşılaştırmalar sonucunda ortaya çıkan bir yoksunluk durumudur (Kaygalak, 2001: 125). Göreli yoksulluk, yoksulluk sınırını toplumsal yapılar açısından değerlendirmektedir. Mutlak yoksulluk, daha çok bireylerin fiziksel yaşamını sürdürmesi ile ilgili bilgi verirken, görelik yoksulluk toplumdaki gruplar arasında karşılaştırma yoluna gider (Şenses, 2009: 92). Yani göreli yoksulluk, bireyin veya hane halkının yaşam düzeyini toplumdaki daha yüksek gelir düzeyine sahip birey veya hane halkını referans alarak, sahip olunan gelirleri karşılaştırarak, temel ihtiyaçlarını mutlak olarak giderebilen ama kişisel kaynakların yetersizliği yüzünden genel refah düzeyinin altında kalan bireylerin durumunu anlatan bir kavramdır (Kurşuncu, 2006: 13). Göreli yoksulluk, bireyin sadece fiziki yaşamını sürdürecek ihtiyaçların da ötesinde kültürel ve toplumsal açıdan tüketimi zorunlu görülen ihtiyaçlardan da yoksun olmasıdır. Toplumsal bir varlık olan bireyin kendisini biyolojik olarak değil; toplumsal olarak yeniden üretebilmesi için gerekli tüketim ve yaşam düzeyinin saptanmasını kapsayan bir kavramdır. Burada bireyin belirli bir yaşam düzeyine uygun olarak yaşayabilmesi için gerekli olan toplu taşıma, içme suyu, sağlık, eğitim ve kültürel etkinlikler gibi mal ve hizmetlerden yoksun olması göz önüne alınmakta ve bunları karşılayacak gelir düzeyi saptanmaktadır. Bu gelirin altında gelire sahip olanlar üstekilere göre yoksul sayılmaktadır (Aydın, 2007: 18). Açıkgöz ve Yusufoğlu’na (2012: 85) göre toplumdaki gelir ve tüketim farklılığını 88 yansıtan göreli yoksulluk, alt gelir grubuna dahil olan bireylerin gelir düzeyinin ve tüketim durumunun orta ve üst gelir grubuna dahil olan bireylere göre konumunu esas almaktadır. Asgari yaşam düzeyi yerine asgari refah düzeyini yakalayamayan alt gelir grubunun esas alınması sebebiyle yoksulluk hesaplandığında yoksulluğun durumunda bir değişme ve yoksulların sayısında bir artışın olması doğal karşılanmalıdır. 3.1.2. Objektif Yoksulluk ve Subjektif Yoksulluk Objektif bakış açısıyla yapılan yoksulluk tanımlaması, yoksulluğu neyin oluşturduğu ve bireyleri yoksullaştırıcı etkenlerden neyin kurtaracağı gibi önceden belirlenen değerlendirmeleri içermektedir (Beken, 2006: 12). Subjektif bakış açısı ise yoksulluk tanımlaması yaparken bireysel faydayı göz önüne alır, bireylerin mal veya hizmete ne kadar değer verdiğine, onlar hakkındaki tercihlerinin ne olduğuna bakar (Beken, 2006: 12). Subjektif bakış açısında bireylerin tercihine önem verilir. Birey veya hane halkı kendileri için neyin iyi olduğuna kendileri karar verir. Fakat bu bakış açısı, yoksulluğun tanımlanmasında birtakım problemlere neden olmaktadır. Çünkü birey veya hane halkı her zaman kendileri için neyin iyi olacağına karar vermeyeceği gibi bazıları yaşamlarını sürdürebilmek için gerekli olan yiyecekleri tercih ederken, bazıları gerekli olmayan yiyecekleri tercih edebilmektedir. Bu yüzden genellikle objektif bakış açısı benimsenmektedir. 3.1.3. Gelir Yoksulluğu ve İnsani Yoksulluk Gelir yoksulluğu, yoksulluk sınırı olarak bir asgari gelir ve tüketim düzeyinin söz konusu olduğu yoksulluk türüdür (Cömertler, 2004: 59). Gelir yoksulluğu, bireyin veya hane halkının yaşamlarını devam ettirebilmeleri için gerekli olan asgari gelir düzeyi ile ölçülmektedir. Ülkelerarası sosyo-ekonomik gelişmişlik düzeylerini ortaya koyan İnsani Gelişme Endeksi (İGE), Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı (UNDP) tarafından ilk kez 1990 yılında yayımlanan İnsani Gelişme Raporu (İGR) ile her yıl yayımlanmaya başlamıştır. İGR insani gelişme kavramını, kişi başı gelir hesaplarının 89 ötesine giderek insan kaynaklarının gelişimini, insanı insan yapan özgürlük, kişilik gibi unsurları ve insanın temel gereksinimlerine ulaşma düzeyini birarada değerlendirmekte ve böylece kalkınma içindeki insanın rolünü ele almaya çalışmaktadır (Demir, 2006: 1-2). İGR’de kişilerin seçeneklerini arttırma süreci olarak ele alınan insani gelişmede yer alan temel seçenekler söz konusudur. Bu seçenekler şunlardır: Uzun ve sağlıklı yaşam, bilgi edinme ve tatminkâr bir yaşam sürmeyi sağlayacak kaynaklara erişim ve toplumun yaşamına katılma (UNDP, 2001: 9). Bu anlayışta insani gelişmişliğin göstergesi olarak gelir önemli bir yer edinmiş olsa da tek başına yeterli olmadığı belirtilmektedir. Örneğin ekonomik açıdan gelişmiş birçok ülkede insani gelişmişlik derecesi zayıf iken, daha düşük gelirli ülkelerde insani gelişmişlik derecesi daha yüksek olabilmektedir (Demir, 2006: 3). Her ne kadar mevcut refah düzeyi olarak gelir kullanılsa da bunun yanı sıra kredi olanaklarına, kamu mallarına ve verimli üretim araçlarına erişim, akraba ve arkadaşlardan sağlanan transferler gibi insanların kaynaklara erişim düzeyinin bir bütün olarak değerlendirilmesi gerekmektedir (Şenses, 2009: 101). Aydın’a (2007: 18) göre “insani yoksulluk ise insanların sağlık ve eğitim hizmetlerine, temiz su kaynaklarına ulaşabileceği uzun bir yaşam sürme hakkı ve sürdürebilirlik kriterlerine bağlı olarak yeni fırsat ve seçenekleri kullanabilmek için gerekli altyapının varlığı ya da yokluğu ile belirlenen yoksulluk kriteridir”. Gelir yoksulluğunda yoksulluk sınırı olarak göz önüne alınan, asgari gelir ve tüketim düzeyi iken, insani yoksullukta, yaşam süresinin kısalığı, eğitim ve sağlık hizmetlerinden yoksunluk, iş olanaklarından yoksunluk göz önüne alınmaktadır (Özsoy, 2003: 3). Yani birey veya hane halkı sadece gelir ve tüketimden yoksun kalmamakta aynı zamanda fırsatlardan da yoksun kalmaktadır. 3.2. Kavramsal Olarak Kentsel Yoksulluk Kavramsal olarak kentsel yoksulluğa değinmeden önce kapitalizm öncesi ve sonrası var olan yoksulluğun toplumlar nezdinde algılanma biçimlerine bakmak gerekmektedir. Pre-kapitalist toplumlarda var olan toplumsal sınıflar arasındaki eşitsizliğin nedeninin Tanrısal olduğu ön kabulü nedeniyle herhangi bir yoksulluk algısı bulunmamaktadır. İçinde bulundukları kötü yaşam koşullarına ruhban, kral 90 veya aristokrasiye karşı isyan edilmesinin, Tanrı’ya isyan edilmiş olmasıyla eşdeğer tutulması sebebiyle yoksul köylüler, bu durumu kanıksamıştır. Yoksulluk algısında meydana gelen değişimin sebebi ise üretim sisteminde meydana gelen değişikliklerdir. Daha önceden din adamları yoksullara yardım etmenin kent halkı için Hıristiyan hayırseverliğini göstermenin bir fırsatı olduğunu telkin ederken zamanla kentlerdeki yoksul sayısının artması ile birlikte yoksulluk sorunu papazların elinden yardım komitelerine geçmiştir. Böylelikle de yoksulluk anlam değiştirmiş ve hizmeti ve yardımı hak eden ve hak etmeyen diye iki grubun varlığı söz konusu olmuştur. Tarihsel süreç içerisinde hep var olmuş bir olgu olan yoksulluğu sadece bir gelir azlığı şeklinde tanımlamak yetersiz bir yaklaşım olacaktır. Hayatın her alanında yansıma bulan yoksulluk hem bireysel hem de mekânsal düzeyde yaşanmaktadır. Kent mekânında yaşanan yoksulluk olan kentsel yoksulluk, küreselleşme sürecinin etkisiyle belirli bölgelerde yoğunluk arz etmektedir. Kentsel yoksulluğun, kırsal yoksulluğun kentte taşınması şeklinde yorumlanmaması gerekmektedir. Çünkü yoksul olarak tanımlanmayan bireylerin küresel ekonomide meydana gelen dönüşümlerle yoksullaşması ve kalıcı hale gelen bu yoksulluk sonucu dışlanmaları, kentsel yoksulluğun ayırt edici tarafıdır. Birleşmiş Milletler HABİTAT raporunda kentsel yoksulluk, nüfusun kentlerde yaşayan bir kesimin, asgari bir geçim standardına ulaşabilecek yeterli kaynaklara ve konuta sahip olamaması şeklinde açıklanmıştır (Kalaycıoğlu ve Rittersberger Tılıç, 2002: 201). Kentsel yoksulluğu diğer yoksulluklardan ayıran üç temel noktayı Carolline Moser (akt. Baloğlu, 2005: 235) şu şekilde ifade etmektedir; para ekonomisine uzaklık, çevresel tehlikeler ve sosyal dışlanma. Bu noktalara ek olarak büyük kentlerde gıda, toprak, barınma ve ulaşım gibi sorunlar ve yaşam maliyetinin yüksekliği, bu tabloyu daha da ağırlaştırmaktadır. Kent yoksulları her ne kadar kamu hizmetlerine yakın olsalar da bu hizmetlerden yararlanamamakta ve ekonomik ve politik olarak da dışlanmaktadırlar. Kentsel yoksulluk, toplumsal ve ekonomik alanda yaşanan değişmelerden ortaya çıkmaktadır. Kent yoksulları, yaşadıkları alanda yeterli gelire sahip değillerdir 91 ve temel hizmetlerden de yararlanamazlar. Ayrıca kent alanlarından dışlanma, elverişsiz yaşam ortamları, yargı, bilgi, eğitim, karar alma yetkisi ve yurttaşlık gibi temel haklardan yararlanma yetersizliği, şiddete maruz kalma ve güvenlik eksikliği ve statü açısından sıkıntı çekme gibi durumlarla da karşı karşıya kalırlar (Türkdoğan, 2003: 106-107). Kentsel yoksullar, toplumdan kopuk, güven duygusundan yoksun ve bütünleşmeye karşı negatif tutum içindedirler. Sadece bir gelir eksikliği olmayan kentsel yoksulluk aynı zamanda beraberinde uyumsuzluk, gecekondulaşma, marjinal ekonomi, sosyal marjinallik, suç gibi bazı problemleri de ortaya çıkarmaktadır. Kentsek yoksulluk, azgelişmiş veya gelişmekte olan ülkeler ile gelişmiş ülkelerde farklıdır. Gelişmiş ülkelerde marjinal bir olgu olan kentsel yoksulluk, diğerlerinde toplumun önemli bir kesimini içine alan bir kavramdır. Fransız sosyolog Paugam (akt. Yılmaz, 2008: 133), yoksulluğu bütüncül, marjinal ve diskalifiye edici olmak üzere üç ideal tipe ayırmaktadır. Marjinal yoksulluk tipinde toplumun çok küçük bir kısmını oluşturan yoksullar, çağdaş uygarlığa, gelişmenin ritmine ve sanayideki ilerlemenin belirlediği kuralara uyum sağlayamamış bireylerden oluşmaktadır. Diskalifiye edici yoksullukta, yoksulluğa düşme yani üretici alanın dışına itilme ve sosyal yardımlara bağımlı hale gelme söz konusudur. Bütüncül yoksullukta ise toplum içerisinde çok yaygın bir yoksul kitle oluşmuştur. Bu durum ise küçük bir toplumsal grubu ilgilendiren bir meseleden ziyade bir ekonomik, sosyal ve kültürel gelişme sorunu olarak algılanmaktadır. Bu bakımdan kentsel yoksulluk olgusu ülkeden ülkeye ve zaman içerisinde değişiklik gösterdiği için, içinde bulunduğu koşullar bakımından ele alınması gerekmektedir. Bir ülkede toplam yoksul oranlarına bakıldığında bölgeden bölgeye, kentten kentte hatta kent içinde dahi farklı oranlara ulaşılabilmektedir. Azgelişmiş ülkelerde yoksulların önemli bir kısmı kırsal alanlarda yaşarken, kentsel yoksul oranları da bu ülkelerde hızla artmaktadır (Şenses, 2009: 135). Dünya ölçeğinde gerçekleşen ekonomik büyümeye rağmen kent yoksulluğu özellikle son 25 yılda birçok ülkede yaygınlamıştır. Kent yoksullarının, yoksulluklarının kalıcı hale gelmesi sebebiyle içinde bulundukları durum “yeni kent yoksulları” olarak adlandırılmaya başlanmıştır. 92 Murat Güvenç (2000b: 91) yeni kent yoksulları arasında sürekli işsizlik oranının yüksek olduğu ve konjonktürdeki iyileşmelerden de etkilenilmediğini belirtmiştir. ABD’de “sınıfaltı”, Fransa’da “dışlananlar”, Latin Amerika’da “marjinaller” dünya kentlerinin günbegün yükselişlerine rağmen, toplumsal bir sorun teşkil etmektedirler. İran’ın büyük kentlerinin çevresinde enformel ve marjinal bir şekilde büyüyen yoksul toplulukları araştırdığı eserinde Asef Bayat’a (2008: 55-56), göre “yoksul” basitçe ekonomik bir kategoriden ibaret olmayıp, aslında toplumsal ve kültürel bir kimliğe işaret etmektedir. İran’daki, bir ölçüde, sanayi işçi sınıfıyla da örtüşen kent yoksulları, diğer toplumsal gruplardan öncelikle toplumsal dışlanmışlıkları ve birer gecekondulu ve varoş sakini olarak barınma statüleri nedeniyle ayrışmaktadırlar. Asef Bayat’ın İran üzerinden gerçekleştirdiği gözlemler aslında birçok azgelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerde izlenebilmektedir. Yoksulluk aslında tarih boyunca var olan bir olgu olmasına karşın yeni yoksullar, modern katmanlaşma sisteminin bir ürünü olarak ortaya çıkmıştır. Örneğin İran’ın dünya ekonomisine eklemlenmesi ile, kentlerde ikamet edenler arasında bir toplumsal gruplaşma meydana gelmiştir. Bu gruplaşma ise kentteki iskân modelleri ile desteklenmiştir. Kentsel yoksulluk kavramının yanı sıra son zamanlarda yeni bir kavram gündemdedir. Oğuz Işık ve Melih Pınarcıoğlu tarafından İstanbul Sultanbeyli örneğinden yola çıkılarak “Nöbetleşe Yoksulluk” adı verilen bir çalışma hazırlanmıştır. Bu çalışmada, Türkiye’de 1980 öncesi hakim olan ithal ikameci ekonomi politikalarının yerini ihracata dayalı sanayileşme politikalarına bırakmasıyla yaşanan dönüşümün kent yoksulluğu temelindeki kentsel dönüşüme etkileri incelenmiştir (Beken, 2006: 95). Nöbetleşe yoksulluk, kentlere göç eden grupların kendi aralarında oluşturduğu bir ortaklıktır. Nöbetleşe yoksulluk; kente önceden gelmiş göçmen gruplar ile kentte imtiyazlı konumda bulunan bazı grupların, kente daha sonradan gelen kesimler ile diğer imtiyazsız gruplar üzerinden zenginleşmeleri, bir anlamda yoksulluklarını bu gruplara devredebilmeleri sonucunu doğuran bir ilişkiler ağını oluşturmaktadır. Bu ilişkiler ağı söz konusu kesimlerin kendi aralarında 93 kurdukları ve birbirlerinin üzerlerinden zenginleşebilmelerini sağlayan eşitsiz güç ilişkileridir (Işık ve Pınarcıoğlu, 2009: 155-156). Türkiye, özellikle giriş ve çıkış koşullarının son derece basit olduğu enformel işgücü piyasası ve arsa-emlak piyasasında oluşan yüksek rantların geniş toplumsal kesimlere ulaşması ile yaşanan hızlı kentleşme sürecinin devasa sorunlarını görece kolay atlatabilmiştir. Kentte yer alan toplumsal gruplar arasındaki ilişkiler de bu çerçevede belirlenmiştir. Kente göçen ve kentin gecekondu bölgelerine yerleşen kesimler bir süre sonra kentin gelişmesi ile birlikte üzerinde bulundukları toprakların değerinin artması ile yüksek rantlara sahip olabilmişlerdir. Özellikle 1980 sonrası çıkan gecekondulara yönelik af yasaları ile bu alanlarda yaşayanlar elde ettikleri kazanımlarla kendilerinden sonra kente göç edenlere kiralık konut sunarak yoksulluklarını bir anlamda kente daha sonra gelen kuşağa aktarma olanağı bulmuşlardır (Işık ve Pınarcıoğlu, 1999: 49). 3.3. Tarihsel Olarak Kentsel Yoksulluk Dünyanın en büyük sorunlarından biri hiç şüphesiz yoksulluktur. Yoksulluk, dünyanın yeni bir olgusu değildir. Tarihsel süreç içerisinde kendine özgü biçimleri olan yoksulluk olgusu, eşitsizliklerin belirginleştiği sanayileşme sürecinde daha fazla derinleşmiştir. Günümüzde görülen yoksulluk ile geçmişteki yoksulluk arasında önemli farklılıklar vardır. Hangi kültür-zihniyet dünyası içinde şekillenmiş olursa olsun, uygarlıktan bahsedilmeye başlayan zamanlardan itibaren tüm toplum düzenlerinde hiyerarşinin en altlarında yer alanların hep yoksul olması, yoksulluğun ezeli bir sorun olduğunu göstermektedir. Yoksulluk olgusu, özellikle üretim tarzındaki gelişmelere bağlı olarak, her defasında bir öncekinden daha farklı bir zemine oturan bir sorundur (Laçiner, 2007: 313). Tarımsal teknolojinin gelişimi ile elde edilen artı ürün, iki olgunun gelişimine katkıda bulunmuştur. Bunlardan ilki kentlerin doğuşu, diğeri ise toplumda eşitsizliklerin yaşanmaya başlamasıdır. Aydınlanma Çağı öncesinde siyasi gücün kendisini ilahi iradelere dayandırdığı bir dönemde eşitsizlikler, ilahi olarak temellendirilmiştir. Bu dünyada kaybedenin öteki dünyada kazanacağı 94 düşüncesinden hareketle eşitsizlikler meşrulaştırılmıştır. Bu sayede siyasi gücün eşitsizliklerin ortadan kaldırılması adına yapması gereken bir şey de kalmamıştır (Tekeli, 2000: 139). Aydınlanma Çağı sonrasında ise insana bakış açısının değişmesiyle birlikte, insan aklının doğayı ve toplumun işleyişini kavrayabileceği, kendisi için iyi olanı seçebilme kapasitesinin artacağı düşüncesi yaygınlaşmıştır. Toplumdaki eşitsizlikleri ilahi takdire bırakan siyasi güç, artık meşruiyetlerini insanların seçimleriyle temellendirmek durumunda kalmışlardır (Tekeli, 2000: 140). Özellikle yaşamın başka taraflarında dezavantajlı olan ya da ayrımcılığa uğrayan bireylerin yoksul olma oranı artmaktadır (Giddens, 2008: 392). Üretim araçlarına sahip olan bir kesim diğerlerinin aleyhinde zenginleşirken, nüfusun genellikle çoğunluğunu oluşturan diğer kesim ise yoksullaşmaktadır. Yoksulluk, insanların topluluk halinde yaşamaya ve üretim ilişkilerinde bulunmaya başladığından beri varolagelmiştir. Ama yoksulluğa duyulan ilgi yoksulluğun kentleşmesi ile başlamıştır. Feodalizmin çözülmesi ve emek ile sermayenin kentlerde yoğunlaşması ile yoksulluk kentlerde daha çarpıcı biçimde görünür hale gelmiştir. Yoksullukla ilgili başta John Locke olmak üzere 17. yüzyılın düşünürlerinin mülkiyet hakları çerçevesinde başlatmış oldukları tartışmada, bir yandan özel mülkiyet savunulurken diğer yandan bu durumun yoksulları dışlayıcı bir şekilde olmaması gerektiği ve geçimlik yaşam hakkının sosyal düzenin güvenliği açısından gerekli olduğunu ve bunun da toplumun yoksulların refahını sağlayacak bir artık üretmesiyle sağlanabileceği belirtilmiştir (Şenses, 2009: 32). Sanayileşmeye dayalı kapitalizmin kök salmaya ve yaygınlaşmaya başladığı 18. ve 19. yüzyıllarda, yoksulluk ve bölüşüm sorunlarının artışı karşısında konuya ilgi de artmaya başlamıştır. Adam Smith (akt. Şenses, 2009: 33), “Wealth of Nations” isimli eserinde ülkenin zenginleşirken yoksulluğun artması yönündeki paradoksu, ekonomik sistemin bir kusuru olarak değerlendirmiştir. Bir ekonomik sistemin başarısının da en yoksul yurttaşların durumlarının ne ölçüde iyileştiği kıstası ile belirlenebileceğini belirtmiştir. Burke, Bentham ve Malthus gibi muhafazakâr düşünürler, Smith’in görüşlerini reddederken, sosyalist düşünürler, 19. yüzyılın kapitalizmine yönelik eleştirilerinde Smith’in yaklaşımından yararlanmışlardır. 95 Malthus, “Nüfus Prensibi Üzerine Bir Deneme” isimli eserinde nüfusun geometrik bir dizi halinde artmasına karşın gıdanın aritmetik bir dizi halinde arttığını belirtmiştir. Dolayısıyla sürekli bir nüfus artışının gelecekte gıda yetersizliğine yol açacağını ve bunun da insanlığın refahını düşürücü bir etkide bulunacağını belirtmiştir (Deliktaş, 2001:2). Malthus bu yüzden nüfusun sınırlandırılması gerektiğine inanmaktadır. İngiltere’deki Yoksulluk Yasaları’na karşı çıkan Malthus (Meek, 1976: 27),“onu besleyecek gıda ürünlerini artırmaksızın nüfusu artırmak” eğilimini gösterdiğini iddia ettiği yasaların, yoksulların genel durumunu daha da kötüleştirdiğini belirtmiştir. Yoksulluk Yasaları ilk kez 1300’lü yılların ortalarında İngiltere’de çıkartılmış, I. Kraliçe Elizabeth tarafından 1601 yılında da yerel yönetimler yoksullukla mücadelenin etkin bir aracı haline getirilmiştir (Zengin vd., 2012: 134). Malthus, yoksulların yardım istemeye hiçbir doğal haklarının olmadığını savunmuş ve bu durumu şöyle ifade etmiştir: “Daha şimdiden sahiplenilmiş bir dünyaya gözlerini açan adam, anababasından haklı olarak talep edebileceği bir geçim olanağı sağlayamıyorsa ve toplum onun emeğini istemiyorsa, yiyeceklerden en ufak bir pay isteme hakkının olduğunu öne süremez ve hatta, gerçekte, onun bulunduğu yerde bir işi yoktur. Doğanın görkemli şöleninde ona boş yer yoktur. Doğa ona defolmasını söyler ve sofradaki bazı konukların acıma duygularını uyandırmayacak olursa, kendi buyruğunu derhal yerine getirir. Ama bu konuklar sıkışarak yeni gelene yer açarsa, ortaya derhal başka yabancılar çıkacak ve aynı iyiliği onlar da isteyecektir. ... Tüm konuklarının bolca yiyip-içmelerini dileyen, ama sınırsız sayıda insanı besleyemeyeceğini bildiği için, sofrada yer kalmamışken, yeni gelenleri insanca reddeden şölen sahibesinin, tüm davetsiz konuklara karşı verdiği o kesin buyruğa karşı gelmekle, sofradaki konuklar, yaptıkları hatayı çok geç anlarlar.” Malthus’un bu konuda geliştirdiği fikirler, nihayetinde eli iş tutan herkes için dışarıdan yardım almayı yasaklayarak düşkünleri yerel yönetimlerden yardım istemek zorunda bırakan ve böylece dokumacıları, küçük zanaatçı ve mevsimlik tarım işçilerini zorla fabrikalara doluşturan 1834 tarihli Yeni Yoksullar Yasası’nda yer almıştır (Meek, 1976: 28-29). Kapitalizm öncesi toplumlarda yoksullar, doğrudan üreticiler, maddi üretim için gerekli tüm işlevleri yerine getiren, üretim bilgisine sahip iken, kapitalizmle 96 birlikte yoksullar üretimin asli bilgisinden giderek uzaklaşan/uzaklaştırılan, kopan, üretici işlevleri daralan, niteliksizleşen ve hatta gereksiz hale gelen, yerleri otomatizasyonla, robotlarla doldurulabilir olan, dolayısıyla sürekli işsiz veya işsizlik tehdidi ile karşı karşıya olan kesimler olmuşlardır (Laçiner, 2007: 315). Bütün sınıflı toplumlarda var olan yoksulluk olgusu kapitalist üretim sisteminin de ayrılmaz bir parçası olmuştur. Ancak 20. yüzyılın sonlarında yaşam standartlarında yaşanan ciddi gerileme ile birlikte yoksulluk olgusu dünya tarihinde benzerine rastlanmayacak bir biçimde küreselleşmiştir. Yoksulluk sadece azgelişmiş ülkelere özgü bir olgu olarak görülürken 21. yüzyılla birlikte gelişmiş ülkeleri de içine almıştır (Kaygalak, 2001: 125-126). Bugün dünyanın en fazla tartıştığı sosyal olguların başında gelen yoksulluk, yokluk ve dengesizlik hali olarak gerek üretim ilişkilerinin gerekse ekonomi mekanizmalarının oldukça değiştiği ve çeşitlendiği günümüzde sadece ekonomik değil aynı zamanda mekânsal olarak da toplumları ayrıştıran önemli bir durum olarak karşımıza çıkmaktadır (Yıldız ve Alaeddinoğlu, 2011: 438). Dünyanın her yerinde kentleşme ve kentleşmeye bağlı ortaya çıkan sorunlar analiz edilirken toplumsal dönüşümler tarihsel süreç içerisinde ele alınmalıdır. Çünkü Batıda yaşanılan ve modern kentlerin ortaya çıkmasında etkili olan sanayileşme gelişmekte olan ülkelerde aynı aşamalardan geçmemiştir. Gelişmiş toplumlarda sanayileşme kentleşmenin gelişimine yol açarken, gelişmemiş veya az gelişmiş toplumlarda kentleşme sanayileşmeye öncü olmuştur. Kentlerin nüfusunda yaşanan artış, kentsel altyapıda, kentsel arz ve olanakların yaratılmasında kendini gösterememiştir (Keleş, 2012: 44). Bu durumda kentteki yoksulluğun artmasına yol açmıştır. 1970’li yıllarda sermaye birikiminin yeniden yapılanması ve mal ve para piyasalarının daha hızlı serbestleşmesi yönünde değişikliklere yol açan ekonomik kriz, hem gelişmiş hem de gelişmekte olan ülkelerde birtakım politikaların oluşmasına yol açmıştır. Krizin aşılması adına çalışma ilişkileri heterojenleştirilip esnekleştirilmiş, ekonomide devlet müdahalesi azaltılmış ve sosyal devlet harcamaları kısılmıştır. II. Dünya Savaşı’ndan sonra kurulan Fordist-Keynesçi ekonomik ve politik sistemin temel unsurları olan sanayileşme, hızlı sermaye 97 birikimi, eksik istihdamın büyüme için harekete geçirilmesi, planlama ve ekonomik düzlemde etkin devletin oluşturduğu yapı (Kaygalak, 2001: 128), 1970’lerin başında gelen ekonomik çöküntü ve onu izleyen 1979-1981 krizinin yarattığı baskılar altında tüm istikrar ve belirlilik öğeleri hemen dağılmıştır. Emek sürecindeki yeni parçalanmalar, üretim mekânındaki coğrafi kaymalar, paranın değerindeki hızlı değişmeler ve artan bir hızla çeşitlilik arayışları, herkesin üretim ve maddi refaha erişme araçlarına ilişkin konumunu derinden etkilemiştir (Harvey, 1993: 57). Müdahaleci ve sosyal devlet anlayışının krizin baş nedeni olarak görülmesi ve tasfiye edilmesi geniş toplumsal kesimler açısından çalışma ve barınma sorunlarına yol açarak yoksulluğu arttırıcı bir etki göstermiştir. Özellikle emeğin yeniden üretimi alanlarından çekilen devlet yerini sermayeye bırakarak yoksulluğun giderek yaygınlaşmasına yol açmıştır11. Sosyal devlet anlayışının giderek önemsizleştiği bu yeni liberal dönemde bireyler piyasa içinde alıcı ve satıcı konumuna gelmiştir. Küreselleşme denilen bu yeni dönemde dünya ticaretinde artan bir karşılıklı bağımlılık görülmektedir. Sermayenin, eskiye nazaran çokuluslu şirketler aracılığıyla hızla ve herhangi bir sınırlamaya tabi olmaksızın dolaşımı söz konusu olmuştur. Bu durumda işverenleri, sendikasız, sigortasız ve ucuz işçinin olduğu bölgelere yatırım yapmasına yol açmıştır. Çokuluslu şirketlerin yatırımlarını yaptığı ülkeler arasında olan Latin Amerika örneklerinde görüldüğü gibi buralarda yeni iş olanakları yaratılmaktan çok işsizlik oranlarında bir artış yaşanmıştır. Bunun yanı sıra bu şirketlerin varlığı kitlelerin aşırı yoksulluğunu hiç de azaltmamıştır. Bunun sonucunda bir taraf hep zenginleşirken diğer taraf giderek yoksullaşmıştır (Karaduman, 2002: 33). Kentsel yoksulluk sorununun 1990’lı yıllarda büyümesinde, dünyadaki yapısal dönüşüm politikalarının önemli bir rolünün olduğu söylenebilir. Şöyle ki; 1970'li yılların sonlarından itibaren özellikle çevre ülke ekonomileri, yapısal uyum ve istikrar politikaları ile liberalize edilmişlerdir. Ancak, bu tür dönüşümlerle birlikte 11 Bu konuda Bayırbağ (2010) devletin yeniden ölçeklenmesi ve neoliberal politikaların yoksulluğu arttırıcı etkisini Türkiye örneği üzerinden ele almıştır. Ayrıca Castells (1997) devletin sermaye lehine hareket ederek toplumsal eşitsizlikleri arttırıcı etki gösterdiğini ve bu durumun kentsel toplumsal hareketlere yol açtığını belirtmiştir. Doğan (2002a) de Mersin kenti üzerinden, yaşanan neoliberal dönüşümün etkilerini ve gecekonduların neden çoğaldığını belirtmektedir. 98 işsizlik oranları, sosyo-ekonomik eşitsizlikler, gelir dağılımı dengesizliği ve yoksulluk çoğu zaman artmıştır (Sönmez, 2005: 63). Bu bağlamda nüfus yoğunluğu kentlerde toplandıkça, sınırlı imkânlar yüzünden yoksulluk artıyor denilebilir. Yoksulluğun bir durum olmaktan çıkıp bir sorun olarak belirmesi ve kitlesel bir görünüm kazanması modern dönemlere özgü bir durumdur. Eski yoksulluk diye de tabir edilebilecek sanayi öncesi toplumlardaki yoksulluk, modern yoksullukla birlikte ortadan kalkmış ve yerini sefalet ve açlığa bırakmıştır. Ayrıca toplumsal sınıflar arasında var olan ayrışma ve kopma modern yoksullukla birlikte daha belirgin bir hal alarak derinleşmiştir. 21. yüzyıl dünyasında yoksulluk, sosyal dışlanma, marjinalleşme, sınıf-altı, açlık, yetersizlik gibi kavramlarla anılır hale gelmiştir (Açıkgöz ve Yusufoğlu, 2012: 81). Neoliberal politikaların emek piyasasında yarattığı olumsuzluklar ve refah devletinin alanının giderek daraltılması yoksulluk sınırının üzerinde yer alan geniş bir kesimi bu sınırın altına düşürürken, bu sınırın altında olanların bulundukları durumu da daha da ağırlaştırmıştır. Yoksulluk sorununun bu denli derinleşmesinde Dünya Bankası ve IMF gibi kurumların azgelişmiş ülkelere dayattığı yeni liberal politikaların payı büyüktür. Ulus devletler sosyal devlet olma niteliğinden hızla arındırılırken, işsiz bıraktığı çalışan sınıflar, eğitim, sağlık, ulaşım, işsizlik yardımı gibi devlet desteklerinden de mahrum bırakılmaktadır (Şengül ve Ersoy, 2003: 1). Taylor (1997: 145), IMF ve Dünya Bankası gibi kuruluşların azgelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerde uygulanmasını dikte ettiği yapısal uyum programları nedeniyle dünyadaki insanların yarısının, ülkelerin ise üçte ikisinin ekonomi politikalarına tam anlamıyla hakim olmadıklarını belirtmiştir. Neoliberal politikalar, varsıl ve yoksul kesim arasındaki gelir düzeyi ve yaşam tarzlarında benzeri görülmemiş bir eşitsizliğe yol açmıştır. Örneğin Paris’te orta sınıf bir ailenin geliri, Güneydoğu Asya’da kırsal alanda yaşayan bir ailenin gelirinden yüz kat daha fazlasına denk gelmektedir. New Yorklu bir avukatın bir saatte kazandığı ücreti alabilmek için bir Filipinli köylü 2 yıl çalışmak zorundadır. Ya da Amerika’da 1 yılda tüketilen Pepsi ve Coca Cola harcamaları, Bangladeş’in GSMH’sının neredeyse iki katına denk gelmektedir (Chossudovski, 1991: 2527). 99 Dünyadaki zenginlik dağılımına bakıldığında kişi başına düşen gelir oranları dikkate alınarak yapılan sıralamalarda en zengin ülkelerin Avrupa ülkeleri olduğu görülmektedir. Yani dünya ölçeğinde de zenginlik belirli bir coğrafi alanda yoğunlaşmıştır. Elbette ki bu durumun sebebi Avrupa ülkelerinin coğrafi konumundan ziyade birçok ülke ile kurdukları ekonomik işbirlikleri üzerinden geliştirdiği sömürgecilik ilişkisidir. Dünya ölçeğinde var olan bu eşitsiz ilişki ülke düzeyinde de kendisini göstermektedir. Aynı ülke sınırları içerisinde yer alan kimi kentler daha fazla safahatın yaşandığı mekânlar iken, kimi kentler sefaletin yaşandığı mekânlar haline gelmiştir. Özellikle neoliberal politikalar ile “yarışan kentler”, diğer kentlerin aleyhine büyüyebilmektedir. Bu durumun kent ölçeğinde yansıması ise kentin çöküntü ve çeperlerinin kent yoksullarına ev sahipliği yapmasına karşın, kentsel altyapı hizmetlerinin daha kaliteli olduğu mekânlar varsıllara ev sahipliği yapmaktadır. 3.4. Kentsel Yoksulluğun Mekânda Ayrışması Mekânsal ayrışma olgusu din, ırk, etnisite, toplumsal cinsiyet gibi kimlik faktörleri üzerinden de görünür hale gelmekle birlikte temelde toplumsal sınıflar bağlamında gerçekleşmektedir. Farklı toplumsal sınıfların mekândaki yer alış biçimi de kümelenme şeklinde olmaktadır. Tarih boyunca var olan toplumsal sınıflar üretim ilişkileri dahilinde değişiklik gösterse de her daim mekândaki konumlanışı ayrışma şeklinde olmuştur. Bu noktada toplumsal ayrışma ile mekânsal ayrışmanın birbirini destekleyen iki olgu olduğu görülmektedir. Örneğin ruhbanların tapınakları bölgenin merkezi ve tepe noktasına yerleşmekte, yerleşim alanı bu merkezin etrafında şekillenmekteydi. Ya da Ortaçağın kale kentlerinde toprak aristokrasisi statülerine uygun konutlarda yaşamaktaydı12. Toplumsal sınıflar arasındaki ayrışmanın mekâna yansıması tarih boyunca görülmekle birlikte en sert ayrışma günümüz kentlerinde görülmektedir. Bu durum da üretim ilişkileri nedeniyle toplumsal sınıflar arasındaki eşitsizliğin derinleşmesinden kaynaklanmaktadır. 12 Ortaçağ kentleri ile ilgili yapılmış bir çalışma için bakınız Pirenne (2010). Ayrıca Mumford (2007) tarafından yapılan çalışmada da Ortaçağ kentlerinin tipik özelliklerine yer verilmiştir. 100 Kentler tarih boyunca çeşitli kültür ve uygarlıkların doğduğu, geliştiği ve yayıldığı merkezler olagelmiştir (Uğurlu, 2010: 28). Toplumsal sınıf olgusu kentlerin doğduğu ilk zamanlara kadar götürülebilmekle birlikte toplum içerisinde daha belirgin çizgilerle ayrışan sınıfların ortaya çıkması kapitalist üretim ilişkileri neticesinde gerçekleşmiştir. Buharın bulunması, dokuma tezgâhlarının ve benzeri makinelerin yapılması üretimi arttırmakla kalmamış büyük fabrikaların kurulmasını da beraberinde getirmiştir. Kapitalizmin kırsal alana girmesiyle de çok sayıda işçi, tarımdan koparak fabrikalarda çalışmaya başlamıştır. Sanayinin gelişmesini sağlayan makinelerin icat edilmesi ile birlikte seri üretim gerçekleşmiş ve daha fazla işgücüne ihtiyaç duyulmuştur. Kırsal alanda geçimlik tarım yapan aileler kentlere göç etmeye başlamıştır. Genellikle fabrikalara yakın ve çok katlı yapılarda ikamet eden bu aileler yoğun bir sömürü ilişkisi altında hayatlarını idame etmek zorunda kalmışlardır13. Engels (1994: 81-83), Sanayi Devrimi’nden sonra kentlerde meydana gelen değişimi İngiltere kentleri üzerinden çarpıcı bir biçimde örneklendirmektedir. Örneğin Londra kentinde işçi sınıfı, teneke mahallelerinde, sermaye sınıfından yalıtılmış, dar ve pis sokakların düzensiz bir biçimde toplandığı, kanalizasyon tesisatından yoksun bölgelerde yaşamaktadırlar. Bu sokaklarda evler mahzenden tavan arasına kadar yoksul aileler tarafından doldurulmuştur. Journal of Statistical Society’ye göre 1840’ta St. John ve St. Margaret bölgelerinde 5.294 konut, 24.830 kişi tarafından kullanılmaktadır. Yani hane başına 4.7 kişi düşmektedir. Engels’in (1994: 100-101) Manchester kenti ile ilgili gözlemleri de işçi ve sermaye sınıfının mekândaki konumlanışı bakımından önem teşkil etmektedir. Manchester kentinde bir kişi sadece işi ve zevk için çıktığı gezintilerle meşgul olduğu sürece işçi bölgelerine ayak basmadan ve işçilerle karşılaşmadan yıllarca yaşayabilmektedir. Kentte işçi sınıfının yaşadığı bölgeler, kentin orta sınıflarına ayrılan bölümlerinden ayrışmaktadır. Kentin merkezinde yer alan ticari semtlerin etrafını işçi bölgeleri sarmıştır. Bu bölgelerin dışında da orta ve üst gelir seviyesine sahip bireyler yaşamaktadırlar. Orta gelir seviyesindeki bireyler işçi bölgelerinin 13 Feodalizmin çözülüşü ile birlikte kentsel mekâna göç eden nüfus, sanayileşen kentte ucuz işgücü olarak, fabrikaların çevresinde oldukça sağlıksız koşullarda barınmak durumunda kalmışlardır. Bu konuda bakınız Engels (1994), Dobb (2007) ve Mumford (2007). 101 yakınlarındaki düzenli sokaklarda otururlarken, üst gelir seviyesindeki bireyler kente uzak bahçeli villalarda, konforlu evlerinde ve her yarım saatte bir kente giden bir otobüsün kalktığı bölgelerde ikamet etmektedirler. Engels’in (akt. Kurtuluş, 2010: 179), İngiltere’nin önemli sanayi kentlerinden biri olan Manchester’la ilgili sınıfların mekândaki dağılımı ve yaşam çevreleri çerçevesinde yapmış olduğu analizde vardığı önemli sonuç, kent mekânının sanayileşmenin ve kapitalizmin unsurlarının sağlamlaştığı alanlardan biri olmasıdır. Manchester’da yapmış olduğu gözlemler kapitalist yatırımların kentin merkezinden periferiye doğru düzensiz ve kaotik bir biçimde genişlediği ve bu durumun aşırı bir yoksulluk ve sefaletle paralel seyrettiği ile ilgilidir. Kapitalist üretim sisteminin işyerindeki emeğin sömürüsünün mekândaki izdüşümü, evsizlik, yankesicilik, şiddet gibi sonuçlardır. Büyük kentlerin kalabalıklaşması ve sanayi kentlerinin sürekli yayılması 18. yüzyılda kronik hale gelince, kentten uzaklaşma eğilimi artmıştır. Örneğin 1795’te Londra’nın dumanından bunalan tüccar eşleri villalarını Clapham’da yapmaya başlamışlardır. Ayrıca 19. yüzyılın ortalarında kentlerdeki yoksulluk tehdidi de kentten kaçmaya iten bir başka etkendir. 1850’de Quarterly Review’da bir yazar, “Zenginlerin yoksul mahallelerinden kaçmasında hiçbir şey, buraların sağlıksız koşullarından ve pisliğinden duydukları tedirginlik kadar etkili olmamıştır.” diye yazmaktadır (Mumford, 2007: 595). Bu duruma uygun bir örnek Harvey (2011: 187) tarafından Baltimore kenti ile ilgili verilmiştir. Sermayenin dağılımındaki coğrafi farkların artması, kronik eşitsiz coğrafi gelişime tabi bir metropoliten alan yaratmaktadır. Kentlerin periferisinde oluşturulan banliyölerin, kent merkezinden dışarıya doğru kaynak çekmesi, kent yoksulları, imtiyazsızlar ve marjinalize edilenlerin bu durumdan oldukça etkilenmesine yol açmaktadır. Baltimore’da alt gelir grubuna dahil olan bireyleri dışlayıcı bir şekilde inşa edilen kapalı sitelerin milyonlara varması sınıfsal ayrımcılığı arttırıcı bir etki yaratmıştır. Kentteki sermaye birikim sürecinde toplumsal artığı ortaya çıkaran sınıflar, bu artık sayesinde oluşan yeni kentsel mekânların “yabancıları” olarak görülmektedir (Kurtuluş, 2011: 95). 102 Kentte yaşayan toplumların kırsal alanda yaşayan toplumlardan ayırt edici özellikleri, kendi içinde farklılaşmış ve ihtisaslaşmış tarımsal olmayan bir iş düzeni ve yine kendi içinde farklılaşmış ve tabakalaşmış bir nüfusa sahip olmasıdır. Bu özellik kendisini mekânda işyeri ve konut bölgelerinin ayrışması şeklinde göstermektedir. Ekonomik güçleri ile orantılı olarak en kudretsizler kentin en arzu edilmeyen yerlerinde yaşarken, en kudretliler de fizik şartları en iyi ve prestij bakımından yüksek olan alanlarda yaşamaktadırlar (Kıray, 2007: 19). 19. yüzyılın modern kentinde büyük bir dönüşüm yaratan ve kapitalizmin ikinci raundu olarak nitelendirilen sosyal refah devleti döneminde Keynesyen ekonomi politikaları mekânda büyük kamusal yatırımlar gerçekleştirmiştir. 1950’li yıllardan itibaren hem gelişmiş ülkelerin metropoliten alanlarında hem de gelişmekte olan ve kentleşmesi sanayileşmesinden daha hızlı gerçekleşen, tarımdan kopuş ve formel/enformel kentsel hizmet sektörüne dayanan ülkelerin kentlerinde büyük dönüşümler meydana gelmiştir. Kamusal yatırımların kentsel yapılı çevrede uyguladığı kentsel altyapı, on binlerce konutluk banliyöler, gökdelen ofisler, kamusal binalar gibi projeleri sayesinde üretim genişleyebilmiştir. Bu sayede kent, periferiye doğru genişlemekte ve orta ve üst-orta sınıflar, kentlerin merkezinden periferiye doğru taşınarak bu alanlar bu sınıflar için ayrıcalıklı alanlara dönüştürülmektedir (Kurtuluş, 2010: 185). Gelişmekte olan ülkelerde kırsal alanlardan kopup kente göç eden bireyler öncelikle merkezi iş bölgelerine ya da diğer işyeri nüvelerine çok yakın ve en az masrafla çalışma bölgelerine ulaşabilecekleri geçiş bölgelerine yerleşmektedirler. Kent ekonomisinin sunduğu ücreti yüksek olan işlere sahip olan bireyler buralardan ayrılmakta ve düzenli konut bölgelerine yerleşmektedirler (Kıray, 2007: 20). Ya da merkezi iş bölgelerine yakın alanlarda kiracı olarak kalan bireyler daha sonra kentin çevresinde ya da hemen kırdan gelir gelmez kendine ait olmayan arazilerde yeniden yaparak ya da aynı şartlarla inşa edilmiş eski bir gecekonduyu alarak oraya taşınmaktadır (Kıray, 2007: 22). Gelişmiş ülkelerde 1960’lı yıllarda başlayıp 1970’li yıllarda hız kazanan sanayisizleşme sürecinin Şen’e (2011: 8) göre sosyo-mekânsal sonuçlarından biri üretim mekânlarının boşalması iken diğeri yüksek bir işsizlik oranıdır. Kamu 103 harcamalarının kısılması ve özelleştirme uygulamaları da işçi sınıfının sosyo-ekonomik durumunun gerilemesine yol açmıştır. İşçi mahallelerinde zaten var olan bakımsızlığın bir süre sonra derinleşen yoksulluğa dönüşmesi, sanayisizleşmenin en belirgin sınıfsal sonucu olmuştur. Eski kent merkezindeki işçi mahalleleri eski dinamik yapısını geride bırakırken, yüksek ücretli genç profesyonellerde ise kent merkezine geri dönüş yapma eğilimi artmıştır. Ayrıca kent yönetimleri ile yatırımcıların, boşalan üretim alanlarını, bankacılık, finans, reklamcılık, bilgi teknolojileri, kültür endüstrisi gibi iş alanları ile tüketim mekânlarını öne çıkararak yeniden değerlendirmesi bu sürecin işçi sınıfının aleyhine işlemesine yol açmıştır. Refah devletinin sona ermesi ile kesilen kamusal hizmetler ve yatırımlar bir yandan geleneksel işçi ve memur kesiminde ciddi bir sosyal güvence kaybına neden olurken diğer yandan da sanayisizleşme ve enformelleşme de geniş ölçekli iş kayıplarına neden olmuştur. Ayrıca II. Dünya Savaşı sonrası sosyal refah politikaları ile mekânda yerleşmiş sınıfların yaratmış oldukları sosyo-mekânsal ölçekler büyük kentsel dönüşüm projeleri ile çözülmekte ve kentte geniş ölçekte bir yerinden edilme süreci gerçekleşmektedir (Kurtuluş, 2010: 194). 1980’li yıllardan sonra kentsel sistem daha çok sermayenin hegemonyası altına girmiştir. Son yıllarda kentsel gelişme, kentsel yenileme veya kentsel dönüşüm gibi uygulamaların arttığı görülmektedir. Kente yönelik bu uygulamaların gelişme, yenileme gibi kavramlarla birarada kullanılması aslında yaratılan bir retoriğin de göstergesidir. Çünkü kentsel sistemde değişikliğe yol açan bu uygulamaların aslında kentsel rantı arttırmanın, sermayeye kaynak aktarımının bir yolu olduğu görülmektedir. Türkün ve Kurtuluş’a (2005: 16-17) göre kamu tarafından bu tür uygulamalara aktarılan kaynaklar, toplumun büyük bir çoğunluğunu oluşturan işçi sınıfının yeniden üretimini sağlayacak alanlardan kaydırılarak sağlanmaktadır. Sağlanan rantların ise kamuya aktarılması gerekirken belirli sınıflara aktarımı söz konusu olmaktadır. Günlük hayatın sürdürüldüğü alanlar olarak konut salt barınma özelliğinin ötesinde bireylerarası ilişkileri, hane halkları arasındaki ilişkileri, kurumlarla ilişkileri barındırması bakımından toplumsal etkileşim ve iletişim ile toplumsal güç 104 ilişkilerinin somut olarak yaşandığı mekânlardır. Konutun bulunduğu alanın niteliği, orada yaşayanların ortak yaşamlarını, kamusal olanaklara ulaşıp ulaşamama ve dolayısıyla toplumsal sistem içerisindeki konumlarını belirlemesi bakımından önem taşımaktadır (Erder, 2002: 29). Bu bağlamda kolektif tüketim kavramı, toplumsal donanımın mekânsal boyutu dikkate alan bir kavram olarak öne çıkmakta ve yaşanılan mekânın birey veya sınıflara sunduğu konut alanları, iş alanları, hastaneler, sağlık olanakları, okullar, ulaşım, çevre koşulları gibi kamusal donanımları akla getirmektedir (Erder, 2002: 36). Bu donanımların kentsel mekândaki dağılımı ve kalite bakımından farklılıkları toplumsal sınıflar arasındaki eşitsizliğin yansıması gibidir. 1980’li yıllardan itibaren neoliberal politikalarla birlikte dışa açık büyüme, liberalleşme ve devletin küçültülmesi gibi uygulamalar, emeğin yeniden üretimi için gerekli olan alanlardan devletin çekilmesini gerektirmiştir. Koruyucu ve toplumsal sınıflar arasında denge sağlayıcı konumda olan devlet artık seyirci konuma geçmiş, eğitim, sağlık, gelir dağılımı gibi alanlarda gerileme yaşanmıştır (Koray, 2008: 195-198). Küreselleşme ile birlikte, küreselleşmenin ulus devletlere sızmasını sağlayan ana araç olan özelleştirme uygulamaları özellikle sağlık, eğitim, sosyal hizmetler ve konut sektörünü kapsamıştır (Şenkal, 2007: 372). Bu alanların özelleştirilmesi ise kent yoksullarının erişimi açısından ciddi bir eşitsizlik yaratmıştır. 1980’li yıllarda uygulanan neoliberal politikalar ile çalışma hayatının serbestleştirilmesi ve kuralsızlaştırılması, kentsel yaşamın barınma, kentsel hizmetler ve altyapı alanları ile eğitim, sağlık ve sosyal hizmetler alanlarının özelleştirilmesi ve ticarileştirilmesi özellikle sınıfsal ayrışmayı arttırıcı bir etki göstermiştir (Şen ve Tunç, 2011: 119). Kentlerdeki neo-liberal mekânsal işbölümü, üretim ve hizmetleri mekânda yeniden yerleştirip ölçeklendirirken 1970’li yıllara kadar farklı toplumsal sınıfların yaşadığı tüm sosyo-mekânsal ölçekler de çözülerek yeniden yapılanmaya başlamıştır. Metropoliten ölçekte toplumsal sınıflar, kentsel mekânda fiziksel ve sembolik bariyerlerle radikal bir biçimde ayrışırken, uluslararası ölçekte de bazı kentler yeni işlevlerle diğerlerinden ayrılmaya başlamıştır (Kurtuluş, 2010: 193). 105 Küreselleşme süreci ile birlikte öne çıkan yerellikler ile kent içi ve kentler arası eşitsizlikler şiddetlenmeye başlamıştır. Kentin varsıl kesimleri küresel ölçekte gerçekleşen mal, hizmet, bilgi ve kültür alışverişinde tüketici rolü oynarken, toplumun büyük bir kısmı ise bu süreçten dışlanarak yoksulluğa mahkum edilmektedirler. Bu süreç özellikle azgelişmiş ve gelişmiş ülke toplumlarında sınıfsal eşitsizlikleri arttırmakla birlikte, eşitsiz gelişmelere devletin müdahale olanaklarının sermaye lehine yapılanması kent içinde toplumsal ve mekânsal kutuplaşmalara da yol açmaktadır (Kaygalak, 2001: 130). Özellikle gelişmekte olan ülke kentleri daha heterojen, katmanlı ve parçalanmış bir nitelik göstererek, iş, ikamet ve eğlence alanları giderek birbirinden ayrılmaya ve kentin farklı bölgelerinde toplanmaya başlamaktadır. Toplumsal açıdan ise birbirinden farklı komşuluk çevrelerinin oluşmasıyla konut ayrışması da hız kazanmaktadır. Ayata’ya (2005: 37) göre kent nüfusunun büyük bir bölümü, mülkiyet yönünden belirsiz, ruhsatsız, kamu ve belediye hizmetlerinin yetersiz kaldığı bölgelerde yaşamaya devam ederken, maddi durumu iyi olan orta ve üst sınıf aileler artan bir hızla kentin dışına, kendilerini alt sınıflara mensup bireylerden ayırabilecekleri, tam donanımlı, tecrit edilmiş ve sosyal açıdan oldukça türdeş olan bölgelerde yaşamaktadırlar. Kentlerde bir yandan büyük iş merkezleri, plazalar, eğlence yerleri, lüks ve güvenli konut alanlarında iyi yaşam koşulları, bir yandan da işsizlik, düşük gelir, yoksulluk koşulları altında konut, sağlık, eğitim, iletişim, ulaşım gibi emeğin yeniden üretimi için gerekli olan temel kentsel hizmetlerin en alt düzeyde olduğu yaşam koşulları hâkimdir (Doğan, 2001: 103-104). Sınıfsal ayrışmanın mekânsal ölçekte yaşanması, sınıfsal ve kültürel yaşam ortamlarının oldukça homojen bir hal almasına yol açmıştır. Bu homojen ve aynı zamanda izole yaşam alanlarının yanı sıra kamusal mekânların özelleşmesi bir dışlama mekanizması işlevi görerek günümüz kentlerindeki gerilimlerin ve çatışmaların artması ile sonuçlanmıştır. Yani kentin hem “korkulan” yerleşim alanları hem de “güvenlikli” siteleri ve mahalleleri artmıştır (Şen, 2011: 6). Yüksek gelir grubuna dahil olan bireylerin bir kısmı soylulaştırılmış alanlarda yaşamlarını sürdürürken bir diğer kısmı kapalı site diye anılan yerleşim alanlarında yaşamaktadırlar. İşçi sınıfı ise etnik köken, dini inanış, dil gibi farklı nedenlerden ötürü birarada yaşarken neoliberal politikaların etkisiyle 106 ekonomik yaşamın dışına itilmiş gruplar ise dışlanmış gettolarda yaşamaktadırlar (Öktem, 2010: 120). Günümüzde özellikle boyutları itibariyle önceki dönemlerden farklılaşan mekânsal ayrışma, bazı durumlarda toplumsal sınıflar arasındaki fiziksel duvarlarla daha da sertleşmiştir. Bazen bu duvarlar zengini fakirden korumak için bir işlev üstlenmiştir. Bu duvarların arkasında üst ve orta gelir grupları için her türlü ihtiyaçların karşılanacağı bir ortam yaratılmışken, duvarın karşısı ile yani diğer toplumsal sınıflarla ilişki yok denecek kadar azdır (Marcuse ve Van Kempen, 2000: 250). Etrafı duvarlarla çevrili kapalı siteler yeni olmamakla birlikte günümüz kentlerinde son dönemlerde ortaya çıkmış yerleşme biçimidir. Kentsel alandan özelleştirilmiş arazide, kamuya kapalı ve yönetsel açıdan özerk öbekler halinde oluşması, bu yerleşmelerin tipik orta sınıf banliyölerinden ayrılmasının nedenidir. Antik veya Ortaçağ kentlerinin duvarlarla çevrili olması durumu toplumsal artığın yabancı işgalcilerden korunması ile ilgiliyken modern sanayi toplumundaki duvarlarla çevrili sitelerde toplumsal artığı tüketen sınıflar ile toplumsal artığı birlikte üreten sınıfların paylaşım sorunu ile ilgilidir (Kurtuluş, 2005b: 162-163). Kentsel mekânla ilgili araştırmalar, kentlerde toplumsal katmanlaşma ile mekânsal katmanlaşma arasında bir ilişki olduğunu gözler önüne sermektedir. Üst sınıf alanları, orta sınıf alanları veya işçi sınıfı mahalleleri gibi mahallelerde farklı toplumsal sınıfların günlük yaşamlarını sürdürdükleri yaşama alanlarının da birbirinden farklı olduğu görülmektedir (Erder, 2002: 26). “Bazı mahallelerde halk biraz daha ucuz ekmek satın alabilmek için kuyruğa girerken, bazı semtlerde zenginlik her türlü şatafatlı yöntemle sergilenmektedir. Bir yandan evsiz sokak çocuklarının sayısı her gün artarken, öte yandan lüks cipler mantar gibi çoğalmaktadır. Şehrin öyle bölgeleri vardır ki, iyi bir fotoğrafçı usta bir kadrajlamayla çektiği fotoğrafın Kabil’de çekildiğini öne sürebilir; bazı başka bölgeleri ise herhangi bir Avrupa kentinin modern mahallelerinden ayırt etmek mümkün değildir” (Keyder, 1999: 233). Çağlar Keyder’in İstanbul kentinden yola çıkarak yaptığı yukarıdaki değerlendirmeyi günümüzde kapitalist ilişkilerin hüküm sürdüğü tüm toplumsal 107 yapılarda görmek mümkündür. Toplumsal sınıflar arasında özellikle küreselleşmeyle birlikte kutuplaşmanın arttığı bilinen bir gerçek olmakla birlikte bu eşitsizlik tarihin her döneminde ve her toplumun yapısal özelliklerine göre değişen ölçülerde var olagelmiştir. Bu gibi örnekleri çoğaltmak mümkündür. Asef Bayat’ın (2008: 57) İran ile ilgili yapmış olduğu çalışmada İran kentlerinde yaşanan dönüşüm şu alıntıda çarpıcı bir biçimde ortaya konulmaktadır: “1905’te 160 bin nüfuslu 19 km2’lik, surlarla çevrili bir kent olan Tahran, 1930’ların başında, kentin surlarının dışından fışkıran yeni mahallelerdeki parçalı yerleşimlerle birlikte 300 bin haneye ulaşmıştır. 1930’larda bu surlar yıkıldı ve modern düz yollar inşa edildi. Bu, kent yapısında yeni bir aşamayı tetikledi. 1940’larda şehir planlamasının kurulmasının ardından, eski mahalle sisteminin yerini büyük oranda sınıf ayrımına dayanan planlı bölge modeli aldı. Dar gelirli gruplar çeşitli kapsamlı kent planlarında sürekli biçimde yok sayıldılar. Toprak üzerindeki serbest pazar ve yüksek fiyatlar ile planlar tarafından konulan karşılanamaz inşaat standartları, yoksulları, barınaklarını kent sınırlarının dışında yasadışı biçimde yapmaya zorladı.” İran’da meydana gelen bu dönüşümler 1980’li yıllara doğru daha da şiddetlenmiştir. Hatta Bayat’ın beş milyon nüfusa sahip Tahran kenti ile ilgili çizdiği resimde, toplumsal sınıfların kentte benzersiz bir hiyerarşide nasıl konumlandığı ayrıntılı bir şekilde dile getirilmiştir. Kentlerdeki konut alanlarının ve dolayısıyla toplumsal sınıfların kentsel mekândaki ilişkilenme biçimlerinde yaşanan ayrışma, toplumsal sınıfları sadece birbirinden ayırmakla kalmıyor aynı zamanda aralarındaki farkları ve eşitsizlikleri gizleyip pekiştiriyor. Kentsel yaşamın artan maliyeti karşısında yaşam kalitesinin düşmesi, kentin büyük bir kısmının yoksullukla mücadele etmesi, mekânsal ayrışma ile toplumsal sınıfların izole edilmesi, kentteki üst gelir grubunun korunaklı mekânlarda yaşaması, kente göç eden nüfusun enformel konutlarda yaşamaya devam ettirilmesi, kentsel sınıfların yaşamlarını sürdürdükleri mekânların birbirinden ayrışması şeklinde bir süreç yaşanmaktadır (Özdemir, 2005: 217). 108 3.5. Kentsel Yoksulluğu Arttırma Yönündeki Etkisi Bakımından Göç ve Mekânsal Ayrışma Arasındaki İlişki Göç kavramı insanlık tarihi kadar eski bir olgudur. Yiyecek bulma amacıyla yapılan tarihin ilk göçleri, 21. yüzyılda fiziki, siyasi, tarihi, askeri ve sosyo-ekonomik gibi birçok faktöre bağlıdır (Gürbüz, vd, 2008: 37). Sanayi toplumunun bir niteliği olarak belirtilen göç hareketleri, ilk kez Sanayi Devrimi sırasında büyük bir hız kazanmıştır. Kırsal alanlardan kentlere doğru yönelen bu göç hareketleri, geleneksel toplum yapısından modern toplum yapısına doğru yönelen bir süreç olarak nitelendirilmektedir (Akgür, 1997: 42). Toplumsal değişimi tetikleyen en büyük olgulardan birisi olan göç olgusunu bireyin kendi iradesiyle gerçekleştirdiği bir hareket olarak ele alan yaklaşım daha çok modern sanayi toplumları için geçerli olmaktadır. Çünkü bu toplumlarda göç hem karar hem de hareket itibariyle daha rasyonel ve kolay bir eylem olarak gerçekleşebilmektedir. Ama tarım toplumlarında bireylerin topraklarını terk etmesi kendi iradeleriyle gerçekleşmemektedir (Tekeli, 2007: 447-448). Göç, her toplumun kendi durumundan hareketle farklı nedenlerden dolayı gerçekleşebilmektedir. Toprağa bağlı olarak yaşayan tarım toplumlarında göçün yaşanabilmesi için topraktan kopuşun olması gerekmektedir. Toplumsal değişmenin göstergelerinden biri olan göç sürecinde nüfusun önemli bir bölümünün tarımdan ve topraktan koparak kentlerde yaşamaya başlaması sadece göç edenler için değil toplumun tümü için köklü bir yapısal değişim anlamına gelmektedir. Göç süreci yalnızca her türlü insan ilişkisinin yeniden düzenlenmesini ve değişmesini içermemekte aynı zamanda kentsel alanların fiziksel çevresinin de yeniden düzenlenmesini ve değişmesini içermektedir (Erder, 2006: 15). Hem göç edenleri hem de göç edilen çevreyi etkileyen göç sürecinde, göç edenlerin nicelik ve nitelikleri kadar göç edilen çevrenin göç edenleri kabul etme biçimleri de önemlidir. Göç edenlerin kentteki kurumlar ve ilişki ağları tarafından emilmesinin yanı sıra getto örneklerinde olduğu gibi belirli alanlarda yoğunlaştırarak izole etmesi de söz konusu olabilmektedir (Erder, 2002: 51). 109 Tarımdan ve topraktan koparak kırsal alanlardan kentlere göç eden kitlelerin kentsel mekâna yerleşmeleri süreci büyük ölçüde kır-kent göçünün gerçekleştiği toplumun yapısal özelliklerine bağlı olmaktadır. Bu nedenle sanayi toplumlarının geçirdiği kır-kent göçü ile Üçüncü Dünya Ülkeleri olarak da nitelenen gelişmemiş veya azgelişmiş ülkelerin geçirdiği kır-kent göçü, etkileri ve sonuçları bakımından, gerek mekânsal gerekse toplumsal ölçekte birçok farklılık göstermektedir (Erder, 2006: 16). Ülkeden ülkeye, kentten kente, kırdan kente gerçekleşebilen göç olgusu özellikle kırdan kente yaşanmaktadır. Kentleşmenin sanayileşmeden daha hızlı gerçekleştiği ülkelerde tarımdan kopan nüfus sadece kendi ülke sınırları içerisinde yer alan görece daha gelişmiş kent veya bölgelere göç etmemekte aynı zamanda başka ülkelerin kentlerine de göç edebilmektedirler14. Geçmişten günümüze tüm toplumların hayatının her aşamasında görülen göç olgusu birçok nedenle ilişkilendirilebilmektedir. Göç olgusuna yol açan nedenler arasında itici ve çekici güçlerin yanı sıra özellikle gelişmekte olan ve azgelişmiş ülkelerde yolların inşa faaliyetlerinin hızlanmasının kırdan kente göçü kolaylaştıran ve hızlandıran bir etken olarak iletici faktörlerin de etkisi olduğu belirtilmektedir (Yıldırmaz, 2010: 435; Sencer, 1979: 36-69). Kırsal göçe yol açan ana itici etken yoksulluk, düşük gelir, öğrenim ve sağlık hizmetlerinin olmayışı ve bunların meydana getirdiği her şeydir. Kentleri çekici kılan etken ise istihdam ve yüksek gelir fırsatı ve öğrenim, sağlık ve diğer hizmetlerin varlığıdır (Karpat, 2003: 45). Kırsal alanlardan göç edenlerin göç nedeni Mübeccel Kıray’a göre %52 toprak yitimi, %22 ise işsizliktir (Ersel, 2002: 58). Topraksızlaşma, iş bulma veya güvenlik gibi nedenlere bağlı olarak gerçekleşen göç hareketleri kentlerde yoksulluğun yoğunlaşması ile sonuçlanmaktadır (Sönmez, 2002: 252). 14 Yurt dışına olan göçler çoğunlukla illegal bir şekilde, günümüzün çok kârlı işlerinden biriyle iştigal eden insan tacirleri vasıtasıyla gerçekleşmektedir. Birçok örnek bulunmakla birlikte, İspanya’ya 2007 yılında Gine’den hareket eden geminin içinde 300 kadar, çoğu Hintli ve Pakistanlı kaçak işçi bulunuyordu. Yine aynı yıl, bu kez Bangladeş, Liberya, Sri Lanka gibi ülkelerin vatandaşı olan 400 işçi gemiyle kaçak olarak İspanya’ya gelmiştir. Bu ve bunun gibi birçok örnek, yoksulluğun küreselleşen dünyada en tipik tezahürlerinden biridir. Bu örneklerdeki yoksulluğun gerisindeki en önemli neden, Asya, Afrika ve Latin Amerika ülkelerindeki hızlı kentleşme ve tarımdan kopan nüfusun kentlerde sanayi ve hizmet sektöründe istihdam olanaklarının son derece sınırlı olmasıdır (Buğra, 2009: 23-24). 110 Göç, birçok nedeni olmakla birlikte hangi sebeple gerçekleşirse gerçekleşsin büyük bir dönüşümün ve toplumsal altüst oluşun göstergelerinden birisidir (Yıldırmaz, 2010: 398). Kapitalist üretim ilişkilerinin egemen olduğu çevre toplumlarında, kırsal alanların üretim araçlarından yoksun bırakılan kesimi, tek sermayesi olan emek gücünü satabilmek amacıyla kentlere göç etmek durumunda kalmaktadır. Kısacası, kapitalist üretim tarzı kendisine yeterli olan üretim birimlerini parçalayarak ve dağıtarak, genişletilmiş yeniden üretimin maddi koşullarını kırdan kente göç ile sağlayabilmektedir (Ersoy, 2007: 4)15. Kapitalist üretim ilişkilerine dahil olan çevre ülkelerde var olan pre-kapitalist üretim ilişkilerinin içsel dengeleri böylelikle alt üst olmaktadır. Bunun yanı sıra kapitalist üretim ilişkilerinin bölgeler veya uluslararasında, dengesizliğe yol açan yapısal mekanizmaları yaratan ve yeniden üreten doğası karşısında devletin müdahalesizliği bölgeler arası dengesizlikleri arttırmakta, bu durum da gelişmemiş bölgelerden gelişmiş bölgelere göçü yoğunlaştırmaktadır (Ersoy, 2007: 3). Göç ve sonrasında göçmenlerin yerleştiği bölgelere ilişkin hükümetlerin tutumları ülkeden ülkeye değişmektedir. Bazı ülkelerde kırdan kente göç dolaylı yollarla özendirilmiş, göç sonrasında göçmenlerin kamu arazileri üzerinde yerleşmelerine kayıtsız kalınmış ve yarışmacı siyasal sistemler düşük düzeyde de olsa bu bölgelere altyapı ve diğer kamu hizmetleri sunulmasına olanak sağlanmıştır (Şenses, 2009: 162). Türkiye’deki tutum bu duruma iyi bir örnek teşkil etmektedir. Bazı ülkelerde ise otoriter rejimler, doğrudan yasaklamalarla, çeşitli caydırıcı önlemlerle kırdan kente göçü denetim altında tutmaya çalışmıştır. Örneğin Pasifik ülkelerinde yönetim göçmenlere konut sağlama konusunda duyarsız kalmış ve 15 Üretim ilişkilerinde meydana gelen değişimin tarımdan kopmalara yol açması, Şanlıurfa örneği üzerinden de görülebilmektedir. Kapitalist ve pre-kapitalist üretim ilişkilerinin birarada olduğu Şanlıurfa’da kentlere yoksul göçünün en önemli nedeni, bölgede tarımsal üretim alanındaki değişim, mülkiyet ilişkileri ve üretim yöntemlerindeki farklılaşmadır. Büyük toprak sahipleri (veya ağalar/aşiret reisleri), sayısı giderek artan “maraba”yı ürünü kaldırdıktan sonra bir miktar para verip bu insanları kente salmaktadır. Ya da tarım gelirlerindeki aşınma nedeniyle küçük toprak sahipleri topraklarını elden çıkartıp kente göçmektedirler. Ayrıca sulu tarım bölgelerinde, hem üretim sürecinin değişmesi hem de tarımsal mekanizasyon ve yanlış su kullanımı hektarlarca alanın tuzlanıp çoraklaşması da aynı sonuca yol açabilmektedir (Can, 2007: 295). 111 gecekondu türü yerleşim biçimlerini caydırmak istemişlerdir. Örneğin kentsel hizmetlerden biri olan suyun sağlanmamasının temel nedeni gecekondu yerleşimlerinin genişlemesini önlemektir (Bryant-Tokalau, 1995: 120). Yoksulluğun en fazla yaşandığı mekânlar olan kentler, hem istihdam kaynağı hem de emek fazlalılığının olduğu yaşam alanlarıdır. Herhangi bir yaşama stratejisi olmadan kentlerde yığılan kitleler, kentsel yaşama uyum sağlayamamanın yanı sıra, kendilerine gelecek inşa edebilecek olanaklardan da yoksundurlar (Yıldız ve Alaeddinoğlu, 2011: 440). Bir “iş” yapabilme imkânı elinden alınmış olan veya yapılabilecek işler için gereken yetenekten yoksun varsayıldığı için işsizleşen ve dışlanmışlık duygusunu üst seviyelerde hisseden kentli yığınların, bu koşullar altında, var olmalarını anlamlı kılacak nedenlerde ortadan kaldırılmış olmaktadır (Laçiner, 2007: 324). Burada belirtilmesi gereken önemli bir nokta vardır. “Kentsel yoksulluk” üzerine yapılan bir çalışmada, yoksulluğun kente özgü halleri olduğu verili kabul edilmiş olmaktadır. Yoksulluğun kentsel olduğunu ifade ederken aynı zamanda kıra özgü bir “kırsal yoksulluk” olgusunun da varlığı kabul edilmektedir. Nüfusun giderek kentlerde birikmesi, yoksulluğun kentlerde yoğun bir biçimde yaşanmasına yol açarken, kırsal yoksulluk olgusunun önemini yitirdiği söylenemez. Burada önemli olan kır ve kentin ayrı mekânsallıklar olduğu kabulüdür (Ocak, 2007: 134-135). Bu çalışma da yoksulluğun kentsel mekânsallığı üzerine olduğu için kırsal yoksulluk bu çalışmanın kapsamı dışındadır. Günümüz kentlerinin ortak bir niteliği halini alan kentsel yoksulluk olgusu ile göç arasında sıkı bir etkileşim bulunmaktadır. Bu etkileşim iki yönlü bir etkileşimdir. Özellikle azgelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerde kentsel yoksulluğun ortaya çıkmasında göç önemli bir rol oynamaktadır. Diğer yandan da kentsel yoksulluk olgusundan en fazla etkilenen kesim göç eden bireylerden oluşmaktadır (Kaygalak, 2001: 132). Kaygalak’a (2009: 25) göre kentteki mekânsal ayrışmayı derinleştiren etkilerde bulunan göç olgusu aynı zamanda yoksulluğun da mekânsal olarak yoğunlaşmasında etkide bulunmaktadır. Çünkü kentin özellikle göç edenlerin çoğunlukta olduğu bölgeleri, kozmopolit ve devingen özellikleriyle kente göç 112 edenleri de kendine çekmektedir. Bu durumda kentin belirli mekânlarını göçmen mekânları/mahalleleri olarak belirmesine yol açıp yoksulluğun buralarda yoğunlaşmasına neden olmaktadır. Sonuç olarak bu mekânlar yol, su, elektrik gibi kentsel altyapı hizmetlerinden ve kültürel ve toplumsal hizmetlerden yoksun kalmaktadır16. Kentsel yoksulluk ile göç arasındaki ilişki üç nokta üzerinden incelenebilir Bunlardan ilki kent içinde coğrafi olarak yoğunlaşan yoksul mahallelerine göç eden bireylerin, konut, iş ve gelir bakımından eski göçmenlerin ilk geldiklerinde yakaladıkları fırsattan yoksun olmalarıdır (Kaygalak, 2001: 133). Daha önce göç eden bireyler patronaj ilişkiler dahilinde iş bulma fırsatlarına sahiplerdir. Bunun yanı sıra çoğunlukla akrabalarının yaşadığı yerlere göç eden bireyler imece usulüyle barınma imkânını sağlama fırsatlarına da sahiplerdir. Yine kırsal alanla irtibatlarını kesmedikleri için kırdan uzun süre tüketilebilecek miktarda gıda gereksinimlerini de sağlayabilmektedirler. Yukarda da belirtildiği gibi 1970’lerde bu tablo büyük ölçüde değişikliğe uğramıştır. Kentsel yoksulluk ve göç arasındaki ilişkinin incelenebileceği ikinci nokta, sermayenin dünya çapında akışkanlığının artmasıyla birleşen bir olgu olarak üretim sürecinin esnekleştirilmesi ve taşeron üretim biçimlerinin yaygınlaşmasına bağlı olarak enformel sektörün hem gelişmiş hem de gelişmekte olan ülkelerde 1970’li yılların sonlarından itibaren büyümesi ile ilgilidir. Enformel sektörün büyümesi, büyük şirketlerin alt sözleşme ilişkileri çerçevesinde küçük ve orta ölçekteki işletmelerle ilişkiye geçmesi bu kuruluşların sayısının artmasına yol açmıştır (Kaygalak, 2001: 134). Büyük sermaye tarafından denetlenebilir olan meta üretiminin yaygınlaştığı/parçalandığı, buna karşılık da üretimin denetimi, yönetimi ve dağıtımı gibi işlevlerin de hiyerarşik ilişkiler içerisinde merkezileştiği bu örgütlenme tarzı özellikle kentsel işgücü pazarını derinden etkilemektedir (Kaygalak, 2009: 60). Artık üretimin denetimi, yönetimi ve dağıtımı gibi üst düzey 16 Bu konuda Kaygalak (2001) Demirtaş mahallesi, Aslan (2010) 1 Mayıs mahallesi, Aslan (2005) Karanfilköy ve Derbent mahalleleri, Bozkulak (2005) Gülsuyu mahallesi, Kurşuncu (2006) Aziziye mahallesi, Şen ve Tunç (2011) Kanarya mahallesi örnekleri üzerinden gecekondu mahallelerinde yaşanan yoksulluğu ele almışlardır. 113 görevlerde bulunan ve yüksek ücret karşılığında çalışan profesyonel bir işgücü vardır. Bununla birlikte fiili üretimde bulunan tam zamanlı çalışan ve işgücü piyasasında her an bulunabilecek bir işgücünün varlığının yanı sıra bu gruptan iş güvencesi bakımından daha yetersiz koşullara sahip olan, ihtiyaç halinde istihdam edilen, geçici işgücü de bugün işgücü piyasası içerisinde yer almaktadır (Harvey, 1997: 171-174). Kentsel yoksulluk ve göç arasındaki ilişkinin incelenebileceği üçüncü nokta ise dış borç sıkıntısı altında olan azgelişmiş ve gelişmekte olan ülkelere Dünya Bankası ve IMF tarafından dayatılan yapısal uyum politikalarının toplumsal sınıflar arasındaki gelir dağılımı adaletsizliğini ciddi boyutlara ulaştırmış olmasıdır. Ülke gelirlerinin borç ödemesi olarak dışarıya aktarılması kent yoksullarının durumlarını daha da kötüleştirmektedir. Tarımsal ürünlere yönelik sübvansiyonların kısıldığı bu ülkelerde kırdan kente göç olgusunun devam etmesi, göçün kentsel yoksulluğu arttırma yönündeki etkisini de sürdürmesi anlamına gelmektedir (Kaygalak, 2001: 134). Tüm bu etkenlerin mekândaki etkisi, göç olgusunun kentsel yoksulluğun mekânsal olarak yoğunlaşması şeklinde görülmektedir. Kente yeni gelenler genellikle işçiler, işçi sınıfının bir parçası olan işsizler, yoksullaşan ve sermaye biriktirme olanağı bulunmayan orta sınıfların içiçe yaşadığı yoksul mahalleleri olmaktadır. Kente göç eden bireylerin bu yerleri tercih etmelerinin bazı sebepleri vardır. Pahalı olmayan ev ve arsalar, girişi kolay, düşük nitelikli işleri bulmaya yardımcı olan enformel ilişki ağları yoksul göçmenlerin bu bölgeleri tercih etmesine yol açmaktadır. Dikey hareketliliğin az olduğu bu bölgelere yönelen göçler yoksulluğun mekânsal olarak yoğunlaşmasına katkıda bulunmaktadır (Kaygalak, 2001: 135). Massey ve Denton (akt. Musterd, 2003: 625), ayrışmayı yoksulluğu üreten ve bütünleşmeyi önleyen bir faktör olarak ele almaktadır. Wilson’a (akt. Kaygalak, 2001: 135) göre ekonomik anlamda durumunu iyileştiren bireylerin dışarıya doğru göç etmesi, yoksulluğun mekânsal olarak yoğunlaştığı bölgelerde bu yoğunluğu arttırıcı bir etkide bulunmaktadır. Eskiden göç etmiş bireylerin daha iyi bir iş imkânı bulmalarının ardından daha yüksek 114 standartlarda bir konuta ve yaşam çevresine geçmek üzere ilk yerleştikleri mahalleleri terk etmeleri, bu bölgelerdeki yoksulluk katsayısını arttırmaktadır. Poyraz’a (2011: 18) göre yoksullukla göçmenlik iç içe geçmiş iki olgudur. Örnek vermek gerekirse Paris’in yoksul banliyöleri Fransa’nın eski sömürgelerinden gelen göçmenlerin kümelendiği yerler olmuştur. Türkiye’de de en çok göç alan İstanbul’un yoksul mahalleleri ise doğrudan gelen iç göçmenlerin kümelendiği yerler olmuştur. Yoksul bireylerin yaşadığı mekânlar/mahalleler ya kentin çeperine doğru serpilmiştir ya da kent içinde belli kovuklarda yuvalanmıştır. Sağlıklı yerleşimler için uygun olmayan yüksek yerler, sert topografyalar, vadi tabanlarının yanı sıra, hazine arazileri ya da kentsel rantın el uzatmadığı kent merkezlerine ve kentsel hizmetlere uzak yerler tercih edilmekle birlikte zamanla kentin gelişme alanı içerisinde kalan, çevresinden dolaşılan veya üstünden atlanarak geçilen yoksul mahalleler de bulunmaktadır (Ocak, 2007: 140-142). Kimi zamanda kentin, genellikle eski kent merkezinin uzantısı olan fiziksel alanların zamanla çöküntü alanları haline gelmesiyle, eskiden prestijli olan bu alanların kalıntıları içerisine yoksul bireyler yerleşmektedir. Bakımsız, çökme tehlikesi olan eski binaların içerisinde eski görkemli yaşamların yerini yoksulların zorlu yaşamı almıştır. Bu gibi mahalleler kent merkezinin hemen yanında yer almakta, yoksullar ve kent merkezinde oturanlar arasında mesafeli ve temkinli bir ilişki söz konusu olmaktadır. Bu mahalleler, bilinmeyen tehlikelerle dolu yerler olarak üzerine hayali imgelerin tasarlandığı, kent merkezine fiziki olarak ne kadar yakın olursa olsun zihinlerde bir o kadar uzak yerlere dönüştürülmektedir (Ocak, 2007: 142-143)17. II. Dünya Savaşı’ndan sonraki dönem, ulusal kalkınma modeli ile Fordist ve Keynesçi bir ekonomik ve politik sistemin hakim olduğu bir dönemdir. 1960’lı yılların sonlarından başlayarak üretimde durgunluk, enflasyon, işsizlik oranındaki artış, sabit kur sisteminin dağılması ve 1970’lerdeki petrol fiyatlarındaki ani artış gibi 17 Örneğin Şanlıurfa yoksulluğun sert bir şekilde ayrıştığı kentlerden biridir. Kent merkezinde yaşayan nüfusun büyük bir bölümü yoksul ve “kenar” semtlerde yaşamaktadırlar (Can, 2007: 293-294). İstanbul-Tarlabaşı ise kent merkezine çok yakın olmakla birlikte çöküntü alanı haline gelmiş ve diğer kent sakinleri tarafından güvenli bulunmayan yerleşim alanlarından biri olagelmiştir. 115 sebepler tüm istikrar ve belirlilik öğelerini dağıtarak dünya ekonomisinde bir krize yol açmıştır. Bu durumun aşılması amacıyla mal ve para piyasalarının uluslararasılaştırılması (serbestleştirme), devletin ekonomik ve sosyal politikalarının yeniden yapılanması (düzenleme dışı bırakma) ve işgücü piyasalarının yeniden yapılanması (esnekleştirme) yollarına başvurulmuştur (Kaygalak, 2009: 46-47; Doğan, 2002b: 25). Bu durum ise sermaye lehine olurken toplumun büyük bir kesimi için aleyhte bir durum yaratmıştır. 1970’li yıllarla birlikte sosyal devlet politikalarını azaltma girişimleri kente göç eden ve tutunmaya çalışan bireyleri derinden etkilemiştir. Kentin varoş diye nitelenen kenar mahallelerinde daha yüksek yaşam standartlarına ulaşacaklarına dair umut besleyen bireyler, işsizliğin hızla arttığı, çalışanların ücretlerinin düşürüldüğü, örgütlülüklerinin zayıflatıldığı, sosyal adalet kavramının yerini bireyciliğin, rekabetin aldığı ve orta sınıfların büyük ölçüde yoksullaştığı neoliberal yeniden yapılanma koşullarında bu umutlarını da terk etmek zorunda kalmışlardır18. Bu koşullardaki kentsel ortama gelen bireylerin işsizlik ve kentin olanaklarından dışlanma durumu süreklilik kazanmaya başlamıştır (Kaygalak, 2001: 133). Neoliberal politikaların etkisiyle küreselleşme sürecine dahil olan kentlerin temel karakteristiği, artan mekânsal ayrışmadır. Kentlerde bir tarafta yüksek gelir gruplarına ait lüks konut alanları ve ticari alanlar yer alırken diğer tarafta yoksulluğun ve mekânsal çöküntünün hızla arttığı ve yoğunlaştığı alanlar olarak ayrılmaktadır (Sassen’dan akt. Öktem, 2010: 119). Küreselleşme süreci ile zaman ve mekân ilişkileri alt üst olmuş, kentler akıl almaz ölçüde genişlemiş ve merkezle çeperler arasındaki ilişkiler birçok yönüyle dengesizleşmiştir. Kentler, bir taraftan hızlı küresel dolaşım ağına eklemlenirken diğer taraftan da kendi içinde dışlanmış bölgeler yaratmışlardır. Yoksul kesimleri yan yana getiren, toplumsal sorunların yaşandığı, genel yapı içinde yaşayan ayrı birer adacık işlevi gören bu bölgeler toplumsal çelişkilerin en açık şekilde sergilendiği 18 Devlet müdahalesinin yetersizliği yoksulluğun yoğunlaştığı bu bölgelerde çatışmalara da yol açmaktadır. Örneğin yoksulluğun, dışlanmışlığın ve umutsuzluğun mekânı olan Fransız banliyölerinde yaşayan gençlerin 2005 yılındaki ayaklanmalarının başladığı yer alan Clichy-sous-Bois’nın Belediye Başkanı yoksul mahallelerinin devlet tarafından kendi kaderlerine terk edildiğini belirterek yoksulluk ve devlet müdahalesi arasındaki ilişkiyi gözler önüne sermektedir (Poyraz ve Aslan, 2011: 10). 116 mekânlar halini almaktadır (Poyraz ve Aslan, 2011: 9). Hem azgelişmiş hem de gelişmekte olan ülkelerde neoliberal yeniden yapılanma sürecinin göç eden bireylerin de bir parçasını oluşturduğu kent yoksullarının yaşadıkları eşitsizlikleri daha da derinleştirmekte ve sürekli bir hal kazanmasına yol açmaktadır. Kaygalak’a (2009: 74) göre sermayenin akışkanlığının ve küresel düzeyde sömürü ilişkilerinin artması, esnek üretim tekniklerinin gelişmesi ve işsizlik oranının yükselmesi, istihdam olanaklarının azalması ve toplumsal adalet düşüncesinin yok olmaya yüz tuttuğu böylesi bir ortamda kent yoksullarının daha da yoksullaştığı görülmektedir. Kırdan kente göçün devam ettiği ve göç edenlerin kent yaşamına eklemlenmesini sağlayacak koşulların sağlanamadığı ülkelerde kent yoksullarının içerisinde bulundukları koşullar daha da ağırlaşmaktadır. 117 KENTSEL YOKSULLUK BAĞLAMINDA TOKAT SULUSOKAK BÖLGESİNDE MEKÂNSAL AYRIŞMA 4. TÜRKİYE’DE KENTLEŞME SÜRECİ VE KENTSEL YOKSULLUK BAĞLAMINDA MEKÂNSAL AYRIŞMA Bu bölümde Tokat Sulusokak bölgesinde kentsel yoksulluk bağlamında yaşanan mekânsal ayrışmayı değerlendirebilmek için öncelikle Osmanlı Devleti’nde kentleşme sürecine kısaca değinildikten sonra Türkiye’de yaşanan kentleşme süreci üç döneme ayrılarak ele alınmıştır. Ardından Türkiye’de kentsel yoksulluk bağlamında yaşanan mekânsal ayrışma da üç döneme ayrılarak incelenmiştir. 4.1. Türkiye’de Kentleşme Sürecinin Tarihsel Gelişimi ve Mekândaki Yansımaları Merkez ülkelerde kentleşme hareketlerinin kırılma noktası olan Sanayi Devrimi’ne kadar kentlerdeki dönüşüm yavaş bir şekilde yaşanırken, sanayileşme ile birlikte kentler hızla gelişmeye başlamıştır. Bu süreç 150-200 yıl gibi bir zaman zarfında gerçekleşmiştir. Gelişmekte olan ülkelerde ise kentleşme süreci 1950’li yıllardan sonra hız kazanmıştır. Gelişmiş ülkelerde oluşan aşırı birikim sayesinde kentleşme için dikkate değer kaynaklar ayırıp, mekânsal yapılarını daha planlı ve devlet müdahalesi çerçevesinde gerçekleştirebilirken, sınırlı sermayeye sahip olan gelişmekte olan ve azgelişmiş ülkelerde ise devletin kentsel mekâna müdahalesi sınırlı kalmış ve sorunun çözümü yerel toplulukların kendisine bırakılmıştır (Ersoy ve Şengül, 2001: 13). Türkiye’de kentleşme süreci kamu öncülüğünde planlı ya da kamunun düzenlediği açık piyasa koşulları içerisinde gerçekleşmemiştir. Büyük kentlerin çevresindeki yeni yerleşimler, kent hukuku kurallarının dışında daha açık bir ifadeyle kuralsız bir şekilde oluşmuştur (Erder, 2002: 52-53). Türkiye’de kentleşme sürecinin seyri, önemli kırılma noktaları olması sebebiyle genellikle 1923-1950, 1950-1980 ve 1980 sonrası olmak üzere üç dönem altında incelenmektedir. Bu çalışmada da benzer bir dönemlendirme yapılmakla birlikte Osmanlı Devleti’ndeki kentleşme sürecine de değinilmiştir. 118 4.1.1. Osmanlı Devleti’nde Kentleşme Sürecine Kısa Bir Bakış Türkiye’de yaşanan kentleşme sürecini inceleyebilmek için öncelikle Osmanlı Devleti dönemindeki kentleşme sürecinden bahsetmek gerekmektedir. Çünkü hiçbir olgu tarihsel bir zemin oluşmadan gerçekleşemez. Bu bakımdan Türkiye’de kentleşme sürecine değinilmeden önce Osmanlı Devleti’nden nasıl bir miras aldığına bakılmalıdır. Öncelikle belirtmek gerekir ki Osmanlı Devleti döneminde kent, yerleşiklerinin ürettiği tarım dışı mal ve hizmeti yakın ve uzak çevreye pazarlayan birimlerdir. Kentler özellikle ulaşım ve ekonomik koşullara dayanarak gelişmektedir. Bu tür gelişme gösteren kentlerin başında Ankara gelmektedir. 15. ve 16. yüzyıllarda doğu-batı kervan yolunun kavşak noktasında bulunan ve kentte kurulu çok sayıda tezgâhta dokunan yünlü kumaşlarla Ankara hem ülke içinde hem de ülke dışında önemli bir konuma sahiptir. 15. ve 16. yüzyıllarda Anadolu kentlerinin büyümesinde önemli etkisi olan bir diğer faktör ise kent nüfusunun sorunsuz beslenebilmesidir (Doğru, 1995: 101-102). Osmanlı Devleti’nin kentleşme sürecini etkileyen unsurların başında uyguladığı mirî toprak sistemi gelmektedir. Pre-kapitalist üretim sisteminin egemen olduğu Osmanlı Devleti’nde kentleşmenin temel belirleyicileri, iktidar/bürokrasi, toprak politikası ve ticaret ilişkileri ve ticaret yollarıdır. Osmanlı Devleti’nde kentlerin gelişimi devlet teşkilatına bağlı olmuştur. Bazen zanaatkârların lonca düzenini veya kurumlarını korumak, bazen uluslararası ticaretin serbest kılınması, bazen de yöre paşalarının özerkliği için yapılan çelişkili mücadeleler kentlerin gelişimi üzerine etkili olan unsurlardandır (Cerasi, 2001: 47). Mülkiyeti devlete ait olan mirî araziler işletilmek üzere müddetsiz olarak devleti temsil eden memurlar tarafından bir bedel karşılığında köylüye verilmekteydi. Bu topraklar birkaç kişiye değil de herkese verilerek hem küçük üreticiler büyük mülk sahiplerinden korunacak hem de onun tek korunma çaresi olan kolektif mülkiyeti elinden alınmış olacaktır (Yerasimos, 2007: 111). Mirî toprak sistemi sayesinde devletin hem toprak, hem tarımsal ürün, hem de insan 119 üzerindeki denetimi kolaylaşmıştır. Toprakta yaratılan her türlü değeri denetim altına alan devlet özellikle sipahi ile reaya arasındaki ilişkileri belirleyerek mülkiyetin özelleşmesiyle birlikte gelişen ve köylünün mülksüzleşerek topraktan kopmasını engellemiştir (Sencer, 1979: 45). Bu dönemde kentler doğrudan doğruya, üretim araçları ve işgücüne sahip olmaksızın, üretimden doğan artık değeri eline geçiren merkezi bürokrasinin yerleşme merkezi ve üretilen zenginliklerin tüketilme alanıydı. Bu bakımdan kentler, ülkenin sosyo-ekonomik yapısı üzerinde belli başlı asalak unsur niteliğindeydi (Erkan, 2010: 82). Osmanlı Devleti 16. yüzyıl sonlarından itibaren Avrupa kapitalizminin ticari ve ekonomik olarak rekabet baskılarına maruz kalmıştır. Avrupa kapitalizminin bu baskısı ile ekonomi ve toplum kapitalist yönde bir değişime sürüklenmiştir (Kaygalak, 2008: 197). Eskiden sadece Osmanlı Devleti’nin ihtiyacını karşılamakla kalmayıp bütün Doğu Akdeniz pazarları ile Avrupa’nın birçok ülkesine ihracat yapan çok sayıda imalathane artık ya mevcut değildi ya da çöküş içindeydi. Örneğin Kastamonu’ya, İngiliz Tokat’tan mallarının Sivas’a özellikle kadar her pamuklularının yerde Bitlis’ten talebi vardı (Yerasimos, 2007: 60). Osmanlı kentleriyle Avrupalı tüccarlar arasında yoğun bir rekabete konu olan tarımsal üretim fazlası, kırsal alanlardan yerel pazarlara ve kentlere daha az miktarlarda gönderilmesine yol açmıştır. Bu durum karşısında merkez ve taşradaki devlet yöneticilerinin, tarımsal ürünlerin kentlere akışını sürdürmeleri yönünde kırsal alan nüfusu üzerindeki baskıları artmıştır (Kaygalak, 2008: 197). 16. yüzyılda Batı toplumlarında yaşanan yapısal değişmeler, başta asker, harcamalar olmak üzere dış ekonomik etkenler nedeniyle Osmanlı Devleti’nin giderlerinin artmasına yol açmıştır. Maddi sorunları çözmek isteyen devlet bu duruma vergi sisteminde değişikliğe giderek bir çözüm yolu aramıştır. O güne kadar aynî olarak ödenen ve yerinde hizmete dönüştürülen tımar gelirlerini peşin para karşılığında iltizama vermeye başlamıştır. Bu sistemi de mirî toprakların özel mülkiyete geçmesi izlemiştir. İltizam sistemi, bir taraftan feodal sınıfa kendi topraklarından uzaklaşma imkânı sağlarken diğer taraftan da yeni tahsildarların 120 yoğun istismarları karşısında kırsal alanlardan halkın kaçmasına neden olmuştur. Hem yüksek sınıflar hem de ağır vergiler altında ezilip mülksüzleşen kırsal alan nüfusu, devletin yasaklarına rağmen, 16. yüzyılda başlamakla birlikte 18. yüzyılda yoğunlaşan bir süreç içinde topraklarını terk ederek kentlere göç etmiştir (Sencer, 1979: 45-46; Cerasi, 2001: 48). Osmanlı Devleti’nin özellikle yükselme çağında büyük kentlerin ülkenin her yanına dağılmış olması, ülke genelinde ekonomik refahın eşit dağılımına yardımcı olarak bölgelerarası dengesizliği ortadan kaldırmaktaydı. Bu durum da göçü önleme unsurlarından biriydi. Göçü önleyen bir başka unsur ise kendilerine işlenecek toprak verilmiş köylülerin, topraklarını terk edip başka bir yere göçmesini önleyecek olan “çift bozan” vergisiydi (Aktüre, 1981: 20). Ayrıca devletin, toprağını terk edip kente göç eden köylüyü, köyüne geri götürme hakkı da mevcuttur. Adaletnamelere göre göç etmiş halkı göç ettiği yere geri getirmek için sancak beyi ve kadılardan şu önlemleri almaları istenmektedir (Reyhan, 2008: 101): “Evvela yerine gidip reayanın göç etmesinin sebebi soruşturulacak, şikayetlerinin bey, kadı, subaşı, sipahi, amil, voyvoda, haracı ve koyunbakıcılardan hangisinden olduğu araştırılacak. Sonra şikayet konuları tespit olunup, kaç kişinin göç ettiği, defterde kimin üzerine raiyyet yazıldığı ve ne zamandan beri gittiği tespit olunacak, şimdi nerede oturuyorsa oraya gidilecek, göçleri on yılı geçmemiş olanlar göç ettirilip defter-i cedidde (en son tahrir defterinde) nereye yazılmışlarsa tekrar oraya yerleştirilecektir.” Bu etkenler Osmanlı Devleti’nde göçü yavaşlatmaktaydı. Osmanlı Devleti’nin 19. yüzyılda dış pazarlara açılması, ulaşım ve tarım teknolojisindeki gelişmeler, 16. yüzyıla göre daha yüksek oranda bir kentleşmeye olanak vermiştir. 16. yüzyılda %8-9’luk düzeyde olan kentsel nüfus, 19. yüzyılda %25’e yükselmiştir (Tekeli, 1986: 240). Bu dönemde kent içinde yapılaşma süreçleri de önemli değişiklikler göstermiştir. Devletin yeni yüklendiği işlevler dolayısıyla devlet yapılarının sayısı ve çeşidi artmıştır. Yani ilk kez konuttan farklılaşmış devlet dairesi doğmuştur. 19. yüzyılda özel mülk sahiplerince yapılan binaların da sayısı artmıştır. Artık kentte yalnız konut alanları değil, yeni oluşan modern merkez, banliyöler hep özel mülk sahiplerince yaptırılacaktır. Arsa değerlerinde 121 önemli artışlar olacak, yüksek yoğunluklu çok katlı gelişmeler başlayacaktır (Tekeli, 1986: 241). Batı toplumları ile geliştirilen ilişkiler, başta liman kentleri olmak üzere Osmanlı kentlerinde değişiklikler yaratmıştır. Altyapılar, bankalar, sigorta şirketleri, iş hanları, limanlar, rıhtımlar, posta binaları klasik Osmanlı kentlerindeki eski merkezlerin yanında modern bir iş merkezi oluşturmuşlardır. Ayrıca 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren sağlık alanındaki gelişmeler nüfusun artmasına yol açarken, kaybedilen topraklardaki Müslümanların göç etmesi ile kentler büyümeye başlamıştır (Tekeli, 1998: 2). Bu oluşumlar Osmanlı Devleti’ndeki sosyal yapı üzerinde de değişikliklere yol açmıştır. 19. yüzyılda Anadolu ve Rumeli’ye gelen milyonlarca göçmen ilk sosyal yapı değişikliklerine yol açmıştır. Ayrıca mirî toprakların özel mülkiyete dönüşmesi ile birlikte yeni bir orta sınıf ortaya çıkmış, kapitalizm Osmanlı toplumuna yavaş yavaş girmeye başlamıştır (Karpat, 2003: 12-13). Eski kent düzeninin yerini alan yeni kentsel yapı birtakım düzenlemelere de ihtiyaç duyduğundan belediye kurumları yaşama geçirilmiş ve başta İstanbul olmak üzere kent planlamasına dönük çalışmalar gerçekleştirilmiştir. Bu gibi uygulamalar Cumhuriyet Türkiye’sine özellikle liman kentlerde büyük ölçüde dönüşmüş bir kentsel yapı, belediye kurumu ve bir kent planlama pratiği bırakılmış oldu (Tekeli, 1998: 3). Osmanlı Devleti’nde kentlerin mekânsal yapısı 17. yüzyılın başından 19. yüzyıla kadar toplumun statik yapısına uygun bir seyir göstermiştir. Gerçekten 14., 15. ve 16. yüzyıllarda Osmanlı Devleti’nin kuruluş ve yükseliş dönemlerine paralel olarak yeni mahalleler kurulması yoluyla hızla genişleyen kent mekânları 17. yüzyılın başında ulaştığı sınırları 19. yüzyılın sonlarına kadar muhafaza etmiştir. 19. yüzyılın sonunda ise Anadolu’daki kentlerin mekânsal yapısındaki gelişme daha çok demiryolu, yani ticaret merkezlerinin kurulması, idari merkez olma, askeri kışla gibi yeni çekim noktaları sebebiyle ortaya çıkmıştır (İsbir, 1991: 37). Osmanlı Devleti’nin kent dokusu, bütün İslam dünyasında mahalle olarak anılan küçük cemaatlere ayrılmıştır. Bu mahalleler başlangıçta ayrıdır ve her biri 122 dini bir yapının çevresinde düzenlenmiştir. İmparatorluğun ilk kuruluş ve yayılma döneminde, kentleşme yeni mahallelerin oluşum süreci ile eş anlama gelmektedir. Köylülerden, göçebelerden ve başka merkezlerden gelen göçmenlerden oluşan homojen gruplar, etnik kökenlerine veya aynı toplumsal, mesleki veya dini gruplara ait olmalarına göre yeni mahalleler kurmaktaydılar. Evlerini bir ibadethane veya dini yapı çevresine inşa etmekteydiler. İçlerinde çoğunlukla bir kurucu, karizmatik dini lider veya sadece serveti ve otoritesi için saygı duyulan bir kişi figürü bulunmaktaydı (Cerasi, 2001: 71). Örneğin Anadolu’da Selçuklulardan beri süregelen ve Ahi, Derviş Baba gibi adlarla anılan çeşitli mutasavvıfların belirli bir mahalde kurdukları tekke, zaviye, mescit gibi yapılar, mahalle, kent işlevi gelişecek yerleşim alanlarının ilk ana çekirdeklerini oluşturmuş ve yaygın bir iskân politikası olarak uygulanmıştır (Alada, 2008: 64). Selçuklu’lardan beri gayrimüslim mahalleleri ile Türk mahalleleri ayrı kurulmuş ve kaynaşamamışlardır. Ama özellikle Ermeni nüfus ile Türkler çok iyi anlaşmaktaydılar (Doğru, 1995: 106). Osmanlı Devleti’nin kentlerinde Ermeni, Rum ya da Yahudi mahallelerine rastlanıldığı gibi bazı mahallelerde MüslümanTürklerle birlikte diğer dinlere mensup kişilerde birarada yaşayabilmekteydi. Örneğin 1522 yılında Ankara’da Kale hariç, 81 mahalle bulunmaktaydı ve bu mahallelerin 69’unda Müslümanlar, 3’ünde Hıristiyanlar, 1’inde Yahudiler ve 8’inde de Müslüman ve Hıristiyanlar birarada yaşamaktaydı (Alada, 2008: 140). Bu örnek göstermektedir ki Osmanlı Devleti’nde Müslüman ve gayrimüslüman halk mahalleler ölçeğinde ayrı ayrı yaşarken bazı bölgelerde yan yana da bulunabilmekteydiler. Farklılaşmış sosyal yapı özelliği, mahallenin iç bünyesine hakim olduğu gibi, mahalleler arası ilişkiler de geçerlidir. Din veya etnik yapı ya da bazı ekonomik uğraşların yoğunluk kazanmasıyla belirginleşen ayırıcı özellikler dışında, ayrı bir sınıfsal tanımlamaya yer verilmemiştir. Ancak kent faaliyetlerinin yoğun olduğu merkezi bölgelerde bulunan mahalleler diğerlerine göre daha kalabalık ve canlı bir yapıya sahiptir (Alada, 2008: 150). Cerasi’ye (1999: 64-65) göre, Osmanlı Devleti’nde çarşı sadece bir mahalle niteliği taşımıyor, devletin ihtiyaç duyduğu üretim potansiyelini harekete geçiren 123 vazgeçilmez bir kurum niteliği taşımaktaydı. Çarşıda küçük ve orta dükkan sahipleri ile zanaatkârların çevresinde başka toplumsal sınıflar da mevcuttu. Yeniçeri askeri elitinin alt ve orta tabakaları, din adamları sınıfının en gösterişsiz üyeleri ve medrese öğrencileri bulunmaktaydı. Büyük kentlere nereden geldiği belli olmayanlar ile fakir işçilerden, perişanlık içindeki köylülerden, hamallardan, Çingenelerden, seyyar satıcılardan, işsiz güçsüzlerden oluşan bir kitle de mevuttu. Bekarlar ve belirli bir evi olmayıp tek başına yaşayanlar hanlarda, kahvelerde, oda diye adlandırılan, ayrı olarak veya dükkanların üst katlarına inşa edilmiş mekânlarda barınırlardı. 1839’dan itibaren Osmanlı Devleti’nde modernleşme ve batılılaşma çabaları, Tanzimat Fermanı olarak bilinen reformları gündeme getirmiştir. Tanzimat Fermanı’ndan 6 ay önce Mayıs 1839’da hazırlanan ve Osmanlı kent alanını modernleştirme yönündeki ilk resmi belge niteliği taşıyan metinde, geniş cadde ve rıhtımların açılması, dar sokak ve çıkmazların kaldırılması, başkentin kentsel alanında köklü bir değişiklik öngören konular yer almaktadır. 1840’lardan itibaren de sokakları genişletme ve sıralama doğrultusunda şehircilik kuralları ve mülkiyet rejimini esnekleştirecek kamulaştırmalara olanak sağlayacak yasal düzenlemeler kabul edilmiştir. Bu yasal düzenlemelerden en önemlileri, Ebniye Nizamnamesi (1848), ilk İstimlâk Nizamnamesi (1856), Nizamname-i Umumi (1857) ve Arazi Kanunnamesi (1858)’dir (Doğan, 2002a: 125-126). Osmanlı Devleti döneminde birçok Anadolu kentinde varsıl ile yoksul kesimlerin mekânda sert bir şekilde ayrıştığını görmek mümkün olmasa da yer yer bunun örneklerini görmek mümkündür. Örneğin Faroqhi’nin (akt. Doğru, 1995: 111) Ankara ve Kayseri için yapmış olduğu araştırmada zengin-fakir evi arasında büyük fark olmadığı gibi bunların yan yana inşa edildiği görülmektedir. Yazara göre 1600 yılında Ankara’da İmaret Mahallesi çoğunlukla fakirler, Hacı Musa Mahallesi ve Kale yöresi ise zenginler tarafından iskân edilmiştir. 1600’lerde Kayseri’de Debbağlar Mahallesi’nin en fakir mahalle olduğu ve burada zenginlerin oturmadığı belirtilmiştir. Tanzimat ve sonrasının yenileşme hareketleri çerçevesinde ortaya çıkan çok yönlü değişimler, Osmanlı Devleti’nde kentsel mekânı sınıf ve statü 124 farklarına göre ayrışmaya başlamıştır. Toplum, servete ve buna bağlı olarak değişen yaşam biçimlerine göre keskin sınıfsal farklılaşmaya doğru yönelirken, kentlerin fiziki dokusu da söz konusu ikilemi yaşamaya başlamıştır. Vapur, tramvay, atlı araba gibi kent içi mekânları yakınlaştırıcı vasıtaların günlük hayata girmesiyle birlikte, varlıklanan sosyal sınıflar için ikinci bir yaşam alanının doğmasına yol açmıştır. Mahallenin zengin kesimi için konaklar, kışlık konutu ifade ederken, sayfiye yerlerinde bir yazlık konut edinmeye başlamışlardır. Bu durum Alada’nın (2008: 193-194) belirttiği gibi 1990’lı yılların başlarına gelindiğinde artık eskinin dil ve din birliğine dayalı yerleşim mahalleleri yerlerini, sadece gelir düzeyinin belirleyici olduğu toplumsal ortam içinde her çeşit dil ve dine mensup zengin sakinlerin birarada yaşadığı apartman modeli konutlardan oluşan yeni yerleşim birimlerine bırakmıştır. 4.1.2. 1923-1950 Döneminde Türkiye’de Kentleşme Süreci ve Mekândaki Yansımaları Cumhuriyetin ilânı olan 1923 yılı kentleşme süreçlerinin analizinde genellikle başlangıç yılı olarak kabul edilmektedir. Bunun nedeni ise hem mevcut sınırların büyük ölçüde çizilmiş olması hem de ulus devletin kurulmasıyla ulusal bir ekonominin inşa edilmesi yönünde adımlar atılmasıdır (Ataay, 2004: 12). 1923-1950 dönemi Cumhuriyet Türkiye’sinde birtakım dinamikler mevcuttur. Cumhuriyetle birlikte temel güdü, yeni bir ulus devlet yaratmak ve modernite projesi kapsamında dönüşümü başlatmaktır. Yeni bir ulus devlet yaratabilmek için ulusal bir ekonominin oluşturulması, sanayi ve altyapının ülkenin değişik bölgelerine dağılımının sağlanması, ülkenin farklı yörelerinin yeni ulaşım sistemleri ile birleştirilmesi gerekmektedir. Ayrıca bu dönemde gerçekleşen nüfus mübadelesi sebebiyle bazı yörelerin işgücü kaynağını kaybetmesi ile yeni ulus devlet sınırları içindeki bölgelerin göreli konumları yer değiştirmiştir (Eraydın ve Tekeli, 2010: 11). 1923’te %24.2 olan kent nüfusu 1950’de ancak %25.0’a çıkabilmiştir. Bu durum Çizelge 4’de de açıkça görülmektedir. 125 Çizelge 4: 1927-1950 Döneminde Kent ve Kır Nüfusu, Kent ve Kır Oranı (%) ve Kentli Nüfus Artış Hızı (%) Yıllar Kentsel Yüzde Nüfus(10.000+ yerler) 3.305.879 24.22 1927 3.802.642 23.53 1935 4.346.249 24.39 1940 4.687.102 24.94 1945 5.244.337 25.04 1950 Kaynak: Türkiye İstatistik Kurumu, 2012. Kırsal Nüfus Yüzde 10.342.391 12.355.376 13.474.701 14.103.072 15.702.851 75.78 76.47 75.61 75.06 74.96 Kentli Nüfus Artış Hızı (%) 17.50 26.72 15.10 22.47 Devlet İstatistik Enstitüsü’nün yapmış olduğu bir çalışmada ise bölgeler bazında kır-kent nüfusu dağılımı ise Çizelge 5’de verilmiştir: Çizelge 5: Bölgelerin Yıllık Nüfus Artışları: Kır-Kent (%) 1936 1940 KENT KIR KENT 2.9 63.1 23.9 Trakya 16.3 14.0 16.3 Karadeniz 19.9 12.5 19.9 Marmara ve Ege 64.3 49.5 64.3 Akdeniz 15.7 9.7 15.7 Batı Anadolu 23.1 12.2 23.1 İç Anadolu 24.8 12.7 24.8 Güneydoğu Anadolu 54.8 22.4 54.8 Doğu Anadolu Kaynak: İçduygu ve Sirkeci, 1999: 251. 1945 1950 KIR 63.1 14.0 12.5 KENT 3.3 18.2 15.4 KIR -21.0 10.7 9.7 KENT 16.8 23.0 17.5 KIR 16.8 17.9 22.0 49.5 9.7 20.2 19.7 14.5 14.4 36.9 21.8 28.4 16.4 12.2 12.7 32.1 0.3 11.5 -5.9 30.3 22.6 21.6 26.8 22.4 -1.0 10.5 16.6 29.6 Çizelge 5 incelendiğinde en fazla değişikliğin 1945 yılında gerçekleştiği görülmektedir. Trakya bölgesinde 1945 yılında hem kent hem kır nüfus dağılımında büyük bir düşüş yaşanmıştır. II. Dünya Savaşı sırasında 1941-1944 yılları arasında Trakya’nın Bulgaristan işgali altında kalması bu nüfus düşüşünün kaynağı olabilir. Karadeniz Bölgesi’nde 1945 yılında kır nüfusunda bir azalma varken, kent nüfusunda bir artış vardır. Marmara ve Ege Bölgesi ayrı başlıklar altında incelenmediğinden nüfus artış veya azalış oranlarının hangi bölgeden kaynaklandığı belirsiz kalmıştır. Akdeniz Bölgesi’nde yine 1945 yılında hem kır hem de kent nüfusunda yoğun bir düşüş yaşanmıştır. 1945 yılında Batı Anadolu Bölgesi’nde ise kır ve kent nüfusunda bir artış vardır. İç Anadolu Bölgesi’nde 126 1945 yılında kır nüfusunda azalma varken kent nüfusunda bir artış söz konusudur. Güneydoğu ve Doğu Anadolu Bölgesi’nde ise 1945 yılında kır ve kent nüfusunda yoğun bir düşüş yaşanmıştır. İlhan Tekeli (1986: 253) daha sonra Türkiye’de görülecek olan %6’lık kentleşme hızının, bu dönemde sadece Ankara’da görüldüğünü belirtmiştir. Ayrıca uygulanan devletçi politikaların etkisiyle bazı liman kentleri İç Anadolu’daki kentlere nispeten önem kaybetmiştir. Türkiye’nin 1930’lu yıllardaki kentleşme deneyimi, dönemin devletçilik ve halkçılık gibi oldukça önemli toplumsal ve iktisadi politikalarının etkisi altında gerçekleşmiştir. Bu dönemdeki kentleşme uygulamalarının dayandığı temel ilke ve politikalar, milli iktisadın oluşturulması, kır-kent bütünleşmesi ve kırsal emeğin özgürleştirilmesi, bölgelerarası bütünleşme, sanayileşme ve sanayi-kent bütünleşmesi, merkezi planlama ile tutarlı yerel yönetim örgütlenmesi, kamulaştırılan topraklar üzerinde kentsel gelişme ve Cumhuriyet yurttaşının kamusal mekânlarının yaratılması amacına hizmet etme güdüsündedir (Keskinok, 2006: 25-26). Bağımsızlığı tüm alanlara yayma arzusunda olan bu politikalar ile ülkenin topyekun kalkındırılması amaçlanmaktadır. 1923-1950 dönemi Şengül (2009: 103) tarafından ulus-devletin kentleşmesi şeklinde tanımlanmaktadır. Ulus-devlet oluşturmanın en önemli mekânsal öğesi bir anavatan düşüncesidir. Anavatan düşüncesi, Osmanlı Devleti’nin yayılmacı politikasına ters düşmesine karşılık Cumhuriyet döneminde yoğun bir biçimde kullanılmıştır. Eski düzenin sembolü olan İstanbul’a karşı Anadolu, ulus oluşturulma sürecinde önemli bir rol oynamıştır (Şengül, 2009: 113-114). Tabiî ki Ankara’nın başkent olması, Kurtuluş Savaşı’nın mekânsal bir stratejisi olduğu savı doğru olmakla birlikte, Anadolu’yu kalkındırmak ve hizmetleri en akılcı biçimde dağıtmak stratejisi de, İstanbul dışında bir başkent fikrini önemli bir siyasal karar olarak ön plana çıkarmıştır. Bölgesel geri kalmışlığın giderilmesinde yeni kentlerin hatta yeni bir başkentin yaratılması önemli bir bölgesel gelişme kararıdır. (Keskinok, 2006: 27). 1929 Büyük Buhran sebebiyle başvurulan ithal ikameci sanayileşme politikalarının yerleşim düzenine etkisi, temelde, yatırım yeri olarak demiryolu hattı üzerindeki bazı Anadolu kent ve kasabalarının 127 seçilmesi şeklinde olmuştur (Ataay, 2004: 14). Bu dönemde Anadolu kentleri kırsal alandan aldığı ürünleri diğer bölgelere ulaştırmakta, sınai ürünleri ise kırsal alana dağıtmaktadır. Burada kentler, temelde tarımsal üretimden sağlanan artığa ticaret yoluyla el konulmasına dayanan, artığın sermaye birikimine dönüştüğü alanlardır (Ataay, 2004: 13-14). Yeni kurulan devletin söylemleri, eskiye dair her şeyin geri kalmışlığın bir sebebi olduğu yönündedir. Bu bağlamda eski sistemin toprak sistemi üzerine kurulu olmasından dolayı yeni sistemin kentler üzerine kurulması gerekliliğinden hareketle devletin modern bir kent yaratma projesi Ankara’da somutluk kazanmıştır (Tekeli, 2001: 23). Cumhuriyetin ilk yıllarında modern bir ulus devlet oluşturma belli bir mekânda ve zamanda gerçekleştirilmiştir. Ulus devlet bu mekân ve zamanın özelliklerine göre biçimlenmiş ve yeni içerikler kazanmıştır (Tekeli, 2001: 61). Ankara’da gerçekleştirilmek istenen model, ülkenin diğer kentlerine sirayet edecek “muasır medeniyetler seviyesine” ulaşma amacını taşımaktaydı. Bu çerçevede İstanbul eskiyi, geleneği temsil ederken Ankara yeniyi ve çağdaşı temsil ediyordu (Cantek, 1996: 120). Ankara’nın modern bir kent olarak kurulması Cumhuriyet Rejimi için bir prestij projesi olarak görüldüğünden dolayı çok sınırlı olanaklara sahip olan bütçeden büyük bir pay bu amacı gerçekleştirmek için harcanmıştır (Sey, 1998: 26). Bu amaçla gerektiğinde eski yapılar yıkılmış yerine yeni dönemin modern anlayışı çerçevesinde uygun girişimlerde bulunulmuştur (Tekeli, 2001: 74). Bu dönemde Ankara göç almaya başlamış ve 1939’da nüfusu 125.000 olmuştur. Bu hızlı nüfus artışı beraberinde hız kazanan bir konut ihtiyacı doğurmuştur. Fakat yaşanan kriz hem ithal inşaat ürünlerinin alımını kısıtlamış hem de iç piyasada bulunan ürünlerin fiyatlarını arttırmıştır. Bu nedenle özellikle İstanbul, Ankara, İzmir gibi hızlı bir büyüme sürecinde olan kentlerde kriz boyutuna varacak bir konut sorunu hakim olmaya başlamıştır (Şenyapılı, 2004: 80). Ankara’da Eski Kent diye tanımlanan kale eteklerinden başlayıp batıda bugünkü Atatürk Bulvarı, güneyde ise tren yoluna dek uzanan yaklaşık 140 hektarlık yerleşme alanında 1923-1930 yıllarında apartmanlaşma 128 eğilimi başlamıştır. Bunun nedeni ise çarşıları ve altyapısı olan bu bölgede arazi fiyatlarının yüksek olmasıdır. Bu apartmanlar, büyük, sağlam, zengin görünüşlü, cepheleri süslü ve pahalı inşaatlardı. 1950’lerin ilk yarısından önce kat mülkiyeti olmadığı için binaların sahibi ya tek kişi ya da aile sermayesiydi ve diğer katlar kiraya veriliyordu. Lüks ve pahalı yapılar olan bu apartmanların kiracıları da üst ve üst-orta gelir gruplarındandır (Şenyapılı, 2004: 51-53). Bu yapıların varlığıyla birlikte yoksul kesimler ise altyapı imkânlarının henüz olmadığı konutlarında barınmaya devam etmekteydi. Yani bu ikili yapı Cumhuriyetin ilan edildiği tarihlerden itibaren hakim bir gerçek olmaya devam etmiştir. Şenyapılı (2004: 77), Ankara’da baraka şeklinde filizlenmeye başlayan gecekonduların, 1950’li yıllara kadar resmi kaynaklarca yok sayıldığını ve varlığı kabul edildiğinde de gerektiğinde planlama ya da şiddet önlemleri ile çözülebilecek geçici bir sorun olarak algılandığını belirtmiştir. 1923-1950 döneminde kırdan kente önemli bir nüfus hareketi gerçekleşmemiştir. Ama 1930’ların sonlarında muhtemelen tarımdaki güçlükler ve kentlerde görülmeye başlanan ekonomik büyümenin bir seçenek oluşturması nedeniyle kentlere doğru bir miktar göç olmuştur. Ekonomik kaynak olarak işgücünün belirli biçimde tarımdan kopması ancak 1950’lerde görülmüştür (Shorter, 1986: 353). Bu dönemde belli başlı küçük gruplar göç etmeye başlamış, kitlesel göçler yaşanmamıştır. Şenyapılı (2004: 73-74) kitlesel göçlerin yaşanmamasını iki nedene bağlamaktadır. Bunlardan ilki, kırda değişmeyen emek yoğun teknoloji ile nüfusun topraktan büyük ölçülerde kopmaması; ikincisi ise kentlerde istihdam olanaklarının son derece kısıtlı olmasıdır. Şenyapılı’ya (2004: 114-117) göre göç eden küçük grupların göç etme sebebi ise kırın itici koşulları ile kentteki inşaat sektörünün çekiciliğinin birleşmesinden doğan bir göçtür. Bu dönemde ekonomiden en düşük payı alan kırsal alan nüfusu, kentli nüfusun aldığı payın dörtte birini elde etmektedir. Hem Osmanlı döneminden kalma toprak sisteminin devam etmesi hem eski toprak işleme araçlarının kullanılıyor olması hem de sanayileşme çabasında olan ülkede bu alanlara yönelik yatırımların yapılamaması gibi sebeplerden ötürü tarımsal üretimde verimlilik sağlanamamaktadır. 129 1923-1950 döneminde kentlerin gelişimine planlama çerçevesinde yön verilmiş, en önemli planlama deneyimi ise Ankara’ya ilişkin olmuştur. 1930 yılında çıkartılan 1580 sayılı yasada belediyelerin görevi olarak imar planlarının, nüfusu 2000’nin üzerinde olan her yerleşim yeri için hazırlanması zorunlu kılınmıştır. İmar planları aracılığıyla, siyasal merkez, hem kentsel mekânı düzenlemiş olacak hem de kentler üzerinde denetim sağlayacaktı. Yalnız, Belediyeler Yasası’nda birçok kentsel hizmetin sağlayıcısı olan belediyeler, yeterli mali kaynak ve personelden yoksun olduğu için, çok temel görevlerini bile yerine getiremez duruma gelmiştir (Şengül, 2009: 117-119). Bu dönemde kentleşmenin etkileriyle belediye yönetimi ve imar mevzuatı yenilenmiş, Belediye Kanunu ile her belediyeye imar planı yapma zorunluluğu getirilmiştir. Bu dönemde, 1930 yılında 1580 sayılı Belediye Kanunu ve 1593 sayılı Umumi Hıfzıssıhha Kanunu, 1933 yılında 2033 sayılı Belediye Bankası Kuruluş Kanunu, 1934 yılında Belediye İstimlâk Kanunu ve 1935 yılında Belediyeler İmar Heyeti Kuruluş Kanunu çıkarılarak planlamanın yasal çerçevesi oluşturulmaya çalışılmıştır (Erkut, 2006: 294). Bu dönemde devletin elinde büyük bir arazi stoku bulunmaktadır. Devlet, bu arazileri planlı bir kent kurmak için kullanmak yerine satarak gelir elde etmeye çalışmıştır. Bu dönemdeki sermaye birikiminin ana kaynağını toprak geliri oluşturmaktadır. Devletin konut politikası, sadece devlet bürokratlarının konut politikaları ile sınırlı kalmıştır. Devletin bu dönemdeki dar gelirli aileleri konut sahibi yapma amaçlı yeniden dağıtım politikası da memura ucuz konut sağlamak amacıyla kurulan Emlak Kredi Bankası ve Sosyal Sigortalar Fonu ile sınırlı kalmakla birlikte buradan sağlanan krediler, daha çok orta ve üst sınıf konut projeleri için kullanılmıştır (Bozkulak, 2005: 239-240). Kırsal alanda üretim araçlarına sahiplik noktasında var olan eşitsizlik, kent ve kır arasında da yaşanmakta, bu durumdan da en çok mülksüz olan emek gücü etkilenmektedir. II. Dünya Savaşı ile kırsal alanda var olan eşitsiz ilişki, kente taşınmaya ve daha da derinleşmeye başlamıştır. 130 II. Dünya Savaşı yıllarında kentleşme hızı, dönemin olağanüstü koşulları nedeniyle oldukça yavaşlamakla birlikte savaşın bitmesiyle kentleşme hızı artmaya başlamıştır (Keleş, 2012: 61-62). 1940-1945 yılları arası, Türkiye için kentleşme hızının düşük ancak modernleşme projesi dahilinde modern kent planlaması uygulamalarının yoğun olduğu bir dönemdir. Osmanlı Devleti’nden devralınan tarımsal topraklar ve kentsel alanlarda temel sorun, Kurtuluş Savaşı sonrasında Anadolu’da kalan nüfus ile mübadele ile gelenlerin iskânı ve devlet eliyle kurulacak sanayilerin yer seçim kararlarıdır (Kurtuluş, 2005a: 84). 1923-1950 döneminde Türkiye’de güçlü bir kentleşme hareketi görülmemektedir. Bunun sebebi Sencer’e (1979: 74) göre her şeyden önce tarımdışı sermayenin kentlerde yoğunlaşmasının zayıflığı, doğal nüfus artış hızının düşük olmasından dolayı kır kesiminde bir nüfus yığışmasının henüz olmamasıdır. Ayrıca henüz tarıma açılmamış olan alanların varlığı, tarımda makineleşmenin başlamamış olması ve kır-kent arasında toplumsal, ekonomik ve fiziksel bir ilişkinin kurulmamış olması gibi nedenler kırdan kente doğru önemli bir göç hareketini henüz doğuracak boyutlara ulaşmamıştır. 4.1.3. 1950-1980 Döneminde Türkiye’de Kentleşme Süreci ve Mekândaki Yansımaları 1950’li yıllar, Türkiye için kapitalist dünya ile bütünleşme yıllarıdır. Bu bütünleşmenin ana unsurları ise büyük kentlerdeki ticaret burjuvazisi ile feodal gerici güçler ve aralarında oluşturdukları ittifaktır. Bu ittifak, merkezlerin gelişmesini hızlandırırken, bölgesel gelişme farklarını büyük kentlerin lehine çevirmiştir. Kırsal kesime ve köylülüğe yönelik kültürel, iktisadi ve toplumsal gelişme hedefleri yavaş yavaş terk edilmiştir (Keskinok, 2006: 16). Türkiye 1950’li yıllarda kırlardan kentlere doğru büyük kitlesel göçler ve buna bağlı gerçekleşen hızlı kentleşme olguları gibi yeni olgularla tanışmıştır (Aslan, 2010: 67). Bu dönemde kırsal Türkiye büyük bir dönüşüm yaşamış, 1940’lı yılların kendi içine kapalı, pazardan çok kendi ihtiyaçları için üretim yapan kırsal alan toplulukları geride kalmıştır (Akşit, 2006: 145). 1950-1980 dönemindeki 131 kentleşme hareketini bir önceki dönemden ayıran en önemli fark, kentlerin büyümelerinin doğal nüfus artışından çok kırdan yönelen göçlerle meydana gelmesidir. 1950 öncesi dönemde toplam nüfus artışıyla kentsel nüfus artışı arasında belirgin bir fark yok iken, 1950’li yıllardan sonra kentsel nüfus artışı, toplam nüfus artışını bir hayli geride bırakmıştır (Işık, 2005: 62). 1950 yılında % 25.0 olan kent nüfusu 1980 yılında % 74.9’a çıkmıştır. Bu durum Çizelge 6’dan da açıkça görülmektedir. Çizelge 6: 1950-1980 Döneminde Kent ve Kır Nüfusu, Kent ve Kır Oranı (%) ve Kentli Nüfus Artış Hızı (%) Yıllar Kentsel Yüzde Nüfus(10.000+ yerler) 5.244.337 25.04 1950 6.927.343 28.79 1955 8.859.731 31.92 1960 10.805.817 34.42 1965 13.961.101 38.45 1970 16.869.068 41.81 1975 19.645.007 43.91 1980 Kaynak: Türkiye İstatistik Kurumu, 2012. Kırsal Nüfus Yüzde 15.702.851 17.137.420 18.895.089 20.585.604 21.914.075 23.478.651 25.091.950 74.96 71.21 68.08 65.58 61.55 58.19 56.09 Kentli Nüfus Artış Hızı (%) 22.47 55.67 49.21 39.71 47.33 41.75 30.47 Devlet İstatistik Enstitüsü tarafından yapılan bir araştırmaya göre bölgeler arası kır-kent nüfus dağılımı Çizelge 7’de verilmiştir: Çizelge 7: Bölgelerin Yıllık Nüfus Artışları: Kır-Kent (%) 1955 1960 1965 1970 1975 KENT KIR KENT KIR KENT KIR KENT KIR KENT KIR Trakya 52.6 26.5 -8.0 29.1 71.9 25.9 35.1 43.1 25.7 46.9 Karadeniz 77.8 25.6 27.4 61.5 42.2 16.7 46.5 8.0 34.0 7.0 Marmara ve 38.1 0.4 69.9 18.8 7.4 16.8 40.4 12.6 42.5 18.9 Akdeniz 65.5 24.2 62.6 22.5 46.3 21.5 46.1 18.6 55.9 22.5 Batı 59.2 13.1 54.6 13.4 28.6 10.7 38.3 18.8 33.2 -6.3 İç Anadolu 61.9 18.1 63.9 16.3 41.5 15.2 54.5 8.4 49.7 8.7 Güneydoğu 47.0 20.0 110.6 6.7 39.4 34.5 73.1 14.8 51.3 9.0 65.5 21.8 45.5 23.6 48.5 19.9 66.4 12.8 37.8 14.7 Ege Anadolu Anadolu Doğu Anadolu Kaynak: İçduygu ve Sirkeci, 1999: 251. 132 1950-1955 döneminde kent ve kır nüfusu artan Trakya’nın 1960 yılında kent nüfusunda ciddi bir azalma görülürken, kır nüfusunda bir artış yaşanmıştır. 1965 yılında ise kent nüfus oranı artarken, kır nüfus oranında bir düşüş yaşanmıştır. 1980’li yıllara doğru ise kent nüfusunda sürekli bir azalma görülürken, kır nüfusu artmıştır. Karadeniz Bölgesi’nde 1950-1955 döneminde kent nüfusu artarken, 1960 yılında ciddi bir azalma olmuştur. 1975 yılına kadar yaşanan artış ise 1980’li yıllara doğru tekrar azalma yönünde ilerlemiştir. Kırsal alan nüfusu ise 1960 yılına kadar artış gösterirken, 1960’lı yıllardan sonra bir düşüş yaşanmıştır. Marmara ve Ege Bölgesi’nde 1950-1955 döneminde kent nüfusunda meydana gelen artışa karşın, kır nüfusunda ciddi bir düşüş yaşanmıştır. 1960 yılında ise hem kent hem de kır nüfusunda bir artış söz konusudur. 1965 yılında ise kır ve özellikle kent nüfusunda ciddi bir düşüş yaşanmıştır. 1970’li yıllardan sonra ise bu bölgelerde kır nüfusu azalırken kent nüfusu artmaya başlamıştır. Akdeniz Bölgesi’ne bakıldığında kır nüfusunda devamlı bir azalmaya karşın kent nüfusunda görece bir artış yaşanmıştır. Batı Anadolu’da kent nüfusu 1950-1955 döneminde artarken daha sonraki dönemlerde azalma eğilimine girmiştir. Kır nüfusu ise sadece 1975 yılında bir artış göstermiş, diğer dönemlerde ise azalmaya devam etmiştir. İç Anadolu Bölgesi’nde ise artma eğilimi gösteren kent nüfusu 1965 yılından sonra azalmaya başlamış, özellikle 1980’li yıllara doğru ciddi bir düşüş yaşamıştır. Bölgedeki kır nüfusu ise sürekli bir azalma eğilimi göstermiştir. Güneydoğu Anadolu Bölgesi’nde 1950-1960 döneminde ciddi bir kentli nüfus artışı yaşanırken, aynı dönemde kırsal alan nüfusunda bir azalma yaşanmıştır. Buna karşın 1965 yılında kent nüfusunda bir azalma söz konusu iken kır nüfusunda artış söz konusu olmuştur. Bundan sonraki dönemde ise kırsal alan sürekli nüfus kaybetmiştir. Doğu Anadolu Bölgesi’nde ise hem kır hem de kent nüfusu bakımından sürekli bir azalma görülmüştür. Türkiye’de 1927 ile 1965 arasında 10.000 ve daha fazla nüfuslu yerleşim alanlarının kentsel nüfusunun %409 arttığı tahmin edilmiştir. 1955 yılında toplam %10.5 olan iç göç oranı 1965 yılında %11.8’e yükselmiştir. Bu artış, nüfusu 100.000 ve daha fazla olan kentlerde diğer küçük yerleşim alanlarından daha fazla olmuştur ki bu artışın büyük bir kısmı kırsal göçten kaynaklanmıştır (Karpat, 2003: 33). 1950’li yıllardan sonra pazar için üretim başlamış, tarıma karasaban yerine atla 133 çekilen demir pulluk ve daha sonra da traktör girmiş, kırsal alanlara eğitim, sağlık gibi hizmetler götürülmüş ve ölüm oranları kesin bir inişe geçmiştir. Tüm bu oluşumlar var olan dengeleri dönüşüme uğratmış ve tarımsal kopmalar başlamıştır. Başlarda tarımsal bölgeler arasında mevsimlik göçler başlamış ardından bu durum kırdan kente göçe dönüşmüştür. 1950’li yıllardan önce bu durum çok az kırsal alanda gözlemlenirken, 1950’lerden sonra birçok kırsal alanı etkisi altına almıştır19 (Akşit, 2006: 127). Bu dönemin kendine özgü birtakım dinamikleri mevcuttur. Bu dinamikler, hızla artan kırdan kente göç, büyük kentlerde gecekondulaşmanın başlaması, kentlerde ortaya çıkan konut sorunları, mevcut kapasitenin ve yeni oluşturulan kurumlaşmanın20 sorunlar karşısında yetersiz kalması, demografik geçiş süreci ve hızlanan demografik artış, Marshall yardımıyla tarımsal mekanizasyonun başlaması, tarımda emek gereksiniminde düşüş, hızlı kentleşme sürecinin yarattığı sorunlar (Eraydın ve Tekeli, 2010: 14). 1960’lı yıllardan 1980’li yıllara kadar ise demografik geçiş süreci ve hızlanan demografik artış, tarımda dönüşüm, az gelişmiş yörelerin pazar için üretime başlaması, bölgesel dengesizlikler, ekonomik gelişme ve sanayileşme çabalarının hızlı kentleşme karşısında yetersiz kalması, süregelen iç göç, dış göç, tarımda açığa çıkan nüfusun kırsal alandan kopuşu, göçlerin büyük kentlere yönelimi, metropoliten alanların ortaya çıkışı, kalkınmanın planlanmasına yönelik çabalar, bölge planlamanın gündeme gelmesi ve bölgesel dengesizlikler (Eraydın ve Tekeli, 2010: 16-17). 19 Kırsal alanda yaşanan kapitalist dönüşüm, Kıray ve Hinderink (akt. Akşit, 2006: 129) tarafından 1970 yılında Çukurova üzerine yapılan çalışmada izlenebilmektedir. Çukurova’da yeni bir pamuk türünün meta olarak üretilmeye başlanması, traktörleşme ve kapitalist çiftliklerin ortaya çıkmasıyla ortakçıların bir kısmı kente göçmüş, kırda kalanlar ise ücretli işçilere dönüşmüştür. Bu dönüşüm tüm Çukurova bölgesi için aynı anda yaşanmamıştır. Bazı köylerde toprak kutuplaşması ve toplumsal farklılaşma çok ileri düzeylere ulaşırken bazı köylerde hâlâ geçimlik üretim devam etmiştir. Bu örnek göstermektedir ki, kapitalist üretim ilişkileri bir kentin farklı bölgelerine dahi eş zamanlı sirayet etmemektedir. 20 Yapılan düzenlemeler ve kurumlaşma: İller Bankasının kurulması (1945), Belediye Gelirleri Yasası (1948), TMMOB Yasası (1954), İmar Yasası (1956), İmar ve İskân Bakanlığının kurulması. 134 Emek gücünün kentleşmesi olarak nitelenen 1950-1980 döneminde, tarım sektöründe Marshall Yardımı 21 ile başlayan modernleşme çabaları ile tarım temelli ihracat ile gelişme stratejileri, kırsal alanlarda fazla nüfusun ortaya çıkması ile sonuçlanmıştır (Şengül, 2009: 122). Basit bir teknoloji kullanarak toplumsal zenginliği (tarımsal üretimi) üreten kırsal alan nüfusu ya kiracı (ortakçı) ya da küçük toprak sahibi olarak modernleşme öncesi toplumlarda varlığını sürdürmekteydiler. Kısıtlı bir artı ürün elde eden bu nüfus elde ettiğini ya pay olarak ya da vergi olarak büyük toprak sahiplerine veya lord-bürokratlara devretmekteydiler. Modern teknoloji, yeni ürün çeşitleri ve bunlarla ilgili tarımsal-ekonomik değişiklikler sebebiyle birkaç yıl içinde kiracı, ortakçı olarak kalma şanslarını yitiren kırsal alan nüfusu ya tarımda ücretli işçiye dönüşmekte ya da kente göçmek zorunda kalmaktadır (Kıray, 2007: 95; Özdemir, 2005: 212). 1950-1980 döneminde yaşanan kentleşme süreci, özellikle 1960’lı yıllarda hız kazanan ulusal kalkınmacı politikaların sanayileşmeyi hızlandırmasıyla yeni bir ivme kazanmıştır. Bu dönemde ortaya çıkan iç göç, ağırlıklı olarak kırdan kente dönük olarak, bölgesel değil ulusal ölçekte gerçekleşmiştir. Tarım sektöründe modernleşme çabaları bu sektörde ihtiyaç fazlası emeğin ortaya çıkmasına yol açmıştır. Kırsal alanda geçimini sağlayamayan kesim, 1950’lerin başlarından itibaren ve 1960’larla 1970’lerde hızlanan bir biçimde kentlere yönelmişlerdir (Şengül, 2009: 122). Bu dönemde yaşanan kentleşme devlet eliyle de desteklenmiştir ki bunun kanıtı İkinci Beş Yıllık Kalkınma Planı’nda yer alan ifadede görülmektedir (DPT, 1968: 263): “Şehirleşme desteklenecek ve şehirleşmeden ekonomiyi itici bir güç ve bir gelişme aracı olarak yararlanılacaktır”. Kentleşme devlet eliyle her ne kadar desteklenmiş olsa da sanayileşme ile doğru orantılı gerçekleşmediği için kentlere göç edenleri istihdam gibi bir sorun karşılamış ve bu durum da onları marjinal sektöre yöneltmiştir. Sanayi sektörünün gelişmesinin getirdiği bir 21 1948-1950 yılları arasında Türkiye’ye Marshall Yardımı kapsamında toplam 164 milyon dolar girmiştir. Bu yardımın %22’si tarımsal mallar ve makineler için harcanacaktır. Bu pay, yardım fonundan faaliyet kolları için ayrılan en büyük yüzdedir. Ayrıca sulama tesisatı için de bir milyon dolar civarında ödenek ayrılmıştır (Şenyapılı, 2004: 118). 135 çekicilikten ziyade kırsal alanın iticiliği ile gerçekleşen göç hareketlerinde 1950’li yıllarda sanayide 120 bin kişilik bir istihdam artışı görülse de bu süreç içerisinde göç edenlerin tamamı istihdam edilememiş ve kentlerde açık işsizlik ortaya çıkmıştır (Kepenek ve Yentürk, 2005: 133). 1950’li yıllarda başlayan sanayileşme süreci ve yatırımlar pahalı yabancı teknoloji ve kapitalin ithaline dayanmaktadır. Bu girdilerin pahalı olması sebebiyle kâr elde edebilmek için bir başka girdi olan emeğin ucuz olması gerekmektedir. Buradaki ucuz kavramı ile sadece emeğin ücreti kastedilmemektedir. Aynı zamanda emeğin yeniden üretiminin devlete veya işverene mali yük getirmeden karşılanabilmesini kapsamaktadır. Bu bakımdan göç edenler ucuz emek olarak görülmektedir (Şenyapılı, 2004: 186; Bozkulak, 2011: 108; Şengül, 2009: 128). Türkiye’de gecekonduların ortaya çıkışı 1945’li yıllara kadar uzanmaktadır. Bu yapılaşmanın başlarda geçici olduğu düşünülse de zamanla kentlerin asli unsurları halini almıştır. Birinci Beş Yıllık Kalkınma Planı’nda kentlerde oturulabilen konut sayısı 1.175.000 ve gecekondu sayısı da 240.000 olarak belirlenmiştir (DPT, 1963: 430). Ankara’da nüfusun %61’i, İstanbul’da %45’i ve İzmir’de %43’ü gecekondu semtlerinde yaşamaktadırlar (Kıray, 2007: 91)22. II. Dünya Savaşı yıllarında ortaya çıkan gecekondu, 1948 yılında büyük kentlerde 15-30 bini buluyor iken, 1953 yılında bu sayı 80 bine çıkmıştır (Keleş, 2012: 509). 1950’li yıllardan itibaren hızla artan gecekondu adı verilen konutların sayıları 1980’li yıllara kadar yüzbini bulmuştur. Hatta dünyada gecekondu nüfusunun en fazla olduğu ülkeler sıralamasında Türkiye onuncu sırada yer almaktadır (Davis, 2010: 40). Önemli politik, ekonomik değişmelerin olduğu çok partili dönemde özellikle 1950’den sonra uygulanan liberal ekonomi politikaları hızlı ve plansız bir kentleşmeye, bu durum da hızla artan bir konut ihtiyacına yol açmıştır (Sey, 1998: 285). Bu konut ihtiyacı devlet nezdinde de birtakım adımların atılmasına yol açmıştır. 1950’lerin sonunda İmar ve İskân Bakanlığı kurulmuş, 22 Göçle birlikte sayıları hızla artan gecekondular sosyal bilimcilerin ilgisine mazhar olup birçok çalışmaya da konu olmuşlardır. Literatürde İstanbul merkezli gecekondu bölgeleri ağır basmış olsa da diğer kentlerle ilgili çalışmalar da mevcuttur. Örneğin, Türkdoğan (1974), Erzurum’daki gecekondularla, Yörükan (1966), İzmir’deki gecekondularla, Yasa (1966) ise Ankara’daki gecekondularla ilgili çalışmalar gerçekleştirmişlerdir. 136 1960’larda DPT oluşturulmuş, 1966’da 775 sayılı Gecekondu Yasası çıkartılmış, daha sonra Arsa Ofisi kurulmuş, 1970’lerin sonlarında Yeni Kentsel Gelişme Alanları ve Milli Konut Politikası ilkeleri yayınlanmış, 1981’de de Toplu Konut Yasası çıkartılmıştır. Ama tüm bu kamu etkinliklerine rağmen konut sorunu ve kentlerin planlı gelişmesiyle ilgilenen devlet, özellikle büyük kentlerde sadece %30’luk bir kısmı denetleyebilmiş, bu kentlerin geri kalan %70’i ise kırdan gelen göçmenlerin kendi kurallarıyla şekillenmiştir (Kartal, 1983: 101). Kentsel mekânda içgöçle aynı hızda artan gecekonduları Latife Tekin şöyle betimlemiştir23: “Bir kış gecesinde, gündüzleri kocaman tenekelerin şehrin çöpünü getirip boşalttıkları bir tepenin üstüne, çöp yığınlarından az uzağa, fener ışığında, sekiz kondu kuruldu… Öğlen olmadan tepeye kar gibi insan yağmaya başladı… O gece fener ışığında, kar altında, karın üstüne yüz kondu daha kuruldu… Çiçektepe adı verildikten sonra, adının güzelliğine kanan, yıkımın durduğunu duyan yüzlerce insan bu tepeye geldi. İnsan akınını durdurabilmek için çöp yoluna derin çukurlar kazıldı. Kocaman kamyonlarla taşınıp kum, çakıl yapıldı. Tepeye akan insanlar küreklere yapışıp kumu, çakılı çukurlara doldurdular. Yolu aşıp tepeye çıktılar. Bir gecede Çiçektepe’ye fener ışığında yüz kondu daha kuruldu. Sabah konduların çevresindeki boş yerler paylaşıldı. Paylaşılan yerler ufak ufak taşlarla, tellerle çevrildi... Çiçektepe'de çiçekler açılmadan, kimi sırt sırta küs gibi duran, kimi yüzyüze bakan kondulardan üç ayrı mahalle oluştu." Kırsal yoksulluğun kente taşınarak kentin çeperinde yoğunlaşması kentsel mekânda bu alanların yoksulluk mekânları ile anılmasına yol açmıştır. Herhangi bir destek almaksızın kendi ihtiyaçları uyarınca konutlarını inşa eden göçmen kitle, emeğin yeniden üretimi için gereken kamusal ve kentsel hizmetleri ya kendi olanakları ile sağlama girişiminde bulunmuş ya da kimi zaman talepkâr bir tavır izlemiştir24. 23 TEKİN, Latife (2010), Berci Kristin Çöp Masalları, İstanbul: Everest Yayınları, ss.1-2. Örneğin Aslan (2010), bir gecekondu mahallesi olan 1 Mayıs mahallesinin kuruluş hikayesini anlatırken, halkın mahalleyi meşru bir zemine oturtmak için nasıl çaba harcadığına değinmiştir. Çavuşoğlu (2008) de yine bir gecekondu mahallesi olan Gülensu mahallesinin kuruluş öyküsünü anlatmakla birlikte, İstanbul’da gerçekleştirilmek istenen kentsel dönüşüme karşı nasıl bir dayanışma sergileyerek, konut hakkını savunduklarını anlatmıştır. Bozkulak (2005) ise Gülensu mahallesinin 24 137 1950’li yıllarda meydana gelmeye başlayan gecekondu mahalleleri kullanım değeri ön planda olan yerleşim alanlarıdır. 1960’lı yıllarda ithal ikameci sanayileşme ile kendini gösteren gelişmeci devlet anlayışı ile devlet, kentsel alanlara yatırımını minimum düzeyde tutma politikaları izlemiştir. Kentsel alanları devlet müdahalesinden yoksun kılmakla kentleşme süreci, yerel toplulukların inisiyatifine bırakılmıştır (Şengül, 2009: 123). 1960’lı yıllardan itibaren uygulanan ithal ikameci birikim modeli sürecinde kentsel rantlar sanayi birikimine bir engel olarak görüldüğü için sermaye kentsel rantlarla ilgilenmemiş, kaynaklar daha çok sanayi sektörüne aktarılmıştır. Bu dönemde kentsel gelişim daha çok küçük sermayenin ve gecekonduların önderliğinde şekillenmiştir (Bozkulak, 2010: 1). Kent merkezlerinin gelişmesi ve araba sahipliğinin artması ile orta sınıf ve yüksek gelir grubu kent dışına yerleşmeye başlamış, merkeze yakın gecekondu mahalleleri ise müteahhitler tarafından orta sınıf için toplu konutlar ve tek tek apartmanlara dönüştürülmüştür (Bozkulak, 2005: 241). Eski kentsel mahallelerin çevresinde, metropoliten çeperde ve eski merkez-sayfiye banliyö hattı üzerinde bağ, bostan, tarla, çiftlik gibi kırsal araziler parselasyon yoluyla bölünerek orta sınıf için yeni konut alanları oluşturulmuştur (Yılmaz, 2010: 4). Özellikle 1950’li yıllardan sonra kentin sosyal ve kültürel coğrafyasında orta sınıfın vazgeçilmez unsuru olan apartmanlar ile kenti çevreleyen gecekondu mahalleleri arasında çarpıcı farklar bulunmaktadır. Bir tarafta kentin seçkin kültürü bir taraftan da henüz kentlileşememiş göçmen nüfusu simgeleyen avam/melez kültür arasındaki uçurum mekânda da somutlaşmıştır (Öncü, 1999: 32). Kısacası gecekondu kadar apartmanlarda bu döneme damga vurmuş bir diğer unsur ve aynı zamanda mekânsal ayrışmanın da bir göstergesidir. Türkiye’de apartmanlaşma olgusu, kentleşme sürecinin yarattığı sorunlarla başetmek isteyen orta sınıfın geliştirdiği bir güç birliği ve bir dayanışma ilişkisidir. Gecekondunun tam karşıtı olan ilişki ve değerlerin mekânı olan apartmanları diğer ülkelerdeki benzerlerinden ayıran en önemli fark, bu ilişki tarzının yaygınlığı ve tüm kentleşme sürecinde oynadığı önemli roldür. Bu tür kuruluş öyküsünü, mahallede yaşayanların dilinden anlatmıştır. Özdemir (2005) Karanfilköy mahallesinin öyküsü ile birlikte yine kentsel dönüşüm karşısında mahallenin tavrını incelemiştir. 138 formel yapılar sayesinde hızla gelişen orta sınıfların yarattığı konut talebi karşılanmış, 1960’lı yıllarda “Kat Mülkiyeti” olarak bilinen yasa ile de destek bulmuş ve yaygınlaşmıştır25 (Işık ve Pınarcıoğlu, 2009: 103-107). 4.1.4. 1980 ve Sonrası Dönemde Türkiye’de Kentleşme Süreci ve Mekândaki Yansımaları 1980’li yıllardan sonra kentleşme sürecine bakıldığında artık kırsal alan nüfusunun kentsel alan nüfusundan çok geride kaldığı görülmektedir. 1980-1990 yılları arasında kentsel nüfus 19.645.007’den 33.326.351’e yükselirken, kırsal nüfus 25.091.950’den 23.146.684’e gerilemiştir (TÜİK, 2012). Çizelge 8: 1980 ve Sonrası Dönemde Kent ve Kır Nüfusu, Kent ve Kır Oranı (%) ve Kentli Nüfus Artış Hızı (%) Yıllar Kentsel Yüzde Nüfus(10.000+ yerler) 19.645.007 43.91 1980 26.865.757 53.03 1985 33.326.351 59.01 1990 44.066.274 64.90 2000 Kaynak: Türkiye İstatistik Kurumu, 2012 Kırsal Nüfus 25.091.950 23.798.701 23.146.684 23.797.653 Yüzde 56.09 46.97 40.99 35.10 Kentli Nüfus Artış Hızı (%) 30.47 62.61 43.10 26.81 Devlet İstatistik Enstitüsü tarafından yapılan bir araştırmaya göre bölgeler arası kır-kent nüfus dağılımı Çizelge 9’da verilmiştir. Bu çizelgeye göre 1975-1980 döneminde kentsel alanda ciddi bir nüfus azalması yaşayan Trakya, 1985 yılında büyük bir yükseliş yakalamış, 1990’da ise tekrar azalma eğilimi göstermiştir. Kırsal alan nüfusu ise 1985 yılında büyük bir azalma yaşamıştır. 1980’li yılların ikinci yarısından sonra ise her iki yaşam alanı azalma eğilimine girmiştir. Karadeniz Bölgesi’nde ise kırsal alan nüfusu azalmıştır. Kentsel alan nüfusu 1985 yılı haricinde azalma eğilimi göstermiştir. Marmara ve Ege ile Akdeniz, Güneydoğu ve Doğu Anadolu Bölgesi’nde kır nüfusu azalırken kent nüfusu artmıştır. İç Anadolu Bölgesi’nde ise 1985 yılı hariç diğer dönemlerde kır ve kentsel alan nüfusunda bir azalma söz konusudur. 25 Yapsatçılık ile ilgili daha geniş bilgiye ulaşmak için bakınız IŞIK, Oğuz, M. Melih Pınarcıoğlu (2009), Nöbetleşe Yoksulluk, İstanbul: İletişim Yayınları, ss. 102-110. 139 Çizelge 9: Bölgelerin Yıllık Nüfus Artışları: Kır-Kent (%) 1980 1985 1990 KENT KIR KENT KIR KENT KIR 9.2 49.5 115.6 -183.1 32.1 32.0 Karadeniz 28.4 9.6 65.3 -11.5 23.8 -6.2 Marmara ve Ege 38.4 25.4 90.0 -50.2 40.4 23.2 Akdeniz 39.3 23.2 65.2 -1.5 41.9 16.5 Batı Anadolu 33.2 0.4 53.4 -8.7 27.6 7.7 İç Anadolu 29.7 2.9 51.5 10.7 26.3 -1.6 Güneydoğu 30.6 0.7 48.9 0.5 50.4 16.8 35.7 9.0 56.4 8.8 35.3 -4.0 Trakya Anadolu Doğu Anadolu Kaynak: İçduygu ve Sirkeci, 1999: 251. 1980 ve sonrası döneminin kendine özgü birtakım dinamikleri mevcuttur. Bunlar süregelen sorunlar, göç, bölgesel dengesizlikler, yeni kentsel gelişme dinamikleri ve dönüşümler, liberalleşen ekonomi, küreselleşme eğilimleri, dünyadaki fırsatların değerlendirilmesi, yeni toplumsal dinamikler, yeniden tanımlanan kent ve insan, bölgeler arasındaki dengesizliğin ekonomik ve siyasal niteliği ile gündeme gelmesi, kentsel kalitenin yükseltilmesi, gecekondu alanlarındaki dönüşüm, toplu konut alanlarının oluşturulması, küreselleşen ilişkiler/küresel kentlerin ortaya çıkışı, yeni sanayi merkezlerinin ortaya çıkışı gibi (Eraydın ve Tekeli, 2010: 30). 1980’li yıllarda dünyada yaşanan büyük değişim Türkiye’yi de etkisi altına almıştır. Küreselleşme ile birlikte küresel pazara dahil olan Türkiye’de ekonomik anlamda büyük değişimler yaşanmıştır. Ekonomik yeniden yapılanmanın gerçekleştiği ülkede toplumsal sınıflar arasındaki farklılaşmalar da kendisini fazlasıyla hissettirmeye başlamıştır. 1980’li yıllarda mekânsal anlamda yoğun farklılaşmalar yaşanmıştır. 1980 yılında alınan 24 Ocak Kararları, her alanda olduğu gibi kentlerde de önemli dönüşümlere kaynaklık etmiştir. Bu kararların temelinde ekonomik politikalar üzerinde kamu yararı kavramının etkisinin azaltılması, rant geliri önündeki ülke ve toplum çıkarlarını gözeten engellerin kaldırılması, ulusal değerlerin korunmasını öngören anayasal ilkelerin aşılması gibi unsurlar yatmaktadır (Ekinci, 1998: 195). Korkut Boratav (2004: 148) ise 24 Ocak Kararları’nın istikrar programı diye anılmasından dolayı aslında böyle bir hedefinin olmadığını, iç ve dış 140 piyasada gerçekleştireceği serbesti ile yerli ve yabancı sermayenin emeğe karşı güçlendirilmesi gibi iki temel hedefi olduğunu belirtmiştir. Büyük bir politika dönüşümünün yaşanmasına ve neoliberal politikaların uygulanmaya başlanmasına yol açan 24 Ocak Kararları’nın uygulanması 12 Eylül askeri darbesi ile sağlamıştır denilebilir. 24 Ocak/12 Eylül dönüşümünde vurgulanması gereken temel nokta devlet ve toplum ilişkilerinde bir dizi değişimi beraberinde getirmiş olmasıdır. Devlet böylelikle hem ekonomi alanında daha pasif bir konuma geçmiş hem de toplumsal ilişkilerdeki hakem rolünden çekilmiştir. Refah devleti uygulamalarının önemli bir bölümünün devletin küçültülmesi tezinden hareketle sona erdirilmesi, toplumsal sınıflar arasındaki eşitsizliği arttırmıştır (Işık ve Pınarcıoğlu, 2009: 124-125). Bu dönemde sermaye daha önce giremediği bütün alanlara girmiş ve kent mekânının belirleyiciliği tamamen sermayenin eline geçmiştir (Bozkulak, 2011: 108; Şenses, 1998: 39). Keskinok’a (2006: 17) göre neoliberalleşme politikaları ile gündeme gelen ve kent planlamasıyla ilgili tüm yetkileri belediyelere devreden yasal düzenlemeler imar felaketlerine de yol açmıştır. Birçok kent, yabancı sermayeyi kendine çekmek için birçok şeyden vazgeçebilmektedir. Yabancılara mülk satışına izin veren yasal düzenlemeler ise özellikle kıyı bölgelerinde hızlı bir el değiştirme ve mülksüzleşmeye yol açmaktadır. Bu durum ise turizme veya tarıma dayalı yerel ekonomileri yıkıma uğratmaktadır26. Özellikle büyük kentlerde kamusal olarak yaratılan her değer, üretimleri sona erdirilen kamu iktisadi teşekküllerine ait arsa ve araziler, dünya sermayesi için cazip rant alanları haline getirilmektedir. 1980’li yıllardan sonra kentte tutunabilmenin neredeyse tek yolu, kentsel rantlar elde etmek haline gelmiştir. Kentlerin büyümesi ile kent içinde kalmaya başlayan gecekondu alanları bu mekânların değerini arttırmaya başlamış ve bu değer artışı ile birlikte gecekondunun yapısı da hızla değişmeye başlamıştır. Gecekondu 26 Bu duruma iyi bir örnek teşkil eden kentlerden biri İzmir’dir. Coğrafi güzellikleri, denizi ve iklimi ile cazibe merkezi olan İzmir’de 1989’da yapımına başlanan Çeşme Otobanı ile kooperatiflerin belediye üzerindeki baskıları artmış ve baskılar karşısında art arda yapılan mevzi planlarla tarımsal nitelikteki araziler imara açılmaya başlanmıştır. Boş alan sıkıntısının arttığı kentte tarımsal aktiviteler yavaşlamış, otoban nedeniyle arsa spekülasyonu artmış ve belediye teşviki ile büyük ölçekli yapı kooperatifleri başlamıştır (Altun, 2012: 45). 141 bölgeleri artık büyümeye hatta apartmanlaşmaya başlamıştır ki bu oluşum, gecekondu afları ile desteklenmiştir (Bozkulak, 2011: 108). Bu döneme kadar çıkartılan gecekondu afları belli zaman ve mekânla sınırlı olarak yapılmış olan gecekondulara yasallık kazandırırken bu dönemde çıkartılan gecekondu afları hem tüm kentteki kaçak yapıları affediyor hem de gecekondulara bir güvence olmaktan çok gecekondulara yapılaşma hakları vererek kentsel ranttan pay almaya yönlendiriyordu (Tekeli, 2001: 84). Kentsel rantlar yeni mekânsal ayrışmalarla ortaya çıkmaktadır. Sermayenin ve emeğin değişen konumları ve sınıf içi bölünmeler yeni mekânsal ayrışmalara zemin oluşturmaktadır. Ayrıca değişen ekonomi politikaları ile kentsel yatırımların bir gelişme sektörü olarak desteklenmesi ve birikim sürecinin yeni aktörlerinin sahneye çıkması yeni mekânsal ayrışmalara yol açmaktadır (Kurtuluş, 2005a: 86). Theodore, Peck ve Brenner (2012: 33), bu dönemi “neo-liberalizmin kentleşmesi” diye adlandırmaktadır. Bu süreçte kentlerin yaşayan kurumsal bir rejim olarak neo-liberalizmin yeniden üretiminde kuluçka makineleri ve doğurgan düğüm noktaları olduklarına dair ifadeleri, kentlerin metalaşarak içine girdiği değişim ve dönüşümü anlatması bakımından iyi bir tespittir. Kentler artık kendi geleceklerini büyük ölçüde değiştirecek bir sermaye akımı ile karşı karşıyadır. Bu sermaye akımını kendilerine çekmek isteyen kentler arasında bir yarışın ve rekabetin yaşanması da artık kaçınılmaz olmuştur. Büyük yatırımcılar için gayrimenkul önem kazanmış, büyük finansal kaynaklar kent arsalarına yönelmeye başlamıştır (Işık ve Pınarcıoğlu, 2009: 63). Dünyanın birçok kentini etkisi altına alan ekonomik, sosyo-kültürel, toplumsal, mekânsal ve politik gelişmeler Türkiye kentlerini de etkisi altına almıştır. Ekonomik yeniden yapılanma, üretimin değişen örgütlenme biçimleri ve bilgiye dayalı yeni dalların hizmet sektörüne eklemlenmesi emek sınıfının yapısında değişikliklere yol açmıştır. Artık toplum içinde gitgide birbirinden kopan ve farklılaşan sınıfların farklı yaşam alanları tercih etmeye başlaması ile özellikle ekonomik faaliyetlerin yoğunlaştığı kentlerde yaşam alanları dönüşmeye ve farklılaşmaya başlamıştır (Uzun, 2006: 340). Neoliberal yeniden yapılanma kent ve bölge anlamında yerel 142 düzeydeki sermaye ile uluslararası sermaye arasında kurulan yeni kapitalist ilişkiler, çalışan sınıflar aleyhine eşitsiz ilişkiler doğurmuştur. Neoliberal politikalar sermaye dolaşımının önünü açarken, işgücünü hareketsiz kılmıştır. Bunu da işgücünü sendikasızlaştırarak gerçekleştirmeye çalışmıştır. “Dünya kenti”, “yarışan yerellikler” gibi yeni oluşumlarla neoliberal dönemle birlikte kentler arasında bir hiyerarşilenme söz konusu olmuştur (Doğan, 2001: 99). Özellikle ekonomik faaliyetlerin yığıldığı bu büyük kentlerde yaşam alanlarında dönüşüm ve farklılaşma yoğun olarak yaşanmıştır. Üretimin dünya ölçeğinde yeniden örgütlendiği bu aşamada farklılıkların tüketilmesi bazı mekânların artan trafik içinde yeniden yapılanmanın tüm olanaklarından yararlanmasına yol açarken bazı mekânları bu trafiğin dışında bırakmıştır. Özellikle sermayenin kriz döneminde spekülatif bir nitelik kazanan kapitalist ilişkiler neticesinde “keşfedilen mekânlar” bir yandan ticarileşirken diğer yandan da yerel özellikler artan ölçüde ön plana çıkmaktadır (Ercan, 1996: 65-66). Kentler arasında büyük eşitsizlikler yaratan neoliberal politikalar, Türkiye’de özellikle hem İstanbul ile diğer kentler arasında hem de büyük kent merkezleri ile taşralaşan diğer merkezler arasında bir uçurumun doğmasına yol açmıştır. Türkiye’nin büyük kentleri [Burada bahsi geçen kent İstanbul’dur] dünya kenti olma yolunda epey bir yol almıştır. İstanbul’un daha doğrusu İstanbul’un gelişmiş çekirdeğinin globalleşme performansına göre Türkiye’nin geri kalanın taşralaştığını söylemek mümkündür (Bora, 1996: 102). Neoliberal dönemden önce kolektif tüketimin örgütlendiği mekân olarak ön plana çıkan “yerel”, emeğin yeniden üretiminin mekânı olarak işlev görürken, neoliberal dönüşümlerle birlikte çokuluslu sermayenin kârlılığını arttıracak bir mekân olarak işlev görmektedir (Doğan, 2001: 100). Yerel yönetimler, kentler ve uluslararası sermaye arasında sermaye birikimi adına bir aracılık görevi üstlenmiştir (Şengül, 2007: 98). Dünya ölçeğinde sermaye dolaşımının önündeki engelleri kaldırmak amacıyla yönetişim, katılımcılık gibi ilkelerle ulus devleti işlevsizleştirerek yerelliklerin ön plana çıkartılması şeklinde politikaların benimsenmesine kaynaklık eden 24 Ocak Kararları ile devlet sosyal alanlardan 143 çekilmiştir. Özelleştirmelerin olduğu bu dönemde ekonomik anlamda toplumsal sınıflar arasındaki ayrışma daha da derinleşmiş oldu. Girişimciliğin öneminin artması ile birlikte mal, hizmet ve sermaye, ulus devlet sınırlarının dışına taşmaya başlamış bu durumda kentleri ve yerel yönetimleri ön plana çıkarmıştır. Artık kentler yerel gelişmenin motoru halini almıştır. Küreselleşmenin ulus devleti aşabilmesi artık yerel yönetimlerden ve kentlerden geçmektedir. Küresel ağlara katılan kentlerde göze çarpan en önemli gelişme ise varsıllık ve yoksulluk arasındaki kutuplaşmanın artmasıdır. Ayrıca küreselleşmenin getirdiği olanakları kullanarak zenginleşen kesimlerin ofis, konut, alışveriş merkezleri gibi talepleri, kârlı bir inşaat sektörünün doğuşuna ve bu sektöre yatırım yapmak isteyen finans çevrelerinin kentlerde sürekli bir değişim dinamiği yaratmasına yol açmıştır (Işık ve Pınarcıoğlu, 2009: 62). 1980’li yıllar Türkiye kentleşmesine damga vuran, farklılaşma ve çeşitlenme dinamikleri ve bunun sonucunda ortaya çıkan ayrışma eğilimleridir. Bir yandan kent çeperinde kalmış ve eski ağ türü ilişkilerden yoksun olan kent yoksulları, bir yandan kooperatifler yoluyla kentteki paylaşım kavgasına katılan ve kent çeperindeki geniş arazilere göz diken orta sınıflar, bir yandan da kentin en prestijli alanlarında özel güvenlik sistemleri ve yüksek duvarlarla kendisine korunaklı bir alan yaratan üst sınıflar (Işık ve Pınarcıoğlu, 2009: 128). 1980 yıllarından sonra toplum içindeki ayrışma dinamikleri artmış ve kentsel ilişkilerin aktörlerinin kent içindeki yaşam alanları arasında oldukça görünür bir şekilde ayrışmaya başlamıştır. 1980’li yıllarda uygulanan ekonomi politikalarından fayda görenler işadamları ile olağanüstü bir büyüme göstermiş olan ticaret ve sanayi şirketlerinde yüksek ücretler karşılığında çalışan çoğunluğu yurtdışında eğitim görmüş profesyonel yöneticilerdir. Böylece toplum içinde çok yüksek düzeyde harcama imkânına sahip olan bir kitle ortaya çıkmış oldu. Bu kitlenin mensupları yeni sosyal konumlarına uygun bir yaşam tarzı sürmek istediklerinden lüks konut arayışına girmişlerdir. Kendileri gibi olanlarla aynı ortamda yaşamak isteyen bu seçkin kitlenin isteği villalardan hemen sonra lüks sitelerin doğmasına neden oldu 144 (Bali, 1999: 35-36)27. Hızla büyüyen finansal endüstride ve dünya ölçeğinde süregelen trafiği kontrol etmek için gerekli uzman hizmetlerde çalışan yüksek gelirli bir kesimin varlığı, beraberinde düşük ücretli ve vasıfsız birçok mesleğin doğmasına yol açmıştır (Sassen, 1986: 86). Tüketim kalıplarının toplumsal statüleri belirlediği günümüz toplumunda statünün en önemli öğelerinden biri konut tipi ve konut çevresi olmuştur 28. Özellikle 1990’lı yıllarda toplumun bir kesiminin gelirinin çok artmasıyla “ben”in ön plana çıktığı “keyif alma”nın öncelikler arasında yer aldığı ve bireylerin “taşradan kopup gelen kırolar” ile birlikte bulunmak istemedikleri bir dönem oldu (Bali, 1999: 43). Kürşad Oğuz’un Aktüel’de yayınladığı “Yok Öyle Beyaz Türkiye!” isimli yazısında da bu kutuplaşma açık bir şekilde görülebilmektedir (akt. Yumul, 2000: 37): “Mekânları, konuşma tarzları, söylemleri farklı ama, artık her yerde “siyah Türkler” var. “Light” pop starların oturduğu koltuklar şimdi onların. Adları İbrahim, Mahsun, Hakan, Mükremin… İmajları “delikanlı doğmak, harbi olmak”. Dizileri reyting patlatıyor, kasetleri yok satıyor, konserlerinde hep izdiham var. Önce kentleri, sonra kültürü, şimdi de Türkiye’yi ele geçirdiler. Doğu ile batı arasında sıkışmış “Beyaz Türkler” de kalelerine çekildi.” Sürekli işsizlik, artan oranda yoksulluk, önemli bir kesimin potansiyel tüketim olanaklarıyla gerçek tüketim gücü arasındaki uçurumun giderek büyümesi gibi nedenler bugün hemen hemen tüm kapitalist toplumlarda çok ciddi bir banliyö/varoş sorununu gündemde tutmaktadır. Bir yanda apartman semtleri, güvenlikli site “kasabaları” gelişirken, diğer yanda ise gecekondu mahalleleri büyümelerini sürdürmektedirler (İnsel, 1999: 23-25). Kentsel alanların kullanım biçiminin değişmesi ve altyapı yatırımlarının yapılması kent toprağının rantını 27 Güvenlikli siteler özellikle 1990’lı yıllardan itibaren Türkiye’de dikkat çekici bir sosyal ve mekânsal olgu haline gelmiş ve birçok çalışmaya da konu olmuştur. Öncü (1997), Bali (1999), Bartu (2002), Levent ve Gülümser (2004), Ayata (2005), Kurtuluş (2005a) ve (2005b), Öncel ve Özaydın (2012), Perouse (2012), Aydın (2012), Tanülkü (2012), Doğan (2012), Berkoz (2012), Kurultay ve Peksevgen (2012) yapılan çalışmalardan sadece bazılarıdır. Bu çalışmalar güvenlikli sitelerin İstanbul’da daha çok mevcut olması sebebiyle İstanbul’a dönük çalışmalar olmuşlardır. Tabi diğer kentlerle ilgili yapılan çalışmalar da mevcuttur. Örneğin Altun (2012) İzmir’deki kapalı konut sitelerini inceleyen bir çalışma yapmıştır. Ankara için Ayata (2005), Güzey ve Özcan (2010) ve de Ertuna (2003) çalışmalar gerçekleştirmişlerdir. 28 Konut ve statü arasındaki ilişkiyi inceleyen bazı çalışmalar için bakınız Kıray (2007), Ayata (1988), Mağgönül (2005). 145 arttırıcı bir etki yapmaktadır. Bu yüzden kentin her alanına meta değeri kazandıracak politikalar yaygınlaşmaktadır. Çok hızlı bir şekilde büyüyen kentlerde altyapı kapasitesinin yetersiz oluşu kent toprağının gelişimini zorlaştırdığından toprak fiyatlarında bir artma yaşanmaktadır. Bu nedenle eskiden kent çeperinde yer alan gecekondu bölgeleri kentin gelişimi ile birlikte artık kentin merkezi haline gelmekte ve coğrafi olarak da avantajlı duruma geçmektedirler (Bozkulak, 2010: 2). Bu noktada kamu otoritelerinin kent mekânı ile ilgili geliştirdiği politikaların aslında sermayenin istek ve beklentilerine göre şekillendiği görülmektedir. Nüfus hareketleri bakımından durağan olan geleneksel toplumlarda konut, barınak olarak algılanan ve kullanım değeri ön planda olan bir yapıya sahipken; piyasa ekonomisi ve özel mülkiyetin yaygınlaştığı toplumlarda spekülasyon, gelir, yatırım, birikim gibi birçok anlamların yüklendiği değişim değerinin ön planda olduğu bir yapıya sahiptir. Bu ortamda piyasa koşulları tarafından belirlenen konut değeri, toplumda yeni tür eşitsizliklere ve kutuplaşmalara yol açmaktadır (Erder, 1999: 68). 1980’li yıllardan önce küçük yatırımcının etki alanında olan kent mekânı artık yüksek rant getirisi sebebiyle büyük sermayenin ve devletin ilgisini çekmeye başlamıştır. TOKİ ve belediyelere verilen olağanüstü yetkilerle uygulamaya konulan kentsel dönüşüm projeleri özellikle gecekondu mahallelerini dönüştürmeyi öngörmüş, bu bölgeler kent yönetimi ve sermaye tarafından anlamlı yatırım alanları olarak değerlendirilmiştir (Poyraz ve Aslan, 2011: 11). Kentsel mekânda sermaye lehine gerçekleştirilen bu değişim ve dönüşümler özellikle kent içindeki işlevini yitirmiş ve köhneleşmiş bölgeleri, kârlı olmayan kullanımları ve yoksulların kullandığı alanları hedef almıştır (Yalçıntan ve Çavuşoğlu, 2011: 129). Küresel sermayenin kentleri yeniden biçimlendirmeye çalıştığı bu dönemde kent için gecekondu alanları bir “ur”, gecekondularda yaşayan bireyler ise “toplumsal bir tehdit” unsuru olarak ele alınmaya ve bu yönde toplumsal bir kabul yaratılmaya çalışılmıştır. Varoş gibi dışlayıcılığı söylemler mekânsal, sınıfsal veya kültürel ayrışmalara yol açmaktadır (Aslan, 2007: 1). Mekândaki ayrışmanın billurlaşmasına karşılık gelen varoş kimliği, planlı ve düzenli konut bölgelerinde yaşayan orta sınıfa karşılık gelmektedir. Gecekondu kimliği ile özdeşleştirilen ve tepki ve şiddet 146 unsurlarını içeren varoş kimliği karşısında orta sınıf, alt sınıflarla mekânsal ilişkisini azaltmak isteyen dışlayıcı bir kimliğe dönüşmüştür (Kurtuluş, 2003: 80). 1980’li yılların ikinci yarısından sonra özellikle gecekondu bölgeleri kentsel dönüşüm sürecinde önemli bir yer tutmaktadır. Özellikle İstanbul gibi metropoliten alanlarda bazı gecekondu bölgeleri, bulundukları yere bağlı olarak kentsel dönüşüm uygulamaları ile yapılı çevre olarak kalıcı bir dönüşüm sürecine girerken, bazı gecekondu bölgeleri, orta sınıfların konut talebine yönelik düşük maliyetli apartmanlaşma ile büyümekte, bazı gecekondu bölgeleri ise bulundukları yere bağlı olarak varoşlaşma sürecine girmektedirler (Türkün ve Kurtuluş, 2005: 19). Üretimin mekânı olan kent, kapitalist kent dinamiğinin yasası ile bizzat bir üretim ve yeniden üretim birimi olarak toplumsal işlevlerin mekânsal olarak ayrışması ile karşı karşıyadır. Kentler artık eşitsizlikleri büyüterek uçurumları derinleştirmekle birlikte mekânlar bu eşitsizliği de gizler bir mahiyete kavuşmuşlardır. Böylece birtakım yerler ve oralarda yaşayan insanlar gözden kaybolmakta, akıldan çıkmaktadır. Buna en iyi örnek İstanbul’da varoş olarak nitelenen kimi mahallelerdir (Bora, 1996: 102-103). Bu noktada kentsel mekânda var olan ayrışmaları “gecekondulu”lar ve “gecekondulu olmayanlar” şeklinde iki tabakaya ayırmak, kentteki ayrışmayı açıklamakta yetersiz kalmaktadır. Toplumsal sınıflar arasında var olan gelir farklılaşmasından kaynaklanan ayrışmayı başka faktörler de etkileyebilmektedir. Bu faktörler kırsal kesimlerden kentlere yönelen göç hareketleriyle birlikte çeşitlenmiş ve daha da belirginleşmiştir. Bu faktörlerden biri hemşeriliktir. Hemşeri ilişki ağları, kente uyum sağlayabilmenin bir yolu olarak görülmüştür. Diğer faktörler ise dinselmezhepsel veya ırka bağlı farklılıklardır. Aynı dine veya mezhebe mensup veya aynı ırktan gelen toplulukların kentin belirli mekânlarında kümelendiğini görmek mümkündür (Yılmaz, 2004: 260-263). Bu dönemde sosyo-ekonomik temelli bir mekânsal ayrışma mevcuttur. Sencer Ayata ve Ayşe Ayata’nın (2000: 153) Ankara üzerine yapmış oldukları çalışma bu durumu kanıtlar niteliktedir. Ankara’da kendi içinde farklılıklar gösterse de gecekondu bölgeleri en düşük gelire sahip olanları yerleşim alanlarıdır. Çoğu imarlı 147 ve gecekonduya göre gelişmiş altyapıya sahip olan orta-alt gelire sahip olanların yerleştiği semtler ise alt idari ve teknik kadrolarda çalışan kimseleri ve küçük girişimcilerin yerleşim alanlarıdır. Orta ve orta üst gelire sahip olanlar ise uydu kentlerin gelişmesiyle birlikte yeni bir ayrışma sürecine girmiş durumdadır. Türkiye kentleşmesinden bahsederken 1990’lı yıllardan sonra yaşanan zorunlu göç olgusunu da ele almak gerekmektedir. Bu dönemdeki göç dalgasının en önemli sebebi Doğu Anadolu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerinde yaşanan etnik kökenli çatışma ortamıdır. Bu göç sürecinden yaklaşık 3.500.000 kişi etkilenmiştir. Buradan göç eden halk özellikle Adana, Mersin, İstanbul, Diyarbakır, İzmir kentlerine yönelmişlerdir (Bozkulak, 2011: 109)29. Sema Erder (2002: 144), eski göç dalgasının gönüllü olduğunu ama bu dönemde yaşanan göçlerin ise zorunlu olduğunu belirterek, gönüllü ve zorunlu olmak üzere iki farklı göç türünden söz etmektedir. Gönüllü göç, her ne kadar göç edilen yerdeki değişikliklerden kaynaklanmış olsa da göç kararındaki gönüllülük hem göç edilen çevreyle hem de eski çevreyle ilişki biçimlerini önemli ölçüde etkilemektedir. Zorunlu göçte ise gönüllülüğün olmayışı hem yeni gelinen çevre ile hem de eski çevre ile ilişkilerin kesintiye uğramasına yol açmakta ve kentlerde karşılaştıkları en önemli problem işsizlik olmaktadır. Kente zorunlu göç ile gelen bireyler genellikle ucuz işçi olarak görülmekte, eğitim, sağlık gibi hizmetlerden de çoğunlukla mahrum kalmaktadırlar. Zorunlu göç ile kentlere gelenler ya kentlerin çeperlerinde dönüşemeyen eski gecekondu mahallelerine kiracı olarak yerleşmiş ya da kent merkezinde varsılların çeperdeki yeni konut alanlarına yerleşmeleri ve ticaret, küçük imalatın dışa kaçması ile boşalan çöküntü alanlarına yerleşmişlerdir. Bu dönemde yaşanan göç olgusunu sadece çatışma ortamının varlığına bağlamak tek taraflı bir yaklaşım olacaktır. Bu dönemde yaşanan göç olgusunu, diğer 29 İçişleri Bakanlığı ise bu dönemde 945 köy ve 2021 mezrada yaşayan 358.335 kişinin zorunlu göç ile yerinden edildiğini belirtmiştir. Bununla birlikte uluslararası kuruluşlar ve yerli ve yabancı sivil toplum kuruluşları ise bu rakamın 1 ile 4 milyon arasında olduğunu belirtmişlerdir (Kurban, Çelik ve Yükseker, 2006: 13). BM Kalkınma Programı tarafından desteklenen Türkiye Göç ve Yerinden Olmuş Nüfus Araştırması ise köy boşaltmanın yaşandığı Tunceli, Bingöl, Elazığ, Muş, Ağrı, Adıyaman, Diyarbakır, Batman, Bitlis, Van, Mardin, Şırnak, Hakkari, Siirt ile bu illerden en fazla göç alan Malatya, Adana, İçel, Ankara, Antalya, İzmir, Manisa, Bursa, Kocaeli ve İstanbul’da yapılan alan araştırmasında ise 14 ilde 20 yıl boyunca zorunlu olarak yer değiştirenlerin sayısının 800 bin ile 1 milyon arasında olduğu belirtilmiştir (Sarıoğlu, 24.07.2006). 148 dönemlerde yaşanan göçten farklı kılan bir özelliği elbette ki çatışma ortamı ve zorunlu köy boşaltmaları uygulamaları olmakla birlikte ekonomik sıkıntıların da etkisi göz ardı edilemeyecek bir gerçektir. TMMOB (1999: 344) tarafından Diyarbakır kentine yönelen göç hareketlerini değerlendiren bir çalışmada kente kırsal alanlardan göç eden 689 hanenin göç etme nedenleri irdelenmiştir. 1990 öncesi ve 1990-1996 arası dönemi ayrı ayrı değerlendiren çalışmada, 1990 öncesinde göç edenlerin %15.94’ü köylerinin yakılmasından dolayı kente göçerken, 1990 sonrasında bu nedenden kaynaklanan göç oranı %58’dir. Bölgede yaşanan çatışma ortamı sebebiyle göç edenlerin oranı 1990 yılından önce %4.68 iken, 1990’dan sonra bu oran %43.63’e çıkmıştır. En önemli göç etme sebebi olan ekonomik sıkıntıların bölgedeki göçü teşviki 1990’dan önce %43.13 iken, 1990’dan sonra bu oran %18.70’e düşmüştür. Görüldüğü gibi ekonomik sıkıntılar bu bölgede 1990’lı yıllardan sonra diğer etkenlere göre göç olgusunun etkili olmakla birlikte asıl kaynağı olma niteliğini kaybetmiştir. 1950-1990 yılları arasında Türkiye kentleşmesine damga varan göç süreci hem kentlerdeki endüstriden dolayı bir çekimden, hem de tarımda artan nüfusa cevap veremeyen üretkenlik sorunlarından dolayı bir itişten kaynaklanırken, 1990’lı yıllardan sonra yeni göç dalgası siyasi alanda belirlenmiştir. Yeni gelen göçmen nüfus kent içi yoksul mahallelere yerleşmişlerdir. Zorunlu göçün İstanbul, Diyarbakır ve Adana’nın yoksul ve harap mahallelerinde yoğunlaşarak, kentlerde yaşanan yoksulluğun en derininin bu bölgelerde yaşandığını söylemek mümkündür (Adaman ve Keyder, 2006: 23). 1980’li yıllardan önce göç ile kente gelenler arasında kimliğe veya kökene bağlı bir ayrışma pek fazla gözlemlenemez iken, 1990’lı yıllardan sonra zorunlu göç ile gelenler arasında bu tarz bir ayrışmayı görmek mümkündür30. 1980’li yıllardan önce dayanışmacı ilişki ağları, 1990’lı yıllardan sonra cemaatler üzerinden ya da etnik ve mezhepsel farklılıklar üzerinden gerçekleşmiştir. Erder’in (2002: 177) İstanbul’daki Pendik ilçesi ile ilgili yapmış olduğu çalışmada gündelik yaşama sorunlarına hemşehri ilişkileri üzerinden çözüm arayan 1980’li yıllardan önceki göç sürecine karşın, 1990’lı yıllardan sonra zorunlu 30 Kentsel mekânda etnik kimliğe dayalı ayrışmaları inceleyen çalışmalar için bakınız Erder (2002), Kaygalak (2009) ve Işık ve Pınarcıoğlu (2009). 149 göç ile gelenlerin böyle bir çözüm yolundan mahrum kaldığını belirtmiştir. Üstelik bu şekilde kente gelenlerin ise diğerleri tarafından dışlandığını da belirtmiştir. Bu dönemde merkezleri eriterek vergi temelinin zayıflamasına, kentsel imajın yıpranmasına ve altyapıyı mekânda yayarak pahalı kentsel gelişmelere yol açan mekânsal yayılmalar meydana gelmiştir. 1990 sonrasında özellikle merkezleri yeniden yapılandırma ve seçkinleştirme projeleri gündeme gelmiştir. Bu projeler neticesinde ise toplumsal sınıflar kimliklerini mekânsal ayrışma yoluyla fiziksel mekâna yansıtmıştır (Şenyapılı, 2006: 113). Özellikle İstanbul’da yoğunlaşan bu projeler, “çılgın kalabalıktan uzak” olan İstanbul çeperleri yerine artık kentin merkezini pazarlamaya başlamıştır. Uluslararası turizmin gelişmesine koşut olarak artık tarihi kent merkezleri yeni bir meta, yeni bir yatırım ve tüketim alanına dönüştürülmüştür (Perouse, 2012: 93). Bu seçkinleştirme/soylulaştırma projeleri daha çok kent merkezindeki çöküntü alanlarına yerleşen etnik kimlikleri ile ön planda olan bireyler etkilenmiştir. Türkiye’de modernleşme ve kentleşme modeli etnik, sınıfsal ve inançsal çatlaklar içeren bir toplum yapısı üretmesine rağmen bu ayrışmaların 1980’li yıllara kadar mekâna doğrudan yansıdığı ileri sürülemez. Farklı inançtan, etnik kökenden veya sınıftan insanların yaşadığı evler, sokaklar, mahalleler yaygın bir durum olmakla birlikte bu ayrışmalara rağmen birarada yaşamak mümkün olmuştur. Ama 1980’li yıllardan itibaren neoliberal politikaların etkisiyle toplumsal ayrışma mekânsallaşmış ve ilişkilerin azaldığı bir toplum yapısı ortaya çıkmıştır. 2000’li yıllardan sonra özellikle konut sahipliği üzerinden bir kimlik tanımlanmaya başlamıştır. Konutun nerede olduğu ve nasıl bir konut olduğu artık temel statü belirleyicisi olmuştur (Uğur, 2012: 3). Özellikle büyük kentlerde sosyal bakımdan yaşanan ayrışma mekânda daha fazla yansıma bulmuştur. Türkiye’de mekânsal ayrışma, kentleşme sürecine bağlı olarak hız kazanan gecekondulaşma ile kentsel mekânda belirginleşme başlamış, 1980’li yıllarda uygulanan neoliberal politikalar ve 1990’lı yıllardan sonra zorunlu göç ile kente gelenler ile mekândaki ayrışma daha da görünür olmuştur. Türkiye’de mekânsal ayrışmanın temelinde kapitalist üretim ilişkilerinin toplumsal sınıflar arasında 150 yarattığı eşitsizlik yatmaktadır. Üretim ve bölüşüm ilişkilerinde yaşanan bu eşitsiz ilişki, toplumsal sınıfların kentsel mekândaki konumlanışını da etkilemekte ve her geçen gün birbirinden daha fazla kopuk olmalarına yol açan ayrışmalarla keskinleşmektedir. Etnik kimlik, mezhepsel ayrılıklar elbette ki kentteki konumlanışı etkilemekle birlikte, gelir durumu iyileşen bireylerin kentin daha iyi bölgelerine göç ettiği gözlemlendiğinden, Türkiye’deki kentlerde varolan mekânsal ayrışmanın temelinin sınıfsal olduğu ön kabuldür. 4.2. Türkiye’de Kentsel Yoksulluk Bağlamında Mekânsal Ayrışmaya Genel Bir Bakış Bu alt bölümde Türkiye’de yaşanan kentsel yoksulluğun mekânsal ayrışmaya etkisi irdelenmiştir. Kentsel yoksulluk olgusunun özellikle 1980’li yıllardan sonra uygulanan neoliberal politikalar ile daha da keskinlik kazanmış olsa da 1980 öncesi dönemi 1923-1950, 1950-1980 olmak üzere iki dönem altında incelemek gerekmektedir. Ardından 1980’den günümüze kadar Türkiye’de yaşanan kentsel yoksulluk ve mekânsal ayrışma ilişkisi irdelenmiştir. 4.2.1. 1923-1950 Döneminde Türkiye’de Kentsel Yoksulluk ve Mekânsal Ayrışma 1923 yılından 1950’li yıllara kadar Türkiye kentleşmesine damga vuran tek kent Ankara’dır. Bunun sebebi ise modernleşme projesini gerçekleştirmek isteyen yöneticilerin bu isteği Ankara’da somutlaştırma eğilimleridir. Bu dönemde ülke genelinde kentleşme hızı son derece yavaş bir seyir izlemiş, Ankara dışında hemen hiçbir kentte kayda değer bir nüfus artışı yaşanmamıştır. Bu dönemde var olan kentsel yoksullukla ilgili bilgiler Ankara kenti üzerinden okunabilmektedir. Çünkü 1923-1950 döneminde Türkiye’nin kentleşmesine damga vuran kentin Ankara olması, birçok çalışmanın da Ankara ile ilgili olmasına yol açmıştır. Üstelik Türkiye kentleşmesinin dönüm noktasının 1950’lerden sonra başlayan kırdan kente göç olgusu olması ve 1923-1950 dönemi kentleşme hızının çok düşük bir seyir izlemesi nedeniyle bu dönemle ilgili literatürde 151 kentleşme adına Ankara kenti dışında bir kaynağa ulaşmak pek mümkün olamamıştır. Ayrıca kentsel yoksulluğu, kırdaki yoksulluğun kente taşınması şeklinde ele alırsak, bu dönem içerisinde sadece Ankara kentinde nüfus artışları meydana geldiği için Ankara bu bölüm için önem kazanmaktadır. İşte bu nedenlerden dolayı 1923-1950 dönemlerinde kentsel yoksulluk olgusunu Ankara örneğinden ele almak gerekmektedir. Ankara başkent seçildikten sonra kentin inşası modernite projesi üzerinden gerçekleştirilmeye çalışılmıştır. İstanbul’a karşı Ankara’nın başkent seçilmesi beraberinde birtakım problemleri de getirmiştir. Çünkü 1920’li yılların ikinci yarısında Ankara’nın altyapısı tam kurulmamıştı. Elektrik akşam saat 10.00’da sönüyordu. Konutlarda su yoktu ve su mahallelerin çeşmelerinden elde ediliyordu. Pis su arıtma sistemi de olmadığından dolayı yemek pişirme, hazırlama ve su ile yapılan temizlik işleri iç avlularda sürdürülüyor, pis sular akıtılamadığı için avluda ve bu suların taştığı sokaklarda çevre kirlenmesine yol açıyordu (Şenyapılı, 2004: 21). Ankara nezdinde çizilen bu tablo aslında o dönemdeki tüm kentlerimize hakimdir. Başkent olarak seçilen ve inşasına başlanan Ankara’ya yakın kentlerden (özellikle Çankırı) ve köylerinden göç hareketleri yaşanmaya başladı31. Ama göç edenlerden bazıları mevsimlik olarak bu göç hareketini gerçekleştirirken bazıları kendilerine konut edinmeye çalışmışlardır. Ama bu dönemde kente gelen düşük gelir grupları için barınacak bir yer yoktu. 1923 ortalarında Ankara’ya gelen Zekeriya Sertel anılarında, Ankara’ya gelen köylülerin bir kısmının kendisinin kirada oturduğu konutun arkasındaki boş arazide açıkta yaşadıklarını belirtmiştir32: “Evimizin arka tarafında geniş, boş arsalar vardı. Ankara’ya gelen köylülerin bir kısmı burada açıkta yaşarlardı, hayvanları ve çoluk çocuklarıyla beraber. Hayvanları bir kenara bağlıyor, yere yırtık pırtık bir şeyler açıyor, günü geceyi onların üzerinde geçiriyorlardı. Köylülerin arabaları ve hayvanlarıyla şehre girmeleri yasak edilmişti. Üstleri başları yamadan 31 Çankırı kentinin köyleri ile gecekondulaşmanın en yoğun olduğu Ankara arasındaki göç ve göç edenlerin yarattıkları kaynak akımlarını inceleyen bir çalışma için bakınız Kartal (1992). 32 SERTEL, Zekeriya (1977), Hatırladıklarım, İstanbul: Gözlem Yayınları, s. 116. 152 görünmüyor, renkleri topraktan ve kilden anlaşılmıyordu. Yaşayışları fakirce olmaktan da aşağıydı. Hani istatistiklerde asgari yaşam seviyesi diye bir deyim vardır. Bunlar bu yaşayış seviyesinin de altındaydılar. Eğer buna yaşamak demek doğruysa… Arada sırada yanlarına giderdi. Başka bir dünyadan gelmiş yaratıklar gibiydiler. Ben sefaletin bu kadar koyusunu, bu kadar elle tutulanını görmemiştim…” Bu dönemde Ankara’da inşaat, ticaret ve hizmet sektöründe istihdam olanaklarının artmasıyla, kent yakın çevreden becerisiz, tarımsal işgücü çekmiştir. Elbette ki savaşın daha da fakirleştirdiği kır ekonomisinin itici öğeleri de bu göçün nedenleri arasındadır. Gelen nüfus, temelde inşaat becerisi özelleşmemiş, fakir bir tarım nüfusu idi. Kent mekânı işçiler için hazır olmadığı gibi bu mekânda onlar için yatırım da yapılamazdı. Üstelik işçilerin kiralık konut tutacak ya da yeni konut üretecek parasal olanakları yoktu (Şenyapılı, 2004: 74). Ankara’nın Cumhuriyetin prestijini sağlamanın somut bir örneği olabilmesi için çalışmalara başlayan yönetim, Ankara’nın planlanması için Herman Jansen’i görevlendirmiştir. Jansen Planı’nın amacı bir yandan modern bir kent yaratmak, kentsel gelişmeyi denetim altına almak, diğer yandan da kent topraklarını kamuya kazandırmak ve özel kurumlar (1926 Emlak ve Eytam Bankası, 1928 Ankara Şehri İmar Müdürlüğü) oluşturmaktır (Keleş ve Duru, 2008: 30). Kent yoksulları için bu planı önemli kılan, kuzeybatıda bir amele mahallesinin kurulması önerisidir. Plana böyle bir mahallenin dahil edilmesi göstermektedir ki o dönemde alt gelir gruplarının ciddi bir konut sorunu vardır. Bu mahallenin, sanayiye yakın, düz ve bataklık bir alana kurulması planlanmaktaydı (Şenyapılı, 2004: 62-66). Ama mahallenin tasarımı gelir durumu düşük olan gruplara pek hitap edemediği için bu plan gerçekleştirilememiş ve bölge denetimden uzak olduğundan dolayı bu alanda barınaklar yapılmaya başlanmıştır. Gecekondunun ilk nüveleri de bu barınaklarla ilişkilendirilmiştir. 1950’lerde diğer kentlerde yaygınlaşan gecekondu tipi konutların Ankara’da 30 yıllık bir geçmişi vardır (Kıray, 2007: 93). Kemal Kurdaş (akt. Şenyapılı, 2004: 95), Ankara’da gecekondulaşmanın ilk örneklerini şöyle anlatır: 153 “1933 yazında Ankara’da ilk gecekondular yeşermeye başlamıştı. Bu gecekondular ikinci Büyük Millet Meclisi Binası ve bitişiğindeki halk arasında ‘Meclis Bahçesi’ adıyla tanınan parkın arkasındaki düzlükte ortaya çıkmıştı. O zaman bu mahalleye ‘Teneke Mahalle’ derlerdi. Gecekondu deyimi sonradan yarattığımız saygıdeğer bir tasvirdir.” Bu dönemde Ankara’daki gecekondularla ilgili bir çalışma yapan İbrahim Öğretmen (akt. Geray, 1957: 182), Ankara Üniversitesi Hukuk ve Siyasal Bilgiler Fakültesi arkasında yapılan 158 gecekondunun 140 tanesinin 1943-1952 yılları arasında inşa edildiğini belirtmiştir. 1944, 1947 ve 1948 yıllarının en çok gecekondu yapılan yıllar olduğunu belirten Öğretmen, 158 gecekondudan 93’ünün 1947-1948 yıllarında inşa edildiğini dile getirmiştir. İlk gecekondulaşmanın Ankara’da yaygınlaşmasının doğal bir sonucu olarak sorunu çözmek için de ilk girişimler burada yapılmıştır. İlk olarak 1948 yılında Ankara’da gecekondular için çıkarılan yasa, hazine topraklarının uygun bir bedel karşılığında belediyeye geçmesini ve böylece gecekondular için planlı arsa hazırlanmasını öngörmektedir. Ankara’daki gecekondulara planlı arsa sağlamak amacıyla çıkarılan yasa sayesinde 2000’in üzerinde konut yapılabilmiştir. Bu yasadan iki hafta sonrada yeni düzenleme ile söz konusu yetkileri bütün Türkiye’ye yaygınlaştırılmıştır (Keleş ve Duru, 2008: 34). II. Dünya Savaşı’ndan günümüze kadar kentsel yoksulluk-göç-gecekondu kavramları örtüşmüş, kırsal yoksulluk göç ile kentlere taşınmış, kentsel yoksulluğun ise kırsal yoksulluğun kentlere taşınması ile oluştuğu görülmüştür (Şenyapılı, 2000: 177). Ankara’yı diğer kentlerden ayrı kılan, gecekondulaşma olgusunun baraka şeklinde daha erken tarihlerde yaşanmış olmasıdır. İstanbul’da ilk gecekondulaşma 1940’lı yılların ikinci yarısından sonra yoğun olarak yaşanmaya başlasa da ilk gecekondu 1945 yılında Zeytinburnu Kazlıçeşme’de görülmüştür. 1947 ile 1948 yıllarında gecekondu yapımı hız kazanmış, 1948 yılındaki yıkım kararlarından kurtulduktan sonra da sayıları giderek artmıştır. İstanbul’da 1949 yılında 3218’i Zeytinburnu’nda olmak üzere 5000 gecekondu bulunmaktaydı (Evren, 2011: 196). Diğer kentlerde ise gecekondulaşma 1960’lı yıllarda yaygınlaşmaya başlamıştır. 154 1945- 1950 yıllarında kırsal alandaki yapı değişikliğinin emek yoğun işleme düzenindeki nüfusun önemli bir kısmını kente itmesine karşın, savaş ekonomisine göre dağılan yatırımlardan fazla bir pay alamayan kentler bu işgücünü istihdam edebilecek olanaklardan yoksundur. Ekonomik ve fiziksel açıdan kentlerin marjinallerinde kalan bu gruplar uzun süre işsiz kalmakta, buldukları işler de sürekli olmadığından dolayı belirli bir yaşam standardına ulaşamamaktadırlar. Böylesi bir ekonomik yaşamın mekândaki yansıması da çoğu kez “sefalet” mahalleleri şeklinde olmuştur (Şenyapılı, 2004: 125). Kırda yeterli iş imkânlarının olmayışı nedeniyle kentlere yönelen nüfusu hem istihdam olarak hem de barınma olarak içselleştiremeyen kentlerde bu nüfus, yoksulluklarını yeniden üreterek var olmaya çalışmıştır. 4.2.2. 1950-1980 Döneminde Türkiye’de Kentsel Yoksulluk ve Mekânsal Ayrışma Türkiye’de kent yoksulluğu 1950’li yıllardan itibaren belirginleşmeye başlamıştır. Çünkü Türkiye’de sanayileşme çabaları 1950’li yıllarda artmış ve kırsal alanda meydana gelen kapitalist dönüşümle birlikte başta İstanbul ve Ankara olmak üzere sanayileşen kentlere kırsal alandan yoğun bir göç başlamıştır. Bu yoğun göç ise kentlerin yapılarında çarpık kentleşme, gecekondulaşma, altyapı sorunları gibi önemli değişiklikler meydana getirmiştir. Ancak bu dönemde var olan yoksulluk, her ne kadar sosyal devletin varlığı pek hissedilmese de, geleneksel kurumlar ve manevi değerler sayesinde fazla görünür hale gelmemiştir (Açıkgöz ve Yusufoğlu, 2012: 82). Bu dönemde büyük kentlerin özelliği, yaşam ve kültür düzeyleri ile dünya görüşleri bakımından birbirine zıt olan heterojen ve bütünleşmemiş bir toplumsal yapının oluşmasıdır. Bu özelliğin sebebi ise hızlı kentleşmenin sanayileşmeye koşut gitmemesi, kırsal yoksulluğun kentsel yoksulluğa dönüşmesidir. İstanbul, Ankara, İzmir, Adana, Mersin ve Antalya gibi kentlerde, gecekonduların kent çeperlerini bir yoksulluk kuşağı gibi sardığı bu dönem kentleşmesi “çarpık”, “sağlıksız” ve “aşırı” “hızlı” gibi sıfatlarla anılır olmuştur. 1950’li yıllardan sonra devletin kentleşme sürecini yönlendirmekten uzaktır. Kırsal alandan kentlere yönelen göçler karşısında artan sayıda konut ihtiyacı devleti birtakım adımlar atmaya yöneltse de bu adımlar 155 belirli sınıfların lehine olmuştur. Örneğin dar gelirlileri konut sahibi yapmak üzere kurulan Emlak ve Kredi Bankası’nın ürettiği konutlar, dar gelirlilerden çok üst gelir gruplarına ve kendi mensuplarına hitap etmiştir. Aynı şekilde düşük gelirli ailelere konut kredisi vermek üzere kurulan Sosyal Sigortalar Kurumu’nun konut kredileri de benzer bir amaca hizmet etmiştir (Işık ve Pınarcıoğlu, 2009: 111). II. Dünya Savaşı’ndan sonra kentlerde yaşanan değişim ve dönüşüme karşı devlet daha pasif bir tavır izlemiş, bu alanı kendiliğinden oluşan formel ve enformel süreçlere terk etmiştir. Hızla büyüyen kentlerde orta sınıfların konut sorunlarına buldukları yapsatçılık yöntemi konut sorununa piyasa ilişkileri ile çözüm getirmiştir. Getirdiği iç düzenlemeler ne kadar yenilikçi olursa olsun bu yöntemin alt gelir gruplarına konut üretmesi olanaksızdı. Dolayısıyla kırdan kente göç eden bireyler açısından gecekondu, hem formel konut piyasasının hem de devletin dışladığı kesimlere yönelik piyasa dışı bir çözüm olmuştur. Sınıfsal bir içeriğe sahip olan gecekondu, kente yeni gelen ve kentte tutunmaya çalışan, devletin ve piyasanın yok saydığı kesimlerin konutu olmuştur (Işık ve Pınarcıoğlu, 2009: 112). Kentsel yoksulluk olgusunun Türkiye’deki tezahürü olan “gecekondular” (Laçiner, 2007: 320-321), ilk kez 1930-1940’lı yıllarda oluşmaya başladığı İstanbul ve Ankara gibi büyük kentlerde, sistemin ihtiyaç ve beklentileri doğrultusunda gerçekleştiği için tepkiyle karşılaşmamış ve yasallaştırılarak sisteme dahil edilmiştir (Poyraz, 2011: 100). Sanayileşerek kalkınma hedefinde olan devletin ihtiyaç duyduğu ucuz emek, devlet ve sermayeye herhangi bir yük getirmeden kendi konut ihtiyaçlarını karşılayan bu gecekondu nüfusundan karşılanacaktır. Bu bakımdan devletin gecekondulara tavrı, biraz da popülist politikaların da etkisiyle ılımlı olmuş ve bu durum 1966 yılında çıkan 775 sayılı Gecekondu Kanunu ile somutlaşmıştır. Türkiye’de kentsel toprak mülkiyeti de parçalı bir yapı sergilemektedir. Kırdan kente göç ile toprak mülkiyeti iyice parçalanmış ve ortaya çok sayıda küçük toprak sahibi çıkmıştır. Devlet yine en büyük toprak sahibi olmaya devam etmiştir. Devletin kent içinde ve kentin çevresinde büyük toprak sahibi olması genişleyen kentler içinde neredeyse sınırsız sayılabilecek bir kaynak yaratmaktadır. 156 Kentleşmenin ilk dönemlerinde kente göç edenlerin yerleşecekleri alanlar bu stoktan karşılanmıştır (Işık ve Pınarcıoğlu, 2009: 115). Özellikle ilk kuşak gecekondular olarak nitelenen 1950’li yıllardan sonraki gecekondulaşmada iki öğe ön plana çıkmaktadır. Bunlar kırsal ve kentsel toprak mülkiyetinin yapısıdır. Bu iki etmen Türkiye’deki kentleşme sürecinin seyrini değiştirmekte kalmamış aynı zamanda kent yoksullarının toplumsal konumlarını olduğu kadar kentte yaşadıkları deneyimleri de etkilemiştir. Kırsal toprak mülkiyetinin küçük parçalara ayrılmış olması, kente göç eden bireylerin bir parça toprağını elden çıkarmamasına yol açmış bu durumda kırdan kente azımsanmayacak bir aynî gelir transferi yaratmıştır. Ayrıca kırsal alanda hâlâ bir parça toprağı olan bireyler kente aşamalı bir şekilde gelebilmekte dolayısıyla edindikleri deneyimler ve kentteki ilişkilerini ayarladıktan sonra tümüyle kente yerleşebilmektedirler (Işık ve Pınarcıoğlu, 2009: 114-115). Ayrıca kırdan kente göç edenlerden “birinci kuşak” göçmenler, ekonomik ve özellikle sosyal bakımdan, kır ile bağlantılarını koparmadığı için bu durum bir tampon görevini üstlenmiş ve kırsal alandan gelen nüfusun kentte yaşamını devam ettirici bir rol oynamıştır. Kartal’a (1992: 61) göre kır ile bağlantılarını koparan “ikinci kuşak” göçmenlerdir. İkinci kuşak göçmenler, birinci kuşağın kırsal alanda kalan az miktardaki varlığını satarak, terk ederek ya da başka yollarla elden çıkartarak, kır ile bağlantılarını koparmışlardır. Kent, ikinci kuşak göçmenler için artık hem sosyal hem de ekonomik mekândır. Türkiye’de yaşanan kentleşme süreci başından beri ağ türü ilişkiler içerisinde gerçekleşmiştir. Sosyal ve ekonomik açıdan dezavantajlı olduğu ve kentsel kurum ve örgütleşmenin yetersiz olduğu yeni çevresinde kent göçmenleri, kendisine destek ve güvence verecek bir ilişki ağı oluşturma ihtiyacı güderek hemşehrilik bazında örgütlenmişlerdir (Erman, 1996: 294). Bu ilişki ağları sayesinde barınabilecekleri bir gecekondu edinip zamanla bunu büyüterek bir ek gelir elde etme imkânına sahip olmaktadırlar. Mekânda tutunabilmenin yarattığı enformel iş olanaklarının33 yanı sıra 33 Orta Doğu Teknik Üniversitesi’nde 1962 yılında Ankara gecekondu bölgelerinde yaşayanlarla ilgili yapılan bir çalışmada incelenen grubun %20’si becerili işçi, %10’u düz işçi, %3’ü beyaz yakalı, %67’si ise diğer işçi kategorisine dahil edilmişlerdir. Diğer kategorisi ise, gezici satıcıları, çeşitli eşya 157 zamanla kendi işini kurmak ya da formel bir sektörde iş sahibi olmak da bu ilişki ağları çerçevesinde sağlanmaktadır (Buğra ve Keyder, 2003: 18-19). Kente tutunabilmek için hem sayıca hem de kültürel olarak kendi insanına ihtiyaç duyan göçmenler özellikle kentin çeperindeki iskân edilmemiş arazilere konutlarını yaparken, köylü veya akrabalarıyla ya da aynı yöreden geldikleri insanlarla aynı yerde kümelenme eğilimi göstermişlerdir (Erman, 2002: 2). Dolayısıyla hemşehrilik esasına göre oluşan gecekondu bölgeleri bazen içerisinde barındırdığı insanların geldikleri yere göre anılmaktadır. Örneğin Sivaslılar, Trabzonlular, Bayburtlular mahallesi gibi. Geldikleri yöreden olan kişilerle kurulan bu ilişki ağlarının yanı sıra özellikle 1970’li yıllarda kent yoksullarının dayanışma örüntüleri zaman zaman radikal sol siyasi hareketlerle kurulan temaslarla da sağlanmıştır. Kentsel toplumsal hareketler olarak nitelenen bu gibi durumlarda kentsel yoksullar bu örgütlerin desteğiyle emeğin yeniden üretimini sağlayan kentsel hizmetleri kendi imkânlarıyla gerçekleştirebilmişlerdir. Şükrü Aslan (2010) tarafından 1 Mayıs Mahallesi (Mustafa Kemal Mahallesi) üzerinden yapılan çalışma bu duruma en iyi örneklerden biridir. İstanbul’da mülksüz halkın konut sorununu çözmek için oluşan Halk Komitesi, mahallede bir gecekondu bölgesi inşa edilmesi sürecinde şekillenmiş temel bir örgütsel yapı olmuştur (Aslan, 2010: 106-111). Ama gecekondu bölgelerinde yaşayan kentsel yoksulların radikalleşmesini engelleyen birtakım unsurlar mevcuttur. Bunlardan ilki, bu bölgelere göç edenlerin türdeş bir nitelik taşımamasıdır. Göç edenlerin topluluk bilincinin gerisinde hemşehri ve akrabalık ilişkileri yatmakta, kente yerleşme sürecinde izlenen yol da bu ilişkiler üzerinden gerçekleşmektedir. Bu bakımdan kentlerde oluşan gecekondu mahalleleri birbirinden geldikleri yer, etnik köken gibi farklılıklarla ayrışmıştır (Şengül, 2009: 127). Kentlere göç eden kır yoksullarının kentteki eylemlerinin arkasında siyasal bir amaçtan çok, kendilerini yeniden üretebilmenin imkânlarını yaratmak yatmaktadır. Göçle kente gelenlerin bu eylemlerinin ardında sadece barınma hakkının devlet nezdinde tanınması arzusu onarıcılarını, ayakkabı boyacıları gibi enformel sektör diye tabir edilen işleri kapsamaktadır (Kıray, 2007: 97). 158 bulunmaktadır. Bunun dışındaki ihtiyaçlarını geliştirdikleri ilişkilerle gerçekleştirmeye çalışmaktadırlar. Kentsel yoksullukla bir başetme stratejisi olan hemşehri dayanışma örüntüleri, 1990’lı yılların başına kadar işleyebilmiştir. Çünkü son yıllarda gecekondulaşma artık bitmiş sayılmaktadır. Arsa kalmamış, küreselleşmenin getirdiği talep ile toprakta kapitalist mülkiyet pekişmiş ve ilçe belediyeleri kendi bölgelerine yeni nüfusun gelmesini teşvik edici uygulamalardan vazgeçmiştir. Bu bakımdan kente yeni gelen göçmenler kentleşme sürecini daha sancılı yaşamakta, geldikleri yer ile de ilişkileri eski gelenlere nazaran daha zayıf olduğu için mal veya para aktarımı veya geldikleri yere geri dönme umudunun getirdiği güvenden yoksun oldukları için daha zayıf konumdadırlar (Buğra ve Keyder, 2003: 24). Ayrıca Erder’e (1999: 70) göre günümüzde gecekondu eski vasfını kaybetmiş durumdadır. Gecekondular başlangıçtan bu yana kent hukuku dışında yoksullar tarafından yapılan ve kullanım değeri ön planda olan barınaklar olması sebebiyle toplumsal olarak meşru kabul ediliyorken günümüzde bu süreç ticarileştiği için artık toplum nezdinde meşruiyetini kaybetmiş ve hak sahibi yoksullar algısı gaspçı veya rantçı algısına yönelmiştir. 4.2.3. 1980 Sonrası Dönemde Türkiye’de Kentsel Yoksulluk ve Mekânsal Ayrışma En basit tanımıyla ekonomik mahrumiyet olan yoksulluk aslında ekonomik koşullardan daha fazlasını belirtmektedir. Bireysel yaşamın tüm yönlerine uzanan yoksulluk, bedensel güçsüzlük ve hastalık, en temel hizmetlere erişim eksikliği, bilgi eksikliği, kaynaklar üzerinde sınırlı denetim, daha yüksek sosyal ve ekonomik güce karşı sömürülme, ani strese, aşırı tehdide açıklık, güvensizlik, sosyal ve kültürel dışlanma gibi birçok durumu içermektedir. Güçsüzlük, gelişmiş veya gelişmekte olan ülkelerde kentsel yoksulluğun en baskın karakteristiğidir (Gallopini, 1994: 9). Dolayısıyla kentsel yoksulluk bireysel başarısızlıklardan çok yapısal olarak meydana gelen değişmelerden kaynaklanmaktadır. 159 1980’li yıllardan itibaren Uluslararası Para Fonu ve Dünya Bankası tarafından uygulanan ekonomik programlar ve Dünya Ticaret Örgütü’nün politikaları, gelişmiş veya gelişmemiş tüm ülke toplumlarında kutuplaşmaya ve servetin bir elde yoğunlaşmasına zemin hazırlamıştır34. Zaten kırılgan üretim kapasitesi ve dağıtım mekanizmalarına sahip olan ve küreselleşmenin etkisiyle daha da istikrarsız ve dengesiz hale gelen Türkiye’de de benzer süreçler yaşanmıştır. Sosyal devlet uygulamalarının Batı toplumlarına göre tarihsel olarak zayıf olduğu Türkiye’de, 1980 sonrası izlenen neoliberal politikalar toplumsal kutuplaşmayı derinleştirmiş, varsıl ile yoksul arasındaki uçurumu arttırmış ve genelde yoksulluğu özelde de kentsel yoksulluğu daha görünür kılmıştır (Dinçer ve Enlil, 2002: 415). Devleti, sermayenin yeni gereksinimleri doğrultusunda yeniden yapılandırmayı hedefleyen neoliberal politikalar aynı zamanda sermayeye yeni yatırım alanları yaratmak amacıyla kamu hizmetlerini de yeniden düzenleyerek, emeğin yeniden üretimi için gerekli olan bu hizmetleri sermayenin kâr maksimizasyonu dahiline almıştır (Ataay, 2005: 1). Bu durum da artık piyasa koşulları içerisinde olan kamu hizmetlerini metalaştırarak farklı toplumsal sınıfların bu metalara ulaşması noktasında ayrışmalar yaşanmasına yol açmıştır. Konut, eğitim35, sağlık, iletişim, ulaşım, kentsel altyapı gibi hizmet alanlarından eşit bir biçimde faydalanamayan toplumsal sınıflar arasında var olan eşitsiz ilişki ile ilgili herhangi bir düzenleme gerçekleştirmeyen devlet, daha çok sermayeden yana taraf alan piyasayı düzenleyici bir konuma itilmiştir. 34 1980-1988 yılları arasında, IMF programları çerçevesinde Dünya Bankası’ndan yapısal uyum kredisi alan 59 ülke, ekonomi politikalarını bu iki kuruluşun şartlılık kriterleri doğrultusunda düzenlemek zorunda kalmıştır (Levitt, 2003: 521). Taylor (1997: 145), ülkelerin üçte ikisinin ekonomi politikalarını Washington merkezli düzenlediklerini belirtmiştir. Ravenhell (akt. Şenses, 1998: 30), bu politikalarla sanayileşmiş ülkelerin, Afrika, Latin Amerika ve Güney Asya’daki azgelişmiş ülkeler üzerindeki etkilerinin sömürgecilik döneminden bile daha fazla olduğunu dile getirmiştir. 35 Emeğin yeniden üretimi için çok önemli bir sacayağı olan eğitim sisteminde özellikle yoksul çocukların aleyhine işleyen bir süreç başlatılmıştır. Adrese Dayalı Nüfus Kayıt Sistemi uyarınca her aile, ikamet ettikleri bölgedeki okullara çocuklarını gönderme zorunluluğuna tabi tutulmuştur. Özellikle yoksul halkın yoğun olduğu bölgelerde ise eğitimin gerek içerik bakımından gerekse fiziksel koşulları bakımından ne denli kaliteli olduğu tartışmalıdır. Bu bakımdan yoksul aile çocuğu, içinde doğup büyüdüğü mekânın vasat koşulları sebebiyle yoksulluğunu yeniden üretmek zorunda bırakılmaktadır. Bu konuda yapılmış bir çalışma için bakınız, Kiraz (2009) ve Ünal vd. (2010). 160 1980 öncesinde toplumdaki yeniden dağıtım mekanizmalarını elinde tutan devlet, toplumsal sınıfların hangisinin refah düzeyinin ne hızla geliştirileceğini belirleyici bir konumdadır. Ayrıca ekonomik teşvik mekanizmaları sayesinde hangi kent veya yörenin nasıl bir hızla gelişeceğini de belirleyebilecek bir konumdadır. 1980 sonrasında ise toplumsal sınıflar arasındaki ilişkilerde hakem rolünü ve toplum içindeki uzlaşmanın devamı için çoğu kez alt sınıfların lehine müdahale etmeyi terk etmiştir. Böylelikle gerçek ücretlerdeki düşüşlerle durumu iyice bozulan kitleler, dolaylı ücretlerin de bir kısmından yoksun kalınca toplumda daha önce görülmeyen bir gelir kutuplaşması yaşanmıştır (Yılmaz, 2004: 259). Bu dönemde sınıflar arasındaki ilişkiler de yeniden şekillenmiştir. İthal ikameci sanayileşme döneminde var olan geniş tabanlı sınıflar arası ittifak yerini çalışan sınıfların dışlanmasına bırakmıştır. Refah devleti uygulamalarının kaldırılması, toplumsal sınıflar arasındaki gelir uçurumlarının artmasına yol açmıştır. Üstelik toplumsal sınıflar arasında oluşan bu ayrışma ve kutuplaşma radikalleşerek daha önce olmayan yüksek duvarlarla sınıfları ayırmıştır. Sınıflar arasında daha önce hiç olmadığı kadar kültürel ve ekonomik duvarlar örülmeye başlanmıştır (Bozkulak, 2011: 109). Yakın zamana kadar kentsel yoksulluk göçle gelip kentin çeperine yerleşen gecekonduda yaşayan nüfus ile özdeş tutulmuştur36. Ancak, Türkiye’nin son 50 yıllık göç tarihinde, sosyal refah devleti mekanizmalarının yerini alan enformel iş ve konut piyasaları ve dayanışma ağları sayesinde kentte tutunan ve kısmen de olsa yoksulluktan kurtulmuş olan bir kesimin varlığına karşın özellikle 1990’lı yıllardan sonra yoksulluktan kurtulmayı sağlayan bu toplumsal ve mekânsal örüntü ve dayanışma ağlarının dışında kalan ve yoksulluktan kurtulma ümitleri dahi olmayan bir kesimin varlığı da yadsınamaz bir gerçeklik halini almıştır (Dinçer ve Enlil, 2002: 416). 1980’li yıllardan sonra Türkiye’de kentsel yoksulluğun artmasında etkili olan faktörler Kalaycıoğlu ve Rittersberger-Tılıç (2002: 201-202) tarafından şöyle sıralanmıştır: 36 Sema Alıcı (2002) tarafından yapılan bir çalışmada kentsel yoksulluğun %79’u kent içindeki gelişmemiş alanlar ve gecekondu bölgelerinden kaynaklandığı belirtilmiştir. 161 (1) İktisat politikalarındaki anlayışın ve yaklaşımların değişmesi; örneğin, neoliberal ve bireysel girişimciliğe önem veren iktisadi anlayış ile küreselleşmenin ortak etkileri, (2) Özellikle, 1985 sonrası göç edenlerin değişmesi ve buna paralel olarak kente yeni göçenlerin her anlamda eskilerden çok daha az şansa sahip olmaları, örneğin kamu sektöründe “işe girmenin” zorlaştığı, özel sektörde de büyük ve güvenceli iş yerlerinde iş bulma olanağının azaldığı, buna karşılık enformel sektördeki işlerin hanehalkı gelirlerinde egemen olduğu bir döneme girilmesi, (3) Metropol kentlerde gerçek ücretlerin düşmesi ve gelir dağılımında ortaya çıkan büyük kayıplara dayalı olarak eski orta sınıfın giderek sosyoekonomik konumunu kaybetmesi ve 1990 sonrasında kentlere göç edip ancak eski göçmenler kadar kentteki olanakları kullanamayan yeni kent yoksullarının ortaya çıkması, (4) Sanayi sektöründe üretimin esnekleşmesi, örneğin işgücü pazarında ve ücretlerde esneklik ve düzensizlik, emek yoğundan makine yoğuna geçmenin yarattığı işsizlik, (5) Eve iş verme, parça başı iş ve özellikle kadın ve çocuk emeğinin enformel üretim biçiminde ağırlıklı olarak kullanımının artması. Uygulanmaya başlayan neoliberal politikalarla birlikte kapitalizm ve küreselleşmenin etkileri toplumda daha fazla hissedilmeye başlanmıştır. Dünya pazarında üretilen ürünler ülkemizde de rağbet görmüş ve bunun sonucunda üretim güçlerini ellerinde bulunduranlar daha fazla zenginleşmiştir. Zenginleşmenin önünde herhangi bir engelin bulunmadığı bu dönemde gelir dağılımındaki bozukluk iyice hissedilmeye başlanmış, küresel politikalardan en çok etkilenen yoksullar, toplumsal ve kentsel mekânda daha görünür olmuşlardır (Açıkgöz ve Yusufoğlu, 2012: 89). Gelir bakımından yaşanan bu farklılığın yanı sıra toplumsal sınıflar, kentte süregiden günlük yaşamda birbirlerini görmemeye hatta temasa geçmemesini sağlayacak bir 162 yeniden örgütlenmeye giderek birbirlerinden kopmaya başlamıştır (Işık ve Pınarcıoğlu, 2009: 42). 1980 sonrasında kentler artık eşitsizliklerin keskinleştiği mekânlar haline gelmiştir. Geç kapitalistleşen bir ülke olan Türkiye’de toplumsal refah mekanizmaları tam anlamıyla oluşmadan 1980 sonrasında uygulanan neoliberal politikalarla birlikte ortadan kaldırılmaya başlanmıştır. Böylelikle kentsel mekânda yüksek refah düzeyindeki bir azınlıkla, sürekli yoksullaşan bir çoğunluk yan yana gelmişlerdir (Ocak, 1996: 35). 1980’li yıllardan sonra kırsal alanda yaşayan bireylerin gelir dağılımında pek fazla bir fark gözlemlenemez iken kentsel alanlarda yaşayan bireylerin gelir dağılımında büyük farklar meydana gelmiştir. Türkiye genelinde en yoksul %20’lik kesimin gelir payında bir düşüş yaşanırken, en zengin %20’lik kesimin payında ciddi bir artış yaşanmıştır. Yani kentsel alanlarda en zengin %20’lik kesimin dışında herkesin gelirlinde bir düşüş yaşanmıştır (DPT, 2000: 16). Buradan da görülmektedir ki, küçük bir azınlığın geliri artarken, geniş toplumsal sınıflar bu artıştan bir pay alamamışlardır. Dünya Bankası’nın “Dünya Kalkınma Göstergeleri 2005” raporunda ülkelerin en yoksul ve en zengin %20’lik nüfuslarının ele alındığı bölümde Türkiye’nin, Tanzanya ve benzeri birçok Afrika ülkesinden daha kötü bir durumda olduğu görülmektedir. Türkiye’de nüfusun en yoksul %20’lik kesimi gelirden %6.1’lik bir pay alırken, en zengin %20’lik kesim ise %46.7 düzeyinde bir pay almaktadır. Rapora göre 343 milyar dolar olan milli gelirden en altta yer alan 7 milyon kişinin kişi başı yıllık gelir oranı 985 dolar iken, en zengin 7 milyon kişinin 13 milyon dolar civarındadır (Altay, 2007: 354). Türkiye’de yadsınamaz bir gerçek vardır ki o da kırsal alandaki yoksulluğun kentlere kıyasla daha yaygın olduğudur. Ama kentsel alandaki yoksulluk daha derin ve de daha yoğun yaşanmaktadır (DPT, 2001: 162). Türkiye ekonomisinde makro ekonomik daralmanın yaşandığı 1987-1994 döneminde yoksulluk sorununun nasıl etkilediğini araştıran bir çalışmada, minimum gıda maliyeti ve temel gereksinimler maliyeti yöntemlerinin yoksulluk sınırları baz alınarak, yoksulluğun sayısal değişimi irdelenmiştir: 163 Çizelge 10: Türkiye Ekonomisinde Yoksulluk Sorunu 1987-1994 Dönemi Yerleşim Yeri Yıllar Minimum Gıda Maliyeti Temel Gereksinimler (Yoksul Kişi Oranı) Maliyeti (Yoksul Kişi Oranı) 1987 11.5 27.0 Türkiye 1994 11.5 29.5 1987 6.9 14.3 Kentsel Alan 1994 8.7 20.0 1987 21.2 41.5 Kırsal Alan 1994 20.2 42.5 Kaynak: Erdoğan, 2002: 25-26. Bu çalışmada da görüldüğü gibi kırsal yoksulluk oranı kentsel yoksulluktan fazla olmakla birlikte kentsel yoksulluk oranı daha fazla artmıştır. Bir diğer çalışmada ise 2007-2009 döneminde kır ve kent yoksullarının sayıları belirlenmiştir. Çizelge 11: 2007-2009 Döneminde Kırda ve Kentte Yaşanan Yoksulluk Oranları 2007 2008 2009 KIR KENT KIR KENT KIR KENT 295 33 252 122 310 29 7.293 4.968 7.400 4.533 8.432 4.318 - - - - - - 313 43 237 93 138 20 3.686 2.11 3.276 1.483 2.597 469 6.110 4.017 6.626 3.871 7.455 3.214 Gıda Yoksulluğu (açlık) Yoksulluk (gıda + gıda dışı) Kişi Başı Günlük 1 $’ın Altı Kişi Başı Günlük 2.15 $’ın Altı Kişi Başı Günlük 4.3 $’ın Altı Harcama Esaslı Göreli Yoksulluk Kaynak: Türkiye İstatistik Kurumu, 2010. Çizelge 11’de yoksulluk sınırı yöntemlerine göre Türkiye’de 2007-2009 yılları arasındaki yoksul kişi sayısı verilmiştir. Çizelgeden görüldüğü gibi 2007 yılında 328.000 kişi açlık sınırında yaşarken, 12.261.000 kişinin ise gıda ve gıda dışı harcamalarını karşılayamadığı görülmektedir. 2007 yılında kentlerde 4.968.000 kişi, kırda ise 7.293.000 kişi gıda ve gıda dışı harcamalarını karşılayamamıştır. Günlük 1 ABD dolarının altında gelire sahip olanları yoksul olarak niteleyen Dünya Bankası analizlerine göre ülkemizde 2007-2009 yılları arasında yoksul 164 bulunmamaktadır. 2007 yılında günlük geliri 2.15 doların altında olan kişi sayısı ülkemizde 356.000 dolayındadır. Kentlerde yaşayan 43.000 kişi ile kırsal alanlarda yaşayan 313.000 kişinin günlük geliri 2.15 doların altındadır. 2009 yılında ise bu oran 356.000’den 159.000’e gerilemiştir. Aynı şekilde kişi başı günlük geliri 4.3 doların altında olan kişi sayısı da yıllar itibariyle bir gerileme yaşamıştır. Türkiye’de kır ve kent arasındaki dengesizliğin daha genel bir boyutunu bölgeler arasında da görmek mümkündür. Doğu Anadolu, Güneydoğu Anadolu ve Karadeniz bölgeleri gerek gelir ve gerekse de insani yoksulluk açısından bakıldığında göreli olarak daha yoksuldur. Bu bölgelerde yaşanan yoksulluk, iç göçü tetikleyerek, yoksulluğun kentlere taşınması ile sonuçlanmaktadır (Gündoğan, 2008: 56). Örneğin Tarık Şengül ve Melih Ersoy (2003: 5) tarafından yapılan alan araştırmasında Şanlıurfa ve Diyarbakır kentlerinde yoksulluk sorunu Ankara ve Zonguldak kentlerine göre daha yoğun bir biçimde yaşanmaktadır. İşsizlik oranının yoksulluk göstergelerinden biri olduğu kabul edilince, elde edilen oranlar Türkiye’de bölgeler arasında olan dengesizliği daha net bir biçimde göstermektedir. Örneğin, Ankara ve Zonguldak kentlerinde seçilen örneklem içerisinde işsiz olan deneklerin oranı %12,4 ve %12,2 iken, bu oran Diyarbakır ve Şanlıurfa kentlerinde %62,8 ve %65,8’dir. Türkiye’de 1950’li yıllarda mülksüzleşerek kırları terk eden nüfus kentsel alanlara hızla göç etmeye başlamış bu süreç 1980’li yıllara kadar devam etmiştir. Ama 1980’li yıllardan sonra göç dalgası yeni boyutlar kazanmaya başlamıştır. 1980 sonrası uygulanan politikalar neticesinde kırsal refahı arttıran politikalardan vazgeçilmiş, tarımsal üretimi destekleyici politikalar kısıtlanmış, çeşitli tarımsal girdilere olan devlet desteği kaldırılmış ve kredi faiz oranları yükseltilmiştir. Kısacası tarımsal nüfus piyasa koşulları ile baş başa bırakılmıştır. Bu durum karşısında da kırsal alan nüfusu kentlere göç etmek durumunda kalmışlardır (Kepenek ve Yentürk, 2005: 352-354). Devletin küçültülmesini esas alan neoliberal politikalar kırsal alan nüfusunu da etkileyerek yoksullaştırmış ve bu yoksulluğun kentsel alanlara taşınmasına yol açmıştır. 165 Bu dönemde ayrıca kırda kalan küçük burjuvazi de uygulanan neoliberal politikalar neticesinde mülksüzleşerek kentlere göç etmiştir. Bu durumun en açık örneğini de tütün ve şeker üreticilerinin sayısındaki düşüş göstermektedir. 1998 yılında Türkiye’de 622.0 olan tütün üreticisinin sayısı, Tütün ve Alkol Piyasası Düzenleme Kurulu’nun verilerine göre 334.3 bine, 2009 yılında da 80.8 bine düşmüştür. Yani 1998-2009 döneminde tütün üretiminin dışına itilen 540 bin civarında aile hızla mülksüzleşerek, önemli bir bölümü kentlere göç etmek zorunda kalmıştır (Bağımsız Sosyal Bilimciler, 2011: 54). Aynı şekilde Şeker Kurumu’nun verilerine göre Türkiye’de 2002 yılında şeker pancarı üreticilerinin 492.2 bin olan sayısı, 2008 yılında 209.1 bin olmuştur. Yani 6 yıl içinde şeker pancarı üreticilerinin %57’si üretim dışına itilerek mülksüzleştirilmiş ve kentlere göç etmek durumunda bırakılmıştır (Bağımsız Sosyal Bilimciler, 2011: 55). Uygulanan politikalar neticesinde 1960’lı yıllardan itibaren gündemde olan kentsel yoksulluk bu dönemden sonra farklı boyutlara ulaşarak daha geniş bir kesimi etkisi altına almıştır. Kentsel yoksullukla özdeş tutulan gecekondu, bu dönemde bir dönüşüm yaşamış ve kullanım değeri yerine değişim değeri ön plana çıkmıştır. 1980 sonrasında uygulanan politikalar neticesinde apartmanlaşma yoluyla kentsel yoksulların gecekonduları da kentsel ranttan pay almaya yöneltilmişledir. Kat karşılığı müteahhitlerle anlaşan kentsel yoksullar bu şekilde kente daha sonra gelenlere yoksulluklarını devredebilmişlerdir. Nihayetinde kentsel mekân artık sermayeye kaynak aktarımının yollarından biri olmuştur. Bu bakımdan kentsel mekân sermaye öncülüğünde ve devlet desteğiyle yeni bir dönüşüme/yapılaşmaya gitmiştir. Bu dönüşümün/yapılaşmanın yegâne mekânı da kentsel yoksulların barındıkları gecekondu alanları olmuştur. Gecekonduların tasfiyesini amaçlayan uygulamalar başta devlet olmak üzere sermaye sahipleri ve medya öncülüğünde gerçekleşmeye başlamıştır37. Kırdan kente göç sonucu oluşan imarsız yapılar 37 Türkiye’deki gibi gecekondular ile lüks konutların yan yana bulunduğu bir diğer ülke olan Brezilya’da da benzer bir süreç yaşanmaktadır. Brezilya-Rio de Jeneiro’da varsıl kesim önceleri okyanus kenarındaki düz yerleşim alanlarında yaşamaktaydılar. Yoksullar ise altyapı, kanalizasyon, su tesisatı gibi kamusal hizmet statüsündeki hizmetleri devletin desteği ve sübvansesi olmadan kendi emekleri ile gerçekleştirdikleri tepelerde yaşamaktaydılar. Ama zamanla güzel bir manzaraya sahip olan tepelerdeki yerleşim alanları daha cazip hale gelerek değer kazandılar ve devlet tarafından satılarak yoksul halk bu bölgelerden tasfiye edildi (Çelik, 2012: 13-14). Yine aynı şekilde hem Dünya Futbol Şampiyonası hem de olimpiyatlara ev sahipliği yapacak olan Brezilya’da şu an var olan 166 devletin emeğin yeniden üretimi için gerekli kentsel hizmetleri yerine getirmemesinin bahanesi olmuş durumdadır. DPT 8. Beş Yıllık Kalkınma Planı (2000: 173), İçme Suyu, Kanalizasyon, Arıtma Sistemleri ve Katı Atık Denetimi bölümünde bu durum şu şekilde ifade edilmiştir: “Hızlı nüfus artışı ve köyden kente göç plansız yapılaşmaya yol açmakta, altyapı tesislerinin yapımını zorlaştırmakta ve maliyetlerini artırmaktadır.” Değişim değeri ile ön plana çıkmaya başlayan gecekondular 1950’li yıllarda göç ve yoksullukla ilişkilendirilirken 1980’li yıllardan itibaren rantçı, gaspçı, varoş gibi söylemlerle anılır olmuştur. Olumsuz değer yargılarını barındıran bu ifadeler özel sektörün kent çeperlerindeki gecekondu bölgelerini dönüştürmelerini sağlayacak, bu bölgeleri ortadan kaldıracak bir yol olarak görülmüştür. Böylelikle uzun yıllar kapitalistleşme süreci dışında bırakılan gecekondu bölgeleri artık sistemin içerisine çekilebilirdi (Erman, 2004: 13). Yoksulluk mekânlarındaki dönüşümlerin sermayeye kaynak aktarımının bir yolu olarak seçildiği bu dönemde, dönüşümleri toplum nezdinde meşrulaştırmak için bu mekânlar özellikle medya desteği ile birer suç deposu olarak tanıtılmıştır. Örneğin İbrahim Doğan’ın (14.03.2005) Aksiyon dergisinde yayınlanan yazısında: “Türkiye'nin aynası İstanbul'da işlenen asayiş suçları son 10 yılda yüzde 87.6 artarken, gecekonduların yoğunlaştığı 14 ilçede bu oran yüzde 285'e tırmandı. Uzmanlar, gecekondu kaynaklı suçların önümüzdeki yıllarda daha da artabileceğine dikkat çekiyor. Ne köylü kalabilen, ne de kentli olabilen gecekondu sakinlerinin kendilerini üst gelir gruplarıyla kıyaslaması, suçun ana sebebi olarak gösteriliyor…. Özellikle büyük şehirleri bir virüs gibi kuşatan varoşlar, hiçbir ahlaki ve insani değeri tanımayan insanların yetişmesinde önemli bir rol üstleniyor.” Neoliberal esnek birikim döneminde artan çelişkilerin bir ürünü olarak kentsel şiddet, kentsel yaşamın artan maliyeti karşısında yaşam kalitesinin her geçen gün düşmesi ve kentin büyük bir kesiminin ayakta kalma mücadelesinin artmasından favelalar kaldırılıp yerine yeni parlak ve yüksek binalar yapmak fikri 2020 yılı için olimpiyatlara ev sahipliği yapmak isteyen Türkiye’nin de gündemindedir. Birçok yoksul hanenin iyileştirme adı altında yerinden edildiği bu projelerde aynı zamanda kentin çevresel dokusu da bozulmaktadır. Olimpiyatlar gibi turizm sektörünü canlandırıcı faaliyetler kentsel bir yıkıma yol açarken, bu durumdan sermaye sahipleri nemalanmakta kentsel yoksullar ise evlerinden uzaklaştırılmaktadır. 167 kaynaklanmaktadır (Ercan, 1996: 80). Yukarıdaki alıntıda da görüldüğü gibi varoş diye nitelendirilen yerlerde suç oranının fazla olması, varoşların ahlaki ve insani değer tanımayan insanları yetiştirdiği ile ilişkilendirilmektedir. Varoşların oluşum süreçlerini, üretim ilişkilerindeki eşitsiz dağılımı yok sayan bu yazı, bu alanlardaki suçların kaynağını irdelemekten çok, bu alanları suçun kaynağı olarak nitelemekte ve bu durumu toplum nezdinde kabul ettirmeye çalışmaktadır. Bu dönemde rantçı, gaspçı, varoş gibi ifadelerle tasfiye edilmek istenen bu yoksul mahallelerin yanı başına zengin komşular gelmeye başlamıştır. Her ne kadar “yoksul mahallelerin yanı başına” gibi bir ifade kullanılsa da aslında varsılların ikamet ettikleri yeni alanlar fiziksel olarak bir o kadar da uzak kalmışlardır. Erman’a (2004: 13) göre tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’de de zengin ile yoksul arasındaki uçurum artmış, toplumun avantajlı kesimi korunaklı, dışa kapalı, ileri teknoloji ve özel güvenliklerle, özel hastaneler ve özel okullarla “ötekileri” dışlayarak yoksullarla ilişkilerini en aza indirmiştir. Murat Güvenç ve Oğuz Işık tarafından 1996 ve 1998 yılında, 1990 nüfus sayımı verilerini kullanarak İstanbul üzerine yapılan çalışmada, kentin en yoksul kesimlerinin kent merkezi ve yakın çevresindeki çöküntü alanlarında yaşadıkları belirlenmiştir (Işık ve Pınarcıoğlu, 2009: 38). Türkiye’de yoksul mahallelerinin iyileştirilmesine yönelik geliştirilen özel bir devlet politikasından bahsetmek mümkün değildir. Daha ziyade toplumsal ve ekonomik akışın insafına bırakılan bu bölgelerde ekonomik alandaki genel gelişmelerin etkileri zamanla görülse de, yoksulluk koşulları ve onun getirdiği birtakım özellikler bu bölgelerin temel karakteristiği olmaya devam etmektedir (Poyraz, 2011: 21). Türkiye’de konut piyasasında çok fazla düzenleyici kurallar olması ve faiz oranlarının da serbest pazar düzeyinin altında olması yatırımların bu alana kaymasını engellemekteydi. Bu noktada devreye giren Dünya Bankası konut finansmanı için yeni kurumlar önermiştir. Bu öneri Toplu Konut İdaresi’ni ortaya çıkarmıştır. Ama bu proje kentin yoksul kesimlerine ulaşamamıştır. Bu dönemde kâr getirecek yatırım alanı arayan özel sektör büyük çaplı ve lüks konut projeleri ile konut piyasasına girmiş oldu (Şenyapılı, 2006: 112). 1980’li yıllarda 168 sermayenin hegemonyası altına giren kent mekânında özellikle gecekondu bölgelerinin dönüşümünü hedefleyen projeler devlet desteği ile kentleri fiziksel olarak yenilerken, toplumsal olarak ayrıştırmakta ve yoksul sınıfları kentin dışına itmektedir (Poyraz ve Aslan, 2011: 11). Dünya Bankası ve IMF’nin yönlendirdiği tarımsal politikalardan etkilenerek kırsal yoksul haline gelip kırdan kopmak zorunda kalan nüfus ve Doğu Anadolu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerinde yaşanan güvenlik sorunları nedeniyle göç eden nüfus, ekonomik büyümenin yavaşladığı ve gelir dağılımı eşitsizliklerin arttığı kentsel mekânda hem yoksulluğu arttıran hem de ondan en çok etkilenen kesimi oluşturmaktadırlar. Üretim sürecinin esnekleştirilmesi ve taşeron üretim biçimlerinin yaygınlaşması sonucu genişleyen enformel sektör yine en çok göç eden bu nüfusu etkilemektedir. Çünkü yeni kentsel yoksulluğun önemli boyutlarını oluşturan toplumsal ve mekânsal ayrışmalar ve dışlama olgusu, kente daha sonradan gelen bu nüfusu ağ türü dayanışma ilişkilerinden yoksun bırakarak iş ve gelir bakımından eski göçmenlerin sahip oldukları imkânlara erişememelerine yol açmaktadır (Kaygalak, 2001: 163). İstanbul-Tarlabaşı’nda yaşanan süreç de bu duruma iyi bir örnek teşkil etmektedir. Tarlabaşı için yapılan bir çalışmada bu bölgeye gelenlerin geldikleri bölgeler ve zamanına ilişkin Çizelge 12 aşağıda verilmiştir: Çizelge 12: Tarlabaşı’na Göç Hareketleri BÖLGELER 1960 Öncesi %13 %12 - 19601969 %33 %13 %20 İç Anadolu Doğu Anadolu Güneydoğu Anadolu %38 %13 Karadeniz Kaynak: Dinçer ve Enlil, 2002: 422. GELDİKLERİ YILLAR 197019801990 ve 1979 1989 Sonrası %44 %13 %15 %6 %20 %15 %13 %53 %44 %18 %7 %6 TOPLAM %23 %14 %32 %13 Çizelge 12’den de görüldüğü gibi eski kent içi alanlara özellikle 1980’li yıllardan sonra yoğun bir göç yaşanmıştır. Tarlabaşı’na göç eden nüfusun %39’u 1990 sonrasında yaşanan zorunlu göç ile gelmişlerdir. Bu oranın %59’u ise 169 Olağanüstü Hal Bölgesi illerinden olan Mardin, Siirt ve Diyarbakır’dan gelmiştir (Dinçer ve Enlil, 2002: 423). Türkiye’de özellikle 1990’lı yıllarda yaşanan zorunlu göç olgusu kentsel yoksulluğu arttırıcı bir etki göstermiştir. Zorunlu göç ile köylerinden kopmak durumunda bırakılan bu yeni göçmenler aynı zamanda kentteki yeni yoksulluğun da unsurları haline gelmişlerdir. İkinci ve üçüncü kuşak göçmenler, kentlerde bir iş bulma umudu olmayan ve köyleri ile bağlantıları kesilen göçmenler, kendileri gibi olanlarla dayanışma ağı kuracak güçten de yoksun kalmışlardır (Türker, 28.02.2005). Bu duruma iyi bir örnek, Tarık Şengül ve Melih Ersoy (2003: 4) tarafından Diyarbakır üzerinden verilmiştir. Kentin en yoksul üç semtinde yapılan alan araştırmasında görüşülen hanelerin yaklaşık üçte biri 1990 sonrası yaşanan zorunlu göç ile kente geldikleri belirlenmiştir. Kırsal alanlardaki ev, tarla veya hayvan varlıklarını tümüyle yitiren ya da satmak zorunda kalan bu kesim, hiçbir bireysel ya da toplumsal uyum süreci yaşama fırsatı edinemeden bir anda kentte kendisini yoksul konumda bulmuşlardır. 1980’li yıllardan sonra kente göç edenlerin dayanışmacı örüntülerden yoksun kaldığını belirlemek isteyen Aksu Bora’nın (2007: 105) yaptığı çalışmada görüşülen kişinin ifadesi bu durumu kanıtlamaktadır: “Akraba ya da komşularla yardımlaşıp yardımlaşmadıklarını sorduğumuzda, görüştüğümüz kişilerden pek çoğu, bir tür doğal durumdan söz edercesine, kimsenin kimseye yardım edebilecek halinin olmadığını anlattı. Herhangi bir ortaklık, güç birliği ya da örgütlü dayanışmayı hayal ettiklerine dair bir ipucu yoktu.” 1980 sonrası ekonomik yeniden yapılanma ile oluşan toplumsal ve mekânsal dinamikler çerçevesinde soylulaştırma Türkiye’de özellikle İstanbul’da görülmektedir. 1950’li yıllardan sonra özellikle de 1960’larda kat mülkiyetine bağlı etki ve orta sınıfın göreli olarak ekonomik açıdan iyileşmesiyle kent merkezinin etrafında bir apartmanlaşma başlamış, kent merkezleri ise gerilemiştir. 1970’lere gelindiğinde apartmanlaşarak gelişen orta sınıf semtlerine karşılık eski kent içi alanlarda yoksullaşma eğilimi artmıştır. Eski kent merkezlerinde konutlar orta sınıf açısından gerekli nitelikleri taşımadığından apartman dairesi aldıkça terk edilen bu 170 semtler sosyo-ekonomik açıdan gerilemekte olan bir kesimin yerleştiği daha ucuz semtler haline gelmiştir (Şen, 2005: 146-149). 1980’li yıllardan sonra ise sermayeye yeni bir yatırım alanı haline gelen bu semtler, kentsel dönüşüm, kentsel yenileme gibi politikalarla eski sakinlerini yerinden etmiştir. Eski kent içi semtlerinin soylulaştırılarak ayrıcalıklı konut alanlarının yapılaşması, mekândaki sınıfsal ve kültürel ayrışmayı arttırmıştır (Şen, 2005: 151). Üretim sisteminin içine düştüğü krizi aşabilmek için kentleri pazar yeri haline getirmiştir. Türkiye’de de özellikle 1999 depreminden sonra hızla kentsel dönüşüm alanı ilan edilen bölgelerde uygulanmaya başlanan dönüşüm projeleri sonucunda o bölgelerde yaşayanlar ya bölgeden ayrılmak zorunda kalmışlar ya da kendi yaşam biçimlerine uymayan bu yeni alanlardan gönüllü olarak ayrılmışlardır. Sulukule, Fener-Balat, Ayvansaray gibi projeler bu duruma en iyi örneklerdir (Köymen, 24.02.2013). “Ömrünün son günlerini yaşıyordu Sulukule….Mahallenin yerinde, koskoca bir enkaz yığını yükseliyordu. Yıkıntılar üzerinde hurda toplayıcıları hummalı bir faaliyet içinde; bu evlerde tüketilmiş hayatların demirini kapısını çerçevesinden, bakırını kablosundan ayırıyordu. İnsanlardan, kültürden ve tarihten para eden ne kalmışsa, bir bir kamyonların üzerine istifleniyordu. Ne acıydı oysa. Tarih, anı, hayat… Hepsi bir kamyona sığar mı? Yüzyıllık geçmiş, bir kamyonluk hayat yapar mı? Burada herkes bir şeyini kaybetti; kimisi evini, kimisi çocukluğunu, kimisi ömrünün en güzel yıllarını. Yine de bu hoyratlık mahallenin zenginlerine başka, yoksullarına başka türlü değdi. Yeryüzünden silinen tarihi semt ile birlikte, yaşlıları, yalnızları ve muhtaçları esirgeyen, koruyan mahalle dokusu da yok oldu gitti; insanlar birbirini kaybetti… (İşeri, 2010: 88-89)” Bu alıntıdan da görüldüğü gibi kentsel dönüşüm, kentsel yenileme veya soylulaştırma diye anılan projelerden yarar görmeleri beklenirken en fazla zarar gören toplumsal kesim, kentsel yoksullardır. Kentin fiziki durumunu iyileştirmek amacıyla yola çıkılan projelerde yoksulların yaşadığı plansız ve sağlıksız konutlar yıkılarak yerine daha sağlıklı konutlar inşa edilmektedir. Bu tarz konutlara yerleşen kentsel yoksullar bir süre sonra büyük bir borcun altına girdiklerinden dolayı zamanla bu yerleşim alanlarını terk etmek zorunda kalmışlardır. 171 Kentsel ortamda yaşanan kargaşa, keşmekeş, gelir eşitsizliği gibi sorunlar bazı sınıfların kendilerini sözde tehdit altında hissetmelerine yol açmıştır. Toplumsal uzlaşma yerine toplumsal ve sınıfsal ayrışmanın mekânsal ayrışmayı körüklediği günümüz kentlerinde, kent ortamının dışında ya da korunaklı bir bölgede yeni mekânlar oluşturulmaya başlanmıştır. Seçkinlik ve statü ile ön plana çıkan, küresel sürecin yeni mekânsal biçimleri olan bu güvenlikli siteler, abartılı bir güvenlik algısını da tesis etmektedir (Alver, 2010: 100). Bu kapalı yerleşmeler her ne kadar güvenlik arzusu ile ön plana çıksa da aslında liberal politikaların eğitim, sağlık, konut edinme gibi alanlarda yarattığı yeni ayrışmaların bir sonucudur (Kurtuluş, 2005b, 162). Türkiye’de özellikle büyükşehirlerde son yıllarda gözlemlenen üst ve orta sınıfların kentin merkezinden çevreye doğru yönelmesi yeni bir olgu değildir. Bu durumu, bir zamanlar Chicago’da ve Sydney’de yaşanan banliyöleşme sürecinin bugün Kahire’de, Jakarta’da ya da İstanbul’da tekrarlanması olarak yorumlamak mümkündür (Öncü, 1999: 27). Dolayısıyla gelişmekte olan ülkelerin kentlerinde yaşanan bu süreci küreselleşme süreci ile uygulanan neoliberal politikalarla bağdaştırmak mümkündür. Çünkü bu politikalar ile gelir dağılımı arasındaki eşitsizliğin daha da artması, varsıl ile yoksul arasındaki uçurumu keskinleştirmiş ve varsıllar kent merkezinin kendileri için güvenli olmadığı gerekçesiyle yoksullarla aralarında olan mekânsal/toplumsal ayrışmayı derinleştirmişlerdir. 1980’li yıllarla uygulanan neoliberal politikalar ve küçülen devlet, bir zamanların eğitimli, hali vakti yerinde orta sınıflarının büyük bir kısmını, kamu sektörü çalışanlarını ve birçok köylüyü, emek ve konut pazarlarında kentsel yoksul mevkiine itmiştir. Artık gittikçe artan sayıda işsiz, geçimini sokaktan kazanan işçi, sokak çocuğu ve yeraltı dünyası mensubu mevcut olmaya ve bunlar “kent marjinalleri”, “kent yoksunları” ya da “kentsel yoksullar” diye tanımlanmaya başlamıştır. Toplumdan dışlanan bu gruplar tarihsel olarak yeni bir olgu olmamasına karşın, küresel yeniden yapılanma ile yoğunlaşan ve derinleşen bir sayıya ulaşmıştır (Bayat, 2006: 29). 1980’lerden sonra proje yönetiminden genel kentsel politikalar kurgusuna yönelen Dünya Bankası fonlarını da konut stokunu arttırma amacıyla 172 finans sistemlerine yöneltmiştir. 1990’lı yıllardan sonra da yoksulluk ve arazi politikaları üzerinde politikalar geliştirmiş olsa da bu dönemin yoksulluğu umudun yitirildiği bir yoksulluk boyutuna ulaşmıştır. Işık ve Pınarcıoğlu (2009) tarafından ileri sürülen “Nöbetleşe Yoksulluk” kavramında yaşanılan yoksulluğun bir nöbet süresi içinde bitebileceği inancı 1990’lı yıllardan sonra kaybolmuştur. Çünkü bu dönemde emek piyasası daralmış, ihtisaslaşmış ve parçaları arasında geçirimi çok aza inmiştir. Emek piyasasının bu örgütlenmesi karşısında birçok kişi emek pazarına katılamamıştır (Şenyapılı, 2006: 113-114). Metropol alanlara ve büyük kentlere göçle gelen ve yaşam alanı olarak kenar mahalleleri seçen ve kentin en düşük gelir grubuna dahil olanlarda var olan yoksulluk yerleşik hale gelerek kendi kendini üreten bir boyut kazanmıştır (Altay, 2007: 350). Sonuç olarak denilebilir ki 1980’li yıllardan sonra uygulanan politikalar kentteki sosyo-mekânsal eşitsizlikleri arttırırken aynı zamanda yoksulluk olgusuna yeni bir içerik kazandırmıştır. Yoksulluğun daha geniş toplumsal kesimleri etkilemesi ve daha kalıcı hale gelmesi, yoksulluğa “yeni” bir boyut eklemiştir. İşçi sınıfının örgütlülüğünün zayıflatılması suretiyle ücretlerin düşürülmesi, dolaylı ücret kapsamındaki kamu harcamalarının azaltılması ve ücretli çalışanlar arasındaki gelir dağılımı arasındaki uçurum kentsel mekân içinde yoksulluğu daha kapsamlı ve çok boyutlu bir sorun haline getirmiştir (Kaygalak, 2001: 163). Özellikle de 1990’lı yıllardan sonra yoksulluk geniş yığınlar için daha ağır ve kalıcı hale gelmiştir (Buğra ve Keyder, 2003: 59). 173 5. TOPLUMSAL VE MEKÂNSAL YAPISIYLA TOKAT VE SULUSOKAK Bu bölümde Tokat ve Sulusokak bölgesini tarihsel açıdan ele aldıktan sonra Tokat ve Sulusokak bölgesinde toplumsal ekonomik yapının mekânda yerleşimine değinilmiştir. Ardından Tokat kent merkezi ile Sulusokak bölgesinde kentsel yoksulluk bakımından meydana gelen mekânsal ayrışma olgusu irdelenmiştir. 5.1. Geçmişten Günümüze Tokat İli Orta Karadeniz bölümünün iç kesimlerinde, 39 derece 51 dakika, 40 derece 55 dakika kuzey enlemleri ile 35 derece 27 dakika, 37 derece 39 dakika doğu boylamları arasında yer alan Tokat ili, Sivas, Yozgat, Amasya, Samsun ve Ordu yönetim alanları ile çevrelenmiştir. Tokat, nüfus artışına paralel olarak, ekonomik yapısındaki değişiklik ve gelişmelerle çok fonksiyonlu bir kent yerleşmesine dönüşmüştür (Ünal, 2004: 1). Tokat’ın merkez ilçesi Behzat Deresi civarında, güneyde yüksek kesim, orta kesim ve kuzeyde aşağı kesim olmak üzere üç bölüm halinde kümelenmiştir. Son yıllarda şehir kuzeye doğru genişlemektedir. Şehirde güneyden kuzeye doğru bir tek ana cadde, “Gazi Osman Paşa Bulvarı” uzanmaktadır. Tokat ili tarihinde birçok devlete ev sahipliği yapmıştır. Sahip olduğu coğrafi konumuna rağmen zamanında ticaret yollarının kesişim noktasında bulunan Tokat, üretim ilişkilerinde yaşanan değişim ve dönüşümle birlikte sahip olduğu konumu kaybetmiş ve günümüzde bir taşra kent niteliğini taşımaktadır. Ama üretim sisteminin tüketim toplumu yaratma arzusunun büyüklüğü bugün Tokat’ta da yansıma bulmuş, prekapitalist üretim ilişkileri varlığını sürdüremez bir hale gelmiştir. Tokat’ın M.Ö. 5500’lere kadar inen bir tarihi geçmişinin olduğu bilinmektedir. M.Ö. 2000’lerde Hitit egemenliğinde olan bölge, Frig, Pers, Kapadokya ve Makedon krallıklarının egemenliği altına girmiştir. M.Ö. 4. yüzyıl başlarında Pontus, M.Ö. 1. yüzyılda ise Roma egemenliğine giren bölge, 395 yılında Bizans’a bağlanmıştır. 11. yüzyıla kadar Bizans egemenliği altında kalan Tokat’a 11. 174 yüzyıldan itibaren Türkmen akınları başlamıştır. Malazgirt Savaşı’ndan sonra Danişmentli topraklarına katılan bölge, 1175 yılında Selçuklulara bağlanmış, 1243 Kösedağ Savaşı’ndan sonra İlhanlı, 1335 sonrasında Eretna, 1388’de Kadı Burhanettin yönetimine giren şehir, 1392’de Osmanlı topraklarına katılmıştır (“Tokat: Zamana Kök..”, 2010: 18). Tokat kentinin tarihi devirlerde, farklı dillerdeki isimleri şunlardır; Antik çağda Komana, Bizanslılar döneminde Evdoksia, Dokeia gibi isimlerle anılan Tokat’ı Araplar Dokat, İranlılar Kah-cun, Selçuklular Darün-Nusret, Moğollar Sobaru, Osmanlı Devleti dönemi’nde (Yıldırım Beyazıt) ise Dar-ün Nasr ve Tokat diye isimlendirmişlerdir (Ünal, 2004: 32). Sargon Erdem (1987: 13) Dokeia kent adının çanak memleket anlamına geldiğini, etrafını çevreleyen dağlar arasında, gerçek bir çanak görünümünde olan ve devamlı surette içine su dolmak yani sel gelmek tehdidi altında yaşayan bu memleket için verilebilecek en uygun ismin bu olduğunu belirtmektedir. Tokat, 14 devlet ve birçok beyliğin yaşadığı ve egemen olduğu Yeşilırmak Havzası içinde yer alan, Selçuklular zamanında Anadolu’nun altıncı büyük kenti, 12. yüzyılda Bizans ve Haçlı orduları, 1243 yılından itibaren de Moğol baskısı altında olmasına rağmen İlhanlı egemenliği sonuna kadar gelişimini sürdürmüş, antik dönemlerde olduğu gibi ekonomi ve ticaret gelişmiş, doğu-batı yönündeki büyük ticaret kervanlarının konakladığı hanlar, kervansaraylar ile düzenli yol ve köprüler inşa edilmiştir. Moğolların yaptığı büyük tahribattan sonra 14. yüzyılın sonunda Osmanlı egemenliğine giren Tokat, devletin yükselme döneminde bölgenin tarım ve sanayi merkezlerinden biri olmuştur. Bağ, bahçe ve ovaları ile Osmanlı ordularının konaklama ve gıda ambarı olmuş, bakırcılık, ipekçilik, pamuklu dokuma ile çeşitli sanayi ve el sanatları gelişmiş, iş hanları ve çarşıları Bağdat, Bursa ve Halep’tekiler ile kıyaslanır olmuştur (“Tokat Tanıtım Rehberi”, 1998: 9). Suraiya Faroqhi (akt. Beşirli, 2005: 148), 16. yüzyılda Tokat’ta kayıtlara geçmiş 5-6 hanın bulunduğunu, Tokat’ın aynı zamanda Afyon’la birlikte bölgelerarası ticaret merkezi olduğunu belirtmektedir. Ayrıca Tokat’ın İran’ın ipek üreten bölgelerinden Bursa ve İstanbul’a uzanan kervan yolu üzerinde önemli ambar 175 niteliğinde olduğunu vurgulamıştır. Tokat, Anadolu, İran, Bağdat, Şam ve Halep’ten gelen anayolların birleştiği kavşaklar Sivas, Tokat ve Amasya’dan geçmekteydi. Bu bakımdan kent, ticaret yollarının kesiştiği bir uğrak yeri olduğundan, gelişmiş bir ticari potansiyel özelliğini sürdürmüştür. Tokat, yerli ipek ticareti, pamuklu ve basma imalatı, deri imalatı ve bakır ve bakır işçiliği en gelişmiş kentlerden biridir. Kuruluşu Ortaçağ’a kadar giden ve Roma ve Selçuklu dönemlerinde yaklaşık bin yıllık bir süreç içinde sınır kenti olarak kalan Tokat, başlarda savunulmasını kolaylaştırması bakımından bir kale kent görünümünde iken daha sonraki süreçte yol kavşağında bulunmasından dolayı bir ticaret kenti olarak sivrilmiş, bu özelliğini 19. yüzyılın ikinci yarısına kadar sürdürmüştür (Beşirli, 2005: 8). Selçuklu döneminde önemli bir kent olan Tokat, Osmanlı döneminde ise Halep, Şam, Bursa ve İstanbul’dan sonraki beşinci büyük şehirdir. Ama 1890’lı yıllarda çivit’i, köseleyi Marsilya’dan, mumu Almanya’dan, şekeri Trieste ile Marsilya’dan, kibriti, fesi Trieste’den, kumaşı ise Almanya’dan ithal eder duruma gelmiştir (Tamer ve Müftüoğlu, 1987: 29). Yani değişmeye başlayan üretim ilişkileri Osmanlı Devleti’nin son dönemlerde yarı sömürge bir devlet haline getirerek, dışa bağımlılık bu dönemlerde başlamış denilebilir. Tokat’ın nüfus bilgisi ile ilgili en eski bilgi, 1455 tarihli Tokat Tahrir Defteri’ndeki kayıtlardan edinilebilmektedir. Bu kayıtlara göre yaklaşık 200 Müslüman ve 1000 Hıristiyan hane olmak üzere 3000 kadar vergi yükümlüsünün bulunduğu Tokat’ta hane başı 5 kişinin olduğu varsayıldığında, kent nüfusunun 15.000 civarında olduğu tahmin edilmektedir (Çelik, 2000: 46). Ardından yapılan 1485, 1520, 1554 tahrirleri sonuçlarına göre zaman zaman artıp zaman zaman da azalan Tokat nüfusunun, 1574 tarihinde yapılan son tahririne göre ise 14.089 kişi olduğu görülmektedir. Bu nüfusun artma yerine azalma göstermesinin çeşitli nedenleri vardır. Bunlardan ilki 1470 yıllarında Uzun Hasan’ın kuvvetlerinin saldırısına maruz kalmasından sonra yapılan tahrirde vergi veren nüfusun yarısının olmadığına bakılırsa şehir nüfusunun önemli bir kısmının katledildiği söylenebilir. Ayrıca, 1498 yılında meydana gelen depremden dolayı da şehir nüfusunda bir azalma yaşanmıştır. 1620-1640 yıllarında Tokat şehir merkezinin nüfusu 19.290 olduğu 176 belirlenmiştir (Eken, 1997: 156-157). Şehir nüfusunda deprem, iç karışıklıklar gibi sebeplerden dolayı meydana gelen azalmalar, 16. yüzyılın sonlarından itibaren tekrar değişmiş ve hızla artmaya başlamıştır. 1646’daki Osmanlı kayıtlarına göre kentte toplam 3.858 aile bulunmaktadır (Beşirli, 2005: 296). 1851 yılında Tokat mahallelerindeki hane sayıları ile ilgili bilgilere bakıldığında Camii Kebir Mahallesi’nde 42 Müslüman, 16 Ermeni, birer Rum ve Yahudi hanesi, Cemalettin Mahallesi’nde 46 Müslüman, 26 Ermeni hanesi, Kabe-i Mescid Mahallesi’nde 23 Müslüman, 84 Ermeni hanesi, Seyit Necmettin Mahallesi’nde ise 58 Müslüman hanesi bulunmaktaydı (Beşirli, 2005: 304). 1800’lü yıllarda Tokat’ta Ermeniler, Rumlar ve Müslümanlar birarada yaşamışlardır. Osmanlı Devleti’nde İslam hukukunun yanında örfi hukuk kurallarına uyularak gayri Müslimler için bir asimile politikası uygulanmamış, kendi dinlerini muhafaza etmiş ve asgari müştereklerde uzlaşarak barış içinde yaşamışlardır (Asıl, 2006: 4). Tokat, 1878’e kadar Sivas’a bağlı bir bucak merkezi konumundadır. Nüfusu da 29.890 kişidir (Aktüre, 1975: 115). 1878 yılında Sivas’a bağlı sancak beyliği statüsünde olan Tokat’ın dört tane kazası vardı: Erbaa (Herek), Reşadiye (Eskefser), Zile ve Niksar, Turhal ve Artova o günlerde merkez kazaya bağlı birer nahiye konumundadır (“1984-1988 Yıllarında Tokat”, 1988: 31). 1920’de müstakil liva ve cumhuriyetle birlikte de il statüsüne ulaşmıştır (Asarkaya, 1936: 47). Resim 1: 1932 Yılında Albert Louis Gabriel Tarafından Çizilen Resim (Tokat Kalesi) Kaynak: “Bir Asırda Tokat…”, 2000: 16. 177 Tokat, 1923 yılında il olmuş; Erbaa, Niksar, Reşadiye, Zile ilçeleri bağlanmış, 1943 yılında Taşova, 1944’te Artova ve Turhal, 1954 yılında Almus, 1987 yılında Pazar ve Yeşilyurt, 1990 yılında Sulusaray ve Başçiftlik ilçeleri kurulmuştur. Tokat’a bağlı olan Taşova ilçesi, 1953 yılında Amasya’ya bağlanmıştır. Tokat ilinde merkez ilçe dahil olmak üzere 12 ilçe, 54 belediye ve 634 köy bulunmaktadır (“Tokat Tanıtım Rehberi”, 1998: 20). Tokat ilinde nüfus hareketleri ile ilgili bilgiler geçmiş belgeler üzerinden genellikle tahmin üzerine yapılmış olsa da periyodik nüfus sayımlarının yapılmaya başlandığı 1927 yılını referans almak mümkündür. İlk nüfus sayımının yapıldığı 1927’den günümüze kadar olan nüfus hareketleri şöyledir: Çizelge 13: 1927-2012 Döneminde Tokat İli Şehir ve Köy Nüfusu Yıllar Şehir Nüfusu Köy Nüfusu 48.758 213.864 1927 52.275 257.588 1935 51.756 266.163 1940 60.301 280.448 1945 67.888 321.035 1950 84.434 304.293 1955 99.447 338.143 1960 123.403 371.949 1965 146.623 394.232 1970 175.446 423.720 1975 200.231 424.277 1980 246.126 432.945 1985 308.304 410.947 1990 401.762 426.265 2000 350.914 269.808 2007 346.058 271.100 2008 356.246 268.193 2009 363.944 253.858 2010 358.872 249.427 2011 358.494 255.496 2012 Kaynak: Türkiye İstatistik Kurumu, 2012 Toplam Şehir Nüfusunun Toplam Nüfus İçindeki Oranı Köy Nüfusunun Toplam Nüfus İçindeki Oranı 262.622 309.863 317.919 340.749 388.923 388.727 437.590 495.352 540.855 599.166 624.071 679.071 719.251 828.027 620.722 617.158 624.439 617.802 608.299 18.57 16.87 16.28 17.70 17.46 21.72 22.73 24.91 27.11 29.28 32.06 36.24 42.86 48.52 56.53 56.07 57.05 58.90 58.99 81.43 83.13 83.72 82.30 82.54 78.28 77.27 75.09 72.89 70.72 67.94 63.76 57.14 51.48 43.47 43.93 42.95 41.10 41.01 613.990 58.39 41.61 Çizelge 13’den de görüldüğü gibi Cumhuriyetin başlarında Tokat’ın kırsal alan nüfusu, kent nüfusunun çok üstünde bir orana sahiptir. 1927-1945 yılları arasında nüfus oranları, çok ciddi bir artış göstermemiştir. Kırsal alan nüfusunda 178 kimi zaman artış kimi zaman da azalış görülse de 2007 yılına kadar, kent nüfusundan hep fazla olmuştur. 2007 yılında kırsal alan nüfusunda ciddi bir düşüş yaşanmaya başlamış ve bu düşüş günümüze kadar da seyrini devam ettirmiştir. Buna karşın kentsel alan nüfusunda yıllar itibariyle sürekli bir artış söz konusu olmuştur. Ama kentsel alan nüfusunda en fazla artış, 93.458 kişi ile 1990-2000 yılları arasında olmuştur. Kırsal alanda nüfus sürekli düşüş eğiliminde olsa da Tokat ilinde kırsal alan nüfusu yine de önemli bir paya sahiptir. Çizelge 14: Tokat İlçe Merkezindeki Nüfus Oranları (1927-2012) Yıllar Şehir Nüfusu Nüfus Artan Nüfus 21.890 21.676 -214 21.447 -229 20.078 -1.369 21.661 4.995 26.661 4.995 32.654 5.993 37.368 4.714 44.110 6.742 48.588 4.478 53.612 5.024 60.855 7.243 83.058 22.203 99.437 16.399 113.100 13.643 1927 1935 1940 1945 1950 1955 1960 1965 1970 1975 1980 1985 1990 1997 2000 132.300 19.200 2011 132.437 137 2012 Kaynak: Ünal, 2004: 35; TÜİK, 2012. Köyler Nüfusu Nüfus Artan Nüfus 54.734 61.021 6.287 73.743 12.722 42.665 -31.078 36.884 -11.914 36.884 -11.914 52.107 15.223 56.764 4.660 59.571 2.807 63.888 4.317 66.686 2.798 66.949 260 67.714 768 61.124 -6.590 61.600 -476 Toplam 76.624 82.697 95.190 62.743 63.545 63.545 84.761 94.132 103.681 112.476 120.298 127.801 150.772 160.481 174.700 50.071 -11.529 182.371 49.788 -0.283 182.225 Çizelge 14’den görüldüğü gibi Tokat’ta en düşük nüfus artış hızı 1945 yılında görülmüştür. Bu dönemde Türkiye’de, II. Dünya Savaşı’na girilmemesine rağmen, seferberlik ilan edildiği için genç nüfus silah altına alınmış, dolayısıyla da doğum oranlarında bir düşüş yaşanmıştır. Ayrıca bu dönemde bebek ölümlerinin yüksek, sağlık ve beslenme şartlarının yetersiz olması gibi sebeplerin yanı sıra şehir dışına göçler de yaşanmıştır. Ticaret, tarım ve hayvancılıkla geçinen halk, geçim sıkıntıları baş gösterince, Ankara, Bursa, İstanbul ve İzmir gibi büyük illere göç etmiştir. Göç eden bu grupların içerisinde, 1877-1878 Rus işgali sebebiyle Erzurum, Ardahan ve Kars gibi Doğu illerinden göç eden aileler de yer almıştır (Ünal, 2004: 34). Kırsal alan nüfusu en büyük artışı 1955-1960 yılları arasında yaşarken, 1940-1945 yılları 179 arasında en düşük artışı yaşamıştır. 1980-1985 döneminde kırsal alan nüfusunda pek bir değişiklik olmazken, kent nüfusunda ise sürekli bir artış yaşanmıştır. 1950’li yıllar Türkiye için olduğu gibi Tokat içinde önemli bir dönem olmuştur. Çünkü bu dönemden sonra Tokat nüfusu artış eğilimi göstermiş, en büyük artış ise 1990’lı yıllarda yaşanmıştır. 1985-1990 yıllarında nüfus 22.203’lük bir artış göstermiştir ki bunun nedeni şehir merkezinde kurulan büyük ve küçük çaplı sanayi işletmelerinin sayısının artmasıdır. Bu dönemden sonra Tokat, çevredeki kırsal yerleşmelerden göç almaya başlamıştır. Ayrıca şehir merkezinde oturan ve tarımla uğraşan ailelere birtakım kredilerin verilmesi, kırsal nüfusu buraya çekmiştir. Bu dönemde şehir ile kırsal kesim alanlarında mevsimlik göçler yaşanmıştır. Kış aylarında şehir merkezinde oturan bu aileler, yazın ekip-dikme faaliyetleri için tekrar köylerine dönmektedirler (Ünal, 2004: 37). Ayrıca 1992 yılında Gaziosmanpaşa Üniversitesi’nin kurulması da kent nüfusunun artması yönünde bir etkide bulunmuştur. Tokat’ta kent nüfusunun artmasının mahalleler bakımından dağılımına bakıldığına bazı mahallelerin öne çıktığı, bazı mahallelerin ise eski dokusunu kaybettiği gözlemlenmektedir. 180 Çizelge 15: Tokat Merkez İlçesindeki Mahallelerin Nüfus Oranları (2000-2011) Mahalle Adı Nüfus 2000 Mahalle Adı Nüfus 2011 2000 Akdeğirmen 2063 2087 Karşıyaka Ali Paşa 2517 3080 Altıyüzevler 4762 Bahçelievler 2011 4136 13820 Kaşıkçıbağları 575 1092 4089 Kemer 436 498 5047 7280 Küçük Beydağı 1424 1748 Bedestenlioğlu 1043 1085 Kümbet 3059 3532 Büyük Beybağı 5048 3061 Mahmutpaşa 3504 4104 Camiikebir 2554 922 Mehmetpaşa 3307 3060 Cemalletin 1815 1913 Oğulbey 1798 1441 Çay 3374 3227 Örtmeliönü 2238 2468 Derbent 1815 2449 Perakende 1509 2135 Devegörmez 2164 3215 Semerkant 2443 2214 484 3593 Seyit Necmettin 1307 1162 3340 2768 Soğuk Pınar 4321 4863 12165 12930 Topçam 4217 4716 Geyras 465 478 Topçubağı 1573 1826 Gezirlik 1440 780 Yarahmet 999 1213 Gülbaharhatun 6666 6251 Yeni 6417 3762 Güneşli 1762 1544 Yeniyurt 1040 1237 Hocaahmet 1667 1745 Yeşilırmak 7483 7306 Kabe-i Mescid 1052 1042 Yeşilova 538 672 Kaleardı 4447 2106 Doğukent - 3786 Doğancı Bağları Erenler Esentepe Kaynak: Tokat Belediyesi Verileri Çizelge 15’e bakıldığında nüfus oranlarında kimi mahallelerde çok ciddi düşüşler yaşanırken, kimi mahallelerde ise artış görülmektedir. Kimi mahallelerde ise nüfus oranları açısından 2000-2011 döneminde çok ciddi değişiklikler yaşanmamıştır. Öncelikle nüfus kayıplarına bakıldığında 2.655 kişilik nüfus kaybıyla Yeni Mahallesi göze çarpmaktadır. Bu mahalleyi 2.341 kişilik nüfus kaybı ile Kaleardı Mahallesi takip etmektedir. Ardından ise 1.632 kişilik nüfus kaybı ile Camii Kebir Mahallesi gelmektedir. Nüfus oranları bakımından Altıyüzevler Mahallesi’nde 673, Gezirlik Mahallesi’nde 660, Erenler Mahallesi’nde 572, Oğulbey Mahallesi’nde 357 ve Mehmetpaşa Mahallesi’nde 247 kişilik bir düşüş yaşanmıştır. Nüfus artış oranları dikkate alındığında 9.684 kişi ile Karşıyaka Mahallesi önde gelmektedir. 181 3.109 kişilik nüfus artışı ile Doğancı Bağları Mahallesi ikinci sırada yer almaktadır. Onu 1.054 kişi ile Devegörmez, 597 ile Mahmutpaşa mahalleleri izlemektedir. 5.1.1. Tokat’ta Toplumsal Ekonomik Yapının Mekânda Yerleşimi İlk Tokat yerleşmesinin, Tunç çağından sonra, tüm yöreye yayılmış Hitit ve Frig yerleşme merkezlerinden biri olarak kurulduğu tahmin edilmektedir. Yerleşmenin, doğu ve güneye giden yollar üzerinde, Tokat’ın batısındaki Kazova’ya veya doğusunda yer alan Tozanlı vadisine hakim bir yerde olabileceği düşünülmektedir. Ancak çevredeki höyük yerleşmelerinde, bilimsel araştırmalar tam olarak sonuçlanmadığı için Tokat’ın bu tarihlerde kurulduğuna dair kesin bir bilgi mevcut değildir. Tokat’ın bilinen ilk yerleşim alanı Komana’dır. Komana, bugün Tokat’ın 9 km kuzeydoğusunda Gümenek köyü civarında, kesin olmamakla birlikte M.Ö. 4 yüzyılda kurulmuş, önemli bir antik kenttir. Çok tanrılı dinlere ait olan birçok tapınaktan oluşan kent, M.S. 12. ve 13. yüzyıllarda Selçuklu Türkleri ve Haçlı orduları tarafından işgale uğramış ve terk edilmiştir (Ünal, 2004: 55). Resim 2: Komana Kenti (Tokat) Kaynak: Yavi, 1987: 15. 182 Hıristiyanlığın Anadolu’da yayılmaya başladığı dönemlerde putperestlerle Hıristiyanlar arasında kanlı çatışmalar olmuş, Komana’da bulunan Hıristiyanlar kenti terk etmiştir (”Tokat İl Yıllığı- 1967”, 1968: 86). Komana’dan ayrılan halk, daha güvenli olan, bugünkü Tokat kalesinin bulunduğu kayalık tepe üzerinde yeni bir yerleşim merkezi kurmuşlardır. Kent, 11. yüzyılda Türklerin Anadolu’ya gelmelerine kadar bir Hıristiyan kenti olarak varlığını sürdürmüştür. 11. yüzyıldan 12. yüzyıl ortalarına kadar Danişmentliler egemenliğinde, ondan sonra da Anadolu Selçuklu döneminde yönetimsel kademelenmede önemli bir yere sahip olan Tokat, kalenin bulunduğu tepenin doğu ve güneydoğu eteklerine doğru büyüme göstermiştir (Açıkel ve Sağırlı, 2005: 13). Şehir merkezi kalenin bulunduğu tepenin doğu eteklerinde yer almaktadır. Şehrin yerleştiği alan, Osmanlı egemenliğindeki 15. yüzyıl başında Selçuklu zamanındaki yerleşme sınırının dışına taşmaya başlamıştır. Güneye doğru gelişmeler ise bu dönemdeki topoğrafik engeller yüzünden gerçekleştirilememiştir (Aktüre, 1975: 112). Selçuklular döneminde büyüyen kente birçok medrese, kervansaray, şifahane, yol ve cami yaptırılmış, Osmanlı Devleti sınırlarına dahil edildiğinde [1392 yılında] ise Tokat kalesi içerisine mescit yaptırılmıştır. Osmanlı Devleti’nin yükselme döneminde ise yerleşme, dini, askeri yapıların yanında hanlar, saraylar ve medreselerle hızlı bir şekilde gelişmeye başlamıştır (Ünal, 2004: 56). Kent bu dönemde surların dışında, kalenin güney ve doğu eteklerinde yerleşmeye başlamıştır. Kentin fiziksel gelişimi, kuzeydeki sulanabilen toprakların tarımsal eylemler için kullanılmasından dolayı, güneye ve güneydoğuya doğru olmuştur (Aktüre, 1975: 113). Tokat kentinin mekânsal yapısını ve kent ekonomisini etkileyen en önemli etmen, önce Roma İmparatorluğu, sonra da Selçuklular dönemlerinde bin yıldan fazla bir süre sınır kent olarak varlığını sürdürmüş olmasıdır. Bu süre içinde bölge ölçeğinde kentin temel işlevi doğu-batı ana ticaret yollarından birinin, İstanbul’dan başlayıp Tebriz’e kadar uzanan ticaret yolunun üzerinde bulunan bir ticaret kenti olmasıdır. Tarihsel değişim süreci içinde kentin mekânsal yapısını etkileyen ilk işlevsel farklılaşma, kentin temel işlevinin kolay savunulur bir kale olmaktan çıkıp ticaret kenti niteliği kazanmasıdır. Kentsel işlevlerdeki bu farklılaşma kentin 183 mekânsal yapısına da yansımaktadır (Aktüre, 1981: 143). 17. yüzyılda şehri ziyaret eden seyyah Tavernier (akt. Genç, 1988: 36), Tokat’ın bu dönemlerdeki öneminin nedenini şu sözlerle ifade etmektedir: “Tokat’ın en dikkate değer yanı, Doğunun büyük transit merkezlerinden biri olmasıdır. İran’dan ve Diyarbakır, Bağdat, İstanbul, İzmir, Sinop vs. yerlerden hiç ardı arkası kesilmeden akan kervanlar buradan geçerler. İran’dan gelen kervanın, İstanbul ile İzmir yönüne gidecek kollarının birbirinden ayrıldığı yer de burasıdır.” Anadolu’daki yol ağı farklı dönemlerde önemli değişikliklere uğramış ve önem kazanan veya kaybeden yollar üzerinde bulunan yerleşim alanları da bulundukları konumla doğru orantılı olarak ya önem kazanmışlar ya da önemini kaybetmeye başlamışlardır. Aktüre’nin (1975: 104) verdiği örneğe göre Roma ve daha önceki dönemlerde çok önemli bir kültür ve ticaret merkezi olan Apameia, Bizans döneminde üzerinde bulunduğu büyük doğu ticaret yolunun önemini kaybetmesi üzerine gerileyerek bölge ölçeğindeki işlevsel kademelenmede de geriye düşmüştür. Aynı şekilde doğu-batı ticaretinin gelişmesi kimi kentlerin de önemini arttırmıştır. Örneğin Manisa, Kütahya, Çorum ve Tokat gibi kentlerin önemi arttığından nüfusu artmış ve kentsel alan genişleyerek tepe üzerindeki etrafı surlarla çevrilmiş küçük yerleşme, ticaret yolunun geçtiği düzlüğe doğru yayılmıştır. Kıray (1964-1965: 10), feodal toplumlarda kentlerin, pazar ve mübadele merkezi işlevi gördüğünü belirtmektedir. El sanatlarının ve zanaatlarının toplandığı, çeşitli eşyaların insan ve hayvan enerjisi ile üretildiği kentlerde ekonomik ve hayat bakımından çok az ihtisaslaşma vardır. Feodal kentlerde mekânın aldığı şekil toplumun sosyal düzenine uygundur ve sert bir sosyal ayrım vardır. Etnik gruplar ve çeşitli zanaatkârlar kentin ayrı kısımlarında yerleşmiştir. Osmanlı döneminde kentteki dükkânlar, çoğunlukla üzerinde bulundukları sokağın adıyla belirtilmektedirler. Belirli sokaklarda kümelenen bu meslek erbapları aynı zamanda kentin diğer kesimi ile her türlü organik ve sosyal bağlarını sürdürmekteydiler (Doğru, 1995: 108). Sokakların ve pazaryeri olarak kullanılan açık alanların adları, bazen kişi adlarından ama çoğunlukla yörede yaygın olan zanaattan 184 türetilirdi. Ayrıca bir yere adını veren esnafın, o bölgeyi terk etmesinden sonra bile ad değişmeyebiliyordu (Faroqhi, 2004: 39). Sanayi öncesi kentlerin temel özelliklerini 18. yüzyıl Tokat’ında da görmek mümkündür. Tokat kentinde de mahallelere verilen isimlerin, mahalledeki işyerlerinde halkın ne işle uğraştığının bir kanıtıdır. İplik Pazarı, Keçeciler, Sabunhane, Eski ve Yeni Dabakhane mahalleleri, belirli iş kollarının adını taşımaktadırlar. Ayrıca aynı zanaatla uğraşan dükkânlar da aynı sokakta bulunmaktaydılar. Bakırcılar, kalaycılar Tokat Sulusokak bölgesinde yoğunlaşırken, dabakçılar Behzat deresi civarında yoğunlaşmıştır (Aktüre, 1981: 159). Bu sert ayrımları arazi kullanımında görmek pek mümkün değildir. Sanayi öncesi kentlerde konut ile işyeri farklılaşması yoktu. Konutlar aynı zamanda iş yeri, dinsel binalar, eğitim hatta alışveriş merkezi fonksiyonunu görmektedir. Tokat’ta da genellikle iki katlı evlerin alt katlarında zanaatkârlar, sanatlarını yaparlardı. 1701 yılında İstanbul’dan Karadeniz yoluyla Erzurum’a giden ve oradan da kervanla Tokat’a ulaşan Joseph Pitton de Tournefort (akt. Beşirli, 2005: 8), Tokat kentinin evlerinin Erzurum’a göre daha iyi yapılmış ve çoğunun iki katlı olduğunu belirtirken şu ifadeleri kullanmıştır: “Dünyada bu kentin ki kadar özel bir konuma sahip başka bir kent yok. Hatta çok ürkütücü, dimdik ve dümdüz yontulmuş iki mermer kayayı bile boş bırakmamışlar ve her birinin tepesine birer kale yapmışlar. Tokat’ın sokakları oldukça iyi kaldırımlanmış: Bu duruma Doğu’da ender rastlanmakta. Sanırım varlıklılar, fırtınalar sırasında yağmur sularının evlerinin bodrumlarına dolmaması için kaldırımları yapmak zorunda kalmışlar ve sokaklarda akan sular için arklar açtırmışlardır. Kentin üzerinde yer aldığı tepeler de o kadar su kaynağı var ki her evin kendi çeşmesi var…” Tokat kentinde 17. yüzyılda ticaret oldukça gelişmiştir. 18. yüzyılda kentten geçen gezgin Tournefort tarafından çizilen gravürde (Resim 3), doğu-batı doğrultusunda yer alan kent merkezindeki hanların ölçeği oldukça belirgindir. Resmin tam ortasında bulunan Voyvoda Hanı, güneyde Horozlu Han, doğuda Hatuniye Camii ve Medresesi ile çevreli olan “meydan”, kuzey-güney doğrultusunda uzanan bölgelerarası ticaret yolu üzerinde yük yükleme ve indirme işlevlerini gören 185 bir kervan konaklama noktası olmalıdır. Meydan Çarşısı ağırlıklı olarak köylülerin ihtiyaç fazlası ürünlerini satıp kendi gereksinimlerini karşıladıkları bir alan niteliğindeydi (Dutoğlu, 2012: 87). Behzat Cami ile Mevlevihane çevresinde gelişmiş olan üçüncü bir ticaret merkezi de Behzat Çarşısı’dır. 19. yüzyıl sonlarında hükümet konağı, adliye, belediye, vali konağı gibi yapıların Behzat’ta yer alması kent merkezinin Behzat’a doğru kaydığını göstermektedir (Dutoğlu, 2012: 79). Resim 3: Joseph Pitton de Tournefort Tarafından Çizilen Resim Kaynak: Aktüre, 1981: 148. Sulusokak ve Meydan Çarşısı dışında üçüncü ticaret merkezi niteliği taşıyan Behzat Çarşısı, Albert Louis Gabriel tarafından çizilen ve 20. yüzyıl başlarında Tokat kentini gösteren haritada da (Harita 1) çok belirgindir (Aktüre, 1981: 146). 186 Harita 1: A. Gabriel Tarafından Çizilen Harita (20. yüzyılın başlarında Tokat) Kaynak: Aktüre, 1981: 149. 19. yüzyılda Tokat’ta kazancılık, dericilik, basmacılık gibi işkolları oldukça gelişmiştir. İnce dokumalara kalıpla desen basan esnaf grubu olan basmacıların yanı sıra, kentteki evlerin çoğunda bulunan tezgâhlarda ise ince dokumalar dokunmaktadır. Ayrıca kentte basma işlemek veya boyamak amacıyla kurulmuş büyük işyerleri (kârhaneler) de bulunmaktadır. Tokat basmacılığı kent ekonomisinde önemli bir yer tutmaktadır. Bu durum, Rusya ile yapılan ticaret anlaşmalarından birinde, Rusya’ya gönderilecek eşyalar arasında “Tokat yorgan yüzü”nün yer aldığından anlaşılmaktadır. Her ne kadar kent ekonomisinde önemli bir paya sahip olsa da 19. yüzyıl sonunda Avrupa’nın ucuz fabrika kumaşları ile rekabet edememiş ve çökmeye yüz tutmuştur (Aktüre, 1981: 155). Tokat kentinin mekânsal yapısında 19. yüzyıl sonlarında dış etmenlerle ortaya çıkan göçmen mahalleleri etkide bulunmuştur. Bu dönemde Anadolu, Kafkasya, Kırım ve Balkanlardan 1785’te başlayıp 1912’ye kadar yoğun göç almaya başlamıştır. Bu göçmenlerin büyük çoğunluğu devlet tarafından eski yerli köylülerin, Türkmenlerin ve Yörüklerin geçim alanlarının dışında kalan, devlete ve vakıflara ait topraklar üzerinde yerleştirilmişlerdir. Osmanlı Devleti’nin son dönemlerine kadar işlevini sürdüren İskân-ı Muhacirin komisyonu tarafından Anadolu’ya yerleştirilen 187 Kafkas göçmenlerinin sayısı 600.000 kişidir. Bunların büyük kısmı Amasya, Tokat, Sivas, Çankırı, Adana, Aydın, İçel, Bursa, Adapazarı ve İzmit çevresine yerleştirilmişlerdir. Tokat’a dışarıdan gelip yerleşenler sadece Kafkasya ahalisinden ibaret değildir. Değişik sebeplerden dolayı Livane (Artvin), Ardahan, Kars ve Erzurum’dan gelerek Tokat’a yerleşenlerin sayısı da az değildir (Özkan, 2002: 333). 19. yüzyıl sonlarında, bölgenin tarımsal ürünlerini Avrupa pazarlarına daha kolay aktarmak için bölgedeki karayolu ağının şose tipi düzgün bir yapıya kavuşmasını amaçlayan hızlı bir yol yapım eylemine girilmiştir. Samsun-Bağdat karayolu, Bağdat-İstanbul karayolundan daha kısa olduğu için bağlantının kurulmasına Fransızlar ve Almanlar çok büyük destek vermişlerdir (Cinlioğlu, 1973: 34). Kuzey-güney doğrultusunda uzanan bu yolun güneyde Behzat Deresi’ne ulaştığı noktada yönetim merkezini oluşturan yapılar yer almaktadır. 19. yüzyılın sonunda kentte geleneksel esnaf çarşılarının oluşturduğu eski merkezin dışında, gördüğü işlevler yönünden farklı yeni bir merkez ortaya çıkmıştır (Harita 2). Eski merkezin odak noktası bedesten ve etrafındaki hanlar iken, yeni merkezin çekim noktası yeni gelişen bölgelerarası yol ve onun yakınında yer alan yönetici merkezidir. Eski ve yeni kent merkezinde doğan bu ikililik konut dokusunda da ortaya çıkmıştır. 18. yüzyıl sonunda yerleşme sınırları içinde yer alan sık ve yüksek yoğunluktaki konut alanının yanı sıra, bu alanın güneyinde bahçeler içine dağılmış, seyrek ve dağınık konut alanları bulunmaktadır (Aktüre, 1981: 162-163). 188 Harita 2: 19. Yüzyıl Sonunda Tokat Kentinde Arazi Kullanımı ve İşlevsel Alanlar Kaynak: Aktüre, 1981: 164. Tokat’ın yıllar itibariyle mekândaki gelişimine bakıldığında eski merkezin gözden düştüğü, yeni merkezin ise hem iş alanları (çoğunlukla ticaret ve hizmet) hem de konut alanları bakımından yükseldiği görülmektedir. Özellikle tarım alanları konumunda bulunan bölgelerde bugün çok katlı yapılaşmalar söz konusudur (Harita 3). 189 Harita 3: Tokat Kentinin Tarihsel Gelişimi Kaynak: Aktüre, 1981: 186. Tokat kent merkezinin tarihi gelişimine bakıldığında, 15. ve 16. yüzyıllarda kente yapılan cami, mescit, hamam ve medrese yapılarının yerleri de kentin bu yüzyıllarda kalenin eteklerinden, kuzey-güney doğrultusunda uzanan kervan yoluna paralel bir gelişme gösterdiğini kanıtlamaktadır. Ancak bu gelişme sürekli olmayıp önemli duraklamalar göstermiştir. Örneğin 15. yüzyıl sonlarında bazı mahalleler önemli ölçüde nüfus kaybetmiş, bazıları ise boşaltılmıştır. Yerleşmenin gelişimini olumsuz yönde etkileyen en önemli etmen depremler olmuştur. Bölgede 1415 ve 1498 yılında büyük depremler meydana gelmiş ve nüfusun yarıya yakın bir bölümü göç etmiştir (Ünal, 2004: 58). Harita 3’deki kalenin güneyinde başlayan yerleşmeler, ticaret merkezi niteliğinde olan Sulusokak bölgesinin etrafında yoğunlaşmıştır. Zamanla genişlemeye başlayan yerleşme alanı, 19. yüzyılda kuzeygüney doğrultusunda yeni açılan şose ile de genişlemeye başlamıştır. 190 Cumhuriyetin ilanından sonra artan nüfusla birlikte, kent gelişmeye başlamış ve yeni yerleşim alanları oluşmuştur. Tokat’ta 1530’da 60 mahalle, 1600 tarihli bir avarız defterinde mahalle sayısı 73, 1642 tarihli bir avarız defterinde 71, 1772 tarihli Şer’iyye Sicili defterine göre 75, 1814 tarihli Şer’iyye Sicili defterine göre 73, muhtarlık teşkilatının kurulduğu dönemde (1834 yılında) 49, 1844 tarihli Temettüat Defteri’ne38 göre ise 72’dir (Atam, 2013: 78). Günümüzde ise 277 mahalle, merkez ilçede ise 42 mahalle bulunmaktadır. Tokat’taki ilk yerleşimlere bakıldığında kentteki düz alanlar ticari tesislere ayrılmış olduğundan dolayı konutlar daha çok engebeli alanlarda yapılmıştır. Ayrıca kentin ortasından geçen Yeşilırmak zaman zaman seller meydana getirerek büyük bir iskân alanının tahribine yol açtığı için, konutların büyük bir kısmı, meyilli ve sarp yerlerde yapılmıştır. Kent, Ortaçağ’dan kalma kale ve kent surlarına ihtiyaç duyulmadığı 16. ve 17. yüzyıllarda gelişmiş, mükemmel konaklar, kente doğal zenginliği sunan bahçeler arasında yapılmaya başlanmıştır. Yeşilırmak da ıslah edildikçe iskân alanı genişletilmiş ve hatta 20. yüzyıl başlarında kentin ticaret merkezi de yer değiştirdiğinden, eski ticaret tesisleri olan hanlar, bedestenler ve bunun gibi yapılar metruk bir hale gelmiştir (Akok, 1957: 129). Tokat kenti Cumhuriyetin ilanından 1990’lı yıllara kadar durağan bir gelişme göstermiştir39. Kentin ilk yerleşkesi olan Sulusokak zamanla nüfusun artması ile birlikte genişlemeye başlamış, Meydan ve Behzat ise yol güzergâhının değişmesi ile birlikte önem kazanmış ve nüfusu artmaya başlamıştır. 80’li yılların sonunda Tokat merkez ilçesi küçük bir kasaba görünümündedir. “Ben küçükken 9-10 yaşlarında gelmiştim Tokat’a. Tokat’ta Niksar Yolu Kavşağı’ndan aşağısı yoktu. 600 evlerde sadece tek tük evler vardı. Gerisi hep bağ bahçeydi. İlçe terminali şehir merkezindeydi.” (Y. A., 30, memur) 38 Temettüat Defterleri araştırmacılara bulunduğu döneme ve ait olduğu bölgeye ilişkin sosyo-ekonomik ve demoğrafik yapı hakkında daha mükemmel ve teferruatlı bilgiler sunar. Temettü, mal, eşya, kazanç, kâr etme, fayda görme anlamına gelmektedir (“Temettüat Defterleri”, 2002). 39 Cumhuriyet döneminde toplumsal ekonomik yapının mekândaki yerleşimine dair literatürde var olan veri eksikliği nedeniyle bu dönem daha çok görüşmelerden elde edilen notlar üzerine şekillendirilmiştir. 191 “O otobüsler Sulusokak’tan kalkardı. Sulusokak’tan kalkan Artova’ya, Meydan’dan kalkan da Turhal’a giderdi. Tokat 95’ten sonra gelişmeye başladı. Eski belediye başkanı birşeyler yaptı [Nizamettin Aydın-Refah Partisi]. Eski belediye başkanı ilçe terminali yaptı, sonra merkez terminalini yaptı.” (O. D., 34, memur) 1990’lı yıllar Tokat ilçe merkezindeki görünümün oldukça değişmeye başladığı yıllar olmuştur. Kentin kuzeyinden akan Yeşilırmak nehrinin kuzeyinde kalan bölgede var olan bağ ve bahçelik alanlar yavaş yavaş yerleşime açılmaya başlamıştır. “89 yılında 2 tane apartman vardı. 600 Evler Kavşağı diye birşey yoktu. Asfalt bile yoktu. Orası hep bağlık bahçelikti, parsel parseldi. Her bağın etrafı kerpiç duvarlar ya da ağaçlarla çevriliydi. Hemen hemen hepsinin içinde ahşap evler vardı. Bağların içinde su kuyuları vardı. Her türlü sebze meyve vardı. Ekebilen ekiyordu ama boş duran da vardı. 90’lı yıllarda diyelim bağ alacaksın, fiyatı alıcı belirlerdi. Sahibi üç kuruşa beş kuruşa satabilirdi. Çünkü kimse almıyordu.” (A. K., 31, memur) “1966’da Almus’ta baraj yapılmış. Barajın altında kalan köyler istimlâk edilmiş. Millet göçmüş merkeze. Dedemler de gelmişler. Şimdi ki Kentmar’da [Niksar Yolu Kavşağı’nda] dedemlere 20 dönümlük arsa vermişler dedem almamış, hep bağ bahçelikmiş. Karşıyaka’da ya da Malkayası’nda arsa alınca enayi gözüyle bakıyorlarmış. Şimdi en değerli yerler oralar. Taşlık, kayalık yerde napıcaksın araziyi diyorlardı. Ama orada çok güzel üzüm bağları vardı. Biz çocukken hep üzüm toplamaya giderdik. Malkayası’nın ordaki Doğum Hastanesi’nin orada Antep fıstığı, fındık ağaçları vardı. Ama 90’lı yılların başlarında ağaçlar kesilmeye başlandı. Asıl kentleşme 90’lı yılların sonunda hızlandı. Bağ bahçe kalmadı. Yollar önceden Arnavut kaldırımlarıyla döşenmişti tabi bazı yerleri. Karşıyaka’da 80’li yıllarda altyapı yeterli değildi. Yağmur yağdığında her yere su basardı. 1980’li yıllarda ara yolların hepsi Arnavut kaldırımlıydı, böyle pürüzsüz hafif yuvarlak taşlardı. Oradaki çoğu yol topraktı, 90’lı yılların sonunda asfalt döküldü.” (A. B., 34, memur) Kentin kuzey yamaçlarında kalan Karşıyaka, Malkayası, Kaşıkçıbağları 1990’lı yıllara kadar bağ ve bahçelik alanlar iken, 1990’lı yıllardan sonra hızlı bir yapılaşmaya gidilmiştir. Ama bugün bakıldığında, bu bölgelerde yapılaşma sonradan olmasına rağmen çarpık bir kentleşme söz konusu olmuş ve altyapı düzeyi yeterli 192 değildir. Günümüzde ise bu hızlı yapılaşma toplu konutların da eşliğiyle (Resim 4) devam etmektedir. Resim 4: Karşıyaka’da Henüz Yapım Aşamasında Olan Toplu Konutlar 5.1.2.Tokat Merkez İlçesinde Kentsel Yoksulluk Olgusundan Kaynaklanan Mekânsal Ayrışma Üretim ilişkileri, toplumsal sınıfların mekânda konumlanışı üzerinde etkide bulunmaktadır. Bu durum Tokat’ta da yansıma bulmuştur. Osmanlı Devleti’nin kapitalist Batılı ülkelerle girdiği ilişkiler neticesinde, o zamana değin devleti ayakta tutan unsurlar yapısal değişime girmiştir. Üretim ilişkilerinde meydana gelen değişimler ise nüfusun bir kısmını ihya ederken, diğer kısım ise sistemin devamlılığını sağlayıcı bir rol üstlenmiştir. Örneğin 19. yüzyılın sonunda kentin güneyinde Aktüre’nin (1981: 179) deyimiyle “burjuva mahalleleri” ortaya çıkmaya başlamıştır. Bu mahalleler, kentte bu dönemde küçük ölçekte de olsa sosyal hareketliliğin bir göstergesidir. Eski ve çok yoğun konut dokusu içinde zenginlerin 193 boşalttıkları yerlerin sosyal tabakalaşmada daha alt tabakalarda yer alan kesimler tarafından doldurulduğu görülmektedir. Örneğin 1883-1884 yıllarında Tokat sancağına 858 göçmen yerleştirilmiş, yerleştirilenlerin büyük bir kısmı ise yerleştirildikleri ormanlık bölgeleri terk ederek, Tokat kentinde eski merkez çevresinde yer alan mahallelerdeki konutlara yerleşmiş olmalıdır. Çünkü bu dönemde Tokat kentinde devlet tarafından yaptırılan bir göçmen mahallesi bulunmamakla birlikte kent halkı arasında çok sayıda göçmene rastlanmaktadır. Meral’e (1938: 137) göre Tokat’ta Cumhuriyetin kurulmasından sonra zengin, orta halli ve yoksul tabakaların her üçü de bulunmaktadır. Varlıklı, gelirleri bol ve her türlü refaha kavuşmuş ailelerin sayısı bellidir. Ama halk, zengin sınıfa göre daha basit bir hayat sürmektedir. 1930’lu yıllarda da her yerde görüldüğü gibi yoksul mahalleler, kentin kıyı semtlerini işgal etmektedir. Genellikle evler iskelet direkleri aralarının kerpiçle doldurulması suretiyle inşa edilmiştir. 1939 yılında yaşanan depremden sonra zaten bozuk olan kentin mimari karakteri daha da bozulmuştur. Çoğu yoksul ve orta halli olan insanlardan oluşan nüfusu ile Tokat, devlet eliyle yeni baştan inşa edilinceye kadar sağlık ihtiyaçları dahi evlere ulaşamamıştır. Tokat’ta toplumsal sınıfların gelirleri bakımından da pek fazla bir değişim görülmemiştir. Daha önce 100 aile zengin iken, 1940’lı yıllarda bu aileler içerisinde 40 veya 50 aile daha da zenginleşmiş ve zengin aile sayısında bir düşüş yaşanmıştır. Savaş sebebiyle yoksul nüfus, oran olarak arttığı gibi ihtiyaçları da artmıştır (Acunsal, 1947: 100-101). Zengin ailelerin oranında yaşanan bu düşüşün sebebi yaşanan depremler olabilir. Örneğin 1942 depreminin Erbaa üzerindeki etkilerini araştıran bir çalışmaya göre, depremde yıkılan 4 otel, 4 fırın, 127 dükkân, 8 kahvehane, 13 depo, bir parti binası, bir mezbahane ve belediye binası kentin ekonomik olarak neden bir kayba sahne olduğunu kanıtlar niteliktedir. Ayrıca deprem nedeniyle yaşanan yangın sebebiyle tutuşan evlerin depolarında saklanan tütünlerin yanması da ilçede başlıca geçim kaynağı olan tütüncülüğü ağır sekteye uğratmıştır (Yılmaz vd., 2013: 420-421). Tokat’ın mekânsal olarak gelişimi, kentte varsıl ile yoksulun ayrışmaya başlaması ile sonuçlanmıştır denilebilir. Tabiî ki bu ayrışma metropol kentlerde 194 olduğu gibi çok keskin değildir. Metropol kentlerde daha geniş bir alana sahip olan nüfus, mekânı kendi kullanım alanlarına göre bölebilirken, Tokat gibi henüz metropol niteliğe sahip olmayan kentlerde bu ayrışma daha yumuşak yaşanmaktadır. “Kent merkezini yenileme Tokat’ta da var. Şehrin gürültüsünden, pisliğinden kaçanlar Karşıyaka ve üstüne gidiyorlar. Kaşıkçıbağları ve Malkayası civarında yeni ve lüks konutlar var. Bunlar büyük şehirlerdeki güvenlikli siteler gibi olmasa da benziyorlar. Bazılarının kapısı var, hatta bazılarında güvenlik görevlileri de var. Yoksul kesim ise daha çok Sulusokak’ta ve bir de Gıjgıj’ın eteklerinde (Resim 5) var. Buralar da eski yerleşimler.” (Y. A., 30, memur) Resim 5: Gıjgıj Dağı’nın Eteklerinde Cirik Mahallesi Tokat’ta GOP Bulvarı’nın yapılması ile birlikte cadde boyunca inşa edilen konutlar genellikle Tokat’ın varsıl ailelerine aittir. Ama kentin Karşıyaka’ya doğru genişlemesi ile bulvarda nispeten daha eski olan konutlarını terk eden bu aileler, konutlarını kiraya vererek yeni yapılan lüks konutlara yerleşmişlerdir. “Tokat’ın ilk zenginleri Endüstri Lisesi’nin karşısındaki apartmanda oturuyordu. Sivri Tekke’nin karşısında Beleneliler [Belene soyadına sahip aile] oturuyor. Onlar da zengindir. Yapıkredi Bankası ile Garanti Bankası’nın üstünde hep zenginlerin apartmanlarıdır [Tarif edilen yerler GOP Bulvarı boyunca olan yerler, bankalar ise yan yanadır]. Şimdi de Marka’ya [AVM] doğru kaydılar. Marka’nın üstündeki dairelerde kalıyorlar. Şimdi Marka’nın arkasına yeni apartmanlar yapmışlar, lüks yerler, şimdi çoğu oralarda yaşıyorlar.” (O. D., 34, memur) 195 Tokat’ta özellikle günümüzde çok hızlı bir yapılaşma söz konusudur. Ama bu yapılaşma var olan eski konutların yıkılıp yerine yeni yapıların yapılması şeklinde olmamaktadır. Daha çok bostan mahiyetinde kullanılan alanların müteahhitler aracılığı ile en az 5-6, en fazla ise 11-12 katlı apartmanların yapılması suretiyle oluşan bu yeni yapı, varsıl ile yoksulu ayrıştırıcı bir rol üstlenmektedir. “15-20 yıl önce Taşköprü’nün ötesi yoktu. Tokat’ın genişlemesi 20 yıllıktır. O zamana kadar küçücük bir yerdi. Her yere yürüyerek gidilirdi. Sonra Karşıyaka gelişmeye başladı, Tokat da yavaş yavaş büyüdü işte. Tokat’ta şu an zengin kesim Kaşıkçıbağları’nda oturuyor. Ama zenginler kentin merkezini terk etmemişlerdir. GOP Bulvarı boyunca oturuyorlar. Esnaf Kefalet Sitesi var, Sivas Caddesi’ne doğru olan. Orada mesela 10 tane apartman falan var. Orası kooperatifle yapılmış. Çarşıya yakın gibi ama çoğu yere uzak olduğu için çok tercih edilmiyor. Orada orta düzey aileler oturuyor.” (O. D., 34, memur) Tokat’ın en yoksul bölgesi Sulusokak olarak tanımlanmakla birlikte Cirik, Oğulbey, Çay Mahallesi, Devegörmez Mahallesi de yoksul bölgeler arasında sayılmaktadır. “Tokat’ın en yoksul bölgesi Sulusokak’tır. Sonra Sulusokak’ın üstü Kışla mahallesi, Erenler, Kaledibi. Buralar en yoksul bölgelerdir. Bir de Gıjgıj’ın eteklerinde Cirik var. Şimdiki adı Gülbaharhatun. Sonra Çay Mahallesi, Devegörmez Mahallesi var. Buralara hep köylerden göç etmişler. Gıjgıj’ın alt tarafında Hasanbabalılar derler. Onlar da çok yoksuldur. Hasanbaba köyünden gelenler hep orada otururlar. Belediyenin üst tarafından başlayıp Büyükbeybağı, Geyras’ta hep eski konutlar var. Ama en yoksul yer Sulusokak’tır. Konutlar olarak da oldukça yoksul gözükmektedir burası. Oradaki evler nereden baksan 150-200 yıllıktır. Hiçbirini yıkmamışlar. Hâlâ içinde yaşayanlar bile var.” (A. K., 31, memur) 196 5.2. Tarihsel Kent Merkezi Olarak Sulusokak Yaşlanan Tokatımızın yaşlı ve yozlaşmaya yüz tutan bir mahallesinde kalıyorum. Sulusokak’ta… Bir tarafta bakırcılar çarşısı tarihin tozlu sayfalarına karışmış. Bir tarafı tamamen betonlaşmış. Ama gönüller öyle değil. Sevecen komşularımız, güler yüzlü çocuklarımızın sesi hâlâ; dedemin anlattığı mahalle tipini andırıyor. Ama nerde o eski Sulusokak. Kış yeni gelmişti. Her şeyiyle ak olan mahallemizin dış görünüşü de karla bembeyaz olmuştu. Gönüllerdeki sevgi gibi tertemiz ve apak. Bu temizliği kimse değiştiremedi. Çünkü burada hepimiz birbirimizi biliriz….. Satıcılarımız bile farklıdır. Geleceği saatleri dahi bilirdik. Sütçümüz saat onda; sebzecimiz öğleden sonra saat ikilerde gelirdi… Hele bir simitçimiz vardı. Onun yanık sesini, bembeyaz sakalını ne çok severdim… Çatak (1996: 36). Alıntıdan da görüldüğü gibi bir zamanların ticaret merkezi olan Sulusokak, zamana yenik düşerek eskimeye yüz tutmuş ve birçok özelliğini de zamanla yitirmiştir. Birçok esnafın yer aldığı Sulusokak’ta sabahın erken saatlerinde açılan dükkânlardan gelen sesler, bir bir kaybolmuştur. Bakırcılığın üretim merkezi olan Sulusokak, alüminyuma, çeliğe yenik düşmüş ve artık yapılamaz olmuştur. Aynı şekilde traktörlerin çıkmasıyla birlikte saraççılık mesleği yok olmuştur. Üretim ilişkilerinde meydana gelen değişimler ve teknolojinin gelişimi Sulusokak’ın eski dokusunun kaybolmasına ve bakırcılık, kalaycılık, saraççılık, semercilik, nalbantçılık gibi birçok mesleğin de yok olmasına yol açmıştır. Çalışma alanı olan Sulusokak, Tokat’ın ilk yerleşim alanlarından biridir. Tokat kalesinin eteklerinde yer alan Sulusokak bölgesinin tarihi Tokat kentinin tarihi ile eşdeğer gitmektedir. Öncelikle belirtmek gerekir ki Sulusokak, bir sokaktan ibaret değildir. Tokat kalesinin eteklerinin güney kesiminde yer alan bölge günümüzde resmi kayıtlarda bir cadde ismi olarak anılsa da, halk arasında 6 mahalleyi (Kabe-i Mescid Mahallesi, Camii Kebir Mahallesi, Erenler Mahallesi, Cemalettin Mahallesi, Seyit Necmettin Mahallesi ve Ali Paşa Mahallesi) kapsayan bir semtin ismi olarak anılmaktadır ve ismini tepelerden gelen kaynak suyunun yol boyunca 197 akmasından almıştır. Bu durum Camii Kebir Mahallesi muhtarı tarafından da dile getirilmiştir: “Yok, böyle bir mahalle yok. Semt olarak Sulusokak var. Şimdi Sulusokak diyince tabiî ki su kaynaklarından da kaynaklanıyor. Birçok su özellikle sular gelirmiş. Bağımsız böyle gelgeç sular. Mesela bizim eve dahi varmış. Sular, içme suları ve günlük kullanma suları hepsi oradan insanlar kullanırmış. Bir güzergah belirleniyormuş o güzergahtan gelir belli evlere girer. O evde küp varmış yerde o küpte dolar ondan sonra diğer eve gider onların küpü dolar, işte oradan oraya oradan oraya gidermiş. Böylelikle suların içme suları ve kullanma suları her eve sağlamışlar.” (M. G., 48, muhtar) “Şimdi Sulusokak’ın ismi şeyden Oğulbey suları var. Erenlerin yukarısından geliyor. O bölgede pek çok çeşme var. O çeşmeler su taşıyor, hamamlar var taksim ediliyor. Borular var küçüklerine güle derler, toprak borular kırmızı topraktan, kiremit toprağı var ya. Büyüklerine künk deniyor. Oğulbey suları aynı zamanda vakıftır, o çeşmelere kaynağından büyük künklerle taksim ediyorlar, hamamlara, çeşmelere. Herkesin evlerinde yok o zamanlar büyük evlerin var sadece [Hamam]. (A. A., 47, öğretim üyesi) Sulusokak üzerindeki hanlar Selçuklu ve Osmanlı Devleti dönemlerinde yapılmakla birlikte bölgedeki han geleneğinin daha eskiye dayandığı bilinmektedir. Çünkü o zamanlarda henüz bir sokak niteliği taşıyan Sulusokak üzerinde Türklerin Anadolu’daki 800 yıllık mimarlık serüveni izlenebilmektedir. Danişmentlilerden 20. yüzyıla kadar bütün dönemlerin eserlerini Sulusokak’ta görmek mümkündür (“Tokat Tanıtım Rehberi”, 1998: 48). Ulu Camii (12. yüzyıl), Ali Tusi Türbesi (1233), Yağıbasan Medresesi (1247), Takyeciler Cami (1400’lü yılların ilk çeyreği), Arastalı Bedesten (15. yüzyıl), Ali Paşa Camii (1572), Taşhan (1631-1632), Deveciler Hanı (17. yüzyıl), Paşa Han (1752), Sulu Han (19. yüzyıl) gibi yapılar Sulusokak’ın tarihselliğini gözler önüne seren yapılardan bazılarıdır. Çukur Medrese, Alaca Mescit, Sultan Hamamı, Bedesten, Ulu Cami, Takyeciler Cami, Sulu Han, Deveci Han, Pervane Hamamı, Paşa Hanı ve Hamamı gibi yapıların özellikle bu alanda yoğunlaşmasından da kentin ilk ticaret merkezinin Sulusokak bölgesinde olduğu kolaylıkla anlaşılmaktadır. Sağlam zemini ve üzerinde 198 kalenin konumlandığı kayalıkların kuzey rüzgarlarından koruma sağlaması ve kente ulaşan üç ana yolun kavşağında yer alması gibi özellikleriyle avantajlı bir yaşam alanı olan Sulusokak, iki yanında arastasıyla birlikte, ülkenin sayılı bedestenlerinden biri olan Tokat bedesteni ve büyük ölçekli hanlar bölgedeki ticari zenginliğin de en önemli kanıtları arasındadır (Dutoğlu, 2012: 77-78). Sulusokak bölgesi, 16. yüzyılın sonlarından itibaren bakır eşya yapımı ile ön plana çıkmaya başlamış ama bu alandaki asıl gelişimini 18. yüzyılın son çeyreğinden itibaren göstermiştir. Sulusokak’ta Çukurmedrese civarında faaliyet gösteren, daha sonra bugünkü sanat okulunun olduğu yere taşınmış olan kalhanelerde (Cinlioğlu, 1951: 205) Ergani’den gelen ham bakır tasfiye edilir, ardından Sulusokak’taki imalathanelerde mamul hale getirilirdi (Acunsal, 1947: 199). Kalhaneler hem Osmanlı Devleti’nin askeri tesislerinin bakır ihtiyaçlarını karşılamakta hem de gerektiğinde eşya üretimini kolaylaştırmak için iç piyasaya yani tüccarlara bakır satışına izin vermekteydi. Ergani’de saflaştırma işlemini iyi şartlarda gerçekleştirebilecek teknik elemanlar ve tecrübe olmadığında, eskiden beri bakır işleme tesisi olan Tokat kalhanesi, devlet için vazgeçilmez görülmüş ve ham bakırın tümüyle Tokat’a gönderilmesi yönünde emir çıkartılmıştır. Kalhanelerde mamul haline getirilen Tokat bakırı kısa süre içinde tüm ülkeye yayılmış ve Kastamonu ve çevresindeki bakır üretimini tehdit eder duruma getirmiştir. Bu bakımdan devlet, bu bölgelerde Tokat bakırının satılmasını yasaklamak zorunda kalmıştır (Beşirli, 2004: 10). Ticaret merkezinin odak noktaları olan çok sayıda hanın ve esnaf çarşılarının çoğunun Sulusokak’ta yer almış olması Tokat’ta bu bölgeyi diğer yerleşim alanlarından ayırmaktadır (Aktüre, 1981: 145). Ayrıca hanların Sulusokak mevkiinde toplanmış olması, bu mahallelerin gerek halkın yoğun olarak yaşadığı gerekse kervanların gelmesiyle birlikte bu bölgede ticari canlılığı arttırdığını ortaya çıkarmaktadır (Çiçek, 2006: 32). Bakırcılığın merkezi olan Sulusokak’ta bakır işi yapan birçok esnaf burada yer almaktaydı. Bakır eşya, renkli dokuma ve maroken deri ihraç eden Tokat, 18. yüzyılın sonlarında oldukça önemli seviyede ticaretin gerçekleştiği bir alandı. 1827-1828 tarihli ihtisap rüsumu verilerine göre 62 çeşit 199 esnafın olduğu Tokat’ta ödedikleri vergilere bakıldığında bunlar arasında en önemli ve ilerde olanların kazancılık ya da bakır işiyle olduğu ortaya çıkmaktadır (Beşirli, 2005: 159). Sulusokak’ta bakırdan mamul üretimi o kadar fazlaydı ki bu durum Tokat’a gelen seyyahlar tarafından da dile getirilmiştir. Örneğin Tokat’a gelen Charles Texier (2002: 167), kasaba halkı tarafından bakırdan kazan, mangal ve mutfak ile kervanlara yarayacak kaplar yapıldığını ve bu ürünlerin İstanbul’a kadar ihraç edildiğini belirtmiştir. “Eskiden burası Tokat’ın en güzel çarşısıydı. Sanayi idi burası. Eskiden sanayi buradaydı. Mutaflar buradaydı. Eğiriyorlar dokuyorlardı. At torbası dokuyorlardı, her çeşit dokuma yapılıyordu burada. Arkasında iplikçiler vardı, İplik Mahallesi. Kadınlar dokumacılık yapıyorlardı, tezgah dokuyorlardı. Kooperatife, askeriyeye hükümete yani bez dokuyorlardı. Annem de dahil. Burada bıçakçılar vardı. Demirciler, kalaycılar, bakırcılar, mutafçılar, urgancılar40, püskülcüler41, lüleciler42, tarakçılar (bit tarağı), yani sanayiydi burası. Burada her şey yapılıyordu, ustalar hep buradaydı. Tokat’ın eşrafları hep burada oturuyorlardı.” (C. B., 67, seyyar satıcı) Kalhanenin ve imalathanenin çalışmaları I. Dünya Savaşı’na kadar devam etmiş, yolların askeri sevkiyata tahsis edilmesi, üretken erkek nüfusun da askere alınması gibi sebeplerden dolayı durmuştur. Savaş bittikten sonra tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’de sanayileşme hareketinin başlaması ve makinenin insan gücü yerine kullanılması bakırcılığa darbe vurmuştur. Bu yüzden küçük sanat olarak bakırcılık hem eski önemini kaybetmiş hem de eski el işi güzelliğini seri imalata bırakmıştır (Acunsal, 1947: 201-202). II. Dünya Savaşı’ndan sonra sadece 40 bakırcının kaldığını belirten Asarkaya (1936), bunlardan üç dört tanesinin büyük işler yaptığını, diğerlerinin ise çırak ve kalfaların emeğine bakan usta bakırcılar olduğunu belirtmiştir. 40 Urgan denilen ince halatları yani kalın ipleri yapıp satan kişilerdir. Bir ucundan bazı şeylere süs olarak takılan, diğer ucu ise serbest saçak biçimindeki iplik demetini yapan kişilerdir. 42 Çubuk, pipo, nargilede kullanılan lüleyi yapan kişilerdir. 41 200 Tokat’ta bakır üretiminin merkezi olan Sulusokak, uzun yıllar bu özelliği ile ön plana çıkmış ve Tokat kentinin ticari merkezi niteliğini korumuş olsa da üretim ilişkilerinde ve teknolojide meydana gelen değişim ve dönüşüm Sulusokak’ı da etkilemiş ve bölge bakır üretimi yönündeki avantajını kaybetmeye başlamış ve 1980’li yıllardan sonra da tamamen kaybetmiştir. “Zaman ilerledi, ilim büyüdü, sanatlar değişti fabrikalaştı, el sanatlarının çoğu gitti, satılmaz kurtarmaz hale geldi fiyatlar konusunda. Her şey pahasını arttı, ellerinde kaldı, satamadılar, yapamadılar, üretemediler, götürüp satamadılar, pazarlayamadılar. Derken söndü. Mesela bakırcılık, kalaycılık sanatını alüminyum söndürdü. Fabrikalar çıktı, el dokuma halıları öldürdü. Halıcılar, hasırcılar, mutafçılar vardı. Hasırda oturan adamlar şimdi çula düştü. Mutaf çuluna düştüler yani. Kıl çula düştüler. Kıl çulunu bıraktılar kilime düştüler. Kilimi de bıraktılar halıya düştüler. Kademe kademe gittikçe yükseliyor. Böyle şeyler bu durumdan kaybetti işte. Herkes zenginlikten aşağıya kaydı. Şimdi iş yok. Mutaflar burada kapandı. Bakırcılar burada söndü. Kalaycılar burada öldü. Demirciler hepten kayboldu.” (C. B., 67, seyyar satıcı) “Tokat teknolojiyi biraz erken mi yakaladı ne, eskiden beri Doğu’ya gönderiyoruz. Ağrı, Erzurum, Kars. Ben çocuktum 30 sene önce rahmetli babam gönderiyordu, hala da az da olsa gönderiyoruz. Bayağı bir düşüş var tabi eskiye nazaran. Bu zamana kadar bizi getirdi işte, idare ettik. Bizim meslek eski sanat yani. Bizden sonra olmayacak. Benim mesela oğlum var, okuyor, bu işi yapmaz. Yap desem de yapamaz. Yani öğrenmek istemiyor gibi de birşey yani. Çünkü malzeme farklı. Bursa’dan geliyor, Yalvaç’tan geliyor ne bilim yani değişik yerlerden malzememiz geliyor. Tabiî ki zorluğu da var. Ölmüş bir meslek aslında şimdi. Örneğin toptancı bir bakkal olsanız, toptancıya gidip siparişinizi yazdırırsınız. Ama bizim deri istiyorum ben, benim kullandığım deriyi sadece sanayi kullanıyor. Adama sipariş veriyorum gönderiyor. Yalnız şöyle olabilir. Ayakkabı üzerine olsa ayakkabıyı herkes giyiyor. Deri anında gelir. Ama benim kullandığım deri, en az 1 ay 2 ay siparişle geliyor. Misal koyun derisi kullanıyoruz, manda derisi kullanıyoruz. Adam biz almazsak kime satacak. Ama ayakkabı derisini, deri mont derisini satıyor. Malzemede baya bir sıkıntı yaşıyoruz.” (H. Y., 49, saraç) Sulusokak bölgesi Osmanlı Devleti zamanında kentin ekonomik faaliyetlerinin merkezi iken (Abacı, 1994: 79), günümüzde kırsal alandan göç eden nüfusun yerleşim alanıdır. Kabe-i Mescid Mahallesi, Camii Kebir Mahallesi, 201 Erenler Mahallesi, Cemalettin Mahallesi, Seyit Necmettin Mahallesi ve Ali Paşa Mahallesi’nden oluşan Sulusokak bölgesinin nüfusu, 2010 adrese dayalı nüfus kayıt sistemine göre 10887’dir. 5.2.1. Sulusokak’ta Toplumsal Ekonomik Yapının Mekânda Yerleşimi Yukarıda da belirtildiği gibi Sulusokak, Tokat’taki ekonomik faaliyetlerin merkezi konumundaydı. Dönemin özellikleri göz önüne alındığında Sulusokak’ın sadece ticarethanelerden oluşmadığını, genellikle alt katı işyeri olarak kullanılan iki katlı evlerin çoğunlukta olduğunu bilmek çok şaşırtıcı değildir. Bu özelliği nedeniyle Sulusokak 19. yüzyılın sonuna doğru orta tabakayı oluşturan esnaf ve zanaatkârların yoğun olarak yaşadığı bir mekân görünümündedir (Aktüre, 1981: 165). Bakırcılığın merkezi niteliğindeki Tokat,’ta 18. yüzyıl başında en büyük ticaret kaynağı bakır mutfak eşyası üretimidir. Tencere, kazan, şamdan gibi eşyalar, çok temiz ve ince bir ustalıkla yapılmakta ve İstanbul başta olmak üzere memleketin diğer yerlerine sevk edilmektedir. Charles Texier (akt. Beşirli, 2005: 150) de Tokat’ta halkın büyük çoğunluğunun bakır aletler, büyük tencereler, mangallar, mutfak kapları yaptığını ve bunu İstanbul’a ihraç ettiğini belirtmektedir. Uzun yıllar Ergani’den getirilen ham bakır Tokat’ta kalhanede işlenir, Sulusokak’ta bulunan atölyelerde kap kaçak haline dönüştürülürdü. Osmanlı Devleti döneminde Tokat bakırcılığının ünü imparatorluğun her yanına dağılmıştı. Tokat’ta bakır eşya imalatının uzun süre canlı kalmasının nedeni, kalhanenin kente ucuz, bol ve kaliteli girdi sağlamış olmasıdır. Kalhane, saf bakır üretimi ve sağladığı istihdam imkânı ile kentin iktisadi hayatında önemli bir yere sahip olmuştur. Bu tesis 19. yüzyılın ilk yarısında 1000 kadar işçi çalıştırmakta, yıllık 5000 ton çam kömürü kullanarak 1000 ton civarında bakır üretmekteydi. 19. yüzyılın ilk yarısında, Osmanlı Devleti dış ticareti ilk defa açık vermeye başladığı zaman, bakır ihracatı daha da önem kazanmış, devlet 1841 yılında Tokat kalhanesinin ıslahı için 1.000.000 kuruş harcayarak su kuvveti ile çalışan yeni ve modern bir metalürji tesisine dönüştürmüştür. Ama 19. yüzyılın ikinci yarısında iktisadi ve teknolojik gelişmelerin hızlanması, 1880’lerin sonuna doğru kalhanenin faaliyetini 202 durdurmasına yol açmıştır (Açıkel ve Sağırlı, 2005: 37). Dünyanın birçok yerinde maden yataklarının keşfedilmesi ve teknolojinin hızla değişmesi sonucu, bakır üretimi büyük bir artış göstermiş ve çok büyük sermaye gerektiren bir saha haline gelerek uluslararası faaliyet gösteren entegre dev firmaların kontrolü altına girmiştir. Dünya pazarlarına hakim olmak isteyen bu dev firmaların kendi aralarında giriştikleri rekabete dayanamayacak olan Tokat kalhanesi, 1880’lerin sonlarına doğru kapanmıştır (Genç, 1988: 55). Bakırcılığı ile ön plana çıkan Tokat, dünya ölçeğinde yaşanan bu gelişmelerden etkilenmiş ve 20. yüzyıla Anadolu’nun küçülen bir kenti olarak girmiştir. Kentteki temel işlenmiş mal üretim kollarından biri olan bakırcılığın çökmesinin diğer bir nedeni, 19. yüzyılın ikinci yarısında, bakır işlenmeye hazır hale getirildikten sonra İstanbul’a gönderildiğinden Tokat’taki bakırcılar için dağıtılan siparişlerin yeterli olamamasıydı. Dolayısıyla dükkânlardaki üretimin sürekliliği sağlanamamıştır. Ayrıca Tokat’a Elazığ yakınındaki Keban ve Ergani ile İnebolu yakınındaki Küre ve Gümüşhane’deki bakır yataklarından gerekli hammadde sağlanmaktaydı. Madenler deve ile Tokat’a taşındığından özellikle kış aylarında ulaşımın güç olması, sürücülere çok düşük taşıma ücretlerinin ödenmesi ve düzenli ödeme yapılmaması gibi nedenlerle, taşınılabilen ham bakır miktarı dökümhaneyi ancak yılın yarısında çalıştırabilecek miktarda olmaktaydı (Aktüre, 1981: 58-59; Açıkel ve Sağırlı, 2005: 35). İşte bu gibi sebeplerden ötürü hem Sulusokak için hem de Tokat için önemli bir gelir kaynağı niteliği taşıyan bakırcılık, çökmeye yüz tutmuştur. Tokat’ın Sulusokak bölgesinde yoğun olarak yapılan bakırcılığın çökme süreci 19. yüzyılın sonlarında hızlanmıştır. Bu durum 19. yüzyılın ikinci yarısında birçok kente hakim olan bir süreç halini almıştır. Örneğin Amasya, Diyarbakır, Bursa43 gibi kentlerde önceleri pek çok ipekli kumaş dokuyan imalathaneler bulunduğu halde bu imalathanelerdeki tezgâh sayıları gittikçe azalmaktaydı. Mordman (akt. Aktüre, 1981: 60) bu düşüşün nedenini şöyle açıklamaktadır: 43 Bursa’da 16. yüzyıldan 19. yüzyıla kadar ipekli kumaş ticaretinde yaşanan dönüşümün ayrıntılı bir incelemesi için bakınız Kaygalak (2008). 203 “Uzun yıllardan beri, gerek Amasya’da gerek Türkiye’nin diğer kentlerinde kozalar Avrupa şirketleri tarafından satın alınmaktadır. Bu durum, Türkiye’deki endüstri açısından sakıncalı ise de, üretici, koza satmakla, ipeği iplik halinde satmaktan daha fazla kâr ettiği ve Avrupa iplikçisi Türk üreticisine Türk iplikçisinden daha yüksek fiyatlar ödediği sürece, bunun önüne geçilemez. Bundan anlaşılıyor ki Avrupa iplikçisi Türk iplikçisinden daha ucuza çalışmaktadır. Bu nedenle, diğer birçok endüstri kolunda olduğu gibi, ipekçilik de Türkiye’de çökme halindedir.” Yani sadece Tokat Sulusokak örneğindeki bakırcılık için değil birçok kentte endüstri kollarının çökmeye başlamasının temel nedeni Osmanlı Devleti ile kapitalist Avrupa devletleri arasındaki ticari ilişkilerin gelişmesidir. Ayrıca Aktüre’nin (1981: 68) belirttiği gibi 19. yüzyılda endüstrileşmiş Batı ülkelerinden gelen işlenmiş malların kolaylıkla gümrük duvarlarını aşabilmesini amaçlayan “Ticaret Anlaşmaları” [1832-1862] ile yabancılar ile yerli tüccarlar eşit hale getirilmiştir. Böylelikle Anadolu toprakları Batılı tüccarlar açısından açık bir pazar halini almıştır. Bu durum Osmanlı Devleti’nde 17. yüzyıl başlarından 19. yüzyıl sonlarına kadar olan dönemde sosyo-ekonomik yapıda meydana gelen değişmelerin etkisi altında gerçekleşmiştir. Aktüre (1981: 62), 15. yüzyıl sonlarında Avrupa’da ortaya çıkan para darlığı ve bunun sonucu olarak 16. yüzyılın ilk yarısından sonra başlayan fiyat artışlarını izleyerek altın, gümüş gibi kıymetli madenlerin bollaşması üzerine ortaya çıkan zengin alıcıların bütün pazarlara yayılmasıyla Osmanlı Devleti’nin Kanuni Süleyman’ın son dönemlerinde dahi kendi ihtiyacı olan gıda ve hammaddeleri zengin ülkelere satan bir ülke konumuna düştüğünü belirtmiştir (Aktüre, 1975: 124). 19. yüzyılın ikinci yarısında yönetimsel ve işlevsel kademelenmede meydana gelen değişmelerin kentlerin mekânsal yapısındaki yansıması kentsel nüfus yığılması ve kentteki konut, yönetici merkez ve ticari merkezde farklılaşmanın ortaya çıkması şeklinde olmuştur. Örneğin feodal Osmanlı toplum yapısı içinde Manisa, İzmir’e karşı yerel merkez olma üstünlüğüne sahip iken, Tokat da Samsun’a karşı yerel merkez olma üstünlüğüne sahiptir. Ama 19. yüzyıl ortasından sonra Batılı ülkelerle yapılan ticaret anlaşmalarıyla, dış pazarlara açılma politikasının bir sonucu olarak bu denge liman kentleri lehine bozulmuştur ve daha önce yerel merkez niteliğindeki 204 yerleşmeler nüfus kaybetmeye, diğerleri ise nüfus çekmeye başlamıştır (Aktüre, 1975: 124). Ayrıca 1710 yılında Tokat’ta kurulmuş olan kara gümrüğünün 1846’da kaldırılması, Tokat’taki ticaretin gerilemesinde önemli bir paya sahiptir (“Ekonomik Yapı”, 2005: 3). Sulusokak’ın Tokat’ın kent ekonomisi bakımından önemli bölgelerinden biri olması 19. yüzyıla kadar sürmüştür. Doğu-batı yolunun önemini kaybedip kuzeygüney hattının önem kazanması ile birlikte yeni gelişen merkeze daha yakın olan Yaş Meydan Mahallesi’nde çoğu 19. yüzyılın sonunda inşa edildiği tahmin edilen konutlarda Ermeni tüccarlar ve zengin Türkler yaşamaktaydı. Konutların büyüklüğü, bahçelerin düzenlenişi, yapıların mimari nitelikleri gibi göstergeler mahallenin bir zengin mahallesi olduğunu kanıtlar niteliktedir. Buna rağmen merkezden uzakta ve Behzat Deresi’ne yakın tabakhanelerin bulunduğu Muslahattin Mahallesi’ndeki konutların genel mimari nitelikleri açısından Sulusokak’taki konutlara göre daha az gösterişli ve işçilik açısından daha az özenilerek yapılmıştır. Bu durum da orta kesimi oluşturan esnaf ve zanaatkârlar arasında da bir kademelenmenin oluştuğunu göstermektedir (Aktüre, 1981: 165). Yani kent geliştikçe mahalleler bulundukları konuma göre önem kazanmakta veya kaybetmektedirler. Bununla birlikte işlevsel farklılaşmalar da mahallelerin konut dokusunda etki göstermektedir. Örneğin Muslahattin Mahallesi’nde temel işkolu olan tabakhaneler, konutla işyeri farklılaşmasına yol açmıştır. Sulusokak’ta ise böyle bir ayrışma söz konusu değildir. Alt katı işyeri olarak kullanan Sulusokak sakini, üst katında barınırken, Muslahattin Mahallesi sakini, işyerinin uzağındaki konutunda barınmaktadır. 19. yüzyıl sonunda Tokat’taki konut dokusuna bakıldığında, Sulusokak üzerindeki yapıların genellikle daha sade, az gösterişli ve küçük olduğu görülmektedir. Buradaki yapıların çoğunluğu iki katlı olup, alt kat çoğunluğunu Ermenilerin oluşturduğu kazancılar tarafından işyeri olarak, üst kat ise konut olarak kullanılmaktadır. Sulusokak’ın bu kesimi zemin kat kullanımı açısından bir esnaf çarşısı görünümündedir ve kullanım yoğunluğu da oldukça yüksektir. Konut alanı olarak taşıdığı nitelikle Sulusokak’ın sosyal tabakalaşmada ortadaki büyük kesimi 205 oluşturan esnaf ve zanaatkârların oturduğu ve işyeri olarak kullandığı bir mahalle olduğunu kanıtlamaktadır (Aktüre, 1987: 165). Bölgedeki mevcut konutların çoğu Osmanlı devrini temsil eden yapılardır. Tokat’taki konutlardan hiçbirisinin yapılış tarihi 19. yüzyılı geçmez (Akok, 1957: 129). Sulusokak’ta bulunan konutların bazıları yüzyıllardır varlığını korumaktadır. Tokat’ta zengin ve yoksul mahalleleri arasında bugünkü gibi keskin bir ayrışma olmamakla birlikte evlerin dış görünüşünde bir ayrım olmasa da büyüklüklerinde ya da içindeki ahşap oyma ve kalem işi süslemelerde bu farklılık algılanabilirdi (Resim 6). O dönemlerde her türlü ihtiyaç evlerde üretilmekteydi. Bulgur kaynatma, etlik kesimi, erişte ve çorbalık hamur yapımı, şehriye dökme gibi işler komşular arasında yardımlaşarak yapılmaktaydı (Dutoğlu, 2012: 31-32). Seyyah ve tarihçi Bore (akt. “Tokat İl Yıllığı- 1967”, 1968: 87), 1840 yılında yazdığı bir eserde eski konaklardan şöyle bahsetmektedir: “… Eski konaklardan bugün pek azalmış olan bu evler yüzyıl önceleri pek çoktu. Birçok konak ve oteller, az bulunur süslerle bezenmiştir. Öncümüz Agop bizi öyle bir yere misafir etti ki, alçı ve ağaç üzerine süslü iki salon, fıskiyeli çeşmeli bahçe ve iki kısma ayrılmış bir köşkle nihayet bulan yayvan koridor bizi hayret ve takdire boğdu…” Resim 6: Eski Tokat Evlerinden Bir Görünüm Kaynak: “Tokat Kültür Evi”, 2010. 206 Tokat, 1970’li yılların ortalarına kadar bahçeli iki katlı ahşap evlerin hüküm sürdüğü bir kent iken zamanla müteahhitlerle birlikte betonarmenin yaygınlaştığı bir kent halini almıştır. Dolayısıyla betonarmelere taşınan halkın geride bıraktıkları bu ahşap evler ya kiracılar tarafından hoyratça kullanılmış ya da boş bırakılarak yok olmaya terk edilmişlerdir (Dutoğlu, 2012: 35-36). Kendi kendine yeten ve büyük aileler için ideal olan bu evler zamanla elektrik ve su tesisatlarıyla donatılmaları, uygun yerlerine banyo ve mutfak ilavelerinin yapılmasına rağmen çekirdek aileler için çok büyük gelmeye başlamıştır. Bu bakımdan zamanla iki ya da üç bazen de daha fazla evlere bölünerek kiraya verilmeye başlanmıştır (Dutoğlu, 2012: 41). Resim 7: Sulusokak’taki Konutlardan Bir Görünüm Resim 8: Sulusokak’taki Konutlardan Bir Görünüm “Oooo çok eski [Konutlar]. 100 yıllık vardır valla. Ama işte sonra içine sıva yapmışlar. Eskiden tuvalet arka bahçedeymiş, onu içeriye almışlar. Geliştirmişler yani. Ben geldiğimde de çatıyı boşalttım. Oradan toz toprak dökülüyordu. Ziftli bir kağıt var, sen bilirsin Nuran abla, onu serdik. Şimdi toz moz gelmiyo. Yoksa öbür türlü hergün süpür süpür insanın canı çıkıyordu valla.” (F. Y., 53, ev hanımı) 207 150-200 yıllık bir tarihi geçmişe sahip olan bu konutların birçoğu hâlâ yerleşim yeri olarak kullanılmaktadır. Çok eski yapılar olmaları nedeniyle kiraların oldukça düşük olması, özellikle kırdan göçen aileler tarafından kiralanma nedenini açıklamaktadır. Yine konutların ucuzluğu kırdan göç eden ailelerin belirli bir birikimi varsa bu bölgedeki konutları satın almalarına da yol açabilmektedir. 5.2.2. Tokat’ta Kentsel Süzülme ve Sulusokak Osmanlı Devleti döneminde bir ticaret merkezi niteliği taşıyan Sulusokak, üretim ilişkilerinin kapitalistleşmesi ve teknolojinin gelişmesi ile birlikte eski önemini kaybetmiştir. Mutafçılık, oymacılık, işlemecilik, nalbantlık, saraççılık, semercilik, dericilik, bakırcılık, kalaycılık, dokumacılık gibi birçok meslek koluna ev sahipliği yapmış olan Sulusokak, teknolojiye yenik düşmüş ve makine ürünleri ile rekabet edemez hale gelmiştir. Sulusokak’ın önem kaybetmesi ile nüfus kaybı yaşaması neredeyse eşdeğer yürümüştür. Bu nüfus kaybı ile birlikte Sulusokak aynı zamanda çevre köylerden de göç almıştır. “Birazcık burada rahatlayan taşındı. Hem dükkanı varsa aşağı taşıdı, evi varsa sattı, üstüne koydu aşağıda ev aldı. Biraz daha şey yükseldi, kültür yükselince mecburen aşağıya doğru gidiyorlar. Tabiî ki sattığı yeri de adam 100 bin liraya daire alamaz ama 15-20 bine alabiliyor. Vatandaş da geliyor buraya taşınıyor işte. Genelde köylerden geliyorlar buraya. Gidenler Karşıyaka’ya taşındı zaten. Köyden gelen de hem köy yakın diyor hem Tokat yakın diyor. Burayı yani kullanıyorlar.” (H. Y., 49, saraç) Üretim ilişkilerinin değişmesi toplumsal yapıyı da etkilemiştir. Sulusokak’da görece gelir bakımından daha iyi konumda bulunan ailelerden ikinci kuşağın istek ve beklentileri değişmiş, Sulusokak ise bu istek ve beklentileri karşılayamaz olmuştur. İkinci kuşak, Sulusokak’tan taşınıp çoğunlukla zemini sağlam olmayan Karşıyaka’ya göç etmektedirler. Tokat bir deprem bölgesidir. Zemini oldukça sağlam olan Sulusokak’tan taşınıp zemini sağlam olmayan ama kapitalist üretim ilişkilerinin toplumsal yapıya dayattığı tüketim formlarına uygun bir yaşam alanını tercih etmeleri, statü göstergesi olarak algılanabilir. Çünkü özellikle Karşıyaka’da lüks konutların varlığı buraya yönelik talebin de artmasına yol açmıştır (Resim 9). 208 “Burası şeyi yakalayamadı. Ekonomik yönden mi kültür yönünden mi bilmiyorum ama işte bir moderenleşmedi yani bu taraflar. Durumu iyileşen gitti hemen. Mükemmel bir zemini var, 10 katlı apartman yaparsın. Ama tesadüf Karşıyaka zemin daha da zayıf. Kazova geçiyor, Irmak yatağı var, orası sıkıntılı. Ama ne hikmetse vatandaş orayı tercih ediyor.” (H. Y., 49, saraç) “Biliyoruz tabi [Karşıyaka’daki zeminin sağlam olmadığını]. Bizim burada bağımız vardı. Müteahhide verdik. 5 kattan iki kat aldık. Evi de beğendik oturduk işte. Valla deprem olursa alnımıza yazılmışsa kader deriz razı geliriz. Ölüm bu, kimi nerde yakalayacağı hiç belli olmaz ki.” (S. K. 46, veznedar) Resim 9: Karşıyaka’da Bulunan Lüks Konutlar Sulusokak’ta yoğun bir nüfus sirkülasyonu yaşanmaktadır diye bir tespit yapılabilir. Bölgede yaşayan ailelerden gelir durumunda iyileşmeler olanlar yeni yapılaşmanın olduğu Karşıyaka’ya göç etmektedir. 209 “Sulusokak’ın eski sakinlerinin çoğu ölmüş, çoluk çocuk evlerini satıp gitmiştir. Şimdi bölgede yaşayanların çoğu yabancı. Onlar da hısım akrabalarının bölgede olmasından ya da düşük gelirli olmalarından dolayı Sulusokak’a gelmişlerdir.” (K. Ö., 43, memur) “Şu an Tokat yerlileri Sulusokak’ın sadece yüzde 5’ini oluşturuyor. Sulusokak bölgesinden göç eden halkın yüzde 60’ı il dışına göç etmiş, yüzde 5’i hâlâ Sulusokak’ta oturmakta, geri kalan kısmı ise Tokat’ın yeni cazibe merkezlerine [Karşıyaka Mahallesi özellikle] evlerini satarak göç etmiştir.” (H. E. 57, bakkal) Sulusokak bölgesinden kentin diğer bölgelerine olan göç hareketlerinin çoğunlukla evin hanımı öncüllüğünde gerçekleştiği görülmektedir. Bunun nedeni ise görüldüğü kadarıyla bölgede bulunan konutların çok eski olmasıdır. “Hocam, biz hanımın peşine düştük, o bizi nereye götürürse ben oraya gidiyorum. O böyle moderenliği seviyor, ben eskiyi seviyorum, kerpiçi seviyorum, eski karyolada yatmayı seviyorum. O da böyle buraya geliyor, nerdeyse beni eve sokmayacak. Üstün müstün toz oluyor diyor.” (H. A., 61, antikacı) Görünürde bölgedeki eski konutlardan duyulan rahatsızlıktan kaynaklanan göç hareketlerinin arkasında aslında alım gücü artan toplumsal kesimin tüketim olanaklarında meydana gelen değişiklikler yatmaktadır. “Şimdi eskiye bakmak çok zor. Bir de yani şimdi sadece geçim kaynağı zayıf olunca. Zayıf diyince kendini kurtarıyor, kendini geçindiriyor ama belli sabit geliri olan insanları ekstralar yorar. Ahşap dökülür, bakım ihtiyacı vardır. Ahşap yaşadığı zaman yaşlanır da. Yapmak lazım. Bir de lüks bizi bitirdi. Türkiye’yi bitiren lüks, Türkiye’yi bitiren tüketim. Lüks ya, marka ve lüks olayı. Tüketim, tamamen tüketim toplumu olmuşuz. Şimdi bak burada babasının evinde, yıllarca dedesinin nenesinin evinde kalmış. Babası anası burada kalmış, kendisi burada doğmuş. Gelmiş burada neymiş geçerken ahşabın tahtası gıcırdamış. Aaa ses çıkartıyor. E ne olcak ahşap işte, ses çıkartır. Mesela sen normalde bir dairede oturuyorsun en az iki tondan aşağıya kömür yakmazsın. Kaloriferlidir amma soba da yaksan bir tondan aşağıya kömür yakmazsın. Ben 500 kiloyla evimi ısıtıyorum. Niye? Ahşap. Nefes alıyor. Sıcak. İçeriye girdiğin zaman yüzüne bir alev vurur.” (M. G., 48, muhtar) 210 Sulusokak’tan Tokat’ın diğer yerleşim alanlarına göç edenler genellikle sonraki (genç) kuşaklardır. Onun dışında bölgede eski Sulusokak’ın sakinlerinden yalnızca yaşlılar kalmıştır. Yaşlıların bölgeyi terk etmeyişinin nedeni ise yeni toplumsal ilişkilere duydukları yabancılıktır. “30-35 sene Sulusokak’ta yaşadıktan sonra 2008 yılının sonunda Yazıcıoğlu’na [Yeni ve lüks blokların yapıldığı Karşıyaka diye anılan bölgede yer almaktadır] taşındık. Annem bizimle gelmedi. O apartman hayatına alışık olmadığı için çocuklarının evlerine gitmeyip bahçesinde domates, tere, maydanoz ekip semaverini yaktığı kendi ahşap evinde kalmayı tercih etti.” (K. Ö., 43, memur) 5.2.3.Sulusokak’ta Kentsel Yoksulluk Olgusundan Kaynaklanan Mekânsal Ayrışma Daha öncede belirtildiği gibi Tokat Sulusokak bölgesi Osmanlı Devleti’nin kapitalist Batılı ülkelerle girdiği ticari ilişkilerin de etkisiyle önemini kaybetmiştir. I. Meşrutiyet’in ilanından sonra kuzey-güney doğrultusunda, Sivas valisi Halil Rıfat Paşa tarafından, 1886’da kentin ortasından geçen, bazı tarihi yapılar da yıkılarak bugün Gaziosmanpaşa Bulvarı olarak anılan bir kilometre uzunluğunda ki Bağdat Caddesi açılmıştır. Kentin güneyinden gelen bu yol doğrudan kuzeye bağlanarak Ünye sınırına kadar yapılmıştır. Dolayısıyla kentin doğu-batı aksı önemini kaybederken, kent günümüzde olduğu gibi kuzey-güney doğrultusunda Gaziosmanpaşa Bulvarı üzerinde gelişmeye başlamıştır (Cinlioğlu, 1973: 38). Sulusokak bölgesi, mutafçılık44, oymacılık, işlemecilik, nalbantlık, saraççılık, semercilik, dericilik, bakırcılık, kalaycılık, dokumacılık gibi birçok meslek koluna ev sahipliği yapmakta, halk bu esnaflardan ihtiyacı olan malları aracısız olarak temin edebilmekteydi. Ama 1980’li yıllara kadar çarşı özelliğini koruyan bölge 1980-1990 yılları arasında 160 dükkânın kapatılması ile birlikte bu özelliğini kaybetmiştir. 44 Keçi kılından kilim, çuval, heybe, yem torbası, urgan, kolan ve benzeri eşyaların dokunarak üretilmesidir. 211 “Şimdi burada çok dükkân vardı. Şu cadde boyunca vardı. Dükkân şu karşıda araba bir tane zor geçebiliyordu. Şimdi eskinin düzenine göre yapılmış. At arabaları, faytonlar, affedersiniz eşekler, atlar. Şimdi buradan 20 sene önce gelmiş olsaydınız ben Tokat’ta çok şey gösterirdim. Niye adam gelmiş eşeğiyle affedersiniz. Yukarıda nalbantlar vardı. Bir nalbant da şurada vardı. Bir nalbant arkada vardı. Atını nalbanta eğer…, yani otopark parasını da veriyor. Ahıra koyuyordu ama park vardı. Kaç lira buranın parası? Bir lira. Bir lirasını da verir atını merkebinin ihtiyacı varsa bir bakım işi, onları yaptırır onların ücretini verir. Ama park ücreti ayrıdır. Köyden gelmiş veya bağdan bahçeden gelmiş. Eski kültürden bahsediyorum, şu anda yok da.” (M. G., 48, muhtar) Sulusokak’ın öneminin azalıp diğer yerleşim alanlarının öneminin artması ile birlikte, Tokat’ın diğer yerleşim alanlarının konut dokusu yeni teknolojilere uyum sağlarken, Sulusokak bölgesinde böylesi bir durum söz konusu olamamıştır. Gelirlerinde iyileşmeler yaşanan Sulusokak sakinleri, bölgeyi terk ederek yeni yerleşim alanlarına taşınmışlardır. Bu bakımdan Sulusokak bölgesi eski dokusundan pek birşey kaybetmemiştir. “Tabi zenginlerin çoğu gitmiş. İş değişikliği yaptılar. Mesela adam buranın sanayisini küçük gördü, İstanbul’a gitti, sanayisini büyüttü. Benim arkadaşlarım var böyle, havlu fabrikası kurdu. Merter’de bilmem nerede. Tekstilciler oldu. Hep zenginleştiler. Mesela Gençağalar vardı, gittiler İstanbul’a.” (C. B., 67, seyyar satıcı) Bu bölgedeki konutların çoğunluğu ahşap karkas olarak inşa edilmiştir. Bunu sebebi ise tarih boyunca yaşanan büyük depremlere ahşap binaların dayanıklılık göstermesidir. Ama son yıllarda kargir45 ve betonarme karkas46 binalar daha çok köy ve kasabalarda yapılmaya başlanmıştır. Tokat’taki yerleşimler üzerinde önemli rol oynayan faktörlerden birisi mevcut ovalardır. Yerleşim birimleri daha çok bu bölgelerde yoğunlaşmaktadır. Arazinin düz ve geniş olması ve kırsal alanlardan kente büyük oranda göçlerin olması, bu ovaları yerleşim merkezi konumuna sokmuştur (“Ekonomik Yapı”, 2005: 4). Sulusokak ise eski dokusunu korumakta, eski ahşap evlerin yanı sıra genellikle tek katlı yapılar göze çarpmaktadır. Hatta kimi 45 Temeli taş, diğer kısımları ise tamamen tuğladan yapılan konutları tanımlamak için kullanılmaktadır. 46 Taşıyıcı kısımların çimento, çakıl, demir ve özel karışımlar kullanılarak yapılmış bina iskeleti. 212 zaman ailenin bütünlüğünü bozmamak amacıyla evler yan yana dizilmektedir. Apartmanlaşmada dikey olan yapılar, Sulusokak’ta yatay genişleme şeklinde yaşanabilmektedir. Ama günümüzde çoğunlukla gelir durumu düşük olan ailelerin yer seçiminde öncelik tanıdığı Sulusokak bölgesinde, bu aileler kiraların ucuzluğu nedeniyle eski konutlarda yaşamaktadırlar. Tokat’ın en yoksul bölgesi niteliği taşıyan Sulusokak bu özelliğini yıllarca koruyarak hep yoksulların mekânı olmuştur. Özellikle yakın köylerden göç alan bölge, ucuz konutların varlığı nedeniyle tercih edilmektedir. Tokat merkez ilçesinde bir tarafta kirası 1000-1600 TL arasında değişen birçok konut bulunurken, Sulusokak’ta kira oranları 150-350 TL arasında değişmektedir. Ama Sulusokak’taki bu kira oranları dahi bölge sakinleri tarafından yüksek bulunmaktadır. Bu durumda yoksulluğun bölgede derin yaşandığının bir kanıtıdır. “Buradaki kiralar o kadar ucuz değil. En kötü evde oturan 160-175’e oturuyor yani. 150’ye oturan azdan az. Hepsi fakir. Ben de dahil fakirim. Bir haftalık yiyecek veriyorlar bize. Valla şimdi burası köy gibi oldu. Buraya şehir demek için bin tane şahit lazım. Ölü yer burası. Ben bile kafa dinlemeye geliyorum buraya. Tespih satıyorum, yüzük satıyorum. Yalandan oyalanıyorum. 938 lira maaş alıyorum. Onla geçiniyoruz.” (C. B., 67, seyyar satıcı) Bölgede yaşayan kadınların çoğu ev hanımı iken, erkeklerden emekli dahi olanlar bir iş peşinde koşmaktadırlar. “Kadınların çoğunluğu ev hanımı. Çalışanlar da tabi maddi kaynaklı. Yetiştiremeyenler. Naspın şimdi 3 tane çocuğu var, 4 tane çocuğu var. Çocuklar okuyor. 4 çocuğu okutmak kolay mı? Mecbur napsın çalışacak. Genelde gençlerden çalışanlar. Mesela Has Özgenler var duymuşsundur. Hepsi bizim mahalleden yani. Sulusokak’ı yani. Şu bölgede en az 50-60 hane orada çalışıyor. Fakat iş isteyenlere de evlere iş veriyor. Has Özgenler buradan çıktı. Evleri hala burada vardır. Yani böyle bir sosyal dayanışma var.” (M. G., 48, muhtar) “Beyim TOKİ’de bekçilik yapıyor. Ama hep geceleri yapıyor. Öyle anlaşmışlar başta. E zor oluyor tabi gece. Köyde hayvanlar vardı. Onları sattık burada ev aldık. Emekli olamadı o. En iyisi kira vermiyoruz. Ben de önceden merdiven siliyordum. Haftada bir gidiyordum 213 Karşıyaka’da bir apartmana. Ama artık gücüm yetmiyor. Dizlerim ağrıyor. Anca bu kapı önünde konu komşu oturuyoruz işte.” (A. D., 54, ev hanımı) Sulusokak bölgesinde yaşayan halkın bir kısmı yardıma muhtaçtır. Eğitim durumlarının da oldukça düşük olduğu bölgede, eğitimsizliğin sebebi hane üyelerinin geçim sıkıntısını giderebilmek adına çalışmak zorunda kalmalarıdır. “Buradaki insanların %90’ı, şöyle diyim ben sana %90 değil, %30’u biraz zayıf. Yani yardım ihtiyacı olan, %30’u yardım ihtiyacı alan insanlar. Bugün kendi mahallemden [Camii Kebir Mahallesi] ben örnek veriyorum çünkü benim 300 haneye yakın bir hanem var, %30 bile demek çok gelir, 60-70 tane haneye yardım yapıyoruz. Bu yardımlar nasıl yardımlar? Kömür yardımları, gıda yardımları ramazanda, mesela devlet sağolsun Sosyal Hizmetler Müdürlüğü tarafından da nakdi yardımlar. Fakat hep çoğu burada çalışan insanlar. Yevmiyeli çalışır mesela işçi olarak çalışır, dışarıda çalışır ama çalışan insanlar. %90’ı da çalışır. Çalışmayan kim, emeklidir maaşı vardır, ihtiyardır ya da çok gençtir, askerliğini yapmamıştır, okul, iş, askerlik arasında kalan birkaç tane böyle vardır. Çoğunluğu çalışır. Eğitim durumu düşük. Niye düşük. Dışarıdan gelmişler. Mesela ihtiyarların çok düşük. Son dönemlerde ama çok iyi. Yani okula gitmeyen sayısı çok az. Fakat en fazla ortaokul ve liseye kadar. Üniversiteye durumları biraz zor. Niye? Çünkü çocukları okutmakta biraz sıkıntı yaşıyorlar. Aynı zamanda çalışmak zorunda kalıyor çocuklar. Şimdi çalışan çocuk biraz zor okur.” (M. G., 48, muhtar) “Benim mahallemde [Cemalettin Mahallesi] 1200 hane var. Bu 1200 hanenin, 200’ü yardım almakta. Bu yardımlar kömür veya para şeklinde oluyor. Bu yardımları belediyeden, Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışma Derneği’nden alıyorlar.” (M. D., 42, muhtar) 5.2.4. Tokat Halkının Sulusokak’ı Marjinalleştirme Eğilimi Tokat’ta orta ve üst düzey gelir mensuplarının Sulusokak’ı ayrıştırıcı söylemleri genellikle suç olgusu üzerine şekillenmiştir. Bölgede yaşamayan Tokat halkında var olan bu algının oldukça yaygın olmasına karşın geçmişte ve halen bölgede yaşayanlarda böyle bir algı mevcut değildir. 214 Toplumdan topluma veya kültürden kültüre farklılık gösteren suç olgusu her zaman için günlük ve toplumsal yaşam içinde önemli bir problem alanı olmuştur. Suç olgusu üzerinde etkili olan faktörler çeşitli olduğu için birçok disiplin tarafından ele alınmıştır. Sosyolojik, kriminolojik, ekonomik, psikolojik nedenleri ve sonuçları olan suç olgusu aynı zamanda mekânsal ilişkileri de içermektedir (Aksak, 2010: 246). Suçun mekândaki dağılımına bakıldığında en çok kentsel alanlarda var olduğu ve bu alanlardaki suç oranlarınınsa artma eğiliminde olduğu bir gerçektir. Özellikle nüfus miktarının ve yoğunluğunun arttığı alanlarda suç miktarları artmaktadır (Uzun ve Aliağaoğlu, 2009: 431). Alpaslan Aliağaoğlu ve Faruk Alaeddinoğlu (2005: 39) Erzurum şehrinde mala karşı işlenen suçları ele aldıkları çalışmalarında şehirdeki suçun dağılımında yoksulluk kültürünün, sosyo-ekonomik süzülmenin, inşa edilmiş çevrenin ve şehir içi arazi kullanışının etkili olduğunu belirtmişlerdir. Suç ile yoksulluğu ilişkilendirmek genel geçer bir kabuldür47. Özellikle azgelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerde yaşanan hızlı kentleşme hareketinin sanayileşmeye koşut gitmemesi, kentlerde birçok işsizin varlığı ile sonuçlanmıştır. Kırsal alandan kente göç eden nüfus genellikle ucuz konut arzı nedeniyle eski kent merkezleri ile kent çeperlerine yerleşmişlerdir. Kent nüfusunun heterojen olmasının yanı sıra aynı toplumsal sınıflar, aynı kentsel mekânda konumlanmaktadır. Bu bakımdan en fazla suç oranlarının alt gelir grubuna ev sahipliği yapan kentsel mekânlardan çıktığı düşünülmektedir. Ama şunu da belirtmek gerekir ki yoksulluk mekânlarındaki suç oranı her ne kadar sayısal olarak fazla olsa da ekonomik büyüklükleri düşüktür. Bu bakımdan suç olgusunun sadece yoksullarla ilişkilendirilmesi genel olarak varsıl kesimin hiçbir suça bulaşmadığına dair bir varsayımın da gelişmesine yol açabilir. Oysa ki varsıl ile yoksulun işlediği suçların ekonomik büyüklükleri arasında oldukça büyük farklar olabilmektedir. Kentlerdeki bazı bölgelere ilişkin suç algıları bölgeyi ayrıştırıcı bir rol oynamaktadır. Elbette ki bu yargıyı tüm kentlere uygulamak mümkün değildir. Çünkü her kent kendi tarihsel ve toplumsal koşulları ile varolmaktadır. Tokat’ın en 47 Suç ve yoksulluk arasındaki ilişkiyi inceleyen çalışmaların genel bir değerlendirmesi için bakınız Kızmaz (2003). Ayrıca suçu ve yoksulluğu ilişkilendiren diğer çalışmalar için bakınız Cömertler ve Kar (2007), Dinler ve İçli (2009), Kaya ve Bozkurt (2011). 215 eski yerleşim alanlarından biri olan Sulusokak da İstanbul’da Tarlabaşı gibi eski kent merkezi olmasına karşın bir çöküntü alanı halini almamıştır. Çöküntü alanlarında yoksulluk zincirinin kırılması artık mümkün değildir. Sulusokak ise hâlâ kırsal ilişkilerin, geleneksel toplumsal ilişkilerin sürdüğü bir mekân olarak literatürde sınıfaltı diye tanımlanan bir sınıfsal yapıya sahip değildir. Suç oranlarına bakıldığında ise Tarlabaşı ile karşılaştırılamayacak bir örnektir Sulusokak. Tokat halkı geneli için bir suç yuvası olarak algılanan Sulusokak, kendi sakinleri tarafından böyle tanımlanmamaktadır. Bu araştırmada bölgeyi tanıma aşamasında Sulusokak’ta hiç yaşamamış kişilerden, “Sakın tek başına Sulusokak’a gitme”, “Sulusokak’a gece girilmez” şeklinde duyulan ortak ifade, Sulusokak’ın neden böyle algılandığına dair bir merak uyandırmaktadır. “Hayır hiç gitmedim. Korktuğum için gitmedim hiç. Tehlikeli bir yer, diyor herkes. O bakımdan ben de hiç gitmedim. Belki eskiden kalma bir algıdır ama merak da etmedim. Halk Eğitim Merkezi’nden yukarıya hiç çıkmadım. Halk Eğitim Merkezi’ne geçen sene bilgisayar kursuna gitmiştim.” (F. E., 23, öğrenci) “Ben birinci sınıftayken gitmiştim arkadaşlarımla. Bana da sakın gitme oraya, dediler. Ama ben merak ettim gittim, hiçbir şey de olmadı. Yani oradakiler böyle bakıyorlar sana ama kimse birşey dememişti. Ama yine de üst taraflara hiç gitmedim. Yani biraz da korku vardı yine de.” (N. H., 22, öğrenci) Sulusokak ile ilgili var olan bu algı, bu araştırmanın yazarında dahi birtakım çekincelerin oluşmasına yol açmıştır ve bunun üzerine bir müddet araştırma amacıyla Sulusokak’a gidilirken başkalarının eşliğine ihtiyaç duyulmuştur. Ama Sulusokak’a olan ziyaretlerin sayısı arttıkça “suç yuvası” algısının büyük bir yanılsama olduğu anlaşılmıştır. Ondan sonra sık aralıklarla ve herhangi bir güvenlik sorunu ya da rahatsız edici bir durum yaşanmadan tek başına da ziyaretler gerçekleştirilmiştir. 216 Sulusokak’ta yaşayanlara, çevredeki bu algının varlığından söz edildiğinde ise, bölgedeki halkın konukseverliği ve yardım severliği öne sürülmekte ve dışarıdan algılandığı gibi bir suç oranının var olmadığına dair bilgiler sunulmaktadır. Gerçekten de yaklaşık bir yıldır bölgeye yapılan ziyaretler esnasında herhangi bir suç mahiyetindeki olaya tanıklık edilmemiştir. Suç ile birlikte anılan bölgede gerçekten suç potansiyelinin yüksek olup olmadığını öğrenmek amacıyla bölgede bulunan karakol amiri ile de görüşülmüş ve buradaki suç oranı bakımından Tokat’ın diğer bölgelerinden pek bir farkı olmadığına dolayısıyla suç potansiyeli ile diğer bölgelerden bir ayrışmanın söz konusu olmadığına dair bilgiler alınmıştır. “Suç oranı Sulusokak bölgesinde olduğu gibi Tokat merkezdeki diğer semtlerde de yoğundur. Bu bakımdan Sulusokak’ı öne çıkaran bir suç oranı mevcut değildir. Örneğin Tokat Oğulbey’de suç oranı daha fazladır. [Merkeze 7 km uzaklıkta olan] TOKİ’de de suç oranını fazla. Aynı şekilde Tokat Yeşilırmak Mahallesi’nde de suç potansiyeli yüksektir. Bu mahalledeki suçların çoğunluğu da alkol sebebiyle işlenmekte ve her yıl 100 civarında olan bir suç oranı vardır bu bölgede. Sulusokak’taki suç oranının nedeni de yoksulluk, cahillik, aile içi şiddettir. Burada en çok da hurda hırsızlığı yapılmakta.” (H. G., 51, polis amiri) Uzun ve Aliağaoğlu (2009: 437) tarafından yapılan çalışmada 2006 yılında mala karşı işlenen suçların ve nüfusun mahallelere göre dağılımı incelendiğinde, suç oranlarının en fazla olduğu mahallelerin Yeşilırmak, Alipaşa, Esentepe, Karşıyaka, Gülbaharhatun ve Yeniyurt mahallelerin olduğu görülmektedir. Kişi başına düşen suç oranları (suç miktarı/mahalle nüfusu*1000) incelendiğinde (35.8) ile Yeniyurt Mahallesi suç oranının en yüksek olduğu mahalledir. Alipaşa Mahallesi (27.1), Yarahmet (25.8), Kabe-i Mescit (18.2), Karşıyaka (17.5) ve Hocaahmet (17.4) mahalleleri de suç oranının yüksek olduğu diğer mahallelerdir. Küçük sanayi sitesinin yer aldığı Yeniyurt Mahallesi dışında şehirde suç oranı yüksek olan mahallelerin, şehrin merkezinde ve yakın çevresinde kümelendiğini söylemek mümkündür. Şehrin kenar mahallelerinin hepsinde (Yeniyurt Mahallesi hariç) suç oranları düşük değerlerdedir. Örneğin Derbent (1.04), Oğulbey (1.2) Erenler (1.4), Kaleardı (1.4) ve Topçam (1.7) mahalleleri suç oranları şehir ortalamasının (6.8) oldukça altındadır. 217 Sulusokak bölgesi sınırları dahilinde olan Alipaşa Mahallesi, Erenler Mahallesi, Camii Kebir Mahallesi, Cemallettin Mahallesi, Seyit Necmettin Mahallesi ve Kabe-i Mescid Mahallesi üzerinden bakılacak olursa, Sulusokak’taki suç potansiyelinin yüksek olduğuna dair halktaki bu algının yersiz olduğu görülmektedir. Halk arasındaki bu genel kanı Tokat’ta öyle hakim hale gelmiş ki, Tokatlı olup da hiç bölgeye gitmemiş kişilerle dahi karşılaşılmıştır. Bu algı Sulusokak’ta yaşayanlar tarafından ciddi şekilde yalanlanmaktadır. Bölgede yaşayan halkın suç olgusunun abartıldığı kadar olmadığını hatta tam tersine bölgenin oldukça güvenli bir yer olduğuna işaret etmektedir. “Şu saatte geldin [Akşam 8:00-9:00 saatleri arası]. Gece 11-12’ye kadar elini cebine koy, kimseye dalaşma kimseye güreşme kimse senlen dalaşamaz. Ben 48 yaşındayım. 48 senedir burada kimse kimseye kaşının üstünde gözün var, demez, kimse kimseye karışmaz. Bunların zararı kendinedir. Yabancıya bişey yapmazlar. Bir lokma ekmeği varsa paylaşırlar. Ben burada yıllarca esnaflık yaptım. Benim daha burada bir tane taşım kaybolmadı. Bir şey kaybolmaz. Ben şimdi Karşıyaka’da oturuyorum. Kapını iki kere beş kere kitlersin. Burada ben daha duymadım biri benim kapımın önünden şu çalındı diye. Bırakın evin içinden kapının önünden bile.” (M. G., 48, muhtar) “O izlenim artık bitti aslında. Her zaman yani böyle gece gündüz gezersin, hiç sorun olmaz. O öncedendi. Eskidendi o yani. Ama şimdi öyle bir şey yok. Kavga olurdu eskiden, argo çoktu. Ama şimdi daha o bitti. Yüzde bir bile diyebilirim yani. Hatta yok da diyebilirim yani. Şimdi örneğin Karşıyaka’da daha fazla olabilir yani ama bizim burada pek yok. İşte buranın izlenimi eskiden biraz daha sıkıntılı olduğu için adı çıkmış. Nerde oturuyorsun? Sulusokak’ta. Aman aman. İşte oralara gitme gezmeyin. Öyle bir izlenim vardı. Ama şimdi yok gibi bir şey. Böyle duydukları için gelmiyorlar, hareket de olmuyor burada. Vatandaş gelmiyor buraya. Çıkıyor şuraya ben bazen görüyorum, aile geliyor gidiyor. Oysa gezebilir. Ama bir atasözü vardır: adın çıkana kadar canın çıksın, diye.” (H. Y., 49, saraç) Tokat halkının Sulusokak ile ilgili bu algısının bölgeyi tanımamalarından kaynaklandığı belirtilmektedir. Tanımış olmaları halinde böyle bir algının da mümkün olmadığı dile getirilmektedir. Sulusokak pre-kapitalist üretim ilişkilerinin hüküm sürdüğü zamanlarda varsıl ve yoksul kesime aynı anda ev sahipliği yaparken, 218 üretim ilişkilerinde yaşanan dönüşümle birlikte sadece yoksullara ev sahipliği yapmaya başlamıştır. Toplumsal sınıfların mekânda ayrışması ile sonuçlanan bu üretim ilişkileri değişikliği, aynı zamanda toplumsal sınıfları da ayrıştırıcı bir etki göstererek, yoksul ile varsıl kesimin birbirine yabancılaşmasına yol açmıştır. Toplumsal ve mekânsal ayrışma, toplumsal sınıfların birbirini tanımasına olanak vermediğinden dolayı, varsıl kesim yoksulları mal varlıklarına bir tehdit olarak algılamaktadır. Tokat halkının Sulusokak’ı bir suç yuvası olarak algılamasının belki de temel nedeni, üretim ilişkilerinin toplumsal sınıflar arasına koyduğu bu uçurumdan kaynaklanmaktadır. “Burayı bilmeyen adamlar buraya gelip çarşıda çay içmezler, esnafı ile sohbet etmezler, insanı ile birşey paylaşmadığı zaman anlamazlar. Neden. Çünkü ben şöyle düşünüyorum. Burasını bir varoş görüyorlar. Fakat ana yerleşkenin burada olduğunu bilmiyorlar. Burada kimse kimseyi doğramaz. Ben görmedim. Kimse kimseyi vurmadı. Görmedim. Burada biri birine bazı sıkıntılardan dolayı ikili diyaloglardan dolayı sıkıntı vardır, ikisinin arasında olur. Burada bir adam bir adamı dövüp göndermiş mi? Ben duymadım. Varsa öyle bir adam ben çenesini burda kopartırım, açık konuşayım. Bu adam yaşamaz burada. Ben mesela Karşıyaka’da oturuyorum. Ben kapımı kilitlemeden yatmam. Buradaki evlerin yüzde 6070’inde bahçe vardır. Bu bayramda başımıza geldi. Kapıyı açık unutmuşuz, çekmiş gitmişsiz. Geldik kapı ardına kadar açıktı. Ayakkabı bile oynamamış yerinden.” (M. G., 48, muhtar) 5.3. Tokat ve Sulusokak’ta Ötekiler Osmanlı Devleti zamanında Tokat farklı ırk ve dine mensup insanların birarada yaşadığı bir kent olmuştur. Çoğunlukla Müslüman ailelerin yanında, 15. yüzyılda İspanya’dan gelen Yahudiler, Hıristiyan, Ermeni ve Rumlar, Çerkezler kent nüfusunun ana unsurunu oluşturmaktaydı (Kodaman, 1988: 176). Etnik bakımdan farklı olan bu nüfus, kent hayatı içinde hep ilişki halinde olmuşlardır. Bu durum ise Müslüman halk ile gayrimüslimlerin kimi zaman aynı mahallelerde yaşamalarından anlaşılmaktadır. Örneğin, 1455 tarihli Tokat Tahrir Defteri’ndeki kayıtlara göre, Tokat kentindeki mahalle sayısı 56’dır. Bu mahallelerden 48’inde Müslümanlar, 8’inde Hıristiyanlar, 2’sinde ise Müslüman ve Hıristiyanlar birlikte yaşamakta idi. Tokat 219 nüfusunun üçte birini oluşturan Hıristiyanların toplam 56 mahalle içinde yalnızca 6’ında oturuyor olmaları ve bu mahallelerin genellikle kentin merkezini oluşturan mahalleler olması kentteki gayrimüslimlerin çok yüksek yoğunlukla merkezdeki konutlarda, buna karşılık Müslüman Türklerin kentin dış halkasını oluşturan, yeni kurulan, az yoğun mahallelerde oturduklarını göstermektedir (Aktüre, 1981: 144). 1772 yılı Şer’iyye Sicili kayıtlarında kentteki mahallelerin sayısının 73’e çıktığı görülmektedir (Açıkel ve Sağırlı, 2005: 17). Yani kentin Osmanlı Devleti’nin yönetimine girmesi ile yeni mahallelerin kurulduğu, bu mahallelerde ise çoğunlukla Müslümanların kaldığı görülmektedir. Tournefort, 18. yüzyıl başında Tokat’ın kent nüfusunu 20.000 Türk, 4.000 Ermeni ve 300-400 Rum ailesi olmak üzere toplam 24.000 hane, 18. yüzyıl sonunda İnciciyan 13.200 Türk, 2.500 Ermeni ve 300 Rum hanesi olmak üzere toplam 16.000 hane olarak vermektedir. 1844-1845 yılında yapılan sayıma göre Tokat nüfusu tahmini olarak 10.685 kişi ile Tokat kent nüfusunun %54.4’ünü Müslümanlar, %34’ünü Ermeniler, %5.7’sini Rumlar, %4.5’ini Katolikler ve 110 kişi ile Kıptiler (Çingeneler) oluşturmaktadır (Beşirli, 2005: 297-298). Burada dikkati çeken nokta, Tokat kentinde Ermeni nüfusunun fazla olmasıdır. 19. yüzyılda kent ölçeğinde mahallelerin dağılımına bakıldığında 1851 yılına ait Şer’iyye Sicilleri kaydında, mahallelerin etnik kimliğe dayalı ayrıştığı görülmektedir. Bu dönemde 72 mahallede bulunan 3.956 konuttan %57’si Müslüman Türklerin, %36’sı Ermenilerin, %5’i Rumların ve geriye kalan %2’si ise Yahudilerin oturduğu konutlardır. Mahallelerin etnik yapıları incelendiğinde büyük çoğunlukla etnik kutuplaşmanın çok belirgin olmadığı, Müslüman ile Ermenilerin mahallelerin % 80’inde birarada oturdukları, mahallelerin ancak %20 gibi küçük bir bölümünde etnik kutuplaşmanın olduğu görülmektedir. Kent merkezindeki en kalabalık mahallelerde Ermenilerin çoğunlukta olması kent merkezinde yer alan üretim eylemlerinde onların daha etkin olduğunun kanıtıdır. Örneğin Sulusokak’ta bakırcıların çoğu Ermenidir. Müslümanlar ise çoğunlukla tarımsal eylemler ile, dericilik, keçecilik gibi hayvan ürünlerini hammadde olarak kullanan üretim kollarını denetim altına almışlardır (Aktüre, 1981: 159). 220 19. yüzyılın ikinci yarısında yaklaşık 20.000 kişi olan kent nüfusu 19. yüzyıl sonlarında az da olsa bir artış göstermekle birlikte, bu artışın kaynağını Müslüman Türkler oluşturmaktadır. Nüfusun önemli bir bölümünü oluşturan Rum ve Ermenilerin ise kentten ayrıldığı gözlenmiştir. Örneğin 1881 yılında kent nüfusunun % 38’ini oluşturan gayrimüslimlerin 1886-1887 yılında toplam nüfusa oranı % 23’e inmiştir. Gayrimüslim halk, bölge içinde ticaret olanakları daha gelişmiş olan Samsun veya İstanbul’a göç etmiştir. Bölgedeki nüfusun Müslümanlar lehine olmasının nedenlerinden biri 1876 yılında Osmanlı-Rus savaşından sonra kente gelen göçmenler, diğeri ise 1879 yılında yönetimsel kademelenmede “liva” olması ve kent yönetiminin yeniden örgütlenmesi sonucu kente gelen devlet memurları ile subay ve askerlerin kente gelmesidir (Aktüre, 1981: 161-162). Tokat’ta bulunan farklı etnik ve dini kimlikler farklı uğraşlarla meşguldürler. Tokat’ta 1900’lü yılların başında yaşamış olan Yetvart’ın belirttiğine göre nüfusu az olan Yahudiler çok yoksuldu ve kendi gettolarında izole yaşamışlardır. Yahudilerin ise akraba evlilikleri nedeniyle dejenere ve anormal insanlar olduğunu belirten Yetvart, Tokat Ermenilerinin büyük kısmının kente yakın kırsal alanda yazlık villalarının olduğunu dile getirmiştir. Toprak sahipleri Ermeni veya Rumlar iken, toprak işçileri, ırgatlar, ortakçılar ise Kürtler ve Lazlardı. Tokat’ta Yunanlıların da olduğunu belirten Yetvart, sayılarının fazla olmadığını ve Ermeniler kadar zengin olmadıklarını belirtmiştir. Türklerden ise ticaret yapan kimsenin olmadığını ve Hıristiyanların fabrikalarında, bakır dökümhanelerinde işçilik yaptıklarını belirtmiştir. Ama Yetvart her türlü meslek erbabının Ermeni olduğunu, aralarında doktorların ve avukatların da bulunduğunu dile getirmiştir (Sernin, 2009: 16-19). Pek az bir miktar sayılabilecek olan askerden muafiyet vergisine karşılık, kendilerine verilen askeri muafiyetten dolayı gayrimüslim halk, iş gücünün değerlendirilmesi hususunda Müslümanlara göre avantajlı konumda idiler. Müslümanlar, devletin savunmasında hayatlarını yitirmemişlerse, evlerine dönünce yerel koşulların değiştiğini görmüşlerdir (Çiçek, 2006: 43). Tarihte birçok savaşa sahne olan Anadolu’da erkek nüfusun küçük yaşlarda silah altına alındığı savaşlardan biri de Balkan Savaşları ve I. Dünya Savaşı’dır. 221 “Şimdi babam 12 sene savaşmış. Atatürk babamı bol parayla göndermiş. Nüfus kağıdını da kendisi doldurmuş. Bizim lakabımız şöyleydi, Hüseyin oğullarından Rıza oğlu Mirza, babamın ismi. Yok demiş Atatürk, öyle değil senin ismin. Senin ismin Mirza, soyadın Biter demiş. Babama nüfus kağıdını doldurmuş, eline vermiş Atatürk. Öyle zaman gelecek ki sizi camekanların içine koyup öyle gezdirecekler demiş babama. Bol madeni para vermiş babama. Demiş ki bu parayı niye veriyorum biliyor musun Mirza demiş. Siz demiş küçük yaşta askere geldiniz, sanat belleyemediniz, gidince bu parayla sanatkâr olursunuz, birine ortak olursunuz, iş kurarsınız diye bu parayı veriyorum demiş. Babam askerden geliyor, kimsesi kalmamış. Bir babam bir de babaannem kalmış. O da cami köşesinde kalmış kadıncağız. Hepsinin kara haberi gelmiş. Babam da Yunanlılara esir düşmüş, iki sene. Onun da kara haberi gelmiş. Durum böyle. O annesini almış eve getirmiş, mahallenin büyükleri bu nenemgillerin evi boşmuş. Eve kim bakıyor, bağ bahçeye kim bakıyor, tarlaya kim bakıyor. Adam az, tarla bol, bağ bahçe dolu.” (C. B., 67, seyyar satıcı) Ayrıca gayrimüslim halk, devlet politikası nedeniyle tam anlamıyla mülk sahibi olmalarına getirilen engeller nedeniyle tarımla uğraşma noktasında sıkıntı yaşamışlar, dolayısıyla da kendi iktisadi kalkınmalarını ticarette bulmuşlardır. Tokat Şer’iyye Sicil Defteri kayıtlarında görülen mal miktarları açısından gayrimüslim halkın iktisadi olarak daha büyük bir güce sahip oldukları görülmektedir (Çiçek, 2006: 45). “Bizimkiler de askere gidince hep Ermeniler kalmış, sanatkârlar da onlar olmuşlar. Kuyumculuğu onlar bellemişler, terziciliği onlar bellemişler, demirciliği, kalaycılığı onlar bellemişler. Babam Atatürk’ün verdiği parayla gelmiş bir kalaycıya ortak olmuş. O zaman en güzel sanatmış, kalaycılık, bakırcılık. Tokat’ın nüfusu 7000 falan iken 4000’i gayrimüslim ise geriye kalanı Müslümandı. Hemen hemen yarı yarıyaydı. Ermeni çoktu. Ne ustalar vardı, Ermeni. Terzilerden, kalaycılardan, bakırcılardan, semercilerden, saraççılardan vardı. Ben o zaman çocuktum. Buranın parlak zamanını ben çok iyi biliyordum. Mağazalar vardı, bakır mağazaları. Babamgiller at arabasına yükler, köylere satmaya giderdi. Bakır satmaya giderdi. 1950’lerde.” (C. B., 67, seyyar satıcı) “Ermeniler zanaatkârdı. Bizim bu çarşıda 10 tane Müslüman varsa 20 tane de Ermeni vardı. 1941-1943 senelerinde. Bunlar çekildiler. Ermenilerin çoğu İstanbul’a gitti. Burayı terk ettiler. 1941-1948 yıllarında gittiler artık Ermeniler kalmadı. 1950’de askerden geldim ben. 1953’de dükkan açtım. O zaman bakırcı Ermeni yoktu sadece demirci vardı. Marangoz 222 birkaç tane vardı. Onlar hep gittiler İstanbul’a. Şu an sadece bir tane Ermeni var, sanayide sandıkçı. Nazar. Ceviz sandık yapar. Çok meşhurdur Tokat’ta. Ermeniler gidince Türklerin eline kaldı sanat. Biz kendi ustamız Türk, Müslüman. Biz ustamızdan gördüğümüzle kalmadım. Ben daima ileri gittim. Çoğunun yaptığını beğenmedim kendim yaptım. Neler yaptım neler. Şu an dükkanımız sanayide. 20 senedir ben bu sanatı Tokat’a yerleştirdim.” (M. Y., 85, bakırcı) 1915 yılında şehri terk eden Ermenilerin bir kısmı sonraları geri dönmüş ve 1970’li yılların sonlarına kadar şehirdeki varlıklarını sürdürmüşler, daha sonra çocuklarını evlendirebilmek, geniş bir cemaat içinde ibadetlerini yapabilmek gibi çeşitli sebeplerden dolayı bir kısmı İstanbul’a, bir kısmı da yurt dışına göç etmiştir. Günümüzde ise sadece birkaç Ermeni aile Tokat’ta kalmıştır (Dutoğlu, 2012: 152). “Ermeniler göçtü 1963-1968’de. Ermenilerden benim arkadaşlarım vardı. Nuray filan. Ya Nuray biz size ne yapıyoruz da gidiyorsunuz? dedim. Dedi ki dini vazifelerimizi veremiyoruz, çocuklarımız okuyamıyor. Evlenme şekline gelince Müslümanlardan kız alamıyorlar, Müslümanlara kız vermiyorlar. Artık çocuklar büyüyor, kızlar gelinlik çağa geliyor satamıyoruz. Okuma çağına geliyorlar okutamıyoruz. Ölümüz oluyor cenazeyi kaldıracak papazımız yok.” (C. B., 67, seyyar satıcı) Ermenilerin kentten göç etmesinin temel nedenleri, kendi dini görevlerini yerine getirebilecek ve yine kendi geleneklerine göre çocuklarını yetiştirebilecekleri bir ortamdan yoksun olmalarıdır. Ama Ermeni nüfusunun, Tokat’ı hâlâ kendi memleketleri olarak benimsediği görülmektedir. 5.4. Göç ile Şekillenen Bir Kent Olarak Tokat/Sulusokak Osmanlı Devleti ve Türkiye başlangıçtan beri yoğun nüfus hareketlerine maruz kalmıştır. 15. yüzyıldan 17. yüzyıla kadar Osmanlı Devleti yeni fethedilmiş topraklar üzerinde koloni oluşturmak, toprağı işlemek ve vergi gelirlerini arttırmak için Balkanlar ve Anadolu’ya aşiretler yerleştirmiştir. Osmanlı Devleti 18. yüzyılda, özellikle Rusya ve Avusturya’ya ve 19. yüzyılda yeni oluşmuş Balkan devletlerine karşı toprak kaybetmeye başlayınca, büyük sayıda Müslüman ve Türk göç etmeye 223 başlamıştır. 1783 ile 1913 yılları arasında altı milyon Türk ve Müslüman, Türkiye’ye göç etmiştir (Karpat, 2003: 91-92). Bu göçlerin bir kısmı da Tokat’a olmuştur. Sürekli değişiklik gösteren nüfusun hareketliliğini sağlayan unsurlardan biri de göç olgusudur. Tokat’ın nüfusunun tarihin belirli dönemlerinde arttığı belirli dönemlerinde de azaldığı görülmektedir. Örneğin Selçuklular döneminde yapılan kervansaraylar, medrese, şifahane, yol ve camiler de Tokat’ın nüfusunu arttırıcı etki göstermiştir (Yavi, 1986: 10-14). Tokat, 1877-1878 Rus işgali sebebiyle Erzurum, Ardahan ve Kars gibi doğu illerinden göç almıştır. Doğu illerinden göçlerin sadece bu dönemde olmadığı Cinlioğlu’nun (1951: 117) eserinde görülmektedir. 1238-1823 dönemlerini inceleyen eserde şöyle bir ifade vardır: “Kumanat nahiyesine bağlı İncesu köyü senelerden beri boş kaldığından Kars ahalisinden Ahmet, Ali, Seyit, Memiş, İbrahim, Memiş, İsmail, Hasan, Yusuf ve aileleri yerleştirilmiştir. Yılda iki taksitte ödenmek üzere yüz kuruş vergi vermeleri şart koşulmuştur”. 1876 Rus Harbi’nden sonra gelen göçmenler çeşitli yerlere, özellikle ormanlık bölgelere yerleştirilmişlerdir. H. 1301 yılı Sivas salnamesinde Tokat sancağına yerleştirilen göçmen sayısı Çizelge 16’da gösterilmektedir: Çizelge 16: Tokat Sancağına Yerleştirilen Göçmenlerin Sayısı Hane 2.237 Merkez İlçe 450 Erbaa 1.180 Zile 65 Niksar Kaynak: Cinlioğlu, 1973: 42. Nüfus 11.858 2.026 6.868 200 “93 Harbi” diye bilinen 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı’ndan sonra Kafkaslardan gelen halk, Tokat’ın Dereyaka ve Güyümlü köylerine yerleşmişlerdir. Dereyaka Köyü Cumhuriyetten önce 45 hanelik bir Ermeni köyüdür. Anadolu’nun kurtuluş yıllarında Ermeniler köyden kentte göç etmişlerdir (“Dereyaka Köyü 224 Tarihçesi”). Ermenilerden boşalan köylere ise Kafkaslardan gelen Müslüman halk yerleşmiş, daha sonra burada yaşayan halk Sulusokak bölgesine göç etmiştir. 93 Harbi’nden sonra Tokat’a göçmen aileler gelmeye devam etmiştir. 1903 yılında 215 hane göçmen gelmiş ve Tokat sancağının birçok bölümüne yerleştirilmişlerdir (Cinlioğlu, 1973: 48). Bu göçler sadece 93 Harbi’nden sonra yaşanmamıştır. I. Dünya Savaşı’ndan sonra doğudaki Rus işgali sebebiyle, buradaki halk göç etmiştir. Göç edenlerden Tokat’ta kalanlar çok olmuş ve Ermenilerden boşalan ticaret hayatını doldurmuşlardır (Cinlioğlu, 1973: 63). “Biz 93 maciriyiz, Kars’tan gelmişiz. Babamgil de anne babamgil de gelmişler. Bizim yerimiz huduttaymış, Ermeniler almış. Merhali Bey diye biri bizi Sivas’a getirmiş. İlk olarak da Sivas valisi bize o Rum köyünü vermiş, Porsuk köyünü, havaalanının oradaki. Orada 6-7 sene durmuş dedelerim, beğenmemişler köyü. Soğuk, verimli değil beğenmemiş. Dedem de zenginmiş. Tokat’ta bir yer varmış, güllük gülistanlık bir yermiş, demişler dedeme. Kılavuz tutmuşlar, kağnılara yüklemişler sonra buraya gelmişler. O zaman Tokat’ın en iyi yeri burası. İki kardeş ev almışlar. Ama savaş çıktığı için sadece 5-6 sene oturmuşlar. Sanatkârların, en iyi eşrafların, Osmanlı ağalarının oturduğu en iyi muhit burasıydı. Hanlar, hamamlar hep burada.” (C. B., 67, seyyar satıcı) Erzurum, Kars, Artvin illerinden göç eden ailelerin Tokat’ı tercih nedenlerinin, sahip olduğu coğrafi konum ile ilişkili olduğu görülmektedir. Ayrıca, göç eden ailelerin ekonomik faaliyetleri ile doğru orantılı olan bir göç politikasının izlenemediğini söylemek de mümkündür. “Biz şimdi Artvin’den geliyormuşuz ya 1000 tane [Baş] sürümüz varmış, koyun olarak. Bize önce Kazova tarafını veriyorlar. Bizimkiler de hayvan yayıyorlar ya, orada da üvez böcüğü çok varmış. Bizimkiler de orayı kabul etmiyorlar, bura bizi yiyor demişler. Bizi yüksek bir yere götürün, diyorlar. Biz burada zamanında Ermenilerin başı olan, kilise olan bir köye bizi veriyorlar. Ermeniler gittikten sonra. Orada yaylacılığa devam ediyorlar. İşte babalarımız çiftçilik, yaylacılık, malcılık yapmış. Biz de Tokat’a doğru gelince yaylacılık bitiyor.” (M. D., 46., Servis Şoförü) 225 Tokat’a yönelen bu göçler aşamalı olarak gerçekleşmiştir. Başlarda çevre köylere yerleşen göçmenler zamanla kent merkezine yerleşmişlerdir. Sulusokak bölgesine göç eden aileler tıpkı büyük kentlerde yaşanan göç sürecine benzer bir yapıda, tanıdıkları vasıtasıyla göç etmişlerdir. Aleviler, Romanlar, Lazlar, Kürtler gibi azınlık grupların bulunduğu Sulusokak bölgesinde günümüzde Ermeni nüfus kalmamıştır. Bunun da sebebi 1915’li yıllarda yaşanan tehcir uygulamasıdır. Tokat’taki yoğun göç hareketlerini 20. yüzyılın başlarına kadar götürmek mümkündür. 1910-1955 yılları arasında Tokat’ta göç oldukça yoğun yaşanmıştır. 1908 tarihli Sivas Salnamesi’nde Tokat kent merkezinin nüfusu 106.893 iken, 1927’de yapılan Cumhuriyetin ilk nüfus sayımında 21.890 olmuştur (Ünal, 2004: 40). 1975 öncesi göç hareketlerini sayısal verilere dayandırmak zor olsa da 1975-1980 dönemlerinde net göç miktarı 16.772 kişi, 1980-1985 dönemlerinde ise net göç miktarı 16.782 kişidir (TÜİK, 2000). 1980’li yıllardan itibaren Tokat’ta yapılan yatırımların artması, kırsal yerleşmelerden ve çevre illerden yoğun bir göçün gelmesine yol açmıştır. Göçler yalnızca Tokat’a bağlı köy ve ilçelerden değil Amasya, Sivas gibi çevre illerden de gelmiştir (Ünal, 2004: 41). “Sulusokak’a göç edenler, Gürcüler, Çerkesler, Lazlar, Lezgiler48, Karapapaklar (Terekemeler)49, Bayburtlular, Ahıskalılar50, Trabzonlular, Karslılar, Romanya, Artvinliler, Bulgar, Erzurumlular, Makedonya, Gümüşhaneliler, Selanik ve Arnavut göçmenleridir. Yakın dönemde ise Afgan Türkmenleri ve Iraklılar geldi.” (E. A., 55, müdür) Tokat’a özellikle son dönemlerde yoğun bir mülteci göçü yaşanmaktadır. Mültecilerin ise çoğu Irak ve Afganistan’dan gelmişlerdir. “Tokat’a 2005’ten itibaren Irak mültecilerinin geldiğini belirten müdür, 2013’ten itibaren de İran üzerinden Afgan kökenlilerin geldiğini belirtmiştir. Bu bölgelerden gelen mültecilerin ülkelerini terk etmelerinin sebebi ekonomik değil çoğunlukla can güvenliklerinin tehlikede olmalarındandır. Bu bölgelerden gelen mültecilerin ya Türkiye’ye ya da Ürdün’e 48 Kuzeydoğu Kafkasya'da Azerbaycan'ın kuzey ve Dağıstan'ın güney kesimlerinde yaşayan halktır (Kalafat, 2008). 49 Terekeme adıyla anılan Karapapaklar Kuzey Anadolu’da, Kuzey Kafkasya’da, Gürcistan’da ve Azerbaycan’da yaşayan halktır (Yıldız, 2012). 50 Ahıska, Ermenistan’ın Batum limanına uzanan güzergâhında yer almaktadır (Topal, 2008). 226 güvenli ülke olmaları sebebiyle gelirken, daha sonra bir başka ülkeyi tercih etme hakları vardır. Tokat’ta şuan 1600 civarında mülteci/sığınmacı bulunmaktadır.” (H. U., 54, müdür) Tokat göç alan bir kent olduğu kadar göç veren de bir kenttir. Kırsal alanlardaki altyapı yetersizliği, toprak ve gelir dağılımındaki dengesizlikler, tarımda makineleşmenin yaygınlaşması ve uygulanan liberal politikalarla kentlerde özel girişimciliğin teşvik edilmesi ile Türkiye’de 1950’lerde belirginleşmeye başlayan kırdan kente göç, Tokat kentinde de gözlemlenmiştir. İstihdam olanaklarının yetersizliği ve genç nüfusun özellikle eğitim ve çalışma amaçlı olarak hem kırdan kente hem de kentten kente göçe yol açmıştır (Ünal, 2004: 40). “E gitmesinler de naspınlar. İş yok. Aha benim kardeşim İstanbul’da. Burada iş mi var. Yani 300-500 liraya çalışırsan var. Onunla da napıcaksın. Geçinemez ki insan. Kiradır, elektriktir, sudur, ne bileyim kömürdür, doğalgazdır. Benim burada durduğuma bakma. Annemler gitmek istemiyor. Yoksa ben de giderim kardeşimin yanına hemen.” (O. D., 34, memur) Tokat’ta 1966 yılında yapılan Almus Barajı da bölgeye göçün artmasına yol açmıştır. Baraj suları altında kalan köylerin istimlâk edilmesi ile birlikte nüfusun bir kısmı merkez ilçeye göç etmiştir. Örneğin Lezgi Köyü (Resmi kayıtlarda Oğulcuk Köyü diye geçiyor.) Almus’ta yapılan baraj nedeniyle göçen ailelerin yerleştiği bir köydür (F. E., 23, öğrenci). Tokat kentinde kentten kente göç miktarı yüksek olmakla birlikte, kırsal alandan kentin merkez ilçesine de yoğun miktarda göç yaşanmıştır. Bu göçlerin nedenin de kırsal alanda yaşanan yapısal dönüşümün izlerini görmek mümkündür. “90’lı yıllarda Almus’un köylerinden biriyle görüşmüştüm. 90’lı yıllarda 50-60 tane kamyon kurbanlık gidermiş İstanbul’a. Sonra o adamla 2008 yılında bir daha görüştüm. O yılda hiç İstanbul’a mal götürülmemiş. Çünkü artık köylü, köy yerindeki üretimden çok kentte farklı geçim araçları arıyor ve göç ediyor. Tokat’ta, Tokat domatesi diye birşey vardı. Şu an ne tohumu, ne fidesi, ne de kendisi kaldı. Tokat biberi diye birşey vardı. Artık ticari değil. Benim kayınbabamlar domates, biber ekerler. Ama yaptıkları iş sadece amelelik. Şimdi fideyle üretim yapıyorlar. Tohumla yetiştirseler, masraf çok, zaman da yok. Bu yüzden o da yok oldu. Artık fideyle üretim yapanlar da diğer illerle rekabet edemiyorlar.” (A. B., 34, memur) 227 Göç sadece merkez ilçeye olmamış aynı zamanda başka illere de yönelmiştir. Bu göçler ise çoğunlukla istihdam oranlarının yüksek olduğu İstanbul, Ankara, Kocaeli gibi kentlere olmuştur. “Biz Reşadiye Öküzlü Köy, eski adı, şimdiki adı Özen Köyü’nden göç etmişiz. 45 senedir buradayız. Dedemin hayvanları varmış, bahçeleri varmış ama herkes şehre göç edince dedem de göç etmiş. Akrabalardan bir kısmı İstanbul’a, Ankara’ya göç etmişler. Orada hamamcılık yapıyorlar. Bir kısmı da Tokat’a gelince dedemler de Tokat’a gelmişler. Şimdi köyde çok az kişi kaldı.” (F. E., 23, öğrenci) “Tokat genelinde, başka kentlere merkezden çok küçük, köylerden ise çok büyük göç yaşanmaktadır. Köylerden göç şehir merkezine de olmakta, diğer şehirlere de olmakta. Kocaeli, Ankara, İstanbul’a giden çoktur. Ama 2000’li yıllara kadar köyden Tokat merkeze olan göçler yavaşlamış ve daha çok kent dışına olmuştur. Burada sigara fabrikasının kapatılması ve Turhal Şeker Fabrikası’nın özelleştirilmesi ile Tokat çok göç vermiştir.” (A. B., 34, memur) Tokat’ın merkez ilçesinde iş imkânlarının diğer ilçelerine göre daha fazla olması, buraya yönelen göçün sebeplerinden biridir. Yani genel anlamda kentin çekici özelliklerinin göç üzerinde etkili olduğunu söylemek mümkündür. Bunun yanı sıra kırın da itici özellikleri, göç olgusunu doğuran bir başka etkendir. “Kızım, şimdi köyde nereye kadar. Çoluk çocuk okuması lazım. Bende üç tane erkek, iki tane kız var. En büyük kızım evli. Onun da iki çocuğu var. Bir oğlum da evli. E okumadılar. Aha kızım koca eline bakıyor. Oğlum TEKEL’de çalışıyordu çıkardılar. O şimdi Amasya’ya gitti, üniversiteye. Bizden uzakta şimdi. Ortanca oğlum liseye kadar okudu. O da evlendi daha yeni. Köylük yerde olmazdı ama bak şimdi karı koca ikisi de çalışıyor, zor geçindiriyor evi. Küçük kızım Sivas’ta üniversitede okuyor. O inşallah kendisini kurtaracak. En küçük oğlum da aşağıda Atatürk Lisesi var ya orada işte. İnşallah eli ekmek tutar onun da.” (A. D., 54, ev hanımı) Tokat’taki göç hareketlerinde Sulusokak bölgesinin oynadığı rol önem taşımaktadır. Çünkü kent içinde göç alan ve aynı zamanda göç veren bir bölge olarak Sulusokak hareketli bir yapıya sahiptir. Sulusokak Kafkasya’dan gelen göçlerle 228 birlikte özellikle Dereyaka, Güyümlü (Harita 4) gibi bulunduğu bölgenin batısında yer alan köylerden göç almaktadır. Harita 4: Tokat Merkez İlçesi’ne Bağlı Köyler Sulusokak bölgesindeki ucuz kira evleri, yoksul halk için bölgeyi bir çekim merkezi niteliğine bürümektedir. “Anneannem Turhal’da oturuyordu. Turhal’da dedem vefat edince artık Turhal’da niye kalsınlar? Annem almış Tokat’a getirmiş onları da. Tokat’ta zaten ilk önce tabi Sulusokak’a bir yer bulmuşlar. Para tek nolur o maaşla. Kirada oturmuşlar. Anneannem üç ev değiştirdi Sulusokak’ta. Biri teyzeme yakın bir yerde oturdular. O da Sulusokak’taydı. Ondan sonra bir ev daha değiştirdiler Sulusokak’ta. Ondan sonra da tekrar bir Sulusokak’ta ev buldular. Tabi o zaman dayım filan daha küçük, ortaokula filan gidiyorlar. Bi anneannemin aldığı para, ondan da ne olacak, anca orada oturursun.” (O. D., 34, memur) 229 “Sulusokak’ta ev sahibi çoğunluktu. Karşıyaka’ya gidenlerin çoğu evlerini sattı. Köyden gelmiş, oradaki evi yıkık zaten, bir para biriktirmiş. Napcak bu adam. O zamanlar burası açık konuşalım hesaplı, ucuz, mesela hemen örnek vereyim. Ben 95’te benim oturduğum evi 450 liraya aldım. Yani normal bir fiyatta Karşıyaka’da o zamanlar 450 liraya bir ev alma şansım sıfırdı. Benim babamın evi burada, babamın dükkanı burada. Köyden geldiği için ucuz pahalı dememiş, buradan ev almış. Evler iki katlı olduğu için biri aşağıda kalmış, biri yukarıda kalmış. O ilk dönemlerde beraber otururduk. Sonradan tabiî ki ayrılmalar olmuş, gençler gitmiş. Biliyorsun Tokat çok göç veren bir ilimiz. Bu da bazı sebepleri var tabiî ki. Özellikle imkân meselesinden kaynaklı. Çalışma işyerleri yok. Gençler evleniyor ayrı bir iş. Artık ticari boyutunu demeyelim de artık emeklilik de hayal olduğu için insanlar bir an önce sigorta başlangıcım olsun diye başka yerlere gidiyor yani. Başka çaresi yok.” (M. G., 48, muhtar) Bölgeye yönelen göçlerin genellikle aynı köylerden olması, hemşehri dayanışma örüntüsünün bir örneği sayılabilir. Elbette ki metropol kentlerdeki ilişkiler gibi, dışarıya kapalı bir ilişki ağı söz konusu değildir. Ama yer seçimi üzerine bölgenin hem ucuz konut arzı hem de tanıdıkların var olması, bölgeye göçü çeken bir etkendir. “Genelde zaten buraya arkadaşları oluyor, akrabaları, komşuları oluyor. Yani bir öncesinden gelen tanıdıkları oluyor. Yani kaynı oluyor, kaynatasının bacısı oluyor, bacısının çocukları oluyor öyle gelmişler.” (M. G., 48, muhtar) 230 DÖRDÜNCÜ KESİM GENEL DEĞERLENDİRME 6. SONUÇ Günümüzde kentler gelir ve dil, din, ırk, toplumsal cinsiyet kimlikleri üzerinden şekillenen bir ayrışmaya sahne olmaktadır. Sanayi toplumlarının ortak bir özelliği gibi görünen mekânsal ayrışma sanayi öncesi toplumlarda da gözlemlenebilmektedir. Çünkü kentsel mekânlar ortaya çıktıkları ilk zamanlardan itibaren toplumsal ve mekânsal eşitsizlikleri bünyesinde barındırmaktadır. İlk kentlerde artı ürünün kontrolünü elinde tutan sınıflar, sonrasında ticaretin gelişmesi ile birlikte tacirler sahip oldukları toplumsal ve ekonomik avantajlar nedeniyle, hem toplumsal hem de mekânsal olarak diğer sınıflardan ayrışmıştır. Kapitalist üretim ilişkilerinin gelişmesi ile birlikte toplumsal sınıflar arasındaki farklılaşmalar daha da artmış ve dolayısıyla mekânsal ayrışma daha keskin bir hal almıştır. Kentsel mekân, üretim ilişkilerinden bağımsız sadece bir mekânsal birim olarak ele alınmamalıdır. Çünkü kentsel mekân ve toplumsal sistem arasında diyalektik bir ilişki vardır. Mekânın morfolojisi, ekolojik özellikleri, ulaşım yolları ile olan bağlantıları toplumsal sistemi etkilediği gibi toplumsal sistem de mekânın oluşumunu ve gelişimini etkilemektedir. Bu bakımdan toplumsal, siyasal, ekonomik ve kültürel etkilerle yeniden üretilen mekân, toplumsallığını ön plana çıkaracak bir yaklaşımla ele alınmalıdır. Her üretim biçimi, belli yerleşim biçimlerini ve kendine özgü bir kent tipini yaratmakta, üretim biçiminde meydana gelen dönüşümler kent mekânını etkilemektedir. Üretim ilişkilerinde meydana gelen değişim ve dönüşümler bir anda gerçekleşmemektedir. Her değişim tarihsel bir zeminde gerçekleştiği için eski dönemden izler taşımaktadır. Dolayısıyla belirli bir tarihsel birikimin üzerinde gerçekleşen bu değişim ve dönüşüm, eskiye dair olan toplumsal ilişkilerin varlığı ile yürüyebilmektedir. Yani kapitalizmle etkileşime geçen toplumlarda feodal düzenden kalan tortul öğeler varlığını sürdürebilir, ortadan kaldırabilir ya da dönüşüme 231 uğrayabilir. Ayrıca toplumsal yapıda meydana gelen bu değişimler gerek dünya ölçeğinde, gerek ülke ölçeğinde, gerek bölge ve gerekse de kent ölçeğinde aynı anda etkide bulunmayabilir. Üretim ilişkilerinde yaşanan değişimler mekânsal yapı üzerinde etkide bulunduğu gibi toplumsal sınıfların sosyo-ekonomik yapıları üzerinde de etkide bulunmaktadır. Sosyo-ekonomik seviyesi yükselen toplumsal sınıflar kapitalist üretim ilişkileri tarafından şekillenen yaşam alanlarında yaşama arzusu içerisinde olduklarından dolayı, bu sınıflar tarafından boşaltılan ve çoğunlukla kentin eski merkezinde bulunan ve eski üretim ilişkisinin izlerini taşıyan alanlara ise sosyoekonomik açıdan düşük seviyede olan sınıflar yerleşmektedir. Yani üretim ilişkilerindeki değişimler süzülmeyi hızlandırıcı bir rol üstlenmekte, toplumsal sınıflar ise daha fazla ayrışmış mekânlarda yaşamaktadırlar. Toplumsal yapı ile mekânsal ayrışma üzerine çeşitli teoriler geliştirilmiştir. Mekânın oluşumu ve meydana gelen dönüşümleri inceleyen bu teorileri üç başlık altında toplamak mümkündür. Bunlardan ilki Chicago Okulu kenti ekolojik sistemin işleyişine benzeterek fiziksel çevrenin toplumsal grupların ve bireylerin rekabeti ile şekillendiğini belirtmektedir. Chicago Okulu bireylerin yer seçim kararlarında bağımsız olduklarını ve toplumda ve kentsel mekânda bulunacakları konumu da kendilerinin seçeceklerini belirtmiştir. Ama toplumsal işleyişe bakıldığında, bireylerin farklı mekânlarda konumlanmaları tercih/zorunluluk noktasında ayrılmaktadır. Orta ve üst düzey gelir grubundakiler açısından bir tercih söz konusuyken, alt gelir grubundakiler için bir zorunluluktan söz edilebilir. Bir diğer teori olan Neo-Klasik Yer Seçim Teorisi’nde de en az maliyetle en fazla kârın peşinden koşan rasyonel birey söz konusudur. Ama mekândaki ayrışma yine sistemin öncülüğünde belirlendiği için özellikle alt gelir grubundakiler için mekân seçimi bir zorunluluk sonucu olmaktadır. Geliştirilen bu teorilere ise eleştirel bir bakış açısı geliştiren teorisyenler ise mekânda yaşanan ayrışmanın sistemin devamlılığını sağlayıcı rolü üzerinde durulmuştur. Kentsel mekâna bakıldığında gerçektende kapitalist üretim sisteminin mekânı kullanarak ayakta kaldığı görülmektedir. Kriz eğiliminde olan sistem, kentleşme ve kentleşme ile ilgili yatırımlarını sürekli 232 genişleterek sermaye birikimi krizinin önüne geçmiştir. Bu noktada yaratılan kentsel rant belirli bir zümrenin yararına olurken, özellikle toplumsal tabakalaşmanın en altında bulunan geniş kesimi ise giderek yoksullaştırmaktadır. Buradaki yoksulluk gelirden, sosyal ve kültürel alanlara, kentsel kamusal hizmetlerin niteliğinden emeğin yeniden üretimi için gereken hizmet alanlarına kadar kendisini göstermektedir. Toplumsal eşitsizlik, her sınıflı toplumun en belirgin göstergelerinden biridir. Üretim sistemleri farklı olsa dahi, ürünün toplumsal sınıflar arasındaki bölüşümü toplumsal eşitsizliği doğurmaktadır. Kapitalist toplumlarda kentsel sorun olarak ifade edilen toplumsal ayrışma, hem ekonomik düzlemde hem de ortak tüketim alanlarında meydana gelen çelişkilerden kaynaklanmaktadır. Sanayi sonrası kentlerde üretim sisteminin dayattığı mekân algısı, toplumu tanımlama ve bireyin konumlanma biçimini derinden etkileyerek, bireyin sınıf bilincini çözümlemesini engellemektedir. Sınıf bilincinin dışındaki odaklar üzerinden bireylerin kendini tanımlaması neticesinde, sınıf bilincinin oluşması engellenerek, sistemin devamlılığını sağlamak hedeflenmektedir. Örneğin emeğin bölünüşüne yol açan göç hareketleri belli mahalle ve yerleşmelere olduğu gibi aynı zamanda mesleksel tabakalaşmaya da yol açtığından, farklı kimlikler üzerinden yaşanan ayrışma sınıfsal konumu gizlemekte ve mekânsal ayrışmayı belirleyen faktör olmaktadır. Sınıfsal çelişkiyi gizlemesi ve dolayısıyla üretim sisteminin devamlılığını sağlayabilmesi bakımından mekânsal ayrışma önem taşımaktadır. Kapitalist üretim sisteminin yayılma ve örgütlenme biçimleri, mekânsal engelleri ortadan kaldırıp, tüm dünyayı tek bir mekâna dönüştürmektedir. Mekânsal farklılıklar da sermayenin dolaşımında çok farklı roller üstlenmektedir. Toplumsal sınıflar arasındaki eşitsiz ilişkinin derinleşmesine yol açan üretim sistemindeki değişiklikler, kentsel mekânlar arasında da bir hiyerarşiye neden olmaktadır. Coğrafi konum ve kentsel işlevler nedeniyle sahip olduğu potansiyel ölçüsünde önem kazanan mekânlar, diğerlerinin aleyhine bir büyüme göstermektedir. Bu yüzden, ülke sınırları içerisinde kimi bölgeler gelişirken, kimi bölgeler ise gelişmeden bir pay alamamaktadırlar. Bu durumda geri kalmış kentlerden veya bölgelerden, gelişmiş kentlere veya bölgelere doğru yoğun bir göçe neden olmaktadır. Bu durumu Türkiye 233 kentleşmesinde de görmek mümkündür. Kapitalist üretim ilişkilerinin etkisi altına giren ve her türlü yatırımı da kendisine çeken metropol kentlerin kentleşmesi, yoğun bir göç ile şekillenmektedir. Sanayileşmeye koşut gitmeyen kentleşme ise bu kentlerde bir tarafta güvenlikli, her türlü ihtiyacı bünyesinde bulunduran yaşam alanlarının, diğer tarafta ise yoksulluğun ve yoksunluğun oldukça derin yaşandığı gecekondu bölgelerinin oluşmasına yol açmıştır. Günümüz kentlerinin ortak bir niteliği halini alan kentsel yoksulluk ile göç arasında sıkı bir etkileşim mekânsal ayrışma üzerinde de etkilidir. Göç olgusu yoksulluğun mekânsal olarak yoğunlaşmasına yol açmaktadır. Geliştirilen ilişki ağları belirleyiciliğinde kentin belirli bölgeleri sürekli göç olarak yoksulluğun bu bölgelerde yerleşik hale gelmesine yol açmaktadır. Ayrıca gelirlerinde yaşanan iyileşmelerle birlikte yaşadıkları yoksul bölgeleri terk eden aileler, yoksulluğun mekânsal olarak yoğunlaştığı bu bölgelerde bu yoğunluğu arttırıcı etkide bulunmaktadır. 1980’li yıllardan önce göç ile kente gelenlerin kentsel mekânda kurdukları ilişki ağları kente tutunabilmenin bir aracı iken, neoliberal politikalarla birlikte bu ilişki ağlarının önemsizleşmesiyle yoksulluklarını yeniden üreten bir pozisyona düşmüşlerdir. Yani daha önce sistem içi bir yoksulluktan söz edilirken Refah Devleti uygulamalarına son verilerek yoksulluğun sistem içinde kalanların değil sistem dışında kalanların bir sorunu olduğu görülmüştür. Daha öncede belirtildiği gibi her üretim tarzı kendi özgül mekânını yaratmakla birlikte her gelişme dönemi bir önceki dönemin yapısal özellikleri üzerine binmekte ve toplumsal düzeyde daha önceden ortaya çıkan katmanlardan etkilenmektedir. Yani kapitalist üretim sisteminin hüküm sürdüğü bir ülkede hala feodal üretim sisteminden kalan tortul öğeler olabilmektedir. Bir toplumda birden fazla üretim tarzını görmek mümkündür. Bir Doğu kenti olarak Tokat, doğal yapısı sebebiyle ekonomisi tarıma dayalı olmakla birlikte sanayi, ticaret ve hizmet sektörlerinin de gelişim gösterdiği, kapitalist üretim ilişkilerinin yanı sıra prekapitalist üretim ilişkilerinin de hüküm sürdüğü bir kenttir. Pre-kapitalist üretim ilişkileri ile kapitalist üretim ilişkilerinin eklemlendiği Tokat kent merkezinde her iki üretim tarzının da izlerini görmek mümkündür. Bir önceki üretim sisteminden kalan 234 tortul öğeler ise eski ticaret merkezi olan Sulusokak’ı kentin diğer bölgelerinden ayrı kılmaktadır. Bir semt ismi olarak anılan ve adını kuzeyinden yol boyunca akan Oğulbey sularından alan Sulusokak, günümüzde yoksulluğun mekânı olarak Tokat’ın merkez ilçesinde bulunan diğer bölgelerinden ayrışmıştır. Osmanlı Devleti zamanında bakırcılık başta olmak üzere kalaycılık, dokumacılık, mutafçılık, saraççılık, semercilik, nalbantçılık gibi birçok zanaata ev sahipliği yapan ve ticaretin merkezi niteliğinde olan Sulusokak, üretim ilişkileri ve teknolojinin gelişimi ile birlikte eski hareketliliğini ve önemini kaybetmiştir. Osmanlı Devleti döneminde ticaret yollarının kesiştiği bir alan niteliğinde olan Sulusokak, zamanla üretim ilişkilerinde meydana gelen değişimlerle yükselen yeni bölgeler karşısında eski önemini kaybetmiştir. 20. yüzyıl boyunca sahip olduğu zanaatları sürdürmeye çalışan Sulusokak nihayetinde teknolojinin gelişimine yenik düşerek günümüzde sadece yoksulluğu ile ön plana çıkan bir bölge halini almıştır. Sulusokak geçmişten günümüze birçok göç hareketine sahne olmuş, birçok etnik kimliğe de ev sahipliği yapmıştır. Osmanlı Devleti zamanında çoğunlukla Müslüman ailelerin yanında Yahudiler, Hristiyanlar, Ermeniler, Rumlar, Çerkesler kent nüfusunun ana unsurlarıydı. Günümüzde bu kozmopolit yapısını sürdürmese de Alevi, Kürt, Laz, Roman gibi etnik kimliklerin yanı sıra Afganistan ve Irak’tan gelen mültecilerin yerleşim alanlarından biri olmuştur. Şu an bölgede yaşayan halkın çoğu Erzurumlu, Karslı, Ardahanlı veya Artvinlidir. Bunun nedeni ise 1877-1878 Osmanlı Rus Savaşı’dır. Önce çevre köylere yerleştirilen bu halk zamanla Sulusokak’a yerleşerek hala varlıklarını bölgede sürdürmektedirler. Sulusokak, varsıl kesimin uzaklaştığı ama aynı zamanda yoksul kesimin de kentte tutunabilmenin bir aracı olarak görüldüğü bir yerleşim alanı olarak göç olgusundan önemli ölçüde etkilenmektedir. Bölgedeki nüfusun bir kısmı başka kentlere göç ederken, bir kısmı da kapitalist üretim ilişkileri ile şekillenen Tokat merkez ilçesinde bulunan diğer bölgelere göç etmiştir. Sulusokak’ta bulunan kendi kendine yeten ve büyük aileler için ideal olan iki katlı ahşap konutlar özellikle ikinci kuşağın çekirdek ailesi için büyük ve iç donanım bakımından yetersiz gelmiş ve 235 müteahhitler tarafından yapılan betonarme binalara göç hızlanmıştır. Onlar tarafından boşaltılan ucuz konutlar ise çoğunlukla kırsaldan göç edenlerin yaşam alanı haline gelmektedir. Üretim ilişkilerinin kırsal alanda meydana getirdiği yapısal dönüşümle birlikte kente göç eden kesimler öncelikle kentin merkezinde yer alan ucuz konut alanlarında yaşamlarını idame ettirirken zamanla gelir durumlarında gerçekleşen iyileşmelerle kentin çeperlerindeki çok katlı konut alanlarına yerleşmişlerdir. Bu bakımdan kent merkezi fiziksel olarak eski tarihsel dokusundan pek birşey kaybetmemiştir. Ama gelirlerinde yaşanan artış ile bölge halkının Sulusokak’ı terk etmesi, zaten var olan yoksulluğun daha da yoğunlaşmasına ve Sulusokak’ın yoksullukla birlikte anılmasına yol açmıştır. Üretim biçimlerinin örgütlenmesinde yaşanan değişimler toplumsal yapıyı hemen değiştirse de fiziksel mekâna yansıması biraz zaman alabilmektedir. Tokat’ta da bu durumu görmek mümkündür. Geç kapitalistleşen bir çeper kent niteliğinde olan Tokat’ın mekânsal gelişimi 1980’li yıllara kadar durağan bir seyir göstermiş, 1980’li yılların sonunda da hızlı bir yapılaşmaya sahne olmuştur. 1980’li yıllarda merkez ilçesi küçük bir kasaba görünümündeyken, 1990’lı yıllara doğru eskiden bağ bahçe olarak kullanılan alanların yerleşime açılarak, toplumsal sınıflar arasındaki eşitsizliği perçinlediği söylenebilir. Yeni üretim ilişkisinin belirleyiciliğinde oluşan bu yeni yerleşim alanları modern yapılarla orta ve üst düzey gelire sahip olanlara hitap ederken, alt düzey gelir grubuna dahil olanlar Sulusokak’da bulunan 150-200 yıllık konutlarda eski üretim ilişkileri belirleyiciliğinde yaşamaktadırlar. Günümüzde ise toplumsal sınıflar arasındaki bu ayrışma daha görünür bir niteliğe bürünmüştür. Tokat’ın kuzeyinde yer alan Karşıyaka, Malkayası ve Kaşıkçıbağları gibi yeni yerleşim alanlarında oldukça lüks çok katlı apartmanlar hatta yer yer güvenlikli sitelerin varlığı söz konusudur. Buna karşın Sulusokak’da ise ahşap karkastan yapılmış konutların sayısal oranı hâlâ fazladır. Kentin konutsal dokusuna bakıldığında kent merkezinden çeperlere doğru gidildikçe konutlarda niteliksel olarak iyileşmeler görülmektedir ki bu yapı toplumsal sınıflar arasında eşitsiz ilişkiyi yansıtmaktadır. Elbette ki toplumsal yapıda bulunan bu eşitsiz ilişki sadece 236 günümüze özgü değildir. Geçmiş üretim sistemlerinde de toplumsal eşitsizlik söz konusuydu. Ama bu eşitsizlik mekâna bugünkü gibi derin yansımamıştı. Örneğin Sulusokak’ta daha önceden varsıl ile yoksul aynı mekânda yaşarlardı. Tokat’ta zengin ve yoksul mahalleleri arasında bugünkü gibi keskin bir ayrışma yoktu. Toplumsal sınıflar arasında ki ayrışma konutların dış görünüşünden çok büyüklüklerinde ya da içindeki ahşap oyma ve kalem işi süslemelerde kendini göstermekteydi. Tokat’ın ilk yerleşim ve ticaret merkezi olan Sulusokak günümüzde yoksulluk ve yoksunluk mekânı olmuştur. Bölgede yaşayan halkın azımsanmayacak bir bölümü yardıma muhtaçtır. Yani kentsel yoksulluk bakımından diğer bölgelerden ayrışmıştır. Sulusokak bu özelliğinin yanı sıra günümüzde suç potansiyeli olarak algılanma ile de ön plana çıkmaktadır. Kentlerdeki bazı bölgelere ilişkin suç algıları bölgeyi ayrıştırıcı bir rol oynamaktadır. Sulusokak’ta hiç yaşamamış olanlarda bölgeyle ilgili mevcut algı bir suç yuvası olması yönündedir. Tokat’ta bulunan diğer bölgelerle Sulusokak arasındaki suç oranları dağılımına bakıldığında aslında böyle bir yargının yanılsama olduğu görülmektedir. Üstelik Sulusokak’a yönelik bu yargıyı taşıyanlar bölgeyle hiç ilgisi olmayanlardır. Yani gündelik yaşamdaki etkileşimler neticesinde ortaya çıkan belirli önyargılar çerçevesinde temsil edilen deneyimlenen öteki’den çok gündelik yaşamın gerçekliğinden kopuk olan muhayyel öteki ile şekillenen bir önyargı söz konusudur. Tokat halkının Sulusokak bölgesini marjinalleştirerek ötekileştirme eğiliminde bir tanıyarak dışlama söz konusu değildir. Bu noktada belirtilmesi gereken toplumsal sınıflar arasındaki bu yabancılaşmanın asıl kaynağı sistemin devamlılığını sağlayıcı rol üstlenen mekânsal ayrışmadır. Üretim ilişkilerinde yaşanan değişim mekânsal ayrışmaya yol açtığı gibi toplumsal sınıflarda da ayrıştırıcı bir etki yaratmakta ve yoksul insanın varsıl gözünde bir tehdit olarak algılanmasına sebep olmaktadır. Üretim biçiminin örgütlenmesinde meydana gelen değişiklikler toplum ve mekân arasındaki ilişkiyi etkilemektedir. Ama üretim biçiminin örgütlenmesi eski üretim ilişkileri unsurlarını hemen yok edemediği için her iki üretim tarzını toplum yapısında görmek mümkündür. Tokat da hem pre-kapitalist hem de kapitalist üretim 237 ilişkilerinin mekâna yansıdığı bir çeper kent niteliğindedir. Tokat merkez ilçesinde özellikle yeni yapılaşmanın olduğu bölgeler ile eski ticaret merkezi olan Sulusokak arasında üretim ilişkilerinin belirleyici olduğu bir toplumsal yapı söz konusudur. Tokat’taki diğer bölgelerdeki toplumsal ve mekânsal yapı yeni üretim biçiminin etkisiyle örgütlenirken, Sulusokak yeni üretim biçiminin etkilediği ve eski önemini kaybettirip yoksullaştırdığı bir bölge olarak varlığını sürdürebilmiştir. Bu bakımdan mekânsal ayrışma sadece metropol kentlere özgü değildir. Üretim tarzlarının eklemlendiği metropol niteliği taşımayan kentlerde de mekânsal ayrışmayı görmek mümkündür. 238 KAYNAKÇA ACUNSAL, Ferit (1947), Gerçeklerin Diliyle Tokat, İstanbul: Tanin Basımevi. AÇIKEL, Ali, Abdurrahman Sağırlı (2005), Osmanlı Döneminde Tokat Merkez Vakıfları-Vakfiyeler I. Cild, Tokat: Gaziosmanpaşa Üniversitesi Matbaası. AÇIKGÖZ, Reşat, Ömer Şükrü Yusufoğlu (2012), “Türkiye’de Yoksulluk Olgusu ve Toplumsal Yansımaları”, İnsan ve Toplum Bilimleri Araştırmaları Dergisi, Cilt: 1, Sayı: 1, ss. 76-117. ADAMAN, Fikret, Çağlar Keyder (2006), Türkiye’de Büyük Kentlerin Gecekondu ve Çöküntü Mahallelerinde Yaşanan Yoksulluk ve Sosyal Dışlanma, http://ec.europa.eu/employment_social/social_inclusion/docs/2006/study_turk ey_tr.pdf, Erişim Tarihi: 03.09.2012. AKGÜR, Zeynep Gökçe (1997), Türkiye’de Kırsal Kesimden Kente Göç ve Bölgelerarası Dengesizlik (1970-1993), Ankara: Kültür Bakanlığı Yayınları. AKKOYUN, Nazım (2004), Kentsel Yoksulluk ve Süleymaniye Örneği, İstanbul: Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Mimarlık Fakültesi Şehir ve Bölge Planlama Bölümü, (Lisans Bitirme Tezi), http://www.planlama.org/index.php/aratrmalar/tezler/29-kentsel-yoksullukve-sueleymaniye-oernei, Erişim Tarihi: 04.09.2012. AKOK, Mahmut (1957), “Tokat Şehrinin Eski Evleri”, Yıllık Araştırmalar Dergisi, Sayı: 2, ss. 129-151. AKSAK, Pervin (2010), “Çanakkale Kentinde Mala Karşı İşlenen Suçların Coğrafi Dağılış Özelliklerinin İncelenmesi, 2007”, Marmara Coğrafya Dergisi, Sayı: 22, ss. 245-275. AKŞİT, Bahattin (1998) “İçgöçlerin Nelsnel ve Öznel Toplumsal Tarihi Üzerine Gözlemler: Köy Tarafından Bir Bakış” Türkiye’de İçgöç, İstanbul: Türkiye Ekonomik ve Toplumsal Tarih Vakfı Yayınları, ss.22-37. 239 AKŞİT, Bahattin (2006), “Köy, Kırsal Kalkınma ve Kırsal Hanehalkı/Aile Araştırmaları: 1923-2002 Yılları Arası Eleştirel Bir Yazın Taraması”, Ayda Eraydın (der.), Değişen Mekân, Mekânsal Süreçlere İlişkin Tartışma ve Araştırmalara Toplu Bakış: 1923-2003, Ankara: Dost Kitabevi, ss. 123-163 AKTÜRE, Sevgi (1975), “17. Yüzyıl Başından 19. Yüzyıl Ortasına Kadarki Dönemde Anadolu Osmanlı Şehrinde Şehirsel Yapının Değişme Süreci”, ODTÜ Mimarlık Fakültesi Dergisi, Cilt: 1, Sayı: 1, ss. 101-128, http://jfa.arch.metu.edu.tr/archive/0258-5316/1975/cilt01/sayi_1/101-128.pdf, Erişim Tarihi: 01.05.2013. AKTÜRE, Sevgi (1981), 19. Yüzyıl Sonunda Anadolu Kenti Mekânsal Yapı Çözümlemesi, Ankara: ODTÜ Mimarlık Fakültesi Basım İşliği, 2. Baskı. ALADA, Adalet Bayramoğlu (2008), Osmanlı Şehrinde Mahalle, İstanbul: Sümer Kitabevi. ALAGH, Yoginder K. (1992), “Growth Performance of the Indian Economy, 1950-89: Problems of Employment and Poverty”, The Developing Economies, Vol: 30, No: 2, pp. 97-116, http://onlinelibrary.wiley.com/doi/10.1111/j.1746-1049.1992.tb00007.x/pdf, Erişim Tarihi: 15.04.2013. ALİAĞAOĞLU, Alpaslan, Faruk Alaeddinoğlu (2005), “Erzurum Kentinde Mala Karşı İşlenen Suçlar: Coğrafi Bir Yaklaşım”, Polis Bilimleri Dergisi, Cilt: 7, Sayı: 1, ss. 17-41. ALICI, Sema (2002), “Türkiye’de Yoksulluğun Sosyo-Ekonomik Analizi”, Coşkun C. Aktan (der.), Yoksullukla Mücadele Stratejileri, Ankara: Hak İş Konfederasyonu Yayını. ALKAN, Ayten (2000), Yerel Politika ve Kadın, Ankara: Ankara Üniversitesi Kadın Sorunları Araştırma ve Uygulama Merkezi, http://www.sehrinuzerindekieller.org/wp-content/uploads/2010/08/1.pdf, Erişim Tarihi: 17.04.2013. ALTAY, Asuman (2007), “Bir Kamu Malı Olarak Sosyal Sermaye ve Yoksulluk İlişkisi”, Ege Akademik Bakış Dergisi, Cilt: 7, Sayı: 1, ss. 337-362. 240 ALTUN, Didem A. (2012), “İzmir’de Yeni Bir Konut Üretim Süreci Olarak Kapalı Konut Siteler”, İdealkent, Sayı: 6, ss. 40-61. ALTUNPOLAT, Remzi (2012), Mekânda Cins(iyet)in İzini Sürmek ya da Cins Cins Mekân, http://www.kaosgl.com/sayfa.php?id=10630, Erişim Tarihi: 11.05.2013. ALVER, Köksal (2010), Steril Hayatlar, Kentte Mekânsal Ayrışma ve Güvenli Siteler, Ankara: Hece Yayınları, 2. Baskı. ANDERSEN, Hans Skifter [Tarihlendirme 2006], “Excluded Places on the Interaction Between Segregation, Urban Decay and Deprived Neighbourhoods”, Housing and Urban Research Division, Danish Building and Urban Research, http://www.sbi.dk/boligforhold/boligomrader/teorier-om-befolkningenslokalisering-i-byer-96-segregation/excluded-places-on-the-interactionbetween-segregation-urban-decay-and-deprived-neighbourhoods/, Erişim Tarihi: 10.12.2012. ARLI, Alim (2012), “Şehir Sosyolojisi: 1970 Öncesi Tartışmalar Hakkında Bir Yeniden Değerlendirme”, Köksal Alver (der.), Kent Sosyolojisi, Ankara: Hece Yayınları, ss. 107-150. ASARKAYA, Halis (1936), Ulusal Savaşta Tokat, Tokat: Tokat Basımevi. ASIL, Harun (2006), 18 Numaralı (H. 1229/ M. 1813-1814) Tokat Şer’iyye Sicili Transkripsiyon ve Değerlendirmesi, Kayseri: Erciyes Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü İslam Tarihi ve Sanatları Anabilim Dalı, (Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi). ASLAN, Dilek Gümüş (2005), Kentsel Yoksulluk ve Kentlileşme Sürecinde İki Örnek: Karanfilköy ve Derbent Mahalleleri, Ankara: Gazi Üniversitesi Fen Bilimleri Enstitüsü, Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi). ASLAN, Şükrü (2007), Kentsel Dönüşüm Projeleriyle Resmi Söylemde Yeniden İnşa Edilen Gecekondu ve Gecekondulu İmgesi, http://konuthakki.blogspot.com/2012/06/kentsel-donusum-projeleriyleresmi.html, Erişim Tarihi: 12.03.2013. ASLAN, Şükrü (2010), 1 Mayıs Mahallesi, 1980 Öncesi Toplumsal Mücadeleler ve Kent, İstanbul: İletişim Yayınları, 3. Baskı. 241 ASLANOĞLU, Rana (2000), Kent, Kimlik ve Küreselleşme, Bursa: Asa Kitabevi, 2. Baskı. ATAAY, Faruk (2004), “Türkiye’de Kentsel ve Bölgesel Gelişme Dinamikleri (1923-2000)”, Muharrem Güneş (der.), Küreselleşme Kıskacında Kent ve Politika, Ankara: Detay Yayıncılık, ss.5-63. ATAAY, Faruk (2005), “Kamu Hizmetlerinin Metalaştırılması ve Sağlıktaki Yansımaları”, Toplum ve Hekim, Cilt: 20, Sayı: 1, http://www.sendika.org/2005/09/kamu-hizmetlerinin-metalastirilmasi-vesagliktaki-yansimalari-faruk-ataay/, Erişim Tarihi: 21.03.2013. ATAM, Şenay (2013), “1834 Yılında Tokat’ta Mahalle Yapılanması ve Muhtarlık Teşkilâtının Kurulması”, The Journal of Academic Social Science Studies, Vol: 6, No: 2, pp. 73-90, http://www.jasstudies.com/Makaleler/1994947544_06atam%c5%9fenay-7390.pdf, Erişim Tarihi: 16.05.2013. AWAD, Yaser, Nirit Israeli (1997), “Poverty and Income Inequality: An International Comparison, 1980s and 1990s”, Luxembourg Income Study Working Paper Series, No: 166, pp. 1-38, http://www.lisproject.org/publications/liswps/166.pdf#search=%22poverty% 20and%20income%20inequality%3Aan%20international%20comparison%22 Erişim Tarihi: 17.01.2013. AVAR, Adile Aslan (2009), “Lefebvre’nin Üçlü –Algılanan, Tasarlanan, Yaşanan Mekân- Diyalektiği”, Fehmi Doğan (der.), Mimarlık ve Mekân Algısı, Ankara: TMMOB Mimarlar Odası Ankara Şubesi, ss. 7-17. http://www.mimarlarodasiankara.org/dosya/dosya17.pdf, Erişim Tarihi: 30.01.2013. AYATA, Sencer (1988), “Kentsel Orta Sınıf Ailelerde Statü Yarışması ve Salon Kullanımı”, Toplum ve Bilim, Sayı: 42, ss. 5-25. AYATA, Sencer, Ayşe Ayata (2000), “Toplumsal Tabakalaşma, Mekânsal Ayrışma ve Kent Kültürü”, Fulya Atacan vd. (der.), Mübeccel Kıray İçin Yazılar, İstanbul: Bağlam Yayıncılık. 242 AYATA, Sencer (2005), “Yeni Orta Sınıf ve Uydu Kent Yaşamı”, Deniz Kandiyoti ve Ayşe Saktanber (der.), Kültür Fragmanları: Türkiye’de Gündelik Hayat, İstanbul: Metis Yayınları, 2. Baskı, ss. 37-56. AYDIN, Derya (2007), Küreselleşme ve Yoksulluk Sosyolojik Analizi, Elazığ: Fırat Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Sosyoloji Bölümü, (Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi). AYDIN, Seda (2012), “İstanbul’da Orta Sınıf ve Kapalı Siteler”, İdealkent, Sayı: 6, ss. 96-123. BAĞDADİOĞLU, Enis (2003), “Yoksulluk Sınırı ve Asgari Ücret”, Yoksulluk Sempozyumu, İstanbul: Deniz Feneri Yayınları, Cilt 3. BAĞIMSIZ SOSYAL BİLİMCİLER (2011), Derinleşen Küresel Kriz ve Türkiye Ekonomisine Yansımaları: Ücretli Emek ve Sermaye, http://www.bagimsizsosyalbilimciler.org/Yazilar_BSB/BSB2011.pdf, Erişim Tarihi: 26.03.2013. BAL, Hüseyin (2008), Kent Sosyolojisi, Isparta: Fakülte Kitabevi. BALBO, Marcello (1993), “Urban Planning and The Fragmented City of Developing Countries”, Third World Planning Review, Vol: 15, No: 1, pp. 23-35. BALİ, Rıfat N. (1999), “Çılgın Kalabalıktan Uzak”, Birikim, Sayı: 123, ss. 35-46. BALİ, Rıfat N. (2011), Tarz-ı Hayat’tan Life Style’a: Yeni Seçkinleri, Yeni Mekânlar, Yeni Yaşamlar, İstanbul: İletişim Yayınları, 9. Baskı. BALOĞLU, Filiz (2005), “Kentsel Yoksulluk: İstanbul’dan Küçük Bir Kesit”, Sosyoloji Konferansları Dergisi, Sayı: 31, ss. 231-249, http://journals.istanbul.edu.tr/tr/index.php/iktisatsosyoloji/article/view/5957/5 481, Erişim Tarihi: 10.03.2013. BARTU, Ayfer (2001), “Kentsel Ayrışım: İstanbul’daki Yeni Yerleşimler ve Kemer Country Örneği”, Firdevs Gümüşoğlu (der.), 21. Yüzyıl Karşısında Kent ve İnsan, Ankara: Bağlam Yayınları, ss. 145-150. BARTU, Ayfer (2002), “Dışlayıcı Bir Kavram Olarak Mahalle”, İstanbul Dergisi, Sayı: 40, ss. 84-86. BAUMAN, Zygmunt (1999), Çalışma, Tüketicilik ve Yeni Yoksullar, Çev. Ü. Öktem, İstanbul: Sarmal Yayınevi. 243 BAYAT, Asef (2006), Ortadoğu’da Maduniyet: Toplumsal Hareketler ve Siyaset, İstanbul: İletişim Yayınları. BAYAT, Asef (2008), Sokak Siyaseti: İran’da Yoksul Halk Hareketleri, çev. S. Torlak, Ankara: Phoenix Yayınevi. BAYIRBAĞ, Mustafa Kemal (2010), “Devletin Yeniden Ölçeklenmesi, Dışlanma ve Neoliberalizmin Zamansallığı”, Besime Şen, Ali Ekber Doğan (der.), Tarih, Sınıflar ve Kent, Ankara: Dipnot Yayınları, ss. 271-308. BAYRAM, Necmi (1996), “Özgürlük Sokaktadır”, Birikim, Sayı: 86-87, ss. 48-61. BEKEN, Hikmet Gülçin (2006), Yoksulluk Olgusuna Kavramsal Bir Bakış, İstanbul: Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü İktisat Bölümü, (Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi). BEN-DAVID, Amith, Adital Trosh Ben-Ari (1997), “The Experience of Being Different: Black Jews in Israel”, Journal of Black Studies, Vol: 27, No: 4, pp. 510-527, http://www.jstor.org/stable/2784728?seq=12, Erişim Tarihi: 15.04.2013. BERKOZ, Lale (2012), “Güvenlikli Yerleşimler: Konut Kullanıcılarının Yaşam Tercihlerindeki Değişim”, İdealkent, Sayı: 6, ss. 172-189. BEŞİRLİ, Mehmet (2004), “Tokat Bakır Kalhanesinde Tasfiye İşlemler ve İstanbul’a Sevkiyat (1793-1840)”, Tarih İncelemeleri Dergisi, Cilt: 19, Sayı: 1, ss. 9-39. BEŞİRLİ, Mehmet (2005), Orta Karadeniz Kentleri Tarihi 1, Tokat (1771-1853), Tokat: Gaziosmanpaşa Üniversitesi Matbaası. BİLDİŞ, Aslıhan (2006), Kentsel Koruma Bağlamında Eski Kentlerin Geliştirilmesine Yönelik Bir Araştırma: Tokat-Zile Örneğinde İrdelemeler, İstanbul: Yıldız Teknik Üniversitesi Fen Bilimleri Enstitüsü Mimarlık Anabilim Dalı Mimari Tasarım Bilim Dalı, (Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi). “Bir Asırda Tokat: Nesilden Nesile Bir Miras”, 2000, İzmir: Çözüm Ajans Basın ve Yayıncılık. 244 BIÇKI, Doğan (2004), Küreselleşme Sürecinde Mekânsal Yarılma ve Kentsel Yoksulluk Olgusunun Kuramsal ve Uygulamalı Bir Analizi: Bursa-Işıktepe Örneği, Bursa: Uludağ Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, (Yayımlanmamış Doktora Tezi). BIÇKI, Doğan (2011), “Küreselleşme Sürecinde Kentler: Mekânsal Yarılma, Yoksulluk ve Türkiye”, Memet Zencirkıran (der.), Dünden Bugüne Türkiye’nin Toplumsal Yapısı, Bursa: Dora Basım, 2. Baskı, ss. 361-379. BORA, Tanıl (1996), “Taşralaşan ve Taşrasını Kaybeden Türkiye”, Birikim, Sayı: 86-87, ss. 101-106. BORA, Aksu (2007), “Olmayanın Nesini İdare Edeceksin: Yoksulluk, Kadınlar ve Hane”, Necmi Erdoğan (der.), Yoksulluk İstanbul: Halleri, İletişim Yayınları, ss. 97-132. BORATAV, Korkut (2004), Türkiye İktisat Tarihi 1908-2002, Ankara: İmge Kitabevi. BORGEGARD, Lars-Erik, Eva Andersson, Susanne Hjort (1998), “The Divided City? Socio-Economic Changes in Stockholm Metropolitan Area, 19701994”, Sako Musterd, Wim Ostendorf (ed.), Urban Segregation and the Welfare State, London: Routledge, pp. 206-222. BOZKULAK, Serpil (2005), “Gecekondu’dan Varoş’a: Gülsuyu Mahallesi”, Hatice Kurtuluş (der.), İstanbul’da Kentsel Ayrışma, İstanbul: Bağlam Yayınları, ss. 239-266. BOZKULAK, Serpil (2010), “Sermaye, Kentsel Dönüşüm ve Varoş: Fakirin Malı, Zenginin Hazinesi”, Birgün, http://www.mimdap.org/?p=34845, Erişim Tarihi: 27.03.2012. BOZKULAK, Serpil (2011), “Eski Şişeye Yeni Şarap: Gecekondudan Varoşa”, Toplum Bilim Dergisi, Sayı: 26, ss. 107-115. BRYANT-TOKALAU, Jenny J. (1995), “The Myth Exploded: Urban Poverty in the Pacific”, Environment and Urbanization, Vol: 7, No: 2, pp. 109-130, http://eau.sagepub.com/content/7/2/109.full.pdf+html, Erişim Tarihi: 19.02.2013. 245 BUCKINGHAM, Shelley (2010), “Examining the Right to the City from a Gender Perspective”, Ana Sugranyes ve Charlotte Mathivet (ed.), Cities For All: Proposals and Experiences Towards the Right to the City, Santiago: Habitat International Coalitionss, pp. 57-62. BUĞRA, Ayşe, Çağlar Keyder (2003), “Yeni Yoksulluk ve Türkiye’nin Değişen Refah Rejimi”, Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı İçin Hazırlanan Proje Raporu, Ankara: Ajans-Türk A.Ş. BUĞRA, Ayşe (2009), Kapitalizm, Yoksulluk ve Türkiye’de Sosyal Politika, İstanbul: İletişim Yayınları, 3. Baskı. BYRNE, Peter J. (2003), Two Cheers for Gentrification, http://scholarship.law.georgetown.edu/cgi/viewcontent.cgi?article=1936&con text=facpub, Erişim Tarihi: 07.02.2013. CALDEIRA, Teresa P. R. (1999), “Sao Paulo’da Yeni Mekânsal Ayrımlaşma Yapısı: Duvarlar İnşa Etmek”, Birikim, Sayı: 123, ss. 87-96. CALDER, Allegra, Rosalind Greenstein (2001), “Land Policy, Land Markets and Urban Spatial Segregation”, Land Lines, Vol: 13, No: 6, pp. 4-6, https://www.lincolninst.edu/pubs/dl/211_LLI0111.pdf, Erişim Tarihi: 12.09.2012. CAN, Kemal (2007), “Şanlıurfa’da Yoksulluk”, Necmi Erdoğan (der.), Yoksulluk Halleri, İstanbul: İletişim Yayınları, ss. 293-306. CANTEK, Levent (1996), “Hacettepe ile Yenişehir ve Saireye Dair Hikâyat”, Birikim, Sayı: 86-87, ss. 120-125. CASTELLS, Manuel (1997), Kent, Sınıf, İktidar, çev. A. Erendil, Ankara: Bilim ve Sanat Yayınları. CERASI, Maurice M. (2001), Osmanlı Kenti: Osmanlı İmparatorluğu’nda 18. ve 19. Yüzyıllarda Kent Uygarlığı ve Mimarisi, çev. A. Ataöv, İstanbul: Yapı Kredi Yayınları. CHARLES, Texier (2002), Küçük Asya: Coğrafyası, Tarihi ve Arkeolojisi, çev. A. Suat, Ankara: Enformasyon ve Dokümantasyon Hizmetleri Vakfı Yayını. CHOLDIN, Harvey M. (1985), Cities and Suburbs: An Introduction to Urban Sociology, New York: McGraw Hill. 246 CHOSSUDOVSKI, Michel (1991), “Global Poverty and New World Economic Order”, Economic and Political Weekly, Vol: 26, No: 44, pp. 2527-2537, http://www.jstor.org/discover/10.2307/4398253?uid=3739192&uid=2129&ui d=2&uid=70&uid=4&sid=21102164165977, Erişim Tarihi: 15.04.2013. CÖMERTLER, Necmiye (2004), “Kadın Penceresinden Yoksulluk”, Rahime Beder Şen (der.), 4. Aile Şurası Aile ve Yoksulluk Bildirileri, Ankara: Başbakanlık Aile Araştırma Kurumu Başkanlığı Yayınları. CÖMERTLER, Necmiye, Muhsin Kar (2007), “Türkiye’de Suç Oranının Sosyo-Ekonomik Belirleyicileri: Yatay Kesit Analizi”, Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Dergisi, Cilt: 62, Sayı: 2, ss. 2-18. CİNLİOĞLU, Halis (1951), Osmanlılar Zamanında Tokat: Üçüncü Kısım, Tokat: Tokat Matbaası. CİNLİOĞLU, Halis (1973), Osmanlılar Zamanında Tokat: Dördüncü Kısım, Tokat: Barış Matbaası. ÇATAK, Gülşen Rabia (1996), “Yaşadığım Tokat’tan”, Tokat: Kültür Araştırma Dergisi, Yıl: 4, Sayı: 9, ss. 36-37. ÇAVUŞOĞLU, Erbatur (2008), “Gülensu: Bir Kentsel Toplumsal Hareket”, İstanbul Dergisi, http://www.mimdap.org/?p=3944, Erişim Tarihi: 12.05.2013. ÇELİK, Aysun (2000), Tokat Kenti Mevcut Alan Kullanım Kararları ve AçıkYeşil Alan Verilerinin Saptanması Üzerine Bir Araştırma, Ankara: Ankara Üniversitesi Fen Bilimleri Enstitüsü, (Yayımlanmamış Doktora Tezi). ÇELİK, Zafer (2012), “Neoliberalizm ve Kentsel Eşitsizlikler Üzerine Prof. Dr. Nezar ElSayyad ile Söyleşi”, İdealkent, Sayı: 7, ss. 10-20. ÇETİN, İhsan (2012), “Kentsel Ayrışma ve Mekânsal Kümelenme Biçimleri”, İdealkent, Sayı: 7, ss. 160-186. ÇİÇEK, Harun (2006), Tokat Merkez Sancağı’nın Sosyo-Ekonomik Konumu (1800-1850), Samsun: Ondokuz Mayıs Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Tarih Anabilim Dalı, (Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi). 247 DANIŞ, Didem (2001), “İstanbul’da Uydu Yerleşmelerin Yaygınlaşması: Bahçeşehir Örneği”, Firdevs Gümüşoğlu (der.), 21. Yüzyıl Karşısında Kent ve İnsan, Ankara: Bağlam Yayınları, ss. 151-160. DAVIS, Mike (1996), “Kentsel Denetim: Blade Runner’ın Ötesinde, Birikim, Sayı: 86-87, ss. 62-74. DAVIS, Mike (2010), Gecekondu Gezegeni, çev. G. Koca, İstanbul: Metis Yayıncılık. DELİKTAŞ, Ertığrul (2001), “Malthusgil Yaklaşımdan Modern Ekonomik Büyümeye”, Ege Akademik Bakış, Cilt: 1, No: 1. DEMİR, Sırma (2006), Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı İnsani Gelişme Endeksi ve Türkiye Açısından Değerlendirme, Ankara: Devlet Planlama Teşkilatı Sosyal Sektörler ve Koordinasyon Genel Müdürlüğü. DEMİRVURAN, Gamze Kılınç (2007), Kentsel Ölçekte Mekânsal Ayrışma: Edirne- Çingene Mahallesi Örneği, Ankara: Gazi Üniversitesi Fen Bilimleri Enstitüsü Şehir ve Bölge Planlama, (Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi). DİNÇER, İclal, Zeynep M. Enlil (2002), “Eski Kent Merkezinde Yeni Yoksullar: Tarlabaşı-İstanbul”, Yoksulluk, Kent Yoksulluğu ve Planlama: Dünya Şehircilik Günü 26. Kolokyumu, Ankara: Türk Mühendis ve Mimar Odaları Birliği Şehir Plancıları Odası, ss. 415-424. DİNLER, Veysel, Tülin İçli (2009), “Suç ve Yoksulluk Etkiselliği: Isparta Cezaevi Örneği”, Uluslararası Davraz Kongresi: Küresel Diyalog, http://www.veyseldinler.com/YuklenenDosyalar/Yayinlar/veysel_dinler_davr az_kongresi_bildiri.pdf, Erişim Tarihi: 23.05.2013. DOBB, Maurice (2007), Kapitalizmin Gelişimi Üzerine İncelemeler: Geçiş Tartışmaları, çev. F. Akar, İstanbul: Belge Yayınları. DOĞAN, İbrahim, 14.03.2005, “İstanbul’a Suç Gece Kondu”, Aksiyon, http://www.aksiyon.com.tr/aksiyon/haber-14401-26-istanbula-suc-gecekondu.html, Erişim Tarihi: 17.03.2013. DOĞAN, Ali Ekber (2001), “Türkiye Kentlerinde Yirmi Yılın Bilançosu”, Praksis, Sayı: 2, ss. 97-123. DOĞAN, Ali Ekber (2002a), Birikimin Hamalları: Kriz, Neo-Liberalizm ve Kent, İstanbul: Donkişot Yayınları. 248 DOĞAN, Ali Ekber (2002b), “Yeni Bir Uluslar arası Göç Dalgasının Eşiğinde: Dünya Kentlerine Göç”, Ahmet Alpay Dikmen (der.), Kentleşme, Göç ve Yoksulluk, Ankara: İmaj Yayınevi, ss. 19-54. DOĞAN, Ali Ekber (2007), “Mekan Üretimi ve Gündelik Hayatın Birikim ve Emek Süreçleriyle İlişkisine Kayseri’den Bakmak”, Praksis, Sayı: 16, ss. 91-122. DOĞAN, Seda (2012), “Fiziksel Duvarlar, Sembolik Sınırlar ve Yamalı Bir Şehir Olarak İstanbul”, İdealkent, Sayı: 6, ss. 154-171. DOĞRU, Halime (1995), 18. Yüzyıla Kadar Osmanlı Kentlerinin Sosyal ve Ekonomik Görüntüsü, Eskişehir: Anadolu Üniversitesi Yayınları. DPT (Devlet Planlama Teşkilatı), 1963, Birinci Beş Yıllık Kalkınma Planı 19631967, http://ekutup.dpt.gov.tr/plan/plan1.pdf, Erişim Tarihi: 25.03.2013. DPT (Devlet Planlama Teşkilatı), 1968, İkinci Beş Yıllık Kalkınma Planı 19681972, http://ekutup.dpt.gov.tr/plan/plan2.pdf, Erişim Tarihi: 01.12.2012. DPT (Devlet Planlama Teşkilatı), 2000, Sekizinci Beş Yıllık Kalkınma Planı 2001-2005, http://ekutup.dpt.gov.tr/plan/viii/plan8str.pdf, Erişim Tarihi: 15.03.2013. DPT (Devlet Planlama Teşkilatı), 2001, Sekizinci Beş Yıllık Kalkınma Planı 2001-2005: Gelir Dağılımının İyileştirilmesi ve Yoksullukla Mücadele Özel İhtisas Komisyonu Raporu, www.dpt.gov.tr/DocObjects/Download/3089/oik610.pdf, Erişim Tarihi: 25.03.2013. DPT (Devlet Planlama Teşkilatı), 2006, Dokuzuncu Beş Yıllık Kalkınma Planı 2007-2013: Yerleşme Kentleşme Özel İhtisas Komisyonu Raporu, http://plan9.dpt.gov.tr/oik17_yerlesmesehirlesme/17sehirles.pdf, Erişim Tarihi: 15.03.2013. EKEN, Galip (1997), Tanzimat Dönemi Osmanlı Toplumunda Nüfusun Mesleki Yapılanması: Tokat Örneği, http://www.egeweb2.ege.edu.tr/tid/dosyalar/XV_2000/TIDXV-2000-10.pdf, Erişim Tarihi: 06.05.2013. 249 EKİNCİ, Oktay (1998), “Kaçak Yapılaşma ve Arazi Spekülasyonu”, Yıldız Sey (der.), 75 Yılda Değişen Kent ve Mimarlık, İstanbul: Türkiye Ekonomik ve Toplumsal Tarih Vakfı, ss. 191-198. “Ekonomik Yapı”, 2005, http://www.tokat.bel.tr/icerik.asp?id=15, Erişim tarihi: 05.04.2013. ELLIN, Nair (1997), “Shelter from the Storm or Form Follows Fear and Vice Versa”, Nair Ellin (ed.), Architecture of Fear, Princeton: Princeton Architectural Press, pp. 13-46. ENGELS, Friedrich (1994), İngiltere’de Emekçi Sınıfların Durumu, çev. O. Emre, İstanbul: Sosyalist Yayınlar. ERAYDIN, Ayda, İlhan Tekeli (2010), Kentleşme-Kalkınma ve Nüfus Üçgenindeki Dinamikler, Tartışma Başlıkları ve Araştırmalar, http://tr.scribd.com/doc/94300944/Kentlesme-Kalkinma-Nufus-Makaleler, Erişim Tarihi: 05.03.2013. ERCAN, Fuat (1996), “Kriz ve Yeniden Yapılanma Sürecinde Dünya Kentleri ve Uluslararası Kentler: İstanbul”, İdealkent, Sayı: 71, ss. 61-96. ERCAN, Fuat (2000), “Küreselleşme Sürecindeki Yerellikler: Homojenleşme ve Farklılaşma/ Güç ve Eşitsizlik İlişkileri Üzerine”, Fulya Atacan vd. (der.), Mübeccel Kıray İçin Yazılar, İstanbul: Bağlam Yayıncılık, ss. 195-234. ERDEM, Sargon (1987), “Tokat Kelimesi Üzerine Düşünceler”, Hayri Bolay, Mehmet Yazıcıoğlu, Bahaeddin Yediyıldız, Mehmet Özdemir (der.), Türk Tarihinde ve Türk Kültüründe Tokat Sempozyumu, Ankara: Gelişim Matbaası, ss. 11-16. ERDEMİR, Halil (1995), 183 Numaralı Isparta Şer’iyye Sicili 1246-1254 (18311838), Konya: Selçuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Yakınçağ Tarihi Anabilim Dalı, (Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi). ERDER, Sema (1999), “Göç, Yerleşme ve Çok Kültürel Tanışma”, Birikim, Sayı: 123, ss. 68-75. ERDER, Sema (2002), Kentsel Gerilim, Ankara: Uğur Mumcu Araştırmacı Gazetecilik Vakfı, 2. Baskı. ERDER, Sema (2006), Refah Toplumunda Getto, İstanbul: İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları. 250 ERDOĞAN, Güzide (2002), “Türkiye’de ve Dünyada Yoksulluk Ölçümleri Üzerine Değerlendirmeler”, Coşkun C. Aktan (der.), Yoksullukla Mücadele Stratejileri, Ankara: Hak İş Konfederasyonu Yayını. ERKAN, Rüstem (2010), Kentleşme ve Sosyal Değişme, Ankara: Bilimadamı Yayınları, 3. Baskı. ERKUT, Gülden (2006), “Toplumsal Değişme ve Planlama Eğitimi”, Ayda Eraydın (der.), Değişen Mekân, Mekânsal Süreçlere İlişkin Tartışma ve Araştırmalara Toplu Bakış: 1923-2003, Ankara: Dost Kitabevi, ss. 289-306. ERMAN, Tahire (1996), “Kentteki Göçmenin Bakış Açısından Kent/Köy Kimliği: Niçin Köylüyüz Hala, Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Dergisi, Cilt: 51, Sayı: 1, ss. 289-304. ERMAN, Tahire (2002), “Mekânsal Kümelenme, Siyaset ve Kimlik”, Ahmet A. Dikmen (der.), Kentleşme, Göç ve Yoksulluk: 7. Ulusal Sosyal Bilimler Kongresi, Ankara: İmaj Yayıncılık. ERMAN, Tahire (2004), “Gecekondu Çalışmalarında Öteki Olarak Gecekondulu Kurguları”, European Journal of Turkish Studies, http://ejts.revues.org/85, Erişim Tarihi: 08.01.2013. ERSEL, Birsen (2002), “Türkiye’den Yurt Dışına İşçi Göçü Akımı ve Ortaya Çıkardığı Sosyal Politika Sorunları”, Ahmet Alpay Dikmen (der.), Kentleşme, Göç ve Yoksulluk, Ankara: İmaj Yayıncılık, ss. 55-80. ERSOY, Melih (1998), “Kentleşme ve Metropoliten Gelişme”, Metropoliten Alanlarda Planlama Sorunları, İstanbul: Yıldız Teknik Üniversitesi Yayınları, ss. 361-367. ERSOY, Melih, Tarık H. Şengül (2001), Sanayisizleşme Sürecinin Kentsel Yaşama Etkileri, Zonguldak Örneği, Ankara: Orta Doğu Teknik Üniversitesi Kentsel Politika Planlaması ve Yerel Yönetimler Anabilim Dalı 2000 Yılı Stüdyo Çalışması. ERSOY, Melih (2007), “Türkiye’de İç Göçler, Kentle Eklemlenme ve Barınma Sorunları”, Mimarlık ve Kent Buluşmaları, http://www.melihersoy.com/wp-content/uploads/2012/04/MersinSunuşu.pdf, Erişim Tarihi: 07.02.2013. 251 ERTUNA, Can A. (2003), Gated Communities as a New Upper-Middle Class “Utopia” in Turkey: the Case of Angora Houses, Ankara: Ortadoğu Teknik Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Kentsel Politika Planlaması ve Yerel Yönetimler Anabilim Dalı, (Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi). ERTÜRK, Hasan, Elif Karakurt Tosun (2009), “Küreselleşme Sürecinde Kentlerde Mekânsal, Sosyal ve Kültürel Değişim: Bursa Örneği”, Uludağ Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Sosyal Bilimler Dergisi, Sayı: 16, ss. 37-53. ES, Muharrem, Tuncay Güloğlu (2004), “Bilgi Toplumuna Geçişte Kentlileşme ve Kentsel Yoksulluk: İstanbul Örneği”, Bilgi Sosyal Bilimler Dergisi, Cilt: 6, Sayı: 1, ss. 79-93. “European Charter for Women in the City” (1994), http://www.cityshelter.org/03.charte/charter_en/charter.html, Erişim Tarihi: 17.04.2013. EVREN, Burçak (2011), Suların Öte Yanı, Zeytinburnu, İstanbul: Zeytinburnu Belediyesi Kültür Yayınları. FAINSTEIN, Norman (1993), “Race, Class and Segregation: Discourses About African Americans”, International Journal of Urban and Regional Research, No: 17, pp. 384-403. FALAH, Ghazi (1996), “Living Together Apart: Residential Segregation in Mixed Arab-Jewish Cities in Israel”, Urban Studies, Vol: 33, No: 6, http://business.highbeam.com/437075/article-1G1-18601146/living-togetherapart-residential-segregation-mixed, Erişim Tarihi: 19.12.2012. FARLEY, John E. (1987), “Segregation in 1980: How Segregated are America’s Metropolitan Areas?”, Gary A. Tobin (ed.), In Divided Neighborhoods: Changing Patterns of Racial Segregation, Beverly Hills: Sage, pp. 95-114. FIRMAN, Tommy [Tarihlendirme 2005], Large-Scale Housing and New Town Development in Jakarta Metropolitan Area (JMA): Towards an Urban Spatial Segregation, http://www.gla.ac.uk/media/media_132462_en.pdf, Erişim Tarihi: 28.09.2012 FAROQHI, Suraiya (2004), Osmanlı’da Kentler ve Kentliler, çev. N. Kalaycıoğlu, İstanbul: Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 4. Baskı. 252 FRIEDRICHS, Jürgen (1998), “Social Inequality, Segregation and Urban Conflict: The Case of Hamburg”, Sako Musterd, Wim Ostendorf (ed.), Urban Segregation and the Welfare State, London: Routledge, pp. 168-190. GALLOPINI, Gilberto (1994), Impoverishment and Sustainable Development: A Systems Approach, Canada: International Institute for Sustainable Development, http://www.iisd.org/pdf/impoverishment_and_sd.pdf, Erişim Tarihi: 15.03.2013. GALLINO, Luciano (2007), Küreselleşme ve Eşitsizlik, Ankara: Dost Kitabevi. GENÇ, Mehmet (1988), “17.- 19. Yüzyıllarda Sanayi ve Ticaret Merkezi Olarak Tokat”, Hayri Bolay, Mehmet Yazıcıoğlu, Bahaeddin Yediyıldız, Mehmet Özdemir (der.), Türk Tarihinde ve Türk Kültüründe Tokat Sempozyumu, Ankara: Gelişim Matbaası, ss. 145-169. GENİŞ, Şerife (2007), “Producing Elite Localities: The Rise of Gated Communities in İstanbul”, Urban Studies, Vol: 44, No: 4, pp. 771-798. GERAY, Cevat (1957), “Ankara’da 158 Gecekondu”, Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Dergisi, Cilt: 12, Sayı: 1, ss. 181-186. GIDDENS, Anthony (2008), Sosyoloji, çev. M. A. Sarı, İstanbul: Kırmızı Yayınları. GOTTDIENER, Mark (2011), Mekân Kuramı Üzerine Tartışma: Kentsel Praksise Doğru, çev. H. Ç. Keskinok, http://www.praksis.org/wp-content/uploads/2011/07/002-Gottdiener.pdf, Erişim Tarihi: 28.01.2013. GÖKA, Şenol (2001), İnsan ve Mekân, Yörtürk Yörük Türkmen Vakfı Yayınları, Yayın No: 2. GÜNDOĞAN, Naci (2008), “Türkiye’de Yoksulluk ve Yoksullukla Mücadele”, Ankara Sanayi Odası Dergisi, ss. 42-56, http://www.aso.org.tr/kurumsal/media/kaynak/TUR/asomedya/ocaksubat2008/Dosya.pdf, Erişim Tarihi: 17.03.2013. GÜRBÜZ, Mehmet, Murat Karabulut (2008), “Kırsal Göçler ile Sosyo-Ekonomik Özellikler Arasındaki İlişkilerin Analizi”, Türk Coğrafya Dergisi, Sayı: 50, ss. 37-60. 253 GÜVENÇ, Murat (2000a), “Kent Araştırmasına İlişkisel Yaklaşım; İşyeri-Statü Farklılaşması ve Mekânsal İzdüşümleri”, Fulya Atacan vd. (der.), Mübeccel Kıray İçin Yazılar, İstanbul: Bağlam Yayıncılık. GÜVENÇ, Murat (2000b), “Kent Yoksulluğu”, A. Halis Akder, Murat Güvenç (der.), Yoksulluk, İstanbul: Türkiye Ekonomik ve Sosyal Etüdler Vakfı Yayınları, ss. 91-94. GÜZEY, Özlem, Zuhal Özcan (2010), “Gated Communities in Ankara, Turkey: Park Renaissance Residences as a Reaction to Fear of Crime”, Gazi University Journal of Science, Vol: 23, No: 3, pp. 363-375, http://www.gujs.gazi.edu.tr/index.php/GUJS/article/viewFile/331/169, Erişim Tarihi: 03.04.2013. HARVEY, David (1993), “Postmodernizme Bir Bakış”, Birikim, Sayı: 49, ss. 55-59. HARVEY, David (1997), Postmodernliğin Durumu, çev. S. Savran, İstanbul: Metis Yayınları. HARVEY, David (2002), “Sınıfsal Yapı ve Mekânsal Ayrışma Kuramı”, Bülent Duru, Ayten Alkan (der.), 20. Yüzyıl Kenti, çev. B. Duru, A. Alkan, Ankara: İmge Kitabevi. HARVEY, David (2003), Postmodernliğin Durumu, çev. S. Savran, İstanbul: Metis Yayınları. HARVEY, David (2009), Sosyal Adalet ve Şehir, çev. M. Moralı, İstanbul: Metis Yayınları, 3. Baskı. HARVEY, David (2011), Umut Mekânları, çev. Z. Gambetti, İstanbul: Metis Yayınları, 2. Baskı. HUOT, Jean Louis, Jean Paul Thalmann, Dominique Valbelle (2000), Kentlerin Doğuşu, çev. A. B. Girgin, Ankara: İmge Kitabevi. IMRE, Aniko (2006), “Play in Ghetto: Global Entertainment and the European Roma Problem”, Third Text, Vol: 20, No: 6, pp. 659-670, http://schwarzemilch.files.wordpress.com/2009/02/imre-e28093play-in-theghetto-global-entertainment-and-the-european-e28098roma-problem.pdf, Erişim Tarihi: 12.03.2013. IŞIK, Oğuz, Melih Pınarcıoğlu (1999), “Sultanbeyli Notları”, Birikim, Sayı: 123, ss. 47-52. 254 IŞIK, Şevket (2005), “Türkiye’de Kentleşme ve Kentleşme Modelleri”, Ege Coğrafya Dergisi, Sayı: 14, ss. 57-71. IŞIK, Oğuz, M. Melih Pınarcıoğlu (2009), Nöbetleşe Yoksulluk: Sultanbeyli Örneği, İstanbul: İletişim Yayınları, 7. Baskı. İÇDUYGU, Ahmet ve Turgay Ünalan (1998), “Türkiye’de İçgöç: Sorunsal Alanları ve Araştırma Yöntemleri”, Türkiye’de İçgöç, Bolu-Gerede, İstanbul: Türkiye Ekonomik ve Toplumsal Tarih Vakfı, ss. 38-55. İÇDUYGU, Ahmet, İbrahim Sirkeci (1999), “Cumhuriyet Dönemi Türkiye’sinde Göç Hareketleri”, Oya Baydar (der.), 75 Yılda Köylerden Şehirlere, İstanbul: Tarih Vakfı Yayınları, ss. 249-259. İNSEL, Ahmet (1999), “Yaşam Alanlarımıza Sahip Çıkmak”, Birikim, Sayı: 123, ss. 23-25. İSBİR, Eyüp G. (1991), Şehirleşme ve Meseleleri, Ankara: Gazi Büro Yayınları, Geliştirilmiş 2. Baskı. İŞERİ, Gülşen (2010), “Renklerin Müzikle Dansından Son Buluşma: Sulukule”, Gülşen İşeri (der.), Metropol Sürgünleri, İstanbul: Su Yayınları, ss. 81-89. JACOBS, Jane (2011), Büyük Amerikan Şehirlerinin Ölümü ve Yaşamı, çev. B. Doğan, İstanbul: Metis Yayınları. K’AKUMU, Owiti A., Washington H. A. Olima (2007), “The Dynamics and Implications of Residential Segregation in Nairobi”, Habitat International, No: 31, pp. 87-99. KALAFAT, Yaşar (2008), Türk Kültür Coğrafyasında Lezgi Halk İnançları, http://www.yasarkalafat.info/index.php?ll=newsdetails&w=1&yid=151, Erişim Tarihi: 23.05.2013. KALAYCIOĞLU, Sibel, Helga Rittersberger Tılıç (2002), “Yapısal Uyum Programlarıyla Ortaya Çıkan Yoksullukla Başetme Stratejileri”, Ahmet Alpay Dikmen (der.), Kentleşme, Göç ve Yoksulluk, Ankara: İmaj Yayıncılık, ss. 197-246. KARADUMAN, Serdar (2002), “Yoksulluk, Kent Yoksulluğu ve Planlama”, Dünya Şehircilik Günü Bildirgesi, Ankara: 8 Kasım Dünya Şehircilik Günü 26. Kolokyumu. 255 KARPAT, Kemal H. (2003), Türkiye’de Toplumsal Dönüşüm, çev. A. Sönmez, Ankara: İmge Kitabevi. KARTAL, Kemal (1983), “Kentlileşmenin Ekonomik ve Sosyal Maliyeti”, Amme İdaresi Dergisi, Cilt: 16, Sayı: 4, ss. 92-110. KARTAL, Kemal (1992), Ekonomik ve Sosyal Yönleriyle Türkiye’de Kentlileşme, Ankara: Adım Yayıncılık, 2. Baskı. KATZ, Michael B. (1993), The Underclass Debate: Views From History, New Jersey: Princeton University. KAUFMAN, Jerame L. (1998), “Chicago: Segregation and the New Urban Poverty”, Sako Musterd, Wim Ostendorf (ed.), Urban Segregation and the Welfare State, London: Routledge, pp. 45-63. KAYA, M. Veysel, İbrahim Bozkurt (2011), “İşsizlik, Kişi Başına Milli Gelir (Yoksulluk), Suç Oranı ve Yeşil Kart: 1993-2009 Türkiye Örneği”, Dumlupınar Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, Sayı: 30, ss. 133-140. KAYGALAK, Sevilay (2001), “Yeni Kentsel Yoksulluk, Göç ve Yoksulluğun Mekânsal Yoğunlaşması: Mersin/Demirtaş Mahallesi Örneği”, Praksis, Sayı: 2, ss. 124-172. KAYGALAK, İrfan (2006), “İzmir Karşıyaka-Çiğli Periferisinde Göçün Sosyo-Ekonomik Boyutları”, Ege Coğrafya Dergisi, Sayı: 15, ss. 87-103. KAYGALAK, Sevilay (2007), “Kır, Kent ve Kapitalizme Geçiş: Bursa Örneği”, Mülkiye, Cilt: 31, Sayı: 257, ss. 185-203. KAYGALAK, Sevilay (2008), Kapitalizmin Taşrası: 16. Yüzyıldan 19. Yüzyıla Bursa’da Toplumsal Süreçler ve Mekânsal Değişim, İstanbul: İletişim Yayınları. KAYGALAK, Sevilay (2009), Kentin Mültecileri: Neoliberalizm Koşullarında Zorunlu Göç ve Kentleşme, Ankara: Dipnot Yayınları. KELEŞ, Ruşen, Bülent Duru (2008), “Ankara’nın Ülke Kentleşmesindeki Etkilerine Tarihsel Bir Bakış”, Mülkiye, Cilt: 32, Sayı: 261, ss. 27-44. KELEŞ, Ruşen (2012), Kentleşme Politikası, Ankara: İmge Kitabevi, 12. Baskı. 256 KEMPEN, Van, Gideon Bolt, Pieter Hooimeijer (2002), “Ethnic Segregation in the Netherlands: New Patterns, New Policies”, Tijdschrift voor Economische en Sociale Geografie, Vol: 93, No: 2, pp. 214-220. http://onlinelibrary.wiley.com/doi/10.1111/1467-9663.00196/pdf. , Erişim Tarihi: 02.10.2012. KEPENEK, Yakup, Nurhan Yentürk (2005), Türkiye Ekonomisi, İstanbul: Remzi Kitabevi, 18. Baskı. KESKİN, Zülfiye (2007), İstanbul’da Arazi Değerlerinin Mekânsal Dağılımının Nüfus, İstihdam ve Ulaşım Açısından Analizi, İstanbul: İstanbul Teknik Üniversitesi Fen Bilimleri Enstitüsü, (Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi). KESKİNOK, Çağatay H. (1998), “Kentsel Mekânın Üretiminde Rastlantısallık Sorunu Üzerine”, ODTÜ Mimarlık Fakültesi Dergisi, Cilt: 18, Sayı: 1-2, ss. 91-102. KESKİNOK, H. Çağatay (2006), Kentleşme Siyasaları, İstanbul: Kaynak Yayınları. KEYDER, Çağlar (1999), İstanbul: Küresel ile Yerel Arasında, çev. S. Savran, İstanbul: Metis Yayınları, 3. Baskı. KIRAY, Mübeccel (1964), Ereğli: Ağır Sanayiden Önce Bir Sahil Kasabası, İstanbul: İletişim Yayınları. KIRAY, Mübeccel (1964-1965), “Modern Şehirlerin Gelişmesi ve Türkiye’ye Has Bazı Eğilimler”, 1964-1965 Dönemi İ.T.Ü. Mimarlık Fakültesi Şehircilik Kürsüsü Konferanslarından, http://dergi.mo.org.tr/dergiler/4/319/9330.pdf, Erişim Tarihi: 11.05.2013. KIRAY, Mübeccel (1972), “Gecekondu, Azgelişmiş Ülkelerde Hızla Topraktan Kopma ve Kentle Bütünleşememe”, Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Dergisi, Cilt: 27, Sayı: 3, ss.561-573. KIRAY, Mübeccel (2007), Kentleşme Yazıları, İstanbul: Bağlam Yayıncılık, Üçüncü Baskı. KIZMAZ, Zahir (2003), “Ekonomik Yapı ve Suç: Bazı Araştırma Bulguları Üzerine Genel Bir Değerlendirme”, Fırat Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, Cilt: 13, Sayı: 2, ss. 279-304. 257 KİRAZ, Zafer (2009), Kent İlköğretim Okulları Arasındaki Ayrışmanın Dinamiklerinin Çözümlenmesi: Ankara İli Çankaya İlçesi Örneği, Ankara: Ankara Üniversitesi Eğitim Bilimleri Enstitüsü Eğitim Yönetimi ve Politikası Anabilim Dalı, (Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi). KLEINHANS, Reinout (2004), “Social Implications of Housing Diversification in Urban Renewal: A Review of Recent Literature”, Journal of Housing and the Built Environment, No: 19, pp. 367-390. KOÇ, Taylan (2009), “Kapitalist Kent Olgusu ve Kentsel Siyaset Üzerine Yaklaşımlar”, Eğitim Bilim Toplum Dergisi, Cilt: 8, Sayı: 29, ss. 39-52. KODAMAN, Bayram (1988), “XX. Yüzyıl başlarında Sivas vilayeti (1901)”, Hayri Bolay, Mehmet Yazıcıoğlu, Bahaeddin Yediyıldız, Mehmet Özdemir (der.), Türk Tarihinde ve Türk Kültüründe Tokat Sempozyumu, Ankara: Gelişim Matbaası, ss. 170-189. KORAY, Meryem (2008), Sosyal Politika, Ankara: İmge Kitabevi, Genişletilmiş 3. Baskı. KÖYMEN, Esin, 24.02.2013, “Kentler Metalaşıyor”, Evrensel. KULE, Hüner (2004), Kentsel Yoksulluk ve İzmit’te Yoksulluk Yansımaları, Kocaeli: Kocaeli Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, (Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi). KUPPINGER, Petra (2012), “Dışlayıcı Yeşillik: Kahire’de Yeni Güvenlikli Siteler”, İdealkent, Sayı: 6, ss. 10-39. KURBAN, Dilek, Ayşe Betül Çelik, Deniz Yükseker (2006), Güvensizlik Mirasının Aşılması: Devlet ve Yerinden Edilmiş Kişiler Arasında Toplumsal Mutabakata Doğru, İstanbul: Türkiye Ekonomik ve Sosyal Etüdler Vakfı, http://www.tesev.org.tr/Upload/Publication/aa8b3b9c-23bb-4726-952e01d365476cde/Guvensizlik%20Mirasinin%20Asilmasi%2006_2006.pdf, Erişim Tarihi: 08.04.2013. KURŞUNCU, Hatice (2006), Kentsel Yoksulluk: Diyarbakır Aziziye Mahallesi Örneği, Ankara: Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Kamu Yönetimi ve Siyaset Bilimi Anabilim Dalı Kent ve Çevre Bilimleri, (Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi). 258 KURTULUŞ, Hatice (2003), “Mekânda Billurlaşan Kentsel Kimlikler: İstanbul’da Yeni Sınıfsal Kimlikler ve Mekânsal Ayrışmanın Bazı Boyutları”, Doğu Batı Düşünce Dergisi, Sayı: 23, Ankara: Felsefe Sanat ve Kültür Yayınları, ss. 75-96. KURTULUŞ, Hatice (2005a), “Bir Ütopya Olarak Bahçeşehir”, Hatice Kurtuluş (der.), İstanbul’da Kentsel Ayrışma, Mekânsal Dönüşümde Farklı Boyutlar, İstanbul: Bağlam Yayınları, ss. 77-126. KURTULUŞ, Hatice (2005b), “İstanbul’da Kapalı Yerleşmeler: Beykoz Konakları Örneği”, Hatice Kurtuluş (der.), İstanbul’da Kentsel Ayrışma, Mekânsal Dönüşümde Farklı Boyutlar, İstanbul: Bağlam Yayınları, ss. 161-186. KURTULUŞ, Hatice (2010), “Kent Sosyolojisinde Değişen Kavrayışlar ve Türkiye’nin Kentleşme Deneyimi”, Örgen Uğurlu, Nihal Şirin Pınarcığlu, Ayşegül Kanbak, Makbule Şiriner (der.), Türkiye Perspektifinden Kent Sosyolojisi Çalışmaları, İstanbul: Örgün Yayınevi, ss. 177-226. KURTULUŞ, Hatice (2011), “İstanbul’un Banliyöleşme Deneyiminde Metropoliten Çeperdeki Tarihsel Çiftliklerin Rolü”, Toplum Bilim Dergisi, ss. 87-97. KURULTAY, Ayşe B., Burcu Peksevgen (2012), “Markalı Güvenlikli Site Reklamlarında Türk Orta Sınıf Hayali”, İdealkent, Sayı: 6, ss. 190-207. LAÇİNER, Ömer (1996), “Kentlerin Dönüşümü”, Birikim, Sayı: 86-87, ss. 10-16. LAÇİNER, Ömer (2007), “Bir Süreç ve Durum Olarak Yoksullaşmayı Sorgulamak”, Necmi Erdoğan (der.), Yoksulluk Halleri, İstanbul: İletişim Yayıncılık, ss. 313-325. LADANYI, Janos [Tarihlendirme 2006], Changing Patterns of Social and Ethnic Residential Segregation in Budapest, http://katarsis.ncl.ac.uk/ws/ws5/Presentations/WP13Szegregacio_angol_0585 .pdf, Erişim Tarihi: 12.03.2013. LAI, On-Kwok (2007), “Urbanization and Social Segregation in Chinese Cities Under Globalizing Forces: China’s Rapid Urban Transformation in Question”, Ranvinder S. Sandhu ve Jasmeet Sandhu (ed.), Globalizing Cities: Inequality and Segregation in Developing Countries, New Delhi: Rawat Publications, pp. 230-270. 259 LEFEBVRE, Henri (1991), The Production of Space, Oxford: Blackwell Publishing. LEVENT, Tüzin B., Aliye A. Gülümser (2004), “Production and Marketing of Gated Communities in İstanbul”, 44th European Congress of the Euoropean Regional Science Assocation: Regions and Fiscal Federalism, Portekiz. LEVITT, Kari Polanyi (2003), “Debt, Adjustment and Development: Looking to the 1990s”, Canadian Journal of Development Studies, Vol: 24, No: 4, pp. 521-539, http://www.tandfonline.com/doi/pdf/10.1080/02255189.2003.9668943, Erişim Tarihi: 06.04.2013. MACKENZIE, Suzanne (2002), “Kentte Kadınlar”, Bülent Duru, Ayten Alkan (der.), 20. Yüzyıl Kenti, çev. B. Duru, A. Alkan, Ankara: İmge Kitabevi, ss. 249-283. MAĞGÖNÜL, Zeynep A. (2005), Teşvikiye-Nişantaşı: Seçkin Semtin Seçkin Sakinleri, İstanbul: Kitabevi Yayınları. MARCUSE, Peter, Ronald Van Kempen (2000), “Conclusion: A Changed Spatial Order”, Peter Marcuse, Ronald Van Kempen (ed.), Globalizing Cities: A New Spatial Order, Oxford: Blackwell Publishers, pp. 249-275. http://neighbourhoodchange.ca/wp-content/uploads//2011/06/Marcuse-vanKempen_2000_Globalizing-Cities_Chap-12_Conclusion-Changed-SpatialOrder.pdf, Erişim Tarihi: 05.02.2013. MARCUSE, Peter (2005), “Enclaves Yes, Ghettos No, Segregation and The State”, David P. Varady (ed.), Desegregation The City, Ghettos, Enclaves&Inequality, Albany: State University of New York Press, pp. 15-30. MARX, Karl (2009), Kapital: Birinci Cilt, çev. A. Bilgi, Ankara: Sol Yayınları. MARX, Karl, Friedrich Engels (2009), Kapitalizm Öncesi Ekonomi Biçimleri, çev. M. Belli, Ankara: Sol Yayınları. MEEK, Ronald L. (1976), Malthus- Geçmişte ve Bugün: Bir Tanıtma Denemesi, http://www.solyayinlari.com/pdf/nu_meek.pdf, Erişim Tarihi: 12.05.2013. MERAL, Şükrü (1938), Tokat Vilayeti: Sıhhî ve İçtimaî Coğrafyası, Ankara: Hapisane Matbaası. 260 MUKUL, İrfan (2013), Mekânın Yeniden Üretimi: Küresel Sermayenin Türkiye’de Nükleer Santral Kurma Çalışmaları, http://www.sosyalhizmetuzmani.org/mkurnukler.htm, Erişim Tarihi: 29.01.2013. MUMFORD, Lewis (2007), Tarih Boyunca Kent, çev. G. Koca, İstanbul: Ayrıntı Yayınları. MUSTERD, Sako, Wim Ostendorf (1998), “Segregation, Polarisation and Social Excluson in Metropolitan Areas”, Sako Musterd ve Wim Ostendorf (ed.), Urban Segregation and the Welfare State: Inequality and Exclusion in Western Cities, New York: Routledge, pp. 1-14. MUSTERD, Sako (2003), “Segregation and Integration: A Contested Relationship”, Journal of Ethnic and Migration Studies, Vol: 29, No: 4, pp. 623-641, http://dx.doi.org/10.1080/1369183032000123422, Erişim Tarihi: 07.02.2013. NAIK-SINGRU, Ramola (2007), “Mumbai: Spatial Segregation in s Globalizing City”, Ranvinder S. Sandhu ve Jasmeet Sandhu (ed.), Globalizing Cities: Inequality and Segregation in Developing Countries, New Delhi: Rawat Publications, pp. 131-170. OCAK, Ersan (1996), “Kentin Değişen Anlamı”, Birikim, Sayı: 86-87, ss. 32-41. OCAK, Ersin (2007), “Yoksulun Evi”, Necmi Erdoğan (der.), Yoksulluk Halleri, İstanbul: İletişim Yayınları, ss. 133-175. OMENYA, Alfred O. (2003), “Theoretical Conceptualisations of Urban Segregation and Their Relevance to Housing in Postapartheid South Africa”, Gated Communities: Building Social Division or Safer Communities?, pp. 10-28, http://yachigusaryu.com/people/mm/private/SOA/548_DS/StrataProposal/res earch%20doct's/world_urban/omenya.pdf, Erişim Tarihi: 16.12.2012. ÖKTEM, Binnur (2010), “Küresel/Dünya Kenti”, Örgen Uğurlu vd. (der.), Türkiye Perspektifinden Kent Sosyolojisi Çalışmaları, İstanbul: Örgün Yayınevi, ss. 103-138. ÖKTEN, Mehmet Salih (2004), Türkiye’de Kentsel Yoksulluk Şanlıurfa Örneği, Şanlıurfa: Harran Üniversitesi Sosyal Bilimler Ensitüsü Sosyoloji Anabilim Dalı, (Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi). 261 ÖNCEL, Ayşe D., Gülşen Özaydın (2012), “Kapalı Site Olgusunun Değişim Sürecine Bir Bakış: Beykoz Soğuksu Örneği”, İdealkent, Sayı: 6, ss. 62-83. ÖNCÜ, Ayşe (1997), “The Myth of the Ideal Home Travels Across Cultural Borders to İstanbul”, Ayşe Öncü ve P Weyland (ed.), Space, Culture and Power: New Identities in a Globalising Cities, Londra: Zed Books, pp. 56-72. ÖNCÜ, Ayşe (1999), “İdealinizdeki Ev Mitolojisi Kültürel Sınırları Aşarak İstanbul’a Ulaştı”, Birikim, Sayı: 123, ss. 26-34. ÖNGEN, Tülin (1994), "Tekelci Kapitalizm ve Sınıf Yapısı", Siyasal Bilgiler Fakültesi Dergisi, Cilt: 49, Sayı: 3-4, ss. 303-349. ÖNGEN, Tülin (2003), “Küresel Kapitalizm ve Sermayenin Yeni Hegemonya Stratejileri”, Küreselleşme Koşullarında Kapitalizm ve Sendikal Hareket, Petrol-İş 2002-2003, İstanbul: Petrol-İş Yayını. ÖZCAN, Füsun Kocatürk (2006), “Konut Alanı Yer Seçimi ve Hanehalkı Hareketliliğine Yönelik Kuramsal Bir İnceleme”, Erciyes Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Sayı: 2, ss. 73-95. ÖZDAĞ, Abdullah (2009), 19. Yüzyılın İkinci Yarısında Tokat’ta SosyoEkonomik Yapı, Niğde: Niğde Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Tarih Anabilim Dalı Yakınçağ Tarihi Bilim Dalı, (Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi). ÖZDEMİR, Maya Arıkanlı (2005), “Kentsel Dönüşüm Sürecinde Eski Bir Gecekondu Mahallesi: Karanfilköy, Kentlere Vurulan Neşterler”, Hatice Kurtuluş (der.), İstanbul’da Kentsel Ayrışma, Mekânsal Dönüşümde Farklı Boyutlar, İstanbul: Bağlam Yayınları, ss. 187-238. ÖZDEMİR, Eylem (2012), “Kentin Tanımlanmasında Sosyolojik Yaklaşımlar”, Köksal Alver (der.), Kent Sosyolojisi, Ankara: Hece Yayınları, ss. 151-178. ÖZGÜR, Ebru Firidin (2006), “Sosyal ve Mekânsal Ayrışma Çerçevesinde Yeni Konutlaşma Eğilimleri: Kapalı Siteler, İstanbul, Çekmeköy Örneği”, Planlama, Sayı: 4, ss. 79-95. 262 ÖZKAN, Salih (2002), 80 Numaralı ve (H. 1296. 1301; M. 1878-1884) Tarihli Tokat Şer’iyye Sicil Defteri’nin Transkripsiyonu ve Değerlendirmesi, Niğde: Niğde Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Yakınçağ Tarihi Anabilim Dalı, (Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi). ÖZSOY, Esin (2003), Kalkınma-Yoksulluk İkilemi ve Türkiye, Cilt: 5, Sayı: 1, Sıra: 6, http://www.isguc.org/?p=article&id=44&cilt=5&sayi=1&yil=2003, Erişim Tarihi: 10.10.2012. PEROUSE, Jean-François (2012), “Kapalı Dikey Rezidanslar ve Üst Sınıfların Merkeze Koşullu Dönüş Eğilimi”, İdealkent, Sayı: 6, ss. 84-95. PHILLIPS, Deborah (1998), “Black Minority Ethnic Concentration, Segregation and Dispersal in Britain”, Urban Studies, Vol: 35, No: 10, pp. 1681-1702, http://intl-usj.sagepub.com/content/35/10/1681.full.pdf+html, Erişim Tarihi: 13.03.2013. PICKVANCE, Chris (2003), “From Urban Social Movements to Urban Movements: A Review and Introduction to a Symposium on Urban Movements”, International Journal of Urban Regional Research, Vol: 27, No: 1, pp. 9-102. http://onlinelibrary.wiley.com/doi/10.1111/1468-2427.00434/pdf, Erişim Tarihi: 10.05.2012. PIRENNE, Henri (2010), Ortaçağ Kentleri, çev. Ş. Karadeniz, İstanbul: İletişim Yayınları. PINARCIOĞLU, Nihal Şirin, Ayşegül Kanbak, Makbule Şiriner (2010), “Kent Kuramları”, Örgen Uğurlu, Nihal Şirin Pınarcığlu, Ayşegül Kanbak, Makbule Şiriner (der.), Türkiye Perspektifinden Kent Sosyolojisi Çalışmaları, İstanbul: Örgün Yayınevi, ss. 71-102. POYRAZ, Mustafa (2011), “İstanbul ve Paris’in Yoksul Kenarları ile Merkez Arasındaki Bağlar ve Kopma Noktaları”, Toplum Bilim Dergisi, Sayı: 26, ss. 15-30. POYRAZ, Mustafa, Şükrü Aslan (2011), “Giriş”, Toplum Bilim Dergisi, Sayı: 26, ss. 9-13. 263 REYHAN, Cenk (2008), Osmanlı’da Kapitalizmin Kökenleri: Kent-Kapitalizm İlişkisi Üzerine Tarihsel-Sosyolojik Bir Çözümleme, İstanbul: Tarih Vakfı Yurt Yayınları. RUIZ, Paul (2012), Urbanism and Gay Identity, http://www.sppa.udel.edu/sites/sppa.udel.edu/files/pdf/NVPA_Ruiz_2012.pdf Erişim Tarihi: 11.05.2013. SADRİ, Hossein (2011), “Kadınların Kent Hakkı”, TMMOB Mimarlar Odası Ankara Şubesi Bülten, Sayı: 87, ss. 48-51. SAĞLAM, Serdar (2006), “Türkiye’de İç Göç Olgusu ve Kentleşme” Hacettepe Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü, Sayı:5, ss.33-44. SALTMAN, Juliet (1991), “Theoretical Orientation: Residential Segregation”, Elizabeth D. Huttman (ed.), Urban Housing Segregation of Minorities in Western Europe and the United States, Durham: Duke University Press, pp. 1-20. SANDHU, Ranvinder S., Jasmeet Sandhu (2007), “Introduction”, Ranvinder S. Sandhu ve Jasmeet Sandhu (ed.), Globalizing Cities: Inequality and Segregation in Developing Countries, New Delhi: Rawat Publications, pp. 1-28. SARIOĞLU, Bülent, 24.07.2006, “En Az 800 Bin Kişi Terör Göçmeni”, Milliyet. SASSEN, Saskia (1986), “New York City: Economic Restructuring and Immigration”, Development and Change, No: 17, pp. 85-119, http://onlinelibrary.wiley.com/doi/10.1111/j.1467-7660.1986.tb00232.x/pdf, Erişim Tarihi: 05.04.2013. SCHELLING, Thomas C. (2004), “Models of Segregation”, The American Economic Review, Papers and Proceedings of the Eighty-first Annual Meeting of the American Economic Association (May-1969), Vol: 59, No: 2, pp. 488-493. SENCER, Yakut (1979), Türkiye’de Kentleşme: Bir Toplumsal ve Kültürel Değişme Süreci, Ankara: Kültür Bakanlığı Yayınları. SENNETT, Richard (2010), Kamusal İnsanın Çöküşü, Çev. S. Durak ve A. Yılmaz, İstanbul: Ayrıntı Yayınları. 264 SERNİN, Andre (2009), Tokatlı Yetvart’ın Anıları, çev. A. Martin, İstanbul: Pencere Yayınları. SERTEL, Zekeriya (1977), Hatırladıklarım, İstanbul: Gözlem Yayınları. SEY, Yıldız (1998), “Cumhuriyet Döneminde Konut”, Yıldız Sey (der.), 75 Yılda Değişen Kent ve Mimarlık, İstanbul: Türkiye Ekonomik ve Toplumsal Tarih Vakfı, ss. 273-300. SHORTER, Frederic C. (1986), “Cumhuriyetin İlk Yıllarında Nüfus Yapısı ve Sosyo-Ekonomik Değişmeye Etkisi”, Sevil Atauz (der.), Türkiye’de Sosyal Bilim Araştırmalarının Gelişimi, Ankara: Türk Sosyal Bilimler Derneği, ss. 365-388. SİPAHİ, Esra Banu (2005),Yoksulluğun Küreselleşmesi ve Kentsel Yoksulluk: Ekonomik ve Sosyal Boyutlarıyla Konya Örneğinde Yoksulluk, Konya: Selçuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, (Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi). SJOBERG, Gideon (2002), “Sanayi Öncesi Kenti”, Bülent Duru, Ayten Alkan (der.), 20. Yüzyıl Kenti, çev. B. Duru, A. Alkan, Ankara: İmge Kitabevi, ss. 37-54. SÖNMEZ, İpek Özbek (2002), “Yoksulluğu Sürekli Kılan Faktörler Üzerine Gözlemler”, Ahmet Alpay Dikmen (der.), Kentleşme, Göç ve Yoksulluk, Ankara: İmaj Yayıncılık, ss. 247-268. SÖNMEZ, Erol (2005), Türkiye’de Küreselleşmenin Yoksulluk Üzerine Etkileri, İstanbul: Yıldız Teknik Üniversitesi, (Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi). SÜALP, Z. Tül Akbal (1999), “Mevzini Savun Diyor, Sefil Fare”, Birikim, Sayı: 123, ss. 76-82. ŞEN, Besime (2005), “Soylulaştırma: Kentsel Mekânda Yeni Bir Ayrışma Biçimi”, Hatice Kurtuluş (der.), İstanbul’da Kentsel Ayrışma, Mekânsal Dönüşümde Farklı Boyutlar, İstanbul: Bağlam Yayınları, ss. 127-160. ŞEN, Besime (2011), “Kentsel Mekânda Üçlü İttifak: Sanayisizleşme, Soylulaştırma, Yeni Orta Sınıf”, İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Dergisi, Sayı: 44, ss. 1-21. ŞEN, Besime, Abdullah Tunç (2011), “Kanarya Mahallesi: Zorunlu Göç, Enformellik ve Siyaset”, Toplum Bilim Dergisi, Sayı: 26, ss. 117-128. 265 ŞENGÜL, Tarık (2000), “Radikal Kent Kuramları Üzerine Eleştirel Bir Değerlendirme: Alternatif Bir Yaklaşıma Doğru”, Amme İdaresi Dergisi, Cilt: 33, Sayı: 1, ss. 27-58. ŞENGÜL, Tarık (2001), “Sınıf Mücadelesi ve Kent Mekânı”, Praksis, Sayı: 2, ss. 9-31. ŞENGÜL, Tarık, Melih Ersoy (2003), “Kentsel Yoksulluk ve Geçinme Stratejileri: Ankara, Diyarbakır, Şanlıurfa ve Zonguldak Kentlerine İlişkin Karşılaştırmalı Bir Değerlendirme”, Sosyal Hizmetler Sempozyumuna Sunulan Bildiri, http://www.melihersoy.com/wp-content/uploads/2012/04/KentselYoksulluk-ve-Ge%C3%A7inme-Stratejileri.pdf, Erişim Tarihi: 17.01.2013. ŞENGÜL, Mihriban (2007), “Kentleşen Dünya, Küreselleşme ve Yoksulluk: Türkiye Kentleşmesine Bir Bakış”, Ayşegül Mengi (der.), Kent ve Politika: Antik Kentten Dünya Kentine, Ankara: İmge Kitabevi. ŞENGÜL, Tarık (2009), Kentsel Çelişki ve Siyaset, Ankara: İmge Kitabevi, Gözden Geçirilmiş 2. Baskı. ŞENKAL, Abdülkadir (2007), Küreselleşme Sürecinde Sosyal Politika, İstanbul: Alfa Basım, 2. Basım. ŞENSES, Fikret (1998), “Kriz, Dış Yardım ve Neoliberal Politikalar”, Toplum ve Bilim, Sayı: 77, ss. 29-44. ŞENSES, Fikret (2009), Küreselleşmenin Öteki Yüzü: Yoksulluk, İstanbul: İletişim Yayınları, 5. Baskı. ŞENYAPILI, Tansı (2000), “Enformel Sektör: Devingenlikten Durağanlığa, Gecekondulaşmadan Apartmanlaşmaya”, A. Halis Akder, Murat Güvenç (der.), Yoksulluk, İstanbul: Türkiye Ekonomik ve Sosyal Etüdler Vakfı Yayınları, ss.161-183. ŞENYAPILI, Tansı (2004), Barakadan Gecekonduya, Ankara’da Kentsel Mekânın Dönüşümü: 1923-1960, İstanbul: İletişim Yayınları. ŞENYAPILI, Tansı (2006), “Gecekondu Olgusuna Dönemsel Yaklaşımlar”, Ayda Eraydın (der.), Değişen Mekân, Mekânsal Süreçlere İlişkin Tartışma ve Araştırmalara Toplu Bakış: 1923-2003, Ankara: Dost Kitabevi, ss. 84-122. 266 TAMER, Erdoğan, Sadrettin Müftüoğlu (1986), Altın Yıllarında Tokat: Bir Toplum Kalkınması Örneği, Ankara: Ünal Ofset. TAMER, Meral, 22.10.2002, “Yeni Yoksulluk ve Değişen Sosyal Politika”, Milliyet, http://www.milliyet.com.tr/2002/10/22/yazar/tamer.html, Erişim Tarihi: Rekabet: Ahlaki 21.04.2013. TANÜLKÜ, Başak (2012), “Güvenlikli Siteler Arası Kapitalizmin Kimlik Üzerindeki Etkisi”, İdealkent, Sayı: 6, ss. 124-153. TAYLOR, Lance (1997), “Editorial: The Revival of the Liberal Creed: the IMF and the World Bank in a Globalized Economy”, World Development, Vol: 25, No: 2, pp. 145-152, http://eco.ieu.edu.tr/wp-content/taylor%20washington%20consensus.pdf, Erişim Tarihi: 17.04.2013. TEKELİ, İlhan, Leila Erder (1978), Yerleşme Yapısının Uyum Süreci Olarak İç Göçler, Ankara: Hacettepe Üniversitesi Yayınları. TEKELİ, İlhan (1986), “Türkiye’de 19. Yüzyıl Ortalarından 1950’ye Kadar Kentsel Araştırmanın Gelişimi”, Sevil Atauz (der.), Türkiye’de Sosyal Bilim Araştırmalarının Gelişimi, Ankara: Türk Sosyal Bilimler Derneği, ss. 239-268. TEKELİ, İlhan (1998), “Türkiye’de Cumhuriyet Döneminde Kentsel Gelişme ve Kent Planlaması”, Yıldız Sey (der.), 75 Yılda Değişen Kent ve Uygarlık, İstanbul: Tarih Vakfı Yayınları, ss. 1-24. TEKELİ, İlhan (2000), “Kent Yoksulluğu ve Modernite’nin Bu Soruya Yaklaşım Seçenekleri Üzerine”, A. Halis Akder, Murat Güvenç (der.), Yoksulluk, İstanbul: Türkiye Ekonomik ve Sosyal Etüdler Vakfı Yayınları, ss. 139-159. TEKELİ, İlhan (2001), Modernite Aşılırken Kent Planlaması, Ankara: İmge Kitabevi. TEKELİ, İlhan (2007), “Türkiye’nin Göç Tarihindeki Değişik Kategoriler”, Ayhan Kaya, Bahar Şahin (der.), Kökler ve Yollar: Türkiye’de Göç Süreçleri, İstanbul: İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları. TEKELİ, İlhan (2011), Kent, Kentli Hakları, Kentleşme ve Kentsel Dönüşüm, İstanbul: Tarih Vakfı Yurt Yayınları. 267 TEKİN, Latife (2010), Berci Kristin Çöp Masalları, İstanbul: Everest Yayınları, 13. Baskı. “Temettüat Defterleri”, 2002, http://www.os-ar.com/print.php?sid=81, Erişim Tarihi: 23.05.2013. THEODORE, Nik, Jamie Peck, Neil Brenner (2012), “Neoliberal Kentçilik: Kentler ve Piyasaların Egemenliği”, İdealkent, Sayı: 7, ss. 21-37. TMMOB (Türk Mühendis ve Mimar Odaları Birliği), 1999, “Zorunlu Göçün Diyarbakır Örneğinde Araştırılması”, Oya Baydar (der.), 75 Yılda Köylerden Şehirlere, İstanbul: Tarih Vakfı Yayınları, ss. 342-352. “Tokat İl Yıllığı- 1967”, 1968, Ankara: Doğuş Matbaacılık ve Ticaret Ltd. Şirketi Matbaası. “Tokat Tanıtım Rehberi”, 1998, İzmir: Esna Basın Yayın. “Tokat: Zamana Kök Salan Kent”, 2010, Yeşilırmak Havzası Kalkınma Birliği, İstanbul: Sanat Çevresi. TOPAL, Coşkun (2008), “Güney Kafkasya’da İstikrar ve Ahıskalıların Vatana Dönüş Sorunu”, Turkish Studies, Vol: 3, No: 7, pp. 619-631. TUİK (Türkiye İstatistik Kurumu), 2000, İllerin 1995-2000 Dönemi Net Göç Hızına Göre Sıralanışı, http://www.tuik.gov.tr/VeriBilgi.do?alt_id=38, Erişim Tarihi: 23.05.2013. TUİK (Türkiye İstatistik Kurumu), 2012, Şehir ve Köy Nüfusu, http://www.tuik.gov.tr/VeriBilgi.do?alt_id=39, Erişim Tarihi 25.02.2012. TUİK (Türkiye İstatistik Kurumu), 2010, Fertlerin Yoksulluk Oranları, http://www.tuik.gov.tr/VeriBilgi.do?alt_id=23, Erişim Tarihi: 25.02.2012. TÜMTAŞ, Mim Sertaç (2012), “Toplumsal Ayrışmada Refleks Kent İzmir mi?”, http://www.yurtsuz.net/News.aspx?newsid=1112, Erişim Tarihi: 05.09.2012. TÜRKER, Yıldırım, 28.02.2005, “Hırsızlarla Mülküne Uyananlar”, Radikal, http://www.radikal.com.tr/haber.php?haberno=144941, Erişim Tarihi: 25.03.2013. TÜRKDOĞAN, Orhan (1974), Yoksulluk Kültürü: Gecekonduların Toplumsal Yapısı, Erzurum: Atatürk Üniversitesi Yayınları. TÜRKDOĞAN, Orhan (2003), Çağdaş Türk Sosyolojisi, İstanbul: IQ Kültür Sanat Yayıncılık. 268 TÜRKÜN, Asuman, Hatice Kurtuluş (2005), “Giriş”, Hatice Kurtuluş (der.), İstanbul’da Kentsel Ayrışma, Mekânsal Dönüşümde Farklı Boyutlar, İstanbul: Bağlam Yayınları, ss. 9-24. UĞUR, Can (2012), “Mekân Sahipliği Üzerinden Yeni Bir Kimlik Şekilleniyor”, Birgün, http://www.birgun.net/sunday_index.php?news_code=1355044467&year=20 12&month=12&day=09, Erişim Tarihi: 12.04.2013. UĞURLU, Örgen (2010), “Kentlerin Tarihsel Gelişimi”, Örgen Uğurlu vd. (der.), Türkiye Perspektifinden Kent Sosyolojisi Çalışmaları, İstanbul: Örgün Yayınevi, ss. 25-70. UNDP (Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı), 2001, Human Development Report 2001: Making New Technologies Work For Human Development, Oxford: Oxford University Press, http://hdr.undp.org/en/media/completenew1.pdf, Erişim Tarihi: 18.04.2013. UZUN, Nil C. (2006), “Kentsel Dönüşümde Yeni Bir Kavram: Seçkinleştirme”, Ayda Eraydın (der.), Değişen Mekân, Mekânsal Süreçlere İlişkin Tartışma ve Araştırmalara Toplu Bakış: 1923-2003, Ankara: Dost Kitabevi Yayınları, ss. 340-360. UZUN, Alper, Alpaslan Aliağaoğlu (2009), “Tokat Şehrinde Mala Karşı İşlenen Suçlar”, Uluslararası Sosyal Araştırmalar Dergisi, Cilt: 2, Sayı: 8, ss. 430-444. ÜNAL, Çiğdem (2004), Şehir Coğrafyası Açısından Tokat, Erzurum: Aktif Yayınevi. ÜNAL, Işıl, Seçkin Özsoy, Ahmet Yıldız, Sabri Güngör, Ebru Aylar, Dilek Çankaya (2010), Eğitimde Toplumsal Ayrışma, Ankara: Ankara Üniversitesi Basımevi. WEBER, Max (2003), Şehir: Modern Kentin Oluşumu, çev. M. Ceylan, İstanbul: Yarın Yayınları. WIRTH, Louis (2002), “Bir Yaşam Biçimi Olarak Kentlileşme”, Bülent Duru, Ayten Alkan (der.), 20. Yüzyıl Kenti, çev. B. Duru, A. Alkan, Ankara: İmge Kitabevi. 269 WOOD, Ellen Meiksins (1997), “Küresel Kapitalizmde Emek, Sermaye ve UlusDevlet”, çev. A. Erhanlı, Monthly Review, Vol: 49, No: 3, http://www.urundergisi.com/makaleler.php?ID=1791, Erişim Tarihi: 11.05.2013. WORLD BANK, (2000), World Development Report 2000/2001: Attacking Poverty, http://203.131.219.245/oldbranches/n_puey/News/world%20bank/Attacking %20poverty.pdf, Erişim Tarihi: 15.04.2013. VAN PAMPUS, Mirko (2012), “İstanbul’da Mekânsal Dönüşümler”, Türkiye Siyasi Analiz ve Araştırma Merkezi (Analiz Türkiye), Cilt: 1, Sayı: 6, Londra: Analiz Türkiye, ss. 28-35, http://researchturkey.org/?p=1764%lang=tr, Erişim Tarihi: 30.01.2013. YALÇINTAN, Murat Cemal, Erbatur Çavuşoğlu (2011), “Sulukule’den Arda Kalan: Yenileme Sürecinin Öğretileri ve Yenilikçi Muhalefet Pratikleri”, Toplum Bilim Dergisi, Sayı: 26, ss. 129-145. YASA, İbrahim (1966), Ankara’da Gecekondu Aileleri, Ankara: Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanlığı Sosyal Hizmetler Genel Müdürlüğü Yayınları. YAVAN, Nuri (2006), Türkiye’de Doğrudan Yabancı Yatırımların Lokasyon Seçimi Üzerine Uygulamalı Bir Araştırma, Ankara: Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Coğrafya Anabilim Dalı Beşeri ve İktisadi Coğrafya Bilim Dalı, (Yayımlanmamış Doktora Tezi). YAVİ, Ersal (1986), Tokat, İstanbul: Güzel Sanatlar Matbaası. YAVİ, Ersal (1987), Yağlıboya Resimlerle Tokat İlinin 5000 Yıllık Medeniyet Tarihi, İstanbul: Güzel Sanatlar Matbaası. YERASIMOS, Stefanos (2007), Azgelişmişlik Sürecinde Türkiye: II. Tanzimat’tan 1. Dünya Savaşı’na, çev. B. Kuzucu, İstanbul: Belge Yayınları, 8. Baskı. YILDIRMAZ, Sinan (2010), “Kente Yönelen Köylüler: Kırsal Yapının Dönüşümü, Göç ve Gecekondu”, Besime Şen, Ali Ekber Doğan (der.), Tarih, Sınıflar ve Kent, Ankara: Dipnot Yayınları, ss. 398-464. 270 YILDIZ, Mehmet Zeydin, Faruk Alaeddinoğlu (2011), “Göç ve Yoksulluk: Hakkari Örneği”, Gaziantep Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, Cilt: 10, Sayı: 1, ss. 437-462. YILDIZ, Muharrem (2012), Karapapak (Terekeme) Türkleri, http://www.terekemekarapapakturkleri.com/FileUpload/ds73376/File/karapap ak...pdf, Erişim Tarihi: 23.05.2013. YILMAZ, Nail (2004), “Farklılaştıran ve Ayrıştıran Bir Mekanizma Olarak Kentleşme”, Sosyal Siyaset Konferansları Dergisi, Sayı: 48, ss. 249-267. YILMAZ, Bediz (2008), “Türkiye’de Sınıf-altı: Nöbetleşe Yoksulluktan Müebbet Yoksulluğa”, Toplum ve Bilim, Sayı: 113, ss. 127-145. YILMAZ, Evrim (2010), Türkiye’de Kentsel Dönüşüm Politikaları ve TOKİ’nin Önlenemez Yükselişi, http://www.tr.boell.org/web/103-1538.html, Erişim Tarihi: 11.04.2013. YILMAZ, Ali, Kemalettin Şahin, M. Hazım Şahin (2013), “Depreme Bağlı Yeri Değiştirilen Bir Şehir: Erbaa, Tokat”, Uluslararası Sosyal Araştırmalar Dergisi, Cilt: 6, Sayı: 24, ss. 414-425. YIRTICI, Hakkı (2009), Çağdaş Kapitalizmin Mekânsal Örgütlenmesi, İstanbul: İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, 2. Baskı. YÖRÜKAN, Ayda (1966), İzmir Gecekonduları, Ankara: İmar ve İskân Bakanlığı Mesken Genel Müdürlüğü Sosyal Araştırma Dairesi. YUMUL, Arus (2000), “Bitmeyen Bir Proje Olarak Beden”, Toplum ve Bilim, Sayı: 84, ss. 37-50. YUMUL, Arus (2001), “Yahudilik, Ötekilik ve Kimlik”, Aliye F. Mataracı (der.), Dışarıda Kalanlar/Bırakılanlar, İstanbul: Bağlam Yayıncılık. ZENGİN, Eyüp, Ayhan Şahin, Salih Özcan (2012), “Türkiye’de Sosyal Yardım Uygulamaları”, Yönetim ve Ekonomi, Cilt: 19, Sayı: 2, ss. 133-142. “1984-1988 Yıllarında Tokat”, (1988), Tokat Belediyesi. 271 KAYNAK KİŞİLER LİSTESİ SULUSOKAK’TA YAŞIYOR OLANLAR İsim Yaş Meslek Görüşme Tarihi A. D. 54 Ev Hanımı 02.05.2013 M. Y. 85 Bakırcı 27.02.2013 C. B. 67 Seyyar Sayıcı 27.02.2013 F. Y. 53 Ev Hanımı 30.04.2013 N. G. 46 Ev Hanımı 30.04.2013 F. İ. 45 Ev Hanımı 23.04.2013 E. B. 51 Ev Hanımı 23.04.2013 H. Y. 49 Saraç 19.04.2013 M. D. 42 Muhtar 19.04.2013 M. D. 46 Servis Şoförü 14.04.2013 SULUSOKAK’TA YAŞAMIŞ AMA ŞU AN TAŞINMIŞ OLANLAR İsim Yaş Meslek Görüşme Tarihi M. G. 48 Muhtar 11.09.2012 H. A. 61 Antikacı 14.04.2013 K. Ö. 43 Memur 16.04.2013 O. D. 34 Memur 20.04.2013 S. K. 46 Veznedar 20.04.2013 272 SULUSOKAK’TA HİÇ YAŞAMAMIŞ OLANLAR İsim Yaş Meslek Görüşme Tarihi A. A. 47 Öğretim Üyesi 24.04.2013 F. E. 23 Öğrenci 23.04.2013 N. H. 22 Öğrenci 23.04.2013 H. E. 57 Bakkal 18.02.2013 E. A. 55 Müdür 18.02.2013 H. U. 54 Müdür 22.04.2013 H. G. 51 Polis Amiri 19.04.2013 Y. A. 30 Memur 17.05.2013 A. B. 34 Memur 17.05.2013 A. K. 31 Memur 17.05.2013 273