26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 13-16 Nisan 2016/İZMİR İÇİNDEKİLER ÖNYAZI 2 DÜZENLEME KURULU 3 KONGRE BİLİMSEL PROGRAMI 4 KONUŞMA ÖZETLERİ 9 SÖZEL BİLDİRİLER 57 POSTER BİLDİRİLERİ 113 1 26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 13-16 Nisan 2016/İZMİR Değerli Meslektaşlarımız, Günümüz tıbbında bilimsel gelişmeler teknolojik ilerlemelerden aldığı güçle katlanarak artmaya devam etmektedir. Bu değişimden psikiyatri de doğal olarak etkilenmektedir. Genetikteki ilerlemeler, sinir bilimle ilgili çalışmalar bugüne kadar oluşan tüm ezberleri bozmakta ve pek çok yeni araştırma sorusuna yol açmaktadır. Çocukluk ve ergenlik dönemi özellikle gelişim ve nöroplastisitenin hızla ilerlediği dönemler olarak başta koruyucu psikiyatri ve daha yaygın önlemler açısından oldukça önemli görülmekte ve mercek altına alınmaktadır. Bunun yanısıra bugüne dek çocuk ve ergenlerde kullanılan tanı yöntemleri ve kategorileri eleştirilmekte, yeni tedavi modaliteleri "primum non nocere" ilkesi ile oluşturulmaya çalışılmaktadır. Ülkemizde en hızlı büyüyen anabilim dallarından biri olan çocuk ve genç psikiyatrisi her yıl üstün başarılı genç doktorları bünyesine katarak ilerlemektedir. Bütün bu yeniliklere ayak uydurmak bizim için kaçınılmaz hale gelmiştir. Bu nedenlerle hızla bu gereksinimlerimiz doğrultusunda geçen yıl temellerimize dönülmüş ve araştırma, metodoloji kursları ile mevcut bilgi üretiminin artışına odaklanılmıştır. Projeler hızla devam ederken yenileri eklenmiş, artık ulusal epidemiyolojik verilerimizden söz eder duruma gelinmiştir. Şimdi yeniliklerde ve yenilenmelerde hız kesmeme zamanıdır. Bu nedenle bu yıl ana temamızı "yenilikler ve yenilenmeler" olarak belirledik. Çocuk ve genc psikiyatrisi alanındaki yenilikleri ve yenilenmeleri izlemeye “sizi doğunun en batısı, batının en doğusunda medeniyetlerin kesiştiği noktada bulunan”, “üzerinde hayatın başladığı; ama hiç bitmediği” bir şehire güzel İzmir`e davet ediyoruz. Bu güzel şehrin güzel atmosferinde 13 ile 16 Nisan 2016 tarihleri arasında hep birlikte olmak dileği ile hepinizi kongremize bekliyoruz. Prof. Dr. Eyüp Sabri Ercan Kongre Eş Başkanı Prof. Dr.Neslihan İnal Emiroğlu Kongre Eş Başkanı 2 26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 13-16 Nisan 2016/İZMİR ONURSAL BAŞKANLAR Prof. Dr. Nahit Motavallı Mukaddes İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı Anabilim dalı Emekli Öğretim Üyesi Prof. Dr. Mehmet Füzün Dokuz Eylül Üniversitesi Rektörü KONGRE EŞ BAŞKANLARI Prof. Dr. Eyüp Sabri Ercan Prof. Dr. Neslihan İnal Emiroğlu KONGRE SEKRETERİ Doç. Dr. Gül Karaçetin KONGRE SEKRETER YARDIMCILARI Yard.Doç.Dr. Sevay Alşen Uzm. Dr. Ülkü Akyol Ardıç Uzm. Dr. Sibel Durak Uzm. Dr. Yusuf Öztürk SAYMAN Doç. Dr. İbrahim Durukan DÜZENLEME KURULU Prof. Dr. Eyüp Sabri Ercan Prof. Dr. Aynur Akay Prof. Dr. Neslihan Emiroğlu Doç. Dr. İbrahim Durukan Doç. Dr. Burak Baykara Doç. Dr. Gül Karaçetin Doç. Dr. Pınar Vural Doç. Dr. Özlem Yıldız Gündoğdu Yard.Doç.Dr. Sevay Alşen Uzm. Dr. Ülkü Akyol Uzm. Dr. Yusuf Öztürk Uzm. Dr. Sibel Durak 3 26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 13-16 Nisan 2016/İZMİR 26. Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı Kongresi Bilimsel Programı 13 Nisan Çarşamba (Sabancı Kültür Merkezi) 4 26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 5 13-16 Nisan 2016/İZMİR 26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 6 13-16 Nisan 2016/İZMİR 26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 7 13-16 Nisan 2016/İZMİR 26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 8 13-16 Nisan 2016/İZMİR 26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 13-16 Nisan 2016/İZMİR KONUŞMA ÖZETLERİ 9 26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 13-16 Nisan 2016/İZMİR P/1 Multidisipliner otizm paneli Oturum başkanları: Prof Dr Elvan İŞERİ Doç Dr Burak BAYKARA 1- Prof. Dr. Semra Hız Kurul Otizm Spektrum Bozuklukları ve Nörolojik Sorunlar; 2-Prof. Dr. Elvan İşeri Otizm Spektrum Bozuklukları ve Metabolizma sorunları; 3-Prof. Dr. Fevziye Toros Otizm Spektrum Bozuklukları ve GİS Sorunları; 4-Doç. Dr. Burak Baykara Otizm Spektrum Bozuklukları ve Nörogörüntüleme; 5-Doç. Dr. Onur Burak Dursun Otizmdeki yenilikler günlük hayatta ne kadar uygulanabilir? P/2 Erişkin Duygudurum Bozukluklarında Araştırma Alanlarından Tanıya ve Tedaviye Yenilikler ve Yenilenmeler Oturum Başkanı: Prof. Dr. Ali Saffet Gönül Duygudurum bozukluklarının nörobilişsel değerlendirmesin de güncellemeler. 1- Prof Dr. Ömer Aydemir Duygudurum Bozukluklarında Strese Yanıt 2- Prof Dr. Ayşegül Özerdem 10 26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 13-16 Nisan 2016/İZMİR Döngüsellikle Değişen Beyin 3- Prof. Dr. Ali Saffet Gönül P/3 Çocuk Psikiyatrisinin Geleceğinde Yeni Arayışlar Oturum Başkanları: Prof Dr. Mücahit Öztürk, Prof Dr. Aynur Akay 1- Prof Dr. Melissa Delbello: Çocukluk Çağı Duygudurum Bozuklukları ve Anksiyete Bozukluklarında Nörogörüntülemenin Geleceği 2- Prof Dr. Robert Findling: Pediyatrik psikofarmakoloji: Son Dönem Gelişmeler ve Ortaya Çıkan Güçlükler 3- Doç Dr. Rasim Somer Diler: Çocukluk Çağı Duygudurum Bozukluklarında Karma Özellikler: Avrupa ve ABD’de Ortaya Çıkacak Bir Sonraki Güçlük İçin Hazır mıyız? P/4 Türkiye Çocuk ve Genç Psikiyatrisi Derneğinin 25. yılı. Oturum Başkanı: Prof. Dr. Füsun Çuhadaroğlu, Prof. Dr. Ayşe Avcı Prof. Dr. Bahar Gökler Prof. Dr. Füsun Çuhadaroğlu Prof. Dr. Ayla Aysev P/5 Çocuk ve Ergenlerde Bilişsel Davranışçı Terapi Uygulamalarının Temel Prensipleri Oturum Başkanı: Prof. Dr. Mehmet Zihni Sungur PROF. DR. PHILIP KENDALL P/6 Geniş Otizm Fenotipi Kavramı 11 26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 13-16 Nisan 2016/İZMİR Oturum başkanı: Doç. Dr. Burak Baykara Konuşmacı Bilgileri 1- Doç. Dr. Sezen Köse Başlık: Geniş Otizm Fenotipi Kavramı ve Otizm Spektrum Bozukluğu Olgularının Ebeveynlerinde Geniş Otizm Fenotipi Özet: Otizm Spektrum Bozukluğu (OSB), kişiler arası etkileşim ve iletişimde süreğen yetersizlikler ve tekrarlayıcı, kısıtlı, basmakalıp davranış ve ilgilerin varlığı ile karakterize nörogelişimsel bir bozukluktur. İkiz ve aile çalışmalarında gösterildiği üzere OSB yüksek oranda kalıtsallığı olan önemli bir genetik komponente sahip olmakla birlikte halen davranışsal olarak tanımlanan bir bozukluktur. Bu nedenle gözlenen davranışların altında yatan mekanizmaların daha iyi anlaşılmasının OSB araştırmalarında kritik olduğu belirtilmektedir. Etiyoloji alanındaki çalışmaların OSB olan bireylerin tanı, müdahale ve desteklenme alanlarına da katkı sağlayacağı düşünülmektedir. Yapılan çalışmalarda OSB’nun kalıtsallığı ile birlikte, otizmi olan bireylerin akrabalarında otizm için karakteristik olan bazı özelliklerin daha hafif düzeyde bulunduğu gösterilmiştir. Bu özellikler geniş otizm fenotipi (GOF) olarak adlandırılmaktadır. Biyolojik ve davranış bilimlerindeki ilerlemeler GOF’nin daha ayrıntılı incelenmesine olanak sağlamıştır. Bu sunumda GOF’ni tanımlayan klinik, nöropsikolojik ve nöral substratları da inceleyen nörogörüntüleme çalışmalarını içeren aday fenotipik özellikler özetlenecek, otizm yatkınlığı ile ilgili kalıtılabilir endofenotipler vurgulanarak genler ve klinik otizm tanısı arasında köprü oluşturacak nörogelişimsel mekanizmalar tartışılacaktır. 2- Prof. Dr. Burcu Özbaran Başlık: Otizm Spektrum Bozukluğu Olgularının Kardeşlerinde Geniş Otizm Fenotipi ve Özel Öğrenme Bozukluğu Özet: Otizm Spektrum Bozukluğu (OSB), sosyal etkileşim, dil ve iletişim becerileri ve tekrarlayıcı, kısıtlı, basmakalıp davranış ve ilgilerin varlığı ile karakterize nörogelişimsel bir bozukluktur. Geniş otizm fenotipi, otizm tanısı almayan ancak otizm için karakteristik olan belirti alanlarında hafif düzeyde defisitleri olan bireyleri kapsamaktadır. Bu panelde Geniş Otizm Fenotipi kardeşler temel alınarak tartışılacak ve 'Özel Öğrenme Bozukluğu' tanısı ile geniş otizm fenotipi ortak noktalarına değinilecektir. 3- Prof. Dr. Bülent Kayahan Başlık: Şizofreni Otizm Spektrumunda Değerlendirilebilir mi? Özet: Şizofreni spektrum bozuklukları etiyolojisinde hastalık için özgün bir faktör henüz kesin ve net olarak tanımlanamasa da günümüzde nörodejeneratif ve nörogelişimsel olmak üzere iki önemli görüş 12 26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 13-16 Nisan 2016/İZMİR bulunmaktadır. Nörogelişimsel teori giderek güçlenmektedir. Otizm spektrum bozukluğu (OSB) da nörogelişimsel bir bozukluktur. Her iki bozuklukta da bazı klinik belirtilerde benzerlikler ve yürütücü işlevler ve sosyal bilişsel becerileri gibi nöropsikolojik becerilerde yetersizlikler gözlenmektedir. Bu sunumda OSB ve Geniş Otizm Fenotipi, 'Prodromal Şizofreni ve Çok Erken Başlangıçlı Şizofreni' bağlamında ele alınacak ve kesişen alanlarına değinilecektir. 4- Yard Doç Dr. Hande K. Çelebiler Başlık: 21.yüzyılda Otizm Kliniği: Genetikçinin yeri, yeni test ve tedavi stratejileri, Yale deneyimi ve Simons Simplex araştırması Özet: Gelişen genetik bilimi sayesinde günümüzde Otizm Spektrum Bozuklukları’nın %30-40’ında altta yatan bir genetik etken bulmak mümkün olabilmektedir. Etkenler tek gen hastalıklarından, kromozom anomalilerine kadar geniş bir hastalık yelpazesini, testler de basit karyotiplemeden daha sofistike ve daha çok araştırma merkezlerinde yapılan tüm ekzom dizilemeyi kapsamaktadır. Bu yüzden hastalarda doğru testi isteyebilmek, test sonuçlarını hastaya açıklayabilmek ve genetik danışmanlık verebilmek için otizm spektrum bozukluklarında deneyimli bir genetikçiye ihtiyaç vardır. Son yapılan araştırmalarda sadece mikrarray yapılan çocukların %9.3’ünde, tüm ekzom dizileme yapılanların %8.4’ünde ve her ikisi beraber yapıldığında da %15,8’inde genetik bir etken bulunabildiği görülmüştür. Allta yatan genetik bir etken bulabilmek, hastalığın prognozunu daha iyi bilmek ve hastaya uygun tedavi yöntemleri seçmek açısından çok önemlidir. Örnek vermek gerekirse PTEN mutasyonu bulunan bireyler gelecekte mTOR inhibitörlerinden fayda görebilirler. Frajil X’de mGLuR5 antagonistleri ile tedavi başlamış ve hastaların davranış bozukluklarının ve entelektüel yetersizliklerinin bir miktar düzeldiği görülmüştür. Yale Üniversitesi ‘Child Study Center’a başvuran ve otizm spektrum tanısı alan her çocuk tıbbi genetik muayenesinden geçmektedir. Muayenede Otizm Dismorfoloji kriterlerine göre çocuklar incelenmekte, her çocuktan Frajil X ve karyotip istenmekte, uygun görülen hastalardan da mikroarray istenmektedir. Nörogenetik laboratuarında da artık biten Simons Simplex araştırması için ekzom sekanlama yapılmıştır. Simplex araştırması, 12 ayrı üniversitede, 2600 ‘simplex’ aile üzerinde yapılmıştır. ‘Simplex’ aile anne,baba ve otizmli bir çocuktan oluşmaktadır. Araştırmanın sonuçları çeşitli dergilerde yayınlanmıştır. Array-based comparative genomic hybridization (CGH) data 1.&Levy D.et al. Neuron 70, 886-897 (2011) PubMed, GEO data Single nucleotide polymorphism (SNP) genotype data 1.&Sanders S.J. et al. Neuron 70, 863-885 (2011) PubMed, Data only available through SFARI Base Whole-exome sequencing data 1.&Sanders S.J. et al. Nature 485, 237-241 (2012) PubMed, NDAR data 2.&O'Roak B.J. et al. Nature 485, 246-250 (2012) PubMed, NDAR data 3.&Iossifov I. et al. Neuron 74, 285-299 (2012) PubMed, NDAR data 4.&Iossifov I. et al. Nature 515, 216-221 (2014) PubMed, NDAR data 5.&Krumm N. et al. Nat. Genetics 47, 582-588 (2015) PubMed, NDAR data Whole-genome sequencing data 13 26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 13-16 Nisan 2016/İZMİR 1.&Turner T. et al. Am. J. Hum. Genet. 98, 58-74 (2016) PubMed, Data available through SFARI Base (please reference accessionsSFARI_SSC_WGS_P [40 quad families] and SFARI_SSC_WGS_trioP [13 trio families]), variant calls for the 40 quad families are also available inNDAR. Gene-expression data in lymphoblastoid cell lines 1.&Luo R. et al. Am. J. Hum. Genet. 91, 38-55 (2012) PubMed, GEO data Bu araştırmaların bazılarını özetlemek gerekirse; 1- Otizm ile bağlantılı olduğu düşünülen CNTNAP2’nin ve diğer ‘contactin associated protein’lerinin otizm ile bağlantılı olmadığı 2- Babadan gelen de novo insersiyon ve delesyonların otizm spektrum bozukluklarına yol açtığı 315q11.2 bölgesindeki kopya sayısı değişikliklerinin otizm spektrum bozukluğu riskini arttırdığı 4‘Midfetal derin kortikal projeksiyon’ nöronlarının otizm patolojisinden rol oynadığı bulunmuştur. Multifaktoriyel bir hastalık olan otizm spektrum bozukluğunun yönetimde multi disipliner bir yöntem izlemek ve klinik genetik uzmanlarını bu gruba dahil etmek hastalarımıza en doğru sağlık hizmetini sunabilmek açısından çok önemlidir. P/7 Bir Olgu Nedeniyle Çocuk Psikiyatrisinde Filisid Görülen Ailelerin Ele Alınması Oturum Başkanı: Prof Dr. Füsun Çuhadaroğlu 1- Prof Dr. Füsun Çuhadaroğlu Flisidin Tanıtımı Filisid, bir çocuğun bakım verenleri tarafından öldürülmesi anlamına gelmektedir. Çocuk cinayetleri sık rastlanan suçlardan olmamasına rağmen, gelişmiş ülkelerde çocuk ölümlerinin başta gelen nedenlerinden biridir. Bir ebeveynin kendi çocuğunu öldürmesi nadir görülen bir durum olsa da dramatik sonuçlara yol açmaktadır. Filisidin gelişimine yol açan aile dinamiklerinin ve ebeveynlere ait özelliklerin anlaşılması, risk altında olan ailelerin tanınması ve gerekli müdahalelerin yapılması önem taşımaktadır. Filisid şüphesi nedeniyle yönlendirilen olgularda ayrıntılı ve titiz bir değerlendirme süreci gerekmektedir. Çocuk sağlığı, çocuk ve ergen ruh sağlığı, erişkin ruh sağlığı ve adli tıp alanlarındaki uzmanlar ile sosyal hizmetler ve adli kurumlar gibi birçok disiplin değerlendirme sürecini birlikte yürütmektedir. Bu panelde ardışık olarak üç çocuklarını ani ölümle kaybeden bir aile, yapılan tıbbi ve hukuki araştırmalarda çocukların ölüm nedenlerinin belirlenememesi ve hayatta kalan tek çocuk olan 5 yaş 9 aylık kız çocuğun halen risk altında olması nedeniyle filisid olgusu olarak tartışılacaktır. Filisid şüphesi nedeniyle, tıbbi tetkiklerin yanısıra aile görüşmeleri, oyun değerelendirme ve terapileri ile izlenen bu olguda ailenin değerlendirme sürecindeki yaşanan zorluklar, aile dinamikleri, ebeveynlerin ruhsal değerlendirmesi, hayatta kalan çocuğun oyun aracılığı ile değerlendirilmesi ve takibi, sosyal hizmetler yaklaşımı, adli kurumlarla işbirliği ayrıntılı olarak aktarılarak bu tür olguları çok boyutlu olarak ele almanın ve multisdisipliner yaklaşımın önemi tartışılacaktır. 14 26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 13-16 Nisan 2016/İZMİR 2-Buşra Sultan Aydos Bir flisid olgu sunumu Filisid, bir çocuğun bakım verenleri tarafından öldürülmesi anlamına gelmektedir. Çocuk cinayetleri sık rastlanan suçlardan olmamasına rağmen, gelişmiş ülkelerde çocuk ölümlerinin başta gelen nedenlerinden biridir. Bir ebeveynin kendi çocuğunu öldürmesi nadir görülen bir durum olsa da dramatik sonuçlara yol açmaktadır. Filisidin gelişimine yol açan aile dinamiklerinin ve ebeveynlere ait özelliklerin anlaşılması, risk altında olan ailelerin tanınması ve gerekli müdahalelerin yapılması önem taşımaktadır. Filisid şüphesi nedeniyle yönlendirilen olgularda ayrıntılı ve titiz bir değerlendirme süreci gerekmektedir. Çocuk sağlığı, çocuk ve ergen ruh sağlığı, erişkin ruh sağlığı ve adli tıp alanlarındaki uzmanlar ile sosyal hizmetler ve adli kurumlar gibi birçok disiplin değerlendirme sürecini birlikte yürütmektedir. Bu panelde ardışık olarak üç çocuklarını ani ölümle kaybeden bir aile, yapılan tıbbi ve hukuki araştırmalarda çocukların ölüm nedenlerinin belirlenememesi ve hayatta kalan tek çocuk olan 5 yaş 9 aylık kız çocuğun halen risk altında olması nedeniyle filisid olgusu olarak tartışılacaktır. Filisid şüphesi nedeniyle, tıbbi tetkiklerin yanısıra aile görüşmeleri, oyun değerelendirme ve terapileri ile izlenen bu olguda ailenin değerlendirme sürecindeki yaşanan zorluklar, aile dinamikleri, ebeveynlerin ruhsal değerlendirmesi, hayatta kalan çocuğun oyun aracılığı ile değerlendirilmesi ve takibi, sosyal hizmetler yaklaşımı, adli kurumlarla işbirliği ayrıntılı olarak aktarılarak bu tür olguları çok boyutlu olarak ele almanın ve multisdisipliner yaklaşımın önemi tartışılacaktır. 3-Gülin Evinç Flisid öntanısıyla izlenen ailede hayatta kalan çocuğun oyunla ele alınması Filisid, bir çocuğun bakım verenleri tarafından öldürülmesi anlamına gelmektedir. Çocuk cinayetleri sık rastlanan suçlardan olmamasına rağmen, gelişmiş ülkelerde çocuk ölümlerinin başta gelen nedenlerinden biridir. Bir ebeveynin kendi çocuğunu öldürmesi nadir görülen bir durum olsa da dramatik sonuçlara yol açmaktadır. Filisidin gelişimine yol açan aile dinamiklerinin ve ebeveynlere ait özelliklerin anlaşılması, risk altında olan ailelerin tanınması ve gerekli müdahalelerin yapılması önem taşımaktadır. Filisid şüphesi nedeniyle yönlendirilen olgularda ayrıntılı ve titiz bir değerlendirme süreci gerekmektedir. Çocuk sağlığı, çocuk ve ergen ruh sağlığı, erişkin ruh sağlığı ve adli tıp alanlarındaki uzmanlar ile sosyal hizmetler ve adli kurumlar gibi birçok disiplin değerlendirme sürecini birlikte yürütmektedir. Bu panelde ardışık olarak üç çocuklarını ani ölümle kaybeden bir aile, yapılan tıbbi ve hukuki araştırmalarda çocukların ölüm nedenlerinin belirlenememesi ve hayatta kalan tek çocuk olan 5 yaş 9 aylık kız çocuğun halen risk altında olması nedeniyle filisid olgusu olarak tartışılacaktır. Filisid şüphesi nedeniyle, tıbbi tetkiklerin yanısıra aile görüşmeleri, oyun değerelendirme ve terapileri ile izlenen bu olguda ailenin değerlendirme sürecindeki yaşanan zorluklar, aile dinamikleri, ebeveynlerin ruhsal değerlendirmesi, hayatta kalan çocuğun oyun aracılığı ile değerlendirilmesi ve takibi, sosyal hizmetler yaklaşımı, adli kurumlarla işbirliği ayrıntılı olarak aktarılarak bu tür olguları çok boyutlu olarak ele almanın ve multisdisipliner yaklaşımın önemi tartışılacaktır. 15 26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 13-16 Nisan 2016/İZMİR 4-Ferda Karadağ Flisid olgusunda ailenin sosyal hizmetler boyutunda ele alınması Filisid, bir çocuğun bakım verenleri tarafından öldürülmesi anlamına gelmektedir. Çocuk cinayetleri sık rastlanan suçlardan olmamasına rağmen, gelişmiş ülkelerde çocuk ölümlerinin başta gelen nedenlerinden biridir. Bir ebeveynin kendi çocuğunu öldürmesi nadir görülen bir durum olsa da dramatik sonuçlara yol açmaktadır. Filisidin gelişimine yol açan aile dinamiklerinin ve ebeveynlere ait özelliklerin anlaşılması, risk altında olan ailelerin tanınması ve gerekli müdahalelerin yapılması önem taşımaktadır. Filisid şüphesi nedeniyle yönlendirilen olgularda ayrıntılı ve titiz bir değerlendirme süreci gerekmektedir. Çocuk sağlığı, çocuk ve ergen ruh sağlığı, erişkin ruh sağlığı ve adli tıp alanlarındaki uzmanlar ile sosyal hizmetler ve adli kurumlar gibi birçok disiplin değerlendirme sürecini birlikte yürütmektedir. Bu panelde ardışık olarak üç çocuklarını ani ölümle kaybeden bir aile, yapılan tıbbi ve hukuki araştırmalarda çocukların ölüm nedenlerinin belirlenememesi ve hayatta kalan tek çocuk olan 5 yaş 9 aylık kız çocuğun halen risk altında olması nedeniyle filisid olgusu olarak tartışılacaktır. Filisid şüphesi nedeniyle, tıbbi tetkiklerin yanısıra aile görüşmeleri, oyun değerelendirme ve terapileri ile izlenen bu olguda ailenin değerlendirme sürecindeki yaşanan zorluklar, aile dinamikleri, ebeveynlerin ruhsal değerlendirmesi, hayatta kalan çocuğun oyun aracılığı ile değerlendirilmesi ve takibi, sosyal hizmetler yaklaşımı, adli kurumlarla işbirliği ayrıntılı olarak aktarılarak bu tür olguları çok boyutlu olarak ele almanın ve multisdisipliner yaklaşımın önemi tartışılacaktır. 5-Dilşad Özdemir Olgunun tartışılması Filisid, bir çocuğun bakım verenleri tarafından öldürülmesi anlamına gelmektedir. Çocuk cinayetleri sık rastlanan suçlardan olmamasına rağmen, gelişmiş ülkelerde çocuk ölümlerinin başta gelen nedenlerinden biridir. Bir ebeveynin kendi çocuğunu öldürmesi nadir görülen bir durum olsa da dramatik sonuçlara yol açmaktadır. Filisidin gelişimine yol açan aile dinamiklerinin ve ebeveynlere ait özelliklerin anlaşılması, risk altında olan ailelerin tanınması ve gerekli müdahalelerin yapılması önem taşımaktadır. Filisid şüphesi nedeniyle yönlendirilen olgularda ayrıntılı ve titiz bir değerlendirme süreci gerekmektedir. Çocuk sağlığı, çocuk ve ergen ruh sağlığı, erişkin ruh sağlığı ve adli tıp alanlarındaki uzmanlar ile sosyal hizmetler ve adli kurumlar gibi birçok disiplin değerlendirme sürecini birlikte yürütmektedir. Bu panelde ardışık olarak üç çocuklarını ani ölümle kaybeden bir aile, yapılan tıbbi ve hukuki araştırmalarda çocukların ölüm nedenlerinin belirlenememesi ve hayatta kalan tek çocuk olan 5 yaş 9 aylık kız çocuğun halen risk altında olması nedeniyle filisid olgusu olarak tartışılacaktır. Filisid şüphesi nedeniyle, tıbbi tetkiklerin yanısıra aile görüşmeleri, oyun değerelendirme ve terapileri ile izlenen bu olguda ailenin değerlendirme sürecindeki yaşanan zorluklar, aile dinamikleri, ebeveynlerin ruhsal değerlendirmesi, hayatta kalan çocuğun oyun aracılığı ile değerlendirilmesi ve takibi, sosyal hizmetler yaklaşımı, adli kurumlarla işbirliği ayrıntılı olarak aktarılarak bu tür olguları çok boyutlu olarak ele almanın ve multisdisipliner yaklaşımın önemi tartışılacaktır. P/8 Sosyal Medya ve Ergen 16 26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 13-16 Nisan 2016/İZMİR Oturum Başkanı: Doç Dr. Pınar Vural 1-Uzm Dr. Hatice Gözde Akkın Gürbüz Ergenlerin sosyal medya kullanım alışkanlıkları ve Depresyon Sosyal medya yaşamın ayrılmaz bir parçası haline gelen, yeni medya akımının en son versiyonudur. Ergenlerin büyük çoğunluğu hemen her gün ve en sık da sosyal ağlara girmek amacıyla çevrimiçi iletişim araçlarını kullanmaktadır. Ergenler kendilerinin gelecekte topluma uyumunu sağlayacak yeni sosyal ağlar oluşturmaya öncelik vermek için programlanmıştır. Akran gruplarında yer almak ve kabul görmek, duygusal ve cinsel bağlar kurmak bu sürecin önemli bir parçasıdır. Ergenlikte ortaya çıkan nöral değişikliklerin önemli bölümü ergenlerin bu sosyal yetkinliğe ulaşmasını sağlayacak biçimde sosyal durumları anlama, sosyal duygusal gelişim açısından yetkinlik kazanma amacına yöneliktir. Son on yılda sosyal ağ kavramı boyut değiştirmiş ve daha çok internet üzerinden etkileşime izin veren web tabanlı hizmetleri tanımlar haline gelmiştir. Çalışmalar çevrimiçi sosyal ağların ergenlerin günlük yaşamının ve gereksinimlerinin bir uzantısı olarak işlev gördüğü belirtmektedir. Bu bağlamda çevrimiçi sosyal ağlar yeni sosyal çevreler oluşturma, farklı kimlikleri araştırma ve deneyimlemeye izin vermekle birlikte; çevrenin kısıtlayıcı işlevinin yokluğu ya da zorluğu nedeniyle, çevrimiçi ağlar ergenin ruhsal gelişimine zarar verici tehditler de ortaya çıkarabilir. Sosyal ağlarda gençlerin karşı karşıya kaldığı olumsuz deneyimler siber- zorbalık, çevrimiçi örselenme, gizlilik sorunları, uygunsuz aşırı reklamlara maruziyet, cinsel kötüye kullanım ve ‘Facebook Depresyonu’ şeklinde sayılabilir. Psikososyal problemleri olan bireylerin daha kötü sosyal yeterliliğe sahip olduklarına dair algıları olduğu, bu kişilerin online etkileşimi, yüz yüze konuşmaya göre daha az tehdit edici buldukları ve kendilerini daha yeterli hissettikleri belirtilmektedir. Depresyon ergenlerde yeti yitiminin oldukça fazla olduğu sık bir tablodur ve çevrimiçi ifadesi merak uyandırmaktadır. 2-Uzm Dr. Şafak Eray Ergenlerin Sosyal Medya Kullanım Alışkanlıkları ve Kişilik Özellikleri Sosyal ağ siteleri günlük hayatımızda gün geçtikçe daha fazla rol oynamaktadır. Gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerde özellikle genç nüfus başta olmak üzere bireylerin sosyal ağ sitelerinde geçirmiş oldukları süre ve sosyal ağ sitelerine artan üyelik sayısı göz önüne alındığında yeni bir yaşam biçimine yöneliş olduğu görülebilir. Gençlik ve Spor Bakanlığının desteğiyle, 26 ilde 2 bin 57 kişiyle online yapılan "Sosyal Medya ve Gençlik" araştırmasında, her 3 gençten birinin günde en az 3 saatini sosyal medyada geçirdiği belirlenmiştir. Ergenler çevrimiçi sosyal ağlarda kendilerini ortaya koymakta, karşılaştıkları psikososyal sorunlara soysal ağlar üzerinde yardım arayışına geçmektedirler. Çalışmalar ergenlerin çevrimiçi duygusal ve sosyal ifadesinin günlük yaşamdaki bireysel özellikleri ile bağlantılı olduğunu düşündürmektedir. Kişilik, bireyin sahip olduğu ağın büyüklüğünü ve bileşimini etkilemesi beklenen önemli bir bireysel karakteristik olarak görülmektedir. Sosyal psikoloji yazını, bireylerin zaman içinde değişmeyen kalıcı bir takım eğilimlerinin kişilik özellikleri bağlamında davranışları açıklayabileceğini kabul etmektedir. Her ne kadar ergenlerde kişilik oluşumunun kalıcı şekilde tamamlandığını söylemek güç olsa da, davranışsal açıdan kişiliğe özgün özellikleri ve sosyal bağlarla olan etkileşimini gözlemek mümkün olmaktadır. Ergenliğin doğası da düşünüldüğünde; psikopatolojiye 17 26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 13-16 Nisan 2016/İZMİR yatkınlık, ruhsal kırılganlık, travmaya uğramaya açıklık gibi kişilik özellikleri ile de bağlantılı ruhsal sorunların çevrimiçi ifadesi ya da kolaylaştırıcıları merak konusu olmaktadır. 3-Uzm Dr. Muhammed Tayyib Kadak Ergenlik, Sosyal ağlar ve Zorbalık Siber zorbalık, elektronik ortamlarda çıkan bilinçli ve tekrarlayıcı agresyon olarak tanımlanabilir. Siber zorbalıkta hem mağdur hem de uygulayıcı 18 yaşının altında iken, diğer durumlarda uygulayıcı bir yetişkin olduğunda çevrimiçi örselenme ya da taciz olarak nitelendirilmektedir. Elektronik ‘trend’lerin değişimine göre siber zorbalığın ortaya çıkış biçimi de yıllar içinde değişkenlik göstermektedir. İlk yıllarda anlık mesajlar, daha sonrasında sohbet odaları, son yıllarda da sosyal ağlar elektronik tacizin aracı ve ortamı haline gelmişlerdir. 2000’li yılların başından 2010’lara kadar, çevrimiçi örselenmeye uğrayan çocukların oranı ikiye katlandığı bildirilmektedir. 10-18 yaşlar arasındaki çocukların %19’u kurban ya da uygulayıcı olduğu belirtilmektedir. Hem uygulayıcı hem kurban olan çocuk ve ergenlerin ağır internet kullanıcıları olduğu, kızlar ve erkeklerin benzer oranda uygulayıcı ve kurban olduğu bildirilmiştir. Siber ortamın doğası gereği sınır kaymanın güç oluşu, karşılaşılması olası zorbalıkların da sayısının artmasına neden oluyor gibi gözükmektedir. Siber zorbalık alt başlıklarına bakıldığında; sahte kimlikle çevrimiçi duygusal/romantik bir ilişki geliştirme, çete oluşturma, giriş yollarını kapama, aşağılayıcı, küçük düşürücü, tehtid edici mesajlar ve fotoğrafları çevrimiçi yayma, kışkırtma, başkası gibi davranma, küfretme, bilgisayarına sızma-dosyalarını kontrol etme, romantik ilişkiye dair agresyon, sahte facebook hesabı açma, fotoğraf vs paylaşma, arkadaş listesini tehtid etme, sexting (cinsel içerikli mesajlar), trolleme-bir öfke yanıtı oluşturmak için bilinçli olarak bir yanıt oluşturacak şekilde saldırgan gönderiler, mesajlar paylaşma, tehtid etme, korkutma, nefret söylemi şeklinde bir liste karşımıza çıkmaktadır. Bütün bu olumsuz çeşitliliğin içinde gençlerin ruhsal gelişimlerine engel olmadan, bir yandan onların özgürce araştırma yapmalarına destek olup öte yandan onları koruyabilmeyi başarmak bu alanda çalışanların son yıllarda önemli uğraşı haline gelmiştir. P/9 “Çocuklar için Özel Gereksinim Raporu’na (ÇÖZGER) Geçiş” Konuşmacı Bilgileri Oturum Başkanı: Doç. Dr. Özlem Yıldız Gündoğdu Prof. Dr. İlgi Ertem ÇÖZGER felsefesi, geliştirilme süreci Doç. Dr. Şaziye Senem Başgül Çocuk Ruh Sağlığı ve ÇÖZGER Uzm. Psk. Elçin Er 18 26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 13-16 Nisan 2016/İZMİR Devlet Politikaları ve Çözger Yürürlükteki Rapor “Özürlülere Verilecek Sağlık Kurulu Raporları Hakkındaki Yönetmelik”, yaklaşık 15 yıldır ana yapısı değişmeden yürülüktedir. 2006, 2010, 2012 yıllarında temelinde değişiklik yapılmaksızın yayınlanmıştır. Mevcut yönetmelik çocukların hak ve gereksinimlerine ulaşmalarında yarattığı engeller nedeniyle çağın gereğini karşılayamamaktadır. Bu engeller; Medikal modelin benimsenmiş olması, ağır özrülülüğün tanımının net olmaması, bilimsel ilkelere uygun olmayan özür oranlarının kullanılması, aile ve çocuğun etkin katılımına yer verilmemesi, damgalanma ve gizlilik hakkının korunmaması, uygulayıcı eğitiminin eksikliği nedeniyle, aynı duruma farklı yerlerde farklı raporların düzenlenmesi, hatalı % hesaplamaları, sekretarya hataları, ütüncül değerlendirmede eksiklik, apor kayıtlarının düzgün tutulmaması, mükerrer raporlar, 3 yaş altında rapor verilmemesi olarak özetlenebilir. Engelleri olan çocuklara “özür oranları” doğru olarak göstermeyen raporların verilmesi ya da mevcut yönetmeliğe gören uygun bir madde bulunamayıp rapor verilmemesi nedeniyle engelli bireyin gelişimi yeterince desteklenmeyecek ve bunun sonucunda bireysel, ailesel ve toplumsal zararlar doğacaktır ve bu da hukusal açıdan çok ciddi hak ihlalidir. Mevcut yönetmelik engelli çocukların ciddi hak kaybına neden olmaktadır. Bu hem hasta hakları hem de hekimlere yüklediği sorumluluk açısından sakıncalar doğurmaktadır. ÇÖZGER’de, medikal model yerine biyopsikososyal model temel alınır. Gereksinim temelli rapor düzenlenir. Çocuğun ve ailenin aktif katılımının sağlanır. Sonuçta çocuğun ve ailenin hak kaybının önlenir. Panelde ayrıntılı olarak ÇÖZGER ile medikal modelden insan hakları modeline geçiş süreci ve alana katkıları sunulacaktır. P/10 Çocuk ve Ergenlerde Medya Kullanımı Oturum Başkanı: Doç Dr. Didem Öztop 1-Uzm Dr. Veysi Çeri Ekranlar Günlük hayatın vazgeçilmezleri arasına giren ve çocuklar ile gençlerin günün önemli bir kısmını karşısında geçirdikleri ekranlı cihazların ruhsallık ve sosyal yaşam üzerine etkileri güncel literatür ışığında gözden geçirilmektedir. 2-Uzm Dr. Fırat Hamidi Çocuk ve Ergenlerde Sosyal Medya Kullanımı Sosyal medya kullanımı çocuk ve gençler için eşsiz bir sosyalleşme fırsatı sağlasa da bu durum berberinde kimi olumsuz uyaranlara maruz kalmayı da getirmektedir. Çocuk ve gençlerin günün önemli bir kısmını içinde geçirdikleri sosyal medyanın bu kişilerin ruhsal ve sosyal durumları üzerine etkisi literatür bilgisi eşliğinde gözden geçirilmektedir. 19 26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 13-16 Nisan 2016/İZMİR 3-Uzm Dr. Sultan Seval Yılmaz Çocuk ve Ergenlerde İnternet Kullanımı Günümüzde neredeyse içine doğulan internet ve sanal dünyanın çocuk ve gençlerin ruhsal gelişimleri üzerine etkilerinin literatür bilgisi eşliğinde gözden geçirilmesi amaçlanmaktadır. 4- Yard Doç Dr. Zeynep Çubukçuoğlu Taş Erken Dönem Medya Maruziyetinin Psikogelişimsel Etkileri Günlük patrikte medya araçlarına maruziyetin bebeklik döneminde başladığı hatta kimi bebeklerin zamanlarının önemli bir kısmını bu araçların başında geçirdiği gözlenmektedir. Bu konuşmada bebeklik dönemindeki aşırı medya maruziyetinin bebeklerin psikososyal gelişimleri üzerine etkisinin gözden geçirilmesi amaçlanmaktadır. P/11 Oturum Başkanı:Prof. Dr. Nahit Mottovallı Mukaddes. PROF. DR. KATYA RUBIA SEMPOZYUM Dikkat Eksikliği ve Hiperaktvitie Bozukluğu’nda Fonksiyonel MRI Nörofeedback Uygulamaları P/12 Çocuklarda öfke ve irritabiliteye yaklaşımda yenilikler Oturum Başkanı: Prof. Dr. Birim Günay Kılıç 1-Prof. Dr. Birim Günay Kılıç Gelişimsel bir fenomen ve psikiyatrik belirti olarak aşırı sinirlilik Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı İrritabilite hem normal gelişimsel bir fenomen hem de birçok psikiyatrik bozuklukta saptanan bir belirtidir. Majör depresif bozukluk, yaygın anksiyete bozukluğu, karşıt olma karşı gelme bozukluğu için bir tanı ölçütü olan irritabilite yeni DSM-5 tanısı olan yıkıcı duygudurumu düzenleyememe bozukluğunun da kardinal belirtisidir. Bu sunumda erken çocukluk döneminde saptanan irritabilitenin farklı görünümleri ele alınacak ve gelişimsel psikopatolojilerdeki rolü üzerinde durulacaktır. 2-Doç. Dr. Savaş Yılmaz Ebeveynlik stilleri ve ebeveyn psikopatolojisinin çocuklarda öfke ve irritabilite üzerine etkileri 20 26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 13-16 Nisan 2016/İZMİR Özet: Öfke ve İrritabilite biopsikososyal nedenlerin etkisiyle ortaya çıkan ve birçok psikiyatrik bozuklukta görülen bir belirtidir. Ebeveynlerin özellikleri bu süreçte biopsikososyal nedenlerin tümünde etkisini hissettirmektedir. Ebeveynlerin genetik yapısı, mizacı, psikopatolojisi gibi bireysel özelliklerinin öfke ve irritabilite konusunda etkili olduğu bildirilmiştir. Buna ek olarak anne babanın çocuk yetiştirme stilleri ve ebeveynler arasındaki ilişkinin de çocuklardaki öfke ve irritabilite üzerinde etkili olduğu gösterilmiştir. Bu sunumda erken çocukluk döneminde görülen öfke ve irritabilitenin ebeveynlerle ilişkili nedenleri ele alınacak ve klinik değerlendirmedeki rolü üzerinde durulacaktır. 3-Doç. Dr. Ayhan Bilgiç Başlık: Öfke ve irritabilitenin nörobiyolojisi ve uyku bozuklukları ile ilişkisi Özet: Prefrontal kortekste yukarıdan aşağıya doğru kontrolü sağlayan sistemler agresyon ve irritabilitenin kontrolünde önemlidir. Prefrontal düzenleyici sistemlerdeki yetersizlikler ya da amigdala ve diğer limbik bölgelerdeki aşırı uyarılmışlık durumu bu kontrolü bozabilmekte ve agresyon ve irritabilitenin görülmesine neden olabilmektedir. Yetersiz serotonin salınımı, aşırı kateşolaminerjik stimulasyon, glutamaterjik ve gabaminerjik sistemlerdeki düzensizlikler bu döngülerdeki sorunlardan sorumlu tutulmaktadır. Bununla birlikte, günümüzde agresyon ve irritabilitenin nörobiyolojisi ile ilgili bilgilerimiz çok sınırlıdır. Uyku kalitesinin düşük olmasının prefrontal korteks ile amigdala ve ödül yolakları gibi limbik sistemler arasındaki iletişimi bozarak agresyon ve irritabiliteye yatkınlık oluşturabileceği düşünülmektedir Epidemiyolojik ve klinik çalışmalar gerek okul öncesi dönemde, gerekse okul çağı çocuklarında uyku problemlerinin emosyonel ve davranışsal sorunlar ile ilişkili olduğunu göstermiştir. Bu sunumda agresyon ve irritabilitenin nörobiyolojisi ile ilgili bir gözden geçirme yapılacak ve uyku sorunlarının bu sisteme olası etkileri gözden geçirilecektir. P/13 Çocuk ve Ergenlerde Başağrısı ve Ruhsal Bozuklukların Birlikteliğinin Değerlendirilmesi Oturum Başkanı: Prof. Dr. Fevziye Toros 1-Prof. Dr. Fevziye Toros Çocuk ve Ergenlerde Başağrısı ve Ruhsal Bozuklukların Birlikteliğinin Değerlendirilmesi Baş ağrısı; ağrıya duyarlı yapıların çeşitli nedenlerle etkilenmesinden kaynaklanan, hoş olmayan bir duyumsamayı ifade eder. Başağrısı, çocuklarda da ağrıya yol açan durumlar içerisinde en sık görülenidir. Baş ağrıları ve psikiyatrik bozukluklar arasında güçlü bir ilişki olduğu gösterilmiştir. Çok küçük yaşlardan itibaren primer baş ağrılarına psikiyatrik bozukluklar sıklıkla eşlik edebilmekte vepsikiyatrik hastalıklarınkomorbiditesi baş ağrısının kronikleşmesi için başlı başına bir risk faktörü olarak değerlendirilmektedir.Çocuk ve ergenlerde primer baş ağrılarında psikopatolojinin değerlendirildiği çalışmalarda; internalizasyon ve eksternalizyon problemlerinin kontrol grubuna göre fazla olduğu (sırasıyla %63 ve %27), gerilim tipi başağrısı grubunda internalizasyon (somatik şikayetler, depresyon, anksiyete) ve ekstrenalizasyon problemlerin (hiperaktivite, davranış problemleri) sıklığının sırasıyla %57 ve %25; migren grubunda ise %67 ve %28 olduğu bildirilmektedir.Ayrıca,baş ağrısına psikiyatrik bozuklukların eşlik etmesi her iki bozukluğun tedavisini ve prognozunuda olumsuz etkilemektedir.Dolayısıyla başağrısı değerlendirilmesinde multidisipliner bir yaklaşım ile bu 21 26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 13-16 Nisan 2016/İZMİR komorbiditenin ortaya koyulması ve erken dönemde müdahale edilmesi açısından önem arz etmektedir. Konuşmacılar, çocuklarda başağrısının genel özellikleri ve psikiyatrik durumlar ile ilişkisini sunacak, dikkat eksikliği ve hiperaktivite bozukluğu,posttravmatik stres bozukluğu ve obsesifkompulsif bozukluk ile başağrısı birlikteliği üzerine yapmış oldukları çalışmaları güncel literatür ışığında tartışacaktır. 2-Yard Doç Dr. Sevcan Karakoç Çocuk ve Ergenlerde Başağrısı ve Ruhsal Bozuklukların Birlikteliğinin Değerlendirilmesi Baş ağrısı; ağrıya duyarlı yapıların çeşitli nedenlerle etkilenmesinden kaynaklanan, hoş olmayan bir duyumsamayı ifade eder. Başağrısı, çocuklarda da ağrıya yol açan durumlar içerisinde en sık görülenidir. Baş ağrıları ve psikiyatrik bozukluklar arasında güçlü bir ilişki olduğu gösterilmiştir. Çok küçük yaşlardan itibaren primer baş ağrılarına psikiyatrik bozukluklar sıklıkla eşlik edebilmekte vepsikiyatrik hastalıklarınkomorbiditesi baş ağrısının kronikleşmesi için başlı başına bir risk faktörü olarak değerlendirilmektedir.Çocuk ve ergenlerde primer baş ağrılarında psikopatolojinin değerlendirildiği çalışmalarda; internalizasyon ve eksternalizyon problemlerinin kontrol grubuna göre fazla olduğu (sırasıyla %63 ve %27), gerilim tipi başağrısı grubunda internalizasyon (somatik şikayetler, depresyon, anksiyete) ve ekstrenalizasyon problemlerin (hiperaktivite, davranış problemleri) sıklığının sırasıyla %57 ve %25; migren grubunda ise %67 ve %28 olduğu bildirilmektedir.Ayrıca,baş ağrısına psikiyatrik bozuklukların eşlik etmesi her iki bozukluğun tedavisini ve prognozunuda olumsuz etkilemektedir.Dolayısıyla başağrısı değerlendirilmesinde multidisipliner bir yaklaşım ile bu komorbiditenin ortaya koyulması ve erken dönemde müdahale edilmesi açısından önem arz etmektedir. Konuşmacılar, çocuklarda başağrısının genel özellikleri ve psikiyatrik durumlar ile ilişkisini sunacak, dikkat eksikliği ve hiperaktivite bozukluğu,posttravmatik stres bozukluğu ve obsesifkompulsif bozukluk ile başağrısı birlikteliği üzerine yapmış oldukları çalışmaları güncel literatür ışığında tartışacaktır. 3-Uzm. Dr.M. Özlem Kütük Çocuk ve Ergenlerde Başağrısı ve Ruhsal Bozuklukların Birlikteliğinin Değerlendirilmesi Baş ağrısı; ağrıya duyarlı yapıların çeşitli nedenlerle etkilenmesinden kaynaklanan, hoş olmayan bir duyumsamayı ifade eder. Başağrısı, çocuklarda da ağrıya yol açan durumlar içerisinde en sık görülenidir. Baş ağrıları ve psikiyatrik bozukluklar arasında güçlü bir ilişki olduğu gösterilmiştir. Çok küçük yaşlardan itibaren primer baş ağrılarına psikiyatrik bozukluklar sıklıkla eşlik edebilmekte vepsikiyatrik hastalıklarınkomorbiditesi baş ağrısının kronikleşmesi için başlı başına bir risk faktörü olarak değerlendirilmektedir.Çocuk ve ergenlerde primer baş ağrılarında psikopatolojinin değerlendirildiği çalışmalarda; internalizasyon ve eksternalizyon problemlerinin kontrol grubuna göre fazla olduğu (sırasıyla %63 ve %27), gerilim tipi başağrısı grubunda internalizasyon (somatik şikayetler, depresyon, anksiyete) ve ekstrenalizasyon problemlerin (hiperaktivite, davranış problemleri) sıklığının sırasıyla %57 ve %25; migren grubunda ise %67 ve %28 olduğu bildirilmektedir.Ayrıca,baş ağrısına psikiyatrik bozuklukların eşlik etmesi her iki bozukluğun tedavisini ve prognozunuda olumsuz etkilemektedir.Dolayısıyla başağrısı değerlendirilmesinde multidisipliner bir yaklaşım ile bu komorbiditenin ortaya koyulması ve erken dönemde müdahale edilmesi açısından önem arz etmektedir. Konuşmacılar, çocuklarda başağrısının genel özellikleri ve psikiyatrik durumlar ile ilişkisini sunacak, 22 26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 13-16 Nisan 2016/İZMİR dikkat eksikliği ve hiperaktivite bozukluğu,posttravmatik stres bozukluğu ve obsesifkompulsif bozukluk ile başağrısı birlikteliği üzerine yapmış oldukları çalışmaları güncel literatür ışığında tartışacaktır. 4-Uzm. Dr. Tuba Mutluer Çocuk ve Ergenlerde Başağrısı ve Ruhsal Bozuklukların Birlikteliğinin Değerlendirilmesi Baş ağrısı; ağrıya duyarlı yapıların çeşitli nedenlerle etkilenmesinden kaynaklanan, hoş olmayan bir duyumsamayı ifade eder. Başağrısı, çocuklarda da ağrıya yol açan durumlar içerisinde en sık görülenidir. Baş ağrıları ve psikiyatrik bozukluklar arasında güçlü bir ilişki olduğu gösterilmiştir. Çok küçük yaşlardan itibaren primer baş ağrılarına psikiyatrik bozukluklar sıklıkla eşlik edebilmekte vepsikiyatrik hastalıklarınkomorbiditesi baş ağrısının kronikleşmesi için başlı başına bir risk faktörü olarak değerlendirilmektedir.Çocuk ve ergenlerde primer baş ağrılarında psikopatolojinin değerlendirildiği çalışmalarda; internalizasyon ve eksternalizyon problemlerinin kontrol grubuna göre fazla olduğu (sırasıyla %63 ve %27), gerilim tipi başağrısı grubunda internalizasyon (somatik şikayetler, depresyon, anksiyete) ve ekstrenalizasyon problemlerin (hiperaktivite, davranış problemleri) sıklığının sırasıyla %57 ve %25; migren grubunda ise %67 ve %28 olduğu bildirilmektedir.Ayrıca,baş ağrısına psikiyatrik bozuklukların eşlik etmesi her iki bozukluğun tedavisini ve prognozunuda olumsuz etkilemektedir.Dolayısıyla başağrısı değerlendirilmesinde multidisipliner bir yaklaşım ile bu komorbiditenin ortaya koyulması ve erken dönemde müdahale edilmesi açısından önem arz etmektedir. Konuşmacılar, çocuklarda başağrısının genel özellikleri ve psikiyatrik durumlar ile ilişkisini sunacak, dikkat eksikliği ve hiperaktivite bozukluğu,posttravmatik stres bozukluğu ve obsesifkompulsif bozukluk ile başağrısı birlikteliği üzerine yapmış oldukları çalışmaları güncel literatür ışığında tartışacaktır. 5-Yard Doç Dr. Veli Yıldırım Çocuk ve Ergenlerde Başağrısı ve Ruhsal Bozuklukların Birlikteliğinin Değerlendirilmesi Baş ağrısı; ağrıya duyarlı yapıların çeşitli nedenlerle etkilenmesinden kaynaklanan, hoş olmayan bir duyumsamayı ifade eder. Başağrısı, çocuklarda da ağrıya yol açan durumlar içerisinde en sık görülenidir. Baş ağrıları ve psikiyatrik bozukluklar arasında güçlü bir ilişki olduğu gösterilmiştir. Çok küçük yaşlardan itibaren primer baş ağrılarına psikiyatrik bozukluklar sıklıkla eşlik edebilmekte vepsikiyatrik hastalıkların komorbiditesi baş ağrısının kronikleşmesi için başlı başına bir risk faktörü olarak değerlendirilmektedir.Çocuk ve ergenlerde primer baş ağrılarında psikopatolojinin değerlendirildiği çalışmalarda; internalizasyon ve eksternalizyon problemlerinin kontrol grubuna göre fazla olduğu (sırasıyla %63 ve %27), gerilim tipi başağrısı grubunda internalizasyon (somatik şikayetler, depresyon, anksiyete) ve ekstrenalizasyon problemlerin (hiperaktivite, davranış problemleri) sıklığının sırasıyla %57 ve %25; migren grubunda ise %67 ve %28 olduğu bildirilmektedir.Ayrıca,baş ağrısına psikiyatrik bozuklukların eşlik etmesi her iki bozukluğun tedavisini ve prognozunuda olumsuz etkilemektedir.Dolayısıyla başağrısı değerlendirilmesinde multidisipliner bir yaklaşım ile bu komorbiditenin ortaya koyulması ve erken dönemde müdahale edilmesi açısından önem arz etmektedir. Konuşmacılar, çocuklarda başağrısının genel özellikleri ve psikiyatrik durumlar ile ilişkisini sunacak, dikkat eksikliği ve hiperaktivite bozukluğu,posttravmatik stres bozukluğu ve obsesifkompulsif 23 26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 13-16 Nisan 2016/İZMİR bozukluk ile başağrısı birlikteliği üzerine yapmış oldukları çalışmaları güncel literatür ışığında tartışacaktır. P/14 Çocukluk çağı ruhsal bozukluklarının etyolojisinde yeni bir açılım: ‘’Nörotrofin hipotezi’’ Oturum Başkanı: Doç. Dr İbrahim Durukan 1- Uzm.Dr.Caner Mutlu Nörotrofik faktörler ve işlevleri Dikkat Eksikliği Hiperaktivete Bozukluğunda Nörotrofik Değişimler Nörotrofinler, sinir sisteminde nöronların gelişiminde, farklılaşmasında, olgunlaşmasında, sinaptik plastisitede, nörotransmisyonun güçlendirilmesinde, reseptor duyarlılığının düzenlenmesinde, nöronal işlevin korunmasında önemli rolleri olan moleküllerdir. Önemi, 1998 yılında ‘Nörotrofik faktör hipotezi’ ile ortaya atılmıştır. Bu kapsamda özellikle son 10 yılda olmak üzere norotrofinlerle ilgili yapılan araştırmaların sayısı gittikçe artmaktadır. Bu araştırmalar, çeşitli nörolojik ve psikiyatrik hastalıkların etyolojik olarak anlaşılmasına ve dolayısıyla yeni tedavi seçeneklerinin geliştirilmesine önemli katkıda bulunmuştur ve bulunmaya devam etmektedir. Bu sunumda, nörotrofinler, sinir sisteminde rol aldıkları bölgeler, bu bölgelerdeki etkileri, işlevleri, işlevlerinin duzenlenmesi, ve işlevlerini etkileyen faktörlerin ele alınması, ve bu kapsamda dikkat eksikliği hiperaktivite bozukluğunda nörotrofinlerin değişiminin ve rolünün ele alınması amaçlanmıştır. 2-Yard Doç. Dr.Sevay Alşen Depresyonda Nörotrofik Değişimler Nörotrofik faktörler arasında en iyi tanımlanmıș grup nörotrofinler olarak adlandırılan beyin kaynaklı nörotrofik faktör (BDNF), nöron büyüme faktörü (NGF), nörotrofin 3 (NT-3) ve nörotrofin 4 (NT4)’ten olușan gruptur. Depresyon ile ilgili araștırmaların sonucunda BDNF’nin diğer nörotrofik faktörlere göre daha fazla öne çıktığı görülmektedir. Depresyonda nöroplastisitenin bozulduğu hipotezi; stres ve depresyonun hipokampal hacim azalmasına ve limbik sistemde hücre kaybına yol açtığını gösteren preklinik ve klinik çalıșmalar tarafından desteklenmektedir. Depresyonun nörotrofin hipotezine göre, BDNF; plastisiteyi modüle etmesi, hücre ölüm döngülerini inhibe etmesi ve hücre hayatta kalımını sağlayan proteinleri artırması nedenlerinden dolayı majör öneme sahiptir.Antidepresanların ise hipokampusta CREB ve BDNF’yi aktive ettikleri ve bunun hipokampusu yüksek glukokortikoid seviyesi gibi stres verici uyaranlardan koruduğu saptanmıștır. Bu konuşmada depresyon ve depresyon varlığında nörotrofik faktörlerde gözlenen değişimler üzerinde durularak hem depresyonun hem de antidepresan yanıtının nörobiyolojisi üzerine odaklanılması amaçlanmaktadır. 3-Uzm.Dr.Nagihan Cevher Binici Bipolar Bozuklukta Nörotrofik Değişimler Son yıllarda Bipolar Bozukluk(BB) etyopatolojisi, duygudurumun düzenlenmesinde etkin olan beyin yapılarında nöroplastisitede bozulma ve hücre hayatta kalım süresinde azalmayla ilişkilendirilmektedir. Nörotrofik faktörler nöroplastisitesinin düzenlenmesinden sorumludur. Bilimsel yazın bu ailenin bir üyesi olan Beyinden köken alan nörotrofik faktör( BDNF)’un BB etyolojisini aydınlatmada önemli 24 26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 13-16 Nisan 2016/İZMİR olduğunu göstermektedir. Erişkin BB örneklemli çalışmalar BDNF ‘nin duygudurum dönemlerinde düştüğü, ötimik dönemlerde normale döndüğünü göstermektedir. Bu sonuçlardan yola çıkarak BDNF ‘nin duygudurum dönemlerine özgü bir belirteç olabileceği öne sürülmektedir. Çocukluk çağında BDNF ile ilişkili çalışmalar kısıtlıdır. Ergenlerde yapılan çalışmalar BDNF düzeylerinin erişkin hastalara benzer şekilde düşük olduğunu ve tedavi sonrası bu düzeylerin normale döndüğünü göstermişlerdir. Nörotrofik faktör ailesinin en eski üyesi olan Nöron Büyüme Faktörü ( NGF) düzeylerini, BB erişkin örneklemde değerlendiren çalışmaların sayısı azdır ve çelişkili sonuçlar göstermektedir. Bu sunumda nörotrofik faktör düzeylerindeki değişim, bu değişim ile beyinde ortaya çıkan yapısal değişikliklerin ilişkisi, BB kullanılan ilaçların nörotrofik faktör düzeylerini etkisinin paylaşılması amaçlanmaktadır. 4-Uzm.Dr. Gonca Engin Özyurt Otizm Spektrum Bozukluklarında Nörotrofik Değişimler Otizm Spektrum Bozukluğu (OSB), erken tanı için henüz herhangi bir biyolojik belirtecin olmadığı nörodavranışsal bir sendromdur. OSB ile ilgili bir çok nörotrofik faktör araştırılmış ve araştırılmaya devam edilmektedir. BDNF ise sinaptik plastisiteyi, nöronal diferansiasyonu belirleyen nörotrofindir. BDNF’nin; işlevselliği daha iyi atipik otizm tanılı olgularda, tipik otizm tanılı olgulara göre daha yüksek olduğu bulunmuştur. Yine tipik otizm tanılı kızlarda erkeklere oranla BDNF’nin daha da düşük olduğu gösterilmiştir. BDNF seviyesinin düşüklüğü nöroprotektif mekanizmalarda bozulmaları gösterirken; yüksek olması nöroprotektif etkinin daha iyi olduğunu göstermektedir. Nörodavranışsal belirtilerin ciddiyeti BDNF yanıtındaki farklılıklarla ilişkili olabilir ve OSB’nda hedeflenen tedavinin sonuçlarını değerlendirmek BDNF iyi bir belirteç olabilir. 5-Doç.Dr.Ali Evren Tufan Şizofrenide Nörotrofik Değişimler Nöroplastisite; deneyim ya da çevresel uyaranlara bağlı olarak nöron yapısı ya da işlevlerindeki değişim olarak tanımlanmaktadır. Nöroplastisite, bireyin yaşamı boyunca oluşabilir ve öğrenmedeki hücresel değişikliklerden; hasar ve yaralanmaya yanıt olarak beyin korteksindeki bölgelerin yeniden düzenlenmesi gibi büyük çaplı değişikliklere dek farklı seviyelerde gerçekleşebilir. Şizofreni tanısı alan hastalar üzerinde yürütülmüş olan görüntüleme çalışmaları bu tanının yapısal beyin anormallikleri ile ilişkili olduğunu göstermiştir. Görüntüleme çalışmalarında saptanan en belirgin değişikliklerin lateral ventriküllerde genişlemenin yanı sıra temporal (medial ve süperior) ve prefrontal gri madde hacimlerinde azalma olduğu kabul edilmektedir. Hayvan modelleri ve şizofreni tanısı alan kohortlar ile yürütülen araştırmalar bu tanıyı alan hastalarda sinir sistemi gelişiminin erken dönemlerinde sabit bir lezyonun bulunma olasılığını desteklemiş ve şizofreni için nörogelişimsel modelin ortaya çıkmasını sağlamıştır. P/15 Çocuklarda Obsesif Kompulsif Bozukluğun Bilişsel ve Davranışsal Modeli Oturum Başkanı: Doç Dr. Murat Coşkun Konuşmacı Bilgileri 1- ŞEYMA COŞKUN 25 26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 13-16 Nisan 2016/İZMİR Başlık: OKB'nin Bilişsel ve Davranışsal Modeli Özet: Obsesyon, kişide anksiyete oluşturan, inatçı, tekrarlayıcı ve rahatsız edici düşünce, imge ya da dürtülerdir. Kompulsiyonlar ise bu rahatsız edici düşün¬celerin oluşturduğu kaygıyı azaltmak ya da korkulan sonuçlardan korunmak veya kaçınmak için yapılan tekrarlayıcı davranış veya zihinsel eylemlerdir. Şimdiye kadar Obsesif Kompulsif Bozukluğun (OKB) etyolojisini aydınlatmak amacıyla birçok görüş öne sürülmüştür. OKB nin oluşumu ve devam etmesiyle ilgili olarak temelde bilişsel ve davranışsal olmak üzere iki modelin üzerinde durulmaktadır. OKB nin bilişsel modelinde abartılmış sorumluluk algısı, düşünce-eylem kaynaşması (DEK), mükemmeliyetçilik, düşüncelerin kontrol edilebilirliğine ilişkin inanç, abartılı tehdit algısı ve belirsizliğe tahammülsüzlük gibi inançlar yer alır. OKB’nin abartılmış sorumluluk algısında, kişinin oluşturabileceği olası zarardan kendisini sorumlu tutması nedeniyle artmış anksiyete ve huzursuzluk ortaya çıkar. Bunun sonucunda da kişi algıladığı sorumluluğu azaltmaya yönelik yansızlaştırma çabası içine girer. Yansızlaştırma çabaları ritüeller, kaçınma davranışları, ruminasyonlar, kompulsiyonlar şeklinde olabilir. DEK da OKB etyolojisinde önemli bir yer tutan bilişsel bir yanlılıktır. Kişilerin istenmeyen, girici düşüncelerine özel bir önem vermesinin ve bu türden düşüncelerin felaketleştirilmesi ve yanlış yorumlanmasının OKB nin gelişimine ve devam etmesine neden olduğu belirtilmektedir. OKB nin davranışçı modelinde ise klasik koşullanmayla öğrenilen korkunun/anksiyetenin, edimsel koşullanma yoluyla artarak pekiştiği vurgulanmaktadır. Kişi, istenmeyen/rahatsız edici düşüncelerin ortaya çıkardığı duygulardan korunmak için kaçma/ kaçınma, tekrarlama gibi stratejiler kullanır. Kişinin anksiyetesi arttıkça bu stratejileri daha çok kullanır ve böylece kısır bir döngü ortaya çıkar. Bu döngünün kırılmasına yönelik girişimler de davranışçı terapi yaklaşımı olarak alıştırma ve tepkiyi engelleme girişimlerinin gelişmesine neden olmuştur. 2- HASAN BAYAR Başlık: OKB'de Dikkat Yanlılığı (Attentional Bias) Özet: Obsesif Kompulsif Bozukluk (OKB) çocukluk çağında sık görülen psikiyatrik bozukluklardandır. Temel belirtileri obsesyon(takıntı) ve kompulsiyon(zorlantı) olan bu bozukluk hastaların yaşamlarında psikolojik, sosyal, akademik ve birçok alanda sorunlar yaşamalarına neden olur. OKB nispeten yaygın ruhsal bozukluk olmasına rağmen altında yatan nörobiyolojik mekanizma bilinmemektedir. OKB hastalarında bilişsel yanlılık ya da defisit olabileceğini düşündüren önemli kanıtlar bulunmaktadır. Özellikle OKB’de dikkat yanlılığı olasılığı çok fazla ilgi toplamıştır. Dikkat yanlılığı , nötral uyaranlar ile karşılaştırıldığında tehdit olarak algılanan uyaranlara doğru dikkat kaynalarının yönlenderilmesidir. Dikkat yanlılığı ile yaygın anksiyete bozukluğu, sosyal fobi , travma sonrası stres bozukluğu, belirli fobiler ve panik bozukluğu gibi birçok psikiyatrik bozukluk arasında tutarlı bir ilişki tespit edilmiştir. Anormal duygusal işleme hem anksiyete ve hemde depresif bozuklukların merkezinde yer alır. Bilgi işleme yanlılığı klinik anksiyete durumları için incinebilirlik ya da sürdürücü faktörlere katkıda bulunabilir. Çeşitli çalışmalarda depresif ve kaygılı hastalar negatif ya da tehdit uyaranlarına karşı daha fazla dikkat yanlılığı göstermiştir. Örneğin, duygusal Stroop testinde Anksiyete hastaları kontrollere göre tehdit anlamı taşıyan kelimeleri nötr kelimelerden daha yavaş adlandırmıştır. 26 26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 13-16 Nisan 2016/İZMİR Bilişsel kuramlarda, obsesif kompulsif bozukluk (OKB)’nin anksiyete durumları ile benzer anormal dikkat işleme özelliği olduğu bildirilmiştir. Dikkat yanlılığı, OKB ile ilgili olarak 1985 te Salkovkis tarafından oluşturulan Kognitif Modelde ortaya atılmıştır. OKB’nin oluşumunda ve süregenleşmesinde rol oynadığı düşünülmektedir. Yani, OKB’de bilgi işleme yanlılıklarının intruzif obsesif düşüncelerin gelişimi ve sürmesine katkıda bulunması beklenmektedir. Şimdiye kadar yapılan araştırmalarda diğer anksiyete bozuklukları ile karşılaştırıldığında OKB’de dikkat yanlılığı konusunda çelişkili bulgular vermiştir. Duygusal Stroop testi ve benzeri testler kullanılarak yapılan çalışmalarda bulgular hem pozitif ve hemde negatif olarak bulunmuştur. OKB hastalarında eş zamanlı dinleme testi kullanılarak dikkat yanlılığının araştırıldığı bir çalışmada Foa ve McNally OKB hastalarının nötr olanlardan ziyade korku ile ilgili kelimeleri daha iyi algıladıklarını tespit etmişlerdir. Ayrıca Rao ve ark. duygusal Stroop testi(EST) optimize sürümünü kullanarak OKB hastalarında olumsuz OKB ile ilişkili uyaranlar için dikkat yanlılığı tespit etmişlerdir. Dikkat yanlılığının OKB’de şimdiye kadar sadece erişkin hastalarda çalışılması ve komorbit hastalığın erişkinlerde fazla oluşundan dolayı çelişkili sonuçlar bulunmuş olabilir. Bu konunun ayrıca çocukluk çağında ve daha kapsamlı araştırılmasına ihtiyaç vardır. Bunun yanında dikkat yanlılığı bilişssel davranışçı terapi de(BDT) önemli müdahele noktalarından birini oluşturmaktadır. Obsesif kompulsif bozukluğun şiddeti ve geleneksel tedavilere yanıt vermeyen hastaların sayısı göz önüne alındığında OKB’deki anksiyeteyi sürdüren faktörlerin anlaşılması etkili tedavilerin geliştirilmesi için kritik öneme sahiptir. Sonuç olarak, OKB de dikkat yanlılığının belirlenmesinin potansiyel tanı, bilişsel, patofizyolojik ve terapötik etkileri olabilir. 3- Uzm Dr. Emine ÇIĞIL FETTAHOĞLU Başlık: Pediatrik OKB’de bilişsel davranışçı tedavi Özet: Epidemiyolojik çalışmalar çocuk ve ergenlerin %1'inden fazlasında Obsesif Kompulsif Bozukluk (OKB) oldugunu göstermektedirler. Çocukluk çağında ortaya çıkan OKB çocuklarda sadece farklı alanlardaki işlevseliği olumsuz etkilemekle kalmaz ayrıca gelişim sürecine de zarar verir. Ayrıca tedavi edilmeyen OKB sıklıkla erişkinlikte de devam eder. Bu nedenle pediatrik OKB'nin etkili bir şekilde tedavi edilmesi oldukça önemlidir. Son yıllarda yapılan çalışmalar çocuk ve ergenlik dönemindeki OKB'de Bilişsel davranışçı terapinin (BDT) tek başına veya farmakolojik tedaviyle birlikte ilk seçenek yöntem olduğunu göstermiştir. Çocuk ve ergenlerde OKB tedavisindeki BDT uygulamalarına temel olan modeller, erişkinlerde etkili olduğu gösterilen modellerin bu popülasyona uyarlanmasıyla oluşturulmuştur ve hem davranışsal hem de bilişsel teknikleri ve açıklamaları içerirler. Çocuklarda bilişsel becerilerin henüz tam olarak gelişmemiş olması nedeniyle erişkinlerde önerilen bilişsel teorilerin bu yaş gruplarına tamamen uyarlanması mümkün olmayabilir. Genel olarak prensipler erişkinlerdekilerle aynı olmakla birlikte klinik pratikte bazı farklılıklar vardır. Herşeyden önemlisi çocuk ve ergenler "küçük yetişkinler" değildirler. Erişkinlere göre sözeleştirme becerilerinin kısıtlılığı, içgörünün azlığı, anlık ve haz odaklı bakış açıları, düşük engellenme eşikleri, başa çıkma becerilerindeki sınırlılık, eşlik eden ruhsal 27 26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 13-16 Nisan 2016/İZMİR bozuklukların farklılığı gibi gibi gelişimsel unsurlar tedavi uygulamalarını güçleştirebilirler. Ayrıca cocuklar içinde yaşadıkları okul ve aile ortamından bağımsız olarak ele alınamazlar. Bu nedenle tedavi programlarında çocuğun hayatındaki önemli diğer bireylerin de sürece katılmalarının sağlanması tedavinin etkinliğini arttırır. Bu nedenle çocuk ve ergenlerdeki BDT uygulamalarında gelişimsel özellikler (sözelleştirme becerileri, somut düşünme vb), aileye ait faktörler, yüksek komorbidite varlığı gibi unsurların her biri tedavinin planlanması aşamasında dikkatle ele alınmalıdır. 4- Doç Dr. CEM GÖKÇEN Başlık: Çocuklarda OKB'nin Tedavisinde BDT ve İlaçların Etkinliği Özet: Çocuklarda Obsesif-Kompulsif Bozukluk (OKB) prevelansı %1-2 oranında bildirilmektedir. Çocukluk çağının önemli bir ruhsal bozukluğu olan OKB’nin tedavisi son yıllarda giderek daha fazla dikkat çekmektedir. Bilişsel Davranışçı Terapi (BDT) hafif ve orta şiddetteki OKB olgularında ilk sıra tedavi olarak belirtilirken, orta-şiddetli OKB olgularında ise BDT’ye farmakoterapinin eklenmesi önerilmektedir. American Academy of Child and Adolescent Psychiatry (AACAP) uygulama kılavuzlarında da bu öneri desteklenmektedir. Farmakoterapi olarak önerilen ilk ilaç grubu da SSRI’lardır. Yapılan araştırmalarda hem farmakoterapinin hem de BDT’nin OKB ‘de etkin olduğu gösterilmiştir. Watson ve Rees’in yaptığı mataanaliz çalışmasında her iki tedavinin de OKB ‘de etkili olduğu ve BDT’nin farmakoterapiden daha fazla etki büyüklüğü olduğunu göstermiştir. 2004 yılında yapılan ‘The Pediatric OCD Treatment Study’ (POTS) çalışmasında da en etkili tedavi sonucunun SSRI+BDT kombinasyonunda alındığı, her iki tedavinin tek başına kullanılmasının birbirine üstünlüğü olmamasına rağmen plasebodan daha etkili oldukları bulunmuştur. P/16Çocuk Ve Ergenlerde İntiharin Epidemiyolojisi, Değerlendirilmesi Ve Psikoterapötik Müdahaleler Oturum Başkanı: Doç.Dr. Cem Gökçen Konuşmacı Bilgileri 1- Doç Dr. Murat Coşkun Başlık: Çocuk ve Ergenlerde intiharın Epidemiyolojisi ve Kültürlerarası Bir Karşılaştırma Özet: Gençlerde intihar davranışı önemli bir toplum sağlığı sorunu haline gelmiştir. Birçok ülkede genç intiharlarının özellikle 1990’ların başlarına kadar belirgin olarak arttığı ve intiharın genç popülasyonda önde gelen ölüm sebeplerinden biri olduğu bildirilmektedir (Dünya Sağlık Örgütü, 2002). Ülkemizde Türkiye İstatistik Kurumu’nun verilerine göre intihar 15-24 yaş arası grupta 28 26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 13-16 Nisan 2016/İZMİR 2.sıradaki ölüm nedenidir. Ayrıca intihar sıklığı da bu yaş grubunda belirgin artış göstermektedir. Türkiye’deki intihar hızlarının ortalaması Amerika ve birçok Avrupa ülkesine göre düşük olmasına rağmen intihar hızlarında süreğen bir artış olması dikkat çekicidir. Bu sunumda genel olarak Türkiye’de ve dünyada intihar ile ilgili epidemiyolojik bilgiler paylaşılacak ve Türkiye ve Amerika'da 1992-2004 yılları arasında 24 yaş altındaki tamamlanmış intihar oranları gerek her bir ülkenin kendi içindeki oranları gerekse de ülkeler arasındaki oranlar olarak karşılaştırılacak ve olası sebepler tartışılacaktır. 2- Doç Dr. Ayşe Kılınçaslan Başlık: Çocuk ve Ergenlerde intiharın Değerlendirilmesi Özet: Çocuk ve ergenlerde intihar riskinin değerlendirilmesi psikiyatrik görüşmenin çok önemli bir parçasıdır. İntihar düşüncesi olmayan birinde intihar ilgili sorular sormak intihar riskini artırmazken; bu düşünceye sahip olanda değerlendirme yapmayıp, farkına varmamak bu riski arttırabilir. Ayrıca önceki bir intihar girişimi sonrası güncel riskin değerlendirilmesi de önemli bir durumdur. İntihar riskinin değerlendirilmesi, risk faktörleri ve koruyucu faktörlerle beraber intihar davranışını işaret eden bulguların tamamının beraber gözden geçirilmesine dayanmaktadır. Kişinin geçmiş öyküsü, aktif intihar düşüncesinin varlığı, koruyucu faktörlere erişilebilirliği ve psikiyatrik öyküsü intihar riskinin şiddetini anlamaya yardımcı olur. Columbia- Suicide Severity Rating Scale (Columbia intihar şiddetini derecelendirme ölçeği; CSRS) intihar düşüncesi, düşüncelerin yoğunluğu, intihar davranışı ve gerçekleşmiş intiharları, bu girişimlerin ciddiyetini sorgulayan, intihar riskinin hızlı bir şekilde yarı yapılandırılmış bir görüşme formatında değerlendirilmesine imkan sağlayan bir araçtır (1). CSRS ergenlerde intihar riskinin değerlendirilmesinde hem klinik ortamda hem de araştırmalarda giderek daha fazla kullanılmaktadır. Bu sunumda genel klinik pratikte ve riskli olgularda intihar şiddetini değerlendirilmesi ve yakın zamanda ergenlerde geçerlilik ve güvenilirliğini değerlendirdiğimiz (2) Columbia- İntihar Şiddetini Derecelendirme Ölçeği ile ilgili bilgiler sunulacaktır. Kaynaklar: 1. Posner ve ark. The Columbia-suicide severity rating scale: Initial validity and internal consistency findings from three multisite studies with adolescents and adults. American Journal of Psychiatry. 2011; 168:1266–1277. 2. Güneş A, Kılınçaslan A, Eşkin M. Psychometric properties of the Turkish version of Columbia-Suicide Severıty Rating Scale among 12-18 year-old adolescents in Turkey. AACAP 62. Annual Meting, 2015 (Poster ID24036) 3- Prof Dr. Behiye Alyanak 29 26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 13-16 Nisan 2016/İZMİR Başlık: Çocuk ve Ergenlerde intihara Psikoterapötik Müdahale Özet: İntihar girişimi, ergenlik çağında sık rastlanan, tekrarlayıcı, yaşamı tehdit eden, önemli bir sağlık sorunudur ve tedavisi zordur. İntihar girişimi olgularında çocukluk çağında yaşanan travma ve olumsuz olaylar, dürtüsel-agresif kişilik özellikleri ve ailede intihar davranışı sıklığında artış bulunmaktadır. Aile ile ilişkili risk etkenleri, ebeveyn-çocuk ilişki ve iletişim güçlükleri, erken dönem bağlanma problemleri, algılanan ebeveyn bakımının düşük düzeyde olması, çocuk ve ergenlerin suisidal eylemlerinde özellikle önemlidir. Sistemik aile terapisi, ailenin kaynaklarının harekete geçmesini sağlayarak, aile içi ilişkiler, roller ve aile üyeleri arasındaki iletişim desenleri üzerinde çalışır. İntihar girişimi ve riskli davranışları olan ergenlerde Diyalektik davranış terapisi (DBT) altın standart terapi yöntemi olarak öne çıkmaktadır. DBT, ergenin bireysel terapisi yanı sıra anne ya da babasıyla birlikte psikoeğitsel beceri eğitimi grubuna katılımıyla ve düzenli ekip süpervizyonuyla yürütülmektedir. İntihar girişiminde bulunmuş bir çocuk ya da ergenle ‘Ölüm kapısından geçmiş olsaydın, şimdi nerede, ne durumda olurdun? Sen öldükten sonra evde hayat nasıl olurdu?’ sorularıyla inanç sistemini de harekete geçirecek şekilde sistemik çalışmamız önemlidir. Bu sunumda, DBT tekniği ve aile terapisi yaklaşımı çerçevesinde intihar girişiminde bulunmuş bir çocuk ya da ergenle nasıl çalışabileceğimiz tartışılacaktır. Kaynaklar: 1. Rathus J, Campbell B, Miller A, Smith H. Treatment Acceptability Study of Walking The Middle Path, a New DBT Skills Module for Adolescents and their Families. Am J Psychother. 2015;69(2):163-78. 2. Evans E, Hawton K, Rodham K. Suicidal phenomena and abuse in adolescents: a review of epidemiological studies. Child Abuse Negl. 2005;29:45–8. 3. Fergusson DM, Woodward L, Horwood LJ. Risk factors and life processes associated with the onset of suicidal behaviour during adolescence and early adulthood. Psychol Med. 2000;30:23–39. 4. Wright-Hughes A , Graham E, Farrin A, Collinson M ve ark. Self-Harm Intervention: Family Therapy (SHIFT), a study protocol for a randomised controlled trial of family therapy versus treatment as usual for young people seen after a second or subsequent episode of self-harm. Trials 2015;(4)16: 501. P/17 Toplumsal Olaylar, Travma ve Çocuk Oturum Başkanı: Doç Dr. Savaş Yılmaz 1- Doç Dr Özgür Can Başlık: Adli yönüyle toplumsal olaylar 30 26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 13-16 Nisan 2016/İZMİR 2- Uzm Dr. Damla Eyüboğlu Başlık: Tolumsal olayların Çocuk ve Ergen Psikiyatri Kliniğine Yansımaları 3- Uzm Dr. Murat Eyüboğlu Başlık: Çatışma Ortamında Hekimlik yapmak 4- Uzm Dr. Veysi Çeri Çocukluk Çağı Travmatik Yaşantıları ve Toplumsal Etkileri Toplumsal Olayların Çocuk ve Ergen Psikiyatri Kliniğine Yansımaları İster doğrudan ister dolaylı olsun, çocuklar, her zaman silahlı çatışmalardan ilk etkilenenlerdir. Savaşlarda tek bir travmatik olay yoktur. Silahlı çatışmalar, evleri yok eder, aileleri ayırır, toplulukları parçalar, insanlar arasında güveni kırar ve sağlık ve eğitim hizmetlerini bozar; çocukların yaşamlarının temeli zarar görür. Tüm bunların sonucunda da yaşanan terör eylemleri nedeniyle çocuklar fiziksel, ruhsal ve ahlaki yönden ileri derecede örselenmektedirler. Savaş ve çatışmaların olumsuz etkilerine doğrudan maruz kalan ya da tanık olan çocukların yoğun korku ve çaresizlik gibi psikolojik sıkıntılardan yakındıkları bilinmektedir. Bu korkular olayın tekrarlanacağına, yaralanmaya ya da ölüme, yalnız ve savunmasız kalmaya, yaptıkları yanlışlar nedeniyle cezalandırılmış olmaya ya da suçlanmaya ilişkin olabilir. Çatışma ortamında, yaş gruplarına göre farklı klinik belirtiler görülse de uluslar arası tanı sınıflamasına göre en sık gözlenen psikiyatrik tanılar Akut Stres Bozukluğu, Travma Sonrası Stres Bozukluğu, Depresyon ve Anksiyete Bozukluklarıdır. Türkiye'nin Güneydoğu Anadolu Bölgesi'nde yaklaşık 1 yıldır devam eden terör olayları çocuk ve ergenlerde bahsedilen klinik tanıların kronikleşmesine ve daha komplike bir şekle dönüşmesine yol açabilmekte ve psikiyatrik müdahaleyi kısıtlamakta hatta engellemektedir. Bu nedenle gerekli psikiyatrik müdahalelerin yapılması, aile ve okul ile işbirliği sağlanması, çocuk ve ergen için gerekli güvenli ortamın yeniden inşa edilmesi nesillerin sağlıklı bir biçimde devam etmesi için çok önemlidir. ÇATIŞMA ORTAMINDA HEKİMLİK Hekim olarak çatışma bölgesinde yaşarken zorlu koşullar ile karşı karşıya kalmaktayız. Özellikle ülkemizin Güneydoğu Anadolu Bölgesi'nde yaklaşık bir yıldır süregelen çatışmalar kişisel güvenlik ile ilgili kaygıların yaşanmasına neden olmaktadır. Güvenlik kaygısı hem bölgede yaşayan yerel halk hem de mesleğini icra eden hekimler arasında ortak bir biçimde yoğun olarak hissedilen bir duygu. Özellikle ilçelerde yoğunlaşan çatışmalara maruz kalan çocuk ve gençler maalesef bölgedeki sükunetin sağlanamaması nedeniyle düzenli olarak hekim kontrolüne getirilememektedir. Bu durum hem travmatik süreçlere maruz kalan çocukların tedavisini engellemekte hem de yaşanılan travmatik sürecin kronikleşmesine sebep olabilmektedir. Polikliniğimize getirilen çocuk ve gençler ile yaşanan zorlukları ele almak da birçok açıdan zor bir hal almaktadır. Ebeveynlerin de bu çatışma ortamında baş etme becerilerinin kısıtlı kalması, bölgedeki çatışma sürecinin devam etmesi, sağlık ve eğitim 31 26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 13-16 Nisan 2016/İZMİR sistemlerindeki aksaklıklar gibi faktörlerin bu sürecin daha da sancılı geçmesine yola açtığı söylenebilir. Bölgede yaşayan bir birey ve hekim olarak hissedilen kaygı ve çaresizlik duyguları, poliklinikte çocuk ve genç ile ilgili değerlendirmeyi ve tedavi planlamayı zorlaştırmaktadır. Bölgede yaşanan çatışmaların sona ermesi, ihtiyaca göre çocuk, ergen ve ailelerine yönelik bir müdahale planı oluşturulması sağlıklı nesillerin devamı için oldukça önemlidir. P/18 YEME BOZUKLUKLARI Oturum Başkanı: Doç. Dr. Sabri Hergüner Konuşmacı Bilgileri 1- Yard Doç Dr. Sevgi Özmen Başlık: BEBEKLERDE YEME VE YEDİRME BOZUKLUKLARI Özet: Bebek ve küçük çocukların %25-50'sinde beslenme sorunlarının bulunduğu tahmin edilmektedir. Yetersiz tartı alımına neden olan yeme reddi, kusma gibi şiddetli beslenme sorunlarının ise bebeklerin %1-2'sinde görüldüğü belirtilmiştir. Bebeklik döneminde yeme reddi olanların %70'inde, beslenme sorunlarının 4 yaşında da devam ettiği gözlenmiştir. Bu bebekler, çocuk psikiyatrisine genelde pediatri kliniklerinden yeme reddi, beslenme sırasında çatışma ve büyüme gelişme geriliği, beslenme esnasında dışsal uyaranlarla dikkatlerinde kolayca dağılma, besin reddi, katı gıdalara geçerken zorluk yaşama gibi belirtilerle başvururlar. Bebeklerde yeme bozukluklarının gelişiminde bebeğe, ebeveyne ve ebeveyn-bebek ilişkisine ait özellikler ile erken dönem beslenme davranışları önemli rol oynamaktadır. Bu oturumda yeme ve yedirme bozukluklarının etyolojisi ve tedavisi üzerinde durulacaktır. 2- Yard Doç Dr. Nilfer Şahin Başlık: YEME BOZUKLUKLARI VE TRAVMA SONRASI STRES BOZUKLUĞU Özet: Yeme bozukluğu olan olgularda psikiyatrik ek tanılara ve travma hikayesine sıklıkla rastlanmaktadır. Yeme bozukluklarına en sık majör depresyon, anksiyete bozuklukları ve kişilik bozuklukları tanıları eşlik etmekte olup yeme bozukluğu gelişiminde travmanının önemli bir yeri olduğu düşünülmektedir. Yapılan çalışmalarda cinsel kötüye kullanım, fiziksel, duygusal kötüye kullanım ve ihmalin yeme bozuklukları etyolojisinde yer aldığı gösterilmiştir. Travma hikayesine diğer yeme bozukluklarına göre bulimik hastalarda daha sık rastlanmaktadır. Epidemiyolojik çalışmalar Travma Sonrası Stres Bozukluğu ve yeme bozukluklarının sıklıkla birliktelik gösterdiğine işaret etmektedir. Klinik çalışmalarda travma hikayesi olan yeme bozukluğu olgularında tedavi başarısızlığı ve relaps oranlarının travma hikayesi olmayan yeme bozukluklu olgulara göre daha yüksek oranlarda olduğu gösterilmiştir. Bu sunumda Yeme Bozuklukları ve Travma Sonrası Stres Bozukluğu ilişkisine değinilecektir. 32 26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 13-16 Nisan 2016/İZMİR 3- Yard Doç Dr. Esra Demirci Başlık: YEME BOZUKLUKLARI VE EMOSYON REGÜLASYONU Özet: Yeme bozuklukları, oluşma nedenleri karmaşık, erken başlayan, uzun süre devam eden ve terapötik güçlüklerle tanımlanan ciddi bir hastalıktır. Birçok psikiyatrik, ailesel ve çevresel stres faktörü, yeme bozukluğu ile sonuçlanabilir.Bu bozuklukların henüz yeteri kadar tanınamaması, komorbidite sıklığı, fizik komplikasyonları ve mortalite oranının %15 civarında olması önemlerini vurgulamaktadır. Emosyon disregülasyon (duygu düzenlemede güçlük); duygulara ilişkin farkındalığın olmaması, duyguların kabul edilememesi, duyguların ifade edilmemesi, duygu ile başa çıkmada amaç odaklı davranışlara erişimde güçlük yaşanması ve dürtüsel davranışlarda bulunulması olarak tanımlanmaktadır. Duygu düzenleme ile psikopatoloji gün geçtikçe daha çok birlikte ele alınmaktadır. Başarılı duygu düzenleme; kaliteli ilişkiler, akademi ve iş alanlarında yüksek başarı ve çevrenin taleplerine uygun tepkiler verebilme ile ilişkilendirilmektedir. Bunun yanında, duygu düzenlemedeki güçlüklerin psikopatolojiyle de ilişkili olduğu düşünülmektedir. Yeme bozukluklarında da bireylerin baş etme becerileri negatif duygu durumları ile başa çıkmakta yetersizdir Bu bağlamda duygu düzenleme stratejileri ile yeme bozuklukları arasındaki ilişki ön plana çıkmaktadır. Dolayısıyla; bu sunumda yeme bozuklukları gelişimi ve emosyon regülasyon (duygu düzenleme) arasındaki ilişkinin irdelenmesi hedeflenmiştir. 4- Dr. Bedia İnce Taşdelen Başlık: YEME BOZUKLUKLARINDA TEDAVİ STRATEJİLERİ Özet: Yeme bozuklukları çocuk ve ergenlerde çok yönlü ele alınması gereken bir hastalık grubudur. Anoreksia ve bulimia hastaları için yapılandırılan tedavinin medikal, psikolojik, ailevi ve beslenme alışkanlıklarını içeren yönleri vardır. Bu sunumda yeme bozukluğu tanısı alan çocuk ve ergenlerde izlenmesi gereken tedavi stratejilerinden bahsedilecektir. P/19 Çocuk ve Ergenlere Yönelik Pozitif Psikoloji Temelli Uygulamalar Oturum Başkanı: Prof. Dr. Süleyman Doğan 1. Doç. Dr. Aslı Uz Baş Çocuk Ve Ergenlerde Pozitif Psikoloji Müdahalelerinin Etkililiği 2. Doç. Dr. Zeynep Cihangir Çankaya Çocuk Ve Ergenlerde Umudun Gelişimi ve Desteklenmesi 33 26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 13-16 Nisan 2016/İZMİR 3. Yrd. Doç. Dr. Öykü Özü Cengiz Çocuk Ve Ergenlerde Psikolojik İyi Oluşun Desteklenmesi P/20 ÇOCUK PSİKİYATRİSİ\'NDE UZMANLIK SONRASI EĞİTİM PROGRAMLARINA BİR ÖRNEK OLARAK “VAKA TOPLANTILARI”: İSTANBUL UYGULAMALARI Konuşmacı Bilgileri 1- Prof Dr. Yankı Yazgan, Prof Dr. Mücahit Öztürk Başlık: Oturum Başkanları Özet: Oturum Başkanları 2- Uzm Dr. Beril Taşkın, Uzm Dr. Sebla Gökçe, Uzm Dr. Yasemin Yulaf Başlık: ÇOCUK PSİKİYATRİSİ'NDE UZMANLIK SONRASI EĞİTİM PROGRAMLARINA BİR ÖRNEK OLARAK “VAKA TOPLANTILARI”: İSTANBUL UYGULAMALARI Özet: Panelde uzmanlık eğitimi sonrası devlet hastanelerinde veya serbest çalışan “YALNIZ” hekimlerin danışmak istedikleri vakaları tartışabildikleri ve eğitimlerinin devamını sağlayabildikleri bir toplantı ortamı olarak İstanbul uygulamasının süreci vaka örnekleri ile anlatılacaktır. 3- Prof Dr. Nahit Motovallı, Prof Dr. Bengi Semerci Başlık: Tartışmacılar Özet: Panelde uzmanlık eğitimi sonrası devlet hastanelerinde veya serbest çalışan “YALNIZ” hekimlerin danışmak istedikleri vakaları tartışabildikleri ve eğitimlerinin devamını sağlayabildikleri bir toplantı ortamı olarak İstanbul uygulamasının süreci vaka örnekleri ile anlatılacaktır. P/21 DEHB’nin Biyolojisi – Genetik Bulgulardan Hastalığa Ait Riskleri Anlamaya Oturum Başkanı: Prof. Dr. Bengi Semerci Prof Dr Sema Tanrıöver Kandil PROF. DR. BARBARA FRANKE P/22 Çocuk Sağlığı Paneli: Çocuk Hekimleri 34 26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 13-16 Nisan 2016/İZMİR Çocuk Psikiyatristlerinden Ne bekler? Oturum Başkanı: Prof. Dr. Hasan Özkan Uzm. Dr. Hayim Baruh Yoğun Hasta Gören Genel Pediatristler ÇP’den Ne Bekler? Prof. Dr. Hasan Tekgül Çocuk Nörologları ÇP’den Ne Bekler? Prof. Dr. Hasan Yüksel Çocuk Solunum ve Allerji Uzmanları ÇP’den Ne Bekler? P/23 Çocuk ve ergenlerde bilişsel davranışçı terapi uygulamaları Oturum Başkanı: Prof. Dr. Cihat Kagan Gürkan Konuşmacı Bilgileri 1- Doç Dr. Didem Behice Öztop Başlık: Madde bağımlılığında BDT yaklaşımları Özet: Çocuk ve ergenlerde madde kötüye kullanımı ve bağımlılığı giderek artmaktadır. Yıkıcı davranış bozukluğu olan çocuklarda özellikle ergenlik döneminde sigara ve madde kötüye kullanma riski vardır.Literatürde ölçek temelli çalışmalarda alkol ve diğer maddelerin bağımlılığında BDT’nin etkin bir yöntem olduğu gösterilmiştir. BDT yaklaşımları; bireysel ya da grup, tek başına ya da medikal tedavilerle kombine olarak uygulanabilmektedir. Madde bağımlılığının yanında eşlik eden diğer psikopatoloji durumlarında, gebelerde ve mahkumlarda BDT yaklaşımı değerlendirilmiştir. Uygulanan müdahaleler arasında tedavi motivasyonunu sağlama, acil durum yönetimi, nüks önleme, aileye yönelik yaklaşımlar sıralanabilir. Bu sunumda madde kötüye kullanımı/bağımlılığında çocuk/ergene yönelik ve aile ve soysal çevreyi kapsayan BDT temelli yaklaşımların sunulması planlanmıştır. 2- Dr. Börte Gürbüz Özgür Başlık: Dikkat eksikliği hiperaktivite bozukluğunda BDT yaklaşımları Özet: Dikkat eksikliği hiperaktivite bozukluğu (DEHB) olan çocuk ve ergenlerin hastalığın seyrinde düşük okul performansı, sınavlarda başarısızlık, okul değişikliği, aile ve arkadaşlar ile olan 35 26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 13-16 Nisan 2016/İZMİR anlaşmazlıklar, içe atım (anksiyete, depresyon gibi) ve dışa vurum (davranım problemleri, erken yaşta madde kullanımı) belirtileri geliştirme açısından yüksek risk altında olduğu bildirilmiştir. DEHB tedavi rehberleri medikal tedavinin yanı sıra davranışsal terapileri, aile ve okula yönelik müdahaleleri içermektedir. DEHB’in bilişsel modeli baz alınarak yapılan müdahaleler içerisinde kendini-değerlendirme, kendine yönergeler verme, öz-izlem, kendini pekiştirme gibi çeşitli teknikler vardır. Bilişsel-davranışsal müdahaleler; akademik performans, öfke yönetimi, sosyal yeterlilik, ilişkilendirme eğitimine odaklanmaktadır. Bu sunumda literatür ışığında DEHB’deki bilişsel-davranışsal modeller, davranışçı teknikler, ebeveynin tedaviye katılımı, okul-öğretmenler ile yapılacak davranışsal eğitimlere değinilecek ve bu konudaki bilimsel verilerin paylaşılması amaçlanmıştır. 3- Yard. Doç. Dr. Hatice Aksu Başlık: Davranım bozukluğunda BDT yaklaşımları Özet: Davranım Bozukluğu (DB) çocukluk çağında en sık görülen ruhsal hastalıklardan olması ve sıklıkla madde kullanımı ile ilgili bozukluklar, suç ve şiddet davranışları nedeni ile yasal sorunlara karışma eğilimleri nedeni ile erken çok sistemli tedavi girişimleri önemlidir. Bununla beraber DB tedavisinin çok zor olduğu akılda tutulmalıdır. DB tanısı alan çocukların tedavisinde BDT modellerinin ümit verici sonuçları bildirilmektedir. BDT ile DB olan çocuk ve gençlerin iletişim becerileri, öfke kontrolü, erken yaşam olaylarının neden olduğu bilişsel şemaların çalışılması ve sıklıkla davranım bozukluğuna katkı sunan aile-okul- iş çevresi ile risklerin belirlenmesisonrasında uygun tedavi stratejilerinin kararlaştırılması hedeflenmektedir. Bu sunumda DB tanısı alan çocuk ve gençlerde bilişsel-davranışsal modeller, davranışçı teknikler, ebeveyn ile yapılacak olumlu pekiştireç ve ceza yöntemlerinin kullanımı eğitimi, okul-öğretmenler ile yapılacak davranışsal eğitimlere değinilmesi ve konu ile ilgili bilimsel verilerin paylaşılması amaçlanmıştır. 4- Yard. Doç. Dr. Sevay Alşen Başlık: Depresyonda BDT yaklaşımları Özet: Bilişsel terapinin, depresif çocuk ve ergenlerin tedavisinde umut vaat ettiği gösterilmiştir (Brent&Birmaher; Clark ve ark.,1999). Bilişsel terapi, depresif çocuk ve ergenlerin kendileri, başkaları, çevreye ve geleceklerine dair olumsuz bakış açılarına meydan okuma yoluyla, daha doğru ve dengeli bir bakış açısı geliştirmelerini teşvik etmektedir. Tartışmaya girme, kardeşleri ile kavga etme veya büyüklerine tepki gösterme gibi davranışsal sorunları nedeniyle tedaviye yönlendirilen çocukların sık bir şekildeduygudurum rahatsızlıkları olabilmektedir. Yaşı küçük çocuklar, hissetliklerini kelimeye nasıl dökeceklerini bilmeyebilmekte veya böyle yapmaktan rahatsızlık duyabilmektedirler.Yaşı daha büyük olan çocuklar, rahatsızlık veren duygu ve inançlarını daha iyi tanımlayabilir, üzgün duygudurum ve öz eleştirici bilişlerini içeren daha tipik depresif belirtiler sergileyebilirler (Schwartz ve ark., 1998). Bu sunumun amacı, depresyonu olan çocuk ve ergenlerde bilişsel davranışçı terapinin komponentleri tanımlamak ve klinik uygulamaya nasıl geçirileceğini örneklendirerek bilgi vermektir. 36 26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 5- 13-16 Nisan 2016/İZMİR Uzm.Dr.Özlem Sürücü Başlık: Çocuk ve gençlerde sosyal kaygı BDT’si Özet: Sosyal Anksiyete (kaygı) Bozukluğu ya da sık kullanılan adıyla Sosyal Fobi bireyin başkaları tarafından olumsuz yargılanabileceği kaygısı, toplumsal ortamlarda mahcup ya da rezil olacağı düşüncesi ve bu konuda belirgin ve sürekli korku ve kaçınmanın olduğu bir kaygı bozukluğudur. Sosyal kaygı bozukluğu olan çocuklar ve gençler başkalarıyla etkileşimde bulunmalarını gerektiren ya da bir eylemi başkalarının yanında yapmaları gereken durumlardan korkarlar ve bunlardan olabildiğince kaçınmaya çalışırlar. Son yıllarda yapılan araştırmalar sosyal kaygı bozukluğunun başlangıcının çocukluk dönemine dayandığını göstermektedir. Bu sunumda sosyal kaygı bozukluğu tanısı almış olan çocukların ve gençlerin değerlendirme ve tedavisinde kullanılan bilişsel davranışçı teknikler ve sosyal kaygı bozukluğu tanısı almış olan bir gencin bilişsel davranışçı terapi süreci aktarılacaktır. P/24 Özgül Öğrenme Bozukluğu- Disleksi: Klinik ve Araştırma Süreçlerinde Yenilenmek Oturum Başkanı: Doç. Dr. Ömer Faruk Akça 1- Prof Dr. Nalan Babür Okuma gelişiminde etkin olan temel bilişsel ve dilsel süreçler: Fonetik farkındalık, Hızlı otomatik adlandırma ve İşler Bellek Gelişmiş toplumlarda okumayı öğrenme ve iyi bir okuyucu olma hem akademik hem de sosyal açıdan önemli bir yere sahiptir. Okumanın gelişimini anlamak, süreç içinde yaşanan güçlükleri belirlemek sadece bireyin yararına değil, aynı zamanda toplumu da yakından ilgilendiren bir olgudur. Okuma gelişiminde etkin olan bilişsel ve dilsel değişkenler, Batılı dillerde yaygın olarak araştırılmış ve bu değişkenler arasındaki ilişki, pek çok çalışma tarafından gösterilmiştir. Ses farkındalığı ve okumayı öğrenme arasındaki kuvvetli korelasyon, farklı gruplardan gelen öğrencilerle yapılan çalışmalarla gösterilmiştir. Okuma güçlüğü çeken çocuklarda, “ses farkındalığı” becerisi okulöncesi dönemden başlayarak, araştırmacılar tarafından önemli bir erken işaret olarak kabul edilmekte; okuma güçlüğü yaşayan çocuklarda en önemli belirleyici faktörlerden biri olarak gösterilmektedir. Aynı şekilde, 70’li yıllardan bu yana yapılan araştırmalar “hızlı otomatik isimlendirmenin” okuma gelişimindeki önemine ve etkisine sürekli olarak dikkat çekmektedir. Hızlı otomatik isimlendirme, özellikle Türkçe gibi fonetik dillerde, okuma gelişimini ya da okumadaki problemleri açıklayan çok önemli bir değişken olarak karşımıza çıkmaktadır. Fonolojik farkındalık ve hızlı otomatik isimlendirme üzerine yapılan araştırmalar, çocuğun sahip olduğu o anki okuma becerisini ve sonraki okuma gelişimini belirleme sürecinde, bu değişkenlerin önemli ve güçlü rollerine sürekli dikkat çekmektedirler. Bazı çalışmalar, hızlı otomatik isimlendirme ve işler belleği fonolojik süreçleme becerilerinin bir parçası olarak görmektedirler. Bu değişkenlerin birbirleriyle olan ilişkilerini ve okuma gelişimindeki rollerini açıklarken, araştırmalar farklı ve birbiriyle çelişkili sonuçlar yayınlamaktadırlar. Bu araştırmalar ışığında, sözü edilen değişkenlerin okuma ile ilişkileri incelenecek ve bulgular Türkçe okuma –yazma açısından tartışılacaktır. Gelişmiş toplumlarda okumayı öğrenme ve iyi bir okuyucu olma hem akademik hem de sosyal açıdan önemli bir yere sahiptir. Okumanın gelişimini anlamak, süreç içinde yaşanan güçlükleri belirlemek sadece bireyin yararına değil, aynı zamanda toplumu da yakından ilgilendiren bir olgudur. Okuma gelişiminde etkin olan bilişsel ve dilsel değişkenler, Batılı dillerde 37 26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 13-16 Nisan 2016/İZMİR yaygın olarak araştırılmış ve bu değişkenler arasındaki ilişki, pek çok çalışma tarafından gösterilmiştir. Ses farkındalığı ve okumayı öğrenme arasındaki kuvvetli korelasyon, farklı gruplardan gelen öğrencilerle yapılan çalışmalarla gösterilmiştir. Okuma güçlüğü çeken çocuklarda, “ses farkındalığı” becerisi okulöncesi dönemden başlayarak, araştırmacılar tarafından önemli bir erken işaret olarak kabul edilmekte; okuma güçlüğü yaşayan çocuklarda en önemli belirleyici faktörlerden biri olarak gösterilmektedir. Aynı şekilde, 70’li yıllardan bu yana yapılan araştırmalar “hızlı otomatik isimlendirmenin” okuma gelişimindeki önemine ve etkisine sürekli olarak dikkat çekmektedir. Hızlı otomatik isimlendirme, özellikle Türkçe gibi fonetik dillerde, okuma gelişimini ya da okumadaki problemleri açıklayan çok önemli bir değişken olarak karşımıza çıkmaktadır. Fonolojik farkındalık ve hızlı otomatik isimlendirme üzerine yapılan araştırmalar, çocuğun sahip olduğu o anki okuma becerisini ve sonraki okuma gelişimini belirleme sürecinde, bu değişkenlerin önemli ve güçlü rollerine sürekli dikkat çekmektedirler. Bazı çalışmalar, hızlı otomatik isimlendirme ve işler belleği fonolojik süreçleme becerilerinin bir parçası olarak görmektedirler. Bu değişkenlerin birbirleriyle olan ilişkilerini ve okuma gelişimindeki rollerini açıklarken, araştırmalar farklı ve birbiriyle çelişkili sonuçlar yayınlamaktadırlar. Bu araştırmalar ışığında, sözü edilen değişkenlerin okuma ile ilişkileri incelenecek ve bulgular Türkçe okuma –yazma açısından tartışılacaktır. Gelişmiş toplumlarda okumayı öğrenme ve iyi bir okuyucu olma hem akademik hem de sosyal açıdan önemli bir yere sahiptir. Okumanın gelişimini anlamak, süreç içinde yaşanan güçlükleri belirlemek sadece bireyin yararına değil, aynı zamanda toplumu da yakından ilgilendiren bir olgudur. Okuma gelişiminde etkin olan bilişsel ve dilsel değişkenler, Batılı dillerde yaygın olarak araştırılmış ve bu değişkenler arasındaki ilişki, pek çok çalışma tarafından gösterilmiştir. Ses farkındalığı ve okumayı öğrenme arasındaki kuvvetli korelasyon, farklı gruplardan gelen öğrencilerle yapılan çalışmalarla gösterilmiştir. Okuma güçlüğü çeken çocuklarda, “ses farkındalığı” becerisi okulöncesi dönemden başlayarak, araştırmacılar tarafından önemli bir erken işaret olarak kabul edilmekte; okuma güçlüğü yaşayan çocuklarda en önemli belirleyici faktörlerden biri olarak gösterilmektedir. Aynı şekilde, 70’li yıllardan bu yana yapılan araştırmalar “hızlı otomatik isimlendirmenin” okuma gelişimindeki önemine ve etkisine sürekli olarak dikkat çekmektedir. Hızlı otomatik isimlendirme, özellikle Türkçe gibi fonetik dillerde, okuma gelişimini ya da okumadaki problemleri açıklayan çok önemli bir değişken olarak karşımıza çıkmaktadır. Fonolojik farkındalık ve hızlı otomatik isimlendirme üzerine yapılan araştırmalar, çocuğun sahip olduğu o anki okuma becerisini ve sonraki okuma gelişimini belirleme sürecinde, bu değişkenlerin önemli ve güçlü rollerine sürekli dikkat çekmektedirler. Bazı çalışmalar, hızlı otomatik isimlendirme ve işler belleği fonolojik süreçleme becerilerinin bir parçası olarak görmektedirler. Bu değişkenlerin birbirleriyle olan ilişkilerini ve okuma gelişimindeki rollerini açıklarken, araştırmalar farklı ve birbiriyle çelişkili sonuçlar yayınlamaktadırlar. Bu araştırmalar ışığında, sözü edilen değişkenlerin okuma ile ilişkileri incelenecek ve bulgular Türkçe okuma –yazma açısından tartışılacaktır. Gelişmiş toplumlarda okumayı öğrenme ve iyi bir okuyucu olma hem akademik hem de sosyal açıdan önemli bir yere sahiptir. Okumanın gelişimini anlamak, süreç içinde yaşanan güçlükleri belirlemek sadece bireyin yararına değil, aynı zamanda toplumu da yakından ilgilendiren bir olgudur. Okuma gelişiminde etkin olan bilişsel ve dilsel değişkenler, Batılı dillerde yaygın olarak araştırılmış ve bu değişkenler arasındaki ilişki, pek çok çalışma tarafından gösterilmiştir. Ses farkındalığı ve okumayı öğrenme arasındaki kuvvetli korelasyon, farklı gruplardan gelen öğrencilerle yapılan çalışmalarla gösterilmiştir. Okuma güçlüğü çeken çocuklarda, “ses farkındalığı” becerisi okulöncesi dönemden başlayarak, araştırmacılar tarafından önemli bir erken işaret olarak kabul edilmekte; okuma güçlüğü yaşayan çocuklarda en önemli belirleyici faktörlerden biri olarak 38 26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 13-16 Nisan 2016/İZMİR gösterilmektedir. Aynı şekilde, 70’li yıllardan bu yana yapılan araştırmalar “hızlı otomatik isimlendirmenin” okuma gelişimindeki önemine ve etkisine sürekli olarak dikkat çekmektedir. Hızlı otomatik isimlendirme, özellikle Türkçe gibi fonetik dillerde, okuma gelişimini ya da okumadaki problemleri açıklayan çok önemli bir değişken olarak karşımıza çıkmaktadır. Fonolojik farkındalık ve hızlı otomatik isimlendirme üzerine yapılan araştırmalar, çocuğun sahip olduğu o anki okuma becerisini ve sonraki okuma gelişimini belirleme sürecinde, bu değişkenlerin önemli ve güçlü rollerine sürekli dikkat çekmektedirler. Bazı çalışmalar, hızlı otomatik isimlendirme ve işler belleği fonolojik süreçleme becerilerinin bir parçası olarak görmektedirler. Bu değişkenlerin birbirleriyle olan ilişkilerini ve okuma gelişimindeki rollerini açıklarken, araştırmalar farklı ve birbiriyle çelişkili sonuçlar yayınlamaktadırlar. Bu araştırmalar ışığında, sözü edilen değişkenlerin okuma ile ilişkileri incelenecek ve bulgular Türkçe okuma –yazma açısından tartışılacaktır. Gelişmiş toplumlarda okumayı öğrenme ve iyi bir okuyucu olma hem akademik hem de sosyal açıdan önemli bir yere sahiptir. Okumanın gelişimini anlamak, süreç içinde yaşanan güçlükleri belirlemek sadece bireyin yararına değil, aynı zamanda toplumu da yakından ilgilendiren bir olgudur. Okuma gelişiminde etkin olan bilişsel ve dilsel değişkenler, Batılı dillerde yaygın olarak araştırılmış ve bu değişkenler arasındaki ilişki, pek çok çalışma tarafından gösterilmiştir. Ses farkındalığı ve okumayı öğrenme arasındaki kuvvetli korelasyon, farklı gruplardan gelen öğrencilerle yapılan çalışmalarla gösterilmiştir. Okuma güçlüğü çeken çocuklarda, “ses farkındalığı” becerisi okulöncesi dönemden başlayarak, araştırmacılar tarafından önemli bir erken işaret olarak kabul edilmekte; okuma güçlüğü yaşayan çocuklarda en önemli belirleyici faktörlerden biri olarak gösterilmektedir. Aynı şekilde, 70’li yıllardan bu yana yapılan araştırmalar “hızlı otomatik isimlendirmenin” okuma gelişimindeki önemine ve etkisine sürekli olarak dikkat çekmektedir. Hızlı otomatik isimlendirme, özellikle Türkçe gibi fonetik dillerde, okuma gelişimini ya da okumadaki problemleri açıklayan çok önemli bir değişken olarak karşımıza çıkmaktadır. Fonolojik farkındalık ve hızlı otomatik isimlendirme üzerine yapılan araştırmalar, çocuğun sahip olduğu o anki okuma becerisini ve sonraki okuma gelişimini belirleme sürecinde, bu değişkenlerin önemli ve güçlü rollerine sürekli dikkat çekmektedirler. Bazı çalışmalar, hızlı otomatik isimlendirme ve işler belleği fonolojik süreçleme becerilerinin bir parçası olarak görmektedirler. Bu değişkenlerin birbirleriyle olan ilişkilerini ve okuma gelişimindeki rollerini açıklarken, araştırmalar farklı ve birbiriyle çelişkili sonuçlar yayınlamaktadırlar. Bu araştırmalar ışığında, sözü edilen değişkenlerin okuma ile ilişkileri incelenecek ve bulgular Türkçe okuma –yazma açısından tartışılacaktır. 2- Doç Dr. Sennur Zaimoğlu DisleksideFonolojik Farkındalık-, Çifte- ve Çoğul-Kusur hipotezleribağlamında klinik ve araştırma pratiğimize eleştiriler ve öneriler Gelişimsel Disleksi (GD) tanımı, klinik özellikleri (alt tipleri, binişik durumları, gidişi vb.) ve fizyopatolojisi yönünden halen araştırılan nörogelişimsel bir bozukluktur. Çocuk psikiyatrisi poliklinik başvurularında önemli bir yer tutmasına karşın Dikkat Eksikliği HiperaktiviteBozukluğu (DEHB) kadar hakim olamadığımız klinik, eğitsel ve psikososyal yönleri ile yeterince ele alamadığımız bir tanı grubu olarak değerlendirilebilir. Disleksiyi anlamak için önerilen bilişimsel modeller araştırma süreçlerinde test edilmekte ve geliştirilmektedir. Fonolojik teori, geliştirilen ilk hipotezdir.Dislektik bireylerde konuşma seslerinin tasarımı, depolanması ve erişim sağlanıp işleme tabi tutulmasında sorun olduğu verisine dayanır. Halen özellikle İngilizce gibi opak dilleri inceleyen araştırmacılarFonolojik teorinin 39 26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 13-16 Nisan 2016/İZMİR merkezi ve nedensel bir role sahip olduğu konusunda fikir birliği içindedirler.Çifte-kusur hipotezi okuma etkinliğinde fonolojik farkındalığın yanısıra onun kadar önemli olan bir yetinin, hızlı otomatik adlandırma yetisininönemli olduğunu vurgular. Bu hipoteze göre fonolojik farkındalık ve hızlı otomatik adlandırma yetileriİkili Güzergah(Dual Route) modelinde karşılık bulur.Kelimeler ya tümden fonolojik koda çevrilir ya da kelime tanıdık hale gelmemişse, birimsel bir süreç işler ve harfler seri olarak fonemlere çevrilir. Uydurma kelimelerin (pseudoword-nonword) okunmasında birimsel süreç işlerken, düzensiz kelimelerin okunmasına ait performans bütüncül olarak kelimelerin tanınmasını sağlayan işlemlerin test edilmesinde kullanılır. Bu model tarihsel olarak lezyonlu hastaların performansını tanımlamak için önerilmiştir. GD olgularının profillerinin değerlendirilmesine uyarlanan model üç farklı okuma profilini ortaya koymuştur. Her iki güzergahta da sorun varsa tipik gelişen çocukların profiline benzeyen “gecikmiş okuma” grubundan söz edilir. İkinci ve üçüncü alt gruplar fonolojik ve yüzeysel okuma bozukluklarıdır. Çoğul-Kusur hipotezi, mevcut modellerin okuma etkinliğindeki değişimi açıklamada yetersiz kalmaları üzerine anlam kazanmaktadır. Genetik ve çevresel etyolojik risk etkenlerinin (bozukluğa yatkınlığı artırıcı yada koruyucu) etkileşimi sonucunda nöral ve bilişsel sistemler şekillenir ve davranışsal belirtiler ortaya çıkar. Fonolojik farkındalık ve Hızlı Otomatik Adlandırma yetilerinin yanısıra, işlem yapma hızı, Performans IQ, çalışma belleği, görsel dikkat ve görsel bilginin işlenmesindeki bazı bileşenlerin bu sürece olumlu ya da olumsuz katkıları olduğunu vurgular. Türkçe gibi şeffaf olan dillerdedisleksi tanımında, okuma hızının doğruluktan daha önemli olduğu, fonetik farkındalığın opak dillere göre daha az değişimi açıklayabileceği gibiöne sürülen pek çok hipotez vardır. Bu hipotezlerin diğer Avrupa dilleri ile karşılaştırmalı çalışılması için gerekli değerlendirme araçlarının geliştirilmesi gerekmektedir. Bu alandaki çalışmalar konuşma, dildeğerlendirmelerinide (TEDİL, TODİL ve fonetik farkındalık testleri gibi araçlar) içermelidir.Avrupanın en şeffaf dili olan Türçededisleksi olgularının profilini mevcut hipotezler bağlamında (ya da yeni hipotezler üreterek) tanımlayabilirsek, klinik verilerimizi zenginleştirebiliriz, eğitsel süreçlere katkımız artar ve alanda gerçek anlamda ekip olarak çalışabiliriz. 3- Uzm Dr Betül Mazlum DisleksininNörobiyolojisi Okuma, kompleks ve yavaş öğrenilen bir beceridir. Okumanın öğrenilmesinde dile ilişkin, görsel, bilişsel ve dikkatle ilişkili birçok süreç önem kazanır, bu süreçlerin sağlıklı entegrasyonu ile okuma başarılır. Okumanın öğrenilmesinde ilk aşamada kelimeyi oluşturan görsel semboller (harfler) ile onların temsil ettiği dile ilişkin sesler (fonemler) arasındaki kodun çözümlenmesi esastır. Yani ilk olarak dorsal fonolojik yolak aracılığı ile fonem-grafemharitalaması öğrenilir. Dorsal yolak işlevselliğinde posteriorsuperiortemporalgirus, angulargirus ve supramarginalgirusu içeren temporoparietal bölge ve Broca Alanı’nın opercular kısmı rol oynar. Okumayı henüz tam sökmemiş çocuğun fonem-grafem haritalamasını öğrenmeye başladığı sırada fusiformgirusun yanında bulunan görsel kelime alanında (visualword form area, VWFA) da yazıya duyarlılık ortaya çıkmaya başlar. Görsel kelime alanı ventralortografik yolağa ait bir bölgedir ve bu bölgenin middle ve inferiortemporalgiruslarınposterior kısımlarında yerleştiği düşünülen semantik alanlar ve inferiorfrontalgirusuntriangular kısmı ile birlikte aktive olması okumaya ilişkin direk leksikosemantik yolağın oluşmasını sağlar. Bu sayede kelimelerin şeklinden anlama giden kestirme bir yol oluşmuş olur. Okuma becerisini tam olarak kazanmış bireylerde her iki yolak da işlevseldir ve birbirlerini 40 26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 13-16 Nisan 2016/İZMİR tamamlarlar. Disleksisi olan bireyler ile yapılan fonksiyonel görüntüleme çalışmalarında normallerle kıyaslandığında parietotemporal bölge, inferiorfrontalgirus ve oksipitotemporal bölgede olan aktivasyon değişiklikleri ön plandadır. Çocuk ve erişkin disleksi hastalarında sıklıkla sol temporal, parietal ve VWFA’daki aktivasyonda azalma izlenirken, çalışmalarda tutarlı olarak gösterilmese de bu hastalarda sol inferiorfrontal ve bazı sağ hemisfer bölgelerinde de artmış aktivasyon gösterilmektedir. Ancak fMRI çalışmalarından elde edilen verilerin aktivasyon temelli analizleri, beyin bölgeleri arasındaki etkileşimi incelemediğinden disleksininnörobiyolojik temelleri üzerine yeterince bilgi vermemektedir. Yakın zamanda Finn ve arkadaşları (2014) disleksi üzerine yapılan ilk tüm beyin fonksiyonel bağlantı çalışmasının sonuçlarını yayınlamışlardır ve bu çalışma sağlıklı kontrollerle kıyaslandığında genç ve erişkin disleksi hastalarının beyinlerinde bazı önemli farklılıklara işaret etmektedir. Bu çalışmaya göre: 1-Görme yolağı boyunca olan bağlantısallık ile görme alanları ile prefrontal bölgeler arasında olan bağlantısallıkdisleksi hastalarında bozulmuştur. Görme alanları ile prefrontal bölgeler arasındaki bağlantının görsel uyarana verilen dikkatteki önemi akla geldiğinde bu sonuç dislekside görsel dikkatin bozulduğuna dair çalışma sonuçları ile de uyumludur. 2-Disleksisi olan bireylerin gelişimsel süreç içinde dili sol hemisferelateralize etmede kontrollere kıyasla daha yavaş oldukları ortaya çıkmıştır. Bu lateralizasyon farkı bireyler 20 yaşına geldiğinde her ne kadar azalsa da yine de sebat etmiştir. 3-Disleksik bireylerde posteriorcingulatecortex (pCC) diğer defaultmode network alanları ve medialprefrontal korteks alanları ile daha iyi senkronize çalışırken normal okuyanlarda pCC ile diğer görsel assosiyasyon alanları arasında daha fazla senkronizasyon izlenmiştir. Bu durumda normal okuyan bireylerde görsel materyal üzerine olan kognitif kontrolün daha iyi olduğu öne sürülmüştür. 4-VWFA ile olan bağlantıların erişkin dislektik hastalarda azaldığı görülmüştür. VWFA’ye ilişkin bağlantısallık çocuk dislektiklerde normallerden belirgin bir farklılık içermezken bu fark erişkinlik döneminde artar. Normal okuyanlarda VWFA’nınbilateralektrastriat korteksler, sol inferiorfrontalgirus ve sol medialprefrontal korteks ile başarılı bir şekilde bağlantısallık gösterdiği görülmüştür. Dislektik bireylerde ise VWFA’nın bağlantılar oluşturabildiği ama bunun normal okuyan bireylerdekinden farklılıklar gösterdiği görülmüştür. 5-Erişkin disleksik bireylerde sol inferiorfrontalgirusa olan bağlantısallığın artmış olması da bu bireylerde görmeye dayalı daha hızlı okuma stratejilerine geçişten ziyade hala çaba gerektiren fonolojik temelli stratejilerinin devrede olduğu yönünde yorumlanmıştır. Sonuç olarak bu çalışma ile de belirgin olarak gösterilmiştir ki beyindeki bağlantısallık normal okuyan ve dislektik bireyler arasında hem çocukluk hem de genç erişkinlik dönemlerinde tüm beyine yayılacak şekilde belirgin farklılıklar göstermektedir. 4-Doç Dr. Işık Görker Özgül Öğrenme Bozukluğu’nda Yaygınlık, Eştanı ve Genetik Etyolojiye Yönelik Bulgular: Trakya Örneklemi Özgül Öğrenme Bozukluğu (ÖÖB), Ruhsal Bozuklukların Tanısal ve Sayımsal El Kitabı Beşinci Baskısında (DSM-5), çocukta eğitsel becerilerinin, standart ölçümler ve kapsamlı klinik değerlendirmeyle doğrulandığı üzere, kronolojik yaşa göre beklenilenin önemli ölçüde ve ölçülebilir derece altında olduğu ve bu durumun okul ya da iş ile ilgili başarıyı ve günlük yaşam aktivitelerini belirgin düzeyde etkilediği bir bozukluktur. Sıklığı ve yaygınlığı, araştırılan örneklemin büyüklüğüne ve çalışmaya alınma kriterlerine bağlı olarak birçok çalışmada farklı oranlarda belirtilmiştir. Bu nedenle 2013-2014 eğitim-öğretim yılı bahar döneminde Edirne il merkezindeki ilköğretim okullarında 41 26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 13-16 Nisan 2016/İZMİR öğrenim gören öğrencilerde olası ÖÖB’nin yaygınlığının değerlendirilmesi amaçlanmış, ayrıca bu öğrencilerin sosyodemografik özellikleri, ÖÖB alt tiplerinin demografik özellikleri, cinsiyet ve yaş değişkenleri arasındaki ilişkiler incelenmiştir. Değerlendirmeye alınan ve %13.6 oranında ÖÖB bulguları saptanan 2174 öğrencide cinsiyete göre ÖÖB, erkeklerde %17, kızlarda %10.4 oranında bulunmuş olup, kız ve erkek çocuklar arasında istatistiksel yönden anlamlı bir fark bulunmuştur. ÖÖB’de eşlik eden psikiyatrik bozukluklar, yapılan çalışmaların yöntemine, ele alınan örneklemin büyüklüğüne ve çeşitliliğine göre değişmektedir. Ancak birliktelik gösteren psikiyatrik bozukluklar oldukça sık bildirilmektedir. Epidemiyolojik araştırmalarda birliktelik oranı %30 iken, klinik çalışmalarda %66.2 olarak bulunmuştur. Anabilim Dalı’mıza Ocak-Haziran 2015 tarihleri arasında ÖÖB tanılı 6-15 yaş grubu 80 olguda eşlik eden psikiyatrik bozuklukların araştırıldığı tez çalışmamızda, olguların %92.5’inde eşlik eden bir psikiyatrik bozukluk bulunmuştur. En sık görülen psikiyatrik eş tanı dikkat eksikliği ve hiperaktivite bozukluğu (%82.3) olup, bunu özgül fobi (%46.3), karşıt olma karşı gelme bozukluğu (%26.3), enürezis (%25) ve tik bozukluğu (%22.5) izlemektedir. ÖÖB’ye dikkat eksikliği ve hiperaktivite bozukluğunun eşlik ettiği olgularda daha sık psikiyatrik eştanı bulunmuştur. Etyolojisine yönelik yapılan gen ekspresyon çalışmaları ve ÖÖB olan bireylerle yapılan çalışmalar, nörogenez, nöromigrasyon ve son dönemlerde siliyer biyogenez ile ilişkili bazı aday genlerin belirlenmesini sağlamıştır. Bazı yatkınlık genlerindeki tek nokta polimorfizmlerinin ÖÖB ile ilişkili olabileceği öngörülmüştür. Bu öngörüden yola çıkarak hipotezi oluşturulan ve yürütülmekte olan tez çalışmamızda, Anabilim Dalı’mızda değerlendirilen ve ÖÖB tanısı alan 100 olgu ve sağlıklı kontrollerde ÖÖB ile ilişkili olabileceği düşünülen bazı polimorfizmlerin sıklıklarının araştırılması amaçlanmıştır. Bu polimorfizmler genotiplenerek iki gruptaki frekansların karşılaştırılması sonrası belirlenen ön bulgular paylaşılacaktır. Çalışmamız, bu polimorfizmlerin ÖÖB’deki olası rolüne ilişkin ülkemizde yapılan ilk çalışmadır. P/25 Duyguların Gelişimi Oturum Başkanı: Doç Dr. Ayşegül Yolga Tahiroğlu Konuşmacı Bilgileri 1- Doç Dr. Ayşegül Yolga Tahiroğlu Başlık: Duygusal Zeka 2- Doç Dr. Burak Doğangün Başlık: Duguların Dili Özet: Dil ya da “anadil” insanoğlunun düşüncelerini ifade etmede en önemli yol olarak bilinmekle birlikte, düşünceyi oluşturanların temelinde duyguların ya da duyumsamaların olduğunu vurgulamak önemlidir. Birçok “sembol” ile iletişimi sağlayan dilin oluşumu bebeğin ilk dönemindeki olumlu ve olumsuz yaşantılarına dayanır. Bion, düşüncenin gelişimini açıklarken, bebeğin bilmediği duyumsamaların anne tarafından tercüme edildiğini alfa ve beta kavramlarıyla anlatırken kuramında küçük bir dil oyunu yapıp bunu “alfabetizasyon” olarak tanımlar. MelanieKlein ise sembol oluşumundan söz ederken “nesne yokluğuyla var olur” der. Başka deyişle, bebeğin omnipotanstan çıkıp ötekini yani nesneyi hayal edebilmesinin yolu uygun dozdaki früstrasyonlardan geçer. Nesne önce 42 26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 13-16 Nisan 2016/İZMİR kabul sonra hayal edilir ve fiziksel olarak var olmasa da onu tanımlayacak semboller ile tanımlanır. Nesneyi (gerek ruhsal bağlantı figürü olarak gerekse somut anlamda) tanımlayan kelimeler (ANA)dili, dil iletişimi iletişim duyguları oluşturan bir döngü oluşturur... &Günümüzde teknolojinin ilerlemesiyle birlikte iletişimdeki kolaylık yadsınamayacak kadar kolaylaşmıştır. Z kuşağı olarak adlandırılan 2000 yılı sonrasında doğan çocukların ise adeta teknolojinin içine doğduğu söylenebilir. Bu durumun getirdiği iletişimdeki kolaylık ya da avantaj gibi görünen durum, duygu ve duyguların ifadesinin fakirleşmesi gibi bir çelişkiyi de beraberinde getirmiş olup adeta dil tembelliğini başka bir ifadeyle sembol fakirliğini de beraberinde getirmektedir. &BU KNŞMDA DİL VE SMBL OLŞMU VE BNU ETKLYN FKTRLRN ÇCCĞN RHSAL GLŞMİ ÜZRNDKİ ETKLRİNİN TRTŞLMSI HDFLNMKTDR (:-)) 3- Yard. Doç Dr. Serhat Nasıroğlu Başlık: Teknolojinin İnsan Güdüleri Üzerine Etkisi Özet: 1900 yılların başlangıcında sinemada ilk filmler gösterime girdiğinde bu teknolojik devrimin sadece eğlence amaçlı değil aynı zamanda eğitim, iş hayatı ya da toplumsal sosyolojik düzenimizi değiştirebileceğini çok az insan fark etmişti. Günümüzde sosyal medya aracılığıyla ya da bilgisayar oyunlarıyla bu sisteminde dışına çıkılıp sanal bir dünya yaratılmaya başlandığını fark ediyoruz.0-2 ayda gördüğümüz bebeklik otizmi gibi çocuk ergen ve yetişkinlerde de bu anlamda bir farklı bir evrende yaşama durumuna geçildiğini görmekteyiz. Sosyal medya ise bazen yasal sınırlarının net olmaması normal şartlarda yeni tanıştığımız insanlara yönelik yapılmasının ego ve süperego tarafından baskılanan eylemlerin sanal ortamda açığa çıkması ve id’in baskın geldiği bir davranış kalıbının geliştğini görmekteyiz. Sağlıklı ruhsal bir gelişim ve yasal sorunlarla karşılaşmamak adına yeni gelişen sosyal ortamda ve bilgisayar dünyasında çocuk ruh sağlığının korunması amacıyla akıllı teknolojik kullanımın ailelere ve çocuklara anlatılması gerekmektedir. 4- Uzm Dr. İrem Damla ÇİMEN Başlık: Ergenlerde Siber Zorbalık Özet: Özellikle 2000’li yıllardan itibaren bilgi ve iletişim teknolojilerinin gelişip yaygınlaşması, bu gelişmelere paralel olarak da teknolojik aletlerin çocukların ve ergenlerin akranlarıyla olan iletişimlerinin vazgeçilmez bir parçası haline gelmesi ile yeni bir zorbalık türünün tanımlanmasına ihtiyaç duyulmuştur. Siber veya sanal zorbalık, internet zorbalığı, internet saldırganlığı, internet tacizi, elektronik zorbalık gibi farklı isimler kullanılmaktadır Siber zorbalık bir birey veya grubun, kötü niyetle ve tekrarlayan biçimde bilgi ve iletişim teknolojilerini diğer bireylere zarar vermek amacıyla kullanması olarak tanımlanmaktadır. Siber zorbalık, ergenler sıklıkla e-posta, sms, akıllı telefon uygulamaları, sohbet odaları, bloglar, forumlar ve sosyal ağlar aracılığıyla gerçekleşmektedir. Siber zorbalığın sıklığı ile ilgili fikir birliği olmamakla birlikte farklı ülkelerde siber zorbalıkla ilgili yapılan çalışmalar incelendiğinde siber zorbalığın yaygın bir sorun olduğu bildirilmiştir Siber zorbalık, çok yönlü bir problem olması nedeniyle disiplinler arası bir anlayışla ele alınması gerekmektedir. 43 26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 13-16 Nisan 2016/İZMİR Türkiye’de siber zorbalık davranışlarını önleme ve siber mağdur öğrencilerin yaşadıkları problemlerin giderilmesine yönelik henüz müdahale programlarının geliştirilmediği görülmektedir. Bu tür müdahale programlarının geliştirilmesi siber zorbalık davranışlarının önlenmesine ve siber zorbalık mağdurlarının yaşamış oldukları problemlerin azaltılmasına katkı sağlayacaktır. P/26 Ergenlerde Mentalizasyon Temelli Terapiler Oturum Başkanı: Prof Dr. Füsun Çetin Çuhadaroğlu, Prof Dr. Aynur Akay PROF. DR. EFRAIN BLEIBERG P/27 Çocuk ve Ergenlerde Madde Kullanımına Çok Yönlü Bakış Oturum Başkanı: Doç Dr Gül Karaçetin 1-Uzm Dr. Ali Güven KILIÇOĞLU Bağımlılığın Nörobiyolojisi Bağımlılık, madde kullanıcısının beyninde yapısal ve nörokimyasal değişikliklere bağlı olarak istemli madde kullanma davranışının zorlantılı madde kullanma davranışına dönüşmesi biçiminde sonuçlanan bir psikiyatrik bozukluk olarak tanımlanabilir. Bağımlılık yapıcı maddelerin ortak özelliği kendi alımlarının pekiştirici etkide bulunmalarıdır Beyindeki ödül sistemi üzerindeki etkileri maddenin keyif verici özelliğine ve kişinin tekrar tekrar kullanarak bağımlı olmasına neden olur. Birçok madde beynin doğal ödül sistemlerini bypass ederek dopamin salınımına neden olur. Madde alımıyla akut etki olarak Dopamin salınımı ile ödül sisteminin aktivasyonu (Motivasyon, haz, öğrenme). Serotoninde artma/azalma, Norepinefrinde artma, GABA ve Glutamatta değişiklik ve Endorfinlerde artış görülür. Ardından uzun süreli maruziyet sonucunda beyinde nöroadaptasyon gelişir. Bu nöroadaptasyon süreci uyum-duyarsızlaşma (Maddenin tekrar kullanımında etkinin artması ve aşerme ile yeniden madde alımı) ve karşı uyumla (Maddenin tekrarlı kullanımlarında ödül sisteminin etkinliğinin azalması, Madde yoksunluğunda ise N. Akkumbenste DA azalması, CRF ve HPA aktivasyonu) devam eder. 2-Doç Dr. Gül KARAÇETİN Madde Kullanım Bozukluğu ve Eşlik Eden Tanılar Madde kullanım bozuklukları ile başka psikiyatrik bozuklukların bir arada görülmesi klinik örneklemde oldukça sıktır. Madde kullanım bozukluğu olan çocuklarda psikiyatrik eş tanı prevelansının %76’lara kadar çıktığını belirten çalışmalar vardır (Methods for the Epidemiology of Child and Adolescent Mental Disorders). Çocuk ve ergenlerde madde kullanım bozukluğuyla sık görülen komorbid durumlar olarak; yıkıcı davranım bozuklukları, duygudurum bozuklukları, anksiyete bozuklukları ve bu çocukların riskli davranışları nedeniyle riski artan post travmatik stres bozukluğu sık görülmekte olup bu sunumda bu eş tanılardan bahsedilmesi planlanmaktadır. 44 26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 13-16 Nisan 2016/İZMİR 3-Uzm Dr. Arzu ÇİFTÇİ DEMİRCİ Madde Kullanım Bozukluğunun önlenmesinde ve tedavisinde ailenin rolü Alkol-madde kullanımı tüm dünyada ve Türkiye de halk sağlığı problemi olarak kabul edilmektedir. Kullanım gittikçe artmakta ve ciddi psikososyal sorunlar yaratarak en başta bireyi sonrasında ailesini ve içinde yaşadığı toplumu etkilemektedir. En fazla etkilenen ve tehdit altında olan grup ergenler ve genç erişkinlerdir. Bağımlılık geliştikten sonra tedavi ciddi ekip gerektiren oldukça maliyetli ve yorucudur. Tüm dünyada öncelikli olarak önleme faaliyetlerine ağırlık verilmiştir. Gerek önlemede, alkol madde kullanımından korumada gerekse tedavide edinilen tecrübeler en önemli faktörün aile olduğunu ortaya koymaktadır. Risk faktörlerine bakıldığında direkt ya da dolaylı olarak faktörlerin çoğunun aile ilişkili olduğu görülmektedir. Alkol madde kullanımında belirleyici faktörler; etkin ebeveynlik, ailenin sorun çözme becerisi, monitörizasyon ve sıcak ilişki olarak bulunmuştur. Tedavide ise aile temelli yaklaşımların diğer yaklaşımlara göre daha başarılı olduğu zaman içinde anlaşılmıştır. Aile temelli yaklaşımların temel prensibi madde kulanım bozukluğu olan ergenlerde aile ilişkilerinin önemli olduğu MKB’nın ancak ve ancak ailenin ve ergenin ilişkili olduğu diğer sistemleri de içine alacak bir tedavi yaklaşımı ile etkin şekilde tedavi edilebileceğidir. Aile temelli yaklaşımlarda tek bir genel hedef vardır; tüm aile bireylerinin iyilik halidir. Bu yaklaşımda ergen tek başına hasta olarak adlandırılmayacak ve problemlerin tek sorumlusu olarak hissetmeyecektir. 4-Uzm Dr. Ülkü AKYOL ARDIÇ Madde Kullanım Bozukluğunun Sonuçları Madde kullanımının fiziksel, ruhsal ve sosyal sonuçlarına değinilerek bu bağlamda önleme ile ilgili yapılacaklar konusunda farkındalık oluşturulmaya çalışılacaktır. P/28 Çocuk ve Ergen Psikiyatrisinde Konsültasyon ve Liyezon Çalışmaları Oturum Başkanı: Prof. Dr. Ümran Tüzün 1- Uzm. Dr. Emel SARI GÖKTEN Başlık: Çocuk ve Ergen Psikiyatrisinde Konsültasyon Liyezon: Genel Bakış Özet: Tıp ile psikiyatrinin kavramsal, klinik ve araştırma alanında bütünleşmesinin bir ürünü olarak konsültasyon-liyezon psikiyatrisi, 20. yüzyıl dünya psikiyatrisindeki en önemli gelişmelerden biridir. (Lipowski, 1983) Sağlık, fiziksel ve ruhsal yönleri ile bir bütündür. Sağlık hizmeti vermek, sağlığa, hastalığa, tanı ve tedaviye bedensel, ruhsal, sosyal etkileşim ve bütünlük içerisinde yaklaşmak demektir. Hekimlik, teşhisleri tedavi etmenin çok ötesinde ve öncesinde, hastalığı olan kişiyi bütüncül olarak anlamak ve yardımcı olmaktır. Psikosomatik tıp; Fizyolojik işlevler ile psikolojik ve sosyal olgular arasındaki karşılıklı ilişki çalışmalarını içerir. Tüm hastalıkların gelişimi , seyri ve sonlanımı bakımından biyolojik ve psikososyal faktörlerin etkileşimi üzerinde durur. Hasta bakımına biyopsikososyal yaklaşımı savunur. En yaygın konsültasyon nedenleri; 45 26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 13-16 Nisan 2016/İZMİR Delirium, demans, amnezi ve diğer zihinsel bozukluklar - % 25 Duygulanım bozuklukları birincil veya tıbbi duruma ikincil - %25 Uyum bozukluğu , tıbbi hastalık dahil belirlenen stres etkenlerine karşı uyumsuz tepki - % 15 Somatoform bozukluklar, anksiyete bozuklukları, kişilik bozuklukları, herbiri - < % 10 Eksen II bozukluklarının dağılımına ilişkin veriler sınırlıdır. Etkili psikiyatrik konsültanın özellikleri (1983 Goldman , Lee , Rudd , ) 1. Konsültasyondan önce ve sonra istemde bulunan doktorla, hemşire ve diğer personelle konuşur. Konsültasyon nedenini netleştirmek ilk hedefidir. 2. Aciliyet seviyesini belirler. 3. Çizelge ve verileri iyice gözden geçirir. 4. Tam bir mental durum muayenesi ve fizik muayene yapar, konuyla ilgi kısmın öyküsünü alır. 5. Aile ve yakın çevreden bilgi alır. 6. Mümkün olduğunca kısa notlar alır. 7. Ön tanı oluşturur. 8. Ayırıcı tanı formüle eder. 9. Tanı testleri önerir. 10. Psikotropik ilaçları reçete etme bilgisine ve onların etkileşimleri hakkında farkındalığa sahiptir. 11. Kısa, hedef odaklı ve psikiyatrik jargon kullanmadan spesifik önerilerde bulunur, ve consultee (konsültasyon isteyen) ile bulgularını ve önerileri tartışır. - Şahsen mümkünse . 12. Konsültan hekimin bir “müşteri” den farkı olmadığını bilerek hastanın haklarına saygı göstermelidir. 13. Hastanede hastayı takip eder ve taburcu sonrası tavsiyeleri dahil olmak üzere, ayakta hasta bakımını düzenler. 14. Buna gerçekten gerek olduğunu düşünmedikçe hastanın tıbbi bakımını devralmaz. 15. Diğer tıbbi alanlardaki gelişmeleri takip eder ve tıp camiasının geri kalanından izole değildir . Dr. Joel Yager’ın yapılması gereken 12 davranış listesi Pasnau tarafından tanımlanan psikiyatrik konsültasyondaki on iki emir görgü kurallarına kısmen benzer . I. Otur. II. Hasta için elle tutulur bir şey yapın: Daha fazla dostça ilişki kurun. III. Hastaya Dokunun: Dokunmanın fiziksel samimiyeti ürkmüş, muhtaç ve/veya fiziksel olarak çok kötü durumdaki hastaya yardımcı olur. İnsana şefkat aktarır, ki bu da insanlık dışı tıbbi ortamlarda yalnızlık ve yabancılaşma hissini azaltabilir. IV. Gülümseyin: Kişilerarası soğukluğu azaltır. V. Onun durumu hakkında bildiklerinizi hastaya anlatarak başlayın. VI. Şu an en baskın endişesi nedir diye hastaya sorun. VII. Hastalık veya yaralanmanın doğası , nedenleri 46 26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 13-16 Nisan 2016/İZMİR ve prognozu ile ilgili hastanın inanç sistemi hakkında ve ağrı, engellilik, şekil bozukluğu veya ölümle ilgili hastanın spesifik kaygılar hakkında detaylı soru sorun. VIII. Hastanın meslek gibi başlıca başlıca sosyal rolleri, ailesi ve mevcut hastalığı veya yaralanması üzerine bu ilişkilerin ve rollerin etkisi hakkında detaylı sorular sorun. IX. Hastanın hayatında gurur duyduğu ve tamamlama fırsatı elde ettiği hangi özgün kişisel vasıfları, faaliyetleri ve hünerleri olduğu hakkında detaylı sorular sorun. X. İnsani olan umutsuzluğu kabul edin ki hasta sizde kendini bulsun. XI. Mental durum muayenesinin amacını ve neden buna ihtiyaç duyulduğunu hastayı müttefik bir yardımcı araştırıcı gibi konuya dahil ederek aydınlatıcı bir şekilde etraflıca açıklayın. XII. Hastaya elle tutulur bir şey verin. 2- Prof. Dr. Cihat Kağan Gürkan Başlık: Konsültasyon Liyezon Psikiyatrisi ve Etik Özet: Çocuk ve Ergen Konsültasyon Liyezon Psikiyatrisi (KLP) tıbbi ve psikososyal durumlar arasındaki ilişkiyi araştıran ve genel tıp ile işbirliği halinde çocuğun biyo-psiko-sosyo-kültürel bütünlük içerisinde ele alınmasını sağlayarak psikiyatrik sorunların değerlendirme, tedavi ve koruyucu hekimliğinin yapılmasını amaçlayan bir bilim dalıdır. Kronik hastalığı olan ya da hastaneye yatarak tedavi görmesi gereken bir çok çocuk ve ergenin psikiyatrik sorunları olduğu ve alınan psikiyatrik desteğin tıbbi hizmetin kalitesini arttırdığı bilinmektedir. Tıbbi etik ise başlangıcı çok eski çağlara kadar gitmekle birlikte yakın zamana kadar yazında yeterli yer almadığı düşünülen ancak günümüzde önemi giderek artmakta olan ilkeleri konu edinen bir bilim dalıdır. Etik ilkeler mesleki pratik sırasında bir hekimden beklenen profesyonel davranış standartlarının sınırlarını ortaya koyarlar. Hastaya zarar verilmemesi, hasta yararının öncelikli olarak düşünülmesi, karar alınırken hastanın özerkliğinin dikkate alınması ve her hastaya adil olarak en iyi tedavi standardının sunulması tıbbi etiğin dört temel ahlaki ilkesidir. Tıpta son yıllarda meydana gelen ilerlemeler sonucunda ortaya çıkan yeni tedavi biçimleri, çağa özgü hastalıklar, sosyokültürel ve yasal alanda yaşanan değişimler çocuk ve ergen KLP’sine olan ihtiyacı arttırmanın yanında giderek artan ve daha karmaşık hale gelen etik sorunları da beraberinde getirmektedir. Bu sunumda çocuk ve ergen KLP’si kapsamında tıbbi hizmet verilirken karşılaşılabilecek olan etik ikilemlerin yukarıda belirtilen etik ilkeler doğrultusunda çözüm önerileri günlük pratikten bazı örnekler verilerek tartışılacaktır. 3- Uzm. Dr. Nagihan SADAY DUMAN Başlık: Nörolojik Hastalıklarda Konsültasyon Liyezon Özet: Konsültasyon Liyezon Psikiyatrisi yatarak veya ayaktan tedavi görmekte olan hastalara tıbbi tedavi ve psikiyatrik tedavinin eş zamanlı olarak sunulmasıdır. Epilepsi çocuk ve ergenlik çağında sık görülen ve çocuk psikiyatrisi konsültasyon liyezon pratiğinde oldukça sık karşılaşılan nörolojik bir durumdur. Epilepsinin yanında ilişkili psikiyatrik morbidite çocukların işlevselliğinde ve hayat kalitesinde düşüşe yol açmaktadır. Epilepsi tanısı olan çocuklar hastalığın yol açtığı çok farklı bireysel, ailesel ve akademik olumsuzluklardan dolayı psikiyatrik açıdan değerlendirilmelidir. Psikiyatrik konsültasyon gelişimsel değerlendirme, ailesel etkiler, yaşam kalitesi ile ilgili sorunlar, psikososyal etmenler, akademik sorunlar ve eşlik eden psikiyatrik bozukluklar gibi alanlarda değerlendirmeyi kapsar. Epilepsi tanısı olan çocuklarda sıklıkla karşılaşılan psikiyatrik sorunlar; davranış sorunları, dikkat eksikliği ve hiperaktivite bozukluğu, bilişsel işlevlerde bozulma, kaygı bozuklukları, depresyon ve intihar düşünceleri, psikoz, ailesel sorunlar ve yaşam kalitesinde düşmedir. Tüm bu sorunlar önemli oranda işlevsellik kaybına yol açmaktadır. Tedavide eğitim, psikoterapi ve psikofarmakolojik tedavinin önemli bir yeri vardır. Epilepsi tanısı olan bir çocuğun başarılı bir şekilde tedavisi uygun antiepileptik 47 26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 13-16 Nisan 2016/İZMİR ajanın seçimi ve sürdürülmesinin yanında ilişkili psikiyatrik, sosyal ve ailesel sorunların da etkin bir şekilde ele alınmasına bağlıdır. 4-Yrd. Doç. Dr. Esra Solmaz Başlık: Onkolojik Hastalıklarda Konsültasyon Liyezon Özet: Sıklığı gittikçe artan kanser günümüzde önemli bir sağlık sorunu haline gelmiştir. Çocukluk çağı kanserlerinde sağkalım oranları son 20-30 yıldır artmaktadır. Bu artış, kanser tanısı sonrası çocuğun yaşam kalitesindeki bozulma konusuna ilgiyi artırmıştır. Kanserli çocuklarda, kanserin vücuda verdiği zararlara ek olarak kusma, ağrı, anoreksiya, kaşeksi, tat değişiklikleri, alopesi, dehidratasyon, mukozit, dispne, kemik iliği supresyonu, yorgunluk, uykusuzluk, konstipasyon-diyare anksiyete, depresyon gibi fiziksel ve emosyonel semptomları yoğun bir şekilde yaşanmaktadır. Tedavi ile ilişkili pek çok sağlık sorunu ortaya çıkmaktadır. Kemoterapi sonrası yan etkiler (özellikle bulantı ve kusma) çocuğun yaşam kalitesini yakından etkilemektedir. Tedavi sırasındaki yan etkiler çoğu çocuk için hasta olmanın en kötü yanı olarak ifade edilmektedir. Bunun yanı sıra bazı olumlu sonuçlar da hasta çocuklar tarafından ifade edilmektedir. Her çocuk ve aile hastalığa farklı tepkiler verebilir. Yaş, fiziksel ve psikolojik sağlık, zihinsel kapasite, sosyal statü, gelir durumu, aile ilişkileri gibi çeşitli bireysel özellikleri, tutum ve davranışlarını önemli ölçüde etkileyerek kriz durumunu ortaya çıkarabilir. Günümüzde pediatrik kanser hastalarında tanı ve tedavi süreci boyunca tüm aileye yönelik psikososyal destek ve müdahaleye ihtiyaç duyulduğu kabul gören bir yaklaşımdır. Kapsamlı ve multidisipliner bir ekip oluşturulması, hasta ve ailesinin doğrudan destek alabilmesi ve bu uygulamanın standardize edilmesi sağlanmalıdır. Hasta çocuğun ve ailenin psikososyal endişelerinin aile içerisinde birbirini etkileyen bir yapıda olduğu göz önünde bulundurulmalıdır. Kanserli çocuklarda anksiyete, inhibisyon, davranış problemleri, depresyon, TSSB, akademik güçlükler, akran ilişkisinde sorunlar ve kanserle ilgili gelecek kaygısı sık görülür. Tanıya ve tedaviye bağlı bazı nörolojik sekeller oluşabilir. Bilişsel becerilerde değişiklikler beklenebilir. Ebeveynlerde de TSSB, anksiyete, depresyon, somatik yakınmalar ve uyku sorunları sıktır. Kardeşlerde anksiyete ve depresyon yanı sıra davranış sorunları bildirilmiştir. Bireysel terapi, özellikle krize müdahale yaklaşımı ya da destekleyici terapi, BDT ile duygu ifadesini destekleme, bilişsel çarpıtmaların tanımlanması, problem odaklı baş etme becerilerinin kullanılması, aile üzerindeki psikososyal etkinin konuşulması ve girişkenlik ve iletişim becerilerinin öğretilmesini içerebilir. 48 26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 13-16 Nisan 2016/İZMİR Grup terapisi çocuk ya da ergenin tıbbi hastalığı ile ilişkili zor duygusal konular ve çeşitli durumlara (okul, ev, akran ilişkileri) etkisi ile ilgili konuşma başlatmaya yardımcı olabilir. Sağlıklı kardeş ve ebeveynlere yönelik de uygun tedavinin sağlanması ve takip edilmesi ailenin işlevselliğini artırması bakımından önemlidir. 5-Doç. Dr. Ömer Faruk Akça Başlık: Transplantasyon Hastalarında Konsültasyon Liyezon Özet: Transplantasyon öncesinde ve sonrasında bazı önemli psikiyatrik sorunlar ortaya çıkabilmektedir. Transplantasyon ile fiziksel iyileşme olsa bile hastaların psikiyatrik ve sosyal destek ihtiyacının devam edebileceği, bu nedenle bu konudaki çalışmaları önemli olduğu düşünülmektedir. Ayrıca transplantasyon adaylarına ve alıcılara bakım sağlayan kişilerin de yüksek stres riski altında oldukları bildirilmektedir. Çocukluk ve ergenlik döneminde uygulanan transplantasyon uygulamaları sürecinde çocuğun kendisinin yanı sıra aile sisteminin etkileneceği ve bu süreçte çocuğun sağlığının korunması için aile ile çalışılmasının önemli olduğu düşünülmektedir. Bu sunumda çocuk ve ergenlerde transplantasyon uygulamaları sürecinde psikiyatrik değerlendirme ve müdahale yöntemlerinin literatür ışığında sunulması amaçlanmaktadır. P/29 Aynı yere farklı pencerelerden bakmak Oturum Başkanı:Prof Dr. Birim Günay Kılıç 1-Doç. Dr. Özlem Özcan Nörosteroidler ve çocukluk çağı psikiyatrik bozuklukları Nörostreoid tanımı, özellikleri ve çocukluk çağı psikiyatrik hastalıklarının etiyolojisi ve tedavisindeki yeri anlatılacaktır. 2-Doç. Dr. Ayhan Bilgiç Başlık: Nörotrofinler ve çocukluk çağı psikiyatrik bozuklukları Özet: Nörotrofinler polipeptid yapıda büyüme faktörlerini içermekte ve nörogenezis, nöron yaşamının devamlılığı ve nöral yolakların farklılaşması konularında önemli roller oynamaktadır. Ayrıca sinaps yapısının sağlamlık ve bütünlüğü ve beyin plastisitesinde görev almaktadırlar. Nörotrofinler major depresyon, bipolar bozukluk, şizofreni, anksiyete bozukluğu ve otizm spektrum bozukluğu gibi birçok psikiyatrik bozukluk ile ilişkili bulunmuştur. Nörotrofinlerin genel olarak kan-beyin bariyerini geçebiliyor olması, bu moleküllerin serum ve plazma düzeylerinin psikiyatrik bozukluklar ile ilişkisinin incelenmesine olanak sağlamaktadır. Ayrıca farmakolojik ve genetik çalışmalar da nörotrofinlerin psikiyatrik bozukluklar ile ilişkili olduğunu dair kanıtlar sunmaktadır. Nörotrofinler içerisinde en sık incelenen beyin kökenli nörotrofik faktör olmakla birlikte, glia kökenli nörotrofik faktör, sinir büyüme faktörü ve nörotrofin-3 başta olmak üzere diğer nörotrofik faktörler ile çocukluk 49 26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 13-16 Nisan 2016/İZMİR çağı psikiyatrik bozuklukları ilişkisini inceleyen çalışmalar da giderek artmaktadır. Bu sunumda konu ile ilgili güncel bilgiler gözden geçirilecektir. 3-Yrd. Doç.Dr. Tuna Çak Nöroimmunoloji ve çocukluk çağı psikiyatrik bozuklukları Nöroimmünoloji tanımı, özellikleri ve çocukluk çağı psikiyatrik hastalıklarının etiyolojisi ve tedavisindeki yeri anlatılacaktır. P/30 DEHB'de Sosyal İşlevsellik ve Aile İşlevselliği Oturum Başkanı: Prof Dr Ayse Rodopman Arman 1- Prof.Dr. Ayşe Rodopman Arman Başlık: Dikkat Eksikliği Hiperaktivite Bozukluğu Olan İlköğretim Çocuklarinda Duygusal Zeka İle Sosyal Beceri Bileşenlerinin Yürütücü İşlevler Ekseninde Değerlendirilmesi Özet: Hastalık tanımlarına ek olarak son zamanlarda çocukların kuvvetli yanları da ele alınmakta ve hastalıkla birlikte yaşamayı kolaylaştıran bireysel özellikler ve erken dönemde kazandırılabilecek ilişki becerileri, yenilikçi bir yaklaşım olan yılmazlık (resilience) kavramını karşımıza çıkartmaktadır. Güncel yayınlarda DEHB tanısı alan çocuklarda sosyal becerilerinde, algıladıkları sosyal destek düzeyi ve olumlu baş etme tutumlarında yaşıtlarına göre beklenen düzeyin altında olduğunu bildiren çalışmalar bulunmaktadır. Ayrıca duygusal zeka düzeyi düşük olan öğrencilerin sınıf gözlemlerinde öğretmenleri tarafından daha fazla dikkat ve davranış sorunu bildirilmiş olmasına rağmen literatürde DEHB tanılı çocuklarda duygusal zeka düzeyini inceleyen bir çalışmaya rastlanmamıştır. Bu çalışmada kliniğe ilk kez başvuran ve DEHB tanısı alan 7-13 yaş grubu çocuk ve ergenlerin duygusal zeka ile sosyal beceri bileşenlerinin yaş ve cinsiyet açısından eşleştirilmiş kontrol grubu ile karşılaştırılması amaçlanmıştır. Çalışmaya, hasta grubu olarak daha önceden tedavi almamış olan DEHB tanılı 65 çocuk ve kontrol grubu olarak bir ilköğretim okulundan 61 sağlıklı çocuk dahil edilmiştir. Sosyodemografik özelliklerinin yanı sıra, klinik değerlendirmeleri Okul Çağı Çocukları için Duygulanım Bozuklukları ve Şizofreni Görüşme Çizelgesi-Şimdi ve Yaşam Boyu Şekli ile, davranışsal sorunları Conner's Öğretmen ve Aile Değerlendirme Ölçekleri ve DEHB belirti listesi ile, sosyal becerileri öğretmenler tarafından doldurulan Sosyal Becerileri Değerlendirme Ölçeği ile, kendilerinin ve ebeveynlerinin başetme tutumları KIDCOPE ve COPE başetme ölçekleri ile, yürütücü işlevleri YİYDDE (Yönetici işlevlere yönelik davranış değerlendirme envanteri) ile, algıladıkları sosyal destek düzeyi Sosyal Desteği Değerlendirme Ölçeği ile, duygusal zeka düzeyleri Bar-On Duygusal Zeka Ölçeği Çocuk ve Ergen Formu ile ve zeka düzeyleri Wechsler Çocuklar İçin Zeka Ölçeği-gözden geçirilmiş formu ile değerlendirilmiştir. Çalışma bulgularına göre, olguların yaş ortalaması DEHB grubunda 10,34±1,86, kontrol grubunda ise 10,16±1,69, DEHB grubunda %26,15 kız ve %73,85 oranında erkek, kontrol grubunda ise %65,57 kız 50 26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 13-16 Nisan 2016/İZMİR ve %34,43 erkek bulunmaktaydı.Olguların sosyoekonomik düzeyleri açısından istatistiksel olarak anlamlı fark yoktu. DEHB grubunda bileşik tip olguların %47,06 ‘sı kız ve % 70,83’ü erkek, dikkat eksikliği baskın olguların %52,94’ü kız ve %29,17’si erkekti. CADÖ ortalamaları DEHB grubunda 26±14, kontrol grubunda ise 4±3 iken CÖDÖ ortalamaları DEHB grubunda 24±12, kontrol grubunda ise 3±2 olarak saptandı. DEHB tanılı olgularda sosyal becerileri, algıladıkları sosyal destek, yürütücü işlevleri, olumlu baş etme tutumları ve duygusal zeka düzeyleri sağlıklı kontrol grubuna oranla düşük saptanmıştır (p<0,05). Regresyon analizi sonucunda, algılanan sosyal destek, olumlu başetme tutumları ve DEHB tanısının varlığı; duygusal zeka düzeyini yordayıcı faktörler olarak bulunmuştur. DEHB tanısı alan olguların saptanması ve erken dönemde sosyal beceriler ve duygusal zeka alanında psikoeğitsel açıdan müdahalesi, çocukların akademik başarıları kadar sosyal duygusal alanda da donanımlı olmalarını sağlayacağı düşünülmektedir. Anahtar sözcükler: Dikkat Eksikliği Hiperaktivite Bozukluğu, duygusal zeka, sosyal beceriler, algılanan sosyal destek, başetme tutumları, çocuk, ergen 2- Uzm Dr. Ayşe Burcu Ayaz Başlık: DEHB Tanısı Konulan Çocuklarda Sosyal Bilişteki Yetersizliğin Nedenleri Ve Nasılları Sosyal biliş (SB) duyguları algılayabilme, empati kurabilme, yanlış inançlara atıfta bulunabilme ve diğerlerinin niyetlerini anlayabilme becerisini de içeren zihinsel ve duygusal yeterlilik olarak tanımlanmaktadır; kısaca “diğer insanların akıllarından geçeni anlayabilme” becerisidir. Öncelikle Yaygın Gelişimsel Bozukluk (YGB) olmak üzere Duygudurum Bozuklukları, Davranım Bozukluğu, Sosyal Fobi ve Anoreksia Nevroza gibi birçok ruhsal bozuklukta etkilendiği bildirilmektedir. Son yıllarda yürütücü işlevler, iletişim becerileri ve davranışsal kalıpları içeren nörogelişimsel altyapı açısından YGB ile benzer özellikler taşıyan Dikkat Eksikliği Hiperaktivite Bozukluğu’nda (DEHB) da SB ile ilgili yetersizlikler olduğu ve bu yetersizliğin prefrontal korteks ve basal gangliadaki gibi kortikal alanlardaki disfonksiyondan kaynaklandığı saptanmıştır. Bazı çalışmalarda DEHB tanısı olan çocuklarda sosyal ilişkilerde sorun oluşturan dikkat eksikliği, dürtüsellik ve hiperaktivite gibi belirtilerin yanı sıra yüz ifadesi ya da prozodiden yola çıkarak duyguları algılama/işlemleme, empati kurma, zihin kuramı (ZK) ve dilin içeriğe uygun kullanımı açısından da zorluk yaşandığı gösterilmiştir. Bu beceriler aile, okul ve arkadaş çevresi gibi birden fazla ortamda uygun bir sosyal etkileşim ve iletişim için gereklidir ve SB’deki yetersizliğin DEHB’ de sık görülen hemcinslerine göre birebir ilişkilerde daha fazla sorun yaşama ve sosyal dışlanmanın nedeni olduğu öne sürülmektedir. Metaanaliz çalışmalarında, DEHB tanısı alan çocukların özellikle öfke ve korku içeren yüz ifadelerini tanımada zorlandıkları, DEHB’ de sosyal bilişteki yetersizliklerin cinsiyet, alt grup ve eşlik eden davranım bozukluğu açısından fark göstermediği, DEHB’ de yaş azaldıkça ZK ile ilişkili sorunların arttığı ancak duygusal yüz ifadesi tanıma becerisinin yaştan etkilenmediği ve DEHB’ de sosyal bilişteki yetersizliğin zeka ile kısmen ilişkili olduğu belirtilmektedir. Yazında, SB’nin etiyolojisine yönelik çalışmalar ön plana çıkmaktayken, DEHB’ nin belirtilerine yönelik kullanılan ve sosyal becerileri açısından da olumlu etkisi olduğu belirlenen ilaç tedavilerinin sosyal biliş üzerine etkisini araştıran çok sayıda çalışma bulunmamaktadır. Bu sunumda, yazındaki bilgilerin ışığında DEHB tanısı konulan çocuklarda sosyal bilişteki yetersizliklerin etiyolojisi; yaş, cinsiyet, DEHB alt grup ve komorbidite 51 26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 13-16 Nisan 2016/İZMİR açısından farklılığı; DEHB tedavisinde kullanılan ilaçların SB üzerine etkisi 2009-2015 yılları arasında kliniğimizde yapılan üç farklı çalışmanın bulguları eşliğinde tartışılacaktır. 3- Uzm Dr. Yusuf Öztürk Başlık: DEHB’de Aile İşlevselliği ve Aile Tedavileri Özet: Dikkat Eksikliği Hiperaktivite Bozukluğu (DEHB), dikkatsizlik, hiperaktivite ve dürtüsellik gibi heterojen klinik özellikleri olan erken başlangıçlı bir çocukluk çağı nöropsikiyatrik bozukluğudur. Dünya genelinde yaygınlığının %8 ile %12 arasında değiștiği bildirilmektedir. Türkiye’de okul çağı çocuklarında yapılmış bir çalışmada, çocuklarda DEHB yaygınlığı %8.1 olarak bulunmuştur. Çocuk yetiştirmek, birçok kişi için hayatının en zorlu göreviyken ek olarak çocuklarında DEHB gibi öz düzenleme bozukluğunun eşlik ediyor olması ebeveynleri çaresiz hissettirebilmekte ve aile işlevselliğinde bozulmalar olabilmektedir. Konuyla ilgili yazın incelendiğinde DEHB tanısı olan çocuklara sahip ebeveynlerin anksiyete ve depresyon düzeyinin topluma göre daha yüksek olduğu görülmüştür. Aile işlevselliği üzerine yapılan çalışmalarda aile bireyleri arasındaki bağlılıkta ve karşılıklı etkileşimde azalmaya, daha fazla çatışmaya sebep olduğu bulunmuştur Ebeveynler; DEHB tanısı olan çocukların davranış sorunlarıyla başa çıkma dışında medikal tedavileri, okul başarısı ve akran ilişkisinde bozulmanın onarılması gibi birçok konu ile mücadele ederler. Yaptığımız bir çalışmada 8-12 yaş arası polikinik takibinde olan 62 DEHB’li hastayla sağlıklı kontrol grubunun ailelerinin işlevselliğinin ve anksiyete düzeyleri karşılaştırılmış olup ailelerde “gereken ilgiyi gösterme, roller ve davranış kontrolü” alanlarında kontrollere göre daha zorlandığı ve anksiyete düzeylerinin kontrollerden daha sık gözlemlendiği görülmüştür. DEHB’nin belirtilerinin azaltılmasında ve DEHB’ye bağlı oluşan davranış sorunlarının azaltılmasında bilişsel davranışçı terapi, ebeveyn eğitimi, ailede ve okulda uygulanacak edimsel koşullandırma yöntemleri ve bilişsel yöntemlerin etkisi, yapılan çalışmalarda ortaya konmuştur. DEHB’nin tedavisinde farklı yöntemler vardır. Bu yöntemlerden aileyi merkeze alan yöntemler ve ebeveyn eğitim programları aracılığıyla, anne-baba-çocuk arasındaki iletişimin düzeltilmesiyle ailedeki sorunlu durumların azaltılması hedeflenmektedir. Aile eğitim programı kendini kontrolde zorluk yaşayan DEHB’li çocuklarda etkili olduğu gibi çoğu olguda yararlı ek bir yöntemdir. Ebeveyn eğitimi; çocukların yetiştirilmesi, aile ilişkileri, ailede ve toplumda anne babaya düşen yükümlülüklerin yerine getirilmesi için gerekli bilgi tutum ve becerilerinin sistemli bir şekilde geliştirilmesidir. Ebeveyn eğitim programları, ailelerin ebeveynlik becerilerini ve bilgilerini geliştirme, çocuk gelişimi ve ailelerin yaşadığı sorunlarla pozitif yollarla başa çıkabilme ile ilgili öğrenme deneyimlerini geliştirmeye odaklanmış programlardır. Ailelerin ebeveyn olma becerilerini kazanmaları, aynı zamanda çocukların gelişim ve gereksinimlerine duyarlılığı da beraberinde getirmektedir. Okul öncesi dönemde DEHB tanısı olan okul öncesi dönemdeki çocuklara Triple P (Pozitif Parenting Program) Olumlu Anne Babalık Eğitim Programı uygulanmış ailelere Eyberg Çocuk Davranış Envanteri verildiği bir çalışmada Eyberg Çocuk Davranış Envanteri problem skoru ve toplam skorunda anlamlı azalmalar saptanmıştır. Salbach ve ark. (2005) çalışmalarında; DEHB tanısı olan ve stimülan tedavisi alan çocukların anne babalarına 10 haftalık aile eğitim programı uygulamışlar ve 10 haftanın sonunda DEHB’nin kor belirtilerinde özellikle de hiperaktivite alt skorlarında anlamlı düzeyde gerileme bulduklarını bildirmişlerdir. Yine DEHB hastalarına verilen aile eğitimin değişik araştırmalarda araştırıldığı üzere aile işlevselliğine yönelik olumlu katkı sağladığı bulunmuştur. DEHB’li hastalara grup Triple P aile eğitiminin uygulandığı henüz yayınlanmamış bir çalışmamızda 752 26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 13-16 Nisan 2016/İZMİR 12 yaş arası poliklinikte takip edilen ve en az 2 ay stimülan tedavisi kullanan olgularda ailelere uygulanan Triple P aile eğitiminin ilaç tedavisine ek olarak hastaların özellikle davranışsal ve duygusal belirtilerine ayrıca ailelerin de aile işlevselliği üzerine olumlu sonuçlar oluşturduğu bulunmuştur. P/31 Çocuk ve Ergen Psikiyatrisi Uzmanlık Eğitimi Süreci ve Sonrasında Uluslararası ilişkilerin Önemi: Deneyim Paylaşımı ve Öneriler Oturum Başkanı: Prof Dr Füsun Çuhadaroğlu 1-Prof. Dr. Füsun Çuhadaroğlu Çocuk ve Ergen Psikiyatrisi Uzmanlık Eğitimi Süreci ve Sonrasında Uluslararası ilişkilerin Önemi: Deneyim Paylaşımı ve Öneriler Uluslararası İlişkiler Komisyonu tarafından hazırlanan bu panelin amacı çocuk ve ergen psikiyatrisinin uluslararası bağlantı ve ilişkilerinin öneminin vurgulanması, özellikle genç asistan ve uzmanlara yol gösterebilecek tecrübe ve deneyimlerin paylaşılmasıdır. Panelde herbiri farklı merkezde ve farklı pozisyonlarda en az 6 ay yurt dışında bulunmuş uzmanların kendi süreçleri ile ilgili deneyimlerini , önerilerini aktarması planlanmaktadır. Bunun yanı sıra yurt dışında mevcut dernekler (IACAPAP, AACAP, ESCAP ,ECNP gibi) kongreler, kurslar, etkinlik ve burslar ile ilgili de ayrıntılı bilgi paylaşımında bulunulacaktır. Ulusal çocuk ve ergen psikiyatrisi kongreleri, hedef kitle olarak belirlenen katılımcıların (asistan ve genç uzman) bir arada olduğu, tecrübe ve bilgi aktarımının yapılabileceği oldukça uygun toplantılardır. Daha fazla sayıda kişinin yurtdışı deneyimi edinmesi, çok merkezli çalışmalarda yer alması, yurt dışı kongrelere katılımın artışı için bu panel planlanmıştır. 2-Uzm. Dr. Meryem Özlem Kütük Çocuk ve Ergen Psikiyatrisi Uzmanlık Eğitimi Süreci ve Sonrasında Uluslararası ilişkilerin Önemi: Deneyim Paylaşımı ve Öneriler Uluslararası İlişkiler Komisyonu tarafından hazırlanan bu panelin amacı çocuk ve ergen psikiyatrisinin uluslararası bağlantı ve ilişkilerinin öneminin vurgulanması, özellikle genç asistan ve uzmanlara yol gösterebilecek tecrübe ve deneyimlerin paylaşılmasıdır. Panelde herbiri farklı merkezde ve farklı pozisyonlarda en az 6 ay yurt dışında bulunmuş uzmanların kendi süreçleri ile ilgili deneyimlerini , önerilerini aktarması planlanmaktadır. Bunun yanı sıra yurt dışında mevcut dernekler (IACAPAP, AACAP, ESCAP ,ECNP gibi) kongreler, kurslar, etkinlik ve burslar ile ilgili de ayrıntılı bilgi paylaşımında bulunulacaktır. Ulusal çocuk ve ergen psikiyatrisi kongreleri, hedef kitle olarak belirlenen katılımcıların (asistan ve genç uzman) bir arada olduğu, tecrübe ve bilgi aktarımının yapılabileceği oldukça uygun toplantılardır. Daha fazla sayıda kişinin yurtdışı deneyimi edinmesi, çok merkezli çalışmalarda yer alması, yurt dışı kongrelere katılımın artışı için bu panel planlanmıştır. 3- Uzm. Dr. Tuba Mutluer 53 26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 13-16 Nisan 2016/İZMİR Çocuk ve Ergen Psikiyatrisi Uzmanlık Eğitimi Süreci ve Sonrasında Uluslararası ilişkilerin Önemi: Deneyim Paylaşımı ve Öneriler Uluslararası İlişkiler Komisyonu tarafından hazırlanan bu panelin amacı çocuk ve ergen psikiyatrisinin uluslararası bağlantı ve ilişkilerinin öneminin vurgulanması, özellikle genç asistan ve uzmanlara yol gösterebilecek tecrübe ve deneyimlerin paylaşılmasıdır. Panelde herbiri farklı merkezde ve farklı pozisyonlarda en az 6 ay yurt dışında bulunmuş uzmanların kendi süreçleri ile ilgili deneyimlerini , önerilerini aktarması planlanmaktadır. Bunun yanı sıra yurt dışında mevcut dernekler (IACAPAP, AACAP, ESCAP ,ECNP gibi) kongreler, kurslar, etkinlik ve burslar ile ilgili de ayrıntılı bilgi paylaşımında bulunulacaktır. Ulusal çocuk ve ergen psikiyatrisi kongreleri, hedef kitle olarak belirlenen katılımcıların (asistan ve genç uzman) bir arada olduğu, tecrübe ve bilgi aktarımının yapılabileceği oldukça uygun toplantılardır. Daha fazla sayıda kişinin yurtdışı deneyimi edinmesi, çok merkezli çalışmalarda yer alması, yurt dışı kongrelere katılımın artışı için bu panel planlanmıştır. 4-Uzm Dr. Ali Sarper Taşkıran Çocuk ve Ergen Psikiyatrisi Uzmanlık Eğitimi Süreci ve Sonrasında Uluslararası ilişkilerin Önemi: Deneyim Paylaşımı ve Öneriler Uluslararası İlişkiler Komisyonu tarafından hazırlanan bu panelin amacı çocuk ve ergen psikiyatrisinin uluslararası bağlantı ve ilişkilerinin öneminin vurgulanması, özellikle genç asistan ve uzmanlara yol gösterebilecek tecrübe ve deneyimlerin paylaşılmasıdır. Panelde herbiri farklı merkezde ve farklı pozisyonlarda en az 6 ay yurt dışında bulunmuş uzmanların kendi süreçleri ile ilgili deneyimlerini , önerilerini aktarması planlanmaktadır. Bunun yanı sıra yurt dışında mevcut dernekler (IACAPAP, AACAP, ESCAP ,ECNP gibi) kongreler, kurslar, etkinlik ve burslar ile ilgili de ayrıntılı bilgi paylaşımında bulunulacaktır. Ulusal çocuk ve ergen psikiyatrisi kongreleri, hedef kitle olarak belirlenen katılımcıların (asistan ve genç uzman) bir arada olduğu, tecrübe ve bilgi aktarımının yapılabileceği oldukça uygun toplantılardır. Daha fazla sayıda kişinin yurtdışı deneyimi edinmesi, çok merkezli çalışmalarda yer alması, yurt dışı kongrelere katılımın artışı için bu panel planlanmıştır. 5-Uzm. Dr. Betül Mazlum Çocuk ve Ergen Psikiyatrisi Uzmanlık Eğitimi Süreci ve Sonrasında Uluslararası ilişkilerin Önemi: Deneyim Paylaşımı ve Öneriler Uluslararası İlişkiler Komisyonu tarafından hazırlanan bu panelin amacı çocuk ve ergen psikiyatrisinin uluslararası bağlantı ve ilişkilerinin öneminin vurgulanması, özellikle genç asistan ve uzmanlara yol gösterebilecek tecrübe ve deneyimlerin paylaşılmasıdır. Panelde herbiri farklı merkezde ve farklı pozisyonlarda en az 6 ay yurt dışında bulunmuş uzmanların kendi süreçleri ile ilgili deneyimlerini , önerilerini aktarması planlanmaktadır. Bunun yanı sıra yurt dışında mevcut dernekler (IACAPAP, AACAP, ESCAP ,ECNP gibi) kongreler, kurslar, etkinlik ve burslar ile ilgili de ayrıntılı bilgi paylaşımında bulunulacaktır. Ulusal çocuk ve ergen psikiyatrisi kongreleri, hedef kitle olarak belirlenen katılımcıların (asistan ve genç uzman) bir arada olduğu, tecrübe ve bilgi aktarımının yapılabileceği oldukça uygun toplantılardır. Daha fazla sayıda kişinin yurtdışı deneyimi edinmesi, çok merkezli çalışmalarda yer alması, yurt dışı kongrelere katılımın artışı için bu panel planlanmıştır. 54 26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 13-16 Nisan 2016/İZMİR SÖZEL BİLDİRİLER 55 26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 13-16 Nisan 2016/İZMİR SÖZEL BİLDİRİ OTURUMU S1-S6 ( 14 Nisan 2016 17:00-18:00) SALON D S1/Cinsel istismar olgularında MAO A enziminin gen polimorfizmi ve davranım bozukluğu gelişmesi arasındaki ilişkinin incelenmesi Börte Gürbüz ÖZGÜR1 ,Hatice AKSU2 ,Murat KARA3 , 1 Adnan Menderes Üniversitesi, Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı, 09100 Efeler, Aydın, 2Adnan Menderes Üniversitesi, Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı, 09100 Efeler, Aydın, 3Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi, Tıbbi Genetik Anabilim Dalı, 48000 Kötekli, Muğla, Giriş: Davranım bozukluğu, başkalarının temel haklarının ve yaşa uygun toplumsal norm ve kurallarının sürekli ve tekrarlayıcı bir biçimde saldırıya uğratılmasıdır. Bu hastalığın ortaya çıkışında kalıtımsal yatkınlığın çeşitli çevresel etkenlerle etkileşiminin önemli olduğu düşünülmektedir. MAOA enzimini düzenleyen genin kalıtımı ile davranım bozukluğu ve çevresel etkenleri inceleyen çalışmalar yapılmıştır. Bu çalışmanın amacı MAO A gen polimorfizminin çeşitliliğine göre cinsel istismara uğrayan olgular ve kontrol grubu arasında Davranım Bozukluğu gelişmesi açısından fark olup olmadığı incelemektir. Yöntem: Çalışma kapsamında olgu grubu çocuk psikiyatrisi polikliniğine başvuran cinsel istismara uğrayan kız olgulardan (n=52) oluşturuldu. Kontrol grubu (n=34) yaş ve cinsiyet eşleştirilmiş, cinsel istismar öyküsü olmayan ve herhangi bir psikiyatrik hastalık tanısı olmayan kız olgulardan oluşturuldu. Ruhsal durum muayeneleri ve tanı görüşmeleri DSM-IV tanı ölçütlerine göre çocuk ergen psikiyatristi tarafından yapıldı. Onam formunu imzalayan kontrol ve hasta gruplarından kan örnekleri alınarak MAO A gen polimorfizminin belirlenmesi amacı ile rs1799835, rs1137070 ve rs2072743 probları kullanılarak Tıbbi Genetik Anabilim Dalında incelendi. Sonuçlar: Cinsel istismar grubunda davranım bozukluğu geliştiren olguların yarısında eski cinsel istismar öyküsü bulunuyordu. Davranım bozukluğu geliştirmeyen cinsel istismar grubu ile karşılaştırıldığında aralarında istatistiksel olarak anlamlı fark bulundu (p<0.01). Olgu ve kontrol grupları arasında rs1799835, rs1137070 ve rs2072743 probları arasında anlamlı fark yoktu (p>0.05). Tartışma: İnsan monoaminooksidaz enzimleri A ve B olarak genlerde kodlanmaktadır ve X kromozomunun kısa kolunda, Xp11.23 ve Xp11.4 bantları arasında yer almaktadır. Yapılan bir çalışmada MAOA-Uvntr polimorfizminin erken çocukluk çağı cinsel istismar öyküsü olan erişkin erkeklerde düşük impulsivite ile ilişkili olduğunu bulunmuştur. Nilsson ve arkadaşlarının 802 denekle yaptığı çalışmada MAOA gen etkileşiminin çocukluk çağı ihmal ve istismarı üzerine etkisini araştırmışlar ancak her iki cinsiyet için kanıt olmadığını ancak kız cinsiyet ve beyaz ırkla ters ilişki olduğunu ileri sürmüşlerdir. Bizim çalışmamızın sonucu olarak olgu ve kontrol gruplarında MAO A gen polimorfizminin davranım bozukluğu geliştirmedeki rolü arasında fark saptanmadı. Örneklem hacminin daha fazla olguyu içerecek şekilde düzenlendiği yeni çalışmaların yapılmasına bu alanda ihtiyaç vardır. S2/Çocukluk Çağı Sedef Hastalığının Psikiyatrik Özellikleri Ve Psikosomatik Boyutu Doç. Dr. Pınar VURAL1 ,Arş. Gör. Dr. Hasan KÖLE1 ,Uzm. Dr. Serkan YAZICI 2 1 Uludağ Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Ve Ergen Ruh Sağlığı Ve Hastalıkları Abd, Bursa 2Uludağ Üniversitesi Tıp Fakültesi Dermatoloji Abd, Bursa, Amaç: Kronik sistemik inflamatuar bir hastalığın ötesinde belirgin psikosomatik özellikler gösteren sedef hastalığı genel popülasyonun 1-3%’ünü etkilemekte ve bunun yaklaşık 1/3’ünü çocuk ve ergenler oluşturmaktadır. Pediatrik sedefin psikiyatrik hastalıklar dâhil olmak üzere birçok kronik hastalığa göre ruhsal durumu ve işlevselliği daha olumsuz etkilediği görülmüştür. Özellikle sedefin başlamasından yakın zaman öncesinde stresli yaşam olayı varlığının tedavi ve relaps sıklığı ile ilişkili olduğu 56 26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 13-16 Nisan 2016/İZMİR belirtilmektedir. Fakat çocuk ve ergenlerde bu alanda yeterli kontrollü çalışma bulunmamaktadır. Çalışmamızın amacı sedefli çocuk ve ergenlerde ruhsal iyilik halini, eşlik eden somatik yakınmaların özellikleri ile sedef hastalığının başlangıcında ve alevlenmesinde stresli yaşam olaylarının etkisini araştırmaktır. Metod: Dermatoloji tarafından 2014 yılında histopatolojik olarak yeni sedef tanısı alan hastalar çocuk ve ergen ruh sağlığı polikliğinde ayrıntılı değerlendirmeye alınmıştır. Çalışmanın dahil edilme kriterlerini sağlayan 35 hasta ile yaş ve cinsiyet olarak eşleştirilmiş sağlıklı çocuk ve ergenlerden elde edilen veriler istatistiksel olarak analiz edilmiştir. Veriler hasta ve ebeveynlerine uygulunan sosyo-demografik veri formu ve güçler güçlükler anketi sonuçlarından elde edilmiştir. Bulgular: Katılımcıların yaş ortalaması 11.20 ±2.97 idi. Hasta grubunda sedefin başlama yaşı ortalaması 8.20 ±2.92 idi. Tek çocuklu ailelerde sedef görülme sıklığı daha azdı (p<0.001). Hastaların 88.6’%’sı sedefin stresli bir yaşam olayı sonrası başladığını ve 94.1%’i stres faktörleriyle alevlendiğini belirtiyordu. Somatik yakınmalar sedefli grupta daha sıktı (p<0.001) ve bireylerde somatik yakınmaların sayısı arttıkça sedef riski anlamlı şekilde artıyordu (Odds ratio (OR)=2.055; 95% Confidence Interval (CI)= 1.47-2.86; p<0.001). Hasta grubunda hiperaktivite, bağlanma sorunları ve yaşıt problemleri ön plandaydı ayrıca toplam güçlük ve impact skorları daha kötüydü. Fakat duygusal problemler ve prososyal sorunlar alt ölçeklerinde sedef ile kontrol grupları arasında fark yoktu. Psoriasisin demografik ve ruhsal durumdan bağımsız şekilde somatik yakınmalar ile ilişkili olduğu görüldü (β=0.704; p<0.001). Sonuç: Çalışmamızın çocuk ve ergenlerde stresli yaşam olaylarının psoriasisin başlangıcında ve alevlenmesinde etkili olduğu bununla birlikte somatik yakınmaların kontrol grubuna göre demografik ve ruhsal iyilik durumundan bağımsız şekilde sedefli çocuk ve ergenlerde daha sık ortaya çıktığı görüldü. Hasta grubunda ruhsal güçlükler ve işlevsellikle ilgili sorunlar sağlıklı gruba göre daha belirgindi. Bu güçlükler özellikle hiperaktivite, bağlanma bozukluğu ve akran ilişkileri boyutunda belirgindi ayrıca sağlıklı çocuk ve ergenlere göre hayatlarında sedefli çocuklar ve ergenler daha fazla güçlük yaşamaktalardı ve işlevsellikleri daha olumsuz etkilenmişti. Bu bulgular ışığında çocuk ve ergenlerde stresli yaşam olaylarının sedefin başlangıcında ve alevlenmesinde bağımsız bir etken olabileceği, somatik yakınmaların sedef hastalığı ile birlikteliğinin sık olmasının sedefin psikosomatik yönünü destekler bir özellik olabileceği sonucu çıkarılabilir. S3/Okul öncesi dönem çocuklardaki psikopatolojik belirtilerin ve ilişkili risk etmenlerinin değerlendirilmesi Sevcan KARAKOÇ DEMİRKAYA1 ,Osman ABALI2 , 1 ADÜ Çocuk psikiyatrisi , 2İstanbul üni. İstanbul Tıp Fak. Çocuk Psikiyatrisi , Giriş ve Amaç: Okul öncesi dönem (OÖD) çocuklarında psikiyatrik hastalıklar %10-15 sıklığında görülmektedir ve erişkin yaştaki ruhsal yapının erken çocuklukta oluştuğu vurgulanmaktadır. Okul öncesi dönem davranış problemlerinin daha sonraki yaşam ve ailenin işlevselliği üzerinde etkileri vardır bu nedenle hayatın ileri yıllarındaki psikopatolojilerin ortaya çıkması ve şiddetlenmesinde “erken çocukluk dönemi" "hassas dönem"dir. Ülkemizde OÖD ruhsal sorunları ile ilgili veriler yetersizdir. Bu çalışmanın amacı erken çocukluk dönemi olan OÖD çocuklardaki psikopatolojik belirtileri ve risk faktörlerini belirlemek, sağlıklı kontrollerle karşılaştırmaktır. Yöntem: Yaşları 24-72 ay olan ve ilkokula gitmeyen çocuklar (N=200) ve anneleri; yaş ve cinsiyet açısından benzer özellikte 3 grup olarak araştırılmıştır. Hasta grubu (N=71); çocuk psikiyatrisi polikliniğine başvuran olgular iken riskli grup (Kardeş grubu) (N=59) ise büyük/küçük kardeşi çocuk psikiyatrisi polikliniğinden takip edilenlerden oluşmaktadır. Sağlıklı kontrol grubunu (N=70) ise çocuk psikiyatrisi başvurusu olmayan ailelerin çocukları oluşturmaktadır ve denekler kreşten toplanmıştır. Gelişimsel ve psikososyal riskleri de içeren sosyodemografik veri formu, Çocuk Davranış değerlendirme 57 26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 13-16 Nisan 2016/İZMİR Ölçeği (ÇDDÖ) 2-3 ve ÇDDÖ/ 4-18 ve Belirti Tarama Listesi (BTL) (SCL-90) kullanılmıştır. İstatistiksel analiz SPSS 16.0 paket programı ile yapılmıştır. Bulgular: Çalışmaya 63 kız (%31,5) ve 137 erkek (%68,5) çocuk ve annesi katıldı. Çocukların yaş ortalaması ise 49,3±14,6 ay, annelerin yaş ortalaması 33,9±5,0 yıldı. Okul öncesi dönem çocuklardaki psikopatolojik belirtiler (uyku sorunu hariç tüm ÇDDÖ alt grup puanları), içeyönelim ve dışayönelim sorunları hasta grubunda risk grubundan ve risk grubunda da sağlıklı kontrolden daha yüksekti. Çocuk psikiyatrisi başvurusu olan annelerde (hasta grubu ve kardeş grubu) BTL puanları tüm alt ölçeklerde, sağlıklı kontrol grubundaki annelere göre daha yüksekti(p<0,05). Çocuklardaki dışayönelim sorunları ile annelerdeki somatizasyon, obsesif kompulsif bozukluk, depresyon ve paranoid düşünce puanları arasında; içeyönelim sorunları ile somatizasyon, obsesif kompulsif bozukluk, fobik anksiyete ve paranoid düşünce arasında pozitif yönde anlamlı ilişki saptandı. Bu çalışmada ÇDDÖ puanlarını anlamlı olarak arttıran risk etmenleri; kardeşinde psikopatoloji olması, tanıdan bağımsız olarak dil gelişim gecikmesinin varlığı, küçük yaş grubunda (2-3 yaş) olmak, annesinin genç olması, okul öncesi eğitim almamak, kardeş sayısının 2 ve daha fazla olması, annesinde ruhsal belirtilerin olması olarak saptanmıştır. Sonuç: Okul öncesi dönem çocuklarındaki risk etmenlerinin taranması ile riskli gruba erken müdahale, çocukların sosyal, eğitimsel ve mesleki gelecekleri açısından gereklidir. Koruyucu ruh sağlığı hizmeti olarak; okul öncesine destek sağlayan sistem ve eğitim yaygınlaştırılmalı, ebeveynlerdeki ruhsal sorunlar taranmalı ve annelik yaşı, çocuk sayısı hakkında bilgilendirici anababa okulları oluşturulmalıdır. Erken çocukluk dönemindeki risk etmenlerinin seyrine yönelik ülkemizdeki uzunlamasına izlem çalışmaları için temeli oluşturmaktadır. Kaynaklar 1.Degnan KA, Calkins SD, Keane SP, Hill-Soderlund AL, Profiles of disruptive behavior across early childhood: contributions of frustration reactivity, physiological regulation, and maternal behavior. Child Development 2008; 79: 1357-1376. 2.Teramoto S, Soeda A, Hayashi Y, Saito K, Urashima M. Problematic behaviors of 3 year old children in Japan: relationship with socioeconomic and family backgrounds. Early Human Development 2005; 81:563-569. 3.Akdemir D, Gökler B. Bipolar Duygudurum bozukluğu olan anne babaların çocuklarında psikopatoloji. Türk Psikiyatri Dergisi 2008; 19: 133-140. S4/Komorbid Anksiyete Bozukluğu Olan Akne Vulgaris Tanılı Ergenlerdeki Oksidatif/Antioksidatif Durumun Değerlendirilmesi Sevcan Karakoç DEMİRKAYA1 ,Suzan Demir PEKTAŞ2 ,Mustafa KÜÇÜKKÖSE3 ,Özden ERTUĞRUL4 ,Özcan EREL5 , 1 ADÜ Tıp Fakültesi Çocuk Psikiyatrisi- AYDIN, 2Muğla Üniversitesi Tıp Fakültesi DermatolojiMuğla, 3Aydın Devlet Hastanesi Biyokimya- Aydın, 5Yıldırım Beyazıt Üniversitesi Tıp Fakültesi Biyokimya- Aydın, Amaç: Akne vulgaris (AV) ergenlerde sık görülen dermatolojik sorundur ve anksiyete bozuklukları (AB) ile komorbiditesi sıktır. Oksidatif mekanizmalar hem AV hem de AB patogenezinde rol oynamaktadır. Bu çalışmada AV ve AB birlikte görülen ergenlerdeki oksidatif-antioksidatif durumun değerlendirilmesi amaçlanmıştır. Yöntem: Bu çalışmaya, Ocak 2012- Ocak 2013 tarihleri ara¬sında Aydın Devlet Hastanesi dermatoloji polikliniğine AV yakınması ile başvuran ve başka bir rahatsızlığı bulunmayan 11-17 yaş arasındaki 126 ergen dahil edilmiştir. Çalışmaya alınan ergenlere ve onların ailelerine çalışma hakkında bilgi verildikten sonra gönüllü onay formu imzalatılmıştır. İçleme ölçütlerini sağlayan bireyler (n=95) Okul çağı Çcukları için Duygudurum ve Şizofreni görüşmesi ve Global Akne Şiddeti Ölçeği ile değerlendirildi. Çalışma örneklemini araştırma grubu (AB ve AV) (n=35), akne kontrol (sadece AV) (n=37) ve sağlıklı kontrol grubu (n=35) oluşturmaktadır. Diğer psikiyatrik tanı alan AV olguları (n=23) dahil edilmemiştir. Venöz kan örneğinden, toplam antioksidan 58 26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 13-16 Nisan 2016/İZMİR skoru (TAS), toplam oksidan skoru (TOS) ve oksidatif stres indeksi (OSI) ölçüldü. Gruplar arası fark istatiksel olarak analiz edildi. Çalışmanın bulguları SPSS 18.0 programı kullanılmıştır. One-samp¬le Kolmogorov–Smirnov test ile parametrelerin da¬ğılımlarına bakılmış ve dağılımın normal olmadığı görülmüştür. Parametrelerin karşılaştırılmasında Mann Whitney U testi and Chi-Square testi kullanılmştır.. Sonuçlar ortalama ± standart sapma (Ort.(SS)) olarak verilmiştir. P değeri 0.05 den küçük olanlar istatistiksel olarak anlamlı kabul edilmiştir. Bulgular: Hasta grubunun (n=95; %54 kız, %46 erkek) yaş ortalaması 14,8±1,6 yıldı. Komorbid AB, olguların %36,8’inde mevcuttu. Gruplar yaş, cinsiyet ve varsa akne şiddeti açısından benzer özelliklere sahipti. AV’li olgulardan anksiyete bozukluğu tanısı olanların sağlıklı akneli olgulara göre TAS seviyesi daha düşük saptanırken, TOS ve OSI seviyelerinde fark bulunamamıştır. Araştırma grubu, akne kontrol ve sağlıklı kontrol gruplarındaki ortalama TOS değerleri sırasıyla 3,88; 3,22 ve 3,05 μmol H2O2 Equivalent/L iken TAS değerleri 1,51; 1,55 ve 1,58 mmol Trolox Equivalent/L olarak bulundu (p>.05) Gruplar arasında istatistiksel farklılıklar gözlenmedi. Sonuç: Bu çalışmaya göre AV tanılı ergenlerde binişik AB tanısı çok sıktır ve AB’nin oksidatif dengeleri değiştirerek akne üzerinde ihmal edilebilir ek oksidatif strese yol açmaktadır. Akne tanısı alan ergenlerin psikiyatrik değerlendirilmesi ve oksidatif stres seviyelerinin ölçümü AV için yeni tedavileri belirlemede yardımcı olabilir. Anahtar kelimeler: Akne vulgaris, anksiyete bozukluğu, antioksidatif durum, ergen, oksidatif durum Kaynaklar: 1. Ceylan M, Şener S, Bayraktar AC, Kavutcu M. Oxidative imbalance in child and adolescent patients with attention-deficit/hyperactivity disorder. Prog. Neuropsychopharmacol Biol Psychiatry 2010; 34: 1491–94. 2. Ng F, Berk M, Dean O, Bush AI. Oxidative stres in psychiatric disorders: evidence base and therapeutic implications. Int J Neuropsychopharmacol 2008;11: 851–76. 3. Kellett SC, Gawkrodker DJ. The psychological and emotional impact of acne and the effect of treatment with isotretinoin. Br J Dermatol 1999; 140(2): 273-82 S5/Son Dönem Böbrek Yetmezliği Olan Çocuk ve Ergenlerde Yaşam Kalitesi ve DepresyonAnksiyete Komorbiditesi Ali Güven KILIÇOĞLU1 ,Kayhan BAHALI2 ,Nur CANPOLAT3 ,Ayhan BİLGİÇ4 ,Caner MUTLU5 ,Özhan YALÇIN6 ,Gulseren PEHLİVAN7 ,Lale SEVER8 , 1 Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Eğitim Araştırma Hastanesi Çocuk Psikiyatri Kliniği, 2İstanbul Üniversitesi, Cerrahpaşa Tıp Fakültesi, Çocuk Nefrolojisi Bilim Dalı, İstanbul, 4Necmettin Erbakan Üniversitesi, Meram Tıp Fakültesi Çocuk ve Ergen Psikiyatrisi Anabilim Dalı, Konya, Nefrolojisi Bilim Dalı, İstanbul, 8 Son Dönem Böbrek Yetmezliği Olan Çocuk ve Ergenlerde Yaşam Kalitesi ve Depresyon-Anksiyete Komorbiditesi Ali Guven Kilicoglu1, Kayhan Bahali1, Nur Canpolat2, Ayhan Bilgic3, Caner Mutlu1, Özhan Yalçın1, Gülseren Pehlivan2, Lale Sever 2. 1Bakirköy Prof. Dr. Mazhar Osman Ruh ve Sinir Hastalıkları Eğitim ve Araştırma Hastanesi Çocuk Psikiyatri Kliniği, İstanbul. 2İstanbul Üniversitesi, Cerrahpaşa Tıp Fakültesi, Çocuk Nefrolojisi Bilim Dalı, İstanbul. 3Necmettin Erbakan Üniversitesi, Meram Tıp Fakültesi Çocuk ve Ergen Psikiyatrisi Anabilim Dalı, Konya. Giriş: Son Dönem Böbrek Yetmezliği (SDBY) tıp alanındaki ilerlemelere rağmen hastalığın kronik doğası ve karmaşıklığı nedeniyle uzun dönemde gerek fiziksel, gerek psikolojik ve gerekse de sosyal zorluklar nedeniyle SDBY’li hastaların yaşam kalitesini olumsuz olarak etkilemektedir.1,2 SDBY’li çocuk ve ergenlerle yapılan çalışmalarda da SDBY’nin çocuk ve ergenlerde yaşam kalitesini olumsuz etkilediği ve psikiyatrik bozukluk riskini arttırdığı gösterilmiştir 59 26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 13-16 Nisan 2016/İZMİR 3Çalışmamıza başlarken ki hipotezimiz SDBY’nin çocuk ve ergenlerde daha yüksek depresyonanksiyete oranlarına ve daha düşük yaşam kalitesine yol açacağını düşündük. Çalışmamızda SDBY’li ve sağlıklı çocuk ve ergenlerdeki depresyon, anksiyete ve Yaşam Kalitesi arasındaki ilişkiyi değerlendirmeyi amaçladık. Yöntem: Çalışmamıza 8-18 yaşları arasındaki hemodiyaliz, periton diyalizi veya böbrek nakli olmuş 32 çocuk ve ergen (13 erkek, 19 kız) ile 45 sağlıklı kontrol (21 erkek, 24 kız) dahil edilmiştir. Hasta ve kontrol grubunu değerlendirme de sosyodemografik veri formu, Pediatrik Yaşam Kalitesi Formu (PedsQL), Çocuk Depresyon Ölçeği, Çocuklar için Durumluk-Süreklik Kaygı Ölçeği kullanılmış olup, istatisiksel analizler için SPSS program kullanılmıştır. Çalışmanın etik kurul izinleri T.C. Bakırköy Prof. Dr. Mazhar Osman Ruh ve Sinir Hastalıkları Eğitim ve Araştırma Hastanesi etik kurulundan alınmıştır. Çalışmaya katılan tüm çocuk ve ergenler ile ebeveynlerinden aydınlatılmış onam alınmıştır. Sonuç: Hasta grubunda depresyon puanları kontrol grubuna gore istatistiksel olarak anlamlı derecede daha yüksekti. Süreklilik anksiyete puanları arasında kontrol grubuyla hasta grubu arasında anlamlı bir fark saptanmadı. Yaşam kalitesi puanları açısından gruplar incelendiğinde, hasta grubunun PedsQL ölçek toplam ve alt ölçek puanlarının kontrol grubuna göre istatistiksel olarak anlamlı düşük olduğunu saptadık. Tartışma: Çalışmamızda SDBY’nin çocuk ve ergenlerde psikiyatrik morbidite ve daha düşük yaşam kalitesiyle ilişkili olarak bulunmuştur. Yapılan korelasyon analizinde de depresyon ve süreklilik anksiyete puanlarının, PedsQL ölçeğinin tüm alt ölçekleriyle negative korele olduğunu saptadık.Sonuç olarak SDBY’li hastaların yaşam kaliteleri ve komorbid psikiyatrik rahatsızlıklarının değerlendirilmesi ve bunları önleyici-tedavi edici tedbirlerin alınmasının önemli olduğu ve bu tarz önleyici-tedavi edici yaklaşımların hastaların yaşam kalitelerini arttırabileceği düşünülmüştür. Kaynaklar 1 Birmelé B, Le Gall A, Sautenet B, Aguerre C, Camus V. Clinical, sociodemographic, and psychological correlates of health-related quality of life in chronic hemodialysis patients. Psychosomatics. 2012 Jan-Feb;53(1):30-7 2 Port FK, Wolfe RA, Hulbert-Shearon TE, McCullough KP, Ashby VB, Held PJ. High dialysis dose is associated with lower mortality among women but not among men. Am J Kidney Dis 2004; 43:1014–23 3 Goldstein SL, Graham N, Burwinkle T, Warady B, Farrah R, Varni JW. Health-related quality of life in pediatric patients with ESRD. Pediatr Nephrol. 2006 Jun;21(6):846-50 S6/Çocuklarda Cinsel Kimlik Bozukluğu Yaygınlığı Mustafa Kenan DUYMAZ1 ,Nursu Çakın MEMİK2 ,Emine Demirbaş ÇAKIR3 ,Çiğdem ÇAĞLAYAN4 ,Ekrem ŞENTÜRK5 ,Filiz Mine ÇİZMECİOĞLU6 ,Özlem Yıldız GÜNDOĞDU7 , 1 Kocaeli Derince Eğitim Araştırma Hastanesi, 2Kocaeli Üniversitesİ, 3İzzet baysal Eğitim Araştırma Hastanesi, Amaç: Cinsel kimlik bozukluğunun (CKB) yaygınlığı çocuk, ergen ve erişkinlerde yeterince bilinmemektedir.Yazında, çoğunlukla cinsiyet değiştirme ameliyatı için kliniklere başvuran erişkin olgular üzerinden tahminler yürütüldüğü görülmektedir. Bu çalışmada; Kocaeli merkez ilçeyi temsil eden, ilkokul 1., 2., 3. ve 4. sınıfa giden, 5 ile 11 yaşları arasındaki çocuklarda cinsel kimlik bozukluğu yaygınlığının araştırılması amaçlanmıştır. Yöntem: Yazında, cinsel kimlik bozukluğunu taramak için Türkçe’ye çevrilmiş, geçerlik ve güvenirlik çalışması yapılmış bir ölçek ya da forma rastlanmamıştır. Bu nedenle DSM-IV-TR’de belirtilen CKB tanı kriterleri kullanılarak Çocuklarda Cinsel Kimlik Bozukluğu Tarama Formu-Ebeveyn/Öğretmen (ÇCKBTF-E/Ö) hazırlanmıştır. Ayrıntılı klinik görüşme yapılacak olguların belirlenmesi amacıyla da ÇCKBTF’deki maddeler üzerinden Klinik Değerlendirmeye Alım Kriterleri (KDAK) oluşturulmuştur. Basit rastgele örneklem yöntemiyle seçilen 8 ilköğretim okulundaki 3948 öğrencinin ebeveyn ve 60 26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 13-16 Nisan 2016/İZMİR öğretmenlerine tarama formları dağıtılmıştır. Dağıtılan 3948 ÇCKBTF-E/Ö’den 3315’i (%83.9) geri toplanmıştır. Geri toplanan formlardan 393’ü hatalı ya da eksik doldurulmuş olduğundan geçersiz sayılmıştır. Ebeveyn ya da öğretmen formlarından en az birisinin mevcut olduğu 2922 (%74.0) çocuk ile çalışmamız sürdürülmüştür. Bulgular: 2922 çocuktan 177’si (%6.1) KDAK’ı karşılamıştır. KDAK’ı karşılayan bu 177 olgudan 60’ı (%34) ile klinik görüşme yapılabilmiş, 117’si (%66) ile görüşmeye gelmediklerinden klinik görüşme yapılamamıştır. Klinik görüşme sonucunda 51 olguda CKB dışlanmış, 9 olgu ise CKB yönünden riskli kabul edilmiş ancak bunlardan 3’ü bu aşamadan sonra çalışmadan ayrılmıştır. Değerlendirmeler neticesinde kalan 6 olgudan 3’ü (%0.102) CKB, 1’i (%0.03) eşik altı CKB tanısı almış, diğer 2 olguda ise CKB dışlanmıştır. Çalışmaya katılan 2922 çocuktan 3’ü CKB tanısı almış ve CKB’nin yaygınlık oranı %0.102 bulunmuştur. Sonuç: Tarama formunu doldurmayıp çalışmaya katılmayı baştan reddedenler ve CKB tanısı alma ihtimali yüksek olup çalışmayı tamamlamayan olgular göz önüne alındığında, CKB’nin çocuklardaki yaygınlığının %0,102 oranından daha fazla olduğu tahmin edilmektedir. Anahtar Sözcükler: Cinsel kimlik bozukluğu, çocuk, yaygınlık, Kocaeli. SÖZEL BİLDİRİ OTURUMU S7-S12 ( 15 Nisan 2016 07:30-08:30) SALON A S7/Çocuk ve Ergenlerde Psikotrop İlaç Kullanımı: Poliklinik Tedavilerinin Gözden Geçirilmesi Miraç Barış USTA1 ,Yusuf Yasin GÜMÜŞ2 , 1 Ondokuz Mayıs Üniversitesi Hastanesi, Çocuk Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları A.B.D ., Giriş: Yaşam kalitesini bozan zihinsel, davranışsal ve duygusal sorunlar ve bozukluklarda psikotrop ilaçlarıın kullanımı artış göstermektedir. Literatürde, çocuklar ve ailelelerinin psikiyatrik tedavide ve izlemde tutmanın zorluğu ilgili görüşler bulunmaktadır ve bu görüşe uygun olarak yüksek oranlarda psikofarmakolojik tedaviye uyumsuzluk bildirilmiştir. Bu çalışmada bir üniversite hastanesi çocuk psikiyatri bölümüne başvuran çocuklarda psikotrop ilaç seçiminin, kullanım sıklığının saptanması ve tekrar reçetelenme oranlarının araştırılması amaçlanmıştır. Yöntem: OMÜ Çocuk Psikiyatri Polikliniği’nde 01.01.2013 - 01.12.2015 tarihleri arasında muayene edilen hastalar çalışmaya dahil edilmiştir. Hastalar retrospektif olarak Nucleus® poliklinik sistemi ile taranmıştır. Veriler SSPS v20.0 ile analiz edilmiştir. Bulgular: Bu zaman aralığında kayıtlı hastaların yaş ortalaması 12.1 yıl ve %57.2’si erkek cinsiyetteydi. Toplam 38.432 adet psikotrop ilaç reçete edilmiştir. 12.607 farklı hasta görülmüş olup 8889 (%70.4) hasta poliklinik kontrolleri sırasında en az bir kez reçetelendirilmiştir. Psikotrop kullanan hastalar bu zaman periyodunda ortalama 4.32 kez reçetelendirilmiştir. 2356 (%26.2) hasta bir kez reçetelendirilmiştir. En fazla reçete edilen ilaçlar uzun etkili metilfenidat (%26.0) ve risperidon (%23.1) olmuştur. SSRI grubundan en çok sertralin (%7.4) ve fluoksetin (%6.9) reçetelenmiştir. En az reçetelenen ilaçlar ise klozapin (%0.02) ve enjeksiyon formundaki antipsikotikler olmuştur (%0.01). 5.71 kez ile en fazla tekrar reçete edilen ilaçlar, uzun etkili metilfenidatlar olarak bulunmuştur. 6 yaş altında ise toplam 1312 hasta kayıt edilmiştir. Bu gruptan 410 (%30.1) farklı hastaya 1020 ilaç reçete edilmiş olup, en yüksek oranlarda risperidon oral solüsyon (%63.2), fluoksetin oral solüsyon (%10.7), kısa etkili metilfenidat (%10.4) reçete edilmiştir. Bu grupta ise 203 (%49) hasta bir kez reçetelendirilmiştir. Tartışma: Çalışmanın zaman aralığında, psikotrop ilaç kullanan her dört hastadan bir tanesi sadece bir kez reçetelendirilmiştir. Çocuk ve ergenlerde kullanınlan psikotrop ilaçların bir çoğu uzun süreli tedavilerin parçasıdır ve bu bilgi ile çalışmamızda yer alan çocukların ve ailelerinin psikotrop ilaç kullanım önerisini yerine getirmediği ve tedavi uyum sorunu olduğu düşünülebilir. Literatüre benzer şekilde çalışmamızda stimülanlar en çok reçete edilen ilaçlar olmuştur ve en çok tekrar reçete edilen 61 26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 13-16 Nisan 2016/İZMİR ilaçlar 5.71 kez ile uzun etkili metilfenidatlar olmuştur. Psikotrop ilaç tedavisi olarak metilfenidat önerilen hastalar diğer ilaç gruplarına daha yüksek sayıda poliklinik kontrolüne getirilmiş olup, daha çok kez reçetelendirilmiştir ve bu bulgu ile metilfenidat grubu ilaç kullanan hastaların tedavi uyumunun daha yüksek olduğu düşünülebilir. Metilfenidat tedavisinin diğer psikotrop ajanlara göreceli olarak daha kısa sürede semptomlara etki etmesi, daha yüksek oranlarda semptom kontrolü sağlaması tedavi uyumunu arttırmış olabilir. Antidepresan ilaçlar ergen yaş grubunda daha sık reçete edilmiştir ve en az tekrar reçetelendirilen grup olmuştur. Literatürde belirtildiği gibi antidepresan ilaçların semptomlar üzerine etkilerine uzun süreler içinde başlaması ve bu yaş grubunun izlemde tutulmasının zor olması bu bulguyu açıklayabilir. Sadece üniversite hastanesinin kayıtlarının incelenmesi sebebiyle yer değişikliği yapan veya başka hastaneye başvuran hastaların değerlendirilememesi bu çalışmanın en önemli sınırlılığıdır. Literatüre benzer şekilde, araştırmalar, klinik rehberler ile klinik pratik arasındaki farklar gözlenmiştir. Bu öncül veriler ışığında çocuk ve ergenlerde psikotrop ilaç uyumu ile ilgili prospektif ve kontrollü çalışmalara gereksinim vardır. S8/Travma Ve Sonrası: Zihnin Başetme Ve Savunma Farklılıkları Hatice ÜNVER1 ,Şahika Gülen ŞİŞMANLAR2 ,Işık KARAKAYA3 , 1 Kocaeli Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları AD, Çocuk ve ergenlerde travmalar; tolere edilemeyen, ciddi duygusal, ruhsal, bilişsel ve davranışsal bozukluklara yol açan deneyimlerdir. Travma sonrası stres bozukluğu (TSSB); DSM 5’te doğrudan ya da dolaylı olarak gerçek ya da göz korkutucu biçimde ölümle, ağır yaralanmayla karşılaşmış olma ya da cinsel saldırıya uğrama sonrasında gelişen travmatik olayı yeniden yaşantılama, kaçınma ve travmayla ilişkili aşırı uyarılma belirtilerinin gözlenmesi şeklinde tanımlanmıştır. Travmatik yaşantılar arasında deprem, sel gibi doğal afetler, çocuklukta yaşanan ihmal ve istismarlar, zorla kaçırılma, trafik kazaları, yaşamı tehdit eden bir hastalığın tanısının konulması gibi zorlayıcı olaylar bulunmaktadır. Epidemiyolojik veriler travma sonrası gelişen ruhsal bozukluklar arasında en sık travma sonrası stres bozukluğunun görüldüğünü bildirmektedir. Doğal afetler sonrasında yapılan sıklık çalışmalarında %3 ile % 100 gibi geniş aralıklı bir oran belirtilmektedir. Çocuk ve ergende TSSB sıklığını araştıran genel toplum çalışmaları az olup, TSSB’nin genel toplumda yaşam boyu görülme sıklığının ise %1-%14 arasında olduğu belirtilmektedir. TSSB gelişimini etkileyen pek çok faktör bulunmaktadır. Bu olgu serisinde yaşadığı travmatik olay sonrası stres belirtileri göstermeyen ya da kısa süreli gösteren 7 hastanın takip süreci, travmatik stresi etkileyen durumlar eşliğinde tartışılmaya çalışılmıştır. Farklı travmatik yaşantıları olan ve TSSB belirtileri göstermeyen çocuk ve ergenlerde TSSB gelişmemesinin olası sebeplerinin, zihnin başetme ve savunma farklılıklarının tartışılması amaçlanmıştır. S9/Dikkat Eksikliği Hiperaktivite Bozukluğu Olan 8 – 15 Yaş Arası Bir Grup Çocukta Dikkat Eksikliği Hiperaktivite Bozukluğu Alt Tipleri İle Anksiyete Bozuklukları Alt Tiplerinin Birlikteliği Fazilet SEYİDOĞLU1 ,Mücahit ÖZTÜRK2 , 1 Bağdat Caddesi No:103/5 Sarıköşk Apt. Daire 5 Feneryolu / Kadıköy / İstanbul My Family Psikoterapi ve Danışmanlık Merkezi, 2Rumeli Caddesi No:71 Osmanbey / Şişli / İstanbul PEDAM Psikiyatri Kliniği , Amaç: Dikkat Eksikliği Hiperaktivite Bozukluğu (DEHB) ve anksiyete bozuklukları çocukluk döneminin en sık görülen psikiyatrik bozukluklarındandır. DEHB’ye Karşıt Olma Karşı Gelme Bozukluğu (KOKGB) ve Davranım Bozukluğunun (DB) eşlik etmesi bilinmektedir. DEHB’ye anksiyete bozuklukları da sıklıkla eşlik etmektedir. DEHB’ye anksiyete bozukluklarının eşlik etmesi %20 ile %50 arasında değişmektedir. Fakat bu alanda az sayıda çalışma vardır. Aynı zamanda DEHB alt tipleri (DE Önde Tip, DEHB Bileşik Tip) anksiyete bozuklukları belirtilerinin görülmesinde önemli bulunmuştur. 62 26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 13-16 Nisan 2016/İZMİR Bu çalışmada yeni tanı alan ve öncesinde tedavi edilmemiş DEHB’li çocuk ve ergenlerde anksiyete bozuklukları alt tiplerinin birlikteliği ve ilişkilerini saptamak amaçlanmıştır. Yöntem: Çalışma; 8 – 15 yaş aralığında, DSM-IV tanı kriterlerine göre PEDAM Psikiyatri Kliniği ve MEVA Psikiyatri Kliniği’ne başvurup ilk kez DEHB tanısı alan ve ilaç tedavisi olmayan 60 (36 Erkek, 24 Kız) çocuk ve aynı yaş aralığında İstanbul ilindeki özel bir ilköğretim okulunun 3. Sınıf - 9. Sınıf dahil 239 öğrencisi arasından seçilen DEHB tanısı almamış 66 (29 Erkek, 37 Kız) çocuktan oluşan Kontrol Grubu ile gerçekleştirildi. Olguların değerlendirilmesinde Sosyodemografik Bilgi Formu, Turgay Yıkıcı Davranım Bozuklukları İçin DSM-IV’e Dayalı Tarama ve Değerlendirme Ölçeği, Çocukluk Çağı Anksiyete Tarama Ölçeği (ÇATÖ) kullanıldı. Çalışmanın istatistiksel analizleri SPSS 19.0 paket programı ile yapıldı. Bulgular: Tüm DEHB’li olguların yaş ortalaması (11,18 ± 2,28), Kontrol Grubunun yaş ortalaması da (11,88 ± 2,11) idi. DEHB alt tiplerine göre tanıların dağılımı; Bileşik (n=36), DE Önde Tip (n=35) şeklindeydi. DEHB Bileşik Tip olgularının %69,44’ünde (n=25) KOKGB; DE Önde Tip olgularının %41,6’sında (n=10) KOKGB tanısı vardı. DEHB Bileşik Tip olguların %5,5 (n=2) Davranım Bozukluğu (DB), DE Önde Tip tanısı alan olgularda DB tanısı alan olgu yoktu. Tüm DEHB’li olgularda %58,3 KOKGB, %3,3 DB tanısı bulunmaktaydı. DEHB’li tüm olguların %56,7’sinde, DEHB Bileşik Tipinin %69,4’ünde, DE Önde Tipin %37,5’inde anksiyete bozukluğu belirtileri saptanmıştır. DEHB alt tipleri arasında DEHB Bileşik Tipte DE Önde Tipe nazaran anksiyete bozuklukları belirtileri görülmesi istatistiksel olarak anlamlı derecede yüksek bulunmuştur (p<0,05). Tüm DEHB olgularının cinsiyetlerine göre anksiyete durumlarında anlamlı farklılık ortaya çıkmamıştır. Tüm DEHB’li olgularda yaş grubuna göre anksiyete bozuklukları görülme sıklıkları farklı bulunmuştur (p<0,05). Tüm DEHB’li olguların anksiyete belirtileri 7-11 yaş grubunda 12-15 yaş grubundan anlamlı derecede yüksek bulunmuştur (p<0,05). Tüm DEHB olgularına (DE Önde Tip + DEHB Bileşik Tip) Sosyal Fobi belirtileri %53,5, Ayrılık Anksiyetesi Belirtileri %52,33, Yaygın Anksiyete Bozukluğu Belirtileri %43,9, Panik Somatik Belirtileri %28,1, Okul Korkusu Belirtileri %25,3 oranında eşlik etmektedir. Tüm DEHB olgularında birkaç anksiyete bozukluğu belirtileri görülme sıklığı bir anksiyete bozukluğu belirtileri görülme sıklığından daha fazla çıkmıştır. Sonuç: Çalışma, daha önceki çalışmalara benzer şekilde DEHB’li olgularda sıklıkla anksiyete bozukluğu eş tanısının bulunduğunu destekler niteliktedir. DEHB alt tipleri anksiyete bozuklukları belirtilerinin görülmesinde önemli bulunmuştur. Klinisyenlerin DEHB’li olgularda ebeveynleri tarafından genellikle fark edilmeyen anksiyete belirtileri eş tanısını sorgulamaları ve tespit edip tedavi yaklaşımını buna göre belirlemeleri gerekmektedir. DEHB’li olgulara eşlik eden anksiyete bozukluklarının birden fazla olabileceği de göz önünde bulundurularak değerlendirilmelidir. S10/Mülteci öğrencilere psikolojik desteği kendi öğretmenleri üzerinden ulaştırabilir miyiz? - Pilot çalışma olarak İstanbul İLAF Projesi Vahdet GÖRMEZ1 , 1 Bezmialem Vakıf Üniversitesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı Fatih/Istanbul , Savaşa bağlı travmatik deneyimlerin ve zorunlu yer değiştirmenin çocukların psikolojik bütünlüğünü, sosyal gelişimlerini ve uyumunu bozucu etkilerinin yıkıcı ve süreğen olabileceği birçok bilimsel çalışmada ortaya konmuştur (1). 2011 yılında başlayan savaş, sayısı 2.5 milyona varan Suriyelinin ülkemize sığınmacı olarak göç etmesine yol açmıştır. Sığınmacıların yaklaşık % 34’ünün okul çağı yaş grubunda olduğu tahmin edilmektedir (2). Okul çağındaki bu çocukların çoğunluğu Arapça eğitim veren okullarda eğitim almaktadırlar. Dil ve kültür farklılığı sosyal uyum için önemli bir faktör olarak göze çarpmaktadır. Bezmialem Vakıf Universitesi Çocuk ve Ergen Psikiyatris Anabilim Dalı ve Yeryüzü Doktorları (YYD) ortak girişimi olarak başlayan İlaf projesi ismini İstanbul/Çapa’da bulunan ve Suriyeli Sığınmacı öğrencilerin eğitim gördüğü okuldan almaktadır. Okul müdiresinin YYD Psikososyal ekibinden destek 63 26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 13-16 Nisan 2016/İZMİR ricası ile Ekim 2014 yılında başlayan proje, tercüman eşliğinde bireysel görüşmeler olarak başlamış fakat dil ve kültür farklılığın doğurduğu sorunlar ve psikolojik problemlerin bireysel olmaktan ziyade öğrencilerin birçoğunda mevcut olduğu bildirim ve gözlemleri ekibimizi yeni arayışlara itmiştir. Bilişsel davranış terapisi ve oyun terapisi modüllerinin, ekibimizin saha çalışmalarından edindiği deneyimler ile harmanlanarak ve yabancı kaynaklı mevcut girişimlerin detaylı bir literatür taraması sonucu “Mülteci Öğrenciler için okul merkezli psikolojik Destek Program (MODP) geliştirildi. Grup çalışması olarak tasarlanan bu uygulama klavuzu haftalık olarak yapılan ve yaklaşık 90 dakika sürecek 8 görüşmeyi içermektedir. İlaf okulunun psikolog müdiresi ve bir diğer öğretmen ile klavuz gözden geçirilip kültürel farklılıklar göz önüne alınarak revize edildi. Okuldaki gönüllü öğretmenlere yaklaşık 20 saat olarak verilen yoğun bir eğitimden sonra her grupta 8-10 öğrenci ve 2 öğretmen olarak proje hayata geçirildi. Her seanstan sonra öğretmenler 60-90 dakika süren süpervizyon toplantıları ile desteklendi. Program süresince okul ile iletişim ekibimizde Arapça ve İngilizce konuşan çalışanlar ile sağlandı. Seanslardaki uygulamanın uygulama kılavuzuna uyum ve sadakatini değerlendirmek için görüşmeler video-kayıt altına alındı ve her seansın analizi yapıldı. Programın etkinliği ön-test ve son-test uygulamaları ile değerlendirildi. Bu değerlendirme için ekibimiz tarafından hazırlanan bir sosyodemografik bilgi formu, katılımcı öğrenciler tarafından her görüşme sonrası doldurulan sübjektif etkinlik ölçeği ve Arapça geçerlik ve güvenirlik çalışmaları yapılmış aşağıdaki ölçekler kullanılmıştır. Spence anksiyete ölçeği (Çocuk ve ebeveyn formları) SDQ (strengths and difficulties questionnaire)- Güçler Güçlükler Anketi (çocuk ve ebeveyn formları) UCLA travma ölçeği (çocuk ve ebeveyn formları) Bu sunumdaki amacımız bu projenin gelişim sürecini, sosyodemografik form ile elde edilen bulguları ve semptom ölçeklerinin analizi sonucu elde edilen ön-bulguların meslektaşlarımız ile paylaşılmasıdır. Referanslar 1. Reed & Fazel 2012; Derezotes, 2000; Macksoud et al. 1993 2. Hacettepe Üniversitesi Göç ve Siyaset Araştırmaları Merkezi (HUGO). Türkiyedeki Suriyeliler: Toplumsal Kabul ve Uyum Araştırması S11/ Dikkat Eksikliği/ Hiperaktivite Bozukluğu Tanılı Çocukların Klonidin Tedavisine Yanıtları Ve Yordayıcıları: Natüralistik, Açık-Uçlu, Uzunlamasına Takip Çalışması Meryem Özlem KÜTÜK1 ,Ali Evren TUFAN2 ,Gülen GÜLER3 ,Zehra TOPAL4 ,Fevziye TOROS5 , 1 Başkent Üniversitesi Tıp Fakültesi Adana Uygulama ve Araştırma Merkezi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları AD. , 2Abant İzzet Baysal Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları AD. , 3Mersin Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları AD. Dikkat eksikliği ve Hiperaktivite Bozukluğu(DEHB) ,dikkatsizlik, aşırı hareketlilik ve dürtüsellik gibi belirtilerin gözlendiği ve kişinin akademik, iş ve sosyal işlevselliğini olumsuz yönde etkileyen bir bozukluktur. Bu bozuklukla ilgili son yıllarda çok sayıda çalışma yapılmış ve birçok ilaç kullanıma girmiştir. Stimulan ilaçlar DEHB tedavisinde etkili olmakla birlikte hastaların en az %30’u ilaçtan yeterince yararlanamamakta ya da stimulanları tolere edememektedir. Santral Sinir Sistemi (SSS) üzerine etkileri olan a2 reseptör agonistlerinden klonidin , DEHB tedavisinde tek başına ve ek ilaç olarak kullanımı ve etkili bulunmuştur Çalışmaya DSM IV ölçütlerine göre DEHB tanısı alan,daha önce bir stimulan ve bir non stimulan 64 26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 13-16 Nisan 2016/İZMİR tedavisi alıp,tedaviden fayda görmemiş 17 çocuk ve ergen (% 82.4 erkek) dahil edilmiştir. Olguların çoğu (n=12, % 70.6) ilköğretim; geri kalanlar ise lise öğrencisidir. Olguların yaşları ortalama ve ortancaları sırasıyla 12.5 (S.D.= 3.0) ve 12.0 (Çeyrekler Arası Aralık, IQR= 5.0) yıl olarak saptanmıştır. Olgular klonidin tedavi öncesi ve tedavinin 12.haftasında ebeveynler tarafından doldurulan DSM-IV’e Dayalı Yıkıcı Davranış Bozuklukları için Tarama ve Değerlendirme ve klinisyentarafından doldurulan Klinik Global İzlem ölçekleri ile değerlendirilmiştir. DSM-IV’e Dayalı Yıkıcı Davranış Bozuklukları için Tarama ve Değerlendirme Ölçeği ülkemizde çocuk ve ergenlerde DEHB ve ilişkili bozuklukların (KOKGB, DB) değerlendirilmesinde yaygın olarak kullanılan bir tarama ve değerlendirme ölçeğidir. Araştırmamızda ölçeğin iç tutarlılığı oldukça yüksek olarak saptanmıştır (Cronbach alfa= 0.83). Tablo: Açık uçlu, natüralistik, uzunlamasına klonidin tedavisi ile takip edilen DEHB tanılı olguların tedavi öncesi ve sonrası psikometrik ölçümlerinin karşılaştırılması Ölçek Tedavi Öncesi (Ort, SD) Tedavi Sonrası (Ort, SD) P* AT-DE 7.9 (1.9) 6.9 (3.4) 0.27 AT-HIP 4.3 (3.8) 2.9 (3.8) 0.59 AT-KOKGB 2.1 (2.6) 1.2 (2.5) 0.19 AT-DB 0.5 (1.1) 0.9 (1.7) 0.32 AT-Toplam 14.8 (6.6) 11.8 (9.0) 0.44 KGİ 4.9 (1.0) 3.7 (1.1) 0.02 Olguların tedavi öncesi ve sonrası ölçümleri Wilcoxon testi ile değerlendirildiğinde sadece KGİ ortancalarının anlamlı fark gösterdiği saptanmıştır (Z= -2.4, p=0.02). Dört olgu (% 23.5) araştırma süresi içerisinde takip ve tedavilerini yarım bırakmıştır. Tedaviyi yarım bırakan ve tedaviye devam eden olguların başlangıçtaki psikometrik ölçümleri Mann-Whitney U testi ile değerlendirildiğinde bu olguların Hiperaktivite ve Dürtüsellik alt testinden aldıkları puanların ortancalarının anlamlı ölçüde yüksek olduğu görülmüştür (Z= - 2.27, p=0.02). Sekiz olgu (% 47.1) klonidin tedavisi ile yan etki bildirmiştir. Yan etkiler sıklıklarına göre; sedasyon (n= 4, % 23.5), bulantı/ kusma (n=2, % 11.8), baş dönmesi ve hiperaktivite artışı (her ikisi için de; n=1, % 5.9) olarak saptanmıştır. Ki kare testi ile değerlendirildiğinde yan etki varlığı ile tedaviyi yarıda bırakma arasında anlamlı ilişki saptanamamıştır. Sonuç olarak, klonidinin DEHB olan çocuk ve ergenlerde kullanıma dair daha çok çalışma yapılmalıdır. S12/Çocuk ve ergenlerle bilişsel davranışçı terapi: Terapist ve çocuk için ortak bilişsel platform olarak metaforlar Vahdet GÖRMEZ1 ,A. Cahid ÖRENGÜL2 , 1 Bezmialem Vakıf Üniversitesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı, 2Bezmialem Vakıf Üniversitesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı, Terapi polikliniğimizde sosyal anksiyete belirtileri ve sürekli değişkenlik gösteren ‘takıntılar’ ile seyreden Obsesif-Kompulsif Bozukluğu (OKB) için tedaviye başlayan 15 yaşındaki erkek hasta; OKB’ye ‘zorba müdür’ diye isim vererek dışlamasını şöyle açıklıyor: “Zihnim sanki bir AVM gibi. Ben ne zaman koltuğa oturup kontrolü elime geçirmeye başlasam, o koltukta oturan zorba müdür yeni bir dükkân açıp beni meşgul ediyor”. Bu metafor; gencin bir savaş alanı olarak gördüğü AVM’sinde 65 26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 13-16 Nisan 2016/İZMİR (zihninde) zorba müdürü yenmek için beceriler kazanma, müttefikler edinme ve zorbanın tuzaklarına düşmemek için motivasyonunu arttırmış ve terapi sürecini daha etkin kılmıştır. Kendall’in (1993) çocuklar ile yaptığı Bilişsel Terapi çalışmalarında kullandığı ve Salkovskis’in (1996) erişkinlere uyarladığı ve ‘köpek pisliğine basma’ metaforu; bilişsel terapinin tedavi rasyonelini açıklaması; aynı olayın farklı yaşam deneyimleri ve klinik tablosu olan kişilerde farklı anlamlarla işlenip, farklı duygusal ve davranışsal tepkilere yol açtığını göstermesi ve kuramın teorik kavramlarına somut bir görsellik katması bağlamında terapi sürecine yadsınamayacak bir işlevsellik ve kolaylık sağlamaktadır. Günlük hayatın, edebiyat ve sanatın doğal bir süsü olarak mecazi anlatım psikoterapiler içinde vazgeçilmez bir unsurdur. Bu durum; bilinçaltının dürtüler, ihtiraslar, rüyalar, dil sürçmeleri ve şakaların maskeli balosu olarak görüldüğü ve gizil olanın semboller ve metaforlar ile tanınmaya çalışıldığı psikoanalitik gelenek için geçerli olduğu kadar; bilişsel-davranışçı terapi uygulamalarına da sadece estetik bir katkı değil bazen kilit-açıcı bir işlevsellik katar. Bilişsel modelin soyut kavramlarını çocuğa aktarırken bazen iki arada bir derede kaldığını gören terapist için metafor yeni bir köprü inşa eder. Benzetmelerin havada kaldığı durumlarda metaforlar, kıssalarda ve öykülerde olduğu gibi terapiye anlı bir görsellik katarak bazen “cuk diye” oturur. Ve bazen bütün bir terapi sürecini bu metaforun sağladığı ortak platform üzerinden götürebilirsiniz. Bu sunumda amacımız çocuk ve ergenlerde bilişsel davranışçı terapi uygulamalarımızda sıkça kullandığımız, bazılarının yukarıda ki ilk örnekte olduğu gibi bir ergen danışanın duygularının kelimelere döküldüğü bir doğaçlama ile ortaya çıktığı ve bazılarının -2. örnekte olduğu gibi- farklı kaynaklarda kullanılan örneklerinin yeniden uyarlanması ile geliştirdiğimiz metaforları, klinik tablolar ile ilişkilendirerek terapi sürecindeki işlevselliklerini meslektaşlarımız ile paylaşmaktır. SÖZEL BİLDİRİ OTURUMU S13-S18 ( 15 Nisan 2016 07:30-08:30 ) SALON B S13/Kemik İliği Transplantasyonu Yapılmış Çocuklar İle Donör Ve Donör Olmayan Kardeşlerinde Psikopatoloji Semih ERDEN1 ,Berna ÖZSUNGUR2 ,Duygu Uçkan ÇETİNKAYA3 ,Bülent Barış KUŞKONMAZ4 , 1 Hacettepe Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları AD, 3Hacettepe Çocuk Hematoloji Bilim Dalı, 4Hacettepe Çocuk Hematoloji Bilim Dalı, Erden, S. Kemik İliği Transplantasyonu Yapılmış Çocuklar ile Donör ve Donör Olmayan Kardeşlerinde Psikopatoloji, Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi, Çocuk Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Tezi, Ankara, 2015. Bu çalışmada, Kemik İliği Transplantasyonu uygulanan çocuk ve ergenler ile donör olan ve olmayan kardeşler yarı yapılandırılmış klinik görüşmeler ve öz bildirim ölçekleri ile değerlendirilmiştir. Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi İhsan Doğramacı Çocuk Hastanesi Çocuk Hematoloji Bilim Dalı Kemik İliği Transplantasyon Ünitesi Biriminde ilik nakli yapılmış, halen remisyonda olan 6-18 yaşları arasındaki 30 çocuk ile donör olan 20 çocuk ve hasta ya da donör olmayan 30 çocuk çalışmaya dahil edilmiştir. Herhangi bir nörolojik ve/veya süregen hastalığı ve klinik olarak değerlendirilen zihinsel engeli olan çocuklar çalışmaya dahil edilmemiştir. Psikiyatrik hastalıkları taramak amacıyla, araştırmaya katılan çocuklar ve anne/babaları ile Okul Çağı Çocukları için Duygulanım Bozuklukları ve Şizofreni Görüşme Çizelgesi-Şimdi ve Yaşam Boyu Şekli (K-SADS-PL) aracılığıyla klinik görüşme yapılmıştır. Çocuklara Çocuklar için Depresyon Ölçeği, Durumluk-Sürekli Kaygı Envanteri, Nasıl Hissediyorum Ölçeği, Çocuklar için Yaşam Kalitesi Ölçeği, Güçler Güçlükler Anketi ve Rosenberg Benlik Saygısı Ölçeği uygulanmıştır. Hasta ve kontrol grubu annebabalarına Hollingshead-Redich Ölçeği ve Ruhsal 66 26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 13-16 Nisan 2016/İZMİR Belirti Tarama Testi (SCL-90-R) uygulanmıştır. Yapılan değerlendirmeler sonucunda, KİT uygulanan çocuk ve ergenlerin yaşam boyu tanı sıklıklarına bakıldığında %50 oranında depresif bozukluk, %6,6 oranında anksiyete bozuklukları, %26,4 oranında DEHB, %13,2 oranında KOKGB ve %9,9 oranında enürezis nokturna saptanmıştır. Donör olan çocuk ve ergenlerin yaşam boyu tanı sıklıklarına bakıldığında %5 oranında depresif bozukluk, %5 oranında ayrılık anksiyetesi bozukluğu, %20 oranında DEHB ve %10 oranında enürezis noktürna saptanmıştır. Donör olmayan çocuk ve ergenlerin yaşam boyu tanı sıklıklarına bakıldığında %23,3 oranında depresif bozukluk, %26,4 oranında anksiyete bozuklukları, %30 DEHB, %3,3 KOKGB ve %13,2 enürezis noktürna saptanmıştır. Nakil olan çocuklar ile donör olmayan kardeşlerin nakil sürecinde psikopatoloji gelişme riskinin arttığı saptanmıştır. Her üç grubunda depresyon ölçeğinde kesim noktasının üzerinde puanlar aldığı gözlenmiştir. Gruplar arasında yaşam kalitesi açısından fark bulunmamıştır. Gruplar arasında olumlu ve olumsuz davranışlar açısından fark saptanmamıştır. Bu sonuçlar donör olan ve olmayan çocukların da nakil olan kardeşleri kadar etkilendiğini göstermektedir. Benlik saygısının donör kardeşlerde diğer çocuklara göre daha yüksek olduğu saptanmıştır. KİT’in başarı oranının yüksek olduğu bir grup olması nedeni ile donör kardeşlerde benlik saygısının yüksek bulunduğu düşünülmüştür. Sonuç olarak, KİT sürecinin nakil olan çocukları psikososyal açıdan etkilediği, donör olmayan çocukların bu süreçte arka planda kaldığı ve risk altında olduğu söylenebilir. Nakil olmuş çocuklar ile donör olan ve olmayan kardeşlerindeki psikopatolojiyi araştıran hala yeterli sayıda çalışma bulunmamakta olup uzunlamasına izlem çalışmalarına ihtiyaç bulunmaktadır. Anahtar sözcükler: Kemik iliği transplantasyonu, donör kardeş, psikopatoloji, yaşam kalitesi, benlik saygısı. S14/Çocuk ve Ergen Şizofreni Hastalarında Obsesif Kompulsif Bozukluk Komorbiditesi, Tedavi Yanıtı Ve Yaşam Kalitesi Burak BAYTUNCA1 ,Tuğba KALYONCU2 ,İsmail ÖZEL3 ,Dost ÖNGÜR4 ,Bülent KAYAHAN5 ,Serpil ERERMİŞ6 , 1 EUTF Çocuk Psikiyatri ABD, 2McLean Hastanesi, Harvard Tıp Fakültesi Psikiyatri ABD Psikotik Bozukluklar Bölüm Direktörü, Şizofreni ve obessif kompulsif bozukluk (OKB) psikiyatride tanımlanmış iki eski hastalık olmakla birlikte her iki hastalığın bir arada bulunduğu "şizo obsessif bozukluk" tanı grubu son 15 yıl içerisinde gündeme gelmiştir. Bu komorbidite erişkin çalışmalarında %12 - %60 olarak ölçülmüş olup pediatrik grupta çalışma yoktur. Son 15 yıldır yapılan çalışmalarda bu iki hastalığın ortak nörobiyolojik temellere sahip olabileceği öne sürülmüş olup OKB tanısı alan hastaların şizofreni gelişimi açısından riskli grupta oldukları öne sürülmeltedir. OKB komorbiditesine sahip şizofreni hastalarında tedaviye direncin daha fazla olduğu, hastane yatış sürecinin daha uzun olduğu ve yaşam kalitelerinin daha düşük olduğu ve belirli antipsikotik tedavilerden daha iyi fayda sağladıklarını gösteren yazın çalışmaları mevcuttur. Çalışmamızda polikliniğimizde takip edilen 20 şizofreni hastasında OKB komorbiditesi, obsesyon ve kompulsiyon türleri, yaşam kalitesi, klorpromazin eş değeri cinsinden ilaç dozları ve yaşam kalitesi değerlendirilmiş olup yazında mevcut derlemeler ve bulgular eşliğinde sunulması planlanmaktadır. S15/Fluoksetin İle Postkontüzyonel Sendrom Tedavisi Hatice DOĞAN1 , 1 GİRESUN DEVLET HASTANESİ, GİRİŞ: Postkontüzyonel sendrom hafif şiddette kafa travması sonrası gelişen fiziksel, bilişsel ve psikiyatrik (duygusal, davranışsal) belirtilerle karakterizedir. Belirtilerin 3-6 ay içerisinde, kişilerin 67 26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 13-16 Nisan 2016/İZMİR yaklaşık %90’ında tamamen düzeldiği bilinmektedir. Geriye kalan %10’luk kesimde kalıcı postkontüzyon belirtileri görülür. Tanısı öznel yakınmalara dayanan bu durumun tedavisi genellikle bildirilen belirtilere yöneliktir. Kişi erken dönemde hastalığın doğası ve seyri konusunda bilgilendirilmeli, belirtilerin çoğunlukla 3-6 ay içerisinde düzeldiği vurgulanmalıdır. Çok yönlü rehabilitasyon programları ve özellikle son zamanlarda etkinliğine dair umut verici çalışmalar olan bilişsel davranışçı tedavi faydalı olabilir. Kalıcı belirtiler için farmakoterapi ve somatik tedaviler kullanılabilir. OLGU: 14 yaş erkek hasta, aşırı kaygılanma, her şeye panik olma, endişelerinden dolayı hayattan tat alamama şikayeti ile ailesi tarafından getirildi. 6 ay öncesine kadar hiçbir şikayeti olmayan hastanın,6 ay önce dışarıda oynarken başına isabet eden bir taş sonrası,kafatasında çökme tarzında yaralanma olduğu,sonrasında kaygılarının çok arttığı,ailesinin ölmesinden korktuğu,parkta oynayan yakınlarının oyunlarını bozacak şekilde onları kendince tehlikelerden korumaya çalıştığı, her konuda tedirgin olup sorular sorduğu, yatarken korktuğu öğrenildi. Fluoksetin 10mg/g ile tedavisine başlanan hastanın kontrollerinde doz 20mg/g’e çıkarıldı. 2 ay içinde şikayetleri büyük oranda azalan hastanın takipleri halen devam etmektedir. TARTIŞMA: Post-kontüzyonel sendrom (PKS) hafif şiddette kafa travması sonrası gelişen, psikiyatrik (duygusal ve davranışsal) ve fiziksel belirtiler ile bilişsel yetersizliğe yol açan bir sendromdur. En sık görülen fiziksel belirti baş ağrısıdır. Depresyon, anksiyete, irritabilite, değişken duygulanım, sinirlilik, ajitasyon, saldırganlık, apati, disinhibisyon, kişilik değişikliği gibi psikiyatrik ve belek kusurları, dikkat, dil, soyutlama, algılama, bilgi edinme ve işleme bozukluğu gibi bilişsel belirtiler de sıklıkla görülür. Tedavide SSRI ön plandadır. Sertralinin baş ağrısı, yorgunluk, uyku sorunları ve bilişsel bozulma gibi belirtilerde iyileşme sağladığını ve psikososyal işlevselliği arttırdığı saptanmıştır. Travma sonrası sık görülen psikiyatrik belirtilerden olan anksiyete bozukluklarının (yaygın anksiyete bozukluğu, posttravmatik stres bozukluğu, panik bozukluğu gibi) tedavisinde sıklıkla kullanılan SSRI, TSA ya da benzodiazepinlerin etkinlik ve güvenilirlikleri ile ilgili yeterli kanıt yoktur. Olgumuzda farklı olarak anksiyete bulgularının fluoksetin tedavisi ile gerilemesi olguyu sunulmaya değer kılmıştır. S16/Üç Nesili Kapsayan Erken Başlangıçlı Şizofreni Hatice DOĞAN1 , 1 GİRESUN DEVLET HASTANESİ, GİRİŞ: Şizofreni özellikle düşünce,duygulanım ve algıda ciddi bozulmalarla seyreden ruhsal bir hastalıktır. Şizofrenin, 12 yaşın altında görülmesi oldukça nadirdir. Görülme sıklığı, geç ergenlik döneminde artar.13 yaşından önce başlayana ‘çok erken başlangıçlı şizofreni’, 18 yaşından önce başlayana ‘erken başlangıçlı şizofreni’ denir. Çocuklarda ve adolesanlarda şizofreni tanısı koymak oldukça güçtür. Erken başlangıçlı grupta, negatif semptomlar, sinsi başlangıç, erkek cinsiyet, premorbid şizotipal kişilik özellikleri, kötü prognoz ve çeşitli beyin disfonksiyonları daha yaygındır. OLGU: 15 yaşındaki kız hasta öğretmenleri tarafından derslerde aniden gelişen ciddi dikkat kaybı ve notlarda düşme, anlamsız konuşma, nedensiz sinirlenme ve gülme şikayeti ile polikliniğimize yönlendirilmiş. Başvurudan yaklaşık 2 ay önce başlayan garip sesler duymaya daha sonra siyah, uzun, tüylü, insana benzeyen yaratıklar görme eklenmiş. Daha sonra bu yaratıklar kendini öldürmesini, başkalarına zarar vermesini emretmeye başlamış. Şikayeti akşamları artan hasta gündüz derslerine konsantre olamamış. Notları çok yüksekken bütün derslerden zayıf almaya, artık dinlese de anlamamaya başlamış. Boş boş bakışları artmış, sorulan sorulara anlamsız yanıt veriyormuş. Önceleri sosyalken, içe kapanma, yalnız dolaşma gözlemlenmiş. Aileden alınan öyküde, dede ve babanın da 18 yaşından önce benzer şikayetlerinin olduğu, dedenin erken yaşta öldüğü, babanın uzun süre psikiyatri servisinde 68 26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 13-16 Nisan 2016/İZMİR yatarak tedavi aldığı öğrenildi. Risperidon 1mg/g başlanan hastada işitsel ve görsel halüsünasyonlar geriledi,içe kapanması azaldı,ders notları yükselmeye başladı. Kontrolleri hala devam etmektedir. TARTIŞMA: Şizofreni psikotik belirtiler ve psikososyal işlevsellikte bozulma ile kendini gösteren kronik bir hastalıktır. Genetik etkenler hastalığın etiyolojisinde en önemli role sahip olmakla birlikte, çevresel etkenler belirtilerin ortaya çıkışını etkilemektedir. Çalışmaların büyük bir kısmı hastalığın patofizyolojisini nörodejeneneratif süreçten çok nörogelişimsel bir süreçle açıklayan bulgular içermektedir. Nörogelişimsel bozukluk, gelişimin erken döneminde genetik etkenlerin ve/veya obstetrik kompikasyonlar gibi çevresel stresörlerin beyinde meydana getirdiği değişikliklerden kaynaklanıyor olabilir. Gelişimin sonraki aşamalarında ortaya çıkan çevresel faktörler ise genetik ve nörogelişimsel bozuklukların etkisini belirginleştirebilir veya azaltabilir. Olgumuz ardışık 3 kuşakta görülmesi açısından önem taşımaktadır. S17/Türkiye’de Beşiri Kampında Yaşayan Ezidi Çocuk Ve Ergen Mültecilerin Ruhsal Durumları Serhat NASIROĞLU1 ,Veysi ÇERİ2 ,Bengi SEMERCİ3 ,Seval YILMAZ4 ,Ünal ERKORKMAZ5 , 1 Sakarya Üniversitesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları ABD, 2Kütahya Dumlupınar Üniversitesi Eğitim ve Araştırma Hastanesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları, 3Hasan Kalyoncu Üniversitesi Psikoloji Bölümü, 4Medeniyet Üniversitesi Göztepe Eğitim ve Araştırma Hastanesi Çocuk ve Ergen Psikiyatri, 5Sakarya Üniversitesi Tıp Fakültesi Bioistatistik ABD, Amaç: Bizim amacımız Irak’ın şengal bölgesinde yaşanan çatışma sonrası Türkiye’ye göç etmek zorunda kalan ezidi çocuk ve ergen mülteciler arasındaki ruhsal patolojilerini ile birlikte bu anlamda riskleri ve koruyucu olabilecek faktörleri belirlemektir. Metod: Çalışmaya kamp içerisinde yaşayan ve 2 haftalık görüşme süresi boyunca kampta bulunan 6-17 yaş arası tüm çocuk ve ergenlerdahil edilmiştir. Sonuçlar:Çalışmamızda , en yüksek tanı grubunun 59 (%43,4) ile Travma Sonrası Stres Bozukluğu (TSSB) olduğu görüşmüştür. Bunu, 38 (%27,9) ile depresyon, 14 (%10,3) ile EnürezisNoktürna, 13 (%9,6) ile Anksiyete, 7 (%5,1) ile Davranım Bozukluğu takip etmektedir. Sonuç: Bulgularımız mülteci çocuk ve ergenlerde yüksek oranda ruhsal bozuklukların geliştiği bu anlamda ruhsal sorunların azalmasına yönelik koruyucu tedbirlerin alınması gerektiğini desteklemektedir. Anahtar Sözcükler :Mülteci Kampı, çocuklar, Irak savaşı,ergenler, psikolojik epidemiyoloji, TTSB S18/Obezite Psikiyatrik Bozukluklar Binişikliğinde, Kronotip ve Uyku Kalitesinin Rolü Olabilir mi? Onur Burak DURSUN 1 ,Esra Özhan İBİŞ2 ,Atilla ÇAYIR3 ,Esen Yıldırım 4 5 DEMİRDÖĞEN ,İbrahim Selçuk ESİN ,Semiha Cömertoğlu ARSLAN6 ,Kezban ÖZTÜRK7 , 1 Atatürk Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları AD, 2Atatürk Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları AD, 3Erzurum Bölge Eğitim ve Araştırma Hastanesi Çocuk Endokrinolojisi, 4Atatürk Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları AD, 5Atatürk Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları AD, 6Tokat Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Hastanesi, 7Derince Eğitim ve Araştırma Hastanesi , Giriş: Çocukluk çağı obezitesi tüm dünyada en ciddi sağlık problemleri arasında yer almaktadır. Psikiyatrik bozukluklar obezitesi olan çocuklarda genel toplumdan çok daha fazla görülmekte ve bu çocukların yaşam kalitesini önemli oranda bozmaktadır. Ancak şaşırtıcı bir şekilde yazında çocuklarda obezite psikiyatrik bozukluklar binişikliğini inceleyen çalışmalar depresyona odaklandığı ve binişikliğin biyolojik nedenlerini araştıran çalışmaların sayısının da yeterli olmadığı görülmektedir. 69 26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 13-16 Nisan 2016/İZMİR Bu çalışmada obezitesi olan çocuklarda psikopatoloji binişikliğinin değerlendirilmesi ve binişikliğin muhtemel patofizyolojik bağlantı noktaları olan kronotip ve uyku kalitesi ile ilişkisinin araştırılması amaçlanmıştır. Yöntem: Çalışmaya Atatürk Üniversitesi Çocuk Hastalıkları Anabilim Dalına başvuran 42 obezitesi olan olgusu ve bunlarla yaş ve cinsiyet olarak eşleştirilmiş 42 kontrol olgusu dahil edilmiştir. Olgu ve kontrol grubundaki çocuk ve ergenlere psikopatoloji değerlendirmesi için Gelişim ve Ruhsal Sağlık Değerlendirmesi (Development and Well Being Assessment-DAWBA); yaşam kalitesinin değerlendirilmesi için KINDL Yaşam Kalitesi Ölçeği; Uyku kronotipi ölçümü için Çocukluk Çağı Kronotip Ölçeği ve uyku kalitesi değerlendirmesi için Pittsburgh Uyku Kalitesi Ölçeği verilmiştir. Sonuçlar: Obezitesi olan çocuk ve ergenlerde psikiyatrik bozuklukla daha sık görülmüştür. En sık bozukluklar yeme bozuklukları ve anksiyete bozuklukları olarak saptanmıştır. Her iki grup uyku kalitesi açısından anlamlı fark gösterse de kronotip açısından fark gözlenmemiştir. SÖZEL BİLDİRİ OTURUMU S19-S24 ( 15 Nisan 2016 07:30-08:30 ) SALON C S19/Çocuk Ve Ergen Yataklı Servisinde Lityum Kullanılan Hastaların Klinik Özellikleri Dr. Gülay GÜNAY1 ,Uz. Dr. Armağan ÖZDEMİR2 ,Uz. Dr. Cana Aksoy POYRAZ3 ,Uz. Dr. Burç Çağrı POYRAZ4 ,Uz. Dr. Ali Güven KILIÇOĞLU5 ,Doç. Dr. Gül KARAÇETİN6 ,Uz. Dr. Nesrin Buket TOMRUK7 , 1 Bakırköy Prof. Dr. Mazhar Osman Ruh Sağlığı ve Sinir Hastalıkları Eğitim ve Araştırma Hastanesi Zuhuratbaba Mah.Dr.Tevfik Sağlam Cad. No:25/2 Posta Kodu 34147 Bakırköy/İSTANBUL, ,3İstanbul Üniversitesi Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Yerleşkesi Kocamustafapaşa Cd. No: 53 Cerrahpaşa 34098 Fatih/İstanbul Giriş Lityum, bipolar bozukluk tedavisinde uzun süredir kullanılan, iyon yapısı taşıyan klasik duygudurum düzenleyicisidir. Lityumun güçlü antimanik etkinliğine ek olarak antisuisidal ve kendine zarar vermeyi önleyici etkisi de bilinmektedir. Lityum kullanımında en sık görülen yan etkiler; sedasyon, tremor, dizartri, bellek sorunları, bulantı, kusma gibi gastrointestinal yan etkiler, poliüri, polidipsi, akne, alopesi, lökositoz, kilo alımı ve tiroid ve böbrek fonksiyon testlerinde bozulmadır. Genellikle çocuklarda iyi tolere edilmektedir. Lityumun 12 yaşından büyük bipolar bozuklukta FDA (Food and Drug Administration) tarafından kullanımı onaylanmıştır. Ergenlerde yapılan natüralisitik bir izlem çalışmasında lityum kullanılan hastaların klinik özellikleri retrospektif olarak tarandığında, lityum kullanan hastalarda daha fazla bipolar I tanısı, hospitalizasyon ve psikoz öyküsü saptanmıştır. Erken yaşlarda başlayan bipolar bozukluk çocuk ve adolesanların gelişim ve ruhsal olgunlaşma sürecini etkileyerek, psikososyal işlevselliği ciddi oranda etkiler. Amaç Bu çalışmada Bakırköy Mazhar Osman Ruh ve Sinir Hastalıkları Eğitim ve Araştırma Hastanesi Çocuk ve Ergen Psikiyatri servisine yatırılan ve lityum kullanılan hastaların sosyodemografik ve klinik özellikleri incelenmiştir. Yöntem Bu araştırmada 01.01.2014-31.12.2014 tarihleri arasında Bakırköy Mazhar Osman Ruh ve Sinir Hastalıkları Eğitim ve Araştırma Hastanesi Çocuk ve Ergen Psikiyatri Servisi’nde yatan ve lityum 70 26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 13-16 Nisan 2016/İZMİR kullanılan hastaların retrospektif dosya taraması yapılmıştır. Bu tarihler arasında kliniğimizde 86 hastada lityum kullanılmıştır. Hastaların tanıları DSM IV-TR’ye göre kodlanmıştır(4). Çalışmamızda veri girişi için SPSS 18.0 programı kullanılmıştır. Sonuçlar ortalama ± standart sapma ya da sayı (%) olarak ifade edilmiştir. Gruplar arası karşılaştırmalarda normal dağılım gösteren değişkenler için bağımsız gruplarda t testi, olmaması durumunda Mann Whitney U testi kullanılmıştır. Kategorik verilerin gruplar arası karşılaştırmasında ise ki-kare testi uygulanmıştır. Tüm testlerde İstatistiksel anlamlılık için p< .05 kabul edilmiştir. Hastanemizin etik kurulundan çalışma onamı alınmıştır. Sonuçlar Kliniğimizde yatan 86 vakanın dosyalarına arşivden ulaşılmıştır. 3 vaka yetersiz dosya bilgisi nedeniyle çalışma dışı bırakılmıştır. Toplam 83 vaka değerlendirilmiştir. Hastaların yaş ortalaması 15,9 ± SD 1,48 ‘di. Vakaların % 50,6 (n:42) ’sı erkekti. Cinsiyet dağılımı açısından gruplar arası anlamlı fark yoktu (x²: 15,544 p:0,913). %48,2 (n:40) ’si bir işte çalışıyor veya okula devam ediyordu. Vakaların yatış öncesi hastalık süreleri ortalama 18,4 ± SD 20,02 (min1-max84) aydı. Hastaların psikiyatri servislerine kaç defa yatırıldığı değerlendirildiğinde yatış sayısı ortalaması 2,09 ±1,27 (min 1max 7) arasındaydı. Lityum başlama endikasyonu en sık antimanik (n:41, erkek:29, p:0,000) ve antisuisidal (n:19) amaçlıydı. Antisuisidal amaçla lityum başlanan hastaların 14’ü kız idi ve erkeklere göre anlamlı sayıda daha fazlaydı (p:0,016). Tartışma Bu çalışmada Bakırköy Mazhar Osman Ruh ve Sinir Hastalıkları Eğitim ve Araştırma Hastanesi Çocuk ve Ergen Psikiyatri servisine yatan ve lityum kullanılan hastaların sosyodemografik ve klinik özellikleri incelenmiştir. Ayrıca hastaların aile öykülerinde yüksek oranda suisid girişimi saptanmıştır. Çalışmamızın bulguları erkeklere oranla kızlara daha sık antisuisidal amaçla başlandığını desteklemektedir. Çalışmamızın kısıtlılığı retrospektif dosya tarama olmasıdır. Ancak, pediatrik bipolar bozuklukta az sayıda lityum dozaj çalışması olması nedeniyle çalışmamızın bulgularının bipolar bozukluk tedavisi açısından katkı sağlaması mümkündür. S20/Türkiye’nin Doğu Anadolu Bölgesinde yaşayan cinsel istismar mağdurlarının sosyodemografik ve klinik özelliklerinin değerlendirilmesi Salih GENÇOĞLAN1 ,Tuba MUTLUER2 , 1 Yüzüncü Yıl Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıklar Anabilimdalı, 2Koç Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıklar Anabilimdalı, Amaç: Çalışmazda cinsel istismar mağduru çocuk ve ergenlerin sosyodemografik özellikleri, istismar sonrası gelişen ruhsal tanıları, istismar süresi, istismar sıklığı, cinsel istismar ve istismarcı ile ilişkili özellikleri incelemesi amaçlanmıştır. Gereç ve Yöntem: Van adliyesi adli tıp şubesinde 01.01.2010 ile 30.06.2015 tarihleri arasında bilirkişi adliheyet raporu düzenlenmesi amacıyla yönlendirilen adli olguların (n=90) bilgileri geriye dönük olarak incelenmiştir. Genel fizik muayenesi adli tıp uzmanları tarafından yapıldı. Hasta ve ebeveynleri ile psikiyatrik görüşme çocuk ve ergen ruh sağlığı ve hastalıkları uzmanı ve yetişkin psikiyatri uzmanı 71 26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 13-16 Nisan 2016/İZMİR tarafından yapılmıştır. Mağdurlara konulan tanılar Mental Bozuklukların Tanısal ve Sayımsal El Kitabı IV (DSM-IV-TR) tanı sistemine göre saptanmıştır. Bulgular: Çalışmamız 4 ile 18 yaş aralığında (11.9±4,02) değişen 60 (%66,7) kız ve 30 (%33,3) erkek olmak üzere toplam 90 çocuk ve ergen mağdurlardan oluşmaktadır. En sık bildirilen cinsel istismar tipi kızlarda %48,3 ile vajinal penetrasyon, erkeklerde %90 ile anal penetrasyon olduğu belirlendi. Olguların %31,1’i (n=28) birden fazla cinsel istismara maruz kaldığını, %5,6’si (n=5) birden fazla istismarcının olduğu ve 12,2’sinin (n=11) de bir yıldan daha uzun süre cinsel istismara maruz kaldığı bulunmuştur. Çocuk ve ergenlerin %28,9’ında (n=26) travma sonrası stres bozukluğu (TSSB), %5,6’sında (n=5) akut stres bozukluğu (ASB), %8,9’inde (n=8) major depresif bozukluk (MDB) tespit edilmiştir. Sonuç: Çalışmamızın sonuçları cinsel istismar mağdurlarında başta TSSB olmak üzere psikopatoloji gelişme riskinin artığını göstermektedir. Kız cinsiyet ve ilköğretim çağında olmanın cinsel istismara maruz kalma açısından yüksek risk taşıdığı bulunmuştur. Çocuklar genellikle yakından tanıdığı ve güvendiği kişiler tarafından cinsel istismara uğradığı görülmektedir. S21/Otizm Spektrum Bozukluğu Ve Bilişsel Gelişimde Gecikmesi Olan Çocukların Sorun Davranışları İle Annelerinin Tutumunun İlişkisi Hilal Tuğba KILIÇ ,Rezzan AYDIN ,Merve CANLI ,Gönül ERDOĞAN ,Cihat Kağan GÜRKAN Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve hastalıkları Anabilim Dalı Giriş: Bu araştırmanın amacı; Otizm Spektrum Bozukluğu (OSB) olan çocukların annelerinin ebeveyn tutumlarının Bilişsel Gelişimde Gecikme (BGG) ve Normal Gelişim (NG)‘de olan çocukların annelerinin tutumlarıyla karşılaştırmak ve annelerin tutumlarının ve ruhsal belirtilerinin çocuktaki sorun davranışlarla ilişkisini incelemektir. Yöntem: Olgular Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları polikliniğine başvuruda bulunan 2-4 yaşındaki OSB tanısı konmuş 51 çocuk, BGG tanısı konmuş 54 çocuk ve NG olan 56 çocuk ve annelerinden oluşmaktadır. Çocukların tanıları araştırmacının yaptığı DSM-5’e dayalı klinik görüşmeler ve Bebek Ruh Sağlığı ekibi tarafından doğrulanmıştır. Anneler kendileri için Ebeveyn Tutum Ölçeği (ETÖ), Scl-90 Belirti Tarama Listesi ve Aileden Algılanan Sosyal Destek Ölçeği (ASDÖ) formlarını; çocuklar içinse Sorun Davranışlar Kontrol Listesi (SDKL) formunu doldurmuşlardır. OSB tanısı olan çocukların anneleri ek olarak Otizm Davranış Kontrol Listesi (ODKL) formunu doldurmuşlardır. Çocukların gelişim düzeyleri Ankara Gelişim Tarama Envanteri (AGTE) ve klinik gözlem ile belirlenmiştir. Sonuçlar: Annelerin ETÖ demokratik tutum puanları OSB ve BGG grubunda NG grubuna göre daha düşük saptanmış, bu fark istatistiksel olarak anlamlı bulunmuştur. Annelerin Scl-90 ölçeğine göre ruhsal belirti ve ASDÖ puanlarında 3 grup arasında istatistiksel olarak anlamlı bir fark saptanmamıştır. OSB grubunda SDKL toplam puanları ile letarji, sterotipik hareketler alt ölçek puanları BGG ve NG grubuna göre yüksek saptanmış ve bu fark istatistiksel olarak anlamlı bulunmuştur. OSB grubundaki çocukların SDKL toplam puanları ile demokratik tutum arasında negatif bir bağıntı saptanırken, otoriter tutum puanları ile pozitif bir bağıntı saptanmıştır. OSB grubundaki çocukların sterotipik hareketler ve hiperaktivite alt ölçekleri ile 72 26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 13-16 Nisan 2016/İZMİR demokratik tutum arasında negatif bir bağıntı saptanırken otoriter hiperaktivite alt ölçek puanları arasında pozitif bir bağıntı saptanmıştır. Tartışma: Araştırmamızda OSB’li çocuklardaki sorun davranışlarla tutumunun ve ruh sağlığının belli alanlarda ilişkili olduğu gösterilmiştir. Çocuğungelişiminde kritik öneme sahip olan erken yaş değerlendirilmesi de psikiyatrik yaklaşımın ayrılmaz bir parçası olmalıdır. döneminde tutum ile ebeveyn ebeveynin S22/Dikkat Eksikliği Hiperaktivite Bozukluğunda Karşıt Olma Karşı Gelme Bozukluğu ve Davranım Bozukluğuna Giden Yol: Çok Merkezli Bir Çalışmanın Yapısal Eşitlik Modellemesi Ayhan BİLGİÇ1 ,Ali Evren TUFAN2 ,Savaş YILMAZ3 ,Özlem ÖZCAN4 ,Sevgi ÖZMEN 5 ,Didem ÖZTOP 6 , Serhat TÜRKOĞLU 7 ,Ömer Faruk AKÇA 8 ,Ahmet YAR 9 ,Ümit IŞIK 10,Rukiye Çolak SİVRİ 11 ,Hatice POLAT 12 ,Ayşe IRMAK 13 ,Yunus Emre DÖNMEZ 14 ,Pelin Çon BAYHAN 15 ,Ömer UÇUR 16 ,Mehmet Akif CANSIZ 17 ,Uğur SAVCI 18 , 1 Necmettin Erbakan Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi , 2İzzet Baysal University Tıp Fakültesi, 3 İnönü Üniversitesi Tıp Fakültesi , 4Erciyes Üniversitesi Tıp Fakültesi, 5Surp Pirgic Ermeni Hastanesi, 6Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi, , 7Konya Eğitim ve Araştırma Hastenesi , Amaç: Dikkat eksikliği hiperaktivite bozukluğu (DEHB) tanısı konulan çocuk ve ergenlerde eş tanı görülme sıklığı çok yüksektir. Bu eş tanılar içerisinde karşı gelme karşıt olma bozukluğu ile davranım bozukluğu arasındaki ya da anksiyete bozuklukları ile depresyon arasındaki ilişkiler iyi bilinmektedir. Buna karşın, dışa yönelim bozuklukları ve içe yönelim bozukluklarının birbirleri ile etkileşimleri konusunda bilgilerimiz sınırlıdır. Reaktif-proaktif agresyon ve anksiyete duyarlılığı gerek dışa yönelim gerekse içe yönelim belirtileri ile ilişkili olup, bu değişkenler dışa yönelim ve içe yönelim belirtileri arasındaki ilişkilerin anlaşılmasında yararlı olabilir. Bu çalışmada DEHB’li çocuklarda anksiyete ve depresyon belirtilerinin yıkıcı davranım bozuklukları ile ilişkisinin reaktif-proaktif agresyon ve anksiyete duyarlılığı gibi üçüncü değişkenler bağlamında yol analizi ile incelenmesi amaçlanmaktadır. Yöntem: Altı ayrı merkezde, daha önceden tedavi kullanımı olmayan toplam 342 DEHB’li çocuk çalışmaya dahil edildi. DEHB ve eşlik eden YDB belirti şiddetleri ebeveyn ve öğretmen tarafından doldurulan Turgay- DSM-IV’ e dayalı Çocuk ve Ergenlerde Davranım Bozuklukları için Tarama ve Derecelendirme Ölçeği (T-DSM-IV-Ö) ile değerlendirildi. Çocukların anksiyete, anksiyete duyarlılığı, depresyon ve reaktif ve proaktif agresyon şiddetleri öz bildirim ölçekleri ile belirlendi. Değişkenler arasındaki ilişki yapısal eşitlik modeli ile analiz edildi. Bulgular: Ebeveynler tarafından doldurulan T-DSM-IV-Ö skorlarına göre, çocuğun depresyon skorlarının hem reaktif hem proaktif agresyon, anksiyete skorlarının ise reaktif agresyon skorlarını predikte ettiği; reaktif agresyonun karşıt olma karşı gelme belirtilerini, proaktif agresyonun ise davranım bozukluğu belirtilerini predikte ettiği saptandı. Davranım bozukluğu belirtileri ise anksiyete şiddeti üzerine prediktör etkiye sahipti. Öte yandan anksiyete duyarlılığının depresyon ve anksiyete belirtileri için pozitif prediktör etkiye sahip iken davranım bozukluğu üzerine negatif prediktör etkisi olduğu görüldü. Öğretmen tarafından doldurulan T-DSM-IV-Ö skorlarına göre ise proaktif agresyonun davranım bozukluğu üzerine doğrudan bir etkisinin olmadığı, anksiyete duyarlılığının davranım bozukluğu yerine karşıt olma karşı gelme belirtileri üzerine negatif prediktör etkisinin olduğu, diğer bulguların ise benzer olduğu belirlendi. Sonuç: Bu sonuçlar DEHB’li çocuklarda içe yönelim belirtileri, agresyon ve YDB belirtileri arasında pozitif bir kısır döngü olduğunu düşündürmektedir. Bununla birlikte, anksiyete duyarlılığı muhtemelen aversif koşullanma aracılığıyla YDB belirtileri açısından koruyucu role sahip olabilir. 73 26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 13-16 Nisan 2016/İZMİR S23/Dikkat Eksikliği Hiperaktivite Bozukluğu Olan Ergenlerde Empati ve İlişkili Etmenler Merve GÜNAY AY1 ,Birim Günay KILIÇ2 , 1 Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı Amaç: Çalışmamızda, DEHB olan ergenlerde empati ve ilişkili etmenleri araştırmak; DB, KOKGB, Anksiyete Bozukluğu, Depresyon ek tanılarının empati düzeyine etkisini incelemek; ebeveyn psikopatolojisi ve ergenin ebeveyn kabul ve reddine ilişkin algılarının empati gelişimindeki rolü hakkında bilgi sahibi olmak amaçlanmaktadır. Yöntem: Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı polikliniğine başvuran, DEHB tanısıyla takip edilmekte olan, ilaç tedavisi alan IQ>70 olan, 12-18 yaş aralığındaki 101 ergen vaka grubu olarak; klinik olarak normal zekâ düzeyinde olan, belirgin bir okul başarısızlığı ve davranış sorunları olmayan 50 ergen kontrol grubu olarak çalışmaya dâhil edilmiştir. Vaka grubunda yer alan tüm ergenlerin tanıları; araştırmacı tarafından, DSM–IV için Yapılandırılmış Klinik Görüşme ölçeği olan Okul Çağı Çocukları için Duygulanım Bozuklukları ve Şizofreni Görüşme Çizelgesi- Şimdi ve Yaşam Boyu Versiyonu (K-SADS-PL) ile konmuş, zekâ düzeylerini belirlemek amacıyla WÇZÖ-Y (Wechsler Çocuklar İçin Zekâ Ölçeği- Yeni Versiyonu) uygulanmıştır. Çalışmaya katılan tüm çocuklar Temel Empati Ölçeği, Ebeveyn Kabul- Ret/Kontrol Ölçeği, 11-18 Yaş Gençler İçin Kendini Değerlendirme Ölçeğini (YSR/11-18); anne ve babaları, Sosyodemografik bilgi formu, 6-18 Yaş Çocuk ve Gençler İçin Davranış Değerlendirme Ölçeği (CBCL/6-18), Psikolojik Belirti Tarama Listesini; öğretmenleri 6-18 Yaş Çocuk ve Gençler için Öğretmen Bilgi formunu (TRF/6-18) doldurmuşlardır. Sonuç: DEHB ve kontrol grubu arasında temel empati ölçeği puanları açısından istatistiksel olarak anlamlı bir fark saptanmamıştır. DEHB grubunda ek tanısı olan ile olmayanlar ve DEHB alt tipleri arasında temel empati ölçeği puanları açısından istatistiksel olarak anlamlı bir fark saptanmamıştır. DEHB grubuna eşlik eden tanılardan, KOKGB bozukluğu eşlik eden grupta temel (p=0,04) ve duygusal empati (p=0,02) puanları KOKGB eşlik etmeyen gruba göre istatistiksel açıdan anlamlı düzeyde düşük saptanırken, depresyon, anksiyete bozuklukları, davranım bozukluğu ve diğer (OKB, Tik Bozukluğu, Dışa Atım Bozukluğu) eşlik eden gruplarda empati puanları açısından istatistiksel olarak anlamlı bir fark saptanmamıştır. Kontrol grubundaki kızların empati puanları erkeklerden istatistiksel olarak anlamlı düzeyde daha yüksek saptanmıştır (p<0,05). DEHB grubunda kızlarda temel ve duygusal empati puanları erkeklerden istatistiksel olarak anlamlı düzeyde daha yüksek saptanırken (p<0,001), bilişsel empati puanları açısından kız ve erkekler arasında istatistiksel olarak anlamlı bir fark saptanmamıştır. DEHB grubundaki ergenlerin davranış değerlendirme ölçek skorları kontrol grubundan anlamlı düzeyde düşük saptanmıştır. DEHB grubundaki ergenlerin TRF/6-18 ölçeklerindeki saldırgan davranış puanları ve Karşı-Olma Karşı-Gelme Bozukluğu puanları ile duygusal empati arasındaki negatif korelasyonun istatistiksel olarak anlamlı olduğu saptanmıştır. DEHB grubundaki ergenlerin YSR/11-18 ölçeklerindeki olumlu özellikler puanları ile temel ve bilişsel empati düzeyleri arasındaki pozitif korelasyonun istatistiksel olarak anlamlı olduğu saptanmıştır. Tartışma: Çalışmamızda salt DEHB olmanın empati düzeylerini etkilemediği, KOKGB komorbiditesinin temel ve duygusal empati düzeylerinde azalmaya yol açtığı saptanmıştır. DEHB grubu davranış değerlendirme ölçeklerinde de saptadığımız gibi saldırgan davranışlar ve karşı olma karşı gelme davranışlarının duygusal empatiyi olumsuz yönde etkilediği, ergenin olumlu özelliklerinin ise temel ve bilişsel empati düzeylerini olumlu yönde etkilediği saptanmıştır. Ayrıca ebeveyn psikopatolojisi ve ergenin algıladığı kabul reddin ergenin empati düzeyinde birincil olarak etkili olmadığı saptanmıştır. Bu konuya dair nedensel/zamansal ilişkilerin belirlenmesi amacıyla, sosyoekonomik düzey açısından birbirine benzer, daha geniş örneklemli, uzun süreli izlem çalışmalarına ihtiyaç vardır. 74 26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 13-16 Nisan 2016/İZMİR S24/Otizm Yelpazesi Bozukluğu: Risk Faktörleri Ve Sonraki Gebelik Kararına Etkisi Ayşegül TONYALI1 ,Çağatay UĞUR1 ,Zeynep GÖKER1 ,Özden Ş. ÜNERİ2 , 1 Ankara Çocuk Sağlığı Ve Hastalıkları Hematoloji Onkoloji Eğitim Ve Araştırma Hastanesi, Çocuk Ve Ergen Ruh Sağlığı Ve Hastalıkları Kliniği, 06110, Altındağ, ANKARA 2Ankara Çocuk Sağlığı Ve Hastalıkları Hematoloji Onkoloji Eğitim Ve Araştırma Hastanesi, Çocuk Ve Ergen Ruh Sağlığı Ve Hastalıkları Kliniği, 06110, Altındağ, ANKARA, Giriş Son 20 yılda artan otizm prevalansı ve monozigotik ikizlerde otizm yelpazesi bozukluğu (OYB) için tam olmayan konkordans, otizmin etiyolojisinde çevresel etkenlerin rolü ile ilgili araştırmalarda artışa yol açmıştır.1 Etken olduğu düşünülen çevresel risk faktörleri arasında doğum sırası, zorlu doğum öyküsü, maternal ve paternal yaş bulunmaktadır.2 Psikiyatrik hastalıklarda doğum sırası çalışmaları popülerliğini korusa da, henüz bu alan ile ilgili net bir sonuca varılamamıştır. Son yıllarda otizmli çocuk sahibi olmanın sonraki gebelik kararlarını etkileyip etkilemediğinin de araştırıldığı görülmektedir.3 Bu çalışmada, sosyodemografik etkenler ve aile yapısı ile OYB arasındaki ilişkinin değerlendirmesi amaçlanmıştır. Yöntem Ocak 2015 ile Ocak 2016 tarihleri arasında kliniğimize başvuran, DSM-V tanı kriterlerine göre OYB tanısı konulan 196 hasta çalışmaya dahil edildi. Kontrol grubu, aşı için genel pediatri kliniğine başvuran sağlıklı 54 çocuktan, yaş ve cinsiyet açısından hasta grubu ile eşleştirilerek oluşturuldu. Çalışmada hastaların yaş, cinsiyet, anne yaşı, baba yaşı, ailedeki çocuk sayısı, ailenin kaçıncı çocuğu olduğu, doğum şekli, gebeliğin gerçekleşme şekli (yardımcı üreme teknikleri) ve otizmli çocuk sahibi olmanın sonraki gebelik kararına etkisi incelenen değişkenlerdir. Verilerin istatistiksel analizinde SPSS Statistics for Windows, Version 21.0paket programı kullanıldı ve p<0.05 anlamlı olarak kabul edildi. Sonuçlar Çalışmaya 196’ü OYB ve 54’ü sağlıklı kontroller olmak üzere toplam 250 hasta dahil edildi. OYB grubu hastalarının ortalama yaşı 56.99± 27.10 ay iken sağlıklı kontrollerin ortalama yaşı 55.77± 13.80 ay idi. İki grup arasında yaş ortalaması açısından istatistiksel olarak fark olmadığı saptandı (p=0.806). OYB grubu hastalarının 163’ü (%83.2) erkek, 33’ü (%16.8) kız idi. İki grup arasında normal doğum ile sezaryenle doğum açısından anlamlı fark yoktu (x2=0.661, df=1, p=0.423). Doğal yollardan gebelik ile yardımcı üreme tekniği kullanımı açısından iki grup arasında istatistiksel açıdan anlamlı fark olmadığı saptandı (x2=0.18 df=1, p=1.000). Otizmli çocukların zorlu doğum öyküsü oranlarının (%32.1, n=63), sağlıklı çocukların zorlu doğum öyküsü oranlarına göre istatistiksel açıdan anlamlı oranda yüksek olduğu görüldü (x2=17.797, df=1, p<0.001). İstatistiksel anlamlılık düzeyine ulaşmamasına rağmen otizmli çocukların anne ve babalarının ortalama yaşları (sırasıyla 35.3±6.5, 39.0±6.7), sağlıklı çocukların anne ve babalarının ortalama yaşlarından (sırasıyla 33.5±4.2, 37.6±4.8) yüksek bulundu (anne yaşı için p=0.133, baba yaşı için p=0.198). OYB grubunda hastaların 26’sı tek çocuk (%21.0) iken, 170’i (%79) en az 2 çocuklu ailelerin çocuklarıydı. Otizm tanısı alan hastaların 124’ü ilk çocuktu (%63.3). Otizm tanılı çocukların ilk çocuk olma oranı kontrol grubuna göre istatistiksel açıdan anlamlı yüksek olarak bulunmuştur (x2=12.620 df=4, p=0.007). İlk çocuğu otizm tanısı ile takip edilen ailelerin %45.3’ü (n=54) iki, %29,8’i (n=37) üç çocuklu ailelerdir. Bu oranlar sağlıklı kontrol grubu ile karşılaştırıldığında istatistiksel açıdan anlamlı düzeyde yüksek bulunmuştur (x2=15.156df=4, p=0.002). Tartışma Genel olarak OYB’nin ailelerin ilk çocuklarında ortaya çıktığı görüşü söz konusu olsa da aksini iddia eden çalışmalar da mevcuttur.1,2 Çalışma bulgumuz otizm tanısı konulan çocukların, daha çok ailelerin ilk çocukları olduğunu belirten çalışmaların sonuçlarını desteklemiştir. Ayrıca bulgularımız doğum tipinin (sezeryan/normal vajinal yol) ve konsepsiyon için yardımcı üreme tekniklerinin kullanımının otizm etiyolojisinde yeri olmadığına dair literatür bulgularını destekler niteliktedir.2,4 Önceki 75 26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 13-16 Nisan 2016/İZMİR çalışmalarda zorlu doğum öyküsünün otizm için bir risk faktörü olabileceği bildirilmiştir.2 Bizim çalışmamızda da benzer veriler elde edilmiştir. Otizmli çocuk sahibi olmanın sonraki gebelik kararını etkileyip etkilemediğine dair literatür bulguları çelişkili sonuçlar sunmaktadır.3 çalışma bulgularımız ilk çocuğu otistik olan annelerin yaklaşık yarısının ikinci kez çocuk sahibi olduğunu, yaklaşık 4’te birinin ise 3. kez çocuk sahibi olduğunu göstermektedir. Bu durum örneklemimizin kesitsel özelliğinden kaynaklanıyor olabilir ancak konu ile ilgili nedensellik ilişkisini araştıran daha geniş örneklemli çalışmalara gereksinim olduğu düşünülmüştür. Çalışma bulgularımız ilk çocuk olmanın ve zorlu doğum öyküsünün otizmde çevresel risk faktörlerinden olabileceğini düşündürmektedir. Konunun daha iyi anlaşılabilmesi için, ileride yapılacak, çevresel faktörleri daha geniş kapsamlı olarak inceleyen, kontrol grubu içeren çalışmalara gereksinim olduğu düşünülmüştür. 1. Russell G, Steer C, Golding J: Social and demographic factors that influence the diagnosis of autistic spectrum disorders. Soc Psychiatry Psychiatr Epidemiol 2011, 46(12):1283-1293. 2. Guinchat V, Thorsen P, Laurent C, Cans C, Bodeau N, Cohen D: Pre-, peri- and neonatal risk factors for autism. Acta Obstet Gynecol Scand 2012, 91(3):287-300. 3. Gronborg TK, Hansen SN, Nielsen SV, Skytthe A, Parner ET: Stoppage in Autism Spectrum Disorders. J Autism Dev Disord 2015, 45(11):3509-3519 4. Conti E, Mazzotti S, Calderoni S, Saviozzi I, Guzzetta A: Are children born after assisted reproductive technology at increased risk of autism spectrum disorders? A systematic review. Hum Reprod 2013, 28(12):3316-3327. SÖZEL BİLDİRİ OTURUMU S258-S30 ( 15 Nisan 2016 07:30-08:30 ) SALON D S25/Kistik Fibrozis ve Primer Siliyer Diskinezi tanılı hastaların annelerinin bakımveren yükü düzeyi ve ilişkili etmenler Doç.Dr. Ömer Faruk AKÇA1 ,Dr. Necati UZUN1 ,Doç.Dr. Sevgi PEKCAN2 ,Dr. Erkan AKKUŞ2,Dr. Kemal GÜLEÇ2 , 1 Necmettin Erbakan Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi, Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları A.D., 2Necmettin Erbakan Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi, Pediatri A.D., Giriş: Kistik Fibrozis ve Primer Siliyer Diskinezi çocukluk çağında tanı konulan ve hastanın günlük hayatını oldukça olumsuz etkileyebilen hastalıklardır. Bu hastalıklara bağlı olarak diğer sistemlerin yanında özellikle pulmoner sistemle ilgili sorunların hastanın işlevselliğini olumsuz etkilediği bilinmektedir. Sık hastane başvuruları, enfeksiyondan korunma gereksinimi, ilerleyen dönemlerde mobilizasyon sorunları nedeniyle bu çocukların kendi yaşamları yanı sıra bakımlarını yüklenen annelerinin de olumsuz etkilendiği düşünülmektedir. Bu araştırmada bu çocuklarının annelerinin algıladıkları bakımveren yükü düzeyi ve bunu etkileyen psikiyatrik ve tıbbi değişkenlerin araştırılması amaçlanmıştır. Yöntem: N.E.Ü. Meram Tıp Fakültesi Çocuk Göğüs Hastalıkları kliniğinde ayaktan takip edilen Kistik Fibrozis ve Primer Siliyer Diskinezi tanılı 39 çocuk (22 erkek, 17 kız, yaş ortalaması 8,6 ± 5,1) ve anneleri (yaş ortalaması 32,5 ± 6,2) çalışmanın örneklemini oluşturmuşlardır. Hastaların sosyodemografik özellikleri, hastalığın ağırlık düzeyini etkileyen tıbbi değişkenleri ve annelerinin depresyon, durumluk-sürekli kaygı düzeyleri, algıladıkları sosyal destek ve bakımveren yükü düzeyleri belirlenmiştir. Bulgular: Annelerin çocuklarına bakım verme ile ilgili olarak orta düzeyde bakımveren yükü bildirdikleri görülmüştür (Ort: 24,5 ± 13,9). Bakımveren yükü düzeyi ile ilişkili etmenler korelasyon analizi ile değerlendirildiğinde, bakımveren yükünün annenin depresyon (r=0,6 p<0,001), durumluk (r=0,41 p=0,01) ve sürekli (r=0,37 p<0,02) kaygı düzeyleri ve çocuğun toplam hastalık süresi ile ilişkili olduğu, ancak çocuğun hastalığının ağırlığını etkileyen diğer etmenlerden ve annelerin algıladıkları sosyal destek düzeyinden bağımsız olduğu bulunmuştur. Yapılan regresyon analizi sonucunda ise 76 26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 13-16 Nisan 2016/İZMİR annelerin bakımveren yükü düzeyinin, diğer değişkenler kontrol edildiğinde, sadece depresyon düzeyi ile ilişkili olduğu bulunmuştur (R=0,71 p=0,006). Tartışma ve sonuç: Kronik hastalığı olan bireylerin bakımını yapan kişilerin algıladıkları bakımveren yükü, birçok hastalıkta araştırılmış olan bir kavramdır. Bu kişilerin algıladıkları yükün fazla olması durumunda intihar girişimine kadar ilerleyen psikiyatrik belirtilerin gelişebileceği bildirilmektedir. Yine bakımı yapılan kişinin hastalığının şiddeti yanında, bakım sağlayan bireyin depresyon düzeyinin de algılanan bakımveren yükünü etkilediği bildirilmektedir. Bu çalışmada da literatüre uygun şekilde depresyon düzeyinin diğer değişkenlerden bağımsız olarak bakımveren yükünü etkilediği bulunmuştur. Ancak hastalığın ağırlığını etkileyen değişkenlerin bakımveren yükü ile ilişkili olmadığı görülmüştür. Yapılacak daha kapsamlı çalışmalar bu konu ile ilgili bilgilerimizin artmasına yol açacaktır. S26/Cinsel İstismar Sonrası Posttravmatik Stres Bozukluğu Gelişen Hastalarda Serum Beyin Kaynaklı Nörotrofik Faktör, Probdnf ve Doku Plazminojen Aktivatörü Düzeyleri Sehra AKSU1 ,Gülşen ÜNLÜ2 ,Ayşen ÇETİN KARDEŞLER3 ,Burcu ÇAKALOZ 2 ,Hülya AYBEK3 , 1 Pamukkale Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı ( çalışmanın yapıldığı esnadaki adresim) /DENİZLİ, 2Pamukkale Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı /DENİZLİ, 3Pamukkale Üniversitesi Tıp Fakültesi Tıbbi Biyokimya Anabilim Dalı /DENİZLİ, Giriş: Posttravmatik Stres Bozukluğu (PTSB), çeşitli travmalardan sonra ortaya çıkabilen ancak cinsel istismarla güçlü bir ilişki sergileyen, önemli morbiditesi olan bir ruhsal bozukluktur. Travmaya maruz kalmış çocuklarda sık görülmesine rağmen etyopatpogenezi henüz tam olarak aydınlatılmış değildir. Beyin Kaynaklı Nörotrofik Faktör (BDNF) beyin gelişimi ve nöral plastisitede rolü olan önemli bir nörotrofin olup, prekürsörü olan proBDNF ile birbirine ters fizyolojik süreçlerde rol oynamaktadır (1). Doku plazminojen aktivatörü (tPA) plazmin aktivasyonu yoluyla proBDNF'nin BDNF'ye dönüşümünde görevlidir. Bu çalışmada PTSB olgularında BDNF, proBDNF ve tPA düzeylerinin değerlendirilmesi hedeflenmiştir. Yöntem: Çalışmaya, Nisan 2014-Mart 2015 tarihleri arasında PAÜTF Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları kliniğinde cinsel istismara bağlı PTSB tanısı alan 8 ila 18 yaş aralığındaki 31 olgu ve 31 sağlıklı gönüllü kontrol dâhil edilmiş olup örneklemin tamamı kız cinsiyetteki bireylerden oluşturulmuştur. Olgu grubundaki katılımcıların PTSB tanıları DSM-IV-TR tanı ölçütleri esas alınarak yapılan klinik görüşmeyle kesinleştirilmiş, PTSB’nin semptom sıklık ve şiddetini tespit edebilmek amacıyla çocuk ve gençler için klinisyen tarafından uygulanan posttravmatik stres bozukluğu ölçeği (CAPS-CA=TSSB-ÖÇE) (2) araştırmacı tarafından uygulanmıştır. Kontrol grubundaki katılımcıların ruhsal bozukluk açısından, olgu grubundaki katılımcıların binişik psikiyatrik bozukluklar açısından değerlendirilmesi yine DSM-IV-TR tanı ölçütleri esas alınarak yapılan klinik görüşmeyle gerçekleştirilmiştir. Her iki gruptaki çocuk ve ergenler ile aileleri Helsinki deklarasyonuna uygun olacak şekilde çalışma hakkında bilgilendirilmiş, araştırmaya katılmayı kabul edenlerde hem ebeveynlerden hem de çocuk ve ergenlerden yazılı onam alınmıştır. Araştırma öncesi Pamukkale Üniversitesi Girişimsel Olmayan Klinik Araştırmalar Etik Kurulu’ndan 03.12.2013 tarih ve 16 sayılı onam alınmıştır. Serumda BDNF, proBDNF ve tPA düzeyleri ölçümü için Enzyme-Linked Immunosorbent Assay yöntemi (ELISA) yöntemi kullanılmıştır. Sonuçlar: Araştırma sonucunda, olgu grubunda BDNF ve proBDNF düzeylerinin kontrollerden anlamlı olarak daha düşük, tPA’nın ise anlamlı olarak daha yüksek olduğu belirlenmiştir (sırasıyla p < 0,001, p = 0,006 ve p < 0,001) . Olguların % 61,3’ünde (n = 19) Posttravmatik Stres Bozukluğuna ek olarak olayla birlikte başlayan Major Depresif Bozukluk tespit edilmiştir, depresyonu olan ve olmayan olgular arasında biyokimyasal parametreler açısından anlamlı bir farklılık bulunmamıştır (p > 0,05). Olgu grubunda serum BDNF, proBDNF, tPA düzeyleri ile CAPS-CA puanları arasındaki korelasyon 77 26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 13-16 Nisan 2016/İZMİR incelendiğinde sadece Gelişimsel İşlevsellikte Bozulma puanı ile serum tPA düzeyi arasında ters yönlü, orta derecede bir korelasyon bulunmuştur (p < 0,01). Tartışma: PTSB'de nörotrofinlerin rolünü inceleyen az sayıda çalışma vardır. BDNF düzeylerinin değerlendirildiği çalışmalarda bugüne kadar çelişkili sonuçlar ortaya konmuş (3,4,5), PTSB olgularında proBDNF ve tPA düzeylerinin incelendiği bir araştırmaya ise yazında rastlanmamıştır. Bu çalışmanın sonuçları BDNF, proBDNF ve tPA’nın PTSB etyopatogenezinde rolü olabileceğini desteklemektedir. PTSB etyopatpogenezinin daha iyi anlaşılması için her iki cinsiyette katılımcının olduğu daha geniş örneklemi olan boylamsal çalışmalara ihtiyaç bulunmaktadır. Kaynaklar: 1-) Yang J, Harte-Hargrove LC, Siao CJ, Marinic T, Clarke R, Ma Q. proBDNF negatively regulates neuronal remodeling, synaptic transmission and synaptic plasticity in hippocampus. Cell Rep 2014;7(3): 796-806. 2-) Karakaya I, Memik NC, Agaoglu B, Aker AT, Sismanlar SG, Oc ÖY, et al. Reliability and Validity Of Clinician Administered Post Traumatic Stres Disorder Scale For Children And Adolescents (CAPSCA). Turk J Child Adoless Ment Health 2007; 14(3): 125-32. 3-) Dell'Osso L, Carmassi C, Del Debbio A, Catena Dell'Osso M, Bianchi C, da Pozzo E,et al. Brainderived neurotrophic factor plasma levels in patients suffering from post-traumatic stress disorder. Prog Neuropsychopharmacol Biol Psychiatry 2009;33(5):899-902. 4-) Hauck S, Kapczinski F, Roesler R, de Moura Silveira E Jr, Magalhães PV, Kruel LR, et al. Serum brain-derived neurotrophic factor in patients with trauma psychopathology. Prog Neuropsychopharmacol Biol Psychiatry 2010;34(3):459-62. 5-) Simsek S, Uysal C, Kaplan I, Yuksel T. BDNF and cortisol levels in children with or without posttraumatic stress disorder after sustaining sexual abuse. Psychoneuroendocrinology 2015;56: 45-51. S27/Obsesif Kompülsif Bozukluk Tanılı Çocuk ve Ergenlerde D Vitamini Düzeyleri Kemal Utku YAZICI1 ,İpek PERÇİNEL1 ,Bilal ÜSTÜNDAĞ2 , 1 Fırat Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı ,2Fırat Üniversitesi Tıp Fakültesi Tıbbi Biyokimya Anabilim Dalı, Giriş: Bu çalışmada, öncesinde herhangi bir psikotrop tedavi almamış yeni obsesif kompulsif bozukluk (OKB) tanılı çocuk ve ergenlerde D vitamini ve ilişkili parametreler olan serum kalsiyum, serum fosfor ve alkalen fosfataz düzeylerinin değerlendirilmesi ve bulguların sağlıklı kontrol olguları ile karşılaştırılması amaçlanmıştır. Yöntem: Çalışmaya 7-15 yaş arası, 60 OKB tanılı olgu ile 59 sağlıklı kontrol olgusu alındı. Tanılama aşamasında, yarı yapılandırılmış görüşme olan, Okul Çağı Çocukları için Duygulanım Bozuklukları ve Şizofreni Görüşme Çizelgesi - Şimdi ve Yaşam Boyu Şekli uygulandı. Olguların zeka düzeyi, Wechsler çocuklar için zeka ölçeği geliştirilmiş kısa formu (WISC-R) ile değerlendirildi. OKB dışında komorbid psikiyatrik hastalık tanısı alan, öncesinde psikotrop ilaç kullanma öyküsü olan, akut ya da kronik sistemik hastalığı bulunan olgular ile WISC-R puanı 80’nin altında saptanan olgular çalışmaya alınmadı. Klinik değerlendirmede Yale Brown Obsesyon Kompülsiyon Ölçeği (YBOCS), Çocukluk Çağı Depresyon Ölçeği (CDI) ve Durumluk-Sürekli Kaygı Envanteri (STAI) kullanıldı. Sonuç: Sosyodemografik özellikler açısından gruplar arasında anlamlı farklılık izlenmedi. Değerlendirmeler sonucunda OKB olguları ile sağlıklı kontrol olgularının D vitamini, serum kalsiyum, serum fosfor ve alkalen fosfataz düzeyleri arasında anlamlı farklılık saptanmadı. Tartışma: Son yıllarda yapılan çalışmalar, D vitamininin, sinir sisteminin gelişimi ve fonksiyonlarının düzenlenmesinde önemli rol oynadığını belirtmektedir. Araştırmacılar, normal beyin gelişimi ve işlevleri 78 26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 13-16 Nisan 2016/İZMİR için D vitamininin çok önemli olduğunu; sinir sisteminde, hücre proliferasyonu, diferansiyasyonu ve nörotransmisyon gibi çeşitli görevlerde rol aldığını, nörotrofik ve nöroprotektif etkiler gösterdiğini bildirmişlerdir. Çeşitli preklinik ve klinik çalışmalarda, D vitamini eksikliğinin, beyinde disfonksiyonel değişikliklere neden olduğuna; major depresyon, otizm, şizofreni gibi nöropsikiyatrik hastalıkların ve kognitif bozuklukların görülme riskini arttırabileceğine dikkat çekilmiştir. D vitamini eksikliğinde, perseveratif yanıt inhibisyonunda spesifik bozulma olduğu saptanan bir preklinik çalışmada, bu durumun, OKB, otizm gibi bozukluklarda gözlenen stereotipik/tekrarlayıcı davranışlarla ilişkili olabileceği öne sürülmüştür. Mevcut bilgilerden yola çıkarak yapılan bu çalışmada, OKB tanılı çocuk ve ergenlerde D vitamini, serum kalsiyum, serum fosfor ve alkalen fosfataz düzeyleri değerlendirilmiş; olgular sağlıklı kontrol olguları ile karşılaştırılmıştır. D vitamin, serum kalsiyum, fosfor ve alkalen fosfataz düzeyleri gruplar arasında farklılaşmamıştır. Görebildiğimiz kadarıyla çalışmamız, OKB tanılı çocuk ve ergenlerde D vitamini ve ilişkili parametreleri değerlendiren ilk çalışmadır. Daha net sonuçlar elde edilebilmesi için konu ile ilgili hem preklinik hem de kontrollü geniş örneklemli çalışmalara ihtiyaç olduğu görülmektedir. S28/Katılma Nöbeti Olan Çocukların Annelerinde Psikoeğitim Uygulamasının Olumlu Etkileri: Randomize Kontrollü Bir Pilot Çalışma Nurullah BOLAT1 ,Kayı ELİAÇIK2 ,Enis SARGIN1 ,Ali KANIK2 ,Figen BAYDAN3 ,Berrak SARIOĞLU3 , 1 İzmir Tepecik Eğitim ve Araştırma Hastanesi Çocuk ve Ergen Psikiyatrisi Birimi, 2İzmir Tepecik Eğitim ve Araştırma Hastanesi Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları ABD, 3 İzmir Tepecik Eğitim ve Araştırma Hastanesi Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları ABD Çocuk Nörolojisi Birimi Amaç: Katılma nöbetleri sıklıkla sinirlenme veya ağrı uyarını ile başlayan ağlama, istemsiz bir nefes tutma, renk değişimi, bilinç ve postural tonusun kaybıyla karakterize tekrarlayıcı klinik bir antitedir. Aileler bu durumu epileptik nöbet ya da kardiyak arrest olarak değerlendirip endişeye kapılmaktadır. Katılma nöbeti olan çocukların annelerinin günlük yaşamda daha fazla strese maruz kaldığı ve anksiyete seviyelerinin daha yüksek olduğu bildirilmiştir. Çalışmanın amacı psikoeğitim ile müdahalenin tüm bu etmenlere ve çocuklardaki katılma nöbeti sıklığı üzerine etkisini saptamaktır. Yöntem: İzmir Tepecik Eğitim Araştırma Hastanesi Çocuk Nörolojisi Polikliniğinde 15/10/201415/10/2015 tarihleri arasında katılma nöbeti tanısı konan çocuklar ve anneleri randomize şekilde rutin takip sürecinde psikoeğitim alanlar (n=31) ve rutin takip dışında müdahale edilmeyenler (n=28) olarak iki gruba ayrılmıştır. Çalıma grubundaki annelere İzmir Tepecik ve Araştırma Hastanesi Çocuk ve Ergen Psikiyatrisi Polikliniğinde bir hafta ara ile iki seans psikoeğitim verilmiştir. Annelere uygulanan psikoeğitimin içeriği uygulamayı yapan iki çocuk ve ergen psikiyatristi tarafından oluşturulmuş ve standardize edilmiştir. Annelerin kaygı düzeylerini ölçmek için Durumluk-Sürekli Kaygı Ölçeği, depresyon seviyelerini ölçmek için Beck Depresyon Ölçeği kullanıldı. Çalışmanın başlangıcında, ardından 3. ve 6. ayın sonunda her ki grupta da çocuklardaki katılma nöbeti sıklığı, anne kaygı ve depresyon seviyeleri, annelerin algıladığı katılma nöbetine dair bilgi düzeyleri ve başa çıkma becerileri kaydedildi. Çalışma sonunda iki grubun skorları ve çocuklardaki nöbet sıklığı istatistiksel olarak karşılaştırıldı. Bulgular: Psikoeğitim almış olan annelerin çocuklarında katılma nöbeti sıklığında psikoeğitim almayan annelerin çocuklarına göre anlamlı düzeyde azalma saptandı. (p< 0.001) Çalışma grubundaki annelerin 79 26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 13-16 Nisan 2016/İZMİR depresyon ve kaygı seviyelerinde belirgin azalma, algıladıkları nöbetle başa çıkma becerileri ve konu hakkında bilgi düzeylerinde artış bulundu (p< 0.01) Sonuç: Bu çalışmada annelere uygulanan psikoeğitim ile çocukların katılma nöbeti sıklığı ile annelerin anksiyete ve depresyon düzeylerinde belirgin azalma sağlanmıştır. Annelere uygulanan psikoeğitim müdahalesi etkin, güvenli, ekonomik ve kolay ulaşılabilir bir yöntemdir. Gelecekte yapılacak çalışmalarla bulgularımızın desteklenmesi halinde annelere uygulanan psikoeğitim yöntemi katılma nöbeti olan çocukların tedavisinde ilk seçenek olarak kabul görebilir. S29/DSM-5 Panik Bozukluk Şiddet Ölçeği Çocuk Formu'nun Türkçe Güvenilirliği ve Geçerliliği Şermin Yalın SAPMAZ1 ,Dilek ERGİN2 ,Handan Özek ERKURAN3 ,Nesrin Şen CELASİN2 ,Duygu KARARSLAN2 ,Masum ÖZTÜRK1 ,Ertuğrul KÖROĞLU4 ,Ömer AYDEMİR5 , 1 CBÜ Tıp Fakültesi Çocuk Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı, 2CBÜ Manisa Sağlık Yüksekokulu, 3Behçet Uz Çocuk Hastanesi Çocuk Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Bölümü 4Boylam Psikiyatri Hastanesi, 5CBÜ Tıp Fakültesi Psikiyatri Anabilim Dalı, Giriş: Bu çalışmada DSM-5 Panik Bozukluk Şiddet Ölçeği Çocuk Formu Türkçe sürümünün güvenilirliği ve geçerliliğinin çalışılması amaçlanmıştır . DSM-5 Panik Bozukluk Şiddet Ölçeği Çocuk Formu:11-17 yaş çocuk ve ergenlerdeki panik bozukluk belirtilerinin şiddetini belirleyen 10 maddeli bir ölçektir. Panik bozukluk tanısı alan( ya da klinik olarak şiddetli panik bozukluk belirtileri olan) çocuk ve ergen olguların ilk değerlendirme ve tedavi sürecinde kullanılabilmesi amacıyla tasarlanmıştır. Her bir madde de yakınması olan olgunun son 7 gün içerindeki panik bozukluk belirtilerinin şiddetini oranlaması istenmektedir. Toplam puan 0 ile 40 arasında olup, daha yüksek puan panik bozukluk şiddetinin daha fazla olduğunu göstermektedir. Yöntem: DSM-5 Panik Bozukluk Şiddet Ölçeği Çocuk Formu'nun çevirisi ve geri çevirisi yapılıp ölçek hazırlanmıştır. Araştırma grupları çocuk psikiyatri kliniğinde tedavi gören ve herhangi bir anksiyete bozukluğu tanısı alan 48 hasta ile ortaokul ve lise öğrencilerinden oluşan 99 sağlıklı gönüllüden oluşmaktadır.Değerlendirmede Panik Bozukluk Şiddet Ölçeği'nin yanı sıra Çocukluk Çağı Anksiyete Tarama Ölçeği kullanılmıştır. Bulgular: Güvenilirlik analizlerinde Cronbach alfa iç tutarlılık katsayısı 0,849 ve madde - toplam puan bağıntı katsayıları 0,452 ile 0,643 arasında saptanmıştır. Test - yeniden test bağıntı katsayısı r=0,562 olarak hesaplanmıştır. Yapı geçerliliğinde varyansın %65,7’sini açıklayan üç faktör elde edilmiştir. Birlikte geçerlilikte Çocukluk Çağı Anksiyete Tarama Ölçeği ile yüksek düzeyde bağıntı göstermiştir. Sonuç: DSM-5 Panik Bozukluk Şiddet Ölçeği Çocuk Formu Türkçe sürümünün hem klinik uygulamada hem araştırmalarda güvenilir ve geçerli biçimde kullanılabiliceği gösterilmiştir. Anahtar kelimeler: DSM-5, Panik Bozukluk Şiddet Ölçeği , güvenilirlik, geçerlilik S30/Bir Çocuk-Ergen Psikiyatri Polikliniğinde Ayaktan İzlenen DEHB Olgularının WISC-R ve Nöropsikolojik Değerlendirme Bataryası Sonuçlarının Değerlendirilmesi-Pilot Çalışma Duygu Barlas1 ,Havva Nüket İşiten1 ,Ece Çalışkan 1 ,Leyla Arslan1 ,Dilara Aloğlu1,Nazende Ceren Öksüz 1 , 1 Saray Mahallesi Site Yolu Caddesi NO: 27 Ümraniye İstanbul NPİstanbul Hastanesi, Çocuk ve Ergen kliniklerinde, Dikkat Eksikliği ve Hiperaktivite Bozukluğu (DEHB) tanısı konulurken psikiyatrik muayenenin dışında standardize ölçme ve değerlendirme araçları kullanılmaktadır. Bu alanda en sık kullanılan psikometrik araç Wechsler Çocuklar için Zeka Ölçeği-Geliştirilmiş Formudur (WISC80 26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 13-16 Nisan 2016/İZMİR R). Bazı araştırmalar WISC-R profillerinin DEHB ile ilişkili olduğunu bildirmişlerdir. Öte yandan diğer araştırmalar WISC-R profillerinin DEHB’yi ayırt etmede yeterli düzeyde olmadığını ileri sürmektedirler (Faraone ve arkadaşları 1998, Kılıç 2002, Kiriş 2002, Naglieri ve arkadaşları 2005). Bu çalışmada kliniğimize dikkat eksikliği ve hiperaktivite bozukluğu şikayetleri ile başvuran 7-16 yaş aralığındaki danışanların WISC-R uygulamasına ek olarak nöropsikolojik profillerinin de çıkartılarak tanı ve tedavi sürecinin oluşturulmasının aktarılması amaçlanmıştır. Uzman bir çocuk ergen psikiyatristi tarafından muayene edilen ve tanısı DEHB olan 7-16 yaş aralığında 30 danışana, iki klinik psikolog tarafından WISC-R ve Nöropsikolojik Değerlendirme Bataryası (Stroop Testi, Çizgi Yönü Belirleme Testi, Sayı Dizisi Öğrenme Testi, Görsel İşitsel Sayı Dizisi Testi, BenderGestalt Testi ve Benton Görsel Bellek Testi) uygulanmıştır. WISC-R sonuçları, WISC-R testinin norm değerleri ile NPT sonuçları ise BİLNOT Bataryası norm değerleri ile kıyaslanmıştır. Yapılan testlerin sonuçlarına göre, dikkat eksikliği ve hiperaktivite bozukluğu tanısı alan danışanların WISC-R sonuçlarına bakıldığında total zeka puanı ortalaması 99, 6 (ss: ±15,06) olarak bulunmuştur. % 57 danışanın sözel ve performans farkının 12 ve 12’den büyük olduğu, % 43’nün 12’den küçük olduğu saptanmıştır. Farkın 12 ve 12’den yüksek olduğu durumlarda % 29 danışanın performans alt alanının sözele kıyasla düşük olduğu, % 71 danışanın ise sözel performansının düşük olduğu tespit edilmiştir. Nöropsikolojik Değerlendirme Bataryası sonuçlarına bakıldığında, % 57 danışan Stroop Testi’nde (5. Bölüm Tamamlama Süresi baz alındı) norm değerleri içerisinde yer alırken % 43 danışan norm değerlerinin altında performans sergilemiştir. % 77 danışan Çizgi Yönü Belirleme Testi’nde norm değerlerinin altında performans sergilerken, % 23 danışan norm değerleri içerisinde performans sergilemiştir. % 70 danışan Bender-Gestalt Testi’nde norm değerleri içerisinde yer alırken, % 30’u norm değerlerinin altında yer almıştır. % 70 danışan Sayı Dizisi Öğrenme Testi’nde norm altı performans sergilerken, % 30’u norm değerlerinde yer almıştır. GİSD-B Testi’nin sonuçlarına bakıldığında % 75 danışan norm değerlerin performans sergilerken % 25’i norm altında yer almıştır. Benton Görsel Bellek Testi’nde ise % 73 danışan norm değerinde ve % 27 danışan norm altında yer almıştır. WISC-R Testi’nde toplam 30 danışanın her bir alt test için standart puanlarının ortalamaları alınmıştır. WISC-R normları baz alınarak ADHD tanısı almış danışanların Genel Bilgi (SP ort: 7,6) Aritmetik (SP ort: 8,6) ve Sayı Dizisi (SP ort: 8,6) alt testlerinde norm altında yer aldıkları tespit edilmiştir. Ülkemizde DEHB’nin taranması ve alt tiplerinin oluşturulması için WISC-R uzun yıllarıdır yol gösterici olmuştur. Ancak günümüzün literatürüne baktığımız zaman WISC-R’ın bu alanda zaman zaman yetersiz kaldığı ve çelişkili bilgiler sunduğu bildirilmektedir. Literatüre göre DEHB’li çocukların WISC-R Küpler ile Desen alt testinde norm altı değer aldıkları bildirilmiştir (Bakar ve arkadaşları 2005). Ancak bizim çalışmamızda küpler ile desen alt testi ortalama değerlerde yer alırken, yine görsel-mekansal becerileri değerlendiren NPT bataryamızdaki Çizgi Yönü Testi’nde % 77 danışan norm altı performans sergilemiştir. Bu bulgu literatür ile uyumludur. WISC-R Testi’nde Küpler ile desene ek olarak Aritmetik ve Sayı Dizisi alt testlerinede de DEHB’li çocukların norm altı değerlerde yer aldığı bildirilmiştir (Riccio ve arkadaşları, 1997). Bizim çalışmamızda danışanlarımız Aritmetik ve Sayı Dizisi alt testlerinde norm altı değerler almışlardır. NPT Bataryamızdaki Sayı Dizisi Öğrenme Testi’nde de danışanlarımızın % 70’i norm altında yer almıştır. Bakar ve arkadaşlarının yapmış olduğu çalışmada da DEHB’li çocukların Aritmetik Alt Testi’nde manidar olarak kontrol grubuna kıyasla daha düşük performans sergiledikleri tespit edilmiştir. Bu bilgiler, Aritmetik ve Sayı Dizisi Testleri’nin DEHB taramasında etkili olduğunu düşündürtür niteliktedir. Bizim çalışmamızda Genel Bilgi alt testi de norm altı değerlerde çıkmıştır. Bakar ve arkadaşlarının çalışması ile uyum içerisindedir. Literatürde DEHB’li grubun WISC-R performans zeka puanının sözel zeka puanına kıyasla manidar düzeyde düşük olduğu bildirilmiştir (Bhatia ve arkadaşları, 1991). Ancak bazı araştırmalar ise sözel zeka puanının DEHB’nin ayırt edilmesinde önem taşıdığını ileri sürmüştür (Greene ve arkadaşları, 1996). 81 26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 13-16 Nisan 2016/İZMİR Bizim çalışmamızda danışanlarımızın % 71’nin sözel zeka puanlarının performans zeka puanlarına kıyasla düşük olduğu tespit edilmiştir. Sonuç olarak, çalışmamız ve literatür beraber değerlendirildiğinde WISC-R’ın bazı alt testlerinin DEHB taramasında etkili olduğu ancak zaman zaman yetersiz kalabileceği, klinikte Nöropsikolojik Testleri’nde uygulanmasının tanının netleştirilmesi ve alt tiplerinin ayırt edilmesi açısından önemli olduğu düşünülmektedir. SÖZEL BİLDİRİ OTURUMU S31-S38 ( 15 Nisan 2016 13:00-14:30 ) SALON D S31/DSM-5 Ölçütlerine Göre Özgül Öğrenme Bozukluğu Tanısı Alan Çocuk Ve Ergenlerde Psikiyatrik Eş Tanı Dağılımı Mengühan Araz ALTAY1 ,Işık GÖRKER1 , 1 Trakya Üniversitesi Çocuk ve Ergen Psikiyatrisi ABD, Bu çalışmada, özgül öğrenme bozukluğu tanısı alan çocuk ve ergenlerdeki psikiyatrik eştanıların sıklığı, eştanı sıklığına etki eden faktörler, özgül öğrenme bozukluğu alt tipleriyle bilişsel profil üzerine olan etkileri araştırılmıştır. Çalışmamız, Trakya Üniversitesi Tıp Fakültesi, Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı’na Ocak-Haziran 2015 tarihleri arasında özgül öğrenme bozukluğu tanısı alan 6-15 yaş grubu 80 olguyla yapılmıştır. Çalışmada Çocuk ve Ergenlerde Davranış Bozuklukları için DSM-IV’e Dayalı Tarama ve Değerlendirme Ölçeği, Özel Öğrenme Güçlüğü Belirti Ölçeği ve WISC-R testi uygulanmıştır. Görüşme sırasında özgül öğrenme bozukluğu alt grubunu tanımlamak ve hata profilini değerlendirmek amacıyla okuma-yazma-matematik becerileri değerlendirme listesi (hata analizi) uygulanmıştır. Psikiyatrik eştanıların belirlenmesi amacıyla araştırmacı tarafından Okul Çağı Çocukları İçin Duygulanım Bozuklukları ve Şizofreni Görüşme Çizelgesi-Şimdi ve Yaşam boyu Şekli Türkçe uyarlaması uygulanmıştır. Olguların %92.5’inde eşlik eden bir psikiyatrik bozukluk vardır. Olgularda en sık görülen psikiyatrik eştanı dikkat eksikliği ve hiperaktivite bozukluğu (%82.3) olup, bunu özgül fobi (%46.3), karşıt olma karşı gelme bozukluğu (%26.3), enürezis (%25) ve tik bozukluğu (%22.5) izlemektedir. Özgül öğrenme bozukluğuna dikkat eksikliği ve hiperaktivite bozukluğunun eşlik ettiği olgularda daha sık psikiyatrik eştanı bulunmuştur. Özgül öğrenme bozukluğu alt tiplerinden en sık olanı, okuma, yazma ve matematik bozukluğunun birlikte olduğu kombine tip bozukluktur (%37.5). Matematik bozukluğu olan olguların WISC-R puanları daha düşük olduğu bulunmuş, okuma ve yazmayı daha geç öğrendikleri ve eş tanı psikiyatrik bozuklukların daha fazla olduğu saptanmıştır. Çalışmamızın sonuçları, özgül öğrenme bozukluğunun diğer psikiyatrik bozukluklarla birlikteliğinin sık olduğunu göstermektedir. Özgül öğrenme bozukluğunun tek bir klinik bozukluk olarak düşünülmemesi,eştanılı psikiyatrik bozukluklarla birlikte değerlendirilip tedavi edilmesi gerekmektedir. S32/Bir İzlem Çalışması: Asperger Bozukluğu Düzeliyor mu? Fatma Sibel DURAK1 ,Ülkü Akyol ARDIÇ2 ,Melis İPCİ2 ,Sevim Berrin İNCİ2 ,Eyüp Sabri ERCAN2 , 1 DR. Behçet Uz çocuk hastanesi, 2talatpaşa bulvarı mustafa bey apt. no:1 kat:2 daire:4 alsancak/izmir Asperger bozukluğu şiddetli derecede ve kalıcı bozulmaların olması, kişinin gerek ilgi ve etkinliklerinin gerekse davranışlarının sınırlı bir gelişim göstermesi ve tekrarlayıcı örüntüye sahip olmasıyla tanımlanan 82 26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 13-16 Nisan 2016/İZMİR bir yaygın gelişimsel bozukluktur. Bu çalışmada 91 Asperger Bozukluğu olan olgunun geriye dönük dosya taramaları yapılarak Asperger bozukluğu tanı kriterlerinin izlem süresince karşılanmaya devam edilip edilmediği değerlendirilmiştir. S33/Erişkin Obsesif Kompulsif Bozukluk Olgularında Çocukluk Çağı Dikkat Eksikliği Hiperaktivite Bozukluğu Ve Tik Bozukluğu Eş Tanısı Özellikleri Fahri ÇELEBİ1 , 1 Zonguldak Kadın Doğum ve Çocuk Hastalıkları Hastanesi, Zonguldak, GİRİŞ: Obsesif kompulsif bozukluk (OKB) tekrarlayan obsesyonlar ve/veya kompulsiyonlarla seyreden heterojen bir nöropsikiyatrik bozukluktur (APA-1994). OKB yetişkin çağda bir çok psikiyatrik bozukluğa eşlik ettiği gibi çocukluk çağında da dikkat eksikliği ve hiperaktivite bozukluğu (DEHB) ve tik bozukluğu (TB) ile birliktelik gösterebilir. OKB olgularında DEHB eş tanısı %0-%60 gibi değişik oranlarda bildirilmektedir (Abramovitch ve ark., 2015). DEHB’nin eşlik ettiği OKB olgularında daha sık madde kullanımı öyküsünün bulunduğu ve OKB’nin daha kötü seyrettiği bildirilmiştir (De Mathis ve ark., 2013). Değişik çalışmalarda yetişkin DEHB olgularında OKB eş tanısı %1 ile %13 arasında bulunmuştur (Shekim ve ark. 1990; Millstein ve ark. 1997; Mannuzza ve ark. 1998; Biederman ve ark. 2004; Kessler ve ark. 2006; Wilens ve ark. 2013). Tik bozukluğu ve Tourette sendromunun da OKB ile yakın ilişkili olabileceği bir çok çalışmada gösterilmiştir (Peterson ve ark., 2001; Ludoph ve ark., 2012). Özetle bu çalışmada bizim amacımız ilk olarak primer OKB tanılı olgularda çocukluk çağı DEHB ve TB eş tanı sıklığını belirlemektir. İkinci olarak ise DEHB eş tanısının OKB’nin klinik özellikleri ve seyrine etkisini araştırmaktır. YÖNTEM: Çalışmamıza İstanbul Üniversitesi İstanbul Tıp Fakültesi Psikiyatri Ana bilim dalı, İncirli Ethica Hastanesi ve özel bir psikiyatri kliniğine 01.01.2014- 05.01.2015 tarihleri arasında başvuran primer tanısı OKB olan 95 yetişkin hasta dahil edilmiştir. Olguların Eksen I psikiyatrik bozuklukların tanıları DSM-IV’e göre yapılandırılmış klinik görüşme formu (SCID-I) kullanılarak; OKB başlangıç yaşı ve OKB seyri APA-1994 kriterleri esas alınarak değerlendirilmiştir. Ilk görüşmede erişkin çağı Eksen 1 psikiyatrik tanıları konulmuş ve olguların aile bireylerinin de dahil edildiği ikinci görüşmede çocukluk çağı DEHB ve TB tanıları ‘Okul Çağı Çocuklari İçin Duygulanım Bozuklukları ve Şizofreni Görüşme Çizelgesi -Şimdi ve Yaşam Boyu Şekli’ (K-SADS-PL) DEHB ve TB modulü kullanılarak değerlendirilmiştir. Ayrıca çalışmamızda araştırmacılar tarafından hazırlanan sosyodemografik veri formu, OKB belirtilerini taramak için Yale-Brown obsesyon kompülsiyon (Y-BOSC) semptom tarama listesi ve OKB şiddetini değerlendirmek için Y-BOSC ölçeği kullanılmıştır. 95 hastanın 38’i (%40) çocukluk çağı DEHB tanısı almıştır. 38 olguyu içeren OKB+DEHB ve DEHB tanısı almayan 57 olguyu içeren DEHB eş tanısı olmayan OKB grupları oluşturulmuş ve bu gruplar sosyodemografik ve klinik özellikler ve psikiyatrik eş tanılar açısından karşılaştırılmıştır. İstatistik değerlendirmeler Statistical Package for Social Sciences (SPSS) 15.0 versiyonu kullanılarak yapılmıştır. Scale veriler bağımsız Student’s t testi, categorical veriler ki-kare/Fischer’s exact test kullanılarak değerlendirilmiştir. p< 0.05 istatistiksel olarak anlamlı kabul edilmiştir. SONUÇLAR: Çalışmaya katılanların 59’u (%62.1) kadın ve 56’sı (%58.9) evli idi. Çalışmaya katılanların yaş ortalaması 31.70 (min:18, max:54, SD:7.6) ve ortalama eğitim yılı 10.62 (min:0, max:17, SD:4.27) olarak bulunmuştur. Obsesif kompulsif belirti başlangıç yaşı 16.21 (min:6, max:31, SD:6.7), OKB başlangıç yaşı ortalaması 23.41 (min:11, max: 48, SD:7.10) ve ortalama OKB süresi 8.64 yıldı (min:1, 83 26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 13-16 Nisan 2016/İZMİR max:29, SD:7.17). 23 hasta (%24.2) çocukluk çağı tik bozukluğu tanısını karşılamaktaydı. Çalışma grubunda en sık görülen obsesyon kirlenme obsesyonu (%70.5), en sık görülen kompulsiyon ise kontrol etme kompülsiyonuydu (%68.4). OKB+DEHB grubu ile DEHB eş tanısı olmayan OKB grubu arasında yaş, cinsiyet gibi sosyodemografik özellikler açısından bir fark bulunmamıştır. OKB başlangıç yaşı ve ortalama OKB süresi açısından da gruplar arasında bir fark saptanmamıştır. Ancak OKB+DEHB grubunda OKB ‘nin epizodik seyrinin anlamlı olarak daha yüksek olduğu sonucuna ulaşılmıştır (p<0.001). Obsesyon ve kompülsiyonlar karşılaştırıldığında, OKB+DEHB grubunda dini obsesyonları ve cinsellikle ilişkili obsesyonlar anlamlı olarak daha sık bulunmuştur (sırasıyla: p=0. 009, p=0.020). Diğer obsesyon ve kompülsiyonlar arasında gruplar arasında anlamlı bir fark bulunmamaktadır. Bipolar bozukluk ve sosyal fobi eş tanıları OKB+DEHB grubunda DEHB eş tanısı olmayan OKB grubuna göre daha yüksek oranda saptanmıştır (sırasıyla: p=0.001, p=0.009). Majör depresyon eş tanısının ise DEHB eş tanısı olmayan OKB grubunda daha sık görüldüğü bulunmuştur (p=0.005). Ayrıca çocukluk çağı tik bozukluğu eştanısının OKB+DEHB grubunda DEHB eş tanısı olmayan OKB grubundan anlamlı olarak daha yüksek oranda bulunduğu saptanmıştır (p<0.001). Diğer psikiyatrik bozukluklar açısından gruplar arasında anlamlı fark bulunmamaktadır. Son olarak gruplar arasında ortalama Y-BOSC obsesyon, kompülsiyon ve toplam skorları açısından anlamlı fark bulunmamıştır. TARTIŞMA: Araştırmamızda OKB olgularının %40’ında çocukluk çağı DEHB eş tanısı bulunmaktadır. Literatürde OKB olgularında DEHB prevalansı %0 ile %51 arasında değişmektedir (Pallanti et al. 2011). Ancak bu çalışmalarda veri toplama, örneklem büyüklüğü, örneklemin yaşı ve çalışmaya dahil edilme gibi kriterlerde bir takım methodolojik sorunlar olduğu rapor edilmiştir (Pallanti et al. 2011). Bu nedenle araştırmamızda daha güvenilir sonuçlar elde etmek için çocukluk DEHB tanısı saptanmasında K-SADSPL kullanılmıştır. Çalışmamızda saptanan yüksek DEHB eş tanı oranı daha önceki sonuçlarla uyumludur (Pallanti ve ark. 2011; Brem ve ark. 2014). Çalışmamaızda çocukluk çağı DEHB eş tanısı bulunan OKB olgularında dini ve cinsel obsesyonların sıklığının DEHB eş tanısı olmayan OKB olgularında daha fazla olduğu tespit edilmiştir. Bilindiği gibi impulsivite DEHB ‘nin ana özelliklerinden biridir. Bozuk inhibisyon kontrolünün DEHB olgularında dürtüsel davranışlarla, OKB hastalarında ise tekrarlayan kompülsif belirtilerle görüntü verebileceği belirtilmektedir (Brem ve ark. 2014). Bu obsesyonların DEHB eş tanısı olan olgularda daha sık görülmesi bozuk inhibitör kontrolün yol açtığı kompülsif baş etme mekanızmasına bağlı olabilir (Kooij ve ark. 2010; Pallanti ve ark. 2011). Epizodik OKB, Bipolar bozukluk ve DEHB ilişkisi: Araştırmamızda bipolar bozukluk eş tanısı ve OKB‘nin epizodik seyrinin çocukluk DEHB eş tanısı olan OKB olgularında çocukluk DEHB‘si olmayanlara göre daha sık olduğu sonucuna ulaşılmıştır. Bir çok çalışma OKB ve Bipolar bozukluk ilişkisini incelemiştir. Bipolar bozukluğun OKB olgularında epizodik seyirle kendini gösterebileceği ileri sürülmüştür (Hantouche ve ark. 2003; Millet ve ark. 2004; Maina ve ark. 2007). OKB belirtilerinin mani döneminde azaldığı ve depresyon döneminde arttığı bildirilmiştir (Keck ve ark. 1986; Gordon and Rasmussen 1988). Buna ek olarak Masi ve arkadaşları (2007) bipolar bozukluk eş tanısı bulunan OKB olgularında DEHB eş tanı sıklığının bipolar bozukluğu olmayan OKB olgularında daha yüksek olduğunu bildirmişlerdir. Sonuç olarak OKB (özellikle epizodik), DEHB ve bipolar bozukluk birbiriyle ilişkili olabilir. Klinisyenler özellikle eşlik eden DEHB’si bulunan epizodik gidişli OKB olgularında bipolar bozukluk riski açısından dikkatli olmalıdır. Bu özellik DEHB eş tanısı olan OKB olgularında antidepresan ilaç reçete edilirken de göz önünde bulundurulmalı ve bu olgular dikkatle izlenmelidir .OKB, Tik Bozukluğu ve DEHB İlişkisi: 84 26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 13-16 Nisan 2016/İZMİR Çalışmamızda tik bozukluğu eş tanısının çocukluk DEHB’si bulunan OKB olgularında DEHB bulunmayanlara göre daha sık görüldüğü tespit edilmiştir. OKB, tik bozukluğu ve DEHB ilişksini gösteren çok sayıda araştırma bulunmaktadır. Tikler, OKB ve DEHB’nin bir çok ortak demografik ve psikopatolojik risk faktörü bulunduğu bildirilmiştir (Peterson ve ark. 2001). Bir çalışmada tik bozukluğu olan 158 çocuğun %53’ünün OKB tanısını, %38.6’sının DEHB tanısını ve %24.1’inin her iki tanıyı birlikte karşıladığı bulunmuştur (Lebowitz ve ark. 2012). Bizim sonuçlarımız da OKB, DEHB ve tik bozukluğu ilişkisini inceleyen diğer çalışmaların sonuçlarıyla uyumlu bulunmuştur. Çocukluk çağı DEHB eş tanısı sıklıkla OKB‘ye eşlik edebilmektedir. OKB, DEHB ve bipolar bozukluk da birbiriyle ilişkili olabilir. Özellikle epizodik seyreden OKB hastalarında DEHB eş tanısına dikkat edilmeli ve bipolar bozukluk gelişimi açısından dikkatli olunmalıdır. Klinisyenler DEHB eş tanısı olan OKB olgularında antidepresan ilaç reçete ederken bu özelliği göz önünde bulundurmalı ve bu olguları dikkatle izlemelidir. Ayrıca tik bozukluğu, DEHB ve OKB de sıklıkla birliktelik göstermektedir. Tüm bu veriler OKB’nin çeşitli psikiyatrik bozukluklarla birlikte seyreden etiyolojik ve klinik olarak heterojen bir bozukluk olduğu görüşünü desteklemektedir. DEHB ve OKB‘nin ortak etiyolojik zeminleri ve DEHB‘nin OKB seyri üzerine etkileri için daha kapsamlı çalışmalara ihtiyaç duyulmaktadır. KAYNAKLAR: Abramovitch A, Dar R, Mittelman A, Wilhelm S. Comorbidity Between Attention Deficit/Hyperactivity Disorder and Obsessive-Compulsive Disorder Across the Lifespan: A Systematic and Critical Review. Harv Rev Psychiatry. 2015 Jul-Aug;23(4):245-62. doi: 10.1097/HRP.0000000000000050. Biederman J, Faraone SV, Monuteaux MC, Bober M, Cadogen E. Gender effects on attentiondeficit/hyperactivity disorder in adults, revisited. Biol Psychiatry 2004; 55: 692– 700. [PubMed] Brem S, Grünblatt E, Drechsler R, Riederer P, Walitza S.The neurobiological link between OCD and ADHD. Atten Defic Hyperact Disord. 2014 Sep;6(3):175-202. doi: 10.1007/s12402-014-0146-x. Epub 2014 Jul 14. de Mathis MA, Diniz J, Hounie A et al. Trajectory in obsessive-compulsive disorder comorbidities. Eur Neuropsychopharmacol 2013; 23: 594– 601. Gordon A., Rasmussen S. A. (1988). Mood-related obsessive-compulsive symptoms in a patient with bipolar affective disorder. J. Clin. Psychiatry 49, 27–28 Hantouche EG, Angst J, Demonfaucon C, Perugi G, Lancrenon S, Akiskal HS. Cyclothymic OCD: a distinct form? J Affect Disord. 2003 Jun;75(1):1-10. Keck PE Jr, Lipinski JF Jr, White K. An inverse relationship between mania and obsessive-compulsive disorder: a case report. J Clin Psychopharmacol 1986;6:123–124. Kessler RC, Adler L, Barkley R, et al. The prevalence and correlates of adult ADHD in the United States: results from the National Comorbidity Survey Replication. Am J Psychiatry 2006; 163: 716– 23. Kooij SJ, Bejerot S, Blackwell A, Caci H, Casas-Brugué M, Carpentier PJ et al.European consensus statement on diagnosis and treatment of adult ADHD: The European Network Adult ADHD. BMC Psychiatry. 2010 Sep 3;10:67. doi: 10.1186/1471-244X-10-67. Lebowitz ER, Motlagh MG, Katsovich L, King RA, Lombroso PJ, Grantz H, Lin H, Bentley MJ, Gilbert DL, Singer HS, Coffey BJ. the Tourette Syndrome Study Group, Kurlan RM, Leckman JF: Tourette syndrome in youth with and without obsessive compulsive disorder and attention deficit hyperactivity disorder. Eur Child Adolesc Psychiatry. 2012;21:451–457 Ludolph AG, Roessner V, Münchau A, Müller-Vahl K.Tourette syndrome and other tic disorders in childhood, adolescence and adulthood. Dtsch Arztebl Int. 2012 Nov;109(48):821-288. Maina G, Albert U, Pessina E, Bogetto F. Bipolar obsessive-compulsive disorder and personality disorders. Bipolar Disord. 2007 Nov;9(7):722-9. Masi G, Perugi G, Millepiedi S, Toni C, Mucci M, Pfanner C, Berloffa S, Pari C, Akiskal HS. Bipolar co-morbidity in pediatric obsessive-compulsive disorder: clinical and treatment implications. J Child Adolesc Psychopharmacol. 2007 Aug;17(4):475-86. 85 26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 13-16 Nisan 2016/İZMİR Mannuzza S, Klein RG, Bessler A, Malloy P, LaPadula M. Adult psychiatric status of hyperactive boys grown up. Am J Psychiatry 1998;155:493–8. Millstein RB, Wilens TE, Biederman J, Spencer T. Presenting ADHD symptoms and subtypes in clinically referred adults with ADHD. J Atten Disord 1997;2:159–66. Millet B., Kochman F., Gallarda T., Krebs M. O., Demonfaucon F., Barrot I., Bourdel M. C., Olié J. P., Loo H., Hantouche E. G. (2004). Phenomenological and comorbid features associated in comorbid obsessive-compulsive disorder: influence of age of onset. J. Affect. Disord. 79, 241–24610.1016/S01650327(02)00351-8 Pallanti S, Grassi G, Sarrecchia ED, Cantisani A, Pellegrini M. Obsessive-compulsive disorder comorbidity: clinical assessment and therapeutic implications. Front Psychiatry. 2011 Dec 21;2:70. doi: 10.3389/fpsyt.2011.00070. eCollection 2011. Peterson, B. S., Pine, D. S., Cohen, P., & Brook, J. S. (2001). Prospective, longitudinal study of tic, obsessive-compulsive, and attention-deficit/hyperactivity disorders in an epidemiological sample. Journal of the American Academy of Child & Adolescent Psychiatry, 40(6), 685-695. Shekim WO, Asarnow RF, Hess E, Zaucha K, Wheeler N. A Clinical and demographic profile of a sample of adults with attention-deficit hyperactivity disorder, residual state. Compr Psychiatry 1990; 31: 416– 25. S34/Prematüre Retinopatisi Tanılı Olguların Annelerinin Bağlanma, Depresyon, Anksiyete, Ebeveyn Öz Yeterlik Açısından İncelenmesi Gonca ÖZYURT1 ,Ayhan ÖZYURT2 ,Taylan ÖZTÜRK3 ,Aylin YAMAN3 ,Tülin BERK3 , 1 Nevşehir Devlet Hastanesi Çocuk Psikiyatri polikliniği, 2Nevşehir Devlet Hastanesi Göz Hastalıkları polikliniği, 3Dokuz Eylül Üniversitesi Tıp Fakültesi Göz Hastalıkları Anabilim Dalı, Giriş: Yenidoğan bakımındaki gelişmeler sonucunda prematüre ve çok düşük doğum ağırlıklı bebeklerin yaşam şansının artmıştır. Prematüre retinopati (Retinopathy of prematurity-ROP) ise prematüre bebeklerin en önemli göz sorunlarından biridir. Bu çalışmada; prematüriteye ek olarak çocuğunda retinopatinin gelişmiş olmasının ve görme kaybı olabileceği ihtimalinin anneleri duygusal olarak nasıl etkilediğinin; bu durumun ebeveyn özyeterliğine ve anne bebek bağlanmasına etkisinin incelenmesi amaçlanmıştır .Yöntem: Araştırmanın örneklemi Dokuz Eylül Üniversitesi Tıp Fakültesi Göz Hastalıkları Anabilim Dalı Pediatrik Oftalmoloji birimine Mart 2015 ile Eylül 2015 tarihleri arasında ayaktan ilk kez başvurusu olan prematür bebeklerin annelerinden çalışmaya katılmayı kabul eden 82 kişi ve kontrol grubu ise miadında doğan kontrole gelen bebeklerin annelerinden 85 anneden oluşmuştur. Gönüllülere sosyodemografik veri formu, maternal bağlanma ölçeği, durumluk ve süreklilik kaygı ölçeği, Edingburg depresyon ölçeği, ebeveyn özyeterlik ölçeği uygulanmıştır. Verilerin analizinde parametrik t testi kullanılmıştır.. Anlamlılık, %95’lik güven aralığında, p<0.05 düzeyinde değerlendirilmiştir. Sonuçlar: Olgu ve kontrollerin sosoyodemografik özellikleri farksızdır Annelerin Edinburg Depresyon ölçeği sonuçları kıyaslandığında ROP tanılı bebeği olan annelerin depresyon düzeyinin miadında doğan bebeğe sahip olan annelere göre daha yüksek olduğu saptandı (p:0.000), maternal bağlanma ölçeğine göre miadında doğan bebeğe sahip annelerin bebeğe bağlanmalarının daha iyi olduğu saptandı (p:0.032). STAI ölçekleri değerlendirildiğinde süreklilik STAI skorları arasında fark saptanmazken ROP tanılı bebeği olan annelerin STAI durumluk skorları istatistiksel olarak anlamlı derecede yüksekti (p:0.728, p:0.001). Ebeveyn özyeterliği ölçeği alt ölçek skorları değerlendirildiğinde ROP tanılı bebeği olan annelerin bebeğin duygularını anlama, bebeğin rahatsızlıklarını anlama, bebeğin ihtiyaçlarını anlama alanlarında miadında doğan bebeğe sahip annelere göre kendilerini daha az yeterli hissettikleri bulunmuştur (p:0.000, p:0.000, p:0.001). Ebeveyn becerileri ve bebeğin ruhsal durumunu anlama açısından istatistiksel anlamlı farklılık saptanmamıştır (p:0.926, p:0.847). Tartışma: Çalışmamız prematüriteye ek olarak ROP gibi görme kaybına sebep olabilecek bir durumun 86 26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 13-16 Nisan 2016/İZMİR da tabloya eklenmesinin yeni bebek sahibi olmuş annelerin kaygı ve depresyon düzeyi ile anne- bebek bağlanması üzerine etkilerini inceleyen; annenin öz yeterliğini araştıran ilk çalışmadır. ROP tanılı bebeğe sahip annelerin, miadında bebeğe sahip olan annelere göre durumluk kaygısı, depresyon düzeyi yüksek bulunurken; maternal bağlanması ve anne öz yeterliği açısından daha yetersiz oldukları saptanmıştır; süreklilik kaygı puanları arasında farklılıksaptanmamıştır. Annenin ebeveynliğe dair olumlu hissetmesi; bir bebeğin sağlıklı gelişimi için çok önemlidir. Annenin doğum öncesinde ve sonrasında ebeveynlik ile ilgili duygu ve düşüncelerinin değerlendirilmesi ve gerekli alanların desteklenmesi gerekmektedir. ROP tanılı bir bebeğe sahip olan ebeveynler; bebeğe yönelik girişimlerin çokluğu nedeni ile ikinci planda hissedebilirler ve kaygı yada depresyon belirtileri gösterebilirler. Bu açıdan annenin desteklenmesi büyük önem taşımaktadır. S35/Dehb Tanısı Olan Olgularda Aile İşlevselliği Ve Anne Anksiyetesinin Kontrol Grubu İle Karşılaştırılması Gonca ÖZYURT1 ,Aynur AKAY2 ,Yusuf ÖZTÜRK3 , 1 Nevşehir Devlet Hastanesi Çocuk psikiyatri polikliniği, 2Dokuz Eylül Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları AD, 3Atatürk Eğitim ve Araştırma Hastanesi Çocuk Psikiyatri Polikliniği, Giriş: Dikkat Eksikliği Hiperaktivite Bozukluğu (DEHB), çocukluk çağında en sık görülen nörogelişimsel bozukluklardan biridir. Ebeveyn ile ilgili etkenler aile işlevselliğini etkileyerek, çocuğun DEHB belirtileri üzerine değişiklikler yapabilir. Bu çalışmada DEHB tanılı olguların aile işlevselliği ve annelerindeki kaygı düzeyinin kontrollerle karşılaştırılması amaçlanmıştır. Yöntem: Çalışmaya 6-12 yaş arasında 62 DEHB tanılı ve DEHB grubu ile yaş ve cinsiyet olarak eşletirilmiş hastanenin diğer kliniklerine başvuran 62 çocuk katılmıştır. DEHB tanısı ve eşlik eden komorbiditeleri ortaya koymak için Okul çağı çocukları için duygulanım bozuklukları ve şizofreni görüşme çizelgesi- Şimdi ve yaşam boyu versiyonu (ÇDGŞG-ŞY) kullanılmıştır. Çalışmaya katılan DEHB olguları tedavi almamaktadır. DuPaul DEHB ölçeği Aile Değerlendirme Ölçeği (ADÖ) ve annelerin kaygısını değerlendirmek için Spielberger Süreklilik ve Durumluk Kaygı (STAI-T ve STAI-S) ölçeği kullanılmıştır. Sonuçlar: Olgu ve kontrollerin sosoyodemografik özellikleri fark.sızdır. DEHB ve kontrol grubunun ADÖ altölçekleri açısından kıyaslandığında “roller”, “gereken ilgiyi gösterme”, “davranış kontrolü” alt ölçeklerinde istatistiksel anlamlı farklılık bulunmuştur. Yine DEHB tanılı çocuğu olan annelerin durumluk ve süreklilik kaygı düzeyi kontrollere göre daha yüksek bulunmuştur. Tartışma: DEHB genellikle ergenlik ve erişkinlik döneminde de devam eden ve birçok alanda işlev kaybına sebep olan bir bozukluktur. Eğer annelerin kaygısı, ailelerin işlevellikleri ve DEHB arasındaki ilişki iyi anlaşılırsa, DEHB’nin tedavisi daha etkin sağlanabilir. S36/Otizm Spektrum Bozukluğu (Osb) Ve Gelişimsel Dil Gecikmesi (Gdg) Tanısı Olan Çocuklarda Alıcı Ve İfade Edici Sözel Dil Becerilerinin İncelenmesi Gonca ÖZYURT1 ,Çağla DİNSEVER2 , 1 Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları polikliniği Nevşehir Devlet Hastanesi1 , 2Çocuk Gelişim poliklinği Nevşehir Devlet Hastanesi , Hacettepe Üniversitesi KBB Anabilimdalı Odyoloji ve Konuşma Bozuklukları, 87 26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 13-16 Nisan 2016/İZMİR Giriş: OSB’li çocuklarda yaklaşık yarısında konuşma anlamlı bir iletişim aracı olacak şekilde gelişmez. Retrospektif çalışmalara göre 2 yaşından sonra OSB’li çocuklar normal gelişim gösteren akranlarına göre sosyal ve iletişim yönünden farklılaşmaktadır. OSB’li çocuklarda dil becerisi edinimi kullanımı sıklıkla atipiktir. Prozodi ve ritm bozuklukları, pragmatik dil bileşeninde zorluk, konuşmada tutarsızlık, düşünceleri dışa vuramama, sınırlı tonlama, işitsel algıma alanında yaşarlar. Gelişimsel Dil gecikmesi olan çocuklarda ise dil gelişimi yaşıtarına göre daha yavaş gitmektedir. OSB ve GDG tanıları olan çocukların hepsinde dil becerilerindeki problem görülmesine rağmen OSB’li ve GDG’li çocuklarda dil gelişimi farklılıklarını inceleyen çalışma yazında azdır. Bu çalışmanın amacı OSB ve GDG tanıları olan çocukların dil gelişim profillerini ve duygu düzenleme becerilerini kıyaslamaktır. Ayrıca annelerin depresyon düzeyi de karşılaştırılmıştır. Yöntem: 24-54 ay arasında Nevşehir Devlet Hastanesi Çocuk Psikiyatri Polikliniğine başvuran Otizm tanısı konulan 25 çocuk ve dil gelişiminde gecikme olan 45 çocuk çalışmaya dahil edilmiş ve Nevşehir Devlet Hastanesi diğer kliniklerine başvuran herhangi bir psikiyatrik yakınması olmayan 45 çocuk da kontrol grubu olarak çalışmaya alınmıştır. Alıcı ve İfade Edici Sözel Dil Becerilerine ölçmeyi amaçlayan TEDİL Türkçe Erken Dil Gelişim Testi (A ve B Formu), Anneler için BECK Depresyon Ölçeği ve çocuklar için de Duygu Ayarlama Ölçeği kullanılmıştır. İkili gruplar Mann-Whitney U testi ile, üçlü grup ise Kruskal Wallis ile değerlendirilmiştir. Anlamlılık, %95’lik güven aralığında, p<0.05 düzeyinde değerlendirilmiştir. Sonuçlar: Olgu ve kontrollerin sosoyodemografik özellikleri farksızdır. OSB ve DLD grubu TEDİL ile kıyaslandığında alıcı ve ifade edici dil toplam puanları açısından OSB tanılı olguların istatistiksel olarak anlamlı düşük puanlar aldığı ve alıcı dil alanında karmaşık sözcükleri anlama, dil bilgisi hatalarını anlama, karmaşık yönergeleri yerine getirme alanlarında OSB tanılı çocukların daha zorluk yaşadığı yine ifade edici dil alanında ise basit hikaye anlatma, özne yüklem uyumunu sağlama alanlarında güçlükleri olduğu bulunurken her iki grupta kontrollerle karşılaştırıldığında alıcı ve ifade edici dil alanlarında ve alt testlerinde kontrollere kıyasla zorlukları olduğu gözlenmiştir. OSB tanılı olguların annelerinin daha depresif olduğu; GDG tanılı olguların anneleri ile kontrol grubunun annelerinin ise depresyon düzeylerinin benzer olduğu bulunmuştur. Duygu düzenleme ve duygusal değişkenlik açısından OSB tanılı olguların daha fazla güçlük yaşadığı; duygu düzenleme alanında kontrol grubu ile GDG grubunda farklılık yokken GDG olan çocukların duygusal değişkenliklerinin kontrol grubuna göre daha fazla olduğu saptanmıştır. Tartışma: Dil becerileri, hem var olan dil becerilerinin göstergesi olarak hem de sonraki yıllardaki dil yetersizliklerine ilişkin çocuğun performansının güçlü ve zayıf yönlerinin yordayıcısı olarak çok önemlidir. Bu araştırma Türkçe alan yazında OSB ve GDG tanısı olan çocukların dil becerilerinin, dilin bileşenleri açısından incelendiği ve duygu düzenleme açısından değerlendirildiği ilk çalışmadır. S37/Dikkat Eksikliği Hiperaktivite Bozukluğu Tanısı Alan Çocuklarda Dissosiyatif ve Diğer Belirtilerin İlişkisi Betül Gül ALIÇ1 ,Ayla AYSEV2 ,Özgür ÖNER3 1 Ankara Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Hematoloji Onkoloji Eğitim ve Araştırma Hastanesi, 2Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Ana Bilim dali, 3Bahçeşehir Üniversitesi TIp Fakültesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıklar Ana Bilim Dalı, Amaç: Çalışmamızda Dikkat Eksikliği Hiperaktivite Bozukluğu olan çocuklarda dissosiyatif ve diğer belirtilerin ilişkisi ve dissosiyatif belirtilerin şiddetinin araştırılması amaçlanmaktadır. Yöntem: Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı polikliniğine doğrudan başvuran ve Dikkat Eksikliği Hiperaktivite Bozukluğu tanısıyla takip edilmekte olup ilaç tedavisi almayan, 9-14 yaş aralığında ki 115 çocuk veya ergen ve klinik olarak normal zeka düzeyinde olan, belirgin bir okul başarısızlığı hikayesi olmayan 55 sağlıklı çocuk çalışmaya dahil edilmiştir. Araştırmacı, çalışmaya alınan çocuklar ile DSM-IV’e dayalı klinik görüşme yapmıştır. Çocuklar Çocuk Depresyon 88 26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 13-16 Nisan 2016/İZMİR Ölçeği (ÇDÖ), Durumluk-Süreklilik Kaygı Envanteri, Ergen Dissosiyatif Yaşantılar Ölçeği’ni, ebeveynleri 6-18 Yaş Çocuk ve Gençler İçin Davranış Değerlendirme Ölçeği (CBCL 6-18), Çocuk Dissosiyasyon Soru Listesi, Çocuk ve Ergenlerde Davranım Bozuklukları İçin DSM-4’e Dayalı Tarama ve Değerlendirme Ölçeği (ÇEDBDSM-4DTDÖ/anne)’ni, öğretmenleri de Çocuk ve Ergenlerde Davranım Bozuklukları İçin DSM-4’e Dayalı Tarama ve Değerlendirme Ölçeği (ÇEDBDSM4DTDÖ/öğretmen), 6-18 Yaş Çocuk ve Gençler İçin Öğretmen Bilgi Formu’nu (TRF 6-18) doldurmuşlardır. Çocuklara ayrıca istismara yönelik Çocukluk Çağı Travmaları Ölçeği (CTQ) araştırmacı tarafından uygulanmıştır. Sonuç: DEHB grubunun CBCL 6-18 alt ölçeklerinde Anksiyete /Depresyon, sosyal içe dönüklük, somatik yakınmalar, sosyal sorunlar, düşünce sorunları, dikkat sorunları, karşı gelme davranışı, saldırgan davranışlar, içe yönelim sorunları, dışa yönelim sorunları ve toplam problem puanları sağlıklı kontrollere göre daha yüksek, sosyallik ve okul puanları ise sağlıklı kontrollere göre daha düşük olduğu, farkın ise istatistiksel olarak anlamlı olduğu saptanmıştır. DEHB grubunun TRF 6-18 alt ölçeklerinde Anksiyete /Depresyon, sosyal içe dönüklük, somatik yakınmalar, sosyal sorunlar, düşünce sorunları, dikkat sorunları, karşı gelme davranışı, saldırgan davranışlar, içe yönelim sorunları, dışa yönelim sorunları ve toplam problem puanları sağlıklı kontrollere göre daha yüksek, toplam uyum puanları ise sağlıklı kontrollere göre daha düşük olduğu, farkın ise istatistiksel olarak anlamlı olduğu saptanmıştır. DEHB grubunda ÇEDBDSM-4DTDÖ/anne alt ölçeklerinde dikkatsizlik, hareketlilik / dürtüsellik ve karşıt olma karşı gelme puanları sağlıklı kontrollere göre istatistiksel açıdan anlamlı bir şekilde yüksek olduğu saptanmıştır. DEHB grubunda ÇEDBDSM-4DTDÖ/öğretmen alt ölçeklerinde dikkatsizlik, hareketlilik / dürtüsellik ve karşıt olma karşı gelme puanları sağlıklı kontrollere göre istatistiksel açıdan anlamlı bir şekilde yüksek olduğu saptanmıştır. DEHB grubunun Çocuk Dissosiyasyon Soru Listesi puanları kontrol grubuna göre istatistiksel açıdan anlamlı bir şekilde yüksek olduğu saptanmıştır. DEHB grubunun Ergen Dissosiyatif Yaşantılar Ölçeği puanları kontrol grubuna göre istatistiksel açıdan anlamlı bir şekilde yüksek olduğu saptanmıştır. DEHB grubunun CTQ, ÇDÖ ve Çocuklar İçin Süreklilik Kaygı Envanteri (ÇSKE) puanları kontrol grubuna göre istatistiksel açıdan anlamlı bir şekilde yüksek olduğu saptanmıştır. DEHB ve kontrol grubu arasında Çocuklar İçin Durumluk Kaygı Envanteri (ÇDKE) puanları açısından istatistiksel olarak anlamlı bir fark saptanmamıştır. DEHB olgularının %23.5’inde fiziksel, %5.2’sinde cinsel istismar öyküsü olduğu ve istismar öyküsü olan çocukların tamamınında DEHB grubunda olduğu saptanmıştır. Çocukların CBCL 6-18 ve TRF 6-18 alt ölçeklerinde sosyallik, okul, Anksiyete/Depresyon, sosyal içe dönüklük, somatik yakınmalar, sosyal sorunlar, düşünce sorunları, dikkat sorunları, karşı gelme davranışı, saldırgan davranışlar, içe yönelim sorunları, dışa yönelim sorunları ve toplam problem alanlarında DEHBİ ve DEHB grupları arasındaki farkın istatistiksel olarak anlamlı olmadığı saptanmıştır. DEHBİ grubunda ÇEDBDSM-4DTDÖ/anne ve ÇEDBDSM-4DTDÖ/öğretmen alt ölçeğinde dikkatsizlik, hareketlilik / dürtüsellik ve karşıt olma karşı gelme puanları DEHB grubuna göre yüksek olduğu, farkın ise istatistiksel olarak anlamlı olmadığı saptanmıştır. DEHBİ grubunda Çocuk Dissosiyasyon Soru Listesi puanları DEHB grubuna göre yüksek olduğu, farkın ise istatistiksel olarak anlamlı olmadığı saptanmıştır. DEHBİ grubunun Ergen Dissosiyatif Yaşantılar Ölçeği puanları DEHB grubuna göre yüksek olduğu, farkın ise istatistiksel olarak anlamlı olmadığı saptanmıştır. DEHB grubundaki çocuklardan 13’ü (%11.3) Çocuk Dissosiyasyon Soru Listesinin 12 puan olan kesme değerinin üstünde puan alırken sağlıklı çocuklarda kesme değerinin üzerinde puan alan olgu saptanmadı. Çocuk Dissosiyasyon Soru Listesinden aldığı puan kesme değerinin üzerinde olan olguların 6’sı (%46.15) istismar öyküsü olan DEHB tanısı olan çocuklar, 7’si (%53.85) ise istismar öyküsü olmayan DEHB tanısı olan çocuklardır. DEHBİ grubunun CTQ puanları DEHB grubuna göre istatistiksel olarak yüksek olduğu, farkın istatistiksel olarak anlamlı olduğu saptanmıştır. DEHBi grubunun ÇDÖ puanları DEHB grubuna göre yüksek olduğu, farkın istatistiksel olarak anlamlı olmadığı saptandı. DEHBi ve DEHB gruplarının ÇDKE puanları arasındaki farkın istatistiksel olarak anlamlı olmadığı saptanmıştır. DEHBi grubunun ÇSKE puanları DEHB grubuna göre istatistiksel açıdan anlamlı bir şekilde yüksek olduğu saptanmıştır. Çalışmaya katılan çocuklar arasında CTQ ile TRF 6-18 ve CBCL 6-18 alt ölçeklerinden içe yönelim sorunları, dışa yönelim sorunları, toplam problemler alanları arasındaki pozitif korelasyonun istatistiksel olarak anlamlı olduğu saptanmıştır. 89 26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 13-16 Nisan 2016/İZMİR Çalışmaya katılan çocuklar arasında CTQ ile ÇEDBDSM-4DTDÖ/öğretmen ve ÇEDBDSM4DTDÖ/anne alt ölçeklerinden dikkatsizlik, hareketlilik/dürtüsellik, KOKG alanları arasındaki pozitif korelasyonun istatistiksel olarak anlamlı olduğu saptanmıştır. Çalışmaya katılan çocuklar arasında CTQ ile Çocuk Dissosiyasyon Soru Listesi, ÇDÖ, ÇSKÖ puanları arasındaki pozitif korelasyonun istatistiksel olarak anlamlı olduğu saptanmıştır. Çalışmaya katılan çocuklar arasında CTQ ve ÇDKE puanları arasındaki pozitif korelasyonun istatistiksel olarak anlamsız olduğu saptanmıştır. Faktör analizi sonuçları, DEHB’ye bağlı bildirilen dikkat eksikliği belirtileri ile dissosiyatif belirtiler arasında yer alan dalıp gitme, zamanı kavramada zayıflık, şaşkın olma/unutkanlık ve yetenek ve bilgilerde farklılık belirtilerinin aynı faktöre yüklendiğini ve bu faktörün varyansın en büyük kısmını açıkladığını göstermektedir. Başkalarını suçlama ve kolayca kızdırılma belirtileri de bu faktöre yüklenmektedir. Bu bulgu, dissosiyatif belirtiler arasında önemli bir yer tutan dikkat sorunlarının DEHB’ye bağlı dikkat sorunlarından ayırt edilmesinin zorluğunu ortaya koymaktadır. Faktör 3 ise cinsel olarak erken gelişim gösterme, nedensiz öfke patlamaları, kendi kendine konuşma, beklenmeyen olaylar yaşama, farklı kişiliklere sahip olma, sesler duyma, hızlı kişilik değişimi, yaşından küçük davranışlar gösterme gibi Dissosiyatif Bozukluklara daha özgül belirtilerden oluşmaktadır. Çocuk Dissosiyasyon Soru Listesinden gelen maddeler, dikkat eksikliği dışında DEHB belirtileri ile belirgin bir şekilde faktör yapıları açısından örtüşmemektedir. İkinci faktör aşırı hareketlilik ve dürtüsellik belirtilerinden, dördüncü faktör ise kurallara karşı çıkma ve zarar verme belirtilerinden oluşmaktadır. Bu iki faktör içerisinde dissosiyatif belirtiler yer almamıştır. Çocuk Dissosiyasyon Soru Listesi puanlarında DEHBi ve DEHB grupları arasında anlamlı fark bulunmamasına benzer şekilde, bu iki grup arasında faktör analizi ile elde edilen faktörlerin ortalama puanlarında da fark bulunmamıştır.Araştırmamızda DEHB tanısı olan çocukların daha fazla istismara uğradığı ve dissosiyatif belirtilerinin daha şiddetli olduğu saptanmıştır. Faktör analizi sonuçları, DEHB’ye bağlı bildirilen dikkat eksikliği belirtileri ile dissosiyatif belirtiler arasında yer alan dalıp gitme, zamanı kavramada zayıflık, şaşkın olma/unutkanlık ve yetenek ve bilgilerde farklılık belirtilerinin aynı faktöre yüklendiğini ve bu faktörün varyansın en büyük kısmını açıkladığını gösterilmektedir. İstismar öyküsü olan DEHB tanılı çocuklarda dissosiyatif belirtiler, istismar öyküsü olmayan DEHB tanılı çocuklara göre yüksek ama istatistiksel olarak anlamlı değildir. Bu sonucun örneklem sayımızın azlığından kaynaklanandığı düşünülmektedir. Örneklem sayısının daha fazla olduğu ileri çalışmaların yapılması gerekmektedir. S38/Ergenlerde Depresyon, Çocukluk Çağı Travmaları ve Disosiasyon Hesna GÜL1 ,Ahmet GÜL1 ,Esra Yürümez SOLMAZ2 , 1 Necip Fazıl Şehir Hastanesi, Kahramanmaraş,2Ufuk Üniversitesi, Ankara, Giriş Bilindiği gibi kişinin strese dayanabilme gücünü aşan yaşam olayları ruhsal travmalara, ruhsal travmalar da sıklıkla psikiyatrik hastalıklara yol açmaktadır. Ruhsal travmaların en sık yol açtığı hastalıklar arasında depresyon ve disosiyatif bozukluklar yer almaktadır. Yapılan çalışmalarda özellikle çocukluk çağında yaşanan travmaların hastalıkların kronik seyir izlemesinde ve kötü gidişte etkili olduğu belirlenmiştir. Bunun yanında özellikle erişkin dönemde herhangi bir spesifik ilaç tedavisi olmayan disosiyatif bozuklukların çocuk ve ergenlerde psikoterapi yaklaşımları ile çok daha kolay tedavi edildiği de vurgulanmaktadır. Ne yazık ki çocuk ve ergenlerde disosiyatif bozuklukların yaygınlığı ve ilişkili faktörlere yönelik çalışma sayısı çok azdır. Bu çalışmanın amacı depresyon tanısı konan ergenlerde disosiyatif belirti ve çocukluk çağı travmaları arasındaki ilişkiyi araştırmaktır. Yöntem Ocak 2015 ve Aralık 2015 tarihleri arasında Kahramanmaraş Necip Fazıl Şehir Hastanesi Psikiyatri ve Çocuk Psikiyatri polikliniklerine başvuran, depresyon tanısı konan tüm ergenler çalışmaya davet edilmiş, çalışmaya katılmayı kabul eden ergenlerden aydınlatılmış onam formunun alınmasının ardından Beck Depresyon Ölçeği, Çocukluk Çağı Travmaları Ölçeği, Ergen Disosiyatif Belirtiler Ölçeği verilerek 90 26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 13-16 Nisan 2016/İZMİR doldurmaları istenmiştir. Çalışmaya dahil edilme kriterleri, depresyon tanısı konmuş olması, zeka düzeyinin normal olması ve çalışmaya katılmaya gönüllü olmasıdır. Dışlanma kriterleri ise depresyon tanısı konmamış ve ya hafif şiddette depresif belirtiler gözlenmiş olması ve ergenin çalışmaya katılmaya gönüllü olmamasıdır. Verilerin toplanması sonrasında Değişkenlerin normal dağılıma uygunluğu görsel ve analitik yöntemlerle(histogram ve Kolmogorov/Smirnov) kullanılarak incelenmiş, orta ve şiddetli depresyonla cinsiyetler arasındaki farklar karşılaştırılırken Bağımsız Gruplar T testi ve Ki kare testi, ölçek puanları arasındaki ilişki araştırılırken de korelasyon analizleri kullanılmıştır. Tip-1 hata düzeyinin %5’in altında olduğu durumlar istatistiksel anlamlı olarak yorumlanmıştır. Sonuçlar Çalışmaya dahil edilen ergenlerin 84’ü kız, 34 ü erkekti. Kızların yaş ortalaması 15.4±1.16 erkeklerin yaş ortalaması 15.0±0.9 du ( p>0.05). Kızlar ve erkekler arasında Beck Depresyon Ölçeği, Ergen Disosiyatif Belirtiler Ölçeği ve CTQ ölçeği toplam ve alt ölçek puanları arasında anlamlı fark saptanmadı ( p>0.05).Kızlarda şiddetli depresyon durumunda duygusal istismar bildiriminin anlamlı olarak daha yüksek olduğu (p=0.001),erkeklerde ise fiziksel istismar bildiriminin orta düzeyde depresyonda anlamlı olarak daha yüksek olduğu saptandı (p=0.014).Genel olarak BDÖ puanı ile CTQ toplam puanı arasında anlamlı, orta şiddette bir ilişki olduğu(Pearson korelasyon katsayısı: .37,p<0.001) ancak disosiyatif belirtilerle depresyon ve çocukluk çağı travma puanları arasında anlamlı bir ilişki olmadığı belirlenmiştir ( p>0.05). Tartışma Bu çalışma, daha önce erişkin dönemde tanımlanmış olan depresyon, çocukluk çağı travmaları ve disosiyatif belirtilerin, ergenlik döneminde , cinsiyet farklılıkları göz önünde tutularak ele alınması açısından önemlidir. Çalışmada depresyon tanısı olan ergenlerde çocukluk çağı travma maruziyet puanlarının disosiyatif belirtilerle anlamlı bir ilişkisi olmadığının saptanması alan yazındaki bilgilerle çelişmektedir. Kültürel farklılıkların, yaşa ve içinde bulunulan döneme ait özelliklerin etkisi göz önünde tutulduğunda, bu sonuçların mutlaka farklı populasyonlarda tekrar ele alınması gerektiği, kontrol grubu olan çalışma desenleri ile tekrarlanması gerektiğini düşünmekteyiz. SÖZEL BİLDİRİ OTURUMU S39-S46 ( 15 Nisan 2016 17:00-18:30 ) SALON D S39/Okul Öncesi Dönem Duygusal Ve Davranışsal Sorunları Annedeki Hangi Psikiyatrik Belirtiler İle İlişkilidir? Selma Tural HESAPÇIOĞLU1 ,Betül ERDOĞAN1 ,Gözde KANDEMİR1 ,Mehmet Fatih CEYLAN1 ,Esra ÇÖP2 , 1 Yıldırım Beyazıt Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları AD, 2Ankara Çocuk Sağlığı Hematoloji Onkoloji Eğitim Araştırma Hastanesi, AMAÇ: Erken çocukluk, çevresel etkilere en fazla duyarlı olunan dönemdir. Bu dönemde çocuğa en yakın kişi olan anne ile etkileşimlerin niteliği çocuktaki psikopatolojinin gelişiminde etkili olabilir. Annedeki psikopatoloji, çocuğu ile olan etkileşimini olumsuz yönde etkileyebilir. Bu araştırmada çocuktaki hangi duygusal ve davranışsal sorunların annedeki hangi ruhsal belirti ile ilişkili olduğunun araştırılması amaçlanmıştır. YÖNTEM: Yıldırım Beyazıt üniversitesi Yenimahalle Eğitim Araştırma Hastanesine getirilen 3-6 yaşları arasındaki çocukların anneleri tarafından Çocuklar için Davranış Değerlendirme Ölçeği 4-18 yaş (CBCL) ve Belirti Tarama Envanteri-90 (SCL-90) doldurulmuştur. SONUÇLAR: Yaş açısından eşleştirilmiş 61 olgu ve 55 kontrol olmak üzere 116 çocuk ve annesi araştırmanın örneklemini oluşturmuştur. En sık başvuru yakınması konuşma gelişiminde gecikmedir (%34.4). Olgu grubundan 29 (% 49.2) kontrol grubundan ise 5 (%9.4) çocukta klinik olarak anlamlı derecede içe yönelim sorunları , olgu grubundan 18 (% 30.5) kontrol grubundan ise 3 (%5.7) çocukta 91 26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 13-16 Nisan 2016/İZMİR klinik olarak anlamlı derecede dışa yönelim sorunları saptanmıştır. Yapılan korelasyon analizinde çocuktaki tüm duygusal ve davranışsal sorunların annedeki psikiyatrik belirtilerle anlamlı derecede ilişkili olduğu görülmüştür. İçe yönelim ve dışa yönelim sorunları sergileyen çocukların annelerinin sergilemeyenlere oranla tüm psikiyatrik belirti puanları anlamlı derecede daha yüksek izlenmiştir. TARTIŞMA: Annede izlenen psikiyatrik belirtilerin hastalık tanısından bağımsız şekilde çocuktaki hem içe yönelim hem de dışa yönelim sorunları ile ilişkili olduğu izlenmektedir. Bu durum yalnız başına genetik aktarım ile açıklanamaz. Annedeki her tür psikiyatrik belirtinin çocuğunda duygusal ya da davranışsal bir karşılığının olduğu, toplum ruh sağlığı açısından anne ruh sağlığının önemsenmesi gerekliliği bir kez daha karşımıza çıkmaktadır. S40/Özkıyım Girişiminde Bulunan Ergenlerin Ebeveynlerinde Mizaç Ve Karakter Özellikleri Nurullah BOLAT1 ,Tayyib KADAK2 ,Kayı ELİAÇIK3 ,Enis SARGIN4 ,Seçil İNCEKAŞ 5 , 1 Izmir Tepecik Eğitim ve Araştırma Hastanesi Çocuk ve Ergen Psikiyatri Birimi , 2İstanbul Üniversitesi, Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Çocuk ve Ergen Psikiyatrisi ABD, 3Izmir Tepecik Eğitim ve Araştırma Hastanesi Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları, Adolesan Sağlığı Birimi, 4Izmir Tepecik Eğitim ve Araştırma Hastanesi Çocuk ve Ergen Psikiyatri Birimi , 5İstanbul Üniversitesi, Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Çocuk ve Ergen Psikiyatrisi ABD, Amaç: Ergenlerdeki en önemli ölüm nedenleri arasında yer alan özkıyım, acil serviste yapılan psikiyatrik konsültasyonlar arasında en yaygın başvuru nedenlerinden biri haline gelmiştir. Ergenlerin özkıyım davranışı sıklığındaki artışın arkasında toplumların sosyo-kültürel ve sosyoekonomik özelliklerindeki farklılıklarla birlikte bireysel olarak biyolojik, psikolojik ve sosyolojik pek çok sebep bulunmaktadır. Son yıllarda yapılan çalışmalarda özkıyım davranışı ile bazı kişilik, mizaç ve karakter özellikleri ilişkilendirilmiştir. Anne-baba davranışlarının, ergenlerdeki psikopatoloji ve uyum/uyumsuzluk davranışları arasındaki ilişkide doğrudan rol oynadığı bilinmektedir. Bu çalışmada ebeveynlerin mizaç ve karakter özellikleri arasındaki farklılıkların ergen özkıyım davranışı üzerine etkisinin olup olmadığının araştırılması amaçlanmıştır. Yöntem: Çalışmaya Kasım 2014 ile Kasım 2015 tarihleri arasında İzmir Tepecik Eğitim ve Araştırma Hastanesi Çocuk Acil Servis veya İzmir Tepecik Eğitim ve Araştırma Hastanesi Çocuk ve Ergen Psikiyatrisi Polikliniği’ne özkıyım girişimi nedeniyle başvuran 71 ergen ve ebeveynleri dahil edildi. Kontrol grubu olarak benzer yaş ve cinsiyette özkıyım girişim öyküsü olmayan 72 ergen ve ebeveynleri alındı. Tüm ebeveynler mizaç ve karakter envanteri ve kısa semptom envanteri doldurdu. Veriler SPSS 20.0 programında ki-kare, Mann-Whitney U testi ile değerlendirildi. Ardından yaş, cinsiyet ve ebeveynlerin psikiyatrik semptomlarının etkisi lojisitik regresyon analizi ile incelendi. Bulgular: Özkıyım davranışı olan 71 ergenin ebeveynlerinden 65 anne, 52 baba formları eksiksiz olarak doldurmuştur. Kontrol grubunda ise toplam 72 ergenin ebeveyni olan 65 anne, 54 baba yer almıştır. Vaka grubunun ebeveylerinde somatizasyon, depresyon, kaygı, hostilite, ve paranoid düşünce alt test puanları kontrol grubuna göre daha yüksek saptanmıştır (p< 0,001). Mizaç ve karakter envanteri puanları karşılaştırıldığında vaka grubundaki babaların yenilik arayışı ve kendini yönetme puanlara düşükken (p=0,018 ve p=0,002), bu gruptaki annelerin zarardan kaçınma puanları yüksek, kendini yönetme ve işbirliği puanları düşüktü (p< 0.001, p< 0.001, p=0,014). Özkıyım davranışı için risk faktörleri belirlemek için yapılan lojisitik regresyon analizi sonuçlarına göre babalarda yenilik arayışı ve kendini yönetme puanları arasındaki fark anlamlılığını sürdürdü. Anneler için ise annenin eğitim düzeyi, zarardan kaçınma, somatizasyon puanları anlamlılığını sürdürmekteydi. Sonuçlar: Ergenlerde özkıyım girişimi ile ebeveylerin mizaç ve karakter özellikleri arasındaki ilişkiyi inceleyen araştırma sayısı kısıtlıdır. Bu çalışmada ebeveynlerin bazı mizaç ve karakter özelliklerinin ergen özkıyım davranışı üzerine etkisi açık olarak gösterilmiştir. Bu konu üzerine gelecekte yapılacak çalışmalarla ergen özkıyım davranışının önlenmesi ve tedavisinde yeni ilerlemeler sağlanabilir. 92 26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 13-16 Nisan 2016/İZMİR S41/Nitrik Oksit-Arjinin Yolağı ve Ürotensin-II’ nin Otizm Spektrum Bozukluğunun Etiyopatogenezindeki Yeri Önder ÖZTÜRK1 ,Ömer BAŞAY1,Bürge Kabukçu BAŞAY1 ,Hüseyin ALAÇAM2 ,Ahmet BÜBER1 ,Bünyamin KAPTANOĞLU3 ,Yaşar ENLİ4 ,Mustafa DOĞAN 5 ,Ayşen Çetin KARDEŞLER5,Hasan HERKEN2 , 1 Pamukkale Üniversitesi Tıp Fakültesi, Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları AD, Denizli, 2 Pamukkale Üniversitesi Tıp Fakültesi, Psikiyatri AD, Denizli, 3Fatih Üniversitesi Tıp Fakültesi, Tıbbi Biyokimya AD, İstanbul, , 4Pamukkale Üniversity Tıp Fakültesi, Tıbbi Biyokimya AD, Denizli, , 5Pamukkale Üniversity Tıp Fakültesi, Pediatrik Kardiyoloji BD, Denizli, , Turkey, Giriş: Otizm spektrum bozukluğu (OSB), soyal etkileşim ve davranışsal alanlarda değişen düzeylerde bozulmaya neden olan nörogelişimsel bir bozukluktur. Etiyopatogenezi halen tam olarak netleşmemiş olan OSB’ de genetik ve çevresel faktörlerin etiyolojide önemli olduğu düşünülmektedir. Amaç: Bu çalışmada OSB olan hastaların kanlarında Nitrik Oksit (NO), arjinaz ve Ürotensin-II (Ü-II) düzeyleri ölçülmüş ve değerler sağlıklı kontrollerle karşılaştırılarak bu kimyasal markerlerin hastalık etiyolojisindeki yeri araştırılmıştır. Yöntem: 2-17 yaş arası 33 OSB olan hasta ile yaş ve cinsiyet bakımından eşleştirilmiş 28 sağlıklı kontrol bu çalışmaya dahil edilmiştir. Hastalar DSM-IV TR kriterine göre değerlendirilmiştir. Otistik semptomlar Çocukluk otizmi değerlendirme ölçeği (ÇODÖ) ile puanlanmıştır. NO değerleri Nitrate/Nitrite Colorimetric Assay hazır ticari kiti ile değerlendirilmiştir. Arjinaz ve Ü-II düzeyleri ELISA hazır ticari kitleri ile değerlendirilmiştir. Sonuçlar: Sonuçlar: OSB olan hastalarda, sağlıklı kontrollere göre NO düzeyi istatistiksel olarak anlamlı düzeyde yüksek (p=0.002), arjinaz düzeyi ise istatistiksel olarak anlamlı düzeyde düşük (p<0.001) bulunmuştur. Ü-II düzeyleri açısından hasta ve sağlıklı kontroller arasında istatistiksel olarak anlamlı bir fark bulunamamıştır (p=0.553). Ayrıca NO, arjinaz ve Ü-II değerleri ile ÇODÖ puanları arasında istatistiksel olarak anlamlı bir korelasyon bulunmamıştır. Tartışma: Oksidan maddelerin artması yada antioksidan kapasitenin zayıflaması sonucu oluşan oksidatif stresin bazı nöropsikiyatrik hastalıkların etiyolojisinde yer aldığı çeşitli çalışmalarda gösterilmiştir. NO düzeyinin artması lipit peroksidasyonuna, protein ve DNA hasarına yol açabilmektedir [1]. Bu nedenle artmış NO düzeyi nöronal hasara neden olarak OSB patogenezine katkıda bulunabilmektedir. Yapılan bir çalışmada şizofreni hastalarında NO sentezini gerçekleştiren enzim, NO sentaz ile arjinin sentezinini sağlayan enzim, arjinaz arasında bir yarışmalı regülasyonun olduğu gösterilmiştir[2]. Buradan yola çıkılarak bizim bulgumuz olan sağlıklı kontrollere göre artmış NO ve azalmış arjinaz düzeyi düşünüldüğünde, NO-arjinin yolağının OSB patogenezine bir çevresel faktör olarak katkıda bulunduğu söylenebilir. Ü-II ile ilgili literatürde psikiyatri alanında çok az çalışma bulunmaktadır. Şizofreni hastalarında yapılmış bir çalışmada hastalarda daha düşük Ü-II düzeyi rapor edilmiştir[3]. Bizim anlamlı bir sonuç bulamamamız görece örneklemimizin küçük olması ile alakalı olabilir. Kaynaklar [1] Halliwell, Barry. Oxidative stress and neurodegeneration: where are we now? Journal of neurochemistry 2006; 97(6): 1634-58 [2] Yanik M, Vural H, Kocyigit A, et al. Is the arginine-nitric oxide pathway involved in the pathogenesis of schizophrenia? Neuropsychobiology 2003; 47:61–5. doi: 70010 [3] Bulbul F, Alpak G, Unal A, et al. New molecule in the etiology of schizophrenia: Urotensin II. Psychiatry Clin Neurosci 2014; 68:133–136. doi: 10.1111/pcn.12099 S42/Şizofreni Tanısı Olan Ebeveynlerin Çocuklarında Psikiyatrik Tanıların, Depresyon, Kaygı ve Yıkıcı Davranış Sorun Düzeylerinin Kontrol Grubuyla Karşılaştırmalı İncelenmesi 93 26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 13-16 Nisan 2016/İZMİR Funda GÜMÜŞTAŞ1 ,Emel Koyuncu KÜTÜK2 ,Yasemin YULAF3 , 1 Tekirdağ Devlet Hastanesi 2. kısım Yüzüncü yıl Mahallesi Çocuk ve Ergen Psikiyatri Polikliniği, 2Bartın Devlet Hastanesi Psikiyatri Kliniği, 3Tekirdağ Çocuk ve ergen psikiyatri kliniği, Amaç: Bu çalışmada kronik şizofreni tanısı olan ebeveynlerin çocuklarının psikiyatrik hastalığı olmayan ebeveynlerin çocuklarıyla olası psikiyatrik tanıları, depresyon, kaygı, dikkat eksikliği, hiperaktivite ve yıkıcı davranış sorun belirtileri açısından karşılaştırılması amaçlanmıştır. Yöntem: Toplum ruh sağlığı merkezinde düzenli takip edilen 35 kronik şizofren anne veya babanın 8-16 yaş arası 35 çocuğu (17 kız, 18 erkek) ile pediatri polikliniğine başvuran ve ebevenlerinde herhangi bir psikiyatrik hastalık tanısı olmayan 8-16 yaş arası 30 çocuğu (18 kız, 12 erkek) çalışmaya dahil edilmiştir. Psikiyatrik tanıları Kiddie-Sads Okul dönemi çocukları için Duygulanım Bozuklukları ve Şizofreni Görüşme Çizelgesi (K-SADS) ile, depresyon belirti düzeyleri Çocuk Depresyon Ölçeği (ÇDÖ) ile, Kaygı düzeyleri Çocukluk çağı Kaygı Bozuklukları Özbildirim Ölçeği (KAYBÖ) ile, dikkat eksikliği, hiperaktivite, karşı gelme ve davranım bozukluğu belirti düzeyleri Conners Aile ölçeği ile incelenmiştir. Bulgular: Şizofreni tanısı olan ebeveynlerin çocuklarında K-SADS ile psikiyatrik hastalığı olmayan ebeveynlerin çocuklarına oranla Anksiyete bozukluğu görülme sıklığı anlamlı olarak yüksek tespit edilmiştir (sırayla %37.1, % 13,3 ve p: 0,02). KAYBÖ ile yapılan değerlendirmede yaygın anksiyete alt ölçeği skoru ile ÇDÖ ile değerlendirilen depresyon skoru kronik şizofren ebeveynlere sahip çocuklarda anlamlı oranda daha yüksek bulunmuştur ( p değerleri sırasıyla 0,03 ve 0,01). Tartışma: Çalışmamızda yazınla uyumlu olarak şizofreni tanılı ebeveynlere sahip çocukların şimdiki anksiyete bozukluğu tanısı oranları anlamlı düzeyde yüksek bulunmuştur. Şizofreni tanılı ebeveyne sahip olan çocukların büyük bölümünde çocukluk ve erken ergenlik dönemlerinde şizofren bir ebeveynle yaşamanın getirdiği stressli yaşam durumları ile ilişkili kaygı bozukluklarının görülebileceği, bu çocuklardaki anksiyetenin şizofreninin prodromal bir belirtisi olmayabileceği, geç ergenlik dönemde ortadan kalkabileceği öne sürülmektedir. Anksiyete bozukluğu tanısı alan çocukların genç erişkinlik dönemine kadar uzunlamasına takip edilmesiyle bu sorulara daha net yanıtlar alınabilir. S43/Sınıf Öğretmenlerinin Çocukların Ruhsal Belirtilerini Tanıması, Ayırt Etmesi Ve Çocuk Psikiyatrisine Yönlendirme Tutumlarının Değerlendirilmesi Ömer BAŞAY1 ,Bürge Kabukçu BAŞAY1 ,Bahri ELMAS2 ,Önder ÖZTÜRK1 , 1 Pamukkale Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları AD, 2Sakarya Üniversitesi Tıp Fakültesi Pediatri AD., Giriş: Öğretmenler çocukların ruhsal bozukluklara sahip olup olmadığının anlaşılması için önemli bir role sahiptir. Ancak öğretmenlerin çocukların yaşadığı ruhsal bozuklukları tanımaları, ayırt etmeleri ve ruh sağlığı merkezlerine yönlendirmeleri ile ilgili çalışmalar kısıtlıdır. Yöntem: Bu çalışmada il merkezinde bulunan öğretmenlerin %84,7’si (n:266) çocukluk çağında sık görülen psikiyatrik bozukluklarla ilişkili Mental Bozuklukların Tanısal ve Sayımsal El Kitabı Gözden Geçirilmiş baskısına ( DSM-IV-TR) göre hazırlanmış olgu metinleri ile ilgili soruları cevaplamıştır. Bulgular: Davranım bozukluğu olan bir çocuğu tanımlayan birinci metinde öğretmenlerin %98,1’i, bileşik tip Dikkat Eksikliği Hiperaktivite Bozukluğu (DEHB) olan bir çocuğu tanımlayan ikinci metinde öğretmenlerin %84’ü, DEHB/dikkat eksikliği baskın tip olan bir çocuğu tanımlayan üçüncü metinde öğretmenlerin %75’i, depresif bozukluğu olan bir çocuğu tanımlayan dördüncü metinde öğretmenlerin %99’u, ayrılma anksiyetesi bozukluğu olan bir çocuğu tanımlayan beşinci metinde öğretmenlerin %93’ü bu çocukların ruhsal bir bozukluğa sahip olduğunu bildirmiştir. Öğretmenlerin çocuklarda bulunan bu sorunların hangi belirti kümesine girdiğini bildirmekte zorlandıkları saptanmıştır. Davranım bozukluğu 94 26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 13-16 Nisan 2016/İZMİR tanımlanan olguyu öğretmenlerin %96’sı, bileşik tip DEHB’yi öğretmenlerin %71’i, dikkat eksikliği baskın tip tanımlanan olguyu öğretmenlerin %59’u, depresyon tanımlanan olguyu öğretmenlerin %94’ü, ayrılma anksiyetesi bozukluğu tanımlanan olguyu öğretmenlerin %82 ‘si ruh sağlığı merkezlerine yönlendirmek istemiştir. Öğretmenlik yapma süresi ile çocuklarda ruhsal sorun olup olmadığı bilmek arasında negatif bir ilişki mevcuttur. Tartışma: İlkokul öğretmenlerinin öğrencilerde görülen ruhsal bozukluklara bağlı bir sorun olup olmadığını büyük oranda saptadığı ancak DEHB ile ilgili zorlandıkları görülmüştür. Ne tür bir sorun yaşandığını sınıflandırmada güçlük yaşadıkları, tedaviye yönlendirmede davranım sorunlarının daha belirleyici olduğu bulunmuştur. İhtiyacı olan çocukların çocuk ruh sağlığı merkezlerine ulaşmasını kolaylaştırmak adına öğretmenlerin bu konularda bilgi düzeylerinin artması önemlidir. S44/Bir Eğitim Araştırma Hastanesine İntihar Girişimi ile Başvuran Hastaların Klinik Özellikleri Esra ÇÖP1 ,Özlem Hekim BOZKURT1,Zeynep GÖKER1,ÖZDEN Şükran ÜNERİ1 , 1 Çocuk ve Ergen Kliniği, Ankara Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Hematoloji Onkoloji EAH Özet Amaç: Bu çalışmanın amacı bir eğitim araştırma hastanesine intihar girişimi ile başvuran ergenlerin klinik özelliklerini belirlemektir. Yöntem: 1 Ocak 2015 ve 1 Ocak 2016 tarihleri arasında intihar girişimi nedeniyle Ankara Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Hematoloji Onkoloji Hastanesi başvuran hastaların kayıtları geriye dönük olarak incelendi. Hastanın cinsiyeti, yaşı, intihar girişiminin özellikleri (tipi, risk etkeni, zamanı), eski psikiyatri tanısı varlığı, almakta olduğu psikiyatrik tedavi, psikiyatri konsültasyonu olup olmadığı, konsültasyon sonucu aldığı tanı ve tedaviler gibi bilgiler kaydedildi. Veriler SPSS.17 kullanılarak analiz edildi. Kikare ve bağımsız t testi kullanıldı. Analizler iki uçlu olup anlamlılık düzeyi P<0.05 olarak kabul edildi. Bulgular: Toplam 163 ergenin intihar girişimi ile hastanemize başvurduğu saptandı. Bu ergenlerin 23’ ü (%13,5) erkekti. Erkeklerin yaş ortalaması 17,36±0,9 yaş, kızların ise 16,6±1,53 yaştı. İntihar girişiminde bulunan kızların yaş ortalamalarının erkeklere göre istatistiksel olarak anlamlı düzeyde daha düşük olduğu bulundu (t=-2,28, p=0,03). İntihar girişiminde bulunan ergenlerin 98’inden (%60,1) psikiyatri konsültasyonu istendiği belirlendi. Yaş ortalamaları açısından konsültasyon istenen ve istenmeyen ergenler arasında istatistiksel olarak anlamlı bir fark saptanmadı (t=1,101, p=0,27). Ayrıca cinsiyet, önceki psikiyatrik tanı varlığı ve intihar girişimi sayısı açısından da gruplar arasında anlamlı fark olmadığı görüldü. İntihar girişimde bulunulan mevsim açısından ise iki grup arasında istatistiksel olarak anlamlı düzeyde bir fark olduğu saptandı (X2=14,4, p=0,002). Özellikle kış mevsiminde intihar girişiminde bulunanlardan daha çok psikiyatri konsültasyonu istenirken sonbahar mevsiminde daha az konsültasyon istendiği saptandı. Ayrıca büyük çocuk servisine ve yoğun bakıma yatırılmış ergenlerden anlamlı olarak daha çok psikiyatri konsültasyonu istendiği de bulundu (Tablo 1). Tablo 1. İntihar girişimi sonrası psikiyatri konsültasyonu istenen ve istenmeyen ergenlerin karşılaştırılması Konsültasyon Konsültasyon istemi yok istemi var 95 İstatistiksel analiz 26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi n (%) x2 p 25 (15,3) 26 (16) 9 (5,5) 38 (23,3) 98 (60) 14,4 0,002 11 (7) 52 (32,9) 28 (17,7) 67 (42,4) 2,94 0,09 60 (38) 2 (1,3) 1 (0,6) 92 (58,2) 3 (1,9) 0 (0) 1,52 0.80 54 (33,3) 10 (6,2) 86 (53,1) 12 (7,4) 0,38 0,64 46 (28,2) 14 (8,6) 2 (1,2) 3 (1,8) 42 (25,8) 30 (18,4) 10 (6,1) 16 (9,8) 14,1 0,003 n (%) Mevsim İlkbahar Yaz Sonbahar Kış Toplam İntihar girişimi öncesi psikiyatrik tanı Var Yok İntihar girişimi sayısı 1 2 3 Cinsiyet Kadın Erkek Hastanın tedavi gördüğü birim Acil servis Büyük çocuk servisi Pediatri poliklinikleri Yoğun bakım servisi 13-16 Nisan 2016/İZMİR 18 (11) 18 (11) 18 (11) 11 (6,7) 65 (40) İntihar girişimi sonrası psikiyatri konsültasyonu istenen ergenlerde, intihar girişiminin daha çok akşam saatlerinde olduğu, %90.8’ nin dürtüsel intihar girişimi olduğu ve %77.6’ sında risk etkeni olduğu saptandı (Tablo 2). İntihar girişimi için risk etkenleri değerlendirildiğinde en sık görülen üç etken sırasıyla; aile ile ilişki sorunu (%43.9, n=43), erkek/kız arkadaşından ayrılma (%11.2, n=11), akademik stres (%10.2, n=10 ) olarak belirlenmiştir. Diğer risk etkenleri ise arkadaş sorunu (% 4.1, n=4), kronik fiziksel hastalık (%3.1, n=3), yakın arkadaş/akraba/aile bireyinin ölümü (%2, n=2), kimlik karmaşası (%2, n=2) ve babanın fiziksel şiddeti (%1, n=1) olarak saptanmıştır. Tablo 2. Psikiyatri konsültasyonu istenen ergenlerin özellikleri n İntihar girişiminde bulunduğu zaman Sabah Okulda Akşam Öğle Gece İntihar girişiminin niteliği Dürtüsel Planlanmış Okula gitmiyor % 15 2 57 9 14 15,3 2,0 58,2 9,2 14,3 89 9 5 90,8 9,2 5,1 96 26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 13-16 Nisan 2016/İZMİR Psikiyatrik tanı var 67 68,4 İntihar girişimi için risk etkeni var 76 77,6 İntihar girişimi sonrası psikiyatri konsültasyonu istenen ergenlerin %28.6’sının (n=28) daha önce bir psikiyatrik tanısı olduğu saptandı. Bu tanılar en sık major depresyon (%61, n=17), dikkat eksikliği hiperaktivite bozukluğu (%18, n=5) idi. İntihar girişimi öncesi psikiyatrik tanısı nedeniyle ergenin tedavisinde en sık kullanılan ilaç grupları antidepresanlar (%79, n=23), antipsikotikler (%32, n=9) ve metilfenidat (%18, n=5) olarak saptanmıştır. İntihar girişiminde bulunan ergenlerin intihar girişimi sonrası yapılan psikiyatrik değerlendirmeleri sonucunda ise 98 ergenden 67’ sinde (%68,4) en az bir psikiyatrik tanı olduğu saptandı. Tanı alanların %92.5’ inde (n=62) major depresyon, %4,5 ‘ünde (n=3) dikkat eksikliği hiperaktivite bozukluğu, %3’ünde (n=2) yaygın anksiyete bozukluğu, %3’ünde (n=2) davranım bozukluğu ve %1.5’inde (n=1) dürtü kontrol bozukluğu olduğu saptandı. 2 ergende iki psikiyatrik hastalık olduğu belirlendi. İntihar girişimi sonrası psikiyatrik tanı alan ergenlerin %90’ ına (n=60) ilaç tedavisi başlandığı, bunların 57’sine antidepresan, 5 hastaya antipsikotik, 2 hastaya benzodiyazepin ve 1 hastaya atomoksetin tedavisi verilmişti. Ayrıca 5 hastaya ikili ilaç kombinasyon tedavisi (antidepresan +antipsikotik veya antidepresan+benzodiyazepin) verilmişti. İntihar girişimi öncesi psikiyatrik tanısı olanların intihar girişimi sonrasındaki psikiyatrik değerlendirmelerinde 28 ergenden 24’ünün tanı aldığı, eski ve yeni tanılar arasında fark olup olmadığına bakıldığında dikkat eksikliği hiperaktivite bozukluğu (DEHB) tanısı olan 4 ergenin intihar girişimi sonrasındaki psikiyatrik değerlendirmesinde major depresyon ve/veya DEHB ve/veya davranım bozukluğu tanıları aldığı gözlenmiştir. Tartışma: İntihar nedeni ile ölümler, dünya çapında tüm ölümler arasında 10.sırayı, 5-15 yaş arası gençlerde 3.sırayı almaktadır. Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ) verilerine göre her 100.000 gençten 13’ü intihar ederek yaşamına son vermektedir ve her yıl oran yükselmektedir. Ergenlerde intihar girişimlerinin yaşam boyu sıklığının %3.5 ile %11 arasında olduğu bildirilmektedir. Ergenlik döneminde psikiyatrik bozuklukların ve madde kullanımının artması intihar için iyi bilinen risk faktörlerindendir. Ülkemizde gençlerin intihar oranlarındaki yükseklik ve intihar hızındaki artış dikkat çekmektedir ancak çocuk ve gençlerimizdeki intiharlar konusunda bilgilerimiz kısıtlıdır. Genç yaş grubunda intiharlar önemli bir halk sağlığı sorunudur, bu alandaki risk etmenlerinin belirlenmesi ve riskli grupların takibe alınması koruyucu ruh sağlığı açısından son derece önemlidir. Bu nedenle Türkiye de intihar girişimleri ve intiharlarla ilgili yapılacak kapsamlı çalışmalara ihtiyaç duyulmaktadır S45/Eroin Bağımlılığı Nedeniyle Buprenorfin/Nalokson Kullanan Ergenlerin 1 Yıllık Sürede Temiz Kalma Oranları ve İlişkili Faktörler Caner MUTLU1 ,Arzu Çiftçi DEMİRCİ1 ,Özhan YALÇIN1 ,Ali Güven KILIÇOĞLU1 ,Melike TOPAL1 ,Gül KARAÇETİN1 , 1 Bakırköy Prof Dr Mazhar Osman Ruh Sağlığı ve Sinir Hastalıkları Eğitim ve Araştırma Hastanesi, Çocuk ve Ergen Psikiyatrisi Kliniği, İstanbul, Türkiye, Giriş Opioid kullanım bozukluğu olan ergenlerde uygulanan tedaviler sonucunda temiz kalmasının sağlanması, önemli hedeflerden biridir. Hastanın temiz kalması, daha olumlu sonuçlar ile ilişkilidir. Temiz kalma, erişkinlerde uzun süreli birkaç çalışma ile ve ergenlerde genellikle kısa süreli az sayıda çalışma ile incelenmiştir. BUP/NAL tedavisinin yataklı serviste başlanmasının temiz kalma oranlarını 97 26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 13-16 Nisan 2016/İZMİR daha olumlu etkilediğini düşünüyoruz. Bu çalışmanın amacı, eroin bağımlılığı olan ergenlerin 1 yıllık sürede temiz kalma oranlarını ve ilişkili olabilecek faktörleri incelemekti. Yöntem Eroin bağımlılığı nedeniyle ilk kez BUP/NAL tedavisi alan 112 ergenin bir yıllık sürede izlem kayıtları incelendi. Temiz kalma, her görüşmedeki özbildirim ve idrarda madde düzeylerinin ölçülmesi ile değerlendirildi. Tedavi öncesi (son 30 gün nonopioid madde kullanımı, son 30 gün parenteral kullanım, idrar toksikolojide nonopioid madde saptanması, ve komorbid psikiyatrik hastalık) and tedavi koşulları (yoksunluk tedavisi alma, ağrı tedavisi alma, yataklı tedaviyi tamamlama, artmış karaciğer enzimleri) ile 30., 90., 180., 270. ve 365.gün temiz kalma ilişkisi incelendi. Sonuçlar Hastaların ortalama yaşı 16.9 yıl olup %90.2’si erkek idi. Temiz kalma oranı 30.günde %69 ve 1. yılda %10.3 idi. Yataklı tedavi süresi ve BUP/NAL dozu, temiz kalma süresi ile anlamlı pozitif korele bulundu (p<0.05). Yataklı tedavisini tamamlayan ergenlerin 1 yıl boyunca temiz kalması daha olası bulundu (p<0.05). Tartışma Bulgularımız, yataklı klinikte başlanan BUP/NAL tedavisinin literatüre göre daha olumlu sonuçlara yol açtığını düşündürmektedir. Yataklı tedavi süresi, yataklı tedavinin tamamlanması, ve BUP/NAL dozu bir yıllık süre içinde eroin bağımlılığı olan ergenlerin temiz kalması için önemli faktörler olarak göze çarpmaktadır. S46/Ensest Mağduru Çocukların Hikayeleri: Bir Tematik Analiz Örneği Hesna GÜL1 ,Ahmet GÜL2 ,Esra Yürümez SOLMAZ3 , 1 Kahramanmaraş, 2Kahramanmaraş, 3ankara, Giriş Son yıllarda çocuk istismarı sosyal bir problem olarak ele alınmakta ve çok dikkat çekmektedir (Malloy,2011). Evinde, okulunda, mahallesinde ya da bilinmeyen bir yerde, bir ya da daha çok kez, bir aile üyesi ve ya bir yabancı tarafından istismara uğramış çocuklar, bir çok olumsuz sonuç ve psikiyatrik hastalık açısından risk altındadır(Corwin&Keseshin,2011). Bu istismar türlerinden biri, belki de en travmatik olanı ise ensesttir. Cinsel işlev bozuklukları, düşük benlik saygısına bağlı, tekrarlayan istismarlara açık hale gelme, depresyon kendini suçlama ,korku, madde kullanımı, hostilite ve suça eğilim (Briere&Runts,1993) en sık sonuçlarından birkaçıdır. Ensestin nedenlerini ve risk faktörlerini aydınlatmaya yönelik yapılan çalışmaların bir çoğu daha çok niceliksel yöntemlerle yapılmış, istatistiksel olarak anlamlı farklılıkları ortaya koymuştur. Bu çalışmanın amacı ise hikayelerin adli ve klinik boyutundan farklı olarak daha derin, tematik analizler yapabilmek ve çocukların deneyimlerini daha iyi anlayabilmektir Yöntem Bu çalışma 2015 yılı içerisinde ,ensest mağduru olarak kurum bakımına alınan ve ya sağlık tedbiri kararı ile annesinin yanında kalmaya devam eden 5 genç kızla yürütülen görüşmeler sonucunda, niteliksel bir çalışma deseninde yapılmıştır. Görüşmeler aynı Çocuk Psikiyatri hekimi tarafından, kurum bakımına alınma ve ya sağlık tedbiri kararının çıkarılmasının ardından ilk bir hafta içinde yapılmıştır. Görüşmeler 20-40 dakikalık seanslar şeklinde yapılmış, serbest çağrışım teknikleri kullanılarak maksimum bilgiye ulaşma amaçlanmıştır. Görüşmeler ergenlerden ve/veya annelerden izin alınarak kayıt altına alınmış, sonrasında transkript edilerek bilgiyi belirlemek, analiz etmek ve raporlamak için kullanılan kalitatif bir metod olan tematik analiz yöntemiyle analiz edilmiştir. Bu analiz esnasında bilgiyi tanıma, başlangıç kodları oluşturma, temalar için araştırma yapma, temaları gözden geçirme, temaları tanımlamaisimlendirme ve rapor hazırlama safhaları sırayla takip edilmiştir. Sonuç Tematik analiz sonucunda oluşulan ortak temalar özet olarak şunlardı: 1. ‘’İlk olay başıma geldiğinde tam olarak ne yaşadığımı anlayamadım.’’ 98 26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 13-16 Nisan 2016/İZMİR 2. ‘’Uzun bir süre kimseye bahsetmeden babamı/abimi/dayımı tehdit ederek bu durumdan kurtulmaya çalıştım.’’ 3. ‘’Bana bunu yapmadan önce aramızdaki ilişki çok iyiydi, ilk olay ve sonrasında olay esnasında benimle konuşmadı ve yüzüme baktığını hatırlamıyorum.’’ 4. ‘’Suçluyum çünkü niyetini anlamakta geciktim.’’ 5. ‘’Onunla ilgili eski güzel anılarımı yok etmek istiyorum.’’ Tartışma Tüm tematik analiz çalışmalarının ortak kısıtlılığı olan az sayıda vaka ile çalışılması ve genelleme yapılamaması sorunu bu çalışma içinde geçerlidir. Ancak, tematik analizlerde kullanılan tümevarımsal bakış açısı sayesinde temalar bilgiyle güçlü bir şekilde bağlantılandırılır ve semantik analizler sayesinde ifadelerin altında yatan anlama ulaşmak kolaylaşır. Bu çalışma, bilişsel kapasitesi iyi olan ensest mağduru çocuk ve ergenlerin kendilerini en çok istismarcının niyetini anlamakta geciktikleri için suçladıkları ve eski anıları yok etmek isteme şeklinde ortaya konan arzunun disosiyatif bozukluklara eğilimi arttırması açısından risk olarak algılanabileceği şeklinde yorumlanmıştır. SÖZEL BİLDİRİ OTURUMU S47-S56 ( 16 Nisan 2016 11:00-12:30 ) SALON D S47/DSM-5 Düzey 2 Öfke Ölçeği Türkçe Formunun Güvenilirliği ve Geçerliliği (11-17 yaş çocuk formu ve 6-17 yaş ebeveyn formu) Şermin Yalın SAPMAZ1 ,Handan Özek ERKURAN2 , Nefize YALIN3,Özlem ÖNEN4 ,Siğnem ÖZTEKİN5 ,Canem KAVURMA6 ,Ertuğrul ÖROĞLU7,Ömer AYDEMİR8 , 1:CBÜ Tıp Fakültesi Çocuk Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı 2:İzmir Behçet Uz Çocuk Hastanesi Çocuk Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları 3:King's College London Institute of Psychiatry,Psychology and Neuroscience 4:İzmir Behçet Uz Çocuk Hastanesi Çocuk Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Bölümü - 5:CBÜ Tıp Fakültesi Psikiyatri Anabilim Dalı 6:Elazığ Ruh Sağlığı Hastanesi Çocuk Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Bölümü 7:Boylam Psikiyatri Hastanesi Ankara 8:CBÜ Tıp Fakültesi Psikiyatri Anabilim Dalı Giriş: Bu çalışmada DSM-5 Düzey 2 Öfke Ölçeği'nin Türkçe sürümünün güvenilirliği ve geçerliliğinin çalışılması amaçlanmıştır. Yöntem: DSM-5 Düzey 2 Öfke Ölçeği'nin çevirisi ve geri çevirisi yapılıp ölçek hazırlanmıştır. Araştırma grupları çocuk psikiyatri kliniğinde tedavi gören ve depresif bozukluk tanısı alan klinik örneklem ile toplum örnekleminden oluşmuştur. 218 çocuk ve 160 ebeveyn ile çalışma yürütülmüştür. Değerlendirmede DSM-5 Düzey 2 Öfke Ölçeği'nin çocuk ve evebeyn ölçeklerinin yanı sıra Çocuklar İçin Depresyon Ölçeği ve Güçler ve Güçlükler Anketi Ebeveyn Formu kullanılmıştır. DSM-5 Düzey 2 Öfke Ölçeği: Bu ölçeğin 6-17 yaşlar için anne, baba ya da veli tarafından doldurulan 5 maddelik ebeveyn formu ile 11-17 yaşlar için ergenlerin kendilerinin doldurduğu 6 maddelik öz bildirim formu bulunmaktadır.Her bir maddede yakınması olan olgunun son 7 gün içerindeki öfke belirtilerinin şiddetini puanlaması istenmektedir. Ölçek beşli likert tipi bir değerlendirme sağlamaktadır(1=hiçbir zaman, 2= neredeyse hiçbir zaman, 3= bazen, 4=sıklıkla , 5=neredeyse her zaman). Daha yüksek puan öfke belirtilerinin şiddetinin daha fazla olduğunu göstermektedir. Bulgular: Güvenilirlik analizlerinde Cronbach alfa iç tutarlılık katsayısı çocuk ve ebeveyn formları için(0.920/0.906) çok yüksek düzeyde bulunmuştur. Madde - toplam puan bağıntı katsayıları yüksek ve çok yüksek düzeydedir ve istatistiksel olarak anlamlıdır. Yapı geçerliliğinde çocuk formunda özdeğeri 4.348 olan ve toplam varyansın %72.5'ini açıklayan bir faktör, ebeveyn formunda özdeğeri 3.633 olan ve toplam varyansın %72.6'sını açıklayan bir faktör elde edilmiştir ve ölçeğin orijinal yapısı ile uyumlu bulunmuştur. Birlikte geçerlilikte ölçeğin çocuk formunun Çocuklar İçin Depresyon Ölçeği( r=0.814 p<0.0001) ile ebeveyn formunun ise Güçler ve Güçlükler Anketi Ebeveyn Formu( r=0.701 p<0.0001) ile anlamlı korelasyon gösterdiği saptanmıştır. DSM 5 Düzey 2 Öfke Ölçeği çocuk ve ebeveyen formlarının korelasyonunda bağıntı katsayısı r=0.564(p<0.0001) olarak elde edilmiştir. Sonuç: DSM-5 Düzey 2 Öfke Ölçeği'nin Türkçe sürümü hem klinik uygulamada hem araştırmalarda 99 26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 13-16 Nisan 2016/İZMİR güvenilir ve geçerli biçimde kullanılabileceği gösterilmiştir. Anahtar kelimeler: DSM-5 Düzey 2 Öfke Ölçeği , güvenilirlik, geçerlilik S48/Otizm Spektrum Bozukluğu Olan Çocuklarda Vitamin D ve Vitamin D Reseptörü, Homosistein ve B Vitamin Komplexleri Düzeyleri Hatice ALTUN1 ,Ergül BELGE KURUTAŞ1 ,Nilfer ŞAHİN2 ,Olcay GÜNGÖR2 ,Ebru FINDIKLI2 ,Hayati SINIR1 , 1 Kahramanmaraş sütçü imam üniversitesi tıp fakültesi çocuk ve ergen ruh sağlığı ve hastalıkları AD, 2Muğla sıtkı koçman üniversitesi çocuk ve ergen ruh sağlığı ve hastalıkları AD,5Kahramanmaraş sütçü imam üniversitesi tıp fakültesi psikiyatri AD Amaç: Otizm Spektrum Bozuklukları (OSB), etiyoloji ve patogenezi henüz tam olarak bilinmeyen ve etyolojiye yönelik birçok araştırma yapılan nörogelişimsel bir bozukluktur. Çeşitli genetik, prenatal, erken postnatal ve biyokimyasal olaylar OSB etyopatogenezinde suçlanmış ancak hala tam olarak aydınlatılamamıştır. Etyolojide etken olduğu düşünülen faktörlerden biri de vitamin D eksikliğidir. Son yıllarda yapılan çalışmalarda, Vitamin D eksikliğinin otizm ve birçok ruhsal hastalık ile ilişkili olabileceği gösterilmiştir. Ayrıca homosistein, vitamin B6 (piridoksin), vitamin B9 (folik asit), vitamin B12’nin de kognitif bozukluklar nörodejenaratif hastalıklar, otizm ve diğer psikiyatrik hastalıklarla ilişkili olabileceği düşünülmektedir. Daha önceki çalışmalarda OSB’li çocuklarda serum vitamin D reseptör düzeyleri ile ilgili çalışma bulunmamaktadır. Yine bizim bilgilerimize göre çalışmamız OSB’li çocuklarda Vitamin D, vitamin D reseptörü, vitamin B6, vitamin B9, vitamin B12 serum düzeylerinin birlikte değerlendirildiği ilk çalışmadır. Ayrıca çalışmamızda OSB belirti şiddeti ile bu biyokimyasal parametre düzeyleri arasındaki ilişkinin araştırılması amaçlanmıştır. Yöntem: Çalışmamıza DSM-V ölçütlerine göre 60 OSB tanısı konulan çocuk ile cinsiyet ve yaş açısından eşleştirilmiş 45 sağlıklı çocuk kontrol grubu olarak alınmıştır. OSB şiddetini belirlemek açısından Çocukluk Otizm Derecelendirme Ölçeği (ÇODÖ) uygulanmıştır. Vitamin D ve reseptörü, vitamin B6, vitamin B9, vitamin B12, homosistein düzeyleri serumda kantitatif sandviç enzim immunuassay tekniği ile ölçüldü (ELİSA kiti). Elde edilen veriler uygun istatistiksel yöntemler ile değerlendirildi. Sonuç: OSB’li çocuklar ile kontrol grubu arasında yaş ve cinsiyet açısından istatistiksel olarak anlamlı fark saptanmamıştır (p>0,05). OSB’li çocuklarda Vitamin D ve reseptörü Vitamin D düzeyleri kontrol grubuna göre anlamlı düşük olarak bulunmuştur (p<0,05). Hasta grubunda homosistein düzeyi kontrol grubuna göre anlamlı yüksek olarak bulunurken, vitamin B6, vitamin B9, vitamin B12 düzeyleri anlamlı düşük bulunmuştur (p<0,05). Tartışma: Çalışmamızda OSB’li çocuklarda sağlıklı çocuklara göre vitamin D ve reseptör düzeyinin düşük, homosistein düzeyinin yüksek, vitamin B6, vitamin B9, vitamin B12 düzeylerinin ise düşük olduğu tespit edilmiştir. Bu sonuçlar OSB etyolojisinde bu biyokimyasal parametrelerin rolü olabileceği görüşünü desteklemektedir. Ayrıca OSB’li çocuklarda etyolojiye yönelik yapılan rutin incelemeler sırasında bu parametrelerin de değerlendirilmesinin tedavi açısından önemli olabileceği düşünülmüştür. S49/İlkokul Öğretmenlerinin Dikkat Eksikliği Hiperaktivite Bozukluğu İle İlgili Bilgi Düzeylerinin Belirlenmesi Bürge Kabukçu BAŞAY1 ,Ömer BAŞAY1 ,Bahri ELMAS2 ,Önder ÖZTÜRK1 , 1 Pamukkale Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı Ve Hastalıkları AD.2Sakarya Üniversitesi Tıp Fakültesi Pediatri AD., Giriş: Dikkat eksikliği hiperaktivite bozukluğu (DEHB) çocukluk çağında sık görülen nörogelişimsel bir bozukluktur. Öğretmenler bozukluğu olan çocukların sağlık merkezlerine yönlendirilmesinde ve tanı konulma aşamasında önemli bir rol oynamaktadır. Aynı zamanda öğretmenlerin etkili yaklaşımlarının DEHB’li olan çocukların akademik, sosyal ve emosyonel olarak daha iyi olmalarına katkı sağladığı 100 26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 13-16 Nisan 2016/İZMİR bilinmektedir. Bu çalışmanın amacı böylesine önemli rolleri olan ilkokul öğretmenlerinin DEHB ile ilgili bilgi düzeyini ölçmektir. Yöntem: Bu çalışmada il merkezinde bulunan öğretmenlerin %99’su (n:315) araştırmacılar tarafından hazırlanan Dikkat Eksikliği Hiperaktivite Bozukluğu ile ilgili 16 sorudan oluşan formu cevaplamıştır. Bulgular: Öğretmenlerin %79.9 DEHB ile ilgili bir bilgiye sahip olduğunu düşündüğünü belirtmiştir. Öğretmenler bu bilgiyi edinme kaynağı olarak en yüksek televizyon programlarını göstermiştir (öğretmenlerin %56’sı). Öğretmenlerin %70’i DEHB’nin beyin kaynaklı bir sorun olduğunu düşünmektedir. Öğretmenlerin büyük çoğunluğu (%45) DEHB tedavisindeki en etkili yöntemin davranış terapisi olduğunu belirtmektedir. DEHB tedavisinde kullanılan ilaçların çok ciddi yan etkileri olduğuna inanan öğretmenlerin oranı %57 dir. DEHB tanısının tıbbi tahliller veya psikometrik testler sonucu konulduğunu düşünen öğretmenlerin oranı %91’dir. Öğretmenlerin %54’ü DEHB’li olan çocukların tamamında davranım bozukluğu olduğuna inanmaktadır. Tartışma: Öğretmenlerin çocukluk çağında çok sık karşılaştıkları DEHB ile ilgili bilgi düzeylerinin güncellenmeye ihtiyaç duyduğu gözükmektedir.Öğretmenlerin DEHB ile ilgili bilgi düzeylerinin artırılması, ihtiyacı olan DEHB’li çocukların tedaviye ulaşmasını ve tedavi uyumunu yükseltebilir. S50/Çocuk ve Ergenlerde Özgül Fobi Alt Tiplerinde Komorbidite ve Klinik Özellikler Vahdet GÖRMEZ1 ,A Cahid ÖRENGÜL1 , 1 Bezmialem Üniversitesi Cocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı Fatih/Istanbul, Giriş: Özgül fobiler çocukluk çağının sık görülen klinik problemlerindendir (1). Fobi alt tiplerinin başlangıç yaşı ve cinsiyet oranları itibariyle birbirinden farklılaştığı bildirilmiştir. Hayvan fobisi ve doğal çevre fobisi en sık görülen fobi alt tipleridir ve başlangıç yaşları daha erkendir(2). Kan-enjeksiyon-yaralanma fobisi dışındaki fobi alt tipleri kızlarda daha sık görülmektedir (3). Klinik popülasyonda yapılan bir çalışmaya göre %72’sinin en az bir eş tanısının olduğu ve en sık eş tanı olarak sırası ile diğer özgül fobiler, anksiyete bozuklukları ve depresyon olduğu bildirilmiştir (4). Özgül fobi alt tiplerinin etyolojik, fenomenolojik ve epidemiyolojik özellikleri açısından birbirlerinden farklılıkları konusundaki çalışmalar yeterli değildir. Bu çalışmada özgül fobi alt tiplerinin sıklığı, diğer klinik tablolar ile eş-tanısal ilişkileri ve hastaların demografik özellikleri araştırılmıştır. Yöntem: Çalışmanın örneklemini Bezmialem Üniversitesi Hastanesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Polikliniği’ne başvuran ve özgül fobi tanısı konan 6-16 yaş arasındaki 129 hasta oluşturmuştur. Sosyodemografik veri formu ile birlikte tanısal değerlendirme için Çocuklar için Duygulanım Bozuklukları ve Şizofreni Görüşme Çizelgesi- Şimdi ve Yaşam Boyu Versiyonu (K-SADSPL) kullanılmış olup, hastaların klinik dosyaları kesitsel olarak incelenmiş ve istatistiksel analizler SPSS (17.0) paket programı ile yapılmıştır. Sonuç: Örneklemin %60’ı (n=78/129) erkek ve yaş ortalaması 9,75 (± 3,06) yıl olarak saptandı. Doğal çevre fobisi %42.6, hayvan fobisi %35.7, durumsal fobi %14.7, kan-enjeksiyon-yaralanma fobisi %12.4 ve diğer fobiler alt türü %12.4 olarak bulunmuştur. Örneklemin %17 sinde (n=22/129) aynı anda birden fazla fobi bildirilmiş; en sık birlikte görülenler hayvan ve doğal çevre fobisi (örn; karanlık, yükseklik) olarak bulunmuştur. Doğal çevre fobisi erkeklerde (p= 0,006) diğer fobiler kategorisi kızlarda (P=0,005) daha sık görülmüştür. Vakaların %76 sında en az bir psikiyatrik eş-tanı saptanmış olup en sık görülen eş-tanılar % 34.8 ile Dikkat Eksikliği/Hiperaktivite Bozukluğu (DEHB) ve %16.5 ile Karşıt-Olma KarşıGelme Bozukluğu (KGB) ve %14.7 Sosyal Fobi ve %10.9 ile Ayrılık Kaygısı Bozukluğu bulunmuştur. Özgül fobi alt tiplerinin eş-tanısal durumları değerlendirildiğinde; hayvan fobisinin Sosyal Anksiyete Bozukluğu (p=0.02) ve Obsesif-Kompulsif Bozukluk (p=0.01) ile; doğal çevre fobisinin Yaygın Anksiyete Bozukluğu (p=0.016), Ayrılık Kaygısı Bozukluğu (p=0,005) ile; kan-enjeksiyon fobisinin de 101 26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi DEHB (p=0.02) ve anlamlı birliktelik gösterdiği bulunmuştur. KGB 13-16 Nisan 2016/İZMİR (p= 0.004) ile Tartışma: Özgül fobilerin fenomenolojik, etyolojik ve epidemiyolojik özellikleri metodolojik olarak daha güçlü çalışmalar ile açığa kavuşturulmalıdır. Kaynaklar 1- Costello, E. J., Egger, H. L., & Angold, A. (2005). The developmental epidemiology of anxiety disorders: phenomenology, prevalence, and comorbidity. Child and adolescent psychiatric clinics of North America, 14(4), 631-648. 2- Becker, E. S., Rinck, M., Türke, V., Kause, P., Goodwin, R., Neumer, S., & Margraf, J. (2007). Epidemiology of specific phobia subtypes: findings from the Dresden Mental Health Study. European Psychiatry, 22(2), 69-74 3- Essau, C. A., Conradt, J., & Petermann, F. (2000). Frequency, comorbidity, and psychosocial impairment of specific phobia in adolescents. J Clin Child Psychol, 29(2), 221-231. doi:10.1207/S15374424jccp2902_8 4- Ollendick, T. H., King, N. J., & Muris, P. (2002). Fears and phobias in children: Phenomenology, epidemiology, and aetiology. Child and Adolescent Mental Health, 7(3), 98-106. S51/Psychiatric Disorders in Children and Adolescents with Congenital Adrenal Hyperplasia Hilal ADALETLİ1 ,Canan TANIDIR1,Hatice GÜNEŞ1 ,Sabri HERGÜNER2 ,Tuğçe AYTEMİZ1 ,Hasan ÖNAL2 ,Esra KUTLU2 , 1 Bakırköy ruh ve sinir hastalaıkları hastanesi çocuk psikiyatrisi, , 2kanuni sultan süleyman eah, Introduction Intersex disorders, which are found in 1 of 350 stillborn infants and 1 of 10,000 newborns, are complex psychological, diagnostic, and surgical problems. [1] Congenital adrenal hyperplasia (CAH), is one of the intersex disorders. It is primarily a family syndrome of prenatal and/or postnatal androgen excess secondary to genetic deficits in the cytochrome p450 enzymes of the cortisol synthesis pathway. CAH is an autosomal recessive disorder with an incidence ranging from 1/10000 to 1/15000 live births.[2] It can be defined as classical CAH (C-CAH), or nonclassical or late-onset CAH (NC-CAH). C-CAH can be of either the salt wasting (SW) or simple virilizing (SV) type. Classic forms of CAH result in exposure to elevated androgen levels in utero and 46,XX infants are born with varying degrees of virilization of the external genitalia and may be subjected to feminizing genital surgery. A substantial minority of the genitally more masculinized newborns are initially misdiagnosed and assigned to the male gender.[3-6] Some studies have revealed that intersex people have an increased prevalence of mental disorders. In a study with female CAH patients only 17% undertook routine psychiatric diagnosis and counseling altough 71% suffered from psychosexual problems.[7] Specific problems, such as gender identity, sexual orientation, sex-typed behavior, psychosexual function, body images, psychiatric adjustment and quality of life, have been evaluated and found to be associated with this illness. In this study we aimed to investigate the psychiatric disorders and associated factors in male and female children and adolescents with CAH. CAH is a chronic condition that can be serious consequences and it is estimated that psychiatric disorders may be associated with more frequent. Materials and Methods Participants 102 26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 13-16 Nisan 2016/İZMİR Participants were 45 children and adolescents (aged 6–18 years) with CAH who were recruited from the pediatric endocrinology clinic of the Kanuni Sultan Suleyman Training and Research Hospital. Subjects who have mental retardation were not included in the study. General Clinical Data A sociodemographic and clinical data form prepared by the authors were completed by interviewing the parent and the child. This form covers the current age and education level of the child, monthly income level of the family, medical history, history of genital surgery, previous psychiatric history, family history of psychiatric disorders, gender identity problem and intersex disorders, the expectation of the family for gender before delivery, the gender first said to parents soon after birth, gender role behaviors of the child till diagnosis of intersex disorder, the satisfaction of the child for his/her current gender, chromosome structure. All of these clinical data were collected by the authors themselves and it took two sessions to complete the whole clinical assessment. Assessment of comorbid psychiatric disorders and gender identity problems Psychiatric comorbidity was assessed using the Schedule for Affective Disorders and Schizophrenia for School Age Children-Present and Lifetime Version – Turkish Version (K-SADS-PL-T). The KSADSPL is a semistructured interview schedule designed to assess 32 psychiatric disorders in children and adolescents on the basis of DSM-IV criteria [8]. The translator of the Turkish version of the K-SADSPL demonstrated the reliability and validity of this version [9]. All of the interviews were conducted by child and adolescent psychiatrists who were certified and experienced in administering the K-SADS-PL. Lifetime psychiatric diagnoses were examined and noted. Gender identity problems were examined by asking DSM-5 criteria for ‘gender dysphoria’. And gender identity questionnaire parent form was used. Emotional/behavioral performance was sought using the Turkish version of the Strengths and Difficulties Questionnaire (SDQ). [10, 11]The SDQ is a brief screening questionnaire for mental health problems in children. It can be completed by parents, teachers or children. In our study, the parent report form was used. Participants filled in the Child Depression Inventory. CDI is a self-report inventory. It was developed by Kovacs and the Turkish standardization was made by Öy. [12, 13] Assessment of intellectual abilities The Turkish version of the Wechsler Intelligence Scale for Children-Revised (WISC-R) was administered for the assessment of intellectual abilities. Cases who had a full scale IQ lower than 70 were not included in the study. Ethics The study was approved by the Medical Ethics Committee of the Bakirkoy Research and Training Hospital for Psychiatric and Neurological Disorders. Parents of all children had signed informed consent forms prior to participa¬tion in the study. In addition, children older than 12 years signed the consent forms themselves. Statistical analysis Data were analyzed using the SPSS (Statistical Package for the Social Sciences), version 16.0 (SPSS, Inc., Chicago, IL, USA).The sample description was done by descriptive analyses: frequencies and percentages for discrete variables and means and standard errors for continuous variables. Two tailed Chi-square test (Fisher's test) was used for comparing categorical variables. A probability level of p<0.05 was used to indicate statistical significance. 103 26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 13-16 Nisan 2016/İZMİR Results: General data, A total of 45 children and adolescents with CAH were included in the study. Twenty-seven subjects (60%) were female and 18 subjects (40%) were male. The mean age of the sample was 11.02 years (SD: 3.25, range: 6–18). 26.7% of the cases had problems in their perinatal period and 11.6% of patients had neurodevelopmental delay. Age at diagnosis ranged from few weeks to 156 months. Median age was diagnosed 2 months. Diagnosis in the neonatal period was established in 17 cases (37.8%). SW phenotype was diagnosed in 25 patients (mean age 11.12±3.04 year; range, 6-18), SV phenotype in 15 patients (10.8±3.85 year; range 6-18), and NC phenotype in 5 patients (11.2±2.94 year; 7-15). Approximately half of the patients had undergone genital surgery, 27.3 % of them two or more operations. Three female patient were assigned to the male sex at birth. Twenty four subjects ages was between 6 and 12 years old, twenty one subjects was older 12 years age. Five patients had other medical disorders. All cases have been grown by accordance with the chromosomal sex by their families. Psychiatric comorbidity Gender dysphoria: Two female patients diagnosed with gender dysphoria, while the 5 was tomboy. Gender dysphoria was not found in men patients. Patients with gender dysphoria had not any psychiaytric comorbidity. Two cases are nine age years. One of them have SV subtype, the other have SW subtype(diagnosis age was 24 month, one month respectivly). Five tomboy patient’s comorbid psychiatric diagnoses were demonstrated in table 1. Other psychiatric disorders: 51.1 % subjects had at least one lifetime comorbid psychiatric disorder, and 24.1% had two or more lifetime comorbid psychiatric disorders. The most common diagnoses were Enuresis nocturna (EN) (24.3 %; 8.9% current, 15.6 past), Attention deficit hyperactivity disorder (ADHD) (11.1 %, all of them current ), social phobia (11.1%; 8.9 % current, 2.2 past) and tic disorders (11.1%; 8.9 % current, 2.2 past). Distribuation of diagnosis in Table 2. Only eight patients (17.8%) received psychiatric help prior to the examination. Previous psychiatric symptoms were attention deficit, anxiety and adjustment problems. 11.1% of the subjects had another medical disorder beside CAH. Subgroups: Gender differences: Tic disorder and ADHD were significantly higher in males (p=0.056 and p=0.052, respectively) compared to females. Anxiety disorders were higher in female patients, but it isn’t istatisticaly significant(p=0.08). Age differences: When age groups compared, there were significant differences in child and adolescent patient’s current psychiatric comorbidity. Eleven adolescent has got current psychiatric disorder, and five children too. Psychiatric diagnoses were no significant differences in terms of age groups. Gender dysphoria with related factors: Gender dysforia associated with genital surgery, preoperative sexuel orientation and satisfaction of the child’s gender. 104 26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 13-16 Nisan 2016/İZMİR Four SV subtype CAH patients have got gender dsyphoria in their family history. (p:0.01) Discussion CAH patients must use lifelong medication. The consequences of chronic illness and specific consequences of hormonal changes may affect normal psychosocial development. Gender identity, sextyped behavior, psychosexual function, psychiatric adjustment and quality of life, have been investigated in CAH patients with used different instruments.[14-17] More studies have been made female patients. Some previous studies have reported increased rates of psychiatric symptoms among children, adolescents, and adult women with CAH [18, 19] whereas other studies did not show increased rates of psychiatric disorders compared to norm data. [16, 20] We found that lifetime psychiatric disorders were 51.1 % in CAH patients. The consequence was consistent with the Mueller et al’s results. Mueller et al have found that lifetime psychiatric comorbidities was 44.4% in CAH patients. [19] depression, anxiety, adjustment problems, alchol and substance misuse were common reported in adolescent and young adults but disruptive behaviour disorders and anxiety disorders were reported especially in child patients. [18, 19, 21-24] We will discuss psychiatric comorbidity and associated with this conditions 1. Rink, R. and M. Adams, Evaluation and surgical management of the child with intersex. Prog Pediatr Urol, 1999. 2: p. 67-88. 2. Merke, D.P. and S.R. Bornstein, Congenital adrenal hyperplasia. The Lancet, 2005. 365(9477): p. 2125-2136. 3. Chan‐Cua, S., G. Freidenberg, and K.L. Jones, Occurrence of male phenotype in genotypic females with congenital virilizing adrenal hyperplasia. American journal of medical genetics, 1989. 34(3): p. 406-412. 4. Dasgupta, R., et al., Congenital adrenal hyperplasia: surgical considerations required to repair a 46, XX patient raised as a boy. Journal of pediatric surgery, 2003. 38(8): p. 1269-1273. 5. Kandemir, N. and N. Yordam, Congenital adrenal hyperplasia in Turkey: a review of 273 patients. Acta Paediatrica, 1997. 86(1): p. 22-25. 6. Zucker, K.J., et al., Psychosexual development of women with congenital adrenal hyperplasia. Hormones and Behavior, 1996. 30(4): p. 300-318. 7. Riepe, F.G., et al., Management of congenital adrenal hyperplasia: results of the ESPE questionnaire. Hormone Research in Paediatrics, 2002. 58(4): p. 196-205. 8. Kaufman, J., et al., Schedule for Affective Disorders and Schizophrenia for School-Age ChildrenPresent and Lifetime Version (K-SADS-PL): initial reliability and validity data. J Am Acad Child Adolesc Psychiatry, 1997. 36(7): p. 980-8. 9. Gökler, B., et al., Okul Cagı Cocukları Icin Duygulanım Bozuklukları ve Sizofreni Gorusme Cizelgesi –Simdi ve Yasam Boyu Sekli – Turkce Uyarlamasının Gecerlik ve Guvenirligi. Cocuk ve Genclik Ruh Saglıgı Dergisi, 2004. 11: p. 109-116 .10. Goodman, R., The extended version of the Strengths and Difficulties Questionnaire as a guide to child psychiatric caseness and consequent burden. Journal of child psychology and psychiatry, 1999. 40(05): p. 791-799. 11. Güvenir, T., et al., Psychometric properties of the Turkish version of the Strengths and Difficulties Questionnaire (SDQ). Çocuk ve Gençlik Ruh Sağlığı Dergisi/Turkish Journal of Child and Adolescent Mental Health, 2008. 15(2): p. 65-74. 12. Öy, B., Çocuklar için depresyon ölçeği: Geçerlik ve güvenirlik çalışması. Türk Psikiyatri Dergisi, 1991. 2(2): p. 132-136. 13. Kovacs, M., Rating scales to assess depression in school-aged children. Acta Paedopsychiatrica: International Journal of Child & Adolescent Psychiatry, 1981. 14. Meyer-Bahlburg, H.F., et al., Prenatal androgenization affects gender-related behavior but not gender identity in 5–12-year-old girls with congenital adrenal hyperplasia. Archives of Sexual Behavior, 2004. 33(2): p. 97-104. 105 26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 13-16 Nisan 2016/İZMİR 15. Meyer-Bahlburg, H.F., Gender and sexuality in classic congenital adrenal hyperplasia. Endocrinology and metabolism clinics of North America, 2001. 30(1): p. 155-171. 16. Berenbaum, S.A., et al., Psychological adjustment in children and adults with congenital adrenal hyperplasia. The Journal of pediatrics, 2004. 144(6): p. 741-746. 17. Gordon, A.H., et al., Behavioral problems, social competency, and self perception among girls with congenital adrenal hyperplasia. Child psychiatry and human development, 1986. 17(2): p. 129-138. 18. Liang, H., et al., Psychiatric manifestations in young females with congenital adrenal hyperplasia in Taiwan. Chang Gung medical journal, 2008. 31(1): p. 66. 19. Mueller, S.C., et al., Psychiatric characterization of children with genetic causes of hyperandrogenism. European Journal of Endocrinology, 2010. 163(5): p. 801-810. 20. Morgan, J.F., et al., Long term psychological outcome for women with congenital adrenal hyperplasia: cross sectional survey. BMJ, 2005. 330(7487): p. 340-341. 21. Engberg, H., et al., Congenital adrenal hyperplasia and risk for psychiatric disorders in girls and women born between 1915 and 2010: A total population study. Psychoneuroendocrinology, 2015. 60: p. 195-205. 22. Falhammar, H., et al., Increased psychiatric morbidity in men with congenital adrenal hyperplasia due to 21-hydroxylase deficiency. The Journal of Clinical Endocrinology & Metabolism, 2013. 99(3): p. E554-E560. 23. Özbaran, B., et al., Psychiatric Approaches for Disorders of Sex Development: Experience of a Multidisciplinary Team. Journal of clinical research in pediatric endocrinology, 2013. 5(4): p. 229. 24. Johannsen, T.H., et al., Quality of life in 70 women with disorders of sex development. European Journal of Endocrinology, 2006. 155(6): p. 877-885. S52/Dikkat Eksikliği Hiperaktivite Bozukluğu olan Çocuklarda Retina Sinir Lifi Tabakası Kalınlığı Arzu HERGÜNER1 ,İsmail ALPFİDAN2 ,Ahmet YAR2 ,Erkan ERDOĞAN4 ,Özge METİN5 ,Yaşar SAKARYA4 ,Sabri HERGÜNER7 , 1 Konya Eğitim ve Araştırma Hastanesi, Çocuk ve Ergen Psikiyatrisi, 2Konya Eğitim ve Araştırma Hastanesi, Göz Hastalıkları, ,4Konya Eğitim ve Araştırma Hastanesi, Göz Hastalıkları, 5Konya Eğitim ve Araştırma Hastanesi, Pediatri, 7Necmettin Erbakan Üniversitesi, Meram Tıp Fakültesi, Çocuk ve Ergen Psikiyatrisi AD., Giriş: Dikkat eksikliği hiperaktivite bozukluğu (DEHB), çocukluk çağının en sık görülen psikiyatrik bozuklukları arasında yer almaktadır. Görüntüleme çalışmaları, DEHB olgularında beyin hacminde azalma, kortikal kalınlıkta incelme ve beyin bölgeleri arasındaki yolaklarda işlevsellikte bozulma olduğunu bildirmiştir. Retina, miyelinize olmamış akson ve glia içerdiği ve merkezi sinir sisteminden köken aldığından dolayı retina sinir lifi tabakası (RSLT) kalınlığının nörogelişimsel bozuklukların değerlendirmesinde duyarlı bir yöntem olduğu düşünülmektedir. Bu çalışmanın amacı DEHB tanısı almış çocukların RSLT kalınlığını sağlıklı kontrollerle karşılaştırmaktır. Yöntem: Çalışma grubunu Konya Eğitim ve Araştırma Hastanesi, Çocuk ve Ergen Psikiyatrisi Ayaktan Tedavi Ünitesi’ne başvuran ve DSM-5 ölçütlerine göre DEHB tanısı alan olgular oluşturmuştur. Kontrol grubunu ise herhangi bir psikiyatrik bozukluğu olmayan, yaş ve cinsiyet açısından çalışma grubuyla eşlenmiş çocuklar oluşturmuştur. Son altı ayda psikiyatrik ilaç kullanmak, zihinsel yetersizlik varlığı, otizm spektrum bozukluğu ve psikotik bozukluk tanısı olmak, düşük doğum ağırlığı öyküsü, kırma kusuru varlığı dışlama ölçütleri olarak belirlenmiştir. DEHB belirtilerinin değerlendirilmesi için ebeveynlere Güçler ve Güçlükler Anketi (GGA) ve Conners Anababa Dereceleme Ölçeği: Yenilenmiş Kısa (CADÖ: YK) uygulanmıştır. Ardından optik koherens tomografi kullanılarak iki grubun RSLT kalınlığı her iki gözde ölçülmüştür. Sonuçlar: Araştırmaya her iki gruptan 40 olmak üzere toplam 80 olgu alınmıştır. İki grubun karşılaştırmasında sağ ve sol nasal RSLT kalınlığın DEHB grubunda daha ince olduğu bulunmuştur (75.2±12.3, 79.5±10.2; 70.7±12.6, 78.9±12.5). Korelasyon analizinde nasal RSLT kalınlığı ile CADÖ: YK alt ölçeklerinden Dikkat Eksikliği (r:-.216), Hiperaktivite (r:-.179), Karşı Gelme (r:-.246) ve GGA 106 26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 13-16 Nisan 2016/İZMİR alt ölçeklerinde Duygusal Sorunlar (r:-.216), Davranış Sorunları (r:-.191), Dikkat Eksikliği/Hiperaktivite (r:-.194) arasında ilişki olduğu görülmüştür. Tartışma: Son yıllarda yapılan araştırmalar şizofreni, bipolar bozukluk ve otizm spektrum bozukluğu olan olgularda RSLT kalınlığının sağlıklı kontrollerden daha ince olduğunu göstermiştir. Çalışmamız DEHB olgularında RSLT kalınlığını araştıran ilk çalışmadır. Bu çalışmada DEHB olgularında nasal bölgede RSLT kalınlığının sağlıklılara göre daha ince olduğunu ayrıca DEHB belirti şiddeti ile kalınlık arasında negatif bir ilişki olduğunu göstermiştir. RSLT kalınlığının DEHB olgularında uygulanabilir bir nörobiyolojik belirteç olması ile ilgili ileri araştırmalara gereksinim vardır. S53/Sitalopram ile Belirtileri Gerileyen Yutma Korkusu Olgusu Arzu HERGÜNER1 ,Sabri HERGÜNER2 , 1 Konya Eğitim ve Araştırma Hastanesi, Çocuk ve Ergen Psikiyatrisi, 2Necmettin Erbakan Üniversitesi, Meram Tıp Fakültesi, Çocuk ve Ergen Psikiyatrisi AD., Giriş: Yutma korkusu, altta yatan organik bir neden olmadığı halde katı ve/veya sıvı gıdaları yemek, çiğnemek ya da yutmak ile ilgili aşırı korku ve kaçınma olarak tanımlanmaktadır. Genellikle başlangıcı ani olup yeme ile ilgili travmatik bir olaydan sonra ortaya çıkar. Bunun sonucu olarak tartı alımında azalma ya da tartı alamama, toplum içinde yemek yemeden kaçınma gibi durumlara neden olur. Yutma korkusunun kızlarda daha sık ve kaygı bozuklukları ile birlikteliğinin yüksek oranlarda olduğu gösterilmiştir. Her ne kadar davranışçı yöntemlerin etkinliği gösterilmiş olsa da son yıllarda ilaç tedavilerinin bazı olgularda etkin olduğu gösterilmiştir. Olgu: AB, 2 yıl önce yumurta yerken boğazına takılması sonrasında bir boğulma atağı geçirmiş. Bu olay sonrasında özellikle katı ve taneli gıdalar yerken yoğun kaygı yaşamaya başlamış. Katı gıda alımı ile ilgili kaçınma davranışları giderek artmış. Kaygısını kontrol edebilmek için her lokmadan sonra su içiyormuş. Başvuru sırasında tartısı 48 kg, boyu 1.63 cm olup yaşına göre beden kitle indeksi 3. persantilin altındaydı. Mevcut tartısından memnun olmadığını, endişelerini kontrol edemediği için yeteri kadar yiyemediğini, kaygıları azalsa yeme miktarını arttıracağını ve tartı alma isteğinin olduğunu bildirdi. Yapılan psikiyatrik muayenesinde yakınlarını kaybetme ile ilgili aşırı korku yaşadığı, ailesinin ve kendisinin başına olumsuz olaylar geleceği ile ilgili düşünceleri zihninden atamadığı öğrenildi. El yıkama ve kontrol etme davranışlarının olduğunu söyledi. Olguda özgül fobi, ayrılık kaygısı bozukluğu, obsesif kompulsif bozukluk ve depresif bozukluk tanıları düşünüldü. İlk görüşmede psikoeğitim verildi ve yemek ile ilgili davranışçı teknikler önerildi. Ancak yoğun kaygısından dolayı önerilen yaklaşımları uygulayamayacağını bildirmesi üzerine sitalopram 10 mg başlandı ve bir hafta sonra 20 mg çıkıldı. Bir sonraki görüşmede (4 hafta sonra) kaygılarının kısmen azaldığı, yeme miktarının arttığı, yemek sırasında daha az su içtiği öğrenildi. Davranışçı ödevleri uygulama konusundaki motivasyonun oluşması üzerine sistematik duyarsızlaştırma ile ilgili teknikler çalışıldı ve ev ödevleri verildi. Üçüncü ayın sonunda yemek ile ilgili kaygıları tamamen geriledi ve tartısı 55 kg çıktı. Tartışma: Antidepresanların (örneğin: fluoksetin, mirtazapin, paroksetin, sertralin) yutma korkusu olan olguların tedavisinde etkin olduğunu gösteren vaka bildirimleri bulunmaktadır. Sunduğumuz olgu davranışçı yaklaşımların uygulanamadığı durumlarda sitalopramın bir alternatif olabileceğini göstermektedir. S54/Primer Dismenoresi Olan Kadınlarda Otistik Özellikler Harun TOY1 ,Arzu HERGÜNER2 ,Sevcan ŞİMŞEK3 ,Sabri HERGÜNER4 , 1 Necmettin Erbakan Üniversitesi, Meram Tıp Fakültesi, 1Kadın Hastalıkları ve Doğum AD, , 2Konya Eğitim ve Araştırma Hastanesi, Çocuk ve Ergen Psikiyatrisi, 3Necmettin Erbakan Üniversitesi, Meram Tıp Fakültesi, 1Kadın Hastalıkları ve Doğum AD, , 4Necmettin Erbakan Üniversitesi, Meram Tıp Fakültesi, Çocuk ve Ergen Psikiyatrisi AD, Giriş: Otizm spektrum bozukluğu (OSB) sosyal-iletişim alanında yetersizlik ve kısıtlı, tekrarlayıcı davranışlarla kendini gösteren nörogelişimsel bir bozukluktur. OSB tanısı almış kadınlarda düzensiz adet 107 26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 13-16 Nisan 2016/İZMİR döngüsü, ağrılı menstrüasyon (dismenoresi) ve aşırı adet kanaması gibi menstrüasyon ile ilgili sorunların yüksek oranlarda olduğu gösterilmiştir. Bunun nedeninin androjen düzensizliği ile ilişkili olabileceği önerilmiştir. Bu çalışmada primer dismenoresi (PD) olan kadınlardaki otistik özelliklerin incelenmesi amaçlanmıştır. Yöntem: Çalışma grubunu PD olan üniversite öğrencileri oluşturmuştur. Kontrol grubunda ise menstrüasyon ağrısını ‘hafif’ olarak tanımlayan kadınlar yer almıştır. Otistik özelliklerin değerlendirilmesinde Otizm Anketi (OA), depresyon ve kaygı belirtilerinin ölçülmesinde ise Kısa Semptom Envanteri (KSE) kullanılmıştır. Menstrüasyon ağrısının derecelendirilmesi 0-10 arasında puanlanan Vizüel Analog Skalası (VAS) ile yapılmıştır. Sonuçlar: Çalışma grubunda VAS’a göre ağrı şiddetini 6 ve üstü olarak derecelendiren 70, kontrol grubunda ise ağrısını 2 ve altı olarak belirten 70 olgu yer almıştır. Çalışma grubunda kontrol grubuna göre OA-Toplam puanının ve OA-Dikkati Kaydırabilme alt ölçeğinin anlamlı olarak yüksek olduğu bulunmuştur (t:2.082, p:.039; t:2.080, p:.039). Menstrüel ağrı şiddeti ile ilgili olabilecek etmenler regreyon analizinde incelenmiş ve OA-Dikkati Kaydırabilme alt ölçeğinin anlamlı bir belirleyici olduğu bulunmuştur (R2:.087; B:.422, Beta:.206;p:.026). Tartışma: Bu çalışmada PD olan kadınlarda otistik özelliklerin daha yüksek olduğu görülmüştür. Ayrıca ağrı şiddeti ile dikkati kaydırma becerisi arasında bir ilişki olduğu bulunmuştur. Çalışmamızın sonuçları OSB ile menstrüel sorunlar arasındaki ilişkiyi desteklemektedir. S55/Vokal Nodülü olan Çocuklarda Dikkat Eksikliği Hiperaktivite Bozukluğu Belirtileri Ömer ERDUR1 ,Arzu HERGÜNER2 ,Kayhan ÖZTÜRK3 ,Ertuğrul KİBAR4 ,Çağdaş ELSÜRER5 ,Mete Kaan BOZKURT6 ,Sabri HERGÜNER7 , 1 Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi, Kulak Burun ve Boğaz Hastalıkları AD, 2Konya Eğitim ve Araştırma Hastanesi, Çocuk ve Ergen Psikiyatrisi, 3Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi, Kulak Burun ve Boğaz Hastalıkları AD, 4Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi, Kulak Burun ve Boğaz Hastalıkları AD, 5Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi, Kulak Burun ve Boğaz Hastalıkları AD, 6Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi, Kulak Burun ve Boğaz Hastalıkları AD, 7Necmettin Erbakan Üniversitesi, Meram Tıp Fakültesi, Çocuk ve Ergen Psikiyatrisi AD., Giriş: Vokal nodüller çocuklardaki larenks kaynaklı ses bozukluklarının en sık nedenidir. Erişkin yaş grubunda kadınlarda daha sık görülürken çocuklarda ise erkeklerde kızlara göre 2 kat daha fazladır. Bağırma ve yüksek sesli aşırı konuşmanın vokal nodüllerin gelişimine neden olduğu düşünülmektedir. Dikkat eksikliği hiperaktivite bozukluğu (DEHB) tanı ölçütlerinden birisi ‘aşırı konuşma’ olduğundan bu grupta yer alan çocukların vokal nodül gelişimi açısından risk altında olduğu önerilmektedir. Bu çalışmanın amacı vokal nodülü olan çocuklardaki DEHB belirtilerinin incelenmesidir. Yöntem: Çalışma grubunu Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi, Kulak Burun ve Boğaz Hastalıkları Kliniği’ne vokal nodül nedeniyle başvurmuş 4-12 yaş arasındaki çocuklar oluşturmuştur. Kontrol grubuna aynı kliniğe ses bozuklukları dışı nedenlerle başvurmuş, çalışma grubuyla yaş ve cinsiyet açısından eşlenmiş çocuklar alınmıştır. DEHB belirtilerinin değerlendirilmesi için Conners Anababa Dereceleme Ölçeği: Yenilenmiş Kısa (CADÖ: YK) kullanılmıştır. Sonuçlar: Çalışma grubu (30 erkek, 15 kız) ve kontrol grubu (30 erkek, 15 kız) arasında yaş açısından anlamlı bir fark bulunamamıştır (8.22 ± 2.69; 8.07 ± 2.44; t=.287, p = .775). Cinsiyetin etkisi kontrol edildikten sonra, MANCOVA’ya göre, CADÖ: YK alt ölçeklerinden Hiperaktivite ve Karşı Gelme puanları çalışma grubunda kontrol grubuna göre anlamlı olarak yüksek bulunmuştur (7.56 ± 4.67; 5.24 ± 4.15; p:.016, Ƞ2:.065 ve 9.40 ± 5.25; 7.22 ± 3.50; p:.024, Ƞ2: .057). Tartışma: Bu çalışmada vokal nodülü olan çocukların sağlıklı kontrollere göre hiperaktivite ve karşı gelme belirtilerinin daha yüksek olduğu bulunmuştur. Çalışmamızın verilerine göre hiperaktivite ve karşı gelme davranışları vokal nodül gelişimi açısından bir risk etmeni olabilir. Bu sonuçlar vokal nodülü olan çocukların hiperaktivite belirtileri açısından değerlendirilmesi gerektiğini önermektedir. S56/ Çocuk Psikiyatrisine Konuşma Gecikmesi Şikayetiyle Başvuran Olguların Değerlendirilmesi Ahmet Yasin 1 ,Hatice AKSU2 , Erdoğan Özgür, 1Börte Gürbüz ÖZGÜR4 , 108 26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 13-16 Nisan 2016/İZMİR 1 Adnan Menderes Üniversitesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı 09100 Efeler Aydın, Özet Giriş: Çocuğun gelişim dönemine paralel bir şekilde dil gelişim safhalarını göstermemesi, yaşıtlarına göre geride kalması durumunda konuşma gecikmesi düşünülebilir. Konuşma gecikmesi bir tanıdan ziyade sıklıkla çeşitli mental ve somatik hastalıkların bir belirtisi olabilir. Yazın incelendiğinde çocuklarda zeka geriliği, işitme kaybı, gelişimsel dil gecikmesi, sözel anlatım bozukluğu, otizm spektrum bozukluğu (OSB), bilingualizm ve psikososyal uyaran eksikliğinin sıklıkla konuşma gecikmesine neden olduğu bildirilmektedir (1). Çocuklarda konuşma gecikmesinin yaygınlığını yöntem farklılıkları nedeni ile tam olarak saptamak güçtür. Okul öncesi çocuklarda yapılan araştırmalarda %315 sıklıkta konuşma bozukluğu bildirilmiştir (2,3). Yazın incelendiğinde çocuklarda konuşma bozukluğu etiyolojisini irdeleyen çalışma sayısının az olduğu ve sık karşılaşılan bu durumla ilgili çocuk ve ergen ruh sağlığı ve hastalıkları uzmanı bakış açısı ile değerlendirme yapıp gerekli erken müdahale yollarını ortaya koymak amacı ile bu çalışma planlandı. Yöntem: Kasım 2014- Ekim 2015 tarihleri arasında 1 yıllık süre içerisinde Adnan Menderes Üniversitesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalına başvuran, geliş şikayetlerinde ?konuşmama?, ?konuşma gecikmesi?, ?konuşmada gecikme?, ?cümle kuramama? yazan toplam 127 olgunun dosyası çalışma kapsamında değerlendirildi. Çocuklarda konuşma gecikmesine ve Fonolojik Konuşma Bozukluğuna neden olabilecek diğer nedenler (işitme kaybı, dil bağı vb.) açısından kulak burun boğaz uzmanı tarafından değerlendirildi. Olguların sosyodemografik verileri, konuşma gecikmesine etki eden faktörler ve olguların tanı dağılımları incelendi. İstatistiksel analiz için SPSS 18.0for Windows kullanıldı. Tanımlayıcı istatistikler ortalama, standart sapma ve yüzde (%) ile belirtildi. Normal dağılıma uygunluk Kolmogorov-Smirnov testi ile değerlendirildi. Parametrik testlerden Student t testi, parametrik olmayan testlerden ise ki kare testi uygulandı. Bulgular: Çalışmaya alınan 127 olgunun %22.8 kız (n=29), %77.2 erkekti (n=98). Olguların ortalama yaşı 3.1±1.1 idi. Ortalama TV, tablet ve telefona maruziyet süresi günde 5.3±3.4 saatti. Okul öncesi eğitime, ilkokula ya da özel eğitime yalnızca %14.1 olgu gidiyordu. Yaşıt ilişkileri sağlayabileceği ortamlarda %38.2 olgunun bulunmadığı, %3.1 olguda bilingualizm olduğu,%23.6 olgunun aile öyküsünde geç konuşmanın olduğu ve %21.6?sının hiç anlamlı kelimesinin olmadığı saptandı. Tanı dağılımları incelendiğinde %24.4?ünde gelişimsel konuşma gecikmesi, %20.5?inde otizm spektrum bozukluğu, %14.2?sinde uyaran eksikliği, %8.7?sinde fonolojik konuşma bozukluğu olduğu,%4.7?sinde bilişsel gelişimde gerilik olduğu ve %7.9?unun normal psikomotor gelişim olarak değerlendirildiği tespit edildi. Otizm spektrum bozukluğu olan olgular ile diğer tüm olgular karşılaştırıldığında TV maruziyeti açısından aralarında istatistiksel olarak anlamlı fark saptanmadı (T=1.58,sd=55, p=0.12). Tartışma: Çocukluk çağında görülen mental hastalıkların büyük oranda erkeklerde daha sık olduğu bilinmektedir. Konuşma bozukluklarında da erkek olguların başvurusu daha sık görülmektedir (4). Uçar ve ark. (2014) tarafından yapılan bir çalışmada konuşma geriliği şikayeti ile başvuran olguların %70.7?sinin erkeklerden oluştuğu bildirilmiştir (5). Bizim çalışmamızda da benzer şekilde olguların %77.2?sini erkeklerin, %22.8?ini kızların oluşturduğu saptandı. Sarı tarafından yapılan (2013) çalışmada konuşma gecikmesi nedeni ile çocuk psikiyatrisi polikliniğe başvuran olguların %43.7?si gelişimsel dil gecikmesi, %8.5?unun OSB tanısı aldığı bildirilmiştir (6). Bizim çalışmamızda ise gelişimsel konuşma gecikmesinin daha az oranda saptanmasının ve OSB tanısının sıklığının daha fazla olmasının nedeninin tanı dağılımlarının bölgesel farklılık göstermiş olabileceği ve hastaların 3. basamak sağlık kuruluşunda değerlendirilmiş olmasından kaynaklandığı düşünülmektedir. Sonuç olarak konuşma gecikmesi, erken dönemde çocuk ve ergen ruh sağlığı ve hastalıkları profesyonelleri tarafından değerlendirilip olası psikopatolojilerin erken dönemde saptanması ve uygun tedavi planının oluşturulmasının koruyucu ruh sağlığına önemli bir katkı sağlayacağını vurgulamaktayız. Kaynaklar 1. Çuhadaroğlu Çetin F, Coşkun A, İşeri E, Türkbay T, Miral S, Motavallı N, Pehlivantürk B, Uslu R, Ünal F (2008) Çocuk ve Ergen Psikiyatrisi Temel Kitabı 1. Baskı. Ankara, Hekimler Yayın Birliği, s.204-205. 2. Billeaud FP (1998) Communication Disorders in Infants and Toddlers: Assessment and Intervention. 2nd ed. Boston: Butterworth-Heinemann. 3. Frazer C, Knight J (2001) Language delay: the tongue-tied toddler. Bright Futures Case Studies for Primary Care Clinicians: Child Development and Behavior and Adolescent Health içinde, JR Knight, C Frazer, SJ Emans(eds.) Boston: Children?s Hospital. 4. Rutter 109 26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 13-16 Nisan 2016/İZMİR SM, Bishop D, Pine D, Scott S, Stevenson JS, Taylor EA, Thapar A (2010) Rutter's Child and Adolescent Psychiatry 5th Edition.New Jersey, Wiley-Blackwell. 5. Uçar HN, Vural AP,Kocael Ö, Köle İH, Dağdelen F, Kırtıl İY (2014) Bir Çocuk ve Ergen Psikiyatrisi Polikliniğine Başvuran Hastaların Yakınma, Tanı ve İlaç Uygulamaları Karakteristiklerinin Değerlendirilmesi:Uludağ Üniversitesi Tıp Fakültesi Dergisi,40 (2) 75-83. 6. Akın Sarı B.(2013)Batman'da Çocuk Psikiyatrisi Polikliniğine Başvuran Hastalarda Belirti ve Tanı Dağılımları: Klinik Psikiyatri.16:7-17. S57/ 0-3 Yaş Grubu Otizm Spektrum Bozukluğu Olgularında Baba-Bebek Etkileşimi ve Duygusal Erişilebilirlik Hesna Gül, Duygu Pamir Akın, Belgin Üstün Güllü, Neşe Erol, Melda Akçakın, Başak Alpas, Özgür Öner Giriş Duygusal ulaşılabilirlik , bakımveren ve bebeğin, sağlıklı bir ilişki kurabilme kapasitesini ifade etmektedir.(Biringen, Robinson et al. 2000) İlk olarak 1975 yılında Mahler ve arkadaşları tarafından tanımlanmış ve bakımverenin bebek için güvenli bir ilişki ve bebeğin otonomi kazanabilmesi için gereken destekleyici çevreyi oluşturabilme yeteneği olarak tariflenmiştir (Mahler and Pine).Duygusal olarak ulaşılır bir bakımverenin, bebeğin dışa vurduğu duygu, istek ve ihtiyaçları farkedebilmesi ve buna göre hareket ederek bebeği sakinleştirebilmesi gerektiği vurgulanmıştır (Ainsworth, Blehar et al. 1978, Emde 1980). Bakımveren- bebek ilişkisindeki duygusal ulaşılabilirliği ölçmek amacıyla Biringen tarafından geliştirilen Duygusal Ulaşılabilirlik Skalası ( Emotional Availability Scales, EAS) tüm dünyada yaygın olarak kullanılan, farklı ırk ve kültürlerde geçerlik, güvenilirlik çalışmaları yapılmış bir ölçüm aracıdır (Biringen, Robinson et al. 2000, Biringen, Fidler et al. 2005, Biringen and Easterbrooks 2012). Bakımverenin davranışlarını ele alan, duyarlılık, yapılandırma, dalıcı olmama ve düşmancıl olmama ile bebeğin bakımverene tutumunu değerlendiren cevap verme ve bakımverenle ilgilenme puanlamalarını içermektedir.(Biringen, Robinson et al. 2000) 2011 yılında Biringen tarafından Ankara Üniversitesi’nde verilmiş eğitim sonrasında Bebek Ruh Sağlığı değerlendirmelerinde de kullanılmaya başlanmıştır. Alan yazında daha çok anne-bebek ilişkisinin ele alındığı, otizmli bebeklerin anne-bebek ilişkisinin de gelişim geriliği ve diğer psikiyatrik bozukluklardakine benzer şekilde olduğunun belirtildiği gözlenmiştir. Ancak özellikle baba-bebek ilişkisi hakkında bilgi veren çalışma sayısı yok denecek kadar azdır. Bu çalışmada Ankara Üniversitesi Hastanesinin Çocuk ve Ergen Psikiyatrisi bölümüne başvuran ve Otizm tanısı konulan olguların dosya bilgilerinin incelenmesi, baba- bebek duygusal ulaşılabilirlik puanları ile sosyodemografik özellikler arasındaki ilişkinin araştırılması planlanmıştır. Yöntem Ankara Üniversitesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı Bebek Polikliniğine başvuran tüm bebek olgularda ayrıntılı sosyodemografik ve klinik bilgiler alınmakta, Ankara Gelişim Tarama Envanteri ile gelişim değerlendirmesi yapılarak, aynalı oda serbest oyun gözlemi ve duygusal ulaşılabilirlik puanlamaları sonrasında DSM-IV ve 0-3 Tanı ve Değerlendirme Aracı ile tanı konmaktadır. Bu çalışmada otizmli hastaların dosyalarında yer alan sosyodemografik özellikler ve baba-bebek ilişkisini değerlendiren 110 26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 13-16 Nisan 2016/İZMİR bilgiler araştırıcılar tarafından hazırlanan bir forma kaydedilmiş, SPSS 18.0 paket programı kullanılarak istatistiksel analiz yapılmıştır. Değişkenlerin normal dağılıma uygunluğu görsel ve analitik yöntemlerle(histogram ve Kolmogorov/Smirnov) kullanılarak incelendi. Sosyodemografik verilerle sürekli değişkenlerin karşılaştırılmasında tek yönlü varyans analizi yöntemi bazı sosyodemografik verilerle duygusal ulaşılabilirlik değerlerinin ilişkisini araştırmak için ise regresyon analizleri kullanıldı.Model uyumu gerekli rezidüel ve uyum istatistikleri kullanılarak incelendi. Tip-1 hata düzeyinin %5’in altında olduğu durumlar istatistiksel anlamlı olark yorumlandı. Sonuçlar Çalışmaya dahil edilen bebeklerin 27 si kız, 159 u erkekti. Kızların yaş ortalaması 30.2±8.7, erkeklerin yaş ortalaması30.5±8.3 ( p>0.05). Kız bebeklerin babalarının yaş ortalaması 35.9±6.7, erkek bebeklerin baba yaş ortalaması 35.2±4.7di. Kız bebeklerin babalarının yaşı anlamlı olarak daha fazlaydı (p=0.002)Erkek bebeklerin baba eğitim durumunun ise kız bebeklerinden anlamlı olarak yüksek olduğu saptandı.(erkek bebek baba eğitim süresi 13.9±3.6 yıl, kız bebeklerin baba eğitim düzeyi 12.9±4.6 yıl, p=0.017) Duygusal erişebilirlik alt ölçek puanları ve bebeğin yaşı, babanın yaşı, babanın eğitim düzeyi, çocuğun erkek cinsiyette olması ve bebeğin gelişim düzeyi arasındaki korelasyon analizleri sonucunda bebeğin gelişim düzeyi ile babanın ilişkiyi yapılandırması, babanın dalıcı olmaması, düşmancıl olmaması, bebeğin babaya yanıtı ve bebeğin babayla ilgilenme skorları arasında negatif anlamlı bir ilişki olduğu saptanmıştır. Bu durum otizmli bebeklerdeki bilişsel seviyesinin yüksekliğinin babaların duygusal erişebilirlik seviyesini negatif yönde etkilediği şeklinde yorumlanmıştır. Tartışma Bu çalışma otizmli bebeklerin babaları ile olan ilişkisini inceleyen ilk çalışmalardan biridir. Kontrol grubuyla karşılaştırılarak yapılacak çalışmaların otizmli bebekler ve babalar arasındaki ilişkinin özellikleri ve duygusal ulaşılabilirliği yüksek sağlıklı bir bakımveren bebek ilişkisinin tanımlanabilmesi yolunda önemli sonuçları olacağını düşünüyoruz. 111 26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 13-16 Nisan 2016/İZMİR POSTER BİLDİRİLER 112 26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 13-16 Nisan 2016/İZMİR P1/Çocukluk Çağı Kurşun Maruziyeti: Otistik Semptomlar, Ayırıcı Tanı Ve Bir Yıllık Bireysel Eğitim Süreci İsmail Hasan KÖLE1 ,Pınar VURAL1 , 1 Uludağ Üniversitesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı Ve Hastalıkları Anabilim Dalı, Kurşun maruziyeti hala ciddi bir sağlık sorunudur. Küçük yaşlardaki çocuklarda normal sınırın altındaki kan düzeylerinde bile mental ve nöropsikolojik işlevlerde geri dönüşsüz bozukluklar oluşabilir. Nörotoksisite sonucunda ortaya çıkan bilişsel ve davranışsal belirtiler otizm spektrum bozukluğu ile benzer bir örüntü gösterebilir. Biz olgu sunumumuzda yirmi aylık bir erkek çocuğun daha önce kazanmış olduğu iletişim, sosyal etkileşim ve motor becerilerinde ani ve atipik başlayan gerileme ve davranış değişiklikleri nedeni ile tarafımıza başvurmasını, ayırıcı ve kesin tanı sürecini ve bir yıllık bireysel eğitim sonrasında tekrar kazandığı becerilerini sunmaya çalıştık. Olgu CA 3 yaş 4 aylık erkek, 33 yaşında işçi baba ile 31 yaşında ev hanımı annenin 2. gebeliğinden 2. yaşayan çocuğuydu. Plansız bir gebelik sonucu, normal vajinal yolla, miadında, 3490 gr doğan hastanın doğum sonrası mekanyum aspirasyonu nedeni ile midesinin yıkandığı ve aynı gün annesi tarafından beslenmeye başlandığı öğrenildi. Ebeveynlerinde akrabalık bağı yoktu. Hastanın mevcut olan inek sütü alerjisi yanında son iki aydır kusmaları ve öksürüğü olduğu reflü tedavisi aldığı öğrenildi. Hasta yakınları hastayı ilk kez 20 aylıkken iki ay önce başlayan ismi çağırılınca bakmama, komutlara uymama, göz kontağı kurmama, konuşmasında bozulma şikayetleri nedeni ile çocuk ve ergen ruh sağlığı ve hastalıkları polikliniğine getirmişti. Hastanın ruhsal durum muayenesinde göz kontağının az olduğu, ismi söylendiğinde bakmadığı, tekrarlayıcı şekilde herşeye “cici baba” dediği, aşırı hareketli ve ortak dikkatinin kısıtlı olduğu görüldü. Hastanın stereotipik davranışları, sosyal etkileşim ve iletişim becerilerinde yaşıtlarına göre gerilik olması nedeni ile “otizm spektrum bozukluğu” ön tanısı ile hasta takibe alındı. Hastanın nöromotor ve psikososyal gelişimi detaylı incelendiğinde erken gelişim alanlarının tümünde kritik dönemleri zamanında geçtiği görüldü. Hastanın şikayetleri başlamadan önce 5-6 kelime ile konuştuğu, ismi ile çağırıldığında baktığı, streotipik davranışlarının olmadığı, babası ve kardeşleri ile oyunlar oynadığı öğrenildi.. Değiştirilmiş-Erken Çocukluk Dönemi Otizm Tarama Ölçeğinde (M-CHAT) belirleyici olan 7 kritik maddenin 7’sinde başarısız olmuştu ve hasta “Otizm Tanısı Alma Riski Olan” çocuklar grubunda değerlendirildi. Hastanın ayırıcı tanı süreci devam ederken vakit kaybetmemek amacıyla hasta bireysel eğitime yönlendirildi. Ayrıcı tanı süreci devam ederken hasta 36 aylık iken bireysel eğitim almaya başladı. Ayırıcı Tanı Süreci Çocuk nöroloji polikliniği takipleri sırasında uykuda çekilen non-invaziv video EEG incelemesi, kulak burun boğaz hastalıkları tarafından yapılan BERA Testi (İşitsel beyin sapı cevabı) ve Flash VEP testi (Gör¬sel Uya¬ran Ce¬va¬bı), kranyal MR ve MR spektroskopi sonuçları normaldi. Çocuk metabolizma polikiliniği muayenelerinde ve hematolojik incelemelerde hastanın demir eksikliğine bağlı hiporokrom mikrositer anemisi olduğu görüldü (HGB: 11.20 g/dL, HCT:%33.10, MCV:76.20 fL, MCH:25.70 pg, RDW:%18.5, Ferritin: 15.1 ng/mL). Hastaya demir takviyesi başlandı. Ayrıca üre (50 mg/dL), kan üre azotu (23 mg/dL), AST (34 IU/L) ve LDH (388 IU/L) düzeyleri yüksekti. Diğer hemogram ve biyokimyasal parametreler normal sınırlardaydı. Araştırılan bir çok metabolik hastalık belirteçlerinde ise herhangi patolojik bulgu saptanmazken idrarda ICP-MS (Inductively Coupled Plasma – Mass Spectrometer) yöntemiyle bakılan ağır metal incelemesinde kurşun düzeyi 51,5 ug/g çıktımıştı (referans aralığı< 5 ug/g). 113 26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 13-16 Nisan 2016/İZMİR Son Ruhsal Durum Muayenesi ve Kesin Tanı Hastanın bir yıllık bireysel eğitimden sonra yapılan poliklinik kontrolünde ismi söylendiğinde baktığı, annesinin kucağında oturabildiği, doktoru ile oyuncak arabayla “araba oyunu” oynadığı, yürürken annesinin ve doktorunun elini tutarak yürüdüğü, akvaryumda gördüğü balıklara ilgi gösterdiği ve bu ilgisini annesi ve doktoru ile paylaştığı, oyuncakları toplaması söylendiğinde gösterilen yere oyuncakları topladığı, belirgin göz kontağı kurduğu ve jest-mimikleri ile duygusal tepkiler verdiği görüldü. Bu bulgular ışığında otizm spektrum bozukluğunun çekirdek kriterlerini karşılamamaktaydı. Hastada klinik olarak diğer organik/metabolik nedenler ekarte edildikten sonra uzun süreli kurşun maruziyeti ile ortaya çıkan bilişsel ve davranışsal belirtiler nedeni ile “Başka Bir Sağlık Durumuna Bağlı Tanımlanmış Diğer Bir Ruhsal Bozukluk” ve “Genel Gelişim Gecikmesi ” tanısı konuldu. Daha sonra aileye kurşun maruziyeti ve korunma yöntemleri hakkında eğitim verildi. Hastaya metabolizma polikliniğinde şelasyon tedavisi başlandı. Bireysel eğitime devam etmesine ve rutin olarak çocuk ve ergen ruh sağlığı polikliniğinde takip edilmesine karar verildi. Hastanın psikofarmakolojik destek almasına gerek görülmedi. SONUÇ Otizm spektrumu ayırıcı tanısında kurşun veya diğer ağır metal intoksikasyonları akılda tutulmalıdır. Diğer taraftan ağır metal maruziyetinin otizmin etyolojisindeki yeri ile ilgili çalışmalara ağırlık verilmesi gerekmektedir. Ayrıca kurşunun nörotoksik etkisine bağlı ortaya çıkan bilişsel ve davranışsal bozulmalar için erken dönemde başlanan bireysel eğitim bu belirtilerin düzelmesine katkı sağlayabileceği söylenebilir. P2/KİT UYGULANAN ÇOCUK VE ERGENLERDE PSİKOPATOLOJİ YAYGINLIĞI Gülseren TAŞKIRAN1 ,Aslı Sürer ADANIR2 ,Mihriban AY2 ,Esin ÖZATALAY2 , 1 Antalya Eğitim ve Araştırma Hastanesi, Antalya, 2Akdeniz Üniversitesi Tıp Fakültesi Dumlupınar Bulvarı Kampus, Antalya, Bu çalışmada çeşitli patolojiler nedeniyle Kemik İliği Transplantasyonu (KİT) uygulanan çocuk ve ergenlerde psikopatoloji yaygınlığının değerlendirilmesi amaçlanmıştır. Akdeniz Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi Kök Hücre Transplantasyon Ünitesi’nde nakil olmuş ve KİT sonrası en az ikinci ayını doldurmuş 5-18 yaş arası 27 çocuk ve ergen çalışmaya dahil edilmiş, psikopatoloji prevalansı yarı-yapılandırılmış bir görüşme aracı olan K-SADS ile değerlendirilmiştir. Hasta grubunda genel olarak anksiyete bozukluğu tanısının sağlıklı kontrollerden daha yüksek oranda görüldüğü saptanmıştır (p<0,05). Major depresyon, DEHB, dışa atım bozuklukları, tik bozuklukları ve özgül fobi bakımından ise iki grup arasında oluşan farklılıklar istatistiksel olarak anlamlı bulunmamıştır. P3/KİT Uygulanan Çocukların Annelerinde Psikopatoloji Yaygınlığının Ve Psikopatolojinin Çocuğun Primer Hastalığı İle İlişkisinin Değerlendirilmesi Aslı Sürer ADANIR1 ,Gülseren TAŞKIRAN2 ,Esin ÖZATALAY1 ,Zehra Ece RANDA1, 1 Akdeniz Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Psikiyatri ABD Antalya , 2Antalya Eğitim Araştırma Hastanesi Antalya , Amaç:Bu çalışmada çeşitli patolojiler nedeniyle Kemik İliği Transplantasyonu (KİT) uygulanan çocukların annelerinde psikopatoloji yaygınlığının saptanması ve psikopatolojinin çocuğun primer hastalığı(malign-malign olmayan) ile ilişkisinin değerlendirilmesi amaçlanmıştır. Yöntem ve gereçler: 114 26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 13-16 Nisan 2016/İZMİR Akdeniz Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi Kök Hücre Transplantasyon Ünitesi’nde nakil olmuş ve enaz ikinci ayını doldurmuş 5-18 yaş arası 27 çocuk ve anneleri çalışmaya dahil edilmiştir. Çocuklardan 7’si malign, 20’si malign olmayan hastalıklar nedeniyle KİT olmuştur. KİT sonrası birincil hastalığın relapsı ve genel durumun enfeksiyon, GVHD veya diğer komplikasyonlar nedeniyle kötü olması dışlanma kriteri olarak kabul edilmiştir. Yaş ve cinsiyet açısından eşleştirilmiş 28 çocuk ve annesi de kontrol grubunu oluşturmuştur. Sosyodemografik veriler oluşturulan forma kaydedilmiş, psikopatoloji 5 dereceli Likert tipi 90 maddeden oluşan bir özbildirim ölçeği olan Ruhsal Belirti Tarama Listesi (SCL90) ile değerlendirilmiştir. Bulgular: Hasta çocukların ebeveynlerinin eğitim ve gelir düzeylerinin daha düşük olmasının dışında olguların demografik özellikleri arasında istatistiksel olarak fark bulunmamıştır. Hasta grubu ile sağlıklı kontrollerin annelerinin psikiyatrik belirtileri (SCL-90 puanları) karşılaştırıldığında hasta çocukların annelerinin anksiyete, obsesyon, kişiler arası duyarlılık ve fobi belirtilerinin sağlıklı çocukların annelerinden anlamlı olarak yüksek olduğu ve psikiyatrik belirtiler nedeniyle daha fazla sıkıntı duydukları (genel semptom indeksi) gözlenmiştir. Anne yaşı, hastalık başlangıç süresi ve odada kalış süresi arasında ilişkili gözlenmezken, nakil sonrası geçen süre ile annelerdeki somatizasyon semptomları arasında pozitif anlamlı ilişki gözlenmiştir (r=0,448 p=0,028). Hasta grubu malign ve malign olmayan hastalıklar olarak iki gruba ayrıldığında, annelerin ruhsal belirtileri açısından malign hastalığı olan çocukların anneleriyle sağlıklı çocukların anneleri arasında fark gözlenmezken, malign olmayan hastalığı olan çocukların annelerinin kontrol annelere göre anksiyete, obsesyon, kişiler arası duyarlılık, paranoid, fobi ve genel belirti indeksindeki puanlarının daha yüksek olduğu görülmüştür. Tartışma: KİT, tedavi yaklaşımındaki hızlı gelişim ve gittikçe artan hayatta kalım oranlarına rağmen halen ölümcül yan etkiler ve kalıcı olabilen fiziksel sekellerle sonuçlanabilmektedir. Bunların yanında çocuğu ve ebeveynlerini uzun süreli hastanede yatış, çevreden izolasyon, maddi yetersizlikler gibi baş etmesi güç psikososyal zorluklarla da karşı karşıya bırakır. Anneler için transplantasyonun örseleyici etkisi daha yoğun olabilir. Genellikle anneler KİT sırasında çocuğun temel bakımından sorumludurlar, ayrıca bir yandan evdeki diğer çocukları için endişelenirken, diğer yandan maddi zorluklar ve transplantasyon sırasında oluşan stresli olaylarla baş etmek zorunda kalırlar. Bu dönemde en sık bildirilen psikiyatrik bozukluklar anksiyete bozuklukları, depresyon ve PTSB’dur. Bizim çalışmamızda; hasta çocukların annelerinde anksiyete, obsesyon, kişiler arası duyarlılık, fobi belirtilerinin ve bunlardan duyulan sıkıntı hissinin (genel belirti indeksi) sağlıklı çocukların annelerinden anlamlı olarak daha fazla olduğu görülmüştür. Depresyon, somatizasyon, öfke, psikotik ve paranoid belirtiler ise her iki grupta benzer oranlarda gözlenmiştir. Gelir düzeyinin düşüklüğü ile anksiyete, obsesyon, depresyon, kişiler arası duyarlılık, psikoz, öfke, fobi ve genel belirti indeksi skorlarının ilişkili olduğu da izlenmiştir. Çalışmaya nakil sonrasında genel durumu iyi olan çocukların seçilmiş olmasından dolayı ebeveynlerin başarılı bir nakil sonucunda umutlu oldukları göz önüne alındığında depresif belirtilerin kontrol grubunda gözlenene yakın çıkması şaşırtıcı olmayabilir. Çocuklarının bakımında göstermek zorunda kaldıkları titizlik ve sürekli çocukların sağlığıyla ilgili kaygı yaşıyor olmaları da bu annelerin daha fazla anksiyete, obsesyon, kişiler arası duyarlılık ve fobi gibi anksiyete bulgularının yüksekliğini açıklayabilir. Ayrıca hasta grubu malign ve malign olmayan grup olarak sınıflandırılmış ve bu iki grup ile sağlıklı kontroller birbirleriyle karşılaştırıldığında, malign hastalığı olan çocukların anneleriyle sağlıklı çocukların anneleri arasında fark gözlenmezken, malign olmayan hastalığı olan çocukların annelerinin kontrol annelere göre anksiyete, obsesyon, kişiler arası duyarlılık, paranoid, fobi ve genel belirti indeksindeki puanlarının daha yüksek olduğu görülmüştür. Bu durum, daha önce hiç kemoterapi almayan ve akut yaşamı tehdit edici tıbbi durumlarla malign hastalara kıyasla çok daha nadir karşılaşan anemilerde (Başta Talasemi olmak üzere diğer anemiler) KİT’in daha örseleyici olması ile 115 26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 13-16 Nisan 2016/İZMİR ilişkilendirilebileceği gibi, malign olmayan hastalığın erken yaşta bulgu veren, genetik olabilen ve uzun süren kronik seyri ile de ilişkili olabilir. Öneriler: Çocukta kronik hastalık ve düşük sosyoekonomik durum psikopatoloji riskini arttırmaktadır. Özellikle riskli grupta bakım veren ebeveynin psikiyatrik yönden de izlenmesi ve medikal desteğin psikososyal destekle kombine edilmesi gereklidir. P4/Oyuna Adanmış Yaşam: Bir Olgu Sunumu Üzerinden İnternet Oyun Oynama Bozukluğuna Kısa Bir Bakış Aslı Sürer ADANIR1 ,Hicran DOĞRU1 ,Esin ÖZATALAY1 , 1 Akdeniz Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Psikiyatri ABD, Antalya, , Giriş: Oyun, insanlık tarihi boyunca tüm kültürlerde var olmuş bir olgudur. İnternet ile birlikte, özelliklere çocuklara ve gençlere hitap eden yeni bir oyun alanı ortaya çıkmış ve internet oyunları hızla yaygınlaşmıştır. Çalışmalarda Internet oyunları oynayanların bir kısmında madde bağımlılığına benzer semptomların gözlenmesi nedeniyle Internet Oyun Oynama Bozukluğu (IGD: Internet Gaming Disorder) adı altında DSM V’in ileri araştırmalar gerektiren durumların sınıflandığı 3. bölüme dahil edilmiştir. Olgu sunumu: 12 yaş 7 aylık erkek hasta. Kliniğimize hırsızlık suçu nedeniyle adli vaka olarak değerlendirilmek üzere gönderilmiş. Kendisinden ve aileden alınan öyküden arkadaşının ikinci kattaki evine pencereden izinsiz girdiği ve arkadaşına ait bilgisayarın monitörünü aldığı anlaşıldı. Öykü derinleştirildiğinde sakin, uyumlu ve okulda başarılı bir çocuk olduğu, zor arkadaş edindiği ve okulda “sessiz, içe dönük” şeklinde nitelendirildiği, tek yakın arkadaşının evine girdiği komşunun oğlu olduğu öğrenildi. Söz konusu arkadaşı ile bir yıldır çevrimiçi bir rol play oyunu oynuyorlarmış. Anne oyuna ayırdığı sürenin gittikçe arttığını, bu nedenle okulla ilgili sorumluluklarını ihmal ettiğini, kardeşleri ile hiç vakit geçirmediğini, iyice içe kapandığını, sorulara cevap vermekten bile kaçındığını, zaman zaman yemek yemeyi ve uyumayı unuttuğunu, engellendiği zaman ise hırçınlaştığını ve ağlama ataklarının olduğunu ifade ediyor. Tüm bu yakınmalarla aile oyunu çocuğun bilgisayarından silmiş. Sonrasında oyundan uzak kalmanın sıkıntısına katlanamayan olgu, komşunun evine, üstelik de 2. kattan düşme riskini göze alarak girmiş ve ironik bir şekilde kasayı değil, oyunun yüklü olduğunu düşündüğü monitörü alıp eve getirmiş. Komşu evine girildiğini fark edince polisi aramış ve olguya ulaşılmış. Klinik görüşmede ve uygulanan psikometrik ve projektif testlerde çocuğun yaşına uygun zihinsel ve fiziksel gelişim gösterdiği, sözkonusu olay nedeniyle tedirgin olduğu ve utandığı, göz teması kurmada ve sürdürmede zorlandığı gözlendi. Düşünce içeriğinde ileriye dönük kaygı, değersizlik ve suçluluk temalarının belirgin olduğu, benlik saygısının düşük olduğu izlendi. Bu bulgularla olguya IGD ve komorbid depresyon ön tanısı ile SSRI tedavisi başlandı ve yakın takip planlandı. Tartışma: IGD araştırmacılar için popüler bir konu olmasına rağmen hakkında bilinenler kısıtlıdır. DSM V bozukluğu yoğun ve tekrarlayıcı şekilde, sıklıkla başka oyuncularla birlikte oyun oynamak için internet kullanımı olarak tanımlamıştır. Bu haliyle, internetin iş, eğlence ya da cinsel amaçlı kullanımından, patolojik kumar bozukluğundan farklıdır. Yoğun ve uzamış oyun oynama davranışı, oyun oynama üzerindeki oto denetimin yitimi, tolerans gelişimi, engellenmeye ajitasyon ve öfke ile tepki verme, okul, ev ve işle ilgili sorumlulukların ve yakın ilişkilerin ihmali, yemek yemeyi ve uykuyu erteleme gibi bir dizi bilişsel ve davranışsal belirti ile seyreder. Tanımlanan 9 kriter madde bağımlılığı ve patolojik kumar oynama kriterleri ile büyük oranda örtüşmekte ve tanı için son 12 ayda en az 5 kriterin karşılanması ve klinik olarak işlevsellikte anlamlı bozulmaya yol açması gerekmektedir. 116 26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 13-16 Nisan 2016/İZMİR DSM V’den önce yapılan çalışmalarda bildirilen yaygınlık oranlarının çalışmanın dizaynına göre % 0,5 ile 6 arasında değişiklik göstermekte, erkek cinsiyet ve küçük yaş risk faktörü olarak bildirilmektedir. Bunların dışında IGD pek çok kişilik özelliği ve depresyon, DEHB gibi mental bozukluklar ile ilişkilendirilmiştir. Alkol, tütün ve madde kullanımı ile ilişkisini değerlendiren çalışmalar ise kısıtlıdır ve çelişkili sonuçlar bildirmektedirler. Takip edilenlerin % 14-50’sinin zaman içinde tam remisyon geliştirdiği, % 50-86’sında ise bozukluğun devam ettiği bildirilmiş ve bozukluğun devamı okul başarısızlığı, aile içi zayıf ilişkiler ve süreç esnasında ortaya çıkan ya da kötüleşen mental hastalıklar ile ilişkili bulunmuştur. Tedavisinde önerilen, öncelikle eşlik eden komorbid durumun tedavi edilmesidir. BDT’nin de etkin olduğu bildirilmektedir. Günümüzde, her evde internete bağlanabilen birkaç mobil cihaz olduğu düşünüldüğünde, önümüzdeki yıllarda örnek olguda olduğu gibi özellikle teknolojiyle ilişkisi daha belirgin ve dürtüselliği daha fazla olan çocuklar, adolesanlar ve genç erişkinlerde internet bağımlılığı ve daha spesifik olarak IGD’nin sıkıntı yaratmaya artarak devam edeceği açıktır. Bu konuda yapılacak ileri çalışmalara ihtiyaç vardır. P5/Dikkat Eksikliği Hiperaktivite Bozukluğu Olan Çocuklarda Trombosit Endekslerinin Bakılması Mehmet KARADAĞ1 ,Cem GÖKÇEN1,Sinan AKBAYRAM2 , 1 Gaziantep Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk ve Ergen Psikiyatrisi Anabilim Dalı, 2Gaziantep Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Hematoloji Bilim Dalı, Giriş:Platelet indeksleri, platelet sayısı, platelet dağılım genişliği (PDW), ortalama platelet hacmi (MPV) ve platelet crit (PCT) tam kan sayımı (CBC) ile rahatlıkla ölçülebilir. Sayısız klinik çalışmada artmış MPV nin akut miyokard enfarktüsü ile ilişkili olduğu gösterilmiş ve MPV’nin kardiyovasküler hastalığı olanlarda güçlü bir prognostik biyomarker olarak kullanılabileceği söylenmiştir. Ayrıca hiperkolestrolemi, hipertansiyon (HT), obezite, sigara ve diabetus mellitus (DM) gibi koroner risk faktörü olan hastalarda MPV’ nin daha yüksek görüldüğü iddia edilmektedir. Bu gözlemler bu risk faktörlerinin koroner kalp hastalıklarını ortak bir mekanizma ile arttırdığını akla getirmektedir. Ayrıca geçen yıllarda yetişkinlerde toplam platelet kütlesini gösteren PCT nin kardiyovasküler hastalıklar ile yakından ilişkili olduğu gösterilmiştir. Biz bu çalışmada Dikkat Eksikliği Hiperaktivite Bozukluğu (DEHB) olanlar ile sağlıklı kontrol gruplarında platelet indekslerini incelemeyi amaçladık. Yöntem:Çalışmaya Gaziantep Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk ve Ergen Psikiyatrisine başvuran yaşları 6-16 arasında olan, DSM-5 tanı kriterlerine göre Dikkat Eksikliği Hiperaktivite Bozukluğu tanısı konulan ve daha önce ilaç kullanmamış 47 hasta alınmıştır. Kontrol grubu olarak Gaziantep Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk ve Ergen Psikiyatrisine başvuran yaşları 6-16 arasında olan, fiziksel ve zihinsel herhangi bir hastalığı olmayan 50 sağlam çocuk alınmıştır. Epilepsi, otizm, organik beyin hasarı, psikotik bozukluk, davranış bozukluğu, yüksek kan basıncı ve hipertansiyon, hiperkolestrolemi, herhangi bir akut veya kronik fiziksel rahatsızlığı olan, bir önceki ay herhangi bir sebeple ilaç kullanan çocuklar çalışma dışı bırakılmıştır. Yazılı bilgilendirilmiş onam formu tüm ebeveynlerden alınmıştır. Çalışma kurumumuzun etik kurulundan onay almıştır. Hastaların ve kontrol grubunun sosyodemografik bilgileri dosya taraması ile elde edilmiştir. Tanı anındaki Trombosit sayısı, MPV(Ortalama Trombosiz Hacmi) dahil tam kan sayımı ve PDW değerleri bilgisayarlı hasta veri tabanı kullanılarak toplanmıştır. İstatiksel analiz için SPSS 18.00 kullanılmıştır. Tüm veriler ortalama Standard Sapma ve minimum maksimum değerler olarak ifade edilmiştir. Değişkenleri karşılaştırmak için kullanılan Bağımsız İki Grup Arası T testi, hasta ve kontrol grubu arasında normal dağılım verdi. Bütün karşılaştırmalarda p<0.05 istatistiksel olarak anlamlı kabul edildi. Sonuç:Çalışmaya toplamda 47 DEHB’li hasta (30 erkek, 17 kız) ve 50 sağlıklı kontrol(27 erkek, 23 kız) alındı. DEHB’li hastaların yaş ortalaması 10 ± 2.8 dir. Gruplar yaş ve cinsiyet açısından benzerdir. Platelet sayıları, MPV, PDW ve PCT değerleri DEHB’li hastalarda control grubuna gore daha yüksek saptanmıştır. MPV, PDW ve PCT değerlerinde gruplar arasında önemli farklılıklar saptanmıştır. (p<0.001) 117 26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 13-16 Nisan 2016/İZMİR Tartışma:Bizim bilgilerimize göre tombosit sayısı, PDW, MPV ve PCT değerlerinin de dahil olduğu trombosit endeksleri çocuk DEHB’li hastalarda daha önce değerlendirilmemiştir. Bizim çalışmamız trombosit sayısı, MPV, PDW ve PCT değerlerinin DEHB’li grupta sağlıklı kontrollerle karşılaştırıldığından daha yüksek olduğunu göstermiştir. Dahası MPV, PDW ve PCT değerlerinde gruplar arasında önemli farklılıklar saptanmıştır. (p<0.001) Bununla beraber DEHB’lilerde artmış trombosit endekslerinin etkisi ve nedeni belirsizliğini koruyor. Diğer çalışmalar artmış MPV değerinin kardiyovasküler risk ile ilişkili olduğunu göstermiştir. Biz inanıyoruz ki, ileride DEHB tanısı alan çocuklarda kardiyovasküler risk açısından trombosit sayısı, MPV, PDW, PCT değerleri takip edilebilir. Ancak bu çalışma retrospektif olduğundan, DEHB’li çocuklar ile çocukluk çağı kardiyovasküler hastalıkları arasındaki ilişkiyi açıklamak için farklı çalışma türleri ve daha büyük hasta sayılarıyla çalışılması gerekmektedir. P6/Dikkat Eksikliği ve Hiperaktivite Bozukluğu Olan Ergenlerde İnternet Bağımlılığının Özsaygı İle İlişkisi Özlem Kahraman1 ,Esra Demirci1 ,Sevgi Özmen1, 1 Erciyes Üniv. Çocuk Psikiyatri A.B.D/ Kayseri, Giriş: Dikkat Eksikliği ve Hiperaktivite Bozukluğu (DEHB) erken çocukluk çağında dikkatsizlik, aşırı hareketlilik ve dürtüsellikle kendini gösteren, çocukluk çağının en sık rastlanan gelişimsel nöropsikiyatrik bozukluğudur. DEHB’li çocuklardaki zayıf nörokognitif beceriler, zayıf sosyal yetenekler, davranışsal disinhibisyon ve acil ödül tercihinin internet bağımlılığı için risk faktörlerini oluşturduğu ileri sürülmektedir. İnternet bağımlılığı, internetle ilgili aşırı zihinsel uğraş, internet kullanımını sınırlayamama bulgularıyla öne çıkan; işlevselliği bozan bir bozukluktur. Ergenlerin internet bağımlılıkları üzerinde benlik saygısının rolünün araştırıldığı çalışmalarda, benlik saygısının önemli ölçüde ve olumsuz olarak internet bağımlılığıyla ilişkili olduğu sonucuna ulaşılmıştır. Barkley’e göre, DEHB’li çocuklar uygun sosyal becerileri öğrenme girişimlerinde bulunurken akranları tarafından kabul edilmedikleri için kafaları karışır ve bu durum çoğunlukla onların olumsuz benlik kavramı geliştirmelerine neden olur. Bu çalışmada DEHB’li ergenlerde internet bağımlılığı ile öz saygı ilişkisinin değerlendirilmesi amaçlanmıştır. Yöntem: Araştırma 2014 ve 2015 yıllarında Erciyes Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı Polikliniğinde gerçekleştirildi. DSM IV TR tanı ölçütlerine göre DEHB tanısı ile takip edilen, 12-18 yaş aralığında, bilişsel olarak çalışmada kullanılacak ölçekleri ve yönergeleri anlayacak düzeyde olan 111 hasta çalışmaya dahil edildi. Bilinen nörolojik bozukluğu olan, KOKGB, tik bozukluğu ve eliminasyon bozuklukları dışında komorbid psikiyatrik tanısı olan hastalar çalışmaya dahil edilmedi. Kontrol grubu olarak 12-18 yaş aralığında, yapılan psikiyatrik görüşme ile herhangi bir psikopatolojisi saptanmayan, bilinen nörolojik hastalığı bulunmayan sağlıklı 108 ergen alındı. Çalışma için Erciyes Üniversitesi Tıp Fakültesi Etik kurulundan onay alındı. Çalışma kriterlerini karşılayan ergenler ve aileleri araştırmacı tarafından çalışma ile ilgili bilgilendirilerek çalışmaya katılmayı kabul ettiklerine dair yazılı onamları alındı. Araştırma kapsamındaki ergenlerden Sosyodemografik Veri Formu, İnternet Bağımlılık Ölçeği (İBÖ) ve Rosenberg Benlik Saygısı Ölçeğini doldurmaları istendi. Katılımcıların ebeveynlerinden Atilla Turgay Çocuk ve Ergenlerde Davranım Bozuklukları için DSM IV’e Dayalı Tarama ve Değerlendirme Ölçeğini doldurmaları istendi. Veriler SPSS paket programında değerlendirildi. Verilerin normal dağılım gösterip göstermediği Shapiro-Wilk testi ile incelendi. Verilerdeki kategorik değişkenlerin kıyaslanmasında Ki Kare Testi kullanıldı. Normal dağılmayan veriler için iki grup karşılaştırmasında Mann-Whitney U testi, ikiden fazla grup içeren karşılaştırmalarda Kruskal-Wallis Analizi kullanıldı. Tüm analizler için istatistiksel anlamlılık düzeyi p<0,05 olarak alındı. Sonuçlar: Hasta ve kontrol grubu arasında cinsiyet ve yaş açısından anlamlı fark bulunmadı. Gruplar arasında ebeveynlerin yaşları ve sosyodemografik verileri değerlendirildiğinde, gruplar arasında istatistiksel olarak anlamlı fark bulunmadı. Kontrol grubu ile kıyaslandığında DEHB grubunda; İBÖ 118 26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 13-16 Nisan 2016/İZMİR yoksunluk, kontrol güçlüğü, işlev bozukluğu, sosyal izolasyon alt ölçekleri puanları ve İBÖ toplam puanı istatistiksel olarak anlamlı yüksek bulundu (p=0.007, 0.000, 0.008, 0.000, 0.000). Gruplar arasında özsaygı düzeyleri kıyaslandığında; DEHB ve kontrol grupları arasında istatistiksel olarak anlamlı fark saptandı. DEHB grubunun özsaygı düzeylerinin en çok ‘orta’, kontrol grubunun en çok ‘yüksek’ düzeyde olduğu bulundu. ‘Düşük’ özsaygı düzeyi yüzde olarak DEHB grubunda kontrol grubuna göre anlamlı yüksekti (p=0.020). DEHB grubunda alt tipler (Dikkat eksikliği baskın, Hiperaktivite baskın ve Bileşik tip DEHB) arasında İBÖ toplam puan ve Rosenberg Benlik Saygısı düzeyleri değerlendirildiğinde istatistiksel anlamlı fark bulunmadı. DEHB ve kontrol grubunda Rosenberg Benlik Saygısı ile İBÖ toplam puanı değerlendirildiğinde; her iki grupta da ‘düşük’ benlik saygısı düzeyinde ‘orta’ ve ‘yüksek’ benlik saygısı düzeyine göre İBÖ toplam puanı istatistiksel anlamlı yüksek bulundu (p=0.001, 0.000). Tartışma: Bu çalışmada DEHB ve kontrol grubunda İBÖ Toplam puanı ile Rosenberg Benlik Saygısı düzeyi arasında negatif korelasyon olması, düşük özsaygı ile internet bağımlılığı ilişkisini ortaya koymaktadır. Düşük özsaygının internet bağımlılığı öncesinde olup olmadığı ya da sonrasında gelişip gelişmediği bilinmemektedir. Ayrıca DEHB grubunda kontrol grubuna oranla İBÖ alt ölçek ve toplam puanlarının anlamlı yüksek olması DEHB’nin internet bağımlılığı gelişimi için özsaygıdan bağımsız bir risk faktörü olabileceğini düşündürmektedir. P7/Pregabalin Kötüye Kullanımı: Olgu Sunumu Filiz UÇAR 1 ,Neriman KESİM2 , Koray M.Z. KARABEKİROĞLU1 ,Cansu Çobanoğlu1 ,Filiz UÇAR2 ,Mahmut MÜJDECİ1 ,Murat YÜCE2 , 1 Ondokuz Mayıs Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı Ve Hastalıkları Anabilim Dalı, Samsun. , 2samsun ondokuz mayıs üniversitesi çrs polikliniği , Giriş: Pregabalin bir analjezik, antikonvülzan ve anksiyolitik etkisi olan gama-aminobutirik asit (GABA) analoğudur. Voltaj duyarlı kalsiyum kanallarını bloke ederek ağrı yolaklarında ve anksiyete yolaklarında glutamat vb. nörotransmitterlerin salınmasını azaltmaktadır. Pregabalinin yaygın anksiyete bozukluğu (YAB) hastalarında anksiyete semptomlarında etkili olduğu bildirilmektedir. Son zamanlarda pregabalin ile ilgili kesilme sendromları, kötüye kullanım ve bağımlılık bildirilmektedir. Bu olgu sunumunda menstruasyon ağrısı için başladığı pregabalini anksiyolitik nedenle kullanmaya devam eden ve bırakma güçlüğü yaşayan bir olgu aktarılacaktır., Olgu:17 yaşında, kız hasta “pregabalin kullanımını bırakmak istemesi” nedeni ile polikliniğimize başvurdu. Daha önce herhangi bir şikayeti olmayan hastanın üç yıl önce psikososyal bir stres faktörü sonrasında “moral bozukluğu, içe kapanıklık, isteksizlik, uykuya dalmakta güçlük çekme, gün içinde uykuluk hali, halsizlik, iştahsızlık, ailesi ile ilgili kaygı duyma, takip edildiğini düşünme” şikayetleri başlamış. Hastamız aynı dönemde mens zamanlarında olan ağrıları için annesinin kullandığı pregabalini kullandığında psikiyatrik şikayetlerine iyi geldiğini farketmiş. Pregabalin kullandığında kendini daha enerjik hissediyor, iştahı artıyor, uykuya daha rahat dalıyor ve ailesi ile ilgili kaygıları azalıyormuş. İlacın şikayetlerinde azalmaya neden olduğunu farketmesiyle birlikte hastamız günde bir kez kullanmaya başlamış. Fakat zamanla günde bir kez almasına rağmen şikayetleri geçmemesi üzerine ilacın dozunu (ort:2400-3300 mg) giderek artırmış. Fakat ilaç almadığı dönemlerde “mide bulantısı, terleme, titreme, çarpıntı, uykusuzluk, bacaklarında uyuşma ve kasılma” şikayetleri oluyomuş. Hasta polikliniğimize başvurduğunda en son iki gün önce ilacı kullanmıştı. Hastamızda “çenesinde kasılma ve ağrı, uykusuzluk, çarpıntı, mide bulantısı, mutsuzluk, halsizlik-yorgunluk, içe kapanıklık” şikayetleri mevcuttu. Mevcut bulgularla hastaya DSM 5’e göre yaygın anksiyete bozukluğu, major depresif bozukluk, madde kullanım bozukluğu tanıları konuldu. Hastaya lorazepam 1 mg, olanzapin 5 mg ve sertralin 25 mg başlandı. İlaçlar başlandıktan 1-2 gün sonra hastanın pregabalin geri çekilme semptomları ortadan kalktı. Bir hafta sonraki poliklinik kontrolünde hasta pregabalin kullanımını sonlandırdığını, pregabalin 119 26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 13-16 Nisan 2016/İZMİR kullanma isteğinin olmadığını, kaygılarının ve depresif semptomlarının azaldığını ifade etti. On beş gün sonraki kontrolünde ise lorazepam kesildi. Tartışma: Bu olgu sunumunda yaygın anksiyete bozukluğu ve majör depresif bozukluk tanıları olan, mens ağrısı için pregabalini denemesiyle pregabalinin anksiyete azaltıcı ve öforizan etkilerini fark eden ve bu ilacın kullanımını sürdüren bir olgu sunulmuştur. Altta yatan psikiyatrik bozukluklar açısından pregabalinden fayda görmüş olması hastamızda bağımlılık gelişimini kolaylaştırdığı düşünülmüştür. Aldığı pregabalin dozu zamanla şikayetlerinde azalmaya neden olmaması üzerine ilacın dozunu giderek artırmıştır. İlacı bırakmayı denemiş fakat yoksunluk belirtileri ile başedemediği için ilacı bırakamamıştır. Almanya İlaç ve Tıbbi Cihazlar Federal Enstitüsü pregabalinle ilgili 55 olgu bildirimi yapmıştır. Bu vakaların %80’inde pregabalin bağımlılığı, %20’sinde pregabalin kötüye kullanımı olduğu, %32.7’sinde ise çekilme belirtilerinin görüldüğü bildirilmiştir. Ayrıca 2010 yılında yayınlanan İsveç Ulusal Advers İlaç Reaksiyonları Kayıtları’nda 198 ilaç bağımlısı veya kötüye kullanım vakasının 16 tanesinin pregabalin ile ilişkili olduğu gösterilmiştir. Pregabalinin 150 mg üzerindeki dozlarda kullanımının kesilmesiyle çekilme semptomları görülme riski vardır. Anksiyete, huzursuzluk, irritabilite, uykusuzluk, baş ağrısı, mide bulantısı, diyare gibi çekilme semptomları görülebilir. Pregabalinin öforizan etkisi plaseboya göre daha fazla görülmektedir. Pregabalinin kötüye kullanım riskini bu öforizan etkinin artırdığı düşünülmektedir. Sonuç olarak pregabalin kullanımında tolerans, bağımlılık, kötüye kullanım ve kesilme semptomları gelişimi açısından dikkatli olunmalıdır. P8/Konjenital Adrenal Hiperplazi ve DEHB, OSB Komorbiditesi: Olgu Sunumu Cansu ÇOBANOĞLU1 ,Filiz UÇAR1 ,Mahmut MÜJDECİ1,Murat YÜCE1 ,Emre ÜRER1 ,Mahmut MÜJDECİ1, 16 Ondokuz Mayıs Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kliniği Atakum/Samsun, Konjenital Adrenal Hiperplazi ve DEHB, OSB Komorbiditesi: Olgu Sunumu Cansu Çobanoğlu 1, Filiz Uçar 1, Mahmut Müjdecİ 1, Murat YücE 1 1.Ondokuz Mayıs Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı Ve Hastalıkları Anabilim Dalı, Samsun. Giriş: Konjenital adrenal hiperplazi (KAH), adrenal kortekste kortizol sentezi için gerekli olan beş enzimden birinin eksikliğine bağlı olarak gelişen bir hastalık grubudur. KAH’da kortizol eksikliğiyle birlikte androjen fazlalığı vardır. Prenatal gelişim boyunca maruz kalınan androjen seviyeleri beyin bölgelerini kalıcı bir şekilde etkilemektedir. Beyin gelişiminin bu duyarlı zaman diliminde androjenlere maruz kalması davranışsal değişikliklere neden olmaktadır. Bazı araştırmacılar otizm spektrum bozukluğu (OSB), dikkat eksikliği hiperaktivite bozukluğu (DEHB), Tourette sendromu gibi erkek cinsiyette daha sık görülen bazı psikiyatrik bozukluklarda androjenlerin sorumlu olduğunu düşünmüşlerdir. Bu olgu sunumunda 21-hidroksilaz eksikliği ile giden bir KAH olgusunda OSB ve DEHB komorbiditesi tartışılacaktır. Olgu: 10 yaşında, 5.sınıf öğrencisi, ailesiyle yaşayan kız hasta ilk defa polikliniğimize beş yaşındayken aşırı hareketlilik, yerinde duramama, sürekli enerjik olma, çok konuşma, oyuncaklarını savurma, akranlarıyla ilişkilerinde problem, erkek oyunlarını ve oyuncaklarını tercih etme şikayetleriyle getirildi. Annesiyle yapılan görüşmede doğumdan sonra 21-hidroksilaz eksikliği ile giden KAH tanısı konulduğu, yürümeye bir yaşında başladığı, ilk sözcüklerini on aylıkken söylediği, iki kelimelik cümle kurmaya iki 120 26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 13-16 Nisan 2016/İZMİR yaşında başladığı öğrenilmiştir. Hastamızın hareketlilik şikayetinin yaklaşık dört yaşından itibaren olduğu, okul başladıktan dikkat eksikliği ile ilgili şikayetlerinin farkedildiği, ayrıca yaklaşık 4 yaşından itibaren göz temasının kısıtlı olduğu, akranlarıyla iletişim kurmakta zorlandığı, özellikle gezegenlere ve dinazorlara karşı aşırı ilgisi olduğu, tüm gezegenlerin isimlerini yörüngelerini bildiği, farklı dinazor türlerinin isimlerini öğrendiği, onlarla ilgili belgesel videolarını açıp tekrar tekrar izlediği, arkadaşlarıyla yaşıtlarına uygun iletişim kuramadığı öğrenildi. Hastamız ve ailesiyle yapılan psikiyatrik görüşme ve değerlendirmeler sonucunda DSM 5 tanı kriterlerine göre DEHB ve OSB tanısı konulan hasta polikliniğimizde beş yıldır takip edilmektedir. Tartışma: Klasik KAH olgularında kortizol sentezinin azalması, hipofizer adrenokortikotropik hormon ve hipotalamik kortikotropik hormon salıverici hormon salgısını arttırır. Bu salıverici hormonların artışı, daha fazla kortizol ve aldosteron öncülünün salınmasına neden olur. Bu öncüller de seks steroidlerinin üretim yolağına kaydığından, androjen fazlalığı ve buna ait klinik tablo ortaya çıkar. KAH tanılı kızlarda çocukluk döneminde erkek tipi oyunlar oynama ve erkek oyuncaklarla oynamayı tercih etme artmış ve kız tipi oyunlar tercih etme azalmıştır. OSB erkeklerde kızlara göre daha sık görülmektedir. Erkek/kız oranı tipik otizm için 4/1, Asperger bozukluğu için 9/1’dir. Bu cinsiyet farklılığının prenatal dönemde maruz kalınan androjen seviyelerinden kaynaklandığı düşünülmektedir. KAH tanılı altmış hasta ile yapılan bir çalışmada KAH olan grupta sağlıklı akrabalarına göre otistik özellikler daha sık tespit edilmiştir. Bu olgu sunumunda kızlarda nadir olarak görülen OSB’nin yine nadir olarak görülen bir bozukluk olan KAH ile komorbid bulunması bize maruz kalınan artmış androjen seviyesinin OSB’nin etyolojisinde rol alabileceğini düşündürdü. DEHB’de erkek/ kız oranı 3/1’dir. Dopamin sistemininde bir bozukluk DEHB bozukluğunun nörobiyolojisinde temel rol oynamaktadır. Androjenlerin mezolimbik sistemdeki dopamin aktivitesini modüle ettiği ve prefrontal korteksteki dopamin nöronlarını gelişimini etkilediği bilinmektedir. Bizim olgumuzun da gelişimin erken dönemlerinde artmış androjene maruz kalması hastamızda DEHB oluşumu için bir risk faktörü olabilir. Sonuç olarak prenatal dönemde maruz kalınan hiperandrojenizm kızlarda DEHB ve OSB için bir risk faktörü olabilir. P9/ Lesch-Nyhan Sendromundaki davranış problemleri fenotipik özellik mi? Otizim spektrum bozukluğu komorbiditesi mi? Bir olgu sunumu Emre ÜRER1 ,Mahmut MÜJDECİ1 ,Gökçe Nur SAY1 , 1 OMÜTF Çocuk Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kliniği/ SAMSUN , , OSB toplumda yaklaşık yüzde bir sıklıkta görülen ve sosyalleşmede,sözel ve sözel olmayan iletişimde gerilik ve stereotipik hareketlerin görüldüğü nörogelişimsel bir hastalıktır.OSB'nin bilinen sebepleri içerisinde bazı metabolik,nörolojik ve genetik hastalıklar tanımlanmıştır.Otizme ve otistik belirtilere yol açan nörolojik ve genetik hastalıklar arasında frajil X gibi bazı genetik sendromlar,cilt ve beyni birlikte etkileyen hastalıklar (Tuberosekleroz, nörofibromatozis vd),West sendromu gibi bazı epilepsi sendromu tipleri,hipoksik iskemik ensefalopati gibi doğumsal sorunlar,metabolik hastalıklar(fenilketonüri,konjenital hipotiroidi ya da Lesch-Nyhan Sendromu gibi daha nadir görülen metabolik hastalıklar) sayılabilir.OSB'li çocukların ancak küçük bir kısmında bu hastalıkların kliniktabloya eşlik ettiği,OSB tanılı olguların çoğunun nedeni bilinmeyen grupta oluğu akılda tutulmalıdır. LNS toplumda yaklaşık 1/380.000 sıklıkta görülen,X'e bağlı kalıtılan,hipoksantil fosforibozil transferaz eksikliği sonucu ürik asit miktarının artışı ile karakterize bir hastalıktır.LNS spastik serebral palsi, istemdışı koreatetoid hareketler gibi nörolojik disfonksiyon bulguları,bilişsel gerilik,ürik asit yüksekliğine bağlı bulgular(gut,nefrolitiazis ve renal disfonksiyon gibi),self mutilasyon,agresyon ve kompulsif davranışlar gibi kognitif ve davranışsal bulgularla seyredebilmektedir. LNS tanılı bir 121 26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 13-16 Nisan 2016/İZMİR olgumuzda eşlik eden semptomların hastalığın fenotipik özelliğinden mi yoksa eşlik eden OSB’den mi kaynaklandığını tartışmayı amaçladık. Olgu:6 yaşında erkek hasta konuşamama,gelişimde gecikme,agresiflik ve kendisine zarar verme şikayetleri ile hastanemiz çocuk nörolojisi kliniğince tarafımıza yönlendirildi.Uzun süre çocuk istemi olan ailenin ivf sonrası ilk gebeliğinden 34 haftalıkken C/S ile doğmuş.Doğum esnasında herhangi bir komplikasyon olmamış,postnatal 3. gününde erken yenidoğan sarılığı nedeniyle 3 gün fototerapi almış.29. günlükken memenjit tanısı ile 21 gün yenidoğan yoğunbakım ünitesinde yatışı olmuş. 3 aylıkken kas gevşekliği olması üzerine çocuk hastalıkları kliniğine başvurmuş,sonrasında çocuk nöroloji polikliniğine sevk edilmiş.Hasta Serebral palsi öntanısı ile izlenirken yapılan tetkiklerinde ürik asit yüksekliği saptanması üzerine çocuk nefroloji,çocuk endokrinoloji ve çocuk genetik kliniklerinekonsulte edilmiş. Yapılan tetkikler sonucunda Lesch-Nyhan sendromu tanısı konularak takibe alınmış. 10 aylıkken başını tutmaya başlamış,20 aylıkken desteksiz oturmaya başlamış, 5 yaşındayken koltuklara tutunarak yürümeye başlamış,halen daha desteksiz yürüyemiyormuş. Anlamsız sesler çıkarabiliyormuş ancak bunun dışında konuşması hiç olmamış.Göz teması kısıtlıymış,adıyla seslenildiğinde çoğunlukla bakmazmış,etrafındaki çocuklarla çok fazla iletişime girmezmiş,diğer insanlara göre annesi ile iletişimi daha iyiymiş.2 yaşından bu yana kollarını ve ellerini sallması,bazen el çırpma,bazen de özellikle sağ tarafında daha fazla olmak üzere kollarda atma tarzında hareketleri olurmuş.3 yaşında dudağını ve ellerini ısırması başlamış,dudak ısırması zamanla geçmiş ama halen daha parmaklarının ısırır ve emermiş.Birkaç kez kendi başına yürümeye çalıştığında kusması olmuş.Sinirliliği varmış,kendi kendisine inleme şeklinde sesler çıkarıyormuş,bu sesler özellikle akşamları artıyormuş,kolayca sakinleştirilemiyormuş.Son 6 aydır da sallanma,ara ara tükürme ve sinirlendiğinde başını yere vurması oluyormuş. Mevcut şikayetlerle tarafımıza başvuran hastaya kendine zarar verme davranışının tedavisi amacıyla risperidone 0.5 mg/gün başlandı,takiplerde risperidone dozu 1mg/gün'e çıkıldı,hastanın iritabilitesinde ve kendisine zarar verme davranışlarında azalma gözlendi,ayrıca bilişsel gecikme tanısı ve OSB öntanısı ile özel eğitim raporu çıkarıldı. Hasta çocuk nöroloji,çocuk nefroloji ve psikiyatri kontrollerine devam ediyor. Sonuç: OSB’nin bilinen sebeplerinden olan metabolik hastalıklarda görülen semptom ve bulguların bazıları otizmin çekirdek bulguları ile örtüşmektedir.Bu hastalardaki klinik tablonun bu metabolik hastalıkların fenotipik özelliği mi olduğu yoksa bu hastalıklara bağlı gelişmiş olan otizmden mi kaynaklandığı tartışılmaktadır.Bir metabolik hastalık olan LNS’deki istemsiz koreatetoid hareketlerin otizmdeki stereotipik hareketlerle, LNS’ye eşlik eden MR’ye bağlı dil gelişim geriliğinin OSB’deki sözel iletişim bozukluğuyla,LNS’deki kompulsif davranışların da OSB’de sık görülen kompulsif davranışlarla olan benzerliği bu iki klinik durumun birbiri ile etkileşim içinde olduğunu göstermektedir. Bu iki klinik durum arasındaki ilişkinin oluşma şekli net değildir.Biz bu LNS olgusu üzerinden, OSB tanısı almış kişilerde metabolik hastalıkların etyolojide düşünülmesi gerektiği gibi metabolik hastalık tanısı alan kişilerde de OSB bulgularının göz ardı edilmemesi gerekliliği konusunda farkındalık oluşturmak istedik.Böylece, özellikle davranış sorunlarının eşlik ettiği metabolik hastalığı olan çocukların çocuk psikiyatrisi tarafından degerlendirilip, uygun tedavi yöntemlerinin düzenlenmesi,bu çocukların yaşam kalitelerinin artması açısından faydalı olacaktır. P10/Olfaktör Referans Sendromu: Olgu Sunumu Ayşegül DUMAN KURT 1 ,Filiz UÇAR1 ,Gökçe Nur SAY1, 1 Ondokuz Mayıs Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı Ve Hastalıkları Anabilim Dalı, Samsun. Giriş: Olfaktör referans sendromunda (ORS) temel semptom kişinin çevresine kendi bedeninden kötü bir koku yaydığı inancı ile ilgili aşırı zihinsel meşguliyettir. Bu düşüncelere sıklıkla referans sanrıları eşlik 122 26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 13-16 Nisan 2016/İZMİR eder. Ayrıca birçok hastada aşırı duş almak, parfüm kullanmak gibi tekrarlayıcı davranışlar görülebilir. ORS DSM-IV-TR’ de, “sanrısal bozukluk somatik alt tipi” başlığı altında ele alınmaktadır. Ancak DSM5’te ORS “diğer obsesif kompulsif bozukluk ve ilişkili bozukluklar” altbaşlığı ile sınıflandırmaya girmiştir. Bu olgu sunumunda, koku yayma hezeyanı varlığıyla başlayan, sonrasında depresyon belirtilerinin eşlik ettiği bir ORS vakası sunulmuştur. Olgu:15 yaşında ve ortaokul öğrencisi olan kız hasta, polikliniğimize kötü koktuğunu düşünme, okula gitmek istememe, sinirlilik, moralsizlik nedeniyle ailesi tarafından getirildi. Hastanın yakınmalarının yaklaşık iki yıl önce arkadaşının kendisine kötü koktuğunu işaret etmesi sonrasında başladığı öğrenildi. Bu olaydan sonra hastamızın okul arkadaşlarının kendisinin arkasından kötü koktuğunu söylediklerini düşünme, yolda yürüyen insanların ellerini burunlarına götürerek kendisinin kötü koktuğunu işaret ettiklerini düşünme, okula gitmek istememe şikayetleri başlamış. Sık sık parfüm almaya, sık yıkanmaya ve kıyafetlerini değiştirmeye başlamış. Bu şikayetlerle hastaya fluoksetin ve risperidon tedavisi başlanmış. Risperidon yan etki nedeniyle aripiprazol ile değiştirilmiş. Yaklaşık dört ay önce şikayetlerine moral bozukluğu, isteksizlik, içe kapanıklık, değersizlik ve suçluluk düşünceleri, sık sık ağlama ve intihar düşüncesi eklendiği öğrenilmiştir. Ayırıcı tanı ve tedavi düzenlenmesi için servise yatırılan hastanın ruhsal durum muayenesinde duygudurumu depresif, duygulanımı duygudurumu ile uyumlu idi. Düşünce içeriğinde yoğun somatik sanrıları, referans ve değersizlik düşünceleri mevcuttu. Yargılaması referans fikirleri dışında doğaldı. Hastanın şikayetlerine dair içgörüsü yoktu. Mevcut bulgularla hastaya DSM-5 tanı kriterlerine göre majör depresif bozukluk ve olfaktör referans sendromu tanısı konuldu. Mevcut tedavisindeki antipsikotik ketiyapin ile değiştirilip tedricen artırılarak 800 mg a çıkarıldı. Fluoksetin 60 mg aynı dozda devam edildi. Klinik takiplerinde koku ile ilgili düşünceleri ve depresif yakınmaları belirgin derecede azalan hasta taburcu edildi. Tartışma: ORS’li hastalar kokudan kendilerini sorumlu hissederler ve buna bağlı utanç ve sosyal ortamlarda anksiyete yaşarlar. Bu nedenle sosyal ilişkilerden kaçınırlar. Bizim hastamız da okula gitmek istememekte, sosyal ortamlarda sıkıntı yaşamaktadır. ORS tanılı hastalarda aşırı ve tekrarlayıcı davranışlar görülebilir. Bizim hastamızda da tekrarlayıcı şekilde parfüm kullanmak, duş almak, kıyafet değiştirmek, sürekli vücudunu koklayarak koku kontrolü yapmak gibi davranışlar bulunmaktadır. Ayrıca bu olguda olduğu gibi, ORS’de ikincil gelişebilen referans fikirleri görülebilmektedir. Hastamız kötü koku yaydığına inanmakta ve insanların burunlarını kapatıp yanlarından uzaklaşarak, birbirleriyle kendisi hakkında konuşarak bunu kendisine hissettirdiği yönünde ısrar etmektedir Uzamış depresif epizotlar ORS hastalarında genellikle komorbid olarak bulunmaktadır. Bizim hastamızda da koku sanrıları oluştuktan sonra depresif epizot gelişmiştir. Birçok vaka raporunda ORS tedavisinde özellikle pimozid olmak üzere antipsikotik monoterapisine ve SSRI monoterapisine yanıt bildirilmiştir. Antipsikotik ve antidepresan kombinasyonundan fayda gören olgular da bulunmaktadır. Sunulan olguda fluoksetin ve ketiapin kombinasyonu ile hastanın şikayetlerinde belirgin derecede azalma görülmüştür. Ketiyapinin hem antipsikotik hem de antidepresan etkinliğinin olgumuza yansımış olduğunu düşünebiliriz. Sonuç olarak, kokuyla ilgili düşünce bozukluğu olan hastalarda, komorbid durumlar sebebiyle tanı karmaşası yaşanabilmektedir. ORS’li olguların klinisyeler tarafından tanınması etkin bir biçimde tedavi edilebilmesine olanak sağlayacaktır.  P11/Bir Katatonik Atak: Olgu Sunumu Hicran DOĞRU1 ,Aslı Sürer ADANIR1 ,Esin ÖZATALAY1 , 1 Akdeniz Üniversitesi Hastanesi, Çocuk ve Ergen Psikiyatrisi Anabilim Dalı, Lblok zemin kat, Bir Katatonik Atak: Olgu Sunumu 123 26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 13-16 Nisan 2016/İZMİR Giriş:Psikiyatride en önemli acil durumlardan birisini oluşturan katatoni terimi ilk olarak 1974 yılında Kahlbaum tarafından tanımlanmıştır. DSM-5’te ayrı bir başlık olarak tariflenen katatoni; mutizm, stupor, postür alma, motor rijidite, hipokinezi, aşırı uyarılmışlık hali ve yeme-içme reddi gibi belirtileri de içine alan motor disregülasyon sendromudur. Günümüzde bir çok psikiyatrik ve tıbbi hastalığa eşlik edebilen bir belirti olarak ortaya çıkabileceği bilinmektedir. Endokrin bozukluklar, viral ve bakteriyel enfeksiyonlar, elektrolit dengesizlikleri gibi tıbbi durumlar, epilepsi, ön beyin bölgelerinde kanama veya enfarktüs ve travmatik beyin yaralanmaları ve bazı ilaç ve maddelerin intoksikasyon ve çekilme durumları da katatoniye neden olabilir. Olgu sunumu: F.S. 14 yaşında Lise 1. sınıf, iki kız kardeşin küçüğü. İçe kapanma, hareket etmeme, konuşmama, yemek yememe, sorulan sorulara uygun yanıt vermeme, sürekli iki cümleyi tekrar etme ve öz bakımda azalma şikayetleri ile geçen yıl kasım ayında polikliniğimize başvurdu. Hastanın yakınmalarının yaklaşık olarak üç ay önce şüphe duyma, her şeyden korkma ve etrafındaki herkese saldırma şeklinde başladığı öğrenildi. O dönemde dış merkezde bir çocuk psikiyatristine giden hastaya psikoz ön tanısıyla risperidon 4 mg/gün tedavisi başlanmış yanıt alınamayınca olanzapin 20mg/gün tedavisi ile değiştirilmiş ancak ilaçlarını düzensiz kullanan hastanın şikayetlerinde anlamlı bir gerileme olmamış. Yapılan muayenede görüşmeye isteksiz olduğu, soruların hiç birine cevap vermediği gözlendi. Duygulanımı kısıtlı idi. Konuşmadığı için oryantasyon ve düşünce içeriği değerlendirilemedi. Hastanın şikayetlerinin ön planda katatoni tablosu ile uyumlu olduğu düşünüldü ve yatışı yapıldı. Yatış sonrası olgunun vital bulgu takibi, rutin kan tahlilleri, tiroid fonksiyon testleri, idrarda madde taraması normal değerlerde saptandı. EEG sonucu ile birlikte nörolojik muayenesi de normal sınırlarda saptandı. Katatoni düşünülen olguya lorazepam 2mg/gün ve norodol 10mg/gün tedavisi başlandı. Yaklaşık iki hafta sonra hastanın şikayetlerinin gerilemesi üzerine taburcu edildi. Takiplerine düzenli olarak devam eden hastanın, ilacının dozunun azaltılmasını takiben şüphecilik ve saldırganlık şikayetleri ile bir yıl sonra ekim ayında tekrar polikliniğe başvurusu oldu. Tekrar servise yatışı yapılan hastanın görüşme esnasında konuşma hız ve miktarının arttığı, perseverasyonlarının olduğu, duygu dururumunun yükselmiş olduğu, irritiabl duygudurumunun olduğu ve psikomotor aktivitesinin arttığı gözlendi. Serviste erkek doktorlara karşı ilgili davranıyor ve onları gördüğü zaman şarkı söylemeye başlıyordu. Düşünce içeriğinde annesinin şeytan olduğuna dair hezeyanları vardı. Hastaya bipolar bozukluk-manik atak ön tanısıyla lithuril 600mg/gün başlandı ve remisyon sonrası taburculuğu yapıldı. Tartışma: Geçmişte katotoni terimi şizofreninin bir alt grubu olarak tanımlanırken, özellikle son çalışmalar katatonide altta yatan tanının sıklıkla duygudurum bozukluğu olabileceğini bildirmektedir. Bipolar bozukluk kronik seyirli, ciddi işlev kaybına yol açabilen etyolojide genetik ve nörobiyolojik faktörlerin rol aldığı psikiyatrik bir hastalıktır. Çocuk ve ergenlerde bipolar bozukluğun doğru tanı ve uygun tedavisi ile işlevsellik kaybı ciddi oranda azalmaktadır. Günümüzde pediatrik bipolar bozukluğun sanıldığından daha sık görüldüğü ve birçok erişkin bipolar hastada ilk atağın çocukluk ve ergenlik döneminde geçirildiği ileri sürülmektedir. İrritabilite, uyku ihtiyacında azalma, hareketlilik artışı, dikkat sorunları, çok konuşma, hezeyanlar manik atak esnasında sıklıkla görülürken çocuk ve ergenler klinik açıdan farklı şekillerde prezente olabilmektedir. Katatoni, çocuk ve ergen yaş grubunda çok önemli bir belirtidir çünkü ayırıcı tanının bilinmesinde, hastalığın seyrinin kestirilmesinde, yapılması gereken testlerde, tedavi protokolünün belirlenmesinde ve tedavi yanıtının kestirilmesinde yol göstericidir. Özellikle ergenlerde katatoni şeklinde manik atak başlangıcı olabileceği konusunda dikkatli olunmalıdır. P12/Erken Ve Orta Ergenlik Dönemindeki Öğrencilerde Kendine Zarar Verme Davranışının Toplum Taraması Ve Davranış İle İlişkili Faktörler 124 26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 13-16 Nisan 2016/İZMİR İrem Damla ÇİMEN1 ,Ayşen COŞKUN2 ,Nilay ETİLER3 , 1 Sakarya Üniversitesi Eğitim Araştırma Hastanesi Çocuk Psikiyatrisi ABD, 2Kocaeli Üniversitesi Çocuk Psikiyatrisi ABD, 3Kocaeli Üniversitesi Halk Sağlığı ABD. , Amaç: Kendine zarar verme davranışı (KZVD) çoğunlukla erken ergenlik döneminde başlamakta ve davranışın sıklığı giderek artmaktadır. Bu çalışmada, Kocaeli ili İzmit merkez ilçesindeki erken ve orta ergenlik dönemindeki öğrencilerde KZVD’nın sıklığını, bu davranışın özelliklerini, davranış ile gençlerin ve ailelerinin özelliklerinin ilişkisini saptamak amaçlanmıştır. Böylece davranışın erken dönemde tanınması ve önlem alınabilmesi için nelere dikkat edilmesi gerektiğinin araştırılması planlanmıştır. Yöntem: Kocaeli ili İzmit ilçesinde 12 ile 17 yaşları arasında olup 7, 8, 9 ve 10. sınıflarda öğrenim görmekte olan 580 ergene sosyodemografik veri formu (SVF), Aile Değerlendirme Ölçeği (ADÖ) ve 11-18 Yaş Grubu Gençler İçin Kendini Değerlendirme Ölçeği (GKDÖ) verilmiştir. 25 kişinin verilerinin güvenilir olmadığı saptanmış ve bu öğrencilerin formları çalışma dışı bırakılmıştır. Kendine zarar verdiğini belirten öğrencilere ek olarak kendine zarar verme davranışı değerlendirme envanteri (KZVDDE) uygulanmıştır. Bulgular: Çalışmada KZVD sıklığı %11.4 olarak saptanmıştır. Bu davranışa ortalama başlama yaşı ise 12.4 ±1.87 olarak bulunmuş, erkeklerin bu davranışa anlamlı düzeyde erken yaşta başladığı gözlenmiştir. En sık saptanan davranış sert bir yere çarpma olup kızlarda en sık kesme, erkeklerde ise sert bir yere çarpma olarak belirlenmiştir. %80.6’sı zarar verme dürtüsünden 1 saatten kısa süre içinde bu davranışta bulunduğunu belirtmiştir. Sıklıkla tek bir yöntemle kendilerine zarar verdikleri ve zarar verenlerin % 65.1’inin bu davranışı sonlandırmak istediği saptanmıştır. Gençlerin olumsuz kişilerle arkadaşlık kurmasının, okul ile ilgili sorunlarının olmasının, internet kullanım süresinin, sigara, alkol, madde kullanımının, davranış sorunları olmasının ve gencin psikiyatrik başvurusu olmasının KZVD ile ilişkili olduğu gözlenmiştir. Aile özelliklerinden babanın alkol kullanımı, son 1 yıl içinde önemli bir olay yaşanması ve ailede KZVD olması davranış ile ilişkili bulunmuştur. KZVD olan grupta ADÖ alt ölçek puanlarının tümü, YSR ölçeğinde de olumlu özellikler puanı hariç tüm alt grup puanları anlamlı düzeyde yüksek bulunmuştur. Sonuç: Ülkemizde KZVD ile ilgili yapılan çalışmalara bakıldığında; bu çalışma erken ergenlik dönemini kapsayan ilk toplum tarama çalışmasıdır. Ayrıca çalışmanın ülkemizde KZVD ile ilgili geçerlik güvenirliği yapılmış ilk ölçek olan KZVDDE kullanılarak yapılmış olması ve bu ölçek ile yapılan ilk çalışma olması hem davranış özelliklerinin tarafsız değerlendirilmesi hem de sonraki çalışma sonuçlarının karşılaştırılabilmesi açısından önem taşımaktadır. KZVD’nın sıklıkla erken ergenlik döneminde başladığı ve bu yaş dönemindeki gençlerin KZVD’nı sonlandırmak istediği görülmüş olup bu yaş dönemindeki tedavi girişimlerinin davranışı önlemede etkili olabileceği düşünülmüştür. Ayrıca risk faktörleri göz önünde bulundurularak riskli gruplarda koruyucu çalışmaların yapılmasının davranışın sürekli hale gelmesini veya yeni zarar verme davranışlarının başlamasını önlemede anlamlı olabileceği görülmektedir. P13/Çocuk Olguda Risperidon Tedavisine Bağlı Priapizm Kemal Can KARADİŞ1 ,Hatice AKSU1 ,Börte Gürbüz ÖZGÜR1 , 1 Adnan Menderes Üniversitesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı 09100 Efeler AYDIN, GİRİŞ Priapizm cinsel istek ya da uyarı olmaksızın meydana gelen, uzamış penil ereksiyon olarak tanımlanmaktadır. Penis aşırı derecede sert ve ağrılıdır. Priapizme yol açabilecek etyolojik faktörler arasında psikiyatride kullanılan ilaçlardan trazodon, klozapin, olanzapin ve risperidona bağlı vaka sunumları bildirilmiştir (1,2). Priapizm, antipsikotik kullanımına bağlı çok sık karşılaşılan bir yan etki olmadığından dolayı bu sunumda, çocukluk çağında atipik antipsikotik kullanımına bağlı priapizm gelişen bir olgunun tedavi süreci ve yan etki yönetimi sunulmuştur. OLGU H., 7 yaşında, erkek olgu, çocuk psikiyatrisi polikliniğine sınıfta verilen görevleri yapmama, öğretmene yanıt vermeme, öğretmenin uyarılarına uymama ve arkadaşlarına zarar verme şikayetleri ile başvurdu. 125 26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 13-16 Nisan 2016/İZMİR Hastaya karşıt olma karşı gelme bozukluğu tanısı ile 0,25 mg/gün risperidon tedavisi başlanıp 9 ay boyunca bu dozda kullanılmış olup daha sonra ilaç dozu tedricen 0,5 mg/gün’e çıkarıldı. Doz artışını takiben 1 ay sonra istenmeyen ereksiyon geliştiği ve kasıklarda ağrı şikayeti olduğu aile tarafından bildirildi. Risperidona bağlı priapizm geliştiği düşünülen olguda ilaç tedavisi kesildi. İlaç tedavisinin kesilmesinin ardından bu şikayetlerinin tekrarlamadığı saptandı. TARTIŞMA Priapizm gelişen vakalar eğer tedavi edilmezlerse ya da tedavide geç kalınırsa kavernozal düz kaslarda nekroz, geri dönüşümsüz korporal fibrozis ve erektil disfonksiyon meydana gelebilir (3). Antipsikotiklerin adrenerjik α-1, α-2 reseptör blokaj etkileri; ayrıca beta-adrenerjik ve histaminerjik etkileri sonucu priapizme yol açtıkları ileri sürülmüştür (1). Antipsikotik kullanımının herhangi bir döneminde ve ilaç dozundan bağımsız olarak priapizm gelişebilmesinden dolayı antipsikotiklere bağlı priapizmin idiosenkratik bir reaksiyon olduğu ileri sürülmüştür (1,3,4). Literatürde 12 ve 13 yaşlarında risperidona bağlı priapizm gelişen olgular bildirilmiştir (5,6,7). Literatür ile uyumlu olarak bizim olgumuzda da düşük doz risperidon tedavisini 9 ay kullanmasından sonra doz artışını takiben 1 ay sonra priapizm ortaya çıktı. Literatür taramalarımız neticesinde atipik antipsikotiğe bağlı bu kadar küçük yaşta priapizm geliştiği bildirilen bir olguya rastlanmamıştır. Böyle bir yan etki durumunda mevcut tedavinin kesilmesi ve yan etki kaybolana kadar yakından izlenmesi gerektiğinin önemli olduğunu vurgulamaktayız. KAYNAKLAR 1. Sood S, James W, and Bailon MJ. Priapism associated with atypical antipsychotic medications. Are view. IntClin Psychopharmacol 2008; 23: 9-17. 2.Compton MT, Miller AH. Priapism associated with conventional and atypical antipsychotic medications: A review. J ClinPsychiatry, 2001 62(Suppl 5): 362-366. 3. Pryor J, Akkus E, Alter G, Jordan G, Lebret T, Levi-ne L, Mulhall J, Perovic S, Ralph D, Stackl W: Priapism, Peyronie’s disease, penil ereconstructive surgery. In Lue TF, Basson R, Rosen R, Giliano F, Khoury S, Montorsi F, editors. Sexual Medicine, Sexual dysfunctions in men and women, Health publications, Paris, 2004, 383-409. 4. Kartalcı Ş, Göğceğöz GI, Karlıdağ R, Elbozan Cumurcu B. Ketiapin Tedavisi Sırasında Tekrarlayan Priapizm. Klinik Psikofarmakoloji Bülteni 2010; 20:327-328. 5. Prabhuswamy M, Srinath S, Girimaji S, and Seshadri S. Journal of Child and Adolescent Psychopharmacology. 2007, 17(4): 539-540. 6. Baytunca MB, Kose S, Ozbaran B and Erermis S. Risperidone, quetiapine and chlorpromazine may have induced priapism in an adolescent . Pediatrics International (2015) doi: 10.1111/ped.12741. 7. Yang P, Tsai JH. Occurrence of priapism with risperidone paroxetine combination in an autistic child. J. Child Adolesc. Psychopharmacol. 2004; 14: 342–3. P14/Ulusal Çocuk Ve Ergen Ruh Sağlığı Ve Hastalıkları Kongre Bildirilerinin Analizi Ve Yayımlanma Oranları Zafer GÜLEŞ 1 ,Sibelnur AVCİL1 ,Mücahit AVCİL2 , 1 Adnan Menderes Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları AD, Aydın, 2 Adnan Menderes Üniversitesi Tıp Fakültesi Acil Tıp AD, Aydın, Giriş: Kongreler yapılan son araştırmaların sunulduğu, elde edilen verilerin paylaşıldığı ve tartışılabildiği bilimsel ortamlardır. Bu anlamda bildiri sunumları da yakın zamanda tamamlanmış ya da sürmekte olan çalışmaların bilim dünyasına sunulması, sonuçlarının tartışılması ve yeni fikirlerin ortaya çıkması açısından önem taşımaktadır. Kongrelerde sunulan bir bildirinin daha sonra yayına dönüşmesi bilimsel bir çalışmanın doğal sonucu olarak kabul edilmekte ve bildiri-yayın dönüşümünün kongrelerin bilimsel düzeyinin ölçütü olduğu ileri sürülmektedir1-2-3. Bizde bu çalışmamızda Ulusal Çocuk ve 126 26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 13-16 Nisan 2016/İZMİR Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongrelerinde sunulan bildirilerin ayrıntılı analizi yaptık. Ayrıca sunulan bildirilerin yayına dönüşme oranları ve yayına dönüşenlerin hangi dergilerde yayınlandığı ve bildiri sunumundan ne kadar süre sonra yayına dönüştüğünü araştırdık. Yöntem: 2005, 2006, 2007, 2008, 2009, 2010, 2011 ve 2012 yıllarında yapılan Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongrelerindeki bildiri özetleri çalışmaya alındı. Kongrelerin bildiri özetlerine kongre kitapçıklarından ulaşıldı. Yayın olan bildiriler Pubmed arama motoru, Türk Medline ve Ulakbim Ulusal Veri Tabanı arama motorları kullanılarak, bildiri başlığı ve sırasıyla ilk iki yazarın adı ve soyadı girilerek araştırıldı. Sözel bildiri ve poster bildirilerinin sayıları, bildirilerin konuları, çalışma türleri, hangi kategorideki dergilerde yayınlandığı ve çalışmanın yapıldığı kurumların nitelikleri, yazar sayısında ve sıralamasında değişiklik olup olmadığı, çalışılan hasta sayısında değişiklik olup olmadığı ve bildirilerin kongrelerde sunulmaları ile yayına dönüşmeleri arasında geçen süre saptandı ve elde edilen verilerin istatistiksel analizleri SPSS 18 kullanılarak yapıldı. Sonuçlar: Çalışmaya alınan kongrelerdeki sunulan bildirilerin toplam sayısı 735 idi ve bunların %90.9’unu (668) poster bildirileri, % 9.1’ini (67) ise sözel bildiriler oluşturmaktaydı. Bütün bildirilerin yayına dönüşme oranı %21.2 (156) olarak bulundu. Poster bildirilerinin %21.2’si (142) , sözel bildirilerin ise % 20.8’inin (14) yayına dönüşmüş olduğu saptandı. Bildiri sunumlarından sunumların yayımlanmasına kadar geçen süre ortalama 25.5 ± 19.6 ay idi. Makalelerin % 26.5’i (41) SCI-E, %16.8’i (26) SSCI, %15.5’i (24) SCI, %31.6’sı (49) hakemli dergilerde, %9.7’si (15) ise diğer dergilerde yayınlanmış idi. Araştırma çalışmaları tüm bildirilerin %61.4’ünü (451) oluştururken, olgu sunumları ve deneysel çalışmalar için oranlar sırası ile %37.1 (273) ve %1.5(11) idi. Bildiri konularını ise en sık sırasıyla konsültasyon liyezon psikiyatrisi(%16.3), dikkat eksikliği hiperaktivite bozukluğu(%14.8), adli psikiyatri(%10.9) ve otizm spektrum bozuklukları(%10.5) oluşturmakta idi. Bildirilerin yayınlandığı kurumlar sırası ile %81.2 (597), %8.6 (63), %8.3 (61) ve %1.9 (14) oranları ile üniversite hastaneleri, eğitim ve araştırma hastaneleri, devlet hastaneleri ve diğer kurumlar( özel klinik, adli tıp kurumu ..) idi. Yayına dönüşen bildirilerin %68.8’inde (110) yazar sayısı aynı kalmış, %18.1’inde (29) artmış, %13.1’inde (21) ise azalmış iken,%35’inde (56) yazar sıralamasının değişmiş, %65’inde (104) ise aynı kalmış olduğu tespit edildi. Bildiri sayılarına bakıldığında ise %5.4 (40) ile en az bildirinin 18.Ulusal Kongrede, %21.5 (158) ile ise en fazla 22.Ulusal Kongrede bildiri sunulduğu tespit edildi. Tartışma: Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları alanında daha önce böyle bir çalışmaya rastlanmadığı için karşılaştırma yapılamadı ancak ülkemizde diğer tıp branşlarında yayınlanmış kongre bildirileriyle ilgili çalışmalara bakıldığında bildirilerin yayınlanma oranlarının %5.7 ile %28.6 arasında değişmekte olduğu görülmüştür4-5. Yurt dışı çalışmalara bakıldığında ise bildirilerin yayınlanma oranlarının %15 ile %40 arasında değiştiği görülmektedir, bizim çalışmamızda ise bu oran %21.2 olarak tespit edilmiştir. 2005-2012 Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongrelerinde sunulan bildirilerin yayınlanma oranı ülkemizdeki diğer branşlarda yapılan kongre bildirilerine kıyasla benzer oranda olmasına rağmen yurt dışı kongrelerdeki yayınlanma oranlarına göre düşüktür. Bu oranın arttırılıp yurt dışı bildirilerle aynı düzeye gelmesi ve Türkiye’de gerçekleştirilen çalışmaların uluslararası dergilerde yayınlanması ve dolayısıyla daha geniş çevrelere duyurulabilmesi için araştırmacıları yayına teşvik edici yöntemlerin geliştirilmesi, yayına dönüştürülme oranlarında karşılaşılan düşüklüğün olası sebeplerinin incelenmesi ve çözüm üretilmesi gerektiğini düşünmekteyiz. P15/Bir Üniversite Hastanesi Çocuk ve Ergen Psikiyatrisi Polikliniğine Sağlık Kurulu Raporu Almak İçin Başvuran Olguların Sosyodemografik ve Klinik Özelliklerinin Değerlendirilmesi Nevzat YILMAZ1 ,Sibelnur AVCİL1 , 1 Adnan Menderes Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları AD, EFeler 09100/Aydın, 127 26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 13-16 Nisan 2016/İZMİR Giriş: Özürlülük, doğuştan olan ya da sonradan ortaya çıkan herhangi bir hastalık ya da kaza sonucu oluşan bedensel, zihinsel, ruhsal, duyusal ve sosyal yetilerde çeşitli derecelerde kayıp ve normal yaşamın gereklerine uyamama olarak tanımlanmaktadır (1). Özürlü Sağlık Kurulu Raporu, özürlü sağlık kurulunca hazırlanan, kişilerin özür ve sağlık durumunu, özürlülük oranlarını, yararlanabileceği eğitim ve sosyal hakları ve çalıştırılabilirliklerini belirten belgedir. Hastanelerde bulunan özürlü sağlık kurullarına her gün çok sayıda çocuk ve ergen, sosyal ve eğitsel haklardan yararlanmak amacıyla yönlendirilmekte veya başvuruda bulunmaktadır. Özürlü sağlık kurulu başvurularının değerlendirilmesinin çocuk ve ergen psikiyatrisi uzmanlarının klinik pratiğinde önemli bir yeri olması nedeni ile bu çalışmada çocuk ve ergen psikiyatrisi polikliniğine sağlık kurulu raporu almak için başvuran olguların sosyodemografik özellikleri, başvuru sebepleri ve aldıkları tanıların değerlendirilmesi amaçlanmıştır. Yöntem: Adnan Menderes ÜTF Çocuk ve Ergen Psikiyatrisi polikliniklerine 1 Kasım 2014 - 31 Ekim 2015 tarihleri arasında sağlık kurulu raporu almak üzere başvuran çocuk ve ergen yaş grubundaki (0-18 yaş) 405 olgunun dosya verileri geriye dönük olarak incelenmiştir. Bulgular: Yaş ortalaması 6.32 ± 4.62 yıl olarak saptanan olguların %42.7’si (173) kız, % 57.3ü (232) erkektir. Olguların %28.5’inin ilde, % 65.9’unun ilçede, % 5.4 köy ve kasabada yaşadığı saptanmıştır. Annelerin %84.4’ü ev hanımı iken babaların %91,9’unun çalıştığı saptanmıştır. Ailelerin %75.1’i çekirdek aile, %23.9’u kalabalık aile, %1’i parçalanmış ailedir. Başvuran çocuklar genellikle ebeveynlerinin 1. (% 42.1) veya 2. (% 31.4) çocuklarıdır. Ailelerin %26,1’inde tedavi gerektirecek psikiyatrik hastalık öyküsü bulunmaktadır. Başvuran çocukların % 58.9’u normal, spontan, vajinal doğum ile doğmuştur. Olguların %14.9’unda prenatal komplikasyan, %47.2’sinde ise postnatal komplikasyon saptanmıştır. Rapor düzenlenen çocukların %57.8’inin ilk kez rapor aldığı tespit edilmiştir. Özürlü sağlık kuruluna başvuru nedenleri incelendiğinde, en sık başvuru nedeni % 66 oranı ile özel eğitim aldırmak veya alınan özel eğitime devam etmek için olduğu saptanırken, diğer başvuru nedenlerinin, maaş bağlanması (%22.3), evde bakım hizmetlerinden yararlanmak (%21.3) ve fiziksel tedavi almak (%163) için olduğu görülmüştür. Olguların tanı dağılımına bakıldığında en sık tanılar Hafif Derecede Zihinsel Engellilik (%28.3), Sınırda entelektüel işlevsellik (%23.5), DEHB (%13.6), Öğrenme Bozukluğu (%12.6), OSB (% 10.6), Orta Derecede Zihinsel Engellilik (%7.5), Ağır Derecede Zihinsel Engellilik (%4.7), Çok ağır Derecede Zihinsel Engellilik (%0.8) olarak saptanmıştır. Sağlık kurulu raporu almak için başvuran çocuk ve ergenlerin % 35.2’sinin ise zekasının normal sınırlarda olduğu görülmüştür. Başvuran çocuk ve ergenlerin %56’sında eşlik eden fiziksel hastalığın da bulunduğu (en fazla % 18 epilepsi ve % 11.2 serebral palsi) saptanmıştır. Sonuç: Çalışmamızda sağlık kurulu raporu almak için başvuran çocuklarda en sık tanının Hafif Derecede Zihinsel Engellilik olduğu, en sık başvuru nedeninin ise özel eğitim raporu almak olduğu tespit edilmiştir. Diğer merkezlere sağlık kurulu raporu almak için başvuran çocuk ve ergenlerin klinik ve sosyodemografik özellikleri ile ilgili araştırmaların arttırılması ve deneyimlerin paylaşılması önemli katkılar sağlayacaktır. KAYNAKLAR 1. Devlet İstatistik Enstitüsü (DİE). Türkiye Özürlüler Araştırması 2002. Ankara: Devlet İstatistik Enstitüsü Matbaası, 2004. 2. Şahin ve ark., Özürlü Çocuk Sağlık Kurulu Raporlarının Değerlendirilmesi, Kocatepe Tıp Dergisi Kocatepe Medical Journal 2014;15(1):48-53 3. Şaziye Senem BAŞGÜL, Sema SALTIK, Göztepe Eğitim ve Araştırma Hastanesi-Özürlü Çocuk Heyeti'nin 2010 yılı verileri, Göztepe Tıp Dergisi 27(2):45-49, 2012 4. Esra YÜRÜMEZ, Özürlü Sağlık Kuruluna Başvuran Çocuk Psikiyatrisi Hastalarının Değerlendirilmesi, Ortadogu Medıcal Journal 6 (2): 77- 79 2014 128 26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 13-16 Nisan 2016/İZMİR P16/Bir Çocuk ve Ergen Psikiyatri Servisinde 1 Yıllık Süre İçerisinde Yatan Hastaların Demografik Verilerinin Gözden Geçirilmesi Nazlı KAPUBAĞLI1 ,Ahmet BÜBER1 ,Gülşen ÜNLÜ1 ,Ömer BAŞAY1 ,Bürge KABUKÇU BAŞAY1 ,Önder ÖZTÜRK1 , 1 Pamukkale Üniversitesi Psikiyatri Hastanesi Çocuk ve Ergen Psikiyatri Anabilim Dalı/Denizli, Amaç: Psikiyatrik bozuklukların önemli bir kısmının çocukluk ve ergenlik çağında başladığı bilinmektedir. Ayrıca zaman zaman hastaların ayaktan takibi yeterli olmadığı için yatış yapılarak tanıların netleştirilmesi ve tedavilerin düzenlenmesi uygun olmaktadır. Bu çalışmada Pamukkale Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı Servisi’ nde yatarak tedavi olan hastaların demografik verileri ve tedavilerine ilişkin bilgilerin belirlenmesi amaçlanmıştır. Yöntem: Mart 2015 - Şubat 2016 tarihleri arasında, Pamukkale Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı Servisi' nde yatarak tedavi gören ve taburcu edilen hastaların kayıtları geriye dönük olarak incelenmiştir. Hastaların demografik verileri, tanı ve eş tanıları , ilaç tedavileri kaydedilmiştir. Sonuçlar: Servisimize belirtilen süre içerisinde 96 adet hastanın yatışı yapılmış olup, hastaların yaş ortalamaları 13,9 (±3) olarak belirlenmiştir. Hastaların %69,8 ‘ i kız olup, yatış süresi ortalaması 12,4 (±9,2) gün olarak bulgulanmıştır. En sık tespit edilen tanı major depresif bozukluk olup %29,2 oranındadır, dikkat eksikliği ve hiperaktivite bozukluğu %21,9, psikotik bozukluk %11,5, davranım bozukluğu %7,3 olarak bulgulanmıştır, otistik spektrum bozukluğu ve bipolar bozukluk oranları aynı olup %6,3’ tür. % 56,2 hastanın herhangi bir eş tanı almadığı tespit edilmiştir. Hastaların %4,2’ si major depresif bozukluk, %14,6’ sı davranım bozukluğu, %4,2’ si hafif düzeyde anlıksal yetiyitimi, %6,3’ ü ise kişilik örgütlenmesi özellikleri eş tanılarını almışlardır. %89,6 oranında hasta antipsikotik tedavi almıştır, aripiprazol kullananların oranı %29,4, risperidon tedavisi alanların oranı %20,8’ dir. %53,1 oranında hasta antidepresan tedavisi almıştır, en fazla kullanılan antidepresan olarak tespit edilen sertralinin kullanım oranı % 26, fluoksetin kullananların oranı %20,8’ dir. % 15,6 oranında hastaya anksiyolitik tedavi verilmiştir, bunlar içerisinde lorazepam ve alprazolam kullananların oranları eşit ve %6,3’ tür. Yalnızca %12,5 oranında hasta duygudurum düzenleyici almıştır, en yüksek oranda kullanılan ise % 9,4 oranı ile sodyum valproattır. Bunlara ek olarak biri negatif belirtilerin belirgin olduğu şizofreni tanılı, diğeri bipolar bozukluk manik atak tanılı olan iki hastaya elektrokonvulzif terapi, Tourette Sendromu tanısı olan bir hastaya ise transkraniyal magnetik stimulasyon tedavisi uygulanmıştır. Tartışma: Bu bilgiler ile birlikte Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı alanında sadece poliklinik izlemin yeterli olmayabileceği, ileri tedavi seçeneklerinin de denenebilmesi açısından yatarak hasta takibinin önemli olduğu sonuçlarına ulaşılmıştır. P17/Anlıksal Yetiyitimi Ve Eşlik Eden Davranış Bozukluğu Olan Olgularda Amilsülpirid Kullanımı: Olgu Serisi Süheyla TAĞCI 1 ,Hatice AKSU1 ,Zafer GÜLEŞ1 , 1 Adnan Menderes Üniversiyesi Tıp Fakültesi Hastanesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları AD, Giriş: Anlıksal yetiyitimi zihinsel becerilere ilişkin yetersizliklerin yanında, uyum davranışları/işlevleri olarak değerlendirilen, sosyal uyum ve öz bakım alanlarında yaşamını bağımsız bir şekilde sürdürebilme becerilerinde yetersizliklerle tanımlanmaktadır. Saldırganlık ve yıkıcı davranışlar anlıksal yetiyitimi olan bireylerin bakımını ve onlarla birlikte yaşamayı güçleştirmektedir. Bunun yanı sıra kurum bakımına alınmada, fiziksel istismara uğramada, psikiyatri servislerine yapılan başvurularda ve ilaç kullanımında en önemli etken olarak düşünülmektedir 129 26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 13-16 Nisan 2016/İZMİR (1,2). Atipik antipsikotiklerin çocuk ve gençlerdeki davranım bozukluklarında etkin ve güvenilir olduğuna dair literatür bilgisi bulunmasına rağmen bir atipik antipsikotik olan amilsülpiridin özellikle de anlıksal yetiyitimi davranım bozuklukluğu olan çocuk ve ergenlerdeki kullanımıyla ilgili literatür bilgisi kısıtlıdır. Biz de bu çalışmamızda polikliniğimize başvuran DSM 5 tanı ölçütlerine göre çeşitli düzeylerde Anlıksal Yetiyitimi tanısı konulan ayrıca kendine ve etrafa zarar verici davranışları olan 4 olguda amilsülpiridin etkinliğini ve güvenilirliğini tartıştık. 1.Olgu: 13 yaşında epilepsi ve ağır düzeyde anlıksal yetiyitimi olan erkek hasta. İstekleri olmadığında öfke nöbetleri geçirme, eşyalara ve kendine zarar verme (kolunu ısırma) davranışı nedeniyle amilsülpirid 0.6 mg/kg/gün başlandı, kademeli olarak amisülprid 2 mg/kg/gün dozuna çıkıldı. Klinik global değerlendirme(CGD) 6 puan(ağır düzeyde) olan olgunun tedavisinin 4. ayında CGİ puanı 2(oldukça düzeldi) olarak belirlenirken belirgin yan etki gözlenmedi. 2.Olgu:15 yaş 4 ay epilepsi ve hafif düzeyde anlıksal yetiyitimi olan erkek hasta alt ekstremitelerini sert yüzeylere şiddetle çarpma sonucu 8 yaş ve 13 yaşta her iki alt ekstremitede diz seviyesinde ampütasyon operasyonu geçirdiği öğrenilmiştir. Kendine zarar verici davranışlar ve öfke kontrol sorunları nedeni ile 2 yıl önce dış merkezde erişkin psikiyatristi tarafından risperidon ve ketyapin tedavisi başlanmış ancak olgu tedavilerini düzenli kullanmamış. Olguya amisülpirid 4 mg/kg/gün tedavisi başlandı, kademeli olarak amisülpirid 8 mg/kg/gün dozuna çıkıldı. Klinik Global Değerlendirme(CGD) puanı 7 (çok ağır düzeyde )olan olgunun tedavinin 3. ayında CGİ puanı 2(oldukça düzeldi) olarak belirlenirken belirgin yan etki gözlenmemiştir. 3.Olgu :14 yaş orta düzeyde anlıksal yeti yitimi olan erkek hasta. Etrafındaki kişilere ve eşyalara zarar verme davranışı nedeniyle 2 yıl önce sırasıyla risperidon ve ketyapin tedavisi başlanmış ancak yan etkiler nedeniyle olgunun tedavilere devam etmediği ve son 1.5 yıldır da ilaç kullanmadığı öğrenilmiştir. Olguya amilsülpirid 0.5 mg/kg/gün başlandı, kademeli olarak amisülpirid 2 mg/kg/gün dozuna çıkıldı. Klinik global değerlendirme(CGD) 5 puan(belirgin düzeyde) olan olgunun tedavisinin 2. ayında CGİ puanı 2(oldukça düzeldi) olarak belirlenirken belirgin yan etki gözlenmedi. 4. Olgu: 14 yaşında erkek epilepsi, bilateral işitme kaybı ve ağır düzeyde anlıksal yeti yitimi olan erkek hasta. Etrafındaki kişilere ve eşyalara zarar verme davranışı nedeni ile 7 ay önce sırasıyla önce sırasıyla haloperidol ve risperidon tedavisi başlanmış ancak fayda görmemesi ve yan etki gözlenmesi nedeni ile sonlandırıldı. Olguya amilsülpirid 0.7 mg/kg/gün başlandı, kademeli olarak amisülpirid 2.1 mg/kg/gün dozuna çıkıldı. Klinik global değerlendirme(CGD) 7 puan(çok ağır ) olan olgunun tedavisinin 2. ayında CGİ puanı 4 olarak belirlenirken belirgin yan etki gözlenmedi. Tartışma : Anlıksal yetiyitimi olan çocuk ve gençlerde eşlik eden davranım sorunlarının varlığı sosyal ve akademik işlevselliğini bozmakta ve ailelerine de ek yük getirmektedir. Etkin ve uygun ilaç kullanımı hedeflenen belirtileri azaltmakla birlikte çocuğun okul ya da çevreye uyumunu arttırmakta, özel eğitim ve diğer psikososyal yaklaşımları daha verimli hale getirmektedir. Bizim olgularımızda belirgin bir yan etki gözlenmemesi ve değişik düzeylerde faydalanım görülmesi göz önünde bulundurulduğunda amsülpiridin çocuk ve ergen grubunda anlıksal yetiyitimi ve kendine ve etrafa zarar verici davranışları olan hastaların tadavisinde etkin ve güvenilir bir seçenek olabileceğini düşündürmektedir. P18/Baş Ağrısı Şikayeti Olan Çocuk ve Ergenlerdeki Psikiyatrik Belirtilerin ve Algılanan Stres Düzeylerinin Değerlendirilmesi KUTAY Taş1 ,Sevcan Karakoç DEMİRKAYA1 ,Börte Gürbüz ÖZGÜR1 ,Hatice AKSU1 ,Ayşe Fahriye TOSUN2 , 1 Adnan Menderes Üniversitesi Çocuk Ve Ergen Psikiyatrisi Polikliniği Efeler/ Aydın, 2adnan Menderes Üniversitesi Çocuk Nörolojipolikliniği Efeler/ Aydın 130 26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 13-16 Nisan 2016/İZMİR GİRİŞ: Baş ağrısı sık görülen ve hayat kalitesini düşüren, hastane başvurularını ve ilaç kullanımını arttıran, bireysel olduğu kadar toplumsal da yük getiren bir hastalıktır. Baş ağrısı okul çağı çocukların %6575’inde görülmektedir; %10’unda ise baş ağrılarının haftada en az bir kez ve ya da fazla olduğu tespit edilmiştir. Baş ağrılarının %90’ı birincildir ve altta yatan organik bir neden bulunmamaktadır. Baş ağrısı olan çocuk ve ergenlerde anksiyete bozuklukları, depresyon ve somatizasyon bozukluğunun daha sık olduğu bildirilmektedir. Bu çalışmada baş ağrısı olan çocuk ve ergenlerdeki psikiyatrik belirtilerin ve algılanan stres düzeylerinin değerlendirilmesi ve ebeveynlerindeki psikiyatrik belirtilerin değerlendirilmesi amaçlanmıştır. YÖNTEM: 0cak 2014- Aralık 2015 tarihleri arasındaki 2 yıllık dönemde çocuk nörolojisi polikliniğine baş ağrısı şikayeti ile gelen, daha önce psikiyatrik başvurusu olmayan ve herhangi bir ilaç kullanmayan çocuk ve ergenlerden ve çalışmaya katılmaya onam veren toplam 21 olgu ile yaş ve cinsiyet eşleştirilmiş baş ağrısı şikayeti olmayan 34 olgu çalışmaya alındı. Çocuklar için Kısa Semptom Envanteri, Algılanan Stres Ölçeği (ASÖ) ve Anksiyete Duyarlılık Ölçeği (ADÖ); ebeveynleri için ise Kısa Semptom Envanteri (KSE) kullanıldı. İstatistiksel analiz için SPSS 18 for Windows kullanıldı. İstatistiksel anlamlılık için p <0,05 kabul edildi. BULGULAR: Çalışmaya alınan 55 olgunun %61,8’i (n=34) kız, % 38,2 (n=21) erkekti. Olguların yaş ortalaması 13,2±2,4 idi. Olgu grubunun baş ağrısının tanı dağılımının %14,3’ünün gerilim tipi, %9,5’inin migren, %4,8’inin kronik günlük baş ağrısı ve %4,8’inin görme kusuruna bağlı olduğu saptandı. Baş ağrısı tanılı çocukların Kısa semptom envanteri-Somatizasyon alt ölçek puanı ile Algılanan stres ölçeği toplam puanının sağlıklı kontrol grubundakilere göre daha yüksek olduğu saptandı (p<0,05). Baş ağrısı tanılı çocukların ebeveynlerinin KSE depresyon, olumsuz benlik ve hostilite alt ölçeklerindeki puanları kontrol grubundaki ebeveynlerden daha yüksekti. (p<0,05). TARTIŞMA: Baş ağrısı olan çocuk ve ergenlerin somatizasyon puanları kontrol grubundan daha yüksek bulunmuştur. Bu durum baş ağrısı olan kişilerde dışa projekte edilemeyen öfkenin iç yansımasının somatizasyon bozukluğu oluşumuna neden olabileceği varsayımı ile ilişkili olabilir. Baş ağrısı olan ergenlerdeki Algılanan Stres Ölçeği puanları sağlıklı kontrol grubundan daha yüksek bulunmuştur. Organik nedenlerle açıklanamayan başağrılarında stresör etmenlerin katkısının olduğu bilgisi ile uyumludur. Daha önceki yapılan araştırmalardan farklı olarak baş ağrısı olan çocukların ebeveynlerindeki psikiyatrik belirtiler de değerlendirdirilmiş olup, bu çocukların ebeveynlerinde depresyon, olumsuz benlik ve hostilite puanları yüksek bulunmuştur. Depresif ve olumsuz benlik özelliklerine sahip ebeveynlerin çocuklarındaki stresi ve anksiyete duyarlığını arttırdığı ve baş ağrısının oluşmasına katkıda bulunduğu ve çocuklardaki ek psikopatolojiler için genetik ve rol modeli olarak zemin oluşturdukları ileri sürülebilir. KAYNAKLAR: 1. Bille BS. Migraine in school children. A study of the incidence and short-term prognosis, and a clinical, psychological and electroencephalographic compare-son between children with migraine and matched controls. Acta Paediatr. 1962;51(Suppl.136):1-151. 2. Abbass A, Lovas D, Purdy A Direct diagnosis and management of emotional factors in chronic headache patients. Cephalalgia 2008;28: 1305-14. 3. Davidson MA, Tripp DA, Fabrigar LR ve ark. Chronic pain assessment: a seven-factor model. Pain Res Manag, 2008;13: 299-308. P19/Siber Zorbalık ve Mağduriyetin Yaygınlığının ve Risk Faktörlerinin İncelenmesi Yüksel EROĞLU1 ,Evrim AKTEPE2 ,Sırrı AKBABA 3 ,Adem IŞIK4 ,Evrim ÖZKORUMAK 5 , 1 Bayburt Üniversitesi, Bayburt Eğitim Fakültesi, Eğitim Bilimleri Bölümü, Bayburt, 2Süleyman Demirel Üniversitesi, Tıp Fakültesi, Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Bölümü, Isparta,3Üsküdar Üniversitesi, İnsan ve Toplum Bilimleri Fakültesi, Psikoloji Bölümü, İstanbul, 4Süleyman Demirel 131 26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 13-16 Nisan 2016/İZMİR Üniversitesi, Tıp Fakültesi, Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Bölümü, Isparta,5Karadeniz Teknik Üniversitesi, Tıp Fakültesi, Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Bölümü, Trabzon, Amaç: Bu araştırmanın amacı siber zorba, siber mağdur, siber zorba/mağdur ve siber zorbalığa hiçbir biçimde karışmamış bireylerin oranını araştırmak ve siber zorbalık ve mağduriyete ilişkin risk faktörlerini belirlemektir. Yöntem: Araştırma Süleyman Demirel Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk ve Ergen Psikiyatrisi polikliniğine başvuran 160 ergenle yürütülmüştür. Veriler Sosyodemografik Bilgi Formu, İnternet Bağımlılığı Ölçeği ve Siber Mağduriyet ve Zorbalık Ölçeği kullanılarak toplanmıştır. Bulgular ve sonuç: Araştırma sonuçları siber zorbalığın cinsiyet, internet kafeye gitme sıklığı, ergenin annesinin internet becerisine ilişkin algısı, günlük sosyal paylaşım sitelerine girme süresi, internet bağımlılığı riski, interneti en çok çevrimiçi oyun oynamak amacıyla kullanma ve ailenin aylık geliri ile ilişkili olduğunu göstermiştir. Öte yandan siber mağduriyetin ise internet kafeye gitme sıklığı, ergenin annesinin internet becerisine ilişkin algısı, interneti en çok çevrimiçi oyun oynamak amacıyla kullanma ve internet bağımlılığı riski ile ilişkili olduğu bulunmuştur. Araştırma sonuçları alanyazın ışığında tartışılmıştır. P20/Ambiguous Genitalyası Olan Bir Olgu Üzerinden Cinsel Kimlik Gelişiminde Etkili Faktörler Mahmut MÜJDECİ1 ,Emre ÜRER2 , 1 omü çrs abd, 2omü çrs abd, Amaç: Dünyaya geldiği andan itibaren çocuğa yönelik yetiştirme tutumlarını belirleyen en önemli etmenlerden biri, cinsiyetidir. Yetiştirme tutumları, kültürün ve toplumun değerlerine uygun olarak cinsiyetler arasında fark gösterir. Sağlıklı çocuklarda doğumda ilan edilen cinsiyet, yaşam boyu kişinin hangi cinsiyete mensup olarak algılanacağının ilk adımıdır. Cinsel kimlik gelişimine etki eden çeşitli kuramlar vardır. Bu kuramlar doğuştan getirilen özelliklerden çevrenin katkılarına kadar varan bir yelpaze içerisinde yer alırlar. Normal seksüel farklılaşma kromozamal düzenlemenin yanısıra sistemik veya lokalize hormonların etkisi altında gerçekleşmektedir. Genetik anomaliler, hormon salınımındaki yetersizlikler ve hedef organlardaki yanıtsızlık durumları değişik interseks bozukluklarına yol açmaktadır. Somatik seks farklılaşmasına testisten salgılanan hormonlar aracılık etmektedir. Bu hormonların üretimindeki bozulmalar ise seksüel belirsizliğe (Ambiguous Genitalya) neden olmaktadır. Belirsiz genitalyası olan hastaların erken dönemde özellikle yenidoğan döneminde fark edilip değerlendirilmesi ileride ortaya çıkabilecek duygusal veya organik yetersizliklerin önlenmesi konusunda acil önlem taşımaktadır. Bu sunuda erkek pseudohermafroditizmi olan bir olgu üzerinden cinsel kimlik üzerine etkili faktörlerden bahsetmeyi amaçladık. 0lgu: İki yaşında kimliğinde kız ismi olan, genetik olarak 46 XY olduğu anlaşıldıktan sonra ailesi tarafından erkek ismiyle seslenilmeye başlanan hasta, konuşmada gecikme şikayetlerinin değerlendirilmesi ve ailesine danışmanlık yapılması amacıyla çocuk cerrahisi tarafından polikliniğimize yönlendirilmişti. Yapılan görüşmede hastanın 8 aylık bir gebelik sonrası normal yolla, dünyaya geldiği, daha sonra takipte belirsiz genitalyası olduğu anlaşılıp genetik test istendiği öğrenildi. Bu sürece kadar ailesinin çocuklarını kız olarak doğduğunu bildiği ve kız gibi yetiştirdikleri öğrenildi. Genetik cinsiyeti netleşen hasta çocuk cerrahisi, çocuk endokrin uzmanı, çocuk psikiyatrisi uzmanının yer aldığı heyete çıkarılıp değerlendirildi. Daha sonra heyette cinsiyetine erkek olarak devam etmesine karar verildi ve gerekli cerrahi işlemlere başlandı. Bu süreçte çocuk ve ailesinin multidisipliner takip ve değerlendirmesi devam etmektedir. Tartışma: Normal sağlıklı çocukların cinsel kimlik gelişimini etkileyen anne babanın cinsiyet beklentisi, cinsiyetleri belirsiz doğan bebeklerde daha çok önem taşımaktadır. Böyle durumlarda anne babaların 132 26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 13-16 Nisan 2016/İZMİR kendi beklentileri yönünde yetiştirme eğiliminde oldukları dikkat çekmektedir.Cinsel kimlik belirsizliği olan çocuklar tamamlanmamış cinsel organlarla doğmuşlardır. Burada aile, ortamı, çocuğun cinsel yönelimini şekillendiren, cinsel davranışını belirleyen ilk ve en sürekli ortam olması nedeniyle önemlidir. Anne babaların, çocuğun yetiştirileceği cinsiyet yönünde, anneyi ya da babayı model alma, cinsel kimlik ve roller, bu çocukların yetiştirilme sürecinde uygun tutumlarla ele alabilmeleri gibi önemli noktalarda bilgi gereksinimleri olacaktır. Bu bilgileri almak ve çocuğun ruhsal yönden değerlendirilmesi için bir çocuk ruh sağlığı uzmanına basvurmaları uygun olacaktır. Cinsiyet belirsizliği olan çocuklarda hekime erken başvurarak çocuğa en uygun cinsiyetin belirlenmesi ileride çıkabilecek cinsiyet değistirme sorunlarını ortada kaldırabilecektir. Ambiguous genitalyali hastalarda uygun cinsiyet seçimi olabildiğince erken, tercihen yenidoğan döneminde yapılmalıdır. Bebeğin cinsiyeti ilan edildikten, ismi konduktan ve cinsel kimliğin gelişmesinden sonra tersi yönde bir cinsiyet seçimi ileride tedavisi olanaksız sosyal ve psikolojik sorunlara neden olabilir. Ambiguous genitalyalı olgularda artmış psikiyatrik problemler görülebilmektedir. Yapılan çalışmalarda kişilerin tanıyı öğrendiklerinde ilk tepkilerinin inkâr olduğunu, ardından kimilerinde neredeyse yıkılma derecesine varan bir çökkünlük oluştuğunu bildirmektedirler. Yine 59 olgunun incelendiği bir çalışmada cinsiyet tayini ve genital onarımın doğumun hemen sonrasında yapılmasına, ebeveynlere psikolojik destek verilmesine ve etkilenen çocuklara yoğun psikoterapi uygulanmasına rağmen çocukların % 39’ unda major psikopatoloji geliştiği bulunmuştur. Bu nedenlerle, altta yatan neden ne olursa olsun bu çocukların ve ailelerin ergenlik dönemindeki cinsel kimlik oturuncaya dek izlenmeleri ve ailenin danışmanlık alması gerekliliği önem kazanmaktadır. P21/Anoreksiya Nervoza Kliniği ile Başvuran Çok Erken Başlangıçlı Şizofreni: Olgu Sunumu Özlem KAHRAMAN1 ,Ayşe IRMAK1 ,Esra DEMİRCİ1 , 1 Erciyes Üniv Çocuk Psikiyatri A.B.D Kayseri, Giriş: Şizofreni, sanrı ve varsanı gibi pozitif belirtiler; duygulanımda sığlaşma, sosyal içe çekilme, konuşma miktarında azalma ve düşünce içeriğinde fakirleşme gibi negatif belirtiler; dikkatte, bellekte, yürütücü işlevlerde bozulma gibi bilişsel belirtilerle giden; duygu, düşünce, algılama ve davranışı etkileyen; farklı klinik tablolarla ortaya çıkabilen bir ruh sağlığı sorunudur. Belirtiler 13-18 yaş arası başlarsa “erken başlangıçlı şizofreni”, 13 yaş öncesi başlarsa “çok erken başlangıçlı şizofreni” terimleri kullanılmaktadır. Tüm şizofreni hastalarının %4’ü 14 yaşının altındadır. %0,1-1’i ise 10 yaşın altında başlar. On beş yaşından sonra da giderek artar. Erişkin tip şizofrenide cinsler arasında farklılık olmadığı bilinmesine karşı yapılan çalışmalarda erken başlangıçlı şizofreninin erkeklerde 2 kat daha fazla görüldüğü bildirilmiştir. Olgu: Onbeş yaşında kız hasta polikliniğimize yemek yememe ve kilo kaybı şikayetiyle halası tarafından getirildi. Bir aydır aile ile beraber yemek yemeyen, yiyeceklerin kalorilerini hesaplayan, yedikten sonra sürekli yürüyen, ‘Çok kiloluyum, yemek yersem kilo alırım’ diye düşünen hastanın vücut ağırlığında yaklaşık yirmi kg azalma olduğu öğrenildi. Eski hastalık hikayesi sorgulandığında anne-babanın beş yıl önce boşandığı ve sonrasında hastanın baba ve halalar ile yaşadığı dönemde; ‘Canavarlar beni kovalıyor, annem beni onların içine bırakıp gitti’ benzeri söylemler, gece ağlayarak uyanma, içe kapanma ve sinirlilik şikayetleri ile çocuk psikiyatri polikliniğine başvurulduğu öğrenildi. İki ay süreyle Risperidon tedavisi kullanılmış ve şikayetlerin gerilemesi ile tedavi sonlandırılmış. Halasından alınan bilgilere göre; yedi aydır kendi kendine gülmesi ve konuşması oluyormuş. Duyduğu erkek ve kadın sesleri nedeniyle banyoya, tualete tek başına gidemiyormuş. Bir aydır neşesi iyi değilmiş, yaşamaktan keyif almıyormuş. 133 26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 13-16 Nisan 2016/İZMİR Konuşmasında azalma olmuş, hareketleri yavaşlamış, akşamları artan iç sıkıntısı nedeniyle yerinde durmakta zorlanıyormuş. Hastada gelişen hızlı kilo kaybı ve pozitif psikotik belirtilerin ayırıcı tanısı ve tedavisi için erişkin psikiyatri servise yatırılarak takibi yapıldı. Yapılan elektroensefalografi ve kranial manyetik rezonans sonuçları fizyolojik sınırlar içinde değerlendirildi ve nörolojik muayenesinde ve laboratuvar testlerinde bir bozukluk saptanmadı. Normal boy-kilo görünümündeydi (va:65 kg ,boy:1.62 cm). İlk görüşmede düşünce içeriğinde kilolu olması ağırlıktaydı, psikotik belirtileri gizleme eğiliminde olan hastanın sonraki görüşmelerde sanrı ve varsanıları olduğu öğrenildi. Hasta; annesinin çocuğu olmadığını, annesinin kendisini başkasının rahminden aldığını düşünüyormuş. Kendisine beyin nakli yapıldığını, o sırada kalbinin ve solunumunun durduğunu söylüyormuş. Bu düşünceleri son birkaç ayda artış göstermiş. Olacak olayları önceden hissedermiş, deprem ve sel felaketlerinden önce yoğun sıkıntı yaşarmış. Bu hisler uzun yıllardır varmış ancak anlamlarını bu yıl daha iyi anlıyormuş. Beş yıl önce başlayan ayak sesi duyması ve kan kokusu algılaması sekiz aydır artış göstermiş. Duyduğu sesler adını söylüyormuş ve onlara cevap veriyormuş. Bunların nedeninin annesinin yaptığı büyü olduğuna inanıyormuş. Sekiz ay önce annesiyle görüşmesinden sonra başlayan büyük gözlü insanlar görmesi varmış, kendisine zarar vereceklerini düşünüyormuş. Takipte hastanın serviste yemeğini yediği gözlemlendi ve yatış süresinde kilo artışı oldu. Yaşı ve boyu için beklenen beden ağırlığının %85’inin altında olmaması, hastada kilo almak ve şişmanlamaktan korkma, beden ağırlığı ve biçimini algılamada bozukluk olmaması nedeniyle anoreksiya nervoza tanısı dışlandı. Çok erken başlangıçlı şizofreni tanısıyla tedavisi düzenlenen hastanın poliklinikte takibi devam etmektedir. Tartışma: Çocuk psikiyatri poliklinik uygulamasında ayırıcı tanıda güçlükler yaşanabilmekte, ayaktan tedavi ve takibin yetmeyeceği hastalar bulunmaktadır. Ayırıcı tanı yapılabilmesi ve tedavinin düzenlenebilmesi amacıyla yataklı serviste hasta takibine ihtiyaç duyulmaktadır. Bu nedenlerle ülkemizde kısıtlı sayıda olan çocuk psikiyatri yataklı servislerinin artırılmasının gerekliliği ortaya çıkmaktadır. P22/Sluggish Cognitive Tempo (Yavaş Bilişsel Tempo) Tanılı 3 Olgu Burcu KARDAŞ1 ,Eyüp Sabri ERCAN1 ,Muharrem Burak BAYTUNCA1 ,Gül BOLAT1 ,Melis İPÇİ5 ,Sevim Berrin İNCİ1 , 1 Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Ve Ergen Psikiyatri Anabilim Dalı Bornova İzmir, Ünsel : SCT (Sluggish Cognitive Tempo-Yavaş Bilişssel Tempo); hayale dalıp gitme, uyanık kalmada zorlanma, enerjide düşüklük, kendi dünyasında yaşama, şaşkın görünümde olma gibi klinik belirtilen gösteren bir bilişsel uyarılma ve uyanıklık bozukluğudur. Bu çocuklar hipoaktif, letarjik ve apatik olarak tanımlanırlar. DSM-5’te hala bir tanı olarak yer almayan SCT son zamanlarda akademik yazında tartışmalara yol açmaktadır. İlk başlarda Sluggish Cognitive Tempo-Yavaş Bilişssel Tempo Dikkat Eksikliği Baskın Tipin bir alt sınıflaması olarak düşünülmüş olsa da, son çalışmalar bu hipotezi çürütmüştür. Son yıllarda yapılan araştırmalar SCT’nin DEHB ile birlikte görülebileceği fakat tamamen ayrı bir bozukluk olduğunu göstermektedir. Bu yazıda SCT tanısı koyduğumuz üç olguda bu tanıyı koymanın zorluğu ve ayırıcı tanısını tartışmak istiyoruz. Bu üç olguda öncelikle DEHB düşünülmüş, sonrasında klinik gözlemler, uygulanan ölçekler ve yardımcı testler ışığında SCT tanısı konulmuştur. Olguların ikisinde SCT bozukluğuna ek olarak DEHB-kombine tip ve DEHB-Dikkat eksikliği baskın tip tanısı konulmuştur. Diğer hastada SCT tanısı daha ön plandadır. Görüldüğü gibi SCT, DEHB ile çok sık birliktelik gösteren bir bozukluk olmasına rağmen DEHB’den farklı bir klinik görünüme sahiptir ve bu tanının netleşmesi için daha birçok çalışma yapılmasına ihtiyaç duyulmaktadır. P23/Ergen Madde Bağımılığında Sorun Çözme Terapisinin Etkinliği Ön Bulgu Ömer KARDAŞ1 ,Zeki YÜNCÜ1 ,Cahide AYDIN1,Mehmet ESKİN2 ,Ebru GÜRÇAY3 ,Cansu BİNGÜL4 , 134 26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 13-16 Nisan 2016/İZMİR 1 Ege Çocuk Psikiyatri Anabilim Dalı,, 2Adnan Menderes Tıp Fak. Psikiyatri A.D, 3Bornova Rehberlik Araştırma Merkezi, 4Gediz Üniversitesi, Giriş ve Amaç: Bu çalışmanın amacı bir Bilişsel Davranışçı Terapi tekniği olan Sorun Çözme Terapisinin (SÇT) ergen madde bağımlılığındaki etkinliğinin araştırılmasıdır. Yöntem: Bir ergen bağımlılık tedavi merkezine başvuran DSM-5’e göre “Madde Kullanım Bozukluğu” tanısı almış olgular ardışık olarak çalışmaya alındı. Olgu ve Kontrol grubu SÇT grubuna (n=22, rutin poliklinik görüşmeleri + SÇT uygulanmıştır Kontrol grubuna (n=16) yalnızca rutin poliklinik görüşmeleri uygulanmıştır. 1.hafta: Sorun, şikayet ve çözüm kavramlarının konuşulması ve madde kullanım bozukluğu olan hayali bir olgunun tanıtılması 2.hafta: Sorunlarla karşılaşıldığında verilen tepkiler ve bu tepkilerin çözüme olan etkisinin konuşulması, şikayet-sorun ilişkisi 3.hafta: Sorun çözümünde hedef belirmenin önemi, hedefe ulaşmada çözüm seçenekleri üretme yöntemleri 4.hafta: Uygun çözüm seçeneğinin seçilmesi ve uygulanması 5.hafta: Terapinin genel değerlendirmesi. SÇT sürecinin başında (1.hafta) ve sonunda (5. hafta) her iki gruba aşağıdaki ölçekler uygulanmıştır. Kullanılan Ölçekler K-SADS WISC-R ya da WAIS-R Beck Depresyon Envanteri (BDE) Kaygı Bozuklukları Ölçeği (KAYBÖ) Tedavi Motivasyon Anketi (TMA) Gözden Geçirilmiş Sosyal Sorun Çözme Envanteri (GSSÇE) İstatistiksel Değerlenedirme: Olgulara uygulanan formlar SPSS18 programına girilmiştir. Gruplar kendi arasında Wilcoxon, her iki grubun karşılaştırılması içinde Tekrarlayan Ölçümlerin Varyans Analizi uygulanmıştır. Örgün eğitime devam etme deney grubunda %78, kontrol grubunda %37 KSADS sonucuna göre olguların %72’sinde DEHB, %27’ sinde Davranım Bozukluğu, %68’ inde Karşı Olma Bozukluğu, % 45’ inde Depresyon, % 32’ side de Anksiyete bozukluğu saptanmıştır. Psikiyatrik tanıların gruplar arasında eşit olarak dağıldığı görülmüştür. Sigaraya başlama yaşı ortalaması 12,5(min:9-max16) , alkol 13,3(min:10-max:16), madde 13,9(min:11max16) olarak saptanmış olup gruplar arasında başlama yaşlarının benzer olduğu görülmüştür. Her iki grupta da depresyon skorlarının azaldığı ancak deney grubunda belirgin derecede düştüğü görülmüştür. Tedavi motivasyon anketinde deney grubunun motivasyonun arttığı kontrol grubunun ise zaman içinde azaldığı görülmüştür. Sorun çözme envanterine bakıldığında deney grubunun sorun çözme becerilerinin arttığı ancak kontrol grubunda azaldığı görülmüştür. Deney grubunun ön test ve son test puanlarına bakıldığında depresyon ve anksiyete skorlarının istatistiksel olarak anlamlı düzeyde azaldığı ve bunun literatür ile uyumlu olduğu saptanmıştır. Tartışma: Ergenlerde «Alkol-Madde Kullanım Bozukluğu» tedavisinde diğer tedavileri ek olarak ya da tek başına BDT uygulamaları daha sık uygulanmaktadır. Problem Çözme Terapisi de bu yöntemlerdendir. Kanada’ da 172 adolesan ve ailesine problem çözmeye yönelik sosyal beceri eğitminin verildiği bir çalışmada, bu eğitimin 14 yaş altı olgularda alkol kullanımı, 14-17 yaş arası olgularda ise madde kullanım sıklığını önemli ölçüde azalttığı görülmüştür (1). İspanya’ da yapılan 1 yıllık izlem çalışmasında 12-15 yaş arası 341 adolesan, problem çözme, sosyal beceri, her 135 26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 13-16 Nisan 2016/İZMİR ikisi ve kontrol grubu şeklinde 4 ayrı gruba ayrılmış. Her 3 grubun, kontrol grubuna göre son test ve 1 yıl sonraki ölçümlerinde iyileşme saptanmıştır (2). Hollanda’ da 12-18 yaş arasındaki adolesanları kapsayan problem çözme terapisininin değerlendirildiği bir internet tabanlı bir çalışmada anksiyete ve depresyon skorlarında şekilde azalma olduğu gösterilmiştir (3). Bu çalışmada benzer şekilde depresyon, anksiyete skorlarının azaldığı, sorun çözme becerilerinin ve tedavi motivasyonunun arttığı görülmüştür. ŞÇT grubunda poliklinik grubuna göre ölçülen tüm parametrelerde istatistiksel düzeyde olan ya da olmayan iyileşmeler saptanmıştır. Bu uygulamanın uzun dönemdeki etkilerinin değerlendirilmesi gerekmektedir. Dizinde SÇT ’nin etkinliğin izlemde arttığı gösterilmiştir. P24/DSM-5 İçin Önerilen Yeni İmpulsivite Maddelerinin Çocuklarda Geçerliliğinin Değerlendirilmesi Gül Ünsel BOLAT1 ,Eyüp Sabri ERCAN1 ,Giovanni Abrahão SALUM2 ,Öznur BİLAÇ3 ,Rafael MASSUTİ2,Taciser Uysal ÖZASLAN6 ,Hilmi BOLAT7 ,Luis Augusto ROHDE2 , 1 Ege Üniversitesi Çocuk ve Ergen Psikiyatrisi Anabilimdalı, , 2Hospital de Clinicas, Porto Alegre, 3Manisa Ruh Sağlığı ve Hastalıkları, , 6Isparta Çocuk Hastanesi, 7Ege Üniversitesi Tıbbi Genetik Anabilimdalı, Giriş: Amerikan Psikiyatri Birliği (APA) 2010 yılında Dikkat Eksikliği ve Hiperaktivite Bozukluğu (DEHB) tanı kriterine dört yeni impulsivite semptomunun eklenmesini önerdi. Fakat, bu dört impulsivite semptomu kanıt yetersizliğinden dolayı DSM-5 tanı kriterleri arasına eklenmedi. Bu çalışmanın amacı önerilen bu dört impulsivite semptomunun şu alanlardaki performansını test etmektir: a) DEHB faktör yapısındaki yeri; b) Klinik bozulmayı öngörmedeki performansı; c) DEHB tanısına olan spesifikliği; d) Klinik bozulmayı öngörmedeki en iyi kesim noktası. Yöntem: Örneklem sayısı 12 okuldan çalışmaya dahil edilen 416 çocuktan oluşmakla birlikte 31 olgu hem DSM-IV hem de önerilen DSM-5 kriterlerine göre DEHB kriterlerini karşılamakta, 20’ si sadece bir tanı kriterini karşılamakta ve 365’ i de kontrol grubunu oluşturmaktaydı. Tanı koyma süreci Okul Çağı Çocukları İçin Duygulanım Bozuklukları ve Şizofreni Görüşme Çizelgesi-Şimdi ve Yaşam boyu Şekli Türkçe uyarlaması ve Yıkıcı Davranım Bozuklukları için DSM-IV’ e Dayalı Tarama ve Değerlendirme Ölçeğine dört yeni maddenin eklenerek kullanılmasıyla gerçekleşti. Sonuç: Dört yeni semptomun da eklenmesiyle oluşan 22 maddenin faktör analizi sonuçları incelendiğinde 18 madde ile benzer faktör yapısı gösterdiği saptandı. Regresyon analizlerinde dört yeni impulsivite semptomlarından birisi “sabırsızdır” maddesini, 22 madde içerisinde klinik bozulmanın en iyi yordayıcısı olarak saptandı. Dört yeni kriterin hiç birinin DEHB’ ye spesifik olmadığı belirlendi. Hiperaktivite/impulsivite altbaşlığı için klinik bozulmayı öngördürücü en iyi kesim noktası boyutunda değerlendirildiğinde dört impulsivite kriterinin eklenmesi önemli bir değişiklik oluşturmadı. Sonuçlarımız göstermektedir ki; DEHB tanısının önemli bir parçası olan impulsivite alt başlığını daha etkin saptayabilmemiz için daha fazla araştırmaya ihtiyaç duyulmaktadır. Çünkü, önerilen dört impulsivite semptomu analizleri bu açıdan incelendiğinde şu anda kullanmakta olduğumuz impulsivite maddelerine göre kısmen daha iyi performans göstermekte ve klinik bozulmayı saptamada daha başarılı olsa bile yeterli görünmemektedir. P25/Çok Erken Başlangıçlı Şizofreni İle Karışan Bir Okb Olgusu Dilara BİNGÖL KARAGÖZ1 ,Hatice ÜNVER1 ,Nursu ÇAKIN MEMİK1 , 1 Kocaeli Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Psikiyatrisi Polikliniği Umuttepe/Kocaeli, Obsesif kompulsif bozukluk (OKB), yineleyici obsesyonlar veya kompulsiyonların görüldüğü, süreğen, dönemsel gidiş gösterebilen, bireyin toplumsal ve günlük işlevlerini belirgin olarak etkileyen psikiyatrik 136 26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 13-16 Nisan 2016/İZMİR bir bozukluktur. Yapılan çalışmalarda OKB tanısı almış yetişkin hastaların yaklaşık yarısında hastalığın başlangıcının çocukluk veya ergenlik döneminde olduğu belirtilmektedir (1). Erken başlangıç daha şiddetli belirtiler, daha fazla eş tanı ve kötü seyir ile ilişkilendirilmektedir (2). OKB’de görülebilen eş tanılardan biri olan psikoz sıkılığı henüz tam olarak belirlenememiş olmakla birlikte bazı çalışmalarda OKB’de psikotik belirtilerin %10-17 oranında görüldüğü bildirilmektedir (3). Bu hastaların özellikleri tipik OKB hastaları ile karşılaştırıldığında daha çeşitli ve şiddetli ruminasyonları, törensel davranışları olduğu, sosyal ve okul uyumlarının daha bozuk olduğu ve remisyon sağlamanın daha zor olduğu, psikoterapiye ve farmakoterapiye daha kötü yanıt verdikleri, psikopatolojinin başlangıcı ile ilgili daha az tetikleyici etkenin var olduğu, anksiyete düzeylerinin daha düşük olduğu belirtilmektedir (4). Bu yazıda çok erken başlangıçlı şizofreni ile karışan, psikotik belirtileri olan OKB’li bir olgunun klinik özellikleri tartışılmıştır. P26/Biperiden kullanımıyla ilişkili deliryum tablosu; Olgu sunumu Hasan BOZKURT1 ,Seda TABAK1 ,Serkan ŞAHİN1 , 1 Tokat Gaziosmanpaşa Üniversitesi Tıp Fakültesi, Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları A.D Amaç: Deliryum, bellek ve algılama başta olmak üzere bilişsel işlevlerde bozulma, bilinçte azalma ya da dalgalanmalar, dikkati odaklama ve yönlendirme kapasitesinde bozukluk, yönelim bozukluğu, affektif bozukluklar, ilgisizlik, ajitasyon gibi davranış değişiklikleri ve uyku uyanıklık döngüsünde bozulma ile seyreden bir sendromdur. Deliryum enfeksiyon, ilaçlar ve toksinler, metabolik bozukluklar ve diğer tıbbi hastalıklar gibi birçok farklı nedenden kaynaklanabilmektedir. Bu olguda distoni tedavisi için parenteral olarak verilen biperiden sonrası deliryum tablosu gelişen bir çocuk olgunun sunulması amaçlanmıştır. Olgumuz yazında çocuk yaşta biperiden ile ilişkili ilk deliryum olgusudur. Olgu sunumu: C, 6 yaşında erkek çocuğu, 1.sınıfa gidiyor, ailenin tek çocuğu, anne ve babası ile beraber yaşıyordu. Kliniğimize Çocuk Yoğun Bakım ünitesi tarafından bilinçte dalgalanma ve görsel halüsinasyonlar nedeniyle konsulte edildi. İlk defa 5 yaşında iken aşırı hareketlilik, takıntı ve korkular nedeniyle ailesi tarafından kliniğimize getirilmişti. Yapılan psikiyatrik değerlendirmeler sonucu dikkat eksikliği hiperaktivite bozukluğu (karışık görünüm) ve obsesif kompulsif bozukluk tanılarıyla olguya fluoksetin 10 mg/gün ve risperidone 0.5 mg/gün başlanmıştı. Belirtilerde kısmen azalma olması üzerine dozlar fluoksetin 20 mg/gün ve risperidone 1.25 mg/gün olarak arttırıldı. Yaklaşık 6 ay boyunca belirtilerde belirgin düzelme olan hastaya 1.sınıfa başladıktan sonra okuldan dikkat eksikliği ve hareketlilik ile ilgili şikayetler gelmesi üzerine atomoksetin 18 mg/gün tedavisi eklendi. Atomoksetin tedavisinin eklendiği son görüşmeden sonra bir daha polikliniğe gelmeyen hasta yoğun bakımda değerlendirildi. Aileden alınan bilgiye göre polikliniğimizden randevu alamadıkları için dış merkezde bir çocuk psikiyatri polikliniğine başvurdukları, orada risperidone tedavisinin kesilerek yerine aripiprazol başlandığı ve tedavinin 2.gününde ani yutkunma güçlüğü, yediklerini çıkarma ve gözlerini yukarı doğru sabitleme olması üzerine özel bir hastanenin acil bölümüne başvurdukları öğrenildi. Hastaya distoni öntanısı ile biperiden 5 mg parenteral (IV) yolla verildiği, biperiden sonrası distoni belirtilerinde azalma olmakla birlikte bilinçte bozulma, görsel halüsinasyonlar ve pupillerde dilatasyon olması üzerine organik bir patoloji olduğu düşünülerek hastanemiz çocuk aciline sevk edildiği ifade edildi. Çocuk acil biriminden yoğun bakım ünitesine yatırılan hastanın vital bulguları, rutin kan tahlilleri (hemogram dahil), tiroid fonksiyon testleri, kreatinin kinaz düzeyi, tam idrar tetkiki, idrarda madde taraması, B12 ve folik asit düzeyi, CRP, kranial MR ve EEG değerlendirmeleri normal sınırlarda tespit edildi. Nöbetçi doktordan alınan bilgiye göre yoğun bakıma yatırıldığında distoni belirtilerinin geçtiği fakat hastanın yatağında birşeyler varmış gibi tutmaya çalıştığını, bilincinde dalgalanmalar olduğu, fizik muayenede ise dilate pupiller dışında başka bir patoloji olmadığı öğrenildi. Dış merkezde yapılan biperiden tedavisi dışında başka bir ilaç tedavisi öyküsü yoktu. Organisiteye yönelik tüm tahlillerin normal gelmesi üzerine biperidene bağlı deliryum öntanısı ile takip edilen hastada ilerleyen saatlerde başka hiçbir patolojik semptoma rastlanmadı. Hastalık öncesi normal işlevine kısa sürede dönen hasta ertesi gün ayaktan poliklinik takibi yapılmak üzere taburcu edildi. Yapılan kontrollerde deliryum belirtileri tekrarlamadı. 137 26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 13-16 Nisan 2016/İZMİR Tartışma: Deliryum tablosu genellikle geçici ve geriye dönüşlü bir tablodur. Dikkatle ilişkili yetilerde azalma, dikkatin bir nokta üzerinde odaklanamaması, devam ettirilememesi ve uygun bir biçimde kaydırılamaması, çevrede olup bitenin farkındalığı düzeyinde bir azalmayla sonuçlanır. İlaçlar deliryumun birçok farklı nedenlerinden birisidir. Yazında biperiden sonrası deliryum gelişen çalışmalar az sayıda olgu sunumlarıyla sınırlıdır. Bizim olgumuz biperiden ile ilişkili deliryum tablosu geliştiren ilk çocuk olgudur. Klinik özellikler, tanı ve ayırıcı tanılar literatür ışığında tartışılacaktır. P27/Diazepam ile düzelen katatoni sendromu; Olgu sunumu Hasan BOZKURT1 ,Seda TABAK1,Serkan ŞAHİN1 , 1 Tokat Gaziosmanpaşa Üniversitesi Tıp Fakültesi, Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları A.D., Amaç: Katatoni, temel belirti ve bulguları mutizm, postür alma, stupor, motor rijidite, aşırı uyarılmışlık hali, yeme-içme reddi ve hipokinezi olan bir motor disregülasyon sendromudur. Çocuklarda katatoni tablosunun tanınması ve ayırıcı tanısının bilinmesi, yapılması gereken incelemeler ve tedavi protokolünün belirlenmesi açısından önemlidir. Yazında katatoni tedavisinde lorazepam ve elektrokonvulsif terapinin (EKT) etkinliği ile ilgili çalışmalar yer almaktadır. Bu yazıda katatoni tablosu nedeniyle servisimize yatırılıp diazepam tedavisi ile katatoni tablosu düzelen 14 yaşında bir kız olgunun klinik özellikleri ve katatoni tablosunun ayırıcı tanısı tartışılmıştır. Olgu sunumu: A, 14 yaşında kız çocuğu, 8.sınıfta okuyor, üç kardeşin en büyüğü, anne, baba ve kardeşleriyle yaşıyordu. Kliniğimize Çocuk Acil Birimi tarafından son üç gündür konuşmama, hareketsizlik, yeme ve içme reddi şikâyetleriyle konsulte edildi. Anne ve babasından alınan bilgiye göre son iki aydır A’da aşırı hareketlilik, gereğinden fazla konuşma, uyku ihtiyacında azalma ve sebepsiz gülmeler olduğu öğrenildi. Ailesi okul bitip tatil başladığı için A’nın bu belirtileri sergilediğini düşünerek herhangi bir psikiyatrik başvuruda bulunmadıklarını fakat üç gün önce hareketsizlik, uzun süre bir pozisyonda sabit oturma, yeme ve içmeyi reddetme, konuşmama ve altına idrar kaçırma gibi şikâyetler olması üzerine hastanemiz Çocuk Acil birimine başvurmaya karar verdiklerini ifade ettiler. Hastanın ruhsal durum muayenesinde görüşmeye isteksiz olduğu, soruların hiçbirine cevap vermediği, yattığı yerden kalkmak istemediği gözlendi. Duygulanımı kısıtlıydı. Oryantasyon, algı, bellek muayenesi yapılamadı. Konuşmadığı için düşünce içeriği değerlendirilemedi. Olgu sürekli olarak yatağında gözler açık şekilde postür değiştirmeden sırtüstü yatıyordu. Anne ve babasının yönlendirmesi ile annesi eşliğinde tuvalete gidiyordu. Garip ağız ve el hareketleri şeklinde motor stereotipiler göze çarpıyordu. Katatoni tablosu düşünülen hastanın servise yatışı yapıldı. Yatış sonrası olgunun vital bulgu takibi, rutin kan tahlilleri, tiroid fonksiyon testleri, kreatinin kinaz (CK) düzeyi, tam idrar tetkiki, idrarda madde taraması, B12 ve folik asit düzeyi, anti-HBs, anti-HİV, HCV-RNA, VDRL, CRP, kan seruloplazmin düzeyi, kranial MR ve EEG değerlendirmeleri yapıldı. Olgunun kan tahlilleri, serum CK düzeyi, idrar tetkikleri, kranial MR ve EEG sonucu normal sınırlarda, nörolojik muayenesi, göz dibi normal olarak değerlendirildi. Bunun üzerine katatoni için lorazepam başlanmaya karar verildi fakat hasta ilaç içmeyi reddettiğinden ve lorazepamın parenteral formu da ülkemizde bulunmadığı için diazepam IV yolla 10 mg/gün başlandı. İlk diazepam dozundan birkaç saat sonra hastanın annesi ve nöbetçi hemşire ile kendiliğinden konuşması oldu. Vital bulguları yatışı boyunca normal seyreden hastamızda diazepam dozu 15 mg/güne kadar arttırıldı. Takipte hasta tedavi ekibinin sorularına önce tek kelimeler sonra kısa cümleler ile cevap vermeye başladı. Gün içinde yatağında yatması azaldı ve kendi isteği ile serviste gezinmeye ve diğer hastaların yanında oturmaya başladı. İkinci günden itibaren yeme ve içmeye başladı. Doldurulan Klinik Global İzlenim Hastalık Şiddeti (CGI-SI) ve Klinik Global İzlenim Genel İyileşme (CGI-GI) ölçeklerine göre takipte olgunun CGI-SI puanı 6’dan 1’e düştü; CGI-GI puanı da 1 olarak değerlendirildi. Yatışının dördüncü gününde tüm belirtileri düzelen hasta diazem oral 5 mg/gün alarak taburcu edildi. Bir hafta sonra yapılan poliklinik kontrolünde herhangi bir katatonik belirtiye rastlanmadı fakat aile son günlerde yine fazla konuşmaya, uyku ihtiyacında azalma olduğunu belirtti. Geçirilmiş katatoni tablosunun altta yatan Bipolar Bozukluğa (Manik epizod) bağlı olduğu düşünülerek hastaya Valproik asit 1000 mg/gün başlandı. Rutin poliklinik kontrollerinde manik belirtileri düzelen ve ötimik hale gelen hasta Valproik asit tedavisi ile takip edilmektedir. 138 26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 13-16 Nisan 2016/İZMİR Tartışma: Katatoni, akut psikiyatri servislerine başvuran çocuk ve ergenlerde nadir bir durum değildir ve ayırıcı tanıda akla gelmelidir. DSM-5’te katatoninin ayrı bir başlık olarak yer alması bu tablonun klinisyenler tarafından tanınma oranını arttıracak gibi görünmektedir. Katatoni tablosu ile başvuran çocuk ve gençlerde lorazepam ve EKT dışında diğer bir seçenek olan diazepamın tedavide göz önünde bulundurulması gerekir. Ayrıca duygudurum bozukluklarıyla katatoni tablosu birlikteliğinin sıklığı dikkate alındığında, katatoni tablosu düşünülen olgularda, duygu durum bozukluklarına yönelik öykünün ayrıntılı olması takip ve tedavi sürecinde yararlı olacaktır. P28/Kronik motor tik bozukluğunda topiramat kullanımı; Olgu sunumu Hasan BOZKURT1 , Seda TABAK1 ,Serkan ŞAHİN1 , 1 Tokat Gaziosmanpaşa Üniversitesi Tıp Fakültesi, Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları A.D Amaç: Tik bozuklukları, gelip geçici tik bozukluklarından, değişik derecelerde işlevsel bozulmanın eşlik ettiği kro¬nik durumlara kadar uzanan geniş bir yelpaze oluştur¬maktadır. Kronik motor tik bozukluğu tek ya da birden fazla motor tiklerle karakterize bir tablodur. Tik bozukluklarının tedavisinde en sık kullanılan ilaçlar alfa iki reseptör agonistleri ve antipsikotik ilaçlardır. Yazında tik tedavisinde topiramat kullanımını destekleyen az sayıda çalışma bulunmaktadır. Biz bu yazıda kronik motor tikleri olan atipik otizm tanılı bir çocukta topiramat kullanımı ile tikleri neredeyse tamamen düzelen bir olgu sunmayı amaçladık. Olgu sunumu: B, 10 yaşında erkek çocuğu, 4.sınıfa gidiyor, iki kardeşin en büyüğü, anne, baba ve kardeşiyle beraber yaşıyordu. Kliniğimize baş-boyun ve omuz tikleri, aşırı yemek yeme şikayetleriyle annesi tarafından getirildi. Annesinden alınan öyküye göre olgu 3 yaşında iken göz teması kurmadığı, ismi seslenince dönüp bakmadığı, sağırmış gibi davrandığı, çocuklarla oynamak yerine yalnız başına kalmayı tercih ettiği ve anlamlı az sayıda kelimeleri olduğundan başvurdukları bir çocuk psikiyatri kliniği tarafından atipik otizm tanısı konularak özel eğitime yönlendirildiği öğrenildi. Özel eğitim ile beraber yaşıtlarıyla örgün eğitime devam eden olgu henüz okumayı öğrenememiş ve harfleri tam olarak bilmiyordu. Yine 4 yaşında iken kasılma ve baygınlık geçirme nedeniyle epilepsi tanısı konduğu, o zamandan beri Valproik asit 600 mg/gün kullandığı öğrenildi. Ayrıca doğduğundan beri çok fazla hareketli olduğu, ilkokula başladıktan sonra sınıf düzenini bozması üzerine risperidon 1 mg/gün tedavisi başlandığı bildirildi. Daha sonra psikostimülan ve atomoksetin verilen hastaya; stimulan tedavisinin sinirlilik yapması, atomoksetinin de faydasının olmaması üzerine kesildiği öğrenildi. Hasta annesi ile bize başvurduğunda Valproik asit 600 mg/gün ve risperidon 3 mg/gün kullanıyordu. Son nöbetini iki yıl önce geçiren hasta dış merkezde bir çocuk nöroloji polikliniğinden de takipliydi. Anne çocuğunda son üç yıldır ağız-yüz buruşturma ve göz kırpma, baş ve boyun sallama, omuz kaldırma tarzında tikleri olduğunu, ilaçları kullanmaya başladıktan sonra çok yemek yemeye başladığını, özellikle son bir yılda 25 kg kadar kilo alımı olduğunu ifade etti. Vokal tik tariflemiyordu. Hareketliliğinin kısmen düzeldiği, okul ve özel eğitimden bu konuda şikayet gelmediği fakat bu tiklerden dolayı sürekli insanların dikkatini çektiğini ve hastanın bu yüzden okula gitmek istemediği öğrenildi. Risperidonun hem kilo artışı etkisi hem de tiklerde belirgin bir faydasının olmaması üzerine aripiprazol 7.5 mg/gün tedavisine geçildi. 1 ay sonra yapılan kontrolde anne tiklerin devam ettiğini, iştahı kısmen azalsa da hareketliliğinin oldukça arttığını, okuldan ve özel eğitimden çok fazla şikayet gelmesi üzerine birkaç gün önce ilacı kestiğini belirtti. Bunun üzerine hastaya sırayla önce haloperidol sonra pimozid başlandı fakat her iki tedavi de hem tiklerde değişiklik yapmaması hem de hareketlilik ile ilgili şikayetlerin fazla gelmesi üzerine sonlandırıldı. Anneye ülkemizde bulunmayan fakat yurtdışından getirtebilecekleri ve işe yarayacağını düşündüğümüz klonidin tedavisi önerildi. Anne eski tedaviye devam etmek istediğini (risperidon) ve tikleri için başka ilaç kullanmak istemediğini ifade etti. Fakat çocuğunun iştahı ve kilo alımı konusunda yardım isteği devam ediyordu. Daha önce defalarca diyetisyene gittiğini ve oğlunun kullandığı ilaçlardan ötürü diyet kısıtlamasına uyamadığını söyledi. Bunun üzerine hastaya iştahını baskılamak amacıyla topiramat 25 mg/gün başlanarak doz tedrici olarak 100 mg/gün’e çıkıldı. Tedaviden bir ay kadar sonra anne çocuğunun iştahında belirgin azalma olduğunu, 6 kg kadar verdiğini hatta tiklerinde de 139 26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 13-16 Nisan 2016/İZMİR gözle görünür oranda azalma olduğunu belirtti. Tedavinin üçüncü ayında hasta yaklaşık 15 kg kadar vermiş ve tikleri ara ara olan göz kırpmaları dışında tamamen düzelmişti. Yaklaşık dokuz aydır hafif düzeyde göz tikleri dışında başka tikleri olmayan ve topiramat tedavisine devam eden hastada tedavi süresince iştahsızlık ve kilo kaybı dışında herhangi bir yan etki gözlenmedi. Kronik motor tikleri Yale Genel Tik Derecelendirme Ölçeği (YGTDÖ) ile değerlendirilen hastanın topiramat tedavisi ile üç ay sonunda YGTDÖ ile elde edilen puan 57’den 14’e kadar düşmüştü. Tartışma: Topiramatın tiklerin tedavisinde alternatif bir ilaç olabileceğini bildiren çalışmalar mevcuttur. Bir antiepileptik ilaç olan topiramat güçlü bir gamaaminobütirik asit (GABA) inhibitörüdür. GABA tik bozukluklarındaki kortiko-striato-talamo-kortikal döngüde rol alır. Topiramat bazal gangliyonlardaki anormal nöronal ateşlemeyi azaltarak tiklerin azalmasına neden olabilir. Poster sunumumuzda topiramat kullanımı sonrası tikleri büyük oranda düzelen atipik otizm tanılı bir çocuk sunulmuştur. Olası mekanizmalar literatür ışığında tartışılacaktır. P29/Enkoprezisi Olan Bir Ergene Psikodinamik Yaklaşım Hatice ÜNVER1 ,Dilara Bingöl KARAGÖZ1 ,Abdullah ALKAŞI 1 ,Nursu Çakın MEMİK1 ,Ayşen COŞKUN 1 , 1 Kocaeli Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı, Kocaeli. Çocuk psikiyatrisi polikliniklerine en sık başvuru nedenlerinden biri olan enkoprezisin erkek hastalarda daha sık görüldüğü, ergenlik döneminde de devam edebildiği ve pek çok psikiyatrik hastalıkla binişik bulunabildiği bilinmektedir. Etyolojisinde pek çok etkenin araştırıldığı bu hastalık; başlangıç biçimi ve seyrine göre birincil ve ikincil enkoprezis olarak ayrılmaktadır. Özellikle ikincil enkopreziste hastalığın sürmesine neden olan bilinçdışı süreçler ve psikososyal etkenler değerlendirildiğinde elde edilen veriler tedavi sürecine önemli düzeyde katkı sağlamaktadır. Bu olgu sunumunda ikincil enkoprezisi olan bir ergen hastanın psikodinamik yaklaşımla değerlendirilmesi ve takip süreci ele alınmıştır. Bu olgu aracılığı ile; enkoprezis ile başvuran hastalarda gerek tanı ve değerlendirme gerekse tedavi sürecinde hastaların giderek süregen hale gelen belirtilerini ve tedaviye karşı oluşan dirençlerini anlamamıza yarayan psikodinamik bağlantıların çocuk ve ergen ruh sağlığı yaklaşımlarındaki önemine dikkat çekilmesi amaçlanmıştır. P30/ Effects Of Methylphenıdate And Atomoxetıne Therapy On Face And Emotıon Recognıtıon In Chıldren Wıth Adhd Esra DEMİRCİ1 ,Ayten ERDOĞAN2 , 1 Erciyes Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastahanesi Çocuk ve ergen ruh sağlığı ve hastalıkları AD, 2Düzce Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastahanesi Çocuk ve ergen ruh sağlığı ve hastalıkları AD, Objective: Attention-Deficit and Hyperactivity Disorder(ADHD) is a neurodevelopment disease associated to many regions which is characterized by impairment in executive functions and also impairments in social functioning. Studies has proposed that impaired social interactions with parents, peers, siblings and teachers, interpersonal problems and difficulty in interpreting social clues detected in children with ADHD develop secondary to receptive non-verbal language abnormality and difficulty to recognize facial expressions of emotions . It is known that children and adolescents with ADHD have difficulties with emotion recognition (22). Children with theThe objectives of this study was to evaluate both face and emotion recognition and to assess effects of methylphenidate and atomoxetine treatment 140 26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 13-16 Nisan 2016/İZMİR on both face and emotion recognition. Method: Sixty patients with ADHD, ranging from 8 to 15 years of age, and 60 healthy age-sex matched individuals were included in this study. The Reading the Mind in the Eyes test (RMET) and Benton Face Recognition test (BFRT) were was applied to all participants. After first application of BFRT and GAOT child and adolescent tests, long-acting methylphenidate (OROS MPH) was prescribed to 32 patients whereas atomoxetine was prescribed to 28 patients. RMET and BFRT were performed after treatment again. Results: The patients with ADHD had significantly lower number of correct answers in child and adolescent RMET, significantly lower number of correct answers in short and long form of BFRT than the HCs . By controlling sex variable, the male patients with ADHD had a significantly lower number of correct answers in child and adolescent RMET (p = 0.008, p = 0.007), also they did not significantly differ with respect to the number of correct answers in short and long form of BFRT than the female patients with ADHD (p = 0.80, p = 0.91). In the HCs, no significant difference was found both in the number of correct answers in child and adolescent RMET (p = 0.70, p = 0.85), and short and long form of BFRT (p = 0.37, p = 1.00) which were made with an interval of 3 months again. The patients treated with OROS MPH showed significant difference after treatment in the number of correct answers in child and adolescent RMET and short form of BFRT (Table 4). The patients treated with atomoxetine had significantly higher number of correct answers in child and adolescent RMET, but showed no significant difference number of correct answers in short and long form of BFRT after treatment. Discussion: Since Children with ADHD have problems in social relationship, there are many literatures studying the ability of emotion recognition from face in these children. Various studies have noted that children and adolescents with ADHD have difficulties with facial emotion recognition task although their face recognition ability hasn’t been evaluated in a study yet. In our study, consistent with the literature, the patients with ADHD had significantly lower number of correct answers in child and adolescent RMET. We also found that the patients with ADHD had lower number of correct answers in both short and long form of BFRT. As a conclusion; patients with ADHD have difficulties in face regognition as well as emotion recognation. Both MPH and atomoxetine affect on emotion recognition. However, further studies on face and emotion recognition are needed in ADHD. P31/Anoreksiya Nervoza Tanısı Olan Ergenlerde Sosyal İşlevsellik Ve Eşlik Eden Psikiyatrik Belirtilerin Sosyal İşlevsellik İle İlişkisi Bilge Merve KALAYCI1 ,Devrim AKDEMİR1 , 1 Hacettepe Üniversitesi Çocuk Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı, Bu kesitsel vaka-kontrol çalışmasında AN tanısı alan ergenlerin sosyal işlevselliği ve AN’ye eşlik eden psikiyatrik belirtilerin ve hastalıkların sosyal işlevsellik ile ilişkisini değerlendirmek amaçlanmıştır. Araştırma grubu, AN tanısı alan, 12-18 yaş arasında, 32 kız hastadan; kontrol grubu yaş ve sosyodemografik özellikler açısından araştırma grubu ile eşleştirilmiş, herhangi bir psikiyatrik hastalığı olmayan 30 kız ergenden oluşmaktadır. Araştırma grubundaki olgulara AN tanısının doğrulanması ve eşlik eden psikiyatrik hastalıkların belirlenmesi; kontrol grubundaki olgulara ise psikiyatrik hastalığı olanların dışlanması amacıyla DSM-IV-TR tanı ölçütleri doğrultusunda K-SADS-PL uygulanmıştır. Araştırma ve kontrol grubundaki olguların annelerinden kendilerindeki depresyon ve anksiyete belirtilerini değerlendirmek amacıyla Beck Depresyon Ölçeği’ni (BDÖ) ve Beck Anksiyete Ölçeği’ni (BAÖ); çocuklarının sosyal cevaplılık ve işlevsellik düzeyini değerlendirmek amacıyla Sosyal Cevaplılık Ölçeği’ni (SCÖ) doldurmaları istenmiştir. Çalışmaya katılan tüm ergenlere yeme ile ilgili 141 26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 13-16 Nisan 2016/İZMİR davranış ve tutumlarını değerlendirmek için Yeme Tutum Testi (YTT), boyun eğici davranışlarını değerlendirmek amacıyla Boyun Eğici Davranışlar Ölçeği (BEDÖ), utangaçlık düzeylerini değerlendirmek için Utangaçlık Ölçeği (UÖ), başkalarıyla karşılaştırdığında kendisini sosyal olarak nasıl bulduğunu belirlemek için Sosyal Karşılaştırma Ölçeği (SKÖ), depresyon belirtilerini değerlendirmek amacıyla Beck Depresyon Envanteri (BDE), anksiyete belirtilerini belirlemek için Çocukluk Çağı Anksiyete Tarama Ölçeği (ÇATÖ) ve obsesif-kompulsif belirtileri değerlendirmek için Maudsley Obsesif Kompulsif Soru Listesi uygulanmıştır. Çalışma sonucunda AN tanısı alan ergenlerin kontrol grubu ile karşılaştırıldığında depresyon ve anksiyete belirtilerinin daha yüksek olduğu; sosyal cevaplılık ve sosyal işlevselliklerinin daha düşük olduğu; sosyal ilişkilerinde daha fazla boyun eğici davranışlar gösterdikleri ve kendileri hakkında daha fazla olumsuz sosyal karşılaştırma yaptıkları bulunmuştur. AN hastalarında boyun eğici davranışların ve olumsuz sosyal karşılaştırmanın eşlik eden depresyon ve anksiyete belirtilerine bağlı olduğu, sosyal cevaplılıkta azalma ve sosyal işlevsellikteki bozulmanın eşlik eden psikiyatrik belirtilerden bağımsız olarak AN ile ilişkili olduğu görülmüştür. Tüm grupta annenin eğitim düzeyinin sosyal işlevsellik için yordayıcı bir etken olduğu gösterilmiştir. AN hastalarında sosyal işlevsellik ile ilişkili sorunların anlaşılması; kişiler arası iletişim ve problem çözme becerilerinin geliştirilmesi, sosyal ilişkilerin ve desteğin arttırılması gibi hastalığı önlemeye ya da tedavi etmeye yönelik müdaheleler açısından oldukça önemli bir yere sahiptir. Çalışmamızda elde ettiğimiz bulguların hastalığın önlenmesinde ya da daha etkili tedavi stratejilerinin geliştirilmesinde yol gösterici olacağı düşünülmektedir. AN tanısı olan hastalarda sosyal işlevselliği değerlendiren çalışmaların büyük çoğunluğunun erişkinler ile yapıldığı, ergen yaş grubunda yapılmış çalışmaların oldukça kısıtlı olduğu, ülkemizde konuyla ilgili ergen yaş grubunda bir çalışma yapılmadığı görülmektedir. Erişkin hastalar ile yapılan çalışmalarda da her çalışmanın farklı bir sosyal işlevi değerlendirdiği, sosyal işlevlerin çoğunu bir arada değerlendiren çalışmanın olmadığı görülmüştür. AN’ye sıklıkla diğer psikiyatrik hastalıkların eşlik etmesine ve sosyal işlevselliğin AN kadar eşlik eden diğer psikiyatrik hastalıklar ile de ilişkili olması olasılığına karşın, AN tanısı olan hastalarda sosyal işlevselliği araştıran çalışmalarda eşlik eden psikiyatrik belirtiler ya da hastalıklar göz ardı edilmiştir. Bu çalışmanın önemi ülkemizde AN tanısı olan ergenlerde bütüncül bir şekilde sosyal işlevselliği ve eşlik eden psikiyatrik belirtilerin ve hastalıkların sosyal işlevsellik ile ilişkisini araştıran ilk çalışma olmasıdır. P32/Otizm Spektrum Bozukluğu Ve Hemofili A Birlikteliği: Olgu Sunumu Canan İNCE1 ,Mutlu KARAKUŞ1 ,Sema KANDİL1 , 1 KTÜ Tıp Fakültesi Çocuk-Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı GİRİŞ: Otizm spektrum bozukluğu (OSB), her 150 çocukta bir görülen heterojen nörogelişimsel bir bozukluktur. Temel klinik özellikleri; sosyal-duygusal alanda kısıtlılık ve sapmalar, sözel ve sözel olmayan becerilerde kısıtlılık ve sapmalar ve tekrarlayıcı, törensel hareketler ve davranışlardır. Etyolojisinde çok çeşitli etkenler suçlanmakla birlikte genetik etkenler arasında güçlü ilişkinin varlığı kabul görmekte ancak otizmin genetik zemini henüz bilinmemektedir. Hemofili, faktör VIII veya IX eksikliği sonucunda gelişen nadir bir kalıtsal kanama bozukluğu olup, Faktör VIII eksikliği Hemofili A, faktör IX eksikliği ise Hemofili B olarak adlandırılmaktadır. . Hemofiliye neden olan moleküler genetik mutasyonların yelpazesi oldukça geniş olmakla birlikte, yaklaşık %10 olguda mutasyon tam olarak tanımlanamamaktadır. Genetik zemini olan Hemofili A ve OSB komorbiditesi olan bu olgu sunumu ile literatüre katkı sağlanması planlanmaktadır. OLGU: B.K , 8 yaş 1 aylık erkek hasta fizik tedavi ve rehabilitasyon bölümünden tarafımıza istenen konsültasyon üzerine ilgili servis odasında annesi refakatinde değerlendirildi. 5 aylıkken sünnet girişimden sonra devam eden kanama şikayeti nedeniyle yapılan değerlendirme neticesinde hemofili A 142 26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 13-16 Nisan 2016/İZMİR tanısı konulan hastanın düzenli aralıklarla faktör replasmanı yapılmış ancak B.K tekrarlayan kas içi ve eklem içi kanamalar nedeniyle yatırılarak takip edilmiş. En son 2 yıl önce diz ekleminde kanama olan hastanın eklem hareketlerinin kısıtlanması üzerine fizik tedavi desteği amacıyla değerlendirmemizden bir gün önce yatırılmış. Servis odasında yatak başında değerlendirilen hastanın alınan öyküsü ve psikiyatrik muayene neticesinde; konuşma gecikmesi, ilgi azlığı, çamaşır makinesi ve araba tekerleği gibi dönen nesneleri izleme, sese bakmama, kısıtlı göz teması, tekrarlayıcı davranışları olması ile dış merkez çocuk psikiyatrisi tarafından değerlendirildiği ve otizm spektrum bozukluğu tanısı konulduğu, eğitimine başlandığı, hareketlilik, hırçınlık, kendine ve çevreye zarar verici davranışları nedeni ile de risperidon 2x0.5 mg tedavisinin 1.5 yıldır devam ettiği öğrenildi. Yapılan psikiyatrik değerlendirmede, hastada göz temasının zayıf olduğu, işaret etmenin olmadığı, ortak dikkatin az olduğu, ekolalik konuşmanın olduğu, hastanın iyelik eklerini karıştırdığı ve taklit oyunda kısıtlılığının olduğu ancak, sözel olarak kendini ifade etme, basit sözel komutları alma ve sosyal gülümsemesinin olduğu gözlendi VE mevcut tedavinin devamı önerilerek poliklinik takipleri planlandı. TARTIŞMA: Otizm spektrum bozukluklarının henüz tam sebepleri bilinmemekle birlikte, pek çok faktörün rolü olabileceği, genetik faktörlerin özel önemi olduğu bildirilmektedir. OSBnin genetik araştırmalarında son yıllarda ciddi artışlar olup bir çalışmada tek yumurta ikizlerinde konkordansın %36-91, çift yumurta ikizlerinde %0-27 olduğu bildirilmiştir. Kromozal anomaliler üzerine yapılan bir diğer çalışmada OSB’lilerde %10-37 kromozomal anomali bildirilmiş e 2, 3, 4, 6, 7, 10, 15, 17 ve 22 nolu kromozomlar üzerinde yer alan genlerdeki varyanslar artmış otizm riski ile ilişkilendirilmiştir.unun yanında DNA’ daki mikrodelesyon ve duplikasyonlarun OSB ye zemin hazırladığı ile ilgili çalışmalar da mevcuttur. Hemofili A ise, X’e bağlı resesif geçiş gösteren, fonksiyonel faktör VIII eksikliğine bağlı bir hastalıktır. Olguların 1/3 ünde aile öyküsü olmaksızın hastalık de-novo mutasyonlar ile ortaya çıkabilirken %20 olguda mutasyon tam olarak tanımlanamamaktadır. Ancak tüm olguların %30 undan ‘’faktör VIII intron 22 inversiyon mutasyonu’’ sorumlu tutulmaktadır. Hemofili A olgularında eşlik eden X kromozomda duplikasyonlar görülebileceği, Gen duplikasyonlarının da şizofreni gibi psikiyatrik hastalıkları zemin hazırladığı bildirilmekle birlikte altta yatan mekanizmalar netlik kazanmış değildir. Otizm etyolojisinde X kromozomuerinde non resiprokal translokasyonlar ve ters duplikasyonlar gösterilen çalışmalar mevcut olup özllikle psikomotor retardasyonun eşlik ettiği hemofili A olgularında moleküler defektler için ileri araştırmaların yapılması önerilmektedir. Bu nedenle hemofili tanısı konan olguların etiyolojiye yönelik olarak ayrıntılı değerlendirilmesi ve incelemelerinin yapılmasının, komorbid psikopatolojiler açısından değerlendirilmesinin, bu anlamda çocuk psikiyatrisi ve çocuk hematoloji bölümlerinin birlikte çalışmasının önemini vurgulamak açısından vaka, sunulmaya değer bulunmuştur. P33/Down Sendromlu Çocuğa Sahip Olan Annelerin Tanı ile İlgili Haber Alma Süreci: Nitel Bir Çalışma Şaziye Senem BAŞGÜL1 ,Duygu MUTLU1 ,Yasemin ALANAY2 , 1 Hasan Kalyoncu Üniversitesi, Psikoloji Bölümü , 2Acıbadem Üniversitesi Tıp Fakültesi Pediatrik Genetik Bölümü , Amaç: Çocuklarının engel durumunu annelere bildirme, bir nevi kötü haberi vermedir ve bu konuda sağlık çalışanlarının önemli bir rolü mevcuttur. Annelerin yeni doğan çocuğu kabul etmeleri, sürece adapte olmaları ve aile dinamikleri gibi birçok alanı etkilediği düşünülen bu ilk haber alma evresi oldukça kıymetli kabul edilmektedir. Çocukların özellikle doğum sonrasındaki fiziksel ve ruhsal durumlarına dair bilgilendirmenin nasıl yapılacağı ve ebeveynlerin bu haberi nasıl karşılayacağı konusunda önemli spekülasyonlar söz konusu olmuştur. Literatürde, çocuğun fiziksel ve zihinsel problemlerine dair bilginin ne zaman, nasıl verilmesi gerektiği konusunda yeterince çalışma olmadığı hatta ülkemizde bu konuya hiç yer verilmediği dikkat çekmektedir. Bu doğrultuda, bu çalışmanın amacı, annelerin çocuklarının Down Sendromlu olmaları hakkındaki tanı bilgisini nasıl haber aldıkları ve haber alma tercihlerini ortaya çıkarmaktır. Yöntem: Araştırmanın verileri iki farklı ilde, iki farklı Özel Eğitim 143 26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 13-16 Nisan 2016/İZMİR ve Rehabilitasyon Merkezinde eğitim gören Down Sendromlu 21 çocuk annesinden yarı yapılandırılmış görüşmeler (mülakat) yoluyla toplanmıştır. Nitel olarak yapılan çalışmanın sonucunda toplanan verilerinin analizinde “Görüşme Formu” ve ses kayıt cihazı ile kaydedilerek elde edilen bilgilerin yazılı dökümleri kullanılmıştır. Katılımcıları tanımlamak için A1’den A21’ e kadar ardışık kodlama yapılmıştır. Tartışma: Araştırma sonucunda; annelerin çoğunun haberini doğumdan sonra ve çocuk doktorundan öğrendiği, uzmanların haberi verirken olumlu tarafları ön plana çıkararak bilgi vermelerini bekledikleri, haberi yakın çevreleriyle paylaşmak istedikleri, uzmanların verdikleri ilk bilgileri yetersiz buldukları, haberi öğrendikten sonraki ilk duygularının gelecek kaygısı olduğu, dini inançlarının kabullenme süreçlerini olumlu etkilediği, özel eğitime tanı kesinleştikten sonra genetik doktorları tarafından yönlendirildikleri bulunmuştur. Anneler ile gerçekleştirilmiş görüşmeler kapsamında literatür ile uyumlu olarak; Down Sendromu tanısını haber alış şekillerinin problemle başa çıkma ve günlük yaşama devam etme sürecinde etkin olduğunu söylemek mümkündür. Bu araştırma, Türkiye’de Down Sendromu tanısına dair ilk şüphenin bildirilmesinden tanının kesinleşmesine kadarki süreçte annelerin karşılaştıkları farklı uzmanlarla yaşadıkları olumsuz deneyimlerin sıklığını göstererek, uzmanların bu yöndeki tutumlarını ve bilgi verme süreçlerini değiştirmeye yönelik öneriler getirmesi açısından alana katkı sağlayan ilk çalışma olmuştur. P34/5-10 Yaş Kanser Tedavisi Gören Çocukların Ebeveynlerinin Depresyon ve Anksiyete Düzeylerinin İncelenmesi Banu Yazgan İNANÇ1 ,Şehnaz İLKİLİROĞLU1 , 1 Bahçelievler Mahallesi 16. cadde No:1 / 7, 33140 Yenişehir / Mersin, Türkiye, GİRİŞ: Bu çalışmanın amacı; kanserli çocukların ebeveynlerinde, bakıcılık sürecinin getirdiği strese neden olan ve psikolojik rahatsızlık (depresyon, anksiyete) arasındaki ilişki incelemektir. Çağımızda kanser kişilere, ailelere ve topluma sosyal, ekonomik ve ruhsal yönlerden önemli sorumluluklar getiren bir sağlık sorunudur. Hastalık ve tedavinin psikolojik etkileri sadece hastayı değil, aynı zamanda ailesini ve onun çevresindeki kişileri de etkilemektedir. Bu nedenle, günümüzde artık sadece çocuğun yaşama süresinin uzatılabilmesi, bu hastaların tedavi ve bakımında yeterli ölçüt olmamaktadır. Uygulanan uzun süreli tedavi ve izlemelerin çocuk ve aile üzerindeki yoğun psikolojik etkilerinin de dikkate alınması gereklidir. Kanser tanısı konduğu andan itibaren çocuklar, ebeveynlerinin ve çevrelerindeki diğer kişilerin anksiyetelerinden bu hastalığın çok ciddi ve korkutucu olduğunu algılayabilirler. Çeşitli yazarlar, terminal hastalığı olan çocukların davranışlarını incelemişler ve çocuktan gerçek saklansa bile belirli bir düzeyde çocukların olayı algıladıkları sonucuna varmışlardır. Anksiyete, yaşamı tehdit eden ya da tehdit şeklinde algılanan içten veya dıştan kaynaklanan bir tehlike olasılığı ya da tehlikeli olarak algılanıp yorumlanan bir durum karşısında yaşanan duygu durumudur. Depresyon yaygınlığı, kişisel ve toplumsal maliyetleri göz önünde bulundurulduğunda en önemli psikiyatrik bozukluklardan birisi olmanın ötesinde ciddi bir halk sağlığı sorunudur. Depresyon içinde olan kişiler yoğun psikolojik rahatsızlık çekmelerinden dolayı hayatlarını yeterince yaşayamazlar, aile birliklerini sürdürmede genellikle problemleri olur, çocuklarıyla yeterince ilgilenemezler, işlerindeki üretkenlikleri azalır ve depresyon şiddetine bağlı olarak giderek kaybolabilir. Kanser sadece çocuğun değil, tüm olarak ailenin fiziksel, psikolojik ve sosyal dengesini bozan majör değişikliklere neden olmaktadır. Çocuğuna kanser tanısı konan ebeveynler ciddi kaybı içeren bir kriz durumundadır. Kriz durumundaki kişilerde gözlenen korku, öfke, belirsizlik, çaresizlik, yalnızlık gibi güçlü duygular sadece kanserli çocuğu değil, aynı zamanda aile üyelerini de etkilemektedir. Ailenin, çocuk üzerindeki anlamlı etkileşiminin büyük önem arz etmesi sebebiyle bu çalışmanın sonuçlarının anlamlı olacağı düşünülmektedir. Yöntem Araştırma, Mersin Üniversitesi Tıp Fakültesi ve Adana Numune Eğitim Araştırma Hastanesi Çocuk Onkoloji polikliniğine Ekim 2015-Ocak 2016 tarihleri arasında tedavi görmekte olan 5-10 yaş arası yatan veya ayaktan takip edilen 20 hastanın ebeveyniyle yapılmıştır. Ebeveynlerin depresyon ve kaygı 144 26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 13-16 Nisan 2016/İZMİR düzeyleri Beck Depresyon Ölçeğ, STAI FORM TX-1 ve STAI FORM TX-2 kullanılarak, çocuklarının hastalık süresi, çocukların cinsiyeti, daha önce çocuk kaybı yaşayıp yaşamamaları gibi değişkenlerle ilişkisi incelenecektir. Araştırmada tarama modellerinden ilişkisel tarama modeli kullanılmıştır. Sonuç Verilerin analizinde, SPSS 22.0 paket programı kullanılacaktır. Elde edilen bulguların ilişkisi çeşitli değişkenlere (çocuklarının hastalık süresi, çocukların cinsiyeti, daha önce çocuk kaybı yaşayıp yaşamamaları, tanı ve tedavi tarihi, eğitim durumları) literatür bağlantılı tartışılacaktır. P35/Dikkat Eksikliği Hiperaktivite Bozukluğu Tanısı Olan Çocuklarda Ve Annelerinde Duygu Düzenlemenin Araştırılması Gonca ÖZYURT1 ,Aynur Akay PEKCANLAR2 ,Yusuf ÖZTÜRK3 , 1 Nevşehir Devlet Hastanesi Çocuk Psikiyatri Kliniği, 2Dokuz Eylül Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı, 3Katip Çelebi Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Psikiyatri Kliniği, Giriş: Dikkat Eksikliği Hiperaktivite Bozukluğu (DEHB), çocukluk çağında en sık görülen nörogelişimsel bozukluklardan biridir. DEHB tanısı olan çocuklarda sosyal alandaki bozulmanın ve davranış sorunlarının duygu düzenleyememe (DD) ile ilişkili olabileceği önceki çalışmalarla ortaya konmuştur. Ebeveyn ile ilgili etkenler çocuğun duygularını düzenlemesi açısından çok önemlidir. Bu çalışmada DEHB tanılı olgulardaki ve annelerindeki duygu düzenlemenin kontrollerle karşılaştırılması amaçlanmıştır. Yöntem: Çalışmaya 6-12 yaş arasında 62 DEHB tanılı ve DEHB grubu ile yaş ve cinsiyet olarak eşletirilmiş hastanenin diğer kliniklerine başvuran 62 çocuk katılmıştır. DEHB tanısı ve eşlik eden komorbiditeleri ortaya koymak için Okul çağı çocukları için duygulanım bozuklukları ve şizofreni görüşme çizelgesi- Şimdi ve yaşam boyu versiyonu (ÇDGŞG-ŞY) kullanılmıştır. Klinik Global İzlenim Ölçeği-Hastalık Şiddeti (CGI-S) DEHB’nin şiddetini ölçmek için kullanılmıştır. Çalışmaya katılan DEHB olguları tedavi almamaktadır. Duygu Ayarlama Ölçeği (DAÖ) ve Çocuklar için Davranış Değerlendirme Ölçeği (ÇDDÖ), çocukların duygularını düzenlemesini ve davranış profilini incelemek için kullanılmıştır, Annelerin duygularını düzenlemesini değerlendirmek için Duygu Düzenleme Güçlüğü Ölçeği (DDGÖ) kullanılmıştır. Sonuçlar: Olgu ve kontrollerin sosoyodemografik özellikleri farksızdır. DEHB tanılı çocuklar ÇDDÖ alt ölçeklerinden “depresyon”, “anksiyete”, “saldırgan davranışlar”, “düşünce sorunları”, “sosyal sorunlar”, “dikkat sorunları” alanlarında daha fazla zorluk yaşamaktadırlar. Anneler için uygulanan DDGÖ’nün “amaçlar”, “stratejiler”, “dürtüler” ve “kabul etmeme” DEHB grubunda istatistiksel olarak anlamlı yükseklik bulunmuştur. Yine DEHB grubunun kontrol grubuna göre duygusal değişkenlik skorları daha yüksek iken duygu düzenleme skorları daha düşüktür. Tartışma: DEHB genellikle ergenlik ve erişkinlik döneminde de devam eden ve birçok alanda işlev kaybına sebep olan bir bozukluktur. Eğer DD ile DEHB arasındaki ilişki iyi anlaşılırsa, DEHB ve DD’nin tedavisi kolayca sağlanabilir. P36/ Dikkat Eksikliği ve Hiperaktivite Bozukluğu Tanısı Alan 11-18 Yaş Arası Olguların Sosyal Bilişsel Becerilerinin Değerlendirilmesi ve Sosyal Bilişin Klinik Değişkenlerle İlişkisinin Saptanması Emsal ŞAN1 ,Sezen KÖSE1 ,Cahide AYDIN1 ,Burcu ÖZBARAN1 ,Serpil ERERMİŞ1 ,Tezan BİLDİK1 , 145 26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 1 13-16 Nisan 2016/İZMİR Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi, Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Bilim Dalı, Emsal Şan1, Sezen Köse1, Cahide Aydın1, Burcu Özbaran1, Serpil Erermiş1, Tezan Bildik1 1 Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları AB Giriş: Dikkat eksikliği ve hiperaktivite bozukluğu (DEHB), çocukluk çağında başlayan, kişinin yaşına uygun olmayan dikkat eksikliği, hiperaktivite ve dürtüsellik semptomları ile karakterize nörogelişimsel bir bozukluktur. DEHB, bilişsel, akademik, ailesel ve mesleki işlevler gibi günlük yaşamın çeşitli alanlarının yanı sıra sosyal işlevsellikte de bozulma ile ilişkilidir. Bir bilgi işlem süreci olan sosyal biliş, doğuştan gelen aşamalı olarak örgütlenmiş bir modülü temsil eder. Kişinin, diğerlerinin inançlarını ve niyetlerini anlayabilme aracılığıyla onların davranışlarının anlamını çıkarabilmesi, kendisinin dışındaki kişilerin kendininkinden farklı bir zihne sahip olduklarını fark edebilmesi, öngörebilmesi ve bunlara uygun karşılıklar vererek karmaşık sosyal çevreler ile etkileşime girebilmesi sosyal bilişsel işlevler içerisinde yer almaktadır. Günümüzde birçok araştırmada, DEHB de dahil olmak üzere birçok psikiyatrik hastalıkta sosyal biliş yetersizliğinden ve bu durumun hastalığın şiddet ve gidişine etkisinden söz edilmektedir. Çalışmamızda, DEHB-Bileşik tip ve DEHB-Dikkat eksikliği baskın tip tanılı olguların, sosyal bilişsel özelliklerinin değerlendirilmesi ve bulguların sağlıklı kontrol olguları ile karşılaştırılması amaçlanmıştır. Çalışmamızda, ayrıca DEHB-Bileşik tip ve DEHB-Dikkat eksikliği baskın tip tanılı olguların duygu düzenleme becerileri açısından değerlendirilmesi ve bulguların sağlıklı kontrol olguları ile karşılaştırılması, DEHB olgularının klinik belirtilerinin ve duygu düzenleme becerilerinin, sosyal biliş becerileri ile karşılıklı etkileşimini saptamak amaçlanmaktadır. Yöntem: Çalışmamızın evrenini, Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı Polikliniği’ne başvuran 11-18 yaş arası 32 DEHB-Bileşik tip, 31 DEHBDikkat eksikliği baskın tip tanılı olgu ve hasta gruplarına benzer sosyodemografik özelliklere sahip 32 sağlıklı kontrol olgusu oluşturmuştur. Öncelikle tüm olgulara, komorbid tanıların DSM-IV-TR kriterleri doğrultusunda değerlendirilmesi amacıyla K-SADS-PL uygulanmıştır. Değerlendirme sonucunda psikotik bozukluk, duygudurum bozukluğu, anksiyete bozukluğu, özgül öğrenme bozukluğu, davranım bozukluğu gibi eşlik eden psikiyatrik hastalıkları olan olgular çalışmaya dahil edilmemiştir. Klinik olarak normal zeka düzeyine sahip olgular çalışmaya alınmıştır. Çalışmaya alınan tüm olgulara yaş, cinsiyet, okul ve aile bilgilerini sorgulayan sosyodemografik veri formu uygulanmıştır. Tüm olgularda, davranış değerlendirmesine yönelik CBCL ve ÖBF, DEHB ve yıkıcı davranış bozukluklarının değerlendirilmesine yönelik DEHB (Ebeveyn-Öğretmen) ölçekleri kullanılmıştır. Tüm olguların duygu düzenlemede güçlük düzeyleri DDGÖ ile değerlendirilmiştir. Tüm olgulara Stroop testi uygulanmıştır. Sosyal biliş özelliklerinin değerlendirilmesi amacıyla Yüzler Testi, Gözlerden Zihin Okuma Testi, Beklenmeyen Sonuçlar Testi, Gaf Testi, İma Testi ve Anlamı ve İlişkileri Kavrayabilme Testi kullanılmıştır. Verilerin istatistiksel analizi SPSS 16.0 programı kullanılarak yapılmıştır. Sonuçlar: Sosyal bilişsel becerileri değerlendirdiğimiz tüm testlerde hem DEHB grubunun tümü hem de DEHB-Bileşik tip ve DEHB-Dikkat eksikliği baskın tip grupları, kontrol grubuna göre anlamlı düzeyde yetersizlik göstermiştir. Yüzler testinde, DEHB grubu, korku emosyonunu tanımada kontrol grubuna göre belirgin yetersizlik göstermiştir. Sevinç, öfke, üzüntü, şaşkınlık ve iğrenme emosyonlarını tanımada DEHB grupları ve kontrol grubu arasında anlamlı fark saptanmamıştır. DEHB grubu, ayrıca gözlerden kompleks emosyonları tanımayı ölçen Gözlerden Zihin Okuma Testi’nde ve sözel sosyal biliş testlerinin tümünde kontrol grubuna kıyasla daha düşük puanlar almıştır. DEHB-Bileşik tip ve DEHB-Dikkat Eksikliği Baskın tip grupları arasında sosyal biliş becerileri bakımından anlamlı fark saptanmamıştır. Sadece İma testinde, DEHB-Bileşik tip grubu, DEHB-Dikkat Eksikliği Baskın tip grubundan anlamlı olarak yüksek puan almıştır. Duygu düzenlemede yaşanan güçlükleri değerlendirmek amacıyla kullanılan DDGÖ'nin toplam puanı, DEHB-Bileşik tip ve DEHB-Dikkat eksikliği baskın tip gruplarında kontrol grubuna göre anlamlı düzeyde yüksek bulunmuştur. Buna göre DEHB grubunda, kontrol grubuna kıyasla duygu düzenlemede yaşanan güçlükler daha fazla bulunmuştur. Sosyal biliş becerileri ile duygu düzenleme becerisi ve klinik 146 26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 13-16 Nisan 2016/İZMİR belirti şiddeti arasında karşılıklı ilişki saptanmıştır. Tartışma: Bu çalışmada DEHB-Bileşik tip ve DEHB-Dikkat eksikliği baskın tip tanılı olguların, sosyal bilişsel becerilerinde yetersizlik olduğu ve duygu düzenleme becerilerinin sağlıklı kontrol olgularından daha düşük olduğu saptanmıştır. Sosyal biliş becerileri ile ilişkili klinik değişkenler; duygu düzenleme becerisi ve hastalık belirtilerinin şiddeti olarak saptanmıştır. DEHB'de sosyal fonksiyonların uzun dönemdeki klinik gidişi etkilediği pek çok araştırmacı tarafından belirtilmektedir. Çalışmamızın bulguları, söz konusu hastalığın daha etkin ve kalıcı tedavisi için, olguların sosyal bilişsel özelliklerinin tanınması ve hastaya özgü tedavi yaklaşımlarının buna göre belirlenmesinin önemini vurgulamaktadır. P37/Kaynaştırma Yoluyla Eğitime İhtiyacı Olan Çocuklara Alternatif Ses Yapılandırması ile Okuma Yazma Öğretimi: Yeni Bir Yapılandırma Taylan Özgür KEŞOĞLU 1 , 1 Bostancı İlköğretim Okulu, Bostancı, Kadıköy, İstanbul , Giriş: İlkokullarda çocuklar ses temelli cümle yöntemiyle ve bitişik eğik harflerle okuma yazma öğrenmektedirler. Ses temelli cümle yönteminde konuşma sesinin hissedilmesi, ayırt edilmesiyle başlayan öğretim, ses sembolünün tanıtımı ve yazılmasıyla hecenin hemen anlamlı bir sözcüğe, sözcük grubuna, cümleye ve kısa bir metne ulaşılması şekilde yapılır. Görsel destekli sözcük grupları ve görsel destekli cümlelerle okuma yazma renklendirilir. Anlamlı sözcük veya söz dizilerinin oluşabilmesi için sesler, belirli bir sıra içinde önceden tasarlanarak yapılandırılır. Mevcut sistemde öğretimi yapılacak seslerin sıralama kriteri, bitişik eğik harflerin en kolay yazılabilecek olanlarının sıralamanın en başında yer alması şeklindedir. Örneğin, yazım kolaylığı bakımından “e” sesi birinci sırada , “l” sesi ikinci sırada yer alır. Kolay hissedilebilen, birbirine kolayca bağlanarak hecelerin rahat okunabileceği bir ses yapılandırması mümkün olmasına rağmen, mevcut ses yapılandırması bitişik eğik yazının kolay öğretilmesine odaklanılarak oluşturulmuştur. Milli Eğitim Bakanlığı, öğrenme güçlüğü yaşayan çocuklar için, bu ses yapılandırmasında seslerin öğretim basamaklarının değiştirilebileceğini belirtmesine rağmen, destek eğitim odalarında, rehabilitasyon merkezlerinde veya özel eğitim danışmanlık merkezlerinde mevcut yöntem neredeyse olduğu gibi kullanılmaktadır. Amaç: Alternatif Ses Yapılandırması ile, kolay hissedilen, çocukların harf ses ilişkisini en rahat kavrayacağı, konuşma seslerini kolaylıkla hissedebileceği ve ayırt etmekte zorlanmayacağı sesler ile okuma-yazmaya başlamak ve öğrenme güçlüğü olan çocuklara daha kolay okuma yazmayı öğretebilmek amaçlanmıştır. Yöntem: 2009 yılından bu yana okuma yazmada zorlanma alanlarından hareket ederek okuma yazmayı kolaylaştırıcı yeni bir ses yapılandırmasını oluşturmak için çalışılmış ve bir eğitim materyali olan “SU” geliştirilmiştir. Bu yöntemde; 1. çocukların harf ses ilişkisini en rahat kavrayacağı, konuşma seslerini kolaylıkla hissedebileceği ve ayırt etmekte zorlanmayacağı sesler seçilmiştir. 2. Hece okumaya en elverişli seslerle okuma yazmaya başlangıç yapılmıştır. 3. Her bir sesin öğretiminde sesin doğru olarak algılanması, benzeşen diğer seslerle karıştırılmaması için ek çalışmalar yapılmıştır. 4. Seslerin sıralanmasında , günlük konuşma diline uygun anlamlı sözcük ve söz dizelerine ulaşılmasına özen gösterilmiştir. 5. Mümkün olduğunca kısa ve anlamlı cümlelerle ve sözcük gruplarıyla öğretim yapılmıştır. 6. Okunup yazılan sözcük, sözcük grupları gerçek fotoğraflarla yoğun olarak beslenmiştir. 7.Yazma kolaylığı açısından da dik temel harflerle öğretim yapılmaktadır. Bu materyalde, günlük konuşma diline uygun anlamlı sözcüklerle çalışılmış ve gerçek fotoğraflarla bolca beslenen canlı sayfalar kullanılmıştır. Özel eğitim sınıfındaki öğrencilerle ve çeşitli nedenlerle okuma yazma öğrenememiş 30 dan fazla çocukla bireysel çalışılarak, yeni ses yapılandırmasının basamakları deneysel olarak geliştirilmiş ve “çocuklar okuma yazmayı daha kolay nasıl öğrenebilirler?” sorusuna cevap vermek için yapılan çalışmalar, sonuçta bir öğretim materyaline dönüştürülmüştür. Sonuç: “SU” okuma yazma öğretim materyalinde, ses temelli cümle yönteminin yeniden yapılandırılması ile öğrenmenin kolaylaştığı ve öğrenme güçlüğü olan çocukların okuma yazmaya geçmesinin hızlandığı görülmüştür. Yöntemin geçerlik güvenirlik çalışmaları devam etmektedir. Bu sunum bir ön bildiridir. 147 26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 13-16 Nisan 2016/İZMİR P38/Dikkat Eksikliği Hiperaktivite Bozukluğunda (DEHB), Yavaş Bilişsel Tempo (Sluggish Cognitive Tempo) Semptomlarının DAT1, DRD4 Gen Polimorfizmleri ile İlişkisinin İncelenmesi Hilmi BOLAT1 ,Gül Ünsel BOLAT2 ,Haluk AKIN3 ,Eyüp Sabri ERCAN 4 , 1 Ege Üniversitesi Tıbbi Genetik Anabilim Dalı , 2Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Ve Ergen Ruh Sağlığı Anabilim Dalı, 3Ege Üniversitesi Tıbbi Genetik Anabilim Dalı , 4Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Ve Ergen Ruh Sağlığı Anabilim Dalı, Giriş Yavaş Bilişssel Tempo (Sluggish Cognitive Tempo-SCT); hayale dalıp gitme, uyanık kalmada zorlanma, enerjide düşüklük, kendi dünyasında yaşama, şaşkın görünümde olma gibi klinik belirtilen gösteren bir bilişsel uyarılma ve uyanıklık bozukluğudur (Becker 2013). İlk başlarda SCT, Dikkat Eksikliği Baskın Tip Dikkat eksikliği Hiperaktivite Bozukluğu (DEHB)’nin bir alt sınıflaması olarak düşünülmüş olsa da, son çalışmalar bu hipotezi çürütmüştür. Son yıllarda yapılan araştırmalar SCT’nin DEHB ile birlikte görülebileceği fakat tamamen ayrı bir bozukluk olduğunu ve SCT’nin daha çok bilişsel uyarılma/uyanıklık bozukluğu olduğunu göstermektedir. (Marshall 2013, Willcutt 2014). SCT, DEHB’nin aksine Yıkıcı Davranış Bozuklukları olan Karşıt Olma Karşıt Gelme ve Davranım Bozukluğu ile değil; daha sık olarak anksiyete bozuklukları ile bir arada görülmektedir (Becker 2014). Ayrıca SCT olan olguların önemli bir bölümünde DEHB görüldüğü bilinmekle birlikte SCT olan fakat DEHB tanısı almayan olguların (pür SCT hastaları) % 40 civarlarında olduğu bildirilmiştir (Barkley 2012). Yine uzun yıllardır DEHB’nin standart tedavileri olan stimülan ya da stimülan dışı ilaç kullanımına dirençli olan bazı olguların SCT olan olgular olabileceği öne sürülmektedir. SCT ve DEHB semptomları çeşitli faktörler açısından farklılık göstermektedir. Bunların içinde demografik özellikler, eşlik eden psikiyatrik tanılar ve işlevselliğin bozulduğu alanlardaki farklılıklar bulunmaktadır. DEHB semptomları yaş ve cinsiyete göre farklılık göstermekle birlikte SCT semptomları bu değişkenlerden bağımsızdır (Barkley 2013, Garner 2010). DEHB üzerine birçok biyolojik teori öne sürülse de, halen geçerliliğini koruyan teorilerin başında dopamin hipotezi gelmektedir (James,2007). DEHB farmakoterapisi de göz önüne alındığında ilaç tedavisine olguların belirgin yanıt vermesinden yola çıkılmış ve DEHB etiopatogenezini değerlendiren çalışmalarda dopaminerjik sistem üzerine odaklanılmıştır. Dopamin Reseptör 4 (DRD 4) ve Dopamin Taşıyıcı Protein (DAT1) geni ile ilişkili genetik varyasyonlar, şu ana kadar üzerinde en çok yoğunlaşılan ve ilişkili bulunan genetik çalışma alanlarıdır (Brookes 2006). Son yıllarda SCT konusunda artan yayınlara rastlanmakla birlikte bu yayınların tamamı SCT’ nin klinik ve nöropsikolojik özelliklerine yönelik olup; SCT’nin patogenezine yönelik hiçbir genetik araştırma bulunmamaktadır. Yapılan araştırmaların tümü SCT ve DEHB’ nin klinik özelliklerinin araştırılmasıyla sınırlı kalmıştır. Amaç Dikkat Eksikliği Hiperaktivite (DEHB) farmakoterapisi göz önüne alındığında stimulan ilaç tedavisine olguların belirgin yanıt vermesinden yola çıkılmış ve DEHB etiopatogenezini değerlendiren genetik çalışmalarda dopaminerjik sistem üzerine odaklanılmıştır. Dopamin Reseptör 4 (DRD 4) ve Dopamin Taşıyıcı Protein (DAT1) geni ile ilişkili genetik varyasyonlar, şu ana kadar üzerinde en çok yoğunlaşılan ve ilişkili bulunan genetik çalışma alanlarıdır. DEHB’nin standart tedavisi olan stimülan ilaç kullanımına dirençli olan bazı olguların varlığı da bilinmektedir ve bu olguların Sluggish Cognitive Tempo (SCT) olan olgular olabileceği öne sürülmektedir. Bu hipotez, SCT etiyopatogenezinin dopamin yolağından bağımsız olduğunu düşündürmektedir. Çalışamamızın ana hipotezi, SCT semptomu olmayan DEHB tanısı almış hasta grubunda DRD4 geni VNTR sayıları ve DAT1 geni VNTR sayılarının SCT semptomu olan DEHB olguları ve sağlıklı kontrol ile karşılaştırılarak genetik farklılıklarının ortaya konması amaçlanmaktadır. Aynı zamanda literatürde ilk kez SCT özelliği olan olgularda genetik özellikleri değerlendirilecektir. Bu sayede, SCT’nin DEHB ile komorbid görülebileceği fakat tamamen ayrı bir bozukluk olduğunu gösteren 148 26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi klinik çalışma sonuçlarının genetik analizlerle 13-16 Nisan 2016/İZMİR desteklenmesi amaçlanmaktadır. YöntemÇalışmada: 1 - 100 SCT semptom skoru düşük DEHB olgusu 2 - 100 SCT semptom skoru yüksek DEHB olgusu 3 - 100 sağlıklı kontrol olgusu Olgular E.Ü.T.F. Tıp Fakültesi Çocuk ve Ergen psikiyatrisi polikliniklerine başvuruda bulunan hastalardan seçilecektir. 6-15 yaş aralığında olan olgular çalışmaya alınacaktır. Olgu gruplarının seçilebilmesi için başvuruda bulunan bütün ailelere 4-18 yaş çocuk ve gençler için davranış değerlendirme ölçeğinden seçilmiş 4 maddelik kısa SCT tarama anketi ve öğretmen bilgi formu verilecektir. SCT semptom anketindeki 4 madde üzerinden olgular düşük ve yüksek SCT semptom skoru olarak 2 gruba ayrılacaktır. Sonrasında psikiyatrik değerlendirme amaçlı çalışmada görev alan çocuk psikiyatri asistan doktorları tarafından klinik görüşmeye alınacak ve çalışma hakkında bilgi verilecektir. Görüşmeye devam etmeyi kabul eden ve çalışma onam formunu imzalayan ailelere ve çocuklara yarı yapılandırılmış bir görüşme metodu olan Okul Çağı Çocukları için Duygulanım Bozuklukları ve Şizofreni Görüşme Çizelgesi-Şimdi ve Yaşam Boyu Versiyonu uygulanacaktır. Bu uygulama ile psikiyatrik tanılar konulacaktır. Bu görüşmede ayrıca Barkley’ in Çocuk Dikkat Anketi uygulanacaktır. Çalışmaya 100 SCT semptom skoru düşük DEHB olgusu ,100 SCT semptom skoru yüksek DEHB olgusu ve 100 sağlıklı kontrol olgunun alınması planlanmıştır. Sağlıklı kontrollerin alımı sırasında birebir eşleme yapılmayacak olmakla birlikte sosyodemografik özellikler bakımından eşit gruplar elde edilmeye çalışılacaktır. Bütün gruplara aynı prosedürler uygulanacaktır. Olgulara nöropsikolojik test bataryasının uygulanması için randevu verilecektir. Seçilen olgulardan tükürük örneği alındıktan sonra Tıbbi Genetik Anabilim dalında genetik çalışmaya alınacaktır. Tükürükten DNA izolasyonu gerçekleştirildikten sonra, VNTR lokusu floresan işaretli primerler kulanılarak Polimeraz Zincir Reaksiyonu (PCR) ile amplifiye edilecektir oluşturulan PCR protokolüne göre elde edilen ürünler % 2’ lik agaroz jel elektroforezinde yürütülüp, jel görüntüleme sistemiyle görüntülenecek ve oluşan bantların büyüklüğü DNA Ladder yardımıyla belirlendikten sonra. PCR fragmantları ABI 3100 Genetic Analyzer (Applied Biosystems) kullanarak tekrar sayıları analiz edilecetir. Kaynaklar Becker S. (2013). Sluggish Cognitive Tempo in Abnormal Child Psychology: An Historical Overview and İntroduction to the Special Section. J Abnorm Child Psychol (2014) 42:1-6. Marshall S.A., Evans S.W., Eiraldi R. B., Becker S., Power T.J.(2013): Social and academic impairment in youth with ADHD, predominantly inattentive type and Sluggish Cognitive Tempo Willcutt. (2014). Evaluating the Construct Validity of Adult ADHD and SCT Among College Students: A Multitrait-Multimethod Analysis of Convergent and Discriminant Validity. J Atten Disord. 2014 Oct 10. Becker S. (2014). Sluggish Cognitive Tempo and peer functioning in school aged children: a six month longitudinal study. Barkley R. (2012). Distinguishing Sluggish Cognitive Tempo From ADHD in Children and Adolescents: Executive Functioning, İmpairment and Comorbidity. Journal of Clinical Child&Adolescent Psychology. Barkley R. (2013). Distinguishing sluggish cognitive tempo from ADHD in children and adolescents: executive functioning, impairment, and comorbidity. J Clin Child Adolesc Psychol. 2013;42(2):161-73. doi: 10.1080/15374416.2012.734259. Epub 2012 Oct 24. PubMed PMID: 23094604 Garner AA(2010) Dimensions and correlates of attention deficit/hyperactivity disorder and Sluggish Cognitive Tempo. J Abnorm Child Psychol. 2010 Nov;38(8):1097-107. doi: 10.1007/s10802-010-94368. James (2007) Dimensions of Impulsivity Are Associated with Poor Spatial Working Memory Performance in Monkeys The Journal of Neuroscience, December 26, 2007 • 27(52):14358 –14364 Brookes (2006) The analysis of 51 genes in DSM-IV combined type attention deficit hyperactivity 149 26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 13-16 Nisan 2016/İZMİR disorder: association signals in DRD4, DAT1 and 16 other genes Molecular Psychiatry (2006) 11, 934– 953. doi:10.1038/sj.mp.4001869; published online 8 August 2006 P39/Bir Üniversite Hastanesinde Dsm-5 Ölçütlerine Göre Yeğin (Major) Depresyon Bozukluğu veya Anksıyete Bozukluğu Tanısı Alan Ve Klinisyen Tarafından Belirti Şiddetlerine Göre Eşleştirilen Ergenlerin Sosyodemografik Özellikleri, Risk Etkenleri ve Psikometrik Testlerinin Cinsiyete Göre Değişimi: Bir Ön Çalışma Zehra TOPAL1 ,Mehmet Akif CANSIZ1 ,Nuran DEMİR1 ,Uğur SAVCI1,Çiğdem YEKTAŞ1 ,Ali Evren TUFAN1 , 1 İzzet Baysal Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Hastanesi Çocuk Psikiyatri Kliniği , Bolu, Giriş: Genel toplumda sık görülen psikiyatrik hastalıklar arasında yer alan Major Depresif Bozukluk (MDB) yaygınlığı ergenlik öncesi dönemde cinsiyetler arası farklılık göstermezken orta ergenlikle birlikte kızlarda erkeklere göre daha sık MDB görülmektedir. Depresyona sıklıkla eşlik eden anksiyete bozuklukları da kızlarda daha fazla görülmektedir. Bu güne kadar cinsiyetler arası bu farklılığı açıklamaya yönelik pek çok çalışma yapılmış; biyolojik, psikolojik ve sosyal süreçleri içeren çeşitli hipotezler öne sürülmüş ancak halen kadın cinsiyetin depresyon ve anksiyete bozukluklarına yatkınlıklarının altında yatan sebepler tam olarak aydınlatılamamıştır. Bu araştırmada anksiyete ve/veya depresyon tanısı olan ergen hastalarda sosyo-demografik özelliklerin, risk etkenlerinin ve psikometrik testlerin cinsiyetlere göre değişimlerinin incelenmesi amaçlanmıştır. Yöntem: Araştırma eylül 2015 ve ocak 2016 tarihleri arasında Abant İzzet Baysal Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları AD polikliniğinde yürütülmüştür. Polikliniğe başvuran ve DSM-5 ölçütlerine göre MBD ve/ve ya Anksiyete Bozukluğu tanısı alan, 12- 17 yaş arasında olan, ebeveynleri ve kendisinin çalışmaya katılımına onay verdiği ergenler çalışmaya dahil edilmiştir. İlk başvuru sırasında ergenler kendileri için Çocuk Depresyon (ÇDÖ), Rosenberg Benlik Saygısı (RBSÖ) ve Anksiyete ve İlgili Bozukluklar için Tarama Ölçeğini (SCARED) doldurmuştur. Her iki ebeveyn ise çocukları için Çocuk Depresyon Ölçeği- Ebeveyn Formu ve Aile Hayatı ve Çocuk Yetiştirme Tutumları Ölçeği’ni (PARI) doldurmuştur. Başvuru sırasındaki MDB şiddeti klinisyen tarafından Klinik Global İzlem Ölçeği (KGİ) ile değerlendirilmiştir. Hem erkek hem de kız olguların KGİ ile değerlendirilen yakınma şiddetlerinin en az 4 (Orta Derecede Hasta) olarak ölçülmesi şartı getirilmiştir. Olgulara ilk görüşme sonrası terapi ve/ veya ilaç tedavisi uygulamalarının varlığı da kaydedilmiştir. Veriler tanımlayıcı istatistikler, Ki-kare ve Mann- Whitney U testleri ile değerlendirilmiştir. P 0.05 olarak alınmıştır. Bulgular: Çalışmaya ortalama yaşı 13.5 (S.D.= 1.1) yıl olan 31 ergen (% 67.7 kız) dahil edilmiştir. Değerlendirmede 25 olgu (% 80.6) MDB, 26 olgu (% 83.9) ise Anksiyete Bozukluğu tanısı almıştır. Yirmi bir olguda (% 67.7) her iki tanı da saptanmıştır. MDB ve/veya anksiyete bozukluğu tanıları ile değerlendirilen ergen olguların cinsiyetlerine göre gelişim öyküleri, yakınmaları değerlendiren psikometrik test sonuçları, benlik saygısı ölçek puanları ve ebeveyn tutumları-aile işlevsellikleri açısından karşılaştırılmıştır. Cinsiyetlere göre yapılan karşılaştırmalarda prenatal ve postnatal gelişim öykülerinde anlamlı bir farklılık saptanmazken kız ergenlerin SCARED toplam puanlarının erkeklere göre daha yüksek olduğu (p 0.03), benlik saygısı karşılaştırmalarında tehdit algısı alt ölçeğinde anlamlı olarak daha düşük puanlar aldığı saptanmıştır. Ebeveyn tutumları açısından yapılan karşılaştırmalarda ise cinsiyetler arası anlamlı farklılık saptanmamıştır. Tek başına MDB tanısı alan ergenler ve anksiyete bozukluğu tanısı alanlar karşılaştırıldığında; anksiyete bozukluğu tanısı alan ergenlerin anlamlı ölçüde daha genç (p= 0.03) oldukları, ÇDÖ (p=0.00), Rosenberg BS- Güven duyma (p=0.02), depresif duygulanım (p=0.03) ve ebeveyn ilgisi (p=0.00) alt testlerinden anlamlı ölçüde daha düşük puanlar aldıkları görülmüştür. Tartışma: Major Depresif bozukluk ve anksiyete bozukluğu ergenlik çağının sık görülen ruhsal 150 26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 13-16 Nisan 2016/İZMİR bozukluklarındandır. Her iki bozukluk da ergenlikle birlikte kız cinsiyette daha sık görülmeye başlamaktadır. Cinsiyetler arası bu farklılığı açıklayabilmek için pek çok araştırma yapılmakla birlikte yatkınlığı oluşturan etkenler tam olarak aydınlatılamamıştır. Araştırmamızda MDB ve/veya Anksiyete Bozukluğu tanılı ergenlerin sosyodemografik veriler, prenatal ve postnatal gelişim öyküleri, ebeveyn tutumları-aile hayatı, benlik saygıları cinsiyetlere göre değerlendirilmiştir. Bulgularımızın çok merkezli, daha geniş örneklemler üzerinde yürütülecek araştırmalarla desteklenmesine ihtiyaç duyulmaktadır. P40/AN Tanılı Kız Ergenlerde Duygu Düzenleme, Duygu tanıma ve Empati Becerilerinin Değerlendirilmesi Kevser NALBANT1 ,Bilge Merve KALAYCI1 ,Devrim AKDEMİR1 ,Sinem AKGÜL2 ,Nuray KAMBUR3 , 1 Hacettepe Üniversitesi Çocuk Psikiyatrisi, 2Hacettepe Üniversitesi Adolesan Polikliniği, 3Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi Dekanlığı, Giriş: AN hastalarının duygu düzenleme, duygu tanıma ve empati becerilerini değerlendiren çalışmalara olan ilgi giderek artmaktadır. Duygu düzenleme ve ilişkili süreçlerde yaşanan güçlüklerin, çoğu psikopatolojinin temelindeki neden olduğu ve tedavide de anahtar rol oynadığı belirtilmekte, duygular ile baş etme becerilerindeki kısıtlılıkların bozulmuş yeme tutumları ile sonuçlanabileceği ve bu nedenle duygu düzenleme becerilerininin yeme bozukluklarında değerlendirilmesi gereken önemli bir etken olduğu belirtilmektedir. Amaç: Bu çalışmanın amacı AN tanısı ile izlenen 12-18 yaşındaki kız ergenlerde duygu düzenleme becerisini değerlendirmek ve duygu düzenlemenin duygu tanıma, empati becerileri, duygu dışavurumu ve algılanan duygu dışa vurumu ile ilişkisini araştırmaktır. Ayıca çocukluk çağındaki travmatik deneyimleri, bağlanma bozuklukları ve eşlik eden psikiyatrik belirtilerin duygu düzenleme becerilerinde bozulma ile ilişkisinin olabileceği düşünülerek bu değişkenlerin de değerlendirilmesi amaçlanmaktadır. Yöntem: Bu araştırma Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı Polikliniği’nde yapılmıştır. Araştırma grubu Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı Polikliniği’ne ya da Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı Ergen Sağlığı Bilim Dalı Polikliniği’ne başvuran ve AN tanısı ile izlenen, araştırmaya katılmaya gönüllü olan 12-18 yaş arasında 32 kız ergenden oluşmaktadır. Kontrol grubu araştırmaya katılmaya gönüllü olan, yaş, cinsiyet ve sosyoekonomik düzey açısından araştırma grubu ile eşleştirilmiş, 12-18 yaş arasında, 32 sağlıklı kız ergenden oluşmaktadır Araştırmaya katılan ergenlerin sosyodemografik ve klinik bilgilerinin toplanması amacıyla araştırmacılar tarafından hazırlanan Sosyodemografik ve Klinik Bilgi Formu kullanılmıştır. Ailenin sosyoekonomik düzeyi Hollingshead-Redich ölçeği ile belirlenmiştir. Araştırmaya katılan tüm ergenlere yeme ile ilgili davranış ve tutumlarını değerlendirmek için “Yeme Tutum Testi” uygulanmıştır. Ergenlerin duygu düzenlemedeki güçlüklerini ölçmek için “Duygu Düzenlemede Güçlükler Ölçeği”, kendi duygularını tanıma ve ifade etmedeki güçlüklerini değerlendirmek için “Toronto Aleksitimi Ölçeği”, duyguları tanıyabilme, kendisini diğerlerinin yerine koyabilme ve onların zihinsel durumlarını kavrayabilme becerilerini test etmek için “Gözlerden Zihin Okuma Testi”, empati becerilerini ölçmek için “KA-Sİ Empatik Eğilim Ölçeği - Ergen Formu” ve anne babalarının duygu dışavurumunu algılayışlarını değerlendirmek için “Algılanan Duygu Dışavurumu Ölçeği” kullanılmıştır. Ayrıca ergenlerin depresyon ve anksiyete belirtilerini değerlendirmek için sırasıyla “Beck Depresyon Envanteri” ve “Çocukluk Çağı Anksiyete Tarama Ölçeği”, bağlanma güvenliğini değerlendirmek için “Ebeveyn ve Arkadaşlara Bağlanma Envanteri Kısa Formu”, çocukluktaki travmatik yaşantılarını değerlendirmek için “Çocukluk Çağı Travmaları Ölçeği”nden yararlanılmıştır. Annelere çalışmaya katılan kızları ile olan ilişkilerindeki duygu dışavurumlarını algılayışlarını değerlendirmek için “Duygu Dışavurumu Ölçeği” ” doldurtulmuştur. Kontrol grubunu oluşturan ergenlere ve annelerine de benzer değerlendirme araçları uygulanmıştır. 151 26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 13-16 Nisan 2016/İZMİR Bulgular: duygusal becerileri değerlendirdiğimiz bu çalışmada; duygu düzenlemede güçlükler, aleksitimi, empati ve algılanan duygu dışavurumu düşmancıl oluş alt ölçeğinde AN grubu, kontrol grubuna göre anlamlı düzeyde bozukluk göstermiştir. Bu bulgulara ek olarak; anksiyete ve depresif belirtileri ile duygu düzenlemede güçlükler, duygu tanıma, aleksitimi puanları arasında, algılanan duygu dışavurumu düşmancıl oluş ile de bağlanma arasında korelasyon olduğu saptanmıştır. Depresyon belirtilerinin duygu düzenleme güçlüklerini yordadığı saptanmıştır. Sonuç: Bu çalışmada AN tanılı olguların temel duygusal becerilerinde bozukluk olduğu saptanmıştır. Yeme bozukluklarında temel duygusal becerilerin uzun dönemdeki klinik gidişi etkilediği pek çok araştırmacı tarafından belirtilmektedir. Çalışmamızın bulguları, söz konusu hastalıkların daha etkin ve kalıcı tedavisi için, olguların duygusal becerilerinin tanınması ve hastaya özgü tedavi yaklaşımlarının buna göre belirlenmesinin önemini vurgulamaktadır. P41/STİMULANA TOLERANSA ALTERNATİF ÇÖZÜM: BİR OLGU SUNUMU Fatma Betül AYVAZ1 ,Pınar YURTBAŞI1 ,Ayçin DARICI1 , 1 Turgut Özal Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi. Çocuk Ergen Psikiyatrisi A.B.D. ANKARA, AMAÇ: Dikkat Eksikliği ve Hiperaktivite Bozukluğu (DEHB) çocuk ve ergenlerde en yaygın görülen psikiyatrik bozukluklardan birisidir ve ilaç tedavisinde öncelikli olarak stimulanlar tercih edilmektedir. Etkilerine tolerans gelişebilmesi önemli kısıtlılıklarından biri olup buna yönelik olarak önerilen stratejilerden birisi, ilaç molasıdır. İlaç molasında, yapılandırılmış olarak tedaviye ara verilip bir dönem ilaç kesilmektedir. İlaç etkisizliğini geri çevirmek, reseptör duyarsızlaşmasını veya tedavi sonuçlarını değerlendirmek için yapılan bir müdahaledir. Bildirilen vakada, etkinliği yeniden arttırmaya yönelik olarak haftada yalnızca bir gün ilaç molası verilmesinin sonuçları ele alınacaktır. OLGU: Hastamız, erkek, on altı yaşında, on birinci sınıf öğrencisi, ailesi ile birlikte yaşıyor. Bir yıl önce polikliniğimize derste çabuk sıkılma, hareketlilik, dağınıklık, eşya kaybetme, sabırsızlık, acelecilik, kavgacılık yakınmaları ile ailesi tarafından getirildi. Sekiz buçuk yaşından beri başka bir merkezde DEHB tanısıyla takip edildiği ve stimulan tedaviden fayda gördüğü öğrenildi. Premorbid öyküsünde burun çekme şeklinde olan vokal tikler tarif edilmekteydi. İlaç tedavisi altında değilken yapılan muayenesinde yaşında gösteren, güler yüzlü, rahat ilişki kuran, konuşkan, zekası parlak izlenimi veren gencin dikkatinin yeterli olmakla beraber sosyal disinhibisyonunun bulunduğu, hemen samimi olduğu, çabuk sıkıldığı, aceleci ve sabırsız davrandığı saptandı. Muayenenin sonunda uygulanan cümle tamamlama testini çabucak ve baştan savma doldurduğu gözlendi. Test içeriğinde fevri olmasına ve çabuk parlamasına dair temalar hakimdi. Özgeçmişinde habituel abortus öyküsü olan bir annenin ilk çocuğu olduğu, zamanında, sezaryen doğumla, 2800 gr ağırlığında doğduğu öğrenildi. Soygeçmişinde babada DEHB mevcuttu. Öğretmen ve ailenin doldurduğu formlar DEHB belirtilerini destekler nitelikteydi. Tüm değerlendirmeler sonucunda DEHB tanısı konularak 54 mg/gün concerta® tedavisi başlandı. Yaklaşık bir buçuk yıl düzenli olarak takip edilen hasta almakta olduğu son tedavi şemasından (Concerta®54 mg/gün ve Ritalin®10 mg/gün) oldukça faydalanırken bahar mevsimine denk gelen dönemde ilacın etkinliğinde belirgin bir azalma tarifledi. İlaç tedavisi 72 mg/gün concerta® olarak düzenlendi. Bu doz artışıyla birlikte belirtilerde düzelme olmakla beraber çarpıntı, göğüs ağrısı, tansiyonda artış gibi yan etkilerden dolayı eski tedavi şemasına (concerta®54 mg/gün ve ritalin®10 mg/gün) geri dönülmesi ancak bu kez düzenli olarak haftada sadece bir gün (Pazar günleri) ilaç molası verilmesi uygun görüldü. Takibinde ilaç etkisindeki azalmanın düzeldiği, yeniden etkinliğin sağlandığı, dört ay sonraki kontrolünde de etkinliğin aynı şekilde sürdüğü saptandı. SONUÇ: Stimulanlar oldukça etkin tedaviler olmasına rağmen uzun süre kullanıldıklarında günlük ya da mevsimsel tolerans gelişebilmektedir. Mevsimsel olarak ilaç etkisinde azalma olduğunu bildiren yayınlar mevcuttur. Bu vakada da benzer olarak bahar aylarında ilaç etkisi azalmıştır. Tolerans gelişimi bir sorundur ancak giderilebilir. Sözgelimi, taşiflaksiyi, yani gün içerisinde akut tolerans gelişimini engellemek için concerta® gibi 152 26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 13-16 Nisan 2016/İZMİR giderek artan salınımlı preparatlar geliştirilmiştir. Bildirilen bu vaka ile haftada sadece bir gün verilen ilaç molasının mevsimsel toleransı giderebileceği üzerinde durulmuştur. Tolerans gelişimini gidermeye yönelik yöntemler hakkında daha çok sayıda çalışmaya ihtiyaç bulunmaktadır. P42/Omega 3 Metilfenidatın Etkinliğini Azaltabilir Mi? Bir Olgu Sunumu Ayçin DARICI1 ,Pınar YURTBAŞI1 ,Fatma Betül AYVAZ1 , 1 Turgut Özal Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi Çocuk Ergen Psikiyatrisi A.B.D ANKARA AMAÇ: Dikkat eksikliği hiperaktivite bozukluğu (DEHB), çocukluk çağındaki en yaygın psikiyatrik bozukluklar arasında yer almaktadır. Tedavisinde kullanılan stimulanların iştahsızlık yan etkisi, ilaç uyumunda sık karşılaşılan sorunlardan birini oluşturmaktadır. Bu sorunu gidermek, kilo alımı ve büyümeyi sağlamak amacıyla nutrisyonel destek olarak omega 3 kullanılması giderek yaygınlaşmaktadır. Bu yazıda omega 3’ün metilfenidatın etkisini azaltabildiği yönünde bir olgu bildirilmektedir. OLGU: On yaşında erkek hasta 2 yıldır DEHB ve Özgül Öğrenme Güçlüğü tanılarıyla izlenmektedir. Özgeçmişinde ve soygeçmişinde dayı ve dayının çocuğunda şizofreni öyküsü bulunması dışında özellik bulunmamaktadır. Hasta DEHB’ye yönelik metilfenidat (concerta® 27 mg) tedavisi almakta ve bundan yarar görmekte iken iştahsızlığının artması üzerine siproheptadin eklenmiş ve kısmen faydalanmıştır, ancak omega 3 nutrisyonel desteğinin daha fazla yarar getirebileceği düşünülerek siproheptadin kesilip omega 3’e (You plus kids®) geçilmiştir. İçeriğinde naturel trigliserid formunda 400 mg EPA, 250 mg DHA, 750 mg omega 3, 2500 mg balık yağı bulunmaktadır. Omega 3 ve metilfenidatı sabahları birlikte aldığında metilfenidatın etkisinde azalma olduğu, bir hafta boyunca omega 3’e ara verildiğinde metilfenidatın etkisinin eski haline geldiği, birlikte almaya başladığında ise etkisinin yine azaldığı hem aile hem öğretmeni tarafından gözlenmiştir. Omega 3’ü akşam, metilfenidat tedavisini sabah ayrı olarak vermeyi denediklerinde sonuç benzer olduğu için, omega 3 almayı tamamen bıraktıklarını belirtmişlerdir. Hasta muayeneye getirildiğinde sadece metilfenidat tedavisi aldığından, bahsi geçen fark bizzat muayeneler arasındaki değişim izlenerek tespit edilememiştir. Ancak aile ve öğretmenden elde edilen bilgiler, omega 3’ün metilfenidat ile birlikte kullanımının tedavi etkinliğini düşürebildiğini göstermektedir. SONUÇ: Bildirilen vakada omega 3 tedaviye metilfenidatın yan etki profilini azaltmak açısından eklenmiştir. Dolayısıyla tedavinin etkinliğini azaltması ilginç bir gözlem olarak değerlendirilmiştir. Üstelik araştırmalar omega 3’ün bizzat kendisinin DEHB belirtilerine yönelik tedavi edici etkisi olabileceğinden bahsetmektedir. Metilfenidat tedavisiyle uzun süre belirtisiz bir dönemin ardından omega 3 eklendiğinde DEHB belirtilerinin kötüleşmesi, kesildiğinde ise DEHB belirtilerinin tekrar düzelmesi, bu durumun omega 3 ile metilfenidatın etkileşiminden kaynaklanabileceğini düşündürmüştür. Dolayısıyla, omega 3 fayda getirmek bir yana mevcut tedavinin etkinliğini azaltıyor gibi görünmektedir. Benzer bir gözleme ya da araştırmaya yazın bilgileri incelendiğinde rastlanmamıştır. Mevcut bilgilerimize göre omega 3’ün metilfenidatın tedavi etkinliğini azaltabildiğine dair ilk vaka bildirimidir. Tedavi etkisini azaltmasındaki mekanizma tam olarak anlaşılamamakla birlikte, omega 3 preparatının içindeki ana aktif maddelerden ya da katkı maddelerinden kaynaklanması olasıdır. Literatüre bakıldığında mekanizmaya ilişkin olası açıklamaları yapabilmemizi sağlayacak yeterli sayıda ve nitelikte araştırma bulunmadığı gözlenmektedir. Omega 3’ün tek başına etkinliği, metilfenidat gibi var olan bir tedaviye eklendiğindeki etkinliği, yan etkileri azaltmadaki olası etkisi üzerine az sayıda da olsa araştırmalar mevcut olmakla birlikte, metilfenidat ile birlikte kullanımında olumsuz ilaç etkileşimi de gösterebileceğine dair inceleme henüz bulunmamaktadır. Bildirilen vaka ile böyle bir olasılığın da söz konusu olabileceği vurgulanmaya çalışılmıştır. P43/Konuşma Akıcılığında Bozukluk Olan Bir Olguda Aripirazole Etkinliği Berkant YELKEN1 , 1 Eskişehir Devlet Hastanesi Psikiyatri Bölümü, 153 26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 13-16 Nisan 2016/İZMİR Aripiprazole, dopamin-serotonin sistem dengeleyicisi olarak kullanılan üçüncü kuşak bir antipsikotiktir. Aripiprazole çocuk ve ergenlerde, bipolar bozukluk, tik bozukluğu şizofreni ve yaygın gelişimsel bozuklukta görülen saldırganlık, irritabilite ve kendini yaralama davranışı üzerine etkilidir. Kekemelik, konuşmanın akışı veya akıcılığında, konuşmanın istemsiz motor eylemlere bağlı kesintilere uğrama durumudur. Bu bildiride konuşma akıcılığında bozukluğu ve depresif bozukluğu olan 12 yaş bir erkek hasta da aripirazole kullanımının etkinliğini gösteren bir olgu tartışılmıştır. P44/Uyarılara rağmen taburculuk: Bir çocuk ergen servisi deneyimi Melike TOPAL1 ,Caner MUTLU1 ,Ali Güven KILIÇOĞLU1 ,Gül KARAÇETİN1 , 1 Bakırköy Prof. Dr. Mazhar Osman Ruh Sağlığı ve Sinir Hastalıkları EAH, Çocuk ve Ergen Psikiyatrisi Kliniği , İSTANBUL, Amaç: Bu çalışmanın amacı ruh sağlığı hastanesi çocuk ve ergen psikiyatri yataklı servisinden uyarılara rağmen taburcu olan hastaların klinik özelliklerini ve bu özelliklerin yatış süresi ile ilişkisini değerlendirmektir. Yöntem: Ocak 2015-Ocak 2016 tarihleri arasında, Bakırköy Prof. Dr. Mazhar Osman Ruh Sağlığı ve Sinir Hastalıkları Eğitim Araştırma Hastanesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı Servisi’nde yatarak tedavisi planlanan ancak tıbbi tavsiyelere rağmen ebeveynleri tarafından taburculuğu gerçekleştirilen 103 hastanın dosya kayıtları geriye dönük olarak incelenmiştir. Hastaların sosyodemografik özellikleri, başvuru şekli, başvuruya neden olan semptomu, semptom süresi, yatış endikasyonu, tanıları, daha önceki yatış öyküsü, özgeçmiş ve soygeçmişözellikleri değerlendirmeye alınmıştır. Verilerin istatistiksel değerlendirilmesinde, SPSS 18.0 programı kullanılmıştır. Normal dağılımı olmayan veriler (yatış süresi) ile ikili değişkenlerin ilişkisi Mann-Whitney U testi ile değerlendirilmiştir. Yatış süresi ile diğer süregen değişkenlerin ilişkisi Pearsonkorelasyon ile değerlendirilmiştir. Sonuçlar: Yatarak tedavisi planlanan 561 hastanın 103’ünün(%18.4) tıbbi tavsiyelere rağmen ebeveynleri tarafından taburculuğu gerçekleştirildi. Yaş ortalaması 15.83±1.62 yıl olup %57.3’ü (n=59) erkek idi. Hastaların 50’si (%48.5) örgün eğitime devam etmekte idi. Hastaların %66’sı (n=68) psikiyatrik acil servisten yatışı yapıldı. En sık yakınmalar sinirlilik (n=44, %42.7) ve mutsuzluk (n=35, %34) idi. Yakınmaların ortalama süresi 14.77±14.40 ay olup yatırılmadan önceki ortalama 24.56±33.83 gün şiddetinin arttığı bulundu. En sık yatırılma nedenleri, tedavi düzenlenmesi (n=49, %47.6) ve intihar riski (n=40, %38.8) idi. En sık konulan tanılar, sırasıyla depresyon (n=31, %30.1), psikotik bozukluk (n=28, %27.2) ve bipolar bozukluk (n=20, %19.4) idi. Hastaların 47’sinin (%45.6) soygeçmişinde ruhsal hastalık öyküsü mevcut idi. Ortalama yatış süresi 10.79±16.87 gün idi. Seksen iki (%79.6) hasta daha önce psikiyatrik polikliniklerine başvurmuş olup, 48’i (%46.6) düzenli tedavi almış ve 25’i (%24.3) daha önce bir psikiyatri kliniğine yatarak tedavi almış idi. Başka ilde ikamet edenlerde etmeyenlere göre, varsanı veya hezeyan yakınması olanlarda olmayanlara göre, daha önce psikiyatri kliniğine yatarak tedavi öyküsü olanlarda olmayanlara göre ve psikotik bozukluk tanısı alanlarda almayanlara göre yatış süresi anlamlı olarak daha uzun bulundu (tümü için p<0.05). İntihar riski nedeniyle yatırılan hastalarda ise diğer nedenlerle yatırılan hastalara göre yatış süresi anlamlı olarak daha kısa bulundu (p<0.05). Tartışma: Çocuk ve ergen psikiyatri kliniğine yatırılan ve tıbbi tavsiyelere rağmen taburcu edilen hastaların çoğunun erkek olduğu, psikiyatrik acil servisten yatışının yapıldığı, en sık yakınmanın sinirlilik olduğu, yaklaşık yarısının tedavi düzenlenmesi amacıyla yatırıldığı, yaklaşık yarısının duygudurum bozukluğu tanısı aldığı, çoğunluğunun daha önce psikiyatrik başvurusunun olduğu, yaklaşık yarısının düzenli ruhsal yardım aldığı klinisyenlerce dikkate alınmalıdır. Bu grubun içinde il içinde ikamet edenlerin, psikotik yakınmalar dışında yakınmaları olanlarda, psikotik bozukluk dışında bir psikiyatrik tanı alanlarda, daha önce psikiyatri kliniğine yatış öyküsü olmayanlarda ve intihar riski nedeniyle yatırılan hastalarda tıbbi tavsiyelere rağmen taburculuğun daha kısa sürede gerçekleşme olasılığı göz önünde bulundurulmalıdır. 154 26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 13-16 Nisan 2016/İZMİR P45/Depresyon Şiddeti Bakımından Eşlenmiş Erkek Ve Kız Ergenlerin Remisyona Girme Süreleri Ve Yordayıcıları: Bir Ön Çalışma Nuran DEMİR1 ,Zehra TOPAL1 ,Uğur SAVCI1 ,Mehmet Akif CANSIZ4 ,Çiğdem YEKTAŞ1 ,Ali Evren TUFAN1 , 1 Abant İzzet Baysal Tıp Fakültesİ ÇersaH. A.D.-BOLU Giriş: Depresyonun çocuk ve ergenlerde sık görülen, depreşme ve yinelemelerle seyreden, belirgin psikososyal işlev kaybına yol açan bir ruhsal hastalıktır. Major Depresif Bozukluk (MDB) tedavisinin tedavi etkinliğini değerlendirmedeki ilk mihenk noktası yanıt olsa da depresyon tedavisindeki ana hedef düzelmenin (remisyon) sağlanmasıdır. Bu çalışmada depresyon şiddeti bakımından eşlenmiş erkek ve kız ergenerin remisyona girme süreleri ve yordayıcılarının araştırılması amaçlanmıştır. Yöntem: DSM-5 ölçütlerine göre MBD tanısı alan, 12- 17 yaş arasında olan, ebeveynleri ve kendisinin çalışmaya katılımına onay verdiği ergenlerin ailelerindeki sosyodemografik verileri, psikiyatrik/ tıbbi hastalık öyküsünün varlığı, prenatal, natal ve post-natal gelişimde sorun varlığı, geçirmiş oldukları tıbbi hastalıklar değerlendirilmiştir. İlk başvuru sırasında ergenler kendileri için Çocuk Depresyon (ÇDÖ), Rosenberg Benlik Saygısı (RBSÖ) ve Anksiyete ve İlgili Bozukluklar için Tarama Ölçeğini (SCARED) doldurmuştur. Her iki ebeveyn ise çocukları için Çocuk Depresyon Ölçeği- Ebeveyn Formu ve Aile Hayatı ve Çocuk Yetiştirme Tutumları Ölçeği’ni (PARI) doldurmuştur. Başvuru sırasındaki MDB şiddeti klinisyen tarafından Klinik Global İzlem Ölçeği (KGİ) ile değerlendirilmiştir. Hem erkek hem de kız olguların KGİ ile değerlendirilen yakınma şiddetlerinin en az 4 (Orta Derecede Hasta) olarak ölçülmesi şartı getirilmiştir. Olgulara ilk görüşme sonrası terapi ve/ veya ilaç tedavisi uygulamalarının varlığı da kaydedilmiştir. Hastaların uzunlamasına takipleri içerisinde 4. Hafta SCARED, 4 ve 8. Hafta ÇDÖ, 16. Haftaya kadar da KGİ ile değerlendirmeleri yapılmıştır. Takip süreci içerisinde her hangi bir değerlendirme sırasında KGİ ≤ 2 olarak saptanan hastaların remisyonda olduğu kabul edilmiştir (Guelfi 2009). Erkek ve kız olguların remisyona girme süreleri gün olarak Kaplan-Meier sağ kalım analizi ile değerlendirilmiştir. Son olarak 8. Haftada remisyona girmenin başlangıçtaki ÇDÖ, SCARED puanları ve hasta cinsiyeti tarafından yordanıp yordanamayacağı lojistik regresyon analizi ile değerlendirilmiştir. Son olarak yapılan lojistik regresyon analizi araştırıcı olarak planlandığından çoklu karşılaştırmalar için Bonferroni düzeltmesi uygulanmamıştır. Bulgular: Çalışmaya ortalama yaşı 13.8 (S.D.= 1.1) yıl olan 25 ergen (% 68.0 kız) dahil edilmiştir. Erkek ve kız olguların yaşları ortancası anlamlı fark göstermemektedir (Mann-Whitney U testi, Z= - 1.7, p=0.09). Diğer bir araştırmamızdaki analizlerde başlangıç ÇDÖ ve KGİ puanlarının cinsiyetler arası anlamlı fark göstermediği görülmüştür. Kızların ilk vizitteki toplam SCARED puanı ortancaları ise erkek olgulara göre anlamlı olarak yüksektir (Mann-Whitney U testi, p=0.03). İlk değerlendirme sonrası olguların tamamına ilaç tedavisi başlandığı ve ilaç tedavisine başlamanın cinsiyetler arası fark göstermediği görülmüştür (Ki Kare testi, dF=1, p=0.24). En sık başlanan ilaçlar fluoksetin (% 35.5) ve sertralindir (% 25.8). Breslow (Genelleşmiş Wilcoxon) testi ile kız ve erkek ergenlerin remisyona girme süreleri ortancası karşılaştırıldığında, kızların anlamlı olarak daha geç remisyona girdiği görülmüştür (Ki Kare= 5.29, dF=1, p=0.02, Şekil 1). Başlangıçtaki ÇDÖ ve SCARED puanları ile hasta cinsiyetinin 8. Haftada remisyonu yordamaya katkısı lojistik regresyon analizi ile değerlendirilmiştir.Bu analiz hipotez oluşturma amacıyla yapıldığından çoklu karşılaştırmalar için düzeltme yapılmamıştır. Geriye doğru adımlama yöntemi ile yapılan lojistik regresyon analinde, modelin 3. Adımında sadece hasta cinsiyetinin anlamlı kaldığı görülmüştür (Ki Kare= 4.8, dF=1, p=0.03, O.R= 0.1, % 95 Güven Aralığı= 0.1- 0.9). Model ergen depresyon remisyonundaki varyansın % 28.0’ini açıklayabilmektedir (Adjusted Nagelkerke R2). Modelin 3. Adımında remisyona girmeyen ergenlerin % 82.4’ünün, remisyona girenlerin ise % 66.7’sinin doğru olarak sınıflandığı görülmüştür (Ortalama % 78.3). 155 26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 13-16 Nisan 2016/İZMİR Tartışma: Bazı çalışmalarda, kız olmanın MDB’nin iyileşme süresi ve tekrarlama oranını etkilediği, kızlarda depresif epizodun daha uzun ve ağır seyrettiği gösterilmiştir(6,7). Çalışmamızda erkek ve kız ergenler arası depresyon şiddetinde farklılık olmamasına ragmen kızların anlamlı olarak daha geç remisyona girdiği saptanmıştır. Çalışmamızda ayrıca kız ergenlerin anksiyete skorlarının erkeklere göre daha yüksek olduğu saptanmış ancak anksiyete skorları ile remisyona girme süresi arasında anlamlı bir ilişki saptanamamıştır. Anksiyete skorları ve depresyon şiddetinden bağımsız olarak kız ergenlerin daha geç remsiyona girmesinin cinsiyetler arası nöroendokrin ve biyolojik farklardan kaynaklanabileceği düşünülmüştür. Araştırmamız kesitsel olması, tek bir merkezden sayıca az bir örnekleme sahip olması gibi kısıtlılıklara sahip olmakla birlikte MDB tanılı Türk ergenlerde akut tedavi ile remisyon oranları ve süresini etkileyen faktörleri inceleyen ilk çalışmadır. Sonuçlarımızın ek araştırmalarla desteklenmesine ihtiyaç duyulmaktadır. P46/Adölesans Döneminde Bir Dissosiyatif Kimlik Bozukluğu Vakasının Yataklı Serviste Tedavisi Dr. Leyla ÇELEBİ1 ,Uz. Dr. Ali Güven KILIÇOĞLU1 ,Dr. Gülay GÜNAY1 ,Prof. Dr. Vedat ŞAR1 ,Doç. Dr. Gül KARAÇETİN1 , 1 Bakırköy Prof. Dr. Mazhar Osman Ruh Sağlığı ve Sinir Hastalıkları E. A. Hastanesi 34147 Bakırköy / 1.GİRİŞ Disosiyatif füg, disosiyatif amnezi, disosiyatif kimlik bozukluğu, depersonalizasyon ve tanımlanamayan disosiyatif bozukluklardan oluşan psikiyatrik hastalıklar kümesi disosiyatif bozukluklar başlığında toplanmıştır..DSM-4 TR de disosiyatif bozuklukların ortak özelliği olarak bilinç , bellek, kendilik veya algılama işlevlerindeki bütünlükte ki bozulma veya kesintiden bahsedilmektedir. Disosiyatif bozuklukların prevalansının yatan hastalarda ve poliklinik hastalarında %10 civarında olduğu ve bunların da %5 inin disosiyatif kimlik bozukluğu olduğu bildirilmiştir. Ülkemizde disosiyatif kimlik bozukluğunun prevalansının genel toplumda %2,0 , psikiyatri kliniklerinde yatan hastalarda %5.4 olduğu bildirilmiştir. Disosiyatif kimlik bozukluğuna sıklıkla fiziksel ve emosyonel ihmal ile erken gelişimsel dönemde meydana gelen travma, fiziksel veya cinsel istismar özellikle de ensest eşlik etmektedir. 2.VAKA Y 14 yaş 8 ay kız hasta acil çocuk psikiyatri kliniğine kendine zarar verme,bayılma,hatırlamadığı anlar olduğunu ifade ederek ve etrafındakilere saldırma şikayetleri ile başvurmuştur. Hasta 3 ay önce bayılmalarının başladığını ve bayılmalarının kendini stres altında hissettiğinde olduğunu ve bayıldığı anı hatırlamadığını ifade etmiştir. Bu şikâyetler başlayınca üniversite hastanesi kliniğine başvurduklarını ve sertralin 50 mg 1*1 ve alprazolam 0,5 mg sabah 1 mg akşam tedavisi başlandığını ifade etmiştir. Bu tedavi devam ederken daha sonra hafızasında boşluklar hissettiğini, kendini bir yerlerde bulduğunu ve oraya nasıl gittiğini hatırlamadığını fark ettiğini söylemiştir. Yatışının ilk gününde yapılan görüşmede hasta küçük karartı şeklinde minyatür insanlar gördüğünü ve ‘’kendini öldür’’ ‘’intihar et’’ diyen içinden gelen bir ses olduğunu anlatmıştır. Serviste yatışı sırasında hasta gözlemlenmiş ve alter kimlikler yakın takiple tespit edilmiştir. Alter kimliklerine geçtiğinde hasta ile görüşülmüş ve diğer alterlerine dair bilgiler edinilmiştir.‘’Bombo’’ 5 yaş çocuk ," Fırat" isimli nişanlısını arayan bir kız , "Filiz" isimli bir kadın, "Ela" isimli kızını arayan bir kadın, "konuşamayan ve göremeyen isimsiz bir kimlik" ve kendini "kötü karakter olarak niteleyen kimlik" olmak üzere 6 kimliği görülmüştür. . Hastanın tedavisinde hafızasındaki amneziler nedeniyle duyduğu endişe ve hissettiği ölüm düşünceleri nedeniyle vede stresorlerin disosiyasyonu tetiklemesini azaltma amaçlanarak sertralin tedavisi devam ettirilmiştir. Hastanın ölüm düşünceleri ve kaygısı azalmıştır. Hastanın mevcut olan disosiyatif sesler ve görüntüler şikâyetlerine yönelik antipsikotik,anksiyolitik ve antidepresan etkinliği hedeflenerek ketiyapin 200 mg BID tedavisi verilmiştir.Halen polikliniğimizde takip edilmektedir. 3.UYGULANAN KLİNİK YAKLAŞIM Tedavi planında farmakoterapi ve psikoterapi kullanılmıştır. 4.SONUÇLAR VE TARTIŞMA 156 26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 13-16 Nisan 2016/İZMİR Disosiyatif kimlik bozukluğu kişide bir bütün halinde çalışan kimlik,bellek ,algı ve çevre ile ilgili duyumların işlevlerinde bütünlüğün bozulmasıdır. Kliniğimizde takip ettiğimiz nadir görülen disosiyatif kimlik bozukluğu olgusunu ikinci kuşak antipsikotiklerle ve destekleyici psikoterapiyle başarılı bir şekilde tedavi edilmiştir. P47/Pika Sendromu ve Major Depresyon Birlikteliği: Bir Ergen Olgu Serkan GÜNEŞ1 ,Halenur TEKE2 ,Veli YILDIRIM1 ,Özalp EKİNCİ1 ,Fevziye TOROS1, 1 Mersin Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı Giriş Pika sendromu (PS) veya hastalığı, en az bir ay boyunca besleyici değeri olmayan maddelerin tekrarlayıcı olarak yenmesi şeklinde tanımlanır. PS’de yaygın olarak tüketilen maddeler arasında; buz, kum, toprak, kireç, plastik, bez, kağıt ve saç yer almaktadır. PS görülme oranının altı yaş altında, düşük sosyoekonomik seviyeye sahip toplumlarda ve mental retardasyonu olan bireylerde daha yüksek olduğu bildirilmiştir. Bu yazıda, 16 yaşındaki bir kız olguda görülen PS ve major depresyon birlikteliğinin tartışılması amaçlanmıştır. Olgu On altı yaşındaki kız olgu, günde yaklaşık bir paket peçete yeme şikayetiyle annesi eşliğinde çocuk psikiyatri polikliniğine başvurdu. Peçete yeme istediğinin yaklaşık altı ay önce günde 1-2 adetle başladığı, peçeteleri gizli olarak yediği, zamanla yeme miktarında artış olduğu ve artık gizleyemediği, bununla birlikte dört aydır karın ağrılarının da bulunduğu belirtildi. Karın ağrısı şikayetiyle pediatri kliniğine başvurdukları, laboratuvar incelemelerinde demir eksikliği anemisi tespit edildiği, aneminin oral demir preparatları ile tedavi edildiği, ancak peçete yemeye devam ettiği belirlendi. Bunun üzerine olgunun psikiyatrik öyküsü derinleştirildi. Bir yıl kadar önce anne ve babasının ayrıldığı, kendisinin ve erkek kardeşinin annesiyle birlikte yaşadığı, ekonomik sorunları olduğu, babasının başka bir şehirde ikamet ettiği ve babasıyla ayda bir kez telefonla görüştüğü öğrenildi. Anne ve babası ayrıldıktan sonra kendini aşırı mutsuz ve değersiz hissettiği, hiçbir şeyden zevk alamadığı, gece uykuya dalmakta zorlandığı, bir yılda yaklaşık 12 kilo kaybettiği, derslere konsantre olmadığı ve ders başarısında belirgin azalma olduğu belirlendi. Olgunun ruhsal muayenesinde duygudurumu depresifti. Düşünce içeriğinde değersizlik ve suçluluk temaları vardı. Çağrışımları düzenliydi, dikkati dağınık bulundu. Algı, bellek ve yönelim kusuru saptanmadı. Beck depresyon ölçek skoru 35 olarak hesaplandı. Öykü, ruhsal muayene ve psikometrik incelemeler sonucunda olguya pika sendromu ve major depresyon tanıları konuldu. Sertalin 50 mg/gün tedavisi başlandı, tutum ve davranış önerilerinde bulunuldu. Olgunun bir ay sonraki poliklinik kontrolünde belirtilerin devam ettiği gözlendi ve sertralin tedavisi 100 mg/gün olacak şekilde düzenlendi. Olgunun iki ay sonraki kontrolünde depresyon belirtilerinde ve peçete yeme isteğinde kısmi azalma olduğu öğrenildi. Bunun üzerine sertralin dozu 150 mg/gün yapıldı. Olgunun üç ay sonraki kontrolünde ise peçete yemelerinin tamamen geçtiği, depresif belirtilerinde belirgin azalma olduğu ve beck depresyon ölçek skorunun 16’ya gerilediği belirlendi. Bu nedenle, olguda gözlenen PS’nin major depresyona bağlı geliştiği düşünüldü. Tartışma Özellikle demir ve çinko eksikliği gibi nutrisyonel eksikliklerin PS’yi tetiklediği ön görülmüş ise de, psikososyal problemler, ailesel stres, obsesif kompulsif bozukluk gibi ruhsal hastalıkların da etken olabileceği bildirilmiştir. Ayrıca, anksiyete ve depresyonun da PS’yi alevlendirebileceği belirtilmiştir. Sunulan olguda, 16 yaşındaki bir major depresyon hastasının, sertralin ile tedavi sonrası, hem depresyon hem de eşlik eden PS belirtilerinde düzelme sağlaması anlatılmıştır. Major depresyon tedavisiyle, başka bir tedaviye ihtiyaç olmadan, PS tablosu tamamen ortadan kalkmıştır. Bu nedenle PS görülen olgularda laboratuvar incelemeleri yanında, ayrıntılı bir psikiyatrik muayene yapılmalı ve altta yatabilecek ruhsal 157 26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 13-16 Nisan 2016/İZMİR bozuklar saptanmaya çalışılmalıdır. Bu bozuklukların tedavisiyle PS belirtilerinde düzelme olabileceği akılda tutulmalıdır. P48/Enürezis Nedeniyle Çocuk Psikiyatri Kliniğine Başvuran Diabetes İnsipidus Olgusu Serkan GÜNEŞ1 ,Halenur TEKE1,Veli YILDIRIM1 ,Özalp EKİNCİ1 ,Fevziye TOROS1 , 1 Mersin Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları, Giriş Enürezis çocukluk çağının en sık karşılaşılan üriner sistem problemlerinden biridir. Doğuştan ya da kazanılmış santral sinir sistemi defekti olmayan beş yaşın üzerindeki çocuklarda, istemsiz ve uygunsuz idrar kaçırma enürezis olarak tanımlanır. Bu durum gece uyku sırasında oluyorsa enürezis nokturna, gündüz oluyorsa enürezis diurna, hem gece hem de gündüz meydana geliyorsa enürezis kontinua adını alır. Epidemiyolojik çalışmalar, beş yaş civarındaki çocukların %15-20’sinde enürezis görüldüğünü bildirmektedir. Sıklık 10 yaşında %7’ye, 15 yaşından sonra ise %1’e inmektedir. Bu yazıda, alt ıslatma şikayetiyle çocuk psikiyatri kliniğine başvuran ve diabetes insipitus tanısı saptanan 11 yaşındaki bir erkek olgunun sunulması amaçlanmıştır. Olgu On bir yaşındaki erkek olgu alt ıslatma şikayetiyle annesi eşliğinde çocuk psikiyatri kliniğine başvurdu. Olgunun yaklaşık bir aydır aşırı susama hissi olduğu, günde 8-10 litre su içtiği, 15-20 kez idrara çıktığı, geceleri sık sık tuvalete gitmek için uyandığı, bazı günler farkında olmadan, özellikle de geceleri altını ıslattığı öğrenildi. Olgunun gelişiminin yaşıtlarına uygun olduğu, tuvalet eğitimini üç yaşında tamamladığı ve bir ay öncesine kadar alt ıslatma probleminin olmadığı belirtildi. Olgunun öyküsü derinleştirildi ve bir buçuk ay kadar önce araç dışı trafik kazası geçirdiği, kafa travmasına maruz kaldığı, ayrıca iki gün yoğun bakımda gözetim altında tutulduğu belirlendi. Bunun üzerine olguda kafa travmasına bağlı diabetes insipitus tablosunun geliştiği düşünüldü ve çocuk hastalıkları kliniğine yönlendirildi. Olgunun yapılan laboratuvar incelemelerinde hipernatremi (147 mEq/L) tespit edildi. Tam idrar tetkikinde dansite 1001 olarak saptandı. Su kısıtlama testinde ise idrar dansitesinin düşük kaldığı gözlendi. Klinik bulgular, laboratuvar incelemeleri, su kısıtlama testi sonucunda olguya santral diabetes insipitus tanısı konuldu ve desmopressin tedavisi başlandı. Tartışma Diabetes insipitus santral ve nefrojenik olmak üzere iki şekilde sınıflandırılır. Santral diabetes insipitusta primer problem yetersiz antidiüretik hormon salınımı iken, nefrojenik diabetes insipitustaki primer problem antidiüretik hormona renal tubulusların cevapsız olmasıdır. Santral diabetes insipitus idyopatik olabildiği gibi kafa travmasına, hipofiz cerrahisine, neoplastik veya infiltratif hastalıklara bağlı da gelişebilir. Kafa travmasına bağlı gelişen diabetes insipitus çoğunlukla geçici bir sendromken, nadiren de kalıcı olabilir. Semptomlar antidiüretik hormonun parsiyel veya komplet eksikliğinden dolayı hafiften ağıra doğru değişkenlik gösterir. Travmatik beyin hasarı olan hastalarda sıvı elektrolit dengesizlikleri sıklığının araştırıldığı bir çalışmada, hastaların yaklaşık %21’inde diabetes insipitus geliştiği bildirilmiştir. Bu nedenle, çocuk psikiyatri kliniklerine kafa travması sonrası enürezis, polidipsi ve poliüri şikayetleriyle başvuran hastalarda, diabetes insipitus mutlaka akla gelmesi gereken bir durumdur. P49/Obsesif Kompulsif Bozukluk ve Dikkat Eksikliği Birlikteliğinin Sertralin İle Tedavisi Halenur TEKE1 ,Serkan GÜNEŞ1 ,Veli YILDIRIM1,Özalp EKİNCİ1 ,Fevziye TOROS1 , 1 Mersin üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı Giriş Obsesif kompulsif bozukluk (OKB), obsesyon ve kompulsiyonlar ile karakterize bir sendromdur. OKB’nin çocuk ve ergenlerin yaklaşık %3’ünü etkilediği ve sıklıkla 10 yaş civarında görüldüğü bildirilmiştir. Obsesyonlar ve kompulsiyonlar sosyal ilişkilerde, aile ve okul hayatında işlevsellik kaybına neden olmaktadır. OKB tedavisinde sıklıkla selektif serotonin geri alım inhibitörleri kullanılmaktadır. Bu yazıda, kirlenme obsesyonları ve el yıkama kompulsiyonları nedeniyle ellerinde 158 26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 13-16 Nisan 2016/İZMİR dermatit gelişen, ders başarısında azalma olan ve sertralin tedavisiyle kısa sürede belirgin düzelme gösteren bir olgunun sunulması amaçlanmıştır. Olgu On üç yaşında erkek olgu aşırı titizlik, derslerde başarılı olamama ve dikkat dağınıklığı şikayetleri ile annesi eşliğinde polikliniğimize başvurdu. Yaklaşık bir yıldır ellerinin sürekli kirli olduğunu düşündüğü, ellerini günde 60-70 kez yıkadığı, her yıkamasının iki dakika kadar sürdüğü ve bu nedenle ellerinde yara geliştiği öğrenildi (Resim 1). Kirlenme korkusuyla okula gitmek istemediği, okulda tuvalete giremediği, sık sık derslerden çıkıp ellerini yıkamak için lavaboya gittiği, kalem ve silgi kullanmakta zorlandığı, derslere konsantre olamadığı ve bu nedenle sınavlarda düşük not aldığı belirtildi. Özgeçmişinde herhangi bir fiziksel hastalığı ve yakın zamanda ilaç kullanımı olmadığı ifade edildi. Soygeçmişinde ise özellik yoktu. Yapılan görüşmeler ve psikometrik incelemeler sonucunda olguya OKB ve dikkat eksikliği hiperaktivite bozukluğu tanıları konuldu. Olgu ellerdeki yaralar nedeniyle dermatoloji polikliniğine yönlendirildi. Ellerinde dermatit geliştiği tespit edildi. OKB belirtilerinin ön planda olması nedeniyle olguya sertralin 50 mg/gün tedavisi tedricen başlandı. Tutum ve davranış önerilerinde bulunuldu, sosyal aktivite önerildi. Olgunun bir ay sonraki poliklinik kontrolünde şikayetlerin %50-60 oranında gerilediği, el yıkama sıklığının günde 20-30’a indiği, ellerindeki dermatit tablosunun iyileştiği, derslerine daha iyi odaklanabildiği ve ders notlarında belirgin artış olduğu öğrenildi (Resim 2). Yale-Brown obsesyon kompulsiyon ölçeği, Conners anne-baba ve öğretmen ölçeği skorlarında önemli derecede azalma olduğu gözlendi. Sertralin tedavisine 50 mg/gün dozunda devam edildi. Tartışma Sunulan olguda, 13 yaşındaki bir OKB hastasının tedavisinde kullandığımız sertralinin hem OKB hem de eşlik eden dikkat eksikliği belirtilerinde düzelme sağlaması anlatılmıştır. OKB etiyopatogenezinde serotonerjik sistemde meydana gelen düzensizliklerin rol oynadığı düşünülmektedir. Sertralin OKB tedavisinde sıklıkla kullanılan bir selektif serotonin geri alım inhibitörüdür. Sertralinin etki mekanizması; sinaptik aralıkta serotonin geri alımını bloke ederek bu nörotrasmitterin miktarını arttırmaktır. Olgunun sertralin ile tedavi sonrası hem OKB hem de dikkat eksikliği belirtilerinde belirgin düzelme görülmüştür. OKB’de görülen obsesyonlar dikkat eksikliğine neden olabilir. Tedaviyle obsesyonlarda azalma olması olgunun dikkat eksikliğinin düzelmesini sağlamış olabilir. Ayrıca, sertralinin serotonin dışında, dopamin ve noradrenalini de arttırabileceği literatürde bildirilmiştir. Sertralinin serotonin üzerinden etkileri OKB belirtilerinin, dopamin ve noradrenalin üzerinden etkileri de dikkat eksikliği belirtilerinin iyileşmesini sağlayabilir. Bu nedenle, OKB ve dikkat eksikliği birlikte görülen olgulardaki OKB tedavisinde sertralin ilk seçenek olarak düşünülebilir. P50/Hasta Mıyım Yoksa Hastalık Hastası Mıyım?: Bir Olgu Sunumu Seyhan TEMTEK1 ,Yüksel Sümeyra KARAGÖZ2 ,Bedriye Öncü ÇETİNKAYA3 , 1 İrfan Baştuğ Cad./Kurtdereli Sok., 06110 Ankara, Ankara Çocuk Sağlığı Hastalıkları Hemotoloji Onkoloji Eğitim Araştırma Hastanesi 2Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı 06590 Cebeci / Ankara, 3Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı 06590 Cebeci / Ankara, GİRİŞ Hekimler tarafından tıp öğrencilerinin okuduğu hastalıklara ilişkin hipokondriyak endişeler geliştirdiği bildirilmiş ve 'tıp öğrencisi sendromu' olarak adlandırılmış bir fenomen oluşmuştur (1,2). Bu fenomen yapılan çalışmalarda 'nozofobi', 'tıp öğrencisi hastalığı', 'tıp öğrencisinin hipokondriyazisi' ve 'medical studentitis' olarak da isimlendirilmiştir. Biz bu yazıda; sağlık eğitimi görmekte olan, yaygın anksiyete bozukluğu ile birlikte akut ve geçici hipokondriazis belirtileri gösteren olguyu, 'tıp öğrencisi sendromu' fenomeni ve var olan kaygının kişinin bedenine ve hasta olma ile ilgili düşünce içeriğine aktarılması çerçevesinde tartışmayı amaçladık. OLGU 17 yaşında, kız hasta, sağlık meslek lisesi son sınıf öğrencisi, muayeneye annesinin isteği ile geldiğini 159 26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 13-16 Nisan 2016/İZMİR aslında ruhsal bir sorunu olmadığını ve bedensel yakınmalarının olduğunu ifade etti. Bedensel yakınmalarının bir yıldan beri var olduğunu, staja başladıktan sonra belirtilerinin daha da sıklaştığını belirtti. Hastanın son 6 aydır kasık ağrısı olduğu için böbrek taşı olabileceğini düşünüp üroloji poliklinik başvurusu, mide ağrısı olması üzerine emilim bozukluğu olabileceğini düşünüp gastroenteroloji poliklinik başvurusu, kalp çarpıntısı olduğu için ritim bozukluğundan şüphelenip kardiyoloji poliklinik başvurusu olduğu öğrenildi. Özgeçmişinde özellik bulunmayan hastanın soy geçmişinde erkek kardeşinde anksiyete bozukluğu olduğu öğrenildi. Fiziksel ve nörolojik muayenesinde patolojik bulgu saptanmayan hastanın laboratuvar bulguları, elektroansefalografi ve ekokardiyografi tetkikleri normal olarak değerlendirildi. Yapılan psikiyatrik değerlendirme sonucunda akut ve geçici hipokondriyak belirtileri nedeniyle 'tıp öğrencisi sendromu' düşünüldü ve DSM-V’e göre yaygın anksiyete bozukluğu tanısı ile seçici serotonin gerialım inhibitörü (SSGI) başlanarak önceleri daha sık aralıklarla görülüp, iyileşme düzeyine göre SSGI dozu yükseltildi. Kontrol görüşmelerinde hastanın yakınmalarına yönelik bilişsel davranışçı tedavi modeli ile yaklaşıldı. Kontrol sürecinde hastanın herhangi bir tıbbi başvurusu, tetkik yaptırma girişimi olmadı. Kaygıları, hipokondriyak uğraşları ve depresif belirtileri azalan hasta ‘kendini iyi hissettiğini, bedensel yakınmalarının eskisi gibi olmadığını, olursa bile kendisini çok fazla rahatsız etmediğini’ belirtti. TARTIŞMA Tıp fakültesi başta olmak üzere sağlık eğitimi sürecinin benzersiz bir yaşamsal stres kaynağı olduğu herkes tarafından bilinen bir konudur. Araştırmalarda sınav stresi, yeni klinik deneyimler ve rekabet ortamının tıp fakültesi öğrencilerinin büyük oranda anksiyete ve psikolojik baskı yaşamalarına neden olduğunu belirtilmiştir.Bu stres ve otonomik aşırı uyarılmışlığın, bedensel belirtilerin özellikle ağrının daha çok abartılarak fark edilmesinde etkili olduğu düşünülmektedir. Tıp öğrencilerine özgü diğer bir faktör ise yoğun klinik ve klinik öncesi tıbbi bilgiye maruz kalmalarıdır. Bu bilginin hasta olma inancı ve düşüncesi aracılığıyla semptom algısını artırdığı, bunun da belirli bedensel duyumlara karşı seçici bir dikkat oluşturduğu düşünülmektedir. Literatürde tartışmalı bir konu olan tıp öğrencisi sendromu’na yaklaşımdan bahsetmeyi hedefledik. Uygulanacak tedavi yaklaşımlarının yanı sıra öğrencilere bu fenomenin varlığı ve iyi huylu doğası hakkında bilgi verilmesi önemlidir. Fenomenin normal eğitim sürecinin bir parçası olduğu ve belirgin bir patoloji olmadığı anlatılırsa, öğrencilerin kaygı ve korkuları ile başa çıkma yöntemleri daha iyi olabilecek ve bu durum zaten aşırı sorumluluk yüklenmiş öğrenciler için ek bir stres kaynağı teşkil etmeyecektir. Ayrıca bu durumun yeterince tanınması gereksiz tıbbi tetkik yaptırılmasının önlenmesini ve maddi açıdan yükün azaltılmasını sağlayacağı gibi, bu konu farkındalığın artması ile bu durumla karşılaşan hekimlerin hastaları psikiyatriye yönlendirmeleri açısından faydalı olacaktır. P51/DEHB’de İnternet Bağımlılığı ve İlişkili Etkenler Özlem Yıldız GÜNDOĞDU1 ,Zeynep VATANSEVER2 ,Merve ERGÜVEN1 ,Nursu Çakın MEMİK1 ,Ahmet YAR5 , 1 KOÜ Tıp Fak. Çocuk Psikiyatrisi AD, 2zeynepvatansever@icloud.com, , Amaç: Birçok klinik çalışmada İB olan bireyler arasında ruhsal bozuklukların genel toplumdan daha fazla görüldüğü bildirilmektedir. Ruhsal bozuklukların internet bağımlılığı üzerine etkileri ile ilgili araştırmalar ise sınırlı sayıdadır. Bu çalışma ile DEHB tanısı olan ve olmayan ergenlerde internet bağımlılığı yaygınlığının belirlenmesi, DEHB ile internet bağımlılığı arasındaki ilişkili etkenlerin araştırılması amaçlanmıştır. Yöntem: Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları polikliniği ile genel çocuk hastalıkları polikliniğine başvuran yaşları 12-18 arasında olan ergenler çalışmaya alınmıştır. DSM-V’e göre DEHB tanısı konan 294 ergen örneklem grubunu, herhangi bir ruhsal bozukluğu olmayan 148 ergen kontrol grubunu oluşturmuştur. Çalışmaya alınan tüm ergenlerin sosyodemografik özellikleri ve internet kullanım alışkanlıkları “Sosyodemografik Bilgi Formu” kullanılarak değerlendirilmiştir. Tüm ergenler Young’un geliştirdiği internet bağımlılık özbildirim ölçeğini (YİBÖ) doldurmuştur. YİBÖ’den 50 ve 160 26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 13-16 Nisan 2016/İZMİR üzerinde puan alan veya sosyodemografik bilgi formunda haftada 20 saat ve üzerinde internet kullandığını belirten ergenler ile Young tarafından önerilen İB tanı ölçütlerine (YİBTÖ) dayalı klinik görüşme yapılmış, tanı ölçütlerini karşılayan ergenlere İB tanısı konulmuştur. Her iki grup internet bağımlılığı ve risk etkenleri açısından karşılaştırılmıştır. Bulgular: DEHB grubunun yaş ortalaması 14,25±1,34, kontrol grubunun yaş ortalaması 14,44±1,61’dir. DEHB grubunda parçalanmış aile, sigara, alkol kullanım oranı kontrol grubuna göre anlamlı oranda yüksek bulunmuştur. DEHB grubunda YİBÖ puan ortalaması 27,89±17,56, kontrol grubunda 21,12±14,23 olarak saptanmıştır (df:440, p<0.001). İnternet bağımlılığı oranı DEHB grubunda %12,9, kontrol grubunda %4,1 olup, aradaki fark istatistiksel olarak anlamlıdır (df:1, p:0.003). Tüm grupta cinsiyetler arasında internet bağımlılığı oranında anlamlı farklılık saptanmamıştır (internet bağımlılığı oranı kızlarda: %8,2, erkeklerde: %11,2; df:1, p:0,299). Ancak her iki cinsiyette de DEHB olmanın internet bağımlılığı oranını arttırdığı görülmüştür. Cinsiyetin etkisi dışlandığında DEHB tanısı alan ergenlerde internet bağımlılığı oranının DEHB olmayanlara göre 3,37 kat arttığı saptanmıştır. Sonuç: Önceki çalışmalarda ergenlerde internet bağımlılığının oluşumunda DEHB’nin belirleyici bir faktör olduğu bildirilmektedir. Bizim çalışmamız da bu sonuçları destekler niteliktedir. DEHB’li çocuk ve ergenlerde internet bağımlılığı ile ilişkili bireysel ve ailevi korelasyonların araştırılacağı çalışmalar risk gruplarının saptanmasında yol gösterici olacaktır. P52/DSM-5 Düzey 2 Yineleyici Düşünceler ve Davranışlar Ölçeği Çocuk Formunun Türkçe Güvenilirliği ve Geçerliliği Şermin Yalın SAPMAZ1 ,Handan Özek ERKURAN2 ,Siğnem ÖZTEKİN3 ,Bengisu Uzel TANRIVERDİ4 ,Canem KAVURMA5 ,Ertuğrul KÖROĞLU6 ,Ömer AYDEMİR7 , 1 Manisa CBÜ Tıp Fakültesi Çocuk Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı, 2 İzmir Dr. Behçet Uz Çocuk Hastanesi Çocuk Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Bölümü, 3Manisa CBÜ Tıp Fakültesi Psikiyatri Anabilim Dalı, 4Manisa CBÜ Tıp Fakültesi Psikoloji Birimi, 5Elazığ Ruh Sağlığı Ve Hastalıkları Hastanesi Çocuk Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Bölümü , 6Ankara Boylam Psikiyatri Hastanesi , 7Manisa CBÜ Tıp Fakültesi Psikiyatri Anabilim Dalı, Giriş: Bu çalışmada DSM 5 Düzey 2 Yineleyici Düşünceler ve Davranışlar Ölçeği 11-17 Yaş Çocuk Formu'nun Türkçe sürümünün güvenilirliği ve geçerliliğinin çalışılması amaçlanmıştır. DSM 5 Düzey 2 Yineleyici Düşünceler ve Davranışlar Ölçeği Çocuk Formu çocuk ve ergenlerdeki obsesif kompulsif bozukluk belirtilerinin sıklığını, şiddetini, verdiği rahatsızlığı ölçen 5 maddeli bir özbildirim ölçeğidir. Obsesif kompulsif bozukluk tanısı alan( ya da klinik olarak şiddetli obsesif kompulsif bozukluk belirtileri olan) çocuk ve ergen olguların ilk değerlendirme ve tedavi sürecinde kullanılabilmesi amacıyla tasarlanmıştır. Her bir madde de yakınması olan olgunun son 7 gün içerindeki obsesif kompulsif bozukluk belirtilerinin şiddetini oranlaması istenmektedir. Toplam puan 0 ile 20 arasında olup, daha yüksek puan obsesif kompulsif bozukluk şiddetinin daha fazla olduğunu göstermektedir. Yöntem: DSM-5 Düzey 2 Yineleyici Düşünceler ve Davranışlar Ölçeği Çocuk Formu'nun çevirisi ve geri çevirisi yapılıp ölçek hazırlanmıştır. Araştırma grupları çocuk psikikiyatri kliniğinde tedavi gören ve obsesif kompulsif bozukluk tanısı alan 37 hasta ile ortaokul ve lise öğrencilerinden oluşan 32 sağlıklı gönüllüden oluşmaktadır. Güvenilirlik analizlerinde içsel tutarlılık katsayısı ve madde-toplam puan korelasyon analizi; geçerlilik analizlerinde ise açıklayıcı faktör analizi yapılmış ve ölçeğin toplum ve klinik örneklemlerini birbirinden ayırabilme özelliği ROC Eğrisi ile gösterilmiştir. Bulgular: Güvenilirlik analizlerinde Cronbach alfa iç tutarlılık katsayısı 0,910 ve madde - toplam puan bağıntı katsayıları 0,674 ile 0,878 arasında saptanmıştır. Test - yeniden test bağıntı katsayısı r=0,928 olarak hesaplanmıştır 161 26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 13-16 Nisan 2016/İZMİR Yapı geçerliliğinde varyansın %73,5’ini açıklayan bir faktör elde edilmiştir. ROC çözümlemesinde ROC eğrisinin altında kalan alan 0.956 olarak saptanmıştır. Sonuç: DSM-5 Düzey 2 Yineleyici Düşünceler ve Davranışlar Ölçeği Çocuk Formu'nun Türk toplumunda hem klinik uygulamada hem araştırmalarda güvenilir ve geçerli biçimde kullanılabileceği gösterilmiştir. Anahtar kelimeler: DSM 5, Düzey 2 Yineleyici Düşünceler ve Davranışlar Ölçeği , güvenilirlik, geçerlilik P53/Bir Üniversite Hastanesi Çocuk Nöroloji Polikliniğine Başvuran Otizm Tanılı Çocukların EEG ve MRI İnceleme Sonuçları Yüksel Sümeyra KARAGÖZ1 ,Muhammet Gültekin KUTLUK2 ,Ayla SOYKAN AYSEV3 ,Serap TEBER4 , Gülhis DEDA5 , 1 Ankara üniversitesi Tıp fakültesi Çocuk ve Ergen Ruh sağlığı ve Hastalıkları anabilim dalı Ankara , 2Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları A.D., Çocuk Nörolojisi B.D, 3Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları A.D., 4Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları A.D., Çocuk Nörolojisi B.D, 5Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları A.D., Çocuk Nörolojisi B.D, ÖZET GİRİŞ Otizm spektrum bozuklukları (OSB) karşılıklı iletişim ve sosyal etkileşim alanlarında ciddi bozulmalar, kısıtlı ve tekrarlayıcı davranışlar gibi karmaşık özelliklerle giden bir nörogelişimsel bozukluklar grubudur (Amerikan Psikiyatri Birliği 2013). Otizm, hafif ve atipik formları hesaba katıldığında oldukça sık rastlanan ciddi hastalıklardan biridir. Otizme özgü klinik belirtiler, birçok nörolojik, genetik ve metabolik hastalıkta görülür. Otizmi olan çocukların en az %10’unda Tuberoz Skleroz, Frajil X, Rett ve Down Sendromu tanısına rastlamaktadır. Tuberoz Sklerozlu çocukların %44’ünde, Frajil X hastalığında çocukların %12-21’inde otistik belirtiler mevcuttur. İdiopatik otizm çok genli, çok etkenli nörobiyolojik bir sendromdur. Erkekler kızlardan yaklaşık 3-4 kat daha fazla etkilenir. Otistik spektrum bozukluğu gösteren çocuklarda epilepsi sıklığı %5-46 oranında, elektroensefalogramdaki (EEG) epileptik deşarj oranı ise %22-82 sıklıkta bildirilmektedir. Mental retardasyonun eşlik ettiği OSBlilerde epilepsi sıklığı artmaktadır. Nöbetleri olmayan, subklinik deşarjları sıklıkla valproik asit ile tedavi edilince semptomları düzelen olgular bildirilmiştir fakat bu konuda yapılmış randomize kontrollü çalışma yoktur. Amaç Bu çalışmanın amacı, klinik örneklemde otistik bozukluğa ilişkin nörolojik, nörofizyolojik ve radyolojik bulguları belirlemek ve bu bağlamda epilepsi, elektroensefalogram bozuklukları, metabolik hastalıklar ve genetik bozuklukların tespit edilmesini sağlamaktır. Yöntem DSM-V tanı ölçütlerine göre otistik bozukluk tanısı alan ve 2014 Ocak -2015 Mart arası çocuk nöroloji polikliniğine başvuran 100 OSBli çocuğun dosyası retrospektif olarak incelenmiştir ve 75 OSBli çocuğun dosya bilgisine ulaşılabilmiştir. Bu OSBli çocuklara yapılan EEG, Manyetik Rezonans Görüntüleme (MRG), Beyin sapı işitsel uyarılmış yanıt (BAER), metabolik test sonuçları ve genetik sonuçları değerlendirilmiştir. Ayrıca hastaların mevcut epilepsi ve EEG bozukluğu olması durumunda hangi antikonvülzan ile tedavi edildiği ve EEG bozukluğunun devam edip etmediği de araştırmaya dahil edilmiştir. Bulgular 3-15 yaşları arasında, en küçüğü 3 yaş 2 aylık ve en büyüğü 15 yaşında olan olan 61 erkek, 14 kız çalışmaya alındı. Otistik çocukların %48'inde anormal EEG bulguları görüldü. Anormal EEG bulguları 162 26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 13-16 Nisan 2016/İZMİR olan 1 çocukta Lennox Gastaut ile uyumlu EEG bozukluğu saptandı. Kraniyal MRG’de 66 çocukta normal, 9 çocukta (%12) anormal olarak saptandı. Bu anormal bulgular; bir çocukta inferior vermis hipoplazisi, bir çocukta DNET, üç çocukta gliotik odaklar, bir çocukta migrasyon anomalisi, bir çocukta eksternal hidrosefali, bir çocukta ensefalomalazi, bir çocukta ise kavum septum pellisidum et Vergae doğmalik anomalisi şeklindeydi. Yapılan BAER incelemelerinde anormal bulgu saptanmamıştı. Hastaların metabolik hastalık taramaları için yapılan idrar organik asitleri, idrar-kan aminoasitleri, Tandem MS ve laktat/pürivat sonuçlarında anormallik olan saptanmadı. Belirgin dismorfik stigmaları olan 14 OSBli (%18) çocuktan genetik tarama ve konsültasyon istenmiş olup bir çocukta septooptik displazi, bir çocukta klinefelter, bir çocukta prader willi saptandı. Kalan 14 çocuğa yapılan karyotip analizi ve Fragil X taraması sonuçları normal olarak değerlendirildi. Tartışma Otizm Spektrum Bozukluğu olan çocuklarda organik anormallikler sık olarak gözlenmektedir ve bilindiği üzere otizmlilerin yaklaşık üçte birinde epilepsinin eşlik etmesi, çeşitli genetik- metabolik hastalıklarda otizm spektrumu belirtilerinin görülmesi otizme özgü bir nörolojik, nörofizyolojik ve radyolojik bulgunun araştırılması açısından önemli bir çalışmadır. Ancak EEG ve MRG sonuçları otistik bozukluğu olan çocuklarda özgün ve ortak patolojileri göstermemektedir. Özgün ve ortak patoloji bulunamamasına rağmen hastalarda eşlik eden tıbbi durumlar açısından- özellikle epilepsi ve EEG bozukluğu- takibinin önemli olduğunu vurgulamaktadır. Çeşitli yayınlar epilepsi ve EEG bozukluğunun tedavi edilmesinin otizmli hastalarda davranışsal problemleri azalttığını söylemektedir. Bu bağlamda otizmli hastaların hem davranışsal problemlerinin çözülmesi ve yanı sıra özel eğitimden görecekleri faydanın artması açısından da eşlik eden tıbbi durumların ortaya çıkarılıp tedavi edilmesi otizmli hastaların hayat kalitesinin artmasını sağlar. Sonuç olarak; OSBli çocukların yeni tanı aldıklarında çocuk nörolojisine konsülte edilmesi, çocuk psikiyatrisi ve çocuk nörolojisinin bir ekip olarak çalışması, otizme eşlik eden hastalıkların tanımlanması ve tedavi edilmesi açısından büyük öneme sahiptir. P54/DEHB’de Zihin Kuramı Becerileri İsmail Yasir KIRTIL1 ,Pınar VURAL2 ,Halit Necmi UÇAR3 , 1 Uludağ Üniverisitesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı Ve Hastalıkları A.D, Bu çalışmanın amacı, Dikkat Eksikliği ve Hiperaktivite Bozukluğu(DEHB) teşhisi konulan çocuk ve ergenlerin sağlıklı kontrol grubuna göre zihin kuramı becerilerinde bozukluk olup olmadığı ile zihin kuramı defisitinin DEHB belirtilerinin başlangıç yaşı, hastalığın tipi, DEHB zemininden gelişen komorbid hastalıkların varlığı, DEHB’de anne sütü alış süresi gibi değişkenler ile ilişkisini araştırmaktır. Çalışmaya, DEHB grubu olarak Uludağ Üniversitesi Çocuk ve Ergen Psikiyatrisi polikliniğinde DSM-V ’e göre 40 DEHB tanısı alan 10-16 yaş grubu çocuk; kontrol grubu olarak ise polikliniğimize başvurmuş olup herhangi bir psikiyatrik tanı almayan 40 çocuk alınmıştır. Olguların sosyodemografik özellikleri ayrıntılı bir formla değerlendirilirken; zeka gelişimi ve zihin kuramı becerilerini de araştırmak üzere nöropsikolojik testler uygulanmıştır. Psikopatolojileri değerlendirmek için Okul Çağı Çocukları İçin Duygulanım Bozuklukları ve Şizofreni Görüşme Çizelgesi-Şimdi ve Yaşam boyu Versiyonu Türkçe uyarlaması (ÇDŞG-ŞY), Çocuklar için Depresyon Ölçeği (ÇDÖ) ve Çocukluk Çağı Anksiyete Tarama Ölçeği (ÇATÖ) uygulanmıştır. Hastaların zekâ düzeyleri Wechsler Çocuklar İçin Zekâ Ölçeği-Gözden Geçirilmiş Formu (WİSC-R), zihin kuramı becerilerini değerlendirmek için İma testi, Gözlerden Zihin Okuma Testi ve yanlış inanç testlerinden Sally-Anne Testi, Bonibon Testi, Çikolata Testi, Dondurma Kamyonu Testi uygulanmıştır. 163 26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 13-16 Nisan 2016/İZMİR Sonuç olarak DEHB’de zihin kuramı defisitinin var olduğu ve zihin kuramı defisitinin DEHB belirtilerinin başlangıç yaşı, hastalığın tipi, DEHB zemininden gelişen komorbid hastalıkların varlığı, DEHB’de anne sütü alış süresi ile ayrıca etkilenmediği bulunmuştur. Zihin kuramı defisitinin, diğer özellikleri ne olursa olsun DEHB’de bireyi normal çocuklardan ayıran önemli bir etmen olduğu tespit edilmiştir. P55/Patolojik Kumar Bağımlılığı Olan Ergen Bir Vaka Songul DERİN1 ,Hanım Hülya ÖZKAN1 ,Doç Dr Murat COSKUN1 , 1 İTF Çocuk ve Ergen Psikiyatrisi ABD GİRİŞ Gerek maddi gerekse davranışsal bağımlılık önemli bir halk sağlığı problemidir. Davranışsal bağımlılığın tipik örneklerinden biri de kumar bağımlılığıdır. Günümüzde teknolojinin gelişmesiyle internet üzerinden kumar oynama bağımlılığı da giderek artmaktadır. Ergenlerdeki kumar oynama prevalansı %1,9 (Molde ve ark.2009) ile % 15.1 ( Moodie ve Finnigan 2006.,Tsitsika ve ark. 2010) arasında gözlenmiştir. Birçok çalışma da bu kişilerin psikiyatrik ve psikososyal çeşitli sorunlar yaşadığını, ailesel ve çevresel çeşitli risk faktörlerine sahip oldukları vurgulanmıştır. Bu sorunun farkındalığını sağlamak önemlidir. Ergenlerde internet üzerinden oynanan çeşitli türdeki kumar bağımlılığı her geçen gün artmakla birlikte bu konudaki çalışmalar göreceli olarak hala yetersizdir. Yaklaşık 20 yıl önce Dr. Mark Griffiths ‘in yaptığı çalışmalar adolesanlardaki kumar oynama ve sorunlu kumar oynama davranışlarını anlamamızda ufuk açıcı olmuştur . Günümüzde bu alandaki çalışmalar büyük aşamalar kaydetmiş olup Dr. Griffiths ‘nin çalışma sonuçlarını da kapsamıştır (2).Kumar etkinliklerinin türünde ve kumar oynama bozukluğunun yaygınlık oranlarında yaş ve cinsiyet farklılıkları bulunmaktadır. Ergenlerde ve genç erişkinlerde bozukluk, erkeklerde kadınlardan daha yaygındır. Daha genç bireyler farklı kumar türlerini (örn. spor bahsi ) yeğlerken, daha yaşlı erişkinler daha çok kollu kumar makineleri ve piyango kumarı ile sorunlar geliştirme eğilimindedirler (1). Biz bu yazıda internet üzerinden bir kumar sitesinden bir yılda 70.000 TL para harcayan 17 yaşında DSM V’e göre ılımlı kumar oynama bozukluğu tanısını alan bir erkek ergenin kliniğimize başvuru, takip ve tedavi sürecini tartışmayı amaçladık. 17 yaşında Son zamanlarda , özellikle de internet kullanımının artmasıyla internet üzerinden riskli/ sorunlu kumar oynama bozukluğunun da artmaya başladığı konusuna dikkat çekmek istedik P56/DSM-5 Düzey 2 Anksiyete Ölçeği Türkçe Formunun Güvenilirliği ve Geçerliliği (11-17 yaş çocuk ve 6-17 yaş ebeveyn formları) Şermin Yalın SAPMAZ1 ,Handan Özek ERKURAN2 ,Dilay KARAASLAN3 ,Masum ÖZTÜRK4 ,Gülsüm Yörük ÜLKER5 ,Burcu Serim DEMİRGÖREN6 ,Ertuğrul 7 8 KÖROĞLU ,Ömer AYDEMİR , 1 CBÜ Tıp Fakültesi Çocuk Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı, 2Behçet Uz Çocuk Hastanesi Çocuk Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Bölümü, 3Uşak Devlet Hastanesi Çocuk Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Bölümü, 4CBÜ Tıp Fakültesi Çocuk Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı, 5CBÜ Tıp Fakültesi Hastanesi Psikoloji Birimi, 6DEÜ Tıp Fakültesi Çocuk Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı, 7Boylam Psikiyatri Hastanesi Ankara, 8CBÜ Tıp Fakültesi Psikiyatri Anabilim Dalı, 164 26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 13-16 Nisan 2016/İZMİR Giriş: Bu çalışmada DSM-5 Düzey 2 Anksiyete Ölçeği'nin çocuk ve ebeveyn formlarının Türkçe sürümünün güvenilirliği ve geçerliliğinin çalışılması amaçlanmıştır. DSM-5 Düzey 2 Anksiyete Ölçeği 11-17 Yaş Çocuk Formu ve Ebeveyn Formu:Bu ölçeğin 6-17 yaşlar için anne baba yada vasi tarafından doldurulan 10 maddelik ebeveyn formu ile 11-17 yaşlar için ergenlerin kendilerinin doldurduğu 13 maddelik özbildirim formu bulunmaktadır. Düzey 2 Anksiyete Ölçeği beşli likert tipi bir değerlendirme sağlamaktadır (1=hiçbir zaman, 5=neredeyse her zaman). Anksiyete bozukluğu tanısı alan ( ya da klinik olarak şiddetli anksiyete bozukluğu belirtileri olan) çocuk ve ergen olguların ilk değerlendirme ve tedavi sürecinde kullanılabilmesi amacıyla tasarlanmıştır. Her bir maddede yakınması olan olgunun son 7 gün içerindeki anksiyete bozukluğu belirtilerinin şiddetini oranlaması istenmektedir. Yüksek puan anksiyete bozukluğu şiddetinin daha fazla olduğunu göstermektedir. Yöntem: DSM-5 Düzey 2 Anksiyete Ölçeği'nin çevirisi ve geri çevirisi yapılıp ölçek hazırlanmıştır. Araştırma grubu toplum ve klinik örneklemden oluşmuştur. Ölçek klinik ve toplum örneklemini yansıtan 148 ebeveyn ve 189 ergene uygulanmıştır. Değerlendirmede Düzey 2 Anksiyete Ölçeği'nin yanı sıra Çocukluk Çağı Anksiyete Tarama Ölçeği ve Güçler ve Güçlükler Anketi Ebeveyn Formu kullanılmıştır.Güvenilirlik analizlerinde içsel tutarlılık katsayısı ve madde-toplam puan korelasyon analizi, uygulayıcılar arası güvenilirlik; geçerlilik analizlerinde ise açıklayıcı faktör analizi ve birlikte geçerlilik için ise Çocuklarda Anksiyete Tarama Ölçeği ile korelasyon analizi yapılmıştır. Bulgular: Güvenilirlik analizleri Düzey 2 Anksiyete Ölçeğinin hem çocuk hem de ebeveyn formlarının yüksek iç tutarlılığa(0.915/0.933) sahip olduğunu göstermiştir. Ayrıca Düzey 2 Anksiyete Ölçeği'nin çocuk formunun Çocukluk Çağı Anksiyete Tarama Ölçeği ile(r=0.758 p<0.0001), ebeveyn forunun ise Güçler ve Güçlükler Anketi Ebeveyn Formu ile( r=0.717 p<0.0001) anlamlı korelasyon gösterdiği saptanmıştır. Yapı geçerliliğinde çocuk formunda özdeğeri 6,561 olan ve toplam varyansın %50,5'ini açıklayan bir faktör, ebeveyn formunda da özdeğeri 6,260 olan ve toplam varyansın %62,6'sını açıklayan bir faktör elde edilmiştir ve ölçeğin orijinal yapısı ile uyumlu bulunmuştur. DSM 5 Anksiyete ölçeği çocuk ve ebeveyen formlarının korelasyonunda bağıntı katsayısı r=0.566(p<0.0001) olarak elde edilmiştir. Sonuç: Dsm-5 Düzey 2 Anksiyete Ölçeği'nin Türkçe sürümü hem klinik uygulamada hem araştırmalarda güvenilir ve geçerli biçimde kullanılabileceği gösterilmiştir. Anahtar kelimeler: Düzey 2 Anksiyete Ölçeği , güvenilirlik, geçerlilik P57/DSM-5 Düzey 2 Depresyon Ölçeği Türkçe Formunun Güvenilirliği ve Geçerliliği (11-17 yaş çocuk formu ve 6-17 yaş ebeveyn formu) Şermin Yalın SAPMAZ , Nefize YALIN , Canem KAVURMA ,Siğnem ÖZTEKİN ,Bengisu Uzel TANRIVERDİ ,Ertuğrul KÖROĞLU ,Ömer AYDEMİR7 , 1 4 2 3 5 6 1:CBÜ Tıp Fakültesi Çocuk Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı 2:King's College London Institute of Psychiatry,Psychology and Neuroscience 3:Elazığ Ruh Sağlığı Hastanesi Çocuk Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları 4:CBÜ Tıp Fakültesi Psikiyatri Anabilim Dalı 5:CBÜ Tıp Fakültesi Hastanesi Psikoloji Birimi 6:Boylam Psikiyatri Hastanesi 7:CBÜ Tıp Fakültesi Psikiyatri Anabilim Dalı . Giriş: Bu çalışmada DSM-5 Düzey 2 Depresyon Ölçeği'nin Türkçe sürümünün güvenilirliği ve geçerliliğinin çalışılması amaçlanmıştır. DSM-5 Düzey 2 Depresyon Ölçeği- Çocuk Formu ve Ebevey Formu: Bu ölçeğin 6-17 yaşlar için anne baba yada veli tarafından doldurulan 11 maddelik ebeveyn formu ile 11-17 yaşlar için ergenlerin kendilerinin doldurduğu 14 maddelik özbildirim formu bulunmaktadır. Her bir maddede yakınması olan olgunun son 7 gün içerindeki depresif bozukluk belirtilerinin şiddetini puanlaması istenmektedir. DSM-5 Düzey 2 Depresyon Ölçeği beşli likert tipi bir değerlendirme sağlamaktadır(1=hiçbir zaman, 165 26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 13-16 Nisan 2016/İZMİR 5=neredeyse her zaman). Daha yüksek puan depresif bozukluk şiddetinin daha fazla olduğunu göstermektedir. Yöntem: DSM-5 Düzey 2 Depresyon Ölçeği'nin çevirisi ve geri çevirisi yapılıp ölçek hazırlanmıştır. Araştırma grupları çocuk psikiyatri kliniğinde tedavi gören ve depresif bozukluk tanısı alan klinik örneklem ile toplum örnekleminden oluşmuştur. 218 çocuk ve 160 ebeveyn ile çalışma yürütülmüştür. Değerlendirmede DSM-5 Düzey 2 Depresyon Ölçeği'nin yanı sıra Çocuklar İçin Depresyon Ölçeği ve Güçler ve Güçlükler Anketi Ebeveyn Formu kullanılmıştır. Bulgular: Güvenilirlik analizlerinde Cronbach alfa iç tutarlılık katsayısı çocuk ve ebeveyn formları için çok yüksek düzeyde(0.965/0.952) bulunmuştur. Madde - toplam puan bağıntı katsayıları yüksek ve çok yüksek düzeydedir ve istatistiksel olarak anlamlıdır. Yapı geçerliliğinde çocuk formunda özdeğeri 9,689 olan ve toplam varyansın %69,2'sini açıklayan bir faktör, ebeveyn formunda özdeğeri 7,455 olan ve toplam varyansın %67,8'ini açıklayan bir faktör elde edilmiştir ve ölçeğin orijinal yapısı ile uyumlu bulunmuştur. Birlikte geçerlilikte ölçeğin çocuk formunun Çocuklar İçin Depresyon Ölçeği( r=0.853 p<0.0001) ile ebeveyn forunun ise Güçler ve Güçlükler Anketi Ebeveyn Formu( r=0.682 p<0.0001) ile anlamlı korelasyon gösterdiği saptanmıştır. DSM 5 Düzey 2 Depresyon Ölçeği çocuk ve ebeveyen formlarının korelasyonunda bağıntı katsayısı r=0.662(p<0.0001) olarak elde edilmiştir. Sonuç: DSM-5 Düzey 2 Depresyon Ölçeği'nin Türkçe sürümü hem klinik uygulamada hem araştırmalarda güvenilir ve geçerli biçimde kullanılabilir. Anahtar kelimeler: DSM-5 Düzey 2 Depresyon Ölçeği , güvenilirlik, geçerlilik P58/Otizm Spektrum Bozukluğu Olan Erkek Çocuklarda Yükselmiş Doku Plazminojen Aktivatör (t-PA) ve E-Selektin Seviyeleri Şeref ŞİMŞEK1 ,İhsan ÇETİN2 ,Abdullah ÇİM3 ,Savaş KAYA4 , 1 Dicle Universitesi, Tıp Fakültesi, Çocuk ve Ergen Psikiyatri, Diyarbakır , 2Batman Universitesi, Sağlık Bilimleri Yüksek okulu, Beslenme ve Diyetetik, Batman, 3Dicle Universitesi, Tıp Fakültesi, Tıbbi Genetik, Diyarbakır, 4Dicle Universitesi, Tıp Fakültesi, İmmunoloji, Diyarbakır, Otizm Spektrum Bozukluğunun (OSB) etyopatolojisi tam olarak bilinmemekle beraber, OSB’nin patofizyolojisinde immün işlevlerde bozulma olduğu ileri sürülmektedir. Bu çalışmanın amacı, OSB’li çocuklarda doku plazminojen aktivatör (t-PA) ve bazı adezyon moleküllerinin düzeylerinin incelenmesidir. Çalışmaya, DSM 5’e göre OSB tanısı konan 2-15 yaş arası 42 çocuk dahil edildi. Kontrol grubu olarak, hasta grubu ile benzer yaş ve cinsiyet oranına ve normal gelişime sahip 40 çocuk dahil edildi. Serum soluble platelet endothelial adhesion molecule-1 (sPECAM-1), P-selektin, E-selektin ve t-PA düzeyleri enzyme-linked immunosorbent assay (ELISA) ile belirlendi. OSB’nin şiddetini belirlemek için otizm davranış kontrol listesi kullanıldı (ABC). Hasta grubunda E-selektin düzeyi anlamlı oranda yüksek saptandı (p=0.007). t-PA düzeyi erkek hastalarda anlamlı oranda yüksek saptandı (p=0.025). sPECAM-1 düzeyi ile ABC ölçeğinin duyusal, beden ve nesne kullanımı, sosyal ve özbakım ve tüm puanları arasında ters ilişki saptandı (r=-0.313, p=0.04, r=-0.385, p=0.01, r=-0.418, p=0.01, r=0.376, p=0.01, r=-0.476, p<0.01). P-selektin düzeyi ile ABC tüm puan arasında ters ilişki saptandı (r=0.349, p=0.03). OSB’li çocuklarda t-PA, E-selektin, P-selektin ve sPECAM-1’in kritik bir rol oynayabileceği ileri sürülebilir. P59/Kliniğe Nadir Bir Başvuru Nedeni Olarak Misophonia:2 Vaka Raporu Rukiye Çolak SİVRİ1 ,Ömer Faruk AKÇA1 , 166 26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 13-16 Nisan 2016/İZMİR 1 Necmettin Erbakan Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi Çocuk Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Meram/Konya Misophonia insanların olağan olarak çıkardığı seslerden aşırı düzeyde rahatsızlık hissetme olarak son zamanlarda tanımlanan yeni bir psikiyatrik bozukluktur (Hadjipavlou ve ark., 2008, Schwartz ve ark., 2011, Schröder ve ark., 2013). Seslere seciçi duyarlılık sendromu olarak da tarif edilen bu hastalığın aşırı derecede beğenmeme ya da iğrenme anlamındaki Yunanca ‘miso’ kelimesi ile ses anlamındaki ‘phonia kelimelerinin birleşmesi ile oluşmuştur. Yemek yeme, sıvı gıdalar içme, derin nefes alma, koklama, konuşma, hapşırma, esneme, sakız çiğneme, gülme, horlama, ıslık veya öksürük gibi sıradan seslerden aşırı rahatsız olma, iğrenme, tiksinme gibi duygusal ve kaçınma şeklinde davranışsal tepkilerin verilmesi ile karakterize bir hastalıktır. Primer davranışsal yanıt çoğunlukla kaçınma iken öfke patlaması, fiziksel ve sözel agresyon da görülebilen davranışsal tepkilerdir(Schöder ve ark., 2013). DSM 5 ve ICD-10 tanı sınıflandırmasında resmi olarak bozukluğu sınıflandırmak için bir seçenek bulunmamaktadır. Yakın zamanda ayrı bir klinik antite olduğu ve tanı sınıflandırmalarında bir yer bulması gerektiği öne sürülmüştür (Schöder ve ark., 2013). Bu yazıda ek psikiyatrik tanısı olmayan izole misophonia belirtileri ile kliniğe başvuran iki vaka sunulmuştur. VAKA 1: 9 yaşında kız hasta kliniğimize yemek yeme seslerinden aşırı derecede rahatsız olma, bu rahatsızlık nedeniyle ailesi ile yemek yememe, genelde kendi odasında tek başına yemek yeme şikayetleriyle ebeveynleri tarafından getirildi. Kendisinden alınan anamnezde yaklaşık altı ay önce şehir değişikliği yaptıktan sonra bu şikayetlerinin başladığı evde herhangi biri yemek yerken ya da sıvı gıda tüketirken bundan çok rahatsız olduğunu, iğrenme hissi geldiğini, zaman zaman da çok sinirlenip sözel şiddete başvurduğu ve bu sebepten dolayı aile üyeleriyle ilişkilerinin olumsuz etkilendiği, dışarıda bir şey yerken benzer rahatsızlık hissinin olduğu fakat herhangi bir kaçınma davranışı olmadığı, sosyal hayatı ve akran ilişkilerinde belirgin bir etkilenmeye neden olmadığı öğrenildi. Hastayla ve yakınlarıyla yapılan görüşmede ek bir psikiyatrik tanısının olmadığı gözlendi. Hastanın klinik global izlem hastalık şiddeti altölçeği (CGI-S): 4 (orta düzeyde hasta) olarak değerlendirildi. VAKA 2: 15 yaşında kız hasta kliniğimize yanındaki kişilerin yemek yeme seslerini duyunca iğrenme, tiksinme hissi, derin nefes alma, esneme seslerinden aşırı rahatsız olma bu sesleri duyunca bulunduğu ortamı terk etme, çoğu zaman da aile üyelerine karşı sözel ve fiziksel agresyona başvurma şikayetleriyle başvurdu. Hastanın bu şikayetlerinin yaklaşık 5 yıldır var olduğu giderek arttığı, aile içi işlevselliğini belirgin derecede bozduğu öğrenildi. İki ay önce dış merkeze benzer şikayetle başvurduğu sertralin 100mg/gün tedavisinin başlandığı, ancak şikayetlerinde herhangi bir değişiklik olmadığı öğrenildi. Hastayla ve yakınları ile yapılan görüşmede herhangi bir ek psikiyatrik tanının olmadığı klinik global izlem hastalık şiddeti alt ölçeği (CGI-S): 5 (belirgin düzeyde hasta) olarak değerlendirildi TARTIŞMA: Misophoniadaki semptom paterni ile DSM-5 ve ICD-10’da tanımlanan travma sonrası stres bozukluğu, özgül fobi, obsesif kompulsif bozukluk (OKB), otizm açılımı kapsamında bozukluk, aralıklı patlayıcı bozukluk gibi bir çok hastalık ile ortak özellikler göstermektedir. Özellikle fenomolojik benzerlik sebebiyle OKB ile yakın ilişkili olduğunu gösteren bir takım vaka bildirimleri bulunmaktadır. (Schröder A ve ark.2013; Jastreboff MM ve Jastreboff PJ, 2002). Etyolojisi tam olarak bilinmeyen misophonia ile ilgili olarak çeşitli hipotezler ortaya atılmaktadır. Bazı araştırmacılara göre limbik sistem ile primer işitme merkezi ve otonomik sinir sistemi arasındaki anormal aktivite bu bozukluğa neden olmaktadır. (Jastreboff MM ve Jastreboff PJ 2002).Bu disregülasyondan sorumlu nöronal sistemlerde görev yapan nörotransmitterin OKB ve Tourette Bozukluğunda(TS) olduğu gibi serotonin ve dopamin olduğu tahmin edilmektedir. (Swerdlow NR ve ark., 1995).Ortak fenotipik karakteristikleri nedeniyle OKB ve TS’de olduğu gibi maruz bırakma ve tepki önleme gibi bilişsel davranışçı terapi yöntemleri ve farmakolojik tedaviler (Serotonin reuptake inhibitörleri gibi) misophonianın tedavisinde önerilmektedir.Bu konuyla ilgili yapılmış az sayıda çalışmada sınırlı ve tutarsız veriler bulunmaktadır(Edelstein M ve ark., 2013; Hadjipavlou G ve ark., 2008). 167 26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 13-16 Nisan 2016/İZMİR Sonuç olarak yeni bir klinik antite olan misophonianın etyolojisi, tedavisi, ek tanıları, sıklığı ile ilgili veriler literatürde sınırlıdır. İleri çalışmalara ihtiyaç duyulmaktadır. P60/UYURGEZERLİĞİN EŞLİK ETTİĞİ OBSESİF KOMPULSİF BOZUKLUK OLGUSUNDA FLUOKSETİN TEDAVİSİ İLE DÜZELEN UYURGEZERLİK Serkan KARADENİZ1 ,Mutlu KARAKUŞ1 ,Sema KANDİL1 , 1 Ktü Tıp Fakültesi Çocuk-Ergen Ruh Sağlığı Ve Hastalıkları Anabilim Dalı TRABZON, AMAÇ:Uyurgezerlik, DSM V’e göre Uyku Uyanıklık Bozukluklarının Parasomniler alt katagorisinde bulunan yineleyici, uyku sırasında yataktan kalkma ve gezinme dönemleri ile karakterize bir uyku bozukluğudur. Hastalığın temel belirtisi tekrarlayan epizotlar halinde sıklıkla uykunun ilk üçte birlik döneminde görülen yataktan çıkıp dolaşma şeklinde karmaşık motor hareketlerdir. Kişi genelde uyandırılma çabalarına tepkisiz kalmaktadır. Toplum temelli çalışmalar uyurgezerliğin çocuklarda yaygın görülen bir sorun olduğunu desteklemektedir. Labarge,Petit ve arkadaşlarının 2675 randomize seçilmiş çocuğu dahil ettikleri çalışmalarında bu çocukların %14’ünde geçici veya sürekli uyurgezerlik görüldüğünü bildirmişlerdir. Bu olgumuzda 1 yıldır uyurgezerlik öyküsü olan ve son 15 gündür atakların sıklığında ve şiddetinde ciddi artma olan 9 yaşında kız hastanın tanı ve tedavisinde izlenen yola yönelik bilgiler sunulacaktır. OLGU SUNUMU:9 yaşında kız hasta çocuk psikiyatri polikliniğine ‘’uykusunda kalkıp dolaşma ve uykusunda konuşma’’şikayetleri ile anne babası refakatinde başvurmuştur. Hastanın son 1 yıldır olan gece uykudan uyanıp dolaşmaları oluyormuş. Bu durum son 10 gün öncesine kadar ayda 4-5 kez oluyorken son 10 gündür her gece olmaya başlamış. Hastanın polikliniğimize geliş şikayetlerine ek olarak son1,5 yıldır olan temizlik ve düzen ağırlıklı olmak üzere çeşitli takıntılarının da olduğu öğrenildi. Hastaya çocuk psikiyatri muayenesi, psikometrik incelemeleri ve aileden alınan ayrıntılı öykü bilgileri sonucunda DSM V’e göre ‘Obsesif Kompulsif Bozukluk(OKB) ve Parasomni (Uyurgezerlik türü) tanıları konulmuştur. Aileye ve çocuğa OKB ve uyurgezerlik ile ilgili davranışsal önerilerde bulunulup fluoksetin tedavisi başlanmıştır. 2 ay sonraki kontrolünde uyurgezerlik ve uykuda konuşma şikayetleri tamamen düzelen hastanın obsesif belirtilerinin de klinik olarak anlamlıdüzeyde azaldığı öğrenildi ve bu azalmanın psikometrik ölçeklere de yansıdığı görüldü. Hastanın mevcut tedavisi ile poliklinik takipleri halen devam etmektedir. TARTIŞMA:Uyurgezerlik uykunun non-REM döneminde karmaşık amaçsız görevler ve gezinme epizotları ve bu dönemlerle ilgili hafıza kaybı ile karakterize bir bozukluktur. Uyurgezerliğin tam olarak patofizyolojik mekaniması bilinmemektedir. Ancak ateş gibi fizyolojik sorunlar, emosyonel stres (çocukta ayrılık anksiyetesi gibi), altta yatan medikal sebepler (obstruktif uyku apnesi, hipertiroidi, migren, stroke, ensefalitler), SSS etkileyen ilaç-maddeler (alkol, sedatif-hipnotikler, antikolinerjikler, lityum gibi), dolu mesane, perimenstruasyon gibi fizyolojik iç uyaranlar ve ışık-ses gibi dış uyaranların uyurgezerlik için eşiği düşürdüğü ve tetikleyici olabileceği söylenmektedir.Bizim sunduğumuz olgumuzda da OKB’nin başlangıcından sonra uyurgezerlik şikayetlerinin başlaması ve aile öyküsünün negatif olması bize stresle tetiklenen uyurgezerlik tablosunu düşündürmüştür. Buradan çıkan sonuca göre uyurgezerlik tedavisinde öncelikle varsa uyurgezerliğin altında yatan tetikleyicinin (emosyonel stres, ilaç kullanımına sekonder, ateş, OSA vs) saptanması ve ona yönelik tedavi verilmesi ve uyurgezerliğe yönelik ilaç dışı tedaviler denenmesi gerekmektedir. Eğer uyurgezerliği tetiklediği düşünülen durumların tedavileri sonrası uyurgezerlik semptomlarında düzelme sağlanamıyor, sıklığı artıyor ya da hasta ve yakınları için tehlike oluşturuyor ise uyurgezerliğe yönelik semptomatik ilaç tedavileri de verilmelidir. P61/Cinsiyetinden Hoşnut Olmama Ve Otizm Spektrum Bozukluğu Birlikteliği: Bir Olgu Sunumu Saliha KILINÇ1 ,Sabri HERGÜNER1 , 168 26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 13-16 Nisan 2016/İZMİR 1 Necmettin Erbakan Üniversitesi, Meram Tıp Fakültesi, Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları, Meram/Konya, Giriş: Çocuklarda cinsiyetinden hoşnut olmama DSM 5 sınıflandırmasında, en az 6 ay süre ile kendi biyolojik cinsiyetinden memnuniyetsizlik ve karşı cinsten olmayı çok isteme ya da karşı cinsten olduğu konusunda diretme; karşı cinse ait kıyafetleri giymeye ileri derecede eğilim; hayali oyunlarda karşı cinsiyet rolünü üstlenme; karşı cinsin oynadığı oyuncaklara, oyunlara ve etkinliklere aşırı ilgi ve kendi cinsiyetinin tercihi olan oyuncakları reddetme; oyun arkadaşlarını karşı cinsiyetten seçme; kendi cinsel anatomisinden rahatsızlık duyma ve karşı cinse ait birincil ve/veya ikincil cinsiyet özelliklerini taşıma isteği ile seyreden bir bozukluk olarak tanımlanmıştır (APA 2013). Son çalışmalar otizm spektrum bozukluğu (OSB) olan çocuk ve ergenlerde cinsiyetinden hoşnut olmamanın genel topluma göre daha sık görülen bir durum olduğunu göstermiştir (de Vries ve ark. 2010). Bu birlikteliğin nedeninin kısıtlı ilgi alanı, takıntılı davranışlar ve sosyal beceri eksikliği ile ilişkili olduğu öne sürülmektedir (Mukaddes2013). Olgu: Bu bildiride 6 yaşında ilk defa OSB tanısı alan bir erkek olgu sunulmuştur. Normal zihinsel gelişime sahip olan olgunun ısrarlı kız elbisesi giyme ve makyaj yapma isteği; erkek arkadaşlarıyla oynamama buna karşın kız arkadaşlarını ve oyuncaklarını tercih etmesi; erkek olduğunu bilmesine rağmen kız olmak isteği mevcuttu. Tartışma: OSB ve cinsiyetinden hoşnut olmama birlikteliği düşünülen bu olgu üzerinden mevcut yazının tartışılması amaçlanmıştır. P62/ATOMOKSETİN İLE DÜZELEN GECE TERÖRÜ: BİR OLGU SUNUMU Sevgi ÇİÇEK1 ,Recep BOSTAN2 ,Özalp EKİNCİ3 , 1 Mersin Üniversitesi Tıp Fakültesi Cocuk Psıkıyatrısı, GİRİŞ: Gece terörü NREM uyku sırasında görülen bir parasomnidir. Gece terörü çocukların yaklaşık %3’ünde bildirilmektedir. Etyolojisi tam olarak aydınlatılamamış olan gece törörünün tedavi yaklaşımları da kesinlik kazanmamıştır. Bu yazıda DEHB ile birlikte gece terörü olan hastada kullanılan atomoksetin’in hem DEHB semptomları hem de uyku bozukluğu üzerindeki olumlu etkileri tartışılacaktır. OLGU: 9 yaşında erkek hasta çocuk psikiyatri kliniğimize aşırı hareketlilik, ders başarısı düşüklüğü, çok konuşma, uykuda düzensizlik ve gece sık sık uyanma şikayetleriyle getirildi. Uykuya daldıktan bir süre sonra bağırarak çırpındığı, kafasını duvara vurduğu, sabah uyandığında gece olanları hatırlamadığı belirtilen hastanın bu şikayetlerinin 5 yıldır hemen hemen her gün olduğu öğrenildi. Yapılan psikiyatrik görüşme ve değerlendirmeler sonucunda hastada DEHB ve gece terörünün olduğu kanaatine varıldı. Hasta ayırıcı tanı açısından çocuk nörolojiye yönlendirildi. Çekilen uyku EEG’sinde anormallik rastlanmadı. Olguya DEHB tedavisi için 10 mg/gün dozunda atomoksetin başlanmasına karar verildi. İki hafta sonra 25 mg/ gün’ e yükseltildi. Hastanın 1.5 ay sonraki kontrolünde DEHB belirtilerinin azaldığı, gece terörü ataklarının haftada bir kez olduğu öğrenildi. TARTIŞMA: Sunulan olguda 9 yaşındaki bir DEHB hastasının tedavisinde kullandığımız atomoksetinin eşlik eden gece teröründe de düzelme sağlaması anlatılmıştır. Norepinefrin geri alım inhibitörü olan atomoksetin altı yaş ve üzeri olgularda dikkat eksikliği ve hiperaktivite (DEHB) tedavisinde FDA (Food and Drug Administration) tarafından onaylanan ilk stimülan dışı ilaçtır. Atomoksetin, norepinefrin sistemi üzerine olan etkilerinin yanı sıra, dolaylı olarak prefrontal kortekste dopaminerjik etkinliğini de arttırabilir. Geçmiş dönemde yapılmış bazı araştırmalarda atomoksetinin genel uyku kalitesi üzerine olumlu etkileri olduğu bildirilmiştir. Sıklıkla NREM döneminde izlenen enürezis belirtilerinde de atomoksetinin tedavi edici etkileri olduğu gösterilmiştir. Atomoksetinin uyku bozukluklarında kullanımı gelecekte yapılacak araştırmalarla aydınlanacaktır. 169 26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 13-16 Nisan 2016/İZMİR P63/Katı Yapıştırıcı Yeme Şeklinde Olan Pika Ve Dikkat Eksikliği Hiperaktivite Bozukluğu Komorbiditesi Hande Ayraler TANER1 , 1 Başkent Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Sağlığı ve Hastalıkalrı Polikliniği Çocuk Psikiyatrisi Birimi Şehit temel Kuğuoğlu Cad. No: 29 Bahçelievler / ANKARA, Besleyici olmayan maddelerin yenilmesiyle karakterize bir bozukluk olan pika sıklıkla zihinsel engellilerde, otizmlilerde ve bazı mineral eksikliği durumlarında görülebilir. Ancak literatürde pikanın dikkat eksikliği hiperaktivite bozukluğu ( DEHB ) ile birlikteliği ile ilişkili bilgiler kısıtlıdır. Bu olguda 3 aydır katı yapıştırıcı yiyen ve aşırı hareketlilik belirtileriyle başvuran 7 yaşında bir erkek hasta sunulmaktadır. Ruhsal durum muayenesi ve ölçekleri değerlendirildikten sonra hastaya DEHB Bileşik Tip ve Pika tanıları konulmuştur. Hastaya DEHB tanısına yönelik metilfenidat başlanmış, pika için ise davranışçı önerilerde bulunulmuştur. Metilfenidat tedavisi ile hastanın hem DEHB hem de pika belirtilerinin gerilediği saptanmıştır. P64/Duloksetin Kullanımı ile Ortaya Çıkan Görsel Varsanı: Yaygın Anksiyete Bozukluğu Tanılı Bir Erkek Olgu İpek PERÇİNEL1 ,Kemal Utku YAZICI1 , 1 Fırat Üniversitesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı Giriş: Bu yazıda, yaygın anksiyete bozukluğu nedeniyle duloksetin tedavisi kullanan ve tedavi sırasında, duloksetine bağlı olduğu düşünülen görsel varsanı yakınması ortaya çıkan bir erkek olgu tartışılmıştır. Olgu: 16 yaşındaki erkek olgu yaklaşık üç senedir yaygın anksiyete bozukluğu tanısıyla dış merkez çocuk psikiyatri polikliniğinde takipliydi. Süreç içerisinde yeterli süre ve uygun dozda, tekli ya da kombine olarak sertralin, fluoksetin, sitalopram, venlafaksin, klomipramin, lorezepam, alprozolam, mirtazapin, hidroksizin ve propranolol kullanmıştı. Ek olarak 12 seans BDT (bilişsel-davranışcı terapi) uygulanmıştı. Tedaviden fayda görmemesi üzerine polikliniğimize başvurdu. Polikliniğimize başvurduğunda, sevdiklerinin ya da kendisinin başına kötü bir olay geleceği, sınavlarında başarısız olacağı şeklinde yoğun kaygıları mevcuttu. Aşırı mükemmeliyetçi ve titiz kişilik yapısı dikkati çekiyordu. Artmış uyarılmışlık belirtileri mevcuttu. Olgu düşüncelerini kontrol edemediğini ve kaygılarını kafasından çıkaramadığını belirtiyordu. Bu nedenle uykuya dalmada güçlük çektiğinden ve yeterince uykusunu alamamaktan şikayet ediyordu. Kaygılarının ders başarısını, arkadaş ortamını ve aile içi ilişkilerini olumsuz yönde etkilediğini ifade ediyordu. Olguya yaygın anksiyete bozukluğu tanısı konuldu. Ek olarak ılımlı depresif bulguları mevcuttu. Geçmiş tıbbi öyküsü de göz önüne alınarak duloksetin başlanmasına karar verildi. Tedavi öncesi bakılan kan tetkiklerinde (Hemogram, karaciğer fonksiyon testleri, böbrek fonksiyon testleri, elektrolitler, kan glikozu, kan yağları, tiroid fonksiyon testleri), vital bulgularında ve kardiyovasküler sistem değerlendirmesinde herhangi bir problem yoktu. Olgu, öncesinde kullanmış olduğu psikotrop ilaçlarla ilgili herhangi bir ciddi yan etki tariflemiyordu. Polikliniğimize başvurduğu dönem yaklaşık iki aydır herhangi bir ilaç kullanmıyordu. 30 mg/gün duloksetin başlandı. Tedavini beşinci gününde olgu ve ailesi acil olarak polikliniğimize başvurdu. Olgu bir önceki akşamdan beri garip görüntüler gördüğünü, yanından zaman zaman beyaz bir kedinin zaman zaman da siyah bir köpeğin geçtiğini, gece boyunca bu görüntülerin devam ettiğini, bu nedenle gece de rahat uyuyamadığını ifade etti. Yapılan değerlendirmede olgunun süreç içerisinde başka bir ilaç kullanmadığı saptandı. Çocuk nöroloji kliniği ile yapılan konsültasyonda herhangi bir organik etiyoloji saptanmadı. Duloksetin tedavisinin kesilmesinden iki gün sonra görmekte olduğu görüntüler tamamen ortadan kalktı. Olgu Naranjo ilaç yan etki olasılığı skalasından altı puan aldı. Bu puan, görsel varsanı yan etkisinin “kuvvetle muhtemel” duloksetine bağlı olduğunu düşündürmüştür. Tartışma: Duloksetin son yıllarda çocuk ve ergen psikiyatrisi pratiğinde daha sık kullanılmaya başlayan 170 26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 13-16 Nisan 2016/İZMİR bir serotonin-noradrenalin geri alım inhibitörüdür. Çocuk ve genç yaş grubu olgulardaki etkileri halen net olarak bilinmemektedir. Ancak bazı araştırmalar, duloksetinin pediatrik populasyonda da herhangi bir doz ayarlamasına gerek olmadan, erişkin dozlarına benzer şekilde kullanılabileceğini ve iyi tolere edildiğini ileri sürmektedir. Literatür incelendiğinde daha önce iki erişkin olguda duloksetine bağlı olabileceği düşünülen görsel varsanı yan etkisi bildirilmiştir. Bildiğimiz kadarıyla çocuk ve ergen yaş döneminde bu konuyla ilgili herhangi bir olgu bildirimi yoktur. Duloksetin molekülünün görsel varsanıya nasıl sebep olduğu net olarak bilinmemektedir. Ancak özellikle prefrontal korteksteki noradrenalin taşıyıcılarının inhibe olmasına bağlı olabileceği düşünülen dopamin artışının ya da serotonin geri alım inhibisyonuna sekonder dopamin artışının bu tür yan etkilere neden olabileceği ifade edilmektedir. Görülebildiği kadarıyla olgumuz, ergenlik yaş döneminde duloksetin tedavisi sonrası görsel varsanı tarifleyen ilk olgudur. Bildirimizin bu açıdan önemli olduğu düşünülmüştür. P65/Emetofobi tedavisinde Mirtazapin: Bir Olgu Sunumu Kemal Utku YAZICI1 ,İpek PERÇİNEL12 , 1 Fırat Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı, Giriş: Bu yazıda, emetofobi tanısı konulan ve mirtazapin ile yakınmalarında hızlı ve dramatik iyileşme gözlenen 13 yaşındaki bir kız olgunun tedavi ve izlem süreci tartışılmıştır. Olgu: 13 yaşında kız olgu, kliniğimize yeme reddi, su ve süt dışında başka bir sıvı gıda almaktan kaçınma yakınmalarıyla başvurdu. Yaklaşık iki aydır okula gitmekten de kaçınıyor; okula gittiğinde ise okuldaki etkinliklere katılmak istemiyordu. Dış merkezde yaygın anksiyete bozukluğu tanısıyla yeterli süre ve dozda fluoksetin, sertralin, klomipramin ve alprazolam tedavileri kullanan hasta, uygulanan 13 seans bilişsel davranışçı terapiden de fayda görmemişti. Ailesinin de oldukça anksiyöz olduğu dikkat çekiyordu. Tarafımızdan yapılan ayrıntılı ruhsal değerlendirmede olgunun tüm yakınmalarının kusma korkusuyla ortaya çıktığı belirlendi. Diğer insanların yanında iken kusacağı korkusuyla yemek yemeyi ve su ya da süt dışındaki sıvı gıdaları almayı reddediyordu. Son zamanlarda korkusu iyice artmış, okulda özellikle beden eğitimi derslerinde öğretmen çok fazla spor aktivite yaptırınca öksürme ve arkasından kusma isteği geleceği endişesinden dolayı okula gitmeyi de reddetmeye başlamıştı. Son iki ay içinde yaklaşık 10 kg kaybetmişti (görüşme sırasındaki BKİ: 16,24). Öyküsü değerlendirildiğinde, ilkokul ikinci sınıfta iken, derste yanında oturan arkadaşının birdenbire kusmaya başladığı, sıranın ve defterlerin üzerine gıda artıklarının geldiği, kendi kıyafetlerinin de çok kirlendiği, sonrasında o okul kıyafetini bir daha giyemediği, sınıftaki diğer arkadaşlarının bu durumu "çok mide bulandırıcı" olarak algıladıkları, bu duruma çok üzüldüğü, o zamandan beri kendisi de ne zaman hasta olsa "ya kusarsam" korkusu hissettiği, bu korkusunun son yıl çok fazla arttığı öğrenildi. Olgu organik etiyolojinin değerlendirilmesi açısından pediyatrik gastoenterolojiye konsülte edildi; tetkiklerde herhangi bir sorun saptanmadı. Tüm bulguların ışığında olguya emetofobi (Kusmaya karşı spesifik fobi) tanısı konuldu. Önceki tedavi öyküsü göz önüne alınarak mirtazapin başlanması düşünüldü. 7,5 mg/gün şeklinde başlandı ve olgu iki haftalık aralarla kontrol edildi. İki hafta sonraki ilk görüşmede yeme ve içme reddinin bir miktar azaldığı ifade edildi. İlaç dozu 15 mg/gün'e yükseltildi. İzlemde olgunun okula gitmek istememe şikayetinde de belirgin düzelme görüldü; yeme reddi davranışı tamamen geçti ve kilo alımı oldu (altı ay sonunda BKİ:18,49). Bu süreç içinde bir kere üst solunum yolu enfeksiyonu geçirdiği, o dönem mide bulantısı ve ardından kusması olduğu ancak kusma davranışı ile ilgili herhangi bir olumsuz duygu hissetmediği ifade edildi. Tedavi süreci boyunca olgu ilacı iyi tolere etti. Ancak ilaca bağlı olup olmadığı net olarak belirlenemeyen iştah artışı izlendi. Mirtazapin tedavisi kesildikten sonra iştahta azalma olmaması, büyüme ve gelişiminin yaşına uygun olması, iştah artışının ilaç yan etkisinden ziyade, olgunun yemek yediğinde kusacağı korkusu ve anksiyetesinin düzelmesine bağlı olduğu kanaatine varıldı. Tartışma: Emetofobi, kişinin kendisinin ya da yanındaki kişinin kusmasından aşırı korku duyması ile karakterize bir spesifik fobidir. Mirtazapin, noradrenerjik ve spesifik serotonerjik bir antidepresandır. Presinaptik alfa 2 adrenerjik reseptörleri bloke ederek noradrenalin ve serotonin salınımını artırır. Ayrıca 171 26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 13-16 Nisan 2016/İZMİR postsinaptik 5HT2, 5HT3 reseptörleri de bloke etmesini, anksiyolitik etkinin daha erken başlamasıyla ilişkili olduğunu bildiren araştırmacılar bulunmaktadır. Literatür incelendiğinde, mirtazapin ile başarılı bir şekilde tedavi edilmiş spesifik fobi tanılı pediyatrik yaş olgu sunumlarına rastlanmaktadır. Bilebildiğimiz kadarıyla olgumuz bu yaş grubunda emetofobi tedavisinde mirtazapinden belirgin fayda gördüğü bildirilen ilk olgudur. Çocuk yaş olgularda, olgunun günlük işlevselliğini etkileyen spesifik fobi vakalarında, daha erken olumlu yanıt beklentisinin olduğu, ailenin de yoğun anksiyöz olarak değerlendirildiği vakalarda mirtazapin iyi bir alternatif olabilir. Bildirimizin bu açıdan önemli olduğu düşünülmüştür. Konu ile ilgili geniş örneklemli araştırmalara ihtiyaç vardır. P66/ EMDR (Eye Movement Desensitization and Reprocessing- Göz Hareketleriyle Duyarsızlaştırma ve Yeniden İşleme) Terapisi ile Yas Sürecini Çalışmak: İki Ergen Olgu Sunumu Funda DÖNDER1 ,Özlem YILDIZ GÜNDOĞDU1 , 1 Kocaeli Üniversitesİ Tıp Fakültesi Hastanesi, Çocuk Ve Ergen Psikiyatrisi Ana Bilim Dalı, Umuttepe/Kocaeli, EMDR, birçok farklı terapi ekollerinin ögelerini içeren, farklı tanı durumlarında standardize uygulama protokolleri bulunan, bütüncül bir terapi yöntemidir. Travmatik bir yaşantıyla ilişkili; imaj, düşünce, duygu ve beden duyumlarına ek olarak, çift yönlü uyarıma aynı anda odaklanmayı gerektiren bir teknik uygulanmaktadır. EMDR; WHO, APA ve NICE başta olmak üzere birçok önemli kuruluş tarafından TSSB tedavisinde önerilmekte olup, EMDR’ın etkinliğini destekleyen yirmiden fazla araştırma bulunmaktadır. Son yıllarda ise EMDR’ın; depresyon, fobiler, sınav kaygısı, stresle alevlenmelerin görüldüğü dermatolojik hastalıklar, travma öyküsü olan psikotik hastalar, bağlanma bozukluğu gibi farklı durumlarda da etkin olduğuna dair başarılı olgu sunumları yayınlanmıştır. Bu yazıda baba kaybı sonrası yas sürecinin çalışıldığı iki ergenin EMDR tedavi süreci aktarılarak yazın bilgileri ile tartışılması amaçlanmıştır. P67/Bir üniversite hastanesinde yatarak tedavi gören çocuk ve ergen hastalar için istenen çocuk psikiyatri konsültasyonlarının incelenmesi Cansın CEYLAN1 ,Işık GÖRKER1 ,Mengühan Araz ALTAY1 , 1 Trakya Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Psikiyatri Polikliniği Edirne/Merkez, Amaç: Bu çalışmada, Trakya Üniversitesi Tıp Fakültesi’nde son 2 yıl içerisinde yatarak tedavi gören çocuk hastalar için istenen psikiyatri konsültasyonlarının araştırılması hedeflenmiştir. Yöntem: Eylül 2013-Eylül 2015 tarihleri arasında yatarak tedavi gören çocuk hastalar için istenen konsültasyonlar retrospektif olarak değerlendirilmiştir. Konsültasyonların hangi birimlerden istendiği, hastaların tıbbi tanıları, istem nedenleri, DSM-IV-TR tanı sınıflamasına göre konulan psikiyatrik tanıları, tedavileri, izlem süreçleri ve demografik özelliklerine ilişkin veriler incelenmiştir. Analizlerde SPSS 20.0 istatistiksel paket programı kullanılarak tanımlayıcı istatistikler yapılmıştır. Bulgular:2 yıllık sürede 5643 hastanın 150'sinden (%2.65) çocuk psikiyatrisi konsültasyonu istenmiştir. Olguların yaş ortalaması 11,56±4,17 olarak bulunmuştur. Konsültasyon istenen hastaların %53,3 ‘ü kız, %57,3'ü 12 yaş ve üzeri olgulardır. Konsültasyon istemlerinin büyük çoğunluğunu pediatri klinikleri (%90) oluşturmaktadır. Konsültasyon istenen olguların en sık klinik tanılarının %58,7 ile kronik hastalıklar olduğu belirlendi.Kronik hastalıklar içinde en sık konulan tanının %39,8 ile kanser olduğu belirlendi. Konsültasyon isteme nedenleri incelendiğinde en sık konsültasyon isteme nedeninin %24,7 ile depresif semptomlar olduğu saptandı. Psikiyatrik değerlendirme sonucunda olguların büyük çoğunluğu (%60,7) tanı almadı. En sık konulan tanı %17,3 ile uyum bozuklukları olarak belirlendi. Olguların büyük çoğunluğuna (%74) psikotrop ajan önerilmediği saptandı.En sık önerilen psikotrop ajan %16 ile selektif serotonin geri alım inhibitörleri olarak belirlendi.Konsültasyonda değerlendirilen 172 26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 13-16 Nisan 2016/İZMİR olguların % 58,7'sine çocuk psikiyatri poliklinik kontrolü önerildiği, bunların %68,2'sinin ise poliklinik takibine gelmediği saptandı. Sonuç: Çocuk psikiyatrisi ve diğer branşlar arasında işbirliğinin artması hastaların tedavilerinin daha etkili ve hızlı yapılabilmesi için önem taşımaktadır.Bununla birlikte, aile ile işbirliği sağlanması, psikiyatrik açıdan izlem gereken olgularda tedavilerinin sürdürülebilmesi için oldukça önemlidir. P68/DSM-5 Düzey 2 İrritabilite Ölçeği Türkçe Formunun Güvenilirliği ve Geçerliliği (11-17 yaş çocuk formu ve 6-17 yaş ebeveyn formu) Şermin Yalın SAPMAZ1 , Nefize YALIN2 ,Canem KAVURMA3,Siğnem ÖZTEKİN4,Birsen Şentürk PİLAN5,Neslihan İnal EMİROĞLU6 ,Ertuğrul KÖROĞLU7,Ömer AYDEMİR8 , 1:CBÜ Tıp Fakültesi Çocuk Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı 2:King's College London Institute of Psychiatry,Psychology and Neuroscience 3:Elazığ Ruh Sağlığı Hastanesi Çocuk Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları 4:CBÜ Tıp Fakültesi Psikiyatri Anabilim Dalı 5:Özel Muayenehane Hekimi Manisa - 6:DEÜ Tıp Fakültesi Çocuk Ergen Ruh Sağlığı Ve Hastalıkları Anabilim Dalı 7:Boylam Psikiyatri Hastanesi 8:CBÜ Tıp Fakültesi Psikiyatri Anabilim Dalı Giriş: Bu çalışmada DSM-5 Düzey 2 İrritabilite Ölçeği'nin Türkçe sürümünün güvenilirliği ve geçerliliğinin çalışılması amaçlanmıştır. Yöntem: DSM-5 Düzey 2 İrritabilite Ölçeği'nin çevirisi ve geri çevirisi yapılıp ölçek hazırlanmıştır. Araştırma grupları çocuk psikiyatri kliniğinde tedavi gören ve bipolar bozukluk tanısı alan klinik örneklem ile toplum örnekleminden oluşmuştur. 85 çocuk ve 84 ebeveyn ile çalışma yürütülmüştür. Değerlendirmede DSM-5 Düzey 2 İrritabilite Ölçeği'nin yanı sıra Young Mani Derecelendirme Ölçeği ve Young Mani Değerlendirme Ölçeği Anne/Baba Formu kullanılmıştır. DSM-5 Düzey 2 İrritabilite Ölçeği:Çocuk ve ergenlerdeki irritabilitenin şiddetini belirleyen bir ölçektir. Bu ölçeğin 6-17 yaşlar için anne, baba ya da veli tarafından doldurulan 7 maddelik ebeveyn formu ile 11-17 yaşlar için ergenlerin kendilerinin doldurduğu 7 maddelik öz bildirim formu bulunmaktadır.Düzey 2 İrritabilite Ölçeği, irritabiliteyi tarayan üçlü likert tipi bir değerlendirme sağlamaktadır (0=doğru değil, 1=kısmen doğru, 2=kesinlikle doğru). Her bir maddede son 7 gün içerisindeki irritabilite belirtilerinin şiddetinin değerlendirilmesi istenmektedir. Yüksek puan irritabilite şiddetinin daha fazla olduğunu göstermektedir. Bulgular: Güvenilirlik analizlerinde Cronbach alfa iç tutarlılık katsayısı çocuk ve ebeveyn formları için(0.875/0.886) yüksek düzeyde bulunmuştur. Yapı geçerliliğinde ebeveyn formunda özdeğeri 4.193 olan ve toplam varyansın %59.9'unu açıklayan bir faktör, çocuk formunda özdeğeri 4,117 olan ve toplam varyansın %58.8'ini açıklayan bir faktör elde edilmiştir ve ölçeğin orijinal yapısı ile uyumlu bulunmuştur. Birlikte geçerlilikte ölçeğin çocuk formunun Young Mani Derecelendirme Ölçeği ile orta düzeyde; ebeveyn formunun ise Young Mani Değerlendirme Ölçeği Anne/Baba Formu ile yüksek düzeyde anlamlı korelasyon gösterdiği saptanmıştır.DSM 5 Düzey 2 İrritabilite Ölçeği çocuk ve ebeveyen formlarının korelasyonunda bağıntı katsayısı r=0.601(p<0.0001) olarak elde edilmiştir. Sonuç: DSM-5 Düzey 2 İrritabilite Ölçeği'nin Türkçe sürümü hem klinik uygulamada hem araştırmalarda güvenilir ve geçerli biçimde kullanılabilir. Anahtar kelimeler: DSM-5 Düzey 2 İrritabilite Ölçeği , güvenilirlik, geçerlilik P69/DSM-5 Düzey 2 Mani Ölçeği Türkçe Formunun Güvenilirliği ve Geçerliliği (11-17 yaş çocuk formu ve 6-17 yaş ebeveyn formu) 173 26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 13-16 Nisan 2016/İZMİR Şermin Yalın SAPMAZ1 ,Neslihan İnal EMİROĞLU2 , Nefize YALIN3 ,Siğnem ÖZTEKİN4 , Birsen Şentürk PİLAN5 ,Canem KAVURMA 6 ,Ertuğrul KÖROĞLU7 ,Ömer AYDEMİR8 , 1:CBÜ Tıp Fakültesi Çocuk Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı 2:DEÜ Tıp Fakültesi Çocuk Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı 3:King's College London Institute of Psychiatry,Psychology and Neuroscience 4:CBÜ Tıp Fakültesi Psikiyatri Anabilim Dalı 5:Özel muayenehane hekimi,Manisa - 6:Elazığ Ruh sağlığı Hastanesi Çocuk Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Bölümü 7:Boylam Psikiyatri Hastanesi 8:CBÜ Tıp Fakültesi Psikiyatri Anabilim Dalı. Giriş: Bu çalışmada DSM-5 Düzey 2 Mani Ölçeği'nin Türkçe sürümünün güvenilirliği ve geçerliliğinin çalışılması amaçlanmıştır. Yöntem: DSM-5 Düzey 2 Mani Ölçeği'nin çevirisi ve geri çevirisi yapılıp ölçek hazırlanmıştır. Araştırma grupları çocuk psikiyatri kliniğinde tedavi gören ve bipolar bozukluk tanısı alan klinik örneklem ile toplum örnekleminden oluşmuştur. 85 çocuk ve 84 ebeveyn ile çalışma yürütülmüştür. Değerlendirmede DSM-5 Düzey 2 Mani Ölçeği'nin yanı sıra Young Mani Derecelendirme Ölçeği ve Young Mani Değerlendirme Ölçeği Anne/Baba Formu kullanılmıştır. Bulgular: Güvenilirlik analizlerinde Cronbach alfa iç tutarlılık katsayısı çocuk ve ebeveyn formları için yüksek derecede güvenilir bulunmuştur. Madde - toplam puan bağıntı katsayıları orta ve yüksek düzeydedir ve istatistiksel olarak anlamlıdır. Yapı geçerliliğinde çocuk formu için varyansın %69.4'ünü, ebeveyn formu için ise varyansın % 75.4'ünü açıklayan 2 faktör elde edilmiştir. Birlikte geçerlilikte ölçeğin ebeveyn formunun Young Mani Değerlendirme Ölçeği Anne/Baba Formu ile yüksek düzeyde ve anlamlı korelasyon gösterdiği fakat çocuk formunun Young Mani Derecelendirme Ölçeği ile düşük düzeyde korele olduğu saptanmıştır. Sonuç: DSM-5 Düzey 2 Mani Ölçeği'nin Türkçe sürümü hem klinik uygulamada hem araştırmalarda güvenilir ve geçerli biçimde kullanılabilir. Anahtar kelimeler: DSM-5 Düzey 2 Mani Ölçeği ,güvenilirlik, geçerlilik P70/FLUOKSETİN İLE İNDÜKLENEN UYKU BRUKSİZMİ VAKASI İbrahim ADAK1 ,Seher AKBAŞ2 , 1 Erenköy Ruh Ve Sinir Hastalıkları Hastanesi, 2erenköy Ruh Ve Sinir Hastalıkları Hastanesi, Uyku sırasında farkında olmadan dişlerin birbirine sürtünmesi olrak adlandırılan uyku bruksizmi ilaç tedavisine, özellikle de selektif serotonin geri alım inhibitörlerine (ssrı) sekonder olarak ortaya çıkabilmektedir Ssrı ların yaptığı mezokortikal disinhibisyon dopamin deplesyonuna, bu da akatizinin bir türü olarak kabul edebileceğimiz uyku bruksizmine neden olabilmektedir. Bu yazımızda; fluoksetin tedavisi ile uyku bruksizminin ortaya çıktığı ve ilacın kesilmesinden yaklaşık 1 ay sonra bruksizm probleminin tamamen ortadan kalktığı 6 yaşında bir çocuğu tartıştık. Amacımız çocukluk çağındaki psikiyatrik bozukluklarda yaygın olarak kullanılan ssrı ların (özellikle fluoksetin) uyku bruksizmine neden olabileceğini akılda tutmak ve bu manada çocuklarda ilaç tedavisinin potansiyel yan etkilerini dikkatli takip etmenin ne derecede önemli olduğunu göstermekti. P71/Psikiyatrik Yakınmalarla Başlayan Bir Subdural Hematom Olgusu Canan İNCE1 ,Serkan KARADENİZ 1 ,Zehra Merve KARADENİZ11 ,Mutlu KARAKUŞ1 ,Sema 1KANDİL1 , 1 * KTÜ Tıp Fakültesi Çocuk-Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı, 2 ÖZET: GİRİŞ: Subdural hematom; dura mater ile altındaki leptomeninkslerin dış araknoid katmanı arasındaki boşluktaki köprüleşen venlerin yırtılmasına bağlı oluşmaktadır. Daha sıklıkla serebral hemisferlerin lateral kısımlarında oluşmakta ve ilk 48 saat içinde lokal nörolojik bulguların yanında çeşitli psikiyatrik 174 26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 13-16 Nisan 2016/İZMİR yakınmalarla neden olabilmektedir. Psikiyatrik yakınmalarla tarafımıza konsülte edilen bu subdural hematom olgusu, hematom olgularının klinik prezentasyonlarına katkı sağlamak adına sunulmaya değer bulunmuştur. OLGU: Rabdomyosarkom, sekonder myelodisplastik sendrom tanıları ile pediatrik onkoloji servisinde takip edilen 17 yaş 2 aylık kız hasta yorgunluk, halsizlik, çökkünlük, hiçbir şey yapmak istememe, uykuya dalmakta güçlük, sinirlilik, kolay ağlama şikayetleri ile tarafımıza konsülte edildi. Yapılan değerlendirmede hastaya 4 yaşında rabdomyosarkom, sekonder myelodisplastik sendrom tanıları konduğu, 7 yıl önce kemik iliği transplantasyonu yapıldığı, takip parametrelerinde trombositopeni ve anemi tespit edilmesi üzerine kan replasmanı için yatırıldığı öğrenildi. Mevcut şikayetleri ile birlikte zaman zaman boş bakma, amaçsız konuşmaları da olan hastanın organik patolojiler açısından değerlendirilmesi, kranial görüntülemenin yapılması istendi ve hastada sağ frontoparietal konveksitede subdural hemotom tespit edildi. TARTIŞMA: Bu olguyu ve literatür bilgilerini birlikte değerlendirdiğimizde subakut ve kronik subdural hematomun psikiyatrik yakınmalara yol açabileceği görülmektedir. Bu nedenle riskli hastalarda semptomlar hafif bile olsa organik etyolojilerin çok iyi araştırılması ve tetkiklerin dikkatlice yapılması gerekmektedir. P72/Otizm Spektrum Bozukluğu Olan Çocukların Ebeveynlerinin Gözlerden Zihin Okuma Ve İletişim Beceri Düzeylerinin İncelenmesi Elif Bilge ERTAŞ1 ,Esra DEMİRCİ2 ,Turna Bengü COŞKUN3 ,Sevgi ÖZMEN4 ,Emel KARAKAYA5 ,Selma BOZKURT6 ,Hatice POLAT7 ,Melike Kevser GÜL8 ,Ayşe IRMAK9 ,Tuğçe KÖK10 ,Meryem Yılmaz SOYLU11 , 1 Erciyes Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Psikiyatri Kayseri, , Giriş: Kişilerin aklından geçenleri, duruma, ortama, olaylara ve duyguya göre anlayabilme ve bu bilgiye göre kişinin davranışını düzenleyebilmesi, sosyal ilişkilerin devamlılığı açısından önemlidir. Başkasının aklından geçenleri anlama becerisinin gelişmediği durumlarda; kişinin davranışlarına uygun anlamı yüklemek ve içinde bulunulan sosyal ortamı anlayabilmek güç bir durumdur. Bu süreçleri anlamaya yarayan zihin okuma becerilerinin otizmli bireylerde eksiklikler olduğu bilinmektedir (Baron-Cohen, Leslie ve Frith, 1985). Otizmli çocuklara bakıldığında, duyguların anlaşılması ve ifade edilmesi ile ilgili güçlükler yaşamakta başkalarıyla empati kurmakta zorluk çekmektedirler (Yazgan, 2005). Bu durum, zihin teorisinde, Otizmli çocuklar başkalarının zihinlerini ve zihin durumlarını (istek, inanç ve bilgi) anlamakta zorluk çekmektedirler ve bu eksiklik onları toplumsal etkileşim gerektiren durumlarda kendi davranışlarını etkilemektedir şeklinde açıklanmaktadır (Baron-Cohen, Tager-Flusberg ve Cohen, 2000). OSB tanısı alan ve takip edilen çocukların anne-babalarının ve sağlıklı çocuğa sahip anne-babalarının duygu tanıma ve iletişim beceri düzeylerindeki farklılıkların olup olmadığının değerlendirilmesi amaçlanmıştır. Yöntem: Araştırmada ilişkisel tarama yöntemi kullanılmıştır. Örneklem olarak, 30 otizmli çocuğa sahip ve 30 sağlıklı çocuğa sahip ebeveyn seçilmiştir. Veriler; İletişim Becerileri Envanteri (İBE) ve Gözlerden Zihin Okuma Testi (GAOT) ile elde edilmiştir. Çocukların otizm düzeylerini belirlemek amacıyla Çocukluk Otizmi Derecelendirme Ölçeği (ÇODÖ) kullanılmıştır . Sonuç ve Tartışma: Çalışmaya dâhil edilen çocukların yaşları ve cinsiyetleri ile ailelerin sosyodemografik özellikleri arasında istatistiksel olarak anlamlı farklılık bulunamamıştır. OSB tanısı alan ve takip edilen çocukların babalarının ve sağlıklı çocuğa sahip babaların gözlerden zihin okuma düzeyleri 175 26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 13-16 Nisan 2016/İZMİR arasında istatistiksel olarak anlamlı bir fark saptanmamıştır. Ancak sağlıklı çocuğa sahip babaların gözlerden zihin okuma puan ortalaması otizmli çocuğa sahip babaların gözlerden zihin okuma puan ortalamasından daha yüksek bulunmuştur (X ̅=22.03). Bununla birlikte OSB tanısı alan ve takip edilen çocukların annelerinin ve sağlıklı çocuğa sahip annelerin gözlerden zihin okuma düzeyleri anlamlı bir farklılık bulunmuştur (p=.031). Sağlıklı çocuğa sahip annelerin gözlerden zihin okuma puan ortalaması otizmli çocuğa sahip annelerin gözlerden zihin okuma puan ortalamasından daha yüksek bulunmuştur (X ̅ =23.40). OSB tanısı alan ve takip edilen çocukların annelerinin ve sağlıklı çocuğa sahip annelerin duygusal iletişim becerileri arasında anlamlı bir farklılık bulunmuştur (p=.006). İki grupta bulunan annelerin zihinsel ve davranışsal iletişim becerileri arasında anlamlı fark bulunamamıştır. Bununla birlikte sağlıklı çocuğa sahip annelerin iletişim becerileri puan ortalamaları otizmli çocuğa sahip annelerin iletişim becerileri puan ortalamalarından daha yüksek bulunmuştur (X ̅=57.16, X ̅=56.40, X ̅=57.60). OSB tanısı alan ve takip edilen çocukların babalarının ve sağlıklı çocuğa sahip babaların duygusal iletişim becerileri ve davranışsal iletişim becerileri arasında ise anlamlı bir farklılık bulunmuştur (p=.011, p=.004). Sağlıklı çocuğa sahip babaların zihinsel iletişim becerileri puan ortalaması daha yüksek bulunmuştur (X ̅ =54.16, X ̅ =52.60). Bu durum otizmli çocuğa sahip bireylerde sözel olmayan davranış kusurları, duygusal duyarlılıkta yetersizlik, arkadaşlık ilişkilerini sürdürmekte zorluk ve tuhaf davranışlar gibi sosyal etkileşim sorunlarının sıklıkla görülmesi açısından literatürle uyumludur(Pickles vd., 1995). OSB tanısı alan ve takip edilen çocukların ebeveynlerinin duygu tanıma ve iletişim beceri düzeyleri değerlendirildiğinde, annelerin duygusal iletişim becerileri ile gözlerden zihin okumaları arasında pozitif yönde anlamlı korelasyon tespit edilmiştir. Annelerin duygusal iletişim becerileri arttıkça gözlerden zihin okuma becerileri de artmaktadır. Annelerin davranışsal iletişim becerileri ile gözlerden zihin okumaları arasında pozitif yönde anlamlı korelasyon tespit edilmiştir. Buna bağlı olarak annelerin davranışsal iletişim becerileri arttıkça gözlerden zihin okuma becerileri de artmaktadır. Ayrıca annelerin davranışsal ve duygusal iletişim becerileri ile annelerin zihinsel iletişim becerileri arasında pozitif yönde anlamlı ilişki saptanmıştır. Annelerin davranışsal iletişim becerileri ile duygusal iletişim becerileri arasında pozitif yönde anlamlı ilişki saptanmıştır. Annelerin davranışsal iletişim becerileri arttıkça duygusal iletişim becerileri de aynı yönde artmaktadır. Ek olarak babaların davranışsal iletişim becerileri ile zihinsel iletişim becerileri arasında anlamlı ilişki saptanmıştır. Yine babaların davranışsal iletişim becerileri ile babaların duygusal iletişim becerileri arasında pozitif yönde anlamlı ilişki saptanmıştır. Benzer şekilde babaların davranışsal iletişim becerileri arttıkça duygusal iletişim becerileri de artmaktadır. P73/Otizm Spektrum Bozukluğu Olan Çocukların Otizm Şiddeti İle Ebeveynlerinin Gözlerden Zihin Okuma Ve İletişim Beceri Düzeyleri Arasındaki İlişkinin İncelenmesi Elif Bilge ERTAŞ1 ,Esra DEMİRCİ2 ,Turna Bengü COŞKUN3 ,Sevgi ÖZMEN4 ,Emel KARAKAYA5 ,Selma BOZKURT6 , 1 Erciyes Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Psikiyatri Polikliniği Kayseri Giriş: Anne-baba-çocuk ilişkisi, bireyin sağlıklı kişilerarası ilişkilere sahip olması bakımından kilit noktada bulunmaktadır. Otizmli çocukların çoğunda görülen ortak özellikler ebeveynlerin streslerini artırabilir (Gupta ve Singhal, 2005). Otizmli çocuğun duygusal gelişimindeki ve duygu ifadesindeki yetersizlikler anne ve çocuk arasındaki empatiyi azaltabilir. Çoğu araştırma çocuğun semptomları ağırlaştıkça ailedeki stresin daha da arttığı yönündedir. Dahası, çocuğun olumsuz özellikleri artıkça, aile toplumsal yaşamından daha çok izole olmaktadır, yani kısacası aile de “otizmli” olmaktadır (Kozloff,1984). Çocuk gelişimi ile ilgili yapılan araştırmalara bakıldığında, çocukların erken dönemdeki gelişimsel 176 26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 13-16 Nisan 2016/İZMİR becerilerinin düzeyi ile ebeveynlerinin onlarla etkileşimde bulunma düzeyleri arasında, istatistiksel olarak anlamlı bir ilişki bulunmaktadır (Mahoney ve diğerleri, 1998). Ebeveynlerin yanıtlayıcılık düzeyi çocuklarının gelişimde önemli rol oynamaktadır. Eğer ebeveynler çocuklarına karşı, özellikle yaşamlarının ilk beş yılında uygun düzeyde “yanıtlayıcı” etkileşim davranışları sergilerlerse; onların bilişsel, dil ve sosyal-duygusal gelişimlerine katkı sağlayabilirler (Mahoney,2009). Araştırmada, otizmli ve sağlıklı çocukların ebeveynlerinin iletişim becerilerinin değerlendirilmesinin hastalık şiddeti ile ilişkilendirilmesinin, otizmin gerek etiyolojisi gerekse kliniğinin daha iyi anlaşılması noktasında literatüre katkıda bulunması amaçlanmaktadır. Otizm Spektrum Bozukluğu tanısı alan ve bu tanı ile takip edilen çocukların otizm şiddeti ebeveynlerinin gözlerden zihin okuma düzeyleri ve iletişim becerileri düzeylerine göre farklılaşıp farklılaşmadığı araştırılmıştır. Yöntem: Araştırmada iki ya da daha çok değişken arasında birlikte değişim varlığını belirlemeyi amaçlayan tarama yaklaşımı olan ilişkisel tarama yöntemi kullanılmıştır. Otizmli çocuğa sahip ebeveynler ile ilgili çalışmak için seçilen evrenin sınırlı bir parçası olan 30 otizmli çocuğa sahip ve 30 sağlıklı çocuğa sahip ebeveyn örneklem olarak seçilmiştir. Otizm Spektrum Bozukluğu tanısı alan ve takip edilen çocukların ebeveynleri ve sağlıklı çocuğa sahip ebeveynlerinin iletişim becerileri ve gözlerden zihin okuma becerilerine ilişkin veriler; İletişim Becerileri Envanteri (İBE) ve Gözlerden Zihin Okuma Testi (GAOT) ile elde edilmiştir. Çalışmaya dahil edilen otizmli çocukların otizm düzeylerini belirlemek amacıyla Çocukluk Otizmi Derecelendirme Ölçeği (ÇODÖ) kullanılmıştır. Ayrıca çalışma başlangıcında tüm katılımcılara Sosyo-demografik Bilgi Formu doldurtulmuştur. Sonuç ve Tartışma: Çalışmaya dâhil edilen çocukların yaşları ve cinsiyetleri arasında istatistiksel olarak anlamlı farklılık bulunamamıştır. Otizmli ve sağlıklı çocuğa sahip ailelerin evlilik süreleri, babaların yaşları ve eğitimleri, gelir düzeyleri, annelerin yaşları ve eğitim düzeyleri arasında istatistiksel olarak anlamlı farklılık bulunamamıştır. Her iki gruptaki çocukların annelerinin eğitim düzeyi arasında farklılık bulunmazken, çalışma durumları çocuğun sağlık durumuna göre değişmektedir. (x^2= 3,441; p=,222 (Anne yaş), x^2=4,920; p=,168 (Anne eğitim), x^2= 10.00; p=,003 (Anne çalışma durumu),x^2= 1,430; p=,527 (Aile gelir),x^2= 1,156; p=,557 (Baba eğitim), x^2= 5,315; p=,069 (Baba yaş),x^2= 5,455; p= ,089 (Evlilik süresi). Yapılan istatistiksel analizlerin sonucunda, OSB tanısı alan ve takip edilen çocukların otizm şiddeti ile babaların duygu tanıma düzeyleri arasında anlamlı bir farklılık saptanırken(t=1.244, p=.224); otizm şiddeti ile annelerin duygu tanıma düzeyleri arasında anlamlı farklılık bulunamamıştır(t=2.151, p=.040).Hafif-orta şiddetli otizmli çocuğa sahip babaların gözlerden zihin okuma puanlarının ortalaması, ağır şiddetli otizmi olan çocuğa sahip babaların ortalamasından daha yüksek bulunmuştur (X ̅= 22.20). Benzer şekilde hafif-orta şiddetli otizmli çocuğa sahip annelerin gözlerden zihin okuma puanlarının ortalaması, ağır şiddetli otizmi olan çocuğa sahip annelerin ortalamasından daha yüksek olduğu bulunmuştur. (X ̅ = 21.53). Otizm şiddeti ile ilişkilendirilen değişkenler incelendiğinde; OSB alan ve takip edilen çocukların otizm şiddeti ile annelerin zihinsel, duygusal ve davranışsal iletişim becerileri arasında anlamlı bir fark saptanmamıştır( t=1.732 p=.090, t=-.312 p=.757, t=-,339 p=.737).Benzer şekilde; OSB tanısı alan ve takip edilen çocukların otizm şiddeti ile babaların zihinsel, duygusal ve davranışsal iletişim becerileri arasında da anlamlı bir farklılık bulunmamaktadır( t=.236 p=.815, t=.999 p=.326, t=1.531 p=.137). Ancak hafif-orta şiddetli otizmli çocuğa sahip babaların duygusal, zihinsel ve davranışsal iletişim becerileri puanlarının ortalaması, ağır şiddetli otizmi olan çocuğa sahip babaların ortalamasından daha yüksek bulunmuştur (X ̅=54, X ̅=53.33, X ̅=58.93). P74/9 Yaşındaki Kız Çocuğunda Deliryum Tablosu: Bir Olgu Sunumu Hilal AKKÖPRÜ1 ,Nazike YILDIZ1 ,Leyla BOZATLI1 ,Işık GÖRKER1 , 1 Trakya Üniversitesi Hastanesi, Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları ABD, EDİRNE 177 26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 13-16 Nisan 2016/İZMİR Amaç: Deliryum beynin kısa sürede yaygın etkilenmesiyle beyin işlevlerini bozan bilinç, yönelim ve duygudurum bozuklukları ile davranış değişikliklerinin olduğu, geri dönüşlü bir organik beyin sendromudur. Ciddi düzeyde tıbbi hastalığı olanlarda sık görülen, mortalite ve morbiditeyi belirgin olarak artıran, acil müdahale edilmesi gereken bir tablodur. Bu yazımızda deliryum tanısı konulan 9 yaşındaki olgu üzerinden deliryumun etyolojisi, tanı ve tedavisi üzerinde durulacaktır. Olgu: Fokal Segmental Glomeruloskleroz tanısıyla pediyatri servisinde yatmakta olan 9 yaşındaki kız olguda akut görsel varsanıların ve çığlık atmaların gelişmesi üzerine çocuk psikiyatrisi konsültasyonu istenmiştir. Olgunun gece başlayan çığlık atma, ellerinde kan görme ve ameliyathanede olduğunu söyleme şeklinde şikayetlerinin olduğu, bilincinin ve oryantasyonunun ara ara düzelip tekrar kaybolduğu, tüm bunlardan ötürü ertesi gün yoğun bakıma yatışı yapıldığı öğrenilmiştir. Öyküsünde 6 aydır Deltacortil kullandığı ve yakın zamanda doz azaltıldığı, tedavisine Levatirasetam eklendiği, yapılan manyetik rezonans görüntülemede ise Posterior Reversible Ensefalopati olduğu öğrenilmiştir. Yüzünde cushingoid bir görünüm olan olgunun muayenesinde, bilincinin ve oryantasyonun dalgalı seyrettiği, kooperasyonun güçlükle kurulabildiği, duygudurumunun labil ve görsel varsanılarının olduğu saptanmıştır. Olguya Karışık Etyolojili Hiperaktif Deliryum tanısı konularak tedavide haloperidol 1,5 mg/gün başlanıp, ardından 2,4 mg/güne çıkılınca şikayetlerin tamamen gerilediği görülmüş ve 4. günün sonunda olgunun tekrar servise alındığı öğrenilmiştir. Sonuç: Çocuklar ve ergenlerde deliryum tanısını koymak erişkinlere göre daha zordur, bu yüzden küçük çocuklarda ortaya çıkan akut psikiyatrik bulgular ve davranış sorunları aksi ispat edilinceye kadar deliryum olarak değerlendirilmelidir. Etyolojisinde enfeksiyonlar, ilaç geri çekilmesi, akut metabolik olaylar, santral sinir sistemi patolojisi, endokrinopatiler gibi sebepler üzerinde durulmuştur. Literatürde daha ziyade anestezi sonrası gelişen deliryum vakaları belirtilmiş olup; olgumuzda olduğu gibi kortizol azaltılması, levatirasetam eklenmesi ve böbrek yetmezliğine bağlı oluşan beyin ödemi sonrası deliryum gelişen vaka sunumuna rastlanmamıştır. Deliryumda öncelikle sebep olan etkenin tespit edilmesi ve ortadan kaldırılmasına odaklanmalı, ardından psikososyal ve farmakolojik müdahalelerde bulunulmalıdır. Deliryum tanısı konulan çocuk ve ergenlerde henüz kesin bir tedavi algoritması olmamasına rağmen; antikolinerjik yan etki riski düşük olduğu için öncelikle haloperidol kullanılmaktadır ve olgumuzda da bu sebeple ilk tercih olarak haloperidol başlanmıştır. Özellikle çocuk ve ergenlerde deliryumun önceden engellenebilmesi, bu tanıyı alan olguların gözden kaçırılmaması, risk faktörlerinin ve tedavi protokolünün daha açık bir şekilde ortaya konulabilmesi için, daha fazla yayın ve çalışmaya ihtiyaç duyulmaktadır. P75/Landau Kleffner Sendromu ve Otizm Birlikteliği: Bir Olgu Sunumu Esra SİZER1 ,Tuğba YÜKSEL2 ,Şeref ŞİMŞEK1 ,Hasan DURAK1 ,Ayşegül KIZILTOPRAK1 , 1 Dicle Üniversitesi Onkoloji Binası Çocuk Ve Ergen Psikiyatri Anabilim Dalı, Landau Kleffner sendromu, epileptik rahatsızlık ve edinilmiş dil gerilemesi ile karakterize bir hastalıktır 1.Çocuklar basit işaret sistemi ve el hareketleriyle kendilerini ifade edebilirler2. LKS’de dil gelişimindeki bozulma en sık 3-8 yaşları arasında görülür ve erkek çocuklarda iki kat daha sıktır3. Bu rahatsızlığın ilk belirtileri kelime sağırlığı ya da işitsel sözel agnozidir. EEG‘de temporal bölgelerde fokal veya multifokal epileptik anormallikler görülür4. Konuşma kaybının başlamasından sonraki aylar içerisinde hiperaktivite ve dikkat sorunları, içedönük davranışlar, günlük aktivite değişikliğine tepki, stereotipik ekolali, ekopraksi, hiperleksi ve psikoz benzeri bozulmalar yaygın olarak görülebilir. Çocuğun iletişim kurma biçimleri edinmesiyle bunlar kaybolmaya başlar5-6-7. Otizm spektrum bozukluğu(OSB) ise çocukluk çağı nörogelişimsel bozuklukları içinde yer alan, belirtileri erken çocukluk döneminde başlayan, sosyal ve iletişim alanında belirgin yetersizlikler görülen bir klinik tablo grubudur. Sınırlı, tekrarlayıcı davranışlar ve ilgi alanları ile seyreder8. OSB’de epilepsi prevelansı; % 11 ile % 39 arasında değişmektedir9. Bazı çocuklar normal gelişim gösterse de 2 yaş civarında sosyal iletişim, dil ve davranışlarında regresyon görülme oranı %30-39 arasında değişmektedir10. Yazımızda 178 26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 13-16 Nisan 2016/İZMİR Landau Kleffner ve Otizm tanısı alan ve 3,5 yaşından sonra konuşma, sosyal iletişim ve etkileşimde regresyon görülen erkek hasta literatür eşliğinde tartışılacaktır. Olgu İ.H.C, 7 yaş 3 aylık erkek hasta, 2.sınıfa gidiyor. Hasta kendi halinde olma, iletişime girmeme, isteklerini tek kelime ile ifade etme, hareketlilik ve dikkat dağınıklığı yakınmaları ile polikliniğimize getirildi. Alınan öyküde; NSVY ile prematüre doğduğu,17 gün küvözde kaldığı, sarılık nedeniye fototerapi aldığı, gelişim basamaklarını zamanında tamamladığı, 3,5 yaşına kadar normal bir gelişim gösterdiği, sonrasında gittikçe konuşmasının gerilediği, nöbet geçirdiği, EEG’sinin bozuk çıktığı, Bera testinin normal olduğu, dış merkezde Landau Kleffner sendromu tanısı alıp, sodyum valproat tedavisi başlandığı, 3 yıl önce de bir çocuk psikiyatrisi kliniğinde atipik otizm tanısı aldığı, son 4 aydır hareketlilik ve dikkat eksikliği şikayetinin olduğu, 3 yıldır özel eğitime gittiği, risperidon ve metilfenidat tedavisi aldığı fakat tedaviden fayda görmediği, yaşıtları ile iletişiminin az olduğu öğrenildi. Hastanın annesi 38 yaşında memur, babası ise 39 yaşında memurdu. İki kardeşten birincisi olan hastanın annebabası 1.dereceden akrabaydı. Ruhsal durum muayenesinde fiziksel görünümü yaşıtlarıyla uyumluydu, komutlara kısmen uyuyordu, sorulan sorulara cevap vermiyordu, konuşma içeriği azalmıştı, ekolalisi vardı, göz teması kısıtlıydı, affekti ötimikti. Hastanın tedavisine aripiprazol 2 mg/gün+ atomoksetin 18mg başlandı. 1 ay sonra yapılan klinik değerlendirmede hareketlilik ve dikkat dağınıklığı şikayetlerinin devam etmesi üzerine atomoksetin dozu 25mg/gün’e ve aripiprazol dozu 5mg/gün’e çıkarıldı. Hastanın göz temasındaki kısıtlılık, ekolali ve toplumsal iletişim ve etkileşim eksikliği devam etmekle birlikte halen polikliniğimizde düzenli takip ve tedavisi sürdürülmektedir. Tartışma Şimdiye kadar yapılan çalışmalarda LKS’nin regresif otizm ile ilişkili olabileceği üzerinde durulmuş, ancak klinik görünüm ve başlangıç yaşı açısından regresif otizmden tamamen farklı bir klinik tablo olarak ele alınmıştır. Çalışmalarda daha çok dil ve bilişsel belirtilerdeki gelişmeler incelenmiştir11. Otizmde LKS’ye benzer nöbetler oluşabilir ve EEG anormallikleri görülebilir12. Ayrıca, otistik çocukların yaklaşık üçte biri, sosyallik, oyun ve bilişsel becerilerde nörogelişimsel gerileme gösterebilirler. ICD-10’ da LKS tanısı konulan hastalarda Yaygın Gelişimsel Bozukluğu’nu dışlamamız gerekmektedir13. Olgumuz 3,5 yaşına kadar gelişimsel basamakları normal olduğu halde geçirdiği epilepsi nöbetinden sonra tabloya konuşmada gerileme ile birlikte sosyal etkileşimde azalma, ekolali, göz teması kuramama belirtileri de eklenmiştir. Bu durum, LKS’ye ek olarak otizm tanısını da koymamızı sağlamıştır. Bu açıdan hastalar değerlendirilirken LKS’nin ayırıcı tanısı ve komorbiditesi içerisinde otizmin de detaylı bir şekilde ele alınması önemlidir. P76/Konuşma Gecikmesi Olan Çocukların Sosyodemografik Ve Klinik Özelliklerinin Araştırılması Damla EYÜBOĞLU1 ,Murat EYÜBOĞLU2 , 1 Mardin Kadın Doğum ve Çocuk Hastalıkları Hastanesi, 2Mardin Devlet Hastanesi, Giriş:Konuşma gecikmesi yaygın bir çocukluk çağı sorunu olup, çocukların %3-10’unu etkiler. Erkeklerde kızlara oranla 3-4 kat daha sıktır. Çiyiltepe ve Türkbay'ın da tanımladığı gibi bir çocuk 18 aylık olduğu halde anlamlı hiçbir kelime söyleyemiyorsa, 2 yaşına geldiğinde 2 kelimeli cümleler kuramıyorsa, 3 yaşındayken 3 kelimeli cümleler kuramıyor ya da konuşması anlaşılmıyorsa dil gelişiminde bir gecikme söz konusudur. Konuşma gecikmesinin nedenleri: zeka geriliği, işitme kaybı, matürasyonel dil gecikmesi, sözel anlatım bozukluğu, karışık dili algılama ve sözel anlatım bozukluğu, bilingualizm, psikososyal yoksunluk, otizm, seçici konuşmazlık, serebral palsi olarak sıralanabilir. Bu çalışmada Çocuk ve Ergen Psikiyatrisi Polikliniği'ne başvuran 18-60 ay arasında konuşma gecikmesi belirtileri gösteren olguların sosyodemografik özelliklerinin ve klinik tanılarının araştırılması amaçlanmıştır. 179 26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 13-16 Nisan 2016/İZMİR Yöntem: Çalışmaya Mardin Kadın Doğum ve Çocuk Hastalıkları Hastanesi çocuk psikiyatri polikliniğine başvuran ve konuşma gecikmesi olan 18-60 ay arasında çocuklar alınmıştır. Aileden alınan bilgiler ve muayene bulguları, çalışmacılar tarafından oluşturulmuş sosyodemografik veri formuna her hasta için ayrı olarak kaydedilmiştir. Ayrıca çocukların genel gelişimsel ve bilişsel düzeylerinin değerlendirilmesi için her hastaya Ankara Gelişim Tarama Envanteri uygulanmıştır. Çalışmaya alınan tüm çocuklara var olabilecek otizm belirtilerini değerlendirmek ve şiddetini ölçmek için Çocukluk Otizmini Değerlendirme Ölçeği (ÇODÖ) formu doldurulmuştur. Veriler SPSS 15.0 ile analiz edilmiştir. Sonuç: Çalışmaya 191 çocuktan 140'ı (%73.3) erkek, 51'i (%26.7) kız çocuktur. Olguların yaş ortalaması (ay cinsinden) 38.2 ± 10.4 idi. Çalışmaya göre olguların 90'ı (%47.1) dil bozukluğu, 61'i (%31.9) bilişsel gelişimde gecikme, 39'u (%20.4) otizm spektrum bozukluğu, 1'i (% 0.5) işitme sorunu olan çocuktu. Dil bozukluğu, bilişsel gelişimde gecikme ve otizm spektrum bozukluğu olan gruplar arasında erken doğum öyküsü, pre ve postpartum komplikasyon öyküsü ve doğum esnasında komplikasyon öyküsü bilişsel gelişimde gecikmesi olan grupta istatistiksel olarak anlamlı düzeyde yüksekti. Gruplar arasında aile yapısı (çekirdek - geniş) kıyaslandığında istatistiksel olarak anlamlı fark bulunmamıştır. Tartışma: Çalışmaya alınan olguların çoğunluğunu literatür bilgisi ile uyumlu olarak erkekler oluşturmaktadır. Ayrıca çalışmamızda konuşma gecikmesi ile kliniğe başvuran hastaların büyük çoğunluğunun tanısı dil bozukluğudur. Gebelikte, doğum esnasında ve doğum sonrasında yaşanan komplikasyonlar çocuklarda bilişsel gelişimde gecikme için risk oluşturmakla birlikte, çalışmamızda literatür bilgisinin aksine otizm spektrum bozukluğu olan grupta bu komplikasyonlar gözlenmemiştir. Çocuk ve ergen psikiyatrisi polikliniğine konuşma gecikmesi ile gelen çocukların erken yaşta tanısının konması erken ve doğru müdahale imkanını doğurması nedeniyle çok önemlidir. P77/Obsesif Kompulsif Bozukluğu Olan Ergenlerde Zihin Kuramı Becerilerinin Değerlendirilmesi Fatih DAĞDELEN1 ,İsmail Hasan KÖLE1 ,Pınar VURAL1 , 1 uludağ Universitesi Çocuk Psikiyatrisi Amaç: Bu çalışmanın amacı, Obsesif Kompülsif Bozukluk (OKB) teşhisi konulan ergenlerin sağlıklı kontrol grubuna göre zihin kuramı becerilerinde bozukluk olup olmadığı ve zihin kuramı becerilerinin OKB belirtilerinin başlangıç yaşı, hastalığın tipi, Obsesif Kompülsif Bozukluk zemininden gelişen komorbid hastalıkların varlığı, anne sütü alış süresi, prenatal dönem maruziyeti, gebelik şekli gibi değişkenler ile ilişkisini araştırmaktır. Yöntem: Çalışmamızda Uludağ Üniversitesi Çocuk ve Ergen Psikiyatrisi polikliniği tarafından OKB tanısı alan 12-16 yaş 30 ergen ile polikliniğimize başvurmuş olup herhangi bir psikiyatrik tanı almayan cinsiyetleri eşleştirilmiş 30 ergen kontrol grubu olarak alınmıştır. Hasta ve kontrol grubunun klinik muayene ve psikometrik incelemeleri tamamlandıktan sonra toplanan veriler istatistiksel analize alınmıştır. BULGULAR:Hasta ve kontrol grubunun yaş ortalamaları (hasta grubu:13,73±1,48 yıl- kontrol grubu: 13,37±1,32 yıl) (p=0,303) ve sosyoekonomik düzey (p = 0.172) arasında fark saptanmamıştır. Hasta grubunun %76,7 ’si (n=23), kontrol grubunun ise %100 ’ü (n=30) miad doğum olduğu ve bu oranlar arasında anlamlı fark olduğu görülmüştür (p=0,011). Fakat doğum şekli (p=0,382), doğum ağırlığı (p=0,219), doğum sonrası komplikasyon varlığı (p=0,103) açısından gruplar arasında fark görülmemiştir. Hasta ve kontrol grubu arasında anne sütü alma (0,958) ve tuvalet eğitimine başlama süresi (0,726) arasında fark yokken; emekleme (0,01), yürüme (0,005), tek kelime (0,002) ile konuşmaya başlama yaşı arasında anlamlı farklılıklar olduğu görülmüştür. Hasta grubunda anksiyete ölçeği (ÇATÖ) puanı kontrol grubuna göre anlamlı olarak daha yüksek iken 180 26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 13-16 Nisan 2016/İZMİR (p=0,024); gruplar arasında kovacks depresyon ölçeği (ÇDÖ) puanları açısından istatistiksel olarak anlamlı fark saptanmadı (p=0,864). Hasta grubu 1.düzey yanlış inanç testlerinde başarısız olmaya eğilimliyken bu fark istatistiksel olarak anlamlı degildi (p=0,052). 2. düzey yanlış inanç testinde hasta grubu istatistiksel olarak anlamlı şekilde daha fazla hata yapma eğilimindeydi (p=0,015). Gözlerden Zihin Okuma Testi (p=0,964) ve ima testi puanları (p=0,477) açısından gruplar arasında anlamlı fark yoktu. OKB’li hastaların yale-brown skorları ile zihin kuramı ölçekler arasıdaki ilişki değerlendirildiğinde; 1. düzey yanlış inanç testlerinde yanlış sayısı ile Yale -Brown obsesyon skorları arasında fark yok iken (p=0,123), yanlış sayısı artışı ile Yale -Brown kompulsiyon skoru yüksekliği arasında anlamlı ilişki vardı (p=0,038). 1. düzey yanlış inanç testlerinin genel değerlendirilmesinde başarısız olanlarda Yale Brown toplam skorları anlamlı olarak daha yüksekti (p=0,045). İkinci düzey yanlış inanç testlerinde yanlış sayısına göre değerlendirilen Yale -Brown obsesyon (p=0,221), Yale -Brown kompulsiyon (p=0,811) ve Yale -Brown toplam (p=0,397) skorları arasında anlamlı fark yoktu. Hastaların gözlerden Zihin Okuma Testi puanları ile Yale –Brown obsesyon toplam skorları (p=0,854), kompulsiyon toplam skorları (p=0,820), toplam skorları (p=0,833) arasında anlmalı korelasyon yoktu. Benzer şekilde hastaların ima Testi (Hinting Task ) puanları ile Yale –Brown obsesyon toplam skorları (p=0,276), kompulsiyon toplam skorları (p=0,134), toplam skorları (p=0,219) arasında anlamlı korelasyon görülmedi. Tartışma:Çalışmamızda OKB’li ergenlerin sağlıklı ergenlere göre zihin kuramı testlerinde istatistiksel olarak anlamlı olmasa da yanlış yapma eğilimlerinin yüksek olduğu görülmüştür. Değerlendirmeye alınan hasta sayısının az olması çalışmamızın kısıtlılıklarındandı. Literatüre bakıldığında Obsesif Kompulsif Bozukluk ve Zihin Kuramı ilişkisinin araştıran yeterli çalışma bulunmamaktadır. Bu araştırmanın Obsesif Kompulsif Bozukluk ve Zihin Kuramı ilişkisinin ayrıntılı değerlendirilmesi ve daha geniş hasta katılımlı çalışmaların yapılabilmesi açısından öncül olabileceği düşünülmektedir. P78/Dehb Kazaya Uğrama Riskini Arttırır Mı?:Geriye Dönük İzlem Çalışması Melis İPCİ1 ,Sevim Berrin İNCİ1 ,Ülkü Akyol ARDIÇ1 ,Eyüp Sabri Ercan1 , 1 Talatpaşa Bulvarı Mustafa Bey Apt. No:1 Kat:2 Daire:4 ALSANCAK/İZMİR, DEHB, çocukluk çağında başlayan yaşa uygun olmayan dikkat eksikliği, hiperaktivite ve dürtüsellik ile karakterize nöropsikiyatrik bir bozukluktur. Yapılan araştırmalara göre, DEHB’nin dikkatsizlik ve dürtü kontrol bozukluğu nedeni ile kaza yapma ve kazaya uğrama riskini arttırdığı bilinmektedir. Bu çalışmada DEHB tanısı alan 1000 olgunun geriye dönük dosya taramaları yapılarak DEHB alt tipleri ve sosyo demografik ile kaza riski arasındaki ilişki incelenmiştir. P79/Dehb Tanılı 1000 Çocuk Ve Ergende Psikiyatrik Komorbidite Ve Sosyo Demografik Özellikler Sevim Berrin İNCİ1 ,Melis İPCİ2 ,Ülkü Akyol ARDIÇ3 ,Fatma Sibel DURAK4 ,Eyüp Sabri ERCAN5 , 1 Talatpaşa Bulvarı Mustafa BEY APT. NO:1 KAT:2 DAİRE:4 ALSANCAK/İZMİR, DEHB, çocukluk çağında başlayan yaşa uygun olmayan dikkat eksikliği, hiperaktivite ve dürtüsellik ile karakterize nöropsikiyatrik bir bozukluktur. Çocukluk çağının en sık görülen bozukluklarından olan DEHB tedavi edilmedildiğinde son derece önemli psikiyatrik, akademik ve sosyal sorunlara yol açabilmektedir. Polancyzk ve ark. tarafından (2007) yapılan sistematik gözden geçirme ve meta-analiz çalışmasında DEHB’nin dünyadaki prevalansının %5.9 olduğu bulunmuştur. Yapılan araştırmalar DEHB’li çocukların 2/3’ünde en az bir ruhsal bozukluğun (Karşı olma karşı gelme (KOB), Davranım 181 26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 13-16 Nisan 2016/İZMİR bozukluğu, Anksiyete bozukluğu, Duygudurum bozuklukları, Obsessif kompulsif bozukluk (OKB), Madde kullanım bozukluğu vb.) eşlik ettiğini bildirmektedir. Bu çalışmada DEHB tanısı alan çocuk ve ergenlerde eşlik eden ek psikiyatrik bozuklukların sıklığı ile dağılımının ve bu komorbiditelerin DEHB alt tipleri ve sosyodemografik özelliklerle ilişkisinin incelenmesi amaçlanmıştır. Çocuk ve ergen psikiyatri kliniğine başvuran ve Okul çağı çocukları için duygulanım bozuklukları ve şizofreni görüşme çizelgesi-şimdi ve yaşam boyu şekli (K-SADS-PL) uygulanarak DSM-V tanı kriterlerine göre DEHB tanısı alan 6-18 yaşları arasındaki 1000 çocuk ve ergen çalışmaya alınmıştır. İstatistiksel analizinde Mann-Whithney U test ve Pearson ki kare testleri uygulanmıştır. Olguların %56.3’ünde DEHB’ye eşkil eden bir psikiyatrik bozukluğun varlığı saptanmıştır (N=1000; 95% CI = [53.2, 59.3]). En sık görülen psikiyatrik komorbidite KOB’dur. Bunu sırasıyla Davranım bozukluğu, Duygudurum bozuklukları, OKB ve anksiyete bozuklukları izlemektedir. Erkeklerde DEHB’ye en sık eşlik eden psikaytrik bozukluk sırasıyla KOB ve davranım bozukluğu; Kızlarda ise duygudurum bozuklukları, OKB ve anksiyete bozukluklarıdır. DEHB alt tiplerine göre değerlendirdiğimizde, DEHB bileşik tipe en sık eşlik eden rahatsızlık KOB ve davranım bozukluğu iken, Dikkat eksikliği önde giden tipe en sık eşlik eden rahatsızlık anksiyete bozukluklarıdır. Çalışmamızda DEHB tanısı alan olgularda psikiyatrik komorbidite sıklığı daha önce yapılan araştırmalara benzer şekilde yüksek bulunmuştur. Sonuç olarak DEHB belirtilerini değerlendirirken eşlik eden psikiyatrik komorbiditelerin sorgulanması oldukça önemlidir. P80/Isparta İl Merkezi Lise Öğrencilerinde Olası İnternet Bağımlılığı ile Saldırganlık ve Empati Düzeyleri Arasındaki İlişkinin İncelenmesi Orhan KOCAMAN1 ,Evrim AKTEPE1 ,Yonca SÖNMEZ1 , 1 Süleyman Demirel Üniversitesi Tıp Fakültesi, Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı Merkez/Isparta, Giriş: Bu çalışmada lise öğrencilerinde olası internet bağımlılığı ile ilişkili internet kullanım özelliklerinin saptanması, olası internet bağımlılığı ile empati ve saldırganlık düzeyleri arasındaki ilişkinin değerlendirilmesi ve olası internet bağımlılığı prevalansının belirlenmesi amaçlanmıştır. Yöntem: Liselerde okuyan ergenlerde kesitsel analitik tipte bir çalışma planlandı. Sosyoekonomik her düzeyden öğrenciyi kapsayabilmesi için okullar sosyoekonomik düzeylerine göre tabakalanarak her düzeyden küme örnekleme yoluyla bir okul rastgele belirlendi. Öğrencilere İnternet Bağımlılığı Ölçeği, Temel Empati Ölçeği, Saldırganlık Ölçeği, sosyodemografik veriler ve internet kullanımı ile ilişkili bilgi formu verildi. Sonuç: Olası internet bağımlılığı prevalansı %19,9 olarak saptanmıştır. Olası internet bağımlısı olan ergenlerin evde internet bağlantılarının, haftalık internet kullanım sürelerinin ve saldırganlık düzeylerinin olası internet bağımlısı olmayan ergenlere göre anlamlı oranda daha fazla olduğu saptanmıştır. Her 2 grup arasında empati düzeyleri açısından anlamlı farklılık saptanmamıştır. Olası internet bağımlısı olan ergenlerin olası internet bağımlısı olmayan ergenlere göre anlamlı oranda daha fazla online oyun amaçlı interneti kullandıkları ve boş zaman aktivitesi olarak en çok interneti tercih ettikleri saptanmıştır. Tartışma: Olası internet bağımlısı olan ergenlerin erken dönemde saptanması, bu ergenleri internete ve online oyunlara yönlendiren sebeplerin değerlendirilmesi, kullanım süresi ve amacı ile ilgili gerekli önlemlerin alınması bu ergenlerin daha fazla sorun yumağı içine çekilmesini önleyebilir. P81/Psikojenik Polidipsi: Bir Olgu Sunumu000000 Sevgi Çiçek1 ,Özalp Ekinci1 , 1 Mersin Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı Anabilim Dalı 182 26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 13-16 Nisan 2016/İZMİR GİRİŞ: Fizyolojik uyarı olmaksızın ortaya çıkan aşırı su tüketimi psikojenik polidipsi olarak tanımlanmaktadır. Kompulsif biçimde gelişen polidipsi hafif nevrotik olgulardan psikoza kadar giden geniş bir psikiyatrik hastalık spektrumunda görülebilir. Polidipsi, erişkin psikiyatrisi alanında iyi bilinen bir durum olmasına karşın, çocuk ve ergenlerle ilgili literatürde yeterli düzeyde araştırılmamıştır. Bu olgu sunumunda sünnet olduktan sonra gelişen psikojenik polidipsi tartışılacaktır. OLGU: 7 yaşında erkek olgu annesi tarafından çok su içme şikayetiyle polikliniğimizde görüldü. Günde 10 litreye varan aşırı miktarda su içme, su içme isteğini durduramama ve iştahında azalma yakınmaları bulunmaktaydı. Başvurusundan yaklaşık 6 ay önce sünnet olduğu, sünnetten 1 hafta sonra aşırı su içmeye ve idrar çıkarmaya başladığı belirtildi. Aile ve okuldan alınan bilgiler olgunun son zamanlarda ders başarısının da düştüğünü ortaya koydu. Olgunun daha önce çocuk nefroloji ve çocuk endokrinoloji bölümleri tarafından görüldüğü ve organik patoloji saptanmadığı belirlendi. Olgunun bu yakınmalarının öncesinde herhangi başka bir psikiyatrik bozukluk ya da hastane başvurusunun olmadığı öğrenildi. Olguya davranışçı yaklaşımların yanı sıra ilaç tedavileri başlandı. TARTIŞMA:. Kompulsif biçimde gelişen psikojenik polidipsinin hem psikopatolojisi hem de patofizyolojisi henüz tam olarak açıklığa kavuşmamıştır. Bozukluğun çok etkenli bir etiyolojik temele sahip olduğu, tek bir tipinin olmadığı, birçok alt tipinin bulunduğu öne sürülmektedir. Dopaminerjik, kolinerjik, histaminerjik sistemin ve hipokampusun etiyolojide rolü olduğuna inanılmaktadır. Santral sinir sisteminin susama ve osmotik düzenleme merkezlerinde bir işlev bozukluğu, antidiüretik hormonun (ADH) uygunsuz salınımı (SIADH) ya da ADH’ya duyarsızlık etiyolojide sorumlu tutulmaktadır. Psikojenik polidipsinin patogenezinde, susamanın osmotik uyarılması ve osmotik olmayan inhibisyonu mekanizmasında, osmotik ve osmotik olmayan uyaranların yorumlanması ile ilgili bir bozukluğun olduğu ileri sürülmektedir. Erkek çocuklarının büyük bölümünde sünnete uyum sorunsuz olmakta ve ruhsal belirtiler ortaya çıkmamaktadır. Ancak kimi olgularda premorbid özellikler, aile öyküsü, olgunun sünnete psikolojik olarak hazırlanış şekli ve sünnet sonrası tıbbi süreç gibi değişkenlerle bağlantılı olarak ruhsal belirtiler ortaya çıkabilmektedir. Sonuç olarak, psikojenik polidipsi tanı, oluş nedenleri ve tedavisi açısından henüz tam olarak anlaşılamamış bir bozukluktur. Olgu bildirimlerinin artması ya da değişik hasta gruplarının su içme davranış özellikleri ve hastalık seyrinde oluşan değişmeler yönünden araştırılması bu bozukluğun anlaşılmasına olanak sağlayabilir. P82/Sanal Denizde Olta Atarken Yem Olan Ergenler Evrim AKTEPE1 ,Büşra BAĞCI1 ,Funda ÖZYAY EROĞLU1 , 1 Süleyman Demirel Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları, ÖZET Amaç: Cep telefonu, internet gibi teknolojik araçların problemli kullanımı, çocuk ve ergenlerde pek çok psikososyal soruna neden olmaktadır. Teknoloji ile birlikte yeni suç profilleri oluşmakta; var olan suçların işleniş şekilleri değişebilmektedir. Kimlik gizleme ve kişisel bilgilere erişim gibi avantajlar sanal suçları cazip kılarak bu suçların sıklığını artırmaktadır. Sanal istismar; sanal zorbalık, sanal taciz, sanal seksüel talep ve sanal pornografi şekillerinde olabilir. Bu çalışmada sanal istismarın hedefi olan 5 olgunun başvuru sebepleri, sosyodemografik özellikleri ve istismarın getirdiği sonuçların tartışılması amaçlanmıştır. Yöntem: Bu çalışma 2014-2015 yılları arasında Süleyman Demirel Üniversitesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları polikliniğine başvuran ve sanal istismar mağduru olduğu saptanan 5 ergen olgu ile yapılmıştır. Bulgular: Olguların tümü kız ergenlerden oluşmaktaydı. Yaş ortalamaları 15 idi. Olgulardan ikisi çocukergen polikliniğe istismar dışı bir sebeple başvururken, üçü ise adli rapor düzenlenmesi için gönderilen ergenlerden oluşmaktaydı. Sosyodemografik özelliklerine bakıldığında; olguların tümü ailesi ile birlikte yaşamaktaydı. Olgulardan üçü düşük sosyoekonomik düzey ve düşük eğitim seviyesine sahip ailelerden 183 26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 13-16 Nisan 2016/İZMİR gelmekteyken, ikisi gelir ve eğitim düzeyi yüksek ebeveynlere sahipti. Olguların maruz kaldıkları sanal istismar; sanal zorbalıktan nitelikli cinsel istismara varan yelpazede sonuçlar doğurmaktaydı. Olguların tümünde sanal istismar ile ilişkili en az bir psikiyatrik tanının eşlik ettiği saptanarak tıbbi tedavi başlandı. Travma Sonrası stres bozukluğu en sık saptanan tanı iken bu tanıyı Major Depresif Bozukluk takip etmekteydi. Sonuç: Yapılan araştırmalarda kızların sanal istismara daha çok maruz kaldıkları saptanmıştır. Çalışmamızda başvuruların tümünün kız olması bu bulguyu destekler niteliktedir. Teknolojik araçların problemli kullanımı ve ebeveyn denetiminin yetersiz olması çocuk ve ergenlerde sanal istismar riskini artırmaktadır. Yüksek ebeveyn eğitim düzeyine sahip ailelerin çocuklarında bu duruma daha az rastlanılacağı öngörülse de çalışmamızda ailelerin hem düşük hem de yüksek eğitim seviyesine sahip oldukları görülmüştür. Bu durum ailelerin eğitim düzeyinden çok konu hakkında bilgi sahibi olma, denetleme ve sınırlar koyma gibi önlemlerin önemini açığa çıkarmaktadır. Ailelerin yanı sıra çocuk ve ergenlerin de sanal istismar konusunda bilinçlendirilmeleri ve teknolojinin problemli kullanımının önüne geçilmesi toplum ruh sağlığı açısından önemli bir konuyu teşkil etmektedir. P83/Risperidon İle Kıllanma Artışı Olan Olgunun İzlem Süreci Ülkü Akyol ARDIÇ1 ,Sevim Berrin İNCİ2 ,Melis İPCİ3 ,Eyüp Sabri ERCAN4 , 1 Talatpaşa Bulvarı Mustafa Bey Apt. No:1 Kat:2 daire:4 Alsancak/İZMİR, Antipsikotik ilaçların bilinen bazı olası yan etkilerinden biri de hiperprolaktinemidir. Prolaktin düzeylerindeki yükselme kıllanma artışı ile sonuçlanabilir. Antipsikotik ilaç kullanımı olan hastalarda kıllanmada artış görüldüğünde, detaylı bir değerlendirme yapılmalı ve önleyici müdahaleler uygulanmalıdır. Klinisyenler antipsikotik kullanan hastaları dikkatli bir şekilde izlemelidir çünkü prolaktin düzeylerindeki artış bazı hastalarda devam edebilir ve prolaktine bağlı yan etkilere neden olabilir. Bu olgu sunumunda, hormonal değerlendirmelerde herhangi bir yükseklik olmamasına rağmen risperidon tedavisinin birinci ayında koltuk altı, pubis ve kolun ön kısmında aşırı kıllanması olan 6 yaşındaki bir kız çocuğunun izlem süreci değerlendirilecektir. P84/PostPartum Psikoz Burcu GEDİK1 ,Ali Güven KILIÇOĞLU1 ,Gül KARAÇETİN3 , 1 Bakırköy Prof. Dr. Mazhar Osman Ruh Sağlığı ve Sinir Hastalıkları E. A. Hastanesi 34147 Bakırköy / İstanbul., Giriş: Post-partum psikoz doğum sonrası ilk 4 hafta içerisinde her 1000 doğumda 1-2 oranında görülebilen1,acil tibbi yardım ve ruh sağlığı klinisyeni tarafından değerlendirilme gerektiren psikiyatrik bir acildir. Post-partum psikoz DSM-V’te halen ayrı bir hastalık başlığı olarak tanımlanmasa da,post-partum başlangıç belirteçli olarak kısa psikotik bozukluk ve psikotik özellikli duygudurum bozukluğu (manik,depresif,miks) tanıları altında yer almaktadır. Post-partum psikozun hızlı başlangıcı olması, tedavi hızlı cevap vermesi,başlangıç semptomlarının (uyku intiyacında azalma,enerjik hissetme,duygudurum dalgalanmaları) ve uzun dönem bozulmanın eşlik etmemesi altta yatan afektif bozukluk özellikle bipolar bozukluk varlığını gösteren klinik ipuçlarıdır2 .Bu yüzden tanısı hakkında hala çatışmalar devam etse de psikotik özelliklerin eşlik ettiği bipolar bozukluğun bir epizodu olarak kabul edilmektedir 3 .Post-partum psikozun etiolojisinde yatkınlığı olan bireylerde santral sinir sisteminin özellikle hipotalamus gibi bazı bölgelerinde gebelik esnasında artmış dopamin reseptör hassasiyeti(tahmini D2 reseptörleri) ve doğum sonrasında östrojen seviyelerinde meydana gelen ani düşüklüğün ilişkili 184 26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 13-16 Nisan 2016/İZMİR olabileceğini gösteren çalışmalar bulunmaktadır4. Post-partum psikoz yüksek oranda suisid ve infantisid riskiyle5 ilişkili oluğu için gerek anne gerekse bebeğin yeterli güvenliğini sağlayabilmek adına klinisyenlerin özelikle risk faktörleri içeren kişilerin takiplerinde dikkatli olmaları gerekmektedir. Tanı ve tedavisi anne ve bebeğin sağlığı açısından büyük önem taşıyan post-partum psikotik bozukluklarla ilgili tarafımızca yapılan literatür incelemesinde erişkin yaş dönemine ait çok sayıda olguda tanı-tedavi çalışmaları3,6,9,12 olduğu görülmekle birlikte, ergen yaş grubuna ait olgu bildirimi olduğu görülmemektedir. . Bakırköy Prof. Dr. Mazhar Osman Ruh Sağlığı ve Sinir Hastalıkları Hastanesi (BRSHH) Çocuk ve Ergen Psikiyatrisi kliniği olarak bu açıdan bilimsel literature katkıda bulunacağını düşündüğümüz servisimizde yatarak tedavi görmekte olan 16 yaş 4 aylık “post-partum psikotik mani” tanılı olgumuzu anlatmayı amaçladığımız posterimizde yer alan olguda; Olgu: 16 yaş 4 aylık S.K. isimli kız olgu 12.01.2016 tarihinde çok konuşma,saçma konuşma ve az uyuma şikayetleri nedeniyle BRSHH acil polikliniğine başvurdu.Acilde değerlendirilen hastanın;21.12.2015 tarihinde normal spotan doğum ile bir kız çocuğu dünyaya getirdiği,doğumdan birkaç gün sonra bebeğin rutin kontrollerinde gereken kiloyu almadığının fark edilmesi ve doktor tarafından ailenin uyarılması üzerine başlayan bebekle ilgili anne sütünün yeterli gelmemesi nedeniyle yeterince doymadığı, kilo alamayacağı,büyüyemeyeceği şeklinde düşünceleri olmuş.Sonrasında bu düşünceler doğrultusunda bebeğiyle daha fazla ilgilenme ve doğru emzirme için hemşireden eğitim almaya gibi konuyla ilgili aşırı uğraşı olan hastanın 9.01.2016 tarihinde başlayan çocuğunun göz renginin değişip mavi gözlü olacağına inanarak ve içine şeytan girmesini engellemek amacıyla sürekli dua etme şeklinde çok konuşma,peygamberi gördüğünü söyleme,sağ-sol yanına tükürme,başkalarının içinden geçenleri okuduğunu söyleme,40 gün sonra lohusalık dönemi bitince öleceğini söyleme ve 3 günde toplam 3-4 saat uyuma şikayetleri eklenmiş.Olgunun ailesiyle yapılan görüşmede ayrıca;son 3 gündür var olan kendi kendine konuşma(ne söylediği anlaşılmıyormuş),kendini enerjik hissetme ve cinsel istek artışı mevcut olduğu öğrenildi.Olguile yapılan psikiyatrik görüşmede;yaşından büyük gösteren bilinci açık, yer, zaman ve kişi orientasyonu tam, konuşma hızı ve miktarı artmış, duygudurum eleve, duygulanım uygunsuz, düşünce içeriğinde sürekli şeytan ile uğraşma şeklinde hezeyanları mevcuttu, çağrışımları dağınıktı, amaca yönelmekte zorlanıyordu, bizar perseküsyon ve grandiyöz hezeyanları mevcuttu. Algı muayenesinde muhtemel görsel varsanıları olan, içgörüsü olmayan olgunun tedavi düzenlenmesi amacıyla servise yatışı yapıldı.Olgu ve ailesiyle yapılan görüşmelerin değerlendirilmesinin ardından aile bilgilendirilmesi yapıldı ve olgunun tedavisi lorezapam 1 mg/gün ve risperidon 1 mg/gün olarak düzenlendi.Kademeli doz artışı planlandı.10.02.2016 tarihi itibariyle risperidon 6 mg/gün lorezapam 0.5 mg/gün biperiden 4 mg/gün ketiyapin 300 mg/gün tedavisi altında kliniğimizde yatmakta olan hastanın tedavisi yapılan psikiyatrik değerlendirmeler ve haftalık PANNS (Pozitif ve Negatif Sendrom Ölçeği) / Young Mani Derecelendirme Ölçeği sonuçları doğrultusunda düzenlenmektedir. Tartışma: 16 yaş 4 aylık kız olgumuz çok konuşma,saçma konuşma ve az uyuma şikayetleri le başvurmuştu.Yapılan psikiyatrik görüşmede konuşma hız ve miktarında artış,eleve duygudurum,dağınık çağrışımlar ve amaca yönelememe, perseküsyon , grandiyöz ve bizar hezeyanları muhtemel görsel varsanıları olan olgunun “post-partum psikotik mani” tanısıyla yatışı yapıldı.Önceki çalışmalar birçok demografik ve klinik değişkenin post-partum psikoz gelişimiyle ilgili olabileceğini göstermiştir.Çalışmalarda ortak olarak;kişide post-partum psikoz öyküsü,bipolar bozukluk öyküsü,ailede bipolar bozukluk öyküsü,doğum öncesi psikoz öyküsü,primiparite göze çarpmaktadır.2,6,7. Olgumuzun psikiyatrik özgeçmişinde ve soygeçmişinde bir özellik olmaması açısından geçmiş literatürle farklılık göstermekle birlikte, olgumuzun primipar olması geçmiş çalışmalarla uyumludur . Post-partum psikoz genelde doğumdan 2-3 gün sonra uykusuzluk,hızlı duygudurum dalgalanmaları,daha enerjik hissetme,daha çok konuşma gibi hipomanik doğada başlayarak sonrasında bebekle ilgili obsesif endişeler,paranoid grandiyoz bizar hezeyanlar,halüsinasyonlar,konfüze düşünce ve dezorganize davranışlarla hastanın pre-morbid işlevselliğine göre dramatik bir farklılıkla kendini gösteren bir tablodur8.Çoğunlukla görülen hezeyanlar paranoid/perseküsyon/bizar tipte birilerinin bebeği 185 26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 13-16 Nisan 2016/İZMİR öldürebileceği yada bebeğe zarar verebileceği,bebeğin şeytan olduğu yada lanetlendiği,bebeğin öldüğü yada değiştirildiği,bebeğin Allah olduğu yada Allah ile iletişim kurduğu şeklindedir9. Olgumuzun klinik prezentasyonu değerlendirildiğinde bazı risk faktörleri başlangıcı ve gelişimi açılarından literatürle benzerlik gösterdiği görülmektedir. Post-partum psikotik bozuklukla yapılan çalışmalar sonucunda tedavi ve takiple ilgili öneriler arasında; klinisyenin tanıyı netleştirdikten sonra öncelikle hastayı-aileyi bilgilendirmesi,organik nedenleri (serebrovasküler olaylar,metabolik durumlar,kullanılan ilaçlar) ekarte etmesi ve farmakoterapiye başlaması gelmektedir;yukarıda belirtilen takip ve tedavi basamakları olgumuzda gerçekleştirilmiştir.Antipsikotikler post-partum psikoz ve manide uluslararası çalışmalarda etkinliği gösterilmiş ve ilk tercih olarak kullanılan ajanlardır.Sonrasında tedaviye uykusuzluk ve ajitasyonlar için benzodiazepinler,duygudurum semptomları için duygudurum düzenleyiciler (özellikle lityum) son olarak ise uzun dönem (yaklaşık 12 hafta) tedaviye yanıtsız hastalara da EKT tedavisi önerilmektedir 10. Sonuç olarak post-partum psikotik bozuklukların anne-bebek bağlanması üzerindeki negatif etkisinin, depresyon yada bipolar bozukluk ile karşılaştırıldığında ,daha yüksek olması 11 ve hastanın içinde bulunduğu durumun kendisi ve tehlike altında olan bebeğinin iyiliği ve güvenliği açısından yıkıcı sonuçlara yol açma ihtimali sebebiyle için post-partum psikoz psikiyatrik acil olarak kabul edilmeli,klinisyenler tarafından hızlı bir şekilde fark edilip tanı koyulmalı ve hem bebeğin hem annenin güvenliği açısından yatarak tedavisi sağlanmalıdır12 1.APA. DSM-V Washington DC,USA American Psychiatric Association,2013 2. Kendell RE,Chalmers JC,Platz C. Epidemiology of puerperal psychosis. Br J Psychiatry 1987;150:662-73 3. Verinder Sharma,Treatment of Postpartum Pscyhosis:Challenges and Opportunities Current Drug Safety,2008,3,76-81 4. Wieck A.Endocrine aspects of postnatal mental disorders ın:Oates M,ed. Psychological aspects of obstetrics and gynecology.Bailleries clinical obstetrics and gynecology .Vol ¾ .London:Baillerie Tindall,1989:857-77 5. Parry BL: Postpartum psychiatric syndromes,İn Compherensive Textbook of Psychiatry ,6th Edition,vol1. Edited By Kaplan H,Sadock B.,Philadelphia,Williams&Wilkins,1995 pp 1059-1066 6. Protheore C.Puerperal Psychosis: a long term study 1927-1961 Br J Psychiatry 1969 ;115 : 9-30 7. Blackmore ER,Jones I,Doshi M et al. Obstetric variables associated with bipolar affective puerperal psychosis Br J Psychiatry 2006;188 :32-6 8. Klompenhouwer JL,Van Hulst AM Classification of postpartum psychosis:a study of 250 mother and baby admissions in Netherlands .Acta Psychiatry Scand 1991;115:9-30 9. Rhode A,Marneros A. Postpartum psychoses:onset and long term course .Psychopathology 1993;26:203-9 10. Veerle Bergink,Karin M. Burgerhout,Katheljine M. Koorengevel et al:Treatment of Pscyhosis and Mania in the Post-Partum period. Am J Pscyhiatry 172:2 ,February 2015 11. Abel KM,Webb RT,Salmon WP et al: Prevalence and predictors of parenting outcomes in a cohort of mothers with schizoprenia admitted joint mother and baby psychiatric care in England .J Clin Psychiatry 66(6):781-789 12. Dorothy Sıt,Anthony J. Rothschıld et al:A Review of Postpartum Psychosis J Womens Health .2006 May;15(4);352-368 P85/Bir Erkek Ergende Anoreksiya Nervoza: Olgu Sunumu Tezan BİLDİK1 ,Burcu ÖZBARAN1 ,Burak BAYTUNCA1 ,Melek Hande Bulut DEMİR1 ,Sezen KÖSE1,Serpil ERERMİŞ1 , 1 EUTF Çocuk Psikiyatri ABD 186 26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 13-16 Nisan 2016/İZMİR Giriş: Anoreksiya Nervoza (AN) özellikle ergen kızları etkileyen ciddi bir yeme bozukluğudur. Erkeklerde nadir görülmesi ve atipik belirtilerden dolayı sıklıkla klinik pratikte atlanan bur durumdur. Ancak güncel araştırmalar, klinik görünüm ve psikopatoloji açısından kız ergenler ile belirgin benzerlikler gösterdiği ve görülme sıklığında bir artma olduğunu bildirmektedir. Olgu sunumu: 17 yaşında erkek ve 12. sınıf öğrencisi, 18 aylıkken anne-babası boşanmış, annesi ile beraber yaşıyor ve babayla ilk kez 5 yaşında iken tanışmıştır. Olgu kliniğimize yataklı tedavi için yönlendirildi. Yakınmaları aşırı diyet yapma, hızlı kilo kaybı ve sınav kaygısı idi. 2 ay içinde 60 kilodan 46 kiloya düştüğü belirlenmiştir (Beden kitle indeki=16,3 kg/m2). İnternette ekmek ve şekerli gıdaların kısıtlanmasını, su içmenin zayıflamayı kolaylaştırdığını ve sporu öneren diyet ile ilgili yazılar okuduktan sonra ekmeği kısıtlayarak diyet yapmaya ve aşırı su içmeye başlamıştır. Aynı zamanda hasta vücut geliştirme için bir spor salonuna da başlamış ve yemeği azaltırsa sporun daha etkili olabileceğini düşündüğünü bildirdi. Olgunun anne tarafında bir kuzende AN öyküsü mevcut. Ayrıca annede majör depresyon ve babada obsesif-kompulsif kişilik özellikleri belirlenmiştir. Olguya uygulanan yarıyapılandırılmış bir tanı aracıyla AN_Kısıtlı tip ve Obsesif-Kompulsif Bozukluk tanılarını karşılamıştır; ayrıca subklinik depresif belirtiler sergilediği saptanmıştır. Tartışma: Tedavide ilaç ve bilişsel-davranışçı tedavi uygulanmış yanı sıra spor hekimliği ile birlikte bir egzersiz programı yürütülmüştür. Ayrıca zayıf baba-oğul ilişkisi, anneyle uzak ve mesafeli ilişki, büyük ebeveynlerin aşırı korumacı, kontrolcü ve müdahaleci tutumlarının olgunun ayrımlaşma-bireyleşme güçlükleri yaşamasına ve ayrı bir kimlik geliştirmesini engellediği belirlenmiştir. Bu nedenle tedavide çok yönlü ve multidisipliner yaklaşımlar bir arada uygulanmalıdır. P86/Meyve Fobisi: Bir Olgu Sunumu Melike Kevser GÜL1 ,Esra DEMİRCİ1 ,Sevgi ÖZMEN1 , 1 Erciyes Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Ve Ergen Ruh Sağlığı Ve Hastalıkları A.B.D., GİRİŞ Özgül fobi, açıkça görülen nesne ve durumlardan belirgin, sürekli ve anlamsız korku duyma halidir. Korku odağı bir nesne ya da durumun bir yönünden zarar görme şeklinde olabileceği gibi, korkulan nesne ile karşılaşınca ortaya çıkabilecek kontrolünü kaybetme, bayılma gibi sonuçlardan kaygı duyma tarzında da kendisini gösterebilir. Kişinin kaçma davranışının mümkün olup olmaması ile ilgili düşünceleri doğrultusunda değişik şiddette olabilmekle birlikte, genellikle fobik uyaranla her karşılaşıldığında kişide aniden başlayan bir sıkıntı tepkisi ortaya çıkar. Kişi genellikle bu denli korkmanın anlamsız olduğunun farkındadır. Çocuklarda özgül fobi tanısı koymak için korkunun anlamsız olduğunun farkında olma şartı aranmamalıdır. Fobik uyaranla karşılaşmaktan kaçınma ve kaçınmanın mümkün olmadığı durumlarda ise fobik uyarana ancak aşırı sıkıntı duyularak katlanabilme hastalığın tipik özelliklerindendir. Korkunun şiddeti fobik uyaranın yakınlığı ve kaçma yolunun olup olmaması ile yakından ilişkilidir. Yaşanan anksiyete bazı durumlarda panik derecesinde olabilir. Özgül fobi tanısı koyabilmek için yaşanan korkunun belirgin derecede sıkıntı oluşturması ya da mesleki ve toplumsal işlevselliği bozacak kadar şiddetli olması gerekmektedir.Birçok özgül fobi erken çocukluk döneminde başlar.Hastaların çoğu korkunun ilk kez ne zaman başladığını hatırlamaz. Bu yazıda, çok sık görülmeyen, meyve fobisi olan bir olgunun tedavisi ile birlikte sunulması amaçlanmıştır. OLGUSUNUMU 12 yaşında erkek hasta Erciyes Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı’na meyve yememe şikayetiyle annesi ile birlikte başvurdu. Yaklaşık 18 aylıkken ilk defa elma püresi yediği sırada kusması olmuş, annesinin tekrarlayan denemelerinde aynı şikayet devam etmiş ve beslenmeyi reddetmiş. O tarihten itibaren sadece bir kez, 6 yaşındayken kavun ve karpuzun tadına 187 26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 13-16 Nisan 2016/İZMİR bakmış. Sonrasında hiç meyve tüketimi olmamış.Meyve görünce midesi bulanıyormuş, titreme ve terlemesi oluyormuş.Meyvelere dokunamıyormuş, eğer dokunursa kendisinin pis olacağını düşünüyormuş. Eve meyve alınmasını istemiyormuş. Bulunduğu odada meyve yenirse odayı terk ediyormuş. Aileden biri meyve yerse, kendisine dokunmadan önce elini birkaç kez yıkamasını istiyormuş. Meyve bulunan tabağa yıkandıktan sonra dahi başka bir yiyecek konduğunda yemiyormuş. Bu konu sebebiyle aile üyeleriyle özellikle de anneyle sık sık tartışıyormuş. Okulda meyve yiyen arkadaşının yanına oturmuyormuş.Bu yüzden arkadaşları tarafından dışlanıyormuş.Bütün meyve sularını içebiliyormuş.Meyvenin ismini duyduğu, resmini gördüğü ya da maketine dokunduğu durumlarda bu şikayetler olmuyormuş.Hastanın daha önce başvurduğu gastroenteroloji ve alerji bölümlerinde, herhangi bir organik patoloji saptanmamış. Psikiyatrik muayenesinde yaşına uygun gelişim gösterdiği, genel duygu durumunun anksiyöz , duygulanımının uygun olduğu gözlendi.Muayene sırasında çok fazla konuştu,annesinin konuşmalarının arasına girdi ve hareketliydi.Annesiyle yapılan görüşmede, babasının makine mühendisi annesinin öğretmen olduğu, 16 yaşında kız kardeşinin bulunduğu, miadında, normal spontan vajinal yol ile doğduğu, ailesinin planladığı bir bebek olduğu, motor mental gelişiminin doğal olduğu ve soy geçmişte psikiyatrik hastalık olmadığı öğrenildi. DEHB semptomlarının olması üzerine öğretmen ve aile formları verildi. Formlar bileşik tip DEHB olarak değerlendirildi, ancak aile medikal tedaviyi kabul etmedi. Hastaya 6 seans BDT uygulandı, kademeli olarak exposure yapıldı, BDT seansları halen devam eden hasta 6 seans sonunda artık meyvelere dokunabiliyor, evde ve okulda meyve yiyenlerden rahatsızlık duymuyor ve dört meyveyi az da olsa tüketebiliyordu. TARTIŞMA Özgül fobilerin tedavisinde; ilaç tedavileri, davranışçı terapiler ve bilişsel terapiler kullanılmaktadır. Davranışçı terapiler özgül fobilerde ilk seçenektir ve en sık exposure adı verilen yöntem uygulanmaktadır. Davranışcı tedavilerde hasta, fobik anksiyete oluşturan yer, durum ve nesnelerle anksiyetesi azalıncaya kadar karşı karşıya getirilir. Özgül fobilerde ilaç tedavilerinin genellikle yeri olmadığı kabul edilse de, yapılan çalışmalarda özellikle selektif serotonin gerialım inhibitörlerinin (SSRI) yer aldığı gruptaki ilaçlarla başarılı sonuçlar bildirilmiştir. SONUÇ Özgül fobiler üzerinde yeterince araştırma yapılan bir konu olmamıştır. Bu konudaki çalışmalar oldukça az sayıdadır. Bu eksiklik göz önünde bulundurularak meyve fobisi olgu sunumuyla konuya dikkat çekilmesi istenmiştir. Tedavi yaklaşımları seçilirken hastanın uyumu ile tedavi etkinliği aynı anda değerlendirilmeli, ilaç tedavisinin de etkinliği göz önünde bulundurulmalıdır. P87/Erken Başlangıçlı Şizofrenide Klozapin Tedavisi:Olgu Sunumu Ceren SÖĞÜT1 ,Işık GÖRKER1, 1 Trakya Üniversitesi Çocuk Psikiyatri ABD, AMAÇ: Psikozlar arasında en sık karşılaşılan bozukluk şizofrenidir ve belirtiler 18 yaş öncesinde ortaya çıkmışsa Erken Başlangıçlı Şizofreni(EBŞ) olarak tanımlanmaktadır.Tedaviye dirençli olgularda çoklu antipsikotik kullanımı da yeterli tedavi yanıtı sağlayamıyor ya da yan etki profili nedeniyle kullanılamıyor ise 16 yaş üstü ergenlerde klozapin tedavisi bir sonraki tedavi seçeneğidir.Bu sunumda EBŞ tanısı almış,ikili antipsikotik tedavi yanıtı alınamayan ve hiperprolaktinemi gelişen olguda klozapinle tedavi süreci anlatılacaktır. OLGU: 16 yaş 9 aylık kız ergen,kendi kendine konuşma ve gülme şikayetleriyle polikliniğimize başvurdu.Yakınlarından alınan bilgiye göre;bakkalın organ mafyası olduğunu,birkaç kuzeninin kendisine aşık olduğunu söylediği öğrenildi.Yapılan ilk görüşmede giyim kuşamı dağınık ve öz bakımı 188 26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 13-16 Nisan 2016/İZMİR azalmıştı,kooperasyon kurulması zor,göz teması kurmak istemiyordu.Duygulanımı kısıtlıydı,sorulan sorulara kısık ve monoton ses tonuyla kısa yanıtlar veriyordu.İşitsel varsanısı ve persekütif sanrıları vardı.Risperidon tedavisi başlandı ve kademeli olarak 4mg/gün e çıkarıldı.Kısmi yanıt alınan hastada okülojirik kriz ve rijidite yan etkilerinin ortaya çıkmasıyla Risperidon 2mg/gün e düşüldü,Biperiden 4 mg/gün başlandı.Daha sonra takiplerine dış merkezde devam eden hastanın aşırı kilo alımı nedeniyle Risperidon tedavisinin kesildiği ve ikili antipsikotik kullanımına geçildiği öğrenildi.Paliperidon 9 mg/gün,Amisülprid 800mg/gün,Biperiden 4mg/gün mevcut tedavisiyle bize tekrar başvuran hastanın şikayetlerinin gerilemediği ve galaktoresinin olduğu gözlendi.Olgu tedaviye dirençli olarak tanımlandı ve Klozapin tedavisine geçiş yapıldı.İlk hafta 12.5 mg,sonra haftalık hemogram takibiyle 25mg/gün dozunda arttırılarak tedavi düzenlendi.PANSS puanları gerileyen ve işlevselliğinde düzelme saptanan olgu tarafımızdan takip edilmektedir. SONUÇ: Sinsi başlangıç,dezorganize davranış ve varsanılar,perseküsyon sanrıları gibi klinik özelliklerin dikkati çektiği çocuk ve ergenlik çağında başlayan şizofrenide özellikle negatif belirtilerin ağırlıkta olması erişkin çağ şizofrenisinden en belirgin farkı oluşturmaktadır.Tedaviye dirençli EBŞ;en az iki farklı antipsikotik ilacın;en az 6 hafta boyunca yeterli dozlarda kullanılmalarına rağmen tedaviye yanıt alınamaması olarak tanımlanmaktadır ve klozapin monoterapisi,tedaviye dirençli şizofreni olgularında etkili olduğu kanıtlanan tek ilaç tedavisidir. Ancak agranulositoz ve epileptiform nöbetler gibi ciddi yan etki potansiyeline sahiptir.Bu nedenle kullanımı sırasında yakın takip,düzenli tetkikler önem taşımaktadır.Yanıtın daha iyi değerlendirilebilmesi açısından ek araştırmalara ve olgu sunumlarına ihtiyaç duyulmaktadır. P89/Uzun Etkili Metilfenidat Tedavisi İle Terleme Yan Etkisi Yaşayan Dehb Olgusu İbrahim ADAK1 ,Seher AKBAŞ2 , 1 Erenköy Ruh Ve Sinir Hastalıkları Hastanesi, Terleme Sempatik Sinir Sistemi Ve Hipotalamustaki Termoregulasyon Merkezinin Kontrolü Altındadır. Santral sinir sistemindeki dopaminerjik aktivitenin azalması genellikle terlemede artışa neden olmaktadır. Henüz Tam Olarak Anlaşılamamakla Birlikte, Hipotalamustaki Serotonerjik Ve Dopaminerjik Denge Değişikliklerine Ek olarak sempatik sistemin direkt adrenerjik uyarılmasının da terleme artışına sebep olabileceği düşünülmektedir. biz de dikkat eksikliği hiperaktivite bozukluğu nedeni ile uzun etkili metilfenidat tedavisi alıp ilaca ara verdiği dönemlerde terleme şikayeti olmayıp, ilaç kullandığı dönemlerde doz artışı ile orantılı terleme artışı yaşayan 13 yaşında bir çocuğu tartıştık.amacımız; yazında böyle bir yan etkisinden bahsedilmeyen uzun etkili metilfenidatın santral sinir sisteminde dopamin düzeyini arttırmasına rağmen, sempatik sistem aktivasyonu ile terleme artışına neden olabildiğini göstermekti. P90/Sluggısh Cognıtıve Tempo In Hydrocephalıc Chıldren And Comparıng Neurocognıtıve Outcomes Wıth Inattentıve Type Attentıon Defıcıt Hyperactıvıty Dısorder 189 26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 13-16 Nisan 2016/İZMİR Perçin Serhat YERGİN1 ,Nilüfer OKUMUŞ1 ,Özlem Yıldız GÜNDOĞDU1 ,Nursu Çakın MEMİK4 ,Batıhan ÜYE1 ,Volkan ETUŞ1 , 1 Department of Child and Adolescent Psychiatry, Kocaeli University, Kocaeli, Turkey, Introduction Sluggish cognitive tempo (SCT) is characterized by symptoms such as daydreaming, sleepiness/drowsiness, hypoactivity, apathy, staring a lot and mental confusion (1). Due to its symptoms associate with inattentive type attention deficit hyperactivity disorder (ADHD); research activities focus on determine what are SCT and ADHD differences and overlaps. Minimal executive function deficit, not being easily distracted, slow processing speed, not decreasing or stabilization in symptoms severity with age and low response to stimulant treatment support that SCT is a distinct disorder from ADHD. Even it is a distinct disorder from ADHD comorbidity rate is pretty high. There is higher risk for internalization symptoms (especially depression and anxiety) rather than externalization symptoms. In survivors of pediatric acute lymphoblastic lymphoma (ALL) and brain tumor, although they have some ADHD symptoms they do not diagnosed as ADHD (2). This result bring the researchers thinking in different attention disorder framework. Willard et al. studied SCT symptoms in survivors of pediatric ALL and brain tumors and found that there are significantly more SCT symptoms in survivor of brain tumors than ALL and control group (3). Additionally in this study placement of a V-P shunt to control hydrocephalus was a significant predictor of SCT, such that survivors with a shunt were rated as having significantly more SCT symptoms than those without. In our study, we aimed psychiatric and neurocognitive assessment results in children and adolescents diagnosed with hydrocephalus and compare it with ADHD inattentive subtype, find prevalence of SCT in hydrocephalus population, assessment of neurocognitive test performances in hydrocephalic children and adolescents with or without SCT symptoms, researching effect of therapeutic intentional V-P shunt and endoscopic ventriculostomy on neurocognitive performance and SCT symptoms. Hypothesis Inattention symptoms and neuocognitive profiles in the children diagnosed hydrocephalus are more likely coincide with SCT rather than inattentive type ADHD. The diffirences in neurocognitive test results between SCT and inattentive type ADHD support that SCT should be examined in different diagnostic category. The invasive treatment methods may be predictor for developing SCT. Methods The participants are 78 children and adolescents (38 hidrocephalus, 40 inattentive type ADHD) between the age of 6 and 16 and the participation is based on voluntariness. 20 participants with hydrocephalus had V-P shunt operation while other 18 had endoscopic third ventriculostomy operation. The children’s diagnoses were based on the criteria of DSM-IV according to the Turkish version of the Schedule for Affective Disorders and Schizophrenia for School- Aged Children Present and Lifetime Version (KSADS-PL). The level of clinical severity was evaluated using the Turgay DSM-IV-Based Child and Adolescent Behavior Disorders Screening and Rating Scale. Neurocognitive tests such as the Stroop Color and Word Test and Moxo - Continuous Performance Test used. Total IQ score, working memory and processing speed scores compared between groups. This study was approved by the ethical committee of Kocaeli University Faculty of Medicine. Materials Schedule for Affective Disorders and Schizophrenia for School-Aged Children-Present and Lifetime Version Turgay DSM-IV-Based Child and Adolescent Behavior Disorders Screening and Rating Scale The Stroop Color and Word Test WISC-R 190 26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 13-16 Nisan 2016/İZMİR Moxo - Continuous Performance Test is a standardized computerized test designed to diagnose ADHD related symptoms. The test included visual and auditory stimuli that serve as distractors. The total duration of the test was 15.2 min, and it is composed of eight levels. In each trial a stimulus (target/nontarget) was presented for 500, 1000, or 3000 ms and then followed by a ‘void’ period of the same duration. The stimulus remained on the screen for the full duration no matter if a response was produced. This practice allowed the measuring response timing (whether the response occurred during stimulus presentation or the void period) as well as the accuracy of the response (4). Statistical Analysis Shapiro-Wilk test will be performed to test for normality. Chi-square will be used to analyze categorical variable and one way ANOVA for numerical variable. the p-value below .005 is considered statistical significant. Results and discussion part will be placed in full text. References (1) Becker, Stephen P., Stephen A. Marshall, and Keith McBurnett. "Sluggish cognitive tempo in abnormal child psychology: An historical overview and introduction to the Special Section." Journal of abnormal child psychology 42.1(2014):1-6. (2) Kahalley, Lisa S., et al. "ADHD and secondary ADHD criteria fail to identify many at‐risk survivors of pediatric ALL and brain tumor." Pediatric blood & cancer 57.1 (2011): 110-118. (3) Willard, Victoria W., et al. "Sluggish cognitive tempo in survivors of pediatric brain tumors." Journal of neuro-oncology 114.1(2013):71-78. (4) Berger I, Slobodin O, Aboud M, Melamed J, Cassuto H. Maturational delay in ADHD: evidence from CPT. Front Hum Neurosci. 2013 Oct 25;7:691. P91/Tek Yumurta İkizlerinde Paylaşılmış Obsesif Kompulsif Bozukluk ve Tourette Bozukluğu; Bir Olgu Sunumu Dr.Gökçen GÜVEN1 ,Doç.Dr.Murat COŞKUN2 , 1 istanbul Tıp Fakültesi, Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı Kliniği, Beyazıt Esnaf Hastanesi yerleşkesi Takvimhane Caddesi No:14 Beyazıt /İstanbul, 2istanbul Tıp Fakültesi, Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı Kliniği, Beyazıt Esnaf Hastanesi yerleşkesi Takvimhane Caddesi No:14 Beyazıt /İstanbul, ÖZET: Paylaşılmış obsesif kompulsif bozukluk (POKB) erişkin literatürunde sınırla sayıda bildirilen bir durumdur. Bu bildirimlerin çoğu biyolojik yakınlığı olan kardeşler iken, karı koca şekline olan paylaşılmış OKB bildirimleri de mevcuttur. Biz bu vaka bildiriminde paylaşılmış OKB ve Tourette bozuklukları olan 13 yaşında erkek tek yurmurta ikizlerinde klinik özellikler ve tedavi sürecini tartışmayı planlıyoruz. Her iki olguda da cinsel kimlik gelişimiyle ilgili sorunlar, sosyal ve yaygın anksiyete semptomlarına ek olarak 12 yaşında ortaya çıkan OKB semptomları söz konusuydu. Olguların OKB semptomları açık bir şekilde zamansal ilişki göstermekte ve bir birlerinden etkilenmekteydi. POKB bildirilen erişkin vakalarda, bu durum sıklıkla paylaşılmış psikotik bozukluk bağlamında ele alınmış olmakla birlikte bizim olgularımız normal gelişim öyküleri olan ve psikotik bulgu ve belirtisi olmayan vakalardı. P92/Ayakta Sallanma İle Yatışan Nokturnal Panik Bozukluk: Bir Olgu Sunumu Rukiye Çolak SİVRİ1 ,Ömer Faruk AKÇA1,Ayhan BİLGİÇ1 , 1 Necmettin Erbakan Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları A.B.D 191 26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 13-16 Nisan 2016/İZMİR GİRİŞ: Panik bozukluğun (PB) fenomenolojisi ile ilgili çalışmalar panik atakların çok boyutlu heterojen yapısına dikkat çekmektedir (Gorman ve ark.2000). Farklı alt tiplemeler olmasına karşı çalışmaların çoğu solunumsal alt tipi incelemiştir. Solunumsal semptomların belirgin olduğu alt grubun ataklarının daha çok kendiliğinden ve uyku esnasında görüldüğü bildirilmiştir (Biber B ve Alkin T 1999). Nokturnal panik ataklar hastaların %28-71 ‘i gibi değişen oranda rapor edilmektedir (Albert U ve ark.2006; Lopes FL. ve ark.,2005). Bazı çalışmalarda nokturnal belirtilerin görülmesinin hastalığın şiddetinin daha yüksek olması ile ilişkili olduğu iddia edilmiştir (Agargun MY ve Kara H, 1998). Bu yazıda sadece nokturnal panik ataklar ile seyreden ve aile üyeleri tarafından ayağında sallanma sonrasına yatışan 13 yaşında bir erkek çocuk sunulmuştur. OLGU 13 yaşında erkek hasta kliniğimize, gece uykusunun ikinci yarısında uyandıktan sonra nefes almakta zorluk çekme, bunaltı hissi, vücutta titreme şikayetleriyle babası tarafından getirildi. Bu şikayetlerin 15 dakika kadar sürdüğü ve ancak annesi ya da babası ayağında salladığı zaman kademeli şekilde azalarak geçtiği öğrenildi. Benzer şikayetlerin gündüz uyuduğu zaman da olduğu, gündüz uyanıkken tarif edilen durumun hiç olmadığı öğrenildi. Hastanın, bu atakları tekrar yaşamaktan korktuğu, bu konuda belirgin endişe yaşadığı öğrenildi. Bu şikayetlerinin yaklaşık 4 yıldır var olduğu, hemen hemen her gece olduğu ve yapılan bir çok tıbbi değerlendirmelere rağmen herhangi organik bir hastalık bulunmadığı öğrenildi. Fluoksetin 20 mg /gün tedavisi başlanan hastanın şikayetlerinin belirgin şekilde azaldığı gözlendi. Şehir dışında yaşayan hastanın kendi isteğiyle takibi bırakmasından yaklaşık bir yıl sonra belirtilerinin tekrar alevlenmesi nedeniyle kliniğimize başvurdu. Tekrar başlanan tedavisinde fluoksetin 20mg/gün ile belirtilerin kısmen azalması nedeniyle fluoksetin dozu 30mg/güne yükseltildi. Doz artırımından üç hafta sonra belirtileri belirgin şekilde düzelen hastanın tedavisine ve takibine devam edilmektedir. TARTIŞMA Psikolojik ve bilişsel faktörler gün içinde olan panik atakların başlamasında, biyolojik etmenlere göre daha ön planda rol alırken, nokturnal panik atakların etyolojisinde ise otonomik sinir sistemi disfonkiyonunun önemli olduğu düşünülmektedir. (Shapiro ve ark., 1998). Beyin sapındaki kemoreseptörlerin hipersensitivitesinin panik ataklarla ilişkili olabileceği ve uyku boyunca yükselen karbondioksit düzeyinin vücutta yanlış alarm sistemini uyararak panik ataklara neden olabileceği öne sürülmüştür (Klein,1993). Bu grup hastaların CO2 kışkırtma testine karşı daha duyarlı olduğu birçok çalışma ile gösterilmiştir (Biber ve Alkın, 1999; Hegel ve Ferguson, 1997). Sunulan vakada da yoğunluklu olarak nefes açlığı çekme, sık nefes alma gibi solunumsal belirtilere ölüm korkusu, aklını kaçıracağı gibi bilişsel faktörlerin eşlik etmemesi, biyolojik etmenlerin ön planda olabileceğini düşündürmektedir. Küçük çocukların özellikle uykuya dalmasında yardımcı bir yöntem olarak kullanılan ayakta sallama yönteminin daha büyük çocuklarda da aileler tarafından yatıştırma aracı olarak kullanıldığı görülebilmektedir. Bu olguda da panik atağın oluşturduğu anksiyeteyi yatıştırmak için ailenin hastayı ayağında salladığı görülmektedir. Nadir olarak görülebilen bu durum çocuğun ayrılmabireyleşme sürecinde aksamalar yaşamış olabileceğini düşündürmektedir. P93/Ergenlerin Klinik Özellikleri İle İnternet Bağımlılığı Arasındaki İlişkinin İncelenmesi Cansın CEYLAN1 ,Leyla BOZATLI1 ,Mengühan Araz ALTAY1 ,Seray AĞCA1 ,Hilal AKKÖPRÜ1 ,Ceren SÖĞÜT1 ,Ali EROL1 ,Nazike AK1 ,Nevlin ÖZKAN1 ,Kıvanç Kudret BERBEROĞLU1,Zeki ÇELİK1 ,Mehmet ARSLAN2 ,Işık GÖRKER1 , 1 Trakya Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı, 2 Kırklareli Babaeski Devlet Hastanesi Amaç : Bu çalışmada, polikliniğe başvuran ergenlerin sosyodemografik ve klinik özellikleri ile internet bağımlılığı arasındaki ilişkinin araştırılması planlanmıştır. 192 26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 13-16 Nisan 2016/İZMİR Yöntem: Çalışma Örneklemi, Kasım 2015-Ocak 2016 arasında Trakya Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk ve Ergen Psikiyatrisi Polikliniği'nde takip ve tedavi edilen, çalışmaya katılmaya gönüllü olan, 12-18 yaş arasındaki 131 ergen olgudan oluşmaktadır.Çalışma verileri ebeveynler tarafından, Aile-Çocuk İnternet Bağımlılığı Ölçeği, Turgay Ölçeği ve Güçler-Güçlükler Ölçeği (GGA) doldurularak toplanmıştır. Olgular, Aile-çocuk internet bağımlılığı ölçeğine göre 49 puan ve altı internet bağımlılığı semptomu göstermeyenler, 50 puan ve üzeri internet bağımlılığı semptomu gösterenler olmak üzere 2 gruba ayrıldı. 2 grup arasında sosyodemografik veriler ve ölçek verileri karşılaştırıldı. Tüm istatistiksel analizlerde SPSS 20.0 programı kullanılmış olup, anlamlılık düzeyi p≤0,05 olarak kabul edilmiştir. Bulgular: Yaş, cinsiyet, kaçıncı sınıfa gittiği, ne kadar süredir internet kullandığı, ebeveyn internet kullanım süresi, GGA duygulanım alt ölçeği değişkenleri açısından 2 grup arasında istatistiksel olarak anlamlı fark saptanmadı (p≥0,05). İnternet bağımlılığı semptomu olan grupta (Grup 1), son 6 ayda ders başarısında azalma sıklığı, sigara kullanma sıklığı, turgay ölçeğine göre dikkat eksikliği, hiperaktivite, karşıt olma karşıt gelme ve davranım bozukluğu sıklığı internet bağımlılığı semptomu olmayan gruba (Grup 2) göre istatistiksel olarak anlamlı düzeyde yüksek saptandı (sırasıyla p≤0,001, p=0,028, p≤0,001, p≤0,001, p≤0,001, p≤0,001).Grup 1'de okula devamsızlık süresi, internet kullanım süresi ortalamaları istatistiksel olarak yüksek saptandı (p≤0,001).Ek olarak Grup 1'de GGA toplam skoru, davranış, hiperaktivite, akran ilişkisi alt ölçek skorları ortalaması, anlamlı düzeyde yüksek olarak saptanırken, GGA sosyal davranış alt ölçek skoru ve uyku süresi ortalamaları anlamlı olarak düşük saptandı (sırasıyla p≤0,001, p≤0,001, p≤0,001, p=0,010, p=0,001, p=0,003). İki grup arasındaki karşılaştırmalarda anlamlı bulunan olası prediktörlerden, değerlendirdiği alanlar ve tıbbi literatür göz önünde tutularak; okula devamsızlık süresi, internet kullanım saati, uyku süresi, GGA akran ilişkisi ve sosyal davranış alt ölçekleri, ders başarısında azalma, sigara kullanımı, turgay ölçeğine göre dikkat eksikliği, hiperaktivite, karşıt olma karşıt gelme ve davranım bozukluğu değişkenlerinden bir lojistik regresyon modeli oluşturuldu. Backward Stepwise (Likelihood Ratio) yöntemi kullanıldı. Analiz sonucunda ergenlerde internet bağımlılığı olması riskini; devamsızlık süresinin 1 gün artmasının 1,23 kat, internet kullanım saatinin günlük 1 saat artmasının 1,53 kat, akran ilişkisi puanın 1 birim artmasının 1,38 kat, turgay ölçeğine göre dikkat eksikliği varlığının 5,88 kat, davranım bozukluğu varlığının 5,78 kat, uyku süresinin 1 saat kısalmasının 2,07 kat arttırdığı saptanmıştır (sırasıyla p=0,003, p=0,001, p=0,044, p=0,005, p=0,032, p=0,002). Sonuç: Çalışma sonuçlarımıza göre, günlük internet kullanım süresinin fazlalığı, okula devamsızlık süresinin fazlalığı, akran ilişkisi bozukluğu, DEHB ve davranım bozukluğu tanı ölçütlerini karşılıyor olma, ergenlerde internet bağımlılığını etkileyen olası risk etkenleridir. Çalışma sonuçlarının internet bağımlılığı ile ilgili yapılacak koruyucu çalışmalar açısından yararlı olacağı düşünülmüştür. P94/Akneli Ergenlerin Problemli İnternet Kullanımı Ve İlişkili Psikiyatrik Faktörler Açısından Değerlendirilmesi: Olgu-Kontrol Çalışması Adem IŞIK1 ,Evrim AKTEPE2 ,İjlal ERTURAN3 , 1 SDÜ Tıp Fakültesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı, 2SDÜ Tıp Fakültesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı, 3SDÜ Tıp Fakültesi Dermatoloji Anabilim Dalı, Giriş: Akneli ergenlerin internet kullanım özellikleri ile problemli internet kullanımı, yaşam doyumu, yalnızlık, sosyal kaygı düzeyleri açısından kontrol grubuyla karşılaştırmalı olarak değerlendirilmesi amaçlanmıştır. Yöntem: Araştırma, Süleyman Demirel Üniversitesi Tıp Fakültesi Dermatoloji polikliniğine 1 yıllık süre içinde başvuran 93 akneli ergen ile 93 sağlıklı kontrol üzerinde yürütülmüştür. Kontrol grubu olgu grubuna eğitim düzeyi ve yaş açısından benzer olup cinsiyet açısından birebir eşleştirilmiştir. Olgu ve kontrol gruplarına; Sosyodemografik Bilgi Formu, Yaşam Doyumu Ölçeği, UCLA Yalnızlık Ölçeği193 26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 13-16 Nisan 2016/İZMİR Kısa Formu, Problemli İnternet Kullanımı Ölçeği-Ergen Formu, Ergenler için Sosyal Kaygı Ölçeği uygulanmıştır. Olgu grubuna ayrıca, Akne Yaşam Kalitesi Ölçeği, Global Akne Derecelendirme Sistemi, Görsel Analog Skala uygulanmıştır. Sonuçlar: Akneli ergenlerin yaşam doyumlarının kontrol grubuna göre anlamlı oranda daha düşük, problemli internet kullanımlarının ise daha yüksek olduğu belirlenmiştir (sırasıyla, p:0.002 ve p:0.009). Sosyal kaygı ve yalnızlık düzeyleri açısından olgu ile kontrol grupları arasında anlamlı farklılık saptanmamıştır (sırasıyla, p:0.084 ve p:0.072). Akneli ergenlerin yaşam kalitesi ve yaşam doyumu düzeyleri düştükçe problemli internet kullanımlarının arttığı saptanmıştır. Akneli ergenlerde kontrol grubuna göre sosyal paylaşım site üyeliğinin ve internette günlük olarak geçirilen sürenin anlamlı oranda daha fazla olduğu bulunmuştur (sırasıyla, p:0.044 ve p:0.049). Tartışma: Akneli ergenlerin sosyal ihtiyaçlarını karşılamak ve yaşam doyumlarını yükseltmek amacıyla sanal aleme yönelmeleri bu ergenleri problemli internet kullanımına yöneltmiş olabilir. Bu bulgular ışığında; akneli ergenlere multidisipliner olarak yaklaşılması ve psikososyal sorunları önceden tespit edip gerekli önlemlerin alınması hastalığın sebep olacağı sorunları en aza indirgeyecektir. Anahtar sözcükler: akne vulgaris, ergenlik dönemi, problemli internet kullanımı, yaşam doyumu, yaşam kalitesi P95/Çocuk ve Ergenlerde Dikkat Eksikliği Hiperaktivite Bozukluğunda Beyaz Madde Yapısı: Alt Tiplerin Difüzyon Tensör Görüntüleme ile Değerlendirilmesi Kemal Utku YAZICI1 ,Eyüp Sabri ERCAN2 ,Serkan SÜREN3 ,Ali BACANLI4 ,Cem ÇALLI5 ,Duygu AYGÜNEŞ6 ,Buket KOSOVA7 ,Cahide AYDIN8 ,Luis Augusto ROHDE9 , 1 Fırat Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı, 2Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı, 3Samsun Medicalpark Hastanesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Birimi, 4Başkent Üniversitesi Zübeyde Hanım Hastanesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Birimi, 5Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi Radyoloji Anabilim Dalı, 6Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi Tıbbi Biyoloji Anabilim Dalı, 7Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi Tıbbi Biyoloji Anabilim Dalı, 8Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı, 9ADHD Outpatient Program, Hospital de Clinicas de Porto Alegre, Department of Psychiatry, Federal University of Rio Grande do Sul, Brazil, Giriş: Bu çalışmada, çocuk ve ergenlerde dikkat eksikliği hiperaktivite bozukluğu (DEHB) alt tiplerinde, beyindeki beyaz madde yapısının değerlendirilmesi, bulguların birbirleri ile ve sağlıklı kontrollerle karşılaştırılması amaçlanmıştır. Yöntem: Örneklem grubu 8-15 yaş arası 72 DEHB (24 DEHB-Bileşik tip, 24 DEHB-Dikkat eksikliği baskın tip, 24 DEHB-Restriktif tip) ve 24 sağlıklı kontrol olgusundan oluşturuldu. DEHB olguları, DAT1 geni açısından homojen olgulardan seçildi. Tanılama aşamasında ve klinik değerledirmede, Okul Çağı Çocukları için Duygulanım Bozuklukları ve Şizofreni Görüşme Çizelgesi - Şimdi ve Yaşam Boyu Şekli, DSM-IV Yıkıcı Davranış Bozuklukları Belirti Tarama Ölçeği, 4-18 Yaş Çocuk ve Gençler için Davranış Değerlendirme Ölçeği kullanıldı. Çalışmaya, stimülan kullanmayan ve karşıt olma karşıt gelme bozukluğu dışında herhangi bir ek tanısı olmayan olgular alındı. Olguların zeka düzeyi, Wechsler çocuklar için zeka ölçeği geliştirilmiş kısa formu (WISC-R) ile değerlendirildi. Çalışmamızda TBSS (tract-based spatial statistics) uygulandı. DEHB alt tiplerindeki beyaz cevher farklılıklarının saptanması amacıyla difüzyon tensör görüntüleme (DTI) parametrelerinden olan fraksiyonel anizotropi (FA), aksiyel (AD) ve radyal (RD) difüzivite kullanıldı. 194 26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 13-16 Nisan 2016/İZMİR Bulgular: DEHB-Bileşik tip grubunu DEHB-Dikkat eksikliği baskın tip grubuyla karşılaştırdığımızda, birçok bilateral beyin bölgesinde artmış RD değerleri ve çoğunlukla beynin sol bölümlerinde (korpus kallozumun gövde ve splenium bölümlerini; internal kapsülün ön ve arka kruslarını; superior, anterior ve posterior korona radiatayı; posterior talamik radyasyonu; superior longitudinal fasikülü içeren) artmış AD değerleri saptandı. DEHB-Bileşik tip grubunu DEHB-Restriktif tip grubuyla karşılaştırdığımızda ise, benzer şekilde birçok beyin alanında artmış AD değerleri gözlendi. Sağlıklı kontrol olgularıyla tüm DEHB olguları arasında ya da kontrol olgularıyla DEHB alt tipleri arasında ise herhangi bir difüzivite farkı saptanmadı. Tartışma: Farklı disiplinlerle yapılmış çalışmalar, DEHB’nin davranışsal ve bilişsel bozukluklarla olan birlikteliğini göstermiş olmakla birlikte, yapısal ve işlevsel bozuklukların altında yatan spesifik nöral mekanizmalar net olarak açıklanmamıştır. Çalışmamızda DEHB alt tiplerinin kendi aralarında beyaz madde yapısı yönünden farklılaştığı izlenmiştir. DEHB alt tiplerinin beyindeki olası mikrostrüktürel farklılıklarının ayrıntılı değerlendirilmesi, bozukluğun altında yatan yapısal ve belki de işlevsel mekanizmaların daha net olarak ortaya konmasına yardımcı olabilir. Konu ile ilgili yapılacak ayrıntılı çalışmalara ihtiyaç vardır. P96/Çocukları Çocuk Psikiyatrisi Servisinde Yatarak Tedavi Gören Annelerin “Aile İşlevselliği “ Algısı Gizem ÖZKAN1 ,Sezen KÖSE2 ,Burcu ÖZBARAN3 , 1 ege üniversitesi tıp fakültesi hastanesi çocuk ve ergen ruh sağlığı ve hastalıkları anabilim dalı, 2ege üniversitesi tıp fakültesi hastanesi çocuk ve ergen ruh sağlığı ve hastalıkları anabilim dalı, 3ege üniversitesi tıp fakültesi hastanesi çocuk ve ergen ruh sağlığı ve hastalıkları anabilim dalı, Giriş: Sosyal hizmet, toplumda yaşayan bireylerin yaşadığı toplumla bütünleşmesini, müracaatçı sistemlerin sorunlarıyla baş edebilme becerisi geliştirmelerini ve iyilik halini hedefleyen bir meslektir. Aile üyeleri, sorumlulukları ve görevleri paralelinde aile kimliği ve işlevselliği açısından aile sistemine gerekli katkıyı yaparlar. Öte yandan aileler biricik, eşsiz kimlik taşırlar. Her bir aile bireyi, büyük aile sisteminin bir alt sistemidir. Bu nedenle, üyelerini etkileyen her şey aynı zamanda tüm aileyi ve diğer aile üyelerini de etkiler. Amaç: Bu çalışmada Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı yataklı tedavi biriminde yatarak tedavi gören çocuk ve ergen hastaların annelerine Aile Değerlendirme Ölçeği uygulanarak aile işlevselliklerinin değerlendirilmesi amaçlanmıştır. Gereç ve Yöntem: Bu çalışma, Ekim/2014 - Nisan/2015 ayları arasında Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı yataklı tedavi biriminde yatarak tedavi gören çocuk ve ergen hastaların ailesel özellikleri ve sosyo-demografik özellikleri sosyal hizmet uzmanının yaptığı görüşme ve doldurduğu “Aile Görüşme Formu” ile elde edilmiştir. Bu çalışma, refakatçi konumundaki annelere “Aile Değerlendirme Ölçeği” uygulanarak annelerin kendi aile işlevlerine yönelik algılamalarını inceleyen betimsel bir çalışmadır. Bulgular: Ekim/2014 - Nisan/2015 tarihleri arasında yatarak tedavi gören 48 olgunun annelerinin doldurduğu Aile Değerlendirme Ölçeklerinden 21 tanesi analize uygun bulunmuştur. 21 hastanın 13 tanesi (%61.9) erkek, 8 tanesi (%38.1) kız cinsiyetlidir. Hastaların annelerinin yaş aralığı 28-55 yaş arasında değişmekte ve yaş ortalaması 40 tır. Annelerin eğitim düzeylerine bakıldığında 1 tanesi (%4.8) okur-yazar, 7 tanesi (%33.3) ilkokul, 5 tanesi (%23.8) orta okul, 5 tanesi (%23.8) lise ve 3 tanesi (%14.3) lisans mezunudur. Annelerin psikopatoloji durumuna bakıldığında ise 10 tanesi (%47.6) şu anda psikiyatrik tedavisinin devam ettiğini veya daha önce psikiyatrik destek aldığını ifade ederken, 11 tanesi de (%52.4) daha önce hiç psikiyatrik destek almadığını ifade etmiştir. 21 annenin 8 tanesi (%38.1) 195 26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 13-16 Nisan 2016/İZMİR çalışmakta, 12 tanesi (%57.1) çalışmamakta ve 1 tanesi de (%4.8) emeklidir. Annelerin ekonomik durum algısına bakıldığında 5 tanesi (%23.8) ailesinin ekonomik durumunu “kötü” olarak tanımlamış, 12 tanesi (%57.1) “orta” olarak tanımlamış ve 4 tanesi de (%19) “iyi” olarak tanımlamıştır. Aile değerlendirme ölçeğinin; problem çözme, roller, iletişim, gereken ilgiyi gösterme, duygusal tepkiyi verebilme ve davranış kontrolü alt ölçeklerini de kapsayan “genel işlevler” alt ölçeğine göre 21 annenin 14 tanesi (%66.7) aile işlevselliğini “sağlıksız” olarak algılarken, 7 tanesi (%33.3) aile işlevselliğini sağlıklı olarak algılamaktadır. Sonuç ve Tartışma: Çalışmada incelenen 21 olgunun büyük kısmında (%66.7) aile işlevselliğinin bozuk olarak algılandığı ortaya çıkmıştır. Çeşitli sosyo-kültürel etmenlerin yanı sıra psikiyatrik sıkıntılar da bütün aile sistemini etkilemekte ve aile işlevselliğinde bozulma oluşmasına sebebiyet vermektedir. Bazı durumlarda ise tam tersi şekilde aile işlevselliğinde oluşan bozulmalar aile üyelerinin psiko-sosyal gelişimlerini olumsuz etkilemektedir. Bu doğrultuda aile işlevselliğinin sağlıklı olması hem bireysel açıdan hem de toplumsal açıdan önem taşımaktadır. P97/Tek Yumurta İkizlerde Restriktif Tip Anoreksiya Nervoza- Olgu Sunumu Joanna Maria KIYAK1 ,Muharrem Burak BAYTUNCA1 ,Tezan BİLDİK1 ,Hatice Serpil ERERMİŞ1 ,Nazlı Burcu ÖZBARAN1,Sezen KÖSE1 , 1 Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk hastanesi, Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı Ve Hastalıkları, Bornova/İzmir, Giriş: Anoreksiya nevroza (AN), beden algı bozukluğu sonucu kalori kısıtlaması ve kilo kaybına bağlı komplikasyonların geliştiği, süreğen gidişli, özellikle kızlarda görülen yeme bozukluğudur. AN’nın oluşumunda birçok farklı etmenin rol oynadığı iyi bilinmektedir. Yeme bozukluğu olan ikizler ile yapılan çalışmalara göre genetik etkenlerin AN etiyolojisinde, çevresel etkenlerden daha önemlidir. Bu sunumda tek yumurta ikizlerde AN’nın ortaya çıkışı, gidişatı ve tedavide etkili olan faktörlerin incelenmesi amaçlanmıştır. Olgu Sunumu: 1. olgu: A.Ö. 16 yaşında 9. sınıf öğrencisi kız olgu; aşırı diyet yapma, hızlı kilo kaybı ve depresif şikayetler ile 8 ay önce ergen birimine başvurmuştur. 10 ay önce kilosu hakkında babasının tepkileri ve ikiziyle rekabet sorunları nedeniyle az yemeye başlamış ve hızla kilo kaybetmiştir (Beden kitle indeksi [BKİ]=13,01). 2. olgu: Ö.Ö. 16 yaşında 9. sınıf öğrencisi kız olgu; bir ay önce kendisinin ve ikizinin ne yediğini takip etmeye başlama, yüksek kalorili gıdalardan kaçınma ve hızlı kilo kaybı (BKİ)=15,66). yakınmaları nedeniyle 6 ay önce ergen biriminde değerlendirilmiştir. Ancak hasta daha sonra tedaviye gelmeyi reddetmiştir. Aile öyküsünde yoğun evlilik problemleri, annede majör depresyon ve borderline kişilik bozukluğu; babada paranoid şizofreni olduğu öğrenildi. Ayrıca annenin ailesinde anksiyete bozukluğu ve tamamlanmış özkıyım öyküsü mevcuttur. Ailenin tek yumurta ikizleri dışında alt yaşında kız çocuğu vardır. Tartışma: Yeme bozuklukların etiyolojisinde biyolojik, psikolojik, ailesel, sosyokültürel birçok etken bulunmaktadır. Her iki olguda butün bu etkenlerin hastalığın ortaya çıkmasında etkili olmuştur. Özellikle olgularımızda ailenin kaotik ortamı, gelişimin erken dönemlerinde yaşanan önemli yoksunluklar ve ebeveynlerin psikopatolojileri her iki olguda AN’nın gelişiminde önemli yer tutmaktadır. P98/Üç Yaşında Çocukta ‘Trikotillomani: Bir Olgu Sunumu Uzm.Dr. Murat KAÇAR1 ,Prof. Dr. Çiçek Hocaoğlu2 , 1 Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi Eğitim ve Araştırma Hastanesi Çocuk ve Ergen Psikiyatrisi Kliniği, Rize, 2Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi Tıp Fakültesi, Psikiyatri Anabilim Dalı, Rize. , Amaç: Trikotillomani, tekrarlayan kronik saç yolmalarla karakterize, benlik saygısında düşüklük, toplumsal ilişkilerde belirgin kısıtlılık ve işlevsel bozulma ile seyreden süreğen, DSM 5’de obsesif 196 26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 13-16 Nisan 2016/İZMİR kompulsif spektrum bozuklukları altında sınıflandırılan bir bozukluktur (1-3). Çok eski yıllardan beri bilinmesine rağmen, bugün hala epidemiyolojisi, etiyolojisi, tedavi yaklaşımları tam olarak açık değildir. Olgu: Bu çalışmada ise yakınmaları 23 aylıkken başlayan, saç koparma ve kopardığı saçları yutma davranışı olan 3 yaşındaki çocuk sunulmuştur. Olgu annesi tarafından polikliniğimize getirildi. Öyküde 23 aylıkken saç koparma davranışlarının başladığı bu yakınmalara kopardığı saçları yeme davranışının da eklendiği, hırçınlık ve sinirlilik yakınmalarının da giderek arttığı öğrenildi. Olgunun 1 yaşında bir kardeşinin olduğu da öğrenilmiştir. Şikayetlerin başlama zamanı da kardeşin doğumundan bir süre önce olmuştur. Psikiyatrik muayenede olgunun çekingen bir yapıda olduğu ve konuşmaya istekli olmadığı gözlenmiştir. Özgeçmişinde belirgin bir özellik geçirilmiş hastalık öyküsü yoktu. Ailede herhangi bir ruhsal hastalık öyküsü saptanmadı. Olgu çocuk hastalıkları ve çocuk cerrahisine konsulte edildi. Saç yutmalara bağlı oluşabilecek gastrointestinal tıkanmalar açısından çocuk cerrahisi takip etmektedir. Olgu çok erken başlangıçlı trikotillomani olarak değerlendirilmiştir. Kliniğimizde ayda bir olacak şekilde takip ve tedavisi yapılmaktadır. Takipte olgu ile resim ve oyun üzerinden çalışılmaktadır. Aile görüşmeleri de devam etmektedir. Sonuç: Başlangıcı çok erken yaşta görülen trikotillomaninin nadir olması, olguyu ilginç kılan bir özelliktir. Trikotillomaninin başlangıç yaşı genellikle çocukluk ya da ergenlikte olmaktadır (3-5). Tipik olarak kritik gelişimsel dönemler içinde yer alan çocukluk ve erken ergenlik sürecinde başlayan bozukluk sıkıntılı, istenmeyen durumları takiben yeniden ortaya çıkabilir. Trikotillomani her yaşta ortaya çıkabilmekle birlikte başlangıç yaşı ortalama 12-13 yaş civarındadır. Genellikle 20 yaşından önce başlar, daha sonraki yıllarda nadir olarak başlamakta ve en çok 11-15 yaşları arasında görülmektedir (3,6). Erken çocukluk döneminde başlayan tipi için ortalama başlangıç yaşı 18 aydır ve yaygınlığı konusunda bilgi yeterli değildir (7). Erken başlangıçlı olan tipinde kız-erkek oranının eşit olduğu, daha iyi bir klinik seyir ile tedaviye iyi yanıt verdiği belirtilmektedir (7). Ancak, erken başlangıçlı olgu bildirimi sınırlıdır. Literatürde şaç koparma yakınmaları 8 aylık iken başlayan bir olgu bildirilmiştir (8). Onüç yaşından sonra başlayan geç başlangıçlı trikotillomani kızlarda daha fazla görülmekte ve kronikleşme eğilimi gösterdiği, eştanılı durumlar ve tedavi direnci olduğu rapor edilmiştir (9). Olgu sunumumuzda bu tür hastalarda tanı ve tedavi ilkeleri literatür ışığında tartışılmıştır. Anahtar kelimeler: Trikotillomani, çok erken başlangıç, tedavi Kaynaklar: 1. Hocaoğlu Ç. Trikotillomani. Türkiye Klinikleri Psikiyatri Özel Dergisi-Turkiye Klinikleri J Psychiatry-Special Topics 2009;2(1):57- 65. 2. Çocuk ve Ergen Psikiyatrisi Temel Kitabı, Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı Derneği Yayınları 3 3. American Psychiatric Association. Diagnostic and Statistical Manual of Mental Disorders. 5th ed. Arlington, VA: American Psychiatric Association; 2013. 4. Christenson GA, Mackenzie TB, Mitchell JE. Characteristics of 60 adult chronic hair pullers. Am JPsychiatry 1991;148(3):365-370. 5. Stanley MA, Breckenridge JK, Swann AC et al. Fluvoxamine treatment of trichotillomania. J Clin Psycopharmacol 1997;17:278-283. 6. Keuthen NJ, O'Sullivan RL, Hayday CF et al. The relationship of menstrual cycle and pregnancy to compulsive hair pulling. Psychother Psychosom 1997;66(1):33-37. 7. Stanley MA, Swann AC, Bowers TC et al. A comparison of clinical features in trichotillomania and obsessive-compulsive disorder. Behav Res Ther 1992;30(1):39-44. 8. Wright HH, Holmes GR. Trichotillomania (hair pulling) in toddlers. Psychol Rep 2003; 92(1):228-30. 9. Durukan İ, Cöngüloğlu MA, Türkbay T. Two trichotillomania cases and treatment with fluoxetine. Anatol J Clin Investig 2011;5(1):48-51 9. Walsh KH, McDougle CJ. Trichotillomania: presentation, etiology, diagnosis andtherapy. Am J Clin Dermatol 2001; 2(1): 327–333. 197 26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 13-16 Nisan 2016/İZMİR P99/Akneli Ergenlerde Sosyal Fobi ve Benlik Saygısı Düzeylerinin İncelenmesi İjlal ERTURAN1 ,Evrim AKTEPE2 , 1 Süleyman Demirel Üniversitesi Tıp Fakültesi Dermatoloji AD, Isparta, 2Süleyman Demirel Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk-Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları AD, Isparta, Giriş: Akne vulgaris, ergenlerde sık görülen dermatolojik hastalıklardan biridir. Bu hastalarda pek çok psikiyatrik morbidite rapor edilmiştir. Aknenin, çeşitli psikiyatrik belirtilere yol açtığı bilinmekle birlikte ergenlerde bu hastalığın yol açabileceği sosyal fobi ve benlik saygısı üzerindeki etkileri yeterince araştırılmamıştır. Bu çalışmanın amacı ergenlik döneminde sık görülen ve fiziksel görünümü etkileyen bir hastalık olan aknenin ergenlerde sosyal fobi ve benlik saygısı üzerine etkilerini araştırmaktır. Yöntem: Çalışmaya akneli 152 akneli ergen ve 155 kontrol dahil edildi. Akne şiddeti global akne derecelendirme sistemi (GADS) ile tayin edildi. Akneli ergenler ve kontrol grubunda yaşam kalitesi akne yaşam kalite ölçeği (AYKÖ) ile, sosyal fobi düzeyi ÇAPA çocuk ve ergenler için sosyal fobi ölçeği (ÇEÇSFÖ) ile ve benlik saygısı Rosenberg benlik saygısı ölçeği (RBSÖ) ile değerlendirildi. Bulgular: Hasta grubunda 95 kız (%62.5), 57 (%37.5) erkek akne vulgarisli ergen, kontrol grubunda ise 103 (%66.5) kız ve 52 (%33.5) erkek mevcut olup her iki grup arasında cinsiyet, yaş ve eğitim düzeyi açısından anlamlı farklılık yoktu. Akneli ergenlerin benlik saygısı ile akne yaşam kalitesi kontrollere göre anlamlı şekilde daha düşüktü (sırasıyla; p<0.05, p<0.001). Akneli ergenlerin sosyal fobi puanları ile kontroller arasında anlamlı farklılık yoktu (p>0.05). Akneli ergenlerde korelasyon analizinde; sosyal fobi ölçek puanı ile akne yaşam kalite puanı arasında pozitif yönde anlamlı korelasyon mevcut olup sosyal fobi puanı arttıkça akne yaşam kalite puanı da artıyordu (p<0.001). Benlik saygısı puanı ile sosyal fobi puanı arasında pozitif yönde anlamlı korelasyon mevcut olup sosyal fobi puanı arttıkça benlik saygısı puanı da artıyordu ( p<0.001). Tartışma: Sonuçlarımız akneli ergenlerin yaşam kalitelerinin ve benlik saygılarının anlamlı şekilde düştüğünü ve akne ile ilgili yaşam kalitesi düşüp, benlik saygısı azaldıkça sosyal fobi düzeylerinin arttığını göstermektedir. Çalışmamız akne vulgarisli ergenlerde sosyal fobi, yaşam kalitesi ve benlik saygısı arasındaki ilişkiyi irdelemesi açısından önem taşımaktadır. P100/Anoreksiya Nervosa Olgusunun Fluoksetin İle Kısa Sürede Tedavisi Halenur TEKE1 ,Serkan GÜNEŞ1 ,Veli YILDIRIM1 ,Özalp EKİNCİ1 ,Fevziye TOROS1 , 1 Mersin Üniversitesi Tıp Fakültesi, Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları, Giriş Anoreksiya nervosa (AN), yaş ve boy uzunluğu için olağan sayılan vücut ağırlığına sahip olmayı kabul etmeme, kilo almaktan aşırı korkma, beden imgesinde bozukluk ve kızlarda menstrüasyonun kesilmesi gibi semptomları içeren bir yeme bozukluğudur. Yaygınlığı %0.05-1 arasında olmakla birlikte; ölüm riski %4-20 arasında değişmektedir (1,2). Bu yazıda, anoreksiya nervosa-blumik tip tanısı konan bir ergen olgunun fluoksetin ile kısa sürede düzelmesinden bahsedilecektir. Olgu On yedi yaşında kız olgu yemek yememe, aşırı kilo kaybı ve mutsuzluk şikayetleri ile annesi eşliğinde polikliniğimize başvurdu. Olgunun yaklaşık dört aydır kilo almaktan çok korktuğu, kendini şişman hissettiği, neredeyse hiç yemek yemediği, bu süre içerisinde 5-6 kez yeme atağına girdiği ve arkasından kendini kusturduğu, kilo vermek için aşırı egzersiz yaptığı ve dört ay içinde 20 kilo kaybettiği öğrenildi. Bu durumun, yaz tatilinde arkadaşlarının kendisine: “Duba gibisin, çok irisin!” diyerek alay etmelerinin ardından başladığı söylendi. Son zamanlarda kendini sürekli halsiz ve keyifsiz hissettiği, okul başarısının düştüğü, adet düzensizliği ve saçlarında dökülme olduğu belirtildi. Olgunun özgeçmişinde ve 198 26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 13-16 Nisan 2016/İZMİR soygeçmişinde özellik yoktu; yapılan ruhsal muayenede; duygulanımı depresif ve anksiyözdü. Düşünce içeriğinde kilo alma ve şişmanlamaya ilişkin korkular vardı. Olgunun algı, bellek ve yönelim kusuru yoktu; dikkat ve çağrışımları normaldi. Olguda anoreksiya nervosa-blumik tip ve depresyon ön tanıları düşünüldü, fluoksetin 20 mg başlandı; olgu 2-3 haftalık kontrollerle izlendi. Olgu, eşlik edebilecek tıbbi komplikasyonlar açısından çocuk hastalıkları kliniğine yönlendirildi. Olgunun iki ay sonraki kontrolünde belirgin kilo aldığı, şişmanlık ile ilgili düşüncelerinde ve kilo alma korkularında azalma olduğu, adetlerinin düzene girdiği, saç dökülmelerinin azaldığı ve duygudurumunun düzeldiği görüldü. Tartışma AN, özellikle ergenlik çağındaki kızlarda görülen bir yeme bozukluğudur. Ölüm riski dışında hastalarda; kalp rahatsızlıkları, hipotansiyon, böbrek anormallikleri, anemi, ülser ve pankreatit gibi rahatsızlıklar da görülmektedir (3). Hastalığın başlangıcı sıklıkla stresli bir olay ile birliktedir. Bu olgu sunumunda da hastanın belirtileri, arkadaşları tarafından iri yapılı olduğu için alay edilmesi ile başlamıştır. AN ile birlikte, olgumuzda olduğu gibi, depresif belirtiler sık görülmektedir. Bunda hem yeme düzeninin ayarlanmasında hem de mizacın düzenlenmesinde rolü olan serotonerjik sistemin rolü olduğu, dolayısı ile ortak biyolojik etyolojinin var olabileceği ileri sürülmektedir (4). Depresyon dışında obsesif kompulsif bozukluk, anksiyete bozukluğu, kişilik bozukluğu ve madde bağımlılığı AN ile birlikte sık görülen ruhsal bozukluklar arasındadır (5). AN’de en çok kullanılan ilaç tedavileri arasında selektif serotonin reuptake inhibitörleri (SSRI), trisiklik antidepresanlar ve antipsikotikler yer almaktadır. Çocuk ve ergenlerde AN tedavisinde SSRI’lar içinde en sık kullanılan fluoksetindir. Ancak, AN’nin esas tedavisi psikoterapi olarak görülmektedir. İlaç tedavilerinin genellikle psikoterapi ile birlikte uygulandığında faydalı olduğu belirtilmektedir. Sunulan olguda ise fluoksetin tedavisi ile belirgin düzelme olduğu gözlenmiştir. Bu nedenle, ergen AN’li olgularda farmakoterapi açısından fluoksetin ilk tercih edilecek ajanlardan biri olabilir. P101/Multiple Skleroz Tanılı Ergen Hastada Gelişen Anoreksiya Nervosa: Bir Olgu Sunumu Neriman KESİM1 ,Mahmut MÜJDECİ1 ,Murat YÜCE1, 1 Ondokuz Mayıs Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Samsun Giriş: Multipl skleroz (MS), sıklıkla genç erişkin yaşlarda başlayan, kadınlarda daha sık olan, tekrarlayan nörolojik fonksiyon bozuklukları görülen, otoimmün özellikte inflamatuvar demyelinizan ve/veya nörodejeneratif bir hastalıktır. Hastaların %2-5' inde belirtiler 16 yaşından önce başlar. Çocukluk çağında tanınma oranı gittikçe artmaktadır. MS olgularında çeşitli psikiyatrik bozukluklar görülebilmekle birlikte yeme bozukluğu komorbiditesinde literatür sınırlıdır. Bu olgu sunumunda bir MS olgusunda nadir görülen Anoreksiya Nervosa (AN) komorbiditesi tartışılacaktır. Olgu: 18 yaşında 12. sınıf öğrencisi kız hasta besin alımını kısıtlama, yemek yedikten sonra spor yapma, kilo verme, 30 kiloya düşme takıntısı sebepleriyle ailesi tarafından polikliniğimize getirildi. Hastamızın 30 kilo olma isteğinden yaklaşık bir yıl önce ablasına bahsettiği ancak o dönemlerde diyet yapmadığı ve kilo vermediği anlaşıldı. Hastamız polikliniğimize başvurmadan altı ay önce MS tanısı almış ve prednizolon tedavisi başlanmış. Hastamıza bu ilacın kilo alımına sebep olabileceği söylenmiş ve fazla tuzlu besinler tüketmemesi önerilmiş. Hasta sonrasında diyetini kısıtlamaya başlamış ve 6 ayda 12 kilo vermiş. Bu süreçte diğer insanlardan farklı olması gerektiğini düşündüğü, kendisinin çalışkan olmadığı için bunu sadece zayıf olarak başarabileceği şeklinde düşüncelerinin olduğu, sürekli tartıldığı, daha zayıf olmak istediği, kilo almaktan korktuğu, akşam 16.00'dan sonra beslenmediği öğrenildi. Anoreksiya 199 26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 13-16 Nisan 2016/İZMİR nervosa tanısı konulan ve vücut kitle indeksi (VKİ) 14,5 kg/m2 olan hastanın rutin tetkikleri (EKG, kan eletrolit düzeyleri, açlık kan şekeri vb.) yapıldı. Hastanın besin alımının kısıtlı olması, AN ağırlığının aşırı düzeyde olması (VKİ <15 kg/m2), ayaktan sık kontrole gelme imkanlarının olmaması nedeniyle yatarak tedavi plandı. Ancak hasta ve ailenin yatarak tedavi olmayı kabul etmemesi üzerine hastamız ayaktan poliklinik takibine alındı. Hastaya fluoksetin 10 mg/gün ve olanzapin 2,5 mg/gün tedavileri başlandı. Tartışma: MS'e çeşitli psikiyatrik bozukluklar eşlik edebilmektedir. Komorbidite çalışmalarında en sık depresif bozukluk üzerinde durulmuştur. MS hastalarında yeme tutumu ve yeme bozuklukları konusunda literatür kısıtlı olmakla birlikte bu hastalarda bozuk yeme tutumu bildiren çalışmalar mevcuttur. MS hastalarında kognitif bozuklukların hastalığın erken evrelerinden itibaren görülebileceği bildirilmektedir. Bizim olgumuzda da MS tanısı almadan önce zayıf olma arzusu bilinen hastanın atak sonrası AN tanısı alması MS hastalığıyla gelişen kognitif bozuklukları düşündürmektedir. MS'de esansiyel yağ asitlerinin alımının prognoza etki edebileceğine dair literatür bilgileri mevcuttur. Esansiyel yağ asitleri beyin dokusu ve miyelin kılıfın önemli bir parçasıdır, vücutta üretilmez ve beslenme yoluyla vücuda alınır. Bu bilgiler, bizim vakamızda tanısı konulan AN’ın besin alımı kısıtlaması ile hastanın MS progresyonun olumsuz etkileyebileceğini düşündürmektedir. Bu açılardan bakıldığında MS hastalarında pskiyatrik muayenede yeme bozukluklarının akılda tutulması gerekmektedir. P102/Risperidon Kullanımına Bağlı Gelişen Strabismus-Olgu Sunumu Hasan DURAK1 ,Tuğba YÜKSEL1 ,Şeref ŞİMŞEK1 ,Ayşegül KIZILTOPRAK1 ,Esra SİZER1 , 1 Dicle Üniversitesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı , GİRİŞ: Atipik antipsikotik bir ilaç olan risperidon; akut ve kronik şizofreni, hiperaktivite, saldırganlık, bipolar bozukluklara bağlı mani gibi birçok psikiyatrik hastalıkların tedavisinde sık kullanılır ve benzisoksazol derivesidir. Aktif metaboliti 9-hidroksirisperidondur ve günlük tedavi dozu 2-16 mg’dır. Serotoninin 5HT2, dopaminin D2 ve alfa 1 reseptörlerine bağlanarak antogonist özellik gösterir(1). Risperdal kullanımına bağlı baş ağrısı, uyku bozuklukları, kilo alma, nefes darlığı, hipertansiyon, alerjik reaksiyonlar gibi birçok yan etki görülebilmekle beraber strabismus oldukça nadir görülen yan etkilerden biridir. Yazımızda 6 yaşında sinirlilik, aşırı hareketlilik şikayetleri ile polikliniğimize başvuran ve risperidon tedavisi sonrasında gelişen mental retardasyon hastasında strabismus olgusu tartışılacaktır. OLGU: Altı yaşında, aşırı hareketlilik, dikkat dağınıklığı, sinirlilik ve agresiflik şikayetleriyle polikliniğimize başvuran bir erkek olgunun ailesinden alınan anamnezde şikayetlerin 2 yıl önce başladığı, okulda yaşıtlarını dövdüğü, grup etkinliklerine katılmada problem yaşadığı, 3 yıldır özel eğitim merkezine gittiği öğrenildi. Özgeçmişinde 8 aylık doğan, konuşması 3 yaşında, yürümesi 3,5 yaşında başlayan, inmemiş testis nedeniyle opere edilen hastanın yapılan ruhsal durum muayenesinde bilinci açık, koopere ve oryanteydi. Fiziksel olarak burun kökü basıklığı ve sendromik yüz yapısı dikkat çekiyordu. Hastanın konuşma miktarı fazlaydı ve görüşme sırasında anlamsız gülmeleri oluyordu. Sürekli hareket halinde olan hastaya daha önce yapılan kraniyal manyetik rezonans görüntülemede tüm ventriküler sistem geniş, korpus kallozum ince saptanmıştı. Transtorasik ekokardiyografide ventriküler septal defekt, üriner usg’de ise hiperaktif mesane bulunmaktaydı. Hastaya yapılan genetik analiz sonuçları negatifti. Hastada dikkat eksikliği ve hiperaktivite bozukluğu, davranış bozukluğu ve metal retardasyon ön tanılarıyla risperidon 0.25 mg/gün başlandı. Tedavinin ilk birkaç günü içerisinde sol gözde strabismus gelişen ve göz kliniği tarafından değerlendirilen hastanın risperidon tedavisi kesildi. 2 hafta sonra kontrole gelen hastanın şikayeti belirgin ölçüde gerilemişti. Hastanın takipleri polikliniğimizde devam etmektedir. TARTIŞMA Olgumuz, mental retardasyon ve dikkat eksikliği ve hiperaktivite bozukluğu tanıları olan ve kendisine ve 200 26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 13-16 Nisan 2016/İZMİR çevresine zarar vermesi nedeniyle risperidon tedavisi başlanan ve tedavi neticesinde strabismus gelişen 6 yaşında bir erkek olgudur. Strabismus(şaşılık) bir veya birden fazla göz kasının yeterli çalışmaması sonucu gözlerin olması gereken pozisyondan farklı bir pozisyonda bulunmasıdır. Strabismusda gözler farklı bir yöne doğru bakar, bu durum çocuklarda erişkinlerden daha sık görülür ve genel popülasyonda görülme oranı %3-4’tür. Strabismus; genetik, travma, katarakt, cerrahi operasyon ve ilaçlara bağlı oluşabilmektedir. Risperidon tedavisi sonrasında strabismus görülme sıklığı çok nadir olmakla beraber görülmektedir. Olgumuz çok küçük yaşlarda ilaca bağlı strabismus gelişmesi ve tedavi kesildikten sonra strabismusun gerilemesi açısından önemlidir. P103/Koklear İmplantasyon Uygulanan İşitme Engelli Çocukların Annelerinin İmplantasyon Öncesi Ve Sonrası Dönemlerde Yaşam Kalitelerinin Değerlendirilmesi: Bir Ön Çalışma Merve ERGÜVEN1 ,Duygu KARAGÖZ2 ,Merve DURGUT3 ,Nursu Çakın MEMİK4 ,Özlem Yıldız GÜNDOĞDU5 , 1 Kocaeli Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi, Morfoloji Binası, Çocuk ve Ergen Psikiyatrisi Bölümü, 2Kocaeli Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi, Morfoloji Binası, Çocuk ve Ergen Psikiyatrisi Bölümü, 3Kocaeli Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi, Kulak Burun Boğaz Bölümü, Odyoloji Birimi, 4Kocaeli Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi, Morfoloji Binası, Çocuk ve Ergen Psikiyatrisi Bölümü, 5Kocaeli Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi, Morfoloji Binası, Çocuk ve Ergen Psikiyatrisi Bölümü, Amaç: Son yıllarda işitme kaybına yönelik tedavi seçenekleri arasında koklear implantasyon önemli bir yer tutmaktadır. Koklear implant; bilateral çok ileri derecede sensörinöral işitme kaybı olan, işitme cihazından fayda görmeyen hastalara uygulanmak üzere geliştirilmiş bir cihazdır. İşitme engelli çocuğa sahip olmanın daha çok enerji, para ve zaman gerektirdiği için ebeveynler açısından süreğen bir stres kaynağı olduğu bilinmektedir. Bu çalışmanın amacı; koklear implantlı çocuğu olan ebeveynlerin sosyodemografik özelliklerinin incelenmesi ve annelerin koklear implantasyon öncesi ve sonrası dönemlerde yaşam kalitelerinin değerlendirilmesidir. Gereç ve Yöntem: İleri derecede sensorinöral işitme kaybı olup işitme cihazından fayda görmeyen ve koklear implantasyon endikasyonu olan 11 hasta çalışmaya alınmıştır. Çalışmaya alınan hastaların ailelerine sosyodemografik bilgi formu ile operasyon öncesi ve operasyon sonrası 6., 12. aylarda Dünya Sağlık Örgütü Yaşam Kalitesi Ölçeği-Kısa Formu, (World Health Organization’s Quality Of Life Short Version, WHOQOL-BREF-TR ) ölçeği uygulanmıştır. Sonuç: İstatistiksel olarak sosyodemografik veriler değerlendirildiğinde hastaların %81.8’ inin kız olduğu ,tüm hastaların özel eğitim ve konuşma terapisi aldığı, annelerin %45.5’ inin ve babaların % 54.5’ inin ilkokul mezunu olduğu saptanmıştır. Ailelerin %36.4’ ünde akraba evliliği olduğu ve %81.8’ inin ailesinde işitme engeli olmadığı saptandı. Hastaların yürüme zamanı ortalama 13.7 ay, ilk kelimelerini söyleme zamanı ortalama 22.2 ay, ilk cümle kurma zamanı 84 ay olarak saptanmıştır. Doğum sonrası sorun (sarılık/ morarma/ nefes almama/ kuvöz bakımı) olguların % 45.5’ inde tariflenmiştir. Koklear implantasyon operasyonu öncesi ve 6 ay sonrası karşılaştırıldığında yaşam kalitesinin bedensel, sosyal ve çevresel alanlarında anlamlı bir fark saptanmamıştır. Ancak yaşam kalitelerinin ruhsal alanları karşılaştırıldığında operasyon sonrası 6. ayda anlamlı bir artış saptanmıştır. Tartışma: Yaptığımız araştırma ile koklear implant uygulanan çocukların ebeveynlerinde yaşam kalitesini değerlendiren bir çalışma bulunmamıştır. İmplant sonrası çocuğun dil gelişiminin ilerlemesi ile ebeveynlerin stresinin azalmasına bağlı olarak operasyon sonrası ebeveynlerin ruhsal alanda yaşam kalitelerinde artışın olabileceği düşünülmüştür. 201 26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 13-16 Nisan 2016/İZMİR P104/Dikkat Eksikliği ve Hiperaktivite Bozukluğu'nda Modifiye Kapsül Salınımlı Uzun Etkili Metilfenidatın Etkinlik ve Yan Etki Profili Açısından Diğer Tedaviler ile Karşılaştırılması N. Burcu ÖZBARAN1 ,Hakan KAYIŞ1,Ayşegül SATAR1 ,Sezen KÖSE 1 ,Uğur TEKİN1 , 1 Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk ve Ergen Psikiyatrisi Ana Bilim Dalı, Bornova, İzmir Giriş: Dikkat Eksikliği ve Hiperaktivite Bozukluğu (DEHB) tedavisine dair kılavuzlar incelendiğinde, tüm kılavuzlarda psikostimulanlar birinci tedavi seçeneğidir. Türkiye’ de şu anda DEHB tedavisinde çeşitli kısa ve uzun etkili metilfenidat (MPH) preperatları ve atomoksetin kullanılmaktadır. Uzun etkili MPH formulasyonları, kullanılan modifiye salınım teknolojisine, modifiye ve hızlı salınım (MS/HS) oranına ve etki süresine göre farklılık göstermektedir. Osmotik salınımlı oral sistem (OROS) teknolojisiyle üretilen uzun etkili MPH preperatı 10-12 saat etki göstermektedir ve HS/MS oranı 22/78 'dir. Yakın zamanda modifiye salınım kapsül (MSK) teknolojisiyle üretilen yeni bir uzun etkili eşit oranda HS ve MS MPH (HS/MS : 50/50) içeren MPH preperatı Türkiye’de kullanılmaya başlanmıştır. Günde bir kez kullanılan bu uzun salınımlı formulasyon, HS-MPH preperatının günde iki kez alımına eşdeğer terapötik etkide olup, 8 saat etki süresine sahiptir. Çocuk ve ergen DEHB tanılı hasta grubunda 2011 yılında Döphner ve arkadaşlarının yayımladığı OROS teknolojisi kullanılarak elde edilen MPH (OROS-MPH) ile MSK teknolojisiyle üretilen MPH (MSK-MPH) etkinliğinin karşılaştırıldığı randomize, kontrollü çift kör, çok merkezli klinik bir çalışmada; OROS-MPH’dan daha yüksek HS komponenti içeren MSK-MPH (eşit günlük dozda) etkinlik açısından OROS-MPH’dan daha üztün bulunmuştur. Eşit HS salınımlı dozlarda verildiğinde ise (daha yüksek OROS-MPH günlük dozunda) MSK-MPH’ın OROS-MPH’dan ekinlik açısından daha kötü olmadığı saptanmıştır. Amaç: Bu naturalistik çalışmada kısa etkili MPH, OROS-MPH, atomoksetin tedavisinin; yetersiz cevap, cevapsızlık, tedaviye düşük uyum, yan etki gibi sebeplerle sonlandırıldığı ve bu sebeplerle MSK-MPH tedavisine geçilen DEHB olgularında bu tedaviye geçiş sebepleri, tedaviden faydalanım ve yan etki profillerinin incelenmesi amaçlanmıştır. Yöntem: Çalışmada çocuk psikiyatrisi polikliniğinde DSM-5 tanı kriterleri temel alınarak DEHB tanısı konan ve izlemde kısa etkili MPH, OROS-MPH, atomoksetin veya bu ilaçların çeşitli kombinasyonları ile tedavi gören 163 çocuk ve ergen hasta değerlendirilmiştir. Değerlendirilen hastalar içinden yetersiz cevap, cevapsızlık, tedaviye düşük uyum, yan etki gibi sebeplerle önceki DEHB ilaç tedavisi kesilen 1218 yaş arası (yaş ortalaması: 14.6) 14 hastada MSK-MPH tedavisine geçilmiş ve bu tedavi altında her bir olgu 3 ay izlenmiştir. Bu 14 hasta, MSK-MPH öncesinde (diğer tedavilerden biri ile tedavi altında iken) ve MSK-MPH tedavisi ile 3 ay takip sonrası Klinik Global İzlem Ölçeği (CGIS-S-I) ve Barkley Stimülan Yan Etkileri Değerlendirme Ölçeği (BSSERS) ile değerlendirilerek; DEHB' ye yönelik önceki ilaç tedavileri ile MSK-MPH etki ve yan etki bakımından karşılaştırılmıştır. Sonuç: Çalışma örneklemi DEHB tanılı 163 çocuk ve ergen hasta olup: K/E oranı 2.9 (42 kız; 121 erkek) idi. MSK-MPH öncesi tedavilerde kullanılan ortalama OROS-MPH dozu 36,6 mg/gün; kısa etkili MPH dozu 27,8 mg/gün; atomoksetin dozu 43,2mg/gün idi. İzlemde geçilen MSK-MPH dozu ise 34,3mg/gün idi. MSK-MPH tedavisi öncesi CGIS-S skoru ortalaması 3.14 ve CGIS-I skoru ortalaması 2.57 olup; MSK-MPH ile etkin dozda 3 ay tedavi sonrası CGIS-S skoru ortalaması 2.93 ve CGIS-I skoru ortalaması 2.64 olarak saptanmıştır. CGIS-S skorlarında MSK-MPH tedavisi ile azalma olmasına rağmen istatistiksel anlamı yoktu (p:0,405). CGIS-I skorlarında da MSK-MPH tedavisi ile artma olmasına rağmen istatistiksel anlamı yoktu (p:0,527). MSK-MPH tedavisi ile en sık görülen yan etkiler iştah kaybı %33.3 (n=3), durgunluk %33.3(n=3) irritabilite %11.1 (n=1), kilo kaybı %11.1 (n=1), baş dönmesi %11.1 (n=1) olarak bulunmuştur. Hastaların %50'sinde (n=7) kardiyak yan etkiler dahil herhangi bir yan etki görülmemiştir. TARTIŞMA: DEHB hastalarında kısa etkili MPH, OROS-MPH, atomoksetin veya bu ilaçların çeşitli kombinasyonları ile tedavileri sırasında yan etki veya kısıtlı faydalanım sık görülen bir durumdur. Elde edilen veriler ışığında bu olgularda tedaviye direnç ve/ve ya yan etkilerle başa çıkmada MSK-MPH 202 26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 13-16 Nisan 2016/İZMİR preperatının etkin ve güvenilir bir seçim olabileceği düşünülmektedir. İleride yapılacak daha geniş olgu içeren izlem çalışmalarının da literatüre katkısı olacaktır. P105/Dikkat Eksikliği ve Öğrenme Güçlüğü Bir Genotip Anomalisinin Belirtisi Olabilir Mi? Betül ERDOĞAN1 ,Selma Tural HESAPÇIOĞLU21 ,Mehmet Fatih CEYLAN1 , 1 Yıldırım Beyazıt Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları AD, Klinefelter Sendromu (KS) en sık karşılaşılan cinsiyet kromozomu anomalisidir, fazla bir X kromozomunun varlığı ve genellikle 47XXY genotipi ile karakterizedir. Yenidoğan erkek populasyonunda görülme sıklığı %0.1-0.2 olarak bildirilmiştir. Boy uzunluğu, jinekomasti, küçük ve sert testislerin varlığı, FSH yüksekliği ile karakterizedir. Prepubertal dönemde penoscrotal anormallikler nedeniyle yapılan karyotip analizi sonucu tespit edilebilir. Klinefelter Sendromu olan olgularda psikopatoloji ve bilişsel bozuklukların görülme riskinin arttığını bildiren araştırmalar vardır. Gelişimsel gecikmeler, dil bozuklukları, okuma güçlüğü ve çok sayıda davranışsal ve duygusal sorunlar sendromun davranışsal fenotipini oluşturur. Bu sunumda okuma yazmada güçlük, derslerde başarısızlık şikâyetleri ile Çocuk Ergen Psikiyatrisi polikliniğine getirilen Klinefelter Sendromu tanısı konmuş prepubertal bir olgunun nöropsikolojik ve psikiyatrik yönden incelenmesi amaçlanmıştır. Olgunun okuma hızının çok düşük olduğu, ritmik sayma yaparken zorlandığı, öğrendiğini çabuk unuttuğu, arkadaşları ile ilişkilerinde kavgacı, günlük yaşamında içine kapanık olduğu öğrenilmiştir. Olguya uygulanan WISC-R testinde sözel puanı: 104, performans puanı: 116, toplam puanı: 111 idi. Öğrenme güçlüğü bataryasında çizimlerinin yaş ve sınıf düzeyinin altında ve okuma hızının düşük olduğu, çarpım tablosu ve ay- gün sıralamalarını bilmediği saptandı. Öğrenme güçlüğü bulguları mevcuttu. Conners Öğretmen Dereceleme Ölçeği-Kısa Formu’ndan 37 toplam puan aldığı (DE/E: 11, HA: 8, Davranış sorunları: 8 puan) izlendi. Olguya dikkat eksikliği hiperaktivite bozukluğu (DEHB) ve özgül öğrenme güçlüğü (ÖÖG) tanıları konularak metilfenidat tedavisi başlandı, özel eğitim desteği önerildi. Diğer genetik sendromlara kıyasla KS’de bilişsel yetenekler nispeten normal izlenir. Ancak ayrıntılı değerlendirme ile sosyal, duygusal ve akademik işlevselliği etkileyen silik bilişsel ve davranışsal bozulmalar saptanabilir. Fiziksel belirtilerin yanında KS olgularında dikkatsizlik, öğrenme güçlükleri, bellek sorunları ve yönetici işlevlere ilişkin bozulmalar olabileceği göz önünde bulundurulursa uygun müdahaleler ile bu olguların yaşam kaliteleri ve günlük işlevsellikleri arttırılabilir. P106/Uzun Etkili Mph Tedavisi Alan Hastada Ortaya Çıkan Raynaud Fenomeni Dr. Esra Bozdemir ÜNER1 ,Dr. Ender ATABAY1 ,Prof. Dr. Ayşe Rodopman ARMAN1 , 1 MÜTF Çocuk Psikiyatri ABD, Raynaud Fenomeni, soğuk maruziyeti veya duyusal uyaranlar sonucunda, el ve ayak parmakları gibi ekstremitelerin arter ve arteriollerinin epizodik vazokonstrüksiyonu ile ortaya çıkan bir hastalıktır. Tipik bir atak, distal ekstremitenin soluklaşması, ardından siyanoze olması ve kızarması ile karakterizedir. Genellikle parestezi de klinik tabloya eşlik etmektedir. Bir başka tıbbi durum ile ilişkili olursa Sekonder Raynaud Fenomeni olarak isimlendirilir. Bazı hastalarda, vazokonstrüksiyona yol açan ergotamin, beta bloker ve sempatomimetikler gibi ilaçlar da bu tabloyu ortaya çıkarabilmektedir. Biz bu sunumumuzda 7 yaşından bu yana polikliniğimizde takip ettiğimiz Dikkat Eksikliği Hiperaktivite Bozukluğu tanılı hastamızda gelişen Raynaud Fenomenini aktaracağız. 7 yaşında, anne ve babası ile, 203 26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 13-16 Nisan 2016/İZMİR tarafımıza "dikkatsizlik, hareketlilik" şikayetleri ile başvuran olgu, kısa etkili metilfenidat (MPH) ile uzun süre takip edildi. 13 yaşında, tüm gün okulda olmaya başlaması nedeniyle kullanım kolaylığı açısından OROS-MPH formuna geçildi. 16 yaşına kadar yan etkisiz olarak OROS-MPH 54mg kullanmaya devam eden hasta, özellikle sabah derslerinde dikkatsizlik yakınması ile geldiğinde sabah ve akşam eşit miktarda salınan diğer uzun etkili MPH formuna geçildi. 40 mg dozuna çıkıldığında hasta ellerinde önce soğuma, soluklaşma ve ardından morarma, sıcak basması ve kızarma şikayetiyle başvurdu. Bu durum ilacı aldığı hergün olurken, ilacı almadığı haftasonu günlerinde olmamaktaydı. Hastanın tıbbi özgeçmiş ve soygeçmişinde bu klinik tabloyu açıklayabilecek özellik yoktu. Hastanın yeni başlanan uzun etkili MPH ilacı kesildi. Bir süre ilaçsız takip edilen hastaya şikayetlerinin devam etmesi nedeni ile atomoksetin tedavisi başlandı. Olguda Raynaud Fenomeni tekrarlamadı. İkincil Raynaud fenomeni’nin eşlik ettiği hastalıklar skleroderma, römatoid artrit ve sistemik lupus eritematozus gibi römatolojik hastalıklar veya hipotiroidi ve karsinoid sendromu gibi endokrinolojik hastalıklar olabilir. Ancak olguda, ilacın kesilmesiyle birlikte bulguların ortadan kaybolması, uzun etkili MPH tedavisinde ilacın ilk yarısının salınımı ile ani oluşabilecek damar duvarı spazmını yanıtını akla getirmektedir. Bu tip ilaç yanıtlarında hasta için romatoloji konsultasyonu istenmesi önerilir. P107/İstemsiz Hareketler Ve Takıntılar İle Psikiyatri Kliniğine Başvuran Bir Olguda Tanı : Sydenham Koresi Tuğba TÜRK1 ,Sema BOZBEY2 ,Gül KARAÇETİN2 , 1 İstanbul Bakırköy Prof.Dr Mazhar Osman Ruh Ve Sinir Hastalıkları E.A.H, 2İstanbul Bakırköy Prof.Dr Mazhar Osman Ruh Ve Sinir Hastalıkları E.A.H, GİRİŞ: İstemsiz hareketler genellikle bazal ganglionlar ve bağlantılarındaki anormalliklerle ilişkilidir.(1,2)Kasları veya eklemleri hareket ettiren düşük amplitüdlü sıçrayıcı hareketler; fokal nöbet, kore, myoklonus, tik veya hemifasial spazmda görülebilir.(1)Kore; düzensiz, hızlı, kontrolsüz, tekrarlayıcı ve istemsiz hareketlerdir.Bazal ganglionların çıktı nöronlarının tonik aktivitelerinin azalması ve böylece disinhibe olan talamus üzerinden kortikal motor alanların artmış aktivasyonu ile ortaya çıktığı kabul edilmektedir. (2,3)Sydenham koresi, akut romatizmal ateş’in (ARA) majör komplikasyonlarından biridir ve çocuklardaki akkiz kore nedenlerinden en sık görülenidir.(4,5) Akut romatizmal ateş; A grubu beta hemolitik streptokok enfeksiyonu ile tetiklenen otoimmün bir hastalıktır. Kardit, poliartrit, Sydenham koresi ve daha az sıklıkta görülen eritema marginatum ve subkutan nodülün çeşitli birlikteliklerinden oluşur.(6) Sydenham koresi, gövdede ve/veya ekstremitelerde amaçsız, istemsiz, ani hareketler, kas güçsüzlüğü, koordinasyon güçlüğü ve duygudurum labilitesi ile karakterizedir. Duygudurum labilitesinin yanı sıra obsesyonlar ve kompulsiyonlar, anksiyete, irritabilite, dürtüsellik, aşırı hareketlilik, tikler, dikkat bozukluğu ve psikotik belirtiler görülür.(5,7) Genellikle grup A beta hemolitik streptokok’un (GABHS) neden olduğu tonsillofarenjit/ farenjitten 1 ila 6 ay sonra ortaya çıkmaktadır. Tanısı klinik olarak konulmaktadır, ve pratik uygulamada kullanılan bir doğrulama testi bulunmamaktadır.Çoğu kez tek taraflı, bazen de çift taraflı koreiform hareketler başlar. Yazı yazamaz, düğme ilikleyemez ve konuşmada bozukluk meydana gelir. Kore 1 hafta ile 2 yıl arasında devam edebilir. Önemli bir sekel bırakmadan iyileşir.Bazı hastalarda antiepileptikler (valproik asit,karbamazepin) veya dopamin reseptör blokörleri (haloperidol) kullanılabilmektedir.(8) Obsesif kompulsif belirtiler, Sydenham koresi olan çocuklarn %70’inden fazlasında görülür. Bu belirtiler koreden kısa süre önce başlayıp kore ile zirveye ulaşır ve genellikle kore sonlanmadan önce kaybolur.(5,9) Bulaşma endişesi, sevdiklerine zarar gelecek korkusu, aşırı temizlik ve kontrol gibi belirtiler klasik OKB belirtilerinden fark göstermemektedir.(10) Burada, istemsiz hareketler ve takıntıların varlığı ile psikiyatri polikliniğine başvuran 12 yaşında bir kız olgudan bahsedilecektir. VAKA: 12 yaş 6 aylık kız hasta. Hasta; kendini kontrol edememe, vücudunda istemsiz atma hareketleri olması, yavaş konuşma şikayetleri ile anne babası tarafından polikliniğe getirildi.Şikayetlerin yaklaşık 1204 26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 13-16 Nisan 2016/İZMİR 2 hafta önce başladığı ifade edildi.Öykü ayrıntılandırıldığında hastanın son zamanlarda tabletinin kirlendiğini düşünürek tekrar tekrar temizlediği ,elinin yağlandığı düşüncesi ile sık sık elini yıkadığı, vücudundaki istemsiz hareketler nedeniyle çatal bardak tutmakta zorlandığı ve hırçınlığının arttığı öğrenildi.Görüşmede, hastanın kafasını omuza yaklaştırma şeklinde omuz atma hareketleri olduğu, dilinde kasılma nedeniyle konuşmasının bozulduğu, yazısında bozulma olduğu, yerinde durmakta zorlandığı gözlendi.İstemsiz olan hareketler vücudunun her iki tarafında ve asimetrik şekildeydi. Hastanın mevcut kliniğinde gözlenen koreiform hareketler, ateş ve artrit öyküsünün olması Akut romatizmal ateş öntanısını düşündürdü.Geçirilmiş boğaz enfeksiyonu sorgulandı, hastanın yaklaşık 4 ay önce boğaz enfeksiyonu geçirdiği öğrenildi. Hasta ARA öntanısı ile çocuk romatoloji,çocuk nörolojisi ve çocuk kardiyolojisi bölümlerine yönlendirildi.Takipte, hastanın ARA tanısı konularak , kore tedavisine yönelik valproik asit 2x500mg tedavi başlandığı , yapılan ekokardiyografide mitral yetmelik belirtileri saptandığı, ARA komplikasyonlarını önlemek amacıyla penisilin proflaksisi başlanıldığı öğrenildi.Hastanın istemsiz hareketleri ve kompulsif davranışları tedavi başlandıktan sonra yaklaşık bir ay içinde düzelme gösterdi . TARTIŞMA: 12 yaş 6 aylık kız olgumuzun kendini kontrol edememe, vücudunda istemsiz atma hareketleri olması, yavaş konuşma şikayetleri ile kliniğimize başvurduğu, aynı zamanda obsesif kompulsif belirtilerinin olduğu görülmüş ve ek değerlendirmeler sonucunda ARA olduğu öğrenilmiştir. Olgumuz, streptokokkal enfeksiyonlardan sonra sadece korenin değil, tikler, emosyonel değişiklikler, davranış değişiklikleri ve distonik bozuklukların da görülebildiğini bildiren yayınlarla uyumluluk göstermektedir.Obsesif kompulsif bozukluk, anksiyete, dikkat eksikliği-hiperaktivite bozukluğu, davranış ve uyku bozuklukları, PANDAS (streptokoksik enfeksiyonlarla ilişkili pediatrik otoimmun nöropsikiyatrik bozukluk) şimdiye kadar tanımlanan durumlardandır.(11) Psikiyatri kliniğine başvuran hastalarda; özellikle akut başlangıç gösteren şikayetler tarifleniyorsa enfeksiyon ilişkisi mutlaka akılda bulundurulmalıdır. Hastalıkların komplikasyonlarını önleme, doğru tedavinin uygulanması ve prognozun olumlu sonuçlanabilmesi açısından erken tanı oldukça önemlidir. KAYNAKLAR: 1. Fenichel GM. Movement disorders. Clinical Pediatric Neurology: A Sign and Symptoms Approach. 4th ed. Philadelphia: WB Saunders; 2001.p.281-97. 2. Elibol B. [Pathophysiology of pediatric hyperkinetic movement disorders]. Turkiye Klinikleri J Pediatr Sci 2006;2(8):1-8. 3. Gökben S. [Choreoathetosis]. Turkiye Klinikleri J Pediatr Sci 2006;2 (8):9-15 4. Special Writing Group of the Committee on Rheumatic Fever,Endocarditis, and Kawasaki Disease of the Council on Cardiovascular Disease in the Young of the American Heart Association. Guidelines for the diagnosis of rheumatic fever. Jones Criteria, 1992 update. JAMA 1992; 268:2069-73. 5. Swedo SE, Leonard HL, Schapiro MB, et al. Sydenham’s chorea: physical and psychological symptoms of St Vitus dance. Pediatrics 1993;91:706-13. 6. Bisno AL (1991) Group A streptococcal infection and acute rheumatic fever. N Eng Med; 325:783793 7. Giedd JN, Rapoport JL, Kruesi MJ ve ark. (1995) Sydenham’s chorea: Magnetic resonance imaging of the basal ganglia. Neurology, 45:2199-2202. 8. Weiner SG, Normandin PA. Sydenham chorea: a case report and review of the literature. Pediatr Emerg Care 2007; 23: 20-4. 9. Swedo SE, Rapoport JL, Cheslow DL ve ark. (1989a) High prevalance of obsessive compulsive symptoms in patients with Sydenham’s chorea. Amj Psychiatry, 146:246- 49. 205 26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 13-16 Nisan 2016/İZMİR 10. Swedo SE, Rapoport JL, Leonard HL ve ark. (1989b) Obsessive-compulsive disorder in children andadolescents: clinical phenomenology of 70 consecutive cases. Arch Gen Psychiatry, 46:335-341. 11. Kılıç A, Ünüvar E, That B, et al. Neurological and cardiac findings in children with Sydenham’s chorea. Pediatr Neurol 2007; 36: 159-64. P108/Çocuk ve Ergenlerde Cinsel Kimliğinden Hoşnut Olmama; Nedenleri ve Eşlik Eden Psikopatolojiler Burcu YILDIRIM1 ,Burcu ERDOĞDU AYAZ1 ,Gözde YAZKAN AKGÜL1 ,Neşe PERDAHLI FİŞ1 , 1 Marmara Üniversitesi Eğitim ve Araştırma Hastanesi, Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı , Giriş: Psikiyatride cinsel kimlik ile ilgili tartışmalar son yıllarda giderek ön plana çıkmaktadır. Cinsel Kimliğinden Hoşnut Olmama (CKHO), kişinin yaşadığı ya da dışa vurduğu cinsel kimlikle, onun için belirlenen cinsel kimlik arasın da belirgin bir uyuşmazlık olması olarak tanımlanabilir. İlk belirtileri çocuk ve ergenlikte görülen CKHO’nun küçük yaş grubundaki nedenleri, nöropsikiyatrik altyapısı, gidişatı ve sonlanımı üzerine bilgimiz dahilinde çok fazla çalışma bulunmamaktadır. Bu nedenle, çalışmamızda Marmara Üniversitesi Pendik Eğitim ve Araştırma Hastanesi Çocuk Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Ayaktan Tedavi Ünitesi’ne CKHO belirtileri ile başvuran çocuk ve ergenler değerlendirmeye alınarak CKHO nedenlerinin ve ilişkili psikopatolojilerin, herhangi bir psikopatolojisi olmayan çocuklar ile karşılaştırmalı olarak incelenmesi amaçlanmıştır. Yöntem: Araştırmanın hasta grubunu, arşiv taraması sonucunda poliklinikten cinsel kimliğinden hoşnut olmama belirtileri nedeniyle takip edildiği belirlenen 5-18 yaş arası çocuklar (n=20); kontrol grubunu ise 15.10.2015-15.11.2015 tarihleri arasında CKHO belirtileri dışında bir şikayetle başvuran ve herhangi bir tanı almayan, hasta grubu ile yaşı ve cinsiyeti eşleştirilmiş 5-18 yaş arası çocuklar (n=40) oluşturdu. Çalışmada gereç olarak Sosyodemografik Bilgi Formu, Aile Değerlendirme Ölçeği (ADÖ) ve Çocukluk Çağı Davranış Değerlendirme Ölçeği (ÇDDÖ) kullanıldı. Ruhsal tanılar Okul Çağı Çocukları İçin Duygulanım Bozuklukları ve Şizofreni Görüşme Çizelgesi-Şimdi ve Yaşam boyu Şekli Türkçe uyarlaması (ÇDŞG-ŞY-T/KD-SADS) ile değerlendirildi. Veriler, Sosyal Bilimler İçin İstatistik Paket Programı (SPSS-17.0) kullanılarak analiz edildi. Tüm analizler için anlamlılık düzeyi p≤ 0,05 olarak kabul edildi. Sonuçlar: Çalışmaya katılan hasta grubunun yaş ortalaması 11.15±4.21 yıl olarak belirlenmiştir. Katılımcıların %55’i erkektir. İki grup arasında gelişimsel basamakların kazanılması açısından anlamlı fark bulunmamıştır. Hasta grubunda daha fazla medikal probleme rastlanmıştır (χ2=10.412, p=0.015). Şikayetlerin başlangıç yaşı 6.92±4.15 yıl, kliniğe başvuruya kadar geçen süre 2.70±2.47 yıl saptanmıştır. Başvuru şikayetleri tavır (%35), oyun+kıyafet seçimi (%20), tavır+kıyafetler (%15), oyun şekli (%10), oyun+tavır (%10), oyun+tavır+kıyafet (%10) şeklindendir. Hasta grubunun tümünde bir veya daha fazla ek psikiyatrik bozukluk saptanmıştır. Ek tanılar dikkat eksikliği ve hiperaktivite bozukluğu(DEHB)(%75), major depresif bozukluk-(%25), enuresis-(%25), karşıt olma karşı gelme bozukluğu-(%10), sosyal fobi-(%5), enkoprezis-(%5), özgül fobi-(%5), yaygın anksiyete bozukluğu-(%5), seperasyon anksiyetesi-(%5) ve madde kötüye kullanımıdır-(%5). Hasta grubunda ÇDDÖ alt ölçek puanları istatiksel olarak anlamlı yüksek bulunmuştur (t=7.502, P < 0.001). Direkt lojistik regresyon analizinde, hasta grubunda ÇDDÖ dikkat alt ölçeği puanı istatiksel olarak anlamlı yüksek bulunmuştur (odds ratio: 0.82; p< .001). Tartışma: Çalışmamızdaki erkek ağırlıklı cinsiyet dağılımı yazında belirtilen oran ile uyumlu saptanmıştır. En sık psikiyatrik ek tanı nörogelişimsel bir bozukluk olan DEHB olarak bulunmuş, ÇDDÖ’de ve direkt regresyon analizinde en yüksek orana dikkat problemleri alt ölçeğinde rastlanmıştır. Cinsel kimlik gelişimi karmaşık bir süreç olup biyolojik, bireysel, ailesel, çevresel etkenler ile bilişsel ve 206 26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 13-16 Nisan 2016/İZMİR zihinsel gelişimin etkileşiminde gerçekleşmektedir. Çalışmamızın bulguları, sayılan bu bileşenler arasında CKHO gelişiminde biyolojik faktörlerin çevresel faktörlerden daha fazla öne çıktığını düşündürmektedir. Burdan yola çıkarak, ek psikopatolojilerin önceden tespit edilip sağaltımlarının yapılması bireylerin psikososyal iyilik hallerinin ve yaşam kalitelerinin artmasına yardımcı olacaktır. P109/Deposilin Enjeksiyonu İle Düzelen Pandas İlişkili Beden Dismorfik Bozukluğu: Bir Olgu Sunumu Oğuz SEVİNCE1 ,Gonca Gül ÇELİK1 ,Ayşegül Yolga TAHİROĞLU1,Ayşe AVCI1 , 1 Çukurova Üniversitesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı, DEPOSİLİN ENJEKSİYONU İLE DÜZELEN PANDAS İLİŞKİLİ BEDEN DİSMORFİK BOZUKLUĞU: BİR OLGU SUNUMU Oğuz SEVİNCE, Gonca Gül ÇELİK, Ayşegül TAHİROĞLU, AyşeAVCI Özet: Giriş: Beden dismorfik bozukluğu (BDB) bir kişinin gerçekte olmayan ama var olduğunu sandığı bir beden kusuru ile aşırı uğraşması ya da bir beden kusuru varsa bile bunu aşırı abartması durumudur. Bu uğraşı, önemli ölçüde huzursuzluğa ya da işlevsellikte bozulmaya yol açar.Erişkin dönem ile ergenlik döneminde çıkan BDD karşılaştırıldığı zaman kliniğin ortaya çıkış görünümü benzer olmakla birlikte, ergenlerde BDD ‘ye madde kullanımının daha sık eşlik etmesi ve intihar girişim riskinin yüksek olması, vucüt görünümlerine ilişkin düşüncelerinin delüzyonel boyuta ulaşması sebebiyle ergenlik BDD’sini erişkin BDD’sinden farklı kılmaktadır. Çocuk ve ergenlerde OKB’nin PANDAS ile ilişkili olabilmesi, deposilin enjeksiyonu ile kliniğin gerileyebileceği bildirilmektedir. Bu yazıda BDD tanısı alan PANDAS olgusunun deposilin enjeksiyonu sonrasındaki klinik yanıtı tartışılacaktır. OLGU 15 yaşında olan erkek hasta, polikliniğimize vucüt görünümünü beğenmeme, yüz hatlarından memnuniyetsiz olma, günde sayısız kez aynaya bakma, vucüt görünümünü diğer insanlarla kıyaslama şikayetleri ile başvurdu. Allerjik bir yapısı olan hastanın enfeksiyon ile tetiklenen korkuları olmakta ve yılda 5-6 defa Üst Solunum Yolu Enfeksiyonu geçirmektedir. Alınan öyküde şikayetlerinin birkaç ay önce geçirdiği pyelonefrit sonucu başladığı öğrenilmiştir. Bu enfeksiyon sonrasında özellikle kuşku obsesyonunun arttığı, hastanın annesine “acaba böbreğimi kaybedecek miyim” gibi sorular sorduğu öğrenilmiştir. Ruhsal muayenesinde; çağrışımları düzenliydi, sorulara amaca uygun yanıtlar verebiliyordu. Duygulanımı kaygılı ve hafif çökkündü. Algı muayenesinde sanrı ve varsanı saptanmadı. Düşünce içeriğinde özellikle yandan görünümünden rahatsız olduğu, elinden gelse burnu, çenesini ve saçını değiştireceği, yolda yürürken insanların yüzüne baktığını hissettiği, önden görünümünde kendince sorun olmadığı; ama yandan bakınca rahatsız olduğu, diğer vucüt görünümüyle ilgili sıkıntısının olmadığı vardı. Geçen birkaç hafta önce özkıyım düşüncesinin olduğu; ama yapmadığı öğrenildi. Annesiyle yapılan görüşmede sürekli kendisini kardeşi ve diğer arkadaşlarıyla kıyasladığı, arada bir ağlama ataklarının olduğu, vucüdunu beğenmediği, arkadaşlarının kendisine ‘’yakışıklısın’’ deyince mutlu olduğu, bunun hastayı bir süre sakinleştirdiği fakat yakınmalarının daha sonra tekrar başladığı öğrenildi. Hastaya PANDAS+OKB+Beden Dismorfik tanısı konulmuş, Deposilin 2,4 milyon ünite enjeksiyonu önerilmiştir. Üç haftalık enjeksiyonlar sonrasında hastanın duygulanımın ötimik olduğu, düşünce içeriğinde vucüdunu sevdiği, burnunu aynada izlemesinin kalmadığı, eski günleri aklına geldiği zaman neden öyle davrandığını anlamadığı vardı. Annesinden alınan öyküde deposilin sonrası fiziksel görünümüne çok fazla takılmadığı, ağlama ataklarının azaldığı fakat yalan söyleme gibi davranış problemleri olması üzerine Deposilin enjeksiyonuna devam edilip aripipirazol 5 mg/gün tedavisi başlanmıştır. 207 26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 13-16 Nisan 2016/İZMİR TARTIŞMA Beden Dismorfik Bozukluğu’nun başlangıcı 6 yaşına kadar inebilmekte birlikte ortalama görülme yaşı 16-18 yaşları kabul edilmektedir. Pediatrik yaş grubunda Obsesif Kompulsif Bozukluk şikayetlerinin enfeksiyon ile başlaması-tetiklenmesi sık görülen bir durumdur. Hastamızın özgeçmişinde sık enfeksiyon öyküsünün bulunması, alerjik astım tanısı alması, şikayetlerinin son zamanlarda geçirdiği pyelonefritle artması bu görüşü destekler niteliktedir. Özellikle A grubu Beta Hemolitik streptekok enfeksiyonu sonrası bazal ganglionların hasara uğraması pediatrik yaş grubunda tik, takıntı, korku ve hatta yeme bozukluklarını da başlatabilmekte, var olan şikayetlerin şiddetlenmesine sebep olabilmektedir. Deposilin enjeksiyonu sonrası yakınmaların şiddetinin azalması, bazense kaybolması beklenebilecek bir durumdur. Hastamıza da yapılan üç doz Benzatin Penisilin G enjeksiyonu sonrası kliniği belirgin olarak iyileşmiş olup, sosyal izolasyonu azalmış, depresif duygulanımı ve düşünce içeriğindeki burun görünümü ile ilgili takıntılar minimal düzeye inmiştir. P110/Dikkat Eksikliği Ve Hiperaktivite Bozukluğu Tanısı Alan 11-18 Yaş Arası Olguların Yaşam Kalitesinin Değerlendirilmesi Ve Yaşam Kalitesinin Klinik Belirti Şiddeti İle İlişkisinin Saptanması Sezen KÖSE1 ,Emsal ŞAN1 ,Burcu ÖZBARAN1 ,Cahide AYDIN1 ,Zeki YÜNCÜ1 , 1 Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları ABD Giriş: Dikkat eksikliği ve hiperaktivite bozukluğu (DEHB), çocukluk çağında başlayan, kişinin yaşına uygun olmayan dikkat eksikliği, hiperaktivite ve dürtüsellik semptomları ile karakterize nörogelişimsel bir bozukluktur. DEHB, bilişsel, akademik, ailesel ve mesleki işlevler gibi günlük yaşamın çeşitli alanlarının yanı sıra yaşam kalitesinde de bozulma ile ilişkilidir. Çalışmamızda, DEHB-Bileşik tip ve DEHB-Dikkat eksikliği baskın tip tanılı olguların yaşam kalitesinin değerlendirilmesi ve bulguların sağlıklı kontrol olguları ile karşılaştırılması amaçlanmıştır. Çalışmamızda, ayrıca DEHB tanılı olgularının klinik belirti şiddetinin yaşam kalitesi ile karşılıklı etkileşimini saptamak amaçlanmaktadır. Yöntem: Çalışmamızın evrenini, Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı Polikliniği’ne başvuran 11-18 yaş arası 32 DEHB-Bileşik tip, 31 DEHBDikkat eksikliği baskın tip tanılı olgu ve hasta gruplarına benzer sosyodemografik özelliklere sahip 32 sağlıklı kontrol olgusu oluşturmuştur. Öncelikle tüm olgulara, komorbid tanıların DSM-IV-TR kriterleri doğrultusunda değerlendirilmesi amacıyla K-SADS-PL uygulanmıştır. Değerlendirme sonucunda psikotik bozukluk, duygudurum bozukluğu, anksiyete bozukluğu, özgül öğrenme bozukluğu, davranım bozukluğu gibi eşlik eden psikiyatrik hastalıkları olan olgular çalışmaya dahil edilmemiştir. Klinik olarak normal zeka düzeyine sahip olgular çalışmaya alınmıştır. Çalışmaya alınan tüm olgulara yaş, cinsiyet, okul ve aile bilgilerini sorgulayan sosyodemografik veri formu uygulanmıştır. Tüm olgularda, davranış değerlendirmesine yönelik CBCL ve ÖBF, DEHB ve yıkıcı davranış bozukluklarının değerlendirilmesine yönelik DEHB (Ebeveyn-Öğretmen) ölçekleri kullanılmıştır. Tüm olguların yaşam kalitesini değerlendirmeye yönelik Çocuklar için Yaşam Kalitesi Ölçeği (Pediatrics Quality of Life) kullanılmıştır. Verilerin istatistiksel analizi SPSS 16.0 programı kullanılarak yapılmıştır. Sonuçlar: Yaşam kalitesini değerlendirmek amacıyla kullanılan Çocuklar için Yaşam Kalitesi ölçeğinin “Fiziksel Sağlık”, “Psikososyal Sağlık” ve “Toplam Sağlık” puanları, DEHB gruplarında, kontrol grubuna göre anlamlı düzeyde düşük bulunmuştur. En belirgin bozulmanın emosyonel işlevler ile ilişkili olduğu saptanmıştır. Sonuç olarak, DEHB yaşam kalitesinde anlamlı düzeyde azalma ile ilişkili bulunmuştur. DEHB grubunda, psikososyal sağlık puanı ile klinik belirti şiddeti arasında negatif yönde korelasyon olduğu saptanmıştır. Bu sonuçtan, DEHB’nin klinik belirti şiddeti arttıkça psikososyal sağlıkta bozulmanın artacağı anlaşılmaktadır. Tartışma: Bu çalışmada DEHB tanılı olguların yaşam kalitelerinin sağlıklı kontrol olgularından daha düşük olduğu saptanmıştır. DEHB’nin kronik doğası ile yaşam kalitesinde, özellikle de emosyonel 208 26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 13-16 Nisan 2016/İZMİR işlevlerde bozulma ile ilişkili olduğu saptanmıştır. Ayrıca DEHB’nin klinik belirti şiddeti arttıkça psikososyal sağlıkta bozulmanın arttığı anlaşılmıştır. DEHB tanılı olguların yaşam kalitesinde iyileşme sağlayacak davranışsal ve farmakolojik girişimlerle değerlendirilmesi faydalı olabilir. P111/Cinsel İstismar Mağduru Kız Ergenlerde Depresif Belirti Şiddeti Ve Düşünce İçeriği Nilüfer KOÇTÜRK1 ,Çilem BİLGİNER2 ,Fadime YÜKSEL3 , 1 Yenimahalle Eğitim ve Araştırma Hastanesi Çocuk İzlem Merkezi, 2Yenimahalle Eğitim ve Araştırma Hastanesi Çocuk-Ergen Psikiyatrisi Kliniği, 3Yıldırım Beyazıt Üniversitesi Atatürk Eğitim ve Araştırma Hastanesi Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Kliniği, AMAÇ: Cinsel istismar mağduru ergenlerin depresif belirti düzeyini belirlemek ve mağdurların kendilerine, hayata ve diğer insanlara yönelik duygu ve düşüncelerini inceleyerek onlara verilecek psikoterapi hizmetlerinde hangi konulara odaklanılması gerektiğine dikkat çekmektir . YÖNTEM: Araştırma grubunu, Yenimahalle Eğitim ve Araştırma Hastanesi Çocuk İzlem Merkezi’ne başvuran 71 kız ergen oluşturmuştur. Cinsel istismar mağduru ergenlerin cümle tamamlama formundan yararlanılarak duygu ve düşüncelerini incelemek için nitel araştırma yöntemlerinden tematik analiz yapılmıştır. SPSS 18.0 programından yararlanılarak, aritmetik ortalama ve frekans dağılımı gibi istatistiksel yöntemlerle veriler özetlenmiştir. BULGULAR: Araştırmaya katılan 71 cinsel istismar mağdurunun cinsiyeti kız olup, yaş dağılımları 1317 yaş arasında değişmekte ve yaş ortalaması 15.2±1.3’di. Beck depresyon ölçeği’ne göre mağdurlar 153 puan arasında puan almıştır. Beck depresyon ölçeği’nden mağdurların %14.1 (n=10) 0-10 arasında, %9.9’u (n=7) 10-16 arasında, %21.1’i (n=15) 17-29 arasında ve %54.9’u (n=39) 30-53 arasında puan almıştır. cümle tamamlama formunun “Elimden gelse” maddesinde mağdurların %77.5’inin (n=55) istismar olayı ve sonuçları, “Ne yazık ki ben” maddesinde %39.4’ünün (n=28) kendini suçlama, “Benim için en mutlu olay” maddesinde %32.4’ünün (n=23) sosyal destek, “Bazen düşünüyorum da” maddesinde %29.6’sının olumsuz benlik, “Beni üzen” maddesinde ise %25.4’ünün (n=18) ebeveynleri üzme ve olumsuz tutum görme temalarına değindikleri belirlenmiştir. Bunlara ek olarak, mağdurların %73.2’sinin (n=52) erkeklere, %42.3’ünün (n=30) ise kızlara yönelik olumsuz atıflarda bulunduğu, “En kötü huyum” maddesinde ise mağdurların %45.1’inin (n=32) istismar sonrası mağdurlarda görülebilecek belirtileri ifade ettiği saptanmıştır. SONUÇ: İstismar olayı ve sonuçları dışında bilişsel çarpıtmalar, kendini suçlama, sosyal destek ihtiyacı, ebeveyni üzdüğüne yönelik suçluluk duygusu teması cinsel istismar mağduru ergenlerin doldurmuş olduğu cümle tamamlama formlarında dikkat çeken temalardır. Buna ek olarak, cinsel istismar mağduru ergenlerin yarıdan fazlasının şiddetli düzeyde depresif belirtiler sergilediği saptanmıştır. Sonuç olarak, elde edilen bulgulara göre cinsel istismar mağdurlarının psikoterapiye de ihtiyaçlarının olduğu ve yapılacak olan terapötik müdahalelerde bilişsel çarpıtmalara, kendini suçlamaya, olumsuz benliğe, sosyal destek ihtiyacına ve ebeveyni üzdüğüne yönelik suçluluk duygusu temasına odaklanılması gerektiği ayrıca ailenin sosyal destek anlamında tedaviye katılımının sağlanmasının gerektiği düşünülmüştür. P112/Oral Paliperidon Uygulaması İle Gelişen Anjioödem: Olgu Sunumu Çilem BİLGİNER1 ,Fatma EREN1 , 1 Yenimahalle Eğitim ve Araştırma Hastanesi Çocuk-Ergen Psikiyatrisi Kliniği, ÖZET Anjioödem cilt altı dokularda ve mukozada şişme ile seyreden, nadir görülen ancak hayatı tehdit 209 26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 13-16 Nisan 2016/İZMİR edebilen bir ürtiker tablosudur. Kalıtımsal formu dışında anjiyoödem, olanzapin, klozapin ve risperidon gibi antipsikotiklere bağlı bir cilt yan etkisi olarak tanımlanır (1,2). Ayrıca yakın zamanda, şizofreni tanısı konan bir hastada paliperidon enjeksiyonu ile anaflaksi geliştiği, diğer bir hastada ise paliperidon oral formunun doz artışı ile anjioödem geliştiği bildirilmiştir (3,4). Bu olgu sunumunda, obsesif kompulsif bozukluğa komorbid major depresif bozukluk tanıları ile takip edilen ve tedaviye paliperidon eklendiğinde anjioödem geliştiği gözlenmiş bir ergen tartışılmıştır. Başarılı bir lise öğrencisi olan kız olgu 31.6kg/m² beden kitle indeksine sahipti. Yaklaşık 1 yıldır devam eden temizlik takıntıları nedeniyle daha önce 75 mg/gün sertralin kullandığı ancak tedaviden fayda görmediği öğrenilmişti. Bize yaptığı başvuruda hastaya fluoksetin başlanmış, takipte 60mg/gün’e çıkılmış ve aripiprazol 5mg/gün eklenmiş olmasına karşın kısmi yanıt alınması ve akatizi gelişmesi üzerine aripiprazol kesilerek hastanın yataklı servise yatışı yapılmıştı. Yatış sürecinde hasta ile psikolog eşliğinde görüşmeler yapılmış ve davranışçı müdehalelerde bulunulmuştu. Ayrıca tedavisi klomipramin 50mg/gün olarak değiştirilmiş ve yatışın 17. günü ölçek puanlarında %50 düzelme ile hasta taburcu edilmişti. Ancak hasta, ayaktan takibi sırasında depresif belirtiler ile yüksek doz klomipramin içerek intihar girişiminde bulunmuştu. Bunun üzerine klomipramin tedavisi kesilen hastaya venlafaksin 37.5mg/gün tedavi başlandı. Takipte 75mg/güne çıkılmasına karşın depresif belirtilere yanıt alınamayan hastanın tedavisine, kilo alımı ve sedasyon açısından düşük yan etki profili göz önünde bulundurularak 3mg/gün paliperidon eklendi. Paliperidon eklendikten sonra dilde şişme ve geceleri nefes almakta zorluk yaşayan hasta buna rağmen ilaç kullanımına devam etmişti. Tedavinin 5. günü, nefes alamama yakınması ile uykudan uyanan, göz çevresinde ve dilinde belirgin olmak üzere tüm yüzde şişme yakınması ile acil servise başvuran hastanın yapılan tetkikleri normal olarak değerlendirilmiş ve hasta müşadeye alınmış. Son dozun alımından yaklaşık 24-30 saat sonra bu tablo kendiliğinden gerilemiş ve ilaç alımı kesilen hastanın benzer bir yakınması olmamıştı. Her ne kadar, paliperidon ile ilişkili anjiyoödem mekanizması anlaşılamamış olsa da bu olgu, paliperidon başlanan ergen yaş grubunda gelişebilecek anaflaktik reaksiyonlara ve anjioödem tablosuna karşın klinisyenin uyanık olması gerektiğini göstermiştir. KAYNAKLAR 1) Kores Plesnicar B, Vitorovic S, Zalar B, Tomori M. Three challenges and a rechallenge episode of angio-oedema occurring in treatment with risperidone. Eur Psychiatry 2001; 2) 16: 506–7.Mishra B, Sahoo S, Sarkar S, Akhtar S. Clozapine induced angioneurotic edema. Gen Hosp Psychiatry 2007; 29: 78–80. 3) Yücel A., Yücel N., Özcan H., Sarıtemur M. Dose-Dependent Paliperidone Associated With Angioedema. Journal of Clinical Psychopharmacology 2015;35 (5): 615-616. 4) Perry R., Wolberg J., Di Crescento S. Anaphylactoid reaction to paliperidone palmitate extendedrelease injectable suspension in a patient tolerant of oral risperidone. Am J Health-Syst Pharm. 2012; 69:40-3. P113/Bir Eğitim Ve Araştırma Hastanesinde Engelli Sağlık Kuruluna Başvuran Çocuk Ve Ergenlerin Geriye Dönük Değerlendirilmesi Çilem BİLGİNER1 ,Fatma EREN2 ,Mehmet Fatih CEYLAN3 ,Esra ÇÖP4 , 1 Yenimahalle Eğitim ve Araştırma Hastanesi Çocuk-Ergen Psikiyatrisi Kliniği, 2Yenimahalle Eğitim ve Araştırma Hastanesi Çocuk-Ergen Psikiyatrisi Kliniği, 3Yenimahalle Eğitim ve Araştırma Hastanesi Çocuk-Ergen Psikiyatrisi Kliniği, 4Ankara Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Hematoloji Onkoloji Eğitim ve Araştırma Hastanesi Çocuk-Ergen Psikiyatrisi Kliniği, AMAÇ: Bu çalışmada, sağlık kuruluna başvuran çocuk ve ergenlerin engellilik durumlarını, psikiyatrik tanı dağılımlarını değerlendirmek, olgulara sağlanan imkanlar ve raporlandırma sürecine dikkat çekmek 210 26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 13-16 Nisan 2016/İZMİR amaçlanmıştır. YÖNTEM: Geriye dönük dosya taraması şeklinde gerçekleştirilen bu çalışmada, Yenimahalle Eğitim ve Araştırma Hastanesi engelli sağlık kurulu birimine 01.06.2015-31.12.2015 tarihleri arasında başvuran, on sekiz yaş altı çocuk ve ergenlere ait 464 dosya incelenmiştir. Başvuruların aylara göre dağılımı, olguların yaş, cinsiyet dağılımları, başvuru şekilleri ve nedenleri, raporlarda yer alan özür oranları ve değişiklikler SPSS 13.0 paket programına girilmiş ve gerekli istatistikler uygulanmıştır. BULGULAR: Çalışma tarihleri arasında çocuk ve ergenlere ait 464 dosya incelenmiştir. Olguların %37.9’u (n=176) kız, %62.1’i (n=288) erkekti. Başvuruların %42.2’si (n=196) ilk başvuru iken, %54.3’ü (n=251) rapor yenilemek, %3.4’ü (n=16) ise eski raporuna itiraz etmek için başvurmuştu. Yaş aralığı 8 ay-17 yaş arasında değişen olguların ortalama başvuru yaşı 8.8±3.7 yaş iken ilk kez başvuruda bulunan olgularda yaş ortalaması 7.3±3.1 yaş bulunmuştu. Olguların %74.4’ünde (n=345) özür oranı yalnızca çocuk psikiyatrisi tarafından verilmişken %5.3’ünde (n=25) özür oranı çocuk psikiyatrisi haricindeki diğer branşlar tarafından verilmişti. En sık başvuru nedeni %75.9 (n=352) ile özel eğitim almak iken olguların %5.6’sında (n=27) aileler “maaş bağlanması, fizik tedavi hizmetlerinden yararlanmak ya da vergi indirimlerinden yararlanmak” gibi özel eğitim dışı nedenler ile başvuruda bulunmuştu. Özür oranı verilen psikiyatrik tanılar incelendiğinde en sık %34.7 (n=161) oranında hafif düzeyde mental retardasyon tanısı ile özür oranı verildiği, olguların %33.2’sine ise (n=154) öğrenme bozukluğu tanısı ile rapor düzenlendiği saptanmıştır. Yenilenen raporlar arasında en sık başvuru nedeni %75.0 (n=189) ile özel eğitime devam etmekti. Bu raporların %71,8’inde (n=181) psikiyatrik tanı ve özür oranının değişmediği, %18.7’sinde (n=47) çocuk psikiyatrisi tarafından verilen özür oranının arttığı, %9.6’sında (n=24) ise özür oranının azaldığı saptanmıştı. SONUÇ: Bu çalışma örneklemi, çocuk-gençlerin büyük oranda zihinsel ve ruhsal engelleri nedeni ile rapor başvurusunda bulunduğunu göstermiştir. Öğrenme bozukluğu nedeni ile düzenlenen raporların hafif düzeyde mental retardasyon tanısı ile neredeyse yakın oranlarda düzenleniyor olması ailelerin engelli raporları ve sunulan eğitim imkanları konusunda bilincinin arttığını düşündürmüştür. Öte yandan yenilenen engelli raporlarında, çocuk psikiyatrisi özür oranlarındaki değişiklikler dikkat çekici bulunmuştur. Bu alanda yapılan çalışmaların, raporlandırma ile ilgili sorunların tespiti ve giderilmesinde yol gösterici olacağı düşünülmektedir. P114/Okülo-Kutaneöz Albinizm Ve Asperger Sendromlu Bir Kız Olgu Sunumu Süleyman ÇAKIROĞLU1 , 1 İstanbul Üniversitesi İstanbul Tıp Fakültesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı, Giriş ve Amaç Nörokütanöz hastalıkların yaygın gelişimsel bozukluk (YGB) ile ilişkisi, uzun zamandır dikkat çeken bir konu olmuştur ve literatürde çok sayıda nörokütanöz genetik hastalık ile ilişkili YGB tanımlanmıştır. Fakat melanin pigment sentez defektine bağlı olarak yaygın hipopigmentasyon/apigmentasyon ve nörolojik belirtilerle seyreden, toplumda nadir görülen bir metabolik hastalık olan Okülo-kütanöz Albinizm (OKA) ile ilişkisi tam olarak aydınlatılmamıştır. DSM-IV’te Asperger Bozukluğu olarak tanımlanan, sosyal ve iletişimsel becerilerde azalma, ilgi ve etkinliklerde kısıtlıklarla karakterize bozukluk, DSM-V ile Otizm Spektrum Bozukluğu tanı kategorisi içerisine alınmıştır. Bu olguda, OKA tanılı 14 yaşında kız çocuğunun Asperger Bozukluğu tanısı alması ile oldukça nadir olan bu birlikteliğin klinik özelliklerinin tanımlanması ve tartışılması amaçlanmaktadır. Olgu Sunumu 9. sınıfa giden 14 yaşında kız hasta, son bir senedir her şeye çabuk öfkelenme, aile içinde sürekli çatışma çıkarma, arkadaşlarıyla uyum sağlayamama şikayetleriyle annesi ve ablası tarafından kliniğe getirildi. Hasta ve ailesi ile yapılan klinik görüşmede hastanın doğumdan itibaren fark edilip tanısı konulan total 211 26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 13-16 Nisan 2016/İZMİR OKA olduğu öğrenildi. Gelişimsel psikiyatrik öyküsünde, ince ve kaba motor, dil gelişim basamaklarında ailenin fark ettiği herhangi bir gecikme ya da kısıtlılık olmamış. Aile dört yaş civarında, oyuncak seçiminde diğer kız akranlarının aksine kız bebek oyuncaklarla oynamadığını, kamyon, vinç, traktör gibi oyuncaklarla oynamayı tercih ettiğini farkettiklerini belirtti. Okumayı beş yaşında öğrenen hasta, sonrasında başlıca tercih ettiği kitap türü fantastik ögeler barındırmakla birlikte, neredeyse tüm gününü kitap okuyarak geçirmeye başlamış. Okuduğu kitapları tekrar tekrar okur, özellikle belirli tiplerdeki kitaplara ilgi gösterirmiş. Arkadaş ilişkileri ilkokuldan beri kısıtlıymış. Özellikle soyut kavramlar üzerine anlama ve ifade etme becerileri, mecazi düşünme ve espri yapma konularında kısıtlılıkları mevcutmuş. Konuşması oldukça monoton olmasına rağmen, çok kitap okuduğundan dolayı olduğu düşünülerek, ailesi doktora götürme gereği duymamış. Sürekli kitap okuduğu için okuması oldukça ilerlemiş. Ayrıca yabancı dil öğrenmeye oldukça ilgiliymiş. Şu an anadili hariç, rahat bir şekilde üç farklı dil konuşabilmekteymiş. Akademik hayatında pek sorun yaşamamış. Görüşme sırasında şikayeti sorulduğunda son bir yıldır çok mutsuz olduğunu, hiçbir şey yapmak istemediğini, birkaç arkadaşı dışında arkadaşı olmadığını, sosyal ortamlara giremediğini ve girdiğinde ilişki kuramamaktan dolayı üzgün olduğunu belirtti. Her şeye çok çabuk kızdığını, olur olmaz şeylere sinirlendiğini ve ailesini bu yönde üzdüğünü anlattı. Son dönemde bilgisayarda çok fazla vakit geçirdiğini ve seçili birkaç diziyi izlemekten çok keyif aldığını ancak ailesi ile bu konuda anlaşamadığını anlattı. Yaşına uygun görünümlüydü. Albinizm sebebiyle saçları ve cildi beyazdı. Görüşme esnasında görüşmeye istekli, sorulara cevap veriyor ancak göz kontağı kurmuyordu. Konuşması oldukça disprozodikti. Duygu durumu hafif çökkün ve affekti uygundu. Düşünce içeriği ve sürecinde herhangi bir patoloji yoktu. Frustrasyon toleransı azalmış, olaylara karşı içgörüsü mevcuttu. Son zamanlarda iştahı azalmış ve uykusu bozulmuştu. Tartışma Nörogelişimsel hastalıklardan YGB ile nörokütanöz genetik hastalıkların birlikte görülebilirliği, olası ortak etyo-patogeneze sahip vakaların olabileceği literatürde uzun yıllardır bilinmektedir. Ancak bu hastalıklarla benzer sistemleri etkileyen OKA ile YGB ilişkisi konusunda kısıtlı veri bulunmaktadır. Albinizm hastalarında yapılan kısıtlı sayıda çalışmada dikkat eksikliği ve hiperaktivite bozukluğu gibi yaygın gelişimsel bozukluklarda normal popülasyona göre daha fazla bulunmuştur. Bu olgu sunumunda, ayrıntılı klinik ve gelişimsel değerlendirme ve ruhsal durum muayenesi ışığında DSM-IV tanı ölçütlerince Asperger Bozukluğu tanısı alan bir kız hasta sunulmuştur. Literatürde OKA ve Asperger Bozukluğu eş tanıları oldukça nadirdir. Bu vaka aracılığıyla, OKA ve YGB hastalıklarının birlikteliği, olası paylaşılan genetik ve çevresel faktörlerin aydınlatılması, risk faktörlerinin belirlenmesine duyulan ihtiyaç vurgulanmaktadır. P115/Oxidative imbalance in children and adolescents with autism spectrum disorder Önder ÖZTÜRK1 ,Ömer BAŞAY1 ,Bürge Kabukçu BAŞAY1 ,Hüseyin ALAÇAM2 ,Ahmet BÜBER3 ,Bünyamin KAPTANOĞLU4 ,Yaşar ENLİ5 ,Mustafa DOĞAN6 ,Omer Faruk TUNCER7,Aysen Cetin KARDESLER8 ,Hasan HERKEN9 , 1 Pamukkale University Medical Faculty, Child and Adolescent Psychiatry Department, Denizli, , Turkey, 2Pamukkale University Medical Faculty, Psychiatry Department, Denizli, Turkey, 3 Pamukkale University Medical Faculty, Child and Adolescent Psychiatry Department, Denizli, Turkey, 4Fatih University Medical Faculty, Medical Biochemistry Department, Istanbul, Turkey,5Pamukkale University Medical Faculty, Medical Biochemistry Department, Denizli, Turkey6Pamukkale University Medical Faculty, Pediatric Cardiology Department, Denizli, Turkey, 7Pamukkale University Medical Faculty, Child and Adolescent Psychiatry Department, Denizli, Turkey, 8Pamukkale University Medical Faculty, Medical Biochemistry Department, Denizli, Turkey9Pamukkale University Medical Faculty, Psychiatry Department, Denizli, Turkey, 212 26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 13-16 Nisan 2016/İZMİR Objective: Autism spectrum disorder (ASD) is a heterogeneous group of neurodevelopmental disorders characterized by problems related to social interaction and behavioural area. Studies have suggested a pathophysiological role of oxidative stress, which may be a crucial environmental factor in various psychiatric disorders. Various genetic and environmental factors, including oxidative stress, are believed to play a role in the etiopathogenesis of autism spectrum disorder (ASD) which is a neurodevelopmental disorder [1]. Aim: This study eveluated total oxidant status (TOS), total antioxidant status (TAS) and the oxidative stress index (OSI) in children and adolescents with ASD. Methods: The study recruited 33 children and adolescent aged 2‒17 diagnosed with ASD and 28 healthy controls (HC), matched for age and sex. Autistic symptoms of these patients were scored on the Childhood Autism Rating Scale (CARS). TOS and TAS values were measured using Rel Assay Kit. OSI was obtained by dividing the TOS by the TAS. Results: In patients with ASD, TAS was significantly lower and OSI significantly higher than in HC. There were no significant differences in TOS between the ASD and control groups. In addition, there were no associations between oxidative parameters and severity of ASD Conclusion: In general, it has been suggested that ASD patients have a weakened antioxidant system. Previous studies have reported lower glutathione peroxidase activity in ASD patients than in controls when measured in erythrocytes [1]. Similarly, lower erythrocyte superoxide dismutase activities were reported in autistic children than in healthy controls [2]. Our finding of the decreased TAS in patient with ASD supported to previous results of the studies. Oxidative stress may lead to lipid peroxidation, denaturation of the proteins and DNA damage in neuronal cell [3]. Results suggested that oxidative imbalance is present in ASD and that oxidative stress may play a role in the etiopathogenesis of ASD. Therefore, it is suggested that antioxidants may have beneficial effects on ASD and may be a new therapeutic target in treating ASD. Key words: Autism spectrum disorder, total oxidant status, total antioxidant status, oxidative stress References [1] Frustaci, A., Neri, M., Cesario, A., Adams, J. B., Domenici, E., Dalla Bernardina, B., & Bonassi, S. Oxidative stress-related biomarkers in autism: systematic review and meta-analyses. Free Radical Biology & Medicine 2012; 52(10): 2128–41. [2] Yorbik, O., Sayal, A., Akay, C., Akbiyik, D. I., & Sohmen, T. Investigation of antioxidant enzymes in children with autistic disorder. Prostaglandins, Leukotrienes and Essential Fatty Acids 2002: 67(5): 341–343. [3] Halliwell, Barry. Oxidative stress and neurodegeneration: where are we now? Journal of neurochemistry 2006; 97(6): 1634-58. P116/Mesai Saatleri Dışı Çocuk Psikiyatrisi Acil Servis Başvurularının Gözden Geçirilmesi Onur Tuğçe Poyraz FINDIK1 ,Neşe Perdahlı FİŞ1 , 1 Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi Pendik Eğitim ve Araştırma Hastanesi Çocuk Psikiyatri Kliniği Pendik/İstanbul, Amaç:Çocuk ve ergen popülasyonunda, akut psikiyatrik sorunlar ve bunlara yönelik tedavi arayışının artmakta olduğu bilinmektedir. Tedavi arama davranışı ulaşılabilir kaynaklar, tedavi ortamları ve ülkeler arasında çeşitlilik göstermektedir (1). Bu çalışma bir üniversite hastanesi çocuk acil birimine akut psikiyatrik kriz ile başvuran olguların acil psikiyatrik tanı, tedavi ve organizasyonu ile ilişkili durumlar hakkında bilgi sağlamayı amaçlamaktadır. Yöntem:Haziran 2015-Ocak 2016 tarihleri arasında Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi Pendik Eğitim ve Araştırma Hastanesi Çocuk Acil birimine, nöbet saatleri içerisinde akut psikiyatrik durum ile 213 26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 13-16 Nisan 2016/İZMİR başvurmuş olan ve çocuk psikiyatri konsültasyonu istenen olgulara ait veriler, hastane kayıt sistemi aracılığı ile elde edilmiştir. Verilerin analizinde SPSS 20.0 programı kullanılmıştır. Sonuçlar: Acil konsültasyonu istenen toplam 163 olgunun, %64.4'ü (n=105) kız, %35.4'ü (n=58) erkekti. Yaş ortalaması 14.66±2.69 yaştı (ortanca=15.5). Erkek ve kız olguların yaş ortalaması arasında istatiksel anlamlı fark yoktu. Nöbet saatlerinde en sık konsültasyon nedeni olan yakınmalar sırası ile; kendine zarar verme davranışı/düşüncesi (%39.4; n=63), şiddet (%31.3; n=50), kaygı ve ilişkili somatik belirtiler (%18.8; n=30), ilaç yan etkisi (%5.6; n=9), madde kullanımı (%3.1;n=5) ve cinsel istismar şüphesidir (%1.9; n=3). Erkeklerin %44.8'inin şiddet davranışı, kızların ise %47.6'sının kendine zarar verme davranışı/düşüncesi yakınması mevcuttu. Değerlendirme sonucunda olguların %25.8'i Depresif Bozukluk, %14.1'i Yaygın Gelişimsel Bozukluk (YGB) ve/veya MentalRetardasyon (MR), %12.9'u Yıkıcı Davranış Bozuklukları, %8.6'sı Psikotik Bozukluklar, %7.4'ü Anksiyete Bozuklukları ve/veya Konversiyon Bozukluğu, %4.9'u Madde Kötüye Kullanım Bozukluğu/Bağımlılığı ve %3.7'si Bipolar Bozukluk-Manik Nöbet tanılarını almıştır. Olguların %10.4'ü için organik etiyoloji dışlanması sonrası tekrar değerlendirme, %17.2'sinde ise tanı için psikiyatrik izlem önerilmiştir. Olguların %19'u (n=31) yataklı serviste takip ve tedavi için yönlendirilmiştir. Olgu dökümünün yapıldığı zaman aralığında tekrarlayan acil başvurusu olan 10 olgunun 8'inin şiddet davranışı yakınması ile konsülte edildiği ve 5'inin YGB-MR tanısı aldığı saptandı. Konsültasyon saatleri açısından yapılan incelemede hafta içi en sık 20.00-23.00 arası (%41.6), hafta sonu ise en sık 17.00-20.00 saatleri arasında (%27) konsültasyon talebinde bulunulduğu gözlendi. Hafta içi nöbet saatlerinde YGB-MR ve Psikotik Atak tanılı olguların 23.00-02.00 arası, Depresif Bozukluk, Anksiyete Bozuklukları ve Konversif Bozukluk tanılı olguların ise 20.00-23.00 arası saatlerde daha sık konsülte edildikleri gözlendi . Tartışma: Ruh sağlığı sorunları çocuk ve ergen popülasyonunda önemli bir morbidite ve mortalite nedenidir. Klinisyenlerinacil psikiyatrik durumlarda uygun değerlendirme ve hizmet planlama yaklaşımları hakkında bilgi sahibi olmaları önemlidir (2). Acil başvurusu birçok hasta için psikiyatrik tedavinin ortak bir giriş noktası özelliği taşımakta ve bu yaş grubu için özel psikiyatrik bakım koşulları gerekmektedir. Kaynaklar: 1. Janssens A, Hayen S, Walraven V, Leys M, Deboutte D. 2013. Emergency psychiatric care for children and adolescents: a literatüre review. Pediatric emergency care,29(9), 1041-1050. 2. Halamandaris PV, Anderson TR. 1999. Children and adolescents in the psychiatric emergency setting. Psychiatric Clinics of North America, 22(4), 865-874. P117/Temaruz Mu Yapay Bozukluk Mu?: Bir Olgu Sunumu Nazike YILDIZ1 ,Işık GÖRKER1 , 1 Trakya Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı Hastalıkları Anabilim Dalı EDİRNE GİRİŞ: Yapay bozukluk hasta rolünü benimsemek amacıyla fiziksel ya da patolojik belirtilerin istemli olarak oluşturulması ya da taklit edilmesi ile giden bir hastalıktır. Bu yazıda yapay bozukluk tanısı alan bir ergenin tanısal süreci tartışılacaktır. OLGU: 13 yaşında kız olgu polikliniğmize sesler duyma,gerçekte var olmayan kişilerle konuşma şikayetiyle başvurdu. Annesiyle beraber muayeneye gelen olgumuz yalnız başına görüşmek istedi. Muayeneye yalnız alınan olgu dört yıldır hemen her gün sadece kendisinin gördüğü bir kızın kendisini zaman zaman ‘ senin yanında kalacağım, gitmeyeceğim ‘ gibi sözleriyle korkuttuğunu ifade etti. Son bir yıldır ise çınlama sesi duyduğunu , çoğunlukla yalnız kaldığında kızlardan oluşan bir grubu gördüğünü belirtti. Ailesinden alınan bilgiye göre ailenin bu şikayetleri hiç fark etmediği, yalnızca iki ay önce dikkat 214 26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 13-16 Nisan 2016/İZMİR eksikliği şikayetiyle çocuk psikiyatirisine başvurdukları ancak olgunun herhangi bir tanı almadığı öğrenildi. Olgu o dönemde başvuru yapılan merkezde çocuk psikiyatrisinin erkek olması nedeniyle mevcut yakınmalarını dile getirmediğini ifade etti. Çocuk psikiyatrisi değerlendirilmesinden 2 hafta sonrasında baş dönmesi, baş ağrısı şikayetiyle pediatri polikliniğine başvuran olguda yapılan muayene ve tetkikler sonucu patoloji saptanmadığı, çocuk psikiyatrisine yönlendirildiği öğrenildi. Bu dönemde anneye göre dersler konusunda babanın baskıcı tutumunun azalmasıyla baş dönmesi, baş ağrısı yakınmasının azaldığı bildirilmiştir. Olgunun soygeçmişinde belirgin bir özellik bulunmamaktadır. Yapılan psikiyatrik muayenede duygulanımı genellikle kısıtlı ancak bazen labil olabiliyordu. Duyguları ve söyledikleri kolayca değişebiliyordu. Konuşması yüzeyel, ayrıntılandırılması istendiğinde çelişkili yanıtlar vermekteydi. Algı muayenesinde kendisini korkutan sesler duyduğunu ifade ediyor, bu sesleri halusinasyon olarak tanımlıyordu. Düşünce içeriği, yargılama, gerçeği değerlendirme yetisi ve zekası normal olarak değerlendirildi. İşlevselliğinde herhangi bir bozulma yoktu. Ailesi son dönemde olguda herhangi bir değişiklik saptamadığını, ders başarısı ve arkadaşlarıyla ilişkisinin iyi olduğunu ifade etti. TARTIŞMA: Olgumuzda semptomların sadece muayene sırasında belirtilmesi, ailenin herhangi bir şikayetinin olmaması, tekrarlayan hastane başvurusu, sürekli değişen yakınmalar, abartılı ve sahte öyküler, tutarsız yakınmalar olması yapay bozukluğu düşündürmektedir. Amaçlı ve bilinçli olarak belirti oluşturma davranışı temaruzu da düşündürebilir. Temaruzu olan bireylerde belirgin bir dışsal kazanç sözkonusudur. Hedef çoğu kez açıktır, belirtiler onlar için artık gerekli olmayınca belirtileri durdurabilir. Yapay bozuklukta ise kişi genellikle yapay davranışının arkasındaki motivasyonun farkında değildir ve dışsal kazancı yoktur. Ancak çocuk ve ergenlerde yapay bozukluk olgularında da az ve ya çok bir dış etken ve bir kazanç bulunduğu ve bu nedenle özellikle çocuklarda yapay bozukluk ve temaruzun ayırıcı tanısının yapılmasının zor olduğu, dış etkenin ve kazancın belirginliğine ve ne kadar ön planda olduğuna göre tanımlama yapılabileceği belirtilmektedir. Olgumuzda temaruzdaki gibi belirgin bir dışsal kazanç sözkonusu değildir. Şikayetler nedeniyle ailenin tutumundaki değişiklik mevcut semptomların şiddetini azaltsa da ailenin tutumundan bağımsız semptomların çeşidini arttırmaktadır. Sonuç olarak yakınmaları ile muayene bulguları arasında tutarsızlıklar olan, abartılı klinik bulgulara karşın incelemelerde patoloji saptanmayan, tekrarlayan hastane başvurusu olan olgularda yapay bozukluk akla gelmelidir. Erken ve doğru tanı, olguların zararlı olabilecek tanı ve tedavi işlemlerine maruz kalmasını önleyecektir. P118/Paylaşılmış Obsesif Kompulsif Bozukluk: Bir Olgu Sunumu Ferda Volkan GÖNÜLLÜ1 ,Dilara BİNGÖL KARAGÖZ1 ,Uğur SARI1 ,Ozan ÖĞÜT1 ,Doç. Dr. Nursu Çakın MEMİK1 , 1 Kocaeli Üniversitesi Çocuk Ve Ergen Psikiyatrisi Kliniği, Obsesif kompulsif bozukluk (OKB) istenmeden gelen, uygunsuz olarak yaşanan ve belirgin aksiyete ya da sıkıntıya neden olan, yineleyici ve sürekli düşünceler, dürtüler ya da düşlemler olarak tanımlanan obsesyonlar ile kişinin, obsesyona tepki olarak ya da katı bir biçimde uygulaması gereken kurallarına göre kendini alıkoyamadığı yineleyici davranışlar ya da zihinsel eylemler olarak tanımlanan kompulsiyonlarla karakterize bir bozukluktur(1). Yapılan çalışmalar ergenlik dönemindeki OKB’nin yaygınlık oranının % 1 ile % 4 arasında olduğunu göstermiştir (1). Paylaşılmış obsesif kompulsif bozukluk(POKB) ise tartışmalı bir tanı grubu olmakla birlikte çok az sayıda vaka bildirimi mevcuttur (2,3). Bu yazıda halasının ürettiği parfümden tiksinme, sık el yıkama, sık ve uzun süre banyo yapma şikâyetleri ile başvuran OKB ve hafif derecede mental retardasyon tanısı bulunan 16 yaş 2 aylık bir kız ergen olgunun tanı, takip ve tedavi süreci tartışılmıştır. 215 26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 13-16 Nisan 2016/İZMİR P119/Otistik Spektrum Bozukluğu ve Tuberskleroz Kompleks Birlikteliği: Bir Olgu Sunumu Berkan Şahin1 ,Mahmut Çakır2 ,Murat Yüce3 , 1 Ondokuz Mayıs Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi, Çocuk ve Ergen Psikiyatrisi Kliniği, 2Amasya Sabuncuoğlu Şerefeddin Eğitim ve Araştırma Hastanesi, 3Ondokuz Mayıs Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi, Çocuk ve Ergen Psikiyatrisi Kliniği, Amaç: Tuberoskleroz kompleksi (TSK) çoklu organ sistemini etkileyen ve primer olarak beyin, cilt ve böbrekte benign neoplastik yapılarla, insidansı 1/6000 olan, hipomelanotik maküller, fasial anjiofibrom, shagreen lekesi, periungual fibrom, kardiyak rabdomyom, renal anjiyomyolipom, intrakraniyal tuber ve nodüller gibi klinik özellikler ile karakterize, 9q34 ve 16p33.3 kromozomunda lokalize genetik bir bozukluktur. Kalıtımı otozomal dominant (%30) veya spontan mutasyon (%70) şeklinde olabilir. TSK hastalarının yaklaşık yarısında anlıksal yetiyitimi görülürken anlıksal yetiyitimi olan TSK hastalarında daha yaygın olmak üzere TSK hastalarının yaklaşık %40-50’ sinde otistik spektrum bozukluğu görülmektedir. Olgu: Beş yaş altı aylık erkek olgu, “aşırı hareketlilik, göz teması kurmama, konuşma geriliği, gözleri önünde parmaklarıyla oynama gibi tekrarlayan davranışları, eşyalara zarar verme, çabuk sinirlenme” nedeniyle ailesi tarafından OMÜ Tıp Fak. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları polikliniğine getirilmiştir. Doğum sonrası Beyin MRI sonucu normal olduğu bildirilmiş olup herhangi bir tıbbi takip öyküsü bulunmamaktadır. Yapılan psikiyatrik değerlendirmesinde sol göz ve alında şarap lekesi(Portwine Stain) olan çocuğun ismine tutarlı olarak bakmadığı, göz teması kurmadığı, sosyal etkileşim ve iletişiminin yetersiz olduğu, tek kelimeli cümleler kuramadığı, her iki el parmaklarıyla göz önünde stereotipik hareketler yaptığı ve bu sırada çığlık attığı kaydedilmiştir. Fizik muayenesinde bel bölgesi ve baldırların çok sayıda hipomelanotik makül görülmüştür. Olguya uygulanan Denver II gelişimsel tarama testi sonucunda dört alanda da gelişim geriliği saptanmıştır. DSM-5 tanı kriterleri çerçevesinde yapılan klinik değerlendirmeler sonucunda otistik spektrum bozukluğu tanısı konulmuştur. Olgunun EEG sonucu; “Bifrontalde zemin aktivitesi yaygın, düzensiz. Düşük amplitüdlü dikenler zemine ilave edilmiş” Beyin MRI sonucu; “Her iki serebral hemisferde yaygın subkortikal alanlarda fokal, T2 ve flair serilerde hiperintens sinyal değişiklikleri izlenmiştir (subkortikal hamartom). Sağ lateral ventrikül komşuluğunda oksipital horn lokalizasyonunda T2 hipointens subependimal nodül görünümü mevcuttur.”gelmiştir. Çocuk nöroloji ile konsülte edilen hastaya epilepsi ve Tuberoskleroz Kompleksi tanıları konulup, medikal tedavisine levetiracetam eklenmiştir. Tartışma: Bu olgu ile belirgin cilt bulgularına sahip, motor ve dil gecikmesi olan ve otistik spektrum bozukluğu belirtilerine sahip çocuklarda Tuberoskleroz Kompleksi’ nin akılda tutulmasının önemli olduğu ve tanı, tedavi noktasında multidisipliner yaklaşım gerektirip kompleksin genel özellikleri tartışılmaya çalışılmıştır. P120/Travmatik Çevrenin Ergen Ruh Sağlığına Etkisi: Olgu Sunumu Ezgi EYNALLI1 ,Ayşegül TAHİROĞLU1 ,Özge METİN1 ,Gonca ÇELİK1 ,Ayşe AVCI1 , 1 ÇUKUROVA ÜNİVERSİTESİ BALCALI HASTANESİ ÇOCUK PSİKİYATRİ A.D. SARIÇAM ADANA, AMAÇ Ailesel faktörler ve çevresel etkenler psikiyatrik hastalıkların meydana gelmesinde önemli risk faktörleridir. Bu yazıda 15 yaşında ‘Travma Sonrası Stres Bozukluğu’ tanısı alan ergeni ve bu durumu tetikleyen aile içi kötü yaşantı ve çevresel faktörleri gözden geçirilecektir. OLGU 15 yaşında erkek ergen polikliniğimize korkulu rüya görme, evde girmekte zorluk yaşama yakınmaları nedeniyle başvurdu. Beş çocuklu ailenin dördüncü çocuğu olarak dünyaya gelen olgunun, gelişim basamakları normal idi ve özgeçmişinde özellik saptanmadı. Alınan öyküde; bir yıl ara ile iki abisinin 216 26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 13-16 Nisan 2016/İZMİR evde aynı yerde ası ile özkıyım girişiminde bulunduğu ve bunun sonucunda ikisinin de vefat ettiği, ikinci olayın yaklaşık bir ay kadar önce gerçekleştiği ve son olaya şahit olduğu öğrenildi. Soygeçmişinde; üç abisinde madde kullanım bozukluğu, babasında ise alkol bağımlılığı olduğu öğrenildi. İlk kaybın üzerinden bir yıl kadar süre geçtiği ancak hala abisini rüyalarında gördüğü bir ay önce de ikinci kayba tanıklık ettikten sonra bu görüntünün gözünün önünden gitmediği özellikle son 1 aydır kabus görme, geceleri uyuyamama, mutsuzluk, keyif alamama, çabuk öfkelenme yakınmalarının alevlendiği öğrenildi. Olgu eve girmekte zorlandığını bu nedenle futbol takımında olduğu için vaktinin çoğunu antrenmanda geçirdiğini ya da arkadaşlarının evinde kaldığını ifade etti. Bu ortam içerisinde hayatta olan abisinin madde kullanımına şahit olan olgunun madde, alkol ya da sigara alışkanlığının olmadığı ve spor ile uğraştığı için kolay ulaşabilir olmasına rağmen deneyimlemediği öğrenildi. Travma sonrası stres bozukluğu ile takip altına alınan olgu için sosyal inceleme istendi. Aripiprazol 1 mg/g ile sağaltım başlandıktan iki ay sonra abisinin ‘yanıma gel’ şeklinde seslendiğini duyma, görüntüsünü görme ve sonrasında neler olduğunu tam hatırlamadığı süreçte hap ile özkıyım girişiminde bulundu. Bu klinik durum dissosiatif süreç olarak değerlendirildi. Klinik takipleri devam eden olgunun depresif yakınmalarının ve uyku sorunlarının belirgin olması üzerine mirtazapin 15 mg/g sağaltıma eklendi ve aripiprazol 2,5 mg/g’ e titre edildi, ancak olgu tedaviye yan etkileri nedeni ile devam etmedi. İlaçsız takip edilen hastanın klinik izlemi sırasında sosyal inceleme kararı danışmanlık tedbiri ve sağlık tedbiri alınması şeklinde sonuçlandı. Takipler sırasında abisinin madde kullanım sebebi ile cezaevine girdiği öğrenildi. Takibinin sekizinci ayında flashbacklerin daha nadir olduğu, eve girmekle ilgili sorunun azaldığı, aile içindeki sorunların azaldığı öğrenildi. Klinik inceleme ve psikometrik incelemeler ile DEHB ek tanısı alan olguya klinikte kısa etkili ajan ile deneme yapıldıktan sonra OROS metilfenidat 36 mg başlandı ve 54 mg/g’ e titre edildi. Hayatında önemli yeri olan futbola tutunan, patolojik çevre içerisinde ruh sağlığı etkilenen olgunun takipleri devam etmektedir. SONUÇ DSM-5’ te travma sonrası stres bozukluğunun (TSSB) kriterleri; travmatik olayı doğrudan yaşama veya tanıklık etme durumu sonrasında yeniden yaşantılıma, kaçınma, duygudurum ve bilişte olumsuz değişiklikler, uyarılma ve tepki gösterme biçiminde değişikler olarak tanımlanmıştır. DSM-4’ten farklı olarak dissosiyatif semptomlar tanı kriterine eklenmiştir. Olgunun ayırıcı tanısında patolojik yas süreci düşünülmüş olup, korkulu rüyalar, yeniden yaşantılıma, görüntülerin tekrar tekrar yaşanması, geçirdiği dissosiyatif süreç nedeni ile kliniği TSSB ile uyumlu bulunmuştur. Bu olguda sağlıklı olmayan çevreden ergeni korumak büyük önem taşımaktadır. P121/Geniş Otizm Fenotip Ölçeği'nin Türkçe Formunun Geçerlik Ve Güvenilirliği: Ön Çalışma Muhammed Tayyib KADAK1 ,Mahmut Cem TARAKÇIOĞLU2 ,Ceren KAYA1 ,Tuğçe ÖNCÜ1,Ceyda KIYAK2 , 1 İÜ Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Çocuk ve Ergen Psikiyatri ABD Fatih İstanbul, 2İstanbul Kanuni Sultan Süleyman Eğitim ve Araştırma Hastanesi Küçükçekmece İstanbul, Giriş: Otizm Spektrum Bozukluğu (OSB) erken çocukluk çağında başlayan toplumsal etkileşim ve dil gelişiminde geriliklerle beraber basmakalıp davranışların görüldüğü bir nöropsikiyatrik bozukluktur. Geniş otizm fenotipinde sosyal beceri, sözel iletişim, bilişsel alan ve yürütücü işlevlerde bozulmaların olabileceği öne sürülmektedir. Bu yazıda Hurley ve arkadaşları (2007) tarafından geliştirilen Geniş Otizm Fenotip Ölçeğinin Türkçe uyarlamasının geçerlilik ve güvenirlilik çalışmasının ilk bulguları sunulmacaktır. Metod: Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları ve Kanuni Sultan Süeyman Eğitim ve Arşatırma Hastanesi Çocuk Psikiyatri kliniğine başvuran Otizm Spektrum Bozukluğu tanısı almış çocukların ana babaları katılmıştır. Çalışmada Geniş Otizm Fenotip Ölçeği (GOFÖ) ve Otizm Anketleri (OA) uygulanmıştır. Bulgular: 217 26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 13-16 Nisan 2016/İZMİR OSB tanılı çocuğu olan 65 ebeveynden her iki anketi yanıtlayan 52 ebeveyne ait veriler sunulmuştur. Katılımcıların %44.2 (n=23) erkek ve %55,8’i (n=29) kadındı. Katılımcıların yaş ortalaması 38,5 (2556) idi. GOFÖ’nün alfa katsayısı sırasıyla bütün ölçek için α=.75, mesafeli olma α=.70, dil kullanımı α=.63, değişmezlik α=.67 olarak bulunuldu. GOFÖ ölçeğinin alt-ölçek puan ortalamaları Mesafeli olma 36.2 (SS=9.1), dil kullanımı 28.7 (SS=7.9) ve değişmezlik 36 (SS=8.3) idi. OA alt-ölçek puanları sosyal beceri 2.7(SS=1.7), dikkati kaydırma 4.6(SS=1.8), ayrıntılara dikkat 5.1 (SS=1.9), iletişim 3.6 (SS=1.8), hayal kurma 3.6 (SS=1.8) ve tüm 19.5 (SS=5.7) idi. Her iki anketin alt-ölçeklerine bakıldığında mesafeli olma ile dikkati kaydırma, iletişim ve toplam OA arasında anlamlı korelasyon bulunmuştur. Dil kullanımı ile iletişim , hayal kurma ve toplam OA arasında anlamlı korelasyon bulunmuştur. Değişmezlik alt ölçeği ise tüm OA alt ölçekleri toplam OA arasında anlamlı korelasyon bulunmuştur. Tartışma: Geniş Otizm Fenotip Ölçeği'nin Türkçe formu yüksek geçerlik ve güvenilirlik düzeylerine sahip bir ölçme aracıdır. P122/Sentetik Kannabinoid Çekilme Döneminde Görülen Deliryum, Rabdomiyoliz Ve Toksik Hepatit: Bir Olgu Sunumu Dr.Mehmet TEKDEN1 ,Dr.Emine Bilgen DOĞAN1 ,Dr.Burcu GEDİK1 ,Dr.Elif ÇARPAR1 ,Uz.Dr.Ali Güven KILIÇOĞLU1 ,Uz.Dr.Arzu ÇİFTÇİ1,Doç.Dr.Gül KARAÇETİN1 , 1 Bakırköy Prof Dr Mazhar Osman Ruh ve Sinir Hastalıkları Eğitim ve Araştırma Hastanesi Çocuk ve Ergen Psikiyatrisi Kliniği, Giriş: Sentetik kannabinoidler “bonzai” adıyla sokakta sık olarak satılan ucuz ve testlerde zor tespit edilmesi nedeniyle mücadelede zorlukların olduğu yasadışı maddelerdir. Kimyasal olarak geniş bir yelpazede olup Delta 9 Tetra Hydro Cannabinol (THC) ile benzer olarak kannabinoid reseptörleri üzerinden etki göstermektedir. [1] Geniş bir yelpazede farklı içerik ve etken maddeler bulunması nedeniyle sentetik kannabinoidlerin ruhsal ve bedensel etkilerini öngörmek mümkün olmayabilir [1] Sentetik kannabinoid tüketimine bağlı olarak ajitasyon, taşikardi, çarpıntı, göğüs ağrısı, karın ağrısı,akciğer hasarı, bulantı, kusma ve pek çok başka yan etkiler bildirilmiştir.[2] Bu bildirimde amacımız sentetik kannabinoid kullanımının bırakılmasını takiben deliryum, rabdomiyoliz ve hepatik yıkımla giden olgumuzu sunmaktır. Olgu: 17 yaş 4 aylık erkek olgu, madde kullanım bozukluğu Tedavisi için Bakırköy Prof Dr Mazhar Osman Ruh ve Sinir Hastalıkları Eğitim ve Araştırma Hastanesi Çocuk ve Ergen Alkol Madde Tedavi Merkezi’ne ÇEMATEM yatışı yapıldı. Madde kullanımının 7 yıl önce başladığı ve son 4 yıldır sentetik kannabinoid kullanımı olduğu öğrenildi. Daha önceden bilinen tıbbi rahatsızlığı olmayan olgu, en son yatışından 3 gün önce sentetik kannabinoid kullandığını ifade etmekteydi;ve yapılan idrar toksikolojisinde yasadışı bir madde saptanmadı. Yatışı esnasında yapılan kan tahlillerinde herhangi bir sorun saptanmadı. Risperidon 1 mg/gün, ketiapin 100 mg/gün, hidroksizin 37.5 mg/gün tedavisi başlandı. Yatışının üçüncü gecesi sayıklama ve görsel halusinasyonları olan hastanın ek tedavi ihtiyacı olmadan bulguları geriledi. Gündüz değerlendirmesinde herhangi bir psikopatoloji tariflemeyen hasta yatışının dördüncü gecesinde ajitasyon ve görsel halusinasyonlar nedeniyle gözleme alındı. Hastaya haloperidol ile müdahele edildi. Sabah yapılan değerlendirmede hastanın bilinci açık olmakla birlikte zaman ve kişi oryantasyonlarının ve kooperasyonunun bozulduğu görüldü. Tansiyon değerleri 120/70 mm/Hg, ateş 36,9 °C, nabız 100/dk bulundu. Intravenoz sıvı takviyesi yapıldı. Yapılan kan tahlilinde kreatinin fosfokinaz(CK) değerinin 2000 IU/L üzerine yükseldiği, beyaz kürenin 14400/μL’e çıktığı Aspartat transaminaz(AST) nin 74 U/L kreatinin kinaz mb bandının da beraberinde 68 IU/L’ye yükseldiği görüldü. Elektrokardiyogramı ve ekokardiyogramı çekilen hastada herhangi bir kardiyak 218 26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 13-16 Nisan 2016/İZMİR patoloji düşünülmedi. Oryantasyon ve kooperasyonunda düzelme görülen hastanın akşam saatlerinde tekrar yer ve kişi oryantasyonlarının bozulduğu, görsel halusinasyonları olduğu, böcek arama benzeri davranışlarının başladığı görüldü. Hastanın tüm ilaçları kesildi. Gün içinde yapılan takiplerinde CK değerlerinin ve karaciğer transaminaz değerlerinin yükselmeye devam ettiği görüldü. 4000 cc/gün iv mayi takviyesi yapıldı. Hastanın oryantasyonu dalgalı seyir göstermekte ve ajitasyonu devam etmekteydi. Sentetik kannabinoide bağlı deliryum düşünülen hastanın ajitasyonunu azaltmak amacıyla haloperidol 2.5 mg ve lorazepam 0.5 mg ile araya girildi. Diğer hastalara zarar verme riski ve iv mayi tedavisinin devamını sağlayabilmek amacıyla kısa süreli fiziksel tespitler uygulandı. Hastanın takibinde normal aralıktan yükselme eğilimi gösteren CK ve transaminaz değerleri olması nedeniyle yoğun bakım talebinde bulunuldu. Hastanın alanin transaminaz(ALT) değerleri takipte 149 U/L’ye kadar AST değerleri 700 U/L’ye kadar yükseldi. Hasta yoğun bakıma toksik hepatit ve rabdomiyoliz tanıları ile sevkedildi. Yoğun bakım takibi esnasında CK değerlerinde ve karaciğer transaminaz değerlerinde yükselme devam ettiği görüldü. CK değeri 50841 U/L’ye, Laktat Dehidrogenaz(LDH) 2089 U/L’3, AST 950 U/L’ye, ALT 191 IU/L’e çıktı. Hasta Akut tübüler nekroz tanısıyla diyalize alındığı öğrenildi. Rabdomiyoliz, toksik hepatit ve deliryum başlangıcı ve tedavisinin 5.günü sonrası deliryum bulguları düzelen ve transaminaz ve CK değerleri düzelen hastanın taburculuğu yapıldı. Tartışma: 17 yaş 4 aylık erkek olgumuzda; sentetik kannabinoid kullanımının bırakılmasını takiben 3. günde gelişmeye başlayan delirium tablosuna yoğun bakım ihtiyacını gerektiren rabdomyoliz ve toksik hepatitin eşlik ettiği, hemodiyalize kadar giden akut tubuler nekroz geliştiği ve hemodiyaliz sonrasında tablonun tamamen düzeldiği görülmektedir. Rabdomiyoliz çizgili kas hücrelerinin yıkımı ve kas hücre içeriğinin dolaşıma karışması olarak tanımlanmaktadır. (Örneğin Kreatin kinaz, aldolaz, laktat dehidrogenaz, alanin transaminaz, ve aspartat transaminaz). Olgumuzda olduğu gibi ciddi rabdomiyoliz durumunda akut böbrek hasarı görülebilir. Travmatik ve travmatik olmayan şeklinde ikiye ayrılan rabdomyolizin travma dışı sebepleri arasında alkol, yasadışı maddeler ve lipid düşürücü ilaçlar bildirilmiştir.[3] Olgumuzun daha önceden bilinen benzeri bir durumu olmamış, yakın zaman içerisinde fiziksel bir travmaya maruz kalma öyküsü yoktu. Daha önceden risperidon, olanzapin, ketiapin, hidroksizin, sertralin, essitalopram kullanımları olmuş, hiçbiri ile ilgili bir yan etki tarif etmiyordu. Daha önceden ecstasy, esrar ve sentetik kannabinoid kullanımları olduğunu söyleyen hastanın öyküsüne göre son 1,5 aydır ecstasy kullanımı son 3 yıldır esrar kullanımı olmamıştı. En son sentetik kannabinoid kullanımının yatışından 3 gün önce olduğunu belirtiyordu. Yatış öncesi yapılan tahlillerde herhangi bir patoloji saptanmadı, herhangi bir travma öyküsü yoktu. Takip esnasında rabdomiyoliz ve karaciğer hasarına yol açabilecek [3] travma görülmedi. Alkol ve yasadışı madde kullanımı veya asetaminofen vb hepatotoksik ilaç kullanımı olmadı. Servisimizde yatışı esnasında kullanılan antipsikotikleri daha önceki yatış ve ayaktan takibinde bir yan etki görülmeden kullandığı görüldü. Literatürde antipsikotik kullanımı ile başlangıç gösteren rabdomiyoliz vakaları görülmekle[9] birlikte bunların bir kısmını nöroleptik malign sendrom beraberinde izlenmektedir. Bizim vakamız nöroleptik malign sendrom kriterlerini karşılamıyordu. [9] Düşük dozlarda ve kısa süreli kullandığımız ilaçlar olması da ilaç kaynaklı bir tablo ihtimalini azaltmaktadır. Ve mevcut deliryal tabloyu da tam anlamıyla açıklamamaktadır. Bununla birlikte ayırıcı bir tetkik imkanımız olmadığı için ilaç kaynaklı bir durumu tamamen dışlayamıyoruz. Pubmed üzerinden yapılan anahtar kelime taramasında sentetik kannabinoid kullanımının detoksifikasyon ve çekilme dönemlerine dair bir vaka bulunamadı. Ancak akut entoksikasyonlarda bildirilmiş çok sayıda rabdomiyoliz, akut böbrek hasarı [5,6,7] bulunmaktadır. Karaciğer hasarı ile giden bildirilen vaka da bulunmaktadır.[8] Sentetik kannabinoid çekilme döneminde beklenen yan etkiler daha çok anksiyete, duygulanımda oynaklık, bulantı, iştah kaybı şeklindedir. Nadiren de psikoz ve kendine zarar verme şeklinde bulgular görülebilmektedir. [10] Deliryum DSM 5’e göre kısa sürede gelişen, ve dalgalanma eğilimi gösteren, dikkat ve farkındalıkta bozulma ile giden bilişsel fonksiyonlarda bozulmalar ile seyreden (hafızada bozulma, oryantasyon bozukluğu, dil ve görsel uzamsal becerilerde ve algıda bozulma) ile giden bir tablodur. Tıbbi bir tablodan kaynaklandığına dair kanıt gerektiren bir durumdur.[4] Sentetik kannabinoid 219 26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 13-16 Nisan 2016/İZMİR kullanımına bağlı deliryum vakaları bildirilmekle birlikte[11], deliryuma toksik hepatit ve hemodiyalizle düzelen rabdomyoliz eşlik etmesi açısından olgumuz bilimsel literature katkı sağlayabilir. Sonuç: Yasadışı yollarla piyasaya sürülen ve içeriği konusunda kesinlik olmayan sentetik kannabinoid gibi maddelerin hem akut entoksikasyon dönemlerinde hem de detoksifikasyon ve çekilme dönemlerinde çeşitli tıbbi ve psikiyatrik sorunlar saptanabilmektedir. Bu maddeler hakkında olan farmakolojik bilgiler kısıtlı olmakla birlikte sentetik kannabinoid kullanımı olan kişilere klinisyenler dikkatle yaklaşmalıdır. Referanslar 1- Gurney, S. M. R., K. S. Scott, S. L. Kacinko, B. C. Presley, and B. K. Logan. “Pharmacology, Toxicology, and Adverse Effects of Synthetic Cannabinoid Drugs.” Forensic Science Review 26, no. 1 (January 2014): 5378. 2- Forrester, M. B., K. Kleinschmidt, E. Schwarz, and A. Young. “Synthetic Cannabinoid and Marijuana Exposures Reported to Poison Centers.” Human & Experimental Toxicology 31, no. 10 (October 2012): 1006–11. doi:10.1177/0960327111421945. 3- Bosch, Xavier, Esteban Poch, and Josep M. Grau. “Rhabdomyolysis and Acute Kidney Injury.” New England Journal of Medicine 361, no. 1 (July 2, 2009): 62–72. doi:10.1056/NEJMra0801327. 4- Association, American Psychiatric. Diagnostic and Statistical Manual of Mental Disorders (DSM5®). American Psychiatric Pub, 2013. 5- Zhao, Aiyu, Maybel Tan, Aung Maung, Moro Salifu, and Mary Mallappallil. “Rhabdomyolysis and Acute Kidney Injury Requiring Dialysis as a Result of Concomitant Use of Atypical Neuroleptics and Synthetic Cannabinoids.” Case Reports in Nephrology 2015 (2015): 235982. doi:10.1155/2015/235982. 6-Bhanushali, Gautam Kantilal, Gaurav Jain, Huma Fatima, Leah J. Leisch, and Denyse ThornleyBrown. “AKI Associated with Synthetic Cannabinoids: A Case Series.” Clinical Journal of the American Society of Nephrology: CJASN 8, no. 4 (April 2013): 523–26. doi:10.2215/CJN.05690612. 7- Kazory, Amir, and Ravi Aiyer. “Synthetic Marijuana and Acute Kidney Injury: An Unforeseen Association.” Clinical Kidney Journal 6, no. 3 (June 2013): 330–33. doi:10.1093/ckj/sft047. 8- Sheikh, Israr A., Miha Lukšič, Richard Ferstenberg, and Joan A. Culpepper-Morgan. “Spice/K2 Synthetic Marijuana-Induced Toxic Hepatitis Treated with N-Acetylcysteine.” The American Journal of Case Reports 15 (2014): 584–88. doi:10.12659/AJCR.891399. 9- Star, Kristina, Noha Iessa, Noor B. Almandil, Lynda Wilton, Sarah Curran, I. Ralph Edwards, and Ian C. K. Wong. “Rhabdomyolysis Reported for Children and Adolescents Treated with Antipsychotic Medicines: A Case Series Analysis.” Journal of Child and Adolescent Psychopharmacology 22, no. 6 (December 2012): 440–51. doi:10.1089/cap.2011.0134. 10- Macfarlane, Vicki, and Grant Christie. “Synthetic Cannabinoid Withdrawal: A New Demand on Detoxification Services.” Drug and Alcohol Review 34, no. 2 (March 1, 2015): 147–53. doi:10.1111/dar.12225. 11- Tyndall, Joseph A., Roy Gerona, Giuliano De Portu, Jordan Trecki, Marie-Carmelle Elie, Judith Lucas, John Slish, et al. “An Outbreak of Acute Delirium from Exposure to the Synthetic Cannabinoid AB-CHMINACA.” Clinical Toxicology (Philadelphia, Pa.) 53, no. 10 (December 2015): 950–56. doi:10.3109/15563650.2015.1100306. P123/Dikkat Eksikliği Hiperaktivite Bozukluğu Olgularında Ev İçi Olumsuz Yaşantının Semptom Şiddetine Etkisi Ipek Suzer GAMLİ1 ,Aysegul Yolga TAHİROGLU1 ,Ozge METİN1 ,Gonca Gul CELİK1 ,Ayse AVCİ1 , 1 ÇÜTF Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları ABD, 220 26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 13-16 Nisan 2016/İZMİR Giriş ve Amaç: Dikkat Eksikliği Hiperaktivite Bozukluğu (DEHB), yaş ve gelişim dönemine göre uygun olmayan; dikkatsizlik, hiperaktivite ve dürtüsellik belirtileriyle seyreden nörogelişimsel bir bozukluktur. DEHB, ruhsal hastalıklar arasında genetik yönü en iyi ortaya konmuş hastalıklar arasında olmasına rağmen bazı çevresel ve psikososyal faktörlerin de tanının ortaya çıkması, belirti şiddeti veya prognozda önemli olduğu düşünülmektedir. Çocukluk çağı olumsuz yaşantıları; çocuğa (ihmal/istismar) veya evde yaşayanlara ait kötü muamele davranışlarını kapsamaktadır. Bunlar arasında yer alan ev içi fiziksel şiddet, çocuğun ev içindeki biri/birileri tarafından itilmesi, tekmelenmesi, sarsılması, vücudunun çeşitli yerlerine bir cisim veya elle vurulması, sıcak su/ateş vb. ile zarar verme gibi eylemleri kapsar. Ev içinde şiddet gibi olumsuz yaşantıların çocukta travmatik ve davranışsal sorunları artırabileceği birçok çalışma tarafından desteklenmiştir. Bu çalışmada, polikliniğimize başvuran ve DEHB tanısı alan çocuklarda ev içi şiddet öyküsü olan ve olmayan olguların, ebeveyn ve öğretmen bildirimine dayalı ölçeklerle DEHB semptom şiddetinin karşılaştırılması amaçlanmıştır. Yöntem: Çalışmaya, ÇÜTF Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları ABD polikliniğine başvuran ve yapılan değerlendirmeyle DEHB tanısı alan ve daha önce tedavi almamış 7-18 yaş arasında; ev içi şiddet bildiren (n=75) ve bildirmeyen (n=75) toplam 150 çocuk ve ergen dahil edilmiştir. Mental Retardasyon ve Otizm Spektrum Bozukluğu tanıları dışlama kriterileri olarak belirlenmiştir. Bu olguların belirti şiddetini ölçmek amaçlı ebeveynler tarafından Conners Anababa Değerlendirme Ölçeği (CADÖ) ve Aile Değerlendirme Ölçeği (ADÖ); öğretmenler tarafından ise Conners Öğretmen Değerlendirme Ölçeği (CÖDÖ) doldurulmuştur. Olgulara Stroop TBAG Formu uygulanmıştır. İstatistiksel analizler SPSS 16.00 versiyonu kullanılmıştır. Sayısal değişkenlerde normal dağılım belirlenememesi nedeniyle analizlerde Man Whitney U testi; kategorik değişkenlerin analizinde ise Chi Square testi kullanılmıştır. Bulgular: Her iki grupta, cinsiyet dağılımı, başvuru yaşı, gelişim basamakları, not ortalamaları gibi sosyodemografik özellikler arasında istatistiksel anlamlılık saptanmadı. Ev içi şiddet olan grupta aile içi akrabalık, müstakil evde yaşama daha fazla; annelerin ortalama eğitim düzeyleri ve çalışma oranları anlamlı düşüktü. Ek olarak ebeveyne şiddet bildiren olgularda, annede ruhsal hastalık saptanması, babada düzenli alkol kullanımı, boşanma/parçalanma öyküsü daha fazla, çekirdek aile yapısı ise daha düşük oranda saptandı. Ev içi şiddet olgularında akran geçimsizliği, DEHB Kombine tip, KOKGB olmak üzere komorbid tanılara sahip olma sıklıkları anlamlı yüksekti. Ebeveyn bildirimine dayalı CADÖ (karşıt gelme, hiperaktivite, klinik global izlem ve toplam puan) ve ADÖ (iletişim, roller, genel işlev ve toplam puan), şiddet olmayan gruba kıyasla anlamlı yüksekken; bu farklılık öğretmen bildirimine dayalı CÖDÖ’nde ve Stroop TBAG Formu’nda saptanmadı. Sonuç ve Tartışma: DEHB, süreğen belirtileri nedeniyle bireyin akademik güçlüklerine ek olarak, kendisinin ve yakın çevresinin yaşam kalitesini, sosyal ilişkilerini de olumsuz etkileyen bir bozukluktur. Bizim çalışmamızda, ev içi şiddet öyküsü olan olguların CADÖ ve ADÖ puanlarında puanlarında yükseklik saptanması da, DEHB-kombine alt tipinin ve KOKGB eş tanısının daha sık saptanmasını desteklemekle birlikte aşırı hareketlilik, karşı gelme özellikleri baskın olguların ailelerinin, çocukları ile ilgili davranışsal güçlükleri tolere etmede, kural koymada, denetlemede daha fazla zorlandıkları ve sağlıksız olmakla birlikte şiddete başvurduklarını düşündürmektedir. CÖDÖ ortalamalarında ve Stroop TBAG Formu puanlarında anlamlı fark olmaması ise, bu bireylerin DEHB semptomatolojisi açısından benzer oldukları ve bireyin sıkça bulunduğu alanlarda benzer düzeyde bozulmayla seyretmesine rağmen; ebeveynlerin yüksek semptom şiddeti belirtmeleri, baş etmede yetersizlik ve olumsuz algıları ile ilişkili olabileceği, bu durumun ev içinde şiddete hem başvurmada hem de şiddetin yol açtığı muhtemel davranışsal ve dışa vurum belirtilerinin sürmesinde olumsuz katkısının olabileceği şeklinde yorumlanmıştır. Bu olgularda ebeveyne şiddeti, akrabalık, düşük ebeveyn eğitim düzeyi ve çalışma oranları gibi geleneksel aile özelliklerinin baskın olması; düşük sosyoekonomik düzey, işsizlik gibi bazı psikososyal faktörlerin ev içi olumsuz yaşantı için risk olduğu bilgisi ile uyumludur. Akran geçimsizliğinin fazlalığı, aile işlevselliği üzerinde olumsuz etkileri olan durumların çocuğun sosyal 221 26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 13-16 Nisan 2016/İZMİR ilişkilerine de sosyal öğrenme modeli üzerinden yansıttığı, çocuğun ikili ilişkilerindeki sorunları da ev içindekine benzer yöntemlerle çözmeye çalıştığı ve görece daha sık sosyal sorun yaşayabildikleri şeklinde yorumlanmıştır. Özellikle ev ve okul gibi farklı alanlarda farklı davranış paternleri sergileyen çocuklarda, ev içi kötü muamele öyküsü mutlaka araştırılmalı, ayrıntılı öykü alınmalıdır. Ev içi şiddet varlığında gerekli olgularda sosyal inceleme vb. gibi yasal yönü ele alındıktan sonra ebeveynlerin eğitimi, danışmanlık verilmesi, varsa psikopatolojilerinin tedavisi gibi multidisipliner yaklaşım tedavi süreci ve seyir için önemlidir. P124/Katatoni İle Gelen Bipolar Afektif Bozukluk Tanılı Ergen: Bir Olgu Sunumu Fatih Hilmi ÇETİN1 ,Merve ÇIKILI UYTUN1 ,Bedia İNCE TAŞDELEN1 , 1 Kayseri Eğitim Araştırma Hastanesi Emel Mehmet Tarman Çocuk Hastalıkları Kliniği Çocuk Psikiyatri Birimi, Giriş: Katatoni DSM-5’ te “şizofreni spektrumu ve diğer psikotik bozukluklar” bölümünde ayrı bir kategori olarak yer almıştır. Motor ve psişik belirtileri içreren 12 belirtiden en üçünün varlığında tanı konur. Çocuk ve ergenlerde nadir görülen bir durum olmasına karşın ilişkili olduğu hastalıklar nedeniyle mortalitesi yüksektir. erişkinlerde kadınlarda daha sık görülmesine karşın çocuk ve ergenlerde erkeklerde daha sıktır. Sıklıkla psikotik bozukluklarla ve duygudurum bozuklukları ile ilişkilidir. Otizm spektrum bozukluğu başta olmak üzere nörogelişimsel bozukluk varlığında sıklık artmaktadır. Olguların yaklaşık ¼ ünde organik nedenler rol oynar. Bu sunumda acil servise katatoni ile gelen, lorazeoapm ile dramatik iyileşme gösteren, daha sonra Bipolar bozukluk tanısı alan bir ergenden yola çıkarak, bu yaş grubunda katatoni, ayrıcı tanısı ve tedavisinin tartışılması amaçlanmıştır. Olgu: 14 yaşında erkek olgu acil servise konuşmama, hareket etmeme, hiçbir şey yiyip içmeme ve boş boş bakma şikâyetiyle başvurdu. Geldiğinde tekerlekli sandalyede idi. Boş ve sabit bakışları vardı, konuşmuyor ve konuşulanlara tepki vermiyordu. Aileden son iki saattir böyle olduğu ve aniden başladığı,benzer bir durumun daha hafif şiddette yaklaşık 6-7 ay önce tekrar olduğu ve bir saatten kısa sürede kendiğinden düzeldiği öğrenildi. Annesi ataktan bir hafta önce bazı değişiklikler olduğunu ve atağın geleceğini hissettiğini belirtti ve belirtileri şöyle sıraladı:vdaha neşeli olma, sürekli konuşma, uykusuzluk ancak çok enerjili olma, sürekli bişeyler yapma isteği ve sonra aniden donakalma… nörolojik ve pediatrik muayenesi normal olarak değerlendirilen hastanın vitalleri satbildi ve gönderilen labaratuar tetkiklerinde patoloji saptanmadı.. Acil gözlemde atak anında çekilen EEG normaldi. Oragink nedenler ekarte edilen hastada hikayeye ve buğulara dayanarak bipolar bozuklukla ilişkili katatoni tanısı konuldu. Sublingual 4mg lorazepam ile 1 sa içinde dramatik düzelme gözlendi. Tartışma: Olgumuzda mutizm, negativizm, stupor, boş bakma ve yeme-içme reddi belirtilerinin varlığı nedeni ile katatoni düşünülmütür. Ergenlerde tüm psikiyatrik durumlar içerisinde %0.7 ila %17 arasında sıklıkta gözlenen nadir bir durum olmasına karşın mortalitesi yüksek bir tıbbi durumdur. Katatoni ile acile gelen olgularda ayrıcı tanı mortalite yüksekliği nedeni ile önemlidir. Olguların 1/4ünde rol oynayan organik nedenler 4 başlık altında incelenebilir: enfeksiyon hastalıkları, nörolojik hastalıklar, toksikasyon durumları ve genetik nedenler… Ergenlerde en sık psikiyatrik nedeni piskoz ve bipolar bozukluktur. Tedavide multidsipliner yaklaşım gereklidir. Nörolog, pediatrist ve psikiyarist ekibin temel üyeleridirç. İlk seçenek tedavi acil müdahaleden sonra yüksek doz lorazepamdır. Tedaiviye cevap vermeyen olgularda EKT gerekebilir. P125/Aquaduct Stenozu Zemininde Obstrüktif Tipte Hidrosefali Nedeniyle Organik Psikoz Gelişen Olguda Psikiyatrik İzlem Süreci 222 26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 13-16 Nisan 2016/İZMİR Melek HANDE BULUT DEMİR1 ,Tezan BİLDİK1,Nagehan EMİRAL1,Burcu ÖZBARAN1 ,Ayşegül SATAR1 ,Serpil ERERMİŞ1 ,Cahide AYDIN1 , 1 Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Hastanesi Çocuk Ve Ergen Ruh Sağlığı Anabilim Dalı, GİRİŞ: Artmış BOS hacmi ve serebral ventriküllerin genişlemesi ile karakterize hidrosefali BOS drenajının tıkanması sonucunda meydana gelir. Obstrüktif hidrosefali hidrosefalinin en sık görülen tipidir. Kronik hidrosefalik psikopatoloji kompleks bir sürü silik semptomla literatürde karşımıza çıkmaktadır. Bir grup yayında diensefalik tip duygudurum bozukluğu olarak tanımlanmıştır. M. Bleuler’in aeromegaloid psikopatolojiyi hidrosefalik psikopatoloji olarak tanımlamasından sonra Glaus ve Walther -Büel enerji ve duygu durum bozukluğu hidrosefalinin ilişkisini göstererek lokal organik beyin bozukluğu temelinde psikosendrom olarak tanımlamıştır. AMAÇ ve YÖNTEM: B u yazıda psikotik bulgularla başvuaran aquaduct stenozu nedeniyle obstrüktif tipte hidrosefali gelişen olgunun klinik belirtileri, tanı-ayırıcı tanısı, tedavi ve psikiyatrik izlem süreci multidisipliner olarak ele alınmıştır. OLGU: 15 yaşında erkek hasta kendisine göre zarar görme korkusu, okuldaki insanların hakkında konuştuklarını düşünme, herkes üzerine geliyormuş gibi hissetme, Microsoft’un sahibinin dolmuş şoförü olduğunu söyleme, dolmuş kullanırken bir kişiyi daha dolmuşa alıp çantasında taşıdığı cihazla annesinin çıplak fotoğraflarını çektiğini, porno sitesinde yayınladığını söyleme ,ailesine göre; 3 yıldır devam eden, internet üzerinden ailesini ele geçireceklerini düşünme, sınıfta kalmakla ilgili korkular yaşama, e0kuldan takip edildiği, kendisinin ve ailesinin diğer insanlar tarafından zarar göreceği düşünceleri, mutsuz hissetmesi, emin olamama takıntıları, sosyal izolasyon, öz bakımında azalma, paranoid sanrılar, şüphecilik, referans ve perseküsyon sanrıları, sinirlilik, öğretmenlerine karşı gelme davranışı nedeniyle psikiyatriye başvurmuşlar.Hastanın polikliniğe ilk başvurusu sırasında referans ve perseküsyon sanrıları belirgindi, psikomotor eksitasyon çıkardı, dezorganize konuşma içeriği, irritabilitesi, öfke ve dürtü denetiminde yaşadığı güçlükler belirgindi, agresyon, ajitasyon ve genel durumunda akut ve şiddetli bir bozulma olması nedeniyle organik patolojinin ekarte edilmesi amacıyla çocuk acil servise yönlendirildi. Hasta acil serviste çocuk psikiyatri konsültan hekimi tarafından tekarar değerlendirildi, organik patoloji ekartasyonu için nörogörüntüleme istendi, Risperidone 2mg/g, Biperiden 2mg/g, Olanzapin 10 mg/g, Lorazepam 2.5 mg/g başlandı, Risperidon ile akut distoni gelişmesi nedeniyle Risperidon kesildi. Hastanın Kontrastlı Kranial BT si 3. ve 4.ventrikülde dilatasyon ile uyumlu bulundu. Pre kontrast ve postkontrast Kranial MRG, Difüzyon MRG ve BOS Akım MRG incelemesi sonucunda 3. ve lateral ventriküllerde hidrosefali, aquaduct stenozu düşünülmüştür. Hasta nöroşirürji ile konsülte edildi, aynı gün nöroşirurjiye yatışı yapılan hastaya aquaduct stenozu nedeniyle gelişen obstrüktif hidrosefali tanısı ile endoskopik 3. Ventrikülostomi operasyonu yapılarak 4 gün sonra taburcu edildi. TARTIŞMA: Çocuk ve ergenlerde akut psikotik bulgularla karşılaşıldığında etyolojik faktör olarak organik patolojiler mutlaka ekarte edilmeli, akut psikotik bulgularla gelen hastalarda pediatri, çocuk ve ergen ruh sağlığı, nöroşirürji iş birliği içinde hareket etmelidir. Şüpheli hastalar nörogörüntüleme ile açıklığa kavuşturulmalıdır. P126/Bipolar Bozukluğun Premenstrüel Alevlenmesi: Bir Ergen Olgu Sunumu Saliha KILINÇ1 ,Sabri HERGÜNER1 , 1 Necmettin Erbakan Üniversitesi, Meram Tıp Fakültesi, Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları, Meram/Konya Giriş: Menstrüel döngü ile duygudurum dalgalanmaları arasındaki ilişkinin varlığı erişkin yaş grubunda belirtilmiştir. Manik ve depresif belirtilerde premenstrüel dönemde artma olabileceği önerilmiştir. Uzun 223 26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 13-16 Nisan 2016/İZMİR izlem çalışmalarında ise bipolar bozuklukta premenstrüel alevlenmenin uzamış hastalık dönemi, daha hızlı relaps, ataklar arası dönemde daha yoğun eşik altı belirti varlığı, daha yüksek belirti şiddeti ve tedaviye daha kötü yanıtla ilişkili olabileceğini gösterilmiştir. Premenstrüel alevlenmelerin sebebi olarak ise cinsiyet hormon seviyelerindeki artma-azalmaya yanıt olarak duygudurum düzenlemesinde bozulması öne sürülmüştür. Bu yazıda 15 yaşında bilişsel yetersizlik ve bipolar bozukluğu olan bir kız ergen olgu sunulmuştur. Olgu: AB, adet öncesindeki bir hafta boyunca artmış, âdetin başlaması ile birlikte azalan; çabuk sinirlenme, etrafındaki kişilere ve eşyalara zarar verme, çok konuşma, karşı cinse ilgide artma, uyku ihtiyacında azalma, gün içinde artmış hareketlilik mevcuttu. Ara dönemlerde ise irritabilite, çok konuşma, artmış hareketlilik olduğu ancak şiddetinin daha az olduğu öğrenildi. Tedaviye aripiprazol 5 mg/gün başlanarak 20 mg/gün’e çıkıldı. İki ayın sonunda premenstrüel alevlenmelerde ve ara dönemlerdeki kronik irritabilitesinde belirgin düzelme görüldü. Tartışma: Premenstrüel dönemde erişkin yaş grubunda depresif ve manik belirtilerin arttığı bilinmektedir. Sunduğumuz olgu ergen bir olgunun tedavi süreci açısından önemlidir. P127/İnsanlara Dokununca Tat Alma: Bir Sinestezi Olgu Sunumu Saliha KILINÇ1 ,Sevinç GÜNAYDIN1 ,Sabri HERGÜNER1 , 1 Necmettin Erbakan Üniversitesi, Meram Tıp Fakültesi, Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları, Meram/Konya, Giriş: Sinestezi, bir duyu modalitesi uyarıldığında (uyarıcı duyu) istemsiz ve sürekli olarak aynı duyu tipi veya farklı bir duyu tipinde alışılmadık ek duyu deneyiminin (eşlik eden duyu) tetiklenmesi ile ortaya çıkan patolojik olmayan bir durumdur. Eşlik eden duyuya yönelik herhangi bir fiziksel uyaran olmadan uyarıcı duyunun tetiklemesiyle kendiliğinden oluşur (Grossenbacher ve Lovelace;2001, Simner ve ark. 2006). Hangi duyu ya da içeriğin birbirine eşlik ettiğine bağlı olarak yaklaşık 150 adet çeşitli sinestezi alt tipleri bildirilmiştir (Cytowic ve Eagleman;2009, Simner ve ark. 2012). Bunlar içinde en sık bildirileni harf-renk sinestezisi diye adlandırılan harfleri renkli görme şeklindeki sinestezidir (Simner ve ark. 2006). Olgu: Bu bildiride erken çocukluk yıllarından beri çevresindeki insanlara her dokunuşunda otomatik ve sürekli olarak tat algılayan ve ilk kez 16 yaşında bu nedenden dolayı bir kliniğe başvuruda bulunan bir kız olgu sunulmuştur. Olgu, babasına dokunduğunda baklava, en yakın arkadaşına dokunduğunda şeftali tadı gibi her insana dokunmasına özgü farklı tatlar algıladığını belirtti. Bunun dışında insanlar konuştuğunda o insana has koku, insanların başının üstünde renk haleleri, sayıların ses çıkarması ve spirallleşmesi, kitap okurken hoş müziklerin kulağına gelmesi, harflerin renklenmesi gibi uyarıcı-eşlik edici duyu deneyimleri mevcuttu. Tartışma: Dokunma-tat alma sinestezisi bugüne kadar hiç bildirilmemiştir. Altta yatan mekanizmalar halen yeterince anlaşılamamış olsa da, 2 olası mekanizmadan söz edilmektedir. Bunlar, komşu duyusal alanların çapraz aktivasyonu ve atipik olarak artmış nöronal bağlantılardır (Hubbard ve Ramachandran;2005, Grossenbacher ve Lovelace 2001). Alışımadık yeni bir sinestezi formu tespit edilen bu olgu üzerinden mevcut yazının tartışılması amaçlanmıştır. P128/Otistik Özellikler İle Bipolar Belirtiler Arasındaki İlişki: Klinik Dışı Örneklem Ön Verileri Saliha KILINÇ1 ,Sabri HERGÜNER1 , 1 Necmettin Erbakan Üniversitesi, Meram Tıp Fakültesi, Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları, Meram/Konya, Giriş: Otizm spektrum bozukluğu (OSB), sosyal-iletişim alanında kısıtlılık ve tekrarlayıcı davranışlar ile kendini gösteren bir nörogelişimsel bozukluktur. Son yapılan çalışmalar, OSB olgularında eşlik eden 224 26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 13-16 Nisan 2016/İZMİR psikiyatrik durumların sık olduğunu göstermiştir. Ek psikiyatrik bozukluklardan biri de bipolar bozukluktur. Bu çalışmada bir grup üniversite öğrencisinde otistik özellikler ile bipolar bozukluk ve hipomanik belirtiler arasındaki ilişki incelenmiştir. Yöntem: Konya ilinde bir devlet üniversitesinde eğitimine devam eden 147 öğrenci çalışmaya alınmıştır. Otistik özellikler Otizm Anketi, hipomanik belirtiler Kısa Hipomanik Tutumlar ve Pozitif Yordamalar Ölçeği, bipolar bozukluk belirtileri ise Duygudurum Bozuklukları Ölçeği kullanarak değerlendirilmiştir. Sonuçlar: Yapılan korelasyon analizi sonucunda Otizm Anketi-Dikkati Kaydırabilme ve Ayrıntıya Dikkat alt ölçeği ile Hipomanik Tutumlar ölçeği arasında pozitif bir ilişki bulunmuştur (r:.188; p:.021, r:.237;p:.004). Ayrıca Otizm Anketiİletişim alt ölçeği Duygudurum Bozuklukları Ölçeği arasında ilişki olduğu görülmüştür (r:.138; p:.079). Tartışma: OSB-benzeri belirtilerin genel toplumda normal dağılım gösterdiği bilinmektedir. Daha önceki bazı çalışmalar OSB-benzeri belirtiler ile çeşitli durumların ilişkili olduğunu (örneğin: menarş yaşı, 2/4 parmak uzunluğu oranı) göstermiştir. Bu çalışmanın sonuçları otistik özellikler ile bipolar bozukluk belirtileri arasında bir ilişki olduğunu önermektedir. P129/Aripiprazolün Aniden Kesilmesi Sonrası Metilfenidat Başlanması ile Ortaya Çıkan Ekstrapiramidal Tablo:Vaka Sunumu Betül MAZLUM1 1 Işık Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü İSTANBUL Giriş: Metilfenidat ve antipsikotik grubu ilaçlar dikkat eksikliği/hiperaktivite bozukluğu (DEHB) olan çocuklarda sıklıkla reçete edilen ajanlardır. Birçok hastada kombine tedavi olarak da kullanılmalarına rağmen metilfenidat ve antipsikotik ilaçların dopamin reseptörleri üzerindeki etkileri göz önüne alındığında bu kombinasyonun güvenliği hala tartışmalıdır. Diğer yandan antipsikotiklerin ve stimülanların kombine tedavileri sırasındaki ilaç kesme girişimleri veya antipsikotiklerden stimülanlara geçişlerde ortaya çıkan hareket bozukluklarına ilişkin vaka bildirimleri her geçen gün artmaktadır. Burada DEHB tanılı 6 yaşında erkek hastada aripiprazolün aniden kesilmesi ve sonrasında yüksek doz uzun salınımlı metilfenidat eklenmesi ile birlikte ilk dozda ortaya çıkan bir distoni tablosundan bahsedilecek ve olası farmakolojik mekanizmalar tartışılacaktır. Vaka: DEHB tanısı ile izlenen 6 yaşında erkek hasta polikliniğimize mevcut ilaç rejiminden yeterli fayda görmemesi ve yakın zamanda dilinde ortaya çıkan distoni şikayeti ile getirildi. Anaokulu yıllarından beri çeşitli ilaçlar kullanmış olan hastanın ilaçlardan ancak kısmi fayda görebildiği ve en son 10 mg/gün aripiprazol kullandığı belirtildi. Hastanın ilacının bittiği ve tedarik edilemediği 3 günlük bir sürenin sonunda okuldan gelen şikayetlerin artması üzerine ailenin hastanın daha önce kullandığı uzun salınımlı metilfenidat dozunu vermesi üzerine dilde protruzyon ortaya çıkmış. Bu durum birkaç saat içinde geçmiş ve tekrarlamamış. Aile tekrar aripiprazol tedavisine devam etmiş. Hasta muayeneye geldiğinde de herhangi bir diskinezi veya ekstrapiramidal yan etki yoktu. Tartışma: Literatürde antipsikotik ilaçlar ve psikostimülanlar arasındaki geçişler sırasında yan etkiler çıkmış olan bazı vaka bildirimleri mevcuttur. Antipsikotik ilaçların uzun süreli kullanımı sonucu nigrostriatal dopamin yolağında D2 reseptörlerinde bazı değişiklikler meydana gelmektedir. D2 reseptörleri, antipsikotikler ile olan blokajı açmak için striatumdaki sayılarını arttırırlar yani reseptör sayısında yukarı doğru bir düzenleme olur veya duyarlılıkları artar. 225 26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 13-16 Nisan 2016/İZMİR Psikostimülanların antipsikotik ilaçlar ile kombine kullanımında bunlardan herhangi birinin kesilmesi sırasında da hareket bozuklukları çıktığına dair bildirimler vardır. Dolayısı ile psikostimülan ve/veya antipsikotik monoterapileri arasında geçişlerde ve bunların kombinasyonlarında oldukça dikkatli ve yavaş hareket etmek gerekmektedir. Bu ilaçların reçete edildiği hastaların aileleri de doktora danışmadan ilaçlarını aniden kesmemeleri konusunda da mutlaka uyarılmalı ve olası yan etkiler hakkında bilgilendirilmelidir. P130/Bir Eğitim Ve Araştırma Hastanesinde Engelli Sağlık Kuruluna İtiraz Eden Çocuk Ve Ergenlere Ait Dosyaların Geriye Dönük Değerlendirilmesi Fatma EREN1 ,Çilem BİLGİNER1 ,Mehmet Fatih CEYLAN1 , 1 Yenimahalle Eğitim ve Araştırma Hastanesi Çocuk-Ergen Psikiyatrisi Kliniği, AMAÇ: Engelli çocuğu olan ailelerin, çeşitli nedenlerle çocuklarının engelli sağlık kurulu raporlarına itirazı olabilmektedir. Bu çalışmada, önceki sağlık kurulu raporuna itirazda bulunan olguların yeniden değerlendirildiğinde özür oranlarında ya da tanı dağılımında meydana gelen değişimlerinin incelenmesi amaçlanmıştır. Çalışma, itiraz nedeni ile tekrarlayan raporları bulunan engelli çocuk ve ergenlerin özür oranları arasındaki farkın değerlendirildiği ilk çalışma niteliğindedir. YÖNTEM: Bu çalışma, Yenimahalle Eğitim ve Araştırma Hastanesi engelli sağlık kurulu birimine 01.06.2015-31.01.2016 tarihleri arasında, itiraz nedeniyle başvuruda bulunan, on sekiz yaş altı çocuk ve ergenlere ait 22 dosyanın geriye dönük incelenmesi ile yürütülmüştür. Olguların itiraz nedenleri, tanıları ve özür oranlarındaki değişiklikler SPSS 13.0 paket programına girilmiş, gerekli istatistikler uygulanmıştır. BULGULAR: Çalışma tarihleri arasında 566 çocuk ve ergene ait dosya geriye dönük incelenmiştir. Bu dosyaların %3,8’i (n=22) itiraz başvurusuydu. Olguların yaş ortalaması 8,5±4,9 yaş iken %40,9’u (n=9) kız, %59,1’i (n=13) erkekti. En sık itiraz nedenleri “çelişkili tanı” (%22.7; n=5) ve “özür oranı” (%22.7; n=5) idi. Diğer nedenler ise maaş bağlanması, ötv indiriminden yararlanma, özel eğitim alma, fizik tedavi hizmetlerinden faydalanma ya da belediye imkanlarından faydalanma gibi birden fazla neden ile yapılan itirazlardı. İlk raporların %63.6’sı başka bir eğitim araştırma hastanesinden, %27.3’ü tıp fakültesinden, %9.1’i ise devlet hastanesinden alınmıştı. Olguların %50’sinde (n=11) toplam özür oranı artmış iken, %22.7’sinde (n=5) bu oran azalmış, %27.2’sinde (n=6) ise oran değişmemişti. Olguların çocuk psikiyatrisi tanıları ve özür oranları incelendiğinde 10 olguya ait (%45,5) verilerin değişmediği, geriye kalan olguların psikiyatrik tanıları değişirken %22.7’sinde (n=5) özür oranının azaldığı, %31.8’inde (n=7) ise özür oranının arttığı saptanmıştı. Daha önce toplam %40’ın altında oran verilen üç olguya yeni raporunda %40’ın üzerinde oran verilmiş, buna karşın %40’ın üzerinde oran verilen üç olguya ise yeni raporunda %40’ın altında oran verilmişti. Bir olguya ise ilk olarak %90’ın altında oran verilmişken son raporda %90 oran verilmişti. SONUÇ: Bu çalışmanın sonuçları engelli heyetleri arasındaki görüş farklılıklarını ortaya çıkarmıştır. Bu durum özel gereksinimi olan çocuklarda hak kazanımı ya da kaybı açısından önem teşkil etmektedir. Öte yandan rapor yenilemek bir zaman kaybına yol açmaktadır. Bu tür sorunların yaşanmaması için sağlık kurulunda görevli hekimlerin mevzuat hakkında yeterli bilgiye sahip olması ve aileyi ilk başvuruda doğru yönlendirmesi gerektiği, ayrıca her uzmanlık alanı için ortak bir dil oluşturmak gerektiği düşünülmüştür. P131/Fluoksetine Bağlı Burun Kanaması: Bir Olgu Sunumu 226 26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 13-16 Nisan 2016/İZMİR Fatih Hilmi ÇETİN1 ,Bedia İnce TAŞDELEN1 ,Merve Çıkılı UYTUN1 , 1 Kayseri Eğitim ve Araştırma Hastanesi Emel Mehmet TARMAN Çocuk Hastalıkları Kliniği Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Birimi, KAYSERİ, Giriş: SSRI grubu antidepresanlar ile kanama arasındaki ilişki erişkin psikiyatri yazınında uzun zamandır bilinen bir durumdur. Çocuk ve ergenlerde SSRI’ ların anksiyete ve depresif bozukluklarda birinci seçenek ilaç olmaları nedeniyle daha yaygın kullanılmaya başlamışlardır. Bu nedenle kanama ile ilgili yan etkiler çocuk ve ergenlerde de görülebilmektedir. Bu yazıda 12 yaşındaki bir kız ergende fluoksetin kullanımının dördüncü haftasında gelişen burun kanamasından yola çıkarak çocuk ve ergenlerde SSRI’ larla ilişkili kanamanın ele alınması amaçlanmıştır. Olgu: 12 yaşında kız polikliniğimize annesi ile birlikte çekingenlik, utangaçlık ve sosyal ortamlarda zorlanma şikâyeti ile geldi. Hikâyesinde eskiden beri içine kapalı olduğu ancak son bir yıldır şikâyetlerinin daha da arttığı öğrenildi. Okulda teneffüsler sınıfta kaldığını, tahtaya kalktığında ya da söz aldığında çok heyecanlandığını, kızardığını ve kalbinin çıkacak gibi olduğunu anlattı. Annesi de panik bozukluk nedeniyle tedavisi görmekteydi. Ruhsal durum muayenesinde göz temasından kaçınma, düşük ses tonu ile soruya cevap şeklinde konuşma, anksiyöz duygudurum ve irritabilite mevcuttu. Yaşadıkları ile ilgili konuşulduğunda duygusal katılımı yoğundu. Hastaya sosyal fobi tanısıyla fluoksetin 20 mg/gün tedricen artırılarak başlandı. Tedavinin dördüncü haftasında hasta şikâyetlerinde gerileme olmasına l-karşın son 4 gündür hemen her gün genelde sabahları gözlenen yoğun buru kanaması şikâyetiyle başvurdu. Pediatrik hematoloji ile konsülte edilen hastada durumu açıklayacak tıbbi bir neden olmadığı belirlendi. Fluoksetin tedavisi sonlandırıldı ve hastanın burun kanaması şikâyeti geriledi. Tartışma: Fluoksetin ve diğer SSRI’ lar ile kanama nadir bir hematolojik yan etki olmasına karşın yazında olgu bildirimleri fazlaca yer almaktadır. Temel mekanizma SSRI ile trombositlerin hücre içi serotonin düzeyinin azalmasına bağlı olarak trombosit agregasyonun bozulmasıdır. Kanama ve ekimoz şeklinde kanamalar daha sık görülüyor olsa da yazında subdural hematom, hematemez, beyin kanaması, vaginal kanama şeklinde bildirimler bulunmaktadır. SSRI ile kanama gözlenen olgularda en sık rastlanan kanama bozukluğu Von Willebrand hastalığıdır. Bu nedenle SSRI’ lar kanama bozukluğu yada şüphesi varlığı dikkatle kullanılmalı, SSRI ile anormal kanama gözlenen olguların olası kanama bozukluğu açısından pedaitirk hematolojiye konsülte edilmesi uygun bir yaklaşımdır. P132/Çölyak Tanılı Çocuk Ve Ergenlerin Nöropsikiyatrik Özellikleri Buse Pınar AKSOY1 ,Bahriye YILMAZ1 ,Gonca GÜL ÇELİK1 ,Ayşegül YOLGA TAHİROĞLU1 ,Ayşe AVCI1 , 1 Çukurova Üniversitesi Tıp Fakültesi Balcalı Hastanesi Çocuk Psikiyatri Anabilim Dalı Sarıçam/ADANA GİRİŞ: Çölyak hastalığı (gluten enteropatisi) genetik olarak duyarlı kişilerde başlıca buğdaydaki gluten ve arpa, çavdar, yulaf gibi tahıllardaki gluten benzeri diğer tahıl proteinlerine karşı kalıcı intolerans olarak gelişen proksimal ince barsak hastalığıdır. Otoimmün mekanizmalar ile gelişen bir enteropati olarak bilinmesine rağmen son yıllarda gastrointestinal sistem dışı bulguları ile her sistemin hastalığı haline gelmiştir. Çölyak hastalarında yetersiz veriler olmasına karşılık ilişkili olduğu düşünülen ruhsal bozukluklar Anksiyete, Depresyon, Duygu Durum Bozuklukları, Dikkat Eksikliği ve Hiperaktivite Bozukluğu (DEHB), Otizm ve Şizofrenidir. Bu çalışmanın amacı ilk kez çölyak tanısı alan hastaların nöropsikiyatrik özelliklerinin serum otoantikorları ile ilişkisinin araştırılmasıdır. 227 26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 13-16 Nisan 2016/İZMİR YÖNTEM: Aralık 2014-Aralık2015 tarihleri arasında Çukurova Üniversitesi Balcalı Hastanesi Çocuk Gastroentroloji Polikliniğine başvuran, 6 ile 13 yaş arasında olan ve ilk kez çölyak tanısı alan hastalar dahil edilmiştir. Hastaların çölyak tanısı endoskopik ince barsak biyopsi sonucuna göre konulmuş ve serum otoantikor düzeyleri ile desteklenmiştir. Ruhsal belirtilerin taranması amacı ile Okul Çağı Çocukları İçin Duygulanım Bozuklukları ve Şizofreni Görüşme Çizelgesi-Şimdi ve Yaşam Boyu Versiyonu (Kiddie Schedule for Affective Disorders and Schizophrenia for School Aged ChildrenPresent and Lifetime Version) K-SADS-PL uygulanmıştır. Nöropsikiyatrik değerlendirme amaçlı Stroop TBAG testi uygulanmıştır. Veriler SPSS 16.0 istatistik programı ile yorumlanmıştır. BULGULAR: 23 kız (%74); 8 erkek (%36) toplam 31 hasta vardı. Yaş ortalamaları 120,71 ± 25,12 ay; baba yaş ortalamaları 42,29 ± 8,61 yıl; anne yaş ortalamaları 36,55 ± 7,44 yıl olarak belirlendi. 31 hastanın 9’unda (%29) herhangi bir psikopatoloji saptanmadı ; 8’i (%25,8) DEHB Bileşik tip ; 5’i (%16,1) Hiperaktivitenin önde olduğu tip; 1 hasta (%3,2) DEHB bileşik tipin eşlik ettiği Karşı Olma Karşı Gelme Bozukluğu (KOKGB); 1 hasta atipik depresyonun eşlik ettiği dikkat eksikliği ve zıtlaşma bozukluğu (%3,2); 1 hasta Dikkat Eksikliği komorbid Enürezis (%3,2) ; 2 hasta (%6,4) Ayrılma Anksiyetesi Bozukluğu komorbid Sosyal Fobi; 1 hasta ayrılma anksiyetesinin eşlik ettiği KOKGB (%3,2); 1 hasta Ayrılma Anksiyetesi Bozukluğu (%3,2); 1 hastada ayrılma anksiyetesinin eşlik ettiği obsesif kompulsif bozukluk ve DEHB hiperaktivitenin baskın olduğu tip (%3,2); 1 hastada (%3,2) ise enürezis tespit edildi. Antiendomisyal antikor ve antitransglutaminaz antikor serum düzeyleri ile Stroop Süre ortalamaları arasında Spearman korelasyon testine göre herhangi bir ilişki saptanmadı. SONUÇ: Çölyak hastalığı bulunan çocuklarda psikiyatrik tarama ile ilgili çalışmalar yetersizdir. Çalışmamızda literatüre benzer şekilde çölyak hastalığı kızlarda daha fazla görülmektedir. Çölyak hastalığı olan ve tedavi verilen çocuklarda yapılan izlem çalışmasında nöropsikiyatrik bozukluk gelişme oranı %2,6 olarak raporlanmıştır. Bizim çalışmamızda bu aran % 71 olarak bulunmuştur. Aynı çalışmada depresyon en sık gözlenen psikiyatrik bozukluk olurken bizim çalışmamızda %54,8 oranı ile DEHB, en sık görülen psikiyatrik bozukluk olmuştur. Bu oran literatürde %20.7 olarak bildirilen öğrenme bozuklukları ve DEHB oranına göre oldukça yüksektir. Çölyak hastalığında psikiyatrik bozukluk etyopatogenezi ve nörobilişsel işlevdeki bozulmalar net olarak bilinmemekle birlikte oto antikorların bu tablodan sorumlu olduğu ileri sürülmüştür. Dikkati inceleyen nöropsikolojik testlerle ilgili ise çelişkili veriler bulunmaktadır. Benzer biçimde enteropatiye bağlı kaybedilen demir başta olmak üzere eser elementlerin de nörotransmitter sistemi etkileyebileceği de düşünülebilir. İleriki dönemde başta DEHB olmak üzere belirli nörogelişimsel hastalıklar üzerine etkisi karşılaştırmalı örneklemlerde araştırılmalıdır. P133/Erken Çocukluk Çağı Başlangıçlı Trikotilomani: Olgu Sunumu Sema BOZBEY1 ,Tuğba TÜRK2 , 1 Yeşilköy mah. Abidin Dino Sk. No:4/6 Bakırköy/istanbul, 2Zuhuratbaba mah. Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi. Bakırköy/İstanbul, Trikotilomani (TTM), belirgin saç kaybı ile sonuçlanacak derecede kişinin kendi saçını tekrar tekrar kopardığı, saç yolma öncesinde veya bu davranışa karşı koyma girişiminde bulunduğu sırada artan bir gerginlik yaşanan, saçı yolarken ise haz alınan bir bozukluktur. Genel popülasyonda, ergen ve erişkin gruptaki TTM sıklığı yaklaşık %1-%2’dir. TTM sıklıkla geç çocukluk çağında başlasa da yazında 18 aylıkken TTM tanısı alan olgular bildirilmiştir. Bazı araştırmalarda, erken çocukluk çağı başlangıçlı TTM’nin, geç çocukluk çağı başlangıçlı TTM’den farklı olduğu öne sürülmektedir. Erken çocukluk çağı başlangıçlı TTM, sıklıkla parmak emme gibi belirgin bir işlevsellik kaybına yol açmayan ve çoğunlukla kendiliğinden kaybolan 228 26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 13-16 Nisan 2016/İZMİR bir davranış olarak düşünülmektedir. Bununla beraber, yazında, ciddi işlevsellik kaybına yol açan erken çocukluk çağı başlangıçlı TTM olgularından bahsedilmekte, erken çocukluk çağı TTM’sinin devam edebileceği ve daha ciddi saç koparma davranışına ilerleyebileceği ile ilgili kanıtlar bulunmaktadır. Bu bildiride, 20 aylıkken battaniyeden tüy koparma davranışı başlayan, 25 aylıkkken ise saçlarını koparmaya başlayan ve saç koparma davranışı frontotemporal kellik ile sonuçlanan bir erkek olgu sunulacak, yazın ışığında erken çocukluk çağı başlangıçlı TTM tartışılacaktır. P134/Çocukta Şizotipal Kişilik Örüntüsü: Bir Olgu Sunumu Nuran DEMİR1 ,Zehra TOPAL1 ,Mehmet Akif CANSIZ1 ,Uğur SAVCI1,Çiğdem YEKTAŞ1 ,Ali Evren TUFAN1 , 1 Abant İzzet Baysal Tıp Fakültesi, ÇERSAH A.D, BOLU, GİRİŞ: A kümesi Kişilik Bozukluklarının içerisinde yer alan “Şizotipal Kişilik Bozukluğu”, erken erişkinlikte başlayan yakın ilişkilerde ani bir rahatsızlık duyma ve yakın ilişkiye girmede zorlanma ile kendini gösteren toplumsal ve kişilerarası eksikliklerin yanı sıra bilişsel ve algısal çarpıtmalar ve sıra dışı davranışlar ile giden yaygın bir örüntüden oluşmaktadır. (1) Hezeyan düzeyinde olmayan referans düşünceleri, garip inanışlar, büyüsel düşünceler, illüzyonlar, alışılmışın dışında algısal deneyimler, garip konuşma, paranoid düşünceler, uygunsuz ya da kısıtlı duygulanım, garip ya da egzantrik görünüm ve yakın arkadaşların olmaması ile karakterizedir. (2) Şizotipal semptomlar ve sendromların çocuk ve ergen grupta da görülebileceği belirtilmektedir. (3) Bu olgu, çocukluk çağında görülen şizotipal belirtilerin ayırıcı tanıdaki önemi ve tedavi/ takip planında göz önünde bulundurulmasının psikiyatrik tanılamaya katkısını vurgulamak için sunulmuştur. OLGU: On yaş yedi aylık, İ.Ö. 5. sınıfa giden kız çocuğu ailesinin isteği ile “garip inanışlar, garip inanışlarını başkalarına zorla kabul ettirmeye çalışma, zor iletişim kurma, sinirlilik ve içe kapanıklık” şikayetleri nedeni ile Abant İzzet Baysal Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Psikiyatri polikliniğine getirilmiştir. Ebeveynlerinden ve kendisinden alınan öyküyle, daha önce yakınma veya psikiyatrik başvurusunun bulunmadığı, ilk yakınmalarının 2- 2.5 yıl önce; “telekinezi, astral seyahat, zihin okuma, geleceği görme” gibi yeteneklerinin olduğu düşünceleri ile başladığı öğrenilmiştir. Olgu; ilk görüşmede ilk “astral seyahat” deneyiminin beş yaşındayken olduğunu, telekinezi yöntemiyle bardağı yerinden oynattığını, son iki yıldır inanışları ve düşüncelerini açıklayan bir kitap yazmakta olduğunu belirtmiştir. Bu inanışlarını arkadaşları ile paylaşıyor olmakla birlikte son 1 yıla kadar kimseye düşüncelerini zorla kabul ettirmeye çalışmamıştır. Başvuru öncesi artan inançlarını- güçlerini kabul ettirme çabası nedeniyle arkadaşları ile tartışmaları artmış. Arkadaşları tarafından oyunlarına dahil edilmiyormuş. Başvurudan iki hafta önce okulda, bir ağacın altında arkadaşı ile otururken üzerine böcek düşmüş. Bu olaydan beri üzerine sayısız böceğin düştüğünü söylüyormuş. Ebeveynlerden alınan öyküden, hastamızın son 2 yıldır dağınıklığının ve çekingenliğinin arttığı, toplum içerisinde selamlama ve benzeri davranışları göstermediği, göz temasından kaçındığı, kendisine söylenenleri anlamıyormuş gibi göründüğü, kendisine hitap edildiğinde elini stereotipik bir biçimde ağzına ve burnuna götürdüğü öğrenilmiştir. Ebeveynler, son iki yıldır kızlarının kutu biriktirdiğini, bu kutulara anlamsız/ işlevsel olmayan nesneler (örn. Şişe kapağı) yerleştirdiğini hatta sadece kutusu için ayakkabı vb. aldırabildiğini aktarmıştır. Ebeveynler, son bir yıldır hastamızın el hijyeni ile ilgili kurallara dikkat etmediğini (örn. Yerden topladıklarını biriktirme vb.) , son 6 aydır içine kapandığını, sinirliliğinin arttığını, diğerleri tarafından anlaşılmadığını düşündüğünü, halsizlik, yorgunluk ve unutkanlıktan şikayet ettiğini belirtmiştir. 38 yaşında üniversite mezunu anne ve 42 yaşında ön lisans mezunu babanın 2 çocuğunun ikincisi olan kız çocuk çekirdek aile olarak yaşamaktadır. Geçmiş tıbbi öyküden, annenin sorunlu bir gebelik yaşadığı, ancak hastamızın doğumunun normal, spontan, vajinal yolla, zamanında, 3150 gram olarak gerçekleştiği, motor ve zihinsel gelişim 229 26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 13-16 Nisan 2016/İZMİR basamaklarının zamanında olduğu öğrenilmiştir. İki buçuk yaşında gözlenen çocukluk çağı mastürbasyonu için danışmanlık hizmeti alındığı başka bir sorununun olmadığı öğrenilmiştir. Soy geçmişten hastamızın dedesinin “Alkol Bağımlılığı” nedeniyle tedavi gördüğü ve çoklu yatışlarının bulunduğu, babaannesinin “İstifçilik Bozukluğu” tanısını karşılayabilecek yakınmalarının bulunduğu ancak hiç tedavi almadığı, babasının FMF hastası olduğu öğrenilmiştir. Hastamızın kreşe ve anaokuluna sorunsuz olarak gittiği, öğretmenlerinin sosyal ilişkiler, öğrenme ve kavrama becerileri ile ilgili sorun bildirmediği aktarılmıştır. Hastamızın yaşıtlarından “hep daha farklı olduğu”, yaşıtlarının oyunlarının ilgisini çekmediği, “Bilim Teknik Çocuk”, “National Geographic” gibi yayınları takip ettiği, bebekliğinden itibaren “hiç oyuncak bebeği olmadığı” öğrenilmiştir. Başvuru sırasındaki ruhsal durum muayenesinde yaşında gösteren, öz bakımı iyi, giyimi temiz kız çocuğun, göz temasından kaçındığı, savunucu bir tavır sergilediği, konuşması akıcılığının ve karşılıklılığın normal, ses tonunun düşük ve tekdüze olduğu gözlenmiştir. Duygulanımı görüşme içeriği ile uygun, duygu durumu depresiftir. Bilinci açık, yönelimi tamdır. Bellek kusuru yoktur. Algı muayenesinde işitsel ve görsel illüzyon mevcuttur. Görüşme sırasında dikkat ve konsantrasyonu azalmıştır. Zeka klinik olarak normal izlenimi vermektedir. Düşünce içeriğinde “okulda dışlandığı, inançlarına saygı gösterilmesini istediği, özel güçlerinin olduğu, ileride FBI ajanı olmak istediği” temaları hakimdir. Aktif ve pasif intihar düşüncesi saptanmamıştır. Uyku ve iştah azalmıştır. Başvuru sırasındaki psikometrik değerlendirmelerde Anksiyete ve İlgili Bozukluklar için Tarama ve Değerlendirme (SCARED) ve Çocuk Depresyon Ölçeklerinden sırasıyla 28 (eşik üzeri anksiyete) ve 26 (eşik üzeri depresif belirtiler) almıştır. Öğretmenlerin doldukları geniş odaklı tarama formları (GadowSprafkin) ile arkadaş ilişkileri dışında belirgin bir sorun aktarılmadığı görülmüştür. Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları ve Çocuk Nörolojisinden istenen konsültasyonlarda patoloji saptanamamıştır. Laboratuar değerleri de olağan sınırlar içerisindedir. Öykü, muayene ve tetkik sonuçları değerlendirildiğinde olgumuzun Pre-psikotik Süreç?/ Şizotipal Kişilik Örüntüsü ve Major Depresif Bozukluk tanılarını karşılayabileceği düşünülmüş ve aripiprazol 2.5 mg/ gün tedavisi başlanmıştır. TARTIŞMA: Bu sunumda çocukluk çağında Şizotipal Kişilik Örüntüsüne özgü özellikleri sergileyen bir olgunun değerlendirilmesi ve tedavisi tartışılmıştır. Çocuklukta şizotipal kişilik örüntüsüne özgü özellikler net olarak tanımlanmamıştır ve diğer tanılarla örtüşen özellikler taşımaktadır. Olgumuzun erken çocukluk döneminde belirti vermemesi, motor beceriksizliğinin, algısal hassasiyetlerinin ve motor stereotipilerinin olmaması, yaşına uygun toplumsal ilişkiler kurmaya ilgi göstermesi nedeniyle Otistik Spektrum Bozukluğu tanısından ayırt edilmektedir. Şizotipal semptomlar ve sendromların çocuk ve ergen grupta da görülebileceği belirtilmektedir.(3) Fenomonolojik olarak A tipi kişilik kümelenmesi semptomatolojisi şizofreninin prodromal dönem belirtileriyle benzerlik göstermektedir. Şizotipal kişilik bozukluğu şizofreni gelişimi için risk içermekte olup bu kişilik bozukluğuna sahip adolesanların %30’unda zaman içerisinde psikotik bozukluk gelişebilmektedir.(5) Şizotipal özellikler gösteren çocuk ve ergen olgularda şizotipal kişilik örgütlenmesi ve zaman içerisinde psikotik bozukluk geliştirebileceği akılda tutulması hastaların tanı ve tedavi sürecinin takibini kolaylaştırabilir ve yaşamdaki stresörlerle başetme mekanizmaları geliştirilerek işlevselliklerini artırabilir. KAYNAKLAR 1- Köroğlu E. DSM-5 Tanı Ölçütleri El Kitabı Türkçe Çeviri, 2013: 330 2- Ünver B, Öner Ö, Yurtbaşı P. Şizotipal Kişilik Bozukluğu ile Otizm Spektrum Bozukluklarının Ayırıcı Tanısı: Bir Olgu Sunumu. Türk Psikiyatri Dergisi 2015;26(1):65-70 3- Asarnow JR. Childhood-Onset Schizotypal Disorder: A Follow-Up Study and Comparison with Childhood-Onset Schizophrenia. J Child Adolesc Psychopharmacol. 2005 Jun;15(3):395-402. 4- Köroğlu E. Klinik Piskiyatri, 2012; 26: 555 230 26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 13-16 Nisan 2016/İZMİR 5- Esterberg ML, Goulding SM, Walker EF. A Personality Disorders: Schizotypal, Schizoid and Paranoid Personality Disorders in Childhood and Adolescence. J Psychopathol Behav Assess. 2010 Dec 1;32(4):515-528. P135/Kronik Psikotik Süreçte Olan Bir Ergende Kavum Septum Pellisidum et Vargae Varyasyonu Betül MAZLUM1 , 1 Işık Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü İSTANBUL Giriş:Lateral ventriküllerin medial duvarını oluşturam septum pellucidum iki laminadan oluşan ince bir tabakadır ve bu iki laminanın arasındaki boşluğa kavum septum pellucidum (KSP)denir. KSP’un şizofreni ile ilişkili nörogelişimsel bir anomali olduğu düşünülmektedir. Burada kronik psikotik bir süreçte olduğu düşünülen ve beyin MR’ında kavum septum et vargae anomalisi saptanan erkek ergen hastadan bahsedilecektir. Vaka: 15 yaşındaki erkek hasta ilk olarak mutsuzluk, isteksizlik ve dikkat dağınıklığı yakınmaları ile çocuk psikiyatrisi kliniğine getirildi. Hastanın yapılan ilk ruhsal durum muayenesinde psikomotor retardasyon ve afektte küntlük belirgindi. Şikayetlerini tam olarak ifade edemiyordu ancak depresif duygudurum ile uyumlu işitsel varsanılar tarifliyordu. Aynı zamanda yoğun iştahsızlık ve uykusuzluk yakınmaları mevcuttu. Hastaya essitalopram ve aripiprazol kombinasyonu başlandı. Hastanın izleminde depresif ve psikotik belirtileri düzelmemesine rağmen kendini daha iyi ifade etmeye başladı ve referans fikirleri, intihar düşünceleri, işitsel ve görsel varsanılar tarifledi. Hasta bunlarının 6 aydan fazla bir süredir olduğunu belirtti. Yapılan Roarchach-TAT testinde bulguların daha çok paranoid bir protokole işaret ettiği rapor edildi. Hastanın çekilen beyin MR’ında kavum septum et vargae varyasyonu saptandı. Antidepresan tedavi ve 15 mg aripiprazol ile herhangi bir fayda gözlenmeyen hastanın ilaçları kesilerek risperidon monoterapisine geçildi. İki aylık risperidon tedavisi sonrasında önce hastanın psikotik belirtileri tamamen düzeldi sonrasında mutsuzluk ve isteksizlik başta olmak üzere diğer yakınmaları düzeldi. Hasta 2 mg Risperidon dozu ile semptomsuz olarak izlenmektedir. Tartışma: Kavum septum pellisidum et vargae, normal populasyonda da bulunabilen ancak psikiyatrik bozukluklardan özellikle şizofrenide sık görülen bir bulgudur. Bu durum şizofrenide nörogelişimsel hipotez ile uyumludur. Bu hasta özellikle erken başlangıçlı psikotik bir süreçte olması ve cavum septum et vargae deformitesinin eşlik ediyor olması sebebi ile ilgi çekicidir. Literatürde de erişkin başlangıçlı şizofreni vakaları ile kıyaslandığında erken başlangıçlı şizofreni vakalarında gelişimsel beyin anomalilerinin daha fazla olduğunu vurgulayan yayınlar mevcuttur. Erken başlangıçlı psikotik tablolarda beyin MR’ında kavum septum et vargae deformitesi saptanması halinde kronik psikotik süreç akla gelmelidir. P136/Madde Kullanımına Bağlı Psikoz İle İzlenen Bir Ergenin Tedavi Süreci Dr. Cihan ASLAN1 ,Doç. Dr. Dilşad Foto ÖZDEMİR1 , 1 Hacettepe Üniveristesi Tıp Fakültesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı, Amaç: Son yıllarda ergenlerde madde kullanımı ve ilişkili psikiyatrik bozukluklardaki artış dikkat çekmektedir. Bu sunumun amacı, çoklu madde kullanımına bağlı psikotik bozukluk gelişen bir ergenin izlemini; saptanan risk etmenleri, ayırıcı tanı, tedavi bileşenleri ve seyri açısından tartışmaktır. Olgu: 19 yaşında, açık liseye devam eden erkek hasta, metamfetamin içerikli tabletlerden alarak gerçekleştirdiği özkıyım girişimi sonrası gelişen çarpıntı, kusma, yürümede zorluk ve vücudunda yaygın kasılmalar ile acil servise kabul edilmiştir. Hastanın 15 yaşında ilk kez tetrahidrokannabinol (THC) denediği , 4-5 ay sonrasında her gün kullanmaya başladığı, düşük doz (1-2 sigara) ile aşırı güvenli sergilerken yüksek doz (kova şeklinde kullanım) ile THC kullanım süresiyle sınırlı; hakkında konuşulduğunu, düşüncelerinin okunduğunu ve 231 26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 13-16 Nisan 2016/İZMİR polisler tarafından takip edildiğini düşünme, unutkanlık, değersizlik hissi, tedirginlik yakınmalarının geliştiği öğrenilmiştir. THC’ye başladıktan yaklaşık 2 yıl sonra metamfetamin içerikli tabletlerden kullanmaya başlayan hastanın, kısa süre sonra günde 2-3 kez kullanımını takiben THC kullandığı dönemde gelişen geçici psikotik belirtilerin süreklilik kazandığı anlaşılmıştır. Metamfetamin kullanımının kesildiği 4.5 aylık dönemde psikotik belirtiler bir miktar yatışmakla birlikte dalgalı bir seyir göstermiştir. Bu dönemde THC kullanımı devam etmiştir. 17 yaşındayken annesiyle yaşadığı bir tartışma sonrası 6 adet metamfetamin içerikli tablet alarak özkıyım girişiminde bulunan hastanın servise yatırılarak tedavi edilmesi planlanmıştır. Hastanın ruhsal durum muayenesinde düşünce içeriğinde; başkalarının kendisinin eşcinsel olduğunu düşündüğüne ve kendisi hakkında konuşarak, dalga geçtiğine ilişkin referans sanrılarının ön planda olduğu gözlenmiştir. Hastada tanımlayıcı tanı olarak madde kullanımına bağlı psikotik bozukluk düşünülerek olanzapin tedavisi başlanmış, tedricen doz artımı sırasında toksik hepatit gelişmesi üzerine amisülpirid 600 mg / gün tedavisine geçilmiştir. 1.5 aylık servis izlemi sırasında psikotik belirtileri kademeli olarak yatışmıştır. Psikotik belirtilerin görülmediği fakat ön planda depresif yakınmaların kendini gösterdiği iki aylık taburculuk sonrası dönemin ardından; ilaç uyumsuzluğu, bir ay kesintisiz THC ile 5-6 kez metamfetamin, ardından sadece sentetik kannabinoid (bonzai) kullanımına bağlı perseküsyon ve referans sanrıları, görme ve işitme varsanıları, belirgin dikkat sorunu, yakın bellekte belirgin bozulma, içe kapanıklılık, psikotik belirtilere ikincil yoğun kaygı gelişmiştir. Hastanın tedavisine risperidon uzun etkili form 25mg / 2 hafta enjeksiyonları ile devam edilmiştir. Ayrıca motivasyonel görüşme teknikleri kullanıldığı; güvenli, kabul edici, tutarlı ve yakın bir ilişki kurularak terapötik ittifakın sağlandığı bir izlem hedeflenmiştir. Yaklaşık üç ay içinde psikotik belirtiler tamamen yatışmıştır. Haftalık izlem ve terapi süreci sonrasında hasta açık lise sınavlarını tekrar hazırlanmaya başlamış, riskli davranışları belirgin olarak azalmış, ilaç tedavisine tam uyum sağlamış ve aile bireyleri ile daha olumlu bir ilişkisi geliştirebilmiştir. Takip sıklığı kademeli olarak azaltılan hastanın enjeksiyonları başlangıcından yaklaşık iki yıl sonra sonlandırılmıştır. Beraberinde psikotik belirtilerde alevlenme saptanmamıştır. Tartışma: Ergenlerde madde kullanımı için risk etmenleri, gelişebilecek ikincil psikiyatrik bozukluklar, tedavi bileşenleri ve seyir önemli çalışma alanları olarak karşımıza çıkmaktadır. Ortaya çıkan tablonun birincil psikiyatrik bozukluklardan ayrımı ve ağırlıklı olarak hangi maddeye bağlı olduğunun saptanması tedavi algoritmasının belirlenmesi açısından son derece önemlidir. İzlemde bireye özgü oluşturulan ; psikoeğitim, ana hedeflerin belirlenmesi, bilişsel-davranışçı ve motivasyonel tekniklerin kullanımı, aile ve yakın çevrenin kullanılarak bir ‘ağ’ oluşturulması , hastane yatışı ve farmakoterapi gibi çok boyutlu bir modele ihtiyaç vardır. P137/Bir Çocuk Ve Ergen Kliniğine Başvuran Özürlü Sağlık Kurulu Hastalarının Değerlendirilmesi Canan KUYGUN KARCI1 ,Esra GÜZEL1 ,Satı SANBERK1 ,Ayşegül YOLGA TAHİROĞLU2 ,Özge METİN4 ,Gonca Gül ÇELİK2,Ayşe AVCI2 , 1 Dr.Ekrem Tok Ruh Ve Sinir Hastalıkları Hastanesi Çocuk Psikiyatri Polikliniği Çukurova Adana, 2Çukurova Üniversitesi Tıp Fakültesi Balcalı Hastanesi Çocuk Psikiyatri Anabilim Dalı Sarıçam Adana GİRİŞ: Çocuk Ruh Sağlığı ve Hastalıkları kliniklerine başvuran ve ruhsal muayene, psikometrik testler, aileden ve öğretmenden alınan bilgiler neticesinde uygun görülenler olgular özürlü sağlık kurulu raporu (ÖSKR) için yönlendirilmektedir. Ancak hastalar sıklıkla doktor tarafından yönlendirilmeksizin de ÖSKR için başvurmaktadır. Bu çalışmamızda ÖSKR için kliniğimize başvuran hastaların sosyodemografik özellikleri, ihmal varlığı, ÖSKR gerekliliği, psikiyatrik tanı dağılımının araştırılması amaçlanmıştır. 232 26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 13-16 Nisan 2016/İZMİR YÖNTEM: Çalışmamıza Kasım 2015- Ocak 2016 tarihleri arasında çocuk psikiyatri polikliniğine ÖSKR için başvuran hastalar dahil edilmiştir. Olgulara ait özellikler sosyodemografik bilgi formu ile araştırılmıştır. Ayrıca fiziksel istismar ve ihmal olgularını ayırt etmek için aşılar, hijyen, mevsime uygun giyinme, yanık, kaza, korozif madde içimi, düşme, dayak ve aile içi şiddet gibi değişkenler sorgulanmıştır. Zeka ve gelişim düzeyini değerlendirmek amacıyla; 6 yaşından küçük olgularda Denver II Gelişim Tarama Envanteri (DGTT II), 6 yaşından büyük olgularda WISC-R, Kent, Porteus testleri kullanılmıştır. Ayrıca olguların davranışsal ve duygusal belirtilerin taranmak amacıyla Conner’s aile değerlendirme ölçeği ve Conner’s öğretmen değerlendirme ölçeği formları kullanılmıştır. Olguların ruhsal belirti şiddetini ölçmek amacıyla ebeveynler tarafından Conners Anababa Değerlendirme Ölçeği (CADÖ) ve öğretmenler tarafından Conners Öğretmen Değerlendirme Ölçeği (CÖDÖ) doldurulmuştur. BULGULAR: Çalışmamıza alınan 106 hastanın %35,8’i (n=38) kız, %64,2’i (n=68) erkekti. Olguların %40,5’i (n=43) 0-6 yaş aralığında, %59,5’i (n=63) 6-18 yaş aralığında olduğu belirlendi. Değerlendirme sonucunda olguların %35,8’inin (n=38) özür oranı almağı, %64,2’sinin (n=68) özür oranı aldığı tespit edildi. Özür oran alan ve almayan gruplar arasında anne-baba eğitim düzeyi, hijyen ve mevsime uygun giyinme açısından istatiksel olarak anlamlı fark saptandı. TARTIŞMA: Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı kliniklerine ÖSKR için başvuran hastalar özellikle perifer bölgelerde günlük pratikte oldukça ciddi bir iş yükü oluşturmaktadır. Doğru bir kanıya ulaşabilmek için ayrıntılı öykü, psikometrik değerlendirme ve izlemin yanında istismar ve ihmal öykülerine yer verilmesi önemlidir. Bu hastalar değerlendirilirken simülasyon, uyaran eksikliği, ihmal gibi faktörler de göz ardı edilmemelidir. Olumsuz aile içi yaşantılarının sorgulanması hatalı tanılama ve raporlamadan kaçınmak için özellikle önemlidir. İstismar ve ihmal eden ebeveynlerin çocuklarını maddi çıkar için bir özür tanısı ile damgalanmasına göz yummaları şaşırtıcı değildir. P138/Kaçıngan/Kısıtlı Yiyecek Alımı Bozukluğu Olgusunda Essitalopram Kullanımı Arzu HERGÜNER1 ,Sabri HERGÜNER2 , 1 Konya Eğitim ve Araştırma Hastanesi, Çocuk ve Ergen Psikiyatrisi, 2Necmettin Erbakan Üniversitesi, Meram Tıp Fakültesi, Çocuk ve Ergen Psikiyatrisi AD., Giriş: Kaçıngan/Kısıtlı Yiyecek Alımı Bozukluğu (KKYAB), belirgin tartı kaybı, besin eksikliği ya da ağızdan besin takviyelerine bağımlı olma gibi belirgin sağlık sorunlarına neden olan uygunsuz beslenme ya da yeme davranışı ile kendini gösterir. KKYAB kendini üç şekilde gösterebilir: 1- Yemeye ya da yiyeceklere karşı ilgisizlik, 2- Yemek yemenin tiksindirici sonuçlarıyla ilişkili olarak kaygı duyma ve 3Yiyeceklerin duyusal özelliklerinden kaçınma. Kişi, daha fazla yemek ve tartı almak ile ilgili istekleri olabilir, ancak kaygıları ve korkuları nedeniyle bunu sağlayamazlar. Bu yazıda duyusal aşırı duyarlılığı olan ve bu nedenle yemekle ilgili belirgin kaçınma davranışı geliştiren bir KKYAB olgusunda essitalopram tedavisinin etkinliği sunulmuştur. Olgu: Yedi yaşında kız olgu, çocuk ve ergen psikiyatrisi ayaktan tedavi ünitesine yemek yememe, su içememe ve karın ağrıları nedeniyle yönlendirildi. İki yaşından beri çocuk sağlığı ve hastalıkları kliniğinden malnütrisyon nedeniyle takip edilen ve yüksek kalorili besin takviyeleri ile beslenen olgunun yeme, kusma ve karın ağrısı yakınmalarını açıklayacak herhangi bir organik neden bulunamamış. Yapılan psikiyatrik değerlendirmesinde dokunsal aşırı duyarlılığı ve kompulsif davranışları olduğu görüldü. Yiyeceklerin kokusundan ve görüntüsünden rahatsızlık duyduğunu, yiyecekleri çiğnerken ve yutarken ağzında ve boğazında tuhaf duyumlar aldığını ifade etti. Bunun da kendisinde bulantı ve kusma davranışını tetiklediği öğrenildi. Olgunun aşırı duyarlılıpı ve kompulsif davranışlarına yönelik essitalopram tedavisi başlandı. Üç haftaki görüşmede yiyeceklerle ilgili aşırı duyarlılığının azaldığı ve daha rahat yediği öğrenildi. Üç aylık tedavi sürecinde olgunun hızla tartı aldığı ve besin takviyelerine olan gereksinimin azaldığı görüldü. Tartışma: Obsesif kompulsif bozukluk belirtileri olan çocuklarda duyusal aşırı hassasiyetin sık olduğu bildirilmiştir. Sunduğumuz olguda duyusal aşırı hassasiyet, KKYAB gelişmesine neden olduğunu düşünülmüştür. 233 26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 13-16 Nisan 2016/İZMİR Antidepresan tedaviler, duyusal duyarlılıktan kaynaklanan KKYAB’nin yönetiminde bir alternatif olabilir. P139/Uzun Salınımlı Metilfenidatın Farklı Ticari Formları Arası İlaç Geçişinde Ortaya Çıkan Rebound Fenomeni ve Sağaltımı Betül MAZLUM1 , 1 Işık Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü İSTANBUL Giriş: Tedaviye cevabın sınırlı olduğu DEHB olgularında doz arttırımı, aynı hammaddenin farklı ticari formları arası geçişler, farklı bir etken madde ile tedaviye devam etmek veya farklı etken maddelerin kombinasyonları sıklıkla başvurulan tedavi stratejileridir. Rebound fenomeni psikostimülan kullanımı sırasında sık görülen bir durumdur. Burada metilfenidatın farklı ticari formları arasında tedavi değişikliği sırasında şiddetli rebound yan etki çıkmış olan hastadan ve sağaltım sürecinden bahsedilecektir. Vaka: DEHB tanısı ile izlenmekte olan 8 yaşında erkek hastanın uzun salınımlı 36 mg metilfenidat HCl kullanımı sırasında gördüğü klinik faydanın azalması ve okul başarısını düşmesi sebebi ile metilfenidatın başka bir ticari preparatı olan uzun salınımlı metilfenidat HCl 20 mg/gün tedavisine geçildi. Bu değişiklik sonrasında aile akşam saatlerinde hastanın aşırı derecede hareketlendiğini, eşyalara zarar verecek kadar sinirli hale geldiğini, aşırı derecede yemek yediğini ve geç saatlere kadar yatmadığını daha önce kullandıkları metilfenidat formu ile bu sorunların hiçbirini yaşamadıklarını belirtti. Bu yeni başlanılan ilacı kesinlikle kullanmak istememeleri üzerine tekrar 12 saat etkili uzun salınımlı metilfenidat 36 mg başlandı. Ancak hastanın tablosunda gündüz hiçbir olumsuzluk, duygudurum bozukluğunu anımsatacak bir tablo yokken akşam 8’den sonra aile bu ilaç ile daha önce yaşamadıkları yan etkileri yaşamaya devam ettiklerini belirtti. Bunun üzerine tedaviye atomoksetin 10 mg eklendi ancak bununla beraber hastada işitsel hallüsinasyon çıkması üzerine atomoksetin tedavisi kesildi. Hastanın psikostimülan tedavisine mirtazapin 15 mg akşam dozu eklendi ve rebound yan etki düzeldi. Mirtazapin kesildikten sonra uykusuzluk dışında diğer sorunlar geçmişti. Uykusuzluk için melatonin 3 mg/gün devam edildi. Tartışma: Burada aynı hammadde olmasına rağmen farklı bir metilfenidat formuna geçişte hastada daha önce olmayan rebound fenomeninin çıkması ve eski metilfenidat formuna tekrar döndükten sonra dahi düzelmemesi reseptör düzeyinde artmış bir duyarlılığa işaret ediyor olabilir. Kontrol edilmesi güç rebound olgularında mirtazapin eklenmesi bir alternatif olarak akılda tutulabilir. P140/Görsel Kelime Formlarının Fonolojik Farkındalık Bilgisi Olmaksızın Tanınması:Okumanın Tersten Gelişimi-Hiperleksi Sennur ZAİMOĞLU1 ,Handan DOĞAN2 ,Seda EYİLİKEDER3 ,Betül MAZLUM4 ,Nalan BABÜR5 , 1 Marmara Üniversitesi, Nörolojik Bilimler Enstitüsü, İstanbul , 2Maltepe Üniversitesi, Eğitim Fakültesi, İstanbul , 3Dil Konuşma Terapisti, İstanbul , 4İstanbul Üniversitesi, Deneysel Tıp Araştırma Enstitüsü, Sinirbilim Anabilim Dalı, İstanbul, 5 Boğaziçi Üniversitesi, Eğitim Fakültesi, İlköğretim Bölümü, İstanbul , Okumanın alışılagelen gelişiminde, Fonolojik Farkındalığın (FF) gelişimi ile birlikte, çocuklar harf-ses eşlemelerini yaparak kelimelerin şifresini çözmeye başlarlar. Daha sonra kelimelerin bir bütün olarak tanınarak okunması, okumanın akıcı hale gelmesini sağlar. Bu iki süreç birbirini tamamlayan iki yolak (direk ve indirek) tarafından yönetilir. Hiperleksiya, operasyonel anlamda, şifre çözme (dekod etme) 234 26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 13-16 Nisan 2016/İZMİR yetisinin beklenen yaş düzeyinden daha erken olması, okunanı anlamanın okuma yetisinden daha geride olması ve bazı patolojilerin (daha çok otizm yelpaze bozuklukları) eşlik etmesi ile tanımlanır. Olgu 1: 5 yaş 6 aylık erkek çocuk, 20 aylıkken konuşmama, ismine tepki vermeme, göz kontağı kurmama yakınmaları ilk kez yardım istenmiş. Özel eğitime ve yuvaya başlayan olgunun iletişim becerilerinde 4-5 yaş arasında belirgin bir düzelme olmuş. Soru sormaya, diğer çocuklarla iletişime geçmeye başlamış. Neredeyse konuşması ile birlikte aile okuduğunu farketmiş. Halen konuşurken ekleri kullanmıyor ve konuşması sohbet düzeyinde değil. Olgu 2: 5 yaş 4 aylık erkek çocuk, 18 aylıkken konuşmadığı ve ismine tepki vermediği farkedilmiş. Atipik Otizm ve hiperaktivite tanılarını alarak özel eğitime başlanmış. 4 yaşındayken ilk kelimelerini söylemeye başlamış. Halen, kesik kesik, eklerin kullanılmadığı ve prozodisi uygun olmayan bir konuşması var. Aile bazı kelimeleri okuyup yazabildiğini farketmiş. Değerlendirmelerinde, her iki olgunun da geç konuştukları, halen ekleri kullanmada zorluk yaşadıkları, sosyal etkileşim, iletişim alanlarında sorun yaşadıkları ve tanıdık kelimeleri okudukları halde uydurma kelimeleri okumada başarısız oldukları izlendi. Sözel dil gelişimi okumanın gelişiminde önemli öngörücü bir yeti olarak değerlendirilmektedir. Sunulan iki olgunun, okuma gelişimlerinde normal gelişimin dışında atipik bir gelişim söz konusudur. Bu çalışmada, sözü edilen iki Hiperleksik çocuk kelime formlarını tanımalarını sağlayan algısal yetileri ve okuma becerileri açısından kapsamlı bir değerlendirmeye tabii tutulmuştur. Okuma becerileri, anlamlı ve anlamsız kelime okuma ve okunan metni anlama değişkenleri açısından incelenmiş, bulgular iki yolak teorisi çerçevesi içinde ele alınmıştır. P141/Madde Bağımlılığı ve İğne Fobisi Olan Bir Gencin Tedavisinde Etik Sorunlar-Olgu Sunumu Funda LALE1 ,Sertaç AK2 , 1 Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları ABD, 2Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi Ruh Sağlığı ve Hastalıkları ABD, Amaç: Ergenlerde eroin kullanımı ile sık karşılaşılmaktadır. En sık madde alış yöntemleri intravenöz, inhaler ve nazal yolladır. İntravenöz kullanım en ağır sağlık sorunlarına yol açan formdur. Kan ve yaralanma fobisi ise halk arasında “kan tutması” olarak da bilinen bir durumdur. Kan görünce rahatsızlık hissetmenin yanı sıra bedensel sakatlık, parçalanmış insan vücutları, kaza görme, kan verme, iğne yaptırma, kulak deldirme, diş çektirme ve diğer tıbbi işlemler gibi durumlarla karşılaşınca fenalaşma hissi, kalp hızında değişme, bulantı ve bayılmalar görülmektedir. Bu olguda eroin bağımlılığı ve kan ve yaralanma fobisi olan bir ergenin tedavi süreci etik açıdan tartışılacaktır. Olgu: 22 Temmuz 2014-08 Ağustos 2014 tarihleri arasında psikiyatri servisinde yatarak takibi yapılan hasta 18 yaşında, kız, lise mezunu, çalışmıyor, Ankara’da ailesi ile yaşıyor. İlk kez lise ikinci sınıftayken eroin kullanmaya başlamış, iki ay sonra kesilme belirtileri başlamış. Eroinin yanı sıra birçok madde denemiş. Başvurudan 5 ay önce pansiyondaki öğretmeni öğrenip ailesine haber vermiş. 3 kez bırakma girişimi olmuş ancak en uzun beş gün dayanabilmiş. Hastada ayrıca iğne korkusu var; bu nedenle kan aldıramıyor, hastaneye başvurmuyor, en son 2. sınıfta aşı olabilmiş, kulağını deldiremiyor, piercing taktıramıyor, dövme yaptıramıyor. İğneden korktuğu için hiç damar yoluyla madde kullanmamış. “Eğer iğneden korkmasaydım kesin damardan alırdım“ diyor. Annesi uzun yıllardır depresyon ile takipli, kızına çok düşkün ama sınır koymada zorlanıyor; babası ile mesafeli bir ilişkileri var. Büyük ağabeyi çalışmıyor, esrar kullanıyor, şizofreni olduğu söylenmiş ancak tedaviyi kabul etmiyor. Klinik izlem; yatış günü COWS değeri 12 olan hastaya 6/1.5 mg buprenorfin+nalokson HCl verildi. Öfke sorunlarına yönelik kullanmakta olduğu risperidon 1 mg/gün’e devam edildi ve motivasyonel görüşmeler yapıldı. Taburculuk sonrası ilk kontrolde eroin kullanımadığını ancak MDMA ve esrar aldığını, aile içi sorunların arttığını, buprenorfin+nalokson HCl tedavisini kusmaya neden olduğu için düzensiz kullandığını aktardı. Sonraki kontrolde idrarda madde bakılmasını kabul etmedi, depresyon belirtileri olmasına rağmen ilaç tedavisi istemedi ve tekrar kontrole gelmedi. 235 26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 13-16 Nisan 2016/İZMİR Tartışma: Yeni başlayanlar eroini daha çok inhaler kullanmaktadır. Bunun nedeni ise güvenli olduğunu ve bağımlılık yapmadığını düşünmeleridir. Enjeksiyonun riskleri hakkında eğitim/bilgilendirme, iğne fobisi olması, enjeksiyonun olumsuz etkisine tanık olma, inhalasyon ile bağımlı olunamayacağına inanma, ileri düzeyde bağımlı olmama gibi faktörler intravenöz kullanıma geçişte koruyucu olmaktadır. İğne fobisinin intravenöz madde kullanımından koruyucu olduğu bilinmesine rağmen hastamız iğne fobisinin tedavisini isteseydi ne yapardık? “Primum non nocere” ilkesi potansiyel riskleri sadece saptama değil, olabildiğince engelleme, giderme yükümlülüğü getirir. Hastanın muhtaç durumunu kötüye kullanacak her türlü davranıştan uzak durmak, zararına olacak her şeye karşı durmak, bunun için gerekeni yapmaktır. Zarar vermemek için yarar/zarar değerlendirmeli, benzer olgularla kıyaslama yapılmalı, “Olası zararlar? Değer mi?” sorularına yanıt aranmalıdır. Bu hasta için “İğne fobisi de kalsın tedavi etmeyelim” diyebilir miyiz? Kan ve yaralanma fobisi olan bazı hastalar hayat kurtarıcı müdahalelerden bile kaçınırlar, DM hastaları iğnelerini yapmaz, kanser hastası ameliyat olmaz; bazı kadınlar doğurmaktan korktukları için gebe kalmazlar, birçoğu hastanelere gitmez, bu korku yüzünden doktorluk, hemşirelik gibi mesleklerden kaçınabilirler. Nitekim hastamızda da Mart 2014’te arkadaşı ile beraber araç içi trafik kazası geçirip bilinci açık olarak acil servise götürülmüş, damar yolu takılmak istenmiş ancak hasta damar yolundan korktuğu için hastaneyi terk etmiş. O kazadan belirgin bir zarar görmemiş ama ya sonra… P142/Dermatolojik Hastalığı Olan Çocuk Ve Ergenlerde Görülen Psikiyatrik Bozukluklar Dilşad Yıldız MİNİKSAR 1 , Özlem Özel ÖZCAN 2 ,Hülya CENK3 ,Yelda KAPICIOĞLU3 , 1 Malatya Devlet Hastanesi, Beydağı Kampüsü, 2 İnönü Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Psikiyatri AD 3 İnönü Üniversitesi Tıp Fakültesi Dermatoloji AD Amaç: Bu çalışmanın amacı dermatoloji polikliniğine başvuran çocuk ve ergen hastalarda psikiyatrik bozuklukların belirlenmesi ve bu eşhastalanımı etkileyen sosyodemografik ve klinik özelliklerin tespit edilmesidir. Yöntem: Çalışmaya Ocak 2014-Ekim 2015 tarihleri arasında İnönü Üniversitesi Tıp Fakültesi Dermatoloji Anabilim Dalı polikliniğine başvuran 3-18 yaş aralığındaki 251 çocuk ve ergen alınmıştır. Bu çocuk ve ergenlere Okul Çağı Çocukları için Duygulanım Bozuklukları ve Şizofreni Görüşme Çizelgesi –Şimdi ve Yaşam Boyu Versiyonu-Türkçe Versiyonu (ÇGDŞ-ŞY-T) uygulanarak tanı konulmuştur. Araştırma grubu ile yaş ve cinsiyet bakımından eşleştirilmiş 251 sağlıklı ve gönüllü çocuk ve ergenden kontrol grubu oluşturulmuştur. Tüm çocuk ve ergenlere Çocuklar için Durumluk-Sürekli Kaygı Envanteri (STAI-1 ve STAI-2) , Çocuklar için Depresyon Ölçeği(ÇDÖ) ve Türkçe Güçler Güçlükler Anketi (GGA) ergen formu SDQ-E ve ebeveynlere, çocukları hakkında bilgi almak amacıyla SDQ-AB uygulanmıştır. Bu araştırma için İnönü Üniversitesi Etik Kurulundan onay alınmıştır. Çalışmanın amacı çocuklar ve ailelerine ayrıntılı bir biçimde açıklanmış, çalışmaya katılmayı kabul ederek aydınlatılmış onam formunu imzalayan hasta ve sağlıklı gönüllüler çalışmaya dahil edilmiştir. Kolmogorov Smirnov normallik testi kullanılarak normal dağılım gösteren değişkenlerin karşılaştırılmasında unpaired ve paired-t testi; normal dağılım göstermeyen değişkenlerin karşılaştırılmasında Kruskall Wallis Varyans Analizi , Connover ikili karşılaştırma testi ve MannWhitney U testi kullanılmıştır. Bulgular: Dermatoloji polikliniğine başvuran çocuk ve ergen hastalarda psikiyatrik eş hastalanım, duygudurum bozuklukları, anksiyete bozuklukları uyum bozukluğu tanıları kontrol grubundan daha yüksek bulunmuştur. Ölçeklere göre değerlendirildiklerinde araştırma grubundaki çocuk ve ergenlerin depresyon ve kaygı düzeyleri ile yaşadıkları güçlükler kontrol grubundan yüksek saptanmıştır. Dermatolojik hastalıkların psikiyatrik eş hastalanım görülme sıklığı açısından bir risk faktörü olduğu sonucuna ulaşılmıştır. Tartışma: Dermatolojik hastalığa sahip çocuk ve ergen hastaların psikiyatrik eş hastalanım oranlarının yüksek çıkması, ölçeklerin bu bulguyu desteklemesi dermatoloji ve psikiyatrinin işbirliği içinde 236 26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 13-16 Nisan 2016/İZMİR çalışması gerekliliği sonucunu çıkarmaktadır. Bu alanda bilimsel çalışmaların arttırılması, psikokutanöz hastalıklar birimleri oluşturularak işlevsellik kazandırılması hem dermatoloji hem psikiyatri alanına ciddi katkılar sağlayacaktır. P143/Bipolar Bozukluk tanısı alan ergenlerdeki amigdala, hipokampüs ve talamus völümlerinin, Bipolar Bozukluklu ebeveynlerin çocukları ve sağlıklı kontrollerle karşılaştırılması Doç. Dr. Seher AKBAŞ1 ,Dr. Mert NAHİR2 ,Doç Dr. Mennan Ece Pırzırenlı AYDIN 3 ,Prof. Dr. Cihat DÜNDAR4 ,Doç. Dr. Meltem CEYHAN5 ,Doç. Dr. Gökhan SARISOY6 ,Prof. Dr. Bünyamin ŞAHİN 7 , 1 Erenköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Eğitim ve Araştırma Hastanesi Çocuk Psikiyatrisi Kliniği , 2Ondokuz Mayıs Üniversitesi Tıp Fakültesi Anatomi Anabilim Dalı , 3Ondokuz Mayıs Üniversitesi Tıp Fakültesi Anatomi Anabilim Dalı , 4Ondokuz Mayıs Üniversitesi Tıp Fakültesi Halk Sağlığı Anabilim Dalı , 5Ondokuz Mayıs Üniversitesi Tıp Fakültesi Radyoloji Anabilim Dalı , 6Ondokuz Mayıs Üniversitesi Tıp Fakültesi Psikiyatri Anabilim Dalı , 7Ondokuz Mayıs Üniversitesi Tıp Fakültesi Anatomi Anabilim Dalı , Giriş: Pediatrik Bipolar Bozukluğu (PBB) olan ve Bipolar Bozukluk (BB) riski taşıyan çocuklarla yapılan MRI çalışmaları PBB’un norobiyolojisini anlamamızda yardımcı olması açısından önemlidir.. Erken başlangıçlı BB gençlere ait yapısal görüntüleme çalışmalarında, sağlıklı kontrollerle karşılaştırıldığında BB’ğu olan gençlerin, total serebral volüm, kortikal gri madde, superior temporal gyrus, putamen, talamus, amigdala ve hipokampal volümlerinde farklılıklar rapor edilmiştir. BB’un etyolojisine yönelik çalışmalar erişkin popülasyonunda çok çalışılmış olmakla beraber yine çocuk ve ergenlerde başlangıç aşamasındadır. Bu çalışmanın amacı, BB tanısı alan gençlerde, aynı yaş ve cinsiyetteki BB’lu ebevenlerin çocuklarında ve sağlıklı kontrollerde amigdala, hipokampüs ve talamusa ait beyin MRI bulguları ve bu bulguların klinik özellikler ile ilişkisini araştırmaktır. Yöntem: Çalışma için yaş ve cinsiyetleri eşleştirilmiş, sağ el dominansı olan, 12-18 yaş arasındaki çocuklar çalışmaya alınmıştır. Çalışma Pediatrik Bipolar Bozukluk Grubu (PBBG) (n=18), Risk Grubu (RG) (n=18) ve Sağlıklı Kontrol Grubu (SKG) (n=18) olmak üzere üç grupla yapılmıştır. Psikopatolojiyi değerlendirmek için anne ve babalarına SCID-I tanı görüşmesi ve çocuklara Okul Çağı Çocukları İçin Duygulanım Bozuklukları ve Şizofreni Görüşme Çizelgesi-Şimdi ve Yaşam Boyu Şekli Türkçe Uyarlama’sı (ÇDŞG-ŞY-T) uygulanmıştır. Ebeveynler Young Mani Değerlendirme Ölçeği\Ana-Baba formu (YMDÖ) ve çocuklar Cocuklar İçin Depresyon Ölçeği’ni (CDÖ) doldurmuşlardır. Çalışmaya dahil edilen bireylerden T1 ağırlıklı ve sagittal yönelimde, 1 mm kalınlığında 3D MPR protokolü ile kesitler alınmıştır. Sonuçlar: Total beyin hacmi PBBG’da (742,4±110,1 cm3) RG (817,6±123,2 cm3) ve SKG’na (880,7±73,8cm3) (p≤0.05) göre anlamlı olarak daha küçük olarak bulunmuştur. Her üç grup karşılaştırıldığında amigdala, hipokampüs ve thalamus hacimleri arasında fark bulunmamıştır Tartışma: Bu çalışma PBBG, RG ve SKG karşılaştırıldığında amigdala, hipokampüs ve thalamus hacimleri arasında fark bulmamıştır. PBB’luk etyopatolojisinde, ilgili beyin bölgelerinin rolünü açıklamaya ışık tutacak çalışmalara ihtiyaç vardır. 237 26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 13-16 Nisan 2016/İZMİR P144/Netherton Sendromu Ve Mental Retardasyon Birlikteliği: Bir Olgu Sunumu Dilşad Yıldız MİNİKSAR1 Özlem DOĞAN2, 1 Malatya Devlet Hastanesi, Beydağı Kampüsü, 2İnönü Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Psikiyatri AD GİRİŞ İktiyozlar, hiperkeratoz ve/veya kepeklenmenin eşlik ettiği deskuamasyon bozukluğu ile karakterize genetik dermatozlardır. Sendromik iktiyozlardan olan Netherton Sendromu (NS) nadir rastlanan ve oto¬zomal resesif geçişli bir iktiyoz tipidir. Bu sendromun ana belirtileri iktiyozis linearis sirkumf¬leksa, yapısal kıl gövdesi anomalisi ve atopik yat¬kınlıktır. Bazı hastalarda aminoasidüri, gelişme geriliği ve hücresel bağışıklık sistemi bozuklukları gözlenebilir. Bu sendromda görülebilecek diğer bazı semptomlar ise; hipoalbüminemi, enteropati ve mental retardasyondur. Bu sunumda akraba evliliği sonucunda dünyaya gelen NS tanısıyla beraber mental retardasyonun eşlik ettiği 6 yaş 8 aylık bir erkek olgunun literatür eşliğinde tartışılması amaçlanmıştır. OLGU Algılamada zayıflık şikayetiyle öğretmeni tarafından polikliniğimize yönlendirilen, NS tanısı ile dermatoloji ve genetik anabilim dalla¬rında takip edilen, anne babası teyze çocukları olan 6 yaş 8 aylık erkek hasta. Anne ve babasından alınan anamneze göre hastanın ilkokul 1.sınıfın yarı dönemini tamamlamasına rağmen harfleri tanımadığı, okumaya geçemediği için öğretmeninin önerisi üzerine tarafımıza yönlendirildiği öğrenildi. Hastaya yapılan WİSC-R zeka testinde (Wechsler Çocuklar İçin Zeka Ölçeği) toplam puanının 50-69 arasında olduğu tespit edildi. Hastaya DSM-IV tanı ölçütlerine dayanarak hafif derecede mental retardasyon tanısı konuldu. Öyküsünde prenatal ve natal dönemde özellik olmadığı, postnatal dönemde allerjik astım tanısıyla takip edildiği, çok sık üst solunum yolu enfeksiyonu öyküsü olduğu, motor gelişiminin yaşıtlarından geri olduğu, ilk kelimelerini 3 yaşında söylediği, 2 yaşında yürüdüğü öğrenildi. Fiziksel olarak da saçlarının seyrek, kuru ve cansız olduğu ve aynı zamanda alopesik alanların yaygınlığı dikkat çekmekteydi. Hasta, 35 yaşında çiftçilikle uğraşan bir baba ve 32 yaşında ev hanımı olan bir anneden olan 4 kardeşten en küçüğü. Diğer 3 kardeşi sağlıklı olan hastanın NS tanısı alan bir erkek kardeşinin 9 aylıkken öldüğü öğrenildi. Anne ve baba ölüm sebebinin gribal enfeksiyon sonucu olduğunu, ancak ölüm sebebinin tam netlik kazanmadığını belirtti. TARTIŞMA Olgumuz nadir görülen genetik bir cilt hastalığı olan NS'nin aslında psikiyatrik yönünün de varlığını vurgulaması açısından önemlidir. Santral sinir sistemi ve epidermisin embriyolojik olarak ektodermden gelişmesi nedeniyle beyin ve cilt hastalıkları arasındaki bu etkileşim dünya çapında birçok çalışmacının ilgi odağı olmuştur. Ancak olgumuz ve olgumuzun ölen kardeşinin de NS tanısına sahip olmaları beyin deri etkileşiminin yanı sıra mental retardasyonun etyolojisinde suçlanan genetik boyut ile de ilişkilendirilebilir. P145/Ensest kurbanı kız çocuklarındaki depresyon ve TSSB ile algılanan sosyal destek ilişkisi Doç, Dr. Seher AKBAŞ1 ,Berna AYDIN 2 ,Prof. Dr.Cihad DÜNDAR3 ,Yard. Doç. Dr. Ahmet TURLA 4 , 1 Erenköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Eğitim ve Araştırma Hastanesi Çocuk Psikiyatrisi Kliniği , 2Ondokuz Mayıs Ünivesitesi Tıp Fakültesi Adli Tıp Anabilim Dalı , 3Ondokuz Mayıs Ünivesitesi Tıp Fakültesi Halk Sağlığı Anabilim Dalı , 4Ondokuz Mayıs Ünivesitesi Tıp Fakültesi Adli Tıp Anabilim Dalı , Amaç: Bu çalışmada ensest kurbanlarında, algılanan sosyal desteğin geldiği kaynak (aile, arkadaş, öğretmen) göz önüne alınarak, ruhsal etkilenme ile algılanan sosyal destek arasındaki ilişki incelenmiştir. Yöntem: Dokuz-on sekiz yaş aralığındaki cinsel istismara uğramış ensest kurbanı kız çocuklar (n=31) ile yaş ve cinsiyet açısından eşleştirilmiş sağlıklı kız çocukları kontrol grubu olarak 238 26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 13-16 Nisan 2016/İZMİR alınmıştır. Tüm katılımcılar Çocuklar için Depresyon Ölçeği, Çocuklar için Travma Sonrası Stres Tepki Ölçeği ve Algılanan Sosyal Destek Ölçeğinin revize edilmiş formunu doldurmuşlardır. Sonuçlar: Çalışmamızda ensest kurbanlarında algılanan sosyal destek toplam puanları arttıkça, travma sonrası stres bozukluğu (TSSB) ve depresyon belirtilerinin anlamlı olarak azaldığı saptanmıştır. Ensest mağdurlarının ailelerinden algıladıkları sosyal desteğin anlamlı olarak daha düşük olmasına rağmen, ailelerinden algıladıkları sosyal desteğin hem depresyon, hem de TSSB belirtilerini anlamlı olarak azalttığı görülmüştür. Arkadaşlarından algılanan sosyal destek ile ruhsal belirtiler arasında anlamlı bir ilişki bulunmazken, öğretmenlerinden algılanan sosyal desteğin TSSB belirtilerini azalttığı bulunmuştur. Tartışma: Çocukların yaşadığı ensestte, sosyal destek kaynakları ile ruhsal etkilenme arasındaki ilişkiyi daha iyi anlama çabası, koruyucu önlemler ve tedavide yönlendirici olması bakımından önemlidir. P146/Konjenital Adrenal Hiperplazili Bir Olguda Mental Retardasyon Dilşad Yıldız MİNİKSAR1 Özlem DOĞAN2, 1 Malatya Devlet Hastanesi, Beydağı Kampüsü, 2İnönü Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Psikiyatri AD GİRİŞ Konjenital adrenal hiperplazi (KAH) adrenal korteksteki kortikosteroid sentezinin oluşmasını engelleyen, bu nedenle de adrenal bezlerde hiperplaziye yol açan bir grup otozomal resesif geçişli kalıtsal enzim eksikliği olmakla birlikte, 46 XX süt çocuklarında belirsiz genital yapının en sık nedenidir (1). Dünya genelinde yenidoğan tarama programlarından elde edilen verilere göre KAH olgularının insidansı yaklaşık 1:15000 olup, bunların %90-95’inden 21-hidroksilaz enziminin eksikliği sorumludur. Bu olguda polikliniğimize algılama güçlüğü, saldırganlık yakınmaları ile getirilen ve tuz kaybettiren KAH (21- hidroksilaz eksikliği) tanısıyla beraber orta derecede mental retardasyon tanısı alan 14 yaşında kız hasta tartışılacaktır. OLGU On dört yaşında kız hasta, bir başka merkezde tuz kaybı tipi (21- hidroksilaz eksikliği) Konjenital Adrenal Hiperplazi (KAH) tanısı ile takip edilip 4 yıldır özel eğitimle desteklenmekte ve annesi tarafından tekrardan özel eğitim raporunu yeniletme talebi ile hastanemizin çocuk psikiyatri polikliniğine getirildi. Annesinden alınan anamneze göre doğumdan sonra hastanın belirsiz dış genital organa (ambigious genitalya) sahip olduğu, ailesi tarafından üç yaşına kadar erkek cinsiyet olarak kabul edilip bu durumun desteklendiği, ancak kromozom analizi yapıldığında cinsiyetinin 46,XX yönünde olduğu ve doktorların önerisi üzerine üç yaşında opere edilerek kız cinsiyete döndürüldüğü öğrenildi. Anne ve babası teyze çocukları olan hasta dört kardeşin sonuncusu olup, hastanın diğer kardeşlerinde ise benzer hastalık öyküsü yoktu. Olgunun gelişimsel öyküsü sorgulandığında motor gelişiminin yaşıtlarından ileri derecede geri olduğu, algılaması ve yargılamasının yetersiz olduğu aynı zamanda olguda çocuklara saldırma, onları ısırma, eline geçen eşyaları fırlatma gibi davranış problemlerinin de eşlik ettiği, normal okula bu sebeplerden dolayı devam edemediği, sadece özel eğitime gönderildiği öğrenildi. Görüşmeye isteksiz olan hastanın okuma yazmayı bilmediği, renkleri karıştırdığı, sorulan soruları çok geç algıladığı gözlendi. Fiziksel gelişimi açısından değerlendirildiğinde hastanın boy ve kilosunun yaşıtlarından oldukça geri olduğu, boyunun 1.40 cm, ağırlığının 32 kg olduğu saptandı. Annesiyle görüşmeye gelen hastanın cilt renginin annesine zıt bir şekilde oldukça koyu olması dikkat çekiciydi. Hastaya yapılan WİSC-R zeka testinde (Wechsler Çocuklar İçin Zeka Ölçeği) toplam puanının 35-49 arasında olduğu tespit edildi. Hastaya DSM-IV tanı ölçütlerine dayanarak orta derecede mental retardasyon tanısı konularak, özel eğitim kurumları tarafından desteklenmesi amacıyla özel eğitim raporu düzenlendi. TARTIŞMA Olgumuz seksüel gelişme bozukluklarına eşlik edebilecek organik belirtilerin yanı sıra zihinsel geriliklerin de birlikte olabileceğini vurgulaması açısından önemlidir. Ulaşılabilir literatürde ciddi KAH olgularında psikiyatrik bozuklukların arttığı tespit edilmekle birlikte, erişkin kadın KAH olgularında, özellikle de tuz kaybettiren tipinde bilişsel fonksiyonların da etkilendiği gösterilmiştir. Bu durumla ilgili olarak erken bebeklik döneminde geçirilen KAH ile ilişkili elektrolit krizlerinin, ilerleyen dönemlerde 239 26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 13-16 Nisan 2016/İZMİR şiddetli kognitif bozukluklara neden olabileceği düşünülmektedir. Olgumuza eşlik eden mental retardasyon hastalıkla bağlantılı olabileceği gibi anne baba akrabalığı ve hastalığın etyolojisinde suçlanan otozomal resesif kalıtımın da varlığıyla da ilişkili olabilir. Bu nedenle erken klinik tanıda laboratuar ve organik tetkikler kadar hastaların psikiyatrik muayenelerinin de yapılması, mental-motor değerlendirilmeleri sonucunda farkedilen geriliklerin tespiti amacıyla çocuk ve ergen psikiyatri hekimine yönlendirilmeleri önemli olup, olgumuz ileride yapılacak olan araştırmalara büyük kolaylık sağlaması amacıyla sunulmaya değer bulunmuştur. P147/Çocuk Merkezli Oyun Terapisinin Çocuklarda Görünen Davranış Sorunlarının Çözümüne Etkisi Mehmet TEBER1 ,Ş. Senem BAŞGÜL2 , 1 Klinik Psk. Hasan Kalyoncu Üniversitesi, Doktora Öğrencisi, 2Doç. Dr. Hasan Kalyoncu Üniversitesi, Psikoloji Bölümü, Amaç: Günümüzde yetişkin terapileri kadar çocuk terapileri hızla çeşitlenmekte ve yaygınlaşmaktadır. Çocuklarla yapılan terapi çalışmalarında oyun terapisi sıklıkla kullanılmaktadır. Çünkü çocuğun dili oyundur ve onun dünyasına oyun ile ulaşmak mümkündür. Oyun terapötik amaçlı kullanıldığında çocuklarda görünen bir çok davranış probleminin çözümünde etkili olabilmektedir. Psikanalitik oyun terapisi ile başlayan oyun terapisinin tarihsel gelişimi; çocuk merkezli oyun terapisi, kum terapisi, kukla terapisi, theraplay, deneyimsel oyun terapisi ve gelişimsel oyun terapisi başta olmak üzere bir çok ekolle devam etmiştir. Oyun terapisi ve araştırmaları ülkemizde yenidir. Bu araştırmada oyun terapisi ekollerinden “Çocuk Merkezli Oyun Terapisi”nin çocuklarda görünen davranış sorunlarının çözümüne etkisi araştırılmıştır. Yöntem: Bu amaç kapsamında yapılan araştırma yarı-deneysel bir araştırmadır. Araştırmada Çocuk Merkezli Oyun Terapisinin etkinliği denetlenmiştir. Araştırma kapsamında çeşitli sorunlarla psikolojik danışmanlık merkezlerine başvuran 6-11 yaş arasındaki 30 çocuğa, anne-babalarının onayları dahilinde Çocuk Merkezli Oyun Terapisi uygulanmıştır. Terapi öncesinde ve sonrasında çocukların davranış sorunlarında görünen değişim, Çocuk Davranışları Değerlendirme Ölçeği 6-18 (CBCL 6-18) ile ölçülmüştür. Tartışma: Araştırma sonucunda; Çocuk Merkezli Oyun terapisinin çocuklarda görünen davranış problemlerinin çözümünde anlamlı etkilere sahip olduğu görülmüştür. Çocukların genel sorunlu davranış puanları terapi sonrasında istatiksel olarak anlamlı ölçüde azalmıştır. Bunun yanında araştırma sonucunda oyun terapisinin duygudurum bozukluğu, aksiyete bozukluğu, somatizasyon bozukluğu, DEHB, karşıt gelme bozukluğu, davranım bozukluğu alt testlerinin puanlarında da anlamlı ölçüde azalma olmuştur. Elde edilen veriler, oyun terapisi yaklaşımının çocukların davranış problemlerini ortadan kaldırmada ve psikolojik problemlerinin tedavisinde etkili bir müdahale aracı olarak kullanılabileceğini göstermektedir. Ülkemizde oyun terapisine yönelik dersler, psikoloji ve psikolojik danışmanlık lisans programlarında okutulmamaktadır. Yüksek lisans düzeyinde ise, oyun terapisi dersleri çok az üniversitenin eğitim müfredatında bulunmaktadır. Bu nedenle ruh sağlığı alanında eğitim gören öğrenciler oyun terapisi alanında yeterince bilgi ve yeterlilik sahibi olmadan mezun olmaktadır. Sevindirici olan gelişme ise özellikle son beş yılda oyun terapisine olan yönelimdir. Bu alandaki eğitimlerin ve araştırmaların artması ile çok daha fazla çocuk, bulunduğu yerlerde oyun tedavisi ile davranış problemlerine ve psikolojik problemlerine çözüm bulabilecektir. P148/Lise Öğrencilerinin Algıladığı Sosyal Desteğin, Stresle Başa Çıkma Tarzları ve Yaşam Doyumları İle İlişkisinin İncelenmesi Şaziye Senem Başgül1 ,Emine Demirkale1 , 1 Hasan Kalyoncu Üniversitesi, Psikoloji Bölümü 240 26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 13-16 Nisan 2016/İZMİR Amaç: Ergenlik dönemi sosyal, psikolojik, biyolojik ve zihinsel açıdan yetişkinliğe geçiş süreci olarak tanımlanmaktadır. Yaşanılan değişim sürecini çevre, aile, sosyal ortam, okul gibi faktörler etkilemektedir. Ergenleri pek çok yönde olan değişim ve gelişim unsurları ve bunlarla birlikte birçok stres unsuru etkilemektedir. Ergenlik dönemindeki kişilerin stres yaratıcı uyaranlar karşısında uyum sorunu ortaya çıkması beklenen bir sonuç olmaktadır. Ergenlerin değişen yaşamlarına uyum çabaları ve bu dönemdeki davranışları, yetişkinlik döneminde karşılaşabileceği stres yaşantıları karşısında karar verme ve sorun çözme davranışlarının temelini oluşturcaktır. Bu açıdan bakılacak olursa, ergenin sağlıklı ve doğru kararlar alması ve uygulaması şimdiki yaşamıyla birlikte gelecekteki yaşamı açısından da önem teşkil etmektedir. Bu doğrultuda çalışmanın amacı, lise öğrencilerinin algıladığı sosyal destek ile stres yaşantılarıyla başa çıkma tarzları, yaşam doyumları ve bazı demografik değişkenler arasında anlamlı bir ilişki olup olmadığını belirlemek olmuştur. Yöntem: Araştırmanın örneklemini 2013/2014 eğitim öğretim yılında Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlı bir Anadolu Lisesi’nde 9, 10 ve 11. sınıfa devam eden kız ve erkek toplamda 150 öğrenci oluşturmaktadır. Araştırma verileri katılmayı kabul eden öğrencilerle, uygun olan ders saatlerinde, rehber öğretmenlerinin gözetimiyle ve yardımıyla yapılarak elde edilmiştir. Tartışma: Araştırmanın sonucunda kız öğrencilerin, herhangi bir stres yaşantısında çaresiz yaklaşım başa çıkma tarzını erkek öğrencilere oranla daha fazla kullandığı; sosyo-ekomonik durumu düşük olan öğrencilerin, yüksek olanlara göre stres yaşantısında iyimser yaklaşımı, çok yüksek olanlara göre de boyun eğici yaklaşımı daha çok kullandığı; okul başarısı düşük öğrencilerin algıladığı sosyal destek düzeyinin diğer öğrencilere göre daha düşük olduğu; ailesinden sosyal destek algılayan öğrencilerin, stres yaşantısında kendine güvenli ve iyimser yaklaşımı tercih ettiği ama boyun eğici yaklaşımı tercih etmediği; aile ve arkadaşından sosyal destek algılayan öğrencilerin yaşam doyumlarının yüksek olduğu bulunmuştur. Çalışmanın sonuçları, lise öğrencilerinin algıladığı sosyal desteğin, stresle başa çıkma becerilerini ve yaşamdan aldıkları doyumu etkilediğini göstermesi ve okullarda konuyla ilgili özellikle ailelere yönelik eğitimlerin ve öğrencilerin baş etme becerilerini geliştirecek faaliyetlerin düzenlenmesine katkı sağlayan, yol gösterici bir çalışma olması açısından önemlidir. P/149 Dehb Alt Tiplerinin Yürütücü İşlevler, Genetik Ve Multimodal Beyin Görüntüleme Yöntemleriyle Bütünsel Değerlendirilmesi Serkan SÜREN1 ,Eyüp Sabri ERCAN1 ,Ali BACANLI1 ,Kemal Utku YAZICI1 ,Cahide AYDIN2 ,Buket KOSOVA2 ,Duygu AYGÜNEŞ2 ,Cem ÇALLI3 1 E.Ü.T.F. Çocuk Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilimdalı , 2E.Ü.T.F Tıbbi Biyoloji Anabilim Dalı , 3 E.Ü.T.F Radyoloji Anabilim Dalı Amaç:Bu araştırmanın amacı alt tipleri çok iyi belirlenmiş, geniş bir DEHB örnekleminde yürütücü işlevlerinin bilgisayarlı bir test baterisiyle değerlendirilmesi, sonrasında alınan tükürük örneklerinden DAT1 ve DRD4 genotipleri açısından alt tipler arasında farklılık olup olmadığı ve olguların çoklu beyin görüntüleme yöntemleriyle incelenmesidir. Yöntem:Çalışmamızın örneklem grubu, 8-15 yaş arası, ilaç kullanım öyküsü olmayan, 100 DEHBDikkat eksikliği baskın tip (50 DEHB-Dikkat Eksikliği Baskın alt tip, 50 DEHB- Dikkat Eksikliği Restriktif tip), 100 DEHB-Kombine alt tip ve 100 sağlıklı kontrol olgudan oluşmuştur. Vaka ve kontrol grubundaki tüm olgulara yedi alt testten oluşan (sözel bellek testi, görsel bellek testi, parmak vurma testi, sembol sayı kodlama testi, stroop testi, kesintisiz performans testi ve dikkat değiştirme testi) CNS-VS ( The Central Nervous Vital Signs) nöropsikolojik test bataryası uygulanmıştır.Çalışmada yer alan tüm olguların DRD4 ve DAT1 gen polimorfizmi için genotip belirlemesi yapılmıştır. 24 kontrol grubu olgusu ve 72 DEHB (24 Kombine tip, 24 Dikkat eksikliği baskın tip, 24 Restriktif tip) olgusundan oluşan toplam 96 çocuğun nörogörüntüleme incelemesi 241 26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 13-16 Nisan 2016/İZMİR yapılmıştır. Bu görüntüleme yöntemleri 3 Tesla MR cihazı (Siemens Verio, Erlangen, Almanya) kullanılarak yapılmıştır. 12 kanallı kafa sarmalı kullanılarak rutin aksiyel T1 ve T2 ağırlıklı (kesit kalınlığı 5mm) görüntüler alınmıştır. Tartışma:Bu çalışmada, DEHB’nin etiyolojisine bütünsel bir yaklaşımla DTI ile yapısal, fMRI ile fonksyonel ve CASL yöntemi ile perfüzyonel olarak saptanabilecek olası farklılıkların; DEHB’de en önemli aday genler olan DRD4 ve DAT1 ile ilişkisinin yordandığı ve temel patoloji olan yürütücü işlevlerin de değerlendirildiği dünya literatüründeki ilk çalışmadır. Çalışmamız aynı zamanda DSM-V için önerilen DEHB-Restriktif tipinin kapsamlı olarak araştırıldığı ve diğer alt tiplerden farklılaştığı nöropsikolojik, genetik, yapısal ve fonksiyonel özelliklerinin gösterildiği yazındaki ilk çalışmadır. 242