HÜR TEFEKKÜRÜN KALESİ Aylık Siyaset, Strateji ve Toplum Dergisi TEMMUZ 2015 YIL 9 SAYI 104 haber 15 TL www.haberajanda.com.tr DOÇ. DR. SİNAN CANAN Gençlik ne işe yarar? AHMET YOZGAT 20. yüzyıl Amerikanizminin başarısı ve “Popüler” Başkanlığın doğuşu YUSUF KEMAL BOZOK “Kozmik Oda”dan 2023’te çıkmak üzere Mesih geldi, Ankara’da dinleniyor! SEYDAHMET KARAMAĞRALI 20 bitip 21. yüzyıl başlarken Devsoğulları’nın sonu SABRİ ÖĞE AK Parti-MHP koalisyonu gerçekçi midir? ORHAN MÜCAHİT AK Parti için rüzgâr tersine döndü FATİH BAYHAN Türkiye, Doğu Türkistan üzerinden şantaja uğruyor AYŞE YAŞAR UMUTLU Diktatörlük ve despotizmin siyaset felsefesi bağlamında çözümlemesi SÖYLEŞİLER AYTEN ÇALIŞ MUSTAFA AYDIN: “Oluşturduğunuz fark kadar varsınız!” SERVET HOCAOĞULLARI “İslâmcılık” üzerinden Müslümanları vurmak! -Erdoğan’ı Yalnızlaştırma Stratejileri- MURAT İLKTER ATİLLA KIYAT: “Bana da darbe teklif ettiler!” Yayınları BAYRAMINIZ BAYRAM OLSUN! DEĞİL Mİ Kİ, geceye gündüz, zorluğa kolaylık, sabrın ve merhametin mektebi oruca “bayram” ikram edildi; öyleyse şükrünü, kalbimizin bir mum alevi titrekliğiyle vecd ile edâ etmeli... Dualarımızın makbul dualardan olmasını umut ederek “Âmin!” demeli. “Hakk, hakkaniyet ve hakikat yolculuğundaki ayrılıklarımızı birlikteliğe, dağınıklığımızı düzene, karışıklığımızı düzgünlüğe çevir. Bizleri birbirimize düşürenlerden muhafaza eyle!” Haber Ajanda ailesi olarak, “Mübarek Ramazan Bayramı”nızı kutluyor, mü’minler, devletimiz ve milletimiz için huzur, sürur ve inşiraha vesile olmasını temenni ediyoruz. “(Ey Muhammed!) Senin göğsünü açıp genişletmedik mi? Belini büken yükünü üzerinden kaldırmadık mı? Senin şânını yükseltmedik mi? Şüphesiz güçlükle beraber bir kolaylık vardır. Gerçekten, güçlükle beraber bir kolaylık vardır. Öyleyse, bir işi bitirince diğerine koyul. Ancak Rabbine yönel ve yalvar.” (İnşirah) HABER AJANDA haberajanda İçindekiler SAYI: 104 // TEMMUZ 2015 BAŞYAZI DOÇ. DR. SİNAN CANAN Gençlik ne işe yarar? 8 İnsanın kaderidir bu: Haddini aşabilme yeteneği bahşedilmiş tek canlıdır ve ne yana doğru aşacağına karar verme hürriyetine de sahiptir. Çocuklarımıza ezbere dikte ettirdiğimiz dininden, mezhebinden, ideolojisinden, milliyetinden, geleneğinden önce “insanlığını” öğretmeden de bu hürriyeti adam gibi kullanmayı beceremeyeceğiz. 28 KAPAK / SERVET HOCAOĞULLARI 28 “İslamcılık” üzerinden Müslümanları vurmak! Sayın Erdoğan ve Türkiye birikimi tüm bu oyunları bozacak güçtedir. Ancak bu gücün içeride parçalanması noktasında AK Parti içinde de bazı hesaplar yapılmaktadır. Özellikle Sayın Erdoğan’ın nüfuzunu azaltacak hamlelerin sayısı her geçen gün artmaktadır. 34 YUSUF KEMAL BOZOK “Kozmik Oda”dan 2023’te çıkmak üzere Mesih geldi, Ankara’da dinleniyor! Yoksa Türkiye’nin elinde Batı’yı ve ona bağlı olarak İsrail’in elini kolunu bağlayacak bir koz mu var? O koz, Ankara’da dinlenmekte olan “Son Mesih” mi acaba? 46 SEYDAHMET KARAMAĞRALI 20 bitip 21. yüzyıl başlarken Devsoğulları’nın sonu Amerika, İncirlik’i kullanma hakkını bize de vermeli. İncirlik derken, ilçedeki Pentagon hangarlarında yatan -kimine göre 90, kimine göre 200- atom bombasından bahsediyorum. Söz konusu harekâtla Sünni Hilâl’in patronajının belirleneceği aşikâr. 50 AHMET YOZGAT 34 46 50 2 60 temmuz 2015 60 20. yüzyıl Amerikanizminin başarısı ve “Popüler” Başkanlığın doğuşu Ülkemizde hızla yaklaşan başkanlık rejimi ve bu kabil tartışmalarda ABD’nin derinliklerinde yatan Majestik otorite unutulmamalı! Buradan hareketle “Hangi tip başkanlık?” sorusunun cevabı aranırken, “Amerikan tipi” tercihinde “saklı güç”ün etkisi bilinmeli, biliniyorsa hatırlanmalı ve ciddiyetle gözden geçirilmeli! SABRİ ÖĞE AK Parti-MHP koalisyonu gerçekçi midir? 1999 seçiminden sonra Sayın Bahçeli’nin son derece yanlış olduğu aşikâr olan DSP ve ANAP’la yapmış olduğu koalisyonun sonunda milletten yemiş olduğu şamarın kendisinde bir koalisyon sendromu, daha doğrusu bir iktidar sendromu meydana getirmiş olduğu intibaı var. 4 6 8 10 12 16 20 28 34 46 50 59 60 62 64 EDİTÖR / M. SERHAT BIÇAK OKUYUCU PLATFORMU Damat adayı BAŞYAZI / DOÇ. DR. SİNAN CANAN Gençlik ne işe yarar? AYIN OLAYI “Sivil başkan”: Türkiye’nin kaderi SELÇUK KAYIHAN Türkiye Ajanda ÖMER BEKİR SADIK Dünya Ajanda ULUĞ BAYINDIR Medya Ajanda KAPAK / SERVET HOCAOĞULLARI “İslamcılık” üzerinden Müslümanları vurmak! -Erdoğan’ı Yalnızlaştırma StratejileriYUSUF KEMAL BOZOK “Kozmik Oda”dan 2023’te çıkmak üzere Mesih geldi, Ankara’da dinleniyor! SEYDAHMET KARAMAĞRALI 20 bitip 21. yüzyıl başlarken Devsoğulları’nın sonu AHMET YOZGAT 20. yüzyıl Amerikanizminin başarısı ve “Popüler” Başkanlığın doğuşu FATMA ŞURA BAHSİ Hezimet değil, yeniden diriliş SABRİ ÖĞE AK Parti-MHP koalisyonu gerçekçi midir? ORHAN MÜCAHİT AK Parti için rüzgâr tersine döndü MURAT İLKTER Söğüde armut aşısı tutmaz SÖYLEŞİ: AYTEN ÇALIŞ SÖYLEŞİ: MURAT İLKTER Mustafa Aydın: “Oluşturduğunuz fark kadar varsınız!” Atilla Kıyat: “Bana da darbe teklif ettiler!” 90 66 70 77 Bir ülkenin ilmî çalışmaları ve teknolojisi asla siyasete endekslenmemelidir! Fakat ne yazık ki ülkemizde yıllarca eğitim ve öğretim sistemi siyasete endekslendi, dış politikaya bağımlı kılındı. Bir ülke ile dış politikanız, siyasetiniz uyuşmayabilir; ama bu, onun dilini, kültürünü, teknolojisini almayacağınız anlamına gelmez. DR. MUHAMMED İKBAL BAKIRCI Çağın Şeytan Üçgeni: Şiddet, terör ve savaşın prognozu MURAT İLKTER SÖYLEŞİ / ATİLLA KIYAT: “Bana da darbe teklif ettiler!” RUKİYE YILDIZ ERDOĞMUŞ Astık, biz astık! 78 AYŞE YAŞAR UMUTLU Diktatörlük ve despotizmin siyaset felsefesi bağlamında çözümlemesi 82 FATİH BAYHAN Türkiye, Doğu Türkistan üzerinden şantaja uğruyor 88 FİKRİ AKYÜZ Derginin ilk sayısı 90 AYTEN ÇALIŞ SÖYLEŞİ / MUSTAFA AYDIN: “Oluşturduğunuz fark kadar varsınız!” 103MESUT EMRE BALCI Bulunmazı aramak 104AHMET FİDAN Vefatı’nın 235. yıldönümünde Ma’rifetnâme müessiri âlim, sûfi ve şair Erzurumlu İbrahim Hakkı 106MEHTAP KAYAOĞLU Boşanın, tamam! Ama lütfen bu kararı çocuklarınıza doğru bir dille açıklayın! 108SUNGUR İNCİ Kitaplık / Bir manüpilasyon dosyası: Kışkırtan Tapeler 112AHMET YOZGAT Karikatür 70 “Kimsenin kimseyi kandırdığı yok, hepsi darbedir ve darbenin hiçbir ‘haklı’ nedeni olamaz. Bunları kendisine bizzat siyasetçilerin, iş adamlarının gelip ‘Yönetime el koysanıza, daha ne bekliyorsunuz?!’ denen bir Koramiral, yani ben diyorum. Kandırmaca, darbelerin toplum kültürü olmayıp, sadece asker kültürü olduğunu söylemektir.” 62 82 104 78 88 106 ORHAN MÜCAHİT AK Parti için rüzgâr tersine döndü FATİH BAYHAN Türkiye, Doğu Türkistan üzerinden şantaja uğruyor Millet belirsizlikten şikâyetçi ve tedirgin. Ekonomi adeta diken üstünde duruyor. Sınırımızdaki son gelişmeler Türkiye’nin daha fazla seyirci kalmamasını, bir an önce bölgeye müdahale edilmesini gerektiriyor. Bu yüzden MHP seçmeni de, AK Parti seçmeni de seçim öncesi gergin siyasi gündeme çizgi çekilerek geçmişin unutulması görüşünde. 62 ABD’li firmanın Çin’e kaptırmaktan çekindiği nükleer santral ihalesi için Türk kamuoyunda oluşturmaya başladığı Çin nefretini Türkiye, kendi lehine bir karta dönüştürebilir, Çin Devleti’ne karşı Doğu Türkistan’daki insanlık dışı zulümlere son vermesi hakkında baskı yapılabilir. 82 AHMET FİDAN Erzurumlu İbrahim Hakkı İbrahim Hakkı’nın iyi bir tahsil gördüğü, eserlerinden anlaşılmaktadır. “Bu zamanda en dürüst dost, en uygun meclis arkadaşı, en seçkin yoldaş, yârların en hayırlısı ve sevgililerin en sevgilisi kitaplar olduğu için bunların sohbetlerine meylimi salmışımdır” şeklindeki sözleri, onun düzenli öğrenim yanında kendi kendini yetiştirmeye de büyük önem verdiğini göstermektedir. 104 AYŞE YAŞAR UMUTLU FİKRİ AKYÜZ MEHTAP KAYAOĞLU Diktatörlük ve despotizmin siyaset felsefesi bağlamında çözümlemesi Derginin ilk sayısı Boşanın, tamam! Ama lütfen bu kararı çocuklarınıza doğru bir dille açıklayın! Fıtrat olarak liderlik taşımak başkadır, kanaatimce lütuftur; insanların doğuştan getirdiği kabiliyet ve potansiyeller olduğunu kabul eden filozof ve düşünürlerle hemfikirim. Bu anlamda liderler nadirdirler. 78 Derginin kurucusu, Sabah’ın patronu Dinç Bilgin ile Nokta’yı satan patron Ercan Arıklı. Genel Yayın Müdürü ise Mehmet Y. Yılmaz. Ecevit’in İtalya’da yayınlanan Epoca dergisinde röportajı çıkmış. Dergideki başlık: “Kıskandıran Röportaj”. (Mehmet Y. Yılmaz, bugün Hürriyet’te yazıyor. 88 Gönül ister ki kimse ayrılmasın, insanlar mutlu evliliklerinde, huzur dolu ortamlarında gül gibi yaşayıp gitsinler, ama olmuyor işte! Bazen iki kişi aynı evde olunca mutlu oluyor, bazen ayrıldığında... 106 temmuz 2015 3 Sayı: 104/ Temmuz 2015 İMTİYAZ SAHİBİ AJANDA GRUP BAŞKANI YAYINLAR GENEL YÖNETMENİ GENEL KOORDİNATÖR GENEL YAYIN YÖNETMENİ SORUMLU YAZI İŞLERİ MÜDÜRÜ YAZI İŞLERİ MÜDÜRÜ İNTERNET SAYFASI EDİTÖRÜ REKLAM ABONE ve DAĞITIM KOORDİNATÖRÜ GÖRSEL YÖNETMEN GRAFİK TASARIM FOTOĞRAFLAR TEMSİLCİLİKLER BALKANLAR TEMSİLCİLİĞİ MAKEDONYA TEMSİLCİLİĞİ HABER AJANDA BASKI Yavuz Selim yavuzselim.ajanda@gmail.com Müzeyyen Selim muzeyyenselim.ajanda@gmail.com Sinan Canan sinancanan.ajanda@gmail.com Erkan Oğur erkanogur.ajanda@gmail.com Mehmet Serhat Bıçak msbicak.ajanda@gmail.com A. Levent Şahsuvaroğlu Ömer Bekir Sadık obsadik.ajanda@gmail.com Bige Canan bigecanan.ajanda@gmail.com Ahmet Oğuz ahmetoguz.ajanda@gmail.com Aykut Koçoğlu aykutkocoglu.ajanda@gmail.com Aktüelya İlker Kırmızı Anadolu Ajansı Serkan Selim Dilek / Bravadziluk 8/71000 Sarajevo Bosnia and Hercegovina Ofis Tel : 00 387 33 225526 Cep : 00 387 62 225526 Salih Utaş / Gradište 97, Üsküp Skopje - Macedonia Ofis Tel : 00 389 23 220337 Cep : 00 389 70 451737 Aktüelya Basın Yayın ve Reklam Tic. Ltd. Şti. tarafından T.C. yasalarına uygun olarak yayınlanmaktadır. Kültür Ajanda’nın isim ve yayın hakları Aktüelya Basın Yayın ve Reklam Tic. Ltd. Şti.’ne aittir TŞOF Trafik Matbaacılık A.Ş. I. Org. San. Böl. Prof. Dr. Orhan Işık Cd. No: 3 Sincan/ ANKARA Tel: 0312 267 08 97 BASKI TARİHİ Temmuz 2015 İDARİ ADRES Anafartalar Cad. Şan Sk. 10/303 Kat: 3 Ulus – Ankara Tel: (0.312) 380 90 92 Fax: (0.312) 381 45 65 HABERLEŞME ADRESİ Posta Kutusu 168 06420 Yenişehir/Ankara okur.haberajanda@gmail.com Dergide yayınlanan malzemelerin her hakkı saklıdır. Kaynak gösterilerek alıntı yapılabilir. Yazıların sorumluluğu yazarlarına, ilanların sorumluluğu ilan sahiplerine aittir. Dergimiz haber ahlak ilkelerine uyar. ISSN ABONELİK Yurtiçi yıllık abonelik 180 TL, kurum ve kuruluşlar için 360 TL, Kıbrıs için 200 TL, Avrupa için 150 € ve ABD için 200 $’dir. HESAP BİLGİLERİMİZ Aktüelya Basın Yayın ve Reklam Tic. Ltdi Şti. Vakıfbank Ankara Meşrutiyet Şubesi Hesap (IBAN) No: TR 1200015 0015 8007 287367226 Posta çeki Hesap No: 5315328 4 1306-5742 Abone bildiriminiz için abone.haberajanda@gmail.com e-mail adresine veya 0 533 165 39 82 GSM numarasına mesaj bırakabilirsiniz. 0 312 381 45 65’e faks çekebilirsiniz veya 0 312 380 90 92’yi direkt arayabilirsiniz. temmuz 2015 haberajanda Editör Mehmet Serhat Bıçak msbicak.ajanda@gmail.com Görünmez adam H OLLYWOOD yapımı korku ve gerilim filmlerinin en kült fikirlerindendir “görünmez adam”. Bu tipin geliştirildiği bant hakkında düşündüğümüzde karşımıza asla temiz kalpli bir kahraman çıkmaz. Zira görünmez adam, formunu şer bandı üzerinde yürütülerek şekillendiren bir karakter üzerindedir. >> İlginçtir, görünmezlik meziyetini elde eden karakter, daha evvel hayatında olup da kendi kara listesine öyle ya da böyle eklediği insanlara karşı duyduğu kini yansıtır her hikâyede. Yani görünmez adam, intikam peşinde koşan, bu uğurda cinayet işleyip tecavüzler eden bir tip olup çıkar. Yani söz konusu meziyeti elde etmeden evvel, kinini derin bir şekilde içerisinde saklayan bir sığıntıdır. Görünmez adam, Hollywood’dan esinlenilerek tüm dünyada işlenen bir tip haline de gelmiştir tabiî. Haliyle onun gibi bir metafor, bütün dünya insanlarını etkileme gücüne sahiptir. Ancak her ne kadar bir dünya metaforu haline gelse de bir “dünya kahramanı” seviyesinde değildir sevimliliği. Zira az önce belirttiğimiz hususlardan ötürü sevimli biri değildir. Tabiî kötüyü kötü sever, iyiyi iyi; görünmez adamı da şerri yaşatma dâvâsında olanlar benimserler. Onların derdi insanlığı kötülükten kurtarmak değil, kötülüğü görünmez bir konseptin içinden aşılamaktır. dikleri bütün coğrafyalarda ihtiraslarını hâkim kılan sömürgecilere varana kadar birçok örnekle göstermemiz de mümkün elbette. Hollywood yapımlarının iletmek istediği mesajın doğrudan ne olduğunu bilemeyebiliriz, ama anlattığı bir gerçek vardır; zira “görünmez adam”ın bir korku ve gerilim filmi metaforu olması da bu yüzdendir. Öyle ya, “Bu adamdan korkun!” düşüncesi verilir. Ve “münafık, ikiyüzlü, riyakâr, sığıntı, dilenci, kindar, cani, mütecaviz, hasta ruhlu” ne kadar haslet varsa aramızda dolaştığını, bizim bunun farkında olamayacağımızı ama bir gün onun varlığını, güç ve kudretini kabullenip sonsuza dek ondan korkmamız gerektiği vurgulayan bir dil vardır. Tabiî bu tür yapımlarda bize de bazı tedbirler gösterirler. Mesela elimizde hep bir kutu boyayla dolaşmamız, bir çarşaf veya ona benzer bir örtüyü yanımızda hazır tutmamız, sağlam bir balıkçı ağı edinmemiz, söz konusu tavsiyeler arasındadır. Hatta bunun için daha ileri teknolojiye başvurarak silah kullanmaya da gidilebilir. Yeryüzünde bugüne kadar ne kadar topluluk yaşamış ve bunların ne kadarı iyiliği emredip kötülüğü nehyeden bir sosyal davranış ilkesine sahip olmuşsa, bu toplumların içlerinde yer alıp duyduğu kini bir sığıntı hassasiyetiyle saklayıp zaman kollayan birçok görünmez adam var olagelmiştir mutlaka. Onların somut görüntüleriyle soyut görüntüleri arasındaki fark, Ağrı dağı ile Cehennem obruğu arasındaki fark gibidir. Zira saklanan kin eyleme döküldüğünde, zirveyle çukur arasındaki mesafe nispetince psikolojik bir tanım aralığı doğacaktır. Peki, bu tür tedbirlerle görünmez adam avlanır mı? Bu yalnız filmlerde olur. Çözüm, görünmez adamın yalnız ayak izlerini takip etmekten geçer. Ancak bu noktada bizim eksikliklerimiz başlar. Zira biz, ayak izinden iyi anlayanları görmezlikten geliriz. Yani bizim sorunumuz “görünmez adam” değildir. Bizim sorunumuz, “adamı görmezlikten gelmektir”. Bizdeki sorun, el altında tutma ile el üstünde tutma sorunudur. Tarihte yer alıp kendisine veya kendilerine iyilik edilmesine rağmen kötülükle beslenip kötülükle yaşayan ve hücre hücre kin depolayan insanlar ve topluluklar olmuştur. Bunları Oğul Kabil’den başlayıp “Helva yemekten bıktık” diyenlere ve daha sonra uzanabil- Son yüzyılın bütününe bakıp tablodaki ayak izlerini ortaya çıkartmaya çalıştıkça karşılaştığımız tek şey, söz konusu izleri takip eden adamların arkalarında bıraktıkları kan izleridir. Bu yüzden karar vermeliyiz: Ayak izlerini mi bulacağız, kan izlerini mi? SİNAN CANAN KİMSENİN BİLEMEYECEĞİ ŞEYLER Bilmek isteyeceğiniz şeylerle dolu bir kitap! OKUYUCU PLATFORMU Okuyucu 6 Platformu Damat adayı S ENE 1986, yer Zonguldak… Büro, 12 Eylül 1980 öncesi Zonguldak Belediye Başkanlarından merhum Nadir Pulat Bey’in mali müşavirlik bürosu ve konu da Osmanlı İmparatorluğu’nu 33 yıl ayakta tutan “Sultan Abdülhamit Han”. >> Sayın Nadir Pulat’ın, Zonguldak’ın sözü geçen CHP’li ileri gelen insanları olan ve başta Başkent Üniversitesi kurucusu olan Prof. Mehmet Haberal’ın babası olmak üzere konukları toplanmış, konuşmaktalar. Onlar hararetle konu üzerinde mütaalalarına devam ederlerken Sayın Nadir Pulat Bey’e meslekî bir konu danışmak için içeriye girdim. Konu Cennet Mekân Sultan Abdulhamit olunca ilgimi çekti; hem konuyu bölmek istemedim, hem de konu hakkında fikirlerinin neler olduğunu öğrenmek için dinlemeye koyuldum. Konuya yeterince vâkıf olduktan sonra “Ben de aranıza katılabilir miyim?” dediğimde merhum Nadir Pulat “Tabiî ki… Buyur!” dedi. Daha önceden yeterince hazırlıklı olduğum için konukların Sultan Abdulhamit’le ilgili ileri sürdükleri konuların hepsine ayrı ayrı cevaplarını verdiğimde ilave söz söyleyen çıkmamıştı. O dönem, üniversiteyi yeni bitirdiğim yıllardı ve en fazla ilgimi çelen konu da Sultan Abdülhamit Han’dı. Onu ve dönemini bilmeden günümüzü anlamanın mümkün olmayacağı kanaatinde idim. Piyasada ne kadar Abdulhamit Han’la ilgili kitap varsa tamamını alıp okumuştum. Bu kitaplar içinde sadece bir tanesini yarım bıraktığımı hatırlıyorum. O da Orhan Koloğlu’nun “Abdülhamit Gerçeği” adlı kitabı idi. Söz konusu kitabı yarım bırakmamın sebebi ise, kitapta hiç alakası yokken bazı insanların temmuz 2015 Masonluğu öven yazılarının kitaba dâhil edilmesi idi. Kitapta bir bahane uydurup bazı insanlara Masonluğu övdürmenin bir sebebi olmalıydı. O zaman bende oluşan kanaat, Sayın Koloğlu’nun Mason olduğu, ancak kendisinin bunu açıklamaktansa başkalarına Masonluğu övdürerek görevini ifa ettiği şeklinde idi. Bu his, aradan çeyrek asır geçtikten sonra bir gün televizyonda Sayın Orhan Koloğlu’nun bir programda “Ben Masonum” itirafını kulaklarımla duyuncaya kadar devam etmişti. Yani 1996 yılındaki varsayımım gerçekleşmiş oluyordu. Şükür, yanılmamışım. Çok bilindik bir Mason taktiğidir “kendini ve davasını başkalarına övdürüp rakiplerini başkalarına dövdürmek”. Sayın Koloğlu da kitabında bunu yapıyordu. Ahlaksız teklif Sayın Ahmet Sever’in “Abdullah Gül ile 12 Yıl” kitabı piyasaya çıkınca, nedendir bilinmez, birdenbire aklıma çeyrek asır önceki bu anekdot geliverdi. Sayın Sever’in kitabının oluşturduğu ortam, buna benzer bir ortam durumuydu. Sayın Sever’in kitabında, Sayın 11. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’e güzellemeler, Sayın Cumhurbaşkanımız -o zamanki Başbakanımız- Recep Tayyip Erdoğan’a ise hücum etmeler mevcut. Sayın Gül, kitap piyasaya çıktıktan sonra belli bir süre kitaba sessiz kalmayı tercih etti. Sayın Sever kitabın, “Gül tarafından onaylanıp onaylan- madığına ilişkin sorular” için Hürriyet’e verdiği söyleşide, “Abdullah Gül ile 12 Yıl bugün raflarda! Gül bu kitabı okudu ve onayladı. Aslında birkaç hafta önce yayımlanacaktı. Ama son anda müdahale ederek seçimden sonraya bırakılmasını rica etti” demesine rağmen, Sayın Abdullah Gül de Ahmet Sever’in kitabıyla ilgili olarak, “İnancımda, dünya görüşümde sansüre, baskıya yer yok. Kitabı benim yazdığım algısı oluşturulmak isteniyor. Kitabın yazımına herhangi bir dahlim olmadı. Kitabın yazılmasına sıcak bakmadığımı kendisine söyledim!” demektedir. Artık neye inanacağınıza siz karar vereceksiniz! Bir Müddet sonra ise Sayın Fehmi Koru’nun Sayın Abdullah Gül için, “Kendiliğinden ‘Genel Başkan olacağım, Başbakanlığı elde edeceğim’ gibi bir çabanın, böyle bir mücadelenin içinde Abdullah Gül’ü hiçbir zaman görmeyeceğiz. Abdullah Gül’ün yeniden siyasete dönmesi, ancak AK Parti’nin ona ihtiyaç duyduğunu en belirgin ve kuvvetli şekilde ifade etmesi ile olur” diyor. Ancak Sayın Koru bu fikirlerini hiç de Abdullah Gül’e ihtiyaç olmadığı ve hiç gereği olmadığı bir zamanda, onun avukatlığına soyunarak yapıyor. Yine Sayın Fehmi Koru, “Bence Erdoğan Saray’ı muhaliflerinin şart koşması olmasa bile kendisi vermelidir. Bu geri adım değil. Başkanlık sistemi gündemden kalktı, saray denilen yerin de yapılma amacına uygun olarak Başbakanlık tesisine dönüşmesinde yarar vardır” dedi. Sayın Koru’nun bu ve benzeri bazı “onur kırıcı ve ahlaksız teklifleri” içeren yazıları yayınlanıyor. Bu arada AK Parti görünümlü paralel bir arkadaşımdan AK Parti’de 2002 ruhuna geri dönülmesi gerektiği ve Sayın Abdullah Gül, Sayın Hüseyin Çelik ve bazı üç dönem kuralına takılarak Meclis dışında kalan eski bakanların adlarını vererek Sayın Davutoğlu’nun gideceğini, Sayın Gül’ün yeniden partinin başına geçeceğini duydum. Ardından çok da zaman geçmeden eski Milli Eğitim Bakanı Sayın Hüseyin Çelik, “Abdullah Gül’le yaptığım görüşmeler sonrası konuşuyorum; Abdullah Gül’e bu parti, günün birinde ‘Size şurada görev düşüyor’ diye bir uzlaşmayla bir davet söz konusu olduğunda, Sayın Gül ‘Ben yokum’ demez. Ama bugün için böyle bir şey söz konusu değildir. Ama Sayın Gül üç dönemliklerle parti kuracak, aday olacak diye bir şey söz konusu olmaz. Ben kendi açıklamaları üzerine bunu söylüyorum. Bir davet söz konusu olursa gelir” diyor. Böyle netameli bir ortamda hem “Ama bugün için böyle bir şey söz konusu değildir” diyeceksiniz, hem de içeriden ve dışarıdan yoğun saldırılara maruz kalındığı bugünlerde bunu gündeme getirmek için Sayın Abdullah Gül’ün avukatlığına soyunacaksınız… Bir Şenol Güneş vakıası: Paralel yapı bu açıklamalar yapılmadan, konuşulacağını nereden biliyor? Osman Zeki Genç / Ankara Koalisyon söylentilerinin ortada dolandığı ve AK Parti’nin Genel Kurul ile bulabileceği en kıymetli insanı Genel Başkan yaptığı Sayın Davutoğlu’nun her zaman olduğu gibi arı gibi çalışarak görevinin hakkını layıkı ile verdiği bir zamanda ve AK Parti mensuplarına çelikten bir duvar gibi liderlerinin arkasında durmak görevi düştüğü bir ortamda, hiçbir lider sorunu ve boşluğu olmadığı halde ortalığı böyle bulandırmak ne ola ki? Biz bundan ne anlayalım? Herhalde sizin çok iyi niyetlerle bunları gündeme getirdiğinizi düşünmemizi bizden bekliyorsunuz, ama bu klasik numaralar mazide kaldı. Hem siz bu açıklamaları yapmadan önce AK Partili görünümlü pararlelciler bunları nereden biliyor ve nasıl piyasaya sürüyorlar? Bu yaşadıklarımız, nedense geç- mişte yaşanan diğer bir anekdotun daha aklıma gelmesine sebep oldu. Yer Güney Kore, yıl 2002… Dünya Futbol Şampiyonası… Milli Takımımızın başında antrenör olarak bir diğer “Zenci Türk” olan Sayın Şenol Güneş var. Şampiyona başlar, bir iki maç oynanır oynanmaz aynı malum medya grubu, Milli Takım antrenörlüğüne yakıştıramadıkları Sayın Şenol Güneş’in görevden el çektirilmesi ve yerine ya Fatih Terim ya da Mustafa Denizli’nin getirilmesi konusunu sık sık gündeme getirir. O zamanki Futbol Federasyonu, Sayın Güneş’in arkasında durdu ve yazılıp çizilenlere kulak asmadı. Arı gibi çalışan, görevinin gereğini bihakkın yerine getiren Şenol Güneş, tarihinde ilk defa, 63 bin 483 seyirci önünde, 29 Haziran 2002 tarihinde, ev sahibi Güney Kore’yi 3-2 yenerek A Milli Futbol Takımı’nın “Dünya Üçüncülüğü”nü kazanmasını sağlar. Milli Takımımız o günden bugüne kadar hâlâ bu başarıya ulaşılabilmiş değil. O gün adı geçen iki antrenörün de daha sonra Milli Takım’ın başında neler yapabildikleri hepimizin malumu. O gün o iddiaları ileri süren basın grubu, Sayın Şenol Güneş’in başarısız olacağından endişe ettikleri için değil, “Ya başarılı olursa biz ne yaparız?” endişesi ile bunları gündeme getirmişti. Ancak korkunun ecele fayda vermeyeceği artık herkes tarafından kabul edilmektedir. O gün de birileri dere geçilirken at değiştirilmesini teklif ediyorlardı, bugün de yine aynı tip isimler dere geçilirken at değiştirmeyi ima ediyorlar. Biz o gün de bunlara itibar etmedik, Evvel Allah, bugün de bunlara itibar etmiyoruz. Bizim bugün ne parti başkanlığı, ne Başbakanlık, ne de Cumhurbaşkanlığı diye bir sorunumuz var. En ehil insanlarımız bu görevlerini bihakkın, dünyanın gıpta ettiği bir şekilde yürütüyorlar ve inşallah uzun bir süre daha yapmaya devam edecekler. Hiç kimse “bekâr hiçbir hanımın bulunmadığı ortamlarda damat adayı gibi ortalarda dolaşarak kendisini millete güldürmesin”! 2002 yılında nasıl Sayın Şenol Güneş Futbol Milli Takımımızı dünya üçüncüsü yaptı ise, bugün ülkemizin kamarasında kaptanlık yapan Sayın Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan ve Sayın Başbakanımız Ahmet Davutoğlu liderliğinde biz, artık üçüncülüklere değil, dünya liderliğine yürüyoruz. Herkes bunu böylece bilsin! Vesselam… temmuz 2015 7 haberajanda Başyazı Gençlik ne işe H ER düşündüğümde beni dehşete düşüren bir gözlemimi paylaşmama izin verin lütfen… Yaklaşık yirmi yıldır çeşitli üniversitelerde öğretim üyeliği yapıyorum. Başta tıp fakülteleri olmak üzere, sağlık bilimlerine ait hemşirelik, fizik tedavi, beslenme gibi bölümlerle diş hekimliği ve psikoloji alanlarında dersler veriyorum. Şimdiye kadar binlerce öğrencim oldu. Derslerimde sadece elimdeki müfredatı anlatıp geçmek beni kesmediğinden, sıklıkla da öğrencilerimle hayata ve ideallere dair konuşma fırsatı yaratmaya çalıştım. Yıllar içinde yavaşça fark ettiğim acı gerçek ise şuydu: >> Öğrencilerimin hepsi, Türkiye’de belli eğitim derecelerinden geçmiş, yıllarca okumuş, üniversite sınavı denen bir sınav engelini aşmayı başarmış, çeşitli meslek eğitimleri almak üzere üniversite eğitimine başlamış insanlardı. Kısacası, üniversite sınavı kıstas olarak alınacak olursa, bu gençlerin tamamı belli bir eleğin üzerinde kalmış, seçilmiş insanlar olarak düşünülebilir. Hayattan ne beklediklerine dair ufak sondajlamalar yapmaya başladığımda çoğu kez koca bir “hiç” ile karşılaşıyorum. İlim yapmak, 8 temmuz 2015 meslek inceliklerini öğrenmek için üniversiteleri dolduran bu gençlerin hemen hepsi, sıradan bir hayata, sıradan ve ortalama bir rutine ve olabildiğince sıradan bir ömre hazırlanmaya şartlandırılmış gibiler. Dünyayı değiştirebileceğine, yeni düşünce ufukları keşfedebileceğine inanan, kendisinden bir tane daha olmadığı gerçeğinin farkında olan çok az öğrencim oldu maalesef. Kabaca, uzaktan, herhangi bir sayısal ölçüm ve çalışma yapmadan, sadece gözlemlerime dayalı olarak, elimden geçen öğrencilerin yüzde sekseninden fazlasının böyle bir ruh halinde olduğunu söyleyebiliyorum maalesef. İlme, önderliğe, dünyayı daha iyi bir yer yapmaya, düşünülmemişi düşünmeye, yapılmamışı yapmaya cesareti olan çok az öğrenci tanıdım. Cesareti olanların büyük çoğunluğunun da örneği ve yöntemi yoktu. yok. Sınavlarda çıkacak soruları bilmek, sadece derecelerisertifikaları toplamak, sadece gerekli basamakları çıkmak, hayatlarını idame ettirmek ve sonuçta “huzurlu” bir emeklilikle ölüp gitmek… Vadettiğimiz ve vazettiğimiz yaşam, bundan ibaretmiş gibi görünüyor. Dünyayı değiştirmeye kararlı insanları bırakın, değiştirmeyi hayal edebilen insanlar bile yetiştiremiyoruz. Var olanlar ise tamamen sistem kazası… Bu manzara, “insanım” diyen herkesin kanını dondurmalıdır. Dondurmuyorsa, ciddi bir sorunumuz var demektir. Farklı fakülte ve bölümlerde derse girmenin bir avantajı da karşılaştırma yapabilecek kadar çeşitli örnek görebilmem oldu aslında. İlk düşünüldüğünde, en yüksek puan dilimininden öğrenci alan tıp ve diş hekimliği gibi alanlarda bu oranın daha yüksek olmasını bekleyebilirsiniz. Ama maalesef öyle değil. Hatta hafifçe tersi: Sistemde başarı arttıkça, sisteme uyum ve çizilen kutunun dışında düşünebilme yeteneği köreliyor. Giriş puanları için harcanan çaba arttıkça, sisteme daha sıkı bağlanılıyor, rutin daha kıymetli hale geliyor. Fakültelerimizde okuyan üniversite öğrencilerimizin büyük çoğunluğu “bilme”ye, “ilme” talip değil. İstedikleri arasında gerçekliğin yeni yüzlerini görmek On iki yıl temel eğitim veriyoruz. Üzerine yıllarca üniversite eğitimi… Ardından lisans üstü eğitimlerde harcanan yıllar… Sonuçta ne elde ediyoruz? İnsanlığa fayda anlamında ancak bir arpa boyu yol gidebiliyoruz. İnsandan başka hiç bir canlı, sırf hayatını sürdürebilmek için ömrünün neredeyse yarısını “öğrenme” süreçleri için harcamıyor. Evet, beyin geliştikçe, oyun ve öğrenme ile geçirilmesi gereken zaman uzuyor (mesela maymunlarda olduğu gibi). Fakat insandaki bu ömür israfı, hele ki günümüzde, akıl alır boyutlarda değil. Meslek garantisi? Üniversite tercihi yapacak gençler bana internet üzerinden ulaşarak genelde hep aynı soruları soruyorlar: Puanıma göre Doç. Dr. Sinan Canan sinancanan.ajanda@gmail.com yarar? şöyle seçeneklerim var; hangisinde işim garanti, hangisinde para kazanabilirim? Bu tarz soruları her duyduğumda içimi bir ürperti kaplıyor. Çünkü gençlerimize “ne istediklerini” sormayı, buna kafa yormayı öğretmiyoruz. İstemeyi bilmiyorlar. Hayatlarını ne ile geçirmek istediklerini düşünmeye gerek görmüyorlar. İşe girmeyi ve para kazanmayı tek amaç olarak görüyorlar. Böyle öğretiyoruz, sistem bunun üzerine kurulu. Cevaben soruyorum: “Sen neyi istiyorsun?” Cevaptan evvel çoğu kısa bir şok yaşıyor. Sonra “istedikleri” geliyor: Genetik mühendisliği, tıp, diş hekimliği… Yani eğitimleri boyunca ve eğitimle ilgili sohbet süreçlerinde akıllarına sokulan, iş garantili, prestiji kendinden menkul meslekler bir bir sıralanıyor. Astronomi, arkeoloji, dinler tarihi, paleontoloji, felsefe, biyoloji öğrenmek, bu alanlarda çığır açmak isteyen yok denecek kadar az. Onlara genelde söylediğim şey özetle şöyle oluyor: “Ne okursan oku, sevdiğin ve istediğin bir alan olsun; ve o alana dair bir şeylerde herkesten iyi olmaya bak. O zaman para da, ün de başarı da, seni takip eder…” Ama ne kadarı anlaşılıyor, ne kadar işe yarıyor bilmiyorum… Kalabalıklara kafa yetiştirmek 20 Temmuz 2015 günü Urfa Suruç’ta 30 gencecik insanımızı alçakça bir bombalı saldırıya kurban verdik. Çoğu üniversite öğrencisiydi. Öğrendiğim kadarıyla 6 hukuk, 4 tıp, 8 psikoloji, 6 da sosyoloji öğrencisi vardı aralarında -bu yazıyı da hemen olayın ertesi günü yazıyorum-. Caniler ve hainler yine işlerini yaptılar; yaptılar da, o gencecik insanları o meydana sürükleyen psikolojik alt yapıya bakamadık yine. Tâ öğrencilik dönemlerimde, Hacettepe’de, her vesile ile gösteri için toplanan öğrenci gruplarını izler, oradaki arkadaşlarımla konuşurdum. Benim için üniversite öğrencisi olmak, kalabalık gruplarla toplanarak bağırıp çağırma yoluyla değişim aramak değil, insanları değişmeye ikna edecek fikir ve imkânları üretmek üzerine konuşmak ve çalışmak demekti. O gün de öyleydi, bu gün de aynı şeyi düşünürüm. Ama bu ülkenin üniversitelerine girmeye hak kazanmış güzide insanları, değişimi ancak kimi zaman şiddet dozu yüksek eylemlere varacak taşkınlıklar üretebilen kalabalıklar içinde bulunmakla gerçekleştirebileceklerine inandırılıyorlar. Koskoca bir insan, öyle nice koskoca insanlar, pırıl pırıl genç zihinler, vahşi kalabalıklarda birer slogana indirgeniveriyorlar. Onlar bunu duyarlılık adına, yüksek niyetlerle yapıyorlar ama onların sınırsız potansiyellerini böyle nümayişlerde, böyle negatif enerji deposu protestolarda harcayan muktedirlerin çarklarının nasıl işlediğini göremiyorlar. Görmeyi öğretmiyoruz… Görenleri göremiyoruz… Elbette Suruç’a ellerinde oyuncaklar ve yüreklerinde güzel niyetlerle güle oynaya giden o gençler, bildiklerinin en iyisini yapıyorlardı; ama bu bizi ve sistemi asla temize çıkartmaz. Biz onlara daha iyi bir yol gösteremediğimiz için, gösterilerden, sloganlardan, basın açıklamalarından ve daha bir sürü başka arkaik yöntemden medet ummaya devam ettiler. Başka yol bilmiyoruz Yirmi yılı aşkındır internet güncelerine (blog) yazıyorum. Kendi fikirlerimi, üniversiteyi bitirdiğim günden beri buralarda dile getiriyorum. Kızsam da sevinsem de şaşırsam da yazıyorum. Belki bir kaç kişi okuyor, ama ben kişisel notlarımı almaya devam ediyorum. Bazen, talip olanların hayatına dokunuyor yazdıklarım. Aralarından bazıları bana dönüş yapıyor, o zaman anlıyorum düşünmenin ve ölçülü konuşmanın ne kadar önemli olduğunu. Bir daha fark ediyorum, yapmanın ne kadar zor, yıkmanın ne kadar kolay olduğunu. Hele ki bu gün, cep telefonunuzdan canlı video yayını yapabildiğimiz bir zaman diliminde, meydanlarda pankart açarak muktedirlerin davranışlarını değiştirebileceğine inanmaya devam eden gençlerin hâlâ var olması, hem de bunların pırıl pırıl gençlerimizin arasından çıkması, bizim ayıbımızdır, eğitimimizin ve kafa yapımızın rezaletidir. Onlara daha iyi bir dünyanın nasıl kurulabileceğine dair bir şey öğretemiyoruz! Çünkü biz bilmiyoruz! Siyaset ve ideolojik saçmalıklar, din adı altındaki muhtelif hezeyanlar, günlük gereksiz malumat yığınları, bulaştığında yapışan bir pislik sağanağı gibi yağıyor hayatımıza. Görmesek de kokusu burnumuzun direğini kırıyor, dermanımızı kesiyor; ayağımızın altında, dünyanın hakiki zeminiyle aramızda kaygan ve kaypak bir tabaka oluşturuyor. İnsan bilgisinin okyanusta damla dahi olmadığını bilen, o damlayı büyütmek için önünde nice fırsatlar olduğunu görebilen, bu açık gerçeği unutturamadığımız insanların sayısı hızla azalıyor; yahut sesleri, bu berbat çığlık orkestrasında sönükleşiyor. Bizim felaketimiz, türümüzün kıyameti işte buradan kopacak. Taliplere ihtiyacımız var. Bilgiyi, ilmi, irfanı, hikmeti, feraseti, basireti, kabına sığmamayı, taşmayı, coşmayı amaç edinmiş, verilenle yetinmeyen, etrafında yepyeni bir dünya inşa etme cesaretine sahip taliplere ihtiyacımız var. Üniversitelerde, okullarda değil sadece, her yerde… Bunu başardığımız takdirde, kazanacaklarımızı hayâl bile edemeyeceğiz. İnsanın kaderidir bu: Haddini aşabilme yeteneği bahşedilmiş tek canlıdır ve ne yana doğru aşacağına karar verme hürriyetine de sahiptir. Çocuklarımıza ezbere dikte ettirdiğimiz dininden, mezhebinden, ideolojisinden, milliyetinden, geleneğinden önce “insanlığını” öğretmeden de bu hürriyeti adam gibi kullanmayı beceremeyeceğiz. temmuz 2015 9 Haber Ajanda AYINOLAYI Ayın Olayları Eski Milli Savunma Bakanımız İsmet Yılmaz’ı TBMM Meclis Başkanlığı’na seçilmesinden dolayı tebrik ediyoruz. Meclis Başkanlık Divanı da 18 üyesiyle hazır! Şimdi koalisyon görüşmelerinden çıkacak neticeyi bekleyeceğiz. Acaba dört parti bir araya gelip bir koalisyon hükümeti kurabilir mi(!)? Sanırım o hükümetin yapacağı tek icra, “erken seçim” olacaktır… “Sivil başkan”: Türkiye’nin kaderi 7 HAZİRAN 2015 Genel Seçimleri’nin ardından şekillenen Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin ilk görevi, yeni yasama döneminde Meclis Başkanlığı makamına oturacak ismi belirlemekti. Bu önemli görev için Meclis’e girebilen dört siyasî partinin dördünden de aday çıktı. >>Dört siyasî partinin dördünden de aday çıktı çıkmasına da, mesela içlerinden iki veya daha fazla aday çıkan tek parti dahi olmadı. Aslında belki bu olabilirdi, ancak konjonktür müsait değildi(!). Hatta birden çok adayın aslında söz konusu makama çıkmak istediğini ve bunun doğrudan parti merkezlerince, hatta liderlerince imkânsız kılındığını da rahatlıkla söylemek mümkün. Bu durumu açıkça göstermek için MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin kulislerde dolaşan “MHP’nin adayı Meral Akşener olabilir” söylentisini bir bıçak gibi keserek “Demek ki o arkadaşı aday göstermeyeceğiz” şeklindeki çıkışını önümüze koyabiliriz. Yalnız o gün Akşener’in bırakın adaylığını, isminin bile zikredilmeyeceğini sert bir ihtarla açıklayan Bahçeli, acaba kulislerde başka MHP’li isimler de konuşulurken neden “Akşener” üzerinde durmuş ve kimlere mesaj vermek istemişti!? “Seçim” denen organizasyonun son yıllarda tamamen hesaba dayalı yürütülmesi ilginç. Hele liyakatin nede arandığını bilmeyen güruhlar varsa hem ilginç, hem zor. Öyle ya, seçim hususunda adayın adaylığını açıklaması yerine partinin aday göstereceği ismi açıklaması, tam anlamıyla bir demokrasi ayıbı. Meclis önünde eski tüfekleri darp etmekten tutun da en son 10 Ağustos 2014 Cumhurbaşkanlığı 10 temmuz 2015 Seçimi öncesi dâhil birçok bu tip örnekle sürüsüne bereket (!) bir ayıplar silsilemiz var. Dedik ya, MHP’li Ömer İzgi’den beridir hesap kitapla yürüyen ve maalesef makamların ciddiyetine rağmen hiç ciddi yürütülemeyen Meclis seçimleri söz konusu. Zira DSP’ye Başbakanlık makamını veren Anasol-M hükümeti, MHP’ye de buna karşılık Meclis Başkanlığı’nı vermişti. Daha sonra AK Parti’nin hükümet ettiği ülkemizin Meclis başkanları da AK Partili olacaklardı, ama nedense yine bu düşünce Meclis’te yaşıyor haldeydi. Adına “Meclis seçimleri” dediğimize bakmayın, “Meclis’teki seçimlerin” hepsi böyleydi. Ahmet Necdet Sezer’in Cumhurbaşkanı seçildiği Meclis oylamasından tutun da Abdullah Gül’ün birinci ve ikinci defa Cumhurbaşkanı seçildiği oylama, Köksal Toptan’ın aday gösterildiği süreç ve TBMM Başkanı seçilmesi, ikinci Cemil Çiçek dönemi öncesi –tam da Gezi provokasyonları sırasında- Prof. Dr. Burhan Kuzu’nun sitem ederek TBMM Başkanlığı adaylığından geri çekilmesi gibi önemli süreç ve dönemeçlerle yürütüldü Meclis’teki seçimler. AK Parti’nin 258, CHP’nin 132, MHP ve HDP’nin 80’er milletvekiline sahip olduğu Meclis’te ilk seçim dönemecinin nasıl geçileceği ortadaydı. Partilerin ortak hesabı şuydu: “Dördüncü tura çıkamazsam şöyle hareket eder, diğerlerini suçlarım…” Bu noktada kafası tek rahat olan parti, AK Parti’ydi. Ancak CHP, MHP ve HDP’nin birbirlerine karşı nasıl tavır takınacağı her ne kadar MHP açısından belli olsa da özellikle CHP açısından tıkanık görünüyordu. Abdullah Gül’ün ikinci kez Cumhurbaşkanı seçildiği ve bu kez iptal edilmeyerek onandığı Meclis oylamasında MHP, erken seçimle yeniden Meclis’e girebilen yeni parti olarak milletin önüne kaos getirmekten kaçınmış ve Sabahattin Çakmaklı ile girdiği seçimde tıpkı bugünkü Meclis Başkanlığı seçimi gibi üst turda çekimser oy kullanarak bir demokrasi alternatifi üretmişti. Ekmeleddin İhsanoğlu ismi, son Cumhurbaşkanlığı seçiminde yenilmiş bir isim olsa da MHP yönetimince (liderince) değerli olduğunu yeniden gösterdi. Ancak CHP öyle büyük girdaplara tutulmuştu ki ne yapacağını bilemez haldeydi. Geçici Meclis Başkanlığı görevini en yaşlı üye sıfatıyla yürüten Deniz Baykal’ın Cumhurbaşkanı Erdoğan tarafından davet edilmesi ve iki saati aşan görüşmenin niteliği, CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nu belli ki çok tedirgin etmişti. Politikayı “terfi ile pasifize etmek” strateji çerçevesinde öğrenen Kılıçdaroğlu’nun ilk hamlesi, Baykal’ı CHP’nin Meclis Başkanı adayı yapmak oldu. Baykal da bunu kabul edecekti. Çünkü onun siyaset terbiyesi bunu gerektirecekti. Nitekim yenilen, demokratik anlamda parti değil, aday olacaktı. Yine 10 Ağustos 2014 Cumhurbaşkanlığı Seçimi’nde Cumhurbaşkanlığı’na aday olan HDP Eş Genel Başkanları Selahattin Demirtaş ve Figen Yüksekdağ’ın partisi de ilginç ama kayıp bir strateji izledi. Eski AK Partili Dengir Mir Mehmet Fırat’ı aday gösteren parti, dördüncü turda CHP’nin adayı Deniz Baykal’ı desteklediği gibi, seçimin ardından da MHP’yi suçlamakla bir züğürt kıvırması yaşadı. Peki, zamanında Cumhurbaşkanlığı’na layık görülerek aday yapılan Demirtaş, bu seçimde neden eski bir AK Partiliyi sahaya sürdü? Cumhurbaşkanlığı Seçimi’nde CHP’nin öne sürdüğü İhsanoğlu’nun MHP’den milletvekili olması ve de MHP tarafından Meclis Başkanlığı’na aday gösterilmesi, yukarıdaki Kılıçdaroğlu stratejisinden (!) dolayı CHP’den destek göremezdi. Öyleyse Baykal’ı “HDP’nin desteklediği aday” olarak göstermek daha iyi olurdu. Zira HDP de MHP gibi yaparak çekimser oyla gidebilirdi sandığa, ama nedense öyle yapmadı. Bunca hesap kitabın arasında AK Parti içinde kulis verilerine göre Prof. Dr. Nabi Avcı ve İsmet Yılmaz isimleri öne çıkıyordu. AK Parti, belli ki çok eleştirilen millî eğitim politikalarına daha çok eğilmek ve konuda sabit kalmak namına Nabi Hoca’ya hak ettiği kıymeti tevdi etti ve onu Milli Eğitim Bakanlığı’ndan emekli etmek istemedi. İsmet Yılmaz ise, görevi süresince ismi hiçbir tartışmaya bulaşmayan biri olarak tam bağımsız bir karakter çiziyordu. AK Parti’nin Meclis Başkanlığı seçimlerinde her nedense (!) başka dengeleri de gözettiğini düşünenlere karşın bu kez “sivil”, hem de sipsivil bir adayla sahneye çıkması neredeyse “mükemmel”di. Zira İsmet Yılmaz bu seçimle Deniz Baykal, Ekmeleddin İhsa- noğlu ve Dengir Mir Mehmet Fırat gibi kendisine nazaran daha vitrin isimleri geçmiş ve makama “liyakatiyle” oturmuş oldu. “Zaten bütün hesaplar bunu gösteriyordu” diyebilirsiniz, ancak bu kez yorumumuzun başından beri dile getirdiğimiz “demokrasiye ayıp etmek” meselesinin çukuruna saplanmış oluruz. Bizce mesele şu: “Kendini layık gören aday olsun, Meclis’i oluşturan üyeler de şahsa göre oy vererek başkan seçsin…” Bu çerçevede en bahtsız isim İhsanoğlu. Zira Baykal’ı ateşe atan Kılıçdaroğlu iken, eski AK Partili Fırat’ı öne süren de Demirtaş idi. Kurunun yanında belki yaş da yandı (!) yani. Peki, AK Parti’de Yılmaz’ın seçilmesi noktasında aslında olumsuz yönde oy kullanmak isteyen “pasif uyumlu” veya “profesyonel” güdümlü isimler olabilir miydi? Zira vekil listele- rine paralel yapının yine sızdığı iddia ediliyordu. Neyse, şimdi yine nifakçılıkla suçlar bazısı bizi, ne de olsa bu daha “ilk seçim” idi, her şey hemen deşifre olamazdı ya… Eski Milli Savunma Bakanımız İsmet Yılmaz’ı TBMM Meclis Başkanlığı’na seçilmesinden dolayı tebrik ediyoruz. Meclis Başkanlık Divanı da 18 üyesiyle hazır! Şimdi koalisyon görüşmelerinden çıkacak neticeyi bekleyeceğiz. Acaba dört parti bir araya gelip bir koalisyon hükümeti kurabilir mi(!)? Sanırım o hükümetin yapacağı tek icra, “erken seçim” olacaktır… Bütün bu detayları birleştirerek ülkemizin başkanlık sistemine ve seçim sistemlerini güncellemeye ne kadar muhtaç olduğunu anlatabilmişizdir umarım. Zira bu yüzden bu TBMM Başkanlık Seçimi, gerçekten de ayın olayı idi. temmuz 2015 11 Türkiye Ajanda Ellerinizi yıkamadan soframıza oturamayacaksınız! 20 TEMMUZ 2015 günü, Şanlıurfa’nın Suruç ilçesindeki Amara Kültür Merkezi önünde, öğle saatlerinde gerçekleşen bir patlama neticesinde, o gün itibariyle 31 vatandaşımız hayatını kaybetti. İntihar saldırısı olduğu belirlenen patlamanın ardından yüzlerce kişi de yaralanırken, 74 kişi hastaneye kaldırıldı. Hastaneye götürülenlerden 31’i taburcu edildi. Patlamayla ilgili soruşturma hakkında 4 savcı görevlendirildi. >> Kobani’ye geçmek için patlamadan bir gün evvel İstanbul’dan Suruç’a giden Sosyalist Gençlik Dernekleri Federasyonu (SGDF) üyesi yaklaşık 300 genç, Amara Kültür Merkezi’nde konaklıyordu. SGDF üyelerinin basın açıklaması sırasında büyük bir patlama yaşandı. Söz konusu saldırıya ilişkin açıklamasında Şanlıurfa Valisi İzzettin Küçük, patlamanın bir intihar saldırısı olduğunu kesinleştirdiklerini söyledi ve patlamayla ilgili bir gözaltı olmadığının bilgisini de ayrıca paylaştı. Amara Kültür Merkezi, DBP’li Suruç Belediyesi tarafından ilçe halkının desteğiyle kuruldu. Burada el işi ve beceri kursları düzenlenip toplantılar yapılı- 12 temmuz 2015 yor. SGDF mensubu gençlerin bu merkezde kalmaları için elbette DBP’li Belediye yetkilileri ile temasa geçmeleri gerekiyordu. Belediye’ye ait bu merkezin güvenlik önlemlerinin olması gerektiği de muhakkak. Bunun yanında gençlerin toplanma konusu Kobani iken bu konudaki her yerde fotoğraf veren HDP’lilerin kültür merkezinin bahçesinde olmayışları dikkat çekiyor. Derdimiz “HDP’liler de zarar görmelilerdi” değil elbette, derdimiz güvenliği sağlaması gerekenlerin bu tedbirlere başvurmamalarını ve her yerde olmalarına rağmen böylesi bir duruma fiilen destek vermemelerini ortaya koymak. Öyle ki, HDP Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş’ın yaptığı açıklama resmen tiksindirici! Ne diyor Demirtaş? “Bundan sonra kendi güvenliğimizi kendimiz sağlayacağız…” Bu sözleri duyar duymaz eski BBP Genel Başkanı Şehit Muhsin Yazıcıoğlu’nu hatırlıyoruz. Bugün Paralel İhanet Çetesi’ne çanak tutan Aydın Doğan’ın kapatmalara kıyamadığı Radikal gazetesinin 8 Eylül 2005 tarihli manşeti şöyleydi: “Ne diyor bu adam?” Böyle alçakça bir manşeti Şehit Yazıcıoğlu için kullananlar, Yazıcıoğlu’nun devlete yönetenlere karşı “Titreyin ve kendinize gelin! Devletin, milletin güvenliğini emanet ettiğimiz kuruluşları sorumluluğunu yerine getirmez, yasaları kullanmazlarsa vatandaş geri kalmaz. Milletin, kendi güvenliğini sağlamak hakkıdır” şeklindeki önemli tenkidini “Milleti tahrik edip teröre sevk ediyor” diye yaygara çıkaranlar, Selahattin Demirtaş’ın kastî şekilde terör düzeni kurma ve vatanı bölmeye dayalı sözlerini kulak arkası yapıyorlar. Yoksa Demirtaş’ın bu sözleri söylemek için beklediği bir hamle mi vardı? Yoksa Demirtaş’a “Senin konuşacağın, hatta şöyle diyeceğin gün gelecek!” diyenler kaç taşla kaç kuş vuracaklarının hesaplarını mı yapmışlardı? Irak ve Suriye’de insanların ölmemesi ve yurtlarından edilmemesi için fiilî anlamda hareket eden tek güç Türkiye iken, aklına stratejik noktada sadece Kobani’yi takan Kürt istirmarcısı leş kargalarının her şerden Türkiye’yi ve Türkiye’nin bugünkü idarecilerini sorumlu tutmasının altında ne yatıyor? Terör örgütleri güçlerini göstermek ve korku mesajı vermek için, gerçekleştirdikleri saldırıları doğrudan üstlenirler. Hatta bazı örgütler, sahiplenilmeyen eylemleri sırf o eylem hoşuna gittiği için üstlenmeye razı konumdadırlar. Suruç’taki saldırıyla ilgili olarak IŞİD’den şüphelenilirken IŞİD’den bu konuda bir üstlenme gelmemesi ve buna rağmen, daha olay yeni gerçekleşmişken ortaya atılan “IŞİD yaptı” iddialarıyla HDP’nin Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ile Başbakan Ahmet Davutoğlu’nu hedef alarak sorumlu tutması, hatta bir noktada katil ilan etmesindeki amaç, son iki yılda olduğu üzere Türkiye’yi yine IŞİD’le bir organik bağa oturtma çabası taşımaktadır. Ancak şu bilinmelidir ki, Kobani IŞİD’den PYD ve koalisyon güçlerince temizlendikten sonra şehre girişi izin verilmeyen insanlar kimler tarafından kovalanmışlarsa, onlar tarafından sokulmamaktadırlar. Yani kovalayan IŞİD, şehre girişe izin vermeyen PYD ise; IŞİD de, PYD de birdir, bu ikisinin sahibi de. Ve bu sahip, elleri kanlı Türkiye düşmanları ile onların ülkemizdeki uşakları, işbirlikçileridir. Bu eli kanlı sahipler ve uşakları bilmelidirler ki, bu coğrafyanın nimetlerinden rızıklanmaksa derdiniz, önce o kanlı ellerinizi yıkayacak, ondan sonra Türkiye’nin bey sofrasına oturacaksınız. Tabiî biz izin verdiğimiz müddetçe… Selçuk Kayıhan // selcukkayihan.ajanda@gmail.com AYM, dershane yasasını iptal etti 2013 yılında başlayan ve paralel yapının Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ne meydan okuma enstrümanı olarak kullandığı dershanelerin kapatılması konusu Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde karara bağlanmış ve bir yasalar bütünüyle kesinleştirilmişti. >> Buna göre 2015-2016 eğitim-öğretim dönemi itibariyle dershaneler kapanacak, yerlerine özel okullar açılması için dershane sahiplerine fırsatlar ve teşvikler sunulacaktı. Geçen yıl başlayan uygulamaya göre vatandaşı özel okullara yönlendiren teşviklerden yararlanan birçok aile ve tabiî özel okul oldu. Ancak 2015 itibariyle tamamen kesinliğe ulaşacak bu uygulamaya dair çıkarılan yasa, Anayasa Mahkemesi tarafından iptal edildi. Yani kısaca dershaneler kapatılmayacak, isteyen aile çocuğunu bu kurumlara gönderebilecek. Kararı değerlendiren Milli Eğitim Bakanı Prof. Dr. Nabi Avcı, kararın böyle çıkacağını beklemediğini belirterek şaşkınlığını ifade etti. Konuya ilişkin gösterdikleri fitne hareketleriyle Paralel İhanet Çetesi’nin uşakları ise şaşırtmıyor ve zehirlerini yaymaktan geri kalmıyorlar. Bu sezon başında da eğitime dair bir kaosun yaşanacağı belli. Peki, 13 yıldır eğitim politikaları konusunda yalpalayan AK Parti’nin TBMM Başkanlığı seçimlerinde kıymetli Nabi Hoca’yı harcamayarak bu konuda artık sabit ve üretken olacağını düşünmemiz yalnız bir hüsnüzan olarak mı kalacak? Abdullah Gül, Almanya ziyaretçisiydi 11. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, Bartelmsann Vakfı’nda yapacağı konuşma için Almanya’nın başkenti Berlin’e gitti. Berlin’deki temasları çerçevesinde Almanya Dışişleri Bakanı Frank-Walter Steinmeier ile görüşen Gül, Dışişleri Bakanlığı’nın konuk evi Villa Borsig’de basına kapalı bir görüşme yaptı. Gül, Aspen Forum tarafından Bertelsmann Vakfı’nda düzenlenen ve iki gün süren etkinliğe katıldı. Etkinlikler basına kapalıydı. Böcek Davası’nda karar CUMHURBAŞKANI Recep Tayyip Erdoğan’ın Başbakanlık Çalışma Ofisi’ne dinleme cihazı konulmasına ilişkin davada, sanıklardan Sedat Zavar ve İlker Usta’ya, “devletin güvenliğine ilişkin bilgileri temin etmek” ve “haberleşmenin gizliliğini ihlal” suçlarından dolayı 7 yıl 6’şar ay hapis cezası verildi. >> Ankara 7. Ağır Ceza Mahkemesi’ndeki duruşmaya tutuklu sanıklar Usta ve Zavar, başka suçtan tutuklu sanık -eski TÜBİTAK BİLGEM Başkanı- Hasan Palaz, bazı tutuksuz sanıklar ve avukatları, “müşteki” sıfatındaki Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın avukatları Muammer Cemaloğlu ve Burhanettin Sevencan ile “müşteki” Başbakanlık avukatı Sami Arslan Aşkın katıldı. Mahkeme heyeti, sanıklardan Usta ve Zavar’ı toplamda 7 yıl 6’şar ay hapis cezasına çarptırırken, sanıklardan eski Başbakanlık Koruma Dairesi Başkanı Mehmet Yüksel ile suç tarihinde Erdoğan’ın Yakın Koruma Müdürlüğünü yapan Zeki Bulut ve eski TÜBİTAK BİLGEM Başkanı Palaz, Hurşit Gölbaşı, Ahmet Türer, Harun Yavuz, Seyit Saydam ve İbrahim Sarı’nın beraatine, Ali Özdoğan ve Enes Çiğci ile hakkında yakalama kararı bulunan Serhat Demir’in dosyasının ayrılmasına karar verdi. Son sözleri sorulan sanıklardan Zavar, soruşturmayla aile birliğinin zarar gördüğünü ve işinden ihraç edildiğini söyledi. Söz konusu ekibin içinde yer aldığını ama arama sırasında kimsenin yalnız kalamayacağını savunan Zavar, en az 3-4 kişinin bulunması gerektiğini söyledi. Zavar, diğer sanıkların kendisi hakkında hiçbir suçlamada bulunmadığını ifade ederek şunları dile getirdi: “Bir hesap hareketinde adım geçti ama 3 yıl aradan sonra bu hesabın benimle alakası olmadığı ortaya çıktı. Ali Özdağ ile telefon trafiğimiz doğrudur; şube müdürü, şube müdürünü arar, bu gayet doğaldır. Emniyet İstihbarat görevlisi olduğumuz için dosyaya eklendik ve suçlu ilan edildik. Hiçbir örgütle ilgim, bağlantım yoktur. Vatanıma bağlı biriyim ve vatan sevgimi kaybetmedim. Üzerimizde bir senaryo oynanıyor ve bu durumda en çok mağdur olan biziz.” Böcek Davası’nda verilen bu karar, “paralel yapıyla ilgili mahkûmiyet çıkan ilk dava” olması açısından önemli. Peki, böylece kapanacak mı? Hakkında yakalama kararı bulunanların kovuşturması hangi aşamada? Yurtdışındalarsa Interpol devreye sokulacak mı? Interpol devredeyse Türkiye’nin isteği yerine getirilecek mi? Yoksa kaçaklar beslenecekler mi? Başbakan’ın ofisinin dinlenmesi “vatana ihanet” mesabesindeyken 7 yıl hapsin ceza literatüründeki kıymeti nedir? temmuz 2015 13 Türkiye Ajanda “A k S a ray ” d e ğ i l , “Cumhurbaşkanlığı Külliyesi” ŞİMDİ bahsini edeceğimiz haberi duyduğumda hayli sevindim. Zira birtakım yanlış anlamalar veya hiç anlayamamalar yüzünden Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin yeni merkezî yönetim adresi muallakta kalacakken durum düzeltildi. ifadesini benimseyen, zira AK Parti isminin meftunu olan kimseler mevcut olunca, meselenin doğrudan “yeni devlet vizyonuna” ilişkin olduğu bir türlü anlatılamadı, dolayısıyla anlaşılamadı. Bizse bu sayfalarda inatla “Cumhurbaşkanlığı Sarayı” dedik ama ille de “Ak Saray” demedik. >> Beştepe’deki yeni Cumhurbaşkanlığı kompleksinin bilindiği üzere birtakım eksiklikleri kalmıştı. Bu eksiklikler her geçen gün gideriliyor. Bunlardan biri de kampüste bulunan cami inşaatının tamamlanmasıydı. İnşaat tamamlandı ve adına “Beştepe Millet Camii” denilen muazzam bir eser kazandırıldı Türkiye’ye. Bu kompleksin adına dair daha önceki aylarda birçok tartışma yaşanmıştı. Yeni merkezin adının “Ak Saray” olacağı, hatta olduğu ve “Cumhurbaşkanlığı Sarayı” ifadesinin yerine bu ismin konulmasının da merkezin sözde Erdoğan saltanatı (!) için yapıldığı çeşitli iftiralarla öne sürülmüştü. Bunlar bir yana dursun, “Ak Saray” Belki Ak Saray isminde “Beyaz Saray”a bir atıf vardı. Ancak bu bile yanlıştı zaten. Zira bu, bir ABD taklidi görüntüsü verirdi. AK Parti’nin kurucu ve onur(lu) lideri Recep Tayyip Erdoğan’ın devlet için yapılan bu merkeze oturmasıyla söz konusu yapıya yine “ak” kelimesinin getirilmesi de stratejik bir hata olurdu. tamamlandı diye bu yapıya “Cumhurbaşkanlığı Külliyesi” denilmedi, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın saray tartışmalarına sırf “saray” kelimesini oturtmamak üzere iyi bir çözüm getirip kütüphanesinden toplantı salonlarına, düşünce odalarından hizmet birimlerine, avlusundan camisine kadar her şeyiyle bize ait bir “külliye”den bahsetmesi sebebiyle “külliye” denildi. Artık resmî olarak Türkiye Cumhuriyeti’nin yeni idare merkezinin posta adresi, yani adı hazırlanmış oldu. Yani söz konusu komplekse dair en baştaki eksiklik giderildi. Cumhurbaşkanlığı iletişim bilgileri hanesindeki posta adresi, artık “Cumhurbaşkanlığı Külliyesi”... Bu arada bir anekdotu paylaşmak zorunda olduğumu ve bundan utandığımı da belirtmek zorundayım. Konu Cumhurbaşkanlığı Külliyesi’ne dair bir olumsuzluk içermiyor ama Türkiye düşmanlarının amiyane tabirle pisliklerini haber yapmaktan hicap duyduğum için bunu belirtiyorum. Nihayet kompleksteki eksikliklerden olan caminin tamamlanıp da açılışının yapıldığı gün bir haber yayınlandı. Kompleksin adı, “Cumhurbaşkanlığı Külliyesi” olarak resmî çerçevede ilan edildi. Ancak bunu da yanlış yorumlayanlar oldu. Kompleksin camisi de Ne mi oldu? Danıştay 14. Dairesi, Cumhurbaşkanlığı hizmet binalarının bulunduğu alanın tarihî SİT özellikleri taşımadığına karar verdi. Hani Türkiye düşmanlığından başka işe yaramadığı tescilli STK’ları var ya bu ülkenin, işte onların “Devlet SİT alanını işgal ediyor” iftirasıyla açtıkları dava düştü. hitaben diyorum ki, o bize hem şehitlik makamının önemini anlatıyor, hem de üzerimize düşen vazifeyi. Şehidimizin aziz hatırasını unutmayacağız. Bölücü terör örgütü ve arkasındaki güçler de bilsinler ki, şehidimizin üzerindeki al bayrağı kanımızın son damlasına kadar dalgalan- dırmaya devam edeceğiz.” Şehit Ünal 20 Temmuz 2015 tarihinde vatanı için can verirken, Türkiye vahşi bir saldırıyla daha karşı karşıyaydı. O saldırı patlak verir vermez IŞİD belası konuşulmaya başladı. Peki, şehidimizle alakalı olarak PKK’ya dair tek bir kelam eden, tek satır yazı yazan oldu mu? Şehide hazin veda ADIYAMAN’da PKK ile girilen çatışmada bir uzman çavuşumuz şehit oldu. Şehit Uzman Çavuş Müsellim Ünal’ın cenaze törenine Başbakan Ahmet Davutoğlu ve bazı bakanlar da katılırken, önceki gün Suruç’ta meydana gelen patlamadan ötürü vatan hainlerine ve ülkemiz üzerinde şer planlar kuranlara lanet okurcasına duygulu anlar yaşandı. >>Gözyaşlarını muhafaza edemeyen Davutoğlu, törende yaptığı konuşmada şu sözleriyle ciğerimize işledi: “Büyük milletler, tarihte büyük başarılarla birlikte, yaptıkları büyük fedakârlıklarla var olmuşlardır. Bu vesileyle kadim tarihimizden bu yana bu 14 temmuz 2015 toprakları bize v olarak bırakabilmek için canlarını feda eden tüm şehitlerimizi rahmetle yâd ediyorum. Yüceler yücesi bu makam Çanakkale şehitleri için nasılsa, Müsellim Kardeşimiz için de aynıdır. Kardeşimiz Bedir’in aslanlarıyla haşrolunacaktır. Rahmetli şehidimize Selçuk Kayıhan İftar iftiralarına tazminat davası CUMHURBAŞKANI Recep Tayyip Erdoğan, Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Görmez ve beraberindekilere verilen iftar yemeğinin maliyetinin 1 milyon lira olduğu iddiaları üzerine, Sözcü gazetesi ile Türk Mühendis ve Mimar Odaları Birliği (TMMOB) Mimarlar Odası Ankara Şube Başkanı Tezcan Karakuş Candan hakkında 50’şer bin liralık manevî tazminat davası açtı. Külliyesi’nde Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Görmez ve beraberindeki heyete verilen iftar yemeği için kullanılan masanın maliyetinin 1 milyon lira olduğu ve 29 kişilik iftar yemeği maliyetinin 87 bin 653 fitrelik olduğu şeklindeki iddia, açık bir iftira ve hakarettir. Haberde açıklama yaptığı iddia olunan davalı Tezcan Karakuş ve bunu manşet yapan davalı basın organı da bu durumu bilmektedir.” Cumhurbaşkanlığı’nın konuya ilişkin basın açıklaması yaptığı hatırlatılan dilekçede, gazetede çıkan haberlerin basın ahlak ve ilkelerine aykırı olduğu, eleştiri, ifade özgürlüğü, hak ve görev sınırlarının aşıldığı bildirildi. >> Erdoğan’ın avukatları Muammer Cemaloğlu ve Burhanettin Sevencan tarafından açılan davanın dilekçesinde, Tezcan Karakuş Candan’ın yaptı- ğı açıklamaya dayanılarak Sözcü gazetesinin 24 Haziran 2015 tarihli nüshasında, iftar yemeğiyle ilgili gerçek dışı iddia ve ithamlara yer verilerek kamuoyunun yanıltıldığı ve Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın kamuoyu önünde yıpratılmak istenildiği belirtildi ve dava dilekçesinde şunlar kaydedildi: “Cumhurbaşkanlığı Tazminatı geçelim, sırf “Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı savunan yayınlar yapıyor” diye bazı televizyon kanallarının programları kapatılırken, bu alçak haberi ekranlarına taşıyan ve toplumu yanıltmakla kalmayıp fitnesine fitne katanların programlarının durdurulup durdurulmayacağını, o denizaltı belgesellerini onların da yayınlayıp yayınlamayacağını kimse merak etmiyor mu? Doğru ya, merak edilseydi zaten böyle olmazdı… “Usulsüz Dinleme İddianamesi” kabul edildi SİYASİLER, gazeteciler, yargı mensupları ve iş adamlarının da aralarında bulunduğu 48 kişiyi usulsüz dinledikleri iddiasıyla yürütülen Ankara merkezli “usulsüz dinleme” operasyonuna ilişkin 50 şüpheli hakkında hazırlanan iddianame, Ankara 4. Ağır Ceza Mahkemesi tarafından kabul edildi. >>Memur Suçları Soruşturma Bürosu Cumhuriyet Savcısı Alparslan Karabay’ın hazırladığı iddianamede şüpheliler, eski Başbakan Necmettin Erbakan, bazı Cumhurbaşkanlığı danışmanları ile Anayasa Mahkemesi üyelerinin yakınları, hâkim, gazeteci, iş adamı, siyasetçi, Emniyet Müdürü ve insansız hava aracı projesinde yer alanların da arasında bulunduğu 48 kişiyi, dosyalara farklı isimlerle dâhil ederek dinlemekle suçlanıyorlar. İddianamede, eski Emniyet İstihbarat Daire Başkanları Ramazan Akyürek ve Ömer Altıparmak’ın da arasında bulunduğu 50 şüpheliye “suç işlemek için örgüt kurmak ve yönetmek, örgüte üye olmak, resmî belgede sahtecilik, kişisel verileri hukuka aykırı ele geçirme ve saklama, özel hayatın ve haberleşmenin gizliliğini ihlal ve iftira” suçlamaları yöneltiliyor. 50 şüpheli hakkında hazırlanan iddianame, Ankara 4. Ağır Ceza Mahkemesi tarafından kabul edildi. İddianamede yer alan şüpheliler şunlar: Ramazan Akyürek, Ömer Altıparmak, Sadettin Akgüç, Recep Güven, Coşgun Çakar, Hüseyin Özbilgin, Ayhan Falakalı, Gürsel Aktepe, Yunus Yazar, İbrahim Tuka, Lokman Kırçılı, Tamer Bülent Demirel, Ramazan Karakayalı, Ahmet Ümit Seçkin, Mustafa Başer, Sadık Akpınarlı, Ali Ağıllı, Tamer Özbek, Yılmaz Angın, Harun Dağlı, Erdal Argın, Salih Keskinkılıç, Emre Baykal, Serkan Şahan, Timurtaş Kayacı, Ahmet Şentürk, Hasan Ali Okan, İsmail Erol, Ali Poyraz, Erol Doğan, Uğur Eski, Mustafa Gürkan, Okan Acaroğlu, Yunus Hazar, Adem Çoban, Mustafa Alptekin, Özgür Özden, Ali Ağıllı, Süleyman Aşçı, Muhammet Fatih Aktaş, Emrah Doğan, Latif Harun Pişkin, Oğuzhan Yavuz, Mustafa Akşit, Kenan Peksoy, Yusuf Üna, Muhammed Mustafa Aksoy, Seyit Gölcük, Selami Haskul ve Serhat Kadim. temmuz 2015 15 Dünya Ajanda Doğu Türkistan’da hayatın kendisi mahpus! BİR Ramazan ayını daha geride bıraktık, ancak içimizde uhdeler kaldı. Zira yeryüzünde yaşayan birçok Müslüman yine çaresizlik ve baskı altındaydı. Ancak bu cümleleri kurarken ne büyük sıkıntı çektiğimi ve ne büyük ıstırap duyduğumu bir bilseniz… Türkiye ve diğer Türk cumhuriyetlerindeki Müslümanlar, hatta dünyadaki tüm Müslümanlar, Filistin’e dair daimî Siyonist İsrail zulmüne tanıklık etmekle kalmayıp nasıl reaksiyon gösteriyorlarsa, Doğu Türkistan konusunda da aynı his ve tavra sahip olmak zorundadırlar! Siyonist vesvese ve fesat başı İsrail’in devlet karakterindeki terörist genin aynını taşıyan Çin, Türkiye başta olmak üzere birçok Türk cumhuriyetine, Müslümanların yönettikleri birçok ülkeye ekonomik açılımlar göstermeye, yüzlerce yıl sürecek anlaşmalar geliştirmeye çalışırken, bu çalışmaları yalnız karşılıklı ekonomik faaliyetlere değil, insanî açılımlara da yaymak bizlerin elinde! Dememiz o ki, su testisi su yolunda kırılır; kavgamızı baştan vererek diplomatik kozları öyle değerli şekilde öne sürmeliyiz ki herkes kazanabilsin. Nasrettin Hoca da testi kırılmadan evvel akıl olsun diye patlamamış mıydı şamarı oğluna? Çin eğer hava savunma sistemi ihalelerinde, uydu ve uzay teknolojilerine dair işbirliği anlaşmalarında, nükleer santral ve enerji kaynakları ihalelerinde karşımıza çıkmak istiyor ve dünyaya meydan okuyan Türkiye’ye bu konularda yardımcı olmak istiyorsa, zaten bu tür ekonomik olaylarda bizim üzerimizden kazanacaksa önce zulüm ve baskısına son vermeyi öğrenmelidir. >> Dünyadaki birçok Müslümanın ölüsü de, dirisi de baskı ve zulüm altında. “Dirisini anladık, ölüsü nereden çıktı?” demeyin lütfen, en basit örnekle IŞİD ve onun tandansındaki bütün belaların Müslüman türbelerine ve mezarlarına yaptıkları dahi ortada. Dünyadaki başka topraklarda Müslüman yurtlarının ve hatta mezarlarının üzerine neler dikildiğini şimdi konuşmuyoruz bile… Avrupa ve Balkanlardan Kafkaslara, Afrika’dan Amerika kıtalarına, Ortadoğu’dan Uzakdoğu’ya kadar nerede Müslüman yaşıyorsa, üzerinde binbir türlü baskı ve zulüm var. Bu zulümlerin çeşitli zaman 16 temmuz 2015 aralıklarında yaşandığını gördüğümüz gibi, daimî biçimde gerçekleşenlerine de tanık oluyoruz. Ancak bu kez de bizim tanıklığımız kimi için zaman aralıklarına, kimi için bütün zamanlara yayılıyor. Yeryüzünde Müslüman olup da daima zulüm ve baskı gören Müslüman topluluklardan biri de Uygur Türkleri. Yani daimî zulmün muhatabı bir ülke Doğu Türkistan… Doğu Türkistan, işte bizim tanık olup da bu tanıklığı çeşitli zaman aralıklarına bıraktığımız, hatta o aralıkları da eksik/noksan bilgilerle süreç bitene kadar geçiştirdiğimiz bir mazlum ülke. Ve biz bu yıl da Ramazan ayını seçtik Doğu Türkistan’a tanıklık etmek için. Peki, Doğu Türkistan’da bu yılki Ramazan ayına dair Çin tarafından yapılan bir zulüm var mıydı? Elbette! Ancak bu zulüm, bu yıla has değildi. Yani Çin, her Ramazan olduğu gibi Doğu Türkistan Müslümanlarına bu yılki Ramazan’da da zulmetti. Peki, Çin sadece Ramazan aylarında mı bu alçaklığı güdüyor? Hayır! Çin, Doğu Türkistan Müslümanlarına, Doğu Türkistan var olduğundan beri zulmediyor. İşte biz bu daimî zulme tanıklık dahi edemiyor, belki de etmek istemiyoruz. Bu tanıklığa katlanabilsek, Türk Eli’nde yaşanan bu çaresizliği belki de çoktan kırabilecektik. Eğer Shangay İşbirliği Örgütü, Türkiye gibi ülkelerden kurulu bir eksen üzerinden dünyaya “Tek kutuplu dünyayı istemiyoruz” mesajını sürekli vermek ve bu zihniyeti yaşatmak istiyorsa, bu yörüngedeki bizlerin dindaş ve soydaşlarına yapılan zulümden el ayak çekmeleri şarttır! Müslüman Uygur Türkleri, Orta Asya’nın en verimli topraklarında hürriyetleri ellerinde yaşamalıdır! Bırakın oruç tutmanın yasak olmasını, Uygur Türkleri, insan hakları ellerinden alınmış şekilde yaşamak zorundadırlar. Ne olur, Doğu Türkistan’ı sadece Ramazan yasaklarında hatırlamayalım! Ne olur Doğu Türkistan’a tanık olalım, Doğu Türkistanlı da olalım! Ömer Bekir Sadık // obsadik.ajanda@gmail.com “ T e l A b y a d ’d a t e h c i r Tunus’ta p o l i t i k a s ı uyg u l a n ıyo r ” DAEŞ SURİYE Muhalif ve Devrimci Güçler Koalisyonu (SMDK) tarafından oluşturulan Gerçekleri Araştırma Komisyonu, YPG güçlerinin Suriye’de Türkmenleri ve Arapları hedef alan tehcir politikası uyguladığını belirtti. oyunu yor mu? YPG’yi bölgenin sevimli kuvveti gösterenlerin oyunları bozulacak mı? Kobani’yi göstermekten başka derdi olmayanlara karşı Tel Abyad ve nice Suriye beldeleri için kıyam edecek bir kuvvet yok mu? >> Komisyondan yapılan yazılı açıklamada, YPG güçlerinin iki hafta önce kontrolünü ele geçirdiği Tel Abyad’da sivillere yönelik tehcir politikası uyguladığının belirlendiği, son olarak Hammam Türkmen beldesinde yaşayan sivillerin tamamının göç ettirildiği, bölgede boşalan evlere el konulduğu ve duvarlara Arap ve Türkmenler aleyhine ırkçı ifadeler yazıldığını belirtildi. Öte yandan Türkmenlerin, Tel Abyad’ın köy ve beldelerinden tehcirinin devam ettiği ve iki gün içerisinde dahi 5 bin kişinin bu tehcire tâbi tutulduğu ifade ediliyor. Eski bir Tel Abyad Yerel Meclis üyesi olan Ekrem Dada, “Kürt gruplar Türkmenleri Tel Abyad kırsalındaki köylerden tehcire devam ediyorlar. Tehcir edilenler önce bir okulda toplanıyor ve güvenlik gerekçesiyle köylerini terk etmeleri konusunda uyarılıyorlar” dedi. Yani YPG’nin gerçekleştirmesi mümkün bir Türkmen kıyımından korkanlar ve buna göre strateji ve taktik belirleyenler var. Peki, buna karşı bir güç ve savunma politikası izlenebili- Bu arada Suriyeli muhalifler, kontrol ettikleri bölgelerde TL kullanmak için planlar da hazırladılar. Buna göre, bir kısmı Esad rejimine karşı muhaliflerin elinde bulunan Halep, Golan, Mumbuç, Cerablus, Lazkiye, Bayırbucak, İdlib, Rakka, Tel Abyad ve Humus gibi yerlerde Suriye Lirası yerine Türk lirası kullanılacak. Ellerinde yüklü miktarda bulunan Suriye lirasını Türk lirasına çevirmek isteyen muhalif gruplar, bu sayede TL’deki istikrardan da yararlanmak istiyorlar. Amaç, Suriye ekonomisini zor durumda bırakmak… Suriye Siyasî Araştırmalar Merkezi’nin hazırladığı rapora göre iç savaşın ülke ekonomisine 202,6 milyar dolar zarar verdiği belirtiliyor. Yatırımcıların 36 milyar doları bulan servetleriyle yurtdışına kaçmalarının da ülke ekonomisine zarar verdiği ifade ediliyor. Yunanistan nereye doğru? YUNANİSTAN’da ekonomik krizden kurtulmanın yolları bulunamazken, Avrupa Birliği ile gerçekleştirilen ekonoik kurtuluş toplantılarından da hiçbir çözüm çıkmıyor. Öyle ya, AB yalnız vermiş olduğu borçları tahsil etmenin ve kendi üyesi olan Yunanistan’dan resmen kurtulmanın derdinde… Kreditörlerin öne sürdüğü şartları parlamentoya taşıyan Yunan hükümeti, şartların kabulü noktasında halk oylamasına gidilmesi isteğini kabul ettirebil- di. Bununla da kalmadı, referandumdan kreditörlerin şartlarına ret oyu çıkarttırmayı da başardı. Peki, şimdi ne olacak? Banka ATM’lerinin yetmediği Yunanistan’da, nakit sıkıntısı nedeniyle Türk lirası ve Bulgar levası da kullanılmaya başlandı. Bu noktada ilginç bir öneri geldi. Chicago Üniversitesi Hukuk Profesörü Tom Ginsburg, “Yunanistan, Türkiye ile birleşsin” dedi. Gerçi bu konuda HDP’den yükselen “Yunanistan’ın borçlarını ödeyelim” çıkışını unutmamak lazım. Bu öneriye “Yunanistan’ı Türkiye’ye bağlama” ümidiyle olumlu bakanlar da oldu, öneriyle dalga geçenler de. Ancak bu öneriyi dillendirenlerin Türkiye’nin Syriza’sı olma ümidiyle yola çıkanlar olması ve her fırsatta söz konusu partinin temsilcilerini kahramanlar gibi ülkemize getirmeleri de ayrı bir not olsun bize. TUNUS’un Susa kentindeki bir otele düzenlenen ve aralarında turistlerin de bulunduğu 39 kişinin ölümüne yol açan silahlı saldırıyı DAEŞ üstlendi. >> Söz konusu eylemi gerçekleştirdiği iddia edilen ve altında “Ebu Yahya el-Kayravani hilafet askeri” yazılı bir kişiye ait fotoğrafla paylaşılan açıklamada saldırının amacına ulaştığı ileri sürüldü. Susa’daki bir otele düzenlenen saldırıda, aralarında turistlerin de bulunduğu onlarca hayatını kaybederken, saldırıyı gerçekleştiren terörist de ölü ele geçirildi. Tunus’ta yine 2015’in 18 Mart’ında gerçekleştirilen Bardo Müzesi baskınında da çoğunluğu turist 23 kişi öldürülmüş, 47 kişi yaralanmıştı. Terör örgütü DAEŞ’in üstlendiği kanlı saldırı yine uluslararası kamuoyunda geniş yankı uyandırmıştı. Peki, Yasemin Devrimi’nin yurdu ve Arap Baharı denen sürecin başlangıç durağı Tunus’ta bu yıl gerçekleşen iki vahşi saldırının altında ne yatıyor? Değil mi, Tunus, Arap Baharı sürecinden seçimle ve yeni anayasasıyla temizce çıkabilen tek ülkeydi? temmuz 2015 17 Dünya Ajanda Ey İngiliz! Daha ne kadar sömüreceksin? AVUSTRALYA’nın batı ve kuzey bölgesindeki Aborijinlere ait yerleşim yerlerinin Federal Hükümet tarafından kapatılmasına yönelik girişimlere karşı, Melbourne’de Aborjin Direnişinin Halk Savaşçıları adlı grup tarafından gösteriler organize edildi. >> Aborijin bayrakları ve dövizler taşıyan yüzlerce protestocu, Avustralya hükümetinin yerli halka, mültecilere, sığınmacılara ve Müslümanlara yaptığı uygulamaları sert sözlerle eleştirdiler. Peki, daha ne kadar sömürecek? Irak’ta DAEŞ’e karşı kim savaşıyor? >> Irak Hava Kuvvetleri’ne ait savaş uçaklarının, Kerkük’ün 25 kilometre güneyinde olup DAEŞ’in kontrolünde yer alan Beşir nahiyesini bombaladığı ve Beşir Karakolu ile yanındaki DAEŞ hedeflerinin vurulduğu belirtildi. Bu arada Irak Başbakanı Haydar El-İbadi, Bağdat’taki El-Reşid Otel’de düzenlenen Irak Gazeteciler Günü’nde DAEŞ’in Musul’daki vatandaşlara işkence yaptığı yönünde medyada yer alan fotoğraflara 18 temmuz 2015 serbest Hükümetin yerleşim yerlerini kapatma girişimi karşısında eylemlerinin devam edeceğini belirten protestocular, “Hiçbir yere gitmiyoruz!” diyerek Federal Hükümet’e meydan okudular. Avustralya’da Federal Hükümet, Batı Avustralya ve Kuzey Bölgesi sınırları içinde bulunan Aborijinlere ait çok sayıda yerleşim merkezini ekonomik sebeplerden dolayı kapatmayı planlıyor. Öyle ya, beyaz adam her yere ıslah için gidiyor ama bunu kimse anlamıyor. Küçük kıta keşfedildiğinde de böyle olmuştu. İngiliz amiral elini uzatmış, ama Aborijinler amiralin elini kesmişlerdi. Medeniyete dair hiçbir şey bilmedikleri gibi bir de vahşice davranmışlardı. O zaman bu toprakların ellerinden alınıp topraklarla birlikte kendilerinin de ıslah edilmesi şarttı. Ve beyaz adam, kutsal kitabını da alıp tüfekleriyle geldi. Yemek yemeyi, giyinmeyi, oturup kalkmayı öğretti. Bir de köle olmayı… Tabiî ölmeyi… IRAK’ın Kerkük şehrinde düzenlenen hava saldırılarında en az 80 DAEŞ militanının öldüğü bildirildi. Naser Oriç değindi ve fotoğrafların örgüte karşı büyük bir direniş ve muhalefet hareketi başlattığını söyledi. İbadi, “Irak, kendi imkânlarıyla DAEŞ’e karşı savaşan tek ülkedir” diye konuştu. Bu ifade gerçekten çok önemliydi. Zira İbadi’nin, kendisini görmezden gelen ABD Başkanı Barack Obama’nın görgüsüz ve ahlaksızca tavrını sindiremediğini buradan anlamak mümkün. Hani ABD’ye sorulsa, o da diyecek ki “Irak’ta DAEŞ’le biz savaşıyoruz”. Ancak Obama’nın kaleminden dökülen “DAEŞ’i eğitiyoruz” özetindeki cümle ile İbadi’nin bu sözlerini asla unutmayacağız! İSVİÇRE’de 10 Haziran 2015 günü gözaltına alındıktan sonra özel uçakla Bosna-Hersek’e gönderilen 1992 Bosna Savaşı’nın Boşnak komutanlarından Naser Oriç, savaş suçlusu olarak aranma gerekçesiyle ifade verdi, daha sonra serbest bırakıldı. >> Sırbistan Savcılığı, geçen yıl Şubat ayında, Oriç’in 1992 yılında, Bosna Hersek’in doğusundaki Podrinye bölgesinde Sırplara yönelik savaş suçu işlediği iddiasıyla yakalama emri çıkartılmasını talep etmişti. Interpol tarafından çıkarılan yakalama emri daha sonra geri çekilmişti. Buna rağmen Boşnak komutan İsviçre’de gözaltına alınmış ve hakkında 14 gün gözaltı süresi verilmişti. Oriç, daha önce kendisini ziyaret eden Srebrenitsa Belediye Başkanı Çamil Durakoviç aracılığıyla gönderdiği mesajda, “Buradan Sırbistan’a canlı gitmem” ifadesini kullanmıştı. Oriç’in iadesini hem BosnaHersek, hem de Sırbistan talep etmişti. Daha önce Lahey’deki Eski Yugoslavya Uluslararası Ceza Mahkemesi’nce yargılanan Boşnak komutan Oriç, suçsuz bulunup hakkında beraat kararı elde etmişti. Savaş suçlarını kimlerin işlediği belli be Sırbistan, istersen git de Rusya adlı ağabeyine ağla! Ömer Bekir Sadık Kaçak Hollanda tazminat ödeyecek HOLLANDA hükümetinin, Yargıtay’ın iki sene önce onadığı, 1995’teki Srebrenitsa katliamında hayatlarını kaybeden 3 Boşnak’ın ölümünde bu ülkenin sorumluluğu bulunduğu kararıyla bağlantılı ödemek zorunda olduğu tazminat miktarı konusunda Hollanda Savunma Bakanlığı’ndan yapılan açıklamada, mağdurlarla sürdürülen görüşmeler sonucu 3 kişiye ödenecek tazminat konusunda anlaşmaya varıldığı kaydedildi. gereken kararların bir türlü çıkmamasının sebebi nedir acaba? 20 bin avro kaç can ediyor Hollanda için? Savaşın mağduru, hakkını kendisini mağdur edenin vatanında, Lahey’de arıyor? Rusya BM Güvenlik Konseyi’nde kullandığı gibi Savaş Suçları Mahkemesi’nde de Hollanda için mi veto hakkını kullanıyor? Bu Hollanda nasıl her işin içinden sıyrılabiliyor? Yedi Kız Kardeş’in ortancası mı bu Hollanda, hangisi? Filistinliler Katar’da “Filistin pasaportuyla” çalışabilecekler >> Ödenecek meblağ konusunda bilgi verilmeyen açıklamada, Savunma Bakanı’nın geçen sene görüştüğü mağdurlardan özür dilediği de kaydedildi. Savunma Bakanlığı geçen sene yaptığı açıklamada, 3 mağdura 20’şer bin avrodan toplam 60 bin avro verilmesinin kararlaştırıldığını bildirmişti. Söz konusu meblağı düşük bulan Boşnak aileler ise kişi başı 30 bin avro olmak üzere toplam 6 mağdur için 180 bin avro ve maddi zararların karşılanması talebinde bulunmuşlardı. Bosna’daki BM’ye bağlı Hollanda askerî birliğinde (Dutchbat) tercümanlık yaparken Hollandalı askerler tarafından Sırplara teslim edilen babası ve kardeşini kaybeden Hasan Nuhanoviç ile aynı yerde elektrikçi olarak çalıştığı sırada öldürülen Rizo Mustafiç’in yakınlarının hukuk mücadelesi 2002 yılında başlamıştı. İlk önce Lahey Bölge Mahkemesi’nde görülen davada, Srebrenitsa katliamında hayatlarını kaybeden 3 Boşnak’ın ölümünde Hollanda Devleti’nin sorumluluğu olduğu ve ayrıca ölenlerin yakınlarının tazminat haklarının bulunduğuna karar verilmişti. Mahkemenin söz konusu kararı 2013’te Yargıtay tarafından da onanmıştı. Srebrenitsa Anneleri adlı dernek ise 2007 yılında, aynı kapsamda 6 bin mağdur adına Hollanda Devleti aleyhine dava açmıştı. Lahey Bölge Mahkemesi’nde geçen sene görülen davada hâkim, Srebrenitsa’nın işgali sırasında BM bünyesinde görev yapan Hollandalı tabura sığınan 300 sivil Boşnak’ın Sırp askerlerine teslim edilmesinden dolayı Hollanda’yı “kısmen” suçlu bulmuştu. Mahkemenin Hollanda’yı sadece 300 kişinin ölümünden sorumlu tutan kararını beğenmeyen mağdur aileler, temyize başvuracaklarını açıklamışlardı. Savunma Bakanlığı’nın 3 Boşnak’ın yakınlarına vereceği söz konusu tazminat miktarının bu dava için de emsal teşkil etmesi bekleniyor. Bosna’da, 1995 yılında görev yapan Hollanda askerî birliğine sığınan çok sayıda Boşnak, Sırp General Ratko Mladiç’in başında bulunduğu güçlere teslim edilmiş ve büyük bir katliam yaşanmıştı. Tarihe “Srebrenitsa Katliamı” olarak geçen soykırımı gerçekleştiren Bosnalı Sırpların eski komutanı Ratko Mladiç’in Lahey kentinde eski Yugoslavya için kurulan Savaş Suçları Mahkemesi’nde yargılanmasına devam ediliyor. Şimdiye kadar özellikle Hollanda aleyhinde çıkması FİLİSTİN Çalışma Bakanlığı, Filistinlilerin kendi ülke pasaportlarıyla Katar’da çalışması konusunda iki ülke arasında mutabakata varıldığını bildirdi. >> Filistinliler, daha önce Ürdün pasaportuyla aldıkları çalışma izni yerine artık kendi ülkelerine ait pasaportlarla bu izni alabilecekler. Böylece Siyonist İsrail’in baskısı altında işsizlik sorununu zirve boyutlarda yaşayan Filistinliler için yeni iş fırsatları doğabilir. Daha önceki uygulamaya göre Körfez ülkelerine çalışmak amacıyla gitmek isteyen Filistinlilerin, vize alabilmek için geçici Ürdün pasaportu çıkartması gerekiyordu. Katar Emiri Şeyh Temim Bin Hamad Al Sani, Filistin Ulusal Uzlaşı Hükümeti Başbakanı Rami Hamdallah ile geçen yıl yapılan görüşmenin ardından söz konusu uygulamanın değiştirilmesi konusunda talimat vermişti. temmuz 2015 19 MEDYA AJANDA Medya Ajanda - Bir Gülen Röportajı 20 Geçmişin dili geleceği konuşur temmuz 2015 D ÜNYACA ünlü Time dergisi, her yıl “Dünyada En Etkili 100 İsim” listesi başlığıyla gelenekselleşen bir çalışma yapar. Tabiî bu çalışmanın kriterlerinin ne olduğuna dair kimse bir şey bilmez. Dünyadaki kimseye bu konu hakkında danışılmıyordur da... >> Paralel İhanet Çetesi’nin haince giriştiği 17-25 Aralık 2013 darbe teşebbüslerinden tam 9 ay evvel Time dergisi, 2013 yılına dair yeni “Dünyada En Etkili 100 İsim” listesini 17 Nisan 2013 günü yayınladı. 2010’da bu listeye giren Recep Tayyip Erdoğan ismine bu kez yer yoktu. Bu anekdotu, listeye birden fazla şekilde giren isimler olduğu için özellikle belirtmemiz lazım. 2013 listesinde ise Türkiye’nin ismini çok iyi tanıdığı 2 kişi yer aldı. Bu isimler Fethullah Gülen ve Abdullah Öcalan’dı. Ve isim listesini beş ayrı kategoride düzenleyerek toplayan dergi, bu iki ismi “Liderler” kısmına yerleştirmişti. Uluğ Bayındır // ulugbayindir.ajanda@gmail.com Apo’nun profilini İrlanda Kurtuluş Ordusu (IRA) siyasî kanadı olan Sinn Fein’in lideri Gerry Adams yazarken, Gülen’in profilini ise Türkiye konusundaki “Crescent and Star: Between Two Worlds” (Hilal ve Yıldız: İki Dünya Arasında Türkiye) adlı kitabın yazarı Stephen Kinzer kaleme aldı. Adams, Apo’ya dair yazdığı profil metninde “Kendisini liderliği ve vizyonu için tebrik ediyor, Türk hükümetine kendisini serbest bırakması için çağrıda bulunuyorum” şeklindeki ifadelere yer verirken, Kinzer ise “dünyanın en merak uyandırıcı dinî liderleri arasında” dediği Gülen için şunları belirtiyordu: “Pennsylvania’daki gözlerden uzak sığınağından, kendisine dünya genelinde hayranlar kazandıran bir hoşgörü mesajı yayıyor. Gülen’in takipçilerinin kurduğu okullar tahminen 140 ülkeye yayıldı. Onun dileklerine yanıt veren doktorlar, felaketlerden etkilenen ülkelerde para almadan çalışıyorlar. Ancak Gülen, aynı zamanda bir esrar adamı; anavatanı Türkiye’deki etkisi çok büyük, bu etki hükümet, yargı ve polis bünyesinde önemli noktalara erişmiş mezunlar tarafından hayata geçiriliyor. Bu, kendisinin karanlık bir kukla oynatıcısı gibi görünmesine neden oluyor ve kendisini seven Türkler kadar küçümseyenler de var. Ancak Müslüman dünyasında ılımlılığın en güçlü savunucusu olarak Gülen, fazlasıyla önemli bir kampanya yürütüyor.” Kinzer’in yaptığı yorumu tekrar yazmayalım ama zahmet olmazsa bir kez daha okuyalım, tabiî listenin yayınlandığı tarih ve bu listeye giren iki tanıdık ismi hatırlatarak. Şimdi sizi 1995’e götürelim ve uzunca bir söyleşiye ortak edelim. 28 Şubat döneminde BÇG raporlarına konu olduğu belirtilen Fethullah Gülen’in, dönemin Hürriyet Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Ertuğrul Özkök’e verdiği mülakatın, daha sonra Özkök tarafından Çevik Bir’e karşı nasıl ve neden savunulduğunu da birlikte çözümleyelim. Hürriyet’in, 1995 yılının 23 Ocak’ından 28 Ocak’ına kadarki 5 günlük röportaj dizisine başlıyoruz! *** Birinci gün.. • “Siz içine kapalı bir din adamıydınız. Son günlerde dışarı açılma niyetinde olduğunuzu gösteren işaretler var. Neden böyle bir şeye ihtiyaç duydunuz? (Gülen, Özkök’e göre bilinen ama sırlı biri; dolayısıyla tanınması için çaba sarf edilebilir bir insan. U.B.) Aslında bir gazeteci kadar, televizyonda çalışan bir insan kadar olmasa bile, vazifem itibarı ile hep halkın içindeydim. Vaizler toplumun içinde olan insanlardır. 20 yaşından önce mesleğe intisap ettim. Edirne, Kırklareli, İzmir ve Ege’de dolaştım. Uzun zaman gezici vaizdim. Toplum içindeydim. Duyulma, görülme, bilinme; bunlar bir mana ifade ediyorsa, duyulan, görülen, bilinen bir insandım. Belki medyaya kapalı bir durum söz konusu idi. Yani gazetelere intikal etmiyordu düşüncelerimiz varsa. Televizyonlara ulaşamıyorduk. Belki şöyle demek daha uygun olur: Yani ortaya çıkmadan önce bir kesime açık değildik. • Yani o kesim hangisi? Gazetecilerdir, medyadır, rical-i devletin duyması gibi şeylerdir. (Demek ki dönem itibariyle “devlet açılımı” içine giren bir Gülen var. U.B.) Yoksa toplumun içindeydik. Ben Süleymaniye’de vaaz ediyordum, onca insan dinliyordu. Sokaklara kadar insanlar dinliyordu. Bu açıdan da kapalılık denmez bunlara. • Müsaade ederseniz, son günlerin sıcak konusuyla başlayıp sonra düşüncelerinize geçelim. Geçen ay Tansu Hanım’la görüştünüz. Nasıl oldu bu? Bu diyalog devam edecek mi? Biraz avam kaçacak ama Tansu Hanım bu görüşme için epey zılgıt yedi. (Çiller kimden ve neden zılgıt yedi? U.B.) Bu (görüşmelerin devamı), biraz zılgıt yemeden sonra Sayın Başbakan’ın bundan sonra olabilecek şeyleri göğüslemeyi cesaret edip etmemesine bağlı. (Herhangi bir imam olduğunu belirten birinin böyle cümleyi dönemin Başbakan’ı için sarf etmeye yetecek cüreti nereden bulduğunu merak ediyoruz. U.B.) • Görüşme önerisi kimden geldi? Ben düz bir vatandaşsam, herkes gibi yararlı zannettiğim, belki vehmettiğim düşüncelerimi devletin değişik kademelerinde müessir olabilecek insanlara ulaştırmamda yararlı olabilir dedim. Bu mülahazayla hani belki bizdeki istekleri Sayın Başbakan’a ulaştırdılar. Sayın Başbakan da ‘Olur’ dedi, istek izhar etti, ‘Görüşelim’ dedi. (O halde her düz vatandaş Başbakan ile görüşebilsin. U.B.) • ‘Kim kimin ayağına gitti?’ spekülasyonları oldu… (Soru güzel, cevap ondan güzel(!). U.B.) Onun gelmemesini –fakirkendim arzu etmişimdir. Hatta bir kısım yanlış yorumlamalara sebebiyet verebilir endişesini baştan izhar ettim, ben. ‘Sayın Başbakanım’ dedim, ‘Yanlış algılamalar olabilir, bunları göğüslemeye hazır mısınız?’ dedim. O da ‘Daha masum şeyler Türkiye’de şimdiye kadar çok yanlış yorumlanmıştı, önemli değil’ dedi. Yani bu bayan, fakat erkekçe yaklaştı meseleye… (Bu noktada dergimiz bir boşluk bırakabilir, zira siz okuyucularımız burayı istediğiniz gibi doldurursunuz… U.B.) • Çevreniz bu görüşme hakkında ne düşünüyor? Bazı arkadaşlarıma sordum, ‘Görüşmede yarar var’ dediler. (Görüşmeyi sade bir vatandaş istiyor ama Başbakan istiyor ama sade vatandaş çevresine danışıyor ama Başbakan çok ısrarcı ama sade vatandaş çok nazlı ama(!)… U.B.) • Ya sosyal demokratlardan sizinle görüşen oldu mu? Selamlaştık… Mesela Hikmet Çetin Bey’le… Belki gıyabi çok yakınlığımız oldu. Arkadaşlarımız Murat Bey’le de görüştüler. Onların görüşmeleri, görüşmelerimiz demekti. • Ecevit’le görüşmeyi arzu ettiğinizi duymuştum. Evet, çok defa Ecevit’le görüşmeyi düşündüm. Bazı arkadaşlar teklif de ettiler. Fakat cevaba ‘sevap’ derdi eskiler, alamadım. Alsaydım görüşmeyi düşünürdüm. Devletin kaderine hâkim olmuş bu insanlarla müşterek yanlarımız, farklı düşüncelerimizden daha çoktur. Belki bu düşünce harmanıyla milletimiz adına daha yararlı şeyler elde edilebilir. Duygum var, düşüncem var zannediyorum. İnşallah olur. Yani sosyal demokratların her kesimiyle de olabilir. Benim amcam Halk Partili’ydi de. O dönemlerde gençtim ben daha. Öyle görüşüyordum ama. Yani kaderin cilvesi, şu anki konumum itibariyle görüşme imkânını bulamadım. Bu bir eksiklik olabilir. Ve bu eksiklik bana racidir. (Bu işin içinden çıkamadım. “Benim teyzem de namaz kılardı, ben de Müslümanım” der gibi bir şey. Ama isimler çok önemli! U.B.) • Siyasetçiler dışında Ankara’dan sizi ziyaret edenler olur mu? Ankara’dan da nadiren gelen olur. Mesela Petrol Ofisi’nden Aydın Bolak gelir… • Siz ‘Fethullahçı’ sözünü hiç sevmiyorsunuz. Ama isteseniz de istemeseniz de size yakın kişilere ‘Fethullahçı’ deniyor. Nedir bu olay? Belki bizi bir tarikat insanı gibi algıladılar. Bir tarikat insanı konumunda mütalaa ettiler. Hatta ‘cemaat lideri’ denilmesinden ‘Fethullahçı’ demek kadar rahatsız oluyorum. (…) • Bu sözlerle tarikat olmaya karşı olduğunuzu mu söylemek istiyorsunuz? “Fethullahçı, tarikatçı veya filanca cemaatçi” demek, böyle uzaktan yakından olanlarla alakasız. Karşı olmak başka mesele yani. Tarikatlar bir dönem misyon eda etmiştir. Toplumdaki her müessesenin belki bir yönüyle fonksiyonlarını eda edemediği dönemde fasıllar olmuştur. Mevlana gibi, Yunus gibi, Hacı Bektaş Veli gibi insanlar Anadolu’da ister dinamik, ister halk açısından çok önemli katkıları olmuştur. Bizim bu temmuz 2015 21 MEDYA AJANDA Medya Ajanda 22 ilk ordumuzun önündeki deliller, Anadolu’da ilk zemin hazırlayan o alperenlerdir. Balkanlara bu işi götüren onlardır. Avrupa içlerine kadar… • Ama ordunun içlerinde “Fethullahçı” denilen subaylardan söz ediliyor. Hatta bu yüzden ordudan çıkarılanlar var. Bu kişilerin sizinle hiç ilişkisi yok mu? (Soru “Ama” ile başlıyor, ne alaka? Bir “ordu” kelimesi geçti diye sorulan bu soru, danışıklı bir işin yürütüldüğünü hissettiriyor. U.B.) Beni tanıyan insanlardır, değildir. Camiye gelmişlerdir, vaaz dinlemişlerdir, değildir; bilemem ben onu da. Birileri böyle diyerek bir yere varmak istiyorlar. Belki askerin içinde de, ordunun içinde de bu denen şeylere inananlar vardır. Bilemiyorum, öyle olduğunu zannedenler, vehmedenler vardır. Bu manada bir Fethullah yoktur, dolayısıyla Fethullahçılık yoktur. Fethullahçı yolu yoktur. Ordu içindeki bu olaylar bazı çevreleri çok düşündürüyor. Ben utanıyorum bunları söylemeye temmuz 2015 de. Çünkü bu meseleler sıkıyor beni. Ben cami kürsülerinde devletin bir memuru olarak vaazlar verdim. Devlet memuriyetime sadece bir memuriyet eda etme meselesi olarak bakmadım. Bunun yanında inandığım şeyleri ifadeye hayatını kilitlemiş, milletine vefalı olmaya çalışmış bir insanım. Yerinde demişimdir ki ‘Okul açın’, bu özel okullar Avrupa’da da mevcuttur. ‘Buralarda seviyeli talebeler yetiştirin’ demişimdir. (Soru, bir demagoji üzerine çöpe gidiyor. U.B.) • Ben de tam o noktaya gelmek istiyordum. Her gün size ait okullar açıldığı ve bunun bir tür örgütlenme olduğu söyleniyor. Bu da birçok kişiyi düşündürüyor. Bakın, ben gittiğim her yerde insanlara bazı tavsiyelerde bulunuyorum. Üniversiteye hazırlık kursları açın, insanımıza seviye kazandırın. İnsanlarımıza, vatandaşlarınıza da aynı şeyi dedim ama tefrik etmeden, ayırt etmeden yani. Türkiye’den gelmiş bir hocayı dinlemeye gelen insanlara dedim ki, ‘Burada vatandaşlık alın. Burada kalın. Çocuklarınız sanat mekteplerinde okumasın. Üniversiteye girecek şekilde okutun onları, eğer onların genel kültürleri, durumları üniversiteyi okumaya müsait değilse, üniversiteye hazırlık kursları açın. Orada imkânlarımızı bir araya getirerek küreselleşen dünya beraberinde bazı şeyleri getirecektir. Bunlardan bir tanesi de bu küçük esnaf, küçük ticaret… Bunlar yok olup gideceklerdir, büyük ticarî müesseseler tesis edin’. (…) (Sanat mektepleri, meslek liseleri oluyor. İmam-hatip liseleri de meslek lisesi statüsünde. Yalnız imam-hatip okulları için değil, bütün meslek liseleri için sade bir vatandaş düşünün ki meslek liselerinin bitirileceğini yıllar öncesinden bilsin ve buna göre önlem aldırıp yönlendirsin, bir de büyük ekonomik hamlelerin tarifini yapsın. U.B.) • Peki, bu okullar size bağlı değil mi? Eğer buna bu anlamda bir bağlılık deniyorsa, böyle bir bağlılık var yani. (…) Bu insanların bir teveccühleri var- Uluğ Bayındır sa, bu teveccühü ben bir kredi olarak kullanıyorum. Diyorum ‘Gidin, yapın, eğer bana inanıyorsanız gidin yapın’. Ve bütün bunları da gelecekte devletimizin dış destekli bir hale gelip büyüklüğünü koruması, devam ettirmesini şahsen hedefliyorum. Aşırı derecede kendi devletimize, kendi milletimize karşı bir alakam var. (…)” (Bu alakanın şiddetini her şeyiyle gördük. U.B.) *** İkinci gün... • “Önce Türk müyüm, yoksa Müslüman mı? Müslümanlık benim için bir esas. Çünkü benim dünyevi uhrevi saadetimi kucaklıyor. (…) Şimdiye kadar yüce İslâm dinine değişik milletler millet olarak da hizmet etmişlerdir. Fakat benim milletim 9-10 asır bu işin karakolculuğunu, temsilciliğini yapmıştır. Ve çok iyi temsil etmiştir. İhtilal olmadan evvel bir mecmuadaki mütalaamı bu millete ‘Son Karakol’ başlığını koyarak ifade etmeye çalıştım. (“Son Karakol” başlıklı yazıda Kenan Evren ve çetesine iltifatlar düzen Gülen’i iyi tanırız. U.B.) siyasî bir hedefiniz, beklentiniz var mı? Katiyen ve katibeten! Bundan sonrası için bırakın siyasî bir şeyi, yaşamak için bile bir arzum yok. Farklı bir tipim var. Yani sizler gibi insanlarla tanıştım, bunca arkadaşım oldu. Burada, şu salondaki kalabalık bile bana fazla geliyor. Ben artık diyorum ki, ‘Ya münzevi köşem veyahut da öbür âlem benim için daha iyi’. (…) • Yani nasıl? Eski camide bir vaiz, bir imam… Bu ölçüdeki bir Fethullah o camideki Fethullah Hoca’yı çok aştığından dolayı… Bu beni de aşıyor. Çok sıkılıyorum yani. Hele öyle siyaset! Bunun içinde şöyle böyle bulunma, bunları çok yâd etmiyorum. Ancak bu milletin içinde kaldığım sürece kendimi milletin öz hükümlerinden, parçalarından, millet dantelasını meydana getiren iplerden biri olarak görüyorum. Milletin kaderiyle alakalı meselelerde bir görüşüm varsa, bundan sonra o düşüncemi her zaman başkalarına intikal ettirmeden geri durmam. Zararlı şeyleri milletimle beraber, devletimle beraber göğüslemeyi düşünürüm. Tabiî ki yaşadığım sürece bunu Allah’ın da herhangi bir ferdi olarak bana yüklediği mükellefiyetlerden sayarım. Yoksa kendimi Allah indinde sorumlu kabul ederim. (Devleti idare ve milli iradeyi yönlendirme noktasında doğrudan ve bütün organizasyonlarımla müdahil ve aktif ve de derinden yürümeyi sürdürmekten vazgeçmeyeceğini ne kadar da zarif (!) belirtiyor, değil mi? U.B.) • Çeşitli dönemlerde içeride yattınız. Ne kadar süre tutuklu kaldınız? Girdim çıktım değişik zamanlarda. En çoğu 6 buçuk aya kadar… 12 Mart’ta; o zaman her kesimden vardı. Beraber soldan olan arkadaşlarla da bir koğuşta kaldık. • Hiç işkence gördünüz mü? İşkence yapmadılar. Belki tehdit filan oldu da… Ama ben de ciddi tavrımı ortaya koyunca vazgeçtiler. Onlara, ‘Çok sevindirirsiniz beni. Bir ayağım kabirde, İnsanlığın İftihar Tab- losuna kavuşmak için içtihatla bekliyorum. Buna siz vesile olursunuz. Siz kaybedersiniz. Ben kazanırım’ dedim. Belki de hani ‘Zavallı bir hoca’ dediler, belki de arzu ettikleri şeyleri, ne bekliyorlardı ise onu, doğru, düpedüz ifade ettiğimiz için bir şey görmedik. Yok, yapmadılar… (Gülen konuşmuş, işkenceciler de anlamışlar; Adnan Menderes’i, Fikri Arıkan’ı, Erdal Eren’i anlamayan işkenceciler anlamışlar(!). U.B.) • Çok kızdığınız insanlar oldu mu bu dönemde? Çok sert, çok haşin davranan insanlar oldu. Mesela biri -zannediyorum biraz seviyeli de- bir kere başımda durdu. Öyle çok hakaretamiz şeyler konuşunca benim de biraz tepem –bağışlayın- attı diyebilirim, ‘Git Allah’ını seversen’ dedim, ‘Ben sizin bininiz kadar bu milletin birliğine, bütünlüğüne hizmet etmişim. Atarım kendimi şuradan’ dedim. O da bana ‘Çok doğru’ dedi.” (Neye “Doğru” dedi o adam? Yılların “tedbirci korkaklarını” yetiştiren Gülen’in tepesinin atmasına mı(!)? U.B.) *** • Dışarıdan size bakanlar hep siyasî bir örgütlenme peşinde olduğunuz hissine kapılıyor. Hiç siyasî çalışmanız oldu mu? Hayır, hiç siyasî çalışmam olmadı, hiç siyasetin içinde olmadım. (“Yalan da olsa hoşuma gidiyor, söyle!..” Erzurum’daki Komünizmle Mücadele Derneği’yle başlayan siyasî hayatın öncesi ve sonrasının hesabı yok. U.B.) • Oy verir misiniz? Evet, bir kere ömrümde nasip oldu. Ya bazen sayılamadı, ya kaderin cilvesi… (Sayılamadığını nereden biliyor? U.B.) Milletime de küskün değilim. Ya içeride oldum, ya takipte oldum. Değişik; kaderin cilvesi, küskün değilim. Yapanlara da değilim. Demek benim, onların dimağında meydana getirdiğim imajın yanlışlığından oldu bunlar. Nasip olmadı; yani bir kere nasip oldu, bir kere oyumu kullandım. (Oy vermekle küskün olmanın arasındaki bağı kavrayan beri gelsin! U.B.) • Peki, bundan sonrası için temmuz 2015 23 MEDYA AJANDA Medya Ajanda 24 Üçüncü gün... • “(…) Müslümanlık bir evrensel din, Türklüğe ait çizgileri var mı? Müslümanlık, temel prensipleri açısından evrensel. Teferruata ait meseleler yorumlanabiliyor. Kanaat-i acizanem, Türk milleti -milletimle iftihar ederim- çok iyi yorumlamıştır. Dünyada bir Osmanlı müsamahası olsa, zannediyorum sadece Müslümanlar değil, aynı zamanda insanlık adına da çok iyi bir diyalog zemini hazırlanacaktır. Küreselleşen bir dünyada öyle bir diyaloga açık olması, çok önemli iki faktördür. (Diyalog konusuna ne denli titizlikle girildiğine değinmeye gerek yoktur sanırım. U.B.) • Daldan dala gidiyorum. Şimdi son günlerde Türkiye’de çok tartışılan bir konu var: Dinde reform meselesi… Yani İslam dininde reform olmadığı, Hıristiyanlıkta olduğu gibi… Dolayısıyla İslam’ın geri kaldığı gibi birtakım sözler var. Kendinizi İslam’da reformist olarak görüyor musunuz? Şimdi reform, yeniden yapılanma, şekillenme, bir şeyi yeniden kurma manalarına gelen bir kelimeyse, herhalde bu yönüyle İslam’da kendi orijinini koruması açısından bir deformasyon olması söz konusu değildir. Bundan dolayı bir reform da olması düşünülemez. • Yani ‘İslam son şeklini almıştır’ mı demek istiyorsunuz? Bütün bu aşırı İslamcı akımlar, Humeynicilik, İslam’ın normal unsurları mıdır? Şimdi İslamiyet’in sivri gibi görünen bazı meseleleri vardır. Bunlar şahısların yorumları, şahısların içtihatlarıdır. Değişik dönemlerde bazı devletlerde, çoğu devlet idarecilerinin yorumlarıdır. Temel prensipleri açısından dini ele aldığında din, sıkıştırıcı, insanların boğazını sıkıcı, bir yere kilitleyici, inkişafa mani olucu bir şey görmek mümkün değildir. • Tekrar dinde reform konusuna dönmek istiyorum. Bu, çok tartışılan bir konu… Eskiden bir kısım kişilerin yorumla ilgili düşünceleri olmuştur. Bunlar kimilerince reform olarak değerlendirilmiş olabilir. Ama bazıları da buna içtihat olarak baktı. Yorumu yapanları da müçtehit olarak görmüşlerdir. Reformda şekli bozulan bir şeyi eski haline getirme kaidesi vardır. İçtihatta ise esnekliği sonuna kadar kullanma, o kapıyı açık bırakma, ağzına kadar ve temmuz 2015 çağların ihtiyacını karşılama… • Geçmişte bunun örnekleri var mı? Mesela Cemaleddin Afgani reformistti. Ama bizim Hayreddin Bey Hocamıza sorarsanız o da der ki, belki Muhammed Abduh da, hatta belki Abdulvahap da birer müçtehitti. Bu açıdan da ben reformist hiç değilim. Ama reformistlerin yerine konacak müçtehitlerin kendine göre ağır şartları vardır. Bu bir kabiliyet, istidat, hatta bir deha meselesi… Yani bizim boyumuzu aşan bir şeydir. Ben düz bir Müslümanım. (Dört soru ve dört cevap boyunca “Devrin içtihat sağlayıcısı benim!” mesajının nasıl verildiğini anlatmak ve açıklamak lazım. Bu müçtehidin, hatta müceddidin ilk fetvası ne olsa gerek? Yeni soruya hemen bakalım! U.B.) • Bu biraz aşırı alçak gönüllüğünün ifadesi mi yoksa? Hep kendime öyle kabul baktım. Hiç farklı konuşmadım. Herkes gibi bilgi imanı açısından Allah’a layık olmaya çalıştım. ‘Acaba ben bunlarla kurtulabilir miyim?’ endişesini taşımışımdır. Fakat Peygamberin verdiği bu ölçüyle bir kimse hayatında bir kere ‘La İlahe İllallah’ demişse cennete gireceğine inanmışımdır. (İlk fetva karşımızda! Diyalogun ilk enstrümanı, “La İlahe İllallah” diyen herkesin cennete girmesi… U.B.) • Biraz önce ‘Dinde bir yere sıkıştırıcı, baskı yapıcı şeyler görmek mümkün değildir’ dediniz. Ama Türkiye’de bunun tersi bir tutum mevcut değil mi? Eğer bu din Allah’ın diniyse, bu din insan tabiatıyla bütünleşmişse, yani kâinatı yaratan kudret idaresiyle bir kitap gibi, bir beşer gibi tanzim eden Allah’ın kelam sıfatından gelen bir beyanı, bir mesajı ise, Allah, yarattığı kâinatla insanların hayatı arasında bir terslik yaratmaz. Çünkü insan bu kâinatın dolambaçlı koridorlarında dolaşacaktır. Bu açıdan dinin ruhuyla insan tabiatının çelişeceğine inanmıyorum, hiç ihtimal vermiyorum. • Ya bunun aksi bir tutum içinde olanlar, insanlara din adına ‘Şöyle giyin, bunu tak’ gibi baskı yapanlar için ne demeli? Nasıl ki biyolojide Darwinistler seleksiyondan bahsediyorlarsa, esas iş bir gün dolaşıp kendi tabiatına yönelecektir. Yani din, kendi gerçek külliyetini kendi ağırlığıyla ortaya koyacaktır. Dinin içine sonradan sokuşturulmuş düşünceler, bunlar elenip gideceklerdir. Bu bağnaz gibi, katı gibi görünen, kendilerinden başka kimseye din içinde yer vermeyen, vermeyi düşünmeyen insanlar, bunlar da belki kendi düşüncelerinin altında kalacaklardır. Din, kendi orijini ile kalacak ve belki iş o zaman evrenselliği bir kere daha duyuracak ve herkes vicdanındaki yere gelecek. (Bu iki soru ve iki cevap, söz konusu reformist hareketlere değil, esnekliklerle dolu yeni bir dine ihtiyacın sinyallerini vermiyor mu? U.B.) • Gelelim Refah Partisi olayına… Refah Partisi’nin davranış biçimi bu tarifinize uyuyor mu? Şimdi Refah Partisi gerçek bir vakadır. Din yörüngeli olma iddiası da olabilir. Bir şey diyemeyiz. Hani bu umumi kabul içinde onu da kabul etmeliyiz. Bu temel disiplinler, temel gereksinmeler açısından önemli yani. Bunu yapmasak, bunu kabullenmesek biz, dediğinizi ortaya koyduğumuz bazı prensiplere başta kendimiz muhalefet etmiş oluruz. Bunu kabullenmemiz lazım. • Ama durup dururken surların yıkılması, şuranın buranın kapatılması gibi konular gündeme getiriliyor. Bunlar sizin çizdiğiniz tabloya ters değil mi? Fakat acaba ‘Surlar yıkılmalı’ deme veya daha başka şekilde tahrik edici bazı şeyler söyleme Refah’ın genel düşüncesi midir, yoksa bazı şahıslar kendi düşüncelerini mi ifade ediyorlar? Ama bu gibi kişilere şunu söyleyebiliriz: Bizden de, Refah’taki arkadaşlardan da çok daha dindar olan Fatih, İstanbul’u fethettiği zaman surları yıkmadı. Belki Topkapı’dan içeri girerken güllerin açtığı o delikler bile, kalbinde açılan bir delik gibi kendini rahatsız etmiştir. O surları daha sonraki dönemde esas biz yıkmışızdır yani. Surlar beş asırdan beri ayakta duruyor, duruyor yani. Bizim milletimizde tarihi yıkmaya, başkalarının eserini yıkma âdeti yoktur. Truva hâlâ duruyor. Helenizme dair, buradan Salihli’ye doğru giderken o Sart Harabeleri filan halen duruyorlar yani. Bunların dinle alakası olduğunu iddia etmek çok yanlış olur. Hadis ölçüleri içinde arz ediyorum. Yani bir milleti fethettiğiniz zaman, Roma’ya girdiniz diyelim, başka işiniz yok, gidin, Vatikan’ı yıkın yani. Olmaz öyle şey! Onlardan alacağımız ibretler vardır. Yeniden yapılanmak için çok hadisler vardır. • Öyleyse bunları neden söylüyorlar? Refah’taki arkadaşlarımızın umumi kanaati buysa, evvela bu kanaati Uluğ Bayındır düzeltmeleri lazım. Umumun kanaati bu değilse şayet, o partinin beyni sayılabilecek arkadaşlar baştan böyle uluorta şeylerin konuşulmasına izin vermemeleri lazımdır. Parti disiplini içinde dili kafasından daha büyük, daha uzun olan bu insanların ağızlarına fermuar vurulmalıdır. Din adına da, millet adına da yanlış söylüyorlar.” (Refah Partisi konusuna dair Gülen’in hezeyanları bütün çıplaklığıyla ortaya çıkıyor. Özkök, RP üzerinden hedefine oturttuğu İslam’ı Gülen ekseninde köşeye sıkıştırdığını hissediyordu o gün sanırım. U.B.) *** Dördüncü gün (Dördüncü gün yayınlanan bölümde geçen “füruat” kelimesine dair Fethullah Gülen’in resmî internet sitelerinden birinde yapılan açıklama şöyle: “Ertuğrul Özkök’ün bu röportajında geçen ‘teferruat’ kelimesi, röportaj transkripsiyonuna sadık kalınarak siteye aynen alınmıştır. Fethullah Gülen Hocaefendi’nin muhtelif sohbet ve yazılarında da geçtiği üzere, kelimenin aslı ‘füruat’ olarak yazılmalıydı. ‘Füruat’ ibaresi, bilindiği gibi ‘dinin usulüne ait olmayan fer’î meseleleri anlatmak için kullanılan bir ıstılah’tır.”) • “Türkiye’de bir süredir belirgin bir Alevi-Sünni gerginliği gözleniyor. Bunun kaynağı nedir? Sık sık yanıma gelen arkadaşlar bilirler, bu konunun potansiyel çatışma meselesi haline getirileceğinden endişem var. Hatta PKK’dan daha tehlikeli olabilir endişesinde olmuşumdur. Sivas’ta bu meseleyi kim kullandı, bilemeyeceğim; Türkiye çok hassas dengeler üzerinde duruyor. Geçen de bir TV kapısında olanlar neydi, bilemeyeceğim. Geçen de bir yerde biri bana istihbar ettiği bir şeyi intikal ettirmişti, bunu salahiyetli birine verdim. Müsaade buyursanız bunları tahsis etmeyeceğim. (Gülen’de istihbarat sağlamdır(!)… U.B.) • Ya Diyanet İşleri’nde Alevilerin de temsili meselesi? Malumları olduğu gibi Diyanet İşleri, Atatürk döneminde kuruldu. İsmet Paşa döneminde de hiç ilişilmeden getirildi. Genel Müdürlük ölçüsü içerisinde devletin bir müessesesidir bu. Bu birinci yanı… İkinci yanı; Mümtaz Soysal Bey’in dediklerine katı- lıyorum, Diyanet’te temsil esası yanlıştır. Alevilik bir mezhepse, yani Maliki, Şafi, Hanbeli gibi bir mezhepse, Türkiye’de Şafilerin, Hanbelilerin Malikilerin bir temsilcisi yok. Aleviler eğer ‘Tarikatız’ derlerse, Kadiriler ve Nakşiler de derler ki, ‘O zaman biz de temsil edilmek istiyoruz; hatta resmi kıyafetiyle bizden biri gelsin oraya otursun’ derler. Bence bu da çok tehlikeli bir şey! Diyanet’in birleştiriciliğine, uzlaştırıcılığına güvenmek lazım, hepimizin müessesesidir. (Devlette türedi paralel yapılanmaların istikbalde nasıl ayaklandırılacağının hamlelerine dair net cevaplar bunlar! U.B.) • Diyanet’e girme nasıl olmalı? Diyanet’e girmek için devletin resmi okullarında okumak gerekiyor. Mesela imam-hatibi temmuz 2015 25 MEDYA AJANDA Medya Ajanda 26 temmuz 2015 Fettullah Gülen Uluğ Bayındır okuyorsun; imam oluyorsun, ilahiyat okuyorsan imam, vaiz, müezzin oluyor veya Diyanet’te değişik görevlere geliyorsun. Diyanet, herkesin girmesine müsaittir. Ama bir yol koymuşlardır oraya. Siz şu fakülteden mezun olacaksınız, sonra gireceksiniz. Ben bu fakültede okumak istemiyorum, ama bu fakülteler Cumhuriyet’in, günümüzde demokrasinin müesseseleridir. Dünyanın her yerinde de böyledir. (Cevap çok net! Diyanet dinin değil, devletindir. Öyleyse devleti elinde tutan, dini elinde tutar. U.B.) • Kadın eli sıkma yasağı, örtünme gibi şeyler gerçekten İslam’ın özünde olan şeyler midir? Örtü konusunda bir şey demeye hakkımız yok. Kur’an’ın içinde açık, sarih naslar var yani. Bu mevzu bizim yorumlamamızın dışında kalıyor. Çünkü bu Allah’ın emridir. El sıkma mevzuu, kadınlarla oturup kalkma mevzuu hususlarında bir kısım prensipler objektif olarak ele alınmıştır. Sizler bizler gibi insanlar, hani el sıkıştığınız zaman veyahut da işte kadın açık olduğu zaman içinizden bir şey gelmeyebilir, hiçbir şey duymayabilirsiniz. Bir medenî insan bunu duymayabilir. Fakat çok değişik insanlar da olabileceği mülahazasıyla Kur’an’ın bu mevzudaki prensipleri âlim-i şümuldür. Herkes nazar-ı itibara alınmıştır. (Hep demagoji, dolayısıyla bu cevapta Özkök, başörtüsüne dair bir şey alamadığının farkında, bu yüzden yeni soruyu daha açık soruyor. U.B.) • Yani kadınların başını örtmesi şart mıdır? Kadının başını örtmesi meselesi, bir iman meselesi ölçüsünde önemli değildir. Allah’a karşı kulluk, umumi manada kulluk meselesi ölçüsünde önem arz etmez bunlar. Teferruata ait meselelerdir. Nitekim Allah’a iman meselesi ta Mekke’de Efendimize tebliğ edilmiş, namaz meselesi orada bize farz kılınmış, daha sonra zekât farz kılınmış. Ama tesettür meselesine gelince biraz farklı… Zannediyorum Peygamberliğin 16, 17’inci senesinde Müslüman kadınların başları açıktır. • Ama geçmişte türban meselesi yüzünden toplum neredeyse birbirine girecekti. Siz bu tartışmayı nasıl değerlendiriyorsunuz? Temel meseleler varken teferruatın kavgasını vermek, zannediyorum üslup bakımından yanlış. Onları öne çıkartmak, bir yönüyle diğer meselelerin önemsizliğini ifade etmek gibi bir şey olur. ‘İnsanlar yine işin başına geçsinler, başlarını açsınlar, belli bir dönem sonra kapatsınlar’ demek de değildir bu yani, ondan da farkı bir meseledir. Dindeki başörtüsünün nereye konacağı meselesi çok iyi kararlaştırılmalı evvela. Bir diğer yanı da, birileri de bundan çok rahatsız olmamalı bence, bu mozaik içinde toplumun bir kesimi olarak kabul edilmeli. (…)” (Üst üste gelen bu cevaplarla yalnız başörtüsüne “furuat” dediğini çıkarmak yanlış olur. Zira Gülen için iman meselesi, hizmet etmekle doğru orantılıdır ve bunun için de “La İlahe İllallah” demek yeterlidir, dahasına gerek yoktur. Yani Gülen için hizmet ediyorsanız, neye iman ettiğiniz de furuattandır. U.B.) *** Beşinci gün • “Benim çok merak ettiğim konular var. Şimdi Batı’da ‘Hıristiyan demokrat’ diye partiler var. Bunlar siyasî yelpazenin meşru partileri ve o toplumlarda Hıristiyan demokrat partilerin siyasî varlıklarının bulunması bizim gibi çatışmalara yol açmıyor. Bizde, adında dinî bir sıfat olan partilerle ilgili bir tartışmanın, bu çatışmanın sebebi nedir? Acaba bu partilerin konumunda bir yanlışlık mı var? Yoksa Müslümanlık dininin siyasî örgütlenme biçimi Batıdakilerden farklı mı? Bir ölçüde, belki ikisi de söz konusu, ama zannediyorum önceki husus daha ağırlıklı. Herhalde biz, Müslümanlar olarak Müslümanlığı her yanıyla bilemiyoruz. Biraz Müslümanlığı kavga hevesiyle yapıyoruz. Diyaloga kapalıyız. Henüz bu yeni dönem itibariyle rüştümüzü bazı kesimler itibariyle ispat et- miş, ortaya koymuş bir toplum sayılmayız gibi geliyor bana. Yoksa hır gür çıkaracak bir şey yok. Biraz evvel de söz konusu edildi, Müslümanlığın temeli, Muhammed’e, insanlara karşı sevgiye, alakaya, mürüvvete kilitliyse, değişik dönemlerde bu halk böyle olmuşsa, zannediyorum biz yanlış anlıyoruz bir yönüyle. Diğer taraftan da sizin sorunuz içinde yok da başkaları, bizim bazı dostlarımız, bu arada Batılı dostlarımız Müslümanlığı bizim içimizde de böyle gösteriyorlar, öcü gibi gösteriyorlar. Yani Müslümanlığı ister kendini koruma, ister müdafaa harpleri, ister dünya dengesinde yapılan bazı şeylerle, onun yerine böyle işgalci, müstemlekeci, böyle vuran kıran, kesen… Devlet yapısını da ona göre… Bu arada onlardaki bu düşünceyi destekleyen çevremizdeki bazı hadiseler de olmadı değil. Bir taraftan Vehhabî hareketi, Müslümanlık adına tarihî bir tecrit hareketi gibi algılandı. Diğer taraftan İran’daki son hareket, Müslümanlık adına yapılmış en büyük inkılap gibi gösterildi. Ve buralarda yapılan şeyler Müslümanlığa mâl edildi. Oysa o şahısların kendi içtihatları, kendi anlayışları, Müslümanlık adına kendi yorumlarıydı. Bazıları biliyordu, bunlar Müslümanlık adına fena imajlar getirdi. Yani İran ve Vehhabî fundemantalizmi, Müslümanlık adına fena imajlar getirdi. Bunlar Türkiye’deki bilgisiz, görgüsüz, Müslümanlığı kendi özüyle bilmeyen bir kısım kimselerde hayranlık da uyandırdı. İran’daki hareketin uzantıları oldu Türkiye’de. Sanki ona ihtiyacımız varmış gibi, bu ülkede bütün bunlar ister Batı’da, ister bizim içimizdeki bir kısım aydınlarda ‘Gerçek Müslümanlık bu!’ diye bir ürküntü getirdi. Bu açıdan RP’deki her gelişme -onların içinde de böyle düşünen olabilir, bilemiyorum-, sanki böyle bizi İran veya Suudi Arabistan’daki oluşumlara doğru çekiyor gibi bir his uyandırdı. Histen de öte, vehim uyandı… (Bütün cevabı boyunca Sünni âlemin liderliğine soyunduğunu ve bu noktada hedefine oturttuğu bütün oluşumlarla sonuna kadar uğraşacağını net şekilde açıklayan Gülen, bugün Paralel İhanet Çetesi’nin Cumhurbaşkanı Erdoğan ve yanında yer alanlara –açıkça çelişkili görünse de- nasıl hem IŞİD finansörü, hem de İran ajanı şeklinde bakacağını ve kamuoyuna da bu biçimde lanse edileceğini 1995’te izah ediyor. U.B.) • Güzel bir konuşma oldu benim açımdan. Sizin söylemek istediğiniz, duyulmasını istediğiniz bir şey var mı? Estağfurullah, o sizin takdiriniz. Siz duygularınızı, düşüncelerinizi daha geniş bir daireye yayabiliyor, neşredebiliyorsunuz. Aynı hisleri paylaşıyoruz. Yazılarınızdan eskilerin ifadesiyle yazıların ‘ruhunu sıkınca’ buna ‘tekaddür ediyor’ derlerdi, damlıyor yani, damla damla dökülmüyor. Toplumun değişik kesimleri arasında mutabakatın sağlanması için gerekli olan şeyler yapılmalı, olmayacak şeylerde tansiyon yükselince -askeriyede yükselebilir, devletin üst kademelerinde yükselebiliraşağı çekilmesi… Türk milletinin bir zamana ihtiyacı vardır. Onun için bu zamanı Türk milletine kazandırmak, bağışlamak çok önemlidir. Yani milletin varlık ve bekasıyla size de, belki bize de önemli vazife düşüyor. Camideki hoca efendiden, bir gazetenin başındaki sizin gibi ufku engin kişiden televizyonların, belirli yapımların başını tutan arkadaşlarımıza kadar, toplumun değişik kesimleriyle olduğu gibi kendi konumlarıyla kabul etme mevzuunda işte böyle telkinlerimiz olmalı. Şartlandırırsak, herkes herkesi öyle bir kabul etse, bu toplum böyle kendi içinde kaynaya kaynaya kıvamına geliyorsa, öyle olacağına inanıyorum ben, atılmış adımlar da vardır. Fakat birileri istemiyor bunu. Zannediyorum vuruşturmak istiyorlar. Bu da bizim aleyhimize olacak; işin doğrusu benim aklıma başka bir şey gelmiyor daha... (Son mesajın her cümlesi ayrı ayrı önem arz ediyor. Açıkçası bugünkü planları aydınlattığını düşünüyorum. U.B.) (Ve Özkök’ün nezaket dolu dileği ve hitabıyla bitiyor söyleşi:) • Çok teşekkür ederim Hocam, sağlık diliyorum size...” temmuz 2015 27 haberajanda Kapak Batı, stratejisi için iki ülke seçmiştir: Suriye ve Afganistan... Hizaya getirmek için ise üç ülkeyi hedef seçmiştir: Mısır, Türkiye ve İran... Afganistan iç savaşı ile Orta Asya bandı, Suriye iç savaşı ile de Ortadoğu bandı kontrol altına alınmıştır. Bu küresel oyunu bozacak ülke ve aktör olmadı mı? Kuşkusuz bu konuda en güçlü aday Türkiye idi ve özelde Türkiye’yi tekrar dünya liderliği klasmanına yükseltecek basirete ve yol haritasına sahip kişi olarak en güçlü aday Recep Tayyip Erdoğan idi. *** 17 Aralık’tan bu yana Gülenci örgütün ısrarla AK Parti’yi ve özellikle Erdoğan’ı “İslamcı” diye etiketlemesi ve hatta İslamcılık etiketi üzerinden “İrancı” veya şimdilerde İŞID’ci, DEAŞ’çı gösterme çabası ile Batı’yla birlikte hareket eden tüm örgütlerin Erdoğanİslamcılık özdeşliği üzerinden "Müslümanlar devlet yönetmeye talip olmamalılar; devletine sahip çıkmaya kalkan Müslümanlar sadece rantçı, yolsuzluk yapan, kirlenen olurlar!" telkini aslında Batı'nın hesaplarını bozan ve kontrol altında tutulamayan Erdoğan'ın tasfiyesini sağlamaya dönük çabalardır. *** Dolayısıyla Erdoğan'ın tek hedef seçilmesini Müslüman aklı ve devlet aklı ile okuyamayanlar, Batı'nın hedefine hizmet eden safta yer aldıkları- 28 temmuz 2015 “İslamcılık” üzerinden Servet Hocaoğulları servethocaogulllari.ajanda@gmail.com -Erdoğan’ı Yalnızlaştırma Stratejileri- Müslümanları vurmak! nı göremezler. Erdoğan'ı eleştirmek ve hatta siyaseten desteklememek ile "İslamcılık üzerinden Müslüman aklı ile devlet aklı arasındaki bağı koparmak" hedefinde olan Batı'ya hizmet karıştırılmaktadır. *** Neredeyse iki yüzyıldır Müslüman coğrafyada yaşanan “kan dökücü İslam” imajının perde arkası, Müslüman aklı-devlet aklı arasındaki çarpık ilişki sebebiyledir. Erdoğan'ın, Batı'nın bu “B Planı”nı da bozan ve "Müslüman aklı farklı devletler kurdurabilir, ancak bu farklılık devletlerin birlikte hareket etmesine engel değildir; tek millet tek ümmet olunabilir!" ısrarı, Batı'nın ikinci milenyumdaki bütün senaryolarını boşa çıkaran bir metod olmuştur. Çünkü Erdoğan, tüm İslam âlemi için tek bir devlet değil, tek bir çatı hareketi olan “ümmet” ufkunu dillendirmiştir. *** Batı’ya göre Erdoğan ile soğuk savaş yöntemleriyle baş edilemeyecektir. Geriye tek seçenek kalmaktadır: Türkiye’yi sıcak çatışmanın içine itmek... Yani ya Güneydoğu’da silahlı isyan örgütleyerek iç çatışmaya veya Suriye’ye saldırtarak savaş ortamına sürüklemektir. Batı’nın bu hedefi için önce sınır dışında DEAŞ ve PKK arasında bir çatışma koridoru oluşturmak daha sonra da Türkiye’yi müdahil sıfatıyla sıcak savaş rüzgârına rüzgâr gülü yaptırmaktır. temmuz 2015 29 İ haberajanda Kapak SLÂM, “esenlik ve barış” anlamına gelmesine rağmen neden “şiddet ve tek tip” ile anılacak şekilde bir algı yönetimiyle tanıtılır? Bunun çok basit bir nedeni vardır: Batı’nın Doğu’yu sömürmesini gerekçelendirmek ve Batı’nın Doğu’daki zulmünü “şiddeti yerinde yok etmek!” gibi askerî(!) bir hedef olarak anlamlandırmak... >> Peki, Batı, aslı “sömürmek” olan bir hedefi “barış için gelmek” şeklinde nasıl örgütleyebiliyor? Bunun da çok basit bir yolu var: Müslüman aklını, Devlet aklına düşman etmek! Batı, bu stratejisini gerçekleştirmek için hangi araçları ve aklı yönetme metotlarını kullanıyor acaba!? Bunun da basit seçenekleri var: 1. Devlet aklı ile Müslüman aklını ayrıştırmak Müslümanların “devlet talebi” olmadığı; devletin her zaman “güç” kaynağı olma sebebiyle “zulme” yakın, dinin ise “güç” yerine “hakikat” olması nedeniyle “iyi” olana yakın durduğu; dinin güç ile buluşturulmasının veya güce bulaştırılmasının tehlikeli olduğu iddiası ile bir anlamda “devlet” ve “din” arasındaki etkileşimini “doğrudan koparmak” hedeflenmiştir. Nitekim “İslamcılar iktidara gelince bozuldular!” veya “Eskilerin mücahitleri şimdinin müteahhitleri oldu!” gibi propagandaların en temel hedefi, gücü Müslümanlara kaptırmamaktır. Hatta güçten uzak duranları “kendini dine adamış!” veya “amacı sadece iyilik yapmak!” diye taltif edilmiş söylemlerin gerçek amacı “Güçlü Müslüman” varlığının olası etkisini zayıflatmaktır. Bu stratejide iki önemli “imaj”, eş zamanlı kullanılmıştır: Tasavvuf ve Cihad Hareketleri... Tasavvuf, güce mesafe koyan iyiliği; cihad hareketleri ise, güce talip olunca sapan, azgınlaşmış aşırı dinciliği temsil ediyor gibi sunulmuştur. Bu bağlamda “İslamcılık” derken “Devlete talip Müslümanlar” ve dolayısıyla “Siyasal İslam anlayışı” şeklinde formüle edilmiş bir “Dışlamak için etiketle!” taktiği uygulanmıştır. Bu da bir gerçeğe işaret ediyor: Batı için tarikatlar ve cihad hareketleri, kullanmak amaçlı iki önemli çalışma alanlarıdır. Nitekim son yüzyılda Batı’ya hizmet eden, Batı tarafından örgütlenmiş tarikatlar ve cihad hareketleri hep var olmuştur. 2. Her Müslüman ırkın ve dilin kendi devletini kurma hakkı vardır Batı’nın bu tezgâhına gelmeyen ve Müslüman aklı ile devlet aklı arasındaki ilişkiyi çözmüş hareketlere ikinci aşamadaki taktik uygulanmış ve bu sefer de “Dil ve ırk farkı olan Müslümanlar kendi ırk ve dilleri üzere ayrı, bağımsız devlet kurma hakkı vardır!” denerek adeta Müslümanlar bulundukları devletlere karşı “muhalif / isyan hareketi” olarak kullanılmak istenmiştir. Başarılı olan hareketler de “devrim/darbe” adı altında tasfiye edilmişlerdir. Bu bağlamda “devlet aklı” sahibi olmakla herkesin kendi devleti- ni kurması karıştırılmıştır. Oysa her Müslümanda devlet aklı vardır ancak esas olan “millet” olmak olduğu için, farklı coğrafyalardaki Müslüman devletler arasındaki dayanışma ve birlikte hareket etmek esastır. Ancak millet ve bunun örgütlü dokusu olan ümmet duyarlılığı “ulusalcı” zihniyetle parçalanmıştır. Özellikle Müslüman aklını çelen mezhep, meşrep, cemaat farkları çatışma noktasına taşınabilecek şekilde kışkırtılabilmiştir. Peki bu kışkırtma nasıl sağlanıyor? 3. Müslüman aklında temsil krizi Bütün nebilerin vefatından sonra Müslümanlığı "Allah'ı ve Dini(ni) temsil makamı" olarak anlayan kişi, grup, cemaat, örgüt ve sosyal tabakalar var olmuştur. Bu psikoloji, Müslümanların tarihindeki en temel ve en sorunlu psikolojilerin başı ve özü hükmündedir. Çünkü bu Müslümanlık anlayışında iki önemli "motor" sürekli çalışmaktadır: "Ben temsil ediyorum!" ve "Beklenen benim!".... Temsil algı ve psikolojisinin Müslümanların tarihinde üç büyük ekolü olmuştur: Cihad hareketleri, sufi meşrepleri ve mezhep fanatikleri.... Bu ana hareketlerin Müslüman dünyaya ödettiği bedeller, başlı başına ayrı bir araştırma konusudur. Aslında cihad hareketleri için de bugün İŞİD'in, sufi meşrep ve mezhepçilik sentezi içinde Gülen'in ve fanatik mezhepçilik içinde Cübbeli Ahmed'in ve kendini temsil psikolojisine kaptırmış kanal kanal ve Youtube ekranlarında ateşli temsil sıfatlandırmalarıyla çoşan birçok kişi, grup, cemaat ve örgütlerin Müslümanlık anlayışı noktasında Sayın Erdoğan ve Türkiye birikimi tüm bu oyunları bozacak güçtedir. Ancak bu gücün içeride parçalanması noktasında AK Parti içinde de bazı hesaplar yapılmaktadır. Özellikle Sayın Erdoğan’ın nüfuzunu azaltacak hamlelerin sayısı her geçen gün artmaktadır. *** Erdoğan'ın, Batı karşısındaki diklenmeden dik durmasından ve oyun bozan duruşundan tırsan ve Batı'ya "AK Parti içinde Müslüman aklı ile devlet aklı arasında ayırım yapan ılımlı bazı isimler var! Beni fark edin!" diyenler çıkabilir; buna hazır olalım… Bu noktada bir çift sözümüz var: “Sizin hainliğinizi, Erdoğan'a vefasızlık değil, Türkiye'yi eski Türkiye'deki gibi Batı'ya bağımlı ve uşak yapmakla sonuçlanacak bir hainlik olarak tarih kaydedecek.” 30 temmuz 2015 Servet Hocaoğulları Erdoğan bu tezgâhın ve kırdırmanın farkına AK Parti döneminde varmış ve asıl hedefin devletleri rahat yönetmek isteyen Batı’nın bu uydurma tasnifler üzerinden sömürgeciliğini sürdürmek olduğunu çok net görmüştür. Nitekim “AK Parti İslamcı bir parti değildir!” diyerek ve en önemlisi Müslüman aklı ile devlet aklının bütünleşebileceğini göstererek Batı’nın hesabını bozmuştur. bu çağda girdiği, düştüğü psikolojiler geçmişten gelen ve devam eden temsil damarında akan anlayıştan ibarettir. Dolayısıyla Batı her zaman cihad, tarikat ve mezhepler konusunda Müslümanların arasında temsil rekabeti ve bu rekabeti tekfir noktasına taşıyan husumetleri kolaylıkla örgütleyebilmiştir. Batı’nın örgütlediği en büyük fay hattı hangisidir? El-Kaide ve DEAŞ, Batı projesi midir? Batı için esas olan Müslüman, dünya- da “farklılıkları çatışma potansiyeline çevirmek” ve “kendi içinde şiddet sarmalı oluşturmak” şeklinde yapılar oluşturmaktır. Peki Müslümanlar farklılıkları çatışma potansiyeline çevirmeye veya şiddet sarmalının parçası olmaya müsaitler mi? Müsaitlerse eğer Batı bunu hangi araçlar ve konular üzerinden örgütlüyor? Bu sorulara en iyi cevap, El-Kaide örgütlenmesi ve özelde Sünni-Şii hattını tetikleyen dış politikalardır. Bu bağlamda Müslüman grupları silahlandırmak, silahlı grupları mobil hareket edecek şekilde örgütlemek ve sık sık fark- lı hedefler için kullanmak, Batı’nın en tecrübeli olduğu konuların başında gelmektedir. Özellikle Amerika’daki 11 Eylül saldırısı -ikiz kulelere uçaklarla intihar dalış- sonrası “Terörün yatağı Otadoğu’yu kendi ininde vurmak” şeklinde özetlenebilecek strateji tutmuş ve Müslüman dünyadaki iç savaşlar ve bitmek bilmeyen nefret fay hatları sürekli kırılmalar yaşamıştır. Batı, stratejisi için iki ülke seçmiştir: Suriye ve Afganistan... Hizaya getirmek için ise üç ülkeyi hedef seçmiştir: Mısır, Türkiye ve İran... Afganistan iç savaşı ile Orta temmuz 2015 31 haberajanda Kapak larını da “Kültürel İslam”, “Sivil İslam” ve “Ilımlı İslam” etiketiyle olumlamıştır. Böylelikle Müslüman aklı ile devlet aklı arasında negatif etkileşim olduğunu benimseterek, devletin yönetiminde Müslümanlık aklının etkin olmasının önüne geçmeye çalışmıştır. Bu bağlamda Türkiye'de “Gülen’ci” grubu “kültürel, sivil, ılımlı Müslümanlık” olarak örgütleyen Batı, Erdoğan'ın köklerini de oluşturan Millî Görüş’ü “İslamcılık, Siyasal İslam” olarak etiketlemiştir. Gülen'in otuz yıldır bütün konuşmaları "Ben İslamcı değilim ve İslamcıların Batı dünyasına verdiği kötü imajın, aklın panzehiri benim!" demekten ibarettir. Ancak Erdoğan bu tezgâhın ve kırdırmanın farkına AK Parti döneminde varmış ve asıl hedefin devletleri rahat yönetmek isteyen Batı'nın bu uydurma tasnifler üzerinden sömürgeciliğini sürdürmek olduğunu çok net görmüştür. Nitekim "AK Parti İslamcı bir parti değildir!" diyerek ve en önemlisi Müslüman aklı ile devlet aklının bütünleşebileceğini göstererek Batı'nın hesabını bozmuştur. Asya bandı, Suriye -daha önce bu ülke Suriye komşusu Lübnandı- iç savaşı ile de Ortadoğu bandı kontrol altına alınmıştır. Bu küresel oyunu bozacak ülke ve aktör olmadı mı? Kuşkusuz bu konuda en güçlü aday Türkiye idi ve özelde Türkiye’yi tekrar dünya liderliği klasmanına yükseltecek basirete ve yol haritasına sahip kişi olarak en güçlü aday Recep Tayyip Erdoğan idi. Recep Tayyip Erdoğan neden hedefte? Erdoğan'ın, Batı'nın son yüzyılda küresel stratejisi iki temel hedefe yöneliktir demiştik: Müslüman aklı ile devlet aklını ayrıştırmak ve ayrışmacı-çatışmacı fay hatları yapılandırmak... Batı, devlete yönelmiş veya devlet aklı ile olayları analiz eden Müslümanların aklını, fikrini, hareketlerini "aşırı dincilik, siyasal İslam veya İslamcılık" olarak nitelemiş ve devlet talebi olmayan veya devlet aklını kullanmayan Müslümanlık anlayış- 17 Aralık’tan bu yana Gülenci örgütün ısrarla AK Parti’yi ve özellikle Erdoğan’ı “İslamcı” diye etiketlemesi ve hatta İslamcılık etiketi üzerinden “İrancı” veya şimdilerde İŞID’ci, DEAŞ’çı gösterme çabası ile Batı’yla birlikte hareket eden tüm örgütlerin Erdoğan-İslamcılık özdeşliği üzerinden "Müslümanlar devlet yönetmeye talip olmamalılar; devletine sahip çıkmaya kalkan Müslümanlar sadece rantçı, yolsuzluk yapan, kirlenen olurlar!" telkini aslında Batı'nın hesaplarını bozan ve kontrol altında tutulamayan Erdoğan'ın tasfiyesini sağlamaya dönük çabalardır. Dolayısıyla Erdoğan'ın tek hedef seçilmesini Müslüman aklı ve devlet aklı ile okuyamayanlar, Batı'nın hedefine hizmet eden safta yer aldıklarını göremezler. Erdoğan'ı eleştirmek ve hatta siyaseten desteklememek ile "İslamcılık üzerinden Müslüman aklı ile devlet aklı arasındaki bağı koparmak" hedefinde olan Batı'ya hizmet karıştırılmaktadır. bu ülkeye kazandırdıklarına "canlı bomba" gibi dalmak isteyen tüm hainlere dikkat edelim. Lütfen Batı'nın hesaplarına hizmet eden yorum ve tutumlardan uzak durmak noktasında tedbirli kalalım. Ve Erdoğan-İslamcılık-DEAŞ özdeşliği üzerinden ülkemizde tezgâhlanan bu büyük oyunu, ne olur, artık görelim. 32 temmuz 2015 Servet Hocaoğulları Batı tüm taktiklerine rağmen eğer bazı Müslüman oluşumlar Müslüman aklı ile devlet aklı arasında bir uyum ve bütünlük sağlamayı başarırlarsa, -ki Erdoğan bunun klas bir örneğidir - o zaman ikinci aşamaya geçerek bu sefer de “Müslümanlar, ırk ve dil farkına dayalı ayrı bağımsız devletler kurmalıdırlar...” telkinine paralel olarak mezhep ve etnik farklar sebebiyle ayrışan ve çatışan fay hatları oluşturmaktadırlar. Neredeyse iki yüzyıldır Müslüman coğrafyada yaşanan “kan dökücü İslam” imajının perde arkası, Müslüman aklı-devlet aklı arasındaki çarpık ilişki sebebiyledir. Erdoğan'ın, Batı'nın bu “B Planı”nı da bozan ve "Müslüman aklı farklı devletler kurdurabilir, ancak bu farklılık devletlerin birlikte hareket etmesine engel değildir; tek millet tek ümmet olunabilir!" ısrarı, Batı'nın ikinci milenyumdaki bütün senaryolarını boşa çıkaran bir metod olmuştur. Çünkü Erdoğan tüm İslam âlemi için tek bir devlet değil tek bir çatı hareketi olan “ümmet” ufkunu dillendirmiştir. Nitekim mezhep, tarikat, etnik yapı farkına rağmen başta Ortadoğu olmak üzere tüm halkı Müslüman olan devletlerle ilişkisini iyi tutmuştur. Dolayısıyla Erdoğan, Batı için oyun (kurucuların hesabını) bozan adamdır. Bu gerçeklik ile Erdoğan'ı sevmek ve savunmak aynı şey değildir. Bu sebeple Batı klasik yöntemine başvurmuştur: Erdoğan'ı tehlikeli, Gülen'i ise “doğru ve örnek adam” olarak devreye sokmuştur.17 Aralıktan bu yana başta Zaman gazetesinin tüm manşetleri ve köşe yazarları olmak üzere tüm “Gülenci Örgüt” ısrarla iki şeyin altını çizmektedir: İslamcılık ve Erdoğan'ın tek adamlığı... Çözüm olarak da İslamcılık adı altında bir Müslümanlık anlayışını tehlikeli göstermek ve sorunun sadece Erdoğan olduğu AK Parti olmadığını telkin etmek... Peki, Gülencilerin bu Batı taşeronluğuna "paralel" kimler hareket etti? Kırk yıldır Millî Görüş ve Erdoğan'ın İslamcı olduğunu ileri süren ve İslamcılık adı altında gerçekte İslam düşmanlığı yapan Marksist, ateist, militarist sol(cu geçinen) derin devletin taşeronluğunu yürüten örgütler... Bugün özünde İslam düşmanlığı yapmayan Gülencilerle özünde din düşmanı olan sol(cu görünen) örgütlerin birlikte hareket etmesinin tek sebebi var: Erdoğan'ı tasfiye etmek... Kuşkusuz din(ci) geçinen Gülencilerin din düşmanları ile ittifakının analizi ayrıca yapılabilir. Peki, Erdoğan tüm provakasyonla- rı atlatmasına rağmen beklenilen en büyük tehlike nedir? Yani son darbe ne olabilir? Son darbe: DEAŞ Provakasyonu Batı’nın Erdoğan gerçeğine karşı kullanabileceği son kozu, “Erdoğan gizli İslamcıdır ve İslamcı terör örgütleriyle gizli bağlantısı vardır?” iddia yılanını akıl torbasına sokmak... Bunun için en uygun ortam Suriye iç savaşıdır. Esed’i devirmeye çalışan muhalif hareketlerin arkasında Türkiye’nin olduğunu göstermek ve özelde bu muhalif hareketlerin içindeki İslamcı terör örgütlerin Türkiye tarafından desteklendiğini iddia ederek Erdoğan odaklı operasyonları hazırlamaktır. 17 Aralık operasyonu bu stratejinin odaklanma seansıdır. Ancak sayın Erdoğan bu badireyi de atlatabilmiştir. Dolayısıyla Batı’ya göre Erdoğan ile soğuk savaş yöntemleriyle baş edilemeyecektir. Geriye tek seçenek kalmaktadır: Türkiye’yi sıcak çatışmanın içine itmek... Yani ya Güneydoğu’da silahlı isyan örgütleyerek iç çatışmaya veya Suriye’ye saldırtarak savaş ortamına sürüklemektir. Batı’nın bu hedefi için önce sınır dışında DEAŞ ve PKK arasında bir çatışma koridoru oluşturmak daha sonra da Türkiye’yi müdahil sıfatıyla sıcak savaş rüzgârına rüzgâr gülü yaptırmaktır. Peki bu nasıl sağlanacak? Reyhanlı-Suruç hattı, “Ateş Hattı” olarak seçildi Aslında DEAŞ ve PKK arasında Türkiye sınırına paralel bir koridor oluşturma savaşı var. Ancak DEAŞ ile baş edemeyeceğini düşünen PKK çifte kavrulmuş bir taktik, propaganda kullanmaktadır: Türkiye Kürt sorununun çözümünde samimi ise DEAŞ’ı düşman ilan etsin ve kürtlerin yanında savaşsın! İkincisi de Barzani’ye mesajdır: Türkiye ile sorunumu çözerim ama bu sefer sen beni DEAŞ’a kurban ettiğin için senin için sorun olurum!.... PKK’nın bu hesabını gören Esed rejimi de önce Reyhanlı, ardından Suruç da olmak üzere birçok saldırının lojistik desteğinde aktif rol almıştır. Peki, yukarıdaki "cevap anahtarı" ile Suruç'taki canlı bomba saldırısı arasındaki ilişki nedir? Çok basit... MİT tırlarına yapılan operasyonda hedeflenen “Ak Parti daha doğru- su Erdoğan ve özel ekibi İslamcıdır, İŞİD/ DEAŞ yanlısıdır, onlara silah desteği vermektedir; dolayısıyla bir an önce tasfiye edilmeli veya pasifize edilmelidir” algısını gerçekleştirmektir. Sanırım ve korkarım ki bu imajı vermek için özellikle Gülenciler, CHP ve HDP tam uyumlu tempo tutacaklardır. Ancak MHP bu tezgâhın aslında Erdoğan üzerinden Türkiye Cumhuriyeti’ne dönük bir hizaya getirme operasyonu olduğunun farkında "gel-git, kararsız" bir siyasi eşiğe düşecektir. Bu nedenle erken seçim hedefli koalisyona evet demesi veya erken seçim deme olasılığ çok yüksektir. Çünkü HDP aynı oyu alırsa, MHP Batı'ya ve uzantılarına karşı radikalleşme kararı alabilir. Sonuç olarak, çok dikkatli bakın Gülenci medyaya, CHP’ye, HDP'ye... Erdoğan odaklı ve İslamcılık adı altında karapropaganda yapmaktan başka bir şey yapmamışlardır. Amaç, olası bir erken seçimde AK Parti’nin sonunun başlangıcını tetiklemektir. Ak parti ve Türkiye bu oyunu bozacak mı? Sayın Erdoğan ve Türkiye birikimi tüm bu oyunları bozacak güçtedir. Ancak bu gücün içeride parçalanması noktasında AK Parti içinde de bazı hesaplar yapılmaktadır. Özellikle Sayın Erdoğan’ın nüfuzunu azaltacak hamlelerin sayısı her geçen gün artmaktadır. Kuşkusuz bu yazının konusu bu detay parkurda değildir. O nedenle bu hususa odaklanmayacağız. Ancak, yukarıdaki yüksek siyaset satrancında direnen Erdoğan'ın Batı karşısındaki diklenmeden dik durmasından ve oyun bozan duruşundan tırsan ve Batı'ya "AK Parti içinde Müslüman aklı ile devlet aklı arasında ayırım yapan ılımlı bazı isimler var! Beni fark edin!" diyenler çıkabilir; buna hazır olalım… Bu noktada bir çift sözümüz var: “Sizin hainliğinizi, Erdoğan'a vefasızlık değil, Türkiye'yi eski Türkiye'deki gibi Batı'ya bağımlı ve uşak yapmakla sonuçlanacak bir hainlik olarak tarih kaydedecek.” Hülasa, Erdoğan'ın bu ülkeye kazandırdıklarına "canlı bomba" gibi dalmak isteyen tüm hainlere dikkat edelim. Lütfen Batı'nın hesaplarına hizmet eden yorum ve tutumlardan uzak durmak noktasında tedbirli kalalım. Ve Erdoğan-İslamcılık-DEAŞ özdeşliği üzerinden ülkemizde tezgâhlanan bu büyük oyunu ne olur artık görelim. temmuz 2015 33 haberajanda DOSYA Hıristiyan teolojisine göre Hz. İsa’ya vahiy gelmez, çünkü o “Tanrı”dır. Bundan ötürü “İsa Tanrı”nın havarilere söylediği her söz ve davranışı vahiy olarak nitelemek, “üçlemeci inancın” iman şartlarından olmazsa olmazı, hatta birincisidir. Bu itibarla her havarinin de birer peygamber sayılması gerekir ki, bu da teslis amentüsünün ikincisidir. Yani İsevilikte bir eksiğiyle 12 Havari, inancın peygamberleri olarak vahye muhatap olmuş faniler olarak biliniyor. Sayıları hâlâ çoğaltılmaya devam eden azizler de 11 peygamberin arkadaşı, yani ashap… *** Eğer Vatikan bunda da ümitvar değilse, diyalog için sözünü ettiğimiz “elmalar” durağının sakinlerinin kendisine ne ilahiyaten, ne de siyaseten zorluk çıkaracağını zannetmiyoruz. Bu itibarla rotayı uzak Asya’ya çevirmesi, kendisini hayal kırıklığına uğratmayan bir neticeye taşır. Eğer kendini iyi anlatır ve maddî bedelini öderse başarılı bile olur. Aslında bunu örneklemiş durumdalar kendileri; çok değil, elli sene önce Uzakdoğu mistizmine inanan Güney Kore, şimdiden eski inancını terk ederek yarı yarıya Hıristiyanlığa inanır sayıya gelmiş ki tarikatları kendilerine has: “Moon”... *** Ruhban-ı İseviyye, teslim olunan yerin neresi olduğunun dökümünü yapmış. Günümüzde din değiştirenler, baskın “Kozmik Oda”dan 2023’te çı Mesih geldi, Ankara’da M EVZUMUZ Mesih… Her ne kadar tartışma alanımıza 80’lerde girdiyse de “Mesih ve Mesihçilik” yeni kavramlar değiller elbette. Bu husus başlı başına bir kadim kültür; “Milenyumizm/Binyılcılık Kültürü” olarak da biliniyor ve bir “mukaddes beklenti” özelliği taşıyor. “Mesiyanik beklenti” şeklinde de etiketlenebilecek olan bu konu, Hazreti Âdem’den beri varlığını koruyor, “Beklenen Kurtarıcı” olarak umut aşılıyor toplumlara; zaman zaman artan ve azalan şiddet ve dozda ama asla kaybolmadan… 34 temmuz 2015 >> Kanaatimizce “Mesih”in sözünü eden ilk insan ve ilk peygamber de Hz. Âdem olsa gerek. Âdem Peygamber, belinden inen çekirdek toplumundan çok, kendisinden sonra nübüvvet sırasını alacak olan oğlunu haberdar etmek üzere “O gelecek!” demiş olmalı: “Bekle onu; eğer senin vakt-i nübüvvetinde gelmezse, bu haberi senden sonraki seçilmişe ilet, o beklesin!” Halaskâr beklentisi, bu minvaldeki açıklamayla başlamış olmalı bidayette. Bekleme sırası Hz. Âdem’den sonra Şit Peygamber’e, ondan sonra da diğerlerine uzandı. Yine zannımca, başta Âdem Babamız olmak üzere tüm peygamberlerin bir sonraki “mevkidaş”ına “peygamberlik sırrı”nı hangi yolla aktarırken neler söylediğini, ona neler emanet ettiğini bilemeyiz, lakin o söylediklerinden biri de “O gelecek!” haberi olmalı. Elbette “O”, Mesih idi ve tüm peygamberler kendi dönemlerinde onu beklediler. Anlaşılan o ki, bu sır, bir şekilde avamiyet düzlemine de yansıdı/ Yusuf Kemal Bozok ykbozok.ajanda@gmail.com bir oranla Hıristiyanlar ve bunlardan neredeyse tamamı İslamiyet’i tercih ediyorlar, Uzakdoğu dinlerini değil, Museviliği ise hiç değil, hem de onca kara propagandaya rağmen. *** Bunca iletişim kolaylığına rağmen Batı’da yazılan antiMüslim kaynaklar, hâlâ Din-i Mübin’i 99 tanrılı bir politeist kmak üzere inanç olarak reklam ediyor ve Esma-i Hüsna’da geçen her ilahî hususiyeti, bir başka ve bağımsız kutsal olarak lanse ediyorlar. Pes vallahi! *** Tahminlere göre Barnabas, M.S. 75 yılında hayatını kaybetmiş ve doğum yeri olan Salamis köyüne defnedilmiş. Mezarının, bölgede Hıristiyanlığın meri olduğu 577 yılında bulunduğu biliniyor. Mezarı bulan ve açanlar cesedin bozulmamış olduğunu görünce bir aziz kişiyle karşı karşıya kaldıklarını anlıyor ve saygıda kusur etmiyorlar doğal olarak. Cesedin göğsü üzerinde buldukları bir el yazmasını, kutsiyetine binaen öpüp başlarına koyuyor ve Kıbrıs Başpiskoposu Anthemios’a götürüyorlar. Anthemios hemen anlıyor onun bir İncil olduğunu; hem de özgün ve aykırı… dinleniyor! yansıtıldı. Resuller ve nebilerle beraber toplumlar da beklemeye başladılar Kurtarıcı Mesih’i. Bu beklenti sıkıntılı dönemlerde arttı ve kerameti kendinden menkul kurtarıcılar kervanı oluştu; doğal olarak onlara inananlar da oldu, inanmayanlar da... Bu kervan, çağımızda da devam ediyor. Mesih versiyonları Âdem Baba ve ardılları ne şekilde isimlendirdiler bilmiyorum, ama “Beklenen”e ilk kez Yahudiler “Mesih” dedi. Zaten biz ve dünya, kullanılan kavramı Musevilikten devşirdi. Başka toplumlar başka başka adlar verdiler Beklenen Halaskâr’a. Mesela Mısırlılar “Hermes” şeklinde beklediler onu. Oradan mülhem kadim Yunan Orfeosçuluğunda Mesih’in adı yine “Hermes”ti, ancak bu kez “Trimejik” kavramıyla sıfatlandırılmış ve üç kere “modifiye” edilmişti. Uzakdoğu dinlerinde Mesih’in adı “Avatar”dı -hani şu filmi de çekilen mavi adam var ya, işte temsilen o-. Film demişken, Matrix’te Mesih, temmuz 2015 35 haberajanda DOSYA Tercüman, daha ilk sayfada elindeki fotokopilerin ne kadar önemli olduğunu anlıyor. Zira müellif, kitabına daha ilk sayfaya “Ben, Kıbrıslı Barnabius” diye başlamış ve devamla “Tespihe layık Âlemlerin Rabbinden bir bütün olarak Ruhü’l-Kudüs’le Meşaha’ya vahyolunanı tıpkı İsa’dan duyduğum gibi sadakatle, 48 gök yılları sonunda dördüncü nüsha olarak aynen yazıyorum” diye not düşmüştü. *** Vatikan, Portekiz’deki küçük Meryem’in üç sırrı iddiasından devam ederek, “Hayır, İsa Mesih zaten Hıristiyanlığın Peygamberi değil mi? O halde niye geri dönüp ‘sapkın bir İsevi mezhep’ olarak ortaya çıkan Muhammediliği doğrulasın ki? Aksine, onu yalanlamaya ve son peygamberin kendisi olduğunu, buna bağlı olarak da Hıristiyanlığın son din, Bibel’in de son kitap olduğunu bir kez daha doğrulamak üzere dünyaya teşrif edecek”. Hatta o gelince doğal olarak Papa’ya gerek kalmayacak. Bu sebeple son Papa’nın da halen Vatikan tahtında oturan mevcut Fransis olacağını da bu sözlerine eklemeyi unutmuyorlar. *** Eğer Hıristiyanların bin 700 yıldır inandıkları 36 temmuz 2015 Yusuf Kemal Bozok “Neo” olarak şifrelenmişti ve yanındaki Morfeus da Cibril’di. Eski İran dini Mecusilik ya da Zerdüştlükte “Saoşi” ya da “Saoşyant” olarak bekleniyordu Kozmik Halaskâr. Daha sonraki İran inancı da vazgeçmedi Saoşyant inancından ve Beklenen’i bir alt katmana evirerek “Mehdi Muntasır” olarak tarif etti. Bugünlerde Kum kentinin ulularından bir grup, söz konusu Mehdi’nin geldiğini ve ortaya çıkmak için gün saydığını iddia ediyor. Bunlar Tahran’ın Hüccetçi Mesiyanizmi olarak biliniyorlar; hem de işin içinde eski Cumhurbaşkanı Ahmedinejad’ı da konuyla ilgilendirerek… Şia’da durum bu! İslam’ın Sünni ekolünde Mesih’le ilgili muğlak bir durum var. Sünni camiada konuşulan Mesih, yani Hazreti İsa, hususi menkıbelerden ibaretken, Mehdi ise birtakım hadislerde sözü edilen Mekkeli bir ahir zaman şahsiyeti. Gerek Mesih, gerekse Mehdi olsun, hiçbiri Kutsal Kitap’ın mevzusu değil. Zaten kafaları karıştıran da işin Kutsal Kitap boyutundaki yokluğu. Mesihçi ekoller Kitap’tan didik didik işaret aramaktalar ki kendilerince buldukları hüccetleri de var. Bulunan işaretleri reddeden gruplarla “Sünni Hüccetçiler”, derinliklerde kıran kırana savaş halindeler. Barnabas ve derin kurgunun 12. peygamberi Burada duruyor ve Mesih mevzuunu daha geniş bir yazının hacmi içerisinde izah etme dileğiyle yukarıdaki girizgâhla bir virgül koyarak geçiyoruz bu yazının meselesine… Neredeyse hepiniz “Barnabas” adını duymuş olmalısınız, tabiî kitabını da... Hazreti İsa’nın ardılı olan inanmışlardan Kıbrıslı Barnabas’ın kaleme aldığı kitap/kitaplar, Mesih’i en doğru şekilde tarif eden İn- cil/Bibel olarak biliniyor bizim dünyamızda. Denilenlere göre Barnabas’ın İncil’inin mevcut İncillerden tamamen farklı bir kitap olduğu kesin ve bu konuda Batı da, Doğu da aynı görüşte, lakin farklı açılarda. Barnabas yazmalarının mevcut Bibellerden farkı, monoteist bir anlayışa sahip olması. Yani Kıbrıslı Aziz, akaid hususunda “tektanrıcı” görüşte. Yaratıcı’yı bir tek kabul eden Barnabas, bununla sınırlamıyor aykırılığını ki, Yaratan’ın sondan bir önceki elçisini “kul” sayan bir anlayışa da sahip. “Aykırı Aziz” Barnabas, -bu itibarla- yazdığı kitabında Teslis/Trinity adı verilen üçlemeyi reddetmiş. Doğal olarak onun İncil’ini, M.S. 324’te, İznik şehrimizde toplanan “Kutsal Kitap Konsili” kâle almamış. Zira Konsil’in iddiasına göre, Barnabas İncili ilahî özellikte bir kutsal kitap olma özelliğine haiz değil. Ve yine Konsil tarafından sıradan insanî yazmalar olarak basitleştiriliyor. Yani İsa Peygamber’in tanrı değil de insan sayıldığı noktada onun sözleri de ayet değil, bir nevi hadis haline dönüşüyor. Bunun gibi, Meryemoğlu’nun hayatı ve hayat hikâyesi de bir tanrısal duruşun yazıya geçirilmiş şekli değil, bir nevi “Siyer-i Nebi” ya da “Siyer-i Mesih” oluyor. Buna karşın üçlemeyi esas almış olan kitaplar, yani İznik Konsili’nde kabul görmüş olan Matta, Luka, Markos ve Yuhanna İncilleri, bizzat “Tanrı”nın sözleri ve işleri olarak değerlendiriliyor. Bu anlamda Hıristiyanlığın kutsal kitap anlayışı, “indirilmiş/ nazil olmuş” değil, burada, yani dünyada yaşanarak, göz önünde oluşturulmuş olmaktan ibaret ve arkası yok, yani vahiy boyutundan yoksun. Bu sebeple Batılılar, Barnabas’ı reddettikleri gibi, “inzal olmuş Kur’an”a da inanmıyorlar. Zira onların kozmolojisinde kitap indirilmez, dünyada yaşanarak oluşturulur. Buradan hareketle Hıristiyan teologlar, -haşa- Efendimiz’in nübüvvetini redde kadar götürüyorlar iddialarını ve bu görüşe bağlı olarak İsa’yı tanrı değil, insan olarak tarif eden Barnabas’ı da kabul etmiyorlar. Hıristiyan teolojisine göre Hz. İsa’ya vahiy gelmez, çünkü o “Tanrı”dır. Bundan ötürü “İsa Tanrı”nın havarilere söylediği her söz ve davranışı vahiy olarak nitelemek, “üçlemeci inancın” iman şartlarından olmazsa olmazı, hatta birincisidir. Bu itibarla her havarinin de birer peygamber sayılması gerekir ki, bu da teslis amentüsünün ikincisidir. Yani İsevilikte bir eksiğiyle 12 Havari, inancın peygamberleri olarak vahye muhatap olmuş faniler olarak biliniyor. Sayıları hâlâ çoğaltılmaya devam eden azizler de 11 peygamberin arkadaşı, yani ashap… Bir müşterek yok! Buradan hareketle İslamlık ve Hıristiyanlığın uyuşmadığı konuların birincisi “ahad-teslis durumunda tarif edilen Allah inancı” ise, ikincisi “nübüvvet izahı”dır. Bu bağlamda, iki dinin münderecatında, iki farklı şekilde tarifi olan peygamber ve peygamberlik anlayışı, aynı zamanda “semavilik”te birader kılan iki dini, iki ayrı düzlemde konumlandırmakta. Konuşlandığı adres itibariyle İslamiyet, yalnız başına vazediyor iddialarını; Hıristiyanlık ise durduğu durakta tek başına değil, az ötesinde Musevilik var ve hatta “semavi” sayılmayan pek çok “soyut tanrılı” ve de “anti-pagan” inanç da aynı zemine ayak basmakta. Burada, konuyu bir başka paragrafta izah etmek üzere bir noktalı virgülle durduralım ve bu makalenin kendi kanalında devam edelim... Hıristiyanlığın, özgün İsevilik olabilmesi ya da İslamiyet anlamında semavi din sayılabil- din gerçekse, ne diye Hz. İsa, “Mesih” olarak gelsin ki? Müslümanları cehenneme gitmekten kurtarmak için mi? O halde niçin 2 milyarlık Müslümanı da Çin ve Hindistan’da yaşayan 3 milyarlık sapkın insanlığı değil? Yok, eğer Hıristiyanlık sahteyse ve doğru olan Müslümanlıksa, niçin bu hakikati söylemek için İsa geliyor ki Hz. Muhammed dururken? Dosyamızda denildi, “Efendimiz’in gelmesine hacet yok, zira Kur’an burada duruyor”... O Kur’an Hıristiyanlara da hitap ediyor “Beni okuyun ve bana dönün!” diye. Onlardan da okuyan okuyor, dönen dönüyor, dönmeyen ise Mesih’ini beklemeye devam ediyor: “Gelsin de bir kez daha söylesin iki bin yıl evvel söylediklerini...” *** Yoksa Türkiye’nin elinde Batı’yı ve ona bağlı olarak İsrail’in elini kolunu bağlayacak bir koz mu var? O koz, Ankara’da dinlenmekte olan “Son Mesih” mi acaba? Başta Cumhurbaşkanı olmak üzere, yönetici kadronun yaslandığı bu koz, bizi böylesine cesaretlendirdiğine göre, “21. Yüzyıl ‘bizim yüzyılımız’ olacak” iddialarını da hayalden gerçeğe döndürecek bir abartı olabilir mi? Kanaatimce hayır! temmuz 2015 37 haberajanda DOSYA mesi için, Hazreti İsa’yı “vahiy alan bir dünyalı fani” şekline dönüştürmesi, yani “Barbanaslaştırması” gerekmektedir. O zaman tanrı anlayışı üçten ikiye düşecektir. Buna bağlı olarak, günümüzdeki mer’i İnciller de Siyer-i Mesih’e dönüşecek ve sıra, dualist/ikici tanrı anlayışının “Ahad Allah” ya da “Allah-u Ahad”a ve devamla “Ve lem yekûn lehu kufüvven Ahad”a evrilmesine gelecektir -ki o daha da kolay-. Zira önce Yaratan’ın soyutlaşması ve hiçbir şeyle benzeşmemesi lazım. Düalizmle maddeden manaya geçen ve soyutlaşan İlah’ın “Vahid” duruma gelmesi insan beynini o kadar zorlamaz, çünkü hilkat kodlamaları da bu minvalde var edilmiştir. İsevîMuhammedî diyaloğun açılması için bu birinci yoldur. İkinci yol ise Muhammedîliğin mesela Nusayrileşmesi veya Aliilahi- 38 temmuz 2015 leşmesi, olmadı On İki İmam inancında temerküz etmesi gerekmektedir ki bunun imkânı yoktur. Zira Müslümanlar, olabilecek sayıda Aliilahi, Nusayri ya da İmamiyeleşmişlerdir zaten. Bundan sonra mevcudun bir tek kişi dahi artması namümkün. Bu itibarla Hıristiyanlık, eğer çok istiyorsa söz konusu mezheplerle ve onlara benzeyen Dürzilik, İsmaililik ve benzeri inanç türleriyle “teoloik biraderliği”ni kolaylıkla konuşabilir. Eğer en veciz “İlah” tarifi olarak İhlas düzleminde “Yegâne Kutsal, Ahad olan Allah’tır!” ve onun ardından da -dine giriş ikrarının tali kısmı olarak- “Muhammed, O’nun kulu ve elçisidir” diyen bir İslamî anlayışın mevcut Hıristiyan inancıyla konuşabileceği hiçbir asgarî müşterek kalmamıştır, yoktur. Peki, hiç mi yoktur? Vardır elbette, ancak o da Hıristiyanlığın “Barnabas İseviliği”ne dönme hususunda yardım ve tavsiyelerden ibarettir. Muharref Müslüman (!) icadı Günümüzde Yahudi ve Hıristiyanlığın durumu, bir bakıma cürmünü kabul etmiş suçluların kendisine “suç ortağı” araması gibi bir şey sayılır. Ya da “tüm suçsuzları kendi suçlarına benzer bir cürmü işler şekle getirmek iştiyakı” da denilebilir buna. Hatta Batılı ruhban, suçlu-suçsuz ayrılığının sorun olduğuna ve mutlaka aynı günahta benzeşmesi arzusunun olmazsa olmazlığına öyle inanmıştır ki, her ne inanç ve imanda olurlarsa olsunlar, kimsenin temiz kalmış olacağına aklı yatmamaktadır. Ve görünen temizliğin göreceli olduğu saplantısıyla ellerine pertavsızı alarak müsteşrik urbaları içe- risinde Kur’an’a hücum ediyor ve onun İncilleşmiş veya Tevratlaşmış yanını aramaya koyuluyorlar. O da olmadı, Kur’an’ı İncilleştirme/Tevratlaştırma yöntemleriyle muharref şekle getirmek için ellerinden gelen her şeyi yapageldiler, yapagidiyorlar. Bu sebeple İslam tarihi, aynı zamanda bir sahte peygamberler resmigeçidi olarak karşımızda duruyor. Ta inancın bidayetinden itibaren ortaya çıkan Müseylemetü’l-Kezzap ve Bint-i Cahş gibi “ilahiyat kalpazanları”, Hak Din’in Hıristiyanileşmesine/Musevileşmesine çanak tuttular. Ancak “Diyar-ı Mü’minin”de sahte peygamber mayası tutmadı. Yukarıdakiler ve Abdullah İbni Sebe gibi birtakım dönmeler bir başka yol denediler ve “tekçi inanç” “Hululiye” metoduyla “Üçlemeci” şekle sokulmaya çalışıldı. Bu metotta Yusuf Kemal Bozok kısmî muvaffakiyet sağladılar ki günümüzde adı “Sebeiyye” olmasa da hulule inanan bir Nuseyriyye yaşamakta: Derezilik, Aliilahilik ve İsmaililik... Yukarıda diyalog olarak önerdiğimiz bu ekoller, kol kola girerek Hıristiyanlığa bu nedenle zorluk çıkarmayacaktırlar. Toplayacak elma arayan Vatikan’ın trajik hali Hiç düşündünüz mü, Caferilikte imam sayısı neden 12’dir ve bu imamların sonuncusu da kayıptır? Yukarıda söz edildi, Hıristiyanlıkta da havari sayısı 12’dir ve bunlardan sonuncusunun durumu tartışmalıdır. Bu benzerlik nereden geliyor? En önemli benzerlik de imamların ve havarilerin “masum” olmaları… Yukarıda yazılan şu cümleyi bir daha kayda geçirelim: Hıristiyan inancının peygamberleri olarak “Havariyun” vahye muhataptır; azizler de bu peygamberlerin ashabıdırlar. (Tıpkı İran inancında yer alan Ayetullahların azizler olması gibi yani.) Tekrar yukarı dönelim, noktalı virgül koyduğumuz durağa. Ne demiştik? “Pek çok soyut tanrılı inanç da Hıristiyanlıkla aynı düzlemi kullanıyor, İslamiyet ise yalnız başına diğer durakta…” Bir bakıma aritmetikte sıkça sözü edilen “elmalar ve armut” dilemmasının dört işlemi zorlayan, hatta imkânsız kılan durumu gibi… Ne diyor aritmetik -kendi kuralları içerisinde-? Elma ve armut elemanları birbiriyle toplanamaz veya birbirinden çıkartılamaz. Yani üzerlerinde herhangi bir işlem namümkün… Eğer her ne pahasına olursa olsun, Hıristiyan âlemi ve hususiyetle “Papa Efendi” bir elma olarak diyalog peşindeyse de kendilerine ancak “elmalar” düzlemi en uygun ortamı sunar. Yok, aradığı armutsa, hakiki armut bir tane ve kimyası bambaşka… Ancak armuda benzeyen “ahlat” adındaki cins meyvenin varlığı da bir gerçek; bunun İslam âlemindeki karşılığı yukarıda, Batıniyye içerisinde örneklendi. Sayıldığı üzere Papa ve avenesi, İslam âleminin hangi kesimiyle “teolojik diyalog” kuracağının analizini somut olarak yaparsa, bazı girişimlerinde boşa kürek çekmemiş olurlar. Ancak anlaşılan o ki, diyalog düşkünü Vatikan, önerdiğimiz sektörle diyalog konusunda çok umutlu değil. Biz de o kanaatteyiz. Ancak bu kanaatimiz, akaid noktasındaki uyumsuzluk sebebiyle değil, siyaset noktasındaki zıtlıktan kaynaklanmakta. Bu aşılabilir! Eğer Vatikan bunda da ümitvar değilse, diyalog için sözünü ettiğimiz “elmalar” durağının sakinlerinin kendisine ne ilahiyaten, ne de siyaseten zorluk çıkaracağını zannetmiyoruz. Bu itibarla rotayı uzak Asya’ya çevirmesi, kendisini hayal kırıklığına uğratmayan bir neticeye taşır. Eğer kendini iyi anlatır ve maddî bedelini öderse başarılı bile olur. Aslında bunu örneklemiş durumdalar kendileri; çok değil, elli sene önce Uzakdoğu mistizmine inanan Güney Kore, şimdiden eski inancını terk ederek yarı yarıya Hıristiyanlığa inanır sayıya gelmiş ki tarikatları kendilerine has: “Moon”... Uzakdoğu’nun diğer inançlarını Moonlaştırmak, bir tek “Ehl-i İhlas Suresi”ni yoldan çevirmekten daha kolay; o dinlerin politeist bağlıları, hiç olmazsa “trinity”e muhtaç namzetler olarak adreslerindeler. Aslında inanmak, ya birdenbire ya da peyderpey… Peyderpey durumun sırası ise politeizm, trinity, düalizm ve en sonunda “ahadiyet” şeklinde yükseliyor. Paragrafın başında verdiğimiz örnek nedeniyle “elmalar” demeye devam ettiğimiz inançların başında elbette “Budizm” gelmekte. Günümüzde kos- koca Çin, Budist inancındadır. Onunla birlikte Çin ve Hindi devletleri de Buda’ya inanmaya devam etmekteler. Nereden baksanız 2 milyar insandan söz ediyoruz, belki daha da fazla. Budizmin dışında Brahmanizm ya da Hinduizm bağlıları da en az Budacılar kadar kalabalıklar. Öte yanda Konfiçyusçuluk ve Japonların Şintoizmi de yeterince kalabalık cemaatlere sahip ve Uzakdoğu dinleri olarak insanlığın inanç coğrafyasında bir yekûn teşkil ediyor. Siz hiç duydunuz mu Papa’nın Budistler yahut Hinduistlerle diyalog arayışına girdiğini? Ben duymadım! O halde nedendir Sünni İslam’la “İlle gel, anlaşalım!” ısrarı? Üstelik yüz ya da yüz elli yıldır üzerinden buldozerler geçmiş Sünni dünyanın pejmürdeliği ortadayken… “Pejmürdelik” derken, ekonomik süflilikten söz etmiyorum, akaid ve amelî müflisliktir derdim… Bunun bir tek nedeni olsa gerek: Efendimiz Hazretleri diyor ya bir hadisinde, “Yahudilik yetmiş bir fırkaya ayrıldı, bunlardan biri kurtuldu. Ümmetim ise yetmiş iki fırkaya ayrılacak, onların da bir fırkası, kurtulanlardan olacak”. Bilmiyorum benzetmek uygun düşer mi, ama galiba insanlık da yetmiş dine ayrılacak ve bunların aralarından sadece biri kurtulacak. Yukarıda sözünü ettiğimiz üzere Hıristiyanlar, cürümlerinin farkına varmışlar. Ancak cürümperestliklerinin –tatmadığımız için tadının ne menem bir şey olduğunu anlayamadığımız “suç aroması”nın verdiği hazdan vazgeçemeyen- iflah olmaz koliklerinden kendilerine “suç ortağı” arıyorlar. Galiba suçlular denizinde temiz kalmış tek “Fırkay-ı Naciye” ya da “Din-i Naciye”yi de parçalarından tutmuş şekilde ateş bahrine çekmeye çalışıyorlar. Paçayı kaptırmamak elzem! Evet, paçayı kaptırmamak elzem ama bunu başarmak mümkün mü? Yani aşağıya çekmeye çalışanları yukarıya çekmeye uğraşmaktan söz ediyorum… Bu mümkün görünmüyor. Zira Müslümanlar, Hıristiyanların inandığı İsa’ya da inanıyor, Yahudilerin inandığı Musa’ya da. Tevrat’a da inanıyor, İncil’e de… Buna karşın hem Hıristiyan, hem de Yahudi, Hz. Muhammed’i tanımıyor/kabul etmiyor. Bu sebeple galiba Müslümanlardan istedikleri, peygamber olarak tanıdıkları İsa’da birleşmek, sonra da her iki grubun da tanıdığı Musa’ya gitmek… Evet, evet, saklı Hıristiyanî hedef olarak varlığını tahmin ettiğim “Musa’ya gitmekten” söz ediyorum. Zira “İsa’nın değil, ama Hristos’un dini” can çekişiyor. Başta Papa olmak üzere tüm Hıristiyan âlemi bunun farkında. Bir önceki Papa neden istifa etti sanıyorsunuz? Papalık tarihinde hiç örneği olmayan istifa olayı, sabık Papa’nın, yaşanmakta olan Hristiyanlıktan umudunu kestiği şeklinde yorumlanmıştı otoritelerce. Sebeb-i İslamofobya Gidişat, nihaî menzili flu da olsa gösteriyor. Hıristiyanlık can çekişiyor ve yeryüzünden kalkması mukadder bir inanç olarak -gün demeyelim ama- yıl sayıyor. Her ne kadar dünyanın çeşitli ülkelerinde 2 milyonu aşkın insan Pazar günleri kiliseye gitseler de bu davranışları onların “mümin” olduklarına delalet etmiyor. Bir nostaljik alışkanlık tekrarı olan Pazar ayinlerine iştirak, “sinemaya gitmek” kadar antiteolojik bir rutin olarak yer tutuyor Batılı familyalarda. Kimsenin Baba’ya, Oğul’a ve Ruhü’l-Kudüs’e inandığı yok. Bunlar birer folklorik figür, tıpkı Kristmıs’ta “Ho ho!” diye evleri dolaşıp çocuklara sanal hediyeler dağıtan Noel Baba gibi. Hepsi bu! temmuz 2015 39 haberajanda DOSYA Yukarıda “Musa’ya gitmek” gitmek dedik ya, madem içi boşalmış Hıristiyanlık gerçek kurucusu sayılan Pavlus’un bidayetteki inancına rücu etmek istiyor, tutan mı var, gitsin öyleyse. Müslümanları da katara dâhil etme ısrarı neden? Neden mi? Sorunun cevabı şu: Evet, Hıristiyan ruhbanları aslında, bir nevi mezhebi oldukları Din-i Musa’ya teslim niyetindeler, fakat sıradan Hıristiyanların böyle bir tercihleri yok. Fanatik ruhbanlar ve İslam düşmanı din tarihçileri onları rahat bıraksalar, -bir dine gereksinim duyuyorlarsa- gidip teslim olacakları tek mabet, sinagog değil, cami olacaktır. Oluyor da… Ruhban-ı İseviyye, teslim olunan yerin neresi olduğunun dökümünü yapmış. Günümüzde din değiştirenler, baskın bir oranla Hıristiyanlar ve bunlardan neredeyse tamamı İslamiyet’i tercih ediyorlar, Uzakdoğu dinlerini değil, Museviliği ise hiç değil, hem de onca kara propagandaya rağmen. Son yılların en çok sözü edilen dinler arası hoşgörüsüzlüğün bariz örneği olarak adı konulmuş İslamofobya nereden çıktı? Çıkmadı efendim, çıkartıldı! Hıristiyanlıktan kaçışı durdurmak için tek yol, bir zamanlar komünist dünyanın “hür âlemi” cehennem diye göstermesi gibi, İslamiyet’i bir nevi Drakula pratiği olarak göstermek… Hıristiyan âleminin din tarihçileri, İslamofobya çıkmadan evvel de İslam dinini bir nevi “şeytan inancı” olarak gösteriyorlardı ki Müslümanlar da “şeytan ayetleri”ne inanan kan içicilerdi. Buna inananların bugün başlarına gelene bakınız! Evlatları, şeytana tapınan Satanistler olarak kedi kanı içerek çıkıyorlar babalarının karşılarına. Ya siz? Gerçeği “şeytan dini” diye tarif ederseniz, sizin sizden 40 temmuz 2015 kaçan evlatlarınız da yine sizin tarifiniz üzere izbelerde, bir nevi kendi Satancı Müslümanlıklarını kurarlar. Alma mazlumun ahını!.. Bunca iletişim kolaylığına rağmen Batı’da yazılan antiMüslim kaynaklar, hâlâ Din-i Mübin’i 99 tanrılı bir politeist inanç olarak reklam ediyor ve Esma-i Hüsna’da geçen her ilahî hususiyeti, bir başka ve bağımsız kutsal olarak lanse ediyorlar. Pes vallahi! Kozmik Oda’daki sır “İslamî terör” diye diye çekirdek yapılar oluşturup kökü “slm”, yani “barış”tan gelen İslamiyet’in yaygın olduğu topraklara enjekte ettikleri ölüm virüsleri, bazı beyinsiz maceracıların katılımıyla büyüyen kartopu gibi etrafa zarar vermeye başladığında Batılı mühendisler, bakir zihinlerde oluşturdukları İslamofobiyle kaçışı önlemeye giriştiler, lakin nafile, üç tanrılı araftan firar devam ediyor. O halde ne yapsın cürümlerine ortak arayanlar? İşte bu sorunun yanıtı ve son çare olarak “cenneti kirletmek” kalıyor. Böylece “diyalog” adı altında gerçeğe kaçışı ters döndürmek ve “yalancı Mekke’den hakikî Kudüs’e” teolojik bir hat kurmak gayeleri. Lakin bu mümkün değil, onca çaba, emek ve para boşuna! Belki Vatikan da bunun farkında, ama son bir umut ve son bir çaba işte! Ya da yel kayadan ne koparırsa… Oysa çözüm kolay: Yukarıda denildiği gibi tek yol, “Yuhannacılığın Barnabaslaşması” olarak Türk Genelkurmayı’nın “kozmik oda”sında saklı duruyor. Evet, iddia bu! Barnabasçılığın son kitabı Türkiye’de ve denildiği gibi Genelkurmay’ın kasasında dinlenmede… İlginç değil mi? Öyleyse Genelkurmay elindeki Kutsal Barnabas’ı neden hapsediyor da ortaya çıkarıp gerçeği ifşa etmiyor? Bu soruyu Genelkurmay’a sormak lazım, cevap onlarda zira. Gelelim şimdi Barnabas’ın Türkiye serüvenine... Hint orijinli Mitra dinine inanan Bizans İmparatorluğu, Antakya üzerinden Anadolu’ya giren “İseviliğe” karşı tam 300 yıl mücadele etti. Yahudi bölgesinden neşet eden “yeni inanç” karşısında çaresiz kalınca, siyaseten Hıristiyan olmaya karar verdi. Ancak İmparator ve ona bağlı “derin Bizans” gizli bir oyunun peşindeydi: Vaktiyle devletin İranlılardan düalist/ ikilemeci olarak ithal ettiği “Pers Mitraizmi”ni nasıl “Mısır Osirizmi”nin etkisiyle teslis/ üçlemeci yapmış ve kendine has bir “Roman Mitraizmi” şekline sokmuşsa, şimdi de aynı metodu İsacılık üzerine uygulayacaktı. Derin Bizans, Vahdetî/Birlemeci İsa inancını bilhassa Kapadokya civarında kümelenen saklı kiliselere saldığı “münafık ruhaniler” formatında donatılmış ajanları vasıtasıyla iki tanrılı hale getirmenin “ilahî PR”sini yaptırdı ve bunda çok başarılı oldu. Daha sonra tanrı sayısın üçletti ve tabiî ki aynı başarı, bu düzlemde de sağlandı. Proje arazide tamamlanmıştı, son ayak olarak ülkenin değişik noktalarında “embedlenmiş sahte azizler”, üç tanrılı İseviliğin -ki artık ona İsevilik değil, Hıristiyanlık demek gerekiyorkitaplarını yazdılar. “Pavlus” adlı ve mürtet olduğu iddia edilen bir Yahudi rabbisini referans alan bu kitapların finansman ve fikriyatının tamamı derin Bizans’a aitti. Bir süre okutuldu bu kitaplar kilise kürsülerinden, hatta bulundukları yerin yerel kalemleri tarafından çoğaltılıp yeni benzerlerinin çıkması için teşvik edildiler yerel devlet ricali tarafından. Proje şimdi gerçekten de tamamlanmıştı. Lakin eski kuşak İsevilerden bazıları, tek tanrı inancında direniyor ve tanrı sayısını üçlememekte diretiyorlardı. Hatta bunların ellerinde, çok önceleri kaleme alınmış bazı kitaplar da vardı ve bu “delalet ruhbanları”, söz konusu kitapları referans alıyorlardı. Son olarak devlet, Ehl-i Delalet’e karşı tam bir cadı avı başlattı: Vahdetçi İseviler, üç tanrılı Hıristiyan güçleri tarafından bulundukları yerde yakalanıp ibret-i âlem için çarmıha gerildiler. Evlerinde bulunan kadim kitaplarsa “kâfirlerin saçmalıkları” ilan edilerek meydanlarda yakıldı. Nihaî vakit geldi çattı ve İmparator bir gün çıkıp, “Hıristiyanlık üzerindeki yasağı kaldırıyorum!” diye beyanat verdi. Bu beyan karşısında herkes şaşırdı, ancak bunun bir proje olduğunu bilen derin Bizans elemanları, başarının verdiği zevkle “Kutsal Şarap” içmek için Barba Yani’nin meyhanesine gittiler. İmparator’un hamlesi bitmemişti. Vasileas, ilk açıklamasının üzerinden çok geçmeden, kendisinin de Hıristiyan olduğunu, bundan böyle mütedeyyin Hıristiyanların saklı kiliselerde ibadet etmelerine gerek kalmadığını duyurdu kamuoyuna. Hatta bununla da yetinmedi ve devlet kontrolündeki Apollon tapınakları ve Mitra mabetlerinin kiliseye çevrilmesine karşı çıkmayacağını, bu değişimde bir mahsur görmediğini beyan etti. Çünkü Kayser, sonunda anlamıştı ki Hıristiyanlıkla Mitracılık arasında pek bir fark yoktu, neredeyse aynılardı. Konstantinopol şişkosu Kayser Konstantin’in tarihî açıklaması bu minvalde yansıdı kamuoyuna ve devrin tarih kitaplarına. Tabiî eski ve yeni inanç arasındaki bu benzeşmenin saray kaynaklı bir proje olduğunu kimse bilmedi. Bununla kalmadı İmparator, yeni Yusuf Kemal Bozok inancı devletin resmî dini ilan etmek niyetindeydi. Ancak bir sorun vardı! Aradan geçen 300 yıl içerisinde o kadar çok İncil çıkmıştı ki ortaya, sayısını ancak Allah bilir. Bunların arasında bir ayıklama yapmak gerekiyordu. Tanrı İsa’dan vahiy alan havari peygamberler tarafından yazılan İncillerin dışındaki kitapların kutsal sayılmasının olanağı yoktu. Bununla birlikte bazı peygamberlerin kaleme aldıkları kitaplara sonradan “yadırgı eller” tarafından katılan eklemelerin “temel inanca” uymadığı da aşikârdı. Bu itibarla mevcut kitapların incelenmesi ve “yalan yanlış” olanların ayıklanmasını da devlet yapacaktı. İmparator 325 yılında, İznik’te bir konsil topladı. Elinde kitap olan herkes ve her kilise İznik’e davet edildi. Kitaplar, her biri ülkenin değişik bölgelerinden gelen dinî otoritelerden müteşekkil ve birbirinin dilini anlamakta zorlandığı bilinen üyelerden oluşan bu konsile sunuldu. Kanaatimizce bizzat devlet eliyle yazdırılmış ya da “nova siyasete” göre yeniden dizayn edilmiş olan dört kitap dışında kalan tüm yazmalar -300 küsur kitap- resmî direktif doğrultusunda elendi ve yakılarak ortadan kaldırıldılar. “Masanın üzerinde” Matta, Luka, Markos ve Yuhanna İncilleri kaldı. Onlar üç tanrılı inancın dört kitabı olarak resmî kabul gördü ve kendi aralarındaki onlarca çelişkiye rağmen kutsal kabul edildiler. “İyi haber” anlamında “Evanjel” de denilen bu dört Kanonik/ Aydınlık Bibel, resmî kabul gören İnciller olarak biliniyorlar günümüzde de. Hıristiyan teolojisinde bu dört kitabın dışındaki İncillerin genel adı ise “Apokrif İncil”. Yani “varlığı kabul edilen, ancak içeriği kabul edilmeyen” İncil… İşte bu Apokrif İncillerden biri de “Barnabas İncili” olarak biliniyor. Roma Kilisesi tarafın- dan yasaklanan Barnabas İncili, belli ki İznik Konsili’nin “kitap katliamı”ndan bir şekilde kurtulmuş ya da bir köşede saklı kalmış yahut da zamanında kopya edilmiş olması sebebiyle mevcudiyetini korumuş. Hazreti İsa’nın şakirtlerinden Barnabas tarafından yazılmış olması nedeniyle onun adıyla anılan söz konusu İncil’in en eski nüshası, 1709 yılında Prusya/Alman Kralı’nın saray danışmanı Krimer’in kitaplığında bulunmuştu. Başta Vatikan olmak üzere tüm Hıristiyan âlemi, İtalyanca lisanıyla yazılmış olan Barnabas nüshasının orijinal olmadığı ve zaten bir orijinal Barnabas’ın da bulunmadığı gerekçesiyle kitabı reddetti. Hz. İsa’nın anadili Aramiceydi ve Latince bir kitabın “kalp” olduğu gün gibi aşikârdı. Ancak Hıristiyan dünyasının Krimer’in kitabını reddetmesinin asıl sebebi Latince ya da İtalice oluşu değildi. Kitap, teslis inancına uygun olarak kaleme alınmamıştı, “Vahdet”e inanıyordu ve ona göre Hz. İsa tanrı değil, insandı; dolayısıyla havariyun da peygamber düzinesi sayılmıyordu, sadece ashab-ı İsa’ydı. Tabiî sadece bu değildi Barnabas’ın kitabının reddine sebep olan satırlar. “Kıbrıslı Şakird”in yazdığına göre, Hazreti İbrahim’in kurban etmeye niyetlendiği çocuğunun “İsmail” olduğu da kitabın iddiaları arasındaydı. Barnabas, kurban mevzuunda Müslümanlarla aynı ağzı kullanıyor, Musevileri ve Hıristiyanları yalanlıyordu. Zira onlara göre İbrahim’in kurbanlık evladı İsmail değil, İshak’tı. Kitabın bir başka iddiası da Hz. İsa’nın, kendinden sonra gelecek peygamberin adını “Ahmet” şeklinde veriyor olmasıydı. Bunlara benzer birçok sıradışı iddia, Krimer Barnabas’ının reddedilmesi için yeter de artardı bile. Bırakın yazı dilinin Latince olmasını, Aramice de olsa sonuç değişmezdi, değişmedi de. Salamisli Yusuf Konuya girmeden evvel Aziz Barnabas’la ilgili olarak iki çift laf etmek de gerekiyor. Barnabas 1. yüzyılda, yani Hz. İsa ile çağdaş olarak Kıbrıs-Magusa yakınlarındaki köyünde yaşamış olan varlıklı bir ailenin çocuğuydu ve elbette Musevi’ydi. Asıl adı da Joseph Diyani, yani “Yusuf ” idi. Köyünün adı sebebiyle “Salamisli Yusuf ” olarak bilinen Barnabas, gençliğinde bir sebeple –belki hacı olmak için- Kudüs’e gitmişti. Orada yeni dinini vazeden Hz. İsa ile tanışması da bu seyahat sebebiyle oldu. Duyduklarından çok etkilendi ve seyahatini uzatarak Peygamber’in etrafında vakit geçirmeye başladı. Bu tanışma ve İsa’nın hayatı- temmuz 2015 41 haberajanda DOSYA sayfa sayfa veriliyor. Tercüman, daha ilk sayfada elindeki fotokopilerin ne kadar önemli olduğunu anlıyor. Zira müellif, kitabına daha ilk sayfaya “Ben, Kıbrıslı Barnabius” diye başlamış ve devamla “Tespihe layık Âlemlerin Rabbinden bir bütün olarak Ruhü’l-Kudüs’le Meşaha’ya vahyolunanı tıpkı İsa’dan duyduğum gibi sadakatle, 48 gök yılları sonunda dördüncü nüsha olarak aynen yazıyorum” niye not düşmüştü. İfadelerden anlaşıldığına göre bu nüsha, kayıp iki kitaptan birincisi değil, külliyatın dördüncüsü, yani orijinal İncil. Bu sebeple daha önce bulunan iki kitabın “Siyer-i İsa” hususiyetini kat kat aşan bir değere sahip. na dâhil olması onu “havariler” arasına dâhil edip etmediği ikircikli; Barnabas’ı havariyundan sayanlar da var, saymayanlar da. Ancak sonunda bir İncil yazdığına göre, babasından kendine miras kalan Musa Peygamber’in inancından İsa Peygamber’in şeriatına evrildiği anlaşılıyor. Bununla sınırlı kalmadı Salamisli Yusuf, bu arada kitap yazmaya da başladı. Zamanla yazdığı kitap sayısını bir değil, dört adete çıkardı. Denildiğine göre Barnabas’ın ilk üç kitabı birbirinin kopyası ve bir nevi birer hadis kitabı ya da “Siyer-i İsa”. Dördüncü kitapsa “ayetler ve yorumlar şeklinde tanzim edilmiş”. Yani “orijinal” İncil ve tefsiri... Tahminlere göre Barnabas, M.S. 75 yılında hayatını kaybetmiş ve doğum yeri olan Salamis köyüne defnedilmiş. Mezarının, bölgede Hıristiyanlığın meri olduğu 577 yılında bulunduğu biliniyor. Mezarı bulan ve açanlar cesedin bozulmamış olduğunu görünce bir aziz kişiyle karşı karşıya kaldıklarını anlıyor ve saygıda kusur 42 temmuz 2015 etmiyorlar doğal olarak. Cesedin göğsü üzerinde buldukları bir el yazmasını, kutsiyetine binaen öpüp başlarına koyuyor ve Kıbrıs Başpiskoposu Anthemios’a götürüyorlar. Anthemios hemen anlıyor onun bir İncil olduğunu; hem de özgün ve aykırı… Başpiskopos, kitabı Bizans’a götürüp zamanın imparatoruna sunuyor. Buna karşılık Kıbrıs Kilisesi “bağımsızlıkla taltif ediliyor”. Kıbrıslı Barnabas’ın dört kitabından ikincisinin hikâyesi de burada son buluyor. Peki, nerede şimdi İmparator Zenon’a sunulan ikinci kitap? Bilinmiyor! Bizans’ın alacakaranlık saraylarının desiseleri arasında yok olup gitmiş de olabilir, zaman zaman sözü edilen “Ayasofya” veya “Çemberlitaş” sırları arasında da, bakmak gerek… Üçüncü kitabın hikâyesi Geçelim şimdi üçüncü kitabın hikâyesine. Bu hususta bilinen şu: 1980’lerin başında, o dönemde Hakkari’nin bir ilçesi olan Şırnak sınırları içerisinde yer alan Uludere arazisi içindeki bir mağarada el yazması bir kitap bulunduğu haberi bölgede yayılıyor. Oldukça eski ve anlaşılmaz bir dil ve alfabeyle yazılmış olan kitabı bulan köylüler, kitabı aşiretlerinin reisi olan Ferhan Babat’a teslim ediyorlar. Kitapla ilgili haber çevrede yayılınca, bölgeden sorumlu Jandarma ekipleri, Babat aşiretine baskın yapıp tarihî eser kaçakçılığı gerekçesiyle söz konusu kitabı ele geçiriyor. Bu anlaşılmaz el yazması hususunda yapılacak en iyi işi yapan Jandarma komutanı, durumdan Ankara’yı haberdar ediyor. Bir kuryeyle başkente yollanan kitabı Genelkurmay teslim alıp Özel Harp Dairesi’ne zimmetliyor. Günümüzdeki adı Seferberlik Dairesi Komutanlığı olan ve uzun zaman “kontrgerilla” suçlamasıyla etkilenen söz konusu dairenin komuta kademesi merak etmiş olmalı ki, el yazması kitap, dünyada sayıları bir elin parmağını geçmeyen Aramice tercümanlardan birine kitabın çevirilmesi isteğiyle Tercüme devam ederken adını buraya yazmadığımız tercümanın kitap haberini bir ulusal gazeteye çıtlatması üzerine Genelkurmay rahatsız oluyor ve sayfa fotokopilerini de söz konusu çevirmenden alarak ana bina olan “Aslanlı Bina”daki Kozmik Oda’da bulunan aslının yanına koyuyor. Üst üste üç kapıdan geçilebilen bir odada saklı tutulan Barnabas’ın son yazmasıyla ilgili olarak tüm bilinenler bundan ibaret. Kimileri “Özgün kitap hâlâ Türk Genelkurmayı’nın kozmik odasında” diyor, kimileri de “Oradan çıkarıldı, başka adreslere taşındı”. Gerçeği bilense “Genkur” ve devletin en başındakiler, lakin onlar da suskunluklarını bozmak niyetinde değiller. İşin garibi, konuyla ilgilenen birkaç adam bugün yaşamıyor. Bunların başında da merhum Muhsin Yazıcıoğlu geliyor. Büyük Birlik camiasının, “Muhsin Başkan”ın Keş dağında, bir helikopter kazasıyla “öldürülüşü”nü bu konuya bağlayanlar da var. Zira Başkan’ın, sağlığında bu konuyla çok yakından ilgilendiği biliniyor. Hatta ölümünün arefesinde konuyu dünya kamuoyuna Yusuf Kemal Bozok duyurmak niyetiyle harekete geçtiği ve bazı arkadaşlarına projeler hazırlattığı da duyumlar arasında. Ziyaretçiler Malum, dünyanın ünlü liderleri yerlerinde durmaz ve sık sık seyahate çıkar, ya kendilerine yakın buldukları ülkelerin dışişlerine kendilerini davet ettirir ya da o ülkenin liderine iade-i ziyaret maksadıyla resmî geziler yaparlar. Bundan doğal bir şey yoktur. Ancak aynı eylemin doğal olmayanı da vardır! Dünya liderlerinden iki isim ya da iki makamın sahibi vardır ki, bunların ziyaretleri doğal karşılanmaz. Zaten onlar da zırt pırt yerlerinden ayrılıp bir başka ülkeye gitmezler. Sözünü ettiğimiz iki makamdan biri “İngiliz tahtı”, diğeri de “Vatikan koltuğu”dur. Yani “Majeste ve Papa”… Eğer Majeste bir ülkeyi ziyaret ediyorsa, orada dünya çapında bir değişiklik olacak demektir. Bunun gibi, Papa’nın ziyareti de olağanüstü bir sebeple yapılmış olduğu anlamını taşır. Bu ziyaret, politik olmaktan daha ziyade teolojik sebepledir. Son on yıl içerisinde Türkiye’ye Majeste bir sefer yaptı: 2005… “Vatikan’ın Sezar’ı ve dolayısıyla Hıristiyan Katolizminin hükümdarı sayılan Papa ise iki kere… Papa’nın seyahati, iki ayrı isim olarak gerçekleştirildi. Vatikan’ın Sezar’ı, son seferini 2014 yılında yaptı. İngiliz Majestenin gelişiyle Türkiye’de yapılmak istenense artık biliniyor, zira onun gelişinin hemen akabinde “Ergenekon dosyaları” açıldı. Ve kökü Washington’un dışındaki bir başkente bağlı olduğu bilinen Ergenekon örgütü çökertildi. Mevzubahis örgütle birlikte bağlı olduğu başkentin, yani “Kıta Avrupa”sının merkezi olarak bilinen Berlin’in Ankara üzerindeki karabasan hali berhava edilmiş oldu. Geçen yüzyılını Kıta Avrupası’nın (Alman-Fransız ortaklığına “Almofrans” diyoruz malum) sisteminde, yani parlamenter demokrasi işletmesiyle laik ve ulus devlet formatında geçiren Türkiye, o defteri kapatmak üzere harekete geçirildi. Uluslararası tariflerde “Fransızish paradigma” olarak bilinen 20. yüzyıl uygulaması, yerini “Americanish paradigma”ya, yani “başkanlık sistemi” içerisindeki eyalet yapılanmasına bırakacak. Tabiî toplum da laik değil, seküler formata geçirilecek. Bu sebeple ülkenin Beştepe’si, “Çatlasanız da, patlasanız da başkanlık sistemine geçilecek!” anlamına gelen sözler sarf ediyor ya... Artık belli oldu ki, Türkiye Cumhuriyeti’nin ikinci asrı, yani 21. yüzyıl, “Ada Avrupa’sının”, yani Anglosaksonların nüfuz sahasında geçecek. Çünkü “Patron/Majeste mutlu (!) son istiyor”. Bu yüzden Londra Kraliçesi, kırk yılda bir yaptığı yurtdışı seyahatini 2005’te Ankara’ya yaptı. Son Papa Gelelim halef selef Papaların iki Ankara ziyaretine… Soru şu: Majeste’yi anladık da “Vatikan Kralları” niye geldiler Türkiye’ye, hem de iki kere? Cevap olarak ilk söylenecek söz şu: Henüz Papa ziyaretlerinin ortaya çıkmış olan bir sonucu yok. İkinci söylenecek söz ise şu: Ziyaretlerin belli birer sonucu olamaz. Zira siyasî değil bu ziyaretler, dinî. Peki, hangi manada dinî? Gelin burada yazının başlığını bir kez daha hatırlayalım: “Mesih geldi, Ankara’da dinleniyor!” Başlık bizi tekraren Mesih mevzuuna savurmuş olsun ve oradan devam edelim… Malum, şimdiye kadar konuyla ilgilenen tüm toplumlar, bekledikleri Mesih’i kanlı canlı bir insan olarak tasvir ettiler. Peygamberlerin de bir nübüvvet sırrı olarak birbirine aktarageldikleri “Mesih” bir kişiydi nihayet, ancak “Peygamberlerle avamın ‘Mesih’ dediği kişi aynı şahsiyet sayılır mıydı?” derseniz, kanaatimizce değildi. Zaten bu nedenle tarihin derinliklerinde sayısız sahte Mehdi/Mesih zuhur etti. Ancak bunların tamamı sahteydi ve bugünden sonra da -dünyanın neresinde olursa olsun- sıradan avamiyetin beklentisine cevap veren “Beklenen Halaskâr zuhuru” kalp olma geleneğini sürdürecek. Çünkü... Bidayette iki “Beklenen geleneği” oluşmuş olmalı. İlk Beklenenlerin hakikisi, Hz. Âdem’in, oğlu Şit Peygamber’e haberini verdiği “O” idi. Aynı zaman zarfında kardeşini öldürdükten sonra uzaklara kaçan Kabil toplumunda da bir “Beklenen kültü” oluşmak zorundaydı. Herhalde “Kurtarıcı” haberini evlatlarına bizzat ilk katil ve mücrim olarak sıkıntılar içerisinde bocalayan Kabil vermiş olmalı. Doğal olarak Kabil’in verdiği haberdeki Mesih, babasından duyduğu gibiydi. Toplum, onu kendince evirip çevirdi ve “sahte” durumuna getirdi. Böylece “Şit’in Mesih’i”ne paralel bir “Kabil Mesih’i” oluştu. Şit’in Mesih’i, peygamberden peygambere aktarılan bir haber olarak ve ilk tarifini koruyarak devam etti, fakat ete kemiğe bürünmedi. Bununla birlikte Kabil’in Mesih’i, çok bereketli bir damar olarak her toplumun sıkıntılı anında zuhur edip durdu; belki de 120 bin kere... (Yani rivayet edilen peygamber sayısınca Kabil Mesih’inden söz etmek mümkün, belki de daha çok.) Beklenen’i günümüzdeki biçimiyle İsa Mesih olarak anlayalım ve yazmayı bu kanalda sürdürelim… Ne diyor konuyu Meryem oğlu İsa’nın şahsıyla müşahhas hale getiren fikir sahipleri? “Ahir zaman kıyamet alamet- lerinden biri de İsa Mesih’in zuhuru... İki bin yıl evvel benzerinin çarmıha mıhlandığı an Müslüman tasavvuruna göre göğe çekildiği söylenen Meryem’in Oğlu, Şam’da bir caminin küçük minaresine inecek yahut bir mağaradan çıkıp gelecek, sonra da dünyadaki ikinci serüvenine devam edip gidecek.” Evet, söylenen bu! Bu noktadan sonra Müslümanlar devamla diyorlar ki, “İsa Mesih geldiğinde İslamiyet’i vazedecek insanlara ve ‘Hıristiyanlık denilen yalanı’ bağlılarının yüzüne çarpacak. Ardından gür bir sada ile onları gerçek olan inanca, yani İslam’a çağıracak. Bu arada haçı kıracak, domuzu öldürecek”. Peki, buna karşı ne diyor Hıristiyan dünyası? Bilhassa Vatikan, Portekiz’deki küçük Meryem’in üç sırrı iddiasından devam ederek, “Hayır, İsa Mesih zaten Hıristiyanlığın Peygamberi değil mi? O halde niye geri dönüp ‘sapkın bir İsevi mezhep’ olarak ortaya çıkan Muhammediliği doğrulasın ki? Aksine, onu yalanlamaya ve son peygamberin kendisi olduğunu, buna bağlı olarak da Hıristiyanlığın son din, Bibel’in de son kitap olduğunu bir kez daha doğrulamak üzere dünyaya teşrif edecek”. Hatta o gelince doğal olarak Papa’ya gerek kalmayacak. Bu sebeple son Papa’nın da halen Vatikan tahtında oturan mevcut Fransis olacağını da bu sözlerine eklemeyi unutmuyorlar. Durum bu! Neden? Görüldüğü gibi her iki taraf da üçüncü tarafın bu hususu kabullenmemesine neden olan bir şey üzerine yoğunlaşmış durumda: Kanlı canlı bir İsa... Hatta Beklenen, bizzat İsa Peygamber’in kendisi... Soralım: İsa Peygamber gelince ne söyleyecek gerek İslam, gerek Hıristiyan dünya- temmuz 2015 43 haberajanda DOSYA sına bilinenlerin dışında ve yeni olarak? Hiç! İsa’nın söyleyeceği, iki bin yıl evvel ne söylemişse onun tekrarı olmayacak mı? Yani İncil’i veya İncil’de yer alan temel fikri bir kez daha duyuracak Meryem’in Oğlu. O halde neden gerek duyulsun ki iki bin yıl evvel yaşamış bir peygamberin yeniden zuhuruna? Zaten Hazreti İsa’nın tekraren gelişi bilinen bir şeyi bozar: Hazreti Muhammed’in “son peygamber” oluşunu... Yani İsa Mesih, zuhuru durumunda ister Hıris- tiyanlığı anlatsın, ister Müslüman şeriatı üzerine iman edip İslam’ı tekrarlasın, her durumda da Yüce Efendimiz’in uhdesinde olan “Hatemü’l-Enbiya” unvanını alır ve bizzat kendisi son peygamber olur. İlaveten, eğer Meryem Oğlu geldiğinde Hıristiyanlara İslam’ı anlatırsa, Vatikan açısından Hıristiyanlık “Hatemü’d-Din” olmaktan çıkar. Bunun gibi, eğer Hıristiyanların bin 700 yıldır inandıkları din gerçekse, ne diye Hz. İsa, “Mesih” olarak gelsin ki? Müs- lümanları cehenneme gitmekten kurtarmak için mi? O halde niçin 2 milyarlık Müslümanı da Çin ve Hindistan’da yaşayan 3 milyarlık sapkın insanlığı değil? Yok, eğer Hıristiyanlık sahteyse ve doğru olan Müslümanlıksa, niçin bu hakikati söylemek için İsa geliyor ki Hz. Muhammed dururken? Yukarıda denildi, “Efendimiz’in gelmesine hacet yok, zira Kur’an burada duruyor”... O Kur’an Hıristiyanlara da hitap ediyor “Beni okuyun ve bana dönün!” diye. Onlardan da okuyan okuyor, dönen dönüyor, dönmeyen ise Mesih’ini beklemeye devam ediyor: “Gelsin de bir kez daha söylesin iki bin yıl evvel söylediklerini...” Bu durumda Hz. İsa’nın dedikleri mevcut İncil’se, gelmesine zaten gerek yok, zira Hıristiyan âlemi, “peder” dedikleri papazlar aracılığıyla onu her Pazar dinlemeye devam ediyor. Buna rağmen “Kitap bana yetmiyor, bizzat İsa gelsin!” deniyor ve bugün yarın gelmesi bir İsevi iman umdesi olarak bekleniyorsa, o vakit bu analizden “Mevcut kitap yanlış ya da eksik” anlamı çıkıyor. Zaten Müslümanlar mevcut İncil’in yanlış ve eksik olduğunu söylüyorlar. Burada Müslümanlar kendi kendilerine sorsunlar: “O halde gerçek İncil nerede?” “Madem ağaçtan düşeceğimi bildin, öyleyse ne zaman öleceğimi de bilirsin” durumu yani... Kozmik Oda’nın misafiri Yeryüzünde muhtemelen Kur’an kat’iyetinde gerçek İncil yok, ancak gerçeğe en yakın bir İncil var. Onu da Kıbrıslı Barnabas yazmış, hem de tam dört adet. İşte size Mesih’in dediklerinin gerçeğini havi bir kitap! Yani bizzat değil, fakat ruhen Mesih’in kendisi... Hem de yüzyıllar önce İstanbul’a teslim edilmiş ve bugün halen ele geçirilememiş olan üçüncüsünü de hatırlatarak ortada dört tane Mesih var. 44 temmuz 2015 Yazının başında tarihçesine değindik; Birinci Mesih, yüzlerce yıl evvel İstanbul’a gelmiş, lakin Hıristiyanlar onu dinlememiş ve ilk Mesih’i yok etmişler. Daha sonra iki Mesih daha zuhur etmiş Hıristiyan âleminin birer köşesinde. Mesela bunlardan ikincisi Prusya Kralı’nın sarayında ortaya çıkmış ama orada da muhatap bulamamış. Bu durumda ne yapsın Mesih? Kendi bağlıları arasında sözünü dinleyecek, aklı başında bir kimse bulamayınca rotayı Müslümanlara çevirmiş, hem de onların en aklı başındaki kavimleri olan Türklere ya da Kürtlere. Hikâyeyi biliyoruz artık… 1980 yılında, yani tam 35 sene önce “Son Mesih” Hakkari’deki bir mağaradan doğruldu ve kendi gerçeğini haykırmak için gün yüzüne çıktı. Onun çıkışına Kürtler yardımcı oldu, demek ki “Mesih ordusu” onlardan oluşacaktı. Ancak oluşamadı. Çünkü onlar, “Mesih’i satma”nın derdine düştüler. Neyse ki Türkler imdada yetişti ve “Son Mesih’i” satılmaktan son anda kurtardılar. Bununla kalmadı, Ankara’ya getirip ülkenin en güvenli kurumunun en güvenli sarayında, “Kozmik Oda”da misafir ettiler. Yani Mesih geldi, Ankara’da dinleniyor! Soru şu: Mesih Ankara’ya teşrif ettikten sonra Papa’nın ülkemizi iki kez ziyaret etmesi bir tesadüf mü, yoksa bir punduna getirip “Mesih”i Türklerin elinden almak için düzenlenmiş bir program mı? Vatikan, Mesih’i alınca onun ne dediğini dinleyecek mi, yoksa daha öncekiler gibi yok mu edecek? Türkiye’nin bu ilk ziyarette Mesih’i vermediği anlaşıldığına göre, ikinci ziyarette verdiği düşünülebilir mi? Yahut Papa’nın üçüncü ziyareti ne zaman? Türkiye’nin elindeki koz Osmanlı’nın son döneminden miras kalan bir pelesengimiz var “Batı buna ne der?” diye. “Batı korkusu”nu yüreklerinde taşıyan oligarşinin kurduğu devletin adı “Türkiye Cumhuriyeti”. Zaman içinde Batı’dan ödü patlayanların dilindeki pelesenge bir de “Ya İsrail’i kızdırırsak” mottosu eklendi. Son on senedir pelesenk zenginlerinin altındaki diken miktarı arttı ve uçları daha da sivrilip “bizlengiç”e döndü. Çünkü bu süre zarfında ülkeyi idare edenler ne İsrail’in insanlık katili ve terörist bir devlet olduğunu bırakıyor, ne de çocukları öldürmeyi iyi bildiklerini. Bunun gibi Batı da nasibini alıyor “Vanminitist” idarecilerimizden. Peki, buna rağmen Batı ve İsrail neden etkin değil ülke üzerinde? Sordunuz mu kendinize, neden Batı’ya ve İsrail’e demediğini bırakmayan yöneticiler hâlâ iktidarda? Bunun gibi, dünyayı kasıp kavuran, en azından komşu Yunanistan’ı batma noktasına getiren “global kriz” bizi nasıl teğet üstüne teğet geçiyor? Neden, niye, nasıl?! Bu soruları daha da çoğaltabiliriz, ancak maksat hâsıl olduğuna göre fazla uzatmayalım… Yoksa Türkiye’nin elinde Batı’yı ve ona bağlı olarak İsrail’in elini kolunu bağlayacak bir koz mu var? O koz, Ankara’da dinlenmekte olan “Son Mesih” mi acaba? Başta Cumhurbaşkanı olmak üzere, yönetici kadronun yaslandığı bu koz, bizi böylesine cesaretlendirdiğine göre, “21. Yüzyıl ‘bizim yüzyılımız’ olacak!” iddialarını da hayalden gerçeğe döndürecek bir abartı olabilir mi? Kanaatimce hayır! Ancak burada bir sorun var: Türkiye, kozmik odasında tuttuğu Son Mesih’in ev sahipliğini ne zamana kadar devam ettirecek? En mühimi de şu: Son Mesih’in Kozmik Oda’daki dinlenmesi misafirlik mesabesinde bırakılıp hapis hayatına mı çevrilecek? Papa son gelişin- de şunu mu dedi: “Madem bize vermiyorsun, tut bari, ortaya çıkarma!” Papa ağzıyla dillendirilen Batı arzusuna Türkiye ne cevap vermiştir? Türkiye, “tanrısal kader”in önünü açıp Mesih’i dünyaya salacak mı, yoksa kendi bekası ve güvenliğini üstün tutup uhreviyatı dünyalığa tercih mi edecek? Malum, Ergenekon davaları esnasında söz konusu Kozmik Oda açılmış ve savcılar, evrak incelemesi gerekçesiyle içeri girmişlerdi. O esnada bir şayia ortalıkta dolandı: “Maksat evrak incelemesi değil, odada olduğu bilinen Barnabas İncil’ini kaçırmaktı ve bunu becerdiler, artık son İncil bizde değil!” Siz de duymuş olmalısınız bu şayiayı. Lakin fakir bu kanaatte değil. O hâlâ bizde! Eğer kaçırılmış olsaydı Papa gelmezdi; onca pervasızlığına rağmen üzerimizdeki, ama “Mesih’in lahuti muhafazası”, ama Batı’nın çekincesi sebebiyle devam eden güven kalkanı yırtılır, etrafımızda dönüp duran global terör ülkeye duhul eder ve Suriye sınırında takılıp kalmazdı. Ayrıca Türkiye’nin defteri ta “Gezi saldırısı” ile dürülür, ondan sonra olanlar olmaz, AK Parti 30 Mart’ı alamaz, en önemlisi de Erdoğan, Cumhurbaşkanı seçilemezdi. Bütün bunlar olduğuna göre, “Mesih’in yanında saf tutan birinci ve başat ülke olarak Türkiye” kazana kazana ilerlemezdi. Yani korkuya mahal yok! O artık bizde! Bizler de “Mesih Ordusu”nun eratıyız. Bu durumda bir başka “Beklenen”in haberini verelim: “Deccal bugün yarın tez olarak huruca hazırlanıyor, antitez olarak da eşyanın tabiatı gereği zuhur edecek” demiyoruz, kendini deşifre edecek. Son söz Gerçeği ancak Âlim olan Yaratıcı biliyor, fakat eğer fakirin yazdıkları hakikatse, Türkiye’nin konuyu MGK’da görüşmüş ve nihaî kararı almış olması muhakkak. Sivil idarenin inanç düzlemindeki dindar duruşuna güvenerek söyleyebilirim ki, Türkiye’nin Son Mesih’i müebbet hapse mahkûm etmesinin olanağı yok, ancak onu densiz bir “deli cesareti” ile ortaya salması da doğru değil. Ankara en doğru zamanı bekliyor olmalı. Bunun için en doğru zaman, ülkenin “Son Mesih”in arkasında duracak güce erişmiş olmasına bağlı. Günümüz şartlarında Türkiye’nin gücü, Son Mesih’e karşı harekete geçtiğinde, artık adı İsrail ya da Batı değil, “Deccal İttifakı” şeklinde etiketlenecek olan dünyaya karşı durmaya yetecek ölçüde değil. Bu şartlarda Son Mesih’in misafirliğini bitirmek, onu ölüme salmak olur; münafık bir anlayışla, müebbet hapse mahkûm etmenin de kıtal olacağı gibi... Her şeyden önce Türkiye, Son Mesih’in “tehlikesavar” özelliğini en az sekiz, hatta on sene kendi çıkarları açısından kullanmalı. Batı’yla 2023, olmadı 2025 itibariyle yeni bir Lozan imzalamalı ve bağımsız hale gelmeli. Ondan sonra yapılacak iş, Mesih’in arka- sında duracak “Mehdi/Mesih Ordusu”nu teşkil edecek güce erişmek olacaktır. Bu gücün hangi özelliklerde olacağı belli: tıpkı İran gibi Ankara’nın da kendi nükleer gücünü elde etmesi… Ancak o zaman Türkler, cesaretle çıkıp Mesih adına konuşabilir ve onun misyonuna sahip çıkabilirler. Mesih misyonuna sahip çıkma ve onun adına konuşmanın bir diğer argümanı olarak “global medya mülkiyeti” de bir olmazsa olmazdır. Türkiye, bir an evvel tepemizde dönüp duran uydu güzergâhındaki sayısını milli yapımlarla çoğaltmalı. Bununla beraber, belli başlı dünya dillerinde kesintisiz yayın yapacak olan “CNN ve Türk El-Cezire”lerinin yayına geçmesi şart! Bütün bunların, yani “Kıyamet Savaşı”nın ön hazırlıklarının yapılması için zamana ve akla ihtiyaç olduğunun farkındayız. Korkaklık ya da aculluk edip de son fırsatı elden kaçırmamak lazım, zira böyle bir fırsat hem bizim için, hem de insanlık için bir kez gelir. Her şeye rağmen Rahman bizimle… E siz de “Adalet İmparatorluğu”nu kurmaya hazırlanın artık İmparator Çocukları! temmuz 2015 45 haberajanda Milenyum Sözlüğü Doğrusu fakir de nihai harekâtı yapacak olanın Türkiye olmasında bir mahsur görmüyor, lakin yalnız başına olmaz! Eğer böyle bir harekâta kalkışacaksa Türkiye, yanına başta İngiltere olmak üzere Amerika’yı da almalı. Almalı derken, sembolik de olsa her iki ülkeden birer taburunun harekâta katılması şart! Bir başka şart da şu: Amerika, İncirlik’i kullanma hakkını bize de vermeli. İncirlik derken, ilçedeki Pentagon hangarlarında yatan -kimine göre 90, kimine göre 200- atom bombasından bahsediyorum. Söz konusu harekâtla Sünni Hilâl’in patronajının belirleneceği aşikâr. Şii Hilâl’in harekete geçmesinin ve iki Yeşil Hilâl’in çarpışmasının ve “salip”in sevindirilmemesinin yegâne garantisi, “İncirlik anahtarı”dır. Bizden söylemesi… 46 temmuz 2015 Seydahmet Karamağralı sakaramagrali.ajanda@gmail.com 20 bitip 21. yüzyıl başlarken Devsoğulları’nın sonu D EVSOĞULLARI… Müminlere inanılmaz sıkıntı çektiren bir azgın kabile olarak adını yazdırmış tarihe Ehl-i Devs. Kim mi onlar? Son derece güçlü develerine binmiş olan Devsi savaşçıları, birer hayalet gibi süzülmüşlerdi inananların arasına. Ve bir ellerinde Horasan taraflarından ithal edilmiş çifte sulu eğri kılıçları, öteki kollarında Rum diyarlarının soğuğa dayanıklı, kabuğu kalın mandalarının sırt derilerinin preslenip demir kabaralarla güçlendirilmiş kalkanlarıyla önlerine çıkan herkesi kadın, erkek, çocuk demeden, yaşlı genç ayrımı yapmadan kırıp geçiriyorlardı. Öyle ki, son katliamlarını Medine’nin yakınlarındaki bir kasabada gerçekleştirmiş ve irili ufaklı 105 cana kıymışlardı. Ancak olay ortaya çıkınca inkâr eden yine onlar olacaktı. Hatta kabilenin birbirine normalden yakın iki sabit gözünün ortasından ileri doğru fırlamış bir hançer ucu gibi duran sivri burnuyla tıpkı bir zalim kartalı andıran reisi ne demişti biliyor musunuz? “Olayı kınıyorum... Bu katliamı canavarlar bile yapmaz!” >> Doğru, böyle bir mezalimi dağ canavarları, sivri dişli ve kızıl gözlü aç kurtların yaptıkları görülmüş değildi. Zira onların iktidar benzeri dünyevi hırsları nedeniyle koyun devirdikleri, kısrak parçaladıkları, sığır gırtlakladıkları görülmüş şey değildi. Onlar ancak acıktıkları zaman ve ihtiyaç duydukları kadar yaparlardı bu işleri. Ama ya Devsiler? Bundan böyle kan revan içinde yaşayamayacaklarını anlayan “Ela Gözlü Müminler”, aralarında bir heyet oluşturup “Zamanların Efendisi”nin kapısını çaldı ve “Medet ya Resulullah!” dediler. Yukarıdaki anekdottan anladığımız kadarıyla O ne yapıyor? Kıbleye dönüp ellerini “En Yüce Makam”a açarak, kendisine yakışanı üç kere tekrar ediyor: “Hidayet ver ya Rab!” Kıssa, Devsoğulları’nın sonuyla ilgili ola- rak herhangi bir bilgi vermemekte, ancak tahminimiz odur ki, “İnsanlığın Efendisi”nin duası geri çevrilecek değil ya, “En Yüce Makam” tarafından kabul edilmiş ve “Devsoğulları zulümatı” izale olmuş olmalı. Neticede onlar da kaçınılmaz sona ulaşmış ve “İslâm’ın barışçı yanına” teslim olarak kendileri de “sulhün temsilcileri” olmuş olmalılar. Ya olmasaydılar? Cevap tek: Kısasa kısas! Bedir gibi, Mute gibi, Hayber ve diğerleri gibi… Hepsi bu! “Ordular! İlk hedefiniz Akdeniz’dir…” Gelelim bugüne… Bizim de güney cihetimizde bir “Devsoğulları” sülalesi yaşıyor. Ne yaptıkları malûmunuz. Bu durumda, yukarıdaki kıssanın ışığında lazım gelenler sırayla yapılmalı diye düşünüyoruz. Ya siz ne dersiniz? Önce hidayet dileği… Yapıldı, ancak sonuç alınamadı. Şimdi sırada öteki önlem var… Nisan 2015’te bir haber düşmüştü ajanslara: “Türkiye ve Suudi Arabistan, Suriye’ye operasyon planlıyor…” Denildiğine göre iki ülke arasındaki irtibatı Katar sağlıyordu ve Amerika’nın da durumdan haberi vardı. Çağdaş Devsoğulları’nın ısınan suyunun altına Türkiye kara, Suudiler de hava operasyonuyla odun atacaklardı. Tamam da, bu haberlerden kısa bir süre önce, içinde Türkiye geçen bir haber daha çıkmıştı. Bu habere göre Musul’a bir operasyon düzenlenecekti. Operasyonun belkemiği Türk Ordusu yukarıdan aşağı inerken, Peşmerge de onu arkalayacak, Amerikan uçakları havadan bomba yağdırarak ameliyeye destek verecekti. İşin ayrıntısını veren de resmî bir ağız, yani Musul Valisi’ydi. Vali’nin beyanı soğumadan, iki Türk kargo uçağının bölgeye indiği duyuruldu. Denildiğine göre uçaklar askerî malzeme doluydu, ancak silah dışında kalan askerî teçhizatla potin, üniforma ve basit elektronik cihazlar ve bu gibi eşyalar da vardı. (Tabiî biz haber ajanslarının yalancısıyız…) Bütün bunlar olurken, Irak’ın güneyi ya da “Şii Irak”, Tikrit operasyonunu başlatmıştı bile. Bağdat ordusuna muvazi hareket eden Şii milisler de yola revan olmuş, ordunun IŞİD militanlarından arındırdığı yerlere çökmüştü. Otuz bin paramiliter silahlıdan oluşan milis gücünün komutası da İranlı bir üst düzey komutanın elindeydi: “Kasım Süleymani”... temmuz 2015 47 haberajanda Milenyum Sözlüğü tık devletleri ve Polonya’yla kapatan Sovyet Rusya’sını önlemek ve sıcak denizlere ulaşma hurucunda önünü kesecek olan kuşak oluşturulmuş oluyordu. İnsanın diyesi geliyor: “Ne Sovyet’mişsin be!” Neredeyse Batı tüm dünyayı seferber etmiş, “kuşak”a dâhil olmayan bölgeleri işgal ederek zorla sisteme sokmuş, oluşturduğu “Yeşil Kuşak”ın tamamını nüfus sahası dâhiline almış ve tüm bunları yaparak bizim “sıcak denizimiz Akdeniz”e Moskof ’un inmesini önlemişti. Oysa yıllar sonra Suriye olayları patlak verdiğinde öğrendiğimize göre, Rusya zaten Akdeniz’de bulunuyormuş: Batı Suriye’deki Tartus liman şehri, onlara ait bir askerî üsmüş. Montrö’den dolayı Akdeniz, İstanbul ve Çanakkale kapılarıyla Ruslara açıktı -hâlâ açık-. Ve biliyor musunuz o Montrö, Rusya, Ukrayna, Romanya, Bulgarya, Gürcistan ve Türkiye hariç, yani Karadeniz’de kıyısı bulunan devletlerin gemileri hariç, dünyanın hiçbir ülkesinin gemilerinin Karadeniz’de 21 günden fazla kalmasına izin vermiyor. Bunun kontrolünü de bizim Sahil Muhafaza yapıyor. Birkaç aydan beri Türkiye’nin Ortadoğu’ya yönelik politikalarında için için oluşturulan “gizli saklılıklar”ı nihai hazırlıklar gibi algılamak mümkün. Bu düzlemde en göze batan gelişme, Süleyman Şah Türbesi’nin geri çekilip sınırımızın 200 metre dibine konulması. Neden Türkiye, 1990’dan beri yanan Ortadoğu, -hatta ondan da vazgeçtik5 yıldan beri yanan Suriye’deki olağanüstü şartlara rağmen “Ata Baba”nın kabrini nakletmedi de şimdi yaptı bunu? Yoksa bir kara harekâtından önce ayakaltından mı çekti? Çiğnenmesin diye ya da bir provokatif saldırıdan mı? Galiba her ikisi de… Daha sonra Bağdat Şii Ordusu’nun yardımına bizzat İran ordusunun yine 30 bin askerle yardıma geldiği açıklandı. Tahran ilk defa bu kadar büyük ve donanımlı bir birlikle ve bizatihi katılıyordu Ortadoğu savaşına. Anlamlıydı, ancak kimse anlamak istemedi. Türkiye de görmezden gelmeyi daha uygun buldu zahir -ki sustu-. Derken İran, bir başka yerde daha ortaya çıktı, biliyorsunuz: “Yemen”… Ta Afganistan harekâtından başlayan zamandan beri dünyanın kalemleri “Yeşil Kuşak” ya 48 temmuz 2015 da “Yeşil Hilâl” türküsü çığırageldiler ya, güya Afganistan, Pakistan, kısmen İran ve Türkiye bir yaydı ve bu yayın devamı olarak Akdeniz’i doğu ve güneyden çeviren İskenderun-Cebelitarık arasındaki Arap kemeri de “kuşak”a eklenince grafik tamamlanıyordu. Böylece Karadeniz’in kuzeyinden doğu ve batıya hareketle önemli bir coğrafyayı kontrol eden, boydan boya Kuzey Kutup (buz demiyorum) Denizi’ne hâkim, Manş Denizi’ne bir adım mesafede duran, o bir adımı da bir zamanlar peyki olan Bal- Buna karşın, başta Rusya olmak üzere yukarıda saydığımız Karadeniz ülkelerinin gemileri için hiçbir kayıt yok. Diğerleri bir yana, ancak Rusya istediği zaman, istediği kadar gemiyi Ege ve Akdeniz’e sürme hakkına sahip. Sadece savaş zamanları hariç! O da Rusya ile Türkiye zıt taraflarda olursa… Aynı cephedeyse sorun yok! Dönelim yazının ortasına… Yeşil Kuşak türküsü bir süre sonra “Sünni Hilâl”e çevrildi malum-u âliniz ve Kuşak’tan İran düştü/düşürüldü. Bu kez söz konusu kalemler, Sünni Hilâl türküsüne başlamışlardı, ancak ona koşut “Şii Hilâli”ini de dillendirerek... Üstelik önerilen hilâlin ikisi de iç içeydi ve birbirleriyle çakışıyor ya da birbirinden alan çalıyordu. Peki, bu hilâllerin şekillendirici ustaları kim olacaktı? Şii Hilâl’in patronu için adam aranmadı, zira dünyadaki tek bağımsız Şii devleti İran’dı. İran, şahlık döneminde tam anlamıyla Batıcı ve kısmen laik bir idareye sahipti. Rıza Şah, bir Şah İsmail değildi. Yani bir dinî devletin peşinde değildi. Bu nedenle Şii Hilâl’de patronluk gibi bir işe soyunmaya niyeti yoktu. O, İngiltere’dekine benzer, ama Suudi Arabistan’daki kadar yetkili bir monarşinin sahibi olma hâli sürsün, hanedanlığı sonsuza kadar debdebe içerisinde yaşasın, modern bir Pers Kralı olarak saygı görsün istiyordu. Hepsi bu! Seydahmet Karamağralı Bu değilmiş hepsi meğer! Kendisini 2 bin 500 yıllık Pers İmparatorluğu’nun şahı değil, şehinşahı, yani şahlar şahı ilân eden Rıza Efendi, bir günde alaşağı edildi. Kuyruğunu kıstırıp yanına evlad-ü iyalını alıp Mısır’a kaçmasına izin verildi. Çok sürmedi, kendisi Kahire’de kahrından öldü, oğlu da New York bankalarında yatan İran şekellerini yemek için Amerika’ya gitti. Şimdi oradalar ve küçük bir “Şahkulu Klan”ın üzerinde şahçılık oynamaya devam ediyorlar. Hilâl’in hangi ucu? O derin bakışlı yaşlı Ayetullah bir Fransız uçağı ve yanında SDECE’nin ajanlarıyla Tahran’a indiğinde şaşkına dönmüş olmalı. Zira hiç beklemediği bir manzara vardı karşısında. Neredeyse tüm ahali bir “Yarı Tanrı”yı bekleyen Atinalılar kadar coşkuluydu. Allah bilir ya, o yaşlı adam içinden şöyle geçirmiş olmalı: “Bütün bu şartları ben mi hazırladım Allah’ım, yoksa sen mi?” Hazırlayan belliydi; 20. yüzyılı bitirmeye, 21. yüzyılı getirmeye hazırlanan “Kıyamet Planı”nın sahibi Batı ya da gri şatoların Ortaçağ atmosferinde loş koridor ve taş duvarlı salonlarında, gece yarılarında Kabbaltik, pagancı ve okült ayinleri düzenleyen derin dünya… Sorarım kendi kendime: “Acaba o kara gözlü Ayetullah vefat ettiğinde, İran krimanalogyası otopsi yaptı mı?” Yaptıysa “mübarek” vücutta ne tespit etti? Ölüm doğal mıydı, yoksa olağandışı bir durum var mıydı? Biliyorsunuz, aynı yıllarda Hakk’ın rahmetine kavuşan Türkiye Cumhurbaşkanı Turgut Özal’ın vücudunda zehir bulundu, hem de 19 yıl sonra. Filistin Devlet Başkanı Yaser Arafat’ın Paris’teki ölümü de kuşkuluydu ve kuşku, yıllar sonra bir hakikate ulaştırdı laboratuvarları; onun ölümü de zehirle olmuştu. Devam edelim sormaya… 90’lı yıllardan bugüne ölen üç Suudi kralının kanı da girdi mi laboratuvar cihazlarına? Kanser olduğu belli olan Ürdün’ün küçük kralı Hüseyin, sıradan bir kanserli miydi, yoksa oluşturulmuş bir laboratuvar illeti miydi onunkisi? Ya Suriye diktatörü Hafız Esad? Tikritli Saddam, Lübnan Başbakanı Hariri ve Mısır Diktatörü ve benzerlerini saymıyorum; bazılarının ölümü göz önünde ve ayan beyan oldu. Dönelim Devsoğulları’na… 1975’ten başlayan bir süreç içinde Afganistan-Fas arasındaki coğrafyada yaşananları göz önüne getirdiğinizde göreceksiniz ki hiçbir şey doğal değil. Zira Osmanlı’nın ölümüyle başlayan zaman dilimi içerisinde coğrafyayı dilim dilim parçalayanlar, her dilim başına bir Devsoğlu oturtmuş sanki. Zamanı gelen, uygun bir yöntemle kaldırıldı, yerine yenileri oturtuldu. İşlem sürüyor ama ne zamana kadar? Galiba buraya kadar! Her zaman söyleyegeldiğimiz “iki yüzyıl arası fetret devri”ne sınırı koyalım: 1975 ile 2025 arasındaki 50 yıl… Ne olacaksa bu aralıkta olacak. Daha doğrusu “oldu”! Coğrafya son on yılına girdi, artık final yaklaşıyor. Açılan sayfaların icmali yapılıp, “Z Raporu” hazırlanıp kara kapak kapatılacak. Kaygım şu: Kapak kapanmadan önce planlanan iki hilâlin çarpışması… Bu öyle bir çarpışma olacak ki, final olduğuna değecek. Zira coğrafyayı oluşturan parçalar Sünni ve Şii olarak safını seçmiş durumda. Son bir şey kalmıştı: Irak, Suriye, Lübnan ve en nihayet Yemen’le kendi hilâlini oluşturan İran’ın karşısında biçimlendirilmiş Sünni Hilâl’in son ve başat parçası “Türkiye”… Birkaç aydan beri Türkiye’nin Ortadoğu’ya yönelik politikalarında için için oluşturulan “gizli saklılıklar”ı nihai hazırlıklar gibi algılamak mümkün. Bu düzlemde en göze batan gelişme, Süleyman Şah Türbesi’nin geri çekilip sınırımızın 200 metre dibine konulması. Neden Türkiye, 1990’dan beri yanan Ortadoğu, -hatta ondan da vazgeçtik- 5 yıldan beri yanan Suriye’deki olağanüstü şartlara rağmen “Ata Baba”nın kabrini nakletmedi de şimdi yaptı bunu? Yoksa bir kara harekâtından önce ayakaltından mı çekti? Çiğnenmesin diye ya da bir provokatif saldırıdan mı? Galiba her ikisi de… Sonuç Sözü döndürdük dolaştırdık ve tekrar kara harekâtına getirdik. Bu hususa bir ek yapalım. Cumhurbaşkanı Erdoğan, Suudi Arabistan ve koalisyon arkadaşlarının Yemen’de Zeydi/Husilere karşı başlattığı Kararlılık Fırtınası Hava Operasyonu’nun başladığı Nisan 2015 başında şöyle demişti: “Hava saldırılarıyla bu iş olmaz. Kara harekâtıyla nihai hedefe ulaşılmalı.” Galiba haklı! Bir ay sonra Yemen’de son durum: Fırtına saldırılarına rağmen Husiler yollarına devam ediyor. Güney Yemen’in başkenti Aden’e girdi girecek noktadalar. Nota üstüne nota veren İran, iki gemisiyle bölgeye indi, Suudilerin burnunun dibine dayandı. Yemen’e malzeme taşıyan bir İran uçağını durdurmaya çalışan Suudiler, San’a Havaalanı pistlerini berhava etti, iniş yapamayan uçak geri döndü. Aynı gün İran, Hürmüz açıklarında seyreden bir ABD gemisine el koydu, Körfez’e çekti ve Bender Abbas Limanı’nda tutsak edip zincirledi. Amerika, geminin Marshall Adaları bandıralı olduğunu açıkladı. Bu arada Erdoğan Kuveyt’teydi. Anlaşılan o ki, herkes bir kara harekâtı arzu ediyor. Lakin bunu kim yapacak? Hemen hemen herkes, bunu Türkiye’nin yapmasını istiyor gibi. Kırk kere deli denen adamın delirmesi gibi, Türkiye’nin de bu işe aklı yatmış gibi görünüyor. En azından fakir öyle görüyor… Peki, harekâtın getirisi ne olacak? Bu harekât sonunda Devsoğulları gidici… Kim mi bu Devsoğulları? “Suriye” dediğinizi duyar gibiyim. Doğru, ama yetmez! Devsoğulları tek adreste oturmuyor. Yüz yıl evvelinin devleri, Osmanlı’dan arta kalan her organın birine bir Devsoğlu oturtmuşlardı. Ancak bu oturuşun süresi belli: Bir asır… Asır tamam olurken, “it leşini sahibine sürükletmek” isteniyor. Burada sahip, “Ankara” oluyor. Doğrusu fakir de nihai harekâtı yapacak olanın Türkiye olmasında bir mahsur görmüyor, lakin yalnız başına olmaz! Eğer böyle bir harekâta kalkışacaksa Türkiye, yanına başta İngiltere olmak üzere Amerika’yı da almalı. Almalı derken, sembolik de olsa her iki ülkeden birer taburunun harekâta katılması şart! Bir başka şart da şu: Amerika, İncirlik’i kullanma hakkını bize de vermeli. İncirlik derken, ilçedeki Pentagon hangarlarında yatan -kimine göre 90, kimine göre 200atom bombasından bahsediyorum. Söz konusu harekâtla Sünni Hilâl’in patronajının belirleneceği aşikâr. Şii Hilâl’in harekete geçmesinin ve iki Yeşil Hilâl’in çarpışmasının ve “salip”in sevindirilmemesinin yegâne garantisi, “İncirlik anahtarı”dır. Bizden söylemesi… Sözü bitirirken şunu diyelim: Madem yazının konusu yüz yıllık Devsoğulları devriydi, sevinerek verelim haberi ki, onların defteri dürülmek üzere… Bir iyilik daha yapalım ve söz konusu Devsi hanedanlıkların kim olduğunu tamamlayalım: Yukarıda Suriye Esedleri demiştik; ilaveten Ürdün Haşimileri, Arabistan Suudileri, Körfez Emirlikleri, Filistin El-Fetih’çileri ve tabiî bizdeki Devsizm… “Ya İsrail?” diyorsunuz… İsrail “Devsoğlu değil”, onlar “Kurayzaoğulları”… Kim mi Ben-i Kurayza? Acele eden İslâm tarihine baksın ya da konuyla ilgili anlatacaklarımızı beklesin! temmuz 2015 49 haberajanda Kripto Çok sürmedi ve üç Yahudi ve iki Arap kabilesinin ileri gelenlerinin ön kabulüyle “Medine Sözleşmesi” imzalandı. Halk ve idare arasındaki ilişkiyi belirleme zaviyesinden bakıldığında Magna Carta neyse, Medine Sözleşmesi de benzer bir konumdadır. Zannedildiği gibi sözleşme dinî bir metin değildir. Tıpkı Carta gibi dünyevî karaktere haizdir. Bununla birlikte, her iki belgede de imzanın başat tarafı teolojik unvana sahip şahsiyetler olarak karşımıza çıkmakta. Magna Carta’ya imza atan birincil şahsiyet, Hıristiyanlığın en tepe otoritesi olan Papa. Öte yanda Efendiler Efendisi, “sözleşme”yi Peygamber olarak değil, yeni kent statüsünün yöneticisi olarak mühürledi. Beri yanda Papa, fermanı “dinî lider” olarak imzalamıştı. Carta’nın diğer imzacıları ise Kral ve baronları… Yani imza töreninde avam/ halk yok, sadece ruhbanik ve monarşik otoritenin varlığı söz konusu. *** Son Nebi, mührünü bastığı ve taahhüt ettiği haklar hususunda Mümin, Münafık, hâlâ kalmışsa Müşrik ve Yahudi toplumlarına en adaletli devlet hâliyle hükmetti. Çünkü sözleşme, uygulamada yepyeni bir açılım getiriyordu: Her cemaati kendi teolojik hukuk anlayışıyla yargılamak, sevk ve idare etmek… Böylece, belki de dünya tarihinde bir ilk hayata geçiriliyordu ve bu ilk, yönetim sanatında bir devrimdi. İşte sözleşme, sadece bu özelliğiyle bile aşılmaz bir hususiyetin maliki olarak orada duruyor! 50 temmuz 2015 20. yüzyıl Amerikanizminin başarısı ve “POPÜLER” Başkanlığın doğuşu A RZUM odur ki, mevzua kısaca “Magna Carta” olarak bilinen ve “Büyük Ferman” anlamına gelen “Magna Carta Libertatum”dan bir alıntı yaparak girelim: “Hiçbir özgür insan, kendi benzerleri tarafından ülke kanunlarına göre yasal bir biçimde muhakeme edilip hüküm giymedikçe tutuklanmayacak, hapsedilmeyecek, mal ve mülkünden yoksun bırakılmayacak, kanundışı ilân edilmeyecek, sürgüne yollanmayacak ve hangi şekilde olursa olsun zarara uğratılmayacak.” 19 Haziran 1215 yılında, “Tanrı’nın önünde diz çöktük” diye başlayan Büyük Ferman’ı kaleme alanlar, Papa Üçüncü İnnocentius ile Kral John ve baronları, İngiliz ülkesindeki tebaaya mensup insanları tam güvenceye alacak bir belge imzalamışlardı. Belge Latince yazıl- mıştı ve 61. maddesinde şöyle diyordu: “(…) Kapsamlı ve sürekli bir istikrardan faydalansınlar diye… Baronlar kendi aralarından yirmi beş kişi seçecek. Seçilenler tüm güçleriyle, bu fermanla teyit ettiğimiz ve kendilerine bağışladığımız barış ve özgürlükleri uygulayacak, buna uyacak, diğer tarafların da uymasını sağlayacaklar.” Alıntılardan da anlaşılacağı üzere bu belge ile Kral, ilk kez yetkilerini kısıtlamış oluyor, bunun karşılığı olarak halka bazı hak ve özgürlükler tanıma ferasetini ve iyi niyetini gösteriyordu. Çağdaş anayasal sisteme gelinceye ka- dar yaşanan süreç içerisinde geçirilmiş olan “yönetenden yönetilene hak devri” basamaklarının belki de birincisi olarak Magna Carta, tarihin en mühim belgelerinden sayılmakta. Belge, Kral’ın bazı yetkilerinden vazgeçmesini, kanunlara uygun davranmasını zorunlu kılıyordu. Bununla birlikte hukukun, kralın arzu ve isteklerinden daha üstün olduğunun altını çiziyor, günümüzden 800 yıl önceki sosyalitenin önemli bir gerçeği olarak toplumun var olan katmanlarını oluşturanların toplumsal güçlerinin sınırlarını ihata ediyordu. Bununla beraber, adaletli ve prensipsel bir sosyo-denge Ahmet Yozgat ahmetyozgat.ajanda@gmail.com T.C. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan Eksik olan son iki parça daha vardı: Onlar da Osmanlı ve Romanof İmparatorlukları ile hükmettikleri uçsuz bucaksız arazilerdi. Bu imparatorluklardan biri Türklerin, diğeri Ruslarındı. İkisi de 1701’de başlayan ve bir odunla bir tas sudan imal buhardan çıkan binlerce beygir gücü ile devasa enerji karşısında tek atlı kalmışlardı. Dolayısıyla “neo-sanayi” yarışının henüz başındayken tıkanmışlardı. Bilhassa Birincisi, “Hasta Adam” olarak sıfatlanmıştı. Öyle ki, bugün yarın ölümü kesin görünüyordu. İngiliz Majestesinin hedefinde öncelikle hastalıklı olan ve gün sayan “Birinci” vardı. Plan inceydi ve bunu “İkinci”nin yardımıyla başaracaktı. Akabinde de mücadeleden bitkin çıkan “İkinci”yi tek vuruşla alaşağı edecekti. *** Kanaatimiz o ki, ülkemizde hızla yaklaşan başkanlık rejimi ve bu kabil tartışmalarda ABD’nin derinliklerinde yatan Majestik otorite unutulmamalı! Buradan hareketle “Hangi tip başkanlık?” sorusunun cevabı aranırken, “Amerikan tipi” tercihinde “saklı güç”ün etkisi bilinmeli, biliniyorsa hatırlanmalı ve ciddiyetle gözden geçirilmeli! Bu anlamda Commonwelt gibi güdümlü örgütlerin üyelerine ve o yörede kurulan şu ya da bu tip başkanlık örneklerine yeterince şüpheyle bakılmalı, hatta mümkünse bu tip “bağımlı başkanlık tekniği” ile oluşturulmuş yönetimler atlanmalı, atlanmıyorsa ıslah edilerek bu model bağımsız biçime getirilmeli. temmuz 2015 51 haberajanda Kripto kuran belge, kral, din adamları ve devlet adamlarının halk karşısındaki konumunu sınırlandırmakla kalmıyor, hudutlarını kalın kalemlerle çiziyordu. İlaveten yetkiler yeniden belirlenirken, yukarıdan aşağıya doğru azaltılıyordu. Doğal olarak bu belge, özgün şartlarıyla günümüz hukukunun da temeline belirgin bir taş koyuyordu. Elbette Avrupa tarihinde, Milat evvelinde ve 700’lü yıllarda varlığı ortaya çıkan Antik Yunan ve Roma Krallığı önemsenecek kadar mühim bir “anayasalımsı” sisteme ve “modernimsi” hukuk anlayışına sahipti. Ancak göz ardı edilen her iki uygarlık, Milat’ın ardından 4. yüzyılda çökünceye kadar köle toplumuydu. Bu yapılarıyla dört katmanlı bir “kast”ın sahibiydiler gevşek bir Hindistan sosyalitesinin mustralığı olarak. En dipte parya altı kölelerin bulunduğu kastın, üst ve önemli katmanlarını yönetici tabaka, soy- 52 temmuz 2015 lular ve rahipler oluşturmaktaydı. Söz konusu elitler ve paryatik köleler arasında ezici yığın olarak halk vardı. Yukarıda sözü edilen “anayasalımsı hukuk sistemi”nin kapsayıcılığı ise sadece royalik elitlerle sınırlıydı. Yönetici/Sezar, royalite ve ruhbaniyeti ayrı ayrı koruma altına almış olan teorik zırhlar koruyuculuğundaki katmanlar, fevkalade yetkilerle donatılmış bir toplumsal gettoda rahat ettiren bir anayasal hukuka tâbiydi. Ne halk yığınları, ne de köleler, mevzubahis anayasal hukuk kapsamına dâhildi. Onların hukuku, hukuksuzluk ya da günübirlik ve kişiye göre hukuka tâbiydi. Günümüzde sözü edilen “elitler demokrasisi” veya “oligarşik cumhuriyet”in arkaik tipografyası diye bilinecek Antik Avrupa sistemi, Magna Carta’nın öncesi sayılmaz, ayrı şeyler olarak değerlendirilmişlerdir. Zira iki dönem arasındaki en önem- li fark, Büyük Ferman’ın geniş yığınlar -hem de kastın en altından başlayarak- lehine yönetim kademesinin yetkisel feragatıdır ve bu itibarla mühimdir. Demokrasi tarihinin ilk mihengi Kadim çağlardan itibaren tarihe giren saltanat anlayışının insanlığı “alt-üst” düalitik formatıyla ikiye bölen geometrisinin yönetsel adı ve belirleyeni, “hanedanlık” adını ve zihnî paradigmasını taşımaktaydı. Bu anlayışın terminolojik-teknik düzlemindeki tarifini ise “beşeri sektörleri soylular” ve buradan hareketle “soysuzlar” şeklinde biçimlendiriyordu. Bu biçem, birçok toplumsal organizasyonda “hanedan ve ahali” şeklinde iki kamptı. Roma ve Antik Yunan’da ise “oligarşi ve halk”tı. Bunun belirleyeni, birinci formatta “tanrı ve toplum mesafe- Ahmet Yozgat si”, ikincisinde ise “bilgi ve toplum aralığı” idi. Sözü edilen mesafenin yakınlığı/uzaklığı her iki durumda da sosyal statüyü belirliyordu ve bu bir postülattı. Bu anlamda, geleneksel topluluklarda ön kabulle yer edinmiş olan “hanedanlık”, sözü edilen Antik Grek ve Roma düzleminde “elitler” olarak karşımıza çıkıyordu. Ancak kutsanan grup, gerek hanedan olsun, gerekse elitler, nihaî noktada aynı yerde konuşlanmıştı: İmtiyazlı topluluk, müstesna aile ve seçkin aydınlar… Buradan hareketle demek istenen o ki, demokrasinin kısa tarihi içerisinde “kutsanan” ve bir nevi küçük harfle “Şarkî Asr-ı Saadet” olarak anılan Grek ve Roma idarî anlayışı, “lanetlenen” saltanat anlayışından farklı sayılmazdı ve demokrasi dışı “sulta” idarelerinden bir çeşniydi. Lakin Magna Carta’yla girilen İngiliz modeli, farklı bir parselasyon duruşu olarak demokrasi tarihinin ilk mihengi sayılabilir. Medine Akdi Bu arada hem Asr-ı Saadet demişken, hem de proto-yönetim modellemesine önemli bir örnek olarak Arabistan’a uzanmak ve Hicaz bölgesinin 610 ile 660 yılları arasındaki 50 senelik dönemine de bakmak icap eder. Bilindiği üzere, hayatımızın yegâne örneği olarak Efendiler Efendisi’nin hayatında 610 tarihi, Risalet’in başlangıcı olarak biliniyor. Lakin O’nun takviminde Risalet’in üzerine konan 12 yıllık süre, tamamen akaidin tesisiyle ilgili olup, herhangi bir yönetsel dâhiliyet ihtiva etmemekte. Ne zaman ki Hicret vuku buluyor, Nebi’nin önünde “Dinin Peygamberi” sıfatının yanı sıra, “Resmi Sosyo-Organizasyonun İnşacısı” olma durumu da başlıyordu. Bu sebeple yönetim düzleminde, yazıyı alâkadar eden yıllar, O’nun hayatındaki son on yıl olarak şekillenmekte. O’ndan sonraki 30 yıl ise on yıla eklemlenen “Hulafa-i Raşidin” dönemi, yani Dört Halife Devri olarak almış yerini İslâm tarihinde. Burada, Hicret’in akabinde Efendiler Efendisi’nin “Medine Önderi” vasfını kazanmış olması bir seçim gerektirmiş değil, ilahî açıdan bir murat, insanî açıdan doğal bir tercih olarak karşımıza çıkıyor. Sözü edilen toplumsal tercih de haddizatında bir seçim ve onaylama hâli sayılabilir kanaatindeyiz. Zira seçime de gidilse, sonucun değişme ihtimali yoktu. Çünkü eylem, ikinci bir namzetin esamesi okunmayan bir seçim olacaktı ve nihaî durumda da Son Nebi galip olarak çıkacaktı. Bu arada unutmadan, o devrin şartlarında, bölge ve kültürde zaten bir seçim vardı ve bunun adı “biat” idi. Bu bağlamda Medineliler, Hicret’ten evvel iki kez Mekke’ye giderek Akabe arazisindeki ünlü bodur çöl ağacının gölgesinde Allah’ın Elçisi’ne biat etmiş ve şifahî bir sözleşmenin altına “ant” basmışlardı. Zaten Son Resul, Akabe Biati sebebiyle ve davetli olarak gitti Diyar-ı Yesrib’e. Ve orada itirazsız kabul gördü. Hem de Medine mücavirinde mukim üç Yahudi kabilesinin de açık bir itirazına maruz kalmadan. Çok sürmedi ve üç Yahudi ve iki Arap kabilesinin ileri gelenlerinin ön kabulüyle “Medine Sözleşmesi” imzalandı. Halk ve idare arasındaki ilişkiyi belirleme zaviyesinden bakıldığında Magna Carta neyse, Medine Sözleşmesi de benzer bir konumdadır -hatta daha ileride de denilebilir-. Zannedildiği gibi sözleşme dinsel bir metin değildir. Tıpkı Carta gibi dünyevî karakteri haizdir. Bununla birlikte, her iki belgede de imzanın başat tarafı teolojik unvana sahip şahsiyetler olarak karşımıza çıkmakta. Magna Carta’ya imza atan birincil şahsiyet, Hıristiyanlığın en tepe otoritesi olan Papa. Öte yanda Efendiler Efendisi, “sözleşme”yi Peygamber olarak değil, yeni kent statüsünün yöneticisi olarak mühürledi. Beri yanda Papa, fermanı “dinî lider” olarak imzalamıştı. Carta’nın diğer imzacıları ise Kral ve baronları… Yani imza töreninde avam/halk yok, sadece ruhbanik ve monarşik otoritenin varlığı söz konusu. Oysa Sözleşme’de, Son Nebi’nin karşısında halkın temsilcileri, yani kabile reisleri bulunmakta ve reisler, çadır komşuları olarak kendileri gibi yaşayan kabile mensupları adına imza atmaktaydılar. Carta’da imzacılar her ne kadar ayrı mezheplerin müntesipleri de olsalar, nihaî durakta Hıristiyan inancına dâhildiler. Hâlbuki Sözleşme’yi kabul ve imza edenler, Müminler, Münafıklar, Müşrikler ve Yahudiler olarak toplaşmış farklılıklardan oluşmaktaydı. Kanaatimiz odur ki, bütün bu ve benzer parametreler, Sözleşme’yi Carta’nın önünde bir yere koymakta. Her ne kadar küresel kabul “Medine Akdi”nden söz etmese ve -biz dâhil- tüm dünya kamuoyunun önüne Magna Carta’yı koysa da tarih hakikati bilmekte. Yine aynı husus üzerinden devam edelim… Her iki vesikanın uygulanmasında görünen aksaklık ve aksamazlık da neyin ne olduğunu anlamamıza yardım edecektir zannımızca. Birleşik Krallık’ın Hıristiyan toplumuna uygulanan Magna Carta, temel olarak Kral’ın dinî önderi olduğu Milli İngiliz Kilisesi’nin resmî mezhebi olan Protestanlığı baz almıştı ve Calvenist hukuka göreydi. Oysa ülke içerisinde Katolik İrlandalılar da bulunmaktaydı. Ancak Ferman, onlar için bir sorun teşkil etmedi. Zira Papa, Tudor Kralı’yla anlaşma ve imzalaşmayı onlar adına yapmıştı. Bu anlamda yönetim esnasında Kral, İrlanda Katoliklerine pozitif ayrımcılık uyguluyordu; bu bir nevi “aforoz” korkusuyla Katolik kayırmaca mecburiyetiydi. Bu sebeple Magna Carta, baştan itibaren aksamaya başlamıştı. Sadece bu değildi elbette Carta’yı topal yapan, ülke halkı arasında “Pürütenler” olarak bilinen bir dinsel topluluk daha vardı ki, onlar ne Kral’ın mezhebindendi, ne de Papa’yla bir irtibatları vardı. Katoliklere uygulanan “pozitif kayırmacılık” Pürüten dünyada negatife dönüşüyor, söz konusu mezhebin müntesipleri, Carta’nın demokratik meyvelerinden istifade edemiyorlardı. Aksine Kral ve baronları, hukukuna saygı göstermediği Pürüten ahalisini bir nevi fundamentalist addederek baskı altında inletiyordu. Elbette Magna Carta, özgürlükçü anlayışı içerisinde serbestisini de haviydi. Ancak Kral ve baronlarının baskısından bunalan Pürütenler, bir çıkış yolu olarak Amerika kıtasına göçmek istediler. Lakin Royal Saray buna izin vermedi. Hâlbuki o yıllarda diğer İngiliz tebaa içerisinde İrlandalılar, akın akın karşı kıtaya göçüyordu ki, bu da kayırmacılığın bir ayrıcalığıydı. Pürütenler üzerindeki -bir nevi- “antiCarta” baskısı zamanla o kadar arttı ki sonunda dindar bir feodal olan Oliver Cromvell, vekil olarak Pürüten cemaatini temsilen Parlamento’ya gitti. Daha sonra gelişen birtakım tarihî olayların sonunda Kral ve aristokrasiye karşı isyan bayrağını açan “Parlamento Ordusu”na katıldı, hatta lider oldu. Mücadele neticesinde Kral Birinci Charles alaşağı edildi, sonra da infaz… temmuz 2015 53 haberajanda Kripto Böylece ilginç bir gelişme olarak İngiliz tarihinde ilk ve son cumhuriyet idaresine geçildi ve adına “Restorasyon Cumhuriyeti” denilen Cromwell tipi halk idaresi dönemi başladı. Tarihler 1660’ı gösterdiğinde Pürüten Oliver, ülkenin Cumhurbaşkanı idi ve 61 yaşındaydı. Kurulan Cumhuriyet idaresi, “Magna Carta Anayasası”nı bir önceki Monarşi’ye göre daha rantabl ve adil uygulayabilirdi, ancak uygulamadı. Bu kez de Pürüten Başkan, aynı Carta’nın gölgesi altında kendi mezhebinin dışındaki Hıristiyan halkı baskı altına aldı. Durum, ümit edilenden daha kötü olmuştu. Anlaşılan o ki halk, sonuçtan mutlu ve memnun olmadı ve cumhuriyete monarşiyi tercih etti. Kısa bir süre sonra İskoçya soylularından biri başkente yürüdü ve Pürüten Cumhuriyeti’ni yıkarak tekrar Tudorları tahtlarına oturttu. Bütün bunlara karşı Medine Vesikası ve uygulamasına bakalım… Son Nebi, mührünü bastığı ve taahhüt ettiği haklar hususunda Mümin, Münafık, hâlâ kalmışsa Müşrik ve Yahudi toplumlarına en adaletli devlet hâliyle hükmetti. Çünkü Sözleşme, uygulamada yepyeni bir açılım getiriyordu: Her cemaati kendi teolojik hukuk anlayışıyla yargılamak, sevk ve idare etmek… Böylece, belki de dünya tarihinde bir ilk hayata geçiriliyordu ve bu ilk, yönetim sanatında bir devrimdi. İşte Sözleşme, sadece bu özelliğiyle bile aşılmaz bir hususiyetin maliki olarak orada duruyor! Hendek Savaşı’nda Mekkeli saldırgan Müşriklerle gizli ittifak içine giren ve Sözleşme’deki imzalarını hiçe sayan Yahudi kabilesi olan -galiba- Kurayzaoğulları’nın ihaneti ortaya çıkınca, sabitleşen suça karşı cezaî müeyyide uygulamak şart olmuştu. Son Nebi sordu: “İslâm hukukunca mı, yoksa Musevi hukukuna göre mi yargılanmak istersiniz?” Hayatta kalma ihtimallerini hiçe sayan Kurayzalılar, İslâm hukukunun affediciliğini değil, Museviliğin ihanete hükmettiği idamı tercih etti ve infaz edildiler. Bu bile bir tercih serbestisi ve özgür bir idare yansıması olarak tarihe geçti. Görüldüğü üzere Medine Vesikası, uygulamada da adalet ve hukuk çeşitliliği devriminden ayrılmamış ve Magna Carta’nın önüne geçmişti. *** Hz. Muhammed’in vefatının arkasından 54 temmuz 2015 yönetim, “Peygamber Hanedanı”na devredilmedi elbette. Yine “biat yöntemi” ile belirlendi. Halife olarak Hz. Ali ve Hz. Saad’ın adları geçmesine rağmen, cemaat ileri gelenleri Hz. Ebubekir ismi üzerinde birleşti ve ona biat ettiler. Resul’ün ahirete irtihaliyle yeni bir sayfa açılmaktaydı Hicaz’ın kuzeyinde. Buna sebep, Birinci Halife’nin devrinde tamamlanmış olan bir kitap: Kur’an... Bir nevi bütüncül bir anayasa da sayılabilecek olan Kur’an, ondan sonra yeni toplumun adaletle yönetilmesinde yeterli oldu. İkinci hilafet yılında ölüme yatan Birinci Halife’nin sulbü dünyada devam ediyordu ve oğulları vardı onun. Buna rağmen o, hanedanlığa yeltenmedi. Yerine oturacak şahıs olarak Hz. Ömer’i işaret etti. Ebubekir’in Hakk’a yürümesinin akabinde müminler, işaret edilen zat üzerinde birleşti ve Hattab oğlu Ömer, biat edilen İkinci Halife oldu. Onun uyacağı kurallar kitabı elbette Kelam-ı Kadim’di ve Kur’an, İkinci Halife’nin on yılında da genişleyen ve Arabistan’ın çok uzaklarına taşan imparatorluğu idarede tek hukuksal başvuru kaynağı oldu. Hiç boşluk ve aksama yaşanmadı, sistem tıkır tıkır işledi. Üçüncü Halife Osman’ın seçimi, Hz. Ömer’in önerdiği birkaç kişilik listeye bağlı kalınarak ve istişareyle yapıldı. Hilafeti esnasında Hz. Osman da ilk iki halifenin yolundan ayrılmadı, lakin yıl ve yıl Resullulah’tan ve O’nun şehrinden uzaklaşan İslâm memleketinin bazı bölgelerinin ahalisi yönetimden pay istemeye başlamıştı. Bu anlamda çıkartılan bir isyan sonucunda Üçüncü Halife, 80 yaşında hunharca katledildi. İlk üç halifenin seçimi, Son Nebi’nin hayatında yaşadığı bazı olaylar ve o olaylar sonucunda ortaya çıkan hadislerdeki sıralama, dördüncü halifenin kim olacağının da tahminine yardımcı olmaktaydı. Üstelik O’nun yaşamında, en yakınında bulunanlar dizisinde ilk dört kişi arasında Hz. Ali de vardı; diğer üçü ilk üç halife olarak tarihteki yerlerini almışlardı. Ancak Ali’nin hilafetini belirleyen etken bu değildi. Zira Üçüncü Halife Osman’ı şehit eden isyankârlar, ülkenin siyasetine de hâkim olmuşlardı. Hususiyetle Kufeliler, Hz. Ali’nin halife olmasında ısrar etmekteydiler. Günümüzdeki tarifle ortada bir darbe vardı ve Hz. Ali, darbecilerin adayı olmak istemedi. Ve galiba Hz. Osman’ın seçilmesinde kullanılan “şura yöntemi”ni önceliyordu. Hatta eğer söz konusu yöntem uygulanmış olsaydı yine Hz. Ali seçilirdi. Ancak ondan daha önemlisi şu idi: Bu şura, birincisi gibi belirlenmiş dar bir kurul olmayacak ve bir bakıma daha geniş katılımlı “serbest şura” olacaktı. Bu hâliyle ilk üç seçimden daha “demokratik” sayacaktık biz onu. Ancak olmadı! Hz. Ali, istemeye istemeye hilafeti kabul etti. Yönetim şartını ve akabindeki günlerin siyasetinin belirleyicisi isyankâr darbeciler olduğu için sonuçtan memnun olan ne Halife’nin kendisi, ne de halk oldu. Meşruiyeti tartışmalı bir yönetim hâlini alan Dördüncü Halife ve dönemine itiraz, sadece halktan değil, devletin bürokratlarından da geliyordu. İslâm’a duhuliyetlerinden beri gözlerini en başa dikmiş oldukları söylenen Ümeyyeoğulları kabilesinin başındaki şahıs, aynı zamanda Şam merkezli Suriye’ye de hükmediyordu. O adam Muaviye’ydi. Bu adam, hırsı nedeniyle Resulullah’ın damadı ve torunlarının babası olan Dördüncü Halife’ye rahat vermedi. Hatta isyan bayrağını açıp onunla pervasızca savaştı. “Sıffin Savaşı” olarak bilinen ve tefrikanın tavan yaptığı o karşılaşma, İslâm’ı siyaseten paramparça ettiği gibi, etkisi zamanımıza kadar süregelen teolojik bir ayrışmanın da tetikleyicisi oldu. Sonuç: “Hariciler” adı verilen agresif ve hatta teröre meyyal, günümüz DAEŞ’çilerini anımsatan bir grup doğdu. Hz. Ali, bir Harici katilin hançeriyle şehit oldu. Ve Asr-ı Saadet böylece kapandı. Yönetim, Muaviye üzerinden bir sülaleye geçti. Emevi Hanedanlığı’nın ikinci hükümdarı, tarihin lanetlediği bir adam oldu: Yezit… Eksiklerine direnen temel belge Dönelim asıl konumuza… Ne yazık ki Doğu’da Medine Vesikası üzerinden başlatılan “özgürlükçü yönetim”, Kur’an üzerinden otuz yıl kadar devam etmiş, lakin bir darbeyle sonuçlandırılmıştı. Darbe, tiranik yöntemleri benimseyen bir sülale hanedanlığına dönüşerek ulvi ideallerle yandırılmış olan “çerağ”ı söndürdü ve o ışık kaynağı bir daha canlanmadı. Fakat Britanya adası, aksak Magna Carta’sında direndi ve yeni Magna Carta’larla desteklenen sistemini “demokrasi” hâline Ahmet Yozgat getirmesini bildi. Ve onu taklit eden Fransa, İsveç, Norveç ve de Danimarka başta olmak üzere, Almanya ve İtalya ile “Demokratik Avrupa”yı oluşturmada temel belge oldu. Bir “özyönetim” deneyimi Burada, Avrupa’nın ortasında yer alan bir ülke olarak Helvetia Konfedarasyonu da denilen İsviçre’ye özel bir başlık açmak gerekiyor. Bu ülke, Magna Carta’nın yakın tarihine denk gelen kuruluşuyla 13. yüzyıldan günümüze, kesintisiz bir “özyönetim” deneyimiyle katıldı dünya demokrasi tarihine. Helvetia adıyla 1200’lü yılların ilk çeyreğinde bir araya gelen bölge derebeyleri, gevşek bir yapıyla federatif bir organizasyonu oluşturmuşlardı. Federal yapıyı oluşturan birimlerin her birine “Kanton” adı verildi. Kantonlar, her şeyden önce millet ve mezhep birliğine sahip de değillerdi. Alman, Fransız ve İtalyan anadilli Kantonlar, federatif yapının üç ayrı resmî dilimini de belirliyordu. Yani sınırlar içindeki herhangi bir resmî levha ya da tabela, üç dili de içermek durumundaydı. Çok sonra üç temel anadile “Romansça” adı verilen -bir nevi- “Çingene lisanı” da dâhil edildi. Sistem, birbirinden tamamen bağımsız “kanton devletçikleri”nin uyumlu birlikteliği olarak yoluna devam ediyor. Temel işleyiş formu olarak ikiye ayrılabilecek olan demokratik idarelerden neredeyse tamamı “temsil” temelli. Yani halk grupları kendi temsilcilerini seçiyor; seçilenler, bir kurum çatısı altında toplanıp ülkenin genel durumuna uygun yasa teklifleri veriyor; topluluk bu teklifleri görüşüyor ve oyluyor. Yasama yetkisini halk adına kullanan temsilci meclisin onayladığı yasa, devlet adına atanmış/seçilmiş memurin tarafından uygulanıyor. Ki bu biçem, yönetimsel tarih içerisinde “temsilî demokrasi” adıyla etiketlenmekte. Bir diğer demokrasi çeşidini ise “doğrudan demokrasi” olarak isimlendiriyor yönetim uzmanları. Uygulanma ihtimali ve uygulanma alanı neredeyse yok denecek kadar dar olan “doğrudan demokrasi tekniği”nde, isminden de anlaşılacağı üzere temsilcilik katmanı bulunmamakta. Halk, belli bir orandaki insanı bir araya toplamak kaydıyla kanun teklifinde bulunma ve teklifleri doğrudan oylama, kabul etme ve etmeme hakkına sahip. Aritmetiği düşük, köy ve kasaba mesabesindeki bağımsız organizasyonlarda uygulama alanı bulabilecek olan bu demokrasi tekniği, en ilkel hâliyle Afrika kabilelerinde veya benzeri toplumlarda, sosyo-kural belirlemede hayat sahasına çıkmakta. Modern devletlerin matematiğindeki yükseklik ve sosyal ciddiyet sebebiyle uygulanması zor, hatta imkânsız bir deneme olarak biraz ütopik sayılmakta. Ancak İsviçre kantonlarının bazılarında, matematik bu kabil doğrudan demokrasiye uygunluk arz etmekteydi. Birer köy veya kasaba mesabesindeki bazı kantonlar, yasama görevinin tamamı olmasa bile bir kısım yetkilerini halkına bırakmış durumda. Buna, “Yasama işlemini halk yerine getiriyor” hükmünden çok, “Yasaları oylamada sık sık plebisit yöntemini kullanıyorlar” demek daha doğru sayılabilir. Bununla birlikte referandum bereketi demokrasinin temsiliyet özelliğini halka yansıttığı için önemli bulunuyor. Kantonizmin bir başka özelliği de –ki birçok federatif yapıda durum böyledir- kantonların kanunlarının kendi şartlarına göre yapılıyor olması. Öyle ki, bir husustaki karar, kantonlar arasında farklı farklı değerlendirilmekte, bazen taban tabana zıt bir sonuç doğurabilmekte. temmuz 2015 55 haberajanda Kripto 56 temmuz 2015 Ahmet Yozgat Buna benzer bir uygulama da ABD’de karşımıza çıkıyor. Şöyle ki, Federal Amerika’yı oluşturan elli küsur devlet içerisinde kanunlar birbirine benzememekte. Mesela bazı devletlerde idam uygulanırken, bazılarında bu konudaki karar, idamsızlık üzerine bina edilmekte. Kümülatif demokrasi Dönelim Magna Carta Britanya’sına… 1666 yılında Pürüten Cromwell eliyle kısa bir cumhuriyet denemesi yapan İngiltere, devleti 1648’de İbranilerle tanıştıran/buluşturan adam olarak Oliver’i, yıkılan kısa ömürlü cumhuriyet tecrübesinin enkazına gark edilmedi. Pürüten Baba, “Devlet Kurucusu Lord” unvanıyla sekiz yıl sürecek zorunlu emekliliğe tâbi tutuldu. Ancak ülkeye çok farklı bir deneyim yaşatmıştı ve bu deneyimin formatlanmasına İbrani parmağını da katarak bir başka açılımın da fitilini ateşlemiş oluyordu. Bu açılım, “Amerika kolonisinde sektörel genellikten idarî ulusallık çıkarmak, kısmî cumhuriyetlerden kümülatif demokrasi oluşturmak” diye ifadelendirilebilir. *** Biri kaybolmuş olan 13 kabileden oluşan Yahudi toplumu, kendine has kurallara göre işleyen ve asla birbirine karışmayan “anane sektörleri”nden müteşekkil bir toplumdu. Enine ve dikine bir devinimle genleşen ve yükselen “Judikyan kabileler”, birbirinden sosyal ve teolojik hudutlarla ayrılmış, ancak bütüncül yapı içerisinde birbirlerine sıkı sıkıya bağlı bir bağnazlığı da bünyelerinde barındırmaktaydı. Kutsal Kitap Tevrat’ın ayan açık ve müteşabih metafiziği, hem içtimai hayata, hem vicdani deruna kayıtsız şartsız hâkimdi. Bu hâkimiyet, müntesipler arasında ortak ideal, ancak ayrı ayrı devinim öngörüyor ve insanlığın en disiplinli organizasyonunu oluşturuyordu. 12 Yahudi kabilesinin dinsel piramidinin derununa sızmış olan bir başka piramit -veya piramitçikler- daha vardı. Bunların en bilineni, 16. yüzyılın ilk çeyreğinde ortaya çıkan Masonizm disipliniydi ve bunun da özeli Binay-i Britt geometrisi olarak sosyal disiplinde varlığını hissettiriyordu. Gerek Yahudi Masonluğu olarak bilinen Binay-i Britt ve gerekse Free Masonluk ve benzeri gizemli tarikatlar, teşkilatlanmada “Judikyan Kohenliği”nde öyle bir tecrübe biriktirmişti ki, bu teknikle ahireti kazanmak namümkün, dünyayı kazanmamak ise imkânsızdı. Anlaşılan o ki İngiliz Sarayı, Cromwell’in Cumhuriyet Judiko-Masonlarının teşkilat tecrübelerini birleştirecek, onlara devletin fundamentalist protestleri olan Pürütenleri de dâhil ederek kolonilerinden Kuzey Amerika’da işbaşı yapacaktı. Sandığımızı yaptı ve 1701’de Yahudi aklının eseri olan buhar makinesinin planlarını o aklın sahiplerinden pazarlıkla aldı. Ve yine İbrani teknikerlerinin maharetiyle ateş, odun ve sudan can çıkartan “mucizevi makine”yi hayata geçirdi. Böylece ülkenin dâhilerinin titiz çalışması neticesinde, kendilerini neo-medeniyetin sahibi, dünyanın hâkimi yapacak olan ameliye olarak “Sanayi Devrimi”ni başlattı. Bundan üç çeyrek yüzyıl sonra da Amerikan kolonisini yıktı, yerine de yukarıda sözü edilen koalisyon eliyle ABD’yi kurdurdu. Yeni kıtanın ilginç devleti, Mısır’ın, Babil’in, Roma’nın, İspanya’nın ve Osmanlı’nın ortaklık yaptığı ve anlaşmazlığa düştüğü İbranilerdeki gizli gücün şifresini çözmüş olan Majeste’nin, onlarla ilelebet ortaklık kurma düşüncesinin bir ürünüydü ve ülkenin köktendinci muhalifleri olan Pürütenlerden kurtulmanın bir yolu olarak da ikinci kuşu vurma olanağı sağlıyordu. Bir üçüncü faydası da vardı ki, o da Birinci Dünya Savaşı’ndan ve bilhassa İkinci Savaş’tan sonra ortaya çıkacaktı… İğrenç plan: Bir taşla iki kuş 19. yüzyılın ikinci yarısında Hint kıtasını topraklarına katarak akıl almaz bir genleşme ve genişleme yaşamış olan İngiltere, böylece “üzerinde güneş batmayan imparatorluğunu” kurmuş oluyordu. Eksik olan son iki parça daha vardı: Onlar da Osmanlı ve Romanof İmparatorlukları ile hükmettikleri uçsuz bucaksız arazilerdi. Bu imparatorluklardan biri Türklerin, diğeri Ruslarındı. İkisi de 1701’de başlayan ve bir odunla bir tas sudan imal buhardan çıkan binlerce beygir gücü ile devasa enerji karşısında tek atlı kalmışlardı. Dolayısıyla “neo-sanayi” yarışının henüz başındayken tıkanmışlardı. Bilhassa Birincisi, “Hasta Adam” olarak sıfatlanmıştı. Öyle ki, bugün yarın ölümü kesin görünüyordu. İngi- liz Majestesinin hedefinde öncelikle hastalıklı olan ve gün sayan “Birinci” vardı. Plan inceydi ve bunu “İkinci”nin yardımıyla başaracaktı. Akabinde de mücadeleden bitkin çıkan “İkinci”yi tek vuruşla alaşağı edecekti. Bu sırada kolonizasyon yarışına “bir buçuk oyuncu”nun daha katıldığı görüldü. Bunlar, 1870 itibariyle Prusya etrafında ulusal birliğini kuran Almanya ve Sardunya çevresinde toplaşan İtalyanlardı. Haydi İtalyanlar neyse de, daha işin başında densizlik ederek Almanlar, “dünya mirası”ndan pay istemeye kalkışmışlardı! “Cin olmadan adam çarpmak” denirdi buna. Haliyle Majeste bunu karşılıksız koymazdı… İngilizler ve Almanlar, kısa sürede kızışan politik ortamın rövanşını Türk İmparatorluğu üzerinde yaptılar. Bu birinci raunttu ve savaşı Birleşik Krallık kazandı. Almanlar, Memalik-i Osmaniye’nin çivisinde takılı olan “ceketlerini alıp” hiçbir şey olmamış gibi evlerine döndüler; geride kalan muzaffer İngilizler ise müttefikleri Fransa ve İtalya’yla bir olup Osmanlı arazisini elli parçaya böldü ve sınırları cetvelle çizilmiş otuz küsur devlet soktular haritaya. Osmanlı ringinde birinci raundu kaybeden Almanlar, ülkelerine döner dönmez kasap sırasında bekleyen diğer imparatorluk olan Romanoflu arazisine yönelmiş ve Çar Ülkesi’nde köklü bir rejim değişikliğinin tetikleyicisi olmuşlardı: Bolşevizm... Herr Hans bununla kalmamış, Moskova’nın yeni yönetimiyle Avrupa’yı tehdit etmeye başlamıştı. Bu sebeple Majeste, “Osmanlı Operasyonu”nu mayalanmaya bırakıp “Avrupa Evi”nin (Europa Dame) yolunu tutmuştu. Lakin yorgundu… Çok sürmemişti; bu sefer de Almanya, başına geçirdiği Hitler adlı bir sınır tanımazı kullanarak “ırkçı çılgınlığını” tatmin için düğmeye basmıştı bile. “Çılgın Çavuş”, bir hafta gibi kısa bir zaman diliminde tüm Avrupa kıtasını yutmuş ve Britanya adasına göz dikmişti. Messer Schmidt uçaklarının Londra semalarında görünmesinin ardından gün saymaya başlayan çılgın adam, pilotlarına sadece bir haftalık mühlet vermişti. Pilotlar ya Londra’ya girecek ya da Manş Denizi’ne çakılacaklardı. Gerçekten de yedinci günde Schmidt pilotları, Britanya’nın anahtarını Hitler’in masasının üzerine koydular. Üzerinde güneş batmayan İmparatorluk, savaşa ancak bir hafta dayanabilmişti. İşte bu Majeste’nin hesabında yoktu! Şaş- temmuz 2015 57 haberajanda Kripto gizli saklıdır. Bu gizem bir de Hindistan’da hayattadır. Nedense?.. Sanıldığı gibi Amerikan Başkanı, kral yetkisiyle donatılmış bir sorumsuzluk abidesi değildir, gizli bağlılığı ve sorumluluğu vardır. Beyaz Saray’a yerleşmiş olan “gizli ve derin İngiltere” üzerinden Majeste’ye karşı sorumludur; tıpkı Güney Afrika Cumhurbaşkanı gibi… Yaptığı bir hata sebebiyle gece yarısı yatağından, acı acı çalan bir telefon sesiyle uyandırılır ve Majeste tarafından sorguya çekilir. Son söz Kanaatimiz o ki, ülkemizde hızla yaklaşan başkanlık rejimi ve bu kabil tartışmalarda ABD’nin derinliklerinde yatan Majestik otorite unutulmamalı! Buradan hareketle “Hangi tip başkanlık?” sorusunun cevabı aranırken, “Amerikan tipi” tercihinde “saklı güç”ün etkisi bilinmeli, biliniyorsa hatırlanmalı ve ciddiyetle gözden geçirilmeli! Bu anlamda Commonwelt gibi güdümlü örgütlerin üyelerine ve o yörede kurulan şu ya da bu tip başkanlık örneklerine yeterince şüpheyle bakılmalı, hatta mümkünse bu tip “bağımlı başkanlık tekniği” ile oluşturulmuş yönetimler atlanmalı, atlanmıyorsa ıslah edilerek bu model bağımsız biçime getirilmeli. kınlık had safhadaydı… Majeste, tüm hesapları yeniden gözden geçirdi. Ardından milli aritmetiği yeniden kurdu. Derin ideallerini Commenvelt’in en güçlü organizasyonu olan ABD’ye taşıdı ve derin İngiltere’yi Washington’daki ünlü saraya sakladı: Beyaz Saray’a… Britanya adasında ise sadece “sembolik İngiliz” kaldı ve ikincil bir Batılı devlet olarak sessizliğe büründü. İkinci adam Derin İngiltere, gerçekten de çok soğukkanlı ve akıllıydı. O akıl, Magna Carta’dan başlayan yönetim tecrübesinin üzerine kısa bir süre tacını, tahtını ve birikimini devraldığı ve 600 yıllık ömrüyle en uzun yaşayan imparatorluklardan biri olan Osmanlı yönetim tecrübesini de kattı ve bütün bu paradigmanın üzerine Amerika’yı “bir dünya 58 temmuz 2015 devleti” olarak yeniden biçimlendirdi. İkinci Savaş’ın bitiminde “güneş batmayan İmparatorluk” üzerindeki “sahiplik” hakkını ve yetkisini ABD’ye devreden Londra, geri çekilir gibi görünse de işin başında ve derininde olmaya devam etti. Şöyle ki, -herkes zanneder ama yanlış eder- ABD, gerçekte “prezidentizm” ile idare edilmez. ABD Başkanı, orada yürütmenin başıdır; ancak ikincil bir başkanlıktır onunkisi. Tıpkı Commanwelt/İngiliz Milletler Topluluğu’nun diğer üyeleri Avusturalya, Güney Afrika Cumhuriyeti ve Kanada gibi… Adı ABD’de “başkan”, Kanada’da “başbakan”, Avustralya’da “genel vali” de olsa, bu tip Commenwelt liderlerin pozisyonları “ikinci adamlık”tır ve hepsinin üzerinde Birleşik Krallık’ın Kraliçesi vardır. Bu durum Avusturalya, Güney Afrika, Kanada ve diğerlerinde ayan beyan, ancak ABD’de Tıpkı Majeste’nin Commonwelt üyeleri gibi, Fransız Milletler Birliği sayılabilecek “Frankofon ülkeleri”ni model kabul etme arzusu varsa acele edilmemeli ve o tip örnekler de yeniden gözden geçirilmeli. Buna benzer bir başka model de “Rus İmparatorluğu’nun vassalları” diyebileceğimiz “Bağımsız Ülkeler Topluluğu” devletlerinin tekniklerine de yaklaşılırken kuşku elden bırakılmamalıdır. Kanaatimiz odur ki, yeni yüzyılda başkanlık sistemine geçmesi mukadder olan Türkiye’nin, “rejim” tercihi tartışmalarından bir an önce vazgeçmesi ve beyin enerjisini “model” tercihine teksif etmesi hayrına olur. Hatta son zamanlarda sıkça söz edilen “Türk tipi başkanlık” ciddiye alınmalı ve konu, geniş katılımlı akıllar tarafından yapıcı şekilde tartışılarak piramit yavaş yavaş ve usla yoğurularak ortaya çıkarılmalı. Bu mânâda Orta Asya tecrübeleri iyice araştırılmalı ve işe yarar bölümler çekinmeden alınmalı, modernize edilmeli. Belki o zaman, on yıl sonra geri dönüp “Nerede yanlış yaptık?” diye sorma durumunda kalmayız inşallah! haberajanda Siyaset >> Genel seçimlerin sürpriz sonuçları nedeniyle ülke olarak yoğun bir gündemin içerisindeyiz. Seçim sonuçları Türk siyasî hayatı açısından yeni bir süreci işaret etmekle birlikte 13 yıllık tek parti iktidarının yerine koalisyon hükümetinin kurulması, iç ve dış politik unsurlar üzerinde de birtakım değişimlerin habercisi niteliğinde olsa da algısı Fatma Şura Bahsi oluşturulmaya çalışılan bir fatmasurabahsi.ajanda@gmail.com kaos söz konusu değildir. Seçimlerin hemen akabinde piyasalarda yaşanan dalgalanmalar, Doğu’da HÜDA-PAR yetkilisinin öldürülmesi, Suriye’de PYD’nin Türkmen ve Arapları sürgün etmeye çalışması, Sudan Cumhurbaşkanı’nın Güney Afrika’da alıkonulmaya çalışılması, İsrail’in Gazze’ye saldırması ve Mısır’da Mursi ve İhvan yöneticilerine idam cezalarının verilmesi dâhil olmak üzere her bir gelişme, Türkiye için sürdürülen algı operasyonlarının bir sonucu olarak tezahür etmektedir. Her ne kadar AK Parti oy kaybetmiş olsa da iç ve dış muhalefete karşı savaşarak seçimi birinci parti olarak tamamlamayı başarmıştır. Bununla birlikte iktidar, son birkaç yıldır birçok krizi, ülkenin istikrar ve itibarını zedeletmeden atlatmayı başarmıştır. Hatırlayacak olursak Gezi olayları, 17 ve 25 Aralık operasyonları, Kobani nedeniyle oluşturulan provokasyonlar, paralel yapı ile mücadele gibi birçok yıpratıcı unsur ile mücadele etmek durumunda kalan AK Parti iktidarı yıpratılmak istenmiştir. Yeni Türkiye ideali ile yola çıkan AK Parti’ye ve güçlü Türkiye’ye yönelik bu yıpratma eğilimleri çerçevesinde yürütülen algı operasyonları seçim sonuçlarına yansıdı. Bu bağlamda beklenen/beklenmeyen bir şekilde oy kaybına uğranmış oldu. Ülkede çeşitli merciler tarafından felaket senaryoları yazılmaya başlandı. Oysa demokrasi yolunda mesafeler kat eden Tür- Hezimet değil, yeniden diriliş! K ALEME ve kâğıda kavuşturan Rabbime sonsuz şükürler olsun! Yaklaşık 4 yıldır ağırlıklı olarak dış politika analizleri yaptığımız bu köşemizden sizlere kısa süreli veda ederek aktif olarak siyasete “Bismillah” dediğimiz için sizlerden uzak kalmıştım. Kelam ile uzak kalmış olsak da gönüllerimiz her daim bir oldu. Bu vesile ile siz müstesna okuyucularıma yeniden muhabbetle “Merhaba!” diyorum. üzerinde ehemmiyetle çalışılması ve bu hedefi benimsemiş olan ideal sahibi kişi ve kurumların topluma konuyu anlatabilmesi gerekmektedir. kiye için meşru bir seçim yapıldı ve halk iradesi, seçim sonuçlarında olduğu gibi tecelli etti. Elbette 8 Haziran sabahı için hayal edilen Yeni Türkiye ideali bu değildi. AK Parti yönetiminin halkın iradesini, halkın kararını vakarlı ve olgun bir duruşla karşılamış olması, oluşturulmak istenilen kaos ortamına engel teşkil etmiş oldu. AK Parti halen Türkiye’nin omurga partisidir. Diğer partilerin aldıkları oyların dağılımına bakıldığında bölgesel partiler oldukları görülmektedir. Bu bağlamda AK Parti oylarının düşmüş olması Yeni Türkiye ve 2023 hedefinden bir sapma ya da kopuş olduğu anlamına gelmemektedir. Buna karşın daha da sağlamlaştırılması için AK Parti için bir fırsat niteliğindedir. Bu fırsatı öncelikle kendi içerisinde yapacağı özeleştiri ile değerlendirmelidir. Oy kaybının kök nedenleri araştırılarak teşkilatların tüm kademelerinde reforma gidilmeli, iç muhasebe yapılmalıdır. Yeni Türkiye hedefimize daha reformist bir bakış açısıyla yaklaşılmalıdır. Bununla birlikte zedelenmeye çalışılan Çözüm Süreci yeniden inşa edilmeli, ülkenin huzur ve istikrarı açısından toplumun bütün kesimlerince sahiplenilmesi ve benimsenmesi sağlanmalıdır. Koalisyon görüşmelerinin devam ettiği şu günlerde seçim sonuçlarından da anlaşılacağı üzere Türkiye’de sistem tıkanma durumuna gelmiş olup başkanlık sistemi kaçınılmaz olmuştur. Bu bağlamda yeni anayasa ve başkanlık sisteminin Bölgemiz ve tüm dünyada zulme uğramış insanların acılarına neden ortak olduğumuzu, kapılarımızı ve yüreklerimizi savaşın çocuklarına, mazlumlarına neden açtığımızı, bölgesel ve uluslararası düzeyde ülkemizin itibarını muhafaza etmek için kimlerle, ne için mücadele edildiğini, Yeni Türkiye hedefinin basit bir seçim beyannamesi olmaktan öte olduğunu tek tek, kapı kapı dolaşarak anlatmakla mükellef olduğumuzu unutmamalıyız. Devletimize, milletimize, bölgemize, değerlerimize, ulusal ve uluslararası çıkarlarımıza sahip çıkmalıyız. Bu seçim sonuçlarının bir hezimet olmadığını, daha güçlü bir Türkiye idealini gerçekleştirmek için hataların görülmesi, rehavet halinden çıkılması, teşkilat düzeyinde -amiyane tabirle- davaya samimiyetle bağlı olanların/olmayanların ayıklanması için bir fırsattır. Bu süreçte sabırlı ve akil davranmak, ülkemizin geleceği için hayırlı dualar etmek ve her zamankinden daha fazla hoşgörü ile toplumla bütünleşmek gerekmektedir. Söylenecek milyonlarca söz olmasına karşın sözlerimi burada noktalayarak gelecek günlerin hayır ve sevinçler getirmesini diliyorum. temmuz 2015 59 haberajanda Siyaset 1999 seçiminden sonra Sayın Bahçeli’nin son derece yanlış olduğu aşikâr olan DSP ve ANAP’la yapmış olduğu koalisyonun sonunda milletten yemiş olduğu şamarın kendisinde bir koalisyon sendromu, daha doğrusu bir iktidar sendromu meydana getirmiş olduğu intibaı var. Sayın Bahçeli’ye birileri anlatmalı ki, o koalisyon ne kadar yanlış idiyse, bu defa sözünü ettiğimiz koalisyon o kadar doğru olacaktır. Buna mukabil AK Parti, hiçbir şekilde CHP ile bir ortaklığa teşebbüs etmemelidir. CHP’ye bulaşan iflah olmuyor! 1973 seçimlerinde 48 milletvekili ile Meclis’e giren Milli Selamet Partisi, CHP ile koalisyon kurunca bir sonraki seçimde 24 milletvekiline düştü. Yine 1990’larda CHP (SHP) ile ortaklık kuran Doğru Yol Partisi de siyaset sahnesinden silinip gitti. 60 temmuz 2015 AK Parti-MHP koa Emperyalizm koalisyon ister Ü LKEMİZİN yönetimine hükmetmek isteyen emperyalist güçlerin kullandığı en önemli imkânlardan birinin siyasi istikrarsızlık, bunu sağlamanın en etkin yollarından birinin de zayıf, parçalı iktidarların işbaşına getirilmesi olduğunu, dolayısıyla güçlü, özellikle de sağcı tek parti iktidarlarına asla tahammüllerinin olmadığını, çeşit çeşit entrikalarla ne yapıp edip dâhildeki işbirlikçileri ve uşakları marifetiyle siyaseti parçalı-kavgalı hale getirmeyi başardıklarını, o da olmazsa darbe yaptırdıklarını biliyoruz. Bu inişli çıkışlı fasit dairenin, AK Parti’nin 13 yıllık tek parti iktidarı sayesinde tam da kırıldığını, başkanlık sistemi sayesinde ebediyen tarihe gömülmüş olacağını ummakta iken, 7 Haziran seçim sonuçları, çoktandır unutulan lanetlik koalis- yon tablosunu bir kere daha milletin önüne getirip insanların elini böğründe bıraktı. İktidar partisi kendi oyunun gasp edilmesine nasıl seyirci kalıyor? 1950’den beri oluşan siyasî trende bakacak olursak, koalisyon pazarlıklarının yapılmakta olduğu şu günler, parlak bir dönemin sonunu, uzun sürecek bir fetret devrinin başlangıcını söylüyor bize. Meğerki muhtemel olan bir erken seçimle milletimiz AK Parti’yi yeniden iktidara getirmek suretiyle düşmanın oyununu bozmuş olsun; milletimiz, bunu başarabilme kabiliyetinin olduğunu defalarca ispat etti. Fakat burada esas mesele, AK Parti’nin kendisine yapılmakta olan bu desteğe sahip ve layık olabilme kapasitesinin olup olmadığıdır. 7 Haziran seçimlerinde Doğu ve Güneydoğu- Sabri Öğe sabrioge.ajanda@gmail.com lisyonu gerçekçi midir? daki Kürt bölgelerinde AK Parti neredeyse silindi -silinmiş göründü-. Gerçekte ise Kürt vatandaşların AK Parti’ye rağbetinin yüzde 50’den aşağı olmadığı, ancak oyunun PKK/HDP tarafından gasp edildiği bilinmekte olduğu halde, AK Parti bu gerçeği itiraf edemiyor ve bu zulü sineye çekiyor. Kendi oyuna sahip olamayan bir iktidar partisi olur mu? Böyle bir iktidara gerçekten “iktidar” denilebilir mi? Kürt vatandaşlar PKK zulmünden bıkmış usanmış, seçimde oyunu kendi tercihi yönünde kullanamıyor, feryat edip devletten yardım istiyor; ülkeyi yöneten iktidarın başı da Kürt seçmene cesur olmasını tavsiye ediyor ve PKK/HDP zorbalığını vatandaşa şikâyet ediyor. “Kral çıplak!” filan demeye gerek yok, kralın çıplak, bölgede gerçek iktidarın PKK/HDP olduğunu herkes biliyor. Yeni bir seçim olsa ne olacak? Siyasî iktidar görevini yapmadıktan sonra vatandaş üzerine düşeni yapsa ne olacak? Sayın Başbakan boşa atıp tutuyor, “Kamu düzeninden şöyle taviz vermeyiz, böyle taviz vermeyiz” deyip dururken, öbür taraftan Yardımcısı da HDP’ye “Lütfen silahın gölgesinde siyaset yapmayın” diye rica üstüne ricada bulunuyor, HDP’nin başı ise kasım kasım kasılıyor. Meclis çoğunluğu elinde olup istediği yasal düzenlemeyi yapma imkânına sahip iken dahi seçim ve sandık güvenliğini sağlamaktan aciz kalmış olan AK Parti iktidarı, bugünkü haliyle yeni bir seçimde sandık güvenliğini nasıl sağlayacak, onca oyunun göz göre göre gasp edilmesine nasıl mani olacak? Üstelik bu defa durum çok daha vahim! Çünkü devletin PKK karşısında havlu attığına inanan Kürt vatandaşlar da çaresiz teslim bayrağını tamamen çekmiş olacaklardır. Çözüm Süreci’nin faturası ağır oldu Bu, işin sadece seçimle ilgili olan safhasıdır. Farz edelim ki yeni bir seçimde AK Parti yeniden tek başına iktidar olmuş olsa, vatanımızın Doğu ve Güneydoğu bölgelerinin ve bu bölgede yaşayan vatandaşlarımızın hali nice olacak? “Şehit cenazeleri gelmiyor” diye diye bir terör örgütü, koskoca bir devleti uyutup adım adım hedefini gerçekleştiriyor. Mesele sadece şehit cenazeleri meselesi ise, bölgeyi olduğu gibi terör örgütüne resmen teslim edersek hiç şehit cenazesi de gelmez, verip kurtulurmuş oluruz(!). “Çözüm Süreci” iflas etmiştir. PKK silahla elde edemediğini “Çözüm Süreci” sayesinde çok daha ucuz ve çok daha kolay elde ediyor. Bir seçim döneminde AK Parti’nin kendi oyunun yüzde 20 gibi önemli bir bölümünü kaybetmiş olmasının ana sebebi, uğruna Bebek Katili eşkıyanın adeta kurtarıcı haline getirilmiş olmasının, Kandil eşkıyalarından gelecek haberlere ümit bağlanmasının, HDP şımarıklığı ve küstahlıklarına seyirci kalınmasının zehir yutarcasına sineye çekildiği “Çözüm Süreci”nin fiyaskoyla sonuçlanmaya doğru gittiğinin vatandaş tarafından görülmüş, bıçağın kemiğe dayanmış olmasıdır. Bu konuyu çok daha kapsamlı olarak yeniden ele almak mecburiyeti vardır. Türkiye’den başka, acaba dünyanın hangi devleti kendisine düşman olan kanlı bir terör örgütünün üyelerini parlamentosuna sokar, belediye yönetimlerini onlara teslim eder, onların açıkça meydan okumalarına sessiz kalır? Böyle devlet mi olur?! Bu işlerin yenilip yutulacak bir tarafının kalmadığı artık idrak edilmelidir. Türk halkı aciz iktidarları affetmiyor AK Parti’nin aldığı yüzde 41 oy, ona tanınan –muhtemelen- son şanstır. Bu gidişle bu desteğin ilânihaye devam edeceği sanılmamalıdır. Türk halkı acziyet gösteren iktidarlardan desteğini hemen çekmek gibi bir huya sahip. 1965 seçiminde yüzde 51, 1969 seçiminde de yüzde 49 oyla tek başına iktidar yaptığı Adalet Partisi’ni, sol terör ve 12 Mart Muhtırası karşısındaki aciz tutumu yüzünden 1973 seçimlerinde oyunu yüzde 29’a düşürmek suretiyle kenara itti ve bir daha da belini doğrultturmadı. AK Parti, MHP ile koalisyon kurmalıdır Şimdi AK Parti’nin yapması gereken en doğru şey, bu saçma sapan Çözüm Süreci ham hayalini kafasından çıkarmak ve birinci seçenek olarak MHP ile uzun ömürlü bir koalisyon kurmak olmalıdır. MHP’nin AK Parti’ye samimi olarak muhalif olduğu yegâne konu “Çözüm Süreci”dir. Diğer konulardaki muhalefetinin ciddiyeti ve bu iki parti arasındaki bu derece karşıtlığın asla gerçekliği yoktur. Bir AK Parti-MHP koalisyonunun orta ve uzun vadede çok daha başka, hem her iki parti için, hem de ülkemiz için çok hayırlı gelişmelere vesile olması mümkündür. Ancak bu koalisyonun oluşturulmasının önünde iki önemli engel bulunuyor: Birincisi, Türkiye düşmanı emperyalist güçlerin buna razı olmak istemeyecekleri; ikincisi de MHP lideri Sayın Bahçeli’nin kafa yapısıdır. 1999 seçiminden sonra Sayın Bahçeli’nin son derece yanlış olduğu aşikâr olan DSP ve ANAP’la yapmış olduğu koalisyonun sonunda milletten yemiş olduğu şamarın kendisinde bir koalisyon sendromu, daha doğrusu bir iktidar sendromu meydana getirmiş olduğu intibaı var. Sayın Bahçeli’ye birileri anlatmalı ki, o koalisyon ne kadar yanlış idiyse, bu defa sözünü ettiğimiz koalisyon o kadar doğru olacaktır. Buna mukabil AK Parti, hiçbir şekilde CHP ile bir ortaklığa teşebbüs etmemelidir. CHP’ye bulaşan iflah olmuyor! 1973 seçimlerinde 48 milletvekili ile Meclis’e giren Milli Selamet Partisi, CHP ile koalisyon kurunca bir sonraki seçimde 24 milletvekiline düştü. Yine 1990’larda CHP (SHP) ile ortaklık kuran Doğru Yol Partisi de siyaset sahnesinden silinip gitti. Bir dosttan bu kadar… temmuz 2015 61 haberajanda Siyaset AK Parti için rüzg BU satırlar kaleme alındığında Cumhurbaşkanı Erdoğan hükümeti kurma görevini Sayın Davutoğlu’na henüz tevdi etmiş ve AK Parti koalisyon için muhalefet görüşmelerine yeni başlamıştı. Siz bu satırları okurken belki de yeni hükümet kurulmuş ve yeni kabine oluşturulmuş olacak. >> Ancak belki de henüz bir koalisyon kurulamamış ve formalite icabı Cumhurbaşkanı, hükümet kurma görevini muhalefete vermiş de olabilir. “Formalite” diyorum, zira mevcut durumda AK Parti’siz veya AK Parti’ye rağmen herhangi bir hükümetin kurulamayacağı gerçeği anlaşıldı. Yani bugünden söyleyebilirim ki, bizi bekleyen ya erken seçim ya da AK Partili bir koalisyon. Muhalefetin hevesi kursağında kaldı 62 temmuz 2015 7 Haziran seçim sonuçları, daha önce belirttiğimiz gibi kimseyi memnun etmedi. AK Parti 13 yıldır devam eden tek başına iktidar olma özelliğini kaybetti. Bu sonuç AK Parti’de ve AK Parti seçmeninde büyük bir şok yarattı. Fakat geçen zaman içinde muhalefet partilerinin kendi aralarında iktidar için alternatif bir çözüm üretemeyeceği anlaşılınca rüzgâr tersine dönmeye başladı. Meclis Başkanlığı seçimini AK Parti kazanınca moraller yerine geldi. AK Parti yüzde 41 oyu ile hâlâ en güçlü iktidar ortağı ve Sayın Davutoğlu’nun belirttiği gibi “iktidarın öznesi” konumunda olmaya devam ediyor. 7 Haziran akşamı zafer naraları atan muhalefetin hevesleri kursaklarında kalmış oldu. Kılıçdaroğlu liderliğindeki CHP, AK Parti’siz bir koalisyon için çok çaba sarf etti, ancak MHP’nin kesin ve kat’i kararı ile böyle bir çözümün mümkün olmadığını gördü. Kılıçdaroğlu’nun AK Parti’siz bir koalisyon için MHP lideri Bahçeli’ye Başbakanlık’ı dahi önerdiği konuşuldu. Ancak Bahçeli, HDP ile olan hiçbir alternatifte yer almayacağını kesin bir dille belirtti. CHP, ya kırmızı çizgilerinden feragat ederek AK Parti ile bir koalisyona razı olacak ya da yine iktidar yüzü görmeden muhalefete devam edecek. Enteresan olan, her durumda CHP Orhan Mücahit orhanmucahit.ajanda@gmail.com âr tersine döndü istediğini alamayacak olması. Çünkü iktidar ortağı olamaz ise, iktidar hırsı ile yanıp tutuşan partililerini memnun edememiş ve muhalefete devam ederek bir anlamda yenilmiş olacak. AK Parti ile iktidar ortağı olursa, AK Parti’ye düşman olan seçmeni veya partililerini kızdırmış, AK Parti karşıtlığı üzerine yürüttüğü muhalif siyasetini reddetmiş olacak. Eminim durumun böyle olacağını CHP lideri Kılıçdaroğlu dâhil hiçbir CHP’li tahmin etmiyordu. Ha unutmadan, elbette CHP için bir diğer seçenek de “erken genel seçim”. Ancak erken bir genel seçimde AK Parti’nin yeniden tek başına iktidara gelme ihtimalinin yüksek olduğu konuşuluyor. Bu ihtimalin gerçekleşmesi, elbette mevcut durumdan çok daha kötü sonuçlar doğurur. Bu yüzden CHP, erken genel seçime (her ne kadar “Hazırız” dese bile) yaklaşmayacaktır. MHP için de durum çok umut verici değil. HDP’nin içinde veya destek olduğu hiçbir çözüme sıcak bakmıyor Bahçeli. Bu durumda seçenek ya AK Parti ile bir koalisyon ya da ana muhalefet (ki bunun için AK Parti-CHP iktidarı gerek ya da erken seçim). HDP bu seçimin kazananı gibi görünse de ortaya çıkan sonuç onlar için çok olumlu değil. Seçim sonrası PKK’nın çözüm adına olumlu adımlar atması gerekiyordu, ancak PKK buna yanaşmıyor. Demirtaş HDP’yi PKK’nın etkisinden çıkaramıyor. Bu sonuç HDP’nin parlatılan imajı için hiç de olumlu değil. Ayrıca her durumda HDP’nin bir hükümet kurma şansı görünmüyor. Erken seçim dışındaki seçeneklerin bazılarını MHP kat’i olarak kapattı. AK Parti de bu durumdan fazla mutlu değil ve HDP ile bir koalisyon düşünülmüyor. İlerleyen günlerde HDP içinde bir bölünme yaşanacağı dahi konuşulmaya başlandı. Kısacası HDP için seçim sonrası oluşan olumlu hava tersine dönmüş durumda. “Erken bir genel seçim, sonuçtan memnun olmayan halkın eğilimini yeniden AK Parti’ye çevirir” korkusu MHP’de de var. Her ne kadar AK Parti ile iktidar kurma konusunda kırmızı çizgileri olsa bile, ben hâlâ bu ihtimalin, yani bir AK Parti-MHP koalisyonunun mümkün olduğunu düşünüyorum. AK Partili bazı kurmaylar ve Davutoğlu da bu koalisyona olumlu yaklaşıyor. AK Parti cephesinde ise öncelikle CHP ile bir koalisyona sıcak bakılmıyor. HDP ile zaten bir koalisyon düşünülmüyor. AK Parti ile MHP’nin ülkeyi hükümetsiz bırakmak istemeyeceğini düşünüyorum. Hele güney sınırımızda yaşanan son olaylar ve yaklaşan DEAŞ-PYD tehlikesi böyle bir zamanda bütün partileri daha sorumlu olmaya itiyor. Erken seçim durumunda Meclis’teki tüm partiler ortak bir seçim hükümeti kuracaklar. Bu durum HDP’ye ilk defa iktidara bir şekilde girme fırsatı vermiş olacak. Böyle bir seçenek MHP’yi AK Parti ile iktidar, en azından erken genel seçime hazırlık iktidarı olarak sorumluluk almaya itecektir. Millet belirsizlikten şikâyetçi ve tedirgin. Ekonomi adeta diken üstünde duruyor. Sınırımızdaki son gelişmeler Türkiye’nin daha fazla seyirci kalmamasını, bir an önce bölgeye müdahale edilmesini gerektiriyor. Bu yüzden MHP seçmeni de, AK Parti seçmeni de seçim öncesi gergin siyasi gündeme çizgi çekilerek geçmişin unutulması görüşünde. Suriye ve DEAŞ DEAŞ, son yıllarda Ortadoğu’da meydana gelen gelişmelerden sonra ortaya çıkmış, “daha doğrusu çıkartılmış” bir terör örgütü. Batı, Ortadoğu’daki hâkimiyeti kaybetmeye başladı. Özellikle Arap Baharı sonrası bölge ülkelerinde halk, mevcut düzeni sorgulamaya ve hatta bu düzene ses çıkarmayan kendi mevcut krallarına/iktidarlarına karşı ayaklanmaya başladı. Çıkarları ve menfaatleri tehlikeye giren Batılı devletler, El-Kaide bağlantılı DEAŞ’ı (IŞİD) ortaya sürdüler. Son yıllarda, başta Türkiye olmak üzere bölge ülkelerinin mevcut düzene karşı tavır almasından rahatsız olan Batılılar, ortalığı karıştırmak ve kendi menfaatlerine uygun yeni bir düzeni tesis etmek için DEAŞ’ı kullanıyorlar. Güney komşumuz Suriye’de yaşanan gelişmelerin seyri, 7 Haziran seçimleri sonrası değişti. Suriye’deki iç savaşı fırsat bilen gruplar, Türkiye’nin seçim sonrası koalisyona kilitlenmesinden ötürü faaliyetlerini hızlandırdılar. Türkiye’nin bölgeye olan ilgi ve konsantrasyonu haliyle azaldı. DEAŞ ve PYD arasındaki savaş, Türkmenlere ve Esed’le savaşan muhalif Suriyeli mücahitlere karşı sıçradı. PYD-PKK, DEAŞ’e karşı kendilerine destek veren Batılı müttefiklerden güç alarak sınırlarını “Fırsat, bu fırsat” düşüncesiyle genişletmek için harekete geçti. DEAŞ’in Kobani’ye saldırması sonrasında PYD’nin, Batılı güçlerin desteğini çekmesi ve bu bahane ile sınırlarını genişletmesi sağlandı. DEAŞ, parçalanan Suriye ve parçalanmış Irak’ın Batılılarca yeniden dizayn edilmesi için kullanılan taşeron bir örgüt haline geldi. Birçok milletten paralı askerlerin ve hemen her milletten gönüllü (!) katılımın asıl sebebi bu. Batı dünyasının da Türkiye’nin DEAŞ ortaya çıktığından beri uyarılarını dikkate almamasının asıl sebebi bu. Türkiye’nin kendi sınır güvenliğini sağlamak, olası yeni mülteci akınını karşılamak ve en önemlisi de bölgenin demografik yapısı ile oynayarak yeni devletçikler çıkmasına müsaade etmemek için ortaya koyduğu “tampon bölge” fikrinin başta ABD olmak üzere Batılılarca desteklenmemesi, bize bölgede uzun vadeli bir planın olduğunu gösteriyor. Türkiye, Suriye konusunda maalesef “Batı’ya rağmen” elini, hatta bedenini taşın altına tek başına sokmak zorunda kalabilir. Buna hazırlıklı olmalıyız! Bu yüzden koalisyon çalışmaları bir an önce bitirilmeli, bir an önce Suriye başta olmak üzere iç ve dış meselelerimizde ülke menfaatlerini düşünen bir hükümetle yola devam etmeliyiz. temmuz 2015 63 haberajanda Analiz Kurulacak hükümetin, toplumsal uzlaşmanın olmadığı noktada devletin politika üretmesinden tutunuz, vizyon ve misyon farkları tasdikname almasına sebep olur. Bunun bizdeki adı farklı da edebim elvermiyor söylemeye. *** Umudumuz o ki, “Bu şarkı bitmez!”. Kasım 2015’te seçime hazır olalım. Eğer inatla “Millet koalisyon istedi” deyip ayak diretilirse de “ömrü, ancak kelebeğin ömrü kadardır”. Bu da en fazla seçimi 3 ay kadar erteler. Seçimin adı da olur o zaman “sömestri”… 64 temmuz 2015 Söğüde arm N EREDEYSE bir buçuk ay oldu. Bülent Arınç’ın da dediği gibi, “Biz seçim mi yaptık, ne oldu, ne değişti?”. Değişmedi! Değişmediği gibi, bir de öyle bir sonuç çıktı ki ortaya, tam bir belirsizlik! Gerçi siyasette 24 saat bile çok uzun bir süre, kimse kimseyle koalisyon yapmak istemese de akşama/sabaha her şey değişebilir. Fakat görünen köy kılavuz istemiyor. Seçmen de sanırım tam da şunu istedi(!): “Sen iktidara devam et, muhalefet de çözümsüzlük ve beceriksizlik içinde daha beter olsun! Millet bunların ne kadar beceriksiz, basiretsiz ve memleket sorunlarına dair kıllarını kıpırdatamadıklarını görüp külliyen iradesiz kalsınlar.” Murat İlkter muratilkter.ajanda@gmail.com ut aşısı tutmaz >> Koalisyonu yeni nesil bilmez. Koalisyonun halk nezdindeki tarifi, “Kim, hangi kanaldan ne kadar nemalanacak, kim nereyi tahkim edip devletin karar noktalarına yerleşerek oradan nasıl oligarşi üretecek?” sorusunun cevabıdır “koalisyon”. Daha başka bir tanımla, “atama, rant ve ihale” üçgeninin nasıl paylaşılacağı konusudur. Bugüne kadar yaşanan koalisyonların hangisinden, bundan daha ötesi çıktıysa söylesinler! Koalisyon turlarında da bunların pazarlığı yapılmıyorsa neyim?! Bahçeli’ye gidiyorsun, adam “Millet bana ana muhalefet olma görevi verdi, hükümette benim ne işim var? Kalan üç parti birbirine benziyor, toplaşın, kurun hükümeti” diyor. Şimdilerde bazı kulağı kesikler de diyorlarmış ki, “Sayın Başbuğ(!), koalisyona zinhar girme; çünkü yaptığımız anket ve kamuoyu araştırmalarında partiniz yüzde 16’dan yüzde 19’a çıkacak”. İyi de çıkınca ne olacak? Tek başına iktidar olamadığın müddetçe ancak hakkın kadarına razı değil midir paylaşım? Maksat memlekete hizmet değil mi? Elinden geldiğince, gücün yettiğince ve kendi değerlerin ölçüsünde alınan kararlarda sorumluluk taşımak değil midir siyaset? Niye kurdun o zaman o partiyi? Milliyetçi taban -göründüğü kadarıyla- AK Parti-MHP koalisyonunu isterken kendi kendinize aldığınız bu kararlar size yol, su ve elektrik olarak geri dönmeyecek mi? Temenni etmem ama MHP’den bir milletvekilinin ayağı kayıp düşse veya HDP’ye CHP’den bir milletvekili geçse HDP ana muhalefet partisi olacakken hangi ana muhalefetten bahsediyorsun Sayın Bahçeli? MHP ile HDP’nin Meclis’teki sandalye sayısı eşit değil mi? MHP daha baştan kapı- yı kapatarak AK Parti’yi CHP’nin kucağına itmeyi siyaset stratejisi sanıyorsa eğer, kibir sana pahalıya patlayacak gibi görünüyor Devlet Abi! Mahir Kaynak aklıyla düşünürsek, yani “Bir işten kimin çıkarı varsa, o işi o yapmıştır” mantığından hareketle AK Parti-CHP koalisyonunu en çok isteyenlerin kimler olduğuna bakmak gerekiyor. Ya da tam tersinden soralım: Tayyip Erdoğan’ı kim ya da kimler istemiyordu? İstanbul sermayesi, merkez medya, malum Asimetrik Paralel, Sorosgiller, kısaca faiz düzeniyle kazanan ve böylece ülkeleri kontrol etmek isteyen baronlar… İçinde milliyetçisi de, cemaatçisi de, solcusu da, sağcısı da olabildiğince mevcuttur. Bunların kurumsal karşılıktaki adı da TÜSİAD. Yani burjuvazi… Tabiî ki bunların ardında görünmeyen bir kişi… Hans! (Memnun oldum abi!) Adım gibi eminim ki, Batı’nın bu çıkar çevreleri işte bu sonuca mahkûm olunmayı hedefliyorlardı. Alternatifsiz kalmış bir Türkiye… Koalisyon için tek alternatif kaldığına gören CHP de buna istinaden “Hükümete girerim; girerim de 14 şartım var, bunlara ‘Evet!’ demediğiniz ve kilit bakanlıkları bana vermediğiniz müddetçe hükümete girmem” diye pazarlık gücünü elinde tutmaya çalışıyor. Yani arkadaşlar diyorlar ki, “Dönüşümlü inisiyatif olacak!”. (Bunun bendeki adı, “Sıra bendeyken biraz da ben götüreyim”.) Hani AK Parti’nin icraatlarını hiç beğenmiyordun? Hani bunlar memleketi satıyor, çalıp çırpıyorlardı? “Sen boz, ben tamir edeyim, böylece geçinip gideriz” mi diyorsun? Yapboz mu oynuyoruz hemşerim? Hele dört numarayı hiç sormayın! “Ben PKK’ya silah filan bıraktıramam, ancak Apo bıraktırır. Gidin İmralı’ya, söyleyin, o çağrı yapsın!” derken aklımızla alay ediyor. Dünyadaki tüm terör örgütleri siyasallaşarak sistem içine alınırlar. Çözüm Süreci’nde, normalde PKK ve KCK küçülüp HDP’nin büyümesi gerekirken, inisiyatif ve karar alma gücünü örgüte teslim edersen senin Meclis’te işin ne? Guguş mu oynuyoruz?! Velhasıl, “Bu çocuk okumaz!”. Halkın desteğini arkasına almamış hiçbir hareket/ harekat hedefine ulaşamayacağına göre AK Parti-CHP koalisyonun gerçekleşmesi, olsa bile yürümeyeceğinin en büyük nedeni öncelikle paradigma farkıdır. Sosyal yapısı bu denli farklı iki yapının bir araya gelmesi de bu yüzden düşünülemez. İki tarafın barışacağını ummak, barışsa bile birlikte aynı noktaya bakacağını düşünmek abesle iştigal. Kurulacak hükümetin, toplumsal uzlaşmanın olmadığı noktada devletin politika üretmesinden tutunuz, vizyon ve misyon farkları tasdikname almasına sebep olur. Bunun bizdeki adı farklı da edebim elvermiyor söylemeye. Sırf ülke hükümetsiz kalmasın diye bu tür yapılar oluşturmaya kalkmak, saçmalığın daniskasıdır. O yüzden bu millete deli gömleğini giydirmeye kimsenin hakkı yok! Koalisyon görüşmelerinin teamül olduğuna dair umudumu o yüzden korumaya devam ediyorum. Reis’in tüm açıklamaları bu minvalde zaten; ne yapalım, başka güvenecek adres bulamıyoruz şu an. Umudumuz o ki, “Bu şarkı bitmez!”. Kasım 2015’te seçime hazır olalım. Eğer inatla “Millet koalisyon istedi” deyip ayak diretilirse de “ömrü, ancak kelebeğin ömrü kadardır”. Bu da en fazla seçimi 3 ay kadar erteler. Seçimin adı da olur o zaman “sömestri”… temmuz 2015 65 haberajanda Toplum Toplumlar da bu canlı dokular gibidirler. Devamlı travmatize edilirlerse ortaya çıkacak reaksiyon bundan farklı değildir. Şiddet, terör ve savaş, sosyal algoritmayı travmatize eden, ona kasten bulaş(tırıl)mış ölümcül bir virüstür. Dünya bu şekilde adeta onkolojik bir hasta gibi her geçen gün kötüye gitmektedir. Kuşaklar boyu devam edegelen şiddet, terör, savaş, tecavüz, göç ve yoksulluk, insanoğlunun ruh dünyasında onarılamaz yaralar açmış ve bu şekilde ruh hastası bir dünya, ruh dünyası hasta bireyler inşa edilmiştir. 66 temmuz 2015 Çağın Şeytan Üçgeni: ŞİDDET, TERÖR ve savaşın prognozu B Dr. Muhammed İkbal Bakırcı mibakirci.ajanda@gmail.com İREYİ, toplumu ve toplumsal katmanları bir arada tutan örgüler, hiç şüphesiz birer yaratılış harikasıdır. Sosyal bağlar ve bu bağların birbiri ile ilişkisi, kusursuz bir algoritmanın zaman ve mekâna hükmeden uzantılarıdır. İnsanoğlu iç içe geçmiş evrenlerden oluşmaktadır. Sosyal doku ise iç içe geçmiş ve etkileşim halindeki insanoğlunun meydana getirdiği farklı tabakaların adeta canlı bir algoritmasıdır. >> Bu canlıya her an konsantre duygular ve derinliği olan değerler gibi güçlü veriler yüklenir. Yüklemeler sonrası dünya, her defasında yeniden yaratılır gibi olur. Birey ve sosyal doku devamlı yeni verilerle veya yeniden eski verilerle kendini günceller. Her güncelleme, yeni bir ekoloji inşa eder ve her ekoloji kendi olumlu ya da olumsuz koşullarını belirler. Ekolojinin koşulları, şiddet, terör, savaş, güvenlik sorunu ve toplum sağlığı gibi kavramlarla biçim alır. Şiddet, terör ve savaşın eksik olmadığı bir dünyada yaşıyoruz. Bitmek bilmeyen güvenlik sorunları, jeopolitik değişimler, yoksulluk ve ideolojik kutuplaşmalar, birtakım çatışmaları tetiklemekte, etkilemekte ve genleşmesini sağlayacak koşulları hazırlamaktadır. Sosyal hayatın algoritması bir tual gibidir. Bugün maalesef terör, savaş ve göç ile bu tual renklendiriliyor, renk alıyor. Yaşadığımız diyarlara gelince, buralarda kan ve gözyaşı hiç eksik olmuyor. İstikrarlı bir dengesizlik ve programlanmış bir kaos içinde tutuluyoruz. Bu diyarlarda imara açılmış ruhsal bir sorun var. Kanıksamış durumdayız. Travmatik bu halin aralıksız devam etmesi, sürdürülebilir bir gerilim ve arzu edildiğinde saldırganlaştırılabilecek kimlikler üretiyor. Travma: “Daha kanser olacaksın!” Devamlı travmatize edilen etten ve kemikten her canlı doku, günün birinde bir savunma refleksi olarak kanserleşir. Kanserleşen doku tüm bünyeyi sarana kadar yayılır. Nihayetinde kaçınılmaz son gerçekleşir. Canlı bünye tükenir, tüm dokular çürür ve tüm hücrelerde nekroz meydana gelir. Toplumlar da bu canlı dokular gibidirler. Devamlı travmatize edilirlerse ortaya çıkacak reaksiyon bundan farklı değildir. Şiddet, terör ve savaş, sosyal algoritmayı travmatize eden, ona kasten bulaş(tırıl)mış ölümcül bir virüstür. Dünya bu şekilde adeta onkolojik bir hasta gibi her geçen gün kötüye gitmektedir. Kuşaklar boyu devam edegelen şiddet, terör, savaş, tecavüz, göç ve yoksulluk, insanoğlunun ruh dünyasında onarılamaz yaralar açmış ve bu şekilde ruh hastası bir dünya, ruh dünyası hasta bireyler inşa edilmiştir. 1990 yılından bu yana meydana gelen çatışmalarda 2 milyon çocuk öldürüldü. 45 milyon çocuk ciddi yaralanmaya maruz kaldı ve sakatlandı. Yine bu çatışmalarda çocukların 12 milyonu evsiz kaldı, 1 milyonu ebeveynlerini yitirdi, 5 milyonu mülteci kamplarına gönderildi. Bu süreçte en az 20 milyon çocuk psikolojik travmaya uğradı. Ne hazin akıbettir ki, dünyanın gelecekteki 100 yılı bu çocuklar ve onların yetiştireceği çocuklarla şekillenecek! 90’lı yıllarda savaş ve iç çatışmalar 50 milyon kişiyi göçe zorladı. Göçe zorlanan insanların bir kısmı mülteci, bir kısmı sığınmacı statüsü kazandı. Mültecilerin sadece yüzde 5’i AB ülkelerinde yaşamlarını sürdürürken, tamamına yakını silahlı çatışmaların yaşandığı komşu, yoksul ülkelere sığındı. Hem kendi koşulları açısından, hem de sığındıkları ülkeler açısından ümitsiz, problemli bir tablo ortaya çıktı. Mülteciler, sığındıkları ülkelerde Kaba Ölüm Hızı’nı 5-12 kat arttırırlarken, toplumsal katmanlar arasında uyuşmazlığı derinleştirdiler. Hırsızlık, gasp gibi adi suçlar daha fazla işlenir oldu. Şiddetin çocuğu göç, temmuz 2015 67 haberajanda Analiz göçün çocuğu şiddet oluverdi. Hayat memat meselesi Irak’ta 1960’tan 90’lara kadar bebek, çocuk ve anne ölümlerinde azalma yaşanmıştı. Sağlık hizmetleri, toplum sağlığı her geçen gün iyiye gidiyordu. Ardından sanki bu iyileşmeyi durdurmak isteyen bir el, ambargo dönemini başlattı. Ambargo ile hem bebek ölümlerinde, hem anne ölümlerinde hızlı bir artış meydana geldi. Irak basit bir örnek aslında, tüm dünyadaki arzu ettikleri her metrekarede nüfus oyunları oynamayı bilen ve oynayan karanlık bir el, 10 yıldır Ortadoğu ve Afrika’da ciddi bir mühendislik çalışması yapmaktadır. “Tual, şiddet, terör ve savaşla renk alıyor” dedik ya... Dünya Sağlık Örgütü, kendine, başkasına, bir grup ya da bir topluma karşı yaralama, öldürme, psikolojiyi olumsuz etkileme, kasıtlı olarak fiziki güç kullanımı ve tehdit etme eylemine “şiddet” diyor. Psikolojik, ahlaki ve siyasal olarak üç çeşidi var. Psikolojik şiddet, öldürücü bir gücün sıkışıp patlayarak ortaya çıkmasıdır. Ahlaki şiddet, iktidarı elde etmek veya yasal olmayan amaçlara alet etmek için zora başvurmaktır. Siyasal şiddet ise amaç, hedef ve kurbanın yanı sıra koşulları ve uygulama biçimleri tamamen siyasal bir anlam taşıyan, toplumsal yapı üzerinde bir etki yaratmak amacıyla ötekileştirilmiş grubun davranışlarını değiştirmeye yönelik karıştırıcı, yıkıcı ve zarar 68 temmuz 2015 verici eylemler bütünüdür. Benim de hemfikir olduğum Rousseau ise şiddeti belli etkenlerin bir sonucu olarak “çıktı” niteliğinde değerlendiriyor. Sosyokültürel bozulmalarla meydana gelen bir ürün olduğunu söylüyor. Nedenleri arasında ise genetik, psişik, demografik, kültürel, ekonomik, sosyal, politik koşullar ve etkenler sayılıyor. Şiddet, onu meydana getiren reaksiyonun son aşaması değildir aslında. Hem sonuçtur, hem sebeptir. Kendisini üreten nedenler için besleyici bir unsur olma özelliği de vardır. Adeta doğurduklarını yiyen, yediklerini doğuran kısır döngü içindedir. “Terör” kavramı ise yıldırarak, sindirerek insanlara belli düşünce ve davranışları benimsetmek için zor kullanma ya da tehdit etme eylemi olarak tanımlanabilir. Şiddet içeren her eylemi terör eylemi olarak adlandırma eğilimimiz olsa da teröre “terör” niteliğini kazandıran şey, ona “siyasal amaç nedeniyle” başvurulmuş olmasıdır. Terör bir eylem biçimidir. Siyasal amaçlar için örgütlü, sistemli ve sürekli olarak şiddeti kullanır. Bu eğer bir yöntem olarak benimsenirse, bu defa onun adı “terörizm” olur. Terörizmin hemen her çeşidinde şiddet olayları bulunur, siyasi motifler kullanılır, korku üzerinden organize olarak toplumu ve devleti hedef alır. Halkta güven bunalımı yaratarak çaresizlik duygusunu hâkim kılmayı amaçlar. Sembolik hedefler belirlenir, acımasız yöntemler uygulanır. Ve kendi reklamını yapmayı çok sever, yapmasını iyi bilir. Terörün hayat iksiri, uluslararası rekabet ve güç yarışı için kullanılan bir argüman haline gelmesidir. Bir devlet bir grubu terörist ilan ederken, başka bir devlet aynı grubu terörist olarak görmeyebilir, terör faaliyetlerine göz yumabilir, hatta destek dahi çıkabilir. Terörün dünyada tükenmemesinin temel nedenlerinden biri de budur. Terör üretilebilir, çoğaltılabilir ve popüler edilebilir. Kitleleri peşinden sürükleyerek belli coğrafyalarda güç dengeleri arasında ateşleyici unsur olarak kullanılabilir. Kaldı ki İslam coğrafyasında birtakım güçler tarafından bahsettiklerimiz yapıldı -yapılmaktadır-. Taşları yerinden oynatacak terör örgütleri kurgulanıp, maskeli mücahitler (!) tasarlayıp turuncu/siyah gibi belli renklerle markalaştırılarak kan ve ürpertinin ön planda olduğu, korku ile kitlelerin mobilize edildiği, suçun o örgüte ve örgüt üzerinden temsil ettiği 1990 yılından bu yana meydana gelen çatışmalarda 2 milyon çocuk öldürüldü. 4-5 milyon çocuk ciddi yaralanmaya maruz kaldı ve sakatlandı. Yine bu çatışmalarda çocukların 12 milyonu evsiz kaldı, 1 milyonu ebeveynlerini yitirdi, 5 milyonu mülteci kamplarına gönderildi. Bu süreçte en az 20 milyon çocuk psikolojik travmaya uğradı. Ne hazin akıbettir ki, dünyanın gelecekteki 100 yılı bu çocuklar ve onların yetiştireceği çocuklarla şekillenecek! gibi gösterilen değer yargılarına ihale edildiği bir dönemden geçiyoruz. Ortadoğu diye tanımlanan coğrafi bölgenin ve Kuzey Afrika’nın demografik yapısını, jeopolitik haritasını yeniden dizayn etme adına stratejik terör, birçok yabancı istihbarat örgütünün kullandığı yöntem oldu. Ne var ki, ardında ruh dünyası hercümerç olmuş bir toplumun enkazını bıraktı. Savaş ve savaş yarası Savaşa gelince… Savaş öldürür. Öldürmezse sakat bırakır. Savaş, ilk olarak çocuklara zarar verir. Tecavüzler artar. Kitlesel psikolojik yaralar açar. Çevre, eğitim ve sağlık düzeni sistematik olarak iflas eder. İktisadî kolonlar yıkılır. Korku, çaresizlik ve aşağılanma kara bulut gibi çöker insanoğlunun üzerine. Savaşın demografik hasarı ise göçtür. Göç yoksul bırakır ve hastalıkları yaygınlaştırır. Savaşa tanık olmak, savaş sırasında yakınlarını kaybetmek, yaralanmak, doğrudan savaşın mağduru olmak dışında yerinden, yurdundan, ülkesinden edilmek ve yeni yerleşim alanındaki kötü koşullara maruz kalmak, bireyi ve o toplumu hiç şüphesiz tarumar eder. Yakınlarını kaybedenlerin yaşadığı korku, savaştan kaçarken özellikle kadınların ve çocukların maruz kaldığı cinsel taciz ve tecavüzler, barındıkları yerde hissedilen belirsizlik, değersizlik, ciddi çökkünlükler, gelecek kaygısı, sosyal dışlanma ve ayrımcılığa maruz kalma gibi sorunlar birçok ruhsal rahatsızlığın da kaynağı olur. Uyku problemleri, akut stres bozukluğu ya da travma sonrası stres bozukluğu belirtileri, uzamış yas reaksiyonları, majör depresyon, kaygı bozuklukları, bedenselleştirme bozuklukları gibi birçok hastalık yaygınlaşır. Toplumsal travmalar kuşaktan kuşağa aktarılır ve doğası gereği insanların ve toplumların ruhunda tahribat yaratırlar. Ruhsal sorunlarla bozulmakta olan dünyanın iyileşmesi ise neredeyse imkânsızlaşır. Bugün dünyayı kuşatan şeytan üçgeni, “şiddet, terör ve savaş”tan oluşmaktadır. Başımızı ne yana çevirirsek çevirelim, göreceğimiz renk kan kırmızısı; duyacağımız ses anne baba çığlığı; bulacağımız eşya, üzerinden tank geçmiş çocuk ayakkabısı; gelecek olan koku ise yanık kokusu olacaktır. İslam ülkelerinin içine düştüğü ateşten bir kuşatma gibi toplumların ruh ve beden sağlığını yerle yeksan eden bu kumpas, İslam coğrafyasının uyanışı ile bozulabilir. Uyanış ki, öz değerlerinin farkında olmakla, kıymetini ve etki gücünü bilmekle başlar. Müreffeh ve münevver nesillerin yetiştirilmesi için hiçbir tahrik edici ve tetikleyici duygu, düşüncenin tesir edemediği, insandan başlayıp insanda biten bir dünya değil, inanç ekseninde değer yargılarının ahlak ve maneviyatla korunduğu bir cemiyet tasarlanmalı, inşa edilmelidir. Rabbim mahir muhibbilerin idraklerini müberra, azimlerini daim etsin! Çağın şeytan üçgeninden başta ümmeti ve tüm dünyayı korusun! temmuz 2015 69 HABERA JANDA/ SÖYLEŞİ “Başta Devlet Bahçeli olmak üzere tüm muhalefet liderlerini basiretsizliklerinden, korkaklıklarından, sorumluluk almaktan kaçışlarından dolayı kutlarım(!). Hâlâ AKP ile koalisyon görüşmeleri yaparak beyler vakit kaybederlerken, AKP erken seçime hazırlanıyor. AKP’nin yanına yapışarak kuracağınız koalisyonun başkanı Davutoğlu değil, Erdoğan olacaktır ve siz kuzu kuzu, 13 yıldır süregelen AKP icraatını aynen uygulayacaksınız. Seçmenlerinize de dönüp, ülke çıkarı için elinizi taşın altına soktuğunuzu söyleyeceksiniz. Aklınız varsa, biraz ileriyi görebiliyor, kendinizi değil de vatanı düşünüyorsanız, kesin koalisyon görüşmelerini ve seçim stratejilerinizi belirleyin!” *** “AKP-CHP koalisyonu olursa neler kaybedeceğiz? AKP İktidarı devam edecek ve CHP, bu koalisyonun küçük ortağı olacak. Muhalefette MHP-HDP ortak hareket edemeyeceği için, muhalefetsiz bir iktidar olacak ve uzlaşmaya gerek duymadan da -Anayasa dâhil- her kanunu değiştirebilecek; tabiî ki büyük ortağın isteği doğrultusunda… AKP’den bir tek milletvekilinin HDP’ye geçmesi halinde ana muhalefet HDP olacak. Kürt sorununun çözümü sürecinde MHP’nin esamesi okunmayacak ve çözüm, bütün milletin arzu ettiği şekilde olmayacak. Emperyalist dünyanın arzu ettiği hükümet iş 70 temmuz 2015 Emekli Koramiral Atilla Kıyat Murat İlkter // muratilkter.ajanda@gmail.com “Bana da darbe teklif ettiler!” BU röportajın ne amaçla gerçekleştirildiğini eminim birçok kişi merak edecektir. Yanılıyor muyum, bilmiyorum; öncelikle Amiralimizin, bizim dergimizin misyonu, vizyonu ve idealleri ile uyuşan bir yapısının olmadığı varsayımıyla bu metni okumaya başladığınızı düşünüyorum. >> Açıkçası bu röportaja başlamadan önce ben de öyle düşünüyordum. Fakat röportaj ilerledikçe gördüm ki, kişilerin dünyası, hayat tarzı, siyasî ve politik bakışları ne kadar farklı olursa olsun, bir iyi niyet çabası ve samimiyet içinde olduğunu gördüğünüz anda asgarî müşterekte birleşebileceği gibi bir hissiyata kapılıyorsunuz. Sohbet ilerledikçe politik görüşlerimiz farklı olsa da bir diyalektik oluşturabilir, istişare kültürünü geliştirerek memleketimiz için birlikte bir şeyler yapabiliriz diye düşünmeye başlıyorsunuz. Yeter ki nezaket, samimiyet ve saygı elden bırakılmasın! Hele siyasetçilerin birbirlerini hırpalamak adına üslûp kaymasına uğradığı böyle zamanlarda bu tür diyaloglara fazlasıyla ihtiyacımız var. Yoksa gerçekten toplum parçalanır, herkes kendine küçük dünyalar oluşturur, toplumun içine kapandığı anda da bu ülkede birlik ve beraberlikten kimse söz edemez. Bölünen toplumlar, ülkeyi kendi elleriyle ufalamaya başlarlar. Sanırım bunu da kimse istemez. Seçimler oldu, bitti. Kimi sonuçtan memnun, kimi değil. Sonuç, bir koalisyonu gerekli kılıyor. Olmazsa tekrar millete gitmek kaçınılmaz. Sonuçta bu milleti idare edecek bir hükümet lazım. Tasvip edersiniz veya etmezsiniz ama hükümet kurmak için tek bir alternatif kaldı; AK Parti-CHP koalisyonunun konuşulduğu bugünlerde birbirimizi anlamamız gerekiyor. Bu bizi hem tek bir noktadan hayata bakmaktan kurtaracak, hem de fikir ve düşünce dünyamızın gelişmesine katkıda bulunacak. En önemlisi de birbirimizi anlamayı ve birlikte yaşama kültürümüzü geliştirmiş olacağız. Peki, bu satırları yazmama ve bu röportajı yapmama sebep olan önemli isim kim? Emekli Koramiral Atilla Kıyat, ben 1993-1995 seneleri arasında M. Fevzi Çakmak gemisinde astsubaylık yaparken, Harp Filosu Komutanı olması hasebiyle Komutanımdı. Gerçekten personelini seven, onların hırpalanmasını istemeyen bir karaktere sahipti. Her denetleme öncesi gemiler baştan aşağı badana boya yapılırken, o bizlere şu haberi gönderirdi: başında olacak; gerek ekonomi, gerekse dış politika açısından köşeye sıkışmışlığımız devam edecek. Cumhurbaşkanı’nın gücü devam edecek, yolsuzlukların hesabı sorulamayacak. Süreçten AKP ve HDP güçlenmiş, CHP yüzde 20’lere düşmüş ve MHP de barajın altında kalmış olarak çıkacak. Ve korkarım HDP, Türkiye’nin ikinci büyük partisi olacak. Önemli değil ama benim de CHP’liliğim son bulacak!” *** “Ülkenin güvenliğini sağlamak, Anayasa’mıza göre hükümetin görevidir. Bu görevinizi yerine getirmekte sınıfta kaldınız. Başarısızlığınızı kimseye yıkmayın ve kendinize suç ortağı aramayın!” *** “Kimsenin kimseyi kandırdığı yok, hepsi darbedir ve darbenin hiçbir ‘haklı’ nedeni olamaz. Bunları kendisine bizzat siyasetçilerin, iş adamlarının gelip ‘Yönetime el koysanıza, daha ne bekliyorsunuz?!’ denen bir Koramiral, yani ben diyorum. Kandırmaca, darbelerin toplum kültürü olmayıp, sadece asker kültürü olduğunu söylemektir.” *** “Bence çözüm, sınırlarımız dışındaki Kürt devletini tanımak, ‘Kürt asıllı’ Türk vatandaşlarımıza da, dünyanın çeşitli ülkelerinde yaşayan soydaşlarımız için o ülkelerden hangi hakları istiyorsak, aynı hakları vermektir.” temmuz 2015 71 HABERA JANDA/ SÖYLEŞİ başkanı Fahri Korutürk’ün oğlu Osman Korutürk ile de bu konuyu tartışmıştım. Ben Atatürk’ün bu sözünün dünya gerçeklerine bakarak bir temenniden ibaret olduğunu söylediğimde bana itiraz etmişti. Sizce bölgemize bu kadar müdahale edenler olması karşısında bizim pasif bir konuma çekilmemiz doğru mudur? Biz oyun kuran değil de kurulan oyunların bir parçası olmak zorunda mıyız? Görüldüğü üzere savaşlar bizim de kapımıza dayandığında “barışa davetkâr olmak” ve buna bölge aktörlerinin uymasını beklemek uygulanabilir bir politika mıdır? “Sizlerden badana boya değil, topu atan, çarkı dönen gemiler istiyorum!” Ve biliniz ki bu anlayış, Bahriye’de bir ilkti! Artık lafı daha fazla boğmadan röportaja geçelim dilerseniz… Saygılarımla… *** “Bölgede oyun kurucu olma şansımızı kaybettiğimizi düşünüyorum” • Merhabalar Efendim! (Biz Denizciler genelde askerî hitaplara pek uymayız; ast, üstüne genellikle “Efendim” şeklinde hitap eder.) Şu an ikimiz de sivil ve emekliyiz. Fakat eski bir personeliniz ve astınız olmam hasebiyle öncelikle size hitapta sıkıntılar yaşadığımı belirtmek isterim. Bunu bir eziklik olarak değerlendirmeyiniz lütfen. Bir hiyerarşik sıkıntı olarak gördüğümden ve sohbetimizi samimi bir havaya büründürmek arzumdan olduğunu belirtmek isterim. Bizim kültü- 72 temmuz 2015 rümüzde kişi emekli de olsa nedense bir türlü eski statüsünü kaybetmek istemiyor ve karşısındakinin hitaplarını düzeltmiyor. Çünkü bir türlü kendini emekli edemiyor. Bunu sadece askerler yapmıyor; eski bakanlar, vekiller, başbakanlar, cumhurbaşkanları, belediye başkanları, müdürler, hatta hasbelkader partilerdeki il ve ilçe başkanları bile bu hitapları kabul buyuruyorlar. Görüldüğü üzere tüm eski komutanlar da kendilerine “Komutanım” veya “Paşam” gibi hitaplardan kaçmıyorlar. Diğer devlet ve milletlerde uygulama nasıldır açıkçası pek bilmiyorum, bizdeki bu uygulamanın devamı konusunda düşüncelerinizi merak ediyorum. Kişinin emekliye ayrılması, kendisine verilen rütbelerin geri alınması değildir. Bu nedenle o kişiye askerse -konuşma dilinde- “Generalim”, “Amiralim” veya “Albayım” şeklinde hitap etmek, yazı dilinde de bu hitabın önüne “E.” rumuzunu koymak uygundur. “Komutanım” ifadesi ise alışkanlık sonucu bir refleks olarak kullanılıyor. Yabancı ülkelerin her birinde uygulamanın nasıl olduğunu detayıyla bilmiyorum. Ama izlediğim yabancı kanallarda spiker, emekli konuklarına rütbesi ile hitap ediyor, yazı dilinde de “Retired” kelimesinin kısaltması olan “R.” rumuzunu kullanıyorlar. Yabancılardan, birlikte aynı rütbede görev yaptıklarım, bana adımla, küçük rütbeliler veya amiral olduğumu bilen siviller, mülakat yapan yabancı medya mensupları ise “Admiral” diye hitap ediyorlar. Ben bu konuda hassas değilim. Herkes bana istediği gibi hitap edebilir, ses çıkarmam, ama “Paşam” denmesini pek sevmiyorum. Ancak bu da bizde gelenek olmuş. • Siz sürekli “Yurtta sulh, cihanda sulh” ilkesine atıfta bulunarak dış politikanın bu minvale oturtulması gerektiğini söylüyorsunuz. CHP’nin dış politika kurmayı ve eski bir diplomat olan merhum Cumhur- “Yurtta sulh, cihanda sulh” politikasındaki “sulh” kelimesine bakarak bunun pasif bir politika olduğunu düşünmek doğru değildir. Tam aksine, bu politika, son derece güçlü ve aktif olmayı gerektirir. Bu politikada milli güç unsurlarının -ki bunlar ekonomik güç, coğrafi güç, sosyo-kültürel ve askerî güçtür- geliştirilerek dengeli bir şekilde kullanılmasını gerektirir. Ayrıca bu politika, siyasetin caydırıcı ve gerektiğinde kullanılacağına inandırıcı, bir askeri güçle desteklenmesi izlenimi verebildiğiniz takdirde başarıya ulaşır. Oyun kurucu olmaya gelince… Bir ülkenin, kendini olduğundan güçsüz görmesi hata, olduğundan daha güçlü görmesi ise tehlikedir. Balkanlar, Kafkaslar ve Ortadoğu şeytan üçgeninin tam merkezindeyiz. Başkalarının yazdığı senaryolarda oyuncu olarak rol almak, hatta figüran olmak ne derece yanlışsa, tek başına senaristliğe de soyunmak o derece yanlıştır. Balkanlarda AB ve NATO’ya rağmen, Kafkaslarda Rusya’ya rağmen, Ortadoğu’da ABD’ye rağmen bir şey ya- Murat İlkter pılamayacağı gerçeğini kabul etmemiz gerekir. Sadece biz değil, hiçbir ülke yapamaz. Bu nedenle her üç bölgedeki çıkarlarımızın anılan ülkelerin çıkarları ile kesişme noktalarını bularak, onlarla birlikte oyun kurucu olabiliriz. Aksine soyunmak, bizi sadece onların oyuncusu ve figüranı yapar. NATO üyesiyiz, AB’ye aday ülkeyiz, ne derece geçerliliği kaldı bilmiyorum ama ABD’nin stratejik ortağıyız, İslâm İşbirliği Teşkilatı’na üyeyiz. Yıllarca bu çok yönlülüğü başarıyla dış politikamızda dengelerken, zaman zaman birine, son zamanlarda ise sadece mezhepsel boyutuna ağırlık vererek uyguladığımız dış politika nedeniyle bölgede oyun kurucu olma şansımızı kaybettiğimizi düşünüyorum. “CHP-MHPHDP koalisyonu gerçekleşseydi…” • Terminolojik olarak pek fark görünmüyor gibi olsa da siyasetle politika arasında fark olduğu konusunu bana eski editörüm olan Doç. Sinan Canan öğretmişti. Siyaset “zekâ, yani stratejik akıl”, politika ise “sorunlar konusunda izlenen yol” demekti. Tarihe de bakarak, benim kanaatim ve inancım her zaman şu oldu: Türk tarihinin hiçbir döneminde hain hükümet yoktur, sadece politika farkları mevcuttur. Halkın iradesinin tecelli ettiği her hükümet bana göre meşrudur. Buna istinaden, seçim sonuçlarını nasıl değerlendiriyorsunuz? Seçim ertesinde koalisyon çalışmaları sizce nasıl gidiyor? Kimsenin tek başına iktidar hakkını elde edemediği böyle bir Meclis’ten sizce güçlü ve yürütülebilir bir iktidar çıkabilir mi? “Türk tarihinin hiçbir döneminde hain hükümet yoktur” sözünüze aynen katıldığımı öncelikle belirtmek isterim. Seçmen AKP’ye, “Tek başına iktidar olamazsın” dedi. AKP, 7 Haziran’dan beri tek başına iktidar ve kendi adayını Meclis Başkanı seçtirdi. En az bir 40 gün daha tek başına iktidar... Sonra da erken seçim için Kasım ayına kadar tek başına iktidar… Başta Devlet Bahçeli olmak üzere tüm muhalefet liderlerini basiretsizliklerinden, korkaklıklarından, sorumluluk almaktan kaçışlarından dolayı kutlarım(!). Hâlâ AKP ile koalisyon görüşmeleri yaparak beyler vakit kaybederlerken, AKP erken seçime hazırlanıyor. AKP’nin yanına yapışarak kuracağınız koalisyonun başkanı Davutoğlu değil, Erdoğan olacaktır ve siz kuzu kuzu, 13 yıldır süregelen AKP icraatını aynen uygulayacaksınız. Seçmenlerinize de dönüp, ülke çıkarı için elinizi taşın altına soktuğunuzu söyleyeceksiniz. Aklınız varsa, biraz ileriyi görebiliyor, kendinizi değil de vatanı düşünüyorsanız, kesin koalisyon görüşmelerini ve seçim stratejilerinizi belirleyin! Hükümet kurma şansınızı teptiniz, Meclis’e giremeyen partiler de dâhil, hiç olmazsa erken seçimde bir araya gelmeyi, seçimde güçlü olduğunuz bölgelerde birbirinizi desteklemeyi başarınız. Bugünkü tutumlarınızla “tek başına iktidarı” altın tepsi içinde AKP’ye sunuyorsunuz; ümitlerimizi ve kendinizi yok ederek, ülkeyi de tabiî… • Gönlünüzden geçen hükümet nedir? Uygulanabilirliği mümkün mü? Seçimler sonunda önerdiğim, destek bulduğu kadar da tepki alan CHP-MHP-HDP koalisyonu gerçekleşseydi neler kazanacaktık? AKP iktidarından kurtulacaktık. Cumhurbaşkanı Anayasa sınırları içine çekilecek ve kaçak sarayı terk edecekti. Yolsuzluklar araştırılacak ve sorumlular Yüce Divan’a gönderilecekti. İktidar-muhalefet dengesi olacak, Anayasa değişiklikleri ve yeni anayasa için muhakkak uzlaşı gerekecekti. Sona bıraktım ama bence en önemlisi: MHP ile HDP’nin olduğu bir koalisyonda Kürt sorunu, herkesin beklentisini karşılayacak bir şekilde çözülecekti. Ben dış politikayı “E” maddesi kapsamında görmüştüm. Osmanlı olma saçmalığından vazgeçilip “Yurtta sulh, cihanda sulh” politikasına dönülecekti. Şimdi en yakın ihtimal olarak konuşulan AKP-CHP koalisyonu olursa neler kaybedeceğiz? AKP İktidarı devam edecek ve CHP, bu koalisyonun küçük ortağı olacak. Muhalefette MHP-HDP ortak hareket edemeyeceği için, muhalefetsiz bir iktidar olacak ve uzlaşmaya gerek duymadan da -Anayasa dâhil- her kanunu değiştirebilecek; tabiî ki büyük ortağın isteği doğrultusunda… AKP’den bir tek milletvekilinin HDP’ye geçmesi halinde ana muhalefet HDP olacak. Kürt sorununun çözümü sürecinde MHP’nin esamesi okunmayacak ve çözüm, bütün milletin arzu ettiği şekilde olmayacak. Emperyalist dünyanın arzu ettiği hükümet iş başında olacak; gerek ekonomi, gerekse dış politika açısından köşeye sıkışmışlığımız devam edecek. Cumhurbaşkanı’nın gücü devam edecek, yolsuzlukların hesabı sorulamayacak. Süreçten AKP ve HDP güçlenmiş, CHP yüzde 20’lere düşmüş ve MHP de barajın altında kalmış olarak çıkacak. Ve korkarım HDP, Türkiye’nin ikinci büyük partisi olacak. Önemli değil ama benim de CHP’liliğim son bulacak! • Bu arada siyasete el atmak üzere olduğunuzu hissediyorum, doğru mu? Partiler genelde (CHP hariç) asker temmuz 2015 73 HABERA JANDA/ SÖYLEŞİ kökenli kişilere çok mesafeli duruyorlar, değil mi? Hayır, siyaseti düşünmüyorum. Önce yaşım itibarıyla, sonra da mevcut siyasi partiler kanunuyla -karakterim icabıbir liderin iki dudağı arasına sıkışarak siyaset yapamam. Ayrıca gençlik kollarından itibaren siyasetin her kademesinde emek vermişlerin hakkını yiyerek aralarına paraşütle inmek istemem. “Çuvaldızı kendimize, iğneyi de sivillere batırmıştım. İğneyi biraz da esas sorumlulara batıralım mı şimdi?” • Bir TV programınızı anımsıyorum. Orada şu minvalde cümleleriniz vardı: “Bizler asker olarak da bazen haddimizi aştık. Sivil iradeye politik görüşlerimizi dayattık, bu hataydı. Bunu bazen darbelerle gerçekleştirdik, 74 temmuz 2015 bazen muhtıralarla ilettik… ”Lütfen yanılıyorsam düzeltiniz, bunları duyduğumda -ki bu düşünceleriniz Balyoz tutuklamalarına denk geliyordu- “Çok cesurca açıklamalar yaptı Amiralim” demiştim. Acaba aynı düşüncede misiniz? Darbeler doğru uygulamalar mıydı? Menderes’in asılması veya 28 Şubat’a dair düşünceleriniz nelerdir? Batı Çalışma Grubu’nun uygulamalarını doğru buluyor musunuz? Askerin Milli Güvenlik Kurulu’nda sivil hayata dair müdahaleleri sizce doğru mudur? Doğru hatırlıyorsunuz, Uğur Dündar’ın “Arena” adlı programıydı. Kısa özetini vereyim, sorularınıza yanıt olur: Kendimizi ülkenin tek sahibi gördük. Her şeye maydanoz olduk. RTÜK’e, YÖK’e üye verdik. MGK kanalıyla ülkeyi idare etmeye soyunduk. Güç ve itibarımızı, bir tehdidin var olması halinde koruyabileceğimizi var saydık. Tehdit yarattık veya büyüttük. Şeffaf olamadık. Kendimizi toplumdan soyutladık. Tel örgüler arkasına çekildik; oysa insan kaynağımız tel örgüler dışındaydı. Komuta ve hiyerarşik yapının gereği olmayan çok büyük farklılıklar yarattık. Personelimizden koptuk. Kaynaklarımızı sorumsuzca ve keyfî kullandık. Personelimizin sorunlarını çözmek yerine, “Siz de yükselip bu lüksü yaşayın” mantığıyla hareket ettik. Terfi, sadece bizlerin değil, eşlerimizin de birinci önceliği oldu. Bu nedenle “Üstlerimize yaranalım” derken astlarımızın sevgi ve saygısını kaybettik. Darbelerin en fazla bize zarar verdiğini bilmemize rağmen defalarca darbe yaptık. Hukuk dışı uygulamalara imza attık. 1990’dan sonra değişen dengelere süratle ayak uydurup yeniden yapılanma ve personel reformunu gerçekleştiremedik. Ülkede “sol”u yok ettik. Kafalardaki bölünmede pay sahibi olduk. Evet, o programdan aklımdan kalanlar bunlar. Bugün de aynı görüşü muhafaza ediyorum. Çuvaldızı kendimize, iğneyi de sivillere batırmıştım. İğneyi biraz da esas sorumlulara batıralım mı şimdi? • Lütfen buyurun... Ülkemizin bugünkü durumundan siz de memnun değilsiniz benim gibi. Sorumluluk, sivil-asker ayırmaksızın hepimizin… Ben aynı programda sivillerin hatalarını da “açıkça” dile getirdim. Medya, maalesef sadece özeleştirilerimle ilgilendi. Özetle sivillere dair düşüncelerimse şöyle: Anayasa’dan kaynaklanan yetkilerini kullanamadılar. Bu bilgi ve otoriteye sahip kadroları yetiştiremediler. Askere doğru dürüst siyasî bir direktif veremediler. Asker talep ettiğinde de “Siz yazın, biz imzalayalım” dediler. Askerin sorumluluğunda olmayan birçok alanı askere bırakıp sorumluluktan kaçtılar. Askerin Murat İlkter bütçe ve harcamalarını denetlemediler. Kirlenen siyasetçibürokrat-iş adamı üçgeni içine askeri de çekmeye çalıştılar, bir ölçüde başarılı da oldular. Siyasetin tıkandığı zamanlarda -siyasi çözüm getirmek yerine- yasama, yürütme, yargı, iş adamı, medya ve STK’larla darbelere davetiye çıkardılar. Bütün kurum ve kuruluşlarıyla askerin her dediğini emir telakki ettiler. “Hükümetleri güçlü tutalım” derken devleti yok ettiler. Tabiî en önemlisi de Türkiye’yi, Anayasa’sında yazdığı gibi demokratik, sosyal, laik bir hukuk devleti haline getiremediler. Milli politikalarımızı devlet politikası olmaktan çıkartıp, hükümetler değiştikçe değişen hükümet politikalarına döndürdüler. Güvenilirliğimizi ve itibarımızı yok ettiler. • Bu kadarını beklemiyordum açıkçası… Enteresan günlerden geçiyoruz… “Başarısızlığınızı kimseye yıkmayın ve kendinize suç ortağı aramayın!” • Biraz da vizörü başka bir yöne kaydıralım… PKK bu seçim sonucundan sonra silah bırakır mı? HDP bir Türkiye partisi olabilir mi gerçekten? “Kürt Sorunu” diye bahsedilen açılım ve süreci doğru buluyor musunuz? Sizce bölünme korkusu var mı? “Bölünme mümkün mü?” dersem sanırım daha doğru olacak… Seçimlerden önce Cumhurbaşkanı ve Başbakan, HDP’yi PKK ile işbirliği yapan, PKK’nın uzantısı olan bir parti olarak suçladı. Şimdi ise Başbakan HDP’ye, “Çağrı yapın, PKK silahları bıraksın” diyor. HDP ise, “Ben çağrı yaparım ama onlar beni dinlemezler, tek dinleyecekleri kişi Öcalan” di- yor. Köşk ve Başbakan kızıyor, “PKK’ya söz geçiremeyecekseniz Çözüm Süreci’ne nasıl katkıda bulunacaksınız?” sorusunu soruyor. Bu ne çelişkidir, ne acizliktir! Terörü önlemek için teröristlikle suçladığın partiden yardım istiyorsun… Ülkenin güvenliğini sağlamak, Anayasa’mıza göre hükümetin görevidir. Bu görevinizi yerine getirmekte sınıfta kaldınız. Başarısızlığınızı kimseye yıkmayın ve kendinize suç ortağı aramayın! “Darbenin hiçbir ‘haklı’ nedeni olamaz!” • İhtilali halk yapar, darbeleri ise komitacılar ve cuntacılar... Başardıklarına “ihtilal” derler, başaramadıklarını ise -mesela Talat Aydemir bunlardan biridir- “darbe”… İşte bu anlayış yanlış! Demokrasilerde bu hesabın verilmesi için seçimler beklenmez. Toplum, demokratik tepki hakkını meydanlarda mitinglerle, protestolarla, boykotlarla kullanır. Üzerlerine TOMA’larla, gazla, plastik mermiyle gidilip “Otur oturduğun yerde, seçimi bekle!” denmez. Hükümetler ya demokrasiye, seçimden önceki sözlerini tutmaya davet edilir ya da erken seçime zorlanırlar. Kimsenin kimseyi kandırdığı yok, hepsi darbedir ve darbenin hiçbir “haklı” nedeni olamaz! Bunları kendisine bizzat siyasetçilerin, iş adamlarının gelip “Yönetime el koysanıza, daha ne bekliyorsunuz?!” denen bir Koramiral olarak ben diyorum. Kandırmaca, darbelerin toplum kültürü olmayıp, sadece asker kültürü olduğunu söylemektir. • Siyasetçiler halkla iletişimlerini yitirip halk nezdinde itibarlarını kaybettikleri anda zaten diğer güç odaklarla iletişime geçip mevcut seçilmiş otoriteyi devirme- temmuz 2015 75 HABERA JANDA/ SÖYLEŞİ talimat aldığı izlenimini silerek onlara sözünü geçiren bir figür haline gelirse, HDP o zaman Türkiye’nin partisi olur. Sonuç olarak bence çözüm, sınırlarımız dışındaki Kürt devletini tanımak, “Kürt asıllı” Türk vatandaşlarımıza da, dünyanın çeşitli ülkelerinde yaşayan soydaşlarımız için o ülkelerden hangi hakları istiyorsak, aynı hakları vermektir. Sohbeti biraz yumuşatıp “final” yapmak adına… nin hesaplarını yapıyorlar… Ben hiçbir zaman darbelerin sadece asker işi olduğunu söylemedim! Tüm darbelerin bir burjuva ayağı vardır, aristokrasi ayağı, bürokrasi, STK, medya ve dış ilişkileri (embeded) ayağı mevcuttur… “O kadar ‘Bölecekler’ dedik ki, PKK’yı da ülkeyi bölebileceğine inandırdık” • Ben Kürt sorunu olduğuna inananlardanım… Tabiî ki sorunun çözülmesi için atılacak adımları desteklerim. Bununla beraber, açılım sürecinin fikren doğru, uygulama olarak başından beri yanlış olduğunu düşünüyorum. “Kimsenin çözemediği sorunu ben çözeceğim” edasıyla yola çıkmak ve bu konuda devlet politikası üretmek yerine hükümet politikası haline getirmek yanlıştı. Açılımı kamuoyuna duyuracak ilk toplantının Polis Akademisi’nde yapılması ve sadece yandaş basının çağrılması yanlıştı. Akil Adamlar Heyeti’nin yine yandaşlardan kurulması, heyetin açılım nedeni ile AKP’nin muhtemel oy kaybını önlemek dışında bir 76 temmuz 2015 görevi olmaması da yanlıştı. “Teröristle konuşan şerefsizdir” deyip İmralı ve Kandil’le görüşmelere devam etmek yanlıştı. Çözüm Süreci’ni seçim anketlerine göre her seferinde yeniden dizayn etmek yanlıştı. Bu kadar yanlıştan da bir doğrunun çıkması tabiî ki mümkün değildi. Bunlar yakın zamanın yanlışları, daha gerilere gidersek, sorunun varlığını inkâr etmek yanlıştı. “Ben Kürdüm” diyenlere ısrarla “Kürt diye bir ırk yok” demek yanlıştı. PKK terörü ile mücadeleye “Bunlar ülkeyi bölecek” varsayımıyla başlamak yanlıştı. O kadar “Bölecekler” dedik ki, PKK’yı da ülkeyi bölebileceğine inandırdık. Oysa “Bölemezler!” varsayımıyla mücadeleye başlasaydık, masum halkla teröristi ayırır, masum halkı devletle terörist arasında sıkıştırmaz, sadece askerî yöntemleri uygulamaz, bölgeyi kaçılacak değil, yaşanacak bir cazibe merkezi haline getirebilirdik. Bölge halkının devleti düşman göreceği uygulamalar yapmazdık. • Peki, bölünür müyüz? Şu an inisiyatif maalesef İmralı ve Kandil’de… Bütün parti liderlerinin bir araya gelme- siyle ortak bir devlet politikası üretmek mecburiyetindeyiz. Bölünmemenin yolu, bir araya gelmekten geçer. Aksi halde bölünmenin önüne geçmek, bir “iç savaş”ı gerektirebilecektir. Ortadoğu’da bir Kürt devleti tanınacaktır. “Kurulacaktır” demiyorum, çünkü zaten Kuzey Irak’ta kurulu bir devlet var. 2003 yılında bu devleti ilk Türkiye’nin tanıması için çağrı yapmıştım. 21’nci yüzyılda hiçbir devlet sınırlarını savaşarak genişletemez. Bu şekilde tanınmak istemeyişlerinin nedeni bu olabilir. İşte oyun koruculuk budur! Mevcut sınırlar içinde tanınmasını sağlamakla bir anda muhatabınız bir devlet olur. Bundan sonraki ilişkilerde devletler hukuku, Birleşmiş Milletler Sözleşmesi ve bunlardan kaynaklanacak haklarınızın kullanılması etkili olur… • HDP bir Türkiye partisi olabilir mi? HDP’nin sihirli değnekle dokunulmuş gibi bir anda İmralı ve Kandil’le ilişkisini kesmesini beklemek saflık olur. Yalnız Demirtaş şu anki popülaritesi, arkasında 6 milyon oy ve 80 milletvekilinden aldığı gücü iyi değerlendirirse, yavaş yavaş İmralı ve Kandil’den • Fenerbahçeliliğinizi herkes biliyor. Kulübün Basın Sözcülüğünü de yaptınız. Öyle güzel götürüyordunuz ki bir anda bırakmanızı çoğu kimse anlayamadı. Paylaşımlarınızda görmüştüm, Daum’un Fenerbahçe Teknik Direktörlüğü’ne getirilişine itirazınızı ve bu yüzden Aziz Yıldırım ile fikir uyuşmazlığı yaşadığınızı okumuştum. Bu olayda politik bir durum/ duruş mu söz konusuydu? Fenerbahçe Basın Sözcülüğünü bırakmamın arkasında politik değil, etik bir duruş vardı. Bu, o zaman herkes tarafından da gayet iyi anlaşılmıştır. Daum’un Fenerbahçe’yi şampiyon yapması halinde milyonlarca gencin “Hem uyuşturucu kullanıp, hem de başarılı olunabiliyormuş” intibaına kapılmasına Fenerbahçe gibi bir kulübün aracı olmamasını düşündüğümden ve bu görüşlerimi dile getirmeme rağmen Yönetim Kurulumuzun oy çokluğu ile Daum’u teknik direktör olarak göreve getirmesinden dolayı istifa ettim… • Efendim saygılarımı ve teşekkürlerimi sunuyor, bu güzel söyleşi için teşekkür ediyorum… Rica ederim, teşekkür ve en iyi dileklerimle… haberajanda Yakın Tarih A Rukiye Yıldız Erdoğmuş rukiyeyildiz.ajanda@gmail.com STIK, biz astık! Bu millet nelere şahit olmadı, ne badireler atlatmadı, ne günler yaşamadı ki? Astık, biz astık! Dünyanın cadı kazanı gibi kaynadığı dönemler… Savaş ertesi yıllar… Savaştan yeni çıkmış aç, sefil, ama her zaman iman gücü ve feraseti ile iyiyi kötüden tefrik edecek manevî teçhizat ile donatılmış millet… Batı, Rusya’ya karşı direnmek için İslam’a eyvallah dönemini Başkan Kennedy’nin ölümü ile kapatıp “Artık İslam’ı yanımıza alma değil, karşımıza alma dönemindeyiz” dercesine, İslam dünyasına sinsice saldırmakta; Rusya ile değil, artık İslam coğrafyası ile mücadele etmekte ve Pakistan ve Türkiye gibi birçok İslam ülkesinde arka arkaya ihtilal ve kargaşa yaşanmakta. Ve bu ülkelerdeki piyonları/yandaşları ile ortaklaşa çalışanlar iş başındalar… MADDÎ olarak Menderes’in bedeni, manevî olaraksa ezilmiş, sindirilmiş, zavallı milletin nefesi boğulmaya çalışılıyordu. Ama Allah o milleti öldürmedi; nice darağaçlarından, nice tuzaklardan kurtuldu millet. “Öldürmeyen darbe kuvvetlendirir” sözü mucibince halk, daha kuvvetli, daha bilinçli olacaktı. Türk halkının eski partiye “Hayır!” deyip Demokrat Parti’yi kahir bir oy çokluğu ile seçtiği dönemde, ikinci seçimde, ezanı Türkçe okutacak kadar kukla olan laik düzene “Hayır!” demekte. Fakat hemen akabinde on yıllık atılım ve gelişme yolunda çabaları yine akamete uğratmak için çeşitli oyunlar/ desiseler devrede… Maddî olarak Menderes’in bedeni, manevî olaraksa ezilmiş, sindirilmiş, zavallı milletin nefesi boğulmaya çalışılıyordu. Ama Allah o milleti öldürmedi; nice darağaçlarından, nice tuzaklardan kurtuldu millet. “Öldürmeyen darbe kuvvetlendirir” sözü mucibince halk, daha kuvvetli, daha bilinçli olacaktı. Her zirvenin bir inişi olacak, zulümde başbakanı asacak kadar zirve yapanlar, “Her şeyin fazlası zıddına tebeddül eder” kaidesince, şimdi kendi dilinin kanını yalayan kedi gibi kendilerini bitiriyorlar. Astık Başbakanımızı, astık! 27 Mayıs 1960 darbesi nedir? Yüz küsur yıldır halkı sindirip, korkutup, konuşanı idam sehpalarında sallandırarak tek erk olma ihtirasından ödün vermeyen faşist sistemin sahnelediği film... Tarihimiz boyunca hiç kapanmayan bu film, dönem dönem yine “Perde!” diyecektir. Başrollerde muhalif hiçbir sese tahammülü olmayan hegomanik eller, asıp kesmekten içtinap etmeyen, tek ses olma yolunda her şeyi mubah gören beyinler, tek erk olmak için entrikanın envay-ı çeşidini uygulayan karanlık güçler… 1950 yılında iktidara gelen Demokrat Parti’nin oy çokluğunu elinde tutarak Bağdat Paktı’nı kurması, dışarıdan kredi alımını azaltmak iç kaynaklara yönelmesi, tahkikat komisyonu kurması, halktan hüsnükabul görmesi ve giderek güçlenmesi birilerini rahatsız etmişti. Bütün bunların üstüne Menderes’in İnönü için sarf ettiği “İnönü hasta! Hastalığı, iktidar olma hastalığıdır” sözünü hatırlayalım… İktidar olmayı hastalık derecesinde sevenler eklenince, bu yükselişe “Dur!” deyici sesler yükselmiş, yine kendi yöntemlerince halk ve halkın seçtikleri temsilciler susturulmuştu. işkencelere hiç girmiyoruz. Halkın gözünü boyamak için yaptıkları şeyler bile tüyler ürpertici iken, varın işkenceleri siz düşünün... Bir de mahkemedeki komik gerekçeler… Bebek meselesi, köpek meselesi, Menderes’i asmak için Kırşehir’ in ilçe yapılması gibi absürt konular… “CHP mallarına el koydunuz” diyerek Demokrat Parti’nin sermayesini CHP’ye aktarmalar... Ve idam! 27 Mayıs 27 Mayıs’ı kronolojik olarak çok dinlemişsinizdir; gayemiz, kuru tarihi bir olay olarak okumak değil, içindeki mahfuz entrikalara dikkat çekmek, bütün vicdan sahibi olanların hissiyatına hitap etmek ve bu olayda akıllara takılan pek çok cevapsız istifhamın olduğunu bildirmektir. Mesela Cemal Gürsel’in mektubu… Mektubun orijinalinde Menderes’in başa geçmesini uygun gördüğü yer, daha sonra dönemin bütün matbuatı tarafından kesilerek intişar edilmiş. Menderes’in uçağının düşürülmesi konusunda komplo olduğuna dair hiçbir vesika yok, ama insan, “Neden bu tür olaylar Ziyaü’l-Hak’ları, Eşref Bitlis’leri bulur?” diye sormadan edemiyor. Ve dış mihraklarla birlikte film çevirenler, kendi işbirliklerini karşı tarafa atmaktalar kör dövüşü fıkrasında olduğu gibi. “Her şeyi o dönemde Masonlardan ve dış mihraklardan bilme hastalığı vardı” diye itiraz edenlere, Cemal Gürsel’le Amerikan Büyükelçisi Fletcher Voron’un tarih sayfalarına düşmüş konuşmasını okumalarını tavsiye ederiz. Menderes’in, ip boynuna geçirilmeden önceki sözleri şöyle: “Aize kırgın değilim, sizin arkanızda olanları biliyorum…” Kim onlar? Hele muhtırayı okuyan Türkeş’in (okutturulan Türkeş’in demek gerekir) böyle devlet içi bir meselede “NATO ve Senato’ya bağlıyız” cümlesini vurgulayarak söylemesi… Sonra yine o dönemlere denk gelen, esir kampı mesabesindeki Sivas-Kabakyazı da tutulan 485 kişi… İşkence gören, aç kalan bu kimseler anılmıyorlar bile. Yüzlerce İskilipli, onlarca Fatin Rüştü Zorlu ve nihayetinde Menderes var tarihin açıklanması yasak sayfalarında. Hangisinden özür dilemeye güç yeter ki? Arzı titreten, Allah’ın mühlet denizini dolduran işkenceler, idamlar, ölümler… Bu bağlamda Sayın Baki Tuğ’u da konuşmak gerek, babası neredeydi? Olayın başaktörü Menderes gibi görünse de, asıl aktör “CHP”… CHP zihniyeti, cunta mantığı ile geldi, aynı mantık ile devam ediyor. CHP: C (cunta), H (hegomanya), P (parti)… Cunta Hegomanya Partisi, o günlerde Milli Birlik Komitesi’ni, yani maşasını kullanarak öğrencileri ayaklandırır. Sonra bir de İnönü’nün treninin taşlanması var… Bu olayı şöyle okuyorum: Koca trene iki çocuk taş atsa, trenin içindekine değer mi? Ama bu olay o kadar abartılı anlatılır ki… Tabiî darbe yapacaklar ya, halka “Bakın, trenimizi bile taşladılar, can güvenliği yok, biz de silahla bastırıyoruz!” diyecekler. Hele halka Yassıada’dakilerin durumlarının iyi olduğunu göstermek için o yaşlı başlı ihtiram görmeye alışık devlet erkânından zatlara film çektirmeleri yok mu? Yapılan Astık Başbakanımızı, astık! Ey “Demokrasi” diyerek demokrasiyi boğan mülevves eller! Bekleyin, bu milletin evlatları size bir gün son sözü söylerler... Sus Rukiye, burada Akif konuşsun yine! “Geçenler varsa İslam’ın şu çiğnenmiş diyarından/ Şu yüz binlerce yurdu kanlı zâirsiz mezarından/ Yürekler parçalar bir nefha dinler reh-güzârından/ Bu matem kim bilir kaç münkesir kalbin gubarından/ Bu ıssız aşiyanlar bir zamanlar candan muazzzezdi/ Bu damlar böyle baykuş seslerinden çın çın ötmezdi/ Şu kurbağalar seken vadide ceylanlar koşup gezdi/ Şu coşmuş ağlayan ırmak ne handan gölgeler sezdi/ Bütün maziyi bir tufan fakat hep boğdu hep ezdi/ İlahi, altı yüz bin Müslüman birden boğazlandı/ Ne bi-kes hanümanlar işte yangın verdiler yandı…” (O iplerde sallandırdıklarınız da birer candı, insandı, hem Başbakan’dı…) temmuz 2015 77 haberajanda Siyaset Felsefesi DİKTATÖRL siyaset felsefe Fıtrat olarak liderlik taşımak başkadır, kanaatimce lütuftur; insanların doğuştan getirdiği kabiliyet ve potansiyeller olduğunu kabul eden filozof ve düşünürlerle hemfikirim. Bu anlamda liderler nadirdirler. Fakat psikolojik varsayımlara göre “diktatör doğulmaz, lakin olunur veya oldurulur”. Diktatörlük ve parlamenter demokrasi arasındaki terazi dengelenemez ise, açıkçası tarihî, kültürel, coğrafi ve stratejik konjonktür ile bir lider diktatörleşebilir, hatta diktatörleştirilir. 78 temmuz 2015 Ayşe Yaşar Umutlu ayumutlu.ajanda@gmail.com ÜK VE DESPOTİZMİN si bağlamında çözümlemesi H ATIRLARSANIZ daha önceki yazılarda “Felsefenin işi zaten bildiğiniz ve düşündüklerinizi sorgulatmaktır” demiştim. Bu şekilde pek çok kavramı sorgulattığı gibi, bir kavrama yeni bir mânâ vermenin, eskisini reddedebilmenin de en eski ve en geçerli yoludur. >> Fakat felsefî çıkarımlar ya da önermeler arayışında izleyeceğiniz metot içinde çelişkisiz ve tutarlı olmak ilkesinin yanında son derece önemli bir diğer prensip de indirgemecilik yapmamaktır! Peki, nedir o? Bu yazının amacı, diktatörlük ve despotizm kavramlarının içeriğini ve ülkelerin siyasi rejimlerini nasıl diktatörlüğe çevirdiklerine dair kısa bir analiz ortaya koymak olacaktır. Konu bağlamında örnek verelim: Diktatörlüğün bir iki kıstası uyuyor diye hatalı koşul ve sıfatları diktatörlükle eş ilan edemezsiniz; ederseniz, indirgemecilik yapmış olursunuz. Ancak cahil ya da daha kaba bir ifade ile aptalları kandırırsınız. Açıkçası düşünür, akademisyen, araştırmacı, yazar fark etmez, pek çoğumuzun bu hataya düşmeden fikir ortaya koymak hususunda itina etmesi gerekiyor. Dolayısıyla bu yazıda analizi yaparken metot olarak “kıyas”ı kullanacağım. Çünkü kıyas, kabul edilmiş, mutlak zannedilen birtakım kabullerin geçersizliğini ortaya koymada önemli bir yöntemdir. Kişi, birtakım öncüllerle yaptığı çıkarımda mantıklı sonuçlara varmak zorundadır. Bu anlamda kıyas, yani karşılaştırmalı çözümlemeler önemli olmakla birlikte, bir örnek üzerinde ayrıntılı bir inceleme, irdeleme ve akıl yürütmenin yerini tamamen alamayacağı da iddia edilebilir. Fakat her halükârda kıyas ile aydınlatabileceğimiz pek çok karanlık nokta vardır. Öyleyse egemen güce bu sıfatı kullanabilmenin, mevcut rejime diktatörlük diyebilmenin siyaset ve felsefe tarihi açısından kıstasları nelerdir? Ne tür ülkeler rejimlerini diktatörlüğe kaymaktan koruyamazlar? Hatta ne tür sosyal, politik ve bireylerarası dinamikler buna uygun zemin hazırlarlar? Bu soruların bu- güne kadar verilmeye çalışılmış cevaplarına kısaca bir göz atacağız. Kim daha diktatör? Huntington gibi düşünürler diktatörlüğün tanımı sırasında “tek bir kişinin ya da elit bir grubun hâkimiyeti”ne odaklanırlarken, Brooker gibi birtakım isimlerse “politik çoğulculuğun kısıtlanması”nı tanım olarak benimsemişlerdir. Bu durumda “Stalin mi, yoksa Putin mi daha diktatör; Mao mu, yoksa Çin’in mevcut parti yönetimi şeklindeki egemenliği mi daha diktatör; İran mollaları mı, yoksa devrim öncesi Şahlık dönemi mi daha diktatör?” soruları sorulmuştur. Öncelikle belirtilmek gereken şudur ki, siyaset felsefesi tarihinde iki tür diktatörlük dominant kabul edilir: Faşist diktatörlük ve komünist diktatörlük… Bunlardan ilki sağ, diğeri sol olarak tanımlanan rejimlerin ürünleridir. Yine tarihte toplumlar, tarım toplumu ve sanayi toplumu olarak ayrıldığından beri diktatörlüklerin toprağı daha ziyade tarım toplumları olmuştur. Fakat özellikle Almanya, Rusya, Japonya, Çin, Hindistan, İran, Küba, Vietnam ve Kore gibi ülkeler, diktatörlükler bağlamında irdelenmesi gereken ülkelerin başında kabul edilirler. temmuz 2015 79 haberajanda Siyaset Felsefesi luğu despotizme sürükleme eğilimi devam etmiştir. Hatta neredeyse bugünün Batı toplumlarının hepsinin diktatörlüklerden doğduğu söylenebilir. Kilise ve ordunun toplumları yönetmek için dayatmacılık ve zor kullanma ile kontrolü sağladığını inkâr etmek mümkün değildir. Bugün aynı unsurları, yani din ve silahlı güçleri, güvenlik kuvvetlerini kullanan tüm rejimler için “diktatörlük” deniliyor. Suriye, Çin, Kuzey Kore, İran ve hatta Suudi Arabistan’ın ideolojileri için kullandıkları da aynı aletlerdir. Peki, Birleşik Devletler’de bu aletler yok mudur? Demokrasi içinde her an aynı unsurlar ile diktatörlük rejimine dönüşmez mi? Pek çok düşünürün ortak kanaatine göre tarihî koşullar ve süreç içinde de bu daima bir ihtimaldir. Bir devletin demokrasi içinde kalıp kalmayacağını stratejik koşullar belirler. Her an demokratik bir devletin, militarist veya diktatörlük rejimine dönüşü imkân dâhilindedir. Nitekim İngiltere’nin tarım bir ülkesi olmaktan çıkması ile parlamenter bir yönetime geçişinin kolaylaşması bir kriter olarak kabul edince, Hindistan’ın asla tarım ülkesi konumundan çıkamamasının parlamenter bir rejimdeki aksamalara temel neden olarak görülmesi, analizin ilk basamağı olarak ortaya konur. Varmak istenilen husus şudur: Bir ülke, tarım ülkesi olup da halkını kölelik konumunda çalıştırdığı sürece diktatörlük vasfı ve sistemi kurmaya meyillidir. Sanayileşme ise bu sistemin yıkılıp bireysellik ve demokratik parlamenter oluşumlara daha yakın hale gelmenin koşulu olmuştur. Tarihsel sürecin böyle gelişmesi delil kabul edilir. Analizde kullanılan diğer basamak ise, toplumların kültür ve geleneklerinin kurulan sistemleri ve erkin gücünü, karakterini şekillendirmesidir. Bu noktada ise lideri diktatörleştiren psikolojik dinamikler önem kazanır. Hangi toplumlarda lider -konu ne olursa olsun- her ne söylerse söylesin mutlak ve kutsal bir gerçek olarak kabul etme eğilimi vardır? O tek kişinin söylediğinin aksini düşünenler için ölüm yahut hapisten başka bir çıkar yol var mıdır? Yoktur! Tam bir tanım vermek gerekirse, tek bir kişiye herkes için karar verme yetkisini koşulsuz şartsız ve tam bir irade ile teslim etmekten bahsediyoruz. Bu bağlamda öncelikle şunu belirteyim: Fıtrat olarak liderlik taşımak başkadır, kana- 80 temmuz 2015 atimce lütuftur; insanların doğuştan getirdiği kabiliyet ve potansiyeller olduğunu kabul eden filozof ve düşünürlerle hemfikirim. Bu anlamda liderler nadirdirler. Fakat psikolojik varsayımlara göre “diktatör doğulmaz, lakin olunur veya oldurulur”. Diktatörlük ve parlamenter demokrasi arasındaki terazi dengelenemez ise, açıkçası tarihî, kültürel, coğrafi ve stratejik konjonktür ile bir lider diktatörleşebilir, hatta diktatörleştirilir. (Bu bağlamda kaynakçada verdiğim Al-Jazeera belgeselini, konuyu irdelemek isteyenlere özellikle tavsiye ediyorum.) “Doğu genellikle diktatör büyütür” derken kastedilen nedir? Doğu toplumları, akıl ve iradesini teslim etmekte sakınca görmeyen, sorumluluk ve yükümlülükten böylece azat olunmuş bireylerden oluşan toplumlar üreten, gelenek ve göreneklere sahip toplumlar olarak kabul edilirler. Devletin efendileşmesini isteyen ve itaat edecekleri güçleri işaret etmesini bekleyen, onaylanan kitlelerin toplumları olarak görülürler. İşte bu toplumsal kökenler, otoriterleşme teorilerine göre liderlerini diktatörleştirirler. Çoğunlukla da bunlar, Doğu toplumlarıdırlar. Fakat Batı da diktatörler konusunda bakir bir toprak değildir. Batı da Roma geleneğinden modern çağlara kadar çeşitli diktatörlükler görmüştür. Demokrasiden sonra tek kişiyi diktatörleştirme ya da elit çoğun- Doğu’da, tarih içinde görülmüş önemli bir başka neden ise şudur: Tarihî çıkmazlar toplumları boğduğunda, pek çok memnuniyetsiz insanın tek bir kişiyi büyük bir umut olarak görmeye başlaması... Bu minvalde yapılabilecek bir analize göre bazen bir komplo, bazen bir ekonomik sancı, bazen karizmatik bir bilgelik gibi sebepler bu sonuca hızlı götürür. Bu tarihî gaflet ile kurban olarak seçtikleri kabiliyetli bir liderin vahim kaderi, diktatörleştirilmesidir. Yani toplum, kendisini kendinden daha iyi düşünüp yönetmesi için babasına tüm aklını, fikrini, vicdanını teslim eder ya da etmek zorunda bırakılır. Bu vakıa, aslında bir bakıma kültürel ve tarihî kabullerin toplumları böyle yaşaması ve anlamaya mecbur kılmasının da bir neticesidir. Böylece ne birey, ne de toplum, kendisini geliştirmek zorunda kalmaz. Çünkü tüm yetkileri, yükümlülük ve sorumlulukları dolayısıyla iradesini tek ele teslim etmiş, mutlakiyetini de en aşırı boyutlara ulaştırmıştır. Bu büyük sorumluluk ve mutlak yetkiyi ancak dayatmacılıkla yerine getirebilecek lider, karakterinin sıfatlarını buna uygun geliştirir. İşte böyle beslenilen toplumsal karakterler, lider değil, diktatör yetiştirirler. Peki, neden dayatmacılık şart olur? Yükümlülük almadan teslim olanın sorumluluk melekeleri işlemediği zaman, vücut bir tür uyuşmaya tutulmuştur. Dolayısıyla uyuşmuş beyinleri, idrakleri ve vic- Ayşe Yaşar Umutlu danları başka nasıl idare edebilirsiniz ki? Kuralları dayatır, emreder ve zoraki işletirsiniz. Sadece küçük bir nüans ile aslında bu durum, bütün toplumlar için geçerlidir. Nüans şu: Şayet toplumun geneli bireysel sorumluluk, kişisel idrak, vicdanî vazife için kendini geliştirmeyi ahlaki ve toplumsal bir yükümlülük olarak geliştirmiş ise, toplumu yönetenler diktatörleşmezler. Geriye kalan azınlık için dayatmacılık yöntemi idare edeni bozmaz. Fakat toplum bahsettiğimiz mânâda bu yükümlülüğü daima tek kişi veya lidere veriyor, kendini yükümlülüklere karşı pasif kılıyor ise, diktatör doğuruyordur. Birey için lütfu mundar etmenin sonucu ne ise, bir toplum için lideri diktatör etmenin bedeli de odur. Tekrar Batı medeniyetlerine dönecek olursak, özellikle Rönesans ve Fransız İhtilali ile başlayan süreçle insan merkezli toplumlara dönüşmesi ile toplumların devlet anlayışı, bireye dayandırılanları daha çok kabul görmüştür. Haklar, özgürlükler, yükümlülük ve sorumluluklar konusunda kaynak tek tek her bireydir. Temel amaç, her bireyin akıl ve sorumluluk duygusunu geliştirmesidir. Bundan doğacak tüm zarar ve tehlikeler öncelikle kendine aittir. Topluma ve devlete yansıyanların dışındakilere müdahale hakkı kimsenin değildir. Bu yapıyı kabul etmeyen ve saygı göstermeyen bir siyasal yapı, diktatörler için varlık nedenidir. Hitler: Anın insanı Elbette diktatörlük ve despotizm sadece monarşi ve benzeri yönetimlere has değildir. Demokrasi içinde diktatör olmak, hatta despotlaşan bir çoğunluk olmak mümkündür. Yine bunun en güçlü örneği Hitler’dir. Hitler’e diktatörlük yolunu açan, demokrasinin içindeki ekonomik, sosyal ve siyasi krizler idi. 1929 Ekonomik Krizi Almanya’yı etkilediğinde, milyonlarca işçi işten çıkarılmış, küçük işletmeler batmış, parlamento dağılmış ve Almanya borçlarını ödeyemez hale gelmişti. Milyonlarca işsiz iş arıyor, 4 milyon civarındaki genç nüfus geleceğe umutla bakmak istiyordu. Onun tam da bu noktada demokrasiyi tümüyle reddeden bir yapı kurmayı demokrasinin içinde nasıl başarabildiği düşünülmelidir. Hitler, mevcut seçim sistemi içinde önce cumhurbaşkanlığı için aday olduğu seçimi kaybetmiş, daha sonra kurduğu Nasyonal Sosyalist Parti ile yüzde 44 ile yönetime gelip parlamentodan çıkardığı “yetki yasası” ile yasa yapma, bütçeyi denetleme, yabancı devletlerle yapılacak anlaşmaları onaylama, anayasada değişiklik yapma yetkisini parlamentodan alarak dört yıl için kabineye verir. Başbakanın çıkaracağı yasaların da anayasaya aykırı olabileceği kabul edilir. Nitekim parlamenter demokrasinin de sonu olur bu. Erving Goffman’ın dediği gibi, “Öyleyse insanlar ve onların anları değil, aksine anlar ve onların insanları vardır”. Peki, çoğunluğun despotizmi demokraside nasıl olabilir? Malum bireycilik ve öte yandan negatif anlamda yalnızlaşan bireylere ait yüz de vardır. Bu bireyler yalnızlaştıkça sorumluluklarını devlet içindeki egemen çoğunluğa teslim ederek çoğunluğu despotlaştırırlar. Bireycilik anlayışını hiçbir kurum ve kuruluşla bağ kurmamak şekline dönüştürmenin zararı olarak yapayalnız kalmış birey, içinde yaşadığı toplum ve sorunlarına hâkim olamayacağı hissi ile de ilgisiz kaldığı toplum ve devlet sorunlarını tümüyle iktidar olan çoğunluğun eline bırakır. Aynı yükümlülüğü kabul etmeme hali burada da kötülüğe hizmet eder. Tocqueville’nin “Demokrasinin Tehlikeleri” tezinin en birincil teorisi de bunun üzerine kuruludur. Tocqueville, “Bu durumun çoğunluğu mütecaviz kılacağı için, azınlık bu durumda susmaktan başka çare bulamayacaktır” der. İşte bu durum, “yeni bir tür kölelik” olarak tanımlanır! Tocqueville bu tür despotizmi aslında bir isim vermeden ifade eder: “Birbirine benzeyen eşit bir sürü insan… Küçük, basit zevkler için sürekli didinen, çırpınan insanlar… Her biri kendi dünyasında, sanki diğerlerinin kaderine yabancı… Çevresindeki yakınları onun için sanki tüm insanlığını ifade ediyor… Yurttaşlarının yanında, ama onları görmüyor; onlara dokunuyor, ama onları hissetmiyor… Bunların üstünde muazzam ve koruyucu bir iktidar yükseliyor. Bu iktidar mutlak, düzenli, müşfik, koruyucu bir baba otoritesini andırıyor, ama çocuklarını sorumluluk yüklenecekleri döneme hazırlayan bir baba otoritesi değil de onları sürekli çocukluk çağında tutmayı amaçlayan bir baba otoritesi…” (Tocqueville’den aktaran Göze, s. 281) Sonuç Lider yahut yöneticinin hangi sıfatlara haiz olacağını belirlemede toplum da etken neden ve kaynaktır. Tarihsel, stratejik, ekonomik süreçler de dinamik ve etken ivmeler kazandırır. Toplum olarak kabullerimiz, so- rumluluk bilincimiz, idareci ve liderlerimize verdiğimiz görev ve yetki tanımımız son derece önemlidir. Diktatör üretebilir, yine kendimiz de bir çoğunluk olarak despotlaşabilir; hatta bilakis iyilikten ziyade kötülüğe hizmet eden mutlak ilkeler varsayabiliriz! Ayrıca şunu da unutmamak gerekir: Tarihte diktatörler genellikle halk ayaklanması ile devrilmemişlerdir. Bazen sahne öyle görünebilir, lakin arkasındaki hakikat daha farklıdır. Diktatörler, aslında kendisine muhalif diğer ideolojiler tarafından yok edilmişlerdir. Dolayısı ile mücadele diktatörler ve halklardan ziyade “ideolojiler arasındadır”. Zamanın ihtiyacı olan ideolojiyi güçlü temeller ile ortaya koyan hangi rejim olursa olsun, devamını gönüllü bir halk ya da zorunlu bir itaat ile sağlamıştır. Bunun için hiçbir egemen yahut iktidarın bu bağlamdaki gücünün tesirini arttıran şey, teknoloji veya mali ya da diğer maddi kaynaklar değil, çağın literatürü ile söylemek gerekir ise “entelektüel sermaye”dir. Bu sermayenin kuracağı zamanın ihtiyaçlarını gideren ideolojiler, önemli güç odaklarıdırlar. “İdeoloji, yani siyasal ya da toplumsal bir öğreti oluşturan bir hükümetin, bir siyasi partinin, bir toplumsal sınıfın davranışlarına yön veren politik, hukuksal, bilimsel, felsefî, dinsel, ahlaki ve estetik düşünceler bütünü…” Ya liderler? “Liderin başarısız olması için, iyi takipçilerinin hiçbir şey yapmamaları yeterlidir!” (Kris Grint) Kaynakça • http://www.aeinstein.org/wp-content/uploads/2013/09/ FDTD.pdf • http://www.davidmlast.org/POE322-2013/5-6_authoritarianism_files/320-caramani_ch06_authoritarian_regimes. ppt.pdf • http://www.hks.harvard.edu/fs/pnorris/Acrobat/Huntington_Clash.pdf • http://www.brookings.edu/~/media/research/files/ papers/2007/10/arabworld/10arabworld.pdf • http://polisci.berkeley.edu/sites/default/files/people/ u3833/Islam_and_Authoritarianism.pdf • http://www.aljazeera.com.tr/izle/arap-bahari-mutlak-guc • http://studysites.uk.sagepub.com/studyleadership/study/ SAGE%20Journal%20Articles/6.Grint.pdf • https://tr.wikipedia.org/wiki/İdeoloji • http://polisci2.ucsd.edu/democracy/documents/LinzTotalitarianism.pdf • Barrington Moore,Jr. Diktatörlüğün ve Demokrasinin Toplumsal Kökenleri, Çev: Şirin Tekeli, Alaaddin Şenel, İmge Kitabevi, Ankara, Şubat 2012 • Moghaddam,Fathalı M., Diktatörlüğün Psikolojisi, 3P Yayıncılık, American Psychological Association Washington, DC, İstanbul, Mart 2014 • Göze, Ayferi, Siyasal Düşünceler ve Yönetimler, Beta Yayınevi, İstanbul, Kasım 2013 temmuz 2015 81 haberajanda Arka Plan Doğu Türkistan’daki olaylar bir gerçeğimizdir. Lakin bunu gündeme getirenlerin hedefinde, buradaki insanlık suçlarının sona erdirilmesi değil, nükleer santral ihalesinde Çin Devleti’ne ait şirketi devre dışı bırakma amacı vardır. Türkiye, Urumçi katliamı üzerinden resmen şantaja uğramış bir haldedir. *** Türkiye ile Çin ilişkilerinde asıl kıyametin koptuğu başlık ise “Nükleer Santral Antlaşması”... Uygur haberlerinin patladığı döneme dikkat edelim! Türkiye, MersinAkkuyu ve Sinop’ta yapılacak iki nükleer santralin ardından yapımı planlanan üçüncü nükleer santral için ABD’li Westinghouse Electric Company ve Çin Devlet şirketi State Nuclear Technology Corporation (SNPTC) ile görüşmelere başladı. Görüşmeler bir anlaşma içermiyor, ancak ilk 6 aylık süreç çok önemli. Ve geçtiğimiz aylar bu ilk 6 aylık ön görüşmelerin yapıldığı döneme rast geliyor. Bir yanda ABD’li Westinghouse Electric Company, diğer yanda Çin Devlet şirketi State Nuclear Technology Corporation (SNPTC)… Rakipler, 20 milyar dolarlık bir iş için altı aydır yarışıyor. Ne tesadüftür ki, 6 yıl önceki Urumçi katliamı haberleri son altı ayda Türkiye’nin gündemine bombardıman gibi atılıyor. Hangi kanaldan? Sosyal medya üzerinden… 82 temmuz 2015 Türkiye, Doğu Türkista Fatih Bayhan fatihbayhan.ajanda@gmail.com n üzerinden şantaja uğruyor F ACEBOOK ve Twitter, bir sosyal medya fenomeni oldu olalı birçok organizasyona “sanal koordinatörlük” yaptı. Bazılarının zihnimizdeki yeri hâlâ tazeliğini koruyor; Mısır, Libya, Yemen, Tunus, Türkiye… Ülkemizdeki Gezi hadisesi tam anlamıyla sosyal medya üzerinden yürütülen, sosyal olarak da toplumsal ayrışmayı besleyen bir organizasyon olmuştur. Son örneğini Doğu Türkistan olayında gördüğümüz sosyal medya gündemi, bir anda şimşekleri Doğu Türkistan bölgesine çekti. Bu yazının konusu da böylece oluştu. Ancak amacım, kurgusu başka mahfillerde yapılan bir gündemi köşeme taşımak değil elbet. Lakin olayın nedeni ve nasılını biraz araştırmacı titizliğiyle yaklaştığınızda karşınıza çıkan detayları gördükçe şaşkınlıklarınızı gizleyemediğiniz/gizleyemeyeceğiniz bir konuyla karşı karşıya kalacağınıza eminim. >> Yaklaşık iyi aydır Facebook ve Twitter gündeminde bir “Çin zulmü” fotoğrafları, “Zalim Çin!” sloganlarıdır gidiyor. Dehşet verici fotoğraflar paylaşılıyor. İnsanın kanını donduracak sahneler alıp götürüyor. İkinci ayın sonunda bir de bakıyorsunuz “Çin malı” bilgisayarınızdan girdiğiniz, Çin malı USB ile bağlandığınız, Çin malı mouse ile imleç attığınız, Çin malı ekrandan izlediğiniz sahneler, sizi “Kahrolsun Çin!” deme noktasına götürüyor. İnsanız, hele Ramazan ayında Uygur Müslümanlarına uygulanan baskı ve işkence haberlerini okudukça içimizde birikmeye başlayan Çin nefreti, Çin Seddi gibi kırılması zor bir duvara dönüşü- yor. Giderek karşımıza yeni bir İsrail, mağduriyete uğramış yeni bir Filistin bulmaya başlıyoruz. Tam bu baskı ve zulüm haberleri fısıltı halinde dolaşırken, bir gün Türk Dışişlerimizin Çin Elçisi’ni çağırıp bilgi istediğini haber aldık. Ardından Cumhurbaşkanımızdan bir açıklama geldi; sonrasında Anadolu Ajansı, Facebook ve Twitter’deki sahnelerin ve bilgilerin çok dışında bir haberle karşıladı bizi: “Doğu Türkistan’da olan muhabirimiz, buradaki halkın günlük yaşamlarına devam ettiğini, camilerin açık olduğunu gördü” diye geliverdi her şey gündemimize… Cumhurbaşkanımız yeni bir açıklama yaptı; Çin’e bir yurtdışı gezisi koydu ve “Yapılan bu haber- temmuz 2015 83 haberajanda Arka Plan lere inanmayın” demekle yetinerek “İtibar etmeyin” açıklaması yaptı. Kafamız iyice karışmıştı, hangisi doğruydu haberlerin? Ya bu fotoğraflar? Biz iyisi mi gelin, yeni başlayanlar için bir “Doğu Türkistan dosyası” açalım! Doğu Türkistan neresi? Önce bir coğrafya tanımı yapmalıyız. Zira buradaki asıl sıkıntı, coğrafyasından kaynaklanıyor. Doğu Türkistan, Orta Asya’nın orta bölümünde yer alan Büyük Türkistan’ın doğu kesimidir. 1949 yılından bu yana Çin Halk Cumhuriyeti’nin siyasi ve iktisadi kontrolü altındadır. Bir Ortaçağ Uygur el yazmasında “Uygurların Ülkesi” anlamına gelen “Uygur Eli” terimi bulunmuştur. Doğu Türkistan, Türkistan’ın bir parçasıdır.Türkistan, batıda Hazar Denizi’nden doğuda Altay ve Altın dağlarına, güneyde Horasan ve Karakurum dağlarından kuzeyde Ural dağları ile Sibirya’ya kadar uzanmaktadır. Doğu Türkistan, Türkistan’ın doğusunda ve Asya kıtasının tam ortasında bulunmaktadır. Güneyde Pakistan, Hindistan, Keşmir ve Tibet, güneybatı ve batıda Afganistan ve Batı Türkistan, kuzeyde Sibirya ve kuzeydoğuda Çin ve Moğolistan ile sınırdır. Doğuda Çin ve Moğolistan, kuzeyde Rusya Federasyonu, batıda Batı Türkistan ile Afganistan, güneyde Keşmir ve Tibet ile çevrilmektedir. Doğu Türkistan’ın büyük bölümü Karakurum, Tanrı dağları, Tarbagatay ve Altay sıradağları ve Taklamakan çölü ile kaplıdır. Bu bölgede büyük ölçüde 50 milyon Uygur Müslümandır ve Türkçe konuşan insanlar yaşar. Kısaltılmış tarihinde “İslam Cumhuriyeti” var “Tarihteki bilinen ilk Türkler” diye başlar tarih kitaplarımız Uygurları anlatırken. Ardına Hunları ekler, Ak Hunlar diye devam eder. Biz Uygurların uzun tarihiyle uğraşırken, Uygur Türkü, Devlet-i Aliye’nin dağıldığı dönemin hemen ertesinde, yani 12 Kasım 1933 tarihinde “Doğu Türkistan İslam Cumhuriyeti” diye devletini ilan etti. Ancak bu ilana karşı 6 Şubat 1934 yılında Ma Chnagying’in ordusu, Doğu Türkistan üzerine yürüdü ve “İslâm Cumhuriyeti ordusunu” imha ederek yeni kurulan Cumhuriyet’i yıktı. Uygurların bağımsızlık hikâyesi burada 84 temmuz 2015 Fatih Bayhan Öncelikle 2007’den beridir Türk pasaportu veremediğimiz Rabia Kadir’in ülkemize girişini sağlamalı, nükleer santral ihalesi kartını ülke olarak Çin Devleti’ne karşı kullanır hale gelmeliyiz. Yani ABD’li firmanın Çin’e kaptırmaktan çekindiği nükleer santral ihalesi için Türk kamuoyunda oluşturmaya başladığı Çin nefretini Türkiye, kendi lehine bir karta dönüştürebilir, Çin Devleti’ne karşı Doğu Türkistan’daki insanlık dışı zulümlere son vermesi hakkında baskı yapılabilir. kalmadı, kısa bir zaman sonra, yani 12 Kasım 1944 yılında tekrar Doğu Türkistan Cumhuriyeti kuruldu, ancak beş yıl sonra, 20 Ekim 1949 yılında tekrar yıkıldı. Aralık 1949’da Çin Halk Kurtuluş Ordusu bölgeye girerek konuşlandırılmış ve Doğu Türkistan, Çin Halk Cumhuriyeti’ne bağlanmıştır. Doğu Türkistan halkı da o zamandan beri Çin işgaline karşı direnmektedir. IŞİD/DAİŞ belası ve 11 Eylül Doğu Türkistan’daki Müslümanlara uygulanan baskı ve zulüm, 11 Eylül hadisesiyle Batı’nın İslam ve terörizmi eşdeğer tutma paradigmasıyla eşzamanlı artmış ve “terörist” şüphesi gerekçeler arasında belirgin hale gelmiştir. Son yıllarda Suriye’de baş gösteren ve yine Batı destekli IŞİD/DAİŞ terör örgütü İslam ve terörizm eşitlemesine hizmet ederken Uygur Türklerinin de kıskaca alınması için yeni bir gerekçeye dönüştürüldüğü gözlenmiştir. Çok değil geçtiğimiz yıl, 7 Ağustos 2014’ten size bir haber paylaşayım: “Çin Devleti, aldığı karar çerçevesinde Doğu Türkistan bölgesinde başörtüsü takan, burka giyen kadınların ve uzun sakallı olan erkeklerin toplu taşımadan yararlanmasını yasaklamıştır. Karara göre kıyafetinde hilal ve yıldız sembolü olan kimse, bu yasak kapsamında toplu taşımadan yararlanamayacaktır. Çin’in Doğu Türkistan bölgesinde yer alan Karamay kentinde uygulanacak karara göre başörtülü kadınlar ve uzun sakallı erkekler, kentteki toplu taşıma hizmetinden yararlanamayacaklar. Yetkililer bu yasağın, kıyafetlerinde hilal ve yıldız sembolleri olan kişileri de kapsayacağını duyurdu. Yasakları savunun Çinli yetkililer, bu kararın bölgedeki güvenlik tedbirlerini arttırmak amacıyla alındığını belirtti. Çin basınına göre bölgede son iki sene içerisinde meydana gelen saldırılar neticesinde 300’e yakın kişi hayatını kaybetti. Nüfusun yüzde 45’i Müslüman olan Doğu Türkistan’da halk, karara tepki gösteriyor ve hükümetin kendilerini baskı altında tuttuğunu belirtiyor.” Haber ne kadar tanıdık geliyor, değil mi? Oysa bu adım geçtiğimiz yıl atılmış ve Türk medyası bu haberi yayınlamış. Asıl olay 2009’da, Urumçi’de yaşananlar 5 Temmuz 2009’da, Urumçi’de Çin yönetiminin Doğu Türkistan’daki baskılarını ve Guangdong eyaletinin Shaoguan şehrindeki Türk işçilerine yönelik saldırılarını protesto eden Uygur Türklerine açılan ateş sonucu çıkan olaylarda, resmî rakamlarla 156 kişi öldü. Ancak gerçek rakam binlerle ifade ediliyor. Olaylardan sonra ortadan kaybolan 10 bin Uygur Türkünden ise hâlâ haber alınamıyor. Kendilerine yönelik baskılara tepki gösteren ve şiddet olaylarını protesto eden Uygur Türklerinin üzerine polis ateş açtı. Urumçi sokakları kan gölüne döndü. Yürüyüşe engel olmak isteyen Çin polisinin göstericilere karşı şiddet kullanması üzerine kargaşa yaşandı. Çin polisi kendisine direnen silahsız göstericiler üzerine ateş açınca ortalık bir anda kan gölüne döndü. Olaylar büyüyüp kısa sürede tüm şehre yayıldı. Göstericileri dağıtmak için Çin polisinin kullandığı su panzerleri ve tanklarının altında protestocuların ezildiği açıklanırken, sokaklardaki yangında da ölenlerin olduğu kaydedildi. Urumçi’de çıkan olayların ardından protesto gösterileri, bölgenin kuzeybatısındaki Kaşgar kentine de sıçradı. Sokaklarda Çin polisi şiddet kullanırken, eylemciler de caddelerdeki araçları devirip yakarak tepki gösterdiler. 26 Haziran’da Guangdong eyaletinin Shaoguan şehrindeki bir oyuncak fabrikasında Han Çinlileri ile Doğu Türkistanlılar arasında olaylar yaşanmış, mecburi işçi olarak çalıştırılan Türk kızlara Çinlilerin sarkıntılık etmesi üzerine Uygur gençler olaya müdahale etmiş,bunun üzerine oyuncak fabrikasını basan binlerce Çinli, Doğu Türkistanlılara saldırmış, olaylarda 12 Uygur Tür- kü ölürken çok sayıda kişi de yaralanmıştı. Türkiye, Urumçi katliamına tepkisini göstermiş, Çin Devleti’ne, “Bu yapılanları BM Güvenlik Konseyi’ne getireceğim” diye açıklama yapmış ve zulme sessiz kalmayacağını açıkça ifade ederek Urumçi’deki baskıyı durdurmaya çalışmıştır. Nitekim sonraki yıllarda Çin-Türkiye resmî ilişkilerine bu konu damgasını vurmuş, Türkiye bazı yatırımlarını da bu bölgeye kaydırarak adeta bölgenin ekonomik kalkınmasıyla siyasi ve kültürel işbirliğini eşdeğer tutmaya çalışmıştır. Urumçi katliamının üzerinden 6 yıl geçti, acımız hâlâ taze. Ancak öyle bir algı kampanyası yürütüldü ki, sanki “Çin Devleti bu vahşeti Ramazan ayında yaptı” gibi algılandı. Bu algı dolayısıyla Türkiye’deki Çin sempatisi bir anda Çin nefretine dönüştü. Biz Çin nefretini örerken başka neler örüldü peki? Çin-Türkiye ilişkilerinin son 5 yıllık seyrine göz attığımızda “Neden şimdi?” sorusunun cevabı da ortaya çıkıyor gibi. Zira Çin ile Türkiye her alanda bir işbirliğine girmiş, ihracatımız ve ithalatımız 50 milyar USD’ye ulaşmış. 2023’te ise bu rakamı 100 milyar USD’ye çıkartmak içinde altyapı görüşmeleri sürüyor. Çin’den özellikle yatırım madde ürünlerini ithal ediyoruz ve bu, ithalatımızın yüzde 52’sini oluşturuyor. İhracatımızın yüzde 82’sini ise metal ürünler oluşturuyor. Türkiye-Çin Halk Cumhuriyeti ticaretinde açılım sağlanan konulara göz attığımızda şu başlıklar öne çıkıyor: Gıda Güvenliği Anlaşması, Türk tütününün Çin’e ihracatının sağlanması, sivil havacılık alanında işbirliği, vize işlemlerinin kolaylaştırılması, önümüzdeki dönemde gerçekleştirilmesi öngörülen faaliyetler, Çin’in önemli zincir mağazaların alım müdürlerinin ve basın mensuplarının ülkemize davet edilmesi, ülkemizin önemli alternatif sanayi ve ticaret merkezlerinin tanıtımı (örneğin Gaziantep, Kayseri, Adana), tanıtım gruplarının faaliyetlerinin arttırılması, önümüzdeki dönemde Sincan Uygur Özerk Bölgesi’nde gerçekleştirilmesi öngörülen faaliyetler, Sincan-Uygur Özerk temmuz 2015 85 haberajanda Arka Plan 9 SORUDA DOĞU TÜRKİSTAN “SON GÜNDEM RAPORU” 1. Haberlerde Uygurların öldürüldüğü söylenmekte, olay neden kaynaklanıyor? Gençlerin saldırı sebepleri nedir? Şu ana kadar toplam kaç kişi öldürüldü? Bir de sokaklarda zorla oruç açtırma ve de içki festivali ve yarışmaları gibi faaliyetleri var. Yetkililer bu tür faaliyetlerin nedeni sorulduğunda çekinmeden ve gizlemeden insanların dinî itikat ve bağlılıklarını yok etmek olduğu açıklamasını yapabiliyorlar. Ramazan ayında yoğunlaştırdılar bunu. Bunların dışında daha çok meseleler var. Haziran ayında, yani bir ay içerisinde Türkistan’daki operasyon ve çatışma olaylarında ölenlerin resmî kaynaklara yansıyan sayısı yaklaşık 60, ancak farklı olaylarda ölenlerin sayısının resmî kaynaklardan daha fazla olduğu ve ölenlerin yüzde 80 masum sivil halk olduğu bilinmekte. Bölge halkının söylediklerine göre ölenlerin sayısının 80 civarında olduğu anlaşılıyor. Saldırı ve çatışmaların ana sebepleri, son zamanlarda Çin hükümeti tarafından Doğu Türkistan genelinde başlatılan ağır baskılar, din ve yaşama getirilen sert yasaklamalar ve müdahaleler, Çinlilerin çok yoğun göç ve adil olmayan yerleşimi, insanların seyahat ve iletişim özgürlüklerine getirilen yasakları, operasyon ve baskınlar, din, namus ve hürmetine yönelik artan hakaret ve uygulamalar vs. Sayılarla Doğu Türkistan’da ölüm • 25 Mayıs, Hoten Karakaş’ta 6 kişi öldü. Hoten’in Karakaş ilçesinde bir polis karakoluna 6 Uygur genç bir baskın düzenliyor, çıkan çatışmada, olay yerinde 2 genç ölüyor, 4’ü kaçmaya başarıyor, ancak kısa bir süre son Çin polisi, Karakaş ilçesinde 60 bin Uygur’u zorla toplayıp toplu arama operasyonu başlatıp tarlaya sığınan 4 genci oracıkta vurarak öldürüyor. • 10 Haziran, Hoten Guma’da 8 kişi öldü. Bu 8 kişinin ölümü konusunda da Çinlilerin söylediği gibi teröristler söz konusu değil. Tutuklanması için aranan bir Uygur gencin saklandığı yer ihbar edilmiş ve tutuklama operasyonunda kaçan genç bir tarlaya girmiş. Orayı basan silahlı polislerin açtığı ateş sonucu gençle beraber onlarca sivil çiftçinin de öldüğü ifade ediliyor. • 12 Haziran, Hoten Lopnur’da 7 kişi öldü. • 22 Haziran, Kaşgar’da 28 kişi öldü. Kaşgar Tahta Köprüsü polis kontrolüne birkaç gencin bıçak ve benzinli saldırı girişiminde ortaya 86 temmuz 2015 4. Geçen senelerden daha farklı yasaklar mevcut mu? Cami giriş kartları, lokantaların açık tutulması ile birlikte içki ve sigara satılmasının zorunlu kılınması, teravihlerin büyük ölçüde fiilen yasaklanması, evlere teravih ve sohbet baskınları, içki festivali ve yarışmaları… Kadınların Ramazan’da, sokaklarda Çince müzikle dansa zorlanmasını belirtmeliyiz. (Ramazan öncesi başlatılan bu uygulama halen uygulanmaktadır.) çıkan çatışmada, 3 Çin polisi ile baskını yapan gençler dâhil 20’yi aşkın sivil masum insanın da öldüğü bilinmektedir. İlk etapta ölenler 15, sonra 18, daha sonra 28 olarak açıklanmışsa da ölenlerin sayısının 30’un üzerinde olduğu teyit edilmektedir. • Aksu Kuçar, 10 kişi… Bu olay da Kaşgar saldırısından sonra, 24 Haziran’da vuku buldu. 10 kişilik bir grup Uygur, Çin polis kontrol noktasına saldırıyor ve hepsinin çatışmada öldüğü bilinirken Çin polisinden kaç kişinin öldüğü haberi halen açıklanmıyor. • 17 Haziran, Çin’in iç kesiminde Şien Tren İstasyonu’nda bir Uygur genç, sadece kavga ettiği gerekçesiyle Çinli polis tarafından vurularak öldürülmüştür. 2. Bölgede bir operasyon başlatıldı mı, yoksa ufak çaplı bir çalışma mı var? Doğu Türkistan genelinde bir abluka ve kuşatma politikası yürütülmekte olup, özellikle Kaşgar, Hoten, Aksu Kuçar vilayetleri ve ilçelerinde çok ciddi bir OHAL tarzı uygulama var. Geceleri evlere baskın, gündüzleri de kimlik yoklama baskınları yapılıyor. Ve Ramazan’a özel olarak evlere teravih ve sohbet faaliyetleri operasyonu var. Birçok baskında çatışmaya varan olaylar sıkça yaşanmaktadır. Birçok vilayet ve ilçede internet bağlantısı kesilmiş durumdadır. 3. Geçen sene olduğu gibi bu sene de Ramazan’da oruç tutma yasağının olduğu haberlerde yer almakta. Yolda geçen insanlara zorla su içirildiği doğru mu? Eskiden genel cami girişleri için uygulanan “yasaklananlar listesi”nin bu sene Ramazan’da oruç ile ilgili aynen uygulandığı ortada. Öğrenci,18 yaş altı, memurlar, emekliler ve partililer… Teravihler yasak! Hatta teravih namazı kılmak için Hui Müslümanlarının camilerine giden Uygurları kimlik tespiti yapılıp gözaltına alınan olaylar var. Bu konuda Urumçi’deki Hui Camii imamının itirafları RFA’da vardır. Camilere giriş için yeşil kart (camii giriş kartı) uygulaması başlatılmıştır. Bu kartla sadece izin verilen, kendi mahallesindeki camiye giriş yapabilir. Uygurlarda, genellikle Ramazan’larda lokanta ve restoranlar istekli olarak kapalı olur. Ancak geçen sene ve bu sene, Ramazan ayında lokanta sahipleri sadece lokantalarını açmaya zorlanmıyor, beraberinde en az 5 çeşit içki türü ve 5 çeşit sigara türü koymak zorunluluğu ile karşı karşıya. Uymayanların lokantaları parasal ceza, gözaltı ve mühürlenmeye kadar tehditle korkutuluyor. 7. İyiye giden olumlu bir durum var mı bölge halkının yaşamı, özgürlüğü ile ilgili? Gittikçe daha vahim bir hal almaktadır. Çinlilerin bu uygulamaları cidden bir provokasyon ve kışkırtıcı bir üsluptur; bunu neden yaptıkları ve ne amaçla şiddetle sürdürdüklerine anlam veremiyoruz. 8. Çinli polisler tarafından öldürülen insanlar terörist olarak mı suçlanıyorlar? “Terörist, bölücü unsur, çılgın dinciler” gibi suçlamalar var. Evlere yapılan kimlik kontrol baskınları, polis kontrollerinde tepki gösteren ve sataşanlar, trafik ışıklarında hızlı geçenler bile polis tarafından hiç tereddüt edilmeden vuruluyor. Bu konuda trafik polisi ve bekçi dâhil, polislerin herhangi bir izin ve emir almaksızın vurma hakkı bulunmaktadır. Bu keyfî uygulamada ölen biri, hemen “terörist” ilan edilmektedir. 9. Türkiye’de yaşayan göçmenlerin bölgeden gelen haberlere karşı tutumları nedir? Ciddi biçimde rahatsızlar; ellerinden bir şey gelmemesinden kendilerini, teşkilat ve birbirlerini suçluyorlar. Türkiye’nin hükümet olarak yeterli tepki göstermediği ve gerekli tavrı sergilemediği şeklinde bir kanaatleri var. Fatih Bayhan Bölgesi’nde “Türk Sanayi Bölgesi” kurulması projesi ve OÇG kurulması için Mutabakat Zaptı Nisan 2011’de imzalanmıştır. “Türk Sanayi Bölgesi” için 2 adet uygun alan tespit edilmiştir. İş adamlarına ve potansiyel yatırımcılara eyalet ve potansiyel sektörleri tanıtım faaliyetleri sürdürülecektir. Kıyamet nükleerde kopuyor! Türkiye ile Çin ilişkilerinde asıl kıyametin koptuğu başlık ise “Nükleer Santral Antlaşması”... Uygur haberlerinin patladığı döneme dikkat edelim! Türkiye, Mersin-Akkuyu ve Sinop’ta yapılacak iki nükleer santralin ardından yapımı planlanan üçüncü nükleer santral için ABD’li Westinghouse Electric Company ve Çin Devlet şirketi State Nuclear Technology Corporation (SNPTC) ile görüşmelere başladı. Görüşmeler bir anlaşma içermiyor, ancak ilk 6 aylık süreç çok önemli. Ve geçtiğimiz aylar bu ilk 6 aylık ön görüşmelerin yapıldığı döneme rast geliyor. Bir yanda ABD’li Westinghouse Electric Company, diğer yanda Çin Devlet şirketi State Nuclear Technology Corporation (SNPTC)… Rakipler, 20 milyar dolarlık bir iş için altı aydır yarışıyor. Ne tesadüftür ki, 6 yıl önceki Urumçi katliamı haberleri son altı ayda Türkiye’nin gündemine bombardıman gibi atılıyor. Hangi kanaldan? Sosyal medya üzerinden… Emin olunuz bu hadise, 3. Havalimanı ve 3. Köprü’den daha büyük bir meseledir. Zira Türkiye, bu nükleer santralle enerjideki bağımlılığını aza indirirken, toplam enerji ihtiyacının da yüzde 10’unu karşılayabilecek hale geliyor. Doğu Türkistan gerçektir, ancak… Elbette Doğu Türkistan’daki olaylar bir gerçeğimizdir. Lakin bunu gündeme getirenlerin hedefinde, buradaki insanlık suçlarının sona erdirilmesi değil, nükleer santral ihalesinde Çin Devleti’ne ait şirketi devre dışı bırakma amacı vardır. Türkiye, Urumçi katliamı üzerinden resmen şantaja uğramış bir haldedir. Ancak burada yapabilecekleri de vardır! Öncelikle 2007’den beridir Türk pasaportu veremediğimiz Rabia Kadir’in ülkemize girişini sağlamalı, nükleer santral ihalesi kartını ülke olarak Çin Devleti’ne karşı kullanır hale gelmeliyiz. Yani ABD’li firmanın Çin’e kaptırmaktan çekindiği nükleer santral ihalesi için Türk kamuoyunda oluşturmaya başladığı Çin nefretini Türkiye, kendi lehine bir karta dönüştürebilir, Çin Devleti’ne karşı Doğu Türkistan’daki insanlık dışı zulümlere son vermesi hakkında baskı yapılabilir. temmuz 2015 87 haberajanda Tespit Derginin kurucusu, Sabah’ın patronu Dinç Bilgin ile Nokta’yı satan patron Ercan Arıklı. Genel Yayın Müdürü ise Mehmet Y. Yılmaz. Ecevit’in İtalya’da yayınlanan Epoca dergisinde röportajı çıkmış. Dergideki başlık: “Kıskandıran Röportaj”. (Mehmet Y. Yılmaz, bugün Hürriyet’te yazıyor. Time’ye kapak olan Tayyip Erdoğan için “Kıskandıran Kapak” başlıklı bir yazı bekliyoruz kendisinden!) 88 temmuz 2015 Derginin ilk sayısı B ENDE aşağı yukarı her derginin ilk nüshasını bulundurmak gibi ancak “delilere” mahsus bir merak var. Geçen gün kitaplığımı karıştırırken (pardon, zaten karışıktı, “toparlarken” diyelim) benim de bir zamanlar yazdığım ve artık sadece internetten yayın yapan Aktüel’in ilk sayısına denk geldim. Şimdi 1991 yılında yayın hayatına başlayan Aktüel’in ilk sayısını şöyle bir tarayalım bakalım… Derginin kurucusu, Sabah’ın patronu Dinç Bilgin ile Nokta’yı satan patron Ercan Arıklı. Genel Yayın Müdürü ise Mehmet Y. Yılmaz. Ecevit’in İtalya’da yayınlanan Epoca dergisinde röportajı çıkmış. Dergideki başlık: “Kıskandıran Röportaj”. (Mehmet Y. Yılmaz, bugün Hürriyet’te yazıyor. Time’ye kapak olan Tayyip Erdoğan için “Kıskandıran Kapak” başlıklı bir yazı bekliyoruz kendisinden!) Cemiyet sayfasında Kenan Evren ile Semra Özal aynı masada viski içiyorlar. Semra Özal’ın elinde puro var. (Zira “mekânlarda” sigara yasağı yok.) SHP İstanbul İl Başkanlığı’na Ercan Karakaş’ı devirerek gelen Kamer Gök’le bir röportaj var. “Tuncelili”diye yazıyor.(Bugün olsaydı “Dersimli” yazardı.) Mehmet Keçeciler, “Semra Özal’ın ANAP İl Başkanı olmasına itiraz ediyoruz, bu böyle devam ederse başka partiden seçime gireriz” diyor. Cemil Çiçek, Akbulut kabinesinde Devlet Bakanı… (Konuyla ilgisi yok ama Tayyip Erdoğan, 1991’de RP İstanbul İl Başkanı...) Benazir Butto, Pakistan Başbakanı; babası Zülfikar Ali Butto’nun katillerini yargılayacaklarını, ayrıca kocası Asıf Ali Zardari’nin ipten kurtulmasını sağlayacağını söylüyor. (Bena- zir Butto, katilleri yargılatamadan 2007’de suikasta kurban gidiyor. Kocası ise ipten kurtuluyor ve yıllar sonra Pakistan Cumhurbaşkanı oluyor.) Dergide bir tane bile cep telefonu, iPhone, laptop, LCD TV reklamı yok. Twitter’den seçmeler diye bir bölüm de yok. İlanlarda ise Arçelik reklamı var. Reklamda “Ürettiğimiz Arçelik televizyonları üst üste koyduğunuzda yükseklikleri atmosferi aşıyor” diye yazıyor. (Tüplü televizyonlarla tabiî aşarsınız, LCD’lerle aşın da görelim! Şaka bir yana, bugün de aşar diye tahmin ediyorum.) Ayşe Arman 22 yaşında imiş. Bir haber “kotarmış”, dört sayfa ve elbette cinsellikle ilgili! Seksen sene geçse adını unutamayacağım Ahmet Kurtcebe Alptemoçin’le bir röportaj var. (Bir de o dönemde ANAP Milletvekili Onural Şeref Bozkurt vardı. Yeri gelmişken, ANAP’ta o yıllarda “moderen” isimli bakanlar vardı İmren, Işın, Güneş gibi…) DYP’li Milli Savunma Komisyonu Başkanı Baki Tuğ, “Ben komisyonda siyaset yaptırmam” demiş. (Deniz Gezmiş ve iki arkadaşının idamında “parmağı” olan Tuğ doğru söylemiş. Zira o dönemde siyaset Genelkurmay Karargâhı’nda yapılıyordu.) Haşema A DINI anmak istemediğim biri, Twitter’de haşema giyenleri “kaplumbağa”ya benzetmiş. İnsanların kılık kıyafetinden yola çıkarak o insanları aşağılamak, herhalde özgürlükçü bir dünya görüşünün yansıması değil. Bikini de eleştirilebilir, haşema da. Ama bikini giymeyenler bikini giyenleri, haşema giymeyenler haşema giyenleri “aşağılarsa”, orada bir sakatlık var demektir. Ama bu zat çok şükür ki haşema giyenlere “haşere” dememişti. “Haşere” deyince ekleyeyim: Haşere, “haşr” kökünden geliyor, “toplanma, kalabalık” anlamında. Hani böcekler de bir araya toplanırlar ya, o anlamda… “Mahşer”, yani toplanılan yer de aynı kökten geliyor. “Haşarı” da aynı kökten, yani “haşerata ait, yani böceklere özgü” demek… “Haşır” da aynı kökten; yani haşır neşir olmak, toplanmak, kaynaşmak… Özetle, elbette haşemalılar “mahşer”de kendilerine kaplumbağa diyen bu zat gibilerle bir araya gelecek, “haşır” neşir olacaklar. Hepimizin vücudunu mezarda “haşerat” yiyecek. Öldüğümüzde yaptığımız “haşarı”lıkların hesabı sorulacak. Tabiî bir de “Haşırt!” diye bir sözcük var ki, bunun haşır, haşere, mahşer, haşarı gibi sözcüklerle bir alakası bulanmamaktadır. Belki “sandıkta sürekli yenilmek” ile aynı köktendir, o kadarını bilmiyorum… Fikri Akyüz fikriakyuz.ajanda@gmail.com // Twitter.com/akyuzfikri “Din” deyince yüzü “kireç” gibi bembeyaz olan mahut gazetenin yöneticileri şunu demeye getiriyorlardı: “Atatürk, din olgusuna birleştiricilik noktasında ehemmiyet atfetmedi.” (Bu tip kişilerin beyinleri “alçı”nın hammaddesinden oluşur. Tıpkı üzerine su katıldığında alçının katılaşması gibi, bunların beyinleri de sıklıkla sulandığı için zihniyetleri kaskatıdır.) ÇİMENTO VE ALÇI AÇILIMI C UMHURBAŞKANI Tayyip Erdoğan, bir ara Nutuk’ta “Din çimentodur” anlamına gelebilecek bir cümle olduğunu söylemişti de bir gazete bunun üzerine aynen şöyle bir manşet atabilmişti: “Atatürk, ‘din çimentodur’ demedi!” Dolayısıyla “din” deyince yüzü “kireç” gibi bembeyaz olan mahut gazetenin yöneticileri şunu demeye getiriyorlardı: “Atatürk, din olgusuna birleştiricilik noktasında ehemmiyet atfetmedi.” (Bu tip kişilerin beyinleri “alçı”nın hammaddesinden oluşur. Tıpkı üzerine su katıldığında alçının katılaşması gibi, bunların beyinleri de sıklıkla sulandığı için zihniyetleri kaskatıdır.) Atatürk, “çimento” lafını Nutuk’ta kullanmadı elbette, ama “Din olgusu çimento gibidir; birleştirir, kaynaştırır, fitneyi ve nifakı önler” mânâsında kullanmanın, yani “din-çimento” bağlantısı kurmanın ne dine, ne de Atatürk’e bir zararı vardır. Kaldı ki Nutuk, inşaat fakültesinde okutulan bir ders kitabı değil ki bu kitapta “çimento” lafı geçmiş olsun. Kaldı ki “çimento” sözcüğü, neredeyse Çimento Müstahsilleri Birliği’nden bile ödül alacak olan Turgut Özakman’ın “Şu Çılgın Türkler”inde de yer almıyor. Hatırlatmaktan hicap duyarım, ama Kur’an-ı Kerim’de de “çimento” kelimesi geçmiyor. temmuz 2015 89 HABERA JANDA/ SÖYLEŞİ Birçok platformda sıklıkla dile getirdiğim önemli bir husus vardır: Bir ülkenin ilmî çalışmaları ve teknolojisi asla siyasete endekslenmemelidir! Fakat ne yazık ki ülkemizde yıllarca eğitim ve öğretim sistemi siyasete endekslendi, dış politikaya bağımlı kılındı. Bir ülke ile dış politikanız, siyasetiniz uyuşmayabilir; ama bu, onun dilini, kültürünü, teknolojisini almayacağınız anlamına gelmez. *** 2002’de altyapı çalışmalarını tamamlayıp 2003’te de hayata geçirdiğimiz bu zeminde, ara eleman ve staj kavramlarını da literatürden kaldırdık. Zira bir insana “ara eleman” dediğinizde onu öldürüyorsunuz zaten. Kimse ara eleman olmak için okumaz! Bu tarz insan faktörünü ve insan psikolojisini göz ardı eden tâbirler, meslekî eğitimimize vurulan en büyük darbedir açıkçası. Onun için kendi eğitim mo90 temmuz 2015 “Oluşturduğunuz fa Ayten Çalış Ayten Çalış // aytencalis.ajanda@gmail.com rk kadar varsınız!” D R. MUSTAFA AYDIN, 1995’te BİL Dershaneleri ile başlayan, 2003’te Anadolu-BİL Meslek Yüksek Okulu, 2007’de de İstanbul Aydın Üniversitesi’yle gitgide büyüyüp serpilen o geniş eğitim ağının başındaki isim… Dr. Mustafa Aydın delimiz içinde “ara eleman” ve “staj” gibi ifadelere hiçbir şekilde yer yok! Zira meslekî eğitim alan her insan bir ana elemandır ve biz bu çatı altında “donanımlı, bu ülkenin ihtiyaçlarına cevap verebilecek ana elemanlar” yetiştiriyoruz. *** Öğrencinin kafasını çöp tenekesi gibi gören anlayış bitmek zorunda artık! O kafaya ne bulursak tıkıştırma mantığından vazgeçmeli ve hemen ilköğretimden sonra öğrenciyi yönlendirmeye başlamalıyız. En önemlisi de şu: Artık 25 yıllık, 50 yıllık, 100 yıllık eğitim stratejileri ve haritaları ile yol almalıyız! Örneğin 2050’li yıllara kadar bu ülkenin Hititolojiye ihtiyacı yoksa ve siz hâlâ ısrarla Hititoloji okutuyorsanız orada bir sorun var demektir! Ya da 2035 yılına kadar antropolojiye ihtiyaç yoksa ve siz sürekli antropolog yetiştiriyorsanız yanlış bir mantıktır bu! temmuz 2015 91 HABERA JANDA/ SÖYLEŞİ >> Ve Türkiye Sigarayla Savaş Derneği (TSDD), Franchising Derneği (UFRAD), Küçükçekmece Kent Konseyi gibi yurtiçindeki birçok STK görevinin yanında COPPEM (Avrupa ve Akdeniz Ülkeleri İşbirliği Konseyi), EURAS (Avrasya Üniversiteler Birliği), DEİK (Dış Ekonomik İlişkiler Kurulu) ve VİK (Viyana İktisâdî Forumu) gibi birçok uluslararası zeminde de yöneticilik yapan aktif bir sivil toplumcu… Aynı zamanda yapılan tüm eğitim ataklarına kaynaklık eden BİL-Holding’in de “Kurucu Yönetim Kurulu Başkanlığı”nı yürüten Dr. Mustafa Aydın, 1956 yılında Maçka’nın Kaynarca köyünde dünyaya gelmiş ve sürekli hedef büyüterek yol almış oldukça dinamik bir profil… “Kızını okula göndermeyen kâfirdir!” dediği için adı “Komünist İmam”a çıkan sıradışı bir müftünün, Maçka Müftüsü Halit Aydın’ın beş erkek evladından biri. Dedesi Hâfız İsmail Efendi ise, Trabzon evliyası Haçkalı Hoca’nın ihvanından olup kendini hayat boyu eğitime adamış bir Kuvay-i Milliye gönüllüsü… Kadim kültürümüzün karakteristliğini taşıyan, ancak bu geleneksel kodlardan devşirdiği güç ile “yeninin üst dili”ni profesyonel bir mantıkla harmanlayan Dr. Mustafa Aydın’la 40 yıllık eğitim yolculuğunu konuştuk. Ve tabiî ulusal ve uluslararası plandaki sivil toplum çalışmalarıyla STK’lardaki etkin rolünü de… “Artık Everest tepesinin yüksekliğini, Missisippi nehrinin uzunluğunu ya da Amazon nehrinin debisini ezberlemeye dayalı, işlev dışı eğitim modelini geride bırakıp ‘uygulamalı eğitim’in eksen alındığı bir sisteme geçmek durumundayız!” diyen ve bu 92 temmuz 2015 temel savını aktif projelerle realize eden Dr. Mustafa Aydın, Türkiye’nin eğitim serüvenine ciddi katkılar sağlayan oldukça mümbit bir isim ve aynı zamanda “STK’lar, toplumun ve insanlığın aort damarlarıdır” diyerek bu zeminde ciddi efor sarf eden etkin bir sivil toplumcu… *** “Dil alanında açtığımız ana arterlerle çok kısa bir süre içerisinde zirveye ulaştık” • Bu yıl 14’üncüsü düzenlenen “Yılın Starları Ödülleri” kapsamında İstanbul Aydın Üniversitesi, “Yılın Üniversitesi” seçildi ve “Türkiye’nin son 7 yıldır en çok tercih edilen üniversitesi” olan kurumunuzun aldığı ödül, Ekonomi Bakanı Nihat Zeybekçi tarafından takdim edildi. Hazır bir sermaye gücü ile değil, “çekirdekten gelen bir model” ile bugünkü yapıyı oluşturmuş bir isimsiniz. Kurucu Yönetim Kurulu Başkanı olduğunuz Bil Holding’le birlikte dershane, meslek yüksekokulu ve “şimdilerde 40 bin öğrenci kapasitesine doğru seyreden marka bir vakıf üniversitesi” şeklinde sürekli açılarak giden güçlü bir eğitim ağını yapılandırdınız. Uzun yıllar içinde seyreden bu genişleme ve köklenme sürecini sizden öğrenebilir miyiz? Öncelikle teşekkür ediyorum… Bu özel eğitim sürecimizden önce malumunuz Silahlı Kuvvetler’de görev yapıyordum, TSK’dan emekliyim. Tabiî Silahlı Kuvvetler’de bulunduğum yıllarda da yine “öğretmen subaylık” yapıyordum aslında. Bunu, “sürekli köklenerek giden bir eğitim sürecinden geldiğimi” ifade etmek için söylüyorum. Şu an 60 yaşındayım ve hayatının 40 küsur yılını tamamıyla eğitime ayırmış bir insanım esasen. Özel eğitim sürecimize ilk önce dershane sektöründeki çalışmalarımızla başladık. Fakat 1994-1995 yıllarındaki dershane sürecimizden önce de hep eğitimcilikle ilgiliydim aslında. Silahlı Kuvvetler’in değişik kademelerinde, değişik ülkelerde çalıştım; mesela bir dönem askerî ataşelik yaptım, Kahire’de bulundum. Ama yine o yıllarda eş zamanlı olarak gerek Napoli, gerek Brüksel, gerek Macaristan, gerekse Kuzey Afrika’nın değişik ülkelerinde görevlerim oldu. Bütün bu süreler içerisinde yaptığım çalışmalar, yine eğitimle doğrudan ilgiliydi yani. Dolayısıyla bütün bu konulara eğitimci bir ailenin eğitimci bir evladı olarak adım attım aslında. Bambaşka bir iş yaparken aniden eğitim sektörüne girmiş değilim. 1995 yılında emekli olduğum zaman dershane sektörüne girdim. Neden dershane? Çünkü bugün İstanbul Aydın Üniversitesi’nin başarılarının da üzerinde yükseldiği o ana zemini yapılandırmamız gerekiyordu. Malum, dershane sektörü bugün biraz tartışılıyor. Ama o dönemde net olarak görüyorduk ki ortaöğretimden gelen ya da liseden mezun olan öğrencilerin ilave bir eğitim almadan üniversiteye girmeleri mümkün değildi. O dönemin eğitim konjonktürü oydu ve eğitim modelimizde ciddi bir eksiklik vardı. Öğrencinin, bana göre bütün bilimlerin temeli olan matematik alanında ciddi bir altyapı eksiği vardı. Buradan hareketle ve “Dershane sektöründe nasıl bir fark yaratabiliriz?” sorusundan da yola çıkarak “Matematik Kampları” adı altında yaz uygulamaları yapmaya başladık. Yani dershane sektörüne girdik ama bütün yaz boyunca Matematik Kampları yaptık, öğrenciye ciddi bir temel, sağlam bir altyapı oluşturduk. Sonra bu adımı “danışmanlık sistemi” ile destekledik. Bu model, o dönem hiç olmayan bir sistemdi. Her öğrenciye bir danışman atayarak, o öğrencinin üniversiteye hazırlık aşamasında hangi dersi ne kadar alması gerektiğini tespit etmeye başladık; “Onu alıyor mu, almıyor mu?” noktasında takibe aldık ve hatta zaman zaman öğrencilerin ev hayatlarını, sosyal yaşamlarını da izleyerek ciddi bir ivme kaydettik. Öyle ki, zaman içinde Franchising sistemi ile çoğalttığımız dershane kurumlarımız, 1994-2015 arasındaki yaklaşık 20 yıllık süreçte 100 küsur gibi bir sayıyı ve yoğun bir talebi yakaladı. Franchise vermiş olduğumuz dershanelerimizde kendi yayınlarımızı, kendi eğitim modellerimizi, kendi programlarımızı, kendi müfredatımızı, kendi ölçme-değerlendirmemizi uygulayarak çok ciddi bir başarıya imza attık. Tabiî o dönemde dershane sektörüne girerken konuyu sadece üniversiteye hazırlık ekseninde tutmayıp yabancı dil ve bilgisayar kursları gibi farklı damarları da aynı anda besledik. Yabancı dil kurslarımızda Arapça vardı. Türkiye’de devlet kurumları hariç, ilk kez bir özel sektörde Arapça dil kursu bizimle yer buluyordu. İstanbul Üniversitesi, Ankara Üniversitesi, Erzurum Atatürk Üniversitesi ve Konya Selçuk Üniversitesi gibi noktalarda elbette vardı Arapça, fakat bir özel sektörde bu adımı atmak cesaret istiyordu o dönem. Şunu net olarak söyleyebilirim ki, Türkiye’de Arapçayı özelde ilk kez başlatan insanım. Bir de “dilbilimci” olmanın verdiği hassasiyet var tabiî… Sadece Ayten Çalış Arapça da değil elbette, Rusça mesela… Rusça da aynı şekilde, başat devlet üniversiteleri haricinde hiçbir yerde yoktu ve yine o dönem Rusça dil kurslarını da yapılandırdık. Geliyoruz Yunancaya… O da hiçbir yerde yoktu, aynı şekilde Yunancayı da koyduk tabiî, sonra Bulgarcayı vs. Kısacası dille ilgili bir farkındalık oluşturmaya çalıştık. Hangi işi yaparsanız yapın, o alanda olmayan, ihtiyaç teşkil eden noktaları bulmak zorundasınız öncelikle. Zira oluşturduğunuz fark kadar varsınız! Tam da bu mantıktan hareketle proje tabanlı, danışman sistemli, matematik kamplı alternatif bir modeli yapılandırdık ve dil alanında açtığımız ana arterlerle çok kısa bir süre içerisinde zirveye ulaştık. Henüz o dönemlerde -dile kolay- 18 ayrı dilde eğitim veriyorduk biz. Hakeza, henüz insanların Autocad, Freehand, Photoshop gibi programların ismini dahi bilmedikleri bir dönemde biz bu eğitimlere de girmiştik. “Kendi kendinize yetebilme düsturunuz olmalı” • Finansal anlamda daha ciddi bir getirisi olabilecek sahalar yerine eğitim sektörüne yöneliş sebebiniz tam olarak nedir? 1994’te başlangıç kaydeden Bil Holding’in BİL KültürEğitim A.Ş. ana çatısı altında matbaacılık, reklamcılık, yayıncılık, bilişim ve lojistik gibi açılımlara paralel AKEV (Anadolu Eğitim ve Kültür Vakfı), Anadolu Bil MYO (Meslek Yüksek Okulu) ve İstanbul Aydın Üniversitesi gibi lokomotif yapıları doğurduğunu görüyoruz. Yatırımlarını tamamen eğitime yönlendirmiş olan Aydın Ailesi’nin bu konudaki mutabakatı nereden kaynak alıyor? 1997 yılına gelindiği zaman Franchising sistemi ile şubelerimizi büyütüyorduk. O döneme kadar yayınlarımızı da başka kurumlardan aldırıyorduk. Çünkü kendimize ait bir yayın firmamız yoktu. Fakat baktık ki kendi içimizdeki eğitim kalitesi ile almış olduğumuz yayın hizmetinin kalitesi birbiriyle örtüşmüyor, bu sefer de kendi yayınlarımızı kendimiz basmamız gerektiğini düşündük. Sonra yayınlarımızı kendimiz hazırlamaya başladık. Fakat yayınlarımızı dışarıdaki bir matbaaya bastırdığımız için, ürünlerin zamanında teslimi, baskı kalitesi, araya giren sıcak paralardan dolayı verdiğiniz işin tehir edilip bir başka işin öne alınması gibi sebeplerden dolayı ciddi sorunlar yaşamaya başladık. Matbaa sektörü genelde böyle çalışır çünkü. Baktık bu da bizim çalışma modelimizle örtüşmüyor, kendi matbaamızı kurduk. Kendi yayın firmamızı, yurtdışı eğitim danışmanlığımızı, inovasyon ağımızı, ajansımızı, kendi basın-yayın networkumuzu… Açıkçası bendeki “kendi kendine yeterli olma mantığı”, 1974 yılında oluştu. Biliyorsunuz, Kıbrıs Barış Harekâtı’ndan sonra dünya bize ambargo koymaya başladı. Ben Silahlı Kuvvetler’deydim o dönemlerde. Tankımız var, yürütemiyoruz; topumuz var, ateşleyemiyoruz; uçağımız var, uçuramıyoruz… Neden? Çünkü uçağın pimi, tankın paleti eksik, topun bir başka malzemesi noksan… İşte bu mantık tetikledi bizi, kendi kendimize yetebilmemiz noktasında kamçıladı! O dönem Adapazarı Ağır Bakım Fabrikası, Kayseri Ağır Bakım Fabrikası gibi yerler açıldı. Ayrıca teknik liselerde bu araç ve gerecin, bu silahların yedek parçaları yapılmaya başlandı. Doktora çalışmamı Endülüslü bir edip, şair ve devlet adamı olan İbni Şüheyd üzerine yaptım. Şu an detay veremeyeceğim ama kendi şahsına münhasır, çok önemli ve farklı bir karakter olduğunu da söylemeliyim. Hayatımı düzenlerken çok örnek aldım ondan. Ondan etkilendiğim ve hayatımda modelleme yaptığım konuların başında ise “zaman yönetimi” geliyor. 992-1035 arasındaki 43 yıllık kısa ömrüne inanılmaz verimlilikte çalışmalar sığdırmış bir isim İbni Şüheyd, 30’un üzerinde eser bırakmış insanlığa. Bu durum bana ciddi bir ışık yaktı doğrusu. “İbni Şüheyd bu kısacık ömrüne onlarca eseri sığdırabilmişse, demek ki oluyor!” düşüncesi oluştu bende. Yani beni bu konuda motive ettiğini söyleyebilirim. temmuz 2015 93 HABERA JANDA/ SÖYLEŞİ Geçtiğimiz günlerde Urfa-Suruç, Adıyaman, Mardin-Nusaybin hattında yaşadığımız sıcak olaylar ve kayıplar da bunun sayısız örneklerinden biri işte! Bu adresler, tabir yerinde ise yumuşak karnımıza neşter atmaya devam da edecekler. Burada bizim nerede olduğumuz, dünyadaki gelişmelerin ne kadar farkında olduğumuz ve sağlıklı strateji üretip uygulayabilmemiz önemli. Tabiî zamanımız dar olduğundan bu konuları şu an açamıyoruz ama bunlar hep geniş kapsamlı konuşulacak, konuşulması gereken meseleler. Yani bir bakıma, “Türkiye’ye iyi ki o ambargoyu koydular!” diyebiliriz pekâlâ. İşte ben böyle bir felsefeden, böyle bir kültürden geldiğim için, eğitim sektörüne girdiğim zaman da kendi kendime yeterli olmak durumundaydım. O şuur vardı bende. Tüm eksiklik ve aksaklıkları minimize etmenin ötesinde, tamamen nötralize edebilmek adına başlı başına adımlar attık ve süreç içinde serpilerek, köklenerek ilerledi 94 temmuz 2015 bu adımlarımız. Ve aile olarak manevî ve tarihî genetiğimizden gelen o köklü eğitimcilik geleneği ve aslında misyonu, bu yolu ardına kadar araladı gitti. Dil konusunda yaptığımız açılımlar hep riskli adımlardı aslında. Zira öyle bir dönemdi ki o dönem, Rusçaya yönelim gösterseniz “komünist”, Arapçaya yönelim gösterseniz “şeriatçı” ilan ediliveriyordunuz hemen. Etiketlenmek an meselesi idi. Ama bu sıkıntılı zemine rağmen gereken bütün adımları attık ve Arapça, Yunanca, Rusça, Bulgarca şeklindeki kurs açılımları ile çok taze kanallar açtık. Birçok platformda sıklıkla dile getirdiğim önemli bir husus vardır: Bir ülkenin ilmi, bilim çalışmaları ve teknolojisi asla siyasete endekslenmemelidir! Fakat ne yazık ki ülkemizde yıllarca eğitim ve öğretim sistemi siyasete endekslendi, dış politikaya bağımlı kılındı. Bir ülke ile dış politikanız, siyasetiniz uyuşmayabilir, ama bu, onun dilini, kültürünü, teknolojisini almayacağınız anlamına gelmez. Rusça öğrendiğiniz zaman “komünist” mi oluyorsunuz yani? Ya da Arapça öğrendiğiniz zaman “şeriatçı” mı oluyorsunuz? Veyahut da Yunanca öğrendiğiniz zaman “Yunan sempatizanı” kategorisine mi giriyorsunuz? Böyle bir şey olabilir mi?! İşte bu çarpık anlayış, Türkiye’nin eğitim-öğretim sistemine bir hançer gibi saplanmıştı o gün! Biliyorsunuz, Soğuk Savaş öncesi Rusya dağıldığı zaman sudan çıkmış balığa dönmüştük -af buyurun-. Ortada kalmışlık psikolojisi yaşayan Türk Cumhuriyetleri ile iletişim kuramadık. Kendi yaşıtlarımızla konuşamadık mesela. Çünkü hepsi Rusça konuşuyordu, Türkçe ise çok az biliniyordu. Ve uzun zaman ekonomiyi de yürütemedik onlarla, ekonomik ilişkiler kuramadık. Fakat zamanında tedbir alıp okullarımızda Rusça öğretmiş olsaydık, Soğuk Savaş sonrasında o ülkelerle rahatlıkla iletişim kurabilirdik. Hâsılı, siyasete endeksli bir eğitim-öğretim olamaz. Şu noktanın altını kalın çizgilerle çizerim hep. Bir ülkeye siyaseten düşman olabilirsiniz, ama o ülkenin ne tür stratejiler güttüğünü okuyabilmek için de dilini bilmek zorundasınız! Dolayısıyla dil, en stratejik köprülerden biridir aslında. Dilinizin sınırları, dünyanızın sınırlarını belirler çünkü. Ne var ki, zamanında pek sağlıklı kullanamadık bu kanalı. Ayrıca insanın dile hâkimiyeti, onun tahayyül gücünü, yetkinliğini belirler ve tefekkür yolunda müthiş sıçramalar yaptırır insana. Ara eleman ve staj değil, ana eleman ve uygulamalı eğitim • Sürekli eğitim sürecinin içinde yer almış ve eğitim camiasında türlü açılımlara başarı ile imza koymuş biri olarak Türk eğitim sisteminde gördüğünüz en büyük sorun nedir sizce? Tabiî çözüm önerinizi de öğrenmek istiyorum… Çok uzun yıllar içinde, Türk Ayten Çalış eğitim sistemindeki sorunlar noktasında epey gözlem ve uygulama yapma şansım oldu doğrusu. Ben bir imam-hatip okulu mezunuyum. Arkasından teknik lise, sonrasında askerî okul ve ardından da Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi… Tabiî teknik lise mezunu olan biri olarak Türkiye’nin teknikteki ve meslekî eğitimdeki açığını, eksikliklerini çok iyi gördüm, fark ettim. Bu noktayı iyi biliyorum. Zaten dershane süreci sonrasındaki diğer bir köklü adımımızın da AnadoluBİL Meslek Yüksek Okulu şeklinde gelişmesi bu sebeple oldu. Ana neden bu yani… Gözlemlediğim eksikliklerden dolayı bir ilke daha adım atarak “herhangi bir üniversite şemsiyesi altına girmeden, direkt YÖK’e bağlı olarak kurulan ve sadece meslekî eğitim veren” Anadolu-BİL Meslek Yüksek Okulu’nu kurduk. AnadoluBİL MYO, ülkemizin “ilk vakıf meslek yüksek okulu”dur ayrıca. • Bu da önemli! Ve 2002’de altyapı çalışmalarını tamamlayıp 2003’te de hayata geçirdiğimiz bu zeminde, ara eleman ve staj kavramlarını da literatürden kaldırdık. Zira bir insana “ara eleman” dediğinizde onu öldürüyorsunuz zaten. Kimse ara eleman olmak için okumaz! Bu tarz insan faktörünü ve insan psikolojisini göz ardı eden tabirler, meslekî eğitimimize vurulan en büyük darbedir açıkçası. Onun için kendi eğitim modelimiz içinde ara eleman ve staj gibi ifadelere hiçbir şekilde yer yok! Zira meslekî eğitim alan her insan bir ana elemandır ve biz bu çatı altında “donanımlı, bu ülkenin ihtiyaçlarına cevap verebilecek ana elemanlar” yetiştiriyoruz. Ayrıca okul sonrası kısacık bir zaman dilimine sıkıştırılan ve genellikle kâğıt üzerindeki sahte bir “yeterlilik” ibâresinden müteşekkil olan staj kavramını da tamamen kaldırdık ve onun yerine teorik eğitimle entegre yürütülen “uygulamalı eğitim” modelimizi hayata geçirdik. “Öğrencinin kafası çöp tenekesi değildir; kuru ezberin yerini ‘uygulamalı eğitim’ almak zorunda!” Kısacası Türk eğitim sistemindeki en büyük sorun, ezbere dayalı, yaşamdan ve uygulamadan kopuk bir modelin uygulanıyor oluşudur. Çocukların daha ilkokul çağından itibaren hangi alana daha çok temayülü olduğu, nelere istidadının bulunduğu, hangi yoldan giderse daha başarılı ve üretken olabileceği gibi hususlar belirlenmelidir. Böyle net ve işlevsel bir haritamız olmalı eğitimde. Yoksa artık Everest tepesinin yüksekliğini, Mississippi nehrinin uzunluğunu, Amazon nehrinin debisini ezberlemeye dayalı o klasik usulden fayda görmek zor! Hele bu çağda… Öğrencinin kafasını çöp tenekesi gibi gören anlayış bitmek zorunda artık! O kafaya ne bulursak tıkıştırma mantığından vazgeçmeli ve hemen ilköğretimden sonra öğrenciyi yönlendirmeye başlamalıyız. En önemlisi de şu: Artık 25 yıllık, 50 yıllık, 100 yıllık eğitim stratejileri ve haritaları ile yol almalıyız! Örneğin 2050’li yıllara kadar bu ülkenin Hititolojiye ihtiyacı yoksa ve siz hâlâ ısrarla Hititoloji okutuyorsanız orada bir sorun var demektir! Ya da 2035 yılına kadar antropolojiye ihtiyaç yoksa ve siz sürekli antropolog yetiştiriyorsanız yanlış bir mantıktır bu! Veyahut da İngilizce konusunda belirli bir sayıda birikimli insan gerekiyorken hâlâ “O alanda ihtiyaç yok!” deyip kaliteli eleman yetiştirmiyor, Fransızcadan mezun edip “Gel sana kurs verip İngilizce hocası yapayım” diyorsanız, hepsi yeniden ve yeniden sorgulanmalıdır bunların! Dolayısıyla ülkenin çeyrek, yarım ve tam asırlık politika ve stratejilere, sağlam yol haritalarına ihtiyacı var. Zira Türkiye’nin çağdaş ülkeler seviyesine taşınmasının bir ön koşuludur bu. “Anadolu-BİL’i kurarken ‘Siz çılgınsınız!’ dediler” Röportajın başında saydığımız tüm sebeplerin neticesinde, ülkenin sanayi ve hizmet sektöründe de istenilen düzey ve kalitede eleman yetişememektedir. Hal böyle olunca, “Proje tabanlı eğitim alan, uygulamadan gelen, bilgiye dokunan, bilgiyi ürüne dönüştüren ana elemanlar yetiştirmek durumundayız” dedik ve Anadolu-BİL Meslek Yüksekokulu’nu hayata geçirdik. Tabiî okulu kurarken üniversite sahibi dostlarım bize “Siz çılgınsınız!” dediler, “Biz üniversitelere öğrenci bulamıyoruz; devlet okullarındaki meslek yüksekokulları ücretsiz olduğu halde tercih edilmezken, siz bu işi nasıl yapacaksınız?”. Tabelasında hem bir üniversite olan, hem devlet garantisinde yer alan, hem de ücretsiz olan yerlerin varlığına ve tüm bu eleştirel söylemlere rağmen “Boğaziçi’ni de geçeceğiz” dedim ben de. Ve ilk kayıt yılımız olan 2003’te, 1994 öğrenci alarak kontenjanımızın tamamını doldurduk, sadece 6 öğrenci alamadık; yani 2 bin kişilik tüm kontenjanı kapattık. Ve o günden itibaren de Türkiye’nin meslekî eğitimine damgamızı vurduk. Şu an Türkiye’deki meslekî eğitimde Anadolu-BİL Meslek Yüksek Okulu’nun lokomotif görevi gördüğü herke- sin malumudur. Ve bu başarıyı da temel eksen kabul ettiğimiz uygulamalı eğitim meselesine borçluyuz esasen. Zira öğrenci okulda almış olduğu teorik eğitimi haftada bir veya iki gün iş yerine giderek uygulamaya dönüştürüyor; teorik veri tabanını pratize ediyor, bilgiye dokunuyor. Bugün 10 bin küsur öğrencisi ile örnek bir meslek yüksekokulu olan Anadolu-BİL MYO, süreç içinde yoğun talepler karşısında üniversiteye dönüşerek bu ana çatı ile bağlantılı bir konuma gelmiş, ancak yine kendi ismini korumuştur. İstanbul Aydın Üniversitesi’nin ana çatısı ve desteği altında Anadolu-BİL Meslek Yüksek Okulu, kendi alanında başlı başına bir yapıdır. Sadece idarî yönden üniversiteye bağlandı; ancak Anadolu-BİL MYO logosu ve kendi öz kimliğiyle o misyonunu da devam ettiriyor şu an. Ayrıca ara eleman-ana eleman meselesinde söylemeden geçemeyeceğim bir şey daha yaptık biz: “Ara eleman” meselesinin insan psikolojisi üzerinde yapmış olduğu negatif etkiyi net olarak görünce, problemli olan bazı branş ve bölüm isimlerini değiştirerek daha estetik ve işlevsel hale getirdik. Sekreterlik bölümünü “yönetici asistanlığı”, ağırlama hizmetlerini “turizm rehberliği”, matbaacılık bölümünü “basın-yayın” olarak revize ettik örneğin. Bu hususların YÖK’e olan müracaatlarını bizzat ben yaptım ve YÖK yetkililerine, “Türk insanı sekreter olmak için okumaz. Ama bunu ‘yönetici asistanlığı’ yaparsak herkes okur” dedim. Diğerleri de aynı şekilde… Buradaki temel felsefe şudur: Aynı işi yapabilirsiniz ama sosyal ortamda insan psikolojisini/insan faktörünü asla yadsıyamaz, göz ardı edemezsiniz! temmuz 2015 95 HABERA JANDA/ SÖYLEŞİ İnsana nasıl hitap edeceğiniz, onun hangi kimliği taşıyacağı çok önemlidir. İşte bu fevkalade önemli nüanslar sebebiyle ara eleman tabirini kaldırdık biz. Tabiî bizim üniversitemizde staj kavramı da yasak! Bunun yerine uygulamalı eğitim var. Zira mevcut eğitim sisteminde staj denen şeyin de bir kandırmaca olduğunu biliyoruz. Öğrenci yazın bir iş kurumuna gidiyor, yaklaşık 30-40 gün burada bulunuyor ve iş yeri 96 temmuz 2015 sahibinden de “Burada staj görmüştür” şeklinde bir tane yazılı kâğıt alıp okula veriyor. Ne kadar sağlıklı ve fonksiyonel olduğu ortada olan bir uygulama işte! Dolayısıyla biz bu sağlıksız sistemi tamamen kaldırıp, yerine uygulamalı eğitim modelini getirdik. “Yerinde Uygulama Merkezi” (YUM) adını verdiğimiz birimimizin koordinatörlüğünde bu işlevsel sisteme geçtik ve zaman zaman öğrencinin yerinde uygulama yaptığı iş yerlerinden, iş yeri sahiplerinden de geri bildirimler alarak öğrenciyi devamlı takipte tuttuk. Ve “teoriyi anında pratize etme”ye dayalı bu dinamik bakış açımızla 2007 yılı içinde İstanbul Aydın Üniversitesi’ni kurarak yolumuza daha geniş bir eğitim-öğretim aralığı ile devam ettik. “Sadece ölülerin bir iddiası yoktur; iddialı değilseniz, orada bulunmayacaksınız!” Bugün İstanbul Aydın Üniversitesi olarak 11 fakültemiz, 3 meslek yüksekokulumuz, 3 enstitümüz, 25 araştırma merkezimiz, 3 bin yabancı öğrencimiz, 500’e yakın dünya üniversitesi ile işbirliğimiz, güçlü sosyal etkinliğimiz, teknolojik tabanlı ve bilişim altyapılı sağlam zeminimiz, birikimli akademik Ayten Çalış kadromuz ve toplam 32 bin öğrencimizle Türkiye’nin en önde gelen “evren-kent”lerinden biriyiz. Sizin de az önce “en çok tercih edilen” şeklinde ifade ettiğiniz gibi, son 7 yıldan beri en çok tercih edilen vakıf üniversitesiyiz. Özellikle geçen yıldan örnek vermek istiyorum: Geçtiğimiz yılın tercih döneminde tam 180 bin öğrenci, bu üniversiteye girebilmek için tercih kılavuzunda işaretleme yapmıştır. Malumunuz, şimdi de tercih dönemindeyiz ve yine bu yıl da müthiş bir rağbet var okulumuza. Biz bunu, az önce de ifade ettiğim gibi, 1994 yılında realize etmeye başladığımız dinamik eğitim vizyonumuza borçluyuz. Bu noktadaki bakışımız nettir! Onun için “Oluşturduğunuz fark kadar varsınız!” diyoruz. Zira çalışma sahanız her ne olursa olsun, oluşturduğunuz fark, bulunmuş olduğunuz sektördeki rekabet edebilirliğinizi ve o rekabeti sürdürebilirliğinizi sağlar. Dolayısıyla biz İstanbul Aydın Üniversitesi, BİL Holding olarak, Anadolu-BİL MYO ve BİL Dershaneleri olarak hep bu ufuk ve mantıkla yol aldık. Şu an mevcut dershane ağımızı 30’a yakın okula dönüştürme kapasitesine sahibiz örneğin. Bu manevra kabiliyeti, hep sağlam bir altyapının neticesidir elbette. Eğer zemininiz gerçekten sağlamsa, değişen koşullara uyum kabiliyetiniz de o denli yüksektir. O nedenle devletimizin sistem tercihine göre, bizim BİL Dershaneleri ya da BİL Kolejleri şeklinde iki farklı yapıda da hareket etme imkânımız var. Donanımımız ve seri uyumlanma kapasitemiz, mevcudun çok üzerinde. Şunu unutmayın: Sadece ölülerin bir iddiası yoktur; iddialı değilseniz, orada bulunmayacaksınız! İddiasız insanları yaşayan ölülere benzetirim ben. Zira yaşamda ciddi bir ufku ve hedefi bulunmayan insan, diri değildir. Yani içlerinde ruh taşımayan birer cesede benzetirim ben o tarz insanları. Böyle nitelendirir, böyle tanımlarım. Dolayısıyla bir iddianız, derdiniz, cehdiniz yoksa, siz de yoksunuz demektir. “Doktora konum olan İbni Şüheyd, yaşamıma çok şey kattı” Doktora çalışmamı Endülüslü bir edip, şair ve devlet adamı olan İbni Şüheyd üzerine yaptım. Şu an detay veremeyeceğim ama kendi şahsına münhasır, çok önemli ve farklı bir karakter olduğunu da söylemeliyim. Hayatımı düzenlerken çok örnek aldım ondan. Ondan etkilendiğim ve hayatımda modelleme yaptığım konuların başında ise “zaman yönetimi” geliyor. 992-1035 arasındaki 43 yıllık kısa ömrüne inanılmaz verimlilikte çalışmalar sığdırmış bir isim İbni Şüheyd, 30’un üzerinde eser bırakmış insanlığa. Bu durum bana ciddi bir ışık yaktı doğrusu. “İbni Şüheyd bu kısacık ömrüne onlarca eseri sığdırabilmişse, demek ki oluyor!” düşüncesi oluştu bende. Yani beni bu konuda motive ettiğini söyleyebilirim. “Zamanı yöneten, her şeyi yönetir!” anlayışından hareket eden biriyim. Onun için günü en verimli şekilde kullanmanın yollarını arayan bir yapıdayım. Örneğin yaklaşık 25 yıldır değiştirmediğim bir çalışma stilim vardır. Her gece saat 03:00’da kalkar ve çalışırım. Saat 05:00’a kadar bir yandan CNN International ve Al-Jazeera’yı takip eder, diğer yandan da e-posta ve raporlarımı okurum. 05:00-06:00 arası bir saat daha istirahat eder, 6’da kalkar, 6-7 arası hazırlanıp evden çıkar ve 12:00-13:00 arasında da istirahat ederim genellikle. 25 yıldır böyledir bu! Ve günü 3’e bölerek yaşarım. “Günde 24 saat değil, 72 saat çalışıyorum” diyebilirim bir bakıma. O verimlilikte yani… Şöyle ki, tabir yerinde ise yorulan motoru öğleyin tekrar istirahat ettiriyorsunuz, öğleden sonra ise yeni bir enerjiyle ikinci bir güne başlıyorsunuz. Öğleyin sabahki kıyafetimi de değiştiririm ayrıca. Ve 18:00-19:00’dan sonra bir kıyafet değişikliği daha yaparım. Gece 11-12 gibi ise istirahate çekilmeye çalışırım. “Eğitimci olunmaz, eğitimci doğulur” “Finansal anlamda daha ciddi bir getirisi olabilecek sahalar yerine eğitim sektörüne yöneliş sebebiniz nedir?” şeklindeki sualinize yeniden bağlantı yapacak olursak, İbni Şüheyd ve Arap edebiyatının önemli temsilcilerinden olup “Câhiziye Ekolü”nün kurucusu ve usta bir hatip olan Câhiz’e atfen küçük bir anekdot anlatmak isterim: Biliyorsunuz eski zamanlarda, sultanlık ve krallık dönemlerinde kralların ya da sultanların çocuklarını eğitmek için özel hocalar tutuluyordu. Harun Reşid de o dönem, oğulları Emin ile Memun’un eğitimi için dönemin âlim insanlarını tespit ettiriyor ve huzuruna çağırıyor. Tabiî bu süreçte Câhiz’in de ismi ön plana çıkıyor ve saraya davet ediliyor. Zaten Harun Reşid de kendisinin namını duymuş. (Bunları bize İbni Şüheyd anlatıyor.) Sonrasında Câhiz’e haber veriliyor ve kendisi huzura varıyor. Ancak Câhiz huzura gelince Harun Reşid ürperiyor; zira Câhiz’in fizyolojisi bozuk biraz, tuhaf bir tipi var kendisinin. (“Câhiz” demek, “patlak gözlü” demek zaten. İsim de onun asıl adı değil, lakabı.) Gözünün hadekası, yani gözbebeği çıkık olduğu için “Câhiz” diye anılıyor. Asıl adı ise “Amr İbnü’l-Bahr”… Yani patlak gözlü, yanakları çıkık, kafası sivri, tırnakları uzun, çirkin bir adam Câhiz. Harun Reşid de kendisini görünce ürperiyor haliyle ve “Böyle bir fizîkî yapıya sahip olan biri benim çocuklarıma ne öğretebilir ki? Ne kadar âlim olursa olsun, faydası olmaz!” diye geçiriyor içinden. Tabiî bunu belli etmemek ve edepten uzaklaşmamak için de “Hocam, sizinle tanışmayı çok istedim, hoş geldiniz, iyi ki geldiniz!” nev’inden gönül okşayıcı cümleler edip birkaç kese de altın hediye ederek kendisini uğurluyor. Oysa Câhiz neden saraya davet edildiğini biliyor, olayın farkında. Yani çirkin olduğu için çocuklarına hoca olarak kabul edilmediğini ve geri gönderildiğini anlıyor. Konunun devamında Harun Reşid, Nizâmü’l-Mülk ve Câhiz arasında bazı nüktedan gelişmeler de olmuş aslında; bu olaylara atfen yazdığı eserler var Câhiz’in. Ama orası şu an bizi ilgilendirmez. Konuyu bağlamak istediğim nokta, “Harun Reşid’in, çocuklarının eğitimini Câhiz’e teslim etmek istememesi” esasen. İşte İbni Şüheyd tam da buradan alarak bir eğitimcinin nasıl olması gerektiği ile ilgili noktalara değiniyor ve bir öğreticinin sahip olması gereken sıfatları anlatıyor. Hâli, tavrı, oturması kalkması, kılığı kıyafeti vs. hepsini tasvir ediyor ve sonunda da şu cümleyi kuruyor: “Öğretmen olunmaz, öğretmen doğulur!” Kısacası, “Neden Aydın Ailesi eğitim sektöründe sabitkadem etti?” diye soruyorsunuz ya, bu soruyu, “Ailemizin kökenden, gelenekten eğitimci olduğuna inanıyor ve bu doğal misyonun temmuz 2015 97 HABERA JANDA/ SÖYLEŞİ hakkını vermeye çalışıyoruz” diye yanıtlayabilirim. Eğitimci doğduğumuz için ekonomiyi düşünemeyiz. Doğduğumuz zamandan bu yana hilkat üzerine hangi çizgideysek, o doğrultuda devam ederiz! Bu fıtrî misyonun, doğal vazîfenin hakkını vermek için çaba gösteririz. “Eğitimci kimliğimiz, her zaman siyasetin önünde gelmiştir” • Aslında bu net açılımınız aktif siyasete girme noktasında her zaman avantajlı; önü açık bir konumda bulunmanıza rağmen neden bu kanalı seçmediğinizin de bir yanıtı oldu. Ama yine de konuşalım bunu, yani neden aktif siyasette olmayı tercih etmediğinizi... Dönemin ilmî şahsiyetlerinden biri olan Dedeniz Hâfız İsmail Efendi’nin vasiyet niteliğindeki bazı 98 temmuz 2015 sözlerinde şu husus geçiyor: “Nâmahreme bakmayın, yalan söylemeyin, haram yemeyin, Allah yolundan ayrılmayın, Allah korkusunu kalbinizde yaşayın, Hakk’tan ayrı düşmeyin, insanları sevin, mümkünse siyâsete bulaşmayın, unutamayacağınız iyiliği yapmayın!”* Böyle vasiyet eden dedenizin çizdiği ufka riayet midir bu tarzınız, yoksa kişisel bir tercih mi? Evet, aslında anlattıklarım bu sorunun da cevabı oldu, doğru. Ama yine de konuşalım öyleyse… Öncelikle bu soru için teşekkür ediyorum tabiî; takdir edersiniz ki, hayatının değişik zamanlarında çok farklı kademelerde etkin görev yapmış biriyim. Çok farklı sosyal, ekonomik, kültürel ortamlarda yer aldım ve dolayısıyla buna benzer öneri ve teklifler de çok geldi bana. İtiraf etmem gere- kiyor, çok değişik pozisyonlar teklif edildi, fakat “eğitimci” kimliğimiz her zaman siyasetin önünde gelmiştir. Ayrıca şunu ifade etmeliyim, “eğitimci” kimliği, insanlara eşit mesafede yaklaşmayı sağlıyor; tıpkı Hipokrat yemini etmiş bir hekim gibi dil, din, ırk, mezhep, politik görüş ayırımı yapmaksızın bütün insanlarla aynı şekilde iletişim kuruyor, aynı amaç doğrultusunda birleşiyorsunuz. Sanki siyasete girdiğinizde bu özelliğinizden feragat etmek zorunda kalacakmışsınız gibi bir his var tabiî. Böylesi bir algı, bu tarz bir intiba bizi siyasetten uzak tuttu, bir bakıma “Muhafaza etti” diyebilirim esasen. Ama şuna da inanıyorum tabiî: Bu ülkede kaliteli siyasete ve siyasetçilere ihtiyaç var! Ne var ki, ülkeye hizmet etmenin tek yolu da siyaset olarak görülmemeli muhakkak. İşte biz de bu niyet ve bu hizmet mantığı ile kendi üzerimize düşeni yapmaya gayret ediyoruz. Ayrıca Dedemizin hakkı ve hakikati gözeten o tavsiyesi de mutlaka rol oynamıştır üzeirimizde. “Kitap yüklü bir eşek gibi ölmemek için…” • “Unutamayacağınız iyiliği yapmayın!” diyen bir dedenin torunusunuz ve çok aktif biçimde yer aldığınız birçok sosyal sorumluluk projesi var. Ayrıca bir vakıf üniversitesi olan kurumunuzdaki burslu öğrenci sayısı da oldukça yüksek; bu noktada genelin üzerinde bir opsiyonunuz var. Aile ve devlet kurumları ile “Önce insan!” anlayışını merkeze alan, paylaşım odaklı, öğrencilerle hem yüz yüze, hem de sosyal medya zemininde birebir iletişimi baz alan, birincil ilişkiler ekseninde vücut bulan bu interaktif çalışma tarzınız, farklı yapınız nereden kaynaklanıyor? Askerî ataşelikten emekli olmanın verdiği bir meslekî formasyon mu bu, yoksa tamamen kişisel yapınız ya da bireysel stratejilerinizden kaynaklanan şahsî bir model mi? Meşhur bir Arap atasözü vardır “El insânu mislül himâru yahmilûl kutûbu” diye başlar ve devam eder. Türkçesi şöyledir: “İnsanoğlu kitap yüklü bir eşeğe benzer. Ölmeden önce kitapları dağıtırsa insan gibi ölür. Ölmeden önce kitapları dağıtamaz ise eşek gibi ölür…” Açıkçası bir eşek gibi ölmemek için bu kadar STK’nın içinde çalışıyorum. “Kitap” nedir bu atasözünde? Kitap, insanın sahip olmuş olduğu bütün değerlerdir. Maddî ve mânevî... Yani bilgi, tecrübe, deneyimler, maddî imkânlar vs. Yani neyi varsa bir insanın… Bunlar hep kitaptırlar yani. Eğer ölmeden önce bu kitapları dağıtabiliyor, arkadan gelen nesle aktarabiliyorsanız, insan gibi ölürsünüz. Ama hiç kimseye bir şey vermeden, tecrübe ya da maddî birikimi paylaşmadan, insan yetiştirmeden gidiyorsanız, o zaman da eşek gibi ölürsünüz işte! Hatta şeddeli “eşşek” gibi… Bu sorunun cevabı bu yani! “Hep beraber kardeş kardeş yaşanılamaz, dünyanın realitesine aykırı bu! Doğru stratejilere ihtiyacımız var!” • Mütevellî Heyet Başkanlığı’nı yürüttüğünüz ve kurucusu olduğunuz İstanbul Aydın Üniversitesi’nde türlü siyasî ve ideolojik görüşe, farklı farklı inançlara sahip birçok insan, birlikte uyumlu ve verimli bir çalışma yürü- Ayten Çalış tüyor. Bu mânâda İstanbul Aydın Üniversitesi ile “demokratik kampüs” ifadesi özdeşleşmiş durumda. Buradan Türkiye’nin son süreçteki gündemine ve Gezi olayları gibi zaman zaman toplumsal zeminde dalgalanmalar yaratan “sosyal ve siyasal kutuplaşma” meselesine geçiş yapacak olursak, Türkiye’ye zaman ve enerji kaybettiren bu tarz tünellerden çıkış için, nasıl bir çözüm öneriniz olabilir? Sadece Gezi olayları ya da o tarz spesifik gelişmelerle ilgili bir durum değil bu. Dünyanın parsellenmesi noktasında etkin faaliyet gösteren belirli yapılar var dünyanın düzeninde. Bunlar komplo teorisi filan değil, yüzde yüz gerçekler! Kabul etmemiz lazım yani bunları. Ve oturup ağlamak yerine, “Bu tuzaklardan nasıl sıyrılırız?” sorusunun peşine düşmek lazım! Dünyanın dümeninde yer alan ve bu zeminde daha fazla etkin olmak isteyen tüm devletler ve finansal yapılar, doğal olarak sosyal, siyasal ve ekonomik nüfuz alanlarını kuvvetlendirmek için bir başkasının hakkına tecavüz etmek zorundalar. Bu durum, dünyanın bir gerçeği! Velhasıl, “Hep beraber kardeş kardeş yaşayalım” temennisi hiç de reel değil. Hep beraber kardeş kardeş yaşayamayız biz. Dünyanın gerçeğine aykırı bir olaydır bu. Zira dünyanın yeraltı kaynakları belli, yer üstü kaynakları belli, güneşi belli, havası belli, suyu belli, hatta rüzgâr enerjisi bile belli; dolayısıyla bir ülke kendi toplumunu daha müreffeh, daha çağdaş, daha ekonomik, daha lüks içinde yaşatmak istiyorsa, bunları bir başka ülkeden çalmak zorunda. Daha fazla çalmak zorunda yani… Bir ülkenin gayrisafi millî hasılası fert başına 40 bin dolar ise örneğin, bir başka ülkenin gayrisafi millî hasılasından fert başına düşen gelirin aşağı düşmesi lazım. Bu oranı herkes için 40 bin dolara çıkarabilir misiniz? Tabiî ki hayır! Böyle bir dünya yok. O zaman biri kazanırken, bir diğeri doğal olarak kaybetmek durumunda. Şimdi dünyanın bütün enerjisini toplayalım, çok basit bir hesap yapalım; dünyanın bütün enerjilerini kalem kalem alt alta yazalım örneğin. Şu kadar güneş enerjisi, şu kadar rüzgâr, şu kadar yeraltı kaynağı, şu kadar yer üstü kaynağı, şu kadar doğalgaz vs. Diyelim ki 100 sayısına ulaştık… Dünyanın nüfusuna 6 buçuk milyar diyelim örneğin ve 100 sayısını dünya nüfusuna bölelim. Eğer kardeşçe yaşayacaksak, bulacağımız o rakama herkesin razı olması gerekir. Hesap bu kadar net! Az önce ifade ettiğim gibi, bir ülkenin kendi halkının menfaatine olacak şekilde sosyal, siyasal ve politik gücünü arttırması demek, bir diğer grubun zayıflaması demektir. “Sen Ebu Bekir’liğine bak!” derler adama… Bu ülkenin en büyük problemi, işbirliğinin ve iç düzenin sağlanmasıdır aslında. Bunu sağladığımız zaman çok şey kolaylaşacak. Zira bu ülkenin yeraltı kaynakları, insan gücü, tarihten devşirdiği güç, gelenek ve göreneklerinden gelen direnci ve kurumsal yapısı dünyayla rekabet edebilecek güçtedir. Ama ne zaman? Kendi iç huzurunu ve işbirliğini tesis EURAS çatısı altında da Avrasya Üniversiteler Birliği ismi ile çok ciddi işler yaptık. Hatta “EURAS, bir ERASMUS’tur” cümlesini kurabilirim size. ERASMUS, bir papazın kuruluşudur, biliyorsunuz. Papaz kurmuştur yani. Biz de bu networku kendi coğrafyamızda, Avrasya sınırları içinde, kendi içimizde nasıl gerçekleştirebileceğimizi düşündük ve bu uluslararası ağı yapılandırdık. Dönemin Cumhurbaşkanı Sayın Abdullah Gül ile dönemin Başbakanı ve şimdiki Cumhurbaşkanımız Sayın Recep Tayyip Erdoğan’ın oluru ve Bakanlar Kurulu kararı ile kurulmuş bir yapıdır o da. 8 yıllık bir geçmişe dayanan, kısa zamanda oldukça etkili işler yapan aktif bir sivil toplum ağıdır. “Ebu Cehil, Ebu Cehil’liğini, Ebu Bekir de Ebu Bekir’liğini yapacak” Buradan Gezi ve benzeri spesifik olaylara gelirsek… Gezi olayları kesinlikle dâhilî ve haricî işbirliğinin ortaya çıkartmış olduğu bir tablodur. Bu sistemin bir ürünüdür. Tabiî burada “Neden oldu, nasıl oldu?” gibi detaylara giremeyeceğiz ama burası net! “Bu ülkeler neden böyle yapıyorlar?” diye anlamsız bir kızgınlık ya da kınamaya sarılacak da değiliz tabiî. Zira bu olgun bir tavır olmaz. O ülkeler de kendi işlerini, kendi görevlerini yapıyorlar. Ebu Cehil, Ebu Cehil’liğini, Ebu Bekir de Ebu Bekir’liğini yapacak sonuçta. temmuz 2015 99 HABERA JANDA/ SÖYLEŞİ ettiği zaman… Dolayısıyla dünyanın dümeninde yer alan ve bu yumuşak karnımızı bilen güç odakları da sürekli bu zayıf noktaya yöneliyorlar ve aynı can yakıcı olayları yeniden ve yeniden yaşamak zorunda kalıyoruz. Geçtiğimiz günlerde UrfaSuruç, Adıyaman, MardinNusaybin hattında yaşadığımız sıcak olaylar ve kayıplar da bunun sayısız örneklerinden biri işte! Bu adresler, tabir yerinde ise yumuşak karnımıza neşter atmaya devam da edecekler. Burada bizim nerede olduğumuz, dünyadaki gelişmelerin ne kadar farkında olduğumuz ve sağlıklı strateji üretip uygulayabilmemiz önemli. Tabiî zamanımız dar olduğundan bu konuları şu an açamıyoruz ama bunlar hep geniş kapsamlı konuşulacak, konuşulması gereken meseleler. Bakınız, dünyadaki meselelerin alacağı şekle karar veren merkezler, bu merkezlerin yönetildiği belirli odalar vardır. Büyük bir oda, 200 metrekare genişliğinde bir salon tasavvur edin, ortada da uzunca bir masa. Bu odanın her tarafında dolaplar var. Bir dosyanın girebileceği uzunlukta raflar düşünün alabildiğine. Bu odada sanırım 2 bine yakın dosya var. O odayı gördüm ben, öyle bir oda var yani. Odanın arkasında uzunca bir masa var. Bu masanın etrafında da bazen 8, bazen 10, bazen de 12 kişiye kadar ekipler yer alır. Bunlar çoğunlukla, tıpkı filmlerdeki gibi beyaz önlük giymişler; laboratuvarda çalışır gibi çalışır bu kişiler. Bu kişiler masanın etrafında otururlar ve o masanın üzerinde de devamlı 3-5 dosya vardır. Dünyanın dümenindeki bu kişiler bu dosyalara şekil verirler. İşte o dosyaların bir bölümünde de “Türkiye” bölümü vardır! Türkiye bölümünün raflarında kıta sahanlığı, Erme- 100 temmuz 2015 ni meselesi, Kürt sorunu, Batı Trakya konusu, azınlıklar gibi dosyalar vardır. Her daim Türkiye ile ilgili bir dosya masanın üzerindedir yani. Tabiî sadece Türkiye için geçerli değildir bu, Rusya da, Yunanistan da aynı durumdadır. Ve dünyaya şekil veren bu adamlar, ellerindeki neşterlerle o ülkenin pozisyonuna göre, o coğrafyanın yumuşak karnına dokunurlar. Her dokunuşta o ülke zıplar biraz. Türkiye, bu tarz konulara en fazla maruz kalan coğrafyadır belki. Çok sık yaşarız biz bunu. Sonra bakarlar ki o ülke çok fazla zıplamaya başladı ve konu çok dikkat çekmeye başladı, o zaman o dosyayı kaldırırlar ve başka bir dosyayı aşağı indirerek eski dosyayı bir başka zaman raftan indirmek üzere yerine koyarlar. Bu kadar basit ve nettir bu düzen! Dolayısıyla oturup ağlamak yerine işimizi yapacağız biz, buradaki temel mesele, birlik ve beraberliktir. “STK’lar, toplumların ve insanlığın aort damarlarıdırlar” • Ağırlıklı olarak eğitimci yönünüzü konuşurken sivil toplumcu yönünüze fazla değinemedik ama bu alanda da oldukça etkin bir kimliksiniz aslında hem ulusal, hem de uluslararası planda. Birçok uluslararası sivil toplum kuruluşunda aktifsiniz. Ulusal ve uluslararası sivil toplum örgütlenmelerinin toplum mühendisliği ve sosyal rehabilite süreçlerindeki iletişim ve yönetişim zeminindeki yerini ve fonksiyonalitesini nasıl izah edersiniz? Ülkemizde bu konsept yeterince işlevsel bir düzeyde kullanılabiliyor mu sizce? Neden STK’larda etkin görev yapmayı tercih ettiğimi Ayten Çalış söylemiştim az evvel. Sahip olduğumuz bilgi birikiminin aktarılması, gerçek bir iletişimin sağlanıp toplum yararına açığa çıkartılması gerekiyor çünkü. Yapılması gereken asıl şey bu. Tabiî bunu biraz açarsak sizin de soruda zikrettiğiniz gibi STK’ların çok işlevsel kullanılması gereken noktalar olduğuna gelebiliriz. Adeta birer stratejik üs gibidir bu noktalar. Kısacası sivil toplum örgütleri, o toplumun ve insanlığın aort damarlarıdır aslında. Yani kalbi, beyni besleyen, vücut sağlığını tesis eden ana kanallardır. İnsanların, halkın, toplumun düşüncelerini, duygularını dile getiren bu platformların birbiriyle entegre olabilmesi ve işlevsel kullanılabilmesi ise işin püf noktasıdır biraz. Lokal bir boyutta kalmaması, tecrit edilmiş bir biçimde spesifik faaliyetlerle sistemsel yapıdan kopmaması yani… Bunların siyasî içerikleri ya da politik kimlikleri yoktur. Dolayısıyla buradaki bütün amaç, hangi sektörde olursa olsun, o sektörün kalp atışlarını, o sektörün duygu ve düşüncelerini, beklentilerini, ilgili alanlarda, ilgili platformlarda gündeme getirmek, o sesi ilgili mercilere duyurmaktır. Ancak buradaki temel felsefenin altını tekrar çizmek istiyorum: Etkin olarak faaliyet gösterdiğimiz STK’ları yukarıdan aşağıya saydığımız ve gerek Türkiye Sigarayla Savaş Derneği (TSSD), gerek Üniversiteler Birliği, gerek Kent Konseyi, gerek Franchising Derneği, gerek Dünya Gönüllüleri, gerek Viyana İktisâdî Forumu, gerekse COPPEM gibi yapıların temeline indiğimiz zaman hepsinin insan odaklı olduğunu görüyoruz. İnsan merkezli kuruluşlar bunlar. Yani bir sivil toplumcu olarak hedefimiz, sahip olduğumuz bilgi, birikim ve tecrübeyi ortak bir havuzda toplayarak sağlıklı organizas- yonlarla topluma sunmaktır. Örneğin Küçükçekmece bugün 800 bin nüfusuyla Türkiye’nin en büyük ilçelerindendir. Burada hiçbir siyasî görüş olmadan, her partinin ve her sivil toplum kuruluşunun temsil edildiği, Doğu-Batı fark etmeksizin her derneğin temsil imkânı bulduğu, Alevî’si ve Sünnî’siyle, Hıristiyan, Yahudi ve Müslümanıyla her türlü rengin mevcut olduğu bir yapıdır Küçükçekmece Kent Konseyi. Tekrar söylüyorum: Amaç; dil, din, ırk, mezhep, siyasî görüş ayrımı yapmaksızın, daha yaşanılabilir bir Küçükçekmece’yi meydana getirebilmek adına ortak hareket edebilmek. İşte Türkiye’nin de böyle olması lazım! “Sigara sağlığa zararlı değildir; sigara eşittir ölümdür” Sivil toplum aktivasyonlarından söz ederken, 16 yıllık tarihçesi ile bu alandaki tek STK olma özelliğini taşıyan, Genel Başkanı olduğum Türkiye Sigarayla Savaş Derneği (TSSD) ile alakalı birkaç noktayı paylaşmak isterim. 1984 yılında, Mısır’da iken bir makale okudum. “Sigaranın Gerçek Yüzü” başlıklı bir yabancı makale… Bizler yıllarca sigaranın sağlığa zararlı olduğunu biliyorduk. Oysa sigara sağlığa zararlı filan değil, sigara her şeyiyle ölümdür. “Sağlığa zararlı” ifadesiyle konunun ciddiyetinin nasıl ucuzlatıldığını, insanların nasıl kandırıldığını okuduğum o makale ile çok net gördüm o an. Ve o yazıyı okuduktan sonra hayatımı değiştirdim. Ben bir sigara içicisiydim aslında, 80’li yıllarda bıraktım. Ve ondan sonra sigara ile yapmış olduğum mücadeleyi Kâbe’de tavaf yapan bir insana benzeterek, bu alandaki mü- cadelemi bir ibadet ruhuyla yerine getirmeye çalıştım. Ve bu niyetle bu ciddi çalışmaya girdik. Uzun yıllar içerisinde de çalışma arkadaşlarımla birlikte çok ciddi çalışmalar yürüttük. Derneğimizin açık adı, “Türkiye Sigarayla Savaş Derneği” (TSSD). Başındaki Türkiye ifadesi, malumunuz Bakanlar Kurulu Kararı ile verilir. O sözcüğü ancak o şekilde kullanabilirsiniz dernek olarak. Türkiye Sigarayla Savaş Derneği bu alanda Türkiye’deki tek STK’dır. Tütünsüz hava sahası ile ilgili tüm çalışmalar, bütün sigara yasakları, çıkan kanunların tüm altyapıları 16 yıllık çalışmamızın birer mahsulüdür esasen. Bu konuda bize ciddi bir hizmet imkânı verdiği için Allah’a şükrediyorum. Çok hassas olduğum bir konu bu. “Eğer marka değilseniz hamalsınız!” TSSD’deki faaliyetlerimizden Franchising Derneği’ndeki çalışmalarımıza geçersek, orada da şu anahtar cümleyi söyleyebilirim size: “Eğer marka değilseniz, hamalsınız!” Yani eğer marka olmayı başaramamışsanız, ne üretirseniz üretin, ürettiğiniz şeyin hamalısınız. Dolayısıyla Franchising sistemindeki aslî gayemiz, Türkiye’deki markalaşma grafiğini yükseltmek, markalaşabilmişlik oranını arttırmaktır. Buradan COPPEM’e geçersek o da çok önemli bir ağ… Geçmişte başkanlığını Lombardi yapıyordu. Merkezi Palermo’dur bu yapının da. COPPEM’in başkanlığını, o dönemki “Sicilya Başkanı” kim ise o yapar. Böyle bir sistemi var yani. Bütün Avrupa ve Akdeniz’deki ülkeler buraya üyedirler. 20 yıla yakın bir geçmişe sahip olan bu yapıda da oldukça aktifiz. Bu çatı altında yaptığımız ve en çok itibar edi- len çalışmalardan bir örnek vereyim size. Avrupa Birliği’ne girmemize muhalif ülkelerin başında Yunanistan gelir, biliyorsunuz; gerçi son dönemlerde bu itiraz epey hafifledi ama 10 yıl önceki atmosferi düşünün… Yunan Hükümeti siyaseten bütün deklarasyonlarında Türkiye’nin AB üyeliğine karşı olmasına rağmen, o en hararetli dönemlerde, içinde Yunan delegasyonunun da bulunduğu COPPEM’de biz, “Türkiye, Avrupa Birliği’ne girmelidir!” diye deklarasyon yayınladık. Ve bu çerçevede Yunan delegasyonunun da imzasını aldık. Yine başka bir organizasyonda da Filistin ve İsrail delegasyonunu bir araya getirip belediyeler birliğini oluşturduk orada. İşte bu, sivil toplumun gücüdür! Birçok alanda bu tarz önemli örnekleri sayabilirim size. “EURAS (Avrasya Üniversiteler Birliği), bir ERASMUS’tur aslında” EURAS çatısı altında da Avrasya Üniversiteler Birliği ismi ile çok ciddi işler yaptık. Hatta “EURAS, bir ERASMUS’tur” cümlesini kurabilirim size. ERASMUS, bir papazın kuruluşudur, biliyorsunuz. Papaz kurmuştur yani. Biz de bu networku kendi coğrafyamızda, Avrasya sınırları içinde, kendi içimizde nasıl gerçekleştirebileceğimizi düşündük ve bu uluslararası ağı yapılandırdık. Dönemin Cumhurbaşkanı Sayın Abdullah Gül ile dönemin Başbakanı ve şimdiki Cumhurbaşkanımız Sayın Recep Tayyip Erdoğan’ın oluru ve Bakanlar Kurulu kararı ile kurulmuş bir yapıdır o da. 8 yıllık bir geçmişe dayanan, kısa zamanda oldukça etkili işler yapan aktif bir sivil toplum ağıdır. Neticede bunların hepsindeki temmuz 2015 101 HABERA JANDA/ SÖYLEŞİ temel gaye, bu coğrafyadaki ekonomik, sosyal, siyasal olayları akademik platformlarda gündeme getirerek, oradaki çıktıları ilgili ülkelerin liderleriyle paylaşmak ve bu coğrafyanın daha müreffeh, daha huzurlu, daha etkin, daha eğitimi yüksek bir seviyeye çıkmasını temin etmektir. Mesela şu an ENQA (European Association for Quality Assurance in Higher Education-Avrupa Yükseköğretimde Kalite Güvence Birliği) ile irtibata geçerek EURAS’ın içinde bir kalite ajansı oluşturuyoruz. Avrasya’daki bütün ülkelerin eğitim kalitesini takip edecek olan bir merkez olacak burası. Sonuç itibariyle özetleyecek olursak, hepsinin temeline indiğimiz zaman, çalışmalarımızın hepsi insan odaklı ve en önemli de ortak payda ve amaç bu! Gençler için kutsal koordinatlar • BİL Holding’in de kuruluş felsefesinde yer alan demokrat ve yenilikçi kimliğinizle, sizi tanımlarken sıklıkla kullanılan “Türkiye Sevdalısı” ifadesi ve de iş 102 temmuz 2015 adamı, eğitimci, aktivist düzeyinde bir sivil toplum kurumu yöneticisi şeklinde sıralayabileceğimiz zengin yelpazeniz üzerinden bugün genç jenerasyona olan temel mesajınız nedir? Böylesi ritmik ve mümbit bir çalışma temposuna, çok yönlü bir üretim modeline haiz, dinamik bir kimlik olarak öğrencilerinize ve tüm Türkiye gençliğine olan şahsî önerileriniz, tavsiye ettiğiniz ufuk ne olabilir? Bütün hayatını gençliğe adamış bir insanım. Gerek sivil toplum kuruluşlarında, gerek eğitimde yaptığım çalışmalar sebebiyle benim sektörüm bu, uzmanlık alanım “gençler”... Dolayısıyla gençler üzerinde yakın çalışan biri olarak vereceğim mesaj şudur ki, öncelikle özgüven meselesi çok önemli! Gençlerimizin “Yapabilirim/ Edebilirim” ifadelerini içlerine sindirmeleri lazım. İkinci nokta ise “sabır”... Gençler ne kadar sabırlı ve tahammüllü iseler, ne kadar özverili bir yapıları varsa, geleceğe de ancak o ölçüde imza atabilirler. Yani gelecekte iyi bir hizmet yapmak istiyorlarsa mutlaka sabırlı, tahammüllü ve özverili olmalılar. Bir diğer husus ise “aile”.. Muhakkak kendilerini yetiştiren ailelerinin kıymetini bilmeliler. Moral değerlere sahip olmaları, ahlâkî açıdan sağlam bir yapılarının olması, olmazsa olmazların başında gelen hususlardır elbette. Geçtiğimiz günlerde İstanbul Aydın Üniversitesi’nin yaz okulu projesinde konuşmacıydım. (Bizim bir de “lise yaz okulu” projemiz var; o alanda da seçkin okulların seçkin öğrencilerinden bir proje grubu çalışıyor.) O toplantımızda gençlere aile konusunda şunları aktardım: “İnsanın hayatta kendi iradesiyle seçemediği iki önemli varlık vardır: Biri annesi, diğeri de babası… Bunlar bize ilahî bir güç tarafından tayin edilmiştir. Dolayısıyla bunun nedenini, niçinini sorgulama hakkına sahip değiliz. Onları bize o ilahî kudret verdiği için, anne ve babada da ilahî bir güç, farklı bir kutsiyet olduğuna inanırım ben. Şahsî inancım budur! O yüzden âyet-i kerîme’de ‘Onlara üf bile demeyiniz!’ buyuruluyor. Bu ifade bir Hz. Mevlana ya da Hz. Yunus sözü değil, âyet-i kerîme. Dolayısıyla Kur’an-ı Şerîf bize, anne babaya koşulsuz itaati emretmekte…” Gençlere anne-baba konusunda çok hassas olmaları gerektiğini söylerim her fırsatta. Hele boşanma oranlarının yüzde 40’lara ulaştığı, toplumumuzun ana harcı olan aile kurumunun yavaş yavaş dağıldığı böylesi bir zeminde ailelerine, bir can simidine sarılır gibi sarılsınlar. Kaybetmez, daima kazanırlar! Bir başka tavsiye daha… Hangi alanda çalışırlarsa çalışsınlar, fark oluştursunlar. Bu çok önemli! Zira yarın hayatta başarı sağlayabilmelerinin ön koşulu bu! Ne kadar fark yaratabildikleri yani… Bunun için bir diğer kişiden bir adım önde olmak zorundalar. Yarınlarını ancak bu cehd ve disiplinle inşa edebilirler. Hepsinin gözlerinden öpüyorum… *Alıntının yer aldığı kitap: Trabzonlu Hâfız İsmail Efendi -Son Dönem Osmanlı Mütefekkirlerinden-, İstanbul Aydın Üniversitesi Yayınları, 2012. haberajanda Toplum R Mesut Emre Balcı memrebalci.ajanda@gmail.com AHMAN, insanı dünyaya gönderdi ve âlemi onun hizmetkârı kıldı. Ona Kendi ruhundan üfledi ve mahlûkatın zirvesine onu yerleştirdi. Melekler, “Yeryüzünde bozgunculuk yapacak, kan akıtacak birini mi var edeceksin?” dediğinde, “Ben sizin bilmediklerinizi bilirim” dedi. Seçkin kullarına indirdiği vahiy aracılığıyla bütün insanlığı varlığından haberdar etti. İnsanı da yaratıp başıboş bırakmadı. Öyle bir dengeden bahsetti ki, eğer istikamet üzere olursa meleklerden üstün hale gelebileceğini, bozgunculukta ısrar ederse aşağıların en aşağısı olabileceğini öğretti. İşte bu iki uçurum arasında yerini seçebilmesi için ona “irade”yi verdi. İnsan, iradesini kullanarak ya kendisine iyi ve kötüyü öğreten ilahî kelâmın ve o kelâmı bir hayat tarzı olarak dünya pratiğine dökmüş olan Resul’un ışığında dünyasını abad edecek ya da bütün bu kılavuzları hiçe sayarak kendini ebedî olarak berbat edecekti. İnsana hitap eden ilahî söz kaleme döküldü. Kâinatı kuşatan kelâm yeryüzüne indikçe kalem yazdı ve o ilahî söz “Kitap”a dönüştü. Bütün ilimlerin kaynağı olan Kur’an, insana hangi dönem veya hangi çağda yeryüzünde bulunmuş olursa olsun rehberlik etti; onun dünya ve ahiret muhakemesine ışık tuttu. İnsan, dünya hayatında kendi varlığıyla alakalı her daim bilgiye muhtaçtır. Aslî ihtiyaçlarını giderebilmek, hayatını devam etti- “Ben sizin bilmediklerinizi bilirim” dedi. Seçkin kullarına indirdiği vahiy aracılığıyla bütün insanlığı varlığından haberdar etti. İnsanı da yaratıp başıboş bırakmadı. Öyle bir dengeden bahsetti ki, eğer istikamet üzere olursa meleklerden üstün hale gelebileceğini, bozgunculukta ısrar ederse aşağıların en aşağısı olabileceğini öğretti. İşte bu iki uçurum arasında yerini seçebilmesi için ona “irade”yi verdi. Bulunmazı aramak İRADESİNİ İlahî Kelâmdan aldığı muhakeme yeteneğiyle hak yolda kullanmak ve dünyayı farklı bir bakışla izlemek, akıp giden zamana doyumsuz bir tatla dokunmak, insan için zor ama imkânsız olmayan büyük bir yolculuktur. İlahî Kelâmın kalem kalem nakşedildiği Kitap’a kendini teslim etmek, benliğini o nurla doldurmak... Dünyevî her isteğine ulaştıkça daha fazlasını istemek, bitmek bilmeyen doyumsuzluğuyla haddini aşmak ve istediği olunca kendinden, olmayınca Rabbinden bilme nankörlüğü insanoğlunun yüzyıllardır süregelen hastalıklarından değil mi? rebilmek, yaşamını daha kolay hale getirebilmek için bilgi en büyük nimettir. Sözgelimi yeni doğmuş bir bebek hayata adımlarını atarken, kendisine insan olarak yaratılmış olması hasebiyle verilmiş yeteneklerini geliştirirken anne-babasının kendisine öğrettiği bilgiyi kullanır. Çeşitli ilimlerle meşgul olan insan, kendisinden önce o ilimle iştigal etmiş olanların o güne kadar ürettikleri bilgiyi kullanarak o birikim üzerine kendi yeteneğini inşa eder. Her an ve her saniyesinde bilgiye muhtaçtır insan. Hayatın gözle görünür, elle tutulur taraflarının dışında kalan kısımlarda ise hikmet devreye girer. Kaynağını Kur’an’dan alan bir ilim ve o ilmin, zihnin her tarafına nakış nakış işlendiği bir ortamda artık görünmezleri görünür kılan, bilinmezleri hisset- tiren hikmettir. Elmalılı Hamdi Yazır, “Hikmet, ilim ve onunla ameldir. Her ikisini cem edemeyene hâkim denmez” diyor. İlim, hiç şüphesiz insan için çok önemli bir yol göstericidir; ancak her ilim insanı doğruya götürmez. Bu yüzdendir ki Âlemlerin Efendisi, “fayda vermeyen ilimden Allah’a sığınmış”, bize de öyle öğretmiştir. İnsanın, varlığının sebebini dahi anlayamadığı kimi nesneler, aklının almadığı kimi olaylar veya üzerine düşünüp de bir türlü iç yüzünü anlayamadığı birçok mesele, esasen farklı hikmetlerle doludur. Kâinata hikmet nazarıyla bakanlar, varlığı bambaşka bir gözle görür, bambaşka bir hisle duyarlar. İradesini İlahî Kelâmdan aldığı muhakeme yeteneğiyle hak yolda kullanmak ve dünyayı farklı bir bakışla izlemek, akıp giden zamana doyumsuz bir tatla dokunmak, insan için zor ama imkânsız olmayan büyük bir yolculuktur. İlahî Kelâmın kalem kalem nakşedildiği Kitap’a kendini teslim etmek, benliğini o nurla doldurmak... Dünyevî her isteğine ulaştıkça daha fazlasını istemek, bitmek bilmeyen doyumsuzluğuyla haddini aşmak ve istediği olunca kendinden, olmayınca Rabbinden bilme nankörlüğü insanoğlunun yüzyıllardır süregelen hastalıklarından değil mi? Ne mutlu kalbini ve aklını insanoğlunun hırslarından arındıranlara! Ne mutlu gözü ötelerde olanlara! Ne mutlu duygusuz ve ruhsuz bilgilerin değil, hikmetin peşinde olanlara! Kaynağı Kur’an olan ilimle yola çıkarak bulunmazları aramaya çıkanlara ne mutlu! temmuz 2015 103 haberajanda Portre Vefatı’nın 235. yıldönümünde Erzurumlu İbrahim Hakkı’nın iyi bir tahsil gördüğü, eserlerinden anlaşılmaktadır. “Bu zamanda en dürüst dost, en uygun meclis arkadaşı, en seçkin yoldaş, yârların en hayırlısı ve sevgililerin en sevgilisi kitaplar olduğu için bunların sohbetlerine meylimi salmışımdır” şeklindeki sözleri, onun düzenli öğrenim yanında kendi kendini yetiştirmeye de büyük önem verdiğini göstermektedir. 2 MUHARREM 1115’te (18 Mayıs 1703), Erzurum’un Hasankale ilçesinde doğan Erzurumlu İbrahim Hakkı Hazretlerinin babası Derviş Osman Efendi, aralıklarla otuz yıl kadar süren iyi bir eğitim görmüştü (Ma’rifetnâme, s. 521). Annesi, Hasankale’nin ileri gelenlerinden Dede Mahmud’un kızı Şerîfe Hanîfe Hanım’dır. >> İbrahim Hakkı’nın “Hakîrullah”diye andığı ve “hilm ü hayâ madeni” olarak tanıttığı babası, bazı maddî ve ruhî problemler sebebiyle sıkıntılı bir dönem yaşamış, İbrahim Hakkı’nın doğumuyla bir ferahlık hissetse de sıkıntısı devam etmişti. 1119’da (17-07) Erzurum’a yerleşen Osman Efendi, burada yörenin ileri gelen ilim ve tasavvuf erbabıyla tanışmış ve 1122’de (1710) Hac niyetiyle yola çıkmışken Siirt’e yaklaşık 7 kilometre uzaklıkta bulunan Tillo’ya uğramış, yörenin tanınmış mürşidlerinden İsmail Fakîrullah’a intisap ederek buraya yerleşmiş, böylece yıllardır aradığı huzura burada kavuşmuştur. Babasının isteği üzerine dokuz yaşında iken amcası Ali tarafından Tillo’ya götürülen İbrahim Hakkı, babasıyla karşılaştığında şeyhi İsmail Fakîrullah’ı da orada gördüğünü, içinde ona karşı derin bir sevgi ve hayranlık duygusu uyandığını ifade eder. Bundan sonra İsmail Fakîrullah’ın babası için yaptırdığı, günümüze kadar ayakta kalan hücrede yaşamaya başlamış, İsmail Fakîrullah’ın ilim ve irfanından istifade etmesinin yanında, Ma’rifetnâme’deki ifadesiyle (s. 516) “peder-i azîzi kendisini hücredaş edip hilm ü rıfk ile ilim öğretip lutufla terbiye kılmıştır”. İbrahim Hakkı’nın ilk tasavvuf zevkini babasından aldığı anlaşılmaktadır. 17 yaşında iken babasını 104 temmuz 2015 Ahmet Fidan ahmetfidan.ajanda@gmail.com Ma’rifetnâme müessiri âlim, sûfi ve şair İbrahim Hakkı kaybeden (Receb 1132/Mayıs 1720) İbrahim Hakkı, muhtemelen öğrenimini sürdürmek amacıyla aynı yıl Erzurum’a dönerek büyük amcası Molla Muhammed’in evine yerleşti. Burada, özellikle Arapça ve Farsça konusunda kendisinden faydalandığı söylenen Erzurum Müftüsü Şair Hâzık Mehmed Efendi dışında kimlerden ders okuduğu hususunda bilgi bulunmamaktadır. 1177’de (1763) üçüncü defa Tillo’ya giden İbrahim Hakkı, İsmail Fakîrullah’ın oğulları Hamza Ganiyyullah ve Mustafa Fânî tarafından babalarının halifesi olarak büyük bir ilgiyle karşılandı; muhtemelen Tillo’ya yerleşmesini sağlamak üzere onu kız kardeşleriyle evlendirdiler. Bu sırada “İnsâniyye” adlı eserinin telifini tamamlayan İbrahim Hakkı, 1177 Şevval’inde (Nisan 1764) Mustafa Fânî ile birlikte ikinci defa Hacca gitti ve dönüşte yine Tillo’da kaldı. Burada öğrenci okutmaya ve eser yazmaya devam etti. Bu arada geniş hacimli eserlerinden “Mecmûatü’l-Meânî”yi bitirdi. Bir süre sonra da Erzurum’a gitti. 1181’de (1768) Erzurum Müftüsü Şeyh Mustafa Efendi ile beraber üçüncü defa çıktığı Hac yolculuğu sırasında amcasının oğlu Yûsuf Nesîm’e Şam’dan yazdığı mektupta, eserlerinin oralarda bile arandığını ve ilgiyle okunduğunu bildirmiş, kendisinden bazı kitaplarını temin edip göndermesini rica etmiştir. Vefatı ve ardından kalanlar Yolculuğun ardından Erzurum’a dönen İbrahim Hakkı Hazretleri, yaklaşık üç yıl sonra oğlu İsmail Fehim ile birlikte tekrar Tillo’ya giderek buraya yerleşti. 1189’da (1775) altı ay kadar süren ağır bir hastalığa yakalandı. Kısa bir süre sonra şeyhinin büyük oğlu Hamza Ganiyyullah’ın ölümü üzerine yalnızlığı daha da artan İbrahim Hakkı, 19 Cemâziyelâhir 1194 (22 Haziran 1780) tarihinde vefat etti. Vefatından iki yıl önce yazdığı vasiyetnamesinde şeyhinin kubbesi altına defnedilmemesini ve oraya şeyhin evlatlarının gömülmesi gerektiğini belirtmesine rağmen, bunu bir fedakârlık olarak telakki eden İsmail Fakîrullah’ın oğlu Mustafa Fânî’nin isteği üzerine şeyhinin türbesine defnedildi. Bizzat İbrahim Hakkı tarafından yaptırılan, planı da kendisine ait olan bu kubbeli türbe, yaklaşık 40 metrekaredir ve sekizgen bir kaide üzerine oturtulmuştur. Günümüzde bir ziyaret mahalli olan türbede, her yıl 18 Mayıs-22 Haziran tarihleri arasında çeşitli faaliyetler yapılmaktadır. İbrahim Hakkı’nın iyi bir tahsil gördüğü, eserlerinden anlaşılmaktadır. “Bu zamanda en dürüst dost, en uygun meclis arkadaşı, en seçkin yoldaş, yârların en hayırlısı ve sevgililerin en sevgilisi kitaplar olduğu için bunların sohbetlerine meylimi salmışımdır” şeklindeki sözleri, onun düzenli öğrenim yanında kendi kendini yetiştirmeye de büyük önem verdiğini göstermektedir. Geniş tasavvuf bilgisi, konuları iyi bir düzen içinde ve anlaşılır bir üslûpla ifade etmesi, özellikle eğitimde Arapçanın hâkim olduğu, Türkçe eserlerde ise ağdalı bir dilin kullanıldığı dönemde eserlerinin büyük bölümünü nispeten sade bir Türkçe ile yazması, İbrahim Hakkı’nın takdire değer yönlerindendir. Ayrıca geleneksel astronomi yanında yeni astronomiyle tıp, anatomi, fizyoloji, aritmetik, geometri, trigonometri, felsefe, psikoloji ve ahlâk gibi alanlarda oldukça geniş bir birikime sahip olduğu görülmektedir. İbrahim Hakkı, ilmî ve tasavvufî birikimini maddî menfaat temini için kullanmamıştır. İstanbul’da iken kendisine tevcih edilen Abdurrahman Gazi Dede zâviyedârlığının geliri son derece azdı. Ailesi kendi el emeği ve babadan kalma birkaç parça arazinin geliriyle geçinmeye çalışmış, kendisi de oldukça kısıtlı imkânlar içinde yaşamıştır. Oğullarından birine ithaf ettiği sanılan “İrfâniyye” adlı eserinin sonunda yer alan “Tekkelerde eğlenmeyip ilim meclisine gelesin! Herkese şefkat nazarıyla bakıp hiçbir ferdi hakir görmeyesin ve kimseden hiçbir nesne istemeyip kimseye bir hizmet buyurmayasın! Tezyîn-i zâhiri koyup gökçek ahlâk ile tezyîn-i bâtına gidesin!” şeklindeki nasihatleri onun ilme, güzel ahlâka ve insana verdiği değer yanında kanaatkâr ve tok gözlü olmayı, minnetsiz yaşamayı telkin etmektedir. İbrahim Hakkı’dan geriye 58 adet eser kalmıştır. En meşhuru, “Ma’rifetnâme” adlı eseridir. Çoğu kez atasözü yerine kullanılan “Hakk şerleri hayreyler” mısraı ile başlayan “Tevfizname”si meşhurdur. Ayrıca İbrahim Hakkı Hazretlerinin bir de “Su Kasidesi” bulunmaktadır. Edebiyat ve sanat bakımından Fuzulî’ninki kadar güzeldir. temmuz 2015 105 haberajanda Psiko-Reçete Boşanın, A tamam! Ama lütfen bu kararı çocuklarınıza doğru bir dille açıklayın! 106 temmuz 2015 İLE ve Sosyal Politikalar Bakanlığı “aile yapımız için doğru adımları attığını” düşünedursun, bizler terapi odalarında çalışırken evli çiftlerin boşanma ve bağımsız yaşama merakıyla uğraşalım. Çiftler evleniyor, incir çekirdeğini doldursun veya doldurmasın, çeşitli nedenlerle ayrılıyorlar. >> Bilinçli ebeveyn, kendi geleceği hakkında önemli kararlar alırken çocukları için en doğru olanı yapmaya gayret ediyor elbette. Evliliği götürmek imkânsızlaştığında ayrılık kararı alınıyor ve mahkeme süreci başlıyor. Ayrılmak bir şey değil de, ayrılma kararının çocuklara nasıl açıklanacağı önemli. Gerçi günümüz dünyasında çocuklar o kadar olgunlar ki inanamazsınız! Anne babanın her gün kavga ederek beyinlerini tüketmelerindense, ayrılarak ayrı hayatları sakin şekilde yaşamalarından yana kullanıyorlar oylarını. Ben yine de bu ay “Çocuklara ayrılık kararı nasıl açıklanır?” konusunda bazı bilgileri aktarmak istiyorum. Gece elektronik postalarımı kontrol ederken dikka- Mehtap Kayaoğlu mkayaoglu.ajanda@gmail.com timi çekti. “Mehtap Hanım, eşimle ayrılıyoruz! 5 ve 12 yaşında iki kızımız var. Ayrılma kararını nasıl açıklayalım?” sorusuyla karşılaştım. Oturmuş cevap yazıyordum ki, “Dur! Kişiye özel cevap olmasın, herkes istifade etsin” dedim kendi kendime. Sizlere de gönderiyorum aynı cevabı... Madde madde süreç Boşanmak, günümüzde maalesef biraz artmaya başladı. Her ne kadar istemesek de çevremizde birileri boşanıyor ve bizler üzülüyoruz. Herkes nice umutlarla evleniyor ama bazen talihsizlikler, bazen yanlış anlamalar, bazen inat kişilikler, bazen de beklenmedik anlaşmazlıklar insanların ayrılmalarına neden oluyor. Eğer ayrılık kaçınılmazsa evlilik danışmanlığı yardımı alın bence. Hatta evlilik ilişkisi bitme noktasına gelmeden aile danışmanlığı hizmeti alın ki lüzumsuz nedenlerle ayrılmayın. Arabanızdan ses gelse koşa koşa servise gidiyorsunuz, koltuğunuzun döşemesi yırtılsa koşa koşa mağazaya gidip yenisini alıyorsunuz, ancak evliliğinizden çatırtılar geldiğinde inatla duymazlıktan gelip işi son noktasına getiriyorsunuz. Madem istemesek de birileri boşanıyor, madem bu boşanma durumlarında çocuklara yapılacak açıklama konusunda kafanız karışıyor, ben size hemen maddeler halinde yazıyorum her zaman olduğu gibi. Aklıma gelenleri sıralamanın en kolay yolu bu çünkü... Öncelikle mümkünse ayrılmayın! Evliliğinizde yürümeyen / yürütemediğinize inandığınız konularda mutlaka aile danışmanlarından/aile terapistlerinden yardım alın. Belki son derece saçma ve aslında üzerinde durulsa kolaylıkla çözümlenebilecek nedenlerle ayrılıyorsunuzdur. Kim bilir? Ayrılma kararı kaçınılmaz bir hal almışsa, bu ayrılık kararını önce zihninizde sağlam bir zemine oturtun! Günlük pratiğinizde “Yok yok, ayrılmam lazım kesinlikle!” söylemiyle yaşayıp içinizde bir yerlerde aslında ayrılmak istemediğinizi düşünüyorsanız, önce kendi iç dünyanızda boşanmaya hazır olup olmadığınızı gözden geçirin. Kendinizi ikna edemediğiniz ayrılma kararını çocuğunuza iletmeyin. Ayrılmak istediğinize eşler olarak birlikte karar verin! Biriniz ayrılmayı düşünürken diğeri hâlâ eşini sevdiğini ve bu evliliğe devam etmek istediğini düşünüyorsa çocuğun kafası ka- rışır. Oturun ve konuşun! İyisiyle kötüsüyle bir süreç paylaştığınızı, zaman içinde birbirinizden farklı olduğunuzu gördüğünüzü, bu farklılıkların günlük pratiğinizde ikinizi de yorduğunu, her insanın mutlu olmayı hak ettiğini, mutluluğun şimdiden sonra farklı hayatlar yaşamakta gizli olduğunu söyleyin birbirinize. Ayrılmaya karar verecekseniz, birlikte karar verin, başkalarının lafı sözüyle ayrılmayın. Başkalarının gereksiz ısrarlarıyla da iyi gitmeyen bir evliliği sürdürüp kendinize zulmetmeyin. Eş olarak ikiniz karar verin! Ayrılma kararını çocuklarınızın yaşına uygun olacak şekilde yapın! Örneğin çocuklarınız iki yaş altındaysa karşınıza alıp konuşmanız gerekmeyecek. Fakat “Babam nerede?” diye sorarsa, “Baban şimdi çok uzağa gitti, artık her zaman eve gelemeyecek. Ama seni çok seviyor, hafta sonları gelip seninle oyun oynayacak” deyin. 5-7 yaş civarı çocuğunuza dolambaçlı olmayan, anlayabileceği düz ifadelerle, “Baban artık bizimle yaşamayacak. Biz birlikte burada yaşayacağız. Seni çok seviyor baban. Elinden geldiğince sık sık seni görmeye, seninle oynamaya gelecek. Ne zaman istersen telefonla arayıp konuşabilirsin” diyebilirsiniz. 9-12 yaş civarı çocuğunuz biraz daha iyi anlayacağı için, “Annenle ben anlaşamıyoruz yavrucuğum. Evde tartışmalar, sorunlar yaşıyoruz. Sizler bu anlaşmazlıktan olumsuz etkileniyorsun. Hiçbirimiz mutlu değiliz. Ayrılır, ayrı evlerde yaşarsak hepimiz daha mutlu olacağız gibi görünüyor. Annen de, ben de sizi çok seviyoruz. Her zaman birlikte olacağız, sadece yeni hayatımızda farklı evlerde yaşayacağız” şeklinde söyleyebilirsiniz. 13-17 yaş civarı gençler, zaten biz söylemesek de ne olduğunu gayet iyi biliyorlar. Onlara, “Oğlum, bir süredir aramızdaki ilişkinin iyi gitmediğini biliyorsun. Ayrılmaya karar verdik. Ama bundan sonraki hayatımızda ‘Kim kiminle, nerede kalacak, nerede kiminle yaşayacak?’ gibi konularda karar vermemiz lazım. Ve senin de bu kararları alırken yapacağımız konuşmalara katılmanı istiyoruz. Seni çok seviyoruz. Senin için en uygun yaşam koşullarını oluşturmak istiyoruz” şeklinde izah edebilirsiniz. Ayrılma kararını açıklarken, ilişkide yaralanmış kişi olarak konuşma yapmayın! “Ah yavrum! Baban başka birine âşık olmuş, bu durumda onunla daha fazla evli kalamam” veya buna benzer yorumlara girmeyin. Çocuk için gerekçe değil, netice önemlidir. Karşı tarafa olan öfkenizi yansıtmadan, sadece ayrılık kararınızı açıklayın. Aksi halde çocuğunuzu taraf tutmaya itersiniz ki çocuk hangi tarafı tutarsa tutsun, diğer tarafa haksızlık yaptığını zannetmeye başlar ve zaman içinde depresyona girebilir. Ne yapın edin, çocuğunuzu ayrılma kararınızın tarafı haline getirmeyin! Ayrılma kararını söylerken onun duygusal konforunun bozulmayacağını dile getirin! Çocuklar hep emniyette olmak isterler. Şartlar ne olursa olsun, anne ve babalarının onları koruyacağını hissetmek isterler. Duygusal konfor, “çocuğun sevildiğini, özlendiğini, terk edilmediğini ve şartlar ne olursa olsun anne ve babası tarafından hep korunacağını” bilmesidir. “Annen seni çok seviyor, baban da seni çok seviyor; biz hayattayken seni kimse üzemez!” mesajını vermelisiniz. Ayrılma kararınızı açıkladıktan sonra gelecek sorulara hazırlıklı olun ! Çocuklar, ayrılma kararını duyunca kendi yaş ve ihtiyaçlarına göre ters gideceğinden korktukları durumlar için sorular sıralayabilirler. Örneğin her gece çocuğa kitap okuyan kişi babaysa ve boşandıktan sonra çocuk anneyle kalacaksa, “Ama ben annemle kalınca bana gece uyurken kim kitap okuyacak?” diye kendince endişeli bir soru sorabilir. Bu durumda anne, “Tatlı kızım benim, ben okuyacağım! Hem de aynen babanın okuduğu gibi çok tatlı okuyacağım, hiç merak etme! İstersen babanla buluştuğunuz zamanlarda baban da sana kitap okuyabilir” diyebilirsiniz. Veya “E, hafta sonu antrenman çıkışlarında beni kim alacak?” diye soran ergene, “Tabiî ki baban seni almaya devam edecek, hem antrenman çıkışında birlikte takılır gezersiniz...” diyebilirsiniz. Gönül ister ki kimse ayrılmasın, insanlar mutlu evliliklerinde, huzur dolu ortamlarında gül gibi yaşayıp gitsinler, ama olmuyor işte! Bazen iki kişi aynı evde olunca mutlu oluyor, bazen ayrıldığında... İlk aklıma gelenleri böylece yazmış oldum. Eksik kalanlar için soru sormaya devam edebilirsiniz. Bu konuda çocuğunuzun çok sıkıldığını görüyorsanız lütfen getirin, biz çözelim… Sevgiler... temmuz 2015 107 haberajanda Kitaplık Yazarımız Fikri Akyüz’ün, Ahmet Yaşar Akkaya ile imza attığı çalışmasını okudukça kanınız donuyor, nefes almakta güçlük çekiyorsunuz… Zira bu ülkeye bir saatlik huzuru çok görenlerin ne büyük planlara, ne iğrenç ihtiraslara ve akıl almaz fantezilere nasıl da sahip olduklarına tâ o dönemde şahitlik ediyor, geriliyorsunuz… Bir manüpilasyo Kışkırtan T Akyüz ve Akkaya’nın kaleminden çıkan ve Truva Yayınları ile yayın dünyasına arz edilen bu araştırma-analiz çalışmasının adı “Kışkırtan Tapeler”. Kapakta “Cumhuriyet’in ilk tapeleri” ibaresi ile birlikte “Tapelerin dilinde darbe” başlığı dikkat çekiyor. Öyle ya, dönem itibariyle 27 Mayıs’ı hazırlayan iğrenç kurgunun planları acaba hangi kelimelerle kodlanmış, hangi olaylarla provoke edilmiş, halk hangi yalanlarla manipüle edilmişti acaba?! Fikri Akyüz 108 temmuz 2015 Sungur İnci sungurinci.ajanda@gmail.com n dosyası: apeler P OLİTİKA dünyasının tanımlanması güç etkenlerindendir ses kayıtları veya video görüntüleri. Tanımlanması güçtür, zira kullanımıyla büründüğü çerçevede, suyun içinde bulunduğu kaba göre şekil alması gibi bir görüntü verir. Zamanında kamuya mâl edilmiyorsa, kaydın hayır ve kamu faydası üzerine tutulmadığı aşikârdır. Zira bu düşüncede korunan kayıt, elinde tutanın faydası için saklanan bir şantaj malzemesinden başka bir şey değildir. Bir de şantaj konusu birçok Latince kök ve ekle değişik formlara sokulabiliyor. Örneğin “montaj” ve “dublaj” terimlerini bu noktada rahatlıkla öne çıkarabiliriz ki “şantaj” ile akrabalıkları zaman geçtikçe daha çok gün yüzüne çıkıyor. Patinaj, arbitraj, senyoraj gibi terimleri elbette bu konudan uzak tutmak mümkün… >> Peki, şantaj malzemesi olarak kullanılmasa da bazı kayıtlar “Kimseye zarar gelmesin!” düşüncesiyle saklanmış olabilirler mi? Mesela sırf “devlet adamı” unvanına sahip olduğu için yaptığı iş “şer” kategorisinde olsa da “Devlete zeval gelmesin!” duyusuyla o devlet adamı unvanına sahip olan kimsenin kayıtları korunmuş olabilir mi? Hayatımda tanık olduğum ilk gizli kayıt, bir milletvekilinin beline bağladığı ceketle başkalarının da hazır bulunduğu bir eğlence meclisinde “Amanın T… yanıyorsun!/ Yanıyor, yanıyor, yanıyorsun…” şeklindeki sözleri, tutturduğu bir melodiyle dönemin önemli siyasî aktörlerinden biri hakkında atıp tutmasını içeriyordu. Görüntü gizli alınmıştı; zira o milletvekili, bulunduğu siyasî partinin genel başkanına yöneltiyordu sözlerini. Alkollü ve ceketi belinde olması cabası tabiî… Yine o dönemlerde her gün ses kayıtlarından birine denk geliyorduk. Ses ve görüntü kaydına “ÇALIŞMAMIZDA MİLLÎ İRADE İLE İKTİDARA GELMİŞ BİR HÜKÜMETİN DARBE İLE, SİYASET DIŞI YOLLARLA NASIL YIKILDIĞINA VE ÜLKENİN NASIL BİR KAOS ORTAMINA SOKULDUĞUNA TANIKLIK YAPACAĞIZ. BU ÇERÇEVEDE BÜLENT ECEVİT, COŞKUN KIRCA, EMİN PAKSÜT, FERİT MELEN, FERDA GÜLEY, FETİ ÇELİKBAŞ, HIFZI OĞUZ BEKATA, İSMAİL RÜŞTÜ AKSAL, KEMAL SATIR, KEMALİ BAYEZIT, ORHAN ÖZTRAK, OSMAN ALİŞİROĞLU, TURAN FEYZİOĞLU, TURGUT GÖLE VE TURAN GÜNEŞ GİBİ ÖNEMLİ İSİMLERİN YER ALDIĞI CUMHURİYET TARİHİNİN İLK TAPELERİNİ, BAŞBAKANLIK DEVLET ARŞİVLERİ BELGELERİNE DAYANARAK İLK KEZ TÜRK KAMUOYU İLE PAYLAŞIYORUZ.” müsaade eden teknolojinin daha da gelişmesiyle bu tür işlemler daha fazla yapılır, haliyle medyada daha çok sunulur oldu. Peki, “Bütün bu yakın ve günümüz gündemini bir tarafa bırakıp Cumhuriyet’in ilk yarısına gidelim ve milleti sokaklara döken, milletin askerinin milletin kendisine ve seçtiğine namlu doğrulttuğu günlere gidelim… Ama o günlerin ses kayıtlarıyla…” desem ne yapardınız? Heyecanlanır mıydınız? Yazarımız Fikri Akyüz Ağabey, Ahmet Yaşar Akkaya ile imza attığı çalışmada işte bu heyecanı yaşatıyor bize! Ancak o heyecan, söz konusu kayıtları okudukça kanınızı donduruyor, nefes almakta güçlük çekiyorsunuz… Zira bu ülkeye bir saatlik huzuru çok görenlerin ne büyük planlara, ne iğrenç ihtiraslara ve akıl almaz fantezilere nasıl da sahip olduklarına ta o dönemde şahitlik ediyor, geriliyorsunuz… Akyüz ve Akkaya’nın kaleminden çıkan ve Truva Yayınları ile yayın dünyasına arz edilen bu araştırma-analiz çalışmasının adı “Kışkırtan Tapeler”. Kapakta “Cumhuriyet’in ilk tapeleri” ibaresi ile birlikte “Tapelerin dilinde darbe” başlığı dikkat çekiyor. Öyle ya, dönem itibariyle 27 Mayıs’ı hazırlayan iğrenç kurgunun planları acaba hangi kelimelerle kodlanmış, hangi olaylarla provoke edilmiş, halk hangi yalanlarla manipüle edilmişti acaba? Kitabın arka kapak metni şöyle: “17-25 Aralık 2013 operasyonları, tapelerin, Türk kamuoyunun gündeminde bir kez daha yer etmesine neden oldu. Cumhuriyet tarihimizde zaman zaman telefon dinlemeleri ve tapeler gündeme geldi. Türkiye Cumhuriyeti’nde ‘Ordu’nun olağandışı rolü’ her daim konuşuldu, konuşulmaya devam ediyor. Silahına güvenen, silahı yoksa kalemini ‘konuşturan’, kalemi yoksa sokak olaylarıyla ‘maksadın hâsıl olmasına’ gayret, hatta teşvik eden, bu teşvikin zemin bulabilmesi için tahrik etmekte bir beis görmeyen ‘millî irade’ düşmanlarının vücut bulduğu bir yer de Türkiye Cumhuriyeti’dir. Çalışmamızda millî irade ile iktidara gelmiş bir hükümetin darbe ile, siyaset dışı yollarla nasıl yıkıldığına ve ülkenin nasıl bir kaos ortamına sokulduğuna tanıklık yapacağız. Bu çerçevede Bülent Ecevit, Coşkun Kırca, Emin Paksüt, Ferit Melen, Ferda Güley, Feti Çelikbaş, Hıfzı Oğuz Bekata, İsmail Rüştü Aksal, Kemal Satır, Kemali Bayezıt, Orhan Öztrak, Osman Alişiroğlu, Turan Feyzioğlu, Turgut Göle ve Turan Güneş gibi önemli isimlerin yer aldığı Cumhuriyet tarihinin ilk tapelerini, Başbakanlık Devlet Arşivleri belgelerine dayanarak ilk kez Türk kamuoyu ile paylaşıyoruz.” İbret almalı, uyanık olmalı! Tapelerin kışkırtmalarına gelmemeli! temmuz 2015 109 haberajanda Kitaplık 12 yılın polemiği ve bir “ABDULLAH GÜL” KİTABI Kitabı içinden dışına mı, dışından içine mi işlemek gerektiğimiz noktasında biraz problem yaşıyorum. İçi dışına, dışı içine yansıyan kitabın muazzam bir bütünlük ifade ettiğini söylememiz lazım. Sanırım “İçi de kötü, dışı da” diyorsunuz kendi kendinize. Bunu ben değil, siz söylüyorsunuz! 110 temmuz 2015 A HMET Sever imzasıyla Doğan Kitap’tan bir yayın sürüldü yazın piyasasına. Özür dilerim, belirtmeyi unuttuk! Ahmet Sever, 11. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün ta Başbakanlığı döneminden itibaren basın danışmanlığını yapan önemli bir gazetecidir. Doğan Kitap’ın ne olduğunu da biliyoruz, detayına girmeye gerek yok. >> Doğan Kitap’tan çıkan ve Ahmet Sever imzasını taşıyan kitabın adı “Abdullah Gül ile 12 Yıl”. Ha bir de bu başlığın altında “Yaşadım, gördüm, yazdım” şeklinde bir ibare var. Ancak bu ifade ya fazla, ya eksik; zira Sever’e dair kitabı sahiplenme sıkıntısı var. Öyle ya, “Yaşadım” demek yerine “O anları ben de yaşadım” demek daha doğru olurdu. Yani şöyle: “O anları ben de yaşadım, gördüm, yazdım.” İlk teklif, eksikliğe dairdi. Böyle değilse, yani eksiklik yoksa fazlalık var ve buna dair teklifimiz de şöyle: “O yaşadı, ben onu yaşar gördüm, yaşar görünce ‘Yazayım’ dedim.” Tabiî bu iki teklifi değerlendirmeyi de yazara ve yayıncıya bırakırken, sanırım bahsini ettiğim teklifin çok geç kaldığım için değerlendirilmeyeceğini de düşünmeliyim. Zira kitap, Haziran 2015’te 50’inci baskısını yaptı. Yani artık epey geçti. Kitabı içinden dışına mı, dışından içine mi işlemek gerektiğimiz noktasında biraz problem yaşıyorum. İçi dışına, dışı içine yansıyan kitabın muazzam bir bütünlük ifade ettiğini söylememiz lazım. Sanırım “İçi de kötü, dışı da” diyorsunuz kendi kendinize. Bunu ben değil, siz söylüyorsunuz! Kitabı almak için heyecanla uzattığım kolum, havada pek hafif kalıyor. Hani “12 yıl” deyince bir ağırlık, bir kalınlık, her saniyesi aksiyonla dolu bir 12 yıl bekleyerek hacimli bir kitap düşlüyor insan. Ancak raftan indirdiğinizde ince (haydi “sade” diyelim) bir kitapla karşılaştığınızı biliyorum. Yoksa bendeki baskısı mı böyle? Bendeki korsan değil, sizdekini bilmem. Korsan demişken, Basın Danışmanı olarak “Zoraki Kral” adlı filmi basına değerlendiren Gül’ün filmi nasıl izlediğini hep merak etmiştim, kitapta ona yer olmadığını esefle belirtirim. (Twitter yasağını nasıl deldiği yazıyor ama film konusu yok…) Tabiî bu hacim meselesi, kitabın dışına dair ilk husus; bir de “kapak” sorunu var. Kapak fotoğrafının kullanımı ve yazı stilleri üzerine neredeyse yazmak kifayetsiz kalacak. Bu kadar “apar topar iş” görüntüsü verilemezdi. Dağıtım ve reklam organizasyonu harikulade (!) gerçekleştirilen kitap için bu kapak, Doğan Kitap’tan negatifin harikuladesinde bir performans notunu hak ediyor. İçeriyi anlamak için arka kapağa bakmak yeterli neredeyse. 12 yıl boyunca 11. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün gündemde doğrudan “polemik” oluşturan bütün konuları arka kapağa toplanmış. Bakalım neler onlar! 27 Nisan muhtıra gecesi konutta neler yaşandı, karşı metin nasıl hazırlandı? 1 Mart Tezkeresi kabul edilseydi Türkiye’nin rotasını değiştirecek hangi geliş- me olacaktı? Gül, Cumhurbaşkanlığı sırasında en çok neye üzüldü ve kırıldı? Cemaat’e yakın mı? (Hangi cemaat? S.İ.) Gezi olaylarını nasıl gördü, neler yaptı? Berkin Elvan’ın babasına ne dedi? 17-25 Aralık yolsuzluk iddialarına tepkisi ne oldu? Hangi olaydan sonra sabrı taştı? Pişmanlıkları ve “Keşke”leri nelerdi? Bugüne bakıp hatırladığı çocukluk hatırası neydi? Twitter yasağını nasıl deldi? Erdoğan ile hangi konularda ayrıştı? Bülent Arınç’ı istifadan nasıl vazgeçirdi? Hayrünnisa Hanım ne zaman “Artık yeter!” dedi? Hakan Fidan krizinde ne yaptı? Çekilme kararını ne zaman ve neden aldı? Hangi ünlü gazeteciyi hapse girmekten kurtardı? Suriyeli Ermenileri Türkiye’ye getirmek için hazırlanan gizli plan neydi? Erivan’a gitmeye nasıl karar verdi, bu karara kimler karşı çıktı? Abdullah Gül ile 12 Yıl, mutlaka okunması gereken kitaplar arasında yerini alacak. Tabiî her kitabı, eserden ilham almak için okumayabilirsiniz. Ama her kitaptan öğreneceğimiz çok şey var! Sungur İnci R A F T A K İ L E R KALP AYNASI İ James Winston Morris BNÜ’L-ARABİ’nin retoriğindeki incelikleri keşfetmiş modern bir yorumcu olarak James Morris, manevî aklın bütünüyle tedrici olan entelektüel ve ruhanî inkişafını mümkün olduğu kadar İbnü’l-Arabi’nin kendi kelime, kavram ve genel kontekstiyle olduğu gibi okura nakletmeyi tercih etmiştir. Bu itibarla Fütuhat’tan uzun iktibaslar üzerine inşa edilmiş olan eser, İbnü’l-Arabi’nin, insanın bizzat kendi gerçekliği ve kâinattaki yansıması hakkında farklı bir şuur oluşturan emsalsiz üslûbunu modern okurlara takdim eder ve onları bizzat İbnü’l-Arabi’nin kendi dünyasına götürmeyi hedefler. >> Ancak bizzat müellifin de ifade ettiği üzere, seçmeci ve belirli noktalara odaklanmayı gerektiren bu tarz yaklaşımların, ekberi külliyata deruhte edilmiş olan “fütuhatı” bizzat kendi orijinal formlarında bilfiil keşfetme ve bütüncül olarak okumanın hayli kompleks sürecini zorunlu olarak basitleştireceği de dikkatlerden kaçmaz. Eser baştan sona, tasavvur edilebilir her bir suretin ve bütünüyle sonsuz ilahi “ayetlerin” ya da yaratılışı meydana getiren ve yine asla tekrar etmeyen sonsuz tecellîlerin beşerî tecrübe boyutundaki mahalli olarak kalp, yani ruhanileşmiş, gerçekliğini bütünüyle tahakkuk ettirmiş insan-ı kâmilin kalbi etrafında dönüp dolaşır. Burada söz konusu olan kalp, sadece biyolojik olarak hayatî bir öneme sahip olan beşerî bir organ olmayıp, Allah ile insan arasında bir buluşma zeminini ifade eden ve dinî/derûnî olduğu kadar tecrübî ve epistemolojik olarak da dinamik işleyişi olan ruhanî bir yetidir. Dolayısıyla kalpten bahsedilirken aynı zamanda onun tefekkür, ruhanî tekâmül, gerçek benliğin keşfedilmesi ve Allah’ın yakînen tanınması noktasındaki önemine vurgu yapılmaktadır. Ruhanî hayata ilişkin olarak Şeyhü’l-Ekber tarafından takdim edilen devasa mirasın ve ekberî külliyata deruhte edilen varoluşsal hakikatlerin evrenselliğini ve çağdaş dünyaya tatbik edilebilirliğini açıkça gösteren bu kapsamlı çalışma, kutsal boyutunu yitirerek neredeyse bütünüyle sekülerleşen modern insanı başlangıçtan beri var olan saf, bâkir tabiatıyla, bir diğer ifadeyle ezelde ilahi olanla ahitleşen fıtratıyla yüzleşmeye ve “kalp” vasıtasıyla kutsalla buluşup bütünleşmeye davet etmektedir. Böylelikle de eser, modern insanı, “ilahi gerçekliğin” günlük hayatındaki mevcudiyetinin ve yansımalarının farkına varmaya zorlamaktadır. Eser baştan sona, tasavvur edilebilir her bir suretin ve bütünüyle sonsuz ilahi “ayetlerin” ya da yaratılışı meydana getiren ve yine asla tekrar etmeyen sonsuz tecellîlerin beşerî tecrübe boyutundaki mahalli olarak kalp, yani ruhanileşmiş, gerçekliğini bütünüyle tahakkuk ettirmiş insan-ı kâmilin kalbi etrafında dönüp dolaşır. ZAMANIN MUHAFIZI Süleyman Barış Kartal K İMSE kaderi değiştiremez! Evren buna izin vermez. Ve Allah’tan başka hiçbir güç, kıyamet saatini ne ileri, ne de geri kaydırabilir. Bir şeyler buna neden olacak olursa, Zamanın Muhafızı müdahale etmek zorunda kalır. Çünkü o, kıyamet saatine kadar zamanı korumakla görevlidir. Korkunç bir uçak kazası, kazadan mucize eseri kurtulan bir doktoru ve evrenin sırlarını çözmeye çalışan bir kuantum fizikçisini birbirine bağlar. Fakat bu, evreni tehlikeye sokar ve Zamanın Muhafızı, beklenmedik bir anda ortaya çıkar. Ankara’dan Peru’nun yağmur ormanlarına, İstanbul’dan İngiltere’ye uzanan bilinmezlerle dolu, sürükleyici bir yolculuk sizi bekliyor. Etkileyici hikâyesi, muhteşem kurgusu ve akıcı diliyle bu romanın her sayfasını merakla çevireceksiniz! Ve hiç tahmin etmediğiniz bir sona ulaşırken, Zamanın Muhafızı gerçeklik kavramınızı altüst edecek. Neyin gerçek, neyin rüya olduğunu kim bilebilir? temmuz 2015 111 Ahmet Yozgat - ahmetyozgat.ajanda@gmail.com haberajanda Karikatür 112 temmuz 2015