Rebiu’l-evvel/Cemaziyelevvel el-Hamra Dergisi bir Kurtuba Gençlik Hareketi yayınıdır. Bir "Salih Amel" Yarışı ... Dergi Tasarım: Sercan AKBAYRAK İLETİŞİM twitter.com/KurtubaGenclik facebook.com/kurtubagenclik instagram.com/kurtubagenclik kurtubagenclik@gmail.com kurtubagenclik.net 0541 587 8822 Reklam ve sponsorluk için irtibata geçebilirsiniz. Kapak Tasarım: M. Selman ODUNCU 1 LA GALIBE ILLALLAH EDİTÖRDEN Başlarken… Rahmeti tüm kâinatı kuşatmış olan Rahman’ın ve merhametini mümin kullarına saklayan Rahim’in ismi ne yücedir! Onu tesbih eder ve onu hakkıyla ibadet edilecek tek İlah olarak tevhid ederiz. Onun mübarek ve mustafa olan Resulune, ehl-i beytine, ashabına ve onun yoluna sımsıkı sarılanlara da salat ve selam ederiz. Binlerce hamd ve sena olsun ki Allah subhane ve teala amelimize bereket ihsan ederek dergimizin ikinci sayısını çıkarmamızı bizlere nasip etti. Kurtuba Gençlik Hareketi olarak “İmam Kurtubi Sayısı” temasıyla sizlere sunduğumuz bu sayımızda büyük müfessir, fakih, muhaddis, kıraat alimi ve filolog İmam Kurtubi rahimehullah’ın hayatını ve -dilimiz döndüğü ve gücümüz yettiğince- önemini hatırlatmak istedik. Allah ondan razı olsun. Bunun yanısıra modernizmin büyük fitnesini telakki ederek bu konuda “Hadislerin Kur’ana arzı meselesi” ni ele aldık ve Batı’nın düşünce yapısına İslami eleştiriler getiren bir makaleyi de sizlere sunduk. Çok kıymetli Psikolog-Tarihçi Levent Akıncı’yı da misafir yazar olarak dergimiz satırlarında ağırladık. Ayrıca birçok faydalı olduğunuzu düşündüğümüz makale ve çeviri çalışmalarını da sizlere ulaştırmaya gayret ettik. Rabbimizden yapmış olduğumuz bu çalışmayı bizlerden bir salih amel olarka kabul etmesini ve bereketini ve rahmetini İslam ümmetinin üzerinden eksik etmemesini niyaz eder, siz kardeşlerimizin salih dualarında anılmayı ümid ederiz. Davamızın sonu âlemlerin Rabbi olan Allah’a hamd etmektir. 2 29 33 15 35 17 36 19 23 37 25 40 27 LA GALIBE ILLALLAH HADIS BILAL HATTAB HADİSLERİN KUR’AN’A ARZ’I MESELESİ (Sorular-Cevaplar) BİSMİLLAHİRRAHMANİRRAHİM Günümüzde hadislere karşı olumsuz bir bakışa sahip olanları iki grupta değerlendirmek mümkündür: 1- Sahih olsun, zayıf olsun; hiçbir şekilde hadislerin bir değerinin olmadığına inananlar, 2- Hadislerin dinî bir değerini olduğunu kabul etmekle birlikte; sabit olması ve sıhhatine şüphe ile bakanlar. İlk kategoridekiler için zaten hadisin hiçbir önemi yoktur ve bu açıdan herhangi bir kaygıya da sahip değildirler. İkinci kategoridekiler için ise sorun; görünüşte hadislerin dinî değeri değil, muhaddislerin ortaya koydukları sıhhat kıstaslarıdır. Bunlara göre; bu kıstaslar güvenilir değildir ve dolayısıyla bu kıstaslar ile sahih hükmü verilen hadislerin de bir değeri yoktur. Asıl ve tek kıstas, hadisleri Kur’an’a arz etmek olmalıdır. Kur’an’a uygun olan (?) hadisler sahihtir; uygun olmayanlar (?) sahih değildir. Daha cümleyi okurken dahi, onlarca suali akla getiren bu metod ne kadar uygulanabilir ya da ne kadar güvenilirdir? Şimdi bazı sorular sorup bunların cevaplarını aramaya çalışalım. 1. Kur’an ile Hadis Arasında Bir Tearuz ve Tenakuz Mümkün müdür ? Malumdur ki; bütüncül olarak değil, parçacı bir yaklaşımla yaklaştığımızda, hem Kur’an’ın kendi içerisinde bazı çelişkili ayetlere, hem de hadisler içerisinde birbiriyle çelişkili gibi görünen ve birbirlerini nakzeden rivayetlere rastlamak mümkündür. Ama Kur’an’a ve hadislere bütüncül olarak baktığımızda; aslında böylesi bir tenakuz ve tearuzun olmadığını itiraf etmek zorunda kalırız. Zaten Allah (Subhanehu ve Teala) da Nisa Suresi 82. ayetinde, bunun mümkün 4 olmadığını şöyle ifade etmektedir: “Hâla Kur’an üzerinde gereği gibi düşünmeyecekler mi? Eğer o, Allah’tan başkası tarafından gelmiş olsaydı onda birçok tutarsızlık/ihtilâf bulurlardı.” O halde biz de bu ayetten ilham alarak şöyle diyebiliriz: “Hadisler üzerinde gereği gibi tedebbür edin. Şayet bu hadisler, vahy’in kontrolünde olan bir Nebî’nin sözleri olmasaydı, içinde birçok ihtilaf bulunurdu.” Evet; durum bundan ibaret olduğu halde, İslam düşmanları içlerindeki öfkeyle adalet duygularından soyunarak, Kur’an’da dahi birçok çelişki olduğunu iddia ve –kendilerince- isbat da etmişlerdir. Oysa bir Müslüman için, bunun düşünülmesi ve akla getirilmesi dahi mümkün değildir. Bunun gibi; kalplerinde maraz bulunanlar, hadislerde de birçok ihtilaf ve zıtlık olduğunu iddia etmişler ve –yine kendilerince- bunu isbat etmişlerdir. Lakin; ne yazık ki, Kur’an hakkında şüphe duymaktan çekinen Müslüman akıl, şeytan tarafından hadisler hakkındaki bu şüphelere aldanabilmiştir. Şunu açıkça ifade edebiliriz ki; hadisler hakkında şüphe duyanlar, aslında Kur’an hakkında da şüphe duymakta lakin bunu dile getirememektedirler. Yoksa; kaynağı aynı ama geliş yolları farklı olan iki nehirden biri için “temiz bir su”, diğeri için “bataklık” denilemez. Mu’min bir akıl, akarsuların “temiz su” hükmünde olduğunu muhakkak bilir. Velhasıl; bunu böyle düşündüğümüzde, kendi içlerinde çelişki olmayan bu iki kaynağın, birbirleriyle de çelişemeyeceğini idrak etmemiz kaçınılmaz olur. Allah tarafından “emrolunduğun gibi dosdoğru ol”1 emrine muhatap olarak, bizzat Allah tarafından görevlendirilen bir elçinin; insanlara tebyin ettiği mesaj ile kendi söz ve fiilleri arasında 1 Hûd: 112; Şûra: 15 Rebiu’l-evvel/Cemaziyelevvel bir çelişkinin bulunamayacağına, fıtratı bozulmamış her ferd kolaylıkla hükmedebilecektir. Çünkü; “Eğer o (Muhammed), Bize karşı, ona bazı sözler katmış/uydurrmuş olsaydı, Biz onu kuvvetle yakalardık, sonra onun şah damarını koparırdık”2 ayetine iman edenler için, bu hükme varmak ve bu hükmü vermek kaçınılmazdır. İmam Şâtıbî (v: 790/1388) şöyle demektedir: “Hadis; ya katkısız Allah’tan gelen bir vahydir ya da Rasulullah tarafından yapılmış bir ictihaddır. İctihad olması durumunda da o, Kitap ya da Sünnet’ten sahih bir vahye dayandırılmış ve vahyin kontrolünden geçmiştir. Her iki takdire göre de hadisin, Allah’ın Kitabı’yla çelişki halinde olması mümkün değildir. Çünkü Rasulullah heva ve hevesinden esinlenerek konuşmaz. O’nun konuşması, ancak kendisine ilkâ edilen bir vahy’dir.”3 Biz bunları söylerken; elbette makbul haber (sahîh, hasen) hükmündeki rivayetleri kastediyoruz. Yoksa merdud haber hükmündeki bir rivayetin hem Kur’an ile hem de hadisler ile çelişmesi pekala mümkündür. Bu zaten mevzumuz dışındadır. 2. Rasulullah Kendi Sözlerini Kur’an’a Arz Etmiş midir? İlk bakışta saçma bir soru gibi görünse de; bu metodun uygulanması gerektiğini söyleyenler, buna Rasulullah’tan da örnekler getirmektedirler. Bu getirdikleri örneklerin sıhhatine, neye göre itimad ettikleri de ayrıca bir garabettir. Mesela; Ebû Hureyre’nin Rasulullah’tan naklettiği bir “Kudsî Hadis”te, Allah şöyle buyurmaktadır: ‘‘Salih kullarıma hiçbir gözün görmediği hiçbir kulağın duymadığı hiçbir insanın kalbinden dahi geçmeyen nimetler hazırladım.” Hadis şu ifadelerle son bulmaktadır: “Dilerseniz Secde sûresi 17. ayetini okuyunuz: “Böyle davranan mü’minlere gelince, yaptıklarından dolayı mükafat olarak, öteki dünyada onlara şimdiye kadar gizli kalan, göz aydınlığı olarak, onlar için nelerin saklanıp bekletildiğini hiç kimse bilip hayal edemez.”4 Görüldüğü gibi; sonda yer alan ifade, ilk bakışta Rasulullah’ın bir sözüymüş gibi algılandığı için, Arz Metodu’na bir dayanak gibi kullanılmıştır. Ebû Hureyre’den nakledilen bu rivayet, kendisine ait olan ve günümüze ulaşan ilk hadis sahifesi olma özelliğini de taşıyan “es-Sâhife es-Sahîha”da yer almaktadır.5 Lakin; son bölüm burada zikredilmemiştir. Bu durum, bu cümlelerin Rasulullah’a ait olmadığı ile alakalı görüşü güçlendirmektedir. Bazı alimler bu cümlenin Ebû Hureyre’ye ait olduğunu söylemişler ve burayı “Ebû Hureyre şöyle dedi” diyerek, O’ndan nakletmişlerdir. Bununla birlikte; bu cümlenin, sonraki râvîlerden birine ait olma ihtimali de vardır. Böyle olmasa ve bu cümlelerin Rasulullah’a ait olduğunu farzetsek dahi; bu tür örnekler Arz Metodu’na asla mesned teşkil edemezler. Bu tür rivayetleri, o ayetlerin tefsiri şeklinde yorumlamak, doğruya çok daha yakın olacaktır. 3. Sahabe Arz Metodu’nu Uygulamış mıdır? Hadisler hakkında şüpheleri olan kimseler, sahabenin de bu metodu uyguladıklarına dair haberleri, tezleri için isbat aracı olarak kullanabilmektedirler. Konuyla alakalı bazı örnekler bulunduğu doğrudur. Bu örneklerden biri, Rasulullah’ın eşinin 3 talakla boşadığı Fâtıma bt. Kays isimli bir sahabî kadına mesken ve nafaka ile hükmetmediği ile ilgili hadistir. Ömer’e (radıyAllahu anh) bu hadis ulaşınca, Talâk: 1. ayet sebebiyle “unutması veya hata etmesi mümkün olan bir kadının rivayetiyle Allah’ın Kitabı’nı terk etmeyiz” demiştir.6 Bu durum, hadisin zayıf veya uydurma olduğunun bir isbatı olamaz. Sahabeden İbn Abbas (radıyAllahu anhuma) ve tabiînden Hasanu’l-Basrî (v: 110/728) gibi birçokları bu hadisle ihticâc etmişler; muhaddisler ve –hanefîler dışındafâkihler hadisin “sahîh” olduğunu belirterek, bu yönde fetva vermişlerdir. Görüldüğü gibi, ümmetin cumhuru hadisin sıhhatine hükmederek bununla ihticac etmişlerdir. Diğerleri de, hadisin varlığını inkar etmeksizin ictihad etmişlerdir. Sunulan delillerden bir diğeri de, Abdullah b. Mes’ûd’dan rivayet edilen “size bir hadis naklettiğimizde, onu tasdik eden bir ayet okuruz” sözleridir. Lakin; 848 hadis rivayeti bulunan İbn Mes’ûd’un, rivayet ettiği hadislerin tamamına yakınında herhangi bir ayet okuduğu tesbit edilememiştir.7 Görüldüğü gibi; bu yönde örneklerin varlığı inkar edilemez. Lakin; bunu bazı sahabîlerin ictihâdî tutumu olarak değerlendirmek mümkündür. Örnekleri de oldukça azdır. Kaldı ki; bu sahabîler de bunu her zaman uygulamamış ve bunu yegane metod olarak da görmemişlerdir. Çoğunluğun bilmediği haberlerde, sadece birkaç örnek bulabilmek mümkündür. Bunu yegane metod olarak sunmak için, bu deliller oldukça yetersizdir. 4. Hadisçiler Bu Metodu Uygulamışlar mıdır? Oryantalistlerin dillerine doladıkları “muhaddislerin sadece sened tenkidi yaptıkları, metin tenkidi hiç yapmadıkları” iddiası, bugün birçok yerli musteşrik tarafından da dile 2 Hakka: 44-46 3 Şâtıbî, el-Muvâfakât, c. 4, s. 19 4 Buharî, Bedu’l-Halk, 8 (54); Tirmizî, Kur’an’ın Tefsiri, 57 (3292) 6 Hadis için bkz: Muslim, Talak, 6 (46) 5 Bkz: Sahîfetu Hemmâm İbn Munebbîh, 30 no’lu rivayet 7 Çakın, Arz Meselesi, s. 245 5 LA GALIBE ILLALLAH getirilmektedir. Ancak; herhangi bir usûl eseri okumak, bu iddiaların yersizliğini göstermesi açısından yeterlidir. Muhaddisler; bir rivayeti sened yönünden tedkik edip hüküm verdikten sonra, metin tenkidine de başvurmuşlardır. İbn Hâcer el-Askalânî (v: 852/1448) mevzû/uydurma hadisle ilgili bilgi verirken şöyle demektedir: “Hadisin uydurma olduğu, bir de rivayetten (yani hadisin metninden) anlaşılır. Ya Kur’an nassına, ya mutevatir sunnete, ya kesin icmâ’ya, ya da sarîh akla aykırı olur.”8 Görüldüğü gibi; İbn Hâcer sadece “Kur’an nassı”na yer vermemiş, icmâ ve hatta sarîh akla aykırı olmasını da, bir rivayetin uydurma olmasının emaresi saymıştır. Lakin; elbette o da bunu “yegane kıstas” olarak asla sunmamıştır. Yine Hâfız İbn Kayyîm el-Cevziyye (v: 751/1350) de, uydurma hadisi tanıma yollarınadn biri olarak “Uydurma Hadisin Kur’an’ın Sarîh İfadesine Aykırı Olması”nı zikretmiştir.9 Burada verdiği örnekte, sadece Kur’an ayetleriyle yetinmemiş, sahih hadislerden de örneklerle bunun uydurma olduğu fikrini güçlendirmiştir. Zikrettiği rivayet de, bütün muhaddislerce uydurma olduğunda ittifak edilen bir rivayettir. Yani; İbn Kayyîm da bu metodu, yegane kıstas olarak kullanmamaktadır. Velhasıl muhaddisler de bu metodu yer yer uygulamışlar; ancak usûlü de inkar etmemişler ve tek usûl ve tek metod olarak bunu öne sürmemişlerdir. 5. Arz Hadisi Sahîh midir? Hadislere şüpheyle bakan ve adeta hadisleri reddetmeye bahane arayan bu kimseler; iddialarına yine hadislerden mesned aramaktan kendilerini alamamışlardır. Aslında bu durum dahi onların garabetini ve hadislerin bu din için ne denli önemli olduğunu isbat etmeye yeterli bir delildir. Bazı ufak lafız farklılıklarıyla birlikte, aynı manada zikredilen konuyla ilgili rivayete göre Rasulullah şöyle buyurmuş: “Benden size ulaşan hadisleri Allah’ın Kitabı’na vurunuz/ arzediniz. Eğer Allah’ın Kitabı’na uygun düşerse, onu ben söylemişimdir. Eğer Allah’ın Kitabı’na uygun düşmezse, onu asla ben söylememişimdir.”10 İmam Şafiî (v: 204/819), muarızından naklen bu rivayeti zikretmekte ve ardından şöyle demektedir:“Bize bunu herhangi bir meselede hadisi sabit olan kimse rivayet etmemiştir. Hadis, mechûl bir kişiden munkatı’ olarak rivayet edil- 6 8 İbn Hâcer, Nuzhe, s. 59 9 Bkz: İbn Kayyîm, el-Menâr, s. 216; Ebû Gudde, Lemehat, s. 129 10 Şevkânî, el-Fevâid, s. 427 (Faziletler Kitabı, 70. rivayet); Şafiî, er-Risâle, s. 133; İbn Abdilberr, Câmi, s. 501 (1552); Şâtıbî, el-Muvâfakât, c. 4, s. 16 miştir. Biz böyle bir rivayeti hiçbir konuda kabul etmeyiz.”11 Hattabî’den (v: 388/998) naklen, “hadis diye nakledilen bu rivayet batıldır, aslı yoktur” sözünü aktaran Kurtubî (v: 671/1273), kendisi de bu görüşe katılır.12 Hilâf ilminin kurucusu sayılan, en önemli Hanefî usûl alimlerinden ed-Debûsî (v: 430/1039), konuyla ilgili yerde şöyle demektedir: “Rivayet (haber-i vâhid) Kur’an’da bulunan hükme muhalif hüküm içerirse reddedilir. Allah’ın Kitabı’nın zahirine arz edildiğinde muhalif olan rivayet de reddedilir. Çünkü Nebî’den; ‘Benden bir hadis rivayet edildiğinde onu Allah’ın Kitabı’na arz ediniz’ haberi nakledilmiştir.”13 Görüldüğü gibi Debûsî, hadisin sıhhatine güvenerek, görüşüne delil olarak sunmuştur. İbn Hazm (v: 456/1076), Hadis’in Kur’an’a arzı konusunu en şiddetli bir şekilde reddeden ve tenkit eden âlimlerdendir. Kur’an’ın dışında Sünnet’i kabul etmeyenler için de İbn Hazm, çok sert bir dille şöyle söyler: “Bir kimse, biz ancak Kur’an’da bulduğumuzu alırız derse, ümmetin icmâı ile kâfir olur.”14 Beyhekî (v: 458/1066) bu rivayeti verdikten sonra şöyle der: “Bu hadise gelince; sahih değildir, bâtıldır. Bâtıl olduğu, hadisin kendisinden ortaya çıkıyor. Çünkü Kur’an’da, Sünnet’in Kur’an’a arzedilmesine dair bir işaret yoktur.”15 İbn Abdilberr (v: 463/1070) hadisi nakletmiş ve şöyle demiştir: “Sahih hadisleri zayıflarından ayırt eden alimlere göre bu lafızlar, Rasulullah’tan sabit ve sahih olarak nakledilmiş değildir.”16 Bu hadisi Hanefî usûlcüsü Serahsî (v: 483/1090), Kur’an’a muhalif rivayetlerin kabul olunamayacağı ve onunla amel edilmeyeceği konusunu işlerken nakletmektedir. Hadis hakkında ise, hiçbir olumsuz bilgi vermemektedir. Delil olarak kullanmasından da, sahih kabul ettiği anlaşılmaktadır.17 Sağânî (v: 650/1252) ve Hâfız Zehebî (v: 748/1347) de, hadisi zındıkların uydurduğunu söyleyerek reddederler.18 Şâtıbî (v: 790/1388) bu rivayetin sıhhati hakkında net bir 11 Şafiî, er-Risâle, s. 133 12 Kurtubî, Tefsir, c. 1, s. 243 (Mukaddime’de) 13 Debûsî, Takvîm, s. 196’dan naklen: Tuzcu, Hanefî Usûlünde Hadis, s. 166 14 İbn Hazm, İhkam, c. 2, s. 208’den naklen: Keleş, Kur’an’a Arz, s. 91 15 Beyhekî, Delâilu’n-Nubuvve, c. 1, s. 27’den naklen: Suyûtî, Miftâh, s. 29 16 İbn Abdilberr, Câmi, s. 501 17 Keleş, Kur’an’a Arz, s. 72 18 Şevkânî, el-Fevâid, s. 427 Rebiu’l-evvel/Cemaziyelevvel şey söylemekten kaçınsa da, rivayetin doğruluğunu ispatlar bir çaba içerisine girmiş ve “tenkit edilen bu hadisin –senedi sahih olsun ya da olmasın- manası doğrudur” demiştir.19 Lakin; Şâtıbî hadisi çok farklı şekilde ele almakta ve hadisleri inkar etmeye bahane arayanlar gibi yaklaşmamaktadır. Aksine; muhaddislerin usûlü üzere, hadis birçok yönden caiz olmayan bir hususu ifade ediyorsa, o zaman Kur’an ile karşılaştırma yapmak gerektiğini ifade etmektedir. Yani; bizim yukarıda zikrettiğimiz gibi, muhaddislerin yaklaşımını esas almaktadır. Ama burada, bu hadisi kullanmış ve onunla ihticac etmiş olması, bir hata olarak görülebilir. Suyûtî (v: 911/1505), kendi dönemindeki Râfizî ve Zındıkların bu rivayeti kullanarak hadisleri reddetmeleri üzerine “Miftâhu’l-Cenne fi’l-İhticâci bi’’s-Sunne” adlı eserini kaleme almış ve eserinin başında bu rivayeti zikrederek şöyle demiştir: “Mezkûr sözün aslını ve batıl olduğunu insanlara açıklamak istiyorum. Çünkü bu, toplumu helake götürecek en büyük sebeplerden bir tanesidir.”20 Şevkânî (v: 1250/1834), bu rivayeti uydurma hadislerle ilgili telif ettiği eserine almış ve “mevzû/uydurma” hükmü vermiştir.21 er-Risâle’yi tahkîk eden, son dönemin önemli muhaddislerinden Ahmed Muhammed Şâkir (v: 1378/1958) de “Bu manada hiçbir sahih hadis mevcut değildir” demektedir. Konuyla ilgili bu kadar naklin yeterli olacağını düşünüyoruz. Bazı Hanefî usûlcüler hariç; muhaddis, fâkih ve müfessirlerin cumhuruna göre bu rivayet sahih değildir, bâtıldır. Bununla birlikte, konuyla ilgili olarak biz de şunu sormak istiyoruz: Günümüzde neden sadece “Hadis”leri Kur’an’a arz etmenin tartışması yapılmaktadır? Hadisleri Kur’an’a arz etmeyi dinin bir rüknüymüş ve ilmin asıl ve usûlüymüş gibi dayatanlar; neden “hadise”leri Kur’an’a arz etmekten de hiç bahsetmiyorlar? Meselâ fâizin bunca teşvik edildiği ve yendiği bir ortamda; neden bu teşvik edicileri ve yiyicileri Bakara: 279’a arz edip, hükümlerini açıklamıyorlar? Mesela Allah’ın hükmü dışında hükümler verenleri neden Mâide: 44, 45 ve 47. ayetlere arz edip, durum ve hükümlerini açıklamıyorlar? Bize göre; hadislerin Kur’an’a arz edilmesinden önce, hadiselerin Kur’an’a arz edilmesi gerekmektedir. Hadislerin Kur’an’a arz edilmesini savunanların; bu kaygıyı İslam ve Kur’an adına taşıdıklarının en büyük delili, bizce bu olacaktır. 6. Arz Metodu’nun Eksiklik ve Sakıncaları Nelerdir? a- Hadis Mustakil Bir Teşrî Kaynağıdır Kur’an’da birçok ayet, Allah ile birlikte, Rasul’e itaat ve ittibâyı da emretmektedir. Bu ayetlerin bazısında Allah (Subhanehu ve Teala), “itaat edin” emir fiilini hem kendi zâtı için, hem de Rasulü (sallallahu aleyhi ve sellem) için “ayrı ayrı” zikretmektedir. Yani; Rasul’e (sallallahu aleyhi ve sellem) itaat emri, Allah (Subhanehu ve Teala) ile kayıtlanmamıştır. Oysa; ayetin devamında “ulu’l-emre itaat” emri için, bu emir fiili tekrar kullanılmamış ve “ve” bağlacıyla bu itaatin “mutlak” değil; “Allah ve Rasulüne itaate” bağlı olduğu anlatılmıştır. Ancak; bu apaçık deliller göz önünde dururken, hiçbir ayette Rasulün söz, fiil ya da davranışlarının, Kur’an’a sunulmasıyla ilgili bir ayet bulunmamaktadır. Şayet bu mesele, mutlaka yapılması gerekli bir ameliye olsaydı, buna mutlaka Kur’an’da işaret edilirdi. Oysa; bunun aksine deliller sayılamayacak kadar çoktur. A’râf: 157. ayette şöyle buyrulmaktadır: “Yanlarındaki Tevrat ve İncil’de yazılı buldukları o elçiye, o ümmî Peygamber’e uyanlar (var ya), işte o Peygamber onlara iyiliği emreder, onları kötülükten meneder, onlara temiz şeyleri helâl, pis şeyleri haram kılar.” Daha birçok ayette; Rasul’e itaat emredilmekle birlikte, O’nun helal ve haram yetkisine de işaret edilmiştir. Mesela Rasulullah; bir kadın ile halasının ya da teyzesinin, aynı erkeğin nikahı altında olmasını haram kılmıştır.22 Rasulullah’ın buna benzer, Kur’an’da olmayan daha onlarca hüküm koyduğu bilinmektedir. Şimdi; bu hadisleri Kur’an’a nasıl arzedeceğiz? Neye göre kabul, neye göre reddedeceğiz? Bu durum, Kur’an’a arz ile kastedilen tehlikenin boyutuna işaret etmektedir. Bu şekilde her hüküm Kur’an’a arz edilip, Kur’an’da olmadığı için reddedilirse; ortaya yepyeni bir dinin çıkacağı ve herkesin hevasına göre bir din inşa edeceği gerçeği inkar edilemez hale gelir. Bunun da aslında “tüm hadisleri reddeden mulhidler”in tavrından çok bir farkı olmasa gerekir. b- Uydurma Hadislerin Çoğu Kur’an’a Uygundur Mevzuât’a (uydurma hadislere) dair eserlere göz attığımızda, muhaddislerce “mevzû” hükmü verilen birçok rivayetin, Kur’an’a arz edilerek kabul edilmeleri gerekir. Örnek olarak şu rivayete bakalım: “Kur’an okuyucusu korkutulamaz.”23 Bu rivayeti Yunus: 52. ayete arz ettiğimizde, sahih olarak kabul etmemiz gerekir. Çünkü hakiki Kur’an okuyucuları, Allah’ın gerçekten dostları mesabesindedirler. Ama hadis diye nakledilen bu sözün senedinde “yalancılar arasında bir benzeri daha dünyaya gelmemiştir” denilecek derece- 19 Şâtıbî, el-Muvâfakât, c. 4, s. 19 20 Suyûtî, Miftâh, s. 22 22 Muslim, Nikah, 4 21 Şevkânî, el-Fevâid, s. 428 23 Şevkânî, el-Fevâid, s. 438 (Kur’an’ın Faziletleri Kitabı, 32. rivayet) 7 LA GALIBE ILLALLAH de “kezzâb” olan bir râvî vardır ve hadis “uydurma”dır.24 Rasulullah’ın söylemediği kesin olan bu ve benzeri hadisleri sahih kabul ettiğimizde; Rasulullah’tan mutevatir olarak nakledilen hadisteki şu azabın şiddetinden bizi kim koruyacaktır? “Kim kasten bana yalan söz nisbet ederse, cehennemdeki yerine hazırlansın.”25 c- Mutlaka Arz Yapılacaksa, Kur’an’ın Açık ve Kesin Nassına Arz Yapılmalıdır Özellikle günümüzde, hadisin “Kur’an’ın ruhu”na uygunluğundan bahsedilmektedir. Yani; arz metodu ile, hadisi açık ve kesin anlamlı bir ayete arz etmek yerine, “Kur’an’ın ruhu” deyimiyle ifade edilen, muğlak ve içeriği fertten ferde değişebilecek olan bir “şey”e arz etmek kast olunmaktadır.26 ve böylesi bir “arz” metodu, itikâdî sakıncalara değil, en fazla fıkhî farklılıklara yol açabilir. Bunun ise yadırganabilecek bir yanı asla yoktur. Ancak bütün araştırma metodları kullanılmadan, karşılaştığımız her hadisi “Kur’an’ın ruhu”na arz etmeye çalışmak; hem meselenin farklı mecralara kaymasına, hem de ehil olmayan ve ilim teneffüs etmemiş nicelerinin dahi hadis tenkidine başlayıp, dine ekleme ve çıkarımlar yapmalarına ve “vahdet”in değil, karmaşanın ve tefrikanın artmasına sebebiyet verecektir. Bunun ortaya çıkaracağı tahribatı söylemeye lüzum dahi yoktur ve zaten bu tahribat, her geçen gün artarak müşahade de edilebilmektedir.28 Rabbimizden çalışmamızı hayırlara vesile kılmasını ve bu çalışmayı benden bir amel-i Salih olarak kabul etmesini niyaz ederim. Biz çaba gösterip talep ederiz; başarı ve muvaffakiyet ise ancak Allah’tandır. Hadislerin Kur’an’a göre anlaşılması gerektiğini savunan iyi niyet sahipleri, hadislerin arz edileceği Kur’an metninin tesbiti için bazı ölçüler/şartlar öne sürmüşlerdir. Bunlar şöyledir: 1- Arz edilmesi gereken hadis, fakîhlerin “muhkemât” diye tanımladıkları cinsten olmalıdır. 2- Kur’an bütünlük yöntemiyle araştırılmalı, elde edilecek Kur’ânî yoruma arz yapılmalıdır. Ve salli ve sellim alâ Nebiyyinâ Muhammed ! Ve âhiru da’vânâ eni’l-hamdu lillâhi Rabbi’l-âlemîn… 3- Müteşabih ayetler ve Kur’an’ın kullandığı diğer ifade özellikleri, hadislerde mevcut olan benzeri ifadeler için arz mesnedi olurlar. Müteşabih bir hadisin anlamı, Kur’an’ın zahir bir ifadesine arz edilemez. 4- Kur’an’ın nüzûl sebebiyle, arz edilecek hadisin tarihsel bağlamı birbirleriyle örtüşür olmalıdır. 5- Kur’an mucize olgusunu kabul etmektedir. Dolayısıyla; mucize ifade eden rivayetler, bu doğrultuda ele alınmalıdır. Bu kabil rivayetler, Rasulullah’ın (sallallahu aleyhi ve sellem) beşeriyetine vurgu yapan ayetlere arz yapılamaz. 6- Hadisin arz edileceği Kur’an metninin, hadis ile anlam, konu, maksat/gaye gibi noktalardan ilgisinin olması gerekir.27 Öne sürülen bu şartlar, makul ve kabul edilebilir şartlardır 24 Bilal Hattab Hadis Yüksek Lisans Öğrencisi Araştırmacı-Yazar Şevkânî, el-Fevâid, s. 438 25 Hadis hemen bütün hadis kitaplarında mervîdir ve tevatür derecesine ulaşmıştır. Mezkur hadis; kimi Sahîh, hasen ve zayıf isnadlardan olmak üzere, 75 sahabîden rivayet edilmiştir. Kettânî’nin (rahimehullah) aktardığı bilgiye göre, İbnu’l-Cevzî (rahimehullah) bu hadisin râvîlerini bir araya toplamış ve onun tesbitinde bu sayı 90’ı geçmiştir. İbn Dihye (v: 633/1235) ve Sehavî (v: 902/1496) de bu görüşe katılmıştır. [Bkz: Kettânî, Nazmu’l-Mutenâsira, s. 50] 8 26 Çakın, Arz Meselesi, s. 256 27 Özpınar, Hadisleri Anlamak, s. 303 28 Hattab, Vahyin Tahrifi, s. 88, 89 Rebiu’l-evvel/Cemaziyelevvel MAKALE AMMAR ESERI KULLUĞUN İKAMESİNDEN ARZIN İMARINA GİDEN YOLDA BATIL VAADLERİ BOŞA ÇIKARMAK BİSMİLLAHİRRAHMANİRRAHİM Hamd, âlemlerin Rabbi olan Allah'a mahsustur. Salât ve selam, Nebi'miz Muhammed Mustafa'ya, onun temiz ailesine, ashabına ve kıyamete kadar tâbilerinin üzerine olsun. Bizleri yeni bir sayıyla buluşturan, 'Din nasihattir' vazifesini yerine getirmemize olanak sağlayan ve bizleri dininde kardeş kılan Rabbimize hamd olsun. Allah'ın selamı, rahmeti ve bereketi siz kardeşlerimizin üzerine olsun. İnsanın yeryüzünde halife olarak tayin edilmesinin hikmeti; Allah’a kulluğu izhar etmek, bu minvalde dünya ile olan muameledeki tavrımız ve tarzımızı şekillendirmek, arzın imarını gerçekleştirip Allah’ın hakimiyetini tesis ederek insanlığı ebedi olana davet etmektir. Çünkü İslam tüm kainat güçleri arasında “vahdet” i sağlama dinidir. Şüphe yok ki İslam: Tevhid dinidir. İbadet ile muamelat, akide ile şeriat, ruhiyat ile maddiyat, iktisat ile maneviyat, dünya ile ahiret, yeryüzü ile gök arasında her şeyi Allah’ın tevhidde muazzam kıldığı bir kapsamlılık vardır. Kendi hakimiyet ve varlık alanında kişinin ilk vazifesi Allah’a kulluk etmektir. ‘‘Ben, cinleri ve insanları ancak (Ben’i tanısınlar ve) Bana ibadet etsinler diye yarattım.’’ (Zariyat 56) Kulluğun Allah tarafından hoşnutluğa, makbuliyete mutabık olmasıyla da yeryüzünün imar ve inşası emri gelmektedir. '’Ey milletim! Allah'a kulluk edin; O'ndan başka ilahınız yoktur; sizi yeryüzünde yaratıp orayı imar etmenizi dileyen O'dur.’’ (Hud 61) Bütün insanlık, Allah’a kulluk etmek için yaratıldığı için hem tapınma cinsinden ibadet görevlerini yerine getirmeyi hem yeryüzü kalkınma ve bayındırlığını gerçekleştirmeyi hem de hak ve adalete dayalı sosyal bir düzen kurmayı içerir. Allah tarafından maddenin insanın emrine verilmesi ile insanın dünya ile imtihan serüveni başlamış; mülkün tasarrufu imtihana matuf olmak üzere kimilerinin kibrine ve isyanına, kimilerinin şükrüne ve kulluğuna vesile olmuştur.Eğer yaşam tarzımız dünyanın nimetleri içinde sefahat gafletine sebep oluyorsa Rabbimizin ikaz ettiği aldanmışlık bizi kuşatmış demektir. ‘‘Dünya hayatı, aldatıcı metadan başka bir şey değildir.’’ (Ali İmran, 185) ‘‘Ey insanlar! Allah'ın vaadi gerçektir. O halde dünya hayatı sizi aldatmasın.’’ (Fatır, 5) Dünya tatlı ve çekicidir. Allah onun idâresini size verecek ve nasıl davranacağınıza bakacaktır. Sakın dünyaya aldanmayın." (Müslim, Zikir,99) Dünya’nın aldatıcılığı ve tuzakları karşısında hayatın gereği olarak dünyalık ilişkisi de helal-haram dairesinde maruf bir olgudur. “Allah’ın sana verdiği şeylerde ahiret yurdunu ara. Dünyadan da nasibini unutma.’’ (Kasas,77) Fani hayatın öznesi olan insan, dünyanın fayda ve zararını idrak etmedeki ölçüsünü Allah’ın rububiyetinin (yaratma, rızık verme, malik olma, idare ve tasarruf etme) 9 LA GALIBE ILLALLAH temelinde belirler, uluhiyetinin (helal ve haramlara itaat etme) gereğinde amel eder. Bu ölçüyü idrak ettikten sonra hayatın ikamesinde gerekli olan faydalanma ve insanlığa faydalı olma maksadı arzın ıslahına hizmet edecektir. Kuran öğretilerinden kavramları ve kişilikleri mütalaa ve talim edenler bilirler ki; arzın ıslahı ve kalkınmasını ancak Allah’ın hakkına ve kulların hakkına dair bilinç sahibi olanlar gerçekleştirecektir. Adem (aleyhisselam)’den itibaren Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem)‘e kadar insanın zafiyet ve fırsatlarla edindiği dünya tecrübesi, son ümmet olan ahir zaman insanlığına kamil ve ahir, yeterli ve geçerli şeriat yasalarıyla tevarüs etmiştir. Fakat insanlık fert ve toplumlarının bir kısmı dünyanın debdebesine kapılmış, dünyaya tahakküm etmenin şımarıklığı ile heva ve hevesini ilah edinmiş; bir kısmı da dünyanın meşakkati altında ezilmişlik ile heva ve heveslerini ilah edinenlere köle olmuştur. Bundan mütevellit sözde aydınlar, filozoflar ve siyasetçiler tez- antitez ve sentez bağlamında ezenler ve ezilenler olarak yapay sınıflar üreterek “kör sancaklı” ideolojiler (demokrasi, laisizm, komünizm, liberalizm, hümanizm v. s) üzerinden farklı anlam arayışlarıyla bilimsellik kılıfı ile kendi tekellerinde toplum mühendisliklerine soyunmuşlardır. İslam aidiyetinde olmayan toplumlar ihdas ettikleri dünya tasavvuru ve düzeninde kendileriyle baş başa kalmakla yetinmemekle beraber İslam’ın evrensel ve güçlü mesajının güncelliğini her daim muhafaza etmesinden rahatsız olmuşlardır. İslam’ın yurdu olan beldelerde kendi dinleri, ideolojileri, kültür ve medeniyetlerini sorunsuz, rahat şekilde empoze etmek için önlerindeki potansiyel tehdidi kaldırmaları gerekiyordu. Bunun için İslam’ın Müslüman halkları geri bıraktığı ve köleleştirdiği yalanını yayarak kendi safsatalarında özgürlük hayalleri olarak ümmetin önüne sundular. İslam ile yoğrulmuş ümmet coğrafyasında, "özgür insan" diye idealize edilen felsefenin tek hedefi vardır. O da İslam'ın izdüşümü olan Müslüman kimliktir. Bu kimliği hedef alan her türlü sosyal ve bireysel çabalar, küresel ve yerel küfür güçlerince insanı alakadar eden her türlü sahada (ekonomi, eğitim, sanat, askeri, siyasi v.s) planlı ve projeli olarak desteklenmekte, yayılmaktadır. Bu ideolojik merkeziyetçiliğin ana teması, halkların (İslam’dan) kopuk özgürlüğünü sağlayarak, hakimiyet sahalarını maddi cihetle müreffeh hale getirerek sözde vaatlerini ispat etmekti. Ama iddialarını ispat etmek bir tarafa dursun insanlığı kan, gözyaşı, talan ve yıkımlara icbar ettiler ve tarih(imiz)i karalara bürüdüler. Müslümanlar ise sahip oldukları dinin cihanşümul 10 zenginliğini ve ihtişamını özelde asrı saadetten, genelde ise İslam tarihinden tecrübe etmişlerdi. Fakat Allah’ın vaadi ve nusretini hem tarihin tecrübesini hem de küfrün zilletini müşahade etmelerine rağmen dünyevileşme tehlikesi ve ideolojiler karşısındaki güvensizlik ve komplekslerle musibetlere karşı dirayetini ve metanetini (Allah’ın müstesna kıldığı zahir, galip ve hak topluluklar dışında) yitirdiler. Bu yitirilen her ne kadar halimizin acziyeti olsa da imtihan gerçeğini düşünerek sağlam bir muhasebe ile ümmetin toparlanması zor da değil. Bu güveni bize telkin eden Aziz Kitabımızdır. “Gevşeklik göstermeyin, üzüntüye kapılmayın. Eğer inanmışsanız, üstün gelecek olan sizsiniz.” (Ali İmran 139) Hayatın seyrinde acısıyla, tatlısıyla, darlığıyla, genişiyle, hüznüyle, sevinciyle, sabrıyla, şükrüyle herkese takdir edilen bir imtihan olmaktadır. İnsan temayül olarak imtihanı hep meşakkat ve musibetlerden örülü bir dizge zanneder. Nimet ve rahmet günlerinin rehaveti ile elimizde olan mal, evlat, mevki, aşiret, devlet ile asıl sınavı verdiğimizi düşünmek uzak kalıyor gündemimize. Bu imtihanların gözümüzden kaçanı, bizi aldatanı ise dünya nimetlerinin üzerimizde artmasını az buçuk olan amelimize mükafat olarak görüp istikamette olduğumuz yanılgısıdır. Belki kendimizden yukarı mertebelerdeki sıhhatli ve nasipli olanlara bakıp şekvâ edemeyiz. Ama halimizin şükrünü eda edemememizi ve ümmetimizin derdiyle hemhal olamayışımızı fark etmek bilincimizi vasat kılmanın yoludur. “Sizden biriniz mal ve yaratılış itibariyle kendisinden üstün olan kimseye bakarsa, ardından kendinden daha düşük derecede olana baksın.” (Buhârî, Rikak 30. Ayrıca bk. Müslim, Zühd 8) İslam Milleti, gerek fert olarak, gerekse toplum olarak vakıasına baktığında maruz kaldığı yokluk, meşakkat, ezilmişlik, geri kalmışlık kafirlere nazaran daha fazla olmasına rağmen halinden olan memnuniyeti zilletin ifadesidir. Bu memnuniyet ise ameline olan güvenin aldatıcılığından başka bir şey değildir. Ümmetimizin üzerindeki kara bulutları fark edip bu musibetlerin müsebbibi olarak İslam’ı doğru yaşamadığımız gerçeğini sürekli ayet, hadis ve ulemanın sözlerinde okuyoruz, dinliyoruz, müzakere ve mütalaa ediyoruz. Ama sorunu yine kendi dışımızda arayarak, dünyamızın uzak ötelerine hapsederek, geçici tesellilere boyun eğerek hakkıyla muhasebe edemiyoruz. Ferdi olarak bir muhasebe fırsatı bulduğumuzda ise yine nassı bağlamından kopararak, yanlış yorumlayarak bir türlü özel sorunumuza inemiyoruz. Ya dünya selameti, emniyeti ve nimeti cihetinden altımızda olanlara bakıp salt şükür makamında, ya da üstümüzde olanlara bakıp sorunlarımızın çözümünde onların daha sorumlu olması beklentisiyle geçiştiriyoruz. Rebiu’l-evvel/Cemaziyelevvel Velhasıl kelam kendimizi hep amellerimiz cihetiyle değil dünyalık cihetiyle tartıyor ve Allah katındaki yerimizin hüsnü zannında aldanıyoruz. Gaflet ve unutkanlıklarımızdan neşet eden günahlarımızın dünyevi cezaları, bizi kendimize getirmediği gibi günahlarımıza rağmen üzerimizde artan nimetler de gafletimizi artırıyor. “Nankörlük ve şımarıklık arasında olan insan, Hikmeti hilkatine etme isyan! Kitabı Kerim seni sana etmiş beyan. Düşün, anla ve ağla o zaman...” … " Eğer insana tarafımızdan bir rahmet (nimet) tattırır da, sonra bunu ondan çekip alırsak, şüphesiz o ümitsiz ve nankör oluverir. Ama kendisine dokunan bir sıkıntıdan sonra, ona bir nimet tattırırsak mutlaka, "Kötülükler benden gitti" diyecektir. Çünkü o, şımarık ve böbürlenen biridir. Ancak sabredip salih amel işleyenler böyle değildir. İşte onlar için bağışlanma ve büyük bir mükâfat vardır. " (Hud, 9-10-11) Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: “Eğer Allah’ın kuluna, masiyetlerine rağmen dünyalık olarak hala sevdiği şeyleri verdiğini görürsen bil ki, bu istidractır.1 ” Ve sonra: “Derken kendilerine hatırlatılanı unuttuklarında, onların üzerlerine her şeyin kapılarını açtık. Öyle ki kendilerine verilen şeylerle 'sevince kapılıp şımarınca', onları apansız yakalayıverdik. Artık onlar umutları suya düşenler oldular.” (Enam 44) ayetini okudular. Ümmetimizin imtihanları içerisinde tehlikenin büyüklüğü yoklukta değil, varlıkta kendini ifşa ediyor. ‘‘...Bana yeryüzü hazinelerinin anahtarları verildi. Ve şüphesiz ben Allah a yemin ederek söylüyorum: Benden sonra şirk koşacağınızdan yana korkmuyorum, fakat ben sizin onda (dünyalık hususunda) birbirinizle yarışacağınızdan korkuyorum. (Buhari, Menkıbeler,3596) ‘‘Vallahi sizin için fakirlikten korkmuyorum ama dünyanın size açılmasından endişeliyim. Sizden öncekilere açıldığı gibi; onların dünya üzerinden yarıştığı gibi sizin de yarışmanızdan ve onları dünyanın helak ettiği gibi sizi de helak etmesinden çekiniyorum.’’ (Müslim, Zekat, 2418) Kur’an, insanın mal-mülk ile olan ilişkisi üzerinden kişilik, davranış, karakter örnekliklerine değinerek kıssalarla, gaybi haberlerle ve ideal hedef tayinleriyle öğretilerimize rehber olmuştur.Karun, Firavun, Haman, Bahçe sahipleri, Samiri, Ebu Leheb gibi mal ve makam ile tuğyan etmiş gerçek kişilikler ; mele, mütref, müstekbir, cimri, müsrif, 1 İstidrac: Bir kimseyi yavaş yavaş arzusuna götürüp haberi olmadan felâkete atmaktır. müflis v. s gibi dünyalık özelinde olumsuz karakterler; mülk, ticaret, kenz, faiz, zekat infak, israf, tasarruf v. s gibi iktisadi terimler zihinlerimizde vahyin kavramları olarak ekonomik şema oluşturmaktadır. Yukarıda değindiğimiz gibi küfür menşeli din ve ideolojilerin misyon ve projeleri dünyamızın zafiyeti ve savruluşumuz karşısında arzın asıl varisleri olan Müslümanları işlevsiz bırakma çabasındalar. ‘‘Doğrusu inkar edenler mallarını Allah'ın yolundan insanları alıkoymak için sarf ederler ve daha da sarf edeceklerdir.’’ (Enfal,36 ) Ehli küfrün himmeti, ufku, maksadı, azmi dinlerini ve ideolojilerini hâkim kılmak için mülkün tahakkümü ve tasallutuna bağlı olarak gerçekleşiyorsa Müslümanlar yeryüzü seferberliği için istikbalin inşasında ne yapmalılar? “Kulluğun İkamesinden Arzın İmarına Giden Yolda Batıl Vaatleri Boşa Çıkarmak” başlığı altında Allah’a kulluktan, kulluğun gafletinden ve kullukta nankörlerin emellerinden bahis ettik. Arzın İmarı ise arzı ifsat eden materyalist (maddeci) ve kapitalist (paracı) dünya tasavvurundan farklılaşarak dünyalık çabalarımızı vahyin gölgesinde bir dünyanın inşası için seferber etmekten geçer. “Tabiat boşluk kabul etmez.” yasası aslında bir tabiat kuralı değil Allah’ın kainata koyduğu bir dengedir. Bu denge ise arza varis kıldığı Müslümanların mükellefiyetidir. Maalesef ki Müslümanlar’ın gerilemesiyle boşalan meydanları “hayvandan daha aşağılık olan” küffar doldurdu. Arza egemen kıldıkları maddecilik ve dünyevileşme kendilerinin azabına mühlet olmakla beraber bu hasletlere namzet ve talip olan Müslümanlara da tehlikenin büyüklüğüne emaredir. ‘‘O küfre sapanlar, kendilerine tanıdığımız süreyi sakın kendileri için hayırlı sanmasınlar, biz onlara, ancak günahları daha da artsın, diye süre vermekteyiz. Onlar için aşağılatıcı bir azab vardır.’’ (Bakara, 178) Asıl olarak kafirlerin sıfatları olan, arızi olarak da Müslümanları zaman zaman iptila eden yeryüzünün imarının önündeki engeller ve hastalıklar şunlardır: 1) ması. Mülkün asıl sahibinin Allah olduğunun unutul- “ El Malik” Allah’ın isimlerindendir. “ Malik: Mülk/yöneticilik ve egemenlik sıfatına sahip olan demektir. Bunun sonucu olarak hem emir verir hem yasak koyar, mükafatlandırır hem de cezalandırır, mülkiyeti altında olanlara 11 LA GALIBE ILLALLAH tasarrufta bulunur. Burada Allah’ın malikiyeti kıyamet günü demek olan karşılık gününe izafe edilmiştir. “Karşılık günü” insanların hayrıyla, şerriyle amellerinin karşılığını görecekleri gün demektir. Çünkü bu günde Yüce Allah’ın mülkü, adaleti, hikmeti ve bütün mahlukatın malikiyetlerinin sona erdiği gerçeği, tam anlamıyla ortaya çıkar. Öyle ki o günde hükümdarlarla yönetilenler, kölelerle hürler eşit olurlar. Hepsi Allah’ın azametine zilletle boyun eğerler, izzeti önünde alçalırlar.”2 Fatiha suresinde “Alem” mülkünde rububiyetinin şanı gereği hamd ile tazimi hak eden Rabbimiz insana alemi memur ettiğine, mülkten katre misali tasarrufu olduğuna; “Maliki Yevmiddin (din gününün maliki) “ ayeti ile de insanın kendi uhdesinde mümkün olabilecek mülkün sadece bu dünyadan ibaret olmakla acizliğine işaret etmiştir. Özellikle bu günün (din günü) mülk ve malik kavramı çerçevesinde söz konusu edilmesi bundan dolayıdır. Yoksa O, din gününün de, diğer bütün günlerin de mutlak malikidir. "Göklerin ve yerin mülkü Allah'ındır." (Ali İmran,189)Bu âyetler ve benzerleri mülkün, hükümranlığın Allah'a âit olduğunu, gerçek mülk sahibinin O olduğunu vurgulamaktadır. Allah, mülkünü yönetme hakkını, yeryüzünde halîfe tâyin ettiği insana vermiştir. Mal, gerçekte Allah'ındır. İnsan, yeryüzünde halîfe (Allah adına) olarak mala sahip olur; mal, aslında ona emanettir. Mülkün gerçek sahibi Allah olduğuna göre mal-mülk ile aldanan, mülkün insana veriliş hikmetine aykırı hareket etmekle hem kendi nefsinde hem çevresinde fesada sebep olur. Yeryüzünü dizayn etme iddiasında olan kapitalizm ve komünizm gibi iki temel akım ve bunlara alternatif tezler ve teoriler sunan sair ideolojiler “mülk” kavramında ifrat ve tefrit arasında sıkışmışlardır. Müslümanlar ise akide ve fıkıhlarında teorik olarak “Mülk Allah’ındır.” anlayışını benimsemiş olsalar da mülke dair ilkeler vaz eden manzumeyi pratiklerinde, nizam haline getirmekte yetersiz kalmışlardır. Bunun en somut hali ise dünyevileşme tehlikesine düçar olduklarının inkar edilmez gerçekliğidir. İslam’ın zühd, takva ve vera öğretisi içimizde ve dışımızda ne kadar etkin olursa mülkün bizleri tasallut etmesinin tehlikesinden o kadar uzak kalmış oluruz. Zühd ve veradan uzak bir hayat süfli emellere müptela eder insanı. Bu süfli emel de dünyevileşme tehlikesidir. Zaman ve mekan itibariyle her daim zühd ve verayı elde etmeye imkan bulamasak da; bu iki hasleti hayatimizin içinde cüzi de olsa bulundurursak asıl emelimizin ahiret yurdu olacağından esinle dünyevileşmeden korunmuş oluruz. 2) İhtiyaç sahiplerine rızıkların adil dağıtılmaması. İslam mülk edinmeyi mubah kılmış fakat mülk üze- 12 2 Abdurrahman Es Sadi, Tefsiru Sadi, Guraba Yayınları, c1, Fatiha Tefsiri rinden tekelcilik ve karaborsacılık yaparak, tahakküm ve zulüm devşirerek Allah’ın arza taksim ettiği rızkta tuğyan etmeyi yasaklamıştır. Allah, yeryüzünde yaşayan bütün kulları için yetecek rızk yaratmıştır. Allah’ın varlık sahiplerine verdiği geniş rızık ve mahrumların kısıtlı rızkları yeryüzünde Allah’ın hikmetine mebni olarak paylaştırılmıştır. Ne zenginler elindeki rızkın malikidir ne de mahrumlar uhdelerinde olmayan rızkın uzağındadır. Çünkü her rızk sahibinin sünnetullah gereği elindekine az çok bakmadan maişetini temin etmesi farzdır. Tüm insanlar geçimini temin etmenin gerekliliğini emek, mal seferberliğinde zaman ve mekan itibariyle gerçekleştirmesine rağmen mevcut dünya nizamında genel itibariyle üretim, dağıtım ve tüketim ağında sınıflar pek değişmemektedir. Bunun sebebi yine, arzın imarında velayet ve vekalet vazifesiyle mükellef kılınan Müslümanların gaflet ve zafiyete düşmesidir. Bu meşum halden ötürü boşalan alanlarda münker ve batıl teoriler kaynakların hakimiyeti savaşında insanları birbirine düşürmüştür ve bu kaos hali hazırda devam etmektedir. Kapitalist iktisadi sistemin “kaynakların sınırlılığı, ihtiyaçların sınırsızlığı” tarif olarak doğru olsa da; murat olarak kendi ifsat ve zulümlerine bir dayanak teşkil etmektedir. Bugün dünyanın en zengin %1’lik bölümü, dünya kaynaklarının %45'ini denetimi altında bulundurmaktadır. Dünyanın en zengin 3 ailesi, en fakir 48 ülkenin toplam servetinden daha fazla servete sahip. “O, iş başına geçti mi (ya da sırtını çevirip gitti mi) yeryüzünde bozgunculuk çıkarmaya, ekini ve nesli helak etmeye çaba harcar. Allah ise, bozgunculuğu sevmez.” (Bakara 205) Demek ki sorun mücerret bir teoriden ibaret değil. Sorun her şeyde olduğu gibi “zulüm içeri zulüm” olan adaletsizliğin malların ve kaynakların kesbedilmesinde ve paylaştırılmasında olan tuğyan ve istikbar halidir. Allah’ın, bir zümrenin elinde bir güç-devlet olmasından sakındırdığı rızkın (kaynakların) insanların ihtiyaçlarına adil bir şekilde dağıtılması problemi çözecektir. Allah'ın, (fethedilen) ülkeler halkından Peygamberine verdiği ganimetler, Allah, Peygamber, yakınları, yetimler, yoksullar ve yolda kalmışlar içindir. Böylece o mallar, içinizden yalnız zenginler arasında dolaşan bir devlet olmaz. (Haşr,7) Bugünkü problem, bu rızkın değişik türden haksızlıklarla (sömürü, pazar politikaları, para oyunları, fiyat ayarlamaları, faiz, vs.) sınırlı sayıda insanın elinde toplanarak insanların büyük çoğunluğunu mahrum bırakmalarında yanlış bir bakış açısı ile bakmaktan doğmaktadır. Eğer bu bakış açısı amelin kesbine ve ilahi iradeye tevekküle bağlı olarak Rebiu’l-evvel/Cemaziyelevvel düzeltilebilirse, iktisadi tasavvurumuz çerçevesi şekillenmiş olacaktır. Bu tasavvur ile sermaye sahipleri haddini bilecek ve yoksul sınıf tabakaları da kendilerini ifsat etmek için yalancı umutlar vaat eden münker ideolojilerin kaos senaryolarına alet olmayacak, emeğinin hakkını almanın tatminliğinde kendine yazılan rızkın peşinde olmaya devam edecektir. 3) Mal-mülk itibariyle refahta azıtan "mütref " takımının çoğalması. Mütref: Refah ve nimet ehli, büyük servet, zenginlik ve güç sahipleri demektir. Kur'an'da, refah ve servet içinde azıp şımarmış, Allah'a ve insanlara karşı sorumsuzlaşmış; maddi kaynakları, haksız yere elde ettikleri serveti saçıp savuran sınıfın insanlarını tarif ederken geçen bu kavram asıl itibariyle müşriklere ve kafirlere işaret etmektedir. Fakat mezmum (kınanmış) olan bu sıfatları Müslümanların içerisinde yönetici ve servet sahiplerinde de müşahede ediyoruz. Belki bu sıfatlar kişinin İslam’ını gideren mutlak bir hal olmasa da emanet sahiplerinin açtıkları kötü çığır hasebiyle Müslümanlar için fitne ve tefrika sebebi olarak çözülme ve kopmayı meydana getirmektedir.Her makam, mansıp ve servet sahibi eli altındakilerin hakkını ve hacetini temin etmede sorumludur ve kolaylık ile işlerin idaresinde memurdur. Aişe (radıyallahu anhâ) demiştir ki: "Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’ı benim bu odamda şöyle buyururken dinledim" : "Allah'ım, kim, ümmetimin idaresiyle ilgili bir görev üstlenir de onlara zorluk çıkarır (katı davranırsa, sen de onu zora koş! Kim de ümmetimin yönetiminde görev yüklenir de onlara kolaylık gösterir, hoş muamele ederse, sen de ona kolaylık göster, hoş muamele et! " (Müslim, imâre 19) Ma'kıl b. Yesâr radıyallahu anh'dan rivayet olunmuştur. Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle dediğini duydum: “Hiç şüphesiz Allah'ın bir kavme hakim kıldığı kul, halkına ihanet etmiş olarak ölürse Allah ona cenneti haram kılar.” (Muttefekun Aleyh) 4) Yöneticilerin kendi menfaatlerine müsrif, halkın menfaatlerine cimri davranması Yüce Allah insanların uhdesine emanet ettiği dünyalık rızık, nimet ve malını ahiret faydasına mihenk kılmıştır. ‘‘De ki:“Eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, aşiretiniz, kazandığınız mallar, kesada uğramasından korktuğunuz bir ticaret ve beğendiğiniz meskenler size Allah’tan, peygamberinden ve O’nun yolunda cihattan daha sevgili ise, artık Allah’ın emri gelinceye kadar bekleyin! Allah, fasık topluluğu doğru yola erdirmez.” (Tevbe 24) İnsan ise dünyanın renkliliği ve hazzını tecrübe etmesiyle; nefisin mizacı, şeytanın süslemesiyle melekelerini yitirerek ellerinin sahip olduklarında bencilleşmenin hoyratlığına bürünmüştür. Ahiret ve dünya dengesinde kefenin ağır basan tarafı kimilerinde “Fakat sizler dünya hayatını tercih ediyorsunuz...” (Ala 16) ayetinin hakikati tezahürü etmiş, kimilerinde ise ahiretin inkarı ile dünyevileşme fesadı revaçta olmuştur. Mal-mülk ile verilen imtihanda ahiret ve dünya dengesini sağlamak için İslam’ın insanları terbiye etmekteki amacı cimrilik-cömertlik ile israf-tasarruf zıtlıklarından kişiliğin inşasına lazım olan olumlu hasletleri kazandırmaktır. Müslümanların genel çerçevede talip olması gereken hasletler cömertlik ve tasarruf kavramları etrafındadır. Yüce Rabbimiz bu hakikate kitabında itidal örneği olarak değinmektedir: “Elini boynuna bağlayıp cimri kesilme, büsbütün de açıp tutumsuz olma, yoksa pişman olur, açıkta kalırsın.” (İsra,29) Cimrilik ve müsriflik ile ilgili insan zihninde yer etmiş olan müşahhas örnek; genelde fakirler cimri olur, zenginler müsrif olur şeklindedir. Bu yanılgıya sebep olan yine şeytanın rol paylaştırmasıdır. Çünkü şeytan, yoksulu fakirlik korkusu ile cimrilik; zengini de malının cesaretiyle israf tuzağına düşürür. Şeytanın rol kişiliğine alet olmamanın yolu kişinin emek-tevekkül-kazanç dairesinde imanını konuşturmasından geçer. Cimrilik gibi ayıp bir davranış, fakirlerde dünyalık cihetiyle bir nebze anlaşılır ama muktedir ve zengin olan birinin bu vasıfla anılması zenginliğini ve makamını insanların gözünde aziz etmez, zelil eder. Hâlbuki insanların mahrumları olan yoksul tabakasının himaye ve gözetlenmesi için Allah’ın kanunlarında makam ve mülk sahiplerine sorumluluk vardır. Yöneticilerin ve zenginlerin sosyal ve ekonomik adaleti temin edememelerinin, israfta haddi aşmalarının kötü sonuçları; öncelikle alt tabakaya, oradan da toplumun diğer katmanlarına sirayet eder. Bu sosyal probleme insanlık tarihinden beri vahyin temsilcileri olan nebi ve resuller ilahi öğreti ile ışık tutmuştur. Hükümdarlar, filozoflar ve kanaat önderleri ise vahiyden kopuk kıt akıl ve soyut vicdanları ile bir taraftan mezkur sorunu giderirken diğer taraftan başka sorunların ve karşıt düşünceleri doğmasına yol açmışlardır. Yöneticilerin sahip oldukları makam, devlet temsiliyetinde sadece halka sorumluluk arz eder iken İslam’da Allah adına temsiliyet teşkil ettiği için; öncelik Allah’a dönük olduğu için halkın menfaatlerinde alınan sorumluluğun bağlayıcılığı daha ciddi ve isabetlidir. Bundan dolayı ümmet olarak makam ve mansıp sahiplerinin (ulema da buna dahildir) İslam’ın tevazu sınırları içerisinde kalması, ümmet ile imamet-imarat bağını sürekli ve güçlü kılacaktır. 13 LA GALIBE ILLALLAH “Halkın fesadı yöneticilerin fesadı dolayısıyladır. Yöneticilerin fesadı ise âlimlerin fesadı dolayısıyladır. Alimlerin fesada uğraması ise onları istila eden mal ve makam sevgisi dolayısıyladır. “ (İmam Gazali) 5) Faiz belasının dünya sisteminin köklerine nüfuz etmesi Yeryüzünde rızık aslı itibariyle helal olarak yer almakta, rızkı elde etmenin yollarına göre, şekil ve usulüne göre vasfı değişmektedir. Örneğin; üzüm, arpa helaldir ama fasit el şarap üretir; kadın ve erkek cinsleri birbirleri içindir ama sapkın emeller nikah haddi dışına çıkar zina cereyan eder; eşya, sahiplerinin uhdesinde helal iken, aynı eşya hırsızın eline geçirmesiyle haram olur… Helal dairesinde yer alan, ticaret ve alışverişin döngüsünde ana eleman olan para; bencilce kazanma hırsına sahip ellerde ekonomik ve mali sistemin virüsü diyebileceğimiz faizin unsuruna dönüşebilmektedir. İslam’da her haramın bireysel ve toplumsal yönüyle zararları olmaktadır. Sair haramlar içerisinde etki alanı ve sonuçları itibariyle topluma en çok zarar veren faiz olsa gerektir. Çünkü dünyevi muamelelerin hepsinde paranın rolü söz konusudur. “Et kokarsa tuz vurulur, tuz kokarsa çaresi ne ?” atasözüne misal olarak; her şey para ile mümkün, para düzgün kullanılırsa sorun yok, para fesada uğrarsa her şey ifsat olur. Faiz, parayı ifsat ediyorsa; faizli paranın taalluk ettiği her şeyin bereketine ve safiyetine halel gelecektir. Dikkate şayandır ki haramların beyan edildiği ayet ve hadislerde en şedit tehdit “Allah ve Resulüne savaş açmak” la bir görülen faiz yasağının cezasında geçmektedir. “Faiz (riba) yiyenler, ancak şeytan çarpmış olanın kalkışı gibi, çarpılmış olmaktan başka (bir tarzda) kalkmazlar. Bu, onların: "Alım-satım da ancak faiz gibidir" demelerinden dolayıdır. Oysa Allah, alışverişi helal, faizi haram kılmıştır. Kime Rabbinden bir öğüt gelir de (faize) bir son verirse, artık geçmişi kendisine, işi de Allah'a aittir. Kim (faize) geri dönerse, artık onlar ateşin halkıdır, orada sürekli kalacaklardır.” (Bakara 275) Faiz belasının fert ve toplum hayatına verdiği zararlar genel olarak şunlardır: 1) Ferdi zararları: Aç gözlülük, bencillik, cimrilik, hırs, çekişme, haset, istismar, katı kalplilik gibi kişilik ve karakter bozukluğudur. 2) Sosyal zararları: Fertlerde meydana gelen kişilik zafiyeti, zamanla toplumların dağılmasına ve birbirlerine düşman olmasına vesile olur. İdeolojiler savaşında birbirine hasım olan kapitalizm ve komünizm rekabetinin retoriği 14 haline gelen “sınıf çatışması” nı doğuran bir etken de faizci düzenlerdir. 3) Ekonomik zararları: Faiz, ekonomi disiplininin bir problemi olduğu için zararları da en bariz görülen saha piyasa ve mali alandır. Bugün dünyadaki yoksulluk, yolsuzluk, üretimsizlik, işsizlik, kriz, enflasyon, kara borsacılık vs. gibi istikrarsızlık ve kaosun en büyük sebebi yine faizci sistem ve ayaklarıdır. Faiz illetini ferdi, sosyal ve ekonomik olarak bertaraf etmenin yolları İslam’ın öğretisinde ve temiz aklın ilkelerinde mevcuttur. Ferdi olarak: Takva ve vera, cömertlik, kanaat, ahlak gibi kişilik inşasını gerçekleştirmek. Sosyal olarak: Karzı hasen, zekat, infak, sadaka kültürü ile yardımlaşma ve dayanışmayı temin etmek. Ekonomik olarak: Ticaret, endüstri, ziraat gibi üretimle doğrudan alakalı sektörlerin ehliyet ve liyakat usulü ile oluşturulacak ekonomik sistemde etkin kılınması faizin önünü kesecektir. Sonuç olarak diyebiliriz ki: Fıtrata mebni olarak insan olmanın gereği üç maslahatı gerçekleştirmeye bağlıdır ve buna dinin hikmeti denir . Birincisi Allah’a dönük yönüdür ve bunun amacı salih insan olmaktır .İkincisi kişinin nefsine dönük yönüdür ve bunun amacı dış düşmanlara karşı iradeyi önce kendi içinde terbiye etmektir . Üçüncüsü ise topluma dönük yönüdür ve bunun amacı da arzı imar etmek, yeryüzü kalkınmasını gerçekleştirmektir; çünkü toplum ıslah olursa yeryüzü felaha erer. Allah’ı hamd ile tesbih ederiz. Biz, O’na hakkıyla övgüde bulunamayız; O, kendisini nasıl övmüşse öyledir. O’nun salât ve selamı, kulu ve rasulü Muhammed’e, ailesine ve ashabına olsun. Rebiu’l-evvel/Cemaziyelevvel MAKALE CIHANGIR KURIŞ İLK EMRE BAKIŞ BİSMİLLAHİRRAHMANİRRAHİM “Yaratan Rabbinin adıyla oku.”[1] İlk emir olan “Oku”, İslam’ın insanları cehalet karanlığından çıkartıp bilgi aydınlığına yönlendirmek istediğinin en güzel örneğidir. Allah Azze ve Celle yarattığı kullarından, kendisinin yerdeki ve gökteki işaretlerini okumalarını istiyor. Bu işaretlerin farkına varmamız, Rabbimizin bizden neler istediğinin farkına varmamız için İslam’ı araştırmalı, ayet ve hadisler üzerinde tefekkür ederek yaşamımıza bu doğrultuda yön vermeliyiz. Allah Azze ve Celle bir başka ayetinde ise şöyle buyuruyor: “…De ki: “Bilenlerle bilmeyenler hiç bir olur mu?” Ancak (bunları), temiz akıl sahipleri düşünürler.”[2] Nasıl ki gören ile âmâ, sağır ile işiten birbirinden farklı ise; bilenle bilmeyen de birbirinden farklıdır. Bir tarafta Rabbinin ayetlerini okuyup ve amel eden kimse, diğer tarafta ise dünyanın oyun ve eğlenceden ibaret olduğunu unutan kimse. Elbette iman edip salih amel işleyen kimse daha hayırlıdır. Çünkü bu kimseler dünyaya geliş amaçlarının farkına varıp, ahiret hayatı için çabalarlar. Kendilerine verilen kulluk görevlerini eksiksiz bir şekilde yapmaya çalışarak, Allah’ın rızasını kazanmayı amaçlarlar. Sadece okumak yeterli mi? Salih amel işlemeyip, çevremizdeki insanlara hakkı ve sabrı tavsiye etmedikten sonra, okuyup öğrendiklerimiz bizler için yükten farksız olacaklardır. İlmimizi etrafımızdaki insanlara aktarmayıp cimri davranırsak, ahirette bundan dolayı hesaba çekileceğiz. Hatip el-Bağdadi Rahimehullah şöyle diyor: “Kısırlığa dönüşen, geriye zilleti bırakan ve sahibinin boynuna tasma olan “ilimden” Allah’a sığınırız.” Yine Ebu’d Derda Radıyallahu Anh şöyle demiştir: “İlimsiz kimseye yazıklar olsun! İlmi öğrendiği halde amel etmeyene yedi defa yazıklar olsun.” [3] Gerçek ilim, hakkı idrak etmektir. İlim, bizleri kâinatın gerçeklerine götürmeyen bilgi kırıntıları değildir. İlmini sağlam ve sahih kaynaklardan alan kimseler, Allah’ın emir ve yasaklarının farkına vararak, çalışmalarına bu doğrultuda yön vereceklerdir. Ancak okumayan ya da yanlış kaynaklardan okuyan kimseler, Rabbinin kendisinden istediklerinin farkına varamayarak Rabbinin rızasını kazanamayan kimselerden olacaklardır. Okumanın bizlere ne gibi faydaları olabilir? Kitap okumadığımız vakit gün içerisinde sürekli aynı kelimeleri kullanırız. Bu da argo kelimelerin ve monotonlaşmanın önünü açar. Oysa okuduğumuz kitaplarla kişisel olarak kendimizi geliştirmemizin yanı sıra, karşımızdaki kişiler ile daha rahat sözlü iletişim kurabiliriz. İkra’yı hakkıyla idrak eden kimse için artık “Boş sözde hayır yoktur” [4] sözü vuku bulacak ve ağzından çıkan kelimeleri dikkatli seçerek, deyim yerinde ise dilinin kemiği varmışçasına, ya hayır söyleyecek ya da susacaktır. Nitekim Rasulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem şöyle buyurmuştur: “Allah’a ve ahiret gününe iman eden kişi, ya hayır söylesin ya da sussun!”[5] Okuyan kimse gördüğünden ve duyduğundan, elde ettiği ilmi ölçüsünde yararlanır ve bu birikimler ile salih ameller işleyerek ahireti için bu dünyada azığını hazırlamış olur. Aksi halde ilmi eksik olduğu için tanınmayan bir dine, tanınmayan bir Rabbe iman iddiasında bulunmuş olacaktır. 15 19 LA GALIBE ILLALLAH Tanınmayan bir Rabbe iman ise, beraberinde olmaması gereken bir takım düşünce yapıları ve amelleri getirecektir. Oysa bizler okumazsak, Rabbimizin bizden neler istediğini bilemeyiz. Okumak bizleri tahkiki bir yaşama, yani hayatımızın bir muhasebesini yapmaya sevk edecektir. Bu sayede doğruyu yanlışı ayırt edebilen kimselerden olacağız. Dünyadaki insanların adaletsizliğinin asıl nedeni bilgi eksikliği, vahiyle tanışmamak ya da yanlış kaynaklardan beslenerek öğrenmektir. Toplumun bu cehalet elbisesinden kurtulması için, öncelikle dünyaya geliş amacını anlaması ve dolayısıyla Kur’an’ı ve Hadisleri Sahih kaynaklardan okuyup araştırması gerekir. Bu sayede yaşamlarını din eksenli bir şekilde sürdürerek; hem dünyada huzura kavuşacak, hem de Allah’ı hoşnut edeceklerdir. Acaba Hangi Kitapları Okumalıyız? Öncelikle bizim doğru gıdalardan beslenmemiz gerektiği gibi, doğru kaynağı içeren kitaplardan da beslenmemiz gerekir. Çünkü nasıl ki bir bitkiye su verildiğinde büyüyor, kimyasal madde verildiğinde ise çürüyorsa; insanlara da yanlış bilgiler verilmesi sonucu ortaya enkaz çıkabilir. Hatta bu enkaz kişinin imanına zarar verebilir. Mehmet Emin Akın Hoca ilmin önemi hakkında şöyle demiştir: “İlim; hayâ ve edep ile güzelleşmemişse tabibin elindeki ilaç yerine, katilin elindeki hançere dönüşür.” Ömer Radıyallahu Anh şöyle buyuruyor: “İlim öğrenin. İlim için hilm ve vakarı da belleyin. Kendisinden ilim talep ettiğiniz kimselere karşı mütevazı olun ki, sizden ilim talep edenler de size karşı mütevazı olsunlar.” [6] İmam Şafii Rahmetullahi Aleyh şöyle der: “Gelişigüzel ilim alan kimsenin durumu gece odun toplayana benzer. Bir demet odun keser ve onları yüklenir. Belki içlerinde bir yılan var ve farkında değilken onu sokacak.”[9] Yine bir başka sözde şu şekilde: “İlim ve amel göz ve ışık gibi iki nurdur. Işık olmaz ise göz, göz olmaz ise ışık beyhudedir. İlmin ile amel ediyorsan iki nur sahibisin. Amelsiz ilim ise bir nur olmuyor, maazallah ateş oluyor.” [7] Bu nedenle; öncelikle Kur’an’ı ve hadis kitaplarını okuyup Rabbimizin bizden neler istediğini öğrenmeliyiz. Bu sayede hangi kitabın bizler için yararlı, hangilerinin zararlı olduğunun farkına varabiliriz. Çünkü “Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) ve ashabından sonra birilerinin ihdas ettikleri ‘sünnetler’; ne yazık ki Rasulullah ve ashabının sünnetine karşı adeta direniyor. Bir bakıma; din kılığına girmiş cahiliye, İslam’ın getirdiklerini inceden inceye itiraz ediyor da biz bunun farkında değiliz.” [10] Nitekim Allah Azze ve Celle Kerim Kitabında, hak kendisine apaçık geldikten sonra batılda ısrar edenler hakkında şöyle buyuruyor: “Sana gelen ilimden sonra eğer onların arzularına uyacak olursan işte o zaman sen hakkı çiğneyenlerden olursun.” [8] Aşağıdaki metin, kitap okumanın faydasını açık bir şekilde gözler önüne sermektedir. “Bir defasında hocama dedim ki: ‘Bir kitap okudum ama zihnimde kitaptan hiçbir şey kalmadı.’ Bana bir hurma uzattı ve dedi ki: ‘Bunu ağzında çiğneyip ye.’ Yedikten sonra bana sordu: ‘Şimdi sen büyüdün mü?’ ‘Hayır’ dedim. Dedi ki: ‘Büyümedin fakat o hurma vücuduna dağıldı; et oldu, kemik oldu, sinir oldu, deri oldu, saç oldu, tırnak oldu, hücre oldu vs.’ Anladım ki, okuduğum kitap da öyle dağılıyor; bir kısmı kelime dağarcığımı zenginleştiriyor, bir kısmı ahlakımı güzelleştiriyor, bir kısmı yazı ve konuşmada üslubuma incelik katıyor. Her ne kadar ben hissetmesem de...” Vakitten Yakınanlar İçin… Ehliyet almak için 3 ay kursa giden ya da sınavlara gece gündüz çalışan bir kimse, dinini “sağlam kaynaklardan” okuyup araştırmaya vakit ayıramamasından yakınması acımasızca olmaz mı? Kitaplar insanların yaşamları üzerinde önemli bir etkiye 16 20 sahiptir. Kişiyi değiştiren, yenileştiren ve ilerlemelerini sağlayan en önemli vasıtalardan biridir. Bizi maddi ve manevi yönden üstün kılan bilgiler, kitap sayfaları arasındadır. Allah Azze ve Celle şöyle buyurmaktadır: “Şüphesi yeryüzünde yürüyen canlıların Allah katında en kötüsü, akıllarını kullanmayan (gerçeği görmeyen) sağırlar, dilsizlerdir.”[11] Ve ahiru da’vana eni’l-hamdu lillahi Rabbil alemin. Cihangir Kuriş Mekatronik Mühendisi KAYNAKLAR: [1] Alak Suresi,1. [2] Zümer Suresi, 9. [3] Hilyetu’l Evliya 4/211 [4] Ebu Hureyre Radıyallahu Anh, İbni Ebi Şeybe, Musannef 7/127 [5] Buhârî, Edeb 31, 85, Rikâk 23; Müslim, Îmân 74, Lukata 14 [6] Ahmed, Kitabü’z Zühd, 628 [7] Ammar Eseri [8] Bakara Suresi, 145. [9] el-Hatip el-Bağdadi, “Muhtasaru Nasihati Ehli’l Hadis”, s.30 [10] Bilal Hattab [11] Enfâl Suresi, 22. Rebiu’l-evvel/Cemaziyelevvel AILE ÖMER FAYSAL KARŞILAŞTIRILMALI ÇOCUK HUKUKU BİSMİLLAHİRRAHMANİRRAHİM Çocuk, eski çağlardan beri toplumların ilgilendiği en önemli varlıklardan olmuştur. İlkel toplumlarda çocuğa, özellikle erkek çocuklara, aileye ekonomik katkı sağlayan varlık olarak bakılmaktaydı. Avcılık yapabilirler, balık tutabilirler ya da toprak işçisi olarak çalıştırılabilirlerdi. Yine bu toplumlarda ekonomik nedenlerden dolayı, çocuk külfet olarak da görülmekteydi. Aileye ekonomik katkı sağlayamayacak durumda bulunan hasta ya da sakat çocuklar dışlanır; hatta yok edilmesi olağan karşılanırdı. Toplum, genelde çocukları istenen ve istenmeyen çocuk olarak kategorize ederdi. Eski Atina’da çocukların öldürülmesi uygulamalarına karşı, ahlaki ve yasal sınırlamalar bulunmamaktaydı. Çocuk, birey olarak bir değer taşımamakla birlikte babasına ait sayılmaktaydı. Aristo da toplum yararını gözeterek, sakat çocukların yaşatılmamasının uygun olduğu görüşündeydi. Ancak Atina’da devletin çabuk gelişmesi de, çocuk haklarının kısmen korunmasını sağlamıştı. Eski Isparta askeri bir devletti. Bu durum, erkek çocuğa önem verilmesine ve bu çocukların yoğun askeri eğitime tabi tutulmasına sebep olmuştu. Bu yüzden Eski Isparta’da çocuk aileye değil devlete aitti. Doğan çocuğa yedi yaşına kadar ailesi bakardı. Yedi yaşını dolduran çocuk, askeri eğitimden geçirilmek üzere babası tarafından devlet kurumlarına verilirdi. Bu kurumlarda çocuklar düşünce, ruh, ahlak bakımından olması gereken yeterlilikte değil, oldukça basit düzeyde yetiştirilirdi. Eski Roma’da ise çocuklar, aile reisi olarak kabul gören babanın sınırsız hakimiyeti altındaydı. Baba, suç işleyen çocuklarını yargılama ve cezalandırma yetkilerine sahipti. Suçlu bulduğu çocuklarını dövebilir, hapsedebilir, hatta öldürebilirdi. Ayrıca; bir kısıtlama olmaksızın çocukların satılması, kiralanması ve terk edilmesi gibi eylemlerin babanın hakkı olduğu düşünülürdü. Üstelik babanın bu haki- miyeti, özel durumlar olmadığı sürece, çocuğun tüm hayatı boyunca geçerliydi ve babayı denetleyecek herhangi bir resmi merci bulunmamaktaydı. Daha sonraları Hristiyanlığın etkisiyle babaların bu mutlak güçleri sınırlandırılmış, Justinionus döneminde ise baba hakimiyeti kaldırılarak, çocuklar hukuki olarak koruma altına alınmıştı. Cermenlerde ise; kısmen Roma hukukuna benzeyen, ev hakimiyeti denen bir baba hakimiyeti vardı. Aile reisinin çocuk üzerindeki hakimiyeti, onun soy topluluğuna (sippe) kabulü ile başlardı ve çocuk bu andan itibaren hak ehliyetine sahip olurdu. Aile reisi çocuğu sippeye kabul edene kadar, çocuk terk edilebilir, öldürülebilirdi. Sippeye kabul edilmekle çocuk tam haklara sahip olurdu ve sippenin hukuki korumasından, ancak kabul edildikten sonra yararlanabilirdi. Cermenlerin Hristiyanlığı kabulüyle çocuklar, doğumla sippeye girme hakkını elde ettiler. Cermen hukukunda babanın velayeti, Roma hukukundaki gibi ömür boyu değil, çocuk kendi geçimini kazanabilecek duruma geldiğini kanıtlayıp, baba evinden çıkıncaya kadardı. Arap yarımadasında çocuğun hukuki durumuna gelince; Araplarda kabilecilik kültürünün yaygın olması sebebiyle, erkek çocuğa daha fazla önem verilmişti. Gerek kabilenin geçim kaynaklarının sağlanması ve ekonomik ihtiyaçlarının temini, gerekse başka kabilelere karşı kendilerini koruma zaruriyeti, erkek çocukların daha kıymetli olmasına sebep oluyordu. Hatta kız çocuk sahibi olmak utanç nedeniydi onlar için. Bu yüzden kız çocuklara önem verilmez, mirastan pay ayrılmazdı. Öyle ki; birçok baba, kızlarını acımasızca diri diri toprağa gömmekteydi. İşte insanların bu denli vahşileştiği dünyaya Allah, ilahi nizamı/İslam dinini göndererek, çocuklara yapılan haksızlıkları da bitirmeyi murad etmiş, insanlara huzur dolu bir hayat vâdetmişti. İslam’la çocuklar birey olarak görülmeye başlanmış ve hak ettikleri değeri kazanmıştı. Çocukların ekonomik getiri aracı veya külfet nedeni olarak görülmesinden vazgeçilmişti 17 21 LA GALIBE ILLALLAH ve çocuklar insan gibi muamele görmeye başlamıştı. Öyle ki; Arap yarımadasındaki kızlarını diri diri toprağa gömen babalar gitmiş, yerine kız çocuk yetiştirmede birbirleriyle yarışan babalar gelmişti. İslam’ın bu kökten değişimi nasıl başardığını, birincil kaynak olan Kur’an-ı Kerim’ den ayetler ışığında öğrenelim. İsra suresinin 31. ayetinde Allah Subhanehu ve Teala şöyle buyuruyor: “Geçim korkusuyla çocuklarınızı öldürmeyin. Onlara da size de rızkı biz veririz. Şüphesiz ki onları öldürmek büyük bir suçtur.” Bu ayet aslında birçok şey anlatıyor. Çocukları maddi zarar, yani külfet olarak görmemek gerektiği, sırf bu yüzden çocukları öldürmenin büyük bir suç olduğu, insanlara rızkı verenin Allah olduğu belirtiliyor. Yani ilkel devirlerden beri insanların çocuğa bakış açısını değiştiriyor ve çocuğu koruma altına alıyor. Nisa suresinin 10. ayetinde de Allah şöyle buyuruyor: “Yetimlerin mallarını haksız yere yiyenler, muhakkak ki karınlarını ateşle doldurmuş olurlar ve cehennemi boylarlar.” İşte İslam, anne babası olan veya olmayan, aileye sahip veya değil; tüm çocukların haklarını koruyan bir dindir. Bu ayette Allah, korumasız ve güçsüz durumdaki yetim ve öksüzlerin haklarını gasp edenleri açıkça uyarmakta, hatta tehdit etmektedir. Nisa suresinin 11-12. ayetlerinde ise Rabbimiz, miras taksiminde çocukların hakkını yine hatırlatarak hem kız çocuklarına hem de erkek çocuklarına pay vererek, geçmişten gelen adaletsizlikleri kaldırıyor. Yine bu ayetlerde Allah, tarihten beri erkek egemenliği altında ezilen kadınları da unutmayıp, onlara da mirastan pay vererek mutlak adaleti sağlıyor. Kehf suresinin 46. ayetinde Allah; “Mallar ve evlatlar dünya hayatının süsüdür.” Diyerek, çocuk sevgisini kendisine inanan tüm kullarının kalbine yerleştiriyor. İşte İslam’ın birincil kaynağı niteliğindeki Kur’an’da Allah; çocuğa ve çocuk haklarına bu denli önem veriyor ve haklarını gözetiyor. Daha örnek verebileceğimiz onlarca ayet var. Ancak yazımı fazla uzatmak istemiyorum kardeşlerim. İslam’da çocuğa verilen önemi, biraz da Peygamberimizin hayatına bakarak anlamaya çalışalım. Belki de dünyanın en mutlu çocukları O’nun (sav) zamanında yaşıyordu. Çünkü rahmet peygamberi, çocukların sorunlarıyla ilgilenir, onlarla şakalaşır, selamlaşır, hasta olduklarında onları ziyaret eder, yaramazlıklarını da hoş karşılardı. Kuşu öldü diye beş yaşındaki çocuğun ayaklarına kadar giden yine O (sav) değil miydi? Sefere çıkmadan kızını ziyaret eder, onu görüp öyle yola çıkar ve yine seferden dönünce, hemen kızını görmeye giderdi; çocukluğunu annesiz ve babasız geçiren rahmet peygamberi. Torunları namazda, sokakta, camide, hiçbir yerde sırtından inmezdi; ama O torunlarını hiç azarlamaz, aksine öpüp koklardı. 18 22 Bir gün peygamberimiz Medineli çocuklara; “Beni seviyor musunuz?” diye sorduğunda, çocuklar hep birlikte “Evet, seviyoruz Ya Rasulallah” cevabını vermişti. Peygamberimiz de karşılık olarak; “And olsun ki ben de sizi seviyorum” demişti. Peygamberimizi tüm Medine halkı seviyor, ona güveniyordu. Ama Medineli çocuklar O’nu bir başka seviyordu; O da bu çocukları bir başka seviyordu. Peygamberimize yaklaşık on yıl hizmette bulunan Enes bin Malik, peygamber tarafından bir kez bile azarlanmadığını; hatta peygamberin bir kere bile kendisine “öf ” demediğini naklediyor bizlere. Rahmet peygamberi seferde askerlere sık sık çocukları öldürmemeleri gerektiğini, onların temiz olduğunu söylemiştir. Yani peygamber, sadece Müslümanların çocuklarına değil, tüm çocuklara aynı şefkati göstermişti. Peygamberimizin çocuk sevgisini bu örneklerden yeterince anlıyoruz. Biraz da peygamberimizin çocuklara olan güvenine değinelim. Peygamberimiz İslam’ı yeni yeni tebliğ ettiği zamanlarda, gizli bir ev seçmek istedi. Faaliyetlerini orada yapmak istiyordu. En sonunda Erkam bin Ebi’l Erkam’ın evini seçti ve Erkam henüz 16 yaşında bir çocuktu. Ama peygamberimiz bu çocuğa kendisinin ve ona inanan bir avuç insanın canını emanet edecek kadar güveniyordu. Yine peygamberimiz Hz. Ebubekir ve Hz. Ömer gibi yaşça büyük sahabilerin de aralarında bulunduğu sefer hazırlığındaki bir orduya, 17 yaşında henüz bir çocuk olan Üsame bin Zeyd’i komutan olarak atadı. Peygamber Üsame’ye bir ordunun komutanlık görevini yükleyecek, dava arkadaşlarını emanet edecek kadar güveniyordu ve sahabiler bunu hiç yadırgamadı. Herkes Üsame’nin arkasında, onun komuta ettiği orduda sefere katılmıştı. Bu yazıda geçmiş çağlardan örnekler vererek, çocuğun hukuki durumunu anlatmaya çalıştık. O zamanın şartlarını da göz önünde bulundurarak, eski uygarlık düzenlerinin ve İslam düzeninin çocuğa bakış açısını karşılaştırma fırsatı bulduk. Allah Maide suresinin 3. ayetinde “Size din olarak islam’ı beğendim.” Diyerek, aslında insanlık için bu düzenin ne kadar güzel olduğunu söylemiştir; elhamdülillah. Doğru şeye isabet etmişsem Allah’tan, yanlış bir şey demişsem bendendir. Böylesine güzel bir dini bize lütfeden Allah’a sonsuz şükürler olsun. KAYNAKÇA: - Akyüz, Çocuk Hukuku, 3. Bası, Ankara 2013, s. 18vd. - İnan, Ali Naim, Çocuk Hukuku, İstanbul 1968. S.4vd. - dergiler.ankara.edu.tr/dergiler/38/245/2187.pdf …AÜHFD. Coşkun Üçok - İbn Sa’d, VI/360; İbn Hacer, el-İsâbe, I/329 - diyanetislamansiklopedisi.com/erkam-b-ebul-erkam/ - Hilal Çelikkol Kara, Peygamberimize Hizmet Eden Çocuk Enes bin Malik, Nesil Yayınları, 2008. Rebiu’l-evvel/Cemaziyelevvel SIYASET SEYFULLAH ÖMER FITRATIN İSLAMINDAN İSLAM’IN FITRATINA: MATERYALİST ONTOLOJİYE ‘‘FITRİ BİR REDDİYE’’ BİSMİLLAHİRRAHMANİRRAHİM S iyasal düşünceler tarihinin ele alınışı ve bu düşüncenin bilimleştirilmesi, Batı zihniyeti tarafından ve kör bir şekilde Batı eksenli olarak yapılagelmiştir. Doğu’nun İslam öncesi mistisizmine karşı, Batı’nın rasyonel(!?) ve ampirik düşünce biçimi de geçer paradigma olarak kendisine yer bulmuştur. Siyasal düşüncenin tarihini Batı’nın ele aldığı biçimle ele alan biri, hemen kronolojik olarak dizilmiş bu yığında bir noktayı kolaylıkla yakalayabilir: Din & insan ilişkisi… En baştan başlamak suretiyle, çok kısa bir şekilde tarihsel referansları inceleyerek, kronolojik bir ameliyat yapılmasında büyük fayda görüyorum. Platon’un(ö: 347mö), hocası Sokrates’e atfettiği diyaloglardan bir tanesi, Apologia, dikkat çeker. Atina’nın Pagan dinine karşı çıkmakla, gençler peşine takarak onları tanrı tanımaz, kural bilmez hale getirmekle ve dinsizliği yaymakla suçlanan Sokrates’in, mahkemede kendisini nasıl savunduğunu anlatan bir metindir bu1 . Bizim açımızdan dikkat çekici olan nokta, bir kâhininin sözünden etkilendiğini iddia eden Sokrates’in, aslında kabaca şunu iddia ediyor olmasıdır: “Atina meclisinde bir mevki sahibi olan herkes, aslında kendisinde mevcut olmayan özellikleri var imişçesine göstererek bu mevkiye oturmuştur. Bu, ayakkabıcısından demircisine, askerinden senatörüne kadar böyledir.” Dikkat edilirse idama mahkum edilen, yasaları çiğnemekle suçlanan Sokrates’in karşılaştığı suçlamanın meşruiyet temeli, kendisini “tanrı tanımazlık” olarak göstermekte, bir diğer deyişle; Atina halkı seküler temelli ithamlara, pagan dininin gerekliliğiyle cevap vermekedir. önünde ardında batıl olmayan vahiy ile insanları İslam’a davet ettikten ve yeryüzünden gökyüzüne alındıktan sonra; onun takipçilerinden bazıları, bir diğer pagan toplum olan Roma’nın sistemi ile karşılaştılar. Atina’da Zeus, Poseidon, Adonis olarak karşımıza çıkan üçlü tanrı meclisi, bu pagan Roma dininde Jüpiter, Neptün ve Apollo olarak paganların inanç sisteminde mevcuttu. İsa Aleyhisselam’ın yükseltilmesinden takriben 70 sene sonra, bu pagan inancı İslam inancına sirayet etmeye başladı. Teslis inancı olarak yerleşen bu batıl; dinin siyasal alandaki söylemlerini de senkretizm’den etkilenerek değiştirmeye başladı. Öncelikle ortaya çıkan yüzlerce İncil’den hangisinin doğru olduğunu belirlemek için meşhur İznik Konsilini (325) yaptılar ve bütün İncilleri bir masada topladıktan sonra, masayı sallayarak üzerinde kalan kitapların üzerinde ittifak edilecek kitaplar olduğu kanaatine vardılar; ki bunlar bugün Yeni Ahit’i oluşturan Matta, Markus, Luka ve Yuhanna İncilleri’ydi. İsa Aleyhisselam mucizevî doğumuyla dünyaya gelip, Hristiyanlar İncilleri’nde, İsa Aleyhisselam’ın Havarisi Petrus’a; “Ben de sana şunu söyleyeyim, sen Petrus’sun ve ben kilisemi bu kayanın üzerine kuracağım. Ölüler diyarının kapıları ona karşı direnemeyecek. Göklerin Egemenliği’nin anahtarlarını sana vereceğim. Yeryüzünde bağlayacağın her şey göklerde de bağlanmış olacak; yeryüzünde çözeceğin her şey göklerde de çözülmüş olacak.” (Matta 16:19) demiştir. Onların iddiasına göre Petrus, kendisinden sonra gelecek olan kilise papalarını belirledi ve böylece onlar Kutsal Ruh tarafından yönetilen masumlar oldu. Onlar ayrıca, İsa Aleyhisselam’ın şunu dediğini iddia ettiler: “Sezar’ın hakkını Sezar’a verin, Tanrı’nın hakkını da Tanrı’ya verin.” Böylece dünyevi kararları semalardan geldiği için bağlayıcı olan papa, kendisi için caiz olan olmayan ne varsa yapabilir; ancak Sezar’a dokunan hiç bir işe karışamaz hale geldi.2 Bu 1 2 Platon, Apologia, 6d Bu bir çelişki mi, yoksa Sezar ile yapılmış bir anlaşma mı ? 19 23 LA GALIBE ILLALLAH durum, papanın dinsel iktidar alanını iyice pekiştirmesine izin verdikten sonra, Papa Gelasyus (MS 496) tarafından ortaya atılan İki Kılıç Teoremi, yersel iktidar ile göksel iktidar alanlarını birbirinden ayırdı ve yersel iktidarın göksel iktidardan hiyerarşik olarak aşağı pozisyonda olduğunu söyledi.3 12. Yüzyılda öndegelen Hristiyan teolog Salisburyli John (ö: 1180) ise, aslında dünyevi iktidarın kaynağının, semai iktidar olduğunu ileri sürmüştür.4 Roma Katolik Kilisesi’nin bu fikri benimsemesi ve İncil’i kendi tekeline alması, bu tarihi arkaplan şeklinde cereyan etmiştir. Aforoz, günah çıkarma, cennetten yer satma gibi uygulamalarla, hem yersel krallıkların meşruiyeti kilisenin eline verilmiş, Papa’nın taç giydirdiği makul, aforoz ettiği ise merdud kral olmuş; hem de bu otoritenin bütün faydaları, dinsel kurumlara sonuna kadar tanınmıştır. Bir protesto hareketi olarak Protestanizmin ortaya çıkışı, bu iradeyi ortadan sarsmaya başladı. Macchiavelli’nin (ö: 1527) “Livi Üzerine Diskurlar” ve “il Principie” isimli yapıtları ile Batı medeniyeti, din ve devleti birbirinden ayırma düşüncesine hasıl oldu. Burada Niccolo Macchiavelli bir yönetici için asıl günahın başarısızlık olduğunu söylüyor, dinin Roma Cumhuriyeti’nin ikinci yöneticisi Nemus tarafından, toplumsal bir araç olarak faaliyete geçirilmesini alkışlıyordu.5 Protestanlığın etkisi, Batılı kilise muhaliflerini doğa bilimlerini ve rasyonalizmi düşünmeye teşvik etti. Kilisenin etkisine doğrudan ilk büyük müdahale, Thomas Hobbes’un (ö: 1679) “Leviathan” adlı kitabı ile geldi. Mevcut kilise yapısını “Karanlıklar Krallığı” olarak tanımlayan Hobbes6; İncil’den alıntıladığı pasajlarla, aslında kilisenin sahip olduğunu iddia ettiği hiçbir üstünlüğe sahip olmadığını savundu. Bunun yerine; Yaratıcı’nın doğa yasaları yarattığını ve insanların buna ittiba etmeleri gerektiğini savunarak, buna “toplumsal bir sözleşme” ismini verdi. Ondan bir süre sonra, Katolik bir İngiliz Kral adayı olan Sir Robert Filmer’a uzunca bir reddiye yazan John Locke (ö: 1704) ise; lex dei gratia adı verdikleri, kralların Allah’tan aldıklarını iddia ettikleri yetkilerini eleştirdi ve bir zamanlar Aristoteles’in yaptığı gibi, doğanın gözlemlenmesi sonucu varlığın hakikatinin ve nihai doğrunun ulaşılabilir kılınacağını söyleyerek7 kendi toplumsal sözleşmesini ortaya çıkarttı. Hobbes ve Locke’u, Rousseau ve Kant’ın izlediği bu dönem, reformasyon dönemidir. Aslında reformasyondan da öte, renessaince dönemidir ki, latince “yeniden doğuş” olarak bilinen bu dönem, pagan Roma ve Atina düşünce sisteminin yeniden doğurulmasını ve Hıristiyanlığın, Nietzche’nin (ö: 1900) de Zerdüşt’ten alıntılayarak, “Tanrı öldü”8 diyece- 20 24 3 Papa Gelasyus’un İmparator Anastasius I Dicorus’a Mektubu 4 Salisbury’li John, Digesta,I, 17 , Paragraf 3. 5 Macchiavelli, Niccolo, Discourses On Livy , Sf. 34 6 Hobbes, Thomas, Leviathan, Bölüm “ Of the Kingdom of Darkness” sf : 445 7 Locke, John, Two Treaties of Government, sf : Bölüm 5 , 77. 8 Nietzche, Friedrich, Die fröhlinche Wissenschaft, s. 108 ği seviyeye gelen çöküşünün simgesidir. Batılı düşünce sisteminin öncülüğünün Mark, Hegel, Durkheim ve özellikle Darwin’in fikirsel atılımlarının temsil ettiği bu dönemde, kaçınılmaz olarak ortaya şöyle bir sonuç çıktı: Kendisini bir üst akıl, bir Yaratıcı fikrinden olduğu gibi soyutlayan Batı toplumu ahlaki ve aidiyetsel bir çoküşe hızlıca yol aldığını farkederek, bu durumu yeni bir metodoloji ortaya atarak dengelemeye çalıştı. Bu metodolojik sistem, hızlıca sekülerizm modeline dönüştü ve buna zorunlu olarak iltica etti. Çünkü bir üst yaratıcı ve hakim varlığı reddetmenin kaçınılmaz olarak ortaya çıkarttığı mantıki sonuç, eğer bu merdud varlık kendisine benzer bir varlıkla (bir başka Rab, Yaratıcı) ikame edilemiyor ise, varoluşu tesadüfi söylemlere sarılarak açıklamak ve onu rastlantısal, amaçsız ve sonu bilinmez bir reaksiyonlar zincirine indirmektir. İkinci adım ise bu yeni ihdas edilen sistem çerçevesinde adaleti, sosyal bağları, toplumsal yatay ve dikey ilişkiler bloklarını( mesela aile ilişkileri, yasa yapan ve yasaya uyanlar arasındaki farklar, Allah- kul ilişkileri) yeniden üreterek bunları üzerine bina edildikleri ahlaki soyut normlardan soyutlamaktan başkası değildir. Meşhur ateist-filozof Bertrand Russell (ö: 1970) bu konuda diyor ki: “( …. ) İnsan, günün sonunda neye erişeceği bilinmeyen bir takım sebep sonuç ilişkilerinin ürünüdür. Onun kökeni ve gelişimi, onun umutları ve korkuları, onun sevgisi ve inancı, atomların gelişigüzel sıralanmasından başka bir şey değildir. Hiçbir ateş, hiçbir kahramanlık, hiçbir duygu ve düşünce yoğunluğu ve hiçbir his, insanın mezardan sonraki hayatını sürdüremez, koruma altına alamaz. Tüm yaşanan çağların toplam işgücü, tüm adanmışlık, tüm ilhamlar; insan dehasının gün gibi parlaklığı güneş sisteminin devasa çöküşü içinde yok olmaya mahkûm olduğu gibi, insan erişimlerinin tüm kümülatif mabedi de, yıkıntılar evreninin molozları altında, hem de kaçınılmaz olarak, gömülecektir. Tüm varoluş, kesin bir biçimde yok olacaktır ve bunu reddeden hiçbir felsefe ayakta kalmayı umamaz.”9 Bugün eşcinselliğe, dinsizliğe, “farklı” düşüncelere, marjinalleşme eğilimlerine, göreceliğe gösterilen bütün müsamahanın temelinde, işte bu rastlantısallık aksiyomu bulunmaktadır. Nitekim bu sistemde rasyonalizm ve ölçülebilirlik dışındaki hiç bir normatif norm, mesela din, bir diğerini dışlayıp onun pahasına büyüme ve egemenlik kurma söyleminde bulunamaz. Çünkü onun siyasal ve sosyal dinamikleri de, tıpkı yıkmak istediği normlar gibi rastlantısaldır. Bu nedenle; bu savaş, eşitler arasındaki bir haksız savaştan başka bir şey değildir. Eşitler arasındaki savaş ise, doğal olarak kaos çıkartmaya mahkumdur ve rasyonalizmin önündeki en büyük tehdittir. 9 Russell, Bertrand, A Free Man’s Worship, sf. 9-10 Rebiu’l-evvel/Cemaziyelevvel Mutlaka anlaşılması gereken şey şudur ki; İslam’ın karşılaştığı en büyük düşman, bir devlet, bir din, bir anlayış veya bir güruh değildir. Asıl düşman, bu düşünce sistemleri ile İslam’ı bir satranç tahtasındaki güç ve değer bakımından eşit unsurlar olarak konumlamaya çalışan sistemin bizzat kendisidir! Bu sistem ise, sanıldığı gibi bir devletin veya hakim gücün güdümünde olmayıp, bizzat bunun mukabilince tüm devletler bu düşünce sisteminin tarihsel seyrinden süzülerek, bugünkü duruşlarını edinmişlerdir. İslam, bu ve benzeri sistemlere karşı verilen ilahi varoluş ve üstünlük savaşının ismidir. İslam bu açıdan, bir siyasal varoluşa gönderme yapar ve bu siyasal duruşun ontolojik kodları, varolan hakim düzenin içsel dinamiklerine yönelik tarihin gördüğü en büyük tehdidi oluşturmaktadır. Allah Subhanehu ve Teala der ki: “Sen yüzünü hanif olarak dine, Allah insanları hangi fıtrat üzere yaratmış ise ona çevir. Allah’ın yaratışında bir değişme yoktur. İşte dosdoğru din budur, fakat insanların çoğu bunu bilmezler.” (Rum, 30) Bu yazının önü ve sonu, bu ayet çerçevesinde okunduğu zaman anlamlıdır. Yukarıda kısaca verilen ayet çerçevesinde, Batı’nın muharref Hıristiyanlık dininden akılcılık dinine rücu ettiği ve insan fıtratından iyice koptuğu, yeni bir akıl dini tesis ettiği, bu dine ait yeni ibadet şekilleri ihdas ettiği gün yüzüne çıkmıştır. Mesela kamusal alanda sınırsız konuşma özgürlüğü, insanın doğayla bütünleştirilmesi, insan varoluşunun rastlantısallığa bağlanması ve bu sayede insani ve ahlaki değerler sisteminin, hayvani ve primitif görelilik normları ile değiştirilmesi ve tüm değerler sisteminin bir bıçak ile yatay bir şekilde kesilmiş gibi, eşdenik seviyeye getirilmiş olması, bu yeni dinin faaliyetlerinden birkaçıdır. Bu durumun bugün İslam dünyasında da kendine yer bulmuş olması, şu söylemlerin sıkça duyulmasına yol açmıştır: “Kimsenin düşüncesi kimseyi bağlamaz. Herkes istediği gibi davranmakta özgürdür. Senin düşüncenin onunkinden üstün olduğunu da nereden çıkardın? 1400 yılın kanunları bugün için uygulanabilir değildir.” Dikkat edilirse bu söylemlerin hepsi aynı altmetni taşımaktadır. Bu altmetin ise şudur: “Senin düşüncelerinin meşruiyet kaynağı olan Kur’an ile benim düşüncelerimin kaynağı olan akıl birbirine teşri ve tahkik açısından eş seviyededir ve böylece ilahi vahiy ne kadar söz hakkına sahip ise, benim düşüncelerim de o kadar söz hakkına sahiptir.” Ancak; bu sözün getirdiği birkaç problem vardır ki, bunlar bu yazının ikinci kısmını oluşturmaktadır. Öncelikle İslam, yukarıda sözü edilmiş tarihsel süzülme sürecinin bir ürünü değildir. Bu nedenle Kur’anın meşruiyeti ile insan rasyonalitesinin meşruiyet kaynakları aynı kökten beslenmemektedir. Bu tür kıyas ise, ancak aynı epistemolojik ve ontolojik köklerden beslenen düşünceler veya sistemler için geçerli bir söylem olabilir. Mesela Sosyalizm, Nasyonel Sosyalizm ve Liberal demokrasi sistemlerinin tamamı rastlantısallık, tarihsellik ve materyalizm üçlüsü üzerinden beslendiği ve neşet ettiği için, bunlar arasında kıyas yapmak meşrudur. Çünkü bu sistemlerin doğruluk iddialarının tamamı aynı kaynaktan çıkmaktadır. Böylece onlar bu zaviyeden bakıldığı zaman birbirine denk, sonuçları ve amaçları açısından ise farklılaşmış iddialardır. İslam ise, doğruluğu kendisinden menkul ve meşruiyet kaynağına insan eli değmemiş bir kökten uzanmaktadır. Bu nedenle; bu sistemlerin herhangi birisi ile İslam arasındaki en ufak bir kıyas tartışması, zorunlu olarak iman/inkar tartışmasına dönüşmek zorundadır. İkinci olarak; sözü edilen tarihsel süreçte ortaya çıkartılan yeni dinin en kalın umdesi rasyonelliktir, ki bu insanın kendi çıkarını en iyi şekilde hesap edip bunun için savaşım verdiği kabulune dayanmaktadır. Bu rasyonel insan, eninde sonunda tecrübe edebildiği ve hesaplayabildiği metalar üzerinde savaş vermek zorunda ve bu nedenle fiziki dünya ile kendisini sınırlamak zorundadır. Bu yeni insan, bu nedenle ahlaki normlarını ve değerlerini tamamen kendi çıkarları etrafında yeniden tanımlamak zorunda bırakılmış ve narsist bir varlığa dönüştürülmüştür. Batı’daki bireyselciliğin temelinde, işte bu nedensellik ilişkisi yatmaktadır. Çünkü; hiç bir amaca hizmet etmeyen ve tamamen tesadüfler üzerinde kurulmuş olduğuna inanılan bir dünyada insanın asli amacı, azami varoluşunu ele geçirmek ve kendisini güç, zenginlik ve prestij üzerinden yeniden tanımlamaktır. İşte ahlaki çöküşün nedensel ilişkisi de budur. İslam ise, rasyonelliği bir başka şekilde tanımlamaktadır. İslam, insan eylemlerinin fiziki sonuçlarının ölüm sonrasında da devam edeceğini iddia, ispat ve kabul ettiği için; İslami insan bu ahlaki kodlarla niyetlerini yoğurarak hesaplamalarını, vereceği hesaba göre ve beklediği dünya sonrası kazanıma göre yapmakla görevlidir. İctimai bir varlık olan insanın rasyonelliği onu, Batı’nın aksine daha filantropik, alturistik, dışa dönük ve bireysel fayda artırımı yerine, toplumsal fayda artırımına yönelmiş bir fiiller bütününü işlemeye yöneltmektedir. Çünkü İslamın tanımladığı ve arzu ettiği insan bilir ki; onun topluma yönelik işlediği her fayda, ona sadece kendisini düşünerek işleyeceği bir faydadan daha fazla kazanım getirecektir. Böylece İslami insan (homo islamicus), rasyonelliği bireysel fayda maksimizasyonunu aşacak ve toplumsal fayda maksimizasyonuna dönüşecek şekilde yeniden tanımlayarak, tek bir vücuda dönüşmeyi arzu etmektedir. Bu, ‘fıtratın islamı’ gereği böyledir. Bir diğer önemli öğe olarak Batılı insan; kurumsallaşmış, tekelleşmiş, yabancılaşmış ve farklılaşmış bir ayrıksı Hristiyan aristokrasisine karşı durarak, materyalizm dinini ihdas etmiştir. Bu durum, muharref bir dine karşı topyekün başkaldırıyı ve reddedişi, belli bir nebzeye karşı anlaşılabilir kılmaktadır. Çünkü bu din; ne toplumun avamının, ne burjuvasının, ne elitinin, ne de aristokratının ihtiyaçlarına ve çıkarlarına hizmet etmektedir. Bu dinde adalet, kanun, 21 25 LA GALIBE ILLALLAH dünyevi çıkar ve menfaat, sadece yozlaşmış bir zümrenin tekeline bırakılmıştır. Bunun fıtratın islamına ters olduğunu farkeden Batılı entelijensiya ise, bu fıtri yanlışlığı hedef alarak ilk hedefini kilise ve din olarak seçmiştir. Ancak onlar restorasyon yapmak yerine yıkımı seçmişler ve kötüyü daha kötü ile, yozu ise kaotik ile değiştirmişlerdir. İslam ise ictimai bir dindir. O, her şeyden öte bir nizam, bir sosyal sözleşme, bir hayat mekanizmasıdır. Onun getirdiği yasal düzen, dışarıdan gelecek tahrif hareketlerine karşı onu korunaklı kılmakta ve bu kimselerin meşruiyetlerini anında düşürmektedir. İslam ekonomik, adli, toplumsal düzen, aile düzeni ve yönetim yapısı itibariyle dikey değil, yatay olan bir yapıdır. İslam nizamı kendisine iman etmiş mu’minleri mutlak eşitliğe tabi tutmakla, onlar arasındaki dinsel bir hiyerarşiyi baştan engellemiştir. Bu ise insanların, tıkandıkları yerde öze yeniden atıf yaparak, tıkanıklığı aşmalarını sağlamıştır. Bu nizamda insan ve insanın hareketleri rastlantısal ve amaçsız kabul edilmediği için; nizam katı, kesin ve emredicidir. Bu ise, insanların mutlak olarak bir üst ahlak normuna bağlı kalmalarını gerektirir. Bu meşruiyet kaynağının mutlakiyeti ve değişmezliği, bir ödül ve ceza sistemi getirerek, yasalara uymayı da zorunlu kılmıştır. İşte, insanlığın aradığı fıtri nizam da bundan başkası olamaz. Çünkü; Kilisenin çöküşünden bu yana her Batılı çaba, bu sistemin ancak yoz bir kopyasını üretmeye adanmıştır. Burada sözünü edeceğim son nokta, belki de en önemli noktadır. Batı sistemi görecelilik düzenini getirdiğinden beri, kendi sistemsel dinamikleri çerçevesinde üretilmiş olan her düşünceye aynı önemi atfetmek zorunda kalmıştır. Bu ise, sistemde bir tıkanıklığa ve statikliğe yol açmaktadır. Nitekim; bilimsel ilerleyiş nosyonu ile yaşayan insanlar, biri diğerinden asla üstün olamayan onlarca farklı düşünce sistemi arasında sıkıştırılmış ve birinin diğerine üstünlük iddiası da, bu her şeyin rastlantısal olduğu sistemde geçerli bir söylem olmadığı için, yanıtsızlığa mahkum olmuştur. Çünkü; bir düşüncenin diğerinden üstün olabilmesi için, o düşüncenin farklı bir ahlaki ve düşünsel koda sahip olması lazım iken, Batı’nın bu rasyonalist düşünce hayatında, mezkur sebeplerden ötürü mümkün değildir. Burada haklılık ancak kaba kuvvet ile belirlenmekte, diğer bir deyişle sert güç, haklılık doğurmaktadır. Sosyalizmin, liberalizmin, faşizmin ve benzerlerinin birbiri ile sürekli olarak savaşmış olmalarının sebebi ise, işte bu sistemlerin her birinin, ellerindeki kaba kuvveti kullanarak, kazananın haklı ilan edileceği bu sistemde, haklı kabul edilme arzusudur. Bu, onların her birini statik birer din haline getirmiştir. İslam ise; haklılığını gücünden değil, gücünü haklılığından almaktadır. Nitekim o; kaynağını insani değil, İlahi bir kökten almaktadır ve tanımı itibariyle haklı olmak zorundadır. Bu, İslam’ı durağan düşünsel sistemlere karşı akışkan ve dinamik bir rakip olarak konumlandırmıştır. İşte bu nedenle, İslam’ın parolası hakimiyet üzerine kurulmuş ve 22 26 diğer sistemlerin neshedilmişliği ve tümden reddi üzerinden söylem geliştirmiştir. Bu dinamizm, kesin olarak onun tek haklı sistem olduğuna yönelik sarsılmaz güveninden gelmektedir. Nitekim; İslam nizamı kendi ahlaki ve düşünsel kodlarını yerleştirdiği toplumu yaratıp, bunu çalıştıracak ictimai sistemi, yani devleti de öngördükten sonra, bu haklılığını yaymak zorundadır. İşte bu nedenle “la ilahe illallah” demek, “İslam diğer sistemlerle eşit bir şekilde varolamaz ve diğerlerinin aleyhine genişlemek zorundadır” demektir. Sonuç olarak ise; İslam kendisini diğer tüm batıl sistemlere karşı meydan okuyan bir konuma yerleştirmiştir. İslam’ın olduğu bir odada, aynı masada başka bir sistemin; sekülerizmin, paganlığın, insani veya mensuh dinlerin oturması, İslam’ın tanımına aykırıdır. Ancak; bugün Batı’nın krizi (onun statik doğasına rağmen) nasıl dinamikleştirilmiş olmasından kaynaklanıyor ise; İslami toplumların girdiği kriz de, onun dinamik doğasına rağmen, statikleştirilmeye çalışılıyor olmasının sonucudur. İşte, Batı insanının aradığı ahlaki, idari, adli ve en önemlisi fıtri yanıtların tamamı; tam anlamıyla, özüyle, canlı kanlı olan dinamik İslam sisteminin içinde yatmaktadır. Bu, hem Batı’nın tarihsel kavgasının söylemsel içeriğinden çıkartılabilir, hem onların yeni ihdas ettiği dinin dinamikleri itibariyle fıtrata yakınsayan, ancak elbisesi itibariyle onla taban tabana çelişen sistemsel kodlarından anlaşılabilir. Batı, tüm bu aşamalardan ve başarısızlıktan sonra, fıtratının islamını İslam’ın fıtratında bulmak; Müslümanlar ise, dişleri modernist söylemlerle sökülmeye çalışılan İslam’a, yeniden heybetli dinamizmini vererek kendi fıtratına dönmek, fıtratının selameti için İslam’ın fıtratına yeniden teslim olmak zorundadır.! Ve âhiru da’vânâ eni’l-hamdu lillâhi Rabbi’l-âlemîn… Seyfullah Ömer Siyaset Bilimi Doktora Öğrencisi Rebiu’l-evvel/Cemaziyelevvel AILE ZEYNEP NURAN FIDAN NESLİ ISLAH AİLEDE BAŞLAR BİSMİLLAHİRRAHMANİRRAHİM Müslümanları 21. asrın kirli yumağında yuvalarını ıslaha iten bir takım hususlar vardır. Nitekim Rabbimiz Subhanehu ve Teala biz kullarına şöyle seslenir: “Ey inananlar! Kendinizi ve ailenizi, yakıtı insanlar ve taşlar olan ateşten koruyun. Onun başında, acımasız, güçlü, Allah’ın kendilerine buyurduğuna karşı gelmeyen ve emredildiklerini yapan melekler vardır.’’[1] Rasulullah (aleyhisselam): ‘’Allah (c.c) her çobanı, güttüklerini koruyup korumadığı hususunda hesaba çekecek. Hatta kişi aile efradından hesaba çekilecek’’ buyurmuştur. [2] Hesap günü kendi nefsimizi ıslahtan sonra; bize ilk sorulacak olan, ehlimizi ıslah konusu olacağı güneş gibi ortadadır. Bu hususta Allah’tan korkmalı ve yuvalarımızı fitne-fesad merkezi değil; sulh-salah menşei haline getirme gayretinde olmalıyız. Şimdi icraate geçip neler yapılabilir; bunlara bakalım. 1. Allah katında övülen bir eve sahip olmak istiyorsanız evinizi Allah’ı (c.c) zikir mekanı yapın. Bakınız hayat kitabımızda övülen ev modeli: “Allah’ın, yüceltilmesine ve içlerinde adının anılmasına izin verdiği evlerde hiçbir ticaretin ve hiçbir alışverişin kendilerini, Allah’ı anmaktan, namazı kılmaktan, zekâtı vermekten alıkoymadığı birtakım adamlar, buralarda sabah akşam O’nu tesbih ederler. Onlar, kalplerin ve gözlerin dikilip kalacağı bir günden korkarlar.’’ [3] Rasulullah (aleyhisselam); “İçinde Allah’ın zikredildiği ev ile Allah’ın zikredilmediği evin misali diri ile ölünün misali gibidir” buyurmuştur. [4] Öncelikle evlerimizi diri tutmamız gereklidir. Bu diriliş elbetteki Rasulullah (aleyhisselam) ın sahih sünnetinde beyan ettiği sabah-akşam zikirleri, miracımız olan namaz, şer-i ilimleri tahsil vb. çeşit amellerle gerçekleşebilir. Böylesi evlere melekler sicim sicim iner. Öyleyse evlerinizi çeşitli zikirlerle diriltin ey Allah’ın kulları! 2. Allah subhanehu ve teala’nın Musa aleyhisselam ve kardeşi Harun aleyhisselam’a evler hakkındaki uyarısını dikkate alalım. Rabbimiz onlara evlerinde bulunması gereken bir mekandan haber veriyor; “Biz de Musa ve kardeşine: Kavminiz için Mısır’da evler hazırlayın ve evlerinizi namaz kılınacak yerler yapın, namazlarınızı da dosdoğru kılın. (Ey Musa!) Müminleri müjdele!” [5] Görüyoruz ki ahir zamanda bu ayet çok garip kalmış. Zira insanlar evlerine oturma, yatma, yemek için odalar tahsis ederken, dinin direği Namaz için yer ayırmamaktalar. Bir hocam eskilerden bahsederken şöyle demişti: Her ev ahalisi evinin bir köşesinde namaz kılınması için yer ayırır ve buraya "Evin Musallası/Namazgâhı" veya "Evin Mescidi" adını verirdi. Alışılmışın dışına çıkıp, bu uygulamayı yeniden yürürlüğe koyarak, müminlere örnek olup, iyilikte yeni bir çığır açarak amel defterinize bir salih amel daha ekletebilirsiniz. 3. Yaratan Rabbinin adıyla oku! O, insanı bir alakadan (embriyodan) yarattı. Oku! Rabbin sonsuz kerem sahibidir. O Rab ki kalemle yazmayı öğretti. İnsana bilmediği şeyleri öğretti. [6] İlk emri “oku” olan dinimiz, elbette ki evlerimizde de bunu bizden uygulamamızı ister. Ailemizde ki kişilerin eğitimine ışık tutacak bir kütüphane, evlerimizde zaruri birer ihti- 23 27 LA GALIBE ILLALLAH yaçtır. Vitrinlerimizi süs eşyaları, bardak takımları, fincan takımları, yemek takımları gibi gereksiz furuatlarla doldurmak yerine; hadis külliyatları, tefsir takımları ve çeşitli kitap serileri ile taçlandırmamız daha faydalıdır. 4. Evlerimiz de bulunan CD çalar, teyp vb aletleri hayırda ve şerde kullanmak kulun kendi iradesindedir. Dilerse onu bir nimet olarak benimseyip, değerli ilim ehlinin vaaz ve sohbetlerini dinleyip nefsine nasihatçi edinir; dilerse de fasık, facir ve kafirlerin içlerinde çeşitli münker ve haram barındıran kayıtları ile nefsini ve ehlini ateşe sürükler. Biz müminler tabiki felaha ulaştıran yolu kendimize şiar edinip ‘sesli kütüphanemizi’ ilim ehlinin kaset ve videoları ile doldurup, haftanın belirli gün ve saatlerinde ailece toplanıp yararlanabiliriz. 5. Evler de olmazsa olmazlardan biri de ‘sadaka kutuları’dır. Bakınız Rabbimiz ne buyuruyor: “Onların mallarından sadaka al; bununla onları (günahlardan) temizlersin, onları arıtıp yüceltirsin. Ve onlar için dua et. Çünkü senin duan onlar için sükûnettir (onları yatıştırır). Allah işitendir, bilendir.” [7] “Sadaka veren erkeklere ve sadaka veren kadınlara ve Allah’a güzel bir ödünç verenlere, verdiklerinin karşılığı kat kat ödenir ve onlara değerli bir mükâfat vardır.” [8] Ayete sağır kalmak biz mümin kullara yakışmaz. Bu hususta ailemizle beraber bir sadaka kutusu (ecir kutusu) belirleyip, evde bir yere, fakir ve yoksullar için tabiri caizse banka hesabı açabilirsiniz. Bu sayede çoçuklarımızı da buna alıştırmamız, çeşitli hastalıklardan koruduğumuz gibi cimrilik hastalığından da korumamız ve önlem almamız elzemdir. Sonuç olarak; Çağın incisi konumunda olan, pırıl pırıl parlaklığı ile asrın karanlığını nurlandıran değerli Muvahhid\ Muvahhide kardeşlerim! Bizatihi önceliğiniz nefsiniz ve Ehlinizdir. Bunun bilinci içerisinde olun ve Allahtan korkun. İslam devletini öncelikle evlerinizde kurumsallaştırın. Nesli ıslahı önemseyin ve bu hususta çalışmalara evveliyetle evlerinizden başlayın. Bunu yapmanız durumunda diğer asra felah yolu açılacak ve zafer muhakkak ki yakınlaşacaktır biizniillahiteala.. DİPNOTLAR: 1-66\Tahrim, 6 2-Sahihu’l- Camii’s-Sağir, 1775 3-4\Nur, 36-37 4- Muslim Ebu Musa el-Eş’ari’den (r.a) rivayet etmiştir. 1\539 5-10\Yunus, 87 6-96\Alak, 1-5 7-9\Tevbe, 103 8-57\Hadid, 18 24 28 Rebiu’l-evvel/Cemaziyelevvel TABAKÂT BIYOGRAFI Dr. Muhammad Amin Samad İMÂM el-KURTUBÎ RAHİMEHULLAH BİSMİLLAHİRRAHMANİRRAHİM Tefsîr alanında bahsedilmeye layık klasik Müslüman âlimlerden biri Ebû Abdillah Muhammed İbn Ahmed'dir. Unvanı; hicrî 610 (m. 1214) yılında doğduğu şehre nispeten, Kurtubalı (Endülüs) anlamında el-Kurtubî'ydi. Gençliğinde çömlek yapımında kullanılan toprak taşımacılığı yaparak ailesinin geçimine katkı sağlamıştı. Endülüs’te o zaman için yaygın olan Mâlikî mezhebine bağlıydı. Genelde Endülüs ve özelde Kurtuba eğitimin merkezi, âlimlerin ve takdire şayan yazılar yazan yazarların bulunduğu belde olarak bilinmekteydi. Endülüs’te kitapların çoğu Kurtuba şehrinde bulunmaktaydı ve halka açık kütüphanelerine azami özen gösterilirdi. Ticaret yapmak için de en uygun pazar yeriydi. O denli ki, şöyle söylenirdi: “Sevilla'da biri öldüğünde ve satılacak kitapları bulunduğunda, satılmak üzere Kurtuba'ya getirilirdi.” 10. asırda İslâm medeniyeti zirveye ulaştı ve 12. asrın başlarında Endülüs’te müslümanların sayısı 5.6 milyona ulaşmıştı. Sadece Kurtuba'da 113 ve 200 bin arası konut, 600 ve 700 arası mescit, 300 ve 900 arası halka açık hamam, 10 bin lamba, 50 hastane, aydınlatılmış ve taşla döşenmiş sokaklar mevcuttu. Beş vakit farz namazları öncesi gerekli olan abdest için, halka açık abdesthaneler açılmıştı. Avrupa'nın geri kalanı cehâlet içindeyken, 70'den fazla kütüphane, kitabevi ve araştırma kurumları, müslüman İspanya'da geliştirilmişti. Endülüs’ün bu altın çağında büyük âlimlerden, 1400'den fazla tıbbi ilacın tarifinden bahseden İbn el-Baytar, düşünür olmakla beraber hekim olan İbn Sinâ, İbn Tufeyl, İbn Rüşd ve yahudi asıllı düşünür Maimonides (İbn Meymûn) bulunuyordu. Cerrahi'nin babası olarak bilinen ez-Zehrâvi, eserini İbranice, Latince ve Kastilyaca'ya tercüme ettirmişti. Karşılaştırmalı dinlerde günümüze dek İbn Hazm'ın “el-Fasl fi'l-Milel ve'l-Ehva ve'n-Nihal” isimli eseri iyi bilinmekteydi. 11. asırda Arap ilim adamları üzerine yazılmış ansiklopediler, çeşitli ilim dalları hakkında ansiklopediler oluşturmuştu. Bunların arasında tıp (ilaç), astronomi, biyoloji, zooloji, botanik, kimya, fizik, matematik, cebir, geometri vs. bulunmaktaydı. İyi bilinen âlim Ebû Bekr İbn el-Arabi o zaman için Endülüs’teki çocukların eğitimi hakkında şunu demişti: “Müslüman çocuklara îmân konusunda yeterli bilgi ve anlayış edindirdikten sonra, yazı yazmayı ve aritmetik (sayı, ölçme ve hesap bilgisi), klasik Arap şiirinin ezberletilmesi, Arapça dilbilgisinin öğretilmesi ve olgunlaşıp genç olduklarında Kur'ân'ın ve peygamberin hadislerinin öğretilmesi yöneticinin göreviydi.” Yöneticiye çocuklara, iyi anlama, güçlü gayret ve hızlı kavrama kabiliyetine sahip olmadıkları sürece, iki konuyu aynı anda öğretilmemesi tavsiyesinde bulunmuştu. El-Kurtubî'nin doğduğu Kurtuba şehri bu durumdaydı. Şehrin onun eğitimi için tanıdığı olanaklardan elinden geldiği kadar istifâde etmişti. Babası Ahmed m. 1230'da İspanyalılar’ın saldırısı sırasında ölmüştü. Ve 6 yıl sonra 1. Kral Fernando m. 1236'da Kurtuba'yı ele geçirdi ve bir çok Müslüman, şehri terk etti. el-Kurtubî ise Mısır'a geçti. İnsanların çoğu Sevilla'ya eğitim için geçmelerine rağmen, el-Kurtubî âlimlerin yoğun olduğu Mısır'ı tercih etti. İskenderiyye'ye yerleşti ve orada hadîs ve tefsîr ilimlerini okuduktan sonra Kahire'ye geçti. Ve ardından h. 671/m. 1273'te vefâtına kadar Asyut şehrinin kuzeyinde olan, Munyah İbn Khuşayb'te yerleşik kaldı. El-Kurtubî bir çok kitap kaleme almıştı ve bunların içinde en önemli ve günümüzde de çok meşhur olan “el-Câmi' li-Ahkâmi'l-Kur'ân” (Kur'ân'ın Ahkâmlarını Toplayan) isimli eseriydi. Kitabın ismi de işâret ettiği gibi, amaç Kur'ân'dan hukuk esas ve kurallarını çıkarmaktı. Ancak, onun yorumları ahkâm içeren âyetler ile sınırlı değildi. Bir bütün olarak Kur'ân'ın, zamanında Endülüste yaygın olan 25 29 LA GALIBE ILLALLAH Mâlikî mezhebi doğrultusunda yorumuydu. El-Kurtubî Mâlikî mezhep taassupcusu değildi, doğru bildiği görüşe uyardı. “Oruç gecesinde kadınlarınıza yaklaşmak size helal kılındı.” Bakara Sûresi, 187 âyeti üzere yaptığı yorum buna örnektir. Kurtubî; âlimlerin Ramazân'da unutarak bir şey yemek konusundaki ihtilaflarından ve İmâm Mâlik'in kişinin orucunun bozulduğu ve iâdenin gerekli olduğu görüşünden bahsettikten sonra şöyle demiştir: “İmam Mâlik'ın dışındaki görüşe göre, kişinin unutarak yemesi orucunu bozmaz. Ben derim ki, bu doğru olandır ve âlimlerin çoğunun görüşü bu doğrultudadır.” El-Kurtubî'nin tefsîrindeki metodu şöyledir: e. İbn Arabî'nin “Ahkâmu'l-Kur'ân”ı… Kur'ân'ın İlkeleri olarak tercüme edilmiştir. Ebû Bekr İbnu'l-Arabî (ö. h. 543/m. 1148) öğrenim ve kıraat ilimleri aldığı Sevilla'da h. 468/m. 1075'te doğmuştu. Daha sonra h. 485/m. 1092'de babasıyla öğrenim gördüğünde Suriye'ye taşınmışlardı. Ve daha sonra öğrenimine Bağdat ve Mısır'da devam etti. a. Nuzul sebeplerinden, okuma (kıraat) farklılıklarından, i'râb (kelimelerin harekeleri ile ilgili ilim dalı), nâsuh ve mensûhla ilgili âyetler ve anlaşılması zor olan kelimeler hakkında bahsetmiştir. El-Kurtubî'nin tefsîri daha sonra gelmiş olan Kur'ân yorumcularını baya etkilemişti. Onların arasında şunlar vardır: b. Doğru bir karara varmak için, sıkça dilin ifâde biçimlerine ve Arap şiirlerine başvurmuştur. c. Mutezile, kaderiyye, râfizileri, filozofları ve sapkın sûfileri reddetmiştir. d. Efsanevi hikayeleri tamamıyla elememiştir; lakin bir çoğundan sakınmıştır ve bazen tuhaf Yahudi efsanelerinden bahsetmiştir. e. Takipçilerine sıkca her görüşü sunmak için, Kur'ân'ı tefsîr ve doğru hüküm çıkarmadaki uzmanlıklarına binâen ilk nesilden (peygamberin arkadaşları) atıflar yapmıştır. El-Kurtubî tefsîrinde büyük ölcüde bir çok geçmiş âlimin tesirinde kalmıştır ve onların yorumlarından bahsetmiştir. Ve özellikle hüküm konularında kaynak almıştır. Kaynakları arasında şunlar vardır: a. et-Taberî'nin “Câmi' el-Beyân fî Tefsîru'l-Kur'ân”ı… Özellikle hadîsler ve Peygamber'in arkadaşlarından gelen rivâyetlere dayandırılarak yapılan âyetlerin açıklamaları. b. el-Mâverdî'nin “el-Ahkâmu's-Sultâniyye”si... Devlet Nizâmı olarak tercüme edilir. Şâfiî ve kadı olan Ebû'l-Hasan el-Mâverdî (m. 974-m. 1058)'nin eseri, siyasal teori ile ilgili olarak kamu hukuku alanında en önemli klasik teorik açıklama olarak kabul edilirdi. c. el-Nahhâs'ın “İ'râbu'l-Kur'ân”ı… Kur'ân'ın İfâdesi olarak tercüme edilir. Ve “Ma'ânî'l-Kur'ân”ı… Kur'ân'ın Manâları olarak tercüme edilir. Ebû Ca'fer Ahmed en-Nehhâs (ö. h. 338/m. 950) Mısırlı bir gramerci, yazar ve Kur'ân yorumcusuydu. d. İbn Atiyye'nin “el-Muharriru'l-Vecîz fî'l-Tefsîr”i… 26 30 Kur'ân'ın Yorumu Üzere Kısa ve Etkili Bir Yazar yada yalın şekilde Tefsîr İbn Atiyye olarak tercüme edilmiştir. El-Kâdî Ebû Muhammed Abdu'l-Hakk İbn Atiyye (ö. h. 542/m. 1147 yada h. 546/m. 1151) Endülüslü âlimlerden, Kur'ân tefsîri, kıraat ilmi, Arapça dilbilgisi ve gramer, belâgat ve el-Kurtubî'nin de tefsîrinde faydalandığı İslâm hukuku ilimlerini almış bir Granatalı’ydı. a. İbn Kesîr'in “Tefsîru'l-Kur'ânu'l-Azîm”i, Azîm Olan Kur'ân'ın Tefsîri ya da kısaca Tefsîr İbn Kesîr olarak tercüme edilmiştir. Ebû'l-Fîdâ İbn Kesîr İbn Teymiyye ve ez-Zehebî'nin öğrencilerindendi. h. 774/m. 1373 yılında Şam'da vefât etmiş ve öğretmeni olan İbn Teymiyye'nin yanına defnedilmiştir. Tefsîri genellikle yoğun bir şekilde âyetleri açıklamak üzere Peygamber'den gelen rivâyet ve sahâbe kavillerinden oluşmaktadır. b. Ebû Hayyân'ın “el-Bahru'l-Muhît”i, Geniş Deniz olarak tercüme edilmiştir. Ebû Hayyân el-Garnatî (Garnatalı) h. 654/m. 1256'de doğmuştur. Kur'ân yorumcusu, Arap dili gramercisi ve dilbilimcisiydi. İlim elde etmek için Tunus ve Mısır'a (İskenderiyye, Kahire, Dimyat ve Minya) yaygın bir şekilde yolculuklar yapmıştır. Sibeveyh'in Arap dili gramer kitabını ezberlediği söylenmiştir. Kur'ân'ı açıklama ilmini, İskenderiyye'de Memluk Sultan el-Mansûr Kalâvûn isimli kolejde ve h. 745/m. 1344 vefât ettiği Kahire'de İbn Tûlûn mescidinde vermiştir. KAYNAKLAR: - http://www.alukah.net/culture/0/76537/#ixzz3tmZOh94Y - http://www.alukah.net/culture/0/76537/ - http://www.hasbunallah.com.au/tafseer-e-qurtubi-arabic-al-jame-al-ahkam-al-quran/ - https://en.wikipedia.org/wiki/Al-Qurtubi - http://www.hispanicmuslims.com/andalusia/andalusia.html - http://www.bbc.co.uk/religion/religions/islam/history/spain_1. shtml Makalenin kaynağı: https://www.academia.edu/19615757/21._ AL-QURTUBI1 1 Yazı 11 Aralık 2015’te kaleme alınmış olup Murat Sarıkaya tarafından tercüme edilmiştir. Rebiu’l-evvel/Cemaziyelevvel SIZDEN GELENLER IBRAHIM SOLAK İSLAM KADINA DEĞER VERİR BİSMİLLAHİRRAHMANİRRAHİM Bu bölümde Yüce Allah'ın, kadın kullarına verdiği değeri, onları muhatap aldığı hükümlerin arka planında ne gibi hikmetler gözetmiş olduğunu hep birlikte anlamaya çalışacağız. Aynı zamanda Yüce Allah'ın, kulları üzerinde izlemelerini istediği yol(şeriat) ile, kulların hadlerini aşmak suretiyle ortaya koydukları bâtıl sistemleri, kıyas yolu ile karşılaştıracak ve sağlam bir sonuca varmış olacağız. • Birinci Mesele: Geçmişten günümüze gayrimüslim toplumların kadına bakışı: a) Arap yarımadasında Kadın Arap yarımadasında, İslam dininden önce kadına bakış, diğer bölgelerden farklı değildi. Onlar erkek çocukları ile 'müjdelenir', kız çocukları ile 'teselli' edilirlerdi. Bu onlar için oldukça utanç vericiydi. Nitekim Allah azze ve celle konu ile ilgili şöyle buyuruyor: "Onlardan birine kız müjdelendiği zaman öfkelenmiş olarak yüzü kapkara kesilir, kendisine verilen müjdenin kötülüğünden dolayı kavminden gizlenir. Onu, aşağılık duygusu içinde yanında mı tutsun, yoksa toprağa mı gömsün! Bakın ki, verdikleri hüküm ne kadar kötüdür!" (Nahl Suresi 58, 59) b) Yunanlılarda Kadın Horlama ve aşağılama... Hatta insanlar kadını, şeytanın fiilinden bir pislik olarak isimlendiriyorlardı. Kadın, pazarlarda alınıyor ve satılıyordu. Yine kadın, miras hakkından ve malda tasarruf hakkından mahrumdu. Bu kötü tavra karşılık, Allah'ın Rasulü, Hz.Muhammed şöyle buyuruyor: “Kadınlar size Allah’ın bir emanetidir.” (veda hutbesi) c) Romalılarda Kadın Baba, kızına bakmakla yükümlü değildi. Kız, babanın ayağının altına konurdu. Eğer ayakları üstündeyken onu kaldırırsa; bu, onun kızı kabul ettiğine delil sayılırdı. Eğer kaldırmazsa; bu, babanın kızı reddettiği anlamına gelirdi. Kız, açlıktan ve susuzluktan, güneşin sıcağı veya kışın soğuğundan ölünceye kadar bu şekilde kalırdı. Kız çocuğu, hayatta olduğu sürece babasına boyun eğerdi. Romalılar, "Kadının ruhu yoktur." derlerdi. Bunun için onlar, kaynamış yağı bedenine dökerek ve direklere bağlayarak ona işkence ederlerdi. Hatta onlar, masum kadınları atların kuyruklarına bağlarlar, kadın ölünceye kadar atları hızlı bir şekilde sürerlerdi. d) Çinlilerde Kadın Erkeğin, hanımını, bir cariye gibi satma hakkı vardı. Koca öldüğünde, sanki miras bırakılan bir servetmiş gibi kadın üzerinde ailesi hak sahibi olurdu ve kocanın, hayattayken hanımını toprağa gömme hakkı vardı! Karı-koca ilişkilerindeki seviyenin içleracısı olduğunu söylemek hiç de yanlış olmaz. Bakın Rabbimiz ne buyuruyor: “Onlar sizin örtüleriniz, siz de onların örtülerisiniz. Onların sizin üzerinizde, sizin de onların üzerinde haklarınız vardır.” (Bakara Suresi, 187) e) Hintlilerde Kadın Kadının, kocası öldüğü gün ölmesi, hayattayken aynı ateşte onunla birlikte yanması gerekiyordu. Hintliler, yaşamı boyunca kadını eksik sayarlardı. f) İranlılarda Kadın Evlenilmesi yasak olan kimselerle evlenme serbestliği vardı. Metres ve dost edinme serbestliği vardı. Kadın, adet döneminde şehrin dışında uzak bir yere sürülürdü. Kendisine yemek getiren hizmetliler dışında kimsenin onunla ilişkide/ iletişimde bulunmasına izin verilmezdi. Erkeğin, kadın 27 31 LA GALIBE ILLALLAH üzerinde dilediğini yapma hakkı vardı. Bundan dolayı onun öldürülmesine de karar verebilir, yaşamasına da izin verebilirdi. g) Yahudilerde Kadın Bazılarına göre kız çocuğu, hizmetçi konumundadır. Babanın, onu satma hakkı vardı; çünkü kız çocuğu onlara göre eksiktir. Babasının, erkek çocuklardan gelen bir soyu olmadıkça ve babası hayattayken ona bağışta bulunmadıkça, kadının mirasta hakkı yoktu. Kadın lanetli kabul edilirdi ve hayızlı olduğunda, onunla birlikte oturulmaz, yemek yenilmez ve kadın, kirlenmemesi için hiçbir kaba dokunmazdı. Bazı yahudiler, hayızlı kadın için bir çadır kurar, önüne de ekmek ve su koyarlardı. Temizleninceye kadar kadını bu çadırda bırakırlardı. h) Diğer Batı Toplumlarında Kadın Kadının, şeytanın kapısı olduğunu ve onunla ilişkide bulunmanın bizzat günah/pislik olduğunu ilan ettiler. Kadın aşağılanıyor ve küçümseniyor, hatta "Kadın, bir insan olarak kabul edilir mi, edilmez mi? Kadının ruhu var mıdır, yok mudur? Eğer onun bir ruhu varsa, bu hayvanî bir ruh mudur, yoksa insanî bir ruh mu? Eğer insanî bir ruh ise, erkeğin ruhu seviyesinde midir, yoksa ondan daha aşağı mıdır?" başlıkları altında araştırma kongreleri/oturumları düzenleniyordu. Sonunda, kadının bir insan olduğuna, ancak sadece erkeğe hizmet için yaratılmış olduğuna karar verdiler. Fransız kanunlarında kadın, eksik kabul edilirdi. İngiliz kanunlarında, erkeğin, hanımını satma hakkı vardı. Yaklaşık olarak geçen yüzyılın yarısına kadar, İngiliz kanunlarında kadının kişisel hakları yoktu. Kazandığı mallar konusunda da hakkı yoktu. Giydiği elbiseler de dahil, herhangi bir şeye sahip olma hakkı yoktu. • İkinci Mesele: Günümüzde Kadınlara Tecavüz Yoluyla Yapılan Saldırılar: Birleşik Devletlerdeki tecavüz oranının, dakikada 1.3'e yani yılda 68.000 yetişkin kadına ulaştığı açıklanmıştır. Araştırma, yaşı 18'den az olan genç kızlardan yüzde 61'inin tecavüz vakalarıyla karşılaştığına, yaşı 11'den az olan çocukların yüzde 29'unun da her tür tecavüzle karşılaştığına işaret etmektedir. Rakamlar, tecavüz oranının, önceki yıla oranla yüzde 59 oranında arttığını ortaya koymuştur!! Yine başka bir Amerikan araştırması, tecavüz suçlarının, yabancıların saldırıları ve fiilleri olduğunu, kış mevsiminde azaldığını, çünkü insanların bu mevsimde dışarıya çok çıkmadıklarını belirtir. Ayrıca karşılaşma fırsatları da daha az olmaktadır. Bu sözleri, bilimsel bir sonuçla açıklamak istersek şöyle diyebiliriz: Yabancı erkek ve kadınların birbirine karışması/ biraraya gelmesi azaldığında, tecavüz de azalmaktadır. Yani yüce İslam dini, yabancı erkek ve kadınların birbirine karışmasına/biraraya gelmesine engel olarak bu fırsatları 28 32 ve alanları daralttığında, kuşkusuz tecavüz suçlarına engel olmakta, bu fırsatlara ve alanlara sınır koymaktadır. İslam'a tam bir şekilde sarılmamasına rağmen, Müslüman toplumlarda tecavüz suçları oranı düşüktür. Bazı Müslüman toplumlarda tecavüz suçlarında artış görülmeye başlandıysa; bu, ancak o toplumun İslam'dan ve onun emirlerinden uzak olmasından kaynaklanmaktadır. • Üçüncü Mesele: Kalitesiz Bir Yaşam: Bazen kadına, parasından veya maaşından dolayı zulmedilir ya da ömrünün en parlak döneminde kadının güzelliğinden faydalanan, güzelliği kaybolduğunda da acımasız ve gayrı insânî bir şekilde kenara atan medya sahipleri gibi kazancını ele geçirmek isteyenler tarafından haram olan işlerde kullanılmaya zorlanır. Onlar, barlar, diskolar, çeşitli sektörler ve onlara bağlı gayri İslami firmalar vb. gibi yerlerde kadınları ticaret malı olarak kullanırlar. Peki hal bu kadar kötü iken, kadınlar asıl ait ve sorumlu oldukları yer olan evlerinde kalmaya değil de, neden bu tip işlerde çalışmaya meylederler, sorusu canlanıyor zihnimizde? Cevabı oldukça basit! Toplum kadına, evinde kalan kadının boş, eksik ve çalışmayan bir kadın olduğu izlenimini veriyor. Böylece toplum onu, ailenin/evin dışında çalışmaya ve buna uyum sağlamaya zorluyor. Hatta bu iş, çok zor ve ücreti düşük olsa da! Böylelikle toplum, bu kadının evlilik hayatında istikrarı yakalamasını engelliyor, ona ailevî huzuru yasaklıyor; hatta bu kadınların bir çoğu, iş yorgunluğu ve ev işlerine güç yetirememesi nedeniyle stres ve üzüntü yaşıyor. Peki bu kadına zulüm değil midir?!! Araştırmacı Necat Abdullah Milyebârî, doktora tezinde şu sonuçları çıkarmıştır: “Ev dışında çalışan ve 6-8 saati ev dışında geçiren kadınların %73'ünün, çocuklarının problemleri artmaktadır. Bu durum, çocuklarda bazı psikolojik sorunlara neden olmaktadır.” Tüm bunlardan bahsettikten sonra, Müslüman kadının konumuna gelirsek, onlar mutluluk ve afiyet içindedirler. Müslüman kadın, babasının merhameti, kocasının himayesi, kardeşlerinin yakınlığı, evlatlarının sevgisi arasında; ihtiyaçlarını karşılayan, isteklerini yerine getiren ve arzularını gerçekleştiren onurlu, saygın ve korunmuş bir konumdadır. Hatta Batılı kadınlar da, onlar gibi olmayı, onların ulaştığı yere ulaşmayı, onların elde ettiğinin bir benzerini elde etmeyi ümit ederler. Lakin; onları huzura iletecek olan İslam, içinde bulundukları bataklıklarda kendilerine yine unutturulur. Rabbimizden bu hususta, kadın kulları için hidayet, afiyet ve sıkıntılarının bir an evvel bitmesini diler, henüz iman etmemiş gayrimüslim kulları için de cennet, yani kurtuluş yolu olan İslam'ı onlara nasib etmesini dileriz. Rebiu’l-evvel/Cemaziyelevvel KONUK YAZAR LEVENT AKINCI ŞEYHİ OLMAYANIN ŞEYHİ ŞEYTAN MIDIR? BİSMİLLAHİRRAHMANİRRAHİM Asrı Saadet ve sonra Emevî-Abbasî-Osmanî toplamda 1300 sene boyunca arzda İslam Devleti hakim idi. Tarık Bin Ziyad, Harun Reşid, Salahaddin, Baybars, Süleyman, Murad vs Altın çağlarıyla da Haccac, Memun, Mahmud vs bidat ve günahın arttığı devirleriyle de neticede İslam idi, bu asırdakiler gibi tağut değildi.. Ve hanedandır değişen, devlet aynı devletti. Ümmet cemi' Ehli Sünnet ümerasıyla ulemasıyla icma halinde biat etmiştir üç hanedanın hilafetine de! Bu bile gösterir ki; uç fikirlerin tarihte bir karşılığı yoktu. Ümmetin kadim geleneği ne rabıtacı nakşiler gibiydi, ne de havaric gibiydi... Birileri tarihe çarpıtıp söverek, birileri de kendine yontarak çarpıtıp istismar ederek alimin az, vaizin çok olduğu bu fitne asrında bulanık suda avlanmaya çalışmaktadır. Yazımıza Batıni Sufiyye’den giderek başlığımızı açalım. Hilafet-i Osmani’de Hanefi-Maturidi ulema bakalım bir kısım mistik hezeyanlar için ne demişler. Çünkü biz bazen bazı hurâfelerden bidatlerden sakındırdığımızda; bunun Selefi reflekslerle söylenmiş aşırı fikirler olduğunu, esasen Maturidî, Eş'arî, Zahirî sair Ehli Sünnet ulemanın; yani neredeyse son bin yıllık cemi' ûlemanın ve ümerânın ve İslam Devlet geleneğinin bunlara itibar etmediğini vs söyleyerek akide ve fikirlerimizi itibarsızlaştırmaya ve bizi yalnızlaştırmaya çalışıyorlar. Hem Selefin akidesine iftira ediyorlar aşırı diyerek, hem de sair Sünni Halef ulemasına iftira ediyorlar, sanki onlar bu sapıklıklara muhalif değillermiş gibi bir hava vererek. Batinî sufiyye de, aynı menşei olan Rafızilik gibi fırıldaktır malum: Takiyye, tahrif, hile, hud'a... Osmanlı Hilafeti’nin en büyük 3 alimi kimdir dense, rahatlıkla saymak mümkündür ki; İmam Muhammed Birgivi, İmam İbrahim El Halebi, Şeyhülislam Ebu Suud’dur! (Rahimehumullah) Bunların yanına Müftü Molla Hüsrev, Müftü Fahreddin el Acemi, Müftü Ebul Beka el-Kefevî, Dersiam Kadızade İslambulî, Hasan Kâfi el-Akhisarî, Molla Rudanî, Molla Aliyyul Kari, Allame İbni Abidin ve Ahmed Cevdet Paşa vs de rahmetullahialeyhim eklenebilir; ki sayfalarca cilt cilt sadece isim listesi yazmakla bitmez. Lakin; ilk üçü kimdir denilse, rahatlıkla bahsettiğim alimleri sayabiliriz.. Halife Sultan 2.Selim zamanında, Padişah hocası Ataullah Efendi’nin teşvikiyle Halife tarafından Birgi’de inşa edilen Dar'ul-Hadis baş müderrisliğine atanacak olan İmam Muhammed Birgivi ve Halife Sultan Süleyman devrinde Fatih Camii İmamı olan İmam İbrahim Halebi ‘Süleyman Asrı’nda1 yaşamış ve daha devrinde haklı hakikatli hörmet ve şöhreti görmüşlerse de, asıl ondan sonraki tüm 4 asır boyunca Devlet’e rengini vermiştirler! ‘Birgivi Risaleleri’ halifeden çobana dek tüm ümmete mal olmuş ve resmi akide ve ilmihal kitapları olarak kabul edilmiş, hatta itiraz eden sufilere inat, haklılığının sorgulanması bile yasaklanmıştı! Halebi’nin ‘El-Mülteka’sı kadıların resmi el kitabı olarak devlet yıkılana dek yürürlükte olmuştur ve bu gün dahi Hanefi Türk halkı namazı ‘Halebi Sağîr’e göre kılmaktadır. Ve Şeyhülislam Ebu’s-Suud Rahimehullah ise, ‘İrşad-ı Akli Seliym’ adlı tefsiri ve Fetvalar’ı ve daha nice eseri ile hem o asra, hem de tüm sonraki asırlara mührünü vurmuştur. Her üç alim de sahalarında aşılamamış Hanefi-Maturudi büyükleridir. Sufizme meyyal tarihçi Peçevi, Ebu Suud’u anlatırken; ‘tek kusuru tarikata suluk etmeyişidir’ der. Elhamdulillah, buradan da bir kez daha anlıyoruz ki, Ebu 1 Halife Sultan Süleyman için Selefî-Halefî tüm Sünni Ulema’nın muhteşem şehadetlerini beyan eden çok mühim bir sohbet. Dr Iyad El-Kunaybi. https://www.youtube.com/watch?v=WeeMWe17e1A 29 33 LA GALIBE ILLALLAH Suud da aynı muasırı Birgivî ve Halebî gibi sahih bir Ehli Sünnet alimidir, Şeriat-Medrese kibâr Ulemasındandır, Tekke-Tarikat şeyhlerinden değildir ve hep de sufizme mesafeli durmuş, hatta zındıklaşan sufileri de en şedîd surette cezalandırmıştır. Tüm diğer Medrese-Şeriat Uleması gibi, o da bu bidatlere muhalif olmuştur. Keza Birgivi neredeyse bütün eserlerinde hem Şia’nın, hem de sufizmin batıllarına karşı en sert ikazları yapmış, hatta sırf bu yüzden İslam tarihinde bir ilke imza atmış, ilk defa avam da doğrudan ilme vakıf olsun diye “Türkçe” (Osmanlıca) bir eser yazmıştır; ‘Vasiyetname’! İşte Halife Sultan 3. Selim devrinde, 1803’te ilk defa matbaa ile basılan İslami eser olan ve elimizde ilk baskısından bir numunesi olan ‘Kadızade Şerhli Birgivi Vasiyetnamesi’ bu vasiyetnameye yapılan pek çok büyük alimin şerhinden en mümtaz olanı, yani Kadızade şerhlisidir! Birgivi, ‘hep medreseli yazıyor medreseli okuyor, avam ise kendilerine arapça bilenlerce tefsir-şerh-vaaz-ders yapılmadığı zamanlarda, vaizlerin hatiplerin zaaf gösterdiği veya bir bidate düçar olup yanlı anlattığı zamanlarda cahil kalıp hurafelere bulaşıyor’ diye İslam tarihinde bir ilke imza atmış, Türkçe ilmihal yazmıştır; sırf bu “sufiyye” ve “şia”nın hurâfâtının önünü kesmek için! Rahmetullahialeyh! Ve Halife 2. Selim zamanına denk gelen ‘Vasiyetname’nin yazılmasından 2 küsur asır sonra da, yine bir ilk olacaktır. Halife 3. Selim zamanında, 1803’de Matbaa-i Amire’de tab edilen ilk İslami eser ‘Kadızade Şerhli Birgivi Vasiyetnamesi’ olacaktır!.. Böylesi hayati ehemmiyeti olan iki ciheti var Birgivi Risalesi’nin! Evet, Birincisi; ilk Türkçe akaid-ahlak-fıkıh kitabı olması, ikincisi de islam tarihinde ilk defa matbaa ile tab edilen islami eser olması!.. Ve Halebi; Muhyiddin İbni Arabi’ye iki ayrı reddiye eser yazmıştır farklı zamanlarda ve hem Arabi’yi muayyen olarak tekfir eder, yani kafir der, hem de Vahdeti Vucut’un nasıl kafirce bir fikir olduğunu isbat eder ve ümmeti Tevhid’e, Ehli Sünnet’e davet eder. Halebi’nin Mülteka’sı asırlarca devletin resmi kaynağı olduğu gibi, son asırda Şehit Dersi Amm İskilipli Atıf Hoca tarafından tercüme edildi. İşte koskoca üç derya! Rahmetullahialeyhimecmaiyn! Bu babda “Birgivi-Halebi-Kadızade-Kefevi“ eserlerinden seçmeler ve bunlara şerh yazmaktayız, inşallah tab ettireceğiz. Orada daha tafsilatlı malumat vereceğiz. Şimdi bir iki nakille kısa keseceğiz. “ERVAH-I MEŞAYIH HAZIRADUR, BİLÜRLER DİSE KAFİR OLUR DEMİŞLER” (İmam Muhammed Birgivi ve Dersi Amm Kadızade İslambuli; “Şerhu Birgivi Li Kadızade”; Elfaz-ı Küfür babı) Doğrudan Hilafet devrinde seyfiyeden ve ilmiyeden olan bazı cedlerimizden bize gelmiş olan ve İslam tarihinde matbaa ile tab edilen ilk İslami eser olan 1803 Üsküdar baskılı ‘Kadızade Şerhli Birgivi Vasiyetnamesi’nin alakalı resmini 30 34 ekte verdik. Bakınız; sadece ölmüş şeyhlerin adları anıldığında, hatme veya cehri zikir vs veya sohbet mekanına hazır oldukları yani oraya ‘geldikleri’, veya da kendilerinin zikredildiğinden ‘haberdar oldukları’na inanmak küfür ise.. Ya bir de bizzat onlara ‘sığınmak’, onlardan ‘yardım istemek’ daha katmerli küfür değil midir?.. Bu, Elfaz-ı Küfür babının olduğu bütün Hanefi-Maturudi akaid ve fetava kitaplarında vazgeçilmez bir klişedir. Hatta.. Nakşi şeyhi olan ama aynı zamanda Dersi Amm, yani Şeriat alimi de olan Ahmed Ziyaüddin Gümüşhanevî bile Cami’ul-Mütûn adlı eserinde Elfaz-ı Küfür kısmında bu sözü nakletmiş ve tasdik etmiştir. Kısacası; animistik inançlar, yani atalarının ruhlarını yardıma çağıran şaman ve kızılderili vs cahili inançlarının İslam kavimleri arasında devam eden haline biz ervahın imdadı zannı diyoruz ve de Hanefi Şeriat-Medrese Uleması buna küfür diyor vesselam.. Dini bu alimlerden ve bunların fetvalarıyla zındıkları asan kesen Halife ve Sultanlar’dan devralan biz Ehli Sünnet-Ehli Şeriat Muvahhid Hanif Müslüman kullar; elbette batıni şeyhleri ve kanmış bir iki alimi değil, ümmetin icma ve cumhurunu dinleyecek ve bu gibi bidat ve hurafâta karşı daima ayık olacağız!.. “TARİK-İ MEŞAYIHA SÜLUK ETMEYÜP, MEŞAYIHDAN BEY’AT ETMİYEN KİMSENİN ŞEYHİ ŞEYTANDIR DİYENLER; EĞER ŞERİAT-I ŞERÎFE MESLEGİNE SÜLÛK EDENLER DAHİ ÖYLE DERLER İSE KAFİR OLURLAR” (Seyyid Ebu’l-Bekâ el-Kefevî; “Tuhfetü’ş-Şahan”; Mesail-i Şettâ) Yine bize cedlerimizden gelmiş olan Halebi Sağiyr Babadağı Tercemesi’nin derkanarı olan Tuhfetü’ş-Şahan’ın alakalı sayfasını ekte verdik.. Bakınız, kadîm bazı alimlerimiz ciddiye bile almamış bu sözü ama, bazısı üstünde durup, bu kelamın mevzu olduğunu hususiyetle beyan etmişler. “Şeyhi olmayanın şeyhi şeytandır” sözü yani. Evet bu kelam zaten hadis değildir, uydurmadır. Lakin Kudüs Mevleviyeti Payeli yani yüksek dereceli kadı-müftü olan Kefevî bir de tekfir etmiş bu kelamı ağzına dolayan zındıkları! Evet böyle diyenler, isterse Şeriat ehli medrese ehli olsunlar veya isterse Şeriat’a uygun bir tarikat şeyhini kastederek demiş olsunlar, her halukarda kafir olurlar vesselam.. Allah razı olsun büyük alim Kefevi’den, özellikle de açmış, bu sözü Şeriat ehli birisi de dese veya Şeriat’a uygun bir tarikatı da kastederek dense, küfür olduğunu baştan söyleyip, sözde savunmaya laf bırakmamış. Malum sıkışında batıniler ‘efendim biz de zaten önce Şeriat diyoruz, tabi ki Şeriat’sız olmaz..’ diyor ama arkadan bildiklerini okumaya devam ediyorlar. Bir Şii’nin ‘Ben Rafızi değilim” demesini andırıyor bu takiyyeleri!.. Doğru, her şii rafızi değildir, yani sapkın da olsa zındık derecesinde olmayanı da vardır, lakin sorsak kaç tanesi rafızi olmayan şiidir? Parmakla sayılır herhalde!.. Kefevî kimdir? 1660’larda Halife Sultan 4. Mehmed devrinde kadı ve müftülük yapmış, lakin görüldüğü üzere sonraki asırlarda eseri Halebi ile tab edilerek daha da değer bulmuş ve günümüzde El-Külliyat adlı eseri, ki bir Rebiu’l-evvel/Cemaziyelevvel tür islami terimler sözlüğü denebilir; mağribden maşrıka tüm Sünni mezhebler ulemasının el kitabı gibidir.. Hülasa; “Nefis Terbiyesi”, “Zühd”, “Fütüvvet” vs aslı dinde var olan hayırlara ve onlara sahip olan hakiki alimlere ariflere, Ehli Şeriat-Ehli Sünnet zevata, mesela Cüneyd-i Bağdadi, Bişr-i Hafi, AbdulKadir Geylani, Şeyh Edebalı, Hacı Bayram-ı Veli, Ebul Hüda er-Rıfai vs rahimehumullah zevata evet; “Batıniyye”, “Şia”, “Vahdet-i Vücud batılı”, “Şeyh Rabıtası”, “Himmet medet istiğase..” vs küfürlere ve bunların Sünni takiyyesi yapılarak pazarlanmasına hayır!.. Mühim Bir Not: Elbette tarihimizde zaman zaman bir tür Psikiyatri hizmeti sunmuş olan bazı Tarikatler ve Meşayıh, Ehli Şeriat ve Ehli Sünnet olanları veya galiz sarih küfr derecesinde bid’atleri olmayanları içerisinde salih kullar da çıkmıştır. Ve yine, cihad edenler, gaziler ve şehidler çıkmıştır. Bir kısım Horasan ve Anadolu Alperenleri, Dağıstan-Çeçen Sufileri, Afrika Senusi ve Şazelileri ve sair bir çok mutasavvıfa içerisinde böyleleri vardır, rahmetle yad eder ve taksirat ve bidatlerinin affını dileriz. Bu farkı gözettiğimiz gözden kaçmamalıdır Keza, mutlak tekfir ile muayyen tekfir arasındaki farka vakıf olmayanlar bazı mutlak ibarelerimizden yola çıkarak tüm sufi taifelerini tekfir veya tefsık ettiğimizi zannedebilir. -Bir küfür; sarih ve galiz olmadıkça, hayrı kasteden tevil, taklid veya cehalet vs çeşitli mazeretlerle işleyen herkese direk kafir demeyiz; böylelerinin bazısı sapkın Ehli Kıble yani Bidat Ehli Müslüman kardeşimizdirler. Allah’dan bu kimseleri Ehli Sünnet’e hidayet etmesini dileriz. -Küfür olmayan sair bidatlere gelince, kişi bunlardan bazısına sahip olmakla direk Bidatçi veya Sapık demeyiz bazı hallerde. Zira, menhec olarak tümden o evsafa sahip değilse, yani o fırkanın umumi vasıflarını taşımıyor, bazı cihetlerde bazı bidatlerine bürünmüşse, Ehli Sünnet’e asıllarda ve usulde muhalefet etmiyorsa; ol kimseye de sapık bidatçi demeyiz. Sistematik olarak o fırkadan olmadıkça, bazı vasıflarını almakla direk onlardan sayılmayabilir.. Bidatin kemiyet ve keyfiyetine göre değişir bu.. Bu hususta ulemamızın şu kaidesi en güzel ölçüdür; Bir Müslüman’da bidat ile sıhhat veya fısk ile fazilet bir arada bulunursa, fıskı veya sapması cihetinde ondan beri olur buğz ederiz, hayrı ve sünneti nisbetinde de onu sever kucaklarız. Kısacası, bidatler de masiyet gibidir, sarih galiz küfür olanı, kapalı veya küçük küfür olanı, haram-fısk derecesinde olanı, mekruh derecesinde olanı gibi derecelendirilebilir. Hepsi bir değildir, hepsine bakışımız aynı sertlik ve şiddette değildir bu manada. Mesela, bir kabirden direk yardım istemek şirk türünden bir küfürdür. Onu vesile edinerek hakkı içün yüzü suyu hörmeti içün vs tevessül ederek dua etmek ise bidattir (Ebu Hanife rh kavliyle malumdur ki haramdır), sadece ruhuna Fatiha okuyup geçmek ise daha küçük bir bidattir. (Birgivi rh. naklettiği üzere bidattir. Kur’an okuyup bağışlasa sevabı gider mi gitmez mi diye ihtilaf edilmişse de bir kısım alim gider onun sevab hanesine yazılır demiştir, lakin kabristan ibadethane değildir, Sünnet olan kabir ziyareti ifa edilip çıkılır, evinde de okusan gider). Dikkat edelim, birincisi yani yardım dilemek küfür, hörmetine diye tevessül bidattir, kerih görülmüştür, ruhuna bağışlamak için kabristanda Kur’an okumak da yine bidattir. Bütün bunların dereceleri farklı tabi. Bir başka misal, mesela Nazar boncuğu.. Ondan hıfz beklemek doğrudan şirk nev’inden bir küfürdür. Ama, bu vesiledir, muhafaza eden Allah Teala diye itikad etse ve söylese, bu da haramdır, zira böyle bir rukye ve korunma çeşidi yoktur kaynaklarda, aksine yasaklanmıştır her tür uğur ve nazarlık muska vs.. Bu ikisine de inanmaksızın, sırf bir takı ve süs diye takılsa o dahi haramdır, zira şirke küfre benzeşeceği için.. Elbette üç şekilde de bidat sapıklık, ama biri küfür diğerleri haram ve belki kerih derecede bidatlerdir.. Bizim bir çok bidate bakışımızda bu farklar da gözetilir. Anlamadan, dinlemeden su-i zan ile hüküm vermek sadece hayırlı ilimden nasiplenememe ve bazı kardeşlerimizle aramızda sadece gereksiz tefrika ve fitne sebebi olacaktır. Oysa biz, Ehli Sünnet olup da bazı bidatlere sahip olan herkesi bidatçi diye tesmiye etmediğimiz gibi; Bidat ehlini de, kıble ehli kardeşlerimiz ve diğerleri yani zındıklar diye de tefrık etmekte ve toptancı bir tasnife gitmemekteyiz. Dost düşman herkes böyle bilmelidir. Ayrıca, bir kısım Mealci Modernist taife, Batıni Sufiyye ve Rafızi Şia taifelerinin vs her birinin fırkasına münhasır küfürlerinden başka, Gulat Mürcie olmak, yani Tağutlar ile işbirliği yapıp Mücahidler karşısında ihanet içerisinde olmak gibi umumi bir küfür ise günümüzde en yaygın sapmadır. O bahiste ayrıca yazmak gerek. ŞEYH RUHLARINDAN BAHSEDİLDİĞİNDE, ONLARIN BUNDAN HABERDAR OLDUKLARINA VEYA ADLARININ ANILDIĞI YERE GELDİKLERİNE İNANMAK KAFİRLİKTİR diyor büyük Hanefi-Maturudi Alimleri İmam Birgivi ve Dersi Amm Kadızade İslambuli (Şerhu Birgivi Li Kadızade) ŞEYHİ OLMAYANIN ŞEYHİ ŞEYTANDIR DİYENİN KAFİR OLACAĞI’nı söylüyor büyük Hanefi-Maturudi alimi 31 35 LA GALIBE ILLALLAH Seyyid Ebul Beka El-Kefevi. Tuhfetü’ş-Şahan adlı eser, Halebi Sağiyr’in derkenarı olarak tab edilmiş nüshasında. Velev ki Şeriat ehli biri de dese bu kelamı, veya Şeriat’a uygun bir tarikat şeyhi için bile dese, her halukârda küfürdür diyor kestirip atıyor Kefevî. Kadızade Şerhli Birgivi Vasiyetnamesi. Halife Sultan 3. Selim emriyle 1803 Üsküdar Matbaa-i Amire baskısı. İslam tarihinde matbaa ile basımı yapılan ilk İslami eserimiz budur. Ayrıca, ilk defa avam da akidesini fıkhını iyice bellesin, şia ve sufiyye ve sair bidatçi hurafe ehlinin halk üzerindeki etkisini kırsın diye, Halife Sultan Süleyman ve 2. Selim devrinde ve Türkçe olarak yazılan eser işte bu Vasiyetname-i Birgivi’dir! Halebi’nin Sağiyr’i ve Kefevi’nin Tuhfetü’ş-Şahan’ı birlikte tab edilmiş hali. Halife Sultan 2. AbdulHamid devri.. Derkenar uygulaması. Yani iki kitap bir arada, yan yana.. Defaatle tab edilen Halebi Sağiyr Babadağı Tercemesi, umumiyetle ya Kefevi’nin Tuhfesi ile tab edilmiş ya da Kadızade İslambuli’nin Amentü Şerhi ile birlikte tab edilmiş.. Hepsi de aynı taifeden olan ulemamız.. 32 36 Rebiu’l-evvel/Cemaziyelevvel DENEME SALIHA VARLI İZZETİN KÖLELİĞİNDEN ZİLLETİN EFENDİLİĞİNE BİSMİLLAHİRRAHMANİRRAHİM Allah-u Teâlâ’ya mahsustur; O’na hamd eder, O’ndan yarlığanmak diler ve O’na tevbe ederiz. Nefislerimizin şerlerinden ve amellerimizin günahlarından Allah-u Teâlâ’ya sığınırız. Allah-u Teâlâ’nın doğru yola ilettiğini saptıracak, saptırdığını da doğru yola iletecek yoktur. Allah’tan başka ilah olmadığına ve Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem‘in O’nun kulu ve elçisi olduğuna şehadet ederim. Her şey ademoğlunun garip gelen ve garip gidecek bir dinle, Allah nezdinde bir sivrisineğin kanadı kadar dahi kıymeti olmayan dünyadan rahatlık beklemeye başlamasıyla oldu ve “ne olduysa hep bize, azar azar oldu.” Tüm zamanlar boyunca ağır imtihanlar verdik. Yaratıldık... Adem’ken, cennetten kovulduk; Asiye iken Firavun’un saraylarında Allah’a el açıp yalvarmakla imtihan olduk. Kimi zaman Rahman’ı inkar eden kavimden kaçan Ashab-ı Kehf olduk, kimi zaman derin bir teslimiyetle sükût eden Meryem. “Rabb’im Allah’tır” dediği için ateşlere atılan Habbab da bizdik, kızgın çöl kumları üzerine yatırılıp ağır taşlar altında “Ehad” diyen Bilâl de... Yine de boyun eğenlerden, İslam’ın namusunu kendi namusundan beri tutanlardan ve bir kez olsun ‘ah’ diyenlerden olmadık. İzzet ve şeref yalnız O’nundu, biz de şerefi O’nun dinine köle olmaktan başka yerde aramadık. Tüm dünyayı karşımıza aldık da, Rabb’in İslam’ı kuşanan gönüllere bahşettiği izzetin bir miskal azına razı olmadık. Elbet Rezzak olan bunların hiçbirini karşılıksız bırakmadı. Ecrin büyüğünü ahirete saklamak üzere, bu dünyada verilecek en büyük nimetle rızıklandırdı; imânımıza imân katalım diye sadrımızı sekînetle kuşattı. Biz bu güvenle hep daha büyük işler için kendimizde güç bulduk, azlarımız nice çoklara hep galebe çaldı. Sonra zamanlar değişti, imkanlar gelişti, zor denilen her şey bir çır- pıda halledilecek kadar kolay hâle geldi; lakin tüm bunlar olurken bizi biz yapan imânımız da törpülendi. O kadar ki; modern çağın Lât ve Uzza’ları kan damarlarımızda dolaşırken, bunun farkına varamaz hâle geldik. Geçmişin imtihanları, muvaffakiyet ve zaferleri nazarlarda dev hâline gelince, aşağıların aşağıları bu zaafiyeti fark eder etmez, onları dize getirmek için kullandığımız kılıçlarımıza göz dikti. Asırlar boyunca cenk meydanlarında ümmet-i Muhammed’in namusunu korumak yormuş olacak ki, modern dünyanın rahatlığında dinleneceklerini umanlar, bu gevşeklikleri ile, küffarın isteğinde muvaffak olmasına yardım etti. Riyakârlar ordusu kılıcımızı elimizden direkt alamayacağının idrakindeydi; demokrasi, lâiklik, hukuk, eşitlik, özgürlük gibi safsataların üzerini afilli imkanlarla(!) süsleyince, Müslümanlar ellerindeki kılıcı bir kenara kendileri bıraktı. Zamanla katmerleşen rehavet insanımızı, batının bahşettiği rahatlıkla(!) övünme ve en sonunda da geçmişte izzetimizin nişanesi olan kılıçlarımıza sövme noktasına getirdi. Halbuki övündükleri o rahatlık İslamî ambalajlarla kaplanmış ‘zillet’in ta kendisi. İslam irtica, müslüman mürteci, cihad terör, mücahid terörist olurken; tek harfi bile düğme ilikleten muhkem değerlerimizin içindeki mânaların boşaltılmasında batılılardan daha çok gayret sarf edenler ise m(z) illetin efendisi oldu. Ve bunların hepsi de kudsiyetimizin ismi kullanılarak yapıldı. İçler acısıdır ki; kendi düzeneğinde çivisi çoktan çıkmış, çarkı gıcırdayan bu sistemin hadimliğini -kulluk noktasındaki rahatlıklarını gerekçe göstererek- yüzünü kıbleye çevirenler yaptı. Israrla anlamak istemedikleri -belki de işlerine gelmedikleri- ise Allah’ın dünyasında Allah’ın istediği gibi yaşayabilme imkanı, rahatlık değil haktır ve şeytanın yeryüzü varislerinin peygamberlere dahi ikram etmediği bu 33 37 LA GALIBE ILLALLAH hak oturduğu yerden birilerine de sunulmayacaktır. Aynı Mehmet Âkif ’in (Allah ona rahmet etsin) dediği gibi, o hakkı söke söke sen alacaksın: “Hakk-ı hayatın daha çiğnenmeden, Kan dökerek almalısın merd isen!” Aslında olay çok başka; rahatlık filan da değil: İnandıkları gibi yaşamayanların, yaşadıkları gibi inanmalarıdır. Bu yüzden Allah’a kul olmanın şerefini, kula kulluğa değişmenin bu zamandaki ismini rahatlık koydular. Yoksa put, yine aynı put. Bilinsin ki, sabr-ı sükûtun haddi hakkımıza yan gözle bakıldığı âna kadardır, o andan sonrasının hakkı cihaddır. Bir asırdan fazladır ehl-i salibe peşkeş çekilen izzetimizi yeniden kazanmanın kılıçtan başka çaresi de yoktur; olsaydı, dininde hiçbir şeyi eksik bırakmayan Allah-u Zü’l-Celâl o çareyi de söylerdi. Zira O’nun vaad ettiği cennet bugün kuşanmaktan korktukları, dilleriyle ismini anmaktan imtina ettikleri, yetmiyormuş gibi bir de üstüne barbar işi gördükleri kılıçların gölgesi altındadır. Neyin gölgesine talip olduğumuzu nefslere tekrar hatırlatmak elzemdir. Övmeyi marifet bildikleri mazinin adamlarını(Allah hepsinden ebeden razı olsun) atîye taşıyan şuur; izzet yolunun paspası olmayı, zillet kuyusunun efendisi olmaya asla değişmemeleridir; bu yolda değil rahatlık, sonsuz bir dünya için sonlu bir dünyadan gözlerini kırpmadan vazgeçmeleridir. Ölümü, zilletten hayırlı görüp, onu, yaşamayı sevmekten daha çok sevmeleridir. Hülâsa-i kelâm; üslüman için bu dünya hiçbir zaman rahat yeri olmadı, olmayacak. Hakkı olanı ise savaşmadan almadı, alamadı, alamayacak. Artık rahatlık hikâyelerini bırakıp, ziyadesiyle uzun süren bu gafletten sıyrılmanın, özümüze dönmenin, üzerimizdeki zillet çamurlarını temizleyip kılıçları kuşanmanın vakti çoktan gelmiştir. Şu aşamada kımıldamaya niyet etmek bile kâfidir: Şüphesiz Allah Azze ve Celle dinine yardım edenlerden, yardımını esirgemeyecektir. Ey sıradan bir balçıktan yaratıldığı hâlde, Allah’ın bütün varlıkları emrine verdiği yeryüzü halifesi, rahatı yanlış yerde arıyorsun, bu dünyadaki rahatından vazgeç ki, asıl dünyadaki rahatlığından emin olasın. Düşün ki Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem, Ömer’e değil sana sordu: “İstemez misin, dünya onların, ahiret bizim olsun?” De ki: “İsterim Ya Rasulallah!” Saliha VARLI Eczacılık Öğrencisi 16.10.2016 34 38 Rebiu’l-evvel/Cemaziyelevvel AKAID Ali el-ISLAM LA İLAHE İLLALLAH’IN MA’NASI BİSMİLLAHİRRAHMANİRRAHİM ''La ilahe illallah'' sözü; iman, itaat, tevekkül ve sabırla heva ve dünya ilahlarını inkar edip reddetmektir. ''La ilahe illallah'' demek; kul ile ALLAH arasında ezelden ebediyete kadar uzanacak olan bir yolun şeriatını kabul etmektir. ''La ilahe illallah'' ahdi üzere Müslüman olmak, ALLAH'ın Rabbimiz olarak kıyamet gününe kadar hakkıdır. Bu, bizim ALLAH'a verdiğimiz bir sözdür. Biz onunla tüm batılları ve şirkleri reddederek, ALLAH'ın hidayetine kavuşuruz. İnsan, bu sözle ALLAH'ın dininin yer yüzündeki şahitliğini üstlenir ve yeryüzünde insanlık için çıkarılmış olan en hayırlı ümmetten olur. O kelimeyi söyleyen ve onu söylemenin ne anlama geldiğini bilen bir insan, Mü'min ve Müslüman olur ve bu sözle Müslümanların hakkı olan onun da hakkı, onların lehine olan onunda lehine ve onların aleyhinde olan onun da aleyhine olur. ''Eğer -onlar- tevbe ederler, namazı ikame ederler ve zekatı verirlerse dinde kardeşlerinizdir...'' (Tevbe: 11) ''Kelime-i Şehadet''in anlamını kavrayamamış hiçbir hareket ve eylem, ALLAH'ın rızasına uygun değildir ve onun oluşumunda da katkıda bulunamaz. Dolayısıyla böyle hareketler, İslam'ı ve de ''iman''ı asla Kur'an'daki gerçek hüviyetiyle idrak edip tanımlayamazlar. Öyleyse imanın ne manaya geldiğini bilmenin tek ve doğru yolu, ''kelime-i şehadet''in ne manaya geldiğini anlatmaktan ve hikmetlerini kavramaktan geçer. Bu bakımdan ''İman''; hem ''İslam''ın doğruluğu, hem de tevhid ahlakı ve edebi için açık bir şahidliktir. ALLAH Azze ve Celle kendisine iman edenler için şöyle der: ''Hayır, Rabbine andolsun ki, onlar aralarında çıkan bir anlaşmazlıkta seni hakem kılmadıkça ve sonra da verdiğin hükümde nefislerinde hiçbir sıkıntı duymadan kabul etmedikçe iman etmiş olmazlar.'' (Nisa: 65) ''La ilahe illallah'', kıyamet günü bir kurtuluş belgesi ve cennetin anahtarıdır. Kim, ''La ilahe illallah'' dedikten sonra, ALLAH'ın emrettiklerini yapmaz ve nehyettiklerinden kaçınmazsa, yeniden şirke veya küfre girmemesi için bir engel kalmaz. Çünkü tevhid kelimesi; insanı şirkten, küfürden ve bunun götüreceği yer olan ebedi cehennem azabından kurtarır. Hatta bu kelimeyi söylediği halde gaflet içinde olan o kadar insan vardır ki; bu insanların çoğu ihlastan mahrum olmaları sebebiyle, birçok bid'at ve fitnelerin içine düşmüşlerdir. Bunun da sebebi; şehadetlerinin, ihlas ve itaatle beslenmemesidir. Bu tıpkı bir fidanı dikip ona su vermeyip gerekli bakımı ve özeni göstermeyen bir kimsenin diktiği fidanın kurumasına benzer. Kelime-i Şehadet; ibadet, ihlas, namaz, oruç, cihad, hac, haya, iyiliği emretmek, kötülükten alıkoymak, ALLAH'a davet etmek ve ALLAH yolunda infak etmek gibi ameller ile yeşerir ve güçlenir. ''La ilahe illallah''ı söyledikten sonra onu yalnız bırakanı da, ''La ilahe illallah'' sözü yalnız bırakır. Yeryüzünde bir milyardan fazla insanın ''La ilahe illallah'' demesine rağmen, Müslümanlar arasında bu kadar yaygın olan bid'at, hurafe ve şirkin sebebi; bu kelimenin sadece dille söylenişi, kalplerin, onun hidayete vesile olan ilim ve fıkhından mahrum olması veya bu kalplerde hâlâ cahiliyyenin şirkleri ve dalaletlerinin bulunmasıdır. Bugün Müslümanların en önemli meselesi; ''tevhid'' meselesidir. Müslümanlar olarak tevhidi hayatımızda gerçekleştirdiğimiz zaman, bütün tağutlar yıkılacak, küfrün ve şirkin insanlar üzerindeki zorbalığı kalkacaktır. İnsanları ALLAH'a davet etmenin esası Tevhid'dir. Çünkü ameller tevhid olmadan ıslah olmaz. Şirkle beraber de ne ibadetler halis olmuş olur, ne de ameller ALLAH katında kabul edilen amellerden olur. Bugün modernizmin etkisinde kalıp Hıristiyanlar ve Yahudilere benzeyen, kalabalıkların korkusundan Tevhid'e çağrıyı terk edip insanları tevhidsiz ve imansız bir eşitliğe, kardeşliğe, dostluğa ve hoşgörüye çağıranlar, ALLAH'ın peygamberlerinin sünneti üzere ALLAH'a davete sırt çevirenlerdir. Çünkü bu yolda incinmeyi ve ALLAH'ın dininin düşmanı sistemler tarafından kınanmayı nefislerine yedirememektedirler. İslam davetinin başı ''La ilahe illallah Muhammedun Rasulullah'' şehadetleridir. Rasul'e (sallallahu aleyhi ve sellem) itaati ve sevgiyi içermeyen bir inanç ''tevhid'' adıyla anılmayı hak etmez. 35 39 LA GALIBE ILLALLAH KADIN TUĞBA MEFHUMU CEYLAN KADIN OLMAK BİSMİLLAHİRRAHMANİRRAHİM Kadın bir köle midir? Kadın insanlığa yük müdür? Yegane amacı hizmetçilik midir? Pis midir kadın? Şeytan mıdır? Ruhsuz mudur ? Diri diri toprağa gömülmeyi hak eden et parçası mıdır? Kötülüğün sembolü müdür? Alınıp satılan, kullanılıp atılan toplum malı mıdır? Obje midir kadın? Reklamlarda bile çıplak kullanılan ticaret amacından başka birşey değil midir? Ne yazık ki, tarihi süreç boyunca bunun gibi birçok soru sorulabilmiştir. Bu soruları kökünden kazıyan ve kadına hak ettiği değeri veren din ise, ancak İslam olmuştur. Peki İslam'ın izzeti ile gerçek kimliğine kavuşan kadın kimdir? Kadının hangi çiçek türü olduğu bi kenarda dursun. Kadın! Allah'ın adının yüceltildiği evlerin mimarileri, ailenin önemli bir ferdi, aile kuracak olan neslin ahlakını güzelleştiren kişi... Salih evlatlar yetiştiren ve onlara asıl İslami terbiyeyi veren, çocuklarına karşı ''ayağının altına cennet serilen şefkatli bir anne'', kocasına karşı ''İmanının yarısı saliha bir eş'', anne babasına karşı ''cennetin kapılarını aralayan itaatkar bir kız''… Kadın; her daim şuurlu, şahsiyetli, davasında sadık, üzerinde taşıdığı ayetin bilincinde bir mü'minedir.“Dünya nimetlerle doludur. Dünya nimetlerinin en iyisi de saliha bir kadındır.” (1) Kadın büyük bir mücadelenin içerisindedir. Zaten; “Bu dünya hayatı, bir eğlence ve oyundan başka bir şey değildir. Âhiret yurdu ise elbette ebedî hayat odur; keşke bunu bilselerdi.” (2) 36 40 Gelinen noktada, kadınlarımız ifsad ediliyor. Materyalist zihinler, eşyanın kölesi olmuş kadınlar, ahiretleri için birşeyler yapmaya vakit bulamıyorlar. Oysa ki, Allah'a kul olmaktı görevimiz. Allah'ın rızasını kazanmaktı gayemiz. Dünya sevgisi ve dünyanin içinde barındırdığı, dünya düşkünü bir kadının istediği herşey; eğlence, eşya, para, zengin bir eş, rahat bir yaşam, güç vs. geçicydi. Ama nefse hoş geldi. Hz. Ali radiyallahu anh'a ; “Dünya nedir?'' diye sormuşlar. O da ''Seni Mevlâ'dan alıkoyan her şey” cevâbını vermiştir. Demek ki vakit, her sey akıllandıkca gerileyen beyinleri eğitme vakti. Ve Kadın olmak… “Kadın olmak Hacer olmaktı.. Issız çöllerde bir çift nemli göz olup, ilmik ilmik boğazında düğümlenen kelimeleri bir türlü telaffuz edememekti... Kadın olmak; Asiye olmak, Musalara kucak açmaktı. Sonra bağrından kopup nura çağıran yiğidine en evvel inanmaktı. Velev ki; Firavunlar’ın zulmü, yeryüzünü kaplasa da...Kadın olmak; gönül tezgahında nakış nakış erdemi dokumak... Kemal minberinde Meryemce hayayı okumak... Meryem'in iffetini yüreğinde taşımak... İman ve irfan ikliminin en hoş esintileriyle ruhları okşamaktı. Ve dahi kadın olmak, Meryem olmaktı! Kadın olmak Hatice olmaktı ve vefa tezgahında teslimiyet dokumaktı. Ve giderken ardında, yokluğunda hüznü yaşayan buğulu gözler, müteessir yürekler bırakmaktı. Kadın olmak Aişe’ce ilme vurulmak, Fatıma’ca yiğitler doğurmak, Zeynep’çe hüzne boğulmaktı. Kadın olmak; yağmur yüklü bir bulut olup göz pınarından süzülen her damla yaşla körelmiş yüreklere Rahman'ın rahmetini muştulamaktı...” (3) Bu hanımları özel yapan neydi peki? “Sağlam inançlı kalpleri vardı, güçlü maneviyata sahiptiler, imanları kuvvetliydi, imanları sağlamdı, Allah Azze ve Celle’ye olan imanları yakîn seviyesine ulaşmıştı. Yakîn öyle bir inanç seviyesidir ki; hiçbir şey kalbe şüphe sokamaz. Yani kalp imanı öyle özümser ki; o seviyede artık kalp sarsılmaz. Bu öyle bir imandır ki; inandığı varlığa iman etmesi, gerçekte gördüğü ve duyduğu şeye iman etmesi gibidir. Sanki görüyormuşcasına, görmediğiniz varlığa iman etmektir yakîn mertebesi.” (4) KAYNAKÇA 1) Müslim; Rada' 64; Nikah, 15; İbn Mace, Nikah, 5 (3) Ankebût Sûresi / 64.Ayet (3) Kadınlar aleminin sultanları – Gülşen Gazel (4) Öncü hanımların özellikleri – Şeyh Enver el-Evlaki Rebiu’l-evvel/Cemaziyelevvel IKTIBAS IMAM ZEHEBI rahimehullah (YILBAŞI KUTLAMALARI ÖZELİNDE) HRİSTİYANLARA BENZEMEYE REDDİYE BİSMİLLAHİRRAHMANİRRAHİM Hamd, bizi İslam’la şereflendiren, bizi [Hakkı] görmezken gördüren, dalâlette iken hidayete erdiren ve bizi hanif Millete(dine) uymaya muvaffak eden Allah’adır Salat ve selam, alemler Rahmet, muttakilere imam, günahkarlara şefaatçi, yahudi, nasrani ve sabiilere benzemeye karşı bizi uyaran, basiret ve en açık bir beyanla bizi Allah’a davet eden Muhammed’e (sallallahu aleyhi ve sellem) O’nun âli ve Ashabının üzerine olsun. Selef-i Salihin’in sahip olduğu akidenin, sımsıkı sarıldıkları sırat-ı mustakimin, bid’atlerle amel edenlerin ve cehennem ehlinin alametlerinden kaçınmalarına dair ilmin neredeyse yok olduğu –günümüzde- ve sonradan gelen cahil halkın çoğunluğunun, sapık cahillerden her günahkar[lar] la muvafık hareket etmeleri, gerçekten üzüntü verici bir durumdur. Ancak yüce ve büyük olan Allah’ın yardımına sığınılabilir. Allah’ın ve Rasulü’nün (sallallahu aleyhi ve sellem) bizi kendisine karşı tehdit ederek uyardığı şey, bugün meydana gelmiştir. Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Siz , sizden öncekilerin yoluna, oktaki tüylerin birbirine uyduğu gibi uyacaksınız Hatta onlar kelerin deliğine bile girseler, siz de oraya gireceksiniz. Denildi ki; ey Allah’ın Rasulü(sallallahu aleyhi ve selem)! Onlar Yahudi ve Nasara mı? Dedi ki; ya kim?" [1] Allah’ın Rasulü (sallallahu aleyhi ve sellem) yine şöyle demiştir: "Kim bir kavme benzerse, o artık onlardandır ." [2] Yine Allah’ın Rasulü (sallallahu aleyhi ve selem) şöyle demiştir: "Yahudiler kendilerine gazab edilmişler, Nasara ise dalalettedirler. ” [3] Allah Azze ve Celle, bir gün ve gecede kendisinden on yedi kez sırat-ı müstakime, seni hidayete erdirmesi için dua etmeni farz kıldı. O yol ki, Allah’ın kendilerine nimet verdiklerinin yolu olup gazaba uğramışların ve sapmışların yolu değildir. Buna rağmen nasıl olur da sıfatları bu olan ve cehennem odunu olan bir kavme benzeyebilirsiniz ? Sana; haydi kendini bir soytarıya benzet denilse, bundan nefret eder ve gazaba gelirsin. Halbuki sen, farkında olarak veya olmayarak Sünnet olamayan bir amelle haça tapanlara; bayramda yaptıklarınla benzemeye uğraşıyor ve çocuklarına bu münasebetle elbiseler giydirerek onları sevindirmeye çalışıyorsun. Allah’ın Rasulü de (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Her kavmin bir bayramı vardır, bizim de bayramımız (Cuma) bugündür. " [4] Allah’ın Rasulü’nün (sallallahu aleyhi ve sellem) bu sözünden, her kavmin bir bayramının olduğu ve her kavmin kendi bayramını yerine getirmesi gerektiği anlaşılıyor. “…Sizden her biriniz için bir şeriat ve yol koyduk…” (Maide: 48) Eğer Yahudi ve Nasranilere özgü bir bayram varsa, Müslüman bu bayramların hiçbirinde onlara katılamaz. Tıpkı onların şeriatlarında ve kıblelerinde onlara uymadığı gibi. Hz. Ömer(r.a) kitap ehlinin bayramlarını izhar etmemelerini, şartlarında (eş-Şurut el-Ömeriyye) onlardan istemişti. Müslümanlar bunda ittifak etmişlerdir. 37 41 LA GALIBE ILLALLAH Allah’ın Rasulü (sallallahu aleyhi ve sellem): “Kim bir kavme benzer ise, o artık onlardandır.” [7] “Kim bir kavme benzerse o [kimse] onlardandır” buyurmuştur. [5] Ey Müslüman! Sen yarın hangi yüzle Nebin (sallallahu aleyhi ve sellem) ile karşı karşıya geleceksin? Halbuki sen bunu yapmakla O’nun (sallallahu aleyhi ve sellem) Sünneti’ne aykırı davrandın ve din düşmanı sapık kafirlerin işlediği fili işledin. Eğer birisi; biz bunu küçük çocukların eğlenmesi ve kadınlar için yapıyoruz derse, ona şunu söyleriz: Eğer birisi; biz bununla onlara benzemeyi kastetmiyoruz derse, ona şöyle denir: Onlara bayramlarında ve festivallerinde uygun davranmanın zaten kendisi haramdır. Bunun delili de, Allah’ın Rasulü’nün (sallallahu aleyhi ve sellem) “Güneşin doğması ve batması esnasında namazı yasaklamasıdır.” Bunun da nedenini açıklarken şöyle der (sallallahu aleyhi ve sellem): Hasan- ı Basri (rh.a) derdi ki: “Çünkü güneş şeytanın boynuzları arasında doğar. İşte o zaman kafirler ona secde ederler. ” [6] “Eğer bir erkek, karısının hevasının istediği gibi sabahlarsa, Allah onu yüzükoyun cehennem ateşine koyar.” [Elbette ki ] namaz kılan kimse , hiçbir zaman bunu kastetmez. Eğer bunu kastederse kafir olur. Fakat soyut anlamda, onlara uygun hareket edip onlara katılmanın bizzat kendisi haramdır. Zira Allah Azze ve Celle Kitabında şöyle der: Onlara benzemenin fesadlarından diğer bazısına burada değinmek gerekirse, bu bayramlarda ve münasebetlerde kendilerine çeşitli elbiseler alınan, eğlendirilen, yemekler ve pastalar yedirilen Müslüman çocuklar, küfür olan bu bayramların sevgisiyle yetişirler. Bunun anlamı; onlara öğretin, onları eğitin ve onlara ma’rufu emredin ve münkerden alıkoyun ki, yakıtı insanlar ve taşlar olan cehennemden korunasınız! Denildi ki; cehennemin taşları, kibrit taşlarıdır. (Allah en doğrusunu bilir.) Ey Müslüman! Eğer sen aileni ve çocuklarını bundan alıkoymaz, bunun Hristiyanların dinine ait olduğunu ve bu bayramlarda onlara katılmanın ve onlara benzemenin helal (caiz) olmadığını söylemezsen bu, senin çocuklarını kötü bir terbiyeyle terbiye ettiğini gösterir. Müslüman, eğer Allah’a ve ahiret gününe iman ediyorsa; kendisini, kadınlarını, kızlarını ve çocuklarını onların bayramlarına katılmaktan uzak tutması gerekir. Sakın bazı inatçıların dediği gibi, “onların yaptıklarından bize ne” demeyelim. “ Fudayl İbn İyad (rh.a) şöyle derdi: “Ey kardeşim! Hüda yollarını seç, velev ki bu yolda gidenler az olsa bile. Aşağılık yollardan uzak dur, velev ki bu yolda helak olanlar çok olsa bile. Alimler demişlerdir ki; onlar İslam beldelerinde bayramlarını gizli yapmak zorunda iken, onların bayramlarını izhar etmek onlara muvalat’tandır (onları dost edinmektendir). Eğer bu bayramları Müslümanlar onlarla beraber yaparlarsa onların bayramlarını izhar etmelerinde onlara yardım etmiş olurlar. Bu, İslam dinine göre münker ve bid’at olan bir davranıştır. Bunu ancak, dini ve imanı çok az olan biri yapar. Böyle bir kimse, Allah’ın Rasulü’nün (sallallahu aleyhi ve sellem) şu sözünün hükmüne dahil olur: 38 42 “İnsanların en kötüsü kadınlarını ve çocuklarını Allah’ın gazabını çeken şeyle razı etmeye çalışan kimsedir. ” [8] “Ey iman edenler! Nefislerinizi ve ehlinizi cehennem ateşinden koruyunuz...” (Tahrim:6) Abdullah İbn Amr (ra) diyor ki: “Kim onların nevruzunu ve mihricanlarını(festivallerini) kutlar ve onlara benzediği halde tevbe etmeden ölürse, kıyamet günü onlarla beraber haşrolunur.” [9] Bu haberi Avf, el-Muğire’den, o da Abdullah’tan rivayet eder. Onun bu sözü, bunu yapmanın kebairden olduğuna delalet eder. Bunun azını yapmak, zamanla insanı çoğunu yapmaya sürükler. Müslümanın yapması gereken, bu kapıyı kökten kapatması, karısını ve çocuklarını böyle bir şeyi yapmaktan nefret ettirerek uzaklaştırması gerekir. Çünkü “hayr” adettir. Bid’atlerden kaçınmak ise ibadettir. Sakın cahilin biri kalkıp da; “ben bununla çocuklarımı sevindiriyorum ” demesin! Ey Müslüman! Sen er-Rahman olan Allah’ı gazaba getiren ve şeytanı razı edip küfür ve tuğyanın alametleri olan şeyle mi çocuklarını sevindirip eğlendireceksin? Eğer böyleysen, sen ne kötü bir terbiyecisin. Fakat ne yazık ki, sen öyle yetişmişsin! Ey kardeşim! Eğer sen hevana muhalefet edebilirsen, bil ki sen çok güçlüsün. Eğer hevana uyarak hareket edersen, sen gerçekten çok sapıtmışsındır. Bu durumda, senden başka kınanmaya daha layık kim olabilir ki? Hasta olmana rağmen ilacını içmemene şaşılır. Cennetin, senin gitmek istemen gereken yer olmasına rağmen; senin onlara uyman, Rebiu’l-evvel/Cemaziyelevvel papazların ve ruhbanların uydurup şeriat edindikleri dinin gereğini yapman, ne kadar büyük bir rezalettir. DİPNOTLAR: Rasullullah (sallallahu aleyhi ve sellem) dedi ki: [1] Buhari, Fethu’l-bari: c.13/300 Ebu Hureyre’den, Müslim,Sahih c.4/2054 Ebu Said el-Hudri’den “Sizden kim yaşarsa, çok ihtilaflar görecektir, siz siz olun, benim sünnetime ve benden sonra raşid halifelerimin sünnetine uyunuz. İşlerin sonradan uydurulmuş olanından sakınınız. Çünkü her bid’at dalalettir.” [10] Hakeza, Milad gecesi ateşler yakmak, mum satın almak, yeme ve içmede eli bol davranmak, tatlılar ve kadayıflar yapmak, mutluluk izhar etmek, güldürücü şeyler yapmak ve Nasraniliği övücü şiirler okuyanlara bağışlarda bulunmak da Nasranilerin dini şiarını izhar etmeye dahildir. Allah’ım! Kalplerimizi Rasulü’nün (sallallahu aleyhi ve sellem) temiz Sünnetiyle ihya et. Bizi muvaffak kılmak için yardımını gönder. Bir an da olsa, bizi nefislerine güvenenlerden kılma. Bizi sırat-ı müstakime ilet ve bizi çirkin amellerin ve bid’atlerin açık ve gizli olanından uzak tut.(Amin!) Salat ve selam Nebimiz Muhammed’in (sallallahu aleyhi ve sellem) ve O’nun Ali ve Ashabının üzerine olsun! [11] [2] Ahmet ibn Hanbel, Müsned: c.5/114, 115 [3] et-Tirmizi, es-Sunen: 2956, Ahmet ibn Hanbel, Müsned: c.4/378,İbn Hibban, Sahih: 1715 , 2279 [4] Buhari, Sahih; Fethu’l- Bari:c.2/366 , Müslim , Sahih: 892 , en-Nesai, es–Sünen: c.3/195, Hz.Aişe’den (radiyallahu anha) [5] Buhari, Sahih; Fethu’l- Bari: c.2/49 , en-Nesai, es – Sünen:c.1/276, Ebu Hureyre’den (r.a), Malik, Muvatta: c.1/221 [6] Müslim, Sahih: 832, Ebu Davud, es –Sünen: 1277 , en-Nesai, es –Sünen: c.1/279 [7] Ahmet ibn Hanbel,Müsned: c.5/114, 115 İbn Ömer’den hasen bir senedle. El –Iraki, el Muğni An Hamli’l – Esfar’da bu hadisin sahih olduğunu söylemiştir 2956, Ahmet ibn Hanbel, Müsned: c.4/378 [8] İşte böylece onlar Allah’ın gazaba getiren şeye uydular ve O’nun rıdvanından(rızasından) hoşlanmadılar. O da onların amellerini boşa çıkardı. (Muhammed: 28) [9] el-Beyhaki, es- Sunen el-Kubra: c.9/23 , İbn Teymiyye , İktidau’s-Sırat’ta senedinin sahih olduğunu söyler [10] İbn Mace, es-Sunen: 43, el– Hakim, el- Müstedrek: c.1/96, Ahmet ibn Hanbel, Müsned: c.4/126, İbn Hibban, Sahih: 102, el-İrbad İbn Sariye’den hasen bir senedle. [11] İmam Zehebî, “el-Teşebbuhu’l-Hasis bi Ehl-i’l-Hamis” adlı risalesinden ihtisar edilmiştir. (Bkz: Hıristiyanlara Benzemeye Reddiye, Çev: Mehmet Emin Akın, Medarik Yayınları, Ankara, 2010) 39 43 LA GALIBE ILLALLAH TARIH MUHAMMED ŞAKIR BENLİK ŞUURUMUZU NASIL KAYBETTİRDİLER BİSMİLLAHİRRAHMANİRRAHİM Günler ve yıllar geçti. 2 Zilkade 1299 (15 Eylül 1882), İngiliz işgalcilerin ilerleme günü olarak tarihe geçti. Ancak onlar yerleşir yerleşmez, Fransız oryantalistlerinin yaydığı fikirlerin, okul öğrencilerinin çoğunun nezdinde “anaakım fikir” olarak yerleştiğini ve kabul bulduğunu gördüler. Böylece onlar, Fransızlardan geri kalan ne varsa yok etmeye koyuldular. ve içeriğe sahip olsa da, akılları ve zihinleri daha önceden boşaltılmış olan zihinlerin nezdinde gerçekten bir şeylere sahip oldukları izlenimini yaratmaya yetiyordu. Gerçeklikte ise; onların elde ettikleri ölmekte olanı biraz daha hayatta tutacak, yaşamasına da ölmesine de izin vermeyecek seviyede az verilen yemek nispetindeydi, daha fazlası değil...1 Mısır’da İngiliz işgali stabilite kazandıktan sonra, İngiliz oryantalistler bu işe soyunmaya başladılar ve zararlı Dunlop’u bu göreve atadılar. İngiliz oryantalizmi, Fransız oryantalizmine oranla; Mısır kültüründe çok daha büyük çatlaklara ve kötü sonuçlara neden oldu. Dunlop, Mısır öğrencileri için “tasfiye”nin temellerini attı ki; bu onların kanlarında akan İslam ve Araplığın tasfiyesiydi. Bunu, o tasfiye edilmiş zihinleri dolduracak başka bir geçmiş bilgisinin doldurulması izledi. Gizemlerle dolu çok eski bir geçmiş... Bu, kendisine ait çok az şey bilinen gizemli tarih, parlak ve muzaffer geçmişi gölgeledi ve zihinlerdeki yapıları imhaya uğrattı. Bu, okul öğrencilerini dumura uğrattı. Nitekim onlar babalarının kitaplarını dolduran İslami ve Arap kültürünün canlılığı ile görünüşte ne kadar azimli olsa da parlak bir kültürden yoksun olan, insanların aklından, kalbinden ve dilinden düşmüş olan ve çöllerdeki büyük kayalarda kendine yer bulabilmiş olan Firavunlar çağı arasında kaldılar. En öncül söylemle; bunlar cansız, manasız anıtlardır. Bu tasfiye süreci birçok okul öğrencisinin sosyal, kültürel ve linguistik açılardan Arap ve İslam kültürlerinden tamamen arınmalarına ve kendi geçmişleri ile aralarında büsbütün geçilmez boşluklar oluşana kadar devam etti. Bunu da, bu uçsuz boşlukların işgalcilerin kendilerine ait olan bilim, kültür, sanat, tarih, dil ve literatürlerinin doldurması süreci devam etti. Mamafih; bu işgalcilerin yeni nesillere tattırdığı bu bilim ve sanatların ölçüsü ve boyutu ise, çok az derinliğe 40 44 1 Muhammed Şakir , Risaala fi al Tariq ilaa Thaqaafatina, s.147-149. Mütercim: Seyfullah Ömer