Perspektif MÄRZ / MART 2010 • Jg./Yıl: 16, Nr./Sa yı: 183 İslam Toplumu Millî Görüş aylık yayın organı ALMANYA SOKAKLARINDA KUTLU DOĞUM COŞKUSU En acılı gününüzde y anınızdayız 7 gün 24 saat . İSLAM TOPLUMU MILLLÎ GÖRÜŞ Cenaze Fonu Boschstr. 61-65. D- 50171 Kerpen Tel: 02237-656 313 • 02237 656-0 (Santral) • Faks: 02237-656 555 Cenaze Fonu Acil Tel.: 0177-478 83 34 • cenazefonu@igmg.de IGMG’siz İslam Konferansı, İslam Konferansı olmaz! Hicrî Rebiü’l Evvel ayının 12. gecesi Peygamber Efendimizin (sav)’in doğumunun yıl dönümü. Yani, milyarlarca Müslüman için “Kutlu Doğum”un tarih noktası. Bu vesile ile hepinizin geçmiş Mevlid Kandili’ni tebrik ederken, cemiyet ve bölgelerimizin Şubat ayından başlayarak, Nisan ayı sonuna kadar sürdürecekleri Kutlu Doğum programlarını da takip etmenizi tavsiye ediyoruz. Özellikle Mannheim cemiyetimizin, Peygamber Efendimizin hadislerinden seçtiği hadislerden yaptığı afişleri şehirdeki reklam panolarına asarak yaptığı hayırlı çalışmayı tebrik etmek istiyorum. Ayrıca, Peygamber Efendimize inen vahiy olan Kur’an-ı Kerim ile ilgili her yıl düzenledğimiz yarışmamızı da hatırlatırız. 4 Nisan’da Almanya’nın Wuppertal kentinde yapacağımız 22. Avrupa Kur’an-ı Kerim Tilavet Yarışması’na hepizi bekliyoruz. Almanya’da, önceki İçişleri Bakanı Wolfgang Schäuble tarafından hayata geçirilen Almanya İslam Konferansı yeni bakan Thomas de Maizière ile devam edecek. Kamuoyu, Konferansa İslam Konseyi’nin, dolayısı ile IGMG’nin davet edilip edilmeyeceğini merak ediyordu. Bakanlığa göre, İslam Konseyi, konferansın pasif bir üyesi olacak, ancak, toplantılara davet edilmeyecek. İslam Konseyi ise ciddiyetten uzak bu teklifi redetti. Bu durumda, IGMG’siz bir entegrasyon zirvesinin, entegrasyon zirvesi olamayacağını söylediğimiz gibi, IGMG ve Islamrat’ın katılmadığı bir İslam Konferansı’nın da, İs- Perspektif IGMG AYLIK YAYIN ORGANI MÄRZ/ MART 2010 Yıl/Jg.: 16, Sayı/Nr.: 183 Boschstr. 61-65, D- 50171 Kerpen Tel.: 02237/ 656-0 • Fax: 02237/ 656 555 www.igmg.de E-Mail: dergi@igmg.de YAYINCI · HERAUSGEBER Islamische Gemeinschaft Millî Görüş • IGMG e.V. • Amtsgericht Bonn, VR 6621 • Vertreten durch den Vorstand: Osman Döring, Vorsitzender; Oguz Ücüncü, Generalsekretär ; Ali Bozkurt, stellv. Vorsitzender GENEL YAYIN YÖNETMENİ · CHEFREDAKTEUR: Oğuz Üçüncü (V.i.S.d.P) DİZGİ-LAYOUT: İlhan BİLGÜ • BASKI · DRUCK: Yavuzsöhne-Duisburg EDİ TÖR lam Konferansı olamayacağını söylüyoruz. IGMG olarak, bundan önce olduğu gibi, bundan sonra da, Müslümanlar aleyhine olabilecek her hangi bir kararda imzamız olmayacaktır. Bu bağlamda, Almanya İslam Konferansı’nın gelişmesini takip edeceğiz. Gelişmelere göre de zaman zaman görüşlerimizi kamuoyu ile paylaşacağız. İslam Konseyi Başkanı Ali Kızılkaya’nın gündeme getirdiği üzere, “Biz, meşruiyetimizi, İslam Konferansı’na katılıp katılmamaktan değil, temsil ettiğimiz yüzlerce cami cemiyetleri ile, binlerce üye ve cemaatimizin bize verdiği yetkiden alıyoruz.” Öte yandan, Türkiye’de Başbakanlığa bağlı ve “Yurt Dışı Türkler Başkanlığı” adı altında çalışacak bir idarî birimin kuruluşu için Meclis’e bir kanun tasarısı sunuldu. Bu tasarının en kısa zamanda yasalaşmasını bekliyoruz. Kurulacak olan başkanlığın çalışma hedefi olarak, yurt dışında yaşayan Türk vatandaşları ile ilgili çalışmalar yapmak ve sorunlarına çözüm üretmek, bunun yanısıra soydaş ve akraba topluluklar ile “sosyal, kültürel ve ekonomik ilişkilerin geliştirilmesi amacıyla bu topluluklara yönelik faaliyetler yürütülmesi” tesbit edilmiş. Umarız ki, Türkiye, bu girişimi ile, uzun zamandan beri devlet tarafından ihmal edilen yurt dışındaki vatandaşları ile biraz daha ilgilenme imkanı bulur. Gelecek sayımızda buluşmak üzere, Allah’a emanet olun. • Oğuz ÜÇÜNCÜ Yayınlanan makale ve fikir yazılarının sorumlulukları yazarlarına aittir. Die in der Zeitschrift veröffentlichten Meinungen binden die Autoren, nicht die IGMG İLAN SERVİSİ · ANZEIGENSERVICE: Tel.: 02237/ 656-201 • Fax: 02237/ 656 555 • E-Mail: tanitma@igmg.de ABONE SERVİSİ · ABONNEMENT: Islamische Gemeinschaft Millî Görüş Lastschriftabteilung: Boschstr. 61-65, D- 50171 Kerpen Tel.: 02237/ 656-0 • Fax: 02237/ 656 555 • E-Mail: mitglied@igmg.de Yıllık abone ücreti: 59,-EURO • Jahresabonnement: 59,-EURO IGMG Genel Merkez Üyelerine Ücretsizdir Für Vereinsmitglieder der IGMG kostenlos Der Bezugspreis ist im Mitgliedsbeitrag enthalten HESAP NO · BANKVERBINDUNG: DENIZ BANK AG Kontonr.: 20 41 27 45 50 BLZ: 500 307 00 İÇİNDEKİLER 5 6 8 10 6 12 13 14 15 16 18 “İslamî Araştırmalar” kürsülerine doğru Türkiye ile Almanya arasında roller değişirken! Malezya’da “Allah” tartışması Allah için “Gott” denir mi? İrşad Başkanlığı 3. Din İstişare Toplantısı 20 22 24 26 15 28 Avrupa Kur’an Yarışması 4 Nisan’da Mannheim IGMG’den Peygamberimizi tanıtma kampanyası Kutlu Doğum ve Mevlid geleneğimiz “Çocuğu olan, onlarla çocuklaşsın” 30 32 34 36 28 38 12 Devlet Bakanı Faruk Çelik IGMG’yi ziyaret etti Fıtrat Kelâm, tarihle buluştuğunda Afganistan siyasetinin iflası Brzezinski’ye göre Obama’nın dış politikası Kuveyt Ameliyatlar ve aletler Fitra – Die Natur des Menschen aus islamrechtlicher Sicht „Wer Kinder hat, soll mit ihnen Kind sein“ Profilierung auf Kosten Gottes „Islamische Studien“ in Sicht 36 yo ru m “İslamî Araştırmalar” kürsülerine doğru Ünal Koyuncu • ukoyuncu@igmg.de ilim Konseyi tarafından yayınlanan ve Almanya üniversitelerindeki din bilimlerinin durumu ve gelişimi hakkında değerlendirme ve tavsiyeleri içeren rapor, kamuoyunda özelliklede İslam Bilimleri bağlamında konu edildi. Zira söz konusu olan çalışma, ülkede yaşayan Müslümanların uzman kişi ihtiyacını giderecek olan kürsülerle ilgili tespit ve bu kürsülerin geleceği ile ilgili tavsiyelerde bulunmaktaydı. Raporun İslam bilimleriyle ilgili bölümü, kamuoyunda her ne kadar da imam eğitimi meselesine indirgenmiş bir şekilde tartışılsada, Müslümanların ülkenin akademik yapısına katılımını gün yüzüne çıkarması açısından dikkate değerdir. Bu sebepten dolayı da, imam eğitimi meselesinide kapsayacak bir şekilde daha geniş bir çerçeveden değerlendirilmeyi hak etmektedir. Raporda dikkati çeken ilk nokta, Müslümanlarla ilgili bir çok alanda görülen kavramsal sorunun bu alanada yansıdığıdır. Verilen durum tespiti bilgilerine göre, ortada köklü ama Müslüman kesimin İslam ilahiyatı ihtiyacını gidermeyen bir bilim geleneği söz konusudur. Oryantalistik, Türkoloji ve İranistik gibi bilim dallarıyla geçmişten günümüze Orta Doğu eksenli İslam bilimleri oluşmuştur. Ancak öteki üzerinden oluşturulmuş bu bilim dalları, Müslümanlara dinlerini öğretmeden uzaktır. Dolayısıyla yeni toplumsal durumda yeni bir kavramın şekillenmesi gerekmektedir, ki Bilim Konseyi bu noktada İslamî Araştırmalar (İslamische Studien) kavramını kullanmaktadır. “İslamî Araştırmalar kürsüsünün gelişimini hızlı ve tutarlı bir şekilde gerçekleştirmeyi” tavsiye eden Bilim Konseyi, bu kürsünün gerekliliğine ilişkin olarakta dikkatlerden kaçmaması gereken şu ifadeye yer vermektedir: “Akademik olarak temellendirilmiş İslamî Araştırmalar bölümü sadece kalifiye din pedagojisi için bir şart değil, bilakis Avrupa’da bilimin şekillendirdiği toplumlarda din bilgininin-aliminin bilimsel olarak temellendirilmiş eğitiminin imkanını da aralar. B Bu şekilde bir temellendirme, İslamî norm ve değer yargılarının (Wertvorstellung) - diğer dinlerin perspektif ve pozisyonlarına paralel bir şekilde – akademik ve aynı zamanda kamuoyu tartışmalarında ölçülü bir şekilde yer almasına katkıda bulunabilir.” Evet, İslamî norm ve değer yargılarının kamuoyunda ölçülü bir şekilde dillendirilmesi temelde bilimsel yöntemle yoğrulmuş bir yapıya bağlanıyor. Bu yapıda yetişecek olan öğretmen, imam, akademisyen, araştırmacı, gazeteci vs. meslek mensupları eliyle Müslümanların söz sahibi olacaklarına işaret ediliyor. Peki, İslamî Araştırmalar kürsülerinin oluşumu nasıl sağlanacaktır? İslamî cemaatlerin (kuruluşların) bu kürsülerde etkinliği olacakmıdır? Bilim Konseyi’nin birinci soruya cevap mahiyetinde verdiği tavsiyeler, meselenin direk muhatabı olan devlet ve Müslümanlara yol haritası sunmaktadır. Zira Bilim Konseyine göre İslamî Araştırmalar kürsüsü bir özel teşebbüs olarak kurulabilir, fakat mali külfet ve akademik yeterlilik hesaba katıldığında kürsünün ilk aşamada kamu teşebbüsü olarak devlet üniversiteleri bünyesinde çalışması daha makuldür. Fakat burada kamu bünyesinde yer alacak bu yapının - devlet-kilise işbirliği geleneğine uygun bir şekilde - dikkat etmesi gereken önemli bir kural vardır: Müslümanların kendi tanımlamalarına (Selbstbestimmung) yer vermek. Bu kural ayrıca toplumsal tabanın desteğini almak açısından da önemlidir. Bu kuralı pratikte uygulamak için İslamî Araştırmalar kürsüsünde Müslümanların temsilcilerinin yer alacağı Danışma Kurulu’nun oluşturulması önerilmektedir. Dolayısıyla, yapıda yer alacak olan Müslümanlar dolaylı olarak kürsüye atanacak akademisyenlerin tayinine ve kürsünün ders programına müdahil olma hakkına sahip olabilecekler. Bu arada Bilim Konseyi’nin Danışma Kurulu’nda yer almak üzere Almanya Müslümanları Koordinasyon Kurulu‘nu açık bir şekilde beyan etmesi muhatab göstermek açısından göz ardı edilmemesi gereken bir detaydır. Tabi bir tavsiye olarak bildirilen bu noktanın eyaletlerde nasıl şekillendirileceğini söyleyebilmek henüz mümkün değildir. Farklı İslam Din Dersleri modellerinde olduğu gibi, uygulamanın meşruiyetini güçlendirmek için eyaletler kendince temsilciler bulabilir veya kamuoyunun genel ifadesiyle organize olmuş İslam’ı muhatab alabilir. Ki KRV eyaletinde Münster Üniversitesi’nde ikinci yönün tercih edildiğine dair olumlu işaretleri hep birlikte gördük. MART / MÄRZ 2010 /5/ g ünd e m Türkiye ile Almanya arasında roller değişirken ! Burada bulunan çeşitli grupların özü veya ortak noktası nedir? Benim cevabım şu: Kendi kültürel kimliklerine olan inançları. Bu inanç onları birleştiriyor, birbirine kenetliyor ve hayatlarının farklılığına rağmen onların bir araya gelmesini sağlıyor ve sorumlu kişiye, görevinin ne olduğunu da gösteriyor. Ekrem Şenol • esenol@igmg.de urtdışı Türkleri Başkanlığı’nın kurulması dolayısıyla yapılan kutlamada Başbakan Recep Tayyip Erdoğan kutlamaya yurtdışından katılan Türk azınlıklarına mensup çok sayıda kişi ve cami temsilcisi önünde bir konuşma yaptı. Konuşmasında başkanlığın önemine dikkat çeken Erdoğan, açık hedefler ortaya koydu: “Burada bulunan çeşitli grupların özü veya ortak noktası nedir? Benim cevabım şu: Kendi kültürel kimliklerine olan inançları. Bu inanç onları birleştiriyor, birbirine kenetliyor ve hayatlarının farklılığına rağmen onların bir araya gelmesini sağlıyor ve sorumlu kişiye, görevinin ne olduğunu da gösteriyor. Kendi dilini konuşmanın ve kendi gelenek, örf ve adetlerini yaşama ve yaşatmanın Y /6/ IGMG • PERSPEKTİF temel ve doğal bir ihtiyaç olduğunu daima hatırda tutmamızın doğru ve önemli olduğuna inanıyorum. Tam da bu tutum gelecekte de sürdürülmelidir.” Erdoğan konuşmasında ayrıca Türk hükümetlerinin müdahil olmasını istemeyen ve bundan rahatsız olan devletlerle ilgili sorunlara da değindi. “Bu her zaman kolay olmadı; büyük sorunların aşılması gerekiyordu. Bu durum bir öçlüde bu şekilde kalacaktır. Bizim desteğimize yönelik bir miktar şüphe vardı. Bu güvensizliği ber taraf etmek için çabaladık, fakat gayet açık bir anlayış çerçevesinde, yani Türkiye dışındaki azınlıkları da desteklemenin hak ve görevimiz olduğu anlayışıyla.” Konuşmasının devamında Erdoğan, İçişleri Bakanı Beşir Atalay’ın şu sözlerine atıfta bulundu: “Özgürlükçü toplumun kalitesi azınlıklara yapılan muameleden ve azınlıkların kendilerini nasıl hissettiklerinden belli olur.” Bu noktada Erdoğan, Bu “hissetme” kavramının önemine özel bir önem atfederek: “Çoğunluk -egemen toplumlarla yapılan görüşmede bu her zaman mümkündür - herşeyin yolunda olduğunu düşünebilir, ama burada sadece mevzubahis kişiler herşeyin yolunda olduğu hissine sahip değiller. Bu sebepten dolayı açıkça söylüyorum: Mesele onların kendilerini iyi hissetmeleridir, biz veya diğer ülkelerin gerekeni yapıldığını sanmaları değil. Görüşmemizin temeli budur” dedi. Yurtdışı Türkler’den Sorumlu Devlet Bakanı Faruk Çelik ise konuşmasında yurtdışındaki Türk okullarının gerekliliğine işaret etti: “Bu anlayışla yürütülen yardım politikası çerçevesinde dilin desteklenmesi ve Türk azınlıkların ihtiyaçları ile bağlantılı Türk okullarının oluşturulmasının desteklenmesi merkezi bir öneme sahiptir” g ünd e m Merkel azınlıkları anlamaya mı çalışıyor? Açık mesaj Alıntıladığımız ifadelerde görüş farklılıkları nedeniyle muhtemel tartışmalar için çokça malzeme mevcut. Erdoğan yanlış anlamaya el vermeyecek bir biçimde Türkiye dışındaki azınlıkların, kültürel kimlik, dil, gelenek, örf ve adetlerini korumalarına destek olacaklarını açıkça belirtiyor. Gerekirse egemen toplumların taleplerine karşı da bunu yapacağının altını çiziyor. Çünkü ona göre Türklerin kendilerini yurtdışında nasıl hissettikleri önemli. Bu konuda çaba sarfetmenin Türkiye’nin hakkı ve görevi olduğunu düşünüyor. Faruk Çelik ise Almanya’da Türk okulları tartışmasını alevlendirmek ister gibi gözüküyor. Sonuçta Türk azınlıkların yaşadığı tüm devletlere gayet açık mesajlar bunlar. Evet, bu noktada bazıları yukarıdaki ifadeleri okuyup, bunların ne Erdoğan ve Atalay ne de Çelik’in sözlerin olmadığını farkettiklerinde şaşıracaklardır. Hayır yukarıdaki ifadeler ne Başbakan Erdoğan’a ve İçişleri Bakanı’na ne de Faruk Çelik’e ait. Bu ifadeler Başbakan Angela Merkel, Wolfgang Schäuble ve Federal Sorumlu Christoph Bergner’in konuşmalarından alınmış ifadeler. Bu noktada ilk dört paragraftaki Türkiye kelimesini Almanya, Türkleri Almanlar, Türkçeyi, Almanca ve camiyi kilise olarak değiştirmek gerekiyor. Ayrıca bu cümleler yakında kurulacak olan Yurt Dışı Türkler Başkanlığı’nın kuruluş kutlamalarında da söylenmiş değil. Bu cümleler – Erdoğan’ın Şubat 2008’de Köln’deki konuşmasından yedi ay sonra – Yurt dışındaki Almanlar için Sorumlu atanmasının 20. Yılı münasebetiyle yapılmış kutlamalarda yapılan konuşmalardan alınmış ifadeler. Roller niçin değişiyor? Berlin İçişleri Senatörü Erhard Körting (SPD) kısa süre önce Türkiye ile ilgili rahatsızlığını dile getirmiş ve Türkiye’nin müdahil olmasının Almanya’daki Türklerin entegrasyonunu zorlaştırdığını söyleyerek, kendisinin “Kısa süre önce kurulan Yurtdışı Türkler Başkanlığı ile eski vatandaşlarına adeta el koymakta ve sanki Türk devleti Almanya’daki Türklerden sorumlu imiş gibi onları ilgilendiren konuları düzenlemek istemektedir. Fakat Almanya’da yaşayan Türklerden biz sorumluyuz” izlenimine sahip olduğunu ifade etmişti. Ancak Körting’in sözlerinden daha fazla Angela Merkel’in aşağıdaki ifadelerinin bu rol değişimini gerektirdiğini söyleyebiliriz: “Onların (kastedilen Almanya’daki azınlıklar) kültürek kimlikleri bizim için önemli. Biz, burada yaşayan azınlıklara nasıl muamele ediyorsak, Alman azınlıkların yaşadığı etiket ulusların da onlara öyle muamele etmesini bekliyoruz”. Şimdi Bayan Merkel’e şu soruyu sormanın zamanıdır. Sözlerinizi inanılmaz bir hayretlik içinde okuyan birçok kişi, sözlerinizin arkasında durmanızı neden isteyecektir? (Tercüme: Ömer Faruk Altıntaş) MART / MÄRZ 2010 /7/ g ünd e m Malezya’da “Allah” tartışması İlknur Melekoğlu • imelekoglu@yahoo.de Malezya’da üç yıldır “Gayrimüslimler ‘Allah’ kelimesini kullanabilir mi?” tartışması devam ediyor. Malezya hükümeti, 2007’de ülkedeki Müslüman olmayan grupların yayınlarında ‘Allah’ kelimesini kullanmasını yasaklamıştı. Hükümet haftalık yayın yapan Katolik “The Herald” gazetesinin Malayca yayınlarında Allah kelimesini kullanmasını yasaklamış aksi durumda gazetenin lisansının iptal edileceğini açıklamıştı. Hükümet buna gerekçe olarak “misyonerlik faaliyetlerini” gösterirken, nüfusun yaklaşık yüzde 9’unu oluşturan Hristiyan grupların bu kelimeyi kullanarak Müslümanların kafasını karıştırmaya çalıştığını öne sürmüştü. Katolik The Herald Editörü Lawrence Andrew, Allah kelimesinin Hristiyanların tanrısını ifade etmede kullanmalarının amacının “Borneo adasındaki Malayca konuşan halkın ihtiyaçlarını karşılamak” olarak açıklamıştı. Bu nedenle yasağa karşı çıkan Malezya Katolik Kilisesi, konuyu Yüksek Mahkeme’ye taşımış, mahkeme 31 Aralık 2009’da aldığı kararla Hristiyanların “Allah” kelimesini kullanmasına izin vermişti. Ancak bu karar, Malayların tepkisiyle karşılaştı. Başta başkent Kuala Lumpur’da camilerde başlayan gösteriler, kiliselere yönelik saldırılara dönüştü. 8 Ocaktan beri ülkede 11 kiliseye kimi bombalı olmak üzere saldırılar yapıldı ve kliselerde ciddi hasar meydana geldi. Ülkenin çoğu yerinde cuma namazları sonrası protesto gösterileri düzenlendi. Farklı camilere domuz başlarıı bırakıldı, bir Sih tapınağı ve bir camiye de bombalı saldırılar düzenlendi. Johor eyaletindeki bir camide de perdeler yakıldı, yangının hemen farkedilmesi üzerine daha fazla yayılmadan müdahele edildi. Hükümet: “Kargaşaya neden olabilir” Reuters’de yer alan hükümetin konuyla ilgili açıklamasında; “28 milyon nüfusa sahip, geniş bir Hristıyan, Budist ve Hindu nufusunu barındıran ülkede konunun etnik ve dini kargaşalara neden olabileceği endişesi ile Yüksek Mahkeme kararının temyize götürüldüğü” bilgisi yer aldı. Peki, neden hükümet meselenin etnik ve dini kargaşaya dönüşmesinden endişe ediyordu? Allah kelimesinin sadece Müslümanlar tarafından kullanılması neden bu ka- /8/ IGMG • PERSPEKTİF dar önem taşıyordu? Tüm bu soruların cevabını bulmak için ülkede bu tartışmaların gündemde olduğu 3 yıla bakmak konunun eksik anlaşılmasına sebeb olacaktır. Meselenin arka planını anlamak için önce ülkenin tarihine, etnik ve dinsel yapısına bakmak gerekir. Sömürge dönemi etkileri Önce Portekizlilerin (1511), sonra Hollandalıların (1641) ve İngilizlerin (1786) gelmeleriyle, Malay dünyasının siyasal bütünlüğü sarsılmıştır. İngilizler 19. yüzyılda tüm yarımadada doğrudan denetim kurmuştur. Malezya bağımsızlığını 1957’de kazandı. Singapur, Sarawak ve Sabah ona 1963’de katılarak birlikte Malezya Federasyonu’nu oluşturdular. 1969’da ise nüfusunun coğunluğunu Çinlilerin oluşturduğu Singapur (Çinlilerin Singapur’da çoğalmasının ana nedenin İngilizler olduğu söylenir) ileride toplumlar arası çatışma ortamına zemin oluşturmamak amacıyla karşılıklı anlaşma ile Malezya Federasyonu’ndan ayrıldı. 1948 yılında Malaya Federasyonu İngiliz kontrolunda ve Sultan idaresinde kurulduğunda Çin ve Hint asıllı azınlıklara da vatandaşlık hakkı tanınarak kurulmuştur. Malezya’da bugün nüfusun % 57’sinden fazlası Malay, % 35’e yakını Çinli, % 7-10 arası ise Hind kökenlilerden oluşuyor. Çinli ve Hinduların ülkedeki çoğalışı sömürgeci siyasetin bir sonucudur. Çinlileri ve Hintlileri İngilizler önce tarım ve maden işlerinde çalıştırmak üzere buraya getirdiler. Özel bir eğitimden geçirilen az sayıda Hintli sömürge yönetiminde memur bile oldu, ardından bankacılığa soyundular. Hintliler ve Çinliler, kendi mahallelerini kurup orada kendi aralarında oturdular. Üçüncü dünya ülkelerini azınlıklar yoluyla yönetmek süregelmiş bir oyundur, zira Malezya’da da İngilizlerin sayesinde ekonomi birçok yerde Çinlilerin elindeydi. Bağımsızlıktan sonra daha da güçlendiler. Çin ve Hint asıllılar servetin çoğunluğuna hakim duruma geldi. Böylece ülkenin asıl evladı olan ve “Bumiputra” denen Malaylar bir bakıma kendi ülkelerinde ezildi. Mesela ülkedeki servetin sadece yüzde 3 kadarına sahiptiler. Eğitim yolları kapalı idi ve kent dışı fakir alanlarda yaşıyorlardı. Bu durum 1969 yılında esasta etnik ve ekonomik kökenli Malay-Çinli sorununu sokağa taşıdı, ayaklanma oldu, sonunda da sosyal, siyasi ve ekonomik alanda yeni zorlayıcı ve yapıyı Malay azınlık lehine ve diğer azınlıkların aleyhine değiştirilecek düzenlemeler gündeme geldi. Böylece Malezya dünyada anayasasında ve kanunlarında pozitif anlamda ırk ayırımının yazılı olduğu tek ülke haline gelmiştir. g ünd e m Malay asıllılara gelir ve servet dağılımından daha büyük pay için büyük bir eğitim seferberliği başlatılırken, devlet işleri ve okullarda, özellikle üniversiteye girişte Malay asıllılar korunmaya başlanmış, okullardan İngilizce zorunluluğu kaldırılmıştır. Malay olmanın Müslüman olmak anlamına geldiği ülkede İslami bankalar, sigorta şirketleri ve İslami okullar açıldı. Çoğunluk Malaylar fakir olduğu için etnik temelli pozitif ayrımcılık içeren bir demokrasi kuruldu. Sömürgeden canı yanan Müslüman Malaylar için artık ırklarını, dinlerini ve ona ait değerleri korumak bir bakıma ülkelerini korumakla eş anlamlı hale geldi. Bugün nüfusun %60’ını Müslümanların, %9,1’ini Hrıstiyanların (çoğu Çinli) oluşturduğu çok sayıda Hindu ve Budist’in de yaşadığı çok kültürlü ve çok dinli Malezya’da “din ve dil” en hassas konular arasında. Müslümanları provoke ettikleri” görüşünde. Jakim Araştırma Departmanı’ndan Mohd Aizam Masod, “Arap Yahudi ve Hristiyanların da Allah kelimesini kullanmasının bu hususta Malezya’daki bir iç meselede mantıklı bir argüman olamayacağını, zira Malay toplumunun Arapça konuşan bir toplum olmadığını” vurguluyor. Mohd Aizam Masod, Hrıstiyanlar için konunun sadece bir tercüme meselesinde ibaret olduğunu ancak Malaylar için Allah kavramının iman ile birleştirildiğinin altını çiziyor. Mohd Aizam “tarihi gerçekler”e değinerek Hrıstiyanların bölgede sömürü zamanından beri İncil’i yerel dillere çevirerek misyonerlik yaptığını, Müslümanları Hristiyanlaştırmaya çalıştıklarını vurguluyor. Malezya Latihan İslam İnstitüsü’nden Zamihan ise eğer Hristiyanların tavırlarını değiştirmezlerse Mayıs 13’de meydana gelen etnik kavganın yeniden tekrarlanabileceği uyarısında bulunuyor. “Allah kelimesi inancımızı temsil ediyor” Malezya’daki Müslüman çoğunluk, Allah kelimesinin kendilerine has olması gerektiği görüşünde. Malezya Teknoloji Üniversitesi’nde Anayasa Hukuku hocalığı yapan Shad Saleem Faruqi, gayri müslimlere ait yayınlarda İslami teolojiye tamamen zıt, çok sayıda doktrin ve prensip yayınlanabileceği için bu yayınlarda Müslümanların kullandığı Allah kelimesinin geçmesinin problem oluşturacağını bu nedenle de bu tür bir durumun “toplumsal düzene yönelik bir tehdit” meydana getireceği görüşünde. Katolik The Herald Editörü Lawrence Andrew ise, Allah kelimesinin Hristiyanların tanrısını ifade etmede kullanmalarının amacının “Borneo adasındaki Malayca konuşan halkın ihtiyaçlarını karşılamak” olduğunu söylüyor. “Bazı insanlar Müslümanların din değiştirmesi için çalıştığımızı düşünüyor fakat kesinlikle böyle bir şey yok, endişelenmeye sebep yok” diyor Lawrence Andrew. Ülkedeki muhalif İslami parti PAS lideri Mahfuz Omar, hükümetteki UMNO partisini meseleyi siyasallaştırmakla suçluyor. Mahfuz Omar, UMNO’nun amacının “Müslümanları kışkırtarak bir araya getirmek ve böylece UMNO’yu İslam şampiyonu olarak görmelerini sağlamak” olduğunu bu durumun UMNO için bir fırsat olduğunu belirtiyor. Öte yandan The Herald’da yer alan bir haberde ülkedeki Müslüman akademisyenlerin ve politikacıların “Allah kavgası” nedeniyle Hristiyanları eleştirdikleri belirtiliyor. Ülkedeki önde gelen Müslümanlar, “Hristiyanların Allah kelimesinin kullanılması yasağına karşı gelerek Çözüm “Tek Malezya”da Tartışmaların iyice alevlendiği bir dönemde yangını körükleyen başka gelişmeler de yaşandı. İktidar partisinin önemli isimlerinden Nesir Sefer, Hintli ve Çinli Malezyalıları “göçmen” olarak tanımladı. Sefer, bu açıklamadan 12 saat sonra Başbakan Danışmanlığı görevinden alındı. Vaudine England, ulusal vatandaşlık eğitiminin “eğitimin, belli bir ırk ve dinin diğerlerinden ayrı tutulduğu bir yapıyı beslediği” gerekçesiyle eleştirildiğini söylüyor. Zira, eğitim programında Malayların ellerindeki gücü kaybetmemeleri gerektiği vurgulanıyor. Vaudine England, Malayların, “Her zaman için diğerinin, yani Malay olmayanın gücü ele geçirmek için komplolar kurduğu” varsayımında bulunduğu analizini yapıyor. Bu varsayım ise Müslüman olmayanların “Allah” kelimesini kullanmasının Müslümanları başka dinlere döndürebileceği iddiasının temelini oluşturuyor. Yani, özetle diyebilirzki, sömürgeden canı yanan Malezya’da sorun etnik temellidir, ekonomik temellidir, “güç kavgası” temellidir, din sonradan gündeme gelmiştir. Bir dönem Malayları diğer Malezyalıların seviyesine çıkarmak için uygulanan pozitif ayrımcı politikalar, bir yerden sonra Malayların ülkede egemen olmasına neden olmamalıdır. Başbakan’ın “Tek Malezya” fikri karşılıklı saygı çerçevesinde, çeşitliliğin içindeki birliğin savunulması anlamına geliyor. Konunun çözümü de “Tek Malezya” mantığıyla ülkedeki farklı toplumların arasındaki iletişimin yeniden canlandırılmasında yatıyor. MART / MÄRZ 2010 /9/ g ünd e m Allah için “Gott” denir mi? Özellikle Protestanlık mezbebine mensup hıristiyanlar, tanrı adına öne çıkıp„Gott“ kavramını sadece kendi tanrıları için kullanmaktalar ve kavramı bu şekilde kullanarak da kendi tanrılarını, onlara göre „yanlış (çöl) tanrısı“ olan Allah’tan ayırmaktalar. Ali Mete • amete@igmg.de afzatullah (Allah lâfzı) yerine batı dillerinde mesela “Gott”, “God” veya “Dieu” kelimesinin kullanılmasının – veya tersine Gott kelimesi karşılığında da Allah kelimesinin kullanılmasının– doğru olup olmadığı sorusu, hem müslümanlar, hem de Hristiyanlar tarafından gündeme getiriliyor. Ancak mevzuya genellikle retorik açıdan yaklaşılıyor. Bu nedenle bu makalede „Gott“ kelimesinin Allah lâfzının karşısında konumlandırmanın hem İslam hem de Hristiyanlık açısından doğru olmadığını ortaya koyacağız. Mesela, Kelime-i Şehadet’in ilk cümlesinin „şehadet ederim ki, Allah’tan başka tanrı yoktur“ şeklinde mi, yoksa „şehadet ederim ki, (o) İlah’dan başka ilah yoktur“ şeklinde mi tercüme edilmesi gerektiğinin tartışılması, bu sorunun ilahiyatın konusu olduğunu gösterir. İlk tercüme açık bir şekilde Hristiyan ve Yahudilerin yanlış bir tanrıya ibadet ettiklerini belirtirken, ikinci tercümede ise Allah, Müslümanların, Hristiyanların ve Yahudilerin hep beraber ta’zim ettiği ortak bir tanrı olarak çevirilmiştir. Aslında, Müslüman, Hristiyan ve Yahudiler muhaverede bulunarak birbirlerinin tanrı tasavvuru üzerine tartışabilir ve bu tasavvurların zaman içerisinde ne kadar değiştiği hakkında konuşabilirler. Böyle bir tartış- L / 10 / IGMG • PERSPEKTİF maya engel olacak bir durum da yoktur zaten. Zikredilen meseleler, Malezya’da „Allah“ lâfzının kullanımı tartışmalarından da çok önce, bu üç dine mensup insanlar arasında konuşuluyor olsa da, bu ve buna benzer konularda hararetli tartışmalar henüz ortaya çıkmış değil. Malezya’daki tartışmaların bizi bu kadar ilgilendirmesinin sebebi ise bu tartışmaların, insanlara, birarada nasıl yaşayamayacaklarından başka birşey göstermemesinin yanısıra benzer dışlama ve kimlik bulma çabalarının Almanya’da da var olmasıdır. Fakat bu sefer tartışma, daha çok hıristiyanlar tarafından gündeme getirilmektedir. Özellikle Protestanlık mezbebine mensup hıristiyanlar, tanrı adına öne çıkıp „Gott“ kavramını sadece kendi tanrıları için kullanmaktalar ve kavramı bu şekilde kullanarak da kendi tanrılarını, onlara göre „yanlış (çöl) tanrısı“ olan Allah’tan ayırmaktalar. Bunun sebebi ise Kitab-ı Mukaddes ve Kuran’daki ilah tasavvurlarının Alman Protestan Kilisesi’nin Müslümanlar ile ilişkisini yeniden temellendirmeye çalıştığı bir yayınında da dile getirildiği gibi farklı olmasıdır.1 Yayın No 86, „Klarheit und Gute Nachbarschaft“ (Şeffaflık ve İyi Komşuluk), s. 18 İslam’ın tek, ezelî ve ebedî olan, kudret sahibi ve her şeyi bilen tanrısının karşısına sıklıkla Hristiyanlığın bizatihî hakîkat, hayat, sevgi ve adalet olan tanrısı konuluyor. Allah lâfzı, Hristiyanlığın Sevgi Tanrısı’ndan ayrı, ondan daha az bağışlayan ve daha sert bir tanrıdan bahsetmek için kullanılıyor. İslam inancındaki tanrının rahmeti ve adaleti düşüncesinden çoğu kimsenin haberi bile yok. İslam Meseleleri Enstitüsü’nün bir makalesinde şöyle denilmektedir: „Allah’ın sevgisi, Baba İsa’nın karşılıksız sevgisinin (agape) çok ötesinde bulunmaktadır ve bu sevgi günahkârlar için de mağfiret vesilesi olan kurtarıcı sevgi ile karşılaştırılacak bir sevgi değildir. İslam’ın tanrı tasavvurunda kendini fedâ yoluyla karşılıksız sevgi bulunmamaktadır. Ticarî tasavvurlarla bezenmiş İslamî dünya görüşünde sevaplar ve günahlar bir teraziye konulup tartılırlar. Birisine sevap, birisine de ceza yazılır. Bu yüzden İslam’ın sembolü terazidir.“2 g ünd e m Malta adasının sakinleri Arapça ile karışık bir lehçe konuşmaktadırlar. Ancak, yüzyıllardır İslam ile aralarına bir mesafe koymuşlardır. Bu mesafe koyuş Allah lâfzının da tedavülden kaldırılmasını beraberinde getirmemiş ancak Maltalılar ibadetlerinde„Alla“ yani Allah’ı anar olmuşlardır. Allah’ın bir Arap çöl putu yahut çöl cini olduğu düşüncesinin yaygınlık kazanması Kitab-ı Mukaddes eleştirmeni Julius Wellhausen’e (1844-1918) kadar geri götürülebilir. Wellhausen, Ahd-i Atik’teki Yahudi tanrısı Elohim’in bir kabile putu ve çöl tanrısından geliştiği ve daha sonra dünya tanrısı “Yahve” haline geldiği görüşündeydi.3 Bu düşünceyi “Christliche Mitte”’nin (Almanya’da tutucu hristiyan muhafazakâr bir parti) başkanı Adelgunde Mertensacker’in tevarüs ettiğini yazdıklarından anlıyoruz: “İslam’ın Allah’ı eski arapların Allah’ıdır.”4 Dışlayıcı bir kimlik politikasının sonucu olarak Batı dillerindeki tanrı kelimesinin, kasden ve sınırlandırma amacı ile Allah lâfzının karşısına yerleştirilmesi, İslam ilâhiyatı açısından da kabul edilebilir bir durum değildir. Resulullah (sav) risaletinin Mekke döneminde, Tanrı’nın isimlendirilmesi hususunda, o dönemdeki müşriklerden farklı bir isimlendirmeye yönelmemiştir. Çoğu gayr-i müslim olan ve az sayıdaki müslümanlara karşı düşmanlık besleyen Mekkelilere rağmen Peygamberimizi, Allah’ı adlandırma hususunda putperestlerle aralarına bir sınır koymamışlardır. Bir ayet-i kerîmede Peygamberimize şöyle buyrulmaktadır: „De ki: İster Allah deyin, ister Rahman deyin. Hangisini deseniz olur. Çünkü en güzel isimler O’na hastır.” (İsrâ Sûresi, [17:110]) Hristiyan teolojisi açısından bakıldığında da Batı dillerinideki Tanrı kelimesinin sınırlandırılarak kullanılması, yani Allah kelimesinin kullanılmasından kaçınılması izah edilebilir bir durum değildir. Dünyadaki bütün Hristiyan Arapların hiç farkında olmadan ve çekinmeden inanç meselelerinde, ibadetlerinde ve ıstılahlarında Allah lâfzını kullandıkları herkes tarafından bilinen bir husustur.5 Zaten Allah diye isimlendirmeselerdi Arap- ça konuşan Hristiyan ve Yahudiler Kitab-ı Mukaddesin bahsettiği tanrıya ne isim verebilirlerdi ki? Altı Arap piskoposunun da iştirak ettiği İznik Konsili’nin Arapça metinlerinde, imanı dile getiren sözlerde (Credo) dahil olmak üzere tanrıdan bahsedilirken Allah lâfzı kullanılmıştır. Aynı şekilde Kadıköy Konsili’nde de yirmi Arap piskoposu bulunmuş ve Allah lâfzını aynı şekilde kullanmışlardır. Kitab-ı Mukaddes’in 1616 senesinde Leiden’de basılan ilk Arapça tercümesinde de bu husus bu şekilde devam etmiş ve buna hiçbir sûrette itiraz edilmemiştir. Son bir örnek verecek olursak: Malta adasının sakinleri Arapça ile karışık bir lehçe konuşmaktadırlar. Ancak, yüzyıllardır İslam ile aralarına bir mesafe koymuşlardır. Bu mesafe koyuş Allah lâfzının da tedavülden kaldırılmasını beraberinde getirmemiş ancak Maltalılar ibadetlerinde „Alla“ yani Allah’ı anar olmuşlardır. Velhasılıkelam, ne Müslümanlar ne de Hristiyanlar açısından Allah veya Gott kelimesini kullanarak, diğerini dışlamaları için bir sebep yoktur. Özellikle Allah’ın ismiyle düşmanca ve sunî bir kimlik politikası yürütmek hiç yerinde değildir. (Tercüme: Hüsnü Yavuz Aytekin) Kaynaklar: 1 http://www.islaminstitut.de/Artikelanzeige.41+M54c59589792.0 .html 2 Bkz. Hans-Joachim Kraus, Geschichte der historisch-kritischen Erforschung des Alten Testaments, Neukirchen, 1982. s. 255–274 3 Adelgunde Mertensacker, Muslime erobern Europa, Lippstadt, 1998, s. 59 4 A. Ziad Turkamani, „‘Allah‘ gleich ‚Gott‘?“, EMO Nachrichten 1/1997, s. 4–5 MART / MÄRZ 2010 / 11 / te s k il at Devlet Bakanı Faruk Çelik IGMG’yi ziyaret etti Yurt Dışı Türklerden sorumlu Devlet Bakanı Faruk Çelik, Almanya ziyaretleri çerçevesinde İslam Toplumu Millî Görüş Genel Merkezi’ni de ziyaret etti. Bakan Çelik’e Devlet Eski Bakanlarından Kürşad Tüzmen, Köln Başkonsolosu Mustafa Kemal Basa ve Başbakanlık danışmanlarından Ali Yüksel ile Sadettin Kılıç da eşlik etti. IGMG’yi ziyareti sırasında Merkez Yürütme Kurulu üyeleri ve çalışanları ile tanışan Bakan Çelik, Avrupa’da hizmet veren sivil toplum kuruluşlarının çalışmalarını takdir ettiğini, Avrupa’da yaşayan insanlarımıza yönelik farklı hizmetleri ortaya koyan bu kuruluşların kendileri için de yol gösterici olduğunu söyledi. Bakan Çelik şöyle dedi: “Sivil toplum kuruluşlarımızın, insanımızın problemlerine çözüm bulmada birlikte hareket etmelerini sevinerek müşahede ediyoruz.” Türk hükümetlerinin yurt dışındaki Türklerin problemleri ile ilgilinmekte geç kaldıklarını vurgulayan Bakan Çelik, “5 milyondan fazla vatandaşımızın yaşadığı Avrupa ülkelerinde, bu vatandaşlarımıza hizmet etmek, onların sorunlarına çözüm üretmek ve haklarının takipçisi olmak hükümet olarak bizim görevimizdir” şeklinde konuştu. Çelik, dünyada pek çok devletin de aynı şekilde bakanlık seviyesinde çalışmalar yaptığını söyleyerek, “Bu yaklaşımımız, entegrasyona hizmet edeceği gibi, sorunların daha sağlıklı bir şekilde çözülmesine katkı sağlaycaktır” dedi. Türkiye’nin Avrupa Birliği üyeliği yolunda önemli adımlar attığını, ancak, Türkiye’nin önüne engeller çıkarıldığını da söyleyen Bakan Çelik, Kopenhag kriterlerinin sadece Türkiye için değil, diğer ülkeler için de geçerli olması gerektiğini söyledi ve şöyle konuştu: “Maalesef, yurt dışındaki vatandaşlarımızın bize aktardıkları problemler, bazı Avrupa ülkelerinin bu kriterlere uymadığını da göstermektedir.” Bakan Çelik, yurt dışında yaşayan Türklere “Yurtdışı Türkler Başkanlığı” adı altında çalışacak birimin kurulabilmesi için hazırlanan yasa tasarısının önünmüzdeki günlerde Meclis’ten geçerek yürürlüğü gireceğini de müjdeledi. Bakan Çelik’in IGMG ziyaretinde IGMG’nin verdiği hiz- / 12 / IGMG • PERSPEKTİF met ve yaptığı faaliyetlerin anlatıldığı bir tanıtım videosu da izlendi. Genel Sekreter Oğuz Üçüncü ise, Avrupa’da oluşan İslam karşıtı havanın gelişimi ile ilgili bilgi verdikten sonra, “Mesela minare yasağını onaylayan İsviçre halkı, aslında bu konuda yalnız değildir. Ayrıca, Avrupa’da entegrasyon bir katılım projesi olmaktan öte, güvenlik sorunu olarak ele alınmaktadır,” dediği konuşmasında Alman Merkez Bankası Başkan Yardımcılarından Thilo Sarrazin’in Türkler ve Müslümanlarla ilgili görüşlerinin toplumda yaygın bir biçimde kabul gören görüşler olduğunu da ifade etti. Üçüncü, Türkiye hükümetlerinin, yurt dışında yaşayan vatandaşlarının haklarına sahip çıkma çabalarını desteklediklerini de bildirdi. Devlet Eski Bakanlarından Kürşat Tüzmen de, sivil toplum kuruluşlarının birlikte hareket etmesinin önemine değindiği konuşmasında, “Ben şahsen, Almanya’yı dünya devi olarak görüyorum. Almanya ile olan bağlarımızı da sizler kuvvetlendiriyorsunuz” dedi. Ziyaret için Bakanlara teşekkür eden IGMG Genel Başkanı Yavuz Çelik Karahan şunları söyledi: “Hizmetlerimizin merkezine insanı, teşkilatımızı da toplumun merkezine koyarak çalışıyoruz. Fakat bir sivil toplum kuruluşu olarak, uluslararası hukuktan doğan haklarımızın takibi için de çeşitli hükümetlerle işbirliği yaparak çalışmalarımızı sürdürüyoruz. Bu konuda, değerli çalışmalar yapan ve bizi bugün ziyaret ederek şereflendiren sayın Bakanımız Faruk Çelik ve Devlet Eski Bakanımız Kürşat Tüzmen beylere, ayrıca, Köln Başkonsolosumuz sayın Mustafa Kemal Basa ile çalışma arkadaşlarına da özellikle teşekkür ediyor, kurumumuza gösterdikleri ilgiden dolayı şükranlarımızı arzediyoruz.” IGMG Genel Başkanı Yavuz Çelik Karahan konuşmasında ayrıca, Başbakanlığa bağlı olarak Yurt Dışı Türkleri Başkanlığı’nın kurulması sürecinde Bakan Çelik’in gösterdiği hassasiyeti yakinen müşahede ettiklerini, söz konusu başkanlığın, yurt dışında yaşayan Türkiye kökenli insanların bir çok sorununun çözümünde önemli bir adım olacağını belirtti. te ş k il at İrşad Başkanlığı 3. Din İstişare Toplantısı Almanya ve Türkiye’den birçok ilahiyatçı, fıkıh uzmanı ve bilim adamının katılımıyla gerçekleşen IGMG İrşad Başkanlığı’nın 3. Din İstişare Toplantısı’nda “Talak(Boşanma)”, “Helal Gıda”, “İpotek Kredisi” ve “Sigorta” konuları ele alındı. IGMG İrşad Başkanı Yardımcısı Hulusi Ünye tarafından yönetilen toplantıya; Prof. Dr. Yunus Vehbi Yavuz, Prof. Dr. Saffet Köse, Dr. Abdullah Özcan, Türk Standartları Enstitüsü’nden Emre Sezer, Prof. Dr. Abdulaziz Bayındır, Prof. Dr. Hüseyin Hüsnü Gündüz, Mustafa Mullaoğlu, Sefer Ahmedoğlu ve Ramazan Uçar katıldı. Ayrıca Almanya İslam Konseyi Başkanı Ali Kızılkaya ve Avrupa Helal Sertifika Ensitisüsü (EHZ) Müdürü Yusuf Çalkara da toplantıya misafir oldular. IGMG İrşad Başkanı Ahmet Özden’in selamlama konuşmasının ardından, IGMG Genel Başkanı Yavuz Çelik Karahan bir konuşma yaparak, istişare toplantısında görüşülen konuların ve buna benzer birçok sorunun Avrupa’da yaşayan milyonlarca Müslüman’ın günlük hayatlarındaki ihtiyaçlar olduğunu belirterek, toplantının hayırlı sonuçlara vesile olması temenninde bulundu. Toplantıda daha sonra evvela talak meselesinin sebep, metod ve hükümleri hakkında tartışıldı. Bu bağlamda halk arasında özellikle “üç talak ile boşanma” diye bilinen uygulama üzerinde duruldu. IGMG İrşad Başkanı Yardımcılığı görevinin yanısıra IGMG Fetva Kurulu’nun Sekreterliğini de yürüten Hulusi Ünye, boşanma konusunda kendilerine ne gibi soruların yönetildiğini açıkladı ve bu konunun istismara açık olduğunu vurguladı. Görüşülen konular arasında imam nikahının mahiyeti ve istismar edilmesinin nasıl önlenebileceği meselesei de yer almaktaydı. Bu çerçevede var olan fıkhi hü- Prof. Dr. Yunus Vehbi Yavuz Prof. Dr. Saffet Köse Prof. Dr. Abdulaziz Bayındır Prof. Dr. Hamdi Döndüren kümler değerlendirildi ve özellikle Avrupa ülkelerinin hukuki yapılarında ne şekilde uygulanabileceği konuşuldu. 3. İstişare Toplantısı’nda bir önceki istişare toplantısında helal kesim ve helal gıda ile ilgili alınan kararlar tekrar ele alındı. Daha sonra Yusuf Çalkara Avrupa Helal Sertifika Ensitisüsü’nün çalışmalarını ve projelerini sundu. Sunum esnasında dile getirilen jelatin ve benzeri katkı maddeleri hakkında, ayrıca kümes hayvanları ve büyükbaş hayvanların kesim usulleri ile ilgili sorular hakkında görüşüldü. Bu bağlamda şoklu kesim uygulaması da gündeme getirilerek tartışıldı. MART / MÄRZ 2010 / 13 / te s k il at Avrupa Kur’an Yarışması 4 Nisan’da IGMG İrşad Başkanlığı tarafından her yıl geleneksel olarak organize edilen ve bu yıl 22.si gerçekleştirilecek olan Avrupa Kur’an-ı Kerim Okuma Yarışması’na katılacaklar belirlendi. Yarışma, 4 Nisan’da Wuppertal’da yapılacak. IGMG İrşad Başkanlığı tarafından organize edilen yarışmada, çok değerli hafızlar da Kur’an okuyacaklar. Bölgelerarası elemeler, bu yıl Berlin, Güney Hollanda, Viyana ve Strasburg’da Türkiye’den davet edilen ve Yrd. Doç. Dr. Mustafa Öztürk, Mustafa Kavurmacı ve Mustafa Kütahyalıoğlu’dan oluşan jürinin nezaretinde yapıldı. 13 Şubat 2010’da Berlin’de yapılan birinci etap elemelerinin 10-13 yaş grubunda; Hamburg Bölgesi’nden Yunus Emre Demirci birinci, K. Ruhr Bölgesi’nden A. Türkseven ikinci, Berlin Bölgesi’nden Eyüp Altın ve Bremen Bölgesi’nden Saad Perviz üçüncü oldu . 14-18 yaş grubunda ise; Berlin Bölgesi’nden Mustafa Yanç birinci, Hamburg Bölgesi’nden Cengiz Topçu ikinci, Hannover Bölgesi’nden Faruk Kaplan üçüncü oldu . 14 Şubat 2010’da Güney Hollanda Bölgesi Schiedam Camii’sinde, yapılan ikinci etap elemelerinin 1013 yaş grubunda;Hessen Bölgesi’nden Emre Değer birinci, G. Hollanda Bölgesi’nden Abdussamed Bozkurt ikinci, Köln Bölgesi’nden Abdullah b. Ahmed üçüncü oldu. 14-18 yaş grubunda ise; Ali Rıza Değer (Güney Hollanda) birinciliği, eşit puan aldıkları için ikinciliği Abdussamed Bozkurt (Düsseldorf ) ve Muhammed Taşçı (Hessen), üçüncülüğü yine eşit puan aldıklarından Fatih Yılmaz (Belçika) ve Hamza Kuri (Ruhr-A) paylaştı. 20 Şubat 2010’da Avusturya Viyana’da yapılan üçüncü etap elemelerinin 10-13 yaş grubunda; Mehmet Papak (Avusturya Viyana) birinci, Ahmed Yarar (Avusturya Arlberg) ve Hasan Yıldız ( Avusturya Viyana) ikinci, Talha Ercan ( K. Bavyera) üçüncü oldu. / 14 / IGMG • PERSPEKTİF 14-18 yaş grubunda ise; Muhammed Toçu (K. Bavyera) birinci, Ahmed Uçar (Avusturya Viyana) ve M. Ali Erdoğan (G. Bavyera) ikinci olurlarken, Bilal Güzel (Avusturya Arlberg) üçüncü oldu. 21 Şubat 2010’da Doğu Fransa Bölgesi Eyüp Sultan Camii’sinde, yapılan dördüncü etap elemelerinin 1013 yaş grubunda; Mahmud Büyüker (Lyon) birinci, Kazım Canbolat (Freiburg) ve Mervan Şamil Kaçmaz ikinci, Musab Erdoğan (D. Fransa) ve Ömer Faruk Zengin (İsviçre) üçüncü oldu. 14-18 yaş grubunda ise; İsmail Melih Tuzlacı (Rhein Neckar Saar) birinci, Abdulbaki Avcı (Würtenberg) ikinci, Selim Yıldırım (Alpes) ve Furkan Antepli (İsviçre) üçüncü oldu. Bu sonuçlara göre, 10-13 yaş grubunda; Yunus Emre Demirci, Emre Değer, Mehmed Papak ve Mahmud Büyüker; 14-18 yaş grubunda da Mustafa Yanç, Ali Rıza Yaman, Muhammed Topçu ve İsmail Melih Tuzlacı 4 Nisan 2010 tarihinde Wuppertal’de yapılacak olan finalde yarışmaya hak kazandılar. Yarışma ile ilgili olarak açıklamalarda bulunan IGMG İrşat Başkanı Ahmed Özden şunları söyledi: “Her yıl yapageldiğimiz Yüce Kitabımız Kur’an-ı Kerim’i Güzel Okuma Yarışması’nın bölgelerarası elemelerini Rabbimize sonsuz hamd ve senalar olsun ki tamamlamış bulunuyoruz. Bu yıl bölgelerarası elemeleri Türkiye’den sağladığımız Kur’an Okuma Mütehassısı sayılan değerli jüri nezaretinde gerçekleştirdik. Bölgelerarası elemeler adeta final havasında geçti. 4 ayrı noktada yapılan yarışmalar Berlin haric salonlarda oldu ve yarışmalara cemaatimizin katılımı takdire değerdi. Yarışmacı yavrularımız başta olmak üzere, onları yatiştiren anne-baba ve hocalarına, cemiyet başkanları ve idareci kardeşlerimize namütenahi teşekkürlerimizi sunuyoruz.” 4 Nisan 2010 tarihinde yapılacak final yarışmasında fevkalade bir manevi atmosfer yaşanacağını umduğunu söyleyen Ahmed Özden sonderece güzel bir salonda yapılacak olan yarışmaya tüm Müslümanları davettiklerini ifade etti. te ş k il at Mannheim IGMG’den Peygamberimizi tanıtma kampanyası “Fakirleri doyurun, hastalari ziyaret edin” ve “İki nimetin değeri bir çok insan tarafından bilinmiyor: sağlık ve boş vakit” Hz Muhammed’in (sav) bu iki hadisi 23 Şubat’tan itibaren 10 gün boyunca Mannheim’daki duvar panoları (billboard) ve yuvarlak reklam sütunlarında yayınlandı. “Elbette bir çok insan için bu alışagelmiş bir manzara olmayacak” diyen Proje Sorumlusu Taner Doğan ve sözlerine şöyle sürdürdü: “Son yıllarda, özellikle de 11 Eylül olaylarından sonra, medyada İslam dini ve Müslümanlar hakkında olumsuz bir imaj oluştu. Üniversiteliler grubu olarak biz bu bakış açısını değiştirmek istiyoruz. Yaklaşık 50 yıldır Müslümanlar bu toplumun bir parçası olmasına rağmen, biz bu ön yargıları ele alıp, yeni entegrasyon köprüleri kurmayı hedefledik. Peygamberimiz Hz Muhammed’in (sav) doğumu hasebiyle, bu yıl farklı etkinlikler düzenledik. Almanca tercümeli hadislerin yazılı olduğu 13 billboard ve 187 adet yuvarlak reklam sütunları kiraladık. 1000 adet yukarıda belirtilen hadislerle kartpostal basdırdık ve çevremizde bulunan Alman ve Türk komşularımıza yolluyoruz. Ayrıca 3500 adet gül Marktplatz, Paradeplatz, tren istasyonu, üniversite, hastaneler ve huzur evlerinde dağıtıldı. Bilhassa Danimarka’daki karikatür krizinden sonra, birçok Avrupalı’nın iç dünyasında Hz. Muhammed (sav) hakkında yanlış bir tasavvur oluştu. Bundan dolayıdır ki, bizde Peygamberimizin toplumsal ve kişisel görüşlerini ön plana çıkaran iki hadis seçtik. 25 Şubat tarihinde de Mannheim Rheingoldhalle’de Alman resmi kurum ve kuruluşların davet edildiği bir Mevlid resepsiyonu düzenleyip, Peygamberimiz Hz Muhammed’i (sav) hep beraber andık.” MART / MÄRZ 2010 / 15 / i sl a m ve hayat Kutlu Doğum ve Mevlid geleneğimiz M. Hulusi Ünye • mhulusiunye@hotmail.com evlid, kelime olarak Arapça “ve-le-de” kökünden türetilmiş bir kelimedir ve doğum, doğum zamanı, doğum yeri anlamlarına gelir. Istılah olarak ise, Peygamberimiz (sav)’in doğumuna, bununla ilgili yapılan merasimlere, yazılan eserlere ve doğduğu eve “mevlid” denilir. “Mevlud” veya “mevlüt” şeklinde ifade edilmesi yanlış kullanımdır. Diğer yandan İslâm edebiyatı ve sanatında Hz. Peygamberin doğum yıl dönümünde yapılan törenlere verilen isim ve bu törenlerde okunmak üzere yazılmış bilhassa şiirsel eserlerin de ortak adıdır. Peygamber Efendimiz (sav), İslâm tarihçilerinin ekseriyetine göre Habeşistan’ın Yemen valisi Eb-rehe’nin Kabe’yi yıkmak üzere Mekke’ye saldırdığı ve Fil Vak’ası denilen olayın meydana geldiği yıl olan miladî 571 tarihinde doğmuştur. Genel kabule göre Rebîülevvel ayının 12. gününde ve Pazartesi günü dünyaya gelmiştir.1 Bu kutlu doğum, miladî takvim esasına göre 20 Nisan tarihine tevafuk etmektedir. Doğduğu ev, Beytullah’ın doğusunda Safa tepesinin yanında bulunan ve bu gün şehir kütüphanesi olarak bilinen binanın yeridir. Peygamberimiz (sav), doğduğu gece, bir takım harikulade olaylar olmuş; örneğin İran Kisrasının sarayındaki burçlar çatlamış, bin yıldan beri yanmakta olan ateşgedelerindeki ateş sönmüştü. Ayrıca, doğum anında orada bulunan kadınlar da bir takım olağanüstü olaylara şahid olmuşlardı. Dedesi Abdulmuttalip, doğumdan yedi gün sonra Mekke’de büyük bir ziyafet tertiplemiş ve torununa, Arapların o güne kadar kullanmadıkları bir isim olan Muhammed adını vermişti. Bir bakıma dede Abdulmuttalip, torunun doğumu ile son derece memnun ve ilk mevlid şenliği ve kutlamasını başlatmış olmuştur. Ancak şu bilinen bir gerçek ki, Hz. Peygamber’in sağlığında onun doğum yıl dönümü kutlanmamıştır. Hulefâi Râşidîn dönemlerinde, Emevîler ve Abbasîler zamanlarında da mevlid kutlamalarına rastlanmamaktadır. Raşit Halifelerin ilk ikisi zamanında, fetih hareketleriyle uğraşılmış olması, son iki halife döneminde iç karışıklıkların hüküm sürmesi; Emevî ve Abbasîler zamanında ise mevlid kutlamalarının Resûlullah’ın soyuna destek anlamına gelecek olması sebebiyle böyle bir kutlama yapılmamıştı. İslam dünyasında ilk mevlid kutlamaları Mısır’da hüküm süren Fatımiler (910-1171) devleti hükümdarı Muiz-Lidînillâh (972-975) döneminde başlamıştır. Bu dönemdeki mevlid kutlamaları sadece Peygamberimizin mev- M / 16 / IGMG • PERSPEKTİF lidi ile sınırlı kalmamış, Hz. Ali, Hz. Fatıma, Hz. Hasan ve Hüseyin ve o günkü halifenin doğum günleri de kutlanmaya başlanmıştır. Bu mevlid programlarına “mevalid-i sitte” (altı mevlid) adı verilirdi. Bu doğum günlerine Recep, Şaban ve Ramazan aylarındaki kandillerle, Ramazan ve Kurban bayramları da eklenmişti. Bu kutlamalar o dönemde son derece zengin şölen programları ile gerçekleştirilirdi. Mısır’da Şiî Fatımî Devleti kurulunca, soyundan geldiklerini söyledikleri Hz. Peygamber’in doğum yıl dönümü Muiz-Lidînillâh döneminden (972-975) itibaren resmen kutlanmaya başlanmıştır. Bunun yanında Hz. Ali, Fâtıma, Hasan, Hüseyin ve o günkü halifenin mevlidleriyle (mevâlid-i sitte) Receb, Şaban ve Ramazan aylarındaki kandiller, Ramazan ve Kurban bayramlarıyla diğer bazı kutlamalar bu dönemde zengin bir şölen geleneği oluşturmuştur.2 Fâtımîler zamanında yapılan bu törenlerde önceden gerekli hazırlıklar yapılır, Rebîülevvel ayının 12. gününde sabahtan başlamak üzere öğleye kadar 300 tepsi helva, üst düzey bürokratlar başta olmak üzere, kârilere, hatiplere ve diğer görevlilere dağıtılırdı. Halifenin öğle namazını kılmasının ardından bütün saray ve devlet erkanı topluca Ezher Camii’ne gider, burada hatim okunduktan sonra “manzara” adı verilen tören yerine geçerlerdi. Kahire valisi düzeni sağlamak üzere önceden yerini alırdı. Halife de maiyetiyle birlikte gelir, törene katılanları selâmlardı. Tören, Kur’an tilâvetiyle başlar; ardından sırasıyla Enver (Hâkim), Ezher ve Akmer camilerinin hatipleri birer hutbe okur, halife için dua ederlerdi. Bu sırada kâriler tilâvetlerini sürdürürlerdi. Hutbelerden sonra halife törendekileri tekrar selâmlar; böylece resmî kutlama tamamlanmış olurdu. Diğer beş mevlid de bu şekilde kutlanırdı.3 Sünnî müslümanlarda ilk mevlid merasimi, Selâhaddîni Eyyûbî’nin kayınbiraderi Erbil Atabeği Begteginli Muzafferüddin Kökböri’nin (1190-1233) zamanında olmuştur. Mevlid kutlamalarının birisinde 5000 koyun,10.000 tavuk,100.000 tabak yemek ve 30.000 tepsi helva dağıtıldığı bildirilmiştir ki, törene katılanların sayısı hakkında bir fikir vermektedir. Bu törenlerde ulemâ ve tasavvuf ehlinin ileri gelenleri de hazır bulunur, Sultan Kökböri, kendilerine hil’atler giydirir ve hediyeler verirdi. Sûfîler de öğle vaktinden fecre kadar zikir ve semâ meclisleri düzenlerdi. Kökböri de aralarında yer alırdı. Her yıl mevlid törenleri için harcanan paranın 300.000 dinarı bulduğu kaydedilmektedir.4 Mevlid kutlamaları daha sonra Mekke ve Medine’ye geçmiş; buradan da bu kutlamalar farklı farklı şekillerde olmak üzere İslam coğrafyasının her tarafına yayılmıştır.5 Osmanlılar tarafından mevlid, ilk defa III. Murat zamanında, 1588’de resmî hale getirildi. Ancak resmî olarak olma- i sl a m ve hayat sa da mevlid kutlamaları bundan önceki dönemlerde de yapıları dile getirmişlerdir: Hz. Peygamber’in dünyaya gelmesi selırdı. Balkanlar’ın fethiyle birlikte bu coğrafyada da mevlid töbebiyle sevinmek, onun doğum günü münasebetiyle muhtaçlara renleri yapılmaya başlanmış olmalıdır. Zira Saraybosna’daki Gayardımda bulunmak, Resûlu Ekrem’e dair şiirler okumak, güzi Hüsrev Bey Camii’nin 938 (1531) tarihli vakfiyesinde mevzel elbiseler giyerek sevinç gösterisinde bulunmak birer güzel lid için yılda 300 dirhem tahsisat ayrıldığı görülmekte, bölgeameldir. Dolayısı ile mevlid kutlamaları bid’at-ı hasene sayıldeki diğer camilere ait vakfiyelerde veya şahsî vasiyetnamelermalı, halk arasında görülen ve dinen hoş karşılanmayan davde de benzeri kayıtlara rastlanmaktadır.6 Önceleri Ayasofya Caranışlar bundan ayrı düşünülmeli ve hoş olmayan şeyler önmii’nde, sonraları ise Sultan Ahmed Camii’nde yapılan meralenmelidir. Hülasa edecek olursak, mevlid merasimleri bir ibasimlere, devlet erkanıyla birlikte halk da katılırdı. Sultan Ahdet gibi algılanmayarak, inananların kalplerindeki Rasulullah med Camii’ndeki kutlamalarda padişah, sadrazam, şeyhülislâm, sevgisini canlı tutması ve ona olan muhabbeti artırmasındavezirler, Anadolu ve Rumeli kazaskerleri, diğer mülkî ve askeki maslahat gözetilerek tertip edilirse bir değer ifade eder. Çünrî erkânla ulemâ resmî kıyafetleriyle hazır bulunurdu. 7 kü Allah Rasulünü sevmek, imanın temel kıstaslarından biBu merasimlerde, önce müezzin tarafından Kur’an-ı Keridir. Şu hadisi şerifi bunun en açık delilidir: “Sonsuz kudret sarîm okunur, bunun peşinden de vaazlar verilirdi. Daha sonra hibi olan Allah’a yemin ederim ki, sizden hiçbiriniz beni babamevlidhân kürsüye çıkar ve bir bölüm okuduktan sonra iner sından, evladından ve bütün insanlardan daha çok sevmedikçe, hediyesini alır ve ikinci mevlidhan kürsüye çıkarak, okumaya iman etmiş sayılmaz.” 8 devam eder ve belirlenmiş kaideler çerçevesinde mevlid kutAncak, Mevlid, bir ibadet olarak kabul edilir, ölülerin rulamaları son bulurdu. hu için mevlidler okutulur, onların günahlarının bağışlanacağı Günümüzde mevlid, Suudi Arabistan hariç Kuzey Afrizannedilirse bu yanlış olur. Bir de halkın cehaletinden ve yanka’dan Endonezya’ya kadar İslış itikadlarından istifade eden lâm ülkelerinde bazılarında mevlidhanlar, piyasa oluşturarak, buresmî, bazılarında gayr-i resmî nu ticarî bir çıkar aracı yaparlarsa olarak yaygın biçimde kutlanbu durum din adına bir cinayet olur. maktadır.Türkiye’de yalnız RaBu tip bir kabul ve davranışın İsMevlid, bir ibadet olarak kabul edilir, ölülerin ruhu mazan ve Kurban bayramları lamî olmadığı hususu ile ilgili herresmî bayram kabul edilmekhangi bir ihtilaf sözkonusu olamaz. için mevlidler okutulur, onların günahlarının bağışte, gerek mevlid gerek diğer müBöyle bir olaya sebeb olan herkes lanacağı zannedilirse bu yanlış olur. barek gün ve geceler münasedinen sorumludur. Merasimlerde betiyle camilerde, evlerde ibamevlid okunmasının vazgeçilmez det âdabı içinde Kur’ân-ı Kebir âdet haline getirilişinin sakınrîm, Süleyman Çelebi’nin calarından biri de, netice olarak inmevlidi, kaside ve ilâhiler san kelâmı bir şiir olan bu metinokunmaktadır. Son yıllarda Diyanet İşleri Başkanlığı ve Türlerin, okunması ve dinlenilmesi ibadet olan Kur’an ile eşdeğerkiye Diyanet Vakfı’nın ortaklaşa düzenlemesiyle Hz. Peygamber’in de görülmeğe ve değerlendirilmeğe başlanılması tehlikesidir mevlidi “Kutlu Doğum Haftası” adıyla Türkiye’de, Türk dünki, son derece uyanık olmak gerekir. yasında ve Balkanlar’da çok yönlü etkinliklerle kutlanmaktadır. Nitekim Türkçe olarak yazılmış olan en meşhur mevlid İrşad Başkanlığımız da son senelerde mevlid merasimlerini “Mevşiiri Süleyman Çelebi’nin Vesiletun-Necât adındaki eseridir. lid Kandili” gecesinden başlatmak suretiyle üç aylık bir periSüleyman Çelebi Hz.leri bu şiiri yazarken, Allah bilir ki, hiç yoda yaymış bulunmaktadır. “Alemlere Rahmet Program”labir zaman bu şiirinin mevlidhanlar tarafından camilerde, marı adıyla icra edilen kutlamalarda Kur’an-ı Kerim ziyafetlerikamlı bir şekilde, ibadet yapıyor süsü verilerek türkü, şarkı söyler gibi okunmasını aklına bile getirmemiş; yalnızca Peygamnin yanında Peygamber Efendimiz bütün yönleri ile halka taber’e olan sevgisi ve onun hatırasını canlı tutma arzusu ile bu nıtılıyor; Avrupa Kur’an-ı Kerimi Güzel Okuma Yarışmasıgüzel natı kaleme almıştır. Yoksa dinimizde aslı olmayan ölünın finali ile adeta bu programları taçlandırıyor. nün kırkıncı, elli ikinci vs. gecelerinde okunması gibi bir meMevlid kutlamaları Fıkhi açıdan alimler arasında tartışılmış, aleyhinde ve lehinde fikirler ortaya konmuştur. Mevlid rasim ve ibadet şekli ile icra edilmesi için yazmamıştır. Zaten bu anlamda mevlid okumak caiz olmaz; haram olur. merasimlerinin bid’at olduğu ve yapılmaması gerektiği, bu merasimler esnasında gerek itikad, gerek amel ve gerekse ahlaki açıdan hoş olmayan durumların ortaya çıktığı ifade edileKaynaklar: rek uzak durulması ifade edilmiştir. Bilhassa Vehhabî geleneğine 1 İbn Kesîr, 1, 198-203 bağlı ulema mevlid merasimlerine karşı çıkmışlardır. Diğer bir 2 İbnü’t-Tuveyr, s. 211-223 3 kısım alimler ise bunun bir bid’at-ı hasene olduğunu ifade etKalkaşendî, 1, 576; Makrîzî, I, 33 4 Mir’âtü’z-zamârt,VI/681,683; Süyûtî, s. 43-44; Şâmî, i, 439-440 mişler ve kötü örneklerden yola çıkılarak genelleştirmenin doğru 5 Asım Köksal, İslam Tarihi (Mekke Devri), İstanbul 1981, 50 vd olmadığını söylemişlerdir. İbn Hacer el-Askalânî, İbn Hacer 6 Okiç, sy. 1 (19761, s. 23, 36-37) el-Heytemî, Şemseddin es-Sehâvî, Celâleddin es-Süyûtî, 7 A.g.e. aynı yer 8 Şehâbeddin Ahmed b. Muhammed el-Kastallânî ve Muhammed Buharî, İman 8 b. Yûsuf eş-Şâmî gibi âlimler bu son görüşe sahip olarak şun- MART / MÄRZ 2010 / 17 / i sl a m ve hayat “Çocuğu olan, onlarla çocuklaşsın” Rahmet Peygamberi, Efendimiz (sav)’in en çok dikkat çekici yönlerinden biri de çocuklarla olan ilişkilerinde görülmektedir. Çünkü O, sıradan bir insandan öte çocuklarla çocuklaşan, onların penceresinden bakan, bunu başaran ve insanlara tavsiye edendir. Abdulgafur Levent • abdulgafur.levent@ibb.gov.tr eygamberimiz Hz. Muhammed (sav)’in tüm insanlığa örnek olan şefkati, merhameti ve müminlere olan düşkünlüğü, çocuklara olan tavrında da çok yoğun olarak görülmektedir. Hem kendi çocukları ve torunları hem de ashabının çocukları ile çok yakından ilgilenmiş, doğumlarından isimlerinin konulmasına, sağlıklarından ilimlerinin artmasına, güzel ahlakla terbiye edilmelerinden giyinmelerine, hatta onlarla şakalaşma ve oynadıkları oyunlara kadar onlar için tavsiyelerde bulunmuş, bizzat yol göstermiş ve ilgilenmiştir. Rahmet Peygamberi, Efendimiz (sav)’in en çok dikkat çekici yönlerinden biri de çocuklarla olan ilişkilerinde görülmektedir. Çünkü O, sıradan bir insandan öte çocuklarla çocuklaşan, onların penceresinden bakan, bunu başaran ve insanlara tavsiye edendir. Nitekim bir hadisi şeriflerinde: “Çocuğu olan onunla çocuklaşsın”. 1 buyurmuşlardır. Birçok Sahabeyi Kiram, Peygamber Efendimiz (sav)’in çocukları nasıl sevdiğini, onlarla nasıl ilgilendiğini ve oyunlar oynadığını, şakalaştığını aktarmıştır. Bunlardan bazıları şöyledir: Hz. Enes (ra): “Resulüllah (sav) çocuklarla şakalaşmada insanların en önde olanıydı.” 2 El-Bera (ra) : “Peygamber (sav)’i Hasan omuzunda iken gördüm.” 3 buyurmuşlardır. “Peygamberimiz (sav) kızı Hz. Fatıma (ra)‘ya şöyle derdi: “Haydi şu oğullarım (Hasan P / 18 / IGMG • PERSPEKTİF ve Hüseyin)’ı çağır bana!” Ondan sonra o ikisini göğsüne basar, koklardı.” 4 Peygamber Efendimiz (sav) çocukların oyunlarına önem vermiş, hatta zaman zaman onlarla oyun oynayarak ilgilenmiştir. Hz. Peygamber (sav), “Çocuğu olan onunla çocuklaşsın” buyurarak anne babalara çocuklarını bizzat eğlendirmelerini tavsiye etmiştir. Peygamberimiz (sav) çocukların yüzme, koşu, atıcılık, binicilik gibi oyun ve sporlarla meşgul edilmelerini de tavsiye etmiştir. Yeni doğan bebeklere, çocuklarına, torunlarına ve ashabının çocuklarına hep dua etmiştir. Onları severken ya da onların oyunlarını izlerken, onlar için Allah’tan hayırlı ve uzun bir ömür, ilim, hikmet ve iman istemiştir. Hz. Muhammed (sav)‘in çocuklara gösterdiği ilgi ve sevgi dolu tavrını, Ebu Hureyre (ra)’de şu örneklerle anlatmıştır: “Meyvenin ilk çıkanı getirildiği zaman Resulüllah (sav) şöyle derdi: “Allah’ım bize, Medine’mize, meyvelerimize, ölçeklerimize kat kat bereket ver” diye dua ederdi. Sonra meyveyi orada bulunan en küçük yaştakine verirdi.” 5 Çocuğa karşı yumuşak davranmak Allah Resulü’nün adetlerindendi. Allah Resulü bir seferden döndüklerinde çocuklar kendilerini karşılardı. Allah Resulü (sav)’de durur, sahabelerine çocukları kaldırmalarını emrederdi. Onlar da çocukların kimini Allah Resulü’nün önüne, kimisini terkisine bindirir ve bazılarını da kendileri bineklerine alırlardı. 6 Hazret-i Ali (ra) anlatıyor: “Resulüllah (sav) bizi ziyaret etmişti. Yanımızda geceledi. Hasan ve Hüseyin de uyuyorlardı. Bir ara Hasan su istedi. Derhal kalkan Resulüllah (sav) su kırbasından kadehe su aldı. Çocuğa vermek için getirmiştir ki (o sırada uyanmış olan) Hüseyin (hemen bardağı) alıp su içmek istedi. Resulüllah ona vermeyip önce Hasan’a verdi. Bunun üzerine Fatıma dayanamayarak: “Hasan’ı Hüseyin’den çok seviyor gibisin” deyince, “Hayır, fakat ilk defa o istedi.” Cevabını verdi. 7 Peygamberimiz (sav), ayrıca müminlere çocukları arasında adaletle davranmalarını hatırlatmış ve şöyle buyurmuştur: “Allah’tan korkun. Çocuklarınızın size itaatli olmalarını istediğiniz gibi siz de onların aralarında adaletle davranınız.” 8 “Allah öpücüğe varıncaya kadar her hu- i sl a m ve hayat susta çocuklar arasında adaletli davranmanızı sever.” 9 Peygamberimiz (sav) çocukların eğitilmeleri ve güzel ahlak ile terbiye edilmeleri üzerinde de durmuş ve bu konuda birçok tavsiyede bulunarak yol göstermiştir. Bu konudaki sözlerinden biri şöyledir: “Hiç bir baba çocuğuna güzel ahlaktan daha üstün bir miras bırakmış olamaz.” 10 Resulüllah (sav) çocuklara olan sevgisini gösterirken sıkça onların başlarını okşardı ve onlara hayır duaları ederdi. Çocuklarla o kadar iç içe olmuştu ki, bir defasında yarış yapan çocukları görmüştü de, onların neşesine katılmak için birlikte koşmuştu. Kız çocuklarının doğar doğmaz öldürüldükleri bir dönemde Peygamber olarak görevlendirilen Efendimiz Hz. Muhammed (sav), kız çocuklarını da erkek çocuklardan ayırmamak gerektiğini, kız çocuklarını öldürmenin büyük günah olduğunu bildirmiş ve hepsine eşit sevgi ve ilgi göstererek, üsve-i hesene olmuştur. Peygamberimiz (sav) sevgisini hem sözleriyle hem de davranışlarıyla gösterirdi. Çocuklara, onları sevdiğini söylerdi. Çocukları öptüğünü gören bir bedevi, bunu yadırgamış ve “Demek siz çocukları öpüyorsunuz ha! Hâlbuki biz onları hiç öpmeyiz!” demekten kendini alamamıştı. Bunun üzerine Hz. Peygamberimiz (sav): “Şayet senin kalbinden Allah merhameti söküp almışsa, ben ne yapabilirim.” 11 buyurarak, çocuk sevgisinden yoksun bir kalpte merhametin de bulunamayacağını ifade etmişti. Peygamberimiz (sav)‘in çocuklara karşı hoşgörülü oluşunun en güzel örneklerinden biri de, “Çocuğun küçüklüğündeki yaramazlığını, büyüdüğü zaman aklının çok olacağına bir alâmet olarak” 12 kabul eden Hz. Peygamber (sav), yaramazlık yapan çocuklara hemen müdahale etmemeyi emretmiştir. 13 Bir defasında, Hurma ağaçlarını taşlayan küçük yaramaz Rafı b. Amr’ı, bahçe sahibi yakalayıp Hz. Peygamber (sav)‘in huzuruna getirmişti. Efendimiz (sav): “ Yavrucuğum, ağaçları niçin taşlıyorsun” diye sorunca, Rafı: “Aç idim yâ Rasûlallah, karnımı doyurmak için taşladım” cevabını verince, Peygamberimiz (sav) : “Bir daha ağaçları taşlama, altına düşenleri alıp ye!” buyurmuş, sonra da Rafı’in başını okşayarak, “Allah’ım, bu yavrunun karnını doyur.” diyerek duada bulunmuştu. 14 Peygamberimiz (sav), torunu sırtında olduğu halde mescide girdiğini, namaz kılarken rükûa gittiğinde onu yere bırakıp, kalkınca da kaldırdığını 15 yine namaz kılarken, secdede Hasan ve Hüseyin’in, Peygamberimiz (sav)‘in sırtına çıktığını ve onlar düşmesin diye secdesini uzattığını,16 ayağa kalkınca düşmemeleri için eliy- le tuttuğunu 17 hatta hutbede iken bile minberden inerek torunu Hasan’ı kucakladığını 18 ve yanına aldığını mezkûr kaynaklardan öğrenmekteyiz. Peygamberimiz (sav): “Uzun kılmak niyetiyle namaza dururum, derken bir çocuk ağlaması işitir, annesine sıkıntı vermesin diye kısa keserim.“ buyurmaktadır. 19 Hz. Peygamberimiz (sav)‘in merhameti, sevgi ve şefkati, hiçbir ayırım yapmadan, bütün çocukları kucaklamıştır. O, engin tevazusuyla çocuklarla her fırsatta ilgilenmiş, şakalaşmış, gördüğünde onlara selam vermiş hal hatırlarını sormuş, bu arada kusurlarını hoş karşılamış, hasta olduklarında ziyaretlerine gitmiştir. Savaşlarda çocukların öldürülmesini, esirler içinde bulunan anne ile çocukların birbirlerinden ayrılmalarını yasaklamıştır. Rasulüllah (sav) çocuklara sevgisini açıkça gösterir, Onları “cennetin kokusu” ve “gözümün nuru” diye tarif ederdi. Bir toplumun mükemmeliyeti aileden ve eşlerin el ele verip kurdukları yuvadan başlar. Aile, cemiyetin en önemli rüknüdür. Bu rüknün sağlamlığı toplumun de sağlamlığı demektir. Öyleyse toplumun bu temel rüknü, katiyen menhecsiz, projesiz ve plansız bırakılmamalıdır. Bugünün yarını, yarının umudu ve geleceğimiz olan cennet kokusu, göz nuru çocuklarımızın eğitimi ve yetiştirilmesi tesadüflere bırakılamayacak kadar önemlidir. Hem aile hem de çocuk eğitimi hayati bir meseledir. Atimiz, yetiştirdiğimiz ve yetiştireceğimiz çocukların kalitesine bağlıdır. Kaynaklar: 1 Deylemî Kütüb-i Sitte İ.Canan 15. cilt S.209 3 Mecmu’uz-Zevaid C.5 S.135 4 Mecmu’uz-Zevaid C.5 S.136 5 İbn-i Mace 6 Kütüb-i Sitte İ.Canan 2.Cilt S.510 7 Kütüb-i Sitte İ.Canan C.2 496 8 Ramuz el-Hadis 9 Kütüb-ü Sitte İ.Canan C.2 S.498 10 Tirmizî 11 Buharî ve Müslim 12 Münavî 13 Münavî 14 İbn-i Mace 15 Buharî, Muvatta 16 Heysemî, Muvatta 17 Müslim 18 Buharî, Tirmizî 19 Buharî 2 MART / MÄRZ 2010 / 19 / i sl a m ve hayat Fıtrat Fıtrat, Kur’ân ve Sünnetteki bağlamı da dikkate alındığında daha çok insanın doğuştan gelen yaratılış özelliğini, dış etkilerle bozulmamış saf yapısını, tevhîd akidesini kabule yatkın gerçekliğini ve yeteneğini ifade eder. Prof. Dr. Saffet Köse • saffetkose@selcuk.edu.tr özlükte “f.t.r.” kökünden türemiş olan ve “yarmak, ikiye ayırmak; yaratmak” anlamlarına gelen bir isim olan fıtratın zikredilen anlamlarının varlığın maddenin yarılarak çıkmasına bir işaret olduğu kabul edilmektedir. Yarılmak, açılmak anlamına gelen infitâr Kur’ân’da bir surenin adıdır.1 Orucu sona erdirmek anlamına gelen iftâr2 da ağzını yemeye içmeye açmak anlamına gelir. Ramazan bayramına bu sebeple îdü’l-fıtr denilmiştir. Kelime olarak fıtratın özellik arzeden anlamı ilk yaratılıştır. Bu sebeple Fâtır kelimesi İlk Yaratıcı anlamında Kur’ân’da Allâh’ın isimlerinden birisi olarak zikredilmiştir.3 Abdullah b. Abbâs, bir kuyu konusunda nizalı olan iki kişinin kendisine gelip haklı olduğunu ispat için “kuyuyu ilk ben açtım” anlamında “ene fetartühâ” deyinceye kadar “Gökleri ve yeri yoktan yaratan…” ayetini4 anlayamadığını söyler.5 Esasen burada kelimenin kökündeki bir başka incelik insanın aslî, saf, günahsız, temiz biçimdeki ilk yaratılışına işaret ediyor olmasıdır. Istılah anlamında fıtrat, Kur’ân ve Sünnetteki bağlamı da dikkate alındığında daha çok insanın doğuştan gelen yaratılış özelliğini, dış etkilerle bozulmamış saf yapısını, tevhîd akidesini kabule yatkın gerçekliğini ve yeteneğini ifade eder.6 Elmalılı Hamdi Yazır’ın ayetin tefsirinde belirttiği üzere fıtrat insanların bireysel kabiliyetlerini değil bir insan olarak yaratılışlarında esas olan ve hepsinde ortak bulunan genel yaratılışı, insanın insan olma bakımından tabiatını ifade eder. Bu da akide bakımından başlangıçta onun tertemiz bir halde bulunduğunu gösterir. Nitekim fıtrat üzere giden veya fıtrata yakın olan S / 20 / IGMG • PERSPEKTİF temiz ruhlar yalanı, eğriliği, bilmez. Eğrilik meyli sonradan gelip geçici olarak kazanılan bir sapmadır. Kur’ân-ı Kerîm’de fıtrat kelimesinin bu biçimiyle ve biraz önceki anlamıyla Rûm Sûresinin 30. ayetinde şu şekilde kullanıldığı görülür: “Böylece sen, bâtıl olan her şeyden uzaklaşarak (hanîf olarak) yüzünü kararlı bir şekilde (hak olan) dine çevir ve Allah’ın insan bünyesine nakşettiği yaratılış gerçeğine (fıtrat) uygun davran: ki, Allah’ın yarattığında bir bozulma ve çürümeye meydan verilmesin: bu, sahih (bir) din(in gayesi) dir; ama çoğu insan onu bilmez.” (Rûm Sûresi, [30:30]) Bu paralelde Hz. Peygamberin hadisi de şudur: “Dünyaya gelen her insan fıtrat üzere doğar, sonra anne-babası onu ya Yahudi, ya Hıristiyan, ya da Mecûsî yapar.”7 Konuya değinen bu ayet ve hadisten anlaşıldığı kadarıyla fıtrat bir Allah vergisi olarak hatta bir lutuf olarak insanın hak dini kabule doğuştan eğilimli, yatkın yaratıldığını ifade eder. Bu sebeple de Allâh insanla sözleşme yapmış8 ve emaneti o yüklenmiştir.9 Buna göre onun esas fıtratı Allâh’a boyun eğmek ve Ona kulluk etmek10 üzere tasarlanmıştır. Allâh’ın koyduğu hükümler de insanın fıtratına uygun biçimde öngörülmüştür. Mezkur ayet ve hadisten fıtratının gereği olarak onun doğru inancı kabulüyle (iman) kişiliğinin tamamlanacağı, akabinde de yaratılış gerçeğine uygun durumdaki o dinin gereklerini yerine getirmenin kendisine kolay geleceği böylece gerçek huzuru ve mutluluğu yakalayacağı11, doğru dini tercih edememenin inanç anlamında ya da bunu başarsa bile sadece inanç boyutunda kalıp eylemlerinin inancına ters düşmesinin amel boyutunda fıtrattan bir sapma hali olduğu açık biçimde anlaşılmaktadır. Allah’ın imanı sevdirmiş olması ve onu kalplerde bezeyip süslemesi; hakikati inkar etmeyi (küfür), günah işlemeyi (fısk) ve güzel olan şeylere karşı çıkmayı (isyan) çirkin göstermesi12 de bunu göstermektedir. Fıtrat tek olan Allah’a iman ve ona bağlanmaya temayüllü olarak yaratılışı ifade ederken bu potansiyelin harekete geçirilmeye, geliştirilmeye ihtiyacı vardır. Hadis bu noktada çevrenin etkisine dikkat çekmektedir. Fıtrî gerçeklik çevre şartlarına göre ya istikametini bulur imanla noktalanır ya da fesada uğrar ve küfürle sonuçlanır. Bu da sonunda onun dünya ve ahiretteki konumunu belirler. İman / inanç fıtrî bir gerçeklik hatta zorunluluktur. Bu sebeple dinler tarihi araştırmaları inançsız bir topluluğa rastlanılmadığını ortaya koymuştur. Bu hem ya- i sl a m ve hayat ratılışın bir gereği hem de insanın inanmaya olan ihtiyacının zaruri bir sonucudur. Ancak kişinin her zaman fıtratına uyan doğru inanca ulaşması mümkün olmaz. Bu hususta çeşitli etkenler devreye girebilir. Ancak hem tevhid akidesine olan tabii meyil, hem insanın bu gerçeği görebilecek idrak kabiliyetlerine sahip bulunması hem de irade sahibi bir varlık oluşu hak dinin kendisine ulaştığı kimseyi ondan sorumlu tutmaktadır. Fıtrat ayetindeki kullanılışında da görüleceği üzere kelimenin hanîf ile sıkı bir ilişkisi vardır. Kelime olarak yönelen, ayrılan, dönen anlamına gelen hanîf (ç. hunefâ’), diğer dinlerden ayrılıp hak dine yönelen istikameti doğru / düzgün olan kişi demektir. Nitekim Kur’ân’da bu kelime müşrik karşıtı olarak kullanılmakta13 ve kelimenin Müslüman anlamı teyid edilmektedir.14 Bu sebeple putlara tapma konusunda babasına uymayıp hakka yöneldiği için Hz. İbrahim’e hanîf denilmiştir. Kur’ân-ı Kerîm, Hz. İbrahim’in Yahudi ve Hıristiyan olmadığını ve hanîf-müslüman olduğunu bildirirken15 O da bizzat kendisini müşrik değil hanîf-müslüman olarak tanımlamıştır.16 Buna göre hanîflik gerçek dindarlığın özünü de oluşturan bir kavramdır. Hanîf, İslam öncesi dönemde Hz. İbrahim’in dinine tabi olanlar anlamında kullanılmakta iken İslam sonrasında Müslüman manasında kullanılmıştır.17 Hz. Peygamber de hadislerinde aynı anlamda müsamahakâr hanîflik dini ile gönderildiğini18; Allâh’a en sevimli dinin de bu olduğunu19 belirtmektedir. Bir Kudsî hadiste de Allâh (cc) bütün kullarını hanîf olarak yarattığını ancak şeytanın insanları saptırdığını bildirir.20 Fıtrat-hanif çizgisinde insan, iman tohumunun ona uygun arazisine benzer. Tabii ortamında bu araziye atılan o tohum ekildiğinde görenlere coşku veren verimli bir bitkiye dönüşür. Ama arazi tabiatından çıkarılmışsa tohum değerinden bir şey kaybetmese de pratikte bir işlevselliği yoktur. Buna göre fıtrat inanca elverişliliği, tabii eğilimi, iman potansiyelini, hanîf de onun tevhid akidesi biçimindeki tezahürünü / görüntüsünü ifade eder. Öte yandan özellikle hadisin ikinci kısmı harici etkilerin fıtrata aykırı inançlara yönlendirmedeki gücüne ve bundan doğan sorumluluğa dikkat çeker. Sorumluluk da iki taraflıdır. Birincisi fıtratın gereğini yerine getirmeyen ve ondan sapan kişi ikincisi de bu etkiyi oluşturanlardır. Bundan da çıkan sonuç herhangi bir etkinin altında kalmayarak saf / selim konumunu muhafaza edebilen ya da fıtrata ters tesirlerin etkisinden arındırılabilmiş insanların doğru inançla buluşturulabilmesi halinde onu kolaylıkla kabulleneceğidir. Fıtratla uyumlu olmayan inanç ve kabullerin de insana bir yararının bulunmadığıdır. Kaynaklar: 1 İnfitâr Sûresi, [82:1] bk. Ebû Dâvûd, “Et‘ime”, 56; Tirmizî, “Savm”, 10… 3 En‘âm Sûresi, [6:14]; Yusuf Sûresi, [12:101]; İbrahim Sûresi, [14:10]; Fâtır Sûresi, [35:1]; Zümer Sûresi, [39:46]; Şura Sûresi, [42:11] 4 En‘âm Sûresi, [6:14]; Yûsuf Sûresi, [12:101]; İbrahim Sûresi, [14:10]) 5 Ebû Abdillâh er-Râzî, Tefsîru garîbi’l-Kur’âni’l-‘azîm, “f.t.r.” md. 6 Râgıb el-Isfahânî, el-Müfredât, “f.t.r.” md. 7 Buhârî, “Cenâiz”, 79-80, 92; Müslim, “Kader”, 22-25; Ebû Dâvûd, “Sünnet”, 17 8 A‘râf Sûresi, [7:172] 9 Ahzâb Sûresi, [33:72] 10 Zâriyat Sûresi, [51:56] 11 Ra‘d Sûresi, [13:28] 12 Hucurât Sûresi, [49:7] 13 msl. bk. Bakara Sûresi, [2:135]; Yunus Sûresi, [10:105]; Hacc Sûresi, [22:31] 14 Âl-i İmrân Suresi, [3:67] 15 Âl-i İmrân Sûresi, [3:65-67] 16 En‘âm Sûresi, [6:67] 17 Râğıb el-Isfahânî, el-Müfredât, “hanîf ” md. 18 Müsned, V, 266; VI, 116, 233 19 Buhârî, “Îmân”, 29; Tirmizî, “Menâkıb”, 32, 64 20 Müslim, “Cennet”, 63; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, IV, 162; Sahîhu İbn Hibbân bi-tertîbi İbn Balbân (nşr. Şuayb el-Arnaût), Beyrut 1414/1993, II, 422, 425; ayrıca bk. Wensinck, Concordance, “h.n.f.” md. 2 MART / MÄRZ 2010 / 21 / i sl a m ve hayat Kelâm, tarihle buluştuğunda Selman Dilek • selmandilek@yahoo.com dward Said’in hegemonik süreçlerin “doğu anlamlandırması” olarak tanımladığı klasik oryantalizm, günümüz dünyasında daha ziyade din ve kültür üzerinde dönüştürücü eksen kurma gayretine yoğunlaşmaktadır. Bu bağlamda günümüz oryantalist akademyası ve onun tesirinde gelişen batılı politik İslam algısının ana konularından birisini yeni teolojik temeller üzerinden bir ‘batılı İslam’ın oluşması teşkil ediyor. Euro İslam meselesinde tartışma alanlarını daha ziyade müslümanların çağdaş dünyada ‘rahatsızlık veren’ yanlarının tasfiyesi ile batılı değerler ile uzlaşabilecek bir dini paradigma inşası oluşturuyor. Batılı çevrelerdeki hakim kanaat toplumsal entegrasyonun gerçekleşebilmesi için sosyal dönüşümden önce teolojik bir dönüşümün gerektiği. Daha açık ifadeyle avrupa aidiyet kimliği müslümanlardan öncelikle bir ‘aydınlanma’ bekliyor. Bu durum hatırlara ‘Prusyalı’ Mendelsohn‘ın reforme edilmeye muhtaç gördüğü gelenek ile, bu reformasyonun zirveleştiği ve fakat batının makus tarihi ile yüzleşen bir diğer musevi düşünür Leo Beck’i hatırlatıyor. Müslüman entellektüeli avrupalı bir İslam inşasına sevk edecek bu aydınlanmanın temel argümanlarından birisini Kur’an tefsiri, dolayısıyla Kur’an’daki hükümlerin tarihsel okunması meselesi oluşturuyor. Oryantalist yaklaşıma göre, müslüman toplumun batıya intibakta sekülerleşmesi öncelikle Kur’an tefsirindeki hukuki ifadelerin nasıl yorumlanacağı ile irtibatlı. Bu makalede “Avrupa İslamı”nı tanıtmaktan ziyade onun teolojik cephesini oluşturan ve de her vesileyle İslam araştırmalarında akademik toplantılara konu olduğu gibi bir çok müslüman araştırmacının da iştirak ettiği yahut tam manası ile algılayamadığı yeni Kur’an tefsiri ile alakalı bazı problemlere işaret etmek istiyoruz. Öncelikle şunu ifade etmek gerekir ki yeni bir teoloji ihtiyacı batının genel itibariyle ‘din’den bir beklentisidir. Katolik kilisesinin birinci ve ikinci Vatikan konsilleri bağlamında konjonktürel dönüşümlere maruz kalması bu beklentiler neticesinde vuku bulmuştur. Kutsal metinlerin tarihselliği de modern dünyada oluşan siyasi, hukuki ve neticede toplum- E / 22 / IGMG • PERSPEKTİF sal normlara karşı kilisenin yeniden vaziyet alışıdır. Kilise içerisinde de benzer tartışmalar bulunmaktadır ve hatta mesela tarihsellik mevzuunda itirazlar da mevcuttur. Batılı aydınların İslam eleştirilerine dikkat edildiğinde ekseriyetle batının din eleştirisinden kaynaklandığı görülmekte. Yani İslam eleştirisi aslında bir din eleştirisidir. Oysa modernlik ve sekülerlikle etkileşim yalnızca İslamiyete mahsus değil kadim geleneklerin bizatihi dahil oldukları bir süreçtir. Bu bağlamda bakıldığında, Papa 16. Benedikt’in Regensburg konuşmasında aydınlanma ile dinin yaşadığı krizi anlatırken ve aslında modernitenin kilise karşısında ki zaferinin asrımızda getirdiği tereddütlere değinirken, bu ‘mağlubiyetin’ temel argümanlarından akıl ve din mevzuunda örneği İslam tarihinden vermesi gayet manidar. Tartışmanın aslında hıristiyanlığın modernlikle hemen bir çok mevzuda yaşadığı buhranla alakalı olduğunun batılı entellektüel çevreler farkındalar. Fakat bilhassa son yıllarda bu tartışmaların üzerine çektikleri perdede yalnızca İslamın yüzü beliriyor. Derin felsefi bir çok meselede konjonktürün müsaade ettiği derecede gündeme gelebiliyor. Modern tefsirde Kur’an hükümlerinin tarihi bağlamlarında değerlendirilmesi iki yönü itibariyle tenkide tabi tutulabilir. İslamî ilimlerin tahsili ve telifi belirli bir disiplinde olmadığı gibi tefsir ilmi de hadis, fıkıh ve diğer sahalardan ve bilhassa kelamdan bağımsız düşünülemez. Bunun yanında her ilmi saha usül ve muhteva itibariyle öncelikle bir düşünce temelinde inşa edilmiştir. Yalnızca İslam medeniyetine ait olmayan bu hususiyet, mesela hıristiyan teolojisinin kilise mimarisinden hukukuna kadar hıristiyani olan ve hatta olmayan batı medeniyetine mahsus bir çok alanda belirmesinde görülebilmektedir. Hakeza İslamî ilimleri de ilm-i tevhidden, kelamdan bağımsız düşünmek mümkün değildir. İslam düşünce geleneğinde Kur’an tefsirine dair eserlerin ekseriyeti ana hatları itibariyle, birbirinden tamamen bağımsız telakki edilemeyecek derecede kelam, tasavvuf ve felsefi düşünce gelenekleri dahilinde kaleme alınmıştır. Öyleyse öncelikle Kur’an hermenoytiği hangi kelami yahut daha geniş manası ile hangi felsefi muhtevaya sahiptir, sualiyle başlamak gerekir. Çünkü hüküm ifade eden ayet-i kerimelerin tarihi bağlamı ile sınırlandırılması, ilahi kelamın keyfiyyeti itibariyle bir mesele olduğundan hangi felsefi yaklaşımın temel alındığı sorusuna cevab bulmak gerekir. Kur’an hükümlerinin bazılarının tarihen tahdidi ilahiyatta ontolojik bir meseleye sebebiyet vermekte. İlahi kela- i sl a m ve hayat mın menbaı olan Cenab-ı Hakk’ın kelam sıfatı Zat’ından rın inkarından tevehhüm edilmiştir. Fakat hatırda tutulmagayrı olmadığından, bu sıfat ve tezahürüne müteallık her mesı gereken kelama dair bir mevzuda ve hassaten ilahi varlısele ontolojik manada bir ilah tasavvuru meselesidir. Yani ilağa müteallık meselelerde en küçük bir farklılaşma genel dühi kelamın tarih ile tahdidi, bu kelamın Sahibi olan Cenabşünce sistemine etki etmektedir. Bu nedenle Kur’an tefsiı Hakk’ın bir sıfatının tahdidi olur. Bu sınırlandırma ise hem rinde ki bir meselenin başka bir çok sahada yeni problemmahluk cihetindendir, ki yaratılmış olanın Vacib’ul Vücud’a lere yol açacağı aşikardır. nisbet eden bir vasfı sınırlandırması mümkün değildir ve de Bir diğer husus da tarihsellik meselesinde hangi kıstasCenab-ı Hakk’ın Zatıyla alakalı bir tasavvur sorunudur. Hem ların temel alındığıdır. Fazlurrahman ahlak eksenli belirli debu sınırları tayin eden bir yaratılmıştır hem de Yaratıcının ğerleri işaret etmektedir. Fakat bu değerlerin nasıl belirlenZatında yaratılmışlar nezdinde bir sınır konulması muhaldiği ve değerlerin tarihselliği meselesi meçhuldür. Her ne kadir. Zatında mukayyed olanın zamandan bağımsız mutlak dar hukuk belirli ahlaki değerler üzerinden neşet etse de, ahVarlık olması düşünülemez. Burada ayetin değil ayetten gelaki değerleri tartışmasız temel alıp, hukuki hükümleri ise len hükmün tarihselliği söz konusudur denilerek itiraz edilfarklı bir kategoride ele almak kendi içinde bir tenakuz ile se, hüküm ifade eden ayetin işaret ettiği manadan ayrı düneticelenecektir. Ahlakî değerler ile hukuki kaideler arasınşünülmesi imkan dahilinde değildir, çünkü manası da lafzı daki ayrım muhtemelen fasid daireye dönüşecektir. Bir digibi tevatüren sabittir cevabı verilebilir. Öyleyse Kur’an herğer husus da Kur’an-ı Kerim’de ki hükümlerin tefsirinde tamenoytiğinde tarihsellik usulü yalnız Kur’an metnine aid bir rih zaten yorum harici değildir. Başka bir çok mesele itibatartışma değil ilm-i kelamın sahasında cereyan eden ve önriyle hermenoytiği tenkide tabii tutmak mümkündür, lakin celikle bir ilah tasavvuru meseAvrupa İslamı tartışmalarına lesidir. konu olduğundan yalnız kelami Kur’an tefsirinde bir usül olaciheti itibariyle ele almayı tercih rak gelişen hermenoytik ilettik. Kavramsal olarak dini beminde, incil tefsirinin usülen balirli bir kültürel coğrafya ekseni zı izlerini bulmak da mümkün. ile sınırlayan avrupa İslamı, Bir diğer husus da tarihsellik meselesinde hangi kısHıristiyan teolojisinde ilahi kemuhteva itibariyle de iman ve amel lamın tarihselliği ‘logos’un ve biitibariyle bir düşünce sistemine tasların temel alındığıdır. Fazlurrahman ahlak eksenli zatihi Tanrı’nın tarihle irtibatı sahip olmadığı gibi başta akidebelirli değerleri işaret etmektedir. Fakat bu değerlebakımındandır. İnsan bedeye dair bir çok sahada da probninde tezahür eden Tanrı tarihte lemler taşımaktadır. Bir diğer hurin nasıl belirlendiği ve değerlerin tarihselliği mebelirerek yalnız bir ciheti itibasus da hakikaten Avrupa coğselesi meçhuldür. riyle değil, kamilen belirli bir zarafyasında yeni bir dini kültür inman diliminde ve mukayyed olan şası için gerekli olan dini bilgitüm yaratılmışların nezdinde tenin batı lisanlarında ifadesinden eğitime kadar bir çok meseleyi, mekkün etmiştir. Yani kelamın ve tüm bu meselelerin arka platarih ile mukayyed olması binında ki, müslümanları ilmen, sizatihi Tanrı’nın zaman ile muyaseten ve toplumsal olarak ifade edebilecek bir düşünce siskayyed bir vücudda zahir olması ile irtibatlıdır. İslam kelatemi geliştirilebilmesi, euro İslam, radikal İslam gibi tanımmının da hıristiyanlığı tenkid ettiği temel meselelerden bilama ve tartışmaların gölge etmesinden daha sahnede bir merisi farklı bir ontolojik boyut olan ilah ve ilahi olanın, yarasele olarak belirmiş değildir. tılmışlar kategorisine dahil edilmesidir. Hıristiyan teoloji TanToplumları tarih sahnesinde varlıklarını idame ettiren derı ve tanrıya mahsus olanı mukayyed varlıklar kategorisine ğerler mevcuttur. İslamî ilimler de müslüman zihniyet ve topdahil ettiğinden, Tanrı’nın kelamı olan İncil’in de zaman ile lumunu bu değerler ekseninde inşa eder. Bu zihniyetin ve mukayyed olması mümkün görülmüştür. Hz. İsa’nın vücuinancın temelini oluşturan tevhid ilmine dair oluşacak duda kutsal ruh ile kiliseye intikal etmiş, yani ilahi olan diproblemler, ilim sisteminin genelinde ve bir süre sonra bu ğer bazı vasıflarda Tanrı kendini yarattığı vasıflara bağımlı ilmin hayat bulduğu fertler ve cemiyetler nezdinde fikren ve kılmıştır. Hıristiyan teologlar bu ontolojik bölünme ve hatamelen bunalımlara meydan verecektir. Euro İslam tartışta karışmanın Tanrı’nın varlığa merhametinden sudur ettmalarında batıda yaşayan müslümanların seküler dünya alğini ifade ederler. gısını meşrulaştıracak bir teolojik gayret, kendi dini kökleEhl-i sünnet kelamı ve sair felsefi mezheblerde ise Cerinden farklılaşacak bir istikamette yol açmaktadır. Modernlik nabı Hakk’ın Zatı ve sıfatları hususunda varlık mertebeleri ve dolayısyla sekülerleşmenin, dinin kelami ve fıkhi cephebelirgin hatlar ile ayrılmış, nitekim Kur’an ve sünnetteki tevsini dönüştürme gayreti, ontolojik problemleri aşamadığınhid merkezli beyanlar da başka bir tefsiri muhal kılmıştır. dan, İslam düşünce geleneği içerisinde kök salması ve içeHer ne kadar tarihsellik meselesi Mutezile’nin Kur’an’ın mahrisinde bulunduğumuz tarihi süreçte hayatiyet bulması pek luk olduğu vehmine yakın gözüksede, bu derecede bir ilahi mümkün gözükmemektedir. varlığa müteallık bir mesele değildir ve daha ziyade sıfatla- MART / MÄRZ 2010 / 23 / d ü nya Afganistan siyasetinin iflası İlhan Bilgü • ibilgu@igmg.de fganistan’da, geçen ay 15 bin askerle başlatılan Mercah operasyonunun ne kadar başarılı bir operasyon olup olmadığını önümüzdeki aylar gösterecek. Fakat, bu operasyon aynı zamanda Amerikan Başkanı Barak Obama’nın AF-PAK projesi olarak takdim ettiği yeni Afganistan-Pakistan politikasının da temellerini ortaya koyması bakımından önem arzediyor. Çünkü, Barak Obama, selefi George W. Bush’un askerî üstünlük sarhoşluğu ile her şeyin yapılamayacağını farkeden biri olarak farklı bir politika uygulayacağını duyurmuştu. Ne var ki gelişmeler, Obama’nın politikasının Bush’un politikalarının sadece adını değiştirip kötü bir taklidi olduğunu da önümüze koyuyor. Her ne kadar Mercah operasyonunun başarısı ya da fiyaskosu, yazımızın konusu değilse de, Mercah gibi küçük bir kasabanın, daha geçen Mart ayında sadece 700 İngiliz askeri tarafından “Taliban’dan kurtarılmış” olduğunu da hatırlatmakta fayda var. Bu hatırlatma, Amerika ve müttefiklerinin tüm silah ve propaganda üstünlüğüne rağmen Taliban’ın hâlâ ülkede etkin olabildiğinin altını çizmeye ve ülkedeki gelişmeleri doğru okumaya da bir kapı aralayacaktır. Özellikle Türkiye’nin girişimleri ile, Taliban başta olmak üzere mevcut iktidarın muhaliflerini de iktidara ortak etme fikri, artık tüm diplomatik çevrelerin en tutarlı görüşü haline geldi. Türkiye, özellikle ülkenin kültürel ve dinî yapısının da göz önünde bulundurulmasını haklı olarak isterken, geçmişte adı duyulduğunda pek çok Afğanlı’nın ürperdiği Özbek asıllı General Raşid Dostum üzerine kurduğu Aganistan politikasının da yanlışlığını farketmeye başladı. Afganistan politikasındaki yanlışların temelinde Taliban’ı anlamamak ve Afganistan’ın siyasal ve toplumsal hayatına damgasını vuran kabile geleneklerini göz ardı etmek yatıyor. Taliban ile ilgili yanlış ise, Taliban’ın bir iktidar kavgası verdiği yolundaki inançtır. Ki, sözde A / 24 / IGMG • PERSPEKTİF ılımlı Taliban mensuplarının iktidara ortak edilmesi ile bu sorunun çözülebileceğine inanmak, 2001 yılına kadar Taliban’ın bir adamı olan Cumhurbaşkanı Hamid Karzayi’nin bir siyaset manevrası olsa da, safdillikten öteye gitmez. Taliban’ın kavgası, bir iktidar kavgası değildir. Taliban, beğenir veya beğenmezsiniz, karşı çıkar bazen de “vahşî” bulursunuz, bir siyasal düzen kavgasındadır. Kendi anlayışındaki bir İslamî düzenin hakim olması Taliban’ın iktidar mücadelesinin ana temelini oluşuturur. Geçmişte iktidarı ele geçiren Molla Ömer’in “Afganistan İslam Cumhuriyeti Emiri” olarak başkent Kabil yerine, küçük bir kasabada bir medreseyi üst olarak kullanması, bu mücadeleyi anlamakta bir ipucudur. Her şeyin (Amerikan politikası dahil) kabileler üzerine kurulu olduğu Afganistan’da, Peştu kabilelerinin geleneklerine sıkı sıkıya bağlı bulunan ve kendisi de bir Peştu olan Taliban Emiri Molla Ömer, teşkilatlanmasında kabileciliği öne çıkarmamış ve tüm diğer etnik gruplarla bağlantılı olmuştur. Cemiyeti İslâmi, Hizb-i İslâmî gibi Afganistan’ın her tarafında teşkilatlanmış örgütler dahi, etnik bağlılıktan kurtulamazken, Taliban her etnik gruba saygı göstermiş, yalnızca Şiî Hazaralarla anlaşamamıştır. Bu da Taliban’ın mezhebî bir yanılgısı olmuştur. Taliban’ın el Kaide ile ilişkisine gelince. El Kaide, Taliban dışı bir harekettir ve kuruluşu Taliban öncesine dayanır. Taliban’ın iktidarı ele alması ile birlikte ise, el Kaide Taliban’ı kullanmıştır; Taliban da el Kaide’yi. Özellikle maddî kaynak ve modern haberleşme araçlarının temininde el Kaide, Taliban’a yardımcı olmuştur. Halen her iki örgüt birbiriyle işbirliği yapsa da, Taliban sadece Afganistan’a özgü bir hareket olarak kalmış, 2001 yılında resmen iktidardan düşmüş olmasına rağlen Taliban yerel olarak iktidarını devam ettirmiştir. Tüm olup bitenlere rağmen Taliban’ın el Kaide’den uzak durmayışında, çeşitli stratejik ve taktik sebebler bulunsa da, bunun ana sebebi binlerce yıllık bir kökeni bulunun ve adına Pahtunvali denilen, ama, yazılı olamayan kabile kurallarıdır. Bu yazılı olmayan kuralların en önemlisi, Melmestiye (konukseverlik), Nanavatiye (koruma), Bedel (adalet), Tureh (kahramanlık) kurallarıdır. Bu dört kural birbiriyle öylesine bağlantılıdır ki, bir Peştu ölümüne bu kurallara bağlıdır. Örneğin, el Kaide liderlerine karşı yapılan bir Nanavatiye, yani koruma sözü, konukseverlik ile yerine getirildiği gibi, d ü nya kanun önünde suçlu bile görünseler adalet kuralı ile, kendisine dokunulmaz ve onların hayatları kahramanlık kuralı ile sonuna kadar Peştuların kendi hayatları gibi koruma altındadır. Koruma kuralı, herkes içn geçerlidir. Hatta, savaş anında bir düşman dahi korunma isteyebilir. Ve düşmanın bu korunma talebi geleneğe göre reddedilemez. Nitekim, Amerikan işgali sürecinde Amerikan ve İngiliz askerlerinden, bu kurala sığınarak korunma isteyenlerin örnekleri de görülmüştür. Hatta bir Amerikan askerinin yaralı ve tedavi edilmesi gerektiği, bizzat Taliban tarafından Amerikan Kumanda Merkezi’ne bildirilmiştir. Adalet kuralı, her ne kadar kanundan kaçanları da içine alsa bile, kendisine korunma verilen birinin suçluluğu kabile Cirge’si (Meclis) tarafından tesbit edilir. Suçlu, ya ilgili makama anlaşma yoluyla iade edilir, ya da kabile meclisi tarafından cezalandırılır. Bu kuralların tümünün, hâlâ uygulandığı bir gerçektir ve bu kurallar Afganistan, Pakistan ve kısmen İran’da diğer etnik grupların da geleneksel kuralları haline gelmiştir. Taliban’ın, mensuplarından bir kısmının iktidara ortak edilerek çökertilmeye çalışılması ise nafiledir. Taliban’ın gücü, mensublarının çokluğunda değil, inandığı kuralları uygulamasındaki tarafsızlığı ve samimiyetindedir. Örneğin, son olarak Pakistan’da yakalandığı söylenen ve Taliban’ın iki numaraları lideri olarak kabul edilen Molla Baradar’ın, Pakistan tarafından iktidara ortak edilmek istenmesi karşısında ABD tarafından ele geçirilmesi bu anlayışın bir göstergesidir. Fakat, Taliban’ın diğer siyasal ve etnik gruplar gibi bir iktidar arzusu olmadığı gözden kaçırıldığı için, bu planın tutmayacağı da ortadadır. Taliban, işgal kuvvetlerinin çekilmesi ile iktidara ancak o zaman ortak hale gelecektir. Çünkü Peştu geleneğindeki kahramanlık anlayışı, işgal güçleri hâlâ ülkede iken bir anlaşmayı ve barışı reddeder ve işgal güçleri ile ölümüne savaşı gerektirir. İşgal sonrasında Taliban’ın güçlenmesinin en önemli sebebi, yolsuzluğun, ahlaksızlığın giderek arttığı bir ortamda, bilinen iktidar politikalarına yanaşmayıp kontrolü altında bulunan bölgelerde yönetimini “adalet ve tarafsızlık”la yürütmeye devam etmesidir. Örneğin, müttefik güçlerin son operasyonunun yapıldığı yer olan Mercah’da Taliban, başta Afyon tarımını teşvik etmiş, aldığı öşür ile de (yüzde 10) halkın diğer ihtiyaçlarını karşıladığı gibi güvenliğini de sağlamış durumdaydı. Afyon tarımını teşvik eden Taliban, kaçakçılığın önüne geçmiş, halkın kendisinin Afyon kullanmasını yasaklamıştı. Taliban kontrolünde olmayan yerlerde ise, Afyon üretimi kaçakçıların eline geçmiş, üreticiler suç örgütlerinin aracı olmuş ve halkın da Afyon kullanımı artmıştır. Tüm bu gelişmeler, Taliban’ın iktidar olabilen bir iktidar olduğunu göstermiştir. Mercah operasyonu askerî olarak ne kadar başarılı bir operasyon kabul edilebilir, bunun tartışmasını askerî uzmanlar elbette ki yapacaklardır. Ne var ki, ABD ve müttefik güçler geriye, sivil kayıpları çok olan, binaları tamamıyla yıkılmış ve halkda Taliban iktidarının özlemini giderek yükselten bir hayalet kasaba bırakmışlardır. Yani bu operasyon, siyasal olarak tam bir fiyaskodur. Brezilyalı karikatürist Carlos Latuff ’un yorumuyla, Taliban Mercah’ta, farklı bir politika geliştireceğine dair dünyayı inandıran ABD Başkanı Barak Obama’ya “yes we can” (evet, biz yapabiliriz) demiştir. MART / MÄRZ 2010 / 25 / d ü nya Son operasyonların yapıldığı Mercah kasabası Brzezinski’ye göre Obama’nın dış politikası Mehmet Özkan • metkan82@hotmail.com merikalı önde gelen stratejistlerden Zbigniew Brzezinski Foreign Affair dergisinin Ocak-Şubat 2010 sayısında Obama’nın bir yılını değerlendiren kapsamlı, analitik ve yapıcı bir yazı yayımladı. Brzezinski’nin değerlendirmesine bir kaç açıdan diğer değerlendirmelerden farklı olarak yaklaşmak gerekir. Öncelikle Brzezinski 19771981 yıllarında başkan olan James Carter’in Ulusal Güvenlik Danışmanı olarak görev yapmış, Amerikan sistemini içeriden en iyi bilen ve yön veren kişilerden birisidir. Brzezinski’nin bir diğer özelliği Obama’ya seçim kampanyası döneminde danışmanlık yapmış olması ve bu açıdan Obama’nın bugünkü uygulamalarına indirekt olarak katkıda bulunmuş olmasıdır. Bu yazı temel olarak Brzezinski’nin değerlendirmelerinin bir özetini sunacaktır. A / 26 / IGMG • PERSPEKTİF Brzezinski, Obama’nın ilk yılını iki açıdan değerlendirmektedir: amaçları ve karar alma mekanizması; ve politika ve uygulamaları. Brzezinski’nın temel argümanı Obama’nın değişen dünya dengelerini iyi anladığı ve bu çerçevede stratejik eğilimler açısından doğru adımlar attığı yönünde. Fakat gerek ülke içi sorunlar gerekse Amerika’nın şu an yüzyüze olduğu üç temel sorun Obama’nın bu yeni visyonu için hem bir test hem de sıkıntılar doğurmaktadır. Karar alma mekanizması ve dış politikanın belirlenmesi açısından Obama’nın merkez ve temel yönlendirici olduğunu vurgulayan Brzezinski, Obama’nın ilk yılını daha çok sağlık reformu gibi iç siyasete harcamasından dolayı aslında beklenilen etkiyi ve değişimi yapamadığını vurgulamaktadır. Fakat herşeye rağmen Obama’nın açılım ve sorun çözme tarzını doğru bulan Brzezinski için önümüzdeki dönemde üç temel soruna yaklaşımının onu değerlendirmek için en iyi yöntem olacağını vurgulamaktadır: Filistin-İsrail sorunu, İran meselesi ve Afganistan-Pakistan çıkmazı. Filistin-İsrail sorununa yönelik olarak Brzezinski’nın temel yaklaşımı Obama’nın tarihi bir fırsatı kaçırdığı yönünde. Filistinlilerin çok dağınık ve çok zayıf, İsraillilerin ise çok dağınık ve çok güçlü olmalarında dolayı so- d ü nya runu dışarıdan destek olmadan çözmelerinin mümkün olmadığını vurgulayan Brzezinski, sorunun çözümüne yönelik olarak dört aşamalı bir yaklaşım tarzı önermektedir. Buna göre, (i) Filistinli mültecilerin bugünkü İsrail topraklarını geri dönüşü tezinden vazgeçmek, (ii)Kudüs’ün ikiye bölünerek hem Filistin hem de İsrail için başkent statüsü kazanmasını sağlamak, (ııı) 1967 sınırlarına dayanan ve taraflar arasında toprak değişimi yoluyla temel sınırları çizmek, (iv) Amerika ve NATO önderliğinde bir uluslararası gücün bölgeye barış gücü olarak yerleştirilmesinin yeni barış görüşmeleri için ana hatlar olarak tanımlamaktadır. İki devletli çözümün hergeçen gün kredibilitesini kaybettiğini vurgulayan Brzezinski’ye göre Obama ve ekibi Filistin-İsrail konusunda süreci ilerletmek için hem taktiksel yetenek hem de stratejik kararlılık gösterememiştir. Bunun sonucu olarak Obama’nın Kahire’de yaptığı konuşmanın İslam dünyasındaki olumlu etkisinin kaybolduğuna işaret etmektedir. İran konusunda Brzezinski’nin temel argümanı Amerika’nın ne tür bir İran istediğiyle alakalı karar vermesi gerektiğidir. İleride işbirliği yapılabilecek bir İran mı yoksa her zaman dışlanılması gereken bir İran’mı konusunda artık stratejik bir karar verilmesi gerektiğini vurgulan Brzezinski’nin temel sorusu Amerika ve İran’ın gerçekten müzakere etmek isteyip istemedikleri. Şu ana kadarki süreçte Obama’nın liderlik gösterdiğini vurgulayan Brzezinski’ye göre Obama İran konusundaki liderlik ve diploması öncelikli politikasını devam ettirmeli. Afganistan-Pakistan konusunda Brzezinski’nin temel bakış açısı yeni bir stratejinin gerekliliğidir. Özellikle Amerika ve NATO güçlerinin Afganistandaki savaşı askeri olarak kazanamadığını vurgulayan Brzezinski, çıkış yolu olarak iki aşamalı bir plan önermektedir. Buna göre Afgan hükümeti ve NATO, Taliban’ın bir bölümüyle işbirliği yollarını araştırmalı ve Talibanı sistem içine çekmelidir. İkinci strateji ise Pakistanı ürkütmek yerine onu kazanmaya yönelik bir politikanın izlenmesi gerektiğidir. Özellikle seküler bir Afganistan’ın muhtemelen Hindistanla işbirliği yapabileceğinden çekinen bir çok Pakistan elitinin seküler bir Afganistan yerine Talibanın kontrolündeki bir Afganistanı tercih etmesinin önemsenmesi gerektiği vurgulayan Brzezinski bu çerçevede Pakistanı kazanmanın önemli bir stratejik ayak olduğunu belirtmektedir. Brzezinski’ye göre bu üç temel konuda Amerika’nın yaklaşımının uzun vadede Amerikanın küresel rolünü ciddi şekilde pozitif ya da negative şekilde etkileyecektir. Özellikle bu konuların kötü yönetilmesinin Amerika’nın küresel rolünün sonu olabileceğini vurgulayan Brzezinski, Obama idaresinin bu açıdan tarihi bir misyona sahip olduğunu vurgulamaktadır. Yukarıda bahsedilen üç temel sorun yanında Obama’nın Avrupa, Çin ve Rusya ile ilişkilerine de değinen Brzezinski’ye göre tek bir Avrupa perspektifinin eksikliği dolayısıyla Obama’nın işbirliği yapabileceği tek bir Avrupa yakın zamanda olmayacaktır. Bu durumu İngiltere Başbakanı Gordon Brown’un siyasî kaprisleri, Sarkozy’nin kişisel hırs ve ün isteği, Merkel’in ise doğrucu bir bakış açısına sahip olmasına bağlayan Brzezinski için Obama’nın güçlü transatlantik isteği bu üç liderle yapacağı kişisel işbirliği ve diyolağa göre değiçecektir. Brzezinski’ye göre Rusya ve Çin’e yönelik politikalar ise genel olarak stratejik açıdan ölümlüdür. Makalesinin son bölümünde genel bir değerlendirme yapan Brzezinski´ye göre Obama ilk yılında derin stratejik açılımlar yapmaktan çok beklenti ve umut yaratmıştır. Brzezinski bunu Obama’nın yanlış stratejilerine değil daha çok Amerikan iç siyasi dinamikleriyle açıklamaktadır. Brzezinski’ye göre Amerikan siyasetinde lobilerin etkisi son yıllarda çok artmış ve bu Amerikan çıkarlarını tehdit etmektedir. Aynı şekilde ülke içinde değişen siyasi dengeler yüzünden partiler üstü bir dış politika yaklaşım tarzını tehlikeye girmiş ve buna bir de Amerikan halkının dünyada belki de dış politika konusunda en bilgisiz halk olduğu gerçeği eklendiğinde dış politika yapım süreci ve halka anlatım süreci zorlaşmıştır. Brzezinski’nin Obama’ya temel tavsiyesi ortaya koyduğu ümit ve beklentileri geri kalan üç yıllık başkanlık döneminde gerçekleştirmek için herşeye rağmen yoğun çalışmasıdır. MART / MÄRZ 2010 / 27 / d ü nya Kuveyt Yusuf Ziya • yza301@hotmail.com ahip olduğu kara parçasına bakıldığında küçük, ama o kara parçasının altında yatan petrol rezervleri nedeniyle bir o kadarda zengin bir ülke Kuveyt. Zamanında gemi yapımı, inci dalgıçlığı ve ticaret ile geçinen birkaç bin insanın yaşadığı bir çöl bölgesiyken 1938’de petrolün bulunmasıyla giderek zenginleşen bir ülke haline gelmiş. Arapçadaki anlamı “su kenarındaki kale” olan Kuveyt, bugün çok sayıda camileri, gökdelenleri, yüksek binaları, lüks otelleri, yeşil-geniş bulvarları, modern park ve bahçeleriyle, batı liberalizmi ve İslami değerlerin buluştuğu bir resim sunuyor bizlere. S Genel Bilgiler Basra Körfezi’nde Irak ve Suudi Arabistan’ın arasında yer alan Kuveyt, üç milyona yakın bir nüfusa sahip. Topraklarının büyük çoğunluğunun çöllerle kaplı olduğu ülkenin, kara parçası olarak Türkiye’nin Konya ilinin ancak yarısı kadar olduğunu söylememiz, ne kadar küçük olduğunu tasavvur etmemize yardımcı olacaktır. Başkent Kuveyt, ülkeyle aynı ismi taşırken, diğer önemli idari birimleri Hawalli, Cehra, Ahmedi, Salimiye, Fervaniye olarak sıralanabilir. Ülke meşruti monarşi ile idare ediliyor. Devlet Başkanlığını Emir yürütüyor ve Emir’in başbakanı atama ve meclisi feshetme gibi önemli yetkileri bulunuyor. Dünya petrollerinin yüzde 10’unun bu küçücük ülkenin topraklarından elde edilmesi ülkeyi kısa zamanda dünyanın en zengin ülkelerinden biri hâline getirmiş. / 28 / IGMG • PERSPEKTİF Ortadoğu’da bulunan yirmi üç Arap devletinden biri olan Kuveyt’in nüfus yapısına baktığımızda nüfusunun üçte ikisini, büyük çoğunluğu Hindistan, Pakistan ve Bangladeş vatandaşı olup Güney Asya’dan çalışmak için gelen göçmenlerin oluşturduğunu görürüz. Öyle ki yol yapımından inşaatlara, güvenlik işlerinden fabrikalara kadar her yerde işgücünden yararlanılan göçmenlerin Kuveyt’i ayakta tutan ana sütunlar olduğu düşünülebilir. Buna karşın ülkede aslen Kuveytli olanların oranı yüzde elliyi bulmamaktadır. Bu arada Körfez Savaşı’na kadar Kuveytli göçmenlerin büyük bir kısmını Filistin ve Ürdün bölgesinden gelen göçmenler oluşturmaktaydı. Ancak Saddam’ı destekledikleri gerekçesiyle, savaştan sonra ülkeden sürüldüler. Yerlerine Güney Asyalı göçmenler istihdam edildi. Kuveyt’te ana ve resmi dil Arapçadır, ancak özellikle iş çevrelerinde İngilizce de yaygın olarak konuşulmaktadır. Nüfusun yüzde 98’i Müslüman, geri kalanı ise Hristiyan veya doğu dinlerine mensuptur. Ortalama hayat süresinin 77 olması ise ülkenin zenginliğine ve içerisinde bulunduğu refah ortamına bağlanabilir. Kısa Tarihi Miladî 633 yılında Halid bin Velid kumandasındaki İslam orduları tarafından fethedilerek asırlarca Müslümanların toprağı olan Kuveyt, Bağdat’taki Abbasî hilafetinin ardından bir ara İranlıların, daha sonra 1628 yılında Sultan IV. Murad’ın saltanatı zamanında, Osmanlı Devleti’nin hâkimiyeti altına girmiştir. Kuveyt bundan sonra Osmanlı Devleti’nin önce Bağdat ve sonra da Basra eyaletinin bir köyü olmuştur. Nitekim Kuveyt, 17. ve 18.yüzyıllarda sadece birkaç bin insanın yaşadığı bir çöl bölgesiydi. 19. yy’ın sonlarına doğru Osmanlı’nın gücünü yitirmesi ve İngilizlerin petrol siyasetine d ü nya dayalı oyunları neticesinde, diğer Ortadoğu eyaletleri gibi Osmanlıya karşı isyan etmiştir. 1899 yılından 1961 yılına kadar dış ilişkiler ve savunma alanlarında İngiliz idaresi altında kalan Kuveyt, 1938 yılında Petrolun bulunmasıyla birlikte, Arap bölgesinin en zengin devletlerinden birine dönüşerek, 1953’te Körfez Bölgesi’nin en büyük petrol ihracatçısı olmuştu. Bunun ardından 1961’de Körfez Arap ülkeleri arasında bağımsızlığını ilan eden ilk devlet oldu. Önceden beri bağımsızlığına soğuk bakarak Kuveyt’in kendi parçası olduğunu iddia eden Irak, 2 Ağustos 1990 tarihinde bu ülkeyi işgal etti. 23 Şubat 1991 yılında ABD öncülüğünde BM Koalisyon güçleri tarafından yapılan müdahaleyle Irak’ın Kuveyt’i işgaline son verildi. Son yıllarda Irak’ın ABD tarafından işgal edilerek Saddam Hüseyin’in idam edilmesi sonrasında, tekrar işgale uğrama endişeleri ortadan kalkan Kuveytlilerin, hızla yatırımlara yöneldikleri görülüyor. Kuveyt’te Yaşam Ülkede tatlı suların sınırlı olması problemi, deniz suyunu içme suyuna dönüştüren dünyanın en büyük ve en gelişmiş tesisler sayesinde giderilmeye çalışılıyor. Bu nedenle sudan ucuz deyimi Kuveyt’te petrol için karşılığını bulur. Temiz ve düzenli bir yapıya sahip olan Kuveyt’te çöl, denizden elde edilen suyla yeşillendirilir. Kuveyt idaresinin üzerinde önemle durduğu noktalardan biri ağaçlandırma konusudur. Özellikle düzgün ve geniş yolların kenarına dikilmiş büyük ağaçlar, arkalarında çöl toprağı olduğunu unutturur insana. Başkent Kuveyt’te inşa edilen kuleler Kuveyt’in sembolü olmuş ve 375 metre ile en uzun olanı Bağımsızlık Kulesi olarak adlandırılmış. Şehir giderek gelişmiş ve bir gökdelenler ormanı haline gelmiş. Kuveyt oldukça sıcak bir iklime sahip olduğundan burada hayat genel itibariyle güneş battıktan sonra başlar. Özellikle sıcak günlerde sokaklarda insan bulmak mümkün olmaz. Sokakta görebildiklerinizde klimalı son model arabalarının içerisinde olur ve yine klimalı alış veriş merkezlerinin otoparklarında arabalarından inerler. Bölgede bulunan diğer şeyhlikler gibi Kuveyt de topraklarından petrol çıkartılmaya başlanmasının ardından gerek toplumsal gerekse ekonomik anlamda büyük bir değişim yaşamış. Öncesinde doğru dürüst bir şehir hayatının bulunmadığı ülkede, toplumun hayat standardı kısa sürede son derece yüksek bir seviyeye ulaşmış. Bununla birlikte özellikle göçmen işçiler için çekim merkezi olmuş. Kuveyt’te toplumsal katmanların bulunduğunu söylemek mümkün. ABD’liler ülkede ayrıcalıklı bir konumdalar. Amerikan askerleri zaten küçük olan ülkenin bir kısmını kapatmış durumda ve Kuveyt’le pek bir ilgileri bulunmuyor. Havaalanından başka yerde ABD’li görmeniz mümkün değil. İkinci sırada refah devleti olmanın sağladığı olanaklardan büyük ölçüde istifade eden Kuveytliler geliyor. İşsizliğin adının geçmediği Kuveyt’te en düşük Kuveytli maaşı 2000–3000 dolar civarında. Üçüncü sırada ise birçoğu düşük maaşla çalışan Güney Asyalı göçmenler yer alıyor ve kötü yaşam şartları ile refah içerisindeki ülkenin dramatik yönünü ortaya koyuyor. Göçmenlerin kötü yaşam şartlarına örnek verecek olursak, içerisinde Kuveytli göremeyeceğiniz bakımsız belediye otobüsleri, insanları açlık sınırında olan bir Afrika ülkesini hatırlatıyor. Ayrıca refah devletine yakışmayan cadde üzerindeki bakımsız dükkânlar yalnızca göçmenlere hitap ediyor. Çünkü Kuveytliler çoğunlukla büyük alışveriş merkezlerini tercih ediyorlar. Memurların neredeyse hepsinin Kuveytli olduğu resmi dairelerde de güçlünün sözü geçiyor. Gücün varsa sıraya girmene gerek yok, işlerini kısa sürede halledebilirsin. Ama işçi bir göçmen isen memurların bugün git yarın gel tavırlarıyla karşılaşabiliyorsun. Güçlü olan birinin yasalara uymayan bir davranışı çoğu zaman görmezden gelinirken, bu durumda yasalar sadece göçmenlere uygulanıyor. Buna karşın Kuveytliler Türkleri pek seviyor ve ilgi gösteriyorlar. Ayrıca ülkede hafta sonu tatillerinin Perşembe ve Cuma günleri olması da eski geleneklerimizden. Kaynaklar: • “Seyrüsefer: Kuveyt İzlenimleri”, BİSAV Bülten, Sayı 61, 2006 • “Kuveyt Meselesinin Tarihi”, Ahmet Akgündüz, osmanli.org.tr/yazi2-96.html MART / MÄRZ 2010 / 29 / k ül t ür Ameliyatlar ve aletler Müslümanların günlük yaşamımıza katkıları önemli bilimsel bir gerçeği ortaya koyuyordu: Pulmoner dolaşım “Avicenna’nın Kanun Anotomisi Üzerine Yorum” 1210 yılında Suriye Şam’da doğmuş ve Nuri Hastanesi’nde eğitim almış olan İbni Nafis tarafından yazılmıştır. Bu eser Batı’da Avicenna olarak bilinen diğer bir büyük Müslüman bilim adamı olan İbni Sina’nın eserini ele alır. İbni Sina 980 yılında Güney Rusya’da küçük bir köyde dünski Yunanlılar kanın karaciğer merkezli olduyaya gelmiştir. Özellikle filoloji, tıp ve hukuk da öne çıkğunu düşünür ve yiyeceklerin bağırsaklardan damıştır. İbni Nafis’in sözkonusu eseri dei “Canon” (Kanun)’a marlar aracılığıyla karaciğere ulaştığına inanırcevap niteliğindedir. İbni Nafis’in bu yorumu çok önemlardı. Onlara göre kan vücuttaki yolculuğuna çıkliydi çünkü o ilk defa pulmoner dolaşımı(küçük kan dolaşımadan önce “doğal ruh” la doldurulurdu. mı,kanın kalp ve akciğerler arasındaki dolaşımı) doğru bir şeDaha sonra Yunanlı fizikçi bilimadamı Galen 2.yy’da kilde incelemiş ve tanımlamıştır. kan dolaşımı üzerine gözlemler yaptı. Galen kanın, kalO bu eserinde kalbin ve akciğerlerin rolünü anlatmış, bin sol kısmından kalbin sağ kısmına kardiyak septumsolunum sistemindeki etkilerini açıklamış ve kanın akcidaki (bölme) “görünmez gözenekler” aracılığıyla geçtiğiğerlerde dışarıdan gelen havayla temas ederek temizlenni söyler. Ona göre burada kan “ruhu” yaratmak için hadiğini anlatmıştır. vayla birleşir ve ordan tüm vücuda yayılırdı. Galen, venöz Bir paragrafta İbni Sina ile görüş ayrılığına düşmüşsistem (toplardamar sistemi) ve arterial sistemin (atardatür: “İbni Sina’nın kalbin 3 karıncığı olduğu düşüncesi doğmar sistemi) küçük görünmez kanallarla kontağa geçmelerinin ru değildir. Kalbin sadece 2 karıncığı vardır ve bunlar aradışında çok farklı sistemler olduğunu söylemiştir. sında kesinlikle açılma olmaz. ” Yüzyıllar boyunca Galen’in O kendi ifadesiyle pulmoner bu açıklamaları doğru olarak kadolaşımı şöyle anlatır: “... kanın bul edildi ta ki, 16.yy’da Avrukalbin sağ odasından sol odasıpa’da William Harvey kan dona varması gerekmektedir, fakat laşımı ve kalbin fonksiyonlarıbu ikisi arasında doğrudan bir gena dair gözlemleri yapana dek. çiş (yolu) bulunmamaktadır. KalHarvey kalbin, kan dolaşımının bin kalın septumu delikli olmamerkezi olduğunu söyleyen ve dığı gibi, bazılarının düşündüğü kanın vücudumuzda nasl dogibi görünür gözenekler veya laştığını açıklayan kişi olarak biGalen’in düşündüğü gibi gölinir. Oysaki 1924 yılında Mırünmeyen gözenekler içermez. sırlı fizikçi Dr. Muhyo al-DeKan, kalbin sağ odasından pulen Altawi çok önemli bir el yazmoner arter aracılığıyla akciğerması eseri ortaya çıkarmıştır. O, lere akar, maddelerine dağılır, 700 yaşında olan “Avicenna’nın hava ile karışır ve arteria venoKanun Anotomisi Üzerine Yorum” sadan (pulmoner vein) geçerek, adlı eserini Berlin Prusya Devkalbin sol odasına ulaşır...” let Kütüphanesi’nde ortaya çıOnun bu önemli gözlemleri karmıştır. Dr. Altawi Almanya Avrupa’da yüz yıl sonra, 1547 yıLudwig Üniveritesi Tıp Falında Andrea Alpago tarafından kültesi’nde Arap tıbbının tariLatince’ye çevrilene kadar bilinhini inceliyordu. Bu eser o vakmiyordu. Bunun ardından kan doİbni Sina'nın Kanun'unda kalb, akciğer ve beyinden bahsettiği kısım te kadar gözardı edilmiş çok laşımını açıklamak için bir kaç giİlknur Melekoğlu • imelekoglu@yahoo.de E / 30 / IGMG • PERSPEKTİF k ül t ür rişimde daha bulunulmuştur. kilde, onun zamanına dek varolan pek 1553’de Michael Servetus aynı taçok medeniyetlerdeki bilgilerden nımı yaptı ve 1559’da Realdo Colombo toplanmış tüm tıbbi bilgileri içerda bunu kanıtladı. Yine de tüm bu diği için “yazılmış en ünlü tıp kitasonuçlar genel olarak yaygın biçimbı” olarak tanımlanmıştır. de kabul edilmemişti. Sonunda, 12. yy’da El-Kanun fi’t-Tıp’ı kısa William Haryvey bazı deneylerden adıyla Kanun’un içeriğini açıklamak sonra 1628’de insan dolaşım sistemini için açıklamalar, yorumlar yazılmıştır keşfettiğini duyurdu ve bu konuda ki, en ünlü kısa versiyonu İbni Nafis etkili bir kitap yayımladı. Bu çalıştarafından Suriye’de yazılan “Tıbtama zamanla tıp dünyasına doğru anki özlü kitab” dır. Kanun, toplam beş layışı kabul ettirdi. William Harykitaptan oluşmaktadır. İlk kitap genel vey tüm vucuttaki kan dolaşım sistıp kaideleri hakkındadır, ikincisi alteminin kaşifi kabul ediliyse de İbfabetik sıraya göre basit ilaçlar, üçünni Nafis, pulmoner dolaşım yada kücüsü vücudun belli bölgelerindeki loçük kan dolaşımının kaşifi olarak takal hastalıklar, dördüncüsü; ateş, kemik rih sayfalarındaki yerini aldı. ve eklem kırık- çıkıkları gibi vücudun İbni Nafis'in küçük kan dolaşımı ve sindirim sistemi çizimi Pulmoner dolaşımın İbni Nagenelinde oluşabilecek hastalıklar ve fis’e atfedilmesi ancak 1957 yılınbeşinci son kitap da bileşik ilaçlar ve da, 1228 yılında öldükten 700 sontarifleri üzerinedir. Dördüncü kitabı ra mümkün olmuştur. O ölünce evini ve kütüphanesini olan fraktürler(kırıklar) üzerine olan kitapta iki bilimsel inKahire’deki Mansuri Hastanesi’ne bağışlamıştır. celeme bulunur. Bunlardan ilki,“Bütün olarak fraktürler”ikincisi, “Her kemiğin ayrı fraktürü” adındadır. İbni-i Sina: Kemik Fraktürü “Bütün olarak fraktürler”de; kırıklar hakkında genel İbni-i Sina, Yunanlı fizikçi Galen’le karşılaştırıldığınbilgi, kırıkların sebebleri, çeşitleri, formları, tedavi metodları, da çok daha yüksek bir beğeni ve takdir kazanmış bir isimkırıkların karmaşıklığı hakkında bilgiler mevcuttur. İbni dir ve “İslam’ın Galen’i” olarak da bilinir. Büyük ünü neSina “Her kemiğin ayrı fraktürü” nde ise, vücuttaki her kedeniyle bir çok millet onun yıldönümü kutlama yarışına miğin kırığının kendine özgü özelliklerinden bahseder. İbgirmiş, ilk kez 1937’de Türkiye , ölümünden 900 yıl sonni Sina’nın kitabındaki bu açıklama metodu günümüz mora onu anma etkinlikleri düzenlemiştir. dern tıp kitaplarında yer alan açıklama formlarına çok yaOnun tıbbî ve felsefe ilimlerine katkısını takdir etmek kındır. İbni Sina, özellikle hemen split (kırıkların hareamacıyla tüm UNESCO üyeleri biraraya gelerek doğuketsizliği sağlamak için tahtaya alınması) uygulanmamamunun 1000. yılında, 1980 yılında İbni Sina’yı anmıştır. sı tam tersine beş gün sonra bu işlemin yapılması gerekŞimdi Özbekistan sınırları içinde bulunan Afşana’da doğtiğine dikkat çeker. Bugün onun bu öneri “ertelenmiş split” muş, 21 yaşında burdan ayrılarak İran’ın çeşitli şehirlerinde teorisi olarak bilinir ve Profesör George Perkins’e atfediyaşamış, ünlü bir felsefeci ve doktor olmuştur. Hayatı bolir. İbni Sina “1882 Bennet Fraktürü” olarak adlandırılan yunca toplam 276 eser yada bilimsel inceleme yazmıştır. olgudan da Bennet’ten bin yıl önce bahsetmiştir. Birkaç küçük eseri ana dili olan Farsça yazmıştır, bunlaKanun’un düzenlenmesi, kapsamlılığı ve açıklama merın dışındaki tüm eserlerini Arapça kaleme almıştır. Matodları; sınıflandırma, hastalık sebebleri, epidemioloji lesef bu eserlerin çoğu kaybolmuştur, günümüze ulaşan (salgın hastalıklar bilimi), belirtiler, teşhis ve tedaviler açı68 eseri çeşitli kütüphanelerde muhafaza edilmektedir. sından bugünkü modern tıp kitaplarına çok yakındır. Hemen hemen tüm bilim dallarında yazmakla birlikte Kanun bu özellikleri nedeniyle gerek Müslüman ülen çok felsefe ve tıp alanı ile ilgilenmiştir, öyleki son zakelerde gerekse Avrupa’da en yaygın kullanılan tıp kitabı manlardaki tarihçiler onu daha çok bir filozof olarak adolmuştur. Kanun, Cremonalı Gerard tarafından 12.yy’da landırırken, bir kısmı Orta Çağ’ın “Fizikçiler prensi” olaLatince’ye çevrilmesiyle Avrupa ile buluşmuştur. Louvain rak adlandırır. ve Montpellier’deki tıp okullarında 17.yy’a kadar ders kiEserlerinin çoğu tıp alanındadır. 43eseri tıp alanındadır, tabı olarak kullanılmıştır ve UNESCO dergisine göre 1909’a 24’ü felsefe alanındadır, 26 fizik, 21 teoloji, 23 psikiloji, bir başka deyişle modern tıp çağına dek, Brüksel Üniver15 matematik, 22 mantık ve 5 tane de Kur’an tefsiri varsitesi’nde okutulmuştur. dır. Bunların yanısıra sofuluk, sevgi, müzik alanlarında da yazmış, bir kaç hikaye de kaleme almıştır. Kaynak: “Al-Kanun fi’t-Tıp” (Tıpta kanunlar) yada Latince • 1001 Inventions-Muslim heritage in Our World, Prof.Salim T S Aladıyla sadece “Canon” (Kanun) olarak bilinen eseri onun Hassani, 2006, Foundation for Science, Technology and Civilisation en önemli eseridir. Arapça yazılmıştır ve benzersiz bir şe- MART / MÄRZ 2010 / 31 / i sl a m und l e b e n Fitra – Die Natur des Menschen aus islamrechtlicher Sicht „So richte dein ganzes Wesen aufrichtig auf den wahren Glauben, gemäß der natürlichen Veranlagung, mit der Allah die Menschen erschaffen hat...“ (Sure Rûm, [30:30]) Prof. Dr. Saffet Köse • saffetkose@selcuk.edu.tr itra wird von der Wurzel „f-t-r“ abgeleitet, wörtlich „spalten, entzweien, erschaffen“. Diese Bedeutungen werden als Zeichen auf die Erschaffung des Lebens oder überhaupt alles Seins aus einem Ursprung gedeutet. Eine Sure des Korans ist die Sure Infitâr, die ihren Namen aus dem ersten Vers („Wenn der Himmel sich spaltet...“, Sure Infitâr, [82:1]). Das Fastenbrechen wird als Iftar1 bezeichnet, quasi als erneute Öffnung des Mundes für Nahrungsmittel. Aus demselben Grund wird das Ramadanfest im arabischen Îd al-Fitr, also Fest des Öffnens, genannt. Die Bedeutung, die hinsichtlich des Konzepts der Fitra im Vordergrund steht, ist jedoch die Erschaffung. So wird im Koran Gott mit dem Wort „Fâtir“, der Erschaffer beschrieben.2 Abdullâh bin Abbâs (ra) habe den Vers „..., der Himmel und Erde erschuf...“3 nicht verstanden, ehe er nicht in einem Fall um Rat gebeten wurde, bei dem sich zwei Personen hinsichtlich des Besitzes eines Brunnens nicht einigen konnten und einer der beiden sagte: „Ich habe den Brunnen zuerst ausgegraben.“ 4 Hierin ist ein Hinweis auf die grundlegende Unschuld und Reinheit des Menschen. Im Koran und der Sunna steht der Begriff Fitra für die von Geburt an gegebene natürliche Veranlagung F / 32 / IGMG • PERSPEKTİF des Menschen, welche nicht durch äußere Einflüsse verändert wurde. Es bezeichnet den Gedanken, dass jeder Mensch ein inneres Verlangen, nach dem Tawhîd, also dem Glauben an den einen Gott hat, oder zumindest in der Lage hierzu ist.5 Entsprechend weist Hamdi Yazır in seinem Korankommentar darauf hin, dass mit Fitra nicht die Eigenschaften eines einzelnen Menschen, sondern jene gemeinsamen Veranlagungen sind, die den Menschen zum Menschen machen, also seiner Natur entsprechen. Dies widerum zeige die ursprünglich Reinheit des Menschen. So kennen Menschen, die entsprechend ihrer natürlichen Veranlagung handeln, weder Lüge noch Betrug. Dies sind Eigenschaften, die im Nachhinein erworben werden. Zur Fitra in diesem Sinne heißt es im Koran: „So richte dein ganzes Wesen aufrichtig auf den wahren Glauben, gemäß der natürlichen Veranlagung, mit der Allah die Menschen erschaffen hat. Es gibt keine Veränderung in der Schöpfung Allahs. Dies ist die richtige Religion. Jedoch, die meisten Menschen wissen es nicht.“ (Sure Rûm, [30:30]) Mit folgenden Worten sagte der Gesandte Gottes dasselbe: „Jedes Kind wird entsprechend der Fitra geboren. Erst später wird es von seinen Eltern als Jude, Christ oder Feueranbeter erzogen.“6 Wie aus diesen Quellen zu entnehmen ist, kann die Fitra als Gabe Gottes verstanden werden, die darin besteht, dass der Mensch in seiner Veranlagung als solcher in der Lage ist, zu seinem Schöpfer und damit zur wahren Religion zu finden. In diesem Sinne ist Gott auch einen Bund mit dem Menschen eingegangen7 und hat ihm Verantwortung gegeben.8 In diesen Kontext kann auch der Vers eingeordnet werden, nach dem die Menschen (und Dschinnen) allein dazu erschaffen wurden, um Gott zu dienen.9 Ferner entsprechen auch die Gebote Gottes der Fitra des Menschen. Im Lichte zahlreicher Koranverse und Hadithe kann gesagt werden, dass der Mensch gemäß der Fitra den richtigen Lebensweg, also die Religion wählen wird und ihm die Befolgung der Gebote nicht schwer fallen werden. Auf diese Weise wird er zu wahrem Glück finden.10 Die der Fitra nicht entsprechende Religion zu wäh- i sl a m und l e b e n len und Versäumnisse bei der Praxis der Religion gelten in diesem Zusammenhang als Abweichung von der natürlichen Veranlagung des Menschen. Dies wird deutlich, wenn man im Koran liest, dass Gott den Menschen „den Glauben lieb gemacht“ hat und „ihn in eueren Herzen verankert und euch Unglauben, Schändlichkeit und Aufsässigkeit verabscheuenswert... “ (Sure Hudschurât, [49:7]) gemacht hat. Damit dieses potenzielle Verlangen nach Gott aber zur Geltung kommt, muss es entfaltet und entwickelt werden. In diesem Zusammenhang weist der oben zitierte Hadith auf den Einfluss der Umwelt des Menschen hin. Die Fitra des Menschen kann innerhalb seiner Umwelt entweder ausgelebt werden oder unterdrückt und somit schlimmstenfalls zur Abwendung vom Glauben führen. Der Glauben ist eine wesentliche, wenn nicht zwingende, Veranlagung des Menschen. Dementsprechend ist in der Religionsgeschichte auch keine Gesellschaft bekannt, nicht geglaubt hat. Denn dies ist sowohl eine Notwendigkeit der Fitra als auch die Folge des Verlangens des Menschens nach einem Glauben. Doch ist es auch nicht immer unmittelbar möglich, dass der Mensch zum richtigen Glauben findet, da er vielen Einflüssen ausgesetzt ist. Trotzdem trägt der Mensch Verantwortung, weil er neben seiner natürlichen Neigung zum Glauben auch die Fähigkeit besitzt, die Wahrheit zu erkennen, also in der Lage ist zu wählen. Zwischen dem Begriff der Fitra und dem Wort Hanîf besteht eine enge Verbindung. Hanîf (pl. Hunafâ) bedeutet wörtlich „sich zuwenden, verlassen, umkehren“ und bezeichnet eine denjenigen, der sich von anderen Religionen abwendet und der wahren Religion zuwendet. Im Koran wird diese Bezeichnung als Gegesatz zu Muschrik11 (derjenige, der Gott andere Götter beigesellt, Schirk begeht) verwendet und bekräftigt die Bezeichnung Muslim.12 Beispielsweise wird der Prophet Abraham (as) als Hanîf bezeichnet, da er sich vom Glauben seines Vaters abwendet und allein Gott hingibt: Im Koran wird uns mitgeteit, dass er weder Jude noch Christ war, sondern ein Hanîf/Muslim.13 Abraham (as) selbst hat sich als Hanîf/Muslim bezeichnet.14 Demzufolge ist das Hanifentum ein Begriff, der den Kern der Religiösität beschreibt: Während vor dem Islam mit Hanîf diejenigen bezeichnet wurden, die dem Propheten Abraham (as) folgten, wird es mit der Erscheinung des Islams synonym zu Muslim gebraucht.15 Der Prophet Muhammad (saw) sagte, dass er den Men- schen auch das nachsichtige Hanifentum bringt16 und diese Gott am liebsten ist.17 In einem sogennanten „Heiligen Hadith“ (Hadith Kudsî) teilt Gott mit, dass ihm jeder Mensch als Hanîf auf die Welt komme, doch der Satan die Menschen vom Weg abbringe.18 Der Mensch, der gemäß seiner Fitra lebt, ist wie die Erde, in die der Samen des Glaubens gesät wird. In dieser Erde wird der Samen in bester Weise gedeihen können. Doch wenn die Erde ihre Natürlichkeit verloren hat, kann derselbe Samen nicht heranwachsen. Demzufolge ist die Fitra die potenzielle Grundlage des Glaubens, der Tawhîd ist die Erscheinung dieses Potenzials. Der zweite Teil des oben erwähnten Hadithes weist inbesondere auf die äußeren Einflüsse hin, welche die Menschen vom Weg der Fitra abbringen, aber gleichzeitig die Grundlage der Verantwortung des Menschen bildet. Die Verantwortung besteht in zweierlei Weise: Zum einen die Verantwortlichkeit dessen, der die Fitra missachtet, zum anderen die Verantwortlichkeit des Menschen, die auf andere einwirken. Der Mensch, der seine Fitra bewahren bzw. sich von äußeren Einflüssen fernhalten kann, wird ohne Weiteres ein Leben gemäß seiner natürlichen Veranlagung leben können. (Aus dem Türkischen übersetzt von Ali Mete) Quellen: 1 bk. Abû Dâwûd, At‘ima, 56; Tirmizî, Sawm, 10 Sure An‘âm, [6:14]; Sure Yûsuf, [12:101]; Sure Ibrâhîm, [14:10]; Sure Fâtir, [35:1]; Sure Zumar, [39:46]; Sure Schura, [42:11] 3 Sure An‘âm, [6:14]; Sure Yûsuf, [12:101]; Sure Ibrâhîm, [14:10] 4 Abû Abdillâh ar-Râzî, Tafsîru garîbi’l-Kur’âni’l-‘azîm, f.t.r. 5 Râgib al-Isfahânî, al-Mufradât, f.t.r. 6 Buchârî, Dschanâiz, 79-80, 92; Muslim, Kader, 22-25; Abû Dâwûd, Sunna, 17 7 Sure Âraf, [7:172] 8 Sure Ahzâb, [33:72] 9 Sure Zâriyât, [51:56] 10 Sure Râd, [13:28] 11 z. B. Sure Bakara, [2:135]; Sure Yûnus, [10:105]; Sure Hadsch, [22:31] 12 Sure Âli Imrân, [3:67] 13 Sure Âli Imrân, [3:65-67] 14 Sure An‘âm, [6:67] 15 Râğib al-Isfahânî, al-Mufradât, hanîf 16 Musnad, V, 266; VI, 116, 233 17 Buchârî, Îmân, 29; Tirmizî, Manâkib, 32, 64 18 Muslim, Dschanna, 63; Ahmad bin Hanbal, al-Musnad, IV, 162; Sahîhu ibni Hibbân bi-tertîbi ibn Balbân, Beirut 1414/1993, II, 422, 425; Vgl. Wensinck, Concordance, h.n.f. 2 MART / MÄRZ 2010 / 33 / i sl a m und l e b e n „Wer Kinder hat, soll mit ihnen Kind sein“ Eine der Charakterzüge des Propheten, die besonders hervorsticht, ist sein enges Verhältnis zu Kindern. Denn er setzte sich im Umgang mit Kindern auf ihr Niveau herab und versuchte die Welt aus ihrer Perspektive zu betrachten. Abdulgafur Levent • abdulgafur.levent@ibb.gov.tr ie Güte und Barmherzigkeit unseres Propheten sowie seine Zuneigung den Muslimen gegenüber wird auch in seinem Verhalten gegenüber Kindern deutlich. Seien es seine eigenen Kinder, seine Enkel oder die Kinder seiner Gefährten, er kümmerte sich um sie, gab ihren Eltern Ratschläge bezüglich ihrer Kinder, angefangen von der Geburt und der Namensgebung bis hin zur Gesundheit, Bildung, Erziehung, Kleidung, Unterhaltung und gar Spiele. Eine der Charakterzüge des Propheten, die besonders hervorsticht, ist sein enges Verhältnis zu Kindern. Denn er setzte sich im Umgang mit Kindern auf ihr Niveau herab und versuchte die Welt aus ihrer Perspektive zu betrachten. Er setzte dies nicht nur selber um, sondern empfahl es auch weiter. So heißt es in einem Hadith: „Wer Kinder hat, soll mit ihnen Kind sein.“ 1 Viele der Gefährten berichteten von seiner Liebe zu Kindern, wie er sich um sie kümmerte, mit ihnen spielte und herumalberte. D / 34 / IGMG • PERSPEKTİF So überlieferte Anas (ra), „Der Prophet war derjenige, der am meisten mit den Kindern spaßte.” 2 Al-Bara (ra) sagte: „Ich sah den Propheten mit Hasan auf seinen Schultern.” 3 Die Tochter des Propheten, Fatima (ra), berichtete: „Mein Vater sagte: „Los, hol mir meine Enkelsöhne (Hasan und Husayn)“, nahm sie dann in seine Arme und roch an ihnen.” 4 Muhammad (saw) legte großen Wert auf die Spiele der Kinder und spielte manchmal sogar mit ihnen. Mit dem Ausspruch „Wer Kinder hat, soll mit ihnen spielen”, empfahl er den Eltern ihre Kinder zu unterhalten, mit ihnen zu spielen. Des Weiteren legte er den Menschen nahe, Kindern das Schwimmen, Rennen, Reiten und andere Sportarten beizubringen. Er sprach fortwährend Duâ (Bittgebete) für die Neugeborenen, für seine Kinder, seine Enkelkinder und für die Kinder seiner Gefährten. Wenn er sie in die Arme nahm oder ihnen beim Spielen zusah, bat er Gott um ein langes, gesegnetes Leben, Wissen, Weisheit und Îmân (Glauben) für sie. Abû Hurayra (ra) überlieferte folgenden Hadith bezüglich den aufmerksamen und liebevollen Umgang des Gesandten Gottes mit Kindern: „Bei einer neuen Ernte sagte der Prophet folgendes: „Allah segne unsere Stadt Medina, unsere Früchte, und gib uns Segen“, und gab die erste Frucht der Ernte dem jüngsten Kind.“ 5 Gütig zu den Kindern zu sein, gehört zu den selbstverständlichen Gewohnheiten des Propheten. Wenn er von einer Reise zurückkam, empfingen ihn die Kinder. Er hielt an, bat seine Gefährten die Kinder hochzuheben und setzte jeweils ein Kind vor sich und eins hinter sich. 6 Ali (ra) erzählt: „Der Gesandte Gottes besuchte uns einst und übernachtete bei uns. Hasan und Husayn waren am Schlafen. Hasan wachte auf und wollte etwas zu trinken haben. Muhammad (saw) stand unvermittelt auf und holte Wasser. Da kam Husayn zu ihm, doch gab der Prophet ihm kein Wasser. Daraufhin fragte Fatima ihn, ob er denn Hasan lieber möge als Husayn. Er antwortete: „Nein, er hatte nur zuerst gefragt.“ 7 i sl a m und l e b e n Darüber hinaus erinnerte Muhammad (saw) Eltern spielten in seiner Nähe und kletterten auf seinen Rüstets daran, ihre Kinder gerecht zu behandeln. „Fürchcken. Aus Angst, sie zu verletzen, wenn er aufstand, tet euch vor Allah. So wie ihr Gehorsam von euren Kinverlängerte der Prophet seine Niederwerfung dern erwartet, so müsst ihr sie auch gerecht behandeln.“ 8 (Sadschda). 16 Ein anderes Mal nahm er seinen Enkel „Allah liebt es, wenn ihr alle Kinder gleich behandelt, selbst Hasan während der Hutba in den Arm. 17 Ferner sagbei den Küssen, die ihr ihnen gebt.“ 9 Die gute Erziehung te er: „Es kommt vor, dass ich ein Gebet mit der Absicht beginne, es länger zu halten, aber dann höre ich ein Kind der Kinder, lag dem Propheten ebenfalls sehr am Herschreien und verkürze das Gebet, denn ich weiß, dass die zen. Er gab den Muslimen zahlreiche Ratschläge hinSchreie des Kindes seine Mutter beunruhigen.“ 18 sichtlich der Erziehung ihrer Kinder. Diesbezüglich Die Barmherzigkeit, Liebe und Güte Muhammads sagte er: „Ein Vater kann seinen Kindern nichts besseres (saw) umfasste ohne Ausnahme alle Kinder. Mit seiner geben als eine gute Erziehung. “ 10 Der Prophet zeigte seine Liebe, indem er den Kinbescheidenen Art kümmerte er sich bei jeder Geledern über das Haar strich und Duâ für sie sprach. Er genheit um Kinder, spielte mit ihnen, grüßte sie, wenn stand Kindern so nahe, dass er zuweilen, wenn er sie er ihnen begegnete, fragte sie nach ihrem Wohlbefinbeim Wettrennen sah, sich ihnen anschloss und an ihden, tolerierte ihre Schwächen und besuchte sie in rer Freude teilnahm. Zu einer Zeit, als Mädchen leKrankheitsfällen. Er verbot es, während einem Kampf bendig begraben wurden, verKinder zu töten und breitete er als Prophet die BotMütter in Kriegsgefanschaft zwischen Töchtern und genschaft von ihren KinZu einer Zeit, als Mädchen lebendig begraben wurSöhnen nicht zu unterscheiden. dern zu trennen. Er Er machte deutlich, dass es eine brachte seine Liebe zu den, verbreitete er als Prophet die Botschaft zwiscgroße Sünde ist, Kinder zu töten, Kindern offen zum Aushen Töchtern und Söhnen nicht zu unterscheiden. nur weil es sich um Töchter handruck und bezeichnete delt. Er empfahl den Menschen sie als Duft des ParadieEr machte deutlich, dass es eine große Sünde ist, Kinihre elterliche Liebe und Aufses (Dschanna). Das der zu töten, nur weil es sich um Töchter handelt. merksamkeit gerecht zu verteiFunktionieren einer Gelen. Muhammad (saw) zeigte seisellschaft basiert auf der ne Zuneigung mit seinen WorEintracht zwischen den ten und seinem Verhalten. Er sagte Kindern, dass er Ehepartnern und der Familienbildung. Die Familie ist sie gern hat. Als ein Beduine sah, wie der Prophet ein die wichtigste Säule der Gesellschaft. Sie darf unter Kind küsste, sagte er: „Du küsst die Kinder. Wir tun das keinen Umständen außer Acht gelassen werden. Die nicht.“ Der Prophet antwortete: „Was kann ich dafür, Erziehung unserer Kinder, also unserer Zukunft, unwenn Allah die Barmherzigkeit aus deinem Herzen geserer Hoffnung, darf nicht dem Zufall überlassen wernommen hat?“ 11 Mit diesem Ausspruch verdeutlichte den. Familienleben und Kindererziehung bedürfen eider Gesandte Gottes, dass ein Herz ohne Kinderliebe ner besonderen Aufmerksamkeit und eines steten Ennicht barmherzig sein kann. gagements. Dass der Prophet in der „Ungezogenheit eines Kindes ein Zeichen für Klugheit“ 12 sah und den Eltern empQuellen: fahl, in solchen Fällen nicht sofort einzuschreiten 13, zeigt 1 Daylamî seine Toleranz gegenüber Kindern. Als der kleine Ra2 Kutub as-Sitte, I. Canan, Bd. 15. S. 209 fi bin Amr einst einen Dattelbaum mit Steinen bewarf, 3 Madschmuaz-Zawâid Bd. 5, S. 135 4 Madschmuaz-Zawâid Bd. 5, S. 136 erwischte ihn der Gartenbesitzer dabei und brachte ihn 5 Ibni Mâdscha zum Propheten, der ihn fragte: „Warum bewirfst du den 6 Kutub as-Sitte, I. Canan, Bd. 2, S. 510 Baum mit Steinen?“ Rafi antwortete: „Ich war hungrig 7 Kutub as-Sitte, I. Canan, Bd. 2, S. 496 und wollte meinen Hunger stillen.“ Der Prophet ent8 Ramûz al-Hadith gegnete: „Bewirf den Baum nicht mehr mit Steinen, son9 Kutub as-Sitte, I. Canan, Bd. 2, S. 498 10 Tirmizî dern iss nur die Datteln, die unter dem Baum liegen“, 11 Buchârî und Muslim strich Rafi über die Haare und sagte: „Allah sättige die12 Munâvî 14 sen kleinen Jungen.“ Es wird berichtet, dass der Pro13 Munâvî phet mit seinem Enkel auf dem Rücken den Masdschid 14 Ibni Mâdscha (Moschee) betrat. Wenn er sich niederwarf, setzte er 15 Buchârî, Muwatta 16 Haythamî, Muwatta ihn auf den Boden und hob ihn wieder auf, wenn er 17 Buchârî, Tirmizî aufstand. 15 Einmal leitete er das Gebet und seine En18 Buchârî kelsöhne, Hasan und Husayn, die noch klein waren, MART / MÄRZ 2010 / 35 / a k t ue l l Profilierung auf Kosten Gottes Muslime, Christen und auch Juden könnten in einen Dialog über ihr Verständnis von Gott treten. Sie könnten erörtern, inwieweit sich das heutige Gottesverständnis der jeweiligen Religion verändert hat. Einem solchen Gespräch würde nichts im Wege stehen. Ali Mete • amete@igmg.de owohl von muslimischer als auch christlicher Seite wird man des Öfteren mit der Frage konfrontiert, ob es richtig ist, statt „Allah“ den Begriff „Gott“ zu verwenden und umgekehrt. Bei der Frage handelt es sich freilich meist um eine rhetorische. Deshalb soll im Folgenden diskutiert werden, weshalb weder aus islamischer noch aus christlicher Sicht gerechtfertigt ist, „Gott“ gegen „Allah“ bzw. „Allah“ gegen „Gott“ quasi auszuspielen. Es würde sich um eine theologische Auseinandersetzung handeln, wenn innermuslimisch etwa diskutiert werden würde, welche Übersetzung des ersten Teils des Glaubensbekenntnisses, also der Schahâda (Arabisch: Aschhadu an lâ ilâha illallâh), richtig bzw. besser ist. Sollte es „Ich bezeuge, dass es keinen Gott außer Allah gibt“ heißen oder besser „Ich bezeuge, dass es keine andere Gottheit außer Gott gibt“? Die erste Übersetzung sagt implizit, dass Christen und Juden einen falschen Gott anbeten, während in der zweiten Allah das arabische Wort für denselben Gott ist, den Muslime, Christen und Juden verehren. Muslime, Christen und auch Juden könnten in einen Dialog über ihr Verständnis von Gott treten. Sie könnten erörtern, inwieweit sich das heutige Gottesver- S / 36 / IGMG • PERSPEKTİF ständnis der jeweiligen Religion verändert hat. Einem solchen Gespräch würde nichts im Wege stehen. Zu einer verstärkten Diskussion der genannten oder ähnlicher Fragen ist es aber nicht gekommen, weil diese Themen – auch schon vor der malaysischen Debatte um die Verwendung des Wortes „Allah“ – zum Repertoire der (Streit)Gespräche zwischen Muslimen, Christen und Juden gehörten. Vielmehr interessiert uns die Debatte in Malaysia, weil es ähnliche Profilierungsversuche auch in Deutschland gibt, hier jedoch vorwiegend von christlicher Seite. Sie zeigt uns, wie ein Zusammenleben von Menschen mit unterschiedlicher Religion eben nicht gelingen kann. Es sind überwiegend evangelikale Gruppen, die sich auf Kosten Gottes profilieren und den Begriff Gott ausschließlich für ihren (!) Gott verwenden möchten, um sich so von Allah, der als „falscher (Wüsten)Gott“ verstanden wird, abzugrenzen. Dies beruht auf den unterschiedlichen Gottesvorstellungen in Bibel und Koran, wie sie beispielsweise auch in der EKD-Handreichung „Klarheit und gute Nachbarschaft“ deutlich zur Sprache gebracht wurde: „Die Feststellung des „Glaubens an den einen Gott“ trägt nicht sehr weit.“ (S. 18) Oft wird auch ein ewiger, einziger, allmächtiger und allwissender Gott des Islams einem christlichen Gott, der selbst auch Wahrheit, Leben, Licht, Liebe und Gerechtigkeit ist gegenübergestellt. Wenn von Gott die Rede ist, wird üblicherweise von Allah gesprochen, eine andere, separate Gottheit also, strenger und unnachgiebiger als der christliche „Gott der Liebe“. Von der Barmherzigkeit und Gerechtigkeit Gottes im islamischen Glauben weiß man zumeist nicht viel. So heißt es in einer Schrift des Instituts für Islamfragen: „Allahs „Liebe” ist weit von der agape Liebe des Vaters Jesu Christi entfernt. Sie kann nicht mit Retterliebe, der Liebe gleichgesetzt werden, die auch Sündern gilt. Dem islamischen Gottesbild ist Liebe als Selbsthingabe fremd. In der kommerziell geprägten Weltanschauung des Islam werden sowohl gute Werke als auch Sünden im Gericht auf einer Waage abgewogen und als Gut- oder Lastschrift beurteilt. Das Symbol des Islam ist daher die Waage.“1 a k t ue l l Die Ansicht, dass Allah ein arabischer Wüstengötze oder Wüstengeist sei, hat spätestens mit Julius Wellhausen (1844-1918), einer der Begründer der modernen Bibelkritik, Verbreitung gefunden. Wellhausen war der Meinung, der alttestamentlich-jüdische Gott „Elohim“ habe sich aus Stammesgötzen und einem Wüstengott heraus entwickelt und sei erst später als „Jahwe“ zum Weltgott aufgestiegen.2 Diesen Gedanken nimmt beispielsweise Adelgunde Mertensacker, Vorsitzende der „Christlichen Mitte“ auf, wenn sie schreibt: „Der Allah des Islams ist der Allah der AltAraber.“ 3 Abgrenzungsversuche durch die Verwendung des Begriffs Gott im Gegensatz zu Allah sind aus islamisch-theologischer Sicht nicht haltbar und eher einer restriktiven Identitätspolitik geschuldet. Der Prophet Muhammad (saw) hat nicht einmal in der mekkanischen Periode seiner Verkündung versucht, sich bezüglich der Bezeichnung von Gott von den Polytheisten abzugrenzen. Und das, obwohl auch die zum allergrößten Teil nichtmuslimischen und den wenigen Muslimen ablehnend bis feindlich gesonnenen Mekkaner dieselbe Bezeichnung verwendeten. Dem Propheten wurde offenbart: „Sprich: „Ruft Allah an oder ruft den Erbarmer an, wie ihr ihn auch nennen mögt: Sein sind die schönsten Namen.“ (Sure Isrâ, [17:110]) Auch aus einem christlich-theologischen Blickwinkel ist die vermeintliche Exklusivität des Wortes Gott bzw. die Vermeidung des Wortes Allah nicht ohne Weiteres zu rechtfertigen. Dass arabische Christen überall auf der Welt Gott auch Allah nennen, dürfte inzwischen allseits bekannt sein. Nicht bewusst sind sich wahrscheinlich viele, dass arabische Kirchen und Christen Gott im Glaubensbekenntnis, im Gebet und in der Literatur schon immer Allah genannt haben.4 Wie sonst, wenn nicht Allah hätten denn die arabischen Christen und Juden den biblischen Gott nennen sollen? Die Texte des Konzils von Nizäa, an dem auch sechs arabische Bischöfe teilnahmen, liegen auf Arabisch vor, einschließlich des Glaubensbekenntnisses, indem für Gott das Wort Allah verwendet wird. Am Konzil von Chalcedon nahmen schließlich 20 arabische Bischöfe teil, die Gott ebenfalls Allah nannten. Und auch als in Leiden im Jahre 1616 die erste Bibel in arabischer Sprache gedruckt wurde, nahm niemand Anstoß daran. Ein letztes Beispiel: Die Bewohner der Insel Malta sprechen einen arabischen Mischdialekt. Doch sie sind fast ausschließlich christlich und haben bekanntlich eine Jahrhunderte lange Geschichte der Ablehnung des Islams hinter sich. Diese Ablehnung hat aber nicht zur Abschaffung des Wortes Allah geführt. Die Malteser beten Gott seit Jahrhunderten in jedem Gottesdienst als „Alla“, also Allah, an. Alles in allem gibt es weder auf muslimischer noch christlicher Seite einen Grund dafür, den einen oder anderen Gottesbezeichnung zu bevorzugen, geschweige denn sich auf Kosten Gottes zu profilieren. Quellen: 1 http://www.islaminstitut.de/Artikelanzeige.41+M54c59589792.0 .html 2 Vgl. Hans-Joachim Kraus, Geschichte der historisch-kritischen Erforschung des Alten Testaments, Neukirchen, 1982. S. 255–274 3 Adelgunde Mertensacker, Muslime erobern Europa, Lippstadt, 1998, S. 59 4 A. Ziad Turkamani, „‘Allah‘ gleich ‚Gott‘?“, EMO Nachrichten 1/1997, S. 4–5 MART / MÄRZ 2010 / 37 / ko m m e nt a r „Islamische Studien“ in Sicht Ünal Koyuncu ukoyuncu@igmg.de ie „Empfehlungen zur Weiterentwicklung von Theologien und religionsbezogenen Wissenschaften an deutschen Hochschulen“ des Wissenschaftsrates wurden insbesondere hinsichtlich der Islamischen Studien diskutiert. Denn das Papier umfasst neben einer Bewertung des derzeitigen Stands der islamischen Lehrstühle in Deutschland auch Vorschläge bezüglich der Zukunft derselben. Auch wenn die mediale Diskussion auf die Frage der Imamausbildung reduziert wird, ist die Empfehlung des Wissenschaftsrats von Bedeutung, da es sein Augenmerk auf die Beteiligung von Muslimen am Hochschulsystem richtet. Von daher ist es nur recht, wenn das Dokument aus einer breiteren Perspektive als der Frage der Imamausbildung diskutiert wird. Das erste, was bei der Lektüre des Papiers bemerkt werden kann, ist die Frage der Begrifflichkeiten, die sich auch in anderen Bereichen stellt, in denen es um Muslime geht. Ausgangslage ist eine fest verwurzelte, aber die islamische Theologie nicht einschließende Wissenschaftstradition. Die Islamwissenschaften umfassen Disziplinen wie Orientalistik, Turkologie und Iranistik und konzentrieren sich eher auf den Nahen Osten. Diese Wissenschaftszweige, die sich aus einem Bild des Islams als dem „Anderen“ entwickelt haben, können aber nicht die Bedürfnisse der Muslime befriedigen. Ausgehend von der gesellschaftlichen Realität ist also ein neuer Begriff für diese wissenschaftliche Neuentwicklung zu finden: Islamische Studien. Der Wissenschaftsrat empfiehlt die zügige Etablierung der Islamischen Studien in das Hochschulsystem. Folgende Begründung darf dabei nicht unbemerkt bleiben: „Akademisch fundierte Islamische Studien bilden nicht allein die Voraussetzung für eine qualifizierte Religionspädagogik, sondern sie eröffnen auch die Möglichkeit einer wissenschaftlich fundierten Ausbildung von Religionsgelehrten in den wissenschaftsgeprägten Gesellschaften Europas. Eine solche Fundierung kann dazu beitragen, islamische D / 38 / IGMG • PERSPEKTİF Normen und Wertvorstellungen – parallel zu den Positionen und Perspektiven anderer Religionen – in angemessener Weise in die akademischen, aber auch in die öffentlichen Debatten einzubringen.“ (S. 77f.) Die Diskussion religiöser Normen und Wertvorstellungen in der Öffentlichkeit wird somit von der Etablierung und Entwicklung einer Struktur abhängig gemacht, die wissenschaftlich fundiert ist. Die Lehrer, Imame, Akademiker, Forscher, Journalisten, usw. werden dieser Struktur entspringen. Wie sollen die Lehrstühle für Islamische Studien jedoch aussehen? Werden die muslimischen Religionsgemeinschaften eine Rolle spielen? Der Wissenschaftsrat beantwortet die erste Frage, indem er sich an die beiden Partner dieses Projektes wendet, die Muslime und den Staat. Die Lehrstühle könnten demgemäß zwar auf private Initiative gegründet werden, doch vor dem Hintergrund der finanziellen Belastung und dem wissenschaftlichen Anspruch ist es klüger die Lehrstühle in die Obhut des bestehenden Hochschulsystems zu integrieren. Hierbei muss aber eine wichtiger Aspekt beachtet werden, von der die Akzeptanz der Islamischen Studien in der muslimischen Basis abhängig sein wird und die sich auch im Verhältnis zwischen Staat und Kirche bewährt hat: die Ermöglichung der Selbstbestimmung der Muslime. Um dies zu gewährleisten sieht der Wissenschaftsrat Beiräte vor. Auf diese Weise werden die Muslime auf die Besetzung der Lehrstühle und die Inhalte Einfluss nehmen können. Dass der Wissenschaftsrat an dieser Stelle explizit den Koordinierungsrat der Muslime in Deutschland (KRM) erwähnt, ist ein Detail, dass nicht außer Acht gelassen werden darf. Ob und wie die Empfehlungen des Rates in den Bundesländern umgesetzt werden, ist derzeit noch nicht abzusehen. Es ist gut möglich, dass sich einzelne Bundesländer auch hierbei an der Vorgehensweise hinsichtlich des Islamischen Religionsunterrichts (IRU) oreintieren. Um den verschiedenen Pilotprojekten in diversen Bundesländern eine scheinbare Legitimität zu geben, richtete man selbst muslimische Vertretungen ein. Oder man arbeitet mit den bestehenden muslimischen Religionsgemeinschaften zusammen, wie dies zuletzt in Münster der Fall gewesen ist. “Kim, kabrimi ziyaret ederse, beni hayatta ziyaret etmiş gibi olur.” -Hadis-i Şerif- IGMG Hadsch-Umra & Reisen GmbH Boschstr. 61-65, D- 50171 Kerpen • Telefon: +49 (0) 2237 97 46-0 • Faks:+49 (0) 2237 97 46 19 www.igmghacumre.com • E-Mail: info@igmghacumre.com Berlin: Kottbusser Damm 75, 10967 Berlin• Tel: 03069807820-21• 03069807810• info@berlin-igmg.de Hamburg: Böckmannstraße 40, 20099 Hamburg • Tel: 040245629• 0402800067 • info@big-nord.de www.big-nord.de Bremen: Sonnenberger Str.18, 28329 Bremen • Tel: 0421 596598• 0421 596598298• islam-Bremen@web.de Hannover: Scheffel str.17, 30167 Hannover •Tel: 0511148 87 • Faks: 05117100834 • hannoverbolge@web.de