ÖN SÖZ

advertisement
ÖN SÖZ
Hepimiz biliyoruz ki, felsefede cevaplardan çok sorular
önemlidir. Bu, felsefede ortaya konulan görüşlerden çok, onların nasıl oluşturulduklarına dikkat çekmek bakımından son
derece önemlidir. Felsefeyi anlamak, bir yerde onun hayatiyetini anlamak; onun soru dinamizmine bağlı kalınarak inşa
edilen yapısını kavramaktır.
Bu dinamizmi hesaba katmazsak, onu sadece birbirinden kopuk sistem adacıkları halinde algılar; farklı, hatta birbirleriyle çelişen, bütünlükten uzak bir görüşler yığını ile karşı
karşıya bulunduğumuzu sanırız. Sorular, problematikler, felsefe tarihi dediğimiz bir süreklilikte yer alırlar ki, onu okumak onların her defasında biraz daha açıklığa kavuşarak, yeni
hamleler ve gelişmeler kazandığını gördüğümüz bir süreci
fark etmek olur. O halde soru ve sorunun bağlı bulunduğu
problematikler, süregelen bir temayı ve bir tartışma geleneğini
zorunlu kılmaktadır. Bir tür gelenek demek olan bu dinamik
süreklilik bulunmuyorsa, felsefenin felsefece kavranmış olması
da mümkün görünmemektedir. Felsefe, bu noktada bir “felsefe geleneği işidir”.
ix
Böyle bir gelenek, herhangi bir kültür çevresinde oluşturulamamış ya da böyle bir gelenekten kopulmuş ise, orada
felsefe adına bir durgunluk ve kargaşa vardır. Hatta fikir hareketleri mevziî ve köksüzdür. Farklılıkların diyalogu diyebileceğimiz felsefî platform kurulamamıştır.
***
Elbette bu geleneğin, yani süre giden problem bilincine
bağlı felsefî faaliyetin epistemolojik anlamda aşkın bir yanı
vardır. Bu aşkın epistemolojik yanı, eğer felsefe gerçekten
yapılıyor ise, hangi siyasî, dinî, kültürel ortam olursa olsun
değişmeyen bir çaba görünümündedir ve kendisinin aşağı
yukarı mutlak bir anlam taşıdığı kanaatindedir. Ayrıca bu yan,
zaman ve imkânlar çerçevesinde basamak basamak keşfedilse
bile, kendisine yönelinen temel bir Hakikat alanını hedef alır.
Bu Hakikat bir değerler alanıyla alâkalı görünse de, ondan
soyutlanmalıdır. Çünkü o, olanın (yani gerçeğin) bilgisi olmalıdır; olması gerekenin değil.
Bu hâl felsefe geleneğini düşündüğümüzde, onun bilimlerle olan ilişkisinin ifâdesidir. Yâni, felsefenin her türlü
değer alanı ve yargısından bağımsız olarak faaliyet sürdürdüğüne inanan bilimler üzerindeki bilincidir. Buna göre genel
anlamda “Bilim Tarihi”ndeki ilerleyişin (bir başka anlamda
bilimsel geleneğin) felsefe ile iki bakımdan ilişkisi vardır.
Birincisi, felsefe bilimsel olarak ortaya konmuş neticeler
üzerinde bir eleştiri faaliyeti gerçekleştirir. Onu sorgulayarak,
kendi içinde bir hareket kazanmasına; ulaştığı neticeleri gözden geçirip başarılarını yeni ufuklara doğru ilerletmesine zemin
hazırlar.
x
İkincisi yine felsefe, bilimsel olan kendi faaliyetine bir
hareket kazandırır. Gerçeğin keşfine paralel olarak, o da kendi
sorularını yenileyerek, dinamizmini taze kılar ya da bir öncekiler üzerinde yeni soru ufuklarına doğru yükselir.
O halde felsefeyi kendi geleneği içerisinde kavramanın
epistemolojik veçhesi bizi felsefe-bilim ilişkisini, onların karşılıklı etkileşimini kavramaya zorluyor. Bu, bir başka noktada
ayrıca şu da demektir ki, felsefe geleneğini oluşturmak
bilim geleneğini oluşturmakla; bilim geleneğini oluşturmak, felsefe geleneğini oluşturmakla alakalıdır. Epistemolojik yapısı çerçevesinde bilim geleneği, felsefenin, elbette
tek olmayan ama vazgeçilmez sağlam malzemesi, felsefe ise,
bilim geleneğinin bilinci durumundadır.
***
Fakat felsefenin bu aşkın-epistemolojik veçhesinin yanında, elbette ki değer alanıyla da ilgisi vardır. Aksi takdirde
felsefeyi bilimlerin alanından ayırmamız mümkün olamayacak;
onu, ya bilimlerin bir toplamı veya özeti ya da bir sentezi olarak
düşünecektik.
Aslında bu değer alanının, bir öncekinin tam tersine, içerisinde bulunulan kültürel ortamdan soyutlanması hiç mümkün değildir. Çünkü o değerin kendisiyle ya
da en azından kendisi için düşünüldüğü insanla alakalıdır.
İnsan ise kendini içinde yer aldığı kültür ortamında ifade
etmekte; onunla ya da onu var kılarken kendi olabilmektedir.
Bir başka deyişle, değer verebilmek imkânını sağlayan kültür
xi
ortamıdır. Değer veren varlık demek olan insan ise, kendini,
bir kültür ortamı oluştururken fark edebilmektedir.
Belki de çok tabiî olarak aşkın tavrın temeli diye düşündüğümüz bilimler bile en sonunda bu değer alanıyla ilgili
olarak bir anlam kazanacaklardır.
O halde, felsefe geleneğini oluşturmak dediğimiz andan
itibaren karşımıza felsefe ile kültür arasındaki bağın kurulması
zorunluluğu çıkıyor. Bir başka ifadeyle, değer derken “kültür”; “kültür-insan münasebeti” derken, felsefenin gerektirdiği diyalog, tartışma bağlamında beliren “ortak yaşanmışlık”; ortak yaşanmışlık derken “bizim kültürümüz”
kavramları gündeme geliyor.
Burada belki, ilk planda nesnelliğin ve genel-geçerliğin
temeli durumunda “var olan dünya” “dış tabiat” yok. Fakat
bizim onu işleyişimiz, onu değerlendirişimiz var. Onun
hakkındaki müşterek duygularımız var. Onu ifâdelendirişimiz yâni kavramsallaştırma biçimimiz, dilimiz var. Ve felsefe için hepsinden önemlisi onu anlamlandırışımız var.
İnsan olmak bakımından ona ilâve ettiklerimiz, ondaki başarılarımız var. Kısaca ona kattığımız insan boyutu var.
***
O halde felsefenin aşkın-epistemolojik boyutuna ilâve olarak, onun, belki de hareket noktası demek olan insan boyutuyla
bütünleşmesi gerekiyor. Bunun yolu ise kültürle tanışmak o
kültürden yansıyan insanı anlamak, o kültürün taşıdığı ya da
sakladığı irfan toprağında zemin bulmak ve ondan güç almaktır.
xii
Toprak, kendisinde ve kendisiyle yetiştirdiğimiz, ürettiğimiz, yani kültürü işte o kültür kıldığımız yerdir.
Toprak, orada kendimizi bulup insan olduğumuz; bir
başka deyişle kendisinden yaratıldığımız ve kendisinde o yaratıcılığa katıldığımız yerdir.
Toprak, içinde kök saldığımız, filiz verip serpildiğimiz,
güneşe yöneldiğimiz, diğerleriyle bütünleştiğimiz yerdir.
Toprak, yine kendisine döneceğimiz, ama düştüğümüz
yerden, daha nice bin bir hayatiyetin, kendimizi yeniden üretircesine fışkıracağı mucizesinin gerçekleştiği yerdir.
Toprak, dildir, edebiyattır, san'attır, değerlerdir. Kısaca
gelenek ya da geleneklerdir. Ama bizim geleneğimiz, bizim
geleneklerimiz; içinde yetiştiğimiz kültür ortamımızdır.
Hele bu toprak bir irfan toprağı ise, oradan yetişen, o
kültürün amacı ve mânâsı olan insandır. İrfan toprağında kök
salıp yeni filizler verecek olan, artık onun insanca tefekkürü
olan fikirler ve kavramlardır.
Felsefe daha ilk zamanlardan itibaren bahçe kavramını
pek seviyor; bahçe kavramı ise, bahçevanı. O halde bu irfan
toprağını yeniden fark edip işleyecek bahçevan-düşünürlere
ihtiyaç var. Onlar bu toprakta öyle ürünler almalı ve öyle çiçekler yetiştirmeliler ki, bütün bir dünyaya kendi ürünlerimizle
çıkalım ve bütün bir evreni kendi çiçeklerimizle bezeyelim.
***
xiii
Bu kitap, felsefenin neden bir “gelenek işi” olduğunu
gösteren yazı, bildiri ve mülâkatlardan oluştu. Yazarı göstermeye çalıştı ki, sevgiyle değerlendirmemiz gereken bir kültürümüz, bir dilimiz, bir edebiyatımız var. Dahası tam da irfan
kültürümüz işte budur diyebileceğimiz, bugün özgürce ve
evrensel kucaklayıcılığı ile işleyebileceğimiz bir tasavvuf geleneğimiz söz konusu. Üstelik bu gelenek, tam da bahçevanların, en masum, en mütevazi bir tavırla oluşturdukları,
fakat en nadide ürünlerin yetiştiği bahçelerin yeri. Çünkü bu
bahçelerden “bulanmadan ve donmadan akan bir su”
geçmekte ve bahçevanlar sevgi denilen bu suyla hem kendilerini arındırmakta, hem de o irfan toprağında kök salmış
ürünlerini, güneş ufkunda bütün bir insanlık için derlemekteler.
xiv
Download