Abdüsselam Yasin Abdüsselam Yasin Çeviri Muhammed Ateş ISBN 978-605-4239-33-7 Yayınevi Sertifika Numarası - 14320 HİLAFET VE SALTANAT ABDÜSSELAM YASİN Çeviri Muhammet Ateş Kapak Tasarımı ve İç Tasarım Divan Baskı - Cilt Berdan Matbaası Davutpaşa Cad. Güven Sanayi Sitesi C Blok No: 239 Topkapı/İstanbul Tel: (212) 613 12 11 © DİVAN KİTAP Bu kitabın tüm hakları DİVAN KİTAP ve yazarına aittir. İzinsiz kopyalanması yasaktır, kaynak gösterilerek alıntı yapılabilir. 1. Baskı, Divan Kitap, 2012 DİVAN KİTAP Oğuzlar Mah. Barış Manço Cad. Nu: 12/3 Balgat – Çankaya - Ankara Tel - Faks: (312) 431 74 65 www.divankitap.com.tr divan@divankitap.com.tr, divankitap@gmail.com DİVAN KİTAP, Divan Kitap Matbaacılık Basın Yayın Dağıtım ve Ajans Hizmetleri Ltd. Şti. yayın markasıdır. ÖNSÖZ Bismillahirrahmanirrahim Salât ve selâm, efendimiz Muhammed’in, Onun Ehl-i Beyt’inin, sahabesinin, kardeşlerinin ve O'nu rehber edinenlerin üzerine olsun. Hamd, karanlıkları ve nûru yaratan Allah’a mahsustur; ne var ki küfürde ayak direyenler kalkıp, putları Rablerine şirk koşuyorlar. Sizinle yüzleşme yerimiz Yüce Allah'ın huzurudur ey İslamȋ yönetim, şiarı hidayet üzere kalmak ve hidayete erdirmek olan 'raşid hilafet'ten saptırıp zalim bir saltanata ve ardından da tevarüs edilen dikta bir krallığa çevirenler! ‘Yüzleşme yerimiz Allah'ın huzurudur' sözü, Kümeyl bin Ziyad’ın, zulmün sembolü Haccac bin Yusuf karşısında sarf ettiği bir ifadedir; nitekim bu sözüne şunları da eklemiş ve bunun üzerine Haccac boynunun vurulmasını emretmişti: “İstediğin gibi hüküm ver; bu gün hüküm varsa elbet yarın da hesap vardır.' ‘Yüzleşme yerimiz Allah'ın huzurudur', Abdullah bin Abbas (r.a), Yezid b. Muaviye onu kendisine biat etmesi için çağırdığında bu ifadeyi kullanmıştı. Yezid'e yazdığı uzun 8 ● ABDÜSSELAM YASİN bir ret mektubunda söyle demişti: 'Yüzleşme yerimiz Allah'ın huzurudur. Allah zalimlere karşı zafer için Mazlumlara kâfidir!' Yüzleşme yerimiz Allah'ın huzurudur! Bu söz bizim de şiarımızdır ey zalim ve zorba saltanattan sonra nebevȋ yönteme uygun olan ikinci hilafet döneminin geleceği yönündeki Kutlu Nebi'nin vaadini gerçekleştirmek için çalışıp çabalayan kutlu erler! Ey bu sözlerimi okuyanlar! Allah’ın selâmı, rahmeti ve bereketi üzerinize olsun! Yüzleşme yerimiz Allah'ın huzurudur; nitekim orada her insana yaptıklarının mükâfatı zerre kadar haksızlığa uğramaksızın verilecek ve Allah yolunda cihat edenler kendilerine vaat edilen faziletlere erişeceklerdir. Allah’ın selâmı, rahmeti ve bereketi üzerinize olsun! Ey bu ümmete üzerlerine çöreklenen asırların bezginliğinden ve zalimlere boyun eğme acizliğinden silkinmeleri için dinlerini öğretenler. Allah’ın selâmı, rahmeti ve bereketi üzerinize olsun! Ey Rabbine yönelsin, bu uğurda ciddiyetle paçaları sıvayıp işe koyulsun ve gelişinde hiç şüphe olmayan kıyamet gününe hazırlansın diye gaflet uykusuna dalıp ahireti unutanları uyandıran! Allah’ın selâmı, rahmeti ve bereketi üzerinize olsun! Ey gaflet mezarından ve zillete teslimiyetten kurtulup Rablerine dönen mümin ve müminelere, İslam'ın en yüce mertebesinin 'ihsan' olduğunu ve en yüce söz Allah'ın, en alçak sözün de kâfirlerin olması için Allah yolunda cihat etmenin İslam'ın ziyneti olduğunu öğretenler! Allah’ın selâmı, rahmeti ve bereketi üzerinize olsun! Ey İslam davası sahil-i selamet ersin, Allah'ın askerleri dini HİLAFET VE SALTANAT ● 9 emaneti bir bütün olarak –hem dava hem devlet emanetini beraber olarak, ayırmaksızın- taşımaya ehil olsunlar diye Allah'ın askerleriyle beraber en amansız durumlarda dahi canhıraş bir sabır gösterenler! Allah’ın selâmı, rahmeti ve bereketi üzerinize olsun! Ey düşüklüğe rıza gösterenlerin ve alıştığı adetlerin, ilkesizliklerin esiri olan taklitçi kimselerin mezhebinden nefret eden nesiller! Allah'ın ve Resulü'nün risaletine çağıran davacıların davetine icabet eden necip nesiller! Allah’ın selâmı, rahmeti ve bereketi üzerinize olsun! Ey ehli ilim, bilen ve öğreten, yüce ruhlu ve ruhlar yücelten nesiller! Efendimizin ak pak ümmetine halis, arı duru ve doğru olan dini öğretin: - Allah'ın rızasına ermek ve huzurunda samimiyete bahşedilen yüce makamlara erişmek için kulun Rabbine nasıl yürüyeceğini, - İslam ümmetinin akıbetini belirleyen yönetim meydanında nasıl misyon üstlenileceğini, - Kalpleri ve akılları bürüyen şu cehalet perdeleri açılsın diye ilmin nurunu nasıl tahsil edeceğini, onunla nasıl aydınlanıp aydınlatacağını, - Allah'la aziz olmanın onurunu nasıl taşıyacağını, öyle bir onur ki bu ancak onunla zulüm reddedilir ve adaletin devleti ikame edilir, - Allah'ın Resulünden rahmet ve hikmet mesajını tüm aleme tebliğ etme emanetine nasıl liyakat kesp edilip sadık kalınacağını, - İnsanın iman, İslam ve ihsan olarak tüm yönleriyle eğitilme emanetinin nasıl ifa edileceğini, 10 ● ABDÜSSELAM YASİN - Çocukların saçlarına ak düşürecek denli korkunç musibetler karşısında nasıl sabredeceğini; çünkü zalimin zulüm ve işkence alanındaki aklı, muhayyilesi ve hevesi sürekli yeni üsluplar üretir, - Basiret ve bilgi sahibi uyanık akıllar olunmasını, zira ancak böylesi bir akılla Allah'ın rızasına ve O'na kavuşmaya kalplerimiz iştiyak duyar, hevesimiz kanatlanır, ikbalimiz O'nadır, ahdimizden dönmeyiz ve sözlerini tahrife yeltenmeyiz asla. Allah’ın selâmı, rahmeti ve bereketi üzerinize olsun! Ey hakla ayakta duran, hakkı ilan eden, salaha vesile olan salih nesiller! Muhaliflerin tuzakları, düşmanın pusuları, şeytanın vesveseleri –biizinillah- zarar vermeyecektir size, siz ki ahiretten bihaber ona bigâne ehl-i dünya gibi basit metaların ardı sıra koşuşturmuyorsunuz, dünyanın önemsiz yaldızlı cazibesi sizi hak yoldan alıkoymayacaktır inşallah! Buluşma yerimiz Allah'ın huzurudur, Allah’ın selâmı, rahmeti ve bereketi üzerinize olsun ey bu sözlerimi tefekkür edip bana hayır dua eden okurlar! 6 Şaban 1420 Abdusselam Yasin BİRİNCİ BÖLÜM HALİFE MİYİM YOKSA KRAL MI? Halife miyim Yoksa Kral mı? Hilafet Hem Din Hem de Dünya İçindir Benzersiz Bir Olgu Kur'anȋ Düzen İki Portre Bir Halifenin Yüzü Bir Kralın Yüzü Halife miyim Yoksa Kral mı? İbn Sa'd "Tabȃkȃt" adlı eserinde şöyle rivayet eder: Ömer b. Hattȃb (r.a), Selmȃn (r.a)'a bir defasında "ben halife miyim yoksa melik miyim?" diye sordu. O da "eğer Müslümanların topraklarından bir dirhem kadar veya bir dirhemden daha az ya da daha çok vergi alıp onu hakkı olmayan bir yere harcarsan sen halife değil meliksin." diye cevap verdi. Bu cevap üzerine Ömer b. Hattȃb dayanamayıp ağladı. İbn Sa'd'ın aktardığı başka bir rivayet de şöyledir: Ömer b. Hattȃb (r.a) "Allah'a yemin olsun ki, melik miyim yoksa halife miyim bilmiyorum, eğer meliksem bu çok vahim bir durumdur!" deyince orada bulunanlardan biri "aralarında fark var Ey Ömer!" dedi. Ömer (r.a) "fark nedir?" diye sordu; adam "Halife sadece hak olanı alır ve onu sadece hak olan yere sarf eder. Sen de –Allah'a hamd olsun ki- böylesin. Melik ise insanlara zulmeder, bir kısım insanların mallarını alıp diğer bir kısmına verir." diye cevap verdi. Bu demek oluyor ki, sahabenin tasavvurunda "ihanet" ancak malda yapılabilirdi; ihanetin bunu aşıp dinle oynamaya varacağını tasavvur dahi edemiyorlardı. Bu yüzden bu basit ölçütü belirlemişler; kaldı ki bu ölçü içinde insanoğlunun zayıf noktasının tespitini de taşımaktadır. İnsanın zaafı yani dünya malı. 14 ● ABDÜSSELAM YASİN Nübüvvetin halifeleri, insanların malları konusunda son derece adildiler. Başlıca faziletlerinden biri de bu yönleri idi. Onlar dini, bütün yönleriyle, hem ruh ve beden, hem adalet ve iktisat, hem de dava ve cihat yönleriyle ihya etmişlerdi. Kadı Mȃverdȋ şöyle der: "Raşid halifeler, 'hilafet'i yalnızca dini ihya etmeye, 'idareciliği' de Müslümanların yararlarını gözetmeye dönük bir faaliyet olarak görüyorlardı. Müminlere karşı son derece şefkat ehli idiler. Halifelik hayatları titiz bir adaletle geçmişti. Konuştukları zaman hak ile batılı birbirinden tam ayırır, hüküm verdiklerinde adaletle hüküm verir, hakikatten başkasını dillendirmezlerdi. İbadet hırkası ve yünden elbise giymişlerdi. Kılıçlarını kınlarından çekip kâfirlerle savaşmışlardı. Kırbaçlar edinip onlarla suçluları tedip etmişlerdi. Öyle ki, büyük fetihler gerçekleştirmiş, devasa orduları bozguna uğratmış, azılı zalimleri darma duman etmişlerdi. Firavunlar öldürmüşlerdi. Doğuda ve batıda hakkın nurunu izhar etmişlerdi. Zahirleri huşu, batınları Allah'a karşı tezellül duygusu ile bezeliydi. Yegâne emelleri ahireti kazanmaktı. Dünyayı ayaklarının altına almışlardı; çünkü onu gereğince tanımış ve hak ettiği yere koymuşlardı.1 Hilafet Hem Din Hem de Dünya İçindir Ahiret kaygısı ve Allah korkusu raşid halifelerinin içlerini doldurmuştu. İdareciliğin birçok bozulma tehlikesi barındırdığını müdrik idiler. Bu yüzden kralların yaptığı haksızlıklara ve yanlışlara düşmekten korkuyorlardı. Nübüvvetin halifeleri olmaları hasebiyle tüm çabalarının dinin ıslahına dönük olması gerektiğini iyi biliyorlardı. Müslümanların mallarına karşı afif olmaları, müminlerin dünyalarını ıslah 1 Mȃverdȋ'nin "Nasihȃtu'l-Mülûk" isimli kitabından nakleden Said b. Said, Devletu'l-Hilafe, 174. HİLAFET VE SALTANAT ● 15 etmek suretiyle bu hedefi gerçekleştirmek içindi. Dünyayı ayakları altına alıp ihtiras ve kibir duygusunu dizginlemişlerdi. Bunlar öyle yıkıcı iki duygudur ki yularları serbest bırakıldığı takdirde toplumu tarumar ederler. İdarenin başında bulunan kişi ya bunları dizginler ve ümmet salaha erer veya bırakır ve bozulma önce yakınlarından başlamak üzere toplumun tamamına yayılır. Ümmetimizin yetiştirdiği eşsiz ve derya deniz olan allamesi İbn Haldun krallık ve hilafeti tanımlama bağlamında şöyle der: "Tabiȋ meliklik, halkı nefsȋ amaç ve şehvetlere yöneltir. Siyasȋ meliklik, halkı dünyevi yararları sağlayıp zararları savmaya yönelik aklȋ düşünceye sevk eder. Hilafet, halkı uhrevi faydaları ve ahirete dönük dünyevi yararları sağlamaya yönelik şer'ȋ düşüncenin gereklerine sevk eder; çünkü şari'in nazarında dünyanın tüm halleri ahirete ait yararlar sağlaması bakımından itibara alınır. Hilafet hakikatte dini koruma ve dünyayı onunla idare etme hususunda dinin sahibine naip olmaktır."2 Benzersiz Bir Olgu İbn Haldun'un terminolojisinde "tabiȋ krallık" asabiyete dayalı bir kabile reisliğinde meydana gelir. Bu asabiyetin ortasında sağlam bir çekirdek bulunur, o da müntesiplerinin aralarındaki bağın ve sahip çıkma duygusunun çok güçlü olduğu bir aşirettir. Bu asabiyet kendisini belli amaç ve ihtiraslar dolaysıyla topluluğa dayatır, yani hâkimiyeti ellerinde bulunduranların refahları ve nüfuzlarını perçinleme işlevini görür. Siyasi krallık, asabiyetin kurduğu ve fakat sonra genişleyip medenileşen bir düzene sahiptir. Böylece birçok boyut kazanan bu sistemin gerekleri, aklȋ düşünce ile idare 2 İbn Haldun, Mukaddime, 338. 16 ● ABDÜSSELAM YASİN edilme zorunluluğu getirmiştir. İbn Haldun İslam tarihinde "iktidar uğruna girişilen çekişmeleri/çatışmaları" en iyi tahlil eden âlimdir. Bu çekişmeler, iktidarın mahiyetinden uzak kalmayan hususlardandır. Bu yüzden de daha önce bahsi geçen iktidarın bariz vasıflarından "malda ihanet" hususuna eklenmeli. Bunu "şehvet ve kibirlenme" diye kavramlaştırabiliriz; nitekim İbn Haldun da bunu "emeller ve ihtiraslar" diye ifade etti. Hilafete gelince, Mȃverdȋ'nin de zikrettiği üzere, hilafet kendisine tevdi edilen kimseler züht hırkalarını giyer dünyayı ayaklarının altına atarlardı. Halifeler aynı zaman da getirdiği sorumluluklardan korktukları için halifelik vazifesini –ki bu benzeri görülmemiş bir olgudur- birbirlerine atıyor ve ellerinden geldikçe ondan sakınıyorlardı. Bu, malumumuz olan insanoğlunun hâkimiyete hemen meyleden doğasıyla ters düşen bir durumdur. Ebû Nuaym, Fadȃilu's-Sahȃbe'de şu rivayeti aktarmıştır: kendisine halife olarak biat edilmesi üzerine Ebubekir (r.a) insanlara şöyle hitap etti: "Ey insanlar! Eğer benim halifeliği, ona rağbet ettiğim veya size karşı ayrıcalık kazanmak için aldığımı zannediyorsanız irademi elinde tutan Allah'a yemin ediyorum ki hilafeti ona heves ettiğim için veya size ya da herhangi bir Müslüman’a karşı ayrıcalık kazanmak için almadım. Ne bir gece ne de bir gündüz bir defa bile ona heves etmedim. Ne aleni ne de gizli olarak onu Allah'tan talep etmedim. Bugün bana çok ağır bir vazife tevdi edildi; onu deruhte etmeye Allah'ın yardımı olmasa ben takat getiremem. Tüm kalbimle isterdim ki onu adilce yerine getirecek olan Resulullah'ın herhangi bir sahabȋsine verilsin. Şimdi onu size geri veriyorum ve bana verdiğiniz biatı kaldırıyorum. Onu dilediğinize verin. Beni de kendinizden her hangi bir adam sayın." HİLAFET VE SALTANAT ● 17 Aşarȋ'den yapılan bir rivayette de şöyle geçer: Ebubekir (r.a)'a halife olarak biat edildiğinde o insanlara şöyle seslendi: "Halife olmama içinizde razı olmayan var mı? Varsa ben bırakmak istiyorum". Bu sözler üzerine Ali (r.a) ona şöyle dedi: "Allah'a yemin olsun ki, hayır, ne seni azleder ne de senden halifelikten çekilmeni isteriz. Seni Resulullah (s.a.v) yüceltti, kim düşürebilir seni?" İbn Rahyeh ve İbn Heyseme şöyle rivayet ederler: Ebubekir (r.a) halife seçildiğinde üzülüp evine çekildi; Ömer (r.a) yanına girdiğinde ona "bu işi sen başıma sardın" diye ona sitem etti ve insanların içinde bu durumdan şikayet etti, bunun üzerine Ömer (r.a) on a şöyle dedi: "Sen Resulullah'ın şu sözünü duymadın mı: mümin önder içtihat ettiğinde eğer doğruya isabet ederse kendisine iki ecir, yanlışa giderse kendisine bir ecir vardır”. Hz. Ömer, bu sözlerle onu teskin etmiş, durumu kabullenmesini kolaylaştırmıştır. Kur'anȋ Düzen Raşid halifeler, Yüce Allah'ın karşısında, getirdiği ağır mesuliyetten korktukları için hilafeti birbirlerine havale ediyorlardı. Hiç kuşkusuz ki bu iman yüceliğinden nübüvvet yönetiminin tabii uzantısı olan Kur'anȋ bir devlet doğacaktı. Üstat Hasan el-Bennȃ "İlk İslam Devleti" serlevhalı yazısında şöyle der: "Kur'an'a ait bu ideal sosyal düzenin temelleri üzerinde ilk İslam devleti kuruldu ve bu düzene kalpten inandı, onu dakik bir özenle tatbik etti. Onu dünyanın dört bir tarafına yaydı. O derece ki ilk halife şöyle demişti: 'Eğer devemin yularını kaybetsem onu Allah'ın kitabında bulurum.' Ve o derece ki zekâtı vermeyenleri, bu düzenin rükünlerinden birini çiğnediler diye mürtet sayıp on- 18 ● ABDÜSSELAM YASİN larla savaşmış ve şöyle demişti: 'Allah'a yemin olsun ki, Resulullah'a (s.a.v) verip de bana vermedikleri bir yular dahi olsa elim kılıç tuttukça onlarla savaşırım.' Birlik ve beraberlik bütün mana ve görüntüsüyle bu yeni oluşan ümmeti kuşatmıştı. Toplumsal birlik Kura'n'ın umumluğu ve dilinin kapsayıcılığı ile en geniş yelpazede gerçekleşmişti. Siyasi birlik, müminlerin emirinin gölgesinde ve başkentteki hilafet sancağı altında herkesi kucaklıyordu. İslamȋ düşüncenin ordu, hazine ve valilerin tasarrufları konularında adem-i merkeziyetçi olması, bu birliğe engel teşkil etmemişti; zira herkes aynı itikat ve aynı genel yönlendirmeyle hareket ediyorlardı. Bu Kur'anȋ ilkeler, putperest hurafeliğini Arap yarımadasından ve faris diyarından söküp attı. Kurnaz Yahudiliği kovup dar bir alana hasretti ve dini sultasına son verdi. Hıristiyanlıkla mücadele edip onun Asya ve Afrika’daki gücünü kırarak Avrupa’ya geriletti. Böylece İslam bu politik ve manevi hâkimiyetle iki büyük kıtada sağlam bir yer edindi. Üçüncü kıtaya da sürekli akınlar düzenledi, doğuda Kostantiniyye'ye (İstanbul'a) ısrarla hücum edip büyük bir kuşatmayla çok güç durumda bıraktı. Batıda ise Endülüs'e girip muzaffer ordusuyla Fransa'nın kalbine ve İtalya'nın kuzeyine kadar ilerledi. Avrupa'nın batısında yüksek mimarisiyle ve ilim irfan nuruyla güzel bir ülke kurdu. Daha sonra İstanbul'u fethetti. Hıristiyanlığı Avrupa'nın içinde belli bir bölümüne hapsetti. İslam donanmalarının iki denizde, ak ve kızıl denizin yüzeyinde kulak dolduran sesleriyle suyu yara yara yüzmeye başladı. Bu iki deniz adeta iki İslam gölü haline geldi. Bununla İslam devletleri denizlere açılan kapıları elinde tuttu. Denizde ve karada egemenlik sürdüler. Müslüman ümmet, diğer halklarla kurduğu iletişim neticesinde birçok medeniyet tanıdı; fakat kendi iman gücü ve sisteminin sağlamlığıyla hepsine galebe çalmayı bildi. Neredeyse tamamını İslamileştirdi. Dinini ve dilini bütün eşsizliği, canlılığı ve estetiğiyle oralara taşıdı. Karşılaştığı bu medeniyetlerin güzel HİLAFET VE SALTANAT ● 19 taraflarını, kendi toplumsal ve siyasal birliğine zarar getirmeden almaktan geri durmadı.3 Bu mülahazaları İmam Hasan el-Bennȃ, İslam ümmetinde çözülüş ve çöküşün sebeplerine değinmeden hemen önce zikretmiştir. Görülen o ki "İlk İslam Devleti" kavramının anlam alanı olarak, raşid halifeler döneminden Osmanlının fetihlerine kadar uzayan dönemleri kapsayacak şekilde belirlemiştir. Kuşkusuz ki, yönetim şeklinin bozulmasından sonra da bu ümmetin gördüğü hayırlar, sağlam Kur'anȋ düzene dayalı olan nübüvvet ve raşid halifelik dönemlerinin etkileri sayesinde idi; zira sultanların yaptıkları tahribata rağmen o dönemlerin etkisi hala hissedilmekte idi. Kaldı ki bu sultanların içinde dini ihya etmek için say-u gayret gösteren fazilet ehli kimseler vardı. Ama sistem temelinden bozuksa geçici olan kişiler ne derece başarılı olabilirdi? İki Portre Önceki dönemde iki portreyi dikkat-ı nazara alıp üzerinde düşünüyoruz. Biri bir halifenin diğeri ise bir kralın portresi. Üzerinde tefekküre daldığımız portredeki yüz, bizi perde arkasında duran sessiz kahramanları, onu yönetime getirenleri ve daha sonra ona itaat eden veya başkaldıran, iyiliği emredip kötülükten nehyeden veya kırbaç ve kılıç zulmü altında inleyen toplumu görmekten alıkoyamayacak. Gerçek o ki, sıradan tarih okurunun sandığı gibi Müslüman tarihini, ne kadar nüfuz ve güç sahibi olsa da tek başına fertler inşa etmemiş, bilakis ümmeti bir arada tutan amaç ve faydalar inşa etmiştir. Yönetimi elinde bulunduran kimse, ya bu amaç ve faydaları koruyup kollamış ve halk tarafın3 Risalet-u Beyne'l-Emsi ve'l-Yevm 20 ● ABDÜSSELAM YASİN dan seçilip toplumun aynasından yansıyan temsili yüz olmuştur, ya da dünyevi çıkarlar, amaçlar ve şehvetler galip gelmiş ve kullar zulme maruz kalmış, kılıç hüküm sürmüş, çıkarcı çingeneler yücelmiş ve ümmetin onuru ayaklar altına alınmıştır. Takdir Allah'ın takdirdir; insanlar kendi yaptıklarına ererler. Bir Halifenin Yüzü Hz. Ali -kerremellahu vecheh-, Hz. Ömer'i –radiyallahu anhşöyle anlatır: "Allah onu yüceltsin! O düzeni sağladı, sefaleti ortadan kaldırdı. Fitneyi kırdı, sünneti yükseltti. Temiz bir elbise, az bir ayıpla gitti. Hayra acele etti, şerri es geçti. İtaati onu Yüce Allah'ın rızası yoluna erdirdi ve hukukuna riayet duygusu onu takva ehli kıldı."4 Evet, elbette ki yönetimin başındaki insan Ömer gibi biriyse bir hidayet abidesi, ümmetin kutlu rehberi olabilir; onun gidişiyle ümmetin bünyesinde gedikler oluşur ve yollar farklılaşır. Salah ve fesat konularında şahısların ehemmiyeti şüphesiz ki yadsınamaz; lakin ilk mertebede hayrın ve şerrin kaynağı sistemdir. Kadı Bakıllȃnȋ "et-Temhid" adlı eserinde şöyle der: "Ebubekir (r.a), Ömer'i halife olarak tayin etme konusundaki görüşünde yanılmamış ve tahmini yanlış çıkmamıştı; bilakis Ömer onun umduğundan ve takdir ettiğinden de fazla liyakat göstermişti; Yüce Allah yolundaki metaneti ve salabeti eşsiz bir seviyede gün yüzüne çıkmıştı. Şehirler kurmuş, ordular donatmış, kralların kökünü kazımış ve ülkelerini almıştı. İsabetli bakışı ile yerliyi ve gö4 Nehcu'l-Belaga, 2/222. HİLAFET VE SALTANAT ● 21 çebeyi, yakını ve ırağı sulh-u salaha eriştirmiş, kılıca başvurma gereği duymadan koruyucu önlemlerle düzeni en başarılı şekilde kurup idame ettirmişti. Şöyle demişti: 'Eğer ömrüm uzar da Müslümanlara hizmet edersem Aden diyarındaki çobana dahi bu maldan hak ettiği ulaşacaktır.' Tüm bu büyük faaliyetler içinde Rabbine karşı son derece tevazu ve huşu içindeydi. Yapması gereken herhangi bir hususta gevşeklik gösterip yüksünmezdi. Liderlik onu değiştirmedi. Nimete ermek onu savurgan kılmadı. Elindeki güce dayanıp bir müminin hakkına girmedi. Konumunun yüksekliğine bakarak herhangi bir kimseye imtiyaz tanımadı. Zayıfın zayıflığına bakarak hakkını almaktan geri durmadı. Allah yolunda kınayanların kınamasına aldırmadı. Su testisini kendisi taşır, yamalı elbise giyer, dulların ve yatalakların nafakalarını bizzat kendisi sağlar, gece ve gündüz durumlarını bizzat kendisi kontrol ederdi. Onu anlatan Aişe, Abdurrahman, Amr b. el-As ve diğer sahabeler şöyle demişler: Dünya bütün ziynet ve süsüyle önüne çıktı, kalbindeki en güzel şeyleri (altınları) önüne serdi; ama o sığ bir dere üstünde yürür gibi yürüyüp geçti, oradan ayakları bile ıslanmadan çıktı.5 Muhakkak ki, güçlü liderliğin toplumun seyri üzerinde büyük tesiri vardır, fakat eğer toplum bozuk ve asabiyete yenikse bir adam ya da bir grup adam ne fayda sağlayabilir? Ömer'le beraber ve onun arkasında duran erkekler ve kadınlar vardı; dünyanın yaldızlı şekillerine aldanmaz, tek adam peşine takılmazlardı. Onlar dünya işlerini iman kriterleriyle değerlendirirlerdi. Ömer, her şeyden önce, onların gözünde dünya deresini aşıp ayakları bile ıslanmamış olan adamdı. Uğraşı demek ahirete yönelik işler demekti onların nezdinde. Onlar Allah'ın cemaatiydiler. Dikkat buyurun, felah bulacak olanlar elbette ki Allah'ın cemaatidir. 5 Yusuf Eybeş, en-Nusus el-İslamiyye, 72. 22 ● ABDÜSSELAM YASİN Bir Kralın Yüzü Burada bir kralın portresini çizeceğiz ve fakat onu ölümünden sonra kötü yâd etmek için değil; aksine hilafet ile melikliğin arasındaki farkı göstermek ve kaçınmamız gereken hususu – ki o baskı ve zulüm rejimidir- göstermek ve de ihya edip etrafında sımsıkı kenetlenmemiz gereken hususu –ki o hilafettir- tayin etmek için tarihten canlı örnekler aracılığıyla bu portreyi vasfedeceğiz. İmam Buhȃrȋ, Said b. Amr b. Said'in dedesinden şöyle rivayet ettiğini aktarır: Medine'de Mescid-i Nebevȋ’de Ebû Hureyre ile beraber oturuyordum. Yanımızda Mervan da vardı. Ebû Hureyre dedi ki: Ben sözü ve özü sadık olan Nebi'nin şöyle dediğini duydum: "Ümmetimin yıkılışı Kureyşli bazı gençlerin eliyle olacaktır." Bu sözler üzerine Mervan "Allah'ın laneti o gençler üzerine olsun! Ne kötüdür o gençler!" dedi. Ebû Hureyre de "İstesem kim olduklarını aileleri ile beraber sayabilirim." dedi. Mervanoğulları Şam'da hüküm sürdüklerinde dedemle beraber orada gezerdik, dedem meliklerin çok genç olduklarını gördüğünde "Kimbilir belki bunlar hadiste bahsedilenlerdir" der ben de "siz daha iyi bilirsiniz derdim."6 Bu bozuk gençler Yezid'le başladı, ardından rivayette de gördüğümüz üzere henüz günler kendisinin onlara önder olduğunu ortaya çıkarmadan gençleri lanetleyen Mervan'la devam etti. Sonra onun zürriyetinden gelenler ve Ümeyyeoğulları arasında az bir salih gurup dışında fesat ve ifsat yayıldı. Bu salihlerden en tanınanı Ömer b. Abdulaziz idi. Yezid b. Abdulmelik "alçak melikliğin" numunesiydi. Ahlaksız ve sefihti; içki içiyor, tüm zamanını eğlenceye ve 6 Bu rivayet farklı varyantlarla İmam Ahmed b. Hanbel'i n Müsned'inde de yer almaktadır. HİLAFET VE SALTANAT ● 23 aşk şiirlerine sarf ediyor, şarkıcıların şiirlerini söylüyor ve onlara söz yazıyordu. Fasıklığını ve zındıklığını gizleme gereği duymuyor, her şeyi aleni yapıyordu. Saltanatının payitahtına dört bir yandan şarkıcılar ve çalgıcılar toplayan ilk melikti. Küfrü o dereceye varmıştı ki, Kâbe’nin üzerine içinde içki içeceği bir kubbe yapmaya azmetmişti. Ve daha dilimizin iffetine yaraştıramayıp zikretmediğimiz birçok çirkeflikler yapmış, birçok hezeyanlar sarf etmişti. Kur'an'a karşı kalkıştığı şu akıllara ziyan terbiyesizliği konuyu eni konu tasavvur etmeye kâfi gelir diye inanıyorum. Mushafı açmış ve içindeki "ve durumlarının hükme bağlanmasını istediler, bütün inatçı zalimler kaybetti, önlerinde cehennem var, irinli sudan içirilecekler"7 şeklindeki tehdit ayetlerini okuyup şöyle: "beni inatçı bir zalim olmakla tehdit ediyorsun, işte ben inatçı ve zalimim, eğer haşir günü Rabbinle karşılaşırsan, beni Velid parçaladı de" demiş ve Mushafı yırtmıştı. Ona ahiret ve hesap hatırlatıldığında da şöyle demişti: Bana hesap vermeyi hatırlatıyorsun, ama bilmiyorum gerçekten hak mı ve gelecek mi bu söylediğin hesap, söyle Rabbine de yemeğimi kessin, söyle Rabbine de içeceğimi kessin"8 Böyle bir sefihin emri altında bulunan devletin ve ümmetinin malının ve namuslarının ne hale geleceğini tasavvur et. Sivil makamları ve askeri rütbeleri satıyor, kendi kapatmalarına ve sefahat alemindeki arkadaşlarına harcamak için halktan vergi topluyordu. İnsanları kendisine veliaht tayin ettiği iki sabiye biat etmeye zorlamakla bozgunculuğunu hat safhaya çıkardı. Yönetim düzeyi dibe vurmuştu. Bu nasıl gerçekleşti? 7 8 İbrahim, 15, 18. Şezȃrȃtu'z-Zeheb, 1/170, 171. İKİNCİ BÖLÜM TARİHİ KIRILIŞ Allah'ın Yeryüzündeki Halifeleri Müminlerin Şehit İmamı Cahiliye Hamiyetperverliği Uyanıyor Allah'ın Yeryüzündeki Halifeleri Yüce Allah şöyle buyurur: "Allah sizden iman edip salih amel işleyenlere, nasıl onlardan öncekileri halife kılmışsa onları da yeryüzünde halife kılacağını vadetti. Kendisinin onlar için seçtiği dinlerini yeryüzünde hâkim kılacak ve korkularını esenlik duygusuna dönüştürecektir. Onlar yalnızca bana ibadet eder, bana hiçbir şeyi şirk koşmazlar. Bundan sonra da kalkıp küfre düşenler fasıkların ta kendileridir."9 Ebûbekir İbnu'l-Arabȋ bu ayetin tefsirinde şöyle der: "Âlimlerimiz şöyle demiştir: Bu ayet, hak bir vaat ve doğru bir kavildir, dört halifenin imametinin sıhhatine de delalet eder. Çünkü günümüze değin fazilette onları geçen kimse gelmedi. Onların imamlığı kesindir ve üzerine ümmet ittifak etmiştir. Allah'ın vaadi onlarda gerçekleşti. Onlar yüce Allah'ın kendileri için razı olduğu din üzere kaldılar. Düzen onlarda istikrara erdi. Müslümanların yönetimini üstlendiler. Dinin hamiliğini yapıp onu savundular. Ebubekir'e hak davetle, halkın ittifakıyla, açık hüccetle, dinin burhanıyla, yakini delillerle biat edildi. Sonra Ömer'i halife tayin etti. Hilafet sabit oldu ve naiplik vuku buldu, işitip itaat etmek vacip oldu. Sonra Ömer halifeliği "şura" kararına bağladı. Sahih düşünce, açık yüceltme ve ahenk içinde alınan kararla Osman halife seçildi. Osman hem kendisi mazlum olarak, 9 Nur, 55. 28 ● ABDÜSSELAM YASİN hem de onun zatında tüm halk zulme uğratılarak öldürüldü. Geride hilafete liyakat gösteren sadece Ali kaldı; zira fazilet ve üstünlük sırasına göre belirleme yapılırdı. "10 Resulullah (s.a.v) vefat ettiğinde kendisinden sonra kimin yönetici olacağına dair herhangi bir vasiyet bırakmadı; sadece namazda kendisinin yerine Hz. Ebubekir'i naip tayin etmişti. Bu durumdan sahabîler Hz. Ebubekir'in hilafeti hak ettiği hükmünü çıkardılar. Çünkü şöyle demişlerdi: "Resulullah (s.a.v) ona bizim dinimiz konusunda razı oldu; biz dünyamız hususunda ona razı olmayacak mıyız?". Benû Saide evinde bu durumu konuştuktan sonra, Ebubekir üzerinde ittifak edip ona biat ettiler. Tartışmanın başında Ensâr ve Muhacir arasında yöneticilik konusundaki çekişme hayra acele etme kabilinden idi; nitekim arkasında bir kin bırakmamış ve günler onun eserlerini kardeşlik gölgesinde ivedilikle ortadan kaldırmıştı. Peygamber Efendimizden bu konuda yalnızca Bezzâz ve Taberânî'nin İbn Mesud'dan rivayet ettiği şu hadis varid olmuştur. İbn Mesud şöyle dedi: Ayrılık vakti yaklaştığında biz Aişe'nin evinde bulunan Resulullah'ın yanına girdik. Bize baktı, gözleri yaşardı ve şöyle buyurdu: "Merhaba, Yüce Allah size hayat versin, sizi korusun, size yardım etsin! Size Allah'ın takvasını vasiyet ediyorum. Sizi Allah'a emanet ediyorum. Ben size gönderilmiş açık ve dürüst bir uyarıcıyım. Kullarına ve ülkelerinde haksızlık yapıp Allah'a karşı gelmeyin. İntikal yakın, dönüşse Allah'adır, sidretül müntehaya'dır, cennet-i me'vaya'dır ve en mükemmel kâseyedir. Benden diğer Müslümanlara ve bundan sonra Müslüman olacaklara selam götürün." 10 İbnu'l-Arabi, Ahkamu'l-Kurân, 3/ 1380. HİLAFET VE SALTANAT ● 29 Peygamber Efendimiz önemle üzerinde durarak yeryüzünde böbürlenip insanlara karşı kibirlenmeyi ümmetine yasakladı ve onları bundan sakındırdı. Ebubekir'in hilafetinde ümmet, üç yıl boyunca dinden dönen Bedevilerle cihat etti, ta ki yeryüzünde fitne kalmasın ve din yalnızca Allah'ın olsun. Sonra Hz. Ömer dönemi geldi ve ümmet gelişip kalkındı. Bu durum, adil halife İslam ümmetine sızmış hain bir ırgatın eliyle suikasta uğrayana kadar devam etti. Adil halifeyi, gadre uğratan hançerin başında İslam ümmetinin genişlemesiyle yükselen asabiyetin damgası vardı. Müminlerin Şehit İmamı İslam toplumunun bünyesi çok hızlı değişti. Farklı milletlerden birçok insan kendi rızasıyla iman edip, başka bazı kimseler de toprağını ve özgürlüğünü muhafaza etme düşüncesiyle Yüce Allah'ın dinine girdi. Şura meclisinde ehl-i hall ve'-lakd sahabeler Hz. Osman'ı halife olarak seçtiklerinde işler başta önceki hilafetlerdeki seyri üzere devam etti; ne var ki Ümeyyeoğulları onun etrafını sarıp kendilerinden yönetimi kontrol eden bürokratik bir grup kurdular. Böylece korkunç olaylar gerçekleşti ve şiddet baş gösterdi. Hz. Osman'ın şehit edilmesi, biteviye genişleyen ilk çatlağı oluşturdu, kırılışımız ve zaafımızın başlangıcı olacak sonuçlar doğurdu. Hz. Osman'ın öldürülmesinden ve sahabe tarafından Hz. Ali'nin halife seçilmesinden sonra en büyük fitne patlak verdi. Şam ahalisi, Hz. Osman'ın kanının yerde kalmamasını istediler, bu hususta ümmetin halifesini dinlemediler. Ve böylece onu öldürmek için kendilerine bir yol bulmuş oldular. Kadı İbnu'l-Arabi bu konuda şöyle der: "Osman (r.a) öldürüldü, sahabeler onun kanından beriydiler, o kendisine 30 ● ABDÜSSELAM YASİN başkaldıranlarla savaşmaya izin vermemişti, 'ben, demişti, Resulullah'a halife olup da onun ümmetinde ilk kan akıtan kişi olmak istemiyorum'. Bu yüzden maruz kaldığı belaya sabretmiş, musibete teslim olmuş ve kendisini ümmetin selameti için feda etmişti. Ondan sonra elbette ki ümmetin yönetimi başıboş bırakılamazdı. Hz. Ömer’in kurduğu şura meclisi durumu müzakere edip Hz. Ali'nin halife seçilmesi yönünde karara vardılar. Hz. Ali ihtiyaten ve ehil olmayanların o makama gelmesiyle batıl görüş ve hezeyanlarla kan akmasından korktuğu için bunu kabul etti. Hatta kabul etmeseydi belki de din değişir, İslam'ın direği kırılırdı. Hz. Ali'ye biat edildiği zaman Şamlılar, Hz. Osman'ın katillerine yaptıklarının hesabını sorması ve onlardan diyet almasını biat için ön şart olarak koştular. Buna mukabil Hz. Ali onlara 'Önce biat edin, sonra dilediğinize ulaşacaksınız' dedi. Onlar da 'Osman'ın katilleri seninle beraberken ve biz gece gündüz onlar görürken biatı hak ettiğini düşünmüyoruz.' dediler. Oysa Hz. Ali'nin görüşü daha doğru ve daha yerindeydi. Çünkü Ali eğer onlardan diyet almaya kalkışsaydı kabileler tekrar onların etrafında kenetlenir ve üçüncü bir savaş çıkardı. Bu yüzden düzen kurulup biat tamamen alınıncaya kadar onlara karışmamayı doğru buldu. Daha sonra karar meclisinde yetkili ve etkili kimselerle durum hükme bağlanıp adalet yerini bulurdu."11 Fakihimiz ve kadımız İbnu'l-Arabî'nin o dönem sahabe arasında yaşanan tartışma ve çarpışmaları özellikle zikretmediğini, görmezden geldiğini görmekteyiz. Cemel Harbini ve Sıffin felaketini atlayıp meseleyi bir öç alma ve diyet talep etme meselesi gibi gösteriyor. Bu tarihi mesele bir nevazil fıkıh meselesi gibiymiş ve kadının hükmüne kalmış gibi bir 11 İbnu'l-Arabî, Ahkâmu'l-Kurân, 4/1706 HİLAFET VE SALTANAT ● 31 tavır içinde olunmuş, önceki âlimlerimiz bu kanlı trajediler hakkında konuşmamış ve konuşulmamasını nasihat etmiştir. Geçmişte takılıp kalmak ve olmuş bitmiş bir hadiseden dolayı sahabeyi eleştirmek için kurcalamak, dini hamasete sahip bir kimse için lüzumsuz bir husus ise de tarihteki korkunç düşüşümüzün nedenlerini ortaya koymak için bazı perdeleri de aralamak en temel görevimizdir. Tüm sızılarımızın anası olan bu dönem, her zikredildiğinde kulaklarımızı tıkayıp dilimize ket vurursak hilafeti geri getirmenin doğru yöntemini kavrayıp tespit etme durumundan uzaklaşırız. Kadı Ebubekir "el-Avâsım ve'l-Kavâsım" isimli kitabını Ümeyyeoğulları’nın savunusuna tahsis etmiş. Yüce Allah bizleri ve onu affetsin! Şahısları ve onlar üzerinden tartışmayı bir kenara atalım; dinî inhirafı ve toplumsal çözülüşü itibara alalım. Ta ki kamil olanı örnek edinme gayemizle tutarlı kalalım. Cahiliye Hamiyetperverliği Uyanıyor Peygamber Efendimiz, karşısında fertlerinin kabile, aşiret ve akrabalık bağları ile bağlı olan bir toplum gördü. Bu bağı korudu, kırmadı. Fakat müminler arasındaki kardeşlik bağını güçlendirip sağlamlaştırmaya hizmet edecek dinamikleri besledi. Müslümanlara kabile ve aşiretlerini, kabile ve aşiretleri olduğu için tanımazlıktan gelmelerini emretmedi. Lakin onlara küfürle bütün alakalarını kesmelerini emretti. Siyer-i Nebi'de Mekke'ye giren İslam ordusunun kabilelere göre nasıl birliklere ayrıldıklarını okuruz. Kendi aşireti içinde güven duyan insanların İslam kardeşliğine olan duygusunu da pekiştirip berkitiyordu. Büyük aile ve aşiret güvence ve dayanışmalarının Peygamberlerin gönderilmesi konusunda etkisi olmuştur. Peygamber Efendimiz şöyle buyur- 32 ● ABDÜSSELAM YASİN muştur: "Lut (kavminden bazı kimselerin misafirlerine yönelik ahlaksız talebi üzerine) 'size karşı bir gücüm olsaydı ya da sığınacağım sağlam bir temelim olsaydı12' dedi, elbette ki sağlam bir temeli vardı burada temelden maksat aşirettir. Yüce Allah ondan sonra gönderdiği bütün peygamberleri, kendi kavminin zirvesinde olanlardan gönderdi"13 Bu demek oluyor ki, Allah ve Resulü soy ve aşiret bağının İslam davasına dayanak olmasını irade ediyor. Ama kabile asabiyeti İslam'a karşı bir tavra dönüşürse İslam onunla savaşır. İbn Kesir, Resulullah (s.a.v)'in şöyle buyurduğunu nakleder: "Haksızlık üzere olan kavmine yardım eden kişinin durumu, kuyuya düşen deveyi kuyruğundan tutup kurtarmak istemeye benzer." Ebû Davud Nebi (s.a.v)'in şöyle buyurduğunu rivayet eder: "Asabiyete davet eden bizden değildir. Asabiyet için savaşan bizden değildir. Asabiyet uğruna ölen bizden değildir." Buhârî de Cabir (r.a)'ın şöyle dediğini aktarır: "Bir savaştaydık, muhacirlerden biri ensardan birinin sırtına vurdu, ensardan olan 'yetişin ey ensar', muhacir de 'yetişin ey muhacirler' dedi. Bu olay üzerine Resulullah (s.av) 'bırakın şu asabiyeti; o çürüyüp kokuştu artık' diye buyurdu. Cahiliye hamiyetperverliği batıl üzerinde yardımlaşmaktır. Arap atasözü şöyle der: "Zalim de olsa mazlum da sen kardeşine yardım et". Kabile asabiyeti güdenler bu sözü birebir tatbik ederler. Allah'ın Resulü (s.a.v) bu sözün delaletini değiştirip İslamileştirmiştir. İmam Ahmed ve İmam Buhari, Hasan'dan şöyle rivayet ederler: "Nebi (s.a.v) 'zalim de olsa mazlum da olsa kardeşine yardım et' deyince sahabeden biri 'ya Resulullah mazlumken yardım ederim, fakat zalimken nasıl yardım edebilirim?' diye sordu. Resulullah 12 13 Hud Suresi, 80. ayet. Ahmed b. Hanbel, el-Müsned. HİLAFET VE SALTANAT ● 33 (s.a.av) 'onu zulmetmekten engellersin, böylece ona yardım etmiş olursun.' diye buyurdu." İbn Haldun, İslam diyarının genişlemesini, kabilelerin bedeviliğini ve cahiliye asabiyetinin uyanmasını anlatma bağlamında şöyle diyor: "Bu şehirlere inen Arapların ekseriyeti katı tabiatlıydılar. Peygamber Efendimizin yanında çok bulunmamış, O'nun hayat tarzını ve adap ve ahlakını almamışlardı. Bununla beraber katı, asabiyetçi, övüngen ve imanın sekinetinden uzaktılar. Bu yüzden İslam devleti büyük bir gelişme ve genişleme kaydedince bunlar kendilerini Muhacir ve Ensar kabilelerine mensup ve İslam'a ilk giren şahısların emri altında buldular ve bunu içlerine sindirmediler; çünkü kendilerini nesepleri ve sayılarının çokluğu bakımından daha üstün ve yöneticilikte daha çok hak sahibi görüyorlardı. Bu yüzden Kureyş kabilesini kötüleyip tahkir etmeye ve haksızlığa uğradıkları, taksimde adaleti sağlayamadıkları gibi gerekçelerle onlara olan itaati aşındırıp sarsmaya çalıştılar. "14 Bu demek oluyor ki, Mervan b. el-Hakem liderliğinde ellerindeki iktidar gücünü istismar eden bir grup Kureyşli genç, mal taksimindeki eşitliği bozdular. Diğer tarafta da hükmetmeye tamah eden ve soy ve sayısıyla övünen, bunda Kureyş'le yarışan kabileler vardı. Özellikle de bu dönemde İslam ümmetinin orduları donatıp Faris ve Rumlarla savaşıyor olması sayı çokluğuna ve gücün büyüklüğüne büyük bir önem kazandırmıştı. Bazı vali ve idareciler Hz. Osman'ın saçağının altına sızmışlardı. Bunlar bozguncu bir topluluktu. Bahane arayan kabilelerin eline, şikayetlenip öfkelerini izhar etmek, ardından isyan çıkarmak, ardından da devrim yapmak ve o temiz kana girmek için ileri sürecekleri gerek14 İbn Haldun, el-Mukaddime, 380. 34 ● ABDÜSSELAM YASİN çeler vermişlerdi. İnsanların hoşnutsuzluklarını açıkça ifade etmeleri üzerine Hz. Osman bazı valilerini azletmişti. Mervan'ın etrafındaki daire daralınca Hz. Osman'dan kâtibi Mervan'ı, kendi indinden Mısır valisini öldürme fermanı çıkardığı suçlamasıyla kendisine teslim etmelerini istediler. Hz. Osman ondan bunu yapmadığına dair yemin etmesini istedi, o da yapmadığına yemin etti. Bunun üzerine Hz. Osman "hükümde bundan fazlası yok" dedi. Bununla itham edilenin aleyhine açık delil getirilemediğinde ondan yemin etmesini istemek dışında bir şey yapılamaz demek istemişti. Bundan dolayı Hz. Osman'ı öldürene kadar ablukaya aldılar. Kargaşa ve fitnenin önüne set çeken o yegâne güç neredeydi? Halifelerine evinin içinde savaş açılmışken, kendisi kuşatmaya alınmışken diğer sahabeler ne yapmışlardı? Bu da tarihi kırılışımıza sebep olan başka bir gedikti. İmam Osman (r.a), fitnenin daha da alevlenmesi korkusuyla onlara kendisine savaş ilan edip kendisini ablukaya alanlara karşı kılıç kullanıp savaşmalarını yasaklamıştı. Sahabeye gelince –ki onlar bu dev dalgalı denizin ortasında azınlıktılar- şahit olduklarına karşı şaşırıp kalmış, hayretten adeta donakalmışlardı. Bâkıllânî, "et-Temhid"e bu sefil insanların vahşiliğini şöyle anlatır: "Halife Hz. Osman'a saldırdıkları söylenen kimseler, avaneleri değilse de kendileri tanınan kimselerdi: Ğafıkî, Kinâne b. Bişr etTecibî, Sevdân b. Hamrân, Abdullah b. Budeyl b. Verkâ', Amr b. Hımk el-Huzâî ve Muhammed b. Ebubekir. Halife Osman'ın evine girdiklerinde Muhammed b. Ebubekir önden gidip onu yere attı. Göğsü üzerine oturdu. Sakalından tutup salladı. Ona ağır sözler HİLAFET VE SALTANAT ● 35 söyledi. Elindeki keskin usturayla alnına vurdu. Daha da ileri gitmek istediğinde Hz. Osman ona nasihat etti ve şöyle dedi: "Baban bu durumunu görseydi yüreği parçalanırdı". İbn Ebubekir utanıp çekildi. Ğafıkî ve Kinâne onun utandığı için çekildiğini anladılar. Kinâne hemen öne atılıp şiddetli bir darbeyle onu yere serdi, kan damlaları önünde açık bulunan Kur'an'a sıçradı. Bunu gören Hz. Osman Mushaf’ı kapatıp uzaklaştırdı. Başkaları da ona vurdu. (…) Hz. Osman'ın eşi Naile kılıç darbelerinin sesini duyunca hareminden çıkıp kendisini onun üzerine kapattı. İnen kılıç darbesiyle onun üç parmağı koptu. Bu namussuzlardan biri Hz. Osman'ın eşinin üzerindeki eline kılıç indirdi. Ardından eşi için 'bunu bana verin, büyük kalçaları var' dedi. Sesler yükseldi sonra, beytülmale koşun, beytülmale koşun diye. Önce Halife Hz. Osman'ın evini yağmaladılar, sonra da beytülmali. Ve evini ateşe verdiler. Bunlardan Amr b. el-Himk şöyle demişti: 'Osman'a altı darbe indirdim; üçü Allah için, diğer üçü de başkaları içindi.'15 Vahşilik, yağma, kundaklama, ahlaksızlık ve kaos… Sahabe bu durum karşısında adeta şaşırmışlık ve hayretten donakalmışlardı, her şey bir anda olup bitmiş ve bir şey yapamamışlardı. Kendilerine geldiklerinde hemen Hz. Ali'nin etrafında toplanıp ona biat ettiler. Fitnenin söndüğünü zannettiler. Fakat Şam ehli Osman'ın kanının yerde kalmamasını isteyip de savaş ateşi yeniden alevlenmeye başlayınca bir grup sahabe uzlete çekildi, tarihimizde bu çekişleri büyük bir boşluk oluşturdu ve ilk defa tarafsızlık düşüncesi doğdu. Diğer bir kısım sahabe de hak uğruna cesaretin ve haklının yanında durmanın -tıpkı Ammar b. Yasir gibi- timsali oldular. 15 Nusus el-Fikr el-İslamî, 93, 94. 36 ● ABDÜSSELAM YASİN Bakıllânî şöyle der: "Eğer biri 'madem durum anlattığınız gibi sefil insanların Halife Osman'a karşı hadlerini aşmaları ve zulmetmeleri vahametinde idiyse sahabe niye hemen buna karşı çıkıp engellemedi? Halifeyi teslim edip zelil düşürmelerinde ne özürleri olabilir?' diye sorarsa cevabı şöyledir: 'Sahabeleri, halifeyi umarsız bırakıp düşmana teslim etme acizliği ve gayretsizliğinden tenzih ederiz, onlara bunu Hz. Osman emretmişti ve bu emrini birkaç defa tekrarlamıştı. Onlardan Allah'ın hakkı için evlerinde kalmalarını istemişti."16 Fitne çıkması korkusundan pasif kalmak, bu barbarlara Hz. Osman'ı öldürme cüreti vermiş, akabinde gelen Hz. Ali'nin de elini zayıflatmıştı. Bakıllânî şöyle der: "Biri şöyle derse 'Ali (r.a)'ın hilafeti bu denli sahih ve sabit idiyse S'ad b. Ebu Vakkâs'ın, Said b. Zeyd, Abdullah b. Ömer, Muhammed b. Mesleme, Usâme b. Zeyd, Selâme b. Vakş ve daha başka kimselerin ona yardım etmekten ve emrine girmekten niye geri döndüler?' Cevabı şöyledir: 'İsimleri geçen kimselerin ona yardımdan ve itaatten geri durmaları onun halifeliğinde bir problem görmelerinde değil Müslümanlarla savaşmayı kabul etmediklerinden, bundan korktuklarından ve günah saydıkları bir şeyde ona itaat etmeme kararlılığından dolayı idi. Bu yüzden de ona niye yardım etmedikleri hususunda deliller ve gerekçeler öne sürmüşlerdi. Hatta onlardan biri (Sa'd b. Ebu Vakkas) şöyle demişti: 'Bana dili olan, mümini kafirden ayıran ve bu mümindir bu da kafirdir diyen bir kılıç getirmediğiniz müddetçe ben savaşmam. Benim kınından çıkaracağım kılıç ancak böyle bir kılıçtır.' Ona sen meşruiyeti olmayan ve itaati vacip olmayan bir halifesin' dememişlerdi. Nitekim Muhammed b. Mesleme 16 Nusus el-Fikr el-İslamî, 95. HİLAFET VE SALTANAT ● 37 bu konuda Hz. Osman'la tartıştıktan sonra ona şöyle demişti: 'Nebi (s.a.v) benden Müslümanlar arasında fitne vuku bulduğunda kılıcımı kırıp tahtadan bir kılıç almam yönünde benden söz aldı.' Bu iç burkucu sahifeyi dürüyoruz; çünkü ibret almamıza kifayet edecek kadarına değindik. Hem bu serseri fitneden doğan halihazırdaki acılarımız bize yeter. Kaza ve kader Allah'ındır. Her şey o yüceler yücesinin ellindedir. ÜÇÜNCÜ BÖLÜM SEÇİM VE MASUMUN VELAYETİ Seçim ve Masumun Velayeti Seçim Sünnet İsmet Taklit İcmâ' Seçim ve Masumun Velayeti İmam Buhârî Abdullah b. Abbas (r.a)'tan şöyle rivayet eder: "Nebi (s.a.v) vefat ettiği hastalığa yakalanmıştı, Ali (r.a) onu ziyaret edip dışarı çıktığında insanlar ona 'ey Ebu Hasan! Resulullah (s.a.v)'in durumu nasıl?' diye sordular. O da 'elhamdülillah durumu iyi' dedi. Abbas b. Abdulmüttalip onun elinden tutup 'üç gün sonra sen üstünde kölelik asasını göreceksin, kanaatim o ki Allah'ın Resulü yakalandığı bu hastalıkta vefat edecek, ölümü yaklaştığında Abdulmuttalib'in çocuklarının yüzlerinin aldığı hali biliyorum. Bizi Allah'ın Resulü’ne götür, ona kendisinden sonra yönetimin kime geçeceğini soralım, eğer bize geçekse bunu öğrenmiş oluruz, yok eğer başkasına geçecekse Nebi (s.a.v)'den bizim için onlara tavsiyede bulunmasını isteriz' dedi. Bu sözler üzerine Ali (r.a) şöyle dedi: 'Allah'a yemin olsun ki, eğer biz Allah'ın Resulünden bunu istesek ve o da vermezse, ondan sonra insanlar bize hiç vermezler, malumunuz olsun ki ben Resulullah (s.a.v)'den bu talepte bulunmayacağım." İmam Müslim Hz. Aişe'den şöyle rivayet eder: "Resullah'ın kızı Fatıma ve Abbas, Ebubekir'e gelip ondan kendilerine Nebi (s.a.v)'den kalan mirası istediler. O zaman istedikleri Fedek'te bir arsa ve Hayber'den düşen paydı. Ebubekir, onlara ben Resulullah (s.a.v)'in 'biz peygamberler miras bırakmayız, ardımızda kalan sadakadır' dediğini işittim dedi. " Bir rivayette de bu durum üzerine Hz. Fatıma'nın 42 ● ABDÜSSELAM YASİN kendisine küstüğü ve ölene kadar bir daha bu konuyu onunla görüşmediği yer alır. İmam Müslim'in yukarıdaki rivayetinin devamı şöyledir: 'Bir adam Zührî'ye 'Ali Ebubekir'e altı ay biat etmedi mi?' diye sordu. O da 'Evet, ne o ne de Haşimoğullarından başka biri biat etti. Ali insanların kendisinden uzaklaştığını görünce Ebubekir'e biat etti.' Hz. Ali'nin evinde Hz. Ebubekir ve Haşimoğulları bir araya geldiler. Hz. Ali hamd edip salat ve selam getirdikten sonra şöyle dedi: 'Sana biat etmememiz senin faziletini inkâr etmekten veya Yüce Allah'ın sana bahşettiği bir hayırda seninle rekabete girmekten dolayı değildi. Sebep bizim bunda hakkımızın olduğu ve sizin bunu haksızca bizden aldığınız yönündeki kanaatimizdi.' Sonra Ali Efendimiz (s.a.v)'e olan akrabalığından ve haklarından uzun uzadıya bahsetti, bunun üzerine halife Ebubekir ağladı. Hz. Ebubekir'in içinde mirası niye vermediğinin sebepleri de bulunan konuşmasından sonra Hz. Ali ve Benû Haşim biat edeceklerini açıkladılar. Öğlen namazını eda ettikten sonra Hz. Ebubekir, cemaate Hz. Ali'nin biat etmemesinin gerekçelerini ihtiva eden ve bunda onu mazur gören bir konuşma yaptı. Ardından Hz. Ali ayağa kalktı ve Hz. Ebubekir'in faziletlerinden bahsetti, sonra da ona biat etti. Bu davranışını tasvip eden Müslümanlar, Hz. Ali'yi tebrik ettiler ve eski samimiyetlerine döndüler." Bu iki rivayet esasında bu konuda fazla söze hacet bırakmıyor. Bunları zikretmemiz bu meselenin eki temel nass'ın bunlar olması dolaysıyladır. Şii kardeşlerimizin ellerinde de kendi hilafet, imamet ve yönetim konusundaki görüşlerine esas kabul ettikleri benzer metinler var. HİLAFET VE SALTANAT ● 43 Hz. Ali –kerremallahu vecheh- alicenap, yiğit, mert ve cesarette zirve bir şahsiyetti. İslam, onun kılıcıyla zaferler kazandı. İlmiyle, raşit hilafetler boyunca Müslümanların yolunu aydınlattı. Onun ehl-i beytten olması, Resulullah (s.a.v)'in akrabası olmasının yanında faziletleri ve Nebi (s.a.v)'in ona tezkiyesini ifade eden rivayetler varittir. Tirmizî, Zeyd b. Arkam'dan Peygamber Efendimizin şöyle buyurduğunu rivayet eder: "Ben kimin efendisi isem Ali de onun efendisidir" . Bu sahih bir hadistir. Buhârî, Müslim ve Tirmizî Peygamber efendimizin şöyle buyurduğunu rivayet etmişlerdir: "Senin benim neznimdeki yerin, Harun'un Musa'nın neznindeki yeri gibidir; ne var ki benden sonra Nebi gelmeyecektir." Şia'nın yanında da kendi metodolojilerine göre güvenilir kabul ettikleri rivayetler var. Onlar bu rivayetlerden Nebi (s.a.v)'in Kendisinden sonra Hz. Ali'nin halife tayin edilmesini vasiyet ettiğini anlıyorlar. Gadirhum diye andıkları bir kıssaları var ve bu kıssada Efendimiz (s.a.v) Hz. Ali'nin halife olmasını vasiyet ediyor. Bu kıssa, rivayeti sabit olma kriterlerine uymadığından Ehl-i Sünnet alimleri tarafından inkar edilir. Kaldı ki yukarda zikrettiğimiz rivayetlerde görüldüğü üzere ehli beyt hilafetin kendilerinde olduğu hususunda kat'i bir delalete değil, kendi zanlarına istinat etmişlerdi. İmam Osman öldürülüp de sahabe Hz. Ali'ye yardım ve biat etme konusunda görüş ayrılığına düşünce ümmet en büyük tefrika musibetine uğradı. Fitne ve harp koşulları da bu ihtilafın büyüyüp kökleşmesine yol açtı. Bu karanlığın ortasında Hz. Ali hidayetle parıldayan bir güneş gibi doğdu; kargaşa içinde sarsılmaz bir dağ gibi karar kıldı ve eşsiz bir komutan oldu. Bu kaos içinde bir çok inhiraf meydana çıktı. 44 ● ABDÜSSELAM YASİN Kimi Ali'nin muhabbetinde ifrata gidip ona ibadet etti, kimi de ona düşmanlık yapmada aşırılığa kaçıp (Hariciler) onu tekfir etti. Ümeyyeoğulları’ndan bir taifeyse minberlerden ona sövüp saydı. Kinler bilendi, Ehl-i Beyt taraftarlarının hamaseti yükseldikçe yükseldi. Fakat bu hamaset, özellikle de Kerbela'nın aslanı, ümmetin övünç kaynağı Hz. Hüseyin'in şehit edilmesinden sonra, sadece var olan bu musibetleri daha da alevlendirdi. Böylece hilafetin Ehl-i Beyt’in, Hz. Ali'nin sonra da onun çocuklarının –salat ve selam üzerlerine olsun- hakkı olduğunu söyleyen Şiî mezhebi kuruldu. Onların itikadı böyledir. Bu meyanda Gulat-u Şia'dan –aşırılıkçı Şiilerden- Rafızî ve Batınî mezheplerine değinmeye lüzum görmüyoruz; çünkü onlar her ne kadar İslam tarihinde bu ümmetin başına bela olmuş ve etkileri hala devam eden ciddi problemlere neden olmuş iseler de şu an önem verdiğimiz husus, mutedil şii kardeşlerimizle aramızda bir iletişim köprüsü kurabilmek için aramızdaki ihtilaf esaslarını belirleyip Alim ve Hakim olan Allah'ın izni ve tevfiki ile gelecekte çekişme ve çatışmanın yerini uyum ve ahengin aldığı bir durum oluşturabilmektir. Keza, Ehl-i Beyt'e kinini dışa vurmak, onları değersizleştirmek için Ehl-i Sünnet itikadını maske olarak kullananlara da değinmeyeceğiz; zira bunun yapıcı ve olumlu tavrımıza bir katkısı yoktur. Seçim Ehl-i Sünnet âlimleri, hilafetin nass veya vasiyet ile değil, seçimle belirlendiği hususunda ittifak etmiştir. Zira onlara göre 'halife'nin tayinine yönelik sahih ve sabit bir nass yok. Bakıllânî "et-Temhid" adlı eserinde bu konuda şöyle der: "Eğer bir kimse 'İmamın/Halifenin belirlenmesi nass ile değil HİLAFET VE SALTANAT ● 45 ümmetin seçimi ile olduğu yönündeki görüşünüzün delili ne?' diye bir soru sorarsa ona şöyle cevap verilir: 'Nass fasit ise seçim sahih olur. Çünkü ümmet, halife tayin etmenin sadece bu iki doğru yolu olduğu konusunda ittifak etmiştir. O halde biri fasit olunca diğeri sabit ve sahih olur."17 Böylece "Nass fasit ise seçim sahih olur" şeklinde bir cedelî kaide meydana geldi. İslam siyaset tarihinde Bakıllânî, Maverdî ve Gazzalî gibi âlimler, nass ile tayini reddedip seçimle tayinin doğru olduğunu savundular. Fakihlerin bu savaşı, kılıç ve asabiyetle Müslümanların idaresini elinde bulunduran sultanlara zaruri bir destek niteliğindeydi. Bu sultanların yönetimlerinin meşruiyetini büyük bir gayretle savunmalarının sebebi ümmetin birliğini sağlama gayretiydi. Buna mukabil Şia bilginleri de Ehl-i Beyt’in başkaldırmalarını ve hükümetlerini gerekçelendirebilmek için var güçleriyle nass'la tayini savunup, seçimle tayini reddettiler. Bu fıkhî ve kelâmî tartışmalara siyaset adamlarının manevraları da katıldı. Nitekim Abbasi halifesi Me'mun'un, ardından da Vasık ve Mu'atasım'ın –resmiyette Ehl-i Sünnet halifeleri görülmelerine rağmen- önce 'mutezile' itikadına, sonra da Şiilik düşüncesine temayül ettiklerini biliyoruz. Bu durum Ehl-i Sünnet mezhebine dönen halife Mütevekkil dönemine kadar böyle devam etmişti. Sonra yönetimdeki sultanlarla Şiî gruplar arasında büyük bir çatışma meydana gelmişti. Ardından da Abbasiler ile Fatımiler arasında, insanları kendi mezheplerinin doğruluğuna ikna etmek için hem silahların hem de cedellerin kullanıldığı çetin çarpışmalar geldi. 17 Nusus el-Fikr el-İslamî, 33. 46 ● ABDÜSSELAM YASİN Sünnet-i Nebi Bütün grup ve hizipler Kur'an-ı Kerim'in sıhhati ve Allah'ın kelamı olduğu üzerine ittifak ediyorlardı. Bu durum hala da aynıdır. Bu durum –Allah'a hamd olsun ki-büyük bir nimettir, büyük bir şükür vesilesi fazl-u keremdir. Hz. Osman'ın Mushaf'ına ilişkin kimi ihtilaflar çıkmışsa da bunların kıymeti harbiyesi olmamıştır. Umut ediyoruz ki bazı Şiî kardeşlerimizin kaynaklarında yer alan kaybolan bir Kur'an'ın olduğuna dair akıllara ziyan rivayetler de sönüp zamanla ölür, nitekim Şia'nın bazı akil adamları da bu rivayetleri reddeder. Sünnet, bize göre Resulullah (s.a.v)'den sahih senetle nakledilen bütün haberlerdir. Şia'nın yanında da böyledir; ne var ki onların ricali değerlendirme ölçüleri bizim ölçülerimizden farklıdır. Şia, Ehl-i Beyt dışındaki sahabelerin rivayetlerini kabul etmez. İmamlarının sözleri Şia nezdinde masumdur, onlarda hata ihtimali yoktur ve onlarla amel etmek vaciptir. Bu problemi çözmek bizim açımızdan çok zor değildir; çünkü Ehl-i Sünnet alimleri bu konuda Tirmizî'nin rivayet ettiği Resulullah (s.a.v)'in şu tavsiyesini şiar edinmiştir: "Benim sünnetime ve benden sonra raşit halifelerin sünnetine sımsıkı sarılın". Bunun neticesi olarak da "sünnet" mefhumunun anlam alanı raşit halifelerin sünnetlerini de kapsayacak şekilde zenginleştirilmiştir. Hiç kuşkusuz ki 'Al-i Beyt'in imam ve âlimleri de ehl-i ilim ve ehl-i rüşttür, nübüvvet evinin varisleridir. Onlardan sahih olarak gelen tüm rivayetler kabulümüzdür. Bir müminin –imanı oldukça- kalkıp Al-i Beyt’i tan eyleyeceğine ihtimal vermiyorum. İhtilaflı konulardan "masumluk/günahsızlık" meselesi kaldı ki bu çok hassas ve nazik bir konudur. HİLAFET VE SALTANAT ● 47 İsmet/ Günahsızlık Hz. Ali ve soyundan gelen büyük âlimler, Şii kardeşlerimizin inancına göre masumdurlar. Nass ve vasiyetle halife tayin olunmaya ek olarak Şia itikadında Ehl-i Beyt âlimleri, kendi asırlarındaki herkesten daha üstündürler, İlahî tevfik ve ilhamla desteklenirler. Bu ilham, peygamberlere inen vahiyden farklıdır. Onların yanında İmam şeriatın tek eminidir; kendi döneminde yalnızca o şer'i konularda içtihat ve tefsir yapma hakkına sahiptir. İmam'ın şahsı ise ümmetin yönelmesi gereken yegâne kıble, etrafında toplanılması lazım olan yegâne önderdir. On iki imamdan sonra – imamiyyeye göre- Ehl-i Beyt’in sırları beklenen kayıp İmam'a geçti. Dolaysıyla fakihlerin tüm içtihatları beklenen kayıp imama niyabeten yapılmış içtihatlardır. İmam Humeynî, "veleyet-i fakih" nazariyesiyle Şiilik mezhebine tecdit yaptı; zira bu nazariyeyle fakihlere niyabeten de olsa içtihat yapma hakkı doğdu. Böylece umut ediyoruz ki, hâlihazırda önümüzde duran ve gelecekte önümüzde bulacağımız vakıanın gerekleri, ümmetin bu iki kolunu birleştirir ve tarihî ihtilafın sebep olduğu acılar ve karşıtlıklar son bulur. İcmâ' Dinî hükümlerin üçüncü kaynağı da icmâ'dır. Ümmetin âlimleri, hakkında sübutu ve delaleti kati olan bir nass’ın bulunmadığı bir konuda bir hüküm üzerine ittifak ettiği zaman bu hüküm bağlayıcıdır. Şii kardeşlerimize göre ise icmâ', bir kimsenin imam olduğu konusunda ve bir görüşün ya da amelin imama ait olduğu hususunda ittifak etmek demektir. İcmâ' konusunda bizim mezhebimiz daha işlevsel 48 ● ABDÜSSELAM YASİN ve tarihin akışında vuku bulan olaylara çözüm üretme hususunda daha faaldir. Âlimlerimiz arasında icmâ'a dair bazı ihtilaflar vardır; icmâ'nın tarifi, sınırları, dönemi ve bağlayıcılığının müddeti gibi konularda âlimlerimiz arasında görüş farklılıkları vuku bulmuştur. Ne ki sonraları icmâ'ın kullanımı bazı siyasi müdahalelere maruz kaldı. Bu durum "içtihat kapısı"nın kapatılıp "taklit"in hâkim olması sürecine kadar devam etti. Mezhepleri ilkesel olarak imamların taklidi üzerine kurulmuşsa da günümüzde yerinde ve işlevsel içtihatlar görmekteyiz; İran ve Irak'taki ilmî müesseseler bu içtihatları yapacak büyük âlimler yetiştirdiler. Bu âlimler şu an yönetimi yürüten kimselerdir. Allah onları muvaffak kılsın! Taklid Bu kısa sunumla aşağıdaki şu mühim hususları ifade etmek istiyoruz: • Miras aldığımız İslam, bize kırık, mezhepsel ve askerî çekişmeler dolu bir tarihle geldi. • Bu çekişme ve çatışmaların bütün sorumluluğunu fıkhî mezheplerin görüşlerinde gören ve dini asrileştirmek için bu birikmiş yığını atmamız gerekir diye düşünenleri, bu fakihlerin görüşlerinin sadece kendi yüzyılları için bağlayıcı olduğuna, temel kaynaklarımız olan Kur'an ve sünnetin şer'î maksatları anlamamızın önündeki bütün engelleri kaldırmaya ve hilafeti, nebevî yöntem doğrultusunda tecdit etmeye kâfi olduğuna ikna etmek zordur. Bu yüzden bizim kendi tarihimizi, okuyup anlamamız onlarınkinden farklı olmalıdır. • İslam ümmeti, eğer ihtilaf asırlarının geride bıraktığı dağınıklığı toplamazsa bugünün ve geleceğin problemlerine HİLAFET VE SALTANAT ● 49 karşı koyamaz. Bu da ancak inşaya yönelik etkinliklerde iletişim köprüleri kurmak ve yardımlaşmakla mümkündür; ta ki bu ortak faaliyet, belli bir zaman sonra görüş birliğine sevk ve teşvik etsin. Karşılıklı iletişimi geciktirmenin anlamı olmadığı gibi birlik olmayı, ittifak kurmayı aceleye getirmenin de mantığı yoktur. Arkamızda birikegelmiş büyük korkulara bakıp ümitsiz düşmenin de lüzumu yoktur. Gerçek o ki, hissî tavırlardan kurtulup birleştirici kardeşlik duygularına sarılırsak Allah'ın izniyle sular eski mecrasına dönecektir. • Ümmetin birliği, sabit ve sahih asıllara dönmekle ve tarihte yaşanmış acıları ve trajedileri unutup sadece birer ibret vesikası saymakla gerçekleşebilir. İhtilaflarımızın teferruatına karşı onurluca görmezden gelme tavrı -bu soylu tavırbizi ayrıştıran değil bir araya getiren birlik ve dirlik sahibi kılan yönlerimizin öne çıkması için zaruridir. • Birlik ve ittifakın geleceğini tesis etmek, mezhepsel bir ihtilafı asıl görüp dayanak alarak yapılamaz. Aksi takdirde şu tarihî tefrika ve ayrışmışlığa kendimizi mahkûm etmiş oluruz. Kaldı ki yüce Allah'ın ümmetlerin en hayırlısı kıldığı şu ümmetin tarihi kırılışını daha da fazlalaştırma ihtimalimiz de bunun cabasıdır. Oysa biz bu ümmetin tekrar ihya olup kendisine verilmiş ‘şahit olma’ payesini ehil olarak deruhte etmesini istiyoruz. Şahit olanın da sebat, güven ve güçte örnek olması gerekir. Asırların ihtilaflarını taklit etmeye bir son verip Selef-i Salih'imiz gibi özgün şahitler olarak hakka ram olalım, hakkı tutup kaldıralım. DÖRDÜNCÜ BÖLÜM HİLAFETİN SALTANATA DÖNÜŞMESİ Din ve Siyaset Saltanat Boyunduruğu Mutlak İtaat Dindarlığı Onları Kılıçla Bastırınca İşgalciyi Emir Tayin Etmek Belanın Aslı Belanın Ekseni Halife Tayin Etmek Din ve Siyaset Eğer mazimizdeki bu tarihi kırılış, geçip gitmiş mazinin derinliklerine gömülmüş olsaydı, biz onu yeniden gündeme getirmezdik. Fitne ateşi yandı ve alevi asırlarca devam etti. Biraz sönse de mutlaka daha büyük olarak tekrar geri döndü. Bugün Müslümanlar yeni bir fecirle uyanıyorlar, kültürlerinde, hatıra ve mezheplerinde bu yangının hala etkileri var. Bugün maruz kaldığımız cahiliyetin kahrı, dün aramızda vuku bulan acıları unutturacak mı? Ümmet yeniden hâlihazırda ve gelecekte cihadın közü etrafında birlik olacak mı? Bahse konu fitnenin olumsuz tesirlerinden biri İslam tarihindeki şanlı olayları dillerine pelesenk edip onların arkasındaki ümmetin katlanmış olduğu büyük cihadı, fedakârlıkları ve de zalim sultanların sultası altında tattıkları acıları unutmalarıdır. İslam tarihindeki bu şanlı hadiseleri gerçekleştirenler âlimler, imanı kavi süvari ve erlerdi; oysa hala birileri kalkıp bu başarıları padişahlara, Zeyd'e, Amr'a nisbet edip kan akıtan, ırz çiğneyen, diyarları harap eden eli kanlı zalimlere mal etmektedir. Bunu yapmaktaki maksat, kimi yardakçıların ve de kimi iyi kalpli ama temiz insanların yardımıyla kurulmuş sahte vitrinin albenisini korumaktır. Bu efsanevi anlayış taklit kapısından zihinlere giriyor; zira taklit eden tenkit edemez. Dolaysıyla da kör bir karanlıkta kalır ve yarını için dününden ibretler devşiremez. 54 ● ABDÜSSELAM YASİN Büyük üstat Hasan en-Nedevî, "Müslümanların Gerilemesiyle Dünya Neler Kaybetti" isimli eserinde sultanların "din"i, "siyaset"ten nasıl ayırdıklarını şöyle anlatır: "Ve vakıada dinle siyaset birbirinden ayrıldı. Sultanlar gerek dinî ilim bakımından gerekse siyasi bilgi bakımından kendilerine yeterek âlimlere ihtiyaç duymayacak seviyede değillerdi. Bu yüzden yönetim ve siyaseti zorbaca yalnızca kendi ellerine aldılar, sadece ihtiyaç duyuldukları takdirde fakih ve âlimlere birer danışman olarak başvurdular. Öyle ki diledikleri zaman âlimleri kendi şahsi çıkarları için kullanıp dilediklerindeyse onlara baskı yapıp marjinalleştirdiler. Böylece siyaset dinin denetiminden azade oldu; bir kisralık, bir kayserlik, bir zalim sultanlık oldu; yuları bırakılmış esrik, serseri bir deveye dönüştü. Bu durum karşısında âlimler ve din adamları ayrıldılar, kimi hilafeti destekledi, kimi karşı çıktı, kimisi kenara çekilip kendi hayatıyla ilgilenip etrafında cereyan eden olaylara karşı gözlerini kapatarak ıslah umudunu yitirdi; kimisi de bu durumu olanca şiddetiyle eleştirdi, gördüklerine karşı öfkelendi ama elinden bir şey gelmedi ve kimisi de şahsî ya da dinî bir çıkar için sultanlarla yardımlaştı. Herkesin niyeti kendisinedir. İşte o zaman din ve siyaset birbirinden ayrıldı ve raşit halifeliklerden önceki döneme dönüldü. Din, kanatları kopuk, elleri bağlı kaldı. Siyaset ise elleri serbest, davranışında özgür, kelimesi nüfuzlu, emreden ve nehyeden oldu. Bu yüzden iki ayrı seçkin tabaka çıktı ortaya, biri din adamları, diğeri de siyaset adamları. Aralarındaki ayrılık oldukça büyüktü ve hatta kimi zaman çekişme ve düşmanlığa varıyordu."18 18 Hasan en-Nedvî, Müslümanların Gerilemesiyle Dünya Neler Kaybetti, 133. HİLAFET VE SALTANAT ● 55 Saltanat Boyunduruğu Hz. Ebubekir'in halifelik sorumluluğunu yüklendiğinde nasıl hüzünlendiğini ve hakkını ifa edememekten korktuğunu, sahabenin Hz. Ömer'den "satıhtan yürüyüp ayaklarını bile ıslatmadığı" için nasıl sitayişle söz ettiğini daha önce zikrettik. Ne ki hilafet bir baskıcı saltanata dönüşünce düzen ümmetin boynunda ağır bir boyunduruk halini aldı. Ümmet kılıcın kahrı altında istibdattan ne kendisi kurtulabildi ne de fazilet sahibi sultanlar onu kurtarabildi. Bu faziletli kimselerin gitmesiyle düzen eski kahrıyla yeniden tüm ağırlığıyla dönüyordu. Gerçekleşen devrimler sadece yönetimi bir aileden alıp başka bir aileye, bir sülaleden alıp başka bir sülaleye vermek şekliyle gerçekleşiyordu. Tarihçilerin bilgesi İbn Haldun şöyle der: "Malumun olsun ki, içine girdikten sonra saltanattan kurtuluş son derece zordur. Kurtulmak isteyen kimse eğer sultanın kendisi ise reaya da, asabiyet güdüsüyle etrafında toplananlar da ona bir an olsun göz bile açtırmaz, hatta bu niyetini belli etmesi kendi egemenliğini yıkması ve kendisini ölüme teslim etmesi demektir. Yılların oluşmuş örfü hep bu yönde cereyan eder. Şu da var ki saltanat boyunduruğundan kurtulmak çok zordur; bahusus devlet iyice büyüdüğünde."19 Ümmet, zalim bir melikliğin tutsağı haline geldi; efendi tutsak haline düştü. Zaten zorbalığın tabiatı da böyledir. Baskı ve dikta, ümmetteki bütün cesaret ve özgür iradelerin ölümüne yol açmıştı. Ümmet, kral ve avenesinin hükmü altında bir grup yetime dönmüştü. Tarihi seyri iyi takip ettiğimizde bu onurlu ve hür başların nasıl olurda kılıçla eğdi19 İbn Haldun, el-Mukkadime, 504. 56 ● ABDÜSSELAM YASİN rilmiş olduğunun sırlarını keşfederiz. Ahdine ihanet etmeyen Müslüman’ın zimmeti gadre uğramış ve zalim despotların emrine girmişti. Buhârî, Nafi'den şöyle rivayet eder: "Medine ehli, Yezid'i azledince İbn Ömer çocuklarını ve yakınlarını toplayıp şöyle dedi: Resulullah (s.a.v)'in şöyle buyurduğunu işittim: 'Kıyamet gününde ahdine ihanet eden herkese bir sancak dikilecek.' Biz de bu adama Allah'ın ve Resul'ünün biatı üzerine biat ettik. Gadrin en büyüğü, Allah ve Resulünün biatı üzerine birine biat edip sonra da kalkıp ona harp ilan etmektir. Sizden biriniz ona biat ettiği halde kalkıp onu azledenlere biat ederse bu benimle onun kesin ayrılığı olur." Bu sözler, büyük ve vefakâr bir yüce sahabenindir ki gadrin akıbetinden korkuyor. Fakat nasıl biat etmişti? Kadı İbnu'l-Arabî, Hayyât'ın şöyle dediğini aktarır: "Abdullah'ın Yezide biatı ikrah sonucu gerçekleşmişti. Yoksa Yezid ondan nasıl biat alabilirdi ki! Abdullah, dindarlığı ve ilmi ile Allah'ın emrine teslim olmayı ve Yezid'in azline yetmeyecek olan o kadar pak kanın akıtılmasını engellemeyi seçti. Eğer azletmek mümkün olsaydı dönemin nabzını en iyi tutanlardan olan Abdullah'ın bunu fark etmemesi mümkün olabilir miydi?20" İbnu'l-Arabî, bu sözleri aktardıktan sonra şöyle der: "Bu büyük bir asıldır. Onu kavrayın, ilke edinin, Mevla'nın izniyle doğru yolu bulmuş olursunuz." Allah bizi ve İbnu'lArabî'yi affetsin, bize zorbaların biatine sadık kalmamızı salık veriyor. Böylece gördük ki, dinin siyasetten ayrılması, hakikatte dinin siyasete boyun eğmesi ve ikrah biatiyle kuşatmak su20 İbnu'l-Arabî, Ahkâmu'l-Kur'an, 2/ 976. HİLAFET VE SALTANAT ● 57 retiyle takva ehlinin takvasını istismar etmek demektir. Mezhepsel fitneler, tarihimizde onulmaz bir yara olduğundan, akıllara bu çekişmeler hengamesi ortasında dinin zayi olması korkusu hükmettiğinden "ikrah biat"ini kabul etmek hocaların talebelerine tavsiye ettiği bir asıl haline geldi. Medine ehli, hicrî altmış üç yılında Yezid'i azletti. Ve tarihe Harre olayı diye geçen o zalim ve kanlı bastırma gerçekleşti. Birçok onurlu, cengâver, civanmert Muhacir ve Ensar çocukları katledildi. Abdullah b. Ömer’in, bu büyük sahabenin nasıl biatı üzere kaldığını gördük: içtihat. Abdullah b. Ömer'den sonra bazı âlimler onun bu tavrını bir esas kabul ettiler: ölü bir taklit. İmam Malik (r.h.), hadis rivayeti meclislerinde "ikrahla talak yapanın talakı vaki değildir" hadisini rivayet ediyordu. İnsanlar bu hadisin rivayeti üzerine "zorla talak vaki değilse", "zorla olan biat'ta bağlayıcı değildir" kıyas yapıp konuşmaya başladılar. Dönemin meliki Abbasi meliki Ebu Cafer el-Mensur idi. Bu hadiste kendisine yapılan biate karşı bir tehlike görüyordu. Özellikle onun döneminde Muhammed bin Abdullah o meşhur kıyamını gerçekleştirdiği zaman adamları "zorla alınan biatin biat olmadığına" bu hadisi delil getirmişlerdi. Ebu Cafer, İmam Malik'e bu hadisi rivayet etmesini yasakladı; fakat İmam Malik hadisi rivayet etmeye devam etti. Bunun üzerine yakalanıp her iki omuzu çıkana kadar işkence edildi. Onun gönlü, kıyam eden Muhammed b. Abdullah'ın tarafında; içtihadı da zorla alınmış biatin boyunduruğunu çıkarıp atmak yönündeydi. Mutlak İtaat Dindarlığı Biat, ihtiyarî bir akit iken; zulmün ve baskının uzun süreciyle kılıca boyun eğen itaat ruhuna dönüştü. Biat, imama 58 ● ABDÜSSELAM YASİN belli şartlarla itaat hakkı veren bir akit iken, kayıtsız şartsız itaatin adı haline geldi. Biatin hükümleri ve imametin meseleleri fer'î ve önemsiz bir meseleymiş gibi fıkıh kitaplarına eklenmeye başlandı. Bu arada ümmetin hayatına "mutlak itaat dindarlığı" hâkim oldu. Mutlak itaat dindarlığının ilk kaidesi, ikrahla itaat alan kişinin –adı lazım değil- şu sözüdür: "Kim kafasıyla hayır derse, bizden kılıçla evet yanıtını alır." Ümmetin bilgesi şöyle der: "Melikler için riyaset boyası iyice pekişti. İtikatlarda onlara itaat etme ve teslim olma dindarlığı enikonu kökleşti. İnsanlar kendi itikatları uğruna savaşıyormuş gibi onların cenahında savaştılar. Halkın onlara itaat etmesi için baş eğdiren büyük bir güce de gerek kalmadı, hatta sanki onlara itaat etmek Allah'ın farz kıldığı, aksi düşünülemeyen bir hükümdür. İmamet meselesinin, kelam kitaplarında itikat şartlarının hemen arkasında yer alması çok manidardır!"21 Onları Kılıçla Bastırınca Kadı Ebu Ye'lâ, İmam Ahmed b. Hanbel'in şöyle dediğini aktarır: "İmamet bastırma ve galip gelmeyle sabit olur, akde ihtiyaç duymaz." Abdus b. Malik b. Attâr'ın rivayetindeyse şöyle der: "Kim onlara kılıçla galebe çalarsa ve bunun neticesinde halife olup kendisine 'müminlerin emiri' denilirse Allah'a ve ahiret gününe iman eden bir kimsenin uyuyup da gündüz kalktığında onu, ister iyi ister kötü olsun, halife olarak görmemesi doğru değildir." Ebu Haris'in rivayetinde de İmam Ahmed'e halkın bir bölümünün taraftarlığını kazanıp imameti almak için yanında halkın diğer bölümü olan mevcut imama karşı çıkan kimsenin durumu sorulunca o "Biz 21 İbn Haldun, el-Mukaddime, 272. HİLAFET VE SALTANAT ● 59 galip gelenle beraberiz" dedi. Buna Abdullah b. Ömer'in Harre'de insanlara namaz kıldırıp ardından "biz galip olanla beraberiz" kavlini hüccet olarak getirmiştir.22 İmam Ahmed b. Hanbel'in sahabe kavline dayanarak verdiği galibin imametinin sahih olduğu ve cemaatin kılıcın yanında yer aldığı fetvasını gördük. Hemen kaydetmemiz gerekir ki, imamlarımız hakkında zanlara düşülmemeli; çünkü onlar dinleri ve ümmetleri için ihtiyattan yana tavır almışlardı. Allah onları en güzel şekilde mükâfatlandırsın! Onlar kendi vakıalarını/reel politiği daha iyi biliyor ve itaatin mi yoksa başkaldırının mı daha olumlu netice vereceğini daha iyi takdir ediyorlardı. Ne ki belirtmemiz gerekir, İmam Ahmed b. Hanbel'in rivayet edip de mesnet edinmediği bir hadisin günümüzde fetvaya daha uygun bir dayanak olduğu kanaatindeyiz. Bu hadis Ebu Huzeyfe (r.a)'ın şu rivayetidir: "Peygamber Efendimizin sahabesi, ona 'hayırları' ben de ona 'şerler'i soruyordum. Ona Ey Allah'ın Resul'ü 'hayırdan sonra, hayırdan önce olduğu gibi şer var mıdır?' diye sordum. 'Evet' dedi Nebi (s.a.v); ben de 'ondan nasıl korunabilinir?' dedim. 'Kılıçtır diye zannediyorum' dedi. 'Sonra ne olacak?' dedim. 'Sonra sapkınlığa çağıranlar çıkacak' dedi ve ekledi: 'Eğer o gün yeryüzünde Allah'ın bir halifesi varsa malın ve canın pahasına da olsa ona tutun; eğer yoksa oradan kaç, ağzında bir ağaç parçasıyla öleceksen de kaç'. 'Sonra ne olacak' dedim. 'Deccal çıkacak' dedi. 'O kendisiyle beraber ne getirecek?' dedim. 'Bir nehir ve suyla gelecek; onun nehrine girenin sevapları silinir azaba müstahak olur, ateşine gireninse günahları silinir mükâfatı hak eder' dedi. 'Sonra ne olur' dedim. 'Bir atın doğurdu mu daha tayına binmeden kıyamet kopar' dedi." 22 Nusus el-Fikr el-İslamî, 241. 60 ● ABDÜSSELAM YASİN Resulullah (s.a.v)'in rivayette geçen 'kılıçtır diye zannediyorum' şeklindeki sözü, hadisin râvisinin de tekit ettiği mühim bir sözdür. Bu sözü gereğince bahse konu ettiğimizde ondan istibdada karşı direnişin lüzumuna istidlal yapabiliyoruz. Açık bir küfürle ortaya çıktıkları zaman küfrün önderleriyle harp etmenin gerekliliğini belirten başka hadisler de vardır. 'kılıçtır diye zannediyorum' sözü bize şu gevşekliğin, gayretsizliğin ilacını da sunmaktadır. Barışçıl ve akl-ı selimin vesileleri fayda etmediğinde zulüm boyunduruğunu çıkarıp atmak için kılıcı ancak kılıç iflah eder. Şerden kurtulmanın yolu, onunla yüzleşmek ve ona karşı direnmektir. İşgalciyi Emir Tayin Etmek Galip gelenin emir olduğu görüşü, içinde bölünmüş ümmeti mümkün mertebe toplamaya yönelik fıkhî bir çözümdür. Bu görüş, kılıcın hükmü hat safhaya çıkınca ve devlet birkaç devlete bölününce fakihlerin belli bir esneklik içinde ehven-i şerr'i tercih ettiklerini gösterir. Bununla fakihler, farklı aile ya da sülale ismiyle kurulmuş olan devletleri tek bir isim altında merkezi bir güce bağlamak istiyorlardı. Abbasi halifesi, dilediği bölgeye dilediği valiyi tayin edemiyordu. Bu yüzden silahlı gücü olup itaat etmeyeni oraya vali tayin etmek zorunda kalıyordu. Böylece devletin ismi hutbelerde okunuyor ve paralar halifelerin ismiyle darp ediliyordu. Kadı Ebu Ya'lâ "el-Ahkâm es-Sultaniyyesi"nde şöyle der: "Akdedilmesi zorunda kalınan işgalci emirliğine gelince o halifenin emri altında bulunan bir bölgede birinin güçle hâkimiyetini kurması demektir. Bu durumda oranın yönetimini halife ona verirdi. (…) HİLAFET VE SALTANAT ● 61 Bu durum her ne kadar mutlak taklit âdetinin dışında ise de bazı ihmal edilmemesi kaçınılmaz olan şer'i hükümlerin tatbikini sağlamıştır."23 Büyük fakih, manzarayı ve şekli koruduğumuzda bunun bozuklukları gidereceğini düşünmektedir. Onların ümmetin birliği üzerine olan titizlenmeleri, ümmetin dağıldığını gördüklerinde onları en düşük düzeyde bir birliği bile savunmaya sevk etmiştir. Maverdî, istila'yı enikonu taksim ve tafsil ederek şöyle demiştir: "Tasarruf noksanlığı iki kısımdır: biri hacr, diğeri kahır'dır. Hacr, bir kimsenin taraftarlarıyla beraber yönetime el koyması ve açıktan bir günah işlemeyip bir eziyet vermemesidir ki bu durum onun imametine mani değil ve velayetinin sıhhatine halel getirmez." Biz deriz ki, vitrin kabul edildi mi artık istibdat günah diye adlandırılmıyor, imam imam kalıyor, vali de vali! Kılıcın hükmü böyledir, istibdat üzerinde istibdat, dünya galip gelenindir. Yüce Kadı sonra ekliyor: "Fakat bir yeri emri altına alanın durumuna bakılır, eğer hükümleri dine ve adalete uygunluk arz ediyorsa bu hükümlerin uygulanışını korumak için onun velayetini ikrar caizdir. Eğer etkinlikleri din dairesinin dışındaysa ve adalete ters düşüyorsa onun velayetini ikrar caiz değildir ve onun galebesine son verecek biri etrafında toplanmak gerekir."24 Maverdî'nin kullandığı "hacr" kelimesi, asker komutanlarının Mu'tasım'dan sonra Abbasî halifelerine yaptıklarını 23 24 Maverdî, el-Ahkâm es-Sultaniyye, 260. el-Ahkâm es-Sultaniyye, 21. 62 ● ABDÜSSELAM YASİN gizleyen utangaç bir kelimedir. Bu komutanlar kendilerine itaat edenleri hükümde bırakıp etmeyenleri alaşağı ediyorlar, işkencelere maruz bırakıyor ve kimisinin de gözlerine mil çekiyorlardı. Ümmet ise tüm bu hadislerin dışındaydı. Mutlak itaat dindarlığıyla hareket ediyordu. Son cümle yönetim etrafında düzenlenen komploları, askerler arasında etkinlik alanını genişletme çekişmelerini ortaya koyuyor. Yönetimde müthiş bir çözülme vardı. Fakihler, tüm çabalarıyla yerli ve yersiz istidlallerle bu yırtığı yamamaya çalışıyorlardı. Ama heyhat ki, bu istidlaller düzeltebilsindi hali, ümmetin dört bir yanı gizli çıkar ve garez hesaplarıyla kuşatılmıştı. Kapı, her silahlı asabiyet için "biz galip gelenle beraberiz" fetvası nedeniyle ardına kadar açıktı. Belanın Aslı Ebû Davud ve Tirmizî peygamberimizin azatlı kölesi Sefîne'den şöyle rivayet eder: "Nebi (s.a.v) 'benim ümmetim içinde hilafet otuz yıldır. Ondan sonra meliklik gelecektir.' diye buyurdu. Ebubekir, Ömer, Osman ve Ali'nin hilafetlerini hesapla otuz yıl eder. Sefîne'ye 'Benû Mervan kendi yönetimlerini hilafet sayıyorlar' denilince o şöyle dedi: 'Zerkâ'nın çocukları yalan söylüyorlar; onlar melikler hem de en adisinden." Bu Tirmizî'deki ibaredir, Ebû Davud'un rivayetinde ibare şöyledir: Peygamber Efendimiz şöyle buyurdu: 'Nübüvetten sonra halifelik otuz senedir. Sonra Yüce Allah egemenliği dilediğine verir.' Hadisin ravisi Said, Sefîne'nin kendisine şöyle dediğini aktarır: 'Hesapla, Ebubekir iki, Ömer on, Osman on iki, Ali altı yıl yapmıştır.' Ben de ona 'bunlar (Emeviler) Ali'- HİLAFET VE SALTANAT ● 63 nin halife olmadığını söylüyorlar' dedim. O şöyle dedi: 'yalan, alçaklıktan verilmiş düzmece bir hükümdür bu." Belanın Ekseni Peygamber Efendimizin haber verdiği ve sahabelerin anlattığı gibi meliklik, bir karanlık bela olarak en şerli biçimde başladı. Hala sıkıntısını çektiğimiz tevarüs edilen saltanat gelip ümmetin başına çöreklendi. Belanın ekseni babadan oğula geçen şu tevarüs olgusudur ki, ümmetin tercih hakkını ortadan kaldırmış ve şûra olması gereken yönetim sistemini elinden alınarak onu iradesiz bırakmıştır. Yani durum şu birkaç yeni yetmenin gelip ümmeti helake sürüklemesi meselesidir. Ebu Hureyre (r.a), Efendimiz (s.a.v)'in şöyle buyurduğunu aktarır: "Sabilerin imaretinden Allah'a sığınırm". Ona 'ey Allah'ın Resulü! Mahiyeti nedir bu imaretin?' diye sorulduğunda O 'Eğer onlara itaat ederseniz helak olursunuz, itaat etmezseniz sizi helak ederler' diye cevap verdi." Hafız İbn Hacer, bu rivayeti aktardıktan sonra Ebû Şeybe'nin şunu aktardığını söyler: "Ebu Hureyre çarşıda yürürken 'Allah'ım beni altmışıncı yıla, yeniyetmelerin yönetimine ulaştırma' diye dua ederdi." İbn Hacer bu rivayetin şerhinde şunlara yer verir: "Bu rivayetten anlaşılmaktadır ki yeniyetmelerin hükmü altmışıncı yılda başlayacaktır; nitekim öyle de olmuştur altmışıncı yılda Yezid b. Muaviye yönetimi ele almıştır." Ve böylece tarihimizde bütün belaların anası olan ‘yönetimde tevarüs’ bid'ati başlamıştır. Halen de aleni bir oyun olarak varlığını devam ettirmektedir. Krallık aileleri, tüm dikta çirkeflikleriyle maslahatını ve bekasını korumak istiyor, aile içinde veliahtlar tayin ediliyor. Bu zalim ve haksız 64 ● ABDÜSSELAM YASİN tevarüse de insanları biate zorlayarak şer'i bir kılık uydurmaktan geri durmuyorlar. Oysa yaptıkları dinin emrettiği bir biat değil, dinin satılmasıdır. Çocuklar veliaht tayin edilip onlara biat alındı, hatta bazen henüz doğmamış olana biat alındı. Böylelikle yönetim mekanizması ifsat edildi, egemenlik karartıldı, genlere tapıldı. Kutlu Nebi'nin haber verdiği gibi bu ümmetin helâkı oldu. İbn Haldun bu meyanda şöyle der: "Küçük bir sabi, ailede ezik yetişmiş, babasından sonra sultanlığa tayin ediliyor, ya da ailesi ve akrabaları ve babasının has adamları tarafından öne çıkartılıyor, yöneticilik etkinliğinde bulunamayacağı için de ona vasi olan tüm işleri eline alıp belli bir alıştırma süreci içinde onu tamamen emri altına alıyor. Çocuğu halktan uzaklaştırıyor, sefahat ve zevk meclis ve müsamerelerine alıştırarak hilafet işlerini unutmasını sağlıyor. Ve artık çocuğa öyle geliyor ki sultan olmak, arşa oturmak, anlaşmalara imza atmak, korkutucu nutuklar atmak ve haremde kadınlarla zaman geçirmektir."25 Yüce Allah, İbn Haldun'a rahmet etsin, o bu olayların tamamını yaşadı, yakından tanıklık etti, bu yüzden de o bir tespit değil, bir tanıklık olarak belirtmektedir bunları. Halife Tayin Etmek Babadan oğula ya da aile içinde tevarüs edilen sultanlık sanki Hz. Ebubekir'in, Hz. Ömer'i veliaht tayin etmesinin tabii bir uzantısıymış gibi sunuldu. Oysa bu tevarüs, ruhundan soyutlanmış salt şekli kalmış bir uygulamaydı; çünkü 25 İbn Haldun, Mukaddime, 329. HİLAFET VE SALTANAT ● 65 raşid halife içtihat etmiş ve ümmet için en ehil, en liyakatli kişiyi seçmişti. Halbuki sultanların çocuklarını veliaht tayin etmekle güttükleri tek gaye, iktidarı kendi sülalelerinde tutmaktı. Bu iki durum arasında ne büyük fark var! Birinde halife içtihat ediyor, yönetime en ehil, müminlerin maslahatlarını gözetmeye en muktedir, en merhametli kişiyi seçiyor ve ümmet bu içtihadı tasvip edip, biat ediyor. Diğerindeyse avına pençelerini saplamış zalim bir iktidar tutkusunun ümmetin mal ve imkanlarını azınlık bir zümreye peşkeş çekmesi var. Bu avdan pençesi ayrılır ayrılmaz, aynı sülaleden başka bir zalim pençelerini aynı haksızlıkla saplıyor. Bunda da dine sığınıp biatlerini müminlerin boynuna doladılar. Oysa müminler iyi biliyorlardı ki, bunda bir aldatmaca var; zira liyakat, ilim, takva… Tüm bunlar biat etmenin zaruri şartıydılar. İbn Hacer, İmam Nevevî'den şöyle aktarır: "Alimler, hilafetin bir önceki halifenin kendisinden sonra halife tayin etmekle ve başka bir halifenin bulunmaması kaydıyla ehl-i hall ve'l-akd'ın bir kimseyi belirlemesiyle gerçekleşeceği ve halife olan kimsenin de kararları şûra neticesinde vermesi gerektiği hususunda icmâ' etmiştir."26 Maverdî, Hz. Ebubekir'in Hz. Ömer'i kendisinden sonra halife tayin etmelerine razı olmalarını, halife tayin etmenin sıhhatine delil getiriyor ve cumhurun halk razı olsa da olmasa da tayin edilen kimsenin hilafetinin lazım olduğu yönündeki görüşü benimsiyor. Ama bu konuda başka bir 26 İbn Hacer, Fethu'l-Bari, c. 13, s. 28. 66 ● ABDÜSSELAM YASİN mezhep daha zikrediyor ki bize o göre o görüş daha doğrudur; zira yozlaşmanın ümmetin üzerine akın ettiği önüne set oluyor. Bu görüşü şöyle açıklıyor: "Bazı Basralı alimlere göre, ihtiyar ehlinin (kanaat önderlerinin) rızası, önceki halife tarafından tayin olunan halifenin hilafetinin ümmeti bağlayıcı olması için şarttır. Çünkü yönetim onları ilgilendiren bir haktır, dolayısıyla kanaat önderlerinin rızası olmadan halifelik bağlayıcı bir hale gelemez."27 Ümmetin eşsiz dâhisi halife Ömer, uygulamaya daha müsait ve Kur'anî emre daha uygun bir kuram getirmiş ve hilafet tayinini cemaate bırakmıştır. İbn Hacer, İbn Battal'ın bu konudaki görüşünü şöyle hülasa etmiştir: "Ömer fitneyi önleme kaygısıyla bu konuda orta bir yol çizdi. Halife tayin edilmesinin Müslümanların durumu için daha yerinde olduğunu gördü. Kendisinden sonra halife olarak tayin edilmek için altı kişi belirledi. Böylece hem Resulullah (s.a.v)'in hem de Ebubekir'in yolunu takip etti. Nebi (s.a.v)'in fiilinden bir taraf aldı ki bu halife tayin etmemesidir, Ebubekir'in fiilinden de bir taraf aldı ki o da halifeliği altı kişiyle sınırlandırmasıdır."28 Sahabîler, Hz. Ebubekir'in, Hz. Ömer'i halife tayin etmesini yerinde ve bilgece bir karar olarak görmüşlerdi. Nitekim Buharî ve Müslim'de yer alan bir rivayette, halife Ömer ölüm döşeğindeyken Abdullah'ın, kız kardeşi Hafsa'ya babasının halife tayin etmediğini ve bunun Müslümanlar için iyi olmayacağını söylediği, kardeşinin de Hz. Ömer'e gidip halife tayin etmesinin gerekliliği konusunda konuştuğu yer almaktadır. 27 28 Maverdî, el-Ahkam es-Sultaniyye, 10. İbn Hacer, Fethu'l-Bari, 13 / 207. HİLAFET VE SALTANAT ● 67 İbn Kuteybe "el-İmame ve's-Siyase" isimli eserinde şunları aktarır: "Ebubekir'in ölüm anı gelince insanları çağırdı ve onları halife tayini konusunda muhayyer kıldı. Dilerlerse kendileri istişare edip seçerler, dilerlerse de kendisi onlar için halife tayin eder. Bunun üzerine insanlar ona: "Ey Allah'ın Resulünün halifesi! Sen en üstünümüz ve en bilginimizsin. Sen seç." dediler." Bundan anlamaktayız ki, halife tayin etmek, ümmetin doğruda istikrarı için bazen bir yönlendirme olabiliyor. Ama eğer dayatma ve zorla halife tayin edilirse bu felakete kaymanın başlangıcı olabilir. Hâkim, Hz. Ali'den Peygamber efendimizin şöyle dediğini rivayet eder: "Eğer kendimden sonra halife tayin etseydin İbn Ummi Abd'ı tayin ederdim." Hz. Osman, Hz. Ömer'in en yakın müsteşarıydı. Bu yüzden ona redif29 diyorlardı, bu redif fikri, hilafetin geleceği için bize fayda verebilir. Çünkü İmam bulunmadığında ümmet bir imam edinene değin redif bir boşluğu doldurabilir. 29 Aynı bineğe binen kişilerin ikincisi demektir. BEŞİNCİ BÖLÜM İSLAM SALTANATI YERER Ayıp ile Zaruret Arasında Dalkavuklar Şeref ve Mal Vergi Toplamak ve Konfor Düşkünlüğü Gücü Ona Yardım Etti Bin Bir Gece Dönemi Bitti Ayıp İle Zaruret Arasında İbn Teymiyye der ki: "Amaç burada raşid hilafetten sonra ortaya çıkan sultanlığın kabul ve terkinde hayırları ve şerleri toplayan durumu beyan etmektir. Bu hassas bir makamdır; çünkü Peygamber efendimizin nübüvvetten sonra gelen hilafetin biteceğini beyan eden hadisinde sultanlığa yergi ve ayıplama vardır. Özellikle Ebu Bekre'nin hadisinde geçen Peygamber efendimizin kendisine anlatılan rüyadan hazzetmeyince söylediği şu sözü: "Hilafet otuz yıldır, sonra Allah mülkü dilediğine verecektir." Diğer taraftan imam ve emirleri tayin etmeyi gerektiren nasslar, üstlendikleri salih amellerden hasıl olan sevap buna övgü ve teşviktir. Bu yüzden övüleni ile yerilenini birbirinden ayırmak gerekir. Nebi (s.a.v)'den şöyle rivayet edilir: "Kul ve peygamber olmakla, Nebi ve kral olmak arasında muhayyer kılındım. Ben kul ve peygamber olmayı tercih ettim."30 İşte böyle, İbn Teymiyye hükümdarlığın ayıbı ile zarureti arasında bir denge kurmuş. Bu kelam aynı zamanda fakihlerimizin karşılarında buldukları zorlu durumu ortaya koymaktadır; zira onlar İslam ümmetinin birliği dağılmasın diye kaim olan yönetimi savunmak durumundalar. Ne ki buna rağmen İbn Teymiyye birkaç sayfa sonra gönlünde olanı söylüyor: "Yönetimi elinde tutmak isteyen kişinin buna 30 İbn Teymiyye, Fetâvâ, C. 35, S. 21. 72 ● ABDÜSSELAM YASİN zimmetine mal geçirme, insanları hükmetme sevdası, mal taksiminde bazılarına haksız ayrıcalıklar tanımak ve daha başka dünyevi şehvetlere ulaşmak düşüncesiyle yeltenmemelidir. Bu tür durumlar hükümdarların devletinde çoktur. Bu devletlerin emirleri, valileri, kadıları, âlim ve abitlerin genelinde bu türden emeller vardır. Bu nedenledir ki ümmet arasında fitne ortaya çıkmıştır."31 İbn Teymiyye iyi bilmektedir ki, yönetimin bozulması ümmeti ifsat etmiştir. Nitekim emirin bozulmasıyla farklı toplum katmanlarının, kadıların, âlimlerin, abitlerin de bozulduğunu ifade etmektedir. İbn Haldun aynı noktadan hareketle "hükümdarlığı" savunuyor; zira onun olumsuzlukları ile getirileri arasında bir denge kuruyor. Diyor ki: "Malum ola ki, şeriat "hükümdarlığı" özünden dolayı zemmetmemiş ve yasaklamamıştır. Ondan doğan kötülükleri, haksızlıkları, zulümleri, zevk düşkünlüğünü yermiştir. Kuşkusuz ki bu kötülükler dinen mahzurdur. Ve bunlar hükmetmekten türer. Bunun mukabilinde şeriat; adaleti, insafı, dini ritüelleri ikame etmeyi, dini savunmayı methetmiştir. Bu haslet ve etkinliklere büyük sevap yazmıştır. Bunlar da hükmetmekten türer. Demek ki, hükümdarlığın yerilmesi bir vasfına dönüktür, diğerine değil. Yani bu yergiler hükmetmenin özüne yönelik değildir."32 Eğer kahrın, zulmün, istibdadın ve ahlaki çözülüş hükümdarlıktan doğuyorsa ve ondan ayrılmıyorsa artık fasit olan bir şeyin salaha sebep olacağına nasıl inanabiliriz? Hükümdarlığın özü, sıfatlarından ayrılmazken onu nasıl beri ilan edebiliriz? Rejimin temelinde bozuk olması, kimi zaman 31 32 İbn Teymiyye, Fetâvâ, C. 35, S. 30. İbn Haldun, Mukaddime, 341. HİLAFET VE SALTANAT ● 73 salih sultanların gelmesiyle düzelmeyeceği aşikâr ki o da kaideden istisna hükmündedir. Peygamber Efendimizin hükümdarlığı zorbalık ve zalimlikle nitelemesi onun zemmi için kâfidir. Zorbalık ve zalimliğin nesinde hayır olabilir? Dalkavuklar İmam Gazali, kendi döneminin emirlerinden Muciruddin'e harika bir mektup yazmıştır. Mektubunda demiştir ki: "Halka yardım etme konusuna gelince, hepsi yardıma muhtaç durumdadır; çünkü zulüm haddini aşmıştır. Merhametsiz ve pervasız zalimlerin zulmünü görmeye dayanamayıp Tus'a hicret etmem üzerinden bir yıla yakın bir zaman geçti; fakat zaruri bir dönüş yapmak durumunda kaldım. Ne ki zulmün olduğu gibi devam ettiğini, halkın sıkıntılarının katlanarak devam ettiğini gördüm." Mektubunun devamında Emir’in hizmetçi ve yakınlarına değinerek şöyle demiştir: "Eğer aklederse görecektir ki onlar ona değil, bilakis kendi arzu ve emellerine hizmet ediyorlar. Onların o övgüleri, meth-u senaları, sevgi gösterileri içten değildir. Hakikatte dostlukları sadece aldıkları o alçak dirhemler içindir. Bağlılıkları rezilanedir ve emellerine ulaşmak içindir. Emir'e hizmet edip sadakat gösterirler; ne var ki Emir’in kendilerini azledip başkasını alacağı duyumunu aldıklarında da ondan yüz çevirip hizmetlerinin on katı düşmanlık sergilerler."33 Şeref ve Mal Alçak dirhemler, satılan vicdanlar ve nüfuzun istismar edilmesi bozuk rejimlerin karakteristiğidir, sıfat-ı lazımesi33 Fezailu'l-Enam, 97. 74 ● ABDÜSSELAM YASİN dir. Bir yaşanmışlığın tanıklığına başvuralım istersen, İbn Haldun yani, o der ki: "Şan ve şeref sahibi için işler çoktur. Bu işler zengin olana kısa zamanda fayda getirir ve servetine servet katar. Bu yüzden riyaset hep servet kazandıran bir geçim vesilesi olarak görülmüştür."34 Ve der ki: "Kentlinin serveti artınca emirler ve melikler ona yaranmakta yarışırlar, içten içe de zenginliğini burnundan getirmeye çalışırlar. İnsanoğlunun doğasında düşmanlık olduğu için gözlerini onun elindekine dikerler. Malında onunla yarışırlar, bunda mümkün olan her vesileye başvururlar. Ta ki onu faka bastırıp, yönetime karşı açıkça suçlu duruma getirirler ve malını kendi ellerine geçirirler. Hükümdarlıklara ait kanunların ekseri zalimdir; çünkü ‘adaleti mahza’yı gözeten ancak şer''î hilafettir." 35 Vergi Toplamak ve Konfor Düşkünlüğü Teref, Kur'anî bir tabirdir. Rağib İsfehânî'nin belirttiği üzere 'gündelik hayatta lükse ve konfora düşkün olmayı' ifade eder. Teref Kur'an'da zemmedilir; çünkü o kibirlenmenin, küfrün ve Allah'ın yolundan alıkoymanın adreslerindendir. Son derce yetkin tarihçimiz İbn Haldun'un düşüncesinde devletlerin düşüş ve toplumların çözülüş sebepleri arasında sadece siyasi ve iktisadi sebeplerle yetinmeyen bir tahlil görmekteyiz. Önemli bir sebep daha zikretmededir ki o da terefin (konforizmin) getirdiği ahlaki bozukluktur. Bu tahlil Kur'anî hatta yürür. Yönetim rejimi, terefin doğup geliştiği ortamdır. Terefin gelişmesi, nüfuzun istismarı ile haksız yere kazançla sağlanır. Yani teref malî yolsuzluk çöplüğünde biten çiçektir. İktisat, siyaset ve toplumun seyrine 34 35 İbn Haldun, Mukaddime, 693. İbn Haldun, Mukaddime, 655. HİLAFET VE SALTANAT ● 75 göre oluşan bir psikolojik komplekstir. Modern batı felsefesindeki materyalist akımın filozofların yanında teref kavramına denk düşecek, ona yakın gelecek bir mefhum yoktur. Bu İslami analizlerin, materyalist analizlerden üstünlüğünün sadece bir yönüdür. İşte teref'in doğuşu, gelişip büyümesi ve bir bütün olarak siyaset, ekonomi ve toplumla akasının bir çözümleme örneği. İbn Haldun der ki: "Sonra istila başlar ve gittikçe büyür, hükümdarlık devasa bir hale gelir. Terefe (konformizme) davet eder. Harcamalar arttıkça artar. Sultan ve yönetim tabakasındaki diğer kimselerin kişisel harcamaları fazlalaşır; hatta bu ahaliye de bulaşır. Bu da askerin maaşlarını arttırılmasına ve görevlilerin erzaklarının fazlalaştırılması gerekliliğini doğurur. Böylece teref büyür, harcamalarda, israf artar. Halkta aynı müsriflikle davranır; zira halk hükümdarlarının dini üzeredir. Sultan, hem halkın üzerine sinen refahı gördüğü, hem kendi harcamalarını ve askerinin nafakasını daha da çoğaltmak için ek vergiler koymaya başlar. Ne var ki teref, hep mala daha fazla ihtiyaç olarak döner, böylece vergiler yetmez. Devlet halkı artık iyice sıkboğaz etmeye başlar ve elini doğrudan halkın malına uzatır."36 Gücü Ona Yardım Etti Şer'î şerifin hükümdarlığı yermesine, alimlerin babadan oğula tevarüs edilen sultanlığın bozukluğu konusundaki farkındalıklarına karşın bir çok alim kaos olur ve işler çığırından çıkar kaygısıyla onu savunmaktan geri durmamıştır. İmam Gazalî şöyle der: "Sultan gücü kendisine ona imkan sağladığı kadar zalim, dengesiz ve azli zor olduğundan ve 36 İbn Haldun, Mukaddime, 525. 76 ● ABDÜSSELAM YASİN ona karşı ayaklanmanın getireceği fitnenin çekilmez olacağından ona karışılmamalı ve itaat edilmelidir." Bu sözleri sarf eden Gazâlî, aynı zamanda zulmü lanetleyen, halka eziyeti tahammül edilmez bulan ve alçak dirhem rejimini zemmeden Gazâlî'dir. Babadan oğula tevarüs eden zalim rejim, ümmetin yakalandığı zalim bir hastalık gibi adeta; onu tedavi edemeyince onunla yaşamaya alışmayı yeğlemiştir. Yüce Allah'ın Nebisinin dili üzerine aşikar ettiği takdiri de elbette gerçekleşecektir, şer'î şerifi de bu münkiri ortadan kaldırmayı bize farz kılmıştır. Bin Bir Gece Dönemi Bitti Beraber İslam'ın geleceğine yönelik umutla parıldayan, fitne devletine karşı hışımla kaşlarını çatan bir sayfa okuyalım. Son dönem Müslüman yazarlar içinde en beliği ve Müslümanların hali hakkında en bilgini olan Şeyh Hasan enNedvî'nin sesine kulak verelim: "Hükümdarlık dönemi doğuda uzunca bir süre devam etti. Arkasında bu ümmetin nefsinde, edebiyatında, şiirinde, ahlakında ve toplumunda kalıntılar bıraktı. Arap kütüphanesinde eserler bıraktı. Konuşan bu eserlerden biri "Bin Bir Gece" kitabıdır. Bu kitap o dönemi çok güzel tasvir eder. O dönemi, Bağdat'ta halifenin, Dımaşk'te ya da Kahire'de melik'in her şey olduğu, yaşam hikayesinin kahramanı, dairenin merkezi olduğu günleri… Bu dönem İslamî bir dönem değildi. Makul ve tabii bir dönem de değildi. Ne İslam ondan razı olur ne de akıl onu kabul eder. Hatta tam aksine İslam o yapıyı yıkmak için gelmiştir. O Peygamber Efendimizin gönderildikten sonra "cahiliye" adlandırdığı ayaklarını altına aldığı, Kisra ve Kayser gibi krallarının eylemlerini ve HİLAFET VE SALTANAT ● 77 lüks düşkünlüklerini en şiddetli şekilde inkar ettiği dönemin aynısıdır. O şaz bir durumdu, bırakın devam etmesini, bir gün bile kalmaması gerekirdi. Eğer tarihin bir uzunca bir dönemini teşkil ediyorsa bunun nedeni ya ümmetin gaflet içinde olması, ya ona mecbur bırakılması ya da İslam'ın zayıf, cahiliyenin güçlü olmasından idi. Ama İslam'ın güneşi ışıdıkça, şuur uyandıkça ve ümmet muhasebe-i nefis yaptıkça pörsüyüp yok olmaya mahkumdur. Malumunuz ola ki, bin bir gece dönemi bitti. Kimse kendisini kandırıp da kırılıp yok olan bir tekerleğe gönül bağlamasın. Hükümdarlık/krallık –tabiri caizse- yağı tükenmiş, fitili yanmış bir kandildir. Erken bir sönmeye yüz tutmuştur, sönmesi için bir şiddetli rüzgara gerek yoktur. O öyle bir gemidir ki ümmetin ve Arapların hayrı, o gemi batıp kendileri de boğulmadan onu terk etmektir."37 37 Hasan en-Nedevi, Maza Hasire el-Alemu binhitati'l-Müslimin, 279, 291.