ÇEVRE HUKUKU SEMPOZYUMU Editör Dr. Emel BADUR TÜRKİYE ADALET AKADEMİSİ YAYINLARI ÇEVRE HUKUKU SEMPOZYUMU Çeşme 10-11 Nisan 2006 Editör Yrd. Doç. Dr. Emel BADUR Çankaya Üniversitesi Hukuk Fakültesi Öğretim Üyesi Bu kitaptaki görüşler katılımcıların kendi fikirleri olup, Avrupa Konseyi’nin, Avrupa Komisyonu’nun veya Türkiye Adalet Akademisi’nin görüşlerini yansıtmamaktadır. Eserde yer alan görüş ve değerlendirmeler, Avrupa Konseyi’ne üye devletlerin hükümetlerini, Avrupa Konseyi’nin nizami organlarını veya Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi gereğince kurulmuş herhangi bir organı bağlayacak mahiyette resmî bir yorum olarak kabul edilemez. ANKARA - 2006 Yayın Kodu: ISBN 978-975-01137-0-3 Bu kitap Avrupa Birliği’nin “Türkiye’de Yargının Modernizasyonu ve Ceza Reformu Projesi” kapsamında Avrupa Konseyi teknik desteği ile hazırlanıp yayınlanmıştır. Dizgi: YETKİN Elektronik Yayımcılık Sistemleri Baskı: YETKİN BASIMEVİ Kâzım Karabekir Caddesi No: 95/7-8-10 Tel: 0 (312) 341 00 06 06060 ANKARA III DANIŞMA KURULU* Ali BAHADIR, Avrupa Konseyi Hukuk İşleri Genel Müdürlüğü Dr. Adnan DEĞNEKLİ, Yargıtay Tetkik Hakimi Prof. Dr. Erzan ERZURUMLUOĞLU, Çankaya Üniversitesi Hukuk Fakültesi Jean-Jacques HEINTZ, Hakim, Avrupa Konseyi Uzmanı Prof. Dr. Kimmo HIMBERG, Helsinki Üniversitesi, Avrupa Konseyi Uzmanı Dr. Birsen KARAKAŞ, Yargıtay Üyesi, Türkiye Adalet Akademisi Başkanı Yrd. Doç. Dr. Tuğrul KATOĞLU, Bilkent Üniversitesi Hukuk Fakültesi Prof. Dr. İzzet ÖZGENÇ, Gazi Üniversitesi Hukuk Fakültesi Prof. Dr. Nükhet TURGUT, Atılım Üniversitesi Hukuk Fakültesi * Soyadına göre alfabetik sıradadır. IV Sunuş V İÇİNDEKİLER KISALTMALAR.................................................................................. VII SUNUŞ .....................................................................................................1 AÇILIŞ KONUŞMALARI Leyla KAYACIK ....................................................................................5 Dr. Birsen KARAKAŞ............................................................................9 I. OTURUM (10 Nisan 2006) Prof. Dr. Nükhet TURGUT Çevre Hukukunun Temel Kavram ve İlkeleri..........................................15 Sorular ve Değerlendirmeler ...............................................................37 II. OTURUM (10 Nisan 2006) Ahmet BERBEROĞLU Çevre Hukukunun İdari Yargı Düzeyinde Uygulanması ........................45 Av. Noyan ÖZKAN AİHM ve Çevre Hukuku .........................................................................57 Sorular ve Değerlendirmeler ...............................................................69 III. OTURUM (11 Nisan 2006) Yrd. Doç. Dr. Tuğrul KATOĞLU Çevre ve Ceza Hukuku, Yeni Türk Ceza Kanunu ve Çevreye Karşı Suçlar ..............................................................................77 Yrd. Doç. Dr. Emel BADUR Çevreyi Kirletenin Hukuki Sorumluluğu...............................................105 Prof. Dr. Kimmo HIMBERG Çevre Hukuku ve Bilirkişi .....................................................................117 IV. OTURUM (11 Nisan 2006) YUVARLAK MASA...........................................................................125 EKLER ................................................................................................137 2872 Sayılı Çevre Kanunu....................................................................139 Danıştay’ın Çevre Hukuku ile İlgili Bazı Kararları ..............................169 AİHM’nin Çevre Hukuku ile İlgili Bazı Kararları ...............................271 VI Sunuş VII KISALTMALAR AB ABD AGİT AİHK AİHM AİHS bk. BM ÇED Çev. ÇK H.D. md. TMK Ör. R.G. s. TCK WTO v. vb. vd. Y. YD : Avrupa Birliği : Ankara Barosu Dergisi : Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı : Avrupa İnsan Hakları Komisyonu : Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi : Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi : Bakınız : Birleşmiş Milletler : Çevresel Etki Değerlendirmesi : Çeviren : Çevre Kanunu : Hukuk Dairesi : Madde : Türk Medeni Kanunu : Örneğin : Resmi Gazete : Sayfa : Türk Ceza Kanunu : World Trade Organisation (Dünya Ticaret Örgütü) : Versus (Karşı) : ve benzeri : ve devamı : Yargıtay : Yargıtay Dergisi 1 SUNUŞ Avrupa Konseyi ile Türkiye Adalet Akademisi tarafından ortaklaşa düzenlenen “Çevre Hukuku” konulu sempozyum, Avrupa Birliği tarafından finanse edilen “Türkiye’de Yargının Modernizasyonu ve Ceza Reformu Projesi” kapsamında 10-11 Nisan 2006 tarihleri arasında Çeşme’de (İzmir) gerçekleştirilmiştir. Türkiye Adalet Akademisi yöneticilerinin, hukuk, ceza ve idare mahkemesi hakimlerinin, yerli ve yabancı akademisyen ve uzmanların katılım ve katkılarıyla gerçekleştirilen bu sempozyum, aynı zamanda Türkiye Adalet Akademisi’nin meslek içi eğitimi niteliğindedir. Sempozyumun yapılacağı yer olarak Çeşme’nin seçilmesi de bilinçli bir tercihin sonucu olmuştur. Zira gerek Bergamalıların altın madeni açılmasına ve üretim aşamasında kullanılan siyanürün yaratacağı çevre kirliliğine; gerekse bu yöre insanının Ege Bölgesi’ndeki termik santrallerin çevre kirliliği etkilerine ilişkin tepkileri, çevreye ilişkin duyarlılık ve bilincin yüksekliği açısından sevindiricidir. Aynı zamanda bu yörede yürütülmüş olan mücadele ve hak arayışı öyküsü, çevre hukuku açısından da önem taşımaktadır. Sempozyumun iki günlük sınırlı süresi içinde, çevre hukukunun tüm kapsamının incelenmesi mümkün olmadığı için; konu sınırlaması yapılmış ve seçilen alanların güncel gelişmelerle olduğu kadar, uygulamada karşılaşılan sorunlarla da ilgili olması amaçlanmıştır. Bu nedenle sempozyumun ilk gününde çevre hukukunun genel hukuk sınıflandırması içindeki farklı yeri göz önünde bulundurularak, öncelikle bu hukuk dalının temel kavram ve ilkeleri üzerinde durulmuş, daha sonra da çevre hukukunun idari yargı düzeyinde uygulanması ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararları ışığında çevre hukuku konuları incelenmiş ve tartışılmıştır. İkinci günün konuları yeni Türk Ceza Kanunu ışığında çevreye karşı işlenen suçlar, çevreyi kirletenin hukuki sorumluluğu ve çevre hukukunda bilirkişi başlıkları altında özetlenebilir. Bu konuların incelenmesinden sonra tüm konuşmacıların katılımlarıyla bir yuvarlak masa oturumu yapılmış ve özellikle sempozyum katılımcılarının soru ve yorumlarının tartışılması fırsatı yakalanmıştır. Her oturumun sonunda gerçekleştirilen soru ve değerlendirmeler bölümleriyle birlikte, daha geniş bir zaman dilimine yayılmış olan yuvarlak masa oturumunun en büyük önemi, uygulamacılar ve akademisyenlerin karşılıklı görüş alışverişinde bulunmuş olmaları ve ortak sorunlara oldu- 2 Sunuş ğu kadar, üzerinde görüş birliğine varılan çözüm yollarına da birlikte ulaşmalarıdır. Üzerinde durulması gerekli bir diğer nokta, çevre hukukunda yaşanan güncel bir gelişmedir. Sempozyumun düzenlendiği 10-11 Nisan 2006 tarihinden çok kısa bir süre sonra, 26 Nisan 2006 tarihinde 5491 sayılı “Çevre Kanununda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun” kabul edilmiş ve 13 Mayıs 2006 tarihinde Resmi Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe girmiştir. Yani Sempozyum tarihinden sonra, Çevre Kanunu kapsamlı bir değişikliğe uğramıştır. Bu nedenle Sempozyum’da sunulan tebliğler ve yapılan konuşmalar okunurken, bu değişiklik öncesi hükümlerden söz edilmesi olasılığı göz önünde bulundurulmalıdır. Kitabın ekleri arasında 2872 sayılı Çevre Kanunu’nun 5491 sayılı Kanun’la değiştirilmiş hali de bulunmaktadır. Özellikle çevre hukukunun idari yargı düzeyinde uygulanması açısından önem taşıyan (ve Ahmet Berberoğlu’nun tebliğinde de sözü edilen) bazı Danıştay kararlarına da kitabın ekler bölümünde yer verilmiştir. Çevre hukuku önemi göz önünde bulundurulduğunda -özellikle ülkemiz açısından- yeterince çalışma ve incelemenin bulunmadığı bir hukuk dalı olarak görülmektedir. Bu nedenle söz konusu alanda yapılan bilimsel faaliyetler, bu önemli hukuk dalının gelişmesi adına önem taşımaktadır. Sempozyumda sunulan tebliğlerin ve yapılan tartışmaların kitaplaştırılmasının bir amacı da, konuya ilişkin katkıların daha geniş kitlelere ulaştırılmasının faydalı olacağı düşüncesidir. Dr. Emel BADUR Aralık 2006, Ankara Açılış Konuşması AÇILIŞ KONUŞMALARI 3 4 Leyla KAYACIK Açılış Konuşması 5 Leyla KAYACIK* Sayın Başkan, Sayın Hakim ve Savcılar, Sayın Akademisyenler; “Türkiye’de Yargının Modernizasyonu ve Ceza Reformu Projesi” çerçevesinde Avrupa Konseyi’nin Türkiye Adalet Akademisi ile müştereken düzenlemiş olduğu “Çevre Hukuku” konulu sempozyuma hoş geldiniz. Seminerimizin konusuna girmeden, Avrupa Konseyi ve Projemiz hakkında bilgi vermek istiyorum. Malumunuz olduğu üzere Avrupa Konseyi, Avrupa’nın en eski siyasi uluslararası teşkilatı olup; 1949 yılında II. Dünya Savaşı sonrasında gerekli görülen istikrarı, demokrasi ve hukukun üstünlüğü çerçevesini sağlamlaştırmak amacıyla Strazburg’da kurulmuştur. Türkiye, bugün eski Doğu Bloğu ülkelerinin de katılımıyla üye sayısı 46’ya yükselen bu uluslararası teşkilatın kurucu üyesi ve önemli aktörlerinden biridir. Bildiğiniz gibi Avrupa Konseyi, Avrupa Birliği’nden farklı bir teşkilattır. Aralarında herhangi bir organik bağ bulunmamaktadır. Bununla birlikte ortak bayrak, ortak simge ve ortak değerlere sahip bu iki uluslararası örgütün beraber hazırladığı; Avrupa Birliği’nin mali ve Avrupa Konseyi’nin teknik katkılarıyla, pek çok ülkede icra edilen ortak program ve projeler mevcuttur. Türkiye Cumhuriyeti Adalet Bakanlığı’nca hazırlanıp Avrupa Birliği’ne sunulan “Türkiye’de Yargının Modernizasyonu ve Ceza Reformu Projesi” de bu ortak projelerden olup; Avrupa Konseyince, Adalet Bakanlığı ve Adalet Bakanlığı’na bağlı ilgili kurumlarla müştereken başarıyla yürütülmektedir. Bu amaçla, Haziran 2004 tarihinde Ankara’da kurduğumuz proje çalışma ofisinde, ben dahil üçü hukukçu olmak üzere, Avrupa Konseyi memuru sekiz idari personel ve dört uzun süreli Avrupa Konseyi uzmanı çalışmaktadır. Çok sayıda Adalet Bakanlığı uzmanı ile bir takım diğer kuruluşlara mensup uzmanlar da projede görev almaktadırlar. Türkiye’de Yargının Modernizasyonu ve Ceza Reformu Projesi, “Yargı Sistemine Destek” ve “Ceza ve Tevkif Evleri Sistemine Destek” olmak üzere iki ana bölüme sahiptir. “Ceza ve Tevkif Evleri Sistemine Destek” bölümünün amacı, Birleşmiş Milletler ve Avrupa Konseyi tarafından geliştiri- * Avrupa Konseyi Ankara Proje Ofisi Müdürü 6 Leyla KAYACIK len standartlar ile aynı seviyeye gelecek ölçüde, Türkiye’deki ceza ve tevkif evleri sisteminin gelişmesine katkıda bulunmaktır. Projenin bu bölümü mimari, insan kaynakları gelişimi ve ceza infaz kurumlarının idaresi konularında önemli çalışmaları içermektedir. Ceza infazı alanında insan kaynakları gelişimi konusunda, Avrupa Konseyi uzmanı hukukçu-psikolog Bernhard Wydra faaliyet göstermekte; ceza infaz kurumlarının idaresi konusunda ise Dr. Shane Bryans çalışmaktadır. Bu itibarla, başta Ceza ve Tevkif Evleri Genel Müdürlüğü olmak üzere, Teknik İşler Dairesi Başkanlığı ve eğitim merkezleri gibi kurumlarla ortak hareket edilmektedir. Ceza ve tevkif evleri personeli eğitim merkezlerinin hizmet öncesi eğitim, hizmet içi eğitim ve görevde yükselme eğitimi faaliyetlerinin uluslararası standartlarda olması için, gerek eğitici personelin eğitimi, gerekse teçhizat ve kaynak sağlanması konularında etkin işbirlikleri yapılmaktadır. Ayrıca, ceza infaz kurumunda bulundukları süre zarfında belirli bir düzen dahilinde mahkumlara uygulanmak üzere “Öfke Yönetimi”, “Uyuşturucuyla Mücadele”, “Cinsel Suçla Mücadele”, “İntiharın Önlenmesi” gibi çeşitli programlar geliştirilmiştir. Bu programlar Avrupa Konseyi uzmanları tarafından hazırlanmış, ardından ortak toplantılar yapılarak Adalet Bakanlığı uzmanları tarafından Türkiye şartlarına uyarlanmıştır. Benzer şekilde, gerçekten büyük bir iş stresi altında çalışan ceza infaz kurumu personellerine yönelik olarak da “Stresle Baş Etme Yolları Programı” üzerinde halen çalışılmaktadır. Yine proje dahilinde, Türkiye çapında çeşitli ceza infaz kurumlarına mobilya, alet ve teçhizat temin edilmiştir. Mobilyadan bilgisayara, mahkumların çalıştığı iş atölyeleri için dikiş makinesinden kuaför malzemelerine varıncaya kadar pek çok ürünün teslimatı gerçekleştirilmiştir. Projenin ceza infaz kurumlarının modernizasyonu bölümü çerçevesinde, biri Elazığ E Tipi diğeri ise Uşak E Tipi olmak üzere iki ceza infaz kurumu model seçilmiştir. Bu uygulamanın amacı, projenin içeriğini söz konusu iki kuruma doğrudan tatbik ederek, birer örnek ortaya koymaktır. En önemli husus ise bu kurumların yalnızca fiziki özellikleriyle değil; personele yönelik eğitimler ve hükümlülere yönelik programlarla da önem kazandığıdır. Uşak, Elazığ ve Paşakapısı ceza infaz kurumları, az önce bahsettiğimiz “Öfke Yönetimi” konulu mahkum programı için de birer pilot mekandır. Nitekim, Avrupa Konseyi’nin uluslararası ve yerel uzmanları tarafından konuyla ilgili olarak eğitilen kurum personeli, Öfke Yönetimi Programı’nı bu konuda gönüllü mahkumlara uygulamaya başlamış ve son derece başarılı bir sonuç elde edilmiştir. Açılış Konuşması 7 Türkiye’de Yargının Modernizasyonu ve Ceza Reformu Projesi kapsamında ortaya konulmuş bulunan model, ceza infaz kurumlarının Türkiye geneline yayılması da amaçlanmaktadır. Proje kapsamında ceza ve tevkif evleri personeline verilmekte olan eğitimlerin ve yine proje kapsamında Avrupa Konseyi uzmanları ile Adalet Bakanlığı personelinin ortaklaşa hazırlamış olduğu “Ceza İnfaz Kurumu Yönetimi Kitabı” ve “Ceza İnfaz Kurumlarında Sağlık Hizmetleri Kitabı” gibi pek çok dokümanın, bu modelin Türkiye geneline yayılmasında yararlı olacağına inanmaktayız. Projenin diğer ayağı olan “Yargı Sistemine Destek” bölümünün amacı ise, Avrupa Birliği ve Avrupa Konseyi standartlarına uygun olarak, Türkiye’de yargının işleyişi ve etkinliğinin artırılmasına katkıda bulunmaktır. Güçlendirilmiş bilgi ve eğitim, daha etkin faaliyet gösteren adli tıp hizmetleri yoluyla sistemin performansının güçlendirilmiş olacağına inanılmaktadır. Bu bölüm kapsamında, Avrupa Konseyi nezdinde adli tıp uzmanı olan Prof. Dr. Kimmo Himberg, İstanbul’da ikamet ederek Adli Tıp Kurumu’nda, Kurumun işleyişinin pekiştirilmesi ve uzmanlarının eğitimine yönelik çalışmalar yürütmektedir. Yine bu bölüm kapsamında, Türkiye Adalet Akademisi’yle beraber çalışılmakta ve hakim ve savcılara yönelik faaliyetler gerçekleştirilmektedir. Söz konusu faaliyetleri, gerek uluslararası alanda ve gerekse Fransa’da yargısal eğitim konusunda önemli bir tecrübeye sahip Avrupa Konseyi uzmanı Fransız Hakim Jean-Jacques Heintz düzenlemektedir. Burada amaçlanan, Türkiye Adalet Akademisi’ni Avrupa standartlarında işleyen bir yargısal eğitim kurumu haline getirmektir. “Fransız Ulusal Hakimlik Okulu” gibi Avrupa’da yargısal eğitim faaliyetleri icra eden çeşitli kurumlara ziyaretler düzenlenerek bu konudaki uluslararası standartlar ve Avrupa Birliği ülkelerinin uygulamaları tespit edilmiş olup, Türkiye Adalet Akademisi için yeni bir eğitim stratejisi hazırlanmıştır. Bu strateji kapsamında, Türkiye Adalet Akademisi’nde eğiticilik yapan hakim ve savcılara yönelik Ankara Üniversitesi ile işbirliği yapılarak “Eğitici Eğitimi Programı” düzenlemiştir. Hakim adaylarına ve yine Akademi eğiticilerine yönelik olarak, Avrupa Kurumları’na üç ayrı çalışma gezisi düzenlenmiş ve bilgilerini pekiştirme fırsatı verilmiştir. Bu çalışma gezileri kapsamında, “Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM)”, “AİHM Kararları İcra Dairesi”, “İşkenceyi Önleme Komitesi”, “Avrupa Sosyal Haklar Şartı Sekreterliği”, “Avrupa Toplulukları Adalet Divanı”, “Avrupa Parlamentosu”, “Avrupa Konseyi Hukuk İşleri Genel Müdürlüğü”, “Avrupa Komisyonu”, “Strazburg Adliyesi”, “Colmar İstinaf Mahkemesi”, “Baden-Würtemberg Eyaleti (Almanya) Adalet Bakanlığı”, “Belçika Adalet Yüksek Kurulu” ve “Belçika Yargıtay’ı” gibi çeşitli kurumlar ziyaret edilmiştir. 8 Leyla KAYACIK Adalet Akademisi nezdinde bir duruşma salonu ve bir hukuk kütüphanesi tesis edilmesi için çalışmalar başlatılmıştır. Bu çalışmaların yanı sıra Proje kapsamında, hakim ve savcılara yönelik meslek içi birer faaliyet olan sempozyumlar da düzenlenmektedir. Bugün bir araya gelmemize vesile olan Çevre Hukuku konulu sempozyum da bu faaliyetlerden biridir. Günümüzde, dünyanın herhangi bir yerindeki kirlilik ve doğal kaynakların bozulması gibi olayların sadece o bölgeyi değil, tüm dünyayı etkilediği tartışmasız kabul edilen bir gerçektir. Bu gerçeği gösteren bilimsel verilerin giderek artması, çevrenin korunmasını önümüzdeki yıllarda Türkiye, Avrupa ve bütün dünya için çok daha önemli bir konu haline getirecektir. Çevrenin korunması için geliştirilen çeşitli önlemler küresel, bölgesel ve ülkesel düzeylerde çok sayıda mevzuat (sözleşmeler, kanunlar ve diğer hukuki düzenlemeler) hazırlanmıştır. İşte bu mevzuatın amacını gerçekleştirmesi doğrultusunda uygulanması, büyük ölçüde mahkemelere bağlıdır. Öncelikle mahkemelerin yapacakları yorumlarla mevzuattaki ilke ve kavramlar ve diğer hükümler açıklık kazanacaktır. Ayrıca mevzuatın yeterli olup olmadığı da bu sayede anlaşılacak ve yetersiz ya da yanlış kısımların yetkili birimler tarafından düzeltilmesi sağlanacaktır. Nitekim bu kuramsal belirleme, çok sayıda ülkedeki çevre hukukunun gelişim sürecinde de gözlenebilmektedir. Konuyu Türkiye açısından önemli kılan diğer bir boyut da Avrupa Birliği’ne giriş sürecinde AB Mevzuatı’nın iç hukuka yansıtılması konusundaki üstlenilen yükümlülüklerin yerine getirilmesi zorunluluğudur. İki gün sürecek bu sempozyum esnasında, çevre hukukunun ilke ve kavramları; çevre hukukunun idari yargı düzeyinde uygulaması; çevre ceza suçları; çevreyi kirletenin hukuki sorumluluğu; çevreye ilişkin davalarda bilirkişilerin rolü ve seçimi gibi konular ele alınacaktır. Sözlerime burada son verirken, sizlere başarılı ve verimli çalışmalar diliyor, saygılar sunuyorum. Açılış Konuşması 9 Dr. Birsen KARAKAŞ* “Yargının Modernizasyonu ve Ceza Reformu Projesi” kapsamında, Avrupa Konseyi Proje Ofisi ile birlikte düzenlemiş olduğumuz bu sempozyumun konusu Çevre Hukukudur. Bu sempozyumda çevre hukukunun temel kavram ve ilkeleri, çevre hukukunun idari yargı, ceza yargılaması ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi düzeyinde uygulaması hakkında, konusunda uzman meslektaşlarımız ve hocalarımız tarafından sizlere bilgi ve görüşler sunulacağı gibi; Avrupa Konseyi uzmanı olan konuğumuz Prof. Dr. Kimmo Himberg tarafından da bilgiler aktarılacaktır. Sempozyumun Ege Bölgesi’nde (İzmir’de) yapılmasının en büyük nedeni, Bergamalıların altın madeni açılmasına tepkileri ve Yatağan, Gökova, Yeniköy Termik Santralleri’nin çevre kirliliğine etkilerine karşı, bu yöre insanının vermiş olduğu mücadele ve hak arayışlarının hepimiz tarafından bilinen öyküsüdür. Bu arada sizlere -hemen hemen her fırsat bulduğumda yapmaya çalıştığım gibi- Türkiye Adalet Akademisi’nin tanıtımını yapmak istiyorum. Akademimiz 24.07.2003 tarihinde Türkiye Adalet Akademisi Kanunu’nun yürürlüğe girmesi ile kuruldu. Bu tarihten önce hakim ve savcılara, “Hakim ve Savcı Adayları Eğitim Merkezi” adı ile Adalet Bakanlığı’na bağlı olarak eğitim verilmekteydi. Ancak Türkiye Adalet Akademisi Kanunu’nun 4. maddesinde düzenlenen “Bu kanunda yazılı görevleri yerine getirmek amacıyla tüzel kişiliğe sahip, bilimsel, idari ve mali özerkliği olan Türkiye Adalet Akademisi kurulmuştur.” hükmü ile Türkiye Adalet Akademisi idari, mali ve bilimsel yönden özerk hale gelmiştir. Akademinin en önemli görevi eğitimdir. Verdiğimiz eğitim çeşitli kuruluşlara kadar uzanmakta ise de; üzerinde en önemle durduğumuz ve vazgeçmeyeceğimiz eğitim grubu, Adli Yargı Hakim ve Cumhuriyet Savcısı Adayları, İdari Yargı Hakim Adayları ve -talepleri halinde- Askeri Yargı Hakim Adaylarıdır. Bu eğitimi hazırlık ve son dönem adı altında iki bölümde vermekteyiz. Hakimler ve Savcılar Kanunu’nda son günlerde yapılan bir değişiklik ile son döneme aldığımız Adli Yargı adayları, “Hakim Adayları” * Yargıtay Üyesi, Türkiye Adalet Akademisi Başkanı 10 Dr. Birsen KARAKAŞ ve “Cumhuriyet Savcısı Adayları” olarak ayrılmakta ve müfredat programları da bu ayırım gözetilerek yapılmaktadır. Bunun dışında yıl boyunca, hakimlere de görev alanları dikkate alınarak meslek içi eğitim verilmektedir. Örneğin kadastro konusunda Kadastro Mahkemesi Hakimlerine, Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu hakkında Fikri ve Sınai Haklar Mahkemesi Hakimlerine, Çocuk Koruma Kanunu hakkında Çocuk Mahkemesi Hakimlerine, İş Kanunu hakkında İş Mahkemesi Hakimlerine verdiğimiz eğitimler bu niteliktedir. İleriki zamanlarda meslek içi eğitim çalışmalarına, çevre hukukunu da dahil etmek iyi bir fikir olacaktır. Talepleri halinde hukuk ile ilgili konularda, kamu kurum ve kuruluşları ile de bağlantılı olan eğitim programlarımız vardır. Amacımız kanunda yazılı olan diğer hedefleri de yakalayabilmektir. Bunun için bir sistem dahilinde kurumsallaşmanın gerektiğini biliyoruz. Bu yönde de akademimizi daim kılacak çalışmalarımızı devam ettirmekteyiz. Türkiye Adalet Akademisi Kanunu’nun 8. maddesi gereğince -Kanun’un yürürlüğe girdiği tarihten itibaren 3 yıl için olmak üzere- akademinin bina, yatılı tesis, araç ve diğer ihtiyaçlarını yapım, satın alma veya kiralama yoluyla sağlanmak üzere “Adalet Bakanlığı bütçesinden yeteri kadar ödenek aktarılır ve devamında iş yurtları kurumu bütçesinden de harcama yapılabilir” düzenlemesi ile akademimize ayakta durabilir hale gelene kadar parasal yardım yapılmıştır. Bunun sonucunda Akademi Ahlatlıbel Mevkii’nde işlevine yakışır bir kampüse taşınmıştır. Şu anda Kampus içinde başkanlık binası, iki adet eğitim binası, yatılı tesis ve sosyal tesis (içinde yemekhane, kafeterya, büfe) bulunmaktadır.Yatılı tesiste iki kişilik odalar ve tüm ihtiyaca cevap verecek eşyalar bulunmaktadır. Toplam 375 hakim adayı halen yatılı tesiste kalmaktadır. Yukarıda saydığım yapılanma için Sayın Adalet Bakanımız Cemil Çiçek Beyefendi’ye teşekkür ediyoruz. Sizler, şu anda kısa bilgiler sunduğum Türkiye Adalet Akademisi’nin ve onun iş birliği yaptığı Avrupa Proje Ofisi’nin birlikte düzenlediği seminerde katılımcı olarak bulunurken, çevresel koşullar nedeni ile izinleriniz de Adalet Bakanlığı tarafından verilmiştir. Hepinize hoş geldiniz diyorum. Hoş geldiniz dedikten sonra, çevre hukuku hakkında da biraz konuşmak istiyorum. 2872 sayılı Çevre Kanunu, 1983 yılında Türk Hukuku’nda yerini almış ve bu günkü şeklini alana kadar ise dokuz kez değişikliğe uğramıştır. Kanunun amacı; ortak varlığımız olan çevrenin korunması, iyileştirilmesi, kırsal ve kentsel alanda arazinin ve doğal kaynakların en uygun şekilde kullanılması ve korunması, su, toprak ve hava kirlenmesinin önlenmesi, ülkenin bitki ve hayvan varlığının da korunmasıdır. Yasada çevrenin korunmasına ilişkin önlemler ve yasaklara yer verildikten sonra, cezai yaptırımlar Açılış Konuşması 11 da düzenlenmiştir. Ceza düzenlemelerini incelediğimizde, yaptırımların idari para cezası olarak düzenlendiğini ve idari para cezalarına itiraz yeri olarak da idare mahkemelerinin yetkilendirildiğini görmekteyiz. Ancak 01.06.2005 tarihinde yürürlüğe giren Kabahatler Kanunu hükümleri ile Çevre Kanunu birlikte değerlendirildiğinde, artık itirazları inceleme konusunun adli yargı içine alındığını ve sulh ceza mahkemelerinin yetkili olduğunu görmekteyiz. İdari para cezalarının mantığından hareketle, çevrenin korunması için para cezası yaptırımının yeterince önleyici ve caydırıcı olmadığı da bilinen bir gerçektir. Bu arada Büyük Atamızın konuyla ilgili bir sözünü sizlere okumak istiyorum: “Her şey kanun yapmaktan ibaret değildir, bilakis o kanunları tatbik etmek ve ettirmekten ibarettir. Tatbik eden, icra eden; karar verenden daima kuvvetlidir.” Yine başka bir konuşmasında: “Herkesi memnun edecek bir adalete varmak güçtür. Mutlak manada bir hakkaniyet hiçbir zaman dünya yüzünde kurulamamıştır. Bununla beraber bütün kuvvetlerimizi bu yüksek ideale doğru çevirmeli ve buna yaklaşmak için elden ne gelirse hepsini yapmalıyız.” Bergama, Yatağan, Gökova ve Yeniköy olayları ardından Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararları ile mahkumiyetlerimizin tekrar etmemesini diliyor; çevrenizde su, toprak, hava ve insan kirliliği olmasın dileklerimle sevgi ve saygılarımı sunuyorum. Çevre Hukukunun Temel Kavram ve İlkeleri I. OTURUM 13 14 Prof. Dr. Nükhet TURGUT Çevre Hukukunun Temel Kavram ve İlkeleri 15 ÇEVRE HUKUKUNUN TEMEL KAVRAM VE İLKELERİ Prof. Dr. Nükhet TURGUT* Çevre hukuku son derece farklı bir hukuk dalıdır. Bu farklılıktan ötürü, biz bu alanda çalışanlar, çevre hukuku dışındaki hukuk dallarını “geleneksel hukuk” başlığı altında topluyoruz. Bu nedenle, geleneksel hukukun bakış açısıyla yaklaştığımızda çevre hukukunu anlamamız, ona uygun etkili çözümler geliştirmemiz mümkün değildir. Yani bu alanda çalışırken, geleneksel hukuka özgü bakış açısından sıyrılmalıyız. Ceza hukuku, özel hukuk veya idare hukukunun klasik bakış açısıyla çevre hukuku meseleleri ele alınamaz. Ben, benimsememiz gereken bu değişik bakış açısını, anlatacağım bugün sizlere… Uygulamada maalesef bu farklı bakış açısının gerekliliği göz ardı ediliyor. Bütün hukukçular bilir ki, hukuk ve mevzuat farklıdır. Ancak uygulamada hep mevzuat veri alınıyor. Benim hem uygulamada hem de akademik alanda gözlemlediğim nokta; Çevre Kanunu’nun tek başına ele alınıp bazı maddelerinin yorumlanmasına çalışıldığıdır. Bu yorumlamayı -yukarıda da belirttiğim- gibi kendi geleneksel yaklaşımları ve kuralları çerçevesinde yapıyorlar. Bu yöntem de onları doğru olmayan sonuçlara götürüyor. Sonuç tamamen yanlış olmasa bile, yeterince etkili olamıyor. Açıkladığım tüm bu nedenlerle, çevre hukukuna özgü genel çerçevenin herkes tarafından iyi algılanması gerekiyor. Çevre hukukunun kendine özgü nitelikleri, temel kavram ve ilkeleri vardır. Bu kavram ve ilkelere başka hiçbir hukuk dalında rastlayamayız. Bu da bize hem Türkiye’de hem de dünyada çevre hukukunun kendine özgü kavram ve ilkeleri olan bağımsız bir hukuk dalı olduğunu gösteriyor. Öncelikle bu kavram ve ilkeleri özümseyip algılamamız gerekiyor. Bunun için her şeyden önce çevre sorunsalını tanımlamalıyız. Çevre sorunsalı, çevre sorunlarını içeren genel bir kavramdır. Çevre sorunları, neden sonuç ilişkisi içerisinde, bizim (uygulayıcılar, hukukçular, sokaktaki vatandaş vb.) bu sorunsal içindeki yerimiz de ele alınarak sorgulanır. Çevre sorunsalını iyi algıladığımızda (doktor, hasta ilişkisi ve tedavide olduğu gibi), uygun ve etkili çözümler üretme şansımız daha yüksek olur. Bu nedenle bir kanun maddesini önümüzdeki çevre mevzuatı çerçevesinde yorumlayabilmemiz için, daha önce * Atılım Üniversitesi Hukuk Fakültesi Öğretim Üyesi 16 Prof. Dr. Nükhet TURGUT de belirttiğim gibi, çevre hukukunun çatısını anlamamız, anlamak için de çevre sorunsalı hakkında fikir sahibi olmamız gerekiyor. Bu sorunsalı bu Sempozyum’da tüm boyutlarıyla, kapsamlı olarak ele almak mümkün olmadığı için, sadece uygulamada karşımıza çıkan önemli noktalara ilişkin açıklamalarda bulunacağım. Çevre sorunsalının bazı özelliklerini vurgulamak istiyorum. Öncelikle bu sorunsalda az veya çok hepimiz suçluyuz. Hepimiz derken, küresel düzeyde baktığımızda, gelişmiş ülkeleri ve az gelişmiş ülkeleri; ekonomik faaliyetler açısından baktığımızda, üreticileri ve tüketicileri kastediyorum. Derinlere inersek bazı üreticilerin sorumluluğu diğerlerine nazaran daha fazladır. İkinci olarak bu sorunlardan hepimiz etkileniyoruz. Bir başka nokta, çevre kavramına giren varlıkların hepimize ait olmasıdır. Bu varlıklar yalnızca ülkelerin değil tüm insanlığın malıdır. Çevre sorunlarına baktığımızda, bunların birbirleriyle ilişki halinde olduğunu görüyoruz. Kirlilik denildiğinde hava kirliliği, su kirliliği ve toprak kirliliğini birbirinden ayırmamız mümkün değildir. Çevrenin bozulmasını, türlerin yok olmasından ayrı ele alamayız. Ayrı başlıklar altındaki çevre sorunları da birbirlerine bağlılardır. Bu noktalar bize çevre sorunlarının karmaşık ve çok yönlü bir yapısı olduğunu göstermektedir. Bu sorunların yol açtığı olumsuz etkileri giderebilmek çok zor, hatta çoğu zaman da imkansızdır. Bu özelliklerin klasik hukuk dallarının kurallarıyla bağdaşmayacağı açıktır. Hukukta belirginlik aranır fakat bu kadar karmaşık ve çok yönlü bir yapıda belirginliğe ulaşmak güçtür. Hukukta en önemli silahımız tazminattır. Özel hukukta ve idare hukukunda zararların tazmin edilmesini talep ederiz; ancak çevre hukukunda sonuçlar giderilemediğine göre bunları tazmin etmek, eski hale getirmek söz konusu olamaz. Görüldüğü gibi geleneksel çözüm yolları bu alanda yetersiz kalmaktadır. Yukarıda belirttiğim özellikler bağlamında bir başka konuya geçmek istiyorum; çevre hukuku, çevre sorunsalını işleyen veriler çerçevesinde, bunlara bağlı olarak gelişmiştir. Bu sorunsalı tüm boyutlarıyla işleyip ortaya koyan disiplinlerin başında da biyolojinin bir alt dalı olarak doğup gelişen ekoloji gelmektedir. Çevre hukuku dendiğinde, onun kardeş disiplini olarak başka bir hukuk dalı değil; ekoloji karşımıza çıkıyor. Bu yüzden ekolojik gerçekleri görebilmemiz gerekmektedir. Çevre hukukunun gelişim çizgisine baktığımızda, önce sorunların ortaya çıktığını görüyoruz. Bu hukuk dalı 1970’lerden itibaren gelişmeye başlamıştır; günümüzde de bu gelişim devam etmektedir. İlk dönemlerde sorunlar ortaya çıktıkça, gerek çevreciler gerekse başka gruplar bu sorunların çözülmesini talep etmişlerdir. O dönemde, sadece bu sorunlara cevap veren bir mevzuat yoktu. Bu sorunlarla doğrudan doğruya ilgilenecek bir birim de Çevre Hukukunun Temel Kavram ve İlkeleri 17 mevcut değildi. Bu durumda ister istemez geleneksel hukuk dallarından faydalanılmaya çalışıldı. Çevreciler davalar açmaya başladılar. Bu süreçteki aktörler; hakimler, savcılar ve çevrecilerdi. Özel hukukun sunduğu çözüm yolları tatmin edici olamıyordu. Çünkü hakkında düzenleme bulunmayan bir hususu çözmede başvurduğumuz amaca göre yorum metodu, yorumda keyfilik yapılamayacağı ve belirli sınırlar çerçevesinde kalınması gerektiği için yetersiz kalıyordu. Yepyeni kurallara ihtiyaç duyulduğu böylece açığa çıktı ve çevre hukukunun ikinci dönemi başladı. İkinci dönemde çevreye özgü yeni mevzuat oluşturuldu. Bu mevzuatın ekolojik gerçeklerle bağdaşıp bağdaşmadığı gözlemlendi. İlk başta son derece mükemmel, tüm ihtiyaçlara cevap verebilecekmiş gibi gözüken bir mevzuatın, uygulamaya konulduğunda o kadar da mükemmel olmadığı fark ediliyordu. Yargının da mevzuattaki eksikliklerin ve yanlışlıkların anlaşılmasında büyük payı oldu. Sonuçta mevzuattaki eksiklik ve yanlışlıkların düzeltilmesine yönelindi ve çevre hukukunun üçüncü devresi başladı. Çevre hukukunun kendine özgü niteliklerini vurgulamak istiyorum. Disiplinler arası niteliği en başta gelmektedir. Hukukta disiplinler arası denildiğinde anlaşılan, o hukuk dalının hem kamu hukukunu hem de özel hukuku ilgilendirmesidir. Burada ise kastedilen sadece bu değildir; çevre hukukunun hukuk dışındaki diğer dallarla olan ilişkisidir. Çevre hukuku ekolojiyle, teknik bilimlerle, fizikle, kimyayla, elektrikle, ekonomiyle son derece ilintilidir. Tabii ki hukukun diğer branşlarıyla da ilgisi vardır. Burada ekoloji, çevre sorunsalını incelerken sahip olduğu önemli rol sebebiyle öne çıkmaktadır. Ele alınması gereken ikinci nitelik bütünsel yaklaşımdır. Ekolojideki temel kavramlar, veriler ve esaslar çevre hukukunu etkilemektedir. Ekolojinin en temel kavramı, ekosistemdir. Ekosistem kavramı bir sistemi içerir. Sistem, hepimizin bildiği gibi, bir bütündür. Ekosistem bütün organizmaların (canlı-cansız) birbirleriyle ilişkilerini gösteren bir kavramdır. Ekoloji böylesine geniş kapsamlı bir kavramı, bütünsel olarak ele alır. Bu bütünsel yaklaşım çevre hukukuna olduğu gibi aktarılır. Çevre hukukunu diğer hukuk dallarından ayıran özelliklerin en başında bu niteliği gelmektedir. Geleneksel hukuk dallarında biz hep mikro örnekleri, mikro alanları esas alırız. Bizim alanımızda ise makrodan hareket etmemiz gerekmektedir. Çevre hukukunun bir diğer özelliği, evrensellik ve zamana uyumdur. Bunun bütün hukuk dallarına özgü bir nitelik olduğu düşünülebilir; ancak bu özellik çevre hukukunda çok daha belirgindir. Ekolojik alanda gerçekleşen gelişmeler veya mevcut sorunların yeni boyutları, çevre hukukuna (hem çevre hukuku politikasına hem de mevzuata) yansır. Ekolojiyle paralel giden bir süreç söz konusu olmaktadır. Çevre hukukunun kapsamını belirleyebilmek için, öncelikle “çevre” kavramının neyi ifade ettiğini, bu kavramın bir tanımının yapılıp yapılama- 18 Prof. Dr. Nükhet TURGUT yacağını incelememiz gerekir. Bir hukukçunun sorabileceği bir başka soru da mevzuatta böyle bir tanımın yapılıp yapılmadığıdır. Ancak hemen belirtmek gerekir ki çevre kavramı küresel düzeyde ele alınmalıdır. Zira yerel düzeyde yaşanan bir kirlilik dahi, asit yağmuru ve ozon tabakasının incelmesi gibi, küresel düzeyde sorunlara yol açmaktadır. Küresel düzeyde önlemler, küresel düzeyde mevzuatlar bu sebeple önemlidir. Bölgesel düzeyde Avrupa Birliği’nin düzenlediği mevzuat önemlidir. Bu düzenlemeler yerel düzeyde politikaların ve mevzuatın oluşturulmasında büyük etkiye sahiptir. Hemen her ülkede “Çevre Kanunu” veya “Çevre Koruma Kanunu” isimleriyle nitelendirilen bir genel kanun bulunmaktadır. Tanım bulmak amacıyla bu kanunlara baktığımızda, bir iki istisna haricinde bu kanunlarda “çevre” tanımının yapılmadığını görüyoruz. Tanımlama yapılmamasının sebebini, yine çevre hukukunun geleneksel hukuktan farklılığında aramak gerekiyor. Çok geniş kapsamlı bir tanım yapılırsa, mevzuatın getirdiği yasak ve yükümlülüklerin, bu kadar geniş bir tanıma uyarlanması mümkün olmayacak; hatta hukukta aradığımız belirginlik kaybolacaktır. Dar bir tanımlama yapılırsa, sorunların iç içe geçmesi nedeniyle, bazı grupların tanımın dışında kalmasının önüne geçilemeyecektir. Böyle bir ikileme düşmemek için, yasa koyucuların tercihi, tanım yapmamak olmuştur. Bu boşluğu ya çevrenin öğelerine ilişkin alt, daha özel yasalarda doldurmuşlar ya da genel yasalarda bazı noktaları “Amaç” bölümünde sayarak “vb.” ifadesini kullanmışlardır. Çevre Kanun’un “Tanımlar” başlığında da çevrenin tanımı yapılmamıştır. Tanım bulmak amacıyla “Amaç” maddesine baktığımızda, kırsal ve kentsel arazi, doğal kaynaklar, su, toprak, hava, vb. şeklinde unsurların sayıldığını görüyoruz. “Doğa, çevre kapsamında mıdır?” sorusuyla maddeye baktığımızda, doğanın çevreyi kapsadığını görüyoruz. Kültürel çevre hakkında maddeye baktığımızda, “tarihsel zenginlik” ifadesinin kullanıldığını görüyoruz. Kültürel çevre, bu ifadenin içine rahatlıkla sokulabilir. Maddede bugünkü ve gelecek kuşaklardan söz edilmiş; “uygarlık ve yaşam düzeyinin geliştirilmesi” ifadesi kullanılmış. İkinci maddede “ekolojik denge” kavramı kullanılmış. Bu kavram ekosistemin işleyişine ilişkin bir kavramdır. Doğada olan veya olması gereken durumu ifade eder. Görüldüğü üzere tanım yaparken yorum metoduyla ilerliyoruz. Kanımca yorum yapılırken, çevre tanımı geniş olarak yorumlanmalıdır. Hukukumuzda bu alanda yapılmış çok önemli bir diğer düzenleme de “Çevresel Etki Değerlendirmesi (ÇED) Yönetmeliği”dir. Bu yönetmelikte çevre, “Canlıların yaşamları boyunca ilişkilerini sürdürdükleri ve karşılıklı Çevre Hukukunun Temel Kavram ve İlkeleri 19 olarak etkileşim içinde bulundukları biyolojik, fiziksel, sosyal, ekonomik ve kültürel ortam” ifadesiyle tanımlanmıştır. Tanıma baktığımızda ekosistemin yani ekoloji biliminin esas alındığını görüyoruz. Kolaylıkla fark edilebileceği gibi son derece geniş bir tanım yapılmış. Uluslararası bir sözleşme olan Lugano Sözleşmesi’nin ana konusu, tehlikeli maddelerin çevreye verdiği zarardan doğan hukuki sorumluluktur. Bu sözleşme hukuki sorumluluk gibi, son derece teknik olan ve belirlilik gerektiren bir konuda düzenlenmiştir. Sözleşmenin ilginç olan yanı, bu sözleşmede de çevre tanımının ekoloji esas alınarak yapılmış olmasıdır. Öncelikle toprak, su, hava, flora, fauna, bitki, hayvan gibi klasik öğeler sıralanmış; daha sonra da “bunlar arasındaki ilişkiler” ifadesi kullanılmıştır. Geleneksel hukuk bakış açısıyla bitkiyi, hayvanı belirlesek bile, aralarındaki ilişkileri nasıl belirleyeceğiz? Sözleşmede “Peyzaj” terimi kullanılmıştır. Görüldüğü üzere geleneksel çevre kavramlarının yanı sıra, tamamen ekoloji kaynaklı ekosistem, ekolojik süreç, ekolojik etkileşimler, peyzaj, vb. yeni kavramlar da sözleşme metninde yer almıştır. Çevre kavramının gövdesini nelerin oluşturduğuna bakarsak, en önemli öğelerden birinin ormanlar olduğunu görürüz. Kültürel varlıkların da bu kapsamda olduğunu yukarıda belirtmiştik. Kültürel varlıklar çevre hukukuyla ilgili çalışmalardan önce de korunmaya çalışılıyordu. Baktığımızda karşımıza şöyle bir tablo çıkıyor: İlk olarak eskiden beri varolan olgular ve bunlara ilişkin uygulamalar vardır (ormanlar, kültürel varlıklar vb.). İkinci olarak da gelişmeler sonucu vücuda gelmiş yeni olgular vardır. Bunların örnekleri de ekosistem çerçevesinde verilmişti. Çevre hukukunun temel gövdesini iki ana öğe oluşturur. Bunlardan ilki kirliliktir. İngilizce’de “kirlilik hukuku” olarak çevrilebilecek bir terim kullanılsa da; bu terim, “kirliliğin hukuku” gibi bir anlama gelebileceğinden kulağa pek sempatik gelmemektedir. Bu bölümde kirlilikle ilgili mevzuat yer alır. İkinci öğe ise, doğal kaynaklar hukukudur. Bu bölüm doğal kaynakların korunmasına ilişkindir. Kirlilik kavramını ilk aklımıza gelebilecek örneklerle sınırlandırmamak gereklidir; zira bunların ötesinde yeni örnekler de mevcuttur. Hava, su ve toprak kirliliği, gürültü kirliliği gibi klasik örneklerin yanında, baz istasyonlarıyla hayatımıza girmiş “elektromanyetik kirlilik” vardır. Doğal kaynaklar hukukunda da ormanlar, sular gibi klasik öğelerin yanında yeni kavramların öne çıktığını görüyoruz. Biyolojik çeşitlilik de çevre hukukunda yeni ortaya çıkmış, ekoloji bilimine ait bir kavramdır. Türkiye açısından bu kavram son derece önemlidir. Genetik açıdan değiştirilmiş organizmalar, yine çevre hukukunun gövdesini oluşturan yeni konular arasındadır. Çevre hukukunun dallarını oluşturan olgulara baktığımızda eskiden beri var olan, ekonomik faaliyetlerle, sağlığımızla, tüketicilerle ilgili kimi başlık- 20 Prof. Dr. Nükhet TURGUT ları görüyoruz. Bu alanları incelerken de çevre hukukuna ilişkin temel kavram ve ilkeleri kullanmamız son derece önemlidir. Çevre hukukunun amacı, bu konuya ilişkin mevzuata bakıldığında, hep “çevrenin korunması” olarak belirtilmiştir. Güncel söylemde de bu amacı sıklıkla duyuyoruz. Biraz daha derine inersek, Çevre Kanunu’nda ve Anayasa’da “çevrenin geliştirilmesi”, “çevrenin iyileştirilmesi”, “kirliliğin önlenmesi” gibi başka ifadelere de rastlıyoruz. Hukuktaki yorum metoduyla ele aldığımızda, geliştirme ve iyileştirmede de bir korumanın söz konusu olduğu şüphe götürmez. Bu bize koruma kavramını, bir üst kavram olarak ele almak gerektiğini gösteriyor. Bu nedenledir ki pek çok ülkede “Çevre Kanunu” yerine “Çevre Koruma Kanunları” çıkarılmıştır. Bu açıklamalar çerçevesinde düşünülmesi gerekli bir diğer husus, korumanın “kimin için ve ne ölçüde” olabileceği sorusudur. Çevreyi korumak denildiğine göre, çevresel varlıkları insan toplulukları olarak -himayeye muhtaç çocuklarmışçasına- mı koruyacağız? Bu sorunun yanıtını verirken, hukuk alanında olduğumuzu ve hukuki gerçekleri göz ardı etmemeliyiz. Bu bağlamda vereceğimiz cevap, hayır olacaktır. Çevre korumanın amacına, bütün çevresel varlıkları bir araya getirip etraflarına bir duvar örerek ulaşamayız. Biraz önce ekoloji biliminin öneminden, onun canlı ve cansız organizmalar arasındaki ilişkileri ele aldığından bahsetmiştik. Canlı organizmalar arasında, biz insanlar da varız. Böyle bir soyutlamayı bu sebeple de yapamayız. Öyleyse yapılması gereken, bunların toplumsal kullanımını düzenlemektir; çevre hukukunun amacı budur. Toplumsal kullanımı düzenlerken, ekosistemin işleyişini bozmayacak şekilde kullanmanın yöntemlerini belirleyeceğiz. Bu anlamda “koruma - kullanma dengesi” mevzuatta olsun, uygulamada olsun, sık sık karşımıza çıkacaktır. Kullanmamak söz konusu değildir, önemli olan kullanırken korumayı ihmal etmemektir. Kullanımda ölçünün ne olması gerektiği, incelenmesi gereken bir başka noktadır. İnsanın ekosistemin bir parçası olduğunu belirtmiştik; peki insan ne ölçüde rasyonel olabilecektir? Çevre sorunsalının esasını, birey-doğa ilişkisi oluşturur. Yıllardır insanoğlu doğaya acımasızca, tek yönlü olarak müdahale etmiştir. İnsanların refahı için hep doğadan faydalanılmıştır. Ekonomik faaliyetler arttırılmış, karlar maksimum seviyeye çıkarılmış ve her yeni gün hayatımızı kolaylaştıran binlerce yeni icat hayatımıza dahil olmuştur. Elektromanyetik kirliliğe değinmiştik, bunun sebebi cep telefonlarıdır. Cep telefonlarını mutlulukla karşılamamamız mümkün değildir; hayatımızı kolaylaştırdıkları ortadadır. Yanlış olan, yıllardır tablonun sadece güzel tarafını görmeye yönelik eğilimimizdir. Çevre sorunsalı, bize tablonun olumsuz bir yüzü de olduğunu; bu gelişmelerin bir bedeli olduğunu gösteriyor. Doğa- Çevre Hukukunun Temel Kavram ve İlkeleri 21 nın bize sunduklarının sınırsız olduğu yanılgısına düşerek, ona ölçüsüzce müdahale etmişiz. Ekolojik gerçekler, doğanın sınırlı ve kaynakların tükenebilir olduğunu -hatta tükendiğini- gösteriyor. Yıllardır çöplerimizi doğaya atıyor, tarımda daha fazla verim almak için kimyasal maddeler kullanıyoruz. İşin diğer yönünü göstermesi açısından, herkesin kullandığı bir örneği vermek istiyorum. DDT hayatımızı kolaylaştıran bir kimyasal olarak, 30’lu yıllarda kullanılmaya başlanmıştır. Verimi arttırmaya yarıyordu; ancak bilim insanları DDT’nin olumsuz etkilerini ortaya koydular. Bu alanda çalışan kadın bir biyolog, 1968 yılında “Silent Spring (Sessiz Bahar)” adında bir kitap yayınlamıştır. Bu kitapta kimyasalların zararlı etkileri incelenmiştir. Kitapta varılan sonuçlara, yazarın meslektaşları dahi inanmamışlar; sonuçların abartıldığını ifade etmişlerdir. Daha sonra penguenlerde DDT’ye rastlanınca, penguenlerle tarım alanları arasındaki mesafe de dikkate alındığında, bu biyologun haklı olduğu kabul edilmiş; doğada kullanılan hiçbir maddenin yok olmadığı, zaman içerisinde başka bir mekanda karşımıza çıktığı anlaşılmıştır. Bu gerçekler çerçevesinde amaç, ilke ve kavramlar oluşturulmuştur. Çözüm için etik yaklaşım akla gelmektedir. Demek ki bireyin doğaya müdahalesi geri tepmiştir, insanoğlunu da etkilemiştir. İnsan doğaya hep tek yönlü olarak (kendi egosunu tatmin etmek için), “ben merkezli (egosantrik)” bir biçimde müdahale etmiştir. Artık çevre hukukunda, bu egosantrik yaklaşım, insanın doğaya her şeyi sınırsızca yapabileceği anlayışı tarihe karışıyor. Çünkü sonuçlar insana geri dönüyor. Bu yaklaşımı terk edeceğimize göre, karşımıza iki seçenek çıkıyor. Bunların ilki, “insan merkezli (antroposantrik)” yaklaşımdır. Bu yaklaşım da insanın doğaya egemen olduğunu kabul eder; ancak insanın doğaya müdahalesine, sınırlar çizilmesi gerektiğini savunur. Bu sınırları çizmenin sebebi de insan menfaatini korumaktır. İkinci yaklaşım ise, “ekolojik yaklaşım”dır. Bu yaklaşım, insanın doğaya egemen olduğu savını reddeder. Doğadaki tüm organizmalar birbirine eşittir ve her biri diğerine muhtaçtır. Her birinin belirli bir rolü, bir diğerine vereceği ve ondan alacağı şeyler vardır. Kısaca bu yaklaşım biyosfere saygı gösterilmesini talep etmektedir. Günümüzde bu yaklaşımlardan hakim konumda olanı, antroposantrik yaklaşımdır. Yani insan doğaya hakimdir ve onun menfaatleri esastır. İnsanın menfaati için, davranışlarımıza sınırlar çizmemiz gerekmektedir. Ekolojik yaklaşım istisnai olarak biyolojik çeşitlilik ve yok olmaya giden türler gibi dallarda uygulama alanı bulmaktadır. Bu noktadan “kimin menfaatinin, ne ölçüde korunacağı” sorusuna geçtiğimizde, araştırmamız gereken “asıl olanın bireyin menfaati” mi olduğu yoksa; “bireyin menfaatinin üzerinde üst bir kavram”ın mı bulunduğudur. Bu noktada hemen belirtmek gerekir ki; tek tek bireylerin menfaatlerinin 22 Prof. Dr. Nükhet TURGUT üzerinde “genel menfaat” olarak nitelendirebileceğimiz bir boyut vardır. Burada kastedilen menfaat, idare hukuku ve anayasa hukukunda da kullanılan kamu yararı terimiyle belirlenen yarardır. Yarar kelimesi olayı basitleştirdiği için menfaat sözcüğünü kullanmak daha doğru olacaktır. Küresel düzeyde genel menfaat sözcüklerini karşılamak için kullanılan sözcük öbeği “general interest”tir. Küresel düzeyde ve Avrupa düzeyinde mevzuata baktığımızda hep bu sözcükle karşılaşıyoruz (insanlığın genel menfaati, Avrupalıların genel menfaati, Avrupa halkının genel menfaati, Akdenizlilerin genel menfaati vb.). Görüldüğü üzere bu bir üst kavram. Çevre hukukunun içeriğini belirlerken ve amaç maddelerini incelerken, “bugünkü ve gelecek kuşaklar” ibaresine değinmiştik. İşte bu genel menfaat sadece bugünkü kuşakların değil gelecek kuşakların menfaatini de kapsıyor. Böyle bir noktaya başka hiçbir hukuk dalında rastlamayız. Klasik hukukta -belirlilik unsuru çerçevesinde- hep bugünkü bireyin menfaati ve şimdiki zaman esastır. Çevre hukukunda ise gelecekle ilgileniyoruz. Bu alanda zaman bakımından geleceği, coğrafya bakımından da tüm dünyayı kapsayan bir genişlik var. Genel menfaat kavramının yorumu son derece önemlidir. Bu ilke ve kavramların gelişmesinde uygulayıcıların rolü büyüktür; çünkü bu ilke ve kavramların içi içtihat hukukuyla doldurulmaktadır. İçtihat hukukuyla etkili bir şekilde doldurulabilmesi için de çevre hukukunun bu özgün niteliğinin anlaşılması gereklidir. Çevre sorunsalının çözümünde hukuk çok önemli bir araçtır. Çevre hukukunun kavramlarının başında “çevre hakkı” gelmektedir. Çevrenin bütün insanlığı ilgilendirdiğinden bahsettik. İnsan sözcüğünü kullandığımız anda, doğal olarak aklımıza gelecek ilk şey, insan haklarıdır. Bu hakkı mevzuatta en üst sırada yer alan Anayasa’ya koyarsak, korunması için bir güvence sağlamış olacağız. Çevre sorunsalının ilk olarak tartışılmaya başlandığı 1970’li yıllardan, yani işin en başından beri, çevre hakkının anayasalara ve uluslararası sözleşmelere konulmasına ilişkin taleplerle karşılaşılmaktadır. Bu söylemleri çevreciler, bilim insanları ve BM düzeyinde bir araya gelen çeşitli kuruluşlar öne sürmektedir. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ne ve Uluslararası İnsan Hakları Sözleşmesi’ne baktığımızda, bu konuda herhangi bir düzenleme göremiyoruz. Çevre hakkı bir hak olarak korunmadığı gibi çevreye ilişkin herhangi bir düzenleme de getirilmemiştir. Mücadeleye başlanılalı 40 yılı geçmiş olmasına rağmen, bu alanda sonuca ulaşılamamıştır. Anayasalar cephesinde ise çeşitli gelişmeler mevcuttur. 70’li yıllardan sonra ilk kez yapılan ya da daha önce yapılmakla birlikte daha sonra çeşitli değişiklikler geçiren hemen hemen tüm anayasalarda çevreye ilişkin hüküm Çevre Hukukunun Temel Kavram ve İlkeleri 23 vardır. Bu anayasalardan bazıları, konuyu genel hükümlerle düzenlerken; bazıları da doğrudan doğruya çevre hakkını düzenlemiştir. Bazı anayasalar konuya ödev boyutuyla yaklaşan düzenlemeler getirmişlerdir. T.C. Anayasası’nın 56. maddesinde, “Sosyal ve Ekonomik Haklar ve Ödevler” başlığı altında çevreye ilişkin düzenleme mevcuttur. Ancak çevre tek başına değil, sağlıkla birlikte düzenlenmiştir. 56. madde 5 fıkradan oluşmaktadır ve ilk iki fıkrası çevre hakkına ayrılmıştır. İlk fıkrada “Herkes sağlıklı ve dengeli bir çevrede yaşama hakkına sahiptir.” denilmektedir. İkinci fıkrada ödev boyutu düzenlenmiştir. Bu fıkra, vatandaşlara ve devlete, “çevre sağlığını ve çevreyi geliştirmek”, “çevre kirlenmesini önlemek” ve “çevre sağlığını korumak” şeklinde üç ödev yüklüyor. Her üçü de yorum açısından son derece geniş kavramlardır. Burada çevre hukukunun geleneksel mekanizmaları sorgulamasının ilk örneğini görüyoruz. İlk fıkrada hak belirtilmiş, hemen arkasından ikinci fıkrada ödev belirtilmiş; hakla ödev iç içe geçmiş ve bunlar aynı kişi üzerinde birleşmiştir. Burada geleneksel haklardan bir farklılık söz konusudur. Zira geleneksel haklarda hak sahibi olan kişiyle, ödev sahibi olan kişi aynı değildir. Hükmün birinci fıkrasına dikkat edilirse burada “Herkes çevre hakkına sahiptir.” denilmemiştir. Üstteki paragraflarda açıklanan çevrenin korunmasına ilişkin yaklaşımlardan, hangisinin benimsendiği burada da tartışılabilir. Çevreciler ısrarla bu fıkrayı “Herkes çevre hakkına sahiptir.” şeklinde değiştirelim demektedirler. Kanımca, maddenin şimdiki haliyle kalması son derece isabetli olacaktır; çünkü, mevcut halinde yaşama hakkıyla doğrudan bağlantı kurulmuştur. Bu, son derece önemlidir, 17. maddede belirtilmiş yaşama hakkı bir adım ileriye götürülmüştür. Yaşama hakkının her zaman bir negatif statü hakkı olduğu ifade edilir. Yani devlet kişiyi öldürmeyecektir, yaralamayacaktır, başkasının öldürmesine ve yaralamasına da engel olacaktır. Deyim yerindeyse devletten gölge etmemesinden başka ihsan istenmemektedir. Yaşama hakkının sağlanması için bu yeterli midir? Sağlıklı koşullarda yaşayamıyorsak, ekonomik yetersizlikler sebebiyle yeterli gıda alamıyorsak, soluduğumuz havada zehirli gazlar varsa yaşama hakkı sağlanmış olur mu? Bu madde bu çelişkiyi çözümlemeye yöneliktir. Devletin karışmaması yeterli değildir; pozitif adımlar atarak bireyin sağlıklı bir çevrede yaşamasını sağlama yükümlülüğü vardır. Bu husus Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin kararlarında da tescil edilmiştir. Böylece devlet yaşama hakkı için söz konusu olan klasik duruşundan sıyrılarak, pozitif haklarda ve sosyoekonomik haklarda sahip olduğu ödevi burada da yerine getirmek zorundadır. Maddenin ikinci fıkrasına gelirsek, devlet bu ödevi nasıl yerine getirecek? Öncelikle devlet etkili ve ekolojik gerçeklikleri dikkate alan bir çevre politikası oluşturmak zorundadır. Ardından bu politikaya uygun bir çevre 24 Prof. Dr. Nükhet TURGUT mevzuatı oluşturmalıdır. İkinci aşamada bu mevzuata öncelikle kendisi uymalıdır. Ödev boyutunun hem devlet hem de vatandaş için pasif ve aktif olmak üzere iki boyutu vardır. Pasif boyutta devletin ödevi, kirlenmeye kendisinin sebebiyet vermemesidir. Çevrenin kirletilmesine sebep olacak mevzuat yapmamak, kirliliğe sebep olacak bireysel işlem kararları vermemek ve çevreyi kirletecek işletmeler kurmamak bu kapsamdadır. Devletin aktif ödevi ise vatandaşlara gerekli olanakları sağlamaktır; bu, birinci fıkrada vatandaşa sağlanan hakkın gereğidir. Olanaklar sağlanmalıdır ki vatandaş da ödevini yerine getirebilsin. Vatandaş da çevreyi kirletmemeli, bozmamalıdır. Aktif olarak da devlet olsun diğer özel kişiler olsun çevreyi kirletenlerin karşısına çıkmalıdır. Olanaklarını bu yönde kullanmalıdır. Katılım ilkesinde ifade edileceği gibi, katılım hem bir hak hem de bir yükümlülüktür. Çevre hakkı soyut ve esasa ilişkin bir haktır. Bu hakkı kullanabilmemiz için usuli haklar geliştirilmiştir. Bu usuli haklar birbirlerine zincirleme bir şekilde bağlıdır ve üç tanedir: Bilgi ve belge edinme hakkı, katılım hakkı ve yargıya başvuru hakkı. Bu üç hakkı da içinde barındıran “Aarhus” isimli bir uluslararası sözleşme vardır. Bu sözleşme Türkiye tarafından imzalanmamıştır. Bu sözleşme diğer uluslararası sözleşmelerin aksine çevre hakkını kabul etmiştir. Sözleşmeye göre üç usuli hak çevre hakkını kullanmak için gereklidir. Çevre hakkı Anayasa Mahkemesi ve Danıştay kararlarında da yer almıştır. Bu olumlu bir gelişmedir. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin doğrudan çevreye değindiği bir maddesi olmasa da başka maddeleri vasıtasıyla çevre hakkına ilişkin yorumlanabilecek bazı hususlar Mahkeme’nin kararlarına girmiştir. Bu kararlarda sadece bir defa yaşam hakkına atıfta bulunularak çevre hakkı mevzubahis edilmiştir. Bu dava ülkemizi de ilgilendiren “Öner Yıldız Davası”dır. Dava konusu Ümraniye çöplüğüdür. Mahkeme, vatandaşların böyle bir çöplüğün yanında yaşamamaları için, devletin gerekli tedbirleri almakla yükümlü olduğunu karara bağlamıştır. Mahkeme çevre hakkına ilişkin kararlarında genelde 8. maddeyi kullanmıştır. Bu madde özel hayata saygı ve özel hayatın gizliliği ile ilgili bir maddedir. Kararda bu maddeye dayanılması ilk başta şaşırtıcı gelebilir. Kararlara bakarsak ilginç yorumlar buluyoruz. Tehlikeli kimyasal faaliyet yapan tesisler ve İngiltere’de Heathrow Havaalanı’nın sebep olduğu gürültü sebebiyle kişilerin açtıkları davalarda da bu kurumların bu hakkı ihlal ettiğine karar verilmiştir. Çevre de böylelikle dolaylı yoldan korunmuştur. Çevre hukuku alandaki birtakım yanlış kullanımlara dikkat çekmek istiyorum. Zira kullanılan sözcükler kavramın esasına uygun değil. Kavramın doğru kullanılması, esasının doğru anlaşılması açısından son derece önemlidir. Doğru kullanım, sürdürülebilir kalkınma “sustainable development”tır. Çevre Hukukunun Temel Kavram ve İlkeleri 25 Sürdürülebilir gelişme, sürdürülebilir büyüme veya sürekli ve dengeli kalkınma gibi kullanımlar yanlıştır. Yargı kararlarında kavram birliğini yakalamak açısından titiz davranmak önemlidir. Küresel düzeyde pek çok disiplinin (biyoloji, fizik, kimya, vb.), çevreyle ilgili bulunduğunu söylemiştik. Bu sebeple bu kavramlar herkesin bilgisi dahilindedir. Sürdürülebilir kalkınma, günümüzün ulusal ve uluslararası ölçekteki, çevre koruma politikalarının anahtar kavramıdır. Ne var ki bu denli önemli görülmesine karşın, bu kavramın doyurucu bir tanımı bulunmadığı gibi; gerçekte ne anlama geldiği konusunda, üzerinde anlaşma sağlanmış veya net ve belirgin bir açıklaması da yapılabilmiş değildir. Deyim yerindeyse bu kavram bir kara kutudur. Ancak bu kavram, belirsizliğine rağmen, uluslararası alanda kabul görmüştür. Akla gelebilecek hemen her türlü metinde (sözleşmeler, bildirgeler, vb.), bu kavrama rastlanması mümkündür. Bu kavramın, çevreyle ne gibi bir ilgisi bulunabileceği, sorusu akla gelebilir. Çevre sorunsalı konusunda değinildiği gibi, doğal kaynaklar sınırlıdır. Kalkınma esnasında kullanılanlar ise doğal kaynaklardır. Yıllardır süregelen egosantrik tutumuza ve kaynakları ölçüsüzce kullanmaya devam edersek, doğal kaynaklar bitecek; bu durumda pek tabii kalkınma da sona erecektir. Dolayısıyla kalkınma, çevre sorunsalına bağlı olarak tehlikededir. Belirli bir göle sürekli olarak atık bıraktığımızda, bir süre sonra o göl ortadan kalkacaktır. Bir merada kontrolsüz bir biçimde hayvan otlatılmasıyla, en sonunda o mera ortadan kalkar; yani sonuçta bundan zarar gören hayvancılık olur. Bu örnek “Ortak Varlıkların Trajedisi” isimli bir kitapta işlenmiştir. Bu kavram insanoğlunun klasik, “tüm doğal kaynaklar, hava, su, toprak, vb. hepsi bana aittir ve ben bunlardan sınırsızca faydalanabilirim” anlayışını kırmıştır. İşin diğer yönünü göstermiştir. Klasik kalkınma anlayışına son verilmezse kalkınma sona erecektir. Kalkınmanın sosyal, ekonomik ve kültürel boyutu vardır. Ancak ekonomik boyutu diğerlerinden önde gelmektedir. Teorik açıdan sürdürülebilir kalkınma, “ekonomi ile ekolojinin evliliği” şeklinde nitelendirilebilir. Bir uzlaşma söz konusudur; terazinin bir kefesinde kalkınma, diğer kefesinde ise çevrenin korunması vardır. Kavramın resmen ilk ortaya çıkışı ve tanımının yapılışı, BM’nin 1987 yılında yayınladığı “Ortak Geleceğimiz” adlı kitabıyla olmuştur. İlk resmi tanımdaki unsurlara baktığımızda, öncelikle bugünkü kuşaklardan ve gelecek kuşaklardan söz edildiğini görüyoruz. Her iki kuşağın da gereksinimlerinin karşılanmasına değinilmiş ve bugünkü kuşakların, gelecek kuşaklara da gereksinimlerini karşılayabilecekleri doğal kaynak kalacak şekilde gereksinimlerini karşılamaları gerektiği belirtilmiştir. 26 Prof. Dr. Nükhet TURGUT Burada kastedilen temel gereksinimlerdir, lüks gereksinimler söz konusu değildir. Şimdiki kuşaklar lüks gereksinimlerini karşılamaya yönelirlerse, gelecek kuşakların temel gereksinimlerini karşılama imkanı olmayacaktır. Bu bizi, hukukun diğer dallarında da çokça karşımıza çıkan, sosyal adalet ilkesine götürecektir. Gelişmiş, az gelişmiş ayrımı yapılmaksızın, tüm ülke halklarının temel gereksinimleri karşılanacak; herkes yemek yiyebilecek, su içebilecektir. Uluslararası sözleşmelerde, bu sosyal adalet ilkesiyle bağlantılı olarak, “üretim ve tüketim kalıplarının değiştirilmesi” ifadesini görüyoruz. Klasik kalkınma anlayışının getirdiği üretim ve tüketim kalıpları, tüketim toplumu, kullan-at anlayışı sorgulanmaktadır. Bu kavramın ilk olarak nasıl ortaya çıktığına gelirsek, 1972’de dünyanın önde gelen işadamlarının (Roma Kulübü) yaptırmış olduğu bir araştırma mevcuttur. Bu çalışmada, doğal kaynakların tükenme tehlikesiyle karşı karşıya bulunduğu ve kaynakları kullanırken dikkatli olmazsak, geleceğimizin tehlikede olduğu ifade edilmiştir. Bu çalışmanın ardından küresel düzlemde bir panik havası oluştu. O halde kalkınmayı durduralım diyen, savlar ortaya atıldı. Az gelişmiş ülkeler ise yıllarca gelişmiş ülkelerin kalkındıklarını, tam onlar kalkınmaya başlamışken kalkınmanın sıfırlanmasının haksızlık olduğunu ileri sürerek, bu savın karşısında durdular. Böylece klasik kalkınmayı devam ettirmek isteyenler ve istemeyenler olmak üzere iki karşıt cephe oluştu. Çözüm olarak da bu iki karşıt görüşü uzlaştıran, “sürdürülebilir kalkınma düşüncesi” ortaya atıldı. Türkiye’de bu kavramın nasıl algılandığına göz attığımızda, Çevre Kanunu’nda bu kavramın aksine, klasik kalkınmayı esas alan hükümler de vardır (Amaç Maddesi, 3/b,c). Yeni tasarıda bu hususlar düzeltilmiştir. Mevcut kanunumuzda olumsuz hükümler bulunsa da bu olumsuz hükümleri yorum yoluyla aşabiliyoruz. Hakimler bu olumsuz hükümlere göre karar vermek gibi bir yasal yükümlülük altında değillerdir. Çevre Kanunu’nun amaç maddesi, çevre hukukunun bütünselliği, imzalanmış uluslararası sözleşmeler ve bildirgeler hukuken bağlayıcıdır. AB Hukuku çerçevesinde de bu kavramı dikkate almak zorundayız. Bu yaklaşımın radikal çevreci bir söylem olduğu, çevreyi korumak uğruna kalkınmadan vazgeçildiğine ilişkin eleştiriler karşısında şu ifade edilmelidir: Bu yaklaşım kalkınmayı sıfırlamamakta, antroposantrik yaklaşımı benimsemektedir. Uzlaşmacı bir tutum içerisinde, çevre sorunsalında büyük etkileri olan kapitalist sistem sorgulanmadan çözüm üretilmektedir. Uygulamanın bu ilke çerçevesinde nasıl olacağını açıklamak gerekirse; kalkınmanın geniş bir kavram olduğu göz önünde bulundurularak, devlet düzeyindeki tüm faaliyetlerde çevre faktörü dikkate alınmalıdır. Herhangi bir Çevre Hukukunun Temel Kavram ve İlkeleri 27 alanda oluşturulan politika, plan, program ve mevzuatın çevre açısından ne getirip götürdüğü her zaman dikkate alınmalıdır. Çevrenin korunması amacını tüm faaliyetlerimize dahil etmeliyiz. Buna entegrasyon diyoruz. Entegrasyonu gerçekleştirmek için çeşitli yöntemler vardır. “Dış entegrasyon” ve “iç entegrasyon” olmak üzere iki tip entegrasyon vardır. Çevre kavramının çok geniş olduğundan söz etmiştik. Birbirleriyle ilişkili çok çeşitli unsurların kapsama dahil olduğunu; bazen ilgisiz görünen bir noktanın, aslında son derece ilgili olduğunu görmüştük. Dış entegrasyon, çevrenin korunması düşüncesinin ve bu çerçevede gerekli olan esasların, tüm faaliyetlerde dikkate alınmasıdır. İç entegrasyon ise çevrenin tüm bileşenlerine ilişkin mevzuatın ve faaliyetlerin bütünleştirilmesidir. Bu noktada hukukçuların çok iyi bildiği kodifikasyon faaliyeti önem taşımaktadır. Sorun bütünsel olduğuna göre, bunun çözüm yolu kodifikasyondan geçmektedir. Bu alandaki kodifikasyon faaliyeti 90’larda başlamış, 95’lerde belirgin hale gelmiştir. Çeşitli ülkelerde çevre hukukunun temel kavram ve ilkeleri çerçevesinde -ki bunlar çevre hukukunun çatısını oluşturur- kanunlar düzenlenmiştir. Bu kanunlarla tutarlılık sağlanmış, çelişkiler önlenmiş ve yapılan mevzuatın etkinliği arttırılmıştır. Böyle bir kodifikasyon Fransa ve İsveç’te yapılmıştır. Almanya’da da böyle bir hazırlık yapılmış, fakat politik nedenlerle uygulamaya konulamamıştır. Bu çalışma kanun haline getirilmemiş olsa da yayınlanmıştır; akademik alanda, yönetim düzeyinde ve yargı alanında faydalanılmaktadır. Sektörel yaklaşımlar giderek terk edilmektedir. Sorunların birbirini etkilediğini belirtiyoruz. Havadaki kirlilik suya, sudaki kirlilik toprağa geçiyor. Daha sonra bu kirlilik toprağa karışıp asit yağmurlarına sebebiyet veriyor. Hava Kirliliği Yönetmeliği, Su Kirliliği Yönetmeliği, Toprak Kirliliği Yönetmeliği, Atıklar Yönetmeliği vb. yönetmeliklerimiz var. Atıklarda da Katı Atık Yönetmeliği, Tıbbi Atıklar Yönetmeliği, Tehlikeli Atıklar Yönetmeliği vb. çok sayıda yönetmeliğimiz var. Dünya bütünsel yaklaşımı esas alıp, kodifikasyon yolunu tercih ederken biz sektörel yaklaşımı takip ediyoruz. Küresel düzlemde dünya 70’lerde bizim şimdi yaptığımız gibi bol bol yasa çıkarma yolunu izlemiştir. Daha sonra çevreciler bu yasaların uygulanmasını talep etmişlerdir. 80’lerde bu yasaların kağıt üzerinde kalmayıp uygulanması yönünde yoğun baskılar yapılmıştır. Uygulama evresine geçildiğinde, çok bilinmeyen alanlarda yeni yasaların yapılmış olduğu görülüyor. Çeşitli aksaklıklar ortaya çıkıyor. Bu sebeplerle geri dönüş yaşanıyor. Bu noktada sektörel yaklaşımların sakıncaları anlaşıldığı için bütünsel yaklaşım tercih ediliyor. Geleneksel hukukta yargının yasamaya bağımlılığından söz edilir; ancak yukarıda bahsedilen süreç sonucunda çevre hukuku açısından bunun aksi bir mekanizma, yasamanın yargıya bağımlılığı gelişmiştir. Çünkü yasama ön- 28 Prof. Dr. Nükhet TURGUT görmeye çalışır, daha sonra mevzuat uygulayıcıların eline bırakılır. İncelikler ancak somut olaylarda karşımıza çıkar; somut olaylar da uyuşmazlıklar ortaya çıktığında gündeme gelirler. Özellikle Anglosakson Hukuk Sisteminde, hukukun gelişmesi bu şekilde olmuştur; yargıçların vardıkları sonuçlara bakılarak mevzuatta yeni düzenlemeler, değişiklikler yapılmıştır. Yargıç kararları ve ekolojik gerçekler sektörel düzenlemelerin tek başına yeterli olmadığını göstermiştir. Entegrasyon ilkesi dışında “önleme ilkesi”, “kirleten öder ilkesi”, “ihtiyat ilkesi” ve “katılım ilkesi” en temel ilkelerdir. Çevre hakkının Anayasa’ da yer alması önemlidir. Anayasa normlar hiyerarşisinde en üstte yer alır. Çevre hakkı Anayasa’da yer alınca, Anayasa’da yer alan diğer menfaatlerle eşit duruma gelmiş oluyor. Verilen mesaj çevre hakkının önemli görüldüğü, toplumda bu yönde bir uzlaşmanın oluştuğu, yaşam hakkıyla bağlantısının bulunduğu ve devletin de bu konuda yapılması gerekenleri yapması gerektiğidir. Bu nokta yorum yapılırken kullanılabilir. İlkelerin yasalarda yer alması da aynı şekilde önemlidir. Bu yasalar, diğer ülkelerdeki yasamaya yön verecektir. Diğer tüm kanunlar, entegrasyon ilkesi çerçevesinde bu normlara göre yapılacaktır. Uygulamayı yapacak olan idareciler, çevreciler, halk ve yargıçlar olacaktır. Yargıçlar içtihat hukuku oluşturacaklardır. Bildiğiniz üzere bizim sistemimizde idare hukuku içtihat hukukuna en yakın hukuk dalıdır. Çevre Kanunu’nun 1983’te çıkarıldığı düşünülürse bu alanda çok geç kalındığını düşünüyorum. Çok daha gelişmiş bir içtihat hukuku olabilirdi. İlkeler birbirleriyle karşılıklı ilişki halindedirler. Önleme ilkesi en başta gelmektedir; diğer tüm ilkeler onu gerçekleştirmeye yöneliktirler. Katılım ilkesi siyasi hakların diğer hakları kullanabilmenin ön koşulu olması gibi, tüm diğer ilkelerin güvencesidir. Çünkü katılım bize bir hak veriyor; bu hakkımızı kullanırken devletin politikalarında ve kararlarında bu ilkeleri uygulayıp uygulamadığını sorguluyoruz. Önleme ilkesi sonuçlar giderilemediği için önemlidir. Önleme ilkesinde alt ilkeler geliştirilmiştir. Bunlardan ilki “kaynakta önleme” ilkesidir, kirliliği doğduğu yerde önlemeyi ifade eder. Buna bağlı olarak “yakınlık ilkesi” geliştirilmiştir. Bu ilkenin önleme açısından önemi büyüktür. Çünkü suda kirliliğin yayıldığı yere değil; onu takip ederek fabrikadaki kaynağına ulaşabilmeyi sağlar. İkinci önemi ise küresel düzlemde karşımıza çıkar. Gelişmiş ülkelerin gelişmekte olan ülkelere atık ihraç etmelerini önlemeyi sağlar. Nitekim bizim de imzaladığımız tehlikeli atıkların uluslararası taşınışını konu eden Basel Sözleşmesi’nde bu ilkeler net olarak vurgulanmıştır. Hiç bir ülkenin bir başka ülkeye kendi tehlikeli atığını gönderemeyeceği ifade edilmiştir. Çevre Kanunu’nun “İlkeler” kenar başlıklı 3. maddesinde önleme ilkesini göremiyoruz. Zaten Çevre Kanunu’nda gördüğümüz ilkeleri çevre huku- Çevre Hukukunun Temel Kavram ve İlkeleri 29 kunun ilkeleri olarak algılamamak gerekir. Baktığınızda hangisinin gerçek anlamda ilke olduğunu görürsünüz. Çevre Kanunu’nun çeşitli maddelerinde ve amaç bölümünde hep çevre kirliliğinin önlenmesi, giderilmesi, çevrenin iyileştirilmesi ifadeleri yer almıştır. Doğrudan ilke olarak belirtilmese de maddelerdeki bu ifadelerden dolayı, bu ilkenin uygulanacağı şüphe götürmez. Yönetmelikler de bu çerçevede geliştirilmiştir. Bu ilkeyi hangi metotlarla gerçekleştireceğimiz sorusunu cevaplarken, çeşitli hukuk dalları devreye girmektedir. Kamu hukuku mu uygulanacaktır? Özel hukuk mu uygulanacaktır? Özel hukukta giderimin devreye gireceğini daha önce de belirtmiştik. Gerçi bu alanda da önlemeye yönelik düzenlemeler vardır; ancak asıl olan, eski hale getirmedir. Cezai sorumluluk açısından idari mahkemelerin verdiği cezalar dışında adli cezaların ürkütücülüğünü kullanarak bu ilkeyi devreye sokabilir miyiz? Esasen bu şekilde düşünülmüş, buradaki önleme bu yöndedir. Asıl anlamıyla önleyicilik, faaliyetlerin en başında gündeme gelecektir. Bu durumda kamu hukuku (idare hukuku), kaçınılmaz bir biçimde karşımıza çıkıyor. Yasama, kanun yaparken önlemeyi dikkate alacak; kural düzenlemeler yapılırken, önleme dikkate alınacak; bireysel işlemlere ilişkin kararlarda önleme dikkate alınacak (fabrika açılışı, termik santralin faaliyete geçmesi vb.). Bunlara bağlı olarak ilk aşama mevzuatın ve politikanın oluşturulması, buna göre karar verilmesidir. Birinci aşamanın ilk basamağı budur. Birinci aşamanın ikinci basamağında, yine idari birimleri görmekteyiz. Yaptırımları uygulamak için, idarenin gözetim ve denetim görevi etkili bir şekilde yapılacak ki önleme gerçekleştirilsin. Planlama en önemli araçtır. Zaten plan denildiğinde, akla vade gelir. Bizim sorun alanımızda gelecek kuşaklar da söz konusu olduğundan, uzun bir vadenin söz konusu olduğu muhakkaktır. Daha somut bir araç olarak, çevresel etki değerlendirme süreci mevcuttur. Burada yapılan faaliyet, bireysel düzeyde işlemlere dair kararlar verilmeden önce, onların çevreye yönelik olası olumsuz etkilerini belirlemektir. Bu etkiler önlenmeye çalışılacaktır. Burada bir püf noktası bulunmaktadır. Bir termik santralin yapılması hususunda on adet olumsuz nokta varsa; amacımız, bu on olumsuz noktanın da gerçekleşmesini önlemektir. Ancak bu sistem, on olumsuz noktanın onunun da ortadan kaldırılmasını talep ederse, sürdürülebilir kalkınma ilkesiyle çelişecektir. Sürdürülebilir kalkınmanın halihazır sistemde bir denge kurmayı amaçladığını belirtmiştik. Burada bir fayda-maliyet analizi yapılacaktır. Bir eksi noktanın giderilmesine o günkü teknolojik koşullar imkan vermiyor olabilir veya teknolojik imkan vardır fakat son derece pahalıdır. Bu noktalar titizlikle değerlendirilecektir. 30 Prof. Dr. Nükhet TURGUT Görüldüğü üzere, sürdürülebilir kalkınmada olduğu gibi, burada da salt ekolojik yaklaşım benimsenmemiştir. Tabii ki ilk hedef -mümkünse- tüm eksi noktaları artıya çevirmektir. Sürecin işleyişi bir değerlendirmenin yapılması, bu değerlendirme doğrultusunda raporlar hazırlanması, faaliyete izin verilmesi ve faaliyetin bu izin çerçevesinde yürütülmesi; aksi takdirde, yaptırım uygulanmasıdır. Bu sistem sadece bizde değil, tüm dünyada bu şekilde işlemektedir. Sistem 1970’te Amerikan Hukuku’nda doğmuş, daha sonra tüm dünyaya yayılmıştır. Çevre hukukunun ilkeleri ya iç hukukta doğup evrensel düzeyde kabul görmüş ya da evrensel düzeyde doğup tüm iç hukuklarda kabul görmüştür. Bu ilke çevre hukukunun yeni bir ilkesidir. Önleme için teknik verilere ihtiyaç vardır. Örneğin bu salonda kirlilik varsa, önce bu kirliliğin tespiti yapılacak; sonra bu kirlilik sağlık için ne ölçüde önemli, flora ve fauna ne şekilde etkilenecek vb. tespitler yapılacaktır. Bu tespitleri yapabilmek için, çevre hukukunun disiplinler arası özelliğinden faydalanacağız; diğer teknik bilimlere, ekolojiye başvuracağız. Bu alanlarda çalışan insanlardan belirli bir yerdeki kirliliği tespit etmelerini isteyeceğiz. Burada vurgulamamız gereken, bu bilim insanlarının objektif, sağlam, ekolojik gerçeklere uygun değerlendirmelerde bulunmaları gerektiğidir. Bu kişilerin “gerçekten uzman” olmaları gerekmektedir. Böylece hukukçular bu verileri kurallara yansıtacaklar ve bu kurallar uygulanacaktır. Sorunların iç içe geçtiği dikkate alınırsa, zaman zaman bilim insanları bize veri veremeyebilirler. Büyük bir kısmı 30 m3’ü aşan kirliliğin büyük bir tehlike oluşturacağını iddia ederken, diğer bir kesim bu miktarı aşan kirliliğin tehlike oluşturmayacağını ileri sürebilir. Bu durumda önleyici ilke devreye sokulamayacaktır. Geleneksel yaklaşım, bu durumda belirgin bir sonuç bulunmadığına göre bu faaliyete izin verilmesi gerektiğini ileri sürmektedir. Bunun hukuktaki uygulamaya yansıması, açılan davalarda bilirkişi zararın olmadığını söylediği için, zararın olmadığını kabul; faaliyetin devam ettirilmesine izin verilmesi ve zarar olmadığı için tazminata hükmedilmemesi şeklindedir. İhtiyat ilkesi bu anlayışı yıkmaktadır. Bu ilke Çevre Kanunu’nda yoktur ve bu son derece doğaldır; çünkü bu ilke yenidir. Ancak imzaladığımız sözleşmelerde ve bildirgelerde vardır. AB’nin en temel ilkeleri arasındadır. Bilimsel belirsizlik kamu yönetimleri için o konuda önlem almamanın mazereti olarak ileri sürülemez. Bu alanda elektromanyetik kirliliğe sebebiyet veren baz istasyonları, küresel ısınma ve bunun ozon tabakası üzerindeki etkileri, genetik yapısı değiştirilmiş organizmalar olmak üzere üç temel örnek bulunmaktadır. Bilimsel belirsizliği gidermeye yönelik olarak bilim insanlarının yapacakları şey, o alandaki çalışmalara (alan araştırmaları, deneyler vb.) devam Çevre Hukukunun Temel Kavram ve İlkeleri 31 etmek olacaktır. Karar verici ise bir karar vermek zorundadır. Baz istasyonunun kurulmasında, genetik yapısı değiştirilmiş ürünün piyasaya sürülmesinde idare karar verecektir. Ancak gereken önlemleri de alacaktır. Bu önlemleri alırken, daha önce sözünü ettiğimiz etik yaklaşım devreye girecektir. Önümüzde iki seçenek vardır; ya insan merkezli (antroposantrik) ya da ekolojik yaklaşımı tercih edeceğiz. Burada hemen ifade etmek gerekir ki bu ilke tahmin edilebileceği üzere, endüstri çevrelerinin ve onların baskısı altındaki yöneticilerin hoşuna gitmemektedir. Bu sebeple bu ilkenin nasıl uygulanması gerektiği konusunda bir fikir birliğine varılmış değildir. İlkenin katı bir biçimde taviz verilmeksizin uygulanması gerektiğini savunanlarla, yumuşak bir uygulamayı savunanlar karşı karşıyadırlar. İlke sözleşmelerde yer almış olmasına rağmen, tartışmalar sürmektedir. Uygulanan yöntemlere baktığımızda, klasik yöntemlerin nasıl değişikliğe uğradığını görüyoruz. İlk çözüm, radikal bir çözüm olan, yasaklamadır. Basında da yer bulmuş AB ile ABD arasında süregelen genetik ürünler konusundaki mücadelede, uyuşmazlık WTO’nun (Dünya Ticaret Örgütü) önüne gelmiş ve WTO ilk bakışta ABD’nin lehine gibi gözüken bir karar vermiştir. AB, ABD’nin ve çok uluslu şirketlerin ihraç ettiği genetik ürünlerin, Avrupa piyasasına girmesini fiilen yasaklamıştı. Beş ülke (başta Avusturya ve İtalya) kesin yasak koymuşlardı. Bu yasak Dünya Ticaret Örgütü önüne getirilmişti. Bu yasak bize AB’nin ve ilgili ülkelerin katı ve ihtiyattan yana bir tutum sergilediklerini göstermektedir. AB kamuoyu bu konuda çok duyarlıdır. Yapılan anketlerde % 60-70’lere varan hayır oylarına kulak veren AB Parlamentosu, bu yasağı getirerek olası risklere karşı insan sağlığını korumayı hedeflemişlerdir. İkinci yöntem, bildiğimiz ispat külfetidir. Davacı davasını ispat eder. Bunu çevre alanına uygularsak, genetik ürünü, tehlikeli maddeyi piyasaya sürmek isteyen, baz istasyonunu kurmak isteyen bunun sağlığa zararlı olmadığını ispat etmekle yükümlüdür. İspat etsin ki izin alabilsin. Bu kuralı da katı bir yaklaşım olarak değerlendirebiliriz. Kamu hukuku olsun özel hukuk olsun tüm hukuk dallarında yasaklama, istisna; kişinin özgür, serbest olması, asıldır. Bunun mevzuata yansıması, yasak olan belirli alanların belirlenmesi ve mevzuatta belirtilen bu sayılı faaliyetler dışındaki geniş faaliyet grubuyla iştigal etmenin serbest olmasıdır. Çevre hukukunda bu kuralı tersine çeviriyoruz. Mevzuatta sınırlı sayıda yapılması serbest olan faaliyet belirtilir, bunların dışında kalan tüm faaliyetler yasaktır. Bu alanda genelde yumuşak metotlar tercih edilmektedir. İspat külfeti tersine çevrilmiş olsa bile, bilim insanları esnek davranmakta; risk değerlendirmesi yapılarak izinler verilmektedir. 32 Prof. Dr. Nükhet TURGUT Çevreciler bu ilkenin sözcüklerine bakarak, bunun çevre hukukunun bir ilkesi olmasına karşı çıkmakta; kirletenin ödeme suretiyle, sorumluluktan kurtulmasının kabul edilemeyeceğini vurgulamaktadırlar. Bu ilke 1970’lerde OECD tarafından ortaya konulmuş bir ilkedir. İlke olduğu için burada da ilk hedef önlemedir. Kirleten veya kirletebilecek olan ödeyecektir. Çevre Kanunu’nun 3/e maddesinde bu ilkeye yer verilmiştir. Bu ilke çok geniş kapsamlı, doktrinde son derece yanlış olarak yorumlanmış bir ilkedir. Bizim uygulamamız açısından çok önemli olmasına rağmen, uygulamada adeta yok sayılmaktadır. Kanunda bu ilkenin, önleme ilkesiyle bağlantısı bulunan yükümlülük ve sorumluluk olmak üzere iki boyutu olduğunu görüyoruz. Yükümlülük boyutu Kanun’un 3/e maddesinde; sorumluluk boyutu da 28. maddesinde belirtilmiştir. Bu iki boyutu birbirinden ayırmak gerekmektedir. Ancak doktrinde, özellikle özel hukukçular tarafından, bu iki boyut birbiriyle sıklıkla karıştırılmaktadır. Bunun sebebi, özel hukukçuların sadece bu iki maddeye bakarak, Çevre Kanunu’nun bütününü dikkate almadan yorumlarda bulunmalarıdır. Bu ilke potansiyel kirleticilerin, faaliyetlerini gerçekleştirirken almaları gereken önlemler olduğunu ifade eder. “Öder” sözcüğünün önemi ise bu önlemlerin alınmasının maliyetine bu kişilerin katlanmasıdır. Kanun’un 3/e maddesinin nasıl uygulanacağını açıklamak gerekirse, örneğin kişinin arıtma tesisi yapması gerekiyorsa arıtma tesisini yapacak ve bu arıtma tesisinin maliyetine bu kişi katlanacaktır. Arıtma tesisini çalıştırırken ortaya çıkacak mali külfete de (elektrik, vb.) bu kişi katlanacaktır. Önlemler alınmış olsun ya da olmasın, kirlilik oluşmaya başlarsa, bunu durdurma yükümlülüğü de bu kişi üzerindedir. Durdurmadan doğan masraf da işletmeyi işleten kişiye aittir. Varolan kirliliği gidermek için yapılacak masraf da tahmin edeceğiniz üzere bu kişiye aittir. Kirleten bu önlemleri almamışsa, kamu otoriteleri devreye girerek önlemleri alacaklardır. Kamu otoriteleri bu durumda masraflara katlanmış olacaklar; ancak yapılan gider kirletenden Amme Alacaklarının Tahsil Usulü Hakkında Kanun’un hükümlerine göre tahsil edilecektir. Bu noktaya kadar bizim düzenlememizle diğer ülkelerin düzenlemeleri paralel gitmektedir. Daha sonra bizim Kanunumuz bir adım daha ileriye giderek, kirletenin gerekli önlemleri almasını beklemeksizin, kamu otoriteleri kendiliğinden bu önlemleri alabilirler demektedir. Bu halde de kirletene rücu edilecektir. Maddenin son fıkrası ise kafaları karıştırmaktadır: “Ancak kirletenler kirlenmenin önlenmesi ve sınırlanması için yapılan giderleri ödeme yükümlülüğünden söz konusu kirlenmeyi önlemek için gerekli her türlü tedbiri aldıklarını ispat etmek kaydıyla kurtulabilirler.” Özel hukukçularca bu fıkra kurtuluş beyyinesi olarak nitelendirilse de bundan o kadar emin olmamak Çevre Hukukunun Temel Kavram ve İlkeleri 33 gerekir zira burada tazminat değil doğrudan idare hukukunu ilgilendiren bir masraf söz konusudur. Kirletenin hukuki sorumluluğunu düzenleyen 28. madde, iki fıkradan oluşmaktadır: “Çevreyi kirletenler ve çevreye zarar verenler sebep oldukları kirlenme ve bozulmadan doğan zararlardan dolayı kusur şartı aranmaksızın sorumludurlar. Kirletenin, meydana gelen zararlardan ötürü genel hükümlere göre de tazminat sorumluluğu saklıdır.” Bu madde idare hukuku ve özel hukuk çerçevesinde değerlendirilebilir. Bu düzenlemeye paralel uluslararası düzenlemelere bakılarak bir değerlendirme yapmak gerekirse, görüldüğü üzere maddede kusursuz sorumluluk vardır. Burada genel yaklaşım kamu hukuku yaklaşımıdır, önlemeyi esas aldığımıza göre idare hukuku yaklaşımı vardır. Ancak özel hukuk yaklaşımı ve sorumluluk (cezai ve hukuki) hukuku da çevrenin korunmasında öne çıkmaktadır. İdare hukuku çerçevesindeki çözümlerde, “takibat açığı (enforcement deficit)” olduğu görülmüştür. İdare hukukunun kamu otoritelerine yüklediği çok sayıda görev, kamu otoriteleri tarafından yerine getirilmemektedir. Bunun altyapı eksikliği, gözetim ve denetim görevlerinin gerçekleştirilmemesi, iş çevrelerinin politik baskısı, vb. pek çok nedeni vardır. Sonuç olarak, önlemek için getirilen önlemler yeterince uygulanamamaktadır. İdari yaptırımlar uygulanamamakta, cezalar kesilememektedir. Bu yüzden açık kapı bırakmamak adına, hukuki sorumluluk ve cezai sorumluluk da bu çerçevede devreye sokulmuştur. Hukuki sorumlulukta asıl olan, haksız fiil sorumluluğudur. Haksız fiilin unsurlarından biri olan kusurun ispat edilmesi gerekir. Ancak çevre sorunlarının karmaşıklığı sebebiyle, kusurun ispatı son derece zor; hatta kimi zaman imkansızdır. Bu nedenle fiili ve hukuki kusur karineleri oluşturulmuş, ispat külfeti tersine çevrilmiş, en sonunda da kusursuz sorumluluk kabul edilmiştir. Anılan 28. madde dünyadaki (Yunanistan hariç) tüm paralel düzenlemelerden ileri giderek, “çevre” gibi çok geniş bir kavramı kullanmıştır. Doktrinde bu husus eleştirilmektedir. Çevre kavramı çok geniş olduğu için ispatlanmak koşuluyla her alanda uygulanabilir. Daha önce bahsettiğimiz Lugano Sözleşmesi, kapsamı sadece tehlikeli maddelerle sınırlandırmıştı. Amerika son derece ileri bir düzenleme yapmıştır, onu da değerlendirme dışında tutuyoruz. Diğer ülkeler kusursuz sorumluluğun uygulama alanını hep tehlikeli maddelerle, insan sağlığı açısından önemli konularla sınırlandırmışlardır. Bizim sistemimiz kusursuz sorumluluğu, son derece geniş ele almıştır. Bu 34 Prof. Dr. Nükhet TURGUT düzenlemeler içtihatlarda da yer bulabilseydi, içtihat açısından son derece ileri bir aşamada olacaktık. Yargıtay yeni yeni bu maddeyi kullanmaya başladı. Türkiye’de kamu yönetimi düzeyinde, bu ilkenin önemi de diğer çevre hukuku ilkelerinde olduğu gibi anlaşılamamıştır. Sadece kamu yönetimi değil, çevreci grupların çoğu da bu kavramdan habersizdirler. Bu ilkenin özü de çevre sorunsalında yatmaktadır. Hepimiz sorumluysak, olumsuzluklardan hepimiz etkileniyorsak, çevresel varlıklar (hava, su, toprak, vb.) hepimize aitse bu işin içerisinde fiilen sorumlu olarak yer almamız gerekmektedir. Sorunlar çok yönlü olduğuna göre, bu sorunların tespit edilmesinde, o soruna şu veya bu şekilde dahil olan tüm kesimleri katmazsak, sorunları sağlıklı tespit edebilmek mümkün değildir. Bu konuda “yerel birikim (local knowledge)” olarak nitelendirilen bir kavram ortaya çıkmıştır. Yerel düzeyde, yıllardır bahis konusu ormanın kenarında yaşayan, söz konusu çevrede tarımla uğraşan insanların bilgi ve deneyimlerinden faydalanmadan, o ormanın, o bölgenin sorunlarını sağlıklı tespit edemeyeceğimiz açıktır. Tespit aşamasından sonra, sorunun sağlıklı çözümü için de katılım gerekmektedir. Bunu hem yöneticiler hem de çevreciler algılamalıdırlar. Çevreciler yazılı, sözlü katılım olanaklarını kullanırken, toplantılara katılırken hazırlıklı gelmelidirler. Sorunun disiplinler arası boyutunu dikkate alarak, tüm disiplinlerden uzmanlarla dayanışma halinde çalışmalıdırlar. Örneğin çevre mühendisleri odası, kendi üyeleriyle sınırlı kalmadan, hukukçularla, ekonomistlerle ve diğer mühendislerle işbirliği içinde çalışmalıdır. Avrupa’da çevreci örgütler en iyi hukukçuları istihdam edebilmek için iş çevreleriyle yarış halindedirler. İçtihat hukuku böyle her disiplinden uzmanın katılımıyla gelişmiştir. Çevreciler böyle titiz çalışarak açtıkları davalarda hakimleri şaşırtmışlardır. Davayı açan, ispat edeceği gibi masraf da yapacaktır. İspat yükü “ilk görünüş ölçütü” getirilerek aşılmıştır. Bizim sistemimizde yürütmenin durdurulması kararını almayı gerektiren durumların, çok daha geniş ve esnek şekillerini düşünebiliriz. İlk görünüşte davanın ciddi olduğu ortadaysa ispat yükü karşı tarafa geçecektir. Anglosakson Hukuku’nda dava masrafları, davayı kazanamamış olsalar dahi çevrecilerin üzerine bırakılmamıştır. Bunun çeşitli şartları vardır. Bunların biri açılan davada çok önemli bir yorum yapılmış, hukuka katkı sağlanmış olmasıdır. Bu durumda masraflar kısmen veya tamamen karşı tarafa yükletilir. Bizdeki ÇED Yönetmeliği’nin çok önemli olduğunu belirtmiştik. ÇED sürecinin kalbi halkın katılımıdır, fakat maalesef uygulamada bu katılım gerçekleşmiyor. İzin almak üzere gelen kişilerin %98’i izin alabiliyor böyle olunca. Çevre Hukukunun Temel Kavram ve İlkeleri 35 Katılım yolları, “idareye başvuru”, “ombudsmana başvuru”, “bilgi ve belge edinme hakkı”ndan faydalanmadır. Çevre Kanunu’nun 1. maddesindeki “bütün vatandaşların ortak varlığı” ifadesi çok önemlidir. Bu ifade taslakta “herkesin” şeklinde değiştirilmiştir. Bu değişiklik isabetli değildir. Şimdiki ifade, açtığımız davalardaki menfaat bağını kuruyor. Sırf bu kavram sebebiyle, açılan davaların reddedilmemesi gerekir. Bu kavram özel hukukta özel kişilere karşı dava açma hakkını da verir. Bu yol çevrecilerce pek kullanılmamaktadır. Bu yolla tazminat talep edebilmek güç olsa da ihtiyati tedbir çıkartmak mümkündür. 30. maddede çevreye zarar veren bir davranıştan haberi olan veya zarar gören kişilere idareye başvuru hakkı tanınmıştır. Bu kişiler ihlalin durdurulmasını talep edebilirler. Burada zarar gören için bir değişiklik yoktur, yukarıda sayılan şartlar söz konusu olacaktır. “Haberdar olan” ifadesi menfaat aranmadığının bir başka göstergesidir. İdare çevreye verilen zararı durdurmadığı takdirde, idareye idari yargıda dava açılabilecektir. ABD’de “yurttaş davaları” başlığı altında gelişen yeni bir sistem bulunmaktadır. Avrupa da bu sistemi örnek alarak uygulamaya başlamıştır. Özel kişilere, özel işletmelere karşı dava açma hakkı tanınmıştır. Bu davalara “özel takibat davaları” denilmektedir. Çevreciler açtıkları bu davalarda, ihlalin durdurulmasını ve doğan zararın tazmin edilmesini talep ediyorlar. Burada ödenen tazminatın çevrecilerin cebine gidebileceği kuşkusu uyanabilir. Sistemin özüne bakarsak bunu önleyen metotlar tespit edilmiş; ya ödenen para hazineye gidiyor (bu metodun bizim sistemimizde uygulanması pek isabetli olmaz), ya da çevreci amaçlar için harcanmak üzere çeşitli çevre kuruluşlarına dağıtılıyor. İhtiyat ilkesiyle ilgili olarak Yargıtay, kendi binasındaki baz istasyonlarının kaldırılmasına ilişkin kararda -maalesef- ihtiyat ilkesi kavramını kullanmamıştır. Anayasa’nın 56. maddesi de kullanılmamıştır. Yargıtay idari yargıya göre biraz muhafazakar kalmaktadır. 56. maddeye değinilebilirdi. Önemli bir nokta, ispat külfetinin tersine çevrilmiş olmasıdır; yani baz istasyonunu kuranlar, riskin olmadığını ispat edeceklerdir. Sorular ve Değerlendirmeler 37 SORULAR VE DEĞERLENDİRMELER Sadık Akgül (Hakim): Çevre hakkı anlatılırken uygulayıcılara fazla değinilmedi. Kanımca bu husus çok önemlidir. Uygulayıcılar kimlerdir? Neler yapmakla yükümlüdürler? Bu birimlerde çalışacak insanlar nasıl eğitileceklerdir? Kirliliğin ne olduğuna ilişkin birlik, uygulamada nasıl sağlanacaktır? Caydırıcılık nasıl sağlanacaktır? İkinci olarak kanunlarımız yeterli midir? Sınırlar nasıl çizilmelidir? Örneğin Çorum ili hava kirliliği açısından Türkiye’nin en sorunlu illerinin başında geliyor. Ancak bu konuda Çevre ve Orman Müdürlüğü gerekli veri ve ekipmanla desteklenmiş değildir. Çevre Kurulu’nun belirtmiş olduğu sınırları ölçecek laboratuarlar mevcut değil, bu nedenle hava kirliliği gözle tespit ediliyor. Bacadan zift (koyu duman) çıktığı görülünce para cezası kesiliyor. Asıl sorunlar bu noktalardadır kanımca... Abdurrahman Beşer (Trabzon Bölge İdare Mahkemesi Hakimi): Bireysel ihtiyaçlarla, toplumsal ihtiyaçlar çevreye müdahaleyi gerektiriyor. Benim merak ettiğim toplumsal ihtiyaçlarla çevre arasındaki ilişkidir. Örneğin biraz önce İngiltere’deki havaalanıyla ilgili örnek verdiniz, toplumsal ihtiyaçlarla çevre arasındaki sınır nasıl çizilecek? Ahmet Berberoğlu (Danıştay Tetkik Hakimi): Anayasa’nın 65. maddesinde: “Devlet sosyal ve ekonomik alanlarda Anayasa ile belirlenen görevlerini ekonomik istikrarın korunmasını gözeterek mali kaynakların yeterliliği ölçüsünde yerine getirir.” denilmekteydi. Bu ifade 2001 yılında yapılan değişiklikle biraz yumuşatılmıştır. “Devlet sosyal ve ekonomik alanlarda Anayasa ile belirlenen görevlerini bu görevlerin amaçlarına uygun önceliklerini gözeterek mali kaynakları ölçüsünde yerine getirir.” Bu hem ülkemiz için hem de gelişmekte olan diğer ülkeler için önemli bir çıkmaz; ekonomik kaynaklarla çevrenin korunması arasındaki dengedir. Bu maddeyi nasıl değerlendirmeliyiz? İkinci sorum, AB ülkelerinde çevre hukukuyla ilgili benzer sınırlamalar, anayasalarda yer almış mıdır? Sevgi Atalay (Ankara 7. İdare Mahkemesi Başkanı): Sizin de belirttiğiniz gibi çevre hukukunun, pozitif hukukla birlikte algılanması son derece zor. Çevre hukukuna ilişkin uyuşmazlık yargıcın önüne çok fazla gelen bir konu değil. Bu, sanıyorum eğitimle ilgili. Genelde karşılaştıklarımız kaçak kömür kullanılmasına verilen para cezası, av yasağı olan bir dönemde balık avlamak, baz istasyonları, vb. konulardır. Ancak pozitif hukukta doğru olan nedir? Yaptırım uygulamak ve sıkı bir denetim mi; yoksa henüz anaokulun- 38 Sorular ve Değerlendirmeler da başlayan çok ciddi bir eğitim mi? Türkiye’de Çevre Kanunu, Çevre Bakanlığı, valilikler bünyesinde taşra örgütü, yani İl Çevre Müdürlükleri var. Belediyelere de Belediye Kanunu ile halkın sağlık ve selametini sağlama ödevi yüklenmiştir. Avrupa’da pozitif hukukta, denetim ve yaptırım, kanunlar ve yönetmeliklerle çok katı ve kesin kurallara mı bağlanmıştır? Kanımca ülkemizde denetim ve yaptırım yönünden çok ciddi eksiklikler vardır. Tabii çevre hukuku esasen bir ruh, bir felsefe… Eğitim yönü daha önemli, fakat bu bilinci almamışsak? Tabii ki ozon tabakasının delinmesinden veya Akdeniz’in kirlenmesinden sadece Türkiye sorumlu değildir; tüm ülkeler sorumludur. Uluslararası alanda çok ciddi yaptırımların düzenlenmesi gerektiğini düşünüyor musunuz? Türk Hukuku, Avrupa Hukuku ve dünya hukukundaki eksiklikler nelerdir? İstanbul 5. İdare Mahkemesi Başkanı: Ben Sevgi Hanım’ın konuşmasıyla ilgili bir değerlendirmede bulunmak istiyorum. Özellikle İdare Mahkemesi yargıçları olarak çevre hukukunu davalarımızda sıklıkla değerlendirmek durumunda kalıyoruz. Özellikle İstanbul’da doğal, tarihi, kentsel alan ve SİT alanı kavramlarıyla, şehir planlaması açısından çevre her zaman gündeme geliyor. Su kaynaklarının korunması, boğaz kenarında üniversitelerin kurulması aklıma gelen diğer örnekler. Sorun sadece kirlilik değildir; ekonomik dayatmayla gelen, göç alan şehirlerde meydana gelen çevreyle ilgili sorunlar her zaman karşımıza geliyor. Bir Katılımcı: Kirleten öder ilkesini çok geniş olarak yorumladınız. Başlamadan önce tedbirlerin alınması ve kirlenme gerçekleştiğinde ödenmesi şeklindeydi. Teorik olarak tutarlı olabilir; ancak uygulamada hakim ve savcıların 3/e’ye göre takip edecekleri yol bellidir ve bunun yaptırımının da olması gerekir. Daha önce Kanun’un 4. Bölümü’nde “çevre kirliliğini önleme fonu” vardı. Bu fonda riskli faaliyetleri yapanlardan alınan bedeller biriktiriliyordu. 2001 yılında yapılan değişiklikle 4. Bölüm (17, 18 ve 19. maddeler) tamamen ortadan kalktı. Böylece idare artık önlemeye yönelik bir yaptırım uygulayamayacak. Kanun’un 5. Bölümü’nde cezai hükümler var. Kanun’un 8-14. maddelerinin ihlal edilmesi sebebiyle cezalar öngörülmüş. Böyle olunca yargıçlar kirlilik ortaya çıkmadan kirleten öder ilkesini işletemiyorlar. İlk aşama yaptırımsız kalıyor. Bu eksikliğin belki de yeni taslakta düzeltilmesi gerekir. Mustafa Öztürk (Bursa Asliye Ceza Mahkemesi Hakimi): Bir merada 200 koyunluk bir kapasite olduğunu düşünelim. Bu kapasiteye 400 koyun girse ve bu koyunlar köyün ağasının olsa (köy bekçisinin engelleme şansı olmadığı varsayımı altında); sonradan 10 tane koyunuyla sıradan bir vatandaş meraya girse, bekçi onu engelleyecek midir? Küresel düzeyde ABD, Çin Sorular ve Değerlendirmeler 39 ve Hindistan çevre antlaşmalarına imza koymamakta; özellikle ABD klorofloro karbon gazlarının salınımını önlemeyi amaçlayan antlaşmaya tüm dünyanın baskısına rağmen karşı koymakta, imzalamamaktadır. Bunlar karşısında, bizim çevre mevzuatını çok sıkı bir biçimde uygulamamız, ülkemizin menfaatleriyle ne denli örtüşür? Biz her şeye rağmen bu mevzuatı çok sıkı bir biçimde uygularsak, diğer ülkelerin tutumları yüzünden uygulamamız dünyayı korumaya yetecek midir? Fikret Kasapoğlu (İzmir Bölge İdare Mahkemesi Üyesi): Çevreyi korumak için devletin ve kişilerin görevlerini saydınız. Devlet öncelikle mevzuat yapacak, buna kendisi de uyacak, aktif ve pasif görevleri var. Kişiler de katılım ilkesini kullanacak, yargıya başvuracak. Kişilerin yargıya başvurmasıyla ilgili birkaç noktaya değinmek istiyorum. Kirleten öder ilkesinden hareket edersek, kişiler yargıya başvurur, yargı bir karara ulaşır, bu karar kesinleşir, ama idare buna uymaz. İdare buna uymayınca iç hukuk yolları tüketilir ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne gidilir. Mahkeme bir tazminata hükmeder (muhtemelen çok büyük rakamlı). Sorum, kirleten öder dediğimize göre devlet bu tazminatı ödediğinde, bu tazminat hazineden ödenecek, hazinedeki paranın kaynağı bizim ödediğimiz vergiler, biz kirletenden şikayet ederken öder duruma düşüyoruz. Yargı kararlarını uygulamayan yöneticilere yaptırım uygulamanın yolu nedir? Tazminat akla gelse de rakamların çok büyük olduğu düşünülürse, bir kamu görevlisine bunu yüklemek herhalde mümkün olmayacaktır. Metin Arıtı (Muğla İdare Mahkemesi Başkanı): Sorum yaptırım açığıyla ilgili olacak. Çevrenin kirlenmesinin bireylerden mi devletlerden mi kaynaklandığını tam olarak bilmiyorum, ancak zannımca nükleer araştırmalar, sera etkisi, ozon tabakasının delinmesi, vb. evrensel çaptaki büyük devletlerin verdiği zararlar için uluslararası platformda nasıl yaptırımlar uygulanabilir? Bireylerden kaynaklanan çevre kirletmeleri mikro boyutlarda, yerel çalışmalarla bunlar giderilebilir. Prof. Dr. Nükhet Turgut (Atılım Üniversitesi Hukuk Fakültesi): “Toplumsal ihtiyaçlarla, çevrenin korunması arasında, kurulması gerekli dengede genel menfaat nasıl yorumlanacaktır?” Bunu sizler yorumlayacaksınız. Ancak kendi oluşturduğum ölçütlere göre, genel menfaatin nasıl belirleneceğini açıklamak istiyorum. Bildiğiniz üzere, hukukun en temel konusu menfaatlerin çatışmasıdır. Çevre alanında bireysel menfaatle, genel menfaat çatışmaktadır. Ancak asıl olan, “yarışan kamu yararları”dır. Asıl sorun, kamu yararları arasında, nasıl bir dengelemenin yapılacağıdır. Genel menfaat, daha önce ifade ettiğim gibi, gelecek kuşakları kapsar; yani zaman içinde geniştir. 40 Sorular ve Değerlendirmeler Ülkemiz açısından düşünürsek, genel menfaatte, 70 milyon insanın menfaati söz konusudur. Önünüzdeki bir davada zamana ve coğrafi kıstaslara uyarak bir değerlendirme rahatlıkla yapılabilir. Kullanılabilecek bir başka ölçü de genelliğin, herkese özgülenmenin bir sonucu olarak, o olayda bireysel menfaatlerin belirgin olarak ön plana çıkmamasıdır. Bir fabrikanın çalışmasında veya bir altın madeninin aranmasında, kamu yararı vardır; ancak eğer belirli bir grubun, sınıfın, kişinin menfaati ön plana çıkıyorsa, oradaki kamu yararı sorgulanmalıdır. Bu ölçütün hukuki dayanakları mevzuatımızda da vardır. Anayasa’nın 65. maddesine gelirsek, kanımca bu madde yanlış yorumlanmaktadır. Bu madde, sanki devlete bir mazeret verilmiş; devlet sıkıştığı anda bu maddeye başvurabilecekmiş gibi yorumlanıyor. Bu madde, değişiklikten önce de bunu ifade etmiyordu; değişiklikten sonra da bunu ifade etmiyor. Devletin gerçekleştirmekle yükümlü olduğu belirli anayasal ödevleri, bunları gerçekleştirirken de faydalanacağı çeşitli mali kaynakları vardır. Bu ödevleri yerine getirirken, elindeki mali olanakları göz önünde bulundurarak ve kamu yararını unutmadan rasyonel bir plan yapmak zorundadır. Bu madde devletin kaynaklarını, sağlıklı ve uzun vadeli düşünerek kullanmasını gerektirmektedir. Bu son değişiklikle, maddenin bu yönde yorumlanması sağlanmaya çalışıldı. Devlet, genel menfaatin ağır bastığı bir alanda kaynakları kısıp; bireysel menfaatin ağır bastığı bir alana kaynak aktarmışsa, bu sorgulanmalıdır. Bu durum, takdir yetkisinin hukuk devletine uygun bir şekilde kullanılmaması olur. Anayasa’nın 65. maddesi sosyoekonomik haklara değiniyor. Çevre hakkı düzenlenirken yaşam hakkına atıfta bulunulduğunu daha önce belirtmiştim. Yaşam hakkı konusunda devletin hiç bir özrü olamaz. Bu sebeple 65. madde konumuzla ilgili değildir. Çevre sorunsalında kötü sonuçları giderme son derece sınırlı olduğundan, önlemeye yönelik çalışmaların daha önemli olduğunu daha önce belirtmiştim. Önlemede eğitim ve uzmanlık çok önemlidir. Türkiye’de eğitimin uzman kişilerce verilmemesi çok büyük bir sorundur. Politik etkiler işin içerisine dahil edilmemelidir. Şimdi de Ahmet Bey’in sorusunu cevaplamak istiyorum. Fonla ilgili hükmün kalktığına dair bir değerlendirmede bulundunuz; ancak devletin Kanun’un 3/e maddesindeki görevini yapması için böyle bir fona ihtiyaç yoktur. Anayasa’nın 56. maddesi’ndeki genel hüküm, ayrıca 65. madde vardır. “Tek kaynağımız fondu, bu fon kalktığına göre kaynak aktarılamaz.” gibi bir bahane ileri sürülemez. Devlet kaynak ayırmak zorundadır. Bununla ilgili yeni bir yönetmelik çıktı bir ay önce, bu fonla ilgili maddeleri düzenliyor; fonun nereden geleceği, hangi amaçlarla ilgili olacağı düzenlenmiştir. Bu açıdan fonu kullanmakta bir sıkıntı olmayacaktır. Sorular ve Değerlendirmeler 41 Fikret Bey’in sorusuna cevaben, devlet ödese bile Amme Alacaklarının Tahsili Usulü Hakkında Kanun çerçevesinde bunu kirletenden tahsil edecektir. Burada çok önemli bir hüküm var ama uygulamada hiç rastlamıyoruz. Bu maddenin uygulanması büyük gelişmelere sebep olacaktır. Hep bir eksikliğimiz var. Şöyle bir gelişme var: Hukuki sorumluluğa gittik, kusursuz sorumluluğu kabul ettik. Yeni uygulamalar zararı ve illiyet bağını ispat ederken; karineler oluşturarak, bunları hep geniş yorumlamak tercihindedir. Alman hukukunda kirlilik varsa, illiyet bağının da varolduğu kabul edilmiştir. Kirlilik veya zarar varsa, illiyet bağı da vardır deniyor. Bu denli geniş yorumlanıyor. Ödeme açısından da değişik yöntemler vardır; ortak tazmin fonları oluşturuluyor. Bu fonlar, kirletebilecek nitelikte faaliyet yapan kişilerden, önceden alınan paralardan oluşuyor. Örneğin petrol kirliliğinin önlenmesine dair bir sözleşme var; Türkiye de bu sözleşmeye taraftır. Bu çerçevede petrol taşıyan tankerlerden kaynaklanan zararlar bu fondan karşılanacaktır. İdari yargıda da hukuk yargılamasında da zarar kavramının netleştirilmesi lazımdır. Bu kavram içtihat oluşturulmasına elverişli bir alandır. Çevresel zararın ne olduğu konusunda içtihat oluşturulmalıdır. Bu esnekliğe rağmen hukuki sorumluluk yoluyla bu zarar karşılanamazsa, ne olacaktır? Kişi de zarar görmüş olabilir, ama asıl olan çevresel zarardır. Kişi Çernobil’den yıllar sonra zarar gördü ve klasik yollarla bir sonuca ulaşamadı. Hem hukuk yargılamasında hem de idari yargıda unsurlara takılıyor. Bu tür durumlar için ortak tazmin fonları oluşturulmuş. Sonuç olarak zarar görenlerin zararı bu fondan karşılanıyor. Zorunlu sigorta sistemi de mevcuttur. Ancak risk çok fazla olduğu için kolay değildir; sigortacılar yanaşmamaktadır. Mera örneğiyle ilgili soruya cevaben, tabii buradaki esas nokta, ortak varlıkların herkese ait olduğudur. Yine geliştirilen yöntemler var bunu kırmak için. Örneğe geri dönersek mera köylülere veriliyor. Bunun Avrupa ve Amerika’da örnekleri mevcuttur. Daha çok göllerde rastlanıyor bu uygulamaya. Bu şekilde kişi, mülkiyet hakkı ne tür koruma yöntemleri sağlarsa, o yöntemlere başvurabiliyor. Müdahale söz konusu ise bunun önlenmesi için yargıya başvurabiliyor. Gelişmiş ülkelerle az gelişmiş ülkelerin yükümlülükleri her uluslararası sözleşmede masaya yatırılıyor. Az gelişmiş ülkeler, hiç de güçsüz değiller bu görüşmelerde. Üretim tüketim kalıplarının kırılması, lüks tüketimin kırılması az gelişmiş ülkeler sayesinde getirilmiştir. Kıran kırana mücadele gerçekleşmektedir. ABD, Kyoto Protokolü’nü imzalamamıştır, imzalamamakta da ısrar etmektedir; ancak çevreci örgütler buna karşı mücadele vermektedirler. Eyaletler düzeyinde (California başı çekmektedir) bütün önemli tedbirler alınmış durumdadır. Ozon tabakasına tehlikeli gaz salınımında bulunan sanayi tesislerine yükümlülükler getirilmiştir. Fiilen uygulanmaktadır. 42 Sorular ve Değerlendirmeler Uluslararası düzeyde kamuoyunun da gelişmesi lazımdır. ABD, Kanada, Arjantin ve çok uluslu şirketler, Dünya Ticaret Örgütü’nün genetik yapısı değiştirilmiş ürünler konusundaki kararını, gelişmekte olan ve az gelişmiş ülkelere karşı kullanacaklardır. Kararı abartarak şimdiden söylemde bulunmaktadırlar. “Hiçbir şekilde yasak konulamaz, ürünleri istediğimiz ülkeye ihraç ederiz.” şeklinde ifadelerde bulunmaktadırlar. Az gelişmiş ülkelerde çok ciddi bir çevreci muhalefet gelişmektedir, bu grupları Avrupalı çevreciler de desteklemektedirler. Bizim çevrecilerimiz de katıldığında, çok ciddi bir güç oluşacaktır. Yorum konusundaki değerlendirmeye cevaben, tabii yorum yaparken kanunu esas alarak, hukukun sınırları içinde kalarak yorum yapıyoruz. Keyfiyet söz konusu değildir. Burada söz konusu olan, lafzı (pozitivist) yorumu bir tarafa bırakarak; evrensellik ve zamana uyum çerçevesinde amaçsal yorumu uygulamaktır. Zira çevre hukuku ilkeleri buna müsaittir. ABD Anayasası da 300 yıl geçmiş olmasına rağmen, yorum metoduyla etkili bir şekilde uygulanmaktadır. İdare hukukunda buna yönelik malzemelerimiz çoktur. Hizmet kusuru ve objektif sorumluluk çerçevesinde, tehlike ve risk kavramlarının yorumlanması mümkündür. Uluslararası düzeyde çevre mahkemesinin kurulmasından söz ediliyor. Kamu hukukunda idare malları, eşya hukukunda çeşitli tasnifler var. Acaba bu çevresel varlıklar için bir koruma rejimi oluşturulabilir mi? Geleneksel idare hukukunda zaten bunlara dair bir belirleme yoktur, özel hukuk yapısı sebebiyle çok sınırlı kalmaktadır. Bu yüzden yeni yöntemler geliştirilmiştir. Bunlar hepimize aitse, benim kişisel varlığımdan bir farkı yoktur, bunu da korumam gerekiyor. Atatürk’e hakaretten dolayı bir vatandaşın Yargıtay’da açtığı dava kabul edilmiş; ortak varlık görülmesi sebebiyle manevi tazminata hükmedilmişti. Bu alanda ise, ortak varlık olduğuna dair, doğrudan doğruya bir kanun maddesi var. Public trust diye bir şeyin oluşturulması gündemde, buna vakıf demek doğru değildir. Kamusal emanet olarak nitelendirmek, çevre hukukunun özellikleri açısından daha doğru olacaktır. Kamusal emanet doktrini geliştirilsin. Anayasamızda devletin hüküm ve tasarrufu altında olduğu belirtilmiştir. Kıyı Kanunu değiştirilmeye çalışılıyor. Kıyıların herkesin kullanımına açık olduğu vurgulanıyor. Kamusal emanet kavramına, idari yargı yorum getirmelidir. Genel menfaat esas alınsın. Kamusal emanette kamu yöneticileri o mal üzerinde istediğini yapamaz. O mal hepimizin olduğuna göre, emanet genel menfaat çerçevesinde gelecek kuşaklar için korunmalıdır. Çevre Hukukunun İdari Yargı Düzeyinde Uygulanması II. OTURUM 43 44 Ahmet BERBEROĞLU Çevre Hukukunun İdari Yargı Düzeyinde Uygulanması 45 ÇEVRE HUKUKUNUN İDARİ YARGI DÜZEYİNDE UYGULANMASI Ahmet BERBEROĞLU* Görev yapmakta olduğum Danıştay 6. Dairesi, çevre hukukuna ilişkin uyuşmazlıkların çözümlendiği dairedir. Burada, çevre hukukunun kavram ve ilkelerine yargı kararlarıyla getirilen yorumları açıklamaya çalışacağım. Bu konudaki temel maddemiz Anayasa’nın 56. maddesidir. Bu madde de çevre, yaşama hakkı kapsamında ele alınıyor; çevre sağlığının ve çevrenin korunmasının vatandaşların ve devletin ödevi olduğu belirtiliyor. Bu maddeye, çevreyle ilgili kararlarımızın pek çoğunda atıfta bulunuyoruz. Daha sonra Çevre Kanunu geliyor. Burada hemen belirtmek gerekir ki çevre mevzuatı çok geniş bir mevzuattır. Pek çok kanun ve yönetmelikte çevreyle ilgili hükümler bulunmaktadır. Çevre Kanunu’nda kirlilik en genel anlamıyla su, toprak ve hava kirlenmesi olarak belirtilmektedir. Önümüze gelen uyuşmazlıklar da daha çok su, toprak ve hava kirliliğiyle ilgili uyuşmazlıklar olmaktadır. Son zamanlarda, belki de bu konudaki bilincin artmasıyla, gürültü kirliliğinden kaynaklı uyuşmazlıklar da önümüze gelmektedir. Görüntü kirliliği de yine önümüze gelmeye başlayan uyuşmazlık konuları arasındadır. Uyuşmazlıkların çözümünde Anayasa’dan sonra temel dayanak maddemiz, Çevre Kanunu’nun amaç maddesi olan 1. maddesidir. Para cezalarına ilişkin davalarda en çok kullandığımız madde, Çevre Kanunu’nun 8. maddesidir. 10. madde çevresel etki değerlendirmesini düzenleyen maddedir. Bu maddeye pek çok kararımızda atıfta bulunuyoruz. Özellikle kirliliğin önlenmesiyle ilgili uyuşmazlıklarda bu maddeye sıklıkla dayanıyoruz. Bu genel açıklamadan sonra şimdi size çevre hukukuyla ilgili yargı kararlarından örnekler vermek istiyorum. Çevre Kanunu’nun 10. maddesine dayanılarak çıkarılmış Çevresel Etki Değerlendirmesi (ÇED) Yönetmeliği, çevre hukukunda önemli bir yere sahiptir. ÇED’in öncelikle kirliliğin önlenmesi açısından büyük önemi vardır. İkinci olarak uygulamada ne kadar gerçekleştirilebiliyor tartışılır ama; ÇED sürecine halkın katılımı öngörülmüştür. Bu durum çevre bilinç ve hareketinin altyapısı olması açısından çok * Danıştay Tetkik Hakimi 46 Ahmet BERBEROĞLU önemli bir düzenlemedir. Bunu somut olarak uyuşmazlıklarda da görebilmek mümkündür, zira ÇED olumlu kararlarına, ÇED olumsuz kararlarına ya da ÇED’le ilgili diğer uyuşmazlıklara dava açanlar genelde belde sakinleri, muhtarlar, sivil toplum örgütleri, çevre örgütleri olmaktadır. Bu konuda sunacağım ilk karar 1. Daire’nin verdiği bir karardır. Bu kararda Taş Ocakları Nizamnamesi uyarınca bir faaliyete başlanılmıştır. İlgili idare de bu Nizamname uyarınca faaliyetin gerçekleştirilmesine izin vermiştir. Daire verdiği kararda, ilgili idare tarafından kum ocağı işletilmesine izin verilmiş olsa dahi, kum ocağı işletilmesinin ÇED Yönetmeliği kapsamında bir faaliyet olduğuna, dolayısıyla ÇED olumlu kararı alınmadan bu faaliyete başlanılamayacağına, idarenin verdiği iznin hükümsüz olduğuna hükmetmiştir. ÇED Yönetmeliği’nin Ek Listeleri vardır. Ek 1 Listesi’nde yer alan faaliyetler kirlilik oluşturması açısından son derece riskli olan faaliyetlerdir. Bu faaliyetleri yürütmek isteyenlerin ÇED sürecini işleterek, ÇED olumlu kararını almaları şarttır. Ek 2 Listesi’ndeki faaliyetler ise ÇED ön araştırmasına tabi, belirli durumlarda da mutlaka ÇED olumlu kararının alınmasını gerektiren faaliyetlerdir. Yapılan bir düzenlemeyle madencilik faaliyeti Ek 2 Listesi’ne dahil edilmiştir. Bunun iptali istemiyle ilk derece mahkemesi olarak Danıştay’da dava açılmıştır. Bu davada Anayasa’nın 56. maddesi ve Çevre Kanunu 1. maddesine dayanılarak şu yorum yapılmıştır: “Maden rezervinin ortaya çıkarılması amacıyla yapılacak olan arama faaliyetleri sırasında maden arama alanı olarak arazilerin tahrip olduğu, rezervin ekonomik olmadığı durumlarda yeterli rehabilite yapılmadan arazilerin terk edildiği bir gerçektir. Bu durumda çevreye yapılabilecek tüm etkiler göz önünde bulundurularak çevre kirlenmesine sebep olabilecek atık ve artıkların zararsız hale getirilmesi ve bu hususta önlemler alınması amacıyla doğada tahribat yapabileceği açık olan maden arama faaliyetinin ÇED yapılacak ön araştırma listesine dahil edilmesinde hukuka ve mevzuata aykırılık bulunmamaktadır.” Bir başka karar da ÇED Yönetmeliği’nde öngörülen yükümlülükler yerine getirilmeden faaliyete başlanılması halinde, üretim aşamasında bulunulduğunun belgelenmesi kaydıyla faaliyet sahibine yeteri kadar süre verilmesi yolunda yapılan yönetmelik değişikliğinde kamu yararına ve hukuka uygunluğun bulunmadığı yolundadır. ÇED kararını gerektiren faaliyetler genelde büyük çaplı faaliyetlerdir ve büyük sermaye gerektirmektedirler. ÇED sürecinde yaşanan en büyük sıkıntı, maalesef ÇED süreci aşılarak üretime geçme konusunda gösterilen gayrettir. Örnek olayda, bir yönetmelik değişikliği yapılmak istenmiş, ÇED kapsamına girmesine rağmen ÇED süreci işletilmeden faaliyete geçmiş projeler için ek süre verilmesi öngörülmüş, fiili durumun hukuka uygun hale getiril- Çevre Hukukunun İdari Yargı Düzeyinde Uygulanması 47 mesi amaçlanmıştır. Anılan kararda ise bu düzenlemenin kamu yararına ve hukuka aykırı olduğuna hükmedilmiştir. Anayasa’nın 56. maddesi ve Çevre Kanunu’nun 1. maddesi dışında, kararlarda en çok değinilen konuların başında, kamu yararı ve kamu yararlarının çatışması durumunda, üstün kamu yararının belirlenmesi olmaktadır. Bu konuya örnek olması bakımından aşağıdaki karar önemlidir. Enerji sıkıntısının Türkiye’nin gündeminde olduğu bir dönemde bazı mevzuat değişiklikleri yapılmıştır. Bunlardan biri de ÇED Yönetmeliği’nde yapılan değişikliktir (Aynı değişiklik Hava Kirliliğinin Kontrolü ve Su Kirliliği Kontrol Yönetmeliği’nde de yapılmıştır.). Yapılan değişiklik şu şekildedir: “Mobil ve yüzer elektrik santralleri ve bu santrallerin enterkonnekte şebekeye bağlantısını sağlayacak enerji iletim hatları, santrallerde kullanılacak petrol, petro kimyasal ve kimyasal ürün depoları ile limanlar, iskeleler ve rıhtımlara ilişkin faaliyetlere, bu yönetmelik hükümleri 31.12.2002 tarihine kadar uygulanmaz..” Bu düzenlemenin iptali istemiyle açılan dava sonucunda, anılan düzenleme Anayasa’nın 56. maddesi, Çevre Kanunu’nun 1. maddesi ve çevre konusundaki diğer düzenlemelere atıfta bulunularak, takip eden gerekçeyle iptal edilmiştir: “ÇED Yönetmeliği kapsamına giren elektrik santralleri ve bu santrallerin enterkonnekte şebekeye bağlantısını sağlayacak enerji iletim hatları, santrallerde kullanılacak petrol, petro kimyasal ve kimyasal ürün depoları ile limanlar, iskeleler ve rıhtımlara ilişkin faaliyetlere, anılan yönetmelik hükümlerinin 31.12.2002 tarihine kadar uygulanamayacağı yolunda düzenleme getirilmiştir. Bu haliyle Yönetmelik kapsamına alınmış olan faaliyetlerin çevreye olabilecek olumlu ya da olumsuz etkilerinin belirlenmesinin, olumsuz yöndeki etkilerinin önlenmesi ya da çevreye zarar vermeyecek ölçüde en aza indirilmesi için alınacak önlemlerin seçilen yer ve teknoloji alternatiflerinin tespit edilerek ÇED süreci iki yıldan fazla bir zaman dilimi için bertaraf edilmiştir. Olay tarihinde yürürlükte olan ÇED Yönetmeliği kapsamında yer alan faaliyetler sebebiyle çevreye yapılabilecek tüm etkilerin göz önünde bulundurularak çevre kirliliğinin önlenmesi amacıyla ilgili kurum, kuruluş ve işletmeler için ÇED raporu hazırlama zorunluluğu Çevre Kanunu’nun 10. maddesiyle getirilmiş bir düzenleme olduğundan Yönetmeliğe eklenen dava konusu geçici maddeyle söz konusu yönetmelik hükümlerinin belirli bir süre için bertaraf edilmesi düzenlenmiştir. Belirtilen nedenlerle amacı, çevrenin korunması ve insanların sağlıklı bir çevrede yaşamalarına olanak sağlamak olan Çevre Kanunu ve ÇED Yönetmeliği hükümlerine aykırı olarak getirilen düzenlemede kamu yararına ve hukuka uygunluk görülmemiştir.” Bu kararda da yasal düzenlemeler belirtildikten sonra kamu yararına atıfta bulunulmuştur. Bir başka karar, ÇED uygulanacak faaliyetler listesinde yer alan faaliyet için alınan 10 yıllık ruhsat ve işletme izni süresinin bitiminden itibaren adı 48 Ahmet BERBEROĞLU geçen şirketin bu süreyi uzatma talebinin; ilgili Bakanlıkça gerekli değerlendirme yapılarak, ÇED Yönetmeliği kapsamında bir faaliyet olup olmadığı, uzatılması için gerekli yasal şartları taşıyıp taşımadığı tespit edilerek ruhsat temdit talebinin değerlendirilmesi gerektiği hakkındadır. Bu karar şu açılardan önemlidir, belirli irtifak hakları ya da başkaca hakların tanındığı uzun süreli ve geniş kapsamlı faaliyetler vardır. Bu faaliyetler gerçekleştirilirken, izin süresinin bitmesi halinde, işletmelerin kazanılmış hakları var mıdır; yoksa kendilerini ÇED Yönetmeliği ile uyumlu hale getirmekle yükümlü müdürler? Bu ihtilafta Daire, artık yeni durumda süre uzatılırken mutlaka ÇED Yönetmeliği’nde gösterilen kriterlerin sağlanması gerektiğine hükmetmiştir. Çevre konusunda dava açma ehliyetinin tartışıldığı şu karar çok önemlidir: Bir baronun açtığı davada, şirket yürüttüğü faaliyete devam ederken, izin süresinin uzatılmasını talep etmiştir. Görünüşte bu işlem son derece sübjektif bir işlemdir. Baro’nun davada taraf olma ve dava açma ehliyetine sahip olmadığı iddiası Mahkemece, 2872 sayılı Çevre Kanunu’nun 30. maddesinde yer alan, çevreyi kirleten ve bozan bir faaliyetten zarar gören veya haberdar olan gerçek ve tüzel kişilerin idari makamlara başvurarak bu faaliyetin durdurulmasını isteyebilecekleri yolundaki hüküm karşısında; yapılan faaliyetin, orman alanlarını ve bir nehri olumsuz etkilediği iddia edilerek yapılan başvuru üzerine açılan davada, 2577 ve 2872 sayılı yasaların birlikte değerlendirilmesi sonucunda, Baro’nun menfaat ilgisinin varlığı kabul edilerek bu konudaki iddialar yerinde bulunmamıştır. 2872 sayılı Kanun’un 30. maddesinin burada temel alınması çok önemlidir. 30. madde menfaat konusunda temel kriter olarak alınırsa, çevreyle ilgili düzenlemelerde hemen herkesin dava açması da sağlanmış olur; çünkü 30. madde bu konuda idarelere başvurma, gerekli tedbirleri alma hakkını tüm vatandaşlara vermektedir. Bu sebeple mahkemelerin çevre konusunda dava açma ehliyetini çok daha geniş yorumlayabilmelerinin önü açılmış olmuştur. ÇED Yönetmeliği teknik bir konudur. ÇED hazırlanırken o konunun teknik uzmanları bilimsel gerekçeler ortaya koyarak, ÇED olumlu kararı ya da ÇED olumsuz kararı almaktadırlar. Hukuki uyuşmazlık çıktığında da bilirkişilerden faydalanılmaktadır. Hatay, Amik Gölü yatağına havaalanı yapımının çevresel etki değerlendirmesinin olumlu bulunmasına ilişkin kararın iptali istemiyle açılan davada (bu havzanın göçmen kuşların konakladığı bir yer olması nedeniyle özel bir durumu vardı), havaalanı yapılmasına ilişkin bilirkişi incelemesi yaptırılmıştır. Bu raporlara dayanılarak da idari faaliyetin çevresel etkisinin önemsiz olduğuna karar verilmiştir. İdare Mahkemesi ise bu raporu yeterli görmemiştir. Mahkemeye göre: “Olayda, idarece hazırlatılan raporlar, her ne kadar hazırlandığı dönemde yürürlükte bulunan ÇED Yönetmeliği’nin geçici 4. maddesindeki ÇED raporunu hazırlayacak Çevre Hukukunun İdari Yargı Düzeyinde Uygulanması 49 kişi alan ve uzmanlık kurallarına ilişkin şekil şartını taşıyor olsa da ÇED raporunun konusu, faaliyetin niteliği, etki alanı, çevrenin özellikleri, işletimin nitelik ve gereksinimleri, çevresel etki ve bu etkilerin önlenmesi ve azaltılması yöntemlerinin gerektirdiği uzmanlıktan yoksun olduğu görülen kişiler tarafından hazırlandığı sonucuna varılan bilirkişi raporu hükme esas alınmamıştır.” ÇED Yönetmeliği ve ilgili diğer düzenlemelerde, bu raporun kimler tarafından hazırlanacağı şeklen belirlenmiştir. Anılan olayda da bilirkişiler şeklen aranan ihtisas özelliklerine sahiplerdir, fakat Mahkeme olayın özel niteliklerini dikkate alarak (göçmen kuşların konakladığı bir yere havaalanı yapılmasını) bilirkişilerin sahip olması gerekli ek nitelikleri belirlemiş, bu nitelikleri haiz kişilere, bilirkişi incelemesi yaptırmıştır. Yapılan incelemede, havzada havaalanı yapılmasının çevreyi olumsuz etkileyeceği sonucuna varılmış, Mahkeme de buna dayanarak ÇED olumlu kararını iptal etmiştir. Bir başka olayda idare, düzenli katı atık deposu tesisinin çevresel etkisinin önemsiz olduğuna karar vermişti. Bu kararın hukuka uygun olup olmadığını tespit amacıyla, Mahkeme bilirkişi incelemesi yaptırmıştır. Mahkeme üç ayrı bilirkişi heyeti oluşturmuştur, her heyette üç kişi yer almıştır. Çöp depolama alanının ormanda yapılmak istenmesi nedeniyle üç orman mühendisi, orman mevzuatı açısından bir rapor hazırlamış; üç çevre mühendisi, çevre hukuku açısından olayı değerlendirmiş; üç de farklı meslek gruplarına mensup bilirkişi rapor hazırlamıştır. Bu üç raporda da orman alanı olan bu yerde çöp depolama faaliyetinin yürütülmesinin mümkün olmadığı ifade edilmiştir. Mahkeme de bu raporları esas alarak kararı iptal etmiş, hüküm Danıştay’ca onanmıştır. ÇED sürecine değinirken, Bergama Ovacık altın madeninin işletilmesinden kaynaklanan uyuşmazlığa da değinmek lazımdır. Bu dava kamuoyuna mal olmuştur. Çevrecilik hareketinin Türkiye’deki köşe taşlarından biridir. Süreç 1994’te başlamıştır, hala devam etmektedir. Ancak davalar derdest olduğu için konu hakkında görüş bildiremiyorum. Uygulanan para cezalarının tamamına yakını, Çevre Kanunu’nun 8. maddesinden kaynaklanmaktadır. 8. madde 1. ve 2. fıkrasıyla birbirini tamamlayan iki hususu düzenlemektedir. 1. fıkraya göre, her türlü atığı çevreye zarar verecek şekilde ilgili yönetmeliklerde belirlenen standartlara ve yöntemlere aykırı olarak, doğrudan ve dolaylı biçimde alıcı ortama vermek, depolamak, taşımak, uzaklaştırmak ve benzeri faaliyetlerde bulunmak yasaktır. Bu tür faaliyetlerde bulunduğu tespit edilenlere, 20. madde uyarınca doğrudan para cezası uygulanmaktadır. Çevre Kanunu’nun 8. maddesinin 2. fıkrası uyarınca kirlenme ihtimalinin olduğu durumlarda ilgililer kirlenmeyi önlemekle, kirlenmenin meydana geldiği durumlarda kirleten kirlenmeyi durdurmakla, kirlenmenin etkilerini 50 Ahmet BERBEROĞLU gidermek ya da azaltmak için gerekli tedbirleri almakla yükümlüdürler. 2. fıkranın uygulanabilmesi için ilgiliye belirli bir süre tanınmış olması gerekmektedir. Bu süre sonunda gerekli tedbirler alınmadığı takdirde, para cezası yaptırımı uygulanır. Uyuşmazlıkların çoğu bu maddenin uygulamasından kaynaklanmaktadır. Maddenin uygulamasında iki husus çok önemlidir: İlki kirliliğin tespiti, ikincisi ise kirliliğin tespiti halinde bunun giderilebilmesi için bir sürenin verilip verilmediğidir. Kirliliğin tespiti için pek çok metot bulunmaktadır. Türkiye gerçeklerine baktığımızda kirliliğin tespitinin tamamıyla bilimsel metotlarla yapılamadığını görüyoruz. Kirliliğin mevcut olduğu da Türkiye’nin bir gerçeğidir. Başka bir kararda ilgili şirket, ÇED olumlu kararını almış ve faaliyete başlamıştır. Bu faaliyet sırasında platformlarda ve deniz yüzeyinde yağ-yakıt karışımı kirliliğe sebebiyet verdiği tespit edilerek para cezası kesilmiştir. Mahkeme söz konusu şirkete bir süre verilmesi gerektiğinden ve bu süre sonunda zararlı etkiler giderilmezse para cezası verilebileceğinden bahisle, para cezasını iptal etmiştir. Mahkemenin bu kararı Danıştay’ca bozulmuş; idarelerin fiilen kirlenmenin meydana geldiği hallerde bir bildirimde bulunmaksızın doğrudan para cezası verebilecekleri belirtilmiştir. Diğer bir diğer kararda, davalı şirketin üretim faaliyetiyle ilgili bir kirlilik oluşmamakta, ancak çalışan 35 kişinin atık suyu alıcı ortama bırakılmaktadır. İdare para cezası uygulamıştır. Mahkeme ise burada üretimden kaynaklanan bir kirlenmenin söz konusu olmadığını, evsel bir atığın söz konusu olduğunu, dolayısıyla Çevre Kanunu’nun 8. maddesine göre para cezası verilemeyeceğine hükmetmiştir. Danıştay bu kararı bozmuştur, zira atığın niteliği değil standart değerleri aşıp aşmaması önemlidir. Olaydaki atık, Su Kirliliği Kontrol Yönetmeliği’nde öngörülen asgari sınırları aştığı için, para cezası verilmesi uygun görülmüştür. Bir başka olayda, tatil sitelerine arıtma tesisi kurmamaları nedeniyle, valiliklerce çevre para cezası uygulanmıştır. Mahkemeler davaları reddetmiştir. Uyuşmazlık Danıştay’ın önüne geldiğinde, Danıştay’ca sadece arıtma tesisinin kurulmamasının kirliliği beraberinde getirmediği, kirliliğin tespitinin gerekli olduğu, somut olarak bu tespit yapılmadan salt arıtma tesisi kurulmamasına dayalı olarak para cezası verilemeyeceğini hükme bağlanmıştır. Bunun üzerine, birkaç idare mahkemesince ısrar kararı verilmiştir. Konu İdari Dava Daireleri Genel Kurulu’nun önüne geldiğinde Kurul, Su Kirliliği Kontrol Yönetmeliği’ni, Çevre Bakanlığı’nın Kuruluş ve Görevleri Hakkında Kanun ve Çevre Kanunu’nun 8. maddesinin ikinci fıkrasını zikrettikten sonra, sadece arıtma tesisi kurulmamasının bile kirlilik ihtimalini beraberinde getirdiğini, dolayısıyla arıtma tesisi kurmayan tatil sitelerine para cezası verilmesi gerektiğine hükmederek, mahkeme kararlarını onamıştır. Bu karar çok önemlidir, kirliliğin somut olarak ortaya çıkması ve bunun tespiti söz Çevre Hukukunun İdari Yargı Düzeyinde Uygulanması 51 konusu olmadan, ihtimal bulunduğu için para cezasına hükmedilmesi hukuka uygun bulunmuştur. Çevre Kanunu’ndaki para cezasının miktarına ilişkin uyuşmazlıklar da sıklıkla karşımıza gelmektedir. Kabahatler Kanunu hakkında Anayasa Mahkemesi’nin vereceği kararının sonucu nasıl olacak, uygulamaya nasıl yansıyacak olduğunu bilmesek de konu hakkında mevcut durum itibariyle kısaca bilgi vermek gerekirse, 1998 yılına kadar para cezaları memur maaş katsayısı oranında arttırılarak veriliyordu. 1998 yılında yapılan düzenlemeyle kanundaki para cezası miktarı 393 katına çıkarıldı ve yeniden değerleme oranına bağlandı. Buna rağmen, 1999 yılında Bakanlar Kurulu’nun aldığı bir kararla bu oran beş kat daha artırıldı. Danıştay önüne gelen uyuşmazlıklarda (1999-2005) 5 kat uygulanan tüm para cezalarını iptal etti. Zira zaten 393 kat ve yeniden değerleme oranıyla para cezası güncellemişti. Üzerine 5 kat daha uygulamak fahiş olacaktır. 2005 yılında Çevre Bakanlığı bir genelgeyle 5 kat uygulamasını kaldırmıştır; ancak bu arada yeni TCK çıkmış, yeni TCK da 1985-87 yılları arasında kabul edilen kanunlardaki para cezaları miktarları 1430 katına çıkarılmıştır. Yeni kural 1430 kat üzerine yeniden değerleme oranını uygulamaktır. Türkiye’de deniz kirliliğiyle ilgili uyuşmazlıklar da çok önemlidir. Bu konudaki önemli husus şudur: Deniz kirliliğiyle ilgili Yönetmelik’in 21. maddesinde, denizi kirleten gemilere para cezası verilebilmesi için tutanak tutulması, numune alınması, bu numunelerde gerekli analizlerin yapılması, video ve fotoğraf çekimlerinin yapılması sonucunda kirlilik sabitse, para cezası verilmesi öngörülmüştür. Yönetmelik’in 24. maddesi ise ceza verilebilmesi için tutanak tutulmasını yeterli görmüştür. Bu maddeleri karşılaştırdığımızda, çok ciddi bir orantısızlık olduğunu görüyoruz. 21. madde tespiti çok sıkı kayıtlar altına alırken, 24. madde tutanağı yeterli görmüştür. Gemiler sefer halindeyken balast ve sintine yaparak kirli atığı bırakıp gittikleri için 21. maddeyi uygulamak pek mümkün olmamaktadır. Ancak ceza hukuku mantığıyla bakarsak, bu tespitlerin mutlaka yapılması gerekir. Bu konuyla ilgili önümüze gelen uyuşmazlıkların çoğunda, davacılar hem verilen para cezasının hem de yönetmeliğin bu maddesinin iptalini istemekteydiler. Kirliliğe sebebiyet veren gemilerin sefer halinde bulunmaları sebebiyle, Danıştay para cezası için tutanak tutulmasını yeterli görmüş, bunun 21. maddeyle çelişmediğini ifade etmiştir. Gürültü kirliliğine yönelik uyuşmazlıklar da son zamanlarda sıklıkla karşımıza çıkıyor. Bu konuda verilen bir kararda, Gürültü Kontrol Yönetmeliği’nin 15. maddesiyle konut bölgeleri içinde, yakın çevresinde ve gürültüye hassas diğer bölgelerde gürültü çıkarıcı alet ve makinelerin iş ve tatil günlerinde kullanılmasında sınırlama getirilmesinde, hukuka aykırılığının söz 52 Ahmet BERBEROĞLU konusu olmadığı ve bu maddenin ihlali nedeniyle verilen para cezasının hukuka uygun olduğuna karar verilmiştir. Bir başka kararda Danıştay, iş makinelerinin çalıştığının tespitinin gürültü kirliliği olduğunun kabulü için yeterli görmüş; desibel ölçümü yapılmasa da para cezası verilebileceğine hükmetmiştir. Bir başka kararda ise turistik bir bölgede faaliyet gösteren işyerinin, turizm işletme belgesi olsa da müzik yayınını mevzuata uygun olarak gerçekleştirip gerçekleştirmediği hususunda mülki idare amirlerinin denetleme yapabilecekleri ve gerekirse yaptırım uygulayabilecekleri, bu tür işyerleri denetlenirken işyerinin Gürültü Kontrol Yönetmeliği’ndeki sınır değerleri aşıp aşmadığının tespiti için, mahalli çevre kurullarından teknik ekip getirtilerek ölçüm yaptırmaları, sınır değerlerin aşıldığının tespiti halinde bu durumun prosedüre uygun hale getirilmesi için süre verilmesi, süre sonunda durumun düzeltilmediğinin tespiti halinde yaptırım uygulanması gerektiği ifade edilmiştir. Burada Daire tespiti yeterli görmemiş, Yönetmelik’te belirtilen sınır değerlerin aşılıp aşılmadığının da somut olarak, teknik elemanlarca denetlenerek ortaya konulması gerektiğini belirtmiştir. Su Kirliliği Kontrol Yönetmeliği ile ilgili olarak da birkaç karara atıfta bulunmak gerekirse; ilk kararımız, Su Kirliliği Kontrol Yönetmeliği ile kısa mesafeli koruma alanında kalan taşınmazlara ruhsat verilmemesi işleminin, mevzuata aykırı bir yönünün bulunmadığı hakkındadır. Su Kirliliği Kontrol Yönetmeliği’nde mutlak, kısa mesafe, orta mesafe ve uzun mesafe olmak üzere koruma alanları tespit edilmiştir. Buralarda belirli yasaklar söz konusudur. Kısa mesafe ve mutlak koruma alanları için mutlak yasaklar söz konusudur. Orta ve uzun mesafede belirli yapılar yapılabilir, belirli faaliyetlerde bulunulabilir. 31.12.2004 tarihinde Su Kirliliği Kontrol Yönetmeliği tamamen değişmiştir. 300 m olan mutlak koruma mesafesi, son değişiklikle 100 m’ye düşürülmüştür. Bu durum uyuşmazlık konusu olmuştur. Burada Danıştay, yürütmeyi durdurma kararı vermiştir. İdarenin buradaki gerekçesi; 300 m’nin çok geniş bir alan olduğu, su havzalarının bu şekilde kamulaştırılmasının güç olduğu ve 100 m olduğu takdirde buraların kamulaştırılabileceğiydi. Danıştay, bu gerekçeyi hukuka uygun bulmayarak iptal etmiştir. Çevre Kanunu’nun 11. maddesinde kurum, kuruluş ve işletmeler için arıtma tesisi kurulması zorunluluğu getirilmiştir. Yapılan bir düzenlemeyle, tatil siteleri için de arıtma tesisi kurulması zorunluluğu öngörülmüştür. Bunun hukuka aykırı olduğu, 11. maddenin kurum ve kuruluşlara böyle bir görev yüklediği, tatil sitelerinin bu kapsama alınamayacağı iddialarıyla açılan davada; Danıştay, Çevre Kanunu’nun amacı doğrultusunda, Su Kirliliği Kontrol Yönetmeliği, tebliğler ve genelgelerle su ortamlarının korunması için gerekli genel nitelikli kurallar ve yasaklamalar yanında evsel nitelikteki atıklarla ilgili düzenleme yapılmasında ve arıtma sistemi kurulmasının zo- Çevre Hukukunun İdari Yargı Düzeyinde Uygulanması 53 runlu hale getirilmesinde ve bu sayede atık su deşarjlarıyla oluşan kirlenmenin önlenmesine çalışılmasında hukuka aykırılık bulunmadığına; öte yandan davacı tarafından, Çevre Kanunu’nun 11. maddesine göre arıtma tesisi kurmak yükümlülüğünün kurum, kuruluş ve işletmeler için getirilmiş olmasına rağmen, kanuna aykırı olarak Yönetmelikle kapsamın genişletildiğinin ve konutların da bu kurallara tabi tutulduğunun iddia edilmesine karşın, 11. maddedeki düzenlemenin işletme izni alınabilmesi için alınması gereken tedbirlere ilişkin olduğundan, bu maddeye dayanarak konutların kirlenmenin önlenmesi için, Çevre Kanunu’nun diğer maddeleriyle ve ilgili yönetmeliklerde öngörülen kurallardan ve önlemlerden muaf olacağı sonucuna ulaşılmasının mümkün olmadığına karar vermiş, tatil siteleri için de arıtma tesisi yükümlülüğü getirilmesinin hukuka aykırı olmadığı sonucuna varmıştır. Hava kirliliğiyle ilgili olarak da özellikle kömür tüketiminin yoğun olduğu yörelerde, ciddi sıkıntılar yaşanmaktadır. Bu nedenle, illerin kirlilik düzeyleri tespit edilmekte, ilkeler belirlenmekte, kararlar alınmaktadır. Bunu mahalli çevre kurulları yapmaktadır. 1995 yılında Çevre Bakanlığı’nın bir genelgesi ile ısınmada petrol kokunun kullanılması yasaklanmıştır. Petrol koku ısıl değeri çok yüksek olduğu için, insanların çoklukla tercih ettiği bir yakıttır. Bu genelgenin iptali istemiyle açılan davada, bu yasaklamanın mevzuata aykırı olmadığına aşağıdaki gerekçeyle karar verilmiştir: “... en az 800 derecede kullanılması gereken petrol kokun konutlardaki sobalarda ısınma amacıyla kullanılması halinde hava kirliliğine sebebiyet vereceği, bu sıcaklığın altında yakılması durumunda kanserojen etkili ve polisiktik, aromatik hidrokarbon olarak tanımlanan bir dizi organik maddenin atmosfere verileceği, bu maddelerin ise 2 Kasım 1986 tarihli Hava Kalitesinin Korunması Yönetmeliği’nde belirtilen kanser yapıcı maddeler listesinde bulunduğu, petrol kokunun kürekle sobaya atılması halinde işlemi yapan kişilerin tozu solunum ve cilt yoluyla almalarının kaçınılmaz olduğu, bütün bunlar göz önüne alındığında petrol kokunun teknik bakış açısından klasik yakıtlara göre bazı üstünlükleri varsa da yeterli çevre koruyucu tedbir alınmadan kesinlikle kullanılmaması gerektiği, az miktardaki avantajlarına karşın yüksek oranda zehirli maddeler içerdiği, bu nedenle kullanımının da toksikolojik nedenlerden ötürü sorumluluğu altına girilmeyecek kadar tehlikeli olması yanında Türkiye şartlarına da uymadığı sonucuna varıldığından dava konusu işlemde mevzuata aykırılık bulunmamaktadır.” Bir başka olayda, İzmir Aliağa yöresinde sanayi amaçlı Serbest Bölge kurulmasının ekolojik dengeyi olumsuz etkileyeceği, bu nedenle Serbest Bölge kurulmasında kamu yararı olmadığı yönünde verilen kararda, hukuka aykırılık hususuna girilmeden sadece konunun kamu yararına aykırı olduğu belirtilmiş, yasal prosedürün yerine getirilmiş olması yeterli görülmemiştir. 54 Ahmet BERBEROĞLU Kirlenmenin ortaya çıktığı durumlarda sorumluların tespiti de son derece önemlidir. Bu konuda ki örnek bir kararda, davacı şirket üretim yapmakta ve üretim sonunda çıkan atıkları bir yerde toplamaktadır. Atıklar bir başka şirketçe götürülüp bertaraf edilmektedir. Bertaraf edilen noktada yapılan tespitte çevre kirliliğine sebebiyet verildiği anlaşılınca aracı şirkete değil, asıl şirkete yaptırım uygulanmış; para cezası verilmiştir. Davacı şirket, sözleşme yaptıklarını; kendisinin kendi deposu dışındaki kısımdan sorumlu olmadığını; depo dışında kalan yerlerden aracı şirketin sorumlu tutulması gerektiğini ifade etmiş; para cezasının iptalini istemiştir. Danıştay ise işletme sahibi olan davacı şirketin, bu atıklar nedeniyle kirliliği önleme sorumluluğunu herhangi bir şekilde devretmesinin söz konusu olamayacağını, bu atıkların başka bir şirkete ait sahada stoklanması da ilgilinin yükümlülüklerini ortadan kaldırmayacağını belirtmiştir. 1. derece, 2. derece ve 3. derece sit alanı olarak ilan edilen bölgeler vardır. Bu bölgelere ilişkin bazı sınırlamalar getirilmiştir. Mesela 1. derece doğal sit alanında hiçbir şekilde yapı yapılamaz, 2. derece doğal sit alanında sınırlı hallerde yapı yapılabilir, 3. derece doğal sit alanlarında yapı yapılabilecek haller biraz daha geniştir. Bu yapılar ancak Koruma Kurulları’ndan gerekli izinlerin alınması halinde yapılabilir. Enerji sıkıntısının yoğun olduğu dönemlerde yapılan bir düzenlemeyle 1., 2. ve 3. dereceden doğal sit alanlarında ilgili Koruma Kurulu tarafından uygun görülen şekliyle çevreye zarar vermeyecek enerji santralleri yapılabileceği kural altına alınmıştır. Bu düzenlemenin iptali istemiyle açılan dava incelenirken iki kamu yararının karşı karşıya olduğu görüldü; bir yanda ülkenin enerji ihtiyacı ve içinde bulunulan enerji darboğazı diğer yanda da çevre konusu vardı. En sonunda Dairemiz, 1. derece doğal sit alanlarında bu tür tesislerin yapılamayacağını, 2. ve 3. derece sit alanlarında ise anılan kurallara uyulması kaydıyla bu tür tesislerin yapılabileceğine hükmetti. Bu karara itiraz edildi; konu Dava Daireleri Genel Kurulu’na gitti. Genel Kurul, böyle bir nedenle dahi olsa, 2. ve 3. derece sit alanlarında enerji santralleri yapılamayacağına karar verdi. Dolayısıyla, yapılan düzenleme iptal edildi. Uluslararası sözleşmelere atıfta bulunularak verilen bir kararda, usulüne uygun olarak onaylanan ve Türkiye’nin de çekincesiz olarak taraf olduğu sözleşmeler, protokoller ve yasal düzenlemeler uyarınca ozon tabakasında değişikliğe yol açan olumsuz etkileri engellemek amacıyla; soğutma cihazlarında yer alan komprosörlerin ithalinin yasaklanabileceğine hükmedildi. Daire bu konuda sadece bu konuda yapılmış uluslararası sözleşmeye dayanarak, bu yasaklamanın yapılabileceğine karara bağladı. Bir diğer kararda da Hatay, Amik Ovası’na havaalanı yapılıp yapılamayacağına ilişkin uyuşmazlıkta, bu bölgenin göçmen kuşların geçiş yolu üzerinde olduğu belirtilerek, Çevre Hukukunun İdari Yargı Düzeyinde Uygulanması 55 göçmen kuşlarla ilgili bir uluslararası sözleşmeye atıfta bulunularak karar verilmiştir. Yargılama usulü açısından incelememizin faydalı olabileceği kararlara baktığımızda, para cezalarını kimin vereceği, yetkili makamın kim olduğu hususunda zaman zaman sıkıntıların ortaya çıktığını görmekteyiz. Kanunda, doğrudan doğruya “en büyük mülki amir” ifadesi kullanılmıştır. Buna dayanarak valinin para cezası vereceğine hükmediyoruz. İlçelerde bu işlemi kaymakam yapabilir. İlçelerde valinin bu işlemi yapıp yapamayacağı bir davada uyuşmazlık konusu olmuştur. Yerel mahkeme, bu işin artık kaymakamın görev alanına girdiğini ifade ederek, valinin almış olduğu kararı iptal etmiştir. Dosya Danıştay’a geldiğinde Danıştay ilde genel yetkilinin vali olduğunu, dolayısıyla valinin bu tür bir kararı alabileceğini öne sürmüştür. Yerel Mahkeme ısrar kararı vermiş, dosya İdari Dava Daireleri Genel Kurulu’na gitmiştir. Kurul yol gösterici bir yorumda bulunarak, aşağıdaki gerekçeyle karar vermiştir: “Çevre Kanunu’nun uygulanması kapsamında, ilçe sınırları içinde en büyük mülki amir olarak kaymakamın yanı sıra valinin de yetkili olduğunun kabul edilmesi gerekmektedir. Kaldı ki bütün vatandaşların ortak varlığı olduğu 2872 sayılı Kanun’un 1. maddesinde açıkça belirtilen çevrenin, korunması ve kirlenmesinin önlenmesi konusunda aynı Kanun’un 3. ve 30. maddeleriyle bütün vatandaşların gerçek ve tüzel kişilerin duyarlı olmaya çağrıldığı, görevli kılındığı ve alınacak önlemlere uymakla yükümlü tutulduğu göz önünde bulundurulduğunda ve ayrıca 30. maddedeki ifadesiyle çevreyi kirleten veya bozan bir faaliyetten zarar gören veya haberdar olan gerçek ve tüzel kişilerin idari makamlara başvurarak bu faaliyetin durdurulmasını isteyebileceklerinin hükme bağlandığı bir konuda il sınırları içinde mahalin en büyük mülki amiri olan valinin bu ilin bir ilçesinde yetkisiz olduğunu öne sürmek Çevre Kanunu’na uygun görülmediği gibi, çevreye zararlı faaliyeti tespit eden idari birimin valilik olması durumunda, idari para cezasının da valilikçe verilmesi gerektiğinin kuşkusuz olduğuna…” Bir başka konu, büyükşehir belediyeleri sınırları içindeki denizlerde, denizin kirletilmesi durumunda para cezasını, doğrudan doğruya büyükşehir belediye başkanının vermesi gerekip gerekmediğine; bu yetkisini bir başkasına devretmesinin imkan dahilinde olup olmadığına ilişkindir. Danıştay bu konudaki ilk kararında para cezası vermeye yetkili kişinin büyükşehir belediye başkanı olduğuna karar vermişti. Mahkeme ilk kararında ısrar ettiği için, konu İdari Dava Daireleri Genel Kurulu’na intikal etti. Anılan Kurul verdiği kararda, kanundaki ifade de büyükşehir belediye başkanlığı dendiği için, başkanlığı başkan temsil etse de bu yetkisini bir başka makama devredebileceğini (genel sekreter yardımcısı, zabıta baş komiseri) hükme bağla- 56 Ahmet BERBEROĞLU mıştır. Dolayısıyla, artık deniz kirliliğinde büyükşehir belediye başkanı yetki devretmişse, altındaki birimler de para cezası vermeye yetkilidir. Sahil Bot Komutanlığı’nın yetkisi Kanun’da düzenlenmiştir. Sahil Bot Komutanı denizlerde (Büyükşehir Belediyesi’nin sınırları dışındaki denizlerde) para cezası vermeye yetkilidir. Buralarda valinin para cezası verme yetkisi de kanunla saklıdır. Ehliyet konusunda da pek çok karar bulunmaktadır. Çevre konusundaki davalarda kimlerin dava açabileceği hususunda, Danıştay’ın Çevre Kanunu’nun 30. maddesini dayanak alması karşısında, artık çevre konusunda ehliyeti çok geniş yorumlamak gerekir. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi ve Çevre Hukuku 57 AVRUPA İNSAN HAKLARI MAHKEMESİ VE ÇEVRE HUKUKU Av. Noyan ÖZKAN* I. GİRİŞ Çevre sorunları, (hava-su-toprak kirliliği; denizlerin, göllerin, tatlı su kaynaklarının kirlenmesi; ormanların, tarım alanlarının yok olması; biyolojik çeşitliliğin tehdit altında olması; ozon tabakasının delinmesi; iklim değişiklikleri ve sera etkisi; nükleer risk; dünyanın kültürel ve doğal mirasının yok olması vb.) sınır tanımaz niteliktedir. Çernobil Nükleer Santrali’nin patlamasının, Tuna Nehri kirliliğinin ve Londra’da yaşanan smog faciasının etkileri, bu sınır tanımazlığın en açık örnekleridir. İnsanlar, hayvanlar ve bitkiler ile bunların yaşama ortamlarının yok olmasını önlemek için sürdürülen mücadele, kendi hukukunu da yaratmıştır. İlk kez 1972 yılında Stockholm’de Birleşmiş Milletler İnsan ve Çevre Konferansı’nda yayınlanan bildiride, “çevre hakkı” tanınmıştır. 1972’de Birleşmiş Milletler Çevre Örgütü’nün kurulması ile çevre hukuku ve mevzuatı, uluslararası alanda tartışılmaya ve uygulamaya konulmaya başlanmıştır. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, çevre koruma davalarında, yalnızca Avrupa Konseyi mevzuatını değil; aynı zamanda Birleşmiş Milletler, Avrupa Birliği, AGİT mevzuatı ile ulusal anayasaları ve yüksek mahkeme kararlarını da dikkate almaktadır. Bu bakımdan, öncelikle sınır tanımayan çevre sorunlarını ve çevre hukuku ile ilgili kurum ve sözleşmeleri incelemekte yarar vardır. II. ULUSLARARASI ÇEVRE KORUMA KURUMLARI VE İLGİLİ HUKUKİ MEVZUAT 1. Birleşmiş Milletler * 1972 Stockholm İnsan Çevresi Beyannamesi * 1971 Ramsar Su Kuşları ve Yaşam Ortamı Olarak Uluslararası Öneme Sahip Sulak Alanların Korunması Sözleşmesi (R.G. 17.5.1994-21937) * İzmir Barosu üyesi 58 Av. Noyan ÖZKAN * 1972 Paris Dünya Kültür ve Tabiat Mirasının Korunması Sözleşmesi (14.2.1983-1959) * 1985 Viyana Ozon Tabakasının Korunması Sözleşmesi * 1992 Rio Deklarasyonu * 1992 Rio Biyolojik Çeşitlilik Sözleşmesi * 1992 Rio İklim Değişiklikleri Sözleşmesi (R.G. 21.10.2003-25266) (Türkiye Kyoto Protokolünü imzalamadı.) * 1998 Aarhus Çevre Konularında Adalete Başvuru, Karar Alma Sürecine Katılım Sözleşmesi (Türkiye henüz katılmadı.) 2. Avrupa Konseyi * 1979 Bern Avrupa’nın Yaban Hayatı ve Yaşama Ortamlarını Koruma Sözleşmesi (R.G. 20.2.1984-18318) * 1985 Granada Avrupa Mimari Mirasının Korunması Sözleşmesi * 1992 Strasbourg Avrupa Kentsel Şartı * 1992 Valetta Arkeolojik Mirasın Korunmasına İlişkin Avrupa Sözleşmesi (Türkiye 5.8.1999 tarih ve 4434 sayılı Kanun’la katıldı) * 2000 Avrupa Peyzaj Sözleşmesi (Türkiye 4881 sayılı Kanun’la uygun buldu. R.G.17.6.03-25141) * Ceza Hukuku yoluyla Çevrenin Korunması Sözleşmesi (4.11.1998 tarihinde imzaya açıldı; ancak yeterli imza sayısına ulaşılamadığı için, henüz yürürlüğe girmedi.) * Toplum İçin Kültürel Mirasın Değeri Hakkında Avrupa Konseyi Çerçeve Sözleşmesi (27.10.2005 günü imzaya açıldı.) 3. Avrupa Birliği Çevre politikaları AB üyeleri için sadece ulusal politika konusu olmaktan çıkıp; AB ortak politikası haline gelmiş ve birincil hukukunun parçası olmuştur. * 1992 Maastricht Sözleşmesi; 1997 Amsterdam Sözleşmesi; 2004 Avrupa Anayasası, Topluluk Tüzükleri, Yönergeler, Kararlar 4. Akdeniz ve Karadeniz * 1976 Barselona Akdeniz’in Kirlenmeye Karşı Korunması Sözleşmesi (R.G. 12.6.1981-17368 ) * 1992 Bükreş Karadeniz’in Kirlenmeye Karşı Korunma Sözleşmesi (R.G. 6.3.1994-21869) Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi ve Çevre Hukuku 59 III. UYGULAMADA SIKLIKLA BAŞVURULACAK METİNLER 1. 1992 Birleşmiş Milletler Çevre ve Kalkınma Üzerine Rio Zirvesi Sonuç Deklarasyonu Madde 1: İnsanlar, sürdürülebilir kalkınmanın merkezinde yer alırlar. Onlar, doğa ile uyum içinde sağlıklı ve verimli bir hayata layıktır. Madde 10: Çevre konuları en iyi şekilde, ancak ilgili bütün vatandaşların katılımı ile yönetilir. (…) Ulusal düzeyde her birey, kamu otoritelerinin elinde bulunan, bölgelerindeki tehlikeli atıklar ve faaliyetler dahil çevre ile ilgili tüm bilgilere, erişme ve karar alma süreçlerine katılım hakkına sahiptir. Devletler, geniş çapta çevre bilgilendirmesi yaparak kamuoyunun aydınlatılmasını ve katılımı gerçekleştirecek ve teşvik edecektir. 2. 1992 Birleşmiş Milletler Rio Gündem 21 Sözleşmesi Bölüm 32- Çiftçilerin rolünün güçlendirilmesi Madde 3: Kırsal bölge yaşayanları, yerel halklar ve önemli miktarı kadınlardan oluşan çiftçiler, dünya kaynaklarının bir çoğunun bekçileridir. Çiftçiler, geleceklerini sürdürmeleri ona dayalı olduğu için, fiziksel çevrelerini korumalıdırlar. (…) Bunun da ötesinde, çiftçilik faaliyetlerinin dayalı olduğu doğal kaynaklara özenle bakılmalıdır. Tarım üretim sistemlerinin sürdürülebilirliği konusunda büyüyen bir kaygı mevcuttur. Bölüm 8: Karar alma sürecinde çevre ve kalkınmanın bütünleşmesi Madde 4: Ülkeler, ulusal planlarına, politikalarına ve programlarına uygun olarak şu faaliyetlerle ilgili olarak kendi özel önceliklerini geliştireceklerdir: Bakanlıklarda her düzeyde karar alma sürecine ekonomik, sosyal ve çevresel değerlendirmeyi temin etme; etkili bir katılıma izin veren ve halkın görüşlerinin alınmasını kolaylaştıran bir biçimde toplumun gerekli bilgilere erişimini sağlama. 3. 1992 Birleşmiş Milletler Rio Biyolojik Çeşitlilik Sözleşmesi Madde 14/1: Sözleşen devletler; biyolojik çeşitlilik için önemli olumsuz etkiler doğurabilecek mevcut proje önerilerinin, bu olumsuz etkileri engellemeye veya en aza indirmeye yönelik bir çevresel etki değerlendirmesine tabi tutulmasını öngören uygun işleyişleri yürürlüğe koyacak ve elverdiğince halkın da bu işleyişlere katılmasını sağlayacaktır. 60 Av. Noyan ÖZKAN 4. Avrupa Konseyi Avrupa’nın Yaban Hayatını ve Yaşama Ortamlarını Korumaya İlişkin Bern Sözleşmesi Madde 3: (1) Her akid taraf, yabani flora ve fauna ile doğal yaşama ortamlarının, bilhassa nesli tehlikeye düşmüş ve düşebilecek türlerin, özellikle endemik olanlarının ve tehlikeye düşmüş yaşama ortamlarının, bu sözleşme hükümlerine uygun olarak muhafazası amacıyla ulusal politikalarını geliştireceklerdir. (2) Her akit taraf, planlama ve kalkınma politikalarını saptarken ve kirlenme ile ilgili mücadele önlemlerini alırken, yabani flora ve faunanın muhafazasına özen göstermeyi taahhüt eder. 5. 1990 AGİT Yeni Bir Avrupa İçin Paris Şartı Çevrenin geliştirilmesinde fertlere ve kamuya teşebbüs imkanı sağlayacak iyi bilgilendirilmiş bir toplumun rolünün önemine dikkat çekeriz. Bu amaçla uygulanan politika, proje ve programların yanı sıra, çevre ile ilgili toplum bilincini ve eğitimi geliştireceğimizi taahhüt ederiz. 6. Birleşmiş Milletler 1998 Aarhus Çevre Konularında Bilgiye Erişim, Karar Alma Sürecinde Halkın Katılımı ve Yargıya Başvuru Hakkında Sözleşme UNECE (Birleşmiş Milletler Avrupa Ekonomik Komisyonu) Sözleşmesi, “Avrupa için Çevre” sürecinde 25 Temmuz 1998 günü Danimarka’nın Aarhus kentinde yapılan 4. Bakanlar Konferansı’nda kabul edildi. Aarhus Sözleşmesi, yeni ve farklı bir çevre sözleşmesidir. Çevre hakları ve insan haklarını birbirine bağlamaktadır. Gelecek kuşaklara bir yükümlülük borcumuz olduğunu kabul etmektedir. Sürdürülebilir kalkınmanın yalnızca ilgililerin tümünün katılımı ile gerçekleşebileceğini tespit etmektedir. Çevre koruma ile hükümetin sorumluluğu arasında bağ kurmaktadır. Toplum ve kamu otoriteleri arasındaki etkileşimlerin demokratik bir çerçevede olmasına önem vermekte ve uluslararası sözleşmelerin müzakeresi ve uygulanmasında halkın katılımı için yeni bir sürece öncülük etmektedir. Sözleşme, 30 Ekim 2001’de yürürlüğe girmiştir. Türkiye’nin pek yakın bir gelecekte bu sözleşmeyi imzalaması beklenmektedir. Madde 3/9: Bu sözleşmenin ilgili hükümleri çerçevesinde, halk, çevresel konularda, hiç bir vatandaşlık, milliyet ve ikametgah ayırımına tabi olmaksızın; yargıya başvurma, karar alma sürecine katılım ve bilgilere erişim haklarına sahip olacaktır. Tüzel kişiler ise, faaliyetlerinin merkezi veya kayıtlı olduğu yer ayırımına tabi olmadan bu hakları kullanılacaktır. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi ve Çevre Hukuku 61 7. 1990 AGİT Paris Şartı Çevre sorunlarının ivedilikle üstesinden gelinmesi gereğini ve bu alanda bireysel ve birlikte çaba gösterilmesinin önemini kabul ediyoruz. Hava, su ve toprakta yeniden sağlam bir ekolojik denge kurup, sürdürmek için; çevremizi korumak ve iyileştirmek yolundaki çabalarımızı yoğunlaştırmayı taahhüt ediyoruz. Bu amaçla, çevreye ilişkin ortak yükümlülükler ve hedeflerin oluşturulmasında, AGİK sürecinden azami ölçüde yararlanmaya ve böylelikle Sofya Çevre Koruma Toplantısı Raporu’nda öngörülen faaliyetleri sürdürmeye kararlıyız. Çevrenin iyileştirilmesinde fertlere ve kamuya girişim olanakları sağlayacak iyi bilgilendirilmiş bir toplumun rolünü vurguluyoruz. Bu amaçla, çevre konusunda toplumun eğitimi ve duyarlılığını geliştirmeye; çevre üzerine proje, program ve politikalarla ilgili olarak halkı bilgilendirmeyi taahhüt ediyoruz. IV. ANAYASA’NIN 90. MADDESİ VE ULUSLARARASI SÖZLEŞMELER İLE YUMUŞAK HUKUK KURALLARININ UYGULAMADA KULLANILMASI Anayasa Md. 90/son: Usulüne göre yürürlüğe konulmuş milletlerarası antlaşmalar kanun hükmündedir. Bunlar hakkında Anayasa’ya aykırılık iddiası ile Anayasa Mahkemesi’ne başvurulamaz. (Ek cümle; 5170-5/7/2004) Usulüne göre yürürlüğe konulmuş temel hak ve özgürlüklere ilişkin milletlerarası antlaşmalarla kanunların aynı konuda farklı hükümler içermesi nedeniyle çıkabilecek uyuşmazlıklarda milletlerarası antlaşma hükümleri esas alınır. Anayasanın ikinci kısmında düzenlenen “Temel Haklar ve Ödevler” başlığı altında, üçüncü bölümde yer alan “Sosyal ve Ekonomik Haklar ve Ödevler” altında, 56. madde ile “sağlıklı ve dengeli bir çevrede yaşama hakkı” düzenlenmiştir. Doktrinde “çevre hakkı” ve koruması, Anayasa’nın 90. maddesi ek fıkrasında belirtilen “temel hak ve özgürlüklere ilişkin milletlerarası sözleşmeler” kapsamında mütalaa edilmektedir Danıştay 1. Dairesi Üyesi Yılmaz Çimen bu konudaki görüşünü şöyle ifade eder: “Mevzu hukuk kuralı olarak, temel hak ve özgürlükler terimi, Anayasa’nın 12 ile 74. maddeleri arasında zikredilen tüm hak ve özgürlüklerle sınırlı bir anlam içerir.”1 Prof. Dr. Mesut Gülmez’e göre: “Bu terim, ister kişisel ve siyasal hakları, ister ekonomik, sosyal ve kültürel hakları, isterse üçüncü ya da / hatta 1 TBB Yayınları Anayasa Md. 90 Uygulaması Panel, 5.11.2004, s. 94. 62 Av. Noyan ÖZKAN dördüncü kuşak olarak nitelenen görece yeni insan hakları olsun, onayladığımız ve onaylayacağımız tüm sözleşmelerde güvenceye bağlanan tüm insan haklarını kapsar.”2 Böylece uygulamada, dava dilekçesi veya davaya cevap dilekçesi ile delil listesi hazırlarken, hukuki mütalaa verirken ve yargı yetkisi kullanılırken uluslararası çevre ve doğa sözleşmeleri ile yumuşak hukuk kurallarını kullanmak hukukçular için önem kazanmıştır. V. AVRUPA İNSAN HAKLARI MAHKEMESİ (AİHM) ve TÜRKİYE Her şeyden önce Strasbourg’ta bulunan AİHM’nin, Avrupa Konseyi’nin bir organı olduğunu ve diğer uluslararası mahkemelerle (örneğin Avrupa Birliği’nin Lüksembourg’da olan Avrupa Adalet Divanı; Birleşmiş Milletlerin La Haye’de olan Milletlerarası Adalet Divanı ya da La Haye Birleşmiş Milletler Uluslararası Ceza Mahkemesi vb.) karıştırılmaması gerektiğini tespit edelim. Avrupa Konseyi Statüsü, 5 Mayıs 1949 tarihinde Londra’da imzalandı. Türkiye, 12.12.1949 gün ve 5456 sayılı kanunla Avrupa Konseyi’ne üye oldu. Türkiye, şu anda 46 üyesi bulanan Avrupa Konseyi’nin ilk üyelerinden birisidir. Avrupa Konseyi’nin diğer organları; Bakanlar Komitesi, Parlamenterler Meclisi, Avrupa Yerel ve Bölgesel Otoriteler Kongresidir. İnsan Hakları ve Temel Özgürlükleri Korumaya Dair Avrupa Sözleşmesi (AİHS), 4.11.1950 tarihinde Roma’da imzalandı ve 3.9.1953 tarihinde yürürlüğe girdi. 22.6.1993 tarihinde Kopenhag’da yapılan zirve toplantısında, genişleme sürecine ilişkin siyasi ve ekonomik ölçütler belirlendi. Türkiye AİHS’ni 10.3.1954 tarih ve 6366 sayılı yasayla onayladı. 21.4.1987’de Avrupa İnsan Hakları Komisyonu’na (AİHK) bireysel başvuru hakkı tanındı. 27.9.1989’da, AİHM’nin zorunlu yargı yetkisi tanındı ve bu yetki, 22.1.1990’da fiilen uygulanmaya başladı. Türkiye, AB’ne 1954 yılında ortaklık için başvurdu, 12.9.1963 tarihinde ortaklık statüsünü yaratan Ankara Antlaşması’nı imzaladı. 14.4.1987’de AB’ne tam üye olmak için resmi başvuruda bulundu. 6.03.1995 günü AB ile Gümrük Birliğine girildi. Türkiye 12.12.1999 tarihinde yapılan Helsinki Zirvesi’nde aday ülke statüsüne alındı. Birleşmiş Milletler Statüsü 26 Haziran 1945’te San Francisco’da imzalandı. Türkiye tarafından 15.8.1945 tarih ve 4801 sayılı Kanun’la onaylandı. 2 TBB Yayınları Anayasa Md. 90 Uygulaması Panel, 5.11.2004, s. 65. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi ve Çevre Hukuku 63 Türkiye ayrıca, 1.8.1975’te Helsinki Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Konferansı’nda imzalanan senetle kurulan ve 21 Kasım 1990’da Yeni bir Avrupa İçin Paris Şartı ile genişleyen AGİT’e, kuruluş gününden bu yana üyedir. VI. AİHM’NİN ÇEVRE DAVALARINDAKİ GENEL DURUŞU VE UYGULAMASI AİHS’de belirtilen temel hak ve özgürlüklere, 1950’li yıllardan bu yana sürekli gelişen ve değişen yaşam koşullarına ve Avrupa siyasetine uyum sağlaması için Sözleşme’de yapılan değişiklikle eklenenlerin yanı sıra; 1, 4, 6, 7, 12, 13 nolu protokollerle de yeni hak ve özgürlükler tanınmıştır (Aralık 2005 itibarıyla, 4, 7 ve 12 nolu protokolleri Türkiye henüz onaylamadı). Ancak, bu metinlerin hiçbirisinde “çevre hakkı” yer almamıştır. Örneğin, Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi, 27.7.2003 gün ve 1614 nolu tavsiye kararında; BM Aarhus Sözleşmesi’nde yer alan çevre korumada yurttaşların başvuru haklarını genişleten çevre ve insan haklarının önemine değinmiştir. Bu bakımdan, AİHK’nin (özellikle 1 Kasım 1998’de 11 nolu protokolle kaldırılan Komisyon) ilk dönemlerinde çevre korumaya ilişkin başvuruları, ret ediliyordu. AİHM yargıçları, hem Kıta Avrupası Hukuku hem de İçtihat Hukukunu benimseyen farklı ülkelerden geldikleri için, zamanla çevre koruma hukukunda içtihat yaratmaya ve bazı başvuruları kabul etmeye başladılar (Gürültü kirliliği hakkında Arrondelle v. United Kingdom, 7889/77 ve su kirliliği hakkında Zander v. Sweden, 14282/88 Kararları vb.). İlk önemli çevre koruma kararı 9.12.1994 tarihli Lopez Ostra v. Spain Kararı’dır. İç hukuk yollarını tüketen Bayan Lopez Ostra, Strasbourg Mahkemesi’ne yaptığı başvuruda, evinden birkaç metre ötede bulunan bir çöp arıtma tesisinin kendisine vermekte olduğu zarar karşısında etkin önlem almayan Lorca Belediyesi’nin, Sözleşme’nin 3. (işkence ve kötü muamele yasağı hk.) ve 8. (özel hayatın ve aile hayatının korunması hk.) maddelerini ihlal ettiğini belirtir. Mahkeme, kasabanın bu çöp arıtma tesisinden elde ettiği ekonomik yararlar ile başvurucunun sözleşmeden kaynaklanan haklarını etkili olarak kullanabilmesi arasında, adil bir denge kurulmadığı gerekçesi ile 8. maddeden ihlal kararı vermiştir. Çevre koruma alanında yönlendirici kararlar olarak nitelenen kararlarda ileri sürülen ilkeler ve mevzuat, tüm davaların hazırlanması veya karar verilmesi aşamasında hukukçular tarafından dikkate alınmak zorundadır. Strasbourg Mahkemesi’nin Lopez Ostra v. Spain gibi, başka yönlendirici kararları da vardır (Guerra v. İtaly (19.2.1998), McGinley and Egan v. United Kingdom (9.7.1998), L.C.B v. United Kingdom (9.7.1998), Hatton and Others v. United Kingdom (8.7.2003), Öneryıldız v. Türkiye (18.7.200230.11.2004 Büyük Daire), Moreno Gomez v. Spain (16.11.2004), Fadeyeva v. Russia (16.10.2003), Taşkın v. Türkiye, vb.). 64 Av. Noyan ÖZKAN Genel olarak hava, su, toprak ve gürültü kirliliğine; biyolojik zenginliklerin, kültür ve tabiat varlıklarının yok olmasına, yaban hayatının ve yaşama alanlarının tehlikede olmasına ilişkin başvurularda, ağırlıklı olarak 8. madde üzerinden gidilmektedir. Bazen 8. madde ile birlikte yaşam hakkını düzenleyen 2. madde veya mülkiyet hakkını koruyan 1 nolu Protokole dayalı başvurular da yapılmaktadır. 8. maddenin ihlal edilip edilmediği hususunda Strasbourg Mahkemesi’nin inceleme kriterleri artık kesinleşen (iki aşamalı) bir teste tabidir. 1. Aşama 8. Maddenin Uygulanabilirliği (8/1) * İleri sürülen haklar 8. madde kapsamında korunan haklardan biri midir? * Söz konusu hak üzerinde devletin (bireyin haklarına saygı gösterme konusunda), pozitif yükümlülüğü var mıdır? * Söz konusu yükümlülük devlet (yasama-yürütme-yargı) tarafından yerine getirilmiş midir? 2. Aşama Maddenin İhlal Edilip Edilmediği (8/2) * 8. madde kapsamında yer alan haklara müdahale edilmiş midir? * Müdahale edilmişse: a) Kanuna uygun mudur? b) Meşru bir amacı var mıdır? c) Demokratik bir toplumda gerekli midir? d) Orantılı mıdır? Strasbourg Mahkemesi, çevre koruma davalarında, yalnızca Avrupa Konseyi Mevzuatını değil; aynı zamanda çevre korumaya ilişkin Birleşmiş Milletler, Avrupa Birliği ve AGİT Mevzuatını ve hatta bu kurumların koruyucu mekanizmalarının aldığı kararları ve yumuşak hukuku da (Rio Zirvesi Sonuç Bildirgesi vb.) dikkate almaktadır. Ancak, öncelikle yönlendirici emsal kararların çok iyi analiz edilmesi gerekmektedir. VI. TAŞKIN v. TÜRKİYE EMSAL KARARI Uzun yıllardır Bergama’lı köylülerin kendi topraklarında siyanür kullanılarak altın çıkarılmasına karşı çıkmaları ile geliştirdikleri, nitelikli ve sevimli sivil toplum inisiyatifi, kamuoyuna mal olmuştur. Öte yandan, köylüler lehinde alınan mahkeme kararlarına karşın, bu kararların arkasından dolanılmak suretiyle Bergama-Çamköy-Ovacık-Narlıca mevkiindeki maden işletmesinin; önce bir Başbakanlık Genelgesi (5.4.2000) ile, sonra bir Bakanlar Kurulu Kararı (29.3.2002) ile ve en sonunda İzmir Valiliği işlemiyle Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi ve Çevre Hukuku 65 (1.11.2004); yasalara ve evrensel hukuk ilkelerine aykırı olarak işletildiği hususu malumlarınızdır. Bergamalı köylülerin yaklaşık 15 yıldır, altın şirketlerine (EurogoldNewmont-Normandy) karşı yürüttükleri “sağlıklı bir çevrede yaşama hakkı” mücadelesinde, Danıştay 6. Dairesi’nin (ve İzmir 1. İdare Mahkemesi’nin) 1997/1998 yılında aldığı karar çok önemlidir. Bu kararla; yörenin jeolojik ve coğrafi durumu, sodyum siyanür kullanılmasının 20 ile 50 yıl süre ile yöre sakinlerinin yaşamına yönelik risk oluşturması gibi nedenlerle, Çevre Bakanlığı’nın altıncı şirkete verdiği faaliyet izni iptal edildi. Danıştay bu kararında özellikle Anayasa’nın 17. maddesine (yaşam hakkı) ve 56. maddesine (çevre hakkı) dayandı. Dönemin Başbakanı Mesut Yılmaz ve bazı kabine üyeleri bu kararı zamanında uygulamadıkları için, Yargıtay ve Ankara Asliye Hukuk Mahkemesi tarafından tazminata mahkum oldular. Bu tazminatları davacı Bergamalı köylülere ödediler. Sonradan Ecevit Hükümeti; Anayasa’nın 138. maddesine ve hukuk devleti ilkesine aykırı olarak, 2000 yılında bir Başbakanlık Genelgesi ve 2002 yılında gizli bir Bakanlar Kurulu Prensip Kararıyla, anılan 97/98 kararlarına karşın altın/kimya tesisinin illegal olarak çalışmasını sağladı. Yürütme organının, yargıya açıkça müdahalesi ile mahkeme kararları rafa kaldırıldı ve böylece altın/kimya tesisi yaklaşık 3 yıl süre ile illegal olarak çalıştırıldı. Ancak, 2002/Gizli Bakanlar Kurulu Prensip Kararının Danıştay 6. ve 8. Daireleri Müşterek Kurulu tarafından 23/6/2004-E.2002/2618 nolu kararla yürütmesinin durdurulması üzerine, tesis 19/8/2004 tarihinde işletmeye kapatıldı. Danıştay İdari Dava Daireler Genel Kurulu, Hükümet ve madenci şirketlerin anılan yürütmenin durdurulması kararının kaldırılması ve madenin işletmeye açılması yolundaki itirazlarını, 7/10/2004 tarih ve 2004/417 nolu kararıyla reddetmiştir. İç hukuk mevzuatı açısından işletmenin bu kararlarla kapalı durumda olması gerekirdi. İzmir’de benim de içinde bulunduğum meslektaşlarla birlikte, 1998 yılında Bergamalı köylülere vekaleten başvurusu yapılan, kabul edilebilirlik kararı verildikten sonra 3.6.2004 günü Strasbourg’ta duruşması yapılan, Sefa Taşkın ve Arkadaşlarının Türkiye’ye karşı yürüttüğü davada verilen karar önemlidir. AİHM’nin yedi yargıçtan oluşan 3. Dairesi, 3.6.2004 tarihinde Strasbourg’ta düzenlenen duruşmada taraf vekillerini dinlemiş ve 10.11.2004 tarihinde mahkemenin web sitesinde 29 sayfalık kararını açıklamıştır. Mahkeme özet olarak, Sözleşme’nin 6. (adil yargılanma hakkı) ve 8. (özel yaşamın ve aile yaşamının korunması) maddelerinin ihlal edilmiş olduğuna, sözleşmenin 2. ve 13. maddelerine yönelik başvuruların ayrıca incelenmesine gerek olmadığına ve her bir başvurucuya 3000 Euro manevi tazminat 66 Av. Noyan ÖZKAN ödenmesine karar vermiştir (Bkz; www.echr.coe.int , 10/11/04, Taşkın and Others v. Türkiye, 46117/99). Hükümetin, anılan kararın bozulması amacıyla AİHM Büyük Daire’ye yapmış olduğu başvuru, 30 Mart 2005 günü reddedilmiş ve böylece karar kesinleşmiştir. Türkiye’nin bugüne kadar yerine getirmediği ve bu nedenle Avrupa Konseyi Statüsü ile Roma Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ni sürekli olarak ihlal ettiği 29 sayfalık kararın yalnızca üç paragrafını aşağıda değerlendirmenize sunuyoruz: “Par. 117: Mahkeme, uyuşmazlık konusu olayla ilgili olarak, Ovacık altın madeni ocağına izin verme konusunda yetkililerin aldığı kararın Danıştay tarafından iptal edildiğine dikkati çeker. Par. 126: Mahkeme, davalı Devletin, Sözleşme’nin 8. maddesini dikkate almadan, davacıların özel ve ailevi yaşamlarına saygı gösterilmesini talep hakkına ilişkin güvenceleri sağlama yükümlülüğünü yerine getirmediğini belirlemektedir. Par. 136: Diğer taraftan Başbakanlık’ın talimatları ile verilen bakanlık izinleriyle 13.04.2001 tarihinde başlayan deneme üretimi faaliyetlerinin hiç bir yasal dayanağı yoktur. Bu durum yukarıda belirtilen yargı kararlarıyla da ortaya konulduğu gibi, yargı kararının arkasına dolanılması anlamına gelmektedir. Böyle bir durum, hukukun üstünlüğü ve hukuk güvenliği ilkesinin dayandığı hukuk devleti ilkesine aykırılık oluşturmaktadır.” Avrupa Konseyi tarafından bir kaç ay önce yayınlanan Environmental Protection and the European Convention on Human Rights (İnsan Hakları Üzerinde Çevresel Koruma ve AİHS) isimli kitabın yazarı Dr. Daniel Garcia San Jose, çok önemli gördüğü 24 karar arasında Sefa Taşkın v. Türkiye Kararı’nı da almış ve yorumunu şöyle yapmıştır: “Başvurucular, Bergama bölgesinde yaşayan on Türk vatandaşı, siyanürleme yöntemi uygulayan bir altın madenini işletme için izin almış olan bir şirketi şikayet etmiştir. Başvurucular, idare mahkemelerinde, sağlık riskleri ve yeraltı su kaynaklarının kirlenmesi ile yerel ekosistemin tahrip edilmesi risklerine dayalı olarak, anılan izni iptal ettirmeyi başarmışlardır. Ancak, mahkeme kararları, idari makamlar tarafından uygulanmamış ve bilakis bunlar Çevre ve Orman Bakanlığının doğrudan talimatlarına uymuşlardır. Sonuç olarak, başvurucular, Sözleşmenin 2, 8, 6/1 ve 13. maddeleri ile korunan haklarının ihlal edildiğini iddia etmişlerdir. 8. madde ile ilgili olarak AİHM; mahkeme kararlarına uymayı reddeden idari makamların bu suretle, başvurucuların özel yaşam ve ailevi yaşamlarına saygı haklarını koruyan usuli güvencelerin etkisi ve yararının önlendiğini, düşünmüştür. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi ve Çevre Hukuku 67 Sonuç olarak, Türkiye, başvurucuların haklarını teminat altına alma yükümlülüğünü ifa edememiş; ve Mahkeme oybirliği ile Sözleşmenin bu maddesinin ihlal edildiğine karar vermiştir Mahkemenin, 6. madde ile ilgili olarak 131 ile 133. paragraflardaki değerlendirmesi kayda değerdir. Türk Hükümeti’nin iddialarının aksine Mahkeme, değerlendirme konusu maddi olayların, Türk Anayasası’nın 56. maddesi ile (sağlıklı ve dengeli bir çevrede yaşama hakkı) başvuruculara sağlanan haklara karşı, çok gerçek ve ciddi tehditler olduğunu, belirtmiştir. AİHM, başvurucuların, altın madeninin yanındaki köylerde yaşayan halkın çevre ve sağlıkla ilgili genel ve kesin olarak tespit edilmemiş risklerinden şikayetçi olmadıkları gerçeği üzerinde vurgulama yapmaktadır. Aksine, onlar altın eldesinde kullanılan siyanürlü liç yönteminin, resmi çalışmalara ve raporlara dayalı olarak, fiziksel bütünlükleri için gerçek ve doğrudan riskler olduğu için, başvuruda bulunmuşlardır.” Sonuç olarak, Türkiyeli hukukçuların, sınır tanımayan doğa kirlenme olaylarına paralel olarak, uluslararası çevre koruma mevzuatını yakinen takip etmesinde ve bulunduğu pozisyonda ürettiği hukuk belgelerine bunu yansıtmasında kamu yararı vardır. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin yaşama geçirilmesinde önemli rol oynayan Avrupa Konseyi Parlamenterler Assemblesi ve Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi kararları ile Strasbourg Mahkemesi’nin yönlendirici kararları, adalet sistemini doğrudan ve dolaylı olarak etkilemektedir. Sorular ve Değerlendirmeler 69 SORULAR VE DEĞERLENDİRMELER Prof. Dr. Nükhet Turgut (Atılım Üniversitesi Hukuk Fakültesi): Noyan Bey’in kullandığı “yumuşak hukuk” terimi dikkatinizi çekmiştir. Tercümenin bu şekilde yapılmaması gerektiğine inanıyorum. Çünkü İngilizce’de “soft law” kelime kelime çevrilirse yumuşak hukuk anlamına geliyor; ama bunun özünde başka bir nokta vardır. Uluslararası hukukta sözleşmeler ve sözleşme dışı metinler (bildirge, karar, vb.) bulunmaktadır. Hukuken sözleşmeler bağlayıcıdır, sözleşme dışı metinler bağlayıcı değildir. Ancak hukuken bağlayıcı değilse, hiç bir etkileri yoktur; şeklinde bir sonuç ortaya çıkmamaktadır (İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi de buna güzel bir örnektir). Çevre hukuku alanında bu örneklerin sayıları çok fazladır. Çevre korumanın küresel olduğunu dikkate aldığımızda, bunlar hukuken bağlayıcı olmasalar da, bu kavram altında ifade ettiğimizde belirtmek istediğimiz, fiiliyatta (moral olarak) bunların herkesi bağladığıdır. Yumuşak hukuk yerine “moral açıdan bağlayıcı” metinler demenin daha doğru olacağı kanaatindeyim. Yrd. Doç. Dr. Tuğrul Katoğlu (Bilkent Üniversitesi Hukuk Fakültesi): Yargı kararlarının uygulanmaması meselesi, hepimizin canının çok yandığı bir konudur. Bunu özelleştirmelerde de yaşıyoruz. Danıştay yakın tarihte bir toplantı düzenleyecektir, alternatif başlıklardan biri de yargı kararlarının uygulanmasının sağlanması meselesidir. Bu, durumun vahametini göstermektedir. Hukuk devleti, yargı kararlarını uygulamalıdır. Uygulanmadığı zaman kamu davası açılmalı ve uygulamayan kamu görevlileri cezalandırılmalıdır. Yeni TCK md. 257’de görevi ihmal hükmü dikkate alınmalıdır. Hukukun itibarını hukukçular korumalıdır. 1991 yılında HAVAŞ ve ÇİTOSAN Çimento Fabrikaları’nın özelleştirilmesi, yapılan ilk özelleştirmedir. DYP-SHP Koalisyonu’nda, çok garip gerekçelerle ve Cumhurbaşkanı’nın imzası olmadan bir prensip kararı alınmıştır. Cumhurbaşkanı’nın imzası olmadığı için yargıya gidilmeyecektir, planlanan budur. Bu prensip kararına uzun süre rastlanmamıştır, daha sonra tespit edilmiştir. Bunun dışında bir çok prensip kararı vardır. Özelleştirmelerde de gizli olanları vardır, Danıştay bunlardan birini iptal etmiştir. Bu önemli bir meseledir. 70 Sorular ve Değerlendirmeler Tüpraş meselesinde, hukukçu olmayan bir köşe yazarı, “Konu hisse devir sözleşmesi imzalandığı için özel hukuka intikal etmiştir. İhale şartnamesindeki hükümler dolayısıyla bu yürütmenin durdurulması kararının uygulanması mümkün değildir.” demiştir. Bir fiili imkansızlık meselesi bu kararlarda hep mazeret olarak ileri sürülmektedir. Bir de BK md. 20 vardır, hukuka aykırı işlemler geçersiz, batıldır. Dolayısıyla bu işlemler sonuç doğurmayacaktır, idare gidip o tesisleri geri alacaktır. Benim hukuki kanaatim budur. Bu ideolojik değil hukuksal bir değerlendirmedir, hukuk devleti isek, savcılık gerekeni yapacaktır. Nüvit Eren (Manisa Hakimi): Daha önce görev yaptığım bir doğu Akdeniz ilinde, bir Belediye’nin çöp dökme alanı, bir maden arama sahası içerisindeydi. Bu maden şirketi müdahalenin önlenmesi davası açmıştı. Keşif yapılıp, sonuçlandırıldı. Çöp dökme alanının kaldırılmasına karar verildi. Biraz önceki konuşmacıya bir yol olması bakımından, o zaman çevre hukuku bilgimiz olmadığı için, genel prensiplere göre karar verilmişti. Aynı zamanda bu eylemler haksız olduğu için, genel hukuk yollarıyla da haksızlığın önlenmesine karar verilebilir ve bu kararların icrası da icra daireleri tarafından zorunlu olduğu için, icra daireleri de bu kararları yerine getirebilir. Noyan Özkan (Avukat): Sayın yargıca katılıyorum. Burada daha ziyade idari yargıçlar çoğunlukta, ancak bazı adli yargıçların da olduğunu görüyorum. Ben her gittiğim toplantıda (Baro toplantıları veya hukukçularla yapılan çevre koruma örgütlerinin toplantıları) idari yargıya fazla girilmemesini, adli yargıda hak aramayı salık veriyorum. Özellikle müdahalenin menni, muharazanın menni, komşuluk hukuku son derece net olarak uygulanabilirler. Herhangi bir sulh hukuk ya da asliye hukuk hakimiyle, sizin komşunuzdan kaynaklanan kirliliği (hava, su ya da toprak kirliliği) anında bilirkişi yoluyla tespit ettirip, çok kısa sürede ihtiyati tedbir kararı almak ve de bu işi çözümlemek mümkündür. Adli yargı daha pratiktir. Baz istasyonları davaları da çok ilginçtir. İdari yargıda da devam etti; ama adli yargıda da kat mülkiyeti hukukundan tutun da, müdahalenin önlenmesi davalarına kadar, pek çok değişik ve sonuç alınan dava açıldı. Bizim amacımız, çevre hukukunu kıyıda köşede kalmış, arada bir ilgi gösterilen “garnitür” olarak kullanılan bir hukuk dalı olmaktan çıkararak; yaşamımızın tüm alanlarına hakim olan, Nükhet Hanım’ın da ifade ettiği, gibi ekolojiyi temel alan bir hukuk dalı haline getirmektir. Bunu geleceğimizi kurtarmak için yapmalıyız. Sular, topraklar, tarım alanları tükenmektedir. Tarım alanlarının tükenmesinin bir sonucu olarak “Türkiye’nin gıda maddesi ithal etmeyen dünyadaki 7-8 ülkeden biri olduğu” ifadesi mazide kalmıştır. Her tür gıda maddesinden bol bol ithal etmekteyiz. Bu alanda en önemli şey planlamadır. Plan- Sorular ve Değerlendirmeler 71 lama DPT’den başlar, Bayındırlık ve İskan Bakanlığı, kentteki nazım imar planı olarak devam eder. 3194 sayılı Kanun’a bakarken naçizane önerim (İmar Kanunu’nun 1. maddesinde “çevre” sözcüğü de vardır esasen), bu maddeleri değerlendirirken sözleşmeleri, ekolojik terimleri de dikkate almaktır. Biz Aarus Sözleşmesi’ne taraf olmamamıza rağmen, Bergama Kararı’nın gerekçesinde Aarus’a yapılan atıf, yaklaşık yarım sayfa tutmuştur. Sözleşmeye taraf olmamakla, sözleşmeye uyma yükümlülüğünden sıyrılmış olmuyoruz. Bu sözleşme Avrupa Konseyi ya da AB Sözleşmesi de değildir. BM Sözleşmesidir. Bu sözleşmeye büyük bir önem verilmektedir. Biz hala imzalamasak da eninde sonunda imzalayacağız. Mustafa Dinç (Denizli İdare Mahkemesi Başkanı): Biz hafta sonu Antalya’da seminerdeydik. Orada Alman idari yargıçlarla karşılıklı fikir alışverişinde bulunduk. Bir arkadaş onlara Almanya’da kararın uygulanmaması halinde ne olduğunu sordu. Alman yargıç, tercümanın soruyu çok güzel bir biçimde çevirmesine rağmen (tercüman da idari yargıçtı), soruyu anlayamadı. Kararın uygulanmaması gibi bir şey kesinlikle söz konusu değil Almanya’da, bizde ise maalesef mümkün. Noyan Özkan (Avukat): Kararın uygulanmaması meselesinde umut dolu yeni bir gelişme var. Bakanlar Kurulu prensip kararları uygulanmadığı zaman savcılıklara giderdik; ancak Bakanlar açısından Anayasa’nın 100. maddesini, bürokratlar açısından da o dönemdeki Memur Muhakematı Kanunu’nun koruma zırhını bir türlü delemiyorduk. Bursa’daki arkadaşlarımız Kargil Davası’nda geçmiş dönemde Bursa valisi olan Oğuz Kaan Köksal’ı (şu anda İzmir valisi) şikayet etmişlerdi. Bakanlar Kurulu kararı ile Kargil İşletmesini, yargı kararına rağmen vali işletmeye açmıştı. Memurların yargılanmasına ilişkin ihtilaflara yanılmıyorsam şu anda Danıştay 1. Dairesi bakmaktadır. Basına yansıdığı için biliyor olabilirsiniz, Danıştay 1. Dairesi Vali’nin “Bakanlar Kurulu kararını uygulamak zorundaydım. Sorduğum zaman tekrar uygulamam telkin edildi.” savunmasını dikkate almayarak; Anayasa’da konusu suç teşkil eden emirlerin yerine getirilmemesi gerektiğine ilişkin hüküm bulunduğunu ifade etmiştir. Sayın Vali yakında Yargıtay’da yargılanacaktır. Tabii Vali Bey’in yargılanmasını istemeyiz, ama birtakım şeyler zorlayınca oluyor. Rücu hukukunu geliştirmemiz gerekiyor. Her idari davadan sonra kamu zararlarının karşılanmasına ilişkin olarak, rücu için yetkili makamlara başvurmak gerekiyor. Selami Demirkol (İstanbul 5. İdare Mahkemesi Üyesi): Tuğrul Bey ile aynı endişeleri taşıyorum. Yargı kararlarının uygulanmaması akla hayale sığmayacak bir şeydir. Anayasa’da hüküm varken, idarenin mahkeme karar- 72 Sorular ve Değerlendirmeler larını yerine getirmesi zorunlu kılınmışken, başka hangi kanuna bakmaya gerek vardır ki? 2577 sayılı İdari Yargılama Usulleri Hakkında Kanun’un 28. maddesinde de düzenleme vardır. Mahkeme kararının yerine getirilmesi, mahkeme kararının verilmesinden sonraki bir aşama olduğu için, usul kanununda yeri olmayan bir maddedir. Usul Kanunu’nda yer almasının sebebi, İdari Usul Yasası’nın olmayışıdır. Böyle bir usul yasasının yapılması için çalışmalar devam etmektedir. İdarenin mahkeme kararı alınmasından sonra yapması gereken işlemleri, izleyeceği süreci gösteren bir Usul Yasası’nın olması, yargı kararlarının uygulanması açısından çok faydalı olacaktır. İkinci olarak idare davalı olarak önümüze geldiğinde ve aleyhine karar verdiğimizde, aynı idareden kararın yerine getirilmesi talebinde bulunuyoruz. Adli yargıda infaz sıkıntılara yol açmamaktadır, çünkü infazla görevli birimler vardır aynı zamanda. İdari yargıda ise böyle birimler yoktur. İdari savcıların olmasını talep ediyoruz. Danıştay’ın savcıları vardır, ancak onlar kanun sözcüleridirler, hiç bir savcılık fonksiyonları yoktur. Adliyedeki savcılık kurumuna benzer biçimde, her Bölge İdare Mahkemesi bünyesinde yeteri kadar savcı olursa, mahkeme kararının yerine getirilmemesi halinde şikayet mercii olarak savcılara gidilir. Savcılar memur yargılamasına, 4483 sayılı Yasa’ya takılmadan, doğrudan Ağır Ceza’da dava açabilsinler ve idari savcı adli savcıya bir fezlekeyle davayı götürdükten sonra seri bir şekilde öncelikli olarak dava görülsün. Bu takdirde sorunlar ortadan kalkar. Sadettin Yaman: Avukat Bey’in adli ve idari yargıya gidilmesi hususunda söyledikleri ile ilgili olarak küçük bir açıklamada bulunmak istiyorum. Adli yargının yargılama süreci ile idari yargının yargılama süreci farklıdır. Bu iki yargının yargılamada kullandığı argümanlar, hukuki araçlar da farklıdır. Kaldı ki adli yargı şahıslar, eşitler hukukunu uygularken, idari yargı hakimiyete dayalı kamu gücünü kullanan idarenin işlemini yargılar. Sanıyorum ki zikredilen müdahalenin önlenmesi davası yorum yoluyla oluşturuldu; çünkü idare sahip olduğu kamu gücüne dayalı olarak bir çöp dökme alanı tespit ediyor, bu sebeple menfaati zedelenen vatandaş da dava açıyor. Bir ölçüde kanuna karşı hile yoluna sapılarak, idari yargıda hak aramak gerekirken, adli yargıya gidiliyor. İdari yargının bu konuda sağladığı himaye, kanımca adli yargıdakinden daha önemlidir. İkincisi, idari yargı merciinin verdiği kararın ne anlama geldiğini de değerlendirmek gerekir. Elbette verilen karar yeni bir değerlendirmeyi gerektiriyorsa, idareler verilen karar çerçevesinde yeni bir işlem yapacaklardır. Verilen her kararın mutlak olarak iptal edilmesi, iptalin sonuçlarına bağlı olarak uygulamayı gerektirmez. Çünkü iptal kararına bağlı olarak idare, yeni bir değerlendirme yapıp, yeni bir işlem yapmakla yükümlü kılınmışsa, idare bu değerlendirmeleri yaptıktan sonra yeni bir işlem tesis edecektir. Eğer yapılan Sorular ve Değerlendirmeler 73 bu işlem de menfaat ihlali sonucunu doğuruyorsa, dava yoluna başvurulacaktır. Yapılan yeni çalışmalarda, kararlara, verilmiş olan kararın nasıl uygulanacağı hususunda açıklamalar içeren “idari emir” niteliğinde bir bölümün eklenmesi düşünülüyor. Şahsi fikrim, böyle bir düzenlemenin isabetli olmayacağıdır. Bir yargı kararı verildikten sonra, bunun nasıl uygulanacağı konusundaki değerlendirmeyi yargı değil, idare yapmalıdır. Bir katılımcı: Kıstaslar eskiden böyle net değildi. Danıştay’ın veya Yargıtay’ın, hangi davanın idari dava olarak değerlendirileceği hususunda, belirgin ölçütleri yoktu. Biz önümüze gelen müdahalenin önlenmesi davalarında, asliye hukuk hakimleri olarak bunu da değerlendirirdik. Genelde uygulanan kıstas, idarenin uyguladığı projeler varsa, idari dava olabileceği şeklindeydi. Trafik kazalarında hatırlarsınız, belediye şoförünün kaza yapması durumunda araç içerisinde yaralanan sivil vatandaş varsa, ikili bir yargılamaya gidilirdi. Davaların bir kısmı idari yargıda, bir kısmı adli yargıda görülürdü. Söz edilen dava, Belediye’nin açtığı çöp dökme alanıyla ilgili olarak, Belediye’ye karşı açılmış bir davaydı. Yargıtay onamasından geçip kesinleşti. Görev sorunu da yoktu. Kanuna karşı hile gibi bir durum söz konusu olmadı. Vatandaş belki o zamanlar, idari yargının yeni kurulması sebebiyle, çözüm olarak adli yargıyı daha elverişli gördü, onu seçti. Çevre ve Ceza Hukuku Yeni TCK ve Çevreye Karşı Suçlar III. OTURUM 75 76 Yrd. Doç. Dr. Tuğrul KATOĞLU Çevre ve Ceza Hukuku Yeni TCK ve Çevreye Karşı Suçlar 77 ÇEVRE ve CEZA HUKUKU YENİ TÜRK CEZA KANUNU ve ÇEVREYE KARŞI SUÇLAR* Yrd. Doç. Dr. Tuğrul KATOĞLU** I. ÇEVRENİN KORUNMASINDA CEZA HUKUKUNUN İŞLEVİ Bugün gelişmiş ve gelişmekte olan ülkeler özellikle insan davranışlarının doğrudan sonucu olan çevresel zararlarla mücadele etmektedir. Doğal çevre, kentsel çevre, tarihsel çevrenin artan tehdit ile karşı karşıya olduğu son birkaç on yılda kamunun ve ceza hukukunun müdahalesi giderek yoğunlaşmıştır. Sanayileşmiş ülkeler arasında Amerika Birleşik Devletleri ve Avrupa Birliği ülkeleri bakımından gerçekleştirilen bir karşılaştırmalı çalışmada bu ülkelerde çevre koruma amacıyla benimsenmiş para cezaları, ruhsat iptali gibi zengin ve çeşitli idari yaptırım kataloglarının mevcudiyetinin yanı sıra ceza ve ceza muhakemesi hukuku aygıtlarından da etkin biçimde yararlanıldığına dikkat çekilmektedir. Farklı gelişmişlik düzeyinde ve farklı kıtalardaki çeşitli ülkelerdeki doğal çevre koruma aygıtlarını inceleyen bir çalışmada çevrenin cezaen korunması anlayışına ancak bir sürecin sonunda ulaşılabildiği dile getirilmektedir. Gerçekten de ceza hukukunun başkaca kollektif varlıklar bakımından sağladığı koruma, doğal çevre söz konusu olduğunda sahneye biraz gecikerek çıkmıştır. Önceleri idare hukuku ile özel hukuk aygıtlarının bu alandaki temel hukuksal korumayı oluşturduğu görülmektedir. Bu çerçevede ilk başlarda kirliliğin, sanayileşmenin doğal, kaçınılmaz bir sonucu olarak kabul edildiği yani kanıksandığı, bununla birlikte zaman içinde çevresel zararın bir trajediye dönüşmesi karşısında hukuksal değerlendirmelerin de değiştiği tespit edilmektedir. Özellikle gelişmiş ülkeler ceza hukukunun bu alana müdahalesini ilk kabul edenler arasında olmuşlardır. Öte yandan, idarenin idari yaptırımları uygulamakta yeterince kararlı davranmaması da bu alanda ceza hukuku aygıtlarına yönelme nedenlerinden bir başkasını oluşturmuştur. Bu* ** Bu konuşma metni hazırlanırken Mülkiye Dergisi’nin XXIX cilt sayılı Bahar/2005 sayısında yayınlanan “Yeni Türk Ceza Kanunu ve Çevreye Karşı Suçlar” başlıklı makalemiz esas alınmış, kimi güncel gelişmeler ve farklı sorun noktaları da eklenmiştir. Bilkent Üniversitesi Hukuk Fakültesi Öğretim Üyesi 78 Yrd. Doç. Dr. Tuğrul KATOĞLU gün dünyada genel eğilim çevrenin korunmasında ceza hukukundan yararlanılması, mevcut ceza müeyyidelerinin ağırlaştırılması, daha da ileri giderek tüzel kişilerin ceza sorumluluğunun kabul edilmesi yolundadır. Bu alanda gerekli ulusal ve uluslararası hukuksal düzenlemelerin yapılmasını öneren ya da taraf devletlere yükleyen farklı niteliklerde uluslararası metinler bulunmaktadır. Doğal çevre bakımından hukuksal koruma öncelikle insan merkezli bir görünüm sergilemiştir. Doğal çevrenin korunmasından çok insanın korunması esas alınmıştır. Daha çok insanın yaşam hakkı ve sağlığın korunması açılarından soruna yaklaşıldığı için hukuksal ve özel olarak cezai koruma da insan merkezli bir anlayış üzerine yerleşmiştir. Bu çerçevede daha çok bir dolaylı koruma söz konusu olmaktadır. Sağlığın ve toplumsal, iktisadi yaşamın sürdürülebilmesi bakımından kaynakların korunması dolayısıyla çevre de bir ölçüde korunabilmiştir. Ancak yirminci yüzyılın ikinci yarısından sonra sanayi faaliyetleri sonucu kirliliğin giderek büyük bir tehdit oluşturması ile birlikte doğrudan çevresel varlıkları esas alan bir koruma anlayışının güçlendiği görülmektedir. Doğal çevre bakımından ceza hukuku üç farklı aşamada koruma sağlayabilir. Kirletici madde üretimi, saklanması gibi faaliyetleri kapsayan ilk aşamada, kirletmeyi önlemeye yönelik tedbir kurallarının ihlalini dikkate alan ikinci aşama ve nihayet kirletme fiillerini bastırmaya yönelik üçünü aşamada ceza hukukunun devreye girdiği görülmektedir. Kimi yazarların çevrenin korunması bakımından ceza hukuku aygıtlarına yer verilmemesini savundukları görülmektedir. Ceza hukukunun hiç müdahale etmemesini savunanlar, daha ziyade idari para cezaları ile yetinilmesi gerektiği kanısındadırlar. Ülkemizde de bir zamanlar sıkça dile getirilen ve aslında anlamı da bir türlü berraklaşamayan “ekonomik suça ekonomik ceza” sloganında olduğu gibi daha çok iş çevrelerine yakın olanlar bu görüşten yana olmuşlardır. Ceza hukuku aygıtlarından yararlanılması konusunda da iki genel eğilim mevcuttur: Bir yanda çevre alanında ceza müeyyidelerine son seçenek (extrema ratio-ultima ratio-ultimum remedium) olarak başvurulması, öbür yanda ceza hukukunun bu alana bağımsız olarak müdahalesinin kabulü. İlk eğilim çerçevesinde değerlendirilebilecek ve ceza hukukuna idari yaptırımlara göre tamamlayıcı bir işlev tanınması yolunda görüşler mevcuttur. Çevrenin korunması öncelikle önleyici nitelikteki idari düzenleme ve tedbirler ile sağlanmalı, ancak bunların belirlediği koşul ve zeminde ceza hukukunun yardımından yararlanılmalı, yani ceza müeyyidelerine başvurulmalıdır. Bununla birlikte ceza hukuku bakımından idare hukukuna bağımlılık görecedir. Bu çerçevede, çevresel idari düzenlemelerin ceza müeyyidesi güvencesine bağlandığı durumlarda, herhangi bir idari tasarrufa gerek kal- Çevre ve Ceza Hukuku Yeni TCK ve Çevreye Karşı Suçlar 79 maksızın, örneğin uyarıda bulunmaksızın ceza müeyyidelerinin uygulanabilmesi söz konusu olacaktır. İkinci eğilim ceza hukukunun özerkliği tartışması ile yakından ilgilidir. Gerçekten bugün ceza hukukçuları, ceza hukukunun özerk olduğunu ve salt müeyyidelendirici ceza hukuku anlayışının geçmişte kaldığını savunmaktadırlar. Ceza normları, başkaca hukuk dallarının müeyyidelendirilmesi amacı ile sevk edilmez. Ceza normları ayrıca özerk ve özgün bir değerlendirme de içerir. Emir ve yasakların bünyesinde bu değerlendirme erimiştir. Öte yandan ceza müeyyidesinin son seçenek olması mutlaka ceza hukukunun ikincil, tamamlayıcı ya da salt müeeyidelendirici bir işlevle tanımlanması sonucunu doğurmayacaktır. Ceza müeyyidesinin son seçenek olarak nitelendirilmesi, sadece çevrenin korunması ile ilgili bir tartışma değildir. Çağdaş ceza hukukları bakımından ceza müeyyidesinin son seçenek olarak kabul edildiği, yani sadece çevrenin korunması bakımından değil, genel olarak ceza müeyyidesinden yararlanılması ile ilgili olarak son seçenek anlayışının etkili olduğu görülmektedir. Ceza hukuku aygıtlarının mesih gibi kabul edilmesi elbette yanlıştır. Ceza müeyyidesinin ancak son seçenek olarak kabul edilmesi çağdaş ceza hukuklarının genel ve temel bir ilkesi olarak anlaşılmalıdır. Çağdaş ve özgürlükçü ceza hukukunun temel bir ilkesi, ceza hukukunun sosyalleştirilmesidir. Sağlık, kültür ve tabiat varlıkları, iş güvenliği gibi topluma ait kollektif varlık ve menfaatlerin korunması bakımından ceza müeyyidesine başvurulması mümkündür. Çağdaş bir hukuk düzeni ceza müeyyidesini son seçenek olarak görmekle birlikte özellikle kollektif varlık ve menfaatler ile insan hak ve özgürlüklerinin güvence altına alınması bakımından ceza müeyyidesine başvurabilir hatta başvurmalıdır. Anayasal bir ceza hukuku, anayasada güvence altına alınan varlık ve menfaatlerin koruyucusu olmalıdır. Esasen genel olarak ceza müeyyidesine ancak zorunlu durumlarda başvurulmalıdır. Ceza müeyyidesi uygulanması suretiyle feda edilecek varlık veya menfaat ile cezaen korunan varlık ve menfaat arasında oran bulunan ve ceza müeyyidesi dışında kalan, örneğin idari, hukuki, mesleki müeyyideler ile koruma sağlanamayan durumlarda bu zorunluluğun bulunduğu kabul edilmelidir. Bu çerçevede çevrenin korunması bakımından ceza hukukuna başvurulması yerindedir. Bu yapılırken elbette hukuk düzeninin bütünü dikkate alınacak, sadece son seçenek olarak ceza müeyyidesine başvurulması, ceza hukukunun özerkliğine de kanımızca bir sınırlama getirmeyecektir. Ceza müeyyidesine başvurulması ilkesel olarak son seçenek kabul edilmekteyse de bu durumun çevrenin korunması bakımından eskisi kadar belirgin olmadığı da görülmektedir. Bazı yazarlara göre, çevrenin korunması amacıyla ceza hukuku özel bir öneme sahip olup neredeyse ilk adresi oluşturmaktadır. Avrupa Birliği üyesi kimi ülkelerde önceleri yetinilen görece 80 Yrd. Doç. Dr. Tuğrul KATOĞLU hafif ceza müeyyideleri (hafif para cezaları ve kısa süreli hürriyeti bağlayıcı cezalar) çevresel zararın önüne geçilmesinde zaaf olarak değerlendirilmektedir. Doksanların başlarından itibaren Belçika’da ceza miktarları ağırlaştırılmıştır. Doksanlı yılların ortasında Finlandiya’da ceza kanununa çevre suçları eklenmiştir. Fransa’da çevrenin korunması bakımından ceza hukukunun önemini artırdığı ve çevresel varlıkların korunmasında en etkili aracın ceza müeyyidesi olarak kabul edildiği görülmektedir. Fransız Ceza Kanunu’nun yanı sıra özel kanunlarda da çevre suçlarına yer verilmiştir. Yine Fransız Ceza Kanunu’nda tüzel kişilerin ceza sorumluluğu da kabul edilmiştir. Almanya Federal Cumhuriyeti Ceza Kanunu’nda 1980 yılında yapılan değişiklikle çevre suçları metne dahil edilmiş, 1994 yılında bunların kapsamı genişletilmiş 1998 yılında kısmi değişiklikler söz konusu olmuştur. Bu ülke bakımından da ceza müeyyidesinin son seçenek olarak vurgulanmasına karşın cezai düzenlemelerdeki artış dikkat çekicidir. İtalya’da 349/86 sayılı Kanun’un 18. maddesi çevre örgütlerine çevre suçları dolayısıyla açılan ceza davalarına müdahil olarak katılma yetkisi vermektedir. Hollanda’da Ekonomik Suçlar Kanunu’nda çevre suçlarına da yer verilmiştir. Öte yandan çevre suçları bakımından özel hukuk tüzel kişilerinin ceza sorumluluğu kabul edilmiştir. İngiltere, Danimarka ve İsveç, Amerika Birleşik Devletleri, Japonya ve Güney Kore’de de tüzel kişilerin ceza sorumluluğu kabul edilmiştir. Gerçekten de çevre söz konusu olduğunda diğer bastırıcı hukuk dalları ile önlemlerin yanında mutlaka ceza hukukunun korumasından yararlanılmalıdır. Çevrenin korunmasında ancak ağır ve özel bazı fiiller için ceza müeyyidesine başvurulması bunlar dışında kural olarak idari müeyyideler ile yetinilmesi yolundaki eğilimler bugün ağırlığını yitiriyor görünmektedir. Özgürlükçü ve çağdaş bakışla son seçenek olarak değerlendirilen ceza müeyyidesi, çevre söz konusu olduğunda akla ilk gelen adreslerden biri olmak üzeredir. İngiltere, Belçika ve İspanya’da çevre suçlarında özel kişilerin ceza koğuşturmalarını tahrik edebilmelerine yönelik özel düzenlemelere yer verilmiş, Belçika’da çevre örgütlerine bu yönde yetkiler tanınmış, Amerika Birleşik Devletleri ve İspanya’da çevre suçları bakımından özel savcılık teşkilatı kurulmuştur. Amerika Birleşik Devletleri çevre ceza hukukuna ilişkin bir değerlendirmede bu alanda ceza müeyyidelerinin özel bir yeri bulunduğu, bir çok ihlal aslında idari müeyyidelerle karşılanmakla birlikte mahkumiyet kararının teşhir edici özelliğinin çevrenin korunması bakımından çok önemli olduğu dile getirilmektedir. Farklı hukuk düzenleri incelendiğinde doğal çevrenin korunmasına ilişkin ceza hükümlerine, genel ceza kanunlarının yanı sıra özel çevre kanunlarında da yer verilebildiği görülmektedir. Yine farklı hukuk düzenleri dikkate alındığında çevre suçları bakımından para cezalarının yanı sıra hürriyeti Çevre ve Ceza Hukuku Yeni TCK ve Çevreye Karşı Suçlar 81 bağlayıcı cezalara da yer verilmekte olduğu dikkat çekmektedir. Para cezalarının caydırıcı güce sahip olması ayrıca önemlidir. Para cezalarının miktarları belirlenirken, bunların, girişimcilerin maliyet fayda analizi yaparak rahatlıkla göze alabilecekleri bir riskten ibaret kalmaması gereklidir. Aksi taktirde, suça ve suçluya soyut olarak yaklaşan ve fiilin ihlal ediciliğini, tehlikeliliğini dikkate almayan Klasik Okul’a 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren yöneltilen eleştirilerin bir hayalet gibi aramızda gezinmesi kaçınılmazdır. Gerçekten de Klasik Okul, suç ve suçluya tamamen masa başından ve önsel olarak yaklaşmıştır. Cezalarda biçimsel eşitlik, ceza kanunlarını faillerin adeta maliyet fayda analizi yapabilecekleri suç tarifenamelerine çevirmiştir. Etkili para cezalarının yanı sıra hürriyeti bağlayıcı cezaların da yaygın olarak kullanıldığı tespit edilmektedir. Fiilin tehlikeliliğine ya da ihlalin vehametine göre ömürboyu hapis cezası da dahil olmak üzere farklı düzenlemeler benimsenmektedir. II. ÇEVRENİN KORUNMASINDA CEZA HUKUKU ALANINA İLİŞKİN KİMİ SORUNLAR1 1. İdari İzin ve Yetkilendirmelerin Etkisi Doğal çevreye zarar verebilecek bazı faaliyetlerin idari izin ya da idarenin verdiği yetkiler doğrultusunda yürütülmesi mümkündür. Bu tür izinlerin alınmaması ya da çevreye zarar verebilecek faaliyetlere ilişkin yazılı tedbir kurallarına uyulmaması durumundaki cezai korumanın ikinci aşamadaki cezai koruma olduğu söylenmişti. Bu tür faaliyetler bakımından idari iznin ya da idarece verilecek yetkinin bulunmaması suçun kurucu unsurları arasında yer alabilir. Bu hallerde, iznin yokluğu cezalandırılacaktır. Kimi durumlarda ise, bir idari izin ya da yetkilendirmenin yokluğu suçun kurucu unsurları içinde sayılmamıştır. Tanımda böyle bir izin ya da yetkinin bulunmamasının suçun kurucu unsurları arasında sayılmadığı durumlarda da yetki ya da izne dayalı faaliyetlerin çevreye zarar vermesi ve ceza sorumluluğuna yol açması mümkündür. Bu gibi suç tanımlarının varlığı halinde de idarenin verdiği yetki ya da iznin, kirletenin ceza sorumluluğuna etkisi belirlenmelidir. 1 Bu konuşma başlığının hazırlanmasında esas alınan kaynaklar: Nevzat Toroslu, Ceza Hukuku ve Çevre, Ankara, Türkiye Çevre Sorunları Vakfı Yayını, 1982; Nükhet Turgut, Çevre Hukuku, Yenilenmiş İkinci Bası, Ankara, Savaş Yayınevi, 2001. 82 Yrd. Doç. Dr. Tuğrul KATOĞLU İdarenin dışında, kirletici bir faaliyete özel olarak kanun tarafından yetki verilmiş olması durumunda kirletenin davranışlarını suç saymak mümkün olmamalıdır. Çevreyi kirletmeye elverişli bir faaliyetin, idarenin verdiği bir yetki ya da izne dayanması durumunda ise, failin durumu ayrıca değerlendirilmelidir. İdarenin verdiği bir izin ya da yetki faili cezai sorumluluktan her halde kurtarabilir mi? Bizatihi idari izin bir hukuka uygunluk nedeni midir? Bu konuda bir görüş, idarenin verdiği izin ya da yetkilere hukuka uygunluk nedeni düzeyine varacak bir etki tanımaktan yanadır. Bununla birlikte, idarenin verdiği izinlerden, takdir ya da değerlendirme açıklaması olarak kabul edilebilecek olanlar bir hak yaratmaz. Hak yaratan bir yetkilendirme yoktur. İdarenin teknik takdir yetkisine dayanarak verdiği bir izin ya da yetki dahi hukuk düzeninin temel ilkeleri ile çatıştığında meşru bir yetkilendirmenin bulunmadığından bahsedilmelidir. Hukuka aykırı bir idari karara dayanarak yürütülen bir faaliyetin hakkın icrası olarak kabul edilemeyeceği açıktır. Ceza hakiminin, geçersiz bir idari tasarrufu dikkate almaması doğru olur. İdarenin verdiği izin ya da yetkinin her halde ceza hakiminin değerlendirmesini bağlayacağı yolundaki görüşlerin kabulü mümkün değildir. “İdare ne yaparsa doğru yapar” anlayışına götürmesi dolayısıyla bu yaklaşım tehlikelidir ve yargı denetimi ile yargı bağımsızlığını zedelediği için hukuka aykırıdır. Hele bir de, benzer bir olayda ceza mahkemesinin verdiği mahkumiyet hükmünün varlığına karşın idarenin yine de yetki ya da izin verdiği durumlarda durum daha da sıkıntılı hale gelecektir. İkinci bir görüş yandaşları, idari izin ya da idarece yetkilendirmenin varlığına karşın ceza hakiminin, çevrenin kirletildiği halleri bağımsız biçimde değerlendirmesi, ceza sorumluluğunun bulunduğunun tespit edildiği durumlarda bu yönde hüküm verilmesini savunur. Buna göre, kimi zaman siyasal nedenlerle, çıkar ilişkileri dolayısıyla keyfi biçimde verilebilen idari izinlerin ardına sığınarak çevreye zarar verilmesinin önüne geçilecektir. Yabancı hukuk uygulamasının incelenmesi halinde bu yönde değerlendirmelere rastlanacaktır. İtalya’da, doğal güzellikleri korumakla görevli olan bir merciin verdiği izne dayanarak doğal çevreye zarar verilmesinin ceza sorumluluğunu kaldırmadığının kabul edilmesinin yanı sıra böyle bir yetkiyi ya da izni veren kamu görevlisinin de suça iştirakten sorumlu tutulmasına karar verilebilmiştir. Örneğin, Türkiye’de kültür ve tabiat varlıkları mevzuatına aykırı biçimde bir izin ya da yetki verilen durumlarda izin ya da yetkiyi verenin yanı sıra böyle bir izne dayanarak faaliyet yürüten ve koruma konusu varlıklara zarar verenlerin cezaen sorumlu tutulması olanaksız değildir. Çevre ve Ceza Hukuku Yeni TCK ve Çevreye Karşı Suçlar 83 Bu gibi durumlarda dikkate alınması gereken, söz konusu izin ya da yetkilere güvenerek faaliyet sürdürenlerin, hatanın hüküm ve sonuçlarından, yani mazeret teşkil eden hatadan yararlanıp yararlanamayacağıdır. Burada idarenin, yetki ya da izin veren işlemleri arasında bir ayrım yapmak gerekmektedir. Yukarıda da değinildiği gibi, hak yaratmayan idari iznin ya da idarece verilen bir yetkiye dayanarak hakkın icrası hukuka uygunluk nedeninden yararlanılması düşünülemez. Zira bir hak yoktur. Bu çerçevede bir hakkı bulunduğunu zanneden fail, hukuk normu üzerinde hata yapmaktadır. Mevcut olayda hukuken bulunmayan bir hukuka uygunluk nedenini hukuken var zannetmekte, hukuksal bir değerlendirme hatası yapmaktadır. Buna karşılık, idarenin teknik incelemeler yaparak, teknik bir takdir neticesinde verdiği izinlere dayanan faaliyetleri yürütenlerin, hakkın icrası hukuka uygunluk nedeninden yararlanması mümkündür. Bu noktada, eğer fail, idarenin gerekli teknik incelemeleri yapmadan, keyfi surette böyle bir izni verdiğini bilmiyor ise, bu noktada hakkın icrası hukuka uygunluk nedenine dayanarak hareket ettiği kabul edilir ve bu yöndeki hatası mazeret sayılır. Nitekim, TCK’nun hata konusunu düzenleyen 30. maddesinin 3. fıkrasında “Ceza sorumluluğunun kaldıran veya azaltan nedenlere ait koşulların gerçekleştiği hususunda kaçınılmaz bir hataya düşen kişi, bu hatasından yararlanır” hükmüne yer verilmiştir. Bu noktada idarenin, gerekli teknik incelemeleri yapmadan teknik takdir yetkisi kullandığını bilemeyecek durumdaki kimselerin inançlarının korunması söz konusu olabilecektir. İdarenin verdiği bir izin ya da yetki ile faaliyet yürüten kimselerin hatası, faaliyetin sonuçlarına ilişkin de olabilir. Bu çerçevede, faaliyetin zarar verici olmadığı düşünülmüş olabilir. Fail zarar verme amacıyla hareket etmemiş olabilir. Genel kastın varlığının yeterli olduğu çevre suçlarında, fail, zararlı atıkları çevreye verdiğini bilmeli ve bunu istemelidir. Çevreye verilen maddelerin özellikleri konusunda kusursuz hataya düşen kimsenin bu hatasından yararlanması kaçınılmazdır. Bununla birlikte hatanın kusurlu olması ve fiilin taksirli biçiminin de düzenlenmiş bulunması halinde failin, fiilin taksirli biçiminden sorumlu tutulacağı açıktır. Hakim failin sosyal durumuna, yürüttüğü faaliyetin özelliklerine bakarak, hatanın kusurlu olup olmadığını tespit edecektir. Nitekim TCK’nun 30. maddesinin birinci fıkrasında fiil üzerinde hata hallerinde taksirli sorumluluk hallerinin varlığını koruyabileceği açıkça hükme bağlanmıştır. İdari bir iznin ya da idarece verilmesi gereken bir yetkinin bulunmamasının suçun unsurları arasında sayıldığı tanımlar bakımından da konu ayrıca ele alınmıştır. İdari bir iznin yokluğunun suçun kurucu unsuru sayıldığı durumlarda, böyle bir izin ya da yetkilendirmenin varlığı, ceza sorumluluğunu etkileyecek midir? 84 Yrd. Doç. Dr. Tuğrul KATOĞLU Bu gibi suç tanımları bakımından da ikili bir ayrıma gidildiği görülmektedir. Buna göre, idari tasarrufun teknik incelemeler içeren ve uyulması gerekli tedbirleri de belirten bir izin ya da yetkilendirme teşkil ettiği durumlar ile, idari iznin ya da yetkilendirmenin, idareye, genel bir takdir yetkisi tanıyan normlardan kaynaklandığı halleri ayırmak gerekmektedir. Bu son durumda, genel takdir yetkisinin ürünü olan iznin ceza sorumluluğuna engel oluşturmadığı kabul edilmektedir. İlk halde izin, ayrıntılı teknik incelemeleri ve kirletmeye ya da zarar vermeye elverişli faaliyetin yürütülmesine ilişkin temel kuralları belirterek bunlara uyulmasını sağlamak amacına yöneliktir. Fail bu gibi durumlarda aslında bir “izin ya da yetkilendirmeden değil, fakat bazı takdire ilişkin esaslara dayanarak izin veya yetki verme yetkisini idari makama tanıyan kanundan doğan bir hakkı icra etmektedir”. Bu durumda failin fiili çevreye zarar verse dahi hukuka uygun kabul edilmelidir. Bununla birlikte, teknik takdirin kullanılması ile verilen izin aslında gerekli teknik incelemeler yapılmadan tesis edilmiş ise, burada teknik takdirin doğru kullanıldığından bahsedilmesi mümkün değildir. Buna dayanarak yürütülen ve çevresel zarara neden olan faaliyetlerin meşru olduğu düşünülemez. Yine de idarenin verdiği izin, faaliyetin zararlı sonuçları bulunmadığı yolunda bir fiili hataya yol açmışsa, fail bu hatadan yararlanır. Bununla birlikte, bu hatanın kusurlu olması durumunda TCK’nun 30. maddesi uyarınca yine TCK’nun 182. maddesinde düzenlenen çevrenin taksirli kirletilmesi suçunun işlendiğinden bahsedilebilecektir. Bu tür teknik içerikli bir iznin, keyfi biçimde verilmesi, fiilin içerdiği zararlı sonuçlar bakımından bir algılama hatasına değil de bu tür zararlı sonuçların hukuka uygun olduğu yolunda bir değerlendirme yanlışına yol açmışsa artık bir hukuki hatanın varlığından bahsedilmelidir. Bu durumda ancak, TCK’nun 30. maddesinin üçüncü ya da son fıkrasında belirtilen koşulların gerçekleşmesi halinde mazeret sayılan hukuki hata söz konusu olabilecektir. 2. Kirletici Fiiller Yönünden Nedenselliğin Belirlenmesi Sorunu Kirletmenin çoğu olaylarda kolektif bir olgu olduğu kabul edilmektedir. Bu konu sadece ceza hukukunun bir sorunu olmayıp borçlar hukuku bakımından da nedenselliğin tespitinde birden çok süjenin zarara neden olduğu olaylara ilişkin görüşler dikkat çekmektedir. Kamu hukuku ve özel hukuk tüzel kişilerinin, kamu kuruluşları ile özel kuruluşların, tüzel kişiliği olmayan mikroekonomik ajanlar ile diğer süjelerin bir arada çevreye zarar verdiğini saptamak güç değildir. Bu nedenle, çevresel zararın cezai sonuçlarının adil biçimde yüklenebilmesi için nedenselliğin doğru olarak saptanması gerekmektedir. Çevre ve Ceza Hukuku Yeni TCK ve Çevreye Karşı Suçlar 85 Ceza kanunlarının, atıkların doğaya verilmesini, zararlı sonuçlarından bağımsız biçimde cezalandırdığı durumlarda birden çok kirletenin bulunması sorun yaratmayacaktır. Zira, her bir kirletenin ayrı ayrı atıkları doğaya vermiş olması, ceza sorumluluğunun doğması için yeterlidir. TCK’nun 181. maddesinde düzenlenen çevrenin kasten kirletilmesi suçuna ilişkin tanım, ceza sorumluluğunun doğması bakımından zararlı sonuçları dikkate almaktadır. Bu yönüyle üçüncü aşamadaki bir ceza koruması söz konusu olmaktadır. O halde nedensellik bağının doğru saptanması konusu bu tanım bakımından geçerli olan ve çözüme kavuşturulması gereken bir sorundur denebilir. Üçüncü aşamada koruma getiren ceza normları bakımından sorunun çözülmesi gereklidir. Zararın yanı sıra çevresel zarar tehlikesinin öngörüldüğü ve cezalandırıldığı normlar bakımından da bu sorun geçerlidir. Tehlike, ancak kirlenmenin belli bir orana ulaştığı anda mevcut olacaktır. Temel sorun, yarışan nedensellik durumlarında sorumluluğun tespitinde ortaya çıkmaktadır. Bağımsız davranışların tipik neticeye etkilerinin, katkılarının saptanabildiği durumlarda kimi zaman bu tür davranışlar tek başlarına tipik neticeyi gerçekleştirmeye elverişli iken bazen böyle bir neticenin ortaya çıkmasını kolaylaştırmakta bazen de önşartı olmaktadır. Davranışın, tek başına tipik ve zararlı neticeyi doğurmaya elverişli olduğu ya da bu neticeler bakımından önşart teşkil ettiği durumlarda sorun yoktur. Zira nedensel bağı objektif olarak saptamak mümkündür. Buna karşılık, tipik netice bakımından nedensel bir değer taşımayan, atipik bir durumun söz konusu olduğu ancak netice üzerinde bazı etkileri olan davranışlar bakımından sorun çözüm beklemektedir. Zihnen yok sayıldıklarında neticenin ortaya çıkış biçiminde değişiklik yaratacak davranışlar, bu netice ile nedensel ilişki içinde kabul edilecektir. Örneğin, suyu kirleten bağımsız davranışın deney ve gözlem ile saptanması mümkündür. Buna karşılık, birden çok süjenin gerçekleştirdiği kirletme fiillerinde nedensel bağ, zihinsel bir faaliyet ile tespit edilmeli, zihinsel olarak bir davranış çıkarıldığında neticenin gerçekleşmesinde değişiklik olacaksa katkının ve nedensel ilişkinin bulunduğu sonucuna varılmalıdır. O halde tam bir nedensel ilişki içinde olmamakla birlikte fiiin işlenmesini kolaylaştıran davranışlar da cezai sonuç gerektirecektir. Birden çok süjenin bulunduğu durumlarda her birinde bulunması gereken manevi unsurun saptanmasında kasıt-taksir kuralının genel esaslarından hareket edilecek, neticeye ilişkin değerlendirmelere göre, basit ya da bilinçli taksir ya da olası kasıt söz konusu olabilecektir. Müşterek kirletmelerle ilgili bir başka sorun tipik neticeyi takip eden kirletici hareketlerin cezai sonuç doğurup doğurmayacağı meselesidir. Çevre 86 Yrd. Doç. Dr. Tuğrul KATOĞLU zaten kirletilmiş ve çevresel zarar tamamen oluşmuş ise, artık işlenemez suç ile karşı karşıya olunduğu düşünülmelidir. Eğer çevrenin kendini yenilemesi, sırf doğanın gücüyle temizlenme mümkün ise bu durum ilk fiilleri izleyen fiiller de ceza gerektirebilecektir. Burada önemli olan, maddi konunun durumunun izleyen başkaca ihlallere elverişli olup olmadığının saptanmasıdır. Kasten öldürme fiillerinde olduğu gibi maddi konunun elverişsizliğinin suçun işlenmesini olanaksız hale getirdiği durumlarda ceza sorumluluğunun doğmaması gerekir. Maddi konunun, geri döndürülemez biçimde ve tamamen zarara uğradığı, korunacak çevresel varlık kalmadığı anda zararın devam ediyor olması da mütemadi suç olarak değerlendirilemeyecek, ancak neticesi devam eden suç olarak kabul edilebilecektir. Doğal varlıkların geriye döndürülebilirliğinin söz konusu olduğu durumlarda (hürriyeti tahdit fiillerinde olduğu gibi) hukuki varlık tamamen ortadan kalkmamış olduğundan bunun baskı altında olduğu söylenebilir. Bu durum mütemadi suçun varlığından bahsedilebilir. Zararlı fiile son vermek de failin elindedir. Böyle bir mütemadi kirletme fiilinin bulunduğu yani hukuki varlığı tamamen ortadan kalkmadığı ve sadece baskı altında tutulduğu durumlarda, bunun devamına yardım biçiminde katılma mümkündür. Bununla birlikte ceza sorumluluğunun tespitinde, halen mevcut bir zarar olduğundan katkının objektif olarak derecesini belirlemek kolay olmayabilir. Mütemadi suç biçiminde işlenen çevre suçları bakımından kamu görevlilerinin mütemadi olarak görevlerini ihmal ettiklerinden bahsedilmesi de mümkündür. 3. Sorumlu Kişilerin Tespiti a. Büyük İşletmelerde Sorumluluğun Paylaşılması Büyük işletmelerin faaliyetlerinin çevre suçu teşkil ettiği durumlarda sorumluların tespiti güçtür. Kamu kurum ve kuruluşlarında görev ve sorumluluk dağılımının yazılı kamu hukuku kaynakları ile belirlenebilmesine karşılık, özel işletmeler söz konusu olduğunda farklı görev ve sorumluluk şemaları karşımıza çıkabilir. Bunların iç yapı ve işleyişleri bizzat girişimciler tarafından belirlenebilmektedir. İşletmenin mülkiyeti ile yönetiminin aynı kişide olduğu ölçeklerdeki işletmeler bakımından sorunun çözümü çok güç olmayabilir. Ancak büyük işletmelerde sorun da büyüktür. Mülkiyet, sorumluluk, görevler paylaşılmıştır. Sorumlu kişilerin saptanması güçtür. Bu gibi durumlar- Çevre ve Ceza Hukuku Yeni TCK ve Çevreye Karşı Suçlar 87 da, ekip halindeki, iş ve sorumluluk bölümü gerektiren faaliyetlerden ceza sorumluluğunu düzenleyen iş güvenliği mevzuatı gibi kaynaklardaki esaslara başvurulması önerilmiştir. Herhalde işletme sahibinin sorumlu tutulmasının ceza sorumluluğunun şahsiliğiyle bağdaştırılamayacağı savunulmaktadır. Bununla birlikte işletme sahibinin sorumluluğu ve görevi, yetkin ve uzman yöneticilere bırakıp bırakmamış olduğuna bakılmalıdır. Görev paylaşımı açıkça belirlenmiş olmalı ve işletmenin yönetimi, faaliyetin güncel, somut gereklerine uygun yürütülmelidir. Öte yandan, işletme sahibi, yöneticilere gerekli aygıtları, koşulları mutlaka sağlamış bulunmalıdır. Bu suretle bağımsız ve yetki sahibi kılınan yönetici, faaliyetten kaynaklanan ceza sorumluluğunu da üstlenebilecektir. Öte yandan, yöneticiler ve sorumlular, çevresel zarar tehlikesini bertaraf edici önlemlerin alınması gereğini işletme sahibine iletmedikleri sürece bu tedbirlerin alınmamasından ötürü cezai sorumlu tutulacaklardır. Bu gibi durumlarda taksirli sorumluluk bakımından önerilen güven ilkesi (md. 22’de yansımasını bulmuştur) yol gösterici olabilir. Bu ilke ile hem işbölümü ve uzmanlık hem de şahsi sorumluluk teminat altına alınmaktadır. Ancak bu ilkenin de ciddi sınırları olduğu unutulmamalıdır . b. Tüzel Kişilerde Sorumluların Tespiti İşletme sahibinin tüzel kişi olması durumunda da sorumluluk esasen yöneticilere ait olmakla birlikte, zararlı sonuçlara engel olmak için gerekli masrafın yapılması teklifini reddeden ortakların da cezaen sorumlu tutulması mümkündür. III. YENİ TÜRK CEZA KANUNU VE ÇEVREYE KARŞI SUÇLAR Türk Ceza Kanunu doğal ve kentsel çevreyi koruyan, gürültü kirliliğini ceza müeyyidesi tehdidi ile yasaklayan yeni suç tanımlarını içermektedir. Dolayısıyla sadece doğal çevrenin cezaen korunduğunu söylemek mümkün değildir. Çevre suçlarına 5237 sayılı yeni Türk Ceza Kanunu’nun ikinci kitabının topluma karşı suçlar başlıklı üçüncü kısmında yer verilmiştir. Kısaca çevre suçları ya da çevreye karşı suçlar olarak adlandırılabilecek bu fiiller düzenlenmekle, sadece doğal çevrenin değil kentsel çevrenin de cezaen korunması amaçlanmaktadır. Kanun’un imar suçları ile igili 184. maddesi yine Kanun’un yayın tarihi olan 12 Ekim 2004 tarihinden itibaren yürürlüktedir. Doğal çevrenin korunması amacıyla sevk edilen 181 ve 182. maddeler ise, Kanun’un yayımı tarihinden itibaren iki yıl sonra yürürlüğe girecektir. 88 Yrd. Doç. Dr. Tuğrul KATOĞLU 1. Türk Hukukunda 5237 Sayılı Kanun Dışında Kalan ve Çevrenin Korunması ile İlgili Ceza Hükümleri 5237 sayılı kanunun kentsel çevreyi korumaya yönelik 184. maddesinin Kanun’un yayımı tarihinde yürürlüğe girdiği söylenmişti. Çevrenin kasten ve taksirli kirletilmesini cezalandıran 181 ve 182. maddeler ise, daha önce de değinildiği gibi Kanun’un yayımı tarihinden itibaren iki yıl sonra yürürlüğe girecektir (5237 s. k. md. 344). 5237 sayılı kanunun yürürlüğe giren ya da girecek hükümleri dışında Türk hukuk düzeninde doğal ve kentsel çevrenin korunmasına hizmet eden cezai düzenlemeler arasında, 1593 sayılı Umumi Hıfzısıhha Kanunu’nun 282., 2872 sayılı Çevre Kanunu’nun 26. ve 1380 sayılı Su Ürünleri Kanunu’nun 36. maddeleri sayılmıştır. Bunlara 6381 sayılı Orman Kanunu’nun ceza hükümlerini eklemek yararlı olur. Doğal çevre, tarihsel çevre ve kültür mirasının korunması bakımından 2863 sayılı Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kanunu da ayrıca zikredilmelidir. Doğal, tarihsel, kentsel çevrenin korunması amacına yönelik idari yaptırımlar öngörülmüş olduğu da anımsanmalıdır. Bu çerçevede özellikle yukarıda değindiğimiz Çevre Kanunu’nun yanı sıra, 3194 sayılı İmar Kanunu, Kültür ve Tabiat Varlıkları Kanunu, Umumi Hıfzısıhha Kanunu bu alandaki başlıca düzenlemeler arasında sayılabilir. 2. 5237 Sayılı Kanun ile Getirilen Düzenlemeler Çevre suçları 5237 sayılı yeni TCK’nda ikinci kitabın üçüncü kısmını oluşturan topluma karşı suçlar arasında yer verilmiştir. Çevreye karşı suçlar bu durumda topluma karşı suç olarak kabul edilmekte, doğal ve kentsel çevre toplum dolayısıyla korunmaktadır. Bununla birlikte özel önemi dolayısıyla bu suçların ayrı bir kısım altında düzenlenmesi savunulabildiği gibi, insanlığa karşı suçlar arasında yer verilmesinin isabetli olacağı yolunda görüşler de dikkat çekmektedir. Nitekim insanlık bakımından özel önemi nedeniyle çevre suçlarının faillerinin yargılanması için bir uluslararası çevre mahkemesi kurulması yolundaki eğilimler de dikkat çekicidir. a. Ceza Kanunlarının Yer İtibariyle Uygulanmasında Evrensellik İlkesi ve Çevre Suçları Kural, ceza kanunlarının devletin ülkesinde işlenen fiiller bakımından uygulanmasıdır. Uyrukluğuna bakılmaksızın devletin deniz, kara, hava ülkesinde suç işleyen herkes ülkesellik ilkesi gereği ceza kanunlarının muhatabı olacaktır. Bununla birlikte cezai korumanın yeterli ölçüde sağlanabilmesi için yer itibariyle uygulama bakımından kimi tamamlayıcı ve istisnai ilkelere yer verilmektedir. Kişisellik, koruma ve evrensellik ilkeleri kural olan ülkesellik ilkesine göre tamamlayıcı niteliktedir. Bunlar içinde evrensellik ilkesi Çevre ve Ceza Hukuku Yeni TCK ve Çevreye Karşı Suçlar 89 failin uyrukluğuna, fiilin ülkede işlenip işlenmediğine bakılmaksızın her halde cezalandırılmasını öngörmektedir. İnsanlığın önemli ortak varlık ve menfaatlerinin cezaen korunması söz konusu olmaktadır. Bu çerçevede, 5237 sayılı Kanun’un 13. maddesinin birinci fıkrasının (d) bendinde aynı kanunun 181. maddesinde düzenlenen çevrenin kasten kirletilmesi fiillerinin “vatandaş veya yabancı tarafından, yabancı ülkede işlenmesi halinde Türk kanunları(nın)” uygulanacağı yolundaki hükmün evrensellik ilkesi kapsamında değerlendirilmesi mümkündür. Buna göre bir Türk ya da yabancı Türkiye Cumhuriyeti Devleti ülkesi dışında çevrenin kasten kirletilmesi suçunu işledikleri taktirde Türk Kanunları uyarınca cezalandırılabilecektir. Çeşitli uluslararası kuruluşların ve öğretinin değerlendirmeleri arasında, kimi kasıtlı çevre suçlarının uluslararası kamu düzenini ihlal ettiğinin kabulü ile evrensellik ilkesi uyarınca mutlaka cezalandırılması önerileri yer almaktadır. Bu nedenle 5237 sayılı Kanun’un 13. maddesindeki ilgili düzenlemenin çağdaş eğilimlere bu yönüyle uygun olduğu belirtilmelidir. b. Çevrenin Kasten Kirletilmesi Suçu (md. 181) Çevrenin kasten kirletilmesi kenar başlığı altında “çevrenin kasten kirletilmesi” ve “atık veya artıkların izinsiz olarak ülkeye sokulması” olmak üzere esasen iki farklı suç tipine yer verilmiştir. aa. Çevrenin Kasten Kirletilmesi Suçu Çevrenin kasten kirletilmesi suçu, 5237 sayılı kanunun 181. maddesinin ilk fıkrasında düzenlenmiştir. Çevreye karşı suçlar arasında yer alan çevrenin kasten kirletilmesi suçu, yeni ceza kanunu ile getirilen yeni suç tiplerindendir. 765 sayılı Kanun’da böyle bir suç tipi bulunmamaktaydı. 181. maddenin birinci fıkrasında “İlgili kanunlarla belirlenen teknik usullere aykırı olarak ve çevreye zarar verecek şekilde, atık veya artıkları toprağa, suya veya havaya kasten veren kişi, altı aydan iki yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır” dendikten sonra üç ve dördüncü fıkralarda cezanın ağırlatıldığı hallere yer verilmiştir. 181. maddenin 3. ve 4. fıkralarına göre, atıkların ya da artıkların doğada kalıcı özellik gösterdiği durumlar ile birinci fıkrada yasaklanan fiillerin neslin devamını tehlikeye sokması, insan ve diğer canlılarda tedavisi güç hastalıklara yol açması gibi durumlar cezayı ağırlatıcı nedenler olarak kabul edilmiştir. 181. maddenin 1. fıkrasına göre, atık veya artıkların ilgili mevzuat hükümlerine aykırı biçimde toprağa, suya veya havaya verilmesi ile maddi unsur gerçekleşmektedir. O halde çevre koruma mevzuatına uygun biçimde atıkların örneğin temizlenip işlenerek doğaya verilmesi durumunda 181. maddenin 1. fıkrasında yer alan suçun işlendiğinden bahsedilmesi mümkün 90 Yrd. Doç. Dr. Tuğrul KATOĞLU olmayacaktır. Öte yandan birinci fıkrada yasaklanan davranışların çevreye zarar vermeye elverişli davranışlar olduğu unutulmamalıdır. Tüketilen bir gıda maddesi ambalajının çöp yerine doğaya atıldığı örneklerin sayısı ne yazık ki fazladır. Bununla birlikte madde ile yasaklanan fiillerin çevresel zarar yaratmaya elverişli fiiller olduğunu kabul etmek gerekir. Çevrenin kasten kirletilmesi, Kanun’un benimsediği ifadeden de anlaşılacağı üzere kasıtlı bir suçtur. Fiil suç sayılmakla çevrenin kasten kirletilmesi cezalandırılmaktadır. Atık veya artıkların toprağa, suya veya havaya bilerek ve istenerek verilmesi ile kasıt oluşur. Genel kastın varlığı yeterlidir. Ayrıca fail tarafından çevresel zararın gerçekleşmesi amacıyla hareket edilmesi aranmamıştır. Düzenleme, doğal çevre bakımından ceza hukukunun müdahalesinin söz konusu olduğu üçüncü aşamaya karşılık gelmektedir. Kirletme fiillerinin bastırılmasına yönelik olan üçüncü aşamada ceza müeyyidesinin devreye girdiği görülmektedir. bb. Ülkeye İzinsiz Atık Sokulması Suçu 181. maddenin 2. fıkrasında ise, izinsiz olarak ülkeye atık sokulması cezalandırılmaktadır. Fıkrada “Atık veya artıkları izinsiz olarak ülkeye sokan kişi, bir yıldan üç yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır” hükmüne yer verilmiştir. Bu çerçevede ilgili mevzuat hükümlerine aykırı ve izinsiz biçimde ülkeye atık sokulmasının cezalandırılması söz konusu olmaktadır. Hükmün ihlal edilmesi ancak ülkeye izinsiz ve hukuka aykırı biçimde atık sokulmasına bağlıdır. İlgili mevzuat çerçevesinde ülkeye atık sokulması durumunda bu hükmün uygulanamayacağı açıktır. Suçun tamamlanması için atıkların ülkeye izinsiz olarak sokulması yeterlidir. Ayrıca çevresel bir zararın doğmuş olması gerekli değildir. Ülke deyiminden devletin kara, hava, deniz ülkesinin bütünü anlaşılmalıdır. Ülkeye izinsiz atık sokulması suçunun işlenebilmesi için genel kastın varlığı yeterlidir. Failin başkaca amaçlarla hareket etmesi aranmamıştır. Failin örneğin ayrıca çevresel zarar yaratmak ya da maddi yarar sağlamak gibi amaçlarla hareket etmesi aranmamaktadır. Maddenin düzenlenişi, cezai korumanın, kirletici maddelerin saklanması, depolanması gibi faaliyetlere ilişkin ilk aşamada devreye girmesini amaçlamaktadır. cc. Ağırlatıcı Nedenler Biraz yukarıda belirtildiği gibi, birinci ve ikinci fıkralarda belirtilen atıkların üçüncü fıkra uyarınca toprakta, suda, havada kalıcı özellik göstermesi durumunda, atıkların bu niteliği gereği ceza artırılacaktır. Çevre ve Ceza Hukuku Yeni TCK ve Çevreye Karşı Suçlar 91 Yine dördüncü fıkra uyarınca birinci fıkrada belirtilen türde fiillerin, insan ve hayvanlar açısından tedavisi zor hastalıkların ortaya çıkmasına, üreme yeteneğinin körelmesine, canlıların doğal özelliklerini değiştirmeye elverişli atıkların verilmesi suretiyle işlenmesi durumunda ceza ağırlatılmaktadır. Burada dikkat edilmesi gereken nokta bu tür bir zararlı neticenin ortaya çıkmasının gerekli olmadığıdır. Önemli olan atığın niteliklerinin bu tür bir zararlı neticeyi oluşturmaya elverişli kabul edilebilmesidir. Yani bu tür bir zararlı netice ortaya çıkmamış olsa dahi, atığın bu tür bir neticeyi doğurmaya elverişli olduğunun tespit edildiği durumlarda cezanın artırılması yoluna gidilecektir. 181. maddenin 5. fıkrasında ise, aynı maddenin iki, üç ve dördüncü fıkralarındaki fiiller bakımından Kanun’un 60. maddesinde düzenlenmiş bulunan tüzel kişilere özgü güvenlik tedbirlerine hükmolunacağı belirtilmektedir. Bu konuya tüzel kişilerle ile ilgili alt başlıkta değinilecektir. 181. maddenin ilk fıkrasının yürürlük tarihi bakımından ayrı bir düzenleme yapılmıştır. 5237 sayılı yeni Türk Ceza Kanunu’nun yürürlük ile ilgili 344. maddesi uyarınca 181. maddenin ilk fıkrası hükmü, Kanun’un yayım tarihinden itibaren iki yıl sonra yürürlüğe girecektir. c. Çevrenin Kirletilmesinden Taksirli Sorumluluk (md. 182) 5237 sayılı Kanun’un 182. maddesinde çevrenin taksirli biçimde kirletilmesi ceza müeyyidesine bağlanmaktadır. 765 sayılı TCK’nda bu yönde bir düzenlemeye yer verilmemişti. 5237 sayılı Kanun’un 181. maddesinde düzenlenen çevrenin kirletilmesi suçunun bu sefer taksirli biçimi cezalandırılmış olmaktadır. 182. maddenin birinci fıkrasında “Çevreye zarar verecek şekilde, atık veya artıkları toprağa, suya veya havaya verilmesine taksirle neden olan kişi, adli para cezası ile cezalandırılır” denmek suretiyle sadece çevrenin taksirli olarak kirletilmesinden bahsedilmiş, bununla birlikte taksirli sorumluluğu tanımlayan herhangi bir ifadeye yer verilmemiştir. Dolayısıyla 5237 sayılı Kanun’un 22. maddesi ve taksirli sorumluluğa ilişkin genel ilkelerden hareketle taksirli sorumluluğun kapsamı ve unsurları tayin olunacaktır. Öte yandan aynı fıkra hükmünün son cümlesinde atık veya artıkların çevreye taksirli olarak verilmesinin ayrıca çevrede kalıcı olumsuz etkiler bırakması durumunda adli para cezası yerine hürriyeti bağlayıcı ceza verilmesi öngörülmektedir. 182. maddenin 2. fıkrasında ise bir başka ağırlatıcı neden öngörülmüştür. 181. maddede olduğu gibi, atık ya da artıkların niteliği dolayısıyla cezanın ağırlatılması yoluna gidilmektedir. “İnsan ve hayvanlar açısından tedavisi zor hastalıkların ortaya çıkmasına, üreme yeteneğinin körelmesine, hayvanların veya bitkilerin doğal özelliklerini değiştirmeye neden olabilecek niteliklere sahip atık veya artıkların” çevreye bırakılması duru- 92 Yrd. Doç. Dr. Tuğrul KATOĞLU munda bir yıldan beş yıla kadar hapis cezasına hükmedilebileceği belirtilmekle ceza ağırlatılmaktadır. Çevrenin kirletilmesinde taksirli sorumluluğu kabul eden 182. maddenin ilk fıkrası, 5237 sayılı kanunun 344. maddesi uyarınca, Kanun’un yayımı tarihinden itibaren iki yıl içinde yürürlüğe girecektir. ç. Gürültüye Neden Olma Suçu (md. 183) Çevreye karşı suçlar arasında yer alan bir başka düzenleme gürültü kirliliği ile mücadeleye yöneliktir. 5237 sayılı TCK’nun 183. maddesinde “İlgili kanunlarla belirlenen yükümlülüklere aykırı olarak, başka bir kimsenin sağlığının zarar görmesine elverişli bir şekilde gürültüye neden olan kişi, iki aydan iki yıla kadar hapis veya adli para cezası ile cezalandırılır” hükmüne yer verilmiştir. Rahatlıkla görüleceği gibi burada insan sağlığının korunması temel kaygıyı oluşturmaktadır. Gürültü kirliliğinin cezaen önlenmesi amacına yönelik hükümde ilgili mevzuat hükümlerine aykırı biçimde kişilerin sağlıklarını bozmaya elverişli yükseklikte gürültü yayanların cezalandırılması öngörülmektedir. Suçun maddi unsuru, ilgili gürültü kirliliğini önleyici mevzuat hükümlerine aykırı biçimde gürültü yayılmasıdır. Bununla birlikte bu hükmün ihlal edildiğinden bahsedilebilmesi için gürültünün insan sağlığını bozmaya elverişli düzeyde olması gerekmektedir. Gece evinde yüksek sesle televizyon seyreden bir kimsenin fiilinin herhalde bu madde kapsamında ele alınması yanlış olacaktır. Genel kasıtla işlenen bir suçtur. İnsan sağlığını bozmaya elverişli gürültü yayıldığının bilinmesi ve istenmesi yeterlidir. Failin ayrıca sağlığa zarar verme amacıyla hareket etmesi gerekli değildir. Suçun tamamlanması için belli bir kimsenin ya da kimselerin sağlığının zarara uğraması gerekli değildir. Önemli olan sağlığı bozmaya elverişli düzeyde gürültü yapılmasıdır. O halde zarar gerçekleşmese dahi cezalandırma mümkündür. d. İmar Kirliliğine Neden Olma Suçu (md. 184) 5237 sayılı yeni TCK’nun, yayımı tarihinde yürürlüğe giren 184. maddesi çevreye karşı suçlar arasında düzenlenmiştir. 765 sayılı Kanun’da böyle bir suç tipine yer verilmemişti. Yeni ceza kanununun 184. maddesi bir yenilik olarak karşımıza çıkmaktadır. Kentsel çevrenin korunması amacına yönelik maddenin birinci fıkrasında “Yapı ruhsatiyesi almadan veya ruhsata Çevre ve Ceza Hukuku Yeni TCK ve Çevreye Karşı Suçlar 93 aykırı olarak bina yapan veya yaptıran kişi, bir yıldan beş yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır” hükmüne yer verilmiştir2. 184. maddenin 2. fıkrasında imar mevzuatına aykırı biçimde başlatılan inşaat şantiyelerine elektrik, su ya da telefon bağlantısı yapılmasına izin veren yetkililerin cezalandırılması yoluna gidilmektedir. Aynı maddenin 3. fıkrasında ise, yapı kullanma izni alınmamış binalarda herhangi bir sınai faaliyet yürütülmesine izin veren yetkililer cezalandırılmaktadır. Yeni Türk Ceza Kanunu’nun Adalet Alt Komisyonu tarafından kabul edilen metninde söz konusu fiiller 186. maddede düzenlenmişti. O haliyle 186. maddenin 3. fıkrasında ayrıca “Yapı kullanma izni alınmamış binalara elektrik, su, telefon veya gaz bağlantısı yapan” ya da bunlara izin veren kişiler de cezalandırılmaktaydı. Genel Kurul tarafından kabul edilen metinde bu suç tipine yer verilmemiştir3. 4. fıkrada, 184. maddede düzenlenen hükümlerin uygulama sınırlarına yer verilmektedir. Gerekçe metnine göre, bu maddede düzenlenmiş hükümler, ancak belediye sınırları içinde ya da organize sanayi bölgeleri gibi özel 2 3 TBMM Genel Kurulu’nda madde metnin görüşülürken verilen değişiklik önergesi ile Adalet Alt Komisyonu metninde iki yıl olarak kabul edilen hapis cezasına ilişkin alt sınır bir yıla indirilmiştir (Bu konuda bkz. Özgenç, 2004: 288.). Bu değişikle ilgili olarak Özgenç şu bilgileri vermektedir: “TBMM Genel Kurulunda madde hakkında yapılan görüşmeler sırasında (26.9.2004), iktidar Partisine mensup Milletvekilleri tarafından, tekrir-i müzakere yöntemiyle, söz konusu madde ile ilgili olarak bir değişiklik önergesi verilmiştir. Bu önerge üzerine, TBMM Adalet Komisyonu’nda kabul edilen üçüncü fıkra hükmü, madde metninden çıkarılmıştır... Kamu hizmet binaları da dahil, ülkemizdeki binaların büyük kısmıyla ilgili olarak henüz yapı kullanma izni alınmamıştır. Bu durum, söz konusu fıkra hükmünün madde metninden çıkarılmasında etkili olmuştur. Bu hükmün madde metninde muhafazası, bu binalarda elektrik, su, telefon veya gaz gibi hizmetlerden yararlanılmasına müsaade eden herkesin bir anda suçlu konumuna getirecekti.” (Özgenç, 2004: 288, (22) numaralı dipnot) Genel Kurul’da yapılan değerlendirmeler hiç kuşkusuz tartışmaya açıktır. Kentsel çevrenin korunması bakımından kaçak binalara hizmet götürülmesinin engellenmesi düşüncesi hiç de yabana atılır bir değerlendirme değildir. Siyasal kazançlar sağlama olanağı veren ve kaçak binalarda yaşayan seçmenleri hoşnut etmeye yönelik “hizmet götürülmesi”nin de önüne geçmeye elverişli bir hükmün metinden çıkarıldığı düşünülmelidir. Birden bire birilerinin suçlu konumuna düşürülmemesi için pekala geçici hükümler sevk edilebilirdi. Şimdiki haliyle Kanun kaçak şantiyeye hizmet götürülmesini yasaklamış ancak binalar bakımından hiçbir ceza müeyyidesi getirmemiştir. Böyle bir seçimin sadece suç politikası tercihi ile açıklanması pek de kolay değildir. Yerel siyasetin bu konuda etkili olduğu izlenimi doğmaktadır. 94 Yrd. Doç. Dr. Tuğrul KATOĞLU imar rejimine tabi bölgeler ile köy sınırları içinde kalsa dahi “sınai ürünlerin üretiminin yapıldığı tesisler açısından da bu madde hükümleri uygulanabilecektir.” Maddenin 5. ve sonuncu fıkrasında “Kişinin, ruhsatsız ya da ruhsata aykırı olarak yaptığı veya yaptırdığı binayı imar planına ve ruhsatına uygun hale getirmesi halinde, bir ve ikinci fıkra hükümleri gereğince kamu davası açılmaz, açılmış olan kamu davası düşer, mahkum olunan ceza bütün sonuçlarıyla ortadan kalkar” denmektedir. Söz konusu maddenin yapı ruhsatı alınmaksızın ya da ruhsata aykırı bina inşa etmek veya ettirmek suçunu düzenleyen 1. fıkrası ile bir etkin pişmanlık hükmü olarak da nitelendirilebilmiş sonuncu fıkrası ele alınmalıdır. Gerekçede belirtildiğine göre 184. maddenin 1. fıkrasında düzenlenen suç, yapı ruhsatı alınmaksızın ya da ruhsata aykırı bina inşa etmek veya ettirmek ile oluşacaktır. Ruhsat olmaksızın ya da ruhsat bulunsa bile imar mevzuatında öngörülen koşul ve usullere aykırı bina inşa etmek ya da ettirmek fiillerinden birinin gerçekleştirilmesi suçun maddi unsurunun oluşması için yeterlidir. Suçun kasıtlı bir suç olarak düzenlendiği açıktır. Suçun unsurları fail tarafından bilinmeli ve istenmelidir. Genel kastın varlığı yeterlidir. 184. maddenin 1. fıkrasında fıkrada “..bina yapan ya da yaptıran..” ifadesi yer almaktadır. Gerekçede yapan ya da yaptıran deyimlerinden, binayı inşa eden yüklenici, alt yüklenici (taşeron), usta veya kalfanın yanı sıra inşaatın sahibinin de anlaşılması gerektiği belirtilmektedir. Yine bu tür inşa faaliyetlerine kontrol ve denetim hizmeti verenlerin dahi suçun faili olarak kabul edileceği belirtilmektedir. Madde gerekçesinde bu fiilin faili olabilecekler sayılırken usta ya da kalfaya da yer verildiği görülmektedir. Ayrıca bir yüklenici, alt yüklenici ve inşaat sahibi bakımından ceza sorumluluğunun kabulü anlaşılabilirken bunların yanı sıra ve bunlarla birlikte ayrıca herhangi bir ruhsat araştırması yapmamış ustaların da bu suçun faili olarak kabul edilmesi kanımızca adil olamayacak kadar ağırdır. Bunlar ancak böyle bir inşaatı, herhangi bir yüklenici ile ilişki içinde olmaksızın tek başlarına inşa ettikleri zaman fail olarak kabul edilebilmelidir. İmar kirliliğine neden olma fiiline topluma karşı suçlar arasında yer verilmiştir. Kentsel çevre ve yerleşim alanlarının imar hükümlerine uygun gelişmesine ilişkin toplumsal menfaat korunmaktadır. Maddenin son fıkrasında ruhsatsız ya da imar mevzuatında yer alan esaslara aykırı olarak yaptığı veya yaptırdığı binayı imar planı ya da ruhsata uygun hale getirmesi durumunda bir ve ikinci fıkra hükümlerine göre kamu davası açılmayacağı, açılmış olan kamu davalarının düşürüleceği, mahkum Çevre ve Ceza Hukuku Yeni TCK ve Çevreye Karşı Suçlar 95 olunan cezaların ise tüm sonuçları ile kalkacağı hükme bağlanmaktadır. İmar kirliliğine neden olma fiillerinin Adalet Alt Komisyonu tarafından hazırlanan metnin 186. maddesinde yer aldığı daha önce söylenmişti4. O haliyle metinde etkin pişmanlık hükmüne yer verilmemişti. TBMM Genel Kurulu’ndaki görüşmeler sırasında böyle bir hükmün madde metnine eklendiği anlaşılmaktadır. Bu düzenlemenin af niteliği taşıyıp taşımadığı tartışılmış ve kentsel çevrenin korunması bakımından zaaf yaratacağı yönünde kaygılar kamuoyuna yansımıştı. Bu çerçevede af kurumu ile etkin ya da eylemli pişmanlık kurumuna ilişkin özelliklerin ortaya konması ve bu iki şey arasındaki farkların belirlenmesi yararlı olacaktır. Af siyasi değerlendirmelerin egemen olduğu bir tasarruf olarak karşımıza çıkmaktadır. “Atıfet muamele”lerine hemen bütün hukuk düzenlerinde yer verilmiştir. Devletin cezalandırma yetkisini kullanmaktan ya da cezanın infazından vazgeçmesi olarak da değerlendirilen af kurumunun lehinde ya da aleyhinde değerlendirmeler bulunmaktadır. Bu tartışmaları bir yana bırakarak sadece konumuz bakımından gerekli olduğu ölçüde af kurumunun ayırt edici özelliklerinin sıralanması yoluna gidilecektir. Yeni Türk Ceza Kanunu’nun 65. maddesinde iki tür af kabul edilmiştir: Genel ve özel af. Genel af, Kanun’daki tanıma göre, devam etmekte olan bir kamu davası varsa bu davanın düşmesi sonucunu doğuran, hükmolunmuş cezaları da tüm sonuçları ile ortadan kaldıran aftır. O halde kesin hüküm öncesi yürürlüğe giren genel af kanunu hükmün yerine getirilmesine engel olmakla kalmaz ceza mahkumiyetinin tüm sonuçlarıyla ortadan kalkmasına yol açar. Genel af ceza mahkumiyetini tüm neticeleriyle ortadan kaldırdığı için kişinin daha sonra işlediği fiil bakımından diğer koşulların da varlığı halinde erteleme ehliyeti geri kazanılır. Genel affa uğraması dolayısıyla mahkumiyet hükmü tekerrüre esas oluşturmaz. Özel af ise, 65. maddenin 2 ve 3. fıkralarında düzenlenmiştir. İkinci fıkra hükmüne göre, hapis cezasının infaz kurumunda çektirilmesine son veren ya da infaz kurumlarında çektirilecek ceza süresini kısaltan veya hapis cezasını para cezasına çeviren af özel aftır. Üçüncü fıkrada ise, özel affın ceza mahkumiyetinin sonuçları bakımından etkisi hükme bağlanmıştır. Buna göre özel af, cezaya bağlı olan ya da hükümde belirtilen hak yoksunluklarına engel oluşturmayacaktır. Etkin ya da eylemli pişmanlık kurumuna gelince. Bilindiği gibi, suçun tamamlanmasından sonra bu suçun zararlı ya da tehlikeli etkilerini ortadan kaldırmak amacıyla gerçekleştirilen davranışlar etkin pişmanlık olarak de4 Bkz. yukarıda imar kirliliğine neden olma suçuna ilişkin genel bilgiler ve (2) numaralı dipnot. 96 Yrd. Doç. Dr. Tuğrul KATOĞLU ğerlendirilmektedir. Bu yönüyle etkin pişmanlık, Yeni Türk Ceza Kanununun 36. maddesinde de tanımlanan ve suçun tamamlanması ya da neticenin gerçekleşmesini önlemek amacıyla icra hareketlerinden vazgeçilmesini ifade eden gönüllü vazgeçmeden ayrılır. Suçun tamamlanmasının ardından gerçekleştirilen ve etkin pişmanlık olarak değerlendirilebilecek olan davranışlar yeni kanunda kimi zaman cezayı azaltan kimi zaman ise, cezayı tamamen ortadan kaldıran hüküm ve sonuçlar doğurmaktadır. Bu çerçevede, 5237 sayılı TCK’nun 184. maddesinde düzenlenen imar kirliliğine neden olma suçu bakımından kabul edilen etkin pişmanlık ipotezlerinde cezanın, tüm sonuçlarıyla birlikte ortadan kaldırılması yoluna gidilmektedir. Kanun koyucu, etkin pişmanlık düzenlemesine yer verdiği 110 ve 293. maddelerde sadece ceza indirimini kabul ederken, 274. maddenin 1. fıkrasında ve 316. maddenin 2. fıkrasında hiç ceza verilmemesi yoluna gitmiştir. Hiç ceza verilmemesi yolu açılan 274. maddenin 1. “..cezaya hükmolunmaz” denmekle yetinilmiştir. 316. maddenin 2. fıkrasında ise, sadece “..ceza verilmez” ifadesi tercih edilmiştir. Buna karşılık 184. maddenin son fıkrasında etkin pişmanlık kurumunun sınırlarının dışına taşıp taşmadığı sorgulanabilecek bir biçimde “..mahkum olunan ceza bütün sonuçlarıyla ortadan kalkar” hükmüne yer verilmiştir. Maddenin son fıkrasında yer alan hükmü af olarak nitelendirmeyenler, ceza kanunlarının zaman itibariyle uygulanmasına ilişkin esaslardan hareket etmektedirler. Buna göre, imar kirliliğine neden olma suçunu düzenleyen 184. madde hükümlerinin yürürlüğe gireceği tarihten sonra işlenecek fiillere uygulanacak olması karşısında son fıkradaki düzenlemenin af olarak nitelendirilmesi mümkün değildir. Af kanunları, bu kanunların yürürlüğünden önce işlenmiş bulunan fiillere uygulanabilecektir. Buna karşılık, imar kirliliğine neden olma suçuna ilişkin hükümlerin ancak bu maddenin yürürlük tarihinden sonra işlenen fiillere uygulanabilmesi dolayısıyla bu tarihe kadar işlenmiş fiillerden ötürü cezalandırma yoluna zaten gidilemeyecektir. Aksi taktirde ceza kanunlarının geçmişe uygulanması ve anayasal güvence altında bulunan suç ve cezalarda kanunilik ilkesinin ihlali söz konusu olacaktır. Ceza kanunlarının zaman itibariyle uygulanması ile ilgili söylenenlere katılmakla birlikte, maddenin son fıkrasında yer verilen etkin pişmanlık düzenlemesinin hüküm ve sonuçlarının genel affın hüküm ve sonuçlarına eş etkiler doğurduğu belirtilmelidir. “Kişinin, ruhsatsız ya da ruhsata aykırı olarak yaptığı veya yaptırdığı binayı imar planına ve ruhsatına uygun hale getirmesi halinde, bir ve ikinci fıkra hükümleri gereğince kamu davası açılmaz, açılmış olan kamu davası düşer, mahkum olunan ceza bütün sonuçlarıyla ortadan kalkar” denmekle genel affın hüküm ve sonuçlarından farksız bir düzenleme yapılmış olmaktadır. Çevre ve Ceza Hukuku Yeni TCK ve Çevreye Karşı Suçlar 97 Nihayet belirtilmesi gereken önemli bir nokta da 184. maddenin yürürlüğe giriş tarihine ilişkindir. 5237 sayılı yeni Türk Ceza Kanunu’nun yürürlük konusunu düzenleyen 344. maddesinin birinci fıkrasının (a) bendinde 184. maddenin bu kanunun yayımı tarihinde yürürlüğe gireceğine hükmedilmiştir. Anımsanacağı gibi, 5237 sayılı Türk Ceza Kanunu 12 Ekim 2004 tarih ve 25611 sayılı Resmi Gazete’de yayınlanmıştır. 3. 5237 Sayılı Kanun ve Çevrenin Kasten Kirletilmesi Suçlarında Tüzel Kişiliğin Hukuksal Konumu 5237 sayılı Kanun’un 181. maddesinin iki, üç ve dördüncü fıkralarında düzenlenen fiiller bakımından güvenlik tedbirine yer verildiği görülmektedir. Kanun’un tüzel kişiler bakımından temel felsefesi ve 181. madde ile ilgili uygulama olasılıklarına aşağıda değinilecektir. a. Genel Olarak Karşılaştırmalı hukukta tüzel kişilerin ceza sorumluluğunun kabulü konusunda giderek güçlenmiş bir eğilim olduğu yukarıda çeşitli kereler dile getirildi5. Hatta tüzel kişilerin ceza sorumluluğunun katı biçimde reddedildiği düzenlerde dahi bu konuların tartışıldığı anlaşılmaktadır. Bu çerçevede Alman Düzene Aykırılıklar Kanunu’nda ticaret şirketi yönetici ya da temsilcisinin işlediği suçtan ötürü bu kişiye yönelik olarak verilen müsadere kararının şirkete doğru genişletilebileceğinin düzenlendiği dile getirilmektedir. Nihayet uluslararası toplantılarda, uluslararası örgütlerin metin ve kararlarında çevrenin korunması bakımından tüzel kişilerin durumuna dikkat çekilmiştir. Türk hukukunda tüzel kişilerin ceza sorumluluğunun genel bir ilke altında kabul edilmemiş olmasına karşın 765 sayılı TCK’nun 220. maddesinin yanı sıra Türk Parasının Kıymetini Koruma Kanunu, Sermaye Piyasası Kanunu gibi çeşitli özel kanunlarda tüzel kişilerin ceza müeyyidelerinin muhatabı olarak kabul edildiği görülmektedir. 5237 sayılı yeni Türk Ceza Kanunu’nda ceza sorumluluğunun şahsiliği ilkesinden hareketle tüzel kişilerin ceza sorumluluğunun kabul edilmediği görülmektedir. Kanun’un 20. maddesinin birinci fıkrasında ceza sorumluluğunun şahsiliği ilkesine yer verildikten sonra ikinci fıkrada tüzel kişilere ceza müeyyidesi uygulanamayacağı, ancak Kanunda öngörülen fiiller bakımından güvenlik tedbirlerine başvurulabileceği hükme bağlanmaktadır. Yeni Türk Ceza Kanunu’na ilişkin tasarı metni hükümet tarafından Meclis’e su5 Bkz. Yukarıda “1. Çevrenin Korunmasında Ceza Hukukunun İşlevi” başlığı altındaki açıklamalar. 98 Yrd. Doç. Dr. Tuğrul KATOĞLU nulduğu biçimiyle tüzel kişilerin ceza sorumluluğunu belli hallerde kabul etmişti. Alt komisyonda bu düzenlemelerin çıkarıldığı ve tüzel kişilerin ceza sorumluluğunun benimsenmediği görülmektedir. Türk hukukunda son durum bu olmakla birlikte tüzel kişilerin ceza sorumluluğu konusu çevre sorunlarının yanı sıra yolsuzlukla mücadele bakımından da hep gündemde olmuştur. Uluslararası örgütler bünyesinde hazırlanan sözleşmelerin yanı sıra yine bu örgütlerin ilgili organları tarafından saptanan ilkelerde de tüzel kişilere dikkat çekilmiştir. Bu çerçevede OECD bünyesinde hazırlanan Uluslararası Ticari İşlemlerde Yabancı Kamu Görevlilerine Verilen Rüşvetin Önlenmesi Sözleşmesi’nin öngördüğü yükümlülüklerin yerine getirilmesi amacıyla 4782 sayılı kanun ile TCK’nun 4, 211, 213 ve 220. maddelerinde ve 4208 sayılı Karaparanın Aklanmasının Önlenmesi Kanunu’nda gerekli değişiklikler yapılmıştır. 4782 sayılı Ulusalararası Ticari İşlemlerde Yabancı Kamu Görevlilerine Rüşvet Verilmesinin Önlenmesi İçin Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun ile yapılan bu değişiklikler sonucunda yabancı kamu görevlilerine rüşvet verilmesi suç sayılmış, rüşvet suçları bakımından tüzel kişilerin ceza sorumluluğu da kabul edilmiştir. Türkiye’nin de taraf olduğu Avrupa Konseyi Yolsuzlukla Mücadeleye Dair Ceza Hukuku Sözleşmesi’nde6 belirlenen yükümlülükler arasında tüzel kişilerin ceza sorumluluğunun kabulü ve bu yönde düzenlemeler yapılması da yer almaktadır. Sözleşme’de yer verilen bu yükümlülükler dolayısıyla hazırlanan Yolsuzlukla Mücadele Kanunu Tasarısı’nın üçüncü maddesinde özel hukuk tüzel kişilerinin cezai sorumluluğuna yer verilmişti. Kanun kapsamına giren suçlar bakımından, ancak söz konusu fiillerin, tüzel kişiliği temsile, tüzel kişilik adına karar almaya ya da denetim yetkisini icra etmeye yetkili kişiler tarafından ve tüzel kişilik yararına işlendiği taktirde tüzel kişinin de cezaen sorumlu tutulması hükme bağlanmaktaydı. Taraf olunan bir uluslararası sözleşme ile tüzel kişilerin ceza sorumluluğunu kabul yükümlülüğü altına girildikten sonra bu tür bir düzenlemenin yapılmasının çeşitli gerekçeleri olabilir. Ancak Türkiye’nin uluslararası taahhütleri bakımından bu düzenlemenin, hem de Sözleşme’nin uygun bulunmasından sonra yapılmasının sıkıntılar yaratmayacağını söylemek mümkün değildir. 6 (Strazburg, 27.01.1999) Türkiye 27.09.2001 tarihinde imzalamış, 5065 sayı ve 14.01.2004 tarihli kanun ile kabul etmiştir. Çevre ve Ceza Hukuku Yeni TCK ve Çevreye Karşı Suçlar 99 b. 5237 Sayılı TCK’nun 181. Maddesi ve Tüzel Kişilik Daha önce de belirtildiği gibi 5237 sayılı TCK’nun çevrenin kasten kirletilmesi fiillerini düzenleyen 181. maddesinde çevreye karşı suçlar bakımından tüzel kişileri ilgilendiren bir düzenleme bulunmaktadır. 5237 sayılı Kanun’un 20. maddesinin 1. fıkrasında “Ceza sorumluluğu şahsidir. Kimse başkasının fiilinden dolayı sorumlu tutulamaz” dendikten sonra 2. fıkrada “Tüzel kişiler hakkında ceza yaptırımı uygulanamaz. Ancak, suç dolayısıyla kanunda öngörülen güvenlik tedbiri niteliğindeki yaptırımlar saklıdır” hükmüne yer verilmiştir. Öte yandan bu güvenlik tedbirleri ancak kanunda açıkça öngörülen durumlarda tüzel kişilere uygulanabilecektir (md. 60/f. 4). 5237 sayılı Kanun’un 60. maddesi uyarınca tüzel kişilere özgü güvenlik tedbirleri izin iptali ve müsadere ile sınırlıdır. 60. maddenin ilk fıkrasında iznin iptali tedbirinin uygulanabilmesi bazı koşullara bağlanmıştır. Öncelikle tüzel kişiye kamu kurumunca verilmiş faaliyet izni bulunmalıdır. Sonra tüzel kişinin organ ya da temsilcisinin iştiraki ile tüzel kişi yararına kasıtlı bir suç işlenmiş olmalıdır. Nihayet bu suç kamu kurumunun verdiği iznin kötüye kullanılması suretiyle işlenmelidir. “Özel hukuk tüzel kişisinin organ veya temsilcilerinin iştirakiyle ve bu iznin verdiği yetkinin kötüye kullanılması suretiyle tüzel kişi yararına işlenen kasıtlı suç” ifadesinin başka türlü anlaşılması mümkün değildir. O halde iznin iptali tedbirinin uygulanabilmesi için sadece tüzel kişiye hukuka aykırı menfaat sağlanması yeterli değildir. Ayrıca bunun, iznin kötüye kullanılması suretiyle sağlanması gerekir. 60. maddenin gerekçesinde işlenen suçla verilen iznin kullanılması arasında nedensellik bağı bulunması gerektiği belirtilerek, uyuşturucu parasının peçelenmesi için döviz bürosu işletilmesi örnek olarak verilmektedir. Halbuki 60. maddenin 1. fıkrasında tüzel kişi lehine işlenen suçtan bahsedilmektedir. Örnekte ise tüzel kişi lehine işlenen bir fiil yoktur, tüzel kişi paravan kılınarak işlenen bir suç vardır. Gerçekten de 60. maddenin ilk fıkrasındaki “iznin kötüye kullanılması suretiyle” ifadesi sıkıntı yaratmaya elverişlidir. Öte yandan iznin kötüye kullanılması koşulu bir faaliyetin icrası için resmi makamlarca verilecek izne gereksinimi olmayan tüzel kişiler yararına işlenen suçlarla mücadelede de zaaf yaratacaktır. 5237 sayılı Kanun’un 181. maddesinin 5. fıkrasında, aynı maddenin iki ilâ dördüncü fıkralarında yer alan fiiller bakımından tüzel kişilere özgü güvenlik tedbirlerine hükmedileceği öngörülmüştür. İkinci fıkrada atıkların izinsiz olarak ülkeye sokulması fiillerinin cezalandırılması, üçüncü fıkrada atık ya da artıkların suda, havada kalıcı özellik göstermesi, dördüncü fıkrada ise, çevrenin kasten kirletilmesi fiillerinin insan ve hayvan nesli bakımından vahim sonuçlar yaratmaya elverişli olduğu durumların cezalandırıldığı yuka- 100 Yrd. Doç. Dr. Tuğrul KATOĞLU rıda belirtilmişti. İşte bu fıkralardaki fiiller bakımından tüzel kişilere özgü güvenlik tedbirlerine de başvurulabileceği anlaşılmaktadır. Tüzel kişilere güvenlik tedbiri uygulanması konusu 181. maddenin ikinci fıkrasında yer alan ülkeye izinsiz atık sokulması fiili ile bu fiilin nitelikli halleri bakımından ayrı, çevrenin kasten kirletilmesi suçunun nitelikli halleri bakımından ayrı değerlendirilmelidir. İlk olarak çevrenin kasten kirletilmesi suçunun nitelikli biçimde işlendiği hallerde tüzel kişiye güvenlik tedbiri uygulanması hipotezleri ele alınacaktır. Bir tüzel kişinin çevre mevzuatına aykırı biçimde atıklarını örneğin denize vermesi ve bu atıkların kalıcı özellik göstermesi durumunda 60. maddede belirtilen güvenlik tedbirlerinin uygulanması sorunu gündeme gelebilecektir. Tedbir uygulamasının söz konusu olabilmesi için 60. maddede belirtilen iznin kötüye kullanılması koşulunun gerçekleşmesi zorunludur. Bir iznin kötüye kullanılması, bu iznin veriliş amacı dışında kalan amaçlar için kullanılmasıdır. Bu fıkra ile ancak çevreye atık verilmesinin paravanı olarak kurulacak ve ancak kamu kurumunun verdiği izne dayalı olarak faaliyette bulunan özel hukuk tüzel kişilerine tedbir uygulanması mümkün olabilecektir. Zira iznin kötüye kullanılması koşulu başka türlü gerçekleşmeyecektir. Öte yandan bunun dışında kalan ipotezlerde müsadereye konu herhangi bir değer de bulunmadığından bu tedbirin de uygulanması yolu kapalı olacaktır. Atıkların ülkeye izinsiz olarak sokulduğu durumlarda güvenlik tedbiri uygulanması daha kolay görünmektedir. Buna göre 181. maddenin 2. fıkrasındaki tanıma uygun olarak bir tüzel kişi tarafından ülkeye izinsiz olara atık sokulan ve bundan bir menfaat sağlanan hallerde 60. maddede yer alan tedbirlerin uygulanması yolu açıktır. Yeni ceza kanununda tüzel kişilerin ceza sorumluluğu kabul edilmediğine göre, hiç değilse güvenlik tedbirlerinin uygulanmasını sağlamak bakımından bu konudaki düzenlemelerin gözden geçirilmesi zorunludur. 4. Ceza Müeyyideleri ile İdari Yaptırımların Birlikte Uygulanması Sorunu Anayasa Mahkemesi idari yaptırımları “idarenin, bir yargı kararına gerek olmaksızın yasaların açıkça verdiği bir yetkiye dayanarak İdare Hukukuna özgü yöntemlerle, doğrudan doğruya bir işlemi ile uyguladığı yaptırımlarla, verdiği cezalar” olarak tanımlamıştır. Anayasa Mahkemesi başka bir kararında, idari para cezaları için “toplumsal düzene aykırılık oluşturan eylemler nedeni ile yasanın açıkça izin verdiği durumlarda idarenin yargı organına başvurmadan kendisinin bizzat uyguladığı ve bir miktar paranın alınması biçiminde gerçekleştirilen mali nitelikli yaptırımlar” tanımına yer Çevre ve Ceza Hukuku Yeni TCK ve Çevreye Karşı Suçlar 101 vermiştir (23.10.1996, E. 1996/48-K.1996/41- Bkz. Gözübüyük, Tan, 2004: 708). Kimi fiiller bakımından hem bu kanunda öngörülen ceza müeyyidesi ya da müeyyideleri hem de ilgili özel kanunlardan kaynaklanan idari yaptırımların uygulanması olasılığı incelenmeye değerdir. Kabahatler Kanunu yürürlüğe girinceye kadar aynı fiil dolayısıyla hem ceza müeyyideleriyle birlikte idari yaptırımların da uygulanması söz konusu oluyordu. Hukukumuzda, idari yaptırımların ceza müeyyidesi ile birlikte uygulanmasına engel oluşturan bir düzenleme bulunmamaktaydı. Tam aksine birlikte uygulamayı güvence altına alacak kanuni düzenlemeler bulunmaktaydı. Çevre Kanunu’nun 27. maddesinde “Bu kanunda yazılı fiiller hakkında verilecek idari nitelikteki cezalar, bu fiiller için diğer kanunlarda yazılı cezaların uygulanmasına engel olmaz” hükmüne yer verilmiştir. Bununla birlikte özel kanunlarda yer verilen idari para cezalarının yüksek meblağlara karşılık gelen adli para cezaları ile birlikte uygulanması olasılığı gerçekleştiğinde gerçekten çok yüklü bir miktarın ödenmesi gündeme gelebiliyordu. Kabahatler Kanunu’nun 15. maddesinin 3. fıkrası hükmü son derece açıktır: “Bir fiil hem kabahat hem de suç olarak tanımlanmış ise, sadece suçtan dolayı yaptırım uygulanabilir. Ancak, suçtan dolayı yaptırım uygulanamayan hallerde kabahat dolayısıyla yaptırım uygulanır.” Bu hüküm idari yaptırımlar ile ceza müeyyidelerinin bir arada uygulanmasına engel oluşturmaktadır. Bununla birlikte Anayasa Mahkemesi 01.03.2006 tarihinde verdiği bir kararla Kabahatler Kanunu’nun çeşitli hükümlerini iptal etmiştir. Henüz yayınlanmayan bu iptal kararı kapsamında Kanun’un 3. maddesi de bulunmaktadır. Bu maddeye göre, Kabahatler Kanunu’nun genel hükümleri diğer kanunlar bakımından da kabahat olarak kabul edilen fiillere uygulanacaktır. Madde iptal edilmekle ne bis in idem kuralına ilişkin düzenlemenin de kararın yayınlamasından itibaren altı ay sonra etkisiz hale geleceğini, daha doğrusu sadece Kabahatler Kanunu’nda yer alan fiiller bakımından hüküm ve sonuç doğuracağını kabul etmek gerekmektedir. Gerçekten de çevrenin korunması bakımından ceza hukukunun müdahalesi gerekli görülmekle birlikte, cezai düzenlemelerin hukuk düzenleri bakımından çeşitli sıkıntılara yol açtığı da tespit edilegelmiştir. Bu çerçevede özellikle aynı fiillerle ilgili olarak hem idari hem de cezai müeyyidelerin öngörüldüğü durumlarda gerek yetkili makamların ilişkileri gerekse aynı türdeki müeyyidelere birden çok başvurulması dolayısıyla sıkıntılar doğduğu, para cezalarının çok ağırlaştığı dile getirilmiştir. Konu, aslında idari yaptırımların belirlenmesi ve uygulanmasında dikkate alınması gereken temel ilkelerin saptanmasına ilişkindir. Bu çerçevede Fransa’nın da dahil olduğu çeşitli ülkelerde idari yaptırımların belirlenmesi 102 Yrd. Doç. Dr. Tuğrul KATOĞLU ve uygulanmasında temel ceza hukuku ve ceza muhakemesi hukuku ilkelerine uyulması gerektiği kabul edilmektedir. Fransa’da, idari yaptırımların kanuniliği, geçmişe uygulanmazlık ve orantılılık ilk bakışta dikkat çeken temel ilkelerdir. İdari yaptırım içeren kanunların birbirini izlemesi durumunda sonraki lehe kanunun geçmişe uygulanması da kabul edilmektedir. Ne bis in idem kuralı ile ilişkili olarak aynı fiil dolayısıyla hem idari para cezası hem de adli para cezası uygulanamayacağı ilkesi Fransız Anayasa Konseyi’nin bu yönde karar verdiği 1996 yılından beri etkisini sürdürmektedir. Karara göre, temel hak ve özgürlükleri güvence altına almaya yönelik anayasal hükümler, idari para cezaları ile akçalı ceza hukuku müeyyidelerinin aynı fiil dolayısıyla bir arada uygulanmasına engel teşkil etmektedir. Bu değerlendirme Fransız Devlet Konseyi’nin aynı yöndeki kararları ile pekişmiştir. Eğilimin, bu iki para cezasının birlikte uygulanamayacağı yolundaki ilkenin (non cumul) anayasal bir ilke olarak kabul edilmesi yönünde olduğu anlaşılmaktadır. İspanya’da 30/1992 sayılı Kanun ile ceza müeyyidesi tayin olunan bir fiil için ayrıca idari yaptırımlara da karar verilemeyeceği hükme bağlanmıştır. Ceza müeyyidelerine, idari müeyyidelere göre üstünlük tanınmaktadır. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi de Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin âdil yargılanma hakkını düzenleyen 6. maddesinin idari yaptırımların tayini bakımından da uygulama alanı bulduğu görüşündedir. İnsan Hakları Mahkemesi, eski düzenlemeye göre İnsan Hakları Divanı, Sözleşme’nin 6. maddesindeki suç ithamı kavramını, Sözleşme’deki diğer kavramlarda olduğu gibi ulusal değerlendirmeler ve nitelemelerden otonom biçimde tanımlamış, idari ihlaller bakımından da 6. maddenin uygulanabileceğini hükme bağlamıştır Danıştay da adil yargılanma hakkının gözetilmesini aramaktadır7. Kabahatler Kanunu’nun 15. maddesinin 3. fıkrası ile Türk hukuku bakımından sorunun giderildiği düşünülebilecek iken, Anayasa Mahkemesi’nin 01.03.2006 tarihli kararı ile sıkıntıların devam edeceğini söylemek kehanet olmayacaktır. 7 İdarenin yaptırım uygulamasından önce sanığın isnadı öğrenme hakkının gereği yerine getirilerek savunma yapmasına fırsat verilmesi gerektiği, aksi taktirde adil yargılanma hakkının ihlal edileceği yolunda 1997 yılında verdiği karar için bkz. Gözübüyük, Tan, 2004: 717. Çevre ve Ceza Hukuku Yeni TCK ve Çevreye Karşı Suçlar 103 KAYNAKÇA Alvazzi del Frate, Anna; Jennifer Norbery (1993), Environmental Crime, Sanctioning Strategies and Sustainable Development, United Nations Interregional Crime and Justice Research Institute-Australian Institute of Criminology, Rome/Canberra. Bayraktar, Köksal (1981), “Çevrenin Korunması ve Türk Hukuku”, Seha L. Meray’a Armağan, Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Yayını, ss. 68-78, Ankara. Brisson, Jean-François (1999), “Les pouvoirs de sanction des autorités de régulation et l’article 6/1 de la Convention européenne des droits de l’homme”, AJDA, 20 Novembre 1999, ss. 846-860. Costa, Jean-Paul (2001), “Le point de vue de la Cour Européenne des Droits de L’Homme”, LPA, 17 Septembre 2001, ss. 29-33. Delvolvé, Pierre (2001), “Le pouvoir de sanction et le controle du juge”, LPA, No. 185, ss. 18-28. Deketelaere, Kurt; Michael G. Faure (1999), “Environmental Law in Belgium”, Environmental Law in Europe, (ed. N.S.J. Koeman), Kluwer, ss. 65-114, London. Gölcüklü, Feyyaz (1994), “Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinde Adil Yargılama”, Siyasal Bilgiler Fakültesi Dergisi, C. 49. No. 1-2, Prof. Dr. İlhan Öztrak’ Armağan. ss. 199-234, Ankara. Gözübüyük, Şeref; Turgut Tan (2004), İdare Hukuku. C. 1. Genel Esaslar, Güncelleştirilmiş 3. b., Turhan Kitabevi, Ankara. Günday, Metin (1997), İdare Hukuku, Gözden geçirilmiş ve genişletilmiş 2. b., İmaj, Ankara. Keyman, Selahattin (1965), Türk Hukukunda Af, Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Yayını, Ankara. Mantovani, Ferrando (2001), Diritto Penale. Parte Generale, 4. ed., CEDAM, Padova. Moderne, Franck (1997), “Le pouvoir de sanction administrative au confluent du droit interne et des droits européens”, RFDA, 13(1), janv.-févr. 1997, ss. 1-43. Morrison, Fred L. (2000), “Changing Approaches to Environmental Law”, International, Regional and National Environmental Law, (ed. Fred L. Morrison, Rüdiger Wolfrum), Kluwer, ss. 803-819, The Hague. Özgenç, İzzet (2004), Gerekçeli Türk Ceza Kanunu, Seçkin, Ankara. Öztürel, Önder (2004), “Tasarıdaki Çevreye ilişkin Düzenleme Hakkında”, Türk Ceza Kanunu Tasarısı. Türk Ceza Hukuku Derneği Toplan- 104 Yrd. Doç. Dr. Tuğrul KATOĞLU tısı. Kurumsal Raporlar-Toplantılara Sunulan Raporlar-Bilimsel Raporlar, İstanbul Barosu-Galatasaray Üniversitesi ortak yayını, ss. 107-113, İstanbul. Pauliat, Hélène (1998), “Le pouvoir de sanction des autorités administratives indépendantes”, Bağımsız İdari Otoriteler, Alkım Yayınları, ss. 135-144, İstanbul. René J.G.H. Seerden, Michel Heldeweg, Kurt R. Deketelaere (Eds.) (2002), Public Environmental Law in the European Union and the United States. A Comparative Analysis, ss. 517-581, The Hague. Ribs, Jacques (2000), “L’actualité des sanctions administratives infligées par les autorités administratives indépendantes”, Gazette du Palais, 28-29 juillet 2000. Saleilles, Raymond (1927), Individualisation de la Peine, Félix Alcan, Paris. Şen, Ersan (1994), Çevre Ceza Hukuku, (Ceza Hukuku Açısından Sağlıklı ve Düzenli Bir Çevrede Yaşama Hakkı), Kazancı Hukuk Yayınları, İstanbul. Toroslu, Nevzat (2005), Ceza Hukuku, Savaş Yayınevi, Ankara. Toroslu, Nevzat (1982), Ceza Hukuku ve Çevre, Türkiye Çevre Sorunları Vakfı Yayını, Ankara. Turgut, Nükhet (2001), Çevre Hukuku, Yenilenmiş ikinci bası, Savaş Yayınevi, Ankara. Ünver, Yener; Ayşe Nuhoğlu (1999), Federal Almanya Çevre Ceza Hukuku, Beta Yayınevi, İstanbul. Yurtcan, Erdener (2005), Kabahatler Kanunu ve Yorumu, Beta Yayınevi, İstanbul. Çevreyi Kirletenin Hukuki Sorumluluğu 105 ÇEVREYİ KİRLETENİN HUKUKİ SORUMLULUĞU Yrd. Doç. Dr. Emel BADUR* GİRİŞ Çevreyi kirletenin hukuki sorumluluğu, çevrenin kirlenmesine neden olan kişiye (kirleten), ortaya çıkan zararın ödettirilmesini amaçlar. Eğer 2872 sayılı Çevre Kanunu’nda çevreyi kirletenin hukuki sorumluluğuna ilişkin hüküm olmasaydı, düzenlenen diğer yaptırımlar eksik kalmış olurdu. Halbuki bu sorumluluk sayesinde kirleten, idari cezaların ve Ceza Kanunu’na göre karşılaşacağı yaptırımların yanı sıra; bir de özel hukuk yaptırımıyla karşılaşacak ve neden olduğu zararın kendisinden tazmin edileceği bilinci amaçlanan caydırıcılığa katkı sağlayacaktır.1 Çevreyi kirletenin sorumluluğunun gerek ulusal gerekse uluslararası ölçekte bir araç olarak kullanılmasıyla, çevre hukukunun “kirleten öder” ve “önleyicilik” ilkelerinin hayata geçirileceği düşünülmüştür. Hukuki sorumluluk, çevrenin bozulmasında sorumluluğu olan kişilere, bu bozulmanın yol açtığı zararların ödettirilmesini sağlaması nedeniyle, kirleten öder ilkesinin hukuki ve mali araçlarından biri sayılmıştır. Yine aynı nedenden ötürü, bu aracın kişileri gelecekte çevreyi bozucu davranışlarda bulunmaktan alıkoyacağı, böylece önleyicilik ilkesinin gerçekleşmesinde rol oynayacağı varsayılmıştır. İleride hukuki yaptırımlarla karşılaşma olasılığının, yalnızca çevrenin kirletilmemesi yönünden değil; tüm bireysel davranışlar açısından sağladığı bu caydırıcılık, kuşkusuz dolaylı ve ikincil bir nitelik taşımaktadır.2 Eğer çevrenin kirletilmesinden doğan zararlar, kirletene ödettirilmeyecek olursa; bu alanda yapılan harcamalara (kirlenme ve bozulmanın önlenmesi, sınırlandırılması, giderilmesi ve çevrenin iyileştirilmesi için yapılan harcamalar), Devlet ve bunun sonucunda (dolaylı olarak) vergi verenler katlanacaklardır. Buna karşılık olası kirleticiler sebep olacakları zararı yine kendilerinin ödeyeceği gerçeğini göz önünde bulundurarak, zarara sebep olmamak için yapacakları harcamalarla, zararı ödemek arasındaki tercihlerini, önleme * 1 2 Çankaya Üniversitesi Hukuk Fakültesi Öğretim Üyesi White Paper on Environmental Liabilty, COM (2000) 66 final, Brussels 9.2.2000, s. 11. Turgut, N.: Çevre Hukuku, Ankara 2001, s. 534. 106 Yrd. Doç. Dr. Emel BADUR harcamalarından yana kullanabilirler. Bu da uzun vadede kişilerin risk ve zarardan kaçınmak için araştırma-geliştirme yatırımları yaparak, önleme konusundaki bilgi birikimlerini arttırmaları ve teknolojiyi geliştirmeleri sonucunu doğurabilir.3 Sorumluluk hukukuna ilişkin düzenlemeler, gerek caydırıcılık etkileri nedeniyle ve gerekse zararın giderilmelerini amaçlamalarıyla çevre kirliliğine karşı verilecek savaşımda, hukukun kullanabileceği önemli araçlar olmaktadırlar.4 I. SORUMLULUĞUN DAYANAĞI Bu noktada, yukarıda adı geçen iki ilke üzerinde durmanın, çevreyi kirletenin hukuki sorumluluğunun dayanaklarının belirlenmesi açısından önemi vardır. Çevre hukukunun altı temel ilkesi önleme, işbirliği ve eşgüdüm, bütünleştirme (entegrasyon), kirleten öder, katılım ve ihtiyatlılıktır.5 Çevre hukukunun tüm bu ilkeleri birbirleriyle son derece yakından ilgilidir ve iç içe geçmiş bir nitelik taşır. Çevre Kanunu’nun 3. maddesi de “İlkeler” kenar başlığı altında 10 bent içermekle birlikte; yukarıda sayılan ilkelerden her birine değinmemiştir. Kirleten öder ilkesi (polluter pays principle) çevre hukukunun ilk ve en temel ilkelerinden birisidir. Bu ilkeyi “yarattığı kirliliğin bedelinin kirletene ödettirilmesi” veya “kirletenin kirliliğin maliyetine katlanması” şeklinde açıklamak mümkündür.6 Bu ilke Çevre Kanunu’nda 26.04.2006 tarihinde yapılan değişiklikle7, 3. maddenin (g) bendinde aşağıdaki ifadeyle düzenlenmiştir: “Kirlenme ve bozulmanın önlenmesi, sınırlandırılması, giderilmesi ve çevrenin iyileştirilmesi için yapılan harcamalar kirleten veya bozulmaya neden olan tarafından karşılanır. Kirletenin kirlenmeyi veya bozulmayı durdurmak, gidermek veya azaltmak için gerekli önlemleri almaması veya bu önlemlerin yetkili makamlarca doğrudan alınması nedeniyle kamu kurum ve kuruluşlarınca yapılan gerekli harcamalar 6183 sayılı Amme Alacaklarının Tahsil Usulü Hakkında Kanun hükümlerine göre kirletenden tahsil edilir.” 3 4 5 6 7 White Paper on Environmental Liabilty, s. 12. İnan, N.: “Sorumluluk Hukukunda Yeni Bir Yaklaşım (Ekonomik Düşünceye Dayalı Sorumluluk)”, Çevre Hukuku Araştırmaları, Ankara 1981, s. 103. Keleş, R. - Ertan, B.: Çevre Hukukuna Giriş, Ankara 2002, s. 157; Turgut, N.: age, s. 201. Turgut, N.: age, s. 223. 26 Nisan 2006 tarihinde 5491 sayılı “Çevre Kanununda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun” kabul edilmiş ve 13 Mayıs 2006 tarihinde Resmi Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe girmiştir. Çevreyi Kirletenin Hukuki Sorumluluğu 107 Önleme ilkesinin temelinde yatan mantık, her alanda sorunların ortaya çıkışından sonra giderilmesinin; o sorunların ortaya çıkmasından önce önlenmesinden çok daha masraflı ve zahmetli olmasıdır. Üstelik çevresel zararlar, nitelikleri gereği, zararı doğuran olaydan yıllar sonra ortaya çıkabilecekleri gibi zaman zaman giderilmesi mümkün olmayan sonuçlara da yol açabilirler. Yani bazı hallerde kirliliği ortaya çıktıktan sonra gidermek sadece masraflı değil, aynı zamanda imkansızdır. Önleme ilkesi yeterince iyi işletilecek olursa hem çevre değerleri zarar görmeksizin korunmuş olur; hem de tasarruf sağlanır. Bu ilke Çevre Kanunu’nda doğrudan düzenlenmemiş olsa bile, Kanun’un pek çok yerinde geçen “kirliliğin önlenmesi” veya “kirliliğin ve bozulmanın önlenmesi” ifadeleriyle yasal dayanağını bulmuştur. Yasa koyucunun Çevre Kanunu’nun 8. maddesinde de “kirletme yasağı” başlığı altında yaptığı düzenleme de önleme ilkesinin bir yansıması olarak değerlendirilebilir: “Her türlü atık ve artığı, çevreye zarar verecek şekilde, ilgili yönetmeliklerde belirlenen standartlara ve yöntemlere aykırı olarak doğrudan ve dolaylı biçimde alıcı ortama vermek, depolamak, taşımak, uzaklaştırmak ve benzeri faaliyetlerde bulunmak yasaktır. Kirlenme ihtimalinin bulunduğu durumlarda ilgililer kirlenmeyi önlemekle; kirlenmenin meydana geldiği hallerde kirleten, kirlenmeyi durdurmak, kirlenmenin etkilerini gidermek veya azaltmak için gerekli tedbirleri almakla yükümlüdürler.” II. SORUMLULUĞUN DÜZENLENİŞ BİÇİMİ Çevre Kanunu’ndaki düzenlemeden önce, çevreyi kirletenin sorumluluğu hakkında iki hukuki dayanak vardı. Bunlardan ilki, Borçlar Kanunu’nun temel sorumluluk ilkesi olan “kusur sorumluluğu”dur. Kusur sorumluluğu (haksız fiil sorumluluğu), hukuka aykırı ve kusurlu bir davranışla, bir kimseye verilen zararın giderilmesini düzenler. Türk sorumluluk hukukuna egemen olan ilke, kusur sorumluluğudur. Haksız fiilin unsurları, davranış (fiil, hareket), zarar, uygun nedensellik bağı, kusur ve hukuka aykırılıktır. Bu durumda bir kimsenin çevreyi kirletmekten dolayı hukuken sorumlu tutulabilmesi için, o eylemi kusurlu olarak yaptığının kanıtlanması gerekir. İkincisi ise Medeni Kanun’da düzenlenen komşuluk hukukundan doğan hükümlerdir. Medeni Kanun’un “Komşu Hakkı” kenar başlıklı 737. maddesinin ilk fıkrasında, “Herkes, taşınmaz mülkiyetinden doğan yetkilerini kullanırken ve özellikle işletme faaliyetini sürdürürken, komşularını olumsuz şekilde etkileyecek taşkınlıklardan kaçınmakla yükümlüdür.” denilmektedir. Aynı maddenin ikinci fıkrasında yasa koyucu taşkınlık kavramını açıklayacak ifadelerle şu düzenlemeyi yapmıştır: “Özellikle, taşınmazı durumuna, 108 Yrd. Doç. Dr. Emel BADUR niteliğine ve yerel adete göre komşular arasında hoş görülebilecek dereceyi aşan duman, buğu, kurum, toz, koku çıkartarak, gürültü veya sarsıntı yaparak rahatsızlık vermek yasaktır.” Aynı Kanun’un 730. maddesinde ise “Taşınmaz Malikinin Sorumluluğu” başlığı altında bir taşınmaz malikinin, mülkiyet hakkını yasal sınırlamalara aykırı olarak kullanması nedeniyle zarar görenlerin, uğradığı zararın tazminini isteyebilecekleri şu ifadeyle düzenlenmiştir: “Bir taşınmaz malikinin mülkiyet hakkını bu hakkın yasal kısıtlamalarına aykırı kullanması sonucunda zarar gören veya zarar tehlikesi ile karşılaşan kimse, durumun eski haline getirilmesini, tehlikenin ve uğradığı zararın giderilmesini dava edebilir.” Ancak bu iki çözüm yolu da kendilerine özgü nedenlerle çevreyi kirletenin hukuki sorumluluğuna dayanak olmak için yeterince uygun değillerdir. Kusur sorumluluğuna başvurulabilmesi için, zarar görenin çevreyi kirleten kişinin kusurunu ispatlaması gerekir. Ancak pek çok somut olayda kirletenin kusurunu ispatlamak kolay olmayacaktır. Zira günümüzde üretimde kullanılan karmaşık süreç ve makineler, enerji kaynakları ve her gün gelişen teknik altyapı kusurun tespitini zorlaştırmaktadır. Ayrıca bazı hallerde kusur olmaksızın da çevreye zarar verilebileceği bilinen bir gerçektir. Diğer yandan bu noktada, sorumluluğun kusura dayandırılmasının en sağlam nedenlerinden birinin, kusur ilkesinin kişileri dikkatli davranmaya yönlendirdiği varsayımı olduğu unutulmamalıdır. Zira kusurlu oldukları durumlarda zarardan sorumlu olacaklarını bilen kişiler, daha dikkatli davranmak yolunu seçerek; olası zararlardan kurtulmayı amaçlayabilirler. Halbuki sorumluluk, ahlaken de genel kabul gören kusur kavramına dayandırılmazsa; kişiler nasıl olsa tazminat yükümlüsü olacaklarının kabulüyle, dikkatsiz ve özensiz davranarak zararı doğuran olay sayısını ya da zararın miktarını arttırabilirler. 8 Medeni Kanun’daki hükümler de sadece komşuları birbirlerinin davranışlarından korumak için düzenlendiklerinden yetersiz kalmaktadır. Komşuluk kavramı -geniş yorumlansa bile- çevre kirliliğinden zarar gören kişileri kapsayacak nitelikte değildir. Zaten bu hükümlerin düzenleniş amaçları ara8 Tandoğan, H.: Türk Mesuliyet Hukuku (Akit Dışı ve Akdi Mesuliyet), Ankara 1961, s. 93; Aksi görüş için Bk. İnan: “Kusursuz sorumluluk halinde kişinin zarar ilgisiz olacağı, dikkatli davranmayacağı ve bu nedenle zararın azalmayacağı varsayımı gerçekçi değildir. Zarara bir bütün olarak bakıldığında, önceden sorumlu olduğunu bilen kişinin zararı azaltmak için elinden geleni yapacağını görmek zor olmayacaktır. Kısacası, kusurlu sorumluluk kurallarının, zararı azaltma oranı ekonomik temele dayalı kusursuz sorumluluk sistemine göre çok daha azdır.” İnan, N.: age., s. 133. Çevreyi Kirletenin Hukuki Sorumluluğu 109 sında da çevreyi korumak yer almamaktadır. Bunların yanı sıra somut uyuşmazlıkların çözümünde konuyla ilgili olduğu ölçüde, özel kanunlardaki hükümlere de başvurulmuştur (Umumi Hıfzısıhha Kanunu, Sular Kanunu, İmar Kanunu, Limanlar Kanunu, Milli Parklar Kanunu vb.). Tüm bu sorunlar, Çevre Kanunu’nda çevreyi kirletenin hukuki sorumluluğuna ilişkin hükümlerin düzenlenmesiyle son bulmuştur. Ancak bu düzenlemenin ilk hali ile bugünkü hali arasında fark vardır. 2782 sayılı Kanun’un 3.3.1988 tarihli ve 3416 sayılı Kanun’la değiştirilmeden önceki 3. maddesinin (f) bendinde, “Çevreyi kirletenler ve çevreye zarar verenler sebep oldukları kirlenme ve bozulmadan doğan zararlardan kusur şartı aranmaksızın sorumludurlar. Ancak bunlar, kirlenmenin önlenmesi ve sınırlandırılması için yapılan giderleri ödeme sorumluluğundan söz konusu kirlenmeyi önlemek için gerekli her türlü tedbiri aldıklarını ispat etmek kaydıyla kurtulabilirler.” ifadesi yer almaktaydı. Daha sonra 3.3.1988 tarihli ve 3416 sayılı Kanun’la yapılan değişiklikle, 3. maddenin (e) bendi aşağıdaki şekli almıştır: “Kirlenmenin önlenmesi, sınırlandırılması ve mücadele için yapılan harcamaların kirleten tarafından karşılanması esastır. Kirletenin kirlenmeyi durdurmak, gidermek ve azaltmak için gerekli önlemleri almaması veya bu önlemlerin yetkili makamlarca doğrudan alınması nedeniyle kamu kurum ve kuruluşlarınca yapılan gerekli harcamalar 6183 sayılı Amme Alacaklarının Tahsili Usulü Hakkında Kanun hükümlerine göre kirletenden tahsil edilir. Ancak kirletenler, kirlenmenin önlenmesi ve sınırlanması için yapılan giderleri ödeme yükümlülüğünden söz konusu kirlenmeyi önlemek için gerekli her türlü tedbiri aldıklarını ispat etmek kaydıyla kurtulabilirler.” Çevre Kanunu’nun 28. maddesi ise 3.3.1988 tarihli değişiklikten önce şu ifadeyle düzenlenmişti: “Kirletenin kirletmeyi durdurmak, gidermek veya azaltmak için gerekli önlemleri almaması nedeniyle kamu kurum ve kuruluşlarınca yapılan gerekli harcamalar 6183 sayılı Amme Alacaklarının Tahsili Usulü Hakkında Kanun hükümlerine göre kirletenden tahsil edilir. Kirletenin, meydana gelen zarardan ötürü genel hükümlere göre tazminat sorumluluğu saklıdır.” Çevre Kanunu’nda 1988 yılında yapılan değişiklikle sorumluluğa ilişkin hüküm, 3. maddeden çıkartılarak 28. maddeye alınmıştır. Böylece, kirletenin kirlenmeden zarara uğrayan kişilere karşı sorumluluğu ile; kirlenmeyi durdurmak, gidermek ve azaltmak için gerekli önlemleri almaması veya bu önlemlerin yetkili makamlarca alınması nedeniyle yapılan harcamaları ödeme 110 Yrd. Doç. Dr. Emel BADUR yükümlülükleri birbirlerinden ayrılmıştır.9 “Kirletenin Sorumluluğu” kenar başlıklı 28. madde, 3.3.1988 tarihli ve 3416 sayılı Kanun’la yapılan değişiklikten başlayarak, 2006 değişikliğine kadar iki fıkradan oluşmuş ve aşağıdaki şekilde düzenlenmiştir: “Çevreyi kirletenler ve çevreye zarar verenler sebep oldukları kirlenme ve bozulmadan doğan zararlardan dolayı kusur şartı aranmaksızın sorumludurlar. Kirletenin, meydana gelen zararlardan ötürü genel hükümlere göre de tazminat sorumluluğu saklıdır.” Daha sonra 26.04.2006 tarihinde yapılan değişiklikle 28. maddeye, “Çevreye verilen zararların tazminine ilişkin talepler zarar görenin zararı ve tazminat yükümlüsünü öğrendiği tarihten itibaren beş yıl sonra zamanaşımına uğrar.” ifadesi, üçüncü bir fıkra olarak eklenmiştir. Bu eklemeyle, eskiden Borçlar Kanunu’nun 60. maddesindeki haksız fiil zamanaşımına tabi olan kirletenin sorumluluğu için özel bir zamanaşımı süresi düzenlenmiştir. Borçlar Kanunu’nun 60. maddesine göre maddi ve manevi tazminat talebi, zarar görenin zararı ve tazmin yükümlüsünü öğrendiği tarihten itibaren bir yıl; her halükarda zararı doğuran olayın gerçekleşmesinden itibaren 10 yıl sonra zamanaşımına uğrar. Çevre Kanunu’nda yapılan değişiklikle tek bir zamanaşımı süresi belirlenmiş ve bu süre zarar görenin, zararı ve tazminat yükümlüsünü öğrendiği tarihten başlatılmıştır. Bunun sonucunda eskiyle kıyaslandığında, bir yıllık süre uzatılmış ve başlama tarihi olarak zarar görenin zararı ve yükümlüyü öğrenmesi esas alındığından, 10 yıllık süreden daha elverişli bir durum elde edilmiştir. Çevresel zararların birleşen ve uzun vadeli etkileri de göz önünde bulundurulduğunda -beş yıllık sürenin yeterli olup olmadığı tartışması bir kenara bırakılırsa- eskisinden daha iyi bir çözüme ulaşılmıştır. III. SORUMLULUĞUN HUKUKİ NİTELİĞİ Çevreyi kirletenin hukuki sorumluluğu, Çevre Kanunu’nun 28. maddesinde “kusur şartı aranmaksızın” ifadesiyle, bir kusursuz sorumluluk (objektif sorumluluk) türü olarak düzenlenmiştir. Kusursuz sorumluluk, ilke olarak zarara sebep olanın zarara katlanması düşüncesine dayanır ve kusur kurucu bir unsuru değildir. Bu tür sorumluluğun gerçekleşmesi için, sorumluluğu doğuran olayla zarar arasında nedensellik bağının bulunması yeterlidir. Kusursuz sorumluluk da kendi içinde “olağan sebep sorumluluğu” ve “tehlike sorumluluğu” olarak ikiye ayrılmaktadır. 9 Oğuzman, K. - Öz, T.: Borçlar Hukuku Genel Hükümler, İstanbul 2000, s. 634. Çevreyi Kirletenin Hukuki Sorumluluğu 111 Olağan sebep sorumluluğu, sebep sorumluluğunun en hafif şeklini oluşturur ve kusur sorumluluğu ile tehlike sorumluluğunun arasında yer alır. Bu sorumluluğun dayanağı objektif özen gösterme yükümlülüğünün yerine getirilmemesidir. Bu nedenle pek çok olağan sebep sorumluluğu türünde, sorumlu gerekli özeni göstermiş olsa bile, zararın oluşacağını ispatlayarak sorumluluktan kurtulabilir. Bu tür sebep sorumluluğuna “kurtuluş kanıtı getirme imkanı olan sebep sorumluluğu” denir. Ancak bazı sebep sorumluluklarında, sorumluya kurtuluş kanıtı getirme imkanı tanınmamıştır. Bu gruba da “ağırlaştırılmış sebep sorumluluğu” adı verilmektedir. Tehlike sorumluluğu ise zarara yol açan tehlikenin ya çok sık gerçekleşme ya da büyük bir zarar doğurma olasılığından kaynaklanır.10 Yukarıdaki belirlemeler ışığında çevreyi kirletenin sorumluluğunun, bazen tehlike sorumluluğu gibi görünse de11, aslında kurtuluş kanıtı getirme olanağı tanınmamış olan ağırlaştırılmış bir sebep sorumluluğu olduğunun söylenmesi mümkündür.12 Zira bazı hallerde kirlenmeye sebep olan işletme ve tesislerin önemli kirlenme tehlikesi arz etmesi mümkünse de önemli bir kirlenme tehlikesi arz etmediği halde, çevreyi kirleten şahıslar da bu sorumluluğa tabidirler. Ancak çevreyi kirletenin sorumluluğunun, kusursuz sorumluluğun alt türlerinden hiçbirine uygun olmadığını, çevrenin korunmasının arz ettiği büyük önemden ve toplum açısından bir zorunluluk olmasından kaynaklandığını da söyleyenler vardır.13 Ama bu görüş de kusur aranmayan bu sorumlulukta hukuka aykırılığı, çevrenin kirletilmesine sebebiyet vermenin oluşturduğunu, kabul etmektedir. 10 11 12 13 Eren, F.: Borçlar Hukuku Genel Hükümler, Cilt. I, İstanbul 1998, s. 466-467; Tandoğan, H.: Kusura Dayanmayan Sözleşme Dışı Sorumluluk Hukuku, Ankara 1981, s. 22-23; Descheaux, H. - Tercier, P. (Çev.: Özdemir, S.): Sorumluluk Hukuku, Ankara 1983, s. 154. Kantar, E.: “Çevre Hukukunda Sorumluluk Kavramı”, İBD, İstanbul 1984, S. 13, s. 34; Sorumluluğun esasının fedakarlığın denkleştirilmesi ilkesine dayandığı görüşü için bk. Ulusan, İ.: “Çevre Kirlenmesinden Doğan Sorumlulukta Fedakarlığın Denkleştirilmesi İlkesi”, YD, Ankara 1986, S. 1-2, s. 73 vd. Tandoğan, H.: “Medeni Hukuk Açısından Çevre Kanunu”, Çevre Kanunu’nun Uygulanması, Ankara 1987, s. 25; Çörtoğlu, S.: “Çevrenin Kirletilmesinden Doğan Sorumlulukla Taşınmaz Mülkiyetinin Aşkın Kullanılmasından Doğan Sorumluluğun Karşılaştırılması”, YD, Ankara 1986, S. 1-2, s. 81; Sirmen, L.: “Çevre Kanunu’na Göre Çevrenin Kirletilmesinden Doğan Sorumluluk”, ABD, Ankara 1990/1, s. 23. Oğuzman, K. - Öz, T.: age., s. 634. 112 Yrd. Doç. Dr. Emel BADUR IV. SORUMLULUĞUN UNSURLARI Çevreyi kirletenin hukuki sorumluluğunun unsurları, sorumluluk süjesi (kirleten), sorumluluğu doğuran olgu (kirlenme), zarar ve nedensellik bağıdır. A. Sorumluluk Süjesi (Kirleten) Çevrenin kirlenmesinden doğan hukuki sorumluluğun süjesi kirletendir. Kirleten Çevre Kanunu’nun “Tanımlar” kenar başlıklı 2. maddesinde, “Kirleten: Faaliyetleri sırasında veya sonrasında doğrudan veya dolaylı olarak çevre kirliliğine, ekolojik dengenin ve çevrenin bozulmasına neden olan gerçek ve tüzel kişileri” şeklinde tanımlanmıştır. Şu halde çevrenin kirlenmesine neden olan bir işletme veya tesisat ise, tesisi kullanan veya işletmeyi işleten ya da herhangi bir faaliyetiyle kirlenme sonucunu doğuran kişi, ortaya çıkan zarardan sorumludur. Hatta hasılat kiracısı, adi kiracı, intifa hakkı sahibi işletme ve tesisat (malzeme ve personel) üzerinde fiilen ve doğrudan egemenliğe sahip olan kişiler de bu kapsamda değerlendirilmelidir.14 Çevrenin kirletilmesi sonucunu doğuran fiili, istihdam eden kimsenin emrinde çalışan müstahdemleri gerçekleştirmişlerse, istihdam eden de sorumlu olur.15 Kamu tüzel kişilerinin özel hukuk çerçevesindeki fiillerinin çevre kirliliğine yol açması halinde, Çevre Kanunu’nun 28. maddesinin uygulanacağına ve tazminat davasına bakmanın Adliye Mahkemelerinin görev alanına girdiğine şüphe yoktur. Ancak kamu tüzel kişilerinin kamu hizmeti görürken, çevre kirliliğine neden olmaları halinde de 28. maddenin uygulanacağının kabulü gerekir. Zira kamu tüzel kişilerine kamu hizmeti sebebiyle çevreyi kirletme imtiyazının tanınması, çevreyi koruma amacıyla bağdaşmaz. Fakat devletin ve diğer kamu tüzel kişilerinin bu sorumluluklarına dayanan tazminat davalarına bakma görevi İdare Mahkemelerine ait olacaktır.16 14 15 16 Yargıtay bu konudaki görüşünü 6.2.1997 tarih ve 458/1307 sayılı kararında şöyle ifade etmiştir: “Çevre Kanunu’na göre sorumlu kişi, kirletendir. Çevre Kanunu madde 2/d kirleteni, ‘fiilleri sonucu doğrudan veya dolaylı olarak çevre kirliliğine sebep olan gerçek ve tüzel kişiler’ olarak tanımlamaktadır. Çevre Kanunu’ndan doğan sorumluluk için önemli olan, kirletenin yani gerçek veya tüzel kişilerin fiili olup, bunların bir mülkiyet hakkına mı, sınırlı ayni hakka mı, yoksa bir şahsi hakka mı haiz olduğu aranmayacaktır.” Tandoğan, H.: “Medeni Hukuk Açısından Çevre Kanunu”, s. 25. Oğuzman, K. - Öz, T.: age., s. 639; Sirmen, L.: age., s. 26. Çevreyi Kirletenin Hukuki Sorumluluğu 113 B. Sorumluluğu Doğuran Olgu (Kirlenme) Çevrenin kirlenmesi, çevreyi kirletenin hukuki sorumluluğunun temel unsuru ve dayanağıdır. Çevre kirliliği Çevre Kanunu’nun “Tanımlar” kenar başlıklı 2. maddesinde, “Çevre kirliliği: Çevrede meydana gelen ve canlıların sağlığını, çevresel değerleri ve ekolojik dengeyi bozabilecek her türlü olumsuz etkiyi…” şeklinde tanımlanmıştır. Bu tanımın hava, su ve toprakta olumsuz gelişmelere neden olan koku, gürültü ve atıkları (Çevre Kanunu’nun 2. maddesine göre atık, “Herhangi bir faaliyet sonucunda oluşan, çevreye atılan veya bırakılan her türlü madde” şeklinde tanımlanmıştır) kapsadığı şüphesizdir. Ancak bu müdahalelerin sadece koku, gürültü ve atıklarla sınırlı olmadıklarının da kabulü gerekir. Bunlara ek olarak ışınlar, titreşim, is, duman, toz, buhar, gaz ve ısı gibi etkenler de çevre kirliliği yaratabilecek olgulardandır. Bu şart hukuka aykırılık şartı değil, sadece kirlenme olgusunun varlığı şartıdır. Zira daha önce belirtildiği gibi kirletmenin Çevre Kanunu’na aykırılığı sebebiyle, kirletme gerçekleştiği zaman hukuka aykırılık şartı da gerçekleşmiş sayılır. Bu nedenle kirletmenin varlığı tespit edildikten sonra, ayrıca bir hukuka aykırılık incelemesinin yapılması gerekmez. Hukuka aykırı olarak çevreyi kirletmenin, hukuka aykırılığını ortadan kaldırabilecek bir nedeni öngörmek oldukça güçtür. Bu noktada mağdurun rızasının bile geçerli sayılmaması gerekir. Zira çevreyi kirletme yasağı kamu düzeniyle ilgilidir.17 Çevrenin kirletilmesine aktif bir davranışla neden olunabileceği gibi, yapılması gerektiği halde yapılmayan (gerekli tedbirlerin alınmaması gibi) pasif bir davranışla da neden olunabilir. Kirlenmenin gerçekleştiğini, mağdur (yani davacı) ispatlar. Davalı kirlenmenin başka kaynaktan doğduğunu ispatlayarak sorumluluktan kurtulabilir. C. Zarar Çevrenin kirletilmesine bağlı olumsuz sonuçlarla, doğrudan veya dolaylı olarak kişilere ya da eşyalara zarar verilmiş olmalıdır. Zarar maddi zarar olabileceği gibi manevi zarar da olabilir. Zararı ispatlamak zarar görene düşer. Zarar gören bir fert olabileceği gibi, bir özel hukuk ya da kamu hukuku tüzel kişisi de olabilir. Yargıtay’ın bir kararında bu durum şöyle ifade edilmiştir:“Çevre Kanunu, aktif dava ehliyeti yönünden hiçbir sınırlama getirmeksizin, çevrenin kirlenmesinden zarar gören herkesi dava açabilmeye yetkili kılmıştır.”18 17 18 Oğuzman, K. - Öz, T.: age., s. 637. Y. 3. H.D. , 6.2.1997, 458/1307. 114 Yrd. Doç. Dr. Emel BADUR Yargıtay bir diğer kararında iki tankerin İstanbul Boğazı’nda çarpışması ve denizi kirletmesi sonucu, balık haline daha az balık gelmesi dolayısıyla Belediye’nin yoksun kaldığı rüsum tutarının tazminini19 ve bu olayda denize dökülen petrol ürününün İstanbul Boğazı ve çevresindeki ekolojik yapıya verdiği zararın devlete tazminini20 kabul etmiştir.21 Ancak davacının, termik santral (davalı) tarafından meydana getirilen kirli hava nedeniyle; kendisi, ailesi ve hemşerileri adına duyduğu endişe sonucu ihlal edilen kişilik haklarına ilişkin manevi tazminat istemini Yargıtay aşağıdaki gerekçeye dayanarak reddetmiştir:22 “Somut olayda davacı, davalı tarafından meydana getirildiğini iddia ettiği kirli hava nedeniyle bir rahatsızlığa uğradığını veya vücut bütünlüğünde bir eksilme meydana geldiğini kanıtlayamamıştır. Esasen dava dilekçesindeki açıklamalardan davacının kirli hava nedeniyle kendisi, ailesi ve hemşerileri adına endişe duyduğu ve bu nedenle manevi tazminat istediği anlaşılmaktadır. Görüldüğü gibi davacı sağlığındaki somut bir eksilmeye dayanmamaktadır. Hukuk sistemimiz bu tür bir üzüntünün karşılanmasına imkan vermemektedir. Davalının sebep olduğu ileri sürülen kirli hava davacının sağlığı yönünden bir tehlike yani bir ihtimal oluşturmuştur. Ancak az yukarıda değinildiği gibi ‘ihtimal’ tazmin borcunun doğabilmesi için yeterli olmayıp zararın doğmuş olması gerekmektedir.” Kirleten ortaya çıkan zarardan, başka sebeplerle de sorumlu tutulabiliyorsa; bu sorumluluklara dayanan tazmin talepleri, Çevre Kanunu’nun 28. maddesine dayanan tazminat talebiyle yarışabilir. Çevreyi kirletenin sorumluluğu, kusursuz sorumluluk türlerinden biri olduğu için, kusurun derecesi tazminatın belirlenmesi açısından önem taşımaz. Ancak davalının munzam kusurunun olması halinde, tazminatın indirilebilmesine ilişkin sebeplerin dikkate alınması güçleşir. Ayrıca munzam zarar, birden fazla kişinin birlikte sorumluluğunun söz konusu olduğu durumlarda (gerek kirleten sıfatıyla gerekse başka sebeplerle sorumluluk), bu kişiler arasındaki rücu ilişkilerinin belirlenmesi açısından da önem taşır. D. Nedensellik Bağı Kirletenin sorumluluğu için, kirletici davranış ya da faaliyetle zarar arasında nedensellik bağı olması gerekir. Yani zarar, kirlenmeye yol açan davranışın sonucunda ortaya çıkmış olmalıdır. Bu sorumlulukta kirletene kurtu19 20 21 22 Y. 4. H.D. , 2.4.1984, 5273/7266. Y. 4. H.D. , 15.5.1984, 792/4746. Oğuzman, K. - Öz, T.: age., s. 636. Y. 4. H.D. , 11.7.2002, 12708/8915. Çevreyi Kirletenin Hukuki Sorumluluğu 115 luş kanıtı getirme imkanı tanınmamıştır. Ancak sorumluluk hukukunun genel ilkeleri gereğince, nedensellik bağını kestikleri için sorumluluğu ortadan kaldırdığı kabul edilen üç şart, çevreyi kirletenin sorumluluğunu da ortadan kaldırır. Bu üç şart mücbir sebep, üçüncü kişinin ya da mağdurun nedensellik ilişkisini kirleten lehine kesecek yoğunluktaki kusurudur. 116 Yrd. Doç. Dr. Emel BADUR KAYNAKÇA Çörtoğlu, S.: “Çevrenin Kirletilmesinden Doğan Sorumlulukla Taşınmaz Mülkiyetinin Aşkın Kullanılmasından Doğan Sorumluluğun Karşılaştırılması”, YD, Ankara 1986, S. 1-2. Descheaux, H. - Tercier, P. (Çev.: Özdemir, S.): Sorumluluk Hukuku, Ankara 1983. Eren, F.: Borçlar Hukuku Genel Hükümler, C. I, İstanbul 1998. İnan, N.: “Sorumluluk Hukukunda Yeni Bir Yaklaşım (Ekonomik Düşünceye Dayalı Sorumluluk)”, Çevre Hukuku Araştırmaları, Ankara 1981. Kantar, E.: “Çevre Hukukunda Sorumluluk Kavramı”, İBD, İstanbul 1984, S. 1-3. Keleş, R. - Ertan, B.: Çevre Hukukuna Giriş, Ankara 2002. Oğuzman, K. - Öz, T.: Borçlar Hukuku Genel Hükümler, İstanbul 2000. Sirmen, L.: “Çevre Kanunu’na Göre Çevrenin Kirletilmesinden Doğan Sorumluluk”, ABD, Ankara 1990, S. 1. Tandoğan, H.: Kusura Dayanmayan Sözleşme Dışı Sorumluluk Hukuku, Ankara 1981. Tandoğan, H.: “Medeni Hukuk Açısından Çevre Kanunu”, Çevre Kanunu’nun Uygulanması, Ankara 1987. Tandoğan, H.: Türk Mesuliyet Hukuku (Akit Dışı ve Akdi Mesuliyet), Ankara 1961. Turgut, N.: Çevre Hukuku, Ankara 2001. Ulusan, İ.: “Çevre Kirlenmesinden Doğan Sorumlulukta Fedakarlığın Denkleştirilmesi İlkesi”, YD, Ankara 1986, S. 1-2 White Paper on Environmental Liability, COM (2000) 66 final, Brussels 9.2.2000. Çevre Hukuku ve Bilirkişi 117 ÇEVRE HUKUKU VE BİLİRKİŞİ Prof. Dr. Kimmo HIMBERG* Doğa bilimleri eğitimi almış olduğum için, bu kadar yargıç karşısında bulunmaktan ötürü biraz huzursuz hissettiğimi itiraf etmeliyim. Kendim hakkında bazı bilgiler vermek istiyorum. Helsinki Üniversitesi’nin “Çevre Kimyası” bölümünden mezun oldum. Daha sonra matematik, teorik fizik, eczacılık ve adli tıp bilimleri yönetimi konusunda eğitim gördüm. Finlandiya’da da diğer ülkelerde olduğu gibi adli bilimler, kolluk güçleri bünyesinde ele alınırlar; ancak ben bir polis değilim. Ben burada bağımsız bir pozisyonu temsil etmekteyim. Benim ülkemdeki laboratuarlar kolluk güçleri bünyesinde ele alınsalar da doğrudan doğruya yargıya bağlıdırlar, biz bağımsızız. Avrupa Adli Bilimler Enstitüleri ağının başkanlığını da 1999-2000 ve 20032005 döneminde yürüttüm, orada 10 yıl çalıştım. Aynı zamanda uluslararası işbirliği ve uluslararası uygulamalar alanında deneyim sahibiyim. Benim ele alacağım konu çevre suçlarının araştırılmasında uzmanlardan yararlanılmasıdır. Size anlatacaklarımı lütfen çok geniş biçimde yorumlayın zira burada söyleyeceklerim sadece soruşturmayla sınırlı kalmayacak muhakkak ki duruşmaları da içerecek. Çevre suçlarının yanı sıra tüm suçlarda yardımına başvurulan her tür uzmanlık hizmetini ele alacağım. Toplantıdaki esas konumuzla başlamak istiyorum, o da kirlilik. Kirlilik problemleri ve bununla ilgili kavramlar hakkında konuşmak istiyorum. Tabii kirlilik son derece anlaşılır bir biçimde tanımlanmıştır, ancak ne yazık ki çevre suçlarının ve çevre sorunlarının hepsi kirliliğe bağlı değildir; dün bunun örneklerini duyduk. Burada çevrenin çok daha geniş bir şekilde ele alınması gerektiğini, çevresel suçların elektromanyetik kirlenmeden tutun da kültürel mirasın korunmasına kadar gayet geniş bir yelpaze oluşturduğunu duyduk. Ancak en aşikar ve en kolay tespit edilen çevre suçu, kimyasal kirlenmeye yol açma şeklinde ifade edilen çevre suçudur. Bu, hem çevreye hem de canlı organizmalara zarar verir. Burada iki farklı kirlilik vardır. Biri global olan kirliliktir; örneğin sera etkisi, iklimin ısınması, ozon tabakasının delin* Avrupa Konseyi Nezdinde Uzman 118 Prof. Dr. Kimmo HIMBERG mesi, kentlerdeki partikül kirliliği ve DDT gibi maddelerin yol açtığı zararlar, vb. bu kapsamdadır. Bunlarda kriminal bir sorumluluk tespitinde bulunmak mümkün değildir. Örneğin, ozon tabakasının delinmesinde hepimiz sorumluyuz. Buradaki sorumluluğu belirlemek biraz felsefi bir konudur. Bunu yasa ve hukuk açısından ele almak zordur. Diğer kirlilik, nokta kirliliği, yerel düzeyde bir yerin münhasıran kirlenmesi şeklinde oluşan kirliliktir. Burada bir ya da birden fazla noktada oluşan kirlilik kastedilmektedir. Durumların çoğunda bilimsel olarak sebebi bulmak mümkündür. Eğer bilimsel kaynaklarınız varsa (tabii laboratuarların gerekli donanıma sahip olup olmaması da ayrı bir sorundur, yeterli donanım varsa), çevrede gözle görülebilir hasar oluşmuşsa ve bu hasar kimyasal kirliliğe bağlanabilir ise o zaman burada kirliliğin kaynağının tespiti mümkündür. Tipik bir örnek olarak denize petrol dökülmesi verilebilir. Pek çok durumda hangi geminin ne tür bir petrolü denize sızdırmış olduğunun tespiti, analitik yöntemlerle mümkündür. Çünkü burada bizim bilimsel olarak “profillendirme” dediğimiz yöntemlerden faydalanılabilir ve dolayısıyla o denize dökülmüş olan petrolün yapısı incelenerek hangi geminin o tür petrol taşıdığı tespit edilebilir. Bir diğer tipik örnek, bir göl veya akarsudaki balıkların ölümüdür. Bunu oradan geçmekte olan bir vatandaş dahi çıplak gözle tespit edebilir. Genelde balık ölümlerinin sebebi de kimyasal kirlilik olmaktadır. Doğal nedenlerle balıkların kitlesel olarak ölmelerine pek rastlanmaz. Bir diğer örnek sınırlı bir alanda bitki örtüsünün zarar görmesidir. Bunun da genelde pek çok toksik kimyasal bileşenlere bağlı olduğunu biliyoruz. Bilimsel açıdan genelde nokta kirliliğini tespit etmek mümkündür, mümkün olabilmelidir. Bir bilim adamı, bu konuda cezai sorumluluğun kimde olduğunu tespit edebilir; ancak maalesef daha önce de ifade ettiğim gibi, bunu yapabilmek için belirli bir uzmanlık derecesini gerektirir. Doğru uzmanlık hizmetini ve doğru laboratuarı bulmak, maalesef en zor iştir. Doğru uzmanı bulmak, bilimsel sonuçlar elde etmekten ve doğru sonuçlara varmaktan bile daha zordur. Uzmanlar ve Uzmanlık Hakkında Modern dünyada bilim ve teknoloji hızla gelişim gösteriyor ve toplam bilimsel bilgi ve veri miktarı katlanarak çoğalıyor. Ancak, bireylerin entelektüel kapasitesi aynı şekilde bir gelişim göstermemektedir. Bu yüzden bilimsel uzmanlık, çok çeşitli dar alanlara bölünmekte ve uzmanlar belli bir konu üzerinde ne kadar bilgililerse de; bu bilgi son derece spesifik ve dar bir konu üzerinde olmaktadır. Dünyaca tanınan İngiliz adli bilim uzmanı Sir Bernard Spilsbury’nin de 1940’larda söylediği üzere: “Uzman, hiçbir şey hakkında her şeyi bilene kadar; çok daha az şey üzerine gittikçe daha çok şey bilen kişidir.” Çevre Hukuku ve Bilirkişi 119 Adli bilim adlı bir uzmanlık veya uzmanlık alanı olmadığını akıllarda tutmak gerekir. Bunun yerine bu alan biyoloji, kimya, fizik, tıp, toksikoloji, mühendislik gibi birçok konuya ayrılmıştır. Benzer şekilde, “adli bilim uzmanı” yani adli bilim konularının hepsini inceleyebilecek genel bir uzmanlığa sahip kişiler yoktur. Her uzmanın yetkin şekilde çalışabileceği uzmanlık alanı dardır. Adli bilim hizmetlerine başvuran kişiler, adli bilim incelemelerini, uygun eğitimi almadan ve konu hakkında yeterli bilgiye sahip olmadan hobi şeklinde gerçekleştiren uzmanlara kuşkulu bir şekilde yaklaşmalıdırlar. Onlarca adli bilim uzmanı ile çalışmalarıma dayanan deneyimlerimden yola çıkarak, yetkinlik göstergesi olabilecek ve kuşku uyandırması gereken özellikleri belirtmek istedim. Uzman Hakkında Güven Veren Özellikler ● Kendi yetkinliğini anlatırken ve yoruma açık tanımlamalar söz konusu olduğunda, mükemmeliyet ifade eden sözcüklere başvurmaz (iyi bir uzman alçakgönüllü olmayı bilmelidir); ● Kişi, ele alınan konuya ilişkin resmi bir şekilde tanınmış eğitim ve deneyime sahiptir (herhangi bir akademik eğitimin çeşitli adli bilim alanlarının tümünü kapsayamayacağını anlamak gerekir); ● Söz konusu alanda kişinin geniş bir deneyimi vardır; ● Uygun bilimsel araştırma eğitimi almıştır; ● Hakemli yayınlarda yer almış konu ile ilgili yazıları vardır (konu ile ilgili olması önemlidir; örneğin, tıp veya adli tıp konusunda yayınlar kişinin yangın yeri inceleme yetisini arttırmaz); ● Kendisine mesleki, bilimsel veya idari bir organ tarafından verilen bir uzman görevi ifa ediyordur (salt bir derneğe üyelik çoğu zaman yeterli değildir); ● Kendi uzmanlık alanının sınırlarını belirtmek konusunda inisiyatif kullanır (ilk nokta ile karşılaştırın: iyi bir uzman kendi uzmanlığını belirtirken dikkatli olmalıdır); ● Kendi faaliyetlerine, vardığı sonuçlara ve belirsizlik unsurlarına eleştirel bir biçimde yaklaşır; ● Görüşlerini tarafsız ve anlaşılır bir şekilde eleştirebilir; ● Vaka ve varsayımlar veya spekülasyonlar arasında ayrım yapar; ● Bilimsel verilere gönderme yaparken, kişi, araştırma alanının tamamını kullanıyor ve sonuçların genellenebileceği veya söz konusu vakaya sınırlı olması konusuna önem veriyordur; ● Kendini uzman olarak göstermesinde kariyer, maddi durum veya özgüvenini arttırmak amacı yoktur. 120 Prof. Dr. Kimmo HIMBERG Uzmanın Uzmanlığı Hakkında Kuşku Uyandıracak Özellikler ● Kendi uzmanlık alanı dışındaki konular hakkında görüşü verir (maalesef Türkiye’de çok yaygın bir durum); ● Uygun bir akademik geçmişi olsa da, alanda pratik deneyimi yoktur; ● Karşı görüşte çok sayıda araştırma raporları olmasına rağmen, münferit bilimsel raporlara dayanıyordur; ● Münferit olarak varılan sonuçların ne şekilde alana genelleştirilebileceğini değerlendirmiyordur; ● Kariyer, maddi durum veya özgüvenini arttırmak amacıyla, uzman olarak faaliyet gösteriyordur; ● Gayri resmi veya geçerliliği olmayan akademik eğitim ve unvanları kullanıyordur; ● Araştırma konusunda geniş bir eğitimi yoktur; ● Geçerli bir bilim dalı hakkında yayınları mevcut değildir; ● Uzmanlık alanı dışındaki konular hakkında görüş vermek istiyordur; ● Zor ve karmaşık soruların tümünü tereddütsüz ve kesin bir şekilde cevaplıyordur; ● Vardığı sonuçlardaki veya görüşlerindeki belirsizlik etkenlerini sorgulamıyordur; ● Dayandığı araştırma sonuçlarının geçerliliği ve uygulanabilirliği hakkında bir değerlendirme yapamıyordur; ● Konuyu mantıklı bir şekilde tartışmak yerine kendi bireysel deneyimine, şahsi fikirlere, kişilerden gelecek duygusal tepkilere dayanıyor veya bu şekilde hareket edeceğini gösteriyordur. Amerikalı bir araştırma grubu uzman yetkinliği1 konusunda ilginç bir rapor yayınlamıştır. Varılan ana sonuç, yetkin olmayan kişilerin yetkisizliklerinden haberdar olmadıklarıdır. Buna ilaveten, kendi yetkinliklerine çok güvenirler; hatta alanla ilgili diğer uzmanlardan üstün olduklarına inanırlar. Bu bulgunun açıklaması da, uzman olmanın entelektüel şartlarının, uzmanlık kurumunun özelliklerini anlamak için gereken şartlarla aynı olmasıdır! 1 Kruger, J. M. – Dunning, D.: (1999) ‘Unskilled And Unaware Of It: How Difficulties In Recognizing One’s Own Incompetence Lead To Inflated SelfAssessments’, Journal of Personality and Social Psychology vol. 77, pp. 11211134. Çevre Hukuku ve Bilirkişi 121 Adli Bilim Pratiği Konusunda Bazı Gözlemler Bir uzman, kendi incelemeleri doğrultusunda her zaman çok kesin sonuçlara varamaz. Bu çeşitli nedenlerden, örneğin incelenen kanıtların düşük kalitesinden kaynaklanır. Bu yüzden, uzman daima çok kesin sonuçlara varamaz, ve “muhtemelen” veya “mümkündür” gibi ifadeler kullanır. Bu durumlarda, uzman üzerinde daha kuvvetli, kesinlikle olumlu veya kesinlikle olumsuz görüş vermesi için baskı kurmak yanlıştır. Bu tür durumlarda maalesef, olasılık seviyesini rakamsal olarak ifade etmek bilimsel olarak mümkün olmaz; çünkü hiçbir istatistiki veri bunu doğrulayamaz (DNA incelemeleri bunun istisnasıdır çünkü DNA profilleri hakkında istatistikler çok kapsamlı verilerdir). Bazen, incelenen materyal temel alınarak herhangi bir sonuca varmak mümkün olmaz. Bu tür raporlara neticesiz rapor denilir. El yazısı inceleme raporlarının %25’inin neticesiz olması, örneklerin nadirliğinden veya kalitelerinin düşük olmasından dolayı, oldukça sık rastlanan bir durumdur. İyi bir uzman, meslektaşı olmayanlarla da iyi bir iletişim kurabilmelidir. Hukukçular ve doğa bilimciler arasındaki ezeli ve ebedi bir iletişim boşluğu vardır. Bir doğa bilimci kanun konusunda hiçbir şey bilmez. Bir hukukçu da bilimsel araştırma sonuçları hakkında bilgiye sahip değildir. İyi bir uzman (ister doğa bilimci, ister hukuk uzmanı) kendi düşüncelerini bu konunun yabancısı olanlara anlaşılır bir dil ve nötr bir tavırla aktarabilmelidir. İyi bir uzman fevkalade zor bir bilim disiplininde tek başına her şeyi bilmek iddiasında bulunamaz. Özellikle mahkeme salonunda bunu yapmamalıdır. Meslektaşlarıyla tartışırken, kendi düşüncelerini kendi açısından ifade edebilir ama mahkeme salonunda tarafsız olmak, zorluklara dikkat çekmek ve mahkemeye yol göstermek zorundadır. Özet Yargı makamlarının bilimsel uzmanlık beyanlarının güvenilebilirliğini anlayabilmeleri ve bunu değerlendirmeleri yararlı olacaktır. Herhangi bir bilimsel yetkinlik gerekmeksizin, bazı temel kurallara başvurularak bu mümkün olabilir. Serbest çalışan uzmanlara sıkça başvurulan ülkelerde, yetkin olmayan kişilerin “uzman tanık” olarak ortaya çıkması oldukça sık rastlanan bir durumdur. Bu uzmanlar çok iyi bilirkişiler olabilirler. Ancak yargı makamlarının, bu kişilere başvururken dikkatli olmaları gerekir. Bir uzmanın zayıf ifadeler kullanması, kesin olarak evet/hayır sonuçlarına varmaktan kaçınması, kişinin yetersizliğini göstermez. Aslında tam tersine, yetkinliğinin yüksek olduğunun göstergesidir. Yuvarlak Masa 123 IV. OTURUM 124 Yuvarlak Masa Yuvarlak Masa 125 YUVARLAK MASA OTURUMU Prof. Dr. Nükhet Turgut (Atılım Üniversitesi Hukuk Fakültesi): Prof. Dr. Kimmo Himberg ile benim sunumumu birleştiren bir değerlendirme yapacağım. Kendisine teşekkür etmek istiyorum. Benim yaptığım soyut değerlendirmelerin somut olarak netleşmesini sağladı. Dünkü konuşmamda içtihat hukuku için, idare hukukunun önemini vurgulamıştım. Burada olası yanlış anlamaları önlemek için, birkaç önemli noktaya değinmek istiyorum. Çevre hukukunun temel kavram ve ilkelerinin bulunduğunu belirtmiştim. Bu ilkeler, sadece idari yargıçlar için değil; adli yargıçlar için de geçerlidir. Herkes için geçerlidir. Önünüze gelen olaylarda, bunu kendinizin de fark edebilmeniz için, bu konuda fikrinizin olması gerekmektedir. Çevre hukuku denilen bağımsız disiplinin neleri içerdiğini biliyorsanız ve bu disiplinin kavram ve ilkeleri hakkında fikriniz varsa, çevre hukukunun temeli olan çevre sorunsalı hakkında fikriniz oluşmuşsa; önünüze olay geldiği anda, bunların uygulanabilirliğini değerlendirebileceksiniz. İlk zamanlar özgün bir mevzuatın bulunmadığını, geleneksel kurallara başvurmak zorunda kaldığımızı belirtmiştim. Bu, tüm ülkeler için geçerliydi. Geleneksel kurallar özel hukukun, idare hukukunun, ceza hukukunun kurallarıdır. Bu kuralları geniş yorumlamaya çalıştık. Amaca göre yorum metodunu izlemeye uğraştık. Bu metodun da sınırlarının olduğunu ifade etmiştim. Hemen özel hukuk çerçevesinde somut bir örnek vereyim: Komşuluk hukuku bütün ülkelerde (Kıta Avrupası ve Anglo Sakson Hukuk Sistemleri’nde), kullanılmıştır. Komşuluk hukuku kuralları kullanılarak, ihlaller önlenmeye çalışılmıştır. Komşunun, taşkın durumun tanımı; komşuluk hukukunda her iki tarafta da taşınmaz mülkiyetinin bulunması zorunluluğunu gerektirmektedir. Bu kurallar tıkandığı anda yorumlamaya başlayalım. Örneğin yanımızdaki apartman komşudur. Ancak onun yanındaki apartman, 1 km ötedeki apartman da komşu mudur? Bu tür durumlarla davalarda karşılaşılmış, komşu geniş yorumlanmıştır. Bizim Yargıtay’ımız da bu geniş yorumu tercih etmiştir. Buna bağlı olarak diğer kavramlar da (nedensellik bağı, vb.) geniş yorumlanmıştır. Genel kavramları bilmemizin, çevre hukukunun disiplinler arası olduğunu bilmemizin şöyle bir yararı var: Çevre hukukunun teknik bilimlerle, doğa bilimleriyle ve ekolojiyle olan ilişkisinin çok önemli olduğunu belirtmiştik. Hukukçuların doğa bilimci olmalarını beklemiyoruz; ama biz eğer hukukçu 126 Yuvarlak Masa olarak diğer disiplinler hakkında yeterli genel bilgiye sahip olmazsak, bizden isteneni gereği gibi yerine getiremeyiz. Ekoloji, ekosistem, kirlilik hakkında genel bilgimiz yoksa; pek çok riskle karşı karşıya kalınır. Bilirkişi kurumu çevre hukukunun disiplinler arası niteliği sebebiyle son derece önemlidir. Bilirkişilik, sadece ceza hukuku alanında değil; diğer dallarda da önemlidir. Birbirine bağlı üç aşama vardır: İlk olarak bilirkişi seçme aşaması çok önemlidir. Gerçekten uzman olan insanları seçebilmek gerekir. Bilirkişileri seçtikten sonra ikinci aşama olarak yönlendirebilmek çok önemlidir. Üçüncü aşama bilirkişi raporlarını değerlendirebilmektir. Bütün davanın kaderi bunlara bağlıdır. Türkiye’de bilirkişilik büyük bir sorundur. Örneğin diyelim bir gölde kirlilik var. Bu kirliliği klasik kurallarla değerlendirirsek, o göle atık su bırakan üç fabrika varsa, bizim yapacağımız bunların atık sularının toplamını alıp (100 metreküp olsun) bu kadar kirlilik oluştuğunu tespit etmektir. Ekolojinin verileri çerçevesinde ise kümülatif etki söz konusudur. Kirleticilerin nitelikleri önemlidir. Her bir yeni kirlilik, bilinenin aksine, eski kirliliğin üzerine eklenmez. Bir fabrikanın attığı kirletici madde, ikinci fabrikanın attığı kirletici madde ile bulunduğu ortamda kimyasal tepkimeye girer. Bu tepkimenin sonucunda kirlilik artabileceği gibi azalabilir de. Birbirlerinin etkilerini nötrleştirip kirliliği bir ölçüde bertaraf edebilirler. Biz bunu bilirsek, bilirkişiyi seçmede, yönlendirmede ve raporları değerlendirmede dikkate alırız. Yargıtay’ın baz istasyonlarıyla ilgili dosyasında bir seçeneğimiz vardı. Klasik hukuk kurallarından faydalanıp, Kat Mülkiyeti Kanunu’nun 45. maddesini uyguladık. Maddede oybirliği denilmişti. Bunu yorumladık. Bu olay, oybirliği kuralı kapsamına girer diye karar verdik. Oybirliği yoksa bu baz istasyonları sökülür dedik. Burada geleneksel hukuk kurallarını ne zaman kullanacağımızı ve çevre hukuku kurallarına ne zaman sıçrayacağımızı belirleyebilmek çok önemlidir. Yandaki apartman için Kat Mülkiyeti Kanunu bize yardımcı olamazdı. O zaman ikinci bir geleneksel hukuk kuralı olarak, komşuluk ilişkileri devreye girecekti. Bu noktada taşkın olduğunu ispatlayacağız. Bunu ispatlayabilmek için de sağlık üzerindeki etkisini göstermemiz gerekiyor. Bu noktada çevre hukukuna giriyoruz. İhtiyat ilkesi olduğu için, geleneksel hukuk kuralları çerçevesinde zararı ve illiyet bağını ortaya koyamıyoruz. Bu noktalar göz ardı edildiği için davalar reddedilmiş. Bilirkişiye gidilmiş, bilirkişi sağlığa zararlı etkinin bulunmadığını ifade etmiş. Bilirkişiye gidilirken geleneksel bakış açısı içinde taşkınlığın olup olmadığının, sağlığa zararlı etkilerin bulunup bulunmadığının tespiti isteniyor. Bilirkişi de aynı çerçeve içinde değerlendirip, olmadığı sonucuna varıyor. Yuvarlak Masa 127 Bu Yargıtay kararında şöyle bir yol izledim: Burada ihtiyat ilkesinin alanına girdiğimiz için, geleneksel hukuk bilgim yeterli değildi. Çok sayıda ekoloji ile ilgili kitap okudum. Bu konuda biyofizikle ilgili sağlık etkilerini teknik olarak gösteren binlerce sayfalık (hiç mübalağa etmiyorum) raporlar, makaleler okudum. O raporlardan hukukçu bakış açısıyla bazı notlar çıkardım. Bu kirlilikte kısa vadeli ve uzun vadeli etkiler mevcuttur. Vücut ısımızı arttıran etkileri (termal etkileri) olduğu gibi; termal olmayan etkileri de var. Bu konular üzerinde hukuki olarak ne tür düzenlemelerin olduğuna baktım. Hukuki düzenlemeler kısa vadeli etkileri esas almıştı. Bu düzenleme sizce güven veriyor mu? Uzun vadeli, termal olmayan etkileri dikkate alınmamış. Bu demektir ki; kısa bir süre için o istasyonun yanında, belli bir noktada durursanız, vücut ısınız yükseliyor. Bu yükseliş, kabul edilebilir sınırları aşıyorsa bu durumda yaptırım getirilmiş. Diğer etkileri de hesaba kattığınızda, tamamen risk alanındasınız. Uzun vadede kanserojen etkiler, vb. sakıncalar söz konusu. Bunu bildiğinizde bilirkişinin genel yanıt vermemesi gerektiğini anlıyorsunuz. Bilirkişinin vereceği yanıtlar, “Hukuki düzenlemede sınır değerler varsa, bu sınır değerlere göre kısa ve uzun vadeli etkiler dikkate alınmış mı? Termal ve termal olmayan etkiler dikkate alınmış mı? Bütün bunlar karşısında, bu değerler bir güvence sağlıyor mu? Başka ölçütler güvenceyi sağlamak için gerekli mi?” sorularını kapsamalıdır. O zaman bilirkişi uzmansa, Prof. Dr. Himberg’in belirttiği koşulları gözetmişseniz, disiplinler arası bir ekip oluşturulmuşsa, bu sorulara objektif yanıtlar verilecek. Aldığınız cevap “zararlı değildir” olmayacak. Size bu cevabı, hiç bir bilim insanı bilirkişi veremez. Yargıtay bu kararda bunları uygulamıştır: “Uzun vadeli etkiler, insan psikolojisine getireceği olumsuzluklar dikkate alınmamıştır.” demiştir. Bir katılımcı: Mahkeme cep telefonu baz istasyonlarının okul, hastane, kreş, kışla ve park gibi yapı ve alanlarda kurulmaması gerektiği yolunda bir işlem tesis etti. Bu işlemin iptali istemiyle açılan davada, Danıştay bilirkişi incelemesi yaptırmadı. Çevre Kanunu’na ve Orman Bakanlığı’nın Kuruluş ve Görevleri Hakkında Kanun’a atıfta bulunarak, baz istasyonlarının, elektromanyetik kirliliğe yol açma potansiyeli olduğuna karar verdi. Kirliliğe yol açma potansiyeli de önemli bir etken olarak kabul edildi. Devamında şöyle bir karar verildi: “Gerek cep telefonları, gerekse bunların çalışmasını sağlamak üzere kurulan baz istasyonlarının, elektromanyetik kirliliğe sebep olması nedeniyle dava konusu genelge ve buna dayalı olarak tesis edilen valilik işleminde belirtilen alanlarda kurulu bulunan mevcut baz istasyonlarının ‘Uluslararası İyonlaştırıcı Olmayan Radyasyondan Korunma Kurulu’ tarafından getirilen sınır değerleri aşmaması esası getirildi- 128 Yuvarlak Masa ği; baz istasyonlarının insan ve çevre sağlığını etkilemeyecek yerlerde kurulmasının sağlanmasının zorunlu olduğu, bu nedenle dava konusu işlemlerde hukuka aykırılık bulunmadığına” karar vererek davayı reddetti. Bu da bu konuda önemli bir karardır. Prof. Dr. Nükhet Turgut (Atılım Üniversitesi Hukuk Fakültesi): Bu genelge çerçevesinde açılan davada görüş vermiştim. Çevre Bakanlığı’nın yetkili olduğunu, bu genelge çerçevesinde uygulamalar yapmakta haklı olduğunu ifade etmiştim. Genelge maalesef bugün yürürlükte değildir. Son aylarda herhangi bir değişiklik olmadıysa, Telekomünikasyon Kurulu’nun yeni çıkardığı yönetmelik, halen yürürlükte olsa; demin söylediğim çerçevede konuyla ilgili üç Bakanlık (Çevre, Sağlık ve Orman Bakanlığı) dışlanarak, sadece Telekomünikasyon Kurulu tarafından yönetmelik çıkarılırsa, belirttiğimiz çevre hukuku esasları dışlanmış olur veya asgari ölçüde dikkate alınarak etkisiz hale gelir. Türk çevre politikasına ilişkin gerçeklerle ilgili olarak bir değerlendirme yapmak istiyorum. Bazı arkadaşların da ifade ettiği gibi, bu hafta mecliste Genel Kurul’da “Çevre Kanunu Tasarısı” görüşülecek. Dün bu taslağın olumsuz bir hükmüne işaret etmiştim. Çok sayıda olumsuz hüküm var. Olumlu hükümler de yok değil; ancak yapmamız gereken olumsuz hükümlere işaret ederek düzeltilmelerini sağlamaktır. İlkeler adına, uygulama adına yapılan yanlışlıklar olduğu gibi; genel hukuk adına yapılan yanlışlıklar da var. Ben kendi alanım çerçevesinde değerlendirme yaptığım için, diğer dalları ilgilendiren hatalar var mı bilemiyorum. Bir yönetmelik çıkarılıyor. Burada sektörel yaklaşımın benimsendiğini, bunun yanlış olduğunu belirtmiştim. Daha sonra bir değişiklik yapılıyor. Bu değişiklik esnasında en basit hukuka giriş dersinde öğrendiğimiz kuralları, normlar hiyerarşisini, kanunların geriye yürümezliğini hatırlatarak nasıl bir hatanın yapıldığını aktarmak istiyorum. Yönetmelik’teki maddeyi okuyarak yorumu size bırakacağım: “Resmi Gazete’de daha önceki yayımlanış tarihleri esas alınarak bu yönetmeliklerin, o yayımlanış tarihleri gösterilmek suretiyle o tarihten geçerli olmak üzere yayımı tarihinde yürürlüğe girer.” Normlar hiyerarşisinde gösterilen basamakların önemli bir kısmı, Anayasa’da yer almıştır. Diğerleri, idare hukukunda, idarenin takdir alanına bırakılmış; Anayasa’da sayılmamıştır. Geleneksel uygulamaya baktığımızda yönetmeliklerden sonra diğer kural işlemler gelir. Bu diğer kural işlemler, genelgeler, tebliğler, tamimler vb.dir. Genelgeler genelde kurumların iç ilişkilerini düzenlerken, tebliğler üçüncü kişileri ilgilendirir. Esas ve usul diye yeni bir kategori çıktı. Resmi Gazete’de de yeri var. Yönetmelikleri tanımlayan unsur esas ve usuldür. Kanunun gösterdiği esas ve usulleri düzenleyen metinler yönetmeliklerdir. Esas ve usullerin yerini Yuvarlak Masa 129 çözebilmelisiniz. Bunlar, Resmi Gazete’ye bakarak tebliğden yukarıdalar; ancak yönetmeliklerle olan ilgisi saptanamamaktadır. Bir katılımcı: Tuğrul Bey’in konuşmasıyla ilgili olarak, ceza hakimlerine yeni TCK ile ilgili bir kaç seminer verildi. Bunların birinde kanunu hazırlayanlardan Prof. Dr. İzzet Özgenç de bulunmuştu. Anlatılanlardan biz yeni TCK’nun “uygun illiyet teorisi”ni terk ederek “haksızlık teorisi”ne geçtiğini öğrenmiştik. Buna ben de katılıyorum. Özellikle yarışan illiyet çerçevesinde, göle veya ırmağa birden fazla fabrika tarafından atık boşaltılması durumunda meydana gelen kirlilik neticesinde illiyet aranmaksızın; yapılan eylem haksız olarak nitelenebiliyorsa, bunlardan tüm fabrikaların kusurlu sayılacağını öğrenmiştik. Bu, modern hukukun ilkelerinden alınarak, Ceza Kanunumuza getirilmiş. Eski TCK’da yarışan illiyet teorisinin bulunduğunu (TCK md. 455 veya md. 459/son), birden fazla kusurlu kişinin varlığı halinde 2/8, 3/8 vb. oranlamalar yapıldığı; şimdi bunların terk edilerek herkesin tamamından sorumlu olduğu ifade edilmişti. Kusura göre cezanın değerlendirilmesi ilkesinin, kusurun yoğunluğu durumunda alt sınırdan yukarıya doğru ayrılma şeklinde gerçekleşeceğini söylemişlerdi. Ben de bu görüşlere katılıyorum. Benzer bir durum TCK 463. maddede de var. Eskiden iki kişi birden aynı kişiye ateş ettiklerinde ve kurban sadece bir kişinin kurşunu sebebiyle öldüğünde, kimin kurşunu olduğu tespit edilemiyorsa; her iki kişiyi de sorumluluktan kurtarıyorduk. Şimdi ise tüm ateş edenler öldürmeyi istedikleri için hepsi öldüren asli fail gibi sorumlu tutuluyorlar. Bu sebeple göl kirliliğinde de fabrikaların hepsi, kirliliğin tamamından sorumlu olmalıdırlar. Yrd. Doç. Dr. Tuğrul Katoğlu (Bilkent Üniversitesi Hukuk Fakültesi): İlliyet anlayışının hangi maddeye dayanarak değiştiğini kabul ediyorsunuz? Bir katılımcı: “Bütün Ceza Yasası’nın iskeleti budur”, denildi bize. Eski TCK’daki 455/son, 463 gibi maddelerin yeni TCK’da olmamasını bunun açık bir göstergesi kabul etmişlerdir. Yrd. Doç. Dr. Tuğrul Katoğlu (Bilkent Üniversitesi Hukuk Fakültesi): Nedensellikle ilgili bir genel kural, bundan önceki Kanun’da yoktu. Bazı özel hükümler bakımından, bazı teoriler etkili olabilir. Eski Kanun’a göre, uygun illiyedin kabul edildiği görüşü de kanımca doğru olmayabilir; zira bazı yerlerde, şart nazariyesinin kabul edildiği düzenlemeler vardı. Dolayısıyla eski Kanun’da uygun illiyet teorisinin kabul edildiğini bize söyletecek fazla bir şey yoktu. Öğretide de hangi illiyet ile sorunun çözülebileceği tartışılıyordu. 130 Yuvarlak Masa Bir Katılımcı: Ben bunu, birden fazla fabrikanın kirliliğe sebep olduğu hallerde kullanabiliriz diye düşünmüştüm. Yrd. Doç. Dr. Tuğrul Katoğlu (Bilkent Üniversitesi Hukuk Fakültesi): Hangi maddeye dayanıyorsunuz? Bir Katılımcı: Kasıtla ilgili hükme dayanıyorum. Yrd. Doç. Dr. Tuğrul Katoğlu (Bilkent Üniversitesi Hukuk Fakültesi): (Salondan gelen bir yoruma karşılık olarak) 22. maddenin son fıkrası ise taksirli fiillerle ilgilidir. Bir Katılımcı: Uygulamalar ortaya çıktıkça daha fazla netleşecektir sanıyorum. Bir de ustanın sorumluluğu hususu vardır 184. maddede. Genel hükümler nazara alındığında, sadece iştirak hükümlerinin uygulanabildiği ustalara uygulamak mümkün olabilecektir. İlave olarak, tüzel kişilerde, haksız rekabet durumunda, örneğin bir tüzel kişi arıtma tesisini çalıştırmadan üretim yaparken bir diğeri arıtma tesisini kurup çalıştırarak üretim yapmaktadır. İlk firmanın masrafı daha az olmaktadır. Daha ucuza üretip, daha fazla kar elde edebilir. Bunun haksız rekabet kapsamına girebileceğini düşünüyorum. Bu şekilde kazanç elde ettiği tespit edilebiliyorsa, yeni TCK md. 55 çerçevesinde belirtilmiş kazanç müsaderesi yoluyla bunlara el konulup; mümkünse mağdur tarafa verilmesi, bu mümkün değilse müsaderesine hükmedilmesi mümkün gibi geliyor bana. Prof. Dr. Nükhet Turgut (Atılım Üniversitesi Hukuk Fakültesi): Burada ceza hukukuna girmeden önce, o kazancın ortaya konulabilmesi zor olacaktır. Ramazan Özdemir (Kocaeli İdare Mahkemesi Başkanı): Birincisi çevre kirliliğine neden olan sanayi yatırımlarının az gelişmiş ülkelere kaydırılması ya da atıkların ihracı hakkında ne söylenebilir? İleride çevre üst disiplin olacaksa, diğer disiplinlere etkisi nasıl olacak? Çevre hukukunun uygulanması konusunda, Bakanlıklar arasında uyum sağlanabilir mi? Gelişmiş ülkelerde uygulama nasıl? Örneğin ülkemizde 1/25.000 çevre düzeni planı yapılması konusunda Çevre Bakanlığı ve Bayındırlık Bakanlığı arasında bir ihtilaf halen devam ediyor. Diğer sorum, Prof. Dr. Himberg’e olacak. Avrupa’da bilirkişi seçimi nasıl oluyor? Resen mi yapılıyor? Bilirkişinin görevi reddetme seçeneği var mı? Ret halinde bunun yaptırımı var mı? Bilirkişi rapor sonucunda, “olabilir, mümkün, muhtemel” ifadelerini kullanırsa; bilirkişinin yeterliliğine karinedir denilmişti. Özellikle ceza yargılamasında bu tür muğlak ifadeler, ilgiliye ceza yaptırımı konusunda sonuç doğurabilir mi? Yuvarlak Masa 131 Prof. Dr. Nükhet Turgut (Atılım Üniversitesi Hukuk Fakültesi): Az gelişmiş ülkelere atıkların kaydırılması hususu, çevre sorunsalının ilk olarak ortaya çıktığı günden beri gündemdedir. Çevre sorunsalında hepimizin sorumluluğu bulunduğunu ifade etmiştim. Gelişmiş ülkeler de az gelişmişler de sorumlu ancak sorumluluk paylarımız farklı. Sorumluluk kaynaklarımız farklı. Az gelişmiş ülkelere yöneltilen eleştiri, nüfus fazlalığının doğada yarattığı baskı sebebiyle yaşanan olumsuzluk. Gelişmiş ülkeler cephesinde ise sanayileşme ve lüks tüketimin doğada yarattığı baskı var. Sorumluluk paylarını ve nedenlerini bilirsek masaya ona göre otururuz. Kyoto Protokolü’nde devletlerin ozon tabakasının incelmesinde sahip oldukları paylar hesaplanarak, her devlet için sorumluluğu oranında yükümlülük öngörülmüştür. Tehlikeli atıklarla ilgili Basel Sözleşmesi’nden söz etmiştim. Oradaki hükümler esas alınarak, bizim yönetmelikte atıkların ithali yasaklanmıştır. O sözleşmede önceden izin alma usulü getiriliyor. Ülkeler arasında ihraç eden, ihracatçı, ithal eden ve taraf ülkeler arasında gelişen bir süreç var. Belirli bir süre öncesinden bildirilecek. Yazılı değil, sözlü onay alınacak. Bunun koşulları var. Bir ülkenin para kazanmak amacıyla satın alıp, başka bir ülkeye satmasını engellemek için; sırf önceden izin alma koşulları arasında, o atığı çevreyi olumsuz etkilemeyecek koşullarda (bu koşullar tespit edilmiştir) imha etmeniz mümkünse ancak bu halde satın alabileceğiniz öngörülmüştür. Çevre hukukunun diğer disiplinlere etkisi, çevre hukukunun ana gövdesinde kirlilik ve doğal kaynaklar hukuku var. Kirlilik hukuku yepyeni bir alan, biyolojik çeşitlilik de öyle, bunlar açısından bir sorun yok, gerekli düzenlemeler yapılıyor. Kültürel varlıkların korunması nerede yer alacak? Peyzaj yeni bir alan, gövdede yer alıyor. Ormanlar temel çevresel varlıkların başında geliyor, ama yıllardır yerleşmiş Bakanlığımız çerçevesinde getirilmiş, koruma esasları var. Çevre hukuku bunu ne şekilde değiştirecek? Kendi içinde, iç entegrasyon olacak. Ormanlar eski zihniyete göre korunuyor. Eski zihniyet, 70’ten önceki zihniyet, geleneksel zihniyetti. Doğanın sınırsız olduğu düşünülüyordu, buna göre hareket ediyorduk. Zarar tespit edilirken ekonomik piyasa fiyatı göz önüne alınıyordu. Türk sisteminde o yüzden son yıllara kadar manevi tazminatın yeri yoktu. Bu alanda mikro düşünmeyi bırakıp, makro düşünürsek; her şey değişecek. Ormanları korurken ekosistemi ve ekolojik çeşitliliği göz önüne alıp, bu çerçevede mevzuat değişecek. Ticaret hukuku, ticari ilişkilerle çok sıkı bağlar içindedir. Anayasal temelini, girişim özgürlüğünden almaktadır. Bugün uluslararası şirketler, genetik ürünler pazarlayarak biyolojik çeşitliliği tehdit ediyor. Ticaret hukukunun geleneksel kuralları, tüm çevresel varlıkları tehdit ediyor. Ticaret hukuku kuralları da çevre sorunsalının esaslarına uydurulacak. AB ile Amerika ara- 132 Yuvarlak Masa sındaki genetik ürünlerle ilgili örneği hatırlatayım. Çevre-ticaret ilişkisi, dünyada en çok tartışılan konular arasındadır. Karar 1000 sayfalık bir rapor. Rapora göre bu ürünler için de ihtiyat ilkesi var. Bu ürünleri piyasaya sunarsak olası riskler neler? WTO bu konuda yorum yapamamış. Çevre hukuku ve çevre sorunsalı iyice anlaşıldığında diğer tüm alanları istila edecek. Bu uzun vadede gerçekleşecek. Çevrenin hayatın tüm alanlarına hakim olacağını belirmiştik. Ayrı bir Çevre Bakanlığı yeterli değildir. Özellikle bizim gibi politik etkilerin belirgin olduğu bir yapıda bu çok zor. Diğer birtakım ülkeler üst birim oluşturarak bu sorunu çözmüşler. Fransa’da da Çevre Bakanlığı var ve sistemi bizimkine çok benziyor. Ancak arada büyük farklar var. Kamu yönetimine hukuk devleti ilkesi yerleşmiş, demokratik bilinç ve toplumdaki gelişme derecesi açısından farklılıklar var. Sorunları eşgüdüm, işbirliği ilkesiyle çözmüşler. Bu konuyu kimse sahiplenemez. Herkes bir araya gelecek ki çözülebilsin. Bazı alanlarda da hukuk devreye giriyor ancak bu nadiren oluyor. Genelde fiiliyatta hallediyorlar. Prof. Dr. Kimmo Himberg (Avrupa Konseyi Uzmanı): İlk sorunuzla ilgili olarak, kendi ülkemdeki sistemi anlatacağım. Bir ticaret şirketi kurulduğunda, bir fabrika, enerji santrali faaliyete geçtiğinde, izin sürecinin bir bölümünü çevresel etki değerlendirmesi oluşturur. Bu otomatiktir, çevresel etkinin mümkün olup olmadığına bakılmaz. Bu bölüm çevreyle ilgili otoritelerin görev alanına girer. İzin sürecinin kalan bölümü, ticari faaliyetlerle veya sanayi ile ilgilenen otoritelerin görev alanına girer. Bu otoriteler işbirliği içinde çalışırlar. Bence işbirliği gayet iyi gidiyor, ama küçük bir kuzey ülkesinde işbirliği hep yürür. Sınırlı kaynaklar kullanıyoruz ve yapılması gereken pek çok faaliyet var. İkinci soruya cevaben, kuzey ülkelerinde Kıta Avrupası Hukuk Sistemi var ve mahkemeler “delillerin serbest değerlendirilmesi” denilen bir ilke uygulamaktalar. Bunun anlamı, mahkemeye delil olarak her şey sunulabilir; onun kullanılabilir olup olmadığına mahkeme karar verecektir. Bilirkişinin seçiminde ise mahkemenin rolü pek zayıftır; esasen mahkeme bilirkişi seçmez. Bu savcının veya dava taraflarından birinin görevidir. Bir ceza davasında doğal olarak taraflardan biri savcıdır. Sıklıkla savcı bilirkişiyi seçer. Ya kendileri seçerler ya da davanın tabiatına bakılmaksızın, davayı bizim laboratuarımıza gönderirler. Uygun bilirkişiyi biz seçeriz. Tipik bir çevre hukuku davasında, hükümetin çevre laboratuarını kullanıyoruz. Bazen de özel uzmanlığı bulunan, özel çevre laboratuarlarını kullanıyoruz. Mustafa Dinç (Denizli İdare Mahkemesi Başkanı): Siyanür kullanılarak altın üretimi yapılıyor. Yapılan muhtelif ülkelerde insan ve çevre sağlığını olumsuz etkilediği somut olarak tespit edilmiş mi? Ülkemizde konunun uzmanları, 6500 tondan fazla değerimiz olduğunu söylüyorlar. Bu değer 300 Yuvarlak Masa 133 milyardan fazla katma değere sahip ve 70 milyar ABD dolarına eşdeğer. Ülke ekonomisine bu katkının sağlanmaması mı söz konusu olacak? Baz istasyonlarının bir kısmına biz de baktık. Baz istasyonları insan sağlığını bu denli olumsuz etkilediği halde somut bir tepki oluşmuyor. Siz neler diyeceksiniz? Prof. Dr. Nükhet Turgut (Atılım Üniversitesi Hukuk Fakültesi): AB’nin ve diğer süper güçlerinin, demokrasi ve insan hakları adına ortaya koydukları tablonun samimiyetindeki sorgulamalar karşısında, sizin gösterdiğiniz hassasiyeti paylaşmak gerektiğine inanıyorum. Akademisyen ve hukukçu olarak her zaman özlemini çektiğim şey, devlet yönetiminin her kademesine hukuk devleti ilkesinin hakim olmasıdır. Birtakım göstergeler, özellikle seçimlerdeki iktidar mücadeleleri, seçim dönemlerine göre politika yapmayı ön plana getiriyor. 4-5 yıllık gelecek esas alındığı için çevreye bir şans bırakılmıyor. ÇED sürecinin önemi buradadır. Nükleer tesisi sevmediği, istemediği için buna karşı çıkana ben karşıyım. Nedenlerini sıralamak zorunda. Artılar ve eksiler ortaya konulmalı. Altın arama ve nükleer faaliyet gibi hususlarda ÇED sürecinin önemi daha da artmaktadır. Herkes çevreyi makro düzeyde düşünmeyi en azından teorik olarak benimsese bu bile bir avantajdır. Burada rakamlarla ülkeye ne kadar ekonomik kaynak getireceği, hangi tür gereksinimlerin karşılanacağı ortaya konulmalıdır. Prof. Himberg’in özelliklerini saydığı uzmanlarca ortaya konulacak ki bunlara inanabilelim. Danıştay, ekonomik yararın daha önemli olan insan sağlığı karşısında kamu yararı olamayacağı sonucuna vardı. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi de bu yorumu teyit etmiştir; Mahkeme, bizimle ilgisi olmayan bir başka davada şöyle bir yorum yapmıştır: “Sadece belirli bir menfaati gerçekleştirme adına çevreyi korumada geri adım atılamaz.” Devletin takdir yetkisinin alanı belirlenmiş. Orantılılık ölçütü esas alınıyor. Menfaatler arasında adil bir denge kurulmuş mu araştırılıyor. Bir örnek vermek gerekirse; mülkiyet hakkının ihlali dolayısıyla açılan davalarda, devletler yeşil kuşak (koruma alanı) yaratıyorlar. Bireyler de mülkiyet hakkına dayanıp otel yapmak istiyor, bungalov yazlık ev yapmak istiyor, karavan kurmak istiyor. Bu talepler yeşil kuşağı koruma adına reddediliyor. Mahkemede kişi, Sözleşme’deki mülkiyet hakkının ihlal edildiğini ileri sürüyor. AİHM, Sözleşme’nin 1 nolu Ek Protokolü’nün mülkiyet hakkıyla ilgili hükmüne atıfta bulunuyor. Orada iki fıkra var. İlk fıkra hakkın esasını tanımlamış; ikinci fıkra ise mülkiyet hakkının sınırlanabilme halleri sayılmış. Mahkeme orantılılık çerçevesinde değerlendirme yapıyor. Mülkiyet hakkının bu yasaklamadan etkilenme derecesi saptanmaya çalışılıyor. Bu etki- 134 Yuvarlak Masa lenme derecesine devletin nasıl bir çözüm getirdiği (tazminat, vb.) saptanmaya çalışılıyor. Devlet bu menfaate başka yollardan ulaşabilir mi hususu araştırılıyor. Çevreyi koruma meşru bir amaç olduğu için Mahkeme, devletin lehine karar veriyor. Prof. Dr. Kimmo Himberg (Avrupa Konseyi Uzmanı): Başka ülkelerde siyanürle altın aramanın gerçekleştirilip gerçekleştirilmediğini sormuştunuz. Evet, gerçekleştirildi. Finlandiya’da iki tane altın madeni var. Yerleşim yeri olmayan, arktik çemberin üzerinde bir bölgedeler. Kanadalı bir şirket madeni çıkarıyor. Burada akılda tutmamız gereken, doğayı korumak için uygun bir teknolojinin olup olmadığına bakmaktır. Bu olayda böyle bir teknoloji vardır. Altını taştan ayırmak için siyanür kullanımı, halihazırda sahip olduğumuz en ekonomik teknoloji. Bu Kanadalı şirket gibi bir şirket, ticari açıdan bir maden açmak için yeterli sermayesi olup olmadığını hesaplarken, çevreyi korumanın maliyetini de hesaplar. Teknoloji oradadır. Kullanıp kullanmama hususunda, ilk etapta para önemlidir. İkinci etapta da o konuyla ilgilenen otoritenin teknolojiyi kullanmada, sergilediği tutum önem kazanır. Ülkemde, arıtmaya yönelik teknolojilerin başarılı kullanılacağına dair bir inanç var. Prof. Dr. Nükhet Turgut (Atılım Üniversitesi Hukuk Fakültesi): Diğer ülkelerde, ÇED süreci ve katılım ilkesi özümsenmiş olduğu için, yapılanlar göstermelik olmuyor. ÇED süreci kurallara uygun olarak gerçekleştirilmiş, uzmanlar bu doğrultuda değerlendirme yapmışlar ve olumlu bir karar çıkmışsa, bu karar güvenilir olacaktır. Avrupa’da ve Amerika’da, yerel halkın görüşleri son derece etkilidir. Baz istasyonları hususunda, orada oturan insanlar bunu istemiyorlarsa, idari merciler kesinlikle izin vermiyorlar. İzin veren merciler de yerel düzeyde olduğu için, halkın talebi dikkate alınabiliyor. Bizdeki gibi Telekomünikasyon Üst Kurulu değerlendirmiyor. Son düzenlemelerde elde ettiğimiz tek şans, Telekomünikasyon Üst Kurulu’nun mahalli çevre kurulunun görüşünü alacak olmasıdır. İdeal olan, mahalli çevre kurulunun bağlı görüş vermesidir. Vatandaşlar mahkemelere koşmak yerine mahalli çevre kurulunun kapısına dayanırlar. Bir Katılımcı: Pozitif hukukta fazla düzenleme yoktur bu alanda. İdare hukukunda içtihat oluşturulmasını söylemiştiniz, içtihatlar oluşturuluyor. Hiç bir İdare Mahkemesi’nin ehliyet yönünden çevre hukukuyla ilgili bir davayı reddedeceğini sanmıyorum. Dünya vatandaşı olmak yeterlidir. Çevre hukukunun asıl sıkıntısı eğitim ve bilinçle ilgilidir. Kişi duyarlı olsa bile, çevreyi kirletene karşı dava yoluna gitmeyi (harçlar vb. nedenlerle) düşünmüyor. Bu görev gönüllü kuruluşlara düşüyor. Yuvarlak Masa 135 Çevre hukukunun gelişmesi, diğer tüm hukuk dallarına hakim olması, daha uzun yıllara yayılacak. Halihazırda, çevrenin idari yargıda, en son olarak dikkate alındığını söyleyebilirim. İmar hukukunda, imar planlarına karşı dava açıldığında, planlama ve şehircilik yönünden davayı incelerken; çevre koşulları yönünden incelemiyoruz. Nazım imar planında veya en basitinden parselasyon planında, yeterli miktarda yeşil alan bırakılmış mı, bir göl, doğal su kaynağı korunmuş mu diye bakılmıyor. Elbette bu ölçütlerin getirilmesini temenni ediyorum. Tüm bunlar pozitif hukukla birebir ilişkili. Orman Kanunu çok yetersiz olabilir, ama klasik anlamda da olsa, yaptırım koyarak çevreyi koruyor. Orman mahsulünü eşeğine yükleyip götüren köylüyü, ceza hakimi karşısına çıkararak eşeğine el koyuyor. 25 senedir fiilen Ankara’da hakimlik yapan biri olarak, yasakçılığa karşı olmama ve ceza hukukunun en son çare olarak düşünülmesi gerektiğine inandığım halde; yaptırım konmadan, ceza hukukunda düzenleme yapılmadan fazla yol kat edilemeyeceğini düşünüyorum. Sayın Katoğlu, “Bir ceza maddesi uygulanacaksa, bir idari yaptırım uygulanamaz.” dediler. Ben bunu yasayla pek örtüştüremedim. İmar Kanunu çevreyle son derece ilintili bir kanundur. Mersin’deki güzelim portakal, mandalina bahçelerinin yerine on katlı apartmanlar dikildi ve bunun geri dönüşü yok. Bu Kanun’un 32. ve 42. maddeleri idari yaptırım uygular; idari mevzuata aykırı yapılmış yapılar için yıkım kararı ve para cezası tertip edilmiştir. Ceza Kanunu’nda ise cezai birtakım düzenlemeler yapılmıştır. Kanımca cezai yaptırım uygulanması idari yaptırım uygulanmasına engel teşkil etmemelidir. Çünkü imar hukuku bu halde korkunç bir kaos içine girer. Büyük bir rant alanı olduğu için, kişi idari yaptırım yerine iki ay hürriyeti bağlayıcı ceza almayı tercih edebilir. Yrd. Doç. Dr. Tuğrul Katoğlu (Bilkent Üniversitesi Hukuk Fakültesi): Bu durum benim savunduğum bir husus değil. Kabahatler Kanunu dolayısıyla mevcut hukuki durum böyle. Bunu tasvip etmediğinizi belirtebilirsiniz. Bu, suç siyasetiyle ilgili bir meseledir. Ceza son seçenektir demiştim ama, çevre hukukunda ilk seçenek olduğunu da ifade etmiştim. Çevre Kanunu 137 EKLER 138 Ekler Çevre Kanunu 139 ÇEVRE KANUNU Kanun Numarası Kabul Tarihi Yayımlandığı R. Gazete Yayımlandığı Düstur Tertip Cilt Sayfa : 2872 : 9/8/1983 : Tarih : 11/8/1983 Sayı : 18132 :5 : 22 : 499 BİRİNCİ BÖLÜM Amaç, Tanımlar ve İlkeler Amaç: Madde 1 – (Değişik: 26/4/2006 – 5491/1 md.) Bu Kanunun amacı, bütün canlıların ortak varlığı olan çevrenin, sürdürülebilir çevre ve sürdürülebilir kalkınma ilkeleri doğrultusunda korunmasını sağlamaktır. Tanımlar: Madde 2 – (Değişik: 26/4/2006 – 5491/2 md.) Bu Kanunda geçen terimlerden; Çevre: Canlıların yaşamları boyunca ilişkilerini sürdürdükleri ve karşılıklı olarak etkileşim içinde bulundukları biyolojik, fiziksel, sosyal, ekonomik ve kültürel ortamı, Çevre korunması: Çevresel değerlerin ve ekolojik dengenin tahribini, bozulmasını ve yok olmasını önlemeye, mevcut bozulmaları gidermeye, çevreyi iyileştirmeye ve geliştirmeye, çevre kirliliğini önlemeye yönelik çalışmaların bütününü, Çevre kirliliği: Çevrede meydana gelen ve canlıların sağlığını, çevresel değerleri ve ekolojik dengeyi bozabilecek her türlü olumsuz etkiyi, Sürdürülebilir çevre: Gelecek kuşakların ihtiyaç duyacağı kaynakların varlığını ve kalitesini tehlikeye atmadan, hem bugünün hem de gelecek kuşakların çevresini oluşturan tüm çevresel değerlerin her alanda (sosyal, ekonomik, fizikî vb.) ıslahı, korunması ve geliştirilmesi sürecini, Sürdürülebilir kalkınma: Bugünkü ve gelecek kuşakların, sağlıklı bir çevrede yaşamasını güvence altına alan çevresel, ekonomik ve sosyal hedefler arasında denge kurulması esasına dayalı kalkınma ve gelişmeyi, 140 Ekler Alıcı ortam: Hava, su, toprak ortamları ile bu ortamlarla ilişkili ekosistemleri, Doğal varlık: Bütün bitki, hayvan, mikroorganizmalar ile bunların yaşama ortamlarını, Doğal kaynak: Hava, su, toprak ve doğada bulunan cansız varlıkları, Kirleten: Faaliyetleri sırasında veya sonrasında doğrudan veya dolaylı olarak çevre kirliliğine, ekolojik dengenin ve çevrenin bozulmasına neden olan gerçek ve tüzel kişileri, Ekosistem: Canlıların kendi aralarında ve cansız çevreleriyle ilişkilerini bir düzen içinde yürüttükleri biyolojik, fiziksel ve kimyasal sistemi, Atıksu: Evsel, endüstriyel, tarımsal ve diğer kullanımlar sonucunda kirlenmiş veya özellikleri kısmen veya tamamen değişmiş suları, Atıksu altyapı tesisleri: Evsel ve/veya endüstriyel atıksuları toplayan kanalizasyon sistemi ile atıksuların arıtıldığı ve alıcı ortama verilmesinin sağlandığı sistem ve tesislerin tamamını, Arıtma tesisi: Her türlü faaliyet sonucu oluşan katı, sıvı ve gaz halindeki atıkların yönetmeliklerde belirlenen standartları sağlayacak şekilde arıtıldığı tesisleri, Ekolojik denge: İnsan ve diğer canlıların varlık ve gelişmelerini doğal yapılarına uygun bir şekilde sürdürebilmeleri için gerekli olan şartların bütününü, Sulak alan: Doğal veya yapay, devamlı veya geçici, suları durgun veya akıntılı, tatlı, acı veya tuzlu, denizlerin gelgit hareketlerinin çekilme devresinde altı metreyi geçmeyen derinlikleri kapsayan, başta su kuşları olmak üzere canlıların yaşama ortamı olarak önem taşıyan bütün sular, bataklık, sazlık ve turbiyeler ile bu alanların kıyı kenar çizgisinden itibaren kara tarafına doğru ekolojik açıdan sulak alan kalan yerleri, Biyolojik çeşitlilik: Ekosistemlerin, türlerin, genlerin ve bunlar arasındaki ilişkilerin tamamını, Atık: Herhangi bir faaliyet sonucunda oluşan, çevreye atılan veya bırakılan her türlü maddeyi, Katı atık: Üreticisi tarafından atılmak istenen ve toplumun huzuru ile özellikle çevrenin korunması bakımından, düzenli bir şekilde bertaraf edilmesi gereken katı atık maddeleri, Evsel katı atık: Tehlikeli ve zararlı atık kapsamına girmeyen konut, sanayi, işyeri, piknik alanları gibi yerlerden gelen katı atıkları, Tehlikeli atık: Fiziksel, kimyasal ve/veya biyolojik yönden olumsuz etki yaparak ekolojik denge ile insan ve diğer canlıların doğal yapılarının bozulmasına neden olan atıklar ve bu atıklarla kirlenmiş maddeleri, Çevre Kanunu 141 Tehlikeli kimyasallar: Fiziksel, kimyasal ve/veya biyolojik yönden olumsuz etki yaparak ekolojik denge ile insan ve diğer canlıların doğal yapılarının bozulmasına neden olan her türlü kimyasal madde ve ürünleri, Kirli balast: Duran veya seyir halindeki tankerden, gemiden veya diğer deniz araçlarından su üzerine bırakıldığında; su üstünde veya bitişik sahil hattında petrol, petrol türevi veya yağ izlerinin görülmesine neden olan veya su üstünde ya da su altında renk değişikliği oluşturan veya askıda katı madde/emülsiyon halinde maddelerin birikmesine yol açan balast suyunu, Çevresel etki değerlendirmesi: Gerçekleştirilmesi plânlanan projelerin çevreye olabilecek olumlu ve olumsuz etkilerinin belirlenmesinde, olumsuz yöndeki etkilerin önlenmesi ya da çevreye zarar vermeyecek ölçüde en aza indirilmesi için alınacak önlemlerin, seçilen yer ile teknoloji alternatiflerinin belirlenerek değerlendirilmesinde ve projelerin uygulanmasının izlenmesi ve kontrolünde sürdürülecek çalışmaları, Proje tanıtım dosyası: Gerçekleşmesi plânlanan projenin yerini, özelliklerini, olası olumsuz etkilerini ve öngörülen önlemleri içeren, projeyi genel boyutları ile tanıtan bilgi ve belgeleri içeren dosyayı, Stratejik çevresel değerlendirme: Onaya tâbi plân ya da programın onayından önce plânlama veya programlama sürecinin başlangıcından itibaren, çevresel değerlerin plân ve programa entegre edilmesini sağlamak, plân ya da programın olası çevresel etkilerini en aza indirmek ve karar vericilere yardımcı olmak üzere katılımcı bir yaklaşımla sürdürülen ve yazılı bir raporu da içeren çevresel değerlendirme çalışmalarını, Çevre yönetimi: İdarî, teknik, hukukî, politik, ekonomik, sosyal ve kültürel araçları kullanarak doğal ve yapay çevre unsurlarının sürdürülebilir kullanımını ve gelişmesini sağlamak üzere yerel, bölgesel, ulusal ve küresel düzeyde belirlenen politika ve stratejilerin uygulanmasını, Çevre yönetim birimi/Çevre görevlisi: Bu Kanun ve Kanuna göre yürürlüğe konulan düzenlemeler uyarınca denetime tâbi tesislerin faaliyetlerinin mevzuata uygunluğunu, alınan tedbirlerin etkili olarak uygulanıp uygulanmadığını değerlendiren, tesis içi yıllık denetim programları düzenleyen birim ya da görevliyi, Çevre gönüllüsü: Bakanlıkça, uygun niteliklere sahip kişiler arasından seçilen ve bu Kanun ve Kanuna göre yürürlüğe konulan düzenlemelere aykırı faaliyetleri Bakanlığa iletmekle görevli ve yetkili kişiyi, Hassas alan: Ötrofikasyon riski yüksek olan ve Bakanlıkça belirlenecek kıyı ve iç su alanlarını, Çevreye ilişkin bilgi: Su, hava, toprak, bitki ve hayvan varlığı ile bunları olumsuz olarak etkileyen veya etkileme ihtimali bulunan faaliyetler ve alınan 142 Ekler idarî ve teknik önlemlere ilişkin olarak mevcut bulunan her türlü yazılı, sözlü veya görüntülü bilgi veya veriyi, İş termin plânı: Atıksu ve evsel nitelikli katı atık kaynaklarının yönetmelikte belirtilen alıcı ortam deşarj standartlarını sağlamak için yapmaları gereken atıksu arıtma tesisi ve/veya kanalizasyon gibi altyapı tesisleri ile katı atık bertaraf tesislerinin gerçekleştirilmesi sürecinde yer alan yer seçimi, proje, ihale, inşaat, işletmeye alma gibi işlerin zamanlamasını gösteren plânı, Risk değerlendirmesi: Belirli kimyasal madde ya da maddelerin potansiyel tehlikelerinin belirlenmesi ve sonuçlarının hesaplanması yönünde kullanılan yöntemler bütününü, İyonlaştırıcı olmayan radyasyon: İyonlaşmaya neden olmayan elektromanyetik dalgaları, Elektromanyetik alan: Elektrik ve manyetik alan bileşenleri olan dalgaların oluşturduğu alanı, Koku: İnsanda koku alma duygusunu harekete geçiren ve kokunun algılanmasına neden olan uçucu maddelerin yarattığı etkiyi, Hava kalitesi: İnsan ve çevresi üzerine etki eden hava kirliliğinin göstergesi olan, çevre havasında mevcut hava kirleticilerin artan miktarıyla azalan kalitelerini, Bakanlık: Çevre ve Orman Bakanlığını, ifade eder. İlkeler: Madde 3 –(Değişik: 26/4/2006 – 5491/3 md.) Çevrenin korunmasına, iyileştirilmesine ve kirliliğinin önlenmesine ilişkin genel ilkeler şunlardır: a) Başta idare, meslek odaları, birlikler ve sivil toplum kuruluşları olmak üzere herkes, çevrenin korunması ve kirliliğin önlenmesi ile görevli olup bu konuda alınacak tedbirlere ve belirlenen esaslara uymakla yükümlüdürler. b) Çevrenin korunması, çevrenin bozulmasının önlenmesi ve kirliliğin giderilmesi alanlarındaki her türlü faaliyette; Bakanlık ve yerel yönetimler, gerekli hallerde meslek odaları, birlikler ve sivil toplum kuruluşları ile işbirliği yaparlar. c) Arazi ve kaynak kullanım kararlarını veren ve proje değerlendirmesi yapan yetkili kuruluşlar, karar alma süreçlerinde sürdürülebilir kalkınma ilkesini gözetirler. d) Yapılacak ekonomik faaliyetlerin faydası ile doğal kaynaklar üzerindeki etkisi sürdürülebilir kalkınma ilkesi çerçevesinde uzun dönemli olarak değerlendirilir. Çevre Kanunu 143 e) Çevre politikalarının oluşmasında katılım hakkı esastır. Bakanlık ve yerel yönetimler; meslek odaları, birlikler, sivil toplum kuruluşları ve vatandaşların çevre hakkını kullanacakları katılım ortamını yaratmakla yükümlüdür. f) Her türlü faaliyet sırasında doğal kaynakların ve enerjinin verimli bir şekilde kullanılması amacıyla atık oluşumunu kaynağında azaltan ve atıkların geri kazanılmasını sağlayan çevre ile uyumlu teknolojilerin kullanılması esastır. g) Kirlenme ve bozulmanın önlenmesi, sınırlandırılması, giderilmesi ve çevrenin iyileştirilmesi için yapılan harcamalar kirleten veya bozulmaya neden olan tarafından karşılanır. Kirletenin kirlenmeyi veya bozulmayı durdurmak, gidermek veya azaltmak için gerekli önlemleri almaması veya bu önlemlerin yetkili makamlarca doğrudan alınması nedeniyle kamu kurum ve kuruluşlarınca yapılan gerekli harcamalar 6183 sayılı Amme Alacaklarının Tahsil Usulü Hakkında Kanun hükümlerine göre kirletenden tahsil edilir. h) Çevrenin korunması, çevre kirliliğinin önlenmesi ve giderilmesi için uyulması zorunlu standartlar ile vergi, harç, katılma payı, yenilenebilir enerji kaynaklarının ve temiz teknolojilerin teşviki, emisyon ücreti ve kirletme bedeli alınması, karbon ticareti gibi piyasaya dayalı mekanizmalar ile ekonomik araçlar ve teşvikler kullanılır. ı) Bölgesel ve küresel çevre sorunlarının çözümüne yönelik olarak taraf olduğumuz uluslararası anlaşmalar sonucu ortaya çıkan ulusal hak ve yükümlülüklerin yerine getirilmesi için gerekli teknik, idarî, malî ve hukukî düzenlemeler Bakanlığın koordinasyonunda yapılır. Gerçek ve tüzel kişiler, bu düzenlemeler sonucu ortaya çıkabilecek maliyetleri karşılamakla yükümlüdür. j) Çevrenin korunması, çevre kirliliğinin önlenmesi ve çevre sorunlarının çözümüne yönelik gerekli teknik, idarî, malî ve hukukî düzenlemeler Bakanlığın koordinasyonunda yapılır. 2690 sayılı Türkiye Atom Enerjisi Kurumu Kanunu kapsamındaki konular Türkiye Atom Enerjisi Kurumu tarafından yürütülür. 144 Ekler İKİNCİ BÖLÜM Yüksek Çevre Kurulu ve Görevleri1 Yüksek Çevre Kurulu:1 Madde 4 – (Mülga: 9/8/1991 - KHK - 443/43 md.; Yeniden düzenleme: 26/4/2006 – 5491/4 md.) Başbakanın başkanlığında, Başbakanın bulunmadığı zamanlarda Çevre ve Orman Bakanının başkanlığında, Başbakanın belirleyeceği sayıda bakan ile Bakanlık Müsteşarından oluşan Yüksek Çevre Kurulu kurulmuştur. Diğer bakanlar gündeme göre Kurul toplantılarına başkan tarafından çağrılabilir. Kurul yılda en az bir defa toplanır. Kurulun sekreterya hizmetleri Bakanlıkça yürütülür. Kurulun çalışmaları ile ilgili konularda ön hazırlık ve değerlendirme yapmak üzere, Bakanlık Müsteşarının başkanlığında ilgili bakanlık müsteşarları, diğer kurum ve kuruluşların en üst düzey yetkili amirlerinin katılımı ile toplantılar düzenlenir. Bu toplantılara gündeme göre ilgili kamu kurumu niteliğindeki kuruluşların birlik temsilcileri, meslek kuruluşları, sivil toplum kuruluşları, yerel yönetim temsilcileri, üniversite temsilcileri ve bilimsel kuruluşların temsilcileri davet edilir. Kurulun çalışma usûl ve esasları ile diğer hususlar yönetmelikle belirlenir. Yüksek Çevre Kurulunun Görevleri: Madde 5 – (Mülga: 13/3/1990 - KHK - 409/12 md.; Yeniden düzenleme: 26/4/2006 – 5491/5 md.) Yüksek Çevre Kurulunun görevleri şunlardır: a) Etkin bir çevre yönetiminin sağlanması için hedef, politika ve strateji belirlemek. b) Sürdürülebilir kalkınma ilkesi çerçevesinde ekonomik kararlara çevre boyutunun dahil edilmesine imkân veren hukukî ve idarî tedbirleri belirlemek. c) Birden fazla bakanlık ve kuruluşu ilgilendiren çevre konularına ilişkin uyuşmazlıklarda nihai kararı vermek. Madde 6 – 7 – (Mülga: 8/6/1984 - KHK 222/30 md.) 1 26/4/2006 tarihli ve 5491 sayılı Kanun’un 4. maddesiyle ikinci bölüm başlığı “Merkezi ve Mahalli İdari Bölümleri ve Görevleri”, 4. madde başlığı “Merkez Çevre Kurulu” iken metne işlendiği şekilde değiştirilmiştir. Çevre Kanunu 145 ÜÇÜNCÜ BÖLÜM Çevre Korunmasına İlişkin Önlemler ve Yasaklar Kirletme Yasağı: Madde 8 – Her türlü atık ve artığı, çevreye zarar verecek şekilde, ilgili yönetmeliklerde belirlenen standartlara ve yöntemlere aykırı olarak doğrudan ve dolaylı biçimde alıcı ortama vermek, depolamak, taşımak, uzaklaştırmak ve benzeri faaliyetlerde bulunmak yasaktır. Kirlenme ihtimalinin bulunduğu durumlarda ilgililer kirlenmeyi önlemekle; kirlenmenin meydana geldiği hallerde kirleten, kirlenmeyi durdurmak, kirlenmenin etkilerini gidermek veya azaltmak için gerekli tedbirleri almakla yükümlüdürler. Çevrenin Korunması:2 Madde 9 – (Değişik: 26/4/2006 – 5491/6 md.) Çevrenin korunması amacıyla; a) Doğal çevreyi oluşturan biyolojik çeşitlilik ile bu çeşitliliği barındıran ekosistemin korunması esastır. Biyolojik çeşitliliği koruma ve kullanım esasları, yerel yönetimlerin, üniversitelerin, sivil toplum kuruluşlarının ve ilgili diğer kuruluşların görüşleri alınarak belirlenir. b) Ülke fizikî mekânında, sürdürülebilir kalkınma ilkesi doğrultusunda, koruma-kullanma dengesi gözetilerek kentsel ve kırsal nüfusun barınma, çalışma, dinlenme, ulaşım gibi ihtiyaçların karşılanması sonucu oluşabilecek çevre kirliliğini önlemek amacıyla nazım ve uygulama imar plânlarına esas teşkil etmek üzere bölge ve havza bazında 1/50.000-1/100.000 ölçekli çevre düzeni plânları Bakanlıkça yapılır, yaptırılır ve onaylanır. Bölge ve havza bazında çevre düzeni plânlarının yapılmasına ilişkin usûl ve esaslar Bakanlıkça çıkarılacak yönetmelikle belirlenir. c) Ulusal mevzuat ve taraf olduğumuz uluslararası sözleşmeler ile koruma altına alınarak koruma statüsü kazandırılmış alanlar ve ekolojik değeri olan hassas alanların her tür ölçekteki plânlarda gösterilmesi zorunludur. Koruma statüsü kazandırılmış alanlar ve ekolojik değeri olan alanlar, plân kararı dışında kullanılamaz. d) Ülke ve dünya ölçeğinde ekolojik önemi olan, çevre kirlenmeleri ve bozulmalarına duyarlı toprak ve su alanlarını, biyolojik çeşitliliğin, doğal kaynakların ve bunlarla ilgili kültürel kaynakların gelecek kuşaklara ulaşmasını emniyet altına almak üzere gerekli düzenlemelerin yapılabilmesi ama2 Bu madde başlığı “Çevre Korunması” iken, 26/4/2006 tarihli ve 5491 sayılı Kanun’un 6. maddesiyle metne işlendiği şekilde değiştirilmiştir. 146 Ekler cıyla, Özel Çevre Koruma Bölgesi olarak tespit ve ilan etmeye, bu alanlarda uygulanacak koruma ve kullanma esasları ile plân ve projelerin hangi bakanlıkça hazırlanıp yürütüleceğini belirlemeye Bakanlar Kurulu yetkilidir. Bu bölgelere ilişkin plân ve projelerde; 3/5/1985 tarihli ve 3194 sayılı İmar Kanununun 9 uncu maddesi, 4/4/1990 tarihli ve 3621 sayılı Kıyı Kanununun plân onama yetkisini düzenleyen hükümleri, 21/7/1983 tarihli ve 2863 sayılı Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kanununun 8 inci maddesinin tabiat varlıkları, doğal sit alanları ve bunların korunma alanlarının tespit ve tescili dışında kalan yetkileri düzenleyen hükümleri ile aynı Kanunun 17 nci maddesinin (a) bendi hükümleri uygulanmaz. e) Sulak alanların doğal yapılarının ve ekolojik dengelerinin korunması esastır. Sulak alanların doldurulması ve kurutulması yolu ile arazi kazanılamaz. Bu hükme aykırı olarak arazi kazanılması halinde söz konusu alan faaliyet sahibince eski haline getirilir. Sulak alanların korunması ve yönetimine ilişkin usûl ve esaslar ilgili kurum ve kuruluşların görüşü alınarak Bakanlıkça çıkarılacak yönetmelikle belirlenir. f) Biyolojik çeşitliliğin sürdürülebilirliliğinin sağlanması bakımından nesli tehdit veya tehlike altında olanlar ile nadir bitki ve hayvan türlerinin korunması esas olup, mevzuata aykırı biçimde ticarete konu edilmeleri yasaktır. g) Doğal kaynakların ve varlıkların korunması, kirliliğinin ve tahribatının önlenmesi ve kalitesinin iyileştirilmesi için gerekli idarî, hukukî ve teknik esaslar Bakanlık tarafından belirlenir. h) Ülkenin deniz, yeraltı ve yerüstü su kaynaklarının ve su ürünleri istihsal alanlarının korunarak kullanılmasının sağlanması ve kirlenmeye karşı korunması esastır. Atıksu yönetimi ile ilgili politikaların oluşturulması ve koordinasyonunun sağlanması Bakanlığın sorumluluğundadır. Su ürünleri istihsal alanları ile ilgili alıcı ortam standartları Tarım ve Köyişleri Bakanlığınca belirlenir. Denizlerde yapılacak balık çiftlikleri, hassas alan niteliğindeki kapalı koy ve körfezler ile doğal ve arkeolojik sit alanlarında kurulamaz. Alıcı su ortamlarına atıksu deşarjlarına ilişkin usûl ve esaslar Bakanlıkça çıkarılacak yönetmelikle belirlenir. ı) Çevrenin korunması ve kamuoyunda çevre bilincinin geliştirilmesi amacıyla, okul öncesi eğitimden başlanarak Millî Eğitim Bakanlığına bağlı örgün eğitim kurumlarının öğretim programlarında çevre ile ilgili konulara yer verilmesi esastır. Yaygın eğitime yönelik olarak, radyo ve televizyon programlarında da çevrenin önemine ve çevre bilincinin geliştirilmesine yönelik programlara Çevre Kanunu 147 yer verilmesi esastır. Türkiye Radyo - Televizyon Kurumu ile özel televizyon kanallarına ait televizyon programlarında ayda en az iki saat, özel radyo kanallarının programlarında ise ayda en az yarım saat eğitici yayınların yapılması zorunludur. Bu yayınların % 20’sinin izlenme ve dinlenme oranı en yüksek saatlerde yapılması esastır. Radyo ve Televizyon Üst Kurulu, görev alanına giren hususlarda bu maddenin takibi ile yükümlüdür. j) Çevre ile ilgili olarak toplanan her türlü kaynak ve gelir, tahsisi mahiyette olup, öncelikle çevrenin korunması, geliştirilmesi, ıslahı ve kirliliğin önlenmesi için kullanılır. Çevresel Etki Değerlendirilmesi: Madde 10 – (Değişik: 26/4/2006 – 5491/7 md.) Gerçekleştirmeyi plânladıkları faaliyetleri sonucu çevre sorunlarına yol açabilecek kurum, kuruluş ve işletmeler, Çevresel Etki Değerlendirmesi Raporu veya proje tanıtım dosyası hazırlamakla yükümlüdürler. Çevresel Etki Değerlendirmesi Olumlu Kararı veya Çevresel Etki Değerlendirmesi Gerekli Değildir Kararı alınmadıkça bu projelerle ilgili onay, izin, teşvik, yapı ve kullanım ruhsatı verilemez; proje için yatırıma başlanamaz ve ihale edilemez. Petrol, jeotermal kaynaklar ve maden arama faaliyetleri, Çevresel Etki Değerlendirmesi kapsamı dışındadır. Çevresel Etki Değerlendirmesine tâbi projeler ve Stratejik Çevresel Değerlendirmeye tâbi plân ve programlar ve konuya ilişkin usûl ve esaslar Bakanlıkça çıkarılacak yönetmeliklerle belirlenir. İzin Alma, Arıtma ve Bertaraf Etme Yükümlülüğü:3 Madde 11 – (Değişik: 26/4/2006 – 5491/8 md.) Üretim, tüketim ve hizmet faaliyetleri sonucunda oluşan atıklarını alıcı ortamlara doğrudan veya dolaylı vermeleri uygun görülmeyen tesis ve işletmeler ile yerleşim birimleri atıklarını yönetmeliklerde belirlenen standart ve yöntemlere uygun olarak arıtmak ve bertaraf etmekle veya ettirmekle ve öngörülen izinleri almakla yükümlüdürler. Birinci fıkrada belirtilen yükümlülüğü bulunan tesis ve işletmeler ile yerleşim birimlerine; 1) İnşaat ruhsatı aşamasında bu yükümlülüğünü yerine getireceğini gösterir proje ve belgeleri ilgili kuruma sunmadıkça inşaat ruhsatı verilmez. 3 Bu madde başlığı “Çevre Korunması” iken, 26/4/2006 tarihli ve 5491 sayılı Kanun’un 6. maddesiyle metne işlendiği şekilde değiştirilmiştir. 148 Ekler 2) İnşaatı bitmiş olanlardan, bu yükümlülüğü yerine getirmeyenlere işletme ruhsatı ve/veya yapı kullanma ruhsatı verilmez. 3) İnşaat ruhsatına, yapı kullanma veya işletme ruhsatını haiz olmakla birlikte arıtma ve bertaraf yükümlülüklerini yerine getirmemeleri halinde, verilmiş yapı kullanma izni veya işletme izni iptal edilir. Faaliyetlerinde değişiklik yapmayı ve/veya tesislerini büyütmeyi plânlayan gerçek ve tüzel kişiler yönetmelikle belirlenen usûl ve esaslar çerçevesinde atıklarını arıtma veya bertaraf etme yükümlülüğünü yerine getirmek zorundadırlar. Atıksuları toplayan kanalizasyon sistemi ile atıksuların arıtıldığı ve arıtılmış atıksuların bertarafının sağlandığı atıksu altyapı sistemlerinin kurulması, bakımı, onarımı, ıslahı ve işletilmesinden; büyükşehirlerde 20/11/1981 tarihli ve 2560 sayılı İstanbul Su ve Kanalizasyon İdaresi Genel Müdürlüğü Kuruluş ve Görevleri Hakkında Kanunla belirlenen kuruluşlar, belediye ve mücavir alan sınırları içinde belediyeler, bunların dışında iskâna konu her türlü kullanım alanında valiliğin denetiminde bu alanları kullananlar sorumludur. Serbest ve/veya endüstri bölgelerinde bölge müdürlükleri, kültür ve turizm koruma ve gelişme bölgelerinde, turizm merkezlerinde Kültür ve Turizm Bakanlığı veya yetkili kıldığı birimler, organize sanayi bölgelerinde organize sanayi bölgesi yönetimi, küçük sanayi sitelerinde kooperatif başkanlıkları, mevcut yerleşim alanlarından kopuk olarak münferit yapılmış tatil köyü, tatil sitesi, turizm tesis alanları vb. kullanım alanlarında ise site yönetimleri veya tesis işletmecileri atıksu altyapı sistemlerinin kurulması, bakımı, onarımı ve işletilmesinden sorumludurlar. Atıksu altyapı sistemlerini kullanan ve/veya kullanacaklar, bağlantı sistemlerinin olup olmadığına bakılmaksızın, arıtma sistemlerinden sorumlu yönetimlerin yapacağı her türlü yatırım, işletme, bakım, onarım, ıslah ve temizleme harcamalarının tamamına kirlilik yükü ve atıksu miktarı oranında katılmak zorundadırlar. Bu hizmetlerden yararlananlardan, belediye meclisince ve bu maddede sorumluluk verilen diğer idarelerce belirlenecek tarifeye göre atıksu toplama, arıtma ve bertaraf ücreti alınır. Bu fıkra uyarınca tahsil edilen ücretler, atıksu ile ilgili hizmetler dışında kullanılamaz. Atıksu toplama havzasının birden fazla belediye veya kurumun yetki sahasında olması halinde; atıksu arıtma tesisini işleten kurum, atıksu ile ilgili yatırım ve harcama giderlerini kirletenlerden kirlilik yükü ve atıksu miktarı nispetinde tahsil eder. Atık üreticileri uygun metot ve teknolojiler ile atıklarını en az düzeye düşürecek tedbirleri almak zorundadırlar. Çevre Kanunu 149 Atıkların üretiminin ve zararlarının önlenmesi veya azaltılması ile atıkların geri kazanılması ve geri kazanılabilen atıkların kaynağında ayrı toplanması esastır. Atık yönetim plânlarının hazırlanmasına ilişkin esaslar, Bakanlıkça çıkarılacak yönetmelikle düzenlenir. Geri kazanım imkânı olmayan atıklar, yönetmeliklerle belirlenen uygun yöntemlerle bertaraf edilir. Büyükşehir belediyeleri ve belediyeler evsel katı atık bertaraf tesislerini kurmak, kurdurmak, işletmek veya işlettirmekle yükümlüdürler. Bu hizmetten yararlanan ve/veya yararlanacaklar, sorumlu yönetimlerin yapacağı yatırım, işletme, bakım, onarım ve ıslah harcamalarına katılmakla yükümlüdür. Bu hizmetten yararlananlardan, belediye meclisince belirlenecek tarifeye göre katı atık toplama, taşıma ve bertaraf ücreti alınır. Bu fıkra uyarınca tahsil edilen ücretler, katı atıkla ilgili hizmetler dışında kullanılamaz. Üretici, ithalatçı ve piyasaya sürenlerin sorumluluğu kapsamında yükümlülük getirilen üreticiler, ithalatçılar ve piyasaya sürenler, ürünlerinin faydalı kullanım ömrü sonucunda oluşan atıklarının toplanması, taşınması, geri kazanımı, geri dönüşümü ve bertaraf edilmelerine dair yükümlülüklerinin yerine getirilmesi ve bunlara yönelik gerekli harcamalarının karşılanması, eğitim faaliyetlerinin gerçekleştirilmesi amacıyla Bakanlığın koordinasyonunda bir araya gelerek tüzel kişiliği haiz birlikler oluştururlar. Bu kapsamda yükümlülük getirilen kurum ve kuruluşların sorumluluklarının bu birliklere devrine ilişkin usûl ve esaslar Bakanlıkça çıkarılacak yönetmeliklerle belirlenir. Tehlikeli atık üreticileri, yönetmelikle belirlenecek esaslara göre atıklarını bertaraf etmek veya ettirmekle yükümlüdürler. Atık geri kazanım, geri dönüşüm ve bertaraf tesislerini kurmak ve işletmek isteyen gerçek ve/veya tüzel kişiler, yönetmelikle belirlenen esaslar doğrultusunda, ürün standardı, ürünlerinin satışa uygunluğu ve piyasadaki denetimi ile ilgili izni, ilgili kurumlardan almak kaydı ile Bakanlıktan lisans almakla yükümlüdür. Evsel atıklar hariç olmak üzere, atık taşıma ve/veya toplama işlerini yapan kurum veya kuruluşlar Bakanlıktan lisans almak zorundadır. Evsel atıkların taşıma ve toplama işlerini yapan kurum ve kuruluşlar Bakanlıkça kayıt altına alınır. Atıksu arıtımı, atık bertarafı ve atık geri kazanım tesisleri yapmak amacıyla belediyelerin hizmet birlikleri kurmaları halinde, bu hizmet birliklerine araştırma, etüt ve proje konularında Bakanlıkça teknik ve malî yardım yapılır. Tesis yapım projeleri ise bu Kanunun 18 inci maddesi çerçevesinde kredi veya yardım ile desteklenebilir. Kredi borcunun geri ödenmemesi durumunda 6183 sayılı Amme Alacaklarının Tahsil Usulü Hakkında Kanun hükümle- 150 Ekler rine göre takip yapılır ve öncelikle 2380 sayılı Belediyelere ve İl Özel İdarelerine Genel Bütçe Vergi Gelirlerinden Pay Verilmesi Hakkında Kanunun ek 4 üncü maddesi hükümleri çerçevesinde ilgili belediyelerin İller Bankasındaki paylarından tahsil olunur. Arıtma ve bertaraf etme yükümlülüğüne tâbi tesis ve işletmeler ile yerleşim birimleri, bu yükümlülüğe istinaden kurulması zorunlu olan arıtma ve bertaraf sistemleri, atıksu arıtma ve ön arıtma sistemleri ile atıksu altyapı sistemlerinin kurulması, onarımı, ıslahı, işletilmesi ve harcamalara katkı paylarının belirlenmesi ile ilgili usûl ve esaslar Bakanlıkça yönetmeliklerle düzenlenir. Bu konuda diğer kanunlarla verilen yetkiler saklıdır. Bu Kanunun uygulanmasını sağlamak üzere alınması gereken izinler ve bu izinlerin tâbi olacağı usûl ve esaslar Bakanlıkça çıkarılacak yönetmeliklerle belirlenir. Faaliyetleri nedeniyle çevreye olumsuz etkileri olabilecek kurum, kuruluş ve işletmeler tarafından, faaliyetlerine ilişkin olası bir kaza durumunda, kazanın çevreye olumsuz etkilerini kontrol altına almak ve azaltmak üzere uygulanacak acil durum plânları hazırlanması zorunludur. Buna ilişkin usûl ve esaslar Bakanlıkça çıkarılacak yönetmelikle düzenlenir. Bu plânlar dikkate alınarak Bakanlığın koordinasyonunda ilgili kurum ve kuruluşlarca yerel, bölgesel ve ulusal acil durum plânları hazırlanır. Liman, tersane, gemi bakım-onarım, gemi söküm, marina gibi kıyı tesisleri; kendi tesislerinde ve gemi ve diğer deniz araçlarında oluşan petrollü, yağlı katı atıklar ve sintine, kirli balast, slaç, slop gibi sıvı atıklar ile evsel atıksu ve katı atıkların alınması, depolanması, taşınması ve bertarafı ile ilgili işlemleri ve tesisleri yapmak veya yaptırmakla yükümlüdürler. Buna ilişkin usûl ve esaslar Bakanlıkça çıkarılacak yönetmelikle belirlenir. Denetim, Bilgi Verme ve Bildirim Yükümlülüğü:4 Madde 12 – (Değişik: 26/4/2006 – 5491/9 md.) Bu Kanun hükümlerine uyulup uyulmadığını denetleme yetkisi Bakanlığa aittir. Gerektiğinde bu yetki, Bakanlıkça; il özel idarelerine, çevre denetim birimlerini kuran belediye başkanlıklarına, Denizcilik Müsteşarlığına, Sahil Güvenlik Komutanlığına, 13/10/1983 tarihli ve 2918 sayılı Karayolları Trafik Kanununa göre belirlenen denetleme görevlilerine veya Bakanlıkça uygun görülen diğer kurum ve kuruluşlara devredilir. Denetimler, Bakanlığın belirlediği denetim usûl ve esasları çerçevesinde yapılır. 4 Bu madde başlığı “Denetim” iken, 26/4/2006 tarihli ve 5491 sayılı Kanunun 9. maddesiyle metne işlendiği şekilde değiştirilmiştir. Çevre Kanunu 151 Askerî işyerleri, askerî bölgeler ve tatbikatların bu Kanun çerçevesindeki denetimi ve neticelerine ait işlemler; Genelkurmay Başkanlığı, Millî Savunma Bakanlığı, İçişleri Bakanlığı ve Bakanlık tarafından müştereken hazırlanacak yönetmeliğe göre yürütülür. İlgililer, Bakanlığın veya denetimle yetkili diğer mercilerin isteyecekleri bilgi ve belgeleri vermek, yetkililerin yaptıracakları analiz ve ölçümlerin giderlerini karşılamak, denetim esnasında her türlü kolaylığı göstermek zorundadırlar. İlgililer, çevre kirliliğine neden olabilecek faaliyetleri ile ilgili olarak, kullandıkları hammadde, yakıt, çıkardıkları ürün ve atıklar ile üretim şemalarını, acil durum plânlarını, izleme sistemleri ve kirlilik raporları ile diğer bilgi ve belgeleri talep edilmesi halinde Bakanlığa veya yetkili denetim birimine vermek zorundadırlar. Denetim, bilgi verme ve bildirim yükümlülüğüne ilişkin usûl ve esaslar Bakanlıkça çıkarılacak yönetmelikle düzenlenir. Tehlikeli Kimyasallar ve Atıklar:5 Madde 13 – (Değişik: 26/4/2006 – 5491/10 md.) Tehlikeli kimyasalların belirlenmesi, üretimi, ithalatı, atık konumuna gelinceye kadar geçen süreçte kullanım alanları ve miktarları, etiketlenmesi, ambalajlanması, sınıflandırılması, depolanması, risk değerlendirilmesi, taşınması ile ihracatına ilişkin usûl ve esaslar ilgili kurum ve kuruluşların görüşleri alınarak Bakanlıkça çıkarılacak yönetmelikle belirlenir. Yönetmelik hükümlerine aykırı olarak piyasaya sürüldüğü tespit edilen tehlikeli kimyasallar ile bu kimyasalları içeren eşya, bunları satış ve kullanım amacıyla piyasaya süren kurum, kuruluş ve işletmelere toplattırılır ve imha ettirilir. Nakil ve imha için gereken masraflar ilgililerince karşılanır. Bu yükümlülüğün yerine getirilmemesi halinde bu masraflar, ilgili kurum, kuruluş ve işletmelerden 6183 sayılı Amme Alacaklarının Tahsil Usulü Hakkında Kanun hükümlerine göre tahsil edilir. Başbakanlık Dış Ticaret Müsteşarlığı bazı yakıtların, maddelerin, atıkların, tehlikeli kimyasallar ile bu kimyasalları içeren eşyaların ithalini, Bakanlığın görüşünü alarak yasaklayabilir veya kontrole tâbi tutabilir. Tehlikeli atıkların ithalatı yasaktır. Tehlikeli atıkların tanımı ile tehlikeli atıkların oluşum aşamasından itibaren toplanması, ayrılması, geçici ve ara depolanması, geri kazanılması, yeniden kullanılması, taşınması, bertarafı, bertaraf sonrası kontrolü, ihracatı, 5 Bu madde başlığı “Zararlı Kimyasal Maddeler” iken, 26/4/2006 tarihli ve 5491 sayılı Kanunun 10. maddesiyle metne işlendiği şekilde değiştirilmiştir. 152 Ekler transit geçişi, ambalajlanması, etiketlenmesi, denetimi ve atık yönetim plânlarının hazırlanması ile ilgili usûl ve esaslar Bakanlıkça yayımlanacak yönetmelikle belirlenir. Tehlikeli kimyasalların üretimi, satışı, depolanması, kullanılması ve taşınması faaliyetleri ile tehlikeli atıkların toplanması, taşınması, geçici ve ara depolanması, geri kazanımı, yeniden kullanılması ve bertarafı faaliyetlerinde bulunanlar, bu Kanun ile getirilen yükümlülükler açısından müteselsilen sorumludurlar. Sorumlular bu Kanunda belirtilen meslekî faaliyetleri nedeniyle oluşacak bir kaza dolayısıyla üçüncü şahıslara verebilecekleri zararlara karşı tehlikeli kimyasal ve tehlikeli atık malî sorumluluk sigortası yaptırmak zorunda olup, faaliyetlerine başlamadan önce Bakanlıktan gerekli izni alırlar. Sigorta yaptırma zorunluluğuna uymayan kurum, kuruluş ve işletmelere bu faaliyetler için izin verilmez. Bu maddede öngörülen zorunlu malî sorumluluk sigortası, malî yeterliliklerine göre, Hazine Müsteşarlığınca belirlenen sigorta şirketleri tarafından ya da bağlı olduğu Bakanın onayı ile Hazine Müsteşarlığınca çıkarılacak bir yönetmelikle oluşturulacak bir havuz tarafından temin edilir. Havuzun yönetim ve işleyişi ile ilgili usûl ve esaslar da aynı yönetmelikle belirlenir. Havuz, sigorta ve/veya reasürans havuzu şeklinde oluşturulur. Kamu adına havuzda belirli bir payın korunmasına karar verilmesi hususunda Hazine Müsteşarlığının bağlı bulunduğu Bakan yetkilidir. Havuzun başlangıç giderleri için geri ödenmek üzere Hazine Müsteşarlığı bütçesinden avans kullandırılabilir. Havuzun yükümlülükleri; prim gelirleri ve bunların getirileri, piyasalardan sağlayacağı reasürans ve benzeri korumalar ve ödeme gücüyle sınırlıdır. Bakanlık, Hazine Müsteşarlığının uygun görüşünü almak kaydıyla, tehlikeli kimyasallar ve tehlikeli atıklarla ilgili faaliyetlerde bulunanların malî sorumluluk sigortası yaptırma zorunluluğunu, bu sigortaya ilişkin genel şartlar ile tarife ve talimatların yürürlüğe girmesinden itibaren en çok bir yıl ertelemeye yetkilidir. Her bir sorumlu tarafından yaptırılacak malî sorumluluk sigortasına ilişkin sigorta genel şartları Hazine Müsteşarlığınca onaylanır. Malî sorumluluk sigortası tarife ve talimatları Hazine Müsteşarlığının bağlı olduğu Bakan tarafından tespit edilir. Hazine Müsteşarlığının bağlı olduğu Bakan tarifeyi serbest bırakmaya yetkilidir. Gürültü: Madde 14 – (Değişik: 26/4/2006 – 5491/11 md.) Kişilerin huzur ve sükununu, beden ve ruh sağlığını bozacak şekilde ilgili yönetmeliklerle belirlenen standartlar üzerinde gürültü ve titreşim oluşturulması yasaktır. Çevre Kanunu 153 Ulaşım araçları, şantiye, fabrika, atölye, işyeri, eğlence yeri, hizmet binaları ve konutlardan kaynaklanan gürültü ve titreşimin yönetmeliklerle belirlenen standartlara indirilmesi için faaliyet sahipleri tarafından gerekli tedbirler alınır. Faaliyetlerin Durdurulması: Madde 15 – (Değişik: 26/4/2006 – 5491/12 md.) Bu Kanun ve bu Kanun uyarınca yayımlanan yönetmeliklere aykırı davrananlara söz konusu aykırı faaliyeti düzeltmek üzere Bakanlıkça ya da 12 nci maddenin birinci fıkrası uyarınca denetim yetkisinin devredildiği kurum ve merciler tarafından bir defaya mahsus olmak üzere esasları yönetmelikle belirlenen ve bir yılı aşmamak üzere süre verilebilir. Faaliyet; süre verilmemesi halinde derhal, süre verilmesi durumunda, bu süre sonunda aykırılık düzeltilmez ise Bakanlıkça ya da 12 nci maddenin birinci fıkrası uyarınca denetim yetkisinin devredildiği kurum ve merciler tarafından kısmen veya tamamen, süreli veya süresiz olarak durdurulur. Çevre ve insan sağlığı yönünden tehlike yaratan faaliyetler süre verilmeksizin durdurulur. Çevresel Etki Değerlendirmesi incelemesi yapılmaksızın başlanan faaliyetler Bakanlıkça, proje tanıtım dosyası hazırlanmaksızın başlanan faaliyetler ise mahallin en büyük mülkî amiri tarafından süre verilmeksizin durdurulur. Süre verilmesi ve faaliyetin durdurulması, bu Kanunda öngörülen cezaların uygulanmasına engel teşkil etmez. Tehlikeli Hallerde Faaliyetin Durdurulması: Madde 16 – (Mülga: 26/4/2006 – 5491/24 md.) DÖRDÜNCÜ BÖLÜM Çevre Kirliliğini Önleme Fonu Fonun Kurulması ve Fondan Yararlanma: Madde 17 – (Mülga: 21/2/2001 - 4629/6 md.) Çevre Katkı Payı Alınması, Diğer Gelirler ve Bütçe Ödenekleri:6 Madde 18 – (Mülga: 21/2/2001 - 4629/6 md.; Yeniden düzenleme: 26/4/2006-5491/13 md.) 6 Bu madde başlığı “Fonun Gelirleri” iken, 26/4/2006 tarihli ve 5491 sayılı Kanun’un 13. maddesiyle metne işlendiği şekilde değiştirilmiştir. 154 Ekler Çevre kirliliğinin önlenmesi, çevrenin iyileştirilmesi ve çevre ile ilgili yatırımların desteklenmesi amacıyla; a) İthaline izin verilen kontrole tâbi yakıt ve atıkların CIF bedelinin yüzde biri ile hurdaların CIF bedelinin binde beşi oranında alınacak miktar, b) Büyükşehir belediyeleri su ve kanalizasyon idarelerince tahsil edilen su ve kullanılmış suları uzaklaştırma bedelinin yüzde biri, çevre katkı payı olarak tahsil edilir. Tahsil edilen bu tutarlar, ilgililerce en geç ertesi ayın onbeşine kadar ilgili mal saymanlıkları hesaplarına aktarılır ve bütçeye gelir kaydedilir. Ayrıca, yurt içi ve yurt dışından temin edilecek her türlü hibe, yardım ve bağışlar ile kredi anapara geri dönüşleri ve kredi faizleri de tahsil edilerek, Çevre ve Orman Bakanlığı Merkez Saymanlık Müdürlüğü hesabına yatırılır ve bütçeye gelir kaydedilir. Bu maddede sayılan gelirlerin tahsilatında 6183 sayılı Amme Alacaklarının Tahsil Usulü Hakkında Kanun hükümleri uygulanır. Bakanlar Kurulu (a) ve (b) bentlerinde yer alan oranları ayrı ayrı veya topluca sıfıra kadar indirmeye veya kanunî oranına kadar yükseltmeye yetkilidir. Atıksu arıtımı, atık bertarafı ve katı atık geri kazanım tesislerinin gözetim, fizibilite, etüt, proje ve inşaat işlerinin kredi veya yardım suretiyle desteklenmesi ile çevre düzeni plânlarının yapımı, hava, su ve toprak kalitesinin ölçüm ve izleme ağının oluşturulması, gürültünün önlenmesi ile ilgili etüt ve projelerin desteklenmesi, acil müdahale plânlarının hazırlanması, Çevresel Etki Değerlendirmesi faaliyetleri, havza koruma plânı çalışmaları, biyolojik çeşitliliğin korunması, çölleşme ve iklim değişikliği ile mücadele çalışmaları, stratejik çevresel değerlendirme, nesli tehlikede olan bitki ve hayvan türleri ile yaşama ortamlarının korunması, uluslararası sözleşmelerden kaynaklanan yükümlülüklerin karşılanması, çevre eğitimi ve yayını ile ilgili faaliyetler ve ihtisas komisyonları için yapılan harcamalar ile çevre kirliliğinin giderilmesi çalışmaları için Bakanlık bütçesine, yıllık bütçe gelirleri içerisinde tahmin edilen yukarıdaki gelirler karşılığı ödenek öngörülür. Yukarıda sayılan gelirlerin tahsili ve bütçede öngörülen ödeneklerin kullanımı ile ilgili usûl ve esaslar, Maliye Bakanlığının uygun görüşü üzerine Bakanlıkça çıkarılacak yönetmelikle belirlenir. Fonun Kullanılması: Madde 19 – (Mülga: 21/2/2001 - 4629/6 md.) Çevre Kanunu 155 BEŞİNCİ BÖLÜM Cezai Hükümler İdari Nitelikteki Cezalar: Madde 20 – (Değişik: 26/4/2006 – 5491/14 md.) İdarî nitelikteki cezalar şunlardır: a) Ek 4 üncü madde uyarınca emisyon ölçümü yaptırmayan motorlu taşıt sahiplerine 500 Türk Lirası, yönetmeliklerle belirlenen standartlara aykırı emisyona sebep olan motorlu taşıt sahiplerine 1.000 Türk Lirası idarî para cezası verilir. b) Hava kirliliği yönünden önemli etkileri nedeniyle kurulması ve işletilmesi yönetmelikle izne tâbi tutulan tesisleri, yetkili makamlardan izin almadan kuran ve işleten veya iznin iptal edilmesine rağmen kurmaya ve işletmeye devam eden veya bu tesislerde izin almaksızın sonradan değişiklik yapan veya yetkili makamların gerekli gördükleri değişiklikleri tanınan sürede yapmayanlara 24.000 Türk Lirası idarî para cezası verilir. Bu tesislerde emisyon miktarları yönetmelikle belirlenen sınırları aşıyorsa 48.000 Türk Lirası idarî para cezası verilir. İzne tâbi tesisleri, aldıkları izin belgesinde veya yönetmeliklerde öngörülen önlemleri almadan veya yönetmeliklerde belirlenen emisyon standartlarına ve sınırlamalarına aykırı olarak işletenlere 24.000 Türk Lirası idarî para cezası verilir. c) Hava kirliliği yönünden kurulması ve işletilmesi izne tâbi olmayan tesislerin işletilmesi sırasında yönetmelikle belirlenen standartlara aykırı emisyona neden olanlara 6.000 Türk Lirası idarî para cezası verilir. Bu Kanunun ek 9 uncu maddesine aykırı davrananlara 2.000 Türk Lirası idarî para cezası verilir. Bu bendin birinci paragrafında öngörülen fiilin konutlarla ilgili olarak işlenmesi halinde verilecek ceza toplu veya ferdî ısıtılan konutlarda her bağımsız bölüm için 300 Türk Lirasıdır. Bu cezai sorumluluk toplu ısıtılan konutlarda yöneticiye, ferdî ısıtılan konutlarda ise konutu kullanana aittir. d) Hava kirliliği yönünden özel önem taşıyan bölgelerde veya kirliliğin ciddi boyutlara ulaştığı zamanlarda ve yerlerde veya kritik meteorolojik şartlarda yönetmeliklerle öngörülen önlemleri almayan, yasaklara aykırı davranan ya da mahallî çevre kurullarınca bu konuda alınan kararlara uymayanlara bu maddenin (b) ve (c) bentlerinde öngörülen cezalar bir kat artırılarak verilir. Bu fiilin konutlarla ilgili olarak işlenmesi halinde cezai sorumluluk bu maddenin (c) bendinin üçüncü paragrafına göre tespit edilir. 156 Ekler e) Çevresel Etki Değerlendirmesi sürecine başlamadan veya bu süreci tamamlamadan inşaata başlayan ya da faaliyete geçenlere yapılan proje bedelinin yüzde ikisi oranında idarî para cezası verilir. Cezaya konu olan durumlarda yatırımcı faaliyet alanını eski hale getirmekle yükümlüdür. Çevresel Etki Değerlendirmesi sürecinde verdikleri taahhütnameye aykırı davrananlara, her bir ihlal için 10.000 Türk Lirası idarî para cezası verilir. f) 11 inci maddeye göre kurulması zorunlu olan atık alım, ön arıtma, arıtma veya bertaraf tesislerini kurmayanlar ile kurup da çalıştırmayanlara 60.000 Türk Lirası idarî para cezası verilir. g) 12 nci maddede öngörülen bildirim ve bilgi verme yükümlülüğünü yerine getirmeyenlere 6.000 Türk Lirası idarî para cezası verilir. h) Bu Kanunun 14 üncü maddesine göre çıkarılan yönetmelikle belirlenen önlemleri almayan veya standartlara aykırı şekilde gürültü ve titreşime neden olanlara, konutlar için 400 Türk Lirası, ulaşım araçları için 1.200 Türk Lirası, işyerleri ve atölyeler için 4.000 Türk Lirası, fabrika, şantiye ve eğlence gürültüsü için 12.000 Türk Lirası idarî para cezası verilir. ı) Bu Kanunda öngörülen yasaklara ve sınırlamalara aykırı olarak ülkenin egemenlik alanlarındaki denizlerde ve yargılama yetkisine tâbi olan deniz yetki alanlarında ve bunlarla bağlantılı sularda, tabiî veya sunî göller ve baraj gölleri ile akarsularda; 1) Petrol ve petrol türevleri (ham petrol, akaryakıt, sintine, slaç, slop, rafine ürün, yağlı atık vb.) tahliyesi veya deşarjı yapan tankerlerden, bin (dahil) gros tona kadar olanlar için gros ton başına 40 Türk Lirası, bin ilâ beşbin (dahil) gros ton arasında olanlara, bu miktar ve ilave her gros ton başına 10 Türk Lirası, beşbin gros tondan fazla olanlara ise, yukarıdaki miktarlar ve ilave her gros ton başına 100 Kuruş, 2) Kirli balast tahliyesi yapan tankerlerden bin (dahil) gros tona kadar olanlar için gros ton başına 30 Türk Lirası, bin ilâ beşbin (dahil) gros ton arasında olanlara bu miktar ve ilave her gros ton başına 6 Türk Lirası, beşbin gros tondan fazla olanlara ise, yukarıdaki miktarlar ve ilave her gros ton başına 100 Kuruş, 3) Petrol türevleri (sintine, slaç, slop, akaryakıt, yağlı atık vb.) veya kirli balast tahliyesi yapan gemi ve diğer deniz vasıtalarından bin gros tona kadar olanlar için gros ton başına 20 Türk Lirası, bin ilâ beşbin (dahil) gros ton arasında olanlara bu miktar ve ilave her gros ton başına 4 Türk Lirası, beşbin gros tondan fazla olanlara ise, yukarıdaki miktarlar ve ilave her gros ton başına 100 Kuruş, 4) Katı atık bırakan veya evsel atıksu deşarjı yapan tanker, gemi ve diğer deniz araçlarından bin (dahil) gros tona kadar olanlar için gros ton başına 10 Türk Lirası, bin ilâ beşbin (dahil) gros ton arasında olanlara bu miktar ve Çevre Kanunu 157 ilave her gros ton başına 2 Türk Lirası, beşbin gros tondan fazla olanlara ise, yukarıdaki miktarlar ve ilave her gros ton başına 40 Kuruş, idarî para cezası verilir. Tehlikeli madde ve atıkların deşarjı durumunda uygulanacak idarî para cezaları, petrol ve türevleri kategorisi esas alınarak on katı verilir. Kirliliğin oluşmasını müteakip gemi veya deniz aracının kendi imkânları ile neden olduğu kirliliği giderdiğinin tespit edilmesi durumunda, idarî para cezası 1/3 oranında uygulanır. Cezanın derhal ve defaten ödenmemesi veya bu hususta yeterli teminat gösterilmemesi halinde, gemiler ve götürülebilen diğer deniz vasıtaları en yakın liman yetkilisine teslim edilerek seyrüseferden ve faaliyetten men edilir. Banka teminat mektubu veya geminin bağlı olduğu kulüp sigortacısı tarafından düzenlenecek teminat mektubu teminat olarak kabul edilir. Yabancı devlet egemenliği altındaki sularda bu devletlerin mevzuatının Türk bayraklı gemiler tarafından ihlali durumunda, ilgili devletin ceza uygulamaması ve Türkiye’nin cezalandırmasını talep etmesi durumunda bu Kanun hükümleri uygulanır. Bu bendin birinci paragrafı dışında, bu Kanun ve bu Kanun uyarınca çıkarılan yönetmeliklere aykırı olarak ülkenin egemenlik alanındaki denizlere ve yargılama yetkisine tâbi olan deniz yetki alanlarına, içme ve kullanma suyu sağlama amacına yönelik olmayan sulara atık boşaltanlara 24.000 Türk Lirası idarî para cezası verilir. Yukarıda öngörülen fiilin konutlarla ilgili olarak işlenmesi halinde her konut ve bağımsız bölüm için 600 Türk Lirası idarî para cezası verilir. Bu cezai sorumluluk, müstakil konutlarda konutu kullanana, diğer konutlarda ise yöneticiye aittir. i) Bu Kanunun ek 8 inci maddesi uyarınca yürürlüğe konulan yönetmelik hükümlerine aykırı davrananlara 1.000 Türk Lirası idarî para cezası verilir. j) Kanunda ve yönetmelikte öngörülen yasaklara veya standartlara aykırı olarak veya önlemleri almadan atıkları toprağa verenlere 24.000 Türk Lirası idarî para cezası verilir. Bu fiilin konutlarla ilgili olarak işlenmesi halinde her konut ve bağımsız bölüm için 600 Türk Lirası idarî para cezası verilir. Bu cezai sorumluluk, müstakil konutlarda konutu kullanana, diğer konutlarda ise yöneticiye aittir. k) Bu Kanunun 9 uncu maddesinin (a) bendinde belirtilen hususlara aykırı olarak biyolojik çeşitliliği tahrip edenlere, (d) bendi uyarınca ilan edilen Özel Çevre Koruma Bölgeleri için tespit edilen koruma ve kullanma esaslarına aykırı davrananlara ve (e) bendinin ikinci paragrafı uyarınca sulak alanlar için yönetmelikle belirlenen koruma ve kullanım usûl ve esaslarına aykırı davrananlar ile (f) bendinde belirlenen esaslara ve yasaklamalara aykırı dav- 158 Ekler rananlara 20.000 Türk Lirası, (e) bendinin birinci paragrafına aykırı davrananlara 100.000 Türk Lirası idarî para cezası verilir. l) Bu Kanunun ek 1 inci maddesinin (c) bendine aykırı olarak anız yakanlara her dekar için 20 Türk Lirası idarî para cezası verilir. Anız yakma fiilinin orman ve sulak alanlara bitişik yerler ile meskûn mahallerde işlenmesi durumunda ceza beş kat artırılır. Bu Kanunun ek 1 inci maddesinin (d) bendi uyarınca tespit edilen esaslara aykırı olarak ülkenin egemenlik alanlarındaki denizlerden ve kazasına tâbi olan deniz yetki alanlarından, akarsular ve göller ile tarım alanlarından belirlenen esaslara aykırı olarak kum, çakıl ve benzeri maddeleri alanlara metreküp başına 120 Türk Lirası idarî para cezası verilir. m) Bu Kanunun ek 2 nci maddesinde öngörülen çevre yönetim birimini kurmayanlara 6.000 Türk Lirası, çevre görevlisi bulundurmayanlara ya da Bakanlıkça yetkilendirilmiş firmalardan hizmet almayanlara 4.000 Türk Lirası idarî para cezası verilir. n) Bu Kanunun 9 uncu maddesi uyarınca belirlenen koruma esaslarına aykırı olarak içme ve kullanma suyu koruma alanlarına, kaynağın kendisine ve bu kaynağı besleyen yerüstü ve yeraltı sularına, sulama ve drenaj kanallarına atık boşaltanlara 48.000 Türk Lirası idarî para cezası verilir. Bu fiilin konutlarla ilgili olarak işlenmesi halinde her konut ve bağımsız bölüm için 1.200 Türk Lirası idarî para cezası verilir. Bu cezai sorumluluk, müstakil konutlarda konutu kullanana, diğer konutlarda ise yöneticiye aittir. Bu alanlarda Kanuna ve yönetmeliklere aykırı olarak yapılan yapılar 3194 sayılı İmar Kanununda belirlenen esaslara göre yıktırılır. o) Bu Kanunun 11 inci maddesinde öngörülen acil durum plânlarını yönetmelikle belirlenen usûl ve esaslara uygun olarak hazırlamayan ve bu plânların uygulanması için gerekli tedbirleri almayan, ekip ve ekipmanları bulundurmayanlar ile yerel, bölgesel ve ulusal acil durum plânlarına uymayanlara 12.000 Türk Lirası idarî para cezası verilir. p) Bu Kanunun 13 üncü maddesinde öngörülen malî sorumluluk sigortasını yaptırmayanlara 24.000 Türk Lirası idarî para cezası verilir. r) Bu Kanunda ve yönetmeliklerde öngörülen usûl ve esaslara, yasaklara veya sınırlamalara aykırı olarak atık toplayan, taşıyan, geçici ve ara depolama yapan, geri kazanan, geri dönüşüm sağlayan, tekrar kullanan veya bertaraf edenlere 24.000 Türk Lirası, ithal edenlere 60.000 Türk Lirası idarî para cezası verilir. s) Umuma açık yerlerde her ne şekilde olursa olsun çevreyi kirletenlere 100 Türk Lirası idarî para cezası verilir. t) Tehlikeli atıkların her ne şekilde olursa olsun ülkeye girişini sağlayanlara ayrı ayrı 2.000.000 Türk Lirası idarî para cezası verilir. Çevre Kanunu 159 u) Tehlikeli atıkları ilgili mercilere ön bildirimde bulunmadan ihraç eden veya transit geçişini yapanlara 2.000.000 Türk Lirası idarî para cezası verilir. v) Bu Kanunda ve ilgili yönetmeliklerde öngörülen yasaklara veya sınırlamalara aykırı olarak tehlikeli atıkları toplayan, ayıran, geçici ve ara depolama yapan, geri kazanan, yeniden kullanan, taşıyan, ambalajlayan, etiketleyen, bertaraf eden ve ömrü dolan tehlikeli atık bertaraf tesislerini kurallara uygun olarak kapatmayanlara 100.000 Türk Lirasından 1.000.000 Türk Lirasına kadar idarî para cezası verilir. y) Tehlikeli kimyasallar ve bu kimyasalları içeren eşyayı bu Kanunda ve ilgili yönetmeliklerde belirtilen usûl ve esaslara, yasak ve sınırlamalara aykırı olarak üreten, işleyen, ithal ve ihraç eden, taşıyan, depolayan, kullanan, ambalajlayan, etiketleyen, satan ve satışa sunanlara, 100.000 Türk Lirasından 1.000.000 Türk Lirasına kadar idarî para cezası verilir. Bu maddenin (k), (l), (r), (s), (t), (u), (v) ve (y) bentlerinde öngörülen idarî para cezaları kurum, kuruluş ve işletmelere üç katı olarak verilir. Bu maddede öngörülen ceza miktarlarını on katına kadar artırmaya Bakanlar Kurulu yetkilidir. Bu maddenin uygulamasında Türk Ceza Kanunu ile diğer kanunların, fiilin suç oluşturması haline ilişkin hükümleri saklıdır. Kuruluş ve İşletmelere Verilecek İdari Nitelikte Cezalar: Madde 21 – (Mülga: 26/4/2006 – 5491/24 md.) Gemiler İçin Verilecek Cezalar: Madde 22 – (Mülga: 26/4/2006 – 5491/24 md.) Fiillerin Tekrarı: Madde 23 – (Değişik: 26/4/2006 – 5491/15 md.) Bu Kanunda belirtilen idarî para cezaları, bu cezaların verilmesini gerektiren fiillerin işlenmesinden itibaren üç yıl içinde birinci tekrarında bir kat, ikinci ve müteakip tekrarında iki kat artırılarak verilir. İdari Cezalarda Yetki: Madde 24 – (Değişik: 26/4/2006 – 5491/16 md.) Bu Kanunda öngörülen idarî yaptırım kararlarını verme yetkisi Bakanlığa aittir. Bu yetki, 12 nci maddenin birinci fıkrası uyarınca denetim yetkisinin devredildiği kurum ve merciler tarafından da kullanılır. 160 Ekler Bu Kanunda öngörülen idarî yaptırım kararları Bakanlık merkez teşkilâtında genel müdürler, taşra teşkilâtında il çevre ve orman müdürlerince verilir. Bu Kanunun 12 nci maddesinin birinci fıkrası uyarınca denetim yetkisi verilen kurum ve merciler tarafından verilen idarî para cezalarının yüzde ellisi, bu Kanun uyarınca yapılacak denetimlerle ilgili harcamaları karşılamak ve diğer çevre hizmetlerinde kullanılmak üzere bu kurumların bütçesine gelir kaydedilir, yüzde ellisi ise genel bütçeye gelir kaydedilir. Bu Kanun uyarınca yapılacak denetimlerle ilgili harcamaları karşılamak ve diğer çevre hizmetlerinde kullanılmak üzere, Bakanlık bütçesine, genel bütçeye gelir kaydedilecek idarî para cezaları karşılığı gerekli ödenek öngörülür. İdarî Yaptırımların Uygulanması, Tahsil Usûlü ve İtiraz: Madde 25 – (Değişik: 26/4/2006 – 5491/17 md.) Bu Kanunda öngörülen idarî yaptırımların uygulanmasını gerektiren fiillerle ilgili olarak yetkili denetleme elemanlarınca bir tutanak tanzim edilir. Bu tutanak denetleme elemanlarının bağlı bulunduğu ve idarî yaptırım kararını vermeye yetkili mercie intikal ettirilir. Bu merci, tutanağı değerlendirerek gerekli idarî yaptırım kararını verir. İdarî yaptırım kararı, 11/2/1959 tarihli ve 7201 sayılı Tebligat Kanunu hükümlerine göre idarî yaptırım kararını veren merci tarafından ilgiliye tebliğ edilir. İdarî yaptırım kararlarına karşı tebliğ tarihinden itibaren otuz gün içinde idare mahkemesinde dava açılabilir. Dava açmış olmak idarece verilen cezanın tahsilini durdurmaz. İdarî para cezalarının tahsil usûlü hakkında 30/3/2005 tarihli ve 5326 sayılı Kabahatler Kanunu hükümleri uygulanır. Ceza vermeye yetkili kurum ve merciler tarafından tahsil edilen idarî para cezaları, Maliye Bakanlığından izin alınarak Bakanlıkça bastırılan ve dağıtılan makbuz karşılığında tahsil edilir. Bu Kanuna göre verilecek idarî para cezalarında ihlalin tespiti ve cezanın kesilmesi usûlleri ile ceza uygulamasında kullanılacak makbuzların şekli, dağıtımı ve kontrolüne ilişkin usûl ve esaslar Maliye Bakanlığının görüşü alınarak Bakanlıkça çıkarılacak yönetmelikle belirlenir. Adlî Nitelikteki Cezalar: Madde 26 – (Değişik: 26/4/2006 – 5491/18 md.) Bu Kanunun 12 nci maddesinde öngörülen bildirim ve bilgi verme yükümlülüğüne aykırı olarak yanlış ve yanıltıcı bilgi verenler, altı aydan bir yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır. Çevre Kanunu 161 Bu Kanunun uygulanmasında yanlış ve yanıltıcı belge düzenleyenler ve kullananlar hakkında 26/9/2004 tarihli ve 5237 sayılı Türk Ceza Kanununun belgede sahtecilik suçuna ilişkin hükümleri uygulanır. Bu maddeye göre yargıya intikal eden çevresel etki değerlendirmesine ilişkin ihtilaflarda çevresel etki değerlendirmesi süreci yargılama sonuna kadar durur. Diğer Kanunlarda Yazılı Cezalar: Madde 27 – Bu Kanunda yazılı fiiller hakkında verilecek idari nitelikteki cezalar, bu fiiller için diğer kanunlarda yazılı cezaların uygulanmasına engel olmaz. ALTINCI BÖLÜM Çeşitli Hükümler Kirletenin Sorumluluğu: Madde 28 – (Değişik: 3/3/1988 - 3416/8.md.) Çevreyi kirletenler ve çevreye zarar verenler sebep oldukları kirlenme ve bozulmadan doğan zararlardan dolayı kusur şartı aranmaksızın sorumludurlar. Kirletenin, meydana gelen zararlardan ötürü genel hükümlere göre de tazminat sorumluluğu saklıdır. (Ek fıkra: 26/4/2006 – 5491/19 md.) Çevreye verilen zararların tazminine ilişkin talepler zarar görenin zararı ve tazminat yükümlüsünü öğrendiği tarihten itibaren beş yıl sonra zamanaşımına uğrar. Teşvik: Madde 29 – (Değişik birinci fıkra: 26/4/2006 – 5491/20 md.) Çevre kirliliğinin önlenmesi ve giderilmesine ilişkin faaliyetler teşvik tedbirlerinden yararlandırılır. Bu amaçla her yılın başında belirlenen teşvik sistemine Bakanlığın görüşü alınmak sureti ile Hazine Müsteşarlığınca yeni esaslar getirilebilir. (Ek fıkra: 26/4/2006 – 5491/20 md.) Arıtma tesisi kuran, işleten ve yönetmeliklerde belirtilen yükümlülükleri yerine getiren kuruluşların arıtma tesislerinde kullandıkları elektrik enerjisi tarifesinin, sanayi tesislerinde kullanılan enerji tarifesinin yüzde ellisine kadar indirim uygulamaya Bakanlığın teklifi üzerine Bakanlar Kurulu yetkilidir. Teşvik tedbirleri ile ilgili esaslar yönetmelikle belirlenir. Bu Kanunda belirlenen cezalara neden olan fiilleri işleyen gerçek ve tüzelkişiler, verilen süre içinde söz konusu yükümlülüklerini yerine getirmedikleri takdirde bu 162 Ekler maddede yazılı teşvik tedbirlerinden yararlanamazlar ve daha önce kendileri ile ilgili olarak uygulanmakta olan teşvik tedbirleri durdurulur. Bilgi Edinme ve Başvuru Hakkı: Madde 30 – (Değişik: 26/4/2006 – 5491/21 md.) Çevreyi kirleten veya bozan bir faaliyetten zarar gören veya haberdar olan herkes ilgili mercilere başvurarak faaliyetle ilgili gerekli önlemlerin alınmasını veya faaliyetin durdurulmasını isteyebilir. Herkes, 9/10/2003 tarihli ve 4982 sayılı Bilgi Edinme Hakkı Kanunu kapsamında çevreye ilişkin bilgilere ulaşma hakkına sahiptir. Ancak, açıklanması halinde üreme alanları, nadir türler gibi çevresel değerlere zarar verecek bilgilere ilişkin talepler de bu Kanun kapsamında reddedilebilir. Yönetmelikler: Madde 31 – (Değişik: 3/3/1988 - 3416/9 md.) Bu Kanunun uygulanmasıyla ilgili olarak çıkarılacak yönetmelikler, ilgili Bakanlıkların görüşü alınarak Bakanlıkça hazırlanır. Kanunun yürürlüğe girmesinden başlayarak en geç beş ay içinde Resmi Gazetede yayımlanarak yürürlüğe konulur. Uygulanmayacak Hükümler: Madde 32 – (Değişik: 3/3/1988 - 3416/10 md.) Bu Kanuna göre yürürlüğe konulacak yönetmeliklerin yayımından itibaren deniz kirliliğinin önlenmesi hususunda 618 sayılı Limanlar Kanununun 4 ve 11 inci maddeleri gereği yürürlükte bulunan ceza hükümleri ile 1380 sayılı Su Ürünleri Kanununun 3288 sayılı Kanunla değişik geçici 1 inci maddesi hükümleri uygulanmaz. Ek Madde – (Ek: 4/6/1986 - 3301/6 md.; Mülga: 26/4/2006 – 5491/24 md.) Ek Madde 1 – (Ek: 26/4/2006 – 5491/23 md.) Toprağın korunmasına ve kirliliğinin önlenmesine ilişkin esaslar şunlardır: a) Toprağın korunmasına ve kirliliğinin önlenmesine, giderilmesine ilişkin usûl ve esaslar ilgili kuruluşların görüşleri alınarak Bakanlıkça çıkarılacak yönetmelikle belirlenir. b) Taşocağı ve madencilik faaliyetleri, malzeme ve toprak temini için arazide yapılan kazılar, dökümler ve doğaya bırakılan atıklarla bozulan do- Çevre Kanunu 163 ğal yapının yeniden kazanılmasına ilişkin usûl ve esaslar ilgili kuruluşların görüşleri alınarak Bakanlıkça çıkarılacak yönetmelikle belirlenir. c) Anız yakılması, çayır ve mer’aların tahribi ve erozyona sebebiyet verecek her türlü faaliyet yasaktır. Ancak, ikinci ürün ekilen yörelerde valiliklerce hazırlanan eylem plânı çerçevesinde ve valiliklerin sorumluluğunda kontrollü anız yakmaya izin verilebilir. d) Ülkenin egemenlik alanlarındaki denizlerden, akar ve kuru dere yataklarından, göl yataklarından ve tarım arazilerinden kum, çakıl ve benzeri maddelerin alınması ile ilgili esaslar ilgili kurum ve kuruluşların görüşleri alınarak Bakanlıkça çıkarılacak yönetmelikle belirlenir. Ek Madde 2 – (Ek: 26/4/2006 – 5491/23 md.) Faaliyetleri sonucu çevre kirliliğine neden olacak veya çevreye zarar verecek kurum, kuruluş ve işletmeler çevre yönetim birimi kurmak, çevre görevlisi istihdam etmek veya Bakanlıkça yetkilendirilmiş kurum ve kuruluşlardan bu amaçla hizmet satın almakla yükümlüdürler. Bu konuyla ilgili usûl ve esaslar Bakanlıkça çıkarılacak yönetmelikle belirlenir. Ek Madde 3 – (Ek: 26/4/2006 – 5491/23 md.) Bakanlık, yönetmelikte belirtilen koşulları taşıyanları çevre gönüllüsü olarak görevlendirebilir. Bu görev için ilgililere herhangi bir ücret ödenmez. Görevini kötüye kullandığı tespit edilen çevre gönüllülerinin bu görevleri sona erdirilir. Çevre gönüllülerinin çalışma ve eğitimlerine ilişkin usûl ve esaslar Bakanlıkça çıkarılacak yönetmelikle düzenlenir. Ek Madde 4 – (Ek: 26/4/2006 – 5491/23 md.) Motorlu taşıt sahipleri, egzoz emisyonlarının yönetmelikle belirlenen standartlara uygunluğunu belgelemek üzere egzoz emisyon ölçümü yaptırmak zorundadırlar. Trafikte seyreden taşıtların egzoz emisyon ölçümleri ve standartları ile ilgili usûl ve esaslar Bakanlıkça çıkarılacak yönetmelikle belirlenir. Motorlu taşıt üreticileri de üretim aşamasında yönetmelikle belirlenen emisyon standartlarını sağlamakla yükümlüdür. Ek Madde 5 – (Ek: 26/4/2006 – 5491/23 md.) Bakanlık, bu Kanunla öngörülen ölçme, izleme ve denetleme faaliyetleri ile çevre sorunlarının çözümüne yönelik diğer faaliyetleri yerine getirmek üzere gerekli kurumsal altyapıyı oluşturur. 164 Ekler Ek Madde 6 –(Ek: 26/4/2006 – 5491/23 md.) Hava kalitesinin korunması ve hava kirliliğinin önlenmesi için, ulusal enerji kaynakları öncelikli olmak üzere, Bakanlıkça belirlenen standartlara uygun temiz ve kaliteli yakıtların ve yakma sistemlerinin üretilmesi ve kullanılması zorunludur. Standartlara uygun olmayan yakma sistemi ve yakıt üretenlere ruhsat verilmez, verilenlerin ruhsatları iptal edilir. Bakanlıkça, belirlenen temiz hava politikalarının il ve ilçe merkezlerinde uygulanması ve hava kalitesinin izlenmesi esastır. Hava kalitesinin belirlenmesi, izlenmesi ve ölçülmesine yönelik yöntemler, hava kalitesi sınır değerleri ve bu sınır değerlerin aşılmaması için alınması gerekli önlemler ile kamuoyunun bilgilendirilmesi ve bilinçlendirilmesine ilişkin çalışmalar Bakanlıkça yürütülür. Bu çalışmalara ilişkin usûl ve esaslar Bakanlıkça çıkarılacak yönetmelikle belirlenir. Ek Madde 7 – (Ek: 26/4/2006 – 5491/23 md.) Bakanlık, çevre ile ilgili olarak gerekli gördüğü her türlü veri ve bilgiyi, kamu kurum ve kuruluşları ile gerçek ve tüzel kişilerden doğrudan istemeye yetkilidir. Kendilerinden veri ve bilgi istenen tüm kamu kurum ve kuruluşları ile gerçek ve tüzel kişiler bu veri ve bilgileri bedelsiz olarak ve talep edilen sürede vermekle yükümlüdür. Ek Madde 8 – (Ek: 26/4/2006 – 5491/23 md.) İyonlaştırıcı olmayan radyasyon yayılımı sonucu oluşan elektromanyetik alanların çevre ve insan sağlığı üzerindeki olumsuz etkilerinin önlenmesi için usûl ve esaslar, ilgili kurum ve kuruluşların görüşleri alınarak Bakanlıkça çıkarılacak yönetmelikle belirlenir. Ek Madde 9 – (Ek: 26/4/2006 – 5491/23 md.) Kokuya sebep olan emisyonların, yönetmelikle belirlenen sınır değerlerin üzerinde çevreye verilmesi yasaktır. Kokuya sebep olanlar, koku emisyonlarının önlenmesine ilişkin tedbirleri almakla yükümlüdür. Buna ilişkin idarî ve teknik usûl ve esaslar Bakanlıkça çıkarılacak yönetmelikle belirlenir. Geçici Madde 1 – (2872 sayılı Kanunun numarasız geçici maddesi olup teselsül için numaralandırılmıştır.) Bu Kanunda belirtilen ilgili yönetmelikler yürürlüğe konuluncaya kadar gemiler ve diğer deniz taşıt araçlarına 618 sayılı Limanlar Kanununun hükümlerine göre denizlerin kirletilmesi ile ilgili olarak yapılan ceza uygulamasına devam olunur. Çevre Kanunu 165 Geçici Madde 2 – (Ek: 3/3/1988 - 3416/11.md.) Bu Kanunun 12 ve 13 üncü maddelerinde belirtilen ilgili yönetmelikler yürürlüğe konuluncaya kadar, her türlü yakıt, atık, artık ve kimyasal maddenin ithali Çevre Genel Müdürlüğünün bağlı olduğu Devlet Bakanının onayına tabidir. Yürürlük: Madde 33 – Bu Kanun yayımı tarihinde yürürlüğe girer. Yürütme: Madde 34 – Bu Kanun hükümlerini Bakanlar Kurulu yürütür. 166 Ekler 9/8/1983 TARİH VE 2872 SAYILI ANA KANUNA İŞLENEMEYEN GEÇİCİ MADDELER 26/4/2006 tarihli ve 5491 sayılı Kanun’un Geçici Maddeleri: Geçici Madde 1 – Bu Kanun uyarınca ilgili bakanlıkların görüşü alınmak suretiyle Bakanlıkça çıkarılacak yönetmelikler bu Kanunun yürürlüğe girmesinden itibaren en geç bir yıl; Hazine Müsteşarlığı tarafından tespit edilecek sigorta genel şartları ile Hazine Müsteşarlığının bağlı bulunduğu Bakan tarafından onaylanacak tarife ve talimatlar bu Kanunun yürürlüğe girmesinden itibaren en geç bir yıl içinde yayımlanır. Geçici Madde 2 – Bu Kanunun yürürlüğe girdiği tarihte faal durumda olan işletmelere bu Kanun ve yönetmeliklerle getirilen ek yükümlülüklerin gerçekleştirilmesi için, yönetmeliklerin yayımlanmasından sonra, Bakanlıkça bir yıla kadar süre verilebilir. 2872 sayılı Çevre Kanununun 9 uncu maddesinin (h) bendine aykırı tesisler, bu Kanunun yayımı tarihinden itibaren bir yıl içerisinde kapatılır. Geçici Madde 3 – Bu Kanunun yürürlüğe girmesinden önce Çevresel Etki Değerlendirmesi Yönetmeliği hükümlerine tâbi olduğu halde, yükümlülüklerini yerine getirmeyenlerden, halihazırda yer seçimi uygun olanlar, bu Kanunun yürürlüğe girdiği tarihten itibaren altı ay içinde, ilgili yönetmelikler çerçevesinde gerekli yükümlülüklerini yerine getirdiklerini gösterir çevresel durum değerlendirme raporunu hazırlayarak Bakanlığa sunar. İlgili yönetmeliklerde belirlenen şartları sağlayanlar başvuru tarihinden itibaren altı ay içinde karara bağlanır. Çevresel durum değerlendirme raporunu altı ay içinde Bakanlığa sunmayan ya da raporun Bakanlığa sunulmasından itibaren altı ay içerisinde gerekli çevre koruma önlemlerini almayan faaliyetler Bakanlıkça süre verilmeksizin durdurulur. Yürürlükteki mevzuat uyarınca yer seçimi uygun olmayan faaliyetler için ilgili mevzuat hükümlerinin uygulanması esastır. Geçici Madde 4 – Atıksu arıtma ve evsel nitelikli katı atık bertaraf tesisini kurmamış belediyeler ile, halihazırda faaliyette olup, atıksu arıtma tesisini kurmamış organize sanayi bölgeleri, diğer sanayi kuruluşları ile yerleşim birimleri, bu tesislerin kurulmasına ilişkin iş termin plânlarını bu Kanunun Çevre Kanunu 167 yürürlüğe girdiği tarihten itibaren bir yıl içinde Bakanlığa sunmak ve aşağıda belirtilen sürelerde işletmeye almak zorundadır. İşletmeye alma süreleri, iş termin plânının Bakanlığa sunulmasından itibaren; belediyelerde nüfusu, 100.000’den fazla olanlarda 3 yıl, 100.000 ilâ 50.000 arasında olanlarda 5 yıl, 50.000 ilâ 10.000 arasında olanlarda 7 yıl, 10.000 ilâ 2.000 arasında olanlarda 10 yıl, organize sanayi bölgeleriyle bunların dışında kalan endüstri tesislerinde ve atıksu üreten her türlü tesiste 2 yıldır. Halen inşaatı devam eden atıksu arıtma ve katı atık bertaraf tesisleri için iş termin plânı hazırlanması şartı aranmaz. Tesisin işletmeye alınma süresi bu maddede belirlenen işletmeye alınma sürelerini geçemez. Belediyeler, organize sanayi bölgeleri, diğer sanayi kuruluşları ile yerleşim yerleri bu hükümden yararlanmak için bu Kanunun yayımı tarihinden itibaren üç ay içinde Bakanlığa başvurmak zorundadır. Bu Kanunun 8 inci maddesi ile atıksu altyapı sistemlerinin ve katı atık bertaraf tesisleri kurma yükümlülüğü verilen kurum ve kuruluşların, bu yükümlülüklerini, bu maddede belirtilen süre içinde yerine getirmemeleri halinde; belediyelerde nüfusu 100.000’den fazla olanlara 50.000 Türk Lirası, 100.000 ilâ 50.000 arasında olanlara 30.000 Türk Lirası, 50.000 ilâ 10.000 arasında olanlara 20.000 Türk Lirası, 10.000 ilâ 2.000 arasında olanlara 10.000 Türk Lirası, organize sanayi bölgelerinde 100.000 Türk Lirası, bunların dışında kalan endüstri tesislerine ve atıksu üreten her türlü tesise 60.000 Türk Lirası idarî para cezası verilir. Geçici Madde 5 – Bu Kanuna ekli (1) sayılı listede gösterilen kadrolar iptal edilerek, 190 sayılı Kanun Hükmünde Kararnamenin eki (I) sayılı cetvelin Çevre ve Orman Bakanlığına ilişkin bölümünden çıkartılmış, ekli (2) sayılı listede gösterilen kadrolar ise ihdas edilerek, 190 sayılı Kanun Hükmünde Kararnamenin eki (I) sayılı cetvelin Çevre ve Orman Bakanlığına ilişkin bölümüne eklenmiştir. Geçici Madde 6 – Bu Kanunda geçen Türk Lirası ibaresi karşılığında, uygulamada 28/1/2004 tarihli ve 5083 sayılı Türkiye Cumhuriyeti Devletinin Para Birimi Hakkında Kanun hükümlerine göre Ülkede tedavülde bulunan para “Yeni Türk Lirası” olarak adlandırıldığı sürece bu ibare kullanılır. Danıştay Kararları 169 ÇEVRESEL ETKİ DEĞERLENDİRMESİ YÖNETMELİĞİ HAKKINDA DANIŞTAY KARARLARI 170 Ekler Danıştay Kararları 171 T.C. DANIŞTAY Altıncı Daire Esas No : 1997/4495 Karar No : 1998/5630 Davacı : Soma Kömür İşletmeleri A.Ş. Vekili : Av. Kezban Hatemi Davalı : Çevre Bakanlığı, ANKARA Davanın Özeti: Çevre Bakanlığı’nın 23 Haziran 1997 günlü, 23028 sayılı Çevresel Etki Değerlendirmesi Yönetmeliği’nin Ek II Çevresel Etki Değerlendirmesi Uygulanacak Faaliyetler Ön Araştırması Listesi Madde 18’in Anayasa’ya, Maden Kanunu’na ve mevcut uygulamaya aykırı olduğu gerekçesiyle iptali istenilmektedir. Çevre Bakanlığı’nın Savunmasının Özeti: 2872 sayılı Çevre Yasası’nın 10. maddesine dayanılarak çıkartılan Çevresel Etki Değerlendirmesi Yönetmeliği Ek II Listesi 18. maddede düzenlenen maden arama faaliyetlerinin ÇED ön araştırması uygulanacak faaliyetler listesine alınmasının, söz konusu faaliyetin doğada belli bir tahribata yol açması ve temel ekolojik dengelerin bozulmasında rol oynaması nedeniyle yukarıda yer alan Yasa’nın amacına uygun olduğu gerekçesiyle davanın yasal dayanaktan yoksun olduğu belirtilerek reddinin gerekeceği savunulmaktadır. Tetkik Hakimi Gül Filiz Ercan Aslantaş’ın Düşüncesi: Maden rezervinin ortaya çıkarılması amacıyla yapılacak olan arama faaliyetleri sırasında maden arama alanı olan arazilerin tahrip olacağı açıktır. Bu durumda, amaçlarından biri bütün vatandaşların ortak varlığı olan çevrenin korunması, iyileştirilmesi olan 2872 sayılı Yasa’nın 10. maddesinde yer alan “Gerçekleştirmeyi planladıkları faaliyetleri sonucu çevre sorunlarına yol açabilecek kurum, kuruluş ve işletmeler bir ‘Çevresel Etki Değerlendirmesi Raporu’ hazırlarlar. Bu raporda çevreye yapılabilecek tüm etkiler göz önünde bulundurularak çevre kirlenmesine sebep olabilecek atık ve artıkların ne şekilde zararsız hale getirilebileceği ve bu hususta alınacak önlemler belirtilir.” hükmü doğrultusunda hazırlanan Çevresel Etki Değerlendirmesi Yönetmeliği’nin Ek II Çevresel Etki Değerlendirmesi Ön Araştırması Uygulanacak Faaliyetler Listesinin 18. sırasında madencilik faaliyetlerine yer verilmesinde hukuka ve mevzuata aykırılık görülmediğinden davanın reddinin uygun olacağı düşünülmektedir. Savcı Tülin Özgenç’in Düşüncesi: Dava, 23.6.1997 tarih ve 23028 sayılı Resmi Gazete’de yayımlanan Çevresel Etki Değerlendirmesi Yönetmeliği’nin Ek II “Çevresel Etki Değerlendirmesi Ön Araştırması Uygulanacak Faaliyetler Listesi” 18. maddede yer alan ve madencilik faaliyetlerini kapsa- 172 Ekler yan hükmün Anayasa’ya, Maden Kanunu’na ve mevcut uygulamaya aykırı olduğundan bahisle iptali istemiyle açılmıştır. 2709 sayılı T.C. Anayasası’nın 56. maddesinde, “Herkes sağlıklı ve dengeli bir çevrede yaşama hakkına sahiptir. Çevreyi geliştirmek, çevre sağlığını korumak ve çevre kirlenmesini önlemek Devletin ve vatandaşların ödevidir. Devlet, herkesin hayatını, beden ve ruh sağlığı içinde sürdürmesini sağlamak, insan ve madde gücünde tasarruf ve verimi artırarak, işbirliğini gerçekleştirmek amacıyla sağlık kuruluşlarını tek elden planlayıp hizmet vermesini düzenler.” kuralı yer almış, 2872 sayılı Çevre Kanunu’nun 1. maddesinde ise, Kanun’un amacının, bütün vatandaşların ortak varlığı olan çevrenin korunması, iyileştirilmesi; kırsal ve kentsel alanda arazinin ve doğal kaynakların en uygun şekilde kullanılması ve korunması; su, toprak ve hava kirlenmesinin önlenmesi; ülkenin bitki ve hayvan varlığı ile doğal ve tarihsel zenginliklerinin korunarak, bugünkü ve gelecek kuşakların sağlık, uygarlık ve yaşam düzeyinin geliştirilmesi ve güvence altına alınması için yapılacak düzenlemeleri ve alınacak önlemleri, ekonomik ve sosyal kalkınma hedefleriyle uyumlu olarak belirli hukuki ve teknik esaslara göre düzenlemek olduğu, hükme bağlanmıştır. Dava konusu Çevresel Etki Değerlendirmesi Yönetmeliği de Çevre Kanunu’nun 10. maddesi hükmü uyarınca düzenlenmiş bulunmaktadır. Maden rezervinin ortaya çıkarılması amacıyla yapılacak olan arama sırasında, maden arama alanı olan arazilerin tahrip olacağı açık olup, arama çalışmaları nedeniyle oluşacak tahribatların giderilmesi ve arazinin korunması amacıyla, maden arama faaliyetlerinin ÇED ön araştırması uygulanacak faaliyetler kapsamına alınmasında kamu yararına ve hukuka aykırılık görülmemiştir. Açıklanan nedenlerle, yasal dayanağı bulunmayan davanın reddi gerektiği düşünülmektedir. TÜRK MİLLETİ ADINA Karar veren Danıştay Altıncı Dairesi’nce, Tetkik Hakimi’nin açıklamaları dinlendikten ve dosyadaki belgeler incelendikten sonra işin gereği görüşüldü: Dava, Çevre Bakanlığı’nca hazırlanan ve 23 Haziran 1997 günlü, 23028 sayılı Resmi Gazete’de yayınlanarak yürürlüğe giren Çevresel Etki Değerlendirmesi Yönetmeliği’nin madencilik faaliyetleri ile ilgili Ek II ÇED Ön Araştırması Uygulanacak Faaliyetler Listesi’nin 18. maddesinin davanın özeti bölümünde belirtilen gerekçelerle iptali istenilmektedir. 2709 sayılı T.C. Anayasası’nın 56. maddesinde, “Herkes sağlıklı ve dengeli bir çevrede yaşama hakkına sahiptir. Çevreyi geliştirmek, çevre sağlığı- Danıştay Kararları 173 nı korumak ve çevre kirlenmesini önlemek devletin ve vatandaşların ödevidir. Devlet, herkesin hayatını, beden ve ruh sağlığı içinde sürdürmesini sağlamak, insan ve madde gücünde tasarruf ve verimi artırarak işbirliğini gerçekleştirmek amacıyla sağlık kuruluşlarını tek elden planlayıp hizmet vermesini düzenler.” hükmü yer almış, 2872 sayılı Çevre Kanunu’nun 1. maddesinde. Kanun’un amacının, bütün vatandaşların ortak varlığı olan çevrenin korunması, iyileştirilmesi; kırsal ve kentsel alanda arazinin ve doğal kaynakların en uygun şekilde kullanılması ve korunması; su, toprak ve hava kirlenmesinin önlenmesi; ülkenin bitki ve hayvan varlığı ile doğal ve tarihsel zenginliklerinin korunarak, bugünkü ve gelecek kuşakların sağlık, uygarlık ve yaşam düzeyinin geliştirilmesi ve güvence altına alınması için yapılacak düzenlemeleri ve alınacak önlemleri, ekonomik ve sosyal kalkınma hedefleriyle uyumlu olarak belirli hukuki ve teknik esaslara göre düzenlemek olduğu, 10. maddesinde de “Gerçekleştirmeyi planladıkları faaliyetleri sonucu çevre sorunlarına yol açabilecek kurum, kuruluş ve işletmeler bir ‘Çevresel Etki Değerlendirmesi Raporu’ hazırlarlar. Bu raporda çevreye yapılabilecek tüm etkiler göz önünde bulundurularak çevre kirlenmesine sebep olabilecek atık ve artıkların ne şekilde zararsız hale getirilebileceği ve bu hususta alınacak önlemler belirtilir.” hükmü yer almaktadır. Dosyanın incelenmesinden, maden arama ve Ek I’de yer almayan Maden Kanunu kapsamındaki madenlerin çıkarılması ile Taş Ocakları Nizamnamesi’nde ve Tuz Kanunu’nda belirtilen ocak işletmeleri ve/veya cevher hazırlanması işlemlerinin “Madencilik Faaliyetleri” başlığı altında dava konusu Çevresel Etki Değerlendirmesi Ön Araştırması Uygulanacak Faaliyetler Listesinin 18. maddesinde yer aldığı anlaşılmaktadır. Maden rezervinin ortaya çıkarılması amacıyla yapılacak olan arama faaliyetleri sırasında maden arama alanı olan arazilerin tahrip olduğu, rezervin ekonomik olmadığı durumlarda yeterli rehabilite yapılmadan arazilerin terk edildiği bilinen bir gerçektir. Bu durumda çevreye yapılabilecek tüm etkiler göz önünde bulundurularak çevre kirlenmesine sebep olabilecek atık ve artıkların zararsız hale getirilmesi ve bu hususta önlemler alınması amacıyla doğada tahribatlar yapabileceği açık olan maden arama faaliyetinin Çevresel Etki Değerlendirmesi Uygulanacak Ön Araştırma Listesi’ne dahil edilmesinde hukuka ve mevzuata aykırılık bulunmamaktadır. Açıklanan nedenlerle davanın REDDİNE, peşin alınan yargılama giderlerinin davacı üzerinde bırakılmasına 19.11.1998 gününde oybirliğiyle karar verildi. Başkan Üye Üye Üye Üye Gürbüz Salim Yaşar Selim Bekir Faruk ÖNBİLGİN TANSUK ASMAZ AKSOYLU ÖZTÜRK 174 Ekler T.C. DANIŞTAY Altıncı Daire Esas No : 1997/4497 Karar No : 1998/5629 Davacı : İskenderun Çevre Koruma Derneği Vekili : Av. Uğur Kalelioğlu Davalı : Çevre Bakanlığı, ANKARA Davanın Özeti: 23 Haziran 1997 günlü, 23028 sayılı Resmi Gazete’de yayımlanan Çevresel Etki Değerlendirmesi Yönetmeliği’nin, 4, 5, 6, 17, 27 ve 28. maddelerinde yer alan “ÇED Olumlu Görüşü ve ÇED Olumsuz Görüşü” kavramları ile 15/a ve 24/a maddelerinin 2. cümlesi, 16. madde, 17. maddenin son fıkrası ve 35. maddeler ile geçici I, II ve III. maddelerinin ve hassas yörelerin de ÇED uygulanacak faaliyetler listesinde yer almaması yolundaki eksik düzenlemenin hukuka aykırı olduğu gerekçesiyle iptali istenilmektedir. Çevre Bakanlığı’nın Savunmanın Özeti: Dava konusu Yönetmelik’in hukuka uygun olduğu, gerekçesiyle davanın reddi gerektiği savunulmaktadır. Tetkik Hakimi Gül Filiz Ercan Aslantaş’ın Düşüncesi: Dava konusu Yönetmelik’in 4, 5, 6, 17, 27 ve 28. maddelerinde yer alan “Görüş” kavramları ile 15/a, 17, 24/a maddelerinin 2. cümleleri ve geçici I, II ve III. maddeleri ve hassas yörelerin de ÇED uygulanacak faaliyetler listesinde yer almaması yolundaki eksik düzenleme için hukuka aykırı oldukları gerekçesiyle işlemin iptaline 16. ve 35. maddeler için ise davanın reddine karar verilmesinin uygun düşünülmektedir. Savcı Aynur Şahinok’un Düşüncesi: Dava, 23 Haziran 1997 günlü, 23028 sayılı Resmi Gazete’de yayımlanan Çevresel Etki Değerlendirmesi Yönetmeliği’nin 4, 5, 6, 17, 27 ve 28. maddelerinde yer alan “ÇED Olumlu Görüşü ve ÇED Olumsuz Görüşü” kavramları ile aynı Yönetmelik’in 15/a ve 24/a maddelerinin 2. cümlesi, 16 ve 17. maddenin son fıkrası 35 ve geçici I, II ve III. maddeleri ve ÇED uygulanacak faaliyetler üstesinde hassas yörelerin yer almamasına ilişkin eksik düzenlemenin iptali istemiyle açılmıştır. İdari işlemler, idari organ ve makamların idare alanındaki irade açıklamalarından oluşan ve kişisel hukuki durumlar yaratan, değiştiren veya kaldıran işlemlerdir. Bu tür işlemler yargısal denetime tabidir. İdarenin belli bir konu veya sorunla ilgili olarak görüş, düşünce, niyet ve tasarımlarının açıklanmasına ilişkin hukuki etki ve sonuç doğurmayan, yargısal denetime tabi olmayan nitelikte işlemleri ise görüş bildiren işlemlerdir. Bu nitelikteki işlemlerin idari yargı denetimi dışında olduğu kuşkusuzdur. Dava dosyasının incelenmesinden; dava konusu yönetmelikte ÇED Raporu faaliyet sahibince yönetmelikte belirtilen hususlara uygun olarak hazır- Danıştay Kararları 175 lanıp diğer belgelerle birlikte Bakanlığa sunulduktan sonra Bakanlıkça olumlu ve olumsuz görüş bildirilmesi ve anılan faaliyetler için görüşün olumlu olması şartı arandığı, bu durumda söz konusu “görüş” kavramıyla belirtilen işlemin bağlayıcı nitelikte olmasının amaçlandığı anlaşılmakta ise de “görüş” sözcüğünün Yönetmelik’in düzenleyici olma niteliğine ve idare hukuku esaslarına aykırı düştüğü, anılan Yönetmelik’in 4, 5, 6, 17, 27 ve 28. madde!erinde yer alan görüş kavramlarının tamamı ile 15/a ve 24/a maddelerinin ikinci cümleleri ve geçici madde 3. maddesinin kamu yararına, Çevre Yasası’na, uluslararası sözleşmelere ve Çevre Bakanlığı’nın Kuruluşu Hakkındaki Kanun Hükmündeki Kararname’ye aykırı olduğu anlaşıldığından davanın anılan maddelere ilişkin kısmının kabulü gerekeceği, Yönetmelik’in 16. maddesinde yer alan inceleme değerlendirme komisyonunun ilk toplantısını müteakiben halkı yatırım hakkında bilgilendirmek, görüş ve önerilerini almak üzere faaliyet sahibi tarafından bir toplantı düzenleneceği, toplantı tarihinin faaliyet sahibi ile Bakanlık arasında varılacak mutabakat sonucu belirleneceği, toplantı, mahallinin en büyük mülki idare amirince gerekli görülen yerlerde en az beş iş günü süreyle askıda ilan edileceği ayrıca yerel iletişim araçlarıyla duyurulabileceği yolundaki hükümde hukuka aykırılık bulunmadığı, faaliyet sahibinin, ÇED olumlu görüşü verilen faaliyet için, diğer mevzuat uyarınca ilgili kurum ve kuruluşlardan gerekli izinleri alarak dört yıl içinde yatırıma başlamadığı takdirde ÇED olumlu görüşü geçersiz sayılacağı yolundaki hükmü ülkemiz koşullarında kuruluşların işleyiş niteliği yapılacak çalışmaların önemi ve büyüklüğü yatırımın gerçekleştirilme aşamaları ve eleman, sermaye, ekipman temini gibi unsurları ve kapsamı göz önüne alındığında daha önce iki yıl olarak belirlenen bu sürenin dört yıla çıkarılmasında da hukuka aykırılık görülmediği; Yönetmelik’in dava konusu 35. maddesi ile 7 Şubat 1993 tarih ve 21489 sayılı Resmi Gazete’de yayımlanan Çevresel Etki Değerlendirmesi Yönetmeliği yürürlükten kaldırılmıştır yolundaki hükmünün ise daha önce yürürlükte olan yönetmelik hükümleriyle çelişkiler doğmaması ve uygulamada doğacak karışıklığın önlenmesi amacıyla sevk edildiğinin anlaşıldığı; 7 Şubat 1993 günlü, 21489 sayılı Resmi Gazete’de yayımlanan Çevresel Etki Değerlendirmesi Yönetmeliği’nin geçici 1. maddesinde, daha önce bu konuda çıkarılmış bir yönetmelik bulunmadığı için ÇED Raporu hazırlanmadan uygulanmasına başlanılmış (yetkili mercilerden izin ve / veya onay alınmış) faaliyet ve yatırımlar yönetmelik kapsamı dışında bırakılmış, ancak dava konusu Yönetmelik’in geçici 1. maddesi ile de durum göz önüne alınmak suretiyle Yönetmelik’in yürürlüğe girmeden önce başlamış faaliyetlere hak tanınması amaçlanmış olduğundan anılan madde hükmünde hukuka aykırılık bulunmadığı “Bu Yönetmelik’in yayımından önce güzergah belirlenmesini gerektiren faaliyetlerden ilgili mevzuat gereğince güzergahı belir- 176 Ekler lenen veya yatırım programına alınan petrol ve gaz boru hatları, enerji nakil hatları, otoyolları, ekspres yollar, devlet yolları ve il yolları faaliyetlerine bu yönetmelik hükümleri uygulanmaz.” hükmünün kazanılmış hakları korumaya yönelik olduğu; 7.2.1993 günlü 21489 sayılı Resmi Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe giren ÇED Yönetmeliği’ne göre, başvuru yapılmış veya ÇED Formatı veya ÇED Ön Araştırma Kontrol Listesi verilmiş olması Çevresel Etki Değerlendirmesi sürecinin yalnızca başlangıcı olup, bu konuda hak sağlayıcı bir durum yaratmadığı, ortada eski yönetmeliğe göre kazanılmış bir hak bulunmadığı, başvuru yapılmış veya ÇED Formatı veya ÇED Ön Araştırma Kontrol listesi verilmiş faaliyetler için yeni yönetmelik hükümlerinin uygulanması gerektiği Çevresel Etki Değerlendirmesi ve Çevresel Etki Değerlendirmesi Ön Araştırma süresine tabi faaliyetlerin Ek I ve Ek II sayılı listelerde sınıflandırıldığı, davacının bu listelere ek olarak ÇED süresine tabi tutulması gerektiğini öne sürdüğü “Hassas Yörelerin” öncelikli olarak özel yasalarla koruma altına alınmış olduğu anlaşıldığından anılan yerlerin ayrıca adı geçen dava konusu yönetmelikte yer almamasında herhangi bir sakınca bulunmadığı, ayrıca Yönetmelik’in 8. maddesinde yer alan “...Valilik planlanan faaliyetin belirtilen yerde gerçekleştirilmesinin mevzuat açısından uygun olup olmadığına karar verir.” hükmü ile mülki amirlere geniş bir yetki tanındığından hassas yörelere ilişkin sakıncalı durumlar yaratılması riskinin de ortadan kaldırıldığı dava dosyasının incelenmesinden anlaşılmaktadır. Açıklanan nedenlerle, 23 Haziran 1997 günlü, 23028 sayılı Resmi Gazete’de yayınlanarak yürürlüğe giren Yönetmelik’in 4, 5, 6, 17 ve 28. maddelerinde yer alan “Görüş” kavramlarının tamamı ile 15/a ve 24/a maddelerinin ikinci cümleleri ve Geçici Madde 3. maddesine ilişkin davanın kabulü, 16 ve 17. maddenin son fıkrası, 35 ile Geçici Madde 1 ve Geçici Madde 2 maddeleri ve anılan yönetmelikte ÇED Uygulanacak Faaliyetler listesinde hassas yörelerin yer almaması yolundaki eksik düzenlemeye ilişkin davanın ise reddi gerekeceği düşünülmektedir. TÜRK MİLLETİ ADINA Karar veren Danıştay Altıncı Dairesi’nce Tetkik Hakimi’nin açıklamaları dinlendikten ve dosyadaki belgeler incelendikten sonra işin gereği görüşüldü: Dava, 23 Haziran 1997 günlü, 23028 sayılı Resmi Gazete’de yayımlanan Çevresel Etki Değerlendirmesi Yönetmeliği’nin 4, 5, 6, 17, 27 ve 28. maddelerinde yer alan “ÇED Olumlu Görüşü ve ÇED Olumsuz Görüşü” kavramları ile aynı Yönetmelik’in 15/a ve 24/a maddelerinin 2. cümlesi, 16 ve 17. maddenin son fıkrası 35 ve geçici I, II ve III. maddeleri ve ÇED uygulanacak faaliyetler listesinde hassas yörelerin yer almamasına ilişkin eksik düzenle- Danıştay Kararları 177 menin iptali istemiyle açılmıştır. İdari işlemler, idari organ ve makamların idare alanındaki irade açıklamalarından oluşan ve kişisel hukuki durumlar yaratan, değiştiren veya kaldıran işlemlerdir. Bu tür işlemler yargısal denetime tabidir. İdarenin belli bir konu veya sorunla ilgili olarak görüş, düşünce, niyet ve tasarımlarının açıklanmasına ilişkin hukuki etki ve sonuç doğurmayan, yargısal denetime tabi olmayan nitelikte işlemleri ise görüş bildiren işlemlerdir. Bu nitelikteki işlemlerin idari yargı denetimi dışında olduğu kuşkusuzdur. Dava Konusu Çevresel Etki Değerlendirmesi Yönetmeliği’nin 4. maddesinde “ÇED Olumlu Görüşü: ÇED Raporuna tabi faaliyetler için inceleme değerlendirme komisyonunca yapılan değerlendirmelerin sonuçları esas alınarak faaliyetin çevre üzerinde olumsuz etkilerinin bulunmadığının veya alınacak tedbirler sonucu olumsuz etkilerin ilgili mevzuat ve bilimsel esaslara göre kabul edilebilir düzeylerde olduğunun tespiti halinde faaliyetin gerçekleşmesinde sakınca bulunmadığım belirten Bakanlık Görüşü; Çevresel Etki Değerlendirmesi Olumsuz Görüşü: ÇED Raporuna tabi faaliyetler için İnceleme Değerlendirme Komisyonunca yapılan değerlendirmelerin sonuçları esas alınarak faaliyetin çevre üzerinde olumsuz etkilerinin bulunduğunu ve yapılmasında sakınca görüldüğünü belirten bakanlık görüşünü ifade eder.” hükmü, 6. maddesinde “Yönetmelik kapsamına giren bir faaliyeti gerçekleştirmeyi planlayan gerçek ve tüzel kişiler her türlü teşvik, onay, izin ve ruhsat almadan önce; kamu yatırımları Devlet Planlama Teşkilatı Müsteşarlığı tarafından yatırım programına alınmadan, özel kesim faaliyetlerinde uygulama projeleri onaylanmadan veya mevzi imar planı onaylanmadan önce, Ek I’deki faaliyetler için ÇED Raporu, Ek II’deki faaliyetler için ise ÇED Ön Araştırma Raporu hazırlamak, ilgili makamlara sunmak ve verilecek “görüş”e göre hareket etmekle yükümlüdürler. Ek I’deki faaliyetler için ÇED Raporu hazırlanıp Bakanlıktan faaliyet hakkında olumlu görüş... alınmadıkça bu faaliyetler için hiçbir teşvik, onay, izin ve ruhsat verilemez” hükmü anılan Yönetmelik’in 5, 17, 27 ve 28. maddelerinde de ÇED Raporu sürecinde Bakanlıkça verilecek “ÇED Olumlu veya Olumsuz Görüşü”ne ilişkin hükümler yer almaktadır. Anılan madde hükümleri yukarıdaki açıklamalarla birlikte değerlendirildiğinde, dava konusu yönetmelikte ÇED Raporu faaliyet sahibince yönetmelikte belirlenen formata uygun olarak hazırlanıp diğer belgelerle birlikte Bakanlığa sunulduktan sonra, Bakanlıkça olumlu ve olumsuz bir görüş bildirilmesi ve bu faaliyetler için teşvik, onay, izin ve ruhsat alınabilmesi için bu görüşün olumlu olması şartı arandığı, bu durumda söz konusu “görüş” kavramıyla belirtilen işlemin bağlayıcı nitelikte olmasının amaçlandığı anlaşılmakta ise de “görüş” şeklindeki ifade biçimi işlemin etkisini ortadan kaldıran (denetime tabi olmayı gerektiren idari işlemin aksine) ve yargısal dene- 178 Ekler timin yapılmasını engelleyen bağlayıcı nitelikte olmayan bir kavramı ifade ettiğinden anılan maddelerinde yer alan “görüş” sözcükleri Yönetmelik’in düzenleyici olma niteliğine ve idare hukuku esaslarına aykırı düşmektedir. Dava konusu Yönetmelik’in 15/a maddesinin ikinci cümlesinde İnceleme Değerlendirme Komisyonu toplantısına katılmayan üyelerin, dolayısıyla temsil ettikleri kurum ve kuruluşların ÇED Raporu hakkındaki görüşlerinin olumlu olduğunun kabul edileceği, 24/a maddesinin ikinci cümlesinde de Ön İnceleme Değerlendirme Komisyonu toplantısına katılmayan üyelerin temsil ettikleri kurum ve kuruluşların ÇED Ön Araştırma Raporu hakkındaki görüşlerinin olumlu olduğunun kabul edileceği hükmü yer almaktadır. İnceleme ve Ön İnceleme Değerlendirme Komisyonu ÇED Raporu ve ÇED Ön Araştırma Raporunu incelemek ve değerlendirmek üzere oluşturulan bir komisyondur. Bu komisyonun inceleme, değerlendirme çalışmaları bittikten sonra gerekçeli olarak hazırlayacağı rapor Bakanlık’ça ve Valilik’çe esas alınmakta ve ÇED sürecine tabi faaliyet için olumlu ya da olumsuz bir karar verilmektedir. Anılan komisyonlarda yapılan toplantılar sonucu sağlıklı bir karar alınabilmesi için bu kararın yalnızca toplantıya katılanların görüş ve müzakereleri sonucunda verilmesi gerekir. Toplantıya katılmayan üyelerin, temsil ettikleri kurum ve kuruluşların ÇED Raporu hakkındaki görüşlerinin olumlu olduğunun kabul edilmesi hukukun genel esaslarına aykırı bulunmaktadır. Çevresel Etki Değerlendirmesi Yönetmeliği’nin dava konusu edilen “ÇED Sürecine Halkın Katılımı” başlıklı 16. maddesinde yer alan “Raporunun Bakanlığa sunulmasından sonra, İnceleme Değerlendirme Komisyonunun ilk toplantısını müteakiben halkı yatırım hakkında bilgilendirmek, görüş ve önerilerini almak üzere faaliyet sahibi tarafından bir toplantı düzenlenir. Toplantı tarihi, faaliyet sahibi ile Bakanlık arasında varılacak mutabakat sonucu belirlenir... Faaliyet sahibi toplantı yerini, gününü ve saatini belirleyen bir ilanı o yörede yayımlanan yöresel bir gazetede ve Türkiye genelinde yayımlanan tirajı en yüksek beş gazeteden birinde toplantı tarihinden en az üç gün önce bir kez yayımlatır. Toplantı, mahallin en büyük mülki idare amirince gerekli görülen yerlerde en az beş iş günü süreyle askıda ilan edilir, ayrıca yerel iletişim araçlarıyla duyurulabilir...” “Mahalli Çevre Kurulunun, çevresel etkileri önemlidir kararı üzerine hazırlanan ÇED Raporları için halkın katılımı toplantısı yapılmaz.” hükmünde hukuka aykırı bir yön bulunmamaktadır. Diğer taraftan söz konusu Yönetmelik’in 25 ve 26. maddelerinde “Çevresel Etkileri Önemlidir” kararının verilmesi aşamasında halkın katılımı sağlandığından, bu karar üzerine Mahalli Çevre Kurulunca hazırlanan ÇED Raporları için tekrar halkın katılımı toplantısı yapılmasına gerek bulunmadığı kuşkusuzdur. Danıştay Kararları 179 Davacı, Çevresel Etki Değerlendirmesi Yönetmeliği’nin 17. maddesinde yer alan “Faaliyet sahibi ‘ÇED Olumlu Görüşü’ verilen faaliyet için, diğer mevzuat uyarınca ilgili kurum ve kuruluşlardan gerekli izinleri alarak dört yıl içinde yatırıma başlamadığı takdirde ÇED Olumlu Görüşü geçersiz sayılır.” hükmünün “dört yıl içinde yatırıma başlamadığı takdirde” kısmının da iptalini istemekte ise de ülkemiz koşullarında kuruluşların işleyiş niteliği yapılacak çalışmaların önemi ve büyüklüğü yatırımın gerçekleştirilme aşamaları ve eleman, sermaye, ekipman temini gibi unsurları ve kapsamı göz önüne alındığında daha önce iki yıl olarak belirlenen bu sürenin dört yıla çıkarılmasında hukuka aykırılık görülmemiştir. Yönetmelik’in dava konusu 35. maddesi ile “7 Şubat 1993 tarih ve 21489 sayılı Resmi Gazete’de yayımlanan Çevresel Etki Değerlendirmesi Yönetmeliği yürürlükten kaldırılmıştır.” yolundaki hükmünün daha önce yürürlükte olan yönetmelik hükümleriyle çelişkiler doğmaması ve uygulamada doğacak karışıklığın önlenmesi amacıyla sevk edildiği anlaşıldığından hukuka aykırı bir yönü bulunmamaktadır. Kaldı ki tamamı kaldırılan Yönetmelik’in yerine yeni bir yönetmelikte yürürlüğe konulmuştur. Yönetmelik’in geçici l. maddesinde “7 Şubat 1993 tarihinden önce uygulama projeleri onaylanmış veya çevre mevzuatı ve diğer ilgili mevzuat uyarınca yetkili mercilerden izin, ruhsat veya onay ya da kamulaştırma kararı alınmış veya ilgili mevzuat gereğince yer seçimi yapılmış veya yatırım programına alınmış veya mevzi imar planları onaylanmış faaliyetlere bu yönetmelik hükümleri uygulanmaz” hükmü yer almaktadır. 7 Şubat 1993 günlü, 21489 sayılı Resmi Gazete’de yayımlanan Çevresel Etki Değerlendirmesi Yönetmeliği’nin geçici 1. maddesinde, daha önce bu konuda çıkarılmış bir yönetmelik bulunmadığı için ÇED Raporu hazırlanmadan uygulanmasına başlanılmış (....yetkili mercilerden izin ve/veya onay alınmış) faaliyet ve yatırımlar yönetmelik kapsamı dışında bırakılmış, dava konusu edilen Yönetmelik’in geçici 1. maddesi ile de anılan yönetmelikle tanınan halleri göz önüne alınmak suretiyle 7.2.1993 tarihinden önce başlamış faaliyetlere de aynı hakların tanınması amaçlanmış olduğundan anılan madde hükmünde hukuka aykırı bir yön bulunmamaktadır. Yönetmelik’in Geçici 2. maddesinde yer alan, “Bu Yönetmelik’in yayımından önce güzergah belirlenmesini gerektiren faaliyetlerden ilgili mevzuat gereğince güzergahı belirlenen veya yatırım programına alınan petrol ve gaz boru hatları, enerji nakil hatları, otoyolları, ekspres yollar, devlet yolları ve il yolları faaliyetlerine bu yönetmelik hükümleri uygulanmaz.” hükmü kazanılmış hakları korumaya yönelik olduğundan anılan maddede hukuka aykırılık bulunmamaktadır. 180 Ekler Yönetmelik’in geçici 3. maddesinde “Bu Yönetmelik’in yürürlüğe girmesinden önce başvurusu yapılmış veya ÇED Raporu Formatı veya ÇED Ön Araştırma Kontrol Listesi verilmiş faaliyetlere bu Yönetmelik’in lehte olan hükümleri ve 7.2.1993 tarih ve 21489 sayılı Resmi Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe giren Çevresel Etki Değerlendirmesi Yönetmeliği hükümleri uygulanır.” hükmü yer almaktadır. 7.2.1993 günlü, 21489 sayılı Resmi Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe giren ÇED Yönetmeliği’ne göre, başvuru yapılmış veya ÇED Formatı veya ÇED Ön Araştırma Kontrol Listesi verilmiş olması Çevresel Etki Değerlendirmesi sürecinin yalnızca başlangıcı olup, bu konuda hak sağlayıcı bir durum yaratmamaktadır. Ortada eski yönetmeliğe göre kazanılmış bir hak bulunmadığından, başvuru yapılmış veya ÇED Formatı veya ÇED Ön Araştırma Kontrol listesi verilmiş faaliyetler için yeni yönetmelik hükümlerinin uygulanması gerektiğinden dava konusu Yönetmelik’in Geçici 3. maddesinde hukuka uyarlık görülmemektedir. Davacının, dava konusu Çevresel Etki Değerlendirmesi Yönetmeliği’nin ÇED uygulanacak faaliyetler listesinde hassas yörelerin yer almamasına ilişkin eksik düzenlemenin iptali yolundaki istemine gelince; anılan Yönetmelik’te, Çevresel Etki Değerlendirmesi ve Çevresel Etki Değerlendirmesi Ön Araştırma sürecine tabi faaliyetlerin Ek I ve Ek II sayılı listelerde sınıflandırıldığı, davacının bu listelere ek olarak ÇED sürecine tabi tutulması gerektiğini öne sürdüğü “Hassas Yörelerin” öncelikli olarak özel yasalarla koruma altına alınmış olduğu anlaşıldığından anılan yerlerin ayrıca adı geçen dava konusu Yönetmelik’te yer almamasında herhangi bir sakınca bulunmamaktadır. Diğer taraftan söz konusu Yönetmelik’in 8. maddesinde yer alan “...Valilik...planlanan faaliyetin belirtilen yerde gerçekleştirilmesinin mevzuat açısından uygun olup olmadığına karar verir.” hükmü ile mülki amirlere geniş bir yetki tanındığından hassas yörelere ilişkin sakıncalı durumlar yaratılması riski de ortadan kaldırılmıştır. Açıklanan nedenlerle, 23 Haziran 1997 günlü, 23028 sayılı Resmi Gazete’de yayınlanarak yürürlüğe giren Yönetmelik’in 4, 5, 6, 17, 27 ve 28. maddelerinde yer alan “Görüş” kavramlarının tamamı ile 15/a ve 24/a maddelerinin ikinci cümleleri ve Geçici 3. maddesinin iptaline, 16, 17. maddenin son fıkrası, 35 ile Geçici Madde l. ve Geçici Madde 2. maddeleri ve anılan yönetmelikte ÇED Uygulanacak Faaliyetler listesinde Hassas Yörelerin yer almaması yolundaki eksik düzenlemenin iptaline ilişkin isteminin ise reddine dava kısmen işlem iptal, kısmen ret şeklinde sonuçlandığından aşağıda dökümü yapılan ve peşin alınan yargılama giderleri toplamının yarısı olan 3.808.300 Liranın davacı üzerinde bırakılmasına, 3.808.300 Liranın ve Avukatlık Asgari Ücret Tarifesine göre 13.500.000 Lira avukatlık ücretinin yarısı olan 6.750.000 Liranın ise davalı idareden alınıp davacıya verilmesine artan Danıştay Kararları 181 2.100.000 Lira posta pulu ücretinin isteği halinde davacıya iadesine 19.11.1998 gününde oybirliğiyle karar verildi. Başkan Gürbüz ÖNBİLGİN Üye Salim TANSUK Üye Yaşar Selim ASMAZ Üye Bekir AKSOYLU YARGILAMA GİDERLERİ: Başvurma ve YD Harcı Karar Harcı Posta Pulu Masrafı TOPLAM : : : : 1.346.600 TL 870.000 TL 5.400.000 TL 7.616.600 TL Üye Faruk ÖZTÜRK 182 Ekler T.C. DANIŞTAY Altıncı Daire Esas No : 2003/4203 Karar No : 2003/7050 Temyiz İsteminde Bulunan : 1- Kültür ve Turizm Bakanlığı, ANKARA 2- Muğla Valiliği Karşı Taraf: Çimentaş İzmir Çimento Fabrikası TAŞ. Vekili : Av. Kayhan Karabayır İstemin Özeti: Muğla İdare Mahkemesi’nin 31.12.2002 günlü, E:2001/766 K:2002/1275 sayılı kararının usul ve yasaya aykırı olduğu öne sürülerek bozulması istenilmektedir. Savunmanın Özeti : Temyiz edilen kararda bozma nedenlerinden hiçbiri bulunmadığından, usul ve kanuna uygun olan kararın onanması gerektiği savunulmaktadır. Danıştay Tetkik Hakimi Selçuk Topal’ın Düşüncesi : Dava konusu koruma kurulu kararı, Çevresel Etki Değerlendirmesi Yönetmeliği’nde belirtilen yer tetkiki için valiliğe yapılan başvuru üzerine ilgili valiliğin görüş istemesi sonucunda, bölgede bulunan arkeolojik ve diğer sit alanları değerlendirilerek ve Muğla, Bayır Beldesi’nde davacı şirkete ait toplam 82.239 m2’lik taşınmazların bulunduğu alanın toplu konut bölgesi olarak belirlenmesi yolundaki 1/1000 ölçekli mevzi imar planına ilişkin 13.4.1994 günlü, 6 sayılı belediye meclisi kararının yerinde yaptırılan keşif ve bilirkişi incelemesi sonucunda, bölgede I. ve II. sınıf tarım toprağının bulunduğu ve tarım dışı faaliyetlere açılamayacağı anlaşıldığından, dava konusu işlemde planlama ilkelerine ve kamu yararına uyarlık bulunmadığı gerekçesiyle Danıştay Altıncı Dairesinin 13.9.1999 günlü, E:1998/3891, K:1999/3889 sayılı kararıyla onanan Aydın 1. İdare Mahkemesi’nin 16.12.1997 günlü, E:1994/1416, K:1997/1328 sayılı kararı da dikkate alınarak 2863 sayılı Yasa çerçevesinde alınmış bir karar olduğundan, Çevresel Etki Değerlendirmesi Yönetmeliği’nin belirlediği süreç çerçevesinde izlenilen yol ve yöntem sonucunda dava konusu işlemlerin tesis edildiği açıktır. Bu durumda İdare Mahkemesi’nce, dava konusu edilen koruma kurulu kararına yönelik olarak bu kararda sözü edilen tespitler açısından araştırma yapılarak, gerekirse kararda belirtilen tespitlere ilişkin olarak konusunda uzman kişilerden oluşturulacak bilirkişi kuruluna yerinde keşif ve bilirkişi incelemesi yaptırılması suretiyle karar verilmesi gerektiğinden, temyize konu idare mahkemesi kararının bozulmasının uygun olacağı düşünülmektedir. Danıştay Savcısı M. İclal Kutucu’nun Düşüncesi: İdare ve vergi mahkemelerince verilen kararların temyizen incelenerek bozulabilmesi için, Danıştay Kararları 183 2577 sayılı İdari Yargılama Usulü Kanunu’nun 49. maddesinin birinci fıkrasında belirtilen nedenlerin bulunması gerekmektedir. Temyiz dilekçesinde öne sürülen hususlar, söz konusu maddede yazılı nedenlerden hiçbirisine uymadığından, istemin reddi ile temyiz edilen mahkeme kararının onanmasının uygun olacağı düşünülmektedir. TÜRK MİLLETİ ADINA Karar veren Danıştay Altıncı Dairesi’nce Tetkik Hakimi’nin açıklamaları dinlendikten ve dosyadaki belgeler incelendikten sonra işin gereği görüşüldü: Dava, Muğla, Bayır Beldesi, Akkavak mevkiinde davacı şirketin çimento öğütme, dolum ve paketleme tesisi kurulmasına yönelik olarak yapılan yer tetkiki başvurusunun reddine ilişkin 13.9.2000 günlü, 0515-1926 sayılı Muğla Valiliği işleminin ve bu işleme dayanak olarak gösterilen 17.7.2000 günlü, 76 sayılı Muğla Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kurulu kararının iptali istemiyle açılmış; idare Mahkemesi’nce, yerinde yaptırılan keşif ve bilirkişi incelemesi sonucunda düzenlenen raporla dosyadaki bilgi ve belgelerin birlikte değerlendirilmesinden, yer tetkikinin ÇED (Çevresel Etki Değerlendirme) sürecinin başlamasından önce ve hazırlık mahiyetinde olan ve tesisin yapılacağı yere ilişkin mevzuat açısından, sakınca olup olmadığının tespitini içeren bir prosedür olduğu, dolayısıyla dava konusu yer için tüm çevresel faktörlerin etkilerinin ayrıntılı ve bilimsel olarak irdeleneceği aşamanın yer tetkiki aşaması olmayıp, ÇED sürecinin olması gerektiği, koruma kurulunca usule aykırı olarak ÇED sürecinde yapılması gereken değerlendirmelerin yer tetkiki sürecinde yapıldığı, tesisin planlandığı yer için koruma kurulunca mevzuat açısından bir değerlendirme yapılmadığı, faaliyet yapılacak yerin, anıtsal ve doğal sit alanında yer almadığı, antik kentlerin ve çağdaş yaşam merkezlerinin tesisten nasıl etkileneceğine dair ayrıntılı çalışma ve değerlendirmelerin ÇED Yönetmelik’ine göre ÇED araştırması sırasında yapılacak işlemlerden olduğu, dava konusu olayda bütün kamu kuruluşlarınca ön inceleme yapılarak yer tetkikinin mevzuat açısından incelemesine karşın, koruma kurulunun bu aşamayı çevresel etkiler açısından çok daha geniş kapsamlı değerlendirerek ve inceleyerek ÇED aşamasında yapması gereken işlemi, yer tetkiki aşamasında yaparak görüş bildirdiği, bunun ise yer tetkiki sürecinde uyulması gereken usul ve esaslara aykırı olduğu, dava konusu işlemlerin yalnızca yer tetkikine yönelik olduğu anlaşıldığından, ÇED aşamasında oluşumu öngörülebilecek tüm çevresel etkilerin ayrı ayrı ve bilimsel nitelikte araştırılacak ve tartışılacak olması nedeniyle dava konusu işlemlerde mevzuata uyarlık bulunmadığı gerekçesiyle iptaline karar verilmiş; karar davalı idareler tarafından temyiz edilmiştir. 184 Ekler Dava konusu olayda yer tetkiki için başvuru yapıldığı tarihte yürürlükte bulunan Çevresel Etki Değerlendirmesi Yönetmeliği’nin “Yer Tetkiki İçin Başvuru Başlıklı” 7. maddesinde: “Bu Yönetmeliğe tabi bir faaliyetin sahibi bir dilekçe ekinde faaliyetle ilgili proje özeti, faaliyet için önerilen yer veya yerlerin mülkiyetine ilişkin belge, imar veya vaziyet planı ile varsa faaliyeti tanıtıcı sair belgelerle birlikte faaliyetin gerçekleştirileceği ilin Valiliğine başvurur.” hükmü ile, aynı Yönetmelik’in “Faaliyet Yerinin Tetkiki” başlıklı 8. maddesinin birinci ve ikinci fıkralarında: “Valilik planlanan faaliyetin yeri hakkında mevzuat açısından bir engel bulunup bulunmadığını, ilgili kamu kurum ve kuruluşları nezdinde Taşra Teşkilatı aracılığıyla araştırır. Valilik bu araştırma sırasında gerekli görürse uzman kişilerden bir komisyon teşkil ederek görevlendirebilir. Valilik otuz işgünü içinde araştırmasını tamamlar ve planlanan faaliyetin belirtilen yerde gerçekleştirilmesinin mevzuat açısından uygun olup olmadığına karar verir. Valilik bu kararını faaliyet sahibine bildirir.” hükmü yer almaktadır. Dava konusu olayda, faaliyet sahibi olan davacı şirketin faaliyetin yapılacağı yer tetkiki için Muğla Valiliği’ne yapmış olduğu başvuru üzerine, Valiliğin yukarıda sözü edilen Yönetmelik hükmü çerçevesinde ilgili kamu kurum ve kuruluşlarından planlanan faaliyetin yeri hakkında mevzuat açısından bir engel bulunup bulunmadığının araştırılmasına yönelik olarak görüş istemesi sonucunda Muğla Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kurulu’nca, söz konusu alanın genel koruma verileri açısından, Karya’nın önemli antik yerleşme bölgeleri olan Alabanda, Hyllaryma, Pisye, Stratonikeia, Alinda, Gerga, Mobolla, Panamara ve Lagina gibi tarihi ve antik kentlerle oluşan çok özel ve önemli bir bölgenin merkezinde ve her açıdan etkilenme interlandı içerisinde kaldığı; böyle bir yörede kurulacak tesisin sadece kendi yakın çevresine değil, özellikle hammadde taşınması ve üretilen materyallerin nakliyesi sırasında geniş bir çevrede ulaşım ve kullanım yoğunlukları açısından olumsuz yönde etkili olabileceği ve bu etkiyle yüz yüze kalacak bölgelerin de doğal ve kültürel değerlerinin gözetilmesinin yasal bir sorumluluk ve zorunluluk olduğu; aynı tesisin ilave iskan alanları, yan ilişkiler ve diğer etkileri ile de yöredeki korunması gerekli peyzajı ve doğal-kültürel dokuyu zedeleyici ilave yapılanmalara neden olacağı; genelde, ülkenin en zengin doğal, ekolojik, tarihsel, kültürel ve arkeolojik zenginlikleriyle, önemli orman ve kıyı dokusunu barındıran Muğla ili için öngörülen kültürturizm ağırlıklı kalkınma ve koruma hedefleri ile de bu tür sanayi tesislerinin çelişmekte olduğu; ayrıca aynı bölgede daha önce öngörülen toplu konut alanı gibi direkt kirlilik yaratmayacak bir uygulamanın bile Danıştay’ın 13.9.1999 günlü, 1999/3889 sayılı kararı ile tarım topraklarının korunması gerekçesiyle uygun görülmemiş olmasının, bu tesis için yer seçiminde karar verilirken dikkate alınması gereken bir hukuksal veri olduğu ve bilimsel Danıştay Kararları 185 bilirkişi raporlarına dayalı olarak alınmış yargı kararı olduğu için de kurulca önem taşıyan bir içerik taşıdığı; İzmir II Numaralı Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kurulu uzmanlarının 11.8.1993 tarihli raporunda belirtilen ve aynı bölgede kaçak kazılar yapıldığı, tahrip edilmiş mezar kalıntılarının bulunduğu, yüzeyde seramik parçalarına rastlanıldığı şeklindeki saptamaların da önem taşıdığı ve bu saptamaların gerektirdiği araştırmaların yüzeysel gözlemlerle değil, sondaj kazılarıyla ve daha ayrıntılı bilimsel yöntemlerle yapılması gerektiği, bu tür bir arkeolojik araştırma sonuçlandırılmadan söz konusu arazide tesis kurulmasına olumlu görüş vermenin, Türkiye’nin onayı olan ve yasa gücünde bulunan uluslararası sözleşmelere de aykırı olacağı gerekçeleriyle dava konusu faaliyetin planlandığı yerde kurulmasının kültür ve tabiat varlıklarının korunmasının hedefi ve ilkeleri açısından uygun olmadığı yolundaki dava konusu 17.7.2000 günlü, 76 sayılı kararın alındığı ve bu karar üzerine de Muğla Valiliği İl Çevre Müdürlüğünün planlanan faaliyetin ÇED Yönetmeliği’nin 8. maddesi gereğince belirtilen yerde gerçekleştirilmesinin mevzuat açısından uygun görülmediği yolundaki 13.9.2000 günlü, 0515–1926 sayılı işleminin tesis edildiği anlaşılmaktadır. Her ne kadar, Köy Hizmetleri Genel Müdürlüğü 16. Bölge Müdürlüğü’nün dava konusu taşınmazlara yönelik olarak tarım dışı amaçlı kullanılmasının uygun olduğu yolunda görüşü varsa da, Muğla, Bayır Beldesinde davacı şirkete ait toplam 82.239 m2’lik taşınmazların bulunduğu alanın toplu konut bölgesi olarak belirlenmesi yolundaki 1/1000 ölçekli mevzi imar planına ilişkin 13.4.1994 günlü, 6 sayılı belediye meclisi kararının iptali için açılan davada yerinde yaptırılan keşif ve bilirkişi incelemesi sonucunda düzenlenen raporla dosyadaki bilgi ve belgelerin birlikte değerlendirilmesinden, bölgede I. ve II. sınıf tarım toprağının bulunduğu ve tarım dışı faaliyetlere açılamayacağı anlaşıldığından, dava konusu işlemde planlama ilkelerine ve kamu yararına uyarlık bulunmadığı gerekçesiyle işlemi iptal eden Aydın 1. İdare Mahkemesi’nin 16.12.1997 günlü, E:1994/1416, K:1997/1328 sayılı kararı Danıştay Altıncı Dairesi’nin 13.9.1999 günlü, E:1998/3891, K:1999/3889 sayılı kararıyla onanmıştır. Dava konusu koruma kurulu kararı, bölgede bulunan arkeolojik ve diğer sit alanları değerlendirilerek ve yukarıda söz edilen yargı kararı da dikkate alınarak 2863 sayılı Yasa çerçevesinde alınmış bir karardır. Bu koruma kurulu kararında, İdare Mahkemesi’nce yaptırılan keşif ve bilirkişi incelemesi sonucunda düzenlenen raporda belirtilenin aksine, Çevresel Etki Değerlendirmesi Yönetmeliği’nde belirtilen yer tetkiki için valiliğe yapılan başvuru üzerine ilgili valiliğin görüş istemesi sonucunda alınmış olup, Çevresel Etki Değerlendirmesi Yönetmeliği’nin belirlediği süreç çerçevesinde izlenilen yol ve yöntem sonucunda dava konusu işlemlerin tesis edildiği açıktır. 186 Ekler Bu durumda idare Mahkemesi’nce, dava konusu edilen koruma kurulu kararına yönelik olarak bu kararda sözü edilen tespitler açısından araştırma yapılarak, gerekirse kararda belirtilen tespitlere ilişkin olarak konusunda uzman kişilerden oluşturulacak bilirkişi kuruluna yerinde keşif ve bilirkişi incelemesi yaptırılması ve bilirkişi raporunun alınmasından sonra karar verilmesi gerekmektedir. Açıklanan nedenlerle Muğla idare Mahkemesi’nin 31.12.2002 günlü, E:2001/766 K:2002/1275 sayılı kararının BOZULMASINA, dosyanın adı geçen mahkemeye gönderilmesine 22.12.2003 gününde oybirliğiyle karar verildi. Başkan Acar OLTULU Üye Bekir AKSOYLU Üye Sinan YÖRÜKOĞLU Üye Banu DİLCİN Üye Nazlı KOÇER Danıştay Kararları 187 T.C. DANIŞTAY Altıncı Daire Esas No : 2000/7274 Karar No : 2002/3682 Davacı : TMMOB Çevre Mühendisleri Odası Vekili : Av. Nurten Çağlar Yakış Davalı : Çevre Bakanlığı, ANKARA Davalı İdare Yanında Davaya Katılanlar: 1- Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı ANKARA 2- Elektrik Üretim A.Ş. Genel Müdürlüğü Vekili : Av. Ayşegül Dilmen Seyfeli Davanın Özeti : Çevre Bakanlığı’nca hazırlanan ve 29.9.2000 günlü, 24185 sayılı Resmi Gazete’de yayınlanan “23.6.1997 günlü, 23028 sayılı Resmi Gazete’de Yayınlanarak Yürürlüğe Giren Çevresel Etki Değerlendirmesi Yönetmeliği’ne Geçici Madde Eklenmesine İlişkin Yönetmelik”in iptali istenilmektedir. Çevre Bakanlığı’nın Savunmasının Özeti: Yönetmelik değişikliğinin kamu yararı gözetilerek gerçekleştirildiği, ülkede yaşanan enerji darboğazının aşılması amacıyla mobil ve yüzer santraller ile entegre tesisin tüm ünitelerinin geçici madde kapsamında değerlendirilerek belirli bir süre için çevresel etki değerlendirmesi süreci dışında tutulduğu, davacının dava açmada menfaatinin bulunmadığı nedenleriyle yasal dayanaktan yoksun davanın reddi gerektiği savunulmaktadır. Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı’nın Savunmasının Özeti: Yönetmelik değişikliğinin mobil santrallerin çevreyi gözetmeden çalıştırılmalarını sağlamak amacına hizmet etmeyip acilen ihtiyaç duyulan elektrik enerjisini yapıları gereği kısa sürede temin edebilecek olan mobil santrallerin, çok uzun süre olan izin işlemlerinin tamamlanması için gerekli sürenin çevresel kriterler de korunarak sağlanmasına yardımcı olmak amacını taşıdığı, değişiklikte kamu yararının gözetildiği gerekçeleriyle davanın reddi gerektiği savunulmaktadır. Elektrik Üretim A.Ş. Genel Müdürlüğü’nün Savunmasının Özeti: Davacının dava konusu işlemle ihlal edilen hukuki bir menfaatinin bulunmadığı, diğer taraftan dava konusu yönetmelik değişikliğinde hukuka aykırılık olmadığı gerekçesiyle davanın usul ve esastan reddine karar verilmesi gerektiği savunulmaktadır. 188 Ekler Danıştay Tetkik Hakimi Gül Filiz Ercan Aslantaş’ın Düşüncesi: 2709 sayılı T.C. Anayasası’nın 56. maddesinde, “Herkes sağlıklı ve dengeli bir çevrede yaşama hakkına sahiptir. Çevreyi geliştirmek, çevre sağlığını korumak ve çevre kirlenmesini önlemek devletin ve vatandaşların ödevidir. Devlet, herkesin hayatını, beden ve ruh sağlığı içinde sürdürmesini sağlamak, insan ve madde gücünde tasarruf ve verimi artırarak, işbirliğini gerçekleştirmek amacıyla sağlık kuruluşlarını tek elden planlayıp hizmet vermesini düzenler...” kuralı yer almış, 2872 sayılı Çevre Kanunu’nun 1. maddesinde ise, Kanun’un amacının, bütün vatandaşların ortak varlığı olan çevrenin korunması, iyileştirilmesi; kırsal ve kentsel alanda arazinin ve doğal kaynakların en uygun şekilde kullanılması ve korunması; su, toprak ve hava kirlenmesinin önlenmesi; ülkenin bitki ve hayvan varlığı ile doğal ve tarihsel zenginliklerinin korunarak, bugünkü ve gelecek kuşakların sağlık, uygarlık ve yaşam düzeyinin geliştirilmesi ve güvence altına alınması için yapılacak düzenlemeleri ve alınacak önlemleri, ekonomik ve sosyal kalkınma hedefleriyle uyumlu olarak belirli hukuki ve teknik esaslara göre düzenlemek olduğu, hükme bağlanmıştır. Olay tarihinde yürürlükte olan ve 2872 sayılı Çevre Kanunu’nun 10. maddesi uyarınca hazırlanan Çevresel Etki Değerlendirmesi Yönetmeliği’nin 1. maddesinde amaç gerçek ve tüzel kişilerin gerçekleştirmeyi planladıkları Yönetmelik kapsamına giren faaliyetlerin çevre üzerinde yapabilecekleri bütün etkilerin belirlenerek değerlendirilmesi ve tespit edilen olumsuz etkilerin önlenmesi için gerçekleştirilecek çevresel etki değerlendirmesi sürecinde uyulacak idari ve teknik usul ve esasları düzenlemek olarak belirlenmiştir. Dava konusu Yönetmelik değişikliğiyle ise Çevresel Etki Değerlendirmesi Yönetmeliği kapsamına giren uyuşmazlık konusu faaliyetler için belirtilen usul ve esasların 31.12.2002 tarihine kadar uygulanmayacağı yolunda düzenleme getirilmiştir. Anılan değişiklik yukarıda yer alan yasal düzenlemelerde öngörülen çevrenin korunması ve insanların sağlıklı bir çevrede yaşamalarına olanak sağlanması amacını bertaraf etmesi nedeniyle kamu yararına ve hukuka aykırı olduğundan iptalinin uygun olacağı düşünülmektedir. Danıştay Savcısı Aynur Şahinok’un Düşüncesi: Dava; 29.9.2000 günlü, 24185 sayılı Resmi Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe giren Çevresel Etki Değerlendirmesi Yönetmelik’ine Geçici 6. madde eklenmesine ilişkin yönetmelik’in iptali istemiyle açılmıştır. Dava konusu Yönetmelik’in dayanağı olan 23.6.1997 tarih ve 22028 sayılı Resmi Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe giren Çevresel Etki Değerlendirmesi Yönetmeliği ve ilgili tebliğleri 6.6.2002 tarih ve 24777 sayılı Resmi Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe giren Yönetmelik’in 28. maddesiyle yürürlükten kaldırılmış ise de iptali istenen maddenin yeni Yönetmelik’in geçi- Danıştay Kararları 189 ci 6. maddesinde aynen kurala bağlanmış olması ve idari işlemlerin hukuka uygunluklarının yargısal denetiminin tesis edildikleri tarih itibariyle yürürlükte bulunan mevzuat ve hukuki durum esas alınarak yapılacağı esasından hareketle anılan yönetmelik hükmüne göre bir takım santrallerin kurulması için çalışmalara ve işlemlere başlanılmış olması nedeniyle işin esasının incelenmesine geçilmiştir. 2872 sayılı Çevre Kanunu ve bu Kanuna istinaden yayımlanan Çevresel Etki Değerlendirmesi (ÇED) Yönetmeliği’ne geçici madde eklenmesiyle mobil ve yüzer elektrik santralleri kurulması ve bunlarla ilgili diğer faaliyetler 31.12.2002 tarihine kadar ÇED Yönetmeliği hükümlerinden muaf tutulmuş ve böylece çevre mevzuatı uygulaması askıya alınmıştır. ÇED Yönetmeliği’nin mobil ve yüzer elektrik santralleri bakımından iki yıl süreyle uygulanmayacağına dair dava konusu yönetmelik ile su kirliliği kontrolü yönetmeliği ve hava kalitesinin korunması yönetmeliklerinde yapılan değişiklikler birlikte göz önüne alındığında amacın mobil ve yüzer santrali tesis ve üretim aşamasında ruhsata ilişkin hükümlerin 31.12.2002 tarihine kadar uygulanmamasını sağlamak olduğu, bu arada toplum ve çevre sağlığını olumsuz yönde etkileyebilecek etkenlerinde göz ardı edildiği kuşkusuzdur. Diğer yandan, insan ve çevre sağlığı yanında maliyet itibariyle santrallerde kullanılacak yakıtın dışarıdan ithal edilmesi nedeniyle maliyeti fazla olan enerji yatırımına yönelinmesi de kamu yararı yönünden sakıncalıdır. Nitekim yaklaşan elektrik enerjisi darboğazı nedeniyle alınacak tasarruf tedbirlerinin yanında acil elektrik ihtiyacının karşılanması amacıyla gezer ve yüzer santrallerden yararlanılması düşünülmüş ise de; motorin ile çalışan santrallerin esas itibariyle acil durum santralleri olup işlevlerinin ekonomik olmadığı, ülkemizde kullanılan ilk gezer santrallerin 1970’li yıllarda satın alınıp Kıbrıs ve Gökçeada’da kullanılmasına karşın fazla yarar sağlamadığı, bilahare elektrik enerjisi arzında meydana gelen yetersizlikler nedeniyle gezer santrallerden yararlanma alternatifinin gündeme gelerek 1990’lı yıllarda Güney Doğu Anadolu Bölgesi’nde bu santraller (Van, Hakkari, Silopi ve İdilde) kullanılmaya başlanılmış ise de bunların gerçek anlamda gezer santraller olmayıp kısa sürede tesis edilebilir sabit tesisler olduğu, ilim adamları tarafından yapılan araştırmalara göre yüzer santrallerin tamamının gaz türbünlü olması ve kombine çevrim olmadıkları için verimlerinin düşük olduğu bu durumda sınırlı kapasiteleri, düşük verimleri ve pahalı yakıt yakmaları nedeniyle acilen ve ekonomik olarak yararlanabilme olanağında bulunmadığı, kısa dönem enerji açığının kapatılmasında bir alternatif olarak düşünülen ağır yakıtlı dizel-jeneratör bazlı gezer ve yüzer santrallerin feul-oil ihtiyacının nasıl karşılanabileceğinin de ayrı bir sorun olduğu saptanmış bulunmaktadır. 190 Ekler Ayrıca, davalı idare tarafından enerji-çevre ilişkisinde iyi bir denge kurulması sağlanarak yaşanabilir bir çevre bırakabilmek için söz konusu santrallere yönelik tüm tedbirlerin alınmasının zorunlu olduğu nitekim Sağlık Bakanlığı tarafından Gayri Sıhhi Müesseseler Yönetmeliği’nde de değişiklik yapıldığı ve gerekli önlemlerin alındığı öne sürülmekte ise de adı geçen Yönetmelik Danıştay 10. Dairesi’nin 27.2.2002 günlü E:2000/5957, K:2002/505 sayılı kararıyla iptal edilmiş bulunmaktadır. Diğer taraftan dava konusu yönetmelik hükmü ile ÇED Yönetmeliği’nin belli bir süre uygulanmayarak askıya alınması 2709 sayılı Anayasa’nın 56. maddesine, Çevre Kanunu’nun ve Umumi Hıfzısıhha Kanunu’nun çevre ve toplum sağlığını koruma yönündeki hükümlerine aykırıdır. Açıklanan nedenlerle insan ve çevre sağlığı yönünden uygulanması sakıncalı sonuçlar doğurabilecek olan Yönetmelik hükmünde kamu yararına ve hukuka uyarlık bulunmadığından dava konusu Yönetmelik’in iptali gerekeceği düşünülmektedir. TÜRK MİLLETİ ADINA Karar veren Danıştay Altıncı Dairesi’nce duruşma için önceden belirlenen 25.6.2002 gününde yapılan tebligat üzerine davacı Çevre Mühendisleri Odası Vekili Av. Nurten Çağlar Yakış, davalı Çevre Bakanlığı’nı temsilen Hukuk Müşaviri Ş. Özlem Aytaç ile davalı idare yanında davaya katılan Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı’nı temsilen Hukuk Müşaviri Şafak Arslan’ın geldiği, davalı idare yanında davaya katılan Elektrik Üretim Anonim Şirketini temsilen gelen olmadığı görülerek Savcı Aynur Şahinok’un da katılımıyla duruşma yapıldı. 26.6.2002 gününde Tetkik Hakimi Gül Filiz Ercan Aslantaş’ın açıklamaları dinlendikten ve dosyadaki belgeler incelendikten sonra ehliyet def’i yerinde görülmeyerek işin gereği görüşüldü: Dava 29.9.2000 günlü, 24185 sayılı Resmi Gazete’de yayımlanan; 23.6.1997 günlü, 23028 sayılı Resmi Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe giren Çevresel Etki Değerlendirmesi Yönetmeliği’ne Geçici Madde Eklenmesine İlişkin Yönetmelik’in hukuka aykırı olduğu gerekçesiyle iptali istemiyle açılmıştır. Dava konusu Yönetmelik’in dayanağı olan 23.6.1997 günlü, 22028 sayılı Resmi Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe giren Çevresel Etki Değerlendirmesi Yönetmeliği ve ilgili tebliğleri 6.6.2002 günlü, 24777 sayılı Resmi Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe giren Yönetmelik’in 28. maddesiyle yürürlükten kaldırılmış ise de iptali istenilen maddenin yeni Yönetmelik’in geçici 6.maddesinde aynen korunmuş olması nedeniyle işin esasının incelenmesine geçilmiştir. Danıştay Kararları 191 Dava konusu Yönetmelik’in 1. maddesi ile eklenen Geçici 6. madde; “mobil ve yüzer elektrik santralleri ve bu santrallerin enterkonnekte şebekeye bağlantısını sağlayacak enerji iletim hatları, santrallerde kullanılacak petrol, petrokimyasal ve kimyasal ürün depoları ile limanlar, iskeleler ve rıhtımlara ilişkin faaliyetlere bu Yönetmelik hükümleri 31.12.2002 tarihine kadar uygulanmaz” hükmünü içermektedir. Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın 56. maddesinde, “Herkes sağlıklı ve dengeli bir çevrede yaşama hakkına sahiptir. Çevreyi geliştirmek, çevre sağlığını korumak ve çevre kirlenmesini önlemek devletin ve vatandaşların ödevidir. Devlet, herkesin hayatını, beden ve ruh sağlığı içinde sürdürmesini sağlamak, insan ve madde gücünde tasarruf ve verimi artırarak, işbirliğini gerçekleştirmek amacıyla sağlık kuruluşlarım tek elden planlayıp hizmet vermesini düzenler...” hükmü, 124. maddesinde ise “Başbakanlık, bakanlıklar ve kamu tüzel kişileri, kendi görev alanlarını ilgilendiren Kanunların ve Tüzüklerin uygulanmasını sağlamak üzere ve bunlara aykırı olmamak şartıyla yönetmelikler çıkarabilirler” hükmü yer almış, 2872 sayılı Çevre Kanunu’nun 1. maddesinde. Kanun’un amacının, bütün vatandaşların ortak varlığı olan çevrenin korunması, iyileştirilmesi; kırsal ve kentsel alanda arazinin ve doğal kaynakların en uygun şekilde kullanılması ve korunması; su, toprak ve hava kirlenmesinin önlenmesi; ülkenin bitki ve hayvan varlığı ile doğal ve tarihsel zenginliklerinin korunarak, bugünkü ve gelecek kuşakların sağlık, uygarlık ve yaşam düzeyinin geliştirilmesi ve güvence altına alınması için yapılacak düzenlemeleri ve alınacak önlemleri, ekonomik ve sosyal kalkınma hedefleriyle uyumlu olarak belirli hukuki ve teknik esaslara göre düzenlemek olduğu, 10. maddesinde de gerçekleştirmeyi planladıkları faaliyetleri sonucu çevre sorunlarına yol açabilecek kurum, kuruluş ve işletmeler bir “Çevresel Etki Değerlendirmesi Raporu” hazırlarlar. Bu raporda çevreye yapılabilecek tüm etkiler göz önünde bulundurularak çevre kirlenmesine sebep olabilecek atık ve artıkların ne şekilde zararsız hale getirilebileceği ve bu hususta alınacak önlemler belirtilir. Çevresel Etki Değerlendirme Raporu’nun hangi tip projelerde isteneceği, ihtiva edeceği hususlar ve hangi makamca onaylanacağına dair esaslar Yönetmelik’le belirlenir hükmüne yer verilmiştir. 2872 sayılı Çevre Kanunu’nun 10. maddesi hükmü uyarınca düzenlenen ve olay tarihinde yürürlükte bulunan Çevresel Etki Değerlendirmesi Yönetmeliği’nin 1. maddesinde de amaç, gerçek ve tüzel kişilerin gerçekleştirmeyi planladıkları Yönetmelik kapsamına giren faaliyetlerinin çevre üzerinde yapabilecekleri bütün etkilerinin belirlenerek değerlendirilmesi ve tespit edilen olumsuz etkilerin önlenmesi için gerçekleştirilecek Çevresel Etki Değerlendirmesi sürecinde uyulacak idari ve teknik usul ve esasları düzenlemek olarak belirlenmiş, termik güç santralleri, nehir tipi santraller, gerilimi 154 192 Ekler kilovolt ve üstü enerji nakil hatları, petrol, petrokimyasal ürün depolama tesisleri, limanlar, iskeleler ve rıhtımlar Yönetmelik’in Ek I. maddesinde düzenlenen Çevresel Etki Değerlendirmesi Uygulanacak Faaliyetler Listesinde yer almıştır. Anılan Yönetmelik kapsamındaki faaliyetler için tüm idari ve teknik usul ve esaslar yerine getirildikten sonra alınacak “Çevresel Etkileri Önemsizdir” kararı veya çevresel etkileri önemli görülenler için alınacak “ÇED Olumlu Kararı” üzerine faaliyete başlanacağı, belirtilen kararlar alınmadan faaliyete başlanıldığı tespit edilirse faaliyetin durdurulacağına ilişkin hükümler ve bu husustaki müeyyideler de söz konusu Yönetmelik’te düzenlenmiştir, Dava konusu Yönetmelik’te ise Çevresel Etki Değerlendirmesi Yönetmeliği kapsamına giren (mobil ve yüzer) elektrik santralleri ve bu santrallerin enterkonnekte şebekeye bağlantısını sağlayacak enerji iletim hatları santrallerde kullanılacak petrol, petro-kimyasal ürün depoları ile limanlar, iskeleler ve rıhtımlara ilişkin faaliyetlere anılan Yönetmelik hükümlerinin 31.12.2002 tarihine kadar uygulanmayacağı yolunda düzenleme getirilmiştir. Bu haliyle, Yönetmelik kapsamına alınmış olan faaliyetlerin çevreye olabilecek olumlu ya da olumsuz etkilerinin belirlenmesinin, olumsuz yöndeki etkilerinin önlenmesi ya da çevreye zarar vermeyecek ölçüde en aza indirilmesi için alınacak önlemlerin, seçilen yer ve teknoloji alternatiflerinin tespit edilerek değerlendirilmesi ve faaliyetlerin uygulanmasının izlenmesi ve denetlenmesi yönündeki çevresel etki değerlendirmesi süreci iki yıldan fazla bir zaman dilimi için bertaraf edilmiştir. Olay tarihinde yürürlükte olan ÇED Yönetmeliği kapsamında yer alan faaliyetler nedeniyle çevreye yapılabilecek tüm etkilerin göz önünde bulundurularak çevre kirliliğinin önlenmesi amacıyla ilgili kurum, kuruluş ve işletmeler için “Çevresel Etki Değerlendirmesi Raporu” hazırlama zorunluluğu 2872 sayılı Çevre Kanunu’nun 10. maddesi ile getirilmiş bir düzenleme olduğundan sözü edilen Yasada öngörülen bu yükümlülükle ilgili olarak “ÇED sürecinde uyulacak idari ve teknik usul ve esasları düzenlemek” amacıyla çıkarılan Yönetmeliğe (ÇED Yönetmeliği) eklenen dava konusu geçici madde ile söz konusu Yönetmelik hükümlerinin belirli bir süre için (31.12.2002 tarihine kadar) de olsa uygulanmayacağı yolunda hüküm getirilmesi, Çevre Yasasına aykırılık oluşturduğu gibi söz konusu Yönetmelik’in çıkarılış amacına da aykırıdır. Belirtilen nedenlerle amacı çevrenin korunması ve insanların sağlıklı bir çevrede yaşamalarına olanak sağlamak olan Çevre Kanunu ve Çevresel Etki Değerlendirmesi Yönetmeliği hükümlerine aykırı olarak getirilen düzenlemede kamu yararına ve hukuka uyarlık görülmemiştir. Açıklanan nedenlerle, dava konusu Yönetmelik’in iptaline aşağıda dökümü yapılan 62.930.000 Lira yargılama gideri ile karar verildiği tarihte Danıştay Kararları 193 yürürlükte olan Avukatlık Asgari Ücret Tarifesi’ne göre hesaplanan 520.000.000 Lira vekâlet ücretinin davalı idareden alınarak davacıya verilmesine, artan posta pulu ücretinin isteği halinde davacıya iadesine, 26.6.2002 gününde oybirliğiyle karar verildi. Başkan Gürbüz ÖNBİLGİN Üye Bekir AKSOYLU Üye Faruk ÖZTÜRK Üye Sinan YÖRÜKOĞLU YARGILAMA GİDERLERİ: Başvurma ve Karar Harcı Vekalet ve Suret Harcı Posta Pulu Gideri TOPLAM : : : : 10.790.000 TL 390.000 TL 51.750.000 TL 62.930.000 TL Üye Nazlı KOÇER 194 Ekler T.C. DANIŞTAY Altıncı Daire Esas No : 2000/3626 Karar No : 2001/5220 Davacı : Çevre Mühendisleri Odası Vekili : Av. Nurten Çağlar Davalı : Çevre Bakanlığı ANKARA Davanın Özeti: 23 Haziran 1997 günlü, 23028 sayılı Resmi Gazete’de yayımlanan Çevresel Etki Değerlendirmesi Yönetmeliği’nin 28. maddesine bir fıkra eklenmesine dair olan ve 14.4.2000 günlü, 24020 sayılı Resmi Gazete’de yayımlanan Yönetmelik’in hukuka aykırı olduğu gerekçesiyle iptali istenilmektedir. Çevre Bakanlığı’nın Savunmasının Özeti: Dava konusu Yönetmelik’le getirilen düzenlemenin bir muafiyet niteliği taşımadığı, sadece ülke ekonomisine katkıda bulunan ve çevreye duyarlı çalışan, insan ve çevre sağlığını tehdit etmeyen faaliyetlerin yurt içi ve yurt dışı prestij ve ülke koşulları, ekonomik ve sosyal değerler düşünüldüğünde ÇED Yönetmeliği hükümlerini yerine getirirken faaliyetlerini sürdürmelerinde bir sakınca bulunmadığının değerlendirilmesinden ibaret olduğu nedeniyle işlemin hukuka uygun olduğundan bahisle davanın reddi gerektiği savunulmaktadır. Danıştay Tetkik Hakimi G. Filiz Ercan Aslantaş’ın Düşüncesi: Uyuşmazlık konusu Yönetmelik hükmü ile, Çevresel Etki Değerlendirmesi Yönetmeliği kapsamına giren faaliyetler için belirtilen usul ve esaslar yerine getirilmeden faaliyete başlanması halinde, faaliyetin üretim aşamasında olduğunun belgelenmesi kaydıyla faaliyet sahibine sınırı belirlenmeyen süre (yeteri kadar) tanınarak, Yönetmelikte belirlenen prosedürün yerine getirilmesine olanak sağlayacak düzenleme getirilmiş olduğundan, anılan düzenlemenin üretim esnasında çevresel etki değerlendirmesi göz önüne alınmadan faaliyette bulunulacağından çevreye verilecek olan zarar ile faaliyetin ÇED olumsuz kararı verilecek türden olması halinde faaliyete son verilmesinin sonuçları, ÇED Yönetmeliği’ne uygun hareket edenlerle faaliyetini sonradan uygun hale getirenler arasında eşitsizlik yaratacağı hususları göz önüne alındığında anılan işlemde hukuka uyarlık görülmediği gerekçesiyle iptalinin uygun olacağı düşünülmektedir. Danıştay Savcısı Turan Karakaya’nın Düşüncesi: Dava, 14.4.2000 günlü, 24020 sayılı Resmi Gazete’de yayımlanan Çevresel Etki Değerlendirmesi Yönetmeliği’nin 28. maddesine bir fıkra eklenmesine dair yönetmelik değişikliğinin iptali istemiyle açılmıştır. Dava konusu değişiklik 23.6.1997 günlü, 23028 sayılı Resmi Gazete’de yayımlanan Çevresel Etki Değerlendirmesi Yönetmeliği’nin değişik 28. Danıştay Kararları 195 maddesine birinci fıkradan sonra ikinci fıkra olarak eklenmiş olup; “Ancak, faaliyetin üretim aşamasına geçmiş bulunması halinde, üretimde bulunulduğunun belgelenmesi kaydıyla Yönetmelik’te belirtilen yükümlülüklerini yerine getirebilmeleri için bir defaya mahsus olmak üzere Bakanlık’ça uygun görülmesi halinde yeteri kadar süre verilebilir. Bu süre zarfında yükümlülüklerin yerine getirilmemesi durumunda faaliyet mahallin en büyük mülki idare amirince durdurulur” hükmünü içermektedir. 2709 sayılı T.C. Anayasası’nın 56. maddesinde, “Herkes sağlıklı ve dengeli bir çevrede yaşama hakkına sahiptir. Çevreyi geliştirmek, çevre sağlığım korumak ve çevre kirlenmesini önlemek devletin ve vatandaşların ödevidir. Devlet, herkesin hayatını, beden ve ruh sağlığı içinde sürdürmesini sağlamak, insan ve madde gücünde tasarruf ve verimi artırarak, işbirliğini gerçekleştirmek amacıyla sağlık kuruluşlarını tek elden planlayıp hizmet vermesini düzenler....” kuralı yer almıştır. Diğer taraftan, amaçlarından biri bütün vatandaşların ortak varlığı olan çevrenin korunması ve iyileştirilmesi olan 2872 sayılı Çevre Yasası’nın 10. maddesinde; ise “Gerçekleştirmeyi planladıkları faaliyetleri sonucu çevre sorunlarına yol açabilecek kurum, kuruluş ve işletmeler bir çevresel etki Değerlendirmesi raporu hazırlarlar. Bu raporda çevreye yapılabilecek tüm etkinin göz önünde bulundurularak çevre kirliliğine sebep olabilecek atık ve artıkların ne şekilde zararsız hale getirilebileceği ve bu hususta alınacak önlemler belirlenir. Raporun ihtiva edeceği hususlar ve hangi makamca onaylanacağına dair esaslar yönetmelikle belirlenir.” hükmü yer almıştır. Anılan hüküm uyarınca düzenlenmiş bulunan dava konusu Çevresel Etki Değerlendirmesi Yönetmeliği’nin 1. maddesinde de amacın, gerçek ve tüzel kişilerin gerçekleştirmeyi planladıkları Yönetmelik kapsamına giren faaliyetlerinin çevre üzerinde yapabilecekleri bütün etkilerin belirlenerek değerlendirilmesi ve tespit edilen olumsuz etkilerin önlenmesi olduğu belirtilmiştir. Yine anılan Yönetmelik gerçek ve tüzel kişilerin gerçekleştirmeyi planladıkları faaliyetlerin tespit edilen olumsuz etkilerinin önlenmesi için gerçekleştirilecek Çevresel Etki Değerlendirmesi sürecinde uyulacak idari ve teknik usul ve esasları düzenlemiş bulunmaktadır. Bu Yönetmelik kapsamındaki faaliyetler için tüm idari ve teknik usul ve esaslar yerine getirdikten sonra alınacak “Çevresel Etkileri Önemsizdir” yazısı veya çevresel etkileri önemli görülenler için alınacak “ÇED Olumlu Görüşü”, üzerine faaliyete başlanacak, eğer bu yazılar alınmadan faaliyete başlandığı tespit edilirse faaliyet durdurulacaktır. Bu husustaki müeyyidelerde Yönetmelik’in 28. maddesinde düzenlenmiş bulunmaktadır. Ancak dava konusu yönetmelik değişikliği ile, yönetmelik kapsamına giren faaliyetler için belirtilen usul ve esaslar yerine getirilmeden faaliyete başlanması halinde, faaliyet üretim aşamasına gelmiş ise faaliyet sahibine 196 Ekler süre tanınarak, yönetmelikte belirlenen prosedürün yerine getirilmesine olanak sağlayacak hüküm getirilmiştir. Getirilen hükmün, üretim esnasında çevresel etki değerlendirmesi göz önüne alınmadan faaliyette bulunulacağından çevreye verilen zarar; ile faaliyet ÇED olumsuz kararı verilecek türden ise faaliyete son verilmesinin sonuçları, ÇED Yönetmelik’ine uygun hareket edenlerle faaliyetini sonradan uygun hale getirenler arasında yaratacağı eşitsizlik göz önüne alındığında kamu yararına ve hukuka uygun olduğundan söz etme olanağı bulunmamaktadır. Bu durumda amacı çevrenin korunması ve insanların sağlıklı bir çevrede yaşamalarına olanak sağlamak olan Çevre Kanunu ve ÇED Yönetmeliği hükümlerine aykırı olarak getirilen düzenlemede hukuka uyarlık görülmemiştir. Açıklanan nedenlerle, dava konusu yönetmelik değişikliği ile getirilen hükmün iptali gerektiği düşünülmüştür. TÜRK MİLLETİ ADINA Karar veren Danıştay Altıncı Dairesi’nce önceden belirlenen 6.11.2001 gününde davacı Çevre Mühendisleri Odası vekili Av. Nurten Çağlar ve davalı Çevre Bakanlığı’nı temsilen Hukuk Müşaviri E. Sibel Çolak ile Maden Mühendisi Ahmet Oğuz Öztürk’ün geldiği görülerek Savcı Turan Karakaya’nın da katılımıyla duruşma yapıldı. Aynı gün Tetkik Hakimi G. Filiz Ercan Aslantaş’ın açıklamaları dinlendikten ve dosyadaki belgeler incelendikten sonra işin gereği görüşüldü: Dava, 14.4.2000 günlü, 24020 sayılı Resmi Gazete’de yayımlanan Çevresel Etki Değerlendirmesi Yönetmeliği’nin 28. Maddesine Bir Fıkra Eklenmesine Dair Yönetmelik Değişikliği’nin hukuka aykırı olduğu gerekçesiyle iptali istemiyle açılmıştır. Dava konusu değişiklik, 23.6.1997 tarihli 23028 sayılı Resmi Gazete’de yayımlanan Çevresel Etki Değerlendirmesi Yönetmeliği’nin değişik 28. maddesine birinci fıkradan sonra gelmek üzere ikinci fıkra olarak eklenmiş olup; “Ancak, faaliyetin üretim aşamasına geçmiş bulunması halinde, üretimde bulunulduğunun belgelenmesi kaydıyla Yönetmelikte belirtilen yükümlülüklerini yerine getirebilmeleri için bir defaya mahsus olmak üzere Bakanlıkça uygun görülmesi halinde yeteri kadar süre verilebilir. Bu süre zarfında yükümlülüklerin yerine getirilmemesi durumunda faaliyet mahallin en büyük mülki idare amirince durdurulur” hükmünü içermektedir. 2709 sayılı T.C. Anayasası’nın 56.maddesinde, “Herkes sağlıklı ve dengeli bir çevrede yaşama hakkına sahiptir. Çevreyi geliştirmek, çevre sağlığını korumak ve çevre kirlenmesini önlemek devletin ve vatandaşların ödevidir. Devlet, herkesin hayatını, beden ve ruh sağlığı içinde sürdürmesini sağ- Danıştay Kararları 197 lamak, insan ve madde gücünde tasarruf ve verimi artırarak, işbirliğini gerçekleştirmek amacıyla sağlık kuruluşlarını tek elden planlayıp hizmet vermesini düzenler...” hükmü yer almış, 2872 sayılı Çevre Kanunu’nun 1. maddesinde, Kanun’un amacının, bütün vatandaşların ortak varlığı olan çevrenin korunması, iyileştirilmesi; kırsal ve kentsel alanda arazinin ve doğal kaynakların en uygun şekilde kullanılması ve korunması; su, toprak ve hava kirlenmesinin önlenmesi; ülkenin bitki ve hayvan varlığı ile doğal ve tarihsel zenginliklerinin korunarak, bugünkü ve gelecek kuşakların sağlık, uygarlık ve yaşam düzeyinin geliştirilmesi ve güvence altına alınması için yapılacak düzenlemeleri ve alınacak önlemleri, ekonomik ve sosyal kalkınma hedefleriyle uyumlu olarak belirli hukuki ve teknik esaslara göre düzenlemek olduğu, 10. maddesinde “Gerçekleştirmeyi planladıkları faaliyetleri sonucu çevre sorunlarına yol açabilecek kurum, kuruluş ve işletmeler bir ‘Çevresel Etki Değerlendirmesi Raporu’ hazırlarlar. Bu raporda çevreye yapılabilecek tüm etkiler göz önünde bulundurularak çevre kirlenmesine sebep olabilecek atık ve artıkların ne şekilde zararsız hale getirilebileceği ve bu hususta alınacak önlemler belirtilir.” hükmü, 15. maddesinde de “Bu Kanun’da yazılı yasaklara aykırı hareket eden veya Kanun’la belirtilen yükümlülükleri yerine getirmeyen kurum, kuruluş ve işletmelere mahallin en büyük mülki amiri, bu yasaklara aykırı faaliyeti düzeltmek ve Kanun’da belirtilen yükümlülükleri yerine getirmek üzere esasları yönetmelikle belirlenen yeteri kadar bir süre verir. Bu süre içinde yasaklara aykırı hareket ve yükümlülüğü yerine getirmemekten dolayı ayrıca ceza verilmez. Bu süre sonunda bunları yapmayan kurum, kuruluş veya işletmelerin faaliyeti, yasağın veya yerine getirilmeyen yükümlülüğün çeşit ve niteliğine göre kısmen veya tamamen süreli veya süresiz olarak durdurulur” hükmü yer almaktadır. 2872 sayılı Çevre Kanunu’nun 10. maddesi hükmü uyarınca düzenlenen Çevresel Etki Değerlendirilmesi Yönetmeliği’nin 1. maddesinde de amaç, gerçek ve tüzel kişilerin gerçekleştirmeyi planladıkları Yönetmelik kapsamına giren faaliyetlerinin çevre üzerinde yapabilecekleri bütün etkilerinin belirlenerek değerlendirilmesi ve tespit edilen olumsuz etkilerin önlenmesi için gerçekleştirilecek Çevresel Etki Değerlendirmesi sürecinde uyulacak idari ve teknik usul ve esasları düzenlemek olarak belirlenmiştir. Anılan Yönetmelik kapsamındaki faaliyetler için tüm idari ve teknik usul ve esaslar yerine getirildikten sonra alınacak “Çevresel Etkileri Önemsizdir.” kararı veya çevresel etkileri önemli görülenler için alınacak “ÇED Olumlu Kararı” üzerine faaliyete başlanacağı, eğer belirtilen kararlar alınmadan faaliyete başlanıldığı tespit edilirse faaliyetin durdurulacağına ilişkin hükümler ve bu husustaki müeyyideler Yönetmelik’in 28. maddesinde düzenlenmiş bulunmaktadır. 198 Ekler Ancak, dava konusu Yönetmelik değişikliği ile, Yönetmelik kapsamına giren faaliyetler için belirtilen usul ve esaslar yerine getirilmeden faaliyete başlanması halinde faaliyetin üretim aşamasında bulunduğunun belgelenmesi kaydıyla faaliyet sahibine süre tanınarak, yönetmelikle belirlenen yükümlülüklerin yerine getirilmesine olanak sağlayacak düzenleme getirilmiştir. Anılan değişiklikte, Çevresel Etki Değerlendirmesi Yönetmeliği’nde öngörülen yükümlülüklerini yerine getirerek faaliyetine başlamış olanlarla, Çevresel Etki Değerlendirmesi Yönetmeliği’ni dikkate almadan faaliyete başlayıp üretime geçmiş olup ta sonradan yükümlülüklerini yerine getirmeleri için kendilerine süre (yeteri kadar) verilenler arasında eşitsizlik yaratıldığı gibi çevresel etkileri göz önüne alınmadan faaliyette bulunulması durumunda çevreye verilen zarar ile faaliyet ÇED olumsuz kararı verilecek türden ise faaliyete son verilmesinin sonuçları, değerlendirilmeden kamu yararına ve hukuka aykırı düzenleme getirilmiştir. Belirtilen nedenlerle amacı çevrenin korunması ve insanların sağlıklı bir çevrede yaşamalarına olanak sağlamak olan Çevre Kanunu ve Çevresel Etki Değerlendirmesi Yönetmeliği hükümlerine aykırı olarak getirilen düzenlemede hukuka uyarlık görülmemiştir. Açıklanan nedenlerle, işlemin iptaline, aşağıda dökümü yapılan 24.430.000 Lira yargılama gideri ile karar verildiği tarihte yürürlükte olan Avukatlık Asgari Ücret Tarifesi’ne göre hesaplanan 202.500.000 Lira vekâlet ücretinin davalı idareden alınarak davacıya verilmesine, artan 11.850.000 Lira posta pulu ücretinin isteği halinde davacıya iadesine 6.11.2001 gününde oybirliğiyle karar verildi. Başkan Gürbüz ÖNBİLGİN Üye Acar OLTUKLU Üye Bekir AKSOYLU Üye Banu DİLÇİN Yargılama Giderleri: Başvurma ve Karar Harcı Vekâlet Suret Harcı Posta Pulu Gideri TOPLAM : : : : 10.790.000.TL 390.000 TL 13.250.000 TL 24.430.000.TL Üye Nazlı KOÇER Danıştay Kararları 199 ATIK SUYUN ALICI ORTAMA VERİLMESİNİN ÇEVRE KİRLİLİĞİNE YOL AÇTIĞI HAKKINDA DANIŞTAY KARARLARI 200 Ekler Danıştay Kararları 201 T.C. DANIŞTAY Altıncı Daire Esas No : 1998/5035 Karar No : 1999/4714 Temyiz İsteminde Bulunan : Bursa Valiliği Karşı Taraf : AR-ELYAF A.Ş. Vekili : Av. Nagehan Demirdağ İstemin Özeti: Bursa 2. İdare Mahkemesi’nin 27.2.1998 günlü, E:1996/195, K:1998/118 sayılı kararının usul ve yasaya aykırı olduğu öne sürülerek bozulması istenilmektedir. Savunmanın Özeti: Temyiz edilen kararda bozma nedenlerinden hiçbiri bulunmadığından usul ve kanuna uygun olan kararın onanması gerektiği savunulmaktadır. Tetkik Hakimi Leyla Kodakoğlu’nun Düşüncesi: Temyiz isteminin kabulü ile mahkeme kararının bozulması gerektiği düşünülmektedir. Savcı Aynur Şahinok’un Düşüncesi: Temyiz dilekçesinde öne sürülen hususlar, 2577 sayılı İdari Yargılama Usulü Kanunu’nun 49. maddesinin 1. fıkrasında belirtilen nedenlerden hiçbirisine uymayıp idare Mahkemesi’nce verilen kararın dayandığı hukuki ve yasal nedenler karşısında anılan kararın bozulmasını gerektirir nitelikte görülmemektedir. Açıklanan nedenlerle temyiz isteminin reddiyle idare mahkemesi kararının onanmasının uygun olacağı düşünülmektedir. TÜRK MİLLETİ ADINA Karar veren Danıştay Altıncı Dairesi’nce Tetkik Hakimi’nin açıklamaları dinlendikten ve dosyadaki belgeler incelendikten sonra işin gereği görüşüldü: Dava, Bursa Organize Sanayi Bölgesi, Sarı Caddesi, No:2’de faaliyet gösteren davacı şirkete ait tesisten çıkan atık suların standart değerler üzerinde kirli olması nedeniyle çevreyi kirlettiğinden bahisle, 2872 sayılı Çevre Kanunu uyarınca para cezası verilmesine ilişkin 1.8.1995 günlü, 664 sayılı işlemin iptali istemiyle açılmış; İdare Mahkemesi’nce, mahallinde yaptırılan keşif ve bilirkişi incelemesi üzerine düzenlenen raporun dosyada bulunan bilgi ve belgelerle birlikte değerlendirilmesinden, dava konusu işletmenin tamamen mekanik aletlerle elyaf işleyen bir tesis olduğu, endüstriyel kaynaklı sıvı atığının bulunmadığı tesisten çıkan evsel kaynaklı atık suyun incelenmesi sonucunda Ph dışındaki tüm parametrelerin limit değerleri aştığı, ancak atık su miktarının az olmasına bağlı olarak, kanallardan yavaş akması nedeniyle bozulma olmasının doğal olduğu ve bölgedeki tesislerin arıtma 202 Ekler tesisi henüz inşa halinde olduğundan atık sularının doğrudan kanalizasyona verildiği anlaşıldığından, 35 kişiyi bünyesinde çalıştıran şirkete, sadece işçi çalıştırmasından kaynaklanan kirlilik nedeniyle para cezası verilmesine ilişkin işlemin hukuka aykırı olduğu gerekçesiyle iptaline karar verilmiş, bu karar davalı idare tarafından temyiz edilmiştir. Su Kirliliği Kontrol Yönetmeliği’nin 26. maddesinin (E) bendinde, gerçek veya tüzel kişilerin faaliyet türlerine göre alıcı ortamlarına verdikleri atık sular için Tablo 5’ten Tablo 21’e kadar konulan deşarj standartlarını sağlamakla yükümlü oldukları kurala bağlanmıştır. Çevre Kanunu’nun 8. maddesinde, her türlü atık ve artığı çevreye zarar verecek şekilde, ilgili yönetmeliklerde belirlenen standartlara ve yöntemlere aykırı olarak doğrudan veya dolaylı biçimde alıcı ortama vermenin, depolamanın, taşımanın, uzaklaştırmanın ve benzeri faaliyetlerde bulunmanın yasak olduğu kuralı yer almaktadır. Dosyanın incelenmesinden, davacı şirkete ait tesisten çıkan atık suların Su Kirliliği Kontrol Yönetmeliği’ndeki tablo standart değerlerinden yüksek çıktığının tespit edilmesi üzerine, Çevre Kanunu’nun 20/a maddesi uyarınca para cezası verilmesine ilişkin dava konusu işlemin tesis edildiği, İdare Mahkemesi’nce mahallinde yaptırılan keşif ve bilirkişi incelemesi sırasında alınan atık su numunelerinin laboratuar incelemesi sonucunda da tesisten çıkan atık suların (Ph) dışındaki tüm parametrelerinin limit değerleri aştığının belirlendiği, dolayısı ile tesisten çıkan evsel nitelikli atık suyun çevre kirliliğine neden olduğu anlaşılmaktadır. Bu durum karşısında, yönetmelik ile belirlenmiş standartlara aykırı olarak atık suyunu alıcı ortama veren davacı şirkete Çevre Kanunu uyarınca para cezası verilmesine ilişkin işlemde mevzuata aykırılık bulunmadığından, dava konusu işlemin iptali yolundaki idare mahkemesi kararında isabet görülmemiştir. Açıklanan nedenlerle Bursa 2. İdare Mahkemesi’nin 27.2.1998 günlü, E:1996/195, K:1998/118 sayılı kararının BOZULMASINA, dosyanın adı geçen mahkemeye gönderilmesine 12.10.1999 gününde oybirliğiyle karar verildi. Başkan Gürbüz ÖNBİLGİN Üye Yaşar Selim ASMAZ Üye Acar OLTULU Üye Bekir AKSOYLU Üye Faruk ÖZTÜRK Danıştay Kararları 203 STANDART DIŞI KÖMÜR SATIŞI NEDENİYLE ÇEVRE KİRLİLİĞİNE SEBEP OLUNMASI HAKKINDA DANIŞTAY KARARLARI 204 Ekler Danıştay Kararları 205 T.C. DANIŞTAY Altıncı Daire Esas No : 2003/3056 Karar No : 2003/6748 Temyiz İsteminde Bulunan: Balıkesir Valiliği Karşı Taraf : Mustafa Kasar İstemin Özeti : Bursa 1. İdare Mahkemesi’nin 4.2.2003 günlü, E:2002/1142, K:2003/104 sayılı kararının usul ve yasaya aykırı olduğu ileri sürülerek bozulması istenilmektedir. Savunmanın Özeti : Savunma verilmemiştir. Danıştay Tetkik Hakimi Sedef Türkdoğan’ın Düşüncesi : Temyiz isteminin reddi ile mahkeme kararının onanması gerektiği düşünülmektedir. Danıştay Savcısı Sedat Larlar’ın Düşüncesi: İdare ve vergi mahkemelerince verilen kararın temyizen incelenerek bozulabilmesi için, 2577 sayılı İdari Yargılama Usulü Kanunu’nun 49. maddesinin birinci fıkrasında belirtilen nedenlerin bulunması gerekmektedir. Temyiz dilekçesinde öne sürülen hususlar, söz konusu maddede yazılı nedenlerden hiçbirisine uymadığından, istemin reddi ile temyiz edilen mahkeme kararının onanmasının uygun olacağı düşünülmektedir. TÜRK MİLLETİ ADINA Karar veren Danıştay Altıncı Dairesi’nce Tetkik Hakimi’nin açıklamaları dinlendikten ve dosyadaki belgeler incelendikten sonra işin gereği görüşüldü: Dava, 2872 sayılı Çevre Kanunu uyarınca 10.714.330.000 Lira para cezası verilmesine ilişkin 4.7.2002 günlü, 1173 sayılı işlemin iptali istemiyle açılmış, İdare Mahkemesi’nce; davacının mahalli çevre kurulu kararma göre üzerine düşen yükümlülüğü yerine getirerek bu karara uygunluğunu gösteren analiz raporu ve torbası üzerinde yetkili bilgileri bulunan kömürü sattığı, kömürün, bu rapora ve torba üzerindeki bilgilere aykırı çıkmasının sorumluluğunun davacıya değil, kömür torbalayan firmaya ait olduğu, davacıya atfedilecek herhangi bir kusur bulunmadığı, dava konusu işlemde mevzuata uyarlık bulunmadığı gerekçesiyle iptaline karar verilmiş, karar davalı idare tarafından temyiz edilmiştir. 2872 sayılı Çevre Kanunu’nun 8. maddesinin 2. fıkrasında, kirlenme ihtimalinin bulunduğu durumlarda ilgililer kirlenmeyi önlemekle kirlenmenin meydana geldiği hallerde kirleten, kirlenmeyi durdurmak, kirlenmenin etkilerini gidermek veya azaltmak için gerekli tedbirleri almakla yükümlü olduk- 206 Ekler ları, anılan Yasa’nın 20. maddesinde de bu Yasa’ya aykırı davranışlara verilecek para cezaları hükme bağlanmıştır. Balıkesir Valiliği Mahalli Çevre Kurulu’nun 29.5.2001 günlü, 2001/5 sayılı kararı ile ısınma ve sanayi amaçlı kömürün üretiminden tüketimine kadar bütün aşamalarında üretici, torbalayıcı, perakendeci, nakliyeci ve tüketicilere yönelik bir dizi tedbirler belirlenmiş, torbalanan tüm kömürlerin Mahalli Çevre Kurulu kararında belirtilen niteliklere uygunluğu konusunda pazarlama zincirinde yer alan üretici, torbalayıcı ve satıcı firmalara müştereken ve müteselsilen sorumluluk yüklenmiştir. Dosyanın incelenmesinden, davacının üzerinde Mahalli Çevre Kurulu kararında belirtilen bilgilerin yer aldığı torbalanmış kömürü satacağı konusunda noterde düzenlediği taahhütnameyi Balıkesir Belediye Başkanlığı’na verdiği, 15.1.2002 tarihinde davacının işyerinde alınan torbalanmış kömür numunesinin İl Sağlık Müdürlüğünde analizi sonucunda düzenlenen 21.1.2002 günlü rapordan kurul kararı ile belirlenen standardın altında ısı değerine ve standardın üstünde kül oranına sahip olduğunun belirlenmesi üzerine dava konusu çevre para cezası verilmesine ilişkin işlemin tesis edildiği anlaşılmaktadır. Bu durumda, yukarıda anılan mahalli çevre kurulu kararında belirtilen niteliklere aykırı torbalanmış kömür sattığı tespit edilerek, çevre kirliliğine neden olabilecek bir eylem nedeniyle tesis edilen dava konusu işlemde mevzuata aykırılık bulunmadığından, dava konusu işlemin iptali yolundaki idare mahkemesi kararında isabet görülmemiştir. Açıklanan nedenlerle, Bursa 1. İdare Mahkemesi’nin 4.2.2003 günlü, E:2002/1142, K:2003/104 sayılı kararının BOZULMASINA, dosyanın adı geçen mahkemeye gönderilmesine 10.12.2003 gününde oybirliğiyle karar verildi. Başkan Acar OLTULU Üye Faruk ÖZTÜRK Üye Sinan YÖRÜKOĞLU Üye Banu DİLÇİN Üye Nazlı KOÇER Danıştay Kararları 207 DENİZ KİRLİLİĞİNE SEBEBİYET VERİLMESİ HAKKINDA DANIŞTAY KARARLARI 208 Ekler Danıştay Kararları 209 T.C. DANIŞTAY Altıncı Daire Esas No Karar No Davacı Flores Vekilleri Davalılar : 2001/1795 : 2003/1486 : Malta Bayraklı MV “IRINA II” Gemisi Kaptanı Rolendor : Av. Sertaç Sayhan, Av. Ata Dinçer : 1- Çevre Bakanlığı ANKARA 2- İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı Vekili : Av. Nuran Öktem İstemin Özeti : Deniz kirliliğine neden olunduğu için 2872 sayılı Çevre Kanunu’nun 22. ve 24. maddeleri uyarınca 29.887.650.000 Lira para cezası verilmesine ilişkin 20.12.2000 günlü, 02/0004 sayılı İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı işleminin ve 3.11.1987 günlü, 19623 sayılı Resmi Gazete’de yayımlanan “Gemi ve Deniz Araçlarına Verilecek Cezalarda Suçun Tespiti ve Cezanın Kesilmesi Usulleri ile Kullanılacak Makbuzlara Dair Yönetmelik”in 24. maddesinin; deniz kirliliğine neden olunmadığı, tek taraflı tutanak tutulduğu, numunenin doğru yerlerden alınmadığı, yetki devri mümkün olmadığı halde belediye başkanınca ceza yetkisinin devredildiği, para cezası işleminin mevzuata aykırı olduğu; Yönetmelik’in 24. maddesinin de 21. madde ile çeliştiği, suçun tespiti için gerekenlerin 21. madde de açıkça düzenlendiği halde 24. maddede suçun tespiti için tutanak tanziminin yeterli olduğunun belirtildiği, bunun da yasaya aykırılık oluşturduğu ileri sürülerek iptali ile ödenen para cezasının yasal faizi ile birlikte iadesine karar verilmesi istenilmektedir. Davalı Çevre Bakanlığının Savunmasının Özeti: İptali istenilen yönetmelik hükmünde yasaya aykırılık bulunmadığı, para cezası işleminin de mevzuat hükümlerine uygun tesis edildiği ve ceza miktarının bakanlık genelgesi doğrultusunda saptandığı, dayanaktan yoksun davanın reddi gerektiği savunulmaktadır. Davalı İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığının Savunmasının Özeti: Davanın süresinde açılmadığı, mevzuat hükümlerine uygun olarak para cezası işlemi tesis edildiğinden dayanaktan yoksun olan davanın reddi gerektiği savunulmaktadır. Danıştay Tetkik Hakimi Selçuk Topal’ın Düşüncesi: Deniz vasıtalarının özellikleri kirletme olayının meydana gelmesinden hemen sonra gemi veya teknenin olay mahallinden uzaklaşabileceği, denize dökülen atığın dağılabileceği veya benzeri nedenlerle analiz, fotoğraf, video çekimi gibi işlemlerin yapılmasının mümkün olamayacağı göz önüne alındığında tutanak 210 Ekler tanzimi ile yetinilmesinde ve bu amaçla tutanak tanziminin yeterli olduğu yolunda düzenleme getirilmesinde hukuka aykırılık görülmemiştir. İptali istenilen yönetmelik hükmünde suçun tespiti için tutanak tanziminin yeterli olduğu belirtilmiş ise de, aynı Yönetmelik’in 21. maddesinde suçun tespiti ile ilgili usuller öngörülmüş olup deniz kirliliğine neden olduğu ileri sürülen geminin bulunduğu duruma göre bu maddede belirtilen şekilde tespit yapılarak alınan numunelerin analiz sonuçları dikkate alınarak deniz kirliliğine neden olunduğunun saptanması halinde para cezası verilebilecektir. Danıştay İdari Dava Daireleri Genel Kurulu’nun 11.7.2002 günlü, E:2002/178, K:2002/639 sayılı kararında belirtildiği üzere; 2872 sayılı Yasa’nın “İdari Cezalarda Yetki” başlıklı 24/a ve “Deniz Araçlarına Verilecek Cezalarda Suçun Tespiti ve Cezanın Kesilmesi Usulleri İle Kullanılacak Makbuzlara Dair Yönetmelik”in 12. maddesi; 1580 sayılı Belediye Kanunu’nun 107. maddesi; Belediye Zabıta Personel Yönetmeliği’nin 3. maddesi ve 3030 sayılı Yasa’nın büyükşehir belediye başkanının görevlerini düzenleyen 14. maddesinin (f) ve (p) bentlerinde yer alan hükümlerin birlikte değerlendirilmesinden, 2872 sayılı Yasa’nın ve “Deniz Araçlarına Verilecek Cezalarda Suçun Tespiti ve Cezanın Kesilmesi Usulleri ile Kullanılacak Makbuzlara Dair Yönetmelik”in 12. maddesinde yer alan büyükşehir belediye başkanlıkları ifadesinin bütün bir belediye teşkilatını içine alan tüzel kişiliği ifade ettiği, belediye başkanının ise bu tüzel kişiliği temsil etmeye yetkili olan kişi olduğu anlaşılmaktadır. 2872 sayılı Yasa’nın 24/a maddesinde büyükşehir belediye başkanlıkları tabiri ile büyükşehir belediye başkanlığının tüzel kişiliği ifade edilmiş ve bu cezanın büyükşehir belediye başkanlıkları tarafından verilmesi amaçlanmıştır. Yetki devri yasal düzenlemelerin açıkça öngördüğü veya yasaklamadığı konularda bir görev yerine ait yetkinin başka bir görev yerine aktarılmasıdır. Bu tüzel kişilik içinde yetki devri yapılması sonucunda yapılan işlem ve eylemler o tüzel kişiliğe mal edilir. Eğer yasa belli bir konuda idari makamı değil de o kamu hizmetini yürüten kişiyi yetkili kılmışsa yetkinin doğrudan doğruya bu kişi tarafından kullanılması gerekir. Bu durum göz önünde bulundurulduğunda, büyükşehir belediye başkanlıkları tabiri ile Büyükşehir belediye başkanı kastedilmediğinden büyükşehir belediye başkanına bağlı olan genel sekreter yardımcısı tarafından büyükşehir belediye başkanının devrettiği yetkiye dayanarak 2872 sayılı Yasa’nın 22. ve 24. maddeleri uyarınca para cezası verilmesi işleminde yetki yönünden mevzuata aykırılık bulunmamaktadır. Danıştay Kararları 211 Dava konusu olayda geminin olay yerinde bağlı olduğu dikkate alındığında, Yönetmelik’in 21. maddesinin (a) fıkrasında belirtilen usulde tespit yapılması gerekmekte olup, 24. madde hükmü de dava konusu olayda 21. maddenin uygulanmasına engel teşkil etmemektedir. Ancak, deniz kirliliğine neden olunduğu için para cezası verilebilmesi için tespitlerin usulüne uygun şekilde yapılması ve numunelerin de usulüne uygun şekilde alınması gerektiğinden, dava konusu olayda deniz kirliliğine neden olunduğu ileri sürülen durumu kesin olarak saptamaya yönelik Yönetmelikte belirtildiği şekilde usulüne uygun olarak tespit yapılıp numuneler alınmadığından para cezası verilmesi yolundaki işlemde mevzuata uyarlık bulunmamaktadır. Açıklanan nedenlerle, davanın iptali istenilen yönetmelik hükmüne ilişkin bölümünün reddine; para cezası işleminin iptaline ve mevzuata aykırı işlemden dolayı ödenen para cezasının da yasal faizi ile birlikte iadesine karar verilmesinin uygun olacağı düşünülmektedir. Danıştay Savcısı Habibe Ünal’ın Düşüncesi: Dava, deniz kirliliğine neden olunduğu için 2872 sayılı Çevre Kanunu’nun 22 ve 24. maddeleri uyarınca 29.887.650.000 Lira para cezası verilmesine ilişkin 20.12.2000 günlü, 02–0004 sayılı İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı işleminin ve dayanağı olan Gemi ve Deniz Araçlarına Verilecek Cezalarda Suçun Tespiti ve Cezanın Kesilmesi Usulleri ile Kullanılacak Makbuzlara Dair Yönetmelik’in 24. maddesinin iptali ile tahsil olunan para cezasının faizi ile birlikte iadesine karar verilmesi isteğiyle açılmıştır. Davalı İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı’nın süre defi yerinde görülmemiştir. T.C. Anayasası’nın 124. maddesinde, Başbakanlık, Bakanlıklar ve Kamu tüzel kişilerinin kendi görev alanlarını ilgilendiren kanunların ve tüzüklerin uygulanmasını sağlamak üzere bunlara aykırı olmamak şartıyla Yönetmelikler çıkarabilecekleri kurala bağlanmıştır. 2872 sayılı Yasa’nın 8. maddesinin 1. fıkrasında, her türlü atık ve artığı, çevreye zarar verecek şekilde, ilgili Yönetmeliklerde belirlenen standartlara ve yöntemlere aykırı olarak doğrudan ve dolaylı biçimde alıcı ortama vermek, depolamak, taşımak, uzaklaştırmak ve benzeri faaliyetlerde bulunmanın yasak olduğu belirtilmiş, aynı Yasa’nın 3301 sayılı Yasa ile değişik 22. maddesinde de, bütün sahillerimizde, karasularımız ile iç sularımız olan Marmara Denizi, İstanbul ve Çanakkale boğazlarında, liman ve körfezlerimiz, tabii ve suni göllerimiz ile akarsularımızda bu Yasa’nın 8. maddesinin 1. fıkrasındaki kirletme yasağına uymayan gemiler ile deniz araçlarına, tankerler dahil diğer gemilerden her türlü atık ve artığı döken, sintine tahliyesi yapanlara para cezası verileceği kurala bağlanmıştır. 212 Ekler Diğer taraftan yine aynı Yasa’nın 3301 sayılı Yasa ile değişik 24. maddesinin son fıkrasında, gemi ve deniz araçlarına verilecek cezalarda suçun tespiti, cezanın kesilmesi usulleri ile ceza uygulamasında kullanılacak makbuzların şekli, dağıtımı ve kontrolü hususundaki esasların yönetmeliklerde belirleneceği öngörülmüş olup, anılan Yasa hükmü uyarınca hazırlanan gemi ve deniz araçlarına verilecek cezalarda Suçun Tespiti ve Cezanın Kesilmesi Usulleri ile Kullanılacak Makbuzlara Dair Yönetmelik 3.11.1987 günlü, 19623 sayılı Resmi Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe girmiştir. Anılan Yönetmelik’in 21. maddesinde suçun tespitine ilişkin bazı düzenlemeler getirilmiş, 22. maddesinde, tespit tutanağının kirlenmenin sebebi, kirlenme sahası, kirlenmenin yoğunluğu, kirlenmeye sebep olan gemi ve deniz aracı, kirlenmeden sorumlu olanlar ve olay tarihi belirtilmek suretiyle düzenleneceği, dava konusu edilen 24. maddesinde de kirletme ve kirlenmelere ilişkin olarak, numune alınması, fotoğraf, film ve video çekimi gerekli olmakla birlikte, suçun tespiti için tutanak tanziminin yeterli olduğu hükmüne yer verilmiştir. Davacı tarafından Yönetmelik’in 21. maddesinde suçun tespiti için bir usul öngörüldüğü, 21. maddeye göre tutanak tutulmasının suçun tespitinde yapılacak işlemlerden en son aşama olduğu, bu nedenle 24. maddede yer alan tutanak tanziminin yeterli olduğu yolundaki hükmün 21. madde ile çeliştiği öne sürülerek iptali istenilmekte ise de, deniz vasıtalarının özellikleri, kirletme olayının meydana gelmesinden hemen sonra gemi veya teknenin olay mahallinden uzaklaşabileceği, denize dökülen atığın dağılabileceği veya benzeri nedenlerle analiz, fotoğraf, video çekimi gibi işlemlerin yapılmasının mümkün olamayacağı göz önüne alındığında tutanak tanzimi ile yetinilmesinde ve bu amaçla tutanak tanziminin yeterli olduğu yolunda düzenleme getirilmesinde hukuka aykırılık görülmediğinden söz konusu Yönetmelik hükmüne yönelik davanın reddi gerektiği düşünülmüştür. Davanın para cezasına yönelik bölümüne gelince; 2872 sayılı Yasa’nın 24/a maddesinde Büyükşehir Belediye Başkanlıkları tabiri ile Büyükşehir Belediye Başkanlığı’nın tüzel kişiliği ifade edilmiş, Büyükşehir Belediye Başkanı kastedilmemiş olduğundan Büyükşehir Belediye Başkanı adına yetkili sıfatıyla Genel Sekreter Yardımcısı tarafından ceza uygulanmasına ilişkin işlemde yetki yönünden hukuka aykırılık bulunmadığından bu konudaki davacı savı yerinde görülmemiştir. İstanbul Büyükşehir Çevre Koruma ve Kontrol Müdürlüğü Deniz Ekiplerince 20.12.2000 gününde yapılan kontrollerde Yeşilyurt açıklarında Malta Bayraklı M.V. “IRINA II” adlı tankerin şaftından yağ kaçırması sonucu yoğun deniz kirliliği olduğu görülerek tutanak düzenlenmiş, fotoğraflar çekilip, numune alınmış, laboratuar analiz raporuyla da numunenin yağ içerdiği Yasa ve Yönetmelikte istenen değer 15 ppm olduğu halde alınan numunede Danıştay Kararları 213 25 ppm yağ oranı tespit edilerek geminin deniz kirliliğine neden olduğunun belirlenmiş olması karşısında 2872 sayılı Yasa’nın 24/a maddesinin verdiği yetkiye dayanılarak 22/b maddesine göre para cezası uygulanmasına ilişkin işlem tesisi mevzuata uygun bulunmakta ise de, dosyanın incelenmesinden para cezası miktarının hesaplanmasında hata yapıldığı anlaşılmaktadır. Şöyle ki; 2872 sayılı Yasa’nın 20. maddesinde Yasa’nın 8. maddesinin 1. fıkrasındaki yasağa uymayanlara ve 2. fıkrasındaki yükümlülüğü yetkili mercilerce usulüne göre yapılan bildirime rağmen yerine getirmeyenlere verilecek para cezalarının miktarı belirlenmiş, 19.6.1986 tarihinde yürürlüğe giren Ek 1. maddesinde de bu Yasa’nın 18. maddesinin a, b, c ve d fıkralarında öngörülen katılma payları ile 20, 21 ve 22. maddelerinde belirtilen ceza miktarlarını on katına kadar artırmaya Bakanlar Kurulu’nun yetkili olduğu kurala bağlanmış, anılan yetkiye dayanılarak 1.8.1998 günlü, 23420 sayılı Resmi Gazete’de yayımlanan 98/11415 sayılı Bakanlar Kurulu kararıyla 2872 sayılı Yasada öngörülen cezaların beş katına çıkarılmasına karar verilmiştir. Daha önce, Türk Ceza Kanunu’na 3506 sayılı Yasa’yla eklenen Ek 2. madde hükümleri uyarınca para cezaları Bütçe Kanunu’nda gösterilen memur maaş katsayıları dikkate alınarak her yıl yeniden belirlenmekte ise de, 1.8.1999 günlü, 23773 sayılı Resmi Gazete’de yayımlanan 4421 sayılı Türk Ceza Kanunu ile Cezaların infazı Hakkında Kanun’da Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun’un 4. maddesinin (b) bendinin 7 numaralı alt bendi uyarınca 1.8.1981 tarihinden 21.12.1987 tarihine kadar yürürlüğe girmiş kanunlardaki para cezaları 393 misline çıkarılmış ve bu cezaların her yıl Vergi Usul Kanunu uyarınca belirlenecek yeniden değerleme oranında arttırılması öngörülmüştür. Daha sonra çıkarılan bir Kanunla Türk Ceza Kanunu’nda değişiklik yapılmış olması karşısında, daha önce Türk Ceza Kanunu’nda değişiklik yapan 3506 sayılı Kanun’la çevre para cezalarının artırılmasını öngören Bakanlar Kurulu kararı uygulanamayacağından dava konusu olayda verilen para cezasının, 2872 sayılı Yasa’da öngörülen para cezası miktarının yukarıda anılan Türk Ceza Kanunu ile 4421 sayılı Yasa’nın 4. maddesi uyarınca 393 kat ve yeniden değerleme oranında arttırılarak hesaplanan bölümünde mevzuata aykırılık bulunmaması nedeniyle bu miktara yönelik davanın reddine; para cezasının 98/11415 sayılı Bakanlar Kurulu kararına dayanılarak beş kat artırılmak suretiyle fazla hesaplanan bölümünde ise mevzuata uyarlık bulunmadığından iptaline, fazla tahsil edilen bu miktarın davacıya iadesine karar verilmesinin uygun olacağı düşünülmüştür. 214 Ekler TÜRK MİLLETİ ADINA Karar veren Danıştay Altıncı Dairesi’nce yapılan tebligat üzerine önceden belirlenen 11.3.2003 gününde davacı vekili Av. Sertaç Sayhan’ın, davalı Çevre Bakanlığı temsilcisi Hukuk Müşaviri Sevgi Şafak’ın geldiği, davalı İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı vekilinin gelmediği görüldü. Danıştay Savcısı Habibe Ünal’ın katılmasıyla duruşma yapıldı. Aynı gün Tetkik Hakimi’nin açıklamaları dinlendikten ve dosyadaki belgeler incelendikten sonra işin gereği görüşüldü: Davalı İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığının süre itirazı yerinde görülmeyerek esasın incelenmesine geçildi. Dava, Deniz kirliliğine neden olunduğu için 2872 sayılı Çevre Kanunu’nun 22. ve 24. maddeleri uyarınca 29.887.650.000 Lira para cezası verilmesine ilişkin 20.12.2000 günlü, 02/0004 sayılı İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı işleminin ve 3.11.1987 günlü, 19623 sayılı Resmi Gazete’de yayımlanan “Gemi ve Deniz Araçlarına Verilecek Cezalarda Suçun Tespiti ve Cezanın Kesilmesi Usulleri ile Kullanılacak Makbuzlara Dair Yönetmelik”in 24. maddesinin iptali ile ödenen para cezasının yasal faizi ile birlikte iadesine karar verilmesi istemiyle açılmıştır. 2872 sayılı Yasa’nın 24. maddesi uyarınca hazırlanan, Deniz Araçlarına Verilecek Cezalarda Suçun Tespiti ve Cezanın Kesilmesi Usulleri ile Kullanılacak Makbuzlara Dair Yönetmelik’in iptali istenilen 24. maddesinde, “Kirletme ve kirlenmelere ilişkin olarak, numune alınması, fotoğraf, film ve video çekimi gerekli olmakla birlikte, suçun tespiti için tutanak tanzimi yeterlidir” hükmü yer almıştır. Davacı tarafından anılan Yönetmelik’in 21. maddesinde suçun tespiti için bir usul öngörüldüğü, 21. maddeye göre tutanak tutulmasının suçun tespitinde yapılacak işlemlerden sonraki en son aşama olduğu, bu nedenle 24. maddede yer alan tutanak tanziminin yeterli olduğu yolundaki hükmün 21. madde ile çeliştiği, dava konusu ceza uygulamasında da geminin şaftından denize yağ sızıntısı olduğu için numune alınarak fotoğraf çekildiğini belirtir şekilde tek taraflı tespit tutanağı tanzim edildiği, analiz sonuçlarının beklenmediği, geminin şaftından yağ sızmasının mümkün olmadığı, soğutmanın deniz suyuyla yapılarak aynı suyun hiç bir katkı yapılmaksızın yeniden denize verildiği ileri sürülerek anılan madde hükmünün iptali istenilmektedir. Deniz vasıtalarının özellikleri, kirletme olayının meydana gelmesinden hemen sonra gemi veya teknenin olay mahallinden uzaklaşabileceği, denize dökülen atığın dağılabileceği veya benzeri nedenlerle analiz, fotoğraf, video çekimi gibi işlemlerin yapılmasının mümkün olamayacağı göz önüne alındığında tutanak tanzimi ile yetinilmesinde ve bu amaçla tutanak tanziminin Danıştay Kararları 215 yeterli olduğu yolunda düzenleme getirilmesinde hukuka aykırılık görülmemiştir. 2872 sayılı Yasa’nın 8. maddesinde, her türlü atık ve artığı, çevreye zarar verecek şekilde ilgili yönetmeliklerde belirlenen standartlara ve yöntemlere aykırı olarak doğrudan ve dolaylı biçimde alıcı ortama vermenin, depolamanın, taşımanın, uzaklaştırmanın ve benzeri faaliyetlerde bulunmanın yasak olduğu, hükme bağlanmış; İdari Cezalarda Yetki başlıklı 24/a ve ilgili Yönetmelik’in 12. maddesinde ise, “Büyükşehir Belediye hudutları içinde kalan sahillerimiz, boğazlarımız ile liman ve körfezlerimizde; göl ve akarsularımızda yapılan kirletmeler için cezalar Büyükşehir Belediye Başkanlıkları tarafından verilir.” hükmü yer almıştır. Dava dosyasının incelenmesinden, “IRINA II” Gemisi’nin Yeşilyurt açıklarında bağlı iken denize geminin şaftından yağ sızıntısı olduğundan deniz kirliliğine neden olunduğunun İstanbul Büyükşehir Belediyesi Çevre Koruma Kontrol Müdürlüğü deniz ekiplerince yapılan kontrol sonucu tespiti üzerine ceza uygulanmasına karar verildiği anlaşılmaktadır. 2872 sayılı Yasa’nın “İdari Cezalarda Yetki” başlıklı 24/a ve “Deniz Araçlarına Verilecek Cezalarda Suçun Tespiti ve Cezanın Kesilmesi Usulleri ile Kullanılacak Makbuzlara Dair Yönetmelik”in 12. maddesi; 1580 sayılı Belediye Kanunu’nun 107. maddesi; Belediye Zabıta Personel Yönetmeliği’nin 3. maddesi ve 3030 sayılı Yasa’nın büyükşehir belediye başkanının görevlerini düzenleyen 14. maddesinin (f) ve (p) bentlerinde yer alan hükümlerin birlikte değerlendirilmesinden, 2872 sayılı Yasa’nın ve “Deniz Araçlarına Verilecek Cezalarda Suçun Tespiti ve Cezanın Kesilmesi Usulleri ile Kullanılacak Makbuzlara Dair Yönetmelik”in 12. maddesinde yer alan büyükşehir belediye başkanlıkları ifadesinin bütün bir belediye teşkilatını içine alan tüzel kişiliği ifade ettiği, belediye başkanının ise bu tüzel kişiliği temsil etmeye yetkili olan kişi olduğu anlaşılmaktadır. 2872 sayılı Yasa’nın 24/a maddesinde büyükşehir belediye başkanlıkları tabiri ile Büyükşehir belediye başkanlığının tüzel kişiliği ifade edilmiş ve bu cezanın büyükşehir belediye başkanlıkları tartından verilmesi amaçlanmıştır. Yetki devri yasal düzenlemelerin açıkça öngördüğü veya yasaklamadığı konularda bir görev yerine ait yetkinin başka bir görev yerine aktarılmasıdır. Bir tüzel kişilik içinde yetki devri yapılması sonucunda yapılan işlem ve eylemler o tüzel kişiliğe mal edilir. Eğer yasa belli bir konuda idari makamı değil de o kamu hizmetini yürüten kişiyi yetkili kılmışsa yetkinin doğrudan doğruya bu kişi tarafından kullanılması gerekir. Bu durum göz önünde bulundurulduğunda, büyükşehir belediye başkanlıkları tabiri ile Büyükşehir belediye başkanı kastedilmediğinden büyükşehir belediye başkanına bağlı olan genel sekreter yardımcısı tarafından büyük- 216 Ekler şehir belediye başkanının devrettiği yetkiye dayanarak 2872 sayılı Yasa’nın 22. ve 24. maddeleri uyarınca para cezası verilmesi işleminde yetki yönünden mevzuata aykırılık bulunmamaktadır. Yönetmelik’in “Suçun Tespiti” başlıklı 21. maddesinin (a) fıkrasında, kirleten gemi ve deniz vasıtasının olay mahallinde bulunduğu durumlarda kontrol ve tespit ekiplerince kirlenme mahallinde yapılacak tespitlere ilişkin hususlar düzenlenerek, kirlenen mahallin ve kirleticinin yeteri kadar fotoğraf, film ve video çekimi ile tespit edileceği; kirlenen mahalden ve kirleticiden yeteri kadar numune alınacağı; alman numunelerin özel kaplarına konularak üzerlerinin mühürleneceği; geminin ve deniz vasıtasının tonajına göre form doldurulacağı; alınan numunelerin en yakın yetkili standart laboratuara tahlil için vakit geçirmeksizin iletileceği; alman numunelerin standart laboratuarda derhal değerlendirilerek sonucun bir rapor ile bildirileceği tespit tutanağının düzenleneceği belirtilmiştir. Her ne kadar Yönetmelik’in 24. maddesinde suçun tespiti için tutanak tanziminin yeterli olduğu düzenlenmiş ise de, bu hüküm maddenin tamamı dikkate alındığında 21. madde hükmünün uygulanmasına engel teşkil etmemektedir. Dava konusu olayda geminin Yeşilyurt açıklarında bağlı olduğu ve olay mahallinde bulunduğu açık olduğundan, anılan geminin deniz kirliliğine neden olduğu yolundaki iddianın Yönetmelik’in yukarıda içeriği yazılı 21. maddesi hükmü uygulanmak suretiyle 21. maddede belirtildiği şekilde usulüne uygun olarak tespitlerin yapılması, numunelerin, analiz sonuçlarının alınması ve bu sonuçlara göre deniz kirliliğine neden olunduğunun kesin olarak saptanması gerekmektedir. Deniz kirliliğine neden olunduğu ileri sürülen durumun kesin olarak belirlenmesine yönelik olarak da Yönetmelik’in 21. maddesinde öngörülen usule uygun şekilde tespit yapılıp kirlenen mahalden ve kirleticiden yeteri kadar numune alınmadığından para cezası verilmesi yolundaki işlemde mevzuata uyarlık bulunmamaktadır. Mevzuata aykırı işlem nedeniyle davacı tarafından ödenen para cezasının da davalı İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı’nca davacıya yasal faizi ile birlikte iadesi gerekmektedir. Açıklanan nedenlerle, davanın yönetmelik hükmünün iptali istemine ilişkin kısmının REDDİNE; para cezası verilmesine ilişkin işlemin İPTALİNE, ödenen para cezasının davacıya yasal faizi ile birlikte iadesine, aşağıda dökümü yapılan 42.640.000 Lira yargılama giderinin yarısı olan 21.320.000 Liranın davacı üzerinde bırakılmasına, diğer yarısı ile avukatlık asgari ücret tarifesi uyarınca 520.000.000 Lira avukatlık ücretinin davalılardan İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı’ndan alınarak davacıya verilmesine Danıştay Kararları 217 11.3.2003 gününde, kararın davanın reddine ilişkin kısmında oybirliğiyle, para cezası işleminin iptali ve ödenen para cezasının yasal faizi ile birlikte iadesine ilişkin kısmında oy çokluğuyla karar verildi. Başkan Gürbüz ÖNBİLGİN Üye Bekir AKSOYLU Üye Faruk ÖZTÜRK Üye Sinan YÖRÜKOĞLU Üye Banu DİLÇİN YARGILAMA GİDERLERİ Başvurma Harcı Karar Harcı Vekâlet Suret Harcı Posta Ücreti TOPLAM : : : : : 4.920.000 TL. 6.610.000 TL. 610.000 TL. 30.500.000.TL. 42.640.000 TL. KARŞI OY : 2872 sayılı Yasa’nın 8. maddesinde, her türlü atık ve artığı, çevreye zarar verecek şekilde ilgili yönetmeliklerde belirlenen standartlara ve yöntemlere aykırı olarak doğrudan ve dolaylı biçimde alıcı ortama vermenin, depolamanın, taşımanın, uzaklaştırmanın ve benzeri faaliyetlerde bulunmanın yasak olduğu, hükme bağlanmış; “İdari Cezalarda Yetki” başlıklı 24/a ve ilgili Yönetmelik’in 12. maddesinde ise, büyükşehir belediye hudutları içinde kalan sahillerimiz boğazlarımız ile Liman ve Körfezlerimizde; göl ve akarsularımızda yapılan kirletmeler için cezalar Büyükşehir Belediye Başkanlıkları tarafından verilir.” hükmü yer almıştır. Dosyasının incelenmesinden; “IRINA II” adlı geminin Yeşilyurt açıklarında bağlı iken geminin şaftından yağ sızdırarak deniz kirliliğine neden olduğunun İstanbul Büyükşehir Belediyesi Çevre Koruma Kontrol Müdürlüğü deniz ekiplerince yapılan kontrol sonucu tespiti üzerine ceza uygulanmasına karar verildiği anlaşılmaktadır. İlgili Yönetmelikte belirtilen usule uygun olarak yapılan tespit üzerine alınan numunelerin analizi ile numunelerde mevzuatta belirlenen değerlerin üzerinde yağ oranının saptanması sonucunda davacıya para cezası verilmesinde mevzuata aykırılık bulunmadığından, davanın para cezasına ve ödenen para cezasının yasal faizi ile birlikte iadesi istemine yönelik kısmının da reddine karar verilmesi gerektiği oyuyla karara katılmıyoruz. Başkan Üye Gürbüz Bekir ÖNBİLGİN AKSOYLU 218 Ekler Danıştay Kararları 219 EL İLANLARININ ÇEVRE KİRLİLİĞİNE YOL AÇTIĞI HAKKINDA DANIŞTAY KARARLARI 220 Ekler Danıştay Kararları 221 T.C. DANIŞTAY Altıncı Daire Esas No : 1998/1948 Karar No : 1999/2055 Temyiz İsteminde Bulunan : Adana Valiliği Karşı Taraf : Metro Alışveriş Hizmetleri Tic. ve San. A.Ş. İstemin Özeti : Adana 1. İdare Mahkemesi’nin 15.10.1997 günlü, E:1997/573, K:1997/1020 sayılı kararının usul ve yasaya aykırı olduğu öne sürülerek bozulması istenilmektedir. Savunmanın Özeti: Savunma verilmemiştir. Tetkik Hakimi Aylin Bayram’ın Düşüncesi: Davacı şirket tarafından bırakılan ilanlar ile çevrenin kirletildiği açık olduğundan, dava konusu işlemde hukuka aykırılık bulunmamaktadır. Bu nedenle aksi yönde verilen İdare Mahkemesi kararının bozulması gerekeceği düşünülmektedir. Savcı Tülin Özgenç’in Düşüncesi: Davacı şirket adına 2872 sayılı Çevre Kanunu’nun 8. maddesi uyarınca para cezası tahakkuk ettirilmesine ilişkin işlemin iptali istemiyle açılan dava sonucunda, idare Mahkemesi’nce dava konusu işlemin iptali yolunda verilen kararın temyizen incelenip bozulması istenilmektedir. 2872 sayılı Çevre Kanunu’nun 8. maddesinde; “Her türlü atık ve artığı çevreye zarar erecek şekilde ilgili yönetmeliklerde belirlenen standartlara ve yöntemlere aykırı olarak doğrudan ve dolaylı biçimde alıcı ortama vermek, depolamak, taşımak uzaklaştırmak ve benzeri faaliyetlerde bulunmak yasaktır” hükmü getirilmiştir. Dava dosyasının incelenmesinden, davacı şirket ile Türk Hava Kurumu işbirliği ile kurbanlık alım ve satımıyla ilgili olarak reklam ve duyuru amaçlı bastırılan küçük el ilanlarının Adana’daki bulvar ve ana caddelere gelişigüzel ve çok fazla miktarda atıldığının çevre koruma şube müdürlüğünce tespit edildiğinden bahisle para cezası verildiği; İdare Mahkemesi’nce küçük el ilanlarının herhangi bir faaliyet sonucunda çevreye atılan veya bırakılan zararlı madde niteliği taşımadığı bu nedenle para cezası verilmesinde hukuka uyarlık bulunmadığı gerekçesiyle dava konusu işlemin iptaline karar verildiği anlaşılmaktadır. Oysa reklam ve duyuru amacıyla uçak ile gelişigüzel atılan ve çevreyi kirleten el ilanlarının atık olarak nitelendirilmesi gerektiğinden, anılan yasa hükmü uyarınca davacı şirket adına para cezası tahakkuk ettirilmesinde mevzuata aykırılık görülmemiştir. Açıklanan nedenlerle, temyiz isteminin kabulü ile temyize konu mahkeme kararının bozulması gerektiği düşünülmektedir. 222 Ekler TÜRK MİLLETİ ADINA Karar veren Danıştay Altıncı Dairesi’nce Tetkik Hakimi’nin açıklamaları dinlendikten ve dosyadaki belgeler incelendikten sonra işin gereği görüşüldü. Dava, davacı şirket tarafından çevre kirliliğine neden olunduğu gerekçesiyle 2872 sayılı Çevre Kanunu’nun 8. maddesi uyarınca 64.500.000 Lira para cezası verilmesi yolundaki 12.5.1997 günlü, 532 sayılı Adana Valiliği İl Çevre Müdürlüğü işleminin iptali istemiyle açılmış; İdare Mahkemesi’nce, dosyanın incelenmesinden, davacı şirket ile THK işbirliği ile kurbanlık alım ve satımıyla ilgili olarak reklam ve duyuru amaçlı bastırılan küçük el ilanlarının Adana’daki bulvar ve ana caddelere gelişigüzel ve çok fazla miktarda atıldığının saptanması üzerine dava konusu işlemin tesis edildiğinin anlaşıldığı, Çevre Kanunu’nun 8/1. maddesi uyarınca para cezası verilebilmesi için atık ve artığın çevreye zarar verecek şekilde alıcı ortama verilmesi, depolanması, taşınması, uzaklaştırılması gibi faaliyetlerde bulunulduğunun somut bir şekilde saptanması gerektiği, olayda ise reklam ve duyuru amaçlı bastırılan küçük el ilanlarının herhangi bir faaliyet sonucu çevreye atılan veya bırakılan zararlı bir madde niteliği taşımadığı atık ve artık kapsamında olmadığı sonucuna varıldığından, dava konusu işlemde hukuka uyarlık bulunmadığı gerekçesiyle iptaline karar verilmiş, karar davalı idare tarafından temyiz edilmiştir. T.C. Anayasa’sının 56. maddesinde “Herkes, sağlıklı ve dengeli bir çevrede yaşama hakkına sahiptir. Çevreyi geliştirmek çevre sağlığını korumak ve çevre kirlenmesini önlemek devletin ve vatandaşların ödevidir. Devlet, herkesin hayatını, beden ve ruh sağlığı içinde sürdürmesini sağlamak, insan ve madde gücünde tasarruf ve verimi artırarak, işbirliğini gerçekleştirmek amacıyla sağlık kuruluşlarını tek elden planlayıp hizmet vermesini düzenler” kuralı yer almıştır. 2872 sayılı Çevre Kanunu’nun 1. maddesinde, bu kanunun amacının, bütün vatandaşların ortak varlığı olan çevrenin korunması iyileştirilmesi; kırsal ve kentsel alanda arazinin ve doğal kaynakların en uygun şekilde kullanılması ve korunması; su, toprak ve hava kirlenmesinin önlenmesi; ülkenin bitki ve hayvan varlığı ile doğal ve tarihsel zenginliklerinin korunarak, bugünkü ve gelecek kuşakların sağlık, uygarlık ve yaşam düzeyinin geliştirilmesi ve güvence altına alınması için yapılacak düzenlemeleri ve alınacak önlemleri, ekonomik ve sosyal kalkınma hedefleriyle uyumlu olarak belirli hukuki ve teknik esaslara göre düzenlemek olduğu belirtilmiştir. Aynı Yasa’nın tanımlar başlıklı 2. maddesinde, çevre korunması teriminin; ekolojik dengenin korunması, havada, suda, toprakta kirlilik ve bozulmaların önlenmesi ve çevrenin iyileştirilmesi için yapılan çalışmaların bütü- Danıştay Kararları 223 nünü; çevre kirliği teriminin her türlü faaliyetleri sonucu havada, suda ve toprakta meydana gelen olumsuz gelişmelerle ekolojik dengenin bozulması ve aynı faaliyetler sonucu ortaya çıkan koku, gürültü ve atıkların çevrede meydana getirdiği arzu edilmeyen sonuçları; atık teriminin de herhangi bir faaliyet sonucunda çevreye atılan veya bırakılan zararlı maddeleri ifade ettiği, 8. maddesinde de her türlü atık ve artığın, çevreye zarar verecek şekilde ilgili yönetmeliklerde belirlenen standartlara ve yöntemlere aykırı olarak doğrudan ve dolaylı biçimde alıcı ortama verilmesi, depolanması, taşınması, uzaklaştırılması ve benzeri faaliyetlerde bulunulmasının yasak olduğu hükme bağlanmıştır. Yukarıda anılan Yasa maddeleri ve devletin, insanın dengeli ve sağlıklı bir çevrede yaşama hakkının korunması ve devamı için çevre sağlığının korunması, çevre kirliliğinin önlenmesi görevi göz önünde bulundurulduğunda, sadece çevre ve insan sağlığına zarar verecek maddelerin çevreye atılması sonucu oluşan kirliliğin değil, insanın her türlü faaliyeti sonucu, insan yaşamının sürdürüldüğü doğal çevrenin dengesini bozan, insanlar tarafından istenmeyen sonuç doğuran kirliliğin de önlenmesinin amaçlandığı sonucuna varılmaktadır. Belirtilen amaçların gerçekleştirilebilmesi için yapılacak düzenlemeler, alınacak önlemler çevreyi kirleten atık ve artıkların bertaraf edilmesi usulleri ve bu gereklere uymayanlar hakkında uygulanacak cezalar da Çevre Kanunu ve ilgili Yönetmelikler ile düzenlenmiş bulunmaktadır. Dosyanın incelenmesinden, davacı şirket ile Türk Hava Kurumu işbirliği ile kurbanlık alım ve satımıyla ilgili olarak reklâm ve duyuru amaçlı bastırılan küçük el ilanlarının Adana’daki bulvar ve ana caddelere gelişigüzel ve çok fazla miktarda atılmak suretiyle çevre kirliliğine neden olunduğu gerekçesiyle dava konusu işlemin tesis edildiği anlaşılmaktadır. Yukarıdaki açıklamalar karşısında, davacı şirket tarafından reklam amacının gerçekleştirilmesi doğrultusunda yapılan faaliyet sonucu çevreye bırakılan ve bertaraf edilmeyen atıkların çevre dengesini bozduğu ve doğal çevreyi kirlettiği tartışmasız olduğundan, bu işlem nedeniyle çevre kanunu uyarınca para cezası verilmesinde hukuka aykırılık bulunmadığı nedeniyle aksi yönde verilen idare mahkemesi kararında isabet görülmemiştir. Açıklanan nedenlerle, Adana 1. İdare Mahkemesi’nin 15.10.1997 günlü, E:1997/573, K:1997/1020 sayılı kararının BOZULMASINA, dosyanın adı geçen mahkemeye gönderilmesine 20.4.1999 gününde oybirliğiyle karar verildi. Başkan Gürbüz ÖNBİLGİN Üye Yaşar Selim ASMAZ Üye Acar OLTULU Üye Bekir AKSOYLU Üye Faruk ÖZTÜRK 224 Ekler Danıştay Kararları 225 RAFİNERİDEN RESMİ MÜHÜRLÜ OLARAK ALINAN ÜRÜN NEDENİYLE DAVACININ SORUMLU TUTULMAYACAĞI HAKKINDA DANIŞTAY KARARLARI 226 Ekler Danıştay Kararları 227 T.C. DANIŞTAY Altıncı Daire Esas No : 2003/602 Karar No : 2004/3869 Temyiz İsteminde Bulunan: Delikan Petrol Nak. Tic. ve San. Ltd. Ş. Vekili : Av. Mükremin Yalçıntaş Karşı Taraf : Kayseri Valiliği İstemin Özeti : Kayseri İdare Mahkemesi’nin 18.9.2002 günlü, E:2002/432, K:2002/799 sayılı kararının usul ve yasaya aykırı olduğu ileri sürülerek bozulması istenilmektedir. Savunmanın Özeti : Savunma verilmemiştir. Danıştay Tetkik Hakimi Şule Tataroğlu’nun Düşüncesi : Temyiz isteminin reddi ile mahkeme kararının onanması gerektiği düşünülmektedir. Danıştay Savcısı Aynur Sahinok’un Düşüncesi : İdare ve vergi mahkemelerince verilen kararın temyizen incelenerek bozulabilmesi için, 2577 sayılı idari Yargılama Usulü Kanunu’nun 49. maddesinin birinci fıkrasında belirtilen nedenlerin bulunması gerekmektedir. Temyiz dilekçesinde öne sürülen hususlar, söz konusu maddede yazılı nedenlerden hiçbirisine uymadığından, istemin reddi ile temyiz edilen Mahkeme kararının onanmasının uygun olacağı düşünülmektedir. TÜRK MİLLETİ ADINA Karar veren Danıştay Altıncı Dairesi’nce Tetkik Hakimi’nin açıklamaları dinlendikten ve dosyadaki belgeler incelendikten sonra işin gereği görüşüldü: Dava, 2872 sayılı Çevre Kanunu’nun 8/2. maddesine aykırı davranarak çevreye zarar verildiğinden bahisle para cezası verilmesine ilişkin 14.3.2002 günlü 427 sayılı işlemin iptali istemiyle açılmış, idare Mahkemesi’nce; davacı firmaya ait yakıt tankerinden alınan sıvı yakıtın analizi sonucunda İl Mahalli Çevre Kurulu kararı ile belirlenen standart değerlere aykırı olduğu saptandığından, para cezası verilmesinde hukuka aykırılık bulunmadığı gerekçesiyle davanın reddine, sıvı yakıt numunesi alma tutanağının tek başına hukuki sonuç doğuran kesin ve yürütülmesi zorunlu bir işlem olmadığından bahisle davanın bu kısmının incelenmeksizin reddine karar verilmiş ve kararın davanın reddine ilişkin kısmı davacı vekilince temyiz edilmiştir. Dosyanın incelenmesinden, 2001-2002 yılı kış sezonunda çevre ve hava kirliliğinin önlenmesi amacıyla Mahalli Çevre Kurulu’nun 23.7.2001 gün ve 24471 sayılı Resmi Gazete’de yayımlanan 21.6.2001 günlü 5 sayılı kararı ile Kayseri ilinde kullanılmak üzere getirilen bütün sıvı yakıtların Büyükşehir 228 Ekler Belediyesi Yakıt Analiz laboratuarında analiz ettirilmesi, ihtilaf halinde numune analizlerinin Çevre Bakanlığı Referans Laboratuarı MTA Araştırma Enstitüsü veya ODTÜ Petrol Araştırma Merkezi laboratuarında yaptırılmasının kararlaştırıldığı, davacı Petrol Firmasının yakıt tankerinden kendi isteği üzerine 17.1.2002 günlü zabıt tutanağı ile alınan üç şişelik sıvı yakıt (KALYAK) numunesinde Kayseri Büyükşehir Belediyesi yakıt analiz laboratuarında analiz yaptırıldığı, yaptırılan analiz sonucunda toplam kükürt değerinin standart değerden fazla olduğunun belirlenmesi nedeniyle, 2872 sayılı Yasa’nın 8. ve 20. maddeleri uyarınca davacı firma adına dava konusu edilen para cezasının uygulandığı anlaşılmaktadır. Olayda, davacı petrol şirketinin isteği ile numune alma ekibi tarafından alınan numunelerin yakıt analiz laboratuarında yapılan sıvı yakıt analizlerinin sınır değerleri sağlamadığının tespit edilmesi üzerine 2872 sayılı Yasa uyarınca para cezası verilmiş ise de, söz konusu yakıt Kırıkkale TÜPRAŞ Petrol Rafinesinden alınan bir üründür. 17.1.2002 günü tankere yüklenmiş resmi mühürlü ve irsaliyeli yakıttan aynı gün davacı istemiyle alınan numunelerdeki kirlilik oranının yüksekliği nedeniyle para cezası verilmiştir. Bu durumda anılan ürünü rafineriden standartlara uygun olduğu düşüncesiyle resmi mühürlü olarak alan davacıya numunelerdeki kirlilik nedeniyle para cezası verilmesinde hukuka uyarlık bulunmamaktadır. Açıklanan nedenlerle Kayseri İdare Mahkemesi’nin 18.9.2002 günlü, E:2002/432, K:2002/799 sayılı kararının BOZULMASINA, 10.120.000 Lira karar harcı ile fazladan yatırılan 7.530.000 Lira harcın temyiz isteminde bulunana iadesine, dosyanın adı geçen mahkemeye gönderilmesine 16.6.2004 gününde oybirliğiyle karar verildi. Başkan Acar OLTULU Üye Faruk ÖZTÜRK Üye Sinan YÖRÜKOĞLU Üye Banu DİLCİN Üye Nazlı KOÇER Danıştay Kararları 229 BAZ İSTASYONLARININ KAMU BİNALARINA KURULMAMASI YOLUNDAKİ GENELGE HAKKINDA DANIŞTAY KARARLARI 230 Ekler Danıştay Kararları 231 T.C. DANIŞTAY Altıncı Daire Esas No : 2000/3862 Karar No : 2001/5101 Davacı : TÜRKCELL İletişim Hizmetleri A. Ş. Vekili : Av. Yahya K. Zabunoğlu Karşı Taraf : 1. T.C. Çevre Bakanlığı/ANKARA 2. T.C. Ankara Valiliği/ANKARA İstemin Özeti: Çevre Bakanlığı Çevre Kirliliğini Önleme Ve Kontrol Genel Müdürlüğü’nün 11.5.2000 günlü, 1609/5031 sayılı Genelgesi ile bu genelgeye dayalı olarak cep telefonu baz istasyonlarının kamu binaları, okul, hastane, kreş, kışla ve park gibi yapı ve alanlarda kurulmaması gerektiği yolunda tesis edilen 30.5.2000 günlü Ankara Valiliği işleminin iptali istenilmektedir. Çevre Bakanlığı’nın Savunmasının Özeti: Elektromanyetik kirliliğe ilişkin yönetmelik henüz çıkarılmadığından, sorunun ülke çapına yayılan önemli bir boyuta ulaşması üzerine Bakanlıklarının dava konusu genelgeyi çıkararak konuyu belli bir ölçüde düzenlediği, kirliliği önlemeye çalıştığı, elektromanyetik kirlilik insan ve çevre sağlığını etkilediğinden cep telefonu baz istasyonlarının çevreye yapacağı olumsuz etkilerin önlenmesi konusunda düzenleme yapmada Bakanlıklarının yetkili olduğu dava konusu işlemlerde mevzuata aykırılık bulunmadığı öne sürülerek yasal dayanaktan yoksun davanın reddi gerektiği savunulmaktadır. Ankara Valiliği’nin Savunmasının Özeti: Çevre Bakanlığı Çevre Kirliliğini Önleme ve Kontrol Genel Müdürlüğü’nün 11.5.2000 günlü, 1609/5031 sayılı Genelgesi uyarınca elektromanyetik kirliliğin insan ve çevre açısından yaratacağı olası olumsuz etkilerin bertaraf edilmesi amacıyla cep telefonu baz istasyonlarının kamu binaları, okul, hastane, kreş, kışla ve park gibi yapı ve alanlarda kurulmaması gerektiği yolunda tesis edilen işlemde mevzuata aykırılık bulunmadığı öne sürülerek yasal dayanaktan yoksun davanın reddi gerektiği savunulmaktadır. Danıştay Tetkik Hakimi Gonca Temizhan’ın Düşüncesi: Dosyanın incelenmesinden, çevre sağlığını korumak amacıyla yasal yetkisi çerçevesinde davalı Bakanlık tarafından tesis edilen genelge ve buna dayalı Valilik işleminde hukuka aykırılık bulunmadığı sonucuna varılması nedeniyle davanın reddi gerekeceği düşünülmektedir. Danıştay Savcısı Tülin Özgenç’in Düşüncesi: Dava, Çevre Bakanlığı Çevre Kirliliği Önleme ve Kontrol Genel Müdürlüğü’nün 11.5.2000 günlü, 1609/5031 sayılı Genelgesi ile bu Genelgeye dayalı olarak cep telefonu baz istasyonlarının kamu binaları, okul, hastane, kreş, kışla ve park gibi yapı ve 232 Ekler alanlarda kurulmaması gerektiği yolunda tesis edilen 30.5.2000 günlü Ankara Valiliği işleminin iptali istemiyle açılmıştır. Anayasa’nın 56. maddesinde; herkesin, sağlıklı ve dengeli bir çevrede yaşama hakkına sahip olduğu, çevreyi geliştirmenin, çevre sağlığını koruma ve çevre kirlenmesini önlemenin devletin ve vatandaşların ödevi olduğu, hükmü yer almaktadır. 443 sayılı Çevre Bakanlığının Kuruluş ve Görevleri Hakkında Kanun Hükmünde Kararname’nin ve 2872 sayılı Çevre Kanunu’nun ilgili hükümlerinin incelenmesinden; Bakanlığın, çevrenin korunması ve çevre kirliliğinin önlenmesi amacıyla ülke şartlarına uygun olan teknolojiyi, bu amaçla kurulacak tesislerin niteliklerini belirlemek; çevrenin korunması ve çevre kirliliğinin önlenmesi için çevre standartları ve ekolojik kriterler esas olmak üzere her türlü analizi ölçüm ve kontrolleri gerçekleştirmek amacıyla laboratuarlar kurmak, kurdurmak ve denetimlerini yapmak, ülkedeki kirlenme konuları ile kirlenmenin mevcut olduğu veya olması muhtemel bölgeleri veya sektörleri tespit etmek ve izlemek, bu sorunların teknik, idari ve finansman bakımından çözümünü sağlayan kaynağın bulunmasıyla ilgili çalışmaları yönetmek veya yönlendirmek; çevre konusunda görev verilmiş olan özel ve kamu kurum ve kuruluşları arasında işbirliği ve koordinasyonu sağlamak bu konuda faaliyette bulunan gönüllü kuruluşları yönlendirmek, desteklemek ve Bakanlıklar arası işbirliği esaslarını bu yönetmelikle belirlemek; çevreye olumsuz etkileri olan her türlü faaliyeti bütününde izlemek ve denetlemek gibi görevleri bulunduğu anlaşılmaktadır. Anılan mevzuat hükümleri uyarınca baz istasyonlarının yer seçimine ilişkin olarak düzenleme yapmak yetki ve görevi Çevre Bakanlığı’na ait bulunmaktadır. Baz istasyonları ile ilgili sorunun ülke çapına yayılan önemli bir boyuta ulaşması ve Elektromanyetik Kirliliğe İlişkin Yönetmelik de henüz çıkmadığından Çevre Bakanlığı’nca dava konusu Genelge ile konu belli bir ölçüde düzenlenmiş ve çevre kirliliği önlenmeye çalışılmıştır. Genelge ile, elektromanyetik kirliliğe yol açma potansiyeli olan baz istasyonlarının insan sağlığına ve çevreye yönelik olası zararlı etkilerinin önlenmesi, iyonlaştırıcı olmayan radyasyon-elektro manyetik kirlilik konusundaki açıklama ve uygulama esasları, bu konuda kamuoyundaki tartışmalarda dikkate alınarak düzenlenmiştir. Dava konusu Genelge’den daha sonra Ulaştırma Bakanlığı’nca hazırlanan “Mobil Telekomünikasyon Şebekelerine Ait Baz İstasyonlarının Kuruluş Yeri, Ölçümleri, İşletilmesi ve Denetlenmesi Hakkında Yönetmelik” yayımlanmıştır. Danıştay Kararları 233 Söz konusu Yönetmelik’in iptali istemiyle açılan davada; Danıştay 10. Dairesi’nce, mobil telekomünikasyon şebekelerine ait baz istasyonlarının teknik yönünün yanı sıra, çevre ve sağlık yönlerinin bulunduğunun açık olması karşısında; bu konuda yapılacak düzenlemede; gerekli standartların belirlenmesinde, baz istasyonlarının nasıl ve nerelerde kurulacağına ilişkin esaslarda, yapılacak denetimlerde ve alınacak önlemlerde Ulaştırma Bakanlığı tek yetkili bakanlık olmayıp; Çevre Bakanlığı’nın ve Sağlık Bakanlığı’nın doğrudan görev ve yetki alanında bulunan çevre ve sağlık yönleri dolayısıyla bu konudaki gerekli düzenlemenin ortaklaşa yapılması bu bakanlıklarca yürütülen hizmetin bir gereği olduğu, ilgili Bakanlıkların Teşkilat ve Görevleri Hakkındaki Kanun Hükümleri de göz önünde bulundurulduğunda dava konusu Yönetmelik’in tek başına Ulaştırma Bakanlığı’nca çıkarılmasında hukuka uygunluk bulunmadığından yürütülmesinin durdurulmasına karar verilmiş bulunmaktadır. Dolayısıyla, Çevre Bakanlığının bu konuda düzenleme yapma görev ve yetkisinin bulunmadığı yolundaki davacı iddiasının kabulü mümkün değildir. Bu durumda, çevre sağlığının korunması amacıyla yasal yetkisi çerçevesinde davalı Bakanlıkça düzenlenen genelge ve buna dayalı Valilik işleminde hukuka aykırılık bulunmamaktadır. Açıklanan nedenlerle, yasal dayanağı bulunmayan davanın reddi gerektiği düşünülmüştür. TÜRK MİLLETİ ADINA Karar veren Danıştay Altıncı Dairesi’nce Tetkik Hakimi’nin açıklamaları dinlendikten ve dosyadaki belgeler incelendikten sonra işin gereği görüşüldü: Dava, Çevre Bakanlığı Çevre Kirliliği Önleme ve Kontrol Genel Müdürlüğü’nün 11.5.2000 günlü, 1609/5031 sayılı Genelgesi ile bu genelgeye dayalı olarak cep telefonu baz istasyonlarının kamu binaları, okul, hastane, kreş, kışla ve park gibi yapı ve alanlarda kurulmaması gerektiği yolunda tesis edilen 30.5.2000 günlü Ankara Valiliği işleminin iptali istemiyle açılmıştır. Çevre Bakanlığının Kuruluş ve Görevleri Hakkındaki 443 Sayılı Kanun Hükmündeki Kararname’nin 2. maddesinin (d) bendinde yer alan “Çevrenin korunması ve çevre kirliliğinin önlenmesi amacıyla ülke şartlarına uygun olan teknolojiyi belirlemek, bu maksatla kurulacak tesislerin vasıflarım tespit etmek” hükmü ile anılan kararnamenin (k) bendinde düzenlenen “Çevreye olumsuz etkileri olan her türlü faaliyeti ülke bütününde izlemek ve denetlemek” hükmü uyarınca elektromanyetik kirliliğe yol açma potansiyeli olan 234 Ekler baz istasyonlarının yer seçimine ilişkin olarak düzenleme yapmak Çevre Bakanlığı’nın yetki ve görevinde bulunmaktadır. Dosyanın incelenmesinden, gerek cep telefonları gerekse bunların çalışmasını sağlamak üzere kurulan baz istasyonlarının elektromanyetik kirliliğe sebep olması nedeniyle dava konusu Genelge ve buna dayalı olarak tesis edilen valilik işleminde belirtilen alanlarda kurulu bulunan mevcut baz istasyonlarının Uluslararası İyonlaştırıcı Olmayan Radyasyondan Koruma Kurulu tarafından getirilen sınır değerleri aşmaması esasının getirildiği, baz istasyonlarının insan ve çevre sağlığını etkilemeyecek yerlerde kurulmasının sağlanmasının amaçlandığı anlaşılmaktadır. Bu durumda çevre sağlığını korumak amacıyla yasal yetkisi çerçevesinde davalı Bakanlık tarafından tesis edilen genelge ve buna dayalı valilik işleminde hukuka aykırılık bulunmadığı sonucuna varılmaktadır. Açıklanan nedenlerle, yasal dayanaktan yoksun davanın REDDİNE, yargılama giderlerinin davacı üzerinde bırakılmasına 25.10.2001 gününde oybirliğiyle karar verildi. Başkan Gürbüz ÖNBİLGİN Üye Acar OLTULU Üye Faruk ÖZTÜRK Üye Sinan YÖRÜKOĞLU Üye Nazlı KOÇER Danıştay Kararları 235 ÇEVRE PARA CEZASI VERİLMESİ İÇİN KİRLİLİĞİN TESPİT EDİLMİŞ OLMASI GEREKTİĞİ HAKKINDA DANIŞTAY KARARLARI 236 Ekler Danıştay Kararları 237 T.C. DANIŞTAY Altıncı Daire Esas No : 2000/5589 Karar No : 2001/6404 Temyiz İsteminde Bulunan : Altıntaş Montaj Kaynak İthalat Taahhüt Turizm Sanayi ve Ticaret Ltd. Ş. Vekili : Av. A. Kadir Doğrul Karşı Taraf : İstanbul Valiliği İstemin Özeti: İstanbul 4. İdare Mahkemesi’nin 29.3.2000 günlü, E:1999/1080, K:2000/313 sayılı kararının usul ve yasaya aykırı olduğu öne sürülerek bozulması istenilmektedir. Savunmanın Özeti : Savunma verilmemiştir. Danıştay Tetkik Hakimi Ahmet Berberoğlu’nun Düşüncesi : Temyiz isteminin kabulü ile davacı şirkete ait aracın çevre kirliliğine sebebiyet verdiği hususu teknik olarak yapılan ölçümlerle ortaya konmadığından, aracın süresinde egzoz emisyon ölçümünü yaptırmamış olması nedeniyle Çevre Kanunu uyarınca para cezası verilmesinde isabet bulunmadığı gerekçesiyle dava konusu işlemin iptaline karar verilmesi gerektiğinden aksi yöndeki mahkeme kararının bozulmasının uygun olacağı düşünülmektedir. Danıştay Savcısı Turan Karakaya’nın Düşüncesi: Dava, davacı şirkete ait araca süresi içinde egzoz gazı emisyon ölçümü yaptırılmadığı gerekçesiyle 2872 sayılı Çevre Kanunu uyarınca para cezası verilmesine ilişkin işlemin iptali istemiyle açılmış. İdare Mahkemesi’nce dava reddedilmiştir. 2872 sayılı Çevre Kanunu’nun 8. maddesinin 1. fıkrasında her türlü atık ve artığı, çevreye zarar verecek şekilde, ilgili yönetmeliklerde belirlenen standartlara ve yöntemlere aykırı olarak doğrudan ve dolaylı biçimde alıcı ortama vermek, depolamak, taşımak, uzaklaştırmak ve benzeri faaliyetlerde bulunmanın yasak olduğu, 2. fıkrasında kirlenme ihtimalinin bulunduğu durumlarda ilgilerin kirlenmeyi önlemekle; kirlenmenin meydana geldiği hallerde kirletenin kirlenmeyi durdurmak, kirlenmenin etkilerini gidermek veya azaltmak için gerekli tedbirleri almakla yükümlü olduğu, aynı Kanunun 20. maddesinin (a) bendinde 8. maddenin birinci fıkrasındaki yasaya uymayanlara 100 bin Lira, ikinci fıkrasındaki yükümlülüğü yerine getirmeyenlere 500 bin Lira para cezası verileceği, son fıkrasında ise bu fiillerin kuruluş ve işletmeler tarafından işlendiği takdirde cezanın üç kat, 213 sayılı Vergi Usul Kanunu’nun 82. maddesi gereğince bilanço esasına göre defter tutması gereken kuruluş ve işletmeler tarafından işlediği takdirde ise beş kat olarak uygulanacağı hükmü yer almıştır. 238 Ekler Yukarıda yer verilen hükümler uyarınca ceza verilebilmesi için; ilgilerin kirlenmeyi önleme yükümlülüğünü yerine getirmemesi gerektiği kuşkusuzdur. Dava dosyasının incelenmesinden, 3.5.1999 günlü tutanakta kontrol edilen araçta sadece egzoz ölçümünün yaptırılmadığına ilişkin tespit yapıldığı anlaşılmaktadır. Bu durumda davacı şirkete ait aracın 2872 sayılı Çevre Kanunu’nun 8. maddesine aykırı şekilde atık ve artıkları belirlenen standartlara ve yöntemlere aykırı şekilde alıcı ortama verdiği veya kirlenmenin etkilerini azaltmak içine gerekli tedbirleri almadığına, kirlenmeyi önlemediğine ilişkin bir tespit bulunmadığından davacı şirketin bu maddeye aykırı davranışından söz edilemeyeceği açık olup, egzoz emisyon ölçümün yaptırılmadığı ile sınırlı şekilde yapılan tespite dayanılarak tesis olunan dava konusu para cezasına ilişkin işlemde hukuka uyarlık bulunmamaktadır. Açıklanan nedenlerle davacının temyiz isteminin kabulü ile İdare Mahkemesi kararının bozulması gerekeceği düşünülmektedir. TÜRK MİLLETİ ADINA Karar veren Danıştay Altıncı Dairesi’nce Tetkik Hakimi’nin açıklamaları dinlendikten ve dosyadaki belgeler incelendikten sonra işin gereği görüşüldü: Dava, davacı şirkete ait aracın egzoz emisyon muayenesinin yaptırılmamış olması nedeniyle anılan şirkete 2872 sayılı Çevre Kanunu uyarınca 570.000.000 Lira para cezası verilmesine ilişkin işlemin iptali istemiyle açılmış; İdare Mahkemesi’nce, dosyanın incelenmesinden, davacı şirkete ait 41 H 0331 plakalı aracın egzoz ölçümü yaptırmadığına ilişkin olarak iki polis memurunca 3.5.1999 gününde tutanak düzenlendiği, bu tutanak esas alınarak davacıya Çevre Kanunu uyarınca para cezası verildiği, davacı şirketin gerek bu cezaya itiraz dilekçesinde gerekse dava dilekçesinde aracın egzoz emisyon muayenesinin yapıldığının 18.3.1999 günlü, 10225 nolu bandrolle sabit olduğu iddiasında bulunmakla birlikte sözü edilen makbuzu veya buna ilişkin bir belgeyi dosyaya sunmadıkları anlaşıldığından, gerek tutanağın düzenlendiği tarihte gerekse sonradan süresinde emisyon ölçümü yapıldığına ilişkin herhangi bir belge ibraz edilememiş olması nedeniyle davacı şirketin bu yöndeki iddialarının değerlendirilmesinin mümkün bulunmadığı gerekçesiyle davanın reddine karar verilmiş, bu karar davacı tarafından temyiz edilmiştir. 2872 sayılı Çevre Kanunu’nun 8. maddesinin 1. fıkrasında her türlü atık ve artığı, çevreye zarar verecek şekilde, ilgili yönetmeliklerde belirlenen standartlara ve yöntemlere aykırı olarak doğrudan ve dolaylı biçimde alıcı Danıştay Kararları 239 ortama vermek, depolamak, taşımak, uzaklaştırmak ve benzeri faaliyetlerde bulunmanın yasak olduğu, 2. fıkrasında kirlenme ihtimalinin bulunduğu durumlarda ilgilerin kirlenmeyi önlemekle; kirlenmenin meydana geldiği hallerde kirletenin kirlenmeyi durdurmak, kirlenmenin etkilerini gidermek veya azaltmak için gerekli tedbirleri almakla yükümlü olduğu, aynı Kanunun 20. maddesinin (a) bendinde 8. maddenin birinci fıkrasındaki yasağa uymayanlara 100 bin Lira, ikinci fıkrasındaki yükümlülüğü yerine getirmeyenlere 500 bin Lira para cezası verileceği son fıkrasında ise bu fiiller kuruluş ve işletmeler tarafından işlendiği takdirde cezanın üç kat, 213 sayılı Vergi Usul Kanunu’nun 82. maddesi gereğince bilanço esasına göre defter tutması gereken kuruluş ve işletmeler tarafından işlendiği takdirde ise beş kat olarak uygulanacağı hükmü yer almıştır. Anılan hükümlerin birlikte değerlendirilmesinden, 2872 sayılı Çevre Kanunu’nun 8. maddesinde öngörülen yükümlülüklerin yerine getirilmemesi nedeniyle aynı Kanun’un 20. maddesi uyarınca para cezası verilebilmesi için, ceza uygulanan kişinin eylemi ile çevre kirliliğine neden olması ve bu durumun yapılan ölçümlerle somut bir şekilde saptanması gerekmektedir. Dosyanın incelenmesinden, davacı şirkete ait aracın egzoz ölçümünün yaptırılmamış olduğunun 3.5.1999 günlü tutanakla tespit edilmesi üzerine davacıya 2872 sayılı Çevre Kanunu’nun 8. maddesini ihlal ettiğinden bahisle yine aynı Kanun’un 20/a ve 20/son maddesi gereğince 570.000.000 Lira para cezası verildiği anlaşılmaktadır. Bu durumda, aracın egzoz gazı emisyon ölçümünün yaptırılmamış olmasının Çevre Kanunu uyarınca para cezası verilebilmesi için yeterli bir neden olmaması, taşıtın çevre kirliliğine neden olduğuna ilişkin olarak yapılmış bir tespitinde bulunmaması karşısında, sadece egzoz gazı ölçümünün yaptırılmamış olması yönünde yapılan tespite dayalı olarak Çevre Kanunu uyarınca para cezası verilmesinde mevzuata uyarlık bulunmadığından, İdare Mahkemesi’nce, davanın reddine karar verilmesinde isabet görülmemiştir. Açıklanan nedenlerle, İstanbul 4. İdare Mahkemesi’nin 29.3.2000 günlü, E:1999/1080, K:2000/313 sayılı kararının BOZULMASINA, 4.240.000 Lira karar harcı ile fazladan yatırılan 3.160.000 Lira harcın temyiz isteminde bulunana iadesine, dosyanın adı geçen mahkemeye gönderilmesine 13.12.2001 gününde oybirliğiyle karar verildi. Başkan Gürbüz ÖNBİLGİN Üye Acar OLTULU Üye Sinan YÖRÜKOĞLU Üye Banu DİLÇİN Üye Nazlı KOÇER 240 Ekler Danıştay Kararları 241 SU KİRLİLİĞİ KONTROLÜ YÖNETMELİĞİ HAKKINDA DANIŞTAY KARARLARI 242 Ekler Danıştay Kararları 243 T.C. DANIŞTAY Altıncı Daire Esas No : 1999/3334 Karar No : 2000/6480 Davacı : Ümran Ercan Vekilleri : Av. Necla Kaynak, Av. Ömer Yalçın Dokuzoğlu Karşı Taraf : 1. Çevre Bakanlığı ANKARA 2. Ankara Valiliği İstemin Özeti: Ankara, Kızılcahamam İlçesi, Çeştepe Köyü, 2381 sayılı kadastro parseli üzerinde bulunan ruhsatsız yapının 3194 sayılı Yasa’nın 32. maddesi uyarınca yıktırılmasına ilişkin 16.3.1999 günlü, 398–2371 4/K–40 sayılı İl İdare Kurulu kararı ile bu kararın bildirimine ilişkin 15.4.1999 günlü, 2480 sayılı Bayındırlık ve İskân Müdürlüğü işlemi ve işleme dayanak oluşturan Su Kirliliği Kontrolü Yönetmeliği’nin 18. maddesinin yapı tatil tutanağının hatalı düzenlendiği, 3194 sayılı Yasa’nın 42. maddesi uyarınca verilen para cezasının Sulh Ceza Mahkemesi kararıyla kaldırıldığı, muhtarlıktan alınan izinle inşa edilen yapının kısa mesafeli koruma alanı dışında olduğu, baraj gölüne daha yakın yapılaşma ve yerleşim birimlerinin bulunduğu, yönetmelikle yapılaşma konusuna sınırlama getirilmesinin temel hak ve özgürlükler ve mülkiyet hakkını sınırlandırdığı öne sürülerek iptali istenilmektedir. Çevre Bakanlığı’nın Savunmasının Özeti : İptali istenilen yönetmelik maddesiyle mülkiyet haklarına sınırlama getirilmediği ve hukuka aykırılık bir yönünün bulunmadığı belirtilerek davanın reddi gerektiği savunulmaktadır. Ankara Valiliği’nin Savunmasının Özeti : Savunma verilmemiştir. Danıştay Tetkik Hakimi Ömer Köroğlu’nun Düşüncesi : Davanın yönetmeliğe ilişkin olarak reddi; yıkım işlemine ilişkin olarak dava hakkında karar verilmesine yer olmadığına karar verilmesi gerektiği düşünülmektedir. Temyiz isteminin reddi ile mahkeme kararının onanması gerektiği düşünülmektedir. Danıştay Savcısı Habibe Ünal’ın Düşüncesi: Dava, Ankara Kızılcahamam İlçesi, Çeştepe Köyü sınırları içindeki 497 sayılı kadastral parsel üzerinde davacı tarafından ruhsatsız olarak yaptırılan ve Kurtboğazı Barajı Kısa Mesafeli Koruma alanında kaldığı tespit edilen konut ve tavuk çiftliğinin 3194 sayılı Yasa’nın 32. maddesi uyarınca yıktırılmasına ilişkin işlemin ve Su Kirliliği Kontrolü Yönetmeliği’nin 18. maddesinin iptali isteğiyle açılmıştır. T.C. Anayasası’nın 124. maddesinde: Başbakanlık, bakanlıklar ve kamu tüzel kişilerinin kendi görev alanlarını ilgilendiren kanunların ve tüzükle- 244 Ekler rin uygulanmasını sağlamak üzere ve bunlara aykırı olmamak şartıyla yönetmelikler çıkarabilecekleri kurala bağlanmıştır. Çevre sorunlarının en önemli sorunlar arasında yer alması nedeniyle çevre hakkı temel bir insan hakkı olarak Anayasa’nın 56. maddesinde “Herkes, sağlıklı ve dengeli bir çevrede yaşama hakkına sahiptir. Çevreyi geliştirmek, çevre sağlığını korumak ve çevre kirlenmesini önlemek devletin ve vatandaşın ödevidir” hükmü ile düzenlenmiştir. 2872 sayılı Çevre Kanunu’nun 1. maddesinde Kanun’un amacının; bütün vatandaşların ortak varlığı olan çevrenin korunması, iyileştirilmesi; kırsal ve kentsel alanda arazinin ve doğal kaynakların en uygun şekilde kullanılması ve korunması, su, toprak ve hava kirlenmesinin önlenmesi, ülkenin bitki ve hayvan varlığı ile doğal ve tarihsel zenginliklerinin korunarak, bugünkü ve gelecek kuşakların sağlık, uygarlık ve yaşam düzeyinin geliştirilmesi ve güvence altına alınması için yapılacak düzenlemeleri ve alınacak önlemleri ekonomik ve sosyal kalkınma hedefleriyle uyumlu olarak belirli hukuki ve teknik esaslara göre düzenlemek olduğu belirtilmiş, 9. maddesinin 1. fıkrasında da; kırsal ve kentsel alanda arazi kullanım kararına uygun olarak tespit edilen koruma alanları ve bu alanlarda uygulanacak koruma ve kullanım esaslarının yönetmelikle belirlenmesi öngörülmüştür. Dava konusu Su Kirliliği Kontrolü Yönetmeliği de anılan Yasa kuralına dayanılarak hazırlanmış ve 4.9.1988 günlü, 19919 sayılı Resmi Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe girmiştir. Yönetmelik’in 1. maddesinde, amacının, ülkenin yeraltı ve yerüstü su kaynakları potansiyelinin her türlü kullanım amacıyla korunmasını, en iyi biçimde kullanımın sağlanmasını ve su kirlenmesinin önlenmesini, ekonomik ve sosyal kalkınma hedefleriyle uyumlu bir şekilde gerçekleştirmek üzere, su kirliliğinin kontrolü esaslarının belirlenmesi için gerekli olan hukuki ve teknik esasları ortaya koymak olduğu belirtilmiş; bu amaca uygun olarak düzenlenen 18. maddesinde, kısa mesafeli koruma alanının, içme ve kullanma suyu rezervuarlarının mutlak koruma alanı sınırından itibaren 700 m. genişliğindeki sınır olduğu, söz konusu alan sınırının su toplama havzası sınırını aşması halinde, kısa mesafeli koruma alanının havza sınırında son bulacağı, aynı maddenin (A) bendinde de kısa mesafeli koruma alanı içinde turizm, iskan ve sanayi yerleşmelerine izin verilemeyeceği kurala bağlanmıştır. Yasa ile, koruma alanları ve bu alanların koruma ve kullanım esaslarının belirlenmesinin Yönetmeliğe bırakılmış olması karşısında Yönetmelik’in dava konusu edilen 18. maddesiyle içme ve kullanma suyu kaynaklarından temin edilen suyun sağlıklı bir şekilde topluma sunulması amacıyla kısa mesafeli koruma alanı ile ilgili olarak getirilen düzenlemede kamu yararına ve hukuka aykırılık görülmemiştir. Danıştay Kararları 245 Davanın yıkım işleminin iptali istemine yönelik bölümüne gelince; 3194 sayılı Yasa’nın 3. maddesinde; ruhsat alınmadan yapıya başlanması veya ruhsat ve eklerine aykırı yapı yapılması halinde, belediye veya valiliklerce o andaki inşaat durumunun tespit edileceği, yapının mühürlenerek inşaatın derhal durdurulacağı, durdurmanın yapı tatil tutanağının yapı yerine asılmasıyla yapı sahibine tebliğ edilmiş sayılacağı, bu tebligatın bir nüshasının da muhtara bırakılacağı, bu tarihten itibaren en çok bir ay içinde bu yola başvurulamadığı takdirde ruhsatın iptal edileceği, ruhsata aykırı veya ruhsatsız yapılan binanın belediye encümeni veya il idare kurulu kararı üzerine belediye veya valilikçe yıktırılacağı, yıkım masrafının yapı sahibinden tahsil edileceği kurala bağlanmıştır. Dosyanın incelenmesinden, Ankara’nın içme suyu ihtiyacının önemli bir kısmını karşılayan Kurtboğazı Baraj Gölü kenarında davacı tarafından ruhsatsız olarak yaptırıldığı saptanan, baraj kısa mesafeli koruma alanında kalması nedeniyle bu konudaki düzenleme ve kurallara göre ruhsata bağlanmasına olanak bulunmayan ve 3194 sayılı Yasa’nın 27. maddesi kapsamına da girmediği anlaşılan yapıların verilen süre içerisinde davacı tarafından yıktırılmaması üzerine il idare kurulunca yıktırılmasına karar verildiği anlaşılmakta olup, söz konusu işlemde 3194 sayılı Yasa’nın 32. maddesi ne aykırılık bulunmamaktadır. Açıklanan nedenlerle davanın reddine karar verilmesinin uygun olacağı düşünülmüştür. TÜRK MİLLETİ ADINA Karar veren Danıştay Altıncı Dairesi’nce duruşma için önceden belirlenen 19.12.2000 gününde yapılan tebligat üzerine davacı vekili Av. Necla Kaynak’ın, davalı Çevre Bakanlığı’nı temsilen Hukuk Müşaviri Sevgi Şafak ve Ankara Valiliği’ni temsilen Hukuk Müşaviri Gürcan Türkşen’in geldiği görülmekle, Danıştay Savcısı Habibe Ünal’ın katılımıyla duruşma yapıldı. Aynı gün Tetkik Hakimi’nin açıklamaları dinlendikten ve dosyadaki belgeler incelendikten sonra işin gereği görüşüldü: Anayasa’ya aykırılık iddiası yerinde görülmemiştir. Dava, Ankara, Kızılcahamam İlçesi, Çeştepe Köyü, 381 sayılı kadastro parseli üzerinde bulunan ruhsatsız yapının 3194 sayılı Yasa’nın 32. maddesi uyarınca yıktırılmasına ilişkin 16.3.1999 günlü, 398-2371 4/K-40 sayılı İl İdare Kurulu kararı ile bu kararın bildirimine ilişkin 15.4.1999 günlü, 2480 sayılı Bayındırlık ve İskan Bakanlığı işlemi ve işleme dayanak oluşturan Su Kirliliği Kontrolü Yönetmeliği’nin 18. maddesinin iptali istemiyle açılmıştır. Anayasa’nın 56. maddesinde herkesin sağlıklı ve dengeli bir çevrede yaşama hakkına sahip olduğu, çevreyi geliştirmek, çevre sağlığını korumak ve 246 Ekler çevre kirlenmesini önlemenin devletin ve vatandaşların ödevi olduğu kurala bağlanmıştır. Anayasa’nın 124. maddesinde ise, Başbakanlık, bakanlıklar ve kamu tüzel kişilerinin kendi görev alanlarını ilgilendiren kanunların ve tüzüklerin uygulanmasını sağlamak üzere ve bunlara aykırı olmamak şartıyla yönetmelikler çıkarabilecekleri hükmü yer almıştır. 2872 sayılı Çevre Kanunu’nun “Amaç” başlıklı 1. maddesinde; bu Kanun’un amacının bütün vatandaşların ortak varlığı olan çevrenin korunması, iyileştirilmesi kırsal ve kentsel alanda arazinin ve doğal kaynakların en uygun şekilde kullanılması ve korunması; su, toprak ve hava kirlenmesinin önlenmesi; ülkenin bitki ve hayvan varlığı ile doğal ve tarihsel zenginliklerin korunarak, bugünkü ve gelecek kuşakların sağlık, uygarlık ve yaşam düzeyinin geliştirilmesi ve güvence altına alınması için yapılacak düzenlemeleri ve alınacak önlemleri, ekonomik ve sosyal kalkınma hedefleriyle uyumlu olarak belirli hukuki ve teknik esaslara göre düzenlemek olduğu belirtilmiş, 9. maddesinin 1. fıkrasında da; kırsal ve kentsel alanda arazi kullanımı kararına uygun olarak tespit edilen koruma alanları ve bu alanlarda uygulanacak koruma ve kullanım esaslarının yönetmelikle belirleneceği kurala bağlanmıştır. Çevre Kanunu hükümleri gereğince hazırlanan ve 4 Eylül 1988 günlü, 19919 sayılı Resmi Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe giren Su Kirliliği Kontrolü Yönetmeliği’nin 1. maddesinde; “...Bu Yönetmelik, 9 Ağustos 1983 tarihli ve 2872 sayılı Çevre Kanunu ile mezkur kanunda ek ve değişiklik yapan kanun hükümlerine uygun olarak hazırlanmış olup, amacı, ülkenin yeraltı ve yerüstü su kaynakları potansiyelinin her türlü kullanım amacıyla korunmasını, en iyi bir biçimde kullanımının sağlanmasını ve su kirlenmesinin önlenmesini ekonomik ve sosyal kalkınma hedefleriyle uyumlu bir şekilde gerçekleştirmek üzere, su kirliliğinin kontrolü esaslarının belirlenmesi için gerekli olan hukuki teknik esasları ortaya koymaktadır.” hükmü yer almıştır. Su Kirliği Kontrol Yönetmeliği’nin “Kısa Mesafeli Koruma Alanı” başlıklı 18. maddesinde; “İçme ve kullanma suyu rezervuarlarının mutlak koruma alanı sınırından itibaren 700 m. genişliğindeki şerittir. Söz konusu alan sınırının su toplama havzası sınırını aşması halinde, kısa mesafeli koruma alanı havza sınırında son bulur. Kısa mesafeli koruma alanı içinde; A) Turizm, iskân ve sanayi yerleşmelerine izin verilmez, B) Çöp ve moloz birikintisine izin verilemez, C) Madde 17 B’de anılan mecburi teknik tesisler ve Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kanunu kapsamına giren uygulamalar dışında hafriyat yapılamaz, Danıştay Kararları 247 D) Sıvı ve katı yakıt depolarına ve mezarlık kurulmasına izin verilemez. Bu alanda kalan mevcut yapılar dondurulmuştur, E) Bu alanın rekreasyon ve piknik amacıyla kullanılmasına dönük kamu yararlı ve günübirlik turizm ihtiyacına cevap verecek sökülüp takılabilir elamanlardan meydana gelen, geçici nitelikte kır kahvesi, büfe ve benzeri tek katlı yapılara, ilgili kuruluşların uygun görüşleri alınarak onanmış çevre düzeni ve uygulama planlama ve plan kararlarına uygun olarak izin verilebilir, F) Bu alanda yapılacak ifrazlardan sonra elde edilecek her parsel 10000 m2’den küçük olamaz. (E) bendinde belirtilen nitelikteki yapıların kapalı kısımlarının toplam alanı her parselde 100 m2’yi geçemez, G) Yukarıda (E) bendinde belirtilen yapıların atık suları, sağlık Bakanlığı’nın 19.3.1971 tarihli ve 13783 sayılı Resmi Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe giren ‘Lağım Mecrası İnşası Mümkün Olmayan Yerlerde Yapılacak Çukurlara Ait Yönetmelik’ hükümlerine göre yapılacak olan sızdırmaz nitelikteki fosseptiklerde toplama ve atık su altyapı tesisine verilir, H) Suni gübre ve tarım ilaçları kullanmamak şartıyla, hayvancılık ile ilgili yapılar hariç olmak üzere kontrollü otlatmaya ve diğer tarımsal faaliyetlere Tarım ve Köyişleri Bakanlığı’nın kontrol ve denetiminde izin verilir. Ayrıca erozyonu azaltıcı metotların uygulanması esastır, I) İmar planı gereği yapılacak yolların bu alandan geçecek olan kısımlarında sadece ulaşımla ilgili fonksiyonlara izin verilir.” kuralı yer almıştır. Yasa’nın koruma alanları ve bu alanların korunması ve kullanım esaslarının yönetmelikle belirleneceği hükmü uyarınca ve Anayasa’da belirtilen ilkelere ve Çevre Kanunu’na uygun olarak çıkarılmış olan Yönetmelik’in uyuşmazlık konusu 18. maddesiyle içme ve kullanma suyu rezervuarların ve benzeri su kaynaklarının korunarak, suyun sağlıklı ve temiz bir biçimde halkın kullanılmasına sunulması amacıyla getirilen düzenlemelerin mülkiyet hakkının sınırlandırılmasıyla bir ilgisi bulunmadığı, kamu yararına yönelik olduğu ve hukuka aykırılık içermediği açıktır. Davanın yıkım işleminin iptali istemine yönelik bölümüne gelince; Dosyanın ve Dairemizin E:2000/2763 sayılı dosyasının birlikte incelenmesinden, davacı tarafından, Kurtboğazı Barajı Gölü kısa mesafeli koruma alanı içinde kalan ve ruhsatsız olarak yapıldığı belirlenen yapının 3194 sayılı Yasa’nın 32. maddesi uyarınca yıktırılmasına ilişkin ve bu davada da iptali istenilen 16.3.1999 günlü, 398-2371 sayılı İl İdare Kurulu kararının iptali istemiyle Ankara 3. İdare Mahkemesi’nde açıldığı, anılan mahkemenin 29.2.2000 günlü, E:1999/476, K:2000/193 sayılı kararıyla dava konusu işlemin iptaline karar verildiği, bu kararın Danıştay Altıncı Dairesi’nin 19.2.2000 günlü, E:2000/2763, K:2000/6478 sayılı kararıyla, yeniden ince- 248 Ekler leme ve araştırma yapılarak sonucuna göre karar verilmesi gerektiği gerekçesiyle bozulduğu anlaşıldığından, bu davanın yıkım işlemine ilişkin bölümü hakkında karar verilmesine gerek kalmamıştır. Açıklanan nedenlerle, davanın Su Kirliliği Kontrol Yönetmeliği’nin 18. maddesine ilişkin bölümünün REDDİNE; davanın yıkım işleminin iptali istemine ilişkin bölümü hakkında ise, karar verilmesine yer olmadığına, peşin alınan yargılama giderlerinin davacı üzerinde bırakılmasına, 19.12.2000 gününde oybirliğiyle karar verildi. Başkan Gürbüz ÖNBİLGİN Üye Acar OLTULU Üye Bekir AKSOYLU Üye Faruk ÖZTÜRK Üye Sinan YÖRÜKOĞLU Danıştay Kararları FIRTINA DERESİ KARARI 249 250 Ekler Danıştay Kararları 251 T.C. DANIŞTAY Altıncı Daire Esas No : 2000/818 Karar No : 2000/5451 Temyiz İsteminde Bulunan: BME Enerji Yatırımları A.Ş. Vekili : Av. Erizan Soley Davacı Yanında Davaya Katılan: Orman Genel Müdürlüğü Vekili : Av. Zeynep Atar Karşı Taraf : Kültür Bakanlığı ANKARA İstemin Özeti : Trabzon İdare Mahkemesi’nin 9.11.1999 günlü E:1999/267, K:1999/1203 sayılı kararının usul ve yasaya aykırı olduğu öne sürülerek bozulması istenilmektedir. Savunmanın Özeti : Temyiz edilen kararda bozma nedenlerinden hiçbiri bulunmadığından usul ve kanuna uygun olan kararın onanması gerektiği savunulmaktadır. Danıştay Tetkik Hakimi Selçuk Topal’ın Düşüncesi : Her ne kadar koruma kurulunca daha önceden almış olduğu kararlarla, sit alanı olarak tespit ettiği bölgede hidroelektrik santralin projesi incelenerek yapılabileceğine karar verilmiş ise de, henüz projenin koruma kurulunca onaylamamış olması ve daha sonra koruma kuruluna yapılan başvuru üzerine yeniden yapılan incelemeler sonucunda bölgenin özelliği ve sit alanı koşulları yönünden dava konusu kararla sit alanında koruma amaçlı imar planının yapılması öngörülerek, bu bölgedeki uygulamaların ancak koruma amaçlı imar planı yapılmasından sonra gerçekleştirilebileceği yönünde karar alınmış olması ve bu nedenle de, projenin koruma amaçlı imar planı yapılmasından sonra değerlendirilebilmesi mümkün olduğundan; ayrıca onaylanmamış projeye göre inşaata başlanılamayacağı için inşa faaliyetlerin durdurulmasının da mevzuata aykırılığı bulunmadığından koruma kurulunun 2863 sayılı Yasa ile verilen yetkilerini kullanarak tesis etmiş olduğu dava konusu işlemde hukuka aykırılık bulunmamaktadır. Bu nedenle, davanın reddi yolundaki temyize konu idare mahkemesi kararının onanmasının uygun olacağı düşünülmektedir. Danıştay Savcısı Habibe Ünal’ın Düşüncesi: Temyiz dilekçelerinde öne sürülen hususlar, 2577 sayılı İdari Yargılama Usulü Kanunu’nun 49. maddesinin 1. fıkrasında belirtilen nedenlerden hiçbirisine uymayıp İdare Mahkemesi’nce verilen kararın dayandığı hukuki ve yasal nedenler karşısında anılan kararın bozulmasını gerektirir nitelikte görülmemektedir. Açıklanan nedenlerle temyiz istemlerinin reddiyle idare mahkemesi kararının onanmasının uygun olacağı düşünülmektedir. 252 Ekler TÜRK MİLLETİ ADINA Karar veren Danıştay Altıncı Dairesi’nce Tetkik Hakimi’nin açıklamaları dinlendikten ve dosyadaki belgeler incelendikten sonra 2577 sayılı Yasa’nın 31. maddesi ile göndermede bulunulan Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu uyarınca, dava konusu alanda davacı şirkete orman arazisi için bedelli irtifak hakkı tesis eden Orman Genel Müdürlüğünün davacı yanında davaya katılma istemi, Başkan Gürbüz Önbilgin ve Üye Faruk Öztürk’ün davacı yanında davaya katılma isteminde bulunanın davacı olarak dava konusu işlemin iptali istemiyle dava açabileceği, bu nedenle Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu’nda belirtilen koşulları taşımadığından istemin reddi gerektiği karşı oylarına karşılık oyçokluğuyla kabul edilerek işin gereği görüşüldü: Duruşma yapılmasına gerek görülmedi. Dava, Rize, Çamlıhemşin İlçesi, Fırtına Deresi havzasında yapımı planlanan Dilek-Güroluk Hidroelektrik Santralı Projesi’nin Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Yüksek Kurulu’nun 14.7.1998 günlü, 596 sayılı ilke kararı uyarınca koruma amaçlı imar planı yapılmasından sonra incelenebileceğine, ayrıca bu alanlarda ağaç kesimi, bina inşaatı, yol açılması gibi tüm uygulamaların ilgili birimlerce acele durdurulması gerektiğine ilişkin 29.1.1999 günlü, 3380 sayılı Trabzon Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kurulu kararının iptali istemiyle açılmış; İdare Mahkemesi’nce, Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Yüksek Kurulu’nun “Tabii (Doğal) Sitler, Koruma ve Kullanma Koşullarını” belirleyen 14.7.1998 günlü, 596 sayılı İlke Kararı’nda, bilimsel muhafaza açısından istisnai evrensel değeri olan jeolojik ve fizyografik oluşumlar ve tükenme tehdidi altındaki hayvan ve bitki türlerinin yetiştiği kesinlikle belirlenmiş alanlara “I. Derece Doğal Sit Alanı” denilmesi, bu alanlarda; bitki örtüsü, topografya, siluet etkisini bozabilecek tahribata yönelik hiçbir eylemde bulunulmayacağı, plan bütünlüğü içinde, halka açık rekreasyon amaçlı tesisler ile iskele, balıkçı barınağı, bekçi kulübesi, otopark ile zorunlu olan alanlarda alt yapı hizmetleri donatımlarının ilgili kurumların görüşleri doğrultusunda hazırlanacak projesine göre ilgili koruma kurulundan izin alınmak koşuluyla yapılabileceği, ancak bu alanlarda alanın özelliğine göre 1/25.000 ölçekli Çevre Düzeni Planı, 1/5000 ölçekli Nazım İmar Planı ve 1/1000 ölçekli Koruma Amaçlı Uygulama İmar Planı yapılmadan söz konusu projelere izin verilmeyeceğinin belirtildiği, davacı şirketçe Yap-İşlet-Devret modeli ile üzerinde Hidroelektrik Santrali (HES) yapılması planlanan Rize İli, Çamlıhemşin İlçesi, Fırtına deresi ve kollarından (Palovit ve Hala Dereleri dahil) oluşan vadinin Trabzon Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kurulu’nun 23.1.1998 günlü, 3060 sayılı kararıyla “Sit Alanı” olarak tespit edildiği, 19.5.1998 günlü, 3148 sayılı kararla da bu alanda önerilen Dilek-Gürolok Hidroelektrik Santralı Projesi’nin ise Fırtına Danıştay Kararları 253 Deresi’nde yaşamını sürdüren deniz ile dere arasında sürekli ve karşılıklı göç hareketinde bulunan Denizalası Balığı’nın mevcut popülasyonunun korunması ve doğal fiziksel karakteristiğinin bozulmaması; sit alanı içindeki mevcut flora ve faunanın sayısal olarak azalmaması, bölgenin topografik karakteristiğinin ve içindeki akarsu yatakları doğal yapısının korunabilmesi için gerekli tüm önlemlerin alınması kaydıyla ÇED raporu doğrultusunda ilgili kurumların onayı alındıktan sonra uygulanabileceğinin belirtildiği, davacı şirketçe 22.9.1998 günlü dilekçe ile Dilek-Güroluk Hidroelektrik Santraline ilişkin kesin projelerin kurul müdürlüğüne sunulduğu, bu projenin Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı’nca onaylı olmadığı gerekçesiyle 13.10.1998 günlü Trabzon Koruma Kurulu Müdürlüğü yazısı ile iade edildiği, ilgili Bakanlığa onaylattırılan projelerin, davacı şirketçe 6.11.1998 tarihinde yeniden Kurula sunulduğu, söz konusu Hidroelektrik Santralı yapım faaliyeti sebebiyle oluşan tahribatların önlenmesi ve faaliyetin durdurulması istemiyle yapılan başvurular üzerine kurul görevlilerince bölgede yapılan inceleme ve araştırma sonucunda düzenlenen 15.1.1999 günlü, 1999/11 sayılı raporla, projesi kurulda onaylanmadığı halde Fırtına Deresi kenarında, şantiye binalarının yapıldığı, Şenyuva ve Yolkıyı köyleri karşısında yaklaşım I ve yaklaşım II yollarının açılmaya başlandığı, mevcut yolların ise genişletilmesine ilişkin faaliyetlere devam edildiğinin tespit edildiği, Kurulca bölgedeki tahribatların önlenmesine ilişkin başvurular ve 15.1.1999 günlü, 1999/ 11 sayılı tespit raporu ile birlikte Kültür ve Tabiat Varlıklarım Koruma Yüksek Kurulu’nun 14.7.1998 günlü, 596 sayılı ilke kararı gözetilerek dava konusu işleminin tesis edildiği, koruma kurulunca 2863 sayılı Yasa’nın verdiği yetkiye dayanılarak yöredeki tahribatın önlenmesi için yapılan başvurular ve buna ilişkin tespit raporu ile birlikte Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Yüksek Kurulu’nun ilke kararları çerçevesinde, bir çok endemik türü bünyesinde bulunduran, flora ve faunası ile birlikte doğal çevresinin bir bütünlük oluşturduğu, bir kısmı Milli Park, bir kısmı 1.derece Arkeolojik sit, diğer kısımlar l, 2 ve 3. derece Doğal Sit Alanı olarak tespit edilmiş olan ve yeryüzü şekli, iklim, anakaya ve toprak özellikleri itibariyle çevresel etkilere son derece hassas olan Fırtına Deresi havzasında davacı şirketçe yapımı planlanan hidroelektrik santralin inşaatına ilişkin projelerin koruma amaçlı imar planı yapılmasından sonra incelenmesinde diğer bir ifade ile anılan projelerin onaylanıp onaylanmayacağı ve buna dayalı inşa faaliyetlere izin verilip verilmeyeceği konusunda, ilgili valilik ve belediye tarafından koruma amaçlı nazım imar planı yapılarak Kurul’a tesliminden sonra karar verilecek olmasında mevzuata aykırılık bulunmadığı, diğer taraftan, davacı şirketçe yapımı planlanan hidroelektrik santralin kesin projelerinin henüz koruma kurulunca incelenip onaylanmadığı, anılan bölgeye yapılan fiziki müdahalenin geri dönüşümü zor tahribatlara yol açabileceği göz önünde bulundurulduğunda 254 Ekler dava konusu işlemin ağaç kesimi, bina inşaatı, yol açılması gibi uygulamaların ilgili birimlerce acele durdurulması gerektiğine ilişkin bölümünde de mevzuata ve kamu yararına aykırılık bulunmadığı gerekçesiyle davanın reddine karar verilmiş; karar davacı vekili tarafından temyiz edilmiştir. Dosyanın incelenmesinden, davacı şirketin 17.10.1997 tarihindeki başvurusu üzerine yerinde yapılan inceleme ve görüşmeler sonucunda 23.1.1998 günlü, 3060 sayılı Trabzon Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kurulu kararıyla, Fırtına Deresi ve kollarının (Palovit ve Hala Dereleri dahil) oluşturmuş olduğu vadinin doğal değerler açısından endemik (yöreye has) bitki, ağaç türleri içermesi; vadinin hareketli topografyası ile ender bulunan ilginç görüntüler sunması; eğimli arazide doğa ile uyumlu ölçekleşmiş köy ve köyaltı yerleşim yerlerinin çoğunun kültür varlığı niteliği taşıması nedeniyle Fırtına Deresi Vadisinin sit alanı olarak tespitine, kesin sınırlarının ve derecelerinin belirlenebilmesi için haritaların kurula sunulmasının gerektiğine; söz konusu Dilek-Güroluk Hidroelektrik Santralinin baraj önerisi olmaması ve getirdiği çözümlerle doğal sit karakterine zarar vermemesi nedeniyle konu ile ilgili ekolojik, jeolojik ve endemik flora ve faunaların korunmasına yönelik raporların desteğinde hazırlanacak projelerinin kurulda onaylanmasından sonra yapılabileceğine karar verildiği; koruma kurulunun 19.5.1998 günlü, 3148 sayılı kararı ile de, Fırtına Deresi ve havzasındaki dere yataklarında alüvyal ve yamaçlardaki yaşlı ormanları içeren hareketli topografyanın oluşturduğu bitki örtüsü çeşitliliği bulunduğu gibi ilginç kompozisyon ve peyzaj bütünlüğünün, tarihi kalelerin, yöreye özgü ahşap mimari ağırlıklı köy yerleşimlerinin ortaya çıkardığı doğal ve kültürel değerlerin de yer almasından ötürü 1/25.000 ölçekli haritalarda sınırları belirlenen bölümlerin 1. derece, 2. derece, 3. derece doğal sit; Zilkale ve Kale-i Bala Çevresinin 1. derece arkeolojik sit alanı olarak tescil edilmesine ve 3. derece doğal sit alanları içerisinde kalan köy yerleşimlerindeki yapıların tespitinin yapılması gerektiğine; bu alanda (1. ve 3. derece sit alanı içerisinde) önerilen DilekGüroluk Hidroelektrik Santrali Projesinin ise, Fırtına Deresinde yaşamını sürdüren, deniz ile dere arasında sürekli karşılıklı göç hareketinde bulunan Denizalası Balığının mevcut popülasyonunun korunması ve doğal, fiziksel karakteristiğinin bozulmaması, sit alanı sınırları içindeki mevcut flora ve faunanın sayısal olarak azalmaması, bölgenin topografik karakteristiğinin ve içindeki akarsu yatakları doğal yapısının korunabilmesi için gerekli tüm önlemlerin alınması kaydıyla ve ÇED raporu doğrultusunda ilgili kurumların onayı alındıktan sonra uygulanabileceğine karar verildiği; bu koruma kurulu kararlarında bölgenin sit alanı olarak belirlenmesinden sonra koruma amaçlı imar planı yapılmasının öngörülmediği, yalnızca hidroelektrik santrali projesinin incelenmesi suretiyle korumaya yönelik tüm önlemlerin ve ilgili kurumların onayının alınmasından sonra projenin uygulanabileceğinin belirtil- Danıştay Kararları 255 diği; ancak daha sonra hidroelektrik santrali projesinin onaylanması istemli davacı şirketin 6.11.1998 tarihli başvurusu ve bu bölgeyle ilgili diğer başvurular ile koruma kurulu müdürlüğünün 15.1.1999 günlü, 1999-11 sayılı raporunun incelenmesi sonucunda, Fırtına Deresi havzasında 19.5.1998 günlü, 3148 sayılı koruma kurulu kararıyla belirlenen sit alanları ilanı kararının aynen geçerli olduğuna, bu alan içerisinde sunulan projenin Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Yüksek Kurulu’nun doğal sitler, koruma ve kullanma koşullarını belirleyen 14.7.1998 günlü, 596 sayılı ilke kararı uyarınca koruma amaçlı imar planı yapılmasından sonra incelenebileceğine, ayrıca bu alanlarda ağaç kesimi, bina inşaatı, yol açılması gibi tüm uygulamaların ilgili birimlerce acele durdurulması gerektiğine karar verildiği; dava konusu kararın dayanağı olan 14.7.1998 günlü, 596 sayılı ilke kararında da 1. derece doğal sit alanında, bitki örtüsü, topografya, siluet etkisini bozabilecek tahribata yönelik hiçbir eylemde bulunulmayacağının; plan bütünlüğü içinde, halka açık rekreasyon amaçlı (lokanta, büfe, kafeterya, soyunma kabinleri, WC, gezi yolu) tesisleri ile iskele balıkçı barınağı, bekçi kulübesi, otopark ile zorunlu alanlarda alt yapı hizmetleri (kanalizasyon, içme suyu, enerji nakil hattı, telefon vb.) donatımlarının ilgili kurumların görüşleri doğrultusunda hazırlanacak projesine göre ilgili koruma kurulundan izin alınmak koşuluyla yapılabileceğinin, ancak bu alanlarda alanın özelliğine göre 1/25.000 ölçekli çevre düzeni planı, 1/5000 ölçekli nazım imar planı veya 1/1000 ölçekli koruma amaçlı imar planı yapılmadan söz konusu projelere izin verilemeyeceğinin belirtildiği anlaşılmaktadır. 2863 sayılı Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kanunu’nun 3. maddesinde sit, tarih öncesinden günümüze kadar gelen çeşitli medeniyetlerin ürünü olup, yaşadıkları devirlerin sosyal, ekonomik, mimari ve benzeri özelliklerini yansıtan kent ve kent kalıntıları, önemli tarihi hadiselerin cereyan ettiği yerler ve tespiti yapılmış tabiat özellikleri ile korunması gerekli alan olarak tanımlanmıştır. 2863 sayılı Yasa’nın 17. maddesinin 1. fıkrasında ise: “Bir alanın koruma kurulunca sit alanı olarak ilanı, bu alandaki imar planı uygulamasını durdurur. Koruma amaçlı imar planı yapılıncaya kadar, koruma kurulu tarafından bir ay içinde geçiş dönemi yapı şartları belirlenir. İlgili valilikler ve belediyeler anılan koruma amaçlı imar planını en geç bir yıl içinde koruma kuruluna değerlendirmek üzere vermek zorundadırlar.” hükmüne yer verilmiştir. İmar planları çeşitli kentsel işlevler arasında var olan ya da sağlanabilecek olanaklar ölçüsünde en iyi çözüm yollarını bulmak, belde halkına iyi yaşama düzeni ve koşulları sağlamak amacıyla bölgenin kendine özgü yaşayış biçimi ve karakteri, nüfus, alan, hizmet ve yapı ilişkileri, yörenin çevresi 256 Ekler ve çeşitli alanları arasında olan bağlantılar göz önünde bulundurularak hazırlanır. Çevre düzen planları, konut, sanayi, tarım, turizm, ulaşım gibi yerleşme ve arazi kullanılması kararlarını belirleyen; nazım imar planları da, varsa bölge veya çevre düzeni planlarına uygun olarak halihazır haritalar üzerine, yine varsa kadastral durumu işlenmiş olarak çizilen ve arazi parçalarının; genel kullanış biçimlerini, başlıca bölge tiplerini, bölgelerin gelecekteki nüfus yoğunluklarını, gerektiğinde yapı yoğunluğunu, çeşitli yerleşme alanlarının gelişme yön ve büyüklükleri ile ilkelerini, ulaşım sistemlerini ve problemlerinin çözümü gibi hususları göstermek ve uygulama imar planlarının hazırlanmasına esas olmak üzere düzenlenen, detaylı bir raporla açıklanan ve raporuyla beraber bütün olan planlardır. Uygulama imar planlarında ise, nazım imar planına uygun olarak çeşitli bölgelerin yapı adaları, bunların yoğunluk ve düzeni, yolları ve uygulama etapları ve diğer bilgiler ayrıntılı olarak gösterilmektedir. Her ölçekteki koruma amaçlı imar planlarının da fonksiyonları yukarıda belirtilen planlarda öngörüldüğü üzere, arazi parçalarının kullanım biçimlerini, yapı adalarının yoğunluk ve düzeni gibi hususları belirleyeceği, bunun yanı sıra koruma ilkelerini de göz önünde bulunduracağı tabiidir. Ancak, böyle bir planlamayı gerektirmeyen ya da uygulama olanağı bulunmayan alanlarda ise, sadece projenin koruma kurullarınca değerlendirilmesi suretiyle uygulanabilirliğine karar verilmesinde 2863 sayılı Yasa hükümleri yönünden hukuki bir engel bulunmamaktadır. Nitekim, Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Yüksek Kurulu’nun yukarıda sözü edilen ilke kararlarından sonra yürürlüğe konulan 5.11.1999 günlü, 659 sayılı ilke kararı ile, ülke çıkarları açısından yapılmasında zorunluluk olduğu ilgili bakanlıkça belirlenmek koşuluyla 1, 2, ve 3. derece doğal sit alanlarında korumaya yönelik 1/25.000 ölçekli çevre düzeni planı ve/veya 1/5000 ölçekli nazım plan kapsamında, plan yapılamadığı hallerde yapılacak tespit çerçevesinde ilgili koruma kurulunca uygun göreceği şekliyle çevreye zarar vermeyecek enerji santralleri yapılabileceğine karar verilmiştir. Buna göre planların yapılamadığı durumlarda koruma kurulunca sit alanı ve çevre koşullarına göre projenin incelenerek onaylanması veya onaylanmaması durumu söz konusu olabilecektir. Dava konusu uyuşmazlıkta ise, 23.1.1998 ve 14.5.1998 tarihli koruma kurulu kararlarında sadece proje üzerinde inceleme yapılabileceğinin kabul edilmesine karşın; dava konusu koruma kurulu kararında, sit alanı koşulları yönünden hidroelektrik santrali projesi incelenmeksizin yalnızca 14.7.1998 günlü, 596 sayılı Yüksek Kurul İlke Kararı dayanak gösterilerek projenin koruma amaçlı imar planının yapımından sonra incelenebileceğine karar verilmiştir. Danıştay Kararları 257 Koruma Kurulunca, sit alanı ilanıyla birlikte, bölgede koruma amaçlı imar planının yapılmasının (yerleşim alanlarının azlığı, orman alanlarının bulunması gibi nedenlerle) gerekli olup olmadığının, koruma amaçlı imar planının yapılmasında fiili olanaksızlık bulunup bulunmadığının belirlenmesi ve koruma amaçlı imar planının yapılamaması veya yapılmasının gerekli olmadığının saptanması durumunda ise, projenin sit alanlarına ve çevreye zararlı olup olmadığı yönünden inceleme yapılarak onaylanıp onaylanmaması yolunda karar verilmesi gerekirken, bu hususlarda inceleme yapılmaksızın tesis edilen dava konusu işlemde hukuka uyarlık bulunmamaktadır. Diğer taraftan, sit alanı içerisinde gerçekleştirilmesi düşünülen hidroelektrik santrali projesinin henüz koruma kurulunca onaylanmamış olması karşısında dava konusu koruma kurulu kararının ağaç kesimi, bina inşaatı, yol açılması gibi tüm uygulamaların ilgili birimlerce acele durdurulması gerektiğine ilişkin bölümünde 2863 sayılı Yasa’ya aykırılık bulunmadığından, temyize konu idare mahkemesi kararının işlemin bu bölümüne yönelik olarak davanın reddine ilişkin kısmında 2577 sayılı İdari Yargılama Usulü Kanunu’nun 49. maddesinin 1. fıkrasında sayılan bozma nedenlerinden hiçbirisi bulunmamaktadır. Açıklanan nedenlerle, Trabzon İdare Mahkemesi’nin 9.11.1999 günlü, E:1999/267, K:1999/1203 sayılı kararının dava konusu işlemin projenin koruma amaçlı imar planı yapılmasından sonra incelenebileceğine ilişkin bölümünün BOZULMASINA oyçokluğuyla; ağaç kesimi, bina inşaatı, yol açılması gibi tüm uygulamaların ilgili birimlerce acele durdurulması gerektiğine ilişkin bölümünün ONANMASINA, 4.240.000 Lira karar harcının yarısı ile fazladan yatırılan 3.160.000 Lira harcın temyiz isteminde bulunana iadesine oybirliğiyle 31.10.2000 gününde karar verildi. Başkan Gürbüz ÖNBİLGİN Üye Acar OLTULU Üye Bekir AKSOYLU Üye Faruk ÖZTÜRK Üye Sinan YÖRÜKOĞLU KARŞI OY : Dava, Rize, Çamlıhemşin İlçesi, Fırtına Deresi havzasında yapımı planlanan Dilek-Güroluk Hidroelektrik Santralı Projesinin Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Yüksek Kurulu’nun 14.7.1998 günlü, 596 sayılı ilke kararı uyarınca koruma amaçlı imar planı yapılmasından sonra incelenebileceğine, ayrıca bu alanlarda ağaç kesimi, bina inşaatı, yol açılması gibi tüm uygulamaların ilgili birimlerce acele durdurulması gerektiğine ilişkin 29.1.1999 günlü, 3380 sayılı Trabzon Kültür ve Tabiat Varlıklarım Koruma Kurulu kararının iptali istemiyle açılmış; İdare Mahkemesi’nce davanın reddine karar verilmiştir. 258 Ekler 2863 sayılı Yasa’nın 17. maddesinin 1. fıkrasında: “Bir alanın koruma kurulunca sit alanı olarak ilam, bu alandaki imar planı uygulamasını durdurur. Koruma amaçlı imar planı yapılıncaya kadar, koruma kurulu tarafından bir ay içinde geçiş dönemi yapı şartları belirlenir. İlgili valilikler ve belediyeler anılan koruma amaçlı imar planını en geç bir yıl içinde koruma kuruluna değerlendirmek üzere vermek zorundadırlar.” hükmüne yer verilmiştir. Bu hüküm uyarınca bir alanın koruma kurulunca sit alanı olarak ilan edilmesi durumunda yürürlükte olan imar planının uygulaması duracağından, bu alandaki plan uygulamalarının ne şekilde ve nasıl yapılacağı yukarıda anılan yasada kesin bir kurala bağlanmıştır. Geçici yapılanma koşulları ve koruma amaçlı imar planı öngörülen sürede belirtilen mercilerce yapıldıktan sonra plan uygulamalarına geçileceği, bu bağlayıcı kurallar yerine getirilmedikçe imar uygulaması yapılmamasının Yasa’nın amir hükmü gereği olduğu kuşkusuzdur. Bu durumda koruma kurulunca sit alanı olarak belirlenen uyuşmazlık konusu yer için davalı idarece, koruma amaçlı imar planı yapıldıktan sonra talebin inceleneceğine ilişkin olarak tesis edilen dava konusu işlem, anılan Yasa’nın özü ve sözüne uygundur. Çoğunluk kararında belirtildiği gibi koruma amaçlı plan yapılması veya yapılmamasının çevrenin durumu gözetilerek karar verilmesi yolundaki çoğunluk görüşünün koruma amaçlı planın yapılması gerektiğine ilişkin yasal zorunluluk karşısında kabulüne olanak bulunmamaktadır. Diğer bir deyişle bir yer sit alanı ilan edilmiş ise anılan Yasa’da belirlenen prosedür, çevre durumu, proje gibi hususlar göz önünde tutulmadan ve idarelere herhangi bir takdir yetkisi bırakılmadan, yerine getirilecektir. Bu konudaki Yüksek Kurul’un ilke kararının anılan Yasa hükmü karşısında uyuşmazlık konusu olayda değerlendirilmesi mümkün olmadığı gibi bu konuda uygulanacak açık ve tartışmasız kanun hükmü bulunması nedeniyle de çoğunluğun bu yoldaki görüşüne katılma olanağı bulunmamaktadır. Diğer taraftan, henüz projesi koruma kurulunca onaylanmamış olan hidroelektrik santrali yapımına başlanılamayacağından, dava konusu işlemin bu projeyle ilgili inşa faaliyetlerin durdurulması gerektiği yolundaki bölümü de mevzuata aykırılık içermemektedir. Açıklanan nedenlerle, temyize konu mahkeme kararının yukarıda belirtilen gerekçenin eklenmesi suretiyle onanması gerektiği oyuyla. İdare Mahkemesi kararının kısmen bozulması yolundaki çoğunluk kararına katılmıyoruz. Üye Üye Bekir Faruk AKSOYLU ÖZTÜRK Danıştay Kararları 259 YARGILAMA USULÜNE İLİŞKİN DANIŞTAY KARARLARI 260 Ekler Danıştay Kararları 261 T.C. DANIŞTAY Altıncı Daire Esas No :1997/2884 Karar No :1998/2036 Temyiz İsteminde Bulunan : Bandırma Vergi Dairesi Müdürlüğü Karşı Taraf : Tosunlar İnşaat Malzemeleri San. ve Tic. Ltd. Ş. Vekilleri : Av. Mahmut Mutlu, Av. Nihat Özen İstemin Özeti: Bursa 1. İdare Mahkemesi’nin 12.6.1996 günlü, E:1995/518 K:1996/370 sayılı kararının usul ve yasaya aykırı olduğu öne sürülerek bozulması istenilmektedir. Savunmanın Özeti: Savunma verilmemiştir. Tetkik Hakimi Ahmet Berberoğlu’nun Düşüncesi : Temyiz isteminin reddi ile mahkeme kararının onanması gerektiği düşünülmektedir. Savcı Habibe Ünal’ın Düşüncesi : Çevre Kanunu uyarınca verilen para cezasının tahsili amacıyla düzenlenen ödeme emrinin iptali yolunda İdare Mahkemesi’nce verilen kararın bozulması istenilmektedir. Dosyanın incelenmesinden; valilikçe verilen para cezasına ilişkin 23.12.1994 günlü, 2/24 sayılı tahakkuk fişinin Bandırma Vergi Dairesi’nce davacı şirketin işyeri adresine tebligata çıkarıldığı, işyerindeki personelin imzadan imtina etmesi üzerine masasına bırakılmak suretiyle 30.12.1994 tarihinde tebliğ edildiği, bu işleme karşı dava açılmadığından kesinleşen kamu alacağının tahsili için 6183 sayılı Yasa uyarınca dava konusu ödeme emrinin düzenlendiği anlaşılmakta olup, söz konusu ödeme emrinde mevzuata aykırılık bulunmamaktadır. Açıklanan nedenle davanın reddi gerekirken, dava konusu işlemin iptali yolunda verilen temyize konu İdare Mahkemesi kararında isabet görülmediğinden bozulması gerektiği düşünülmüştür. TÜRK MİLLETİ ADINA Karar veren Danıştay Altıncı Dairesi’nce Tetkik Hakimi’nin açıklamaları dinlendikten ve dosyadaki belgeler incelendikten sonra işin gereği görüşüldü: Dava, 2872 sayılı Çevre Kanunu uyarınca verilen para cezasının tahsili amacıyla düzenlenen 6.2.1995 günlü, 1995/12024 sayılı ödeme emrinin iptali istemiyle açılmış, idare Mahkemesi’nce; dosyanın incelenmesinden, davacıya çevre para cezası kararının bir örneğinin tebliğ edilip dava açma imkanı tanınması gerekirken, önce tahakkuk fişi daha sonra da ödeme emri gönderildiği anlaşıldığından, henüz kesinleşmeyen bir amme alacağının tahsili amacıyla ödeme emri düzenlenmesinde mevzuata uyarlık bulunmadığı ge- 262 Ekler rekçesiyle dava konusu ödeme emrinin iptaline karar verilmiş, bu karar davalı idare tarafından temyiz edilmiştir. Dava konusu işlemin yukarıda özetlenen gerekçeyle iptali yolundaki temyize konu Bursa 1. İdare Mahkemesi’nin 12.6.1996 günlü, E:1995/518, K:1996/370 sayılı kararında, 2577 sayılı İdari Yargılama Usulü Kanunu’nun 49. maddesinin 1. fıkrasında sayılan bozma nedenlerinden hiçbiri bulunmadığından bozma istemi yerinde görülmeyerek anılan mahkeme kararının ONANMASINA, dosyanın adı geçen mahkemeye gönderilmesine 15.4.1998 gününde oybirliğiyle karar verildi. Başkan Gürbüz ÖNBİLGİN Üye Yaşar Selim ASMAZ Üye Acar OLTULU Üye Bekir AKSOYLU Üye Faruk ÖZTÜRK Danıştay Kararları 263 T.C. DANIŞTAY Altıncı Daire Esas No : 2003/1756 Karar No : 2004/5882 Temyiz İsteminde Bulunan : Mahmut Terzi Vekili : Av. Erol Dikbaş Karşı Taraf : Giresun Valiliği İstemin Özeti : Ordu idare Mahkemesi’nin 15.8.2002 günlü, E:2002/522, K:2002/520 sayılı kararının usul ve yasaya aykırı olduğu ileri sürülerek bozulması istenilmektedir. Savunmanın Özeti: Savunma verilmemiştir. Danıştay Tetkik Hakimi Özlem Şimşek’in Düşüncesi : 2872 sayılı Çevre Kanunu’nun 14. maddesinde düzenlenen gürültü yasağına aykırılık nedeniyle anılan Kanunun 15. maddesi uyarınca davacıya ait briket ocağının faaliyetinin durdurulmasına karar verildiği, İdare Mahkemesi’nce de anılan işlemin öğrenilme tarihinden itibaren yine Kanunun 25. maddesi uyarınca 7 gün içinde dava konusu edilmediğinden bahisle davanın süreaşımı yönünden reddine karar verildiği anlaşılmaktadır. 2872 sayılı Yasa’nın 25. maddesinde öngörülen 7 günlük süre; 20, 21 ve 22. maddelerde düzenlenen ve Yasa’da belirtilen yasaklara aykırı hareket eden veya yükümlülükleri yerine getirmeyenlere verilecek olan para cezaları için getirilen özel bir dava açma süresidir. Faaliyetin durdurulmasına ilişkin işlem için bu Kanun kapsamında özel dava açma süresi belirlenmediğinden, 2577 sayılı Yasa’nın 7. maddesindeki 60 günlük dava açma süresi uygulanacaktır. Dava konusu olayda, davacının 60 günlük dava açma süresi içinde dava açtığı anlaşıldığından aksi yöndeki idare mahkemesi kararının bozulması gerektiği düşünülmektedir. Danıştay Savcısı Cem Erbük’ün Düşüncesi : Temyiz dilekçesinde öne sürülen hususlar, 2577 sayılı idari Yargılama Usulü Kanunu’nun 49. maddesinin 1. fıkrasında belirtilen nedenlerden hiçbirisine uymayıp idare Mahkemesi’nce verilen kararın dayandığı hukuki ve yasal nedenler karşısında anılan kararın bozulmasını gerektirir nitelikte görülmemektedir. Açıklanan nedenlerle, temyiz isteminin reddiyle İdare Mahkemesi kararının onanmasının uygun olacağı düşünülmektedir. 264 Ekler TÜRK MİLLETİ ADINA Karar veren Danıştay Altıncı Dairesi’nce Tetkik Hakimi’nin açıklamaları dinlendikten ve dosyadaki belgeler incelendikten sonra işin gereği görüşüldü: Dava, Giresun, Görele İlçesi, Bahçelievler Mahallesi, Çorakçı yolu üzerindeki davacıya ait briket ocağının faaliyetinin 2872 sayılı Çevre Kanunu’nun 15. maddesi uyarınca 3 gün süreyle durdurulmasına ilişkin 3.6.2002 günlü, 330 sayılı işlemin iptali istemiyle açılmış, İdare Mahkemesi’nce, dosyanın incelenmesinden dava konusu işlem uyarınca davacıya ait briket ocağının faaliyetinin 24.6.2002 tarihinden geçerli olmak üzere üç gün süreyle durdurulduğu, faaliyetin durdurulmasına ilişkin 24.6.2002 tarihli tutanağın düzenlendiğinin anlaşıldığı, 2872 sayılı Yasa’nın 25. maddesi uyarınca idari cezalara karşı 7 gün içinde dava açılması gerektiği davacının ise en geç işyerinin faaliyetinin durdurulduğu 24.6.2002 tarihinde haberdar olduğu dava konusu işleme karşı en son 1.7.2002 tarihinde dava açması gerekirken bu süre geçtikten sonra 18.7.2002 tarihinde açmış olduğu gerekçesiyle davanın süreaşımı yönünden reddine karar verilmiş, bu karar davacı tarafından temyiz edilmiştir. 2872 Sayılı Çevre Kanunu’nun 3. Bölümü’nde “Çevre Korunmasına İlişkin Önlemler ve Yasaklara” yer verilmiş, bu kapsamda 14. madde de, kişilerin huzur ve sükununu, beden ve ruh sağlığını bozacak şekilde yönetmelikte belirlenen standartlar üzerinde gürültü çıkarılmasının yasak olduğu, fabrika, atölye, işyeri, eğlence yeri, hizmet binaları, konutlar ve ulaşım araçlarında gürültünün asgariye indirilmesi için gerekli önlemlerin alınacağı hükme bağlanmıştır. 15. maddede de, verilen süreye karşın bu Kanundaki yasaklara aykırı hareket eden veya Kanun’da belirtilen yükümlülükleri yerine getirmeyenlerin faaliyetlerinin durdurulacağı düzenlenmiştir. Diğer taraftan aynı Kanun’un 5. Bölümü’nde ise “Cezai Hükümlere” yer verilmiş, bu kapsamda 20, 21 ve 22. maddelerde, 3. Bölüm’de değinilen yasaklara aykırı hareket eden veya belirtilen yükümlülükleri yerine getirmeyenlere para cezası uygulanması öngörülmüş, 25. maddede ise, para cezalarına karşı cezanın tebliğinden itibaren 7 gün içinde dava açılabileceği kurala bağlanmıştır. Yukarıda yer alan maddelerin birlikte değerlendirilmesinden, idarece, Yasa’nın 14. maddesinde düzenlenen gürültü yasağına aykırı hareket edilmesi halinde 15. madde uyarınca faaliyetin durdurulması yolunda işlem tesis edebileceği gibi, 20. madde uyarınca da ayrıca para cezası verebileceği açıktır. Bu bağlamda, faaliyetin durdurulmasına ilişkin dava konusu işleme karşı anılan Yasa’da ayrı bir dava açması süresi gösterilmediğinden 2577 sayılı Danıştay Kararları 265 İdari Yargılama Usulü Kanunu’nun 7. maddesinde düzenlenen genel hükümler uyarınca tebliğ tarihinden itibaren 60 gün içinde dava açılması gerekmektedir. Olayda da, gürültü yasağına aykırılık nedeniyle faaliyetin durdurulmasına ilişkin işlemin işyerinin kapatıldığı 24.6.2002 tarihinde öğrenildiğinin kabulüyle yasal süre içinde 18.7.2002 tarihinde dava açıldığı anlaşıldığından aksi yöndeki İdare Mahkemesi kararında isabet görülmemiştir. Açıklanan nedenlerle Ordu idare Mahkemesi’nin 15.8.2002 günlü, E:2002/522, K:2002/520 sayılı kararının BOZULMASINA, 10.120.000 Lira karar harcı ile fazladan yatırılan 7.530.000 Lira harcın temyiz isteminde bulunana iadesine, dosyanın adı geçen mahkemeye gönderilmesine 22.11.2004 gününde oybirliğiyle karar verildi. Başkan Acar OLTULU Üye Bekir AKSOYLU Üye Faruk ÖZTÜRK Üye Banu DİLÇİN Üye S.Zehra BİRDEN 266 Ekler T.C. DANIŞTAY Altıncı Daire Esas No : 2000/796 Karar No : 2001/1432 Temyiz İsteminde Bulunan: İçişleri Bakanlığı; ANKARA Karşı Taraf : M.V. Serra Deva Gemisi Sahip ve Donatanı Adına Gemi Kaptanı Cemalettin Sunay Vekili : Av. Ahmet Çalık İstemin Özeti : Aydın 1. İdare Mahkemesi’nin 25.5.1999 günlü, E:1998/806, K:1999/208 sayılı kararının usul ve yasaya aykırı olduğu öne sürülerek bozulması istenilmektedir. Savunmanın Özeti: Savunma verilmemiştir. Danıştay Tetkik Hakimi İsmet Can’ın Düşüncesi : 2872 sayılı Yasa’nın 24. maddesinin (b) bendine göre Büyükşehir belediyelerinin sınırları dışında kalan denizlerimizde deniz araçlarına çevre para cezaları doğrudan doğruya Sahil Güvenlik bot komutanlarınca verileceğinden, Gölcük limanında Sahil Güvenlik bot komutanınca anılan Yasa’nın 122. maddesinde öngörülen cezaları verme yetkisi bulunduğundan temyize konu mahkeme kararının bozulması gerektiği düşünülmektedir. Danıştay Savcısı Turan Karakaya’nın Düşüncesi : Temyiz dilekçesinde öne sürülen hususlar, 2577 sayılı İdari Yargılama Usulü Kanunu’nun 49. maddesinin 1. fıkrasında belirtilen nedenlerden hiçbirisine uymayıp İdare Mahkemesi’nce verilen kararın dayandığı hukuki ve yasal nedenler karşısında anılan kararın bozulmasını gerektirir nitelikte görülmemektedir. Açıklanan nedenlerle temyiz isteminin reddiyle idare mahkemesi kararının onanmasının uygun olacağı düşünülmektedir. TÜRK MİLLETİ ADINA Karar veren Danıştay Altıncı Dairesi’nce Tetkik Hakimi’nin açıklamaları dinlendikten ve dosyadaki belgeler incelendikten sonra işin gereği görüşüldü: Dava, 2872 sayılı Yasa uyarınca Sahil Güvenlik Ege Deniz Komutanlığı TC 56-68 Bot Komutanlığı’nca çevre para cezası verilmesine ilişkin işlemin iptali ile ceza karşılığı olarak verilen banka teminat mektubunun iadesi istemiyle açılmış; İdare Mahkemesi’nce, büyükşehir belediye sınırları dışında kalan liman sınırları içinde 2872 sayılı Yasa uyarınca gemilere verilecek idari cezalarda mahallin en büyük mülki amirinin yetkili olduğu, 3046 sayılı Yasa’nın 38. maddesine göre düzenlenen 28.3.1996 günlü yetki devir belgesi ile Milas Kaymakamlığı’nın Milas mülki sınırları içerisinde kalan sahil ke- Danıştay Kararları 267 siminde özellikle koylarda Sahil Güvenlik Bot Komutanlığına ceza verme yetkisini devrettiği ancak bu yetki kapsamında liman sınırları bulunmadığı anlaşıldığından dava konusu işlemin yetki yönünden hukuka aykırı olduğu gerekçesiyle iptaline karar verilmiş; karar davalı idare tarafından temyiz edilmiştir. 2872 sayılı Çevre Kanunu’nun 22. maddesinde bütün sahillerimizde karasularımız ile iç sularımız olan Marmara Denizi, İstanbul ve Çanakkale boğazlarında, liman ve körfezlerimiz, tabii ve suni göllerimiz ile karasularımızda bu Kanunun 8. maddesinin birinci fıkrasındaki kirletme yasağına uymayan gemiler ile deniz vasıtalarına kirletme türü ve tonajına göre verilecek para cezaları belirlenmiş, 3301 sayılı Yasa ile değişik 24. maddesinde ise, yukarıdaki maddelerde gösterilen cezaların doğrudan doğruya mahallin en büyük mülki amiri tarafından verileceği, bu cezaların 6183 sayılı Amme Alacaklarının Tahsil Usulü Hakkında Kanun hükümlerine göre mal memurluğunca tahsil edileceği, ancak 22. maddede gösterilen cezaların büyükşehir belediyeleri hudutları dışında kalan denizlerimizde doğrudan doğruya sahil güvenlik bot komutanlarınca verileceği, cezayı derhal ve defaten ödemeyen gemiler ve götürülebilen deniz vasıtaları en yakın ve uygun limana götürülerek avcılığa teslim edileceği ve bu gemiler hakkında (a) fıkrasında belirtilen hususların uygulanacağı, büyükşehir belediye hudutları dışında kalan yerlerde yapılan kirletmeler ile deniz, liman, bütün göl ve akarsulara yapılan kirletmeler için mülki amirlerin ceza verme yetkilerinin saklı olduğu öngörülmüştür. Buna göre, mülki amirlerin ceza verme yetkileri saklı olmak üzere, Büyükşehir belediye hudutları dışında kalan denizlerimizde 2872 sayılı Yasa’nın 22. maddesinde öngörülen cezalar doğrudan doğruya Sahil Güvenlik Bot Komutanlarınca verilecektir. Dosyanın incelenmesinden, M.V. Serra Deval adlı geminin Gölcük İskelesine bağlı olduğu 14.10.1998 günü denizi kirlettiğinin tespit edilmesi üzerine SG-68 bot komutanlığı tarafından 2872 sayılı Yasa uyarınca 400.000.000 Lira para cezası verildiği anlaşıldığından dava konusu işlemin yetki yönünden iptaline ilişkin mahkeme kararında hukuki isabet görülmemiştir. Açıklanan nedenlerle Aydın 1. İdare Mahkemesi’nin 25.5.1999 günlü, 1998/806, K:1999/208 sayılı kararının BOZULMASINA, dosyanın adı geçen mahkemeye gönderilmesine 20.3.2001 gününde oybirliğiyle karar verildi. Başkan Üye Üye Üye Üye Gürbüz Acar Bekir Sinan Banu ÖNBİLGİN OLTULU AKSOYLU YÖRÜKOĞLU DİLÇİN 268 Ekler T.C. DANIŞTAY Altıncı Daire Esas No : 1999/1219 Karar No : 2000/2457 Temyiz İsteminde Bulunan : Çinili Vergi Dairesi Müdürlüğü KÜTAHYA Karşı Taraf : Gündüzler Nakliyat Taah. Kömür Pazarlama Tic. Ltd. Ş. İstemin Özeti : Eskişehir İdare Mahkemesi’nin 21.10.1998 günlü, E:1998/306, K:1998/820 sayılı kararının usul ve yasaya aykırı olduğu öne sürülerek bozulması istenilmektedir. Savunmanın Özeti: Temyiz edilen kararda bozma nedenlerinden hiçbiri bulunmadığından usul ve kanuna uygun olan kararın onanması gerektiği savunulmaktadır. Danıştay Tetkik Hakimi Aylin Bayram’ın Düşüncesi: Temyiz isteminin reddi ile mahkeme kararının onanması gerektiği düşünülmektedir. Danıştay Savcısı Aynur Şahinok’un Düşüncesi: Temyiz dilekçesinde öne sürülen hususlar, 2577 sayılı İdari Yargılama Usulü Kanunu’nun 49. maddesinin 1. fıkrasında belirtilen nedenlerden hiçbirisine uymayıp İdare Mahkemesi’nce verilen kararın dayandığı hukuki ve yasal nedenler karşısında anılan kararın bozulmasını gerektirir nitelikte görülmemektedir. Açıklanan nedenlerle temyiz isteminin reddiyle idare mahkemesi kararının onanmasının uygun olacağı düşünülmektedir. TÜRK MİLLETİ ADINA Karar veren Danıştay Altıncı Dairesi’nce Tetkik Hakimi’nin açıklamaları dinlendikten ve dosyadaki belgeler incelendikten sonra işin gereği görüşüldü: Dava, 2872 sayılı Çevre Kanunu uyarınca verilen 97.500.000 Lira para cezasının 6183 sayılı Yasa gereği bir ay içinde ödenmesi gerektiği yolundaki 16.4.1998 günlü, 3433 sayılı Vergi Dairesi Müdürlüğü işleminin iptali istemiyle açılmış; İdare Mahkemesi’nce, dosyanın ve Mahkeme’nin E:1994/1721 sayısında kayıtlı davada verilen 1996-89 sayılı kararın birlikte değerlendirilmesinden, Bursa Büyükşehir Belediyesi sınırları içinde satışı, yakılması ve depolanması yasak olan 20 ton kömürün satışının yapıldığının 23.6.1994 günlü, 3599 sayılı tutanakla saptanması üzerine 97.500.000 Lira para cezasının Valilik’in 15.7.1994 günlü, 432 sayılı genel nitelikli işlemi ile onaylandığı ve bu onay esas alınarak, davacı şirket adı veya onay ekinde ceza verilen şahıslar münferiden belirtilmeden cezanın tahsilinin Kütahya Defterdarlığına bildirildiği ve bunun üzerine dava konusu işlemin tesis edil- Danıştay Kararları 269 diği, cezanın doğrudan mahallin en büyük mülki amirince verileceği, olayda ise cezanın muhatabı, nevi, miktarı ve eylemin türü belirtilmeksizin genel nitelikteki onay ile müşterek listeye dayalı olarak tesis olunan işlemde hukuka uyarlık bulunmadığı gerekçesiyle işlemin iptaline karar verildiği anlaşıldığından, aynı tespit ve onay esas alınarak dava konusu işlem ile yeniden aynı cezam n istenilmesinde sözü edilen karar gerekçesine göre hukuka uyarlık bulunmadığı gerekçesiyle dava konusu işlemin iptaline karar verilmiş, karar davalı idare tarafından temyiz edilmiştir. Davalı idare tarafından, dava konusu işlemin İdare Mahkemesi kararında belirtildiği gibi aynı fiil nedeniyle verilen ikinci bir cezaya ilişkin olmayıp, aynı tarihte tutulan 2164 denetim karakol 3598 müdüriyet ve 1905 K-1 seri numaralı tutanak ile saptanan 43 ED 900 plakalı kamyon ile yasaklı kömür satışı yapılması nedeniyle 97.500.000 Lira para cezası verilmesi yönünde bir işlem tesisine yönelik olduğu öne sürülmekte ve bu hususa ilişkin tutanak dosyada yer almakta ise de, para cezasının 2872 sayılı Çevre Kanunu’nun 25. maddesi uyarınca öncelikle davacıya tebliğ edilerek 7 günlük itiraz süresinin işletilmesi gerektiği, bu süre içerisinde ceza ödenmez veya dava açma yoluna gidilmezse kesinleşen komşu alacağının tahsili amacıyla 6183 sayılı Yasa’nın uygulanmasına yönelik olarak vergi Dairesi’nce işlem tesis edilebileceğinden, olayda, davacı şirkete böyle bir tebligat yapılmaksızın para cezasının tahsili amacıyla tesis edilen işlemde hukuka uyarlık bulunmamaktadır. Bu nedenle, dava konusu işlemin iptali yolundaki temyize konu Eskişehir İdare Mahkemesi’nin 21.10.1998 günlü, E:1998/306, K:1998/820 sayılı kararının yukarıda belirtilen gerekçeyle ONANMASINA, dosyanın adı geçen mahkemeye gönderilmesine 26.4.2000 gününde oybirliğiyle karar verildi. Başkan Gürbüz ÖNBİLGİN Üye Yaşar Selim ASMAZ Üye Üye Üye Bekir Sinan Faruk AKSOYLU YÖRÜKOĞLU ÖZTÜRK AİHM Kararları 271 TAŞKIN VE DİĞERLERİ / TÜRKİYE DAVASI (Başvuru No: 46117/99) STRASBOURG 10 Kasım 2004 Bu karar, Sözleşme’nin 44/2. maddesi çerçevesinde belirlenen şartlarda kesinleşecektir. Heyetin 1 Kasım 2004 tarihinden önceki teşekkülü ile, Türkiye’ye karşı açılan Taşkın ve diğerleri ile ilgili davada, Bay G.RESS, Başkan, I.. CABRAL BARRETO, L. CAFLICH, R. TÜRMEN, B. ZUPANCIC, Bayan H. S. GREVE, Bay K. TRAJA, Yargıçlar ve daire zabit katibi V. BERGER’den oluşan İnsan Hakları Mahkemesi (üçüncü daire), 3 Haziran ve 21 Ekim 2004 tarihlerinde kurul görüşmelerini yaptıktan sonra, aşağıdaki kararı yukarıda belirtilen tarihte kabul etmiştir: PROSEDÜR 1. Davanın başlangıcında, Türkiye Cumhuriyeti aleyhine açılmış olan dava (No: 46117/99) bulunmakta ve söz konusu Devlet’in on yurttaşı Bay Sefa Taşkın, Hasan Geniş, Tahsin Sezer, Ali Karacaoğlu, Muhterem Doğrul, İzzet Öçkan, İbrahim Dağ, Ali Duran, Sezer Umeç ve Bayan Günseli Karacaoğlu (“davacılar”), İnsan Haklarını ve Temel Özgürlükleri Koruma Sözleşmesi’nin (“Sözleşme”) eski 25. maddesi gereğince, 25 Eylül 1998 tarihinde Avrupa İnsan Hakları Komisyonu’na (“Komisyon”) başvurmuşlardır. 2. 27 Nisan 2004 tarihli mektup ile, Mahkeme zabit kalemi, Bay İzzet Öçkan’ın 13 Ocak 2004 tarihinde öldüğü konusunda bilgilendirildi. Ölünün eşi bayan Ayşe Öçkan, davayı takip etme konusunda niyetli olduğunu bildirdi. 272 Ekler 3. Davacılar, İzmir Barosu avukatları olan M. N. Terzi, S. Özay, E. I. Günay, M. Özsüer, Y. Özsu e r, E. Avşar, N. Özkan, l. Arzuk, A. Okyay, U. Kalelioğlu, O. K. Cengiz, Ş. Şensoy, I. Toktamış, A. Tansu, O. Yıldırım ve Â. Eren tarafından temsil edilmiştir. Türk Hükümeti (“Hükümet”), kendi görevlisi Bay Münci Özmen tarafından temsil edilmiştir. 4. Davacılar, altın madeni işletmesi amacı ile verilen izinler konusunda, ilgili karar sürecinin Sözleşme’nin 2. ve 8. maddelerine aykırılık taşıdığını iddia etmişlerdi. Ayrıca davacılar, Sözleşme’nin 6/1. ve 13. maddelerine aykırı olarak etkin bir hukuki korumadan yararlanmamış olduklarını belirtmişlerdi. 5. Dava, Mahkeme’nin birinci dairesine havale edildi (Tüzüğün 52. maddesi, paragraf 1). Bu bölümde, davayı incelemek ile görevli daire (Sözleşme 27. madde, paragraf 1), Tüzüğün 26/1. maddesine uygun olarak oluşturuldu. 6. Mahkeme, 1 Kasım 2001 tarihinde, kendi dairelerinin teşkilini değiştirdi (Tüzüğün 25/1. maddesi). Bu dava, değişikliğe uğratılmış olan üçüncü daireye verildi (Madde 52/1). 7. Söz konusu daire, 29 Ocak 2004 tarihli bir karar ile davayı kısmen kabul edilebilir nitelikte ilan etti. 8. Davacılar ve Hükümet, davanın esası hakkında yazılı görüş ve gözlemler sundular (Tüzüğün 59/1 maddesi). Görüş ve gözlemler, yazılı prosedür çerçevesinde müdahale etmesine başkanın izin vermiş olduğu Normandy Madencilik şirketinden de alındı (Sözleşme’nin 36/2. maddesi ve Tüzüğün 44/5. maddesi gereğince). Taraflar, bu yorumları cevapladılar (Tüzüğün 44/5 maddesi). 9. 3 Haziran 2004 tarihinde, Strasburg’da, İnsan Hakları Mahkeme sarayında halka açık bir duruşma yapıldı (Tüzüğün 59/3. maddesi). Aşağıda belirtilen şahıslar mahkeme huzurunda hazır bulundular: - Hükümet için: Bay M. ÖZMEN, görevli D. ORHON, M. ÇOLAKOĞLU, avukatlar Bayan B. ARI D. KILISLIOĞLU, H. D. AKAL, S. ŞAFAK, S: KALAY avukatlar - Davacılar için: Bay M. N. TERZİ, N. ÖZKAN, I. ARZUK, AİHM Kararları S. CENGİZ, U. KALELİOĞLU, 273 avukatlar Mahkeme, öncelikle, taraflar tarafından önerilen görsel sunumda hazır bulundu ve daha sonra Bay Terzi, Özmen, Orhon ve Özkanın beyanlarını dinledi. 10. Hükümet, 3 Eylül ve 20 Ekim 2004 tarihli yazılar ile, duruşma sonrasındaki gelişmeler hakkında Mahkemeyi bilgilendirdi (aşağıda 77 - 81 paragraflar). Hükümet, ayrıca 3 Eylül tarihli mektubu ile, Danıştay nezdindeki prosedürün sonuna kadar, Mahkeme’yi, davayı incelemeyi askıya almaya davet etti (aşağıda paragraf 78). Mahkeme, 30 Eylül 2004 tarihinde bu talebi reddetti. GEREĞİ GÖRÜŞÜLDÜ : I. OLAY İLE İLGİLİ ŞARTLAR 11. Dava, Bergama kazası (İzmir) sınırları dahilinde, Ovacık’ta altın madeni işletmesi izninin verilmesi ile ilgilidir. Davacılar, Bergama ve çevre köylerinde oturan şahıslardır. 12. 1950 doğumlu Bay Sefa TAŞKIN Bergama belediye başkanı idi. Şu anda, Ovacık altın madenine on kilometre mesafede bulunan Dikili’de ikamet eder. 1952 doğumlu Bay Tahsin Sezer madene 300 metre mesafede bulunan Çamköy köyünde ailesi ile birlikte ikamet eder. Kendisi çiftçi olup çevrede toprak sahibidir. 1950 doğumlu Bay Ali Karacaoğlu, ailesi ile birlikte Çamköy’de ikamet eder. Madene bitişik topraklara sahiptir, bu topraklarda tütün ve zeytin yetiştirir. 1976 doğumlu olan Bayan Günseli Karacaoğlu, Çamköy muhtarının (yerel seçimle) eşidir. Hayvancılık ve tarım ile uğraşır. 1949 doğumlu Bay Muhterem Doğrul Çamköy’de ikamet eder. Hayvancılık ve tarım ile uğraşır ve ailesi ile birlikte, maden ocağına bitişik bir zeytinliğe sahiptir. 1951 doğumlu Bay İbrahim Dağ Çamköy’de ikamet eder. Hayvancılık ve tarım ile uğraşır, maden yakınında ekili veya zeytin ağacı dikili topraklara sahiptir. 1976 doğumlu Bay Ali Duran, ailesi ile birlikte Çamköy’de ikamet eder. Tarım ve hayvancılıkla uğraşır. 274 Ekler 1978 doğumlu Bay Sezer Umaç, madene 900 metre mesafede bulunan Süleymanlı köyünde ikamet ediyordu. Çevrenin bozulmasından dolayı yakın tarihlerde köyü terk ettiğini belirtmektedir. 13 Ocak 2004 tarihinde ölen Bay izzet Öçkan’ın eşi Bayan Ayşe Öçkan Bergama bölgesinde oturur ve maden yakınında araziye sahiptir. 1968 doğumlu Bay Hasan Geniş, Süleymanlı köyünde ikamet eder. Kendisi şofördür. 13. Davacılar, Ovacık altın madeni işletme ve düzenlemesi nedeni ile çevrenin bozulmasından etkilendiklerini ve etkilenmenin devam etmekte olduğunu, bu etkinin patlayıcı madde kullanımı ile makinelerin çalışmasından kaynaklanan gürültü zararları ve nüfus hareketi olduğunu belirtmektedirler. A. İzinlerin Tarihçesi Ve Çevre Üzerindeki Etkinin Değerlendirilmesi Prosedürü 14. Daha sonra Normandy Madencilik A.Ş. adını almış olan E. M. Eurogold Madencilik anonim şirketi (“Şirket”), 16 Ağustos 1989 tarihinde, altın aramalarını başlatma izni aldı. 15. Madenlerden sorumlu bakanlığın Madenler İdaresi ve Orman Bakanlığı, 4 Temmuz ve 12 Ağustos 1991 tarihlerinde, şirket için gerekli olan iki izin çıkardılar. 16. İzmir Bayındırlık İşleri Müdürlüğü, 14 Ocak 1992 tarihinde, Ovacık altın madeni hakkında görüş isteyen bir mektubu Çevre Bakanlığı’na gönderdi. 17. Buna paralel olarak, Enerji Tabii Kaynaklar Bakanlığı, 12 Şubat 1992 tarihinde Ovacık altın madeni işletme müsaadesini şirkete verdi. Bu müsaade 10 yıl için geçerli idi ve altın çıkarılması için. siyanürle yıkama tekniği kullanmaya olanak sağlıyordu. 18. Şirket, 22 haziran 1992 tarihinde, kendisine tahsis edilen ormanlık sahada, ağaçların kısmi kesimine başladı. Ormanın kalan kısmı, bir koruma şeridi oluşturmak için muhafaza edildi. 19. 2872 sayılı çevre Kanunu’nun 10. maddesine uygun olarak, çevre üzerindeki etkinin değerlendirilmesi prosedürü (aşağıda paragraf 91), Çevre Bakanlığı’nın inisiyatifi ile başlatıldı. 20. 26 Ekim 1992 tarihinde, etki incelemeleri ile ilgili hazırlıklar çerçevesinde, halka açık bir toplantı tertip edildi. Halk, bu toplantı sırasında özellikle ağaçların kesimini, patlayıcı kullanımı ve sodyum siyanür kullanımını kınadı; ayrıca, atıkların yer altı suları içine sızması konusunda kaygısını ifade etti. Atık barajı, yer sarsıntısı durumunda riskler ve kapanıştan sonra altın madeninin durumu hakkında birçok soru, toplantıda hazır bulunan uz- AİHM Kararları 275 manlara soruldu. Özellikle bir referandumun tertip edilmesi ve gerekli önlemlerin alınması talep edildi. Uzmanlar, bu konu ile ilgili olarak diğer ülkelerin tecrübesini anlattılar. Bay İpekoğlu, özellikle bu tür faaliyetlerin her zaman bir risk taşıdığını ve bunları doğru yönetmek ve işletmek gerektiğini belirtti. Bay Erdem, etki ile ilgili incelemelerin hazırlanış şeklini eleştirdi ve yeni bir incelemenin başlatılmasını istedi. Belediye başkanı Bay Taşkın, belediye meclisinin söz konusu altın madenini ve çevre için sonuçlarını uzun şekilde görüştüğünü açıkladı. Madene karşı olmadığını beyan etti, ancak atık barajı ve sıkı bir gözetim sisteminin tesis edilmesi için gerekli önlemlerin alınmasını talep etti. Sonuç olarak, 1938 yılında bir depremin bölgeyi vurduğunu özellikle vurguladı. 21. Etki incelemesi, yirmi yedi aylık bir hazırlıktan sonra Çevre Bakanlığı’na sunuldu. Bakanlık, bu incelemenin sonuçlarına dayanarak, 19 Ekim 1994 tarihinde, Ovacık altın madenine işletme müsaadesini vermeyi kararlaştırdı. 22. Diğer idari işlem ve prosedürlerin tamamlanmasından sonra ve Hükümete göre, ulusal ve uluslararası standartların gerektirdiği bütün önlemler alındıktan sonra, 1997 yılı Kasım ayından itibaren maden ocağı işlemeye hazır oldu. B. Çevre Bakanlığı Tarafından 19 Ekim 1994 Tarihinde Kabul Edilen İzin Verme Kararına Karşı Davacılar Tarafından Yapılan İptal İtirazı 23. 8 Kasım 1994 tarihinde, davacıların aralarında bulunduğu Bergama ve çevre köyler halkı, Çevre Bakanlığı tarafından kabul edilmiş olan izin verme kararının iptal edilmesi için İzmir İdare Mahkemesine başvuruda bulundular. Değerli madenin çıkarılması için şirket tarafından siyanür kullanılmasının tehlikeleri, özellikle su tabakasının kirlenmesi, mahalli bitki ve hayvan yıkımı riskleri, belirtilen gerekçeler arasında idi. Ayrıca, bu türden bir işletme yönteminin insan sağlığı ve güvenliği için gösterdiği tehlikeyi belirttiler. 24. İdari mahkeme, 2 Temmuz 1996 tarihinde, davacıların talebini reddetti. Mahkemenin değerlendirmesine göre, altın madeni çevresel etki değerlendirmesi kapsamında tayin edilen kriterlere uygundu ve itiraz edilen karar, çevreyi etkileyebilen projeler ile ilgili izin prosedürüne uygun olarak alınmıştı. 25. İzmir Valisi, kamu düzenini ve huzurunu korumak kaygısı ve idari mahkemenin kararından sonra ortaya çıkan çok sayıda muhalif gösteriler 276 Ekler nedeni ile, 25 Nisan 1997 tarihinde, maden işletmesinin bir aylık süre boyunca durdurulmasını istedi. 26. Davacıların başvurduğu Danıştay, 13 Mayıs 1997 tarihinde, mahkemenin kararını bozdu. Kendisine sunulan muhtelif uzman raporları ve çevresel etki değerlendirmesi tarafından ortaya konan şekli ile söz konusu madencilik faaliyetinin fiziki -ekolojik, estetik, sosyal ve kültürel etkilerini değerlendirmeye aldı. Bu incelemelerin, yerel ekolojik sistem, insan sağlığı ve güvenliği için sodyum siyanür kullanımının tehlikelerini ortaya koyduğunu belirtti; söz konusu maden işletme müsaadesinin hiçbir şekilde Kamu yararına uygun olmadığı ve şirketin taahhüt ettiği güvenlik önlemlerinin, bu tür faaliyetlerin içerdiği riskleri yok etmek için yeterli olmadığı sonucuna vardı. Danıştay kararının önemli kısımları aşağıda belirtilen şekildedir : “Siyanür kullanımının atmosfer, yer altı su kaynaklan, hayvan ve bitki türleri üzerindeki etkileri, gürültü ve titreşimler ile bağlantılı rahatsızlık, ve çevre düzenleme sorunları çevre üzerinde etki incelemesi ve uzmanlık raporları kapsamında incelenmiştir. [Görülmüştür ki] sudan (seller) ve rüzgardan kaynaklanan bölge toprak erozyonunun potansiyel seviyesi, ve ormanlık arazilerin erozyon derecesi ikinci ve üçüncü kategoriye girer ve bazı yerlerde birinci kategoride yer alır (...). zemin geçirgen bir özelliğe sahiptir, bölge yüksek riskli deprem alanında bulunmaktadır. Söz konusu alanda yağmur, yapısı nedeni ile ve yaz ve bahar aylarındaki gücü nedeni ile sellere neden olmakta; seller bu mevsimlerde, toplama alanında meydana gelir. Bölgenin sakinleri, yer altı suyu kullanır; sızma durumunda, zehirli atıklar suya karışabilir. Siyanür ile ilgili olarak ph değeri önemlidir ve bu değer yağmurdan etkilenir: ph değeri düştüğü zaman siyanür hidrojen-siyanür gazına (HCN) dönüşebilir. Kaynama noktası yeterince düşük bir gaz olan HCN (25,7°) atmosfere karışma tehlikesi gösterir (...). [Ayrıca] yer altı sularına maddelerin sızma tehlikesi yirmi ile elli yıllık süre boyunca devam edebilir (...). [Ve] Atmosfer veya toprak içine sızma durumunda çevre ile bitki ve hayvan türleri olumsuz etki görebilirler. [Ancak, yukarıda belirtilen incelemeler kapsamında, görülmektedir ki] işletmeci şirketin iyi niyeti, taahhüt sözleşmesinde öngörülen şartlara sıkı şekilde riayet edilmesi, merkezi ve yerel yetkili merciler tarafından sağlanacak olan gözetim ve kontrol güvencesi, söz konusu eylemin kamu yararından sonra geldiği sonucuna götürür (...). Yukarıda belirtilen incelemelerden çıkan sonuca göre, altın madeni işletmesinde siyanür kullanımı ve daha sonra ortaya çıkan diğer ağır maddelerin kullanımı çevreyi ve insan sağlığını tehlikeye koyan potansiyel bir risk oluşturur; özellikle son derece toksik bir madde olan siyanür suya, toprağa ve havaya karıştığı zaman, bütün canlılar için zararlıdır. Sonuç olarak, barajlara doğru pompalanan, siyanür ihtiva eden atıklar su kaynakları ve [suyun kullanıldığı] diğer alanlar içine sızabilir ve karışabilir (...) Bölgenin AİHM Kararları 277 bitki ve hayvan türleri aynı şekilde tehdit altındadır. [Bundan böyle], unutmamak gerekir ki siyanür kullanımı insan sağlığı ve çevre için büyük bir tehlike gösterir (...). Teknik ve hukuki sonuçların ışığında ve yaşam [ile] çevre hakkını korumak konusunda Devlete düşen yükümlülüğü dikkate alarak (...), anlaşmazlık konusu altın madeni işletme yöntemi, çevresel etki değerlendirmesinde ve bilirkişi raporlarında öngörülen riskleri taşıdığından ve bu risklerin gerçekleşmesi durumunda, çevrenin bozulması ile insan sağlığı doğrudan veya dolayı olarak etkileneceğinden itiraz konusu olan kararı bozmak uygun olur, (...)” 27. İdari Mahkeme, Danıştay kararına uyarak, 15 Ekim 1997 tarihinde, Çevre Bakanlığı tarafından kabul edilen izin verme kararını iptal etmiştir. 28. Danıştay, 1 Nisan 1998 tarihinde, idari mahkeme kararını onamıştır. C. 13 Mayıs 1997 Tarihli Danıştay Kararının Uygulanması 29. 2577 sayılı İdari İşlem Yasası’nın (“2577 sayılı yasa”) 52/4. maddesi gereğince, Danıştay’ın 13 Mayıs 1997 tarihli kararı, otomatik olarak, Çevre Bakanlığı tarafından kabul edilen izin kararının uygulanmasını askıya alma sonucunu doğurur (aşağıda 97. paragraf). 30. İzmir Barosu, 26 Temmuz 1997 tarihli mektupla, Danıştay kararının uygulanmasını izlemeye almasını ve anlaşmazlık konusu olan maden yatağı üzerinde her türlü faaliyetin durdurulmasını kararlaştırmasını İzmir Valililiğinden talep etmiştir. 31. İzmir Valiliği, 27 Haziran 1997 tarihinde, henüz hiçbir kesin kararın alınmadığını ve Enerji ve Tabi Kaynaklar Bakanlığının işletmenin devamı lehinde görüş bildirdiğini cevap olarak belirtir. 32. Danıştay Kararı, 20 Ekim 1997 tarihinde, Çevre Bakanlığına bildirildi. Bakanlık, 23 Ekim 1997 tarihinde, Danıştay kararına göre, anlaşmazlık konusu işletmeye izinlerin veriliş şartlarını gözden geçirmek üzere yetkili mercileri göreve davet etti. 33. Davacılar, idari yargı kararlarının uygulamaya konmasını sağlamak üzere, 24 Aralık 1997 tarihinde, Çevre Bakanı’na, Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı’na, Orman Bakanı’na ve İzmir Valisi’ne bir ihbar mektubu gönderdiler. 34. Davacılar, idari yargı kararlarının uygulanmamasından dolayı, Başbakan, ilgili Bakanlar ve İzmir Valisi aleyhine tazminat davası açmak üzere 6 Ocak 1998 tarihinde Ankara’da adli mercilere başvurdular. 35. Altın madeninin kapatılması 27 Şubat 1998 tarihinde İzmir Valiliği tarafından kararlaştırıldı. Maden, Hükümete göre, Nisan 2001 tarihine kadar faaliyet yürütmedi. 278 Ekler 36. Bergama Cumhuriyet savcısı gerekli ön müsaadeyi almadan anlaşmazlık konusu maden yatağı üzerinde siyanür kullanımı ile işletme faaliyetlerinde bulunmuş olmasından dolayı işletmeci şirket sorumluları aleyhine kamu davası açtı. 37. İzmir jandarması, 27 Mart 1988 tarihinde, 932 gram ağırlığında altın ve gümüş karışımı bir külçe çıkarmaya olanak sağlayan üç ton siyanür kullanımını teyit eden bir nakliye tutanağını mahallinde tuttu. Söz konusu tutanak, ayrıca, on sekiz ton siyanürün maden işletme sahası üzerinde depolandığını belirtiyordu. 38. Mahkeme, 25 Kasım 1999 tarihinde, davacılar tarafından açılan tazminat davasını reddetti. 39. Yargıtay, 25 Eylül 2001 tarihinde, 25 Kasım 1999 tarihli kararı bozdu ve davayı birinci yargı merciine geri gönderdi. Yargıtay, maden yatağının işletme iznini iptal eden Danıştay kararı kendilerine bildirilmiş olmasına rağmen, 2577 sayılı Yasa’nın 28/1. maddesi tarafından öngörülen (aşağıda paragraf 96) süre içinde siyanür yöntemi ile maden çıkarma faaliyetlerini önleyici nitelikte hiçbir önlem almamış olan bakanların hareketsiz kalışını teyit ve müşahede etti. 40. Mahkeme, davanın geri gönderilişi üzerine 16 Ekim 2002 tarihinde, Yargıtay kararına uydu ve davacıların talebini kabul etti. 41. Cezai takipler Şubat 2001 tarihinde terk edildi. D. Daha Sonraki Gelişmeler 42. Şirket, müsaade almak üzere 12 Ekim 1998, 28 Ocak ve 3 Mart 1999 tarihlerinde muhtelif bakanlıklara başvurdu. Şirket, altın madeni işletmesinde daha iyi bir güvenlik sağlamak amacı ile ek önlemler almış olduğunu özellikle belirtti ve diğerlerinin arasında, İngiliz şirketi Golder Associated Ltd. tarafından hazırlanmış olan söz konusu risk değerlendirme raporuna da referansta bulundu. 43. Dönemin başbakanı, şirketin talebi konusunda doğrudan müdahale etti. Başbakan tarafından başvurulan Danıştay, 5 Aralık 1999 tarihli istişare niteliğinde olan bir görüşle, 3 Mayıs 1997 tarihli kararının altın madenlerinin işletilmesinde siyanür kullanımının mutlak yasaklanması olarak yorumlanamayacağını ve özel durumları dikkate almak için mahal olduğunu belirtmiştir. 44. Başbakan, buna paralel olarak, Mart 1999 tarihinde, altın madeni işletmesinde siyanür kullanımının muhtemel etkisi hakkında bir rapor hazırlaması için Türkiye Bilimsel ve Teknik Araştırma Kurumunu (“TÜBİTAK”) görevlendirdi. AİHM Kararları 279 TÜBİTAK tarafından hazırlanan uzmanlık raporu (“TÜBİTAK Raporu”) Ekim 1999 tarihinde teslim edildi. Bu rapor, çevre, çevre hukuku, kimya, hidrojeoloji, jeoloji, jeoteknik ve sismoloji alanında uzman on bilim adamı tarafından hazırlandı. Bu rapor, Danıştay kararında belirtilen insan sağlığı ile çevreyi tehdit eden risklerin, “sıfır deşarj” prensibine dayalı olan ve çevre ile uyumlu yüksek bir teknolojinin kullanımına bağlı olarak tamamen kaldırıldığı veya kabul edilebilir sınırların altına çekildiği ve ekolojik sistem üzerindeki etki riskinin, bilimsel kriterlere göre, kabul edilebilir seviyenin çok altında kaldığı sonucuna vardı. 1. Başbakan ve Çevre Bakanı’nın Görüşleri ve İtirazlar 45. Başbakan, 5 Ocak 2000 tarihinde, TÜBİTAK raporunu Çevre Bakanlığı’na sundu ve söz konusu altın madeni işletmesi hakkında görüşünü sordu. 46. Çevre Bakanlığı, 31 Ocak 2000 tarihinde, raporun sonuçları ışığında işletme lehinde görüş bildirdi. 47. Başbakanlık müsteşarlığı, 5 Nisan 2000 tarihinde, maden işletmesine hasredilmiş bir rapor hazırladı. Bu rapor, şirket tarafından alınan ek önlemlerin TÜBİTAK raporunun vardığı sonuçlar, Çevre Bakanlığı tarafından sunulan olumlu görüş ve böyle bir yatırımın ekonomik önemini vurgulayan Cumhurbaşkanlığı genel sekreterliğinin görüşü gereğince, bu işletmeye izin vermenin uygun olduğu sonucuna vardı. 48. İzmir Birinci İdare Mahkemesi, 1 Haziran 2001 tarihinde, Başbakanlık müsteşarlığı tarafından hazırlanan 5 Nisan 2000 tarihli rapora karşı, aralarında Sefa Taşkın’ın da bulunduğu Bergama halkından onsekiz kişi tarafından iptal istemiyle yapılan itiraz sonunda bir karar aldı. Söz konusu Mahkeme, kendi görüşüne göre, gerekli izinlerin verilmesine olanak sağlayarak bir idari işlem oluşturan bu raporu iptal etmeyi kararlaştırdı. Mahkeme’nin değerlendirmesine göre, işletmeci şirket tarafından alınan önlemlere rağmen, söz konusu riskler ve tehditlerin söz konusu altın madeninde sodyum siyanürünün kullanımından kaynaklandığı ve yeni önlemlerin uygulanmaya konması ile bu risklerin önlenebileceği sonucuna varmanın mümkün olmadığı, kesin yargı kararlan tarafından ortaya konmuştu. Ayrıca, ağır madde veya siyanür birikimi ile bağlantılı riskin yirmi ile elli yıl boyunca sürebileceği ve çevredeki bölge sakinlerinin haklarını ihlal edici nitelikte olduğu tespit edilmişti. Bundan böyle, itiraz konusu olan işlemin kesinleşmiş bir yargı kararını saptırdığı ve Hukuk Devleti prensibi ile uyumlu olmadığı sonucuna varmaya mahal vardır. 49. Danıştay, 26 Temmuz 2001 tarihinde, Başbakan’ın talebi üzerine, 5 Nisan 2000 tarihli raporun bir yürütülebilir işlem oluşturmadığını ve idari 280 Ekler yargı önünde itiraz konusu olma niteliğinde olmadığını dikkate alarak, 1 Haziran 2001 tarihli kararın yürütülmesini durdurmayı kararlaştırdı. Ayrıca, sadece ilgili bakanlıkların, yani Çevre, İç İşleri, Sağlık, Bayındırlık, Enerji ve Tabi Kaynaklar ve Orman Bakanlıkları’nın bu konuda yetkili olduğu değerlendirmesini yaptı. 50. 14 Şubat 2001 tarihinde, İzmir 4. İdare Mahkemesi, Bergama’da yerleşik 14 kişinin açmış olduğu bir iptal davasında, Çevre Bakanlığın’ca söz konusu altın madeninin işletilmesini sağlayıcı nitelikte hazırlamış olduğu hiçbir Çevre Etkisel Değerlendirme raporunun varolmadığını saptayarak ve davada esas yönünden de bir inceleme yapmaksızın, uyuşmazlıkta dava konusu edilebilecek nitelikte bir icrai ve etkili idari işlemin bulunmadığı gerekçesiyle davacıların başvurusunu reddetmiştir. Danıştay da Mahkemenin bu kararını 26.09.2001 tarihili kararı ile onamıştır. 51. İzmir Birinci idari Mahkemesi, 28 Mart 2003 tarihinde, Bergama’da oturan Bayan Lemke tarafından yapılan başvuru üzerine 5 Nisan 2000 tarihli raporu iptal etmeyi kararlaştırdı. 52. İtirazlar, idari yargı önünde beklemededir. 2. Orman Bakanlığı Tarafından İşletme Müsaadesinin Uzatılması ve İtirazlar 53. Orman Genel Müdürlüğü, 6 Ekim 2000 tarihinde, TÜBİTAK raporuna dayalı olarak, işletmeci şirkete verilen iznin uzatılması ile ilgili bir kararı aldı. 54. İzmir Dördüncü İdare Mahkemesi, başlangıçta, 21 Kasım 2001 tarihli kararı ile, Orman genel Müdürlüğü kararının yürütmesinin durdurulmasını amaçlayan bir talebi reddetti. 55. Ancak, yeni bir başvuru alan İzmir Birinci İdare mahkemesi, 23 Ocak 2002 tarihinde, böyle bir müsaadenin Hukuk Devleti ile bağdaşmayacağını düşünerek, Orman Bakanlığı tarafından verilen müsaadenin yürütülmesinin durdurulmasını kararlaştırdı. Bu karar, 20 Mart 2002 tarihinde, İzmir Bölge İdare Mahkemesi tarafından onaylandı. 56. İzmir Dördüncü İdare Mahkemesi, 7 Haziran 2002 tarihli mahkeme kararı ile, 6 Ekim 2000 tarihli kararın, 10 yıllık bir süre için geçerli olan 12 Şubat 1992 tarihli izne dayalı olduğunu dikkate alarak, Bergama’da ikamet eden on sekiz kişi tarafından yapılan iptal itirazını reddetti. 57. Danıştay, 27 Mart 2003 tarihinde, 7 Haziran 2002 tarihli kararı onadı. 58. İzmir Birinci İdare Mahkemesi, 23 Ocak 2002 tarihinde, Bayan Lemke’nin müracaatı üzerine, böyle bir müsaadenin yasaya uygun olmadığı- AİHM Kararları 281 nı ve uygulamanın onarılmaz bir zarara neden olacağını dikkate alarak, 6 Ekim 2000 tarihli kararın yürütülmesinin durdurulmasına karar verdi. 59. Diğer yandan, Orman Genel Müdürlüğü, 3 Mayıs 2002 tarihinde, altın madeni yakınında bir güvenlik şeridi tesis edilmesi, yolların yapımı, bir sondaj sahası ile atık barajının yapımı için gerekli müsaadeyi verdi. 60. Bayan Lemke’nin müracaatı üzerine inceleme yapan İzmir Üçüncü İdare Mahkemesi, 13 Kasım 2003 tarihinde Orman Genel Müdürlüğü’nün 3 Mayıs 2003 tarihli kararının yürütülmesinin durdurulması talebini reddetti. Bu ret, 24 Aralık 2003 tarihinde, İzmir Bölge İdare Mahkemesi tarafından onaylandı. 61. İtirazlar, idari yargı önünde beklemededir. 3. Sağlık Bakanlığı Tarafından Verilmiş Olan Geçici İşletme İzni Ve İtirazlar 62. Sağlık Bakanlığı, 22 Aralık 2000 tarihinde, bir yıllık süre boyunca deneme amacı ile siyanür kullanılarak maden yatağı işletmesinin devamına olanak sağlayan bir kararı kabul etti. Bu izin, İzmir Valiliği tarafından, 24 Ocak 2001 tarihinde işletmeci şirkete iletildi. 2 Şubat 2001 tarihinde, bir gözetme ve kontrol komitesi İzmir Valiliği bünyesinde kuruldu ve 13 Nisan 2001 tarihinde, şirket madencilik faaliyetlerini başlattı. 63. Bergama’da oturan birkaç kişi (Bayan Genç ve diğerleri) tarafından yapılan iptal itirazı, 24 Mayıs 2001 tarihinde, itiraz konusu olan kararın bir uygulama akdi teşkil etmediği gerekçesi ile, İzmir Üçüncü İdare Mahkemesi tarafından reddedildi. 64. Danıştay, 24 Mayıs 2001 tarihli mahkeme kararını 24 Haziran 2002 tarihinde bozdu. 65. İzmir İdare Mahkemesi, İzmir Barosu’nun müracaatı üzerine, 10 Ocak 2002 tarihli kararı ile, böyle bir iznin hukuk devleti ile bağdaşmadığını dikkate alarak, Sağlık Bakanlığı tarafından verilen geçici iznin yürütülmesini durdurmayı kararlaştırdı. 66. Bu karar, 20 Mart 2002 tarihinde İzmir Bölge İdare Mahkemesi tarafından onandı. 67. İdare Mahkemesi, 3 Aralık 2002 tarihinde, bu karara karşı İzmir Barosu tarafından yapılan iptal itirazını yetki yokluğu nedeni ile reddetti. Danıştay, 12 Kasım 2003 tarihinde, bu kararı onadı. 68. Çevre ve Orman Bakanlığı, 12 Şubat 2004 tarihinde, “kimyasal arıtma birimi ve atık çamur depolaması” ile ilgili izni üç yıllık bir süre için uzattı. 282 Ekler 69. İzmir Üçüncü İdare Mahkemesi, 27 Mayıs 2004 tarihli karar ile, 22 Aralık 2000 tarihinde Sağlık Bakanlığı tarafından verilmiş olan geçici işletme iznini (deneme izni) iptal etti. Mahkeme, özellikle, 15 Ekim 1997 tarihli kararda belirtilen risklerin, bir deprem kuşağında bulunan bölgenin özellikleri ve iklim şartları kadar söz konusu altın madeninde sodyum siyanür kullanımı ile bağlantılı olduğunu da dikkate aldı. Mahkeme, bu riskler ve tehditlerin, aynı yıkama tekniğine dayalı olan ek önlemler ile her zaman sıfıra indirilemediğini değerlendirdi. Mahkeme, diğer yandan, söz konusu idari işlemin, yargılama sonucunda güç kazanmış bir adalet kararını değiştirmeyi amaçlamasından dolayı, itiraz edilen iznin verilişi ile Hukuk Devleti prensibi arasında uygunluk bulunmadığı sonucuna vardı. 70. İtirazlar idari yargı önünde beklemededir. 4. Çevre Bakanlığı Tarafından Verilmiş Olan Müsaade ve İtirazlar 71. Çevre Bakanlığı, 13 Ocak 2001 tarihinde, “kimyasal arıtma birimi ve atık çamuru depolaması” için üç yıllık geçerliliğe sahip bir izin verdi. Ayrıca, 16 Şubat 2001 tarihinde, işletmeci şirket tarafından altmış ton sodyum siyanür ithalatına izin verdi. 72. İzmir Üçüncü İdare Mahkemesi, 24 Mayıs 2002 tarihinde, şirket lehine geçici işletme izni verilmesine karşı, Bergama’da ikamet eden on dört kişi tarafından yapılan iptal başvurusunu reddetti. Mahkeme, yürütülebilecek bir idari işlem olmadığı sonucuna vardı. 73. İzmir İdare Mahkemesi, 10 ve 23 Ocak 2002 tarihlerinde, geçici izin verilmesinin iptali amacı ile İzmir Barosu ve bir bölge sakini tarafından yapılan iki başvuru aldı, yargı gücü edinen 13 Mayıs 1997 tarihli Danıştay kararında belirtilen görüşleri dikkate alarak, söz konusu iznin yürütülmesini durdurmayı kararlaştırdı. 74. İtirazlar, idari yargı önünde beklemededir. 5. Bakanlar Kurulu’nun Kararı 75. Bakanlar Kurulu, 29 Mart 2002 tarihinde, Bergama (İzmir) kazası sınırları dahilinde Ovacık ve Çamköy civarında bulunan ve Normandy Madencilik A. Ş. şirketine ait olan altın madeninin faaliyetlerine devam edebileceğine ilişkin “bir prensip karan” aldı. Bu karar, kamuya açıklanmadı. Hükümet, Mahkeme’nin talebi üzerine, aşağıdaki bu karar metnini Mahkeme’ye bildirdi: “Şu ana kadar yapılan etütlere göre, Bergama kasabası (İzmir) sınırları dahilinde, Ovacık ve Çamköy civarında bulunan altın madeninin, 24 ton altın ve 24 ton gümüş rezervleri ihtiva eden, 362 kişi için istihdam sağlayan ve ülkemize, 280 milyonu doğrudan doğruya olmak üzere 1200 milyon ame- AİHM Kararları 283 rikan doları (USD) düzeyinde katma değer sağlayacak nitelikte bir işletme olduğu ortaya konmuştur. Ayrıca, bu yatırımla ilgili kararın, altı başka altın madeninin daha yolunu açacak olması nedeni ile belli bir önem taşıdığı da ortaya konmuştur. Toplam 200 milyon USD maliyete sahip aramalar sayesinde keşfedilmiş olan bu madenler, 500 milyon USD tutarında bir yatırım ile 1450 iş istihdamı yaratacak ve ekonomiye, 2,5 milyar USD tutarında doğrudan ve 10 milyar USD tutarında dolaylı katkı sağlayacaktır. Öte yandan, konunun uzmanlarına göre, Ülkemizde, 6500 tondan fazla altın potansiyeli mevcuttur ve bu potansiyel, 300 milyar tutarında katma değere sahip 70 milyar USD parasal değeri temsil eder. Türkiye Bilimsel ve Teknik Araştırmalar Kurumu tarafından görevlendirilen on bilim adamı tarafından hazırlanan ve 1999 Ekim ayında teslim edilen rapora göre, “insan sağlığını ve çevreyi tehdit etmesinden şüphelenilen riskler ortadan kaldırılmış veya kabul edilebilir nitelikteki değerlerin çok altındaki değerler seviyesine çekilmiştir.” Zaten, Sağlık Bakanlığı tarafından müsaade edilen deneme sırasında gerçekleştirilen kontrol sonuçları referans değerlerinin altında olduğundan, hiçbir negatif veri tespit edilememiştir. Dünya kamu oyuna ilk defa sürdürülebilir kalkınma kavramı tavsiyesinde bulunan Birleşmiş Milletler Evrensel Gelişme ve Çevre Komisyonu’na ait raporun (1987) “Kimyasal Maddeler” başlıklı bölümü, dünya ticaretinin % 10’unu kimyasal maddelerin oluşturduğunu, mevcut olan 70 ila 80 000 çeşit kimyasal maddenin % 80’i için zehirlilik verilerinin bulunmadığını göstermektedir. Not etmeliyiz ki siyanür maddesinin zehirlilik verileri bilinmektedir ve yüz yılı aşkın bir süreden beri gelişmekte olan siyanürle yıkama tekniği bugün teknolojinin en ileri noktasında bulunmakta ve gerekli önlemlerin alınması şartı ile insan sağlığına zarar vermeden uygulanmaya konabilir. On iki yıldan beri kaydedilen Bergama/Ovacık altın madeni ile ilgili gelişmeler incelendiği zaman, 1991 tarihli çevresel etki değerlendirmesinde belirtildiği şekilde, arıtmasız, sadece sıkıştırılmış kil üzerine bırakılan ve atık havuzunda doğal bozunmaya tabi tutulan siyanürle yıkama tekniğinin terk edildiği ve onun yerine, tabanı, kil ve yüksek yoğunlukta polietilen jeomembran kaplı atık havuzu, bir siyanür arıtma birimi, bir ağır metal arıtma (duraylama), bir gözlem kuyusu ve muhtelif ölçü aletleri ile donanımlı ileri teknoloji tekniğinin konduğu not edilmelidir. “Yukarıda belirtilen nedenlerden dolayı ve ülke ekonomisine katkısı dikkate alınarak, Bergama kazası (İzmir) sınırları dahilinde Ovacık ve Çamköy civarında bulunan ve IR3549 sayılı 12 Nisan 1992 tarihli ruhsat altında 284 Ekler Normandy Madencilik A.Ş. tarafından işletilen altın ve gümüş madenleri çıkarma tesislerinin faaliyetlerini sürdürmesi uygun görülmüştür.” 76. Danıştay’ın Sekizinci Dairesi, 30 Temmuz 2002 tarihinde, 29 Mart 2002 tarihli Bakanlar Kurulu kararının usul yönünden iptalini amaçlayan ve İzmir Barosu tarafından yapılan iptal müracaatını kabul edilmez ilan etti. 77. Danıştay Genel Kurulu, 7 Mart 2004 tarihinde, 30 Temmuz 2002 tarihli kararı bozdu. Danıştay Genel Kurulu, söz konusu altın madeni faaliyetlerinin tekrar başlatılması ile ilgili işlerin bu karara dayandırılmış olmasına rağmen, itiraz konusu olan Bakanlar Kurulu kararının Resmi Gazete’de yayınlanmamış olduğunu ve kararın kamuya açıklanmadığını özellikle dikkate aldı. Danıştay Genel Kurulu, itirazlı kararın bir kopyasını edinmek için davacı tarafın karşılaştığı imkansızlık karşısında, idari yargı merciinin, etkin bir hukuki başvurunun yapılmasını sağlamak üzere bu sureti elde etmesinin gerektiğini değerlendirdi. 78. Danıştay Altıncı Dairesi, 23 Haziran 2004 tarihinde, Bakanlar Kurulu kararının yürütülmesinin durdurulmasını kararlaştırdı. Söz konusu karar özellikle şu hususu belirtir: “Çevre Bakanlığı onayının mahkeme kararı ile iptal edilmesinden sonra, bu Bakanlığın, işletmeci şirketin, söz konusu faaliyetin yukarıdaki mahkeme kararlarında belirtilen olumsuz etkilerini azaltmaya veya yok etmeye yönelik önlemleri aldığını göstermek zorunda olduğu yeni bir çevresel etki incelemesi ile ilgili bir işlemi benimsemediği ortaya çıkmıştır (...). Altın madeninin işletilmesine izin veren Bakanlar Kurulunun kararı yasal değildir, çünkü çevresel etki değerlendirmesine dayanan izin verilmesi kararı yargı tarafından iptal edilmişti ve Çevre.. Kanunu ve ilgili yönetmelik gereği olarak başka hiçbir işlem benimsenmemişti (...)” 79. Bakanlar Kurulu kararının iptali ile ilgili müracaat şu anda Danıştay önünde bulunmaktadır. 80. İzmir Valiliği, 23 Haziran 2004 tarihli karara dayanarak, 18 Ağustos 2004 tarihinde maden işletmesinin durdurulmasını kararlaştırdı. 81. Çevre ve Orman Bakanlığı, 27 Ağustos 2004 tarihli bir yazı ile, şirket tarafından sunulan nihai etki incelemesi konusunda olumlu görüş verdiğini Normandy Madencilik A.Ş. şirketine bildirdi. E. Müdahil Üçüncü Taraf 82. Normandy Madencilik şirketi, 1994, 1996 ve Kasım 1997 tarihlerinde gerekli müsaadeleri aldıktan sonra altın madeninin işletmeye hazır olduğunu bildirmektedir, işletme, 20 ila 23 Şubat 1998 tarihleri arasında tecrübe sıfatıyla devreye konmuştur. Bu faaliyetler, tesislerin iyi işleyişini kontrol etmeye yönelik olup ticari amaçlı bir üretimi amaçlamıyordu. Bu tecrübe AİHM Kararları 285 dönemi boyunca, maden ocağının günlük işletme kapasitesi 1 000 ton olduğu halde,150 ton maden cevheri işletildi ve 0,932 kg. altın alındı. 83. İzmir Valiliği, 19 Şubat 1998 tarihinde tecrübe niteliğindeki üretim konusunda bilgilendirildi. Valilik, 27 Şubat 1998 tarihinde, madenin kapatılmasını kararlaştırdı (Yukarıda 35. paragraf). Diğer yandan, Valilik, şirkete ve sorumluluklarına karşı cezai takibat başlattı ve bu takibatlar Şubat 2001 tarihinde bırakıldı. 84. Toplama havuzunda siyanürün konsantrasyon oranı 27 Şubat 1998 tarihine kadar ölçüldü. Bu ölçümler, konsantrasyon oranının net bir şekilde, kabul edilen uluslararası oranlardan düşük olduğunu kanıtladı. Ayrıca toplama havuzundan çevreye hiçbir atık boşaltımı yapılmadı. 85. Şirket, iptal başvuruları hakkında idari yargı mercilerinin karar vermesinden sonra, altın madeninde hiçbir faaliyetin yürütülmediğini belirtmektedir. Daha sonra, yargı kararları tarafından tespit edilen gereklere uyulması için, uluslararası standartları aşan yeni sert önlemler alındı. Ayrıca, toplama havuzu ve sodyum siyanür kullanımı ile bağlantılı riskler ile ilgili iki rapor hazırlandı ve bu raporlar, söz konusu risklerin ihmal edilebilir olduğu sonucunu ifade eder. 86. Şirket, 1999 yılında, risklerin değerlendirilmesi ile ilgili raporlara dayanarak, söz konusu altın madeninin işletilmesi için yeni bir izin talebinde bulundu. 87. Şirket, Başbakan’ın talebi üzerine hazırlanan TÜBİTAK raporundan sonra, gerekli izinleri aldı ve 2001 Nisan ayında altın madenini işletmeye başladı. İşletme bugün de faaliyettedir. 88. Maden faaliyetlerinin başlamasından sonra, riskleri veya çalışma şartlarını değerlendirmeye olanak sağlayan bir çok etüt Golder Associates Ltd., İzmir Valiliği nezdinde oluşturulan bir gözetim ve kontrol komitesi ve ilgili bakanlıklar tarafından gerçekleştirildi. 89. Ayrıca, şirket, her ay “Ovacık altın madeni aylık çevre raporu” başlıklı bir raporu halka, hükümet dışı örgütlere, kurumlara ve üniversitelere dağıtır. II. GEÇERLİ HUKUK DÜZENİ İç Hukuk Düzeni Anayasa 90. Anayasa’nın 56. maddesi şöyle der: “Herkes, sağlıklı ve dengeli bir çevrede yaşama hakkına sahiptir. Çevreyi geliştirmek, çevre sağlığını korumak ve çevre kirlenmesini önlemek Devletin ve vatandaşların ödevidir. (...)Devlet, bu görevini kamu ve özel kesimler- 286 Ekler deki sağlık ve sosyal kurumlarından yararlanarak, onları denetleyerek yerine getirir.” Çevre Kanunu 91. 11 Ağustos 1983 tarihli Resmi Gazete’de yayınlanan 2872 sayılı çevre kanunun 10. maddesi şu hükmü taşır: “Gerçekleştirmeyi planladıkları faaliyetleri sonucu çevre sorunlarına yol açabilecek kurum, kuruluş ve işletmeler bir “Çevresel Etki Değerlendirme Raporu” hazırlarlar. Bu raporda çevreye yapılabilecek tüm etkiler göz önünde bulundurularak çevre kirlenmesine sebep olabilecek atık ve artıkların ne şekilde zararsız hale getirilebileceği ve bu hususta alınacak önlemler belirtilir. Bu raporun hangi tip projelerde isteneceği, ihtiva edeceği hususlar ve hangi makamca onaylanacağına dair esaslar yönetmelikle belirlenir.” 92. 2872 sayılı Çevre Yasası’nın 28. maddesi şu hükmü taşır: “Çevreyi kirletenler ve çevreye zarar verenler sebep oldukları kirlenme ve bozulmadan doğan zararlardan dolayı kusur şartı aranmaksızın sorumludurlar. Kirletenin, meydana gelen zararlardan ötürü genel hükümlere göre de tazminat sorumluluğu saklıdır.” 93. 2577 sayılı İdari Yargılama Usulü Kanunu’nun 13. maddesine göre idarenin herhangi bir tasarrufundan kaynaklanan bir zarara uğrayanlar, bu zarara sebebiyet veren idari tasarruf tarihinden itibaren bir yıl içinde idareden bu zararlarını talep etmek durumundadırlar. Bu taleplerin kısmen veya tamamen reddi üzerine ya da 60 günlük bir süre içinde bu talebe cevap verilmemesi halinde, zarar görenler idari yargıya başvurabilirler. Ayrıca Borçlar Kanunu hükümlerine göre, hukuka aykırı ve yasa dışı işlemler nedeniyle zarara uğrayan kişiler, ister maddi (41-46. maddeler) ister manevi (47. madde) nitelikte olsun, bu zararlarının tazminini talep etme hakkına sahiptirler. Adli mahkemeler bu konuda ilgiliyi suçlayıcı nitelikteki diğer yargı kararlarıyla bağlı değildirler. Yine Devlet memurları hakkındaki 657 sayılı Yasa’nın 13. maddesi düzenlemesine göre, kamu hukukuna ilişkin bir faaliyetin yürütülmesi sırasında üçüncü kişilerin bir zarara uğraması halinde, doğrudan bu zarara yol açan kamu görevlileri aleyhine değil, ancak Kamu Otoritesi aleyhine tazminat talebinde bulunulabilir. (Anayasa’nın 129/5. maddesi ve Borçlar Kanunu’nun 55 ve 100. maddeleri). Ancak bu her zaman ve her durumda mutlak geçerli bir kural değildir. Şayet idari tasarruftaki hukuka aykırılık, tasarrufun idarilik özelliğini kaybettirecek derecede ağır ise, adli (özel hukuk) mahkemeler, üçüncü kişiler tarafından doğrudan bu tür işlemleri gerçekleştiren kamu görevlilerine karşı açılan tazminat davalarına bakabilirler. Adliye AİHM Kararları 287 mahkemeleri bu durumda Borçlar Kanunu’nun 55. maddesine göre, adam çalıştıranın sorumluluğu bağlamında İdarenin ortak sorumluluğunu dikkate alamaz. 94. Çevre Bakanlığı, 7 Şubat 1993 tarihinde Çevresel Etki Değerlendirmesi (ÇED) Yönetmeliği’ni kabul etmiştir. Bu Yönetmelik 27 Aralık 1997 tarihli ikinci bir yönetmelik ile değiştirilmiştir. Daha sonra 6 Haziran 2002 tarihli Resmi Gazete’de yeni bir Yönetmelik daha yayımlanmıştır. Bugün ise, 16 Aralık 2003 tarihli Resmi Gazete’de yayımlanan ÇED Yönetmeliği yürürlüktedir. Bu son yönetmeliğin 7. maddesi ile Ek l düzenlemelerine göre, madencilik faaliyetlerinin yürütüldüğü arazilerin yüzölçümünün 25 hektarı aştığı durumlarda ÇED zorunludur. ÇED hazırlığı konusundaki prosedür, proje sahibinin Çevre Bakanlığı’na yapmış olduğu başvuru ile başlar. Başvuru sonucunda konuyla ilgili çeşitli uzmanlar ile kamu kuruluşlarının yetkili uzmanları ve proje sahibinin temsilcilerinden oluşan bir inceleme Komisyonu oluşturulur (madde 8). Bu komisyon kamunun karara katılım usul ve sürecini belirler (madde 9). Daha sonra da en geç bir yıl içinde hazırlanacak olan ÇED raporunun özel format ve çerçevesini çizer (madde 10). Bu şekilde gerçekleştirilen rapor halka açıktır ve bu rapor ayrıca Komisyon tarafından da incelenir ve şayet Komisyon raporda çeşitli eksiklikler belirlerse yeni ve ek inceleme ve etütler isteyebilir (madde 12). Nihayet Çevre Bakanlığı kendisine sunulun rapordaki bilgileri dikkate alarak faaliyete müsaade verilmesi veya faaliyetin çevresel etkilerinin olumsuz olduğu yönünde karar alır. İlgili Valilik, Çevre Bakanlığının bu konudaki kararını en uygun duyuru araçları ile kamunun bilgisine sunar. Projesi reddedilen başvuru sahipleri Bakanlığın olumsuz görüşü akabinde bu görüşteki koşulların değişmesi halinde yeni bir proje ile yeni bir talepte bulunabilir (madde 14). Ayrıca belirtmek gerekir ki, Bakanlığın kararının içeriği ve sonucu ne olursa olsun, bu karar idari yargı mercileri önünde iptal davası konusu yapılabilir. Yönetmeliğin 6. maddesi şu hükmü içermektedir: “Bu yönetmelik çerçevesinde bir proje gerçekleştirmeyi öngören gerçek ve tüzel kişiler, çevresel etki değerlendirmesine tabi olan projeler bakımından bir ÇED raporu hazırlayıp, yetkili mercilere sunmalıdırlar ve alınan karar gereğince hareket etmelidirler (...). Bu yönetmeliğe tabi projeler bakımından olumlu bir karar alınmadığı takdirde, bu proje/ere hiçbir onay veya izin verilemez, hiçbir inşaat faaliyetine ruhsat verilemez ve bu projeyle ilgili yatırıma başlanamaz”. 288 Ekler Yargı Kararlarının İdare Tarafından Yerine Getirilmesi 95. Anayasa’nın 138. maddesinin 4. fıkrasının ifadesine göre: “Yasama ve Yürütme organları ile idare yargı kararlarına uymak zorundadır; bu organlar ve idare, mahkeme kararlarını hiçbir biçimde değiştiremez ve bunların yerine getirilmesini geciktiremez.” 96. 2577 sayılı idari Yargılama Usulü Yasası’nın 28. maddesinin konumuz bakımından önem taşıyan kısımları aynen şöyledir : “1. Danıştay, bölge idare mahkemeleri, idare ve vergi mahkemelerinin esasa ve yürütmenin durdurulmasına ilişkin kararlarının icaplarına göre idare, gecikmeksizin işlem tesis etmeye veya eylemde bulunmaya mecburdur. Bu süre hiçbir şekilde kararın idareye tebliğinden başlayarak otuz günü geçemez. Ancak, haciz veya ihtiyati haciz uygulamaları ile ilgili vergi davalarında vergi mahkemelerince verilen kararlar hakkında, bu kararların kesinleşmesinden sonra idarece işlem tesis edilir. 2. Danıştay, bölge idare mahkemeleri, idare ve vergi mahkemeleri kararlarına göre işlem tesis edilmeyen veya eylemde bulunulmayan hallerde idare aleyhine Danıştay ve ilgili idari mahkemede maddi ve manevi tazminat davası açılabilir. 3. Mahkeme kararlarının otuz gün içinde kamu görevlilerince kasten yerine getirilmemesi halinde ilgili, idare aleyhine dava açabileceği gibi, kararı yerine getirmeyen kamu görevlisi aleyhine de tazminat davası açılabilir.” 97. 2577 sayılı Yasa’nın 52. maddesinin 4. fıkrası şu hükmü içermektedir: “Kararın bozulması, kararın yürütülmesini kendiliğinden durdurur.” Çevre Hukukuna İlişkin Uluslararası Metinler 98. Çevre konusunda Brezilyanın Rio de Janeiro kentinde düzenlenen Birleşmiş Milletler Konferansı sonucunda kabul edilen Rio Bildirgesinde (A/CONF 151/26 - Cilt 1) çevre konusunda Devletlerin hukuki sorumluluğu kavramı geliştirilmiştir. Bu bildirgenin 10 numaralı prensibi şu hükmü içermektedir: “ Çevre sorunlarını ele almanın en iyi şekli ve uygun olan çözüm, konuyla ilgili her aşamada ilgili bütün vatandaşların kararlara katılımını sağlamaktır. Ulusal düzeyde, her kişi, tehlikeli faaliyet ve maddeler ile ilgili bilgiler dahil olmak üzere, kamu makamlarının sahip olduğu çevre ile ilgili tüm bilgilere ulaşabilme ve karar alma sürecine katılma olanağına sahip olmalıdır. Devletler, bu bilgilere halkın ulaşmasını sağlamalı ve ayrıca halkın alınacak kararlara katılımını ve duyarlılığını kolaylaştırmalı ve özendirmelidir. Devletler ayrıca ilgilerin bu konuda yapabilecekleri idari ve yargısal başvuru haklarının kolaylaştırılmasını sağlamalıdır.” AİHM Kararları 289 99. Rio Bildirgesi’nin 10. maddesinin Avrupa’da uygulanması, Birleşmiş Milletler Ekonomik İşler Komisyonu’nun çalışmaları neticesinde Aarhus Anlaşması (Çevre Konusunda Bilgilere Erişim, Halkın Karar Sürecine Katılımı ve Yargısal Yollara Başvurma Hakkında Anlaşma, (ECE/CEP/43) çevre konularında vatandaşların başvuru hak ve usulleri ile bilgi edinme haklarının düzenlendiği bir anlaşmadır) ile 25 Haziran 1998 tarihinde kabul edilmiş ve 30 Ekim 2001 tarihi itibarıyla da yürürlüğe girmiştir. Halen bu anlaşma 30 Avrupa ülkesi tarafından onaylanmıştır. Türkiye ise bu anlaşmaya ne katılmış ne de imza koymuştur. Söz konusu anlaşmanın ekseni şu noktalarda odaklaşmaktadır: - Kamu otoriteleri tarafından saydamlık ve açıklık prensipleri uyarınca kamusal bilgilere ulaşma hakkının geliştirilmesi. - Halkın çevre konularını ilgilendiren gene idari kararlara katılımını kolaylaştıracak düzenlemelerin gerçekleştirilmesi. Özellikle planlama işlemleri bakımından, işlemin başlangıcından sona ermesine kâdarki her aşamada bireylerin görüşleri ve çözüm önerileri ile etkili olabilecekleri başvuru imkanlarının düzenlenmesi ve giderek de bireylerin bu katılımının nihai kararda dikkate alınması ve bu durumun kamuoyuna açıklanması. - Çevre alanındaki düzenlemeler ile çevre işlemleri konusunda bireylerin yargı organları önünde hak aramalarının kolaylaştırılması ve hak arayacak kişilerin kapsamının genişletilmesi. 100. Avrupa Konseyi Parlamenterler Birliği, çevre ve insan haklarına ilişkin olarak, 27 Haziran 2003 tarihinde 1614 sayılı bir “Tavsiye Kararı” vermiştir. Bu Tavsiye kararının konumuzla ilgili kısmı şöyledir: “Parlamenterler Birliği, üye Devletlerin hükümetlerine şu hususları tavsiye eder i) Hükümetler, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 2, 3 ve 8. maddelerinde ve bu Sözleşme’nin eki Protokolün 1. maddesinde güvence altına alındığı gibi, kişinin yaşam hakkı, sağlık hakkı, özel yaşamı ve aile yaşamı ile vücut ve mal bütünlüğünü, özellikle çevrenin korunması gerekliliğini de göz önüne alarak, etkili biçimde koruyucu tedbirler almalıdır. ii) Hükümetler, tercihan anayasal düzeyde ve fakat en azından yasal düzenlemeler sonucunda çevre hakkının Devlet açısından mutlak olarak korunması gereken nesnel bir insan hakkı olduğunu kabul etmelidirler. iii) Hükümetler, Aarhus Anlaşması’nda kabul edildiği üzere, çevre alanında bireylerin bilgi edinme ve alınan kararlara katılma hakları ile kişisel nitelikteki yargısal başvuru haklarını güvence altına almayı kabul etmelidirler.” 290 Ekler HUKUKİ İNCELEME VE DEĞERLENDİRME I. İLK DEĞERLENDİRMELER: 101. Mahkememizce, 13 Ocak 2004 tarihinde vefat eden Sayın İzzet Öçkan’ı temsilen Sayın Ayşe Öçkan’ın duruşmaya katılması uygun görülmüştür. 102. Olayın özellikleri dikkate alındığında (bk. yukarıda 12 no’lu paragraf), Bergama’daki altın madenine izin verilmesi işlemine karşı sayın İ.Özkan tarafından yapılan başvuru bağlamında sayın Ayşe Özkan’ın da AİHS’nin 2,6/1,8 ve 13. maddeleri uyarınca Sözleşme organları önünde yasal haklara sahip olduğu ve sonuçta da sayın Ayşe Özkan’ın davayı eşinin yerine takip edebileceği kabul edilmektedir (bk. Emsal olarak, Dalban v. Romanya davası GC no: 28114/95,/39 CEDH 1999-V1). Sonuç olarak mahkeme bu dava kapsamında Bayan Öçkan’ın davacının yerini alarak davayı takip yetkisinin varolduğunu tanımaktadır. II. SÖZLEŞME’NİN 8. MADDESİNİN İHLALİ BAKIMINDAN DEĞERLENDİRME: 103. Dilekçe sahipleri ulusal idari otoriteler tarafından siyanür liç yöntemi ile altın madeni işletmeciliğine izin verilmesi yönündeki kararın Sözleşme’nin 8. maddesi ile güvence altına alman haklarının ihlali sonucunu yarattığı iddiasındadırlar ki, söz konusu madde şöyledir “1. Herkes özel ve ailevi hayatına, meskenine ve haberleşme hakkına saygı gösterilmesini talep hakkına sahiptir. 2. Bu haklara resmi makamlar tarafından müdahale, ancak yasa ile düzenlenmesi koşuluyla ve demokratik bir toplumda ulusal güvenlik, kamu düzeni, ülkenin ekonomik yararı, düzenin korunması, suçların önlenmesi, sağlık, ahlak ve başkalarının hak ve özgürlüklerinin korunması için zorunlu olduğu ölçüde mümkün olabilir.” A. Tarafların İddiaları: 1. Başvuru sahipleri 104. Başvuru sahipleri öncelikle ulusal idari otoriteler tarafından siyanür liç yöntemi ile altın madeni işletmeciliğine izin verilmesi yönündeki karara itiraz etmektedirler. Yine başvuru sahipleri, bu yöntemin yaşam haklarını, özel yaşamlarını ve aile yaşamlarını tehdit eden riskler taşıdığının yargı kararlarıyla tespit edilmiş olduğunu belirtmektedirler. Bu bakımdan da İzmir İdare Mahkemesi’nin 1 Haziran 2001 tarihli kararını belirtmektedirler. Bu kararda Mahkeme’ce, özellikle “ağır metaller ile siyanüre bağlı risklerin AİHM Kararları 291 çevre üzerindeki etkisinin 20 yıl ila 50 yıl boyunca sürebileceği dikkate alındığında, bu durumun yöre sakinlerinin çevre haklarını olumsuz etkileyeceği açıktır (yukarıda 48 no’lu paragraf)” hükmüne yer verilmiştir. 105. Başvuru sahipleri yine başvurularında altın madeninde tonlarca patlayıcı madde depolanmış olmasının da oldukça önemli bir risk oluşturduğunu ileri sürmektedirler. 106. Diğer yandan yöre sakinleri ile idari otoriteler arasında süregelen yargısal uyuşmazlık sürecinin uzunluğu ve İdarenin kesinleşmiş kararlara karşı keyfi davranması da yöre halkının özel yaşamını çekilmez hale getirmiştir. 2. Hükümet 107. Hükümet öncelikle 8. maddenin bu olaya uygulanabileceğini reddetmektedir. Hükümete göre davacıların referansta bulunduğu risk farazi niteliktedir. Bu risk ancak 20 ila 50 yıllık süre içinde ortaya çıkabilir. Şu anda mevcut olan ciddi bir risk söz konusu değildir. Üstelik davacılar söz konusu altın madeni ocağından kaynaklanan hiçbir somut zararı ortaya koyamamaktadırlar. 108. Diğer yandan hiçbir sodyum siyanür atığı ve konsantrasyonu bölgede vuku bulmadığından ve sodyum siyanür ihtiva eden atık boşaltma ile bağlantılı olarak ölçülebilen hiçbir risk mevcut olmadığından, sodyum siyanür kullanımı davacı hakları üzerinde etkili olmaz. Mahkeme içtihatlarına göre, 8. maddenin uygulanabilmesi için, sodyum siyanür kullanımı dolayısıyla, davacıların ailevi ve özel yaşamı üzerinde doğrudan doğruya zarar doğurucu bir etkinin baş göstermesi gerekir ki, olayda böyle bir durum söz konusu değildir. 109. Nisan 2001 tarihinden beri altın maden ocağı, Çevre Bakanlığı’nın görüşüne uygun olarak deneme üretimi faaliyetini yürütmektedir ki, Bakanlık yetkilileri de yatırım sahibi şirketin yeni önlemler aldığı ve kendisine vermiş olduğu taahhütleri yerine getirdiği belirtilmektedir. Hükümet, ayrıca, altın ocağı işletmesinin yerel halkın sağlığı, zeytin ağaçları veya tarım alanları için hiçbir tehlike taşımadığını ileri sürmektedir. Hükümet bu belirlemeler çerçevesinde, esas itibari ile 8. maddenin bu durumda uygulanmayacağını savunmaktadır. 110. Hükümet, bu olay dolayısıyla, Sözleşme’nin ihlal edilmiş olduğu iddiasını reddetmektedir. Hükümet, İdarenin konuyla ilgili olarak yargı yerlerince verilmiş olan yargı kararlarına tamamen uygun hareket etmiş olduğunu ve maden hakkında verilmiş bulunan izinlerin yargı kararları neticesinde iptal edilmiş olduğunu ve bu kapsamda da Ovacık altın madeni ocağının Nisan 2001 tarihinden önce hiç işletilmediğini ifade etmektedir. Hükümete 292 Ekler göre, 2000 ve 2001 yıllarında verilen izinler, madende herhangi bir risk bulunmadığını teyit eden bir çok etüt ve incelemeye dayanmaktadır. Kaldı ki, ne olursa olsun, bu hususlara ilişkin yargısal uyuşmazlılar da halen yargı mercilerinin önünde görülmektedir. B. Mahkemenin Değerlendirmesi 1. 8. Maddenin Uygulanabilirliği Hakkında 111. Mahkeme öncelikle başvuru sahiplerinin, siyanür liçi yöntemiyle işletilmekte olan Ovacık altın madeni ocağı civarında bulunan Çamköy ve Süleymaniye köylerinde ve Dikili’de ikamet etmekte olduklarını belirlemiştir (yukarıda paragraf 12). 112. Çok sayıda inceleme, altın madeni ocağının ihtiva ettiği riskleri ortaya koymuş ve Danıştay da bunlara dayanarak 13 Mayıs tarihli izin veren kararın kamu yararına uygun olmadığı sonucuna varmıştır. Danıştay’a göre, altın madem ocağının coğrafi konumundan ve bölgenin toprak ve zemin özelliklerinden dolayı, maden ocağında sodyum siyanür kullanımı, çevreyi, çevre güvenliğini tehlikeye koyabilen bir tehdit oluşturmakta ve işletmeci şirketin taahhüt ettiği çevre güvenlik önlemleri de böyle bir faaliyetin ihtiva ettiği riski ortadan kaldırmak konusunda yetersiz kalmaktadır (yukarıda 26. paragraf). 113. Mahkeme, 8. maddenin uygulanabilmesi için mutlaka başvuru sahiplerinin yaşamları bakımından ağır bir tehlike halinin varlığını gerekli görmemekte; ilgililerin sağlığını ve özel ve aile yaşamlarını ciddi tehlikeye atabilecek ağır çevre ihlallerinin varlığını madde uygulaması bakımından yeterli addetmektedir (İspanya’ya karşı Lopez Ostra davası, 9 Aralık 1994 tarihli karar, seri A no: 303- C/51). Aynı durum, ÇED çalışmaları ve süreci boyunca belirlenmiş bulunan bir faaliyetin tehlikeli etkilerinin, üçüncü kişiler üzerinde sonuç yaratması bakımından da geçerli olup; bu kapsamda Sözleşme’nin 8. maddesi açısından bu tehlikeli etkiler ile üçüncü kişilerin özel ve ailevi yaşamları arasında yeterince sıkı bir hukuksal bağın varlığı yeterlidir. Aksine bir yorum, bireylerin Sözleşme’nin 8. maddesinin 1. paragrafı uyarınca güvence altına alınmış haklarının korunması yönündeki Devletin olumlu yükümlülüğünü anlamsız kılar. 114. Danıştay’ın 13 Mayıs 1997 tarihli kararında yapılan saptamalar dikkate alınarak, Mahkeme’ce 8. maddenin uygulanması gerektiği sonucuna ulaşılmıştır. AİHM Kararları 293 2. 8. Madde Uygulaması Bakımından İnceleme: a) İçerik Denetimi Açısından: 115. Mahkeme, çevre sorunları üzerinde etkili olan devlet tasarrufları sonucunda oluşan uyuşmazlıklara ilişkin davalarda gerçekleştireceği incelemenin iki farklı temeli olduğunu hatırlatır. Birincisi, mahkeme, ulusal mercilere ait kararların maddi: içeriğinin Sözleşme’nin 8. maddesine uygunluğunu değerlendirebilir, ikinci olarak da Mahkeme, ulusal makamlarca tesis edilen işlemlerde uygulanan karar alma sürecinde, bireylerin menfaatlerinin usule uygun olarak dikkate alınıp alınmadığını inceleyebilir (bu bakımdan karşılaştırma için bk. İngiltere’ye karşı Hatto ve diğerleri (GC) no: 36022/97/99, CEDH 2003-VIII). 116. Mahkeme, çeşitli kararlarında, çevre ile bağlantı uyuşmazlıklarda Devletin geniş bir değerlendirme yetkisini haiz olduğunu belirtmiştir (yukarıda 100 no’lu paragrafta belirtilen Hatton ve diğerleri kararı ile; İngiltere’ye karşı Buckley kararı 25 Eylül 1996 tarihli bu karar için bk. Kararlar Dergisi, 1996-IV, 74-77). 117. Mahkeme, uyuşmazlık konusu olayla ilgili olarak, Ovacık altın madeni ocağına izin verme konusunda yetkililerin aldığı kararın Danıştay tarafından iptal edildiğine dikkati çeker (yukarıda 26. paragraf). Davada tarafların yararlarını karşılaştıran Danıştay, altın madenine verilen iznin sağlayacağı yarar ile davacıların yaşam ve çevre hakları arasında bir denge kurmuş ve neticede de davacıların haklarına üstünlük tanıyarak, işlemde kamu yararına uygunluk görmemiştir (Yukarıda aynı paragraf). Danıştay kararında varılan bu sonuç karşısında, ulusal yetkili mercilere genel olarak tanınan değerlendirme marjı çerçevesinde başkaca bir incelemeye gerek yoktur. Sonuç olarak, mahkememizce yapılacak yegane inceleme, karar sürecinin bütünlüğü içinde ilgililere yönelik uygulamaların 8. madde tarafından tanınan prosedür garantilerine uygun olup olmadığının denetimi bakımındandır. b) Prosedür Denetimi Açısından: 118. Mahkeme, yerleşik içtihadı uyarınca, 8. maddenin hiçbir açık prosedür koşulu öngörmemiş olmasına rağmen, idari kararlarda, karar alma sürecinin adil olmasını ve bu aşamada karardan etkilenecek bireylerin 8. madde tarafından korunan haklarına saygı gösterilmesi gereğinin kabul edildiğini hatırlatır. (Karşılaştırma için bk. Mc Michael/İngiltere, 24 Şubat 1995 tarihli Karar, seri A, no: 307-B, s. 55/87) Bu durumda, prosedüre ilişkin tüm unsurların ve özellikle de karar almada güdülen politika veya karar tipi çerçevesinde, karar süreci boyunca bireylerin görüşlerinin hangi ölçüde dikkate alındığı ve mevcut prosedür güvenceleri dikkate alınmalıdır (yukarıda zikre- 294 Ekler dilen Hatton ve diğerleri ile ilgili dava 104). Ancak, buradan hareketle, kararların, çözümlenecek sorunların bütün yönleriyle ve tüm veriler ışığında değerlendirilerek alınabileceği sonucu da çıkarılamaz. 119. Bir Devlet için çetrefil nitelikteki çevresel ve ekonomik sorunların ele alınıp, çözümlenmesi aşamasında, karar süreci, her şeyden önce, çevreye ve kişi haklarına zarar verebilen faaliyetlerin etkilerini önceden önleyecek ve değerlendirecek şekilde tesis edilmelidir. Böylece çeşitli menfaat çatışmaları arasında adil bîr denge tesis edilerek; karşıt görüşlerin dile getirilmesine olanak sağlayacak gerekli etüt ve anketlerin gerçekleştirilmesi sağlanacaktır (yukarıda zikredilen Hatton ve diğerleri 128). Bu inceleme sonuçlarına ve karşı karşıya kaldıkları tehlikeyi değerlendirmeye olanak sağlayan bilgilere halkın erişebilmesinin önemi şüphe götürmez (karşılaştırma için bk. İtalya’ya karşı Guerra ve diğerleri, 19 Şubat 1998 tarihli karar, Derleme 1998-I, S. 223/60 ve İngiltere’ye karşı McGinley ve Egan, 19 Haziran 1998 tarihli karar, Derleme 1998- III p. 1362/97). Nihayet, karardan etkilenecek olan tüm bireyler, karar süreci içinde görüş ve menfaatlerinin yeterince dikkate alınmadığını dile getirebilmek için, konuyla ilgili her türlü tasarrufa karşı yargısal başvuru hakkına sahip kılınmalıdır. (Karşılaştırma için bk. daha önce zikredilen Hatton ve diğerleri ile ilgili dava 127). 120. Söz konusu davada, Çevre Bakanlığı tarafından 19 Ekim 1994 tarihinde tesis edilen Ovacık altın madeni işletme izni öncesinde, uzun bir süre boyunca yürütülen bir seri kamuoyu anketleri ve incelemeler yapılmıştır. Bu kapsamda, çevresel etki değerlendirmesi Çevre Yasası’nın 10. maddesine uygun olarak gerçekleştirilmiştir (Yukarıda 21. paragraf). 26 Ekim 1992 tarihinde bölge halkını bilgilendirmeye yönelik bir toplantı düzenlenmiştir. Bu toplantı sırasında, ulaşılan çevresel etki değerlendirmeleri, katılımcıların görüşlerini ifade edebilmeleri için bilgilerine sunulmuştur (Yukarıda 20. paragraf). Böylelikle gerek davacılar gerekse bölgede ikamet edenler, söz konusu değerlendirmeler de dahil olmak üzere, geçerli bütün belgelere ulaşabilmişlerdir. 121. Danıştay 13 Mayıs 1997 tarihli kararıyla, 19.10.1994 tarihli işlemi iptal ederken, Devletin kişilerin sağlıklı bir çevrede yaşama haklarını müspet anlamda koruma yükümlülüğünü temel referans norm olarak ele almıştır. Danıştay, bu kapsamda, siyanür liç yönteminin kullanılmasının insan ve çevre sağlığı ile ekolojik sistem üzerinde yol açabileceği tehlikelerin belirlendiği ÇED raporu ile diğer raporlara dayanarak ve madenin bulunduğu yerin coğrafi özelliklerini, yöredeki toprak yapısının özelliklerini dikkate alarak, madene verilen işletme izninin kamu yararına uygun olmadığını ortaya koymuştur. AİHM Kararları 295 122. Altın madeninin faaliyetinin durdurulması ise, Danıştay’ın 13 Mayıs 1997 tarihli icra edilebilir nitelikteki bu kararından 10 ay ve yine Mahkemenin 20.10.1997 tarihli kararından ise 4 ay geçtikten sonra 27 Şubat 1998 tarihinde gerçekleşmiştir. 123. Esas itibarıyla Hükümetin savunmasından da görüleceği üzere söz konusu bu yargı kararının her halükarda 01.04.1998 itibarıyla kesinleşmiş olduğu tartışmasızdır. Buna göre öncelikle ifade etmek gerekir ki, çeşitli idari otoriteler tarafından tesis edilmiş olan izin işlemlerinin dayanağı durumundaki Başbakanlığın 01.04.2000 tarihli görüşü, olsa olsa İdarenin, iç hukuk kurallarına aykırı biçimde, yargı kararına uygun davranmama yönünde bir irade açıklaması anlamını taşımaktadır. Öyle ki bu idari makamların hiçbiri Yönetmeliğin 6. maddesinde öngörülen Çevresel Etki Değerlendirme raporu yerine geçebilecek nitelikte işlemler yapamayacağı gibi, yetkili İdare tarafından bugüne kadar yargı kararları ile iptal edilmiş olan Çevresel Etki Değerlendirme raporu verine yeni ve başka bir raporun da ikame edilmediği hususu da tartışmasızdır (bakınız yukarıdaki 50 no’lu paragraf). Diğer taraftan ifade etmek gerekir ki. bu konuda Hükümetin ileri sürmüş olduğu argümanları doğrulayan ve içerik denetimi-sonucunda idare lehine verilmiş tek bir yargı kararı da bulunmamaktadır. 124. Mahkeme, idarenin hukuk devletinin bir unsuru olduğunu ve bunun da en önemli öğesini “yargının iyi yönetimi” ilkesi olduğunu ve yargı kararlarının idare tarafından yerine getirilmesinin reddedilmesi ya da geciktirilmesi durumunda, yargılama sürecinde kişilere tanınan güvencelerin varlık nedenlerini kaybettiğini özellikle hatırlatır (karşılaştırma için bk. Yunanistan’a karşı Horsnby davası, 19 Mart 1997 tarihli karar, Kararlar Derlemesi 1997-11, S. 510-511,/41). 125. Olayda sadece Türk yasal mevzuatı tarafından değil, ayrıca idari yargı kararlarıyla da belirlenmiş olan davacıların prosedüral güvencelerinin, Nisan 2001 tarihinde çalışmaya başlayan altın madeni ocağı faaliyetlerinin sürdürülmesine yönelik olarak Bakanlar Kurulu tarafından verilen ve kamuya açıklanmayan 29 Mart 2002 tarihli bir karar neticesinde ortadan kaldırıldığı tespit edilmiştir (yukarıda 75. paragraf). Böylelikle, yetkili idari makamlar, davacıların sahip olduğu tüm prosedür güvencelerini bertaraf etmişlerdir. c) Sonuç 126. Mahkeme, davalı Devletin, Sözleşme’nin 8. maddesini dikkate almadan, davacıların özel ve ailevi yaşamlarına saygı gösterilmesini talep hakkına ilişkin güvenceleri sağlama yükümlülüğünü yerine, getirmediğini belirlemektedir. Sonuç olarak, bu hüküm ihlal edilmiştir. 296 Ekler III. SÖZLEŞME’NİN 6/1. MADDESİNİN İHLAL EDİLMESİ İDDİASI HAKKINDA 127. Davacılar medeni haklarını dile getirme yönünde sahip oldukları etkili yargısal korunmadan yararlanma haklarının, idari yargı kararlarına uymayı reddeden İdarenin tasarrufları sonucu ihlal edildiğini iddia etmektedirler. Davacıların bu iddialarını dayandırdıkları Sözleşme’nin 6/1. maddesinin ilgili kısmı şöyledir: “Herkes medeni hak ve yükümlülükleri konusunda (...) karar verecek olan ve yasalarla kurulmuş bağımsız ve tarafsız bir mahkeme tarafından adil şekilde, halka açık olarak, makul bir süre içinde davasının dinlenmesini isteme hakkına sahiptir (...)” A. Sözleşme’nin 6/1. Maddesinin Uygulanabilirliği Hakkında 128. Hükümet, olayla ilgili olarak, davacıların sadece muhtemel, farazi nitelikte ve özellikle de hiçbir zarara yol açmamış bulunan bir riske dayalı taleplerine Sözleşme’nin 6/1. maddesinin uygulanamayacağını ve bu kapsamda da davacılar tarafından ortaya konan şikayetlerin Sözleşme’nin 6. maddesi anlamında “medeni hak ve yükümlülükler” kapsamında mütalaa edilemeyeceğini ileri sürmektedir. 129. Davacılar, Türk yasal mevzuatının, sahip oldukları çevre haklarının ihlali nedeniyle uğradıkları zararlardan dolayı tazminat talebinde bulunma haklarını tanıdığını belirtmektedirler. Nitekim, davacılar, ayrıca, mahkeme kararlarının uygulanmaması nedeniyle uğramış oldukları zararları da talep etme hakkına sahiptirler ve zaten bu haklarını da kullanmışlardır (yukarıda 34 ve 38 ila 40. paragraflar). Sonuç olarak, davacıların bu davada dile getirmiş oldukları haklarının açıkça Sözleşme’nin 6/1. maddesi kapsamında ve malvarlıklarıyla ilgili haklardan olduğu açıktır. 130. Mahkeme, Sözleşme’nin 6/1. maddesinin uygulanabilmesi için, uyuşmazlıkta ileri sürülen medeni hakların, ülkelerin iç hukuk sistemlerinde de tanınan ve en azından başvurular açısından savunulabilir nitelikte bir hakkın varlığını aramaktadır ki, bu başvuruların gerçek ve ciddi nitelikte başvuru olması gerekir. Ayrıca bu nitelikteki bir hakkın kapsamının veya kullanılma usullerinin de belirlenmiş olması şarttır. Bu bakımdan hakkın kullanılmasına ilişkin öngörülen usuli kurallarda, başvuru imkanları için öngörülmüş olan hukuki bağın zayıf ve uzak bir bağ olması, Sözleşme’nin 6/1. maddesinin uygulanması için yeterli addedilemez (Bk. İsviçre’ye karşı Balmer-Schafroth ve diğerleri davası, 26 Ağustos 1997 tarihli karar, Kararlar AİHM Kararları 297 Derlemesi 1997-IV/32 ve İsviçre’ye karşı Athanazzoğlu ve diğerleri davası (GC) no: 27644/95/43, CEDH 2000-IV). 131. Mahkeme, öncelikle, başvuru sahipleri tarafından yapılan 8 kasım 1994 tarihli başvurunun, çevresel etkileri değerlendirme incelemesi uyarınca Ovacık altın madeni ocağına izin verilmesi yönündeki Çevre Bakanlığı işleminin yöre halkının sağlıklı bir çevrede yaşam hakkı açısından tehlikeler doğurduğu belirtilerek yapıldığını ve böylelikle izne karşı çıkıldığını gösteren bir başvuru olduğunu kabul etmektedir, (yukarıda paragraf 23). Başvuru sahiplerinin idari yargı mercileri önünde ortaya koyduğu haklarda, Ovacık altın madeni işletmesinin yol açtığı risklere karşı vücut bütünlüğüne dayalı haklarının etkili bir şekilde korunmasını sağlamak yönündedir. 132. Mahkemece, böyle bir hakkın, Türk hukuk düzeninde, Danıştay kararında da göndermede bulunulduğu gibi, sağlıklı ve dengeli bir çevrede yaşama hakkı olarak belirlenmiş olduğu (Anayasa, Madde 56 -yukarıda paragraf 90) sonucuna ulaşılmaktadır (yukarıda paragraf 26). Bu durumda, davacılar, söz konusu altın madeni ocağı faaliyetlerinden dolayı çevreye verilen zararlara karşı, Türk hukuku gereğince korunan bir etkili başvuru hakkına sahiptirler. Hiç şüphesiz, bu başvuru gerçek ve ciddi niteliktedir. 133. Başvuru konusu hakkın, medeni haklardan olup olmadığı konusunda, Mahkeme, siyanür liç yöntemi uygulanan Ovacık altın madeni işletmesinin arz ettiği riskin taşıdığı önemini, çeşitli incelemelere dayalı olarak belirleyen Danıştay kararındaki tespitleri dikkate almak durumundadır. Bu tespit de davacıların yaşam bütünlüğü hakkının doğrudan korunması ile ilgilidir. Aynı şekilde, davacılar, iptal davası açmak suretiyle, sağlıklı ve dengeli bir çevrede yaşama haklarının ihlali nedeniyle mevcut olan yegane korunma imkanını kullanmışlardır, (karşılaştırma için bk. İspanya’ya karşı Gorraiz Lizzaraga ve diğerleri davası, no: 62543/00, 46-47, 27 Nisan 2004). Danıştay’ın iptal kararı sonrasında ise, bu kararı etkisiz ve sonuçsuz bırakacak her türlü idari tasarruf, tazminat talebi yolunu açmaktadır (Yukarıda 93. ve 96. paragraflar). Sonuç olarak, idari yargı mercileri önündeki yargılama prosedürünün, bütünü itibariyle, davacıların medeni hakları ile ilgili olduğu kabul edilmelidir. 134. Böylece, olayda, 6. madde uygulanabilir niteliktedir. B. Sözleşme’nin 6/1. Maddesi Açısından İnceleme: 135. Mahkememizce Danıştay’ın 13 Mayıs 1997 tarihli kararı 01.04.1998 tarihinde kesinleşmiş olsa bile, verildiği tarihte uygulanabilir niteliktedir ve bu tarih itibarıyla da idari işlemin sonuçlarını durdurucu bir etkiye sahiptir. Yukarıda 39 no’lu paragraftaki yargı kararlarıyla da vurgu- 298 Ekler landığı gibi, durdurucu etkiyi sağlayan bu yargı kararı öngörülen süre içinde yerine getirilmemiştir. 136. Diğer taraftan Başbakanlığın talimatlarıyla verilen bakanlık izinleriyle 13.04.2001 tarihinde başlayan deneme mahiyetindeki üretim faaliyetinin hiçbir yasal dayanağı bulunmamaktadır ki, bu durum, yukarıda 48, 65, 66, 69, 73 ve 78 no’lu paragraflarda belirtilen yargı kararlarıyla da ortaya konulduğu gibi, yargı kararının dolanılması anlamına gelmektedir. Böyle bir durum, hukukun üstünlüğü ve hukuk güvenliği ilkelerinin dayandığı hukuk devleti prensibine aykırılık oluşturmaktadır. 137. Mahkememiz, önceki belirlemeleri de dikkate alarak, ulusal makamlarca, Danıştay tarafından 1 Nisan 1998 tarihinde onanan İzmir 1. İdare mahkemesinin 15.10.1997 tarihli kararma makul bir süre içinde riayet etmeyerek, Sözleşme’nin 6. maddesinin öngördüğü etkili koruma anlayışını bertaraf ettiği kanısına ulaşmıştır. 138. Dolayısıyla Sözleşme’nin 6. maddesinin 1 paragrafı ihlal edilmiştir. IV. SÖZLEŞME’NİN 2. ve 13. MADDELERİNİN İHLALİ İDDİASI HAKKINDA 139. Davacılar, siyanür kullanılarak altın madeni ocağının işletilmesi için ulusal yetkili merciler tarafından izin verilmiş olmasının ve ayrıca bu iznin iptaline ilişkin idari yargı mercilerinin kararlarına yetkili makamlarca uyulmamasının, sahip oldukları yaşam hakları ile etkin yargısal korumadan yararlanma haklarını ihlal ettiğini iddia ederek; Sözleşme’nin 2. ve 13. maddelerine dayanmaktadırlar. 140. Mahkeme, bu iddiaların, esas itibariyle, yukarıda belirtilen ve Sözleşme’nin 8. ve 6/1. maddeleri açısından belirtilen iddialar ile aynı nitelikte olduğunu kabul etmektedir. Dolayısıyla, Mahkeme, davacıların bu iddialarının ayrıca değerlendirilmesini gerekli görmemiştir. V. SÖZLEŞMENİN 41. MADDESİNİN UYGULANMASI HAKKINDA 141. Sözleşme’nin 41. maddesine göre: “Mahkeme, Sözleşme’nin veya eki protokollerinin ihlal edildiğine karar verirse ve Sözleşme’nin Yüksek akidi Devletin iç hukuk düzeni bu ihlali sadece kısmen giderebiliyorsa, mahkeme, zarar gören tarafa hakkaniyete uygun bir tazminat sağlar.” A. Zarar, Masraf ve Mahkeme, Harcamaları 142. Davacılar, maddi zarar, masraf ve mahkeme harcamaları için bir ödeme talep etmemektedirler. Buna karşılık davacıların her biri, manevi AİHM Kararları 299 yönden uğramış oldukları zarar karşılığı olarak 10.000 Euro tutarındaki bir bedel talep etmektedirler. 143. Hükümet, bu konuda görüş belirtmemiştir. 144. Mahkeme, Sözleşme’nin ihlalinin davacılar açısından dikkate değer ve önemli bir zarara yol açtığını kabul etmektedir, izin işleminin iptal edildiği mahkeme kararının, Hukuk Devletinin temel prensiplerinin çiğnenmesi pahasına, uygulanmadığı tespit edilmiştir. Böylece, başvuru sahipleri, idari makamların bu mahkeme kararına uymasını sağlayabilmek için, merkezi otoritenin çok sayıda işlemine karşı çeşitli başvurularda bulunmak ve böylelikle oluşan zor yaşam koşullarına katlanmak zorunda kalmışlardır. Böyle bir zararı tam olarak belirleyebilmek mümkün değildir. Ancak, adalet gereği, mahkeme her davacıya 3 000 Euro tutarında bir tazminat takdir etmektedir. B. Gecikme Faizleri 145. Mahkeme gecikme faizlerinin oranını Avrupa Merkez Bankası’nın marjinal kredi faiz oranlarına dayandırarak % 3 artırmayı uygun görmektedir. BU GEREKÇELER İLE VE OY BİRLİĞİ İLE MAHKEME, aşağıdaki kararları almıştır. 1. Bu davada Bayan Ayşe Öçkan’ın Bay İzzet Öçkan yerine davacı olarak katılmasına, 2. Sözleşme’nin 8. maddesinin ihlal edilmiş olduğuna, 3. Sözleşme’nin 6/1. maddesinin ihlal edilmiş olduğuna, 4. Sözleşme’nin 2. ve 13. maddelerine yönelik başvuruların ayrıca incelenmesine gerek olmadığına, 5. a) Manevi tazminat için davalı Devletin, her başvuru sahibi için ayrı ayrı olmak üzere, Sözleşme’nin 44/2. maddesi gereğince kararın kesinleştiği günden itibaren 3 aylık süre içinde, ödeme tarihinde uygulanan Türk Lirası döviz kurlarına göre, her davacıya 3 000 EURO (Üç bin Euro) ve bu miktar ile ilgili gerekli vergi tutarını ödemesine, b) Bu sürenin bitiminden ödeme tarihine kadar bu miktarın bu dönem boyunca uygulanan Avrupa Merkez Bankasının marjinal kredi faizlerinin oranına eşit olarak % 3 artırılması ile elde edilen miktara çıkarılmasına; 6. Fazlaya ilişkin taleplerin reddine, karar verilmiştir. Bu karar Fransızca olarak yazılmış ve Mahkemenin İç Tüzüğü’nün 77/2 ve 3. maddeleri gereğince 10 Kasım 2004 tarihinde yazılı olarak bildirilmiştir. Vincent BERGER George RESS Daire Kalem Müdürü Başkan AİHM Kararları 301 OKYAY VE DİĞERLERİ / TÜRKİYE DAVASI (Başvuru No: 36220/97) STRASBOURG 12 Temmuz 2005 Okyay ve Diğerleri / Türkiye davasında, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (İkinci Bölüm), Daire olarak aşağıdaki üyelerin katılımıyla toplandı: Başkan, J.-P COSTA, Yargıçlar, Bay, A.B. BAKA, Bay, R. TÜRMEN, Bay, K. JUNGWIERT, Bay, M. UGREKHELIDZE, Bayan, A. MULARONI ve Daire Kalem Müdürü, Bayan, S. DOLLE. 21 Haziran 2005 tarihinde gereği özel olarak görüşüldü, Yukarıda belirtilen tarihte aşağıdaki karar verildi: USUL 1. Dava, Türk yurttaşları olan Ahmet Okyay, Derya Durmaz, Rıfat Bozkurt, Noyan Özkan, Uğur Kalelioğlu, Banu Karabulut, Senih Özay, Talat Oğuz, Tamay Arslançeri ve İbrahim Arzuk (“Başvurucular”) tarafından 9 Aralık 1996 tarihinde ve İnsan Haklarını ve Temel Özgürlükleri Koruma Sözleşmesi’nin eski 25. maddesi uyarınca, Avrupa İnsan Hakları Komisyonu (“Komisyon”) önünde Türkiye Cumhuriyeti’ne karşı yapılan bir başvurudan (No: 36220/97) kaynaklanmıştır. 2. Türk Hükümeti (“Hükümet”), Mahkeme önündeki yargılama nedeniyle bir Ajan atamamıştır. 302 Ekler 3. Başvurucular, idari makamların, Türkiye’nin güneybatısında bulunan Muğla ilinde kurulu Yatağan, Gökova (Kemerköy) ve Yeniköy termik santrallerinin işletmelerinin durdurulmasına ilişkin idare mahkemelerince verilen kararların yerine getirilmesindeki ihmallerinden dolayı Sözleşme’nin 6. maddesindeki adil yargılanma haklarının ihlal edildiğinden yakınmışlardır. 4. Sözleşme’ye bağlı 11 nolu Protokol’ün yürürlüğe girmesiyle başvuru, 1 Kasım 1998 tarihinde Mahkeme’ye gönderilmiştir (11 nolu Protokol’ün 5/2 maddesi). 5. Başvuru, Mahkeme’nin 3. Bölümü’ne tevzii edilmiştir (Mahkeme İç Tüzüğü, md. 52/1). Bu Bölüm içinde davayı inceleyecek olan Daire (Sözleşme, md. 27/1) İçtüzüğün 26/1. maddesi uyarınca oluşturulmuştur. 6. Mahkeme, 17 Ocak 2002 tarihinde kabul edilebilirlik kararını açıklamıştır. 7. Başvurucular ve Hükümet, davanın esasına ilişkin yazılı görüşlerini sunmuşlardır (İçtüzük, Kural 59/1). 8. Mahkeme, 1 Kasım 2004 tarihinde Bölümlerin yapılanmasını değiştirmiştir (İçtüzük, Kural 25/1). Dava, yeni oluşturulan İkinci Bölüm’e havale edilmiştir (Kural 52/1). OLGULAR I. DAVANIN ÖZEL KOŞULLARI A. Davanın Arka Planı 9. Dava, üç termik santralin Türkiye’nin güneybatısında bulunan Muğla ilinde yarattığı çevre kirliliği nedeniyle kapatılmasına ilişkin ulusal mahkemelerce verilen kararın ulusal yetkili makamlar tarafından yerine getirilmemesiyle ilgilidir. 10. Hepsi avukat olan başvurucuların yaşadıkları ve çalıştıkları şehir olan İzmir, termik santrallerin bulunduğu yere yaklaşık 250 kilometre uzaklıktadır. Anayasa’nın 56. ve Çevre Yasası’nın 3/a maddesine göre (bk. aşağıda 46. ve 47. paragraflar) başvurucular, sağlıklı ve dengeli bir çevrede yaşamanın anayasal hakları olduğunu; çevre kirliliğini önlemenin ve çevreyi korumanın ödevleri olduğunu ileri sürmüşlerdir. 11. Yatağan, Yeniköy ve Gökova (Kemerköy) termik santralleri uzun bir süreden beri Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı ve Türkiye’nin Akdeniz Bölgesi’nde yer alan Muğla ilinde bulunan bir kamu kuruluşu olan, Türkiye Elektrik Kurumu (“TEAŞ”) tarafından işletilmektedir. Bu tesislerin işletilmesi sürecinde enerji üretmek için kullanılan düşük kaliteli kömür kirliliğe neden olmuş ve bölgenin biyolojik çeşitliliğini zarara uğratmıştır. AİHM Kararları 303 B. Termik Santrallerinin Çalışmalarının Durdurulması İçin İdari ve Yargı Makamları Önünde Yürütülen Süreç 1. İdari Makamlara Başvuru 12. Başvurucular, 16 Nisan 1993, 28 Nisan 1993 ve 11 Şubat 1994 tarihli dilekçeleriyle, Sağlık Bakanlığı, Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı, Çevre Bakanlığı, TEAŞ ve Muğla Valiliğinden, Gökova, Yatağan ve Yeniköy termik santrallerinin kapatılması yönünde işlem yapmaları için talepte bulunmuşlardır. Başvurucular, üç termik santralin zorunlu izinleri almadıklarından ve işletilmelerinin çevre ve kamu sağlığı açısından tehlike oluşturduğundan yakınmışlardır. 13. Yukarıda adı geçen idari makamlar, 2577 sayılı İdari Yargılama Usul Yasası’nın 10/2. maddesine göre, başvurucuların dilekçesine yanıt vermemekle istek reddedilmiş sayılmıştır. 2. Aydın İdare Mahkemesi Önündeki Yargılama 14. Başvurucular, 16 Temmuz 1993, 18 Temmuz 1993 ve 18 Mayıs 1994 tarihlerinde Gökova, Yatağan ve Yeniköy termik santralleriyle ilgili olarak sırasıyla; Sağlık Bakanlığı, Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı, Çevre Bakanlığı, TEAŞ ve Muğla Valiliği hakkında Aydın İdare Mahkemesi’nde üç ayrı dava açmışlardır. Başvurucular, termik santrallerin işletmesinin durdurulması istemlerinin reddine ilişkin idari işlemlerin iptalini istemişlerdir. Mahkeme’den ayrıca, santrallerin çalışmasının kamu sağlığında ve doğada telafisi olanaksız zarara neden olacağını ileri sürerek, yürütmenin durdurulmasını da istemişlerdir. Dava husumetine sahip olma konusuna gelince, başvurucular Anayasa’nın 56., Çevre Yasası’nın 3. ve 30. maddelerine dayanmışlardır (bk. 47. ve 50. paragraflar). 15. Aydın İdare Mahkemesi, üç termik santralin faaliyetinin çevre üzerindeki etkilerini saptamak amacıyla, ormancılık, çevre ve kimya konularında uzman üç üniversite profesöründen oluşan bir bilirkişi heyeti atamıştır. 16. Bilirkişilerin raporları, 16 Şubat 1996 tarihinde mahkemeye sunulmuştur. Bilirkişiler, santrallerin önemli miktarda nitrojendioksit, sülfürdioksit yaydıklarını ve zorunlu baca filtrelerinin olmadığını saptamışlardır. Ayrıca, termik santrallerin, 25-30 kilometre çapındaki bir alanda yer alan bölgede tehlike oluşturduğunu da bulgulamışlardır. Buna göre, Gökova termik santralinin derhal kapatılmasını; Yeniköy ve Yatağan termik santrallerinin birer ünitesinde çalışmanın durdurulmasını ve bunlarda desülfürizasyon üniteleri kurulmasını tavsiye etmişlerdir. 17. Aydın İdare Mahkemesi, 20 Haziran 1996 tarihinde termik santrallerin çalışmasının geçici olarak durdurulması için yürütmeyi durdurma kararı 304 Ekler vermiştir. Mahkeme, TEAŞ’ın, gaz emisyonları, atık suyun boşaltılması ve inşaat için zorunlu izinler olmaksızın, 1994 yılından bu yana “test çalışmaları” kisvesi altında santralleri çalıştırdığını bulgulamıştır. Bilirkişilerin bulguları temelinde, mahkeme, santrallerin halihazırda kirliliğe neden olduğuna, insan sağlığı ve çevre için zararlı olduğuna ve çalışmaların sürdürülmesi durumunda, halka telafisi olanaksız şekilde zarar vereceğine dikkat çekmiştir. Sonuç olarak, mahkeme, santrallerin çalışmasının durdurulması isteminin reddine ilişkin idari kararın hukuka uygun olmadığına hükmetmiştir. 18. İdare mahkemelerinde tek yargıçla verilen kararların temyiz incelemesini yapmakla görevli Aydın Bölge İdare Mahkemesi, davalı kamu yetkililerinin 20 Haziran 1996 tarihli yürütmenin durdurulması kararına itirazını, 29 Ağustos 1996 tarihinde reddetmiştir. (a) Gökova (Kemerköy) Termik Santrali Davası 19. Başvurucular, idare mahkemesinde Gökova termik santralinin faaliyetinin sürmesinin çevre felaketine yol açacağını ileri sürmüşlerdir. Bu durum özellikle, deniz balığı çeşidinde azalma, tarımsal ve ormanlık arazide zarar yaratabilecek ve tehlikeli emisyon riski nedeniyle turizm üzerinde ters etki yapabilecektir. Bu bağlamda başvurucular, yetkililerin çevresel etki raporu almak ve zorunlu işletme izinlerini elde etmek konusundaki ihmalinden yakınmışlardır. 20. Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı, idare mahkemesine yaptığı sunumlarda, başvurucuların davaya taraf olma ehliyetlerini tartışmış; İdari Yargılama Usul Yasası’nın 5/2. maddesine göre taraf sıfatına sahip olmadıklarını ileri sürmüştür (bk. aşağıda 55. paragraf). Ayrıca, diğerlerinin yanı sıra çevresel etki raporu almanın zorunlu olmadığını ve yetkililerin halihazırda zorunlu izinlere sahip olduğunu ileri sürmüştür. Yetkililerin, yeni bir gaz desülfürizasyon tesisi kurmak için gerekli adımları attıklarına da dikkat çekmiştir. 21. Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı’nın bu sunumlarına ek olarak, Sağlık Bakanlığı, Çevre Bakanlığı, TEAŞ ve Muğla Valiliği, çevre kirliliğinin önlenmesi için tesiste gerekli donanımın kurulacağını, bu nedenle davanın reddedilmesi gerektiğini ileri sürmüşlerdir. 22. Aydın İdare Mahkemesi 30 Aralık 1996 tarihinde davalı kurumların, Gökova termik santralinin faaliyetinin durdurulması isteminin reddine ilişkin kararının, iptaline karar vermiştir. Mahkeme, öncelikle başvurucuların tesislerin durdurulması amacıyla dava açmak için hukuki menfaatlerinin bulunmadığına ilişkin itirazı reddetmiştir. İdari Yargılama Usul Yasası’nın 2. maddesine gönderme yapan mahkeme, çevrenin, kültür ve tarih mirasının korunması hakkında veya kamu yararını yakından ilgilendiren davalarda AİHM Kararları 305 kişisel yararın ihlaline ilişkin bir iddianın bulunmasının zorunlu olmadığına, karar vermiştir (bk. aşağıda 53. paragraf). Mahkeme ayrıca, zorunlu izinler olmaksızın “test çalışması” adı altında termik santralin çalıştırıldığını bulgulamıştır. Bu bağlamda mahkeme diğerlerinin yanı sıra şu saptamalarda bulunmuştur; “Öte yandan, Kemerköy termik santralinin çalıştığı dönemde çevreye zarar verip vermediğinin saptanması amacıyla yerinde yapılan keşif ve bilirkişi incelemesi sonucunda Prof. Dr. M. Doğan Kantarcı, Prof. Dr. Ayşe Müezzinoğlu ve Prof. Dr. İlker Kayadeniz tarafından hazırlanan ve mahkememizce bu karara esas alınan raporda özetle, Kemerköy termik santralinin 210 MW’lık 3 elektrik üretim birimi halinde kurulduğu, düşük ısı verimli linyit yakarak elektrik ürettiği, baca gazlarındaki kükürt dioksit ile azot dioksit arıtma tesisleri bulunmadığı belirtilmiştir. Kemerköy termik santralinin üç ayrı biriminden her biri 1.4 milyon ton kömür kullanmaktadır. Düşük ısı değerli kömürlerin yakıldığı termik santralde hava kirliliğini azaltmak mümkün değildir. Termik santralin çevresinde kullanılabilecek kömür varlığı 110.5 milyon ton olarak görünmektedir. Üç üretim biriminin yıllık kömür tüketiminin yaklaşık 4.2 milyon ton olduğu kabul edildiğinde, termik santralin yaklaşık 26 yıl çalıştırılması gerecektir. Kemerköy termik santrali tek birim halinde çalıştırılsa bile, çevreye olumsuz etki yapacaktı. Bacalardan yayılan gaz 25-30 kilometre çapındaki bir alanı etkileyecektir (...) Kemerköy termik santralinin üç birim, Yeniköy termik santralinin iki birim olarak çalıştırılması durumunda, Reşadiye yarımadasının Datça ve Betçe bölümleri sülfür dioksitten etkilenecektir. Termik santrale kömürün gemilerle getirilmesi, deniz kirliliğine yol açacaktır. Kemerköy termik santrali sadece yakın çevresine değil, uzak çevresine de zararlı etki yapacaktır. Bu nedenle, baca gazlarındaki kükürt dioksidin arıtılması için desülfürizasyon üniteleri kurulması gerekmektedir. Bu takdirde sülfür dioksit %95 oranında azalacaktır. Ülkemizin enerji gereksinimi kesinlikle göz ardı edilmemelidir. Bununla birlikte, mevcut işletmede olan elektrik santralleri ya da ileride inşa edilecek olanları, kamu yararına saygı gereği yukarıda söz edilen kurallara uygun olmak zorundadır. Yalnızca elektrik üretmek için çevreye telafisi olanaksız zarar vermekle, kamu yararına gerekli saygının gösterildiği söylenemez. Termik santrali kurmak ve işletmek konusunda gerekli önlemlerin alınmadığı görülmektedir. Uzun vadeli Devlet yatırımı niteliği taşıyan termik santrallerin çevreye olumsuz etkilerini minimize etme olasılığı olmasına rağmen, planlama aşamasından işletmenin başlangıcı noktasına kadar gerekli adımların atılmadığı veya çok az şeyin yapıldığı açıktır. Baca gazı desülfürizasyon sisteminin kurulmasının maliyeti caydırıcı olmamalıdır. İdarenin alacağı önlemlerden doğan toplumsal yararın parasal boyutunu tartışmak, sosyal devletin amacına ters düşer” 306 Ekler 23. Termik santrallerin çevre kirliliğine neden olmaması için gerekli önlemler alınmadığı ve gaz emisyonu, işletme, inşaat, atık su boşaltma için zorunlu izinlerin olmaması nedeniyle mahkeme, başvurucuların termik santralın işletmesinin durdurulmasına ilişkin isteminin idare tarafından reddedilmesinin hukuka aykırı olduğuna karar vermiştir. (b) Yeniköy Termik Santrali Davası 24. Başvurucular, idare mahkemesinde Yeniköy termik santralinin zorunlu izinler ve donanım olmaksızın işletilmesinin çevre felaketine yol açacağını ileri sürmüşlerdir. Bu nedenle idari makamların, tesisin faaliyetinin durdurulması isteminin reddine ilişkin kararının iptalini istemişlerdir. 25. Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı, termik santralin gerekli inşaat iznine sahip olduğunu ve TEAŞ’ın baca gazı desülfürizasyonu donanımının tesisi için gerekli adımları attığını iddia etmiştir. Bununla birlikte, Bakanlık, termik santralin çevreyi kirlettiğini yadsımış ve santralin kapatılmasının Ege Bölgesinde enerji kısıtlamalarını arttıracağını ileri sürmüştür. 26. Sağlık Bakanlığı, İdari Yargılama Usul Yasası’nın 5/2. maddesine göre (bk. aşağıda 55. paragraf), davacıların davada taraf olma ehliyetlerinin bulunmadığını ileri sürmüştür. Diğerlerinin yanı sıra, ilgili kamu görevlilerinin termik santralin çevreyi kirletmesini önlemek için gerekli önlemleri aldığını ileri sürmüştür. 27. Çevre Bakanlığı, termik santral için işletme izni vermeye yetkili olmamasına rağmen, böylesi izinler için kendi görüşünün alınması gerektiğini yönündeki iddiasını sürdürmüştür. Bakanlık, Sağlık Bakanlığı ve TEAŞ’a bir görüş göndermiş olduğuna da dikkat çekmiştir. Buna göre, Çevre Yasası’nın yürürlüğe girmesinden önceki yapılaşmalarda, termik santraller açısından çevresel etki raporu alınması zorunlu değildir. 28. TEAŞ, davacıların bu davada hukuki yarara sahip olmadıklarını ve bu nedenle davanın reddedilmesi gerektiğini ileri sürmüştür. Kurum diğerlerinin yanı sıra, termik santralin yetkililerden alınmış zorunlu izinlere sahip olduğunu ve elektronik baca filtreleriyle donatılmış olduğunu iddia etmiştir. Şirket ayrıca, alternatif enerji kaynağının olmadığını ve termik santralin kapatılmasının bölgede enerji kıtlığı doğuracağını iddia etmiştir. 29. Aydın İdare Mahkemesi 30 Aralık 1996 tarihinde Gökova termik santrali davasıyla benzer bir karar vermiş ve idari makamların Yeniköy termik santralinin durdurulmasına ilişkin istemin reddine ilişkin kararını iptal etmiştir. Bilirkişi raporlarına dayanan mahkeme, Yeniköy santralinin zorunlu işletme izinlerine sahip olmadığına ve zaten çevreyi kirlettiğine dikkat çekmiştir. Bundan dolayı idari makamların ret kararı hukuka aykırı bulunmuştur. AİHM Kararları 307 (c) Yatağan Termik Santrali Davası 30. Başvurucular, idare mahkemesi önünde, Yatağan termik santralinin 1982 yılından bu yana faaliyette bulunduğunu ve 1985 yılından bu yana ise çevreye zarar verdiğinin gözlendiğini ileri sürmüşlerdir. Başvurucular, davalıların termik santrallerin işletilmesi için zorunlu izinleri almayı ihmal ettiklerini ileri sürmüşlerdir. Bu nedenle de idari makamların, santralin durdurulması talebinin reddine ilişkin kararının iptalini istemişlerdir. 31. Davalı idareler, Yeniköy ve Gökova termik santralleriyle ilgili davalarda yaptıkları gibi, başvurucuların Yatağan termik santralinin kapatılması amacıyla idare mahkemesinde açılan bu davada taraf ehliyetleri olmadığını iddia etmişlerdir. Davalılar, santralin çevreyi kirlettiğini inkâr etmişler ve baca gazı desülfürizasyon donanımının kurulacağını; zorunlu izinlerin alınacağını ileri sürmüşlerdir. Yetkili makamlar ayrıca, tesisin işletmesi durdurulduğu takdirde bölgede ciddi bir enerji kısıntısı olacağını vurgulamışlardır. Mahkeme’nin davayı reddetmesini istemişlerdir. 32. Aydın İdare Mahkemesi 30 Aralık 1996 tarihinde, başvurucuların taraf ehliyeti olmadığına yönelik davalı yan itirazını reddetmiş ve zorunlu izinler olmaksızın çalışan santralin durdurulması isteminin reddine yönelik idari kararı iptal etmiştir. Bilirkişi raporuna gönderme yapan mahkeme, santralin çevreyi kirlettiği sonucuna varmış ve santralin durdurulması istemini reddeden idari kararın hukuka uygun olmadığına karar vermiştir. 3. Danıştay Önündeki Yargılama Süreci 33. Danıştay, 3 ve 6 Haziran 1998 tarihli kararlarıyla Aydın İdare Mahkemesi’nin yukarıda söz edilen üç kararını onamıştır. 34. Danıştay, 29 Nisan 1999 tarihinde davalıların karar düzeltme istemlerini reddetmiştir. C. İdare Mahkemesi Kararlarının Uygulanması 35. Anayasa’nın 138/4. maddesi ve İdari Yargılama Usul Yasası’nın 28. maddesine göre, idari makamlar, mahkeme kararlarına uymak ve kendilerine tebliğ edilmesinden itibaren 30 gün içinde uygulamakla yükümlüdürler (bk. aşağıda 57. ve 58. paragraflar). 36. Başbakan ve kabinenin diğer bakanlarından oluşan Bakanlar Kurulu, 3 Eylül 1996 tarihinde idare mahkemesinin kararlarının aksine, termik santrallerin çalışmasının devamına karar vermiştir. Bakanlar Kurulu, santrallerin kapatılmasının enerji kısıtlamasına ve iş kaybına neden olacağı ve bu nedenle bölgenin turizm gelirinin etkileneceği sonucuna varmıştır. Santrallerin çevreyi kirletmesinin önlenmesi amacıyla yetkililer tarafından alınması zo- 308 Ekler runlu önlemlerin alınmakta olduğu görüşünden hareket eden Bakanlar Kurulu, santrallerin durdurulmamasına karar vermiştir. 37. Başvurucular, davalı idari makamlara gönderdikleri 6 ve 14 Eylül 1996 tarihli dilekçeleriyle, Aydın İdare Mahkemesi kararlarının uygulamasını talep etmişlerdir. 38. Başvurucular, 11 Kasım 1996 tarihinde, Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı’na ve santrallerin bulunduğu yer yetkili Cumhuriyet Savcılıkları’na suç duyurusunda bulunmuşlardır. Başvurucular, mahkeme kararlarını yerine getirmedeki ihmallerinden dolayı Bakanlar Kurulu üyeleri ve diğer yetkililer aleyhinde ceza davası açılmasını istemişlerdir. 39. Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı, 20 Kasım 1996 tarihli yazısıyla, termik santrallerin kapatılmayacağı yolunda başvurucuları bilgilendirmiştir. Bakanlık, termik santrallerin ülkenin toplam elektrik üretiminin %7’sini karşıladığına ve ekonomiye yaklaşık 500 milyar lira katkı sağladığına dikkat çekmiştir. Ayrıca, 4079 kişinin işini kaybedeceğini ve eğer santrallerin çalışması sona erdirilirse, bölgedeki turizm sektörünün bundan olumsuz etkileneceğini ileri sürmüştür. Bakanlık, yeni baca gazı desülfürizasyon sistemlerinin kurulması için sözleşmelerin imzalanmış olduğunu ve kamu sağlığı ile çevrenin korunması için gereken önlemlerin alınacağını iddia etmiştir. 40. Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı, Anayasa’nın 100. maddesi hükmüne göre, Başbakan ve diğer bakanların kovuşturulmasının bir parlamento soruşturmasını gerektirdiği gerekçesiyle, 27 Kasım 1996 tarihinde ilgililer hakkında kovuşturma açılmasına yer olmadığına karar vermiştir. 41. Yatağan Cumhuriyet Başsavcılığı, Aydın İdare Mahkemesi’nin kararı Yatağan termik santrali Müdürüne tebliğ edilmediği için; TEAŞ müdürlerinin ise, mahkeme kararına uygun davranmakla yükümlü olmadıkları gerekçesiyle, 25 Aralık 1996 tarihinde haklarında kovuşturma açılmasına yer olmadığına karar vermiştir. 42. Milas Cumhuriyet Başsavcılığı, Yeniköy ve Gökova (Kemerköy) termik santrallerinin müdürleri hakkında kovuşturma açılmasına yer olmadığına karar vermiştir. Cumhuriyet Başsavcısı, Müdürlerin sadece 3 Eylül 1996 tarihli Bakanlar Kurulu kararını yerine getirdiklerini ve bunun idare mahkemesinin kararlarını uygulamayı kastî olarak reddetmek olarak değerlendirilemeyeceğini ifade etmiştir. D. Sonraki Gelişmeler 43. Başvurucular, Yatağan Sulh Hukuk Mahkemesi’nce verilmiş dokuz kararın birer örneğini sunmuşlardır. Yatağan termik santrali çevresinde yaşayan çiftçiler tarafından açılan bu davalarda, davacılar, zeytin ve tütün üretimlerinin nitelik ve niceliğinin termik santralden yayılan kül ve zehirli gaz- AİHM Kararları 309 dan olumsuz etkilendiğini, bundan dolayı maddi zarara uğradıklarını ileri sürmüşlerdir (Dosyaların esas numaraları: 1998/80, 1998/81, 1999/68, 2000/225, 2000/226, 2000/499, 2001/72, 2001/73, 2001/76; Karar numaraları: 1998/108, 1998/113, 1999/339, 2000/164, 2000/183, 2001/59, 2001/75, 2001/78, 2001/79). 44. Yatağan Sulh Hukuk Mahkemesi, davacıların istemlerini kabul etmiş ve her biri için maddi tazminata hükmetmiştir. Davacıların arazilerine ilişkin bilirkişi raporuna dayanan mahkeme, termik santralden yayılan tehlikeli gazın bölgedeki tarımın önemli ölçüde zarara uğramasına neden olduğunu; yaprak gelişimi tamamlanmadığından zeytin ağaçlarının ve tütün bitkilerinin zarar gördüğünü ve böylece yeterli ürün veremediklerini saptamıştır. 45. Yargıtay, Yatağan Sulh Hukuk Mahkemesi’nin dokuz kararının hepsini onamıştır. II. İLGİLİ HUKUK A. Çevre Korumaya İlişkin İç Hukuk 1. Anayasa 46. Anayasa’nın 56. maddesi: “Herkes, sağlıklı ve dengeli bir çevrede yaşama hakkına sahiptir. Çevreyi geliştirmek, çevre sağlığını korumak ve çevre kirlenmesini önlemek Devletin ve vatandaşların ödevidir. (…)Devlet, bu görevini kamu ve özel kesimlerdeki sağlık ve sosyal kurumlarından yararlanarak, onları denetleyerek yerine getirir.” 2. Çevre Yasası 47. 11 Ağustos 1983 tarihli Resmi Gazete’de yayınlanan 2872 sayılı Çevre Yasası’nın 3. maddesi: “Çevre korunmasına ve çevre kirliliğinin önlenmesine ilişkin genel ilkeler şunlardır: Çevrenin korunması ve çevre kirliliğinin önlenmesi gerçek ve tüzel kişilerle vatandaşların görevi olup, bunlar bu konuda alınacak tedbirlere ve belirlenen esaslara uymakla yükümlüdürler.” 48. Aynı Yasa’nın 10. maddesi: “Gerçekleştirmeyi planladıkları faaliyetleri sonucu çevre sorunlarına yol açabilecek kurum, kuruluş ve işletmeler bir "Çevresel Etki Değerlendirme Raporu" hazırlarlar. Bu raporda çevreye yapılabilecek tüm etkiler göz önünde bulundurularak çevre kirlenmesine sebep olabilecek atık ve artıkla- 310 Ekler rın ne şekilde zararsız hale getirilebileceği ve bu hususta alınacak önlemler belirtilir. "Çevresel Etki Değerlendirme Raporu"nun; hangi tip projelerde isteneceği, ihtiva edeceği hususlar ve hangi makamca onaylanacağına dair esaslar yönetmelikle belirlenir.” 49. Aynı Yasa’nın 28. maddesi: “Çevreyi kirletenler ve çevreye zarar verenler, ihmali olsun ya da olmasın sebep oldukları kirlenme ve bozulmanın doğurduğu zararlardan dolayı sorumludurlar. Kirletenin, meydana gelen zararlardan ötürü genel hükümlere göre de tazminat sorumluluğu saklıdır.” 50. Aynı Yasa’nın 30. maddesi: “Çevreyi kirleten veya bozan bir faaliyetten zarar gören veya haberdar olan gerçek ve tüzel kişiler, idarî makamlara başvurarak bu faaliyetin durdurulmasını isteyebilirler.” B. Sağlıklı Bir Çevrede Yaşama Hakkı İle İlgili Uluslararası Metinler 51. Haziran 1992 tarihinde Rio De Janerio (Brezilya)’da toplanan Birleşmiş Milletler Çevre ve Kalkınma Konferansı, devletlerin çevreye ilişkin sorumluluklarının ve haklarının genişletilmesini amaçlayan bir deklarasyonu (“Rio Çevre ve Kalkınma Deklarasyonu”) kabul etmiştir. Bu Deklarasyon’un 10. İlkesine göre: “Çevre konuları, duyarlı bireylerin belirli düzeydeki katılımları ile en iyi şekilde ele alınabilir. Ulusal düzeyde, her birey kamu otoritelerindeki çevreyle ilgili bilgilere (tehlikeli maddelere ve faaliyetlere ilişkin bilgiler de dahil olmak üzere) ulaşabilecek ve karar verme sürecine katılma fırsatına sahip olacaktır. Devletler, bilgileri herkes tarafından elde edilebilecek hale getirerek kamu duyarlılığını ve katılımını kolaylaştıracak ve destekleyecektir. Acil çözüm ve yeni düzenlemeler dahil olmak üzere adli ve idari uygulamalara etkin geçiş sağlanacaktır.” 52. Avrupa Konseyi Parlamenter Meclisi, 27 Haziran 2003 tarihinde, 1614 (2003) sayılı Çevre ve İnsan Hakları Tavsiye Kararını kabul etmiştir. Söz konusu tavsiye kararının ilgili bölümü şunları ifade etmektedir: “9. Parlamenter Meclis, üye Devletlerin Hükümetlerine aşağıdaki tavsiyelerde bulunur: i. ayrıca çevresel koruma gereksinimini dikkate alarak, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 2, 3, 8. ve Ek Protokolün 1. maddesine uygun olarak, kişilerin özel mülkiyetinin, fiziksel bütünlüğünün, özel ve aile yaşamının, sağlığının ve hayatının uygun şekilde korunmasını sağlamak; AİHM Kararları 311 ii. ulusal yasalarda, tercihen anayasal düzeyde devletlerin çevre korumaya yönelik nesnel yükümlülükleri içinde yer alan, kabul edilebilir, yaşanabilir ve sağlıklı çevre bir insan hakkı olarak tanınmalıdır; iii. bilgiye ulaşım için bireysel olarak yargı sürecine ulaşma ve Aarhus Sözleşmesinde ortaya konduğu gibi, çevre konularında yargıya ulaşma ve halkın karar sürecine katılma hakkı korunmalıdır.” C. İdare Mahkemesindeki Davanın Tamamlanması 53. 2577 sayılı İdari Usul Yasası’nın 2. maddesine göre, hukuka aykırı idari eylem/işlem nedeniyle kişisel yararları ihlal edilen herkes, söz konusu eylemin/işlemin iptali için dava açabilir. 54. Danıştay 2 Şubat 1990 tarihli kararında (1989/430 E. – 1990/18 K.) kişisel yarar kavramını, kişisel hak kavramından ayırmıştır: “(…) hak ihlali ile yarar ihlali aynı anlama sahip değildir. Bu farklılık, ciddi ve mantıklı bir ilişkiyi işaret eder. İhlal edilen yararın ekonomik ya da maddi bir yapıya sahip olması zorunlu değildir (…)” 55. 2577 sayılı Yasa’nın 5/2. maddesine göre: “Birden fazla kişinin ortak dilekçe ile dava açabilmesi için davacıların hak veya menfaatlerinin ortak olması ve davaya yol açan maddi olay veya hukuki nedenlerin aynı olması gerekir.” 56. 2577 sayılı Yasa’nın 10/2. maddesine göre: “[Eğer idari yetkililer tarafından] Altmış gün içinde [alma tarihinden sonra] bir cevap[dilekçeye] verilmezse istek reddedilmiş sayılır.” D. Yetkililer Tarafından Mahkeme Kararının Yerine Getirilmesi 57. Anayasa’nın 138/4. maddesine göre: “Yasama ve yürütme organları ile idare, mahkeme kararlarına uymak zorundadır; bu organlar ve idare, mahkeme kararlarını hiçbir suretle değiştiremez ve bunların yerine getirilmesini geciktiremez.” 58. 2577 sayılı Yasa’nın 28. maddesine göre: “1. Danıştay, bölge idare mahkemeleri, idare ve vergi mahkemelerinin esasa ve yürütmenin durdurulmasına ilişkin kararlarının icaplarına göre idare, gecikmeksizin işlem tesis etmeye veya eylemde bulunmaya mecburdur. Bu süre hiçbir şekilde kararın idareye tebliğinden başlayarak otuz günü geçemez. (…) 3. Danıştay, bölge idare mahkemeleri, idare ve vergi mahkemeleri kararlarına göre işlem tesis edilmeyen veya eylemde bulunulmayan hallerde 312 Ekler idare aleyhine Danıştay ve ilgili idari mahkemede maddi ve manevi tazminat davası açılabilir. 4. Mahkeme kararlarının otuz gün içinde kamu görevlilerince kasten yerine getirilmemesi halinde ilgili, idare aleyhine dava açabileceği gibi, kararı yerine getirmeyen kamu görevlisi aleyhine de tazminat davası açılabilir.” 59. 2577 sayılı Yasa’nın 52/4. maddesine göre: “Kararın bozulması, kararın yürütülmesini kendiliğinden durdurur.” HUKUK I. SÖZLEŞME’NİN 6/1. MADDESİNİN İHLALİ İDDİASI 60. Başvurucular, ulusal yetkililerin idare mahkemesinin kararlarını yerine getirmedeki ihmalleri nedeniyle adil yargılanma haklarının ihlal edildiğini ileri sürmüşlerdir. Başvurucular, Sözleşme’nin 6/1. maddesinin aşağıdaki bölümüne dayanmışlardır: “ (…) herkes, medeni hak ve yükümlülüklerinin karara bağlanmasında (…) [bir]yargı yeri tarafından (…) duruşma (…) hakkına sahiptir (…)” 1. 6/1. Maddenin Uygulanabilirliği 61. Hükümet, bu davada 6/1. maddenin uygulanamayacağını iddia etmiştir. Mahkeme’nin, Balmer-Schafroth ve Diğerleri/İsviçre (26 Ağustos 1007 tarihli hüküm, Hükümler ve Kararlar Raporu, 1997-IV, 40), Athanassoglou ve Diğerleri/İsviçre ([GC], no. 27644/95, 55 AİHM 2000-IV) ve Hüseyin Cahit Ünver/Türkiye ([karar] 26 Eylül 1996 tarihli ve 36209/97 no.lu karar) kararlarındaki düşüncelerine gönderme yapan Hükümet, termik santrallerin anılan faaliyetlerine karşı olmak ile başvurucuların medeni haklarının ihlal edilmesi arasında bağlantı olmadığını ileri sürmüştür. Başvurucular özellikle, termik santralin faaliyeti nedeniyle, ciddi, spesifik ve hemen olması muhtemel bir tehlikeye kişisel olarak maruz kaldıklarını göstermede başarısız olmuşlardır. Aksine başvurucular, ülkenin çevresel sorunlarıyla ilgilendiklerini ve sağlıklı bir çevrede yaşamayı arzuladıklarını; kişisel olarak etkilenmediklerini kabul etmişlerdir. Başvurucular, yargılamanın hiçbir aşamasında ekonomik ya da başka bir kayba katlanmak zorunda kaldıklarını iddia etmemişlerdir. Bundan dolayı, tartışma konusu yargılamanın sonucu, başvurucuların medeni hakları için doğrudan doğruya bir kesinlik taşımamaktadır. 62. Hükümet ayrıca, Türk Hukuku’na göre, yalnızca “hakları” ihlal edilen kişilerin mağdur olarak istemde bulunabileceklerini; oysa somut davada başvurucuların, ulusal mahkemeler önünde sadece “yararlarının” ihlal edildiğini ileri sürdüklerine dikkat çekmiştir. Konuyla ilgili Danıştay içtihadına gelince; Hükümet, hak ihlalinin gerektirdiği “mağdur” kavramına dikkat AİHM Kararları 313 çekmiştir (bk. yukarıda 54. paragraf). Bu nedenle, başvurucuların her ne kadar yararlarını ihlal eden idari eylemin iptali için dava açma yetkileri varsa da, bu onlara mağdur sıfatını kazandırmamıştır (bk. yukarıda 53. paragraf). Başvurucuların şikâyetleri yarar üzerine bir hakkın bulunmayışından dolayı, Sözleşme’nin 6/1. maddesi anlamında “medeni haklar ve yükümlülükler” kavramıyla ilgili değildir. 63. Başvurucular Hükümetin iddialarını kabul etmemişler ve yaşadıkları yer olan Türkiye’nin Ege bölgesinin çevresinin korunmasıyla ilgili olduklarını ileri sürmüşlerdir. Ayrıca, Hükümetin ulusal mahkemelerin kararını uygulamadaki ihmalinin, hukukun üstünlüğü ilkesini çiğnediğini ve duygusal sıkıntı yaşamalarına neden olduğunu iddia etmişlerdir. 64. Mahkeme, 6/1. maddesi için “medeni” ibaresinin uygulanabilir olmasını, en azından iç hukukta kabul edilen bir “medeni hak” üzerinde tartışma olması gerektiğini yinelemektedir. Tartışma gerçek ve ciddi olmak zorundadır; yalnızca güncel bir hakkın varlığıyla değil, ayrıca, hakkın uygulanma alanı ve amacıyla da ilgili olabilir. Yargılamanın sonucu, söz konusu hak için doğrudan bir kesinlik taşımak zorundadır; seyrek bağlantı noktaları ya da uzak sonuçlar 6/1’i harekete geçirmek için yeterli değildir (diğerlerinin yanı sıra bk., Taşkın ve Diğerleri/Türkiye, no. 46117/99, 130, AİHM 2004…; yukarıda 32. paragrafta söz edilen Balmer-Schafroth ve Diğerleri/İsviçre kararı; yukarıda 43. paragrafta söz edilen Athanassoglou ve Diğerleri/İsviçre). 65. Mahkeme, ulusal mahkemeler önündeki yargılamalar ve idari yetkililer aleyhine yapılan başvurulardan dolayı, başvurucuların, Ege Bölgesi’nde yaşamaları nedeniyle, santrallerin çevreye zarar vermesi, bölgede sağlık ve yaşam için risk oluşturmasından dolayı üç termik santralin çalışmasına karşı mücadele ettiklerinin açık olduğuna dikkat çekmektedirler. Başvurucular, ekonomik ya da başka herhangi kayıpla karşı karşıya kaldıklarını ileri sürmemişler; sağlıklı ve dengeli bir çevrede yaşamaya ilişkin anayasal haklarına dayanmışlardır (bk. yukarıda 14. paragraf). Türk hukuku böyle bir hakkı tanımıştır; bu anlamda Anayasa’nın 56. maddesi açıktır (bk. yukarıda 46. paragraf) ve idare mahkemesi kararları da bunu kabul etmektedir. Daha önceden söz edilenleri dikkate alarak Mahkeme, termik santrallerin tehlikeli faaliyetlerinin neden olduğu çevre zararına karşı koruma için başvurucuların Türk hukukuna göre yetkili olduklarına; başvurucuların tartışılabilir bir iddiası/istemi olduğuna inanmıştır. Bu, var olan “tartışma”nın ciddi ve gerçek olduğunu ortaya koymaktadır. 66. Bu yüzden Mahkeme, söz konusu hakkın bir “medeni hak” olup olmadığı hususunu saptamalıdır. Bu bağlamda Mahkeme, Aydın İdare Mahkemesince bilirkişi raporu temelinde, tehlikeli gaz ve kül emisyonu yüzünden Gökova, Yeniköy ve Yatağan termik santrallerinin çevre kirliliğine ne- 314 Ekler den olduğunun ve toplum sağlığı için tehlike taşıdığının, saptandığına dikkat çeker. Termik santraller tarafından yayılan tehlikeli gazın, 25-30 kilometrelik çapın üstünde bir alanı etkileyebileceği, idare mahkemesinin bulgularından ortaya konmaktadır. (bk. yukarıda 22. paragraf). Bu mesafe başvurucuların yaşadığı yeri kapsamaktadır ve termik santrallerin yakın çevresinde yaşayanlar gibi spesifik ve yakın bir riske sokmamasına rağmen, fiziksel bütünlüklerini korumak için onlara harekete geçme hakkını vermektedir. 67. Mahkeme, başvurucuların sağlıklı ve dengeli bir çevrede yaşama hakkına sahip bireyler olduklarına; çevresel kirliliği önlemenin ve çevreyi korumanın sürdürülmesi gereken bir görev olduğuna; idari makamların termik santrallerin çalışmasının devamına ilişkin kararının iptalini ve termik santrallerin çevresel tehlike yaratan çalışmalarının durdurulması amacıyla Mahkeme’nin bir karar vermesini talep etmek için Türk Hukuku’na göre hak sahibi olduklarına dikkat çekmektedir (bk. yukarıda 22. ve 53. paragraflar). Ek olarak, idare mahkemelerince verilen kararlar başvurucuların lehinedir ve bu kararların uygulanmasının reddine yönelik herhangi bir idari karar almak ya da anılan kararların arkasına dolanmak, onlara tazminat yolunu açmıştır (bk. yukarıda 57. ve 58. paragraflarda söz edilen Taşkın ve Diğerleri kararı). Bu nedenle, bir bütün olarak ele alındığında, idare mahkemeleri önündeki yargılamalardan çıkan sonuç, başvurucuların medeni haklarıyla bağlantılı olduğu hususunun dikkate alınabileceğidir. 68. Mahkeme, 6/1. maddede yer alan “medeni hak” kavramının, Sözleşme’nin 53. maddesi bağlamında iç hukukta uygulanabilir bir hakkın kısıtlanması olarak yorumlanamayacağına dikkat çeker. Bu açıdan, Hükümetin dayanak olarak gösterdiği kararlar, özellikle Balmer-Schafro ve Athanassoglou kararları, halihazırdaki davadan farklıdır; bu davalardaki başvurucuların gücü, nükleer santrallerin işletme izinlerinin uzatılmasına yönelik itirazları üzerine, bir mahkemeden karar almak için yeterli olmamıştı. Hüseyin Cahit Ünver davasında ise, başvurucu tarafından talep edilen hak, idare hukukuna göre, usuli bir haktır ve iç hukuka göre sahip olduğu herhangi bir spesifik hakkın korunmasıyla ilgili değildir. 69. Özetle, 6. madde, halihazırdaki davada uygulanabilirdir. B. 6/1’e Uygunluk 70. Hükümet, idare mahkemelerinin kararlarından sonra, elektrik santralleri için zorunlu bütün ruhsatların alındığını ve bu nedenle söz konusu kararların uygulanmasında ihmal olmadığını iddia etmiştir. 71. Başvurucular Hükümetin iddialarını reddetmişler; idare mahkemelerin kararlarının uygulanmamasının hukukun üstünlüğü ilkesiyle çeliştiğini ve Sözleşme’nin 6/1. maddesinin gereklerini ihlal ettiğini ileri sürmüşlerdir. AİHM Kararları 315 Başvurucular ayrıca, elektrik santrallerinin, çevre ve toplum sağlığı için hâlâ bir tehdit oluşturduğuna, idare mahkemeleri tarafından verilen son kararların da bunu gösterdiğine dikkat çekmişlerdir (bk. yukarıda 43-45. paragraflar). 72. Mahkeme, bir mahkeme tarafından verilen kararın yerine getirilmesinin, Sözleşme’nin 6/1. maddesinde amaçlanan “yargılama”nın bütünleyici parçası olarak dikkate alınması gerektiğini yineler (bk.19 Mart 1997 tarihli Hornby/Yunanistan hükmü, Raporlar, 1997-II, pp. 511-512, 40). Eğer Sözleşmeci Devletin yasal sistemi, kesin ve bağlayıcı olan bir mahkeme kararının veya bir tarafın maruz kalacağı zararı önleyen bir tedbir kararının uygulanamaz hale gelmesine izin veriyorsa, bu durumda 6. maddeyle sağlanmış olan mahkemeye ulaşma hakkı görünürde kalacaktır. Bu ilke, davacının medeni hakları için kesinlik sağlayan idari işlemler bağlamında bir tartışmanın sonucu ile ilgili olduğu takdirde daha da önemlidir. 73. Mahkeme, idari makamların üç termik santralin çalışmalarının durdurulması için, 20 Temmuz 1996 tarihinde Aydın İdare Mahkemesince verilen yürütmeyi durdurma kararını uygulamadıklarına dikkat çekmektedir (bk. yukarıda 17. paragraf). İdari makamlar, ayrıca Aydın İdare Mahkemesinin 30 Aralık 1996 tarihli kararlarını onayan Danıştay’ın kararlarını da yasa tarafından emredilen süre içinde yerine getirmemiştir. Bilakis, Bakanlar Kurulu 3 Eylül 1996 tarihinde idare mahkemelerinin kararlarının aksine, üç termik santralin faaliyetinin sürdürülmesine karar vermiştir. Bu son karar yasal temelden yoksun ve iç hukuka göre açıkça hukuka aykırıdır (bk. yukarıda 57. paragraf). Bu, yargı kararlarına karşı hile yapmakla aynı şeydir. Mahkeme, böyle bir durumun yasal kesinlik ilkesi ve hukukun üstünlüğü üzerine kurulmuş Hukuk Devleti ilkesini ters yönde etkilediği görüşündedir (bk. yukarıda sözü edilen Taşkın ve Diğerleri kararı). 74. Daha önce belirtilenlerin ışığında Mahkeme, ulusal makamların, Aydın İdare Mahkemesince verilen 30 Aralık 1996 tarihli kararları ve sonradan verilen Danıştay’ın 3 ve 6 Temmuz 1998 tarihli kararlarını makul süre içinde ve hukuka uygun şekilde yerine getirmede ihmalleri olduğunu, bu nedenle 6/1. maddesinin etkin kullanımından yoksun kalındığı düşüncesindedir. 75. Bundan dolayı, Sözleşme’nin 6/1. maddesi ihlal edilmiştir. II. SÖZLEŞMENİN 41. MADDESİNİN UYGULANMASI 76. Sözleşme’nin 41. maddesi: “Mahkeme, Sözleşme’nin ya da Protokollerin ihlal edildiğini bulgularsa ve ilgili Sözleşmeci Devletin iç hukuku bu ihlali ancak kısmen giderme olanağı veriyorsa, gerekli gördüğü takdirde Mahkeme, hakkaniyete uygun şekilde zarara uğrayan tarafın tazminine hükmeder.” 316 Ekler 77. Başvurucular, maddi zarar için tazminat ya da masraf ve harcama istememişlerdir. Ancak, idare mahkemelerinin kararlarının uygulanmamasının neden olduğu ıstırap ve duygusal acı için manevi tazminat isteminde bulunmuşlardır. Başvurucular, hükmedilecek miktarı Mahkeme’nin takdirine bırakmışlardır. 78. Hükümet, başvurucuların istekleri için bir yorum yapmamıştır. 79. Mahkeme, yetkililerin idare mahkemesinin kararlarına uymaması nedeniyle, başvurucuların ıstırap çektikleri düşüncesindedir. İdare mahkemelerinden kendi lehlerine kararlar alan başvurucular zorlu/karmaşık bir yargılama sürecine dahil olmuşlar ve yetkililerin bu kararlara uymasını sağlamak için ayrı bir prosedürü takip etmek zorunda kalmışlardır; hukukun üstünlüğüyle yönetilen Devletin temel ilkeleri ihlal edilmiştir (bk. Taşkın ve Diğerleri kararı). Bir taraftan böyle bir zararın değerlendirilmesi zor iken, yalnızca ihlal tespitiyle başvurucuların karşı karşıya kaldıkları ıstırap tazmin edilemez. Bundan dolayı, takdirini eşitlik temelinde yapan Mahkeme, her bir başvurucu için toplam 1.000 Euro’ya hükmetmiştir. C. Gecikme Faizi 80. Mahkeme, gecikme faizinin Avrupa Merkez Bankası’nın yıllık borç verme faizlerine %3 eklenerek belirlenmesi gerektiğine karar vermiştir. BU NEDENLERLE MAHKEME, OYBİRLİĞİYLE, 1. Sözleşme’nin 6/1. maddesinin ihlal edildiğine karar vermiştir; 2. (a) Sorumlu Devletin, Sözleşme’nin 44/2. maddesi uyarınca, Mahkeme kararının kesinleşeceği tarihten itibaren üç ay içinde, toplam 1.000 EURO (bin euro) manevi tazminatın, ödemenin yapılacağı tarihte sorumlu Devletin ulusal parasına çevrilerek her bir başvurucuya ödenmesine; ödemelerin herhangi bir vergiden ayrık tutulmasına; (b)Yukarıda söz edilen üç aylık sürenin dolmasından itibaren ödeme tarihine kadar geçen süre için, Avrupa Merkez Bankası’nın borç verme faizlerine eşitlenecek yıllık basit faize 3 puan eklenmesine karar vermiştir. İngilizce olarak hazırlanan bu metin, Mahkeme İçtüzüğü’nün 77/2 ve 3. maddelerine uygun olarak, 12 Temmuz 2005 tarihinde yazılı olarak ilan edilmiştir. S. DOLLE J-P. COSTA Kalem Müdürü Başkan