yüksek lisans tezi - Gazi Üniversitesi Açık Arşiv

advertisement
PINAR OGAN
SOSYOLOJİ ANABİLİM DALI
SOSYOLOJİ BİLİM DALI
T.C.
GAZİ ÜNİVERSİTESİ
SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ
YÜKSEK
LİSANS
TEZİ
BERLİN’DE YAŞAYAN ÜÇÜNCÜ KUŞAK
TÜRKLERİN TÜRKİYE İLE BAĞLARI VE
KÜLTÜREL AKTARIM SÜREÇLERİ
PINAR OGAN
NİSAN 2015
SOSYOLOJİ ANABİLİM DALI
SOSYOLOJİ BİLİM DALI
NİSAN 2015
BERLİN’DE YAŞAYAN ÜÇÜNCÜ KUŞAK TÜRKLERİN TÜRKİYE İLE
BAĞLARI VE KÜLTÜREL AKTARIM SÜREÇLERİ
Pınar OGAN
YÜKSEK LİSANS TEZİ
SOSYOLOJİ ANABİLİM DALI
SOSYOLOJİ BİLİM DALI
GAZİ ÜNİVERSİTESİ
SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ
NİSAN 2015
iv
BERLİN’DE YAŞAYAN ÜÇÜNCÜ KUŞAK TÜRKLERİN TÜRKİYE İLE BAĞLARI
VE KÜLTÜREL AKTARIM SÜREÇLERİ
(Yüksek Lisans Tezi)
Pınar OGAN
GAZİ ÜNİVERSİTESİ
SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ
Nisan 2015
ÖZET
Söylem anlamı inşa eden ve bu yolla toplumların mevcut semboller ve anlamlar
arasında bağ kurmalarını sağlayan bir yapıdır. Toplumlar, olaylar, konular, olgular
üzerine nasıl düşüneceklerini söylem üzerinden kazanırlar. Sosyal yapılar toplumu
etkileyecek güce sahip olmak ve bu gücü sürdürebilmek amacıyla, medya
organları gibi söylem oluşturacak ve değiştirecek araçlara ihtiyaç duyarlar. Bir
toplumda göç ve göçmen algısı tarihlere göre değişim göstermektedir. Toplumdaki
ve medyadaki söylem değişikliklerinin neden olduğu bu değişim ile o toplumda
yaşayan göçmenlerin de yaşam pratikleri değişmektedir. Göç ettiği toplumda kabul
gören ve görmeyen göçmen yapıları farklıdır. Toplum tarafından kabul görmeyen
göçmenin sahip olmak istediği aidiyet duygusunun kendini ülkesi ile kurduğu ve
sürdürdüğü ulusötesici pratiklerle göstermektedir. Bu çalışmanın konusunu
medyanın söylem değişikliği yoluyla göçmen algısını yönlendirmesi ve içinde
yaşadığı toplumda sosyal dışlanma yaşayan göçmenlerin bu yönlendirme
doğrultusunda öz kültürleri ile kurdukları sosyal bağlar oluşturmaktadır. Ayrıca
yaşadığı toplumda doğrudan ya da dolayı olarak ötekileştirilen göçmenlerin
kendilerine nasıl sosyal bağlar kurduklarının öğrenilmesi hedeflenmektedir. Elde
edilen veriler ile daha sonra yapılacak araştırmalara veri tabanı sağlamak
amaçlanmıştır.
Bilim Kodu
Anahtar Kelimeler
Sayfa Adedi
Tez Danışmanı
: 1138
: Göç, Almanya’ya Göç, Ulusötesicilik, Medya, Ayrımcılık
: 120
: Doç. Dr. Erdal AKSOY
v
RELATIONS OF THE THIRD GENERATION TURKS IN BERLIN WITH TURKEY
AND THEIR CULTURAL TRANSMISSION PROCESS
(M. Sc. Thesis)
Pınar OGAN
GAZI UNIVERSITY
INSTITUTE OF SOCIAL SCIENCES
April 2015
ABSTRACT
Discourse is a structure which constructs the meaning and – by this way- bonds
the existing symbols and meanings. Societies learn how to think about events,
topics and facts by discourse. Societal structures need instruments such as media
which can produce and change discourse in order to have and sustain the power
to affect the society. Perception of migrant and migration in a society changes time
to time. This change which is caused by discourse change in society and media
also alters the daily life of the migrants. The migrants which are accepted in the
society and the migrants which are not accepted differ. It is observed that the
belonging emotion of the migrant which is not accepted in a society occurs with
his/her relation with his/her homeland and transnational pratices. This thesis
studies the media’s orientation of the perception of migrants by discourse change
and –in the line of this orientation- the relations of the migrants which are not
accepted in the society with their homelands. In addition to that, this research
aims to learn which social bondings are used by the (directly or indirectly)
discriminated migrants to bond themselves to their homelands. A database for
future researches will be formed by the collected data in this research.
Science Code : 1138
Key Words
: Migration, Immigration towards Germany, Transnationalism,
Media, Discrimination
Page Number : 120
Supervisor
: Assoc. Prof. Erdal AKSOY
vi
TEŞEKKÜR
Bu çalışmada bana değerli fikirleriyle yol gösteren, yeni bakış açıları
kazandıran, kütüphanesini benimle paylaşan, verdiği emekleri asla bir teşekkürle
ödeyemeyeceğim tez danışmanım sayın hocam Doç. Dr. Erdal AKSOY’a,
akademik çalışma hayatıma başlamamda çok büyük emeğe sahip olan,
yurtdışında saha araştırması yapma konusunda beni teşvik eden ve değişim
programına dahil olmamı sağlayan hocam sayın Prof. Dr. Hayati BEŞİRLİ’ye,
eğitimim sırasında değerli bilgileriyle vizyonumu geliştiren sosyoloji bölümündeki
değerli hocalarıma ve tecrübelerinden istifade ettiğim, Berlin’de yaşayan ve bana
bu araştırmada yardımı dokunan herkese teşekkürü bir borç bilirim.
Gerek bu araştırma sırasında gerekse bütün eğitim hayatım boyunca her
zaman yanımda olan annem Asiye OGAN’a, babam Cevat OGAN’a ve kardeşim
Pelin OGAN’a ayrıca hayatımın her alanında beni destekleyen hayat arkadaşım
Melih ŞENGÖLGE’ye teşekkür ederim.
vii
İÇİNDEKİLER
Sayfa
ÖZET ...................................................................................................................... iv
ABSTRACT ............................................................................................................. v
TEŞEKKÜR ............................................................................................................ vi
İÇİNDEKİLER ........................................................................................................ vii
ÇİZELGELERİN LİSTESİ ....................................................................................... xi
RESİMLERİN LİSTESİ .......................................................................................... xii
GİRİŞ.......................................................................................................................1
1. BÖLÜM
ARAŞTIRMANIN ALANI VE KAPSAMI VE YÖNTEMİ
1.1. Araştırmanın Alanı Ve Kapsamı .......................................................................3
1.2. Araştırmanın Amacı .........................................................................................4
1.3. Araştırmanın Önemi ........................................................................................4
1.4. Araştırmanın Varsayımları ................................................................................5
1.5. Araştırmanın Sınırlılıkları ..................................................................................6
1.6. Araştırmanın Yöntemi .......................................................................................6
1.6.1. Araştırmanın veri toplama tekniği ..............................................................7
1.6.2. Evren ve örneklem seçimi .........................................................................8
1.6.3. Verilerin çözümü ve yorumlanması ...........................................................8
2. BÖLÜM
KAVRAM VE KURAMSAL ÇERÇEVE
2.1. Göç Kavramı...................................................................................................11
2.1.1. Göçün tarihi ve çeşitleri ...........................................................................12
2.1.2 Göç teorileri ..............................................................................................18
viii
Sayfa
2.1.2.1. İtme-çekme kuramı ..........................................................................18
2.1.2.2. Dünya sistemleri kuramı ...................................................................19
2.1.2.3. İlişkiler ağı (Network) kuramı ............................................................20
2.1.2.4. Göç sistemleri kuramı ......................................................................22
2.2. Ulusötesicilik ...................................................................................................23
2.2.1. Ulusötesicilik kuramı................................................................................25
2.2.1.1. Tepkisel ulusötesicilik kuramı ...........................................................32
2.3. Ötekileştirme...................................................................................................37
2.4. Entegrasyon ...................................................................................................38
2.5. İslamofobi (İslam Korkusu) .............................................................................41
3. BÖLÜM
1945 SONRASI GELİŞMİŞ ÜLKELERE GÖÇ
3.1. Avrupa’ya İşgücü Göçü ..................................................................................43
3.2. Yabancı ve Misafir İşçiler ................................................................................45
3.3. Yeniden Yapılanma Süreci Ve Göçler ............................................................46
4. BÖLÜM
TÜRK DIŞ GÖÇÜ
4.1. Türklerin Almanya’ya Göçünü Hazırlayan Nedenler .......................................49
4.1.1. II. Dünya Savaşı ve sonrasında Almanya iç durumu ...............................49
4.1.2. II. Dünya Savaşı ve sonrası Türkiye’nin iç durumu..................................50
4.2. Türk Dış Göçünün Özellikleri ..........................................................................52
4.3. Almanya’ya Türk Göçünün Aşamaları ............................................................54
4.3.1. 1960’lı yıllar .............................................................................................54
4.3.2. 1970’li yıllar .............................................................................................57
ix
Sayfa
4.3.3. 1980’li yıllar .............................................................................................60
4.3.4. 1990lı yıllardan günümüze ......................................................................62
5. BÖLÜM
ALGI
5.1. Almanya’da Türk Göçmen Algısı ....................................................................65
5.1.1. Almanya’daki Türk göçmen algısının yıllara göre değişimi ......................65
5.1.2. Almanya’daki “Öteki” Türkler ...................................................................68
5.1.3. Almanya’daki Türkler ve İslamofobi .........................................................70
5.1.4. Uyum ve dil..............................................................................................72
5.1.5. Alman medyasında Türk söylemi ............................................................75
6. BÖLÜM
ÇALIŞMANIN BULGULARI
6.1. Demografik Özellikler .....................................................................................78
6.2. Türkçe-Almanca Dil Eğitimi ............................................................................78
6.2.1. Anaokulu (Kindergarten) eğitimi ..............................................................79
6.2.2. Eğitim, Türk dili ve aile ............................................................................80
6.3. Ötekileşim ve Özdeşleşim, Ulusötesici Davranışlar ........................................83
6.3.2. Tepkisel ulusötesici davranışlar ..........................................................89
6.3.2.1. Arkadaş seçimi .................................................................................90
6.3.2.2. Spor takımı .......................................................................................91
6.3.2.3. Medya takibi .....................................................................................92
6.3.2.5. Vatandaşlık alma ve pasaport ..........................................................93
6.3.2.6. Eş seçimi ..........................................................................................95
6.3.3. Ayrımcılık ................................................................................................96
x
Sayfa
6.3.4. Aidiyet Bilinci ...........................................................................................98
SONUÇ ...............................................................................................................101
KAYNAKÇA .........................................................................................................111
EKLER.................................................................................................................117
EK-1. Berlin’de Yaşayan Üçüncü Kuşak Türklerin Türkiye İle Bağları ve
Kültürel Aktarım Süreçleri .........................................................................118
ÖZGEÇMİŞ .........................................................................................................120
xi
ÇİZELGELERİN LİSTESİ
Çizelge
Sayfa
Çizelge 3.1. Federal Almanya’ya iltica talebinde bulunan Türklerin yıllara göre
dağılımı ve öteki ilticacılara oranı ..................................................... 45
xii
RESİMLERİN LİSTESİ
Resim
Sayfa
Resim 5.1. Duvar yazıları “Türken Rauss”............................................................ 67
Resim 5.2. Misafir işçilerin için gerekli görülen yerlere işçinin ana dilinde uyarı
yazıları ................................................................................................ 73
Resim 7.1. Berlin sokaklarına asılan ilanlar “vermisst” (1) ...................................103
Resim 7.2. Berlin sokaklarına asılan ilanlar “vermisst” (2) .................................. 104
Resim 7.3. Berlin sokaklarına asılan ilanlar “vermisst” (3) .................................. 104
1
GİRİŞ
2. Dünya Savaşı’nın ardından başlayan ve dönemsel olarak devam eden
kitlesel göç ve göçmen sayısındaki artış, içlerinde barındırdıkları ulusal azınlıklara
rağmen etnik kimlik, dil, din, kültür ve siyasi tecrübe gibi bağlayıcı faktörlerle
görece homojen ulus-devlet görünümündeki bir çok Avrupa ülkesinin zamanla
kültürel ve etnik olarak heterojen bir yapıya bürünmesine neden olmuştur. Göçler
yoluyla oluşan bu heterojen yapı günümüzde ülkelerin içinde bulunduğu ekonomik
koşullarla birlikte değişime uğramıştır. Toplumsal yapının değişiminin sacayağını
oluşturan medya söylem ilişkisi, toplumun ülkedeki göçmen algısını da
değiştirmektedir. Ülkedeki ekonomik problemlerin nedeni olarak görülen ve
gösterilen göçmenler ise bir topluma ait olma hissini kendi ülkeleri ile kurdukları
bağlarla yaşamaktadır.
Zamanla göç olgusunun ticarileşmesi, göç alan ve veren ülkenin göçmeni
metalaştırması ve Almanya’ya göçün öngörüden uzak değerlendirilmiş olması
günümüzdeki sosyal problemlerin kaynağını oluşturmuştur. “geri dönmek” üzere
gidilen ülkenin dilinin ve dininin farklı oluşu ve yalnız misafir işçilere verilen şehrin
belirli yerlerindeki yurtlar ister istemez ilk zamanlar Türklerin bir arada yaşamasını,
kendi aralarında Türkçe konuşmasını beraberinde getirmiştir. Ancak günümüzün
üçüncü ve dördüncü kuşağını oluşturan Almanya’daki Türkler ne geri dönmeyi
planlayan misafir işçilerdir ne dil problemi yaşayan göçmenlerdir ne de eskiden
olduğu
gibi
devlet
tarafından
belirlenen
semtlerde
bir
arada
yaşamak
durumundadır. Türkler arasındaki dini ve kültürel ritüeller kuşaktan kuşağa
aktarılarak devam etmektedir. Bu aktarımın sürdürülmesinde güçlü bir Türk
kültürel kimliğinin varlığının yanı sıra Almanya’daki göçmen algısının, Türk
göçmen algısının, Türk Müslüman göçmen algısının Türkleri içermesi ya da
ötekileştirerek dışarıda bırakmasının katkısı büyüktür.
2
3
1. BÖLÜM
ARAŞTIRMANIN ALANI VE KAPSAMI VE YÖNTEMİ
1.1. Araştırmanın Alanı Ve Kapsamı
İkinci Dünya Savaşı sonrasında yenilen Almanya; Alman Demokratik
Cumhuriyeti (Doğu Almanya) ve Almanya Federal Cumhuriyeti (Batı Almanya)
olarak ikiye bölünmüştür. Savaşın batılı müttefikleri tarafından kontrol edilen Batı
Almanya, savaş sonrasında yeniden yapılanmaya hız vermiştir. Savaştan, savaş
borçlarıyla yenik ayrılan Batı Almanya yeniden yapılanmak ve güçlenebilmek için
ucuz iş gücüyle çalışacak işçilere ihtiyaç duymuş ve bunu için anlaşmalar yoluyla
dünyanın dört bir yanından ucuz iş gücüyle çalışacak işçi talebinde bulunmaya
başlamıştır. Almanya’nın dünyanın en büyük sanayi ülkelerinden biri olmasında;
Yugoslavya, İtalya ve Türkiye’den geçici işçi statüsünde çalışmaya giden
göçmenlerin rolü büyüktür.
Misafir işçi statüsünde Almanya’ya çalışmaya giden Türkler, Türkiye’ye
dönmeyerek, kuşaklardır Almanya’da yaşamaya devam etmişlerdir. Günümüzde
Almanya’daki Türk nüfusu, Alman vatandaşlığına geçmiş Türk kökenlilerle birlikte
yaklaşık olarak üç milyondur. Bu araştırmada, günümüzde üçüncü kuşağı
oluşturan Almanya’da yaşayan Türklerin, Alman toplumuyla uyumlaşma süreçleri,
yaşadıkları “öteki” algısı, bunların sonucunda Türkiye ile arttırdıkları ulusötesi
bağlar derinlemesine incelenmiştir. Öteki algısının Alman toplumunda oluşmasını
sağlayan faktörler ve bu oluşumda medya etkisi incelenmiştir.
Araştırmada Almanya’da yaşayan, çalışan ve okuyan üçüncü kuşak Türklerin
günlük hayatta karşılaştığı doğrudan ve dolaylı ayrımcı deneyimler, toplumda
ötekileştirilen göçmen Türklerin ulusötesici patrikler yoluyla Türkiye ile ilişkileri,
medyadaki “öteki” göçmen algısı, Müslüman algısı ve bu oluşan “öteki” algısı
karşısında Türklerin tepkisel olarak Türk medyası, sivil toplum örgütleri ve
dernekler yoluyla Türkiye ile ilişkilerini geliştirme şekilleri ve kültürel aktarım
süreçleri incelenmiştir.
4
1.2. Araştırmanın Amacı
Almanya’da
yaşayan
Almanların
Üçüncü
Kuşak
Türklere
yaklaşımı
araştırmasının nedeni İkinci Dünya Savaşı sonrası Avrupa’nın ucuz iş gücüne olan
ihtiyacı sonrasında ucuz iş gücüne sahip ülkelerden biri olan Türkiye’den işçi
talebinde bulunması sonucu Almanya’ya geçici işçi statüsünde giden ve zamanla
Almanya’ya yerleşen Türklerin sahip oldukları farklı kültürel değerler karşısında
Almanlar ile olan sosyal ilişkilerinin günümüzdeki durumuna ışık tutmaktır.
İkinci Dünya Savaşı sonrasında küreselleşmenin bir yandan ulus devlet
sınırlarının kaldırılmasını savunurken bir yandan da kültürel ve etnik sınırları
belirginleştiren özelliği göç konusunun ulusötesi kavramlarla araştırılmasına neden
olmuştur. Teknolojinin gelişmesi, kitle iletişim araçlarının yaygınlaşması ile
ulusötesi ilişkilerin gelişmesi daha kolaylaşmıştır. Göçmenler, göç ettikleri toplum
tarafından yeteri kadar tanınmadığı için önce “tehlike” olarak daha sonra ise “öteki”
olarak kabul edilmektedir.
Göçmenlerin göç ettikleri toplum tarafından yeterince tanınmamalarının
arkasında göçmen kabul eden ülkenin içinde bulunduğu ekonomik durum ve buna
bağlı “söylem” vardır. Araştırma, Almanya’da yaşamakta olan üçüncü kuşak
Türklerin, Alman toplumu tarafından nasıl algılandığı, bu algıyı oluşturan ve
değiştiren etmenler ile Türklerin bu algıya, nasıl bağlar kurarak cevap verdiklerini
açıklamayı amaçlamaktadır.
1.3. Araştırmanın Önemi
Araştırma, 1961’den itibaren şu anda Almanya’da yaşamakta olan ve
günümüzün üçüncü kuşağını oluşturan Türklerin sosyoekonomik durumları, yaşam
deneyimleri, dil ve entegrasyon konusuna yaklaşımları, bu yaklaşımın oluşmasına
neden olan faktörlerden en önemlisi “Alman medyasındaki Türkler”, Almanya’nın
Türk göçmene yaklaşımındaki değişiklikler ve günümüzün üçüncü kuşağını
oluşturan Türklerin tüm bu algı ve söylem değişikliklerine verdikleri tepkilerin
araştırılması bakımından önemlidir.
5
Araştırma 20-30 yaşları arasındaki gençleri kapsamaktadır. Günümüzde
Almanya’da tüm göçmenlerin Almanca bilmediklerinden dolayı entegrasyonu
gerçekleştiremedikleri algısı hakimdir. Araştırmada 20-30 yaş aralığına sahip, üç
kuşaktır Almanya’da yaşayan Türklerin Almanca ve uyum (entegrasyon)
konusundaki düşüncelerinin alınması, özellikle son yıllardaki Türk göçmenlerin
Alman
medyasındaki
durumu
Türk
göçmenlerin
ağzından
nedenleri
ile
araştırılması açısından önemli olan bu araştırma, aynı zamanda sosyal çevresinde
(arkadaş çevresi, okul vs) ve Alman medyasında kendi kültürünü olduğundan
“farklı” gören Almanya’da yaşayan Türkler ’in, her bireyin olduğu gibi yaşadığı
toplumun bir parçası olma ihtiyacı ve bu ihtiyacı karşılamak için Türkiye ile
kurdukları sosyal bağları da açıklamaktadır.
Almanya’daki Türkler konusu literatürde oldukça fazla incelenmiş bir yapıya
sahiptir ancak bu araştırma özellikle günümüze ışık tutması açısından gelecek
araştırmalara kaynak oluşturması bakımından önemlidir.
1.4. Araştırmanın Varsayımları
 Entegrasyon kelimesinin kesin bir açıklaması, tanımı olmadığından ülkenin
ekonomik durumuna bağlı olarak, Türk göçmenlere entegrasyon söylemi
istenilen şekilde benimsetilmektedir.
 Alman medyasında, kendini “Alman toplumuna entegre olamamış” olarak
gören üçüncü kuşak Türkler, medyanın bilinçli bir yönlendirme aracı olarak
kullanıldığının farkındadır.
 Türk göçmenler Alman toplumunda tam anlamıyla benimsenmemişlerdir.
Toplumun her alanında “onlar” ve “biz” algısı devam etmektedir. Dolayısıyla
bulunduğu toplum tarafından sahiplenilmeyen, hatta üzerinden siyaset
yürütülen Türk göçmenler aidiyet sorunu yaşamaktadır.
 Aidiyet sorunu yaşayan Türkler, Türk medya, kitle iletişim araçları,
dernekler, sivil toplum örgütleri vasıtasıyla ilişkiler kurarak kendilerini
Türkiye’ye yakın hissetmek adına bağlar oluşturmaktadırlar.
 Türk kültür yapısında var olan davranışlar üçüncü kuşak Almanya’da
yaşayan Türkler tarafından sürdürülmektedir.
6
1.5. Araştırmanın Sınırlılıkları
- Araştırma Almanya’da yapıldığından ve araştırmacının daha önceden
Almanya ile hiçbir bağının olmamasından dolayı çevreyi tanımak ve
örneklem bulmak zaman gerektirmektedir.
- Araştırmacı Berlin eyalet yasalarına göre, oturma izni almadan ikamet
ettiği yere internet bağlatamamıştır. Araştırmacının oturma izni alması ile
internet erişiminin kolaylaşması, süreci uzatmıştır.
- Kaynak erişimi konusunda Berlin’deki kütüphanelerde Almanca ve
İngilizce kaynak mümkündür, araştırma Türkçe yapıldığından Almanca ve
İngilizce kaynakları Türkçeye çevirmek zaman almıştır.
- Göçmenlerin ulusötesici davranışları ve kuramlarının da yeni oluşması
araştırma sırasında birinci el kaynaklara ulaşılmasını zorlaştırmıştır.
- Araştırma yapılırken atıfta bulunulan bazı makalelere yalnız üniversite
hocalarının erişimi bulunduğundan dolayı o makalelere ulaşmak zaman
almıştır.
- Araştırma,
Almanya’da yapılacak bir yıllık bir çalışma olduğundan,
araştırmacının oturma izni vs almasını gerekli kılmıştır, yasal işlemler
araştırmanın 2-3 aylık ilerleme seyrini yavaşlatmıştır.
- Araştırma, nitel bir araştırmadır. Bu durum daha büyük bir örneklem
grubuna ulaşılmasını, daha geniş bir alanda genelleme yapılmasını
sınırlandırmıştır. Sınırlı sayıda örnekleme ulaşılması, verilerin hem daha
derinlemesine ve güvenilir olmasını getirmekte hem de sınırlandırmaktadır.
1.6. Araştırmanın Yöntemi
Araştırmada mevcut bilgi ile veri tabanını genişletme amaçlandığından temel
araştırma özelliği taşımaktadır. Kuramsal çerçevenin oluşmasında ve elde edilen
verilerin yorumlanmasında araştırmanın tanımlayıcı ve betimleyici özelliğinden
yararlanılmıştır.
7
Almanya’da yaşayan üçüncü kuşak Türklerin entegrasyon algısı ve Alman
toplumunda medya aracılığıyla oluşturulmuş olan entegrasyon algısı açıklanmıştır.
Bu suni algının üçüncü kuşak Türklerde hissettirdiği “öteki” ve “farklı” algısı
incelenmiş mevcut öteki algısına tepki olarak Türkler tarafından geliştirilen tepkisel
ulusötesici bağlar tanımlanarak ortaya konulmuştur. Bu anlamda araştırma yeni
bilgilerin ortaya konulduğu nitel bir çalışma özelliği taşımaktadır.
1.6.1. Araştırmanın veri toplama tekniği
Araştırmada nitel veri toplama tekniği kullanılmaktadır. Araştırmanın
kuramsal
çerçevesini
oluşturmak
amacıyla
görüşme
tekniklerinden
yarı
yapılandırılmış mülakat soruları sorulmuştur. Derinlemesine yapılan görüşmelerde
(mülakatlarda) yarı yapılandırılmış soruların sorulmasının nedeni görüşmecilerin
mülakatlar sırasında kendini rahat hissetmelerini sağlamak ve zaman kazanmaktır.
Mülakatlar daha çok sohbet şeklinde gerçekleşmiştir. Görüşmeciler araştırmada
isimlerinin kullanılmasını istememişlerdir. Bu yüzden görüşmecilerin isim ve
soyadları araştırmada kısaltılmış şekilde verilmektedir.
Araştırmada tam yapılandırılmış sorular sorulmamasının nedeni, mülakatlar
sırasında
görüşmecilerin
yaşam
deneyimlerinden
de
faydalanılacağından,
araştırmacının mülakatlar sırasında aklına gelmeyen noktalara da değinebilmesi
veya bazı sorulması planlanan sorulardan vazgeçilmesidir.
Araştırmacı,
mülakat
öncesinde
görüşmecilere
kimliğini,
amacını
ve
araştırmanın hangi kuruma verileceğini açıklamıştır. Amaç görüşmeciler, yaşam
deneyimlerini aktarırken kendilerini güven ortamı içerisinde hissetmelerini
sağlamaktır. Mülakatların yapılacağı yer araştırmacı tarafından görüşmecilere
bırakılmıştır. Bu durumda görüşmecilerin kendini rahat bir ortamda hissetmelerini
sağlamak içindir.
Araştırmacı mülakatlar dışında Berlin’de yaşayan çeşitli meslek gruplarına
mensup Türklerle görüşmüş, büyükelçilik tarafından verilen seminer dersine ve
toplantılara katılmış, gezi notları tutmuştur.
8
1.6.2. Evren ve örneklem seçimi
Araştırmada çalışmanın konusu, konunun bazı sınırlılıkları ve sahanın
özelliklerinden dolayı araştırmanın evreni Almanya’nın Berlin şehrinde yaşayan
üçüncü kuşak Türkler olarak belirlenmiştir. Araştırma, nitel bir araştırma
olduğundan, örneklem kartopu örneklem olarak seçilmiştir. Seçilen kartopu
örneklem evreni temsil ettiği düşünülen hedef kitle oluşturulmuştur.
Araştırmacı, 2011-2012 yılları arasında Almanya’nın Berlin şehrinde
bulunmuştur. Araştırmacının Almanya ve Berlin ile daha önce bir bağlantısı
bulunmamaktadır. Araştırmacı, ulaşılan bir kişi ve bu kişinin yönlendirmesi ile diğer
görüşmecilere ulaşabilmiştir.
Örneklemde yer alan ve ilk irtibata geçilen kaynak kişi, tezin amacına uygun
olduğundan amaçsal örnekleme göre belirlenmiştir. Kaynak kişinin arkadaş
çevresinden
araştırmanın
amacına
uygun
kişilere
ulaşmak
planlanmıştır.
Dolayısıyla kullanılan örneklem türü kartopu örneklem türüdür. Katılımcılar ile
derinlemesine görüşmeler (mülakat) yapılarak üçüncü kuşak Almanya’da yaşayan
Türklerin
entegrasyon
algısı,
Alman
medyasındaki
Türk
göçmen
algısı
araştırılarak, Türkler tarafından oluşturulan sosyal bağların mevcut göçmen algısı
ile ilişkisi açıklanacaktır. Araştırmacı örnekleminde mümkün olduğunca çok kişi ile
görüşmeyi
planlamaktadır.
Ancak
minimum
görüşmeci
sayısı
20
olarak
düşünülmüştür.
Araştırmaya katılacak görüşmecilerin yaşı, cinsiyeti ve eğitim durumları bir
değişken
değildir.
Elde
edilecek
verilerin
sonuçlarını
değiştirmeyeceği
düşüncesiyle görüşmecilerin yaşına, cinsiyetlerine ve eğitim durumlarına dikkat
edilmemiştir. Burada önemli olan kıstas üç kuşaktır Almanya’da yaşamakta
olmalarıdır.
1.6.3. Verilerin çözümü ve yorumlanması
Mülakat tekniği ile düzenli hale getirilen veriler görüşmecinin üslubuna sadık
kalınarak olduğu gibi aktarılmıştır. Cümle düşüklükleri, mülakat sırasında
9
kullandıkları
isimler,
verdikleri
tepkiler
değiştirme
yapılmadan
verilmiştir.
Görüşmecilerin mülakat sorularına verdikleri cevaplarda kullandıkları cümlelerin
değiştirilerek düzenlenmesi verilerin doğal akışını bozabileceği düşüncesi ile
cevaplar birinci ağızdan ve değiştirilmeden aktarılmıştır.
Derinlemesine görüşme tekniğine (mülakat) ek olarak kişisel notlar, çıkarım
notları, gezi notları sistemli hale getirilip araştırmanın verilerinin oluşturulması
sağlanmaktadır.
10
11
2. BÖLÜM
KAVRAM VE KURAMSAL ÇERÇEVE
2.1. Göç Kavramı
Toplumlar yüzyıllardır göç olgusu ile karşı karşıyadır. Doğadaki bütün
canlılar gibi insanlar da göç etme eğilimindedir. Göç; basitçe insanların da daha iyi
şartlarda yaşamlarını sürdürebilmek amacıyla gerçekleştirdikleri yer değiştirme
hareketi olarak kabul edilir. Ancak günümüzde göçün tanımını yapabilmek için
küreselleşme, kültür, entegrasyon, kimlik, ulusötesi ilişkiler gibi bir çok kavramı
bilmek gerekmektedir.
Göç alan ve veren toplumun demografisinde, ekonomisinde, kültüründe ve
siyasetinde kısacası her alanında bıraktığı etki nedeniyle sosyolojinin araştırma
konularından birini göç oluşturmaktadır. Göç; genellikle insanların hayatlarının
tümünü ya da bir bölümünü geçirmek için bir yerden başka bir yere coğrafik olarak
yer değiştirmesi anlamına gelmektedir.
Literatürde göçü açıklamakta kullanılan tek bir tanım yoktur, göçü açıklayan
tek bir tanımın olmamasının nedeni göçe sebep olan faktörlerin değişkenlik
göstermesidir.
Bu
nedenle
araştırmacılar
konuyu
açıklamak
için
kendi
tanımlamalarını yapma yoluna gitmişlerdir.
Göç, yaşanılan yerin daimi veya yarı-daimi olarak, genellikle bir çeşit idari
sınırın dışına doğru değiştirilmesidir (Faist, 2003: 41)
Göç; bir yerleşim biriminden, gruptan ya da belli bir siyasal sınırı olan toprak
parçasından
başka
bir
birime
doğru,
kısmen
sürekli
birey
veya
kitle
hareketidir(Acar ve Demir, 1997:266).
Göç; kişilerin hayatlarının gelecekteki kısmının tamamını veya bir parçasını
geçirmek üzere başka bir yerleşim birimine yaptıkları coğrafi yer değiştirme
olayıdır (Akkayan, 1979:219).
12
Göç, ekonomik, siyasi, ekolojik veya bireysel nedenlerle, bir yerden başka bir
yere yapılan ve kısa, orta veya uzun vadeli geriye dönüş veya sürekli yerleşim
hedefi güden coğrafik, toplumsal ve kültürel bir yer değiştirme hareketidir (Yalçın,
2004:13).
Göç; kent, köy gibi yerleşme biriminden diğerine yerleşmek için yapılan nüfus
hareketleridir (Üner, 1972: 77.).
Göç; kent, köy gibi yerleşme biriminden diğerine yerleşmek için yapılan nüfus
hareketleri ya da kişilerin gelecekteki hayatlarının tamamını veya bir parçasını
geçirmek üzere tamamen yahut geçici bir süre ile bir iskan ünitesinden diğerine
yerleşmek
kaydıyla
yaptıkları
coğrafi
yer
değiştirme
hareketi
seklinde
tanımlanmaktadır( Akkayan, 1979:20.).
2.1.1. Göçün tarihi ve çeşitleri
Göçe olgusu insanlık tarihi kadar eski bir olgudur. Batı Akdeniz Bölgesi’nde
taş devrinde mağaralarda yaşayan insanların Toroslar’ın üstündeki yaylalara göç
ederek tarımı öğrenip yerleşik hayata geçmeleri bu duruma bir örnektir(Kılıçaslan,
2006). Paleolitik çağa (avcılık-toplayıcılık) ait olan bu ilk insanların izlerine
Antalya’daki Karain ve Öküzini mağaralarında rastlamak mümkündür.
17. yüzyıl öncesinde şiddete dayalı olan göç hareketleri emeğin düzenli
aktarımını kapsamadığından dolayı çağdaş göç hareketi olarak kabul edilmez.18.
Yüzyıl sonlarında ise Amerika kıtasına köle ticaretinin başlamasıyla emek yer
değiştirmiştir. 19. Yüzyılın ortalarından itibaren tüm Avrupa’dan Amerika ve
Avustralya kıtasına deniz aşırı büyük kitlesel göçler meydana gelmiştir
(Kılıçaslan,2006:9). Özellikle kitlesel göçler göç alan bölgenin sosyal, ekonomik,
kültürel yapısını değiştiren sosyolojik bir olgudur. Asya’dan Avrupa’ya olan
kavimler göçü buna verilebilecek örneklerden biridir.
1945 öncesi dönemde savaşlar ve fetihlerle ulusların şekillenmesi, zorunlu ya
da gönüllü olarak, göçü beraberinde getirmesiyle birlikte fethedilen yerlerde
insanların
köleleştirilmesi emek
göçünün
erken
biçimidir.
Ortaçağın
son
13
bulmasından itibaren Avrupalı devletlerin gelişmesi ve dünyanın geri kalanını
sömürgeleştirmesi bu dönemde yaşanan uluslararası göçleri hızlandırmıştır
(Castles ve Miler, 2008:69). Bu dönemde emek göçü Amerika Birleşik Devletleri,
Kanada, Avustralya, İngiltere, Almanya ve Fransa gibi ülkelerde ekonomik,
toplumsal ve politik anlamda farklı roller üstlenmiştir.
Çağdaş göç hareketlerinin 1939’dan 1945’e kadar süren İkinci Dünya Savaşı
sonrasında
Soğuk
Savaş’ın
çıkmasına
zemin
hazırlayan
dönemde
küreselleşmenin de ivme kazanmasıyla başladığı kabul edilir (Castles ve Miler,
2008:96).1970’li yılların ortalarından bu yana karmaşık bir süreç olarak giderek
ivme kazanan, küreselleşme hareketi içerisinde önemli bir kilit nokta olarak yerini
almıştır. Küreselleşmenin en önemli özellikleri, kültürel ürünlerin, ticaretin,
yatırımların ve insanların sınırlar arası dolaşımı ve çok farklı konumlardan kontrol
edilebilen ulusaşırı ağların yaygınlaşmasıdır (Castles ve Miler, 2008:3). Bu
bağlamda uluslararası göç hareketliliği için İkinci Dünya Savaşı’nın bir dönüm
noktası olduğu kabul edilir.
Ancak İkinci Dünya Savaşı’nın bitimiyle birlikte özellikle dış göçün ya da
uluslararası göçün özellikleri değişim göstermiştir. Avrupa devletleri savaş
sonrasında yıkılan ekonomilerini düzeltebilmek amacıyla ve azalan nüfuslarının da
etkisiyle iş gücü açıklarını kapatmak için yoğun nüfusa sahip ülkelerden işçi
talebinde bulunmuşlardır. Bu durum ise İkinci Dünya Savaşı’nı izleyen yıllarda
Avrupa’ya kitlesel göçün başlamasının sebebini oluşturmuştur. Savaş sonrası
dönemde 30 milyon civarında işçi ve işçi yakını Batı Avrupa’ya göç etmiştir.
İnsanlık tarihinin en büyük göç hareketlerinden biri olan bu olayın başladığı 1950
yılından 1975 yılına kadar olan süre zarfında göç alan ülkelerin nüfusu 10 milyon
artmıştır(Kılıçaslan, 2006:10).
1945 sonrasında dünyada meydana gelen çoğu göç hareketi hükümetler ve
işverenler tarafından düzenlenen emek göçü hareketliliği olarak karşımıza
çıkmaktadır. 1945- 1970 arası dönemi dünya konjonktürel yapısı, siyasi ve
ekonomik durum üç farklı göç türünün ortaya çıkışına sahne olmuştur; işçilerin
“misafir işçi sistemi” yoluyla Avrupa çevresinde yer alan ülkelerden Batı Avrupa’ya
göç, sömürge işçilerinin eski sömürgeci güçlere göçü, önce Avrupa’dan ve sonra
14
Asya ve Latin Amerika’dan Kuzey Amerika ve Avustralya’ya yapılan kalıcı göç.
(Castles ve Miler, 2008:97). Bu dönemin en önemli özelliği ekonomik temelli
olmasıdır. Batı Avrupa’ya yabancı işçi göçleri öncelikle ekonomik etmenlerden
kaynaklanmıştır. İşçilerin, kısmen zorunlu, göç ettirilmesi durumu beraberinde göç
alan ülkelerin toplumsal yapılarında değişimlere neden olmuştur.
Göçmenlerin
yaşadığı sorunlar ise başta kültürel sorunlar olmak üzere bu araştırmada
ayrıntılanacak başka birçok sorunu beraberinde getirmiştir. Eski sömürgeci güçlere
göç eden sömürgeci işçilerinin durumu ise misafir işçilerden biraz farklı bir yapıya
sahiptir. Eski sömürgeci gücün zaten vatandaşı olduklarından dolayı orada
yaşamak için önceden sahip oldukları haklarını kullanmışlardır.
1945-1970’lerin ortalarına kadar hızlanan iş gücü ithali 1973-’74 Petrol
Krizi’nin ortaya çıkışına kadar devam etmiştir. Petrol fiyatlarının artışı ekonominin
durgunlaşmasına neden olmuş ve göç alan ülkeleri yeni göçmen politikaları
uygulamaya itmiştir. Göç alan ülkeler yeni göçmen işçi alımını durdurmuş ve hatta
göçmenlerin
ülkelerine
dönmeleri
için
tedbirler
alma
yoluna
gitmişlerdir(Başçeri,2001:19).
Yeni göçmen işçi alımı önemli yasal düzenlemelerle sınırlandırılmıştır ancak
göçmenleri vatanlarına döndürme tedbirleri artık istenmeyen “misafir işçilerin” geri
dönmeleri için yeterli olmadığı gibi beraberinde göç alan ülkeye yeni sorunlar
getirmiştir. Örneğin Almanya’daki ekonomik durum göç politikaları konusunda
büyük görüş ayrılıklarına sebep olmuştur, Alman İşverenler Derneği (Deutscher
Unternehmer Verband) sosyal hizmetlerin aşırı kullanımından dolayı yetersiz
kalmasından korkarak başlangıçta olduğu gibi dönüşümlü göç ilkesine dönülmesini
talep etmişlerdir. Alman Sendikalar Birliği (DGB) ise ucuz iş gücü rekabetinin
ortaya çıkacağından ve illegal göçün artacağını savunmuş ve “entegrasyon”
ilkesini savunmuştur (Unat,2002:63). Şüphesiz tüm bunlar, Almanya gibi diğer
ülkelerde de ortaya çıkan farklı görüşler ayrımcılığın ve yabancı düşmanlığının
göçmenleri tehdit etmeye başlamasının ilk işaretlerini vermiştir.
Ham petrolün fiyatını dört katına çıkaran 1973-’74 petrol ambargosu,
ekonomik
durgunluk,
gittikçe
yükselen
işsizlik
üzerine
artık
istenmeyen
göçmenlere uygulanan politikalar batı Avrupa’ya göçün durgunlaşmasına neden
15
olmuş ancak 1980’lerin ortalarından itibaren tekrar yükselişe geçmiştir. Ekonomik
ve politik sorunlardan uzaklaşıp daha iyi yaşam koşullarına sahip olma fikrinin
yeniden yükselişi1980’lerin dünya ekonomik durumu hakkında bize bilgi
vermektedir.
1990’ların ortalarında günümüze kadar olan süre zarfında ise özellikle Batı
Avrupa ülkesine yönelik göç akınları istikrarlı hale gelmiştir. Batı Avrupa genelde
geçici ve yüksek vasıflı göçmen kabul etme eğilimindedir. Özellikle, 11 Eylül
2001’de Amerika’daki İkiz Kulelere yapılan terör saldırılarından sonra Amerika
Birleşik Devletleri’nin vize alımını zorlaştırıcı uygulamaları ile Avrupa da vize
işlemlerine yeni ve zorlaştırıcı maddeler eklemiştir. Örneğin yüksek öğrenim gören
öğrencilerin, yüksek gelir sahiplerinin ülkeye girişleri kolaylaşabilmektedir. Nitekim
vize işlemlerindeki bu tarz engellemeler göç hareketliliğini etkilemiştir.
Saldırıyı takip eden aylarda Amerika ve devletin katı göç düzenlemesini
yürürlüğe koymaya çalıştığı ve çoğu Endonezyalı olan birçok göçmenin 2002
yılında sınır dışı edildiği Malezya bu duruma örnektir (Castles ve Miler,2008:257).
Dolayısıyla tüm dünyada “biz” ve “öteki” algısının yerleşmesini sağlayan bu
uygulamalar günümüzde de devam etmektedir.
Günümüzde dünyanın küreselleşme etkisiyle “küçülmüş” olması iletişimin,
ulaşımın kolaylaşması; göçün sebepleri ve sonuçları açısından farklılıklar
göstermesine neden olmaktadır. Günümüzde göç için yapılmış tek bir tanım
olmamasının nedeni de göç olgusunun dinamik oluşundan kaynaklanmaktadır.
Sürekli bir devinim halinde olan göçü araştırmacılar, inceledikleri konuya göre
kriterlere ayırmak durumunda kalmışlardır. Göçü beş bölümde incelemek
mümkündür;
a)
Gidilen yere göre ( İç göç, dış göç)
b)
Zamana göre ( Kısa Süreli Göç, Uzun Süreli Göç)
c)
Nedenine göre ( Gönüllü Göç, Zorunlu Göç)
d)
Büyüklüğüne göre (Bireysel Göç, Aile (grup) Göçü, Topluluk (kitlesel)
Göç)
e)
Yasallığına göre (Yasal Göç, Yasadışı Göç)
16
a) Gidilen yere göre göç; ülke nüfusunun ülke içerisindeki hareketliliği iç
göçtür. Ülkemizde cumhuriyet dönemi sonrası kırsal şehirlere yapılan göç, iç göç
örneğidir. Plansız yapılaşma sonucu bir gecede inşa edilen imarsız gecekondular
ve hükümetlerin gecekondu muhitlerini “oy deposu” olarak görmesi günümüzde
büyükşehirlerimizi ekonomik ve sosyal anlamda zor durumda bırakmıştır.
Ülke nüfusunun ülke sınırları dışına bir süre kalmak, çalışmak, yaşamak
amacıyla çıkışları anlamına gelir. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Batı Avrupa’nın
içine düştüğü ekonomik sıkıntıdan kurtulmak amacıyla iş gücü nüfusu fazla,
özellikle de Akdeniz ülkelerinden iş gücü ithal etmesi sonucu Batı Avrupa’ya dış
göç artmıştır.
b) Zamana göre göç; göç hareketliliğinin kısa süreli, uzun süreli oluşu ilk
olarak 1932’de Cenevre Kongresi’nde görüşülmüştür. Kongrede bir yıl ve daha
fazla olan göç hareketleri uzun süreli göç olarak tanımlanır, bir yıldan daha az olan
göçler kısa süreli göç olarak tanımlanır(Kılıçaslan,2006:55-56).
c) Nedenine göre göç; nedenlerine göre göç çeşitleri kişilerin iradelerine bağlı
olarak değişen hareketliliktir. Zorunlu ve gönüllü göç iradeye bağlı olarak değişen
göç hareketliliğidir. Zorunlu göç hareketinde, göçmenlerin kısmen inisiyatif
kullanabildikleri durumlar olduğu gibi kontrolün kendi ellerinden tamamen alındığı
durumlar da vardır (Gürkan, 2006:35). İlkel dönemde deprem, savaş gibi büyük
afetler kontrollü göçe örnek verilebilir çünkü göç etmeye karar veren göçmenlerdir
ve göç ettikleri yerde yaşamlarını benzer biçimde sürdürebilirler.
Nasyonal Sosyalist İşçi Partisi’nin (Nazi) Almanya’da iktidara geldiği 1933
yılından itibaren Alman ırkını diğer ırklardan temizlemek düşüncesiyle, Alman
olmayanları toplama kamplarına alması durumu ise göçmenlerin inisiyatif
kullanamadıkları zorunlu göç hareketliliğine örnektir. Göçmenler göç ettirildikleri
yerde eski yaşamlarını sürdüremezler.
Gönüllü göç hareketliliğinde karar organı yalnız bireylerin kendileridir, gönüllü
göç hareketliliğine serbest göç de denilmektedir. Farklı bir kültürde yaşamak,
17
eğitiminin tamamını ya da bir bölümünü başka bir yerde görme isteği gibi bireyin
kendi isteklerinden kaynaklanan göç hareketleridir.
d) Büyüklüğüne göre göçler; bireysel göç hareketliliği, bireyin kendi isteğiyle
çalışma, eğitim alma gibi ihtiyaçlarından dolayı gerçekleştirilen göç hareketliliğidir.
Kitlesel göçlerin ortaya çıkışının en büyük nedenlerinden biri gönüllü göçlerdir,
gönüllü göçler sonucunda bireylerin göç ettikleri yerden kendi bölgeleriyle bir çeşit
iletişim kurmaları kitlesel göç hareketliliğini hızlandırır. Türkiye’de Cumhuriyet
yıllarından sonra ortaya çıkan köyden kente göç de kitlesel göç konusuna örnektir.
Öncelikle bireysel başlayan göç, bireyin göçmen olarak gittiği yere yerleştikten
sonra yanına ailesini almak istemesi durumuyla devam eder, aile (grup) göçü bu
şekilde gerçekleşir. Aile (grup) göçünü gerçekleştiren bireyin zamanla yakınlarıyla
iletişime geçmesi, bilinmeyen bir yerde yaşama korkusunu ortadan kaldırır. Bu
durum da kitlesel göçü hızlandırır.
e) Yasallığına göre göçler; göçün kanuni yollarla yapılıp yapılmaması
durumudur. Yasal göçler herhangi bir amaçla yapılan ve bireyin kendi isteğiyle
ülkesi dışında yaşamını sürdürmek amacıyla gerçekleştirdiği yasal hareketlerdir.
Göç edilen ülkenin yasal prosedürlerine göre göçmen, kalma amacına göre bazı
haklar elde eder. Oturma, çalışma, eğitim görme, vatandaşlık hakları yasal olarak
göç eden göçmenlerin elde ettikleri haklardır. Yasal yollarla göç etme hakkı
uluslararası hukukun gereklerinden biri olsa da her ülke kendi kriterlerini
uygulamaktadır (Kartal, 2008:10).
Yasadışı göç, bireyin yasal olarak yaşadığı yeri terk ederek başka bir ülkenin
yasalarını ihlal edecek şekilde ülkeye giriş yapması, ikamet etmesi, çalışması
anlamına gelmektedir. Bireysel olabileceği gibi bunu organize bir şekilde
gerçekleştiren yasadışı örgütler de bulunmaktadır.
18
Yasadışı göç yalnızca ülke sınırından kaçak olarak geçmek değildir. Teslim
edilmesi gereken belgelerin sahteliği, pasaport ya da vize süresinin geçmiş oluşu
da yasaların ihlali anlamına gelmektedir1.
Yukarıda da görüldüğü gibi amaçları göz önüne alındığında göç olgusu çok
farklı şekillerde karşımıza çıkmaktadır. Kitlesel göçler çoğu zaman uzun süreli
göçlere örnektir, yasal göçler aynı zamanda bir dışa göç örneğidir. Göç çeşitleri
birbirleriyle öyle ilişkilidir ki bir göç hareketliliğini yalnız başına açıklamak hale
gelmektedir.
2.1.2 Göç teorileri
Göç çalışmaları süresince üretilen kuramlar bireye, hane halkına, topluma,
ulusal ve uluslararası pazarlara etkileri göz önüne alınmıştır. Tarihte önceden
yaşanmış göçleri aydınlatmak amacıyla yapılan araştırmalar yoluyla ortaya
çıkarılan kuramlar gelecekte yaşanacak göçlerin araştırılmasına ışık tutması
açısından önemlidir.
2.1.2.1. İtme-çekme kuramı
İlk olarak Everett Lee tarafından 1966 yılında ortaya konulan İtme- Çekme
Kuramı A Theory of Migration isimli makalesinde yer almıştır (Aksoy, 2012: 295).
İtme –Çekme Kuramına göre göçe sebep olan düşük gelir, düşük hayat standardı,
ekonomik fırsatların yokluğu, politik baskılar gibi etmenler itme faktörleridir. Yüksek
kazanç, işgücü talebi, ekonomik fırsatlar ve politik özgürlük ise çekme faktörleridir.
Bu kurama göre yaşanılan yerde ve gidilmek istenen yerde çekici ve itici faktörler
bulunmaktadır. Lee’ye göre göçe sebep olan belli başlı faktörler bulunmaktadır.
Bunlar; yaşanılan yer ile ilgili etmenler, gidilmesi düşünülen yer ile ilgili etmenler,
engeller ve bireysel etmenlerdir.
İtme- Çekme teorisini savunan birçok araştırmacı çeşitli çevresel,
demografik
ve
ekonomik
faktörlerin
göçü
belirleyen
etkenler
olduğunu
savunmuşlardır. İtme ve çekmenin olması için iki önemli faktör belirleyicidir; (1)
Mersin Emniyet Müdürlüğü Resmi İnternet Sitesi, Yasadışı Göç Ve Göçmen Kaçakçılığı,
Http://Mersin.Pol.Tr/Emn/?Page_İd=751
1
19
kırsal nüfusun büyümesi tarımsal ve doğal kaynaklar üzerinde Malthusyan etkiye 2
neden olur, bu durum da insanları kırsal alan dışına iter. (2) yüksek ekonomik
koşullar insanları endüstrileşmiş ülkelere ve şehirlere yönlendirir (Martin ,2008).
Kuramda temel yapı itibariyle itme ve çekme faktörleri göreceli ve kişiseldir.
Dolayısıyla ekonomik durum, yaş, cinsiyet, etnik köken, medeni durum, çocuk
sahibi olmak gibi faktörlerin değerlendirilmesi itme çekme teorisi için oldukça
önemlidir. Kurama göre mutlak itme ya da mutlak çekme faktöründen söz
edilemez, göçe neden olan faktörlerin hepsi bir bütün olarak incelenmelidir.
Lee’nin kuramda belirttiği diğer durum ise göçün belirleyenleridir. Göçü belirleyen
iki boyut vardır biri kişisel (mikro) faktörler diğeri ise kişisel olmayan (makro)
faktörlerdir (Çağlayan,2006).
Nitekim 30 Ekim 1961 tarihinde Alman ve Türk Hükümetleri arasında
imzalanan “Türk İşçilerinin Almanya Federal Cumhuriyetine Gönderilmesine Dair
Anlaşma” sonrasında Türkiye’den Almanya’ya başlayan göçün en önemli
sebeplerinden biri o dönemde Almanya ekonomisinin çekiciliği, Türkiye’de
gözlemlenen gizli ve açık işsizliğin itici gücü olmuştur (Aksoy,2010).
Her bireyin göç kararı verirken içerisinde bulunduğu durum farklı olduğundan
itici ve çekici faktörler kişiden kişiye değişim gösterir. Çocuğunun eğitimi itici bir
faktör olan birey göç etmek isterken çocuğu olmayan birey için eğitimin itici ya da
çekici göç olup olmaması önemli değildir.
2.1.2.2. Dünya sistemleri kuramı
İtme çekme kuramının merkezinde birey vardır. Dünya sistemleri kuramının
temelinde ekonomik güce sahip olan ülkeler ve çevrelerindeki zayıf ülkeler yer alır.
Immanuel Wallerstein tarafından ortaya atılan kurama göre merkezdeki
kapitalist ağlar kapitalist olmayan toplumların çevre dokularına sızması çevredeki
Thomas Malthus nüfusun geometrik olarak arttığını buna karşın yiyeceklerin maksimum aritmetik şekilde
arttırılabilirliğini savunmuştur. Buna göre yiyecek insanın önemli bir yaşam bileşeni olduğu için, eğer kontrol
edilmezse, herhangi bir alanda veya dünya çapında nüfusun büyümesi şiddetli gıda sıkıntısına yol açacaktır.
Malthus uzun süre içinde nüfus artık hızını önlemek için kontrollerin var olmasına karşılık yoksulluğun
devam edeceğini savunmuştur.
2
20
nüfusun göç etmesine neden olur (Unat, 2006: 32). Kurama göre dünya; merkez
ve çevre olmak üzere ikiye ayrılmış ve bu ikili dünya birbirine ekonomik anlamda
bağımlı olarak varlığını sürdürebilmektedir.
Dünya sistemleri kuramı göç sürecini sömürgecilik ile ilişkilendirir. Özellikle
küreselleşme
sürecinde
gelişmiş
ülkeler
teknoloji,
medya,
sermaye
ve
hammaddenin yönetiminde üstünlük sağlamış durumda olduklarından, çevre
ülkelerden merkez ülkelere göç kaçınılmaz bir şekilde artmıştır (Aksoy,2012:295).
Merkez ülkeler genellikle ekonomik ve sosyal açıdan gelişmiş ve kapitalizmi
benimsemiş ülkeler olarak belirtilmektedir. Çevre ülkeler ise merkez ülkelerin
çevrelerinde olan görece az gelişmiş, ekonomik açıdan zayıf ülkelerdir ve bu
yönden de merkez ülkelere bağımlıdırlar.
Kurama göre merkez ülkeler emek yoğun sektörlerde çalıştırmak için vasıfsız
işçileri seçmekte, vasıfsız işçileri seçerken de kendi ülkesindeki vasıfsız işçiden
daha ucuza çalıştırabileceği göçmen işçileri kabul etmektedir. Bu işçiler bazen
kaçak göçmenler arasından seçilip çalıştırılabilmektedir. Bu şekilde üretim
maliyetinin düşürülmesi hedeflenmektedir (Çağlayan,2006).
Dünya Sistemleri Kuramı’na göre kapitalist sistemde merkez çevre ilişkisi
içerisinde; merkez ülkeler maliyeti sürekli düşürme eğilimindedir. Bunun için de
düşük ücrete razı olacak iş gücüne ihtiyaç vardır. Bir ülkeye göçmen olarak giden
bireyin iş bulma ihtiyacının ivediliği bireyi düşük ücretle çalışmaya zorlamaktadır.
Bazen kaçak göçmenler, yasal göçmenlerden daha da düşük ücretle çalışmaya
razı olduklarından merkez ülkeler göç hareketliliğini bütünüyle engelleme
eğiliminde değildir. Fakat önemli olan nokta, ülkeye kaçak ya da yasal yollarla
giren, çok düşük ücretle çalışmaya razı olan bireylerin vasıfsız işçi statüsünde
olmalarıdır.
2.1.2.3. İlişkiler ağı (Network) kuramı
İlişkiler ağı kuramı göç olgusunun sebeplerini açıklayan bir kuram değil,
göçün zaman ve mekan ilişkisi kapsamında sürdürülmesinin nedenlerini açıklayan
21
bir kuramdır. İlişkiler ağı kuramının temelini; göçmenlerin göç ettikleri ülkede
kurdukları, aynı zamanda göç alan ülke ile göç veren ülke arasında da kurdukları
sosyal ağların varlığı ve bu ağların, sure giden karşılıklı göçler üzerine olan etkisi
oluşturmaktadır (Çağlayan,2006).
Var olan sosyal bağların güçlü ya da zayıf olması önemli değildir. Abadan –
Unat bu bağları şu şekilde tanımlar: “ Göçmen ilişkiler ağı, geldikleri ülke ile
yerleştikleri ülkelerde eski göçmenler, yeni göçmenler ve göçmen olmayan kişiler
arasında ortak köken, soydaşlık ve dostluk bağlarından oluşan kişiler arası
bağlantılardır.” (Unat, 2006:34).
1961 yılından itibaren daha yüksek ücretlere kavuşmak ümidiyle Almanya’ya
ilk Türk göçünün ardından, Almanya’ya çalışmak için önceden giden eş, dost,
akrabalar yoluyla yeni yeni göç dalgaları oluşmuştur. O sıralarda işçiler “ismen
davet” (nominal recruitment) adı altında işverenlerin parasal garantisi ve yol
masraflarının ödenmesi koşuluyla Almanya’ya göç dalgası ilişkiler ağı ile
büyümüştür. İlişkiler ağı sayesinde sonradan gelenler, kendilerinden önce
gelenlerden maddi olanaklar açısından daha avantajlıdır çünkü yabancı bir ülkeye
ilk kez giden göçmenler özellikle yüksek meblağları kendileri karşılamak
durumdadır.
Bu kuramın dayandığı varsayımlar şunlardır;
 Göçmen ilişkiler ağı, göç hareketini özendirmek suretiyle göç etme isteğini
sürekli yaygınlaştırmaktadır.
 Ücret farklılığı önemini kaybetmekte çünkü göçmen işçiler ağları göçün yol
açtığı masrafları ve içerdiği rizikoları azaltmaktadır.
 Göçmen ilişkiler ağları, kurumsallaştıkları ölçüde sosyoekonomik açıdan
saha az seçici olmakta, gönderen ülke topluluğunu daha fazla temsil
etmektedir.
 Göçmen ilişkiler ağları, kurulduktan sonra, kabul eden ülkelerin hükümetleri
bu akımı denetlemekte büyük zorluk çekmektedir. Benimsenen göç
politikaları ne olursa olsun, göçmen örüntüler oluşturmaya devam
etmektedir.
22
 Göçmenlerle ailelerin birleşmesini hedefleyen politikalar göçmen ilişkiler
ağlarını güçlendirmekte, zira belli bir ilişkiler ağına mensup olan üyelerinin
aile bireylerine özel giriş hakkı tanımaktadırlar (Unat, 2006:36).
2.1.2.4. Göç sistemleri kuramı
Göç Sistemleri Kuramına göre, bir göç sistemi birbirinden karşılıklı göçmen
alan- veren iki ya da daha fazla ülke tarafından oluşturulur. Yaklaşım hem göç
akışının amaçlarının sorgulanması hem de göç alan ve göç veren bölge ya da
ülkeler arasındaki bütün bağlantıların araştırılması anlamına gelmektedir. Sözü
edilen bağlantılar devletlerin birbirleriyle olan ilişkileri, karşılaştırılmalar, kitle
kültürü bağlantıları, aile ve toplumsal ağlar olarak ayrılabilir.
Kuram, göç hareketlerinin göç veren ve göç alan ülke arasında sömürgecilik,
siyasal etkileşim, ticaret, yatırım veya kültürel bağlara dayanan ve önceden var
olan bağlantılar üzerinden ortaya çıktığını savunur. (Castles ve Miler,2008:37).
Göç sistemi kuramı, bir ya da birden fazla merkez konumundaki ülke ile çok fazla
göçmen yollayan ülkelerden oluşmaktadır. Kuramın varsayımları;
 Göç sisteminde yer alan ülkeler birbirine yakın olmak zorunda değildir.
 Dağınık halde de bulunan merkez ülkeler birbiri ile örtüşen gönderen
ülkelerin göçmenlerini kabul edebilirler.
 Bazı ülkeler birden fazla göç sistemine mensup olabilmektedir.
Ülkeler toplumsal değişim, ekonomik ya da siyasi dalgalanma gibi nedenlerle
sisteme girebilir ya da sistemden çıkabilir, sistemler istikrarlı değildir (Unat,
2006:39).
Göç sistemleri yaklaşımı, göçe yönelik herhangi bir sosyal hareketin makro
ve mikro yapılardaki karşılıklı etkileşiminin bir getirisi olabileceğini göstermektedir.
Bu çerçevede, makro yapılar çok geniş bir yelpazedeki kurumsal faktörleri
gösterirken, mikro yapılar ise göçmenlerin kendilerine ait olan inanışlarını,
davranışlarını ve kendi aralarındaki etkileşim ağını göstermektedir (Savaş
Çağlayan,2006).
23
2.2. Ulusötesicilik
İlk olarak Nigel Young tarafından 1983’te, Gandhi’nin ilkelerinden etkilenen
bir toplumsal akımın vasıtasıyla ortaya atılmıştır. Kavram ana hatlarıyla etnik
azınlıklar, yerel/kentsel gruplar ve feminist akımları açıklamak için kullanılmaktadır
(Unat, 2006:10).
1960larda “ulusötesi” kelimesi yaygın olarak birden fazla ülkede faaliyet
gösteren şirketleri betimlemek için ekonomi öğrencilerinin kullandığı bir terim
olmuştur. Yaygın kullanımda ulusötesi kelimesi, bilim adamları tarafından sıfat
olarak; ulusal sınırların azalması ve ulusal sınırları kapsayan siyasi fikirlerin
gelişmesi anlamında kullanılmaktadır. Bu kullanımı artık her sözlükte bulabilmek
mümkündür. Sosyal bilimler ve kültürel çalışmalarda ise ulusötesi kelimesi küresel
merkezin yeniden yapılandırılması; insanların, fikirlerin ve objelerin yayılması ve
üretimde ulusal sınırların öneminin azalması gibi çeşitli anlamlar kazanmıştır.
(Schiller ve Linda ve Stanzon, 1995:49).
Ulusötesicilik kavramı büyük mesafelerin varlığına rağmen ve uluslararası
sınırların (hukuki sınırlılıklar, ulusun içinde bulunduğu koşullar) mevcudiyetine
bağlı olmaksızın anavatanla olan ilişkilerin sürdürülmesi ve güçlendirilmesi olarak
tanımlanmıştır (Vertovec,1999).
Ulusötesiciliğin varlığından bahsedebilmek için;
 Sosyal organizasyonları, iletişimi ve hareketliliği devam ettiren bir sosyal
yapının varlığı
 Anavatanın toplumunu gidilen ülke toplumundan daha fazla tanıyan bir
göçmen grubunun varlığı
 Kültürün yeniden üretimini sağlayacak yeni bir müziğin, modanın, filmlerin
varlığı
 Ulusötesi uygulamaları sürdürebilecek ulusötesi şirketlerin varlığı
 Birleşmiş Milletler (UN) gibi siyasete katılımı sağlayan ve siyaseti
etkileyebilen uluslararası sivil toplum kuruluşlarının varlığı
24
 Yalnız iletişim, internet, medya yoluyla köklere bağlanmak değil çeşitli
yasal, siyasal ve kültürel bağlarla yerelliğin kalkınmasına katkıda bulunma
durumunun varlığı gereklidir (Vertovec,1999).
Ulusötesicilik, 1945’te İkinci Dünya Savaşı sonrasında Soğuk Savaş’la
birlikte, küreselleşmenin doğal bir sonucu olarak ortaya çıkmıştır. Ulusötesiciliğin
belirginleşmesini ve hızlanmasını sağlayan unsur küreselleşmedir. Küreselleşme
esas olarak; ekonomik, sosyal, kültürel, teknolojik ve politik anlamda bütünleşmeyi
öngörmektedir. İletişim araçlarının yaygınlaşması, ulaşım araçlarının ucuzlaması,
internet kullanımının artması, bir ürünün dünyanın her yerinden satın alınabilecek
duruma gelmesi küreselleşmenin günümüzdeki halidir. Her alanda kendini
hissettiren bu değişim aynı zamanda yasal göç, sığınmacı hareketleri, illegal göç
gibi göçün her çeşidinin artışına neden olmuştur. Küreselleşme ile artan göç
hareketleri ise zamanla yeni kimlikleri, bölünmüş kimliklerin ortaya çıkmasını
sağlamıştır(Unat,2006:7). Bu yüzden Ulusötesicilik kavramı, göç ve kimlik,
asimilasyon ve çok kültürlülük kavramlarıyla birlikte kullanılmaktadır.
Göçmenler genellikle göç kabul eden ülke toplumundan sosyal, kültürel, dini
açıdan farklıdır. Bu, sanayi - tarım toplumu arasındaki farklılıklar olabileceği gibi
dış görünüş, giyim tarzı gibi fiziksel farklılıklar da olabilir (Castles ve Miler,
2008:18). Göç kabul eden ülke vatandaşının çalışmaya razı olmayacağı düşük
ücretli işlerde göçmenlerin çalışması bu sebeple düşük kiraların uygulandığı
semtlerde yaşamak zorunda kalma durumu göçmenleri gittikleri ülke toplumundan
fiziksel, sosyal ve sınıfsal olarak farklı kılar. Ulusötesi göçler devam ettikçe
göçmenlerin oluşturduğu etnik farklılıklar da artmaktadır.
Hem fiziksek hem sosyal, kültürel ve dini farklılıklar; göçmenlerin aidiyet
sorunu yaşamalarına neden olmaktadır. Gittikleri ülkede “öteki” olarak algılanan
göçmenler “bizden” olarak kabul görecekleri anavatan ile çeşitli ilişkiler geliştirerek
bu aidiyet hislerini öz kültürlerinden yana kullanmaktadır. Yoğun olarak Türklerin
yaşadığı semtlerde yaşamak, Türk futbol takımlarını tutmak, Türk marketlerinden
alışveriş yapmak, Türk geleneklerine bağlı yaşamak, Türk aile yapısına uygun
ataerkil yapının devam etmesi, dini ritüellerin sürdürülmesi; Almanya’daki Türk
göçmenlerin ulusötesici faaliyetlerine örnek olarak verilebilir.
25
2.2.1. Ulusötesicilik kuramı
Asimilasyon teorilerinin göçmenlerin çok taraflı ve çok yerelli pratiklerini ve
faaliyetlerini, kendilerini birden çok yere ait hissetmelerini açıklayamaması üzerine
ulus devletin sınırlarını aşan göç hareketlerini incelemek üzere ulusötesi göç
kavramı ortaya atılmış, göç alan ülkedeki etnik, toplulukların, geldikleri ülkelerle
kurdukları güçlü bağları açıklamak için ulusötesi topluluk kavramı geliştirilmiştir.
Göçlerin devam etmesi ve göçmenlerin yerleşiklik kazanmalarına karşın, yol
masraflarının ucuzlaması, kitle iletişim araçlarının yaygınlaşması, bireylerin adeta
iki ülkede birden yaşamasına, tek bir ülkeye duyulan aidiyet hissinin zayıflamasına
yol açmıştır. Bireyler kimliklerini bir yandan tek bir ülkeye bağlı olmadan
geliştirirken bir yandan da kültürel, dini, etnik ve ekonomik faaliyetlerde bulunarak
göç ettikleri yerler ve yaşadıkları ülkeler arasında köprü oluşturmaktadır.
Günümüz göç araştırmalarında Ulusötesicilik (transnationalism) tartışmasız
en önemli kavramdır. Öyle ki göçmenliği tanımlayan yeni kelimelerin ortaya
çıkmasına neden olmuştur. “Immigrant” kelimesi göçmen anlamına gelmektedir,
günümüzde ise ulusötesi göçmenleri ve özelliklerini tanımlayan “transmigrant”
kelimesi kullanılmaktadır. Sözlük anlamlarına bakıldığında ikisinin de göçmen
anlamına geldiği görülmektedir. Glick Schiller, transmigrant kelimesinin, günlük
yaşamı uluslararası sınırı aşan sürekli ve çoklu iletişime dayanan, kimlikleri birden
fazla ulus tarafından yapılandırılmış olan göçmen anlamına geldiğini açıklar.
Ulusötesiciliği bir kuram olarak kabul eden Glick Shiller; göçmenlerin yaşadıkları
ve geldikleri ülke arasında kurdukları ve sürdürdükleri sosyal bağlar ve bağlantıları
göçmenlerin penceresinden bu şekilde açıklamaktadır.
Glick Schiller ulusötesici pratikleri görebilmek adına alan araştırmalar
yapmıştır. Bunlardan biri New York City’de yaşayan Haitililerin kurduğu bir tür
hemşeri örgütüdür (Schiller, Basch, Blanc,1995). Örgüt, bir yandan New York
City’deki Haitililerin uyumu için çalışmalar yaparken, bir yandan da Haiti’de bazı
programlar yürütmektedir. Benzer bir alan araştırması da, Portes tarafından
Brooklyn’de yaşayan Meksikalılarla yapmıştır (Portes, Luis, Patricia,1999)
Araştırma Brooklyn’de yaşayan ama Meksika’daki köylerine güvenli su sistemi
kurmak için çalışan göçmenlerin ulusötesici pratikleri ile ilgilidir.
26
Küresel
ekonominin
gelişmesi
göçmenleri
hem
küresel
kapitalizmin
merkezinde hem de gelmiş oldukları ülkede eş zamanlı olarak yaşamaya
itmektedir; sermaye birikiminin değişmesi işgücü göçü alan ve iş gücü göçü veren
ülkelerde hem sosyal hem de ekonomik koşulların bozulmasına neden olmaktadır.
Hem Avrupa’da hem de Amerika’daki ırkçılık yeni gelenlerin ve akrabalarının
ekonomik ve siyasi güvensizliğine sebep olmaktadır. Hem göç alan hem de göç
veren ülke toplumlarının ulus devlet inşası, göçmenler arasında politik bağ
oluşturmaktadır (Schiller ve diğerleri, 1995).
Küreselleşmenin belirtilerinden biri olan iletişim ve ulaşım teknolojilerinin hızlı
ilerleyişi, ulusötesi göçmenlerin geldikleri yerlere geldikleri yerlerle yakın ilişkilerini
sürdürmelerini kolaylaştırmaktadır. Kuram ulusaşırı göçmenler bazında özne
olarak insana vurgu yapmaktadır. Ulusötesicilik yukarıdan aşağı çokuluslu şirketler
ve devlet gibi güçlü aktörler ile aşağıdan yukarı göçmenler ve akraba ilişkileri
olarak iki kısımda incelenir(Castles ve Miler, 2008:41) bu araştırmada üzerinde
durulacak konu göçmenler ve akraba ve arkadaşlık ilişkileri, bu ilişkilerin oluşumu
ve sürdürülmesidir.
Thomas Faist, Sistematik bir ulusötesicilik kuramı oluşturmak amacıyla kendi
kavramını oluşturmuştur. Uluslararası Göç ve Ulusaşırı Toplumsal Alanlar başlıklı
kitabında yeni bir göç modeli oluşturmuştur. Faist başlıca iki soru üzerinde
durmaktadır:
(1) Dünya nüfusuna kıyasla, neden bu denli az insan göç etmektedir ve
neden bu denli az insan bu denli çok yerden göç etmektedir?
(2) Neden bu göçmenlerin çoğu bu denli az yere göç etmektedir?
Bu iki soru ile Faist, göç kuramında hem ilişkiler ağı teorisine atıf yapmakta
hem de sosyal sermaye kavramı üzerinde durmaktadır.
Göçmenler ve akraba ilişkileri ile oluşan toplumsal bağlar kişiler arası sürekli
bir ilişkiler ağıdır. Katılımcılar bu sürece ortak çıkarak, yükümlülükler beklentiler ve
normlar
oluştururlar.
Ulusötesi
bağlar
da
toplumsal
bağlar
sonucunda
27
oluşmaktadır, göçmenler ulusötesi bağlarını çeşitli toplantılara, kulüplere üye
olarak güçlendirdikleri gibi akraba gruplarında belirginleşen biyolojik bağ temelli de
olabilmektedir. Yerleşilen ülkedeki bu ulusötesi ilişkiler ağı resmi işlemlerde de
kendini gösterir. Sembolik bağlar, toplumsal bağlar gibi sürekli bir ilişkiler ağı
değildir, sembolik bağlar doğrudan irtibatın yokluğunda bile göçmenleri ortak
paydada buluşturabilen bağlardır. Sembolik bağlar; aynı dini inancın, dilin, etnik ya
da milli grubun mensuplarını içeren doğrudan ilişkilerin daha ötesinde bağlardır
(Faist, 2003:146).Göçmenler, sembolik ve toplumsal bağlar ile anavatanlarına
bağlanmayı sürdürmektedir. Öz kültüründen, değerlerinden, normlarından ve
ritüellerinden farklı bir çerçevede yaşayan ve aidiyet sağlamak amacıyla geldiği
topluma ayak uydurmaya çalışan göçmenlerin bu süreci yönetme şekilleri
birbirinden farklıdır. Sembolik ve toplumsal bağlar ise bu süreci etkileyen
faktörlerdir.
Göç çalışmalarında kullanılan Ulusötesicilik; göç ve göçmenlik kavramlarının
bir
arada
kullanılması
ve
göçmenlerin
memleketleriyle
olan
bağlarını
sürdürmeleridir. Ulusötesicilik, hem göç veren hem de göç alan ülkeleri dikkate
alır. Kuramın en önemli varsayımı göçmenlerin gittikleri ülkede uzun dönem
yerleşmiş olmalarıdır. Ulusötesicilik, hem göç veren hem de göç alan ülkelerdeki
sosyal, siyasi ve ekonomik süreçleri inceler. Mültecilerin, sürgünlerin, siyasi
mültecilerin, sığınmacıların ve hatta ülkelerindeki savaş ve şiddetten kaçan
göçmenlerin
bile
kendi
formlarında
ulusötesici
davranışlar
sergiledikleri
bilinmektedir (Dufoix,2008). Bu durum literatürde “mülteci ulusötesiciliği” olarak
anılmaktadır.
Göçmenlerin Ulusötesi davranışlarını etkileyen unsurlardan biri de coğrafi
konumdur. El Paso, Paris ve New York şehirlerindeki göçmenlerin ulusötesici
davranışları üzerine yapılan bir araştırma, sınır komşusu ya da göreceli yakın
ülkelere göç eden göçmenlerin ulusötesici bağlarının daha fazla olduğunu
kanıtlamıştır. Aynı araştırmaya göre sınır komşularına göç etmiş göçmenlerin nadir
olarak kendi ülkelerini ziyaret ettikleri gözlemlenmiştir. El Paso’da yaşayan
göçmenler, çok ucuz ve kolay olmasına rağmen nadir olarak kendi ülkeleri olan
Meksika’yı ziyaret etmektedir ( Castaneda, Morales,Ochoa, 2014:305-334).
28
Göç çalışmalarında ulusötesicilik özgün ve yeni bir kültür inşa etmektedir.
Kültürlerin birbiri içine geçmesi ile göçmenler arasında yeni günlük pratikler ve
sosyal alanlar ortaya çıkmaktadır. Kümelenme, dilin melezleşmesi, kültürel
değişim ve dönüşüm örnekler arasındadır. Göçmen, ekonomik hareket etmek
zorundadır dolayısıyla her hangi bir şehirde göçmenlerin görece daha fazla
oturduğu semtler ekonomik anlamda yaşaması daha kolay olan semtlerdir ve
kümelenme olması kaçınılmazdır.
Gençler arasında birbiri içine geçen iki kültürün yeni moda, müzik ve sanat
akımları ortaya çıkarması ise ulusötesiciliğin doğal bir sonucudur. Bu melez kültür
fenomenlerinin üretimi olarak kabul edilen “yeni etnik yapı” farklı alanlarda hem öz
kültürünü hem de bulundukları ülkenin kültürünü alan ulusötesici gençlik olarak
toplumda kendini göstermektedir (Vertovec,1999). Bu gençler arasında kültür ve
kimlik, birden fazla kökenden bilinçli olarak seçilir, bağdaştırılır ve ayrıntılandırılır.
Öte yandan Cohen ve Vertovec makalesinde ulus-ötesi deneyim yasayan
insanların bu süreçte giderek ulus-devlet yapılarından koptuklarının da altını çizer.
Ulus-devlet sınırlarını dışında oluşan bu doku, bir süre sonra göç edenleri basit
“azınlıklar” olmaktan çıkaracak ve giderek artan sayıda diasporaların oluşumuna
neden olacaktır (Ünlü, 2007:18).
Göçmen gençler arasındaki kültür ve kimlik inşasını bu yönde etkileyen;
sosyal medya, internet ve kitle iletişim araçlarıdır. Gayatri Spivak’a göre kültürel
özgünlük
ve
farklılık
söylemi,
ulusötesici
tüketimin
paketlenmiş
şeklidir
(Spivak,1989:269-92). İnternet ve kitle iletişim araçları yeni bir kültür üretiminde ve
ulusötesici davranışların yaratılmasına etkilidir. Ulusötesiciliğin göç çalışmalarında
yeni bir alan oluşu yalnız kültürel ve sosyal bilimlerin konusu olarak açıklanırsa çok
yalın kalacaktır, ulusaşırı insan dolaşımının, iletişimin, sosyal bağların, para
akışının, bilgi ve görsellerin kolay dolaşımı aynı zamanda karşılaştırmalı ampirik
çalışmaların da konusunu oluşturmaktadır. Ulusötesicilik üzerine yapılan bütün
çalışmaları aynı çatı altında incelemek mümkün olmadığından üç farklı açıdan
değerlendirilmesi uygun olacaktır; ekonomik ulusötesicilik, siyasi ulusötesicilik ve
sosyokültürel ulusötesicilik.
29
Ekonomik ulusötesicilik; ulusaşırı hizmet sunan ve sağlayan girişimcileri
kapsar. Günümüzde yerel pazarın tanımı bile küresel dolaşıma açık ve kolay
ulaşılabilir
olduğundan
ekonomik
ulusötesicilik
çok
uluslu
şirketleri
tanımlamaktadır. Burada unutulmaması gereken nokta beyin göçüdür. Beyin göçü
ile oluşan göç günümüzde profesyonel orta sınıftan oluşan, modern göç
çalışmalarının en önemli unsurlarıdır. Emek göçü; bireyin başka bir ülkede kendi
ülkesinden bağımsız olarak çalışması olabileceği gibi, kendi ülkesinde merkezi
bulunan bir şirketin başka bir ülkedeki ayağı da olabilir.
Siyasi ulusötesicilik; siyasi partilerin politik aktiviteleri, devlet görevlileri ve
toplum liderlerinin ana amacı göç aldıkları ya da göç verdikleri ülkede, siyasi güç
ve etkilerini sürdürmektir. Bu amaçla, erk sahibi siyasi parti ya göçmen karşıtı bir
politika izleyecek ya da göçmen yanlısı bir politika izleyecektir. Ülkenin ekonomik
durumuna da bağlı olarak kontrol mekanizması oluşturmak adına söylem
değiştirebilir, uluslararası politika yapıcıları etkileyebilir ve hatta sınır kontrollerine
müdahale edebilirler.
Sosyokültürel Ulusötesicilik, araştırmanın konusunu göreceli daha çok
kapsamaktadır. Portes’in tanımına göre yurtdışında ulusal kimliğe daha çok
yönelme ya da kültürel ürünlerden ve olaylardan duyulan ortak hazdır (Portes ve
diğerleri,1999:217-37). En önemli özelliği ilk ve sonraki jenerasyon göçmenlerin bu
ortak hazza sahip olması ve sürdürme eğiliminde olmasıdır. Portes’e göre
ulusötesicilik aynı zamanda yeni bir asimilasyon ya da asimilasyonun bir
alternatifidir.
Nasıl ki göç kavramını açıklayan tek bir tanım yoksa ulusötesiciliği açıklayan
da tek bir tanım yoktur. Göç çalışmaları konusunda kavramın ve dolayısıyla
kuramın çok bakir olması konunun anlaşılmasını güçleştirmekte ve göç alanında
uzmanlaşmış
sosyal
bilimcilerin
de
kuram
konusunda
farklı
yaklaşım
geliştirmelerine neden olmaktadır. Thomas Faist’e göre bir davranışı özgün yapan,
birden fazla ulus devletin göç sisteminin bir biri içerisine geçmesi durumudur.
Özgünlük, göçmenin yerleştiği ülkede özünde var olan değerleridir. Göçmen aynı
zamanda yerleştiği ülkede kendine alanlar yaratır, bu ulusötesi alanlar göçmenler
için yalnız fiziki alanları değil aynı zamanda fırsat yapılarını, sosyal hayatı; göreceli
30
değerleri, belirli çerçeve anlam kazanmış olguları da kapsamaktadır. Ulusötesi
alanlar böylece bölgesel bir toprak parçasından ayrılarak daha geniş alanlara atıf
yapmaktadır.
Ulusötesi sosyal alanlardan bahsedebilmek için üç karakteristik ilişki olması
gerekmektedir. Bunlardan ilki karşılıklılık ilişkisidir. Kendisinden önce göç
edenlerle ilişkilerin olması, kurulması ve sürdürülmesi durumudur. İkincisi; ticari
ağın oluşumu, dolaşımı ve sürdürülmesidir. Sonuncusu ise, kültürel kimliğin
varlığından doğan dayanışmadır. Bu üç karakteristik özellik birbirini etkileyen ve
tetikleyen ilişkileri oluşturmaktadır. Karşılıklılık, ticari bağlar ve kültürel kimlik
zamanla iki farklı kültürün melezleşmesine sebep olabileceği gibi, iki kültürden
birinin tam anlamıyla reddine de sebep olabilir. Göçmenler sürekli bir dönüşüm
süreci içerisindedir; kültür dönüşür, dil dönüşür, değerler dönüşür, sosyal ve
sembolik bağlar dönüşür. Başka bir deyişle ulusötesici göçmenler, kimlik
anlayışlarını yeniden biçimlendirirler. Bu yeni oluşan kimlik, basit ve kaybolmuş bir
kimlik değil aynı zamanda yeni ve benzer bir kimliktir de. İki farklı kültürün de bir
araya gelmesi ile hem göç veren hem de göç alan toplumlarda çoklu bir kültürel
yapı ortaya çıkmaktadır (Kivisto, 2010).
Ticari bağların kültürel kimliğin ya da karşılıklılık ilişkisinin doğabilmesi için
zaman önemlidir, bu ilişkilerin doğması için kesin bir zaman diliminden
bahsedilemez ancak, kültürün dönüşümü, sosyal ve sembolik bağların oluşması
için uzun bir süre geçmesi gereklidir. Bir ülkeye yeni gelen ve yerleşen göçmenin
ulusötesici bağlar geliştirecek ne maddi olanağı ne de bunun için zamanı yoktur.
Bu bakış açısıyla ulusötesici davranışlar öncelikle hayırseverlik ya da iş
ilişkileri bağlamında ortaya çıkmaktadır. Yerleşilen ülkede kurulan ilişkilerin
oluşması için birikim olması, ulusötesicilik kuram tanımı yapılırken mutlak dikkate
alınmaktadır.
Bu araştırmada memleket ile kurulan duygusal bağların oluşturduğu
sosyokültürel ulusötesiciliktir. Göçmenlerin memleketleri ile daha güçlü duygusal
bağ
geliştirmeleri
daha
çok
göçmenin
ulusötesici
davranışlar,
pratikler
geliştirmesini beraberinde getirmektedir. Ekonomik kaynakların büyüklüğü, daha
31
fazla göçmenin ulusötesici davranış ve pratik geliştirmesini sağlamaktadır ve bir
ülkedeki göçmen sayısının büyüklüğü algısı ülkede yaşayan insanların negatif
algısını tetikleyerek ülkedeki göçmenlerin ulusötesici davranış ve pratiklerini
geliştirmektedir.
Dünyanın en çok göçmen nüfusuna sahip olan ülkesi Amerika Birleşik
Devletleri’nde yaşayan Dominik, Kolombiyalı ve El Salvadorlular arasında yapılan
bir araştırma; bu ülkelerden gelen göçmenlerin memleketlerindeki sivil toplum
örgütlerine katılım sağladıklarını, para akışının devam ettiğini, özel ve dini tatillerini
memleketlerinde geçirdiklerini ve hatta kendi ülkelerinin spor
takımlarını
desteklediklerini ortaya çıkarmıştır (Itzigsohn, Saucedo, 2002).
Ulusötesi göçmenler arasında ulusötesici davranışların büyüklüğünü ya da
şiddetini ölçmek sosyal bilimlerin her alanında olduğu gibi imkansızdır. Ancak bazı
değişkenler, ulusötesici pratiklerin yoğunluğunu anlamamıza yardımcı olur. Yaş,
cinsiyet, medeni hal, eğitim ve sahip olunan çocuk sayısı gibi demografik veriler
pratiklerin kendiliğinden mi yoksa yönlendirilme sonucu mu oluştuğu konusunu
aydınlatır. Vatandaşlık alma durumu da ulusötesici pratikleri arttıran ya da azaltan
bir değişkendir. Yerleştiği ülkenin vatandaşlığını alan göçmenin kendini yaşadığı
ülkeye ait hissetmesi, aidiyet hissi pratikleri azaltan bir unsur olarak kabul
edilmektedir. Dünyanın dört bir yanından ABD’ye gelen göçmenlerin kendilerini
Amerikalı olarak tanıtması bu duruma örnektir (Itzigsohn, Saucedo, 2002).
Göçmenin ailesinin, çocuklarının memlekette yaşamını sürdürmekte olması
ulusötesici pratikleri arttıran bir faktördür. Göçmen bu durumda ya ailesini kendi
yaşadığı ülkeye göçe yönlendirmekte ya da kendisi de ülkesine dönmektedir. Son
ve günümüzde belki de en önemli değişken iş piyasasının durumu ve mobilitesidir.
Bu değişkenler hem göç veren hem de göç alan ülkeyi ve tabi ki göçmenleri
sosyoekonomik ve kültürel yönden etkilemektedir.
Ulusötesicilik kuram olarak göçmenlerin memleketleri ile sürdürdükleri
ekonomik, sosyokültürel ve siyasi pratiklere atıf yapar.
Özellikle araştırmanın
üzerinde durduğu konu ise göçmenlerin sosyoekonomik pratikleridir. Aile
birleşimleri, dini ritüeller, ortak değerlerin sürdürülmesi ve medya takibi
sosyokültürel ulusötesiciliği kapsamaktadır. Tüm ulusötesici pratikler ve ilişkiler
32
göçmenleri öz kimliklerine, göç etmeden önce olduğundan çok daha sıkı
bağlamaktadır ( Vertovec, 2001).
İlk yerleşen göçmenlerin çocuklarının ve onların çocuklarının zaman
içerisinde babanın- atanın memleketine ve kültürüne uzaklaşacağı düşüncesi
tamamen değişmiş, tersine dönmüştür. İkinci ve sonraki kuşak göçmenlerin kültür
ve kimlik algısı ilk kuşaktan çok daha yoğundur, göç çalışmalarında ulusötesiciliğin
önem kazanması da bunun sonucudur. Ancak kuşakların öz kültüre ilk kuşağa
nazaran daha önem vermesi kendiliğinden gelişen bir süreç değildir.
Üçüncü kuşak Almanya’da doğan, Alman toplumunda yaşayan Türk kökenli
göçmenlerini, Türk kültürel ritüellerine sıkı sıkıya bağlanmaya iten nedenler daha
çok tepkisel ulusötesicilik kuramı konusunu oluşturur. Özellikle kitlesel göçün
söylemde bir meta konusu haline gelmesi ile toplumda yerleşen-yerleştirilen
göçmen karşıtı algı, göçmenlerin anavatan ile bağlarını kuvvetlendirme eğilimi
göstermelerine sebep olmaktadır.
2.2.1.1. Tepkisel ulusötesicilik kuramı
Küreselleşmenin iş gücü hareketliliğini kolaylaştıran yapısı ile çok kültürlülüğü
görünür kılması ya da küresel krizlerin ortaya çıkardığı panik havasının ulusal
politikalara, bilhassa göçmenlere yönelik dışlayıcı bir tavırla yansıması göçün,
ırkçılık ve yabancı düşmanlığı penceresinden değerlendirmeye açmaktadır
(Yılmaz, 2008:100).
II. Dünya Savaşı sonrası başlayan ve dönemsel anlamda devam eden
kitlesel göç ve göçmen sayısının artışı, içinde bulundurduğu ulusal azınlıklara
rağmen etnik kimlik, dil, din, kültürel ve siyasi tecrübe gibi bağlayıcı faktörlerle bir
çok Avrupa ülkesinin zamanla kültürel ve etnik anlamda heterojen bir yapıya
bürünmesini sağlamıştır. Ülkede artan yabancı nüfusun hem dini ve kültürel
açıdan farklı oluşu, ülkenin başarısız politikaları ve memlekete geri dönme planı ilk
kuşak göçmenlerin toplumla bütünleşememiş olmalarına neden olmuştur. Ancak
bu durum, sonraki kuşaklarda yerel toplumu rahatsız eden bir unsur olarak kendini
göstermektedir.
33
Özellikle Avrupa’da göçmenlerin sorunlu gruplar olarak algılanmasına neden
olan üç süreç bulunmaktadır.
-
Yabancı düşmanı ve aşırı milliyetçi partilerin Avrupa’daki mevcut sorunları
sömürmeleridir, kültürel ve dini yönden farklılıklarından ötürü “sorunlu”
kabul edilen göçmenlerin toplumun çeşitli merhalelerindeki ihmaller
nedeniyle problemli bir yaşam sürdürmekte olduğu göz ardı edilmektedir.
-
Geleneksel demokratik partilerin, ülkedeki göçmen nüfusunu kontrol altına
almak amacıyla uyguladıkları sıkı politikaların nüfusun “sorunlu” kısmının
hükümet nezdinde tanınmış olduğunu görünür kılar.
-
Avrupa’nın bütünleşmesinin doğal bir sonucu olarak fakir ve güvensizlik
ortamı
algısının
göçmen
ve
mülteciler
üzerinden
anlatılmasıdır
(Maier,2002).
Bu üç sürecin de kendiliğinden oluşmadığını belirtmek gerekir, topluma
sonradan gelenler karşısında otoritesini kaybetme endişesi taşıyan politikacılar
dışlamacı tavır ile yabancı varlığını siyasi arenada seçim malzemesi yapmaktadır.
Böylece hem göçmenlerin yaşadığı sorunlar ve hak ihlalleri derinleşmekte hem de
seçim malzemesi olma durumları stabil seyretmektedir.
Bu bağlamda kitlesel göç, ekonomik kalkınma ya da insan hakları gibi ele
alınması gereken temel konular arasında değil; güvenlik ve suç konuları ve
sorunları çerçevesinde ele alınmaktadır. Bu ve benzeri olumsuzluklarla karşılaşan
mülteci ve göçmenlerin, yerleştikleri ülkeye uyum gösterememelerinin ve adapte
olamamalarının nedeni karşılaştıkları olumsuz tutumlar ve bu tür dışlanmalar
karşısında
yeniden
çaba
göstermeye
nedenlerinin
kalmaması
olarak
açıklanmaktadır.
Göçmenlerin şehirlerde “ayrı” alanlarda ikamet etmeleri, “gettolaşma” olarak
ifade edilmektedir. Gettolaşmanın sebepleri arasında ailevi ve çevresel bağlantılar,
ekonomik koşullar sayılabileceği gibi önemli bir bölümü de sosyal dışlanma ve
doğrudan ayrımcılığa maruz kalan grupların toplumdan ayrışması ile ortaya
çıkmaktadır. Kültürel ve dini kimliğin ortaya çıkardığı farklılıklardan ötürü toplumda
kabul görmeyen göçmenler, sosyal dışlanmanın doğal bir sonucu olarak kendi
34
kültürel kimliklerini sağlamlaştırmaya çalışmaktadır (Yılmaz,2008:77). Dolayısıyla
göçmenlerin ya da mültecilerin yani topluma yeni eklemlenenlerin içine kapanarak
birbirleriyle iletişim kurmaları, toplu hareket etmeleri halkı rahatsız edip
korkutmakta, politik söylemlerde ifade edilen önyargıların da pekişmesini
sağlamaktadır.
Göçmenlere karşı ayrımcılık bilhassa radikal olaylarla ilişkilendirilerek, dinin
temel alınması konusunda kendini göstermektedir. Irkçılığın kişileri sınıflandırma
özelliğinden yola çıkarak Müslümanların siyasi, etnik, kültürel referanslarda ortaya
çıkan farklılıklar da bir sınıfa; İslam’a indirgenerek açıklanmakta ve farklılıkların
beraberinde getirdiği her çeşit tedirginlik de bir din üzerinden okunmaya
çalışılmaktadır.
Avrupa
Birliği
içerisindeki
Müslümanların
11
Eylül
2001
saldırılarından sonra “şüpheli” olarak kabul görmeleri, toplumun toplumsal
kimliğinin güçlenmesine neden olmuştur. Göçmenler ne kadar çok ayrımcılık ve
sosyal dışlanma ile karşılaşırsa o kadar dinsel kimlikleri etrafında bütünleşme
eğilimi göstermektedir (Sander, 2004).
Asimile olmayan, son dönemde göç ettiğinden dile hakim olmayan yaşadığı
ülkede hayatta kalmak adına kötü işlerde çalışmak durumunda kalan ve dininin
terörle birlikte anılması sonucu potansiyel suçlu olarak kabul gören göçmenler
etnik, kültürel ve dinsel kökenlerine daha sıkı bağlanmaktadır.
Yaşadığı ülkede kabul görmeyen, kendisine alt ya da aşağı ırk, kültür olarak
bakılan göçmenler maruz kaldıkları sosyal dışlanma sonucunda uyum ve
bütünleşmeden dışlanarak “gettolarda” yaşamaktadır. Kendisine böyle bir alan
oluşturmak zorunda bırakılan göçmenler, aynı zamanda yaşadıkları yerler
nedeniyle toplumdan kaçtıkları ve topluma uyum sağlamadıkları yargısıyla bir kez
daha dışlanmış olmaktadır.
Sosyal dışlanma, ırkçılık, yabancı düşmanlığı; sosyal, kültürel ve siyasi pek
çok
alandaki
olumsuzlukların
ülkedeki
göçmenler
üzerinden
okunmaya
çalışılmasına ve “dışsallaştırılması”’na bağlı olarak artmaktadır. Bu bağlamda
göçmen ya öz kültürünü ya tamamen kaybedecek ya da bütünüyle öz kültürüne
dönecektir.
35
Kuram; göçmenlerin maruz kaldığı ayrımcılık,
toplumun negatif algısı,
kabullenilmeme gibi nedenlerle anavatanla olan sosyal, kültürel, dini ilişkilerini
arttırma eğiliminde olduğunu savunmaktadır (Itzigsohn ve Saucedo, 2002:772).
Göçmenlerin negatif deneyimleri ve “bizden değil” algısı arttıkça ulusötesi
ilişkilerini kurma ve geliştirme durumları artar. Kuram, karşılaşılan negatif bir
deneyimin,
göçmenin
bulunduğu
toplumun
tümünü
ayrımcı
olarak
değerlendirmesine neden olacağı üzerinde durur.
Bu bağlamda göç kabul eden ülkeler üç grupta incelenebilir; bazı göçmen
yerleşimciler genel nüfusa dahil olurlar ve farklı etnik grup oluşturmazlar. Bunlar
genellikle göçmen olarak bulundukları çoğunluk nüfusu ile sosyoekonomik, dini ve
kültürel
anlamda
benzeşen
gruplardır.
Avustralya’da
yaşayan
İngilizler,
Avusturya’da yaşayan Almanlar bu gruplara örnek olarak verilebilir. Burada dikkate
alınması gereken nokta Avustralya kültürel ve dini sembollerinin İngilizler ile
benzer olmasıdır.
Bazı göçmen yerleşimciler de etnik cemaatler oluştururlar. Bu topluluklar,
göçmen olarak yaşamlarını sürdürdükleri ülkelerde siyasi katılım, vatandaşlık,
ekonomik
koşullar
ve/veya
sosyal
haklar
çerçevesinde
sosyal
dışlanma
yaşamasalar bile belirli yerleşim yerlerinde ikamet etme, kendi dil ve kültürlerini
koruma eğilimi taşımaktadırlar. Bu durum, etnik cemaat oluşturan göçmenlerin
toplumda yaşadıkları ayrımcılığın doğal bir sonucu olarak oluşması açısından
önem taşır. Bu yapıya Avustralya, ABD ve Kanada’da yaşayan İtalyanlar örnek
olarak verilebilir.
Bazı göçmen yerleşimciler de etnik azınlık oluşturmaktadır. Etnik cemaatlere
benzer
şekilde,
bu
topluluklar
da
dillerini,
dinlerini,
kültürlerini
koruma
eğilimindedir. Fakat buna ek olarak, bu grup aynı zamanda sosyoekonomik
anlamda dezavantajlıdır. Zayıf yasal statü, sosyal dışlanma, vatandaşlığa kabul
edilmeme, sosyal ve siyasal haklardan mahrumiyet, etnik ya da ırkçı ayrımcılık,
ırkçı şiddet ya da nefret gibi sebeplerle toplum genelinden kısmen dışlanırlar.
Avustralya, Kanada ve ABD’deki Asya kökenliler. Birçok batı Avrupa ülkesindeki
Türkler bu kategoridedir (Castles ve Miler, 2008:348). Tepkisel ulusötesicilik ikinci
36
ve üçüncü kategoride yer alan etnik cemaatler ve etnik azınlık oluşturan ülkeler ve
bu ülkelerde yaşayan göçmen davranışlarını incelemektedir.
Gerek etnik cemaatler için gerekse etnik azınlıklar için sosyal dışlanma
bağlamında ‘ben’ ya da ‘biz’ ve ‘öteki’ ayırımı temelinde kişisel ve kültürel kimliğini
oluşturmak durumunda kalan göçmenler özellikle de yetişme çağında olan gençler
zaman zaman özgünlüklerini, din ve ulusal kökenlerini aşırı vurgulama eğilimi
gösterirler. Özgünlüğü koruma durumu öz saygı ihtiyacının bir parçasıdır.
Değişik yoğunlukta göçmenler tarafından deneyimlenen yasal ve toplumsal
ayrımcılık ve sosyal dışlanma, yabancı düşmanlığı, ırkçılık, işsizlik ve sınırlı siyasal
haklar sonucu oluşturulan toplumsal alanlar; dışlanma, hor görülme ve ayrımcılık
gibi olumsuz etmenlerden uzaklaşma olanağı sağladığı gibi kültürel kimlik
bakımından da çok önemli olan “aidiyet duygusunu” da vermektedir(Kula,
2012:19).Yaşadığı toplumda kabul ve saygı görebilmek adına kendine, kendinden
bir sosyal alan yaratan göçmen ihtiyaç duyduğu aidiyet hissini yarattığı alandan
almaktadır.
Göçmenler ulusötesici bağlarla memleketlerine bağlanma eğilimindedir. Bunu
kuvvetlendiren en önemli unsurlar; yerleşilen ülkedeki göçmen algısı, yaşam
memnuniyetinin eksikliği ve gidilen ülkede göçmenin sürekli memleketi ile
anılmasıdır. Burada önemli olan ülkenin ekonomik durumuna göre değişen
göçmen söylemi ve göçmene toplumda “göçmen” olmasından ileri gelen
tanımlamalardır (Schiller, Fouron,1999).
Tepkisel ulusötesicilik kuramı; toplumda yüksek seviyede dışlanma ve
ayrımcılıkla karşılaşan göçmenin kendini değerli hissettiği yer ile kurduğu aidiyet
ilişkileridir. Göçmenlere yönelik ayrımcılık ile göçmenlerin memleketleri ile
kurdukları iletişim, bağlar ya da pratikler doğru orantılı olarak artacaktır. Göç
çalışmalarında negatif uyum (entegrasyon) olarak kabul edilmektedir (Castañeda,
Morales, Ochoa, 2014).
Tepkisel
ulusötesicilik,
kolektif
kimliğe
atıf
yapar.
Kolektif
kimliğin
gelişimindeki ulusötesici yönü vurgulamak işçi göçmenlerin ve mültecilerin iki
37
kültür arasında yaşadığını söylemekten farklıdır. Kolektif kimlik hem paylaşılan
inançların, fikirlerin, ortak tarih bilincinin ve ortak istekleri tanımlamanın ana
merkezi hem de kolektif karakter, belirli ilgi alanlar, hatıralar konusunda yapılan
ortak tanımlamalardır. Kimlik; rollere, ilişkilere ve örgütlere atıf yapabilir (Faist,
2003:302).
2.3. Ötekileştirme
Avrupa son dönemde aşırı sağ partilerin yükselişi, gittikçe artan milliyetçilik
söylemleri ve yabancılara yönelik ayrımcı ve dışlayıcı politikaların hayata
geçirilmesine sahne olmaktadır. Irkçılık, sosyal dışlanma, yabancı düşmanlığı gibi
konuların hem günümüzde hem de araştırmada üzerinde sıkça duruluyor oluşu
‘öteki’nin farklı şekillerde ele alınması gerektiğini vurgulamaktadır.
Göç, etnisitenin önem kazanmasında belirleyici bir faktör olmuştur. Gittikleri
ülkede dezavantajlı konumda olan göçmenler, karşılaştıkları ayrımcı politikalar ve
davranışlar nedeniyle yoksullukla özdeşleştirilmiş; dışlanmayla, farklı sosyal
güvenlik politikalarıyla karşı karşıya kalmışlardır. Kültürel bağlar, aidiyet hissedilen
grupla bağların sıkılaştırılması, kendi kültürünü gittiği yerde yaşatma isteği, bu
dışlanmayla birlikte yükselme eğilimi taşımaktadır. Bu noktada ise, „öteki‟ olmak
giderek içselleştirir. Böylece etnisiteye bağlı ayrımcılık, karşı hareketi tetiklemiştir.
(Fenton 2001: 36–37). Bu noktada etnik grup; birlikte yaşama, gelenek, görenek,
kıyafet, mutfak, inançlar, törenler gibi unsurların kaynaşmasından oluşan bir
süreçle belirlenir. „Ben‟ ve „Öteki‟, kendini tanımlama, kendi algı ve düşüncelerine
göre, kendisi olmayanı oluşturma şeklinde bizzat kültür üzerinden inşa edilir.
Irkçılık, ötekinin farklı şekillerde ele alınmasına bağlı olarak ortaya çıkan
tarihsel bir fenomen olarak tanımlanır. Avrupa’nın tarihinde farklı dil, din ve ırklarla
birlikte yaşama kültürü olmadığından, farklı ve yabancı olanlar, topluma yeni
gelenlere, Avrupa içerisinde kuşku ile bakıldığını ve bu durumun günümüzde de
devam ettiğini söylemek gerekir (Yılmaz, 2008:5).
Öteki algısının ve korkusunun ulusal kimlik ve kültüre olan vurgusu toplumdaki iyi
ve kötü algısını etkilemektedir. Toplumdaki iyi ve kötü algısı öteki ya da yabancıyı
38
bir taraftan kötü olarak kabul ederken kendini iyi olanla özdeşleştirme eğilimi
gösterir. Bunun sebebi ise ötekinin kendi hakkındaki fikirlerini hesaba katan
bireyin/toplumun, kendi kimliğini ötekinin öz benine göre inşa etmesi durumudur.
Toplumsal olarak iki tür öteki varlığından söz edilir; ilki zaten bizden olmayan,
bizimle aynı dili konuşmayan, aynı dinden olmayan, aynı gelecek kaygısını
taşımayan yani bize kökten yabancı olanlardır. İkinci tür öteki ise içimizden
çıkardığımız, aslında bize yabancı olmayan, yani bizim ürettiğimiz ötekilerdir, yani
toplumun ötekileştirdikleridir (Temizer, 2013: 223-240). Göçmenler hem ilk gruba
hem de ikinci gruba dahil edilebilir. Açıkça görüldüğü gibi göçmenler ilk gruba
zaten dahildir; çoğunluk toplumuyla aynı dil, din, gelecek kaygısı, ortak değerlere
sahip değildir. Bu organik bir süreçtir ve kendiliğinden oluşmuştur ancak ikinci grup
bir sosyal müdahale sonucu oluşturulmuştur. Böyle bir durumda, bir devlet sınırları
içerisinde sayıca ve güç bakımından azınlıkta olan göçmenler değersiz görülen,
kendilerinden aşağı bir konuma yerleştirilen „öteki‟ olarak tanımlanır. Toplum
içerisinde yaşanan olağan dışı değişimler ve sorunların sorumlusu olarak her
zaman „öteki‟ görülür.
2.4. Entegrasyon
Entegrasyon sözlüklerde uyuşma, anlaşma, birleşme ve bütünleşme gibi
terimleri ifade etmektedir. Gerçekte ise kelimenin, sınırları belli ve açık bir ifadesi
bulunmamaktadır. Fakat kavram uyum kelimesi ile birlikte anıldığı için asimilasyon
ile arasında sınırları çizmek için genelde “var olanı kaybetmeden uyum”
açıklaması eklenmekte kavram daha girift bir şekilde açıklanmaktadır.
Göçmenler konusunda yapılan ilk araştırmalar asimilasyon teorisi ile
açıklanmıştır. Göçün ana nedeninin insanların daha iyi yaşam koşullarına sahip
olmak olduğu bilinmektedir. Yaşadığı toplumda sosyal ve ekonomik anlamda hiçbir
sorun yaşamayan insanlar göç etme eğiliminde değildir. Asimilasyon, göçmenlerin
yeni geldikleri ülkenin yaşam koşullarına ve kurallarına uyum sağlayarak bu ülkede
yaşamaya devam edebilecekleri ya da ekonomik kazanç elde ettikten sonra kendi
ülkelerine geri dönmeleri gerektiği üzerinde durmaktadır. Dolayısıyla gittiği ülkenin
yaşam tarzına uyum sağlamayan birinin ülkede yaşamaması gerektiğini
39
savunmaktadır. Asimilasyonda kültürel baskı vardır. Günümüzde küreselleşmenin
de etkisiyle değişime uğramış olan asimilasyon kavramı yerini her iki ülke
kültürünün birlikte kabul edilmesi gerektiğini savunan entegrasyon kavramına
bırakmıştır( Şahin, 2010:55).
Entegrasyon konusunda yapılan ortak bir tanımlama yoktur. Küreselleşme ile
asimilasyon teorilerinin yerini alan bu kavram, göçmenlerin, hem gittiği ülkenin
hem de anavatanlarının kültürünü eş zamanlı olarak benimsemesi anlamına gelir.
Ancak entegrasyonun tanımını yapanların tanımlamalarının birbirinden çok farklı
oluşu, kelimenin sınırlarını belirsiz kılmaktadır.
Entegrasyon kendini kültür, kültürleşme, sosyal-ekonomik politik konum,
etkileşim ve kimlik alanlarında göstermektedir. Yeni toplumun kültürü ile orijinal
kültürün geleneklerinin ve dilinin etkileşimi sonucunda ortaya çıkan kültürleşme,
topluma yeni gelen bireyin ekonomik, sosyal, siyasi haklarını içeren sosyalekonomik politik konum ile katıldıkları toplumun üyeleri ile kurdukları etkileşim ve
kişinin toplumsal yaşam içerisinde kendini nereye ait hissettiğini belirleyen kimlik
alanlarında kendini hissettirir ( Şahin,2010: 61).
Günümüzde entegrasyon genel anlamıyla sistem entegrasyonu ve soysal
entegrasyon olarak iki farklı boyuttan ele alınmaktadır. Sosyal entegrasyon,
Almanya’da
yaşamakta
olan
göçmenlerin
sosyal
entegrasyonu
hakkında
araştırmalar yapan ve sosyal entegrasyon teorisini oluşturmuş olan Esser’e göre
(Esser, 2000:56-61) kimlik, kültürleşme, etkileşim ve sosyal-ekonomik-politik
konum sosyal entegrasyonu oluşturan boyutlardır. Ayrıca Esser, kuşaklar
ilerledikçe bu boyutların asimilasyona daha çok yaklaşacağını savunur (Şahin,
2010:103-134). Ancak Esser’in dediği gibi asimilasyon her zaman kuşaklar
geçtikçe oluşan doğal bir sonuç değildir. Yasal düzenlemeler, siyasi partiler ve
dünyanın
çeşitli
yerlerindeki
göçmen
algısı
bu
süreci
etkilemekte
ve
şekillendirmektedir (Şahin, 2010:103-134).
Esser’in sistem entegrasyonu ise, göç alan ülkeye yeni gelen göçmenler ile
yerleşik üyeler arasında gerginlik yaşanmadan göçmenlerin topluma dahil edilmesi
sürecini kapsar. Göçmenler ülkede çalışarak, vergilerini ödeyerek, ülkenin yasal
40
kurallarını yerine getirerek sürece dahil olmuş olurlar ve sistem entegrasyonu
gerçekleşmiş olur. Sistem entegrasyonu fikrinde ülkenin dilinin çok iyi bilinmesi,
kültürün benimsenmiş olması ya da ülkenin yerleşik üyeleriyle iletişim kurulması
fikri önemsenmez.
Küreselleşme ile birlikte gelen çok kültürlülük, beraberinde kimliksel
farklılıkları daha belirgin hale getirmiş “biz” ve “onlar” arasındaki ayrımın da
netleşmesine neden olmuştur( Yılmaz, 2008:75). Entegrasyon da kavram olarak
günümüzde, “öteki” olarak kabul edilen ve kültüre sonradan gelerek dahil olanın
“biz” olarak kabul edilen baskın kültüre uyum sağlaması olarak tanımlanmaktadır.
Bu ise ülkelerin göçmenlere uyguladığı göçmen politikalarını belirlemektedir. Halen
Alman düşünce kuruluşlarından birinde araştırma yapmakta olan profesör Heinz
Kramer, 1997 yılında yapılan bir sempozyumda; Almanya’da yaşayan değişik etnik
ve dinsel kökene sahip olan, Türkiyeli insanların uzun dönemde kendilerini Türk
olarak niteleyemeyeceklerini, bunun entegrasyon (uyum) için vazgeçilmez öneme
sahip olduğunu belirtmiştir (Unat,2006:256).
Toplumda yönetimi elinde bulunduranların, politika yapıcıların ve egemen
çoğunluğun, asimilasyonu destekledikleri görülmektedir. Homojenlik fikrini ve
„ötekinin‟, kendilerinin üstünlüğünü kanıtlayan „onlar‟ gibi olmasını tercih ederler.
Toplumun bazı kesimleri ise asimilasyonun karışmaya neden olacağını, “ben” ve
“öteki” arasındaki ayrımın ortadan kalkacağını, ötekinin ayırt edilemeyeceğini öne
sürerek, asimilasyona karşı çıkarlar ve ayrımcılığı desteklerler. Bu sebeple
entegrasyon kavramının kesin bir tanımının olmayışı asimilasyonun nerede bitip
entegrasyonun nerede başladığı kavramını güçleştirmektedir. Tanımın muğlaklığı,
göçmenlerin entegrasyon tanımını toplumun genel algısı üzerinden yapmaları
sonucunu
doğurmaktadır.
Sistem
entegrasyonunu
tanımlamak
sosyal
entegrasyonu tanımlamaktan kolaydır; veriler somuttur. Ödenen vergiler, oturma
izni belgesi, ülkenin hukuk kurallarına uymak gibi kurallar sistem entegrasyonunu
gerçekleştirmiş olmanın örnekleri olarak verilir. Dolayısıyla bir göçmen dil bilmeden
de sistem entegrasyonunu gerçekleştirmiş sayılır. Sosyal entegrasyonun tanımı
ise sistem entegrasyonundan farklıdır. Esser, sosyal entegrasyonunu; kültürleşme,
sosyal-ekonomik-politik konum, etkileşim ve kimlik olarak dört boyutta inceler.
41
Kültürleşme; dil, gelenekler gibi konularda orijinal kültür ile yeni toplum
kültürünün etkileşimidir. Sosyal-ekonomik-politik konum ile topluma yeni gelen
bireyin sosyal konumunu, ekonomik konumunu ve politik konumunu ve bireyin
haklarını belirtir. Etkileşim, topluma yeni katılan bireyin kendi toplumu ve yeni
katıldığı toplum üyeleri ile iletişimidir. Kimlik ise kişinin toplumsal yaşamda kendini
nereye ait hissettiği ile ilgilidir. Bu dört boyut iki kültüre de uyumu açıklayan çoklu
entegrasyon, orijinal kültüre uyumun baskın olduğu segrasyon, yeni kültüre uyumu
içeren asimilasyon ve iki kültürü de reddetmeyi açıklayan marjinalleşmedir ( Şahin,
2008: 227-251).
2.5. İslamofobi (İslam Korkusu)
Tarihten günümüze bakıldığında Hıristiyanlığın Avrupa için bir birleştirici bir
yapıya bürünmesi İslam dininin ortaya çıkışı ile aynı dönemdir. 7. Yüzyıl
sonrasında İslam dinini ortaya çıkışı ile Avrupa’nın kendini uzun yıllar karşıtlığı
üzerine tanımladığı tarihte yerini almıştır. Haçlı seferleri bu bağlamda Avrupa’yı
uzun bir dönem birleştirmiş ve bütünleştirmiştir. Avrupa tarihte, İstanbul’un
düşmesi ile Hıristiyan kimliğinden ayrılmış ve deniz aşırı seferlerle kimlik bulma
yoluna girmiştir. İstanbul’un fethinin ardından Müslüman doğuyu yenememesi
sonucu Avrupa içerisinde merkezi batıya kayan bir üstünlük söylemi ile öteki
rolünü
Müslümanlardan
çok
‘barbar’
tanımlamasının
aldığı
görülmektedir
(Yılmaz,2008:88). Ancak bu dönemde de barbar olarak tanımlanan ve aşağı
görülenlerin Orta Doğu Müslümanları oluşu ve Hıristiyan değerlerinin evrensel
değerler algısı da İslam’ın dolaylı olarak öteki şekline bürünerek nefret söylemine
zemin hazırladığı görülmektedir.
İslam korkusu anlamına gelen İslamofobi, kavram olarak İngiltere’de 1968
yılında kurulmuş olan “Runnymede Trust” tarafından ortaya atılmıştır. Bu düşünce
kuruluşunun 1997 yılında yayınladığı “Islamophobia: A Challenge for Us All”
(İslamfobisi: hepimiz için bir sorun) isimli makalede İslamofobiyi İslam’a karşı
nedeni bilinmeyen düşmanlık olarak adlandırmıştır( Ayanlar, 2012:33).
11 Eylül 2001 saldırıları bir yandan ulusal ve uluslararası güvenlik
politikalarını değiştirirken bir yandan da köktendincilik tehdidinin artmasına yol
42
açmıştır. Saldırıları gerçekleştiren radikal grubun Müslüman asıllı olmaları,
Müslüman göçmenlerin diğer göçmenlere nazaran sorunlu bir grup olarak kabul
görmelerine dolayısıyla İslamofobinin yaygınlaşmasına neden olmuştur.
Bu çerçevede pek çok Avrupalı Müslüman etnik kimliklerine ya da dinsel
yaklaşımlarına bakılmadan iş, eğitim ve barınma konularında ayrımcılıkla
karşılaşmaktadır. Avrupa’da yaşayan yaklaşık 17 milyon Müslüman nüfus
yaşamaktadır bu sayı da AB’nin total nüfusunun %3.7sine karşılık gelmektedir. AB
içerisinde yaşayan Müslümanlar Fransa’da (6.12 milyon) ve Almanya’da (3.05
milyon) olmak üzere yaklaşım 10 milyon civarındadır. Müslümanların yerleştikleri
ülkede
uzun
sayılabilecek
tarihlerine
rağmen,
sözü
edilen
nüfusun
uyum(entegrasyon) konusunda yaşadıkları problemler, yaratılan korku ve bu
yöndeki algılamalar, Avrupalı toplumların İslam dini ve Müslümanlara yönelik
olumsuz davranışlarının olumsuz olarak biçimlenmesine sebep olmaktadır.
Kalıplaşan bu davranışlar ise İslam dininin Batı medeniyeti değerlerine uymadığı
gerekçesiyle ülkenin politika yapıcıları tarafından kullanılan söylemlerde vücut
bulmaktadır (Yılmaz, 2008:83).
Entegrasyon ile ilgili algılamalar, terör saldırılarının İslam ile bağdaştırılması,
küreselleşme, Avrupa entegrasyonunun beraberinde getirdiği sosyoekonomik
değişim ve bu değişim sonucu ortaya çıkan kaygı ve sembolik tehdit İslam dini ve
Müslümanlara yönelik davranışları etkileyen unsurlardır. Mevcut durum bu
grupların sosyal dışlanmasını, ırkçı düşünce ve davranışlara maruz kalmasını
tetiklemektedir.
İslam düşmanlığı ve korkusu olarak tanımlanan islamofobi, kendinden
olmayanı dışlama anlamındadır ve ırkçılığın yeni bir ifadesi olarak kabul
edilmektedir. Küreselleşmenin doğal sonucu olarak kendiliğinden gelişen göç
olgusu beraberinde kültürel, sosyal ve dini farklılıkları getirmiştir. Ancak Avrupa’nın
tarihinde, farklılıklarla birlikte yaşama tecrübesi olmadığından, geçmişten beri
yabancı olduğu bir din etrafında farklılıkları toplayarak sınıflandırması, kimliğin bir
parçası olan öteki için yüzeysel bir zemin sağlamaktadır.
43
3. BÖLÜM
1945 SONRASI GELİŞMİŞ ÜLKELERE GÖÇ
3.1. Avrupa’ya İşgücü Göçü
İlk çağlarda geçerli olan kölelik düzeni, ortaçağda kilisenin baskısı altında
feodalizmin kişisel özgürlükleri kısıtlayıcı yapısı göç yoluyla insanların ekonomik
ve sosyal durumlarını düzeltme isteklerini engellemiştir. Merkantilist dönemde de
nüfus
artışı
düşük
maaşlara
neden
olacağından
dışa
göç
yasaklanmıştır(Kılıçaslan, 2006:24).
Günümüzde bir devletin diğer bir devlet üzerinde, ister maddi, ister manevi
bir kontrol, nüfuz kurması veya bir üstünlük sağlaması anlamına gelen
emperyalizm, sömürgecilik kavramının yeni tanımı olmuştur. 19. Yüzyılda
Avrupa’ya işçi göçü sömürgecilik faaliyetleri ile gerçekleşmiş, Belçika, Fransa ve
Almanya bu faaliyetlere öncülük etmiştir. Avrupa’yı Afrika’yı sömürgeleştirme
faaliyetlerine iten en önemli faktör ekonomiktir( Armaoğlu, 2004:79).
20. yüzyılın başlarında Amerika tarafından vaat edilen özgürlük yeni bir hayat
şansı göç için çekici bir öge olmuştur öte yandan bu dönemde yaşanan ekonomik
sorunlar, kıtlık, tarımda yaşanan gelişmelerin yol açtığı işsizlik ise göç için itici bir
öge olmuştur(Gökdere, 1978: 12). Özellikle Amerika’ya yapılan göçler 2. Dünya
Savaşı’na kadar devam etmiştir. 2. Dünya Savaşı, dünya göç tarihi açısından
büyük bir dönüm noktası oluşturur. 2. Dünya Savaşı’nda Avrupa, yaklaşık 3 milyon
insanını kaybetmiş ve şehirleri yıkılmıştır (Akt: Kılıçaslan,2006:25).
Sovyet Rusya’nın komünist emperyalizmine hız vermesi ile Amerika,
savaştan sonraki barış ortamında Sovyet Rusya ile işbirliği yapamayacağını
anlamıştır. Bu durum Amerika’yı savaştan yenik çıkan ülkelere maddi yardımda
bulunarak ülkelerin Sovyetlerle işbirliği yapmasını engelleme yoluna itmiştir.
Amerika 1947’de, dönemin başkanı Harry S. Truman’ın isteğiyle Türkiye ve
Yunanistan’a askeri yardımda bulunmuştur. Truman Doktrini; esas olarak
Yunanistan ve Türkiye’ye askeri yardımını öngören Sovyetlerin doğrudan bu
44
ülkelere olan baskısını azaltma amacını güden bir doktrindir. Yenik devletlerin
Sovyetlerin yanında yer almasından korkan Amerika, Truman Doktrini’nden sonra
Avrupa’ya Marshall Planı çerçevesinde maddi yardımda bulunmuştur. Bu sayede
Sovyetlerin güçlenmesiyle birlikte bozulan dünya dengelerini düzeltmek istemiştir
(Armaoğlu, 2004:443). Truman Doktrini ve Marshall Planı, Avrupa’da iş gücü göçü
hareketliliğinde kilit öneme sahiptir. Yıkık şehirlerini yeniden yapılandırabilmek zor
durumdaki ekonomilerini güçlendirebilmek için gerekli olan maddi ve askeri
yardımı alan ülkeler ucuz iş gücüne ihtiyaç duymuş, bu ihtiyaç iş gücü göçünü
hızlandırmıştır.
1950-1960’lı yıllarda Batı Avrupa, Birleşik Amerika ve petrol üreten Ortadoğu
ülkeleri ekonomilerini daha verimli hale getirmek amacıyla yabancı iş gücü ithal
etmeye başlamışlardır. Söz konusu dönemde en çok iş gücü ihraç eden ülke İtalya
olmuştur. Batı Avrupa; Türkiye, İtalya, Yunanistan ve Kuzey Afrika’dan işçi ithal
etmiştir( Unat, 2002:50).1973 petrol bunalımı ve onu izleyen stagflasyon
döneminde, başlıca işçi ithalatçısı ülkeler sistemli göç alımını durdurmak zorunda
kalmıştır. Bu dönemde ikili iş gücü anlaşmaları yeniden gözden geçirilmiştir.
Yabancı ya da misafir işçiler bu dönemde yerleşik göçmenlere dönüşmeye
başlamışlardır. 1970lerin ortalarında misafir işçi kabul eden Avrupa ülkeleri,
uluslararası örgütlerin de baskı uygulaması sonucu mevcut göçmenlerin sosyal
refah sisteminden tam anlamıyla faydalanmalarını ve yerleşmelerini kabul etmek
durumunda kalmıştır( Kılıçaslan, 2006: 54).
Dünyada 1973 Petrol Krizi ardından 1980’de Türkiye’de ortaya çıkan karışık
siyasi ortam ve askeri rejim dolayısıyla bir çok Türk, başta Almanya olmak üzere
Avrupa’nın çeşitli ülkelerine gitmiştir. Almanya’nın 1980 yılında sahte iltica
taleplerini önlemek amacıyla koyduğu vize zorunluluğu bile bu yıl 57.913 Türk
vatandaşının iltica talebini önlememiştir (Çizelge 3.1.).
45
Çizelge 3.1. Federal Almanya’ya iltica talebinde bulunan Türklerin yıllara göre dağılımı ve öteki
ilticacılara oranı
3.2. Yabancı ve Misafir İşçiler
İkinci Dünya Savaşı’nın bitimiyle uluslararası göç nitelik değiştirerek devam
etmektedir. 1945’teİkinci Dünya Savaşı’nın sona ermesi ile Batı Avrupa ucuz iş
gücüne ihtiyaç duymuştur. Hızla gelişen ekonomiler Avrupa çevresinde yer alan az
gelişmiş ülkelerin ucuz iş gücü rezervlerini kullanmışlardır.
İkinci
Dünya
Savaşı’nın
hemen
ardından
İngiliz
hükümeti,
mülteci
kamplarından ve Avrupa Gönüllü İşçi (EVW) projesi ile İtalya’dan çoğunluğu erkek
90.000 işçi getirmiştir. Belçika, savaş sonrası çoğu İtalyan olmak üzere kömür
madenlerinde ve demir çelik endüstrisinde istihdam etmek üzere yabancı işçi
almaya başlamıştır. Fransa, Güney Avrupa’dan aldığı işçilerin işe alımını organize
etmek amacıyla Ulusal Göç Ofisi’ni (ON) kurmuştur (1945) (Castles ve Miler,
2008:98).İsviçre 1945-1974 arasında da işçi getirte politikası takip etmiştir.
İsviçre’deki göçmenler arasında iş değiştirme, kalıcı yerleşim ve aile birleşimi
1960lı yıllara kadar yasaklanmıştır. Bununla birlikte İsviçre istatistikleri misafir
işçileri emek göçünün bir parçası olarak kabul ederken nüfusun bir parçası olarak
kabul etmemiştir.
Federal Almanya Cumhuriyeti (FRG) de dönemin misafir işçi alma sistemi
uygulayan ülkelerinden biri olmuştur. Ancak Federal Almanya Cumhuriyeti’nin
46
misafir işçilere yönelik tutumu diğer ülkelere nazaran daha sert ve sistemlidir.
Geçici ikamet konusunda sivil hakların kısıtlanması, özellikle bekar erkek işçileri
işe alımı, aile birleşimlerinin tamamen engellenmesi, yerleşme ve cemaat
oluşumunda aşırı direngen tutumları Federal Almanya’nın misafir işçi algısını
tanımlamaktadır (Castles ve Miler, 2008:101).
Yabancı işçi ithal eden ülkeler, gelen işçileri “konuk”, kendi ülkelerine geri
dönecek misafirler, olarak görmüş ancak yabancı işçiler geldikleri ülkeye temelli
yerleşme eğilimi göstermişlerdir. Bir Alman filologu olan Max Frisch’in “biz işçi
istedik, insanlar geldi” sözünden de anlaşılacağı üzere yabancı işçi ithali
gerçekleştirilirken
yalnız
ekonomik
çıkarlar
göz
önünde
bulundurulmuş
göçmenlerin kültürel, dini, sosyal değerleri göz ardı edilmiştir.
3.3. Yeniden Yapılanma Süreci Ve Göçler
1973 Petrol Krizi, endüstriyel ülkelerce emek gücü işçilerinin engellenmesi
durumu
dünya
ekonomisinin
yeniden
yapılandırılmasına
neden
olmuştur.
Ekonomik kriz, gündeme gelen sınır güvenliği konusu, batı Avrupa ülkelerinin
Avrupa Ekonomik Topluluğu (AET) dışından gelenlere vize uygulaması koyması
gibi yaklaşımlar göçün ve göçmen modellerinin evrilmesine neden olmuştur.
-
1990’larda hükümet tarafından örgütlenmiş emek göçünde önemli ölçüde
azalma olmuştur.
-
İlk kuşak “misafir işçiler” aile birleşmesi yoluyla ülkede kalıcı olmaya
başlamışlardır.
-
Güney ve Doğu Avrupa ülkeleri göç veren ülkeden göç alan ülkeye
dönüşmüşlerdir.
-
Göçmenlerin köken bölgeleri ve göç etme biçimleri değişmiştir.
-
Petrol zengini ülkeler tarafından alınan yabancı işçiler, çoğunlukla az
gelişmiş ülkelerden gelmeye başlamıştır.
-
Doğudan Batıya kitlesel mülteci ve sığınmacı hareketleri gelişmiş
-
Yasadışı göç ve yasallaştırma politikaları artış göstermiştir (Castles ve
Miler, 2008:109).
47
1973’deki krizle birlikte azalma eğilimi gösteren uluslararası göç 1980lerde
yeniden artış göstermiştir. Bunun sebebi ülkelerdeki ekonomi ve politik
istikrarsızlıklar ve problemlerdir. 1973 sonrası Avrupa göçmenlik politikası; 19731989 arası dönemde hem ekonomik krizin patlak vermesi hem de emek açığının
misafir işçilerle büyük ölçüde kapanması nedeniyle göçe yönelik kısıtlayıcı
önlemler alınmıştır.
1989-2001 arası dönemde SSCB’nin yıkılışı, Bosna Hersek Savaşı’nın patlak
vermesi ile Avrupa yeni bir göç akınına uğramış, bu nedenle mülteci ve
göçmenlerin köken ülkelerine geri dönüşünü özendirecek düzenlemeler yapılmış,
göçmenlerin Batı Avrupa’ya ulaşmalarını engellemek amacıyla Orta ve Doğu
Avrupa’da tampon bölgeler “buffer zone” oluşturulmuştur.
2001’den günümüze bakıldığında ise 11 Eylül saldırılarının göçmenlik
politikalarına yön verdiği görülmektedir. İslamofobi ve yabancı düşmanlığı
Avrupa’nın göç politikalarını güvenlik açısından ele almasına neden olmuştur.
Avrupa Birliği üye ülkeleri arasındaki serbest dolaşım hakkı anlamına gelen ve üye
olmayan ülke vatandaşlarının Avrupa ülkelerinden birine giderken almak zorunda
olduğu vize, resmi belgelerde schengen vizesi olarak tanımlanır. Schengen vizesi,
Schengen
Anlaşması
sonucunda
alınan
kararlar
arasındadır.
Schengen
Antlaşması’nı İrlanda ve İngiltere imzalamamıştır. Norveç, İzlanda ve İsviçre
Avrupa Birliği‘ne üye olmamakla birlikte, Schengen Antlaşması’na dahildir.
Schengen Antlaşması, göç politikası ve ulusötesi fırsatlar konusunda üye
devletlerarasındaki farklılıkları büyük ölçüde yansıtmakla birlikte uyumlu bir vize
politikası iç sınır kontrollerinin ortadan kaldırılmasını, ortak bir bilgi ve bilgisayar
sisteminin oluşturulmasını, yasadışı uyuşturucu ticareti ile mücadelede işbirliği
konularını içeren ortak bir göç politikası oluşturmak amacıyla birçok olumlu
gelişmenin yaşandığı bir anlaşma olmuştur (Özgen, 2010:70).
AB’nin günümüzdeki göç yönetimi daha çok göçü engelleme ve daha seçici
(selective) bir göçmenlik politikası uygulama yönündedir. Aslında bu durum
1990larda, batı Avrupa’nın kontrolsüz göç akınlarından duyduğu endişe ile sınır
48
kontrollerini bir “güvenlik” sorunu olarak yansıtarak başlamasıyla hız kazanan bir
eylemdir.
Schengen vizesi uygulaması ortalama pratikleri biometrik fotoğraf, gideceği
ülkeye yerleşmeyeceğini kanıtlayan belgeler, ziyaret sebebi, davetiye mektubu,
49
4. BÖLÜM
TÜRK DIŞ GÖÇÜ
4.1. Türklerin Almanya’ya Göçünü Hazırlayan Nedenler
4.1.1. II. Dünya Savaşı ve sonrasında Almanya iç durumu
1933’te Adolf Hitler yönetimindeki Nasyonal Sosyalist Parti’nin Almanya’da
seçimleri kazanması, 2. Dünya Savaşı’nın meydana gelmesinde ilk merhaleyi
oluşturur. Nasyonal Sosyalist Partisi’nin seçimi kazanmasının ardından Hitler
ticaret birliği anlaşmasını yasaklamış, kendi partisi olan Nasyonal Sosyalist Partisi
dışındaki bütün siyasi partileri feshetmiştir. Basın özgürlüğünü kaldırılmış ve Adolf
Hitler’e
muhalif,
Alman
ırkından
olmayan
binlerce
insan
yargılanmadan
“concentration camps”3 adı verilen kamplara gönderilmiştir.
Konsantrasyon Kampları; Alman ırkından gelmeyenleri ve özellikle Yahudileri
hedef alan kampa alınanları ağır şartlarda çalıştırmak, denek olarak kullanmak ve
öldürmek amaçlı kurulmuş olan hapishane kamplardır. Adolf Hitler döneminde
Almanya’da yaşayan 6 milyondan fazla Yahudi “extermination camps” adı verilen
kamplarda katledilmiştir. Ölüm kampları olarak da bilinen extermination kampları
(imha kampları); Yahudilerin sistematik bir biçimde öldürülme kamplarıdır. Adolf
Hitler’in, tarihe soykırım olarak geçen bu katliamı gerçekleştirmesindeki neden, saf
bir Alman ırkının üstün ırk olacağına inanışı üzerine gelişmiştir.
Almanya’nın uyguladığı soykırım ve yarattığı korku dünya ülkelerini tedirgin
etmiştir. Hitler’in Avrupa’da büyük bir Alman imparatorluğu kurma fikri üzerine
Almanya’nın Polonya’yı işgal etmesi 2. Dünya Savaşı’nı başlatmıştır. Savaştan
İtalya, Japonya gibi Almanya’da 1945’te yenik ayrılmıştır. Almanya savaş sonunda
müttefik devletler (Birleşik Krallık, Sovyet Rusya, Amerika Birleşik Devletleri ve
Fransa) tarafından, dört askeri işgal bölgesine ayrılmıştır.
İnternet: http://wwwenglisch.fhof.de/fileadmin/AAA/Formulare_Incomings/_berblick_Deutschland.pdf
adresinden 12 Ocak 2015 tarihinde alınmıştır.
3
50
Buna göre Fransa Almanya’nın güneybatısını, İngiltere kuzeybatısını,
Amerika Birleşik Devletleri güneyi Sovyet Rusya ise doğusunu işgal etmiştir. Berlin
şehri Almanya’nın Sovyet işgal bölgesi içerisinde yer almıştır. Batılıların Berlin’deki
işgal bölgeleri ile Almanya’daki işgal bölgeleri arasındaki ulaşımın, Sovyet
Rusya’nın işgal bölgesinden geçilerek yapılıyor olması Sovyet Rusya’yı rahatsız
etmiştir. Sovyetler batılıları Batı Berlin’den çıkartmak amacıyla Batı Almanya ile
Batı Berlin arasındaki ulaşıma kısıtlamalar getirmiştir. Amerika’nın ve Batılıların
Batı Berlin’den çıkmamaya karar vermesi üzerine Sovyet Rusya, Doğu
Almanya’da ekonomisi sosyalizme dayanan bir rejim kurmak istemiştir. Amerika
tarafından desteklenen Batı Almanya (Federal Almanya) ise çok hızlı gelişme
göstermekte
olduğundan
Sovyet
Rusya
tarafından
kurulmuş
olan
Doğu
Almanya’dan (Berlin Demokratik Cumhuriyeti) kaçışlara sahne olmuştur.
Doğu Almanya’dan Batı Almanya’ya yapılan kaçışları durdurmak isteyen
Sovyet Rusya 1961 yılında Berlin Duvarı’nı örerek kaçışları engellemiştir
(Armaoğlu,2004:446).Doğu Almanya vatandaşlarının Batı Almanya’ya kaçmalarını
önlemek amacıyla inşa edilen Berlin Duvarı, 1989 yılında yıkılmıştır. Batı
Almanya’nın ekonomik kalkınma döneminde Amerika, Batı Almanya için duyduğu
iş gücü ihtiyacını ihraç etme eğilimine girmiştir.
4.1.2. II. Dünya Savaşı ve sonrası Türkiye’nin iç durumu
Türkiye’nin II. Dünya Savaşı’ndaki konumu, hem müttefik devletlerinin hem
de mihver devletlerinin (Almanya, İtalya ve Japonya) Türkiye’nin savaşta
yanlarında yer alması için harcadıkları çaba ve baskılardan ibarettir. Türkiye’nin
stratejik konumu dolayısıyla savaşta kilit rol oynayacağı düşüncesi iki bloğu da zor
durumda bırakmıştır. Ancak Türkiye’nin savaşa girmesi teknik donanım açısından
imkansızdı. Müttefik devletlerden biri olan Sovyet Rusya’nın savaş döneminde
Türkiye’den toprak istemesi Türkiye’yi mihver devletlerinden Birleşik Amerika ve
İngiltere ile yakın ilişkiler geliştirmeye itmiştir. II. Dünya Savaşı döneminde Türkiye
mihver devletleri ile yakın ilişkiler geliştirmiş ancak tarafsız kalmayı da başarmıştır.
Dönemin cumhurbaşkanı İsmet İnönü, Türkiye’nin savaşa katılmasına karşı
çıkmıştır.
51
1939 yılında göreve gelen Refik Saydam’ın başbakanlığı döneminde, savaş
döneminde Türkiye’deki ekonomiyi ve fiyatları denetim altına almak amacıyla Milli
Koruma Kanunu’nu çıkartmıştır. Refik Saydam’ın ardından başbakanlığa seçilen
Şükrü Saraçoğlu ise bu uygulamayı tersine çevirerek fiyatları serbest bırakmış,
fiyatlar yükselmiştir. Çiftçi, tüccar ve sanayicinin durumu iyileşirken dar gelir sahibi
ülke vatandaşlarının ekonomik durumu daha da kötüleşmiştir (Akşin, 2007:236).
Türkiye bir yandan II. Dünya Savaşı’na aktif olarak katılmamak için çaba
harcarken bir yandan da çok partili yapıya geçmeyi deniyor, ekonomik
problemlerle baş edebilmek için çeşitli kanunlar çıkartıyordu.
Demokrat Parti 7 Ocak 1946’da kurulmuş ve1950 seçimlerini kazanmıştır,
Adnan Menderes başbakan olmuştur. Demokrat Parti, demokratikleşme fikrini
kuruluş ilkesi edinmiş bir parti olarak faaliyet göstermiştir. İktisadi kalkınmaya
önem vermiş tarımda makineleşmeyi desteklemiştir. Ancak DP hükümetinin tüm
çabalarına rağmen Türkiye’nin içinde bulunduğu ekonomik ve siyasi problemler
devam etmiştir. 1957 yılında yapılan seçimlerde DP hükümetinin aldığı oylar
azalmış olsa da seçimleri yine DP kazanmıştır. 1958’de iktisadi bunalım
çözümsüzlüğü sonucunda IMF ve Dünya Bankası’nın verdiği borcu kabul etmek
zorunda kalmıştır. 4 Ağustos 1958’de istikrar önlemleri alınmış ve dolar 2.80
TL’den
9
TL’ye
yükseltilmiştir
(Kaynak:
Türkiye
Cumhuriyeti
Merkez
Bankası(2015)).
Ancak DP hükümeti tarafından başlatılan demokratikleşme süreci CHP
muhalefetinin tepkisiyle karşılaşmıştır. Muhalefet ile iktidar arasındaki gerginlik
topluma yansımış, üniversitelerdeki farklı siyasi görüş mensubu öğrenciler
arasında olaylar yaşanmıştır. Olaylara polis müdahale etmek zorunda kalmıştır.
Çoğu genç subaylardan oluşan bir cunta tarafından oluşturulan Milli Birlik
Komitesi 27 Mayıs 1960’ta darbe yaparak DP hükümetini devirmiştir. MBK birçok
DP’li tutuklanmış, üç kişinin idam cezası onaylanmış, Adnan Menderes, Fatih
Rüştü Zorlu ve Hasan Polatkan idam edilmiştir. DP hükümetinin ülkenin ekonomik
kalkınmasına getirmiş olduğu hareketlilik, izlediği liberal ve dışa açık ekonomi ülke
ekonomisini düzeltmeye yetmemiştir. Öte yandan toplumun tüm bireylerini çeşitli
örgütler vasıtasıyla siyasete katabilme kabiliyeti muhalefet partisi olan Cumhuriyet
52
Halk Partisi’ni rahatsız etmiştir. 9 Temmuz 1961’de yapılan halk oylamasıyla
%40’a yakın “hayır” oyuna rağmen 1961 anayasası kabul edilmiştir.
Türkiye’nin Almanya ile 30 Ekim 1961’de imzalamış olduğu “Türk İşçilerinin
Almanya Federal Cumhuriyeti’ne Gönderilmesine Dair Anlaşma” iki ülkenin içinde
bulunduğu bu koşullar altında gerçekleşmiştir.
4.2. Türk Dış Göçünün Özellikleri
Türkiye nüfusunun % 8’inden fazlasının ülke dışında yaşadığı göz önüne
alındığında tüm dünyadaki Türklerin en kalabalık grubunun Federal Almanya’da
yaşadığı görülür. 09.12.2014, Türk-Alman Eğitim ve Bilimsel Araştırmalar Vakfı
(TAVAK) basın bülteni verilerine göre Almanya’daki Türk kökenlilerin sayısı 2,5
milyon ile 3,5 milyon arasındadır.
Altmışlı yıllardan itibaren Avrupa’ya yönelik Türk dış göçü Avrupa’nın pek çok
ülkesinde göçmen Türk topluluklarının oluşması ile sonuçlanmıştır. Türk dış
göçünün kolektif ve dayanışmacı özelliği ile söz konusu göçmen topluluklar,
yerleştikleri Avrupa şehirlerinden başlayarak genişleyen göçmen dayanışma ve
etkileşim ağlarını inşa etmiş oldukları görülür. Örneğin altmışlı yıllardan itibaren
Türklerin yöneldiği Avrupa ülkelerinden birisi olan Hollanda’da da akraba ve
hemşerilerin aynı şehre yerleşmesi ile sonuçlanmıştır. Amersfoort özellikle
Boğazlıyan’dan göç etmiş olan göçmenlerin yaşadığı bir şehirdir günümüzde
(Şahin, 2009:40-45).
Türk vatandaşlarına seyahat etme hürriyetinin temel bir hak olarak tanınması
1961 Anayasası ile birlikte gelmiştir. Bu tarihten önce de varlığını sürdürmüş olan
Türk dış göçü hareketleri 1961 Anayasasıyla farklı bir boyut kazanmıştır. Bu
yıllarda Türkiye’deki gizli ve açık işsizlik nedeniyle daha iyi koşullarda yaşamak,
daha yüksek ücretlere sahip olmak amacıyla birçok Türk vatandaşı yurtdışına
yönelmiş, bir kısım Türk vatandaşı da o dönem Türkiye’nin içinde bulunduğu siyasi
ortamdan uzaklaşmak amacıyla yurtdışına gitmeyi seçmiştir.
53
Türkiye’den Almanya’ya işçi olarak giden Türk göçmenlerinin amacı; bir süre
Almanya’da çalıştıktan ve para biriktirdikten sonra ülkelerine dönmek olmuştur.
Almanya bu durumu “Gastarbeiter” yani “misafir işçi” olarak tanımlamıştır. Ancak
Almanya’ya misafir işçi olarak giden Türk vatandaşları zamanla misafir işçi
statüsünden çıkarak bulundukları ülkede kalıcı olarak yaşamaya başlamışlardır(
Aksoy, 2010).
Göçmen yollayan ülke de göçmen kabul eden ülke de göç olgusunu kabul
ederken
ortaya
çıkması
muhtemel
ekonomik
ve
toplumsal
etkenleri
hesaplamalıdır.
Dolayısıyla Almanya ve Türkiye arasında yapılan karşılıklı göç anlaşmaları,
ortaya çıkması muhtemel birçok öngörüden uzak, yalnız ekonomik çıkarlar göz
önünde
bulundurularak
Türkiye’nin
yapılmıştır.
ekonomik beklentisini
Günümüzde
karşılamamış,
Almanya’ya
göçmen
yapılan
Türklerin
göç;
sosyal
problemler yaşamasına neden olmuştur. Almanya ise göç alan bir ülke olduğunu
1990 yılına kadar kabul etmemiştir. Dolayısıyla 1961 yılından itibaren özellikle
Türkiye’den göç alan bir ülke olan Almanya göç politikaları planlamak ve
uygulamak için geç kalmıştır.
Yurtdışına giden Türklerin kırsal kökenli ve vasıfsız olmaları, gidilen ülkenin
Hıristiyan bir ülke olması, demokratik değerlerin yerleşmemiş olması, iş kazalarına
karşı hiçbir güvencenin alınmamış olması gibi etkenler hem Türkiye’nin hem de
Almanya’nın göz ardı ettiği etkenlerden bazılarıdır. Türkiye’den Batı Avrupa
ülkelerine yapılan göçte çok önemli iki nokta vardır; birincisi tarım toplumundan
sanayi toplumuna, ikincisi ise İslam toplumundan Hıristiyan bir topluma yapılan
göçtür (Karagöz, 2007:21).
Bu bağlamda Türk toplumunun değerlerinin, dünya görüşünün ve yaşam
biçimlerinin uluslararası alanda anlaşılması için Türk dış göçünün göçmenler
açısından okunması gereklidir. Çünkü göç, devletlerarası yapılan anlaşmalardan
çok göçmenlerin bir sosyo-kültürel eylemidir (Şahin, 2009:40-45).
54
4.3. Almanya’ya Türk Göçünün Aşamaları
4.3.1. 1960’lı yıllar
1950’li yıllarda
Türkiye’den
Almanya’ya
giden
işçiler diğer Akdeniz
ülkelerinden Almanya’ya giden işçilerden farklı özelliklere sahip olmuşlardır.
Türkiye’den giden işçiler 1950’li yıllarda mesleki bilgilerini ve eğitimlerini arttırma
çerçevesinde çağrılmışlardır. Bu konudaki ilk adımı Türkiye’deki Sanat Okulları
Mezunları Derneği atmış, 1 Nisan 1957’de on iki kişilik stajyer kafilesini Kiel’e
giderek Schleswig-Holstein eyaletinin Çalışma Bakanlığı tarafından çeşitli
kurumlarına yerleştirilmişlerdir( Unat,2002:56).Arkasından Türkiye endüstrileşme
hareketlerini hızlandırmak için Zentralverbanddes Deutschen Handwerks ( Alman
Sanatkarlar Genel Merkezi), Türkiye Esnaf ve Sanatkarlar Konfederasyonu ile
işbirliği yapmıştır.
1960 yılının başlarında Türkiye ve Batı Almanya arasındaki sanatkar
mübadelesi bir komisyona devredilmiş bir süre devam ettikten sonra ise 27 Mayıs
1960’ta Türkiye’de askeri müdahale olmuştur. Dolayısıyla Almanya’ya ilk giden
Türkler sanat ve bilim alanında eğitim ve staj yapmak amacıyla gitmişlerdir.
1961 yılında Türk vatandaşlarının seyahat etme özgürlüğünü yasal olarak
elde etmeleri ile Türkiye’de “Tercüme ve İşbulma” adı altında özel şirketler
kurulmuş ve bu şirketler yurtdışına işçi göndermeye başlamıştır. 1960’lı yılların
başında işçiler “ismen davet” olarak adlandırılan bir sistemle Almanya’ya
gidiyordu, ismen davet işçilere maddi garanti veren ve yol masraflarını karşılayan
bir sistem olmuştur. Türk işçilerinin Almanya’ya göçünü başlatan asıl 30 Ekim
1961’de imzalanan işçi alımı anlaşması olmuştur. Bu tarihten itibaren özellikle İş
ve İşçi Bulma Kurumu (İİBK) aracılığıyla gerçekleşen işgücü hareketleri Türkiye ve
Federal Almanya arasında sistemli olarak sürdürülmüştür.
1961 yılında yapılan anlaşmadan itibaren Almanya, ne kadar işçi istiyorsa ve
hangi nitelikte işçi istiyorsa Türkiye İş Bulma Kurumu’na (İBK) bildirmiştir.
Almanya’ya çalışmaya giden Türk işçilerinin güçlü, uzun boylu ve sağlıklı olmaları
55
Federal Almanya’nın aradığı belli başlı niteliklerden bazılarıdır( Kılıçaslan, 2006:
45).
İşçi seçimi ve gönderimiyle ilgili aranan nitelikler ikili anlaşmalar yoluyla
Alman İrtibat Bürosu tarafından gönderilmiştir. Buna göre yukarıda da değinildiği
gibi öncelikle Federal Almanya işvereni Türk İİBK’ya gerekli olan formları
göndermekte ardından Alman doktorlar tarafından başvuranların sağlık kontrolleri
Türkiye’de hastanelerde ve iş ve işçi bulma kurumunda yapılmakta, Alman
doktorlar
tarafından
sağlıklı
bulunarak
seçilen
Türk
işçileri
Almanya’ya
gönderilmekte idi. Özellikle Türk erkek işçiler ilkokul diplomasına sahipse, oturup
kalkabiliyor, ellerini ve kollarını oynatabiliyorsa ve dişlerinde de bir eksiklik yoksa
Almanya’da çalışma hakkını elde edebiliyordu. (Gitmez, 1979:52).
1961’de küçük gruplar halinde başlayan göç 1962 yılında Türkiye’nin ilk Beş
Yıllık Kalkınma Planı’nı (1962-67) uygulamaya koymasıyla ivme kazanmıştır.
Almanya’ya giden vasıfsız işçilerin yurtdışından döndüklerinde Türkiye’nin
endüstrileşmesine katkıda bulunacak eğitimli elemanlar olacağı kalkınma planını
hedeflerinden biri olmuştur. Dolayısıyla dışgöçe verilen devlet destekleriyle göç
bireysel olmaktan bir adım öne geçerek kitle göçü haline gelmiştir.
Gastarbeiter (misafir işçi) olarak adlandırılan yabancı işçiler genellikle düşük
kaliteli, Almanların çalışmaya yanaşmadığı işlerde çalışmış ve fazla mesai
yapmışlardır. Birincil amaç ise para biriktirip anavatana dönmek olmuştur.
Ekonomik güçlükler yüzünden Türk işçiler hiç bilinmeyen bir dünyada yaşamaya
razı olmuştur. Yabancıların toplumun her yerinde gözle görülür derecede artmış
olması, aşırı yabancılaşma “Almanya Almanlarındır” gibi bazı ırkçı söylemleri de
beraberinde getirmiştir(Başçeri, 200: 58).
1960-1970 döneminde Almanya’ya çalışmaya giden Türk işçilerine aile
birleşimi izni verilmemiştir. Giden işçilerin hepsi “heim” olarak adlandırılan toplu
yatakhanelerde- yurtlarda yaşamışlardır. Türkler bu zor şartlarda yaşamayı ve
çalışmayı eleştirmeden kabul etmiş olduklarından dolayı Almanya, 1961- 1973
yılları arasında ülkesine gelen Türk işçilerinden şikayet etmemiştir. İki ülke de
56
göçmen
işçileri
çalışma
koşulları,
Alman
dili,
dini,
kültürü
konusunda
bilgilendirmemiştir. Bu durum göçmen işçileri oldukça zor durumda bırakmıştır.
Dilini bilmediğini bilerek ülkesine göçmen işçileri kabul eden Almanya,
çalışmaya başlamalarından önce işçilere, içeriği yalnızca Almanca olan bir
anlaşmanın imzalanmasını da şart koşmuştur. Çoğunluğu Müslüman olan bir
ülkeden çoğunluğu Hıristiyan olan bir ülkeye giden göçmenlerin en büyük
sorunlarından biri Müslümanlık’ta yenmesi yasak olan domuz eti olmuştur. Bu
yüzden fabrikaların çalışanlarına sağladığı ücretsiz yemeklerden Türk işçileri
faydalanamamıştır. Bu dönemde Türk göçmenlere ne Türkiye ne de Almanya
devleti yardım etmiştir. 1963 Federal Almanya Araştırması verilerine göre bu
dönem Türk işçilerinin dörtte biri (%24) iş kazası geçirmiş ancak “sesini
çıkarmamıştır”(Unat,2002:129).
Fransa’nın haftalık dergilerinden biri olan Nouvel Observateur dergisi
1973’teki
sayılarından
birinde
Türklerin
işçi
mücadelesi
geleneklerinin
olmamasından dolayı patronlarına dert olmadıklarını, tüm dünya fabrikalarında
böyle işçiler çalışsa iyi olacağını dile getirmiştir. Çalışan Türk göçmenlerinin
Almancayı yeterince anlamadığını bu durumun ise “sesini kes ve çalış” ilkesine
uygun olduğu dergi tarafından belirtilmiştir(Gitmez, 1979:35). Dolayısıyla içinde
bulunduğu koşulları eleştirmeyen, her koşulda ülkesinde kazanacağından fazlasını
kazanan göçmenler bu dönem Almanya için her hangi bir sorun teşkil etmemiştir.
Bu dönem Türk göçmen işçilerin Almancayı yeterince bilmiyor olması ise
Almanya’yı
rahatsız
eden
bir
unsur
olmamıştır.
Göçmenlerden
duyulan
memnuniyet ortamı 1966-67 Alman Otomobil sektöründe baş gösteren ekonomik
kriz dolayısıyla 70.000 Türk işçisinin işten çıkartılmasına kadar devam etmiş, bu
kriz ile Almanya’da yabancı işgücü sorunu ilk defa gündeme gelmiştir
(Unat,2002:61).
1960’ların sonlarına doğru Türk işçiler aralarındaki dayanışmayı desteklemek
amacıyla Türk Danış Örgütünü kurmuşlardır. Yine bu dönem Türklerin haber alma
ihtiyaçlarını karşılamak amacıyla Alman Radyo ve Televizyon Örgütü tarafından
günlük kısa bir süre için Türkçe yayın yapılmaya başlanmıştır.
57
4.3.2. 1970’li yıllar
İki taraflı anlaşmalar yapılırken iki ülke hükümetinin de gözünden kaçırdığı en
büyük nokta çalışmaya giden ya da kabul edilenlerin “insan” oldukları olmuştur.
Türkiye’de tarım işçisi olan bir çok Türk, Almanya’daki madenlerde çalışmak
zorunda kalmıştır. Almanya’ya çalışmaya giden Türkler nerede çalışacaklarını
bilmeden gitmiştir. Tarım gibi açık havada çalışmakta olan bir çok Türk güneşin
çok az görüldüğü madenlerde çalışmış bu ve bunun gibi farklı sektörde çalışmak
zorunda kalan insanların psikolojik rahatsızlığı göz önüne alınmamıştır.
Tüm bunların getirdiği psikolojik sorunlar göç çalışmalarında göz ardı
edilmemesi gereken bir konu olarak ele alınmalıdır. Gurbetin ve sılanın getirdiği
psikolojik bunalım öylesine ağırdır ki; Dünya Sağlık Teşkilatı, “Yaşadığı Yeden
Koparılmak” (uprooting) adlı raporunda faşist Nazi Almanya’sının temerküz
kamplarındaki insanların psikolojisi ile Avrupa’daki göçmen işçilerin psikolojisini
birlikte ele almaktadır( Vassaf, 1983: 92).
1967’deki kriz sonunda yapılan görüşmeler sonrasında iki ülke de sorunları
değerlendirmek zorunda kalmıştır. Yapılan görüşmeler sonrasında bir çok sosyal
güvenlik anlaşması imzalanmış bu anlaşmalar ile yabancı işçiler sağlık bakımı, iş
kazaları, sakatlık, ölüm hallerinde sosyal sigorta kapsamına alınıp kendilerine
doğum ve çocuk yardımı, işsizlik ve emeklilik hakları verilmiştir( Unat,2002:63).
1970’li yıllar Türk göçmen işçilerinin geçici değil kalıcı işçi olduklarının anlaşıldığı
dönem olmuştur.
1970’li yıllar Türkiye’nin AET’ye üyelik başvurusunun değerlendirmeye
alındığı ve müzakerelerin başladığı yıllardır. Türkiye’nin 1959’daki Avrupa
Ekonomik Topluluğu’na (AET) ortaklık başvurusunda bulunmasının ardından 1972
yılında Türkiye- AET müzakereleri başlamıştır. Müzakerelerin başlaması ise
işgücü akımının serbestliğinin sağlanmasını gündeme getirmiştir. Dolayısıyla bu
durum 1972 yılından itibaren Türk dış göçünün artışında önemli rol oynamıştır(
Aker, 1972:35).
58
Almanya’ya
çalışmaya
gidenlerde
ilkokul
diploması
aranmaktadır.
Almanya’da çalışabilmek için ilkokul öğrenimini tamamlayanlar da olmuştur.
1970’lerde dikkati çeken bir husus da yalnız ilkokul mezunlarının değil ilkokul
sonrası öğrenim gören ve hatta yüksek okul bitirenlerin de Almanya’da çalışmak
için başvurmaları olmuştur.
Ham petrol fiyatının dört katına çıkaran 1973-74 petrol ambargosu, ekonomik
kriz ve yaygın işsizlik ile birlikte Avrupa ülkeleri ve özellikle Almanya yabancı işçi
alımını durdurma kararı almıştır. Yabancı işçi alımı durdurulmakla birlikte, ülkede
çalışan yabancı işçilere ülkelerine dönmeleri için destek verilmiştir.
Bu zamana kadar içinde bulunduğu durumdan şikayet etmeyen her söyleneni
kabul eden Türk işçisi, o yıllarda görülen en büyük işçi direnişini Köln’deki Ford
fabrikalarında başlatmıştır. İçinde bulundukları çalışma ve ekonomik koşulları
değiştirmek isteyen Türk işçilerine o dönem birlikte çalıştıkları Yugoslav ve İtalyan
işçileri
destek
vermiş
bu
büyük
direnişe
daha
sonra
Almanlar
da
direnişi
hoş
katılmıştır(Gitmez, 1979:37).
Türk
işçilerin
durumlarından
bi-haber
Türk
hükümeti
karşılamamış, Ford’dan özür dilemiştir. İstanbul’daki Alman İşçi Komisyonu’nun
direktörü Heinz Von Harrassovski ise Türklerin içinde bulundukları durumu
eleştirmeleri
üzerine;
insanların
Anadolu’yu
görmeleri
gerektiğini,
şimdiki
yaşadıkları koşulların Anadolu’dan daha yaşanır olduğunu, belirtmiştir. Ülkesine
çalışmak için gelen yabancı işçilerin asgari insani yaşama koşullarını sağlamakla
yükümlü bir ülkenin, işçinin kendi ülkesinin sosyo-ekonomik koşullarına göre
değerlendirme yapmış olması dikkat çekicidir. Bu ölçüsüz değerlendirme Türkiye
tarafından da her hangi bir eleştiri bulmamış olacak ki Türkiye, işçi alımının
yeniden başlaması için Almanya ile görüşmelere yeniden başlamıştır.
1973 petrol kriziyle bozulan ekonomik durum göç politikalarının Almanya’da
yeniden değerlendirilmesine neden olmuştur. Deutscher Unternehmer Verband
(Alman İşverenler Birliği) başta uygulanmakta olan rotation ilkesine (dönüşümlü
göç) dönülmesini talep etmiş ancak Alman Sendikalar Birliği (DGB) ucuz işgücü
rekabetinin ve illegal göçün artacağından endişe ederek “entegrasyon” ilkesini
59
savunmuştur. Entegrasyon ilkesi ilk olarak bu dönem gündeme gelmiş olması
açısında önem taşır( Unat,2002:63).
1970’lerin başında Türkiye’de iş ve içi bulma kurumunun ilan ettiği bekleme
listesindeki aday sayısının bir milyonu geçmiş olması Türk işçilerini “turist” vizesi
alarak Almanya’da izinsiz ve düşük ücretle çalışmaya itmiştir. Bir şekilde
Almanya’ya çalışmaya gidebilen Türk işçiler, önceleri para biriktirip meslek öğrenip
Türkiye’ye dönmeyi planlarken yaygın işsizliğin ve siyasi iktidarsızlığın Türkiye’de
artmış
olması
bu
düşüncenin
emekliliğe
ertelenmesine
neden
olmuştur.
Almanya’da 1972 yılında düşük ücretle çalışmayı kabul ederek haksız rekabete
neden olan yasadışı göçmenlerin çalışmalarını engellemek amacıyla göçmenlere
af getirilmiştir.
Yukarda da belirtildiği gibi, Türkiye’deki siyasi istikrarsızlıktan ve yüksek
işsizlikten korkan Türk işçilerin çoğu Türkiye’ye dönme fikrini emekliliğe ertelemiş,
mevcut durum Türk işçilerini, Türkiye’ye dönene kadar aile ve çocuklarıyla yaşama
eğilimine itmiştir. Bu eğilimle Almanya’nın çocuk paralarına yapmış olduğu
ödemeleri değiştirmiştir. Türkiye’de yaşayan işçi çocuklarına 10-70 DM ödenirken
Federal Almanya’da yaşayan tüm çocuklar için (yerli yabancı gözetmeden) 50-120
DM ödenmeye başlamıştır( Unat,2002:67).
1970lerin sonlarına doğru Almanya’da yirmi yılını geride bırakan Türk
işçilerinin sosyal ve kültürel hayatları da değişmeye başlamış, Almanya’da yeni bir
“alt sınıf” oluşmaya başlamıştır. Almanya’da misafir işçi olarak kabul edilen Türk
işçiler Türkiye’de de akrabaları, tanıdıkları tarafından “misafir” olarak kabul
edilmeye başlamıştır. Dış göç; Kimi zaman “aile reisliğinin” kadına verilmesinden,
aile reisinin evden ayrılmasına, tüketim alışkanlıklarının değişmesinden, çocukların
Almanya’da dünyaya gelmesine kadar toplumun sosyal, ekonomik ve kültürel
alanlarında değişikliklerin yaşanmasına neden olmuştur.
1970lerin sonunda Almanya’daki Türk toplum yapısında değişiklikler
meydana gelirken Alman toplumu da günlük dilde “gastarbeiter” (konuk işçi)
terimini kullanmayı bırakarak Auslaendischer Arbeitsnehmer (yabancı iş alan) ya
da Einwanderer (göçmen) terimini kullanmaya başlamıştır( Unat,2002:82).
60
4.3.3. 1980’li yıllar
Almanya 1980lerde iş kazaları, sosyal güvenlik, sağlık sigortası gibi kısa
dönemli sorunları minimuma indirmiştir. Ancak neredeyse yirmi yılını dolduran
Türk işçilerini Almanya’da yeni sorunlar beklemektedir. Almanya’da büyüyen Türk
gençleri uzun vadede eğitimde sorunlar yaşamaya başlamıştır. Sosyal ve kültürel
anlamda tamamen farklı olan bir topluma adapte olmakta zorlanan Türk gençleri
çareyi kendi içlerine kapanık bir yaşam tarzını benimsemekte bulmuştur. Bir çok
Türk genci bu getto tipi yaşamı akraba ve dostlarından oluşan ilişkilerle sürdürmeyi
tercih etmiştir( Unat,2002:68).
Almanya her ne kadar eğitimde fırsat eşitliğini savunmuşsa da eğitim sistemi
genel hatları dışında eyaletlere göre değişiklik göstermiştir ve günümüzde de
değişiklik göstermektedir. Evinde Türkçe konuşarak büyüyen Türk işçi çocukları,
eğitim dili Almanca olan okullara başladıklarında problemler yaşanmıştır. Bu
dönemde eyaletlere göre değişiklik gösteren kindergarten’a (anaokuluna) gitme
zorunluluğunun olup olmaması Türk çocukların Almanca diline alışmaları
konusunda büyük önem taşımıştır. Dolayısıyla, okul çağına gelene kadar Türkçe
anadilini öğrenen anaokuluna (kindergarten) da zorunlu olmadığı sürece gitmeyen
Türk çocuğu, Almanca eğitim almakta zorlanmış ve bir çoğu zeka engelli çocuklar
için kurulmuş olan sonderschule’ye
(özel okul) gitmek zorunda kalmıştır(
Unat,2002:69).
Almanya’daki etnik ve dini örgütlenmeler de yine 1980lerde başladığı kabul
edilir.
Anavatana
yönelik
siyasi
örgütlenmeler
faaliyetlerini
Almanya’dan
sürdürecek oluşumlar kurmuşlardır( Karataş, 2006: 84). Türkiye’de 1980’de
yapılan askeri müdahalelerle birlikte bu örgütlenmeler yurttaki siyasi partilerin
sözcüsü haline gelmişlerdir. Bu örgütlerin geliri kimi zaman Türk işçilerin camii ve
derneklere gönüllü yardımlarıyla yapılırken kimi zaman da Alman yerel yönetimleri
tarafından sağlanmıştır( Unat,2002:71). 1980’lerde yapılan askeri müdahale ile
Türkiye’den Almanya’ya yapılan göçlerde bir nitelik değişimi yaşanmış, göçün
niteliğini ilticalar belirlemeye başlamıştır.
61
1978’den sonra Federal Almanya’da yabancı işçi kabul etmeme durumu iyice
sıkılaşmıştır. Bu durum ise Federal Almanya’ya sığınma hakkı talep eden siyasi
mültecilerle (Asylant) karşı karşıya getirmiştir. Sığınma talebinde bulunanların bir
kısmı istihdam imkanı arayan işçilerin Alman avukatların da yardımıyla bu
isteklerini siyasi iltica durumuna dönüştürmeleriyle oluşmuştur. Bir kısmı da 1980
askeri müdahalesi nedeniyle güvenlik önlemi istedikleri için başvurmayı tercih
etmiştir. Bu şekilde 1980’den sonra artan göç F. Almanya’yı önlemler almaya itmiş,
Federal Almanya sığınma talebinde bulunanları özel kamplara yerleştirmeye
başlamıştır. İngiltere ve İtalya haricindeki tüm Avrupa ülkeleri 1980 sonrasında
vize uygulamaya başlamıştır( Unat, 2002:73).
F. Almanya bu dönem sözlü olarak dile getirmemiş olsa bile göç ülkesi
olduğunun farkına varmıştır ki dönüşü özendiren yasalar çıkarmaya başlamıştır bu
konudaki ilk yasa 1983 yılında çıkarılmıştır. 1983-84’de Federal Almanya’dan
Türkiye’ye Türk işçi göçü yılda 75.000’den 150.000’in üzerine çıkmıştır. 1989’da
yapılan bir araştırmaya göre Türkiye’ye kesin dönüş yapmış göçmenlerin çoğu
biriktirdikleri parayla geçinen 40-60 yaş arası emekliler olmuştur( Kılıçaslan, 2006:
56).
Ülkesinde yaşamaya devam edecek olanlar için ise “ekonomik ve toplumsal
bütünleşmeyi
gerçekleştirme”
düşüncesini
yasalaştırmak
için
girişimlerde
bulunmuştur. Türk İşçilerin Almanya’ya gönderilmesinin asıl nedeni döndüklerinde
Türkiye’nin endüstrileşmesine katkıda bulunacağına olan inanç olmuştur ancak
geri dönüş yasasıyla ana yurda dönen 250. 000 Türk işçisinin (1984) Türkiye’nin
endüstriyel hayatına hiçbir etkisi olmamıştır( Unat,2002:75).
1980’lerde siyasi yapılanmalar, örgütlenmeler, dönüşümler hızlı bir şekilde
evrilirken ilk göçten itibaren değişmeden süren çok önemli problemler varlığını
sürdürmüştür. İlk günden beri var olan bu yıllarda rahatsız edici boyutlara ulaşan
eğitimde fırsat eşitliğinin sağlanamaması durumu çocukların öğrenim görmelerini
engellemiştir.
Birçok okul 1980’li yıllarda derslerine isteğe bağlı, Türkçe derslerini
eklemiştir. Ancak bu araştırmaya katılanlar hayatları boyunca ya Türkçe eğitimi
62
almadığını ya da verilen Türkçe eğitiminin, not ortalamasının etkilemediğinden çok
önemsenmediğini belirtmiştir. Araştırmaya katılanların hepsi “Almancayı düzgün
konuşamayanlar zaten Türkçeyi de düzgün konuşamıyorlar” demiştir. F. Almanya
1980’lerin
sonuna
bilmemesinden
kadar
rahatsız
ülkesindeki
olmamıştır,
Türk
işçilerin
dolayısıyla
1984
Almancayı
yılında
yeterince
yapılan
bir
araştırmaya göre Berlin’de bir Siemens fabrikasında çalışan Türk işçi kadınlar,
Promethem 147 olarak bilinen radyoaktif materyal ile çalışmış fakat neyle
çalıştıklarını bilmediklerinden çalışmalarını sürdürmüşlerdir. Almanca bilen birinin
bu maddeyle çalışmaya yanaşmayacağından o dönem Türk işçi kadınların
Almanca bilmiyor olması Almanya için bir sorun değil aksine bir çözüm olmuştur(
Unat,2002:111).
4.3.4. 1990lı yıllardan günümüze
1960’lı yıllarda misafir işçi (gastarbeiter) olarak kabul edilen göçmenlerin
kalıcı hale gelmesi ile bütün Almanya siyasi partileri 1913 yılındaki eski Alman
vatandaşlık uygulamasını değiştirmek durumunda kalmışlardır (Şahin, 2010: 45).
Almanya 1990lı yıllara kadar bir göç ülkesi olduğunu kabul etmemiştir.
Batı Avrupa ülkeleriyle birlikte Almanya bu yıllarda Kürt sorunu kaynaklı
ilticalara sahne olmaya devam etmiştir. 1992 yılında Berlin duvarının da
yıkılmasıyla birlikte siyasi nedenlere dayalı sığınma talepleri artmıştır. 1990larda
siyasi örgütlenmelerin arttığı görülmüştür bunun da sebebi sığınma taleplerinin
artışı olmuştur( Karataş, 2006: 85).
Berlin’e ilk gelen Türk işçiler kiraların ucuz olduğu Kreuzberg, Neu Kölln,
Wedding gibi semtleri tercih etmiş zamanla bu semtler Türk mahallesi olarak
adlandırılmaya
başlanmıştır.
Türk
işçiler
fabrikalarda
Türklerle
çalışmış,
alışverişlerini Türklerden yapmış, bu semtlerde arkadaşlık kurmuştur. Dolayısıyla
Türk kültürel yaşamını devam ettirmişlerdir.
Türklerin
paralel
bir
yaşam
sürdürmesinin,
Alman
kültürüne
uyum
sağlamadığını düşünen Almanya 1 Ocak 1991’de Yabancılar Yasası’nı yürürlüğe
koymuştur buna göre genç kuşağın Alman vatandaşlığına geçişi kolaylaşırken,
63
işsiz kalma süresinin uzaması durumunda oturma iznini kısıtlayan hükümler
getirilmiştir.
Türk Vatandaşlık Kanunu’na göre 1981 yılından itibaren geçerli olan çifte
vatandaşlık, Almanya’da 1914’de yasaklanmıştır. Ayrıca eski kanuna ek olarak
2000 yılında getirilen düzenlemeyle (Vatandaşlık Hakkındaki Alman Reform
Kanunu) bu konuya yeni sınırlamalar gelmiştir. Önceki kanuna göre bir kişi
yerleşim ya da oturma iznine sahipse, başka bir vatandaşlık kazansa dahi kendi
vatandaşlığını koruyabilmekteydi. Yeni düzenleme ile bu da kaldırılmıştır.
1991’deki yasa ile aile birleşmesi kısıtlayıcı koşullara bağlanmıştır. İkinci ve
üçüncü kuşak yabancıların eşlerini getirebilmeleri 8 yıl Almanya’da yaşamış olma
şartına bağlanmıştır. Yeni gelen eşe ise 5 yıl geçtikten sonra sınırsız oturma hakkı
verilebilmiştir( Kılıçaslan, 2006:59 ).
Dolayısıyla Almanya, geri dönüş yasalarıyla ülkesine gönderemediği ve
çoğunluğu Türk olan yabancı işçileri için, ülkede barınmalarını kısıtlayan önlemler
almaya başlamıştır. Türk işçiler Almanya’da yaşadıkları süre boyunca, yaklaşık
otuz yıl, yalnız fabrikalarda işçi olarak çalışmamış;eğitim görmüş, değişik
meslekler sahibi olmuşlardır. Türk göçmenler, Berlin Duvarı’nın yıkılmasından
sonra ekonomik krizin de etkisiyle ırkçılık olaylarına daha fazla maruz kalmış,
işlerinin göçmenler tarafından ellerinden alındığını düşünenler tarafından “tehlike”
olarak görülmeye başlanmıştır( Şahin, 2010: 38).
Nermin Abadan Unat tarafından 1963’te ve 1975’te yapılan araştırmalar,
Almanya tarafından çıkarılan geri dönüş yasalarına rağmen, Türklerin büyük bir
çoğunluğunun geri dönmediğini kanıtlamıştır. Ancak kalifiye işçi olarak geri
dönmeleri beklenen Türk işçilerinin çocuklarının bir kısmının günümüzde
Almanya’da iyi eğitim aldıktan sonra Türkiye’ye iyi işlerde çalışıldığı göz ardı
edilemeyecek kadar fazladır. Bu durum göz önüne alındığında 1961’den itibaren
Almanya’ya yapılan işçi göçü bütünüyle başarısız olduğu söylenemez( Şahin,
2010: 39).
64
2000 yılında 1914’te kabul edilmiş olan kanuna ek olarak, Vatandaşlık
Hakkındaki Alman Reform Kanunu ile vatandaşlıkla ilgili değişiklikler yapılmıştır
buna göre;
vatandaşlığına
aslen Türk olup Alman vatandaşlığına sahip olan ve Türk
dönenler
Alman
vatandaşlığını
kendiliğinden
kaybetmiş
olacaklardır (Özkan ve Tütüncübaşı, 2008:599,634). Araştırmaya katılan üçüncü
kuşak Türklerin hiçbiri Türk pasaportuna sahip değillerdir.
65
5. BÖLÜM
ALGI
5.1. Almanya’da Türk Göçmen Algısı
5.1.1. Almanya’daki Türk göçmen algısının yıllara göre değişimi
1960lı yıllarda “gastarbeiter” (konuk işçi) kavramı oluşmuş olup, 1966-1967
yıllarına kadar ucuz işgücüne olan ihtiyacı karşılamıştır. Ancak 1966-67
döneminde özellikle Alman otomobil sektöründe baş gösteren ekonomik kriz ile
birlikte 70.000 civarında Türk işçi işten çıkartılmıştır. Bu dönem Almanya ilk kez
yabancı işgücüne eleştirel bakmaya başlamıştır. Görüldüğü gibi ülkenin ekonomik
durumu ile göçmene bakış açısı değişmiştir. Hürriyet Gazetesi Berlin Temsilcisi
Ahmet Külahçı,1969’da Almanya’da yapılan bir araştırmaya göre Alman yazılı
basınında göçmen kökenlilerle ve Türklerle ilgili yapılan her iki haberin birinde
adam öldürme, adam yaralama, kız kaçırma gibi sansasyon içeren haberlerin
yapıldığını belirtmiştir (Deutsche Welle,(2015).
1973-74 Petrol Ambargosu, dünya ekonomik bunalımı ve Avrupa’da
yaygınlaşan işsizlik ile yeniden Türklere ve göçmen kökenlilere karşı söylem
değişikliğine gidilmiştir. Ülke politikası ile yeni göçmen işçi alımı durdurulmuş
ülkeye gelmiş olan yabancı işçilerin çalışması engellenmiştir. 1973 yılında
“entegrasyon” ilkesi ilk kez kullanılmaya başlanmıştır. Almanya’nın saygın
dergilerinden Der Spiegel, 1973 yılının 31’inci sayısının kapağına “Almanya’daki
Gettolar – Bir milyon Türk” başlığını atmıştır. Dergideki haberin manşetinin “Türkler
geliyor, herkes canını kurtarsın” olması söylemin medyadaki etkisini gözle görünür
kılmaktadır.
1980lerde dünyanın en güçlü ekonomisine sahip üç ülkeden biri olan
Almanya’nın ucuz işgücüne yani göçmen işçiye İkinci Dünya Savaşı sonrasında
olduğu kadar ihtiyacı kalmamıştır. Bu dönemde ise dönüşü özendiren yasaların
yürürlüğe girdiği, hemen hemen bütün Avrupa ülkelerinde olduğu gibi Almanya’nın
da vatandaşlara vize alma yükümlülüğü getirdiği görülmektedir. “Heidelberg
66
Manifestosu” olarak adlandırılan ve Almanya’daki 16 Alman üniversite profesörü
tarafından “Avrupa Batılı Hıristiyan değerlerini korumak için tüm yabancı işçileri
ülkelerine geri göndermeli” tarzında bir manifesto yayınlamaları da bu döneme
yansımaktadır.
Türk göçmen nüfusunun misafir işçiler arasında görünür hale gelmesi 1973’te
Almanya’da Türk göçmen işçilerin de katıldığı grevler ile toplumda müdahaleci bir
göç politikası izlenmeye başladığı gözlenmiştir. Almanya bu dönemde göçmen işçi
yapısının (ücret mekanizması, genel ekonomik politika gibi) yalnız piyasa araçları
ile kontrol edilebilecek bir yapı olmaktan çıktığı anlaşılmaya başlanmıştır. Misafir
işçi nüfusun neden olmaya başladığı sosyal sorun, medyada entegrasyon
yaklaşımları gündeme gelmeye başlanmıştır. Entegrasyon kelimesi ilk olarak
1973’te kullanılmıştır (Çiçekli, 2007:189).
1980lerde Alman göç politikaları katılaşmıştır. Kentsel problemler ve işsizlik
oranlarındaki artışın, politika yapıcılar ve medya tarafından “mülteci akımı” nın bir
sonucu olarak tanımlanmıştır. Dönemin göç politikalarındaki katılaşmaya “geri
dönüşü teşvik” programı verilebilir (Çiçekli, 2007:189).
1980’lerde yaygınlaşan olumsuz tutumlar medyada kendini Türkleri konu alan
şakalarda da göstermiştir. Birçok şehrin sokak duvarlarında yazan “Türken raus”
(Resim-1) yani Türkler dışarı (Unat,2006:298) ve “Erschlagt die Türken” yani
Türkleri öldürün yazıları ve bunu destekleyen Alman politikaları, göçmenlerin daha
da önemlisi Türklerin artık Almanya’da istenmediğini göstermektedir.
67
Resim 5.1. Duvar yazıları “Türken Rauss”
1990lı yıllar Almanya’nın mevcut göçmenini kabullenme ve fakat yeni
göçmene sınırı kapatma yılları olarak tabir edilebilir. 1990’da çıkarılan Alman
Yabancılar Kanunu Almanya’nın mevcut göçmenin yasal statüsünü sağlamasına
yönelik bir adımın göstergesidir. Bunun yanında Alman medyasında 1980lerde
başlayan olumsuz tutumlar devam etmiş, giderek güçlenen aşırı sağcı partiler ve
partilerin
aşırı
milliyetçi
çetelere
verdiği
destekler
önyargıların
toplumda
yerleşmesini pekiştirmiştir (Unat,2006:81).Alman politika yapıcılarının söylem ve
tutumları göçmenlerin kendilerini “çözülmesi gereken sorun” olarak algılamalarına
neden olmaktadır. Uygulanmaya çalışılan “Alman vatandaşı ol, öz kültürünü unut”
düşüncesi,1991 tarihli Alman Yabancılar Kanunu’nun Alman vatandaşlık kazanımı
için
önceki
vatandaşlığın
bırakılmasını
şart
koşması
ise
bu
düşünceyi
desteklemektedir.
2000li yılların başında Almanya bir göçmen ülkesi olduğunu kabul etmiştir.
Alman Vatandaşlık Kanununda yapılan değişiklikler ile Almanya’da doğan göçmen
nüfusa bir taraftan vatandaşlık alma konusunda kolaylık sağlanırken bir taraftan da
68
çifte vatandaşlığı önleyen yasalar birlikte gelmiştir. 2005’te çıkarılan Göç Yasası,
göçmenlerin oturma-çalışma izni ve entegrasyonları konusunda düzenlemeler
getirmiştir. Bu yasa ile göçmenlerin “uyum kurslarına” katılmaları zorunlu hale
getirilmiştir. Uyum kurslarında; Almanca, Alman kültürü ve tarihi dersleri verilirken
ayrıca Alman hukuku hakkında da bilgiler verilmektedir. Kursiyerler kurs sonunda
teste tabi tutulmaktadırlar (Çiçekli, 2007:189).
Araştırmada üçüncü kuşak Almanya’da yaşayan Türkler ile yapılan
derinlemesine
yapılan
mülakatlarda
da
görüleceği
üzere
ekonomik
kriz
dönemlerinde iktidar sahibi politika yapıcılarının medya aracılığıyla söylemin
değiştiği ve medyanın kamuoyunda yarattığı olumsuz etki ile toplumda “öteki”
algısının ortaya çıktığı buna bağlı olarak ise aşırı milliyetçi hareketlerin alevlendiği
görülmektedir.
5.1.2. Almanya’daki “Öteki” Türkler
Günümüzde Alman toplumunun büyük bir kısmı, Türkiye kökenlilerin
kültürünün
ve
dilinin
bir
anlamda
çok
kültürlülüğün
Almanları
özlerine
yabancılaştırdığını iddia etmektedirler. Oysa kültür toplumsal bir ortamda etkileşen
insanlar tarafından biçimlendirilen tarihsel bir oluşumdur( Kula, 2012:6).
Eğitim düzeyi düşük, kalifiye olmayan Türklerin genellikle fiziksel güç
gerektiren işlerde bir süre çalıştıktan sonra Türkiye’ye dönecekleri düşüncesiyle
Almanya’da gelişen Türk algısı, günümüzde de bütün Türklerin Almanlar
tarafından aynı şekilde algılanmaya devam ettiğini göstermektedir. Günümüzde
Almanya’daki Türkler dördüncü kuşağın içerisindedir. Almanya’da eğitim görmekte
ve meslek sahibi olmaktadır.
Ancak bütün Türklerin işçi olduğu algısı devam
etmektedir. Bu tutum ise Türklerin kendilerini o ülkede “öteki” olarak algılamalarına
neden olmaktadır. Bu araştırmada ırkçılık, etnik köken, dini inanç farklılıkları
üzerinden ötekileştirme üzerinde durulacaktır.
“Biz”’in “öteki”’yi korkulacak bir şey olarak algılamasının en büyük nedeni
öteki’nden gelebilecek tehlikenin bilinmezliği, öteki’nin tanınmıyor oluşudur.
Zygmunt Bauman bu durumu, dostlar düşmanlar vardır bir de ötekiler vardır,
69
olarak açıklamıştır. Yapısalcı yaklaşıma göre insanların düşünceleri dildeki zıtlıklar
yoluyla şekillenmektedir. Bu yüzden insanlar karşılaştıkları durumları dostdüşman gibi karşıtlıklar yoluyla algılamaktadır. Ancak bu tanımlamanın “öteki” için
bir karşılığı yoktur. Dolayısıyla “öteki”nin bir kategoriye girmesi gerekmektedir,
tanımının
muğlak
olmasından
dolayı
öteki,
düşman
kategorisine
dahil
edilebilmektedir(Özçalık, 2008).
1982 yılında Almanya’da Hıristiyan Demokrat Partisi genel başkanı Friedrich
Merz tarafından on iki profesörle birlikte ortaya atılan ve “Heidelberger Manifest 4”
adını alan “leitkultur” tezi (baskın kültür), Alman toplumu tarafından ötekileştirilen
Türklere yönelik tehdit algısını ortaya koymaktadır. Türk göçü devam ederse
2000’li yıllarda pek çok Alman’ın kendi mahallesine, işyerine ve hatta kendi
ülkesine yabancı kalacağını belirten Merz, Alman kültürünün tehdit altında
olduğunu vurgulayarak, bilinçli vatandaşları alman kültürünü korumaya çağırmıştır.
Toplumdaki suçun ve işsizliğin sebebini “öteki” sayılan göçmen kökenlilere
yüklemek toplumun diğer unsurları için birleştirici özellik taşımaktadır. Genel
anlamda sorumluyu aramak sorumluyu tutulanı yakalamaktan daha zordur.
Bununla birlikte toplum tarafından “öteki” olarak kabul edilen grubun içerisindeki
çeşitlilik de kesinlikle reddedilir. 11 Eylül 2001’de New York’taki ikiz kulelere
yapılan saldırıyı üstlenen grubun İslami köktendinci El Kaide oluşu, dünyanın
bütün Müslümanlara birer terörist gözüyle bakmasını sağlamıştır. Bu saldırı
sonrasında Müslüman kimliğiyle tanınan ülke vatandaşlarının Avrupa’ya ve
Amerika Birleşik Devletleri’ne girişlerini kısıtlayan önlemler getirilmiştir. Dolayısıyla
Almanya’da
ötekileştirilen
Türkler,
dünyada
ötekileştirilen
Müslümanlar
ötekileştirme örnekleridir. Bulundukları toplumda “öteki” olan göçmenler ya kendi
öz kültürlerine daha sıkı bağlanmakta ya da o toplumdakiler gibi yaşamaya, onlar
gibi olmaya çalışmaktadır.
Almanya’da 1 Ocak 1992 ‘de yürürlüğe giren yabancılar yasası ile yeni gelen
göçmenlerin oturma haklarını sınırlayan yasalar, Alman vatandaşlığına geçebilmek
için Türk vatandaşlığından çıkma zorunluluğu gibi kısıtlamalar, yasa koyucu olan
İnternet: (17 Haziran 1982) http://www.nadeshda.org/archiv/antifa/hmanwo.pdf adresinden 12 Şubat 2015
tarihinde alınmıştır.
4
70
devlete yük olmayan ve “mutlak” bir uyum sağlamış olan göçmenleri Almanya,
daha çok gözeterek yabancılarla yerliler arasındaki ayrımı daha çok hissedilir hale
getirmiştir. Dolayısıyla Alman hükümeti de göçmenlerin “ötekileştirilmesine”
katkıda bulunmuştur.
Mülakat yapılan görüşmeciler ya üniversite mezunu, meslek sahibi ya da
üniversite eğitimlerine devam eden Türklerdir. Araştırmaya katılan, Türk
görüşmecilerinin sivil toplum örgütlerine üyelik, medya, akraba arkadaş ilişkileri
yoluyla Türkiye’yle bağlarını devam ettirdikleri görülmektedir. Günümüzde daha
önce yapılan araştırmalar iyi eğitim sahibi olan göçmenlerin düşük eğitim
seviyesine sahip olanlara göre daha fazla ayrımcılığa uğradıklarını ortaya
çıkarmıştır( Itzigsohn ve Saucedo, 2002:783). Mülakat yapılan görüşmeciler de bu
durumu destekleyen tecrübelerini paylaşmışlardır. Göçmen kabul eden ülkelerde
yaşanan işsizliğin sebebi olarak göçmenler görülmektedir. Özellikle iyi eğitim
görmüş ve iyi iş sahibi olan göçmenler, ülke vatandaşlarının yapacağı işi ellerinden
aldığı düşüncesiyle ayrımcılığa maruz kalabilmektedir.
5.1.3. Almanya’daki Türkler ve İslamofobi
1950li yılların ilk yarısından itibaren devletlerarası ikili anlaşmalar yoluyla
çağrılan yabancı ve misafir işçiler seçilirken fiziksel özellikleri göz önüne alınmış
dini ve kültürel özellikleri yok sayılmıştır. Aynı şekilde bir süre sonra ülkelerine
döneceklerini
düşünerek
misafir
işçiler
de
dini
ve
kültürel
ritüellerin
gerçekleştirilmesi konusuna kendilerine “geçici” çözümler bulmuşlardır. Zaman
içerisinde “arka avlu camilerinin” (hinterhof-moschen) kurulması( Unat,2002:257),
ibadet merkezleri talepleri, Almanya’da minareli camii yapılması talepleri ve bu
konuda yapılan tartışmalar Almanya’ya İslam dinine mensup demografik bir
nüfusun girmiş olduğunun göstergeleridir. Bu durum eş zamanlı olarak
Müslümanlara karşı kamusal duyarlılıkların artmasına da neden olmuştur. Artan
işsizlik ile birlikte İslam dini de Almanya için “öteki” unsurları arasında yerini
almıştır.
Türklerin Alman kültürüne entegre olamayacağını ileri süren araştırmacılar,
Türklerin Almancaya hakim olmasının entegrasyon sürecinin mihenk taşı olduğu
71
görüşündedir. Toplumun sahip olduğu dil ve toplumun çoğunluğunun inancı (dini)
o toplumun kültürünü oluşturan en önemli parçalardır. Günümüzde Almanya’daki
Türk varlığı üçüncü ve hatta dördüncü kuşağı oluşturmaktadır.
İslam dininin “güvenlikleştirilmesi” konusu ve bu konunun uygun bir kılıf
içerisinde sunulması vurgulanması gereken önemli bir noktadır. Artan suç
oranlarının göçmene atfedilmesi, Alman toplumu içerisindeki en büyük göçmen
nüfusunun Müslümanlardan oluşuyor olması ve İslam güvenlikleştirilmesi konusu
bu yollarla inandırıcılığı arttırılmaktadır (Çiçekçi, 2011:.100).
ABD’ye yönelik 11 Eylül terör saldırıları ulusal ve uluslararası güvenlik
politikalarının
değişmesi
gibi
konularda
bir
dönüm
noktası
oluştururken,
köktendincilik konusunda da tehdidin artması sonucu dünyanın yabancılara ve
özellikle Müslümanlara bakış açısı değişmiştir. Bu saldırıları gerçekleştirenlerin
Müslüman olmaları, Müslümanların diğer göçmenlere göre daha problemli bir grup
görülmelerine ve dolayısıyla İslamofobinin yaygınlaşmasına neden olmuştur
(Yılmaz, 2008: 82).
Avrupa için “öteki” olarak adlandırılan Müslümanların, batının aşağısında ve
şiddet yanlısı olarak göstermekte olan İslamofobi, tüm dünyayla birlikte
Almanya’da da çok popüler hale gelmiştir. Almanya için de “öteki” olan
Müslümanların işlediği namus ve töre cinayetlerinin Alman medyasında “abartılı”
bir
şekilde
gösterilmesi
hem
öteki
algısını
hem
de
İslam
korkusunu
pekiştirmektedir.
Günümüzde Almanya ‘da yaşayan Müslümanlarla ilgili entegrasyona ilişkin
yaşadıkları sorun, endişe ve bu yöndeki algılamalar Almanya’nın İslam dini ve
Müslümanlara yönelik davranışlarının olumsuz yönde şekillenmesine neden
olmaktadır. Radikal İslami örgütlerin faaliyetleri bütün Müslümanlara mal
edilmemelidir. Hitler, 1933’ten itibaren 6 Milyon Yahudi’yi sistemli bir şekilde
yakmıştır. Bunun için, dünyanın bütün Almanları suçlaması ne kadar anlamsızsa
terörist gruplarca işlenen saldırıların da bütün Müslümanlara mal edilmesi o kadar
anlamsız ve tehlikelidir. Terörist faaliyetleri din ile özdeşleştirmek göçmenlerin
“öteki” algısını güçlendirecektir.
72
İslami terör kavramının kullanımı da bilinçli bir algı yönetimidir, tüm
Müslümanların terörist olduğu algısını yerleştirmek tehlikeli olduğu kadar
ötekileştirmenin en açık örneğidir. Terör, başına gelmesi muhtemel tüm sıfatlardan
bağımsızdır ve mücadele edilmesi gereken konu da kendisidir.
5.1.4. Uyum ve dil
Uyum (entegrasyon) kavramı çok sık Alman diline hakim olma durumu
üzerinden değerlendirilmektedir. 1961de Almanya’ya ilk sistemli misafir işçi
alımının başlamasından itibaren, işçiler fiziksel özelliklerine göre değerlendirilmiş
Alman doktorlar tarafından yapılan fiziki muayeneler sonucu seçilmiştir. İşçi alımı,
1973 yılındaki Petrol Krizi’nin tüm dünya ekonomisini sarsana kadar da bu durum
devam etmiştir. “Misafir işçilerin” (Gastarbeiter) fabrika ve maden ocakları gibi
fiziksel güç gerektiren işlerde çalışanların Almanca bilmesi bir gereklilik olmamıştır.
Fabrika ve maden ocakları gibi Misafir işçilerin çoğunlukla çalıştığı yerlerde,
gerekli görülen yerlere (Resim-2) işçinin ana dilinde uyarılar konulması bu dönem
yeterli bile olmuştur (kaynak, Unat,2002:61)
73
Resim 5.2. Misafir işçilerin için gerekli görülen yerlere işçinin ana dilinde uyarı yazıları
Resim 2’de Türk, Hırvat ve İtalyan misafir işçilere tuvaletin nasıl kullanılması
gerektiğini anlatmaktadır. Fotoğraf, Ruhr bölgesinde bir fabrika tuvaletinin kapısına
asılan bildiridir, 1963 yılına aittir.
Bu düşüncenin tersi olarak misafir işçilerin de geri dönecekleri düşüncesiyle
Alman dilini öğrenmek konusunda motivasyonları olmamıştır. Heim denilen kolektif
yatakhane ya da yurtlarda Türklerle birlikte yaşayan, Türklerle birlikte çalışan ve
alışverişlerini de Türk marketlerinden –özellikle de dini sebeplerden Alman
marketlerinden alışveriş yapamayan Türkler çareyi kendi marketlerini açmakta
bulmuştur - yapan kesim için Almanca ihtiyaç olmamıştır.
Ancak zaman içerisinde misafir işçilikten kalıcı yurttaşlığa geçen Türkler için
Almanca bir ihtiyaç olurken artan işsizlik oranlarıyla toplumda belirginleşen
göçmen algısı kendini dil sorunu kılıfı içerisinde göstermiştir. N. Unat (2002) ikinci
ve üçüncü kuşağın dil ve uyum sorunlarını üç grupta ele almıştır.
-
İlk grup yurtdışında doğmuş ve okul öncesi eğitim görmüş (Kindergarten)
dolayısıyla yaşadığı ülkenin diline hakim olan kesimdir. Bu durum ailede ve
okulda farklı dil konuşan çocukların kültürel bölünmüşlük yaşamasına
74
neden olur. Hangi dili kullanırsa toplumda kabul göreceği düşüncesi çocuğu
kültürel bölünmeye zorlamaktadır.
İkinci grup, yurtdışında doğmuş olmasına rağmen okul öncesi eğitim
-
(Kindergarten) almamış olan kesimdir. Bu grup, doğduklarından itibaren dil
bilgisi konusunda problemlerle hayata başlamaktadır. Bu gruba mensup
çocukların anne ve babalarının çalışıyor olması halinde sorun biraz daha
büyümektedir. Çalışmanın konusu bu gruba ait kesimden oluşmaktadır.
Üçüncü grup ise Federal Almanya’ya aile birleşimleri yoluyla gelenlerdir.
-
Eğitimlerine Türkiye’de başlamış ve bir süre Türkiye’de devam etmiş
çocukların Alman okullarına uyum göstermeleri de sorun yaratmıştır. Ayrıca
Almanca dil bilgisi olmadığından “sonderschule” adı verilen gerizekalılar
özel okuluna gönderilen göçmenler de bu gruba dahildir.
Almanya Federal Cumhuriyeti eğitim konusunda bölünmüş bir yapıya
sahiptir. Dolayısıyla bir eyalette zorunlu olan okul öncesi eğitimi (Kindergarten)
başka bir eyalette isteğe bağlı bırakılmıştır. Okul öncesi eğitimi isteğe bağlı
bırakan eyaletlerde göçmen çocukların Almancayı öğrenmeleri gecikmiştir,
özellikle gerizekalılar okuluna giderek bir travma yaşayan çocukların Alman diline
hakim olmak adına motivasyonlarının kalmadığı bir gerçektir.
Parasal hesaplarla gelinen ve bölünmüş bir eğitim seyri izleyen çocukların,
Almancaya hakim olmayışları ve çalışma izni alabilmek adına ileri sürülen ağır
koşullar ile toplumda kendilerine düz işlerin kaldığını görmeleri çok zor olmamıştır.
Özellikle bu durum yetişme çağında önemli psikolojik sorunları beraberinde
getirmiştir.
Yeni yetişen göçmen kuşakların toplumsallaşma süreçlerindeki farklılıklar
açık bir şekilde göze çarpmaktadır. Türk Aile yapısı, konuşulan dil, dini ritüeller,
toplumsal cinsiyet rolleri, ahlaki kurallar gibi değerler okulda telkin edilen
değerlerle farklılık göstermektedir. Mevcut durum çocuğun yetişme çağında ciddi
sorunlara sebep olmaktadır. Bu durum; sosyal dışlanma, ayrımcılık ve ülkenin
eğitim
sistemindeki
azalmaktadır.
belirsizlik
ile
birleştiğinde
sosyalleşme
kendiliğinden
75
5.1.5. Alman medyasında Türk söylemi
İktidarlar, politika yapıcılar, ötekini kolay yönetebilmek adına değiştirme ve
dönüştürme ister. Evrensel ırkçılık anlayışına göre, bilinmeyen bir yabancının
varlığına karşı anlaşılmaz bir tepkidir (Ateş, 2011:42). İktidarı elinde tutan güç,
kendi ideolojilerini yeni kuşaklara aktarma ve bu şekilde mevcut erki meşrulaştırma
eğilimindedir. Buna göre medya egemen iktidarın ve söylemin yeniden oluşmasına
katkıda bulunur ve devamlılığını sağlar.
Kitle iletişim araçları olmadan bir gün bile geçiremeyeceğiz gerçeği önemli bir
gerçekliktir. Televizyon kanallarında haber izlenmese bile sosyal medya
aracılığıyla bir şekilde bilgi aktarımı yaşanmaktadır. Günlük söylemlerde görülen;
ırkçı, ayrımcı, cinsiyetçi, yabancı düşmanı, şiddet içeren söylemler her defasında
kendini yeniden üretmektedir. Günlük kullanımla kendini tekrarlayan söylem
zaman içerisinde sıradanlaşmaktadır. Söylemler farkında olmadan insan zihnine
yerleşmekte, medya tarafından farklılaştırılana karşı olumsuz tepkiler olarak geri
dönmektedir. Yazılı ve görsel basındaki; haber başlıklarında, manşetlerde,
kullanılan fotoğraflarda ve sunuş biçimlerinde kendini yeniden üretmektedir.
Almanya’da yaşayan Türkleri, Müslümanlıktan bağımız incelemek mümkün
değildir, önyargı yansımaları kendini çoğu zaman birlikte göstermektedir.
Küreselleşmenin doğal bir sonucu olarak hayatın her alanında olduğu gibi iletişim
ve etkileşim de iç içe geçmiş durumdadır. Almanya’daki Müslüman ve Türk algısı
da bu iç içe geçmişlikle beraber “potansiyel terör tehdidi” olarak yansıtılmaya
başlamıştır. Bu algı organik ve kendiliğinden ortaya çıkan bir algı değil suni bir
algıdır. Alman medyasında yer alan görsel ve haberler küreselleşen dünyanın baş
düşmanı olarak göçmen nüfusunu yansıtmaktadır.
Die Welt gazetesinin 2006 tarihli bir haberinde Berlin’deki Türklerin yarısının
işsiz olduğu ve %31’inin eğitimsiz olduğu belirtildikten sonra, uzun yıllardır
Almanya’da bulunan bir göçmenin ‘Almanya’da deniz olduğunu bilmiyordum’
dediği ve Berlin’deki Türklerin büyük bölümünün fiziken olsa da mental olarak
Almanya’da bulunmadıkları, köylü bir toplumun alışkanlıkları içerisinde yaşadıkları
aktarılmakta ve bazı uzman görüşlerine dayanarak bunun da çok kültürlülük
76
politikalarının iflas ettiğini gösterdiği iddia edilmektedir. Die Welt verdiği bu
istatistiki bilgilerle nesnel sonuçlar elde ettiğini gösterme çabası içerisindedir
(Doğan, 2012:4). Kasım 2008, Alman Der Tagesspiegel gazetesinde yayınlanan
bir habere göre göçmenlerin ebeveynlerine göre daha çok entegre oldukları ve
‘Alman yaşıtlarına daha çok benzedikleri’ ifade edilmiştir.
Medya yönlendirmesi ile oluşturulan Almanya’daki Türk algısı için örnekler
çoğaltılabilir. Bu algı kendini yalnız televizyon ve gazetelerde değil halka açık
alanlarda, çeşitli duvar yazılarında, dağıtılan el ilanlarında ve bunun gibi topluma
ulaşması kolay çeşitli alanlarda da kendini göstermektedir.
77
6. BÖLÜM
ÇALIŞMANIN BULGULARI
Giriş
Almanya’da
yaşayan
üçüncü
kuşak
Türkler
üzerine
yapılan
saha
araştırmasında, günümüzde Almanya’da yaşayan üçüncü kuşak Türkler’e Alman
toplumunun yaklaşımını incelemek amacıyla saha araştırması yapılmış, gözlem
notları tutulmuştur.
Araştırmada üç kuşaktır Almanya’da yaşayan Türklerin günümüzde Almanlar
tarafından
nasıl
algılandıkları
amaçlanmıştır.
Gündelik
hayatta,
eğitimde,
arkadaşlık ilişkileri kurulurken sosyal ilişkileri etkileyen faktörler ve sonuçları
irdelenmiştir.
Araştırmaya
katılan
üçüncü
kuşak
Türklerin,
büyükbaba
ya
da
büyükannelerinin Almanya’ya yerleşmiş olması günümüze kadar da yaşamlarını
Almanya’da sürdürmekte olmaları araştırmanın en önemli kıstasını oluşturmuştur.
Dolayısıyla görüşmecilerin yaşına göre değerlendirme yapılmamıştır. Yapılan
araştırmada Türklerin yaşadıkları sosyal dışlanma araştırılmış, bunun sonucunda
hangi ulusötesici ilişkilerle kendilerini Türkiye’ye ve Türk kimliğine bağlandıkları
incelenmiştir. Cinsiyet değişken olarak kullanılmamıştır, dolayısıyla görüşme
yapılan kadın erkek sayısı birbirine eşit değildir.
Araştırmaya katılan görüşmecilerle derinlemesine görüşmeler yapılmıştır.
Kendi kültüründen farklı bir kültürün içinde büyüyen bireylerin kültür etkileşimlerini
etkileyen etmenler her zaman farklıdır. Her görüşmecinin yaşadığı günlük pratik
farklı olduğundan nitel araştırma yöntemi kullanılmıştır.
Bu araştırmada üçüncü kuşak Almanya’da yaşayan Türklerin ayrımcılığa
uğrayıp uğramadığı, ayrımcılığa uğrayan görüşmecilerin yaşamlarının hangi
alanında “öteki” olarak görüldüğü ve bu öteki algısının sebep olduğu Türkiye ile
olan ilişkileri incelenmiştir.
78
Kimlik inşa süreci bireyin dünyaya gelmesi ile başlayan bir süreçtir ve aile
içinde gelişir, bireyin çevre ve sosyal ilişkileriyle şekillenir. Kimliği belirleyen en
önemli etkenlerden biri aidiyet duygusudur. Türk ailede doğan, Alman çevrede
eğitim alan ve sosyal çevresini de bu çevreden seçen üçüncü kuşak Türklerin
çevreden
gördüğü
olumlu
ve
olumsuz
deneyimler
aidiyet
duygusunu
oluşturmaktadır. Kendini artık Alman olarak tanımlayan Türk kökenlilerin bile,
Türkiye ile kurdukları ulusötesi bağlar aidiyet duygusunun ya Alman-Türk şeklinde
çift temelli ya da yalnız Türk olarak, Türkiye temelli olduğu görülmüştür. Özellikle
entegrasyona ait, çok kültürlülüğü reddeden açıklamalar vücut bulmaya devam
ettikçe, bahsedilen aidiyet hissinin oluşturduğu ulusötesi bağların Türkler
tarafından güçlendirildiği araştırmanın bulguları arasındadır.
6.1. Demografik Özellikler
Derinlemesine görüşmeler yirmi, üçüncü kuşak Almanya’da yaşamakta olan
Türk kökenlilerle yapılmıştır. Kaynak kişilerin on biri kadın dokuzu erkektir.
Derinlemesine görüşmeler yapılan kaynak kişilerin yaş aralığı yirmi üç ile
otuz iki arasındadır. Kaynak kişiler yaşlarına göre değil kaç kuşaktır Almanya’da
yaşadıklarına göre değerlendirilmişlerdir.
Derinlemesine görüşme yapılan kişilerin isteği üzerine isim ve soy isim
belirtilmemiştir. Mülakat soruları önceden yapılandırılmıştır ancak Almanya’da
Türk- Müslüman kimliği üzerine ortaya çıkan güncel problem ve uygulamaların
etkisiyle sorular yeniden yapılandırılmış ve yeni sorular eklenmiştir.
6.2. Türkçe-Almanca Dil Eğitimi
Bu bölümdeki mülakat soruları katılımcıların dil eğitimini araştırmaya
yöneliktir. Katılımcının kreşe ya da ilkokula başlayana kadar evde aldığı Türkçe
eğitim sonrasında, öğretim dilinin Almanca olmasından kaynaklanan problemler,
yaşanılan
sorunlar
üzerinde
yoğunlaşılmıştır.
Anaokuluna
(Kindergarten)
başladıktan sonra almanca öğrenmekte zorlandığını söyleyen katılımcılara bu
79
sorunun üstesinden gelmek için Alman öğretmenlerin kendilerini nasıl yönlendirdiği
sorulmuştur.
6.2.1. Anaokulu (Kindergarten) eğitimi
Bilindiği üzere çocuk, doğumundan itibaren sosyal ve kültürel eğitimini
aileden almaya başlar. Dil eğitimi de çocuğun aileden aldığı eğitimlerden biridir.
Kendileriyle mülakat yapılan Almanya doğumlu Türk çocuklarına anaokuluna gidip
gitmedikleri sorulduğunda verilen cevapların çok farklı olduğu görülmüştür.
Almanya on altı farklı eyaletten oluşmaktadır. Görüşmeciler Almanya’nın
farklı eyaletlerinde doğup büyümüş, Berlin’e yerleşmişlerdir. Her eyaletin eğitim
sistemi birbirinden farklılık göstermektedir. Bazı eyaletler çocukların anaokuluna
gitmesini
zorunlu
tutarken
bazıları
ailenin
tercihine
bırakmıştır.
Göçmen
çocuklarının, Almanya’daki eğitim sisteminde zorlanmalarının sebeplerinden birini
eğitim sistemindeki farklılıklar oluşturmaktadır.
Anaokulu, evde aileden ve Türkçe yayın yapan Türk kanallarından, yalnız
Türkçe öğrenmiş olan Türk çocuklarına Almanca’yı öğrenmeleri için bir fırsat
sunmaktadır. Birlikte eğitim gördükleri Almanlar gerçek bir anaokulu eğitimi
alırken,
Türk
çocukları
Almancaya
alışmaktadır.
N.
Abadan
Unat
bir
araştırmasında; anaokulu eğitimi almayan Türk çocukların, dil bilmedikleri için iki
yıllık gerizekalılar okuluna gitmek durumunda kaldıklarını belirtmiştir. Türk ailelerin,
zorunlu olmadığı için çocuğunu anaokuluna göndermeme sebebini çoğu zaman
maddi olanaksızlıklar oluşturmaktadır (Unat,2002).
On bir katılımcı anaokuluna (kindergarten) gittiğini belirtmiştir. Anaokuluna
gitmiş olan görüşmecilerin yedisi bulundukları eyalette zorunlu olmamasına
rağmen, dördü ise zorunluluğu olduğu için anaokuluna gittiklerini belirtmiştir.
Anaokuluna gitmediğini belirten görüşmeciler, Almanca eğitimlerini büyük
kardeşlerinden, arkadaşlarından ve ilkokuldan öğrendiklerini belirtmiştir.
80
Görüşmecilerin hepsi özellikle göçmen çocuklarının kindergarten olarak kabul
edilen anaokullarına gitmelerinin Almanca öğrenme ve adapte olma açısından çok
önemli olduğunu belirtmiştir.
6.2.2. Eğitim, Türk dili ve aile
Almanya eğitim sistemine göre çocuklar ilkokul dördüncü sınıfta bir seçim
yapmak durumunda kalmaktadır. Not ortalamalarına göre en iyi olanlar
Gymnasium’a, not ortalaması çok iyi olmayanlar Realschule’ye, not ortalamaları
çok kötü olanlar ise Hauptschule’ye gitmektedir. Duruma göre öğretmen; çocuğun
bu üç okuldan hangisini seçmesi gerektiğiyle ilgili aileye bir mektup yazmaktadır.
Son kararı öğretmenin verdiği mektup eşliğinde aile vermektedir.
Mülakat sırasında, Almanya’da yaşayan bir Türk olarak dil sorunu yaşanıp
yaşanmadığı sorulduğunda oldukça birbirine bağlı, birbiri içine geçmiş cevapların
verildiği görülmüştür.
Şu an üniversitede tezini yazmakta olan 25 yaşındaki kadın görüşmeci N.M.
eğitimiyle ilgili bilgi verirken şunları belirtmiştir.
“Aile içinde hep Türkçe konuşuyorduk, buradaki akrabalarım da aileleriyle
Türkçe konuşuyorlardı. Almancaları çok iyi olmadığı için de hauptschuleye
gidiyorlardı. Dördüncü sınıfta bir okul seçmem gerektiğinde notlarım iyi
olmasına rağmen öğretmenim bana “sen sınıfta kal seneye realschuleye
gidersin” dedi. Ailem de bu konuda çok fazla bilgi sahibi olmadığından
realschuleye gittim.”
Yine üniversitede eğitimini sürdüren 26 yaşındaki kadın görüşmecilerden biri
olan N.K. öğretmenine hukuk okumak istediğini söylediğinde “senin Almancan
yetmez, okuyamazsın” cevabını aldığını belirtmiştir. Ancak daha sonra notları iyi
olunca realschule’den gymnasiuma geçtiğini belirtmiştir.
Almanya’da göçmen çocuklarının çoğunluğunun hauptschulelerde okuduğu
üzerine yaygın bir inanış bulunmaktadır. Bu durum sosyal yaşamda, herhangi bir
hauptschule çıkışında gözlenebilir. Bu durum, bu araştırma yapılırken, Berlin’deki
çeşitli hauptschulelerin çıkışlarında beklemek suretiyle de gözlemlenmiştir,
okuldan çıkan öğrencilerin çoğunun aralarında Türkçe ve Arapça konuştuğu
81
görülmüştür. Bunun yanı sıra genel kanı da göçmen kökenli çocukların
hauptschulelerde eğitim görmesi gerektiği ve görmekte olduğudur.
Görüşmeciler bunun nedeni olarak Türk ailelerin eğitime çok fazla önem
vermediğini, Almanca konuşan bir Türk’ün herhangi bir yanlışında gülünç duruma
düşerek kendini geri çektiğini belirtmiştir. 27 yaşındaki kadın görüşmecilerden biri
olan Y.P. bu konu hakkında şunları belirtmiştir.
“Burada yaşayan Türk çocuklarının çoğu hauptschuleye gidiyor. Bunun nedeni
Türkçe’yi de çok iyi bilmiyor olmaları. Siz de dikkat ederseniz Almancaya çok
hakim olmayanlar Türkçe’ye de çok hakim değiller ve eğitimle ilgili sorun
yaşıyorlar. Ailelerde çok fazla bilgi sahibi değil, ben kendi çevremden sırf eve
yakın olduğu için notları iyi olmasına rağmen hauptschuleye gönderilen insanlar
tanıyorum. Okullarda da zaten aileleri de destek olmuyor düşüncesi yaygın,
biraz da önyargı hakim olunca göçmen çocuklarının çoğu hauptschulelere
gidiyor.”
Kendileriyle mülakat yapılan görüşmecilerin on dokuzu evde aileleriyle
Türkçe konuşarak ve Türk medyasını takip ederek büyüdüklerini belirtmiştir. Bir
görüşmeci evde Almanca konuşulduğunu Alman ve Türk medyasının birlikte takip
edildiğini belirtmiştir.
Görüşmecilerin hepsi yükseköğrenim görmüş ya da görmekte olan Türkiye
kökenli göçmenlerdir. Görüşmecilere ailelerin çocukların eğitimindeki rolünü
anlamak amacıyla, anne babalarının eğitimi ve Almanca bilgisi sorulmuştur.
Görüşmecilerin on sekizi ailelerinin Almancaya çok iyi hakim olmadığını ancak
sosyal hayatta derdini anlatabilecek düzeyde Almanca bildiklerini belirtmiştir.
Ailenin çocuğun eğitimi üzerindeki etkisinin anne babanın eğitimiyle ilgili olup
olmadığı sorulduğunda görüşmecilerin 13’ü ailenin çocuğun eğitimi konusunda
etkisinin büyük olduğunu ancak Almanya eğitim sisteminde yükseköğrenim
görebilmek, not ortalamasıyla birlikte öğretmenin kendi inisiyatifine de bağlı
olduğundan birçok çocuğun Gymnasium’a gidemediğini belirtmiştir. Berlin’de bir
üniversitede eğitim görmekte olan 27 yaşındaki kadın görüşmecilerden R.Ç. bu
konu hakkında şunları söylemiştir.
“Ben küçükken annem ve babam boşandıktan sonra annem çalışmak
durumundaydı, ben yuvaya gidene kadar bana burada dedem ve ananem baktı.
Ben sadece Türkçe konuşuyormuşum evde dedemlerle de. Yuvaya
82
başladığımda bir gün akşama kadar su istemişim kimse anlamamış, akşama
kadar susuz kalmışım. Bunun üzerine öğretmenler annemle konuşmuşlar. O
günden sonra evde daha çok almanca konuşmaya başladık annemle. Benim
annem üniversite mezunu değildi ama benim yaşayabileceğim sorunları
önceden görerek önleyebilmiş. Benim öğretmenim ilkokuldan sonra realschule
ye gitmemi önermiş anneme, ama annem gymnasiuma gitmemi istemiş. Annem
üniversite mezunu değil ama üniversite mezunu olmamı anneme borçluyum.”
Katılımcılarla, göçmen kökenli çocukların kindergarten’a gitmeleri ile ilgili
görüştüğümüzde 17 görüşmeci, kindergartenın, göçmen kökenli gençler için hem
sosyal hayat hem de Almanca dil öğrenimi alanında ilk adım olduğunu belirtmiş,
eyalet sistemi dolayısıyla Almanya’da eğitim ve öğretim konusunda çeşitli
farklılıklar olduğundan; kindergarten eğitiminin zorunlu olmadığı eyaletlerde
göçmen kökenli gençlerin Almanca dilini öğrenme konusunda zorlandığını dile
getirmişlerdir.
Günümüzde bir göçmen kökenlinin Alman toplumuna “entegre” olması
Almanca bilgisi ile ölçülmektedir. Araştırmaya katılan 18 katılımcı entegrasyon
kelimesinden
ne
anlıyorsunuz
sorusuna
Almanca
bilmek
ve
Almanca
konuşabilmek, Almanca derdini anlatabilmek cevabını vermiştir, yazılı ve yazılı
olmayan kurallara uymak gerektiğini de cevaplarına eklemişlerdir. Bu cevabı veren
katılımcılara böyle düşünmelerinin nedeni sorulduğunda ise Alman tanıdıkları
(öğretmenleri, arkadaşları, yazılı görsel ve sosyal medya vs) tarafından böyle
anlatıldığını kelime karşılığının da böyle olduğunu belirtmişlerdir. Berlin’de bir
üniversite öğrencisi olan 25 yaşındaki S.Y. bu durumu şu şekilde açıklamıştır.
“entegrasyon kelimesi… bir insan yurt dışında yaşamayı düşünmüşse buna
karar vermişse bence gittiği ülkenin dilini bilmek zorundadır. Böyle
düşünüyorum çünkü… kelime anlamı olarak da entegrasyonun anlamının asıl
yaşanılan ülkenin dilini bilmek olduğunu biliyorum. Okulda, çevremde,
televizyon ve internette bu şekilde öğretiyorlar.”
Derinlemesine mülakat yapılan katılımcılar, entegrasyon kelimesinin anlamını
olduğu gibi Almanca bilgisi ile açıklamaktadır. Bunun sebebi ise Alman toplumu ve
medyasının entegrasyon konusundaki hassasiyetinin “Almanca dilini bilmek ve
konuşabilmek” üzerinde dönmesinden kaynaklanmaktadır. Yine Berlin’de 27
yaşında bir üniversite öğrencisi olan C.T. entegrasyon ile ilgili şunları söylemiştir;
83
“…..Mesela geçenlerde Mesut Özil’e5 Türkiye’ye gol attığı için entegrasyonu çok
iyi gerçekleştirdi diye ödül verildi, adamın Almancası berbat, doğru düzgün
kullanamıyor Almancayı, cümle kuramıyor ya! Bunlar göstermelik saçma
ödüller! Sadece Türkiye’ye gol attığı için entegrasyon ödülü alması, uyum
sürecini Mesut Özil’den daha fazla yerine getirmiş insanlara ayıp olmuyor mu?
Bana sorarsan benim dedem ilk olarak buraya gelmiş, yerleşmiş, çalışmış,
vergisini vermiş bence benim dedem de entegre olmuş buraya, uyum sağlamış
ve görevlerini yerine getirmiş. İnsanların ve medyanın yüklediği anlamlara göre
ödül verdiler, göstermelik!”
Derinlemesine yapılan görüşmeler, sistem entegrasyonunun Almanya’ya ilk
göç eden akrabaları tarafından gerçekleştirmiş olduğunu kanıtlar niteliktedir.
Ancak, Alman toplumunda yaygın entegrasyon kavramının asimilasyon kavramı ile
bir tutuluyor oluşu, bireylerin orijinal kültüre bağlanmalarında önemli bir faktör
oluşturmaktadır.
6.3. Ötekileşim ve Özdeşleşim, Ulusötesici Davranışlar
6.3.1. Ötekileşim ve özdeşleşim
Almanya’da yaşayan birinci kuşak Türkiye kökenliler sosyalleşme ve
kültürleşme süreçlerini Türkiye’de tamamlayarak Almanya’ya gitmiştir. Almanya’da
yaşayan ikinci kuşak Türkiye kökenliler ise yaşamlarının bir bölümünü Türkiye’de
geçirmiş, kültürleşme ve sosyalleşme süreçlerinin bir bölümünü Türkiye’de
tamamlamıştır. Araştırma konusunu oluşturan üçüncü kuşak Almanya’da yaşayan
Türkler ise, insan yaşamının önemli bir bölümünü oluşturan ergenlik dönemini
Almanya’da geçirmektedir( Kula, 2012: 7). Bu dönemde kimlik, ortak tarihsel
birliktelik, ulusal köken, dil, din olgularını öne çıkaran özdeşleşim duygusu
biçimlenir ve ihtiyaç halini alır. Genç kuşak bu dönemde ulusal aidiyet çevresi
dışına çıkarak bir dış kimlik oluşturmaya başlarlar.
Türkiye kökenli genç kuşak, fiziksel(saç ve ten rengi), ulusal ve etnik
kimlikleri nedeniyle Alman toplumunca her zaman doğru anlaşılamadıklarından
dolayı çeşitli önyargı ve dışlama eğilimleri ile karşı karşıya kalmaktadırlar.
5
Mesut Özil; Türk asıllı Alman milli futbolcu. 2006’dan beri Alman milli takımında oynamaktadır.
84
Katılımcılara Alman toplumu içerisinde yaşarken kendilerini her hangi bir
davranışlarından dolayı farklı hissedip hissetmedikleri sorulmuştur. Bu sorunun
amacı toplumdaki “öteki” algısı ile ilgili bilgi edinmektir. 30 yaşında bir yüksek
lisans öğrencisi olan G.G.’nin bu konuya yaklaşımı şu şekildedir.
“Senin bir şey hissetmene gerek yok ki, zaten bunu konuşmanın en başında
sana söylüyorlar. Almancan kötüyse konuşmanın başından burun kıvırıyorlar.
Eğer Almancan iyiyse “ne kadar güzel Almanca konuşuyorsun” diyorlar, ben
bundan nefret ediyorum ve bunun bir pozitif ayrımcılık olduğunu düşünüyorum.
Bunun anlamı şu – aslında sizin iyi Almanca bilmeniz ve konuşmanız imkansız
ama sen bu konuda çok başarılısın, nasıl oluyor bu?- yani ne kadar güzel
almanca konuşabiliyorsun cümlesi bir iltifat içermiyor. Bunun yanında “sen diğer
Türklere benzemiyorsun ya da sen istisnasın” cümlesi var beni en çok rahatsız
eden cümlelerden biri de bu, burada da kişinin iyi bir şey mi kötü bir şey mi
söylemek istediğini anlamıyorsunuz, yine “diğer Türkler çok kötü ama sen iyisin”
gibi bir anlam oluyor. Buna da ne cevap vereceğinizi şaşırıyorsunuz. “
Katılımcılardan 29 yaşında S.Ç.’nin konuya yaklaşımı şu şekildedir.
“Siz her ne kadar Alman toplumunun bir üyesi olarak görseniz de kendinizi, bir
şekilde buradan biri olmadığınız belki de her gün yüzünüze vuruluyor. Zaten
domuz eti yemediğinizde bu oluyor bundan bahsetmiyorum bile fakat ben alkol
kullanmaktan hoşlanan biri değilim, içerim de ancak çok tercih etmem. Ne
zaman bir akşam arkadaşlarımla dışarı çıksam da alkol kullanmasam mutlaka
muhabbetim döner. Müslüman olduğum için mi alkol tüketmiyormuşum vs vs.
yani onlara göre canımın istememesi gibi bir ihtimal yok. Ya da bir erkek
arkadaşımın olmayışı “sen Müslümansın ondan mı kimseyle birlikte
olmuyorsun?” sorusu o kadar sık gelir ki, oysa alakası yok evet ben
Müslümanım ama erkek arkadaşımın olmayışının bununla alakası yok,
dolayısıyla farklı olduğunuzu bazen istemeden de size hissettirebiliyorlar.”
Görüşmecilerden Berlin’de bir üniversitede 30 yaşında bir doktora öğrencisi
olan S.A. bu konuda kendi başına gelen olayı dile getirmiştir.
“Sizin Türk olduğunuzu anladıklarında sizinle yavaş yavaş, tane tane
konuşmaya başlıyorlar, geç anlayacağınızı da düşündüklerinden yavaş
konuşarak size özürlü muamelesi yapıyorlar. E zaten farklı olduğunuzu
hissediyorsunuz”
Katılımcılar görüşmeler sırasında kendi yaşadıkları bazı deneyimlerden de
bahsetmişlerdir. Bir katılımcı yalnız Türk olduğu için Alman ev sahibinin kendisine
ev kiralamadığını belirtmiştir.
85
Katılımcılara
ötekileştirilip
ötekileştirilmedikleri
konusunda
direkt
soru
sorulmamıştır. Dolaylı sorulan sorularla 18 katılımcı eğitim konusundaki “öteki”
algısına değinmiştir.
Ya kendisine ya da bir yakınına öğretmeni tarafından Gymnasium’a
gidemeyeceğine dair mektup verildiğini çünkü öğretmenlerin yalnız Almanların
üniversiteye gitmesini istediklerini belirtmişlerdir. Berlin’de Yüksek Lisans öğrencisi
olan G.G. bu konuda;
“İlkokuldan sonra öğretmenler bu çocuk giymnasiuma gidebilir bu gidemez diye
tavsiyede bulunuyorlar. Benim öğretmenim de benim için bu çocuk gymnasiuma
gidemez demiş. Ancak babam ben sizi dinlemiyorum diyerek beni gymnasiuma
göndermiş, İyi ki de göndermiş. Tabi bazen bu şekilde ayrımcılıklar olabiliyor”
Başka bir üniversite öğrencisi K.S. ;
“Hayatımda kendimi Alman toplumundan farklı hissettiğim bir tek zaman oldu,
Almanya’da okullar dördüncü sınıfta ayrılıyor; Hauptshule, Realschule ve
Gymnasium diye. Benim notlarım çok iyi olmasına rağmen öğretmen beni en iyi
okula yani Gymnasium’a yollamadı ve buna engel oldu. Ben bunu Türk olmama
bağlıyorum çünkü benden daha düşük notlu öğrencileri Gymnasiuma yollamıştı
öğretmen”
Dolayısıyla artık kendini Alman toplumunun bir parçası olarak gören
katılımcılar hayatlarında bir kere de olsa kendilerini “öteki” olarak hissettiklerini
söylemişlerdir.
Mülakatlar sırasında dikkati çeken söylemlerden biri 20 katılımcının da
mutlaka medya konusuna değinmiş olmasıdır. Medyanın günümüzde artık toplumu
bilinçlendirme
görevinin
dışında;
politika
yapma,
toplumu
yönlendirme,
bilgilendirme, eğitme, eğlendirme, uyarma gibi görevlerin tümüne sahiptir. Politika
yapıcıların da toplumu yönlendirirken medyadan faydalanmaları olağan bir
durumdur.
M. Foucault’un Söylem Teorisi’nden yola çıkarak göç yönetiminin ülkenin
ekonomik yapısıyla doğru orantılı olduğu görülmektedir. Çünkü göç olgusu yalnız
sosyolojik bir konu değil aynı zamanda politik ve ekonomik bir olgudur da.
86
Katılımcılar yazılı ve görsel basında ve sosyal medyada, özellikle Türk
göçmenler hakkındaki iyi ya da kötü haberlerin zaman zaman arttığını zaman
zaman azaldığını belirtmişlerdir. Tüm dünyada olduğu gibi Almanya’da da göç
yönetimi ucuz iş gücüne olan ihtiyaca göre değişmektedir. Göç ettikleri ülkede
kalabilmek için ülkenin satın alma gücüne göre en düşün gelirle çalışmaya razı
olan kesim göçmenlerdir bu yüzden ucuz iş gücü terimi ülkedeki göçmenleri
tanımlar.
Ülkenin politika yapıcıları da ekonomik anlamda ucuz iş gücü ihtiyacına göre
medyayı yönlendirmektedirler. Ülkedeki ucuz iş gücüne olan ihtiyaç azaldığında
medya göçmenlerin olumsuz tutumlarını ön plana çıkarma eğilimi gösterir.
Kendileriyle derinlemesine görüşme yapılan katılımcılar medyanın algı yönetimi
konusunda etki sahibi olduğunu belirtmişlerdir. Katılımcılardan C.T.
bu konu
hakkında şu şekilde yorumda bulunmuştur.
“…mesela Türkiye’de her yerde namus cinayetleri varmış, insanlar Türkiye’ye
gitmeye korkuyorlarmış, ben bir gün babama sorma ihtiyacı hissettim, ya baba
bizde bizim ailede namus cinayeti var mı dedim. Yok oğlum bizde öyle şey dedi,
ya sanki namus cinayetleri Türkiye’nin bir kültürüymüş de herkeste, her yerde
yaygınmış gibi bir yansıması var medyada…”
C.T. aynı zamanda Türk kökenli göçmenlere yönelik algıdan bahsederken;
“….sonra bize diyorlar ki kendi içlerinde takılıyorlar, getto oluşturuyorlar. Biz bir
gece kulübüne girecek oluyoruz, kapıdaki Türk güvenlik bizi içeri almıyor,
İçeride sorun yaratacağız düşüncesiyle. Tabii burada sorumlu kişi kapıdaki
güvenlik değil biliyoruz. Ama bu bir önyargı değil mi, baştan kavgacı ilan edilmiş
oluyoruz ya da sapık…”
Bir başka katılımcı S.Y. ise;
“…ben özellikle medyanın göçmenleri kullandığını düşünüyorum. Tv
kanallarının ve gazetelerin göçmen kökenli insanlara karşı önyargılı olduğunu
görüyorum, medyada Türklerle ilgili yalnız şiddet olayları görüyor olmak rahatsız
ediyor tabii…”
Katılımcılardan S.K. görüşmemizden kısa süre önce başına gelen bir olayı
anlatırken şu yorumda bulunmuştur;
“Burada çalıştığım yerde arkadaşlarım var çok iyi anlaştığımız. Her günümüz
birlikte geçiyor, gülüyoruz, eğleniyoruz, işimizi yapıyoruz. Bir gün iş yerindeki
87
Alman bir kız arkadaşım konuşurken, “ben Almanya dışında, güneyden biriyle
evlenmem” dedi. Yani Türkiye ve Orta Doğu ülkelerini kastetti. Bunu da bu
kadar rahat ve açık söyledi ki şaşırdım, ben oradaydım, şaşkınım! Oradaki
erkeklerin kendisine layık olmayacağını belirtmek istedi. “aşağı bir kültürdü”
belirtmek istediği. Peki, ben neydim orada? Bu lafına karşılık vermedim utandım
sonuçta “sana bir şey demedim ki” diye karşılık verebilirdi, anlatabildim mi?
Tabii bu izlenimde bizlerin de hatası var, medya çok önemli bir role sahip.
Gazetelerde Türk erkekleri, töre cinayetleri adı altında insan öldürebilir birer
psikopat olarak gösteriliyor, işin kötüsü bunu sanki bütün Türk erkekleri
yapıyormuş gibi bir imaj veriliyor. Medya bunu biraz bilinçli olarak yapıyor.
Buradakiler de her Türk erkeğinin cinayet işlemeye, karısını dövmeye ya da
öldürmeye meyilli insanlar olduğunu, tüm Türk kadınlarının da ezilip dayak
yediklerini sanıyor, yazık….”
Almanya’da entegrasyon kelimesi ilk olarak 1973 yılında kullanılmıştır. 1973
yılına kadar göçmen işçilerden dolayısıyla ucuz iş gücünden Almanya hiç şikayet
etmemiştir, çünkü bu döneme kadar iş gücü ihtiyacı milliyetçilik duygularının önüne
geçecek kadar büyüktü. 1973 yılında entegrasyon kelimesinin kullanılmaya
başlanma sebebi dünya ekonomik krizinin patlaması, 1973-74 petrol krizinin baş
göstermesidir. 1973 Petrol Krizi’nin patlaması dünya ekonomisinde bir durgunluğa
neden
olmuş
ve
Almanya
yurtdışından
yeni
işçi
alımını
durdurmuştur.
Araştırmanın yıllara göre göç kısmında da belirtilmiş olduğu gibi yeni işçi alımının
durdurulması işçilerin hayallerini durdurmamış, yakın akraba ve arkadaşları
vasıtasıyla Almanya’ya göç etme fikri baki kalmış ve illegal yollardan devam
etmiştir.
Dünya ekonomik krizi ardından ucuz iş gücüne olan ihtiyacın yeniden artması
ile birlikte Almanya illegal göç eden işçilere af çıkartmış, aile birleşimine izin
vermiştir. Yukarıda görüldüğü gibi dünyada meydana gelen ekonomik krizler veya
ülkenin kendi içerisindeki ekonomik krizler göç yönetimi konusunda alınan kararları
değiştirmektedir.
Politika
yapıcıların
göç
yönetimi
konusunda
söylemleri
değişmektedir. Günümüzde ise göç yönetimi yalnız yasalar yoluyla değil aynı
zamanda ülkedeki göçmen algısını değiştirmek ve yasaların uygulanabilirliğini
kolaylaştırmak adına medya yoluyla da yapılmaktadır.
Almanya’daki en büyük göçmen nüfusu oluşturan Türkler, Alman toplumunda
birlikte yaşadıkları Türkler ile Alman medyasının yansıttığı Türkler arasında
88
farklılıklar olduğunu örneğin Alman bir koca karısını öldürdüğünde değil de Türk bir
koca karısını öldürdüğünde haber yapıldığını belirtmişlerdir.
Katılımcılara bu görüşmelerin arkasından, kendinizi farklı hissetmenizi
sağlayan bu tutum ve davranışların yalnız size mi (Türk kökenlilere) yoksa bütün
göçmen kökenlilere mi yapıldığını düşündükleri sorulmuştur. Katılımcılar kültür
farkından bahsetmiş ve özellikle Müslümanlığın bu konuda çok önemli bir faktör
olduğunu belirtmiştir.
Katılımcılardan G.G. bu durumu ayrımcılık olarak nitelendirmese de;
“Diğer göçmen kökenliler yabancı gibi değil sanki, mesela İtalyanlar burada çok
da “farklı” gibi değiller. Buradaki farkın Hıristiyanlık ve Müslümanlıktan geldiğini
düşünüyorum, çünkü ritüelleri çok farklı ve bu insanın yaşamına kültürüne
yansıyor.”
Katılımcılardan S.Ç. aynı konuyu eğitim sistemi üzerinden değerlendiriyor;
“…örneğin bu ülkede en düşük seviyedeki okullara Türkler ve Araplar gidiyor,
neden? Bu bir eğitim politikasıdır bence ve Almanya çok uzun zamandır şunu
anlamadı ki; Almanya’daki Türkler başarısız, Almanya’daki Araplar başarısız
bunun sebebi ne?...”
T.K. yapılan ayrımcılıkların tek sebebinin İslam olduğu kanısındadır.
“Aslında Türklere karşı bir önyargının olduğunu medyadan da
gözlemleyebilirsiniz. Bunun sebeplerinden biri de İslam. Burada Türk denince
akla ilk gelen İslam’dır. Çoğu Almanın gözünde Müslümanlar gerici, yobaz,
şiddet yanlısıdır. Karılarını döven, kızlarını zorla evlendiren, namus cinayetlerini
işleyen ve düşünce özgürlüğüne saygı duymayan insanlardır. Almanlar böyle
şeyleri yapan Müslümanları ve Türkleri görünce tüm Müslümanları ve Türkleri
böyle sanıyorlar. Alman toplumu da Türklerin Almanya’ya entegre
olamamalarının en büyük nedenlerinden biri olarak etnik kimliğimiz değil dinimiz
görülüyor.
B.N., Berlin’de bir üniversitede okumaktadır
“..bence medya tarafsız değil Almanya’da, Türklerle ilgili çok fazla töre cinayeti
görürsünüz. Töre cinayetleri biraz fazla abartılıyor gibi geliyor bana. Bir de
entegre olmuş Türkler olarak mesela üç kız gösteriliyor, bunlardan biri
ailesinden kopmuş, Türklerle bağlarını koparmış, diniyle alakası kalmamış.
Dolaylı olarak dilinden dininden kopup “ben artık özgür kızım” diyen bir kızı
entegre olarak göstermişti medya. Entegrasyon bu değil bu daha çok
89
asimilasyon oluyor, o yüzden entegrasyonun bir tek tanımı olmadığından herkes
kendine göre algılayıp konuşuyor. .”
Din, eğitim ve toplumsal alanlarının tümünde kendini yukarıdaki tanımlardaki
şekilde “farklı” hisseden yani kendini yaşadığı çoğunluk toplumunun bir parçası
olarak görmeyen Türk kökenli göçmenler, politika yapıcılar tarafından da seçim
dönemlerinde oy konusu edilmektedir.
Bireysel anlaşmazlıklarda dahi en kolay çözüm yolu suçlu tayin etmektir.
Ülkeler de bireyler gibi kendi içlerindeki sorunun kaynağını özellikle seçim
dönemlerinde suçlu tayin ederek bulmaktadır. Bir ülkedeki işsizliğin artış sebebini,
ülkenin satın alma gücüne göre en düşük ücretle çalışmayı kabul eden kesim olan
göçmenlerin iş sahibi olmasına bağlayan politika yapıcılar, toplumdaki “göçmen”
algısını biçimlendirmektedir. Dolayısıyla ülkedeki ekonomik sorunun en çok
etkilenenlerinden biri olan göçmenler mağdur değil de “suçlu” olmaktadır. Politika
yapıcıların söylemleri ve medyanın olayları yansıtma biçimi ile değişen göçmen
algısı toplumda kendini aşırı milliyetçilik (ırkçılık), yabancı düşmanlığı (zenofobi),
islamofobi (Müslüman korkusu) olarak bulur.
Dini anlamda yaşadığı çoğunluk toplumundan farklı olduğunu hisseden,
eğitim
alanında
kendini
toplumun
bir
parçası
olarak
görmeyen,
Alman
medyasında, Türk kültürünü kendisine öğretilenden farklı gören Türk kökenli
göçmenler yukarıda anlatılan tutum ve davranışlara tepki olarak tutum
sergilemektedir.
6.3.2. Tepkisel ulusötesici davranışlar
Toplumda
karşılaşılan
doğrudan
ve
dolaylı
ayrımcılık,
entegrasyon
dayatmaları, işsizlik ve kendi kültürüne uymayan toplumsal yaşam toplumun hakim
kültürünün yanında kendi kültüründen de ayrılarak alt kültürler oluşturmaktadır.
Çok kültürlü bir yapının kökten reddedilerek çoğunluk kültürünün dil, eğitim, din,
medya ve sosyal alanların tümünde benimsetilme çabası göçmenlerde “kendi
kültürüne aşırı bağlılık olarak sonuç vermiştir.
90
Derinlemesine yapılan görüşmelerde, 20 Türk kökenli göçmenle görüşülmüş
ve 19 katılımcı da evde Türkçe konuştuğunu belirtmiştir. 1961’deki ilk göç
dalgasından itibaren günümüze kadar Almanya’da yaşamayı sürdüren Türk
kökenli göçmenlerin evde yalnız Türkçe konuşuyor olması dilin, kültürün birleştirici
özelliğinden kaynaklanmaktadır.
Görüşmelerde kendinizi nereye ait hissediyorsunuz, sorusuna 17 kişi
Almanya’ya, 2 kişi Türkiye’ye, bir kişi ise Avrupa’ya ait hissettiğini belirtmiştir. Bu
sorunun arkasından arkadaşları, hangi spor takımını destekledikleri, hangi medya
organlarını takip ettikleri, hangi sivil toplum örgütüne üye oldukları, hangi
pasaporta sahip oldukları, bir Almanla mı bir Türkle mi evlenmek istedikleri gibi
sorular yöneltilmiş ya da dolaylı sorularla kendilerinden öğrenilmiştir. Bu şekilde
kendini
Almanya’ya
ait
hisseden
katılımcıların
ulusötesici
hareketleri
değerlendirilmek istenmiştir.
6.3.2.1. Arkadaş seçimi
Kendisiyle derinlemesine mülakat yapılan 20 katılımcının 14’ü arkadaşlarının
çoğunun Türk olduğunu belirtmiştir. 4 katılımcı arkadaşlarının çoğunun Alman
olduğunu, 2 katılımcı ise arkadaşlarının yarısının Türk olduğunu yarısının ise
Alman olduğunu belirtmiştir. Kendileri ile derinlemesine mülakat yapılan yirmi
katılımcı da arkadaş seçerken hangi milletten olduklarına bakmadıklarını özellikle
belirtmişlerdir. Ayrıca arkadaşlarının çoğunun Alman olduğunu belirten 4 Türk
kökenli göçmen üniversiteye kadar arkadaşlarının yalnız Türkler olduğunu
üniversite bu durumun değiştiğini belirtmiştir.
Katılımcılardan I.F. arkadaşlarının çoğunun Türk olmasını şöyle açıklamıştır,
“Arkadaşlarımın hemen hemen hepsi Türk, kendi aramızda daha rahat
olabiliyoruz. Yapmış olduğumuz her hareketin, davranışın açıklamasını yapmak
zorunda kalmıyoruz bu şekilde. Karşılıklı gelişen bir durum bu sanırım. Onların
yanında rahat olamıyoruz. Sürekli vatanımız ve onun insanları hakkında hesaba
tutulma gibi bir durum oluyor (neden başörtüsü, neden domuz eti yasak, neden
evlilik dışında ilişkiler hoş görülmüyor gibi sorular)..”
Berlin’de bir üniversitede eğitim görmekte olan C.T. ise,
91
“..arkadaşlarımın çoğu Türk, doğma büyüme üç arkadaşız zaten, başka samimi
arkadaşımız yok ki, ama arkadaşlık kurarken bu Alman bununla görüşmeyim
demiyorum tabii ki, küçüklüğümden beri de demedim hiç. Bu arkadaş Türk’tür
beni daha iyi anlar tanır gibi bir yaklaşımım olmadı…”
Berlin’de hem okuyan hem de çalışan katılımcılardan S.Y. arkadaşlarının
çoğunun Alman olduğunu şöyle dile getirmiştir,
“Benim daha çok Alman arkadaşım var, Türk arkadaşlarım daha az. Zaten
buradaki Türkler ilgimi çekmiyor, daha çok Türkiye’den gelen Türkler ilgimi
çekiyor. Onların hikayeleri daha ilgi çekici geliyor, Türkiye’de neler olup bitiyor
ne yapıyor yaşıtlarımız diye, ama burada doğup büyümüş benim gibi Türklerle
çok arkadaşlığım yok…”
6.3.2.2. Spor takımı
Toplu olarak katılım sağlanan faaliyetler ve katılım alanları sosyalleşme
alanlarıdır. Bu tarz faaliyetlere katılan kesimin ortak özellikleri - ortak bağlılıklar,
ortak amaçlar, ortak hedefler gibi- o toplumu birbirine yaklaştırmak için itici bir güç
oluşturur. Tutulan spor takımları ve spor aktivitelerinin takip edildikleri alanlar da
Türk kökenli göçmenlerin görece olarak ulusötesici pratikleri sürdürdüklerini
göstermiştir.
Kendisiyle derinlemesine mülakat yapılan katılımcılara, herhangi bir spor
takımının
taraftarı
olup
olmadıkları
ve
nasıl
takip
ettikleri
sorulmuştur.
Katılımcıların 14’ü bir Türk futbol takımı ismi söylemiştir. Müsabakaları, Türk
restoranlarında, kıraathanelerinde takip ettiklerini belirten katılımcılar spor
kulübüne olan bağlılıklarını dile getirmişlerdir.
Katılımcılardan S.Y. koyu bir Fenerbahçe taraftarıdır ve hiçbir maçını
kaçırmamaktadır. Berlin’de Türkiye futbol maçlarını veren yerlerde ve internette
maçları kaçırmadan takip etmektedir. Katılımcılardan C.T. benim bir Galatasaray
taraftarı olduğumu öğrenmiş, kendisinin bir başka Türk futbol takımı olan
Fenerbahçe taraftarı olduğunu söylemiştir. Bir Türk futbol kulübüne olan bağlılık da
ait olma ihtiyacının doğal bir sonucudur.
92
6.3.2.3. Medya takibi
Medya takibi konusu aslında kitle iletişim araçlarının takibi üzerinedir.
Katılımcılarla yapılan derinlemesine görüşmeler sırasında kendisiyle görüşme
yapılan bütün katılımcılar Alman medyasını tarafsız bulmadıklarını belirtmiştir.
Göçmen sorunlarındansa toplumun göçmenle ilgili sorunlarının ön plana çıkarıldığı
düşüncesi yaygın kanıdır.
S.Y.;
“Göçmenlerle ilgili yapılan özel programlarda göçmenlere “yeni bir kıta
keşfediyormuş” gibi yaklaşıyor, sanki günlük hayatta sokakta yanlarından
geçmiyoruz, aynı marketten alışveriş yapmıyormuşuz gibi.”
Katılımcılara Türk--Alman hangi dil yayınları ve televizyon kanallarını takip
ettikleri sorulmuştur. 10 katılımcı bu soruya yalnız Türk medyasını takip ettiğini
belirtmiştir. Kalan 10 katılımcı ise hem Alman hem Türk yayınları tercih ettiğini
belirtmiştir. Katılımcıların tümü Almanya’da çıkan Türk gazetelerini yakından takip
etmektedir. Katılımcılardan hem Alman hem Türk medyasını takip ettiğini söyleyen
I.F. ,
“Hem Türk hem Alman yayınları izliyorum. Alman medyası bir şekilde önyargılı
olduğunu gösteriyor haberlerde özellikle. Mesela bir Alman gidip bütün ailesini
öldürse, gazetede “aile dramı” olarak geçer gider, her şey daha yumuşatılmış
bir şekilde anlatılır. Ama bu olay bir Türk ailesinde olsun o zaman resmen
kıyameti koparıyorlar. “töre/namus cinayeti” diye adlandırılıyor.”
6.3.2.4. Sivil toplum örgütüne üyelik
Sivil toplum örgütüne üyelik hem göçmenlerin ulusötesici davranışları için
hem de yerleştikleri ülkedeki uyum süreci için bir kriterdir. Almanya’da hem mevcut
hem Alman hem de Türk çok sayıda sivil toplum örgütü bulunmaktadır. Bir sivil
toplum örgütüne üye olan katılımcıların, Türk derneklerinden birine üyeliklerinin
bulunması savunuculuğunu yaptıkları her hangi bir düşüncenin ulusötesi
aktivitelere dönüşmüş olması ve bunun Almanya’da sürdürülmekte olmasıdır.
Katılımcılara üye oldukları bir sivil toplum örgütü olup olmadığı sorulmuştur.
Katılımcıların 8’inin Türkiye odaklı çalışmalar yürüten sivil toplum örgütlerine üye
93
olduklarını belirtmiştir. 12 katılımcı ise hiçbir sivil toplum örgütüne üyeliklerinin
bulunmadığını belirtmiştir. Verilen cevaplardan da anlaşılacağı gibi Almanya’da
yaşayan üçüncü kuşak Türkler bir sivil toplum örgütüne üye olacaklarında Türk
kuruluşlarını tercih etmektedir. Katılımcılardan biri olan K.S. Türk Veliler Derneği
Başkanlığı yaptığını bildirmiştir. Başka bir katılımcı S.A. ise,
“TD Platform: öğrenciler ve akademisyenler derneği, öğrencileri desteklemek
için. Türk Kadınlar Derneği, şiddet gören kadınlara destek vermek için..”
6.3.2.5. Vatandaşlık alma ve pasaport
Türk Araştırmalar Merkezi tarafından 1999 yılında yapılan bir araştırmaya
göre, 1999’a kadar 318 bin Türk, Alman vatandaşlığına geçmiştir. Son dönemlere
bakıldığında ise bir milyona yakın Türkiye kökenlinin Alman vatandaşlığına geçtiği
bilinmektedir. Bu mevcut durum ise Türkiye kökenlilerin Almanya’yı yeni anayurt
olarak görmeye başladıklarını işaret etmektedir.
Kendisiyle görüşme yapılan 17 katılımcı Alman pasaportuna sahiptir. İki kişi
Türk pasaportuna sahip olduğunu bir kişi de hem Alman hem de Türk pasaportuna
sahip olduğunu belirtmiştir. Almanya 1992’de pasaport konusunda yeni bir
düzenleme
getirmiştir.
1992
Yabancılar
Yasası,
genç
kuşağın
Alman
vatandaşlığına geçişini kolaylaştırmıştır. Ancak 16-23 yaş arasında olan, sekiz
yıldan beri Almanya’da oturan, 6 yıl okula devam etmiş olan gençlerin Türk
vatandaşlığından feragat etmeleri koşulu ile (madde 85) Alman vatandaşlığına
geçmeleri mümkün kılınmıştır. 17 katılımcı 1992 yılına kadar çifte vatandaşlığa
sahip olduklarını ancak 92’ yabancılar yasası ile Alman vatandaşlığına geçtiklerini
belirtmiştir. Katılımcılardan N.D. konuyla alakalı şu yorumda bulunmuştur.
“Alman vatandaşlığına geçtim, Türk pasaportum varken yurtdışına giriş
çıkışlarda çok problem çıkartıyorlardı. Türk pasaportuyla başvurduğum hiçbir
üniversiteye alınmadım. Bir keresinde yirmi kişilik bir grup okul gezisine
gidecektik, 19 kişi pasaporttan geçti beni saatlerce beklettiler bütün grup benim
yüzümden beklemek zorunda kalmıştı, rezil olmuştum….”
94
Katılımcılardan C.T. ise
“…Türk arkadaşlarımın hepsi Alman vatandaşı ama ben hem Türk hem Alman
vatandaşıyım, ben yakın bir zamanda Türk vatandaşlığından çıkmayı
düşünüyorum bana bir getirisi yok çünkü…”
Berlin’de çalışan katılımcılardan Y.P. ise Alman pasaportuna sahip olduğunu
şöyle dile getirmiştir; Alman pasaportum var, pragmatik.
Yukarıda da görüldüğü gibi Türk vatandaşlığının ve Türk pasaportunun bir
“getirisi” olmadığından dolayı günümüz Almanya’da yaşayan Türk kuşağı Alman
pasaportunu kullanmakta ve Alman vatandaşlığına geçmektedir. Türkiye’nin
Avrupa Birliği üyesi ülkelerden biri olmaması durumu, dünyanın herhangi bir yerine
gidilmek istendiğinde vize alma zorunluluğunun olması, vize alma sürecinin zor,
yorucu ve pahalı olması durumu gençleri bu konuda “getirisi” olan Alman
pasaportu kullanmaya teşvik etmektedir.
Dolayısıyla 1992’de bir seçim yapmak durumunda bırakılan gençlerin
pasaportun “işlevselliğine” göre seçim yaptıkları görülmektedir.
da
Yukarıda
belirtildiği
gibi
17
katılımcı
kendini
Almanya’ya
ait
hissetmektedir. Ancak 92’ yasasına kadar gençler hem Alman hem Türk
pasaportuna sahip olduklarını, bu yasa ile birlikte birini seçmek durumunda
kaldıklarını (bir kişi halen hem Türk hem Alman pasaportuna sahip olduğunu
belirtmiştir, bunun sebebi yaşının tutmasından kaynaklanmaktadır) ve iki
pasaporttan birini seçmeleri gerekiyorsa bunun yurtdışına çıkarken kendilerine
yurtdışına çıkarken kolaylık sağlayacak olan Alman pasaportunun olması
gerektiğini belirtmişlerdir.
Yukarıdan da anlaşılacağı gibi kendisini Almanya’ya ait hisseden Türk
kökenli göçmenler aslında Türk pasaportuna da sahip olmak istemektedir. Bu da
daha
önce
değinilen
oluşturmaktadır.
göçmenlerin
ulusötesici
davranışlarına
bir
örnek
95
6.3.2.6. Eş seçimi
Aile birleşimlerine izin verilmesinden sonra, 1980’lerin ortasında evlilik göçü
daha önemli bir hale gelmiştir. Evlilik göçü, dağınık olan ve genelleştirilmiş
bağların varlığına gereksinim duymuştur. 1980’lerde ailelerin beklentisi, yabancı
bir geline ya da damada göre daha vefalı olacağı düşüncesi iken günümüz üçüncü
kuşak Türklerde bu durum “benim kültürüme yabancı olmasın” düşüncesidir.
Günümüzde Türkiye’den Almanya’ya evlilik göçü devam etmektedir. Bunun nedeni
ise Türkiye ile sürdürülen sembolik ve toplumsal bağların bir sonucu olarak
açıklanabilir ( Faist, 2003:251).
Üçüncü kuşak Almanya’da yaşayan Türk kökenli göçmen katılımcılara eş
seçerken eşinin Türk ya da Alman olmasının tercihlerinde belirleyici bir faktör olup
olmayacağı sorulmuştur. Görüşmeler sırasında 16 katılımcı bir Türk ile evlenmeyi
tercih edeceğini belirtmiştir. Y.P. konuyu şöyle yorumlamıştır,
“Evlenmeyi düşünsem bir Almanla evlenemem diye düşünüyorum, çok
farklıyız, kültürümüz çok farklı….”
Berlin’de 24 yaşında bir çocuk annesi N.D. konu hakkında şu yorumda
bulunmuştur.
“Evlenmeden önce hep bir Türk ile evlenmeyi hayal ediyorken hayatımda bir
Alman oldu ama en son ayrıldık, olmadı, kimseye tavsiye etmem asla. Bir
çocuğum oldu ondan sonra problemler başladı. Ben benden Türkçe babasından
da Almanca öğrensin istedim olmadı. En son babaannem vefat ettiğinde
Türkiye’ye gittim ertesi gün arkamdan geldi çocuğumu kaçırıyorsun diye. Alman
kültürünü daha üstün görüyordu çocuğa Türkçe öğretme konusunda problemler
yaşadım. Bir daha evlenecek olsam bir Almanla evlenmeyi düşünmem.”
Daha önce Alman bir kız arkadaşı olmuş olan C.T. ise konu hakkında şöyle
yorum yapmıştır.
“Hem Alman hem Türk kız arkadaşım oldu ama genelde Alman kızlar pek Türk
erkekleriyle çıkmak istemiyorlar, farklı kültür olduğundan olabilir. Ben de bir Türk
kızla evlenmek isterim, Alman olursa ailem karşı çıkmaz ama onlar da benim
gibi bir Türk ile evlenmemi beklerler.”
96
6.3.3. Ayrımcılık
Türkleri, Almanya’ya göç etmeye iten sebepler yıllara göre değişiklik
göstermiştir. Araştırmanın başında da değinildiği gibi, 1961’den itibaren Türkler
çalışma amaçlı ve dönmek üzere Almanya’ya çalışmaya giden göçmen işçiler
olarak değerlendirilmiş, işe alınacak işçilerin sağlıklı ve uzun boylu olmaları kriter
olarak kabul edilmiştir. Zaman içerisinde yalnız para kazanıp Türkiye’ye dönmek
olan amaç yerini çocukların eğitimi, kurulu düzenin bozulmak istenmeyişi,
Türkiye’deki siyasi istikrarsızlıktan duyulan endişe gibi nedenlerle Almanya ‘da
yerleşik düzene bırakmıştır. Zaman içerisinde gerek göçmenlerin gerekse
toplumun karşılıklı değişen beklentileri, politika yapıcıların etki ve beklentileri
ülkedeki göçmen algısının dönüşmesine neden olmuştur. Hayatlarının bir
döneminde doğrudan ya da dolaylı olarak yaşadıkları ayrımcı deneyimler,
toplumun genelinde böyle bir algının varlığını kuvvetlendirmiştir. Oluşmuş
önyargıların kırılamamasından yakınan G.G. konuyla alakalı olarak şöyle
konuşmuştur;
“…çok net hatırladığım bir şey vardı, lisedeydik, arkadaşlarla toplaşıp başka bir
Türk arkadaşın evine gitmiştik. Evine gittiğimiz arkadaşın babası da piyano
çalmayı çok severdi. Alman arkadaşlardan biri piyanoyu görünce piyanonun
kime ait olduğunu sormuştu. Türk arkadaş hem kendisinin hem de babasının
çaldığını söylediğinde ise, Alman arkadaş şaşırmış ve “Bir Türk evinde piyano
çok garip..” demişti. Biraz garipsemiştim”
G.G’nin yaşadığı durum araştırmanın başında değinilen bir ötekileştirilme örneği
oluşturmuştur.
Bu
deneyim
Alman
bir
çocuğun
zihnindeki
Türk
imajını
göstermektedir. N.M. lise döneminde başına gelen bir olayı anlatmıştır;
“……lisedeyken bir Alman erkek arkadaşım olmuştu, ancak arkadaşları “bir
Türk’le mi çıkıyorsun, neden bir Türk’le çıkıyorsun” demişlerdi, bakışlarını
hatırlıyorum. Ayrılmıştık.”
S.Y. marketten alışveriş yaparken başından geçen bir anısını paylaşmıştır;
“….bir gün marketten alışveriş yaptım sırada bekliyorum, sağ tarafımdaki
ürünler dikkatimi çekti uzanıp baktım, sonra önüme döndüm. Yaşlıca bir
teyzenin bana kızgın baktığını fark ettim. “Almanya’da böyle sıraya girilir,
öğrenmelisin” dedi ve döndü. O an ne diyebileceğimi bilemedim. Alman
görünümüne sahip değildim ve teyzeye göre muhtemelen de sıraya girmeyi
97
bilmiyordum. Bilinçli bir kibarlıkla kendisine sıraya girmeyi bildiğimi ve zaten
sırada beklemekte olduğumu belirtmiştim, gelmiş olduğum yeri mi kendimi mi
savunayım bilememiştim.”
C.T. benzer bir örnekle hem Müslüman hem de yabancı/Türk algısına değinmiştir;
“…taşınmayı düşünüyorduk ve ev arıyorduk, ev sahibiyle konuştuk anlaştık
fiyatı konuştuk en son telefonu kapatırken ev sahibi annemin adını sordu,
annem N. deyince konuşma bir sessizlik arkasından ev sahibinin evi
kiralamaktan vaz geçtiğini söyleyip alelacele telefonu kapatmasıyla son buldu,
annemin adı bariz bir Türk ve Müslüman ismidir. Başka bir mantığı olamaz.”
I.F. kendi başına gelmeyen ama şahit olduğu bir durumu anlatmak istemiştir;
“…normalde Berlin’de toplu taşıma sistemi bileti almak ve metroda,
otobüste vs okutmak üzerinedir yani içerde biletinizi kontrol eden biri yoktur.
Bileti de dışarıdan alırsınız ama sistem tamamen güven üzerinedir. Otobüse
binerken şoföre biletinizi isterseniz gösterirsiniz isterseniz göstermezsiniz. Bir
sabah okula giderken başıma geldi, benden önce binenler biletlerini
göstermeden bindiler ben de göstermeden bindim ancak şoför arkamdan gelen
başörtülü kadının biletini görmek istedi. Kadın biletinin olduğunu ancak
göstermek istemediğini kendisinden önce otobüse binenlerin biletinin kontrol
edilmediğini belirtti ve şoförün ırkçılık yaptığını söyledi. Olay büyüdü, şoför diğer
yolcuları indirdi ve başka bir otobüse binmeleri gerektiğini söyledi, kadın ve
kendisi için polis çağrıldı. Zamanım da vardı olayı uzaktan izlemek istemiştim.
Sonrasında neler olduğunu bilmiyorum yalnızca polis geldi ve kadın, polise
biletini gösterdi, iddia ettiği gibi bileti vardı…”
Y.P. özellikle Müslüman göçmenlerin etiketlendiğini belirterek, dikkatini çeken bir
olayı anlatmak istemiştir;
“…sürekli bir ayrımcı tavra maruz kalmıyoruz tabii böyle bir şey anlaşılmasın
ama sosyal yaşamda çeşitli alanlarda dikkatimizi çekiyor bazı tavırlar, örneğin
suç işleyen ve güvenlik kameralarına yakalanan birisi için arama başlatılmış ve
metrolara ilanlar asılmış, ilanda suçlunun robot resmi yanında özellikler
belirtiliyor, kısa saçlı, uzun boylu vs vs vs Ortadoğu görünümlü. Ortadoğu
görünümlü ne demek? Yani esmer demiyor ya da sakalı bıyığı var demiyor;
Ortadoğu görünümlü diyor. Bence problem zaten doğrudan maruz kaldığımız
ayrımcılık değil, dolaylı ayrımcılık. Toplumda Ortadoğulu bir suçlu algısı gelip
yerleşiyor. Bu algıyı eleştiremeyiz, biz de parçası olarak yönetebiliriz.”
C.T. Berlin’de Türklerin en çok yaşadığı bölge olan Neukölln valiliğinde verilen bir
seminere katıldığında başından geçenleri anlatmıştır;
“Genelleme yapmanın her türlüsü yanlış geliyor bana, insanlar arasındaki
iletişimi zedeleyen bir durum, ben de başıma gelen her hangi bir ayrımcılıktan
98
örneğin tüm Almanları sorumlu tutamam çok sevdiğim insanlar var burada, o
yüzden bana karşı yapıldığında da kendimi sorumlu hissediyorum. Bir ders
dolayısıyla Neukölln valiliğinde bir seminere katıldım, sınıfça gittik ve beyi
dinlemeye başladık, bu arada ben de Neukölln’de yaşıyorum yıllardır. Öyle bir
başladı ki uyuşturucunun merkezi Neukölln’müş, her gece mutlaka bir suç
işlenirmiş, bunların sebebi şüphesiz Türkler ve diğer göçmenlermiş. Özellikle
geceleri çeteleri varmış sokak başlarında birer bekçileri olurmuş, insanlar bu
semtten geçmeye korkuyorlarmış, silahlar varmış…Belki bir saat hiç
konuşmadan dinledim, ama o kadar anlattı ki semti sanırsınız içinden geçilmez,
korkunç. Ben yıllardır burada oturuyorum, günün her saatinde bu semtte
bulundum. Ben böyle bir şeye hiç denk gelmedim, hayır konuşmayı görseniz
semtten dumanların yükseldiği, sokaklarda ateşlerin yakıldığı filan bir yer
anlarsınız. Konuşmanın sonunda söz alıp kendisine söylemek zorunda kaldım;
madem böyle bir semt burası bana neden hiç denk gelmedi ?”
K.E; Berlin’de göç ve entegrasyon üzerine doktora yapan biri ile girmiş olduğu
diyalogdan bahsetmiştir;
“Burada herkes bir göçmen olarak sizin entegrasyonu gerçekleştirip
gerçekleştirmediğinizi Almanca bilmeniz üzerinden değerlendirir, hatta bazen az
bile gelir. Bir ülkede yaşıyorsanız o ülkenin dilini bilmeniz gerekiyor buna
sonuna kadar katılıyorum ancak burada bunca zamandır var olan bir kültür var,
bir Türk kültürü var bizi biraz tanımaya açık olsalar fena olmaz gibi geliyor. Göç
ve entegrasyon üzerine doktora yapan bir arkadaşımla konuşurken, tüm
değerlendirmeleri Alman gözüyle yaptığını fark ettim; eleştirileri, bulguları hep
Alman bakış açısıyla yapılmış değerlendirmelerdi. Türk göçmenlerin
entegrasyonundan bahsediyordu, Almancaya hakim olamadıklarını belirtiyordu
ama kendisi Türkçe bilmiyordu ve Türklerle bir iletişimi yoktu. Böyle tarafsız bir
bilim insanı olamazsınız..”
Doğrudan ya da dolaylı olarak yaşanılan ayrımcılık, Türklerde toplumun
geneli tarafından aynı şekilde kabul gördüğü fikrini oluşturmaktadır, kendini
açıklamak ve kanıtlamak durumunda hissetmek Türk göçmenlerin rahatsızlık
duyduğu konular arasındadır.
6.3.4. Aidiyet Bilinci
Bireye daha doğmadan aile tarafından verilmeye başlar. Bu süreçte inanç, dil
ve gelenekler bireyin kimliğini ve ait olma duygusunu oluşturan ve geliştiren
değerlerdir. Bireyin, hem kendisi ve diğerleri ile farklılaşma hem de bir özdeşleşme
sürecidir. Bu sürecin oluşmasında okullar, arkadaş çevresi, medya, sivil toplum
örgütleri bireyin aidiyet bilincini etkilemektedir.
99
Kendisiyle görüşme yapılan görüşmecilerin çoğu kendini Almanya’ya ait
hissetmektedir. Bu durumun oluşmasındaki en önemli sebep iki dil ile birlikte
büyümüş olmaktan gelmektedir. Almanya’da yaşayan ve Almanca konuşarak
büyüyen bireyin aidiyet bilinci çoğunluğu oluşturan toplum ve ailesi arasında
gelişmektedir. Yapılan araştırma incelendiğinde, kendisiyle mülakat yapılan hiçbir
görüşmecinin Almanca konusunda bir sorunu yoktur. Dolayısıyla bu durum
toplumdaki ayrımcı tavırlara karşı daha bilinçli davranış geliştirmelerinin önünü
açmıştır. Aynı zamanda aidiyet bilincinin kontrollü benimsenmesini beraberinde
getirmiştir.
Berlin’de yaşayan üçüncü kuşak Türklerin günlük sosyal pratiklerinde,
konuştukları dillerde ve sosyokültürel davranışlarında iki kimlik arasında
benzeşmelerin ortaya çıktığı görülmüştür; örneğin kendisiyle derinlemesine
mülakat yapılan görüşmeciler ile Türkçe yapılan görüşmeler sırasında “tamam,
şimdi anladım” anlamına gelen “ach so” kalıbının sıkça kullanılması, Türkiye’den
araştırma yapmaya gelen araştırmacıyla buluşmaya gelirken bir Türk davranış
kalıbı örneği olan, Türk yemeklerinden getirilmesi gibi davranışlar kendini
Almanya’ya ait hisseden Türk göçmen davranışları örneğidir. Benzeşen kimlikler
aynı zamanda kültürel aktarım sürecinin devam ettiğini göstermektedir.
100
101
SONUÇ
Almanya’nın Berlin şehrinde yapılan saha araştırmasında 20 katılımcıdan
görüşme formu ve gözlem veri toplama teknikleri ile sahadan veriler toplanmıştır.
Katılımcılarla açık uçlu ve yarı yapılandırılmış toplam 31 sorudan oluşan görüşme
formu uygulanmıştır. Görüşmeler esnasında bütün görüşmeciler hem Almancaya
hem de Türkçeye hakim olduklarından dolayı iletişim konusunda sorun
çekilmemiştir.
Katılımlı gözlem esnasında elde edilen katılımlı gözlem notları ve
görüşmeden elde edilen veriler birleştirilerek araştırmanın nitel verileri elde
edilmiştir. Araştırma üç kuşaktır Almanya’ya yaşayan Türklerin, Almanya’nın ucuz
iş gücü ihtiyacına göre Türk göçmen algısını değiştirmesi, değiştirirken medya
kuruluşlarını yönlendirmesi sonucu Almanya’da yaşayan Türklerin, kendilerini
Almanya’da “Türk” hissetmek adına geliştirdikleri bağlar araştırılmaktadır.
Araştırmadaki mülakat soruları üçüncü kuşak Türklerin Alman toplumunda
yaşarken kendilerini ne kadar Alman toplumuna dahil hissettikleri ve buna bağlı
olarak Türkiye ve Türk kültürüyle kurdukları bağlar araştırılmıştır. Sahadan elde
edilen verilere göre Türklerin Alman toplumunda kendilerini “öteki” olarak
algılamalarını sağlayacak davranışlarla karşılaşmaktadırlar.
Sahadan elde edilen bir başka veri ise kendini Alman toplumundan biri olarak
görmeyen Türklerin, kendilerini Türk toplumuna ve kültürüne bağlayacak çeşitli
bağlar kurmaları ve oluşturmalarıdır. Bu durum katılımcılarda hem gözlemlenmiş
hem de verilerle desteklenmiştir.
Verilere göre Alman yazılı ve görsel medyası Türk ve Türk göçmen algısını
yönetmektedir. “Kötü” Türk göçmen algısının medyanın pompalaması sonucu
oluştuğu gözlemlenmiştir. Hem Almanların hem Türklerin aklında bir Türk göçmen
algısı vardır. Medyanın, Türk kültürünü yanlış ya da abartılı değerlendirmesi hem
Almanların hem de Türklerin, Türk göçmen algısını değiştirmektedir. Bu durum ise
katılımcıları Alman medyasını değil Türk medyasını takip etmeleri sonucunu
doğurmuştur.
Katil koca, dayak yiyen kadın ve töre cinayetleri gibi haberlerin
102
toplumda Türk göçmen imajını zedelediği, sebep olduğu korku ile de “öteki” olarak
kabul edilmenin kolaylaştırıldığı gözlemlenmiştir. Katılımcılar Alman toplumunun
Türkleri tanımadığını bilmektedir.
Araştırmaya göre Alman toplumunda ötekileştirildiklerini düşünen Türk
kökenli göçmenler de kendilerini Almanya’ya ait hissettiklerini belirtmiştir.
Araştırmanın verilerine göre kendini Almanya’ya ait hisseden Türkler de sosyal
bağlarla Türkiye ve Türk kültürüne bağlanmaktadır.
Katılımcılar kendilerini Almanya’ya ait hissetmekte ancak Türk sporlarını takip
etmekte, Türk takımlarını tutmakta, Türklerle arkadaşlık etmekte, Türk medyasını
takip etmekte ve ilerde bir Türkle evlenmeyi düşünmektedir.
Dolayısıyla üçüncü kuşak Türkler bulunduğu çevrenin bir parçası olmak
istemekte ancak tam anlamıyla kabul görmediğinde parçası olduğu öz çevrenin
kültürüne ulusötesici bağlarla bağlandığı görülmektedir.
Medya
Medya ve sosyal medya günümüzde yalnız kitle iletişim aracı değildir aynı
zamanda etkileşim ve yönetim aracıdır. Toplumu bir konuda etkilemek algıları
değiştirmek günümüzde medyanın üstlendiği bir görevdir. Politika yapıcılar da
itibar kaybetmemek ve süregelen politikayı meşru kılmak adına kitle iletişim
araçları ile tüm medya organlarına hakim olmak durumundadır.
Özellikle Avrupa Birliği üyesi ülkelerin ekonomik kriz yaşadığı, dünyadaki
işsizlik oranlarının çok yüksek olduğu göz önüne alındığında tayin edilecek
suçlunun, bulunduğu ülkede yaşamını sürdürebilmek için düşük ücretle çalışmaya
razı olan ve bu yüzden her alanda çalışan göçmenler olması “görünürde” kolay bir
yöntem
olarak
kullanılmaktadır ve
bu durum
ülkedeki aşırı milliyetçiliği
körüklemektedir. Dolayısıyla siyaset medyayı medya ise toplumu yönetmektedir.
Ülkenin ekonomik durumuna göre ülkedeki “göçmen” algısı “değiştirilmektedir”.
Ucuz iş gücü ihtiyacına göre ülkedeki göçmen medyada “iyi” ya da “kötü” olarak
gösterilmekte, algı yönetimi yapılmaktadır.
103
2011 yılında Yunanistan borç krizinin patlak vermesi, Yunanistan’ın Eurozone
denilen Euro kullanılan ülkeler arasından çıkarılmasının gündeme gelmesi
durumu, tüm Avrupa Birliği üyesi ülkelerde endişeyle karşılanmıştır. Tüm dünyada
varlığını sürdüren işsizliğin daha da artacağı korkusu ile “göçmen” algısını yeniden
şekillendirmiştir. 2011-2012 tarihleri arasında “vermisst” (kayıp) ilanı şeklinde
verilen ve tam çevirisi “fotoğrafta gördüğünüz benim oğlum Ahmaddır. Kendisini
artık tanıyamıyoruz, kendisi günden güne radikalleşmektedir. Kendisinin bir terör
örgütüne üye olduğundan şüpheleniyoruz, onu görürseniz lütfen şu numarayı
arayınız“ olan ilanlar Berlin Federal İçişleri Bakanlığı tarafından öncelikle internette
daha sonra kartpostallar halinde Berlin, Bonn ve Hamburg sokaklarında çeşitli
yerlere yapıştırılması Türkler tarafından tepki ile karşılanmıştır. Halkın tepkisinden
çekinerek geri çekilen ilanların bakanlık tarafından yaygınlaştırılmış olması daha
sonra yalanlanması bir algı yönetimi örneğidir. Geri çekilmiş olsa bile bir süre
internet sitelerinde kalmış ve el ilanları sokaklarda dağıtılmıştır. Bakanlığın
açıklaması her ne kadar “radikalleşme ile mücadele” ise de hedef bir etnik grubun
tamamı, simgeleriyle birlikte bir dini göstermektedir (Zaman Gazetesi, 2015).
Resim 7.1. Berlin sokaklarına asılan ilanlar “vermisst” (1)
104
Resim 7.2. Berlin sokaklarına asılan ilanlar “vermisst” (2)
Resim 7.3. Berlin sokaklarına asılan ilanlar “vermisst” (3)
105
Resim 7.3., Bundestag, Almanya meclis binasının önünde bu duruma tepki
gösteren, eylem yapan Türkler’in pankart açtığı görülmektedir.
Sokaklarda çeşitli yerlere yapıştırılmış bu ilanlarda esmer, bıyıklı erkeklerin,
başörtülü kadınların kullanıldığı, Ahmad, Fatima gibi Müslümanlığı temsil eden
isimlerin kullanıldığı göz önünde bulundurulursa terörün; Türklük ve Müslümanlık
ile bağdaştırıldığını görmek mümkündür. Bu ve bunun gibi haberlerin ve yayınların
2011-2012 Yunanistan ekonomik krizinin Avrupa Birliği’ni etkilemesi ile aynı
döneme gelmesi ise tesadüf değildir. Fotoğraflar bir etnik grubu doğrudan hedef
almaktadır. Bakanlık tarafından başlatılan bir uygulama olması, fotoğraflardaki tüm
isimlerin dini isimlerden oluşması; tüm Müslümanların radikal terör örgütü üyesi ve
tüm radikal terör örgütü üyelerinin de Müslümanlardan oluştuğu algısının bakanlık
tarafından kabul edilmiş olduğunu göstermektedir. Daha sonradan geri çekilmiş
olan bu uygulama geçici bir süre medyada gösterilmiş, internette yayınlanmış ve
kartpostallar halinde sokaklara asılmıştır.
Mevcut durum iki toplum açısından değerlendirildiğinde, Alman toplumu
Türkleri
gazete
ve
dergilerden
“olumsuz”
yönleri
genelleştirilmiş
olarak
görmektedir. Olumsuz örnekler büyütülerek genelleştirilmektedir. Katılımcılara
göre bu durum Almanların Türklere yaklaşımını etkilemiştir.
Kendisiyle görüşme yapılan katılımcıların hangi yayınları tercih ettikleri
sorulduğunda, yarısı yalnız Türk medyasını yarısı da hem Alman hem Türk
medyasını takip ettiğini belirtmiştir. Katılımcılar hem Alman hem Türk yayınları
tercih etmektedir. Katılımcılara göre Alman kanalları “yanlı” yayın yapmaktadır,
ancak nasıl bir yayın akışı var, göçmenler nasıl yansıtılıyor görmek istemektedirler.
Dil ve Eğitim
Kendisiyle derinlemesine mülakat yapılan katılımcıların çoğu ile Türkçe
konuşulmuştur. Yine aynı oranda katılımcı küçükken okul öncesi eğitim aldığını
(Kindergarten)’a gittiğini ve Almanca öğrendiğini belirtmiştir. Almanca ve Türkçeye
eş zamanlı hakim olan görüşmeciler evde Türkçe konuşmakta dışarıda arkadaşları
ile Almanca konuşmaktadır.
106
Doğduğundan itibaren Almanya’da yaşayan Türkler, Türkçe dilini öğrenme
konusunda ve unutmamak konusunda oldukça kararlı cevaplar vermiştir.
Kindergarten eğitimi almayan ve Türkçe konuşmak konusunda sorun yaşayan
katılımcılara görüşmelerin İngilizce yapılabileceği teklif edildiğinde ise Türkçe
konuşmak konusunda ısrar ettikleri görülmüştür. Türkçe konuşmak konusunda
sorun yaşayan katılımcılar okuldaki öğretmen ve arkadaşlarının tutumlarından
dolayı kendilerini yalnız Almanca öğrenmek konusunda zorunlu hissettiklerinden
bahsetmişlerdir.
Okullarda verilen Türkçe dil eğitimi seçmeli ve kredisiz olarak verilmiştir.
Kredisi olmadığından not ortalamasına etkisi de olmayan Türkçe dil dersi
katılımcıların tabiriyle “boş” geçmektedir. Türk bir öğretmen tarafından verilen
Türkçe derslerinin not ortalamasına etkisi olmadığından yine katılımcıların kendi
tabiriyle “çocuk aklı ile dersi kaynatmak” amacıyla geçtiğini belirtmişlerdir. Ancak
şu anda o dersleri boş geçirdikleri için pişmanlık duymaktadırlar.
Görüşmelerden anlaşılacağı üzere, Türkçe dersinin zorunlu ve kredili
olmayışı Türkçe dil konusunda bazı katılımcıların kendilerini eksik hissetmelerine
neden olmaktadır. Ancak hem Türkçe dil konusunda kendini yetersiz hisseden
hem de Türkçeye hakim olan bütün katılımcıların Türkçe konuşma istek ve arzuları
ulusötesici davranışlarına örnek oluşturmaktadır.
Almanya eğitim sistemine göre dördüncü sınıftan itibaren, öğrenciler aldıkları
notun
ortalaması
ve
yönlendirilmektedirler.
öğretmenin
En
düşük
tavsiyesi
not
yolu
ile
ortalamasına
üç
sahip
farklı
okula
öğrenciler
Hauptschule’ye, ortalaması daha yüksek olanlar Realschule’ye ve ortalaması en
yüksek olanlar Gymnasium’a gitmektedir. Gymnasium sonunda “abitur” adı verilen
sınavı geçenler ise üniversite okumaya hak kazanmaktadır. Bu sisteme göre
katılımcılar notları gymnasium’a gitmeye yetse bile öğretmenleri tarafından verilen
tavsiye
mektuplarında
gitmediklerinden
yetersiz
bahsetmişlerdir.
olarak
kabul
Kendisiyle
edildiklerinden
görüşme
yapılan
gymnasiuma
iki
katımcı
öğretmenlerinin tavsiyelerine rağmen gymnasiuma gitmiş ve 2010-2012 tarihleri
arasında Türk- Alman karşılaştırmalı sosyal bilimler alanında yüksek lisans yapan
Türk kökenli göçmenlerdir. Yaşanılan ayrımcılık hissi sonucu üniversite okuyan
107
Türk göçmenlerin yüksek lisans alanında Türk alanını da kapsayan bir bölüm
seçmiş olmaları da bir tepkisel ulusötesicilik pratiği örneğidir.
Öteki algısı ve ulusötesici davranışlar
Almanya’daki öteki algısını ve bundan doğan öz kimliğe dönme eğilimi olan
ulusötesici davranışları Almanya’daki Türk ve Almanya’daki Türk-Müslüman algısı
üzerinden ve birlikte değerlendirmek doğru olacaktır.
Kendileriyle görüşme yapılan katılımcıların çoğu kendilerini toplumdan farklı
hissettiğini belirtmiştir. Medya, eğitim, arkadaş edinme gibi konularda çevrenin
kendilerine öteki olduğunu bilinçli ya da bilinçsiz hatırlattığını belirtmişlerdir.
Entegrasyon daha çok dil üzerinden değerlendirilmekte ve çok iyi Almanca
konuşabilen Türklere şaşırılmaktadır. Türk aile ve kültür yapısından tamamen
farklılaşmış olan Türkler ise topluma uyum sağlamış gözükmektedir. Böylece algı;
Türk kültürü gerekliliklerini yerine getiren göçmenlerin uyum sağlayamamış
oldukları kabul görmektedir. Alman arkadaş çevresi tarafından sürekli alkol-domuz
eti tüketimi konusunda sorulara maruz kalan katılımcıların daha çok Türk
arkadaşlar edindikleri gözlenmiştir. Katılımcılar, yeterli imkanları olsa çocuklarda
hem Türkçe hem de Almanca dil eğitimini zorunlu tutarak uyum sorunu
çözeceklerini
belirtmişlerdir.
Katılımcılar
uyum
(entegrasyon)
kelimesinden
hoşlanmamakla birlikte, toplumda iktidar sahibi kimselerin bu kavramın içini
kendilerince doldurduğundan yakınmaktadır.
Müslüman algısı ve İslam korkusu (İslamofobi) konusunda ortak söylemi
paylaşan katılımcılara göre bu algının sebebi medyanın Müslüman söyleminden
kaynaklanmaktadır. Genel anlamda Müslümanların; karılarını döven, şiddet
yanlısı, töre ve namus cinayeti işleyen bireyler olarak kabul edildiği düşünülmekte
bu durum da toplumun Türk ve Müslümanlar ile iletişimini sınırlandırmaktadır.
Dolayısıyla Almanya’daki Müslüman ve diğer göçmen algısı konusunda fark vardır.
İslam dini ritüelleri, Hristiyanlik dini ritüellerinden çok farklı olduğundan ve İslam
dininin sosyal yaşamda uygulamaları olduğundan (namaz kılmak, oruç tutmak gibi)
davranışlar sosyal yaşamda dikkati çekmektedir. Ayrıca Almanya’daki yansıtılan
108
Türk göçmen algısı o kadar benimsenmiştir ki, katılımcıların kendisi de mülakatlar
sırasında bazı toplum kurallarına Türk göçmenlerin uymadığından bahsetmişlerdir.
Katılımcıların çoğunun Türk arkadaşları çoğunluktadır. Katılımcılar Türk
arkadaşlarını “bilinçli” olarak seçmediklerini ve “Almanlarla arkadaşlık kurmam”
şeklinde düşünmediklerini; bu durumun kendiliğinden geliştiğini, daha iyi
anlaştıklarını ve aynı esprilere güldüklerinden bahsetmişlerdir. Türk arkadaşlarının
arasında kendilerini savunmak ve açıklamak zorunda hissetmediklerini bu
durumun
daha
rahat
bir
arkadaşlık
ilişkisi
oluşturduğunu
belirtmişlerdir.
Katılımcıların arkadaş seçiminde daha iyi anlaştıklarından Türklerle arkadaşlık
kurmaları da ulusötesici davranışlar arasındadır.
Tutulan spor takımları, birlikte izlenen müsabakalar dolayısıyla katılımcıların
çoğu bir Türk takımını desteklemektedir. Ortak duyguları paylaşan ortak heyecan
ve bağlılık taşıyan katılımcılar müsabakaları Türk kıraathanelerinde izlediklerini
belirtmişlerdir. Sosyal ortam olarak ortak duygu ve heyecanın paylaşıldığı Türk
kıraathaneleri seçilmiştir. Berlin’de doğup büyüyen eğitim alan ve sosyal çevre
edinmiş bireylerin bir Alman takımını desteklemektense bir Türk takımını
destekliyor olmaları öz kültürleriyle pratikler geliştirdikleri ve bunu sürdürmek sureti
ile sosyalleşmeleri dikkat çekmektedir.
Almanya’da bir sivil toplum kuruluşuna üye olduğunu söyleyen katılımcı
sayısı olmayanlara göre azdır. Ancak burada dikkat edilmesi gereken konu üye
olunan sivil toplum örgütünün Türkiye odaklı çalışıyor oluşudur. Almanya’da
yaşayan üçüncü kuşak Türk göçmenler, sivil toplum üyeliği bazında Türkiye için
emek sarf etmektedir.
Katılımcıların aidiyet hisleri ile vatandaşlıkları sorulmuştur. Katılımcıların
büyük bir kısmı Alman pasaportuna sahiptir. Çifte vatandaşlık istediklerini ancak
birini
seçmek
zorunda
bırakıldıklarında
Alman
pasaportunu
seçtiklerini
belirtmişlerdir. Buna neden olarak, Avrupa içerisinde kolay dolaşım sağlamak
amacıyla Alman pasaportunun schengen ülkeleri içerisinde yer alıyor olması ortak
görüştür. Türk pasaportu ile Avrupa içerisinde dolaşmak oldukça uzun ve sor bir
süreçtir.
109
Günümüzde Türk kökenli Alman vatandaşlarına Türkiye’ye gelirken “mavi
kart” uygulaması başlamıştır. Mavi kart, nüfus cüzdanına benzer bir karttır ve Türk
vatandaşlarının kimliğinde olduğu gibi bir T.C. numarası içerir. Bu kart Türkiye’ye
gelen Türk kökenli Alman vatandaşlarına resmi işlemlerde kolaylık sağlamaktadır.
Katılımcıların çoğu kendini Almanya’ya ait hissettiğini belirtmiştir. Almanya’da
doğduklarını dolayısıyla Almanya toplumsal kurallarına göre yetiştiklerini bu
yüzden Türkiye’de yaşamayı daha önce hiç düşünmediklerini belirtmişlerdir. Ancak
eş seçimi ve aile birleşimi konusunda fikir birliği yine muhtemel eşin Türk
olmasından yanadır. Türkiye’yi çok nadir ziyaret eden katılımcıların ilerideki
muhtemel eşlerinin Türk olmasını istemeleri, öz kültüre olan bağların açıkça bir
örneğidir. Katılımcılar, ortak değerlerin hayat eşi seçiminde ve iletişimde önemli
kıstas olacağı düşüncesi ile hareket etmektedir. Ayrıca bir yabancıyla evlenmek
için öncelikle onun önyargılarını kırmak gerektiğini ve bunun yorucu bir süreç
olduğunu belirtmişlerdir. Alman bir eş düşüncesine şüpheli ve uzak duruşları bir
yana “ailem tasvip” etmez düşüncesi, Türk aile yapısının üçüncü kuşak Türklerde
de devam ettiğini gösteren unsurlar arasındadır.
Görüşmelerde elde edilen bir diğer bilgi de Türk esnaflarını tercih ediyor
olmalarıdır. Türk marketleri, Türk berberleri ve Türk fırınları bunlardan bazılarıdır.
Dini bayramlar ve yaz tatillerinde Türkiye’yi tercih ediyor olmaları görüşmeler
sırasında edinilen bilgilerin bazılarıdır.
Üçüncü kuşak Almanya’da yaşayan Türklerin yaşadıkları sosyal dışlanma ve
ayrımcılık ev kiralarken, iş başvurularında, erkek-kız arkadaş edinirken gibi hayatın
farklı alanlarında kendini hissettirmektedir. Toplumda farklı olana merak doğaldır,
ancak 1961’den bu yana Almanya’da varlığını sürdüren Türklerin toplumda “farklı”
olarak addedilmeleri, medyanın bu algıyı üretmesinden - yönetmesinden ve her
gün yeniden yaratmasından kaynaklanmaktadır.
Bu araştırmada üçüncü kuşak Türklerin her ortamda kendilerini yeniden
anlatmak durumunda kaldıkları görülmektedir. Başörtüsü, domuz eti, alkol tüketimi,
erkek-kız arkadaş edinme, dil konusu gibi konuların sık sık gündeme gelmesinden
110
dolayı daha çok kendi sosyal ortamlarını oluşturmakta ve öz kültürel bağlarını
kuvvetlendirmektedirler.
Araştırma sonunda; küresel göç hareketliliğin ve ülkeler arasındaki sosyal,
ekonomik, kültürel ve dini ilişkilerin ulusötesicilik ilişkileri arttırdığı, artan ulusötesici
bağları tetikleyen gücün ise iktidarı elinde tutan gücün medya söylemini
yönlendirmesi sonucu değişen politikalar olduğu elde edilen en önemli çıkarımdır.
1961 yılında Almanya-Türkiye arasında yapılan anlaşma ile gastarbeiter
olarak anılan misafir işçi statüsünde Almanya’ya, Türkiye’ye dönmek üzere giden
Türk vatandaşlarının Almanya’ya yerleşerek vatandaşlık edinmeleri süreci mercek
altına alınmış olup, değişen ekonomi politikalarının medyadaki algı yönetiminin
“Türklerin ötekileştirilmesi” , “İslamın ötekileştirilmesi”, “kültürün ötekileştirilmesi”
kavramlarını yeniden üretmesi incelenmiştir.
Toplum içerisinde, minimum da olsa sosyal dışlanma deneyimi yaşamış olan
Üçüncü Kuşak Türkler; edindikleri sosyal çevre, gündelik yaşam, arkadaşlık
ilişkilerinden kopmak istemediklerinden Almanya’dan ayrılmak istememektedir.
Almanya yeni vatan olarak kabul edilmektedir. Göçmenlerin, uyum (entegrasyon)
ve asimilasyon kavramlarının karşısında, "farklılıklarla birlikte yaşamak" anlayışına
sahip oldukları görülmektedir.
Bir
diğer
yandan
Türkiye'ye
ve
Türk
kültürüne
güçlü
bir
aidiyet
hissetmektedirler, bu duygu kimliklerinin en önemli unsurudur. Ulusötesici bağlarla,
küreselleşmenin sunduğu olanaklarla hem Almanya’da hem Türkiye’de yaşamakta
ancak yaşanılan ayrımcı deneyimlere karşı tepki olarak daha fazla Türkiye’de
yaşamaktadırlar. Bu bağlamda özellikle medya tarafından oluşturulan öteki
algısının değişmesi ve "Öteki" ne duyulan saygının artması için, medyanın
toplumsal barışı dikkate alarak kendini tekrarlayan ve insanları ayıran bakış
açısından uzak yayıncılık yapmasının önemli olduğu düşünülmektedir.
111
KAYNAKÇA
Acar,M.,Demir, Ö. (1997), Sosyal bilimler sözlüğü (İkinci Baskı). Ankara: Vadi
Yayınları, 266.
Aker, A. (1972), İşçi göçü, Nisan 1970 ile Nisan 1971 arasında Almanya’ya giden
Türk işçileri üzerinde sosyo-ekonomik bir örnekleme araştırması, İstanbul:
Sander Yayınları, 35.
Akkayan, T., (1979), Göç ve değişme, İstanbul: Üniversitesi Edebiyat Fakültesi
Yayınları, 2573, 219.
Aksoy, Z.(2012), Uluslararası göç ve kültürlerarası iletişim, Uluslararası Sosyal
Araştırmalar Dergisi, 5(20), 295.
Aksoy,E. (2010), Almanya’da yaşayan üçüncü kuşak Türk öğrencilerin kimlik
algılamaları ve buna bağlı olarak karşılaştıkları ayrımcılık sorunları, Ankara,
Hacettepe Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Dergisi, 7(12), 7-35.
Akşin, S.(2007), Kısa Türkiye tarihi, İstanbul: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları,
236.
Armaoğlu, F. (2004), 20. Yüzyıl siyasi tarihi 1914-1995, Ankara: Alkım Yayınevi,
79.
Ateş, C.(2011), Faşizm ve medya: Haber metinlerinde faşizan söylem, Yüksek
Lisans Tezi, Abant İzzet Baysal Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Bolu.
Ayanlar, A.(2012), Almanya örneği üzerinden Avrupa’nın İslamofobi algısı, 2023
Dergisi, 138, 33.
Basceri, E. (2001), Almanya’da sığınmacı sorunu ve Türkiye- Almanya ilişkileri,
Doktora Tezi, İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, İstanbul.
Berblick,(2011)
Web:
http://wwwenglisch.fhhof.de/fileadmin/AAA/Formulare
Incomings/_berblick_Deutschland.pdf adresinden 17 Ocak 2015 tarihinde
alınmıştır.
Campbell,P.,(1967),Web:http://www.ascd.org/ASCD/pdf/journals/ed_lead/el_1967
03_campbell.pdf, adresinden 12 Ocak 2015 yılında alınmıştır.
Castles, S., Miller, M. J.(2008), Göçler çağı modern dünyada uluslar arası göç
hareketleri, (Çev. B. U. Bal, İ. Akbulut), İstanbul: Bilgi Üniversitesi Yayınları,
257.
Çağlayan, S.(2006), Göç kuramları, göç ve göçmen ilişkisi, Muğla Üniversitesi
Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi (İLKE), Muğla,17.
Çelik, H.,Ekşi, H. (2008), Söylem analizi, Marmara Üniversitesi Atatürk Eğitim
Fakültesi Eğitim Bilimleri Bölümü Dergisi, 99-117.
112
Çiçekçi, C. (2011). Güvenlikleştirme kuramı ve insan güvenliği çerçevesinde
11 eylül 2001 sonrası Avrupa’da islami kimlik algısı, Yüksek Lisans Tezi,
Çanakkale On sekiz Mart Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Çanakkale.
Çiçekli, B.(2007),Göç ve Entegrasyon- Almanya ve Türkiye’de azınlık-çoğunluk
ilişkileri. Yabancılar ve yabancı olmayanlar Almanya’da ve Türkiye’de hukuki
statü, Ankara,189.
Deutsche Welle,(2011), Web: http://www.dw.de/alman-medyas%C4%B1ndat%C3%BCrklerin-de%C4%9Fi%C5%9Fen-imaj%C4%B1/a-15481882,
adresinden 15 Ocak 2015 tarihinde alınmıştır.
Doğan,N. (2012), Alman medyasının Türk Gettosu algısı, Ankara, Hece
Yayınları,4.
Dufoix, S. (2008). Diasporas, Berkeley: University of California Press.
Ernesto, C.,Morales C. M. ve Ochoa O., (2014) Transnational Behaviour in
Comparative Perspective: The relationship between immigrant integration
and transnationalism in New York, El Paso, and Paris, 2(3), 305-334.
Faist, T.,(2003), Uluslararası göç ve ulusaşırı toplumsal alanlar, İstanbul: Bağlam
Yayınları, 41.
Fenton, S.( 2001), Etnisite, ırkçılık, sınıf ve kültür, (Çev. Şad S.N.). (Birinci Baskı),
Ankara: Phoneix Yayınevi, 36–37.
Gayatri, S.(1989). Who claims alterity?, Remaking History, Seattle, 269-292.
Gitmez, A. S.,(1979), Dışgöç öyküsü, Ankara: Maya Matbaa Yayıncılık, 52.
Gökdere, A. Y. (1978), Yabancı ülkelere işgücü akımı ve Türk ekonomisi üzerine
etkileri, Ankara: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 12.
Gürkan, M.(2006), Sosyolojik açıdan göç ve yasadışı göç hareketleri, Yüksek
Lisans Tezi, Kırıkkale Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Kırıkkale.
Haas, H.,(2008). Migration and development a theoretical perspective, ınternation
a migration ınstitute, 21st Century School University of Oxford, 4-30.
Itzıgsohn J.,Saucedo S. G.(2002). Immigrant ın corporation and sociocultural
transnationalism, Brown University, 3, 772.
Itzigsohn,J. veSaucedo, S.G.(2002) Immigrant Incorporation And Sociocultural
Transnationalism, Brown University IMR 36(3), 766-798.
Karagöz, R. (2007) Almanya yeni yurt son göçün anatomisi, İstanbul: Fidye
Yayınları, 21.
Karataş, A(2006) Almanya’daki Türkiyeli göçmenler özelinde asimilasyon ve
Entegrasyon, Yüksek Lisans Tezi, Hacettepe Üniversitesi Sosyal Bilimler
Enstitüsü, Ankara.
113
Kartal, H. (2008), Avrupa Birliği’nin yasa dışı göç politikası ve Türkiye’ye
yansımaları, Yüksek Lisans Tezi, Gazi Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü,
Ankara.
Kılıçaslan, E. (2006), Almanya’daki Türklerin Türk- Alman ilişkileri açısından önemi
ve Türk nüfusunun etkinliğinin arttırılmasına yönelik alınabilecek tedbirler,
Yüksek Lisans Tezi, Atılım Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Ankara.
Kivisto,P.,(2010), Theorizing transnational immigration. A Critical Review Of
Current Efforts, 24(4), 549-577.
Kula O. B.(2012).Almanya’da Türk kültürü (Çok kültürlülük ve kültürler arası
eğitim), İstanbul: İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları,6
Maier,R.(2002) Immigrant students, schools and ıntegration policies: The case of
the
Netherlands,
Fondazione
Giovanni
Agnelli,
University
of
Utrecht,Convegno,14, 1-9.
Mersin Emniyet Müdürlüğü Resmi İnternet Sitesi, (2011), İnternet:
http://mersin.pol.tr/emn/?page_id=751 adresinden 16 Ocak 2015 tarihinde
alınmıştır.
Özçalık, S. (2008) Ötekileşme ve işlevleri, İzmir, Karaburun Bilim Kongresi Tebliği
Özgen, A. Ö.(2010), Avrupa Birliği Göçmenlik Politikaları: Tarihsel geçmiş ve
mevcut durum, Yüksek Lisans Tezi, Süleyman Demirel Üniversitesi Sosyal
Bilimler Enstitüsü, Isparta.
Özkan I., Tütüncübaşı, U. (2008)Türk ve Alman hukukunda çifte vatandaşlığa
ilişkin gelişmeler, Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi, 57(3), 599634.
Portes A. G., Luis E. ve Landolt P.(1999). The study of transnationalism: Pitfalls
and promise of an emergent research field, New York: RusselSage
foundation, Ethnic and racial studies, 2(22) ,217-237.
Sander, A.,(2004), Muslims in Sweden-state policies toward muslim minorities in
Sweden, Berlin, 203-374.
Schiller, N. G.,Basch, L., BlancC. S., (1995), From immigrant to transmigrant:
theorizing transnational migration, Anthropological Quarterly, 1(68), 49.
Schiller,G,, N. ve FouronG.,(1999). Terrains of blood and nation: Haitian
transnational social fields, Ethnic and Racial Studies, 6, 130-161.
Şahin,B.(2008), Almanya’daki Türk göçmenlerin sosyal entegrasyonunun
kuşaklararası karşılaştırması: Kimlik ve ait hissetme. Hacettepe Üniversitesi
Türkiyat Araştırmaları, 5(8), 227-251.
Şahin, B. (2010) Almanya’daki Türkler, Ankara: Phoenix Yayınları, 55-134.
114
Şahin, İ. (2009) Sosyo-Kültürel bir tecrübe olarak Türk dış göçü: Amersfoort
(Hollanda) Örneği. İlahiyat Fakültesi Dergisi, 14, 93-108.
Şahin,B.,(2010), Almanya’daki Türk göçmenlerin sosyal entegrasyonunun kuşaklar
arası karşılaştırması: Kültürleşme, Ahmet Yesevi Üniversitesi, 55, 103- 134
Temizer,A.(2013), Karadağ’da öteki sorunu: Müslümanlar (1878-1913), History
Studies. International Journal of History, 5(3), 223-240.
Türk-Alman Eğitim ve Bilimsel Araştırmalar Vakfı (TAVAK) (2014),Web:
http://www.tavak.de/index.html adresinden 8 Ocak 2015 tarihinde alınmıştır.
Türkiye Cumhuriyeti Merkez Bankası, Web: http://www.tcmb.gov.tr/ adresinden
13 Ocak 2015 tarihinde alınmıştır.
Unat, N. A. (2002). Bitmeyen göç konuk işçilikten ulus- ötesi yurttaşlığa, İstanbul:
İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, 7.
Üner, S. (1972). Nüfusbilim sözlüğü, Hacettepe Üniversitesi Yayınları, Ankara: 77
Ünlü, G. (2007). Uluslararası göç ve göçmenliğin değişen koşulları içinde
“Mültecilik”, Muğla Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Muğla.
Vassaf, G.(1983). Daha sesimizi duyuramadık: Avrupa’da Türk işçi çocukları,
İstanbul: İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, 92.
Vertovec, S.(1999). Conceiving and researching transnationalism, Ethnic and
RacialStudies, 2(22).
Vertovec, S.(1999). Conceiving and researching transnationalism, University of
Oxford in Press, 22(2), 3-13.
Vertovec, S. (2001). Transnationalism and ıdentity, Journal of Ethnic and Migration
Studies, 27(4) ,573-582.
Yalçın, C.(2004), Göç sosyolojisi, Ankara: Anı Yayıncılık, 13.
Yılmaz, F.(2008) Avrupa’da ırkçılık ve yabancı düşmanlığı, Ankara: USAK
Yayınları, 75-100.
Zaman Gazetesi, (2012) İnternet: http://zaman-online.de/kayip-ilani-kampanyasiileri-bir-tarihe-ertelendi-2324, adresinden 12 Ocak 2015 yılında alınmıştır.
115
KAYNAK KİŞİ
N.M, (25), 2012, Berlin
N.K, (26), 2012, Berlin
Y.P, (27), 2012, Berlin
R.Ç, (27), 2012, Berlin
S.Y, (25), 2011, Berlin
C.T, (27), 2012, Berlin
G.G, (30), 2012, Berlin
S.Ç, (29), 2012, Berlin
S.A, (30), 2011, Berlin
K.S, (28), 2011, Berlin
T.K, (30),2011, Berlin
S.K, (28), 2012, Berlin
B.N, (26), 2012, Berlin
I.F, (27), 2012, Berlin
Y.P, (29), 2012, Berlin
N.D, (24), 2012, Berlin
Z.H, (27), 2012, Berlin
E.Ç, (26), 2011, Berlin
K.E, (27), 2011, Berlin
116
117
EKLER
118
EK-1. Berlin’de Yaşayan Üçüncü Kuşak Türklerin Türkiye İle Bağları ve
Kültürel Aktarım Süreçleri
1. Nerede doğduğu, eğitimini nerede aldığı
2. Aile, çocuk büyürken Almanya’da yaşayan bir Türk olarak ayrımcılığa
uğrayabileceği konusunda çocuğu uyarıp uyarmadığı
3. Almanya’da yaşayan bir Türk olarak siz dil sorunu yaşadınız mı?
Yaşadıysanız bu sorunu çözmek için ne yaptınız? Böyle bir sorun varsa
halletmek için ne yapılabilir?
4. Okul hayatında arkadaşlarından; yalnız Türk olduğu için dışlandığını
hissedip hissetmediği
5. Hangi tür davranışlarınızdan dolayı Almanların sizi dışlıyor ya da hoşgörülü
davranıyor?
6. Entegrasyon(uyum) kelimesinden sizin anladığınız nedir?
7. Kendinizi nereye ait hissediyorsunuz, neden?
8. Arkadaşlarınızın ne kadar kısmı Türk, bunda sizin ya da Almanların etkisi
var mı?
9. Türkler nasıl değerlendiriliyor sizin gözünüzde Almanlar tarafından?
10. Bir iş görüşmesinde ya da okulda herhangi bir olayda “ben Türk olduğum
için böyle yapıldı” diye düşündüğünüz oldu mu?
11. Gündelik hayatta göçmen olduğunuz için başınıza gelen önemli bir hatıranız
var mı?
12. Hangi
davranışlarınız
yüzünden
“Türk”
ya
da
“Alman”
olarak
değerlendiriliyorsunuz?
13. Sizce Türkler arasında bir gruplaşma var mı varsa neden?
14. Burada yaşıyorsun, onlar gibi yiyor içiyor geziyor, giyiniyor ve Almanların
dilini konuşuyorsun ama yine de farklı olduğunu hissediyor musun?
15. Hangi dil yayınları tercih ediyorsun? Bu yayınlarda dikkatini çeken,
Almanların ya da Türklerin kışkırtılmaya çalışıldığını düşündüğün oldu mu
sence bunun sebebi ne olabilir?
16. Bir STK ‘ye üyeliğin var mı, eğer varsa ne tür bir STK bu ve bir sivil toplum
örgütüne üye olurken kriterlerin ne idi?
17. Alman devletinin Türklere yaklaşımını nasıl değerlendiriyorsun?
119
18. Devlet dairelerinde, resmi işlemler yaparken Türk olduğunuz için farklı bir
uygulamayla karşılaştığınız oldu mu?
19. Siz “Türk imajı”’ndan ne anlıyorsunuz? Bu Türk imajını yaratan sizce
kimlerdir?
20. Okulda Türkçe dil dersi de görmek ister miydiniz?
21. Bir Almanla evlenmeyi düşündün mü?
22. İsmin almanca olsaydı Almanya’da daha rahat yaşayacağını düşündüren bir
olay oldu mu?
23. Berlin’de yaşayan Türkler ile diğer yabancılara verilen değer aynı mıdır?
24. Türkiye’de yaşamak ister miydiniz, neden?
25. Yabancı düşmanlığı mı Türk düşmanlığı mı?
26. Türkiye’de yaşamak ister misin?
27. Şu an Almanya’da yaşayan Türklerin en büyük sorunları nelerdir?
28. Almanya’da son zamanlarda görülen ırkçılığın nedenleri nelerdir?
29. Hangi ülkenin Pasaportuna sahipsin?
30. Entegrasyon kelimesinden ne anlıyorsunuz?
31. Elinde yeterli imkan olsa entegrasyon konusunda neleri değiştirirdin?
120
ÖZGEÇMİŞ
Kişisel Bilgiler
Soyadı, adı
: OGAN, Pınar
Uyruğu
:T.C.
Doğum tarihi ve yeri
:1986 ANKARA
Medeni hali
: Evli
Telefon
:+90 (505) 708 12 34
E-posta
: oganpinarr@mail.com.
Eğitim Derecesi
Okul/Program
Mezuniyet yılı
Yüksek lisans
Gazi Üniversitesi
Devam Ediyor
Sosyal Bilimler Enstitüsü
Sosyoloji Anabilim Dalı
Lisans
KATÜ Uluslar Arası İlişkiler
2009
Lise
Ankara Bahçelievler Deneme Lisesi
2003
İş Deneyimi, Yıl
Çalıştığı Yer
Görev
2014
Gelecek İçin Gençlik
Uluslararası Proje
Spor Kulübü Derneği
Uzmanı
Yabancı Dili
İngilizce, Almanca
Hobiler
Kitap okumak, Seyahat Etmek, Gastronomi, Zihin Oyunları
GAZİ GELECEKTİR...
PINAR OGAN
SOSYOLOJİ ANABİLİM DALI
SOSYOLOJİ BİLİM DALI
T.C.
GAZİ ÜNİVERSİTESİ
SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ
YÜKSEK
LİSANS
TEZİ
BERLİN’DE YAŞAYAN ÜÇÜNCÜ KUŞAK
TÜRKLERİN TÜRKİYE İLE BAĞLARI VE
KÜLTÜREL AKTARIM SÜREÇLERİ
PINAR OGAN
NİSAN 2015
SOSYOLOJİ ANABİLİM DALI
SOSYOLOJİ BİLİM DALI
NİSAN 2015
Download