diyalize giren son dönem böbrek yetmezlikli hastalarda serum ürik

advertisement
T.C.
Sağlık Bakanlığı
Haydarpaşa Numune Eğitim ve Araştırma Hastanesi
III. İç Hastalıkları Kliniği
Klinik Şefi: Doç.Dr. Refik Demirtunç
DİYALİZE GİREN SON DÖNEM BÖBREK YETMEZLİKLİ
HASTALARDA SERUM ÜRİK ASİT SEVİYESİ İLE
KORONER KALSİYUM SKORU ARASINDAKİ İLİŞKİNİN
DEĞERLENDİRİLMESİ
Uzmanlık Tezi
Dr.Fatih Demircan
İstanbul 2009
ÖNSÖZ
Uzmanlık eğitimim süresince bilgi ve deneyimlerini bizlerle paylaşan
hocam; 3. Dahiliye servisi Klinik Şefi Sn. Doç.Dr. Refik DEMİRTUNÇ’a,
Rotasyonlarım
süresince
deneyimlerinden
yararlandığım
Enfeksiyon
Hastalıkları ve Klinik Mikrobiyoloji Kliniği Şefi Sn Doç. Dr. Paşa GÖKTAŞ’a,
Biyokimya ve Klinik Biyokimya Klinik Şefi Sn Dr. Sacide ATALAY’a,
Dr.Siyami Ersek Eğitim ve Araştırma Hastanesi Kardiyoloji Klinik Şefi Sn. Tanju
ULUFER’e, Kartal Eğitim ve Araştırma Hastanesi. Göğüs Hastalıkları ve
Tüberküloz Kliniği Şefi Sn Doç.Dr Benan ÇAĞLAYAN’a,
Tezimin hazırlanması sırasında yardımlarından dolayı Sn Dr. Güven
Yılmaz’a, Sn. Dr.Semiha Ayaydın Kaplan’a, değerli ağabeyim ve başasistanımız
Dr. Mehmet Ali Tarım’a, asistanlığım süresince beraber çalıştığım uzmanlarım ve
asistan arkadaşlarıma,
Servisimizin bütün hemşire ve personeline;
Her zaman yanımda olan aileme teşekkürlerimi sunarım.
Dr. Fatih Demircan
KISALTMALAR
SVH
: Sol Ventrikül Hipertrofisi
İKH
: İskemik Kalp Hastalığı
AMI
: Akut Miyokard Enfarktüsü
KBY
: Kronik Böbrek Yetmezliği
SDBY
: Son Dönem Böbrek Yetmezliği
LVH
: Sol Ventrikül Hipertrofisi
KAH
: Koroner Arter Hastalığı
KVH
: Kardiyovasküler Hastalık
HT
: Hipertansiyon
DM
: Diyabetes Mellitus
HD
: Hemodiyaliz
AKS
: Akut Koroner Sendrom
ÇKBT
: Çok Kesitli Bilgisayarlı Tomografi
LDL
: Düşük Dansiteli Lipoprotein
AST
: Aspartat Amino Transaminaz
ALT
: Alanin Amino Transferaz
İÇİNDEKİLER
1-
GİRİŞ VE AMAÇ
1
2-
GENEL BİLGİLER
1
A) KRONİK BÖBREK YETMEZLİĞİ
1
B) KORONER ARTER HASTALIĞI
1
C) ÇOK KESİTLİ BT VE KALSİYUM SKORU
1
D) ÜRİKASİT VE METABOLİZMASI
1
3-
MATERYAL ve METOD
1
4-
BULGULAR
1
5-
TARTIŞMA
1
6-
ÖZET
1
7-
KAYNAKLAR
1
1-GİRİŞ VE AMAÇ
Son dönem böbrek hastalığına ulaşan bireylerde, ölümlerin yarısından
fazlası kardiyovasküler sistem hastalığından köken almaktadır. Bu hasta
grubunda kardiyak hastalık görülme riski, normal popülâsyona göre 20 kat
fazladır.
Kardiyovasküler mortalite, batı dünyasındaki ölümlerin başta gelen
sebeplerindendir
(1).
Sadece
primer
risklerin
azaltılması
stratejisi,
kardiyovasküler mortaliteyi gerçek bir şekilde azaltabilirken, hastane tedavisi
sınırlı sayıda hastaya yardımcı olabilmektedir (2). Koroner arter duvarında oluşan
kalsifikasyon, koroner aterosklerozun kesin bir göstergesidir (3) Aterosklerozun
kesin tanısını ve şiddetini gösteren bir tanı yöntemi yoktur. Kalsiyum skoru
herhangi bir kardiyak hadise gelişmeden, koroner aterosklerotik hastalığı önceden
tespit edilebilmektedir. Hem koroner damarlardaki ve kalp kapaklarındaki mevcut
kalsifikasyonu, hem de ileride olabilecek patolojileri (koroner stenoz, kalp kapak
disfonksiyonu) gösterir. Bu verilere göre hekim riskli hastaları daha yakın takibe
alır.
Gelecekteki kardiyak hadise olasılığı aterosklerotik hastalık ispatı ile yakın
ilişkili olduğundan, koroner arter kalsifikasyonu miktarı ve dağılımının
saptanması, kardiyovasküler riski önceden belirlemede önemli bir bilgidir. Birçok
çalışmada koroner kalsiyum varlığının, asemptomatik hastalarda 3-5 yıl içinde
ciddi kardiyak olayların yüksek prediktif değerde prognostik bir parametresi
olduğu saptanmıştır(8).
Elektron demeti tomografisi (EDT) ile multislice BT teknolojileri koroner
kalsifikasyonun saptanmasında noninvazif, pratik güvenli, tehlikesiz, hassas
yöntemler olarak klinik kullanıma girmişlerdir (4,5,6). İşlem multidedektörlü
tomografi ile yapıldığından kesit alanına giren bölgedeki tüm patolojileri (tümör,
lenfadenopati vs) göstererek erken tanıda yardımcı olur.
Ürik asit, insanlardaki pürin yıkımı sonucunda meydana gelen son üründür
ve koroner arter hastalıklarının minör risk faktörlerinden birisidir. Daha önce
yapılmış çalışmaların birçoğunda yüksek serum ürik asit düzeyleriyle koroner
arter hastalıkları arasındaki ilişki ortaya konmuş ve farklı sonuçlar elde edilmiştir.
Bazı çalışmalarda hiperüriseminin koroner kalp hastalıkları için bağımsız bir risk
faktörü olduğu saptanmıştır (7).
1
Biz bu çalışmamızda kronik böbrek yetmezliği olan ve hemodiyalize giren
hastalarda koroner kalsiyum derecesi ile serum ürik asit seviyesini karşılaştırarak,
koroner iskemide risk faktörü olan ürik asitin, aynı zamanda aterosklerozda bir
marker olup olmadığını incelemeyi düşündük.
2
2-GENEL BİLGİLER
A) KRONİK BÖBREK YETMEZLİĞİ
Kronik böbrek yetmezliği (KBY), çeşitli hastalıklara bağlı olarak
nefronların progresif ve geri dönüşümsüz kaybı ile karakterize bir sendromdur.
Glomerüler filtrasyon hızındaki (GFR) azalmanın süresi 3-6 aydan daha uzundur.
GFR, genellikle yıllar içinde giderek azalır ve bu azalma, altta yatan nedene göre
büyük değişiklik gösterir. Böbrek yetersizliği olan bir olguda; üç aydan uzun
süren azotemi, uzun süreli üremik belirti ve bulgular, renal osteodistrofi belirti ve
bulguları, anemi, hiperfosfatemi, hipokalsemi, idrar sedimentinde geniş silendirler
ve
radyolojik
incelemelerde
bilateral
küçük
böbrekler
kronik
hastalık
göstergeleridir(10). Bu özellikler KBY’ni akut böbrek yetmezliğinden ayırır.
Klinik açıdan KBY, asemptomatik böbrek fonksiyonu azalmasından üremik
sendroma kadar uzanan değişen bir spektrum gösterir. Aslında böbrek
yetersizliğinin evreleri birbiri içine girmiş olup kesin sınırlarla ayrılması mümkün
değildir. Ancak, fonksiyonel değişiklik derecesine göre evreleme klinik ve tedavi
planlanması açısından faydalıdır (9).
Kronik böbrek yetersizliğinin erken evresinde sadece böbreğin fonksiyonel
rezervinde azalma vardır. Böbreğin ekskresyon, biosentetik ve regülatuvar
fonksiyonları genellikle iyi olduğu için klinik belirti veya bulgu yoktur. Orta
evrede, yani böbrek yetersizliğinde azotemi oluşur ve bazı klinik belirtiler ortaya
çıksa da (anemi v.b) hastalar genellikle asemptomatiktir. Ancak, enfeksiyon,
hipovolemi, obstrüksiyon veya nefrotoksik ilaç kullanımı gibi araya giren akut
stresler hastayı hızla üremik tabloya sokar. Reversibl faktörlerin giderilmesi ile
hasta sıklıkla eski durumuna döner. İleri evreye ulaşmış böbrek yetmezliğinde
GFR 20-25 ml/dk’nın altına düşmüştür. Böbreğin ekskresyon, biyosentez ve
regülâsyon fonksiyonlarının büyük ölçüde bozulması, klinik belirti ve bulguların
(persistan halsizlik, noktüri, gibi) ortaya çıkmasına neden olur. Son dönem böbrek
yetersizliğinde, böbrek fonksiyonlarının ileri derecede kaybı sonucunda giderek
artan azotemi ve hemen hemen her organ sistemi ile ilgili belirti ve bulgular
ortaya çıkar. Terminal dönemde ortaya çıkan bu klinik sendrom, üremi olarak
tanımlanır (9).
3
ETİYOLOJİ VE PATOGENEZ
KBY birçok nedenle gelişebilir. Bu nedenlerin sıklığı ülkelere göre
değişmektedir. ABD’de son dönem böbrek yetersizliğinin % 39’unu diabetes
mellitus, % 26’sını hipertansiyon ve % 11’ini glomerulonefrit oluşturmaktadır
(11). Türkiye de SDBY nedenleri ile ilgili en sağlıklı veriler Türk Nefroloji
Derneği tarafından elde edilmiştir. Ülkemizde KBY saptanan olgularda kronik
böbrek yetersizliğine götüren ilk üç neden kronik glomerulonefrit, diyabet ve
hipertansiyon olarak bulunmuştur (12). Özellikle son yirmi yılda KBY’nin
etiyolojisinde rölatif bir değişme olmuştur. Hâlbuki geçmişte KBY’ ye götüren en
sık sebep, glomerulonefrit iken günümüzde ise sıklıkla altta yatan etiyolojiler
diyabetik ve hipertansif nefropatilerdir.
Glomerulonefritlerden korunma ve etkin tedavi, özellikle diyabetik ve
hipertansiyonlu kişilerde azalmış mortalite etiyolojideki değişimin anahtar
noktalarıdır. Genellikle ömrün uzaması ve azalmış erken kardiyovasküler
mortalite de keza KBY’li hastaların ortalama yaşını artırmıştır. Yaşlılarda
KBY’nin en sık sebebi hipertansiyondur. Gelişmiş ülkeler ile gelişmekte olan
ülkeler arasında etiyolojik nedenlerin sıklığı ile ilgili olarak ortaya çıkan fark bu
şekilde açıklanabilir. Canlılarda böbrek dokusunda azalma olduğu zaman geri
kalan nefronlarda bir adaptasyon meydana gelir. Her evredeki adaptasyonun
derecesi klinik ve biyokimyasal anormalliklerin yaygınlığını belirler. Böbrek
fonksiyon kaybı minimal iken (<%60), fizyolojik adaptasyon tamdır. GFR’nın
normalin %20’sinin altına inmesi ile birlikte, progresif anoreksi, bulantı ve kusma,
tuz retansiyonu, asidoz, uykusuzluk, anemi, kas yorgunluğu ve kan basıncında
yükselme görülebilir. Yapısal olarak insanlarda GFR’nın normalin %50 altına
inmesiyle, renal hasara yol açan etmen inaktif hale gelse bile progresif bir
fonksiyon kaybı başlar(13).
Sağlam kalan nefronlarda büyüme ve glomerüler filtrasyon hızında artış
görülür. Tek bir nefrondaki GFR artışı (hiperfiltrasyon) hastanın yaşamı için iyi
olmasına
rağmen
geride
kalan
nefronların
yaşam
süresini
azaltır.
Hiperfiltrasyonun olduğu nefronlarda intrakapiller basınç artmıştır, bu durum
glomerüllerin tedrici olarak skleroza gitmesinde temel faktördür.
4
Bununla beraber, hiperfiltrasyon tek başına patolojik glomerülosklerozu ve
interstisiel fibrozisi başlatmaya yeterli değildir. Nörojenik faktörler ve
hipertansiyon da progresif renal hasarda rol oynar. KBY’deki hipertansiyon
oluşumundaki temel faktör, sempatik sinir sistemini aktive eden anjiotensin II ve
nitrik oksid düzeylerindeki artıştır. Sistemik kan basıncı yüksekliğinin devamı
böbrek yetersizliğinin fonksiyonel stabilitesini zaman içinde olumsuz etkileyerek
irreversibl renal hasara neden olur (13).
TEDAVİ SEÇENEKLERİ
Son dönem böbrek yetersizliği olan hastalarda renal replasman tedavileri;
hemodiyaliz (HD), periton diyalizi ya da renal transplantasyondur (9). SDBY
bulunan hastalar her üç tedaviden de zaman içerisinde yararlanmak durumunda
kalabilirler. Diyaliz yarı geçirgen bir membran aracılığı ile hastanın kanı ve uygun
diyaliz solüsyonu arasında sıvı- solid değişimini esas alan bir tedavi şeklidir.
Diffuzyon ve ultrafiltrasyon olmak üzere iki temel prensibi vardır. Diffuzyon,
konsantrasyon farkına bağlı olarak solütlerin yer değiştirmesi, ultrafiltrasyon ise
hidrostatik basınç ile birlikte suyun ve suyu takiben solütlerin membranın diğer
tarafına hareketidir (14).
SON
DÖNEM
BÖBREK
YETMEZLİKLİ
HASTALARDA
KARDİYOVASKÜLER HASTALIKLAR
KBY hastalarında metabolik bozukluklar bir süre sonra, klinikte en belirgin
olarak, hasta morbiditesi ve mortalitesinden sorumlu tutulan kardiyovasküler
sorunlara yol açar. Aslında, diyalizden kaynaklanan mortalite çok faktörlü bir
sorundur. Diyalizin süresi, membran türü, su kalitesi gibi diyaliz faktörleri,
hastanın diğer hastalıkları ve aldığı ilaçlar, yaş, cins, etnik köken gibi hasta
faktörleri ve böbrek hastalığının türü, hipertansiyon, anemi, üremik internal ortam,
hiperparatiroidizm, iki diyaliz arası fazla sıvı alımı ve AV fistül veya greft varlığı
gibi faktörler mortaliteyi etkilemektedir (15). Anemi, uzun bir süre, bir risk
faktörü olarak görülmemiştir. Sol ventrikül hipertrofisi (LVH), koroner kalp
hastalığının şiddetlenmesi ve periferik arter hastalığının söz konusu olduğu bir
klinik tablo, kronik anemiyi izler (16). Anemi, diyaliz tedavisine başlayan
5
hastalarda LVH ve ekokardiyografik anormalliklere yolaçarak, kalp yetmezliği ve
ölümle sonuçlanmaktadır (15,16). Sol ventrikül biçim, boyut veya fonksiyon
bozuklukları diyaliz hastalarının %70-80'inde bulunur. Diyaliz hastalarında,
ekokardiyografik LV hipertrofisi bağımsız risk faktörü olarak yüksek mortaliteyle
ilişkilidir (15).
Kardiyovasküler hastalıklar (KVH), ölüm nedenleri arasında ilk sırada
gelmektedir. Diyaliz hastalarında KVH’ lardan yıllık ölüm oranı genel
popülâsyona oranla önemli ölçüde yüksektir. Diyaliz hastalarında ölümlerin
yaklaşık olarak yarısı KVH’ındandır. Bu hastaların hastanelere yatış sebeplerinin
yaklaşık üçte birini de KVH’lar oluşturur (17). Diyaliz hastalarında yaş, cinsiyet,
ırk ve diyabet gibi gruplara ayrılarak genel popülâsyonla karşılaştırıldığında
KVH’lara bağlı ölüm oranı yaklaşık 10-30 kat daha yüksektir (18).
Koroner revaskülarizasyon prosedürleri ve konjestif kalp yetersizliği
epizotları gibi nedenlere bağlı hastaneye yatış oranları da artmıştır. Diyalize yeni
başlayan hastalarda, KVH’ların yüksek prevelansı kronik böbrek hastalarında
prediyaliz fazın yüksek kardiyak risk fazı olabileceğini akla getirmektedir. Bu
artmış riske SDBY’nin etiyolojisinde bulunan DM ve HT da katkıda
bulunmaktadır (19). LVH ve KAH böbrek yetersizliğinin çok erken safhalarında
oluşabilmektedir. Orta yaşlı erkeklerde yapılan bir toplum çalışmasında serum
kreatinin konsantrasyonundaki orta derecede bir artış (>130 mmol/L) yaşla
ayarlanmış rölatif risk oranı, KAH için 1.5 kat, inme için de 3 kat arttığı
bildirilmiştir (20). Böyle bir ilişki renal disfonksiyonun artmış KVH riskine neden
olmasından veya KVH’ların (kalp yetersizliği veya renal arter stenozu ) renal
disfonksiyona neden olmasından ya da bazı faktörlerin (DM, HT gibi) hem renal
disfonksiyona hem de KVH’lara neden olmasından kaynaklanabilir (19).
İskemik kalp hastalığı genellikle KAH’ nın bir sonucudur fakat HD
hastalarının %27’sinde ateroskleroz dışı nedenlerle meydana gelir. Ateroskleroz
dışı nedenlerle meydana gelen İKH altta yatan KMP, küçük damar hastalığı ,HT,
DM veya kalsiyum –fosfat birikimlerine neden olduğu azalmış kapiller dansite ve
anormal myosit bioenerjisi ile ilişkilidir (20).
KAH teşhisinde altın standart koroner anjiyografidir. Koroner anjiyografi
kararı böbrek hastalığı olmayanlardaki kriterlere göre verilmelidir. Ancak kontrast
6
maddenin dozu en aza indirilmeli ve reziduel renal fonksiyonların kaybolmaması
için önlemler alınmalıdır (21). Bu hastaların anjiografik değerlendirmesi
yapıldığında KAH prevelansının daha yüksek olduğu bildirilmiştir. SDBY olan ve
HD tedavisi planlanan hastalar üzerinde yapılan anjiografik çalışmada, hastaların
yaklaşık %65’inde önemli koroner darlık (%70’in üzerinde) olduğu tespit
edilmiştir (22). Otopsilerde diyaliz hastalarının yaklaşık %25’ inde, MI dikkati
çekmiştir (21).
SDBY olan hastalarda mortalitenin %20-30’undan konjestif kalp yetersizliği
sorumludur. Diyaliz hastalarında kalp yetersizliğinin önlenmesi, sıkı extrasellüler
sıvı ve hipertansiyon kontrolü gerektirir. SDBY hastalarının %30’unda ölüm
nedeni olarak, aritmilere bağlı ani ölüm saptanmıştır. HD hastalarında EKG
anormallikleri geniş varyasyonlar göstermekte olup, bu hastalarda HD’ in bizzat
kendisi EKG de değişikliklerin ve aritmilerin nedeni olarak görülmektedir.
Kompleks aritmiler sıklıkla diyalize başladıktan sonra ortaya çıkmakta ve diyaliz
sonrasında da en az beş saat kadar sürekliğini korumaktadır. Bu da aritmilerin HD
ile ilişkilendirilebileceğini göstermektedir (23).
KRONİK
BÖBREK
YETMEZLİKLİ
HASTALARDA
KARDİYOVASKÜLER RİSK FAKTÖRLERİ
1-Hipertansiyon
KBY hastalarının %60-90'ninda diyalize başlamadan önce hipertansiyon
mevcuttur (24,25). Hipertansiyonun patogenezinde sempatik sistem ve renin
anjiotensin
aksının
aktivasyonu,
artmış
ekstraselluler
sıvı
hacmi
ve
vazokonstriksiyon rol oynar (26-27). KBY'de arterial hipertansiyonun diğer
nedenleri arasında vazodilator prostaglandinler (28) ve nitrit oksit üretiminin
azalması ile vazokonstriktor olan plasma endotelin seviyesinin yüksekligi
sayılabilir (29). Aynı zamanda KBY'de ekstraselluler sıvı hacminin yüksek olması
da kardiyak debiyi artıran nedenlerden biridir (30).
2- Diyabetes Mellitus (DM)
Diyalize başlayan hastaların yaklaşık %30'u diyabetiktir (30). Tip1 ve tip 2
diyabet, KAH için çok kuvvetli risk faktorüdür (31). Diyabetik hastalarda KAH
riskini arttıran faktorler arasında lipoprotein bozuklukları, tromboz ve plaklarda
7
yırtılma sıklığına ek olarak endotel disfonksiyonu da sayılabilir (32). Diyabet
aterosklerozun normal seyrini kolaylaştırır ve hızlandırır. Koroner arterlerin
büyük kısmında yaygın aterosklerotik değişikliklere ek olarak diyabetik hastalarda
bu plakların yırtılması ve tromboz oluşumu daha sık izlenmektedir (32).
Tip 2 diyabetiklerdeki insülin direnci hiperinsulinemiye neden olur. Yapılan
çeşitli prospektif çalışmalarda hiperinsulineminin koroner arter hastalığı (KAH)
ile ilişkili olduğu gösterilmiştir (32) Insulin rezistansının sonucunda ortaya çıkan
lipoprotein metabolizması bozuklukları KAH'ın gelişmesinde önemli rol
oynamaktadır. Ortalama olarak 35 yıl önce yapılan bir çalışmada plazma insülin
seviyesi ile triglisirid (TG) konsantrasyonu arasında önemli bir ilişki tesbit
edilmiştir (33). Daha sonra yapilan çalışmalarda da insulin rezistansı ile birlikte
seyreden artmış plazma insülin konsantrasyonlarının karaciğerde VLDL-TG
sekresyonunu
arttırdığı
bildirilmiştir.
Bilindiği
üzere
plazma
trigliserid
konsantrasyonlarındaki artış da koroner arter hastalığı için önemli bir risk
faktörüdür (33).
Diyabetik hastalarda nefropatinin mevcudiyeti KAH sıklığını arttırmaktadır.
Aynı zamanda KAH mortalitesi, proteinürisi olan hastalarda (>300 mg/gün)
proteinürisi olmayanlara kıyasla 10 kat daha fazladır (32).
3-Sol Ventrikul Hipertrofisi
Sol ventrikul hipertrofisi (SVH) son evre böbrek yetmezliğinin en önemli
komplikasyonlarındandır. Sol ventrikül duvar kalınlığı ve kitlesi, diyaliz tedavisi
boyunca progresif olarak artarken ,sistolik fonksiyonlar genellikle normal kalır.
SVH'nin en önemli nedeni hipervolemiden dolayı artmış kardiyak yük ve yüksek
periferik vasküler dirençtir (34).
Antihipertansif tedaviye rağmen uzun süre devam eden hipertansiyon,
kronik anemi, üremiye bağlı metabolik asidoz ve kalsiyum-fosfor dengesizliği de
SVH'sinin oluşmasında katkıda bulunur. SVH nedeniyle koroner arterlerde darlık
olmasa bile koroner vasküler rezistansın artması myokard iskemisine zemin
hazırlar (35).
8
4-Hiperlipidemi
Hiperlipidemi, KBY ve HD hastalarında genel populasyona kıyasla daha sık
görülür.Bu hastalarda en sık görülen lipid bozukluğu hipertrigliseridemidir ve
genellikle HDL düşüklüğü ile birlikte izlenilir. Bunun en önemli nedeni
lipoprotein lipaz ile çok düşük dansiteli lipoproteinlerin (VLDL) yıkımında
gelişen bozukluktur (36). Ayrıca bu hastalardaki diüretik ve beta-blokör kullanımı
ile oluşan karnitin eksikliği hiperlipideminin diğer nedenleri arasındadır (37-38)
5-Kalsiyum ve Fosfor Metabolizmasi Bozukluğu ve Hiperparatiroidi
Sekonder hiperparatiroidi, diyaliz hastalarının pek çoğunda izlenir (39). Bu
hastalarda fosfor atılımında gelişen bozukluk, sekonder hiperparatiroidi
patogenezinde önemli rol oynamaktadır. Hiperfosfateminin, iyonize kalsiyum ile
kompleks oluşturarak serum kalsiyum seviyesini düşürmesi sonucunda paratiroid
hormon salgılanması uyarılır. Ayrıca böbrekte sentezlenen D -vitaminin en aktif
analoğu olan 1,25-dihidroksi vitamin D3'ün üretimi, böbrek yetmezliği nedeniyle
azalarak hiperparatiroidinin gelişmesine zemin hazırlar. Üremik hiperparatiroidisi
olan hastalarda aynı zamanda vitamin D ve kalsiyum reseptörlerinin de azaldığı
izlenmiştir
(40).
Bu
reseptörlerin
azalması
PTH
salınımını
2
artırarak
2
hiperparatiroidiye neden olur (41). Yüksek Ca x P degeri ( > 60 mg /L ) kardiyak
hastalığa bağlı mortalite ve morbidite için bagımsız bir risk faktörüdür. Yüksek
fosfor seviyesi olanlarda yumuşak doku ve vasküler kalsifikasyon riski
artmaktadır (42,43). Bu kalsifikasyon periferal ve koroner arterler ile myokardda
gelişebilir (44).
6-Hiperhomosisteinemi
Homosistein , sülfür içeren bir amino asit olup metiyoninin demetilasyonu
ile
sisteine
dönüşür
(45,46).
Epidemiyolojik
çalışmalar,
toplumda
hiperhomosisteineminin aterosklerotik kardiyovasküler hastalıklar, inme, periferik
damar hastalığı ve venoz tromboz oluşumunda risk faktör olduğunu
göstermektedir (47). Kronik böbrek hastalarının yaklaşık %60-70'inde ve diyalize
giren son evre böbrek hastalarının %90'nında ise hafif veya orta derecede
hiperhomosisteinemi mevcuttur (48-49). Böbrek fonksiyonu, plazma homosistein
konsantrasyonunu belirleyen en onemli faktördür. Böbrek fonksiyonlarının
9
azalması ile birlikte, plazma homosistein konsantrasyonu yükselir (50). Serum
homosistein seviyesi yüksek olan hastalarda ölümü de içeren kardiyovasküler
komplikasyonlar, serum homosistein seviyesi normal olanlara göre daha sıktır
(51).
KBY'nin ilk dönemlerinden beri mevcut olan homosistein yüksekliği ve
böbrek
yetmezliğine
paralel
olarak
artar.
Bu
hastalarda
oluşan
hiperhomosisteineminin etyolojisi tam olarak bilinmemekle beraber, idrarda
homosistein atılımının azaldığı gösterilmiştir (48,52).
Hiperhomosisteineminin ateroskleroz oluşumunda oynadığı mekanizma tam
olarak
aydınlatılamamıştır.
Ancak,
hiperhomosisteineminin
hem
endotel
disfonksiyonuna neden olarak, hem de koagulasyon sistemini bozarak
protrombotik etki yaptığı bilinmektedir (47). Deneysel çalışmalarda, endotel hücre
hasarının (53), artmış LDL oksidasyonunun (54), artmış trombosit agregasyonun
(55), antikoagulan protein C inhibisyonunun (56) ve düz kas hücrelerindeki
proliferasyonunun (57), ateroskleroz olusumundan sorumlu olduğu gösterilmiştir.
7-Anemi
HD hastalannda sık görülen bir bulgu olan aneminin nedenleri arasında
kronik kan kaybı, demir eksikliği, eritrositlerin yaşam süresinin azalması ve
eritropoezin bozulmasi sayılabilir (58,59). Kronik anemide ,yeterli doku
oksijenasyonu, atım hacmi ve kalp hızının artışı ile sağlanır. Ancak bu hastalarda
kardiyak debinin normalin %20'sine kadar artması sol ventrikul hipertrofisine
neden olmaktadır (60). Sonuç olarak anemi SVH gelişiminde bilinen bir risk
faktörüdür ve KBY hastalarında izlenen SVH'nin en önemli nedenidir (61).
Bilindigi gibi SVH ile birlikte oksijen ihtiyacı artmakta ve myokard iskemisi için
bir risk faktörü oluşturmaktadır.
8-Beslenme Bozukluğu
Beslenme bozukluğu ve hipoalbominemi KBY ve HD hastalarının
mortalitesinde önemli rol oynamaktadır (60). Beslenme bozukluğu olanlarda
ateroskleroz insidansı beslenme bozukluğu olmayan şahıslara göre daha sıktır ve
bu grupta KAH riski yüksektir (60).
10
9-Enflamasyon
Son yillarda CRP, fibrinojen, immunoglobulinler ve bazı akut faz proteinleri
gibi dolaşımda olan enflamasyon belirleyicilerinin, ateroskleroz göstergesi
olabilme ihtimali konusunda araştırmalar yapılmıştır (68). Akut koroner
sendromlarda, koroner damarlarındaki darlığa neden olan yırtılmış. plaklarda,
yoğun makrofaj infiltrasyonu gösteren fibroz bir kapak izlendigi bildirilmiştir
(62,63). Ateroskleroz oluşumunun her aşamasına katılan immun sistem hücreleri
(macrophage-derived
foam
cells,
monocytes,
activated
T-lymphocytes,
eosinophils) hem ateroskleroz oluşumunda hem de tromboz formasyonunda rol
oynamaktadır (65).
Karaciğerde üretilen ve pentamerik bir protein olan CRP'nin genel
populasyonda kardiyovasküler olayların oluşumunda bağımsız bir risk faktor
olduğu bilinmektedir (66-67). Ayrıca kronik böbrek yetmezliği olan hastalarda da
koroner arter hastalığı ile yüksek CRP arasmda ilişki bulunmuştur (68, 69).
CRP'nin
ateroskleroz
oluşumunda
nasıl
bir
rol
oynadığı
tam
olarak
aydınlatılmamış olmakla beraber kabul edilen hipotez, enflamasyonun endotel
hasarı ve disfonksiyonu yaptığı, buna bağlı olarak lökosit ve trombositlerin aktive
olup ve endotel hucrelerine yapıştığı şeklindedir. Sonuç olarak düz kas
proliferasyonu ve plak formasyonu izlenmektedir (70).
BÖBREK HASTALARINDA SESSİZ MYOKARD İSKEMİSİ
Göğüs
ağrısı
olmadan
myokard
iskemisinin
objektif
bulgularının
mevcudiyetine, sessiz myokard iskemisi denir. Sessiz myokard iskemisi 1900
yılların başında "angina sine dolore" olarak isimlendirilmiştir (71). Bu hastalarda
koroner arter hastalığı mevcudiyetine rağmen herhangi bir semptom olmaması
nedeniyle bu hastalığın prevalansının belirlenmesi çok zordur. Amerika ve
Norveç'de yapılan iki büyük çalışmanın sonuçlarına göre, efor testi pozitif olan
ve koroner anjiografide önemli lezyonlar saptanan asemptomatik orta yaşlardaki
erkeklerde, sessiz iskeminin insidansı %2.5 olarak bulunmuştur (72,73).
Sessiz myokard iskemisi KBY, HD ve böbrek nakli yapılmış hastalarda sık
karşılaşılan bir sorundur. Bu olgularda diyaliz sonrasi Holter monitorizasyonda
ST segment depresyonlan izlenmis, ve kronik olarak hemodiyalize giren
hastaların %25'inde myokard iskemisi rapor edilmiştir (81).
11
Asemptomatik
myokard
iskemisinin
(AMI)
nedeni
kesin
olarak
bilinmemekle beraber son yıllarda yapılan araştırmalar AMI'nin patofizyolojisinde
myokardın oksijen isteğindeki artışın önemli rol oynadığını göstermiştir.
B)KORONER ARTER HASTALIĞI
Koroner arterlerde meydana gelen daralma ve tıkanıklıklar sonucunda, bu
damarların beslediği kalp kasında kalıcı veya geri döndürülebilir hasar meydana
gelebilmektedir. Günümüzde koroner arterlerde en sık görülen edinsel hastalık
ateroskleroz sonrasında gelişen iskemik kalp hastalığıdır. Aterosklerotik
tutulmanın en sık yerleştiği bölge sağ koroner arterin akut margin ile posterior
descending dalları arasında kalan bölümdür (Crux). İkinci sıklıkta LAD’nin
proximal yarısına yerleşir. Hastalığın üçüncü sıklıkta yerleştiği yer sağ koroner
arterin çıkışı ile marginal dalı arasındaki segmenttir. Aterosklerotik lezyonlar
karakteristik olarak çok sayıdadır ve çoğunlukla birden fazla arterde yerleşir.
Koroner kalp hastalığı gelişmiş batılı ülkelerde gerek mortalite gerekse
morbidite nedeni olarak ilk sırada yer alan bir hastalıktır. Gelişmiş Batı
ülkelerinde bütün ölümlerin en az yarısı kardiyovasküler hastalıklara ve bunların
dörtte üçü de aterosklerotik koroner arter hastalığına (KAH) bağlıdır. Amerika’da
her yıl 600.000 kişi iskemik kalp hastalığından dolayı ölmekte ve bunların
yarısında olay ani gelişmektedir. Genel olarak görülme sıklığı erkeklerde
kadınlardan daha fazladır (4:1). Kırk yaşından önce koroner arter hastalığı
görülme oranı 8:1; 40-60 yaş arası 4:1 ve 70 yaş sonrasında 1:1’dir. Erkeklerde en
çok 50-60, kadınlarda ise 60-70 yaş grubunda rastlanılmaktadır.
Ülkemizde de durum artık farklı değildir. Yani Türkiye’de de kalp
hastalıkları ölüm nedenlerinin başında yer almaktadır (83). Ortalama yaşam
süresinin uzaması ve gelişen tedavi olanakları nedeniyle daha yaşlı ve tekrarlayan
kardiyovasküler olaylara açık hasta sayısı da artmaktadır. Koroner kalp hastalığı
klinik olarak ortaya çıktıktan sonra uygulanan tıbbi, cerrahi ve girişimsel tedavi
yöntemleri belirli olup yüksek bir maliyet getirmektedir. Bu yöntemlerin
uygulanması bir bakıma konunun kolay yönünü oluşturmaktadır. Oysa yapılan
çalışmalar göstermektedir ki, koroner ateroskleroz önemli ölçüde önlenebilen
veya geciktirilebilen bir hastalıktır.
12
Sınıflama
1- Aterosklerotik koroner arter hastalığı (%99)
2- Non-aterosklerotik koroner arter hastalığı
1-ATEROSKLEROTİK KORONER ARTER HASTALIKLARI
Koroner arter hastalıkları, inme ve periferik damar hastalıkları başlıkları
altında incelenen aterosklerotik hastalıklar, arter duvarında başlayıp lümenin
tıkanmasıyla sonuçlanabilen bir süreci içerir. Bunların anlaşılabilmesi için
aterosklerotik hastalıkların altında yatan nedenin, yani aterom plağının,
oluşumuna neden olan olayların, arter duvarında yaptığı değişikliklerin ve plağın
komplike olmasını tetikleyen etmenlerin bilinmesinde yarar vardır.
Yakın zamana kadar aterom plağının sadece yağ, kireç ve fibröz dokudan
oluştuğu düşünülürdü. Bu yapının zaman içinde yavaş yavaş büyüdüğü, kritik bir
düzeye ulaşınca klinik bozukluklara neden olduğu ve lümeni tam tıkayınca da
akut değişiklikler oluşturduğuna inanılırdı. Ancak son yıllarda moleküler biyoloji
ve hücre biliminde elde edilen çarpıcı gelişmeler ile durumun böyle olmadığı
anlaşıldı. Artık aterom plağının dinamik ve yaşayan bir oluşum olduğu
bilinmektedir. Damar duvarının yapısında bulunan hücreler, buraya göç eden kan
hücreleri, bunların salgıladıkları çeşitli maddeler, infeksiyon ajanları ve bütün bu
sıralananların birbirleriyle etkileşimi, aterom plağına dinamik bir özellik verir. İşte
o nedenledir ki, koroner aterosklerozun gidişinin belirlenmesinde sadece aterom
plağının anatomik özelliklerinin, bir başka deyişle lümeni ne kadar daralttığının
bilinmesi ile yetinilmemekte, plağın ne kadar dinamik olduğunun da
öğrenilmesine çalışılmaktadır.
ATEROSKLEROZUN LEZYONLARI
Yağlı çizgi
On yaşındaki çocuklarda bile görülebilen ateroskleroz lezyonudur.
Makroskopik olarak bakıldığında damar lümeninde sarı alanlar olarak görülürler.
Bu görünümü, endotel altında birikmiş olan, içleri yağ damlacıkları ile dolu köpük
hücreleri verir. Bu evrede, lipidlerin lezyona girişi ile çıkışı arasında dinamik bir
denge vardır. Örneğin kan LDL düzeyinin azaltılması ile lezyona göç eden lipid
miktarı azalırken çıkan lipid düzeyi artar ve lezyon geriler. Yerinde sadece bir
13
skatris dokusu kalır. Buna karşılık lezyona giren LDL düzeyi çıkandan fazla ise
lezyon sonraki evrelere ilerler. Yağlı çizgilerin gerek koroner arterlerdeki gerekse
sistemik arterlerdeki yerleşimlerinin daha ileri evredeki ateroskleroz lezyonları ile
aynı olması, bu lezyonların bir bölümünün ilerlediklerinin kanıtı sayılmaktadır.
Yağ çizgilerinin esas hücresel elemanı içi yağ damlacıkları ile dolu köpük
hücreleridir. Bir kez köpük hücresi oluştu mu, bunun hangi hücreden
kaynaklandığını söylemek güçtür. Ancak monoklonal antikorlar ile yapılan
çalışmalarda bunların çoğunluğunun makrofajlar olduğu, geri kalanının ise düz
kas hücreleri ve T-lenfositlerden kaynaklandığı bilinmektedir.
Yaygın intima kalınlaşması
İntimada, bağ dokusu ile çevrelenmiş düz kas hücrelerinden oluşan bir
yapıdır. Tlenfositler, makrofajlar ve hücre dışı lipid birikintileri öbür
elemanlarıdır.
Fibröz plak
Ateroskleroz lezyonunun en ileri biçimidir. Kireç içerir ya da trombüs ve/ve
ya hemoraji ile birlikte bulunur ise komplike lezyondan söz edilir. Makroskopik
olarak beyaz renklidir. Lümene doğru büyür ve lümeni kritik düzeyde daraltırsa
klinik bulguların ortaya çıkmasına neden olur(84).
Mikroskopik olarak bu lezyonda da büyük miktarlarda düz kas hücreleri,
makrofajlar ve T-lenfositler bulunur. Bu evrede mediadan intimaya çekilen düz
kas hücreleri bir fibröz başlık oluşturmak üzere dizilirler. Fibröz başlığın temel
işlevi lümendeki kan ile lezyonun merkezindeki aterojenik lipid çekirdeği
birbirinden ayırmaktır. Fibröz başlıktaki düz kas hücreleri ekstrasellüler matriks
yapma yeteneği olan onarıcı fenotiptedir. Bir plakta fibröz başlığı onarma
yeteneği bir tek bu hücrelerde vardır. Fibröz başlıkta düz kas hücrelerinin yanında
kollajen fibrilleri, elastin, proteoglikanlar ve glukozaminoglikanlar bulunur.
Fibröz başlığın hacminin bütün plağın hacmine oranı, ya da daha basit bir deyişle
kalınlığı, oluşacak klinik durumları belirlemede en önde gelen etmendir
(84).Aterosklerotik plak oluşumu şekil -1 de özetlenmiştir.
14
Plakların durağan yapıda olduğu kabul edilirse lezyonların makro ve
mikroskopisine göre yapılan bu sınıflama yeterli görülebilir. Ancak ateroskleroz
lezyonlarının dinamik bir yapısı olduğu bilinmektedir. Bu nedenle Amerikan Kalp
Birliği (AHA) ateroskleroz lezyonlarının tipleri ve evrelerini 1995 yılında yeniden
tanımlamıştır.Buna göre lezyonlar ilerleme süreci göz önüne alınarak 6 tipe ve 5
evreye ayrılmaktadırlar (85).Amerikan Kalp Birliğine göre plağın evreleri şekil-2
de gösterilmiştir.
ŞEKİL 1:Aterosklerotik plak oluşumu
PLAĞIN
YAPISI
VE
OLUŞTURDUKLARI
KLİNİK
TABLO
ARASINDAKİ İLİŞKİ
Kararlı (stable) aterosklerotik plak
Bir aterom plağının kararlı diye nitelendirilmesi, komplike olma riskinin
düşük olduğunu anlatır.Fibröz başlığın kalınlığı plağın her bölgesinde eşit
düzeydedir. Bu yapısal özellik plağa mekanik travmalara direnme yeteneği
kazandırır. Plaktaki çevresel gerilme stresini azaltır. Fibröz başlık, düz kas hücresi
ve kollajen bakımından zengindir. Lipid çekirdek plağın toplam hacminin
%40’ından azdır.
15
Lezyondaki inflamasyon (makrofaj ve T-lenfosit) hücrelerinin sayısı azdır.
Bu özellikleri taşıyan bir aterom plağı lümende kritik düzeyde daralma yapacak
kadar büyürse oluşturacağı klinik tablo kararlı angina pectoristir. Ancak büyüme
her zaman lümene doğru olmaz. Duvardaki yeniden biçimlenme (remodelling) ile,
damar, dış çapını artırır. Bu durumda büyüme dışa doğrudur ve lümeni etkilemez.
Hacim olarak büyük bir aterom plağı olsa bile, bu şekilde oluşan bir aterom
plağını anjiografik olarak tanımak olanaklı olmayabilir.
Şekil-2:Amerikan Kalp Derneği'ne göre plak evreleri: Şemada hem evrenin
derecesi, hem de her evrede rol oynayan faktörler yer almaktadır.
16
Plağa kararlı olma özelliğini veren kalın fibröz başlığın temel elemanı düz
kas hücreleridir. Düz kas hücreleri, plağın mekanik gücünü artırmakla kalmayıp,
prolifere olarak ve kollajen salgılayarak yaralanmış plağın onarılmasını da sağlar
(84).
Kararsız (unstable; vulnerable) aterosklerotik plak
Kararlı plağın aksine kolay hasar görebilecek, bir başka deyişle
komplikasyon riski yüksek plaklar kararsız plak olarak nitelendirilir. Aşağıda
sıralanan özellikler bu tür plakların ortak özellikleri olarak kabul edilirler:
- Plağın toplam hacminin %40’ından daha büyük olan lipid çekirdek.
- Çok sayıdaki inflamasyon hücreleri (makrofaj ve T-lenfosit).
- Düz kas hücresi ve kollajen içeriği azalmış ince bir fibröz başlık.
- Fibröz başlık üzerindeki çevresel duvar stresinde artma.
Kararsız
plaklar
bütün
aterosklerotik
plakların
%10-20
kadarını
oluştururken, akut koroner sendromlardan sorumlu olanların %80-90 oranında
bunlar olduğuna inanılmaktadır. Bir plak komplike olduğu zaman akut koroner
sendromlara neden olabileceği gibi tamamen sessiz de kalabilir. İleri düzeyde
koroner damar daralmasına neden olan lezyonların %70’inin komplike olup
onarılmış lezyonlar olduğu saptanmıştır (84).
Kararsız plakların yaralanmaya en açık bölgeleri, omuz bölgeleri diye
nitelendirilen, fibröz başlığın damar duvarı ile birleştiği bölgelerdir. İnflamasyon
hücreleri en yoğun olarak buralarda birikmiştir. Plağı kararsız kılan da
inflamasyon hücrelerinin etkinliği ile düz kas hücrelerinin onarım hızı arasındaki
dengedir.
İnflamasyon hücreleri çeşitli yollarla fibröz başlıkta yaralanmaya neden
olur. Makrofajlar, doğrudan doğruya dokundukları düz kas hücrelerinde
apoptozisi uyarır.Fibröz başlıktaki düz kas hücreleri, media tabakasındakilerden
farklı olarak yenilenmeye değil, yaşlanmaya eğilimli bir fenotiptirler. Bu
özellikteki düz kas hücrelerinde mitojenik uyarı yenilenmeye değil apoptozise yol
açar. Bunun yanında makrofajlar proteolitik enzimler de salgılar. Metalloproteinaz
(kollajenaz, jelatinaz, stromelizin) (MMP) denen bu enzimler, fibröz başlığın
kollajen matriksini parçalarlar. Aktive olmuş T lenfositlerinden de bir sitokin olan
17
INF-γ salgılanır. Bu sitokin hem düz kas hücrelerinin proliferasyonunu hem de bu
hücrelerin
kollajen
üretimini
baskılar.
Bunların
yanında
aktive
olmuş
makrofajlardan salgılanan IL-1β ve TNF-α ile T-lenfositlerden salgılanan INF-γ
sinerjistik etki göstererek düz kas hücrelerinin ölümüne neden olur.
Yaralanarak fibröz başlığını yitirmiş olan plaktaki prokoagülan maddeler,
kan elemanları ve pıhtılaşma faktörleri ile karşılaşıp trombüs oluşumunu tetikler.
Adezyon molekülleri, kemotaktik proteinler (MCP-1) ve monosit koloni stimülan
faktör (M-CSF) ile lezyona sürekli olarak çekilen makrofajların yaşamı, lipid
damlacıkları ile dolduktan sonra apoptotik ölüm ile sonuçlanır. Parçalanan
makrofajlardan
saçılan
MMP,
proteinleri
parçalarken
hücre
zarında
mikropartiküller halinde bulunan fosfatidilserinin saçılması güçlü bir prokoagülan
etkinlik gösterir.
Yukarıda yazılanlardan da anlaşılacağı gibi bir aterom plağının komplike
olması için ille de koroner arteri kritik düzeyde daraltacak kadar büyük olması
gerekmez. Daha küçük oldukları için önceden myokard iskemisine neden olmayan
ancak yukarıda sıralanan özelliklere sahip plaklar da yaralanarak akut koroner
sendromlara yol açarlar.
2-NON-ATEROSKLEROTİK KORONER ARTER HASTALIKLARI
Akut MI geçiren hastaların ortalama %4-7’si ve 35 yaş altındaki hastalarda
bu oranın yaklaşık 4 katı, koroner anjiografi, nekropsi veya her ikisinde de
gösterilebileceği gibi aterosklerotik koroner arter hastalığına sahip değildir (86).
a.
Kalıtsal koroner arter anomalileri
b.
Koroner anevrizmalar
c.
Koroner arter embolileri
d.
Koroner arter diseksiyonu
e.
Koroner arter spazmı
f.
Koroner arter travması
g.
Koroner arter arteriti
h.
Metabolik bozukluklar
i.
İntimal proliferasyon
j.
Kokain kullanımı
18
k.
Myokardın gereksinim-sunum uyumsuzluğu
Ateroskleros için çeşitli risk faktörleri bulunmaktadır. Bunlar reversibl (geri
dönebilen) ve irreversibl (geri dönmeyen) faktörler olarak ikiye ayrılır:
Reversibl: Sigara (10adet/gün), hipertansiyon, hiperkolesterolemi, fiziksel
inaktivite, oral kontraseptif kullanımı, alkol, obesite.
İrreversibl: İleri yaş, erkek cinsiyet, ailede erken yaşta koroner arter
hastalığı hikayesi varlığı (55 yaş altı), Diabetes Mellitus, kişilik yapısı (A tipi
denilen stresli kişilik)
İSKEMİK KALP HASTALIKLARININ KLİNİK ŞEKİLLERİ
Koroner kalp hastalığı şu klinik şekillerden biriyle karşımıza çıkabilir:
1-
Kronik koroner sendromlar (Asemptomatik KAH (sessiz iskemi),
kararlı angina, variant angina)
2-
Akut koroner sendromlar (Kararsız angina, ST elevasyonsuz MI, ST
elevasyonlu MI, ani ölüm)
KRONİK KORONER SENDROMLAR
Sessiz İskemi
Kalbin oksijen talebi ile gelen kan arasında dengesizlik meydana gelirse
myokard iskemisi ortaya çıkar. İskeminin tipik bulguları egzersizle oluşan stabil
angina pectoris veya sessiz iskemi olabileceği gibi dramatik ve beklenmedik
şekilde ortaya çıkan akut myokard infarktüsü de olabilir. İskeminin en sık
formlarından biri ise sessiz iskemidir ve çoğunlukla erken tanınamadığı için
tedavisi de gecikmektedir.
İskemik kalp hastalığını gösteren belirtiler olmaksızın iskeminin objektif
bulgularının varlığı belirlenirse sessiz iskemi var demektir. Sessiz iskeminin 3 tipi
vardır:
Tip 1- Ciddi koroner arter hastalığı ve (+) efor testi olduğu halde
herhangi bir kardiak belirtisi bulunmayan hastalar bu tipe girer.
Bu hastaların bir kısmı MI geçirirken bile ağrı duymazlar.
19
Tip 2- MI geçirdikten sonra spontan veya egzersiz testi ile ağrısız
iskemi bulguları olan kişiler.
Tip 3- Genellikle kronik stabil angina, unstabil angina veya printzmetal
angina gibi bilinen şekillerde anginası olan hastalarda saptanan
ve daha sık görülen sessiz iskemi ataklarıdır.
Yapılan araştırmalarda erişkin orta yaşlı hastalarda belirtisiz koroner arter
hastalığı görülme sıklığı %3-4 olarak bulunmuştur. MI sonrasında bu hastaların
%25-50’sinde sessiz iskemi geliştiği görülmüştür. Sessiz iskemi daha ağır koroner
arter hastalığı ile ve daha kötü prognozla ilişkilidir. Genelde ani ölüm riski bu
hastalarda 2 kat fazladır. Özellikle cerrahi açıdan önemli olan nokta kalp
transplantasyonlarında hemen tüm nöronal yollar kesildiği için ileri evrede bu
hastalarda gelişen koroner perfüzyon bozukluklarında sessiz iskemi gelişmesidir.
Sessiz iskemi bulunan hastalarda da temel tedavi prensipleri geçerlidir. İlaç
tedavisinde beta blokerler, Ca kanal blokerleri ve nitratlar kullanılır.
Vazokonstrüksiyon tabloya hakimse Ca blokerleri veya nitratlar tercih edilir. Kalp
krizi sonrası hastalarda beta blokerler morbidite ve mortaliteyi azaltmada tercih
edilirler. Sessiz iskemide cerrahinin rolü tam olarak belirlenememiştir. Ancak ileri
koroner hastalığı bulunan ve sol ventrikül disfonksiyonu bulunan hastalarda
cerrahi tedavinin yararı kesindir. Özellikle sol ana koroner hastalığı veya sol
ventrikül disfonksiyonu ile birlikte ciddi 3 damar hastalığı bulunan sessiz iskemik
kişilerde cerrahi tedavi yapılmalıdır.
Stabil Angina Pectoris
Angina pectoris sıklıkla aterosklerotik kalp hastalığına bağlı olarak ortaya
çıkar. Lezyon bölgesinde veya normal damarlarda damar spazmı sonrasında da
gelişebilir. Angina pectoris teşhisi esas olarak hikayeye dayanır ve çok
subjektiftir. Angina sıklıkla egzersizle gelişir ve dinlenme ile yatışır. Yemek
sonrası, heyecanlanma veya soğuğa maruz kalma durumlarında da angina
tetiklenebilir. Hastalar genellikle anginayı ağrı olarak değil göğüste sıkışma ve
basınç hissi, yanma veya hazımsızlık olarak tanımlarlar. %90 oranında sternum
ortasından başlayan ve sola genelliklede sol kola ve omuza yayılan ağrı şeklinde
tarif ederler. Angina kısa sürelidir ve rahatsızlık kalmadan tamamen geçebilir. 30
20
dakikadan fazla süren ağrılar nadirdir ve unstabl angina, kalp krizi (MI) veya
başka bir teşhisi düşündürmelidir. Aynı zamanda bu rahatsızlığın bir önemli
özelliği de nitrat preperatlarının alınması sonrasında geçmesi en azından
hafiflemesidir. Bazı hastalarda göğüsteki bu basınç hissinin yanında soğuk
terleme, ölüm korkusu, kusma-bulantı gibi vagal uyarının artışına bağlı
semptomlar da bulunabilir. Hastaların ayırıcı tanısında; psikojenik göğüs ağrısı,
hiatus hernisi veya reflü özafajiti, özafagus spazmı, perikardit, safra kesesi ağrısı
vb. hastalıklar ayırt edilmelidir.
Genellikle stres veya egzersizle uyarılan, nitratlar veya istirahatle hızla
düzelen göğüs ağrısı, ağrı veya stres testi esnasında iskeminin EKG veya
sintigrafik bulgularının saptanması, koroner angiografide majör koroner arterlerde
önemli daralma veya tıkanıklıkların görülmesidir.
Prinzmetal Angina
Ortaya çıkaran faktörler bulunmaksızın oluşan göğüs ağrısı ve EKG de ST
segment elevasyonu ile karakterize klinik bir sendromdur.Genellikle 50 yaş
altındaki bayanlarda ortaya çıkar ve sabahın erken saatlerinde uykudan uyandıktan
sonra oluşması karakteristiktir. Genel patolojik zeminde vasküler spazm vardır ve
bu nedenle medikal tedavide Ca kanal blokerlerine iyi yanıt alınır.
Angina Pectoris tedavisi: Ana tedavi prensipleri ikiye ayrılır: Akut atakların
ve sonraki atakların önlenmesi.
Akut Atakların Önlenmesi: Dilaltı nitrogliserin ilk seçenek ilaçtır ve 1-2 dk.
içinde etkisini gösterir. Doz 3-5 dakika aralıklarla tekrar edilebilir. 3 tablete cevap
vermeyen veya 20 dk.’dan uzun süren göğüs ağrıları infarktüs gelişmekte
olduğunu gösterir ve dikkatli ve daha ileri tedaviye ihtiyaç olduğuna işaret eder.
Sonraki Atakların Önlenmesi: Hastalarda her şeyden önce ortaya çıkarıcı
faktörler belirlenmelidir. Bunlar arasında soğuk, hipertansiyon, aritmi, kuvvetli
egzersiz vb. yer alır. Bunun yanında değişik ilaç seçeneklerinden biri ya da birkaçı
birden tedaviye eklenmelidir(87).
21
AKUT KORONER SENDROMLAR
Şekil-3: Akut Koroner Sendrom Tipleri
Akut koroner sendromlar (AKS) deyimi ST elevasyonsuz myokard
infarktüsü ve ST elevasyonlu myokard infarktüsü gibi akut iskemik kalp
hastalıkları spektrumunu tanımlamakta kullanılır. Amerika’da akut koroner
sendromlar yılda 2 milyon hastaneye yatıştan ve ölümlerin %30’undan
sorumludur. Tanı ve tedavideki büyük gelişmelere rağmen halen onbinlerce insan
tanıdaki gecikmeler, güçlü farmakolojik ve girişimsel tedavi stratejilerinin
uygulanmasındaki
başarısızlıklar
ve
sekonder
korunma
önlemlerinin
uygulanmasındaki yetersizlikler nedeniyle ölmektedir(87).
AKS ile başvuran hastaların başlangıç tedavisine yönelik kararlar seri EKG
çekimleri ve kardiyak enzimlere göre kararsız angina veya akut MI olarak
sınıflandırmadan önce alınmalıdır. İlk değerlendirmeyi kolaylaştırmak açısından
hastalar EKG’de birbirini takip eden en az iki derivasyonda ≥ 1 mm ST
elevasyonu olup olmamasına göre ST elevasyonlu AKS veya ST elevasyonsuz
AKS olarak sınıflandırılır. Akut koroner sendrom tipleri Şekil 3 de özetlenmiştir.
ST ELEVASYONLU AKUT KORONER SENDROMLAR:
ST elevasyonlu AKS, prognozu erken reperfüzyon tedavisi (perkütan
koroner girişim veya fibrinolitik tedavi) ile arttığı için "reperfüzyona uygun" AKS
olarak da adlandırılır. Geliş EKG’sinde sol dal bloğu veya posterior MI olan
hastalar da reperfüzyon tedavisinden fayda görürler.
ST elevasyonlu AKS’larda en sık başvuru semptomu göğüs, boyun veya
çenede baskı, yanma, sıkıştırıcı tarzda tarif edilen rahatsızlık hissidir.Semptomlar
22
30 dakikadan uzun sürer. Daha önceden angina hikayesi olmayanlarda da AKS ve
buna bağlı semptomlar gelişebilir.
Hastaların %50’sinde AKS gelişimini tetikleyen bir sebep vardır. Atipik
semptomlarla başvurular (halsizlik, dispne, kalp yetersizliği, baş dönmesi)
kadınlarda, yaşlılarda ve diyabetik hastalarda daha sıktır.
ST elevasyonlu MI ile gelen hastalar reperfüzyon tedavisine uygunluk,
infarktın
yerleşimi
ve
eşlik
eden
mekanik,
iskemik
veya
elektriksel
komplikasyonlara göre tanımlanırlar.
Tanı için birbirini takip eden en az iki derivasyonda ≥ 1 mm ST segment
elevasyonunun olması gerekir. Reperfüzyon olmadığı sürece hastaların %80’inde
Q dalgası gelişir. Yeni gelişen veya yeni gelişmiş olma ihtimali yüksek olan sol
dal bloklu hastalar ile sol sirkumfleks arter tıkanmasına bağlı posterior MI’lı
hastalar da reperfüzyon tedavisinden fayda görürler. Eğer hiperakut (dev, sivri) T
dalgaları varsa reperfüzyon tedavisi hazırlanırken ST segment elevasyonunu
göstermek için 15 dakika içerisinde tekrar EKG çekilmelidir. Pacemaker’ı olan
hastalarda ST segment değişikliklerini değerlendirebilmek için pacemaker hızı
kalbin kendi hızından daha düşük bir hıza ayarlanmalıdır.
ST elevasyonlu MI’ın en sık nedeni rüptüre veya çatlamış olan
aterosklerotik plak bölgesinde gelişen tıkayıcı trombüstür. Rüptürler daha çok orta
derecede stenoz (<%70) olan yumuşak, lipid içeriği yüksek ve ince fibröz başlık
içeren bölgelerde gelişir. Koroner reperfüzyon olmazsa subendokardiyumda
başlayan nekroz epikardiyuma doğru yayılır ve bu EKG’de Q dalgasıyla temsil
edilen transmural infarktüsle sonuçlanır. Aterotrombotik artıkların embolizasyonu
koroner reperfüzyon sağlansa bile myokardiyal perfüzyonun ve sol ventrikül
fonksiyonunun düzelmesini engelleyebilir. Daha önceden geçirilmiş MI veya
angina hikayesi olmayan hastaların yapılan koroner anjiografilerinde %40’ında
tek damar koroner arter hastalığı, %30’unda 2 damar koroner arter hastalığı,
%15’inde 3 damar koroner arter hastalığı ve %10-15’inde anlamlı derecede
olmayan daralma tespit edilmiştir. Öte yanda geçirilmiş MI veya angina hikayesi
olan hastaların koroner anjiografilerinde %50 oranında 3 damar koroner arter
hastalığı ve %15 oranında kritik sol ana koroner arter darlığı tespit edilmiştir.
23
Tecrübeli girişimsel kardiyolog olup olmaması ve trombolitik tedavi
verilebilme uygunluğuna bağlı olarak akut reperfüzyon tedavi yaklaşımlarından
birisi (perkütan koroner girişim veya fibrinolizis) önerilmektedir. Primer stent
uygulaması balon anjioplastiye (PTCA) tercih edilmelidir. Ek olarak verilmesi
gereken farmakolojik tedavi aspirin, heparin, beta blokerler, ACE inhibitörleri ve
nitratları içermelidir. GP IIb/IIIa inhibitörlerinin rutin kullanımı da uygun gibi
görünmektedir.
Yapılan son çalışmaların sonuçları ST elevasyonlu MI hastalarının perkütan
koroner girişim uygulanan merkezlere transferinin fibrinolitik tedavi verilmesine
tercih edilmesi gerektiği doğrultusundadır. Perkütan koroner girişim uygulanan
hastalarda düşük doz fibrinolitik veya GP IIb/IIIa inhibitörü kullanımı doku
perfüzyonunu arttırabilir. Bu yaklaşımı değerlendiren daha ileri çalışmalar devam
etmektedir.
Akut MI geçiren bir çok hasta daha hastaneye gelmeden önce ve diğer
%10’u hastanede izlem altındayken ölmekte ve sonuçta %25-30’luk bir mortalite
oranı ortaya çıkmaktadır. Hastane ölümlerinin büyük bir çoğunluğu ilk iki gün
içerisinde olmakta bu da erken girişimin önemini ortaya koymaktadır. Birinci
yılda olan ölümler ise ilk 12 hafta içerisinde çoğunlukla sol ventrikül
disfonksiyonu (EF<%40), semptomatik kalp yetersizliği, kompleks ventrikül
aritmileri, önemli koroner arter darlığı veya sol ventrikül anevrizması olan
hastalarda gerçekleşmektedir. Koroner kan akımının akut MI’ın ilk 12 saatinde
sağlanıp myokardın kurtarılması, sol ventrikül fonksiyonunun korunması, daha az
hastane içi komplikasyon (kalp yetersizliği, pulmoner emboli, aritmiler) gelişmesi
ile sonuçlanır. Bu faydalar koroner kan akımının sağlanma zamanına bağlıdır.
Koroner kan akımı semptomların başlangıcından sonraki ilk 1-2 saatte
sağlanabilirse relatif hastane içi ölüm riski %50 azalır.
ST ELEVASYONSUZ AKUT KORONER SENDROMLAR
ST elevasyonsuz AKS’lara bağlı Amerika’da yılda 1,5 milyon hastane yatışı
olmaktadır. Takip eden 3 dekadda bu sayının %50 artacağı tahmin edilmektedir.
Kararsız angina istirahat anginası, yeni başlangıçlı şiddetli angina veya
şiddeti artan angina olarak ortaya çıkabilir. Semptomlar ST elevasyonlu
AKS’dakilere benzer şekildedir ve çoğunlukla 30 dakikadan daha az sürer. Atipik
24
başvuru şikâyetleri (halsizlik, dispne, kalp yetersizliği, baş dönmesi) kadın,
diyabetik ve yaşlılarda daha sıktır. 30 dakikadan uzun süren semptomlar sıklıkla
artmış kardiak enzimler ve akut MI ile ilişkilidir. ST elevasyonsuz MI angina
hikayesi olanlarda olabileceği gibi daha önce hiçbir şikayeti olmayanlarda da
olabilir ve %50’sinde tetikleyici bir faktör bulunmaktadır. İnfarktların %20’ye
yakını doktor veya hasta tarafından farkedilmeden geçirilmektedir.
Hastalar ilk olarak başvuru semptomları, EKG ve kardiak enzim değerlerine
göre risk kategorilerine ayrılır (kısa dönemde ölüm veya MI gelişimi açısından
yüksek, orta, düşük risk). Risk sınıflandırması yapılarak GP IIb/IIIa inhibitörleri
ve erken invazif girişim tedavilerinden en çok faydayı görecek uygun hastaların
seçimi yapılabilir. Akut infarktüs/iskemiler, yerleşim bölgesi, eşlik eden mekanik,
iskemik, elektriksel komplikasyonlara göre sınıflandırılırlar.
EKG’de hızlı rezolüsyon gösteren geçici ST elevasyonu, iskemik ST
depresyonu, T dalga inversiyonu, non-spesifik ST-T değişiklikleri olabilir. Ancak
EKG tamamen normal de olabilir. Bu klinik sendromlar nadiren Q dalgalı MI’a
çevrilir (~%25).
ST elevasyonsuz AKS’ların en sık nedeni plak rüptürü olan bölgede gelişen
tıkayıcı
olmayan
trombüsteki
platelet
agregatlarının
mikrovasküler
embolizasyonudur. ST elevasyonlu AKS’ların aksine bir epikardiyal koroner
arterin tam tıkanması nadirdir, myokard nekrozunun yaygınlığı daha azdır ve Q
dalgası vakaların ancak küçük bir kısmında gelişir.
Kararsız
anginada
semptomlar,
platelet
aktivasyonu
ve
endotel
disfonksiyonuna bağlı periyodik tromboz ve dinamik vazokonstrüksiyonun yol
açtığı geçici koroner kan akımı azalmasına bağlıdır. Tıkayıcı trombüs varlığı
kararsız anginada %10-20, ST elevasyonsuz MI’da %20-40 ve ST elevasyonlu
MI’da
%80’in
üzerindeki
oranlarda
bulunur.
ST
elevasyonlu
MI
ile
karşılaştırıldığında ST elevasyonsuz MI daha çok spontan reperfüzyon, daha iyi
kollateral gelişimi, ileri yaş ve daha çok eşlik eden hastalıkla (daha önce
geçirilmiş MI, çoklu damar hastalığı, hipertansiyon, kalp yetersizliği, diyabet,
periferik arter hastalığı) ilişkilidir.
Başlangıç tedavisi hastanın risk kategorisine göre verilmelidir. Yüksek riskli
hastalarda girişimsel tedaviye ek olarak verilen GP IIb/IIIa inhibitörü en iyi tedavi
25
seçimidir. Orta risk grubundaki hastalara antitrombin tedavi tek başına veya GP
IIb/IIIa inhibitörü ve/veya girişimsel tedavi ile birlikte verilir. Düşük risk
grubundaki hastalar kronik stabil anginalı hastalar gibi ele alınıp medikal tedavi
ile ayaktan izlenir. Hastaneye yatırılan hastalara kontrendikasyon olmadığı sürece
aspirin,
beta
bloker,
nitrat,
antitrombin
ilaçlar
verilmeli
ve
kardiyak
monitorizasyon yapılmalıdır. Klopidogrel ve GP IIb/IIIa inhibitörü kullanımı biraz
karmaşıktır.
Medikal tedavi başlanan hastalar 4-6. saatlerde tekrar değerlendirilmeli ve
EKG’de anlamlı ST-T değişiklikleri veya pozitif troponin tespit edilmesi
durumunda perkütan koroner girişime yönlendirilmelidir. Aynı şekilde rekürren
iskemi, sol ventrikül disfonksiyonu (EF<%40) gelişimi, daha
önceden perkütan koroner girişim/CABG uygulanmış olması ve efor
testinde yüksek risk tespit edilmesi durumunda da hastalara perkütan girişim
uygulanmalıdır. ST elevasyonsuz MI’da olası olumsuz etkiler nedeniyle
fibrinolitik tedaviden kaçınılmalıdır.
C) ÇKBT İLE KORONER ARTERLERİN DEĞERLENDİRİLMESİ
ve KALSİYUM SKORU
Akut
koroner
sendromların
çoğunun
kritik
darlığa
yol
açmayan
aterosklerotik plakların yırtılması sonucu geliştiği bilinmektedir(89). Bu nedenle,
KAH’nin erken tanınması, hem ilerlemesinin hem de komplikasyonların
engellenebilmesi açısından büyük önem taşır.
Kalbin sürekli hareketi,statik görüntülenmesini teknik olarak zorlaştıran bir
faktördür. Bilgisayarlı tomografi (BT) ve manyetik rezonans (MR) görüntüleme
gibi yöntemler kardiyovasküler görüntülemede değerli bilgi sağlama konusunda
büyük potansiyele sahiptir(89). Elektron ışınlı (beam) tomografi (EBT)(90),
çokkesitli bilgisayarlı tomografi (ÇKBT)(91,92), EKG ile senkronize görüntüleme
ve rekonstrüksiyon yöntemlerinin(93) geliştirilmesi girişimsel olmayan koroner
görüntülemeye olanak sağlamıştır. Bu görüntüleme yöntemleri daha hızlı volüm
taraması
yapabilmekte,
yüksek
uzaysal
ve
zamansal
çözünürlük
sağlamaktadır(94). Kesit elde etme hızı, hasta için nefes tutma süresini ve
inceleme zamanını kısaltırken vasküler görüntüleme için gerekli kontrast madde
26
miktarını da azaltmıştır(93,95). Kesit sayısının 16 ve 64’e yükseltilmesi ÇKBT’de
submilimetrik çözünürlüğe olanak sağlamıştır.
Kontrastlı ÇKBT anjiyografi ile kalbin, submilimetrik uzaysal çözünürlük
ve çift tüp-çift dedektörlü ÇKBT cihazlarının geliştirilmesiyle 83 msn’ye dek inen
zamansal çözünürlük ile araştırılabilmesi, miyokard ve koroner arterlerin yüksek
çözünürlükle morfolojik değerlendirilebilmesine olanak sağlamaktadır (Şekil -4).
Şekil- 4:ÇKBT ile miyokard ve koroner arterlerin görüntülenmesi
Çokkesitli BT ile, koroner kalsifikasyonların ölçümü yanı sıra koroner
lümenin, damar duvarının ve plak morfolojisinin değerlendirilmesi mümkün
olmaktadır. Bu da, akut koroner sendroma neden olabilme olasılığı kalsifik
plaklara
göre
görüntülenmesine
daha
yüksek
olanak
olan
yırtılabilir
sağlamaktadır.Şekil-5”de
(vulnerable)
koroner
plakların
plağa
örnek
verilmiştir.
Çokkesitli BT aterosklerozun invaziv olmayan görüntülenmesinde giderek
daha sık başvurulan yöntem olmaktadır.
Koroner BT çalışmalarının büyük bölümü EBT ile gerçekleştirilmiş olsa da,
teknolojik gelişmeler ÇKBT’nin de koroner görüntülemede kullanılmaya
başlamasına neden olmuştur. Çokkesitli BT’lerde her bir rotasyonda eşzamanlı
birçok kesit elde etmek mümkündür. Bu sistemler yüksek temporal ve uzaysal
çözünürlükte iki ve üçboyutlu görüntülemeye olanak sağlamaktadır(96).
27
Çokkesitli BT’nin kalp görüntülenmesinde başarılı kullanımı, uygun
görüntüleme teknikleri ile rekonstrüksiyon yöntemlerinin uygulanmasına ve
yöntemin kısıtlılıklarının uygulayıcılar tarafından bilinmesine bağlıdır(97).
Kalsiyum skorlama
Koroner ateroskleroz varlığının araştırılmasında duyarlılığı yüksek invaziv
olmayan bir yöntemdir.(98) İnceleme kontrast madde kullanılmadan 5 saniye gibi
kısa bir sürede tamamlanır. Damar duvarındaki kalsiyum, yüksek atenüasyonu
nedeniyle hemen tanınır. Kalsiyum skorlama için eşik değer 90-130 HU’dur.
Skorlama Agatston skorlama sistemine göre yapılır . Koroner kalsifikasyonun
yokluğu, ateroskleroz ve stenotik koroner arter hastalığı olmaması lehine oldukça
yüksek negatif öngördürücü değere sahiptir.(99,100) Koroner kalsifikasyonun
varlığı ve derecesi ile stenotik hastalığın yeri ve derecesi arasındaki ilişki
konusunda araştırmalar yapılmıştır (101); ayrıca, kararsız angina, miyokard
infarktüsü, revaskülarizasyon ihtiyacı ve koroner ölüm gibi durumlar için yüksek
riskli hasta grubunu belirlemedeki rolü araştırılmıştır.(102) Yaş ve cinsiyet
faktörlerinin
de
koroner
arter
kalsifikasyon
miktarı
üzerine
etkileri
araştırılmıştır.(103) Meta-analizlerde, asemptomatik hastalarda saptanan koroner
kalsifikasyonların yalnızca majör kardiyak olaylarda hafif artmış riske yol açtığı
sonucuna varılmıştır.(104,105) Kardiyak kateterizasyonla yapılan karşılaştırmalı
çalışmalarda, koroner kalsiyum skorlama ölçümlerinin koroner arter stenozunu
öngörmedeki rolünün orta derecede olduğu bulunmuştur.
Şekil-5: Sağ koroner arterde değişik oranlarda stenoza sebep olan multipl
yumuşak ve kalsifik plaklar görülüyor.
28
Kalsiyum skorunun sıfır olması anlamlı koroner arter hastalığı riskini %95
oranında dışlayabilmektedir. Koroner arter kalsifikasyon varlığı ve miktarı
kalsifiye olan ve olmayan plak yükü hakkında ve kırılgan plak miktarı hakkında
bir gösterge olarak düşünülebilir. Koroner arter kalsifikasyonunun derecesi bir
risk faktörü olarak kontrol edilebilir ve gelecekte geleneksel Framingham risk
sınıflandırması şemasına girebilir.
D)ÜRİK ASİT
Ürik asit, nükleer materyalin katabolizması sonucu açığa çıkan adenozin ve
guanozin bazlı pürinlerin metabolizmasının son ürünüdür. İnsan organizması
ürikaz (ürik oksidaz) enzimi içermediğinden bu yıkımın son ürünü ürik asittir.
Vücuttaki ürik asit endojen (özellikle kas hücrelerinin nükleik asitlerinin
dönüşümü ile oluşan) ve eksojen (gıdalar) kaynaklı olabilir(106).Ürik asit sentezi
şekil-6’da şematize edilmiştir.
Ürik asidin insan vücudundan başlıca atılım (2/3) yolu idrarladır(107). Geri
kalanı gastrointestinal sistemden elimine edilir. Plazmada % 98’i sodyum ürat
şeklinde serbest olarak dolaşır ve glomerüler filtrasyona tabidir; % 5’ten azı da
proteine bağlıdır(107).Plazma seviyeleri hayat boyunca farklılıklar gösterir, fullterm doğan bir bebekte 310 mikrom. iken birkaç gün üçerisinde 140 seviyesine
iner. İlerleyen yıllarda plazma seviyeleri cinsiyet ayırımı gözetmeksizin artar ve
pubertede erkeklerde daha yüksek bulunur. Postmenopozal dönemdeki kadınlarda
erkeklerle eşit düzeylere çıkar. Plazma ürat seviyelerindeki bu farklılık renal
fraksiyonel ekskresyon farklılığına dayanır, çünkü sağlıklı insanda üratın renal
fraksiyonel ekskresyonu kadınlarda (%12) erkeklerden (%8) daha fazladır.
Özellikle çocuklarda daha yüksektir( %15-30 ). Östrojenlerin ürat renal
ekskresyonu üzerine etkisi ters yöndedir. Renal ürat klirensinde genetik
farklılıkların da rolünün olduğu bilinmektedir(107).
Sağlıklı insanda renal transport mekanizması özellikle glomeruler tübüllerde
lokalizedir. Filtrasyon ile tübüllere ulaşan total ürik asidin yaklaşık % 10’u
fraksiyonel ekskresyonla idrarla atılır (en etkili ürikozürik ilaçlarla bile bu oran
ancak % 30-50’yeçıkarılabilir), geri kalan % 90’ı buradan reabsorbe olur. Ürat
aynı zamanda az da olsa sekrete de edilir(107).
29
Şekil-6:Ürik asit oluşumu
Antioksidan Olarak Ürik Asit
Ürik asit, antioksidan özelliklere sahiptir ve insan serumundaki serbest
radikallerin % 60’ının temizlenmesinden sorumludur(108).Ürik asit etkin bir
hücre dışı radikal tutucudur(109). Ürik asit aynı zamanda endotele granülosit
yapışmasını ve peroksit ve süperoksit serbest radikallerinin serbestleşmesini
uyarır. Bu yüzden lökosit aktivasyonu ile endotel üzerine zararlı etkileri olabilir,
ilginç olarak yüksek serum ürik asit düzeyleri ile dolaşımdaki inflamatuar
markırlar arasında yakın bir ilişki gözlemlenmiştir(110).
30
Antioksidanlar belirli durumlarda prooksidan olabilmektedir(111). Ürik
asitin aterosklerotik proçesin erken safhalarında bir antioksidan gibi davrandığı ve
plazma antioksidan kapasitesinin en güçlü belirleyicisi olduğu bilinmektedir(112).
Bununla birlikte aterosklerotik proçesin geç dönemlerinde serum ürik asit
seviyeleri kadınlarda 6 mg/dl, erkeklerde 6,5-7,0 mg/dl üstüne çıktığında bu
antioksidan durum paradoksal bir şekilde prooksidan bir hale dönmektedir. Bu
paradoksal durum hastalık sürecinin safhası, doku ve substrat lokalizasyonu,
asidite, oksidan çevre, diğer lokal antioksidanların azalması, oksidan madde ve
enzimlerin ortama salınma ve ortamda bulunma durumu gibi birçok çevresel
faktöre bağlı gözükmektedir(113).
Son zamanlarda Hink ve arkadaşları ürik asidin; ekstrasellüler bir enzim
olan ve endotelyal ve vasküler fonksiyonun korunmasında rol oynayan süperoksit
dismutaz (SOD) enziminin degradasyonunu önlediğini ortaya koymuşlardır(114).
Serbest radikallere karşı ilk savunma süperoksit dismutaz enzimi ile
gerçekleşir.Süperoksit dismutaz enzimi ekstrasellüler bir enzim olup süperoksit
radikalini hidrojen peroksit ve moleküler oksijene dönüştürmektedir(115).
Süperoksit
dismutazla
süperoksit
radikalinin
metabolize
edilmesi,
NO
düzeylerinin ve endotel fonksiyonunun korunmasına yardım eder(116).
İskemi ve Ürik Asit
Myokard harabiyeti, kalbin iskemi ve reperfüzyon sırasında meydana gelen
işlevsel, metabolik değişimler olup zamanında önlenmediği takdirde hücrenin
geriye dönülmez biçimde zarar görmesine yol açar.
Sonuçta, iskemi sırasında gerçekleşen bir dizi yıkım reaksiyonu Adenin
nükleotidlerin (Adenozin ve İnozin) birikimine yol açar. İnozin, iskemide beliren
en önemli nükleosid ( %80-90 ) olup, yıkımı sırasında superoksid radikallerinin
ortaya çıktığına inanılmaktadır.
Adenozin, kardiyak ve vasküler miyozitler tarafından sentez edilir ve salınır.
Adenozinin spesifik adenozin bağlayıcı reseptörlere bağlanması, vasküler düz
kasların gevşemesi ve arteriolar vasodilatasyona sebep olur. Hipoksi ve doku
iskemisi olması durumunda vasküler adenozin sentez ve salınımı sonucu
adenozinin dolaşımdaki konsantrasyonu belirgin şekilde artar. Kardiyak ve
31
visseral iskemi, önemli kan akış düzenleyicisi olan ve iskemiyi sınırlamakta rol
oynayan adenozin oluşumunu başlatır. Lokal olarak kalpteki vaskuler düz
kaslarda sentez edilen adenozin, düşük hücre içi pH ve negatif membran
potansiyeli durumunda endotel tarafından hızla ürik aside çevrilerek vasküler
lümene salınır.
İskemi ile birlikte ATP, adenin ve ksantine indirgenir ve ksantin oksidaz
üretiminde artış olur. Mevcut substratın (ksantin) ve enzimin (ksantin oksidaz)
artışı, ürik asit üretiminde olduğu kadar oksidan oluşumunda da artışa yol
açar(116).
Ürik asit artan oksidatif stresin bir göstergesi olabilir. Ksantin oksidaz
pürinlerin ürik aside yıkımında önemli bir enzimdir ve süperoksit radikallerinin
önemli bir kaynağı olarak gösterilmiştir(117). Ksantin oksidazın aktivitesi iskemi
ve koroner arterlerin reperfüzyonu sırasında artar(118).
Koroner dolaşımda geçici koroner arter tıkanması sonucu meydana gelen
hipoksi, ürik asidin dolaşımdaki konsantrasyonunun lokal olarak artmasına sebep
olur (119).
Artan serum ürat konsantrasyonu koroner kalp hastalığı risk artışıyla
ilişkilidir(120). Bununla birlikte hiperüriseminin kan basıncı artışı, varolan
iskemik kalp hastalığı, hiperlipidemi, ve antihipertansif tedavi kullanımı ile de
ilgisi olduğu gösterilmiştir(120,121). Böylece serum üratın koroner kalp hastalığı
gelişimindeki rolü kesinleşmemiştir. Hiperürisemi ile erkeklerdeki koroner kalp
hastalığı arasındaki bağlantının üratla diğer kardiyovasküler risk faktörleri
arasındaki
ilişkiyle
bağlantılı
olduğu
yönündeki
kanıtlar
giderek
artmaktadır(122,123).
Yüksek serum ürik asidi kalp yetmezliği veya koroner arter hastalığı ve
kardiyovasküler sorunları olan diyabetli hastalarda mortaliteyi yüksek olasılıkla
önceden gösterir. Hipertansiyonlu ve hiperürisemili hastaların normal düzeylerde
ürik asidi olan hastalara göre koroner arter hastalığına ya da serebrovasküler
hastalıklara yakalanma oranı 3-5 kat daha fazladır(124).
Hiperürisemi ve gut; obesite, hiperlipidemi, hipertansiyon ve aterosklerozla
birlikte bulunur. Obesite, renal ürat klirensini azaltırken ürik asit yapımını arttırır.
Hipertrigliseridemisi
olan
hastaların
32
%80’i
hiperürisemiktir.
Hipertansif
populasyonda tedavi edilmemiş hastaların % 22-38’inde hiperürisemi vardır.
Esansiyel hipertansiyonu olan hastalarda renal ürat klirensinin düşük olduğu tespit
edilmiştir(125).
Anjiyografi ile koroner arter hastalığı kesinleştirilmiş olan hastalardan ürik
asid düzeyi yüksek dörtte birlik kesimin, ürik asit düzeyi düşük dörtte birlik
kesime göre beş kat daha fazla ölüm riski vardır.
33
3-MATERYAL VE METOD
Retrospektif olarak yapılan bu çalışmaya 2005 -2007 yılları arasında kronik
böbrek yetmezliği olup , Haydarpaşa Numune Eğitim ve Araştırma Hastanesi
polikliniklerince takip edilen 30 hasta dahil edilmiştir. Çalışmaya alınan 30
hastanın 14’ü erkek, 16‘sı kadındı. Olguların ortalama yaşları 52 idi.
Hemodiyaliz esnasında göğüs ağrısı gelişenler, EKG’lerinde değişiklik
olanlar ve çoklu risk faktörüne sahip olan yaşlı hastalar ve ileri kardiyolojik
değerlendirme gerekliliği tesbit edilmiş olan hastalar çalışmaya dahil edildiler. 18
yaş altındaki hastalar, böbrek yetmezliği olmasına rağmen düzenli diyalize
girmeyen hastalar, gut, malignite ve bilinen koroner arter hastalığı olan hastalar
ise çalışma dışında bırakıldılar.
Her hasta için bilgileri standardize etmek amacıyla, bu çalışma için
hazırlanan bir form dolduruldu. Bu formlara hastaların yaş, cinsiyet, ailede
koroner arter hastalığı varlığı, ek hastalık varlığı ( hipertansiyon, diyabet gibi),
aynı dönemlerde yapılmış olan serum BUN, kreatinin, LDL kolesterol, ürik asit,
AST, ALT, LDH, sodyum, potasyum, klor, kalsiyum, fosfor, albumin gibi
biyokimyasal değerleri ve multislice BT ile yapılmış olan koroner kalsiyum skoru
sonuçları not edildi. Bunun yanında hastaların fizik muayene bulguları, tansiyon
arteriyel (mmHg), nabız sayısı (dakikalık), EKG örnekleri incelendi ve formlara
eklendi.
Koroner kalsiyum skoru içn Siemens marka 16 dedektörlü multidedektörlü
bilgisayarlı tomografi kullanıldı.Çekimde EKG ile senkronize 1 milimetre ,
kontrassız volumetrik aksiyel kesitler alınmıştır. Sol ana koroner arter, sol anterior
desending arter, sirkumfleks arter, sağ ana koroner arterde “Siemens Kalsiyum
Scorlama Software” kullanılarak Agatston skorlamasına göre değerlendirilmiştir.
Agatston skorlaması Tablo-1’de gösterilmiştir.
Tablo 1:Agatston Skorlaması
SKOR
Yaş 40 altı
Yaş 40-50
0
D
D
1-10
O
D
11-100
O-Y
O
101-400
Y
Y
400 üstü
Y
Y
D-Düşük iskemi riski O-Orta iskemi riski
34
Yaş 50-60
Yaş 60-70+
D
D
D
D
O
O
O-Y
O
Y
Y
Y-Yüksek iskemi riski
Bu skorlama sistemine göre düşük riske sahip olan hastalarda daha ileri
kardiyolojik incelemeye gerek kalmazken, orta veya yüksek riskli hastalarda ise
klasik anjiyografi gibi ileri kardiyolojik değerlendirme gerekmektedir.
İstatistiksel İncelemeler
Çalışmada elde edilen bulgular değerlendirilirken, istatistiksel analizler için
NCSS 2007&PASS 2008 Statistical Software (Utah, USA) programı kullanıldı.
Çalışma verileri değerlendirilirken tanımlayıcı istatistiksel metodların (Ortalama,
Standart sapma, frekans) yanısıra niteliksel verilerin karşılaştırılmasında Ki-Kare
testi kullanıldı. Parametreler arasındaki ilişkilerin incelenmesinde ise Spearman’s
rho korelasyon testi kullanıldı. Sonuçlar %95’lik güven aralığında, anlamlılık
p<0.05 düzeyinde değerlendirildi
35
4-BULGULAR
Çalışmamızda retrospektif olarak 2005-2007 tarihleri arasındaki, kronik
böbrek yetmezliği (KRY) olup, Haydarpaşa Numune Eğitim ve Araştırma
Hastanesi polikliniklerince takip edilen 16’sı (%53.3) kadın ve 14’ü (%46.7)
erkek olmak üzere toplam 30 olgu değerlendirilmiştir. Hastaların aynı dönemli
biyokimyasal değerleri baz alınarak inceleme yapılmıştır. Olguların ortalama
yaşları 52.76±16.48’dir.
Tablo 2: Cinsiyete Göre Ca Skoru Değerlendirilmesi
Ca Skoru
Kadın
Erkek
P
Ort±SD
Medyan
220,58±442,39
278,83±589,06
0,966
22,65
26,70
Mann Whitney U test
Çalışmamızda, kadın hastaların ortalama kalsiyum skoru 220,58 (orta yüksek iskemi riski) iken , erkek hastaların kalsiyum skor ortalaması 278,83
(orta- yüksek iskemi riski) olarak bulunmuştur. Hem kadınlarda hemde erkeklerde
koroner kalsiyum skoru orta yüksek risk grubunda oldukları bulunmuştur.
Cinsiyete göre olguların Ca skoru ortalamaları arasında istatistiksel olarak anlamlı
bir farklılık bulunmamıştır (p>0.05).
Tablo 3: Ca Skoru ile Yaş, Ürik Asit ve LDL Korelasyonu
Ca Skoru
Yaş
Ürik asit
LDL
R
P
0,175
-0,087
-0,118
0,461
0,717
0,620
Spearman’s rho test
Ürik asit: Erkek: 3.5-7.5mg/dl
Kadın: 2.6-6.0 mg/dl
36
Hastalarımızın yaş ortalaması 52.76 idi. Ca skoru ile yaş arasında
istatistiksel olarak anlamlı bir ilişki bulunmamıştır (p>0.05).
Hastalarımızın serum ürik asit seviyeleri ortalama 6.06 mg/dl olarak
bulunmuştur. Çalışmamızda Ca skoru ile serum ürik asit arasında istatistiksel
olarak anlamlı bir ilişki bulunmamıştır (p>0.05).
LDL kolesterol ortalaması 101.8 mg/dl olarak bulunmuştur.Hastaların Ca
skoru ile serum LDL kolesterol arasında istatistiksel olarak anlamlı bir ilişki
bulunmamıştır (p>0.05).
37
5-TARTIŞMA
Son dönem böbrek yetmezliği olan hastalarda kardiyak hastalık riski 20 kat
artmaktadır. Koroner ateroskleroz, koroner arter hastalığının öncülüdür. Koroner
aterosklerozun kesin bir göstergesi yoktur. Kalsiyum skorunun tespiti koroner
aterosklerozun öncüsü olarak kabul edilmiştir. Kalsiyum skoru, multidedektörlü
bilgisayarlı tomografi ile bakılan noninvaziv, güvenli, tehlikesiz, hassas bir
yöntemdir. Kontrast madde verilmeden yapılması , renal fonksiyonları bozuk olan
hastalarda da güvenle kullanılabilmesini sağlamaktadır(4,5,6).
Koroner kalsifikasyon derecesinin bir risk faktörü olarak kontrol
edilebileceği ve gelecekte Framingham risk sınıflandırma şemasına girebileceği
düşünülmektedir. Bu verilere göre riskli hastalar daha yakın takibe alınabilir.
Biz bu çalışmamızda koroner arter hastalığı için bir risk faktörü olan ürik
asit ile , hemodiyalize giren KRY’li hastalardaki koroner kalsiyum skoru
arasındaki ilişkiyi karşılaştırarak, ürik asit gibi kolayca bakılabilen bir
parametrenin koroner aterosklerozda bir belirteç veya bir marker olup
olamayacağını araştırmayı amaçladık.
Çalışmamızda 16 kadın , 14 erkek hasta değerlendirilmiştir. Cinsiyete göre
olguların Ca skoru ortalamaları arasında istatistiksel olarak anlamlı bir farklılık
bulunmamıştır (p>0.05).
Ca skoru ile yaş arasında da istatistiksel olarak anlamlı bir ilişki
bulunmamıştır(p>0.05).
Ürik asit insanlarda purin yıkımının son ürünüdür. Koroner arter hastalığı
için minör risk faktörüdür. Daha önce yapılmış olan çalışmalarda yüksek ürik asit
düzeyleriyle koroner arter hastalığı arasındaki ilişki ortaya konmuştur(7). Brand
ve arkadaşlarının yaptığı çalışmada ürik asit ile koroner kalp hastalığı arasında
ilişkiyi göstermişlerdir(120). Bizim çalışmamızda koroner iskemi riskini gösteren
koroner kalsiyum skoru ile serum ürik asit düzeyi arasında istatiksel olarak
anlamlı bir ilişki bulunamamıştır(p>0.05).
On hastamızda kalsiyum skoru sıfır olarak bulunmuştur. Koroner kalsiyum
skorunun sıfır olması koroner aterosklerozun tamamen yokluğunu göstermese de,
yaş ve cinsiyetten bağımsız olarak belirgin obstrüktif koroner lezyon (>%50
lüminal darlık) bulunma olasılığının hiç olmadığını veya çok düşük (%2)
38
olduğunu gösterir. Kardiyovasküler risk çok düşük olarak tanımlanır. Mayo
Clinic’den, Breen ve arkadaşlarının yaptığı bir çalışmada, kalsiyum skoru sıfır
olanlarda, anjiyografik olarak obstrüktif koroner lezyon bulunmadığı saptanmıştır
(negatif prediktif değer %100) (126). Agatston ve arkadaşlarının, otopsi
incelemeleri ile yaptıkları bir çalışmada ise, saptanabilir koroner kalsiyum
yokluğunda, koroner arterlerde %2 oranında obstrüktif koroner lezyon
bulunmuştur (negatif prediktif değer %2) (127).
Üç hastamızda kalsiyum skoru 1-10 arasında bulunmuştur. Kalsiyum skoru
1-10 arasında ise ciddi obstrüktif koroner lezyon bulunma olasılığı %10’un
altındadır ve kardiyovasküler risk düşüktür.
Yedi
hastada kalsiyum skoru 11-100 arasında bulunmuştur. Kalsiyum
skoru 11-100 arasında ise, hafif derecede koroner arteriosklerotik hastalık gelişimi
vardır ve ciddi obstrüktif koroner lezyon bulunma olasılığı %20 veya altındadır.
Kardiyovasküler risk orta derecededir.
Beş hastada skor 101-400 arasında bulunmuştur. Kalsiyum skoru 101- 400
arasında ise, orta derecede koroner arteriosklerotik hastalık gelişimi vardır ve
bulunma olasılığı yüksek olan orta dereceli nonobstrüktif koroner lezyonların
yanısıra, eşlik eden ciddi obstrüktif koroner lezyon varlığı da muhtemeldir.
Kardiyovasküler risk orta-yüksek derecededir.
Beş hastada ise skor >400 bulunmuştur. Kalsiyum skoru >400 ise, şiddetli
koroner arteriosklerotik hastalık gelişimi vardır ve en az 1 tane ciddi obstrüktif
koroner lezyon bulunma olasılığı %50’nin üzerindedir. Kardiyovasküler risk
yüksek derecededir (128,129).
Kalsiyum skorunun miktarına göre; kardiyovasküler sistem hastalıklarından
primer korunma için genel sağlık kuralları önerilir ve "National Cholesterol
Education Program" (NCEP) (130) rehberliğinde yüksek tansiyon, diyabet ve
hiperkolesterolemi gibi geleneksel kardiyovasküler risk faktörleri kontrol altına
alınır. Hastada kalsiyum skoru >100 ise ve koroner arter hastalığı semptomları
varsa, primer kardiyovasküler risk faktörlerinin agresif kontrolü yanısıra iskemik
kalp hastalığının araştırılması için ileri tetkikler de istenmelidir. Eğer hasta kendi
yaş grubuna göre 75 persantilin üzerinde bir kalsiyum skoruna sahipse, bir üst
kalsiyum skor grubunda önerilen tedavi yöntemleri uygulanmalıdır (128).
39
National Cholesterol Education Program" (NCEP ATPIII) kriterlerine göre
serum LDL yüksekliği koroner arter hastalığı için değiştirilebilir risk
faktörlerindendir(130). Bu grup hastalarda hedef LDL değeri 130 mg/dl’ nin
altında olması gerekmekte olup, bizim hasta grubumuzda ortalama serum LDL
değeri 101 mg/dl olarak bulunmuştur. Çalışmamızda Ca skoru ile serum LDL
arasında istatistiksel olarak anlamlı bir ilişki bulunmamıştır(p>0.05).
Sonuç olarak multidedektörlü BT ile bakılan kalsiyum skoru noninvazif,
hassas bir yöntem olması ve kontrast madde verilmeden yapılabilmesinden dolayı,
böbrek yetmezliği olan riskli hastalarda güvenle kullanılabilir. Kalsiyum skoru
orta ve yüksek çıkan
hastalarda ileri kardiyolojik incelemeye gerek
duyulmaktadır.
40
6- ÖZET
Son dönem böbrek yetmezliği olan hastalarda kardiyovasküler
komplikasyonlar en önemli mortalite ve morbidite nedenidir. Görülen
komplikasyonları arasında en sık karşılaşılan koroner arter hastalığıdır (KAH).
Koroner ateroskleroz komplike olarak, koroner arter hastalığına zemin
hazırlamaktadır.
Hastaların
genellikle asemptomatik olması nedeniyle sadece
klinik
değerlendirme yeterince duyarlı değildir. Koroner arter duvarında oluşan
kalsifikasyon, koroner aterosklerozun kesin bir göstergesidir (4). Kalsiyum skoru
herhangi bir kardiyak hadise gelişmeden, koroner aterosklerotik hastalığı önceden
tesbit edilebilmektedir. Hem koroner damarlardaki
ve kalp kapaklarındaki
mevcut kalsifikasyonu, hem de ileride olabilecek patolojileri (koroner stenoz,kalp
kapak disfonksiyonu) gösterir. Bu verilere göre hekim riskli hastaları daha yakın
takibe alır.
İşlem multidedektörlü BT ile yapılmakta olup, kontrast madde verilmemesi
renal yetmezliği olan bu hasta grubu için ek avantaj sağlamaktadır.
Ürik asit insanlardaki purin metabolizmasının son ürünüdür ve koroner arter
hastalığı ile olan ilişkisi bir çok çalışmada ispatlanmıştır.
Biz bu çalışmamızda hemodiyalize giren kronik böbrek yetmezlikli
hastalardaki koroner kalsiyum skoru ile serum ürik asit arasındaki ilişkiyi
karşılaştırarak ürik asitin asemptomatik hemodiyaliz hastalarında koroner
iskemiyi önceden belirtebilecek bir marker olup olamayacağını araştırdık.
Bu çerçevede kardiyolojik olarak risk altındaki koroner kalsiyum skoru
yapılmış olan hastalardan, kronik renal yetmezlik nedeni ile hemodiyalize giren
otuz hasta çalışmaya alınmıştır. Bu hastaların retrospektif olarak kalsiyum skorları
ve biyokimyasal değerleri gözönünde bulundurulmuştur.
Çalışmamızda 16 kadın, 14 erkek toplam 30 hasta değerlendirilmiştir.
Çalışmamızda, kadın hastaların ortalama kalsiyum skoru 220,58 (orta -yüksek
iskemi riski) iken , erkek hastaların kalsiyum skor ortalaması 278,83 (ortayüksek iskemi riski) olarak bulunmuştur. Hem kadınlarda hemde erkeklerde
koroner kalsiyum skoru orta yüksek risk grubunda oldukları bulunmuştur.
41
Cinsiyete göre olguların Ca skoru ortalamaları arasında istatistiksel olarak anlamlı
bir farklılık bulunmamıştır (p>0.05).
Hastalarımızın yaş ortalaması 52.76 idi. Ca skoru ile yaş arasında
istatistiksel olarak anlamlı bir ilişki bulunmamıştır (p>0.05).
Hastalarımızın serum ürik asit seviyeleri ortalama 6.06 mg/dl olarak
bulunmuştur. Çalışmamızda Ca skoru ile serum ürik asit arasında istatistiksel
olarak anlamlı bir ilişki bulunmamıştır (p>0.05).
LDL kolesterol ortalaması 101.8 mg/dl olarak bulunmuştur.Hastaların Ca
skoru ile serum LDL kolesterol arasında istatistiksel olarak anlamlı bir ilişki
bulunmamıştır (p>0.05).
Sonuç olarak bu konuyla ilgili daha uzun süreli ve daha geniş populasyonlu
çalışmalara ihtiyaç duyulmaktadır.
42
7-KAYNAKLAR
1-
Fox R. Trends in cardiovascular mortality in Europe. Circulation 1997;
96:3817 21.
2-
Türk Kardiyoloji Derneği: Türkiye Kalp Raporu. 2000; 13-14.
3-
Chambless L, Keil U, Dobson A, et al. Population versus clinical view of
case fatality from acute coronary heart disease-results from the WHO
Monica project 1985-1990. Circulation 1997; 96:3849-3859.
4-
Blankenhorn DH. Coronary arterial calcification:A review. Am J Med Sci
1961;242:1-9.
5-
Stanford W, Thompson BH. Imaging of coronary artery calcification: Its
impotance in assesing atherosclerotic disease. Radiol Clin North Am 1999;
37:257-272.
6-
Nieman K, van der Lugt A, Pattymana PM,de Feyter PJ. Noninvasive
visualization of atherosclerotic plaque with electron beam and multislice
spiral computed tomography.J Interv Cardiol 2003; 16:123-128.
7-
Jakobs TF, Wintersperger BJ, Herzog P, et al. Ultra-low-dose coronary
artery calcium screening using multislice CT with retrospective ECG gating.
Eur Radiol 2003; 5:403-405.
8-
Kroll K., Bukowski T.R., Schwartz L.M., Knoepfler D., Bassingthwaighte
J.B.: Capillary endothelial transport of uric acid in guinea pig heart. Am J
Physiol 1992; 262:H420-H431.
9-
Akoğlu E, Süleymanlar G. Kronik Böbrek Yetersizliği, Temel İç
Hastalıkları,1996: 769 776,Güneş Kitapevi
10-
Kadıoğlu A, Çayan S, Semerci B, Orhan , Aşçı R, Yaman Ö, Usta Mf,
Kendirci M. Erkek Reprodüktif Sistem Hastalıkları Ve Tedavisi. 2004; 184191, Türk Androloji Derneği
11-
U.S. Renal Data System, USRDS 2005 Annual Data Report)
12-
Türk Nefroloji Derneği-2004 Registry Of The Nephrology,Dialysis And
Transplantation in Turkey
13-
Brinkmann Ao, Ruiter Pe, Doesburg P, Steketee K, Berrevoets Ca, Trapman
J.Mechanism Of Androjegen Receptor Activation And Function. J Steroid
Biochem Mol Biol1999; 69: 307-313.
43
14-
Freeman
Er,
Bloom
Da,
Mcguire
Ej.
A
Brief
History
Of
Testosterone.JUrol2001;165:371 373
15-
Foley RN, Parfrey PS, Kent GM, Harnett JD, Murray DC, Barre PE. Serial
Change in Echocardiographic Parameters and Cardiac Failure in End-Stage
Renal Disease. J Am Soc Nephrol11:912-916,2000.
16-
Murphy ST, Parfrey PS. The impact of anemia correction on cardiovascular
disease in end-stage renal disease. Semin Nephrol 2000;20(4):350-5.
17-
US Renal Data System. Annual Data Report. National Institutes of health,
National Institutes of diabetes and digestive and kidney disease.
Bcthesda,MD:1998
18-
Samak MJ, Levey AS. Cardiovascular disease and chronic renal disease: a
new paradigm. Am.J.Kid.Dis2000;35 (suppl l):sl 17-S_31.
19-
Wanna methee SG. Shaper AG, Perry IJ. Serum creatinine concentration
and risk of cardiovascular disease. Stroke 1997:28 557-63.
20-
Curtis MB. Parfrey PS. Reducing cardiac death rate. Seminars in
dialysis.2002;15:22-24
21-
Pastan SO, Mitch WE. Kalp ve böbrek hastalığı. In:Fuster V, Alexander
RW, O'Rourke RA (eds): Hurst's The Heart (10 th ed). And Matbaacilik,
Istanbul 2002 ss2305-2316.
22-
Joki N, Hase H. Nakainura R, et all. Onset of conary arteiy disease prior to
initation of haemodialysis in patients with end - stage renal disease. Nephrol
Dial Transplant 1997:12:718—723.
23-
Gruppo Hemodialisie Patologie Cardiovascular. Multicentre cross-sectional
study of ventricular arrhythmias in chronically haemodialysed patients.
Lancet 1988;2:305 9.
24-
Mailloux LU, Levey AS.
Hypertention in patients with chronic renal
disease. Am J Kidney Dis. 1998;32(Suppl 3):S120.
25-
Ritz E, Charra B, Leunissen KML ve ark. How important is volume excess
in the etiology of hypertention in dialysis patients? Sem Dialysis.
1999;12:296.
26-
Vertes V, Cangiano JL, Berman LB ve ark. Hypertention in end-stage renal
disease. N Engl J Med. 1991:280:978.
44
27-
Kim KE, Onesti G, Schwartz AB ve ark. Hemodynamics of hypertention
in chronic end-stage renal disease. Circulation. 1972;46:452.
28-
Cinotti GA, Pugliese F. Prostaglandins in blood pressure regulation.
Kidney Int. 1988;35(suppl 25):57.
29-
Shichiri M, Hirata Y, Ando K ve ark. Plasma endothelin levels in patients
with uremia. Hypertention. 1990;15:493.
30-
Pasten SO, Mitch WE. The heart and kidney disease. "Hurst's The
Heart" (Ed Fuster VF, Alexander RW, O'Rourke RA)'da, Cilt 2, 10.
baski, McGraw-Hill, New York, 2001, s. 2305-2313.
31-
Schwartz CJ, Valente AJ, Srague EA ve ark.
Pathogenesis of the
atherosclerotic lesion: Implications for diabetes mellitus. Diabetes Care.
1992;15:1156-1167.
32-
Farkouh ME,
Rayfield
EJ,
Fuster V.
Diabetes and cardiovascular
disease. "Hurst's The Heart" (Ed. Fuster VF, Alexander RW, O'Rourke
RA)'da, Cilt 2, 10. baski, McGraw-Hill, New York, 2001, s. 2197-2212.
33-
Chen I, Reaven GM. Insulin resistance and atherosclerosis. Diabetes
Reviews. 1997;5:331-340.
34-
Amann K, Rychlik I, Miltenberger-Mitlen G ve ark. Left ventricular
hypertrophy in renal failure. Kidney Int. 1998;54(Suppl.68):S-78
35-
Takeda K, Nakamoto M, Hirakata H ve ark. Disadvantage of long-term
CAPD for preserving cardiac performance: an echocardiographic study.
Am J Kidney Dis. 1998;32:482-487.
36-
Kaski BL. Hyperlipidemia in patients with chronic renal disease. Am J
Kidney Dis. 1998;32(Suppl. 3):S142.
37-
Ames RP, Hill P. Elevation of serum lipid levels during diuretic therapy
of hypertension. Am J Med. 1976;61:748.
38-
Lacour B, Chanard J,
Haguet M ve ark. Carnitine improves lipid
anomalies in hemodialysis patients. Lancet. 1980;2:763.
39-
Felsenfeld
AJ.
Considerations
for
the
treatment
of
secondary
hyperparathyroidism in renal failure. J Am Soc Nephrol. 1997;8:993.
45
40-
Fukuda
N,
Tanaka
H,
Tominaga
Y
ve
ark.
Decreased
1,25-
dihydroxyvitamin D3 receptor density is associated with a more severe
form of parathyroid hyperplasia in chronic uremic patients. J Clin Invest.
1993;92:1436.
41-
Delmez JA, Tindira C, Grooms P ve ark. Parathyroid hormone
suppression by intravenous 1,25-dihydroxyvitamin D. J Clin Invest.
1991;83:1349.
42-
Kuzda DC, Huffer WE, Conger JD ve ark. Soft tissue calcification in
chronic dialysis patients. Am J Pathol. 1977;86:403
43-
Gold smith DG, Covic A, Sambrook PA ve ark. Vascular calcification in
long-term hemodialysis patients in a single unit: A retrospective
analysis. Nephron. 1977; 77:37.
44-
Llach F. Cardiac calcification: dealing with another risk factor in patients
with kidney failure. Sem Dial. 1999;12:293.
45-
Hhayveau P, Chadefaux B, Coude M ve ark. Hyperhomocysteinemia, a
risk factor for atherosclerosis in chronic uremic patients. Kidney Int.
1993;43(Suppl. 41):S-72-S-77.
46-
Lee
HA,
Choi
JS,
Ha
KS
ve
ark.
Influence
of
5.10-
methylenetetrahydrofolate reductase gene polymorphysm on plasma
homocystein concentration in patients with end-stage renal disease. Am
J Kidney Dis. 1999;83:314-322.
47-
Francois Madore.
Uremia-related metabolic cardiac risk factors in
chronic kidney disease. Seminars in Dialysis 2003;16:148-156.
48-
Shemin D, Bostom AG, Selhub J. Treatment of hyperhomocysteinemia
in end-stage renal disease. Am J Kidney Dis. 2001 ;38:S91-S94.
49-
Bostom AG,
Culleton BF.
Hyperhomocysteinemia in chronic renal
disease. J Am Soc Nephrol. 1999;10:891-900.
50-
Van Guldener C, Stam F, Stehouwer CD. Homocystein metabolism in
renal failure. Kidney Int Suppl. 2001 ;78:S234-S237.
46
51-
Robinson K, Gupta A, Dennis V ve ark. Hyperhomocysteinemia confers
an independent increased risk of atherosclerosis in end-stage renal
disease and is closely linked to plasma folate and pyridoxine
concentrations. Circulation. 1996; 94:2743-2748
52-
Moustapha A, Naso A, Nahlawi M ve ark. Prospective study of
hyperhomocysteinemia as an adverse cardiovascular risk factor in endstage renal disease. Circulation. 1998;97:138.
53-
Wall RT, Harlan JM, Harker LA ve ark. Homocysteine induced
endothelial cell injury in vitro: a model for the study of vascular injury.
Thrombres. 1980;18:113-121.
54-
Heinecke JW, Rosen H, Suzuki LA ve ark. The role of sulfur-containing
amino acids in superoxide production and modification of low density
lipoprotein
by
arterial
smooth
muscle
cells.
J
Biol
Chem.
1987;262:10098-10103.
55-
Di Minno G, Davi G, Margaglione M ve ark. Abnormally high
thromboxane biosynthesis in homozygous homocysteinuria. Evidence
for platelet involvement and probucol-sensitive mechanism. J Clin
Invest. 1993:92:1400-1406.
56-
Lentz SR, Sadler JE. Inhibition of thrombomodulin surface expression
and protein C activation by the thrombogenic agent homocysteine. J
Clin Invest. 1991;88:1906-1914.
57-
Tsai JC,
Perrella MA, Yoshizumi
M ve ark.
Promotion of vascular
smooth muscle cell growth by homocysteine: a link to atherosclerosis.
Proc Natl Acad Sci USA. 1994;91:6369-6373.
58-
Drueke TB, Eckardt KU, Frei U ve ark. Does early anemia correction
prevent complications of chronic renal failure? Clin Nephrol. 1999;51:1-11.
59-
Silverberg DS, Blum M, Agbaria Z ve ark. Intravenous iron for the
treatment of predialysis anemia. Kidney Int.
1999;55(suppl 69):S79-
S85.
60-
Drueke TB. Aspects of cardiovascular burden in pre-dialysis patients.
Nephron. 2000;85(suppl 1):9-14.
47
61-
Foley
RN,
Parfrey
PS,
Harnett
JD
ve
ark.
Clinical
and
echocardiographic disease in patients starting end-stage renal disease
therapy. Kidney Int. 1995;47:186-192.
62-
Falk KE. Plaque rupture with severe pre-existing stenosis precipitating
coronary
thrombosis.
Characteristics
of
coronary
atherosclerotic
plaques underlying fatal occlusive thrombi. Br Heart J. 1983:50:127-34.
63-
Lendon CL, Davis MJ, Born GVR ve ark. Atherosclerotic plaque caps
are
locally
weakened
when
macrophages
density
is
increased.
Atherosclerosis. 1991;87:87-90.
64-
Lind L. Circulating markers of inflammation and atherosclerosis.
Atherosclerosis. 2003; 00:1-12. (Baski igin bekliyor)
65-
Fuster V. Mechanisms leading to myocardial infarction: insights from
studies of vascular biology. Circulation. 1994;90:2126-46.
66-
Ridker PM, Henekns CH, Furing JE ve ark. C-reactive protein and other
markers of inflammation in the prediction of cardiovascular disease in
women. N Engl J Med. 2000:342:836-843.
67-
Mendall M, Patel P, Ballam L ve ark. C-reactive protein and its relation to
cardiovascular
risk factors:
a
population
based
cross
sectional
studies. BMJ. 1996;312:1061-1065.
68-
Cardiovascular risk extended evaluation in dialysis patients research
group.
C-reactive protein
and
atherosclerosis
in dialysis patients.
Nephrol Dial Transplant. 1998;13:2710-2711.
69-
Stenvinkel
P,
Heimburger O,
Paultre F ve ark.
Strong association
between malnutrition, inflammation and atherosclerosis in chronic renal
failure. Kidney Int. 1999; 55:1899-1911.
70-
Ross R. Atherosclerosis- an inflammatory disease. N Engl J Med. 1999;
340:115-126.
71-
Colbeek EH: Angina pectoris: A criticism and a hypothesis. Lancet.
1903;i:793-795.
72-
Erikssen J,
Thaulow
E.
Follow-up of patients with
asymptomatic
myocardial ischemia. "Silent myocardial ischemia" (Ed. Rutishauser W,
Roskamm H)'da. Springer-Verlag, Berlin. 1984;156-64.
48
73-
Froelicher V, Yanowitz F, Thompson A ve ark. The correlation of
coronary
angiography
and
the
electrocardiographic
response
to
maximal treadmill testing in 76 asymptomatic men. Circulation.
1973;48:597-604.
74-
Deedwania
PC,
Nelson
J.
Pathophysiology
of
silent
myocardial
ischemia during daily life: hemodynamic evaluation by simultaneous
electrocardiographic
and
blood
pressure
monitoring.
Circulation.
1990;82:1295-304
75-
Droste C, Roskamm H. Experimental pain measurement in patients with
asymptomatic myocardial ischemia. J AM Coll Cardiol. 1983;1:940-5.
76-
Pederson F, Pietersen A, Madsen J ve ark. Elevated pain threshold in
patients with
effort-induced
angina
pectoris
and
asymptomatic
myocardial ischemia during exercise test. Clin Cardiol. 1989;12:639-42.
77-
Glazier JJ, Chierchia S, Brown MJ ve ark. Importance of generalized
defective perception of painful stimuli as a cause of silent myocardial
ischemia in chronic stable anjina pectoris. Am J Cardiol. 58:667,1986.
78-
Sheps D, Adams K, Hinderliter A ve ark. Endorphins are related to pain
perception in coronary artery disease. Am J Cardiol. 1987;59:523-7.
79-
Sheps DS, Ballenger MN, DeGent GE ve ark. Psychophysical
responses to a speech stressor: Correlation of plasma-beta endorphin
levels at rest and after psychological stress with thermally measured
pain threshold in patients with coronary artery artery disease. J Am Coll
Cardiol. 1995;25:1499.
80-
Aronow WS, Mercando AD, Epstein S. Prevalence of silent myocardial
ischemia detected by 24-hour ambulatory electrocardiography, and its
association with new coronary events at 40 months follow-up in elderly
diabetic and
patients with coronary artery disease. Am J Cardiol.
1992;69:555.
81-
Kennedy H, Wiens R. Ambulatory (Holter) electrocardiography and
myocardial ischemia. Am Heart J. 1989;117:164-176.
49
82-
Zuber M, Steinmann E, Hurser B ve ark. Incidence of arrythmias and
myocardial ischemia during hemodialysis and hemofiltration. Nephrol
Dial Transplant. 1989;4:632-634.
83-
F.B. Hu, M.J. Stampfer, S.M. Haffner, et al. Elevated risk of cardiovascular
disease prior to clinical diagnosis of type 2 diabetes. Diabetes Care 2002;
25:1129-1134
84-
Kültürsay H. Koroner Kalp Hastalığı Primer ve Sekonder Korunma; Argos
Yayınları, İstanbul, s.31-61, 2001
85-
Grignani G, Soffiantino F. Platelet activation by emotional stress in patients
with coronary artery disease. Circulation 1991; 83 (suppl II): II- 128
86-
Fuster V, Alexander RW, O’Rourke RA. Hurst’s The Heart, 10th edition,
McGraw Hill, 3. Cilt, s.1207-1237, 2002.
87-
Califf RM. Akut Koroner Sendromların Esasları, Avrupa Kitapçılık,
İstanbul, s.1-12, 2003.
88- Lown, B. Sudden cardiac death: The major challenge confronting
contemporary cardiology. Am. J. Cardiol. 43:313, 1979
89-
Ross R. The pathogenesis of atherosclerosis: a perspective for the 1990s.
Nature 1993;362:801-9.
90-
Fayad ZA, Fuster V, Nikolaou K, Becker C. Computed tomography and
magnetic resonance imaging for noninvasive coronary angiography and
plaque imaging: current and potential future concepts. Circulation 2002;
106:2026-34.
91-
Lipton MJ, Higgins CB, Boyd DP. Computed tomography of the heart:
evaluation of anatomy and function. J Am Coll Cardiol 1985;5(1
Suppl):55S-69S.
92-
McCollough CH, Zink FE. Performance evaluation of a multi-slice CT
system. Med Phys 1999;26:2223-30.
93-
Klingenbeck-Regn K, Schaller S, Flohr T, Ohnesorge B, Kopp AF, Baum
U. Subsecond multi-slice computed tomography: basics and applications.
Eur J Radiol 1999;31:110-24.
50
94-
Ohnesorge B, Flohr T, Becker C, Kopp AF, Schoepf UJ, Baum U, et al.
Cardiac imaging by means of electrocardiographically gated multisection
spiral CT: initial experience. Radiology 2000;217:564-71.
95-
Schroeder S, Kopp AF, Baumbach A, Kuettner A, Georg C, Ohnesorge B, et
al. Non-invasive characterisation of coronary lesion morphology by multislice computed tomography: a promising new technology for risk
stratification of patients with coronary artery disease. Heart 2001;85:576-8.
96-
Hong C, Becker CR, Schoepf UJ, Ohnesorge B, Bruening R, Reiser MF.
Coronary artery calcium: absolute quantification in nonenhanced and
contrast-enhanced multi-detector row CT studies. Radiology 2002;223:47480.
97-
Fuchs T, Kachelriess M, Kalender WA. Technical advances in multi-slice
spiral CT. Eur J Radiol 2000; 36:69-73.
98-
Kantarcı M, Duran C, Durur I, Ulusoy L, Gülbaran M, Önbaş Ö. Koroner
arterlerin değerlendirilmesinde multi dedektör BT anjiyografi: Teknik,
anatomi ve varyasyonlar. Bilgisayarlı Tomografi Bülteni 2004;8:90-8.
99-
Wexler L, Brundage B, Crouse J, Detrano R, Fuster V, Maddahi J, et al.
Coronary artery calcification: pathophysiology, epidemiology, imaging
methods, and clinical implications. A statement for health professionals
from the American Heart Association. Writing Group. Circulation
1996;94:1175-92.
100- Shemesh J, Tenenbaum A, Fisman EZ, Apter S, Rath S, Rozenman J, et al.
Absence of coronary calcification on double-helical CT scans: predictor of
angiographically normal coronary arteries in elderly women? Radiology
1996;199:665-8.
101- Laudon DA, Vukov LF, Breen JF, Rumberger JA, Wollan PC, Sheedy PF
2nd. Use of electron-beam computed tomography in the evaluation of chest
pain patients in the emergency department. Ann Emerg Med 1999;33:15-21.
51
102- Schmermund A, Bailey KR, Rumberger JA, Reed JE, Sheedy PF 2nd,
Schwartz RS. An algorithm for noninvasive identification of angiographic
three-vessel and/or left main coronary artery disease in symptomatic
patients on the basis of cardiac risk and electron-beam computed
tomographic calcium scores. J Am Coll Cardiol 1999; 33:444
103- Arad Y, Spadaro LA, Goodman K, Lledo-Perez A, Sherman S, Lerner G, et
al. Predictive value of electron beam computed tomography of the coronary
arteries. 19-month follow-up of 1173 asymptomatic subjects. Circulation
1996;93:1951-3.
104- Erdoğan N, Altın L, Altunkan Ş. Elektron demeti tomografisi ile saptanan
koroner arter kalsifikasyonunun yaş ve cinsiyet ile ilişkisi. Türk Tanısal ve
Girişimsel Radyoloji Dergisi 2003;9:466-70.
105- O’Malley PG, Taylor AJ, Jackson JL, Doherty TM, Detrano RC. Prognostic
value of coronary electron-beam computed tomography for coronary heart
disease events in asymptomatic populations. Am J Cardiol 2000; 85:945-8.
106- Champe P.C., Harvey R.A .: Nucleotid Metabolism In:Biochemistry .
Lippincott’s Illustrated Reviews , Lippincott Company 1994; 343-356.
107- Roch-Ramel F., Guisan B.: Renal transport of urate in humans . News
Physiol Sci 1999; 14 : 80-84.
108- Maxwell SR, Thomason H, Sandler D., LeGuen C., Baxter MA, Thorpe
GH., Jones AF., Barnet AH.: Antioxidant status in patients with
uncomplicated
insulin-dependent
and
noninsulin-dependent
diabetes
mellitus. Eur J Clin Invest 1997; 27:484-490.
109- Basaga H.S.: Biochemical aspect of free radical. Biochem Cell Biol 1990;
68: 989-998.
110- Leyva F., Anker S.D., Godsland I.F., Teixeira M., Hellewell P.G., Kox
W.J., Poole-Wilson P.A., Coats A.J.: Uric Acid in chronic heart failure:a
marker of chronic inflammation. Eur Heart J 1998; 19:1814-1822.
111- Patterson R.A., Horsley E.T., Leake D.S.: Prooxidant and antioxidant
properties of human serum ultrafiltrates toward LDL:important role of uric
acid. J Lipid Res 2003; 44(3) : 512-521.
52
112- Nyyssonen K., Porkkala-Sarataho E., Kaikkonen J., Salonen JT.: Ascorbate
and urate are the strongest determinants of plasma antioxidative capacity
and serum lipid resistance to oxidation in Finnish men. Atherosclerosis
1997, 130(1–2):223-233.
113- Naghavi M., John R., Naguib S., Siadaty MS., Grasu R., Kurian KC., van
Winkle WB., Soller B., Litovsky S., Madjid M., Willerson JT., Casscells
W.: pH Heterogeneity of human and rabbit atherosclerotic plaques; a new
insight into detection of vulnerable plaque. Atherosclerosis 2002; 164(1):2735.
114- Hink HU., Santanam N., Dikalov S., McCann L., Nguyen AD.,
Parthasarathy S.,Harrison DG., Fukai T.: Peroxidase properties of
extracellular superoxide dismutase: role of uric acid in modulating in vivo
activity. Arterioscler Thromb Vasc Biol 2002; 22: 1402–1408.
115- Kehrer J.P.: Free radicals as mediators of tissue injury and disease. Crit Rev
Toxicol 1993; 23:21-28.
116- Many A., Hubel C.Q.A., Roberts J.M.: Hyperuricemia and xanthine oxidase
in preeclampsia, revisited. Am J Obstet Gynecol 1996; 174: 288–291.
117- Zweier J.L., Kuppusamy P., Lutty G.A.: Measurement of endothelial cell
free radical generation: evidence for a central mechanism of free radical
injury in postischemic tissues. Proc Natl Acad Sci USA, 1988; 85: 40464050.
118- Ashraf M., Samra Z.Q.: Subcellular distribution of xanthine oxidase during
cardiac ischemia and reperfusion: an immunocytochemical study. J
Submicrosc Cytol Pathol 1993; 25: 193-201.
119- De Scheerder I., van de Kraay A.M., Lamers J.M., Koster J.F., de Jong
J.W., Serruys P.W.: Myocardial malondialdehyde and uric acid release after
short-lasting coronary occlusions during coronary angioplasty: potential
mechanisms for free radical generation. Am J Cardiol 1991; 68: 392–395.
120- Brand F.N., McGee D.L., Kannel W.B., Stokes J., Castelli W.P.:
Hyperuricemia as a risk factor of coronary heart disease:The Framingham
Study. Am J Epidemiol 1985;121:11–18.
53
121- Selby J.V., Friedman G.D., Quesenberry C.P.: Precursors of essential
hypertension: pulmonary function, heart rate, uric acid, serum cholesterol
levels and other serum chemistries. Am J Epidemiol 1990; 131: 1017–1027.
122- Beard J.T.: Serum uric acid and coronary heart disease. Am Heart J 1983;
106: 397–400.
123- Yano K., Reed D.M., McGee D.L.: Ten year incidence of coronary heart
disease in the Honolulu Heart Program: relationship to biologic and lifestyle
characteristics. Am J Epidemiol 1984;119:653–666.
124- Alderman M.,Aiyer K.J.V.:Uric Acid:Role in Cardiovascular Disease and
Effects of Losartan. Curr Med Res Opin 2004; 20(3): 369-379.
125- Erbaş T.: Purin metabolizması bozuklukları. Koloğlu S.;Endokrinoloji temel
ve klinik 1996;15:769-774.
126- Bree JF, Sheedy PF, Shwartz RS, et al. Coronary artery calcification
detected with ultrafast CT as an indication of coronary artery disease: works
in progress. Radiology 1992; 185:435-439.
127- Agatston AS, Janowitz WR, Hildner FJ, et al. Quantification of coronary
artery calcium using ultrafast computed tomography. J Am Coll Cardiol
1990; 15:827-32.
128- Janowitz WR, Agatston AS, Kaplan G, et al. Differences in prevalence and
extent of coronary calcium detected by ultrafast computed tomography in
asymptomatic men and women. Am J Cardiol 1993; 72:247-254.
129- Rumberger JA, Brundage BH, Rader DJ, et al. Electron beam computed
tomographic coronary calcium scanning: A review and guidelines for use in
asymptomatic persons. Mayo Clin Proc 1999; 74:243-252.
130- Expert Panel on Detection, Evaluation, and Treatment of High Blood
Cholesterol in Adults. Summary of the second report of the National
Cholesterol Education Program (NCEP) Expert Panel on Detection,
Evaluation and, Treatment of High Blood Cholesterol in Adults (Adult
Treatment Panel II). JAMA 1993; 269:3015-3023
54
Download