AYDINLIK VE KARANLIK KİMLİK: GRİLEŞME Işık ve bunun eksikliğinde gölge, tamamen karşı uçlarda olan zıtlıklar ama bir o kadar da iç içe. Hayatta olan her şey gibi… Gölgenin siyah ve ışığın beyaz kimlikleri iç içe geçtiğinde baskınlık savaşına girip, grileşiyor. İnsanın ışıkla beraber toplumla yüzleşen ama yalnızken tamamen kendi içine kapatıp gölgede kendine sakladığı iki farklı kimliği gibi. Hangisi gerçek biziz? Gölgemiz mi bizim öz benliğimiz yoksa ışık vurunca bizden yansıyanlar mı? Zıtlıkların iç içe geçtiğinde kimlik kaybına uğraması her zaman ilgimi çekmiştir. Alekszandr Rodchenko’nun fotoğraflarında en çok dikkatimi çeken kavram; ışığın ve gölgenin ayrı ayrı kimliklerini vurgulaması. Işığın sembolize ettiği, gün ışığında kendini sergileyen, toplumun onayına ve beğenisine sunulan en yüce ama aynı anda da en acınası varlık; insan. Verdiği tepkiler, bahsettiği konularla yargılanan ve derine inmeyen bir yargı üzerine kurulu bir düzen içinde... Yani yüzeysel değerlendirmeler mevcut. Sosyal hayatımızda hepimizin yüzleştiği bazı çelişkiler vardır. Mesela “Şimdi bunu dersem bana gülerler mi?” ve ya “Bu yaptığımdan bahsedersem hakkımda kötü mü düşünürler?” gibisinden iç çatışmalar. Bazen insanı kendi gibi davranmaktan alıkoyuyor. Endişeler ve korkular, opak olmamızı, tamamen nasıl istiyorsak öyle davranmamızı engelliyor ve ışık içimizden geçemiyor; dışımızdan yansıyıp karşımızdakine vuruyor. Yani biz, karşımızdaki hakkımızda ne düşünürse o oluyoruz… Gölge içinde var oluşumuz ise bir nevi inzivaya çekilmek gibi. Kimsesiz, sessiz… AlekszandrRodchenko,GirlwithaLeica,1934 Kendimizle baş başa kaldığımızda, düşüncelerimizde bir kontrol mekanizması olmuyor. “Elalem ne der?” korkusuyla hareket etmek yerine biraz sakinleşiyor, huzurlu bir şekilde iç sesimizi dinliyoruz. Gerçek duygularımız ve hislerimiz kendilerini belli ediyor. Ancak o zaman kendimizi eleştirmeye başlayabiliyoruz. Buna rağmen yine de kendimizi kontrol etmeye çalışmıyoruz. Ancak bu iki ayrı kavram birbiri olmadan var olamıyor. Toplum içinde diğer insanlarla edindiğimiz tecrübeler olmasa, kendimizle baş başa kaldığımızda da yorum yapacağımız, eleştireceğimiz ve tepki vereceğimiz duygularımız da tetiklenmezdi. Bulunduğumuz ilişkiler ve tanıdığımız insanlar zamanla bize yeni şeyler öğretiyor ve bizi farklı yollara sokuyorlar. Diğerlerinin vereceği tepkilerden korkmak bile belki de bize belli bir düzen katıyor. Işıkla yüzleşirken bunlar olduğu gibi, biz gölgedeyken, yani yalnızken düşünüp kendimize kattıklarımız da olmasa, gün ışığına çıktığımızda nasıl bir tavır takınacağımızı öğrenemezdik. Bir yerde dengeyi kurup ne kadar kendimiz olacağımız ve ne kadar da diğerlerini tatmin ederek varlığımızı kabul ettireceğimizi fark edemezdik. Aynı şekilde kendi kendimize öğrettiklerimizle, diğer insanlara katacağımız bilgiler de olmazdı. Işığın eksikliği gölgeye, gölgenin eksikliği ışığın varlığına çıkıyor. Bu ikisi de bir döngü içinde birbirini takip ettiğinde, dinamizm içinde bir dengeye ulaşıyor. Kimliğimizi tanımlayan hem ışık hem de gölge, hem aydınlık hem karanlık ve de hem siyah hem de beyaz taraflarımız. İnsanlara gösterdiğimiz bütün taraflarımız ve daha keşfedilmeyi bekleyen niceleri… Fotoğrafta kadının üstüne düşen yuvarlak ışıklar mı yoksa yuvarlağın etrafını saran gölgeler mi kadının orada olduğuna dair gerçek vurguyu yapıyor? Bu artık öznel yorumlara kalmış bir soru. Bence, ikisi de birbirinin varlığı olmadan var olamayacağı için, fotoğrafta da ışık ve gölge eşit derecede önemlidir. Fotoğrafçı bu kompozisyonu yaparken aydınlık kısımların düşeceği yeri hesaplamalı ve yüzeyde neyin duracağına karar vermeli. Bence bu fotoğrafı ilginç yapan şey de, kadının aynı anda hem yüzeyde bir bedene hem de derinde bir karaktere sahip olması, aynı bizler gibi… Arkaya doğru gittikçe oda derinleşiyor ve ışıkla gölge iç içe girmeye başlıyor. Böylece kimlik vurgularını ve karakteristik özelliklerini kaybedip, bu siyah beyaz fotoğrafın içinde ‘gri’ bir görüntü yaratıyorlar. Bu da başlı başına, bir kimlik haline geliyor, biraz ondan biraz bundan, dengede olmak… Nazlı Dikmen 21501313